34
YIL:9, SAYI:34, NİSAN 2018
SAHİBİ/OWNER
Yılmaz AKÇİL
Türkiye Adalet Akademisi Adına, Türkiye Adalet Akademisi Başkanı
Danıştay Üyesi
*
YAYIN YÖNETMENİ/CHIEF EDITOR
Şahin ALTUĞ
Bilimsel Çalışmalar ve Enformasyon Daire Başkanı
*
EDİTÖR/EDITOR
Dr. Veli KARATAŞ
Hâkim
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ/EDITOR IN CHIEF
Dr. Veli KARATAŞ
Hâkim
*
YAYIN KURULU/EDITORIAL BOARD
Mustafa ARTUÇ
Türkiye Adalet Akademisi Başkan Yardımcısı
Şahin ALTUĞ
Bilimsel Çalışmalar ve Enformasyon Daire Başkanı
Gökhan KARAKÖSE
İnsan Kaynakları ve Destek Hizmetleri Daire Başkanı
Prof. Dr. İbrahim AYDINLI
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. İlhan ÜZÜLMEZ
Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
*
YAYIN TASARIM ve HAZIRLAMA/ PUBLISHING DESIGN&COORDINATION
Menekşe ÖRME
*
YAYIN YÖNETİM MERKEZİ
PUBLICATION MANAGEMENT CENTER
Türkiye Adalet Akademisi
Ahlatlıbel Mah. İncek Şehit Savcı Mehmet Selim Kiraz Bulvarı
Çankaya/Ankara
Tel: 312 489 81 80 • Faks: 312 489 81 01
E-posta: bilimsel.dergi@taa.gov.tr
Web: www.taa.gov.tr
BASKI
Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu İş Yurdu Müdürlüğü Matbaası,
İstanbul Yolu 13. Km. Ergazi, ŞAŞMAZ/ANKARA
II
YAZIM VE YAYIM KURALLARI
1. Türkiye Adalet Akademisi Dergisi Hakemli bir dergi olup, dergide Türkçe
ulusal hakemli makaleler yayımlanmaktadır.
2. Türkiye Adalet Akademisi Dergisi üç ayda bir (Ocak, Nisan, Temmuz, Ekim
aylarında) yayımlanır.
3. Dergiye gönderilen yazıların daha önce bir başka yayın organında
yayımlanmamış veya yayımlanmak üzere gönderilmemiş olması
gerekmektedir. Bu konudaki sorumluluk yazarlara aittir.
4. Makalelerin www.taa.gov.tr adresinde bulunan makale gönder butonu ile
gönderilmesi gerekmektedir. Gönderimde herhangi bir sorun yaşanması durumunda, yayın yönetmeni ve editörler ile iletişim kurulabilir.
5. Makalelerde 12 kelimeyi aşmayan Başlık, 150-250 kelime arası Özet ve 5-8
kelime arası Anahtar Kelimeler bulunmalıdır. Hakemli makalelerde Başlığın,
Özetin ve Anahtar Kelimelerin Türkçe’nin yanı sıra İngilizce, Fransızca veya
Almanca yazılması zorunludur.
6. Yazının ana bölümleri ve kaynakça 11, dipnotlar ise 9 punto yazılmalı
“Calibri” karakteri kullanılmalı, metin iki yana yaslanmalıdır.
7. Dergiye gönderilen makaleler “Giriş”, “Gelişme” ve “Sonuç” bölümlerinden
oluşmalı ve yazıda dipnot atıf sistemi kullanılmalıdır.
8. Makale, kaynakça dâhil 3.000 kelimeden az ve 10.000 kelimeden çok
olmamalıdır.
9. Yazarın akademik ünvanı, adı ve soyadı, baş harfleri büyük olmak üzere
makale başlığının altında ortalı olarak yazılmalıdır. Yazarın mesleği, ünvanı,
elektronik posta adresi adına ilişkin dipnotta belirtilmelidir.
10. Makalelerin Yayın Kurulu ve en az 2 hakem tarafından olumlu bulunması
gerekmektedir.
11. Yazarlara ve hakemlere “Türkiye Adalet Akademisi Yayın ve Yayın Kurulu
Çalışma Yönetmeliği” kapsamında telif ve inceleme ücreti ödenmektedir.
Dergide yazısı yayımlanmış olan yazarlara beş adet dergi ücretsiz olarak
gönderilmektedir.
• Dergide yayınlanan yazılarda ileri sürülen görüşler yalnızca yazarlarına aittir.
• Dergide yayımlanan yazılar kaynak gösterilmeden başka bir yerde
yayımlanamaz.
• Derginin elektronik versiyonuna www.taa.gov.tr adresinden ulaşılabilir.
III
DANIŞMA KURULU*/ADVISORY BOARD
Prof. Dr. Abdurrahman EREN
Prof. Dr. Adem SÖZÜER
Prof. Dr. Ahmet BİLGİN
Prof. Dr. Ahmet GÖKÇEN
Prof. Dr. Ahmet GÜRBÜZ
Prof. Dr. Ahmet Hamdi TOPAL
Prof. Dr. Ali Şafak BALI
Prof. Dr. Arzu OĞUZ
Prof. Dr. Aydın BAŞBUĞ
Prof. Dr. Aydın GÜLAN
Prof. Dr. Ayhan DÖNER
Prof. Dr. Ayşe Füsun ARSAVA
Prof. Dr. Ayşe NUHOĞLU
Prof. Dr. Bahri ÖZTÜRK
Prof. Dr. Bahtiyar AKYILMAZ
Prof. Dr. Bilge ÖZTAN
Prof. Dr. Cem BAYGIN
Prof. Dr. Cemal ŞANLI
Prof. Dr. Cumhur ŞAHIN
Prof. Dr. Çiğdem KIRCA
Prof. Dr. Doğan SOYASLAN
Prof. Dr. Durmuş TEZCAN
Prof. Dr. Ejder YILMAZ
Prof. Dr. Ekrem Buğra EKÎNCİ
Prof. Dr. Emine AKYÜZ
Prof. Dr. Ender Ethem ATAY
Prof. Dr. Enver BOZKURT
Prof. Dr. Erkan KÜÇÜKGÜNGÖR
Prof. Dr. Ersan ÖZ
Prof. Dr. Faruk TURHAN
Prof. Dr. Feridun YENISEY
Prof. Dr. Fethi GEDIKLI
Prof. Dr. Fügen SARGIN
Prof. Dr. Halil AKKANAT
Prof. Dr. Hamdi MOLLAMAHMUTOĞLU
Prof. Dr. Hamide ZAFER
Prof. Dr. Hasan AYRANCI
Prof. Dr. Hasan BACANLI
Prof. Dr. Hasan İŞGÜZAR
Prof. Dr. Hasan Tahsin FENDOĞLU
Prof. Dr. Hasan TUNÇ
Prof. Dr. Hüseyin HATEMİ
Prof. Dr. İbrahim AYDINLI
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY
Prof. Dr. İhsan ERDOĞAN
Prof. Dr. İlhan ÜZÜLMEZ
Prof. Dr. İsmail KAYAR
Prof. Dr. İsmail KIRCA
Prof. Dr. İzzet ÖZGENÇ
Prof. Dr. Kadir ARICI
*
Prof. Dr. Kamil Ufuk BILGIN
Prof. Dr. Kayıhan İÇEL
Prof. Dr. Kemal ŞENOCAK
Prof. Dr. Kudret GÜVEN
Prof. Dr. M. Fatih UŞAN
Prof. Dr. Mehmet Akif AYDIN
Prof. Dr. Mehmet DEMİR
Prof. Dr. Mehmet Emin ARTUK
Prof. Dr. Mehmet Emin BİLGE
Prof. Dr. Mahmut KOCA
Prof. Dr. Melikşah YASİN
Prof. Dr. Metin TOPÇUOĞLU
Prof. Dr. Muharrem KILIÇ
Prof. Dr. Muharrem ÖZEN
Prof. Dr. Murat ATALI
Prof. Dr. Murat DOĞAN
Prof. Dr. Musa Kazım ARICAN
Prof. Dr. Mustafa AKKAYA
Prof. Dr. Mustafa ATEŞ
Prof. Dr. Mustafa AVCI
Prof. Dr. Mustafa ERDOĞAN
Prof. Dr. Mustafa Fadıl YILDIRIM
Prof. Dr. Mustafa KOÇAK
Prof. Dr. Nevzat KOÇ
Prof. Dr. Nihat BULUT
Prof. Dr. Nuray EKŞİ
Prof. Dr. Oğuz SANCAKDAR
Prof. Dr. Osman DOĞRU
Prof. Dr. Osman İSFEN
Prof. Dr. Ömer ANAYURT
Prof. Dr. Ramazan ÇAĞLAYAN
Prof. Dr. Mehmet Refik KORKUSUZ
Prof. Dr. Selçuk ÖZTEK
Prof. Dr. Sururi AKTAŞ
Prof. Dr. Süha TANRIVER
Prof. Dr. Şafak Ertan ÇOMAKLI
Prof. Dr. Şafak NARBAY
Prof. Dr. Turan YILDIRIM
Prof. Dr. Vahit BIÇAK
Prof. Dr. Vahit DOĞAN
Prof. Dr. Veli Özer ÖZBEK
Prof. Dr. Veysel BAŞPINAR
Prof. Dr. Yaşar Hakan PEKCANITEZ
Prof. Dr. Yavuz ATAR
Prof. Dr. Yener ÜNVER
Prof. Dr. Yılmaz ÇOLAK
Prof. Dr. Yusuf KARAKOÇ
Prof. Dr. Yusuf Şevki HAKYEMEZ
Prof. Dr. Yusuf Ziya TAŞKAN
Danışma Kurulu Üyelerinin sıralaması isme göre alfabetik olarak yapılmıştır.
IV
İÇİNDEKİLER/CONTENTS
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK....................................1
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement nnd Bankruptcy Law
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ.........................37
İnsan Haklarının Bir Bileşeni Olarak Su Hakkı
Right to Water As A Component of Human Rights
Doç. Dr. Cenk AKİL, Arş. Gör. Meltem Ercan ÖZLER...............................61
Tanıklık Beyanının Delil Değerinin Değerlendirilmesi Hakkında Bir
İnceleme (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 25.02.2015 Tarihli
Kararının Değerlendirilmesi)
A Review About the Evaluation of the Witness Statement (Evaluation
of Law of the General Assembly of The Supreme Court Decision
Dated 25.02.2015)
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS..............................................75
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Doç. Dr. İştar CENGİZ...........................................................................123
İşverenin İş Kazasından Doğan Hukuki Sorumluluğu
Legal Liability of Employer from Occupational Accidents
Doç. Dr. Recep NARTER, Arş. Gör. Abdullah ARIKAN.............................143
Vergi İcra Hukukunda Aciz Hali
Insolvency in Tax Execution Law
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT.........................................................165
Klasik Dönemde Osmanlı Devletinde Hâkim Adaylığı: Mülâzemet
Judge Nomination In The Ottoman State In The Classical Period:
Mulazemet
V
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İnce...................................................................189
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma
İle Sona Ermesi Durumunda Birlikte Velâyet
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende
Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in Europäischen
Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ...........................................................231
Türk İdare Hukukunda Estoppel Kuramının Uygulanabilirliği
The Practicability of the Estoppel Hypothesis in the Turkish
Administrative Law
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı Özdemİr.....................................................253
Sağlık Hizmetlerinde Reklama Yönelik Sınırlandırmalar Ve Hukuki Sonuçları
Advertising Restrictions in the Field of Health Services and Their Legal
Consequences
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT...................................................................283
Kumar Oynama Ve Kumar Oynanması İçin Yer Ve İmkân Sağlama Fiilleri
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Arş. Gör. Dilşah Büşra KARTAL..............................................................317
Vasiyetnamenin Geri Alınması
Withdrawal of Testament
Arş. Gör. Gökçe TOPALOĞLU................................................................341
Avrupa Birliği’nden Ayrılma Hakkı Ve Brexıt Süreci
The Right to Withdraw from The European Union and The Brexit Process
Arş. Gör. Nihal KOŞER..........................................................................367
6102 Sayılı Türk Ticaret Kanunu Uyarınca Birleşmede Ayrılma Akçesi
Squeeze Out In Merger According to the Turkish Commercial Code
Numbered 6102
VI
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU......................................................387
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU...................................................425
İş Hukukunda İşyeri ve İşletme Kavramlarının Önemi
The Importance of the Concepts of Workplace and Enterprıse in the
Labour Law
Dr. Eda Ermağan Çağlar, Prof. Dr. Neşe Kocabaşoğlu................451
Bellek Boşluklarını Doldurmaya Zorlamanın Çocuk Görgü Tanığı Belleği
Üzerindeki Olumsuz Etkileri
Negative Effects of Forced Confabulation on Child Eyewitness Testimony
Dr. Osman SARIASLAN.........................................................................475
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının
Tüketilmesi Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular
Ekseninde Değerlendirilmesi
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the
Individual Applications to the Constitutional Court Within the Scope of
Administrative Applications in Tax Disputes
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL...........................................515
ICSID Tahkiminde Onay (Rıza)
Consent in ICSID Arbitration
Alper AYDIN.........................................................................................537
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma
Süreleri
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Güray ÖZSU.........................................................................................587
ICSID Tahkimi Bakımından “Tahkime Rıza” ve Bu Rıza Çerçevesinde Tahkim
Öncesi Süreçler
Consent to Arbitration and Preliminary Processes In Terms of Icsid
Arbitration
VII
T
r.
MAKALELER / ARTICLES
İCRA VE İFLÂS HUKUKUNDA REHİN AÇIĞI BELGESİ
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY1 - Arş. Gör. Ferhat ÇELİK 2
Geliş Tarihi: 30.10.2017
ÖZET
Hukukumuzda alacaklıların alacağını
elde etmesini kolaylaştıran en önemli olanaklardan birisi de, alacağı teminat altına
alan bir rehnin olmasıdır. Borçlu borcunu
ödemediğinde teminat konusu rehinli şeyin
icra organları vasıtasıyla paraya çevrilmesi
gerekir. Fakat bazen rehin daha paraya çevrilmeden, takdir edilen değerine göre rehnin alacağı karşılayamayacağı anlaşılmakta,
bazen de rehin paraya çevrildikten sonra
alacağı karşılayamamaktadır. Bu durumda
alacaklıya ilkinde “geçici rehin açığı belgesi”, ikincisinde ise “kesin rehin açığı belgesi” verilmektedir.
Alacaklının elindeki bu belgenin hukuki
niteliği ve sonuçlarının detaylı bir şekilde
bilinmesi gerek eşya hukuku gerekse icra
ve iflâs hukuku açısından önem arz etmektedir. Bu konuda hem doktrindeki görüşlerin hem de Yargıtay kararlarının birlikte
ele alındığı söz konusu çalışmanın, alacaklının alacağına erişmesini kolaylaştıran en
önemli vasıtalardan birisi olan “rehin açığı
belgesi” ile ilgili bilgi edinmesinde yararlı
olması umulmaktadır.
Kabul Tarihi: 22.03.2018
ABSTRACT
In our legal system, one of the most important ways to make it easier for the creditor to
obtain the money owed to her is to have a pledge that secures the credit. Upon enforcement
of the pledge by the pledgee in the event of
default by the pledgor, the execution organs
turn the pledge into cash. However, it is realised sometimes that the appraised value of the
pledge cannot correspond to the credit either
before or after it has been turned into cash. In
the first case, the creditor is granted “temporary pledge deficit certificate” and in the second case “absolute pledge deficit certificate”.
It is important to know in detail the legal
character and consequences of these certificates that the creditor receives both for the
law of property and for the debt enforcement
and bankruptcy law. Against this backdrop, this
article intends to analyse the “ pledge deficit
certificate” by considering the views in the doctrine and supreme court decisions and aims to
help the creditor have the necessary information about the “pledge deficit certificate” which
is one of the most important means to make
it easier for the creditor to obtain the money
owed to her.
Keywords: Pledge, Pledge Deficit
Anahtar Kelimeler: Rehin, Rehin
Açığı Belgesi, Kesin Rehin Açığı Belgesi, Certificate, Absolute Pledge Deficit Certificate,
Temporary Pledge Deficit Certificate.
Geçici Rehin Açığı Belgesi.
I. GİRİŞ
Rehin, bir alacak yerine getirilmediği takdirde, hak sahibine başkasına ait
bir mal veya hakkın paraya çevrilmesi yoluyla elde edilen tutardan öncelikle
alacağını alma yetkisi veren sınırlı bir ayni haktır3. Alacağın teminatı 4721 sayılı
1
2
3
Erzincan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni Usûl ve İcra- İflâs Hukuku Öğretim Üyesi
E-Mail: ozbayibrahim@hotmail.com
Gaziosmanpaşa Üniversitesi Hukuk Fakültesi Araştırma Görevlisi, Erzincan Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Öğrencisi, E-Mail: dr.ferhat.celik@gmail.com
Rona Serozan, “Taşınmaz Rehni”, İÜHFM, 2006, C. LXIV, S. 2, s. 301; M. Kemal Oğuzman/
Özer Seliçi/Saibe Oktay-Özdemir, Eşya Hukuku, 18. bs., İstanbul 2015, s. 891; Ali Cem
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
1
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
Türk Medeni Kanunu (TMK)4 çerçevesinde bir taşınmaz ise “taşınmaz rehni”5;
ancak alacağın teminatı taşınır eşya, hayvan, hak veya alacak ise “taşınır rehni”
söz konusudur6.
Taşınır veya taşınmaz rehniyle teminat altına alınmış alacaklar için hukuk
sistemimizde normal alacaklardan farklı bir yol öngörülmüştür. Bu yol “rehnin
paraya çevrilmesi yolu ile takip”tir. Söz konusu takip yoluna ilişkin hükümler
2004 sayılı İcra ve İflas Kanunun (İİK) 145 ilâ 153/a maddeleri arasında
düzenlenmiştir. Bu takip yolunu diğer takip yollarından ayıran en önemli
farklılıklardan birisi, rehinli alacaklının kural olarak7 rehnin paraya çevrilmesi
yoluna başvurmadan önce haciz veya iflâs yoluyla takip yapamamasıdır (İİK
m. 45). Yani alacaklının alacağı rehinle teminat altına alınmış ise, kural olarak
önce rehnin paraya çevrilmesi yolu ile takip yapması gerekmektedir8.
Rehnin paraya çevrilmesi yoluyla takip yapmak zorunda olan alacaklı takibe
önce takip talebi ve ödeme emri aşamasıyla başlar, daha sonra bunları paraya
çevirme aşaması izler. Burada ayrı bir haciz aşaması olmayıp rehin konusu şey
icra organlarınca9 paraya çevrilir10. Bu paraya çevirme işlemi sonucunda, şayet
elde edilen meblağ alacağın tamamını karşılamaya yetmez ise, alacaklıya açık
kalan alacağı için “rehin açığı belgesi” adı verilen bir belge verilir (İİK m. 152/f.
1)11.
4
5
6
7
8
9
10
11
2
Budak, İpoteğin Paraya Çevrilmesi Yoluyla Takip, 3. bs., İstanbul 2010, s. 1; Mehmet Ayan,
Eşya Hukuku III Sınırlı Ayni Haklar, Güncelleştirilmiş 6. bs., Konya 2014, s. 153; Faruk Acar,
Rehin Hukuku Dersleri, İstanbul 2015, s. 1; A. Lâle Sirmen, Eşya Hukuku, 2. bs., Ankara 2014,
s. 640; Şeref Ertaş, Eşya Hukuku, Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş 12. bs., İzmir 2015, s.
539; Turhan Esener/Kudret Güven, Eşya Hukuku, Genişletilmiş 6. bs., Ankara 2015, s. 469.
22.11.2001 tarih ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (RG. 19.06.1932/2128).
Budak, s. 1; Ayan, 161; Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 893.
Acar, s. 59; Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 999.
Önce rehne müracaat kuralının istisnaları için bkz. Budak, s. 20-48; Adnan Deynekli, İcra ve
İflas Hukukunda İpoteğin Paraya Çevrilmesi Yoluyla Takip, Ankara 2013, s. 68-78; Timuçin
Muşul, İcra ve İflas Hukuku, C. II, Güncellenmiş ve Genişletilmiş 6. bs., Ankara 2013, s. 971974; Baki Kuru, İstinaf Sistemine Göre Yazılmış İcra ve İflâs Hukuku Ders Kitabı, Ankara 2017,
s. 319-320; Nurettin Emre Bilginoğlu, “Önce Rehne Başvurma Kuralı”, s. 5-10 (http://www.
caglayanyalcin.com/pdf/once-rehne.pdf, E.T.: 09.04.2017); Ramazan Arslan/Ejder Yılmaz/
Sema Taşpınar Ayvaz, İcra ve İflâs Hukuku, 3. bs., Ankara 2017, s. 405-406; Abdurrahim
Karslı, İcra ve İflas Hukuku, Yenilenmiş ve Gözden Geçirilmiş 3. bs., İstanbul 2014, s. 427428; Müjgan Tunç Yücel, Banka Alacaklarının İpoteğin Paraya Çevrilmesi Yoluyla Takibi, 1.
bs., İstanbul 2010, s. 124-149; Bilgehan Çetiner, Taşınmaz Teminatı, İstanbul 2015, s. 276280.
İbrahim Özbay, “İpoteğin İptali Davası (İİK m. 150/c. 3) Üzerine Bir İnceleme”, EÜHFD, C. XI,
S. 3-4, 2007, s. 403; Karslı, s. 427.
Rehinli malın paraya çevrilmesi işleminin resmi yollar dışında özel yollarla da yapılabileceğine
ilişkin tartışmalar için bkz. Acar, s. 69 vd.; ayrıca bkz. Budak, s. 64-71; Çetiner, s. 111-112.
Kuru- İstinaftan Sonra İcra, s. 320; Arslan/Yılmaz/Taşpınar Ayvaz, s. 406.
Deynekli, s. 59.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Res. Asst. Ferhat ÇELİK
Rehin açığı belgesi, gerek icra ve iflâs hukukunun rehnin paraya çevrilmesi
yolu ile takip ve sonrası, gerekse rehin hukukunda alacaklının tatmini
açısından önem arz eden konulardan birisidir. İşte bu çalışmada, doktrindeki
görüşler ve Yargıtay kararları doğrultusunda rehin açığı belgesi kavramı, rehin
açığı belgesinin alınabildiği ve alınamadığı haller, türleri ve hukuki sonuçları
üzerinde durulacaktır.
II. REHİN AÇIĞI BELGESİ
A. GENEL OLARAK
Rehin açığı belgesi, rehnin paraya çevrilmesi yoluyla takipte rehinli
alacaklının alacağını kısmen veya tamamen alamamış olduğunu gösteren bir
belgedir12. Bu belge ile sadece rehnin alacağı karşılamadığı tespit edilmektedir;
buna karşın borçlunun başka malvarlığının bulunmadığı veya mallarının
alacağı karşılamaya yetmediğinin tespiti söz konusu değildir. Dolayısıyla rehin
açığı belgesi, bir “borç ödemeden aciz vesikası” değildir13. Rehin açığı belgesini
alan alacaklı, genel hükümlere göre takip yapıp açık kalan kısmı bu şekilde de
alamazsa, o zaman kendisine bir aciz vesikası (borç ödemeden aciz belgesi)14
verilir15.
Aciz vesikası ile rehin açığı belgesi her ne kadar birbirlerine benzeseler de
farklı belgelerdir. Doktrinde bazı yazarlar, rehin açığı belgesinin, haciz yoluyla
ve iflâs yoluyla takipte, alacağın tamamen veya kısmen karşılanmamış olması
halinde alacaklılara verilen “borç ödemeden aciz belgesi” niteliğinde olduğunu
belirtmektedirler16. Bu görüşte, gerek haciz ve iflâs yoluyla takipte gerekse
rehnin paraya çevrilmesi yoluyla takipte, alacaklının alacağını tamamen veya
kısmen alamaması hususu hareket noktası olarak kabul edilmiştir. Kanaatimizce
daha isabetli olan ifade, rehin açığı belgesinin haciz veya iflas yoluyla takipteki
borç ödemeden aciz belgesinin karşılığı (paraleli) olduğu şeklindedir17.
12
13
14
15
16
17
Saim Üstündağ, İcra Hukukunun Esasları, Yeniden Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş 2. bs.,
İstanbul 1975, s. 354; Deynekli, s. 225-226.
Yargıtay 7. HD. 08.03.2016, E. 4918, K. 5606 (Lexpera Hukuk Bilgi Sistemi). Ayrıca bkz.
Hakan Pekcanıtez/Oğuz Atalay/Meral Sungurtekin Özkan/Muhammet Özekes, İcra ve
İflas Hukuku Ders Kitabı, 3. bs., Ankara 2016, s. 358-359; Karslı, s. 445.
Aciz vesikası veya borç ödemeden aciz belgesi, borçluya karşı girişilen cebri icra
prosedürünün takip konusu alacağın ödenmesi ile sonuçlanmadığının veya sadece kısmi bir
ödeme ile sonuçlandığının resmi bir beyanıdır (Selçuk Öztek, İcra ve İflas Hukukunda Borç
Ödemeden Aciz Vesikası, İstanbul 1994, s. 14).
Pekcanıtez/Atalay/Sungurtekin Özkan/Özekes, s. 359; Kuru - İstinaftan Sonra İcra, s. 334.
Talih Uyar/Alper Uyar/Cüneyt Uyar, İcra ve İflas Kanunu Şerhi Cilt 2, Genişletilmiş ve
Yeniden Yazılmış 3. bs., Ankara 2014, s. 2840; Deynekli, s. 226.
Benzer yönde bir görüş ise, rehin açığı belgesinin genel haciz yoluyla takipteki borç
ödemeden aciz belgesinin karşılığı olduğu şeklindedir (Bkz. Samet Can Olgaç, “Rehin Açığı
Belgesi ve Hükümleri”, Terazi Aylık Hukuk Dergisi, C. 11, S. 113, Ocak 2016, s. 118).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
3
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
Nitekim Yargıtay’ın yeni tarihli sayılabilecek bir kararında da, kesin
rehin açığı belgesi ile borç ödemeden aciz vesikasının eş değerde bir belge
olmadığına özellikle vurgu yapılmıştır18.
İpoteğin paraya çevrilmesi yoluyla yapılan takip sonucunda alacağını
alamayan rehinli alacaklı gerçek bir zarara uğramayacak, sadece bir rehin
açığı belgesine sahip olacaktır19. Burada birden fazla alacaklının olduğu ve
rehnedilen malın değerinin borcu karşılamaya yetmediği durumlarda, genel
haciz yolu ile takipteki gibi tamamlama haczi de (İİK m. 139) yapılamadığı ve
dolayısıyla rehin kurulan mal üzerinde, önceliği bulunan rehin alacaklısının bu
avantajını yitirmemesi için, rehin açığı belgesi düzenlenir20.
Alacaklının elindeki rehin açığı belgesi, borçlunun diğer alacaklılarının,
onun başka mallarını haczetmelerine engel olamasa da, rehin konusu şeyin
satılması sonucunda alacağının tamamını alamadığı veya rehin konusu şey
daha satılmadan alacağının tamamını alamayacağı anlaşıldığı durumlarda,
borçlunun diğer mallarına yönelik haciz veya iflâs yoluyla takibe başvurmasına
imkân sağlayacaktır21. Bunun yanında bu belgenin en önemli özelliklerinden
birisi de, alacağı rehinle güvence altına alınmış olan alacaklının, alacağını
kısmen veya tamamen alamadığını gösteren bir belge olmasıdır22.
B. TERMİNOLOJİ
Rehin açığı belgesi için “rehinin yetmediği vesikası”23, “rehin açığı vesikası”24
gibi terimler de kullanılmaktadır. Ancak hukukumuzda yerleşik terimin “rehin
açığı belgesi” olduğu söylenebilir.
18
19
20
21
22
23
24
4
Yargıtay’ın bir kararında: “Kesin rehin açığı belgesi ‘borç ödemeden aciz vesikası’ ile
eşdeğerde bir belge değildir. Kesin rehin açığı belgesi yalnızca rehnedilen taşınırın borcu
karşılamadığını ortaya koyarken, borç ödemeden aciz vesikası borçlunun tüm malvarlığının
borcu karşılamak açısından yeterli olmadığın anlamını taşımaktadır. Davacı bankanın
öncelikle borç ödemeden aciz vesikası alarak borcun karşılanamadığını ortaya koyması ve
ancak bundan sonra tahsil kabiliyeti bulunmayan krediyi tahsis etmeleri nedeniyle kusur
durumuna göre bu miktardan davalıların sorumlulukları belirlenmelidir. Aciz vesikası
alınmadan zararın tazmini yoluna gidilmesi henüz oluşmayan bir zarardan dolayı bankanın
kredi borçlusu dışında çalışanlarından da kredi tahsili yapmasına yol açar. Aciz vesikası
düzenlendiği ortaya konulmadan davanın kısmen kabulüne karar verilmesi hatalı olup
bozma nedenidir” ifadelerine yer verilmiştir. Bkz. Yargıtay 7. HD. 12.05.2015, E. 9290, K.
8612 (Lexpera Hukuk Bilgi Sistemi).
Deynekli, s. 226.
Burcu Ece Tuna, Menkul Rehninin Paraya Çevrilmesi, İzmir 2009, s. 103.
Talih Uyar, İcra Hukukunda Rehnin Paraya Çevrilmesi, 2. bs., Manisa 1992, s. 464; Deynekli,
s. 226.
Uyar- Rehin, s. 464; Uyar- Şerh, s. 2840.
Bkz. aşa. II, C- 1.
Vesika terimi ise eski İİK’larında kullanılmaktadır. Bkz. 18.4.1929 tarih ve 1424 sayılı İİK m.
140; 9.6.1932 tarih ve 2004 sayılı İİK m. 152.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Res. Asst. Ferhat ÇELİK
Ayrıca İİK Yönetmeliği m. 53’de ve İİK m. 150/ f’de geçici rehin açığı belgesi
için “muvakkat rehin açığı belgesi” terimi tercih edilmiş; buna karşılık İİK
Yönetmeliğinin 54’üncü maddesinde kesin rehin açığı belgesi için madde
başlığında sadece “rehin açığı belgesi” terimi kullanılmıştır25.
C. REHİN AÇIĞI BELGESİYLE İLGİLİ OLARAK İCRA VE İFLAS KANUNLARINDAKİ
DÜZENLEMELER
1. 18.4.1929 tarih ve 1424 sayılı İcra ve İflas Kanununda
18.4.1929 tarih ve 1424 sayılı ilk İcra ve İflas Kanunu’nun26 “Rehnin yetmemesi
vesikası” başlıklı 140 ıncı maddesinde şu şekilde hüküm öngörülmüştü: “Rehin
kâfi bedel ile talip çıkmamasından dolayı satılamaz yahut satış tutarı takip
olunan alacağa yetmezse alacaklıya bunun için bir vesika verilir. Bu suretle
mahrum kalan alacaklı, alacağı irat senedinden veya diğer bir gayrimenkul
mükellefiyetinden doğmadıkça borçlunun sıfatına göre iflâs veya haciz yoluna
gidebilir. Vesikanın verildiği tarihten bir ay içinde takip için müracaat edilirse
yeniden ödeme emrine lüzum yoktur”. Görüldüğü gibi ilk İİK’da sadece kesin
rehin açığı belgesi düzenlenmiş, geçici rehin açığı belgesine bu Kanun’da yer
verilmemiştir.
25
26
İstanbul Ticaret Odasının 1980 tarihli İcra ve İflas Kanunu Tadil Tasarısında rehin açığı
belgesinin yerine “tazminat açığı belgesi” diye isimlendirilecek bir belgenin verilmesi
önerilmiştir. Tadil Tasarısının 15 ve 152’inci maddesinde şu ifadelere yer verilmiştir: “İflâs
veya hacız yoluna gidebilir. Haciz yoluna gittiği takdirde haczedilen malların haciz tarihi ile
paraya çevrilmesi tarihi arasında toptan eşya fiyatlarında % 10›u geçen artış meydana gelir
ve alacaklıda takip talebinde 58/ 3 mucibince bu hususta bir talepte bulunmuş olursa İcra
memuru bu farka tekabül eden tazminatı karşılayacak şekilde tamamlama hacizleri yapmak
zorundadır. Ancak tazminat açığı tutarını karşılayacak malların haczi ile paraya çevrilmesi
arasındaki toptan eşya fiyatlarındaki artış tamamlama hacizlerine gidilmesini gerektirmez”.
Ayrıca adı geçen Tadil Tasarısının madde gerekçesinde konumuzla ilgili olarak şu ifadelere
yer verilmiştir: “… Haciz yolu ile takipler için kabul edilmiş olan bu prensibi rehinli alacaklılara
teşmil edilmemesi için bir sebep görülememiştir. Ancak bu prensibin sağlayacağı tazminatın
rehnin öncelik hakkından istifade ettirilmesi Medeni Kanun esaslarında ciddi bir değişiklik
teşkil edeceği için bu aşırı sayılmış ve bu baptaki alacağın adi bir alacak olarak mütalâa
edilmesi ve bunun karşılanmaması halinde de rehin açığı belgesi yerine tazminat açığı
belgesi diye isimlendirilecek bir belgenin verilmesi uygun görülmüştür. Aradaki terim farkı
hüküm farkını da tazammun etmektedir. Zira rehin açığı yönünden 58/ 3 maddesinin tatbiki
tamamlama hacizlerine yer verdiği halde tazminat açığının tamamını karşılayacak haciz
vaz’ına gidilmesi esası kabul edilmekle beraber bu şıktaki hacizlerin paraya çevrilmesinin
gecikmesi yüzünden paranın iştira kabiliyetinin düşmesi artık ayrı bir tazmin mevzuu
yapılmamıştır” (Bkz. İTO, İcra ve İflas Kanunu Tadil Tasarısı, Mevzuat Dizisi:5, İstanbul 1980,
s. 36).
RG. 04.05.1929/1183.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
5
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
2. 9.6.1932 tarih ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununda
9.6.1932 tarih ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun27 “Rehinin yetmemesi
vesikası” başlıklı 152 inci maddesinde ise şu şekilde hüküm söz konusu idi:
“Rehin, satış isteyenin alacağına derece itibarile rüçhanı olan diğer rehinli
alacaklıların mecmuundan fazla bir bedel ile alıcı çıkmamasından dolayı
satılamazsa veya satılıpta tutarı takip olunan alacağa yetmezse alacaklıya
bütün veya geri kalan alacağı için bir vesika verilir. Bu suretle mahrum kalan
alacaklı, alacağı irat senedinden veya diğer bir gayrimenkul mükellefiyetinden
doğmadıkça borçlunun sıfatına göre iflâs veya haciz yoluna gidebilir”. Bu İİK’da
da sadece kesin rehin açığı belgesi düzenlenmiş, geçici rehin açığı belgesine
bu Kanun’da yer verilmemiştir.
3. 538 Sayılı Kanunla Getirilen Düzenleme (Mevcut Hüküm)
Hukukumuzda rehin açığı belgesi ile ilgili son (mevcut) düzenlemede
geçici rehin açığı belgesi İİK m. 150/f, kesin rehin açığı belgesi ise İİK m. 152
hükümlerinde yer almaktadır. Aşağıda bu hükümlere ayrıntılı olarak girecek
olmamıza rağmen, söz konusu hükümlerin tümüne bakmak yararlı olacaktır.
“Muvakkat rehin açığı belgesi” başlıklı İİK m. 150/f - (Ek: 18.02.1965 538/72 m.) hükmüne göre;
“Alacaklının satış talebinden sonra takdir edilen ve kesinleşen kıymete
göre merhunun alacağı karşılamıyacağı anlaşılırsa, alacaklının talebi üzerine
kendisine açık kalan miktar için bir muvakkat rehin açığı belgesi verilir.
Alacaklı, bu belgeye dayanarak borçlunun diğer mallarının haczini
icra memurundan talebedebilir ve 100 üncü maddedeki esaslar dahilinde
diğer alacaklıların haczine iştirak edebilir. Bu takdirde alacaklı, rehnin satışı
neticesinde, alacağının tahsil edilemiyen kısmını borçlunun diğer mahcuz
mallarından rüçhansız olarak alır”. Şu halde, geçici rehin açığı belgesinin,
1965 yılında 538 sayılı Kanun’un28 getirmiş olduğu yeni bir müessese olduğu29
görülmektedir.
Kesin rehin açığı belgesini düzenleyen “Rehin açığı belgesi” başlıklı, İİK m.
152 (Değişik: 18.02.1965 - 538/73 m.) hükmüne göre ise;
“Rehin, satış istiyenin alacağına derece itibariyle rüçhanı olan diğer rehinli
alacakların tutarından fazla bir bedelle alıcı çıkmamasından dolayı satılamazsa
veya satılıp da tutarı takip olunan alacağa yetmezse, alacaklıya bütün veya
geri kalan alacağı için bir belge verilir.
29
RG. 19.06.1932/2128.
Bkz. RG. 06.03.1965/11946.
Konuya ilişkin olarak bkz. İlhan E. Postacıoğlu, İcra Hukuku Esasları, İstanbul 1982, s. 586;
İlhan E. Postacıoğlu, 538 Sayılı Kanunun İcra ve İflâs Kanununa Getirdiği Yenilikler, İstanbul
1965, s. 34; Budak, s. 17.
6
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
27
28
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Res. Asst. Ferhat ÇELİK
Alacağın irat senedinden veya bir taşınmaz mükellefiyetinden doğmıyan
alacaklı, bu suretle tahsil edemediği alacağı için borçlunun sıfatına göre iflas
veya haciz yoluna gidebilir.
Alacaklı, satış yapılmamışsa artırma gününden, satış yapılması halinde
satışın kesinleşmesi tarihinden itibaren bir sene içinde haciz yolu ile takip
talebinde bulunursa yeniden icra veya ödeme emri tebliğine lüzum yoktur.
Rehin açığı belgesi, borç ikrarını mutazammın senet mahiyetindedir”.
Bu hükümden de görüleceği üzere, 1965 yılında kesin rehin açığı belgesine
ilişkin 538 sayılı Kanunla getirilen düzenlemenin ilk iki fıkrası, 9.6.1932 tarih ve
2004 sayılı İcra ve İflas Kanunundaki düzenleme30 ile neredeyse aynıdır. Sadece
yeni düzenlemeye 3 ve 4 üncü fıkraların eklendiği görülmektedir.
Böylece eski kanun zamanında (yani 538 sayılı Kanun’dan önce) bu belge
sadece borçlunun haciz yoluyla takibine imkân vermek gibi pek sınırlı bir
sonucu doğuruyordu. Şimdi ise 538 sayılı Kanun ile bu belgeye bazı önemli
sonuçlar bağlanmıştır31.
D. İSVİÇRE HUKUKUNDA DURUM
İsviçre Hukukunda İsviçre İcra ve İflas Kanunu’nun 158 inci maddesinde
kesin rehin açığı belgesi düzenlenmiş, buna karşılık geçici rehin açığı belgesine
yer verilmemiştir32.
“Rehin açığı belgesi” başlıklı söz konusu hükme göre; rehin, düşük teklif (İsv.
İİK m. 126 ve 127) verildiği için paraya çevrilememiş veya paraya çevrilmesiyle
elde edilen bedel borcu karşılamaya yetmemişse, icra dairesi icra takibinde
bulunan rehin alacaklısına bir rehin açığı belgesi düzenler (İsv. İİK m. 158/ 1).
Bu belgenin tebliğ edilmesinden sonra takip alacaklısı, şayet İsviçre
Medeni Kanunu’nun Uygulama ve Yürürlüğüne ilişkin hükümler hakkındaki
son başlığının 33a maddesi anlamında bir mal veya başka bir taşınmaz yükü
(mükellefiyeti) söz konusu değilse, borçlunun niteliğine göre haciz ya da iflas
yoluna başvurabilir (İsv. İİK m. 158/ 2).
Aynı hükmün 3. fıkrasında ise rehin açığı belgesinin, İsv. İİK m. 82. madde
anlamında borcun ikrarı olarak kabul edileceği; yani itirazın kesin kaldırılmasını
sağlayan belge sayılacağı hükme bağlanmıştır (İsv. İİK m. 158/ 3).
Görüldüğü gibi kesin rehin açığı belgesine ilişkin olarak İsviçre İcra ve İflas
Kanunundaki düzenleme ile hukukumuzdaki düzenleme arasında belgenin
niteliği ve sonuçları açısından bir fark bulunmamaktadır.
30
31
32
Bkz. yuk. II, C-2.
Postacıoğlu- Yenilikler, s. 34.
Konuya ilişkin olarak bkz. Budak, s. 23.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
7
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
E. REHİN AÇIĞI BELGESİ TÜRLERİ
İcra ve İflas Kanunu’nun ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla takibe ilişkin
hükümlerinde, iki çeşit rehin açığı belgesi düzenlenmiştir. Bunlar, İcra ve İflâs
Kanunu m. 150f’de düzenlenen “Geçici Rehin Açığı Belgesi” ve m. 152’de
düzenlenen “Kesin Rehin Açığı Belgesi” dir.
1. Geçici Rehin Açığı Belgesi
Geçici rehin açığı belgesi, rehnin paraya çevrilmesi yolu ile takip devam
ederken, rehinli malın paraya çevrilmesi sonucunda elde edilecek paranın
alacaklının alacağını karşılamaya yetmeyeceğinin anlaşılması halinde,
alacaklının talebi üzerine icra dairesi tarafından verilen bir belgedir (İİK
m. 150f). Böylece alacaklı, önce rehne başvurma kuralının getireceği bazı
sakıncalardan kurtulabilir33.
Şöyle ki, rehinli alacaklı önce rehne başvurma kuralından (İİK m. 45) dolayı
borçlunun diğer mallarına yönelik herhangi bir takip yapamaz. Bu durumda
başka alacaklılar borçlunun mallarını haczettirip satabilirler. Bu alacaklılar
kötüniyetli borçlunun mal kaçırmak için anlaştığı, muvazaalı işlemler yaptığı
kişiler de olabilir. Rehinli alacaklı bu duruma müdahale edemeyeceğinden,
alacağını, daha sonra kendisine verilecek kesin rehin açığı belgesiyle borçlunun
diğer mallarına başvurarak alma imkânını kaybedecektir. Dolayısıyla rehinli
malın alacağı karşılayamayacağını gösteren geçici rehin açığı belgesi, daha
çok rehinli alacaklıyı koruyan ve ona borçlunun diğer mallarına yönelik takip
yapabilme ya da diğer alacaklıların yapmış oldukları hacze iştirak edebilme
imkânı tanıyan bir belge olması bakımından oldukça önem arz etmektedir34.
Zaten geçici rehin açığı belgesinin ortaya çıkarılmasının altında yatan temel
düşünce Millet Meclisi Adalet Komisyonu Gerekçesinde de benzer şekilde
açıklanmıştır: “…Rehinli alacaklı, 45 nci madde gereğince borçlusunu kaideten
ilk önce rehnin paraya çevrilmesi yoluyla takibetmeye mecburdur. Rehnin
kıymeti ne kadar düşük olursa olsun, ilk önce bu takibini sonuçlandıracak
ve ancak rehnin alacağı karşılamadığı kesin rehin açığı belgesi ile sabit
olduğu takdirde borçlunun diğer mallarına başvurabilecektir. Halbuki,
rehinli alacaklının takibi devam etmekte iken, borçlunun diğer alacaklıları
–ki, bunlar muvazaalı alacak sahipleri de olabilir- borçlunun diğer mallarını
haczettirip sattırma imkanına sahiptirler ve rehinli alacaklı buna müdahale
edemez. Bu durum alacağını bir teminata bağlamış olan rehinli alacaklıyı
diğer alacaklılara nazaran daha gayrımüsait bir hale getirmektedir. Halbuki,
rehnin paraya çevrilmesi yoluyle takipte icra memuru (müdürü) satıştan
önce merhuna bir kıymet takdir edecektir. Bu takdir neticesi, rehnin alacağı
33
34
8
Pekcanıtez/Atalay/Sungurtekin Özkan/Özekes, s. 359; Arslan/Yılmaz/Taşpınar Ayvaz, s.
414; Olgaç, S. C. - Rehin Açığı, s. 115.
Bkz. Senai Olgaç, İcra-İflâs 2. Cilt, Ankara 1978, s. 1290-1291; Budak, s. 21-22.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Res. Asst. Ferhat ÇELİK
karşılayıp karşılamayacağı muvakkat olarak belli olacaktır. İşte, bu halde icra
memurunun açık kalacak miktar için rehinli alacaklıya bir ‘muvakkat rehin
açığı belgesi’ vermesi kabul olunmaktadır…”35.
Bu belge, rehnedilen taşınır ya da taşınmaza biçilen değer kesinleştikten
ve satış isteminde bulunduktan sonra, rehnedilen şeyin kesinleşen değerine
göre alacaklının alacağını karşılamayacağının anlaşılması durumunda,
karşılanmayan kısım için alacaklının talebi üzerine icra müdürü tarafından
verilir (İİK m. 150f)36. Geçici rehin açığı belgesinin alınabilmesi için satış
işleminin sonuçlanması gerekmemektedir37. Ancak rehin açığı belgesinin
istenebilmesi için, rehne biçilen değerin kesinleşmesi gerekir. Değer biçmeye
ilişkin tutanak İİK m. 103’e göre borçluya tebliğ edildikten sonra, süresi
içerisinde itiraz edilmez veya yapılan itirazın reddinden sonra rehne biçilen
değer kesinleşirse, alacaklı ancak o zaman geçici rehin açığı belgesi isteyebilir38.
Fakat doktrinde bazı yazarlar39, Yargıtay'ın bazı kararları40 doğrultusunda,
kesinleşen kıymet takdirine göre, alacağın karşılanamayan kısmının belirgin
olması durumunda, tahsilde tekerrür olmamak kaydıyla haciz yoluyla takip
yapılabildiğinden, borçlunun diğer mallarına yönelik haciz yapmak için, geçici
rehin açığı belgesine pek fazla ihtiyaç duyulmadığını belirtmektedir. Yani bu
görüş, kesinleşen kıymet takdirine göre, alacağın karşılanamayan kısmının
belirgin olması durumunda, tahsilde tekerrür olmamak kaydıyla borçlunun
diğer mallarına haciz yapılabileceğini, fakat geçici rehin açığı belgesinin
gerekmediğini belirtmektedir.
35
36
37
38
39
40
Bkz. TBMM Adalet Komisyonu Gerekçesi (Kuru- İcra, s. 2481-2482).
Yargıtay 12. HD. 30.12.1993, E. 16407, K. 20466: “…Alacak ipotekle temin edildiğinden, bu
alacağın tahsili için İİK’nun 45. maddesi gereğince, yalnız ipoteğin paraya çevrilmesi yolu ile
takip yapılabilir. Aynı kanunun 150f maddesi uyarınca “ipotekli taşınmazlara takdir edilen
kesinleşmiş kıymete göre merhunun alacağı karşılamıyacağı anlaşılırsa, alacaklının talebi
üzerine kendisine açık kalan miktar için bir muvakkat rehin açığı belgesi verilir”. Alacaklı
bu belgeye dayanarak borçlunun diğer mallarının haczini icra müdüründen isteyebilir. Bu
husus saptanmadan borçlunun diğer mallarının haczi istenemez…” [Talih Uyar, İcra ve İflâs
Kanunu Şerhi Cilt 8, Sekiz Misli Genişletilmiş 4. bs. (tıpkı basım), 2010, s. 12442-12443].
Tuna, s. 103.
Olgaç, S. - İcra, s. 1292; Olgaç, S. C. -Rehin Açığı, s. 115.
Bkz. Baki Kuru, İcra ve İflâs Hukuku El Kitabı, Tamamen Yeniden Yazılmış ve Genişletilmiş 2.
bs., Ankara 2013, s. 1026, dn. 31; Olgaç, S. C. -Rehin Açığı, s. 116.
Örnek olarak bkz. Yargıtay 12. HD. 21.10.2014, E. 26404, K. 24464 (Lexpera Hukuk Bilgi
Sistemi). Bu kararda Hukuk Genel Kurulu’nun 18.4.2001 gün ve 2001/12-354 E., 2001/367
K. sayılı kararına (bkz. KİBB), özellikle atıf yapılmış karardaki “.... takip konusu alacağın, rehin
tutarı ile karşılanamayacağının belirgin olması karşısında, tüm alacak için tahsilde tekerrür
olmamak kaydı ile haciz yolu ile takip yapılmasında usulsüzlük bulunmadığı...” şeklindeki
ifadelere vurgu yapılmıştır. Ayrıca bkz. Yargıtay 19. HD. 26.06.2013, E. 8858, K. 11933
(KİBB). Hatta Yargıtay’ın bir kararına göre, rehnin varlığına rağmen haciz yoluyla takip,
rehnin paraya çevrilmesi yoluyla takibe başvurulmadan da başlatılabilir. Yargıtay 19. HD’nin
11. 06. 2002 tarih ve E. 3524, K. 4569 no’lu bu kararı için bkz. Budak, s. 45- 46, dn. 103.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
9
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
Doktrinde ileri sürülen bir başka görüşe göre ise geçici rehin açığı belgesi,
önce rehne başvurma kuralıyla sağlanmak istenen menfaatler ile rehinli
alacaklının alacağına tam olarak kavuşmasındaki menfaat arasında denge kuran
bir belgedir41. Zira, bizim İcra ve İflas Kanunumuz, kaynak (İsviçre) Kanundan
farklı olarak, önce rehne başvuru kuralını, geçici rehin açığı belgesi ile haciz
yoluyla takip yapmaya imkan verecek şekilde yumuşatmıştır. Bu nedenle, henüz
geçici rehin açığı belgesi almayan, hatta rehnin paraya çevrilmesi yoluyla takibi
başlatmadan önce, haciz yoluyla takip yapan bir alacaklıya, rehinli malın değer
takdirinin yapılmadığı bir aşamada “rehnin alacağı karşılamayacağının belirgin
olması” gerekçesiyle, “önce rehne başvurma” kuralından muaf tutmak, bu
menfaat dengesini, kanun koyucunun öngörmediği şekilde bozacaktır42. Bu
nedenle, İİK’daki geçici rehin açığı belgesine ilişkin düzenleme, “takip konusu
alacağın, rehin tutarı ile karşılanamayacağının belirgin43 olmasına” ve “tahsilde
tekerrür olmamak kaydıyla” şeklinde formüle edilmesine ilişkin içtihatlar,
Kanunun sistemini zorlamış ve bozmuştur44. Biz de bu görüşe katılmaktayız.
Alacaklının talebi olması ve geçici rehin açığı belgesi verilme şartlarının
gerçekleşmesine rağmen, icra müdürünün bu belgeyi alacaklıya vermemesi,
“bir hakkın yerine getirilmemesi” (İİK m. 16/f. 2) niteliğinde bir davranış sayılır
ve süresiz şikâyete konu olur45.
Geçici rehin açığı belgesi, söz konusu borç için rehnedilmiş mallar dışında
borçlunun diğer mallarına başvurulması sonucunu doğuracağı için, daha
sonra da ele alınacağı üzere borçlunun sorumluluğunun irat senedi (TMK m.
903-908) veya taşınmaz yükünden (TMK m. 839-849) doğduğu, yani alacağın
rehinli taşınmazın değeri ile sınırlı olduğu hallerde, geçici rehin açığı belgesi
düzenlenemez (İİK m. 152/f. 2’ye kıyasen)46. Yani rehin açığı belgesinin
düzenlenebilmesi için, borçlunun borçtan şahsen sorumlu olması ve bu
sebeple borçlunun diğer malvarlığı değerlerine gidilebilmesi gerekmektedir47;
örneğin, ipotek, ipotekli borç senedi ve taşınır rehninde olduğu gibi48.
41
42
43
44
45
46
47
48
10
Budak, s. 44-48.
Budak, s. 46.
Burada “belirgin” kelimesinden anlaşılması gereken, kesinleşmiş kıymet takdirine göre,
rehin konusu malın değerinin alacaklının alacağını karşılayamamasıdır. Bir başka deyişle
burada kriter, rehin konusunun kesinleşen kıymetidir (Bkz. Olgaç, S. C. -Rehin Açığı, s. 116).
Budak, s. 48.
Talih Uyar, İcra Hukukunda Şikayet, 5 Misli Genişletilmiş 2. bs., 1991, s. 126. Ayrıca
süresiz şikayet halleriyle ilgili detaylı bilgi için bkz. Hakan Pekcanıtez/Cemil Simil, İcraİflâs Hukukunda Şikâyet, 2. bs., İstanbul 2017, s. 145-222; İbrahim Akın/Tansu Akın, İcra
Müdürlüğü İşlemlerinin Şikayet Yoluyla Denetimi, Ankara 1997, s. 54-55.
Budak, s. 22-23.
Yargıtay 8. HD. 14.11.2012, E. 9442, K. 10597 (Lexpera Hukuk Bilgi Sistemi).
Baki Kuru, İcra ve İflâs Hukuku Cilt III, 3. bs., Ankara 1993, s. 2483; Uyar- Şerh, s. 2894;
Ali Haydar Karahacıoğlu/M. Edip Doğrusöz/Mehmet Altın, Türk Hukukunda Rehin, Ankara
1996, s. 246.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Res. Asst. Ferhat ÇELİK
İcra ve İflas Kanunu Yönetmeliği’nin 53’üncü maddesine göre; “Alacaklıya,
satış talebinden sonra, isteği üzerine verilen bedava ve pulsuz bir belge olup,
bu belgeye, dosya numarası; alacaklı ve borçlunun adı ve soyadı; alacağın
miktarı, rehnedilenin takdir edilen kıymeti ve kıymete göre açık kalan miktar
ve ne için verildiği; bu belgenin kanunî dayanağı yazılır; belge, icra müdürü
tarafından imzalanır ve mühürlenir (f. 1). Bu belge iki nüsha olarak düzenlenir,
biri dosyasında saklanır (f. 2)”. Uygulamada, geçici rehin açığı belgesi için İİK
yönetmeliğinin ekinde yer alan basılı örnekler (örnek no: 30) kullanılmaktadır49.
2. Kesin Rehin Açığı Belgesi
Kesin rehin açığı belgesi, söz konusu rehinli mal satış isteyen alacaklının
alacağına derece itibariyle rüçhanı olan diğer rehinle temin edilmiş alacakların
tutarından fazla bir bedelle alıcı çıkmamasından dolayı (İİK m. 116, 129)
satılamazsa veya satılıp da elde edilen para takip konusu alacağı tamamen veya
kısmen karşılayamazsa, rehinli alacaklıya alacağın tamamen karşılanamadığı
durumda bütün, kısmen karşılanamadığı durumda ise, kalan alacak kesimi için
icra dairesi tarafından verilen belgedir (İİK m. 152/f. 1; Yön. m. 54)50. Burada şu
hususu vurgulamak gerekir ki, rehinle karşılanamayan miktar hesaplanırken o
tarihe kadar işleyen faiz ve takip masrafları da dikkate alınacaktır51.
İİK m. 152/f. 1’de yer alan şartlar, doktrinde Gürdoğan tarafından, kesin rehin
açığı belgesi verilebilmesinin objektif şartları olarak nitelendirilmektedir52.
Alacaklının talebi olmasına ve kesin rehin açığı belgesi verilme şartları
gerçekleşmesine rağmen, icra müdürünün bu belgeyi alacaklıya vermemesi,
“bir hakkın yerine getirilmemesi” (İİK m. 16/f. 2) niteliğinde bir davranış sayılır
ve süresiz şikâyete konu olur53. Keza rehin açığı belgesinin öngörülen şartlara
uyulmadan verilmesi de süresiz şikâyete tabidir54.
Burada, rehnin paraya çevrilmesi yolu ile takip sonuçlandığı, rehnin
karşılamadığı miktar kesin olarak belli olduğu ve ortada geçici bir durum
kalmadığı için, bu belgeye (geçici rehin açığı belgesinin karşıtı olarak) kesin
rehin açığı belgesi denilmektedir55.
49
50
51
52
53
54
55
Bkz. Olgaç, S. - İcra, s. 1291; Muşul, s. 1028.
Kuru- El Kitabı, s. 1026-1027; Uyar- Şerh, s. 2892; Pekcanıtez/Atalay/Sungurtekin Özkan/
Özekes, s. 359-360; Deynekli, s. 228-229; Karslı, s. 445; Karahacıoğlu/Doğrusöz/Altın, s.
247; Çetiner, s. 369.
Bkz. Uyar- Şerh, s. 2892; Deynekli, s. 228; Olgaç, S. C. -Rehin Açığı, s. 116. Konu ile ilgili
Yargıtay 8. HD. 17.03.2014 tarih, E. 1230, K. 4391 no’lu kararı, “İpotekli taşınmazın
satışından elde edilen bedel düşüldükten sonra bakiye alacak için düzenlenecek rehin açığı
belgesinin verileceği miktar hesaplanırken o tarihe kadar işlemiş faizinin de aynı esaslara
göre belirlenmesi gerekir” şeklindedir (Lexpera Hukuk Bilgi Sistemi).
Burhan Gürdoğan, Rehnin Paraya Çevrilmesi Yoluyla Takip, Ankara 1967, s. 96-97.
Uyar- Şikâyet, s. 126.
Yargıtay 12. HD. 26.09.1979, E. 5130, K. 6006 (Uyar- Şerh, s. 2892).
Kuru- İcra, s. 2482; Arslan/Yılmaz/Taşpınar Ayvaz, s. 414.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
11
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
İİK Yönetmeliğine göre; kesin rehin açığı belgesi, alacaklıya rehnedilenin
satılıp da satış bedelinin alacağın tamamını karşılamaması veya hiç satılamaması
halinde, bedava ve pulsuz olarak verilen bir belge olup, bu belgeye, dosya
numarası; alacaklı ve borçlunun adı ve soyadı; alacağın miktarı; rehnedilmiş
mala takdir edilen kıymet; satış tutarı; satış yapılamamışsa sebebi; geriye
kalan alacak miktarı ve rehnin ne için verildiği; kanunî dayanağı yazılır; belge,
icra müdürü tarafından imzalanır ve mühürlenir. Bu belge iki nüsha olarak
düzenlenir, biri alacaklıya verilir, diğeri ise icra dosyasına konulur (Yön. m. 54).
Uygulamada, bu belge için basılı örnekler (örnek no: 31) kullanılmaktadır56.
İcra ve İflâs Kanunu m. 152’de bu belgenin, sadece takipte bulunan
alacaklıya mı, yoksa alacağı karşılanmayan bütün rehinli alacaklılara verileceği
konusunda bir açıklık yoktur. Ancak doktrinde bir görüş, rehinli malın
satılamamış olması halinde, yalnızca takipte bulunan alacaklıya; rehinli malın
satıldığı durumda ise, takipte bulunan rehinli alacaklı ile aynı derecede olan
veya derece itibariyle sonra gelen rehinli alacaklılara da kesin rehin açığı belgesi
verilmesi gerektiği ileri sürülmüştür57. Bu görüşün karşıtı sayılabilen bir görüş
ise, böyle bir ayrım yapılmadan kesin rehin açığı belgesinin talepte bulunan
diğer alacaklılara da verilmesi gerektiğini savunmuştur. Bu görüşe göre, her iki
durumda da alacağın karşılanamayacağı kesin bir şekilde anlaşıldığından, aynı
sonuç diğer alacaklılar için de ortaya çıkacaktır ve bu durum usul ekonomisi
ilkesiyle58 bağdaşmamaktadır59.
Kanaatimizce ilk görüş daha isabetlidir. Aksi takdirde bu durum zaten
alacağını alamamış rehinli alacaklıya, borçlunun diğer mallarına yönelik
yapacağı takiplerde, diğer alacaklıları da ortak ederek, onu cezalandırmak
olur. Önce rehne başvurma kuralından (İİK m. 45) dolayı borçlunun diğer
mallarına başvuramayan rehinli alacaklı, kanundan doğan bu yükümlülüğü
yerine getirmesine rağmen rehinli mal satılamamıştır. Bu doğrultuda kendisine
verilen kesin rehin açığı belgesiyle borçlunun diğer mallarına başvurma imkânı
elde etmişken, alacağını elde etmek için hiçbir şey yapmayan diğer alacaklılara
da bu imkânı tanımak hakkaniyete aykırı olacaktır. Ayrıca başka bir alacaklının
yapacağı takip sonucunda rehinli malın yeterli bedelle satılamayacağı da
önceden bilinemez bir husustur.
56
57
58
59
12
Bkz. Olgaç, S. - İcra, s. 1302; Muşul, s. 1030.
Gürdoğan- Rehin, s. 97-99. Yazar, kesin rehin açığı belgesinin hangi alacaklılara verileceğine
ilişkin bu şartı, sübjektif şart olarak nitelendirmektedir. Ayrıca bkz. Öztek, s. 38; Uyar- Rehin,
s. 497; Uyar- Kanun, s. 12612-12613; Karahacıoğlu/Doğrusöz/Altın, s. 247-248.
Esasen takip ekonomisi ilkesi olarak ifade edilmesi daha isabetli olacaktır. Zira medeni usul
hukukundaki usul ekonomisinin icra ve iflas hukukundaki karşılığı ‘takip ekonomisi ilkesi’dir.
Çetiner, s. 369.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Res. Asst. Ferhat ÇELİK
F. REHİN AÇIĞI BELGESİNİN ALINABİLDİĞİ HALLER
1. Taşınır Rehninde
Taşınır rehni, bir alacağı teminat altına almak için taşınır eşya, hayvan, hak
veya alacak üzerinde kurulur ve rehinli alacaklıya borcun yerine getirilmemesi
halinde teminat konusunu paraya çevirterek alacağını tahsil etme yetkisi
verir60.
Taşınır rehni, alacağa bağlı bir hak olup61, borç tamamen ödeninceye kadar
alacaklı, rehinli taşınırı veya onun bir kısmını geri vermek zorunda değildir
(TMK m. 944).
Daha önce de belirtildiği üzere, rehin açığı belgesi, söz konusu borç için
rehnedilmiş malın borcu karşılamaya yetmemesi durumunda, borçlunun diğer
mallarına başvurma imkânı sağlayacağından62, rehin açığı belgesine dayanarak
borçluya karşı haciz veya iflâs yoluyla takip yapabilmek için, ipotek, ipotekli borç
senedi veya taşınır rehninde olduğu gibi borçlunun borçtan şahsen sorumlu
olması, yani alacağın irat senedinden veya taşınmaz yükünden doğmamış
olması gerekir63. Zira, alacağın irat senedinden ve taşınmaz yükünden
doğması, taşınmazın paraya çevrilmesiyle, borçlunun kişisel sorumluluğunu
ortadan kaldırır64.
Şu halde, taşınır rehninin paraya çevrilmesi sonucunda elde edilen
meblağ alacağı karşılamaya yetmezse, borçlunun kişisel sorumluluğu devam
ettiğinden, rehinli alacaklı borçlunun diğer mallarına yönelik haciz veya iflâs
yoluyla takip yapabilir65.
Taşınır rehninde borçlu ile malik olan kişinin aynı kişi olması gerekmez. Yani
üçüncü bir kişi, borçlu için taşınır malını rehin olarak gösterebilir66. Dolayısıyla
rehin üçüncü bir kişi tarafından verilmişse, üçüncü kişinin sorumluluğu söz
konusu rehinle sınırlı olduğundan, alacaklı alacağının karşılanamayan kısmı için
rehin açığı belgesi almışsa, buna dayanarak üçüncü kişiye karşı takip yapamaz.
Çünkü üçüncü kişinin sorumluluğu rehin konusu malın satılması ile sona
ermektedir67. Belirtmek gerekir ki, burada rehin açığı belgesi, asıl borçlu adına
60
61
62
63
64
65
66
67
Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 999.
Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 1004; Ayan, s. 267; Sirmen, s. 737; Ertaş, s. 579;
Esener/Güven, s. 529.
Bkz. yuk. II, A.
Bkz. Kuru- İcra, s. 2483; Uyar-Şerh, s. 2894; Deynekli, s. 232-233. Ayrıca bkz. Yargıtay 8. HD.
14.11.2012, E. 9442, K. 10597 (Lexpera Hukuk Bilgi Sistemi).
Konuya ilişkin açıklamalar için bkz. aşa. II, G- 1 ve 2.
Ayan, s. 277.
Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 1005.
Taşınmaz rehni bakımından bkz. ve karş. Deynekli, s. 232. Benzer şekilde Yargıtay’ın ipotekli
taşınmazla ilgili olarak verdiği bir kararında da; ipotekli taşınmaz maliki üçüncü kişinin
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
13
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
düzenlenir; sorumluluğu rehinle sınırlı olan üçüncü kişi adına düzenlenemez68.
Aksi takdirde bu bir şikâyet sebebi olur69.
Yargıtay’ın kararına konu olan bir başka olayda70, isabetli olarak, satış talep
edilmesine rağmen rehinli araç bulunmamış, bu nedenle satış yapılamamışsa
rehin açığı belgesi düzenlenemeyeceği belirtilmiştir. Karara göre; “Somut
olayda, alacaklı tarafından rehnin konusu olan 12 adet aracın paraya çevrilmesi
için başlatılan takipte, rehinli ... plaka no’lu araç yönünden satış talep edilmiş
ise de, araç bulunamadığından henüz satış yapılamadığı, dolayısıyla İİK›nun
152. maddesinde belirtilen koşulların oluşmadığı anlaşılmaktadır. O halde,
rehin açığı belgesi verilmesi isteminin reddine yönelik 19.03.2015 tarihli
müdürlük kararı usul ve yasaya uygun olup, mahkemece şikâyetin reddine
karar verilmesi gerekirken, şikâyetin kabulü yönünde hüküm tesisi isabetsizdir”
şeklinde ifadelere yer verilmiştir.
68
69
70
14
sorumluluğunun, ipotekli taşınmaz ile sınırlı olduğu; bu nedenle taşınmazın, ipoteğin
paraya çevrilmesi yoluyla satılması halinde sorumluluk kalmayacağından, bir diğer anlatımla
borçtan şahsen sorumlu olmadığından, hakkında İİK'nun 152. maddesi uyarınca rehin açığı
belgesi düzenlenemeyeceği; ayrıca rehin açığı belgesi ile ancak asıl borçlu aleyhine takip
yapılması mümkün olup, borçtan şahsen sorumlu olmayan ipotekli taşınmaz maliki üçüncü
kişinin mal varlığına başvurulmayacağı belirtilmiştir. Bkz. Yargıtay 12. HD. 18.02.2016, E.
2015/27301, K. 2016/4516 (Lexpera Hukuk Bilgi Sistemi).
İpotekle ilgili bir Yargıtay kararında bu husus, “İpotekli taşınmazların maliki, A.A.’nın
sorumluluğu satış bedeli ve satışı yapılamayan diğer ipotekli 3 taşınmazla sınırlı olup,
bunun dışında bir yükümlülüğü yoktur. İpotekli taşınmazlarla karşılanmayan alacak
kısmı, asıl borçlunun kişisel borcu olup ipotek verenden istenemez. İİK›nun 150/f maddesi
gereğince muvakkat rehin açığı belgesi asıl borçlu için düzenlenir. İpotek veren 3. kişi için
düzenlenemez” şeklinde ifade edilmiştir. Bkz. Yargıtay 12. HD. 11.09.2012, E. 18269, K.
25827 (Lexpera Hukuk Bilgi Sistemi). Ayrıca İİK Yönetmeliğinin ekinde yer alan 30 ve 31
No’lu geçici ve kesin rehin açığı belgelerinin yer aldığı örneklere bakıldığında, rehin açığı
belgesinde alacaklı ile borçlunun adı ve soyadı hanesinin bulunduğu, buna karşılık rehin
verenin üçüncü kişi olması durumunda rehinli malın malikinin adı ve soyadı kısmının yer
almadığı görülmektedir. Bu düzenleme de rehnin üçüncü kişi tarafından verilmesi ile
borçlu tarafından verilmesinin, rehin açığı belgesi bakımından bir fark ortaya çıkarmadığını
göstermektedir.
İpotekle ilgili olarak Yargıtay bir kararında; “Somut olayda, 04.06.2013 tarihinde alacaklının,
ipoteğin paraya çevrilmesi yolu ile başlattığı takipte, borçlu O.B., taşınmazın asıl borçlunun
borcuna karşılık ipotek eden malik olarak üçüncü kişi konumunda olup, icra dosyasında
yapılan ihale sonucu, taşınmazın borç bedelini tam karşılamadığı anlaşılmakla İİK.nun 152.
maddesi gereğince rehin açığı belgesinin asıl ipotek borçlusu adına düzenlenmesi gerekir.
Zira üçüncü kişinin bu borçtan sorumluluğu taşınmazının ihale bedeli ile sınırlıdır. O halde,
mahkemece, borçlu O.B. adına rehin açığı belgesi düzenlenemeyeceğinden şikâyetin kabulü
ile 09.06.2014 tarihli rehin açığı belgesinin O.B. hakkındaki kısmının ve bu belgeye dayalı
olarak yürütülen B. 3. İcra Müdürlüğü’nün 2014/6939 Esas sayılı ilamsız icra takibinin, O.B.
yönünden, iptaline karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçe ile şikâyetin kısmen kabulü
yönünde hüküm tesisi isabetsizdir” ifadelerine yer verilmiştir (Yargıtay 12. H.D. E. 2015/1663,
K. 2015/12492). Karar için bkz. http://www.forumadalet.net/index.php?topic=1455.0, E. T.:
11.03.2018.
Yargıtay 12. HD. 24.10.2016, E. 4813, K. 22071 (Lexpera Hukuk Bilgi Sistemi).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Res. Asst. Ferhat ÇELİK
2. Taşınmaz Rehninde
Taşınmaz rehninde alacağın teminatı bir taşınmazdır71. Hukukumuzda üç
tür taşınmaz rehni çeşidi bulunmaktadır. Bunlar, kişisel alacağı teminat altına
alan “ipotek”, arazi değerini tedavül ettiren “ipotekli borç senedi” ve “irat
senedi”dir72. İcra ve İflas Kanununda (İİK m. 23) ipotek terimi bu üç taşınmaz
rehni türünü de kapsamaktadır73.
Bu başlık altında rehin açığı belgesi alınabilen taşınmaz çeşitleri olan ipotek
ve ipotekli borç senedi ele alınacak olup, irat senedi ise “rehin açığı belgesinin
alınamadığı haller” başlığı altında ele alınacaktır.
a) İpotek
İpotek, bir kişisel alacağı teminat altına almak için kurulan taşınmaz rehni
çeşitlerinden birisidir74. TMK m. 881/f. 1’de, “Hâlen mevcut olan veya henüz
doğmamış olmakla beraber doğması kesin veya olası bulunan herhangi bir
alacak, ipotekle güvence altına alınabilir” denilerek, ipoteğin kurulabilmesi
için alacağın mutlaka doğmuş olması şartı aranmamıştır. Böylece, doğmuş
veya ilerde doğacak, şartlı veya şartsız, belirli veya belirsiz, her türlü alacağın
ipotekle teminat altına alınabileceği kabul edilmiştir75.
Alacağa bağlı bir hak olan ipoteğin kaderi de alacağa bağlıdır. Bir alacağı
teminat altına almak için ipotek kurulunca, bir yandan borçlunun kişisel
sorumluluğu devam etmekte iken, diğer yandan ipotek dolayısıyla taşınmaz
ile sorumluluk doğmuş olur. Borçlunun kişisel sorumluluğu devam ettiği için,
taşınmazın paraya çevrilmesiyle elde edilen meblağ alacağı karşılayamazsa,
rehinli alacaklı borçlunun diğer malvarlığı değerlerine de başvurabilir76.
Dolayısıyla ipotekte borçlu borçtan şahsen sorumlu olduğu için, rehin açığı
belgesinin alınabilmesi ve bu belgeyle borçluya karşı haciz veya iflâs yolu ile
71
72
73
74
75
76
Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 893; Budak, s. 1; Ayan, 161.
Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 894; Ahmet Nar, Yabancı Para İpoteği, Ankara 2009, s.
40.
Bkz. İİK m. 23, f. 1 (Değişik: 14.01.2011 - 6103/41 m.) hükmü; “Bu Kanunun uygulanmasında;
1. “İpotek” tabiri ipotekleri, ipotekli borç senetlerini, irat senetlerini, eski hukuk hükümlerine
göre tesis edilmiş taşınmaz rehinlerini, taşınmaz mükellefiyetlerini, bazı taşınmazlar
üzerindeki hususî imtiyazları ve taşınmaz eklenti üzerine rehin muamelelerini, 2. “Taşınır
rehni” tabiri, teslime bağlı rehinleri, Türk Medenî Kanununun 940 ıncı maddesinde
öngörülen rehinleri, ticarî işletme rehnini, hapis hakkını, alacak ve sair haklar üzerindeki
rehinleri, 3. Sadece “Rehin” tabiri, “ipotek” ve “taşınır rehni” tabirlerine giren bütün taşınır
ve taşınmaz rehinlerini” ihtiva eder.
Sirmen, s. 703; Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 895.
Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 953; Ayan, s. 222; Sirmen, s. 703; Ertaş, s. 565; Esener/
Güven, s. 500.
Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 895; Sirmen, s. 706; Bülent Davran, Rehin Hukuku
Dersleri, İstanbul 1972, s. 45; Tunç Yücel, s. 41.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
15
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
takip yapılabilmesi mümkündür77.
Ayrıca TMK m. 881/f. 1’de, “İpoteğe konu olacak taşınmazın, borçlunun
mülkiyetinde bulunması gerekmez” denilerek, üçüncü bir kişinin borçlu lehine
taşınmazı üzerinde ipotek kurabileceğini ifade etmiştir. Yani bazı durumlarda
borçlu ile malik sıfatı farklı olabilir78. Ancak rehin üçüncü bir kişi tarafından
verilmişse, üçüncü kişinin sorumluluğu söz konusu rehinle sınırlı olduğundan,
alacaklı alacağının açık kalan kısmı için aldığı rehin açığı belgesine dayanarak,
üçüncü kişiye karşı takip yapamaz. Çünkü üçüncü kişinin sorumluluğu rehin
konusu malın satılması ile sona ermektedir79.
Nitekim Yargıtay da yakın tarihli bir kararında, “…31.10.2012 tarihinde
alacaklının, ipoteğin paraya çevrilmesi yolu ile başlattığı takipte, borçlu C. Ö.,
taşınmazın asıl borçlunun borcuna karşılık ipotek eden malik olarak üçüncü
kişi konumunda olup, icra dosyasında yapılan ihale sonucu, taşınmazın ipotek
borç bedelini tam karşılamadığı anlaşılmakla İİK.nun 152. maddesi gereğince
kesin rehin açığı belgesinin asıl ipotek borçlusu adına düzenlenmesi gerekir.
Zira üçüncü kişinin bu borçtan sorumluluğu taşınmazının ihale bedeli ile
sınırlıdır. Bu durumda, mahkemece, borçlu C. Ö. adına rehin açığı belgesi
düzenlenemeyeceğinden şikâyetin kabulü ile 28.02.2014 tarihli kesin rehin
açığı belgesinin C. Ö. hakkındaki kısmının iptaline karar verilmesi gerekirken,
yazılı gerekçe ile aksi yönde hüküm tesisi de isabetsizdir” şeklinde karar
vermiştir80.
b) İpotekli Borç Senedi
İpotekli borç senedi, borçlunun hem kişisel sorumluluğunun sürdüğü
hem de taşınmaz değerini tedavül eden bir taşınmaz rehni çeşididir. Burada
taşınmazın değeri bağımsızlaştırılmış ve ‘ipotekli borç senedi’ adı verilen bir
kıymetli evraka bağlanarak tedavülü sağlanmıştır81.
İpotekli borç senedinde kişisel sorumluluğun bir uzantısı olarak, borçlu
borcunu ödemezse taşınmaz paraya çevrilir ve alacağın karşılanmayan kısmı
77
78
79
80
81
16
Kuru- İcra, s. 2482-2483; Uyar- Şerh, s. 2894; Öztek, s. 38-39.
Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 895; Ayan, s. 225; Sirmen, s. 704; Davran, s. 45.
Deynekli, s. 232; Uyar-Kanun, s. 12614. Rehnin üçüncü kişi tarafından gösterilmesi
durumunda rehin açığı belgesinin üçüncü kişi adına düzenlenemeyeceği, asıl borçlu adına
düzenlenmesi gerektiği hususunda bkz. yuk. II, F- 1.
Bkz. Yargıtay 12. HD. 10.03.2015, E. 2979, K. 5357 (KİBB). Aynı yönde kararlar için bkz.
Yargıtay 8. HD. 12.10.2012, E. 7851, K. 9057; Yargıtay 12. HD. 28.01.2015, E. 2014/48490,
K. 2015/21506 (Legalbank Elektronik Hukuk Bankası); Yargıtay 12. HD. 13.12.2010, E. 17615,
K. 29768; Yargıtay 12. HD. 10.02.2016, E. 2015/31604, K. 2016/3321 (Lexpera Hukuk Bilgi
Sistemi).
Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 897; Ayan, s. 249; Sirmen, s. 724; Esener/Güven, s.
513; Nar, s. 49.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Res. Asst. Ferhat ÇELİK
için borçlunun diğer malvarlığına başvurulabilir82. Bunun sonucu olarak ise,
ipotekli borç senedinde borçlu borçtan şahsen sorumlu olduğu için, rehin açığı
belgesinin alınabilmesi ve bu belgeyle borçluya karşı haciz veya iflâs yolu ile
takip yapılabilmesi mümkündür83.
Aynı şekilde ipotekli borç senedinde, irat senedinden farklı olarak üçüncü
bir kişi başkasının borcu için taşınmazını teminat olarak gösterebilir (TMK m.
901). Yani burada, ipotekte olduğu gibi malik ve borçlu sıfatının farklı olduğu
durumlar söz konusu olabilecektir. Fakat belirtmek gerekir ki, rehin üçüncü
bir kişi tarafından verilmişse, üçüncü kişinin sorumluluğu söz konusu rehinle
sınırlı olduğundan, alacaklı alacağının açık kalan kısmı için aldığı (kesin) rehin
açığı belgesine dayanarak, üçüncü kişiye karşı takip yapamaz. Çünkü üçüncü
kişinin sorumluluğu rehin konusu malın satılması ile sona ermektedir84.
G. REHİN AÇIĞI BELGESİNİN ALINAMADIĞI HALLER
1. İrat Senedinde
İrat senedi, taşınmaz değerinin tedavül ettirilmesi amacı ile kurulan bir
taşınmaz rehni çeşididir85. İrat senedi diğer taşınmaz rehinlerinden farklı olarak
kişisel sorumluluğun olmadığı86 bir taşınmaz rehnidir (TMK m. 903/f. 3). Bu
yüzden irat senedinde sorumluluk, taşınmaz değeriyle sınırlı olup, taşınmazın
paraya çevrilmesiyle sorumluluk da sona ermektedir87. Dolayısıyla irat senedi
olması durumunda, rehinli alacaklıya borçlunun diğer malvarlığına başvurma
imkânı sağlayan rehin açığı belgesinin alınabilmesi mümkün değildir88.
Çünkü irat senedi ile değeri tedavül ettirilen taşınmazın paraya çevrilmesiyle
borçlunun sorumluluğu sona erecektir89.
Ayrıca kesin rehin açığı belgesini düzenleyen İİK m. 152/f. 3’te “Alacağın
irat senedinden doğmıyan alacaklı, bu suretle tahsil edemediği alacağı için
borçlunun sıfatına göre iflas veya haciz yoluna gidebilir” şeklinde ifade
edilerek, irat senedi olması durumunda kesin rehin açığı belgesinin söz konusu
olamayacağı belirtilmiştir. Buna karşın geçici rehin açığı belgesini düzenleyen
İİK m. 150f’de böyle bir hüküm düzenlenmemiştir. Ancak geçici rehin açığı
belgesinde de teminat altına alınan borç için rehnedilmiş mallar dışında,
82
83
84
85
86
87
88
89
Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 897; Ayan, s. 249; Sirmen, s. 724; Ertaş, s. 576; Tunç
Yücel, s. 42-43; Nar, s. 50.
Kuru- İcra, s. 2482-2483; Uyar- Şerh, s. 2894; Öztek, s. 38-39.
Deynekli s. 232. Konuya ilişkin olarak ayrıca bkz. yuk. II, F- 1.
Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 987; Ayan, s. 250; Sirmen, s. 725.
Benzer yönde bkz. Uyar- Kanun, s. 12614.
Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 987; Deynekli, s. 232; Ayan, s. 250-251; Ertaş, s. 577;
Esener/Güven, s. 521; Davran, s. 10; Tunç Yücel, s. 43.
Kuru- İcra, s. 2482-2483; Uyar- Şerh, s. 2894; Öztek, s. 38-39; Olgaç, S. C. -Rehin Açığı, s.
115.
Deynekli, s. 232.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
17
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
borçlunun diğer malvarlığına başvurulması sonucunu doğuracağı için, bu
hükmü geçici rehin açığı belgesi için de kıyasen uygulamak gerekir90.
Yine irat senedinde diğer taşınmaz rehinlerinden farklı olarak üçüncü
kişilerin borçlu için taşınmazlarını teminat göstermeleri mümkün değildir.
Dolayısıyla irat senedinde borçlu ve malik sıfatları daima aynıdır (TMK m.
907/f. 1)91.
2. Taşınmaz Yükünde
Taşınmaz yükünde malik yalnız o taşınmazla sorumlu olmak üzere diğer
bir kimseye bir şey vermek veya yapmakla yükümlü olur (TMK m. 839/f.
1). Kanunda da ifade edildiği üzere, sorumluluk sadece borcu teminat alan
taşınmazla sınırlandırılmıştır. Taşınmaza bağlı bir borç olduğundan dolayı,
edim borcunun borçlusu, taşınmaza kim malik ise o kişi olacaktır92.
Yüklü taşınmaz maliki borcunu yerine getirmezse, yüklü taşınmazla sınırlı
olan taşınmaz yükünde, bir kişisel sorumluluk söz konusu olmayacaktır. Ancak
alacağını elde edemeyen alacaklı söz konusu yüklü taşınmazı paraya çevirerek
alacağını elde edebilir (TMK m. 848)93. Bu durumda, taşınmaz rehnine özellikle
de sınırlı sorumluluk açısından benzer olan irat senedine ilişkin hükümler
kıyasen uygulanır94. Dolayısıyla irat senedinde olduğu gibi, sorumluluk yüklü
taşınmazla sınırlı olduğu ve şahsen sorumluluk olmadığı için, borçlunun diğer
malvarlığına başvurma imkânı sağlayan rehin açığı belgesinin alınabilmesi
mümkün değildir95.
Ayrıca belirtmek gerekir ki, zaten kesin rehin açığını düzenleyen İİK m. 152/f.
3’te “Alacağın … bir taşınmaz mükellefiyetinden doğmıyan alacaklı, bu suretle
tahsil edemediği alacağı için borçlunun sıfatına göre iflas veya haciz yoluna
gidebilir” şeklinde ifade edilerek, taşınmaz yükü olması durumunda kesin
rehin açığı belgesinin söz konusu olamayacağı belirtilmiştir. Yine geçici rehin
açığı belgesini düzenleyen İİK m. 150f’de böyle bir hüküm düzenlenmemiştir.
Fakat geçici rehin açığı belgesinde de söz konusu borç için rehnedilmiş mallar
dışında borçlunun diğer mallarına başvurulması sonucunu doğuracağından,
bu hükmün geçici rehin açığı belgesi için de kıyasen uygulamak gerektiği
söylenebilir96.
90
91
92
93
94
95
96
18
Budak, s. 22-23.
Ayan, s. 250; Nar, s. 48.
Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 882; Ayan, s. 140; Sirmen, s. 631-633; Ertaş, s. 536;
Esener/Güven, s. 460.
Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 883-884; Nar, s. 48.
Oğuzman/Seliçi/Oktay-Özdemir, s. 884, dn. 14. Ayrıca doktrinde taşınmaz rehnini
tanımlarken, niteliği itibariyle bir taşınmaz yükü olduğunu ifade edilmiştir (bkz. Sirmen, s.
725; Esener/Güven, s. 474).
Kuru- İcra, s. 2482-2483; Uyar- Şerh, s. 2894; Öztek, s. 38-39.
Budak, s. 22-23.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Res. Asst. Ferhat ÇELİK
III. REHİN AÇIĞI BELGESİNİN HÜKÜM VE SONUÇLARI
A. GEÇİCİ REHİN AÇIĞI BELGESİNİN HÜKÜM VE SONUÇLARI
1. Geçici Rehin Açığı Belgesinin Alacaklılara Hacze İştirak İmkânı Vermesi
Borçlunun haczedilen mallarının satılması sonucunda, birden fazla
alacaklının alacağı karşılanamadığı hallerde İİK 100 ilâ 101’inci maddelerinde
düzenlenen hacze iştirak durumu söz konusu olacaktır. Hacze iştirak, takipli
(adi) iştirak ve takipsiz (imtiyazlı) iştirak olmak üzere ikiye ayrılır. İİK m. 100’de
düzenlenen takipli (adi) iştirakte takip yapmış olma, öncelik şartı ve öncelik
şartını belirli belgelerle ispatlama gibi şartlar aranmaktadır. Bunun yanında
İİK m. 101’de düzenlenen takipsiz (imtiyazlı) iştirak ise takip yapmaya gerek
olmadan sadece kanunda belirlenen kişilerce yapılabilir97.
Rehinli alacaklının, rehnin paraya çevrilmesi yoluyla takip devam etmekte
iken almış olduğu geçici rehin açığı belgesinin de (İİK m. 150f) en önemli
hukuki sonuçlarından birisi hacze iştirak konusunda karşımıza çıkmaktadır.
Şöyle ki, alacaklı bu belgeye dayanarak, alacağının rehinle karşılanamayacağı
tahmin edilen kısmı için, borçlunun diğer mallarının haczini, aynı dosyadan
(yani yeni bir takip yapmadan) isteyebilir98 veya İİK m. 100’deki esaslar
çerçevesinde diğer alacaklıların daha önce başlatmış oldukları hacze (takip
şartı aranmaksızın) iştirak edebilir (İİK m. 150f/f. 2). Burada “yeni takip
yapılmadan” ifadesi, yapılan iştirakin, İİK m. 101’de düzenlenen takipsiz
(imtiyazlı) iştirak olduğu yönünde yanıltabilir. Fakat İİK m. 100’de düzenlenen
takipli (adi) iştirakin birçok şartı bulunmaktadır99. Bu şartlardan birisi de takip
yapmış olmaktır. Dolayısıyla elinde geçici rehin açığı belgesi olan alacaklı,
rehnin paraya çevrilmesi yolu sona ermediğinden, aynı dosya üzerinden takip
yapma şartı aranmaksızın diğer şartlara bakılıp hacze iştirak edebilir. Sonuç
olarak, “takip yapılmaksızın” ifadesinin bu şekilde anlaşılması gerekmektedir.
İİK m. 100’ün madde metninde rehin açığı belgesinden bahsetmemiştir.
Ancak İİK m. 150f/f. 2’ye baktığımızda, “Alacaklı, bu belgeye dayanarak
borçlunun diğer mallarının haczini icra memurundan talebedebilir ve 100
üncü maddedeki esaslar dâhilinde diğer alacaklıların haczine iştirak edebilir”
şeklinde ifade edilerek, geçici rehin açığı belgesinin hacze iştirak imkânı
sağladığı açıkça düzenlenmiştir.
97
98
99
Pekcanıtez/Atalay/Sungurtekin Özkan/Özekes, s. 229-236; Kuru- İstinaftan Sonra İcra, s.
192-197; Recep Akcan, Hacze İştirak, Ankara 2005, s. 197 vd..
Kuru- İcra, s. 2481; Karahacıoğlu/Doğrusöz/Altın, s. 247; Mine Erturgut, İcra ve İflâs
Hukukunda Menkullerin Paraya Çevrilmesi, Ankara 2000, s. 41; Arslan/Yılmaz/Taşpınar
Ayvaz, s. 414; Kuru- El Kitabı, s. 1026; Budak, s. 22; Olgaç, S. C. -Rehin Açığı, s. 115.
Bu şartlar için bkz. Akcan, s. 47 vd.; Arslan/Yılmaz/Taşpınar Ayvaz, s. 279-281; Kuruİstinaftan Sonra İcra, s. 192-193; Pekcanıtez/Atalay/Sungurtekin Özkan/Özekes, s. 230232.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
19
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
Geçici rehin açığı belgesi için öngörülen en önemli esaslardan birisi de
şudur ki; bu belge, rehinli malın alacağı karşılayamayacağını kesin bir şekilde
belirleyemediğinden, söz konusu rehinli mal satılıp, açık kalan kısım kesin
olarak belli olmadıkça, alacaklı haczettirdiği malların satışını isteyemez100.
Fakat elinde geçici rehin açığı belgesi bulunan alacaklının, haczine iştirak ettiği
mallar, borçlunun diğer alacaklılarının talebiyle satılırsa, rehinli alacaklının
hissesine düşen para, rehinli mal satılıp açık kesin olarak belli oluncaya
kadar, kendisine ödenmeyip icra dairesinde muhafaza edilir101. Bu takdirde
rehinli alacaklı, söz konusu rehinli malın satışı neticesinde, alacağının tahsil
edilemeyen kısmını borçlunun diğer mallarından rüçhansız olarak alır (150f/f.
2). Dolayısıyla rehinli alacaklı borçlunun diğer hacizli malları üzerinde öncelik
hakkı ileri süremez102.
Burada şunu belirtmek gerekir ki, rehinli malın paraya çevrilmesinden
önce rehinli alacaklı, elindeki geçici rehin açığı belgesinde yazılı alacak miktarı
ölçüsünde, borçlunun diğer mallarının haczine katılabilir. Daha sonra, rehinli
malın paraya çevrilmesi sonucunda, rehin açığının, geçici rehin açığı belgesinde
yazılan miktardan az ya da çok olması, durumda herhangi bir değişikliğe
sebebiyet vermeyecektir. Yani rehinli alacaklı geçici rehin açığı belgesinde
yazılan miktar nispetinde hacze iştirake devam edecektir103.
Ancak daha önce de belirtildiği üzere, rehinli alacaklının payına düşen
miktar, rehinli mal satılıp açık kalan miktar kesin bir şekilde belli oluncaya
kadar kendisine ödenmemektedir. Bu durumda eğer alacağın rehinli malla
karşılanmayan kısmı, geçici rehin açığı belgesinde yazılan miktardan az
ise, hacze iştirak sonucu kendisine düşen pay, bu kesinleşen miktara göre
verilecektir. Yani bu pay alacağın karşılanmayan kısmından fazla ise, geçici
rehin açığı belgesinde yazılan miktardan az olsa bile, alacaklıya sadece
kesinleşen rehin açığı miktarında pay verilecektir. Örneğin, rehinli alacaklıya
10.000 TL’lik geçici rehin açığı belgesi verilmiş ve mevcut bir hacze iştirak
etmiş olduğunu varsayalım. Bu hacze iştirak sonucunda elinde geçici rehin
açığı belgesi bulunan alacaklının payına 2.000 TL düşmüştür. Ancak daha
sonra rehinli mal satılmış ve alacağın karşılanmayan kısmının 800 TL olduğu
anlaşılmıştır. Bu durumda 2.000 TL’nin hepsi rehinli alacaklıya verilmeyecek,
sadece 800 TL verilip, geri kalan kısım diğer alacaklılara paylaştırılacaktır. Tam
tersi bir durumda, yani kesinleşen rehin açığı, geçici rehin açığı belgesinde
yazılan miktardan fazla ise (mesela, 20.000 TL), bu durum, rehinli alacaklının
100
101
102
103
20
Uyar- Şerh, s. 2841; Kuru- İcra, s. 2481; Deynekli, s. 228; Pekcanıtez/Atalay/Sungurtekin
Özkan/Özekes, s. 359; Olgaç, S. C. -Rehin Açığı, s. 115.
Uyar- Şerh, s. 2842; Kuru- İcra, s. 2481; Deynekli, s. 228; Arslan/Yılmaz/Taşpınar Ayvaz, s.
414; Olgaç, S. C. - İcra, s. 115.
Uyar- Şerh, s. 2842; Olgaç, S. C. -Rehin Açığı, s. 115.
Bkz. Postacıoğlu- İcra, s. 555 vd.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Res. Asst. Ferhat ÇELİK
payına düşen miktarı artırmayacaktır. Yani rehinli alacaklıya sadece payına
düşen 2.000 TL verilecektir104.
2. Geçici Rehin Açığı Belgesine Dayanarak Borçlunun Diğer Mallarının
Haczini İsteyebilmesi
Önce rehne başvurma kuralı (İİK m. 45) gereğince alacak rehinle teminat
altına alınmış ise, rehnin paraya çevrilmesi yoluyla takip yapılmadan
borçlunun diğer mallarına yönelik bir haciz veya iflâs yoluyla takip yapılamaz.
Kanun koyucu da bu kuralın sakıncalarını gidermek için, daha rehin paraya
çevrilmeden alınabilecek bir geçici rehin açığı belgesiyle borçlunun diğer
mallarına başvurma imkânı sağlamıştır105. Dolayısıyla elinde geçici rehin açığı
belgesi bulunan alacaklı, borçlunun diğer mallarının haczini aynı dosyadan
isteyebilir106.
Bu konuda doktrindeki bir görüş, alacağın rehinle karşılanamayan kısmı için
genel haciz yoluyla takip yapılamayacağını, önce rehne başvurma yasağının (İİK
m. 45) devam ettiğini ve bu durumda ancak ihtiyati haciz kararı alınabileceğini
savunmaktadır107. Kanaatimizce bu görüş, geçici rehin açığı belgesinin, önce
rehne başvurma kuralının meydana getirdiği sakıncaları bertaraf etme
şeklindeki amacıyla çelişmektedir. Zira rehinli alacaklının, elindeki bu belgeyle
borçlunun diğer mallarına yönelik haciz yoluyla takip yapmasında herhangi bir
sakınca bulunmamaktadır108.
Daha önce de ifade edildiği gibi109, alacaklı rehinli mal satılıp, açık kalan
kısım kesin olarak belli olmadıkça, haczettirdiği malların satışını isteyemez.
Elinde geçici rehin açığı belgesi bulunan alacaklının haczettirdiği mallar olur da
borçlunun diğer alacaklarının talebiyle satılırsa, rehinli alacaklının alacağına
karşılık gelecek para, söz konusu rehinli mal satılıp açık kesin olarak belli
104
105
106
107
108
109
Postacıoğlu- İcra, s. 555-556.
Pekcanıtez/Atalay/Sungurtekin Özkan/Özekes, s. 359; Arslan/Yılmaz/Taşpınar Ayvaz, s.
414.
Arslan/Yılmaz/Taşpınar Ayvaz, s. 414; Kuru- El Kitabı, s. 1026; Uyar- Rehin, s. 465; Budak,
s. 22; Olgaç, S. C. -Rehin Açığı, s. 115; Karahacıoğlu/Doğrusöz/Altın, s. 247.
Uyar- Şerh, s. 2842-2843.
Bkz. Olgaç, S. C. -Rehin Açığı, s. 116. Ayrıca konu hakkında Yargıtay 12. HD. 21.10.2014 tarih,
E. 26404, K. 24464 no’lu kararında “İİK.nun 45. maddesi gereğince rehin ile temin edilmiş bir
alacağın borçlusu iflasa tâbi şahıslardan olsa bile alacaklı, yalnız rehnin paraya çevrilmesi
yolu ile takip yapabilir. Ancak, rehnin tutarı borcu ödemeye yetmezse alacaklı kalan
alacağını iflas veya haciz yolu ile takip edebilir. Ayrıca, Hukuk Genel Kurulu’nun 18.4.2001
gün ve 2001/12-354 E. 2001/367K. sayılı kararında “....özellikle takip konusu alacağın,
rehin tutarı ile karşılanamayacağının belirgin olması karşısında, tüm alacak için tahsilde
tekerrür olmamak kaydı ile haciz yolu ile takip yapılmasında usulsüzlük bulunmadığı...” da
açıklanmıştır” ifadelerine yer verildiği görülmektedir (Lexpera Hukuk Bilgi Sistemi).
Bkz. yuk. III, A- 1.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
21
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
oluncaya kadar, kendisine ödenmeyip icra dairesinde muhafaza edilir. Bu
yönüyle geçici rehin açığı belgesi bir taraftan, borçlunun başkaca mallarına
yönelmesini sağlama imkânı bakımından alacaklıyı korurken; diğer taraftan
da açık kesinleşmeden haczedilen malların satışını engelleyerek borçluyu
korumaktadır110.
Ayrıca, İcra ve İflâs Kanunu m. 150f’ye göre verilen geçici rehin açığı
belgesi, “ilam niteliğindeki belgelerden”111 biri olmadığı için, bu belgeye
dayanarak ilamlı icra yoluna başvurulamaz. Aksi takdirde alacaklı ilamlı icra
takibi yapmışsa, ilamlı takibe yönelik icra emrinin şikâyetin kabulü ile birlikte
iptaline karar verilmesi gerekir112. Buna karşılık elinde geçici rehin açığı belgesi
bulunan alacaklının haciz veya iflâs yoluna başvurmasına elbette bir engel
yoktur.
B. KESİN REHİN AÇIĞI BELGESİNİN HÜKÜM VE SONUÇLARI
1. Rehnin Paraya Çevrilmesi Yolu İle İlamsız Takip Sonucunda Verilen
Kesin Rehin Açığı Belgesinin Borç İkrarını İçeren Bir Senet Olması
Takip konusu borcun teminatı olan rehinli malın satılamaması ya da satılıp da
bedelinin rehinli alacaklının alacağını tamamen ya da kısmen karşılayamaması
hallerinde, icra memuru tarafından düzenlenerek rehinli alacaklıya verilen
kesin rehin açığı belgesi İİK m. 68 anlamında “borç ikrarını içeren bir senet”
niteliğindedir (İİK m. 152/f. 4)113. Böylece bu belgeye dayanarak alacaklının
borçluyu takip etmesi kolaylaşmıştır. Bunun sonucu olarak, alacaklı bu belgeye
dayanarak; rehnin paraya çevrilmesi yolu ile ilamsız takip sonucunda borçlunun
takibe yönelik icra dairesine yaptığı itirazın kaldırılması için (İİK m. 68 vd.) icra
mahkemesine başvurabilecektir114.
110
111
112
113
114
22
Pekcanıtez/Atalay/Sungurtekin Özkan/Özekes, s. 359.
İlam niteliğinde belgeler için bkz. Süha Tanrıver, İlâmlı İcra Takibinin Dayanakları ve İcranın
İadesi, Ankara 1996, s. 84-143; Erhan Fırat, Özel Kanunlarda Düzenlenen İlâm Niteliğinde
Belgeler, Ankara 2016, s. 31-119.
Deynekli, s. 228. Ayrıca bkz. Yargıtay 12. HD. 18.03.1999, E. 2000, K. 3489 (Uyar- Kanun, s.
12442).
Yargıtay 12. HD. 29.03.2004 tarih, E. 1810, K. 7454 no’lu kararında, “İİK.nun 152 /son
maddesi gereğince rehin açığı belgesi, İİK.nun 68/1. maddesinde sayılan ve borç ikrarını
içeren senet mahiyetindedir. Bir başka deyişle alacaklı, anılan belge sebebiyle borçlu
hakkında genel haciz yoluyla icra takibi başlatabilir ve adı geçene icra müdürlüğünce örnek
49 nolu ödeme emri gönderilebilir. Bu nedenle, borçluya ilamlı takiplere ilişkin örnek 53 nolu
icra emri gönderilmesi yasaya aykırı olup, mahkemece şikayet kabul edilerek icra emrinin
iptaline karar verilmesi gerekirken şikayetin reddi isabetsizdir” diyerek aynı yönde karar
vermiştir (KİBB). Benzer karar için bkz. İİD. 03.02.1969, E. 1190, K. 1221 (Uyar- Kanun, s.
12626).
Uyar- Şerh, s. 2893.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Res. Asst. Ferhat ÇELİK
Ancak alacaklının elinde kesin rehin açığı belgesi mevcut ve ödeme emrine
itiraz edildiği için takip durmuşsa, duran takibin devamını sağlayabilmek için
alacaklının, İİK›nun 68. maddesine göre itirazın kaldırılması dışında İİK›nun 67.
maddesi gereğince genel mahkemede itirazın iptali davası açması mümkün
müdür? Bu soruya olumlu cevap verilebilecektir. Yani bu durumda alacaklının
seçimlik hakkının bulunduğu söylenebilecektir115.
Rehin açığı belgesi, maddi hukuk açısından alacağın varlığının kesin
delili sayılamaz116. Yani rehin açığı belgesinin borç ikrarı niteliğinde olması,
alacaklının itirazın kaldırılması için icra mahkemesine başvurması durumu
(takip hukuku) bakımındandır117. Bu sebeple, alacaklı borçlunun itirazı üzerine
itirazın iptali için mahkemeye başvurur (İİK m. 67) ya da iflâs takibi yapar ve iflâs
davası açarsa (İİK m. 158), kesin rehin açığı belgesi maddi hukuk bakımından
alacağın kesin delilini teşkil etmediği118 için, mahkeme maddi hukuk açısından,
borçlunun gerçekten borçlu olup olmadığını araştıracaktır119.
Rehnin paraya çevrilmesi yoluyla ilamsız takipte, kesin rehin açığı belgesinin
İİK m. 68 anlamında “borç ikrarını içeren bir senet” niteliğinde olması, etkisini
ancak bir yıl sonra gösterir. Çünkü İİK m. 52/f. 3’te de belirtildiği gibi, bir yıl içinde
takip yapıldığında, borçluya ödeme emri göndermeye gerek olmadığından,
ödeme emrine itiraz ve dolayısıyla itirazın kaldırılmasını sağlayacak bir belgeye
de ihtiyaç yoktur120.
115
116
117
118
119
120
Yargıtay da bir kararında benzer ifadelere yer vermiştir. Örneğin, bkz. Yargıtay 12. Hukuk
Dairesinin 03.12.2015 tarih ve E. 16867, K. 30379 no’lu kararı, “Alacaklının, adi senede ve
rehin açığı belgesine dayalı olarak borçlu hakkında başlattığı genel haciz yolu ile ilamsız icra
takibinde; borçlu, süresinde icra dairesine yaptığı itiraz üzerine takibin durması gerekirken,
itirazının dikkate alınmayarak takibe devamla aleyhine haciz işlemleri yapıldığını ileri
sürerek takibin durdurulmasına ve hacizlerin kaldırılmasına karar verilmesi istemi ile icra
mahkemesine başvurmuş; mahkemece, rehin açığı belgesinin İİK›nun 68/1 maddesinde
sayılan ve borç ikrarını içeren senet mahiyetinde olduğu, borçlunun itirazının hükümsüz
olup, takibe devamla haciz işlemlerinin yerinde olduğu gerekçesi ile şikâyetin reddine
karar verildiği anlaşılmıştır. …..Ödeme emrine itiraz edilmesi halinde, duran takibin
devamını sağlayabilmek için alacaklı, İİK›nun 68. maddesine göre itirazın kaldırılmasını
isteyebileceği gibi, İİK›nun 67. maddesi uyarınca genel mahkemede itirazın iptali davası
da açabilir. Ödeme emrinin borçluya 12.03.2012 tarihinde tebliğ edildiği ve borçlunun
16.03.2012 tarihinde yasal yedi günlük süresi içerisinde takibe itiraz ettiği görülmektedir.
Bu durumda, süresinde yapılan itiraz üzerine takip durduğuna göre, takibin devamı ve
haciz işlemlerine başlanabilmesi alacaklının itirazın iptali veya itirazın kaldırılması hakkında
sunacağı mahkeme kararına bağlıdır” şeklindedir (Lexpera Hukuk Bilgi Sistemi).
Kuru- İcra, s. 2486; Postacıoğlu- İcra, s. 587; Uyar- Şerh, s. 2893; Deynekli, s. 230; Çetiner,
s. 371; Olgaç, S. C. -Rehin Açığı, s. 118.
Postacıoğlu- İcra, s. 587; Deynekli, s. 231.
Yargıtay 11. HD. 02.07.1987, E. 3601, K. 4048 (Uyar- Kanun, s. 12622-12624).
Kuru- İcra, s. 2486; Uyar- Şerh, s. 2893; Deynekli, s. 230-231.
Kuru- İcra, s. 2485; Yargıtay 12. HD. 27.11.2014 tarih, E. 28807, K. 28544 no’lu kararı:
“Rehin açığı belgesine dayalı genel haciz yolu ile ilamsız icra takibinde, borçlunun icra
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
23
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
2. İpoteğin Paraya Çevrilmesi Yolu ile İlamlı Takip Sonucunda Verilen
Rehin Açığı Belgesinin İlamlı İcra Takibine Konu Edilebilmesi
Kesin rehin açığı belgesinin İİK m. 68 anlamında “borç ikrarını içeren bir
senet” niteliğinde olduğuna ilişkin hüküm (İİK m. 152/f. 4) rehnin paraya
çevrilmesi yolu ile ilamsız takip sonucunda verilen rehin açığı belgesi içindir.
İlamlı takip sonucunda verilen rehin açığı belgesi, dayanağı olan ilam veya ilam
niteliğindeki belge ile birlikte aynı şekilde “ilam niteliğinde belge” olduğundan,
ona dayanarak yapılacak takip de yine ilamlı takip olacaktır121. İlamlı takipte de
121
24
mahkemesine başvurusu; takip konusu yapılan 14.660,28 TL toplam alacak için 6.000,00
TL ödemede bulunulduğu, buna rağmen ne miktara göre faiz hesabı yapıldığı belirtilmeden
18.761,50 TL borç hesaplandığı ileri sürülerek, yapılan ödemeler ve fahiş faiz düşülmek
sureti ile hesap yapılmasına ilişkindir. Mahkemece borçlunun ödeme emrinde yer alan
faize itiraz ettiği, bu itirazın İİK’nun 62/1. maddesi gereğince ödeme emri tebliği üzerine
7 gün içinde icra dairesine bildirilmesi gerektiği ve dolayısıyla bu davada hukuki menfaati
olmadığı gerekçesi ile dava şartı yokluğundan istemin reddine karar verildiği görülmektedir.
İİK’nun 152/1. maddesinde; rehin, satış isteyenin alacağına derece itibariyle rüçhanı
olan diğer rehinli alacakların tutarından fazla bir bedelle alıcı çıkmamasından dolayı
satılamazsa veya satılıp da tutarı takip olunan alacağa yetmezse, alacaklıya bütün veya
geri kalan alacağı için bir rehin açığı belgesi verileceği hükme bağlanmıştır. Aynı maddenin
3. fıkrasında ise; alacaklının, satış yapılmamışsa artırma gününden, satış yapılması halinde
satışın kesinleşmesi tarihinden itibaren bir sene içinde bu belgeye dayalı olarak haciz
yolu ile takip talebinde bulunması halinde, yeniden icra veya ödeme emri tebliğine gerek
olmadığı öngörülmüştür. Rehin açığı belgesi içeriğinden, bir sene içerisinde bu belgeye
dayalı olarak haciz yolu ile takip talebinde bulunulduğuna göre, borçluya ödeme emri
gönderilmesine gerek yoktur. Alacaklının da ödeme emri gönderilmesi yönünde talebi
olmadığından icra müdürlüğünce re’sen ödeme emri gönderilse bile, bu durum borçluya,
İİK›nun 62 ve devamı maddeleri uyarınca itiraz hakkı vermez. Takip dosyası içerisinde
düzenlenmiş bir tebligat var ise de, borçluya (7) örnek ödeme emrinin tebliğ edildiğini
gösteren bir tebligat da bulunmamaktadır. Somut olayda, rehin açığı belgesindeki alacak
13.749,00 TL’dir. Borçlunun rehin açığı belgesinde belirtilen ve takip konusu yapılan bu
asıl alacak miktarına ve 21.01.2014 olan takip tarihinden önceki dönem için istenen
911,28 TL işlemiş faiz miktarına herhangi bir itirazı yoktur. Borçlunun şikayeti, icra
müdürlüğünce 12.06.2014 tarihinde yapılan 18.732,52 TL bakiye borç hesabına yönelik
olup, yasal dayanağı İİK’nun 16. maddesidir. Buna göre borçlunun icra müdürlüğünce
yapılan hesap işleminin doğru olmadığından bahisle bu hususta icra mahkemesi nezdinde
şikayette bulunmasında hukuki yararı vardır. O halde mahkemece, borçlunun ileri sürdüğü
şikayet nedenleri hakkında beyanı alınıp varsa delilleri toplandıktan ve alacaklı tarafa da
bu hususta savunma imkanı tanınarak göstereceği belge ve delilleri sorulduktan sonra, icra
müdürlüğünce yapılan bakiye borç hesabı konusunda bilirkişi incelemesi de yaptırılarak
hesap işleminin ve faiz miktarının doğru olup olmadığı denetlenerek oluşacak sonuca göre
karar verilmesi gerekirken, somut olaya uygun düşmeyen gerekçeyle istemin reddi yönünde
hüküm tesisi isabetsizdir.” (KİBB). Aynı yönde bir karar için bkz. Yargıtay 12. HD. 17.06.2013,
E. 15537, K. 22692 (Legalbank Elektronik Hukuk Bankası).
Kuru- İcra, s. 2485; Kuru- El Kitabı, s. 1027-1028; aynı şekilde bkz. Uyar-Kanun, s. 12613.
Aynı konuda Yargıtay 8. HD. 19.10.2015 tarih, E. 2014/16009, K. 2015/18573 no’lu
kararında, şu ifadelere yer verilmiştir: “İpoteğin paraya çevrilmesi yolu ile ilamlı icra
takibi sırasında verilen rehin açığı belgesi ilamlı takibe konu edilebilir. Bu durumda anılan
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Res. Asst. Ferhat ÇELİK
icra emrine itiraz imkânı zaten olmadığından122, itirazı kaldıran bir belgeye de
ihtiyaç bulunmamaktadır.
3. Kesin Rehin Açığı Belgesine Dayanarak Borçluya Karşı Yeni Takip
Yapılabilmesi
Alacaklı kesin rehin açığı belgesini gösterip, rehnin paraya çevrilmesi yolu
ile takip yaptığını (yani İİK m. 45 hükmünün gereğini yerine getirdiğini), fakat
alacağının bir kısmını veya tamamını alamadığını ispatlayarak, borçlunun başka
mallarına yönelik haciz veya (iflâsa tabi ise) iflâs yoluyla takibe başvurabilir (İİK
152/f. 2). Borçlu hakkında yapılan bu takip, yeni bir takip olup, eski takibin
devamı değildir123. Burada geçici rehin açığı belgesinin aksine, mevcut rehnin
paraya çevrilmesi yolu ile takip sona erdiği için, kesin rehin açığı belgesine
dayanılarak başlatılan takip yeni bir takiptir. Fakat geçici rehin açığı belgesinde
mevcut takip sona ermediği için, daha önce de ifade edildiği gibi124 yeni bir
takip yapılmadan (aynı dosyadan) borçlunun diğer mallarının haczi istenebilir.
Alacaklının kesin rehin açığı belgesine dayanarak, borçluya karşı takip
yapabilmesi için borçlunun sorumluluğunun, şahsen sorumluluğun olmadığı
haller olan, irat senedi (TMK m. 903-908) veya taşınmaz yükünden (TMK m.
839-849) doğmamış125; ipotek, ipotekli borç senedi ve taşınır rehninde olduğu
gibi, borçlunun borçtan şahsen sorumlu olduğu hallerden doğmuş olması
gerekmektedir126. Ayrıca rehin üçüncü bir kişi tarafından verilmişse, üçüncü
kişinin sorumluluğu söz konusu rehinle sınırlı olduğundan, alacaklı alacağının
açık kalan kısmı için aldığı bu belgeye dayanarak, üçüncü kişiye karşı takip
122
123
124
125
126
belgedeki alacağın ödendiği ilamlı takip koşullarında İİK 33. maddesinde belirtilen nitelikte
belgelerle ispatlanabilir. Somut olayda bu nitelikte ödeme belgesine dayanılmamıştır. İİK
134/4 maddesi (son cümlede) ‹›ihalenin feshine ilişkin şikâyetin kabulüne veya reddine
ilişkin karar verilmesi üzerine ihale bedeli nemaları ile birlikte hak sahiplerine ödenir››
hükmünden kaynaklı nemalar, alacaklıya alacağın yanında alacağını ihalenin kesinleşmesine
kadar tahsil edemediği nedeniyle ödenmesi gereken ve depo edilen ihale bedelinin getirisi
niteliğinde paralar olup, takip konusu alacaktan ödeme olarak mahsubu mümkün değildir.
Mahkemece aksi kanaatle nemalar ödeme olarak değerlendirilip yapılan hesaplama ile
sonuca gidilmesi doğru değildir.” (Lexpera Hukuk Bilgi Sistemi).
Buna karşılık ilamlı icrada icranın geri bırakılması müessesesi mevcuttur. Bkz. Talih Uyar,
“Takip Hukukunda İcranın Geri bırakılması”, Ankara Barosu Dergisi, S. 2, 1972, s. 242-248.
Ayrıca bkz. Kuru- İstinaftan Sonra İcra, s. 302-307; Arslan/Yılmaz/Taşpınar Ayvaz, s. 390393; Pekcanıtez/Atalay/Sungurtekin Özkan/Özekes, s. 334-338; Karslı, s. 405-417.
Gürdoğan- Rehin, s. 104.
Bkz. yuk. III, A- 1.
Kuru- İcra, s. 2483; ayrıca bkz. Mehmet Kâmil Yıldırım/Nevhis Deren-Yıldırım, İcra ve İflas
Hukuku, Genişletilmiş Gözden Geçirilmiş 6. bs., İstanbul 2015, s. 287; Olgaç, S. - İcra, s.
1300; Olgaç, S. C. -Rehin Açığı, s. 117; İİD. 14.01.1960, E. 140, K. 163 (Olgaç, S. - İcra, s.
1303).
Öztek, s. 38-39; Kuru- İcra, s. 2482-2483; Uyar- Şerh, s. 2894.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
25
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
yapamaz. Çünkü üçüncü kişinin sorumluluğu rehin konusu malın satılması ile
sona ermektedir127.
Alacaklı, satış yapılmamışsa, artırma gününden; satış yapılmışsa satışın
yapıldığı tarihten itibaren bir yıl içinde haciz yolu ile takipte bulunursa,
borçluya yeniden ödeme veya icra emri gönderilmesine gerek yoktur (İİK
m. 152/f. 3). Böylece alacaklı elindeki kesin rehin açığı belgesi sayesinde,
zaman kaybetmeden takip talebi ile birlikte borçlunun mallarının haczini
isteyebilecektir128. Maddede sadece haciz yolu ile takipten bahsettiği için,
doktrinde bir görüşe göre, iflâs yolu ile takip yapılırsa borçluya iflâs ödeme
veya icra emri gönderilmesi gerekecektir129. Fakat bizim de katıldığımız diğer
bir görüşe göre, bu hükmü (İİK m. 152/f. 3) iflâs yolu ile takip yapılması halinde
de uygulamak gerekir. Yani alacaklı bir yıl içinde iflâs yolu ile takipte bulunursa,
borçluya yeniden ödeme veya icra emri gönderilmesine gerek yoktur130.
Alacaklının rehin açığı belgesine dayanarak bir yıl geçtikten sonra takip
yapması halinde, borçluya icra veya ödeme emri tebliğ edilmesi gerekir. Rehin
açığı belgesinin verildiği takip, rehnin paraya çevrilmesi yoluyla ilamlı takip
idi ise, alacaklı ilamlı icra takibi yapacak ve borçluya “icra emri” (İİK m. 32)
gönderilecektir. Fakat rehin açığı belgesinin verildiği takip, rehnin paraya
çevrilmesi yoluyla ilamsız takip idi ise, alacaklı ilamsız icra takibi yapacak ve
borçluya “ödeme emri” (İİK m. 60) gönderilecektir131. Aksi takdirde borçluya
ödeme emri yerine icra emri gönderilmesi kanuna aykırı olup132, “kanuna
aykırılık” sebebine göre şikâyet yoluna başvurulabilir133.
Ayrıca, İİK m. 152/f. 3 hükmündeki düzenleme, satışın kesinleşmesi
tarihinden itibaren bir yıl içinde rehin açığı belgesine dayanarak takip yapılması
halinde yeniden ödeme emri tebliğ edilmesine gerek bulunmadığına ilişkindir.
Yoksa, alacaklının söz konusu bu süre içinde takip yapma zorunluluğu elbette
yoktur. Zira alacaklı, rehin açığı belgesine dayanarak, alacak için öngörülen
zamanaşımı süresi içinde her zaman takip yapabilir134.
127
128
129
130
131
132
133
134
26
Deynekli, s. 232.
Uyar- Şerh, s. 2894; Deynekli, s. 233.
Gürdoğan- Rehin, s. 102; Uyar- Rehin, s. 467; Öztek, s. 41.
Olgaç, S. - İcra, s. 1300-1301; Üstündağ, s. 355.
Kuru- İcra, s. 2485; Uyar-Şerh, s. 2894; Öztek, s. 41; Olgaç, S. C. -Rehin Açığı, s. 117.
Kuru- İcra, s. 2485. Ayrıca bkz. Yargıtay İİD. 11.11.1969, E. 10246, K. 10620 (Olgaç, S. - İcra,
s. 1304).
Arslan/Yılmaz/Taşpınar Ayvaz, s. 415.
Bkz. Yargıtay 12. HD. 14.09.2015, E. 10496, K. 20831 no’lu kararı, “İİK 152/son maddesine
göre rehin açığı belgesi, borç ikrarını mutazammım senet mahiyetindedir. İİK.nun 172/3.
maddesindeki düzenleme ise satışın kesinleşmesi tarihinden itibaren 1 yıl içinde rehin açığı
belgesine dayanarak takip yapılması halinde yeniden ödeme emri tebliğ edilmesine lüzum
bulunmadığına ilişkin olup, alacaklının öngörülen bu süre içinde takibe geçme zorunluluğu
bulunmamaktadır. Alacaklı, rehin açığı belgesine dayanarak, alacak için öngörülen
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Res. Asst. Ferhat ÇELİK
4. Kesin Rehin Açığı Belgesinin Alacaklılara Hacze İştirak İmkânı Vermesi
Daha önce de ifade edildiği üzere135 geçici rehin açığı belgesinin İİK m. 100’de
düzenlenen hacze iştirake imkân sağladığı Kanun’da açıkça ifade edilmiştir (İİK
m. 150f/f. 2). Buna karşın, kesin rehin açığı belgesinin hacze iştirak sağlayıp
sağlamadığı konusunda kanunda herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır.
Bu konuda doktrinde ileri sürülen bir görüş, İİK m. 100’de bahsedilmediği
ve İİK m. 152’de de bir düzenleme bulunmadığı için, kesin rehin açığı belgesini
elinde bulunduran alacaklının, İİK m. 152/f. 3’te düzenlenen bir yıllık süre
içerisinde ilamlı veya ilamsız haciz yolu ile takip yapması halinde, borçluya
yeniden icra veya ödeme emri gönderilmeden, takip talebi ile birlikte,
borçlunun mallarına başka bir alacaklı tarafından konulmuş olan hacze iştirak
edemeyeceğini savunmaktadır136.
Diğer bir görüş ise, rehin açığı belgesi ile borç ödemeden aciz vesikası
arasındaki benzerlik nedeniyle, m. 100’de yer alan borç ödemeden aciz
belgesinin, aynı nitelikteki “rehin açığı belgesini” de kapsadığı ve dolayısıyla
kesin rehin açığı belgesinin de hacze iştirak imkânı sağladığını savunmaktadır137.
Nitekim Yargıtay138 ve bir grup yazar tarafından139 da kesin rehin açığı belgesinin
İİK m. 100/b. 4 uyarınca, resmi dairelerin veya yetkili makamların yetkileri
135
136
137
138
139
zamanaşımı süresi içinde her zaman takip yapabilir” şeklindedir (Lexpera Hukuk Bilgi
Sistemi).
Bkz. yuk. III, A-1.
Burhan Gürdoğan, “İcra-İflas Takiplerinde Borçlunun Tamamen veya Kısmen Aczini Tespit
Eden Vesikalar”, Batider, 1963/ II- 1, s. 36.
Postacıoğlu- İcra, s. 432.
Bkz. Yargıtay 12. HD. 03.07.1997, E. 4082, K. 6974 no’lu kararı: “İlk hacze iştirak edebilecek
alacaklıların dayanabileceği belgeler, İİK'nun 100. maddesinde sayılmıştır. Borç ödemeden
aciz vesikası, anılan hükmün 1. bendinde ilk hacze iştirak edebilecek belgelerden kabul
edilmiştir. Mahcuz malların paraya çevrilmesi sonucunda alacağının tamamını alamayan
alacaklıya verilen aciz vesikası alacağın ödenmemiş miktarını tevsik eden bir belgedir.
Bu belgeye dayanan alacağa ilk hacze iştirak imkânı tanınmasının nedeni, borçlunun
alacaklının alacağını karşılayacak başka mallarının bulunmamasıdır. Oysa davacının
alacağının dayanağı olan kesin rehin açığı belgesi, rehnin borcu karşılayamadığını tevsik
eden bir belge olup, alacaklının borçlunun başka mallarına yönelik takip yapma imkânının
mevcut olduğu kuşkusuzdur. Bu nedenle, kesin rehin açığı belgesinin borç ödemeden
aciz vesikası gibi ilk hacze iştirak imkânı verdiği kabul edilemez. Ancak kesin rehin açığı
belgesi, resmi dairelerin yetkileri dâhilinde ve usulüne göre verdikleri bir belge olarak,
İİK›nun 100/4. maddesi uyarınca ilk hacze iştirak imkânı sağlar. Somut olayda kesin rehin
açığı belgesinin tarihi 9.1.1997 olduğundan davalı alacaklının koyduğu 25.6.1996 tarihli ilk
hacze iştiraki mümkün değildir. Diğer bir anlatımla İİK›nun 100/4 maddesinde öngörülen
koşul gerçekleşmediğinden ilk hacze iştirak edemez. Düzenlenen sıra cetveli ve mercii
hâkimliğinin şikâyetin reddine ilişkin kararında bu nedenle bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle
kararın ONANMASINA…”. (KİBB).
Kuru- El Kitabı, s. 534; Öztek, s. 45; Karslı, s. 328; Akcan, s. 79.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
27
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
dâhilinde ve usulüne göre verdikleri belgelerden sayılıp, bunun hacze iştirak
imkânı sağladığı savunulmuştur. Bizim katıldığımız görüşe göre140, geçici rehin
açığı belgesi, İİK m. 100’deki esaslar çerçevesinde düzenlenen hacze iştirake
imkân verdiğine (İİK m. 150f/f. 2) göre, kesin rehin açığı belgesi de hacze
iştirak imkânını evleviyetle vermelidir. Kesin rehin açığı belgesi, aciz vesikası
hükmünde olmasa da, hacze takipli (adi) iştirakte öncelik şartını sağlayan
belgelerden olan İİK m. 100/b. 4’teki belge hükmünde olup, diğer şartların
varlığı halinde hacze takipli iştirak imkânını sağladığı söylenebilir.
Kesin rehin açığı belgesi yukarıda belirtilenler dışında başka bir hukuki
sonuç doğurmaz. Bir başka deyişle, elinde kesin rehin açığı belgesi bulunan
alacaklının borç ödemeden aciz belgesinin (İİK m. 143) diğer hükümlerinden
yararlanması mümkün değildir. Örneğin, alacaklı bu belgeye dayanarak,
tasarrufun iptali davası (İİK m. 277) açamayacağı gibi141, borçlunun İİK m. 331,
332 ya da 338’e göre cezalandırılmasını da isteyemez142.
Ancak belirtmek gerekir ki, alacaklı rehin açığı belgesine dayanarak,
alacağının karşılanmayan kısmı için, borçlunun diğer malvarlığına yönelik takip
yapmasına rağmen, yine de tatmin edilemezse, o zaman kendisine bir borç
ödemeden aciz belgesi (İİK m. 143) verilir143. Böylece artık alacaklı İİK m. 143’te
düzenlenen bu belgeye (aciz vesikası) istinaden, tasarrufun iptali davası (İİK
m. 277 vd.) açabilir144. Bir başka deyişle, bu yeni takipte İİK m. 105/f. 1 ve f.
2’de öngörülen ihtimaller145 gerçekleştiği takdirde, alacaklı iptal davası açma
yetkisine sahip olacaktır146. Ayrıca alacaklı, borç ödemeden aciz belgesinin
sağladığı diğer imkânlardan da yararlanabilecektir.
140
141
142
143
144
145
146
28
Bkz. Muşul, s. 1029.
Kuru- İcra, s. 2487; Uyar- Şerh, s. 2895; Öztek, s. 44; Yıldırım/Deren-Yıldırım, s. 287;
Deynekli, 233; Çetiner, s. 371; Karahacıoğlu/Doğrusöz/Altın, s. 247; Yargıtay 15. HD.
03.11.1997 tarih, E. 4061, K. 4665 no’lu kararı: “Rehin açığı belgesine dayanarak iptal davası
açılması mümkün olmayıp, davanın dinlenebilmesi için borçlu hakkında alınmış geçici (İİK.
md. 105 ) veya kesin ( İİK. md. 143 ) aciz vesikası bulunmalıdır. Bu şart dava koşulu olup
mahkemece re’sen gözetilmesi gerekir” (KİBB); aynı doğrultuda bkz. HGK. 01.12.1999, E.
1999/15-986, K. 997; İİD. 23.11.1968, E. 11048, K. 10834 (Uyar- Kanun, s. 12616-12617,
12626).
Uyar- Şerh, s. 2895; Öztek, s. 44.
Kuru- İcra, s. 2487; Karahacıoğlu/Doğrusöz/Altın, s. 247; Uyar- Şerh, s. 2895; Kuru, El
Kitabı, s. 1028; Öztek, s. 44; Deynekli, 233; Melis Alkan, Anonim Ortaklıkta Pay Üzerindeki
Rehnin Paraya Çevrilmesi, (Danışman: Prof. Dr. Veliye Yanlı), İstanbul Bilgi Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2009, s. 135.
Uyar- Rehin, s. 468; Öztek, s. 44; Deynekli, 233.
İİK m. 105: “Haczi kabil mal bulunmazsa haciz tutanağı 143 üncü maddedeki aciz vesikası
hükmündedir. İcraca takdir edilen kıymete göre haczi kabil malların kifayetsizliği anlaşıldığı
surette dahi tutanak muvakkat aciz vesikası yerine geçerek alacaklıya 277 nci maddede
yazılı hakları verir”.
Gürdoğan- Vesikalar, s. 36.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Res. Asst. Ferhat ÇELİK
5. Kesin Rehin Açığı Belgesine Dayanılarak Yapılan Takibin İlk Takibin
Devamı Olup Olmadığı Meselesi
İİK 150/f uyarınca alınan geçici rehin açığı belgesi, ilk takibin devamı
mahiyetinde olup ayrı bir takibe konu edilemez. Bir başka deyişle aynı icra
takibi kapsamında, geçici rehin açığı belgesine konu alacak miktarı kadar ilamsız
takip (yeniden ödeme veya icra emri gönderilmesine gerek bulunmaksızın)
yürütülüp, borçlunun tespit edilebilen mallarına haciz konulur.
Buna karşılık kesin rehin açığı belgesine dayanılarak yapılan takip, ilk takibin
devamı olmayıp147 yeni bir takibe konu edilmesi gerekir. Nitekim Yargıtay’ın
bir kararı148 da bu yönde olup, kararda “Alacaklının borçlu aleyhine başlatmış
olduğu ipoteğin paraya çevrilmesi yolu ile takibin kesinleşmesi üzerine, söz
konusu taşınmaz, alacağa mahsuben alacaklı tarafından satın alınmıştır.
Alacaklı bu dosyadan bakiye alacağı için, İİK.nun 152. maddesi gereğince
“rehin açığı belgesi” alarak, ayrı takip yapması gerekirken, aynı dosyadan
sözkonusu alacak için takibini sürdürmesi mümkün bulunmamaktadır….”
ifadelerine yer verilmiştir.
6. Rehin Üzerinde İstihkak İddia Edilmesi ve Bu İddia Nedeniyle Rehinli
Malın Satılamaması Halinde Ortaya Çıkan Durum
İstihkak davasının konusunu rehin hakkının teşkil ettiği hallerde, icra
mahkemesince istihkak davasının kabulü yönünde karar verilmişse, mal
üzerindeki haczin kalkmayacağı hukukumuzda bilinmektedir. Zira bu
durumda, mal üzerindeki haciz varlığını korumakta, bu hak cebri icranın
ileriki aşamalarında (paraya çevirme aşamasında) dikkate alınacak, bir başka
deyişle hesaba katılacaktır. Yani, kısaca, mal, söz konusu hakla yüklü olarak
haczedilmiş sayılacaktır149.
Rehin üzerinde istihkak iddia edilmiş ve sonuçta bu iddia nedeniyle rehinli
mal satılamamışsa bunun konumuz bakımından önemi, bu durumda alacaklıya
rehin açığı belgesinin verilmesinin mümkün olup olmadığıdır. Burada hukuken
alacaklıya rehin açığı belgesinin verilmesi mümkün değildir. Çünkü rehin açığı
belgesinin verilebilmesi için her şeyden önce bir rehin hakkının bulunması
gerektiği unutulmamalıdır150.
147
148
149
150
Gürdoğan- Rehin, s. 104; aynı yönde bkz. Uyar-Kanun, s. 12614.
Yargıtay 12. HD. 17.07.2008, E. 12241, K. 15373 (http://www.turkhukuksitesi.com/
showthread.php?t=33449; E. T.: 15.10.2017).
Kudret Aslan, Hacizde İstihkak Davası, Ankara 2005, s. 569.
Gürdoğan-Rehin, s. 97.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
29
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
7. Kesin Rehin Açığı Belgesine Dayanarak Konkordatonun Feshi Davası
Açılabilmesi
Alacaklının elinde kesin rehin açığı belgesi varsa, buna dayanarak
konkordatonun feshi davası açılmasında hukuki yararı bulunmaktadır151. Nitekim
konu ile ilgili bir Yargıtay kararında152, “Alacaklı tasdik edilen konkordatonun
kendisi yönünden feshini İİK›nun 307. maddesi uyarınca isteyebilir. Hükme
göre alacaklının konkordatonun feshini isteyebilmesi için tasdik edilen
konkordatodan etkilenmesi gerekir. Konkordatodan etkilenmeyen alacaklının
konkordatonun feshi davası açmakta hukuki yararı bulunmadığından fesih
davası açamaz. Davacı alacaklının alacağı rehinle teminat altına alındığından
konkordatodan etkilenmez. Ancak, daha sonra rehnin paraya çevrilmesi
yoluyla yapılan takipten sonra rehin açığı oluştuğundan ve rehin açığını
alacaklı konkordato şartlarına göre isteyebileceğinden konkordatonun feshi
davası açmakta hukuki yararı bulunmaktadır” denilerek, burada rehin açığı
belgesine önemli bir sonuç bağlamıştır.
IV. REHİN AÇIĞI BELGESİYLE İLGİLİ DİĞER BAZI SORUNLAR
1. Rehin Açığı Belgesinin Bir Yıl İçerisinde Takibe Konulması Halinde Harç
Alınıp Alınmayacağı
Rehin açığı belgesiyle yapılan takiplerde harç alınıp alınamayacağı
konusunda mevzuatımızda bir düzenleme bulunmamaktadır.
Kanaatimizce harçlar konusunda ikili bir ayırım yapmak gerekir. Geçici rehin
açığı belgesiyle yapılan takipler yeni bir takip olmayıp, mevcut dosya üzerinden
yürütüldüğü için, geçici rehin açığı belgesiyle yapılan takiplerde, genel olarak
icra takip işlemi başlatıldığında alınan başvuru ve peşin harcın ödenmeyeceği;
fakat tahsil harcı ile cezaevleri harcının ödeneceği söylenebilir. Buna karşılık,
kesin rehin açığı belgesiyle yapılan takip, mevcut takibin devamı niteliğinde
olmadığı ve yeni bir takip sayıldığından, burada tüm harçların alınması gerekir.
2. Malvarlığının Terki Suretiyle Konkordatoda “Rehin Açığı” Kavramının
(İİK m. 309/ ı) Anlamı
“Rehin Açığı” başlıklı İİK m. 309/ı hükmüne göre;
“(Ek: 17.07.2003 - 4949/84 m.) Geçici pay cetvelinin tevdii sırasında rehni
paraya çevrilmiş bulunan rehinli alacaklılar, alacaklarının açık kalan kısmı
için geçici dağıtıma katılırlar. Açık kalan kısım konkordato tasfiye memurları
tarafından belirlenir ve bu karara karşı şikâyet yoluna gidilebilir (f. 1).
151
152
30
Olgaç, S. C. -Rehin Açığı, s. 118.
Yargıtay 19. HD. 03.04.2008, E. 2007/8960, K. 2008/3405 (KİBB).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Res. Asst. Ferhat ÇELİK
Geçici pay cetvelinin tevdii sırasında rehin paraya çevrilmemişse, rehinli
alacaklı komiser tarafından açık kalacağı öngörülmüş olan miktar için dağıtıma
katılır. Rehnin paraya çevrilmesinden elde edilen bedelin öngörülen miktarın
altında kaldığını ispatlayan rehinli alacaklı, buna tekabül eden ödemelere hak
kazanır (f. 2).
Rehnin paraya çevrilmesinden elde edilen bedel ile o zamana kadar yapılan
geçici ödemeler toplamı alacak tutarını aşarsa, rehinli alacaklı fazlayı iade
etmek zorundadır (f. 3)”.
Bu hükümden de anlaşıldığı üzere, maddenin kenar başlığı “rehin açığı”dır.
Ancak belirtmek gerekir ki, bu ifade, rehin açığı belgesini düzenlememektedir.
Bu hüküm kanımızca, malvarlığının terki suretiyle konkordatoda rehinle
karşılanamayan alacakların geçici dağıtmaya nasıl katılacaklarının ayrı bir
hüküm ile düzenlenmesinden ibarettir153. Ayrıca belirtmek gerekir ki, rehinle
karşılanamayan alacakların dağıtmaya katılabilmeleri için borçlunun alacaktan
dolayı şahsen sorumlu olması şarttır154.
V. DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Rehin açığı belgesi, gerek icra ve iflâs hukukunun rehnin paraya çevrilmesi
yolu ile takip ve sonrası, gerekse rehin hukukunda alacaklının tatmini
açısından önemli olan belgelerden birisidir. Bu çerçevede rehin açığı belgesini
rehnin paraya çevrilmesi yoluyla takipte rehinli alacaklının alacağını kısmen
veya tamamen alamamış olduğunu gösteren bir belge şeklinde tanımlamak
mümkündür.
Alacaklının elindeki rehin açığı belgesi, borçlunun diğer alacaklılarının,
onun başka mallarını haczetmelerine engel olamasa da, rehin konusu şeyin
satılması sonucunda alacağının tamamını alamadığı veya rehin konusu şey
daha satılmadan alacağının tamamını alamayacağı anlaşıldığı durumlarda,
borçlunun diğer mallarına yönelik haciz veya iflâs yoluyla takibe başvurmasına
imkân tanıyacaktır.
Rehin açığı belgesi geçici ve kesin rehin açığı belgesi şeklinde ikiye ayrılır.
Geçici rehin açığı belgesinin, alacaklılara hacze iştirak imkânı vermesi ve bu
belgeye dayanılarak borçlunun diğer mallarının haczini isteyebilmesi şeklinde
iki hükmü vardır.
153
154
Konuya ilişkin olarak bkz. İbrahim Ercan, İcra ve İflas Hukukunda Malvarlığının Terki
Suretiyle Konkordato, Konya 2007, s. 390. Bu konuda geçici pay cetvelinin iflas dairesine
sunulurken rehnin paraya çevrilmiş olup olmadığına göre bir ayırım yapılmakta; özellikle,
tasfiye memurlarının geçici pay cetvelini iflas dairesine sundukları sırada, rehnin paraya
çevrilmiş ve alacakları rehinle güvence altına alınmış alacaklıların, alacaklarını tam olarak
alamamışlarsa, açık kalan kısım için geçici dağıtıma katılacakları kabul edilmektedir (Bu
konudaki geniş açıklamalar için bkz. Ercan, s. 390- 392).
Bkz. Ercan, s. 390 vd.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
31
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
Buna karşılık, kesin rehin açığı belgesinin sonuçları özetle; a) Rehnin paraya
çevrilmesi yolu ile ilamsız takip sonucunda verilen kesin rehin açığı belgesinin
borç ikrarını içeren bir senet olması b) İpoteğin paraya çevrilmesi yolu ile
ilamlı takip sonucunda verilen rehin açığı belgesinin ilamlı icra takibine konu
edilebilmesi, c) Kesin rehin açığı belgesine dayanarak borçluya karşı yeni takip
yapılabilmesi, d) Kesin rehin açığı belgesinin alacaklılara hacze iştirak imkânı
vermesi, olarak belirtilebilir.
Bu çerçevede çalışmamız ile ilgili görüşlerimizi ve konuya ilişkin somut
önerilerimizi aşağıdaki şekilde belirtmek mümkündür:
1- İcra ve İflâs Kanunu m. 152’de bu belgenin, sadece takipte bulunan
alacaklıya mı, yoksa alacağı karşılanmayan bütün rehinli alacaklılara verileceği
konusunda bir açıklık yoktur. Kanımızca rehinli mal satılamamış ise yalnızca
takipte bulunan alacaklıya; rehinli mal satılmışsa, takipte bulunan rehinli
alacaklı ile aynı derecede olan veya derece itibariyle sonra gelen rehinli
alacaklılara da kesin rehin açığı belgesi verilmesi gerekir.
2- Rehin açığı belgesi uygulamada belli başlı sorunlara sebep olabilmektedir.
Örneğin, geçici rehin açığı belgesinin hacze iştirak imkânı sağladığı açık bir
şekilde düzenlenmesine rağmen (İİK m. 150f), kesin rehin açığı belgesinin bu
niteliği kanunda düzenlenmemiştir. Bu nedenle kanımızca bu hususun kesin
rehin açığı belgesini düzenleyen İİK m. 152’de açıkça düzenlenmesi gerekir.
3- İİK m. 152/f. 3’te “Alacaklı, satış yapılmamışsa artırma gününden, satış
yapılması halinde satışın kesinleşmesi tarihinden itibaren bir sene içinde haciz
yolu ile takip talebinde bulunursa yeniden icra veya ödeme emri tebliğine lüzum
yoktur” denilmiştir. Kanun metninde iflâs yolu ile takiplerden bahsedilmemesi
eksiklik olup, kanun hükmünü iflâs takip yolları için de uygulamak gerekir. Bu
nedenle yapılacak yeni bir kanuni düzenleme ile bu muğlaklığın giderilmesi
gerekir.
4- Rehin üzerinde istihkak iddia edilmiş ve sonuçta bu iddia nedeniyle
rehinli mal satılamamışsa alacaklıya rehin açığı belgesinin verilmesi kanımızca
mümkün değildir. Çünkü rehin açığı belgesinin verilebilmesi için her şeyden
önce bir rehin hakkının bulunması gerektiği göz ardı edilmemelidir.
5- Rehin açığı belgesiyle yapılan takiplerde harç alınıp alınamayacağı
konusunda mevzuatımızda bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu konuda
geçici rehin açığı belgesiyle yapılan takiplerde, genel olarak icra takip işlemi
başlatıldığında alınan başvuru ve peşin harcın ödenmeyeceği; fakat tahsil harcı
ile cezaevleri harcının ödeneceği; buna karşılık, kesin rehin açığı belgesiyle
yapılan takip, mevcut takibin devamı niteliğinde olmadığı ve yeni bir takip
sayıldığından, burada tüm harçların alınması gerektiği söylenebilir.
32
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Res. Asst. Ferhat ÇELİK
6- İpotek, ipotekli borç senedi ve taşınır rehninde, borçlu ile malik olan
kişinin aynı kişi olması gerekmez. Bir başka deyişle üçüncü bir kişinin de, borçlu
için taşınır veya taşınmaz malını rehin olarak göstermesi mümkündür. Bu
durumda rehin açığı belgesi, asıl borçlu adına düzenlenir; sorumluluğu rehinle
sınırlı olan üçüncü kişi adına düzenlenemez. Kanımızca buna ilişkin olarak İİK
Yönetmeliğinde yer alan rehin açığı belgesinde “rehin üçüncü kişi tarafından
verilmişse, üçüncü kişinin adı ve soyadı” kısmının eklenmesi gerekir.
7- Son olarak alacaklının elinde kesin rehin açığı belgesi varsa,
konkordatonun feshi sebeplerinden birinin varlığı halinde, konkordatonun
feshi davası açılmasında hukuki yararı bulunduğu sonucuna varmak gerekir.
*****
KAYNAKÇA
Acar, Faruk; Rehin Hukuku Dersleri, İstanbul 2015.
Akcan, Recep; Hacze İştirak, Ankara 2005.
Akın, İbrahim/Akın, Tansu; İcra Müdürlüğü İşlemlerinin Şikayet Yoluyla
Denetimi, Ankara 1997.
Alkan, Melis; Anonim Ortaklıkta Pay Üzerindeki Rehnin Paraya Çevrilmesi,
(Danışman: Prof. Dr. Veliye Yanlı), İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2009.
Arslan, Ramazan/Yılmaz, Ejder/Taşpınar Ayvaz, Sema; İcra ve İflâs Hukuku,
3. bs., Ankara 2017.
Aslan, Kudret; Hacizde İstihkak Davası, Ankara 2005
Ayan, Mehmet; Eşya Hukuku III Sınırlı Ayni Haklar, Güncelleştirilmiş 6. bs.,
Konya 2014.
Bilginoğlu, Nurettin Emre; “Önce Rehne Başvurma Kuralı”, http://www.
caglayanyalcin.com/pdf/once-rehne.pdf, s. 1-12.
Budak, Ali Cem; İpoteğin Paraya Çevrilmesi Yoluyla Takip, 3. bs., İstanbul
2010.
Çetiner, Bilgehan; Taşınmaz Teminatı, İstanbul 2015.
Davran, Bülent; Rehin Hukuku Dersleri, İstanbul 1972.
Deynekli, Adnan; İcra ve İflas Hukukunda İpoteğin Paraya Çevrilmesi Yoluyla
Takip, Ankara 2013.
Ercan, İbrahim, İcra ve İflas Hukukunda Malvarlığının Terki Suretiyle
Konkordato, Konya 2007.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
33
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
Ertaş, Şeref; Eşya Hukuku, Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş 12. bs., İzmir
2015.
Erturgut, Mine; İcra ve İflâs Hukukunda Menkullerin Paraya Çevrilmesi,
Ankara 2000.
Esener, Turhan/Güven, Kudret; Eşya Hukuku, Genişletilmiş 6. bs., Ankara
2015.
Fırat, Erhan; Özel Kanunlarda Düzenlenen İlâm Niteliğinde Belgeler, Ankara
2016.
Gürdoğan, Burhan; Rehnin Paraya Çevrilmesi Yoluyla Takip, Ankara 1967
(Gürdoğan- Rehin).
Gürdoğan, Burhan; “İcra-İflas Takiplerinde Borçlunun Tamamen veya
Kısmen Aczini Tespit Eden Vesikalar”, Batider, 1963/II-1, s. 14-37 (GürdoğanVesikalar).
İTO, İcra ve İflas Kanunu Tadil Tasarısı, Mevzuat Dizisi:5, İstanbul 1980.
Karahacıoğlu, Ali Haydar/Doğrusöz, M. Edip/Altın, Mehmet; Türk Hukukunda
Rehin, Ankara 1996.
Karslı, Abdurrahim; İcra ve İflas Hukuku, Yenilenmiş ve Gözden Geçirilmiş 3.
bs., İstanbul 2014.
Kuru, Baki; İstinaf Sistemine Göre Yazılmış İcra ve İflâs Hukuku Ders Kitabı,
Ankara 2017 (Kuru- İstinaftan Sonra İcra).
Kuru, Baki; İcra ve İflâs Hukuku Cilt III, 3. bs., Ankara 1993 (Kuru- İcra).
Kuru, Baki; İcra ve İflâs Hukuku El Kitabı, Tamamen Yeniden Yazılmış ve
Genişletilmiş 2. bs., Ankara 2013 (Kuru- El Kitabı).
Muşul, Timuçin; İcra ve İflas Hukuku, C. II, Güncellenmiş ve Genişletilmiş 6.
bs., Ankara 2013.
Nar, Ahmet; Yabancı Para İpoteği, Ankara 2009.
Oğuzman, M. Kemal/Seliçi, Özer/Oktay-Özdemir, Saibe; Eşya Hukuku, 18.
bs., İstanbul 2015.
Olgaç, Senai; İcra-İflâs 2. Cilt, Ankara 1978 (Olgaç, S.- İcra).
Olgaç, Samet Can; “Rehin Açığı Belgesi ve Hükümleri”, Terazi Aylık Hukuk
Dergisi, C. 11, S. 113, Ocak 2016, s. 112-119 (Olgaç, S. C.- Rehin Açığı).
Özbay, İbrahim; “İpoteğin İptali Davası (İİK m. 150/c. 3) Üzerine Bir İnceleme”,
EÜHFD, C. XI, S. 3-4, 2007, s. 403-451.
34
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Pledge Deficit Certificate In Debt Enforcement and Bankruptcy Law
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Res. Asst. Ferhat ÇELİK
Öztek, Selçuk; İcra ve İflas Hukukunda Borç Ödemeden Aciz Vesikası, İstanbul
1994.
Pekcanıtez, Hakan/Atalay, Oğuz/ Sungurtekin Özkan, Meral/Özekes,
Muhammet; İcra ve İflas Hukuku Ders Kitabı, 3. bs., Ankara 2016.
Pekcanıtez, Hakan/Simil, Cemil; İcra-İflâs Hukukunda Şikâyet, 2. bs., İstanbul
2017.
Postacıoğlu, İlhan E.; İcra Hukuku Esasları, İstanbul 1982 (Postacıoğlu- İcra).
Postacıoğlu, İlhan E.; 538 Sayılı Kanunun İcra ve İflâs Kanununa Getirdiği
Yenilikler, İstanbul 1965 (Postacıoğlu- Yenilikler).
Serozan, Rona; “Taşınmaz Rehni”, İÜHFM, 2006, C. LXIV, S. 2, s. 301-324.
Sirmen, A. Lâle; Eşya Hukuku, 2. bs., Ankara 2014.
Tanrıver, Süha; İlâmlı İcra Takibinin Dayanakları ve İcranın İadesi, Ankara 1996.
Tuna, Burcu Ece; Menkul Rehninin Paraya Çevrilmesi, İzmir 2009.
Tunç Yücel, Müjgan; Banka Alacaklarının İpoteğin Paraya Çevrilmesi Yoluyla
Takibi, 1. bs., İstanbul 2010.
Uyar, Talih/Uyar, Alper/Uyar, Cüneyt; İcra ve İflas Kanunu Şerhi Cilt 2,
Genişletilmiş ve Yeniden Yazılmış 3. bs., Ankara 2014 (Uyar- Şerh).
Uyar, Talih; İcra Hukukunda Rehnin Paraya Çevrilmesi, 2. bs., Manisa 1992,
(Uyar- Rehin).
Uyar, Talih; İcra ve İflâs Kanunu Şerhi Cilt 8, Sekiz Misli Genişletilmiş 4. bs.
(tıpkı basım), 2010 (Uyar- Kanun).
Uyar, Talih; İcra Hukukunda Şikayet, 5 Misli Genişletilmiş 2. bs., 1991, s. 126
(Uyar- Şikayet).
Uyar, Talih; “Takip Hukukunda İcranın Geri bırakılması”, Ankara Barosu Dergisi,
S. 2, 1972, s. 242-248.
Üstündağ, Saim; İcra Hukukunun Esasları, Yeniden Gözden Geçirilmiş ve
Genişletilmiş 2. bs., İstanbul 1975.
Yıldırım, Mehmet Kâmil/Deren-Yıldırım, Nevhis; İcra ve İflas Hukuku,
Genişletilmiş Gözden Geçirilmiş 6. bs., İstanbul 2015.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
35
İcra ve İflâs Hukukunda Rehin Açığı Belgesi
Prof. Dr. İbrahim ÖZBAY, Arş. Gör. Ferhat ÇELİK
İNTERNET KAYNAKLARI
www.caglayanyalcin.com
www.forumadalet.net
www.turkhukuksitesi.com
Kazancı İçtihat Bilgi Bankası
Legalbank Elektronik Hukuk Bankası
Lexpera Hukuk Bilgi Sistemi
aşa.
b.
Batider
bkz.
bs.
c.
C.
dn.
E.
EÜHFD
E. T.
f.
HD.
HGK.
İÜHFM
İİD.
İİK
K.
Karş.
KİBB
m.
RG.
s.
S.
TMK
vd.
Yön.
yuk.
36
KISALTMALAR CETVELİ
: aşağıda
: bent
: Bankacılık ve Ticaret Hukuku Dergisi
: Bakınız
: baskı/bası
: cümle
: Cilt
: dipnot
: Esas
: Erzincan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi
: Erişim Tarihi
: fıkra
: Hukuk Dairesi
: Hukuk Genel Kurulu
: İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası
: İcra ve İflas Dairesi
: 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu
: Karar
: Karşılaştırınız
: Kazancı İçtihat Bilgi Bankası
: madde
: Resmi Gazete
: sayfa
: Sayı
: 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu
: ve devamı
: İcra ve İflas Kanunu Yönetmeliği
: yukarıda
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
İNSAN HAKLARININ BİR BİLEŞENİ OLARAK SU HAKKI
Right to Water As A Component of Human Rights
Prof. Dr. Selim KILIÇ1, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ2
Geliş Tarihi: 27.02.2017
ÖZET
Kabul Tarihi:19.10.2017
ABSTRACT
Su, yaşamın sürdürülebilirliği için
vazgeçilemez nitelikte hayati bir kaynaktır.
Böyle olmasına rağmen dünyada hala
temiz ve kullanılabilir suya ulaşamayan
milyonlarca insan bulunmaktadır. Suya
bağlı hastalıklar nedeniyle yüz binlerce
çocuk yaşamını yitirmekte, kadınlar her
gün kilometrelerce uzaklıktaki evlerine
sırtlarında su götürmektedir. Her ne kadar
suyu bir insan hakkı olarak kabul eden
pek çok uluslararası anlaşmalar, kongre ve
konferanslar yapılsa da bu sorun varlığını
sürdürmektedir. Sorunun kökeninde, suyu
daha çok kazanç motivasyonu çerçevesinde
alınır-satılır meta olarak gören düşünceler
vardır. Üstelik bu yaklaşımlar, neoliberal
politikalarla başlayan ve bütün dünyaya
yayılan özelleştirme hareketleri ile
kendisine daha çok alan açmaya başlamıştır.
Suyu ticari bir meta olarak kabul etmek
yerine, bütün insanlar için temel hak kabul
etmek ya da insan haklarının ayrılmaz bir
parçası olarak görmek sorunun çözümüne
önemli katkı sağlayacaktır.
Water is a vital resource indispensable for
the sustainability of life. Despite this, there
are millions of people in the world who can
not reach clean and available water facilities.
Due to water-related diseases hundreds of
thousands of children are losing their lives.
Women are carrying water on their backs to
their homes, which are miles away. Although
there are many international conventions,
congresses and conferences that regard water
as a human right, this problem still exists. At
the origin of the problem, there are materialist
thoughts accepting water as a commodity.
Moreover these approaches have begun to
open up more space for themselves with
the privatization movements that started
with neoliberal policies and spread all over
the world. Rather than accepting water as
a commercial commodity, accepting it as a
basic right for all people or as an integral
part of human rights will make a significant
contribution to resolve all the problems
Anahtar Kelimeler: Su, hak, su hakkı,
Keywords: Water, right, right to water,
customization.
özelleştirme.
GİRİŞ
Su, yeryüzündeki yaşamın temeli olup bütün canlılar için gerekli vazgeçilemez
temel bir kaynaktır. Su insanlık tarihi boyunca her zaman uygarlıkların
kurulmasında önemli rol oynamıştır. Bugün için de su sadece yaşamı besleyen
bir değer olarak değil, aynı zamanda ekonomik, sosyal ve siyasal yönleri
olan çok yönlü bir kaynaktır. Gelişmiş ülkelerin su tüketim rakamlarının da
gösterdiği gibi, modern toplumun gelişimi suya bağlıdır. Su sorunu yaşayan
ülkelerin kalkınma potansiyeli daha başta sekteye uğramaktadır.
1
2
Ömer Halisdemir Üniversitesi, Prof. Dr., selimkl@gmail.com
Ömer Halisdemir Üniversitesi, Dr. Öğr. Üyesi, akaratas@ohu.edu.tr
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
37
İnsan Haklarının Bir Bileşeni Olarak Su Hakkı
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
Suyun kullanım alanının modern toplumla birlikte sürekli olarak artması, buna
karşın sınırlı bir doğal kaynak olması, artan nüfusun ve gelişen sosyal ekonomik
yapının taleplerinin karşılanamaması sorun olmaya başlamıştır. Bu talep artışına
karşın, su kaynaklarının artırılamaması bir yana, kentleşme, sanayileşme, tarım
alanlarının genişlemesi, küresel ısınma gibi nedenlerden dolayı kullanılabilir sağlıklı
su kaynaklarının azalmaya başladığı bilinmektedir. Bu nedenle son yıllarda birçok
ülkenin su stresi yaşamaya başladığını söyleyebiliriz. Bütün bu gelişmeler yanında
bir de dünya üzerinde su kaynaklarının dengesiz dağılım göstermesi, suya erişim
sorunun çözümünü daha da zorlaştırmaktadır. Bu gelişmeler kaçınılmaz olarak
bazı ülkelerde özellikle alt gelir grubundaki insanların hayatlarını zorlaştırmakta,
hatta yetersiz suya bağlı nedenlerden dolayı birçok insan hayatını kaybetmektedir.
Suyun toplumsal, ekonomik, siyasal sonuçları olan çok yönlü bir kaynak
olması, onun yönetimi konusunda yerelden uluslararası alana kadar bir
takım ilkelerin belirlenmesini gerekli kılmaktadır. Ancak suyun bazı insanlar
için yaşamsal bir kaynak olmasına karşın, bazı insanlar için ekonomik bir
değer olması bu konuda uzlaşmayı zorlaştırmaktadır. Hatta bu konuda zaman
zaman şiddete varan tartışmaların yaşanmasına neden olmaktadır. Eğer bu
konuda toplumdaki bütün tarafları memnun edecek bir karar alınamaz ise,
su hem toplumsal hem de uluslararası alanda daha fazla çatışmaların kaynağı
olacaktır. Su kaynaklarının yönetimini piyasa güçlerine bırakan bir anlayışın
çatışmaları şiddetlendirme potansiyeli olduğu kuşkusuzdur. Diğer yandan suya
erişimin bir insan hakkı olarak kabul edilmesi ve su kaynaklarının bu çerçevede
yönetimi hem ulusal hem de uluslararası alanda sorunların çözümü için önemli
bir adım olacaktır. Bu çalışmada, suyun neden insan hakları kavramı içerisinde
ele alınması gerektiği irdelenmektedir.
1. DÜNYADA SU SORUNU
Dünya genelinde özellikle de sanayileşmiş ülkelerde yaşam standartlarına
bağlı olarak su tüketimi sürekli olarak artmaktadır. Buna karşın dünya üzerinde
içilebilir suyun dağılımı, büyük bir dengesizlik göstermektedir3. Su kıtlığı ya da
sağlıklı olmayan suların kullanılmasına bağlı olarak günde 5 bin çocuk ishal
ve benzeri hastalıklardan dolayı yaşamını yitirmektedir 4. Su hayatın kaynağı
olmasına karşın dünyanın birçok yerinde buna yeterince ve sağlıklı bir şekilde
ulaşamayan milyonlarca insan yaşamaktadır. Birleşmiş Milletler Ekonomik ve
3
4
38
UN Press Release (2003), “International Year of Freshwater 2003: UN International Year
of Freshwaterto Galvanize Action on Critical WaterProblems”, http://www.un.org/events/
water/ launchrelease.pdf, (20.01.2017).
BPB (2009), “Zur Begründungeines Menschenrechtsauf Wasser”, http://www.bpb.
de/internationales/weltweit/menschenrechte/38745/menschenrecht-wasser?p=all,
(24.01.2017).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Right to Water As A Component of Human Rights
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
Sosyal İşler Dairesi’nin verileri de bunu doğrulamaktadır. Bu verilere göre5;
ortalama su kullanımı Avrupa’da 200-300 litre, Mozambik gibi yoksul ülkelerde
ise 10 litreden daha azdır. Yoksul ülkelerde suya yeterince ulaşılamamasının
bazı nedenleri vardır. Su kaynaklarının sınırlı olması bu nedenlerin başında
gelmektedir. İkinci neden su kaynaklarının yaşam alanlarına uzak olması
ve altyapı eksikliğine bağlı olarak suyun yaşam alanlarına taşınmasında
yaşanan sorunlardır. Üçüncü neden ise ülkede izlenen politikalara bağlı
olarak su hizmetlerinde yaşanan özelleştirmedir.6 Tüm bu nedenlerle birlikte,
suya erişimde en çok mağdur olan kesimlerin dezavantajlı gruplar olduğu
bilinmektedir. Bunun başında kuşkusuz kadınlar ve çocuklar gelmektedir.
Evlerdeki su ihtiyacının bu iki grup tarafından karşılanmak zorunda olması,
aynı zamanda onların birçok yönden mağduriyetine yol açmaktadır. Diğer
yandan kırsal alanlar ve gecekondu bölgelerinde yaşayan halk, çoğu zaman
denetimsiz ve sağlıksız yeraltı sularını kullanmaktadır7.
Dünya genelinde suya erişim konusunda yaşanan sorunlar ve neden
olduğu maliyetlerin yüksekliği nedeniyle sorunun çözümü için farklı modeller
sunulmaktadır. Bu modellerden birincisi son yıllarda adını sıkça duyurmaya
başlayan piyasacı yaklaşımdır. İkinci olarak suyu insan hakkı çerçevesinde
ele alan ve sorunu bu bağlamda ele alan ve çözüm üretmeye çalışan
yaklaşımlardır. Üçüncüsü ise suyu topluluk haklarının bir parçası olarak kabul
eden görüşlerdir. Dördüncü olarak da su yönetimini yerel yönetimlerin yetki
alanında kabul eden ve soruna yerel yönetimler bağlamında çözüm arayanlar
yaklaşımlardır8. Ancak bu modelleri, piyasa merkezli ve insan hakları merkezli
olarak iki grup altında toplamak, sorunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
2. SUYUN METALAŞMASI VE SU DAĞITIM HİZMETLERİNİN ÖZELLEŞTİRİLMESİ
Sermaye birikiminin önündeki engelleri kaldırmayı hedefleyen, ancak
bu konuda kendisini herhangi bir sınırlama altında hissetmeyen neoliberal
yaklaşımlar, insan yaşamı için gerekli doğal kaynakların ticarileştirilmesi
yönünde adımlar atmaktadır. Ticari yaklaşım açısından doğaya karşı sınır
tanımayan bu düşüncesinin bir uzantısı da suyun ticarileştirilmesidir. Neoliberal
düşüncenin etkisi altında olan gelişmekte olan ülkelerde, su kaynaklarını etkin
5
6
7
8
UNDESA (2014), “International Decade for Action “Water for Life”, http://www.un.org/
waterforlifedecade/ human_ right_to_water.shtml, (11.02.2017).
UNDESA, 2014.
UN-Economic and Social Council (2002), “General Comment No. 15- The Right to
Water”, http://www2. ohchr.org/ english/issues/water/docs/CESCR_GC_15.pdf, p.7-10,
(26.01.2017).
Çınar, Tayfun, “Su Yönetiminde ve Finansmanında Strateji, Model ve Aktörler”, Su Yönetimi:
Küresel Politika ve Uygulamalara Eleştiri, Edit: T. Çınar ve H. K. Özdinç Memleket Yayınları
Ankara, 2010, s.54.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
39
İnsan Haklarının Bir Bileşeni Olarak Su Hakkı
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
kullanımı gerekçesiyle su dağıtım hizmetleri özelleştirilmeye başlanmıştır9.
Dünyada bu yöndeki politikalarının egemen olduğu ülkelerde, suyun bir hak
değil, aksine gereksinim olduğu ileri sürülerek, su yönetiminin bu çerçevede
örgütlenmesi, bunun için de her sektördeki su kullanımının fiyatlandırılması ve
suyun dağıtımı için gerekli finansman kaynaklarının özel sektörden karşılanması
savunulmaktadır 10.
Neoliberalizmin su konusundaki yaklaşımı, su hakkının tanınmasında
sorunlara neden olmaktadır. En önemli engel su dağıtım sistemlerinin
özelleştirilmesi ve suyun piyasanın önemli unsurlarından biri haline gelmesidir.
Kaçınılmaz olarak bu görüş ve düşünceler suya ilişkin kamunun yapması gereken
altyapı hizmetlerini olumsuz yönde etkilemiştir11. Ancak BM Sürdürülebilir
Kalkınma Hedefleri arasında olan su ve sanitasyon hizmetlerinin gerektiği şekilde
yerine getirilebilmesinde, suyun özelleştirilmesi yönünde atılan adımların
önemli bir engel olduğu söylenebilir. Özelleştirmeyle birlikte şişelenmiş su
kullanımı dünyada artmaya devam ettikçe, atık üretimi ve ekonomik maliyetlere
ilişkin endişeler de artmakta, bu etkilerin çevresel, ekonomik ve sosyal boyutları
giderek daha fazla ilgi merkezi haline gelmektedir12. Şişelenmiş su tüketimi
korkunç boyutlara ulaşarak çevresel açıdan ciddi kaygılara neden olmaktadır.
2007 yılındaki verilere göre çoğunluğu Kuzey Amerika ve Avrupa’da olmak
üzere 200 milyar litreden daha fazla şişelenmiş su satılmıştır. Gelişmekte olan
ülkelerde de satışlar hızla bir artış olduğu gözlenmektedir13. ABD’deki sayısal
veriler suyun özelleştirilmesi ile birlikte suya erişim konusunda ortaya çıkan
sorunların da giderek büyüyeceğini göstermektedir.
Günümüzde su dağıtım hizmetlerinin, kamu eliyle yürütülen hizmet niteliğini
yavaş yavaş kaybederek özel sektörün ağırlığını hissettirdiği bir sektör haline
geldiği söylenebilir 14. Ancak su, toplumsal alanda var olan ve aynı zamanda
toplumu bir arada tutan en önemli maddi temel değerlerden biri olarak kabul
edilebilir. Suyun ticarileşmesi toplumsal alanda bir değer ayrışmasını neden
olabilecektir. Suyun ticarileştirilmesi durumunda alt gelir gruplarının sağlıklı bir
yurttaş olarak var olabilmesi için gerekli temiz suya erişebilme olasılığı kalkacak
ve bu grupların su dağıtım sisteminin dışına çıkmasına neden olacaktır.
9
10
11
12
13
14
40
Kurt, Ömür, “Bir Praksis Alanı Olarak Su Hakkı”, IV. Sosyal Haklar Ulusal Sempozyumu 18-19 Ekim,
Muğla, 2012, s.394.
Yılmaz, Aslı, “Yeni Sağcı Su Politikası Kavramları: Fiyatlandırma, Su Hakkı, Özerklik-Katılım”,
Memleket Dergisi, Siyaset Yönetim, 4 (10), 2009, s.14 ; Çınar, s. 54.
Çınar, s. 49.
Gleick, P. H. and Cooley, H. S., “Energy Implications of Bottled Water”, Environmental Research
Letters, 4 (1), 2009, s.1.
Gleickand and Cooley, s. 1-6.
Çınar, s. 50.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Right to Water As A Component of Human Rights
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
Dünyaca ünlü çevre ve ekoloji düşünürü, Vandana Shiva’ya göre, küresel
ekonomi su tanımını kamusal maldan serbest ticaret yapılabilecek özel mala
doğru değiştirmektedir. Suya ya da diğer temel kaynaklara hayati bir ihtiyaç
olmaktan ziyade bir meta olarak değer verme eğiliminin, küresel ekonominin
arkasındaki neoliberal düşünce yapısının hem göstergesi hem de örneği
niteliğinde olduğu söylenebilir. Neoliberalizm suyu metalaştırarak tamamen
pazarı teşvik etmektedir15. Ancak su ve sanitasyon hakkı bir insan hakkı
olup, diğer bütün insan hakları ile eşittir, yani yasal olarak uygulanabilir ve
ihlal edildiğinde yargı yolu açılabilir16. Bu bağlamda, 2010 yılında BM Genel
Kurulu ve İnsan Hakları Konseyi tarafından su ve sanitasyonun açıkça insan
hakkı olarak tanınmasının, doğrudan bağlayıcılığı olan önemli bir siyasi
önlem olduğunun göz ardı edilmemesi gerekmektedir 17. Su hakkının yasal
bağlayıcılığına rağmen, dünya genelinde özellikle kentleşme ve sanayileşme
hareketlerinin artmasıyla birlikte, suya erişimde ciddi sıkıntılar yaşanmaya
devam etmektedir. Ancak suya erişimin bir insan hakkı olup olmadığı konusunun
açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Çünkü suya erişimin bir insan hakkı
olarak kabul edilmesi durumunda yurttaş, devlet ve su kaynakları arasındaki
ilişki yeniden belirlenecektir. Kaçınılmaz olarak suyu meta olarak kabul eden
yaklaşımlarda da önemli bir gerileme yaşanacaktır. Bu noktada, insan hakkı
kavramının sınırlarının ne olduğu konusuna bakmak gerekmektedir.
4. SU SORUNUNA İNSAN HAKKI ÇERÇEVESİNDE YAKLAŞIM
İnsan hakları kavramının hangi koşullarda ortaya çıktığını belirlemek, suya
erişimin bir hak olup olmadığının daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Suya
erişimin diğer hakların bir parçası mı yoksa ondan bağımız ayrı bir hak kategorisi
içinde mi olması gerektiğinin anlaşılabilmesinde, insan hakları kavramının
ortaya çıkışı, gelişimi bize önemli kazanımlar sunacaktır.
4. 1. İnsan Hakları Kavramı
İnsan hakları, insana bağlı olarak kabul edilen haklar olması nedeniyle, genel
olarak dokunulmaz nitelikte evrensel özellikler gösteren haklar olarak kabul
edilir18. Genel olarak hak denince, hem birbirine yakın özellik gösteren hem de
15
16
17
18
McClanahan, William, (2014). “Green and Grey: WaterJustice, Privatization, and Resistance”
Online Theses and Dissertations. Paper 201. http://encompass.eku.edu/cgi/viewcontent.
cgi? article=1199&context=etd, (09.02.2017).
Barlow, Maude (2015), “Su Hakkımız: BM’nin Suya ve Hıfzıssıhhaya Dair İnsan Haklarını
Tanımasının Beş Yıl Ardından Gelişmelerin Değerlendirilmesi”, http://www.suhakki.org/docs/
MaudeBarlow-SuHakkimiz-tr.pdf, (20.01.2017).
Brown, Colin, Neves-Silva, Priscilaand Heller, Léo The Human, “Right to Waterand Sanitation:
A New Perspective for Public Policies”, Journal of Ciência& Saúde Coletiva, 21(3), 2016, s.
661.
Çeçen, Anıl, “Demokrasi ve İnsan Hakları”, http://www.todaie.edu.tr/resimler/ekler/
e5b80667cfa1490_ek.pdf? dergi=Insan %20Haklari% 20Yilligi, s. 79-80 (20.01.2017).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
41
İnsan Haklarının Bir Bileşeni Olarak Su Hakkı
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
birbirlerini tamamlayan nitelikte dört anlamdan söz edilebilir. Birinci olarak
hak kavramının ahlaki bir boyutu bulunmaktadır. Bu, hakkın kullanılmasının
başkalarına herhangi bir zarar verecek boyutta olmaması anlamına
gelmektedir. İkinci olarak hak siyasal bir nitelik taşımaktadır. Yurttaşlık, seçme
ve seçilme gibi unsurları içinde barındıran ve genel olarak o ülke yurttaşlarına
özgü bir kavramdır. Üçüncü olarak hak kavramı haktan yararlananlar arasında
eşitlik öngörmektedir. Yasalar önünde herkesin eşit olduğunun belirtilmesi,
hiçbir kişiye ya da zümreye ayrıcalık tanınmamasıdır. Dördüncü olarak hak
aynı zamanda maddi açıdan hak sahibine bir takım ekonomik ayrıcalıklar
tanımaktadır. Bu da kişinin iş ve meslek sahibi olma, belli bir ticari faaliyeti
sürdürebilme vb. çalışma yaşamı ile ilgili alanları oluşturmaktadır 19.
Tarihte insan hakları konusunda çeşitli görüşler dile getiren ilk düşünürlerin
Eski Yunan’da sofistler olduğu bilinmektedir. İnsanların özgür düşünceleri
üzerinde duran sofistler, ilk kez görecelik kavramını ele alarak mevcut otoritenin
dışında da doğrular olabileceğini savunmuşlardır. İnsan hakları konusunda bir
diğer önemli gelişme, İngiltere’de soyluların kral karşısında kendilerini kabul
ettirmek amacıyla, 1215 yılında kral ile soylular arasında imzalanan Magna
Carta Libertatum olduğu söylenebilir. Böylece devletin tarihte yetkilerinin
sınırlandırılması için yapılmış ilk bilinen antlaşma ortaya çıkmıştır20. Ortaçağ
döneminde ise, genel olarak 1215 yılındaki gelişmelerin kesintiye uğradığı,
insan hakları konusunda uzun bir süre kayda değer bir ilerleme olmadığı
söylenebilir.
İnsan hakları, 17. ve 18. yüzyıllarda ortaya çıkan toplumsal ve siyasal
değişimlerle kendisini göstermeye başlamıştır. İlk kez bu dönemde insanların
doğuştan bir takım haklara sahip olduğu varsayımından hareket eden görüşler
dile getirilmiştir21. Toplum sözleşmecileri, hem devletin sınırlandırılmasında
hem de insan haklarının gelişmesinde önemli rol oynamışlardır. Toplum
sözleşmesi kavramının getirdiği en önemli sonuç kuşkusuz 1776 yılındaki Virginia
Haklar Bildirisi’dir. Bu bildirinin özelliği, bütün insanları özgür ve bağımsız kabul
etmesi, insanların doğuştan itibaren dokunulmaz ve devredilemez nitelikte olan
haklara sahip olduklarını kabul etmesidir22. İnsan haklarının gelişiminde Kant’ın
düşüncelerinin de önemli katkısının olduğu söylenebilir. Kant’ın savunduğu
19
20
21
22
42
Turhan, Aydın, “İnsan Hakkı Kuşaklar Arasındaki Tamamlayıcılık İlişkisi”, İnönü Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dergisi, 4 (2), 2013, s. 362.
Konan, Belkıs, “İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Açısından Osmanlı Devletine Bakış”,
Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 15 (4), 2011, s. 255.
J. Shestack, Jerome, “İnsan Haklarının Felsefi Temelleri”, Liberal Düşünce, (Çev: Ali Rıza Çoban ve
Bilal Canatan), 11 (43), 2006, s.93; Yüksel, Mehmet, “İnsan Haklarının Sosyo-Tarihsel Temelleri”,
İnsan Hakları Yıllığı, C: 25, 2007, s. 2.
Ünal, Şeref, “İnsan Haklarının Tarihi, Felsefi ve Hukuki Temelleri”, Ankara Barosu Dergisi,
1994/1, s. 51.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Right to Water As A Component of Human Rights
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
düşüncelerin de katkısıyla giderek, bütün insanlık için geçerli olan dokunulmaz
çekirdek hakların olması gerektiği düşüncesi yaygınlaşmaya başlamıştır23.
İnsan hakları kavramı, 18. yüzyılda İngiliz Haklar Bildirisi, Amerikan Bağımsızlık
Bildirisi ve Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile Batı’da belirgin bir şekilde
yükselişe geçmiştir. İnsanın salt insan olmasından dolayı, kişilerin devlete
ve devlet dışındaki güçlere karşı korunması için devletin sınırlandırılması
düşüncesi, yönetim sisteminde yavaş da olsa etkisini göstermeye ve bir ölçüde
hayata geçirilmeye başlanmıştır24.
Batı’da insan hakları konusunda en önemli kırılma noktası diyebileceğimiz
gelişme kuşkusuz 1789 tarihli Fransız Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi olmuştur.
Bu bildiride 17. maddede “İnsanlar hukuken özgür ve eşit olarak doğarlar, özgür
ve eşit yaşarlar” hükmüne yer verilmektedir 25. Fransız Devrimi’nin bireysel
özgürlüklerin önünü açan tarihsel bir işlev üstlendiği söylenebilir. Böylece,
bireyi sadece toplum içerisinden değerlendiren görüşlerin aksine, bireyi kendi
başına değer olarak kabul eden, bireysel özgürlükleri ve kişi haklarını savunan
yaklaşımların giderek toplumda taban bulmasını sağlamıştır26.
İnsan haklarının gelişimine katkı sağlayan gelişmelerden biri de kuşkusuz
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) kurulmasıdır. Bu kuruluşun, alt gelir
gruplarının yaşam standartlarının yükselmesinde önemli kilometre taşlarından
biri olduğu söylenebilir. Ancak 20. yüzyılın en önemli gelişmesi BM’nin
kuruluşu ve insan hakları konusunda aldığı kararlar olmuştur. İnsan haklarının
çerçevesinin belirlenmesi ve bu konuda dünya toplumlarının dikkatini
çekmeyi amaçlayan BM, bütün insanlık için hak arayışında en önemli adımını
10 Aralık 1948 tarihinde atmış ve BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni
ilan etmiştir. Bu Bildirge bugünkü insan hakları kavramının bilinen noktaya
ulaşmasını sağlayan ana bir unsur olmuştur27. İkinci Dünya Savaşı sonrasında,
insan hakları kavramı, salt özgürlük ve eşitlik temelinde soyut bir kavram
olmaktan çıkmış ve somut temelleri de kapsayan bir niteliğe dönüşmüştür.
Özellikle 1960’ların sonlarına doğru, çevre, barış, insanlığın ortak kültürüne
saygı gibi haklardan söz edilmeye başlanmıştır28. Bu hakların oluşumunda
tarihsel düşüncelerin, anayasal geleneklerin ve çeşitli baskı gruplarının önemli
etkisi olmuştur 29. Savaşın bütün insanlığa ve insani değerlere büyük bir zarar
verdiğinin anlaşılması, insan hakları konusunda yeni stratejilerin geliştirilmesi
23
24
25
26
27
28
29
J. Shestack, s. 102.
Politik & Unterricht, Menschenrechte Unveräu ßerlich – universell – unteilbar,
Landeszentralefürpolitische Bildung Baden-Württemberg (LpB), 2014, s. 3 ; Konan, s. 256.
Konan, s. 257.
Yüksel, s. 10.
Politik &Unterricht, s. 3.
Turhan, s. 365.
Politik &Unterricht, s. 3.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
43
İnsan Haklarının Bir Bileşeni Olarak Su Hakkı
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
zorunluluğunu doğurmuştur30. İnsan hakları kavramının ortaya çıkış sürecinde
farklı nedenler, tarihi süreçler ve farklı metinler, bu kavramın ahlaki, siyasal
ve toplumsal nedenlerle tartışılmasına yol açmaktadır. Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi, Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi yeni mekanizmaların
oluşturulmasıyla birlikte, artık hak kavramının sadece birey-devlet ilişkisi
bağlamında değerlendirilemeyeceği anlaşılmış ve giderek uluslararası bir
niteliğe dönüşmüştür31.
Günümüzde insan haklarının evrenselliğini kabul eden yaklaşımlar, insan
haklarını insanın salt insan olmasından dolayı doğuştan kazandığını ve yaşadığı
yerin niteliğine bakılmaksızın her zaman her yerde geçerli olduğunu savunan
bir anlayışı temsil etmektedir32. İnsan onurunu temel alan hak yaklaşımının
nihai amacı, değerlerin demokratik bir şekilde paylaşıldığı, kaynak kullanımının
en ideal noktada olduğu ve insan onurunu korumanın temel hedef haline
getirildiği bir dünya toplumudur. Bu yaklaşımda, insan onuru toplumsal ve
siyasal sistemi de şekillendiren üst bir değer olarak kabul edilmektedir33.Suya
erişimin insan hakkı olarak kabul edilmesi, kuşkusuz insan onurunu savunan
yaklaşımlarla uyumlu olacaktır. Bunun dışında kalan girişimlerin insan onuruna
aykırı bir gelişme olduğu kuşkusuzdur.
4. 2. İnsan Hakları Bağlamında Su Hakkı
Suyun sadece ekonomik bir mal olarak ifade edilmesi yönündeki çabaların
ve su dağıtımındaki sorunları çözüme kavuşturarak insan onuruna yakışır bir
hayat sürdürme isteğinin, bir insan hakkı olarak su hakkını gündeme getirdiği
söylenebilir34. Suya erişimin insan hakkı olarak savunulmasında kullanılabilecek
bazı unsurlar bulunmaktadır. Bu unsurlar şöyle sıralanabilir:
Tarihsel Koşullar: İnsan haklarını doğuran tarihsel koşulların, su kıtlığı
yaşanması ya da sağlıklı suya erişimin olmaması durumunda ortaya çıktığı
söylenebilir. İnsan haklarının gelişimi, bize hak kavramının ortaya çıkmasında
en önemli unsurun, devlete karşı insanın kendisini güvence altına alma çabası
olduğunu göstermektedir. Mutlak iktidarın birey üzerindeki sınırsız iktidarı hak
kavramını ortadan kaldırırken, bu iktidarın sınırlandırılması hak kavramının
gelişmesini ve genişlemesini sağlamıştır. En azından insan hakları kavramının
başlangıcında yaşama, işkence görmeme hakkı, özgürlük gibi alanlarda bunun
böyle olduğu söylenebilir.
Negatif Statü Hakları: Negatif statü hakları, kişinin devlet tarafından
aşılamayacak ve dokunulamayacak özel alanının sınırlarını çizen hak ve
30
31
32
33
34
44
Yüksel, s. 3.
Ünal, s. 62.
Turhan, s. 373.
J. Shestack, s. 111.
Topçu, Erol, “Bir İnsan Hakkı Olarak Su Hakkı, İnsan Hakları Yıllığı”, Cilt 26, 2008, s. 22.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Right to Water As A Component of Human Rights
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
hürriyetleri kapsamaktadır. Örneğin konut dokunulmazlığı hakkı, kişi
güvenliği hakkı, din hürriyeti ve düşünce hürriyeti negatif statü hakkı olarak
belirtilebilir35. Bu hakların kullanılması için gerekli ortamı hazırlayan devletin,
bu hakların kullanılmasını engelleyebilecek, sınırlayabilecek müdahaleleri
önlemek konusunda yükümlüğü bulunmaktadır36. Suya erişememe durumu
da insan haklarının, özellikle negatif hakların doğuşuna neden olan olumsuz
koşulların ortaya çıkmasına benzer koşullara neden olacağından devletin bu
sorunu giderecek önlemler alması gerektiği söylenebilir. Çünkü suya erişimin
ticarileşme, su kıtlığı vb. gibi çeşitli nedenlerle zorlaşması, başta açlık olmak
üzere birçok insanın ölümüne neden olacaktır.
İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi:1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin
dördüncü maddesinin de su hakkının kabul edilmesini desteklediği söylenebilir.
Bu maddenin özgürlük için çizdiği ilke, özgür bir davranışı başkasına zarar
vermemek koşuluyla öngörmesidir. Ancak ortaya çıkan çevre sorunları,
suyun ticarileştirilmesi gibi gelişmelerin bu ilkeyi ihlal ettiği, kaçınılmaz
olarak diğerlerine zarar verdiği söylenebilir. Çünkü bu türden ekonomik
ve ticari faaliyetler, bir yandan insanların onlara ulaşmasını engelleyecek
maddi sınırların ortaya çıkmasına, diğer yandan da içilebilir sular, hava ve
toprağın kirlenmesine neden olmaktadır. Bütün bunların insanların onurunu
zedeleyecek, onları daha kötü koşullarda yaşamaya mahkum edecek
girişimler olduğu rahatlıkla söylenebilir. İnsanların haklarını kullanırken
diğer insanlara zarar verememe ilkesinin evrensel düzeyde yerleşmesinin
sağlanması gerekmektedir. Köleci ve baskıcı sistemlerin olduğu dönemlerde
bu türden çıkışlar daha dar fiziki bir şiddetle değerlendirilirken, bugün bu ilkeyi
bu dar çerçevede yeterli kabul etmek olanaksızdır. Bu durumda, suyun ticari
bir metaya dönüştürülmesi karşısında ticari bir hak, bireylerin yaşamı için
geçerli olan suya erişimine engel olabilecek bir niteliğe dönüyorsa, bu hakkın
sorgulanmasını zorunla hale getirmektedir. Su kaynaklarının özelleştirilmesi
nedeniyle birçok belediye şebekesine dahil edilmesi gereken kaynaklar,
firmaların mülkiyetine dönüştürülmekte ve böylece kimi yurttaşların suya
erişiminde sorunlar ortaya çıkmaktadır.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi: İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi’nin birinci maddesinde, bütün insanların özgür doğduğu, her
insanın onur ve haklar bakımından eşit olduğu belirtilmiştir. İnsanların akıl
ve vicdan sahibi olduğu, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmaları
gerektiği yazılmıştır. Bu maddeye göre; özgür, onurlu ve eşit yaşam hakkı insan
haklarının özünü oluşturmaktadır. Suyun bir insan hakkı olarak tanımlanması
35
36
Erbek, Çağlar (2011), “Negatif, Pozitif ve Aktif Statü Hakları”, http://www.caglarerbek.com/
2013/01/negatif-pozitif-ve-aktif-statu-haklar_28.html, (08.02.2017).
Çiçek, Erol, “Kar mı İnsan Hakkı mı-Bir İnsan Hakkı Olarak Su Hakkının Dava Edilebilirliği”,
Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Sayı 80, 2009, s. 186.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
45
İnsan Haklarının Bir Bileşeni Olarak Su Hakkı
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
ve bunun tüm devletlerce içselleştirilmesi, suya erişimde pek çok sorunu
ortadan kaldırabileceği gibi suyun sadece bir ticaret aracı olarak görülmesi
gibi bir tehlikeyi de ortadan kaldırabilecektir. Bununla birlikte, insanın insanca
yaşayabilmesi için başka temel hakları da bulunmaktadır37.
Pozitif Statü Hakları: Suya erişimde, pozitif statü haklarının kullanılabilmesinin
de önemli rolü olduğu söylenebilir. Pozitif haklar, bireylere devletten olumlu
bir davranış, bir hizmet, bir yardım isteme imkanını tanıyan haklardan olup,
bu türden hakların hayata geçmesi devletin sosyal alanda bir takım ödevler
yüklenmesine bağlıdır. Bu haklar, genel olarak sosyal ve ekonomik alana
ilişkin olup anayasada “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler” başlığında
toplanmıştır. Çalışma hakkı, sağlık hakkı, konut hakkı, sosyal güvenlik hakkı
bu tür haklara örnek olarak verilebilir38. Pozitif hakların hayata geçmesinde,
suyun yetersiz kalması durumunda sağlık hakkının, konut hakkının ya da başka
hakların kullanılabilmesinin çok zor olduğunu söyleyebiliriz. Diğer bir ifade
ile suya erişim insan hakkı kapsamına alınmadığı sürece, sosyal ve ekonomik
hakların fazla anlamı olmayacağı ortadadır.
Hukuki Düzenlemeler: Hakların tekliği açısından bakıldığında da suya erişimin
bir hak olarak kabul edilmesi gerekir. İnsan hakları kavramı ortaya çıktığı yere
ve zamana göre, kendine özgü bir takım farklılıklar taşısa da bu durum hakkın
özünü yok edecek boyutlarda olamaz. İnsan haklarının kabul edilmesi ile bu
haklar kapsamında çelişebilecek diğer hukuki metinlerin, buna uygun hale
getirilmesi gerekmektedir. Bu durum o hakla çelişen önceki kimi uygulamaların
kaldırılmasından, yeni hakların kurulmasına kadar çeşitli düzenlemeleri
kapsayabilmektedir. Aslında bu uygulamalar hakların bölünmezliği ya da
tekliği olarak adlandırılan kavramın somutlaşmasından başka bir şey değildir.
Bu bağlamda, hukuk düzeni canlı bir vücuda benzetilebilir. İnsan hakları da bu
vücudun ana omurgasını oluşturmaktadır. Bir canlının hayatta kalması, nasıl
bütün organların birbiriyle uyumlu çalışmasına bağlı ise, hukuk düzeninde de
aynı kural geçerlidir. Bu nedenle bütün hukuki düzenlemeler, insan hakları
kavramıyla uyumlu olmak zorundadır. Aksi halde hukuk düzeni çöker. Bir organın
eksikliği canlı yaşamını nasıl tehdit eden bir durum yaratıyorsa, aynı şekilde
bir ya da birkaç hakkın kullanılamaması da hukuk düzeninde benzer sonuçlar
doğuracaktır. Çünkü insan hakları hassas bir denge üzerinde geliştiğinden bu
dengenin bozulması hak sahibine büyük zararlar vermektedir. Örneğin, yaşam
hakkının ihlal edilmesi, haksız bir şekilde tutuklama, sağlıksız bir çevrede
yaşamaya mahkum edilme gibi durumlar kişinin birçok hakkının yok olması
anlamına gelmektedir39. Aynı şekilde sağlıklı suya erişim hakkının tanınmaması
da yaşam hakkı için benzer sonuçlara neden olacaktır. Bu durum yasal ve meşru
37
38
39
46
Gözler, Kemal, Anayasa Hukukuna Giriş, Bursa 2004, s.147.
Erbek, 2011; Çiçek, s. 187.
Turhan, s. 373.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Right to Water As A Component of Human Rights
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
bir takım sınırlamalar dışında, bireylerin tüm haklarını onun bileşenleriyle
birlikte tam olarak kullanmasını zorunlu kılmaktadır.
Görüldüğü üzere, temel hak ve hürriyetler konusunda yukarıdaki gibi çeşitli
ayrımlar yapılıyorsa da gerçekte temel hak ve hürriyetler bir bütündür. Bir
kişi temel hak ve hürriyetlerin bütününe sahip olmak şartıyla özgür olabilir.
Şüphesiz kişinin özgür olması için her şeyden önce negatif statü haklarına sahip
olması gerekmektedir. Ancak kişi aç ise, evsiz ise bu haklara sahip olmasının da
fazla bir anlamı kalmayacaktır. O nedenle kişinin pozitif statü haklarına, yani
sosyal haklara da sahip olması gerektiği açıktır. Nihayet, bu bireysel ve sosyal
haklara sahip olan kişinin, aktif statü haklarına yani siyasal haklara da sahip
olması gerekmektedir. Çünkü yönetimine katılamadığı bir devlette kişinin bu
hakları geri alınabilir. Görüldüğü gibi haklar özünde bir bütünlük göstermekte
olup buna hakların tekliği denilmektedir40. Bu haklardan herkesin yararlanması
gerekmektedir.
İnsan hakları, kavram olarak ırk, din, dil ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm
insanların yararlanabileceği nitelikteki hakları ifade etmektedir41. Sağlık hakkı
negatif bir hak olarak ele alınırsa, devletin vatandaşların eşit bir şekilde sağlık
hizmetlerinden yararlanmalarını sağlama ve ayrımcılığa maruz kalmalarını
engelleme yükümlülüğü; bu hak pozitif bir hak olarak düşünüldüğünde ise
devletin vatandaşlarına bu hakkı sağlama yükümlülüğü ortaya çıkmaktadır. Bu
bağlamda, negatif hak kişinin zarar görmesinden korunma hakkı, pozitif hak
ise kişinin sahip olması gerekli sayılan bütün haklar olarak tanımlanabilir42.
Negatif, pozitif ya da aktif statü hakları kapsamındaki tüm insan haklarının
içinde suya erişim durumunun çok önemli bir yeri ve konumu bulunmaktadır.
Çünkü yaşamın temel taşı su olmadan diğer insan hakları anlamını yitirecek
ve insan onurunun korunması mümkün olamayacaktır. Bu konuda pozitif
hukuk ve uygulayıcılarının yaşamın gerçeklerini dikkate almak sorumluluğu
bulunmaktadır. Sürdürülebilir bir yaşam için öncelikle toplumsal ve kamusal
ihtiyaçlara yanıt verilmesi, karar alma süreçlerinde su ile ilgili açık ve
kesin bilgilere ulaşma olanağının sağlanması ve etkin katılımın önünün
açılması gerekmektedir. Tüm bunların gerçekleştirilebilmesi için ise yeni
düzenlemelerin yapılması gerekliliği açıktır43. Diğer yandan sadece pazara
yönelik uygulamalarla suyun metalaştırılması, insan hakkının temeli olan bir
unsur olarak suya erişim hakkını kısıtlayabileceği için toplumsal birçok sorunu
beraberinde getirecektir.
40
41
42
43
Gözler, s. 147-148.
Çiçek, s. 186.
Perman, Matt (2009), “The Difference Between Negative Rights and Positive Rights”, https://
www.whatsbestnext. com/2009/01/the-difference-between-negative-rights-andpositiverights/, (11.02.2017).
Çiçek, s. 227-228.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
47
İnsan Haklarının Bir Bileşeni Olarak Su Hakkı
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
İnsan haklarının meşruiyet nedenlerinden biri de kuşkusuz insan onurunun
korunması düşüncesidir. Bu yaklaşıma göre suya erişimin zorlaşması, insan
hakları ile bağdaşmamaktadır. Bugün insan haklarının amacının, insanın
onurlu yaşamının korunması ve buna karşı gelebilecek saldırıların bertaraf
edilmesi olduğu bilinmektedir. İnsan hakları, insanın onurunun tehlikeye
girdiği durumlarda ve toplumda ortaya çıkan haksızlıklara karşı bir yanıttır.
Bugün su yönetimi konusunda siyasi aktörlerin ticari ve ekonomik çıkarları ön
planda tutan bir yaklaşımının insan onuru ile bağdaştırılması oldukça zordur.
Böyle bir tercihin tüm insanlık için olumsuz sonuçlar doğurabileceğini gösteren
somut örnekler vardır. İnsan hakları kavramı, insanların zengin ve fakir ayrımı
olmadan temiz suya erişimini öngörmektedir. Ancak suyun ticarileşmesi
karşısında, birçok insanın temiz suya erişimden mahrum kalacağı açıktır44.
Temel hakların en tipik özelliği, insan onuruna uygun olarak, ticarete konu
edilememesidir. Bu durumda suya erişimin bir hak olarak kabul edilmesi
girişimleri, suyun pazarlanmasından para kazanan ya da bu yönde girişimde
olan kişilerin tepkisini çekmektedir. Ancak suyun pazarlanabilir bir meta
olduğunu savunan düşüncelerin, su kullanımının etkinliği, kamunun zararının
önlenmesi gibi gerekçeler ileri sürerken, diğer yandan bu uygulamanın neden
olacağı toplumsal maliyeti göz ardı ettikleri söylenebilir. Olaya salt kar-zarar
mantığı ile yaklaşmanın, başta insani olmak üzere, toplumsal açıdan birçok
şeyi görmezden gelmek anlamına geldiği açıktır. Parası olmayanların su dağıtım
sisteminden atıldığı ya da kişilerin maddi ödeme gücü çerçevesinde mevcut
sistemden yararlandığı bir yönetim anlayışının sorunlu olacağı ve bunun sosyal
devlet ilkesine ve insan onuruna ters düşeceği ortadadır45.
Su hakkı, eşit bir şekilde herkesin yeterli miktarda ve kalitede suya erişmesi,
yani parası olsun olmasın herkesin içme ve temizlik gibi gündelik insani
ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar suya erişimi anlamına gelmektedir46.
İnsan haklarını, insan onuru ile sıkı bir şekilde ilişkilendiren, McDougal, Lasswell
ve Chen gibi düşünürler, bunu da saygı, güç, aydınlanma, iyilik, sağlık, yetenek,
sevgi ve dürüstlük değerleri üzerine kurarlar47. Suyun ticarileşmesinin, insanın
onurunun korunması açısından bunlardan bazılarını yok etme riski ile karşı
karşıya kalacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Diğer yandan suyu toplumsal alanda
var olan ortak değerlerin, temel bir unsuru olarak kabul etmek gerekir. Suyun
ticarileşmesi, toplumsal alanda yeni bir değer ayrışmasına, hatta ayrışmalara
neden olacaktır.
44
45
46
47
48
bpb, 2009.
Yılmaz, s. 15.
Koç, Mustafa (2013), “Su Hakkı İçin Yürüyüş”, http://ahmetler.net/index.php?option= com_
content&view= article&id =1447:su-hakki-&catid=19:mkoc&Itemid=76, (06.01.2017).
J. Shestack, s. 111.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Right to Water As A Component of Human Rights
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
4. 3. Su Hakkına İtirazlar
İnsan hakları tarihi, barışçıl gösterilerden son derece kanlı çatışmalara
kadar geniş bir alanda gelişme göstermiştir. Diğer bir anlatımla insan hakları,
var olan iktidarlara karşı yurttaşların hak mücadelesinden, çeşitli sokak
gösterilerinden kanlı çatışmalara kadar geniş bir alanda hak mücadelesini
kapsar. Köleliğin dünyada kaldırılmasının tarihi dikkate alındığında, hak
arayışlarının aslında ne kadar zorlu bir süreçten geçtiği ve ağır bedeller
ödendiği kolaylıkla anlaşılabilir. İnsan haklarının gelişiminde önemli bir yere
sahip olan İngiltere’de ve ABD’de bile köleliğin kaldırılması ancak 1800’lü
yılların başında mümkün olmuştur. Milletler Cemiyeti’nin köleliği yasaklaması
için de 1926 yılını beklemek zorunda kalınmıştır. Bütün bunlara rağmen
dünyada köleliğin birçok ülkede hala kağıt üzerinde kalktığı yönünde çok
ciddi bulgular mevcuttur. Bunun en önemli nedeni yeni hak arayışlarının çoğu
zaman ciddi engellerle karşılaşmasıdır. Ekonomik ve sosyal haklar, çevre hakkı
ve barış hakkı gibi yeni haklarda da bu direnci kolaylıkla görebiliriz.
Su hakkına itiraz edenlerin benzer şekilde ekonomik ve sosyal haklara, üçüncü
kuşak içerisinde yer alan haklara itiraz nedenleri benzerlik göstermektedir.
Bu hakkın uygulanamaz olmasından, insan hakkı olamayacağı gibi çok çeşitli
görüşler ileri sürülmektedir. Ancak yeni insan hakları kavramının oluşmasında
sürekli engeller ortaya çıkması, aslında onun niteliklerinde gizlidir. Bunun
nedeni önceki sistemin devamında çıkarları olanların, yeni türden hakları
engelleme çabası içinde olmalarıdır. Afrika kökenlilerin beyazlar tarafından eşit
olarak kabul edilmesinde, cinsiyet ayırımcılığının giderilmesinde hep sorunlar
yaşanmıştır. Bugün benzeri bir sorun, insan ve hayvan ilişkilerinin yeniden
düzenlenmesini hedefleyen görüşler48. ile suya erişimin bir hak olarak kabul
edilmesi yönündeki talepler de toplumsal alanda dirençle karşılanmaktadır.
Tarihte insanlar köle, serf ya da kul olarak kabul edildiği zamanlarda,
bugün için doğal kabul edilen birçok haktan yoksun olarak yaşamak zorunda
kalmışlardır. O günün yönetimleri, insanlara haklar tanımak bir yana,
devlete, senyöre karşı ödevler yüklemişler ve toplumsal alanda katı yasaklar
koymuşlardır. Ancak egemenlerin insanları bir tür kendi eşyaları şeklinde gören
bu anlayışın yıkılması kolay olmamıştır. İnsan haklarının zorlu bu tarihsel gelişim
sürecini görmezden gelen kimi düşünürler, bugün bile artık yerleşmiş ve kabul
edilmiş sosyal ve ekonomik haklara itirazlarını sürdürmektedirler. Örneğin bu
kişiler ekonomik ve sosyal hakların maddi unsurlar içermesi nedeniyle devlet
tarafından zaten yerine getirilemez olduğunu, bu nedenle de bunların birer
hak olarak kabul edilemeyeceğini ileri sürerler49. Ancak bunun doğru bir tespit
48
49
Kılıç, Selim, “Modern Toplumda Hayvan Hakları Üzerine Felsefi Bir Yaklaşım”, TAAD Dergisi, 6
(22), s. 96, 2015.
Tepe, Harun, “Sosyal Haklar ve İnsan Hakları: Sosyal ve Ekonomik Haklar Olmadan İnsan
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
49
İnsan Haklarının Bir Bileşeni Olarak Su Hakkı
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
olmadığını rahatlıklar söyleyebiliriz. Çünkü devletin hiçbir zaman hakların tam
olarak gerçekleşmesini garanti altına alacak bir gücü olmamıştır. Örneğin en
önemli haklardan biri olan yaşama hakkını bile devletin her zaman yüzde yüz
teminat altına alacağı düşünülemez. Birçok insanın cinayete kurban gitmesi
de bunun somut kanıtı olarak gösterilebilir. Ancak bütün bunlara rağmen
kimse yaşama hakkının kaldırılma düşüncesini savunamaz. Aynı şekilde, sosyal
hakların da devlet tarafından karşılanamayacağı savı nedeniyle kaldırılmasını
savunmak anlamsız ve tutarsızdır.
Egemen düşüncenin suyun bir insan hakkı olarak kabul edilmesine
karşı itirazının nedeni, bu hakkın kullanılmasının devlet yönetiminde yeni
bir yapılanmayı zorunlu kılacağı ve bunun da yeni maliyetlere yol açacağı
varsayımıdır. Çünkü AB İnsan Hakları Komisyonu’nun bu konuda almış olduğu
karar önemli ipuçları vermektedir. Komisyona göre, su temel bir haktır ve
suyun temel bir insan hakkı olabilmesi içinde kullanılabilirlik, ulaşılabilirlik,
ekonomiklik, kalite ve güvenirlik, uygunluk, eşitlik, katılım, açıklık ve hesap
verebilirlik, etki, sürdürülebilirlik kriterlerine uygun bir şekilde sunulmasını
talep etmektedir50. Ancak liberal düşüncenin suyun hizmetinde talep edilen
bu dönüşüme sıcak bakmadığı söylenebilir.
Liberallerin insan haklarının dar bir çerçevede ve durağan bir yapıda
kalmasını istedikleri, negatif hakların dışında insanlara herhangi yeni haklar
tanınmasına karşı oldukları, ekonomik ve sosyal haklar gibi diğer hakları sürekli
değersizleştirme çabası içinde oldukları söylenebilir. Oysa önceki dönemlerde,
köleliğin egemen olduğu dönemlerde insan hakları açısından sadece negatif
hakların yeterli olduğu kanı oluşabilir. Ancak bu modern dünya için tehlikeli
bir yaklaşım olup birçok hakkı da kullanılamaz hale getirebilecek niteliktedir.
50
50
Hakları Korunabilir mi?”, Uluslararası Sosyal Haklar Sempozyumu, 22-23 Ekim 2009 Antalya,
Bildiriler Kitabı, Belediye İş Sendikası Yayınları, 2009, s. 99.
McGregor, Judy, Human Rights and Water, Creative Commons Attribution, Auckland, Aotearoa
New Zealand, 2012, p.6.
Kullanılabilirlik: Suyun yeterli miktarda, güvenilir ve ihtiyaçlar için sürekli olması,
Ulaşılabilirlik: Herkesin, tüm hane halkının, sağlık, eğitim, kamu kurumu veya işyeri olarak
tüm kurum ve kuruluşların fiziksel olarak suyun yakınında ve suya her zaman erişebilir
olması, Ekonomiklik: Herkesin uygun bir bedel ile su ve hizmetlerine erişebilir olması, Kalite
ve Güvenilirlik: Suyun kaliteli ve güvenilir olması ve asla insan sağlığına tehdit oluşturmaması,
Uygunluk: Su ve sanitasyon hizmetlerinin kültürel ve sosyal açıdan uygun olması,Eşitlik:
Ayrımcılık yapılmadan herkesin eşit bir şekilde suya erişebilmesi, Katılım:Su hizmetlerinin
bakımı, planlanması, tasarımı ve bu konularda bilgiye erişimde katılımcılık ve şeffaflığın
esas alınması, Açıklık ve Hesap Verebilirlik:Devletin insan haklarını garanti altına alması ve
bu bağlamda, su sektöründeki birçok aktörün hesap verebilirlik mekanizmalarının olması,
devletin ulusal çapta ulaşılabilir olması, adil-etkin çözümler üretebilmesi, Etki:Olumlu ve
somut etkileri olan tüm iyi uygulama, yasa, politika, program ve kampanyaların teşvik
edilmesi, Sürdürülebilirlik: Su kalitesi ve ulaşılabilirliği konusunda, tüm insan hakları
yükümlülüklerinin sürdürülebilirliğinin sağlanması.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Right to Water As A Component of Human Rights
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
Çünkü bu yaklaşımın hayat bulması, birçok kişinin bugün sahip olduğu sosyal
ve ekonomik olanaklardan yoksun kalmasıdır. Negatif hakların dışında kalan
haklara karşı çıkmanın mantığında, sosyal devlet için yapılan harcamaların
büyük ölçüde zenginlerin ödediği vergilerden karşılandığı inancı yatmaktadır.
Ancak değişen sosyal ve ekonomik şartlar nedeniyle bu düşüncenin artık
yersiz olduğu, hakların da toplumsal gelişmelere bağlı olarak genişlediğini
söylenebilir. Bunun en somut örneği, temiz bir çevrede yaşama olanağı
olmadan, artık negatif hakların da anlamının olmadığının anlaşılmasıdır. Suya
yönelik toplumsal talepleri de bu bağlamda düşünmek zorundayız. İnsan
hakları kavramı, açıkça devletin bireyleri devlete ve diğer egemen güçlerin
saldırılarına karşı korumak için ortaya çıkmıştır. Bugün için insana saldırılar
kısmen bertaraf edilmiş gibi görünse de nitelik değiştirdiğini ve farklı şekillerde
devam ettiğini söylemek abartı olmasa gerekir. İnsanın yaşadığı çevresinde
su kirliliği, hava kirliliği ya da su kaynaklarına ulaşamama gibi sorunların
ortaya çıkması bu türden bir saldırı olarak gösterilebilir. Kaçınılmaz olarak
insan hakları kavramı, insana zarar verecek olan bu türden saldırıları da yok
edecek önlemler almayı gerekli kılmaktadır. Modern toplumda, artık devletin
kaynağını belli bir zümreye ya da ilahi bir güce dayandıran anlayışlar büyük
ölçüde önemini kaybetmiştir. Bugün modern devletlerin meşruiyet kaynağı
insan haklarına dayandırılmaktadır. Ancak her ne uygulamada sıkıntılar olsa
da, yine de ülkeleri yönlendiren bir kavram olması, yönetenlerin kontrol
edilebilmesi açısından önemlidir51.
Suya erişimin bir insan hakkı olarak kabul edilmesinde yaşanan
sıkıntılardan biri de toplumun bilgilenmesini ve örgütlenmesini sağlayacak
yeterli bilgi aktarımının topluma yapılamamasıdır. Gerek gelişmiş ülkelerde
gerekse gelişmekte olan ülkelerde bilgiye erişim sorunlu olup çoğu zaman da
engellenebilmektedir. Oysa demokrasi, toplumda gerekli bütün bilgilerin var
olduğu ve bu bilgiler doğrultusunda doğru tercihlerin yapılabileceği varsayımına
dayanmaktadır. Ancak piyasa aktörlerinin medya üzerinde kurduğu egemenlik
ilişkisi sorunlu olup, çoğu zaman kendi çıkarlarını toplumun çıkarları şeklinde
sunabildiklerine şahit olmaktayız. Hatta zaman zaman medya grupları
piyasa aktörlerinin yol açtığı çevresel kirlenmeleri de görmezden gelerek bir
anlamada karartma yapmaktadırlar. Ne yazık ki, suya erişim hakkı konusunda
da benzer bir karartma ya da çarpıtmanın güçlü medya grupları tarafından
yapıldığı söylenebilir.
Batı ülkelerinin, sahip olduğu yüksek sosyal ve ekonomik gelişmişlik seviyesi
çerçevesinde almış olduğu bir takım kararların, gelişmekte olan ülkeler tarafından
da uygulanmasının iyi olacağı gibi bir yanılgı içinde olduklarını söylemek abartı
51
Kılıç, s. 114.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
51
İnsan Haklarının Bir Bileşeni Olarak Su Hakkı
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
olmasa gerekir. Oysa bu ülkelerin gerçekleri ile gelişmekte olan ülkelerin
gerçeklerinin birbiriyle uyumlu olmadığını, üstelik buna bir takım ideolojiler ve ön
yargıların da dahil olabildiğini belirtmek gerekir52. Batılı ülkeler bu noktada, yoksul
ülkelerin kalkınmasını hedeflemek yerine, daha çok kendi sermayelerini artırma
derdinde oldukları bilinmektedir. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak piyasaya
odaklanan neoliberalizmin ticari haklar savunusu ile su temelinde insan hakları
kavramının karşı karşıya geldiğine şahit olmaktayız. Ancak ticari hakların sürekli
olarak genişlemesi karşısında, ne yazık ki insan haklarının da bu ölçüde gerilediği
söylenebilir. Gerçekten de ticari hakların giderek değişmez kutsal bir anlayışa
dönüştürüldüğü sistemde, insanların da kendilerine ait birtakım haklarının
olduğu nedense göz ardı edilmeye başlanmıştır. Küresel rekabeti gerekçe
göstererek, sermayenin batarız, zarar ederiz tehditleri karşısında, direnenin devlet
olduğunu söylemek zordur. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak devletler, neoliberal
politikaların baskısı altında, insan haklarının korunması konusunda artık daha
esnek davranmaya kolayca ikna edilebilmektedir.
4. 4. Su Hakkı Konusunda Uluslararası Gelişmeler
Suya erişimin bir hak olarak kabul edilmesi daha önceki uluslararası
metinlerde açıkça bahsedilmemektedir. Çünkü dünya ülkelerinin o zamanlar
bir numaralı sorunu genellikle güvenlik, dış tehdit, ekonomik krizler olmuştur.
Bu sorunlar nedeniyle nüfus artışı, hava kirliliği, su yetersizliği gibi sorunlarda
kaçınılmaz olarak ya gündeme gelmemiş ya da daha az gelmiştir. Ancak artan
çevre sorunları karşısında son yıllarda su konusu uluslararası alanda daha
çok işlenmeye başlamıştır. Çünkü ikamesi mümkün olmayan böylesine önemli
kaynağın uluslararası sözleşmelerle kullanımı konusunda kurallar getirilme
zorunluluğu doğmuştur. Suyun önemini vurgulamak için bazı uzmanlar onu
mavi altın olarak adlandırmaya başlamıştır. Suyu bu önemi 28 Temmuz 2010
yılında BM Genel Kurulu’nda alınan bir kararla vurgulanmıştır. Buna göre BM
temiz içme suyu ve sağlıklı kullanma suyuna adil erişimi, bütün insan haklarının
gerçekleştirilmesinin ayrılmaz bir bileşeni, diğer insan haklarının öncüsü ve yaşam
hakkı için de zorunlu bir hak olarak kabul etmiştir53.
Suyun hayati önemi AB İnsan Hakları Komisyonu’nun temel bir insan
hakkı olan suya erişim ile ilgili kriterler belirlemiştir. Mevcut su sorunlarına
karşın bir de buna artan nüfus, yoksulluk, altyapı gibi sorunlar eklenince su
kaynaklarının uluslararası alanda kullanımının sürdürülebilirliği sorunu ortaya
çıkmaktadır. Böylesine olumsuz bir tablonun önlenebilmesi için suya erişimin
adil biçimde yapılması gerekmektedir. Bu sorunun giderek ağırlaşması
52
53
52
Ünal s. 57.
UN General Assembly (2010), “Resolutionadoptedbythe General Assembly on 28 July 2010”,
Sixty-fourthsession
Agendaitem48,
http://www.un.org/es/comun/docs/?symbol=A/
RES/64/ 292&lang=E, (02.02.2017).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Right to Water As A Component of Human Rights
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
nedeniyle, son yıllarda, su ve sanitasyon hakkının bir insan hakkı olarak
tanınması yönünde tartışmalarda uluslararası alana taşınmıştır. Özellikle 2010
yılında, BM Genel Kurulu’nda alınan kararlar doğrultusunda su ve sanitasyon
hakkının bir insan hakkı olduğunun resmi olarak kabul edilmesi ve bunun yasal
anlamda bağlayıcılığına vurgu yapılmasının tartışmaları artmıştır54. Ancak su
konusunda tartışmaların bu noktaya gelmesini hazırlayan ve önemli birikim
sağlayan bölgesel, ulusal ve uluslararası birçok organizasyonun da olduğunu
belirtmek gerekir. Su ve sanitasyon hakkının temel bir insan hakkı olarak kabul
edilmesi gerekliliğinin dünya kamuoyuna yerleşmesi yolundaki bazı kilometre
taşları kısaca şu şekildedir55:
Mar del Plata BM Su Konferansı’nın(Mart-1977), Eylem Planı ile ilk defa
suya erişim bir hak olarak tanımlanmıştır. Bu Eylem Planı’na göre, gelişmişlik
düzeyi ve sosyo-ekonomik koşulları ne olursa olsun herkesin içme ve temel
ihtiyaçları için eşit kalite ve miktarda suya erişim hakkı olduğu savunulmuştur.
Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesine Dair Uluslararası
Sözleşme’de (CEDAW) (Aralık-1979),kadınlara yönelik ayrımcılığın
sonlandırılması amaçlanmıştır. Suya erişim ve atık suların uzaklaştırılması
sorunları bu bağlamda vurgulanmıştır.Kadın hakları sözleşmesindeki konulara
benzer bir durum çocuklar için de söz konusudur. Nitekim bu sorun nedeniyle
Çocuk Hakları Sözleşmesi (Kasım-1989),de açıkça beslenme, suya erişim, çevre
sağlığı gibi konular başta olmak üzere, taraf olan ülkelerin çocuk haklarını
tam olarak uygulamalarını ve bunun için gerekli düzenlemeleri yapmaları
istenmektedir.
Rio Zirvesine bir ön hazırlık niteliğinde sayılabilecek olan Uluslararası Su ve
Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı-Dublin Konferansı’nda (Ocak-1992),uygun
bir bedel ile herkesin temiz su ve sanitasyona ulaşabilmesinin temel bir hak
olduğu dile getirilmiştir.BM Çevre ve Kalkınma Konferansı-Rio Zirvesi’nin
(Haziran-1992), Eylem Planı olan Gündem 21’de Mar del Plata Su Konferansı’nın
kararları onaylanarak herkesin içme suyuna erişim hakkının olduğu ve bunun
toplumca kabul edilmesi gereken bir ön koşul olduğu belirtilmektedir.
BM Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı’nda (Eylül-1994), tüm
bireylerin kendisi ve ailesi için yeterli yiyecek, giyim, konut, su ve sanitasyon
hakkının olduğu savunulmaktadır. BM Genel Kurulu 54/175 Kararı, Kalkınma
Hakkı (Aralık-1999), BM Genel Kurulu’nun bu kararına göre besin ve temiz
54
55
Farkas, Lori-Beail (2013), “The Human Right toWater and Sanitation: Context, Contours,
and Enforcement Prospects”, http://hosted.law.wisc.edu/wordpress/wilj/files/2014/04/
Beail-Farkas_print.pdf, (12.01.2017).
Parmionova,The United Nations Observances (2011), “The Human Right to Water and
Sanitation Milestones”, http://parmionova.blogspot.com.tr/2011/10/human-right-towater-and-sanitation.html, (16.02.2017).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
53
İnsan Haklarının Bir Bileşeni Olarak Su Hakkı
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
su hakları temel insan haklarıdır ve bunların teşviki ulusal ve uluslararası
topluluklar için manevi bir zorunluluktur.
Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi (Eylül-2002), Johannesburg Zirvesi
olarak da bilinen zirvede insan onurunun önemi üzerine durulmuştur, temiz su,
sanitasyon, enerji, sağlık hizmetleri, gıda güvenliği ve biyoçeşitliliğin korunması
gibi konularda hedefler, planlar ve ortaklıklar üzerinde durulmaktadır.
BM Genel Yorum No.15, Su Hakkı (Kasım-2002),BM 1966 tarihli Ekonomik,
Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmesi’ni (ICESCR) yeniden
yorumlanarak, uluslararası hukukta su hakkının desteklenmesini dile getirmiştir.
Bu yorumda su hakkının insanlık onuruna yakışan bir hayat için vazgeçilmezliği
ve diğer insan haklarının var olabilmesinin bir ön koşulu olduğu tespiti yapılmıştır.
Diğer yandan İnsan Hakları Konseyi Kararı (Kasım-2006), uluslararası insan hakları
belgeleri kapsamında, güvenli içme suyuna ve sanitasyona adil erişimle ilgili haklar
ve yükümlülüklerle ilgili sonuç ve tavsiyeleri içermektedir.
BM İnsan Hakları Yüksek Komisyonu’nu “Uluslararası İnsan Hakları Kapsamında
Güvenli İçme Suyuna ve Sağlık Koşullarına Uygun Suya Adil Erişime İlişkin İnsan
Hakları Yükümlülüklerinin Kapsamı ve İçeriği Hakkında Raporu” (Ağustos-2007) ile
güvenli bir içme suyu ve sanitasyonunun artık bir insan hakkı olarak kabul edilmesi
gerektiğinin altı çizilerek, yaşam ve sağlığın sürdürülebilirliği için kişisel ve genel
kullanımlarda yeterli miktarda güvenli içme suyuna erişimde ayrım gözetilmemesi
gerektiği vurgulanmaktadır.2009 tarihli İnsan Hakları Konseyi Kararı, devletlere
sanitasyon hizmetlerine erişimle ilgili ayrımcılıkla mücadele etme ve eşitsizlikleri
ortadan kaldırma yükümlülüklerine uymaları gerektiğini hatırlatmakta ve onları bu
alandaki eşitsizliklerle etkili bir şekilde mücadele etmeye çağırmaktadır.
BM Genel Kurul Kararı (Temmuz-2010) ile ilk kez su ve sanitasyon hakkı
resmi olarak tanınarak, temiz içme suyu ve sanitasyon hakkı tüm insan
haklarının gerçekleştirilmesi için bir ön koşul olarak kabul edilmiştir. Güvenli,
temiz, ulaşılabilir ve uygun fiyatlı içme suyu ve sanitasyon hizmetlerinin herkese
sağlanması ve bu amaçla özellikle gelişmekte olan ülkelere teknoloji transferi
ve mali destek verilmesi konusunda devletler, uluslararası organizasyonlar bu
karar ile teşvik edilmektedir. İnsan Hakları Konseyi Kararı, gerek Eylül 2010
gerek Nisan 2011 toplantısında su ve sanitasyon hakkının uluslararası hukuktaki
yerini tanımakta ve bu hakların tüm devletleri bağladığını duyurmaktadır. Bütün
devletlerden, insan hakları yükümlülüklerini tam olarak uygulayabilmeleri için
yurttaşlarına güvenli içme suyu ve sanitasyon hizmetleri sağlamaları ve bunun
için uygun araçlar ve mekanizmalar geliştirmeleri istenmektedir.
Binyıl Kalkınma Hedefleri, su kaynaklı sağlık sorunlarının ve ölümlerin
önüne geçilebilmesi için alınan bu kararlar, yoksullukla mücadele için de büyük
hedefler koymuştur. 2015 yılına kadar ulaşılması gereken belirli hedefler, bu
54
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Right to Water As A Component of Human Rights
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
konularda alınacak önlemler bağlamında büyük önem taşımaktadır56. Bin Yıl
Kalkınma Hedefleri57 kapsamında 2015 yılına kadar ulaşılması beklenen sekiz
hedefin58 başarılı olmasının, bireylerin sağlıklı suya kavuşmasına bağlı olduğu
kuşkusuzudur. Çevresel sürdürülebilirliği sağlamak hedefinde olan Bin Yıl
Kalkınma Hedefleri’nin yedinci maddesi, 2015 yılına kadar sağlık koşullarına
uygun suya erişimi olmayan insanların, sayıca oranlarının yarıya indirilmesi
sorumluluğunu devletlere yüklemektedir. Bu konuda yapılan çabalar,
ilerlemeler aslında 1990 yılından bu yana UNICEF ve WHO ortaklığında
yürütülen Su Temini ve Sanitasyonu Ortak İzleme Programı aracılığıyla
denetlenmekte ve yürütülmektedir. Güvenilir içme ve kullanma suyuna ulaşım
konusunda 2010 yılı için önemli kazanımlar elde edilmiştir59.
25 Eylül 2015’te 2030 yılına kadar gerçekleştirilmesi öngörülen ve 17
ana hedeften oluşan BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin altıncısı suyla
ilgilidir. Altıncı hedef, herkesin 2030 yılına kadar güvenli ve uygun bedelli bir
içme suyuna ve sanitasyon hizmetlerine evrensel ve adil bir şekilde erişiminin
sağlanması, su kalitesinin iyileştirilmesi, su kaynaklarının korunması, suyun
verimli kullanılması ve bu hizmetlerin sürdürülebilirliğinin güvence altına
alınması gibi konuları kapsamaktadır60.
AB’nin kurucu sözleşmesinde de çevrenin korunması konusunda herhangi
bir madde olmamasına karşın, daha sonra yaşam standardının yükseltilmesi
amacıyla çevreyi korumayı da kapsayacak şeklinde yorumlanmış ve kurucu
antlaşmaların bir parçası haline getirilmiştir. BM’nin uluslararası sözleşmelerinde
de su hakkını kapsayacak şekilde geniş bir yorumu zorunlu kılmaktadır. Ancak
yukarıda da görüldüğü üzere, BM’nin suya ilişkin yaklaşımlarında başlangıçta
hak temelli görüşlerin ağırlıklı olarak savunulmasına karşın, zamanla “satın
56
57
58
59
60
Parmionova, 2011.
UN-The Millennium Development Goals Report (2015), “Time For Global Action For People
and Planet”, http://www.un.org/millenniumgoals/2015_MDG_Report/pdf/MDG%202015%20
rev%20(July%201).pdf, (17.01.2017).
Aşırı yoksulluğu ve açlığı ortadan kaldırmak, evrensel olarak ilköğretim düzeyini sağlamak,
cinsiyet eşitliğini sağlamak ve kadınları güçlendirmek, çocuk ölümlerini azaltmak, anne
sağlığını iyileştirmek, HIV/AIDS, sıtma ve diğer hastalıklarla mücadele etmek, çevresel
sürdürülebilirliği sağlamak, kalkınma için küresel ortaklıklar geliştirmek.
Çelik, Hüseyin ve Fisunoğlu, Mahir “Poverty and The Millennium Development Goals
Between 1990- 2015: The Case of Turkey”, International Conference on Eurasian Economies,
Kaposvár – Hungary, 29-31 August, 2016, p.337.
UNICEF/WHO (2015), “25 YearsProgress on SanitationandDrinking Water-2015 Update and
MDG Asssessment”, http://apps.who.int/iris/bitstream/10665/177752/1/9789241509145_
eng. pdf?ua=1, (12.01.2017).
WWAP-United Nations World Water Assessment Programme, The United Nations World
Water Development Report 2016: Water and Jobs, Paris, UNESCO, 2016, p. 59; Çetin, Mustafa
(2015), “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ve Çölleşmeyle Mücadele”, http://sahipkiran.
org/2015/09/30/surdurulebilir-kalkinma-hedefleri/, (01.02.2017).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
55
İnsan Haklarının Bir Bileşeni Olarak Su Hakkı
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
alınabilir içme suyu” şeklinde ifadelere daha çok karşılaşılmaya başlanmıştır.
Bu durumun BM’nin hak temelli su yaklaşımından piyasacı bir yaklaşıma
kaydığı yorumlarına neden olmuştur61.
Su hakkı kavramı, su kaynaklarının son yıllarda hızlı bir kentleşme ve
sanayileşme sonucu zarar görmesi üzerine, suyun daha etkin bir şekilde
kullanılmasını sağlamak iddiasıyla ortaya atılan su dağıtımının özelleştirilmesi
düşüncesiyle güçlenmiştir. Dünya Bankası ve IMF gibi örgütlerin gelişmekte
olan ülkeler için suyun özelleştirilmesi yönündeki baskıları, suya erişmek
isteyenlerin çıkarlarını korumaktan çok para kazanma arzusunda olanların
çıkarlarını korumaya yönelik olarak kabul edilmektedir. Ancak su ve sanitasyon
hakkının bir insan hakkı olarak kabul edilmesi yolundaki girişimler, büyük bir
umut taşımaktadır. Bu konuda üst düzey uluslararası konferanslar, ikna edici
çalışmalar, cesur ve net adımlar uluslararası boyutta yeterli destek bulabilmiş
ve uygulanabilmiş olsaydı, su krizi muhtemelen bugünkü boyutlara ulaşmadan
önlenebilecekti. Ne yazık ki günümüzde bu sorunun çözüldüğü söylenemez.
Bu konuyla ilgili pek çok konferans, etkinlik yapılmış olmasına ve BM’in su ve
sanitasyon hizmetleri ile ilgili 23 kuruluşu bulunmasına rağmen hala çok az bir
ilerleme kaydedilmiştir. Asıl ihtiyaç duyulan şeyin, su ve sanitasyon hakkının bir
insan hakkı olduğunu kabul eden ve öncelikle ulusal çapta stratejik hedeflerle
başlayan daha sonra da uluslararası boyutta sürdürülen uyumlu bir küresel
eylem planı olduğu söylenebilir62.
SONUÇ
İnsan hakları kavramının, tarih sahnesine çıkmasından bu yana zaman
zaman zikzaklar çizmiş olsa da doğrusal bir gelişim çizgisi izlediğini söyleyebiliriz.
Bu kavramın, krallardan seçilmiş başkanlara, kölelik ve kulluk sisteminden
yurttaşlık sistemine kadar oldukça uzun bir dönüşüm süreci geçirdiği ortadadır.
İnsan hakları kavramı, Aydınlanma Dönemi’nden sonra toplumsal alanda
değişen dinamikler nedeniyle daha hızlı bir gelişme göstermeye başlamıştır.
Bunun nedeni kuşkusuz toplumsal ve ekonomik alanda ortaya çıkan değişim
ve buna uygun hak taleplerinin artırmasıdır. Bu taleplerin can güvenliğinden
çevre hakkına kadar uzanan geniş bir yelpaze oluşturduğu söylenebilir. Ancak
haklar, toplumsal alanda egemenler ve yönetilenler arasında uzlaşmanın
olmamasından dolayı, çoğunlukla mücadeleler sonucunda elde edilmiştir.
Bugün egemen sınıfların çevre hakkını tanımada isteksiz tutum takınmaları
da bundan kaynaklanmaktadır. Aynı sorun suya erişimin bir hak olarak kabul
61
62
56
Günaydın, Gökhan, “Suyun Piyasalaştırılması, Küresel Tarım - Su İlişkisi”, Memleket Dergisi,
Siyaset Yönetim, 4 (10), 2009/10, s. 37.
UNDP-Human Development Report, “Beyond Scarcity: Power, Poverty and the Global Water
Crisis”, Published for the United Nations Development Programme (UNDP), New York, USA,
2006, p.8-9.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Right to Water As A Component of Human Rights
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
edilmesi çabalarına karşı da gösterilmektedir. Bunun nedeninin büyük oranda
toplumsal alanda iktidarı ellerinde bulunduranların, bu ayrıcalıklarını kaybetme
psikolojisi ile yakından ilgili olduğu düşünülebilir. Oysa tarihsel gelişmeler
bizlere, tıpkı insan vücudu gibi, hakların bir bütün olduğunu, üstelik tarihi
olaylarla somut bir şekilde göstermiştir. Bu nedenle, insan haklarının somut
kullanılabilir nitelikte olması için yapılması gerekenlerden biri de suya erişimin
hak olduğunun kabul edilmesidir. Çünkü suya erişim hakkı, tıpkı çevre hakkı
gibi, insan haklarının işlevsel olabilmesi için zorunludur. Ancak bu yaklaşım ne
kadar doğruysa, su hizmetlerinin özelleştirilmesinin de o kadar yanlış olduğu
söylenebilir. Dünya üzerinde özellikle su sıkıntısı çeken ülkelerde sorunu
piyasa yöntemi ile çözmeye çalışmak olumsuz sonuçlara neden olabilecektir.
Oysa suya ilişkin sorunlarda çözüm için ilk olarak atılması gereken adım, suya
erişimin bir insan hakkı olduğunun kabul edilmesidir.
Gelişmiş ülkelerin yurttaşlarının gelişmekte olan ülkelerdeki insanların
yaşadıklarına benzer bir su sorunu yaşamamaları, hak kavramı konusundaki
tartışmalara da yansımaktadır. Çünkü suya erişimin insan hakkı olarak kabul
edilmesi için gösterilen çabalara, Batı ülkelerinden yeterince destek geldiği
söylenemez. Su ve sanitasyon hizmetleri konusundaki uluslararası çabalar
son derece yetersiz kalmaktadır. HIV/AIDS ve eğitime yönelik uluslararası
farkındalığın aksine, su ve sanitasyon konularının küresel toplumun gündemine
yerleşmediği ortadadır. Gelişmiş ülkelerin acilen bu konuyu öncelikleri arasına
almaları gerekmektedir. Batılı ülkelerin gelişmekte olan ülkelere yardımları,
küresel bir eylem planının gerçekleştirilmesi bağlamında, daha çok bu ülkelerin
yerel sermaye piyasalarını canlandırmaktadır. Oysa bundan daha önemli bir
adım su ve sanitasyon hizmetlerinin bir insan hakkı olduğuna ilişkin kamuoyu
oluşturulması ve bu konudaki politik çabaların artmasıdır63.
Sağlıklı bir suya erişim için, suyun ticari bir meta olmaktan çıkarılması gerekir.
Su, alınıp satılan sıradan eşyadan çok daha fazla bir şeydir. Bütün canlılar için
hayati değeri olan kaynaktır. Bu nedenle bir insan hakkı olarak suya herkesin eşit
ve adil bir şekilde erişiminin en kısa zamanda sağlanması ve buna uygun yerel ve
uluslararası politikaların izlenmesi gerekir.
63
UNDP-Human Development Report, p. 8-9.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
57
İnsan Haklarının Bir Bileşeni Olarak Su Hakkı
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
KAYNAKLAR
Barlow, Maude (2015), “Su Hakkımız: BM’nin Suya ve Hıfzıssıhhaya Dair İnsan
Haklarını Tanımasının Beş Yıl Ardından Gelişmelerin Değerlendirilmesi”, http://
www.suhakki.org/ docs/MaudeBarlow-SuHakkimiz-tr.pdf, (20.01.2017).
BPB (2009), “Zur Begründungeines Menschenrechtsauf Wasser”, http://www.
bpb.de/ internationales/weltweit/menschenrechte/38745/menschenrechtwasser?p=all, (24.01.2017).
Brown, Colin, Neves-Silva, Priscilaand Heller, Léo The Human, “Right to
Waterand Sanitation: A New Perspective for Public Policies”, Journal of
Ciência& Saúde Coletiva, 21(3): 661-670, 2016.
Çeçen, Anıl, “Demokrasi ve İnsan Hakları”, http://www.todaie.edu.tr/
resimler/ekler/ e5b80667cfa1490 _ek.pdf? dergi=Insan %20Haklari%20Yilligi,
(20.01.2017).
Çelik, Hüseyin ve Fisunoğlu, Mahir “Poverty and The Millennium Development
Goals Between 1990- 2015: The Case of Turkey”, International Conference on
Eurasian Economies, Kaposvár – Hungary, 29-31 August, p.336-341, 2016.
Çetin, Mustafa (2015), “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ve Çölleşmeyle
Mücadele”,
http://sahipkiran.org/2015/09/30/surdurulebilir-kalkinmahedefleri/, (01.02.2017).
Çınar, Tayfun, “Su Yönetiminde ve Finansmanında Strateji, Model ve Aktörler”,
Su Yönetimi: Küresel Politika ve Uygulamalara Eleştiri, Edit: T. Çınar ve H. K.
Özdinç Memleket Yayınları Ankara, s.43-93. 2010.
Çiçek, Erol, “Kar mı İnsan Hakkı mı-Bir İnsan Hakkı Olarak Su Hakkının Dava
Edilebilirliği”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Sayı 80: 182-228, 2009.
Erbek, Çağlar (2011), “Negatif, Pozitif ve Aktif Statü Hakları”, http://www.
caglarerbek.com/
2013/01/negatif-pozitif-ve-aktif-statu-haklar_28.html,
(08.02.2017).
Gleick, P. H. and Cooley, H. S., “Energy Implications of Bottled Water”,
Environmental Research Letters, 4 (1): 1-6, 2009.
Gözler, Kemal, Anayasa Hukukuna Giriş, Bursa 2004.
Günaydın, Gökhan, “Suyun Piyasalaştırılması, Küresel Tarım - Su İlişkisi”,
Memleket Dergisi, Siyaset Yönetim, Cilt: 4, Sayı: 10, 2009/10, s. 33-58, 2009.
Farkas, Lori-Beail (2013), “The Human Right toWater and Sanitation:
Context, Contours, and Enforcement Prospects”, http://hosted.law.wisc.edu/
wordpress/wilj/files/2014/04/Beail-Farkas_print.pdf, (12.01.2017).
58
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Right to Water As A Component of Human Rights
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
J. Shestack, Jerome, “İnsan Haklarının Felsefi Temelleri”, Liberal Düşünce,
(Çev:Ali Rıza Çoban ve Bilal Canatan), 11 (43): 87-119, 2006.
Kılıç, Selim, “Modern Toplumda Hayvan Hakları Üzerine Felsefi Bir Yaklaşım”,
TAAD Dergisi, 6 (22): 91-121, 2015.
Koç, Mustafa (2013), “Su Hakkı İçin Yürüyüş”, http://ahmetler.net/
index.php?option=
com_
content&view=article&id=1447:su-hakki&catid=19:mkoc&Itemid=76, (06.01.2017).
Konan, Belkıs, “İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Açısından Osmanlı
Devletine Bakış”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 15 (4): 253-288,
2011.
Kurt, Ömür, “Bir Praksis Alanı Olarak Su Hakkı”, IV. Sosyal Haklar Ulusal
Sempozyumu 18-19 Ekim, Muğla, s.393-410, 2012.
McClanahan, William, (2014). “Green and Grey: WaterJustice, Privatization,
and Resistance” Online Theses and Dissertations. Paper 201. http://encompass.
eku.edu/cgi/viewcontent.cgi? article=1199&context=etd, (09.02.2017).
McGregor, Judy, Human Rights and Water, Creative Commons Attribution,
Auckland, Aotearoa New Zealand, 2012.
Parmionova,The United Nations Observances (2011), “The Human Right
to Water and Sanitation Milestones”, http://parmionova.blogspot.com.
tr/2011/10/human-right-to-water-and-sanitation.html, (16.02.2017).
Perman, Matt (2009), “The Difference Between Negative Rights and Positive
Rights”, https://www.whatsbestnext.com/2009/01/the-difference-betweennegative-rights-andpositive-rights/, (11.02.2017).
Politik & Unterricht, Menschenrechte Unveräu ßerlich – universell – unteilbar,
Landeszentralefürpolitische Bildung Baden-Württemberg (LpB), 2014.
Tepe, Harun, “Sosyal Haklar ve İnsan Hakları: Sosyal ve Ekonomik Haklar
Olmadan İnsan Hakları Korunabilir mi?”, Uluslararası Sosyal Haklar
Sempozyumu, 22-23 Ekim 2009 Antalya, Bildiriler Kitabı, Belediye İş Sendikası
Yayınları: 97-104, 2009.
Topçu, Erol, “Bir İnsan Hakkı Olarak Su Hakkı, İnsan Hakları Yıllığı”, Cilt 26, s.
15-40, 2008.
Turhan, Aydın, “İnsan Hakkı Kuşaklar Arasındaki Tamamlaycılık İlişkisi”, İnönü
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 4 (2): 357-378, 2013.
UNDESA (2014), “International Decade for Action “Water for Life”, http://www.
un.org/ waterforlifedecade/human_right_to_water.shtml, (11.02.2017).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
59
İnsan Haklarının Bir Bileşeni Olarak Su Hakkı
Prof. Dr. Selim KILIÇ, Dr. Öğr. Üyesi Abdullah KARATAŞ
UNICEF/WHO (2015), “25 YearsProgress on SanitationandDrinking
Water-2015 Update and MDG Asssessment”, http://apps.who.int/iris/
bitstream/10665/177752/1/9789241509145_ eng. pdf?ua=1, (12.01.2017).
UN General Assembly (2010), “Resolutionadoptedbythe General Assembly
on 28 July 2010”, Sixty-fourthsessionAgendaitem 48, http://www.un.org/es/
comun/docs/?symbol=A/RES/64/ 292&lang=E, (02.02.2017).
UN-The Millennium Development Goals Report (2015), “Time For Global
Action For People and Planet”, http://www.un.org/millenniumgoals/2015_
MDG_Report/pdf/MDG% 202015 %20rev%20(July%201).pdf, (17.01.2017).
UN Press Release (2003), “International Year of Freshwater 2003: UN
International Year of Freshwaterto Galvanize Action on Critical WaterProblems”,
http://www.un.org/events/water/ launchrelease.pdf, (20.01.2017).
UN-Economic and Social Council (2002), “General Comment No. 15- The
Right to Water”, http://www2.ohchr.org/english/issues/water/docs/CESCR_
GC_15.pdf, (26.01.2017).
UNDP-Human Development Report, “Beyond Scarcity: Power, Poverty and
the Global Water Crisis”, Published for the United Nations Development
Programme (UNDP), New York, USA, 2006.
Ünal, Şeref, “İnsan Haklarının Tarihi, Felsefi ve Hukuki Temelleri”, Ankara
Barosu Dergisi, 1994/1, s.41-74, 1994.
WWAP-United Nations World Water Assessment Programme, The United
Nations World Water Development Report 2016: Water and Jobs, Paris,
UNESCO, 2016.
Yılmaz, Aslı, “Yeni Sağcı Su Politikası Kavramları: fiyatlandırma, su hakkı,
özerklik-katılım”, Memleket Dergisi, Siyaset Yönetim, 4 (10): 1-32, 2009.
Yüksel, Mehmet, “İnsan Haklarının Sosyo-Tarihsel Temelleri”, İnsan Hakları
Yıllığı, C: 25, s.1-19, 2007.
60
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
TANIKLIK BEYANININ DELİL DEĞERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
HAKKINDA BİR İNCELEME (YARGITAY HUKUK GENEL KURULU’NUN
25.02.2015 TARİHLİ KARARININ DEĞERLENDİRİLMESİ)
A Review About the Evaluation of the Witness Statement (Evaluation of Law
of the General Assembly of The Supreme Court Decision Dated 25.02.2015)
Doç. Dr. Cenk AKİL1, Arş. Gör. Meltem ERCAN ÖZLER2
Geliş Tarihi: 27.01.2017
ÖZET
Çalışmaya konu olan Yargıtay Hukuk
Genel Kurulu kararında, tanık ile taraf
arasında söz konusu olan menfaat
ilişkisinin tanığın beyanının güvenilirliğini
ortadan kaldıracağı ifade edilmiştir. Tanık,
tanığı olduğu olaylara ilişkin bilgilerini
aktarırken aslında hâkimin zihninde
olayı yeniden canlandırmakta ve olaya
ilişkin bir kanaate ulaşmasına zemin
hazırlamaktadır. Aksi yönde ciddi ve
inandırıcı deliller ortaya konulmadıkça
tanığın doğru söylediği kabul edilmektedir.
Tanığın beyanının güvenilirliğinden kuşku
duyulmasını gerektirecek bir husus var
ise, taraflara bunu iddia ve ispat etme
imkânı tanınmalı, hâkim de bu durumu göz
önünde bulundurmalıdır. Bu açıdan tanığın
davanın taraflarıyla iş ilişkisi içerisinde
bulunması beyanının geçersizliği sonucunu
doğurmamalıdır. Bir yandan tanık beyanının
hukuk hayatında arz ettiği önem ve aynı
işyerinde çalışmanın tanıklık bakımından
kanuni bir engel sayılmaması, diğer yandan
aksi yönde ciddi ve inandırıcı deliller
olmadıkça tanığın doğruyu söylediğinin
kabulü, çalışmanın konusunu teşkil eden
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararının
bu hususlar çerçevesinde incelenmesini
gerekli kılmıştır.
Kabul Tarihi: 21.02.2018
ABSTRACT
The study is related to the evaluation of
the General Assembly of the Supreme Court
desicion which is about the witness of one
of the parties made in the case of a business
relationship. The witness actually reenact the
event in the mind of the judge regarding the
events when transferring information and the
judge will provide the basis for reaching a conclusion regarding the incident. In this context
that is accepted that, unless there is another
evidence to the contrary, the witnesses being
told the truth and also only a business relationship does not make the witness statement
invalid. However, at this point the testimony
of the witness is enough to raise doubt as to
where the relationship is located, in that case,
both parties to prove this claim and both judges considering these elements has authority
to make the assessment. For this reason, the
significance of the evidence and a witness that
can be used in practical life and by lawing there
is the lack of limitation about business relationship and also unlike both the serious and the
adoption of the witness telling the truth unless
there is convincing evidence necessitated reassessing the decision within the framework of
the examination.
Keywords: The value of witness
Anahtar
Kelimeler:
Tanıklık
beyanının değeri, gerçeği söyleme, iş statement, declare real, categorical distinction,
partnership
arkadaşlığı
1
2
Uluslararası Antalya Üniversitesi, akilcenk@hotmail.com
Selçuk Üniversitesi, meltem.ercan@hotmail.com
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
61
Tanıklık Beyanının Delil Değerinin Değerlendirilmesi Hakkında Bir İnceleme (Yargıtay Hukuk
Genel Kurulu’nun 25.02.2015 Tarihli Kararının Değerlendirilmesi)
Doç. Dr. Cenk AKİL, Arş. Gör. Meltem ERCAN ÖZLER
GİRİŞ
Tanık beyanı sıklıkla başvurulan bir delil olması nedeniyle uygulamada
önemli bir yere sahiptir. Takdiri deliller arasında yer alan tanıklık, üçüncü
kişinin dava ile ilgili bir vakıa hakkında duyu organları ile edindiği bilgileri
mahkemeye aktarmasıdır3. Delil niteliği taşıyan tanığın kendisi değil; onun
beyanıdır4. Bu beyanın davayı aydınlatabilmesi için gerçekleşen olay hakkında
detaylı bilgi vermesi gerekir. Bu nedenle tanığın görsel yolla edindiği bilgilere,
yani bu yöndeki tanıklığına, işitsel tanıklığına oranla daha fazla önem verilmesi
gerektiği ifade edilmiştir5. Tanık delili uyuşmazlığa ne kadar yakın olursa –ki bu
yakınlık delilin ispat etmek istediği vakıa ile arasında söz konusu olan fiziksel
ve zaman bakımından bir yakınlıktır6- tanığın olaylara ilişkin ifadesi daha
ayrıntılı ve böylece verdiği bilgilerin doğruluğu ve güvenilirliği de o oranda
daha yüksek olacaktır7.
3
4
5
6
7
62
Tanrıver, Süha, Medeni Usul Hukuku, C.1, Temel Kavramlar ve İlk Derece Yargılaması, Ankara
2016, s.869; Arslan, Ramazan/ Yılmaz, Ejder/ Taşpınar-Ayvaz, Sema, Medeni Usul Hukuku,
2. B., Ankara 2016, s.433; Atalay, Oğuz, Pekcanıtez Usul, Medeni Usul Hukuku, C.II, İstanbul
2017, s.1739; Kuru, Baki, İstinaf Sistemine Göre Yazılmış Medeni Usul Hukuku, İstanbul
2016, s.399; Ertanhan, Mesut, Medeni Yargılama Hukukunda Tanık ve Tanıklık, Ankara
2005, s.48; Üstündağ, Saim, Medeni Yargılama Hukuku, C.I-II, 7.B., İstanbul 2000, s.729;
Ansay, Sabri Şakir, Hukuk Yargılama Usulleri, 7. B., Ankara 1960, s.266; Bilge, Necip/ Önen,
Ergun, Medeni Usul Hukuku Dersleri, 3. B., Ankara 1978, s.524; Postacıoğlu, İlhan E./ Altay,
Sümer, Medeni Usul Hukuku Dersleri, İstanbul 2015, s.712; Kuru, Baki, Hukuk Muhakemeleri
Usulü, 6. B., C.3, İstanbul 2001, s.2567; Karafakih, İsmail Hakkı, Hukuk Muhakemeleri Usulü
Esasları, Ankara 1952, s.198; Ergül, Teoman, Şahit ve Şahitlik, AD 1964, Y.55, S.1-12, (s.
1018-1032), s.1019; Duman, İlker Hasan, Tanık, AD 1984, S.4-6, (s. 978-988), s.978; Eğilmez,
Namık Kemal, Şahadet ve Şahidin Psikolojisi, ABD 1955, S.1, (s. 396-403), s.397; Belgesay,
Mustafa Reşit, Hukuk ve Ceza Usulü Muhakemesinde Deliller, İstanbul 1940, s.100; Yılmaz,
Ejder, Hukuk Muhakemeleri Kanunu Şerhi, Ankara 2012, s.1141.
Tanrıver, s.869.
Tanrıver, s.879. Başkasından duyulan tanık beyanlarının genellikle daha zayıf delil olduğu
kabul edilmektedir (Bilge/ Önen, s.523; Berkin, s.831; Belgesay – Teori, s.94; Postacıoğlu/
Altay, s.733). Tanığın mutlaka olayı gören ya da bilen bir kişi olması da şart değildir. Ancak
gören, duyan kişiye nazaran aktaran kişinin beyanının ispat gücü ona göre daha az kabul
edilecektir (Atalay, Pekcanıtez Usul, s.1910-1911). Alman medeni usul ve iş yargılamasında
duyduğunu aktaran tanığın ifadesi ispat aracı olarak kabul edilmemektedir (Meriç, Nedim,
Türk ve Alman Hukukunda Tanık İfadesinin Değerlendirilmesi, MİHDER, 2005/1, (s.89-121),
s. 111, dn.32).
Ertanhan, s.276.
Ertanhan, s.276. Tanıklık beyanı, tanığın tanıklık ettiği olayı bilinçli ya da bilinçsiz olarak her
zaman tam olarak aktaramamasından dolayı takdiri bir delil niteliği taşımaktadır. Alman ve
Türk hukukunda tanıklık beyanı bilinçli ya da bilinçsiz ifade edilmiş olmasına göre farklı iki
kritere bağlanmıştır. Alman hukukunda bu durum, tanığın tanık olduğu olayları idrakı ve
mahkemeye aktarabilmesi olarak ifade edilmektedir. Türk hukukunda ise tanığın maddi ve
manevi etkiler yani parasal menfaat, sempati ve nefret gibi hislerin etkisi altında kalarak
ya da tanığın taraflardan birinin aile bireyi ya da arkadaşı olarak beyanını aktarması
halinde bilinçli; tanığın bir zaman sonra olayı unutması, eksik hatırlaması ya da abartarak
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
A Review About the Evaluation of the Witness Statement (Evaluation of Law of the General
Assembly of The Supreme Court Decision Dated 25.02.2015)
Assoc. Prof. Dr. Cenk AKİL, Res. Asst. Meltem ERCAN ÖZLER
Diğer yandan tanığın hâkimi yanıltmadan duyu organları8 ile edindiği
bilgileri gerçeğe en yakın şekilde aktarabilmesi için, dikkatli, anlama gücü
sağlam9, beyanına güvenilir, iyi ahlâklı, samimi ve dürüst bir kişiliğe sahip
olması10 gerekir. Gerçeğin ortaya çıkarılması için tanığın ifadesini tam ve doğru
olarak aktarması, olaya ilişkin bilgilerine kendinden bir şey eklememesi ve
sorulan soruları cevaplandırabilmesi şarttır11. Tanık beyanı değerlendirilirken,
tanığın ifadesi sırasındaki görünümü, olayları tasvir tarzı ve olaylara ilişkin
duyguları, beyanının güvenilirliğinden şüpheyi gerektiren bir durumun olup
olmadığı ve diğer delillerin12 göz önünde bulundurulması gerekir13. Zikredilen
tüm bu zayıflıklarına rağmen tanık beyanı önemli bir takdiri delildir ve bu delile
HMK’da geniş bir yer verilmiştir14. Aşağıda öncelikle Yargıtay Hukuk Genel
Kurulu kararına temel teşkil eden olaya ve buna ilişkin mahkeme kararlarına;
daha sonra tanık beyanının delil olarak değerine ilişkin öğretideki görüşlere ve
en sonunda kişisel görüşlerimize yer verilecektir.
I. DAVANIN ÖZETİ
Davacı dava dilekçesinde özetle; iş sözleşmesinin tazminat ödenerek
feshedildiğini, ancak kıdem tazminatının eksik ödendiğini, ödenmeyen işçi
alacakları olduğunu, tatiller de dâhil ara dinlenmelerinde de çalıştırıldığını, izin
hakkının kullandırılmadığını belirterek, kıdem tazminatı ile yıllık ücretli izin,
fazla mesai ve tatil çalışmaları karşılığı ücret alacaklarının davalı işverenden
tahsiline karar verilmesini istemiştir.
8
9
10
11
12
13
14
yeni öğeler eklemesi durumunda ise bilinçsiz olarak beyanını ifade etmesi söz konusu
olmaktadır. Yargıtay da bazı davalar bakımından tanıkların menfaatlerinin bulunduğu ve
bunların tanıklıklarının hükme esas alınamayacağı görüşündedir (HGK 19.03.1997, 8/855218 (Meriç, s.95, dn.39)).
Tanıklar duyu organlarıyla, örneğin gözleri veya kulakları ile edindikleri bilgileri aktarırlar.
Yoksa bir olayın mânâ ve değeri hakkındaki fikirlerini açıklamazlar (Bilge/ Önen, s.523;
Ansay, s.268).
Yargıtay da tanıklık ettiği olayı idrak ve anlama yeteneği bulunmayan kişinin tanık olarak
dinlenmemesi gerektiği görüşündedir. (8.HD., 17.11.1997, E. 97/696, K. 97/7333 (Meriç,
s.91, dn.12). Alman hukukunda tanıklık beyanının değerlendirilebilmesi için öncelikle bu
beyanın delil olarak mahkeme tarafından kabul edilmiş olması gerekir (Meriç, s.91).
Tanrıver, s.869; Eğilmez, s.398; Ertanhan, s.350 vd.; Gözübüyük, Abdullah Bulat, Adli
Psikoloji Yönünden Tanık, AD 1948, S.5, (s.545-586), s.545; Belgesay – Delil, s.100. Ahlâk,
din, şeref ve namus gibi manevi yönleri zayıf olan kişilerin, bilerek gerçeğe aykırı tanıklık
yapmaları mümkündür (Kuru, s.399).
Ansay, s. 267; Meriç, s.94.
Fakat önceden delil ikamesi mümkün değilse, tanıklık beyanına dayanılarak karar
verilmesinden başka çare de yoktur (Berkin, Necmettin, Medeni Usul Hukuku Rehberi,
İstanbul 1982, s.831).
Belgesay – Delil, s.100; Ansay, s.267.
“Yargıç kendi ruhu ile doğrudan tanığın ruhunu seyir ve keşif eyleseydi bu beyana bel
bağlanabilirdi” ifadesi ile de aslında tanık beyanının soyutluğu ve hükme esas alınabilmesi
noktasındaki zayıflığı ortaya konulmaktadır (Ansay, s.266-267).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
63
Tanıklık Beyanının Delil Değerinin Değerlendirilmesi Hakkında Bir İnceleme (Yargıtay Hukuk
Genel Kurulu’nun 25.02.2015 Tarihli Kararının Değerlendirilmesi)
Doç. Dr. Cenk AKİL, Arş. Gör. Meltem ERCAN ÖZLER
Davalı ise, bir yandan zamanaşımı itirazında bulunmuş; diğer yandan, dava
konusu edilen tazminatların ödendiğini, davacının herhangi bir alacağının
kalmadığını ileri sürmüştür.
II. İLK DERECE MAHKEMESİNİN 10.09.2012 TARİHLİ KARARI
Davaya bakan Şanlıurfa 1. İş Mahkemesi yapmış olduğu yargılama
sonucunda bilirkişi tarafından tanzim edilen hesap raporuna itibar ederek,
davacının iş sözleşmesinin haksız yere feshedildiğini, ödenmeyen işçilik
alacakları bulunduğunu tespit ederek davanın kısmen kabulü ile davalıyı
bakiye kıdem tazminatı ile yıllık ücretli izin ve tatil ücreti alacağına mahkûm
etmiş, fazlaya ilişkin talebi ise reddetmiştir15.
III. YARGITAY 9. HUKUK DAİRESİ’NİN 12.11.2012 TARİHLİ KARARI
Temyiz başvurusu üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 9. Hukuk Dairesi
istikrar kazanmış içtihatları gerekçe göstererek, davalı aleyhine dava açan
işçilerin tanık olarak dinlenmesi durumunda tanıklıklarına kural olarak itibar
edilmemesi, bu tanıkların beyanlarının diğer yan delillerle değerlendirilerek
sonuca gidilmesi ve kendileri de davalı aleyhine dava açmış olan işçilerin tanık
olarak dinlenmesi halinde onların beyanlarına kural olarak itibar edilmemesi
gerektiğini; kaldı ki, davacının tüm hafta tatillerinde çalıştığına dair soyut tanık
anlatımları dışında delil bulunmadığı ifade edilerek ilk derece mahkemesi
kararı bozulmuştur16.
IV. YARGITAY HUKUK GENEL KURULU’NUN 25.02.2015 TARİHLİ KARARI
İlk derece mahkemesinin bozma kararına karşı direnmesi üzerine dosya
önüne gelen Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ise yapmış olduğu inceleme
neticesinde vermiş olduğu kararında17; gerek 1086 sayılı mülga Hukuk Usulü
Muhakemeleri Kanunu’nun 254. maddesi gerekse 01.10.2011 tarihinde
yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 255. maddesi
uyarınca aksi yönde ciddi ve inandırıcı delil ve olaylar bulunmadıkça tanıkların
gerçeği söylemiş olduğu; akrabalık veya diğer bir yakınlığın başlı başına tanık
beyanını değerden düşüren bir sebep sayılamayacağı; bununla birlikte, işveren
aleyhine dava açan işçilerin bir diğerinin davasında tanık olarak dinlenmesi
halinde, tanıkların açıklamalarına kural olarak itibar edilmemesi ve bunların
diğer yan delillerle birlikte değerlendirilerek sonuca gidilmesi gerektiği ifade
edilmiştir.
Ayrıca somut olaya ilişkin Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca, hükme esas
alınan bilirkişi raporunda hafta tatil ücret alacağı hesaplanırken, davacı tanık
anlatımlarının delil olarak değerlendirilmesine rağmen davacı tanığı olarak
15
16
17
64
Bkz. 10.09.2012 gün ve 2012/198 E., 2012/666 K. sayılı karar.
Bkz. 12.11.2012 gün ve 2012/33879 E., 2012/37327 K. sayılı ilâm.
Bkz. 25.02.2015 gün ve 2013/1462 E., 2015/869 K.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
A Review About the Evaluation of the Witness Statement (Evaluation of Law of the General
Assembly of The Supreme Court Decision Dated 25.02.2015)
Assoc. Prof. Dr. Cenk AKİL, Res. Asst. Meltem ERCAN ÖZLER
dinlenen işçilerin de aynı şekilde davalı işveren aleyhine aynı iddialar ile
dava açan kişiler olması ve davacının hafta tatillerinde çalıştığına dair soyut
tanık anlatımları dışında delilin de bulunmadığı tespit edilmiştir. Bu durumda
sonuç olarak, diğer yan delillerle desteklenmeyen ve aynı işveren aleyhine
aynı iddialara dayalı açtıkları davalar nedeniyle menfaat birliği bulunan davacı
tanıklarının beyanlarının hafta tatilinde çalışma iddiası yönünden hükme esas
alınması mümkün olmamış; diğer bir ifade ile davacı dinlettiği tanıklarla hafta
tatillerinde çalıştığı iddiasını ispat edemediğinden davacının hafta tatili ücret
alacağı isteminin reddi yerine, yazılı gerekçelerle kabul edilmesi isabetsiz
bulunmuştur. Bu nedenle özel dairenin bozma kararına uyulması gerekirken,
önceki kararda direnilmesi Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca usul ve yasaya
aykırı görülmüştür.
V. TANIKLIK BEYANININ DELİL DEĞERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİNE İLİŞKİN
OLARAK DOKTRİNDE İLERİ SÜRÜLEN GÖRÜŞLER
Tanıkların takdirî delil niteliği taşıyan beyanları, yargılamanın
aydınlanmasına ve gerçeğin ortaya çıkmasına hizmet eder. Hâkim tanık
delilini, serbestçe değerlendirme ilkesine tabi olarak ve tanığın beyanlarından
olayların nerede, nasıl ve ne zaman gerçekleştiğini ortaya koyarak incelemeye
çalışır18. Bu değerlendirmesi sırasında hâkim son derece dikkatli davranmalı
ve tanık beyanlarına değer atfederken azamî özen göstermelidir. Çünkü
tanık beyanının değerlendirilmesinde hem çok fazla faktörün göz önünde
bulundurulması hem de tanığın olay hakkında verdiği bilgilerin hâkime
aynen değil, tanığın algılama kabiliyetine göre şekil değiştirerek ulaşması19
mahkemenin yanıltılmasına yol açabilir20. Bu nedenle, hâkim, tanık beyanını
salt hukuki bir bakış açısı ile değil, sosyolojik ve psikolojik bazı incelemeleri
de dikkate alarak değerlendirmelidir, bu hususta ona mantığın ve bilimsel
düşüncenin ilkeleri yardımcı olacaktır21. Başka bir deyişle, hâkimin bilgisi, kişisel
deneyim ve gözlemleri, hayat tecrübesi, aklı ve algılama gücü ona tanığın
güvenilirliğini tespit edebilme ve tanık beyanlarının gerçeğe uygunluğunu
18
19
20
21
Ertanhan, s.275; Postacıoğlu/ Altay, s.732.
Bunlar tanıklığın en fena delil olarak nitelendirilmesine sebep olmuştur. Bkz. Karafakih,
s.209; Üstündağ, s.739.
Tanrıver, s.879; Üstündağ, s.739.
Ertanhan, s.277. Delillerin değerlendirilmesinin adli bir karar verilmesi yönündeki amacını
gerçekleştirmek, bunun hukuk dışı boyutlarının da olması nedeniyle, bir hayli zorlaşmaktadır
(Yıldırım, Kamil M., Medeni Usul Hukukunda Delillerin Değerlendirilmesi, İstanbul 1990,
s.1).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
65
Tanıklık Beyanının Delil Değerinin Değerlendirilmesi Hakkında Bir İnceleme (Yargıtay Hukuk
Genel Kurulu’nun 25.02.2015 Tarihli Kararının Değerlendirilmesi)
Doç. Dr. Cenk AKİL, Arş. Gör. Meltem ERCAN ÖZLER
takdir edebilme22 imkânı verecektir23. Gerektiğinde hâkim tanık beyanlarını
birbirleri ile karşılaştırır, tanıkları yüzleştirir ve çelişkili hususları gidermek için
tanığa soru sorabilir (HMK m.261, 3)24.
Tanık beyanı değerlendirilirken tanığın olaya ilişkin (kişisel) bilgisinin
yanında tanığın kişisel özellikleri de nazara alınır. Nitekim HMK m. 254 uyarınca,
dinlenme sırasında önce tanıktan adı, soyadı, doğum tarihi, mesleği, adresi,
taraflarla akrabalığının veya başka bir yakınlığının bulunup bulunmadığı,
tanıklığına güveni etkileyecek bir durumunun olup olmadığı sorulur.
HMK m. 255 uyarınca da, tanığın davada yararı bulunmak gibi25, tanıklığının
doğruluğu konusunda kuşku gerektiren sebepler varsa26, bunu iki taraftan
biri iddia ve ispat edebilir. Bu hükümler birlikte ele alındığında, tanık beyanı
değerlendirilirken tanığın inanılırlığı ve güvenilirliği ile ilgili her hususun hâkim
tarafından göz önünde bulundurulacağını ortaya koymaktadır27. Tanıklığın
doğruluğundan şüpheyi gerektiren durumlar çok çeşitli olabilir. Söz gelimi,
tanığın kimliği, ahlâkı, yaşı, karakteri, terbiyesi, tahsili ve mesleği, olaylara
yakınlık ve uzaklığı, olayları anlatma kabiliyeti, geçmiş halleri, hastalık ve
yorgunluğu, ifadesi sırasındaki tavrı, jest ve mimikleri (ki beden dili de
dikkate alınması gereken önemli bir husustur28), sıkılganlığı, dikkatsizliği,
yaşadığı hayat koşulları, davayla ve davanın tarafları ile arasındaki maddi
ya da manevi menfaati, politik, dini ya da millî düşünce farklılıkları, hırs ve
22
23
24
25
26
27
28
66
Çünkü, Alman hukukunda olduğu gibi, Türk hukukunda da delillerin değerlendirilmesi ile
takdir hakkı farklı kavramlardır (Yıldırım, s.86; Tanrıver, s.407, dn.411). Hâkim her ne kadar
tanık delili ile bağlı olmasa da bu yetkiyi keyfi ve sınırsız olarak kullanamaz. Keyfiliğin önüne
geçilebilmesi için değerlendirmesini gerekçelendirmelidir (Atalay, Pekcanıtez Usul, s.1910).
Takdir hakkının kullanılması dava konusu vakıaya ilişkindir ama bu yetki ile vakıa takdir
edilmez; vakıa sonucu ile talep sonucu arasında kanunun öngördüğü sınırlar dahilinde bir
denge kurulur. Takdir hakkı, soyut ve genel nitelik taşıyan maddi hukuk kuralının, somut
olaya uygulanmasında önem taşır. Delillerin değerlendirilmesi ise, vakıanın gerçekliğine
ilişkindir. Delillerin değerlendirilmesi, delillerin toplanmasından sonra hâkim tarafından
delillerin tartışılması ve somut olayın değerlendirilmesi noktasında önem taşır. Yani takdir
hakkından farklı olarak hukuk kuralının uygulanmasından önceki safhada söz konusu
olur. Delillerin değerlendirilmesi hâkimin delilleri istediği gibi takdir edeceği anlamına
da gelmemektedir. Hâkim mantık ve hukuki gerekçelere riayet ederek değerlendirmesini
yapmalıdır. Zira delillerin değerlendirilmesi soyut hukuk kuralının uygulanması ile değil
somut olayın tespiti ile ilgilidir (Tanrıver, s.407-408, dn.411).
Ertanhan, s.275; Berkin, s.831.
Yıldırım, s.83; Postacıoğlu/ Altay, s.733.
Tanığın davada yararının bulunması, tanığın tanıklığına itiraz edilebilmesine sebep
olduğundan, bu durum maddi veya manevi bir bağa dayanabileceği gibi diğer kişisel,
mesleki veya hukukî bir çıkara da menfaatten de kaynaklanabilir (Ertanhan, s.309).
“Tanıklığının doğruluğu konusunda kuşku gerektiren sebepler”, tanığın inanılırlık ve
güvenilirliğinden kuşku duyulan sebepler olarak anlaşılmalıdır (Ertanhan, s.289).
Ertanhan, s.289.
Tanrıver, s.879.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
A Review About the Evaluation of the Witness Statement (Evaluation of Law of the General
Assembly of The Supreme Court Decision Dated 25.02.2015)
Assoc. Prof. Dr. Cenk AKİL, Res. Asst. Meltem ERCAN ÖZLER
talepleri, heyecanları, gönül ilişkileri, borç ilişkileri, miras ve boşanma davaları
neticesinde doğan çıkarları, vakıayı anlamaya engel öfke, kin gibi duygularının
ya da bir kişiye karşı duyulan sempati ya da antipati hisleri gibi29. Taraflarla
ilişkisi olan tanığın beyanına bu nispette değer verilmelidir. Çünkü taraflarla
hiçbir ilişkisi olmayan ve davanın kazanılmasında menfaati bulunmayan
tanığın beyanı ile dava sonucunda verilecek hükümden menfaati etkilenecek
olan tanığın güvenilirliğinin aynı olduğu söylenemez30.
Bununla birlikte, salt akrabalık ya da yakınlık ilişkisi tanık beyanının
dikkate alınmamasını gerektirmez31. Hâkim, tanığın sözlerinin bu ilişkilerden
dolayı ne derece etkilendiğini yukarıda zikredilen hususları dikkate alarak
yaptığı inceleme neticesinde anlayabilir32. Bu cümleden olarak, hâkim tanığın
beyanını dikkatlice değerlendirmeli; varsa çelişkileri gidermeli ve bir tanığın
beyanına diğerine göre üstünlük tanıyorsa ya da tanık beyanını kararına hiç
temel almıyorsa buna ilişkin gerekçelere kararında mutlaka yer vermelidir33.
29
30
31
32
33
Bilge/ Önen, s.523; Meriç, s.113; Ertanhan, s.290; Atalay, Pekcanıtez Usul, s.1910.
Belgesay, Reşit Mustafa, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu Şerhi, İkinci Tabı, C.II, İstanbul
1939, s.100; Ertanhan, s.308. Tanığın ifadesinin başka deliller ile desteklenmeden hükme
esas tutulması ve tanığın taraflardan birinin davayı kazanmasında önemli bir menfaatinin
olması, bu hükmün kaldırılmasını/bozulmasını gerektirebilir (Umar, Bilge, Hukuk
Muhakemeleri Kanunu Şerhi, 2.B., Ankara 2014, s.780).
Karslı, Abdurrahim, Medeni Muhakeme Hukuku, 3. B., İstanbul 2012, s.627-628; Ertanhan,
s.311; Meriç, s.113; Postacıoğlu/ Altay, s.734; Kuru, s.408; Kuru – C.3, s.2216; Umar, s.780;
Alangoya, Yavuz/ Yıldırım, Kamil/ Deren-Yıldırım, Nevhis, Medeni Usul Hukuku Esasları, 7.
B., İstanbul 2009, s.357; Atalay, Pekcanıtez Usul, s.1887, 1910-1911; Görgün, Şanal, Medeni
Usul Hukuku, 4. B., Ankara 2015, s.366; Tanrıver, s.879. Karş. Karafakih, s.209. Tanıklığın
değeri, akrabalık, dostluk veya düşmanlık, davanın sonucunda bir menfaatin sağlanması,
tanığa dinlenilmesi sırasında telkin ya da yönlendirme ile soru sorulması ya da tanığın etki
altında bırakılmaya çalışılması hallerinde azalır (Ansay, s.267). Ancak tanığın taraflarla iş
ilişkisi ya da hısımlık bağı içerisinde bulunması ve tanıklık edebilmesi adil değildir. Dürüst
hayat sürmediği herkesçe bilinen ya da aralarında hısımlık veya iş ilişkisi olan, kendisine
maddi veya manevi olarak bir menfaat sağlayan, karı-koca, yakın akraba veya arkadaşlık gibi
ilişkileri bulunan kimselerin tanıklıklarına itibar edilmemelidir. Aynı şekilde öğrenci, asker
gibi aynı üste tâbi ya da belli bir gruba mensup dayanışma içindeki kimselerin birbirlerinin
leh veya aleyhlerine doğruyu söylemeleri beklenemeyeceğinden bu kişilerin tanıklık
beyanlarına da güvenilmemelidir (Belgesay – Şerh C.II, s.74-75; Belgesay, Reşit Mustafa,
Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu Şerhi, Teoriler I, 3. B., İstanbul 1948, s.113). Birinin
diğerinin nüfuzu altında olması, tanığın yüz kızartıcı bir suçtan mahkûm edilmiş bulunması
ya da tanığın var olan bir ilişki nedeniyle şüphe altında olması hallerinde de durum böyledir
(Karafakih, s.210). Taraflardan her biri de kendileri ile tanık arasında var olan alacaklı veya
borçlu ilişkisinin tanığın menfaatini etkilediğini ve bu nedenle tanığın sözlerine itibar
edilemeyeceğini gerekçe göstererek tanığın beyanının aksini iddia ve ispat edebilirler
(Belgesay - Şerh C.II, s.101; Belgesay - Teoriler, s.115).
Tanık beyanına, tanığın ancak baskı ve abartıdan uzak bir şekilde, olayları olduğu gibi
aktarması halinde sonuç bağlanabilir (Ansay, s.267).
Postacıoğlu/ Altay, s.734; Atalay, Pekcanıtez Usul, s.1910; Bilge/ Önen, s. 523, dn. 3; Görgün,
s.366.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
67
Tanıklık Beyanının Delil Değerinin Değerlendirilmesi Hakkında Bir İnceleme (Yargıtay Hukuk
Genel Kurulu’nun 25.02.2015 Tarihli Kararının Değerlendirilmesi)
Doç. Dr. Cenk AKİL, Arş. Gör. Meltem ERCAN ÖZLER
Yargıtay’a göre de, deliller tarafın özelliği, ülke gerçekleri ve bazı hallerde
tarafların özel durumları dikkate alınarak değerlendirilmelidir34.
Tanık beyanının isabetinin değerlendirilmesi kapsamında taraflar da tanık
hakkında edindikleri bilgileri hâkime sunabilirler.
Hâkim, bütün bu hususları nazara alarak yaptığı inceleme neticesinde
tanığın beyanıyla bağlı değildir; onun doğru söylemediğini başka delil ve
emarelerden anlarsa tanığın beyanının aksine de karar verebilir35. Ancak
sadece vicdani kanaatle karar verilmesi veya tanık sözlerine inanılmaması
yeterli değildir36; her tanığın beyanına neden itibar edilip edilmediği gerekçeli
bir şekilde ortaya konulmalıdır37.
VI. GÖRÜŞÜMÜZ
Kanımızca Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararı her şeyden önce iki
bakımdan eleştiriye açıktır. Evvela kararda aksi yönde ciddi ve inandırıcı
deliller bulunmadıkça tanıkların gerçeği söylemiş olmalarının asıl olduğu ifade
edilmiştir. Uygulamada tanıklar dinlenirken yeterli özenin gösterilmediği,
tanıklara somut olayı yeterince aydınlatacak soruların sorulmadığı ve genellikle
tanıkların soyut beyanlarının esas alındığı gözlemlenmektedir. Bu durum,
Yargıtay’ın tanıkların gerçeği söylemiş olmalarını ilke olarak benimseyen
içtihatlarıyla birleşince mahkemeler tanık beyanıyla adeta kendilerini bağlı
hissetmeye başlamışlardır. Bu ise, sonuç itibarıyla, doktrinde haklı olarak en
az güvenilir (çürük) bir delil olarak nitelenen tanık beyanını38 uygulamada
34
35
36
37
38
68
Kararlar için bkz. Yıldırım, s.140, dn.241a.
Bilge/ Önen, s. 523.
Ertanhan, s.279. Hâkimin tanık ifadelerini serbestçe takdir ederek vicdani bir kanaat
oluşturması yeterli olmayıp, hükümde bir tanığın ifadesinin neden kabul edilip edilmediğinin
de belirtilmesi gerekir (Arslan/ Yılmaz/ Taşpınar Ayvaz, s.439; Kuru, s. 408; Meriç, s.104,
dn.90).
Ertanhan, s.392-393; Yıldırım, s.81-82; Postacıoğlu/ Altay, s.734; Meriç, s.102-103. “Delillerin
serbestçe takdir edilmesi”, hukuk kuralının uygulanmasından önceki safhada gerçekleşen ve
hakkında hüküm verilecek olaya ilişkin olan yargılama hukukuna özgü bir meseledir. Buna
karşın, TMK m.4 anlamındaki takdir yetkisi ise, maddî hukukta uygulanabilecek bir hukuk
kuralının hakkaniyet ve nesafete göre tamamlanmasıdır ve bu maddî hukuka ilişkin bir
problemdir (Edis, Seyfettin, Medenî Hukuka Giriş ve Başlangıç Hükümleri, Gözden Geçirilmiş
3.B., Ankara 1987). Maddî takdir yetkisine göre daha geniş bir etki alanına sahip olan usulî
takdir yetkisi ise, yargılama faaliyetinin düzenli olarak yürütülebilmesi için bırakılan kural içi
boşlukları doldurmak ve somut uyuşmazlıklar bakımından usul ekonomisi ilkesinin en üst
düzeyde uygulanmasını sağlamak için hâkime tanınmış olan bir yetkidir. (Ermenek, İbrahim,
Medenî Usul Hukukunda Davaların Birleştirilmesi ve Ayrılması, Ankara 2014, s.185).
Türk hukuku bakımından bkz. Kuru, s.398; Ansay, s.266; Arslan/ Yılmaz/ Taşpınar - Ayvaz,
s.431; Postacıoğlu/ Altay, s.733; Üstündağ, s.729; Belgesay – Delil, s.104; Alangoya/
Yıldırım/ Deren-Yıldırım, s.355; Atalay, Pekcanıtez Usul, s.1887; Karslı, s.622; Yıldırım,
s.30 vd.; Eğilmez, s.399. Belirtmek gerekir ki, aynı şey Alman hukuk doktrininde de ileri
sürülmektedir (Bkz. Meriç, s.89, dn.1’de anılan yazarlar).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
A Review About the Evaluation of the Witness Statement (Evaluation of Law of the General
Assembly of The Supreme Court Decision Dated 25.02.2015)
Assoc. Prof. Dr. Cenk AKİL, Res. Asst. Meltem ERCAN ÖZLER
davanın sonucunu belirleyecek kuvvette bir delil gücüne kavuşturmuş ve haklı
yakınmalara yol açmıştır. Öyle ki, yalan tanık beyanına dayalı olarak karar
verildiğini düşünen taraflar bir yandan kanun yollarına; öte yandan savcılıklara
başvurmak zorunda kalmaktadırlar. Ne var ki, tanık beyanları uygulamada
yeterince somutlaştırılmadan tutanağa geçirildiğinden bu yollardan da
genellikle bir sonuç alınamamaktadır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararının eleştiriye açık bir diğer yönü ise
iş davalarında işçi tanıklığının kabul edilemeyeceği yönünde yapmış olduğu
kategorik ayırımdır. Şöyle ki; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu vermiş olduğu pek
çok kararında akrabalığın veya diğer bir yakınlığın başlı başına tanık beyanını
değerden düşürücü bir sebep sayılamayacağını belirtmiştir39. Bu ilkeye göre
söz gelimi, bir kimse dayısını/halasını/teyzesini vs. davada tanık olarak
göstermişse, bu durum dahi onların tanıklığını değerden düşürmeyecektir.
Buna karşılık, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, iş davaları açısından bu prensibe bir
istisna tanımış ve aynı işverene karşı dava açmış davacı-işçilerin tanıklıklarına
itibar edilmemesi gerektiği sonucuna ulaşmıştır40. Aslında Hukuk Genel Kurulu,
tanık olarak gösterilen akrabaya göre, işçilerin (işverene karşı dava açmaları
halinde) dava sonucunda menfaatlerinin doğrudan etkileneceği gerekçesiyle
onların tanıklıklarını reddetmektedir. Ancak bu durum somut olayın özellikleri
dikkate alınarak değerlendirilebilecek bir husustur. Ayrıca kurulun daha baştan
bu yönde kategorik bir ayrım yapmasını haklı gösterecek nitelikte bir gerekçesi
de söz konusu değildir. Tanrıver’in de ifade ettiği gibi taraflardan biri ile yakınlık
ya da akrabalık salt bu nedenle beyanlarının dikkate alınmamasını ve gerçeğe
uygun olmadığı yönünde bir genelleme yapılmasını ve buradan hareketle bir
çözüme ulaşılmasını gerektirmemektedir41. Fakat somut olayın özelliklerine
ve menfaat dengesine göre mantık ve hukuk kuralları çerçevesinde bir
değerlendirme yapılmalı ve tanık beyanının gerçeği yansıtmadığı anlaşılıyorsa
hükme esas alınmamalıdır.
Özellikle işveren fazla mesai yapan işçilerinin hiçbirine bu çalışmanın
karşılığını ödememiş ise işçilerin işverene karşı dava açmaları doğaldır.
Öte yandan, uygulamada işverenler fazla mesai ücreti ödemekten imtina
etmekte iseler, bunu genellikle –diğer işçilerin de bu durumu öğrenip talepte
bulunmalarını önlemek amacıyla- işçilerin tümü bakımından yapmaktadırlar.
Böyle bir durumda da birden fazla işçi, işverene karşı dava açmak ve onlar da
birbirlerini tanık olarak göstermek zorunda kalmaktadırlar. Kaldı ki, fazla mesai
yapılıp yapılmadığını da şüphesiz en iyi bilebilecek durumda olanlar o işyerinde
39
40
41
Bkz. dn.42’deki emsal kararlar.
Meslek, kültür, servet ve sosyal mevkiin tanıklık üzerinde çeşitli yönlerden tesiri vardır,
hâkim bu unsurları göz önünde tutmalıdır (Ergül, s.1028; Eğilmez, s.402).
Tanrıver, s.879.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
69
Tanıklık Beyanının Delil Değerinin Değerlendirilmesi Hakkında Bir İnceleme (Yargıtay Hukuk
Genel Kurulu’nun 25.02.2015 Tarihli Kararının Değerlendirilmesi)
Doç. Dr. Cenk AKİL, Arş. Gör. Meltem ERCAN ÖZLER
çalışan personel, yani işçiler olacaktır. Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
da vermiş olduğu bir kararında “…(İ)şyerinde çalışma düzenini bilmeyen ve
bilmesi mümkün olmayan tanıkların anlatımlarına değer verilemez”42 diyerek
aslında dolaylı olarak bu duruma işaret etmiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun incelememize konu teşkil eden
kararı kanımızca Yargıtay’ın başka bir takım içtihatlarıyla da uyumsuzdur.
Nitekim Yargıtay’ın istikrar kazanmış içtihatlarına göre, aksi yönde ciddi ve
inandırıcı delil ve olaylar bulunmadıkça asıl olan tanıkların gerçeği söylemiş
olmalarıdır43. Asıl olan tanıkların gerçeği söylemiş olmaları ise, iş davalarında
“aksi yönde ciddi ve inandırıcı delil ve olaylar gösterilmeksizin” (peşinen)
işçilerin tanıklıklarına itibar edilmemesinin kabul edilmesi kanımızca kendi
içinde çelişkilidir.
Ancak bu noktada şu hususu özellikle belirtmek isteriz: Aynı işyerinde
çalışan ve işverene karşı dava açan işçilerin birbirlerinin davasında tanık
olarak dinlenebileceğini kabul etmemiz şüphesi hâkimin tanık beyanlarını
değerlendirirken bu hususu dikkate almayacağı anlamına gelmez. Bununla
birlikte, bu durum, bahsi geçen işçilerin tanıklık beyanlarının baştan kategorik
olarak reddini gerektirmez.
Dolayısıyla kanımızca mesele kimin tanık olarak dinlenebileceğinden ziyade
tanığın beyanının neden hükme esas alındığının ya da alınmadığının “tanık
dinlendikten sonra” gerekçesi de gösterilmek suretiyle ortaya konulmasıdır44.
Ancak buradaki gerekçeden kasıt şüphesiz tanıkların –henüz dinlenmedençeşitli kategorilere ayrılarak bazılarının beyanlarına itibar edileceği
bazılarınınkine ise itibar edilemeyeceği olamaz. Aksine mahkeme önce tanığı
dinlemeli ve daha sonra söz konusu tanığın beyanına neden itibar edildiğini
yahut edilmediğini açıklamalıdır.
Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu da bir kararında benzer bir görüşü dile
getirmiştir. Şöyle ki; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun bahsi geçen kararında
hâkimin, tanık ifadelerini takdir ederken, sadece vicdani kanaatin gerekçe
olarak gösterilemeyeceğini, hükümde bir tanığın ifadesinin neden kabul
42
43
44
70
YHGK 2013/22-2384, K. 2015/1510 (legalbank).
2. HD 25.2.2015, 1838702810 (Kuru, s. 408).
Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu başka bir kararında, haklı olarak, hâkimin boşanma
davasında bir tanığın haklı boşanma sebebi sayılabilecek nitelikteki bir beyanının neden
kabul edilmediğinin açıklanmamasını bozma nedeni saymıştır. Bkz. YHGK 20.06.2001, E.
2001/2, K. 538 (legalbank); “Mahkemece şahadeti boşanma hükmüne dayanak yapılan
Naci’nin...kabahatin davalıda olduğunu belirten beyanı neye dayandığı belli olmayan indi
kanaatidir. Dayanağı bilinmeyen tahminden ibaret kalan bir beyan boşanma hükmü için
esas alınamaz, yeterli de sayılamaz...” (HGK 06.03.1968, 2-1722/129, Ertanhan, s.392,
dn.413).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
A Review About the Evaluation of the Witness Statement (Evaluation of Law of the General
Assembly of The Supreme Court Decision Dated 25.02.2015)
Assoc. Prof. Dr. Cenk AKİL, Res. Asst. Meltem ERCAN ÖZLER
edildiğinin veya edilmediğinin de açıklanması gerektiğinin altı çizilmiştir45.
Keza, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu bir başka kararında ise, akrabalık veya
diğer bir yakınlığın başlı başına tanık beyanını değerden düşürücü bir sebep
sayılamayacağı vurgulandıktan sonra, “dosyada tanıkların olmamış olanı
olmuş gibi ifade ettiklerini kabule yeterli delil ve olgu da yoktur” denilerek,
tanık beyanlarının somut olayla ilişkilendirilerek takdir edilmesi gerektiğine
işaret etmiştir46.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun inceleme konumuzu oluşturan kararının
Yargıtay’ın -kanımızca isabetli olan- eski tarihli başka bir takım içtihatlarla da
bağdaşmadığı söylenebilir. Nitekim Yargıtay bir kararında aynen “…öte yandan
akrabalık, iş arkadaşlığı veya diğer medeni münasebetler, başlı başına tanık
sözlerini değerden düşürmeye yeterli değildir” denilerek baştan böyle bir
kategorik ayrım yapılmasına karşı çıkmıştır47. Şu halde, Yargıtay’ın “akrabalık”
bağına ilişkin içtihadında hiçbir değişikliğe gitmemişken, iş arkadaşlığı
bakımından önceki içtihadından döndüğü ve fakat bunun haklı gerekçesini
ortaya koyamadığı söylenebilir.
SONUÇ
Tanık beyanı doktrinde “takdiri deliller” arasında sayılmaktadır.
Uygulamada çok fazla başvurulan delillerden biri olan tanık beyanının davanın
sonucunu etkileme kabiliyeti Yargıtay’ın tanık beyanlarının doğruluğunun esas
olduğuna ilişkin içtihatlarıyla çok daha büyük bir önem kazanmıştır. Bununla
birlikte, Yargıtay bu prensibe işçilerin açtığı davalar bakımından istisna
tanımıştır. Kanımızca, henüz tanık dinlenmeden çeşitli kategoriler (akrabalık,
iş arkadaşlığı gibi) yaratılarak tanıkların beyanlarına itibar edilip edilmeyeceği
konusunda bir değerlendirme yapılmamalı; tanık beyanlarının inandırıcı olup
olmadığı “tanık dinlendikten sonra” takdir edilmelidir. Tanık beyanına itibar
edilmesi yahut edilmemesi durumunda ise, bunun gerekçesi soyut olarak
değil, hayat tecrübeleri ve mantık kuralları çerçevesinde somut olaya uygun
düşecek şekilde gerekçelendirilmelidir. Tanık beyanı salt ya da diğer deliller
ile olayı aydınlatabildiği ölçüde dikkate alınır. İnanılır ve güvenilir bulunmayan
bir tanık delilinin olaya temel alınması ve ona göre bir hüküm kurulabilmesi
mümkün değildir.
45
46
47
YHGK 20.02.2013, E.2013/9-843, K. 2013/253 (hukukturk).
YHGK 13.04.2011, E. 2010/2-751, K. 2011/96 (legalbank). Benzer yönde: YHGK 12.09.2012,
E. 2012/2-387, K. 2012/551.
Bkz. 2. HD 20.03.1973, 7756/7335 (Meriç, s. 96, dn.40).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
71
Tanıklık Beyanının Delil Değerinin Değerlendirilmesi Hakkında Bir İnceleme (Yargıtay Hukuk
Genel Kurulu’nun 25.02.2015 Tarihli Kararının Değerlendirilmesi)
Doç. Dr. Cenk AKİL, Arş. Gör. Meltem ERCAN ÖZLER
KISALTMALAR
ABD
AD
B.
Bkz.
C.
dn.
E.
HD.
HGK
HMK
K.
m.
MİHDER
S.
s.
TMK
Y.
YHGK
vd.
: Ankara Barosu Dergisi
: Adalet Dergisi
: Baskı
: Bakınız
: Cilt
: Dipnot
: Esas
: Hukuk Dairesi
: Hukuk Genel Kurulu
: Hukuk Muhakemeleri Kanunu
: Karar
: Madde
: Medeni Usul ve İcra İflas Hukuku Dergisi
: Sayı
: Sayfa
: Türk Medeni Kanunu
: Yıl
: Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
: ve devamı
*****
KAYNAKÇA
Alangoya, Yavuz/ Yıldırım, Kamil/ Deren-Yıldırım, Nevhis, Medeni Usul Hukuku
Esasları, 7. B., İstanbul 2009.
Ansay, Sabri Şakir, Hukuk Yargılama Usulleri, 7. B., Ankara 1960.
Arslan, Ramazan/ Yılmaz, Ejder/ Taşpınar-Ayvaz, Sema, Medeni Usul Hukuku,
2. B., Ankara 2016.
Atalay, Oğuz, Pekcanıtez Usul, Medeni Usul Hukuku, C.II, İstanbul 2017.
Belgesay, Reşit Mustafa, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu Şerhi, İkinci Tabı,
C.II, İstanbul 1939, (Belgesay – Şerh C.II).
Belgesay, Reşit Mustafa, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu Şerhi, Teoriler I,
3. B., İstanbul 1948, (Belgesay – Teori).
Belgesay, Mustafa Reşit, Hukuk ve Ceza Usulü Muhakemesinde Deliller,
İstanbul 1940, (Belgesay – Delil).
72
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
A Review About the Evaluation of the Witness Statement (Evaluation of Law of the General
Assembly of The Supreme Court Decision Dated 25.02.2015)
Assoc. Prof. Dr. Cenk AKİL, Res. Asst. Meltem ERCAN ÖZLER
Berkin, Necmettin, Medeni Usul Hukuku Rehberi, İstanbul 1982.
Bilge, Necip/ Önen, Ergun, Medeni Usul Hukuku Dersleri, 3. B., Ankara 1978.
Duman, İlker Hasan, Tanık, AD 1984, S.4-6, (s.978-988).
Edis, Seyfettin, Medenî Hukuka Giriş ve Başlangıç Hükümleri, Gözden Geçirilmiş
3.B., Ankara 1987.
Eğilmez, Namık Kemal, Şahadet ve Şahidin Psikolojisi, ABD 1955, S.1, (s.396403).
Ergül, Teoman, Şahit ve Şahitlik, AD 1964, Y.55, S.1-12, (s.1018-1032).
Ermenek, İbrahim, Medenî Usul Hukukunda Davaların Birleştirilmesi ve
Ayrılması, Ankara 2014.
Ertanhan, Mesut, Medeni Yargılama Hukukunda Tanık ve Tanıklık, Ankara
2005.
Görgün, Şanal, Medeni Usul Hukuku, 4. B., Ankara 2015.
Gözübüyük, Abdullah Bulat, Adli Psikoloji Yönünden Tanık, AD 1948, S.5,
(s.545-586).
Karafakih, İsmail Hakkı, Hukuk Muhakemeleri Usulü Esasları, Ankara 1952.
Karslı, Abdurrahim, Medeni Muhakeme Hukuku, 3. B., İstanbul 2012.
Kuru, Baki, İstinaf Sistemine Göre Yazılmış Medeni Usul Hukuku, İstanbul 2016.
Kuru, Baki, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. B., C.3, İstanbul 2001, (Kuru – C.3).
Meriç, Nedim, Türk ve Alman Hukukunda Tanık İfadesinin Değerlendirilmesi,
MİHDER, 2005/1, (s.89-121).
Postacıoğlu, İlhan E./ Altay, Sümer, Medeni Usul Hukuku Dersleri, İstanbul
2015.
Tanrıver, Süha, Medeni Usul Hukuku, C.1, Temel Kavramlar ve İlk Derece
Yargılaması, Ankara 2016.
Umar, Bilge, Hukuk Muhakemeleri Kanunu Şerhi, 2. B., Ankara 2014.
Üstündağ, Saim, Medeni Yargılama Hukuku, C.I-II, 7.B., İstanbul 2000.
Yıldırım, Kamil M., Medeni Usul Hukukunda Delillerin Değerlendirilmesi,
İstanbul 1990.
Yılmaz, Ejder, Hukuk Sözlüğü, 1. B., Ankara 2003.
Yılmaz, Ejder, Hukuk Muhakemeleri Kanunu Şerhi, Ankara 2012, (Ejder – Şerh).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
73
TUTUKLU ve HÜKÜMLÜLERE VERİLEN MAZERET İZİNLERİ
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Doç. Dr. Erdal YERDELEN1 - Ali Murat NAS2
Geliş Tarihi: 22.01.2018
ÖZET
Gerek uluslararası belgeler, gerekse
ulusüstü içtihatlar, mahpusların dış
dünya ile bağlantılarını sürdürmelerini
desteklemede ulusal makamlara pozitif
bir yükümlülük yüklemektedir. Ziyaret
edilme, mektup alma ve gönderme,
telefon görüşmesi yapma veya özel
amaçlar doğrultusunda ve özel izinle
cezaevini terk etme gibi haklar, suçlunun
ıslahı sürecinde olduğu kadar toplumla
yeniden bütünleşmesi sürecinde de önemli
rol oynarlar. Bununla birlikte, mahpuslara
ölümcül hastalığı bulunan yakınları ziyaret
etme veya vefatında cenaze törenine
katılma imkânı tanıyan mazeret izinlerinin
önemi, büyük ölçüde insani nedenlere
dayanması sebebiyle diğerleriyle hiçbir
şekilde kıyaslanamaz.
5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirleri
Hakkında Kanun, 2011 ilâ 2013 yılları
arasında ilgili hükümlerinde yapılan bir
dizi değişikliğe kadar önemli kısıtlamalarla
sadece hükümlülere böyle bir imkân
tanımaktaydı. Yasal çerçeveyi geliştiren
değişiklikler, sadece süreci kolaylaştırmakla
kalmadı, aynı zamanda tutukluları da
kapsama dâhil etti. Makalede, ceza
infaz kurumlarında bulunan tutuklu ve
hükümlülere yakınlarının ölümü veya ağır
hastalığı sebebiyle verilen mazeret izinleri,
uygulama ve yasal değişim temelinde ele
alınmaktadır.
Anahtar Kelimeler: İnfaz, tutuklu,
hükümlü, mazeret izni.
1
2
Kabul Tarihi: 27.02.2018
ABSTRACT
Both international instruments and supranational jurisprudence impose a positive
obligation upon national authorities to asist
prisoners to maintain contact with outside
world. Rights to be visited, sending and recieving letters, making telephone calls or leaving
prison due to particular purposes under special
permission all play a crucial role in the process
of an offender’s treatment and reintegration into society as well. However, importance
of compassionate leave enabling prisoners to
pay a special visit to relatives suffering from a
life-threatening disease or to attend funerals if
loved-ones passed away can in no way be compared with others, as that type of permissions
mostly rest upon humanitarian grounds.
Law no.5275 on Execution of Criminal Sentences and Security Measures had only given
convicts such a chance with considerable restrictions till a number of amendments made in
relevant provisions between 2011 and 2013.
Amendments that improved the legal framework not only eased the process, but also
included detainees in the scope. In this article, compassionate leave granted to detainees
and convicts on the occasion of their relatives’
death or life-threatening illness is discussed on
the base of legal amendments and its implemantation.
Keywords: Criminal execution, detainee,
convict, compassionate leave.
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi (ASBÜ) Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Usul Hukuku
Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi (AYBÜ) Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Anabilim
Dalı Doktora Öğrencisi.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
75
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
GİRİŞ
Sosyal bir olgu olarak “suç”, kişiyi toplum hâlinde yaşayan öteki bireylerin
karşısına çıkaran bir çatışmanın ürünü3 olarak tarif edilir. Ceza hukukunun bu
çatışmaya verdiği geleneksel yanıtlardan biri, failin hapis cezasıyla tecziyesidir.
Özellikle ciddi suçlarda, failin toplumsal yapıdan belli bir süre uzaklaştırılması,
ilkel (olduğu varsayılan) kabile hukuklarında bile varlığı görülen bir cezalandırma
biçimidir.4
Cezanın işlevi ve sınırlarına ilişkin teoriler, zaman içinde kefaret
düşüncesinden korkutma (genel ve özel önleme) amacına ve nihayet failin
ıslah edilerek yeniden topluma kazandırılması hedefine dikkat çekmiş; ancak,
hiç biri “ceza”nın işlevini tek başına tanımlamaya yetmediğinden, bütün
unsurları bir araya getiren karma teoriler ortaya çıkmıştır.5 İlkel toplumlar,
suç failinin ıslahını, cezalandırmayı takip eden bir süreç olarak öngörmüşken,6
günümüzün çağdaş ceza adaleti sistemleri ıslahı, cezalandırmanın temel
amaçları arasına almış ve infaz sürecinin zorunlu ve tamamlayıcı bir parçası
olarak tanımlamıştır.
Hapis cezasının infazı, hükümlünün sosyal izolasyonunu kaçınılmaz
olarak beraberinde getirmektedir. Hürriyeti kısıtlanan hükümlü, cezanın ve
hükümlülüğün tabii ve başta gelen sonucu olarak, aile ve diğer sosyal ilişkilerini
serbestçe sürdürme imkânından yoksun kalmaktadır. Ancak, infaz sürecinin
insanileştirilmesi7 ihtiyacı yanında, ıslah sürecindeki etki ve katkısı sebebiyle
hukuk sistemleri, hükümlülerin dış dünya ile ilişkilerini ayrıntılı biçimde
düzenlemiştir. Bu çerçevede, hükümlünün kurumda ziyaret edilmesi, mektup
ve telefonla haberleşme hakkından yararlandırılması dışında, koşullu izinler
sayesinde kurumdan geçici süreyle ayrılabilmesine de imkân tanınmaktadır.
Cezanın infazına ara verilmediği veya infaz bütünüyle tamamlanmadığı
halde, hükümlüye -refakatli veya refakatsiz- kurumdan ayrılma imkânı
tanıyan özelliği sebebiyle, bu koşullu izinler, yeniden topluma kazandırmanın
önemli bir boyutunu oluşturan “infazın gevşetilmesi” kavramıyla ilişkili
3
4
5
6
7
76
Balcıoğlu, İbrahim, Şiddet ve Toplum, İstanbul 2001, s.203.
Hoebel, E. Adamson, The Law of Primitive Man (USA: Harvard University Press, 2006) s.143.
Toroslu, Haluk, Ceza Müeyyidesi, Ankara 2010, s.66 vd.
Hoebel, s.143. (Yazar, Amerikan Kızılderili kabilelerinden Şayenlerin toplumsal düzenlerine
hâkim olan ilkeleri sıralarken suçluların ıslahı konusuna şu sözlerle değinir: “Rehabilitation
of the recalcirant individual after punishment is extremely important.”)
Cezanın infazı süreci devletin baskı gücünü en etkili olarak hissettirdiği bir alana tekabül
etmektedir. Bu bakımdan insan vücudu yanında onuruna dokunma olasılığı da bulunmaktadır.
Ancak insanın bir gün özgürlüğüne kavuşacağı muhakkak ise onu bu özgür topluma yeniden
adapte etmek de devletin görevleri arasındadır. Walter, Michael, Strafvollzug, Köln 1999,
s.336.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
olarak ele alınmaktadır.8 Bir görevlinin refakati altında veya serbest olarak,
çeşitli amaçlarla cezaevinden izinli çıkabilme olanağı bütün ülkelerde kabul
edilmektedir.9
İnfazın gevşetilmesi, genellikle Batı Avrupa ülkelerinde son yirmi yılın
cezaevi reformunun temel bir görünüşü, çeşitli reformlar vasıtasıyla dış dünya
ile bağlantılar üzerinden kurumu açmaktır. Son dönemlerde Avrupa’nın
doğusunda da infaz gevşemelerinin yürürlüğe konulduğu görülmektedir.
Kurumun açılması, cezaevi ile bağlantılı bütün bir kurum olarak olumsuz
görünüş şekillerini azaltır, büyük bir mali yük getirmeden gerçekleştirilebilir ve
yeniden topluma dâhil olmayı teşvik eder. Örneğin, kontrol edilmeden uzun
süreli ziyaretler (eş, ebeveyn, çocuklar), sınırsız mektuplaşmalar, medyaya
ulaşma (televizyon vs.), yerel çevre ile ilişki ve yerel tesislerden yaralanma
gibi10.
İnfaz kurumunda, belirli bir disiplin içinde yürütülen infaz faaliyeti,
hükümlünün yeniden sosyalleşmesini amaçladığından, uygulanan yeniden
sosyalleştirme faaliyetleri ve dış dünya ile iletişim, zamanla infazın
gevşetilmesine kadar gidecektir. İnfazın gevşemesinde, kendisinde yeniden
sosyalleşme yönünde gelişmeler görülen hükümlüye, infaz kurumunda olduğu
gibi, kurum dışında da geniş olanaklar sunulmaktadır. İnfazın gevşetilmesi
konusu, -bütün hükümlüler bir gün özgürlüklerine kavuşacaklarındancezanın infazından sonra tekrar topluma dâhil olmaları bakımından müebbet
hapis cezası mahkûmları için de geçerlidir. Alman Anayasa Mahkemesi, bazı
olaylarda infaz gevşemesinin reddedilmesini, Anayasa tarafından garanti
edilen yeniden sosyalleşme esasının ihlali olarak değerlendirmiştir11.
Kurum içinde infazın gevşetilmesine örnek olarak; oda ve koğuş kapılarının
kilitlenmemesi, oda ve koğuş değiştirme, kurum içinde serbest dolaşma,
bazı etkinliklere daha sık katılma, ziyaret ve iletişim sürelerinin artırılması
ve açık ceza infaz kurumuna ayrılma gibi uygulamalar sayılabilir12. Kurum dışı
8
9
10
11
12
Özbek, Veli Özer, İnfaz Hukuku, Ankara 2013, s.232; Yumak, Semih, “Karşılaştırmalı Hukuk
ve Türk Hukukunda Hükümlüyü Topluma Yeniden Kazandırmak Bağlamında Salıverilmeye
Hazırlık, Geçiş Sürecinin Yönetimi ve Koşullu Salıverilme”, Türkiye Adalet Akademisi Dergisi,
Sayı 17, Nisan 2014, s.419 vd.
Şahin, Cumhur, “Tahliye Öncesi ve Sonrası Hükümlüye ve Eski Hükümlüye Yardım”, Gazi
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 5, Sayı 1-2, Haziran-Aralık 2001.
Demirbaş, Timur, İnfaz Hukuku, Ankara 2008, s.285, Özbek, s.232.
BVerfG NJW 1998, s.1133, Dünkel, Frieder/Snacken, Sonja, Strafvollzug im europaeischen
Vergleich; Probleme, Praxis und Perspektiven, ZfStrVo, 4/2001, s.200. Akt. Demirbaş, s.285.
İnfazın gevşetilmesi aynı zamanda suçların önlenmesi ve suçluların suçtan arındırılmasında
başvurulan hapis dışı önlem olarak, uluslararası belgelerde yerini almıştır. Örneğin, Birleşmiş
Milletler Asgari Standart Kuralları (Tokyo Kuralları) iznin çeşitleri konusunda hükümler
getirmiştir. Erdoğan, Oktay, İnfaz Hukuku, İstanbul 2008, s.878.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
77
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
infazın gevşetilmesi örneklerinde ise; kurum dışında çalışmaya gönderme13 ve
özellikle izinler öne çıkmaktadır. İzinler, koşullarının gerçekleşmesi hâlinde,
hükümlüye kendisine yakın olanlarla kişisel ilişkiler sürdürmesini ve normal
yaşam koşulları altında yolunu bulmasını mümkün kılan bir infaz gevşetilmesi
durumudur. Böylece hükümlü, (refakatsiz) izin esnasında tamamen serbest
ve denetimsizdir; bu izinler cezadan sayılan, terepatik, değerli bir tecrübedir.
Hükümlüler için izin, çok yüksek bir değere sahiptir. Bu nedenle izne
göndermeme, hükümlüyü ağır bunalımlara götürebileceği gibi mükâfat olarak
izin verme onun sosyalleşmesi bakımından büyük katkı sağlar14.
5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunda,
hükümlülerin yararlanabileceği üç ayrı izin türü, “mazeret izni”, “özel izin”
ve “iş arama izni” başlıkları altında ve Kanunun Yedinci Bölümünde ayrı ayrı
düzenlenmiştir. “Özel izin” ve “iş arama izni” koşullu salıverilme öncesinde
hükümlülerin dış dünya ile muhtemel uyum sorunlarını aşmalarına yardımcı
olmak, bu çerçevede gerek aile bağlarını koruyup sürdürmelerine, gerekse
tahliye sonrası ekonomik düzenlerini oluşturmalarına katkı sağlamak amacı
temelinde karakterize olmuştur. Bu tür izinler, hükümlünün toplum içindeki
yaşama tedrici bir dönüş yapması için tahliye öncesinde alınması gerekli
tedbirler arasında yer almaktadır. Bununla birlikte, yakınların ölümü, ağır
hastalığı veya afet durumunda verilen “mazeret izni”nde, insancıl düşünce ve
ihtiyaçlar daha ağır basmaktadır. Bu insani öz, mazeret izinlerinin kapsamının,
zaman içinde tutuklular bakımından da genişletilmesi sonucunu doğurmuştur.
Bu makalede, hükümlü ve tutuklulara verilen mazeret izinlerinin, infaz
hukukuyla ilgili uluslararası belgelerdeki yerine ve aile hayatına saygı hakkıyla
ilişkili olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarındaki ele
alınış şekline değinildikten sonra, konu, ulusal hukukumuz bakımından
irdelenecektir. Özellikle, 2011 ilâ 2013 yılları arasında ilgili yasal hükümlerin
geçirdiği gelişim ve değişim seyri, 5275 sayılı “Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin
İnfazı Hakkında Kanun” (CGTİHK), “Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile
Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzük” (Tüzük) ve “Hükümlü
ve Tutuklulara Yakınlarının Ölümü veya Hastalığı Nedeniyle Verilebilecek
Mazeret İzinlerine Dair Yönetmelik” hükümleri temelinde ele alınacaktır.
I. ULUSLARARASI BELGELERDE MAZERET İZNİ
Ceza adaleti sistemlerinin en önemli ve tamamlayıcı parçası olan infaz
sistemleri, uluslararası ve/veya ulus üstü kurumların öteden beri ilgi sahası
içinde olmuştur. Sözü edilen bu kurumlarca oluşturulan pek çok belgede,
infaz sistemine hâkim olması gereken temel ilke ve amaçlar ile tutuklu ve
13
14
78
Alman Ceza İnfaz Kanunu (Strafvollzuggesetz-StvollzG) m.11.
Demirbaş, s.285-286.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
hükümlü hakları, farklı yönleriyle geniş biçimde ele alınmıştır. Bu belgelerin
uluslararası/ulus üstü düzeyde bir normatif zemin oluşturduğu açıktır.
Ülkemizin kurumsal şemsiyesi altında bulunduğu Birleşmiş Milletler (BM)
ile Avrupa Konseyinin (AK) konuyla ilgili belgeleri, politik bağlayıcılıkları
nedeniyle kuşkusuz daha özel bir önem taşımaktadır. Bu bölümde, tutuklu ve
hükümlülere verilen mazeret izinleriyle ilgili olarak önce BM ve AK belgelerine
yansıyan temel ilkelere değinmeye çalışacağız.
A. BM Standart Kuralları
Konunun ele alındığı tarihçe en eski belgelerin başında “BM Mahpusların
Islahı İçin Asgari Standart Kurallar”15 gelmektedir. Gerek bu, gerekse Konsey
belgelerinde tutuklu ve hükümlü kavramları yanında, dilimize “mahpus” olarak
çevrilebilecek olan “prisoner” ve benzeri kavramların tercih edilmiş olması
dikkate değerdir. Özgürlüğü herhangi bir nedenle kısıtlanmış herkesin, farklı
hukuk sistemlerindeki terminoloji tercihlerine bağlı olmaksızın belirlenen
ilkelerin öznesi hâline getirilmesi isabetlidir.
Mahpusların infaz kurumlarında tutulmaları, ıslahları ve bu çerçevede
dış dünya ile ilişkileri hakkında ayrıntılı düzenlemelere yer verilen BM Asgari
Standart Kurallarda, mahpusun yakın akrabalarının ölümü veya ağır hastalığı
44. maddeye konu edilmiştir. “Ölüm, hastalık, nakil ve diğerlerinin bildirilmesi”
başlığı altındaki maddenin ikinci paragrafında, önce mahpusun, yakın
akrabalarının ölümü veya ağır hastalığından haberdar edileceği belirtilmiş;
ardından, yakın akrabasının ölümcül hasta olması ve şartların elvermesi
hâlinde mahpusun bu yakınını tek başına veya kendisine refakat eden biriyle
ziyaret etmesine izin verilmesi kuralı benimsenmiştir. Kurallarda, yakın
akrabanın ölümü üzerine mahpusa cenaze törenine katılım için verilebilecek
izinlerden doğrudan ve açıkça söz edilmemiştir. Buna rağmen, ağır hastalık
hâlinde verilebilecek bir iznin, ölüm hâlinde cenaze törenine iştirak amacıyla
da verilebilmesi elbette mantığa uygun olanıdır ve bu yorum, kuralların
ruhuna uygun davranmak kaydıyla hapishane yönetimlerinin metinden
ayrılabileceklerine değinen genel tespitlerle16 de uyumludur.
BM Asgari Standart Kurallarını değerli kılan en önemli husus, belgenin
oldukça erken bir dönemde, 1955 yılında Cenevre’de toplanan Suçların
Önlenmesi ve Suçluların Islahı üzerine Birinci Birleşmiş Milletler Konferansı
tarafından kabul edilmiş olmasıdır. Nitekim ulusal hukukumuzda, tutuklulara
hasta olan yakınlarını ziyaret imkânını ilk kez getiren 27.04.2012 tarihli ve 6301
sayılı Kanun’ un Adalet Komisyonu Raporu’nda bu yarım asırlık gecikmeye
15
16
https://www.unodc.org/pdf/criminal_justice/UN_Standard_Minimum_Rules_for_the_
Treatment_of_ Prisoners .pdf
BM Asgari Standart Kurallar, Genel Tespitler, m.4, a.g.k.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
79
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
değinilmiş; hümanist değerlerin normlara aktarılması ve giderek ceza
sisteminin insanileştirilmesi eğiliminin kurala yansıtılmasının, belki de yarım
asır önceden sisteme aktarılması gereken bir unsur olduğu vurgulanmıştır.17
B. Avrupa Cezaevi Kuralları
AK Bakanlar Komitesinin tavsiye kararlarında18 infaza ilişkin konular çok
geniş bir biçimde ele alınmış, mevzuat, politika ve uygulamada üye ülkelerce
rehber edinilmesi tavsiye olunan ilkeler belirlenmiştir. Bu tavsiye kararlarının
içinde en kapsamlı olanı ve kısaca “Avrupa Cezaevi Kuralları” olarak adlandırılan
R (2006) 2 sayılı Tavsiye Kararında,19 insani sebeplerle tutuklu ve hükümlülere
verilecek izinlerden de söz edilmektedir. Tavsiye Kararının “Hapsedilme
Koşulları” başlıklı 2. Bölümünde yer alan, “Dış Dünya ile İlişki” alt başlığı
altındaki altıncı ve yedinci paragraflar şöyledir:
“Herhangi bir yakın akrabasının ölüm veya ciddi hastalık haberi ilgili
mahpusa hemen iletilmelidir.”
“Eğer koşullar elveriyorsa, bir mahpusun yalnız başına veya görevli eşliğinde
hasta bir yakınını görmesine, bir cenaze törenine katılmasına veya diğer insani
sebeplerle cezaevini terk etmesine izin verilmelidir.”
Komitenin; Ömür Boyu Hapis ve Diğer Uzun Süreli Cezalara Mahkûm
Olanların Cezaevi İdaresince Yönetimi Hakkındaki R (2003) 23; Tehlikeli
Tutuklu ve Hükümlülerin Hapsedilmesi ve İyileştirilmesi Hakkındaki R (82) 17
ve Cezaevlerinde İzin Konusuna İlişkin R (82) 16 sayılı tavsiye kararlarında ise
doğrudan konuya ilişkin olmayan, ancak konuyla ilgili tamamlayıcı nitelikteki
ilkelere yer verdiği görülmektedir.
Beş yıl veya üzerinde bir süreli hapis cezası infaz edilen kişilerin “uzun süreli
mahkûm” olarak tarif edildiği R (2003) 23 sayılı Tavsiye Kararında,20 ömür boyu
hapis ve uzun süreli mahkûmların farklı kişisel özelliklerinin dikkate alınması
(kişiselleştirme ilkesi); bu mahkûmlar arasında yalnızca cezaları nedeniyle
ayrım yapılmaması (ayrımcılık yapmama ilkesi) gibi genel ilkelere yer verilmiş;
“Risk ve İhtiyaç Değerlendirmesi” başlıklı bölümdeki 16 numaralı kuralla da,
ne tehlikeli olma hâlinin ne de kriminojenik ihtiyaçların özünde durağan bir
yapıya sahip olmadığı vurgulanarak, risk ve ihtiyaç değerlendirmelerinin,
uygun eğitim almış personel tarafından aralıklarla tekrar edilmesi gereği
17
18
19
20
80
2/241 ve 2/84 Esas sayılı Kanun teklifleriyle ilgili İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu ve
Adalet Komisyonu Raporları, TBMM, Sıra Sayısı: 136, s.19, https://www.tbmm.gov.tr/
sirasayi/donem24/yil01/ss136.pdf, E.T. 31.10.2015.
Bu kararlara toplu olarak ulaşmak için bkz: Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Ceza İnfaz
Alanındaki Tavsiye Kararları, Ankara: Avrupa Konseyi, Y, 2011.
https://wcd.coe.int/ViewDoc.jsp?id=955747, E.T.30.10.2015.
https://wcd.coe.int/ViewDoc.jsp?id=75267&Site=CM, E.T: 30.10.2015.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
belirtilmiştir. Kararda, ömür boyu hapis ve diğer uzun süreli mahkûmiyetin
zarar verici etkileriyle başa çıkmak amacıyla hükümlülerin aile bağlarının
kopmaması için özel çaba gösterilmesi tavsiye edilmiştir.
Komitenin R (82) 17 sayılı Kararında21 da benzer biçimde, tehlikeli tutuklu
ve hükümlülere, mümkün olabildiği ölçüde mutat cezaevi kurallarının
uygulanması tavsiye edilmektedir. Bakanlar Komitesinin R (82) 16 sayılı Tavsiye
Kararı22 ise mahkûmlara izin verilmesinin, cezaevlerini insani hâle getireceğini
ve hapsedilme koşullarını iyileştireceğinden söz etmektedir.
İnfaz sürecindeki izinlerin toplumla yeniden bütünleşmeyi kolaylaştırıcı
etkilerine değinilen Kararda, üye devletlerin hükümetlerine aile ve diğer
sosyal nedenlerle, mümkün olan en fazla şekilde mahkûmlara izin vermeleri
tavsiye olunmakta, ayrıca izin taleplerinde gözetilmesi gereken bazı usulü
güvencelere de yer verilmektedir. Buna göre, izin verilirken suçun niteliği ve
ağırlığı, mahkûmiyetin süresi ve cezasının çekilen kısmı; mahkûmun kişiliği
ve davranışları, varsa toplum için taşıdığı tehlike riski; içeride bulunduğu
sürece değişmiş olması muhtemel ailevi ve sosyal durumu; iznin amacı, süresi
ve gerekli koşulları dikkatle değerlendirilmelidir. Yine, izin talebi reddedilen
mahkûma ret gerekçeleri en geniş ölçüde tebliğ edilmeli ve bu karara karşı
yeterli başvuru (itiraz) vasıtaları sağlanmalıdır.
II. AİHM ve ANAYASA MAHKEMESİ KARARLARINDA MAZERET İZNİ
Ülkemizin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) temelinde
ulus üstü yargı yetkisini tanıdığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM),
konuyu ele aldığı pek çok kararıyla dikkate değer bir içtihat birikimi
oluşturmuştur. Bu bölümde, AİHM içtihatlarına yansıyan olay ve yorumlara
ayrıntılı biçimde değindikten sonra, konunun, Sözleşme sisteminin öngördüğü
ikincillik (subsidiarity) perspektifinin bir ürünü olan ülkemizdeki bireysel
başvuru kararlarındaki yansımasına bakacağız.
A. AİHM İçtihatlarında23 Mazeret İzni
AİHM, yakın akrabaların ölüm veya ağır hastalığı üzerine tutuklu veya
hükümlülere kullandırılan izinleri, AİHS’ in 8. maddesiyle24 güvence altına
alınan “Özel ve aile hayatına saygı hakkı”yla ilişkili olarak ele almaktadır.
Mahkeme, ziyaret hakkının kısıtlanması veya bir yakının cenaze törenine
katılma isteğinin reddedilmesi üzerine kötü muamele yasağına dayanan
21
22
23
24
https://wcd.coe.int/ViewDoc.jsp?id=686961&Site=CM, E.T: 30.10.2015.
https://wcd.coe.int/ViewDoc.jsp?id=686951&Site=CM, E.T: 30.10.2015.
Bu bölümde atıfta bulunulan kararlara, Mahkemenin çevrimiçi veri tabanından (hudoc.echr.
coe.int) ulaşılmıştır. E.T: 29-30.10.2015.
Sözleşme ve maddenin, Mahkeme tarafından yapılan tercümesi için bkz: http://www.echr.
coe.int /Documents /Convention_TUR.pdf, E.T: 30.10.2015.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
81
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
şikâyetleri, bu tür kısıtlamalar Sözleşmenin 3. maddesi kapsamına girebilecek
asgari seviyede bir ciddiyete ulaşmadığından, Sözleşmenin 8. maddesi
kapsamında değerlendirmektedir.25
Sözleşmenin 8. maddesinin ilk paragrafında, herkesin özel ve aile
hayatına, konutuna ve yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahip
olduğu vurgulandıktan sonra, ikinci paragrafında bu hakkın sınırlandırılma
nedenlerine ve ölçülerine yer verilmiştir. Buna göre, hakkın kullanılmasında
kamu makamlarının müdahalesi, ancak bu müdahalenin yasayla öngörülmüş
olması; ulusal güvenlik, kamu güvenliği, düzenin korunması, suç işlenmesinin
önlenmesi gibi paragrafta sayılan nedenlerin varlığı ve bu nedenlere bağlı bir
müdahalenin demokratik toplumun gereklerine uygunluğu hâlinde söz konusu
olabilecektir.
Kişisel özgürlüğü ve bu çerçevede ailesiyle olan ilişkileri, işlediği bir suç
sebebiyle kısıtlanan kişilerin bu haktan mutlak biçimde yararlanamayacakları
ve hapsedilmeleriyle oluşan kamu müdahalesinin yukarıda değinilen koşulları
ilkesel olarak taşıdığı açıktır. Nitekim tutukluluğu süresince büyükbabasının
cenazesine katılmasına ve yine ölümünden önce hasta olan annesini ziyaretine
izin verilmeyen bir başvuranın şikâyeti, Sözleşmenin 8. maddesinin, yine
Sözleşmeye uygun biçimde hürriyeti kısıtlanmış kişilere, yakınlarını koşulsuz
biçimde ziyaret hakkı garantisi vermediğine işaret eden AİHM tarafından
“açıkça dayanaktan yoksun” olduğu gerekçesiyle kabul edilemez bulunmuştur.26
Ancak Mahkeme, her somut olayı kendi özgün koşulları içinde
değerlendirme eğilimindedir. Sözleşmenin 5. maddesindeki güvencelere
uygun biçimde özgürlükten yoksun kılınma olgusu, aile fertleriyle cezaevi
ortamı dışında sosyal temas taleplerinin reddinde kategorik biçimde haklı bir
gerekçe olarak kabul edilmemektedir. Nitekim vefat veya hastalık gerekçesiyle
mazeret izni istekleri ulusal makamlarca geri çevrilen kişilerin yaptıkları
başvurular üzerine, Mahkeme tarafından verilmiş, aşağıda değineceğimiz ihlâl
kararları da bulunmaktadır.
Bir yakının ölümü veya ağır derecedeki hastalığı durumunda tutuklu ya
da hükümlünün cenaze törenine katılma yahut hasta ziyareti gerçekleştirme
talebinin reddedilmesi, Mahkeme içtihatlarında da kabul edildiği üzere,
Sözleşmenin 8. maddesiyle koruma altındaki hakka “kamu makamlarının
müdahalesi” niteliğindedir.27 Ancak bir müdahalenin varlığı, her koşulda aile
hayatına saygı hakkının ihlâli anlamına elbette gelmemektedir. İhlâl sonucuna
25
26
27
82
Feldman v. Ukraine, 12/04/2012, App No: 42921/09, par. 17; Lind v. Russia, 02.6.2008, App
No: 25664/05, par.88.
Georgiou v. Greece, 13.1.2000, App No: 45138/98.
Feldman v. Ukraine, par. 32; Schemkamper v. France, App. No: 75833/01, 18.10.2005, par.
31.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
ulaşabilmek için, müdahalenin haklı olmadığı da ayrıca tespit edilmiş olmalıdır.
Mahkeme, müdahalenin haklı olup olmadığını her somut başvuruda, üç ayrı
kriteri değerlendirerek, müdahalenin yasallığı, meşruiyeti ve demokratik bir
toplumda gerekliliği üzerinden test etmektedir. Bu kavram ve test araçlarının
kapsam ve sınırları belirlenirken, AİHM içtihatlarındaki ölçülerin hatırda
tutulması gerektiğini not etmekle yetiniyoruz.28 Müdahalenin yasallığından,
bir başka anlatımla yasal bir temele dayanmasından anlaşılması gereken,
bireyin normal aile düzenini sürdürmesine engel teşkil eden hâlin hukukî bir
dayanağının bulunmasıdır. Mahkeme, hükümlü ve tutuklular bakımından bu
yasal temeli, kesinleşmiş bir mahkûmiyet hükmünün infazına veya tutukluluğa
ilişkin ulusal düzenlemelere dayandırmaktadır.29
Ne var ki, izin taleplerinin mutlak biçimde reddini gerektiren bir “yasal
temel” müdahalenin haklılığına dayanak oluşturmamaktadır. Önemle not
etmek gerekmektedir ki, ulusal hukuktaki düzenlemelerin, hürriyeti kısıtlanan
kişilere insani nedenlerle mazeret izni verilmesi gibi bir imkânı hiçbir surette
tanımaması, müdahalenin haklılığı konusunda Mahkemeyi ikna etmemektedir.
Başvuranın, babasının cenazesine katılma isteğinin salt bu gerekçeyle
reddedildiği somut olayda Mahkeme, mazeret izni talebinin koşulsuz biçimde
reddini, devletin; her bir talebi kendi koşulları içinde değerlendirme ve
bireyin bir yakınının cenazesine katılma hakkını kısıtlamasının demokratik
bir toplumda gerekli olduğunu ortaya koyma konusundaki ödeviyle bağdaşır
bulmamıştır.30 Kararda, başvurucunun kişisel durumunun ulusal makamlarca
hiçbir şekilde değerlendirilmediği ve sadece mevzuatın böyle bir izne imkân
vermediği gerekçesiyle talebinin reddedildiği vurgulanmıştır. Değinilen ve ihlâl
tespitiyle sonuçlanan bu karar, uygulamanın dayandırıldığı ulusal mevzuat
bakımından bir yapısal sorunun varlığına işaret etmektedir. Müdahalenin
meşruiyeti (meşru bir amaca dayanması), Sözleşmenin 8. maddesinin
ikinci fıkrası kapsamındaki bir haklı nedenin varlığı anlamına gelmektedir.
“Kamu güvenliği” veya “düzensizliğin ya da suçun önlenmesi” bu çerçevede
Mahkemenin atıf yaptığı ve yerinde bulduğu nedenler arasındadır.31
Buraya kadar aktardıklarımızın bir özeti olarak, Mahkeme içtihatlarında,
kişi özgürlüğünün kısıtlanmış olmasının aile hayatına bir müdahale; usulüne
uygun bir tutukluluk veya hükümlülük hâlinin bu müdahalenin yasal/hukukî
temeli; düzensizliğin ve suç işlenmesinin önlenmesi ya da kamu güvenliğinin
sağlanması gibi amaçların da müdahalenin meşru nedeni olarak kabul
28
29
30
31
Ayrıntılı bilgi için bkz: Kilkelly, Ursula, Özel Hayata ve Aile Hakkına Saygı Gösterilmesi Hakkı
(Almanya: Avrupa Konseyi Y.2001).
Czarnowski v. Poland, 20/01/2009, App. No: 28586/03, par. 28; Ploski v. Poland, 12.2.2003,
App No: 26761/95, par. 33.
Feldman v. Ukraine, par. 35.
Czarnowski v. Poland, par. 28; Ploski v. Poland, par. 34.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
83
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
edildiğini söyleyebiliriz. Geriye, bu yasal ve meşru nedene dayalı müdahalenin
aynı zamanda “demokratik bir toplumda gerekli” olup olmadığının test
edilmesi kalmaktadır.
Müdahalenin demokratik bir toplumda gerçekten gerekli olup olmadığını
test ederken Mahkeme, çekişmeli olguları nesnel bir ölçüyle davanın bütünü
içinde ele almakta, ancak “gereklilik” olgusunun tespitinde davalı devletin takdir
hakkını da inkâr etmemektedir.32 Bu ölçüyü Mahkeme, ilk olarak 7 Aralık 1976
tarihli Handyside-Birleşik Krallık davası sonucu verdiği kararda açıklamıştır.33
Bireysel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması, tutukluluk ve hükümlülüğün
doğal sonucu olsa bile, yine de tüm bu kısıtlamaların demokratik bir toplumda
gerekli olma gibi bir haklı nedene dayanmasında zorunluluk bulunmaktadır.34
Gereklilik kavramı, müdahalenin zorlayıcı bir sosyal ihtiyaca yanıt vermesi ve
özellikle gözetilen meşru amaçla orantılı olması anlamlarına gelmektedir.35
Böyle bir gerekliliğin ve zorlayıcı bir sosyal ihtiyacın gerçekten var olduğunu
ispat külfeti ise Devlete aittir.36
İspat külfetinin devlete ait olması, izin talebinin reddedildiği durumlarda,
olumsuz takdirin ikna edici gerekçelerinin ortaya konulmasını zorunlu
kılmaktadır. Ulusal makamların bu yöndeki takdiri, daha genel anlamda
müdahalenin “demokratik bir toplumda gerekliliği” değerlendirilirken,
muhakemenin bulunduğu aşama, işlenen suçun niteliği, başvuranın kişilik
özellikleri, hastalığı veya vefatı izin talebine dayanak teşkil eden kişiyle
akrabalığın derecesi ve iznin refakatli kullandırılabilmesi imkânı gibi pek çok
husus dikkate alınmaktadır.37
Mahkeme önüne taşınan bir somut olayda, başvuran, hırsızlık suçundan
tutuklanarak cezaevine konulmuştur. Cezaevinde bulunduğu zaman zarfında,
birer ay arayla anne ve babasının vefat haberini alır; ancak, her iki cenaze
törenine katılma isteği de reddedilir. İlkinde gerekçe, başvuranın, cezaevine
geri dönme garantisi bulunmayan bir itiyadi suçlu oluşu, ikincisinde de
buna ilâve olarak, kendisine isnat edilen suçun toplum için ciddi bir tehlike
oluşturduğudur. İlginç olan bir nokta, her iki yazılı başvuru üzerine cezaevi
idaresinin verdiği olumlu mütalaadır. Bu mütalaalardan ikincisinde, başvuranın
cezaevindeki davranışları kusursuz olarak tarif edilmiştir.38
Mahkemeye göre, izin talebinin ret gerekçeleri inandırıcı değildir. Özellikle,
kaçma şüphesi veya toplum için tehlike oluşturma kaygıları, iznin refakate
32
33
34
35
36
37
38
84
Czarnowski v. Poland, par. 27; Ploski v. Poland, par. 31 & 35.
Kilkelly, 10 vd.
Czarnowski v. Poland, par. 26; Ploski v. Poland, par. 35.
Czarnowski v. Poland, par. 27.
Czarnowski v. Poland, par. 26; Ploski v. Poland, par. 35.
Lind v. Russia, par. 95.
Ploski v. Poland, par. 11-22.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
bağlı olarak verilmesiyle giderilebilir görülmüştür.39 Mevzuatın refakatli izin
imkânını sağlamasına rağmen, bu seçenek ulusal makamlarca değerlendirme
konusu edilmemiştir.40 Başvuranın şiddet içeren bir suçla itham edilmediğine
ve tutuklandıktan yaklaşık iki yıl sonra tahliye edildiğine dikkat çeken
Mahkeme, başvuranın tahliye ihtimali bulunmayan bir mahpus olarak da
kabul edilemeyeceğine işaret etmiştir.41
Sonuç olarak Mahkeme, başvuranın izin taleplerinin reddedilmesinin
zorlayıcı bir sosyal ihtiyaca dayanmadığı, gözetilen meşru amaçlarla orantılı
da olmadığı gerekçesiyle müdahalenin demokratik bir toplumda gerekli olma
kriterini karşılamadığına, dolayısıyla ihlâle hükmetmiştir.42 Kişinin, annebabasının cenazesine katılma hakkı sadece zorlayıcı nedenlerin varlığı ve bir
başka çözüm bulunamadığı durumlarda geri çevrilebilir.43 Mahkemenin bu
ve benzeri kararlarında mazeret izninden bir ayrıcalık, bir imkân olarak değil
açıkça bir hak olarak bahsetmesi not edilmesi gereken bir husustur.
Denetimli serbestlik şartlarını ihlâl etmesi üzerine, erteli bir yıllık hapis
cezasının infazı için cezaevine alınan hükümlünün, babasının ölümü sebebiyle
yaptığı izin başvurusunun reddine dayalı bir başka başvuruda Mahkemenin
ulaştığı sonuç aynıdır.44 Somut olayda hükümlünün isteği, cezaevinden
ayrılmak için dayandığı nedenin özel bir önemi bulunmadığı gerekçesiyle
reddedilmiştir.45 Nitekim mazeret izinlerini düzenleyen davalı ülkede yürürlükte
bulunan, 1997 tarihli “Cezaların İnfazı Hakkındaki Kanun”un 141. maddesinde,
bu tür izinlerde gözetilecek bir koşul olarak, “hükümlü için özel olarak önem
taşıyan durum”lardan söz edilmektedir.46 Kararda, aile içi şiddet nedeniyle
39
40
41
42
43
44
45
46
Mahkeme, pek çok kararında taraf devletleri alternatif çözümleri aramaya teşvik etmekte;
belirgin bir alternatif çözüm bulunmasına rağmen değerlendirilmemesini ihlâl tespitlerine
dayanak kılabilmekte veya en azından bu durumu eleştiri konusu etmektedir. Başvuranın
Rusya’da tutuklu, ötenaziyle ölüm gününü bekleyen hasta babasının ise Lahey’de
bulunduğu oldukça ilginç bir olayda, izin verilmesi durumunda ülke dışına çıkacak olan
başvuranın geri dönmeyebileceğine dair ulusal makamların kaygılarını anladığını ifade eden
Mahkeme, karardaki değerlendirmesinin devamında, yine de Rus makamlarının Hollandalı
yetkililerden yardım isteme imkânının bulunduğunu ancak bu imkânın dikkate alınmadığını
not etme ihtiyacı duymuştur. Ancak, Mahkeme bu değerlendirmesini ihlâl gerekçesine
dayanak kılacak kadar genişletmemiş; ulusal makamların, her şeye rağmen olayı AİHM’den
daha iyi takdir edebilecek durumda olduklarını ve ulusal makamların ret kararlarında
kendilerine tanınan takdir hakkının sınırlarını aşıp aşmadığını AİHM’ in belirleyebilecek
durumda olmadığını vurgulamıştır. Bkz: Lind v. Russia, par. 97.
Ploski v. Poland, par. 36.
Ploski v. Poland, par. 37.
Ploski v. Poland, par. 39.
Feldman v. Ukraine, par. 34.
Czarnowski v. Poland
Czarnowski v. Poland, par. 11.
Czarnowski v. Poland, par. 14.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
85
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
hüküm giyen başvurucunun çektiği hapis cezasının süresine, izin talebinde
bulunduğu tarihte toplam infaz süresinin üçte birlik kısmını çoktan tüketmiş
olduğuna, tehlikeli suçlu olduğu veya organize bir suç örgütü içinde eylemleri
bulunduğuna dair hiçbir delil bulunmadığına dikkat çekilmiş; işlediği bir suç
nedeniyle daha önce tutuklanmamış veya hüküm giymemiş olan başvuranın,
kaçma şüphesi bulunan bir itiyadi suçlu olarak değerlendirilemeyeceği
vurgulanmıştır.47
Mahkeme, ulusal makamların izin talebini reddederken, başvuranın
durumunun “özellikle önemli” bulunmadığı değerlendirmesi için kayda
değer bir gerekçe sunmadığını belirtmiştir. Ayrıca, benzer bir olay nedeniyle
ihlâle hükmedilen aylar öncesindeki Ploski v. Polonya kararının, izin
talebini reddeden infaz hâkimi tarafından dikkate alınmamış olması üzücü
bulunmuştur.48 İzin taleplerinin reddinde finansal veya lojistik sorunlar tek
başına gerekçe olamazlar. Özellikle refakatli izinlerde karşılaşılan bu tür
zorlukların farkında olan mahkeme, yine de, bireyin –özellikle- ebeveynlerinin
cenaze törenine katılmasının sadece zorlayıcı bir neden varsa ve alternatif bir
çözüm bulunamamışsa reddedilebileceğini teyit etmektedir.49
AİHM, cezaevinde bulunan kişilerin dış dünya ile irtibatları bağlamında,
taraf devletlerin Sözleşmenin 8. maddesinden kaynaklanan yükümlülüklerini
değerlendirirken, olağan ve makul düzenlemeler yapan ulusal makamların
takdir yetkilerini göz önünde tutmaktadır. Özel hayata saygı hakkının ihlâl
edildiğini öne süren bir başvuran, kronik hasta olup, kendisini cezaevinde
ziyarete gelemeyen babasını görebilmek için mazeret izni talebinde bulunmuş;
ancak talebi, ilgili yönetmelikteki bir koşulu karşılamadığı gerekçesiyle
reddedilmiştir.50 Yönetmelikteki bu koşul, ziyaret edilmek istenen yakın
akrabanın “ölümcül hastalığı” dır. Şikâyet, uygulamayla ilgili değil, aşırı kısıtlayıcı
içeriği sebebiyle bizatihi bu düzenleme aleyhine yapılmıştır. Mahkeme (o
tarihte kabul edilebilirlik incelemesini yapan Komisyon), bu tür ziyaretlerin
organize edilmesindeki idari külfeti göz önüne alarak, ilgili düzenlemede yer
alan “yakın bir akrabanın ölümcül hastalığı” koşulunun mantıksız olmadığı
gibi, 8. maddenin özündeki ilkelerle bir bağdaşmazlığı da bulunmadığına karar
vermiştir.51 Sözleşmenin 8. maddesiyle koruma altına alınan hakkın özüne
dokunacak biçimde açık bir çelişki/bağdaşmazlık taşımadığı sürece, iznin
koşulları ve çerçevesini taraf Devletlerin belirleme yetkisini teyit eden bu
karar, tarihi itibariyle de dikkat çekicidir.
47
48
49
50
51
86
Czarnowski v. Poland, par. 29.
Czarnowski v. Poland, par. 30.
Czarnowski v. Poland, par. 32.
Boyle and Rice v. The United Kingdom, 27 Apr 1988, App No: 9659/82, 9658/82.
Boyle and Rice v. UK, par. 79 & 80.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
Ne infaz edilmekte olan cezanın süresi, ne ilişkili olduğu suçun türü, ne
de hükümlünün kişiliği tek başına talebin reddi için yeterli bir neden olarak
görülmektedir. Başvuranın, trafik kazasında ağır yaralanan 11 yaşındaki kızını
hastane ortamında ziyaretine izin verilmeme gerekçesi olarak gösterilen,
infazı devam eden cezanın ağırlığı (adam öldürmeye azmettirme) ve cezaevi
ortamındaki kaba davranışları gibi nedenler Mahkeme tarafından ikna edici
bulunmamıştır. Mahkemeye göre bütün bu çekinceler, iznin refakatli olarak
kullandırılması durumunda giderilebilir niteliktedir.52 Bununla birlikte,
terör veya organize suçlardan tutuklu veya hükümlü olanlar bakımından
Mahkemenin daha esnek bir yorum yapması ihtimâl dâhilindedir. Nitekim
-doğrudan mazeret izinlerini konu almamakla birlikte- hükümlünün
ziyaret hakkı üzerindeki kısıtlamaların tartışıldığı bir kararında Mahkeme,
kısıtlamaların kaynağı olan ulusal düzenlemenin bireyin suç çevresiyle bağını
koparma amacını not etmiş ve aile ilişkilerinin kilit rol oynadığı özellikle mafya
tipi organize suçluluğun kendine özgü karakterini dikkate aldığını belirtmiştir.53
Özellikle ölüm söz konusu olduğunda, cenaze törenine katılma iznine konu
olmak bakımından kişinin tutuklu veya hükümlü olması, hatta henüz gözaltı
aşamasındaki bir şüpheli olması arasında herhangi bir fark bulunmamaktadır.
Zimmet suçu nedeniyle yürütülen bir soruşturmada, üvey annesinin cenaze
töreninin yapılacağı gün gözaltına alınan başvuranın, olayların seyrini önceden
tahmin ederek alternatif bir düzenleme yapmasının beklenemeyeceğine
değinen Mahkeme, başvuranın polis nezareti altında cenazeye katılmasına
izin verilmesinin mantıksız olmayacağına işaret etmiştir.54 Mahkeme, böyle bir
ayarlamada yetkililer için gerekli zamanın somut olayda çok kısıtlı olduğunun
farkındadır; ancak, sorgunun yapıldığı yerle cenaze merasiminin yapılacağı yerin
çok yakın olmasının bu görevi kolaylaştıracağı inancındadır.55 Mahkemeye göre
somut olayda yetkililer, başvuranın aile hayatı ve devam eden soruşturmayla
ilgili çatışan çıkarlar arasında bir dengelemeye gitmek yerine, talebin gözaltı
tedbirinin amacıyla bağdaşmadığı yönündeki bir değerlendirme yapmakla
yetinmiştir.56 “Demokratik bir toplumda gerekli olma” testini geçemeyen bu
başvuruda da ihlâl kararı verilmiştir.
Bir diğer önemli nokta, tutuklu ve hükümlülerin mazeret izni taleplerinin
reddi hâlinde bu karara karşı etkili bir başvuru mekanizmasının geliştirilmiş
olmasıdır. Bu usuli güvenceden ilgililerin yoksun bırakılması, 8. maddeyle ilgili
olarak esasa ilişkin bir ihlâlin bulunmadığı durumlarda bile, Sözleşmenin 13.
maddesi kapsamında bir ihlâli gündeme getirebilecektir. Nitekim mazeret izni
52
53
54
55
56
Giszczak v. Poland, 29.11.2011, App. No: 40195/08, par.29.
Marincola and Sestito v. Italy, 25.11.1999, App No: 42662/98
Csaszy v. Hungary, 21.10.2014, App. No: 14447/11, par. 19
Csaszy v. Hungary, par. 19.
Csaszy v. Hungary, par. 20.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
87
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
talebi reddedilen hükümlünün yaptığı başvuruda müdahalenin haklılığına
kanaat getirerek aile hayatına saygı hakkının ihlâl edilmediğine hükmeden
Mahkeme, infaz hâkiminin ret kararına sadece savcının itiraz hakkı bulunmasını
etkili başvuru hakkının ihlâli saymıştır.57
Diğer taraftan, mazeret izni talebinde bulunana hiç veya zamanında
cevap verilmemesi ya da talebi kabul edilmiş olsa bile verilen iznin kapsamı
ve koşulları hakkında gerektiği biçimde bilgilendirilmemesi doğrudan 8.
maddenin -esastan- ihlâli sonucunu doğurabilecektir. Bu ihtimalin gerçekleştiği
bir olayda, başvurucu vefat eden kızının cenazesine iştirak için izin talebinde
bulunmuştur. Başvuran, törene elleri kelepçeli ancak zincirli prangasız olarak
ve cezaevi giysileriyle değil normal kıyafetle katılmak arzusundadır; aksine
bir görüntünün törenin huzurunu kaçıracağı inancındadır.58 Başvuranın
törene, güvenlik görevlilerinin refakatinde katılmasına infaz hâkimince izin
verilir.59 İznin sadece refakat koşuluna bağlandığı kararda, zincirli pranga ve
kıyafet gibi ayrıntılardan söz edilmemektedir. İzin talebinin kabulüne ilişkin
karardan sadece sözlü olarak bilgilendirilen başvurana, karar metni cenaze
töreninden sonraki bir tarihte tebliğ edilmiştir.60 Başvuranın iddiasına göre,
cezaevi müdürü, kıyafet ve zincirli pranga konusundaki talebini reddetmiştir.61
Mahkeme aşamasında davalı Devlet, başvuranın, törene arzu ettiği biçimde
katılabilecek olduğunu ifade eden cezaevi müdürünü yanlış anladığı iddiasını
ileri sürmüştür.62
Olayın özelliklerini dikkate alan Mahkeme, başvuranın cenaze törenine
özel koşullar altında katılma talebine, zamanında ve uygun biçimde yanıt
verilmemiş olmasını, Sözleşmenin 8. maddesiyle bağdaşmaz bulmuş ve ihlâle
karar vermiştir.63 Dikkat edilmelidir ki, ihlâl saptamasının dayanağı başvuranın
bu yöndeki talebine olumsuz yanıt verilmiş olması değildir. Aksine, davalı
Devlet, dava boyunca başvuranın talebinin kabul edildiğini, törene katılmaktan
vazgeçmesinin cezaevi müdürünü yanlış anlamasından kaynaklandığı
savunmasını yapmıştır.64 İhlâl tespitine neden olan, başvuranın törene katılma
koşulları hakkında vakitlice, açık ve anlaşılır bir biçimde bilgilendirilmemiş
olmasıdır.65
57
58
59
60
61
62
63
64
65
88
Schemkamper v. France, par. 37-44.
Giszczak v. Poland, par. 14.
Giszczak v. Poland, par. 13.
Giszczak v. Poland, par. 16.
Giszczak v. Poland, par. 14.
Giszczak v. Poland, par. 16.
Giszczak v. Poland, par. 40-41.
Giszczak v. Poland, par. 16.
Giszczak v. Poland, par. 39.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
B. Bireysel Başvuru Kararlarında Mazeret İzni
Bilindiği üzere, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin öngördüğü ikincillik
prensibine uygun olarak iç hukukumuzda oluşturulan Anayasa Mahkemesi’ne
bireysel başvuru yolu, 23 Eylül 2012 tarihi itibarıyla işlemeye başlamıştır.
Anayasanın 148. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca, anayasal güvence
altındaki temel hak ve özgürlüklerden Sözleşme kapsamındaki herhangi birinin
ihlâli iddiasıyla yapılan başvuruları inceleyen Mahkeme, gerek usul gerekse
esas bakımından AİHM içtihatlarının izinden yürümektedir.
Bununla birlikte, Anayasa Mahkemesi’nin, tutuklu ve hükümlülerin mazeret
izinleriyle ilgili olarak konu ve değerlendirme çeşitliliğini sağlayabildiğini
söylemek henüz mümkün değildir. Konuyla ilgili Mahkemenin –elbette
şimdilik- iki kararı bulunmaktadır. Bunlar, Beşir Doğan Başvurusu üzerine
verdiği 15.12.2015 ve Ahmet Çilgin başvurusu üzerine verdiği 17.01.2017
tarihli kararlardır.66
İlk başvuruda, silahlı terör örgütüne üye olmak suçundan tutuklu
yargılanan başvuran, vefat eden ağabeyinin cenaze törenine katılmak için
izin talebinde bulunmuş; törenin yapılacağı Diyarbakır İli Bağlar İlçesine bağlı
köyde “adres itibarıyla güvenliğin alınmasında emniyet ve asayiş yönünden
riskli olduğu” gerekçesiyle talebi reddedilmiştir.67 Anayasa Mahkemesi, AİHM
değerlendirmelerine benzer biçimde konuyu “aile hayatına saygı hakkı”
temelinde ele almış68, yine AİHM’nin test kriterlerini somut olaya uygulayarak
bir sonuca ulaşmıştır. Bir başka anlatımla, müdahalenin varlığı, kanunî
dayanağı, meşru amacı, demokratik bir toplumda gerekliliği ve ölçülülüğü ayrı
ayrı değerlendirilmiş, sonuç olarak somut olayda bir ihlâl bulunmadığına karar
verilmiştir.
Cezaevinde bulunmanın doğal sonucu olarak idarenin tutuklu ve
hükümlülerin özel ve aile hayatına müdahale konusunda daha geniş bir takdir
yetkisi bulunduğuna69 işaret eden Mahkeme, demokratik toplum düzeninde
gereklilik ve ölçülülük değerlendirmelerini önemli ölçüde güncel gelişmelere
dayandırmıştır. Kararda, cenaze töreninin yapıldığı tarihlerde ve gidilmek
istenen yerde yoğun terör olaylarının varlığına işaret edilerek, can kayıplarına
neden olan bu terör eylemleri nedeniyle başvurucunun ve refakatine verilecek
güvenlik güçlerinin yaşam hakkı ve vücut bütünlüklerine yönelik risklerin önüne
geçilmesi, silahlı terör örgütüne üye olmak suçu isnadıyla tutuklanmış olan
66
67
68
69
AYM İkinci Bölüm Beşir Doğan Kararı, 15.12.2015, Başvuru No: 2013/2335; Ahmet Çilgin
Kararı, Başvuru No: 2014/18849; Karar metinlerine erişim için bkz: Kararlar Bilgi Bankası,
www.anayasa.gov.tr, E.T: 7.4.2017.
Beşir Doğan Kararı, par. 7–10.
Aynı karar, par. 19.
Aynı karar, par. 29.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
89
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
başvurucunun kaçmasının önlenmesi, kamu düzeni ve güvenliğinin sağlanması
amacıyla kamu makamlarının takdir yetkisini somut olayın özelliklerine uygun
biçimde kullandığı ifade edilmiştir.70 Mahkemeye göre derece mahkemeleri,
bulundukları yerin güvenlik risklerini daha iyi takdir edebilecek durumdadır.71
Sonuç olarak, başvurucunun özel hayata ve aile hayatına saygı gösterilmesi
hakkına yönelik kısıtlamanın, kamu düzeninin korunması ve güvenliğin
sağlanması amacı bakımından demokratik toplum düzeninin gereklerine ve
ölçülülük ilkesine uygun olduğuna kanaat getiren72 Mahkeme, somut olayda
ihlâl bulunmadığına73 hükmetmiştir.
İkinci başvurunun dayanağı olan olay ve değerlendirmeler de benzerdir.
Başvuranın vefat eden oğlunun cenaze törenine katlıma isteğinin, sevk
güzergahı üzerindeki güvenlik riskleri nedeniyle geri çevrilmesini, refakat
görevlilerinin yaşam hakkı ile başvurucunun aile hayatına saygı hakkı arasındaki
dengeyi gözeterek değerlendiren Mahkeme, başvuranın infaz rejimi içindeki
“tehlikelilik” halini de dikkate alarak, derece mahkemesinin kararında bir
keyfilik bulunmadığı sonucuna ulaşmıştır.74
Kararda, derece mahkemelerinin bulundukları yerdeki güvenlik risklerini
daha iyi takdir edebileceklerine de değinilmiş, mahkemenin gerekçeli
takdirinin başvurucunun çıkarları ile toplumun çıkarları arasında bulunması
gereken adil dengeyi de gözettiği belirtilmiştir. Somut olaydaki kısıtlamanın,
yaşam hakkı ile kamu düzeninin korunması ve güvenliğin sağlanması amaçları
bakımından demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine
uygunluğu tespit edilerek ihlal bulunmadığı belirtilmiştir.75
III. ALMAN HUKUKUNDA İNFAZIN GEVŞETİLMESİ VE MAZERET İZNİ76
Almanya’da hürriyeti bağlayıcı cezaların infazı konusunda infazın
gevşetilmesi müessesesine yer verilmiştir. Alman Ceza İnfaz Kanunu’nun
(Strafvollzugsgesetz-StVollzG) infazın gevşetilmesi başlığını taşıyan 11.
maddesinde77 infazın gevşetilmesi tedbirleri olarak hükümlünün çalışmasına
70
71
72
73
74
75
76
77
90
Aynı karar, par. 46.
Aynı karar, par. 46.
Aynı karar, par. 47.
Aynı karar, par. 48.
Ahmet Çilgin Kararı, par. 52
Aynı Karar par. 53
Alman İnfaz Hukukunda Hükümlü Mazeret İzni ilgili kanun metinlerinin çevirisi ve
karşılaştırılması suretiyle oluşturulmuştur. http://www.gesetze-im-internet.de/stvollzg/
BJNR005810976.html. E.T. 2.4.2016.
Alman Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanunun 11. Madde metni:
§ 11 İnfazın Gevşetilmesi
(1) “İnfazın gevşetilmesi olarak özellikle mahkum hakkında şu düzenlemeler yapılabilir;
1. İnfaz kurumu dışında ancak gözetim altında veya gözetim altında olmaksızın bir işte
çalışma,
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
müsaade edilmesi ve çeşitli sebeplerle infaz kurumu dışına çıkmasına
izin verilmesi konuları düzenlenmiştir78. Aynı kanunun 12. maddesinde79
mahkûmun özel bir sebebin varlığı hâlinde izinli olarak ceza infaz kurumu
dışına çıkarılabileceği düzenlenmiştir. Alman Ceza İnfaz Kanunu’nun 13.
maddesinde80 izinle ilgili genel kurallar yer alırken, 14. maddede81 iznin
kullandırılmasından sarf-ı nazar edilebilecek hâller açıklanmıştır.
Hükümlülere normal hâllerde izin kullandırılması için gerekli şartlar
şunlardır:
a) Mahkûmun firar etmesi ya da başka suç işlemesi tehlikesi bulunmamalıdır.
b) İzin kullanmaya mahkûmun muvafakati olmalıdır.
c) Ceza infaz kurumu müdürünün onayı bulunmalıdır.
78
79
“
80
81
2. İnfaz kurumunu belli süreler için gözetim altında (refakatli) veya gözetim olmaksızın
(refakatsiz) terk edebilme (izin),
(2) İnfazın gevşetilmesi tedbirleri, mahkûmun firar etmesi ya da başka suç işlemesi
tehlikesi mevcut değilse ve buna mahkûmun muvafakati var ise uygulanabilir.”
Alman infaz hukukunda akıl hastalığı veya hastalık sebebiyle infazın geri bırakılması konusu
Alman Ceza Muhakemesi Kanunu (Strafprozessordnung-StPO) m.455’de düzenlendiği halde
infazın gevşetilmesi konusu Alman Ceza İnfaz Kanununda düzenlenmiştir. Laubenthal,
Klaus/Nestler, Nina, Strafvollstreckung, Würzburg 2010, s.96.
Alman Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanunun 12. Madde metni:
§ 12 Özel bir sebebin varlığı hâlinde çıkma
Özel bir sebebin zaruret teşkil ettiği hâllerde, mahkûmun rızası olmasa dahi mahkum ceza
infaz kurumundan çıkarılabilir”.
Alman Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanunun 13. Madde metni:
§ 13 İzin
1) “Hükümlü 1 yıl içinde 21 takvim gününe kadar izni kullanabilir. Bu kanunun 11.
Maddesinin 2. Fıkrası hükmü saklıdır.
2) İznin kullanılması kural olarak mahkûmun en az 6 aydır ceza infaz kurumunda
bulunmuş olması şartına bağlıdır.
3) Müebbet hapis cezasına mahkûm olanlar da ceza infaz kurumunda 10 yıldan beri
soruşturmaya uğramaksızın (iyi hâlli olarak) kalmış olmaları veya açık ceza infaz
kurumuna ayrılma şartlarını taşımaları hâlinde bu izinden yararlanabilirler.”
Alman Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanunun 14. Madde metni:
§ 14 İznin kaldırılabileceği haller
(1) “Ceza infaz kurumu müdürü mahkumun infazın gevşetilmesi ve izin hususlarını
düzenlemeye yetkilidir.
(2) Ceza infaz kurumu müdürü şu hâllerde infazın gevşetilmesine veya iznin kesilmesine
karar verebilir;
1 iznin verilmesinden sonra ortaya çıkan gelişmeler güvenliğin sağlanamayacağını
göstermekte ise
2 mahkum bu tedbirleri kötüye kullanmışsa
3 mahkum bu konudaki talimatlara uygun davranmamışsa
Ceza infaz kurumu müdürü, bu işlemlere onay verdikten sonra şartların değişmesi hâlinde
geleceğe dönük olarak infazın gevşetilmesi ve izin tedbirlerini geri alabilir.”
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
91
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
d) Hükümlü 1 yıl içinde 21 takvim gününe kadar izni kullanabilir.
e) Mahkûmun en az 6 aydır ceza infaz kurumunda bulunmuş olması gerekir.
f) Müebbet hapis cezasına mahkûm olanlar da ceza infaz kurumunda 10
yıldan bu yana soruşturmaya uğramaksızın (iyi hâlli olarak) kalmış olmaları
veya açık ceza infaz kurumuna ayrılma şartlarını taşımaları hâlinde izinden
yararlanabilirler.
g) Kural olarak izin hakkı açık ceza infaz kurumunda bulunan mahkûmlar
içindir. Ancak özel hâllerdeki izin hakkı kapalı infaz kurumunda bulunan
mahkûmlara da tanınır.
h) Ceza infaz kurumu müdürü şu hâllerde infazın gevşetilmesine veya iznin
kesilmesine karar verebilir:
İznin verilmesinden sonra ortaya çıkan gelişmeler güvenliğin
sağlanamayacağını göstermekte ise, mahkûm bu tedbirleri kötüye kullanmışsa,
mahkûm bu konudaki talimatlara uygun davranmamışsa. Ceza infaz kurumu
müdürü, bu işlemlere onay verdikten sonra şartların değişmesi hâlinde
geleceğe dönük olarak infazın gevşetilmesi ve izin tedbirlerini geri alabilir.
Konumuz bakımından esasen önemli olan özel ve olağandışı hâllerde
izin kullanılması konusu ise Alman Ceza İnfaz Kanunu (StVollzG) m.35’de
düzenlenmiştir82. Buna göre özel sebeplerin varlığı, akrabalardan birinin
ölümü veya yaşamsal tehlike içeren bir hastalığının bulunması hali olarak
öngörülmüştür. Bu özel sebeplere bağlı olarak yılda 7 güne kadar izin imkânı
getirilmiştir. Özel sebeplerin varlığı hâlinde iznin kullanılmasında, genel izin
şartlarının, özel izin şartları ile uyuşması gerekmektedir.
82
92
Alman Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanunun 35. Madde metni:
§ 35 İzin, Önemli bir sebebin varlığı hâlinde (izinli) çıkma (madde başlığı)
1) “Önemli bir sebebin varlığı hâlinde infaz kurumu yöneticisi mahkûmun infaz kurumundan
çıkışına müsaade edebilir ya da 7 güne kadar izin verebilir. Ancak bu izin, diğer önemli
sebeplerden olan, bir aile ferdinin ölümü ya da yaşamsal tehlike oluşturan (ölümcül) bir
hastalığının varlığı hâllerinde kullandırılır ve bir yılda yedi günü geçemez. Kanunun 11.
Maddesini 2. fıkrası, 13. Maddesinin 5. Fıkrası ve 14. Maddenin bu maddeye uygun olan
düzenlemeleri bu özel izin hâlinde de uygulanır.
2) İlk fıkrada belirtilmiş izinler, hükümlünün düzenli izinlerinden mahsup edilmez.
3) Madde 11’in ikinci fıkrasında ifade edilen sebepler dolayısı ile hükümlünün izin veya
çıkışına müsaade edilmeyecek ise bu durumda infaz kurumu müdürü mahkûmun iznini
kullanmasını uygun şartlarla sağlayabilir.
Buna ilişkin ilgili giderler mahkûm tarafından karşılanır. Eğer bu şekilde izin
kullandırılması, mahkûmun ıslahı veya sosyalleşmesine engel teşkil edecekse bu izin
kullandırılmaz.”
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
Hükümlülere özel sebeplerin varlığı hâlinde izin kullandırılması için
gerekli şartlar ise aşağıdadır:
a) Akrabalardan birinin ölümü veya ölümcül (yaşamsal tehlike oluşturan)
hastalığının bulunması.
b) Mahkûmun talebinin bulunması (genel şartlar içerisinde).
c) İnfaz kurum müdürünün onayının bulunması.
d) Mazeret izin süresi bir yılda yedi günü geçemez.
e) Bu yedi günlük süre mahkûma diğer hâllerde verilen yıllık yirmi bir gün
izinden mahsup edilmez.
f) İzin verilmesine ilişkin genel kurallar mazeret izninin özelliklerine aykırı
olmadıkça bu durumda da uygulanır.
g) Mahkûmun firar etmesi ya da başka suç işlemesi tehlikesi olsa dahi
kurum müdürü gerekli önlemleri alarak izin verebilir (refakatli izin).
h) Mahkûmun en az 6 aydır ceza infaz kurumunda bulunmuş olması veya
müebbet hapis cezasına mahkûm olanlar için ceza infaz kurumunda 10 yıldan
bu yana soruşturmaya uğramaksızın (iyi hâlli olarak) kalmış olmaları veya açık
ceza infaz kurumuna ayrılma şartlarının varlığı gerekmez.
i) Ceza infaz kurumu müdürü şu hâllerde infazın gevşetilmesine veya iznin
kesilmesine karar verebilir: İznin verilmesinden sonra ortaya çıkan gelişmeler
güvenliğin sağlanamayacağını göstermekte ise, mahkûm bu tedbirleri kötüye
kullanmışsa, mahkûm bu konudaki talimatlara uygun davranmamışsa.
Türk infaz hukukundaki mazereti izni ile karşılaştırma yapıldığında Alman
İnfaz Kanunu’nun daha genel ve esnek düzenlemeler içerdiği görülmektedir.
Özellikle izne karar verecek merci bakımından infaz kurumu müdürünü
yetkili sayarak, bu konuda kolaylık sağladığı söylenebilir83. Alman hukukunda
refakatli refakatsiz izin ayrımı açık bir şekilde yapılmasa da kurum müdürüne
mahkûmun firar etmesi veya suç işlemesi tehlikesi karşısında yetki verilmiş
olması, refakat durumunu ifade etmektedir. Alman hukukunda bir yılda yedi
güne kadar izin verme durumu söz konusu iken, bu iznin diğer izin sürelerinden
mahsup edilemeyeceği düzenlenmiştir. Türk hukukunda ise yakın akrabanın
ölümü hâlinde yol süresi hariç iki güne, hastalık hâlinde ise yol süresi hariç bir
güne kadar izin verilmektedir ve kanunda bu sürelerin diğer izin sürelerinden
83
Türk hukukunda bu konuda taleplerin alınması, takibinin yapılması ve Cumhuriyet
başsavcılığına ulaştırılması ve iznin oradan alınarak ayrı bir yerde bulunan kurumda
uygulanması dikkate alındığında Almanya düzenlemesinin daha pratik olduğu söylenebilir.
Ancak Türk hukukunda yakın zamanda bu konuda yaşanan gelişmeleri göz önünde
bulundurduğumuzda bunun sakıncaları da yadsınamayacaktır.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
93
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
mahsup edilip edilmeyeceğine dair bir hüküm bulunmamaktadır. Türk
hukukunda izin süresinde kalınacak yer dahi ayrıntılı olarak düzenlendiği hâlde
Alman Hukuku’nda bu kadar kazuistik bir düzenlemeye gidilmemiştir.
IV. TÜRK İNFAZ HUKUKUNDA HÜKÜMLÜ VE TUTUKLUNUN MAZERET İZNİ
HAKKI
A. Genel Olarak
Hukukumuzda hükümlü ve tutuklulara verilen mazeret izinleri, temel
olarak 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 94
ve 116. maddelerinde düzenlenmiştir. Kanun’un yürürlüğe girdiği ilk dönemde
sadece hükümlülerin, oldukça kısıtlı biçimde yararlanabildiği bu hak, 2011
yılından sonra yapılan bir dizi yasal değişiklik sayesinde genişletilmiş, kapsama
tutuklular da dâhil edilmiştir84.
Hükümlülere verilen mazeret izinleri CGTİHK’ nın 94. maddesi ile Ceza
İnfaz Kurumları’nın Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirleri’nin İnfazı
Hakkında Tüzüğün 138 ve 139. maddelerinde düzenlenmiştir. Kanunun
madde gerekçesinde çağdaş infaz sistemlerinde, hükümlülerin aileleriyle
ilişkilerinin sağlıklı bir biçimde sürdürülmesinin, hükümlünün yeniden
topluma kazandırılmasında etkili olduğuna işaret edilmiştir.85 İnfaz sürecinde
verilen izinlerin, hükümlünün resosyalizasyonundaki kilit önemine karşın,
hükümlünün bir yakınının ölümü veya hastalığı durumunda kullandırılan
mazeret izinlerinde insanî ihtiyaç ve beklentilerin daha ağır bastığı kuşkusuzdur.
Nitekim 5275 sayılı Kanun’un 94 ve 116. maddelerinde önemli değişiklikler
yapan 6301 sayılı Kanun’un Adalet Komisyonu Raporu’nda, mazeret izinleri,
hükümlülerin dış dünya ile bağlarının güçlendirilmesine yardımcı bir araç
olmanın ötesinde, açıkça temel bir hak olarak tanımlanmıştır86.
Önemli ölçüde “infaz süreci” esas alınarak kurgulanan 5275 sayılı
Kanun’da tutukluluk ve tutuklularla ilgili doğrudan, ayrıntılı düzenlemelere
yer verilmemiştir. Tutuklularla ilgili özellik arz eden hususlar Kanun’un 111
ilâ 116. maddelerinde düzenlenmekle yetinilmiş; ancak, 116. maddenin
ilk fıkrasında, Kanun’un tatbik sahasını tutuklular bakımından genişleten
bir atıfta bulunulmuştur. Hükümlülerle ilgili belirli maddelere, hak ve
84
85
86
94
“Hukuk tarihimizde de hükümlülere zaman zaman verilecek izinlerle aile bağlarının
takviyesi ya da özgür ortama intibaklarının sağlanması hedeflenmiştir.” Avcı, Mustafa,
Hukuk Tarihimizde Hapis, Ankara 2014, s.295.
Ceza ve Tedbirlerin İnfazı Hakkında Kanun Tasarısı Adalet Komisyonu Raporu, TBMM
Sıra Sayısı 710, https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem22/yil01/ss710m.htm, E.T:
18.10.2015.
Karakaş Doğan, Fatma, Ceza İnfaz Hukukunda Güncel Gelişmeler Denetimli Serbestlik
Tedbiri Uygulanarak Hapis Cezasının İnfazı-Hapis Cezasının İnfazının Ertelenmesi-İzinler-Eş
Ziyareti, Ceza Hukuku Dergisi (CHD), Y. 8, S.23, Aralık 2013, s.61 (53-70).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
yükümlülüklere sayma yoluyla atıfta bulunulan bu fıkrada, işaret edilen
hükümlerin “tutuklulukla bağdaşır nitelikte olanları”nın tutuklular hakkında
da uygulanacağı belirtilmiştir.
Başlangıçta tek fıkradan ibaret olan 116. maddede, tutukluların izin
hakkına herhangi bir atıf yapılmamıştır. Özellikle refakatsiz izin hakkının, kaçma
veya delilleri karartma şüphesine dayanan tutukluluk olgusuyla bağdaşmaz
karakteri açıktır. Buna karşın, en azından hükümlülerin yararlandırıldığı 94.
maddenin ikinci fıkrasındaki refakatli mazeret izninin tutuklular bakımından da
kıyasen uygulanabileceği düşünülebilirse de, 116. maddede tüketici biçimde
sayılanlar arasında mazeret iznine yer verilmeyişi karşısında, 2011 yılına dek
tutukluların bu imkândan yararlanabilmeleri söz konusu olmamıştır. 2011
yılından sonra yapılan yasal değişikliklerle tutukluların, önce bazı yakınlarının
cenaze törenlerine katılmaları, daha sonra yine bazı yakınlarını ağır hastalık
hâllerinde ziyaretleri, yasal dayanak kazanmıştır87.
Tutuklulara yakınlarının cenazesine katılma veya ağır hastalığı bulunan
yakınlarını ziyaret etme amacıyla izin verilmesi, 5275 sayılı Kanun’un 116.
maddesine 2011 yılından sonra yapılan kanun değişiklikleriyle eklenen
fıkralarda düzenlenmiştir. Tutuklulara bazı yakınlarının ölümü nedeniyle
mazeret izni hakkını getiren (5275 sayılı Kanun’un 116. maddesine ikinci fıkrayı
ekleyen) 6217 sayılı Kanun’un ilgili madde gerekçesinde, 116. maddenin
birinci fıkrasında atıfta bulunulan düzenlemeler arasında mazeret iznini
konu alan 94. maddenin bulunmadığına değinilmiş; hükümlüler bakımından
kabul edilen mazeret nedenlerinin, tutuklular bakımından da haklı ve geçerli
olduğu; düzenlemeyle, mevcut bir eşitsizliğin giderilmesinin amaçlandığı
vurgulanmıştır.88 Tutuklulara bazı yakınlarını ağır hastalıkları sebebiyle ziyaret
amacıyla izin verilebilmesi imkânını getiren 6301 sayılı Kanun teklifinin
genel gerekçesinde ise, insanî beklentilere çözüm bulabilme amacından söz
edilmiştir.89
5275 sayılı Kanun’un 116. maddesinin ikinci fıkrası cenazeye katılma, üçüncü
fıkrası hastalık sebebiyle yapılacak ziyaretlere ilişkindir. Dördüncü fıkrada
ise, izin süresi içinde gece konaklaması yapılması gerektiğinde, nerelerde
konaklanabileceği ve buna hangi makamın karar vereceği gösterilmiştir.
Maddeye, 24.1.2013 tarihli ve 6411 sayılı Kanun’la eklenen beşinci fıkrada,
dördüncü fıkra ile hükümlülere verilen mazeret izinleriyle ilgili 94. maddenin
87
88
89
Aldemir, Hüsnü, Türk İnfaz Hukuku ve İnfaz Yargılaması, Ankara 2012, s.392.
Yargı Hizmetlerinin Hızlandırılması Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun Tasarısı ve Adalet Komisyonu Raporu, Sıra Sayısı: 725, Madde Gerekçeleri, https:/ /
www.tbmm.gov.tr/ sirasayi/ donem 23/yil01/ss725.pdf, E.T: 18.10.2015.
6301 sayılı Kanunun Adalet Komisyonu Raporu, Sıra Sayısı: 136, https://www.tbmm.gov.tr/
sirasayi /donem24 /yil01/ss136.pdf, s.19, E.T: 19.10.2015.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
95
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
ikinci fıkrasına ilişkin usûl ve esasların çıkarılacak bir yönetmelikle belirleneceği
hüküm altına alındığından, “Hükümlü ve Tutuklulara Yakınlarının Ölümü
veya Hastalığı Nedeniyle Verilebilecek Mazeret İzinlerine Dair Yönetmelik”90
hükümlerinin, konu incelenirken göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Keza, Kanun’un 93. maddesinin ikinci fıkrasında, izinlerin kullandırılmasıyla
ilgili ayrıntıların Tüzük’te gösterileceği hükme bağlandığından, -zaman içindeki
kanun değişiklikleri karşısında önemli ölçüde güncelliğini yitirmiş olmakla
beraber- Tüzük’te yer alan düzenlemelerin de hatırda tutulması gerekmektedir.
Aşağıda öncelikle, hükümlülerin yararlanabildiği refakatsiz mazeret
izinlerine kısaca değindikten sonra, uygulaması daha yaygın olan ve gerek
hükümlüler, gerekse tutukluların yararlanabildiği refakatli mazeret izinlerini
detaylı biçimde inceleyeceğiz. Bu noktada, iznin refakatli olmasının, izinden
yararlanan hükümlü veya tutuklunun, kurum dışında bulunduğu sürece
dış güvenlik görevlilerinin gözetimi, denetimi ve kontrolü altında tutulması
anlamına geldiğini hatırlatalım.
Tutuklulara verilecek mazeret izinleri, Kanun’un 116. maddesinin ikinci
ve üçüncü fıkralarında, tutukluluğun niteliğinden kaynaklanan farklılıklar
dışında hükümlüler hakkındaki 94. maddede yer alanlara benzer şartlara
bağlandığından, gereksiz tekrarların önüne geçmek için konuyu birlikte ele
alacak; ancak, hükümlülük ve tutukluluk bakımından öngörülen farklı koşullara
yeri geldikçe temas edeceğiz.
B. Refakatsiz mazeret izinleri
Hükümlünün herhangi bir dış güvenlik görevlisinin refakati olmaksızın,
Kanun’da öngörülen nedenlerle ve yol süresi hariç 10 güne kadar kullandığı
izin türü, 5275 sayılı Kanun’un 94. maddesinin ilk fıkrası ile Tüzüğün 138.
maddesinde düzenlenmiştir. 5275 sayılı Kanun’un ilk yürürlük tarihinden
itibaren varlığını koruyan düzenleme, herhangi bir yasal değişiklik söz konusu
olmaksızın günümüze kadar gelmiştir.
Bu izin türü, hükümlülere özgüdür. Tutuklulara, hükümlülerin aksine,
refakatsiz mazeret izni verilmesi, hiçbir koşulda söz konusu değildir. Tutuklama,
soruşturma evresindeki, kaçma veya delilleri karartma şüphesine dayalı bir
tedbir olma özelliği gösterdiğinden, tutukluya dış güvenlik görevlisinin refakat
şartı aranmaksızın mazeret izni verilmesinin çelişki ve mahsurları açıktır.
Ayrıca, kimlere izin hakkı tanınacağını gösteren 93. maddede yüksek güvenlikli
ceza infaz kurumlarında bulunanlar açıkça istisna tutulmuş olduklarından,
bu kurumlarda barındırılan hükümlülerin bu izin türünden yararlanmaları
mümkün değildir.
90
96
Yönetmelik, 28.6.2013 tarihli ve 28691 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe
girmiştir.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
Refakatsiz izinde temel koşul, hükümlülük süresinin beşte birinin iyi hâlle
geçirilmiş olmasıdır.91 Kanun ve Tüzük “iyi hâlli”liği doğrudan tarif etmiş
değildir. Bununla birlikte, koşullu salıverilmede iyi hâlin saptanmasına ilişkin,
Kanun’un 89. maddesi ile 133 ve 134. maddeleri, “ceza infaz kurumlarının
düzen ve güvenliği amacıyla konulmuş kurallara içtenlikle uyma”, “haklarını
iyi niyetle kullanma”, “yükümlülüklerini eksiksiz yerine getirme”, “uygulanan
iyileştirme programlarına göre toplumla bütünleşmeye hazır olduğunun
disiplin kurulunun görüşü alınarak idare kurulunca saptanmış bulunması”
ve “kaldırılmamış disiplin cezası bulunmaması” gibi iyi hâlin belirlenmesinde
dikkate alınacak kriterler belirlemiştir. Bu özellikleri dikkate alındığında,
refakatsiz mazeret izinleri, hükümlülere insanî nedenlerle tanınmış bir
hak olmaktan çok, infazda belirli bir aşamayı geçmiş ve ıslah yoluna girdiği
konusunda tereddüt bulunmayan hükümlüler için getirilmiş bir “imtiyaz”
olma özelliğiyle öne çıkar. Bu nedenle bu izin türüne ve şartlarına genel
hatlarıyla değinmeyi, uygulaması daha yaygın olan refakatli izinler üzerinde
yoğunlaşmayı tercih ettik.
Refakatsiz mazeret izinlerini refakatli olanlardan ayıran önemli farklardan
biri iznin kapsamı, diğeri sebebi, bir diğeri ise iznin süresiyle ilgilidir. Ölüm
sebebinde refakatsiz izinler, ayrıntılarına aşağıda değineceğimiz üzere, ikinci
derece dâhil kan veya kayın hısımlarıyla ilgili olarak verilebilmekteyken,
refakatsiz izinlerde bu “ana, baba, eş, kardeş veya çocuğun ölümü”yle sınırlı
tutulmuştur. Buna karşın, sayılanların yaşamsal tehlike oluşturacak önemli
ve ağır hastalık hâlleri dışında, deprem, su baskını, yangın gibi felâketler
nedeniyle zarara uğramaları da izin sebepleri arasına alınmış, verilecek iznin
süresi ise ulaşım için gerekli olan hariç “on güne kadar” şeklinde belirlenmiştir.
Refakatsiz mazeret izni, ölüm hâlinde ceza infaz kurumu en üst amirinin
önerisi ve Cumhuriyet Başsavcılığı’nın onayı ile diğer sebeplerin varlığı hâlinde
ise kurum en üst amirinin görüşü, Cumhuriyet Başsavcılığı’nın önerisi ve Adalet
Bakanlığı’nın onayı ile verilecektir.
94. maddenin ilk fıkrasında koşulları gösterilen refakatsiz mazeret
izinlerini, refakatli mazeret izinlerinden ayıran son ve dikkat çekici bir fark
ise ağır hastalık sebebiyle verilen mazeret izinleri bakımından, kanun
değişiklikleri sebebiyle güncelliğini yitiren ancak yürürlüğünü koruyan Tüzük
hükümlerindedir. Mazeret iznine ilişkin ayrıntıların gösterildiği Tüzüğün 138.
maddesinin dördüncü fıkrasının (d) bendi hükmüne göre, hastalığı belgeleyen
resmî raporun, biri hastalığın uzmanı olmak üzere en az iki uzman hekim
tarafından imzalanmış olması gerekmektedir. Oysa hükümlü ve tutukluların
91
Esasen bu koşul, refakatsiz mazeret izinlerine özgü olmayıp, hükümlülerin salıverilme
öncesi dış dünya ile uyumlarını sağlama amacıyla karakterize olan özel izin (m.95) ve iş
arama izninde (m.96) de infazın belirli bir aşamasına gelinmiş olması aranmaktadır.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
97
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
refakatsiz mazeret izinlerini düzenleyen Kanun hükümlerinde (m.94/2-b;
m.116/3) önemli ve ağır hastalık hâlinin açıkça “sağlık kurulu raporuyla
belgelendirilmesi” gereğinden söz edilmektedir. Hükümlülerin refakatsiz
mazeret izinlerini düzenleyen 94. maddenin birinci fıkrasında benzer bir
koşula yer verilmediğinden, Tüzük hükmünün bu izin türüyle sınırlı olarak
yürürlükte bulunduğunu kabul etmek gerekmektedir. Sağlık mazeretine
dayalı refakatsiz izinlerde daha hafif bir ispat koşulunun aranmasında, esaslı
bir mahsur bulunduğundan söz edilemeyeceği kanaatindeyiz. Cezasının
belirli bir bölümünü kapalı kurumda çekmiş ve iyi hâl gösteren hükümlüyü,
ıslah yoluna girmiş kabul eden Kanun’un, refakatsiz izinleri kapsam, sebep ve
süre yönünden farklı düzenleme tercihi karşısında da bu, önemsiz bir ayrıntı
sayılmalıdır.
Refakatsiz izinlerle ilgili olarak hatırda tutulması gereken son bir nokta,
açık ceza infaz kurumlarında bulunan hükümlülerin, Kanun’un 94. maddesinin
ikinci fıkrasında düzenlenen, kural olarak refakatli kullanılabilinecek mazeret
izinlerini, Tüzük ve Yönetmelik hükümleri doğrultusunda refakatsiz kullanacak
olmalarıdır. Yönetmelikte, hükümlülerin yanı sıra tutuklulardan da bahsedilmiş
ise de tutuklanan şüphelilerin açık kurumlarda barındırılmasına imkân yoktur.
C. Refakatli mazeret izinleri
Hükümlü ve tutukluların, dış güvenlik görevlilerinin refakati altında, yol
süresi hariç, bir yakının ölümü hâlinde iki, ağır hastalığı hâlinde ise bir güne
kadar kullandığı izin türü, hükümlüler bakımından 5275 sayılı Kanun’un 94.
maddesinin ikinci fıkrasında, tutuklular bakımından ise aynı Kanun’un 116.
maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarında düzenlenmiştir.
1. Koşullar
a. Talep
Mazeret izninden yararlanmanın temel koşulu, ilgilinin talepte bulunmasıdır.
Diğer tüm koşulların varlığına rağmen, talebi olmadıkça hükümlü ve tutukluya
izin verilmesi söz konusu olmayacaktır. Ceza infaz kurumu idaresi veya
Kanun’un, izinle ilgili görev ve yetkisine atıf yaptığı diğer makam ve mercilerin,
izin sebebini re’sen araştırma yükümlülüğü bulunmadığı92 gibi, haberdar olduğu
sebebe dayanarak re’sen izin verme yetkisi de yoktur. Belirtilen makamlar,
sebebin geçerliliğini, ancak vaki izin talebi üzerine araştırır; geçerli bir sebebe
dayanan, diğer yasal koşulları oluşmuş izni de ancak ve sadece ilgilisince talep
edilmişse verir.
92
98
İnfaz mercilerinin böyle bir yükümlülüğü bulunmamakla birlikte, hükümlü ve tutuklunun
aile yakınlarının ölümü veya ağır dereceli hastalığından haberdar olduğunda, bunu
gecikmeksizin mahpusa haber vermesi gerektiğine, bu bilgilendirme yükümlülüğünün BM
Asgari Standart Kuralları ile Avrupa Cezaevi Kurallarında açıkça düzenlendiğine daha önce
değinmiştik.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
b. Akrabanın ölümü veya hastalığı
Mazeret izinlerinde temel koşul, bir yakının ölümü veya ağır derecedeki
hastalığıdır. Kanun, sadece belirli bir yakınlık derecesindeki akrabanın ölümü
veya hastalığını mazeret izinlerinde neden olarak kabul etmiş; ancak bu yakınlık
derecesini ölüm veya hastalık bakımından ayrı ayrı belirlemiştir. Cenaze izni
için bu yakınlık derecesi, ikinci derece dâhil kan veya kayın hısımlarından biri
ya da eş olarak tayin edilmiştir (CGTİHK m.94/2-a; m.116/2). Buna göre, ana,
baba, eş, çocuk ve kardeşin yanı sıra, kayınvalide, kayınpeder, kayınbirader ve
baldızın ölümü de izin sebebi olabilir.
Ölüm sebebine bağlı izinlerin düzenlendiği ilgili madde metinlerinin ilk
düzenlemelerinde kayın hısımlarına yer verilmemiş ve kapsam “ana, baba,
eş, kardeş veya çocuk”la sınırlı tutulmuşken, bu ibare 08.08.2011 tarihli ve
650 sayılı KHK ile daha sonra “ikinci derece dâhil kan veya kayın hısımlarından
birinin ya da eşinin” ibaresiyle değiştirilerek kapsam genişletilmiştir.93 Hastalık
sebebiyle verilecek izinlerde ise kapsam, kanun koyucu tarafından “ana,
baba, eş, kardeş, çocuk ile eşin anne veya babası”nın hastalık hâlleriyle sınırlı
tutulmuştur.
İzin için söz konusu olan hastalık, herhangi türde bir sağlık sorunu
olmayıp, yaşamsal tehlike oluşturacak önemli ve ağır derecede bir hastalık
olmak zorundadır. “Yaşamsal tehlike oluşturacak önemli ve ağır hastalık
hâlleri” doğrudan Kanun’un (m.94/2-b, m.116/3) ifadesidir. Kanun’un
aktarılan ifadesinden, hastalığın, ölüme pek muhtemel gözle bakılabilecek
aşamasında hükümlü ve tutukluya bir “vedalaşma/helalleşme” imkânı
getirildiği anlaşılmaktadır. Nitekim refakatli izinler bakımından hükümlü ve
tutuklular için hastalık hâlinde böyle bir izin hakkı başlangıçta bulunmazken,
bu imkânı ilk kez getiren 27.4.2012 tarihli ve 6301 sayılı Kanun’un birleşen
bir teklifinin gerekçesinde, gazeteci-yazar Doğan Yurdakul’un tutuklu olduğu
için tedavisi süren eşini ölmeden son kez görme imkânı elde edemediğine
işaretle, yaşanan bu ve benzeri olayların kamu vicdanında büyük yaralar
açtığı ve yasal bir düzenlemeyi zorunlu kıldığı vurgulanmıştır.94 6301 sayılı
Kanun’un Adalet Komisyonu Raporu’nda ise mahpusların yakınlarının ölümü
üzerine cenazelerine katılmalarına ve belli ağırlıkta hastalık hâlinde yakınlarını
93
94
650 sayılı KHK’nın bu değişikliğe ilişkin hükümleri (KHK’nın 29 ve 30. maddeleri),
düzenlemenin yetki kanununun kapsamı dışında kaldığı gerekçesiyle AYM tarafından
18.7.2012 tarihli ve 2011/113 E, 2012/108 K sayılı kararla iptal edilmiştir. Ancak 5275 sayılı
Kanunun 94. Maddesinin ikinci fıkrası, iptalden önceki bir tarihte, 27/04/2012 tarihli ve
6301 sayılı Kanunla yeniden düzenlenmiş; 116. maddenin ikinci fıkrası ise iptalden sonra
27/06/2013 tarihli ve 6494 sayılı Kanunla yeniden düzenlenmiştir. AYM’nin iptal kararı
ayrıntıları için bkz: AYM Kararlar Bilgi Bankası, www.anayasa.gov.tr, E.T: 12.12.2015.
2/84 Esas Numaralı Kanun Teklifi Genel Gerekçesi, https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/
donem24 /yil01/ ss136.pdf, E.T: 19.10.2015.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
99
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
kısa süreli de olsa ziyaret edebilmelerine imkân tanınması, temel bir insan
hakkı olarak tanımlanmış; değişiklikler, ceza sisteminin insanileştirilmesini
temel bir hedef kabul eden modern infaz hukukunun öncelikleri temelinde
değerlendirilmiştir.95
c. Sebep ve yakınlığın belgelendirilmesi
Bir diğer koşul, izin talebine dayanak teşkil eden geçerli bir sebep (ölüm
veya ağır hastalık) ile kanunun aradığı yakınlık derecesinin belgelendirilmesidir.
5275 sayılı Kanun’un 93. maddesinin ikinci fıkrası hükmü uyarınca izinlerin
kullandırılmasıyla ilgili ayrıntıların gösterildiği Tüzük’te, ölümün ve ölen kişiyle
yakınlığının belgelenmesi kaydıyla izin verilebileceği ifade edilmiştir (m.138/3).
Keza yine Tüzük’te, hükümlü ile hasta olduğu belirtilen kişi arasındaki yakınlık
derecesinin nüfus idaresinden alınacak kayıt ile belgelendirilmesi (m.138/4-c),
hastalığı belgeleyen resmî raporun, biri hastalığın uzmanı olmak üzere en az iki
uzman hekim tarafından imzalanmış olması (m.138/4-d), ölüm ve ölen kişiyle
yakınlığının resmî belge ile tespit edilmiş olması (m.138/4-e) şartlarından da
bahsedilmektedir.
Hastalık nedeniyle verilecek refakatli mazeret izinlerinde kanun
düzenlemesi, sebebin sağlık kurulu raporu ile belgelendirilmesini aradığından
(m.94/2-b; m.116/3), kanun değişiklikleri karşısında güncelliğini yitiren ve
iki uzman hekim tarafından düzenlenen resmî raporu yeterli gören Tüzük
hükmünün uygulanma imkânı kalmadığı açıktır.
Üzerinde durulması gereken asıl nokta, belgelendirme külfetinin kime
tahmil edileceğidir. Kanun ve Tüzükteki edilgen ifade biçimi yoruma elverişli
olmakla birlikte, sözü edilen belgeleri temin etme ve izin talebine dayanak
oluşturan vakıaları ispatlama ödevinin, mutlak biçimde, hürriyeti kısıtlanmış
hükümlü veya tutuklu tarafından yerine getirilmesinin beklenemeyeceği
açıktır. Aksi kabul, mahpusun hiç ya da zamanında başvuruda bulunamaması
gibi bir sonucu doğurabilecektir ki, bu sonucun Kanun’la tanınan biçimsel
haklardan ilgililerin etkin biçimde yararlandırılması amacıyla bağdaşmazlığı
ortadadır.
Nüfus kayıtları esas alınacağından, kanunun aradığı yakınlık derecesinin
tespitinde esasen önemli bir zorluk bulunmamaktadır. Ölüm veya ağır hastalık
hâlinin tespitinde ise tutuklu veya hükümlünün yakınlarının katkısı dışında,
gerektiğinde resmî makamların da hukukî sebebin belgelendirilmesi sürecine
katkı sağlaması en doğru çözüm yolu olarak görülmelidir.
95
6301 sayılı Kanunun Adalet Komisyonu Raporu, Sıra Sayısı: 136, https://www.tbmm.gov.tr/
sirasayi/donem24/ yil01/ss136.pdf, s.19, E.T: 19.10.2015.
100
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
d. İnfaz edilen cezanın türü ve yeri
Hükümlüler bakımından mazeret iznine, infaz edilen cezanın türü
sebebiyle engel oluşturabilecek yegâne istisna, Kanun’un 94. maddesinin
ikinci fıkrasında “Bu Kanun’un 25 inci maddesi kapsamına girenler hariç”
denilerek getirilmiştir. Söz konusu madde, ağırlaştırılmış müebbet hapis
cezasının infazını düzenlendiğinden, bu cezaya çarptırılmış hükümlülerin izin
imkânından yararlanması mümkün olmayacaktır. Bu temel istisna dışında,
infaz edilen veya soruşturma ya da kovuşturma konusu olan suçun türü ile
hükümlü ve tutuklunun barındırıldığı kurumun niteliğinin ya da kurumun
bulunduğu yerin bir önemi bulunmamaktadır.
Mazeret izinlerinden sadece hükümlülerin, oldukça katı koşullara bağlı
olarak yararlanabildiği 31.03.2011 tarihi öncesinde, hükümlünün vefat
eden yakınlarının cenaze törenlerine katılabilmesi, törenin infaz kurumunun
bulunduğu yerde yapılacak olması koşuluna bağlı bulunmaktaydı. Keza
Kanun’un halen yürürlükte bulunan “İzinler” kenar başlıklı 93. maddesinde,
yüksek güvenlikli ceza infaz kurumlarında bulunanlar (sadece mazeret izinleri
bakımından değil, tüm izinler bakımından) açıkça istisna tutulduğundan, bu
kurumlarda barındırılan hükümlülerin de mazeret izni hakkı bulunmamaktaydı.
Hükümlünün dış güvenlik görevlisi refakatinde bazı yakınlarının
cenazesine katılması için cenaze töreninin infaz kurumunun bulunduğu
yerde düzenlenecek olması şartı, 31.03.2011 tarihli ve 6217 sayılı Kanun’la
yapılan değişiklikle kaldırılmıştır. Hükümlülerin cezalarının, suç yeri, sağlık ve
disiplin gibi farklı nedenlerden dolayı her zaman yakınlarının bulunduğu yerde
infaz edilmediğine dikkat çekilen değişiklik gerekçesinde, mazeret izninin
kullanılabilmesi şartlarından biri olarak maddede (m.94/2) yer alan “infaz
kurumunun bulunduğu yerde olmak” koşulu kaldırılmak suretiyle, mevcut bir
eşitsizliğin giderilmesinin amaçlandığına değinilmiştir.96
27.04.2012 tarihli ve 6301 sayılı Kanunla, 5275 sayılı Kanunun 94.
maddesinde yapılan değişiklik ise izinden yararlandırılabileceklerin
kapsamını, yüksek güvenlikli ceza infaz kurumlarında barındırılan hükümlüler
lehine genişletmiştir. 94. maddenin ikinci fıkrasının yeniden yazıldığı bu
düzenlemeyle, mazeret izinlerinden yararlanabilecekler belirlenirken “yüksek
güvenlikli ceza infaz kurumunda bulunanlar da” zikredilerek, 93. maddenin
olumsuz hükmüne bir istisna getirilmiştir.
Söz konusu değişikliklerden sonra ağırlaştırılmış müebbet hapis
cezasına hükümlü olanlar hariç, hükümlülerin mazeret izni taleplerinin
96
Yargı Hizmetlerinin Hızlandırılması Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun Tasarısı ve Adalet Komisyonu Raporu, Sıra Sayısı: 725, Madde Gerekçeleri, https://
www.tbmm.gov.tr/ sirasayi /donem23 /yil01/ss725.pdf, E.T: 18.10.2015.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
101
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
değerlendirilmesinde infaz edilen cezanın türü, süresi veya infaz
kurumunun bulunduğu yerin bir önemi kalmamıştır. Tutuklular için benzer
kısıtlama nedenlerine Kanun’da hiçbir zaman yer verilmemiştir. Ancak, bu
değerlendirmenin, bahsedilen hususların mazeret izni taleplerinin kategorik
biçimde reddine dayanak olamayacağı biçiminde anlaşılması gerekir. Nitekim
izin talepleri hakkında karar verilirken göz önünde tutulacak olan, örneğin
“tehlikeli hükümlü olmama” veya “soruşturma veya kovuşturmanın selameti
bakımından sakınca bulunmama” gibi aşağıda inceleyeceğimiz diğer kanunî
şartlar, hükümlü veya tutuklunun kişiliğiyle bağlantılı olduğu kadar, belli
ölçüde işlenen suçun türü/niteliğiyle bağlantılı bir değerlendirmeyi de zorunlu
kılmaktadır.
Diğer taraftan, Tüzüğün 138. maddesinin dördüncü fıkrasında, izin
verilmesi esnasında göz önünde bulundurulacak hususlar arasında “gidilecek
yerin yol ve hava şartlarının uygun olması”ndan da söz edilmektedir. Cenaze
töreninin başka bir yerde düzenlenecek olması, kategorik bir ret gerekçesi
oluşturmasa da öyle anlaşılmaktadır ki gidilecek mesafenin uzaklığı, olumsuz
yol ve hava koşullarıyla birleştiğinde, uygulamacıların olumsuz takdirine
dayanak oluşturabilecektir. Bu noktada, cenaze merasiminin yapılacağı yer ile
infaz kurumu arasındaki mesafe sebebiyle tutuklu veya hükümlünün cenazeye
katılımının sağlanamadığı durumlarda, mahpusun video konferans yoluyla
cenazeyi takip etmesine imkân tanıyan ülke uygulamaları97 bulunduğunu
hatırlatmakta yarar vardır.
e. Güvenlik bakımından sakınca bulunmaması
Mazeret izni talebi hakkında karar verilirken göz önünde bulundurulacak
değerlendirme ölçütlerinden bir diğeri “güvenlik bakımından sakınca
bulunmaması”dır. (m.94/2, m.116/2-3) Güvenlik bakımından sakınca
oluşturabilecek hâllerin neler olduğu, karar merciinin hangi ihtimalleri
bu kapsamda değerlendirebileceği hususunda Kanunda, Tüzükte veya
Yönetmelikte bir açıklık bulunmamaktadır.
Mazeret izinlerinin kapsamını, hükümlüler lehine önemli ölçüde genişleten
6301 sayılı Kanun’un talî komisyon (İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu)
görüşmeleri sırasında bu kavram tartışılmış, metinde yer verilen “güvenlik
bakımından sakınca oluşturmama” ibaresinin keyfî durumlara yol açabileceği
öne sürülmüştür.98 Görüşmelere katılan Hükümet temsilcisi, bu ibarenin
97
98
Avustralya’nın Queensland Eyaleti, hükümlü ve tutuklulara bu imkânı tanımaktadır. Bilgi
için bkz: (http://www.correctiveservices.qld.gov.au/Resources/Procedures/Offender_
Management/documents/ofmproindigfunattend.shtml), E.T: 8.2.2015.
6301 sayılı Kanunun İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Raporu, Sıra Sayısı: 136, https://
www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss136.pdf, s.11, E.T: 19.10.2015.
102
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
5275 sayılı Kanun’un mevcut 116/2 maddesinde de aynen geçtiğini99, bu
hususun bazen hükümlü veya tutuklunun lehine de yorumlanabileceğini,
örneğin tutuklunun veya hükümlünün dışarı çıkması kendisi, yakınları, refakat
edenler yahut vatandaşların güvenliği açısından tehlike oluşturacaksa böyle
bir kararın verilebileceğini ifade etmiştir.100 Doğrusu, bu ibarenin bu ölçüde
geniş yorumlanmasının isabetinden söz edemeyiz. Suç işlemiş, bu nedenle,
kanunlarla olduğu kadar, çoğu kez gerçek kişilerle, suçun mağdurları ve
yakınlarıyla da ihtilâfa düşmüş bulunan tutuklu veya hükümlünün kurum
dışına çıkarılması, çoğu durumda az ya da çok, belirli veya belirsiz bir güvenlik
riski oluşturabilecektir. Tutuklu veya hükümlünün firar ihtimali de bu risklere
eşlik etmektedir.
İzin taleplerinin salt güvenlik kaygılarıyla reddini ölçülü bulmayan AİHM’ in,
bu tür kaygıların, iznin refakat altında kullandırılması durumunda giderilebilir
olduğuna dikkat çeken kararlarına daha önce değinmiştik. Dolayısıyla,
güvenlik bakımından sakınca bulunup bulunmadığı, mevcut risklerin refakate
bağlı olarak bertaraf edilebilme imkânıyla birlikte değerlendirilmelidir. Bir
başka anlatımla, olağan tedbirlerle aşılması mümkün olmayan, somut ve
ciddi bir tehlikenin varlığı, güvenlik bakımından sakınca doğuran hâl olarak
değerlendirilmeli kanaatindeyiz.
Nitekim izin esnasında konaklama yapılan yerde ortaya çıkan güvenlik
riskleri bakımından, tutuklu veya hükümlünün bulunduğu yerden alınarak en
yakın kapalı ceza infaz kurumuna götürülmesinde, Yönetmelik benzer bir ölçü
gözetmiş ve “kontrolü mümkün olmayan güvenlik riski”nden söz etmiştir (Yön.
m.12).
Olağan tedbirlerle kontrolü veya bertaraf edilmesi mümkün güvenlik
risklerinin, izin taleplerinin reddine tek başına dayanak kılınması, bireysel
başvuru konusu olması durumunda ihlâl kararlarına sebebiyet verebilecektir.
Sevk ve nakil güzergahının terör olaylarının yoğun olduğu bölgelerden
geçmesi, bu nedenle gerek tutuklu/hükümlü, gerekse refakat görevlileri için
güvenlik riskleri taşımasının olağan tedbirlerle kontrolü mümkün olmayan
sakınca haline örnek olabileceği, AYM’ye yapılan bireysel başvurular sonucu
verilen kararlarla teyit edilmiştir.101
99
100
101
Tutuklulara bazı yakınlarının ölümü üzerine verilen mazeret izinlerini düzenleyen bu
hükmün, 27.4.2012 tarihli 6301 sayılı Kanundan yaklaşık 1 yıl önce, 31.3.2011 tarihli ve
6217 sayılı Kanunla eklenmiş olduğunu hatırlatalım.
Aynı rapor, s.12.
Bu kararlar yukarıda II. Bölümde irdelenmiştir.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
103
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
f. Hükümlünün “tehlikeli hükümlü” statüsünde olmaması
Cenaze törenine iştirak veya hasta ziyareti amacıyla izin hakkı, 94. maddenin
ikinci fıkrasında açıkça “tehlikeli olmayan hükümlü”ye tanınmıştır. Bu noktada,
“tehlikelilik” hâli ile “tehlikeli mahkûm” statüsünden ne anlaşılması gerektiği
üzerinde durmak gerekmektedir.
Pozitivist hukuk okulu düşüncesinin ürünü olan “Tehlikeli Hâl” kavramının
özelliği, böyle bir durumda bulunan şahsın yeni suçlar işleme olasılığının
bulunmasıdır. Gerçekten geçmişteki halleri, kötü bir yaşayış tarzı geçirmek
hususundaki itiyatları, fizyolojik veya aklî kusurları nedeniyle bazı kimseler
tehlikeli bir hâlde bulunabilirler. Bir şahsın tehlikeli hâlde bulunup bulunmadığını
tespit zordur. Tehlikeli hâlin varlığının saptanmasının yetkili merciinin takdirine
mi yoksa kanuna mı bırakılması gerektiği hususu tartışmalıdır. 1910 Brüksel
Kongresi tehlikeli hâlin tayinini kanuna bırakmıştır102.
Tehlikeli hâlin tanımını “Yukarıda maddede yazılı fiillerden birini işleyen ve
gelecekte kanun tarafından suç olarak öngörülen fiilleri işleyeceği beklenen
ceza bakımından ehil olmayan veya cezalandırılamayan kimse ceza kanununun
uygulanmasında tehlikeli sayılır” şeklinde yapan (m.203) İtalyan CK. 133 üncü
maddesinin birinci fıkrasında, tehlikeli hâlin tespiti hususunda hâkimin, fiilin
nev’i, işleme vasıtaları, hedefi, işlendiği zaman ve yer, suçun verdiği zararın
ağırlığı veya mağdurda meydana gelen tehlikenin ağırlığı, kastın yoğunluğu ve
taksirin derecesine de dikkat etmesi zorunluluğu bulunmaktadır. Maddenin
ikinci fıkrası, tehlikeli hâlin tespitinde failin suç işleme konusunda eğilimini
gösteren saikleriyle karakterinin, cezaî ve adlî sabıkalarının, suçu işlemezden
önceki tavır ve hareketleriyle, yaşayış tarzının, suç işlerken veya işledikten
sonraki tutumunun, şahsî, ailevî ve sosyal ilişkilerinin, hâkim tarafından göz
önüne alınması gerektiğini belirtmektedir. Kanunda öngörülen ve tehlikeli
hâlin belirtilerini oluşturan bu hususları göz önüne alan hâkim şahsın toplum
bakımından tehlike arz edip etmediğini takdir edecektir103.
5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun, başka
maddelerinde de “tehlikeli hükümlü”den veya “tehlike hâli”nden söz etmiş104,
102
103
104
Artuk, Mehmet Emin, Güvenlik Tedbirleri, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.XII, Y.
2008, S.1-2, s.467 (461-492).
Artuk, s.467-468.
Örneğin, yüksek güvenlikli kapalı ceza infaz kurumlarına alınacak kişilerle ilgili 9. maddenin
üçüncü fıkrasında, hapis cezasının infazının hastalık nedeni ile ertelenmesiyle ilgili 16.
maddede, hükümlünün barındırılması ve yatırılmasıyla ilgili 63. maddede, telefonla
haberleşme hakkının düzenlendiği 66. maddede, hükümlünün radyo, televizyon yayınları
ile internet olanaklarından yararlanma hakkının düzenlendiği 67. maddede, iyileştirme
programları için oluşturulacak grupların sayısı ve uygulanacak güvenlik tedbirleriyle ilgili
74. maddede hükümlülerle ilişkili olarak, tutuklular hakkında uygulanabilecek kısıtlayıcı
önlemlerin düzenlendiği 115. maddede ise tutuklularla ilişkili olarak “tehlikelilik”ten ve
“tehlikeli hâlde bulunmak”tan söz edilmiştir.
104
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
bazı hakların kullanılması veya bazı sınıflandırmalar bakımından “tehlikeli
olmama” ölçütünü sıkça gözetmiştir. Ancak, Kanun’un bu kavramlardan
anlaşılması gerekenin ne olduğu sorusuna verdiği açık bir cevap, getirdiği
kesin bir ölçü bulunmamaktadır.
“Tehlikeli hükümlü” mevzuatımızda, İnfaz Tüzüğü’nün 76. maddesinde
tanımlanmıştır. “Tehlikeli hükümlü” kenar başlıklı madde, suçun nitelik ve
işleniş şekline göre, toplum için ciddi bir tehlike oluşturan veya kurumun
güvenlik ve düzenini ihlâl edebileceği konusunda delil veya ciddi emareler
olanların “tehlikeli hükümlü” sayılacakları yönündedir. Bu tanımdan, tehlikenin
yöneldiği değerlerin (toplum güvenliği, kurum düzeni) veya doğduğu kaynağın
(eylemin niteliği ve hükümlünün kişiliği) tehlikeliliği değerlendirirken göz
önünde tutulacağı anlaşılmaktadır.
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu ise tehlikeliliği, bir taraftan akıl hastalığı, diğer
taraftan tekerrür hükümleriyle ilişkili olarak ele almıştır. Akıl hastaları hakkında
uygulanacak güvenlik tedbirlerinin belirlendiği 57. maddede “toplum açısından
tehlikeliliğinin ortadan kalkması veya önemli ölçüde azalması” amacından
söz edilmiş; takip eden 58. maddede ise, madde metninde tehlikeliliğe özel
bir vurgu yapılmamakla birlikte, mükerrirler hakkında uygulanacak özel infaz
rejimi “Suçta tekerrür ve özel tehlikeli suçlular” başlığı altında belirlenmiştir.105
Değinilen mevzuat hükümleriyle çizilen bu genel çerçevenin dışında,
tehlikeliliğin tespitinde dikkate alınacak belirli bir suç listesi belirlenmemiştir.
İnfaz edilen ceza ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası dışında kalmak
koşuluyla, yüksek güvenlikli ceza infaz kurumlarındaki hükümlüler de mazeret
izinlerinden yararlanabildiklerine göre, belirli suçlara bağlı kategorik bir
değerlendirme yapma imkânı bulunmayacağı açıktır.106 Bununla birlikte,
105
106
Tehlikelilik sadece infaz sürecinde dikkate alınan bir olgu olmayıp, özellikle vücut ve
cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlar, mükerir suçluluk veya akıl hastalığı / zayıflığı
durumlarında gündeme gelen yaptırım ve/veya tedbirlerle bağlantılı olarak önem kazanır.
Ayrıntılı bilgi için bkz: Aumüller, Alexander M., “Dealing with dangerous offenders through
preventive sentencing: a comparison of Germany and England and Wales”, Publikationsreihe
des Kriminalwissenschaftlichen Instituts der Leibniz Universität Hannover, Band 1, Frühjahr
2013; Slobogin, Christopher, “Preventive Detention in Europe and the United States”,
http://www.law.unc.edu/documents/faculty/adversaryconference/sloboginravennapaper.
pdf, E.T: 12.2.2016.
5275 sayılı Kanunun “Yüksek güvenlikli ceza infaz kurumları” kenar başlıklı 9. maddesinin
ikinci fıkrasında, önce belirli suç tipleri sayılarak bu suçlardan hükümlü olanların cezalarının
bu kurumlarda infaz edileceği belirtilmiş; maddenin üçüncü fıkrasında ise, eylem ve tutumları
nedeniyle tehlikeli hâlde bulunan ve özel gözetim ve denetim altında bulundurulmaları
gerekli olduğu saptananlar ile bulundukları kurumlarda düzen ve disiplini bozanlar veya
iyileştirme tedbir, araç ve usullerine ısrarla karşı koyanların da bu kurumlara gönderilecekleri
hükme bağlanmıştır. Kanunun 94. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan, mazeret izinlerinden
bu kurumlarda barındırılanların da yararlandırılacağı yönündeki hüküm, bu hakkın “tehlikeli
olmayan hükümlü”ye tanınmış olması karşısında kısmen bir imkânsızlığı içermektedir. Daha
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
105
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
literatürde “tehlikelilik” ağırlıklı olarak ağır şiddet içeren veya cinsel suçlarla
bağlantılı olarak ele alınmakta107 ve örneğin, terör suçlularının, çağdaş
penolojide “tehlikeli hükümlü” olarak sınıflandırıldığı ifade edilmektedir.108
Tehlikelilik ile işlenen suçun ağırlığı arasında bir ilişki muhakkak olmakla
beraber, tehlikeliliğin özellikle hükümlünün kişisel ve psikolojik niteliklerine
bağlı olan bir sıfat olduğu hatırda tutulmak zorundadır.109
Kavram bazı yazarlarca belirsiz bulunarak eleştirilmekle110 birlikte, ne
kavramın kendisi, ne de tehlikeliliğe dayalı sınıflandırmalar infaz sistemimize
özgüdür. “Tehlikelilik”, dünya üzerindeki hemen her ceza adaleti sisteminin
dikkat sahasına –üstelik çok uzun bir süreden beri- girmiş, kendisine bazı
hukukî sonuçlar bağlanmıştır. Buna karşın, kavramın kapsam ve sınırları,
tehlikeliliği saptama ölçüleri geniş tartışmaların konusu olmuştur. Tehlikeliliğe
dayalı sınıflandırmalar, her şeyden önce, cezaî sicilleri ve kötü karakterleri
nedeniyle, başkalarını kötü yönde etkileme ihtimali bulunan mahpusları diğer
mahpuslardan ayırma amacına, ihtiyacına dayanmaktadır.111
“Tehlikeli suçlu”, Avrupa Konseyi belgelerinde işlediği suç nedeniyle
bireylere karşı ciddi fiziksel veya psikolojik zarara neden olan ve benzer
nitelikteki eylemleri gerçekleştirme (tekrar suç işleme) konusunda yüksek
olasılık taşıyan kişiler olarak tanımlanmaktadır.112 Bu, çok genel bir yaklaşımdır.
Farklı olay ve farklı kişilikteki her hükümlünün öznel bir değerlendirmeyi
gerektirdiği muhakkaktır. AK Bakanlar Komitesinin “Tehlikeli Mahpusların
Hapsedilmesi ve Islahı” hakkındaki R (82) 17 sayılı Tavsiye Kararında da üye
107
108
109
110
111
112
açık bir ifadeyle, yüksek güvenlikli ceza infaz kurumundaki hükümlüler mazeret izinlerinden
kural olarak yararlanabilecek olmakla birlikte, şayet tehlikeli bulundukları için bu kurumlara
yerleştirilmişlerse, izin hakkından yararlandırılmayacaklardır.
Yücel, Mustafa Tören, Türk Ceza Siyaseti ve Kriminolojisi, (Ankara: TBB Yayını, 2007) 69;
Yakışır, Berivan, Türkiye’de Tutuklu ve Hükümlülerin Yeniden Sosyalleştirilmesi, İstanbul
Bilgi Üniversitesi SBE yayımlanmamış Yüksek Lisans tezi, İstanbul (2006) 109. AK Bakanlar
Komitesininin Tehlikeli Suçlular konulu R (14) 3 sayılı Tavsiye Kararının Açıklayıcı Raporunda
da, tehlikeli suçlular, bu iki suçla bağlantılı olarak tanımlanmaktadır. Bkz: http://www.coe.
int/t/dghl/standardsetting/cdpc/PC-GR-DD/Recommendation %20CMRec(2014)3_EN.pdf,
E.T: 14.2.2016.
Dönmezer, Sulhi, “Teröristlerin Rehabilitasyonu”, İÜHFD, C. 51, S.1-4 (1985): s.10.
Dönmezer, s.10.
Bkz. Özbek: “Ancak söz konusu tanımın subjektif bir anlam ifade ettiği ve kötüye kullanmaya
açık olduğu söylenmelidir.” Özbek, s.234.
BM Mahpusların Islahı için Asgari Standart Kurallar, madde 67, par.1
European Committee on Crime Problems, Council for Penological Co-operation, “The
Sentencing, Management and Treatment of ‘Dangerous’ Offenders, Final Report”, par.
11, 20 Dec. 2010, http://www.coe.int/t/dghl/standardsetting/cdpc/PC-GR-DD/PCCP(2010)10%20rev% 205_E%20_vs% 2026%2001 %2011_%20-%20THE%20SENTENCING
%20MANAGEMENT%20AND %20TREATMENT %20OF%20DANGEROUS%20OFFENDERS.
pdf, E.T: 16.2.2016.
106
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
devletler, güvenlik önlemlerinin alınmasında, farklı türdeki tehlikeliliğin
değişen gerekliliklerinin hesaba katılmasının sağlanmasına davet edilmiştir.113
Tavsiye Kararının Açıklayıcı Raporunda, işlediği suçun nitelik ve işleniş
şekline göre, toplum için ciddi bir tehlike oluşturan, cezaevinin güvenlik ve
düzenini ihlâl edebileceğine inanmak için nedenler bulunan hükümlünün114
tehlikeli sayılacağı belirtilmiştir.115 Raporda, “tehlikelilik” ise kişinin işlediği
suçun ciddiyetine veya kurum içindeki davranışlarına, firar veya firar
teşebbüslerine ya da açığa vurduğu şiddete, kurumdaki diğer mahpuslara veya
genel olarak toplum için arz ettiği önemli riske bağlı olarak yüksek güvenlik
altında kapatılmayı gerektiren hâl olarak tarif edilmiştir.116
Tehlikelilik kavramı farklı disiplin ve meslek grupları tarafından değişken
biçimde tanımlanır. Geniş ölçüde öznel nitelik taşıyan bu tarifler, vatandaşa,
hâkime veya infaz personeline göre başka başkadır.117 R (82) 17 sayılı
Kararın Açıklayıcı Raporunda, problemin, tehlikeli hükümlülerle yüzleşmek
durumunda olan infaz personelinin bakış açısıyla ele alınması, tehlikeliliğin
de bu görevlilerce değerlendirilmesi gerektiği vurgulanmıştır.118 Bu yönüyle
tehlikeliliğin, hükümlünün tutum ve davranışlarının, cezaevi düzen ve
kurallarına uyarlık temelinde ele alınacağı kuşkusuzdur.119
Hatırda tutulması gereken nokta, tehlikeliliğin tek boyutlu bir olgu
olmadığı, dolayısıyla bir tek tarifinin de bulunmadığıdır. Suçun niteliği, işleniş
biçimi, suçlunun (hükümlünün) kişiliği, yeniden suç işleme eğilimi, akıl ve
ruh sağlığı, davranışlarının anti-sosyal karakteri gibi pek çok faktör tehlikelilik
tespit edilirken dikkate alınan faktörler arasındadır. Ancak, asıl önem taşıyan
nokta, tehlikelilik kavramının, geçmişten ziyade gelecek yönelimli olmasıdır.120
Geçmişteki tutum ve davranışlar, gelecekteki tutum ve davranışların, bir başka
deyişle kurum düzeni ile toplum güvenliğini tehdit eden yeniden suç işleme
113
114
115
116
117
118
119
120
https://wcd.coe.int/com.instranet.InstraSer vlet?command=com.instranet.
CmdBlobGet&InstranetImage =2622661 &SecMode=1&DocId=676430&Usage=2, E.T:
16.12.2016.
Raporda ve Tavsiye Kararında “dangerous prisoner” deyimi tercih edilmiş olduğuna göre,
esasen bu kavramı, içine tutukluların da dâhil olacağı bir genişlikte, “tehlikeli mahpus”
olarak anlamak kuşkusuz daha doğru olanıdır.
https://wcd.coe.int/com.instranet.InstraSer vlet?command=com.instranet.
CmdBlobGet&InstranetImage= 2714596 &SecMode=1&DocId=1230472&Usage=2, E.T:
14.2.2016.
a.g.k.
Yücel, s.277.
a.g.k.
Yücel, s.278.
Yıldız, Sinem, Hükümlülerde Tehlikelilik ve Tekrar Suç İşlemeye Etki Eden Faktörler, İstanbul
Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü Sosyal bilimler Anabilim Dalı, yayımlanmamış doktora tezi,
İstanbul, 2009, s.4.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
107
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
eğiliminin tespitinde belirleyici olmaktadır.121
Amerikan ceza adaleti sistemi içinde, hapisle cezalandırılmasına karar
verilen herkes, tehlikelilik konusundaki ikinci bir araştırmanın, incelemenin
konusu hâline gelir.122 Tehlikelilik ve firar ihtimali, hükümlünün konulacağı infaz
kurumunun türü ve hakkında uygulanacak güvenlik seviyesinin tespitinde rol
oynayan en önemli iki faktördür.123 İçinde bir psikolog ve bir infaz koruma
memurunun da bulunduğu kurum görevlilerinden oluşan bir komisyon
tarafından, tehlikelilik eğilimine dair kısmen klinik bir değerlendirmeye
de dayanan sınıflandırma kararlarına göre hükümlüler uygun kurumlara
yerleştirilmektedir.124
Hatırda tutulması gereken bir diğer nokta ise, “tehlikeli hükümlü” olmanın
değişmez bir etiket olmadığı; hükümlünün infaz süreci içindeki değişen tutum
ve davranışlarına, özellikle ıslah programlarına verdiği cevaba göre tehlikeliliğin
de dinamik biçimde ele alınması gerektiğidir.
İnfaz sürecindeki tehlikeliliğe dayalı sınıflandırmalar AİHM içtihatlarıyla
da uyumludur. Bu tür sınıflandırmaların tek başına insanlık dışı muamelenin
çeşidi olmadığını hatırlatan Mahkeme, Sözleşmeye taraf olan devletlerin
bir çoğunda, tehlikeli mahkûmlar hakkında daha üst düzey güvenlik tedbiri
uygulamaları bulunduğuna dikkat çekmekte; bu tür uygulamaların, firar,
saldırı, ortak aktivitelerin düzenini bozma veya suç örgütleriyle ilişkiye geçme
tehlikesinin önüne geçme amacıyla ilişkisine değinmektedir.125
Önemle belirtmek gerekir ki, mazeret izni taleplerini değerlendiren
mercilerin “tehlikeliliğe”, bir hükümlünün tehlikeli olduğuna veya olmadığına
karar verme imkânları bulunmamaktadır. 5275 sayılı Kanun’un 24. maddesinin
amir hükmü gereğince hükümlüler gruplandırılırken “tehlike hâli” taşıyıp
taşımadıkları da dikkate alınacak olmakla birlikte, gözlem ve sınıflandırmanın
esaslarının belirlendiği 23. madde gereğince bu değerlendirmenin idare ve
gözlem kurulları tarafından yapılacağı anlaşılmaktadır. Bu sebeple, mazeret
izni taleplerini değerlendiren mercilerin, bu kurulların karar ve tespitlerinden
bağımsız olarak bir “tehlikelilik” değerlendirmesi yapmasının dayanağı
bulunmayacaktır.
121
122
123
124
125
Maghan, Jess, “Dangerous Inmates: Maximum Security Incarceration In The State Prison
Systems of the United States”, Aggression and Violent Behavior, Vol. 4, No. 1, 1999, p. 3
Maghan 5.
Maghan 5.
Maghan 5.
Ramirez Sanchez v. France, App. No. 59450/00, Grand Chamber Decision, 4 July 2006, pr.
138. Mahkeme, Öcalan v. Türkiye kararında da (18.3.2014, App. No. 24068/03, 197/04,
6201/06, 10464/07) aynı değerlendirmelerde bulunmuştur.
108
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
g. Soruşturma veya kovuşturmanın selameti bakımından sakınca
bulunmaması
Bir yakınının ölümü veya ağır derecedeki hastalığı nedeniyle tutukluya
mazeret izni verilebilmesi, Kanunun 116. maddesinin ikinci ve üçüncü
fıkralarında “soruşturma veya kovuşturmanın selameti bakımından sakınca
bulunmaması” koşuluna bağlı tutulmuştur. Tutuklulara özgü bu şartın, mazeret
izinlerinde hükümlüler bakımından gözetilen “tehlikeli olmama” kriterinden
daha belirsiz bir niteliği vardır.
Hangi hâllerin soruşturma veya kovuşturmanın selametini tehlikeye
düşürebileceği konusunda Kanun somut bir ölçü getirmemiş, uygulama
ayrıntılarının yer aldığı Tüzük ve Yönetmelikte de açıklayıcı bir hüküm sevk
edilmemiştir. Düzenlemenin, şartın varlığı veya yokluğunu değerlendirecek
olan uygulamacılara geniş bir takdir alanı açtığı aşikârdır.
“Soruşturma veya kovuşturmanın selameti bakımından sakınca
bulunmaması” şartı, tutuklulara yakınlarının ölümü nedeniyle mazeret izni
verilebilmesi imkânını ilk kez getiren (Kanunun 116. maddesine ikinci fıkra
düzenlemesini ekleyen) 6217 sayılı Kanunla mevzuatımızdaki yerini almışsa
da, 31.03.2011 tarihli bu Kanun’un yasalaşma sürecinde -en azından Komisyon
raporlarına yansıyan- bir tartışmaya rastlanmamıştır. Bu Kanun’dan yaklaşık bir
yıl sonra yürürlük bulan ve bu kez tutuklulara hasta yakınlarını ziyaret imkânı
getiren 27.04.2012 tarihli ve 6301 sayılı Kanunda da aynı şarta yer verilmiş;
ancak yine, kapsam ve sınırlarının belirlenmesinde yol gösterici olabilecek bir
izah getirilmemiştir.
Bu şarttan ne anlaşılması gerektiğine dair dolaylı bir yorum, 6217 sayılı
Kanun’un, 5275 sayılı Kanun’un 116. maddesine ikinci fıkrayı ekleyen
madde gerekçesinden çıkarılabilir. Düzenlemenin, hükümlüler ile tutuklular
arasındaki mevcut bir eşitsizliğin giderilmesine imkân tanıdığına değinilen
gerekçede, tutukluların yararlanabileceği mazeret izinlerinin “soruşturma
veya kovuşturmanın selameti bakımından sakınca bulunmaması” koşuluna
bağlanması, “Ancak, tutuklulara bu hak tanınırken, tutuklamanın amacına
uygun bazı koşullar öngörülmektedir.” sözleriyle açıklanmaktadır.
Madde gerekçesinde, öngörülen koşulun tutuklamanın amacıyla
bağlantısına böylece işaret edildiğine göre, “soruşturma veya kovuşturmanın
selameti bakımından sakınca bulunmama” keyfiyetinin bu amaç doğrultusunda
yorumu mantıksız olmayacaktır.
Tutuklama tedbirinin düzenlediği 5271 sayılı CMK’ nın 100. maddesinin
ikinci fıkrasında yer verilen tutuklama nedenleri, aynı zamanda bu tedbirin
amaçlarını belirlemektedir. Bu amaçlar, şüpheli veya sanığın kaçmasına,
delilleri yok etmesine, gizlemesine veya değiştirmesine ya da tanık, mağdur
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
109
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunmasına engel
olmaktır (CMK m.100/2-a-b). Bir başka anlatımla, tutuklu olan şüpheli
veya sanık hakkındaki soruşturma veya kovuşturmanın sonuçsuz kalması
yönündeki bir tehlikenin varlığı kabul edilebilir olduğu ölçüde, soruşturma
veya kovuşturmanın selameti bakımından bir sakınca varsayılabilecektir.
Ancak, bu yöndeki pek çok tehlikenin, iznin refakatli kullanımıyla giderilebilir
nitelikte olduğunu da hatırda tutmak gerekir.
Diğer taraftan, tutuklular hakkındaki mazeret izinlerine karar verme
yetkisini, soruşturmayı yürüten Cumhuriyet savcısı veya kovuşturmaya bakan
mahkemeden alarak, ceza infaz kurumunun bulunduğu yer Cumhuriyet
Başsavcılığına veren (5275 sayılı Kanunun 116. maddesinin ikinci ve üçüncü
fıkralarındaki) yasal değişiklik sonrasında, bu değerlendirmenin sağlıklı olarak
yapılıp yapılamayacağı belirsizleşmiştir. Özellikle tutuklunun soruşturma veya
kovuşturmanın yapıldığı yer dışında, başka yer Cumhuriyet başsavcılığına bağlı
bir kurumda barındırılıyor olması halinde bu belirsizlik uygulamada sorunlara
yol açabilecek niteliktedir.
h. Giderlerin peşin ödenmesi
Son bir koşul, harcırah ve yol giderlerinin talep sahibi tarafından peşin
olarak ödenmesidir. Esasen bu durum, iznin verilip verilmemesinde değil,
verilen iznin uygulanmasında gözetilen bir koşul olma özelliği taşımaktadır.
Ancak, izin verildikten sonra giderlerin ödenmemesi, hakkın kullanımını
bütünüyle engellediğinden diğer koşullarla bir arada ele alınmasında yarar
bulunmaktadır.
Giderlerin hükümlü veya tutuklu tarafından ödenmesi hususu, Kanunla
düzenlenmiş değildir. Bununla birlikte, izne gönderilme, Tüzüğün 138.
maddesinin altıncı fıkrasında, harcırah ve yol giderlerinin hükümlü tarafından
karşılanması kaydına bağlı tutulmuş, Yönetmeliğin 13. maddesinde de Tüzüğe
atıf yapılarak mazeret iznine refakat eden dış güvenlik görevlilerinin harcırah ve
yol giderlerinin, Tüzüğün 138. maddesinin altıncı fıkrası çerçevesinde hükümlü
veya tutuklu tarafından ödeneceği, giderlerin bu şekilde karşılanmaması
hâlinde verilen mazeret izninin uygulanmayacağı belirtilmiştir.
Konuyla ilgili dikkat çeken ilk ve en önemli husus, hürriyeti kısıtlanmış
olmakla ekonomik faaliyetlerden uzak kalan ve bu nedenle sabit bir geliri de
bulunmayan tutuklu veya hükümlülerin masrafları karşılayamaması hâlinde
nasıl bir yol izleneceğine ne Tüzüğün, ne de Yönetmeliğin bir cevap vermiyor
oluşudur.
Mahpusun ölümcül hastalığı bulunan yakınlarını ziyareti ve özellikle de
ölümlerinde cenazelerine katılabilmesi, AİHM tarafından açıkça “aile hayatına
saygı hakkı” içinde değerlendirdiğinden, bu hakkın kullanımının çok katı
110
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
biçimde belirli bir ekonomik koşula bağlanması, ihlâl tespitlerine kaynak
olabilecektir. Ancak, uygulamamız, giderlerin peşin ödenmesi koşulunu hakkın
kullanımını engelleyecek biçimde katı yorumlamamakta, maddî imkânları
yeterli olmayan tutuklu ve hükümlülerin mazeret izinlerinde, giderlerin sosyal
yardımlaşma vakıfları veya sivil toplum kuruluşları tarafından karşılanması
hususunda girişimlerde bulunulmaktadır.126
2. Karar mercii
Mazeret iznine karar verme yetki ve görevi, hükümlü ve tutuklular
yönünden, ayrıca iznin refakatli veya refakatsiz geçirilecek olmasına göre
ayrı ayrı belirlenmiştir. 5275 sayılı Kanunun 116. maddesinin ikinci ve üçüncü
fıkralarında, son olarak 24/12/2017 tarihli ve 696 sayılı KHK ile yapılan
değişiklikle tutukluların izin taleplerini değerlendirecek karar mercii yeniden
belirlenmiştir.
Hükümlülerin yararlanabildiği, Kanun’un 94. maddesinin birinci fıkrasındaki
refakatsiz izinlere, ölüm hâlinde (m.94/1-a) ceza infaz kurumu en üst amirinin
önerisi ve Cumhuriyet Başsavcılığı’nın onayı ile karar verilirken, ağır hastalık
ve felaket hâlinde (m.94/1-b) kurum en üst amirinin görüşü, Cumhuriyet
Başsavcılığı’nın önerisi ve Adalet Bakanlığı’nın onayı ile karar verilmektedir.
Onay merciinin karar mercii olduğu tartışmasızdır. Maddenin ikinci fıkrası
uyarınca, hükümlülerin, gerek ölüm, gerekse ağır hastalık sebebine dayalı
refakatli mazeret izinlerinde ise karar mercii, Kanun’da, “Cumhuriyet
Başsavcısı” olarak belirlenmiştir. Maddede geçen “Cumhuriyet Başsavcılığı”
ve “Cumhuriyet Başsavcısı” ibarelerinin, infazın yapıldığı yer Cumhuriyet
Başsavcılığı ve infazın yapıldığı yer Cumhuriyet Başsavcısı olarak anlaşılması
gerekmektedir.
Tutuklular söz konusu olduğunda -ki bu grup için sadece refakatli izin söz
konusudur- karar verme görev ve yetkisi, ceza infaz kurumu en üst amirinin
önerisiyle Cumhuriyet başsavcılığına geçer. Buradaki “Cumhuriyet Başsavcılığı”
ibaresinin de infaz kurumunun bulunduğu yer Cumhuriyet Başsavcılığına işaret
ettiği kanaatindeyiz.
696 sayılı KHK düzenlemesi öncesinde izin verme yetkisi, soruşturma
evresinde soruşturmayı yapan Cumhuriyet savcısı, kovuşturma evresinde
kovuşturmayı yürüten hâkim veya mahkemeye aitti. Bu durum özellikle,
hakkındaki ilk derece yargılaması tamamlanmış tutuklular bakımından bir
belirsizlik içeriyordu. Tutuklu hakkındaki ilk derece yargılaması sona ermiş,
ancak istinaf veya temyiz süreci nedeniyle hüküm henüz kesinleşmemişse,
bir başka anlatımla, mazeret izni talebinde bulunan kişi uygulamadaki
126
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal’ın 7/39550 Esas numaralı
yazılı soru önergesine verdiği 26.8.2014 tarihli cevap.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
111
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
karşılığıyla “hükümözlü” ise, kararın hangi usule göre, hangi merci tarafından
verileceği konusunda kanun düzenlemesi sükût etmişti. İstinaf ve temyiz,
başlı başına bir dava ve kovuşturma sürecinin parçası olmaları sebebiyle
esasen kanun düzenlemesinin sükûtla geçiştirdiği bir boşluk bulunmadığı,
tıpkı tutukluluk incelemesinde olduğu gibi (CMK m.104/3) dosya önüne
gelen bölge adliye mahkemesi veya Yargıtay ilgili dairesi tarafından bir karar
verilebileceği düşünülebilirdi. Ancak, tıpkı tutukluluk incelemeleri ve tahliye
taleplerinde, atıfta bulunduğumuz düzenlemenin (CMK m.104/3) her somut
olayda mağduriyeti önleme garantisi sunamaması gibi, benzer bir usulün
takibi hâlinde mazeret izinleri bakımından da telafisi mümkün olmayan
gecikme ve aksamaların yaşanması pek muhtemeldi. Bu noktada, daha önce
ayrıntılarını paylaştığımız, AİHM’in, mazeret izni talebine hiç ya da vakitlice
cevap verilmemesini ihlâl nedeni olarak gören kararını hatırda tutmakta fayda
vardır.127
Özellikle bir yakının vefatı durumunda, en çok birkaç gün içinde
düzenlenecek bir defin merasimine kişinin katılabilmesi, bu konudaki
talebinin en kısa süre içinde karara bağlanmasını zorunlu kılmaktadır.
Mazeret izni talebinin kanunî koşullarını araştırma ve belirleme bakımından
da kişinin tutulduğu infaz kurumunun bulunduğu yer adlî mercilerinin daha
hızlı hareket imkânına sahip oldukları kuşkusuzdur. Bu nedenle, 696 sayılı
KHK ile yapılan değişikliğin yerinde olduğu görülmektedir. Bu düzenlemeyle
tutuklular hakkındaki izin taleplerinin de Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından
karara bağlanması esası benimsenmiştir.
Ancak son düzenlemede dikkat çeken husus, Cumhuriyet Başsavcılığının
karar yetkisinin “ceza infaz kurumunun en üst amirinin önerisi”ne bağlanmış
olmasıdır. Hükümlüler hakkındaki refakatli mazeret izinlerinde (m. 94/2)
talep üzerine doğrudan Başsavcı tarafından karar verilirken, tutuklular için
kurum amirinin önerisine hangi nedenle ihtiyaç duyulduğu belirsizdir. Keza,
kurum amirinin harekete geçmemesi, bir öneride bulunmaması durumunda
ne olacağı da belli değildir. 696 sayılı KHK ile yapılan değişikliklerde, Kanunda
hükümlülerin refakatli mazeret izinlerinin düzenlendiği 94. maddenin ikinci
fıkrasındaki ibare yerine, refakatsiz mazeret izinlerinin düzenlendiği birinci
fıkradaki ibarenin esas alındığı anlaşılmaktadır.
3. İznin geçirileceği yer
İznin geçirileceği yer, dış güvenlik görevlilerinin refakati altında geçirilecek
mazeret izinlerinde özellik taşır. Kanun düzenlemesi de bu izin türüyle sınırlı
olarak konuyu ele almıştır.
127
Giszczak v. Poland, par. 40-41. Kararla ilgili ayrıntılar için bkz: 53 no’lu dipnot.
112
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
Hükümlü ve tutuklunun mazeret izni süresi içinde gece konaklaması
gerektiği takdirde nerede kalacağı, Kanun’un 94. maddesinin ikinci fıkrasının
son cümlesi ile 116. maddesinin dördüncü fıkrasında aynı ifadelerle
düzenlenmiştir. Buna göre, gerektiğinde konaklama, hükümlü veya tutuklunun
ya kendi veya ikinci derece dâhil kan veya kayın hısımlarından birinin evinde,
güvenli görülen başka bir yerde ya da gidilen yerde bulunan kapalı ceza infaz
kurumunda yapılacak; ancak bunlardan hangisinin tercih edileceğine güvenlik
hususu değerlendirilmek ve gerekli güvenlik tedbirleri alınmak suretiyle,
gidilen yerin valisi tarafından karar verilecektir.
Firarı engellemek başta olmak üzere nakil ve izin süresince gerekli tüm
güvenlik tedbirlerini almakla mülkî makamların görevli olduğundan, değişen
hâl ve koşullara göre konaklamanın yapılacağı en uygun yeri seçme yetkisinin,
valilere bırakılmış olması mantıksız değildir. Ancak, Kanun’daki bu tercihin
benimsenmesi kolay olmamıştır.
5275 sayılı Kanun, konaklama yeri konusunda başlangıçta suskun kalmış,
Tüzük’te de konuyla ilgili bir düzenlemeye yer verilmemiştir. İzinler sırasında
gece konaklamalarının nerede ve ne şekilde yapılacağını gösteren ilk
hükümlerin 6301 sayılı Kanunla getirileceği 27.4.2012 tarihine kadar, uygulama
takdire bağlı olarak gelişiyor; izin sahipleri bazen evlerinde, bazen de Yönerge128
ve Protokolde129 yer alan ilgili hükümlere istinaden bulunulan yerdeki kapalı
ceza infaz kurumunda konaklatılıyordu. Bu izinlerden birinde, vefat eden
kardeşinin cenazesine katıldıktan sonra gece konaklaması için evine götürülen
bir uyuşturucu suçu tutuklusu gece firar etmiş130; gece konaklamasının kapalı
ceza infaz kurumunda yapıldığı bir diğerinde ise, Cumhuriyet savcısı tarafından
tüm görevli jandarma personeli hakkında “hürriyeti kısıtlama” suçundan kamu
davası açılmıştır.131
128
129
130
131
“Ceza ve İnfaz Kurumlarının Dış Koruması ile Sevk ve Nakil Hizmetleri Yönergesi”
“Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetim, Dış Koruma, Hükümlü ve Tutukluların Sevk ve Nakilleri ile
Sağlık Hizmetlerinin Yürütülmesi Hakkında Protokol”, Adalet, İçişleri ve Sağlık bakanlıkları
arasında 11.8.2011 tarihinde imza edilen Protokolün “Kurumlarda geçici olarak konaklama”
kenar başlıklı 24. Maddesi hükmü şöyledir: “Hükümlü ve tutukluların iller arası nakillerinde
zorunluluk nedeniyle başka bir kurumda geçici olarak konaklaması gerekiyorsa, Jandarma
devriye komutanının isteği üzerine, o yerin Cumhuriyet Başsavcısı ile irtibat kurularak,
hükümlü ve tutuklular bekletilmeden kuruma alınır.”
http://www.milliyet.com.tr/uyusturucu-baronu-taziye-izninde-kacti/gundem/
gundemdetay/04.02.2012 / 1497799 /default.htm, E.T: 19.1.2016.
Davanın olgusal dayanaklarından biri, cenazeye katılma izni verilen tutukluların geceyi
ceza infaz kurumunda geçirebilecekleri yönünde kanunî bir düzenleme veya ilgili
mahkeme kararında bu doğrultuda bir kayıt bulunmadığı hâlde izin sahibinin geceyi ceza
infaz kurumunda geçirmiş olmasıdır. Mülki görevle ilişkili eylem kişisel suç niteliğinde
kabul edilerek doğrudan yürütülen soruşturma ve kovuşturma neticesinde, iddianameye
konu eylemle doğrudan nasıl irtibatlandırıldığı konusunda dosyada kanaat verici bir delil
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
113
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
Bu gelişmelerden kısa bir süre sonra132 kanun koyucu, 27.4.2012 tarihli ve
6301 sayılı Kanunla ilk kez sevk ettiği hükümlerle (5275 sayılı Kanun m.94/2son cümle, m.116/4), mazeret izinlerinde gece konaklaması yapılması gerektiği
takdirde bunun nerede gerçekleştirileceğini belirlemiştir. Buna göre, gece
konaklamaları hükümlü veya tutuklunun bulunduğu yer ceza infaz kurumunda,
o yerde infaz kurumu bulunmaması hâlinde kolluk tarafından güvenli görülen
yerde yapılacaktır.
Ancak, bu düzenlemenin de soruna, tartışmaları bitirecek nihai bir çözüm
getirmediği aynı yıl içindeki bir başka olayla ortaya çıkmıştır. Bu kez, oğlunun
vefatı nedeniyle mazeret izninden yararlanan Ergenekon Davası olarak bilinen
davada tutuklu bir eski rektör, açık kanun düzenlemesi gereğince geceyi evinde
değil, ceza infaz kurumunda geçirmek zorunda kalmış, bu durum eleştirilere
neden olmuştur.133 2012 yılının Ekim ayındaki bu olay, “uygulamada ortaya çıkan
bazı sorunlar” şeklindeki ifadeyle Genel Gerekçesine134 yansıdığı 24.01.2013
tarihli ve 6411 sayılı Kanun değişikliğini, bir başka ifadeyle 5275 sayılı Kanunun
94. maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesi ile 116. maddesinin dördüncü
fıkrasında hâlen yürürlükte bulunan düzenlemeyi beraberinde getirmiştir. Aynı
Kanunla 5275 sayılı Kanunun 116. maddesine eklenen beşinci fıkra hükmüyle,
uygulama ayrıntılarının gösterileceği bir yönetmelik hazırlanması da yasal
dayanağa kavuşturulmuştur.
4. Kanun yolu
İzin talebi hakkında karar veren merciler, doğal olarak bir takdir hakkı
da kullanarak yasal koşulların varlığı hakkında bir değerlendirme yaparlar.
Bu değerlendirmenin ölüm veya hastalık olgusunun varlığı gibi tamamen
şeklî ve/veya nesnel boyutları bulunduğu gibi, “güvenlik bakımından sakınca
bulunup bulunmaması” veya kişinin “tehlikeli hükümlü” olup olmadığı
132
133
134
bulunmayan İl Jandarma Alay Komutanı’nın da aralarında bulunduğu sanıklar hakkında
mahkûmiyet kararı verilmiştir. Baştan sona açık hukuka aykırılıklarla dolu kovuşturma
neticesinde verilen mahkûmiyet kararları, Yargıtay 14. Ceza Dairesi’nin 21.3.2013 tarihli ve
2013/259-3060 E-K sayılı ilamıyla, Daire Başkanının 15 sayfalık muhalefetine rağmen oy
çokluğuyla onanmıştır. Onama kararı, bilahare Yargıtay Başsavcılığının itiraz kanun yoluna
başvurusu sonucunda aynı Daire tarafından itirazın kabulüne karar verilerek kaldırılmıştır.
Başlı başına bir inceleme yazısının konusu olabilecek bu dava süreci, mazeret izinlerindeki
gece konaklamalarıyla ilgili kanun düzenlemesi ihtiyacının gerekçe metinlerine doğrudan
yansımayan sebepler arasındaki yerini almıştır.
Ünlü uyuşturucu kaçakçısının firar tarihinin 01.2.2012, bahsettiğimiz ikinci olay nedeniyle
jandarma görevlileri hakkında açılan kamu davasında iddianame tarihinin ise 28.2.2012
olduğunu hatırlatalım.
http://www.milliyet.com.tr/evinde-aglamayi-cok-gorduler-/gundem/gundemdetay/
16.10.2012/ 1612322 /default.htm, E.T: 19.1.2016.
6411 sayılı Kanunun Genel Gerekçesi için bkz. TBMM Yasama Dönemi: 24, Yasama Yılı: 3,
Sıra Sayısı: 365, s.6.
114
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
gibi öznel koşullara dayalı yoruma açık boyutları da bulunmaktadır. Karar
mercilerinin yorum gerektiren, öznel değerlendirmelerinin keyfilikten
ayrılabilmesi için asgari düzeyde nesnel olgulara dayanması ve bu çerçevede
gerekçelendirilmesi gereği açıktır. Ancak, talep reddedilirken yeterli ve açık
bir gerekçe gösterilmemiş olması veya gerekçenin takdir hakkının yerinde
kullanıldığını gösterecek maddi olguları içermemesi ihtimal dâhilindedir.
İlgililerin izin taleplerinin -gerekçeli veya gerekçesiz, haklı veya haksız- reddi
hâlinde başvurabilecekleri bir kanun yolunun bulunması, özel hayata saygı
hakkıyla ilgili bu taleplerde kişisel menfaatlerin korunması ve Sözleşmenin
(AİHS) öngördüğü güvencelerin sağlanabilmesi bakımından önem arz eder.
Bu konuda etkili bir itiraz/başvuru imkânı sağlanmamasının AİHM tarafından
Sözleşmenin 13. maddesi kapsamında bir ihlâl nedeni olarak görüldüğüne
daha önce işaret etmiştik.135
Hükümlü ve tutukluların mazeret izinlerini düzenleyen maddelerde,
taleplerin reddi halinde başvurulabilecek kanun yoluna ilişkin özel bir
düzenleme yapılmadığından, kanun yolu imkânının, bu kararların niteliğine
ve verildiği mercie bakılarak belirlenmesinde zorunluluk bulunmaktadır. Bu
noktada, 24/12/2017 tarihli ve 696 sayılı KHK ile tutukluların mazeret izinlerini
vermeye yetkili mercilerde yapılan değişikliğin de göz önünde tutulması
gerekmektedir.
Bilindiği üzere, ceza infaz kurumları ve tutukevlerinde bulunan hükümlü
ve tutuklular hakkında yapılan işlemler veya bunlarla ilgili faaliyetlere yönelik
şikâyetleri incelemek ve karara bağlamak üzere kurulan infaz hâkimlikleri, 4675
sayılı “İnfaz Hâkimliği Kanunu”nda düzenlenmiştir. Kanunun 4. maddesinin
birinci fıkrasının (2) no’lu bendinde, infaz hâkimliklerinin şikâyetleri
incelemekle görevli olduğu işlem ve faaliyetler arasında açıkça “izinler” de
sayılmıştır. Ancak, kuruma kabul, barınma, tedavi, sevk ve nakil ile disiplin gibi
işlemlerle ilgili olarak tutuklu ve hükümlüler hakkında yapılan işlemlere birlikte
atıf yapılmışken, izinlerle ilgili olarak sadece hükümlüler bakımından bir görev
tanımı geliştirilmiştir. Hükümlülerin mazeret izni taleplerinin reddi halinde
kanun yolu 4675 sayılı İnfaz Hâkimliği Kanunu m.4/2’nin açık düzenlemesine
göre infaz hâkimlikleridir.
Tutuklulara mazeret izni verilebilmesi imkânının 2011 yılından sonra yapılan
kanun değişiklikleriyle kademeli olarak getirildiği hatırda tutulacak olursa,
2001 yılında yasalaşan 4675 sayılı Kanunda özel bir tercihte bulunulduğundan
söz edilemez. Bununla birlikte, 696 sayılı KHK ile Kanunun 116. maddesinin
ikinci ve üçüncü fıkralarında yapılan değişikliğe kadar, kanun koyucunun
soruşturma ve kovuşturma sürecindeki mazeret izni kararları bakımından
135
Schemkamper v. France, par. 37-44; kararın ayrıntısı için bkz: 47 no’lu dipnot.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
115
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
öngördüğü usule (karar merciine) ilişkin tercihin, bu tür taleplerin reddi
durumunda başvurulacak kanun yolu belirlenirken de dikkate alınması mantık
gereğiydi.
İzin talebinin esası hakkında karar verilirken, “soruşturma veya
kovuşturmanın selameti bakımından sakınca bulunmaması” gibi muhakeme
sürecine özgü koşulların da değerlendirilmesi zorunlu olduğuna göre,
kanun yolu incelemesinin muhakeme sürecini düzenleyen 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun öngördüğü sistem bütünlüğü içinde yapılmasının en
başta pratik faydaları bulunuyordu. Bu çerçevede, ret kararlarına karşı itiraz
yolunun işletilebileceği düşünülebilirse de 5271 sayılı Kanunun mahkeme
kararlarına karşı itiraz yoluna gidilebilmesini “kanunun gösterdiği hâller”le
sınırlayan 267. madde hükmü, temel bir engel olarak karşımıza çıkıyordu.
Kovuşturmayı yürüten mahkemece 5275 sayılı Kanunun 116. maddesinin
ikinci ve üçüncü fıkralarına göre verilen kararlara karşı “kanunun gösterdiği”
bir itiraz imkânı bulunmuyordu; böyle bir özel itiraz mekanizması hâlihazırda
da bulunmamaktadır.136
Soruşturma sürecinde Cumhuriyet savcısı tarafından verilen kararlar söz
konusu olduğunda, sorun daha belirgin bir hâl almaktaydı. 5271 sayılı Kanunda,
soruşturma ve kovuşturmaya yer olmadığına dair kararlar (m. 158/6, 172/1,
173) ile kamu davasının açılmasının ertelenmesi kararlarına (m.171/2) karşı
suçtan zarar görenin itiraz hakkı dışında137, Cumhuriyet savcısının kararlarına
karşı bir itiraz usulü öngörülmemiştir.
Kanaatimizce, tutukluların mazeret izni taleplerinin reddi kararlarına karşı
kanun yolu belirlenmesi bakımından, ceza muhakemesi hukukunda sınırlı
yasallık ilkesinden söz eden yazarların138 temel hak ve özgürlükleri kısıtlamadığı
sürece kıyas yapılabilmesine imkân tanıyan görüşleri doğrultusunda çözüm
imkânı bulunabilirdi.139 Ancak izin talebi reddedilen tutuklunun etkili kanun
136
137
138
139
Uygulamada bu kararları kanun yolu kapalı olarak veren mahkemelerin yanı sıra, itiraz
kanun yolu açık olarak veren mahkemelere de rastlanabilmekteydi. Makalenin Anayasa
Mahkemesi tarafından verilen bireysel başvuru kararlarıyla ilgili bölümünde aktardığımız
somut olayda, başvuran, talebinin yargılandığı mahkeme tarafından reddedilmesi üzerine
itiraz kanun yoluna başvurmuş, itiraz mercii de konuyu esastan değerlendirmiştir.
Kanunun “Gözaltı” kenar başlıklı 91. maddesinin beşinci fıkrasında yer alan “yakalama
işlemine, gözaltına alma ve gözaltı süresinin uzatılmasına ilişkin Cumhuriyet savcısının yazılı
emrine karşı” hemen serbest bırakılmayı sağlamak amacıyla sulh ceza hâkimine başvuru
imkânı da itiraza benzetilebilir.
Centel, Nur/Zafer, Hamide, Ceza Muhakemesi Hukuku, İstanbul 2015, s.50.
Nitekim 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 191. maddesine göre verilen kamu davasının
açılmasının ertelenmesi kararları ve bu kararlara bağlı olarak yine Cumhuriyet savcıları
tarafından verilen denetimli serbestlik ve tedavi kararlarına karşı “kanunen” itiraz hakları
bulunmayan şüpheliler, uygulamadaki lehe yorumla suçtan zarar görenin erteleme
kararlarına karşı itiraz hakkından kıyasen yararlandırılmaktadır.
116
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
yoluna başvuru hakkının, uygulamanın takdirine bırakılması anlamına gelen
böylesi bir çözüm, AİHM’nin gözettiği etkili başvuru (AİHS m.13) güvencesini
karşılamayacaktı. Aynı sorun, taleplerinin hangi merci tarafından karara
bağlanacağı konusunda da belirsizlik bulunan, uygulamada kendilerine
hükümözlü (hükmen tutuklu) denilen tutuklular hakkında da ortaya çıkabilecek
nitelikteydi.
Tutukluların mazeret izinleriyle ilgili karar merciini yeniden belirleyen
696 sayılı KHK değişiklikleri sonrasında, tartışma bu boyutuyla sona ermiş
bulunmaktadır. Esasen düzenlemenin, izni taleplerinin reddi halinde
başvurulabilecek kanun yolunu da açıkça işaret edecek şekilde yapılması
yerinde bir tercih olurdu. Bu noktada, hükümlüler için 4675 sayılı Kanunla
kabul edilen şikâyet ve itiraz yolunun kıyasen tutuklular için de işletilip
işletilemeyeceği üzerinde durmak gerekmektedir.
5275 sayılı Kanun’un 94. maddesinin ikinci fıkrası kapsamındaki izin
başvurularıyla ilgili “Cumhuriyet Başsavcısı” veya “Cumhuriyet Başsavcılığı”
kararlarına karşı, 4675 sayılı Kanun’daki usule göre, işlemin öğrenilmesinden
itibaren 15 gün ve herhalde 30 gün içinde (m.5/1) infaz hâkimliğine şikâyet
başvurusu yapılabilecek, infaz hâkiminin en geç bir hafta içinde dosya
üzerinden vereceği (m.6/2) karara karşı da ağır ceza mahkemesi nezdinde
itiraz yoluna başvurulabilecektir (m.6/5). Bu kanun yolu (başvuru) imkânını
kıyasen tutuklulara da kullandırmak dışında hukukî ve pratik bir çözüm
bulunmamaktadır.
Son olarak, iznin kullandırılmasının Adalet Bakanlığı’nın onayına bağlı
olduğu 94. maddenin ilk fıkrasındaki -hastalık veya felaket sebebine bağlı
olarak hükümlülere kullandırılan- refakatsiz mazeret izinleri bakımından kanun
yollarına başvurunun özellik arz ettiği kuşkusuzdur. İdari işlem niteliğindeki bu
kararlara karşı kanun yolu başvurularında, idari yargı yolunun görevine istisna
getirilebilmesinin hukukî bir dayanağı bulunmayacaktır.
SONUÇ
Hakkındaki bir tutuklama veya infazı gereken bir mahkûmiyet kararı
nedeniyle hürriyeti kısıtlanan kişilerin, yakınlarının ağır derecedeki
hastalığı veya vefatları hâlinde kullanabildikleri mazeret izinleri, infazın
insancıllaştırılması yönündeki güçlü eğilime bağlı olarak, günümüzde temel
bir hak olarak görülmektedir. Bu temel haktan yararlanılabilmesi bazı koşul
ve kısıtlamalara bağlanabilirse de, salt tutukluluk veya hükümlülük olgusu
bir kısıtlamaya gidilmesinin hukukî dayanağı olarak kabul görmemektedir.
AİHM içtihatları konuyu “aile hayatına saygı hakkı”nı güvenceye bağlayan
Sözleşmenin 8. maddesi temelinde değerlendirmekte; BM Asgari Standart
Kuralları, Avrupa Cezaevi Kuralları gibi uluslararası belgeler, mahpusların
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
117
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
ağır hasta olan yakınlarını cezaevi ortamı dışında ziyaret etme, ölümleri
hâlinde cenaze törenlerine katılmalarına imkân tanınmasının önemine dikkat
çekmektedir.
Mazeret izinlerinin değinilen özel önemine karşın, 5275 sayılı Kanunun
yürürlük bulan ilk hâlinde konu oldukça dar kapsamda, sadece hükümlülerin
katı şartlara bağlı olarak yararlanabildiği bir tür ayrıcalık olarak düzenlenmişti.
Ölümcül hastalığı bulunan yakınların refakat altında ziyareti imkânına
-hükümlüler için bile- hiçbir şekilde yer verilmemiş; ölüm hâlindeki refakatli
izinler ise cenaze töreninin infaz kurumunun bulunduğu yerde yapılması
koşuluna bağlı tutulmuştu. Yüksek güvenlikli infaz kurumunda bulunan
hükümlüler, keza istisnasız biçimde tüm tutuklular kapsam dışındaydı.
Mazeret izinlerinin infaz sürecinde hükümlülere tanınan katı koşullara
bağlı bir “ayrıcalık” olmaktan çıkarılarak, tutukluları da kapsama dâhil eden
bir “hak” perspektifi içinde yorumlanıp, yasal çerçevenin buna uygun biçimde
reforme edilmesi 2011 yılına dek mümkün olmamıştır. Bu tarihten sonra
gerçekleştirilen kanun değişiklikleri, kapsamın genişletilmesi ve şartların
kolaylaştırılması sonuçlarına bağlı olarak bu izinleri, daha fazla sayıda hükümlü
ve tutuklunun yararlanabildiği bir “hak”ka dönüştürmüştür.
Yaklaşık iki yıla sığdırılan dört ayrı kanun değişikliğiyle sağlanan bu hızlı
yasal/yapısal dönüşümün sebep ve amilleri, kamuoyunda Ergenekon, Balyoz
gibi isimlerle anılan davalarda aranmalıdır. Şurası muhakkaktır ki duruşma
salonlarında başlayıp gazete manşetlerinde devam eden bu yargılamalardan
toplumun dikkatine yansıyan “trajik insan hikâyeleri” olmasaydı,
mevzuatımızdaki yapısal sorunların, siyaset kurumunu çözüm bulmaya sevk
edecek derecede görünür hâle gelmesi bu kadar kolay olmayacak, böylece,
cezaevlerinin “şöhretsiz misafirleri” de temel bir haktan yararlanabilmek için
muhtemel bir ihlâl kararına dek uzunca bir süre beklemek zorunda kalacaklardı.
İzin kapsamını önemli ölçüde genişleten bu düzenlemeler, tesirini, izinden
yararlanan hükümlü ve tutuklu sayılarındaki artışla göstermiştir. 2011 yılının
Nisan ayında yürürlük bulan ilk değişikliğin ardından yıl içinde mazeret
izninden yararlanan hükümlü ve tutuklu sayısı 109 olarak gerçekleşmiş, bu
rakam 2012 yılında 464’e, 2013 yılında 1013’e çıkmış, 2014 yılında ise 361
olarak gerçekleşmiştir.140 Değişiklik öncesinde mazeret izinlerinden yararlanan
hükümlü ve tutuklu sayılarının 2010 yılında 23, 2009 yılında 9 ve 2008 yılında
ise sadece 12 olduğunu bu noktada not ediyoruz.
140
Resmî rakamlar, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal’ın
7/39550 Esas numaralı yazılı soru önergesine verdiği 26.8.2014 tarihli cevap ekindeki
tablodan alınmıştır.
118
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
Sözünü ettiğimiz yasal değişikliklerin ardından, mazeret izinlerini
düzenleyen mevzuat hükümlerimizin uluslararası standartlarla büyük ölçüde
uyumlu hâle geldiğini söyleyebiliriz. Ancak, mevcut yasal çerçevenin iyileştirme
ihtiyacı gösteren bazı boşluk ve belirsizlikleri de bulunmaktadır. Bu hususları
maddeler hâlinde şöyle sıralayabiliriz:
En önemli sorun, tutukluların mazeret izni taleplerinin merciince (infaz
kurumunun bulunduğu yer C.Başsavcılığı) reddi halinde başvurulabilecek
kanun yolunun belirsizliğidir. Tutuklulara izin verme yetkisini, soruşturma
ve kovuşturma mercilerinden alarak infaz kurumunun bağlı olduğu C.
Başsavcılığına veren 696 sayılı KHK ile getirilen düzenleme sonrasında bu
belirsizlik hafifletilmiş ancak bütünüyle giderilmemiştir. Kanun yoluyla ilgili
5275 sayılı Kanunun 116. maddesinde özel bir düzenleme yer almadığı gibi,
4675 sayılı Kanunda da açık bir hüküm yoktur. Uygulamanın bu sorunu, kıyas
yoluyla çözmesi beklenebilir. Kanunun lafzi ve dar yorumu halinde tutuklulara
başvurabilecekleri bir kanun yolu/itiraz imkânının tanınmadığı yorumu, etkili
başvuru hakkının ihlâli anlamına gelebilecektir.
24/12/2017 tarihli ve 696 sayılı KHK ile 5275 sayılı Kanunun 116. maddesinin
ikinci ve üçüncü fıkralarında yapılan değişiklikle, tutukluların mazeret
izinleriyle ilgili karar mercii “Cumhuriyet Başsavcılığı” olarak değiştirilirken,
karar merciinin izin talebine “onay” işlemi “infaz kurumunun en üst amirinin
teklifi”ne bağlanmıştır. Hükümlülerin refakatli mazeret izinleri (md. 96/2),
talep üzerine doğrudan Cumhuriyet Başsavcısı tarafından karara bağlanırken,
tutuklular için kurum amirinin önerisinin aranması izin müessesesinin
bütünlüğünü bozan gerekçesiz bir ayrıntı olarak öne çıkmaktadır. Yine bu
son düzenleme sonrasında, “soruşturmanın veya kovuşturmanın selameti
bakımından sakınca oluşturmama” şartının, soruşturma veya kovuşturmayı
yürüten Cumhuriyet savcısı ya da mahkeme dışında, infaz kurumunun bağlı
olduğu Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ne şekilde değerlendirileceği bir
belirsizlik oluşturmaktadır.
Gözaltında bulunan şüphelilerin mazeret izinlerinden yararlanabilmeleri
yönünde mevzuatımızda herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır.
Uygulamada örneğine çok fazla rastlanma ihtimali bulunmamakla birlikte,
gözaltında tutulduğu kolluk merkezine çok yakın bir yerde düzenlenen
annesinin cenazesine katılma imkânı kendisine tanınmayan bir başvuruyla
ilgili olarak AİHM’ nin verdiği ihlâl kararı141 dikkatle değerlendirilmelidir. Böyle
bir durumda soruşturma organının esnek davranması ile konunun çözüme
kavuşturulması zor değildir. Cumhuriyet savcılığı gözaltı süresini de dikkate
alarak somut olayda şüphelinin kolluk gözetiminde cenaze törenine katılması
141
Csaszy v. Hungary, 21.10.2014, App. No: 14447/11
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
119
Tutuklu ve Hükümlülere Verilen Mazeret İzinleri
Doç. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
veya yakın akrabasına hasta ziyaretinde bulunmasını sağlayabilir. Bunun için
özel bir yasal düzenleme yapmaya gerek olmadığı kanaatindeyiz.
Son olarak, kanun değişiklikleri karşısında güncelliğini ve pek çok noktada
uygulanma ihtimalini yitiren Tüzüğün ilgili hükümlerinin yeniden ele
alınmasında zorunluluk bulunmaktadır.
*****
KAYNAKÇA
Aldemir, Hüsnü, Türk İnfaz Hukuku ve İnfaz Yargılaması, Ankara 2012.
Aumüller, Alexander M., “Dealing with dangerous offenders through
preventive sentencing: a comparison of Germany and England and Wales”,
Publikationsreihe des Kriminalwissenschaftlichen Instituts der Leibniz
Universität Hannover, Band 1, (Frühjahr 2013).
Artuk, Mehmet Emin, Güvenlik Tedbirleri, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Dergisi, C.XII, Y. 2008, S.1-2, s.461-492.
Avcı, Mustafa, Hukuk Tarihimizde Hapis, Ankara 2014.
Balcıoğlu, İbrahim, Şiddet ve Toplum, İstanbul 2001.
Centel, Nur/Zafer, Hamide, Ceza Muhakemesi Hukuku, İstanbul 2015.
Demirbaş, Timur, İnfaz Hukuku, Ankara 2008.
Dönmezer, Sulhi, “Teröristlerin Rehabilitasyonu”, İÜHFD, C. 51, S.1-4 (1985):
10.
Dünkel, Frieder/Snacken, Sonja, Strafvollzug im europaeischen Vergleich;
Probleme, Praxis und Perspektiven, İn. ZfStrVo, 4/2001.
Ed., Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Ceza İnfaz Alanındaki Tavsiye
Kararları (Ankara, Avrupa Konseyi Y, 2011).
Erdoğan, Oktay, İnfaz Hukuku, İstanbul 2008.
Hoebel, E. Adamson, The Law of Primitive Man (USA: Harvard University
Press, 2006).
Karakaş Doğan, Fatma, Ceza İnfaz Hukukunda Güncel Gelişmeler Denetimli
Serbestlik Tedbiri Uygulanarak Hapis Cezasının İnfazı-Hapis Cezasının İnfazının
Ertelenmesi-İzinler-Eş Ziyareti, Ceza Hukuku Dergisi (CHD), Y.8, S.23, Aralık
2013, s.61 (53-70).
Kilkelly, Ursula, Özel Hayata ve Aile Hakkına Saygı Gösterilmesi Hakkı, Almanya:
Avrupa Konseyi Y.2001.
Laubenthal, Klaus/Nestler, Nina, Strafvollstreckung, Würzburg 2010.
120
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Compassionate Leave Granted to Detainees and Convicts
Assoc. Prof. Dr. Erdal YERDELEN, Ali Murat NAS
Maghan, Jess, “Dangerous Inmates: Maximum Security Incarceration In The
State Prison Systems of the United States”, Aggression and Violent Behavior,
Vol. 4, No. 1, 1999, p. 1-12.
Özbek, Veli Özer, İnfaz Hukuku, Ankara 2013.
Slobogin, Christopher, “Preventive Detention in Europe and the United
States”, http://www.law.unc.edu/documents/faculty/adversaryconference/
sloboginravennapaper.pdf.
Şahin, Cumhur, “Tahliye Öncesi ve Sonrası Hükümlüye ve Eski Hükümlüye
Yardım”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 5, Sayı 1-2, HaziranAralık 2001.
Toroslu, Haluk, Ceza Müeyyidesi, Ankara 2010.
Walter, Michael, Strafvollzug, Köln 1999.
Yumak, Semih, “Karşılaştırmalı Hukuk ve Türk Hukukunda Hükümlüyü Topluma
Yeniden Kazandırmak Bağlamında Salıverilmeye Hazırlık, Geçiş Sürecinin
Yönetimi ve Koşullu Salıverilme”, Türkiye Adalet Akademisi Dergisi, Sayı 17,
Nisan 2014.
Yakışır, Berivan, Türkiye’de Tutuklu ve Hükümlülerin Yeniden Sosyalleştirilmesi,
İstanbul Bilgi Üniversitesi SBE yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul
2006.
Yıldız, Sinem, Hükümlülerde Tehlikelilik ve Tekrar Suç İşlemeye Etki Eden
Faktörler, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü Sosyal bilimler Anabilim Dalı,
yayımlanmamış doktora tezi, İstanbul 2009.
Yücel, Mustafa Tören, Türk Ceza Siyaseti ve Kriminolojisi, TBB Yayını, Ankara
2007.
Elektronik Kaynaklar
www.anayasa.gov.tr.
hudoc.echr.coe.int.
www.gesetze-im-internet.de/stvollzg/BJNR005810976.html.
https://www.unodc.org.
https://www.tbmm.gov.tr.
https://wcd.coe.int.
http://www.correctiveservices.qld.gov.au.
http://www.milliyet.com.tr.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
121
İşverenin İş Kazasından Doğan Hukuki Sorumluluğu
Legal Liability of Employer from Occupational Accidents
Doç. Dr. İştar CENGİZ1
Geliş Tarihi: 22.12.2017
ÖZET
Meydana gelen ve maluliyetle ya da
ölümle sonuçlanan bir iş kazası ile ilgili
olarak üzerinde durulması gereken iki
önemli konu bulunmaktadır: İş kazalarının
önlenmesine yönelik faaliyetler ve iş
kazalarından
kaynaklanan
zararların
tazmini. Devlet tarafından işverene bu
anlamda (önleme ve tazmin) kanuni
düzenlemelerle yüklenmiş sorumluluklar
bulunmaktadır. Bu kapsamda işverene
devlet
tarafından
yüklenen
bu
sorumluluğun
kaynağı
Anayasa’dır.
Anayasa’da iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili
olarak devlete üç önemli ödev yüklenmiştir:
Bunlar; mevzuat oluşturma, teşkilat kurma
ve denetim yapma ödevleridir.
Anahtar Kelimeler: İş Kazası,
Sorumluluk, Hukuki Sorumluluk, İşverenin
Hukuki Sorumluluğu.
Kabul Tarihi: 12.03.2018
ABSTRACT
There are two significant topics related
to occupational accident which happened
and resulted in with disability or death:
Activities to prevent occupational accidents
and compensation of damage related
occupational accidents. There are liabilities put
by legal regulations legislated by state in this
sense(preventation and compensation). In this
context source of assignment of state to assign
liabilities is Constitution. Constitution assigns
three liabilities concerning occupational health
and safety: These are; lawmaking, organization
and conduction of inspection.
Keywords: Occupational accidents,
liability, legal liability, legal liability of employer
Giriş
Tarihsel süreç içerisinde sanayileşme ile birlikte, özellikle emek yoğun
çalışan işçilerin sağlık ve güvenlik içinde çalışmalarının sağlanması ve
sürdürülmesi meselesi en önemli sorunlardan birisi olmuştur.
Ülkemizde de yaşanan iş kazalarının sayıları oldukça dikkat çekicidir. İş
kazalarının meydana gelmeden önce önlenmesi büyük önem arz etmektedir ve
bu bağlamda iş sağlığı ve güvenliği açısından işin düzenlenmesi çerçevesinde
işverenlere önemli yükümlülükler getirilmiş bulunmaktadır. Ancak bir
toplumda iş kazalarının önlenmesi, iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması
yükümlülüğü sadece işverenlere ait değildir, devletin ve sendikaların da
görevleri bulunmaktadır. Sosyal Güvenlik Kurumu verilerine göre; iş kazaları
sonucunda her gün 3-4 işçi hayatını kaybederken 6-7 işçi ise sürekli iş göremez
hale gelmektedir. Elbette ki bu rakamlara, SGK verilerine yansımayan kayıt
dışı işçiler de eklendiğinde oldukça ciddi bir tablo karşımıza çıkmaktadır.
1
Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi, İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Anabilim Dalı Öğretim
Üyesi, istarcengiz@hotmail.com
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
123
İşverenin İş Kazasından Doğan Hukuki Sorumluluğu
Doç. Dr. İştar CENGİZ
İş kazalarının yol açtığı maddi ve manevi olumsuzluklar, işçi ve işvereni
doğrudan etkilemektedir. Mevzuatımız iş sağlığı ve güvenliği bağlamında
işverenlere çeşitli yükümlülükler getirmektedir. İşverenler iş sağlığı ve
güvenliği ile ilgili olarak her türlü önlemi almakla yükümlü iken, işçiler de
işverenler tarafından alınmış olan tedbirlere uymakla yükümlüdür.
İşyerinde iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınması zorunluluğu, işverenin
işçiyi gözetme borcunun kapsamında yer alan başlıca yükümlülüklerinden
birisidir. Çalışmamızda, işverenin gözetme borcu ve bu çerçevede hukuki
sorumluluğu üzerinde durulmuştur.
§ 1. İşverenin Gözetme Borcu
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK) 1 Temmuz 2012 tarihinde yürürlüğe
girmiş ve 1926 tarih ve 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK) aynı tarihte yürürlükten
kalkmıştır (TBK m.647, 648). Türk Borçlar Kanunu ikinci kısım, altıncı bölüm,
birinci ayrımında bulunan “İşverenin borçları” başlığının, “İşçinin kişiliğinin
korunması” alt başlığında üç madde bulunmaktadır. Söz konusu 417, 418 ve
419. maddelerin madde başlıkları sırasıyla “Genel olarak”, “Ev düzeni içinde
çalışmada” ve “Kişisel verilerin kullanılmasında” şeklindedir.
Mülga Borçlar Kanunu’nun 332. maddesinin karşılığı olan Türk Borçlar
Kanunu madde 417, lafzı, barındırdığı fıkra sayısı, hükme bağladığı hususlar
ve içerdiği kavramlar bakımından kapsamlı değişiklikler getiren bir norm
olarak Türk pozitif hukukuna girmiş bulunmaktadır. Türk Borçlar Kanunu’nun
417. maddesine göre; “İşveren, hizmet ilişkisinde işçinin kişiliğini korumak ve
saygı göstermek ve işyerinde dürüstlük ilkelerine uygun bir düzeni sağlamakla,
özellikle işçilerin psikolojik ve cinsel tacize uğramamaları ve bu tür tacizlere
uğramış olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla
yükümlüdür.
İşveren, işyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü
önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak; işçiler de iş sağlığı ve
güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdür.
İşverenin yukarıdaki hükümler dâhil, kanuna ve sözleşmeye aykırı davranışı
nedeniyle işçinin ölümü, vücut bütünlüğünün zedelenmesi veya kişilik
haklarının ihlaline bağlı zararların tazmini, sözleşmeye aykırılıktan doğan
sorumluluk hükümlerine tabidir.”
TBK m.417 genel olarak işverenin işçiyi koruma borcunu düzenleyen
bir hükümdür2. İşverenin işçiyi koruma borcu, işverence, işçinin çalışması
nedeniyle karşılaşabileceği tehlikelerden korunması, bu konuda önlem
2
Çelik & Caniklioğlu & Canbolat, 2016: 175; Narmanlıoğlu, 2014: 245; Kaplan, 2003: 137vd.;
Süzek, 2017: 418vd.; Eyrenci & Taşkent & Ulucan, 2017: 170-171; Ekonomi, 1987: 154;
Narmanlıoğlu, 2012: 321; Centel, 1994: 162-163; Kaplan, 2017: 163vd.
124
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Legal Liability of Employer from Occupational Accidentss
Assoc. Prof. Dr. İştar CENGİZ
alınması ve onun çıkarlarına zarar verecek davranışlardan kaçınılması şeklinde
ortaya konulur ve işçinin sadakat borcunun karşısında yer aldığı kabul edilir.
Evleviyet kuralı gereği işverenin korumakla yükümlü olduğu değerlere hukuka
aykırı müdahaleden kendisinin de kaçınması gerekmektedir (TBK m.417/I)3.
TBK m.417’nin açık anlatımından anlaşılacağı üzere, işverenin işçiyi koruma
borcunun işçinin tüm kişilik değerlerinin korunmasını içerdiği ve bu borcun
pozitif dayanağının bulunduğu, bu dayanağın da TBK m.417/I olduğu noktaları
tartışmasız hale gelmiş bulunmaktadır.
İş kazalarının önlenmesinde en büyük faktör; kuşkusuz ki işverenin
işçiyi gözetme yükümlülüğüne uymasıdır. İşverenin iş güvenliğine ilişkin
kurallara uymaması veya tüm önlemlere rağmen iş kazasının gerçekleşmesi
halinde, işçi üzerindeki sorumluluğu belirli şartlar altında devam etmektedir.
İşverenin bu sorumluluğu, Türk Borçlar Kanununun genel sorumluluk ilkeleri
ve iş sözleşmesine ilişkin hükümlerde ifade edilmiştir. Bu çerçevede 6331
sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu işverene gözetme borcu gereği önemli
yükümlülükler getirmektedir4.
Dar ve teknik anlamda gözetme borcu, işçinin maddi ve manevi
bütünlüğüne zarar verebilecek iş ve işyeri risklerine karşı koruyucu/önleyici
önlemleri alma borcu şeklinde tanımlanmaktadır. İşverenin işçiyi gözetme
borcu iş sözleşmesinden doğan bir borç olmakla birlikte; İş Kanununda
kamu düzenine ilişkin emredici hükümlerde, iş sağlığı ve güvenliği önlemleri
konusunda işverenler için pek çok yükümlülükler öngörülmektedir. İşveren bu
yükümlülükleri nedeniyle sadece kendi işçileri için değil aynı zamanda işyerinde
bulunan başka işverenlerin işçilerine karşı da5 ve hatta işyerinde bulunmakla
birlikte işçi olmayanlara (çırak, stajyer) karşı da sorumludur. Nitekim 6331 sayılı
İSGK m.2’ de Kanunun kamu ve özel sektöre ait bütün işlere ve işyerlerine,
bu işyerlerinin işverenleri ile işveren vekillerine, çırak ve stajyerler de dahil
olmak üzere tüm çalışanlarına faaliyet konularına bakılmaksızın uygulanacağı
öngörülmektedir6. Bu itibarla iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini alma borcu
bağlamında, gözetme borcunu münhasıran iş sözleşmesinden doğan bir borç
olarak tanımlamak yeterli olmayacaktır. Bu bağlamda iş sağlığı ve güvenliği
önlemlerini alma yükümlülüğü olarak gözetme borcu, edim dışı borç ilişkisi
esasında TMK m.2’ den doğan bir koruma yükümlülüğüdür7.
3
4
5
6
7
Süzek, 2017: 418vd.; Eyrenci & Taşkent & Ulucan, 2017: 170-171; Ekonomi, 1987: 154;
Narmanlıoğlu, 2012: 321; Centel, 1994: 162-163
Süzek, 1985: 243-244; Süzek, 1996 : 20; Tandoğan, 1981: 53-54; Eyrenci & Taşkent & Ulucan,
2017: 170-171.
Caniklioğlu, 2008: 137.
Ancak 6331 s.k. m.2/2’de bazı faaliyetler ve kişiler Kanunun kapsamı dışında bırakılmışlardır;
ayrıca bkz.Ulusan, 1990: 1.
Eyrenci & Taşkent & Ulucan, 2017: 170-171; Çenberci, 1984: 701; Centel, 2008: 128-129;
Keser, 2006: 46.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
125
İşverenin İş Kazasından Doğan Hukuki Sorumluluğu
Doç. Dr. İştar CENGİZ
§ 2. İş Sağlığı ve Güvenliği Bakımından İşverenin Yükümlülükleri
İşverenin, işçilerin sağlığını korumak ve güvenliğini sağlamak
bakımından gözetme borcu genel olarak; önleme, bilgilendirme ve eğitme
şeklinde yükümlülüklerden oluşur. Türk Hukuku’nda da 6331 sayılı İSGK
hükümleri dikkate alındığında, işverenin iş sağlığı ve güvenliği bakımından
yükümlülüklerini esas itibariyle beş grupta toplamak mümkündür. Ancak bu
beş ana yükümlülük yanında başka yükümlülükler de bulunmaktadır.8
6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun temel yaklaşımı önlemedir.
Bu bağlamda İSGK m.10/I ile işverene, iş sağlığı ve güvenliği yönünden risk
değerlendirmesi yapmak veya yaptırmak yükümlülüğü getirilmiştir.
6098 sayılı TBK. m.417’ye göre işverenler işyerlerinde iş sağlığı ve
güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri
noksansız bulundurmakla yükümlüdürler. Bu hüküm çerçevesinde işverenin,
iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini alma yükümlülüğünün geniş ve mutlak bir
nitelik taşıdığı görülmektedir. Gerçekten de İş Kanunu bakımından işverenin
alması gereken önlemler, BK. md.332’deki gibi “hakkaniyet dairesinde”
kendisinden beklenilecek önlemler değil, iş sağlığı ve güvenliği için gerekli
olan önlemlerdir ve bu önlemler, bilimin, tekniğin, tecrübenin vardığı noktaya
göre işverenden beklenir. İşveren, mevzuatta öngörülmemekle beraber
bilim ve teknik ile ilgili gelişmelerin gerekli kıldığı tüm önlemleri almakla
yükümlüdür. Yargıtay’a göre; işçinin beden ve ruh sağlığının korunmasında
önemli olan, bu tedbirin alınmasının hakkaniyet ölçüleri içinde işverenden
istenip istenemeyeceği değil, aklın, ilmin, fen ve tekniğin böyle bir tedbirin
alınmasını gerekli görüp görmediği hususlarıdır9.
6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununa göre işçiler, işyerlerinde iş sağlığı
ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlü oldukları
gibi (m.19, TBK m.417/II), işverenler de işyerinde alınan iş sağlığı ve güvenliği
tedbirlerine uyulup uyulmadığını izlemek, denetlemek ve uygunsuzlukların
giderilmesini sağlamak zorundadırlar (6631 sayılı Kanun m.4/ I, b). İşverenler,
işçileri karşı karşıya bulundukları mesleki riskler, alınması gerekli önlemler,
yasal hak ve sorumlulukları konusunda bilgilendirmek ve gerekli iş sağlığı ve
güvenliği eğitimini vermekle yükümlüdür. 6331 sayılı İSGK’nda çalışanların
bilgilendirilmesi ve eğitimi iki ayrı madde halinde düzenlenmiştir (m.16, m.17).
İş sağlığı ve güvenliği konularında, korumanın süjesini oluşturan işçilerin
görüşlerinin alınması ve katılımlarının sağlanması da etkili bir önleme ve
8
9
Süzek, 2017: 429; Eyrenci & Taşkent & Ulucan, 2017: 366vd.
Y10HD, 23.2.2010, 17190/4177; Y10HD, 20.09.2010, 4985/11673; YHGK,20.03.2013, 211121/386; Caniklioğlu, 2012: 38.
126
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Legal Liability of Employer from Occupational Accidentss
Assoc. Prof. Dr. İştar CENGİZ
koruma için son derece önemlidir. Bu nedenle İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu
m.18’de çalışanların görüşlerinin alınması ve katılımlarının sağlanması
düzenlenmektedir.
Yukarıda belirttiğimiz beş ana yükümlülük yanında, iş sağlığı ve güvenliği
önlemlerinin alınması bakımından işverenlere başkaca yükümlülükler de
getirmiştir.
İSGK m.11’e göre işveren; çalışma ortamı, kullanılan maddeler, iş
ekipmanları ile çevre şartlarını dikkate alarak, meydana gelebilecek acil
durumları önceden değerlendirerek, çalışanları ve çalışma çevresini etkilemesi
mümkün ve muhtemel acil durumları belirleyerek, bunların olumsuz etkilerini
önleyici ve sınırlandırıcı tedbirleri alacaktır.
İSGK m.12’ye göre; ciddi, yakın ve önlenemeyen tehlikenin meydana
gelmesi durumunda işveren; çalışanların işi bırakarak derhal çalışma
yerlerinden ayrılıp güvenli bir yere gidebilmeleri için, önceden gerekli
düzenlemeleri yapar ve çalışanlara gerekli talimatları verir. Durumun devam
etmesi hâlinde, zorunluluk olmadıkça, gerekli donanıma sahip ve özel
olarak görevlendirilenler dışındaki çalışanlardan işlerine devam etmelerini
isteyemez. İşveren, çalışanların kendileri veya diğer kişilerin güvenliği için ciddi
ve yakın bir tehlike ile karşılaştıkları ve amirine hemen haber veremedikleri
durumlarda; istenmeyen sonuçların önlenmesi için, bilgileri ve mevcut teknik
donanımları çerçevesinde müdahale edebilmelerine imkân sağlar. Böyle bir
durumda çalışanlar, ihmal veya dikkatsiz davranışları olmadıkça, yaptıkları
müdahaleden dolayı sorumlu tutulamaz.
İSGK m.14’e göre; işveren; bütün iş kazalarının ve meslek hastalıklarının
kaydını tutar, gerekli incelemeleri yaparak bunlar ile ilgili raporları düzenler.
İşyerinde meydana gelen ancak yaralanma veya ölüme neden olmadığı halde
işyeri ya da iş ekipmanının zarara uğramasına yol açan veya çalışan, işyeri ya
da iş ekipmanını zarara uğratma potansiyeli olan olayları inceleyerek bunlar
ile ilgili raporları düzenler. İşveren, İş kazalarını kazadan sonraki üç iş günü
içinde, sağlık hizmeti sunucuları veya işyeri hekimi tarafından kendisine
bildirilen meslek hastalıklarını, öğrendiği tarihten itibaren üç iş günü içinde
Sosyal Güvenlik Kurumuna bildirimde bulunur.
İSGK m.15’e göre; işveren, çalışanların işyerinde maruz kalacakları sağlık
ve güvenlik risklerini dikkate alarak sağlık gözetimine tabi tutulmalarını sağlar.
İşverenin, İş sağlığı ve güvenliğine aykırı davranışının idari, hukuki ve
cezai yaptırımları bulunmaktadır. Yükümlülüklerine uymayan işveren, İş
Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun 26. maddesi hükmündeki idari yaptırımlarla
karşılaşabileceği gibi, iş kazası sonucunda ölüm veya yaralanma meydana
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
127
İşverenin İş Kazasından Doğan Hukuki Sorumluluğu
Doç. Dr. İştar CENGİZ
gelmesi durumunda TBK hükümlerine göre hukuki sorumluluğu ve TCK
hükümleri gereğince, taksirle öldürme veya taksirle yaralama suçlarından
cezai sorumluluğu söz konusu olabilecektir.
§ 3. İşverenin İş Kazasından Doğan Hukuki Sorumluluğu
1. Genel Olarak İş Kazası ve Meslek Hastalığı
Hukuk teorisinde aniden ve istenilmeden bir zararın doğumuna neden
olan sebepler bütününe geniş anlamda kaza adı verilir. Vücut bütünlüğünün
ihlali ve ölüm ile birlikte eşyaya gelen zararlar da geniş anlamda kaza
kavramı içinde değerlendirilmektedir. Dar anlamda kaza ise, sadece vücut
bütünlüğünün ihlali ve ölüm hallerini içerir. İş Kazası da dar anlamda kaza
kavramı içinde değerlendirilmektedir ve Türk Hukuk Siteminde dar anlamda
kazanın oluşabilmesi çeşitli unsurların varlığına bağlanmıştır: • Dışarıdan gelen
bir olay • Olayın ani olması • Olayın istenilmemesi • Olayla sonuç arasında bir
nedenselliğin (illiyet bağının) olması • Olay sonucunda vücut bütünlüğünün
ihlal edilmesi.
Hukukumuzda iş kazası kavramı ise öncelikle öğreti ve yargı kararları
ile tanımlanmaya çalışılmıştır. Öğretiye göre iş kazası10; işçinin, işverenin
hakimiyeti altında bulunduğu bir sırada, onun için ifa ettiği işten veya
dolayısıyla dış bir sebeple aniden meydana gelen bir olay sonucu uğramış
olduğu bedensel veya ruhsal zarardır. Bu tanım bize Bireysel İş Hukuku
anlamında iş kazasını anlatmaktadır ve işverenin işçiye karşı sorumluluğunu
belirlemektedir. Oysa Sosyal Güvenlik Hukuku bakımından iş kazası 5510
sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 13. maddesinde;
yasada açıklanan hal ve durumlarda meydana gelen ve sigortalıyı hemen veya
sonradan bedenen ya da ruhen özre uğratan olay olarak tanımlanmış olup,
sigortalı işçiye sosyal sigorta yardımlarının yapılmasını belirlemektedir. 5510
sayılı Kanunun 13. maddesinde; “İş kazası; a) Sigortalının işyerinde bulunduğu
sırada, b) (Değişik: 17/4/2008-5754/8 md.) İşveren tarafından yürütülmekte
olan iş nedeniyle sigortalı kendi adına ve hesabına bağımsız çalışıyorsa
yürütmekte olduğu iş nedeniyle, c) Bir işverene bağlı olarak çalışan sigortalının,
görevli olarak işyeri dışında başka bir yere gönderilmesi nedeniyle asıl işini
yapmaksızın geçen zamanlarda, d) (Değişik: 17/4/2008-5754/8 md.) Bu
10
GÜZEL, Ali, OKUR, Ali Rıza, CANİKLİOĞLU, Nurşen (2012). Sosyal Güvenlik Hukuku (14),
İstanbul, Beta Yayınları, s.320; EREN, Fikret (1974). Borçlar Hukuku ve İş Hukuku Açısından
İşverenin İş Kazası ve Meslek Hastalığından Doğan Sorumluluğu, Ankara, s.10; TUNCAY,
A.Can, EKMEKÇİ, Ömer (2013). Sosyal Güvenlik Hukuku Dersleri (16), İstanbul, Beta Yayınları,
s.75; BAŞBOĞA ŞAHBAZ, Zübeyde (2010). İşverenin İş Kazası ve Meslek Hastalığından Doğan
Hukuki Sorumluluğu ile Maddi Zararın Hesabına İlişkin Esaslar (1), İstanbul, Beta Yayınevi,
s.13.
128
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Legal Liability of Employer from Occupational Accidentss
Assoc. Prof. Dr. İştar CENGİZ
Kanunun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki emziren
kadın sigortalının, iş mevzuatı gereğince çocuğuna süt vermek için ayrılan
zamanlarda, e) Sigortalıların, işverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere
gidiş gelişi sırasında, meydana gelen ve sigortalıyı hemen veya sonradan
bedenen ya da ruhen özüre uğratan olaydır.” şeklinde tanımlanmaktadır.
Madde hükmünün devamında işverenin iş kazasını bildirme yükümlülüğüne
ilişkin bir düzenleme getirilmiştir. Buna göre; “... İş kazasının 4 üncü
maddenin birinci fıkrasının; a) (a) bendi ile 5 inci madde kapsamında bulunan
sigortalılar bakımından bunları çalıştıran işveren tarafından, o yer yetkili kolluk
kuvvetlerine derhal ve Kuruma da en geç kazadan sonraki üç işgünü içinde, b)
(b) bendi kapsamında bulunan sigortalı bakımından kendisi tarafından, bir ayı
geçmemek şartıyla rahatsızlığının bildirim yapmaya engel olmadığı günden
sonra üç işgünü içinde, c) (Mülga: 17/4/2008-5754/8 md.) (Değişik paragraf:
17/4/2008-5754/8 md.) iş kazası ve meslek hastalığı bildirgesi ile doğrudan
ya da taahhütlü posta ile Kuruma bildirilmesi zorunludur. Bu fıkranın (a)
bendinde belirtilen süre, iş kazasının işverenin kontrolü dışındaki yerlerde
meydana gelmesi halinde, iş kazasının öğrenildiği tarihten itibaren başlar.
Kuruma bildirilen olayın iş kazası sayılıp sayılmayacağı hakkında bir karara
varılabilmesi için gerektiğinde, Kurumun denetim ve kontrol ile yetkilendirilen
memurları tarafından veya Bakanlık iş müfettişleri vasıtasıyla soruşturma
yapılabilir. Bu soruşturma sonunda yazılı olarak bildirilen hususların gerçeğe
uymadığı ve olayın iş kazası olmadığı anlaşılırsa, Kurumca bu olay için yersiz
olarak yapılmış bulunan ödemeler, ödemenin yapıldığı tarihten itibaren
gerçeğe aykırı bildirimde bulunanlardan, 96 ncı madde hükmüne göre tahsil
edilir.”. Bu ifade ile kavramın tanımlanmasından öte genel bir çerçeve
çizilmiştir.
İş sağlığı ve güvenliği yükümlülüklerini yerine getirmeyen işverenin
koruyucu nitelikte önlemleri almamış; bu alandaki yükümlülüklerini yerine
getirmemiş olması, tehlikeli durum yaratmakla birlikte, bir zarara yol açmadığı
sürece sadece idari yaptırımların uygulanmasına yol açar11.
İşverenin hukuki sorumluluğu, sadece iş sağlığı ve güvenliği alanıyla sınırlı
bir kavram değildir; aynı zamanda gözetme borcuna aykırı davranması sonucu
zarara uğrayan işçiye veya hak sahiplerine karşı tazminat sorumluluğu anlamına
da gelir ve bu bağlamda sözleşmeden doğan sorumluluk niteliğindedir.
Ortaya çıkan zarar, iş kazası veya meslek hastalığı olarak tanımlanamıyorsa
bu durumda işveren, işçiye veya hak sahiplerine karşı gözetme borcu
kapsamında genel hükümlere göre sorumlu olur. O halde, iş kazası veya
meslek hastalığı bakımından kural olarak işverenin hukuki sorumluluğundan
11
Mollamahmutoğlu & Astarlı & Baysal, 2014.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
129
İşverenin İş Kazasından Doğan Hukuki Sorumluluğu
Doç. Dr. İştar CENGİZ
bahsedilemeyeceği, zararın, Özel Hukuk dışında Sosyal Sigorta mevzuatı
esaslarına göre Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından karşılanması durumu
söz konusu olacaktır. Ancak, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık
Sigortası Kanunu’nun 21. maddesindeki koşullar oluşmuşsa (iş kazası ve
meslek hastalığı, işverenin kastı veya işçilerin sağlığını koruma ve iş güvenliği
mevzuatına aykırı hareketi veyahut suç sayılabilir hareketi sonucu oluşmuşsa),
işveren, kuruma karşı genel hukuk ilkelerinden ayrı bir hukuki temeli olan,
Sosyal Sigortalar Hukukuna özgü bir sorumluluk esasında sorumlu olacaktır
12
ve Sosyal Güvenlik Kurumunca kendisine karşı açılan rücu davaları ile bu
sorumluluğun gereğini yerine getirmek zorunda kalacaktır13.
İşçinin veya ölümü halinde destekten yoksun kalanların, sosyal sigorta
tarafından karşılanmayan zararları için, “Sosyal Sigortalarca karşılanmayan
zararların giderilmesi ilkesi” ne dayanarak işverene başvurabilecekleri kabul
edilmiştir14.
İşçinin sigortalı olmaması veya sigortalı olmakla birlikte 5510 sayılı Kanunun
79. maddesindeki beş yıllık zamanaşımı süresinin geçirilmiş olması halinde ise,
işçi veya hak sahiplerinin, gözetme borcuna aykırı hareketi nedeniyle maruz
kaldıkları zararı, genel hükümlere göre on yıllık zamanaşımı süresi içinde
doğrudan işverenden talep etmeleri mümkündür.
2. İşverenin Hukuki Sorumluluğunun Niteliği
İş hukuku öğretisinde; işverenin iş kazasından doğan sorumluluğunun
hukuki niteliği konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktadır.
a. Kusur ve Kusuruz Sorumluluk Görüşleri
İşverenin iş kazasından doğan sorumluluğunu, kusur sorumluluğu olarak
niteleyen görüşler, işverenin sorumluluğunu kusur esasına dayandırmakta
ve TBK m.112 (BK. m.96) ve TBK m.417/II, III (BK m.332) hükümleriyle
açıklamaktadırlar. Buna göre, iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almayan
işveren, sözleşmeye aykırı davranmış olur ve kusursuzluğunu kanıtlamadıkça
da işçi veya hak sahiplerinin zararını tazmin yükümü altında kalır15. Bir görüşe
göre; işverenin, işçinin işyerinde uğradığı zararlardan dolayı sorumluluğu
kusursuz bir sorumluluk olmayıp hakkaniyet dairesinde kendisinden
istenebilecek önlemleri almasından ibarettir16. İşverenin sorumluluğunu, aynı
esasa göre kusur sorumluluğu olarak değerlendiren bir diğer görüşe göre
ise, BK. md.332’nin (TBK m.417/II) işverene hakkaniyet dairesinde işletme
12
13
14
15
16
Süzek, 2017: 432-433; Mollamahmutoğlu & Astarlı & Baysal, 2014; Güzel & Okur, 2002: 228.
Mollamahmutoğlu & Astarlı & Baysal, 2014; Başbuğ, 1992.
Kılıçoğlu, 1997: 36.
Oğuzman, 1969: 337-339; Tekinay, 1968: 91.
Reisoğlu, 1968: 207.
130
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Legal Liability of Employer from Occupational Accidentss
Assoc. Prof. Dr. İştar CENGİZ
tehlikelerine karşı gereken önlemleri alma görevi yükleyen düzenlemesi
Kanunda yer almamış olsaydı bile, işçiyi gözetme borcu iş sözleşmesinin
içeriğinden çıkarılabilecek ve buna göre de iş güvenliği önlemlerini almayan
işverenin sözleşme sorumluluğu söz konusu olabilecektir17. İşverenin
sorumluluğunu, akdi kusur sorumluluğu olarak kabul eden bir başka görüş de,
bu konuda bir kanun boşluğu bulunduğu yönündeki savlara karşılık olarak,
1957 tarihli ve 6763 sayılı Kanunla BK. md.332’ye eklenen ve işçinin ölümü
halinde hak sahiplerinin uğradıkları zararlara karşı isteyecekleri tazminatın,
sözleşmeye aykırı davranıştan doğan tazminat davaları hakkındaki hükümlere
tabi olacağını öngören 2. fıkra hükmünü göstermektedir. Öğretide, 6331 sayılı
Kanun m.4 vd. hükümlerine ve bu yasaya uygun olarak çıkarılan iş sağlığı ve
güvenliği yönetmeliklerine (m.30) aykırı davranış sonucunda ortaya çıkan
zararın bir tazmin borcu doğurduğunu, ancak zararın hangi hukuki esaslara
göre nasıl tazmin edileceği konusunda bu maddelerde özel bir düzenleme
ve yaptırım getirilmediğinden, bu konuda Borçlar Kanununun 112 vd.
maddelerine başvurma zorunluluğunun ortaya çıktığını, ve bu hükümlerin
kural olarak kusur sorumluluğu esasına dayandığı ifade edilmektedir. Zira
Borçlar Kanunu sistemi bu konuda kusursuz sorumluluğu esas almış olsaydı
belirli haller için ayrıca tehlike sorumluluğunu öngörme yoluna gitmezdi18.
İşverenin kusura dayanan sorumluluğunun, akdi sorumluluk yanında haksız
fiil sorumluluğu olarak nitelenebileceği de kabul edilmektedir. Zira işverenin
iş güvenliği önlemlerini almaması, kişi varlıklarını doğrudan doğruya korumayı
amaçlayan emredici kuralların ihlal edilmesi anlamını taşır; işçi, tazminat
talebini TBK m.49 (BK. md.41) ve devamı maddelere de dayandırabileceğinden
burada hakların yarışması söze konudur19.
Kusursuz sorumluluğu savunan yazarların gerekçeleri arasında görüş birliği
bulunmamaktadır. Bir görüş, bu konuda bir kanun boşluğu bulunduğunu,
bu durumda TMK. m.1 uyarınca hakimin kanun koyucu gibi hareket ederek
yeni bir sorumluluk nedeni yaratmaya ve mevcut bir sorumluluk türünü bir
başka sorumluluk türüne dönüştürmeye yetkili olduğunu; yargı kararlarında
da bu yetkinin kullanılarak işverenin kusursuz sorumluluk esasında sorumlu
tutulduğunu; esasen işverenin sorumluluğunu kusur sorumluluğu olarak
nitelemenin, İş Hukukunun işçiyi koruma amacı ile bağdaşmayacağını
savunmaktadır20. Benzer bir görüş sahibi de, BK. m.332’de kusur ilkesine
dayanan bir sorumluluk normunun, iş kazaları ve meslek hastalıklarının yol
17
18
19
20
Süzek, 1996: 18-19.
Süzek, 2017: 435; Çelik & Caniklioğlı & Canbolat,2016: 312, 314; Süzek, 1985: 209 vd.;
Doğan Yenisey, 2014: 48-49, 108-109; Tekinay, 1963: 91; Kaplan, 2017: 178-179.
Süzek, 1996: 28.
Eren, 86-89.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
131
İşverenin İş Kazasından Doğan Hukuki Sorumluluğu
Doç. Dr. İştar CENGİZ
açtığı kaçınılmazlık olgusunun, çağdaş teknik gelişmelere paralel olarak çok
yoğunlaştığı bir ortamda işverenin sorumluluğunu tesis eden yegane hüküm
olarak nitelenmesinin doğru olmayacağı; BK. m.332’ye ilişkin gerçek olmayan
kanun boşluğunun hakim tarafından, işverenin kusuruna değinmeksizin
genel bir düzenleme niteliği taşıyan 1475 sayılı İş Kanunu m.73 (4857 sayılı
İş Kanunu m.77) ile tamamlanması ve düzeltilmesi gerekeceği kanaatiyle
kusursuz sorumluluk türü olarak tehlike sorumluluğunu tercih etmektedir21.
Bu konuda gerçek olmayan bir kanun boşluğu kanaatinde olan bir görüş de
işverenin sorumluluğunun, BK. md.332’ye (TBK m.417/II) göre hakkaniyet
esasına dayanan bir kusursuz sorumluluk olduğu yönündedir. Bu görüşe
göre BK m.332’de “hakkaniyet” ölçüsü işveren tarafından alınması gereken
tedbirler bakımından değil, sorumluluğu bakımından getirilmiş bir ölçüdür22.
Kusursuz sorumluluk taraftarı olmakla birlikte kanun boşluğu görüşüne
katılmayan kimi görüş sahipleri, iş mevzuatı ve özellikle İş Kanununun ilgili
hükümleri yönünden soruna yaklaşıldığında işverenin sorumluluğunun
kusursuz sorumluluk olduğu görüşündedir. Bu yöndeki bir görüşe göre yine de
hukuki durum açık değildir23. Bir başka görüşe göre ise; İş Kanununun işverene
yüklediği önlem alma ödevinin kapsam ve sınırını tayin için İş K. md.73’te
(yeni İş K. md.77) açıklık bulunduğundan BK. md.332/f.1’e başvurulamaz24.
Kusursuz sorumluluğu tercih eden diğer bir görüş ise; Türkiye gibi gelişmekte
olan ülkelerde sosyal güvenlik kurumlarına yeterli kaynak aktarılamadığı;
bu durumda zararı sosyal güvenlik kurumlarınca giderilemeyen işçinin asıl
sorumluya başvurması zaruretinin doğacağı, asıl sorumlunun sorumluluğunu
da sınırlandırmanın adalete uygun düşmeyeceği, düşüncesiyle kusur
sorumluluğuna karşı çıkmaktadır25.
b. Tehlike Esasına Bağlanan Sorumluluk Halleri
6098 sayılı TBK hukukumuzda ilk defa kusursuz sorumluluğun bir türü
olan tehlike sorumluluğunu özel kanunlar dışında genel hüküm olarak
düzenlemiştir. Kanunun 71. maddesine göre, “Önemli ölçüde tehlike arz eden
bir işletmenin faaliyetinden zarar doğduğu takdirde, bu zarardan işletme
sahibi ve varsa işleten müteselsilen sorumludur.” Buna göre, önemli ölçüde
tehlike arz eden bir işletmenin faaliyetlerini yürüten kişiler, bu faaliyetlerin
gerektirdiği izni veya ruhsatı almış olsalar bile, tipik tehlike olgusunun
doğurduğu tipik zarardan sorumlu olmaktan kurtulamazlar. Bir diğer ifadeyle,
tehlike sorumluluğuna bağlanan tipik tehlike ile ortaya çıkan zarar arasında
21
22
23
24
25
Gürsoy, 1974: 195-196.
Hatemi, No.2.
Tunçomağ, 1982: 347.
Çenberci, 1984: 701.
Kılıçoğlu, 1997: 52.
132
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Legal Liability of Employer from Occupational Accidentss
Assoc. Prof. Dr. İştar CENGİZ
uygun illiyet bağı bulunmaktaysa bu hüküm kapsamında işletme sahibi ve
varsa işletenin sorumluluğu söz konusu olacaktır.
Tehlike sorumluluğunun konusu olan “önemli ölçüde tehlike arz eden
işletme” tabirinden ne anlaşılması gerektiği maddenin ikinci fıkrasında
açıklanmıştır. Buna göre; “Bir işletmenin, mahiyeti ve faaliyette kullanılan
malzeme, araçlar ya da güçler göz önünde tutulduğunda, bu işlerde uzman
bir kişiden beklenen tüm özenin gösterilmesi durumunda bile sıkça veya
ağır zararlar doğurmaya elverişli olduğu sonucuna varılırsa, bunun önemli
ölçüde tehlike arz eden bir işletme olduğu kabul edilir. Özellikle, herhangi bir
kanunda benzeri tehlikeler arz eden işletmeler için özel bir tehlike sorumluluğu
öngörülmüşse, bu işletme de önemli ölçüde tehlike arz eden işletme sayılır.” .
Öğretide Gerek; bu kapsama özel kanunlarda düzenlenen tehlikeli işletmeler
dışında kalan, yüksek gerilim hatları, baz istasyonları, patlayıcı maddeler
üreten işletmeler, maden ocakları, demir çelik fabrikaları, siyanürle altın,
gümüş çıkaran işletmeler gibi tehlikeli işletmelerin girdiğini ifade etmektedir26.
Şu halde önemle belirtmek gerekir ki; 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun
yürürlüğe girmesinden sonra, işverenin iş kazasından doğan sorumluluğunun
tespitinde, öncelikle işyerinin “önemli ölçüde tehlike arz eden işletme”
niteliğinde olup olmadığının belirlenmesi gerekecektir. İşyeri, “önemli
ölçüde tehlike arz eden işletme” niteliğindeyse, işveren kusursuz sorumluluk
esasına göre zarardan sorumlu olacakken, işyeri bu nitelikte değilse işverenin
sorumluluğu kusur sorumluluğu kapsamında belirlenecektir27.
Yargıtay’ın konuya ilişkin ilk kararlarındaki görüşü kusur sorumluluğu
yönünde olup, başlangıçta haksız fiil sorumluluğu olarak kabul ederken daha
sonra akdi sorumluluk esasını benimsemiş ve nihayet kusur sorumluluğundan
ayrılarak tehlike esasına dayanan kusursuz sorumluluğu kabul etmiştir28.
Gerçekten de Yargıtay’ın sonraki kararları tehlike esasında kusursuz sorumluluk
olarak yerleşik bir içtihada yöneldiğini göstermektedir; bir kararda “…
Hukukumuzda asıl olan kusur şartına dayalı sorumluluktur. Ancak teknolojinin
gelişmesi ve bu gelişen teknolojinin sanayimize uygulanması sonucu meydana
gelen bazı tehlikelerin doğurduğu zararların tazmininde kusur şartının
aranması her zaman adaleti ve toplumsal düşünceyi tatmin etmediğinden
doğal hukuk görüşü ile Anayasalarda anlatımını bulan temel hak ve ilkelere
yaklaşımı sağlayan tehlike sorumluluğu kuralı geliştirilmiştir” ifadeleri yer
almıştır29. Bununla birlikte Yargıtay’ın kusursuz sorumluluk ilkesinden zaman
26
27
28
29
Gerek, 2011: 34.
Eyrenci & Taşkent & Ulucan, 2017: 404-405.
Kılıçoğlu, 1997: 43-44.
YHGK, 18.3.1986, 1986/9-722, 1987/203.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
133
İşverenin İş Kazasından Doğan Hukuki Sorumluluğu
Doç. Dr. İştar CENGİZ
zaman ayrılarak kusur sorumluluğuna da dayandığı görülmektedir30. Yakın
tarihli bir HGK kararında da işverenin hukuki sorumluluğu kusur sorumluluğu
sasında değerlendirilmiştir31.
Kanaatimizce, işverenin sorumluluğunun, tehlike esasına dayanan
kusursuz sorumluluk olarak nitelenmesi, İş Hukukunun amaç ve gereklerine
daha uygun düşmekle birlikte, Türk Hukuku’nda bu nitelemeyi haklı kılacak
kanuni bir düzenleme bulunmamaktadır. Kusursuz sorumluluk, istisnai bir
sorumluluk türüdür. Bu nedenle de kanun hükmü bulunması gerekmektedir.
İlgili mevzuata baktığımızda İş Kanununda herhangi bir hüküm bulunmadığını
ancak TBK m. 417’de (BK m.332) kusur sorumluluğu esasının benimsendiğini,
bu esastan ayrılınmasını gerektirecek herhangi bir düzenleme bulunmadığını
görüyoruz.
6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, işverenin hukuki sorumluluğu
konusunda belirtilen hususlardan farklı şekilde düşünülmesine neden
olacak hukuksal bir esas getirmemiştir. İşverenin kusursuz sorumluluğu
prensibi sadece 6098 sayılı Kanunun 71. maddesi ile önemli ölçüde tehlike
arz eden işletmelerin faaliyetleri için öngörülen tehlike sorumluluğunda söz
konusu olmaktadır. Bu düzenleme de bize kusursuz sorumluluk hallerinin
mevzuatımızda istisna olduğunu ve ancak kanunla belirlenebileceğini
göstermektedir.
Ayrıca belirtmek gerekir ki işveren iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin
alınmasında gösterdiği kusurun her derecesinden sorumludur. İşverenin bu
kusurunun belirlenmesinde, objektif bir ölçüte göre hareket edilmelidir.
3. İşverenin Hukuki Sorumluluğunun Kapsamı
a. Maddi Tazminat
İşçi, işverenin gözetme borcuna aykırı bir şekilde ve gerekli iş sağlığı ve
güvenliği önlemlerini almaması nedeniyle meydana gelen iş kazası dolayısıyla
uğradığı bedensel zararlarının tazmini talep edebilir. Maddi tazminat talebinin
dayanağı, TBK m.54 (BK. md.46/f.1) hükmüdür. TBK m.54’te bedensel
zarar başlığı altında tedavi giderlerinin, kazanç kaybının, çalışma gücünün
azalmasından ya da yitirilmesinden doğan kayıpların ve ekonomik geleceğin
sarsılmasından doğan kayıpların özellikle bedensel zararlardan olduğu
belirtilmektedir32. İşçinin hak kazanacağı maddi tazminat miktarı, ortaya çıkan
zarar miktarı ile sınırlıdır. Zira işçinin ve diğer kişilerin iş kazasından önceki
ekonomik duruma getirilmesi amaçlanmaktadır33.
30
31
32
33
YHGK, 18.3.1986, E.1986/9-722, K.1987/203.
YHGK 3.2.2010, 21-36/6.
Eyrenci & Taşkent & Ulucan, 2017: 403, 405; Süzek, 2017: 447-448.
Eyrenci & Taşkent & Ulucan, 2017: 405; Süzek, 2017: 447vd.
134
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Legal Liability of Employer from Occupational Accidentss
Assoc. Prof. Dr. İştar CENGİZ
Çalışma gücünün kaybıyla birlikte işçinin ekonomik geleceği tehlikeye
düşer34. TBK m.54 (BK. md.46/f.1) hükmüne dayanarak işçi; iş kazası veya
meslek hastalığı sonucu çalışma gücünün tamamen veya kısmen kaybından
doğan zararı ile ekonomik geleceğinin sarsılmasından doğan zararını ve tedavi
masraflarını talep edebilecektir. Ancak sigortalı işçinin tedavisi 5510 sayılı
Kanun hükümlerine göre Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından sağlandığından
tedavi masrafları, sigortalı işçinin talep ettiği tazminat kalemleri arasında yer
almaz. Bununla birlikte bu kalem içinde kalıp da Sosyal Sigortalar tarafından
karşılanmayan zararını isteyebilir35.
Tazminat miktarı belirlenirken işçinin geliri, yani giydirilmiş ücretin neti,
sosyal sigorta mevzuatı hükümlerine göre saptanan maluliyet oranı, işverenin
kusuru, işçinin müterafik kusuru, sürekli maluliyet halinde, yargı kararlarında
60 yaş olarak kabul edilen bakiye faal ömür süresi ile bakiye muhtemel ömür
süresi, Sosyal Sigorta tarafından sağlanan gelirler gibi kriterler dikkate alınır
ve işçinin iş kazası veya meslek hastalığı nedeniyle uygun illiyet içinde kalmak
kaydıyla, malvarlığındaki gelir kayıpları tazmin edilir. Sürekli maluliyet halinde
tazminat hesaplanırken iki devre; bilinen devre, yani olay tarihi ile hüküm tarihi
arasında zararın somut olarak belirlenebildiği devre ile bilinmeyen devre, yani,
bilinen devre sonu ile bakiye muhtemel ömür süresi arasındaki zararın bir
takım varsayımlara göre belirlendiği devre farklı tekniklere göre tazmin edilir.
Bilinmeyen devre, işçinin bakiye faal ömür süresi ile bakiye muhtemel ömür
süresi de kendi arasında farklı esas ve tekniklere göre tazmin edilir. Yargıtay’a
göre de; iş kazası veya meslek hastalığı meslekte kazanma gücünün kısmen
veya tamamen kaybedilmesi nedeniyle açılan tazminat davalarında, hakim;
kural olarak zarar ve tazminata ilişkin tüm verileri, ezcümle; cismani zarara
uğrayan işçinin net gelirini, bakiye ömrünü ve işgörebilirlik çağını, işgöremezlik
derecesini, karşılık kusur oranını, Sosyal Sigortalar Kurumunca bağlanan peşin
sermaye değerini vs. eksiksiz belirlemek zorundadır. Tazminatın miktarı, olay
tarihindeki bakiye ömrü esas alınarak aktif ve pasif dönemde elde edeceği
kazançlar toplamından ibarettir36.
b. Destekten Yoksun Kalma Tazminatı
İş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınmaması nedeniyle iş kazasına maruz
kalan işçinin ölümü halinde, hayattayken geçimini sağladığı kişiler (destekten
yoksun kalanlar) TBK m.53 ve m.55 (BK. m.45/f.2) hükümlerine dayanarak
işverenden “destekten yoksun kalma tazminatı” adı verilen bir tazminat
talebinde bulunabilirler37.
34
35
36
37
Ekmekçi, 1996: 95.
Süzek, 2017: 449vd. ; Süzek, 1996: 27-28; Eyrenci & Taşkent & Ulucan, 2017: 405.
Y21HD, 21.11.1997, 7308/144.
ayrıntılı bilgi için bkz. Gürsoy, 1972: 143-197.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
135
İşverenin İş Kazasından Doğan Hukuki Sorumluluğu
Doç. Dr. İştar CENGİZ
Bu fıkra hükmünde, kısmen veya tamamen rücu edilemeyen sosyal
güvenlik ödemeleri ile ifa amacını taşımayan ödemelerin bu tür zararların
belirlenmesinde gözetilemeyeceği, zarar veya tazminattan indirilemeyeceği
öngörülmektedir. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu
m.21’de işverene ve üçüncü kişilere iş kazası ve meslek hastalıkları nedeniyle
Sosyal Güvenlik Kurumunun rücu koşulları belirtilmekte olup, rücuan tazmini
talep edilebilecek ödemeler sigortalıya ve hak sahiplerine 5510 sayılı Kanun
gereğince yapılan veya ileride yapılması gereken ödemeler ile bağlanan
gelirin başladığı tarihteki ilk peşin sermaye değeri toplamından oluşmaktadır.
Kanuna göre Kurumun rücuan tazminat hakkı, sigortalı veya hak sahiplerinin
işverenden isteyebilecekleri tutarlarla sınırlıdır.
Destekten yoksun kalma tazminatı, Yargıtay tarafından “...yoksun kalanlarla
ölenin yaşayabilecekleri muhtemel süre içinde ölenin çalışıp kazanabileceği
süredeki kazancı tutarından davacılara ayırıp ileride yapabileceği yardımın
tutarının peşin ve toptan ödenmesinden ibaret...”38 maddi bir tazminat olarak
tanımlanmıştır.
Ölenin “destek” olarak kabul edilebilmesi için, geride kalanın veya kalanların
geçimini kısmen veya tamamen sağlayacak şekilde fiilen, düzenli ve sürekli
olarak onlara yardım etmesi, olayların akışına göre ölüm vuku bulmasaydı
az çok yakın bir gelecekte de bu yardımı sağlayacak olması, bu yönde bir
beklentinin mevcudiyeti yeterlidir. Tazminatı talep edebilecekler, yani;
“destekten yoksun kalanlar”, işçinin sağlığında fiilen ve devamlı yardım etmek
suretiyle geçimlerini temin ettiği kişilerdir (Anne, baba, kardeş, eş ve çocuklar).
Desteklenenlerin, desteğin mirasçısı veya kanunen ya da sözleşmeden ötürü
bakmakla yükümlü olduğu kişiler olması şart değildir; imam nikahlı eşler,
nişanlılar ya da birlikte yaşayanlar da, yekdiğerinin destekten yoksun kalanı
kabul edilebilir39 Destekten yoksun kalma tazminatı talep edilebilmesi,
desteğin, yani ölen işçinin bakım gücünün olması ve desteklenenin de
bakım ihtiyacı içinde bulunması koşuluna bağlıdır. Destekten yoksun kalma
tazminatı ile desteklenenin tazminini talep ettiği zarar, ölüm vuku bulmasaydı
desteğin sağlayacağı varsayılan bakım giderlerinin toplamından ibarettir.
Birden fazla destekten yoksun kalanın bulunması halinde, toplam destek
miktarının bunlar arasında bölüştürülerek destek paylarının saptanması,
yani; ölüm olmasaydı işçinin gelirinin ne kadarını ne miktarda hak sahipleri
arasında paylaştıracağının belirlenmesi gerekir ki, uygulamada paylar, miras
payları ve sosyal güvenlik hukukuna ilişkin mevzuattaki paylaştırma oranları
dikkate alınarak saptanmaktadır. Tazminatın hesabında ölen işçinin net geliri,
38
39
Y4HD, 30.5.1965, 11420/488.
Eyrenci & Taşkent & Ulucan, 2017: 406; Seratlı, 2003: 131vd.
136
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Legal Liability of Employer from Occupational Accidentss
Assoc. Prof. Dr. İştar CENGİZ
bakiye ömrü, iş görebilirlik dönemi, iş görmezlik ve müterafik kusur oranları,
desteklenenlerin alacağı pay oranları, sağ kalan eşin evlenme olasılığı, Sosyal
Sigortalar tarafından bağlanan peşin sermaye değeri gibi veriler dikkate alınır.
c. Manevi Tazminat
İş kazası sonucu cismani zarara uğrayan işçi veya ölümü halinde yakınları,
maruz kaldıkları “manevi zarar”ın tazminini talep edebilirler. TBK m.56’da (BK.
m.47) hakimin, bir kimsenin bedensel bütünlüğünün zedelenmesi durumunda,
olayın özelliklerini göz önünde tutarak, zarar görene uygun bir miktar paranın
manevi tazminat olarak ödenmesine karar verebileceği öngörülmektedir40.
Türk Borçlar Kanunu (m.56) sadece ölüm halinde değil, ağır bedensel
zarar halinde de ölenin yakınları yanında zarar görenin yakınlarına da
manevi tazminata hükmedilebileceğini düzenlemiştir. Bir diğer ifadeyle ağır
bedensel zarar söz konusuysa, zarar görenin yakınlarına da manevi tazminat
ödenmesine karar verilebilir. Gerçekten işçinin iş kazası veya meslek hastalığı
sonucu uğradığı cismani zarardan yakınlarının derin elem ve üzüntü duyması,
şoka girerek ruhen zarara maruz kalmaları halinde manevi tazminat talebinde
bulunabileceklerini kabul etmek gerekir. Yargıtay’ın da cismani zarara
uğrayanın yakınlarının, bu nedenle ruh sağlıklarının ağır bir şekilde bozulmuş
olması koşuluyla manevi tazminat talebinde bulunabileceklerini çeşitli
kararlarında kabul ettiği görülmektedir. Bir Hukuk Genel Kurulu kararında,
cismani zarara uğrayanın yakınlarının, aynı fiil nedeniyle hukuken korunan
ruhsal ve asabi sağlık bütünlüğü ağır şekilde ihlal edilmişse doğrudan doğruya
zararın var olduğu; illiyet gerçekleştiğinden manevi tazminata hükmedilmesi
gerektiği belirtilmektedir41.
Ölüm halinde manevi tazminat talebinde bulunabilecek yakınları tabiri,
ölen işçinin kan veya sıhri hısımlarıyla sınırlı bir kapsama sahip değildir; işçinin
yakınları, onunla duygusal yakınlık içinde olanlar da bu tabire dahildir. Ölümün
vuku bulmasından derin bir elem ve üzüntü duyabilecek şekilde hayatta iken
ölenle ilişkisi bulunan kişi/kişiler, manevi tazminat talebinde bulunabilecek
yakınlardır. Burada önemli olan aile hukuku çerçevesinde yakınlık değil,
duygusal yakınlıktır42.
Manevi tazminatla karşılanmak istenen “manevi zarar”, cismani zarar
sonucu oluşan bedensel ve ruhsal ızdıraplar, duyulan elem ve acılardır.
Örneğin, iş kazası veya meslek hastalığına duçar olan işçinin, saçının dökülmesi,
40
41
42
Süzek, 2017: 465vd.; Mollamahmutoğlu & Astarlı & Baysal, 2014 ; Eyrenci & Taşkent &
Ulucan, 2017: 406; Bal, 2012, 25vd.
YHGK, 26.4.1995, 122/430.
Y4HD, 18.10.1973, 10302/8845.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
137
İşverenin İş Kazasından Doğan Hukuki Sorumluluğu
Doç. Dr. İştar CENGİZ
gözünü, burnunu kaybetmesine bağlı olarak, yüzün doğal ifade ve güzelliğini
kaybetmesi, çirkinleşmesi halinde duyduğu elem tazmin edilmesi gereken
manevi zararı ifade eder. Ölüm halinde manevi tazminat talebi, ölümün,
ölenin yakınlarında doğurduğu elem ve acılardır. Burada zarar doğrudan zarar
değil, yansıma zarardır ve tazmini de destekten yoksun kalma tazminatı talebi
için aranan koşulların varlığına bağlıdır.
Öğretinin baskın görüşüne ve yargı kararlarına göre, manevi tazminat
taleplerinin kabulü için iş kazası veya meslek hastalığında işverenin kusurunun
bulunması şart değildir43. Ancak bu, manevi tazminatın takdirinde kusurun
dikkate alınmayacağı anlamına gelmez; işverenin kusurunun azlığı veya hiç
bulunmaması; işçinin müterafik kusuru tazminattan indirimi gerektirdiği gibi,
olayın tamamen işçinin kusurundan kaynaklanması halinde illiyet kesilmiş
olacağından, işverenin sorumluluğu cihetine gidilemez.44
Maddi tazminata ilişkin hükümler kıyas yoluyla manevi tazminata da
uygulanır. Ancak manevi zarar, maddi zarardan farklı olarak malvarlığında
değil, kişi varlığı değerlerinde bir eksilmeyi ifade ettiğinden, manevi tazminatın
miktarını tayinde hakimin takdiri büyük rol oynar. TBK m.56’da (BK. md.47)
belirtildiği üzere hakim, “uygun bir miktar paranın manevi tazminat olarak
ödenmesine karar verebilir”45.
SONUÇ
İş kazası kavramı öğreti ve yargı kararları ile tanımlanmaya çalışılmıştır.
Öğretiye göre iş kazası; işçinin, işverenin hakimiyeti altında bulunduğu bir
sırada, onun için ifa ettiği işten veya dolayısıyla dış bir sebeple aniden meydana
gelen bir olay sonucu uğramış olduğu bedensel veya ruhsal zarardır. Bu tanım
bize Bireysel İş Hukuku anlamında iş kazasını anlatmaktadır ve işverenin işçiye
karşı sorumluluğunu belirlemektedir.
Mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 332. maddesinin karşılığı olan 6098
sayılı Türk Borçlar Kanunu madde 417, lafzı, barındırdığı fıkra sayısı, hükme
bağladığı hususlar ve içerdiği kavramlar bakımından farklı bir norm olarak Türk
pozitif hukukuna girmiş bulunmaktadır.
Türk Borçlar Kanunu m.417 genel olarak işverenin işçiyi koruma borcunu
düzenleyen bir hükümdür. İşverenin işçiyi koruma borcu, işverence, işçinin
çalışması nedeniyle karşılaşabileceği tehlikelerden korunması, bu konuda
önlem alınması ve onun çıkarlarına zarar verecek davranışlardan kaçınılmasıdır;
işçinin sadakat borcunun karşısında yer alır.
43
44
45
Karahasan, 1989: 593.
Ulusan, 1990: 186.
Kılıçoğlu, 1997: 159.
138
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Legal Liability of Employer from Occupational Accidentss
Assoc. Prof. Dr. İştar CENGİZ
İş kazalarının önlenmesinde en büyük faktör kuşkusuz ki işverenin işçiyi
gözetme yükümlülüğüne uymasıdır. İşverenin iş güvenliğine ilişkin kurallara
uymaması veyahut da tüm önlemlere rağmen iş kazasının gerçekleşmesi
halinde işçi üzerindeki sorumluluğu belirli şartlar altında devam etmektedir.
6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununda, işverene işçiyi gözetme
yükümlülüğü getirilmiştir. İşverenin İş sağlığı ve güvenliğine aykırı davranışının
idari, hukuki ve cezai yaptırımları bulunmaktadır. Yükümlülüklerine uymayan
işveren İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununun 26. maddesi hükmündeki idari
yaptırımlarla karşılaşabileceği gibi, iş kazası sonucunda ölüm veya yaralanma
meydana gelmesi durumunda TBK hükümlerine göre hukuki sorumluluğu ve
TCK hükümleri gereğince taksirle öldürme veya taksirle yaralama suçlarından
cezai sorumluluğu söz konusu olabilecektir.
İşverenin, işçilerin sağlığını korumak ve güvenliğini sağlamak bakımından
gözetme borcu genel olarak önleme, bilgilendirme ve eğitme şeklinde
yükümlülüklerden oluşur. Türk Hukuku’nda da 6331 sayılı İSGK hükümleri
dikkate alındığında işverenin iş sağlığı ve güvenliği bakımından yükümlülüklerini
esas itibariyle beş grupta toplamak mümkündür. Ancak bu beş ana yükümlülük
yanında başka yükümlülükler de bulunmaktadır.
İş sağlığı ve güvenliği yükümlülüklerini yerine getirmeyen işveren ve/
veya vekilinin koruyucu/önleyici nitelikte önlemleri almamış; bu alandaki
yükümlülüklerini yerine getirmemiş olması, tehlikeli durum yaratmakla
birlikte gerçekleşip bir zarara yol açmadığı sürece sadece idari yaptırımlarla
karşılaşmalarına yol açar ve iş sağlığı ve güvenliği kapsamında bir sorun olarak
kalır.
İş hukuku öğretisinde işverenin iş kazasından doğan sorumluluğunun
hukuki niteliği konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktadır.
Kanaatimizce, işverenin sorumluluğunun, tehlike esasına dayanan
kusursuz sorumluluk olarak nitelenmesi İş Hukukunun amaç ve gereklerine
daha uygun düşmekle birlikte Türk Hukukunda bu nitelemeyi haklı kılacak
kanuni bir düzenleme bulunmamaktadır. Kusursuz sorumluluk, istisnai bir
sorumluluk türüdür. Bu nedenle de kanun hükmü bulunması gerekmektedir.
İlgili mevzuata baktığımızda İş Kanunu’nda herhangi bir hüküm bulunmadığını
ancak TBK m. 417’de (BK m.332) kusur sorumluluğu esasının benimsendiğini,
bu esastan ayrılınmasını gerektirecek herhangi bir düzenleme bulunmadığını
görüyoruz.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
139
İşverenin İş Kazasından Doğan Hukuki Sorumluluğu
Doç. Dr. İştar CENGİZ
KAYNAKÇA
Bal, Ö. (2012). Türk İş Hukukunda Manevi Tazminat Talebinde Taraflar, Sicil,
Haziran 2012, S.25.
Başboğa Şahbaz, Z. (2010). İşverenin İş Kazası ve Meslek Hastalığından Doğan
Hukuki Sorumluluğu ile Maddi Zararın Hesabına İlişkin Esaslar. İstanbul. Beta
Yayınevi.
Başbuğ A. (1992). Sosyal Sigortalar Kurumunun İşverene ve Üçüncü Kişiye
Rücuu, Ankara.
Caniklioğlu, N. (2008). Geçici İş İlişkisinin Tarafları Açısından Hukuki Sonuçları,
Türk İş Hukukunda Üçlü İlişkiler, İstanbul: Legal Yayınları.
Caniklioğlu, N. (2012). 6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununda Öngörülen
İşveren Yükümlülükleri, Çalışma Mevzuatı Seminer Notları, İstanbul: Türkiye
Toprak İşverenleri Sendikası.
Çelik, N. & Caniklioğlu, N. & Canbolat, T. (2016). İş Hukuku Dersleri, Yenilenmiş
29. Bası, Beta Basım Yayım DağıtımA.Ş., İstanbul.
Centel, T. (1994). İş Hukuku: Bireysel İş Hukuku, C.I, İstanbul: Beta Basım Yayım
Dağıtım A.Ş.
Centel, T. (2008). İş Hukukunun Esasları, İstanbul: Beta Yayınları.
Çenberci, M. (1984). İş Kanunu Şerhi, Ankara: Olgaç Matbaası.
Ekmekçi, Ö. (1996). Özel Hukukta Vücut Bütünlüğünün İhlali ve Ölüm
Hallerinde Maddi Zarar Hesabının Unsurları, Galatasaray Üniversitesi, İstanbul
Barosu 1996 yılı Toplantısında sunulan tebliğ.
Doğan Yenisey, K. (2014). İş Hukukunun Emredici Yapısı, İstanbul.
Ekonomi, M. (1987). İş Hukuku: Cilt 1, Ferdi İş Hukuku, İstanbul: İTÜ Yay.
No.18. s.24, Aralık.
Eren, F. (1974). Borçlar Hukuku ve İş Hukuku Açısından İşverenin İş Kazası ve
Meslek Hastalığından Doğan Sorumluluğu, Ankara.
Eyrenci, Ö. & Taşkent, S. & Ulucan,D. (2017), Bireysel İş Hukuku, 8. Baskı,
İstanbul.
Gürsoy, K. T. (1974). İşverenin Sorumluluğu, AÜHF Mecmuası, C.31, S.1-4.
Gürsoy, K. T. (1972). Destekten Yoksun Kalma Tazminatı, AÜHF Mecmuası,
C.29, S.1.
Güzel, A./ Okur, A. R./ Caniklioğlu, N. (2012). Sosyal Güvenlik Hukuku.
İstanbul. Beta Yayınları.
140
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Legal Liability of Employer from Occupational Accidentss
Assoc. Prof. Dr. İştar CENGİZ
Hatemi, H. İş Kazasından Doğan Maddi Tazminat Miktarının Tayini, İHU,
İşK.73, No.2.
Kaplan, E. T. (2003). «İşverenin Koruma ve Gözetme Borcunun Kapsamı»,
Kamu-İş, Prof.Dr. Kamil Turan’a Armağan, C.7, S.2, 2003.
Kaplan, E. T. (2017). İş Hukuku, Gazi Kitabevi, İstanbul.
Karahasan, M. R. (1989) Sorumluluk ve Tazminat Hukuku, 2.Cilt.
Keser, L. (2006). İşverenin İş Sağlığı ve Güvenliğini Sağlama Yükümlülüğü,
Ankara: Yetkin Yayınları.
Kılıçoğlu, M. (1997). Tazminat Esasları ve Hesap Yöntemleri, Ankara.
Narmanlıoğlu, Ü. (2012). İş Hukuku: Ferdi İş İlişkileri I, İstanbul: Beta Basım
Yayım Dağıtım A.Ş.
Narmanlıoğlu, Ü. (2014). İş Hukuku: Ferdi İş İlişkileri I, İstanbul: Beta Basım
Yayım Dağıtım A.Ş.
Oğuzman, K. (1969). İş Kazası ve Meslek Hastalıklarından Doğan Zararlardan
İşverenin Sorumluluğu, İÜHF Mecmuası, C.34, S.1-4.
Reisoğlu, S. (1968). Hizmet Akdi, Ankara.
Seratlı, G.B. (2003). İş Kazasından Doğan Destekten Yoksun Kalma Tazminatı,
Ankara.
Süzek, S. (2017). İş Hukuku (Genel Esaslar-Bireysel İş Hukuku), İstanbul: Beta
Basım Yayım Dağıtım A.Ş.
Süzek, S. (1985). İş Güvenliği Hukuku, Ankara.
Süzek, S. (1996). “Destekten Yoksunluk ve Cismani Zararlarda İşverenin Özel
Hukuktan Doğan Sorumluluğu, İş Hukukuna İlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri
1996 Yılı Toplantısı, Destekten Yoksunluk ve Cismani Zararlarda Sorumluluk ve
Tazminat”, İstanbul: Galatasaray Üniversitesi Yayınları.
Süzek S. (1996). Destekten Yoksunluk ve Cismani Zararlarda İşverenin Özel
Hukuktan Doğan Sorumluluğu, Destekten Yoksunluk ve Cismani Zararlarda
Sorumluluk ve Tazminat, İstanbul: , Galatasaray Üniversitesi ve İstanbul
Barosu İş Hukukuna İlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri 1996 yılı Toplantısında
sunulan tebliğ.
Tandoğan, H. (1981). Kusura Dayanmayan Sözleşme Dışı Sorumluluk Hukuku,
Ankara: Turhan Kitabevi.
Tekinay S. S. (1963). Ölüm Sebebiyle Destekten Yoksun Kalma Tazminatı,
İstanbul.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
141
İşverenin İş Kazasından Doğan Hukuki Sorumluluğu
Doç. Dr. İştar CENGİZ
Tekinay S. S. (1968). İş Kazalarından ve Meslek Hastalıklarından İşverenin
Sorumluluğunun Sınırlanması Meselesi, Mukayeseli Hukuk Araştırmaları
Dergisi, S.3.
Tuncay A.C. İş Kazasının Unsurları ve İşverenin İş kazasından Sorumluluğu,
İHU, SSK, 11, No.2.
Tuncay, A.C./ Ekmekçi, Ö. (2013). Sosyal Güvenlik Hukuku Dersleri. İstanbul.
Beta Yayınları.
Tunçmağ K. (1982). Sosyal Güvenlik Kavramı ve Sosyal Sigortalar, İstanbul.
Ulusan, İ. (1990). İşverenin İşçiyi Gözetme Borcu, İstanbul: Kazancı Hukuk
Yayınları.
Üçışık, F. (1996). Destekten Yoksunluk ve Cismani Zararlarda Sorumluluk ve
Tazminat, İstanbul: Galatasaray Üniversitesi ve İstanbul Barosu İş Hukukuna
İlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri 1996 yılı Toplantısı.
142
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
VERGİ İCRA HUKUKUNDA ACİZ HALİ
Insolvency in Tax Execution Law
Doç. Dr. Recep NARTER1, Arş. Gör. Abdullah ARIKAN2
Geliş Tarihi: 03.01.2018
ÖZET
Kamu borcunu vadesinde ödemeyen
borçlu hakkında 6183 sayılı Amme
Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında
Kanun’un 54. maddesinde öngörülen
cebren tahsil yollarına başvurulmasına
rağmen kamu alacağı kısmen veya
tamamen tahsil edilememiş olabilir. Bu
durum esasen borçlunun aciz hali içerisinde
bulunduğunu
göstermektedir.
Genel
icra hukukunda olduğu üzere vergi icra
hukukunda da borcu ortadan kaldırmayan
aciz hali bir belgeye bağlanarak tespit
olunur ve hem alacaklı hem de borçlu
açısından birtakım sonuçlar meydana
getirir. Kamu alacaklarının kısmen veya
tamamen tahsil edilememesinin sonucu
olarak aciz hali; biri haciz yoluyla takipte,
diğeri ise iflas yoluyla takipte olmak üzere
iki ihtimalde ortaya çıkmaktadır. Her
iki takip yolunda ortaya çıkan aciz hali
düzenlendikleri kanun, tespit edilecekleri
makam ve doğurdukları sonuçlar itibariyle
birbirinden farklılık arz etmektedir. Bunun
nedeni, haciz yoluyla takibin alacaklı tahsil
dairelerince Amme Alacaklarının Tahsil
Usulü Hakkında Kanun çerçevesinde
yürütülüyor olmasına karşılık, iflas yoluyla
takibin iflas organlarınca (özellikle iflas
idaresi) 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu
çerçevesinde yürütülüyor olmasıdır. Bu
çerçevede çalışmada vergi icra hukuku
bağlamında kamu borçlusunun aciz hali ikili
bir ayrım içerisinde incelenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Vergi İcra
Hukuku, Aciz Hali, Aciz Fişi, Haciz Yoluyla
Takip, İflas Yoluyla Takip.
1
2
Kabul Tarihi: 12.02.2018
ABSTRACT
Public debts may not be partially or
completely collected even though the debtor
who can not pay the debts in public debts has
been applied to forced collection methods
provided for in Article 54 of Law No: 6183
Procedure Law on Collection of Public Claims.
This situation shows that the debtor is in fact
insolvency. As it is in general execution law, it is
determined by attaching an proof of insolvency
which does not remove from the borrowing
in the tax execution law and brings some
results in terms of both the creditor and the
debtor. Inability to collect public claims partly
or completely; one appears to be followed
by enforcement proceeding and the other by
bankruptcy procedure. The insolvency that
emerged on both procedures differs from
each other in terms of the law in which they
are organized, position to be detected and the
outcomes they produce. The reason for this
is that the bankruptcy procedure is carried
out through bankruptcy organs (especially
bankruptcy administration) under the Law
No: 2004 Execution and Bankruptcy Code, the
enforcement prooceding is carried out through
claimant revenue service under the Procedure
Law on Collection of Public Claims. In this
framework, the insolvency of public debts in
the context of tax execution law is examined in
a dual distinction.
Keywords: Tax Execution Law, Insolvency,
Proof of Insolvency, Enforcement Proceeding,
Bankruptcy Procedure.
Karadeniz Teknik Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mali Hukuk Anabilim Dalı Öğretim Üyesi,
rnarter@ktu.edu.tr
Karadeniz Teknik Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mali Hukuk Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi,
abdullah.arikan@ktu.edu.tr
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
143
Vergi İcra Hukukunda Aciz Hali
Doç. Dr. Recep NARTER, Arş. Gör. Abdullah ARIKAN
GİRİŞ
Kamu hukuku ilişkisinden doğan ve kapsamı 6183 sayılı Amme Alacaklarının
Tahsil Usulü Hakkında Kanun (AATUHK) ile tespit olunan kamu alacaklarının,
ödeme süresinin son günü olan vade tarihinde ödenmemesinin iki önemli
sonucu bulunmaktadır. Bunlardan ilki, vade tarihini izleyen günden itibaren
ödenmemiş alacak kısmına AATUHK’un 51. maddesi uyarınca gecikme zammı
uygulanması; diğeri ise, bu alacakların tahsili için AATUHK’un 54. maddesinde
gösterilen cebren tahsil yollarına başvurulmasıdır3. Cebren tahsil yolları anılan
maddede şu şekilde sayılmıştır:
1. Kamu borcu teminat altına alınmış ise, teminatın paraya çevrilmesi
yahut kefilin takibi,
2. Kamu borçlusunun borcuna yetecek miktardaki mallarının haczedilerek
paraya çevrilmesi,
3. Gerekli şartlar bulunduğu takdirde borçlunun iflasının istenmesi.
Alacaklı tahsil dairesi bu yollara başvurmasına rağmen, kamu alacağı
kısmen veya tamamen tahsil edilememiş olabilir. Böyle bir durum esasen,
kamu borçlusunun ödeme güçlüğü içerisinde bulunduğunu4 göstermektedir.
Diğer bir ifadeyle borçlunun borcunu ödeyememe hali5, aciz haline işaret
etmektedir. Borçlunun aciz halinde olması genel icra hukukunda olduğu
üzere vergi icra hukukunda da borcu ortadan kaldırmamaktadır. Kanunda
belirtilen hallerin varlığı durumunda tahsil edilemeyen alacak kısmı için aciz
fişi6 düzenlenir ve böylece aciz hali tespit edilmiş olur. Düzenlenen aciz fişinin
hem alacaklı hem de borçlu bakımından birtakım sonuçları bulunmaktadır.
Vergi icra hukukunda aciz hali müessesesini haciz yoluyla takipte ortaya
çıkan aciz hali ve iflas yoluyla takipte ortaya çıkan aciz hali olmak üzere ikiye
ayırmak gerekir. Zira her iki cebren tahsil yolunda aciz hali farklı makamlarca
tespit edilmekte ve birbirinden farklı sonuçlar doğurmaktadır. Teminatın
paraya çevrilmesi yahut kefilin takibinde ise bunlar dışında farklı bir aciz hali
3
4
5
6
Mualla Öncel - Ahmet Kumrulu - Nami Çağan, Vergi Hukuku, Gözden Geçirilmiş, Değişiklikler
İşlenmiş 22. Baskı, Turhan Kitabevi, Ankara, 2013, s.127-129.
Yılmaz Özbalcı, Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun Yorum ve Açıklamaları,
Oluş Yayıncılık, Ankara, 2010, s.745.
Selçuk Öztek, İcra ve İflas Hukukunda Borç Ödemeden Aciz Vesikası (İİK m.143; m.251), Alfa
Basım Yayım Dağıtım, İstanbul, 1994, s.10.
AATUHK’da aciz fişi terimi kullanılmakta iken, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu (İİK)’nda borç
ödemeden aciz vesikası terimine yer verilmiştir. Her iki belge de esasen benzer mahiyette
olup, borçlunun borcunu ödeme güçlüğü içerisinde bulunduğunu göstermektedir. Genel
icra hukukundaki borç ödemeden aciz vesikası ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Talih Uyar,
“Takip Hukukunda Borç Ödemeden Aciz Vesikası”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Sayı: 70,
2007.
144
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Insolvency in Tax Execution Law
Assoc. Prof. Dr. Recep NARTER, Res. Asst. Abdullah ARIKAN
ortaya çıkmaz. Nitekim AATUHK’un 56. maddesine göre, karşılığında teminat
gösterilmiş bulunan kamu alacağı vadesinde ödenmediği takdirde, borcun on
beş gün içinde ödenmesi, aksi takdirde teminatın paraya çevrileceği yahut
diğer cebren tahsil yollarına başvurularak takibe devam edileceği borçluya
yazı (ödemeye davet yazısı) ile bildirilir. On beş günlük süre içerisinde borç
ödenmediği takdirde, teminat AATUHK hükümleri uyarınca paraya çevrilerek
kamu alacağı tahsil edilmeye çalışılır. Ancak alacaklı tahsil dairesi teminatı
paraya çevirmesine rağmen alacağını tam olarak tahsil edememişse, diğer
cebren tahsil yollarına başvurmak durumunda kalır. Ya da maddi teminat
yerine şahsi kefalet gösterilmiş ve alacak kefilden istenmesine rağmen
tahsil edilememişse tahsil dairesinin asıl borçlu hakkında diğer cebren tahsil
yollarına başvurmak dışında başka bir seçeneği kalmamaktadır. Dolayısıyla
belirtilen hallerde tahsil dairesi borçlu aleyhine haciz veya iflas yoluyla takibe
başvuracağından, teminatın paraya çevrilmesi yahut kefilin takibinde yukarıda
belirtilen aciz halleri dışında, farklı bir aciz hali ortaya çıkmaz. Dolayısıyla
aşağıda ilk olarak haciz yoluyla takipte ortaya çıkan aciz hali, daha sonra ise
iflas yoluyla takipte ortaya çıkan aciz hali incelenecektir.
1. Haciz Yoluyla Takipte Ortaya Çıkan Aciz Hali
Haciz yoluyla takipte ortaya çıkan aciz hali, AATUHK’un 75. maddesinde
düzenlenmiştir. Söz konusu hükme göre, yapılan takip sonunda borçlunun
haczedilebilir herhangi bir malı bulunmaması ya da bulunmasına rağmen
bu nitelikteki malların paraya çevrilmesi sonucu elde edilen satış bedelinin
mevcut borcu karşılamaması hallerinde borçlu aciz halinde sayılır. Yürütülen
takip aşamaları sonucunda kalan borç miktarı bir aciz fişinde gösterilerek aciz
hali tespit olunur.
Maddenin lafzından borçlunun iki ihtimalde aciz halinde sayılacağı sonucu
çıkmaktadır. Bunlardan ilki, haczedilebilir herhangi bir malın bulunmamasıdır.
Hangi malların haczedilemeyeceği, diğer bir ifadeyle haczi kabil olmayan mallar
AATUHK’un 70. maddesinde on üç bent halinde tek tek sayılmıştır. Bunun yanı
sıra, bazı kanunlarda bazı mal ve alacakların haczedilemeyeceği ayrıca hüküm
altına alınmıştır. Örneğin, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası
Kanunu’nun 93. maddesinin ilk fıkrası uyarınca emekli aylıkları bunları alan
kimselerin onayı olmadan haczedilemez7. Bu doğrultuda borçlunun bahsi geçen
düzenlemelerde belirtilen nitelikte mal ve alacakları bulunsa dahi bunların
haczi mümkün olmadığı için bunlar dışında kalan başka mal ya da alacakları
da bulunmuyorsa haczi kabil herhangi bir malının bulunmadığı söylenebilir.
Eğer borçlunun haczi kabil herhangi bir malı yoksa bu durumu tespit eden
7
Adnan Gerçek, Kamu Alacaklarının Tahsil Hukuku, 5. Baskı, Ekin Basım Yayın Dağıtım, Bursa,
2017, s.253-255.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
145
Vergi İcra Hukukunda Aciz Hali
Doç. Dr. Recep NARTER, Arş. Gör. Abdullah ARIKAN
haciz tutanağı aciz fişi hükmündedir. Aciz haline bağlanan hüküm ve sonuçlar
bu nitelikteki haciz tutanağının düzenlendiği tarihte doğacaktır. Bu bakımdan
ayrı bir aciz fişi düzenlenmeye gerek yoktur8. Borçlunun aciz halinde sayılacağı
diğer hal ise, haczedilebilir nitelikteki malların paraya çevrilmesinden sağlanan
bedel ile kamu alacağının karşılanmamasıdır. Bu iki durum aynı zamanda
genel icra hukukunda kesin aciz vesikası (İİK md. 143; md. 105/1) verilecek
halleri oluşturmaktadır. Dolayısıyla vergi icra hukukundaki aciz fişi genel icra
hukukundaki kesin aciz vesikasına denk düşmektedir.
Öte yandan genel icra hukukundaki geçici aciz vesikası (İİK md. 105/2)
düzenlenmesini gerektiren “paraya çevirme işlemi henüz tamamlanmadan
haczi kabil mallara biçilen değerin alacağı karşılamayacağının anlaşılması”
halinde aciz fişi düzenleneceği yolunda bir hükme AATUHK’da yer verilmemiştir.
Bununla birlikte doktrinde çoğunluğu teşkil eden bazı yazarlar9, özellikle takip
konusu kamu alacağının toplam tutarı ile hacizli malın takdir edilen değeri
arasında açık bir orantısızlık varsa, bu durumda da kamu borçlusunun aciz
halinde sayılması gerektiği görüşünü ortaya koymuşlardır. Bu bağlamda,
borçlunun borcuna yetmeyeceği aşikâr bir miktar malı tespit edilmişse, satış
işlemini beklemeye gerek olmaksızın aciz halinde sayılması gerektiği kabul
edilmek lazım gelir ki; aciz halinin sabit olması ile gecikme zammı uygulaması
sona erecek (AATUHK md. 52/1) ve borç, teminat ve tecil faizi aranmaksızın
ertelenebilecektir (AATUHK md. 76/1). Ayrıca meseleyi böyle yorumlamanın
hem alacaklının hem de borçlunun menfaatlerine uygun düşen amaca uygun
bir yorum olacağı ifade edilmiştir. Buna karşılık bazı yazarlar10 ise, haczedilen
8
9
10
Kemal Aykaç, Açıklamalı Amme Alacakları Tahsil Usulü Hakkında Kanun ve Genel Tebliğler,
Kardeş Matbaası, Ankara, 1974, s.247-248; Özbalcı, a.g.e., s.746; M. Cengiz Ünlü, Açıklamalı-İçtihatlı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun, 1. Baskı, Seçkin Yayınevi, Ankara, 1995, s.701-702; Genel icra hukukunda da borçlunun haczi kabil malının bulunmaması
durumunda icra memurunun düzenleyeceği haciz tutanağı borç ödemeden aciz vesikası
yerine geçer. Bkz. Baki Kuru, İcra ve İflas Hukuku El Kitabı, Tamamen Yeniden Yazılmış ve
Genişletilmiş 2. Baskı, Adalet Yayınevi, Ankara, 2013, s.748-749.
Özbalcı, a.g.e., s.745; Edip Şimşek, Amme Alacakları Tahsil Usulü Kanun Şerhi Uygulama ve
İçtihatlar, Yeniden Gözden Geçirilmiş Güncelleştirilmiş 2. Baskı, Alfa Basım Yayım Dağıtım,
İstanbul, 1996, s. 733; Ünlü, a.g.e., s.702; Nilgün Serim, “Amme Alacaklarının Tahsil Usulü
Hakkında Kanun’da Aciz Hali ve Aczin Neticeleri”, Vergi Dünyası, Sayı: 335, Temmuz 2009,
s.171; Kazım Yılmaz, Açıklama ve Örnek Yargı Kararları İle 6183 Sayılı Amme Alacaklarının
Tahsil Usulü Hakkında Kanun Uygulaması, Maliye Hesap Uzmanları Derneği Yayını, İstanbul,
2015, s.754-755; Mahmut Coşkun, Açıklamalı-İçtihatlı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü
Hakkında Kanun, Güncellenmiş 2. Baskı, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2013, s.778-779.
Turgut Candan, Açıklamalı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun,
Güncelleştirilmiş 3. Baskı, Mali Akademi Yayınları, Ankara, 2013, s.445; Celalettin Akçataş,
“Faiz ve Gecikme Zammı Uygulamasında Aciz Vesikasının Rolü”, E - Yaklaşım, Sayı: 227,
Kasım 2011, http://uye.yaklasim.com/MagazineContent.aspx?ID=13328, (Erişim Tarihi:
12.11.2017).
146
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Insolvency in Tax Execution Law
Assoc. Prof. Dr. Recep NARTER, Res. Asst. Abdullah ARIKAN
malın AATUHK’un 81. ve 91. maddeleri uyarınca takdir edilen değerinin kamu
alacağını karşılayamayacağı anlaşılsa dahi bu malın satışı gerçekleştirilmeden
borçlunun aciz halinde sayılmasının mümkün olmadığını ileri sürmektedirler.
Biz ise, yukarıda yer verdiğimiz görüşlerden ikincisinin daha isabetli olduğu
kanaatindeyiz. Hemen belirtelim ki, borçlunun hacizli mallarına biçilen değerin
daha başlangıçta kamu alacağını karşılayamayacağının anlaşılması durumunda
aciz halinde sayılması gerektiği şeklindeki kabulün; amaçsal yorumun sınırları
dâhilinde bir yorum olmaktan öteye taşarak kıyas yoluna başvurulmak
suretiyle kanunilik ilkesini zedeleyen bir boyuta kavuştuğu söylenebilir11. Zira
hem borçlu hem de alacaklı lehine olduğu ve amaca uygunluğu ifade edilen söz
konusu yorumla birlikte, genel icra hukukunda o kanunun düzenleme alanında
gerekli ve makul olan geçici aciz vesikası verilmesi gereken hal, adeta 75.
madde bünyesine ithal olunmakta yani taşınmaktadır. Kaldı ki AATUHK’un 75.
maddesinin lafzı açıktır ve lafzın açık olduğu hallerde diğer yorum yöntemlerine
213 sayılı Vergi Usul Kanunu (VUK)’nun 3. maddesinin A bendinin 2. fıkrası12
uyarınca başvurulmaması kanunun açık ifadesinin gereğidir13.
Ayrıca şunu da eklemek gerekir ki, bu yorum tarzı ile varılan sonuç;
gecikme zammı uygulamasının sona erecek olması ve teminat ile tecil faizi
istenmeden borcun tecil edilmesi imkânının söz konusu olması yönlerinden
alacaklı ve borçlu açısından lehe olduğu kabul edilse dahi, kanuni temsilcilerin
daha erken bir aşamada takip edilmelerine yol açabileceği de gözden uzak
tutulmamalıdır.
Bilindiği üzere, vergi kanunlarında kanuni temsilcilerin sorumluluğunu
düzenleyen iki temel hüküm bulunmaktadır. Bunlardan ilki, VUK’un 10.
11
12
13
Vergi hukukunda kıyas yolu ile boşluk doldurulması, verginin kanuniliği ilkesi ile hukuk
devletinin hukuki güvenlik ilkesine ters düşer. Bkz. Öncel - Kumrulu - Çağan, a.g.e., s.29.
“Vergi kanunları lafzı ve ruhu ile hüküm ifade eder. Lafzın açık olmadığı hallerde vergi
kanunlarının hükümleri, konuluşundaki maksat, hükümlerin kanunun yapısındaki yeri ve
diğer maddelerle olan bağlantısı göz önünde tutularak uygulanır.”
“Vergi hukukunda amaçsal yorum yöntemine başvurulurken çok dikkatli olmak gerekir…
Ancak yorum yapılırken yasanın metninden sapılmamalıdır; aksi halde vergi hukukunun
temel ilkelerine aykırı, istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir.” Bkz. Öncel – Kumrulu - Çağan,
a.g.e., s.21-22; “Vuk’un 3. maddesinde “vergi kanunları lafzı…ile hüküm ifade eder. Lafzın
açık olmadığı hallerde…” ifadesine yer verilmiş olması, kanun koyucunun vergi kanunlarının
yorumlanmasında öncelikle sözel yoruma başvurulması ve bu yorum yönteminin yeterli
gelmediği durumda diğerlerine geçilmesi gerektiğini göstermektedir.” Bkz. Doğan Şenyüz
- Mehmet Yüce - Adnan Gerçek, Vergi Hukuku (Genel Hükümler), 6. Baskı, Ekin Basım
Yayım Dağıtım, Bursa, 2015, s.59; “…Madde hükmünden de anlaşılacağı üzere kanunun
ruhuna gitmek, kanunun lafzının açık olmaması halinde mümkündür.” Bkz. Danıştay 7.
Daire, 13.11.1984 tarih, 509/1718 sayılı karar (Ercan Sarıcaoğlu, Vergi Suç ve Kabahatleri
Bakımından Yorum ve İspat, 1. Baskı, Adalet Yayınevi, Ankara, 2017, s.43.)
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
147
Vergi İcra Hukukunda Aciz Hali
Doç. Dr. Recep NARTER, Arş. Gör. Abdullah ARIKAN
maddesi14; diğeri ise, AATUHK’un mükerrer 35. maddesi15dir. VUK’un 10.
maddesinde düzenlenmiş olan sorumluluğun kapsamına vergi ve buna bağlı
alacaklar girmektedir. Vergi alacakları ifadesi ile VUK’un kapsamına giren,
yani VUK’un 1. maddesinde belirtilen vergi, resim, harçlar ile bunların aynı
nitelikteki zamları kastedilmekte iken16; vergiye bağlı alacaklar ile vergi, resim,
harç ve benzeri mali yükümlülük sayılmayan, ancak bunlar olmaksızın varlığı
söz konusu olmayan diğer alacaklar kastedilmektedir. Örneğin gecikme faizi
(VUK md. 112), gecikme zammı (AATUHK md. 51) ve tecil faizi (AATUHK md. 48)
bu nitelikte vergiye bağlı alacaklardandır17. Ayrıca eklemek gerekir ki, VUK’un
333. maddesinin 2. fıkrasıyla, 10. maddeye yapılan atıf dolayısıyla, tüzel
kişiler adına kesilen vergi ziyaı cezası (VUK md. 344), usulsüzlük cezası (VUK
md. 352) ile özel usulsüzlük cezası da (VUK md. 353; md. 355; mükerrer md.
355) bu kapsama dâhildir. AATUHK’un mükerrer 35. maddesinin 6. fıkrasının18,
Anayasa Mahkemesi tarafından verilen 19.3.2015 tarih ve 144/29 sayılı karar
ile iptal edilmesiyle, vergi ve buna bağlı alacaklar için kanuni temsilcilerin
sorumluluğu bakımından VUK’un 10. maddesinin; bunlar dışında kalan kamu
alacakları için ise, AATUHK’un mükerrer 35. maddesinin uygulanacağı hususu
14
15
16
17
18
“Tüzel kişilerle küçüklerin ve kısıtlıların, Vakıflar ve cemaatler gibi tüzel kişiliği olmayan
teşekküllerin mükellef veya vergi sorumlusu olmaları halinde bunlara düşen ödevler kanuni
temsilcileri, tüzel kişiliği olmayan teşekkülleri idare edenler ve varsa bunların temsilcileri
tarafından yerine getirilir. Yukarıda yazılı olanların bu ödevleri yerine getirmemeleri yüzünden
mükelleflerin veya vergi sorumlularının varlığından tamamen veya kısmen alınmayan vergi
ve buna bağlı alacaklar, kanuni ödevleri yerine getirmeyenlerin varlıklarından alınır. Bu
hüküm Türkiye’de bulunmayan mükelleflerin Türkiye’deki temsilcileri hakkında da uygulanır.
Temsilciler veya teşekkülü idare edenler bu suretle ödedikleri vergiler için asıl mükelleflere
rücu edebilirler. Tüzel kişilerin tasfiye haline girmiş veya tasfiye edilmiş olmaları, kanuni
temsilcilerin tasfiyeye giriş tarihinden önceki zamanlara ait sorumluluklarını da kaldırmaz.”
“Tüzel kişilerle küçüklerin ve kısıtlıların, vakıflar ve cemaatler gibi tüzel kişiliği olmayan
teşekküllerin mal varlığından tamamen veya kısmen tahsil edilemeyen veya tahsil
edilemeyeceği anlaşılan amme alacakları, kanuni temsilcilerin ve tüzel kişiliği olmayan
teşekkülü idare edenlerin şahsi mal varlıklarından bu Kanun hükümlerine göre tahsil edilir.
Bu madde hükmü, yabancı şahıs veya kurumların Türkiye’deki mümessilleri hakkında
da uygulanır. Tüzel kişilerin tasfiye haline girmiş veya tasfiye edilmiş olmaları, kanuni
temsilcilerin tasfiyeye giriş tarihinden önceki zamanlara ait sorumluluklarını kaldırmaz.
Temsilciler, teşekkülü idare edenler veya mümessiller, bu madde gereğince ödedikleri
tutarlar için asıl amme borçlusuna rücu edebilirler.”
VUK’un 2. maddesinde, gümrük idareleri tarafından alınan vergi ve resimlerin VUK’un
kapsamına girmediği hüküm altına alınmıştır. Bu sebeple, bu alacaklar VUK’un 10.
maddesinde düzenlenen sorumluluğun kapsamına girmeyip, AATUHK’un mükerrer 35.
maddesinde düzenlenen sorumluluğun kapsamına girmektedirler.
Turgut Candan, Kanuni Temsilcinin Vergi ve Diğer Kamu Alacaklarından Sorumluluğu,
Güncelleştirilmiş 3. Baskı, Maliye ve Hukuk Yayınları, Ankara, 2006, s.83-92.
“Kanuni temsilcilerin sorumluluklarına dair 213 sayılı Vergi Usul Kanununda yer alan
hükümler, bu maddede düzenlenen sorumluluğu ortadan kaldırmaz.”
148
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Insolvency in Tax Execution Law
Assoc. Prof. Dr. Recep NARTER, Res. Asst. Abdullah ARIKAN
açıklık kazanmıştır19. Bu nedenle, asıl borçlunun vergi ve buna bağlı borçları
bakımından kanuni temsilcilerinin sorumluluğuna gidilebilmesi için VUK’un 10.
maddesindeki şartların, diğer kamu borçları bakımından kanuni temsilcilerinin
sorumluluğuna gidilebilmesi için ise, AATUHK’un mükerrer 35. maddesindeki
şartın gerçekleşmiş olması gerekir.
Bu bağlamda VUK’un 10. maddesi, kanuni temsilcilerin sorumluluğuna
gidilebilmesi bakımından iki şartın varlığını aramaktadır. Bunlardan ilki, vergi
ve buna bağlı alacakların asıl borçlunun mal varlığından kısmen veya tamamen
alınamamış olması; diğer bir deyişle, vergi ve buna bağlı alacağın asıl borçlunun
mal varlığından tahsil imkânının kalmamış olması gereğidir. Burada kastedilen
alacaklı tahsil dairesinin, asıl borçluya karşı, AATUHK’un 54. maddesinde yer
alan cebren tahsil yollarından, gerekiyorsa tamamına başvurmuş olmasına
rağmen sonuç alamamış olmasıdır20. Bu noktada, alacaklı vergi dairesinin haciz
yoluyla takibe başvurması halinde vergi ve buna bağlı alacağın asıl borçlunun
mal varlığından tahsil imkânının kalmadığı acaba ne zaman söylenebilecektir?
Bu soruya verilecek yanıt, kanuni temsilcilerin takip edilebilecekleri zamanı
belirleyecektir. Ayrıca şu husus da ilave edilebilir ki, kanuni temsilcinin
takip edilebilmesi için asıl borçlu bakımından yürütülen takip sürecinin
tamamlanmasını müteakip, vergi ve buna bağlı alacağın tahsil edilemediğinin
aciz fişi ile belgelenmesi gerekir21. Yahut aciz fişi düzenlenmese dahi en
azından aciz halini meydana getiren durumların mevcudiyeti aranmalıdır.
Kanuni düzenlemenin gereği olan ikinci şart ise, vergi ve buna bağlı alacağın
asıl borçlunun mal varlığından alınamaması halinin kanuni temsilcinin, asıl
borçlunun vergi ile ilgili ödevlerini yerine getirmemesi yüzünden meydana
gelmiş olmasıdır.
AATUHK ise mükerrer 35. maddesinde, kanuni temsilcilerin sorumluluğuna
gidilebilmesi bakımından yalnızca bir şarta yer vermiş bulunmaktadır. Bu da,
19
20
21
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Recep Narter, “Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında
Kanunun Mükerrer 35’inci Maddesinde Yer Alan Bazı Fıkraların Anayasa Mahkemesi
Tarafından İptali Üzerine Kanuni Temsilcilerin Sorumluluğuna İlişkin Değerlendirme”, Vergi
Dünyası, Sayı: 410, Ekim 2015, s.129.
Candan, Kanuni Temsilcinin Vergi ve Diğer Kamu Alacaklarından Sorumluluğu, s.94; “…
Bu çerçevede, 213 sayılı Vergi Usul Kanununun yukarıda anılan maddesine göre, kanuni
temsilci sıfatıyla ilgili kişilerin takip edilebilmesi için, vergi borcunun usulüne uygun bir
biçimde tarh, tahakkuk, tebliğ safhalarından geçerek borcun kesinleştirilmesi, vergi borçlusu
hakkında tüm takip yollarının tüketilmesi ve amme alacağının vergi borçlusundan kısmen
veya tamamen tahsil imkânının bulunmadığının somut bir biçimde ortaya konulması, 6183
sayılı Kanun ile belirlenen takip yollarının tüketilmesi gerekmektedir…” Danıştay 3. Daire,
10.12.2015 tarih, 2843/16055 sayılı karar, http://www.kazanci.com/kho2/ibb/giris.htm,
(Erişim Tarihi: 13.11.2017).
İrfan Barlass, Anonim ve Limited Ortaklıklarda Kanuni Temsilcilerin Vergisel Sorumluluğu,
Vedat Kitapçılık, İstanbul, 2006, s.70.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
149
Vergi İcra Hukukunda Aciz Hali
Doç. Dr. Recep NARTER, Arş. Gör. Abdullah ARIKAN
kamu alacağının asıl borçlunun mal varlığından kısmen veya tamamen tahsil
edilememesi ya da tahsil edilemeyeceğinin anlaşılması halidir. Dolayısıyla,
bu iki ihtimalden birinin gerçekleştiği durumda alacaklı tahsil dairesi, tahsil
edilemeyen veya tahsil edilemeyeceği anlaşılan kamu alacağı için kanuni
temsilcileri takip edebilir. Öte yandan “Kanundaki Terimler” başlığını taşıyan
AATUHK’un 3. maddesinde tahsil edilemeyen kamu alacağının, “Amme
borçlusunun bu Kanun hükümlerine göre yapılan mal varlığı araştırması
sonucunda haczi kabil herhangi bir mal varlığının bulunmaması, haczedilen
mal varlığının satılarak paraya çevrilmesine rağmen satış bedelinin
amme alacağını karşılamaması gibi nedenlerle tahsil edilemeyen amme
alacaklarını”; tahsil edilemeyeceği anlaşılan kamu alacağının ise, “Amme
borçlusunun haczedilen mal varlığına bu Kanun hükümlerine göre biçilen
değerlerin amme alacağını karşılayamayacağının veya hakkında iflas kararı
verilen amme borçlusundan aranılan amme alacağının iflas masasından tahsil
edilemeyeceğinin anlaşılması gibi nedenlerle tahsil dairelerince yürütülen
takip muamelelerinin herhangi bir aşamasında amme borçlusundan tahsil
edilemeyeceği ortaya çıkan amme alacaklarını” ifade edeceği belirtilmiştir22.
Yeri gelmişken hemen belirtelim ki, VUK’un 10. maddesinde ifade
edilen “alınamama” kavramı ile AATUHK’un mükerrer 35. maddesinde
yer verilen “tahsil edilememe” kavramı aynı anlama gelmektedir. “Tahsil
edilemeyeceğinin anlaşılması” ifadesi ise, yukarıda zikredilen her iki kavramın
da isabet ettiği aşamadan daha önceki bir aşamaya tekabül etmektedir. Haciz
yoluyla takipler açısından bakıldığında “alınamama” yahut “tahsil edilememe”
asıl borçlunun aciz halinde olduğu aşamayı; “tahsil edilemeyeceğinin
anlaşılması” ise asıl borçlunun haczedilen mallarına biçilen değerin kamu
alacağını karşılamayacağının anlaşılmasına denk düşmektedir. Bu bakımdan
aciz haline giren ihtimaller “alınamama” ile “tahsil edilememe” kavramlarıyla
örtüşmekte, “tahsil edilemeyeceğinin anlaşılması” ise genel icra hukukundaki
geçici aciz vesikası verilmesi gereken duruma karşılık gelmektedir. Buradan
hareketle bir kez daha ifade edelim ki, AATUHK’un 75. maddesinde düzenlenen
aciz hali kavramının içeriğinin genişletilmesinin, “alınamama”/”tahsil
edilememe” ile “tahsil edilemeyeceğinin anlaşılması” kavramları ayrımını
lüzumsuz veya en azından etkisiz hale getireceği, ayrıca kanunun sistematiğine
uygun düşmeyeceği gerekçesiyle, borçlunun aciz halinde sayılması gereken
durumların genişletilmemesi gerektiği kanaatindeyiz.
22
Dikkat edilirse, aciz halini meydana getiren durumlar ile “tahsil edilememe” kavramına
ilişkin verilen tanım birbiri ile örtüşmektedir.
150
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Insolvency in Tax Execution Law
Assoc. Prof. Dr. Recep NARTER, Res. Asst. Abdullah ARIKAN
1.1. Aciz Halinin Sonuçları
Aciz halinin sonuçları “Aczin neticeleri” başlıklı AATUHK’un 76. maddesinde
düzenlenmiştir. Ayrıca aciz halinin sabit olması durumunda, gecikme zammı
uygulamasının sona ereceğini hüküm altına alan AATUHK’un 52. maddesinin
ilk fıkrası da aciz haline bağlanan önemli bir sonuçtur.
AATUHK’un 76. maddesinin ilk fıkrasına göre, aciz halindeki borçlu hakkında
teminat ve tecil faizi aranmadan AATUHK’un 48. maddesinde düzenlenen tecil
müessesesi tatbik olunabilir. Fıkranın sonunda “tatbik olunabilir” ibaresine
yer verildiği için, aciz halinin varlığı durumunda alacaklı kamu idaresinin tecil
müessesesini uygulamak zorunda olmadığı, diğer bir ifadeyle bu konuda takdir
yetkisine sahip olduğu anlaşılmaktadır23. Ayrıca Maliye idaresinin bu konudaki
görüşü24; aciz halinde olduğu tespit edilen borçlu hakkında teminat ve tecil
faizi aranmadan tecil müessesesinin uygulanabilmesi için borçlunun bu istemi
içeren bir talebine ihtiyaç bulunduğu yönündedir.
Bu doğrultuda bir düzenleme esasen hem kamu alacaklısı hem de kamu
borçlusu lehinedir. Nitekim kanun tasarısı ve gerekçesinde25 de belirtildiği üzere,
“…aciz halinde olanlardan hüsnüniyet sahiplerine karşı tatbik edilebilmek
üzere idareye teminatsız olarak ve faiz aranmadan borcun tecili yetkisini
vermektedir. Bu suretle muamele görenler, alacakları tecil müsaadesi üzerine
takibata uğramadan bir iş tutmak ve ileride borçlarını da ödemek imkânına
kavuşacaklardır.”
Alacaklı kamu idaresi aciz halinde bulunan borçlunun tecil talebini
kabul etmişse, tecil şartlarına uygun davranıldığı sürece borçlu hakkında
cebri icra işlemleri yapılamaz. Bu bakımdan borçlu taksitleri zamanında
ödemek kaydıyla icra takibinden kurtulmuş olmaktadır26. Bu durumun bir
23
24
25
26
Özbalcı, a.g.e., s.747; Candan, Açıklamalı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun,
s.445-446.
Seri: A, Sıra No: 1 Tahsilat Genel Tebliği (30.6.2007 tarih ve 26568 sayılı Resmi Gazete).
Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun Gerekçesi Kanun Tasarısı ve Komisyon
Raporları,
http://www.gib.gov.tr/fileadmin/mevzuatek/gerekceler/6183/cilt_3_6183_
sayili_kanun.pdf, s.786-787, (Erişim Tarihi: 14.11.2017).
Özbalcı, a.g.e., s.747, 748; Recai Dönmez, Vergi İcra Hukukunda Haciz Yolu İle Takip, 1.
Baskı, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2005, s.79; Selahattin Tuncer, “Vergi Hukuku Açısından
Tecil ve Taksitlendirme”, Yaklaşım, Sayı: 162, Haziran 2006, http://uye.yaklasim.com/
MagazineContent.aspx?ID=6633, (Erişim Tarihi: 15.11.2017); Yılmaz, Açıklama ve Örnek
Yargı Kararları İle 6183 Sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun Uygulaması,
s.757; Gerçek, a.g.e., s.102, 112; “Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun’un 48.
maddesine göre tecil, infisahı (bozucu) şarta bağlı olarak cebri icra işlemlerini durdurucu
bir özellik taşır. Tecil koşullarına kamu borçlusu uyarsa cebri takip işleri hangi aşamada
olursa olsun yapılamaz.” Bkz. Zeynep Arıkan, “Vergi Borçlarında Tecil”, Maliye Araştırma
Merkezi Konferansları Prof. Dr. Salih Turhan’a Armağan, İstanbul Üniversitesi Yayın No:
4565, İstanbul, 2005, s.20.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
151
Vergi İcra Hukukunda Aciz Hali
Doç. Dr. Recep NARTER, Arş. Gör. Abdullah ARIKAN
sonucu olarak, borçlunun tecil süresi içerisinde edindiği mal varlıkları da
haczedilemeyecektir27. Ancak hemen belirtelim ki, AATUHK’un 61. maddesi
uyarınca verilen mal bildiriminde, malı olmadığını gösteren ya da borca
yetecek kadar mal göstermemiş olan borçlular, sonradan edindikleri malları
ve gelirlerindeki artmaları, edinme ve artma tarihinden başlayarak on beş gün
içinde tahsil dairesine bildirmek zorundadırlar. Aksi takdirde, AATUHK’un 112.
maddesi uyarınca cezalandırılırlar. Bununla birlikte, tecil talebi kabul edilmiş
olan ve tecil şartlarına uygun davranan borçlunun sonradan edindiği ve 61.
madde uyarınca süresinde tahsil dairesine bildirimde bulunduğu mallara haciz
uygulanmaması kanunun amacına, özellikle tecil müessesesinin mantığına
daha uygun düşer28. Öte yandan borçlu tecil şartlarına uygun davranmakla
birlikte, sonradan edindiği malları tahsil dairesine hiç veya süresinde bildirmez
ise bu mallar haczedilebilir mi? Böyle bir durumda, borçlu tecil şartlarına uygun
davranmaya devam ettiği sürece, söz gelimi taksitlerini zamanında ödediği
için, yalnızca 112. madde uyarınca verilecek ceza ile yetinilmek gerekir.
AATUHK’un 76. maddesinin 2. fıkrasına göre, alacaklı tahsil dairesi aciz
halindeki borçlunun mali durumunu zamanaşımı süresi içinde devamlı
olarak takip eder. Bilindiği üzere, vergi hukukunda iki temel zamanaşımı
düzenlemesi bulunmaktadır. Bunlar tarh (ya da tahakkuk) zamanaşımı ve
tahsil zamanaşımıdır. AATUHK’un 76. maddesinde sözü edilen zamanaşımı
tahsil zamanaşımıdır. Zira aciz hali vergilendirme sürecinin tahsil aşamasında
ortaya çıkar. Tahsil zamanaşımı, AATUHK’un 102 ila 104. maddeleri
arasında düzenlenmiştir. 102. maddeye göre kamu alacakları, vadelerinin
rastladıkları takvim yılını takip eden yılın başından itibaren beş yıl içinde tahsil
edilmezlerse zamanaşımına uğrarlar. Tahsil zamanaşımını kesen hallere 103.
maddede, durduran hallere ise 104. maddede yer verilmiştir. Zamanaşımını
kesen ve durduran haller arasında, aciz halinin varlığına yahut aciz fişinin
düzenlenmesine yer verilmemiştir. Dolayısıyla aciz halinin kendisi, tahsil
zamanaşımını kesen ya da durduran bir neden teşkil etmez. Ancak aciz halinin
tespitinden sonra çeşitli nedenlerle tahsil zamanaşımının kesilmesinden söz
edilebilir. Örneğin, aciz halindeki borçlunun söz konusu borcunun AATUHK’un
27
28
Veysi Seviğ, “Vergi Hukukunda “Aciz” Hali”, Yaklaşım, Sayı: 179, Kasım 2007, http://uye.
yaklasim.com/MagazineContent.aspx?ID=8058&arananKey=e-defter,
(Erişim
Tarihi:
15.11.2017).
Özbalcı, a.g.e., s.748; Ünlü, a.g.e., s.703; Serim, a.g.m., s.172; Ancak Seri: A, Sıra No: 1
Tahsilat Genel Tebliği’nde bu hususta şu ifadelere yer verilmiştir: “Aciz hali tespit edilmiş
borçlunun borçları talebi üzerine faiz ve teminat aranmaksızın ertelenebilir. Mükellefin mal
edindiğinin tespiti halinde aciz hali ortadan kalkar ve takibat işlemlerine devam edilir…
Borçlunun mal edindiğinin saptanması halinde haciz varakalarına istinaden gerekli haciz
yapılır. Haczedilen malların değerinin takipli alacağı karşıladığının tespiti halinde aciz hali
kaldırılır.”
152
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Insolvency in Tax Execution Law
Assoc. Prof. Dr. Recep NARTER, Res. Asst. Abdullah ARIKAN
48. maddesi çerçevesinde ödeme planına bağlanması29 ya da mal edinmelerini
yahut gelirindeki artmaları bildirmesi halinde30 zamanaşımın kesilmesi söz
konusu olmaktadır.
Aciz haline bağlanan bir diğer önemli sonuç ise, aciz halinin sabit olması ile
birlikte artık gecikme zammının hesaplanmayacak olmasıdır. Gecikme zammı
AATUHK’un 51. maddesinde düzenlenmiş fer’i bir kamu alacağıdır. Vadesinde
ödenmeyen kamu alacaklarına vade tarihinden ödeme tarihine kadar geçen
her ay ve kesirleri için aylık % 1,40 oranında31 uygulanmaktadır. Hemen devamı
maddede ise, gecikme zammının ne müddetle hesaplanacağı düzenlenmek
suretiyle, gecikme zammı hesabını sona erdiren hallere yer verilmiştir. Bu
durumda gecikme zammı vade tarihinden söz konusu hallerin gerçekleştiği
tarihe kadar geçen süre için hesaplanacaktır. Bunlardan biri de aciz hali olup,
düzenlemede açıkça yer verildiği üzere, aciz halinin “sabit olduğu” güne kadar
gecikme zammı uygulanacağı hüküm altına alınmaktadır. Hal böyle olunca
aciz halinin ne zaman sabit olduğunun tayini de oldukça önem arz etmektedir.
Konuya ilişkin olarak Maliye idaresi görüşünü Seri: A Sıra No: 1 Tahsilat Genel
Tebliği’nde: “6183 sayılı Kanunun 75 inci maddesine göre aciz hali tespit edilen
amme borçlusundan aranılan amme alacaklarına aciz fişinin tanzim edildiği
tarihe kadar (bu tarih hariç) gecikme zammı tatbik edilecek, bu tarihten sonra
tatbik edilmeyecektir.” şeklinde ortaya koymuştur.
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere idare, aciz halinin sabit olması hali
ve zamanını aciz fişinin düzenlendiği tarih olarak kabul etmektedir. Böyle bir
kabul tarzı da, bazı sakıncaları beraberinde taşımaktadır. Zira uygulamada
aciz halinin varlığı sabit olmasına rağmen, tahsil dairelerinin çoğu zaman aciz
fişi düzenlemekten kaçındığı görülmektedir. Bunun sonucu olarak da, aciz hali
sübutuna dayanan aciz fişi tanzimi gerektiği halde aciz fişi düzenlenmemek
suretiyle gecikme zammı hesaplanmaya devam edilmekte ve borç miktarı
kanuna aykırı bir biçimde arttırılmaktadır32. Esasen aciz halinin sabit olması
ile aciz fişinin düzenlenmesinin farklı tarihlerde gerçekleşmesi mümkündür.
Örneğin, borçlunun hacizli malları paraya çevrilmiş ve satış bedelinin borcu
karşılamadığı ancak satış tarihinde anlaşılmış olabilir. Gerçekten de satış
bedelinin borcu karşılamadığı tarihte, aciz halinin sabit olduğundan söz edilebilir.
Hal böyle olmakla birlikte idare, satış tarihi itibariyle düzenlenmesi gerekli aciz
29
30
31
32
Candan, Açıklamalı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun, s.447.
Yılmaz, Açıklama ve Örnek Yargı Kararları İle 6183 Sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü
Hakkında Kanun Uygulaması, s.757-758.
2010/965 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile belirlenen oran.
Seviğ, a.g.m., http://uye.yaklasim.com/MagazineContent.aspx?ID=8058&arananKey=
e-defter, (Erişim Tarihi: 24.11.2017); Kazım Yılmaz, “6183 Sayılı Kanun Uygulamasında
Gecikme Zammını Durduran Hallerden Aciz Hali”, Yaklaşım, Sayı: 281, Mayıs 2016, http://
uye.yaklasim.com/MagazineContent.aspx?ID=28580, (Erişim Tarihi: 24.11.2017).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
153
Vergi İcra Hukukunda Aciz Hali
Doç. Dr. Recep NARTER, Arş. Gör. Abdullah ARIKAN
fişini daha sonraki bir tarihte düzenleyebilir veya hiç düzenlemeyebilir33. Bu
nedenle, borçlunun haczi kabil herhangi bir malının bulunmaması halinde bu
durumu gösteren haciz tutanağının (dolayısıyla aciz fişinin) düzenlendiği ya
da satışın yapıldığı tarih itibariyle artık aciz hali sabit olacak ve bu tarihten
itibaren gecikme zammı hesaplanmaması gerekecektir.
Aciz halinin sabit olması ile uygulaması sona eren gecikme zammı, aciz
halinin ortadan kalkması ile birlikte yeniden hesaplanmaya başlanır. Aciz
halinin ortadan kalktığı iki ihtimal bulunmaktadır. Birinci ihtimal, borçlunun
bu süreçte edindiği malları idareye haber vermesi ve bildirilen malların kamu
alacağını karşılayacak değerde olmasıdır. İkinci ihtimal ise, borçlu hakkında
tahsil zamanaşımı süresince yapılan takip sırasında alacağı karşılamaya
yetecek değerde mal edindiğinin idarece tespit edilmesidir. Her iki ihtimalin
de gerçekleştiği durumda, mal edinme tarihinden itibaren (bu tarih dâhil)
gecikme zammı işlemeye devam eder34.
Ayrıca aciz halinin tespiti konusunda şu hususa da temas etmek gerekir ki;
gecikme zammı uygulamasını sona erdiren aciz halini, sadece AATUHK’un 75.
maddesi çerçevesinde ortaya çıkan aciz hali karşılamaktadır. Nitekim idarenin
açık görüşü de bu yönde olup, özel alacaklar için normal takip usulü işletilerek
İİK çerçevesinde ortaya çıkan aciz hali gecikme zammı uygulamasını sona
erdirmez35.
Burada son olarak şunu da ifade edelim ki, aciz fişi düzenlenmek suretiyle
aciz halinde bulunduğu tespit edilen borçlu hakkında, tahsil edilememiş alacak
dolayısıyla yeniden ödeme emri düzenlenmesine gerek yoktur36. Zira aciz fişi,
varlığı sabit bir borcu tartışmasız şekilde ispat eden bir belge mahiyetinde
olduğundan, artık aciz fişi ile belgelenen alacak için tahsil dairesi ödeme emri
tebliğ etmeksizin doğrudan haciz yoluyla takibe başvurabilecektir.
33
34
35
36
Kanun’daki ifade “durumun sabit olması”, Maliye Bakanlığı’nın uygulaması ise, Kanun’un
75. maddesine göre “aciz fişinin düzenlenmesi”dir. Sabit olmak bir durum, fiş düzenlemek
ise bir işlemdir. Kanunda gecikme zammının durması için durum esas alınırken, Maliye
Bakanlığı (genellikle kendisi tarafından yapılacak) işlemi esas almaktadır. İşlem “durum”un
var olduğuna dair bir belgedir. Durumun meydana gelmesinden ve tespit edilmesinden sonra
düzenlenir. Dolayısıyla “durum” ve “işlem” farklı şeyler olduğu gibi farklı zamanlarda meydana
gelirler. Doğal olarak da Maliye Bakanlığı’nın gecikme zammının durmasını bağladığı aciz
fişinin düzenlenmesi “işlemi” Kanun’un bağladığı “durum”dan sonra gerçekleşir.” Bkz. Yılmaz,
“6183 Sayılı Kanun Uygulamasında Gecikme Zammını Durduran Hallerden Aciz Hali”, http://
uye.yaklasim.com/MagazineContent.aspx?ID=28580, (Erişim Tarihi: 24.11.2017).
Bkz. Seri: A Sıra No: 1 Tahsilat Genel Tebliği.
Bkz. Seri: A, Sıra No: 1 Tahsilat Genel Tebliği; Aksi yönde bkz. Yılmaz, “6183 Sayılı Kanun
Uygulamasında Gecikme Zammını Durduran Hallerden Aciz Hali”, http://uye.yaklasim.com/
MagazineContent.aspx?ID=28580, (Erişim Tarihi: 24.11.2017).
Ünlü, a.g.e., s.703; Şimşek, a.g.e., s.733.
154
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Insolvency in Tax Execution Law
Assoc. Prof. Dr. Recep NARTER, Res. Asst. Abdullah ARIKAN
2. İflas Yoluyla Takipte Ortaya Çıkan Aciz Hali37
Kamu alacaklarının iflas yoluyla takibi, AATUHK’un 100. maddesinin ilk
fıkrasında yapılan atıf nedeniyle İİK’nın bu takibe dair hükümlerine göre
yapılmaktadır. Diğer cebren tahsil yollarından farklı olarak burada hem özel
alacaklar hem de kamu alacakları iflas organlarınca (özellikle iflas idaresi)
tahsil edilmeye çalışılmaktadır. Mahkemece verilen iflas kararı ile birlikte
müflis sıfatını kazanan borçlunun, haczi kabil tüm malları iflas alacaklılarının
tatmin edilmesi maksadıyla paraya çevrilir. Paraya çevirme sonucu elde edilen
bedel belirli bir sıra çerçevesinde alacaklılar arasında paylaştırılır. Ancak
alacaklılarının tamamı elde edilen bu satış bedeli ile tatmin edilememiş
olabilir. Bu durumda alacağını kısmen veya tamamen tahsil edememiş olan
alacaklılara borç ödemeden aciz vesikası verilir. Kendisine aciz vesikası verilen
alacaklı, özel alacaklı olabileceği gibi kamu alacaklısı da olabilir.
İflas yoluyla takipte ortaya çıkan aciz hali, kamu alacakları da dâhil tüm
iflas alacaklarını kapsayacak şekilde İİK’nın 251. maddesinde düzenlenmiştir.
Bu maddenin ilk fıkrasına göre iflas idaresi, masa mallarının satılması sonucu
elde edilen paraları paylaştırırken, alacağının tamamını alamamış olan her
bir alacaklıya ödenmemiş miktar için aciz vesikası verir. Söz konusu vesikada,
müflisin alacağı kabul veya reddettiği yazılır. Nitekim müflisin borcu kabul
etmesi halinde, söz konusu vesika, İİK’nın 68. maddesinin ilk fıkrasında yazılı
senet mahiyetinde olur. Burada haciz yoluyla takipte ortaya çıkan aciz halinden
farklı olarak aciz vesikası iflas idaresince düzenlenip kamu alacaklısına verilir.
İİK’nın 251. maddesinin 2. fıkrasına göre aciz vesikası, İİK’nın 196. maddesi
hükmü saklı kalmak kaydıyla, İİK’nın 143. maddesinde (İİK uyarınca yapılan
haciz yoluyla takiplerde düzenlenen aciz vesikası) yazılı olan hukuki sonuçları
doğurur. Ancak iflasın açılması ile birlikte faizlerin işlemeye devam edeceğini
düzenleyen 196. madde hükmünün saklı tutulması ile birlikte haciz yoluyla
takiplerde düzenlenen aciz vesikasında yazılı alacaklardan farklı olarak (İİK md.
143/4) iflasta düzenlenen aciz vesikasında yazılı alacaklar için faiz işletilecektir.
Yukarıda da değinildiği üzere AATUHK’un 52. maddesinde ise, aciz halinde
bu durumun sabit olduğu tarihten itibaren gecikme zammı uygulamasının sona
ereceği hükme bağlanmıştır. Bu hüküm, esasen AATUHK’un 75. maddesinde
düzenlenen aciz hali için getirilmiş olmakla beraber, iflas tasfiyesi sonucu
tespit edilen aciz hali bakımından da geçerli olması gerekir. Nitekim Seri: A, Sıra
No: 1 Tahsilat Genel Tebliği’nde de, iflasın kapanma ile sonuçlanması halinde
kamu alacakları için herhangi bir nedenle gecikme zammı uygulanmayacağı
37
Bu başlık altında yapılan açıklamalar Abdullah Arıkan tarafından Doç. Dr. Recep Narter
danışmanlığında yazılan “Kamu Alacaklarının İflas Yoluyla Takibi ve İflasın Ertelenmesinin
Kamu Alacaklarının Tahsiline Etkisi” başlıklı yüksek lisans tezinden üretilmiştir.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
155
Vergi İcra Hukukunda Aciz Hali
Doç. Dr. Recep NARTER, Arş. Gör. Abdullah ARIKAN
belirtilmektedir. Dolayısıyla, aciz vesikasında yazılı kamu alacakları için gecikme
zammı hesaplanmamalıdır.
İflas tasfiyesi sonucu alacağını tam olarak alamamış olan alacaklının, iflasın
kapanmasından sonra aciz vesikasına dayanarak (müflis) borçluya karşı haciz
yoluyla takibe girişebilmesi için borçlunun yeni mal iktisap etmiş olması38
gerekmektedir (İİK md. 251/2). Aksi takdirde borçlu, yeni takip üzerine
kendisine gönderilen ödeme emrine karşı yeni bir mal iktisabının bulunmadığı
itirazında bulunabilir ve İİK’nın 66. maddesinin ilk fıkrası uyarınca bu itiraz ile
birlikte takip durur. Alacaklı bu durumda itirazın kaldırılması istemiyle icra
mahkemesine başvurabilir ve uyuşmazlık icra mahkemesinde genel hükümler
ve basit yargılama usulüne göre karara bağlanır (İİK md. 251/2).
Acaba söz konusu bu düzenleme, kamu alacaklısı tarafından yapılacak
haciz yoluyla takipler açısından nasıl bir sonuç doğuracaktır? Deynekli’ye
göre, İİK’nın 251. maddesinde aciz vesikasına dayanarak yapılan takibe
itiraz üzerine takibin duracağı, itirazın kaldırılması için icra mahkemesine
başvurulması gerektiği hükme bağlanmış ve kamu alacakları açısından bir
ayrım yapılmamıştır. Gerçekten iflas tasfiyesine katılmış ve ödenmeyen
alacakları aciz vesikasına bağlanmış alacaklılar arasında ayrım yapmayı haklı
kılan bir neden de bulunmamaktadır. Bu sebeple, alacaklı tahsil dairesinin aciz
vesikasına dayanarak yapacağı takip İİK hükümlerine tabidir39. Kanaatimize
göre borçlunun iflasta düzenlenen aciz vesikasına dayanılsa dahi iflasın
kapanmasından sonra tahsil edilememiş kamu alacakları yönünden İİK
hükümleri çerçevesinde (haciz yoluyla) takip edilmesi mümkün değildir40.
38
39
40
Yeni mal iktisabı, müflisin iflasın açılmasından sonra çalışarak şahsi emek ve çabası ile
kazandığı aktifinden, iflasın açılmasından sonra doğan pasifinin çıkarılması sonucunda
kalan net aktiftir. Bkz. Timuçin Muşul, İcra ve İflas Hukuku Esasları, Gözden Geçirilmiş ve
Genişletilmiş 5. Baskı, Adalet Yayınevi, Ankara, 2015, s.746.
Bkz. Adnan Deynekli, İflasın Vergi Alacağının Tahsiline Etkisi, 1. Baskı, Yetkin Yayınları,
Ankara, 1998, s. 174-175.
“Kamu alacaklarının tahsilinde, alacaklı amme idaresinin mahalli tahsil daireleri görevlidir.
Bu hususta icra dairelerine görev yüklenmemiştir. Somut olayda, alacak amme alacağıdır.
İdarenin söz konusu alacaklarında icra daireleri görevli olmadığından ortada geçerli bir
icra takibi yoktur.” Bkz. Yargıtay 3. Hukuk Dairesi, 27.1.2003 tarih ve 767/441 sayılı karar,
http://www.kazanci.com/kho2/ibb/giris.htm, (Erişim Tarihi: 28.2.2016); “Somut olayda da
imara aykırılığın giderilmesi ve para cezasının ödenmesi yönündeki karar davalıya tebliğ
edilmiş, bu işleme karşı davalının idari yargıya başvurusu reddedilerek para cezası alacağı
kesinleşmiştir. Davacı Belediye kesinleşen bu alacağını 6183 sayılı yasa kapsamında daha
basit ve daha masrafsız şekilde tahsil edebilme imkânı varken Adli Yargı mercilerinde takip
ve dava açarak istemde bulunması hukuken himaye görmeyeceği gibi, alacağın esasen
idari niteliğini de ortadan kaldırmayacağı için Adli Yargı uyuşmazlığın çözümünde görevli
değildir.” Bkz. Yargıtay 3. Hukuk Dairesi, 6.3.2008 tarih ve 505/3731 sayılı karar, http://www.
kazanci.com/kho2/ibb/giris.htm, (Erişim Tarihi: 26.11.2017); Bununla birlikte, Yargıtay’ın
yakın tarihli kararlarında kamu alacaklısının İİK hükümleri çerçevesinde de haciz yoluyla
156
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Insolvency in Tax Execution Law
Assoc. Prof. Dr. Recep NARTER, Res. Asst. Abdullah ARIKAN
Nitekim kamu alacaklarının haciz yoluyla takibi AATUHK’da İİK’dan ayrıca
takibe başvurabileceği, bu konuda seçimlik bir hakka sahip olduğu belirtilmektedir. Bu
hususta şu kararlar örnek olarak gösterilebilir: “Dava; alacak istemine ilişkindir. Davacı
İdare vekili, vergi incelemesi sırasında ödenmediği tespit edilen temettülerin 3028
sayılı Kanun uyarınca davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir. Mahkemece istem,
“davacının 6183 sayılı Kanun’un 54.ve devamı maddelerine göre hareket etmesi gerektiği,
anılan kanun hükümleri doğrultusunda davalıya itiraz ve dava hakkı tanınması gerekirken
doğrudan mahkememizde alacak davası açılmasının yerinde olmadığı, mahkemenin davaya
bakmakta görevli olmadığı, gerekçesi ile dava şartı yokluğundan usulden reddedilmiş,
davacı vekilinin temyiz istemi üzerine, yukarıda belirtilen gerekçe ile bozulmuştur. Mahkeme
önceki ve karşı oydaki gerekçelere dayanarak direnmiştir. Hukuk Genel Kurulunun önüne
gelen uyuşmazlık; 6183 sayılı Kanun hükümlerine tabi eldeki alacağın genel hükümler
çerçevesinde tahsilinin istenip istenemeyeceği noktasında toplanmaktadır. 2004 sayılı
İcra ve İflas Kanunu’nun “Hukuku amme borçları” başlıklı 47. maddesinde, para cezasıyla
diğer hukuku amme borçlarının takibi hakkındaki kanunlar hükmünün mahfuz olduğu ve
6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkında Kanun’un 1. maddesinde, “Devlete,
vilayet hususi idarelerine ve belediyelere ait vergi, resim, harç, ceza tahkik ve takiplerine
ait muhakeme masrafı, vergi cezası, para cezası gibi asli, gecikme zammı, faiz gibi fer’i
amme alacakları ve aynı idarelerin akitten, haksız fiil ve haksız iktisaptan doğanlar dışında
kalan ve amme hizmetleri tatbikatından mütevellit olan diğer alacakları ile bunların takip
masrafları hakkında bu kanun hükümleri tatbik olunur” denilse de bu hükümler seçimlik
hakkı bulunan davacının genel hükümler uyarınca takip ve dava yoluna başvurmasına
engel değildir. Bu nedenle davacının genel hükümler çerçevesinde takip ve dava yoluna
başvurmasında hukuki yararı bulunduğunun kabul edilmesi gereklidir. Görüşmeler sırasında
azınlıkta kalan üyelerin bir kısmı tarafından, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsili
Usulü Hakkında Kanun’un 1. maddesinin lafzına ve ruhuna bakıldığında maddede sayılan
alacaklar yönünden 6183 sayılı Kanun’un uygulanmasının zorunlu olduğu, bu zorunluluğun
1. madde de “tatbik olunur” denilerek düzenleme altına alındığı ve İİK 47 maddesinde
de bu hususun tekrar edildiği, 6183 sayılı Kanun’un gerek alacaklıya ve gerekse borçluya
özel haklar getirdiği, uyuşmazlığın örneğin 6183 sayılı Kanun’un 1. maddesinde sayılan
alacak türlerinden olan vergi alacağı gibi vergi mahkemelerini ilgilendiren özel bir konuda
olduğunun varsayılması halinde uyuşmazlığın asliye hukuk mahkemesindeki itirazın iptali
davasında nasıl sonuçlandıracağının cevap verilmesi gereken önemli bir sorun olduğu
savunulmuş ise de bu görüş çoğunluk tarafından kabul edilmemiştir. Azınlıkta kalan üyelerin
diğer kısmı ise, dava konusu uyuşmazlığın 6183 sayılı Kanun’un 1. maddesinde sayılan alacak
türlerinden olmadığını, mahkeme kararının bu değişik gerekçe ile bozulması gerektiğini
savunmuşlar ise de bu görüş de çoğunluk tarafından kabul edilmemiştir. Hal böyle olunca;
mahkemece, Hukuk Genel Kurulunca da, benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak
gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı
bozulmalıdır.” Bkz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 16.9.2015 tarih ve 4-791/1756 sayılı
karar, http://www.kazanci.com/kho2/ibb/giris.htm, (Erişim Tarihi: 26.11.2017); “Davacı,
davalı aleyhine, İmar Kanununa aykırılık nedeniyle tanzim olunan 4.999,00 TL idari para
cezasının tahsili için Beyşehir İcra Müdürlüğü’nün 2009/2074 esas sayılı dosyası ile ilamsız
icra takibi başlattığını, davalının itirazı ile takibin durduğunu belirterek, davalının haksız
itirazının iptali ile takibin devamına ve davalının icra inkâr tazminatına mahkûm edilmesine
karar verilmesini talep etmiştir. Davalı cevabında davanın reddi ile davacının kötü niyet
tazminatına mahkûm edilmesini istemiştir. Mahkemece, davacı kurumun idari para cezasının
tahsili için davalı hakkında Amme Alacaklarının Tahsili Hakkında Kanun hükümlerine göre
takip başlattığı, ancak takibin sonuçlandırılamadığı, davacı tarafından öncelikle 6183 sayılı
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
157
Vergi İcra Hukukunda Aciz Hali
Doç. Dr. Recep NARTER, Arş. Gör. Abdullah ARIKAN
düzenlenmiş olup, bu takipte alacaklı tahsil daireleri görevli kılınmıştır. Ayrıca
bu görüşün kabulü halinde, kamu alacaklarını takip ve tahsil etmekle görevli
tahsil dairelerinin icra dairesine başvurarak takip talebinde bulunması sonucu
ortaya çıkmaktır. Böyle bir durum ise yalnızca iflas yoluyla takipte (AATUHK
md. 100/1) mümkündür.
Kamu alacaklısı iflas tasfiyesi sonucu alacağına tam olarak kavuşamamış
olabilir. Böyle bir durumda bakiye alacak için kendisine aciz vesikası verilen
kamu alacaklısı, iflasın kapanmasından sonra bu vesikaya dayanarak borçluya
karşı haciz yoluyla takip (AATUHK md. 62 ve devamı) yapabilir. Bu halde,
kendisine ödeme emri tebliğ edilen (AATUHK md. 55) borçlu yeni mal iktisap
etmediği itirazında bulunabilir mi ve bu itiraz takibi durdurur mu? Yargıtay eski
tarihli bir kararında41, alacağı aciz vesikasına bağlanan kamu alacaklısının bu
vesikaya dayanarak AATUHK uyarınca yapacağı haciz yoluyla takibe karşı da,
borçlunun iflasın kapanmasından sonra yeni mal iktisap etmediği itirazında
bulunabileceği görüşünü benimsemiştir. Borçlu kendisine tebliğ olunan ödeme
emrinin hukuka aykırı olduğunu düşünüyorsa, tebliğ tarihinden itibaren
on beş gün42 içerisinde ödeme emrini düzenleyen alacaklı tahsil dairesinin
bulunduğu yer idare/vergi mahkemesinde ödeme emrinin iptali dolayısıyla
dava açabilir (AATUHK md. 58/1). Bununla birlikte, ödeme emrine karşı dava
açılması tahsilatı durdurmaz. Ancak borçlu, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü
Kanunu’nun 27. maddesi uyarınca, yürütmenin durdurulmasını mahkemeden
talep edebilir. Her ne kadar ödeme emrinin iptali için borçlunun dava açma
41
42
Kanun gereğince alacağın tahsili yoluna gidildiğinden; davanın açılmasında davacının
hukuki yararı bulunmadığından ve alacağın 6183 sayılı Yasa uyarınca takibi gerekli alacak
olduğundan davanın reddine karar verilmiştir. Kamu alacağının genel haciz yoluyla takip
edilemeyeceğine ilişkin bir yasal düzenleme bulunmamaktadır. Bu konuda seçimlik hakkı
bulunan davacı, genel hükümler uyarınca takip ve dava yoluna başvurabilir. Yargıtay Hukuk
Genel Kurulu’nun 02.06.2004 gün ve 2004/1-293-319; 06.10.2004 gün ve 2004/1-433-483
ile 02.03.2005 gün ve 2005/1-116-135 sayılı kararları da bu yönde olup, uygulama kararlılık
kazanmıştır. Alacaklı, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun uyarınca
tahsil yoluna başvurabileceği gibi genel haciz yoluyla takip yoluna da başvurabilir.” Bkz.
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, 9.11.2015 tarih ve 11861/12584 sayılı karar, http://www.kazanci.
com/kho2/ibb/giris.htm, (Erişim Tarihi: 26.11.2017).
Yargıtay İcra İflas Dairesi, 12.12.1958 tarih ve 5539/6652 sayılı karar, (Baki Kuru, İflas ve
Konkordato Hukuku, 3. Baskı, Alfa Basım Yayım Dağıtım, İstanbul, 1992, s.343).
Ödeme emrine karşı dava açma süresi, AATUHK’un 58. maddesinde değişiklik yapan
28.11.2017 tarihli 7061 sayılı Kanun’un 9. maddesi ile 1.1.2018 tarihinden itibaren
yürürlüğe girmek üzere yedi günden on beş güne çıkarılmıştır. Benzer yönde bir değişiklik
ihtiyati haciz işlemlerine karşı açılacak davalar bakımından da söz konusudur. Hak arama
özgürlüğü açısından eleştiri konusu yapılan yedi günlük sürenin on beş güne çıkarılması her
iki işlem bağlamında olumlu bir gelişmedir. Bu değişikliklerle birlikte ödeme emrine, ihtiyati
haciz işlemine ve 5326 sayılı Kabahatler Kanunu’nun 27. maddesi uyarınca idari para cezası
ile mülkiyetin kamuya geçirilmesine ilişkin idari yaptırım kararlarına karşı yargı merciine
başvuru süreleri açısından paralellik sağlanmış olmaktadır.
158
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Insolvency in Tax Execution Law
Assoc. Prof. Dr. Recep NARTER, Res. Asst. Abdullah ARIKAN
nedenleri AATUHK’da sınırlandırılmış (borcun olmadığı, kısmen ödendiği veya
zamanaşımına uğradığı) olsa da43, alacağın tecil edilmiş olması veya mücbir
sebep hallerinde olduğu gibi bu durumda da alacağın tahsiline hukuki (ve fiili)
bir engelin bulunması44 nedeniyle (borçlunun yeni mal iktisap etmemiş olması)
tebliğ edilen ödeme emrinin borcun olmadığı kanuni nedeni çerçevesinde
iptal edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Zira borçlunun yeni bir mal iktisabı
bulunmamak nedeniyle kamu alacağının hukuken talep edilemez durumda
olması itiraz üzerine dahi tespit edilse, borcun olmadığı kapsamında45
değerlendirilebilir düşüncesi içerisindeyiz.
SONUÇ
Vergi icra hukukunda borçlunun borcunu ödeme güçlüğü içerisinde
bulunduğunu gösteren aciz hali, çalışmada, haciz yoluyla takipte ortaya çıkan
aciz hali ve iflas yoluyla takipte ortaya çıkan aciz hali olmak üzere ikili bir ayrım
içerisinde ele alınmıştır. Haciz yoluyla takipte ortaya çıkan aciz haline ilişkin
düzenlemeler AATUHK’da yer almakta iken, iflas yoluyla takipte ortaya çıkan
aciz haline ilişkin düzenlemeler ise İİK’da yer almaktadır.
Haciz yoluyla takipte ortaya çıkan aciz hali AATUHK’un 75. maddesinde
düzenlenmiştir. Burada aciz halinin tespiti için düzenlenecek belge aciz
fişi olup; bu belgeyi düzenleyecek olan makam, alacaklı tahsil dairesidir.
Maddeden iki ihtimalden birinin varlığı durumunda borçlunun aciz halinde
sayılacağı sonucu çıkmaktadır. Bunlar, haczedilebilir nitelikte herhangi bir
malın bulunmaması ile haczedilebilir nitelikteki malların paraya çevrilmesi
sonucu elde edilen bedelin kamu alacağını karşılamamasıdır. Bu iki ihtimal
esasen genel icra hukukunda kesin aciz vesikası verilmesi gereken hallere
karşılık gelmektedir. Bununla birlikte genel icra hukuku açısından geçici aciz
vesikası verilmesi gereken “paraya çevirme işlemi henüz tamamlanmadan
haczedilebilir nitelikteki mallara biçilen değerin alacağı karşılamayacağının
anlaşılması” hali, vergi icra hukukunda aciz halini meydana getiren ihtimaller
arasında sayılmamıştır. Yorum sonucu bu ihtimalin de vergi icra hukukunda
aciz halini meydana getiren durumlar arasında kabul edilmesi bazı sakıncaları
beraberinde getirmektedir. Öncelikle bu yönde bir kabulün kıyas yoluna
başvurulması anlamına geleceği söylenebilir. Ayrıca kanuni temsilcilerin
43
44
45
Ahmet G. Kumrulu, “Vergi İcra Hukukuna Kavramsal Bir Yaklaşım”, Prof. Dr. Akif Erginay’a 65.
Yaş Armağanı, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları No. 460, Ankara, 1981, s.662;
Deynekli, a.g.e., s.175.
Bu konuda bkz. Candan, Açıklamalı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun,
s.330-333.
Ödeme emrine karşı dava açma nedenleri arasında en önemlisi borcun olmadığı iddiasıdır.
Bu iddianın kapsamına hangi hususların girdiği konusunda çok sayıda Danıştay kararı
bulunmaktadır. Bu kararlar bağlamında Yüksek Mahkemenin bu iddiayı geniş yorumladığı
söylenilebilir. Bkz. Recep Narter, “6183 Sayılı Kanuna Göre Ödeme Emrine Karşı Açılan
Davalarda Dava Nedenleri”, Vergi Sorunları, Sayı: 84, Eylül 1995, s.108.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
159
Vergi İcra Hukukunda Aciz Hali
Doç. Dr. Recep NARTER, Arş. Gör. Abdullah ARIKAN
daha erken bir aşamada takip edilmelerine yol açabileceği gibi; kanunun
sistematiğine de uygun düşmeyecektir. Belirtilen gerekçelerle aciz haline giren
durumların genişletilmemesi gerekir.
Haciz yoluyla takipte ortaya çıkan aciz halinin sonuçları AATUHK’un 52.
maddesinin ilk fıkrası ile 76. maddesinde düzenlenmiştir. 76. maddeye göre,
aciz halindeki borçlu hakkında teminat ve tecil faizi aranmadan tecil müessesesi
tatbik olunabilir. Burada alacaklı kamu idaresine tecil talebinin kabul edilip
edilmemesi noktasında takdir yetkisi tanınmıştır. Ancak tecil talebi kabul
edilmişse, borçlu tecil şartlarına uygun davrandığı sürece borçlunun sonradan
edindiği mallara ya da gelirindeki artmalara, bunları idareye bildirmiş olsun
veya olmasın, haciz konulamaz. Ayrıca aynı maddeye göre alacaklı tahsil dairesi,
aciz halindeki borçlunun mali durumunu zamanaşımı süresi içinde devamlı
olarak takip edecektir. Aciz haline bağlanan bir diğer sonuç ise, AATUHK’un
52. maddesinin ilk fıkrasında düzenlenmiştir. Bu maddeye göre, aciz halinin
sabit olması ile birlikte artık gecikme zammı uygulaması sona erecektir. Ancak
Maliye idaresi aciz halinde gecikme zammı uygulamasının sona ereceği tarihi
aciz fişinin düzenleneceği tarih olarak kabul etmektedir. Bu yönde bir yaklaşım
tahsil dairelerinin uygulamada çoğu zaman aciz fişi düzenlemekten kaçınması
nedeniyle aciz halinin varlığı sabit olmasına rağmen borçlular hakkında kanuna
aykırı bir biçimde daha fazla gecikme zammı hesaplanmasına yol açmaktadır. Bu
nedenle, borçlunun haczedilebilir herhangi bir malının bulunmaması halinde
bu durumu gösteren haciz tutanağının (dolayısıyla aciz fişinin) düzenlendiği
ya da haczedilebilir malının bulunması halinde satış işleminin yapıldığı tarih
itibariyle aciz halinin sabit olduğu kabul edilmeli ve bu tarihten itibaren
gecikme zammı hesaplanmamalıdır.
Kamu alacaklarının iflas yoluyla takibi, AATUHK’un 100. maddesinin ilk
fıkrasında yapılan atıf nedeniyle İİK hükümlerine göre yapılmaktadır. Bu
nedenle bu takip yolunda ortaya çıkacak aciz haline ilişkin hükümler İİK’da
bulunmaktadır. Burada aciz halinin tespiti için düzenlenecek belge borç
ödemeden aciz vesikası olup; bu belgeyi düzenleyecek olan makam, iflas
idaresidir. İİK’nın 251. maddesine göre, iflas tasfiyesi sonucu alacağını tam
olarak alamamış olan alacaklının, iflasın kapanmasından sonra aciz vesikasına
dayanarak borçluya karşı haciz yoluyla takibe girişebilmesi için borçlunun
yeni mal iktisap etmiş olması gerekmektedir. Bu şart esasen aciz vesikasına
bağlanmış kamu alacakları için daha sonra yapılacak haciz yoluyla takipler
açısından da geçerlidir. İflasın kapanmasından sonra aciz vesikasına bağlanan
kamu alacağı için İİK değil, AATUHK hükümleri çerçevesinde haciz yoluyla
takibe başvurulması gerekir. Borçlu yeni mal iktisap etmeden kamu alacaklısı
ödeme emri tebliğ etmişse, yeni mal iktisap edilmemiş olduğu iddiasının
ödeme emrine karşı dava açma nedenleri arasında borcun olmadığı kanuni
nedeni içerisinde dikkate alınması gerekir.
160
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Insolvency in Tax Execution Law
Assoc. Prof. Dr. Recep NARTER, Res. Asst. Abdullah ARIKAN
KAYNAKÇA
AKÇATAŞ Celalettin, “Faiz ve Gecikme Zammı Uygulamasında Aciz Vesikasının
Rolü”, E - Yaklaşım, Sayı: 227, Kasım 2011, http://uye.yaklasim.com/
MagazineContent.aspx?ID=13328, (Erişim Tarihi: 12.11.2017).
ARIKAN Zeynep, “Vergi Borçlarında Tecil”, Maliye Araştırma Merkezi
Konferansları Prof. Dr. Salih Turhan’a Armağan, İstanbul Üniversitesi Yayın No:
4565, İstanbul, 2005, s.13-33.
AYKAÇ Kemal, Açıklamalı Amme Alacakları Tahsil Usulü Hakkında Kanun ve
Genel Tebliğler, Kardeş Matbaası, Ankara, 1974.
BARLASS İrfan, Anonim ve Limited Ortaklıklarda Kanuni Temsilcilerin Vergisel
Sorumluluğu, Vedat Kitapçılık, İstanbul, 2006.
CANDAN Turgut, Açıklamalı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun,
Güncelleştirilmiş 3. Baskı, Mali Akademi Yayınları, Ankara, 2013.
CANDAN Turgut, Kanuni Temsilcinin Vergi ve Diğer Kamu Alacaklarından
Sorumluluğu, Güncelleştirilmiş 3. Baskı, Maliye ve Hukuk Yayınları, Ankara,
2006.
COŞKUN Mahmut, Açıklamalı-İçtihatlı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü
Hakkında Kanun, Güncellenmiş 2. Baskı, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2013.
ÇELİK Binnur, Kamu Alacaklarının Takip ve Tahsil Hukuku, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, İstanbul, 2002.
DEYNEKLİ Adnan, İflasın Vergi Alacağının Tahsiline Etkisi, 1. Baskı, Yetkin
Yayınları, Ankara, 1998.
DÖNMEZ Recai, Vergi İcra Hukukunda Haciz Yolu İle Takip, 1. Baskı,
Seçkin Yayınevi, Ankara, 2005.
GELİR İDARESİ BAŞKANLIĞI, Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında
Kanun Gerekçesi Kanun Tasarısı ve Komisyon Raporları, http://www.
gib.gov.tr/fileadmin/mevzuatek/gerekceler/6183/cilt_3_6183_sayili_
kanun.pdf, (Erişim Tarihi: 14.11.2017).
GERÇEK Adnan, Kamu Alacaklarının Tahsil Hukuku, 5. Baskı, Ekin Basım Yayın
Dağıtım, Bursa, 2017.
KAZANCI İÇTİHAT BİLGİ BANKASI, http://www.kazanci.com/kho2/ibb/giris.
htm, (Erişim Tarihi: 13.11.2017, 26.11.2017).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
161
Vergi İcra Hukukunda Aciz Hali
Doç. Dr. Recep NARTER, Arş. Gör. Abdullah ARIKAN
KUMRULU Ahmet G., “Vergi İcra Hukukuna Kavramsal Bir Yaklaşım”,
Prof. Dr. Akif Erginay’a 65. Yaş Armağanı, Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Yayınları No. 460, Ankara, 1981, s.647-668.
KURU Baki, İcra ve İflas Hukuku El Kitabı, Tamamen Yeniden Yazılmış ve
Genişletilmiş 2. Baskı, Adalet Yayınevi, Ankara, 2013.
KURU Baki, İflas ve Konkordato Hukuku, 3. Baskı, Alfa Basım Yayım Dağıtım,
İstanbul, 1992.
MUŞUL Timuçin, İcra ve İflas Hukuku Esasları, Gözden Geçirilmiş ve
Genişletilmiş 5. Baskı, Adalet Yayınevi, Ankara, 2015.
NARTER Recep, “6183 Sayılı Kanuna Göre Ödeme Emrine Karşı Açılan
Davalarda Dava Nedenleri”, Vergi Sorunları, Sayı: 84, Eylül 1995, s.103-115.
NARTER Recep, “Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunun Mükerrer
35’inci Maddesinde Yer Alan Bazı Fıkraların Anayasa Mahkemesi Tarafından
İptali Üzerine Kanuni Temsilcilerin Sorumluluğuna İlişkin Değerlendirme”,
Vergi Dünyası, Sayı: 410, Ekim 2015, s.120-130.
ÖNCEL Mualla - KUMRULU Ahmet - ÇAĞAN Nami, Vergi Hukuku, Gözden
Geçirilmiş, Değişiklikler İşlenmiş 22. Baskı, Turhan Kitabevi, Ankara, 2013.
ÖZBALCI Yılmaz, Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun Yorum ve
Açıklamaları, Oluş Yayıncılık, Ankara, 2010.
ÖZTEK Selçuk, İcra ve İflas Hukukunda Borç Ödemeden Aciz Vesikası (İİK
m.143; m.251), Alfa Basım Yayım Dağıtım, İstanbul, 1994.
SARICAOĞLU Ercan, Vergi Suç ve Kabahatleri Bakımından Yorum ve
İspat, 1. Baskı, Adalet Yayınevi, Ankara, 2017.
SERİM Nilgün, “Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun’da
Aciz Hali ve Aczin Neticeleri”, Vergi Dünyası, Sayı: 335, Temmuz 2009,
s.170-178.
SEVİĞ Seviğ, “Vergi Hukukunda “Aciz” Hali”, Yaklaşım, Sayı:
179, Kasım 2007, http://uye.yaklasim.com/MagazineContent.
aspx?ID=8058&arananKey=e-defter, (Erişim Tarihi: 15.11.2017).
ŞENYÜZ Doğan - YÜCE Mehmet - GERÇEK Adnan, Vergi Hukuku (Genel
Hükümler), 6. Baskı, Ekin Basım Yayım Dağıtım, Bursa, 2015.
TUNCER Selahattin, “Vergi Hukuku Açısından Tecil ve Taksitlendirme”,
Yaklaşım, Sayı: 162, Haziran 2006, http://uye.yaklasim.com/
MagazineContent.aspx?ID=6633, (Erişim Tarihi: 15.11.2017).
162
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Insolvency in Tax Execution Law
Assoc. Prof. Dr. Recep NARTER, Res. Asst. Abdullah ARIKAN
UYAR Talih, “Takip Hukukunda Borç Ödemeden Aciz Vesikası”, Türkiye
Barolar Birliği Dergisi, Sayı: 70, 2007, s.345-358.
ÜNLÜ M. Cengiz, Açıklamalı-İçtihatlı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü
Hakkında Kanun, 1. Baskı, Seçkin Yayınevi, Ankara, 1995.
YILMAZ Kazım, “6183 Sayılı Kanun Uygulamasında Gecikme Zammını
Durduran Hallerden Aciz Hali”, Yaklaşım, Sayı: 281, Mayıs 2016, http://
uye.yaklasim.com/MagazineContent.aspx?ID=28580, (Erişim Tarihi:
24.11.2017).
YILMAZ Kazım, Açıklama ve Örnek Yargı Kararları İle 6183 Sayılı Amme
Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun Uygulaması, Maliye Hesap
Uzmanları Derneği, İstanbul, 2015.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
163
KLASİK DÖNEMDE OSMANLI DEVLETİNDE HÂKİM ADAYLIĞI:
MÜLÂZEMET
Judge Nomination In The Ottoman State In The Classical Period: Mulazemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT1
Geliş Tarihi: 09.10.2017
ÖZET
Osmanlı Devletinin en önemli kamu
görevlilerinden biri kadıdır. Günümüz
hâkiminden daha geniş yetki ve görevlere
sahip kadılar, Osmanlı Devletine özgü
bir usulle seçilmişlerdir. Klasik dönemde
kadılığa giriş için mülâzemet adı verilen
sistemin uygulandığı görülmektedir.
Mülâzemet sistemi, adalet camiasının
dikkatini, yeterince çekmiş değildir. Bu
çalışma mülâzemet sistemine günümüz
penceresinden
bakmaktadır.
Hâkim
adaylarında aranan şartlar, adayların tespit
edilmesi ve adaylık süreci ele alınmıştır.
Mülâzemetle ilgili tarih ve ilahiyat
alanlarında
çalışmalar
yapılmıştır.
Mülâzemet defterleri incelenmiştir. İlmiye
sınıfına ve kazaskerliğe ilişkin çalışmalar da
konu bakımından önemlidir. Çalışmalardaki
bilgiler, hâkim adaylığı konusu açısından
değerlendirilmiştir.
Mülâzemet sistemi, ilmiye mensuplarını
merkeze koymuştur. Hâkim olmak için
en önemli şart, bir ilmiye mensubunun
referansıdır. Bazı görevliler de mülâzemete
girebilmiştir. Adaylarda asgari şartlar
aranmış, sınav ihtiyaç olursa yapılmıştır.
Sistemi düzenlemek için fermanlar
hazırlandığı, ilim adamlarının eleştiriler
yönelttiği
görülmektedir.
Mülazemet
sisteminde, günümüze uyarlanabilecek
usuller uygulanmıştır.
Kabul Tarihi: 16.03.2018
ABSTRACT
One of the most important public officials
of the Ottoman State ise the kadi. The kadis
have more authority and mission than the
judges of today. They were determined by a
method specific to the Ottoman State. In the
classical period, it is seen that the system called
the mulazemet is applied in order to be a kadi.
The system of mulazemet has not attracted
enough attention to the justice community.
This study looks at the mulazemet system from
the present perspective. It is discussed the
conditions to be a judge candidate, election of
candidates and candidacy process.
Studies have been carried out in the
fields of history and theology related to the
mulazemet. Mulazemet books have been
examined. Studies related to the ilmiye and
kazasker are also important for the subject.
The information in the studies was evaluated
in terms of judge candidacy.
The mulazemet system has put the
members of ilmiye at the center. The most
important condition to be a judge is the
reference of a member of ilmiye. Some of
the officials also entered the mulazemet
system. Minimum conditions for candidacy
are requested. The exam is made if needed. It
appears that the scholars have been directed
criticism and sultans prepared fermans to
organize the system. In the mulazemet system,
the procedures that can be adapted to the
present have been applied.
Keywords:
judge
nomination,
Anahtar Kelimeler: hâkim adaylığı,
probation, mulazemet, Ottoman, kadi.
staj, mülâzemet, Osmanlı, kadı.
1
Necmettin Erbakan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi, mehmetaykanat@hotmail.
com
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
165
Klasik Dönemde Osmanlı Devletinde Hâkim Adaylığı: Mülâzemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
I. GİRİŞ
Pek çok alanda, kendisinden önceki Türk İslam devletlerinin birikimini
değerlendirip, daha ileri sistemler kurmuş olan Osmanlı Devleti, yargı
alanında da benzer bir yol izlemiştir. Kurulan sistemde, kadılar, devletin en
önemli görevlilerinden biri olmuştur. Bu sebeple geçmişten günümüze önemli
meslekler arasında görülen hâkimlik mesleği, Osmanlı Devletinde de talep
edilen bir meslek olmuştur.
Osmanlı Devletinde kadının, içinde bulunduğu ilmiye sınıfı içerisinden
müderrisler öğretim, müftüler fetva, kadılar ise yargılama alanında görevli
olmuştur.2 Medrese mezunları eğitimlerini tamamladıktan sonra bu
mesleklerle ilgili tercihlerini yapmışlardır. Yargı alanını tercih edenler, kadı
olarak atanmak için gerekli usulü takip etmişlerdir. Bu usul ise bir nevi staj
olarak kabul edilen mülâzemet ile başlamaktadır. Mülâzemet günümüzdeki
hâkim savcı adaylığı dönemi ile benzerdir.
Mülâzemet üzerinde tarih ve ilahiyat gibi alanlarda önemli çalışmalar
yapılmıştır. Kazasker ruznameleri ve mülâzemet defterleri incelenmiştir. Bu
çalışmalar mülâzemet kavramı, mülâzemet yolları, mülâzemet süreci gibi
konularda bilgiler vermektedir. Mülâzemete başvuru, adaylarda aranan
şartlar ve mülâzemet yolları, hâkim adaylarının seçimi, mülâzemet süreci ise
eğitimleri hakkında fikirler vermektedir.
II. MÜLÂZEMET KAVRAMI
Mülâzemet kavramının iki temel anlamda kullanıldığı görülmektedir. Bizim
de konumuzu oluşturan birinci anlamına göre mülâzemet, “maaşsız acemilik
hizmeti, staj” şeklinde tanımlanmıştır.3 Bunun dışında mülâzemet, Osmanlı
kamu personelinin iki görev arasında bekledikleri süreye verilen isim olmuştur.4
Staj anlamına gelen mülâzemet kavramının askeriler olarak ifade edilen
seyfiye, kalemiye ve ilmiye mensubu tüm kamu personeli için kullanıldığı arşiv
kayıtlarından anlaşılmaktadır. İlmiye sınıfından yetişen kadılar için mesleğe
girişin ilk adımı mülâzemete kaydolmak yoluyla olmuştur. Mülâzemete
kaydolmak demek, günümüz karşılığı olarak hâkim adaylığına başlamak
2
3
4
Osmanlılar, bu görevler arasında yatay geçişlerin mümkün olduğu bir sistem uygulamışlardır.
Ortaylı, 1994, s.12.
Erdoğan, 2010, s.418. Devellioğlu, mülâzemet kelimesinin dört farklı anlamını vermiştir.
Diğer üç anlam için bkz. Devellioğlu, 1970, s.859. Mülâzemet kelime anlamı olarak “bir yere
veya bir kimseye bağlanmak, bir işte devamlı olmak” anlamlarına gelir ki bu anlam terim
anlamı ile de ilişkilidir. İpşirli, 2006, c.31, s.537.
İpşirli, 2006, c.31, s.537; Atçıl, 2017, s.225. Osmanlı Devletinde kadılara da mülâzemet
adı verilen bu sistem uygulanmıştır. Mülâzemet (iki görev arasında bekleme) sistemi 1855
yılında bir nizamname ile kolaylaştırılmış, 1913 yılında ise kaldırılmıştır. Cin ve Akgündüz,
1994, c.1, s.279.
166
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Judge Nomination In The Ottoman State In The Classical Period: Mulazemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
demektir.5
Arşiv kayıtlarında mülâzemete kaydolanlar için, medrese mezunları için
kullanılan suhte veya danişment ifadeleri veya doğrudan talebe ibaresinin
kullanıldığı görülmektedir.6 Medrese eğitimini tamamlayıp atanmak için
mülâzemet defterine kaydolanlara mülâzım denilmiştir.7 Çoğulu mülâzıman ve
mülâzımin şeklinde kullanılmıştır.8
III. MÜLÂZEMET USULÜNÜN GELİŞİMİ
Mülâzemet usulünün ilk olarak ne zaman ortaya çıktığı tespit edilmiş
değildir. Mülâzemet sisteminin medrese mezunlarının sayısının, kadı
ihtiyacından fazla olması sebebiyle ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bir eleme
sistemi olarak ve mezunların daha adil göreve başlatılması için mülâzemet
sisteminin uygulanmaya başladığı olasıdır.9 Özellikle 15. yüzyıl sonlarından
itibaren medrese mezunlarının sayısının, müderrislik ve kadılıklardaki kadro
sayısından fazla olduğu görülmektedir.10
Şentop, Taşköprülüzade’nin ulema biyografilerini topladığı eserden
yola çıkarak, mülâzemet kayıtlarının 15. yüzyılda daha az iken, 16. yüzyıl
başlarından itibaren arttığını tespit etmiştir.11 En eski tarihli mülâzemet defteri
1545-1552 yılları arasındaki kayıtlara yer vermiştir.12 16. yüzyılın başına ait bazı
defterlerde mülâzemet için bekleyen mezunların ve vefat eden müderrislerin
mülâzımlarının listelerinin kayıtlı olduğu görülmektedir.13 İlmiye Salnamesi’nde,
ilk şeyhülislam Fenari Efendi’nin, Mısır’da bir ulemaya mülâzemet ettiğinden
bahsedilmektedir.14 Buradaki kullanımın terim anlamında mı, yoksa derse
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
Mülâzemet, sadece kadılık değil, müderrislik görevine başlamak için de takip edilmesi
gereken usuldür. Çalışmada kadılık görevine giriş usulü olması yönü incelenmiştir.
Baltacı ve Kazıcı da Osmanlı medrese öğrencileri için bu ifadelerin kullanıldığını aktarmıştır.
Baltacı, 1976, s.31-32.
Erdoğan, 2010, s.283. Mülâzım kelimesi “teğmen” anlamına da gelmektedir. Mülâzım-ı
evvel üsteğmendir. Devellioğlu, 1970, s.859.
Devellioğlu, 1970, s.859.
İpşirli, 1982, s.222. Osmanlı Devletinde yaşanan, mezun sayısının fazla olması sorunu,
ülkemizde konuşulmaya başlanmış, yakın gelecekte daha çok kendini hissettirecek bir
sorundur. Benzer sorunların Avrupa ülkelerinde de olduğu, mezunların iş bulma güçlüğü
çektiği belirtilmektedir. Bozkurt ve Türe, 2011, s.85.
Şentop, 2005, s.63.
Şentop, 2005, s.64.
Evsen, 2009, s.39-40.
BOA, TS.MA.d, 5605, 29.12.911 (23.05.1506 ); BOA, TS.MA.d, 9802, 07.02.918 (24.04.1512).
İlmiyye Salnamesi, s.283. İlmiyye Salnamesi’nin Osmanlı şeyhülislamları hakkındaki söz
konusu bölümü Ahmed Refik tarafından hazırlanmıştır. Şeyhülislamların eğitim ve meslek
hayatları hakkında da bilgiler verilmektedir. Bazı şeyhülislamların mülâzemet ettiklerinden
bahsedilmektedir.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
167
Klasik Dönemde Osmanlı Devletinde Hâkim Adaylığı: Mülâzemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
devam etme anlamında mı kullanıldığı açık değildir.15
Mülâzemete ilişkin Ebussuud Efendi döneminde ciddi bir düzenleme
yapıldığı bilinmektedir. Bu dönemde Anadolu Kazaskeri olan Çivizade
Muhyiddin Efendi, mülâzım olarak kaydetmediği kişiler tarafından, haksızlık
yapıldığı gerekçesiyle, I. Süleyman’a şikayet edilmiştir. Padişah da 1537 yılında,
dönemin Rumeli Kazaskeri olan Ebussuud Efendi’den mülâzemet sistemini
düzenlemesini istemiştir. Ebussuud Efendi de mülâzemet için müstakil bir
defter tutulmasını, unvanlarına göre ilmiye mensuplarının verecekleri mülâzım
sayısını ve yedi yılda bir mülâzım verilmesi usulünü kurala bağlamıştır.16
Ebussuud Efendi’nin bu ilk düzenlemesinden sonra ara ara yeni düzenlemeler
yapıldığı görülmektedir. 18. yüzyılda mülâzemetle ilgili yeni düzenlemeler
yapılmıştır. II. Mahmud sistemi yeniden düzenlemeye çalışmıştır.17
Mülâzemete ilişkin düzenleme çabalarının sebebi, Mülâzemet sistemindeki
bozulmalar olmuştur. Çok sayıda kaynakta bu bozulmalara ilişkin bilgiler yer
almıştır. Mülâzemet sistemine ilişkin önemli eleştiriler yapmıştır.18
Mülâzemete ilişkin Rumeli ve Anadolu kazaskerliklerinde ayrı ayrı kayıtlar
tutulmuştur. İstanbul Şer’iyye Sicilleri Arşivi’nde Rumeli Kazaskerliğine ait
257, Anadolu Kazaskerliğine ait 120 defter bulunmaktadır. Toplam sayısı 377
olan Ruznamçe defterlerinden 55 tanesi mülâzemet kayıtlarına ilişkindir.19 Bu
defterlerdeki kayıtlar 1545 (h.952) yılında başlamakta ve 1894 (h.1312) yılında
sona ermektedir.20 Nuruosmaniye Kütüphanesinde de 52 adet ruznamçe tespit
edilmiştir.21
Arşivde mülâzemete ilişkin 19. yüzyıla ait belgeler bulunmaktadır. Bu
sebeple Mülâzemet sisteminin 19. yüzyılda da uygulandığı anlaşılmaktadır.
Rumeli kazaskerliğine ait incelenen son iki mülâzemet defteri 1802 ve
1809 tarihlerine aittir.22 Mülâzemet usulü Tanzimat döneminde memuriyet
sisteminin değişmesiyle ortadan kalkmıştır.23
15
16
17
18
19
20
21
22
23
Mülâzemetin bir anlamı da astın üstüne düzenli ziyaretleridir. Pakalın, 1983, c.2, s.611.
Atai, 1989, s.184; Hezarfen Hüseyin Efendi, 1998, s.203; İpşirli, 2006, c.31, s.537; Erdoğan,
2010, s.418.
İpşirli, 2006, c.31, s.538.
Koçi Bey, 2008, s.45-50; Mehmed Raşid, 1865, c.4, s.47-51.
Baltacı, 1976, s.58-59. Evsen, 55 Mülâzemet defterinden 35 tanesinin 18.yüzyıla ait
olduğunu ifade etmektedir. Evsen, 2009, s.43.
İnalcık, 2015, s.134; Baltacı, 1976, s.60-61; Evsen, 2009, s.39-40.
Bu defterlerden ilki 1581 (989) yılına, sonuncusu 1819 (1234) yılına aittir. Erünsal, 1980,
s.19-31.
Yetim, 2009, s.v. Evsen, son defterin tarihini 1808-1810 aralığı olarak vermiştir. Aradaki fark,
hicri takvimin miladi takvime dönüştürülmesinden kaynaklanmış olmalıdır. Evsen, 2009,
s.40. Son kayıtlar Rebiülahir ayına ait olduğundan 1809 yılı doğru tespittir.
İpşirli, 2006, c.31, s.538.
168
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Judge Nomination In The Ottoman State In The Classical Period: Mulazemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
Sonuç olarak mülâzemet sisteminin 15. yüzyılda başladığı, 16.yüzyılda
sistematik hale geldiği ve 19. yüzyılda Tanzimat döneminde yerini başka
kurumlara bıraktığı anlaşılmaktadır.
IV. MÜLÂZEMET USULÜNE BAŞVURU
Medreseden mezun olanların kadı olabilmeleri için mülâzemet süresini
geçirmeleri gerekiyordu. Mülâzemet için ise kazaskerler tarafından tutulan
defterlere kayıt yaptırmak gerekliydi.24 Bunun için de mezunların mülâzemet
yollarından biri ile deftere kayıt hakkı kazanması gerekiyordu. Mülâzemet
işleri Rumeli kazaskerinin sorumluluğundaydı. Deftere kayıtlar da yine Rumeli
kazaskeri tarafından tutuluyordu.25
Aday, Anadolu ve Rumeli bölgelerinin hangisinde görev yapmak istiyorsa,
o bölge için tutulan deftere kaydoluyordu. Bu tercih adayın kendisine aitti.
Mülâzemet defterine kaydolan mezun, mülâzemete başlamak için sıraya
girmiş oluyordu. Sıranın kendisine gelmesi ile mülâzemete başlıyordu. Kadrolar
uygun olduğunda sıra beklemeden de alım yapılabiliyordu.
Mülâzemet usulüne yapılan başvurular, kazasker ruznamçelerine
kaydedilirken, zamanla mülâzemete özel defterler tutulmaya başlanmıştır.
Kayıtlarda mülâzımların isimleri, hangi yolla mülâzemete kaydedildikleri
bilgileri yer almıştır. Dönemin şartları gereği mülazimlerin eşkallerinin de
defterlere işlenmesi istenmiştir. Çünkü ölen mülâzımların yerine isim benzerliği
sebebiyle başka kişilerin geçtikleri tespit edilmiştir.26 III. Mehmet’in 1598
yılında, kazaskerlere gönderdiği fermanda, bundan sonra mülâzım olanların
eşkâli yazılsın ve korunsun denmiştir. Hatta mevcut mülâzımların da eşkâllerini
yazdırması istenmiştir. Ölen adayların yerine başkasının geçmesini önlemek
bu düzenlemeye sebep gösterilmiştir.27 Mevali tarafından mülâzemet tezkeresi
verilen danişmendler, tezkerelerde isim yazmaması sebebiyle yerlerine, bilerek
veya bilmeyerek başka isimler yazıldığı için mülâzemet haklarına ilişkin dilekçe
vermişlerdir. Danişmendlerin birçoğunun haklarını kaybettiği, mevalilerin
mülâzım verirlerse isimlerini tezkereye yazmaları konusunda uyarılmaları,
24
25
26
27
Uzunçarşılı, 1988, s.45. Kurumlara ait günlük bilgilerin yer verildiği defterlere, 16. Yüzyılın
ilk yarısında ruzname, ikinci yarısından itibaren ruznamçe, Tanzimat sonrasında ise yevmiye
defteri denilmiştir. İlmiye sınıfına ait defterler, kaynaklarda, matlab defteri, mülâzemet
defteri, danişmend defteri, akdiyye defteri gibi farklı isimlerle de yer almışıtır. Baltacı, 1976,
s.59; Yetim, 2009, s.1.
Hezarfen Hüseyin Efendi, 1998, s.202; Uzunçarşılı, 1988, s.48; Mülâzemet kayıtlarını ihtiva
eden ruznamçelerin tümünde Rumeli kazaskerlerinin mühürleri vardır. Bu durum da
Rumeli kazaskerinin Mülâzemetle ilgili görev ve sorumluluğuna işarettir. Alan, 2015, s.68.
Günümüzde hâkim ve savcıların meslek öncesi eğitimleriyle görevli kurum Türkiye Adalet
Akademisidir. Türkiye Adalet Akademisi Kanunu, m.5/1/a, m.5/5.
Özbek, 2006, s.21-22; Evsen, 2009, s.37.
Ferman metni için bkz. Uzunçarşılı, 1988, s.244-246.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
169
Klasik Dönemde Osmanlı Devletinde Hâkim Adaylığı: Mülâzemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
sonradan tayin edilen mülâzımları da kabul etmemeleri Rumeli kazaskerine
bildirilmiştir.28
V. MÜLÂZEMETE KAYDOLACAKLARDA ARANAN ŞARTLAR
Genel Olarak
Mülâzemete kaydolmak hâkim adaylığı demek olduğundan, mülâzemet
şartları hâkim adaylığına giriş şartlarıdır. Tespit ettiğimiz mülâzemete giriş
şartları medreseden mezun olmak ve bir ilmiye mensubunun referansıdır. Sınav
uygulamasının ise düzenli olarak yapılmadığı ve bütün adaylara uygulanmadığı
anlaşılmaktadır.29
İlmiye sınıfından olmayanların veya ilmiye sınıfından olup da liyakat
sahibi olmayanların, farklı yollarla mülâzemete kaydedildikleri kaynaklarda
yer almıştır. Mülâzemet sisteminin bozulması başlığı altında, şartlara
uyulmamasına yer verilmiştir. Koçi Bey, ilmiye görevlerinin en bilgiliye
verilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Yaş ve soy gibi sebeplerle görev verilmesini
eleştirmiştir.30 Medrese mezunu olma, bir ilmiye mensubunun referansı ve
sınavda başarılı olma şartlarının hepsi liyakat şartını da içermektedir.
Mülâzemete ilişkin bir fermanda, mülâzemet kaydında mülâzımın yaşı,
hocasının kim olduğu ve hangi alanlarda eğitim aldığı bilgilerine yer verilmesi
istenmiştir.31 Bu şartlar haksız olarak mülâzemete kaydolmanın önlenmesine
yöneliktir.
Mülâzemete alınacak olanlarda herhangi bir yaş şartı arandığına dair
bilgi yoktur.32 Osmanlı medrese eğitiminin uzun süreli bir eğitim olduğu
düşünüldüğünde, erken yaşlarda mülâzemet çok mümkün değildir.
Şeyhülislamlar Bostanzade Mehmet Efendi’nin yirmi bir yaşında, Hoca
Sadeddin Efendi’nin yirmi yaşında, Sun’ullah Efendi’nin on yedi yaşında,
Karahisarlı İbrahim Efendi on altı, on yedi yaşlarında,33 Çivizade Mehmet
Efendi yirmi iki yaşında, Ahizade Mehmet Hüseyin Efendi on altı yaşında34
mülâzemete nail olmuşlardır. Bu yaşta mülâzemetin başarı olmasından bu
bilgi verilmiş intibaı vardır.
28
29
30
31
32
33
34
BOA, DVNSMHM.d.., 26/473, 05.05.982 (23.08.1574)
Günümüzde adaylığa atanmak yazılı sınav ve mülakat sonucunda olmakta, sınav ilanında
başvuruda bulunacaklarda aranan şartlar da yer almaktadır. Adli ve İdari Yargıda Hâkim ve
Savcı Adaylığı Yazılı Sınav, Mülakat ve Atama Yönetmeliği, m.4/5.
Koçi Bey, 2008, s.45-50. İspanya’da hâkimliğe girişte liyakat, kapasite ve eşitlik temel ilkeleri
vardır. Şahinkaya, 2010, s.169.
Mehmed Raşid, 1865, c.4, s.47-48.
Adli ve İdari Yargıda Hâkim ve Savcı Adaylığı Yazılı Sınav, Mülakat ve Atama Yönetmeliği;
lisans ve lisansüstü mezunları için otuz yaşını, doktora öğrenimini tamamlamış olanlar için
otuz beş yaşını bitirmemiş olmak şartını aramaktadır. (m.5/b).
İlmiyye Salnamesi, s.341, 345, 349, 443.
Altunsu, 1972, s.40, 51.
170
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Judge Nomination In The Ottoman State In The Classical Period: Mulazemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
1. Medrese mezunu olmak
Mülâzemete kaydolabilmek için temel şart medrese mezunu olmaktır.35
İnalcık, kadıların atanmasındaki en önemli kriterlerin düzenli medrese eğitimi
ve mevalinin yanında öğrenime devam etmek olduğunu belirtmiştir.36 Hatta
Osmanlı medrese sistemindeki üst derece medreselerden mülâzım alınması
gerekli görülmüştür.37 Mülâzemet veren ilmiye mensupları da genellikle bu
medreselerin hocaları olmuştur. III. Mehmet, 1598 yılındaki fermanında,
önceden gelen bir uygulama yoksa kenar medreselerden mülâzım alınmamasını
kazaskerlerden istemiştir.38
Medrese öğrencilerinin mülâzım olmak için eğitimlerini kısaltmalarına
ilişkin bir fermanda, medresedeki eğitim süreleri tek tek sayılmıştır.39 Medrese
öğrencilerine ilişkin kurallar içinde, belirli sayıda dersi tamamlamadan
mülâzemete gelemeyecekleri ifade edilmiştir.40 Medrese öğrencileri, aldıkları
derse ilişkin okudukları eserlerin yazıldığı bir icazetnameyi hocalarından
almışlar ve daha yüksek bir müderrisin dersine devam etmişlerdir. Bu
şekilde medrese derslerini tamamlayarak, mülâzemet için gerekli asgari
eğitimi tamamlamışlardır.41 Kanuni Sultan Süleyman dönemine ait fermanda,
mülâzımların görmesi gereken derslerin, okuması gereken kitapların ve
sayılarının ellerindeki temessüke kaydedilmesi emredilmiştir. Bu kurallara
uymayan talebe ve müderrislerin cezalandırılacağı belirtilmiştir.42
35
36
37
38
39
40
41
42
III. Mehmet, 1598 yılındaki fermanında, ilmiye dışından kişilerin Mülâzemete
kaydedilmemesini emretmiştir. Farklı meslek yapıp da ilmiye mensubu olanların, mülâzemet
yolları ile sınav sonrası mülâzemete girebileceklerini belirtmiştir. Uzunçarşılı, 1988, s.246.
Medrese mezunu olmayanların Mülâzemete kayıt olmaları demek ilimle meşgul olmayan
kimselerin ilmiye sınıfa dahil olması demektir. Bu durum sistemin bozulduğuna işarettir.
Mülâzemet sistemine ilişkin düzeltme çabaları bu bozulmaların sonucunda olmuştur.
İnalcık, 2015, s.143.
İlmiyye Salnamesi, s.588; Kazıcı, 2003, s.201.
Aynı fermanda yeniçeri, sipahi, topçu, kalafatçı ve gayrıdan mülâzemet verilmemesi
istenmiştir. Uzunçarşılı, 1988, s.244.
27 Numaralı Mühimme Defteri, s.239’dan aktaran Uzunçarşılı, 1988, s.13.
Hezarfen Hüseyin Efendi, 1998, s.204.
Uzunçarşılı, 1988, s.75. Günümüzde adli yargı hâkim ve savcı adayları ile idari yargı hâkim
adayları için hukuk fakültesi mezunu olmak yeterlidir. İdari yargı adaylığı için hukuk
fakültesi mezunları dışında, hukuk veya hukuk bilgisine programlarında yeterince yer veren
alanlardan mezun olmak da kabul edilmektedir. Bu bölümlere denkliği kabul edilmiş yabancı
yükseköğretim kurumlarının mezunları da başvuru yapabilmektedir. Adli ve İdari Yargıda
Hâkim ve Savcı Adaylığı Yazılı Sınav, Mülakat ve Atama Yönetmeliği, m.5/b. İspanya’da da
Sınava girmek için hukuk fakültesi mezunu olmak gereklidir. Şahinkaya, 2010, s.169.
Akgündüz, 1992, s.662; Yetim, 2009, s.26. Hezarfen Hüseyin Efendi, 17.yüzyılda da derslerini
tamamlamayan talebelerin Mülâzemete kaydedilmemesine ilişkin bir kural ifade etmiştir.
Hezarfen Hüseyin Efendi, 1998, s.204.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
171
Klasik Dönemde Osmanlı Devletinde Hâkim Adaylığı: Mülâzemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
Muidlerin de mülâzemete kaydolmak için icazetnameye sahip olmaları
gerekmiştir. İcazetnamede okunan dersler ve hocaları yazılmıştır. Son olarak
icazetnameyi yazan hocanın adı yazılmış ve onun da hocalarının silsilesine yer
verilmiştir.43
Anlaşıldığı üzere medrese mezunu olma şartı, salt bir okul bitirmekten
daha fazlasıdır. Hem medresenin, hem medresede okutulan derslerin, hem de
ders veren hocaların44 nitelikli olması aranmıştır. Bu şekilde medrese mezunu
olma şartı liyakat şartını da içinde barındırmıştır.
2. Bir ilmiye mensubunun referansı45
Mülâzemet sistemine kaydolmak için, medrese mezunu olmak temel şart
olmakla birlikte yeterli değildir. Adayların, mülâzım verme yetkisi olan bir
ilmiye mensubunun yanında eğitim görmesi gerekmiştir. Bu eğitim sonucunda
da ilmiye mensubunun adayı mülâzım olarak vermesi ile aday ilgili deftere
kaydedilmiştir.46 Osmanlı Devleti, mülâzemet sistemine giriş şartı olarak, bir
ilmiye mensubunun icazetini, tavsiyesini aramıştır.47 Hatta mülâzemet sistemi
bu yaklaşım üzerine kurulmuştur. Günümüzde adaylığa atanmak nasıl sınav
ve mülakat sonucunda gerçekleşiyor ise mülâzemet sisteminde bir ilmiye
mensubunun referansı ile gerçekleşmiştir.
İlmiye mensuplarının öğrencilerini, mülâzemet yollarını kullanarak
mülâzemete vermişlerdir. Mülâzemet yollarından müstakil arz dışındaki
tüm yollarda, bir ilmiye mensubunun etkin olduğu görülmektedir.48 Nevbet
43
44
45
46
47
48
Baltacı, 1976, s.34.
Anadolu ve Rumeli kazaskerlerine yazılan bir yazı ile alim olmadığı halde bir şekilde
mevleviyet elde ederek, mülâzemet verdiği anlaşılan Şeyh Takiyüddin’den bu yetkinin
alınması istenmiştir. BOA, DVNSMHM.d..,60/65, 29.12.993 (05.12.1585).
Fransızca kökenli bir sözcük olan referans için TDK, tavsiye, tavsiye mektubu anlamlarını
vermiştir. Erdoğan, kavramın karşılığı olarak “tezkiye belgesi” tamlamasını kullanmıştır.
Yılmaz ise bonservis ile benzer şekilde bir kimseye verilen ve onun çalışmalarını gösteren
belge demiştir. Büyük Türkçe Sözlük, http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_
bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.59c68a247392e5.67567489, Erdoğan, 2010, s.476;
Yılmaz, 1996, s.685.
Beyazıt, 2009, s.426. İspanya uygulamasında hâkimlerin, hukuk mezunlarından bir veya
birkaçını yanlarına alarak mesai saatleri dışında onları yetiştirdikleri ifade edilmiştir.
Yetiştirdikleri kişinin hâkim olmasının önemli bir prestij kaynağı olduğu belirtilmiştir.
Şahinkaya, 2010, s.169. Bu sistem Osmanlı Devletindeki müderris ile talebe arasındaki
ilişkiye benzerdir. Osmanlı Devletinde de müderrislerin yetiştirdiği muidlerin ve talebelerin
sayısı çok değildir.
İnalcık, 2015, s.141. Günümüzde ise yedi üyeden oluşturulan mülakat kurulu içinde
üniversitelerden öğretim üyesi bulunmamaktadır. Adli ve İdari Yargıda Hâkim ve Savcı
Adaylığı Yazılı Sınav, Mülakat ve Atama Yönetmeliği, m.27.
Müstakil arz usulünde ise padişah ve sadrazam gibi ilmiye dışından yüksek devlet görevlileri
de etkili olabilmiştir.
172
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Judge Nomination In The Ottoman State In The Classical Period: Mulazemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
usulünde şeyhülislam, kazasker, müftü, kadı gibi ilmiye mensupları dönem
dönem kontenjan sahibi olmuştur. Teşrif sebebiyle mülâzemette de ilmiye
mensupları kontenjanlarına göre mülâzım vermiştir. Tezkirecinin kaydında
kazasker, fetva emininin kaydında şeyhülislam etkilidir. Müderrisin vefatında
veya muidini mülâzemet vermesinde ise müderris etkilidir. Görüldüğü gibi bir
ilmiye mensubunun referansı da şartlar arasındadır.
İlmiye sınıfında medreseden daha çok müderris ön planda olmuştur.
Şeyhülislam biyografilerinde, hangi müderrisin dersini aldığı özellikle
belirtilmiştir.49 Çünkü müderrisler, verdikleri mülâzımlar ile kadıların niteliğini
belirlemişlerdir. Şehzade Selim’in hocası Ataullah Efendi’den mülâzım
istenirken “zaten ve zamanen yanunda istihkak zahir olanlardan” belirlemesi
istenmiştir.50 Yani hak eden, liyakatli öğrencilerini mülâzemete vermesi talep
edilmiştir.51
3. Sınavda başarılı olmak
Osmanlı Devletinde mülâzemete girişte ve mülâzemetten sonra bir göreve
atanırken sınav uygulamaları yapıldığı görülmektedir.52 Sınavların düzenli
yapılıp yapılmadığı, içeriği, yöntemi konusunda bilgiler sınırlıdır. Mülâzemete
girmek için sınav yapılması düzenli ve yerleşik bir uygulama olmasa da sınav
yapılan dönemler olduğu anlaşılmaktadır. Sınav yapılarak mülâzemete kayıt
yapılması, mülâzemete haksız kayıtları engellemek için alınan bir önlemdir.53
Mülâzemete sınavla alım yapıldığına dair ilk kayıt 1581 yılına aittir. 1636
yılında Rumeli kazaskerine gönderilen bir ferman ile İstanbul kadısının
mülâzemete talip olan herkese ders verip, ardından sınav yapacağı ve başarılı
olmayanları mülâzemete almayacağı belirtilmiştir. 1658 yılında IV. Mehmet
zamanında ise aynı görevin Edirne eski kadısı tarafından yapılacağı ferman
olunmuştur.54 1653 tarihli bir hatt-ı hümayunla şeyhülislam, kadıaskerleri
mülâzemetlerin imtihanla verilmesi konusunda uyarmıştır.55
Sınavla mülâzemete kaydedilenlerin sayısının 18. yüzyıl sonlarında arttığı
görülmektedir. 1703 ve 1749 yıllarında iki olan sınavla kayıt sayısı, 1777 yılında
49
50
51
52
53
54
55
İlmiyye Salnamesi; Altunsu, 1972.
3 Numaralı Mühimme Defteri, 1993, s.326.
Müderrisin muidliği veya mülazımlığı hak etmeyenlere vermesi, bunun karşılığında haksız
kazanç sağlaması azil sebebi olmuştur. 1574 yılında bir Sahn-ı Seman müderrisi, iade satmak
iddiası ile azledilmiştir. Baltacı, 1976, s.31.
Alan, 2015, s.76.
Ülkemizde adaylığa atanmak için hem yazılı sınav hem mülakat uygulaması vardır. İspanya’da
da adayları belirlemek için merkezi bir sınav ve mülakat yapılmaktadır. Şahinkaya, 2010,
s.169.
Alan, 2015, s.78.
Naima, 2007, c.3, s.1503.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
173
Klasik Dönemde Osmanlı Devletinde Hâkim Adaylığı: Mülâzemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
elli beş olmuştur. Özellikle müderrisin vefatı sebebiyle yapılan kayıtlarda da
sınav uygulaması dikkat çekicidir. 16. ve 17. yüzyıl kayıtlarında vefat sebebiyle
geride kalan talebelere sınav yapıldığı görülmektedir.56 18. yy’da medrese
mezunlarının mülâzemet sınavlarına girdikleri ve başarılı olanların mülâzemet
aldığı kayıtlarda yer almıştır. 12 Mart 1786 tarihinde yapılan bir mülâzemet
sınavında devrin önde gelen uleması sınav heyeti olarak görev yapmıştır. 373
öğrencinin katıldığı sınavda 34 öğrenci yüksek, 16 öğrenci orta derece ile
mülâzemete hak kazanmıştır. Kazananlara tezkereleri şeyhülislam tarafından
verilmiştir.57 1798 yılına ait kayıtlarda müstakil arz usulü ile mülâzemete
kaydedilenlerin sınavla mülazamete kaydedildiği anlaşılmaktadır. Teşrif
yoluyla verilen mülâzımların da yine sınavla kaydedildiği görülmektedir.58 III.
Selim (1789-1807) döneminde sadrazam olan İzzet Mehmed Paşa’nın teşrif
sebebiyle mülâzemet hakkı doğmuştur. Sadrazam, ehliyetsizlerin mülâzım
olmaması için birkaç ilmiye mensubunu görevlendirmiş ve talipliler arasında
sınav yaptırmıştır.59
Muidlerin mülâzemete kaydolmaları için gerekli olan icazetname de sınavla
verilmiştir. Muidlerin icazetname alabilmeleri için son olarak yapılan sınavda
başarılı olmaları gerekmiştir.60 İnalcık, adayların ilmi yeterliliklerinin, gerekli
görülürse, sınavla tespit edildiğini ifade etmiştir.61
Görüldüğü üzere sınav yoluyla mülâzemete kayıt yapılması, farklı tarihlerde
ve farklı mülâzemet yollarında uygulanmıştır. Sınav uygulaması düzenli
olmayıp, ihtiyaç halinde başvurulmuştur. Sınavların ayrıntılarına ilişkin bilgiler
olmasa da medrese müfredatına yönelik sınav yapıldığı tahmin edilebilir.62
VI. ADAYLARIN TESPİT EDİLMESİ: MÜLÂZEMET YOLLARI
Genel Olarak
Adayların mülâzemet defterlerine kaydolabilmesi için mülâzemet
yollarından biri ile buna hak kazanmaları gerekiyordu. Mülâzemete ilişkin
defterlerde adayların isimlerinin yanında, hangi mülâzemet yolu ile
kaydedildikleri bilgisi de yer almıştır.
56
57
58
59
60
61
62
Alan, 2015, s.76-77.
İpşirli, 2006, c.31, s.537.
Uzunçarşılı, 1988, s.48.
Vakanüvis Halil Bey Tarihi, s.9’dan aktaran Uzunçarşılı, 1988, s.48.
Atai, 1989, s.83.
İnalcık, 2015, s.137.
Ülkemizde adli yargı ve idari yargı yazılı sınavlarının konuları yönetmelikte düzenlenmiştir.
Hukuk derslerinin ağırlıklı olduğu sınavlarda, adaylara genel yetenek ve genel kültür
soruları da sorulmaktadır. Mülakat sınavına ilişkin değerlendirme de yine yönetmelikte
yer almaktadır. Adli ve İdari Yargıda Hâkim ve Savcı Adaylığı Yazılı Sınav, Mülakat ve Atama
Yönetmeliği, m.12, 13, 28.
174
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Judge Nomination In The Ottoman State In The Classical Period: Mulazemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
Mülâzemet usulünde yüksek dereceli ilmiye mensupları belirli aralıklarla
veya olaylar sebebiyle mülâzım vermiştir. Bu mensuplar arasında şeyhülislam,
kazasker, müderris, mevali, kadı, nakibüleşraf gibi görevliler olduğu
görülmektedir.63 Bunlardan görevde olanlar olduğu gibi görevden ayrılmış
olanlar da vardır.64
Mülâzemet sisteminin işleyişine ilişkin kurallar oluşturulmuş ve bu
kurallara uygun hareket edilmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Ancak zaman zaman
bu kuralların dışına çıkıldığı ve işleyişin bozulduğu anlaşılmaktadır. Ulema
çocuklarının imtiyazlı statü ile mülâzemete kabul edilmesi eleştirilmiştir. Meslek
harici sarayda hocalık yapanlara ve askeri zümre mensuplarına mülâzemet
verilmesi de bir diğer eleştiri konusudur.65 Koçi Bey, 17.yy’da mülâzımlıkların
satılmaya başlandığını, voyvoda, subaşı ve kâtip gibi kimselerin para karşılığı
mülâzım olduklarını ve bir süre sonra da müderris ve kadı olduklarını yazmıştır.
Kazaskerler de ehil olmayanları listelere yazarak ruznameyi doldurmuşlardır.66
Usule aykırı olarak mülâzemet kaydedilmesi fermanlarla düzeltilmeye
çalışılmıştır. Bir fermanda müderrislik ve kadılıkta yükselenlerin ve yerleşmiş
mülâzemet usulünün uygulanması emredilmiştir.67 Fermanda yerleşmiş
mülâzemet kontenjanlarına yani nevbet usulüne ve teşrif usulüne göre
mülâzım kaydedilmesi üzerinde durulmuştur. Rumeli kazaskerine gönderilen
bir yazıda, bekleme süresi gösterilmeden veya belirlenen yollar dışında,
kimsenin mülâzemet nöbetine alınmaması ve mülâzemet defterinde ilim
ehlinden önceki sıralara kaydolmaması istenmiştir. Ayrıca mülâzemet veren
mevali, kadı ve müderrislerin önceden verdikleri mülâzım miktarına uyulması,
eksik ve fazla mülâzım vermemeleri, hak edenlere mülâzemet vermeleri
konuları üzerinde durulmuştur.68 Kanuna aykırı olarak mülâzemet talebinde
ısrar eden bir öğrencinin, Kıbrıs’a sürgün edildiğine ilişkin Kıbrıs beyine hüküm
yazıldığı görülmektedir.69
Mülâzemet yollarından nevbet usulünün, tezkire görevinden kaydedilmenin
ve fetva emanetinden kaydedilmenin belirli sürelere bağlı olarak yapıldığı
görülmektedir. Teşrif, ölüm, muidlik ve müstakil arz sebebiyle kayıtlarda ise
belirli bir süre ile bağlı kalınmadan mülâzemete kayıt yapıldığı anlaşılmaktadır.
63
64
65
66
67
68
69
İpşirli, 1982, s.225-226; Yetim, 2009, s.4; 1547, 1556 ve III. Mehmet’in tahta çıktığı 1595
yıllarında ilmiye mensuplarının farklı sayılarda mülazım verdikleri görülmektedir. İpşirli,
2006, c.31, s.537-538. İlmiye mensuplarının verdikleri mülazım sayısının artması kadro
muhtemeldir ki kadro sayısının artmasından kaynaklanmaktadır.
Atai, 1989, s.457; İpşirli, 2006, c.31, s.537.
İpşirli, 2006, c.31, s.538.
Koçi Bey, 2008, s.48.
Mehmed Raşid, 1865, c.4, s.47-48.
BOA, DVNSMHM.d.., 73/740, 14.12.998 (14.10.1590).
BOA, DVNSMHM.d.., 28/112, 25.07.984.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
175
Klasik Dönemde Osmanlı Devletinde Hâkim Adaylığı: Mülâzemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
1. Belirli Sürelerle Mülâzemet Yolları
i. Nevbet (Nöbet) Usulü
Önemli ilmiye mensuplarının, belirli aralıklarla mülâzemet vermelerine
nevbet denilmiştir. Ebussuud Efendi 1537 yılında Sultan I. Süleyman’ın talebi
üzerine, mülâzemet usulünü düzenlediğinde, ilmiye mensuplarının verecekleri
mülâzım sayısını ve bunun yedi yılda bir yapılmasını sistemleştirmiştir.70
Getirilen sistemde emekli71 ve görevde olan ilmiye mensuplarına derecelerine
göre mülâzım kontenjanları verilmiştir. İlmiye mensupları kontenjanları kadar
öğrencilerini mülâzım olarak kaydettirebilmiştir.72 Bu sistemin nevbet usulü
olduğu görülmektedir. Yani mülâzemet sistemine ilişkin bilinen ilk düzenleme
nevbet usulüdür.
Mülâzemet verme hakkına sahip şeyhülislam, kazasker, müderris, müftü,
mevali, kadı gibi ilmiye mensupları, nevbetten mülâzemet kaydetme hakkına
da sahip olmuşlardır. 1560 tarihli nevbet fermanı ile kazaskerlerin, biladı selase
ve mevleviyet kadılarının mülâzım vermeleri ilk defa kanun olmuştur.73 Kadıların
mülâzım verme sebebi, müderrislik de yapabilmelerinden gelmektedir. Kadılar
görevleri ile aynı anda veya Osmanlı ilmiye sisteminin verdiği olanakla kadılığa
geçmeden önce müderrislik yapabilmişlerdir.
İpşirli, Ebussud Efendi tarafından belirlenen yedi yıllık süreye genellikle
uyulduğunu ifade etmiştir.74 1560 ve 1566 yıllarındaki nevbet fermanlarını delil
gösteren Uzunçarşılı ise bu süreye sonradan riayet edilmediğini iddia etmiştir.75
Padişahların tahta oturmalarından, ilk seferlerine çıkmalarından, zafer
kazanmalarından ve şehzade doğumlarından76 sonra da ilmiye mensuplarının
mülâzım verdiği olmuştur.77 Şeyhülislam Mehmet Sahib Efendi de II.
Mustafa’nın tahta çıkışında mülâzemete kaydolmuştur.78 Defterlerde 1766 ve
1776 yıllarında şehzade doğumu sebebiyle mülâzım verilmesine ilişkin kayıtlar
vardır.79 Nevbet süresinin bu tür olaylar sebebiyle kısaldığı anlaşılmaktadır.
70
71
72
73
74
75
76
77
78
79
Atai, 1989, s.184; Uzunçarşılı, 1988, s.45.
Emekli ilmiye mensuplarından bazıları da Mülâzemet vermişlerdir. Örnekler için bkz. Atai,
1989, s.278, 457.
Uzunçarşılı, 1988, s.45; İpşirli, 2006, c.31, s.537.
Kazaskerlerin mülazım vermeye başlamaları, Ebussuud Efendi’nin tefsir eserini padişaha arz
etmesinden sonra kanun haline gelmiştir. Uzunçarşılı, 1988, s.46.
İpşirli, 1982, s.224; İpşirli, 2006, c.31, s.538.
Atai, 1989, s.243; Uzunçarşılı, 1988, s.46.
Şehzade doğumları sebebiyle mülâzemet kaydı örnekleri için bkz. Evsen, 2009, s.70-74.
Atai, 1989, s.248-249; Uzunçarşılı, 1988, s.45.
İlmiyye Salnamesi, s.420.
RKR, 134, 14b.
176
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Judge Nomination In The Ottoman State In The Classical Period: Mulazemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
ii. Tezkire Görevi
Görevde bulunan kazasker, altı ayda bir, tezkirecisini mülâzemete
kaydettirmiştir.80 1715 tarihinde yayınlanan ferman ile bu sayı yılda bir şeklinde
azaltılmıştır.81 Kayıtlarda bu usule ilişkin örnekler yer almaktadır.82 Bu usulü
eleştirenler de olmuştur. Tezkirecilerin ilmiye mensubu olmadıkları halde
bu yolla mülâzemete girdikleri iddia edilmiştir.83 Son iki mülâzemet defterini
inceleyen Yetim’in verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre, tezkire görevinden
mülâzemet verme usulü, mülâzemet sisteminin sonlarına kadar devam
etmiştir.84
Farklı dönemlerde ilmiye teşkilatında birinci veya ikinci isim olarak görev
yapmış olan kazasker, Osmanlı Devletinde önemli görevlilerden biri olmuştur.
Mülâzemet sisteminin de uygulayıcısı konumunda olan kazaskerin, yanındaki
önemli bir yardımcısını mülâzemete vermesi olağandır.
iii. Fetva Emaneti
Şeyhülislamlar, altı ayda bir, fetva eminini mülâzemete kayıt yaptırma
hakkına sahip olmuştur.85 Uygulamada fetva eminliğinden mülâzemete geçiş
örnekleri vardır. Şeyhülislam Hoca Sadeddin Efendi’nin 1599 yılında fetva
eminliğinde bulunan danişmendi altı aylık görevinden sonra mülâzemete
kabul edilmiştir.86 Yine 16. yüzyıl sonlarında Bostanzade’nin fetva emininin
mülâzım olduğu görülmektedir.87 16. yüzyılda, şeyhülislamın mülâzemet verme
yolu olan fetva emaneti, 18. yüzyıldan itabaren, şeyhülislamların müstakil arz
yolunu kullanmaya başlamaları ile mülâzemet yolu olmaktan çıkmıştır.88 1802
ve 1809 yıllarına ait iki defterde ise fetva emanetinden mülâzemet verilmesine
rastlanmamıştır. Bu durum, fetva emininin mülâzım olmasının, daha önceki
bir tarihte kalktığına karinedir.89
Fetva emini, şeyhülislamlıkta fetvaları bulan, yazan ve halka ileten kalemin
başındaki görevlidir. Fetva eminlerinin ilmiye mensubu, şeri meselelerde yetkin
kişilerden seçildiği bilinmektedir. Bu sebeple mülâzemete kaydedilmeleri
sıkıntılı değildir.90
80
81
82
83
84
85
86
87
88
89
90
İpşirli, 2006, c.31, s.538.
Yancı, 2017, s.49.
RKR, 172, 16a; 20a; Yetim, 2009, s.41-42.
Mehmed Raşid, 1865, c.4, s.50.
Yetim, 2009, s.41-42.
İpşirli, 2006, c.31, s.538.
RKR, 7, 5; İpşirli, 2006, c.31, s.538.
Atai, 1989, s.56.
Beyazıt, 2009, s.440.
Yetim, 2009, s.42.
Uzunçarşılı, 1988, s.197.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
177
Klasik Dönemde Osmanlı Devletinde Hâkim Adaylığı: Mülâzemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
2. Zamanı Belirsiz Mülâzemet Yolları
i. Teşrif
Önemli ilmiye mensuplarının terfileri ve görev değişiklikleri91, sefere
katılmaları gibi çeşitli sebeplerle mülâzemet kaydı yapılmasına teşrif
denilmiştir.92 Nevbet usulünde olduğu gibi, teşrif usulünde de sadrazam,
şeyhülislam, kazasker, kadı gibi önemli ilmiye mensupları mülâzım
kaydetmişlerdir.93 Teşrif usulünde, talebeler dışında muid ve muzafların; yani
müderris yardımcılarının da mülâzım olarak kaydedildiği görülmektedir.94
Teşrif kurallarını belirlemek veya kısıtlamak için fermanlar yayınlanmıştır.95
III. Mehmet 1598 yılında gönderdiği fermanda, Haremeyn dışında teşrif
olmamasını istemiştir.96 Uzunçarşılı bu usulün, 1715 yılında sadrazam
tarafından sınırlandırıldığını belirtmiştir.97
ii. Müderrisin vefatı
Vefat eden müderrislerin, geride kalan danişmentlerinin mülâzemete
kaydedilmesi de bir usul olarak uygulanmıştır. Geride kalan talebelerin
sayısı fazla olduğunda bir seçim yapılarak mülâzemete kayıt yapıldığı
görülmektedir.98 Geri kalan talebelerden mülâzemete kaydedilmeyenlerin
bazılarının, sonraki kayıt dönemine bırakıldığına ilişkin örnekler de vardır.99
Hangi talebelerin mülâzemete alınacağı, Süleymaniye ve Sahn müderrisleri
arasından görevlendirilen mümeyyiz tarafından tespit edilmiştir.100 1598 yılına
ait fermanda, III. Mehmet, mevtadan iki nöbetlik mülâzım alınması, geri
kalanının ise diğer müderrislere dağıtılmasını kurala bağlamıştır.101 İnalcık da
ölen mevalinin sadece iki öğrencisinin mülâzemete kaydedildiğini belirtmiştir.102
Defter kayıtlarında 16. yüzyılın başında vefat eden müderrislerden
kalan mülâzımlara ilişkin bilgiler yer almaktadır.103 Ölüm sebebiyle mülâzım
91
92
93
94
95
96
97
98
99
100
101
102
103
Terfiler sebebiyle mülâzemet kayıtları için bkz. Evsen, 2009, s.52-67; 75-77. Görev değişikliği
(müderrislikten kadılığa geçiş) sebebiyle mülâzemet kayıtları için bkz. Evsen, 2009, s.68-70.
2 Numaralı Mühimme Defteri, h.117; İpşirli, 2006, c.31, s.538.
Yetim, 2009, s.38.
Yetim, 2009, s.37.
Mehmed Raşid, 1865, c.4, s.47-48.
Uzunçarşılı, 1988, s.244. Ferman için ayrıca bkz. Akgündüz, 1994, c.4, s.634.
Uzunçarşılı, 1988, s.48.
İpşirli, 2006, c.31, s.538.
RKR, 9, s.45’ten aktaran Özbek, 2006, s.21.
Beyazıt, 2014, s.76.
Uzunçarşılı, 1988, s.244.
İnalcık, 2015, s.142.
BOA, TS.MA.d, 5605, 29.12.911 (23.05.1506 ); BOA, TS.MA.d, 9802, 07.02.918 (24.04.1512);
RKR, 61, 10a; RKR, 85, 3b; RKR, 169, 17b.
178
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Judge Nomination In The Ottoman State In The Classical Period: Mulazemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
kaydedilmesi usulünün mülâzemet usulünün ilk dönemlerinden itibaren var
olduğu anlaşılmaktadır.
Vefat sebebiyle mülâzemete kaydetme usulü dönemin şartları sebebiyle
karışıklıklara sebep olmuştur. Vefat eden ilmiye mensubunun talebesi
olmayan kişilerin fırsatçılık yapıp mülâzemet kaydoldukları anlaşılmaktadır.
Bu sebeple gerçekten talebe olup olmadıklarına ilişkin araştırmalar yapıldığı
görülmektedir.104
iii. Muidlik (İade)
Muid, günümüzdeki araştırma görevlisi unvanının karşılığı sayılabilecek,
müderris yardımcılarına verilen isimdir.105 Her medresenin farklı muid kontenjanı
olduğu ve muidlere padişah tarafından berat verildiği anlaşılmaktadır.106 Muzaf
adı verilen muid yardımcılarının da mülâzemete kaydedildiğine ilişkin kayıtlar
vardır.107
Mülazım verme hakkına sahip müderrisler, muidlerinden layık olanları
mülâzım vermişlerdir. Müderrislikten kadılığa geçen ilmiye mensuplarının
medresedeki muidleri mülâzemete kaydolunmuştur.108 Müderrislerin,
medreseden ayrılmasına sebep olan, başka bir yere gitmek, görev süresinin
dolması, azledilmek veya emekli olmak gibi durumlarda, muidlerini
mülâzemete verdikleri görülmüştür.109 Anlaşıldığına göre bazı medreselerde
muidlerin mülâzemete kaydedilmesi belirli sürelerle yapılmış ve kurala
bağlanmıştır.110
Bir müderrisin muidini mülâzım kaydettirebilmesi için muidin belirli şartları
taşıması gereklidir. Bir kayıtta muidin mülâzım olmaya hak kazanamaması
sebebiyle başka bir öğrencinin mülâzım kaydedildiği görülmektedir.111
Müderrislere yapılan bir sınav sonucunda, başarılı olan müderrisin muidi
104
105
106
107
108
109
110
111
Evsen, 2009, s.29-30.
Baltacı, 1976, s.33; Kazıcı, 2003, s.393; Medresede hücre sahibi olan talebelerin kıdemlilerine
muid denildiği ifade edilmiştir. Muidler yüksek medreselerde müzakere, lise düzeyindeki
medreselerde de ders yapmışlardır. İlmiyye Salnamesi, s.536; Pakalın, 1983, c.2, s.573.
Özbek, 2006, s.9.
Evsen, 2009, s.26-27. İadeden Mülâzemet örneği için bkz. Atai, 1989, s.22; Yetim, 2009,
s.39-40. Günümüz uygulamasında araştırma görevlilerinin veya diğer öğretim elemanlarının
yargıya yatay geçiş yapması mümkün değildir. Sadece doktora mezunları, yazılı sınavdan
muaf olup, mülakata girme hakkına sahiptirler. Adli ve İdari Yargıda Hâkim ve Savcı Adaylığı
Yazılı Sınav, Mülakat ve Atama Yönetmeliği, m.4 ve 9.
İpşirli, 2006, c.31, s.538; Örnekleri için bkz. RKR, 85, 2a; RKR, 172, 19b; 15b.
Özbek, 2006, s.18.
Sultan Bayezid Medresesi muidleri yılda dört defa yani üç ayda bir Mülâzemete kabul
edilmişlerdir. Mehmed Raşid, 1865, c.4, s.50-51.
Evsen, 2009, s.26.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
179
Klasik Dönemde Osmanlı Devletinde Hâkim Adaylığı: Mülâzemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
de mülâzemete alınmıştır.112 Osmanlının medreseleri derecelendirdiği
sistem içeresinde, belirli derecenin altında kalan medreselerin müderrisleri
iadeden mülâzemet verme hakkına sahip olamamışlardır.113 Yancı, 18.yüzyıla
ait defterlerden en az Musila-i Sahn derecesinde müderrislerin muidlerini
mülâzım verebildiğini tespit etmiştir.114
iv. Müstakil arz
Müstakil arz usulü, mülâzemet yolları içerisinde, ilmiye mensubu
olmayanların mülâzemet verebildiği tek usuldür. Bu usulde bir yetkilinin
teklifi ile çalışkanlığı veya herhangi bir hizmette yararlılığı görülenler mülâzım
olabilmişlerdir.115 Baltacı, müstakil arz ile mülâzemete kaydolanların daha çok
şeyhülislamların veya padişah hocalarının çocukları olduğunu ileri sürmüştür.116
Kayıtlarda mülâzemete tavsiye eden yetkili hakkında ve kişinin hangi özelliği
sebebiyle kaydedildiği hakkında bilgiler yer almamıştır.117 Bir usul olarak dile
getirdiğimiz bu yol aslında bir usulsüzlük olarak da görülebilir. III. Mehmet, bu
yolla mülâzım olunmasına rızası olmadığını ifade etmiştir.118
Uzun süre Malta’da esir kalmış olan İstanbul eski kadısının talebesi
Muharrem b. Mehmed, Veziriazam Sinan Paşa’nın teklifi ile mülâzım
yapılmıştır.119 Kanuni Sultan Süleyman şair Baki’yi sıra bekletmeden mülâzemet
defterine kaydettirmiş ve bir sene sonra haşiye-i tecrid müderrisliğine
atanmasını emretmiş, itirazlara karşın Silivri’deki Piri Paşa medresesine
müderris tayin edilmiştir.120
Padişahın hatt-ı hümayunu yoluyla mülâzemete kaydolma da bir
mülâzemet yolu olarak bazı kaynaklarda yer almıştır.121 Şeyhülislam Feyzullah
Efendi’nin Mülâzemeti için hatt-ı hümayun düzenlendiği İlmiye Salnamesi’nde
geçmektedir. Bu mülâzemet hocasının vefatı üzerine olmuştur.122 Yani
112
113
114
115
116
117
118
119
120
121
122
Atai, 1989, s.512.
Beyazıt, 2009, s.438-439.
Yancı, 2017, s.43.
İpşirli, 2006, c.31, s.538.
Baltacı, 1976, s.35.
Evsen, 2009, s.29; Yetim incelediği iki defterde müstakil arz yoluyla mülazım olanların
sayısının yüksek olduğunu, bu kişilerin hangi sebeple Mülâzemete kaydedildiklerinin ise
genellikle yer almadığını ifade etmiştir. Donanmadan üç kişi imamet hizmetinde bulunmaları
sebebiyle, bir kişi de sınav sonucunda müstakillen Mülâzemete kabul edilmiştir. Yetim,
2009, s.40-41.
Uzunçarşılı, 1988, s.246.
İpşirli, 2006, c.31, s.538.
Atai, 1989, s.435.
Baltacı, Medreseler, c.1, s.118; Akt. Özbek, 2009, s.19; Yetim incelediği defterlerde bu usulle
bir kayıt olmadığını ifade etmiştir. Yetim, 2009, s.42.
İlmiyye Salnamesi, s.397.
180
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Judge Nomination In The Ottoman State In The Classical Period: Mulazemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
müderrisin vefatı sebebiyle mülâzemete kaydolmuştur. Bu da hatt-ı hümayun
yoluyla emredilmiştir. Ayrı bir mülâzemet yolu değildir.
Şeyhülislamlığın mülâzemet sistemindeki etkilerini araştıran Beyazıt, 16.
yüzyılda müstakil arz yoluyla mülâzemete girenlerin, çoğunlukla toplumun
önde gelenleri tarafından teklif edildiğini ifade etmiştir. Bu şekilde mülâzım
olanların ulema çocuklarından veya önemli hizmetler görmüş danişmentlerden
olduğunu belirtmiştir. 18. Yüzyıldan sonra ise müstakil arz usulünün,
şeyhülislamların mülâzım verdikleri bir yol haline dönüştüğü tespitini
yapmıştır.123 18. yüzyılın sonlarına ait bir kazasker ruznamçesindeki sayılar da
Beyazıt’ı destekler mahiyettedir. Defterdeki 165 Mülâzemet kaydından 77
tanesi şeyhülislamın, 6 tanesi ise belde kadılarının arzı ile kaydedilmiştir.124
Bazı kaynaklarda hizmet sebebiyle mülâzemete alınma da bir mülâzemet
yolu olarak sayılmıştır. Farklı hizmetleri sebebiyle mülâzemete alınan
görevliler olduğu da kayıtlarda görülmektedir. Miri ahur ve hassa çayır
hizmeti, çuka hizmeti, ordu-yu hümayun hizmeti sebebiyle mülâzemete
kayıt örnekleri vardır. Bu örneklerde mülâzemete kaydolanların yine ilmiye
mensuplarının talebesi olduğu, yani mülâzemete kayıt için gerekli şartları
haiz oldukları anlaşılmaktadır.125 Bu örnekler 17. yüzyıl başlarına aittir.
18. yüzyılda da saray hizmetinde bulunan görevlilerden mülâzemete alınanlar
olduğu görülmektedir. Hassa saraçhane hocası, ahır hocası, yoğurtçular
hocası, matbah-ı amire helvahane hocası gibi çok sayıda görevli mülâzemete
kaydedilmiştir. Bu görevlilerin de mülâzemet şartlarını taşıdıkları, her birinin
medrese mezunu olduğu ve saray görevlilerinin eğitimi işiyle uğraştıkları
anlaşılmaktadır.126 Kanaatimiz bu yolla mülâzemete kaydolmak müstakil arz
usulü içinde kalmaktadır. Bu sebeple ayrı bir başlık altında incelenmemiştir.
VII. MÜLÂZEMET SÜRECİ
Mülâzemet sürecinin mülâzemet kaydının yapılması ile başlayan ve
adayın bir göreve atanması ile son bulan bir süreç olduğu görülmektedir. Bu
süreçte adayların kime bağlı olduğuna, süreci nasıl geçirdiğine ilişkin ayrıntılı
bilgiler yoktur.127 Adayların Mülâzemette belirli bir süre eğitim aldıkları, süreç
sonunda da atandıkları görülmektedir. Mülâzemette ücret alınıp alınmadığı ise
tartışmalıdır.
123
124
125
126
127
Şeyhülislamların müstakil arz yoluyla mülazım vermeleri usulü de ulema çocukları lehine
olmuştur. Ulema çocukları bu yolla Mülâzemete kaydolmuşlardır. Beyazıt, 2009, s.437-438.
Oral, 1993, s.XXI.
Özbek, 2006, s.20-21.
Evsen, 2009, s.78-85.
Baltacı, 1976, s.34.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
181
Klasik Dönemde Osmanlı Devletinde Hâkim Adaylığı: Mülâzemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
1. Eğitim
Osmanlı Devletinde kadıların staj eğitimi ile ilgilenen müstakil bir kurum
kurulmamıştır. Mülâzemet süreci kazaskerlik tarafından yönetilmiştir. Çünkü
Osmanlı Devletinde ilmiye sınıfının idari işleri kazaskerlik tarafından yapılmıştır.
İlmiye mensuplarının tayin, terfi ve azilleri kazaskerlik kurumunda ruznamçe
defteri adı verilen defterlere kaydedilmiştir.128 Nimetî Efendi Kanunnamesinde
mülâzemet defterinin düzenlenmesi ve kayıt altına alınması görevinin Rumeli
kazaskerine ait olduğu belirtilmiştir.129
Adayların eğitimi, kazasker divanları yoluyla yapılmıştır. Adayların
mülâzemet süresince, haftanın belirli günlerinde toplanan kazasker divanlarına
katılmaları zorunlu tutulmuştur.130 Bir başka kayıtta mülâzemet döneminde
danişmentlerin bir medresede eğitimlerini tamamlamadan diğer medreseye
geçtikleri, müderrislerin uyarılarak kanun çerçevesinde hareket etmeleri, aksi
takdirde hepsinin cezalandırılacağı, İstanbul kadısına bildirilmiştir.131
Adayların mevleviyet payeli kadıların yanına gönderildiği de kaynaklarda
yer almıştır.132 Mülâzemet için adayların kadıların yanına gönderildikleri ifade
edilse de her iki mülâzemet türünde de uygulamanın İstanbul’da yapıldığı
anlaşılmaktadır.133 Mülâzemet sürecinde adayların medreselerde eğitim,
kazasker divanlarında ise staj görevi yaptıkları anlaşılmaktadır. Kadıların
yanına staja gönderildikleri de kaynaklarda yer almaktadır.134
128
129
130
131
132
133
134
Bu defterler 15.yy’da Ruzname, 16.yy’ın yarısından itibaren Ruznamçe, Tanzimat’tan itibaren
Yevmiye Defteri olarak adlandırılmıştır. Baltacı, 1976, s.59; Yetim, 2009, s.1. Günümüz
uygulamalarında da hâkim savcı adaylarına teorik ve pratik eğitimler verilmektedir. Bu
eğitimler, oluşturulan kurumlar vasıtasıyla yapılmaktadır. Eğitimlerin çerçevesi hukuki
düzenlemelerle belirlenmekte ve uygulanmaktadır. İspanya örneğini ele alan bir çalışmada,
hâkim ve savcılar için farklı kurumların bu eğitimleri gerçekleştirdiği görülmektedir. Yargı
Okulu adlı kurum adaylara eğitim vermektedir. Şahinkaya, 2010, s.160-172. Ülkemizde
Türkiye Adalet Akademisi, hâkim ve savcıların meslek öncesi eğitimleri ile görevlidir. Türkiye
Adalet Akademisi Kanunu, m.5/1/a.
Nimeti Efendi Kanunnamesi, s.47’den aktaran Uzunçarşılı, 1988, s.48.
Uzunçarşılı, 1988, s.45; Fendoğlu, 2000, s.384.
BOA, DVNSMHM.d.., 27/661, 20.11.983 (20.02.1576). Günümüzde de Türkiye Adalet
Akademisinin meslek öncesi eğitim ve staj görevleri düzenlenmiştir. Bu görevlere ilişkin
ayrıntılar da çıkarılan yönetmeliklerle belirlenmiştir. İspanya uygulamasında, savcılar,
sekiz aylık eğitim sürecinin yarısını teorik temel eğitimle, yarısını da stajla geçirmektedir.
Şahinkaya, 2010, s.167.
Ortaylı, 1994, c.24, s.70; Fendoğlu, 2000, s.384; Akdağ, 1974, c.2, s.98.
Akdağ, 1974, c.2, s.38.
Günümüzde adayların iki yıllık eğitim süresi olduğu kanunda düzenlenmiştir. Bu süre,
hazırlık eğitimi, staj dönemi ve son eğitim dönemi olarak üç dönemdir. Bu dönemlere ilişkin
ayrıntılar da yönetmeliklerle düzenlenmiştir. Adalet Akademisi Kanunu, m.28.
182
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Judge Nomination In The Ottoman State In The Classical Period: Mulazemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
2. Süre
Mülâzemetin süresi, mülâzemet defterine kaydedilme anından, atamaya
kadar geçen süredir. Bu süreye ilişkin kaynaklarda çok farklı bilgiler yer
almaktadır. Bu bilgilerde atamanın hemen yapıldığı veya mülâzemetin üç, beş,
yedi yıl sürdüğüne ilişkin veriler yer almıştır.
Pakalın mülâzımlık süresinin yedi yıl olduğunu ifade etmiştir.135 Ortaylı ve
Fendoğlu mülâzemet sürecinin üç-beş yıl aralığında olduğunu belirtmişlerdir.
Ortaylı, 18. yüzyıldan sonra sürenin daha da arttığını ifade etmiştir.136 Akdağ,
kadıların yanında stajın 3-5 yıl sürdüğünü, adayların daha sonra İstanbul’a
dönüp bir yıl da burada eğitim gördüğünü belirtmiştir.137 Buna karşın Evsen,
incelediği bir defterde mülâzemete kayıt olanların aynı yıl görevlendirildiğini
ifade etmektedir.138 III. Mehmet, yeni mülâzımın üç seneyi tamamlamadan
göreve atanmamasını kanunlaştırmıştır.139
Bilgilerden anlaşıldığına göre Mülâzemetin süresi uygulamada değişmiştir.
Mezun sayısının, kadro sayısına göre çok arttığı dönemlerde sürenin uzadığı
tahmin edilebilir. Buna karşılık bazı dönemlerde süre beklemeden adayların
atandığı görülmektedir.140
3. Ücret
Mülâzemet sürecinde adayların herhangi bir ücret alıp almadıkları
bilinmemektedir. Bu konuya ilişkin olarak Evsen, Mülâzemet defterlerinde
adayların isimlerinin yanında yazılı olan rakamların ücret olabileceğini
belirtmektedir. Ancak bu rakamlar on iki, on beş şeklinde farklılaşmaktadır.141
Bir başka kaynakta adayların günlük on akçe aldıkları yazılmıştır.142
Adayların kazasker divanlarında çeşitli görevler üstlendikleri, buna
karşılık vakıflardan ve bazı kaynaklardan, adaylara gelir sağlandığı görüşü
de bulunmaktadır.143 Baltacı ise vakıflardan mülâzımlar için akçe tayin
135
136
137
138
139
140
141
142
143
Pakalın, 1983, c.2, s.612.
Ortaylı, 1994, c.24, s.70; Fendoğlu, 2000, s.384.
Yanına stajyer verilen kadıların İstanbul, Bursa, Edirne, Konya ve Bağdat gibi büyük
vilayetlerin kadıları olduğu görülmektedir. Merkezde de kazaskerlerin yanında stajyer
olduğu anlaşılmaktadır. Akdağ, 1974, c.2, s.98.
Evsen, 2009, s.103.
Uzunçarşılı, 1988, s.245.
Günümüzde adayların meslek öncesi eğitim süresi iki yıl olarak düzenlenmiştir. İhtiyaç
durumuna göre eğitim süresinde değişiklikler olabilmektedir. Adalet Akademisi Kanunu,
m.28.
Evsen, 2009, s.101.
Günlük on akçenin her yıl beşer beşer artarak kırk akçeye ulaştığı belirtilmiştir. Hüsameddin,
1986, s.220.
İpşirli, 2006, c.31, s.537. Osmanlılar medreselerin ihtiyaçlarını ve çalışanların maaşlarını
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
183
Klasik Dönemde Osmanlı Devletinde Hâkim Adaylığı: Mülâzemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
edildiğine rastlamadığını ifade etmiştir.144 Pakalın, adayların herhangi bir ücret
almadıklarını ifade etmiştir.145
4. Sona Erme
Mülâzemetin olağan sona ermesi mülâzemetin tamamlanmasıyla olmuştur.
Kazasker divanına mülâzemet edenler, isteklerine göre kaza kadılığına veya
müderrisliğe atanmışlardır.146
Mülâzemet sonunda adaylara sınav yapıldığına ilişkin kayıtlar da vardır. 1573
yılında, Rumeli kazaskeri ve mülâzımlara ders veren bir diğer hoca, okuttukları
risalelerden müzalımları sınav yapmışlardır.147 Koçi Bey, mülâzım sayısının
oldukça artmasından dolayı sınav yapmanın zorunlu olduğunu vurgulamıştır.
Bir kadılık görevi için on mülâzımın aday olup sıra beklediğini, bu sebeple
sınavda başarılı olanların kadı olabildiğini ifade etmiştir. Sınav uygulamasından
vazgeçilmemesi ve hak etmeyenlerin atanması durumunda kazaskerlerin
sorumlu olmasını tavsiye edilmiştir.148 III. Mehmet’in fermanından anlaşılan,
mülâzemet sonunda göreve atama yapılmadan önce, bir sınav yapılmaktadır.
Bu sınav ilmiye dışından mülâzemete kaydolanlar için dile getirilmiştir.149 Bütün
mülâzımlara sınav yapılıp yapılmadığı belirli değildir. Ayrıca farklı dönemlerde,
mülâzemet sonunda sınav yapıldığına ilişkin kesin bilgiler de yoktur.
Mülâzemete kaydedilmiş bazı talebelerin atamadan önce mülâzemetten
çıkarıldığına ilişkin bilgiler de vardır. Defterlerde bazı isimlerin yanında,
şeyhülislam onayı ile mülâzemetten çıkarıldığı belirtilmiştir. Ancak çıkarılma
sebeplerine ilişkin bir bilgi bulunmamaktadır.150 Sadrazam Damad Ali Paşa,
şeyhülislam tarafından mülâzemete alınan, sadaret kaymakamının küçük
yaştaki oğlunu listeden sildirmiştir.151
VIII. SONUÇ
Mülâzemet sistemi, kadıların meslek öncesi eğitim gördükleri ve mesleğe
başlamalarını düzene bağlayan bir sistemdir. Mülâzemetin, mezun sayısının
kadro sayısını aştığı 15. yüzyılda başladığı ve 16. yüzyıldan itibaren yoğun
144
145
146
147
148
149
150
151
vakıflar aracılığıyla karşılamışlardır. Vakıflardan alınan maaşlara vazife denilmiştir.
Mülâzemet kayıtlarında isimlerin karşısında yer alan vazife ifadeleri, adaylara vakıflar
tarafından ücret verildiğini düşündürmektedir. Evsen, 2009, s.101.
Baltacı, 1976, s.34. Benzer görüş için bkz. Özbek, 2009, s.13.
Pakalın, 1983, c.2, s.611.
Uzunçarşılı, 1988, s.87.
Atai, 1989, s.231.
Koçi Bey, 2008, s.133-134.
Uzunçarşılı, 1988, s.246.
Evsen, 2009, s.43.
Olayın Mora seferinden dönüşte olduğu ifade edilmiştir. Mora seferinin tarihi 1715’tir.
Mehmed Raşid, 1865, c.4, s.169.
184
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Judge Nomination In The Ottoman State In The Classical Period: Mulazemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
şekilde uygulandığı görülmektedir. Sistem Tanzimat dönemine kadar ilmiye
sınıfına girişin kapısı olmuştur. Osmanlı Devletinde bir dönem yargı sisteminin
başı olan kazaskerlik makamı, sistemin uygulayıcısıdır.
Mülâzemet sisteminde medrese mezunları, yanlarında eğitim gördükleri
ilmiye mensubunun referansı ile ilgili defterlere kaydedilmişlerdir. Adayların
zaman zaman sınava tabi tutuldukları da görülmektedir. Mülâzemet sonunda
ise en düşük kadılıklardan itibaren göreve başlamışlardır.
Mülâzemet uygulamasında bazı usullerde belirli zaman aralıkları ile mülâzım
kaydedilmiştir. Bu usuller nevbet usulü ile tezkirecilikten ve fetva eminliğinden
mülazım olma şeklindedir. Teşrif, müderrisin vefatı, muidlik görevi ve müstakil
arz gibi mülâzemet yollarında ise süre belirli değildir.
Nevbet usulü, mülâzemete kaydolma usulünün temel kurumudur. Bu
kurum vasıtasıyla Osmanlı Devleti, ilmiye sınıfının ve yargının en temel görevlisi
diyebileceğimiz kadıların seçilmesini çözüme kavuşturmuştur. Mülâzemet,
işleyişi gereği referans tartışmalarını da ortadan kaldırmıştır. Bu usulde önemli
ilmiye mensuplarının sürece dahil edildiği görülmektedir. Burada Osmanlı
Devletinin eğitim yönteminin, hoca talebe ilişkilerinin de bu usulde belirleyici
olduğunu göz önünde tutmak gerekir. Teşrif, müderrisin vefatı ve muidlikten
mülâzemete kayıt yapılması usulleri de yine müderrisleri sürece dâhil eden
usullerdir.
Mülâzemet usulleri içerisinde, çeşitli görevlilerin mülâzemete kaydedilmesi
şeklinde uygulamalar olduğu da görülmektedir. Bunlar tezkirecinin ve fetva
emininin mülâzemete kaydedilmesi şeklindedir. Tezkireci kazasker, fetva
emini de şeyhülislam yanında çalışan görevlilerdir. Bu görevliler, ilmiyenin
en üst düzey mensuplarının yanında görev yaparak tecrübe kazanmış, yetkin
kişilerdir. Bu usul, ülkemizde de bir dönem gündeme gelmiş olan hâkim
yardımcılığı ile kıyas edilebilir. Yargı mensubu adaylara, farklı görevlerle
tecrübe kazandırılması düşünülebilir.
Muidlikten yani asistanlıktan mülâzemete kayıt yapılması üniversite ile
ilişkili bir diğer usul olarak göze çarpmaktadır. Osmanlı Devleti, ilmiye görevleri
arasında yatay geçişi mümkün kılan bir sisteme sahiptir. Müderrislikten kadılığa,
kadılıktan müderrisliğe geçişler mümkündür. Asistanlıktan da mülâzemete
kayıt hakkı müderrislere tanınmıştır. Günümüzde doktora sahibi hukukçuların
yazılı sınavdan muaf tutulması, benzer bir uygulamadır.
Mülâzemet sürecinde adaylara teorik ve uygulamaya yönelik eğitimler
verildiği anlaşılmaktadır. Mülâzemetin süresi ihtiyaca göre değişiklik
göstermiştir. Ücrete ilişkin de genel düzenleme olmayıp, bireysel uygulamalar
olması muhtemeldir.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
185
Klasik Dönemde Osmanlı Devletinde Hâkim Adaylığı: Mülâzemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
Mülâzemet sisteminin ortaya çıkış sebebi, mezun sayısının kadro sayısını
geçmesi olarak görülmektedir. Hukukçular için noterlik mesleğinde bir sıra
uygulaması vardır. Avukatlık sınavı zaman zaman gündeme gelmektedir.
Hâkim ve savcı adaylarının belirlenmesi ve eğitimleri de tartışmalara konu
olabilmektedir. Hukuk fakültesi sayısının yüzleri bulduğu ve mezun sayısının
oldukça arttığı günümüzde, mülâzemet sisteminden çözümler bulunabilir.
*****
KAYNAKLAR
Adli ve İdari Yargıda Hâkim ve Savcı Adaylığı Yazılı Sınav, Mülakat ve Atama
Yönetmeliği. Resmi Gazete, 09.09.1991, Sayı:20986.
Alan, E. (2015). Kadıasker Ruznamçelerine Göre XVII. Yüzyılda Rumeli’de
Kadılık Müessesesi, MÜ Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Yayımlanmamış
Doktora Tezi, İstanbul.
Altunsu, A. (1972). Osmanlı Şeyhülislamları, Ayyıldız Matbaası, Ankara.
Akdağ, M. (1974). Türkiye’nin İktisadi ve İctimai Tarihi 1453-1559, c.2, Cem
Yayınevi, İstanbul.
Akgündüz, A. (1994), (1992). Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri,
OSAV Yayınları, İstanbul.
Atai, N. (1989). Hadaiku’l Hakaik Fi Tekmileti’ş Şakaik, Yay. Haz. Abdülkadir
Özcan, Çağrı Yayınları, İstanbul.
Atçıl, A. (2017). Scholars and Sultans in the Early Modern Ottoman Empire,
Cambridge University Press.
Baltacı, C. (1976). XV. ve XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İrfan Matbaası,
İstanbul.
Beyazıt, Y. (2009). Osmanlı İlmiyye Bürokrasisinde Şeyhülislamlığın Değişen
Rolü ve Mülâzemet Sistemi (XVI.-XVIII. Yüzyıllar), Belleten, c.LXXIII, S.267.
Beyazıt, Y. (2014). Osmanlı İlmiye Mesleğinde İstihdam (XVI. Yüzyıl), Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara.
BOA, TS.MA.d.
BOA, DVNSMHM.d..
Bozkurt, K., Türe M. (2011). Avusturya ve İsviçre Sistemlerindeki Hukuk
Eğitimi, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, y.23, S.93.
Büyük Türkçe Sözlük, http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_
bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.59c68a247392e5.67567489, Erişim tarihi:
25.09.2017.
186
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Judge Nomination In The Ottoman State In The Classical Period: Mulazemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
Cin, H., Akgündüz, A. (1994). Türk Hukuk Tarihi, OSAV Yayınları, İstanbul.
Devellioğlu, F. (1970). Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lugat, yy, Ankara.
Erdoğan, M. (2010). Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, Ensar Neşriyat, İstanbul.
Erünsal, İ. E. (1980). Nuruosmaniye Kütüphanesinde Bulunan Bazı Kadıasker
Ruznamçeleri, İslam Medeniyeti Mecmuası 4, c.3, s.19-31.
Evsen, E. (2009). Osmanlı İlmiye Teşkilatında Mülâzemet Sistemi, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, MÜSBE, İstanbul.
Fendoğlu, H. T. (2000). Türk Hukuk Tarihi, Filiz Kitabevi, İstanbul.
Hezarfen Hüseyin Efendi. (1998). Telhisü’l-Beyan fi Kavanin-i Al-i Osman, Haz.
Sevim İlgürel, TTK Basımevi, Ankara.
Hüsameddin, A. H. (1986). Amasya Tarihi I, Amasya Belediyesi Kültür Yayınları,
Ankara.
İlmiyye Salnamesi. (1998). Yay. Haz. Seyit Ali Kahraman vd., Ed. A. Nezih
Galitekin, İşaret Yayınları, İstanbul.
İnalcık, H. (2015). “Kazasker Ruznamçe Defterine Göre Kadılık”, Adalet Kitabı,
Ed. Bülent Arı ve Selim Aslantaş, Yeditepe Yayınları, İstanbul.
İpşirli, M. (1982). Osmanlı İlmiye Teşkilatında Mülâzemet Sisteminin Önemi
ve Rumeli Kadıaskeri Mehmed Efendi Zamanına Ait Mülâzemet Kayıtları,
Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, S.X-XI.
İpşirli, M. (2006). Mülâzemet, DİA, TDV Yayınları, c.31, İstanbul.
İstanbul Şeriyye Sicilleri Arşivi, Rumeli Kazaskeri Ruznamçeleri.
Kazıcı, Z. (2003). İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İFAV Yayınları,
İstanbul.
Koçi Bey. (2008). Koçi Bey Risaleleri, Yay. Haz. Seda Çakmakcıoğlu, Kabalcı
Yayınevi, İstanbul.
Naima, M. (2007). Tarih-i Naima, Haz. Mehmet İpşirli, TTK Yayınları, Ankara.
Oral, E. (1993). 1177 (1763-1764) Tarihli 115 Numaralı Rumeli Kadıasker
Ruznamçesi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, MÜ Türkiyat Enstitüsü, İstanbul.
Ortaylı, İ. (1994). Hukuk ve İdare Adamı Olarak Osmanlı Devletinde Kadı,
Turhan Kitabevi, Ankara.
Özbek, Z. A. (2006). 1-2 Nolu Mülâzemet Defteri (Tahlil ve Değerlendirme),
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, MÜSBE, İstanbul.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
187
Klasik Dönemde Osmanlı Devletinde Hâkim Adaylığı: Mülâzemet
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet AYKANAT
Pakalın, M. Z. (1983). Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Milli Eğitim
Basımevi, İstanbul.
Raşid, M. (1865/1282). Tarih-i Raşid, İstanbul.
RKR (Rumeli Kazaskeri Ruznamçeleri). 7, 61, 85, 134, 169, 172.
Şahinkaya, Y. (2010). İspanya’da Hâkim ve Savcıların Eğitimi, Türkiye Adalet
Akademisi Dergisi, Yıl.1, S.2.
Şentop, M. (2005). Osmanlı Yargı Sistemi ve Kazaskerlik, Klasik Yayınları,
İstanbul.
Türkiye Adalet Akademisi Kanunu, Resmi Gazete, 31.07.2013, Sayı:25185.
Uzunçarşılı, İ. H. (1988). Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara.
Yancı, Ü. (2017). Osmanlı İlmiye Teşkilatında Mülâzemet Yolları (RKR 97, RKR
107 ve RKR 134 Numaralı Mülâzemet Defterleri’ne Göre), I. Uluslararası
Türklerin Dünyası Sosyal Bilimler Sempozyumu, Antalya.
Yetim, H. (2009). 1217-1224 Tarihli Mülâzemet Defterleri ve Mülâzemet
Sistemi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, MÜSBE, İstanbul.
Yılmaz, E. (1996). Hukuk Sözlüğü, Yetkin Yayınları, Ankara.
3 Numaralı Mühimme Defteri. (1993). Yay. Haz. Nezihi Aykut vd, Devlet
Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara.
188
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda
Evlilik Birliğinin Boşanma ile Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende
Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İnce1
Geliş Tarihi: 03.11.2017
ÖZET
Aile ve toplum yapısının değişmesi,
kadın ve erkek eşitliğinin gerek yasalar
gerekse anayasalarda açıkça düzenlenmesi,
çocuk haklarının kabul edilmesi velâyet
kavramında
değişiklikler
yaratmıştır.
Ebeveynlerin çocuklarının üzerinde sadece
hakkı olmadığı; velâyetin ebeveynlere
aynı zamanda yükümlülükler de yüklediği
ve çocuğun üstün yararının ön planda
tutulması gerektiği kabul edilmektedir.
Toplumun en temel yapı taşı olan ailenin
eşitlik ilkesine dayandığı ve evlilik birliği
devam ettiği sürece eşlerin velâyeti ortak
kullanacağı gerek Türk hukukunda gerekse
pek çok ülke hukukunda düzenlenmiştir.
Son yıllarda özellikle boşanmanın velâyete
etkisi ve evlilik birliği içinde doğmamış
olan
çocukların
velâyetinin
ortak
kullanılıp kullanılmayacağı gibi hususlar
tartışılmaya başlanmıştır. Söz konusu
bu konu AİHM’ye kadar götürülmüş ve
birçok ülkede
boşanmanın velâyete
etkisiyle evlilik içinde doğmayan çocuğun
velâyeti hususunda düzenlemeler yapıldığı
görülmektedir. Türk hukukunda ise evlilik
birliğinin boşanma ile sona ermesi halinde
velâyetin ortak kullanılıp kullanılmayacağı
hususunda doktrinde tartışmalar olsa da
özellikle mahkeme kararlarında velâyet
hükümlerinin emredici olduğu ve evlilik
birliğinin boşanma ile sona ermesi halinde
birlikte velâyetin ve bu yöndeki yabancı
mahkeme kararlarının kamu düzeni
nedeniyle tanınmasının kabul edilmediği
görülmektedir.
1
Kabul Tarihi: 19.02.2018
Zusammenfassung
Änderungen in der Familie und in der
Gesellschaft, die in den Verfassungen und
in den Gesetzen ausdrücklich verankerte
Gleichberechtigung von Mann und Frau sowie
die Anerkennung von Kindesrecht haben
sich auch auf das Sorgerecht ausgewirkt.
Die Geschichte des Sorgerechts hat eine
Vielzahl von Normierungen durchlaufen, von
denen jede für sich genommen eine eigene
Grundsatzentscheidung bei der Gestaltung
des Eltern-Kind-Verhältnisses widerspiegelt.
Die gesetzliche “Gewalt“ wurde später
gesetzliche “Sorge“ genannt. Es wurde in
vielen Ländern anerkannt, dass die Familie
die Grundlage der Gesellschaft bildet und auf
der Gleichheit von Mann und Frau beruht.
Weiterhin wurde in vielen Ländern akzeptiert,
dass die Eltern in der Ausübung der elterlichen
Sorge während der Ehe gleichberechtigt sind.
Heutzutage werden viele Ehen geschieden
oder Paare leben zusammen, ohne eine formelle
Ehe einzugehen. Daher wird in vielen Ländern
die Beeinflussung des Sorgerechts durch
Scheidung-Trennung und in nichtehelichen
Lebensgemeinschaften diskutiert. Sorgerecht
bei nichtehelichem Leben und Scheidung
wurde sogar vor dem Europäischen
Gerichtshof für Menschenrechte diskutiert.
Marmara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Hukuk Bilimleri Anabilim Dalı Başkanı.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
189
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
Ancak Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin 2017
yılında birlikte velâyetin tanınmasına ilişkin
olarak vermiş olduğu karar, boşanmanın
velâyete olan etkisini ve velâyetin ortak
kullanılıp
kullanılmayacağı
hususunu
tekrar gündeme getirmiştir. Bu çalışmada
Almanya, İsviçre gibi ülkelerde boşanmanın
birlikte velâyete etkisi incelenerek konunun
Türk hukuku açısından nasıl olması gerektiği
ele alınacaktır.
Der
EGMR
betonte,
dass
die
Staaten bei Sorgerechtsregelungen und
Sorgerechtsentscheidungen Art. 8 und 14 der
Europäischen
Menschenrechtskonvention
berücksichtigen müssen. Es ist fraglich, ob in
der Türkei die Eltern gemeinsames Sorgerecht
nach der Scheidung ausüben können.
Schlüsselwörter:
Gemeinsames
Anahtar Kelimeler: Birlikte velâyet,
Boşanmanın velâyete etkisi, Karşılaştırmalı Sorgerecht, Gemeinsames Sorgerecht nach der
Scheidung, Vergleichendes Recht, Kindeswohl.
hukuk, Çocuğun üstün yararı.
I. Giriş
Velâyet, küçüklerin ve istisnai olarak da kısıtlıların bakımını, korunmasını
ve çeşitli yönlerden yetiştirilmesini sağlamak amacıyla onların şahıs ve
malvarlıkları üzerinde ana ve babanın sahip olduğu görev, yetki ve hakların
tümü olarak tanımlanmaktadır.2 Velâyet ebeveynlere sadece haklar tanımayıp
bir takım yükümlülükler de getirip3 kural olarak sadece anne ve babaya
tanınmıştır. 4Ama evlat edinme durumunda evlat edinen de bu hakka sahip
olur.5 Velâyet hakkı kişiye sıkı sıkıya bağlı haklardan olup devredilemezdir.6
Velâyet, aile hukuku ile ilgili olup velâyet konusunun toplumdaki gelişmelerden
bağımsız bir şekilde değerlendirilmesi mümkün değildir.7 Kadın ve erkeğin
toplumdaki rollerinin, çocuk ile ebeveyn arasındaki ilişkinin değişmesi, kadın
2
3
4
5
6
7
OĞUZMAN, Kemal/ DURAL, Mustafa: Aile Hukuku, Filiz Kitapevi, İstanbul, 1998, s. 272;
DURAL, Mustafa/ ÖĞÜZ, Tufan/ GÜMÜŞ, Mustafa Alper: Türk Özel Hukuku, C. III Aile
Hukuku, Filiz Kitapevi, İstanbul, 2013 s. 339 vd.; AKINTÜRK, Turgut: Türk Medeni Hukuku
Yeni Medeni Kanunu’na göre uyarlanmış Aile Hukuku, 8. Bası, Beta, İstanbul, 2003, s. 408;
KARACA, Hilal: Velâyetin Kapsamı ve Hükümleri, 1. Basım, Seçkin Yayınları, Ankara, 2015.
21 vd.; ÖZTAN, Bilge: Aile Hukuku, Turhan Kitabevi, Ankara, 2015, s. 1074; AKINTÜRK,
Turgut/ATEŞ, Derya: Aile Hukuku, 18. Basım, Beta Yayınları, İstanbul, 2013, s. 406;
SEROZAN, Rona: Çocuk Hukuku, 2. Basım, Vedat Kitapçılık, İstanbul, 2005, s. 250; YILDIRIM,
Abdulkerim: Türk Aile Hukuku, 1. Basım, Savaş Yayınevi, Ankara, 2014, s. 251; BAYGIN,
Cem: Soybağı Hukuku, 1. Basım, On İki Levha Yayınları, İstanbul, 2010, s. 259; GENÇCAN,
Ömer Uğur: ”Ortak velâyet”, İzmir Barosu Bülten 8 Mart 2017 Özel Sayısı, s. 24; ABİK, Yıldız:
“Türk Medeni Kanunundaki Hükümler ve Çocuk Hukukundaki Temel İlkeler Çerçevesinde
Velayette Çocuğun Yararı“ Prof. Dr. Şenel Akyol’a Armağan, Filiz Kitapevi, İstanbul, 2011, s.
13.
AKINTÜRK/ATEŞ, s. 406 vd.; AKINTÜRK, s. 408; DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 339 v; ABİK, s. 13.
ABİK, s. 27.
ABİK, s. 28; AKINTÜRK, s. 408 vd.; DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 340.
DURAL/ÖĞÜZ/ GÜMÜŞ, s. 341; ABİK, s. 28.
ABİK, s. 13; GEISER, Thomas: “Wann ist Alleinsorge anzuordnen und wie ist diese zu regeln?”
ZKE 2015, s. 227.
190
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
erkek eşitliğinin yasalarca ve anayasalarca kabulü velâyet hakkını etkileyen
son derece önemli gelişmelerdir.
Türk hukukunda 2002 yılında 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu yürürlüğe
girmiş olup genel gerekçelere göre bu kanunun cinsiyet eşitliğini sağlamak
için hazırlandığı görülmektedir.8 1982 Anayasası’nda yapılan değişikliklerle
kadın erkek eşitliği perçinlenmiş ve 5170 sayılı Kanun’la yapılan değişiklikle
Anayasa’nın 10. maddesinin ikinci fıkrasına “Kadınlar ve erkekler eşit haklara
sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçirilmesini sağlamakla yükümlüdür”
şeklinde bir eklemede bulunulmuştur.9 Yine aynı kanun ile Anayasa’nın 90.
maddesine son bir fıkra eklenmiştir.10 Bu fıkraya göre “Usulüne göre yürürlüğe
konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla
kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek
uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır”. Anayasa’nın
aileye ilişkin 41. maddesinin birinci fıkrası 4709 sayılı Kanun’la değiştirilmiş
olunup “ve eşler arasında eşitliğe dayanır” ibaresi eklenmiş, madde
gerekçesinde düzenlemenin kadın-erkek eşitliğini sağlamaya yönelik olduğu
ifade edilmiştir.11 Türk hukukunda evlilik birliği devam ederken TMK’nin 336.
maddesinin 1. fıkrasına göre anne ve baba velâyeti birlikte kullanacaktır.
Türk hukukunda evliliğin boşanma ile sona ermesi halinde velâyetin ortak
kullanımına ilişkin açık bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu konu Türk
hukukunda tartışmalı olup Yargıtay’ın 2017 yılında12 birlikte velâyetin
tanınmasına ilişkin vermiş olduğu kararla yeniden gündeme gelmiştir.
Bu çalışmanın amacı evlilik birliğinin boşanmayla sona ermesi halinde
birlikte velâyetin diğer ülkelerde nasıl düzenlendiğini ve tartışmalı konuların
ele alınması ile Türk hukukunda meydana çıkan tartışmalara ışık tutup,
8
9
10
11
12
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 21, Yasama Yılı: 3, Sıra S.: 723. Türk Medenî Kanunu’nun
genel gerekçesi için bkz. :https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d21/
c073/ tbmm21073011.pdf, s. 5.
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2004/05/20040522.htm#1; (erişim 25.06.2017)
Madde gerekçesi için bkz: “2003 Katılım Ortaklığı Belgesi’nde, Türkiye’nin taraf olduğu ilgili
uluslararası sözleşmeler doğrultusunda cinsiyete göre ayrım yapılmaksızın, tüm bireylerin
insan haklarından ve temel hürriyetlerden hukuken ve fiilen tam olarak yararlanmasının
teminat altına alınması beklentisi yer almaktadır. Öte yandan Avrupa Birliği Temel Haklar
Şartı’nın 20. maddesinde herkesin kanunlar önünde eşit olduğu vurgulanmıştır. Avrupa
Birliği Anayasa Taslağı’na ayrı bir bölümle ilave edilen Temel Haklar Şartı’nın “III. Eşitlik”
başlıklı Bölümünün 23 üncü maddesinde, “İstihdam, çalışma ve ücret de dâhil olmak üzere
her alanda, erkeklerle kadınlar arasında eşitlik sağlanacaktır.” denilmektedir. Maddenin
ikinci fıkrasında, yeterli ölçüde temsil edilemeyen cinsiyetin lehine belirli avantajlar sağlayan
önlemlerin sürdürülmesinin veya kabul edilmesinin eşitlik ilkesine aykırı olmayacağı
öngörülmektedir.
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2004/05/20040522.htm#1. (erişim 25.06.2017).
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2001/10/20011017m1.htm.( erişim 25.06.2017).
Yargıtay 2. HD E. 2016/15771 K. 2017/1737 T. 20.2.2017 www. Kazancı.com
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
191
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
hukukumuzda evlilik birliğinin boşanma ile sona ermesi durumunda birlikte
velâyetin mümkün olup olmadığını ve bu hususta nasıl bir yasal düzenlemenin
yapılabileceğini açıklamaktır. Birlikte velâyet hususuna girmeden önce velâyet
hakkının gelişimi üzerinde kısaca durmayı uygun görmekteyiz.
II. Tarihsel Olarak Velâyetin Gelişimi
Roma Hukuku’nda ataerkil bir yapı bulunmakta olup tüm aile bireyleri
aile babasının egemenliği altında bulunmaktaydı, bu anlamda bir yaş sınırı
da bulunmamaktaydı. Her ne kadar velâyet açık bir şekilde düzenlenmemiş
olsa da patria potestas (Väterliche Gewalt) olarak adlandırılan aile babasının
ev halkı (karısı çocuğu, torunu gibi) ve eşyalar (köleler de eşya olarak kabul
edilmektedir13) üzerinde sınırsız bir gücü (hâkimiyeti) bulunmaktaydı.14 Babanın
çocuk üzerindeki bu hakkı çocuğun ergin olmasıyla sona ermemekteydi.15
Babanın çocuk üzerindeki hakkı ancak baba ölünce, Roma vatandaşlığını
kaybedince veya çocuğu evlatlık verdiğinde sona ermekteydi.16 Kız çocukları
ise evlenmekle eşlerinin babalarının hâkimiyeti altına girmekteydiler.17
Bu anlamda velâyet hakkı, mülkiyet ve zilyetlikten daha farklı değildi.18
Babanın çocuklar üzerindeki hakkı son derece fazlaydı ve çocuklar başka
birinin egemenliği (pater familias’ın) altına girmedikçe baba bu hakkını
kullanmaktaydı.19 Bu hak çocuğunu satmak, öldürmek, evlendirmek ve
boşandırmayı da kapsayacak kadar genişti.20 Eğer baba çocuğu ülke dışına
satmışsa çocuk üzerindeki hâkimiyeti sona erer, buna karşılık çocuk artık özgür
13
14
15
16
17
18
19
20
WACKE, Andreas: “Elterliche Sorge im Wandel der Jahrtausende- zum Sorgerecht der
geschiedenen Mutter nach römischem Recht“, FamRZ 1980, s. 206; MATTHIESSEN,
Stephanie: Gemeinsame elterliche Sorge in scheidungssoziologischer Perspektive, Peter
lang, Frankfurt am Main, 2004, s. 31 vd.; CANTIENI, Linus: Gemeinsame elterliche Sorge
nach Scheidung: Eine empirische Untersuchung (Schriftenreihe zum Familienrecht, 1.
Auflage, Stämpfli Verlag, Bern, 2007, s. 70; HONSELL, Heinrich: Römisches Recht, 8. Auflage
Springer Verlag, Berlin Heidelberg, 2015, s. 182; HARKE, Jan Dirk: Römisches Recht, 2.
Auflage, C.H Beck, München 2016, s. 293.
WACKE, FamRZ 1980, s. 206; BELCHAUS, Günter: Elterliche Sorgerecht, Kommentar zum
Gesetz zur Neuregelung des Rechts der elterlichen Sorge, Otto Schmidt, Köln, 1980, s. 21;
MECKLING, Sarah: Die gemeinsame Trennungssorge, Duncker & Humblot, Berlin, 2009, s.
25; HONSELL, s. 182.
WACKE, FamRZ 1980, s. 206.
ZIMMER, Angelika: Das Sorge- und Umgangsrecht im Lichte der Kindschaftsrechtsreform,
Lit Verlag, Münster - Berlin, 2011, s. 56.
KASER, Max: Das Römische Privatrecht Erster Abschnitt, 2. Auflage, C.H Beck, München
1971, s .277; ZIMMER, s. 56.
ZIMMER, s. 56; MECKLING, s. 27.
KASER, s. 60.
BAKTIR ÇETİNER, Selma: Velâyet Hukuku, 1. Basım, Yetkin Yayınları, Ankara 2009, s. 25;
SERDAR, İlknur: “Birlikte Velâyet”, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt.
10, Sayı. 1, 2008, s. 156.
192
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
olmadığı için ülkeye geri dönemez ve vatandaşlık hakkını isteyemezdi.21 Her ne
kadar zamanla ev babasının haklarına bir takım sınırlamalar getirilmiş olunsa
da -örneğin babanın çocuğunu öldürme hakkının birçok açıdan kısıtlanmasıyine de çocuk üzerinde hak ve güç babaya aitti. 22
Kadın hukukta hak sahibi, başka bir deyişle hakların öznesi olarak
düzenlenmemişti. Hatta kadın aile babasının yani kocasının hâkimiyeti
altındaydı.23 Kadın üzerinde kocasının yine sınırsız hakkı vardı, örneğin
kadına ailesinden kalan miras kocasının malvarlığına eklenmekteydi.24 Bu
nedenle velâyet hakkının kadın tarafından kullanılması gerek evlilik birliği
devam ederken gerekse boşanmayla mümkün değildi.25 Boşanma halinde
uygulamada buluğ yaşına kadar (pubertas) çocukların anneye bırakılması
ve annenin çocuğun bakımıyla ilgilenmesi çocuk üzerinde egemenlik hakkı
olduğu ve velâyetin anneye geçtiği anlamına gelmemekteydi.26 Velâyet yine
babada kalmaktaydı. Antik Roma’da boşanma için kusur şartı aranmamakta
olup evlilik tarafların karşılıklı anlaşmasıyla son bulmaktaydı; bu nedenle Roma
hukukunda boşanan eşin kusurlu olup olmaması velâyet hakkını etkileyen bir
durum değildi.27 Kocası ölmüş bir kadının çocuğunu yetiştirme ve onu eğitme
hakkına sahip olabilmesi için evlenmemiş olması ve toplumda saygın bir
yaşama sahip olması gerekmekteydi.28
Zamanla velâyet kurumu/kavramı değişerek çocukla ebeveyn arasında
koruma ve güven ilişkisine dönüşmüştür.29 Cermen hukukunda ise babanın
çocuk üzerinde munt hakkı olup30 bu Roma hukukuna kıyasen daha çok
çocuğun yararına olan bir kurumdu. Burada eş ve çocuk, babanın hâkimiyeti
altında olsalar da babanın bunlar üzerinde bir mülkiyet hakkı yoktu; anne ve
çocuklar özgürlerdi.31 Babanın aynı zamanda çocuğu koruma, kayırma ve dışa
karşı temsil etme gibi yükümlülüklerinin olduğunu söylemek mümkündür.32
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
WACKE, FamRZ 1980, s. 206.
KASER, s. 50 vd; HONSELL, s. 182.
MATTHIESSEN, s. 32.
BÜRGE, Alfons: Römisches Privatrecht, Rechtsdenken und gesellschaftliche Verankerung,
WBG (Wissenschaftliche Buchgesellschaft), Darmstadt, 1999, s. 167.
MECKLING, s. 25.
MATTHIESSEN, s. 32.
MATTHIESSEN, s. 32. Özellikle Hristiyanlığın kabul edilmesi ile ailenin sona erdirilemeyeceği
ve kutsallığı kabul edilmiş olunup kusur prensibi boşanmada önemli hale gelmiştir. Hatta
günümüzde bazı ülkelerde artık boşanmada kusur prensibi aranmamaktadır.
MATTHIESSEN, s. 33.
ABİK, s. 12; MECKLING, s. 29; MATTHIESSEN, s. 33.
PLANITZ, Hans: Germanische Rechtsgeschichte, Verlag Franz Vahlen, 2. Auflage, Berlin,
1941, s. 27; ZIMMER, s. 57; CANTIENI, s. 75.
PLANITZ, s. 27.
SERDAR, s. 156.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
193
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
İslam hukukunda ise babanın çocuk üzerinde velâyet hakkı varken; annenin
ancak belirli koşulların gerçekleşmesiyle vasi olma imkânı vardı. Buna göre;
hür, mümeyyiz, reşit ve itimada layık olup haysiyetli bir yaşam süren bir anne
ancak babanın velâyeti kullanamadığı durumlarda vasi olarak atanabilmekteydi
ve anne bu koşulları taşımıyorsa başka biri vasi olarak atanırdı.33
Zamanla aile yapıları değişmiş, aile kabilelerden ziyade eş ve çocuklardan
oluşan bir yapıya dönüşmüştür.34 18. yüzyılda tarımdan sanayiye geçilmesi
aile yapılarının değişmesinde önemli bir rol oynamıştır.35 Tarım toplumlarında
iş ve ikametgâh yerleri birbirine yakın olup aileler daha kalabalıkken;
sanayileşmeyle birlikte küçülüp zamanla ebeveyn ile çocuk arasındaki
ilişki kanunlarda düzenlenmeye başlamıştır.36 Başlangıçta velâyet hakkı
Roma hukuku örneğine uygun bir şekilde toplum yapılarının ataerkil olması
nedeniyle babaya tanınmaktaydı ve babanın çocuğu yetiştirmesi, kişisel ve
malvarlığı konularında karar alması olarak tanımlanmaktaydı.37 Boşanmayla
birlikte genelde yine velâyet babaya bırakılmaktaydı.38
Yukarıda belirtiğimiz gibi çocuk başta egemenlik altındaki bir nesne (eşya)
gibi değerlendirilmekteyken, toplum yapısında meydana gelen değişiklikler
çocuğun artık babanın malı olmadığı ve korunması gereken bir kişiliğinin
olduğu kabul görmeye başlamıştır.39 Kadın haklarının dışında; çocuk hakları
konusunda da gelişmeler yaşanmış ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Cenevre’de Milletler Cemiyeti çocuk ticaretini önlemek, çocuk haklarını daha
fazla korumak için uluslararası bir konferans düzenlemiş ve bunun sonunda
1924 tarihli Çocuk Hakları Bildirgesi ilan edilmiştir.40 İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra insan hakları söylemlerinin artması, anayasa mahkemelerinin kurulması
gibi gelişmelerle birlikte çocukların işgücü olarak kullanılmasının engellenmesi,
cinsel sömürülerinin önüne geçilmesi için 1924 tarihli Çocuk Bildirgesi’ni de
temel alan BM Çocuk Hakları Bildirgesi 1959 yılında yayımlanmıştır ve daha
sonra bu bildirgeler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne dönüştürülmüştür.41
Çocuk haklarında meydana gelen ilerlemeler, ailelerin küçülmesi, ailedeki
rollerin değişmesi, kadınların ev hayatının yanı sıra iş hayatında aktif rol
33
34
35
36
37
38
39
40
41
SERDAR, s. 157.
PLANITZ, Hans/ECKHARDT, Karl August: Deutsche Rechtsgeschichte, Böhlau Verlag, 4.
Auflage, Graz/Köln/Wien 1991, s. 106 vd.
MATTHIESSEN, s. 33.
ZIMMER, s. 11.
ZIMMER, s. 11.
KOSTKA, Kerima: “Elterliche Sorge und Umgang bei Trennung und Scheidung - unter
besonderer Berücksichtigung der Perspektive des Kindes”, FPR 2005, s. 89.
ABİK, s. 13.
SERDAR, s. 159.
SERDAR, s. 158.
194
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
oynamaya başlaması, feminist hareketler nedeniyle kadının toplum içindeki
rolünün değişmesi zamanla en azından evlilik birliği içerisinde velâyette hem
anne hem babanın eşit söz hakkına sahip olmasını sağlamıştır.42 Ancak bu
velâyete ilişkin tüm konularda sorunların giderildiği anlamına gelmemektedir.
Evlilik birliğinin sona ermesi durumunda ebeveynlerin velâyeti ortak kullanıp
kullanmayacağı hala tartışmalıdır.
III. Birlikte Velâyet Kavramı Ve Boşanmadan Sonra Birlikte Velâyet
Velâyette çocuğun bağımsız, sorumluluklarının bilincinde bir insan olarak
yetişmesini sağlamak asıl amaç olup velâyet, anne ve babaya çocuğun bakımı
ve eğitimi, malvarlığının yönetimi, çocuğu kanunen temsili ve çocuğun
menfaatlerinin korunması gibi hak ve yükümlülükler yüklemektedir.43 Buna göre
ebeveynlerin çocuğa isim koymaları, çocuğun yerleşim yerini belirlemeleri ve
çocuğa eğitim vermeleri (genel eğitim yanında mesleki ve dini eğitim verilmesi)
velâyet hakkının çocuğun medeni duruma ilişkin ebeveynlere yüklenmiş
olduğu hak ve görevleridir.44 Bu hak ve görevlerin sınırını da çocuğun menfaati
ve katılım hakkı çizer.45 Yine hak ehliyetine sahip olan çocuğun edinmiş olduğu
malvarlığı varsa bu malvarlığını koruma, yönetme yetki ve göreviyle; bunları
kullanma hakkı velâyet hakkına sahip olan kişiye aittir.46 Birlikte velâyet;
çocuk üzerindeki velâyet hakkına ana babanın müşterek ve eşit bir şekilde
sahip olmasıdır. Velâyetin birlikte kullanılması anne ve babanın, çocuğun
bakım, eğitim ve öğretimini birlikte yönetecekleri anlamına gelmektedir.47
Anne ve baba velâyet hakkı kapsamına giren konularda birbirine danışıp
birlikte karar vereceklerdir ve velâyet hakkının sağladığı hak ve yükümlülükler
bölünmeyecektir. Örneğin; çocuğun kişisel işlemleri ile bir tarafın; malvarlığı
ile ilgili işlemlerde diğer tarafın söz hakkı sahibi olması mümkün değildir.
Velâyetin anne veya babadan sadece birine bırakıldığı durumlarda tek taraf
velâyet hakkına sahip olup velâyetin verdiği hak ve yükümlülükleri kullanan
taraf diğerine danışmak zorunda değildir.48
Evlilik birliği devam ederken eşlerin velâyeti birlikte kullanmaları son
derece yaygınken evlilik birliğinin boşanmayla sona erdiği hallerde birlikte
velâyetin devam etmesi hususunda pek çok ülkede özellikle son yıllarda yasal
42
43
44
45
46
47
48
Bu hususta detaylı bilgi için bkz. MATTHIESSEN, s. 112-156; MÜLLER, Karen: Die elterliche
Sorge im international-privatrechtlichen Kontext aus konsularrechtlicher Sicht, Verlag
Ernst und Werner Gieseking, Bielefeld, 2016, s. 3 vd.
ABİK, s. 36.
ABİK, s. 29, 37; DURAL/ÖĞÜZ/GÜMÜŞ, s. 343 vd.
ABİK, s. 37.
ABİK, s. 46.
ABİK, s. 29; SERDAR, s. 162.
SERDAR, s. 162.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
195
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
düzenlemeler yapılmıştır.49 Boşanma sayılarında meydana gelen artış bu
konunun önemini âdete gözler önüne sermektedir.50
Öncelikle evlilik birliğinin boşanma ile sona erdiği hallerde birlikte velâyetin
olmaması gerektiğini savunanlar olduğu gibi, boşanmadan sonra birlikte
velâyetin varlığının son derece önemli olduğunu, bu nedenle bunun kabul
edilmesi ve yasalarda düzenlenmesi gerektiğini savunanlar vardır.
1. Evlilik Birliğinin Boşanma ile Sona Ermesi Durumunda Birlikte Velâyeti
Olumsuz Bulan Görüşler
Birlikte velâyet sadece hukuksal açıdan değil; sosyolojik ve psikolojik
açıdan ele alınarak değerlendirilmiş, evlilik birliğinin boşanma ile sona
ermesi durumunda bunun çocuk açısından ne gibi zarar ve faydasının olacağı
tartışılmıştır.51 Evlilik birliğinin boşanma ile sona ermesi halinde birlikte
velâyete ilişkin getirilen eleştiriler şu şekilde açıklanmaktadır: Bağımlılık
teorisine göre52 çocuk, ihtiyaçlarının giderilmesi için bir kişiye ihtiyaç duyar,
genelde çocuklar doğuştan bir tarafa bağlıdırlar ve bu daha sonra da bu
şekilde devam eder. Bu bağımlılık aynı zamanda insanoğlunun sürekliliğini ve
gelişimini sağlar. Çocuk kimin velâyet hakkına tabi olduğunu bilmelidir. Bu,
çocuğun gelişimi için çok önemlidir.53 Dolayısıyla evlilik birliğinin boşanma ile
sona ermesinde çocuğun velâyetinin her iki tarafa verilmesi çocuğun zararına
olacaktır.54 Çünkü çocuk ayrı yaşamdan dolayı her iki tarafa aynı davranmak
istese de bunu başaramayacaktır55. Her zaman neden ailesinin eskisi gibi
birlikte olmadığını sorgulayacaktır.56
49
50
51
52
53
54
55
56
WALPER, Sabina: “Arrangements elterlicher Fürsorge nach der Trennung und Scheidung: Das
Wechsel Modell im Licht neuer Daten aus Deutschland“, 21. Deutscher Familiengerichtstag
vom 21. Bis 24. Oktober 2015 in Brühl, Gieseking Verlag, Bielefeld, 2016, s.101. Boşanma
istatiskleri için bkz. s. 100; MATTHIESSEN, s. 49.
GRÜNDEL, Matthias: Gemeinsames Sorgerecht, Lambertus Verlag, Born, 1995, s. 19.
MATTHIESSEN, s. 54.
DITTMANN, Karl: “Sonderfragen zur Regelungen elterliche Gewalt während und nach der
Ehescheidung unter Berücksichtigung des neuen Ehescheidungsrechts“, ZBIJugR 1977,
s. 191; KLUßMANN; Rudolf W.: “Der Verfassungsgemäße Ausschluss des gemeinsamen
Sorgerechts geschiedener Eltern (§ 1671 Abs.4 S.1)“, FamRZ 1982, s. 122; LEMPP, Reinhard:
"Die Bindung des Kindes und ihre Bedeutung für das Wohl des Kindes gem. - § 1671
BGB", FAMRZ 1984, s. 742; KALTENBORN, Karl-Franz: “Das Personalen Beziehungen des
Scheidungskindes als sorgerechtsrelevantes Entscheidungskriterium“, FamRZ 1987, s. 999.
KLUßMANN, FamRZ 1982, s. 120.
KALTENBORN, FamRZ 1987, s. 999; KLUßMANN; FamRZ 1982, s. 120.
BALLOFF, Rainer/WALTER, Eginhard: “Gemeinsame elterliche Sorge als Regelfall? Einige
theoretische und empirische Grundannahmen" FamRZ 1990, s. 452; KLUßMANN; FamRZ
1982, s. 121.
BALLOF/WALTER, FamRZ 1990, s. 447; KLUßMANN; FamRZ 1982, s. 121.
196
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
Zıtlaşan yetiştirme metodunun da çocuk için bir başka sorun teşkil ettiği ileri
sürülmektedir. Tarafların uyuşmazlıkları ve problemleri nedeniyle evliliklerini
sona erdirirken; bunların çocuk yetiştirme hususunda anlaşmalarının çok zor ve
sorunlu olduğu kabul edilmektedir.57 Bu görüşe göre çocuk ebeveyn elinde bir
o yana bir bu yana çekilip58 az ya da çok farklı yaşamları, hedefleri olan iki taraf
arasında kalacaktır; bu da negatif olarak çocuğun uyum yeteneğini etkileyecek
ve çocuğun başka bir takım zorluklarla baş etmesinde sıkıntı yaratacaktır.
Zaten sorunlu olan çiftlerin boşandıktan sonra velâyeti birlikte kullanmalarının
sorunsuz olacağını, çocuğun yararına harekette bulunacaklarını beklemenin
mümkün ve doğru olmayacağı belirtilmiştir.59
Birlikte velâyete yöneltilen bir diğer eleştiri ise eşlerin birlikte
yaşamamalarıdır. Buna göre zaten sorunlu olan çiftler zamanla çocuğa
olan ilgilerini kaybedeceklerdir; ayrıca eşler artık boşandıkları ve aynı evde
yaşamadıkları için burada tam anlamıyla bir aileden bahsetmek mümkün
olmayacaktır.60 Çocukla yaşamayan tarafın ya da çocukla daha az ilişki
içerisinde olan tarafın çocuk hakkında daha az bilgiye sahip olacağı ve bunun
beraberinde sıkıntılar getireceği savunulmuştur.61
Başka bir eleştiri ise boşanan çiftlerin yeni birlikteliklerinin/evliliklerinin
olmasıdır. Her iki tarafın yeni bir eşinin veya partnerinin olması durumunda
birlikte velâyetin sorunlara yol açacağı, çocuğa zarar vereceği belirtilmiştir.62
Çünkü birlikte velâyet nedeniyle tarafların eski eşleriyle birbirlerini görmesi
gerektiği belirtilmiştir. Çocuğun yetiştirilmesinde artık sırf anne ve baba değil,
yeni eşlerin/yeni partnerlerin de ister istemez işin içine gireceği ve ikili bir
ilişkinin dışında üçüncü kişilerin de çocuğun hayatına müdahalede ve etkide
bulunacağı bir durumun ortaya çıkacağı, muhatap alınacak kişilerin çocuk
açısından her seferinde değişeceği belirtilmiştir.63
Boşanmadan sonra birlikte velâyetin anayasalarda aileyi koruma altına alan
maddeleri etkisizleştireceği ileri sürülmektedir.64 Bu görüşe, göre aile toplumun
en önemli çekirdeği olup anne ve babadan oluşmaktadır. Evli olmayan çiftlere
57
58
59
60
61
62
63
64
LUTHIN, Horst: Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung, Gieseking Verlag, Bielefeld,
1987, s. 56.
DITTMANN, ZBIjugR 1977, s. 191.
DITTMANN, ZBIjugR 1977, s. 191; LUTHIN, s. 56.
KLUßMANN; FamRZ 1982, s. 120.
WALPER, s. 106.
LUTHIN, s. 55; MICHALSKI, LUTZ: “Gemeinsames Sorgerecht geschiedener Eltern“, FamRZ
1992, s. 131; WALPER, s. 103, 106.
MICHALSKI, FamRZ 1992, s. 130 vd.
HOLZHAUER, Heinz: “Verwandtschaftliches Elternstellung verfassungsmäßiges
Elternrecht und elterliche Sorge“, FamRZ 1982, s. 116; BRUNS, Rudolf: “Elterlichen Sorge.
Klarstellungen“, FamRZ 1979, s. 279 vd. Devletin çocuğu ebeveyn insiyatifine bırakmaması
gerektiğine dair düşünceleri için s. 281.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
197
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
ya da boşanmadan sonrada ebeveynlere, velâyeti birlikte kullanma hakkı
verilecekse bu durumda taraflar aile kurmak istemeyeceklerdir ve bu durum
uzun vadede aile kurumunu olumsuz etkileyecektir.65
2. Evlilik Birliğinin Sona Ermesi Durumunda Birlikte Velâyeti Olumlu
Bulan Görüşler
Birlikte velâyete ilişkin doktrinde ileri sürülmüş olumlu görüşler de
bulunmaktadır. Bağımlılık teorisine göre çocuğun sadece bir tarafa bağlı olması
eleştirilmiştir. Buna göre önemli olan, çocuğun bir tarafı muhatap alması değil;
taraflardan birinin dışlanmaması ve çocuğun her iki tarafla da ilişki içinde
olmasıdır.66 Velâyetin ana babadan birine bırakılması, çocuğun boşanmayla
ebeveynlerden birini seçmek zorunda bırakılması anlamına gelmektedir.67
Oysaki çocuğun gelişimi ve geleceği düşünülerek sürekli birlikte olunmasa
da iki tarafla ilişki içinde olması gerekir. Bu görüş taraftarlarına göre, birlikte
velâyet olması durumunda çocuğun bağlılık duygusunun gelişmeyeceğini ileri
sürmek doğru değildir. Çünkü zaten birlikte velâyet olmasaydı bile çocuk diğer
tarafla kişisel ilişki kuracaktı ve aynı sıkıntılar bu kişisel ilişkinin kurulmasıyla
da ortaya çıkabilecekti. Çocuğun, boşanmanın acısını her iki tarafla olan ortak
ilişkiyle daha kolay bir şekilde atlatacağı ve ailesinin sona ermediğini sadece
bir takım değişiklikler geçirdiğini daha kolay anlayacağı belirtilmiştir. Birlikte
velâyeti olumlu bulanlara göre eşler birbirinden ayrılırlar; ama anne ve baba
olmaktan kurtulamazlar.68 Eşlerin başka biriyle yaşaması, evlenmesinden
dolayı birlikte velâyetin ortadan kaldırılması mantıklı bulunmamıştır.69 Çocuğun
ilişkisine üçüncü kişilerin müdahale edeceği tehlikesinin sadece birlikte
velâyette ortaya çıkacak olumsuz bir durum olmadığı, velâyetin tek bir tarafa
bırakılması halinde de bu tarafın başka biriyle yaşayıp, evlenebileceği o halde
bu durumun birlikte velâyetten çok daha farklı ve iyi olacağını savunmanın
kabul edilemeyeceği belirtilmiştir. Aslında birlikte velâyetin çocuğun sığınacağı
bir başka limanının olduğunu bilmesi ve kendini daha güvende hissetmesini
sağlayacağı savunulmaktadır. Çünkü çocuk her iki tarafı da kaybetmemiştir ve
bir tarafın onun sorunlarını çözemediği, ona yardımcı olamadığı durumlarda
65
66
67
68
69
HOLZHAUER, FamRZ 1982, s. 116; BRUNS, FamRZ 1979, s. 279.
MICHALSKI, FamRZ 1992, s. 132 vd.
Daha çok babanın olmaması ve annenin tek kalması anlamına da geliyor. Bu husustaki
verilere göre boşanan çiftlerin çocuklarının % 30 ile % 60 varan oranları babalarıyla sadece
yılda bir kez görüşmekte. Detaylı bilgi için CANTIENI, s. 55; FEHMEL, Hans-Werner: “Ist das
Verbot des gemeinsamen elterlichen Sorgerechts nach der Scheidung (§ 1671 Abs. IV. S. 1
BGB) verfassungswidrig?“, FamRZ 1980, s. 760.
MECKLING, s. 611; KALTENBORN, Karl-Franz: “Das Gemeinsame Sorgerecht nach der
Scheidung im Spiegel ausländischer Erfahrungen“, FamRZ 1983, s. 971.
MATTHIESEN, s. 58; ELL, Ernst: “Wie ist das mit der “Hauptbezugsperson“?“, ZBIJugR 1982,
s. 82.
198
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
diğer tarafın yanında olacağını bilecektir.70
Birlikte velâyettin çocukta bağımlılık ve süreklilik problemini doğuracağı
eleştirileri de ortak velâyeti olumlu bulanlarca kabul edilmemiştir.71 Çocukla
kişisel ilişki kurulması durumunda bir tarafın -özellikle velâyet kendisine
verilmeyen - nafaka yükümlülüğünden kaçacağı; yine velâyet kendisine verilen
ama nafaka alamayan tarafın, -çoğunlukla annenin- çalışmak zorunda kalacağı
ve böylelikle günün sonunda çocuğun aslında iki taraftan tam olarak beklediği
sevgi ve ilgiyi göremeyeceği savunulmaktadır.72 Her iki tarafın çocukla daha
fazla ilişki kuracağı velâyetin birlikte kullanılması durumunda, etik olarak her
iki tarafın çocuğun gelişimi için daha fazla ekonomik yükümlülük altına girmeyi
kabul edeceği ve bu durumun çocuk için olumlu olacağı belirtilmiştir.73
Yine birlikte velâyetin ailenin amacı olan güvenli, mutlu, sorumluluğu
olan birey yetiştirmeye daha fazla hizmet ettiği savunulmuştur.74 Tek taraflı
velâyetle kişisel gelişimin olumsuz etkileneceği belirtilmiştir. Bu görüş
taraftarlarına göre, bilimsel çalışmalar özellikle 12 yaş altındaki çocuklar için
sürekli, sağlıklı bir ilişkinin önemli olduğunu ancak bunun illa da tek bir tarafla
kurulmasının gerekmediğini göstermektedir.75 O halde birlikte velâyette
her iki tarafın farklı yeteneklerinin olması, çocuğa yardımcı olmaya hazır
olmaları, eğitimin, sevginin ve güven duygusunun her iki taraftan çocuğa
verilmesi; çocuğun gelişimi için son derece önemlidir. Çocuğun tek bir kişinin
inisiyatifinde olmamasının önemli olduğu ve çocuğun bir tarafa bağlı olması
yerine birden fazla kişi ile güven duygusu içinde olmasının kişisel gelişimini
pozitif yönde etkileyeceği kabul edilmiştir.76 Boşanmadan sonra birlikte
velâyetin olması durumunda tarafların kaybetme, suçluluk duyguları ortadan
kalkacağı için çocuğu artık bir araç olarak kullanmayacakları ve eşler arasındaki
çatışmanın zamanla azalacağı belirtilmektedir.77 İnsanın doğası gereği
70
71
72
73
74
75
76
77
MATTHIESEN, s. 65; MARINOPOULOS, Alisko: Entscheidungsrecht bei gemeinsamer
elterlicher Sorge getrennt lebender Ehegatten in Deutschland und Australien, Peter lang,
Frankfurt am Main, 2003, s. 24; OLLMANN, Rainer: ”Das gemeinsame Sorgerecht nach der
Scheidung und das KJHG” FamRZ 1993, s. 871.
OELKERS, Harald/KARSTEN, Hartwig: “Zehn Jahre gemeinsame Sorge nach der Scheidung“,
FamRZ 1993, s. 19; KALTENBORN, FamRZ 1983, s. 971.
KROPHOLLER; Jan: “Gemeinsame elterliche Sorge nach der Ehescheidung im deutschen
und im ausländischen Recht“, JR 1984, s. 97; WALPER, s. 102; OELKERS/KARSTEN, FamRZ
1993, s. 19.
MICHALSKI, FamRZ 1992, s. 131; OELKERS/KARSTEN, FamRZ 1993, s. 19; MARINOPOULOS,
s. 26 vd.
MARINOPOULOS, s. 24.
FEHMEL, FamRZ 1980, s.760 vd.; LEMPP, Reinhard: “Die Bindung des Kindes und ihre
Bedeutung für das Wohl des Kindes gemäß § 1671 BGB“, FamRZ 1984, s. 742 vs.
MARINOPOULOS, s. 24.
COESTER, Micheal: “Neue Aspekte zur gemeinsamen elterlichen Verantwortung nach der
Trennung und Scheidung“, FuR 1991, s. 72; JOPT, Uwe-Jörg: “Nacheheliche Elternschaft
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
199
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
sosyolojik, psikolojik ve ekonomik bir bütünlük içinde olmak zorunda olduğu
ve çocuğun ebeveynleriyle ancak bir bütün olduğu bunun da boşanma halinde
ancak birlikte velâyet ile sağlanabileceği savunulmaktadır. Velâyetin tek tarafa
bırakılması halinde velâyetin kendisine verilmeyen tarafın çocukla belirli
aralıklarla buluşmasının (kişisel ilişki hakkı) bu olumsuzlukları gideremeyeceği
ileri sürülmüştür.78
Bu görüşü savunanlara göre, eşlerin boşanmış olması demek ebeveynlerin
sürekli olarak çocuk için çatışacağı anlamına gelmemektedir; yine boşanma
oranlarına bakıldığında çoğunlukla çiftlerin çocuk nedeniyle ayrılmadığı
görülmektedir.79 Ayrıca birlikte velâyet olması durumunda boşanan çiftlerin
zamanla duygularını kontrol altına aldıkları; kinlerini, öfkelerini törpüledikleri
ve artık çocuğu birbirlerine karşı kullanmayarak çocuğun menfaatini birlikte
korudukları gözlemlenmektedir.80
Boşanma halinde birlikte velâyetin devam ettirilmesi gerektiğini
savunanlara göre; eşlerin farklı yetiştirme biçimi, yaşam tarzının da her zaman
çocuğun aleyhine olduğunu kabul etmek doğru değildir. Çocuk farklılıklardan
beslenebilir, kendini geliştirebilir ve her iki tarafla bağlantısı ne kadar iyi
olursa boşanmanın etkilerini, boşanmanın travmasını üzerinden o kadar
kolay atar.81 Cinsiyetler arasında farklılıklar olup çocuğun hem anneye hem
de babaya ihtiyacı vardır. Düşünce farklılığı, çocuğa zenginlik katan bir olgudur
ve bu nedenle yetiştirme metodundaki farklılıklar gerekçe gösterilerek birlikte
velâyet ortadan kaldırılmamalıdır.82
IV. Karşılaştırmalı Hukukta Evlilik Birliğinin Boşanma ile Sona Ermesi
Halinde Birlikte Velâyet
Evlilik birliğinin boşanma ile sona ermesi durumunda velâyet konusu
sadece ulusal sınırlar içerisinde kalınarak çözülebilecek bir sorun değildir;
hukuki sorunlara özellikle çocukları ilgilendiren sorunlara daha geniş bir
perspektiften bakılarak, değişik ülkelerdeki gelişmeler dikkate alınarak çözüm
modellerinin getirilmesi son derece önemlidir. Günümüzde farklı milliyetten
insanların evlenmesi, farklı ülkelerde yaşaması sıklıkla görülmektedir. Türk
hukukunda velâyete ilişkin yapılacak değişikliklerden daha iyi sonuç alabilmek
78
79
80
81
82
und Kinderwohl –Plädoyer für das gemeinsame Sorgerecht als anzustrebender Regelfall“,
FamRZ 1987, s. 884; OELKERS/KARSTEN, FamRZ 1993, s. 19; LUTHIN, s. 49.
WALPER, s. 102.
LEMPP, FamRZ 1984, s. 743; BALLOFF/WALTER, FamRZ 1990, s. 448 ve 450; DIECKMEIS,
Franz: “Die gemeinsame Sorge- engagiertes Plädoyer. Die Bewältigung der Scheidungskrise,
Hilfe durch Gerichte und Jugendämter?“, ZBIJugR 1989, s. 58.
DIECKMEIS, ZBIJugR 1989, s. 58.
OELKERS/KARSTEN, FamRZ 1993, s. 19.
JOPT, FamRZ 1987, s. 879
200
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
için öncelikle birkaç ülkedeki durumun incelenmesinin faydalı olacağı
kanaatindeyiz.
Özellikle son yıllarda eşitlik ilkesi, çocuğun üstün yararı gibi konuların sıklıkla
gündeme gelmesi, ebeveynlerin çocuğu daha çok düşündükleri ve onların
bu konuda korunması gereken otonomi/özgürlüklerinin olduğunun kabulü,
birlikte velâyetin yukarıda saydığımız olumlu yanlarının dikkate alınması
nedeniyle boşanmadan sonra birçok ülkede düzenlendiği görülmektedir.83
Ancak bu ülkelerde birlikte velâyetin boşanma ile birlikte kendiliğinden mi
devam edeceği, yoksa ebeveynlerin bu hususta aktif davranışlarda bulunması
-örneğin dilekçe vermesi- gerekip gerekmediği ve birlikte velâyete karar
verilen durumlarda eşlerin bunu nasıl kullanacağı, tarafların tüm işlerde mi
yoksa belirli işlerde mi ortak karar alacağının incelenmesi gerekmektedir; zira
taraflar artık aynı evde yaşamamaktadırlar.
1. Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Halinde Birlikte Velâyeti
Düzenleyen Ülkeler
Boşanmadan sonra birlikte velâyet Almanya, Avusturya, Belçika, İngiltere,
Fransa, Rusya, İspanya, Norveç, Portekiz, İtalya ve İsviçre gibi pek çok ülkede
kabul edilmektedir.84 Bu düzenlemelerin temelinde eşlerin ayrılsalar bile anne
ve baba kalmaya devam edeceği ve çocukla ilgilenmelerini sürdürecekleri,
dolayısıyla bunun çocuğun yararına olacağı kabulü yatmaktadır. Ancak
birlikte velâyeti kabul eden her ülkede birlikte velâyet kanun uyarınca devam
etmemekte olup bazı ülkelerde birlikte velâyeti isteyen ebeveynlerin bu
hususta mahkemeden bir talepte bulunması gerekmektedir.85
Birlikte velâyetin boşanmadan sonra kanun uyarınca devam ettiği hallerde
boşanmanın velâyet hakkı üzerinde hiçbir etkisi bulunmamaktadır. Bu modele
göre eşler boşansalar dahi evlilik birliği devam ederken sahip oldukları birlikte
velâyeti kullanmaya devam edeceklerdir. Anne ve babanın birlikte velâyeti
kullanabilmeleri için ayrıca bir dilekçe vermelerine gerek yoktur. Bu modelde
eğer eşler birlikte velâyeti kullanmak istemiyorlarsa velâyetin bir tarafa
verilmesi için talepte bulunmaları gerekir. Mahkeme ancak birlikte velâyetin
çocuğun menfaatine açıkça aykırı olduğu durumlarda veya tarafların birlikte
velâyetin sona erdirilmesini istemeleri hususunda dilekçelerinin olmasıyla
müdahale eder.86
Bu modele verilecek en iyi örnek Alman hukukudur. Alma hukukunda
evlilik birliğinin boşanma ile sona ermesi halinde velâyet tek bir tarafa
83
84
85
86
HAMMER, FamRZ 2005, s. 1210.
CANTIENI, s. 119.
CANTIENI, s. 123 vd.
HAMMER, FamRZ 2005, s. 1211.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
201
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
verilmekteydi.87 1980’li yılların başlarında birçok ebeveyn Federal Alman
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunup boşanma halinde
velâyetin birlikte kullanılmasına olanak vermeyen 1671. maddenin 4.
fıkrasının (eski versiyonunu) anayasada korunma altına alınan temel haklarına
aykırılık teşkil ettiğini ileri sürmüşlerdir. Federal Alman Anayasa Mahkemesi
03.11.1982 yılında vermiş olduğu kararda evlilik birliğinin boşanmayla sona
ermesi halinde birlikte velâyet hakkını taraflara tanımayan madde 1671
fıkra 4’ü Anayasa’ya aykırı bulmuştur.88 Mahkemeye göre Federal Alman
Anayasası’nın aileyi ve ebeveynlerin özgürlüğünü89 koruyan 6. maddesi
ışığında, ebeveynlere birlikte velâyeti kullanma hakkı tanınmalıdır.90 Bu kararın
ardından mahkemeler ebeveynlerin isteği, birlikte çalışabilme yeteneğinin
bulunmaları halinde ve bunun çocuğun yararına uygun olması şartıyla birlikte
velâyete karar vermiştir.91 Ancak evlilik birliğinin boşanma ile sona ermesi
halinde birlikte velâyet koşulların net olmaması mahkemelerin bu hususta daha
çekingen davranmasına sebebiyet vermiştir. Birlikte velâyet Alman hukukunda
Çocuk Hakları Reformu Kanunu ve Federal Alman Anayasa Mahkemesi’nin
ebeveynlere daha fazla hak veren kararının ardından kabul edilmiş olunup
Alman Medeni Kanunu’nun 1671. maddesinde düzenlenmiştir.92 Bu maddeye
göre ayrılık veya boşanma halinde birlikte velâyet devam etmekte olup ancak
taraflardan birinin talebiyle sona erebilir. Ebeveynlerden birinin vermiş olduğu
bu dilekçe ancak çocuğun yararına93 uyarsa mahkemece kabul edilir ama 14
yaşını dolduran çocuk velâyetin tek bir tarafa verilmesine itiraz edebilir.94
Alman hukukunda boşanmak isteyen çiftler, Alman Medeni Usul Kanunu’nun
622. maddesinin 2. fıkrası uyarınca verecekleri dilekçede ergin olmayan
çocukları varsa bu hususu da belirtmelidirler. Böylelikle boşanma dilekçesini
alan Aile Mahkemesi durumu Sosyal Hizmetler Kurumu’na bildirerek bu
87
88
89
90
91
92
93
94
SCHLÜTER, Wilfred: BGB-Familienrecht, 13. Auflage, C.F Müller Verlag, Heidelberg, 2009, s.
244, 247
BVerfGE 61, 358= NJW 1983, s. 101.
HAMMER, FamRZ 2005, s. 1210 vd.
SCHWAB, Dieter: “Elterliche Sorge bei Trennung und Scheidung der Eltern - Die Neuregelung
des Kindschaftsrechtsreformgesetzes“, FamRZ 1998, s. 458.
ZIMMER, s. 146; LIMBACH, Jutta: Gemeinsame Sorge geschiedener Eltern, C.H. Müller,
Heidelberg, 1988, s. 18.
VON DER HEYDE, Irene: Internationalrechtliche Studien Beiträge zum Internationalen
Privatrecht zum Einheitsrecht und zur Rechtsvergleichung, Peter lang, Frankfurt am Main,
2004, s. 67; SCHLÜTER, s. 247 vd.
Çocuk yararı ve ebeveynlerle ilişkisi hakkında detaylıca bkz. JESTAEDT, Matthias:
”Kindesrecht zwischen Elternverantwortung und Staatsverantwortung. Herausforderungen
des Eltern-Kind- Verhältnisses aus verfassungsrechtlicher Perspektive“, 21. Deutscher
Familiengerichtstag vom 21. Bis 24. Oktober 2015 in Brühl, Gieseking Verlag, Bielefeld
2016, s. 70; ZIMMER, s. 182-235.
OELKERS, Harald: “Das neue Sorgerecht in der Familienrechtlichen Praxis“, FuR 1999, s. 350.
202
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
kurumun ebeveynleri velâyet hakkı ve çocuğun bakımı ile ilgili hususlarda
bilgilendirmesini sağlayacaktır.
Fransa’da evlilik birliğinin boşanma ile sona ermesi halinde birlikte
velâyet 1987 yılında istisna olarak kabul edilmişken, 1993 yılında kural
haline getirilmiştir.95 Başka bir ifadeyle boşanma ile velâyetin anne ve baba
tarafından kullanılmasının sona ermeyeceği kabul edilmiştir.96 2002 yılında
birlikte velâyete ilişkin hükümlerde değişiklikler yapılmıştır ve birlikte velâyet
Fransız Medeni Kanunu’nun 373-2. maddesinin 1. fıkrasında düzenlenmiştir.97
Bu maddede boşanmanın, velâyetin ebeveynler tarafından kullanılmasına
bir etkisi olmadığı belirtilmekte olup her iki tarafın çocuk üzerinde eşit hak
ve yükümlülükleri olduğu ve tarafların birbirinin kararlarına saygı göstermesi
gerektiği kabul edilmektedir. Birlikte velâyetin nasıl kullanılacağı hususunda
ebeveynlerin anlaşamadığı durumlarda 373-2. madde uyarınca tarafların
aile mahkemelerine başvurması gerektiği belirtilmiştir.98 Fransız Medeni
Kanunu’nun 373-2-1. maddesinin 1. fıkrası gereğince ancak çocuğun menfaati
gerektiriyorsa mahkemenin velâyeti tek tarafa verebileceği düzenlenmiştir.99
Velâyetin tek tarafa verildiği durumlarda velâyet hakkı kendisine verilmeyen
tarafın ise çocuğu izleme, denetleme ve çocuğun hayatını ilgilendiren önemli
konularda bilgi alma hakkı vardır. Ayrıca velâyet hakkı kendisine verilmeyen
tarafın çocukla kişisel ilişki kurma hakkı vardır.100
Yukarıda Fransa ve Almanya için anlattığımız bu durum Belçika, İtalya, İsveç
ve Hollanda ile İngiltere için de geçerlidir.101
İtalya’da birlikte velâyet kanundan doğmaktadır.102 Bu sistemde hâkim
çocuğun menfaatini dikkate alarak velâyetten doğan hak ve yükümlülükleri
95
96
97
98
99
100
101
102
GRÜNDEL, s. 142, 147; CANTIENI, s. 118 vd.
GRÜNDEL, s. 142.
EBER-ARAMPATSI, C.: Ausländisches Familienrecht Eine Auswahl von Länderdarstellungen
Ausländisches Familienrecht für alle wichtigen Staaten, RIECK, J (Ed.), 15. Auflage, C.H.
Beck, München, März 2017, Nr. 27; FERRAND, Frederique: European Family Law in Action
Volume III Parental Responsibilities, Boele-Woelki, Katharina/ Braat, Bente/ Curry-Sumner,
Ian (Edt) Intersentia EFL, Antwerp- Oxford. 2005, s. 283.
htt ps : / / w w w. l e g i f ra n c e . go u v.f r /aff i c h C o d e A r t i c l e .
do?cidTexte=LEGITEXT000006070721&idArticle=LEGIARTI000006426578
(Erişim:
06.08.2017).
FERRAND, s. 283; EBER-ARAMPATSI, Nr. 7.
FERRAND, s. 283; EBER-ARAMPATSI, Nr. 7.
BOELE-WOELKI, Katharina/BRAAT, BENTE/CURRY-SUMNER, Lan: European Family Law in
Action Volume III Parental Responsibilities, Boele-Woelki, Katharina/ Braat, Bente/ CurrySumner, Lan (Ed.) Intersentia EFL, Antwerp- Oxford, 2005 s. 275 vd.; CANTIENI, s. 118 vd.
PATTI, Salvatore/BELLISARIO, Elena/ROSSI CARLEO, Liliana: European Family Law in Action
Volume III Parental Responsibilities Boele-Woelki, Katharina/ Braat, Bente/ Curry-Sumner,
Lan (Ed.) Intersentia EFL, Antwerp- Oxford, 2005, s. 287.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
203
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
bir tarafa verebilir.103 Mahkeme maddi ve manevi olarak çocuğun menfaatini
dikkate alacaktır.104
İsviçre hukukunda başlangıçta boşanmayla birlikte velâyet sona ermekte ve
taraflardan biri velâyeti kullanmaktayken yapılan değişiklikler sonunda istisnai
olarak boşanma halinde İsviçre Medeni Kanunu’nun 133. maddesindeki
koşulların gerçekleştirilmesi ile velâyetin birlikte kullanılabileceği
düzenlenmişti.105 O halde birlikte velâyet için tarafların mahkemeye bir dilekçe
ile başvurması ve dilekçelerinde tarafların çocuğun kişisel bakımı, nafakası
gibi hususlarda anlaşması beklenmekteydi. Ayrıca birlikte velâyetin çocuğun
yararına uygun olması gerekmekteydi.106 Her ne kadar birlikte velâyetin
istisna olduğu açıkça belirtilmemiş olsa da doktrinde tarafların dilekçelerine
ve koşula bağlı olmasının birlikte velâyetin istisna; tek taraflı velâyetin ise
ana kural olarak değerlendirilmesine sebebiyet vermiştir.107 Almanya’ya
karşı açılan Zaunegger108 ve Avusturya’ya karşı açılan Sporer109davalarında
AİHM özellikle evli olmayan ebeveynlerde velâyetin annede olmasını ve
birlikte velâyetin kullanılmasının iki tarafın ortak dilekçesine bağlı tutulmasını
başka bir deyişle annenin, babanın velâyeti kullanmasına ilişkin veto hakkını
AİHS’nin 8. ve 14. maddelerine aykırı bulmasının ardından İsviçre’de velâyete
ilişkin hükümlerde değişiklikler yapılmıştır.110 01.07.2014 tarihinden itibaren
yürürlüğe girmiş olan bu değişikliklerin İsviçre’de evlilik içinde doğmamış olan
çocuğun velâyeti ile boşanmadan sonra birlikte velâyete ilişkin hükümleri
kapsadığı görülmektedir.111 Bu değişikliklerle birlikte artık evlilik birliğinin
boşanma ile sona ermesi halinde birlikte velâyetin madde 296 fıkra 2 ile
298 fıkra 1 (zıt anlamından/e contrario) hükümlerine istinaden devam ettiği
103
104
105
106
107
108
109
110
111
PATTI/BELLISARIO/ROSSI CARLEO, s. 288.
PATTI/BELLISARIO/ROSSI CARLEO, s. 289.
GRÜNDEL, s. 180; CANTIENI, s. 77-90; GEISER, Thomas: “Besprechung neuerer
Entscheidungen auf dem Gebiet des Eherechts", AJP 2015, s. 1724.
GRÜNDEL, s. 180, 182; CANTIENI, s. 97-110.
CANTIENI, s. 97.
https://hudoc.echr.coe.int/eng#{%22dmdocnumber%22:[%22859047%22],%22itemid
%22:[%22001-96020%22]} (Erişim: 08.10.2017).
h t t p s : / / w w w. r i s . b k a . g v. a t / D o k u m e n t e / J u s t i z / J J T _ 2 0 1 1 0 2 0 3 _
AUSL000_000BSW35637_0300000_000/JJT_20110203_
AUSL000_000BSW35637_0300000_000.pdf Erişim: 08.10. 2017).
GEISER, AJP 2015, s. 1724; FELDER, Wilhelm/HAUSHEER, Heinz/ AEBI-MÜLLER, Regina/
DESCH, E. Erica: “Gemeinsame elterliche Sorge und Kindeswohl“, ZBJV 150/2014, s. 892
GEISER, AJP 2015, s. 1724; BERTSCHI, Nora/MARANTA, Luca:” «Wir ziehen um?!» – wenn
Eltern über den Aufenthaltsort des Kindes streiten”, FamPra.ch 2017, s. 649; HAUSHERR,
Heinz: “Gemeinsame elterliche Sorge als Regeltatbestand in der Schweiz“, FamRZ 2014,
s. 1521; ÖCAL APAYDIN, Bahar: "İsviçre Medeni Kanununun Velayete İlişkin Hükümlerinde
Değişiklik Yapılması ve Ortak Velayetin Kural Olarak Benimsenmesi", Bahçeşehir Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dergisi, Sayı 145-146, Eylül-Ekim 2016, s. 642 vd.
204
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
görülmektedir.112 Hatta bu değişiklikler yapılırken kanun koyucu artık birlikte
velâyetin ana kural olduğu hususunu belirtmiştir.113 O halde İsviçre’de kanun
koyucu pek çok ülkede olduğu gibi ana ve babanın medeni durumuna göre
velâyeti düzenlemekten vazgeçmiştir. Birlikte velâyet; evli olan, olmayan ve
boşanmış ebeveynlere tanınmıştır.114 Ancak bu durum her zaman istisnasız
birlikte velâyet olacağı şeklinde yorumlanmamalıdır. Gerek çocuk haklarına
dair uluslararası anlaşmalar gerekse İsviçre Medeni Kanunu’nun velâyete ilişkin
maddelerinin ışığında somut olayın değerlendirilmesi gerekir.115 Bu nedenle
çocuğun yararı gerektiriyorsa hâkim velâyeti taraflardan birine bırakabilir.
İsviçre Federal Mahkemesi’nin konuya ilişkin yeni kararına bakıldığında116
mahkeme bazı durumlarda yine de velâyetin bir tarafa verilebileceğinden
bahsetmiştir. Mahkemeye göre eğer ebeveynler arasında devam eden bir
iletişim sorunu ve anlaşmazlık varsa ve bu durum çocuğun menfaatine aykırılık
teşkil ediyorsa velâyetin bir tarafa verilmesinden bahsedilebilinir. Burada
anlaşmazlığın illa belirli bir konuya ilişkin olması gerekmemektedir. Mahkeme
ancak uyuşmazlığın önemli ve devam eden konular hakkında olması halinde
tek tarafa velâyetin verileceğini belirtmiştir.117 Doktrinde mahkeme tarafından
311. madde dikkate alınarak orda sayılan sebeplerden dolayı velâyetin tek
tarafa re’sen verileceği belirtilmiştir. Yani ebeveynlerden birinin tecrübesizliği,
hastalığı, yokluğu, şiddete başvurması veya buna benzer sebeplerden dolayı
velâyetten doğan yükümlülüğünü yerine getiremeyecek durumda olması
halinde veya çocukla gerçekten ilgilenmeyip velâyetten doğan yükümlülüklerini
büyük ölçüde ve kusurlu bir şekilde zedelemesi durumunda velâyet tek bir
tarafa verilebilir.118
İsveç hukukunda boşanma, birlikte velâyeti ortadan kaldırmamaktadır.
Ebeveynlerin istemesi ya da mahkeme tarafından birlikte velâyetin çocuğun
yararına olmadığı durumlarda velâyet tek tarafa verilmektedir. Birlikte
velâyetin kanun gereği kendiliğinden devam etmesi birlikte velâyetin temel
bir kural olduğu şeklinde yorumlanmıştır.119 Ancak ebeveynlerden bir tarafın
velâyet yükümlülüklerine aykırı davranması, uyuşturucu madde bağımlısı
vs. olması gibi durumlarda ise velâyetin tek bir tarafa verilmesi gündeme
112
113
114
115
116
117
118
119
GEISER, ZKE 2015, s. 235; MEYER, Nr. 16.
https://www.admin.ch/opc/de/federal-gazette/2014/529.pdf.(Erişim: 06.10.2017)
MEYER, K: Ausländisches Familienrecht, Eine Auswahl von Länderdarstellungen,
Ausländisches Familienrecht für alle wichtigen Staaten, RIECK, J (Ed.), 15. Auflage, C.H.Beck,
März 2017, Nr. 16; HAUSHERR, FamRZ 2014, s. 1521.
MEYER, Nr. 16.
BGer 5A_923/2014 vom 27.08. 2015 Nr.4. 4, 4.6, 4.7 (Swisslex).
BGer 5A_923/2014 vom 27.08. 2015 Nr.4. 4, 4.6, 4.7(Swisslex).
MEYER, Nr. 16; GEISER, AJP 2015, s. 1725.
MEYER, NR. 16.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
205
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
gelecektir.120
İngiltere’de velâyete ilişkin 1987 Aile Hukuku Reform Yasası ile 1989 tarihli
Çocuk Kanunu bulunmaktadır.121 Buna göre boşanma ile anne ve babanın
velâyet hakkını birlikte kullanmaları kendiliğinden sona ermemektedir;
çünkü ebeveynlerin özerkliğine ve kararlarına saygı gösterilmesi gerektiği
ve bu nedenle boşanmadan sonra velâyete müdahalenin zorunlu olmadığı
kabul edilmiştir.122 Birlikte velâyeti kullanan ebeveynlerin çocuk için önemli
olan hususlarda (İkametgâh, nafaka vs.) anlaşması istenmektedir.123 Buna
göre ebeveynlerin çocuğun nerede yaşayacağı (residence order), kimle hangi
koşullar altında ne kadar görüşeceği (contact order), kendisine çocuk bırakılan
tarafın izinsizce ikametgâhı değiştirmeyeceği (prohibited step order) ve diğer
bazı konular üzerinde anlaşmaları ve bu anlaşmanın mahkeme tarafından
onaylanması istenmiştir.124 İngiltere’de mahkeme ebeveynlerin talebi
üzerine veya çocuğun yararına daha uygun ise ebeveynlerin talebi olmadan
kendiliğinden çocuğun hangi tarafla yaşayacağına karar verebilmektedir.125
Belçika’da birlikte velâyet kanunen devam edip boşanmanın buna bir etkisi
olmasa dahi ailelerin İngiltere’de olduğu gibi belirli konular üzerinde anlaşması
istenmektedir.126 Buna göre çocuğun sağlığı, eğitimi, dini eğitimi, dünya görüşü,
boş zamanındaki aktiviteleri hususunda tarafların anlaşması gerekmektedir.127
Belçika Medeni Kanunu’nun 302. maddesinde çocuğun menfaatinin belirleyici
olduğu vurgulanmıştır.128
2001 yılında birlikte velâyeti düzenleyen Avusturya Medeni Kanunu’nun
177. maddesinde başlangıçta İsviçre’de olduğu gibi tarafların birlikte velâyet
hususunda bir talepte bulunmaları (Ortak ya da ayrı dilekçelerle), çocuğu
ilgilendiren önemli konular üzerinde anlaşmaları ve mahkemenin bu konuları
görevi gereği inceleyip, birlikte velâyetin çocuğun yararına olup olmadığını
120
121
122
123
124
125
126
127
128
FIRSCHING, A.: Ausländisches Familienrecht, Eine Auswahl von Länderdarstellungen,
Ausländisches Familienrecht für alle wichtigen Staaten, RIECK, J (Ed.), 15. Auflage,
C.H.Beck, München, März 2017, Nr. 16.
GRÜNDEL, s. 195 vd.; CANTIENI, s. 121.
GRÜNDEL, s. 199; CANTIENI, s. 122.
GRÜNDEL, s. 142; CANTIENI, s. 122; WOELKE, A.: Ausländisches Familienrecht, Eine
Auswahl von Länderdarstellungen, Ausländisches Familienrecht für alle wichtigen
Staaten, RIECK, J (Ed.), 15. Auflage, C.H. Beck, München, März 2017, Nr. 27-32.
GRÜNDEL, s. 200, 205; WOELKE, Nr. 29, 30.
WOELKE, Nr. 27-32.
GRÜNDEL, s. 163.
GRÜNDEL, s. 163 vd.; HEITMÜLLER, M.: Ausländisches Familienrecht, Eine Auswahl von
Länderdarstellungen, Ausländisches Familienrecht für alle wichtigen Staaten, RIECK, J
(Ed.), 15. Auflage, C.H. Beck, München, März 2017, Nr. 16.
HEITMÜLLER, Nr. 16; GRÜNDEL, s. 163 vd.
206
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
çocuğu dinleyerek karar vermesi gerektiği düzenlenmişti.129 Mahkeme sadece
belirli konularda birlikte velâyeti ebeveynlere verip diğer kalan hususlarda
tek tarafa verebilmekteydi. Ebeveynlerin çocuğu ilgilendiren hususlarda
özellikle ikametgâh hususunda anlaşamamaları halinde veya bunun çocuğun
menfaatine uymadığı hallerde mahkeme velâyeti bir tarafa bırakabilme hakkına
sahipti. Medeni Kanun’da yapılan değişiklikle boşanma halinde velâyetin
akıbeti 179. maddede düzenlenmiş olup130 artık boşanmanın velâyet üzerinde
direk bir etkisi olmadığı kabul edilmektedir. Ancak ebeveynler dilerlerse
velâyet hakkının sadece bir tarafta kalmasına veya belirli konular hakkında
karar verme yetkilerinin sadece bir tarafta olmasına karar verebilirler. Birlikte
velâyetin kullanılması durumunda çocuğun ikametgâhının neresi olacağı ve
özellikle çocukla daha çok kimin ilgileneceği gibi hususların açıklığa kavuşması
gerekir. Avusturya hukukunda çocuğun yararı son derece önemli olup velâyette
göz önüne alınması gerekir.131
İspanya’da yapılan değişikliklerle 92. madde uyarınca boşanmanın
velâyete bir etkisi olmamaktadır.132 Mahkeme birlikte velâyeti ortadan kaldırıp
sadece bir tarafa velâyeti verebileceği gibi yine birlikte velâyete rağmen bazı
hususlarda karar alma yetkisini bir tarafa bırakabilir. Mahkeme, kardeşler varsa
bunların ayrılmamasına dikkat etmelidir.133 Mahkeme çocuğun menfaatini/
yararını dikkate almaktadır ve 12 yaşını doldurmuş çocuğun da dinlenmesi
gerekmektedir. Ayrıca 12 yaşını doldurmamış olup karar verebilecek,
düşüncelerini ifade edecek durumdaysa çocuk mahkeme tarafından dinlenir.134
2. Evlilik Birliğinin Boşanma ile Sona Ermesi Durumunda Birlikte Velâyeti
Düzenleyen Ülkelerde Velâyetin Kullanılması
Yukarıda açıkladığımız üzere birçok ülkede birlikte velâyet düzenlenmiştir ve
boşanmadan sonra birlikte velâyetin kullanılması evlilik birliği devam ederken
kullanılan birlikte velâyetten bir takım farklılıkları bünyesinde barındırmaktadır.
Çünkü artık anne ve baba aynı evde yaşamamaktadır. Burada aile yaşantısında
ve yapısında bir takım değişiklikler meydana gelmektedir. Boşanmadan sonra
birlikte velâyetin nasıl kullanılması gerektiği hususunda farklı modeller vardır.
Hangi tarafın, hangi işleri tek başına yapacağı vs. hususlar bazı ülkelerde farklı
129
130
131
132
133
134
CANTIENI, s. 124.
NADEMLEINSKY, M: Ausländisches Familienrecht, Eine Auswahl von Länderdarstellungen,
Ausländisches Familienrecht für alle wichtigen Staaten, RIECK, J (Ed.), 15. Auflage, C.H.
Beck, München, März 2017, Nr. 17.
NADEMLEINSKY, Nr. 17.
ADAM, B. M./PERONA FEU, P: Ausländisches Familienrecht Eine Auswahl von
Länderdarstellungen Ausländisches Familienrecht für alle wichtigen Staaten, RIECK, J
(Ed.), 15. Auflage, C.H. Beck, München, März 2017, Nr. 20.
ADAM/PERONA FEU, Nr. 20.
ADAM/PERONA FEU, Nr. 20.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
207
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
düzenlenmiştir. Bazı ülkelerde velâyetin konusuna giren işler; günlük ve önemli
işler olarak ayrılmaktadır.135 Buna göre, günlük olarak tabir edilen işleri çocuğu
yanında bulunduran anne veya baba diğerine sormaksızın yapacaktır.136 Ancak
önemli olan işlerde ebeveynlerin ortak karar alması gerekmektedir.137 Bu model
Almanya, Fransa, İsviçre, İtalya, Belçika gibi ülkelerde uygulanmaktadır. Alman
Medeni Kanunu’nun 1687. maddesinde günlük yaşamda yapılması gereken
işler ibaresinin kullanılarak çocuğun yaşadığı ebeveynin günlük işleri tek başına
yapmasına fırsat tanınmıştır.138 Çocukla yaşayan tarafın sürekli olarak diğer
tarafı arayıp günlük işlemler hakkında soru sormasına gerek yoktur; günlük işler
yapılırken ancak çocukla daha az ilişki içinde olan ebeveynin Alman Medeni
Kanunu’nun 1686. maddesi uyarınca haklı menfaati varsa çocuğun günlük işleri
hakkında bilgi alabilmesi düzenlenmiştir. Özellikle çeşitli sebeplerden dolayı
çocukla daha az ilişkisi olan tarafa -örneğin başka bir şehirde yaşayan - 1686.
madde uyarınca bilgi verilmesi yerinde olacaktır. Çocuğun yemek saati, günlük
okul sorunları, önemli olmayan birtakım tedavileri günlük ihtiyaç kategorisinde
değerlendirilmekte olup karşı tarafa danışılmasına gerek yoktur. Bir konunun
günlük işlere girip girmediğinin yanıtı objektif olarak değerlendirilmektedir.139
Çocuk için önemli olan konularda ise tek tarafın karar vermesi yeterli değildir.
Birlikte velâyet uyarınca anne ve babanın bu konuda ortak karar alması
gerekmektedir.140 Önemli işlere örnek olarak; çocuğun gideceği okulun tespit
edilmesi, mesleğinin ve dininin seçilmesi veya büyük bir ameliyat olması
verilebilinir.141 Önemli konular üzerinde tarafların anlaşamaması durumunda
ise evlilik birliğindeki gibi tarafların mahkemeye başvurması gerekmektedir.
Alman Medeni Kanunu’nun 1687. maddesinin 1. ve 5. fıkraları 1629. maddeye
atıf yapmaktadır.142 O halde önemli işler kategorisine girip de gecikmesinde
sakınca olan hallerde bir taraf tek başına karar alabilir.143 Gecikmesinde
sakınca bulunan haller karşı tarafa bildirildiğinde karşı tarafın itiraz edeceği
durumlar olarak anlaşılmamalıdır, daha çok gecikilmesi durumunda sağlık
veya ekonomik yönden zarar doğuran durumlar olarak algılanmalıdır. Örneğin;
çıkılan bir tatilde kaza neticesinde yaralanan çocuğa derhal müdahalede
bulunulup ameliyat edilmesi gerekiyorsa bu basit bir tedavi olmayıp önemli
135
136
137
138
139
140
141
142
143
MATTHIESSEN, s. 90; CANTIENI, s. 127.
HAMMER, FamRZ 2005, s. 1211.
MATTHIESSEN, s. 90.
MATTHIESSEN, s. 90 vd.; OELKERS, FuR 1999, s. 355. Günlük iş ve önemli iş ayrımı ile detaylı
bilgi MARINOPOULOS, s. 71-106; GÖTSCHE, Frank:”Kindschaftsrechtliche Angelegenheiten
von alltäglicher oder erheblicher Bedeutung”, FuR 2017, s. 418, 421.
MATTHIESSEN, s. 91.
MATTHIESSEN, s. 91.
MATTHIESSEN, s. 92; GÖTSCHE, FuR 2017, s. 418, 421.
MATTHIESSEN, s. 93.
HAMMER, FamRZ 2005, s. 1211.
208
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
işler kategorisine girmektedir.144 Kural olarak ortak karar alınması gerekmesine
rağmen diğer tarafa ulaşılması, karar verilmesi zaman alacaksa bu durumda
çocuğun yanında olan ebeveyn tek başına karar verebilir. Gecikmesinde
sakınca olan önemli iş yapıldıktan sonra diğer taraf zaman geçirilmeden
durumdan haberdar edilmelidir. Ancak hemen belirtelim ki işlerin; önemli ve
günlük işler olarak ayrılmasında sıkıntı yaşanmakta ve bu ayrıma girmeyen gri
alanların olduğu savunulmaktadır.145 Örneğin grip olan bir çocuğun doktora
götürülüp ağır antibiyotik kullanmak zorunda olması durumunda bunun gri
alana girdiği, günlük olayları aştığı belirtilmektedir.146
Bazı ülkelerde ise günlük ve önemli iş ayrımından ziyade çocuğun kiminle
yaşadığı yani ikametgâhı son derece önem taşımaktadır. Çocukla yaşayan ve
asıl ilgilenen kimse tüm işleri kendi başına yaparken diğer tarafın özellikle
çocuğu etkileyecek önemli işlere ilişkin kararları mahkeme aracılığıyla
denetlenebilecektir. Norveç hukukunda çocuk anne ve babadan biriyle ikamet
edeceğinden dolayı çocuğun kaldığı tarafın günlük işleri ve önemli bir takım
işleri tek başına yapmasına karar verilmiştir.147 Buna göre çocuğun günlük
işleri dışında çocuğun hangi kreşe gideceğine birlikte yaşadığı taraf karar
vermektedir. Ancak çocuğun ülke değiştirmesi durumunda diğer tarafla ortak
karar alınması gerekir.148
3. Evlilik Birliğinin Boşanma ile Sona Ermesinde Birlikte Velâyeti Kabul
Eden Ülkelerde Çocuğun İkametgâhına İlişkin Modeller
Evlilik birliğinin boşanma ile sona ermesi halinde velâyetin birlikte
kullanılması halinde çocuğun nerde yaşayacağı sorusu büyük önem
taşımaktadır.
Birlikte velâyet durumunda çocuğun nerde yaşayacağı hususunda
alışılagelmiş olan modeller çocuğun tek tarafla yaşayacağı konut modeli
dışında; çocuğun kısmen ana ve babada kaldığı, veya ana ve babanın belirli
aralıklarla çocuğun yanında kaldığı modeller vardır.
144
145
146
147
148
MATTHIESSEN, s. 93
HAMMER, FamRZ 2005, s. 1211.
GÖTSCHE, FuR 2017, s. 419 ve 420. Aşı hususunda yapılan tartışmalar için BGH 03.05.2017
XII ZB 157/16 FuR 2017, s. 442. Ayrıca Alman Mahkemeleri tarafından verilen kararlar ve
değerlendirmeleri için bkz. GÖTSCHE, FuR 2017, s. 419 vd.
FRITZE, I.: Ausländisches Familienrecht Eine Auswahl von Länderdarstellungen
Ausländisches Familienrecht für alle wichtigen Staaten, RIECK, J (Ed.), 15. Auflage, C.H.
Beck, München, März 2017, Nr. 16.
FRITZE, Nr. 16.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
209
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
a) Tek Konut
Domizilprinzip)
Modeli
(Residans
Modeli,
Eingliederungsmodell
Bu modelde çocuk hayatını ebeveynlerden biri ile geçirmektedir. Diğer
taraf ise çocuğu ziyaret etmektedir.149 Rezidans modelde çocuk bir tarafla
daha çok ilişkide bulunduğu için genellikle günlük işleri; yemek yemesi, okula
gitmesi, basit bir gripten dolayı doktora götürülmesi gibi işleri, yanında kaldığı
ebeveynin tek başına yapacağından bahsedilmektedir.150 Ancak olağanüstü
hallerde iki tarafın ortak karar alması151 gerekli ama gecikmesinde sakınca
olan hallerde gerekli kararları bir tarafın alıp, daha sonra diğer tarafı haberdar
etmesi gerekmektedir. Birlikte velâyette çocuğun ikametgâhına ilişkin bu
modeli kullanmak isteyenler çocuğun sahip olduğu bir sosyal çevresinin ve
sürekli ilişki içinde bulunduğu bir tarafın olmasının faydasından yola çıkarlar.152
Mahkemelerin genelde çocuğun yararı için bu modele başvurduğu ve çocuğun
çoğu kez alıştığı ortamdan ayrılmaması için bu yönde kararlar verildiği
savunulmaktadır.153
Ancak bu modelin birlikte velâyete rağmen çocukla yaşamayan tarafın
zararına olduğu, bir nevi ayrımcılık yapıldığı kabul edilmektedir.154 Çocukla
yaşamayan tarafın çocuğun günlük işleri, ilişkileri ve çocuğu ilgilendiren
olaylarda söz sahibi olmamasının çocuktan daha uzak kalması sonucunu
doğuracağı savunulmuştur.155 Bu modelin negatif yönü olarak çocukla
yaşamayan tarafın çocukla ilgili kararların alınmasına çok katılamayacağı ve
dava açsa bile, alınmış olunan kararların değiştirilmesinde geç kalınacağı ileri
sürülmektedir. Dolayısıyla birlikte velâyette çocuğun ikametgâhı taraflardan
birinin ikametgâhı olarak kararlaştırılmışsa bu durumun aslında velâyetin
tek tarafa verilmesinden farklı olmadığı savunulmuştur.156 Eşlerin tam olarak
anlaşamadığı, birbirilerine güvenmediği ve çocukla kalan tarafın; karar
almadan önce diğer tarafın sorularını cevaplamadığı, açıklama yapmadığı
durumlarda sağlıklı sonuçlar vermeyecek bir model olarak görülmektedir.157
149
150
151
152
153
154
155
156
157
ZIMMER, s. 49; MATTHIESSEN, s. 231.
SÜNDERHAUF, Hildegund: Wechselmodell: Psychologie- Recht Praxis Abwechselnde
Kinderbetreuung durch Eltern nach Trennung und Scheidung, Springer Fachmedien,
Wiesbaden 2013, s. 80.
ZIMMER, s. 50.
OELKERS/KASTEN, FamRZ 1993, s. 20; MATTHIESSEN, s. 232.
ZIMMER, s. 49; MATTHIESSEN, s. 232; OELKERS/KASTEN, FamRZ 1993, s. 20.
ZIMMER, s. 50.
ZIMMER, s. 50; MATTHIESSEN, s. 232.
HAMMER, Stephan: “Die rechtliche Verbindlichkeit von Elternvereinbarungen“, FamRZ
2005, s. 1213.
ZIMMER, s. 50.
210
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
b) Değişken Model (Wechselmodell)
Bu modelde çocuk hayatının bir kısmını bir tarafla, bir kısmını da diğer
tarafla geçirmektedir.158 Böylelikle hem anne hem baba belirli sürelerle
çocuğun bakımı, günlük işleri ve yetişmesi ile ilgilenmektedir.159 Bu model
taraftarlarına göre çocuğun yaşantısını; sağlığı ve gelişimi için illa tek bir yerde
geçirmesine gerek yoktur.160 Bu model Almanya, Avusturalya, Kanada, İsveç,
Fransa, Belçika, Hollanda ve Amerika gibi ülkelerde son yıllarda uygulanmakta
olup bu modelin olumlu tarafı olarak çocuğun hem anne hem babayla eşit
ve sağlıklı bir şekilde devam eden bir ilişkisi olması savunulmaktadır.161 Bu
modelle çocuk sadece bir tarafa bırakılıp bu tarafın maddi ve manevi tüm
yüklerin altında kalması ve bunun sonunda çocukla daha az vakit geçirmesine
engel olunacaktır.162
Ancak bu modelde çocuğun sağlıklı, huzurlu olabilmesi ve ebeveynleriyle
güzel vakit geçirmesi ana ve babanın birbirleriyle anlaşma yeteneğine
bağlıdır.163 Başka bir anlatımla gerek anne ve babanın gerekse çocuğun kişiliği
son derece önemlidir.164 Eğer taraflar hala boşanmanın etkilerinden ve kendi
sorunlarından kurtulamamışlarsa bu modelde bunu çocuğa yansıtabilirler
ve yine çocuk tüm sorunları konuşacak muhatap bir kişi olmadığı için zorluk
çekecektir.165
Bu model için ebeveynlerin boşansalar bile son derece aktif bir şekilde ilişki
içinde olması, birbiriyle rahatlıkla iletişim içinde olup konuşabilmeleri, çocuğun
yaşı ve ebeveynlerin yakın yerlerde oturmaları son derece önemlidir.166
Psikologlar bu modeli ne kötü bir model ne iyi bir model olarak
değerlendirmektedirler. Bu nedenle bu model birbiriyle anlaşabilen, iletişim
158
159
160
161
162
163
164
165
166
ZIMMER, s. 50.
OELKERS/KASTEN, FamRZ 1993, s. 20; SÜNDERHAUF, s. 80 vd.; KOVARIK, Karel: Elterliche
Sorge- Umgangsrecht Ausgewählte Regelungen des deutschen und tschechischen Rechts
im Vergleich, Verlag Dr. Kovac, Hamburg, 2010, s. 121 vd.
ZIMMER, s. 50; MATTHIESSEN, s. 230.
Bu ülkelerde bu modelin kullanılma oranı için bkz. WALPER, s. 108-111; HORNDASCH, Peter:
”Das Wechselmodell und seine Folgen”, FuR 2016, s. 558.
ZIMMER, s. 51; Bu yönde kararlar OLG Dresden, FÜR 2004, s. 619.
Bu modelin seçinin nelere bağlı olduğuna ilişkin bkz. WALPER, s. 111-115 Koşullar için detaylıca
bkz SÜNDERHAUF, s. 89-147; DÖLL, Yves/WANITYEK, Ulrike: ”Rechtsprechungsübersicht
zum Recht der elterlichen Sorge und des Umgangs” FamRZ 2017, s. 1197 Koşulları için
ayrıca bkz. BGH 01.02. 2017 XII ZB/ 601/15 FamRZ 2017, s. 532; HORNDASCH, FuR 2016, s.
559.
WALPER, s. 113; MATTHIESSEN, s. 231.
BALLOFF, Rainer: “Die Bedeutung des Vaters für die Entwicklung des Kindes“, FPR 2005, s.
211.
BALLOFF/WALTER, FamRZ 1990, s. 450; WALPER, s. 135; ZIMMER, s. 52; MATTHIESSEN, s.
231; HORNDASCH, FuR 2016, s. 559.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
211
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
içinde olan ve aynı sosyal yeteneklere sahip olanlar ebeveynler için uygundur.167
Çocuğun sürekli olarak yer değiştirmesi ve kendini bir sosyal çevreye ait
hissetmemesi bu modelin negatif yanı olarak gösterilmektedir.168 Rezidans
modelinde çocuk bir tarafta kaldığı için, bu taraf onun işleriyle daha çok
ilgilenmektedir. Bu modelde tarafların birbiriyle çelişen kararlar alması
zorluklar doğurur.169 Örneğin baba çocuğu bir savunma sporuna veya bir spor
derneğine gitmesine teşvik ederken anne bu spor dalıyla uğraşmasını veya
bu derneğe gitmesini istemeyebilir. Ailelerin çocuk için çok önemli olmayan
böyle günlük işlerde anlaşamamaları durumunda olağanüstü işlerde olduğu
gibi tarafların aile mahkemesine başvurması gerekliliği savunulmuştur.170
Ancak bunun birlikte velâyetin kullanımına kısıtlamalar getirdiği ve kabul
edilmeyeceği belirtilmiştir.171
c) Yuva Modeli (Netzmodell)
Bu modelde çocuk oturduğu evi değiştirmeyip ebeveynler evlerini
değiştirmektedir ve çocuğun sabit sosyal bir çevresi bulunmaktadır.172 Bu
modelde üç konuta ihtiyaç vardır.173 Çocuğun yaşadığı ev sabit olup buna yuva
da denilmektedir ve ebeveynlerden her biri belirli aralıklarla buraya gelmekte
ve çocukla yaşamaktadırlar. Belirlenen süre bittiğinde ise bir taraf gidip
diğer taraf gelmektedir. Bu modelde ailelerin ekonomik durumu büyük rol
oynamaktadır174 ve yuva modeli değişken modelin aslında zararlarını ortadan
kaldırdığı için isabetli bulunmaktadır. Ancak mahkemelerin aileleri böyle bir
modele zorlamalarının ebeveynlerin temel haklarının zedelenmesi olarak
görülmektedir.175
4. Evlilik Birliğinin Boşanma ile Sona Ermesi Halinde Birlikte Velâyetin
Ana Kural Olup Olmadığı Tartışmaları
Birlikte velâyetin düzenlendiği pek çok ülkede birlikte velâyetin genel mi
istisna mı olduğu tartışmaları yapılmıştır. Örneğin İsviçre’de birlikte velâyet
başlangıçta anne ve babanın talebiyle olabilirken bu daha sonra değişmiş ve
167
168
169
170
171
172
173
174
175
SÜNDERHAUF, s. 205; BALLOFF/WALTER, FamRZ 1990, s. 451 vd Almanya’da çok fazla
araştırma yapılmadığına dair bkz. ZIMMER, s. 51 ve 53; DÖLL/WANITYEK, FamRZ 2017, s.
1197.
MATTHIESSEN, s. 231.
ZIMMER, s. 51.
KAISER, Dagmar: ”Gemeinsame elterliche Sorge und Wechselmodell", FPR 2008, s. 145;
ZIMMER, s. 51.
ZIMMER, s. 51.
OELKERS/KASTEN, FamRZ 1993, s. 20; ZIMMER, s. 53; MATTHIESSEN, s. 232.
WALPER, s. 107; ZIMMER, s. 53.
WALPER, s. 107.
ZIMMER, s. 54.
212
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
boşanmanın birlikte velâyete etki etmediği, birlikte velâyetin devam edeceği,
bu nedenle ana kural olduğu kabul edilmiştir.176
Federal Alman Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra Alman Medeni
Kanunu’nun 1671. maddesinde reform yapılmış ve buna göre boşanma ve
ayrılma durumunda her iki taraf birlikte velâyete sahip olabilecektir. Ancak
taraflardan biri tek başına velâyeti kullanmak istiyorsa bu hususta bir talepte
bulunması gerekmektedir. 1671. maddede ayrılma ve boşanma halinde
birlikte velâyet düzenlendiği için genel bir hüküm mü yoksa istisna mı olduğu
tartışmaları yapılmıştır.
Doktrinde bir görüş ve bazı mahkeme kararlarına göre 1671. madde birlikte
velâyeti genel bir kural olarak düzenlemiştir.177 Buna göre birlikte velâyet
boşanmadan ve ayrılmadan etkilenmeyecektir; tek tarafa velâyetin verilmesi
ancak taraflardan birinin istemesi halinde mahkeme kararıyla gerçekleşecektir.
Bu da zaten Federal Alman Anayasa Mahkemesi’nin 1982 tarihinde vermiş
olduğu karara uygundur.178 Dolayısıyla birlikte velâyet bu görüşe göre genel
kuraldır. Kanımızca bu görüş taraftarları yukarıda saydığımız birlikte velâyetin
yararlarını dikkate alarak ve maddenin düzenlenmesinden yola çıkarak birlikte
velâyetin ana kural olduğunu savunmaktadırlar.
Karşı görüş taraftarları ise kanun koyucunun birlikte velâyeti düzenlerken
amacının genel bir norm yaratmak olmadığını hatta kanun koyucunun birlikte
velâyetin öncelikli uygulanacağı gibi bir algı yaratmak istemediğini madde
gerekçesinde179 bu durumun açıkça kaleme aldığını belirtmektedirler.180 Birlikte
velâyet çocuğun yararına olabileceği gibi, tek taraflı velâyetin de çocuğun
yararına olacağı saptanmıştır. Birlikte velâyetin zararlı yönlerini dikkate alan
bu görüşe göre velâyetin tek tarafa verilmesi ana kuraldır.
176
177
178
179
180
ZIMMER, s. 54.
SCHWAB, FamRZ 1998, s. 462; REHBERG, Jurgen: “Kindeswohl und
Kindschaftsrechtsreformgesetz”, FuR 1998, s. 66; SARRES, Ernst: “Gemeinsame elterliche
Sorge als Regelfall - Verlagerung bei Streitigkeiten auf das Umgangsrecht?“, FPR 2008, s.
132; HEINKE, Sabine: ”Gemeinsame Sorge um jeden Preis?“, FF 2002, s. 54; OLG Nünberg,
FamRZ 1999, s. 1160; AG Chemnitz, FamRZ 1999, s. 322; OLG Dresden, FamRZ 2000, s. 110;
OLG Hamm, FamRZ 1999, s. 1598.
REHBERG, FuR 1998, s. 66.
BT-Drucks. 13/ 4899, s. 63 ve 99.
BORN, Winfried: “Gemeinsames Sorgerecht: Ende der „modernen Zeiten“? Besprechung
von BGH, Urteil v. 29.9.1999- XII ZB 3/99-, FamRZ 1999, 1646“, FamRZ 2000, s. 399;
OELKERS, Harald: ”Gründe für die Sorgerechtsübertragung auf einen Elternteil“ FPR 1999,
s. 135; OELKERS, Harald: “Das neue Sorgerecht in der Familienrechtlichen Praxis“, FuR 1999,
s. 350; OLG Hamm, FamRZ 2000, s. 1041; OLG Köln, FamRZ 2001, s. 183; OLG Brandenbrug,
FamRZ 2002, s. 568; OLG Frankfurt, FamRZ 2002, s. 187.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
213
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
Üçüncü bir görüşe göre boşanmadan sonra gerek tek gerekse birlikte
velâyet eşit olarak değerlendirilip birinin genel, diğerinin istisna olduğu
sonucuna varılamaz.181 Bu görüş taraftarlarına göre de kanun koyucu, madde
gerekçesinde birlikte velâyete öncelik tanımadığını açık bir şekilde belirtmiştir.
Boşanmanın ve ayrılığın etkilerini ortadan kaldırmak ve çocuğun her iki tarafla
ilişkisini geliştirmek için birlikte velâyet son derece yararlıdır ama bundan
prensip olarak birlikte velâyetin her zaman çocuğun yararına olduğu gibi bir
sonuca varılamaz.182 Birbirleriyle iletişim içinde olmayan ve birlikte velâyeti
kullanabilecek nitelikte ebeveynlerin olmaması halinde birlikte velâyetin
ana kural olduğunu savunmak doğru olmayacaktır.183 O halde kanun koyucu
boşanmanın velâyete etkisi olmadığını belirterek ebeveynlerin özerklikleri
ve karar vermelerine öncelik tanımış, diğer taraftan velâyet nasıl kullanılırsa
kullanılsın bunun mutlaka çocuğun faydasına olması gerektiğinin altını
çizmiştir.184 Yine Alman Yargıtay’ı da vermiş olduğu 1999 tarihli kararında
evlilik birliğinin boşanma ile sona ermesi durumunda birlikte velâyetin ana
kural, tek taraflı velâyetin ise başvurulması gereken son çare olarak (ultima
ratio) değerlendirilmesinin doğru olmadığını kabul etmiştir.185 Mahkemeye
göre kanun koyucunun böyle bir amacı da yoktur. Amaç velâyet hususunda
ebeveynlere daha fazla söz hakkı tanımaktır, ancak bu gerçekleştirilirken
çocuğun yararına hizmet edecek en uygun seçenek kabul edilmelidir. Eşlerin
çocukla ilgili konularda anlaşamamaları, ortak karar verememeleri durumunda
velâyet tek tarafa bırakılmalıdır.186 Federal Alman Anayasa Mahkemesi
18.12.2003 tarihli kararında 1671. maddenin ayrılık veya boşanma halinde
181
182
183
184
185
186
TAUCHE, Almut: ”Kindschaftsrecht und Elternvereinbarung. Ist die Forderung nach der
Elternvereinbarungen bei Trennung und Scheidung eine unverhältnismäßige Einmischung
des Staates?”, FuR 1996, s. 215; ZIMMER, s. 151; MATTHIESSEN, s.73; OELKERS, FuR 1999,
s. 350; OLG Dresden FamRZ 1999, s. 1156; OLG Frankfurt, FamRZ 1999, s. 392.
HEILIGER, Anita: “Zur Problematik einer Konzeption nachehelicher gemeinsamer elterlicher
Sorge als Regelfall im Kontext einer geplanten Reform des Kindschaftsrechts“, FamRZ 1992,
s. 1011; Heiliger birlikte velayetin daha çok erkekler/babalar tarafından istendiğine dikkat
çekmektedir. İstatistikler genelde tek taraflı velayetin anneye verildiğini göstermektedir.
Ancak annenin de çoğu zaman çocuğu korumak için tek taraflı bir velayeti seçtiğini
görülmektedir. O halde önce cinsiyetler arasındaki farklıkların da ortadan kaldırılması
gerekir. BALLOFF/WALTER, FamRZ 1990, s. 453 vd., LIMBACH, 16, 45, 75 ve 81 vd.
SALGO, Ludwig: “Zur gemeinsamen elterlichen Sorge nach der Scheidung als Regelfall ein
Zwischenruf“, FamRZ 1996, s. 453 vd.
OELKERS, Harald: “Anmerkung zum BGH-Beschluss vom 29.9.199“, MDR 2000, s. 32; BORN,
FamRZ 2000, s. 398; SITTING, Christine/STÖRR, Andre: ”Das Ende einer Reform? Anmerkung
zum Beschluss vom 29.9.1999 XII ZB 3/99“, FuR 2000, s. 200; MOTZER, Stefan: “Die neueste
Entwicklung von Gesetzgebung und Rechtsprechung auf dem Gebiet von Sorgerecht und
Umgangsrecht”, FamRZ 2001, s. 1036; HAMMER, FamRZ 2005, s. 1212.
Detaylı bilgi için: LIEBTHAL, Julia: Die gemeinsame Sorge geschiedener Eltern nach der
Reform des Kindschaftsrechts, Peter Lang, Frankfurt Am Main, 2004, s. 62-65.
BGH FamRZ 1999, s. 1674.
214
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
birlikte velâyetin kullanılmasına öncelik tanımadığını ve mahkemelerin genelde
birlikte velâyete karar vermesinin temelinde somut olayın özellikleri dikkate
alınarak bu seçeneğin çocuğun yararına daha çok hizmet ettiği olgusunun
yattığını belirtmiştir.187
V. Türk Hukuku’nda Boşanmadan Sonra Birlikte Velâyet
Türk hukukunda 2002 yılında yürürlüğe girmiş olan Türk Medeni
Kanunu’nun 336. maddesinin birinci fıkrasına göre “Evlilik devam ettiği sürece
ana ve baba velâyeti birlikte kullanırlar” ancak aynı maddenin 3. fıkrasına göre
“velâyet, ana ve babadan birinin ölümü halinde sağ kalana, boşanmada ise
çocuk kendisine bırakılan tarafa aittir.” Yine TMK’nin 182. maddesine göre
velâyetin kullanılması kendisine verilmeyen eşin çocuk ile kişisel ilişkisinin
düzenlenmesinde, çocuğun özellikle sağlık, eğitim ve ahlak bakımından
yararları esas tutulacağı ve bu eşin çocuğun bakım ve eğitim giderlerine gücü
oranında katılmak zorunda olacağı belirtilmiştir .
Bu düzenlemelerden yola çıkılarak Türk hukukunda boşanmadan sonra
birlikte velâyetin olup olmayacağı hususunda doktrinde değişik görüşler
bulunmaktadır.
Bir görüşe göre, kanun koyucu evlilik birliğinin boşanma ile sona ermesi
durumunda birlikte velâyeti kabul etmemiş olup bunu 336. maddede açıkça
düzenlemiştir.188 Bu madde uyarınca velâyet kendisine verilen taraf bu hakka
tek başına sahiptir. Bu görüşe göre zaten anlaşamayıp ayrılmış olan eşler
boşanmadan sonra da anlaşmazlıklara devam edeceklerdir. Bu nedenle
çocuğa ilişkin önemli kararların alınmasında birbirleriyle anlaşamayan ve
sürekli çekişen ebeveynlerin olması çocuğu olumsuz etkileyeceğinden birlikte
velâyetin düzenlenmemiş189 olması son derece isabetli bulunmuştur.
Doktrinde sırf 336. madde ile 182. maddenin kaleme alınışından yola
çıkılarak Türk hukukunda birlikte velâyetin düzenlenmediği, kanun koyucunun
boşanmadan sonra velâyet hakkını sadece tek tarafa tanıdığının savunulmasının
doğru olmayacağı belirtilmiştir.190 Bu görüşe göre, 182. maddenin kenar başlığı
dikkate alındığında hâkimin takdir yetkisinden bahsedilmiştir. Sırf madde içinde
kanun koyucunun tekil bir anlatım kullanmasından yani taraf kelimesinden
yola çıkılarak Türk hukukunda birlikte velâyetin kabul edilmediği sonucuna
187
188
189
190
BverfGE, 2004, s. 23.
HATEMİ, Hüseyin/KALKAN OĞUZTÜRK, Burcu: Aile Hukuku, 2. Basım, Vedat Kitapçılık,
İstanbul, 2013, s. 110 DURAL/ÖĞÜZ, s. 141; AKINTÜRK/ATEŞ, s. 310.
HATEMİ/KALKAN OĞUZTÜRK, s. 110.
ÖZTAN, s. 256; AKYÜZ, Emine: Çocuk Hukuku. Çocukların Hakları ve Korunması, Pegem
Akademi, Güncelleştirilmiş 4. Bası, Ankara, 2015, s. 233.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
215
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
varılmasının doğru olmadığı belirtilmiştir.191 Bu görüş taraftarlarına göre,
bu maddeler sadece hâkimin takdir yetkisini kullanarak velâyetin çocuğun
menfaatine uygun olması durumunda, velâyeti taraflardan birine vereceğini
göstermektedir.192 Bu görüşe göre, söz konusu maddeler birlikte velâyeti
yasaklamadıkları gibi anne ve babanın talebinin olması ve bunun çocuğun
menfaatine aykırı olmaması halinde birlikte velâyet Türk hukukunda da kabul
edilmelidir.193 Türk hukukunda 182. maddenin mehaz İsviçre Kanunu’ndan
farklı olarak yoruma açık bir şekilde kaleme alındığı belirtilmiştir.194 Velâyeti
düzenleyen 336. ve 182. maddelerin emredici bir nitelikte olmadığı
savunulmaktadır.195
Yine doktrinde velâyete ilişkin hükümlerden 336. maddede örtülü bir
boşluk olduğu,196 amacı ve lafzının birbiriyle çeliştiği ve birlikte velâyete ilişkin
düzenlemeye maddede açıkça yer verilmediği belirtilmiştir.197 Doktrinde
336. maddenin çocuğun yararı dikkate alınarak yapılmış bir düzenleme
olduğu, dolayısıyla çocuğun yararı gözetilmeksizin somut olaya bakılmaksızın
boşanma halinde velâyetin tek tarafa verileceğinin kabulünün adil sonuçlar
doğurmayacağı belirtilmiştir.198 Aile yapısının değiştiği günümüzde anlaşmalı
boşanma ile tarafların birçok hususta (nafaka, çocukla kişisel ilişki)
kendi aralarında anlaşmalarına imkân verilirken birlikte velâyetin kabul
edilmeyeceğinin ileri sürülmesinin doğru olmayacağı savunulmuştur.199
Doktrinde birlikte velâyetin çocuğun yararına aykırı olmadıkça reddedilmemesi
gerektiği ve 166. maddenin de bunu destekler nitelikte olduğu belirtilmiştir.200
Zira 166. maddede tarafların anlaşmalı boşanma halinde çocuğun durumu
(velâyeti) hakkında anlaşmaları gerektiği düzenlenmiş olunup hâkimin,
tarafların anlaşmasıyla bağlı olmasa dahi bu anlaşmaya öncelik vermesinin
isabetli olacağı vurgulanmıştır.201
191
192
193
194
195
196
197
198
199
200
201
KOÇHİSARLIOĞLU, Cengiz: Boşanmada Birlikte Velâyet ve Yasanın Aşılması, 1. Basım,
Turhan Kitabevi, Ankara, 2004, s. 106.
AKYÜZ, s. 233.
KOÇHİSARLIOĞLU, s. 104; AKYÜZ, s. 233.
ÖZTAN, Bilge: “Türk Hukukunda Boşanmada Birlikte Velâyet Sorunu”, Prof. Dr. Tuğrul
Ansay’a Armağan 1. Basım, Turhan Kitabevi, Ankara, 2006, s. 253.
ÖZTAN, s. 255.
ÖZTAN, s. 252; KIRCA, Çiğdem: ”Örtülü (Gizli) Boşluk ve Bu Boşluğun Doldurulması Yöntemi
Olarak Amaca Uygun Sınırlama (Teleologische Reduktion)“, AÜHFD 2001, Cilt 10, Sayı 1,
s. 95.
ÖZTAN, s. 260.
ÖZTAN, s. 256; AKYÜZ, s. 233.
ÖZTAN, s. 257.
ÖZTAN, s. 257; BAYGIN, s. 268 vd.
BAYGIN, 2010, s. 268 vd.
216
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
Doktrinde boşanma ile birlikte anne ve babanın çocuğa gerek maddi gerekse
manevi sorumluluğunun devam edeceği ve boşanma ile birlikte tarafların
birlikte velâyeti kullanmak istemeleri halinde buna izin verilmesi gerektiği,
birlikte velâyetin kullanımı zor olsa bile gerek çocuk gerekse ebeveynler için
faydalı olacağı savunulmuştur.202 Aksi halde çocuğa sadece nafaka ödeyen
ama çocuğun eğitimi, yetişmesi hakkında söz sahibi olmayan bir anne veya
babanın olacağı belirtilmiştir.203 Bu nedenle kanun koyucunun 336. maddeyi
yeniden düzenlemesi teklif edilmiş204 ve yeniden düzenleme yapılana kadar
182. ve 336. maddelerin TMK’nin 1. hükmü kapsamında yorumlanarak örtülü
boşluğun doldurulması ve Türk hukukunda birlikte velâyetin kabul edilmesi
gerektiği savunulmuştur.205
Yine doktrinde 336. maddenin hukukumuzda birlikte velâyete izin vermediği
ama Türkiye’nin de taraf olduğu anlaşmalar çerçevesinde değerlendirildiğinde
BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde çocuğun menfaatinin ön planda tutulması
ve çocuğun ebeveynlerden ayrı tutulmaması gerektiği belirtilmiştir. Bu
durumda 336. maddenin Anayasa’ya ve eşitlik ilkesine aykırılık nedeniyle
Anayasa Mahkemesi’nin önüne götürülerek iptal edilmesinin mümkün olduğu
savunulmuştur.206
Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalar dikkate alınarak en azından
ebeveynlerin istemesi durumunda birlikte velâyetin istisnai olarak tanınması
gerektiği, aksi bir tutumun çocuğun “devletin mi, ana babanın mı olduğu”
tartışmalarını beraberinde getireceği ileri sürülmüştür.207 Ayrıca çocuğun
sırf yanında kaldığı taraf dikkate alınarak ona tek taraflı velâyetin verilmesi
ve bunun çocuğun menfaatine daha fazla hizmet edeceğinin söylenmesi bir
varsayım olarak nitelendirilmiştir. Oysaki velâyete sahip olmayan tarafın da
çocuğa karşı hala sorumlulukları vardır.208 Bu durumda, birlikte velâyete sıcak
bakılmaması sorunun yalnızca mekân sınırlamasından kaynaklı bir takıntı
olduğu belirtilmiştir.209
202
203
204
205
206
207
208
209
AKYÜZ, s. 233; BAKTIR ÇETİNER, s. 91. ÖZTAN, s. 258 vd; ÖZDAMAR, Demet: CEDAW
Sözleşmesi, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesine Dair Sözleşme ve Ek
İhtiyari Protokol’ün İç Hukukumuza, Özellikle Yeni Aile Hukukumuza Etkisi, Seçkin
Yayınevi, Ankara, 2009, s. 431; CEYLAN, Ebru: Türk ve İsviçre Hukukunda Boşanmanın
Hukuki Sonuçları, Beta Yayınevi, İstanbul, 2006, 164.
BAKTIR ÇETİNER, s. 91. Yazara göre asıl olan birlikte Velâyetin olmasıdır, s. 109.
ÖZTAN, s. 260.
SERDAR, s. 176, 184; ÖZTAN, s. 259 vd.
SEROZAN, s. 255 vd.
AKYÜZ, s. 233.
AKYÜZ, s. 234.
BİRİNCİ UZUN, Tuba: ”Türk Medeni Kanunu’na göre Velâyetin Kullanılması ve Çocuğun
Yüksek (Üstün) Yararı İlkesi Doğrultusunda Boşanmada ve Evlilik Dışı İlişkide Birlikte Velâyet
Modeli”, Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi, 6 (1), 2016, s. 149.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
217
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
O halde Türk hukukunda birlikte velâyetin ana kural olduğunu/olması
gerektiğini savunanlar olduğu210 gibi birlikte velâyetin istisna olması gerektiğini,
boşanmadan sonra birlikte velâyetin olmaması gerektiğini savunanlar211 ve
birlikte velâyetin ana ve istisnai kural gibi ayrımlara tabi tutulmaksızın hâkimin
takdir yetkisini dikkate alarak çocuğun menfaatine212 hangisi uyarsa o şekilde
karar verilmesinin doğru olacağını savunan görüşler bulunmaktadır.213 Zira
çocuğun menfaati ilkesinin velâyete hâkim bir ilke olduğu ve bu ilke sayesinde
çocuğun bir hak süjesi olarak görülüp kişiliğine saygı gösterilmesi sağlanır.
Anne ve babanın velâyet hakkı ile çocuğun menfaatinin çatışması durumunda
çocuğun menfaatinin uygulanması sadece çocuğun yararına olmayıp
toplumun da yararınadır.214 Hâkim; çocuğun menfaatine uygun karar verirken
çocuğun yaşadığı ve alışmış olduğu ortam, ebeveynlerin eğiticilik yetenekleri,
ebeveynlerin çocuğa şahsen bakma olanakları, çocuğun isteği, çocuğun
ebeveynleri olan ilişkilerini, kardeşlerin mümkün mertebede bir arada kalması
gibi pek çok hususu dikkate almalıdır.215
Türk hukukunda mahkeme kararlarına bakıldığında Yargıtay’ın birlikte
velâyeti kamu düzenine ilişkin bir konu olarak ve velâyete ilişkin hukuki
düzenlemeleri emredici olarak değerlendirdiği; bu nedenle birlikte velâyete
dair verilmiş olan yabancı mahkeme kararlarının tanınma ve tenfizini kabul
etmediği görülmektedir.216 Ancak İzmir 4. Aile Mahkemesi 27.05.2009
tarihinde vermiş olduğu bir kararda 166. maddenin 3. fıkrası gereğince
anlaşmalı boşanan ve birlikte velâyeti kullanmak isteyen ebeveynlere uzman
görüşü alarak birlikte velâyeti tevdi etmiştir. Buna göre “çocuk için ideal
olanı her iki ebeveynin de çocukla ilgili kararlara aktif katılması, çocuğun
sınırlama olmaksızın istediği kadar her iki ebeveyni de görebilmesidir.217
Boşanma sonrasında en sık görülen negatif durum, eski eşlerin çocuk bakımı
ve görüşmeler konusunda çatışmalarıdır. Çatışmaları çocuk üzerinden devam
ettirerek birbirlerini cezalandırma, öfkelerini aktarma yolu olarak çocuğu
210
211
212
213
214
215
216
217
KOÇHİSARLIOĞLU, s. 237; SERDAR, s. 194.
HATEMİ/KALKAN OĞUZTÜRK, s. 110.
Mehaz İsviçre Kanunu’dan 301. Madde ise çocuğun yararı Kindeswohl olarak geçmektedir.
Bu hususta bkz. ABİK, s. 19. Çocuğun yüksek yarar ve tanımı için bkz. AKYÜZ, s. 49
ABiK, s. 19 vd; AKYÜZ, s. 224, 233 vd; POLAT, Oğuz/GÜLDOĞAN, Evin: “Uzman Görüşünün
Boşanma Davalarında Velâyetin Saptanmasındaki Önemi”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi,
Sayı.118, 2015, s. 253-25; ŞİMŞEK, Canan: Türk Hukuku ve Uluslararası Sözleşmeler
Çerçevesinde Boşanmanın Çocuklar Yönünden Hukuki Sonuçları, Dokuz Eylül Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir, 2012, s. 96; BİRİNCİ
UZUN, Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi, 6 (1), 2016, s. 159 ve 163; KARACA, s. 80 vd.
ABİK, s. 19
ABİK, s. 16, 32; AKYÜZ, s. 233.
GENÇCAN, s. 25 vd.
Karar için bkz. 27.05. 2009 T. 2009/448 E. 2009/470 K.
218
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
kullanma ortaya çıkabilmektedir. Çocuk velâyeti ile ilgili düzenleme ne olursa
olsun, çocuğun ihtiyaçları her zaman birinci planda gelmelidir. ... çifti ile
yapılan görüşmede, her iki tarafın da çocuğun yüksek yararını göz önünde
bulundurabilecek, boşanma sonrasında da müşterek çocuk ile ilgili olarak bir
araya gelerek karar alabilecek istek ve bilince sahip oldukları, çocukla ilgili
alınacak kararlarda iş birliği içinde bulunabilecekleri izlenimi edinilmiştir.
Yapılan değerlendirmeler sonucunda, tarafların birlikte velâyet uygulamasına
yönelik istek, bilinç ve gerekli motivasyona sahip oldukları, tarafların küçüğün
psiko-sosyal gelişimini göz önünde bulundurarak küçüğün diğer ebeveyni
ile olan iletişim ve paylaşımını destekleyici tutum içerisinde bulundukları
izleniminin edinilmesi ile müşterek çocuğun alıştığı yaşam düzeninin
sağlanması durumunda birlikte velâyetin taraflarca kullanılabileceği kanısına
varılmış.”
Yargıtay 2. Hukuk Dairesi 20.02.2017 tarihli kararında218 İngiliz hukukunda
evlilik birliğinin boşanmayla sonra ermesine rağmen verilmiş olan birlikte
velâyet kararlarının tanınması ve tenfizini artık kamu düzenine aykırı olarak
görmemiştir. Bu kararda “Türkiye Cumhuriyeti adına 14 Mart 1985 tarihinde
imzalanan 11 numaralı Protokol ile Değişik İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri
Korumaya Dair Sözleşmeye Ek 7 numaralı Protokol, 6684 sayılı Kanun
ile onaylanması uygun bulunarak, 25.03.2016 tarihli Resmi Gazete’de219
yayımlanıp yürürlüğe girmiş ve bu protokolün iç hukukumuzun bir parçası
olduğu” belirtilmiştir. Bu kararda Ek 7 numaralı Protokol’ün 5. maddesine
atıfta bulunularak “bu maddenin eşlere, evlilik bakımından, evlilik süresince ve
evliliğin bitmesi halinde, kendi aralarındaki ve çocuklarıyla olan ilişkilerinde,
özel hukuk niteliği taşıyan hak ve sorumluluklar açısından eşitlik tanındığı”
vurgulanmış yine “Anayasa’nın 90. maddesine göre usulüne göre yürürlüğe
konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında
Anayasa’ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamayacağı ve
usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere dair milletlerarası
andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi sebebiyle
çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınacağı”
belirtilmiştir. Yargıtay 2. Dairesi hâkimi Gençcan’a göre bu gelişmeler karşısında
Türk Medeni Kanunu’nun velâyete ilişkin düzenlemeleri örtülü olarak ortadan
kalkmış olup Türkiye’nin taraf olduğu BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin çocuğun
yararına vurgu yapan 12 ile 3. maddesi dikkate alınarak220 hukukumuzda da
birlikte velâyet kabul edilmelidir.221
218
219
220
221
T.C. YARGITAY 2. HUKUK DAİRESİ E. 2016/15771 K. 2017/1737 T. 20.2.2017 (www. Kazancı.
com)
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/03/20160325-1.pdf.
GENÇCAN, s. 27.
GENÇCAN, s. 26.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
219
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
VI. Sonuç Ve Öneriler
Toplum ve aile yapısında meydana gelen değişiklikler velâyet konusunu
etkilemiştir. Velâyet sadece anne ve babanın çocuk üzerindeki hakkı değil, aynı
zamanda yükümlülüğüdür. Birçok hukuk sisteminde ebeveynlerin çocuğu için
her zaman en iyisini düşüneceği, eşitlik ilkesi ve çocuğun her iki tarafa olan
ihtiyacı göz önüne alınarak birlikte velâyetin boşanmadan sonra da devam
ettirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Başlangıçta evlilik birliğinin boşanmayla
sona ermesi halinde velâyeti tek tarafa bırakan Almanya, İsviçre ve Fransa gibi
pek çok ülkede artık boşanmanın velâyete bir etkisi olmadığı kabul edilmiştir.
Evlilik birliğinin boşanma ile sona ermesi halinde birlikte velâyeti ebeveynlerin
dilekçesine bağlı tutan ülkeler ise- örneğin İsviçre- Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nin kararları ışığında bu düzenlemelerinden vazgeçmişlerdir.
Birlikte velâyeti düzenleyen ülkeler dikkate alındığında günümüzde artık
çocuğun tek bir tarafla ikametgâhının yansıra; değişik ikametgâh modellerinin
gündeme geldiği görülmektedir.
Türk hukukunda da boşanmadan sonra velâyetin ebeveynler tarafından
birlikte kullanılması kanımızca gereklidir. Yukarıda belirtildiği gibi birlikte
velâyetin çocuk açısından pek çok faydaları bulunmaktadır. Çocuğun iki tarafa
olan ihtiyacının giderilmesi, boşanmanın olumsuz etkilerinin daha kolay bir
şekilde atlatılması, çocuğa yabancı olan bir ana veya babanın yaratılmaması
için birlikte velâyet son derece önemlidir. Türk hukukunda uzun yıllar
doktrinde boşanma halinde birlikte velâyeti kullanmaya engel olacak hukuki
düzenlemelerin olmadığı, velâyeti düzenleyen hükümlerin birlikte velâyete
cevaz verecek şekilde yorumlanabileceği belirtilse de mahkemelerin tutumları
aksi yönde olmuştur. Birlikte velâyete hüküm eden ender kararlar bulunmakta
olup hatta Yargıtay tarafından birlikte velâyete ilişkin olan yabancı mahkeme
kararlarının tanınması ve tenfizi bile kabul edilmemekteydi. Ancak 2017 yılında
Yargıtay Türkiye Cumhuriyeti adına 14 Mart 1985 tarihinde imzalanan 11
numaralı Protokol ile Değişik İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair
Sözleşmeye Ek 7 numaralı Protokol'ün 6684 sayılı Kanun ile onaylanması uygun
bulunarak, 25.03.2016 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanıp yürürlüğe girmesiyle
iç hukukumuzun bir parçası olduğunu ve Anayasa'mızın 90. maddenin 5. fıkrası
uyarınca artık birlikte velâyete ilişkin mahkeme kararlarının tanınmasının ve
tenfizinin mümkün olacağını belirtmiştir. Yargıtay uygulamalarının belirleyici
olduğu dikkate alındığında ilk derece mahkemelerinin uygulama birliğini
sağlamada gerekli özeni gösterecekleri beklenebilir.
Yargıtay’ın bu kararı olumlu bir gelişme olmakla birlikte biz evlilik birliğinin
boşanma ile sona ermesi halinde birlikte velâyetin tüm tartışmaları ortadan
kaldıracak bir şekilde kanununda düzenlenmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Mahkemelerin birlikte velâyet hususunda açık yasal düzenlemeler olmaması
220
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
halinde çekingen davranabileceğini ve bunun uygulamada büyük değişiklikler
yaratmayacağını düşünmekteyiz. Nitekim Almanya’da Federal Alman Anayasa
Mahkemesi’nin evlilik birliğinin boşanma ile sona ermesi halinde birlikte
velâyetin ebeveynlere tanınmış yasal bir hak olduğunu belirtmesine rağmen,
uygulamada değişiklikler olmamış ve bu durum karşısında yasal düzenleme
yapılmıştır. Ayrıca Türkiye'de mahkemeler tarafından normlar hiyerarşisinde
en üstte yer alan Anayasa’nın 90. maddesi dikkate alınmalıyken uygulamada
mahkemelerin Anayasa’da yer alan bu normu maalesef dikkate almadıkları
görülmektedir. Örneğin Anayasa Mahkemesi kadının soyadına ilişkin 2011
tarihli davada, ilk derece mahkemeleri tarafından 90. maddeye vurgu
yapılmasına rağmen bu maddeyi hiç dikkate almadan kadının soyadına ilişkin
düzenlemelerin Anayasa’ya aykırı olup olmadığına karar vermiştir.222 Yine
aynı konuda Yargıtay Hukuk Dairesi’nin de Anayasa Mahkemesi’nin bireysel
başvuru kararına kadar bu maddeyi dikkate almadığı görülmektedir.223
Elbette ki bir hukuk devletinde mahkemelerin 90. maddeyi göz ardı edebilme
ihtimalleri bir argüman olarak ileri sürülmemelidir. Ancak uygulamada içtihat
birliğinin sağlanması, hukuk devletine olan inancın ortadan kalkmaması, evlilik
birliğinin boşanmayla sona ermesi halinde birlikte velâyete ilişkin tereddütlerin
ve sorunların ortadan kaldırılması için birlikte velâyetin kanunda açıkça
düzenlenmesi son derece önemlidir. Söz konusu yasal düzenleme yapılıncaya
kadar mahkemelerin Anayasa’mızın 90. maddesi uyarınca iç hukukumuzun
bir parçası olan gerek Çocuk Hakları Sözleşmesi gerekse 11 numaralı Protokol
ile Değişik İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye Ek
7 numaralı Protokol ışığında ve doktrinde belirtildiği gibi TMK’nin velâyete
ilişkin düzenlemelerinin birlikte velâyeti yasaklamamasından yola çıkarak
karar vermeleri gerekmektedir. Velâyet hakkını birlikte kullanmak isteyen
ebeveynlerin bu isteği dikkate alınarak, gerekli araştırmalar yapılıp çocuğun
dinlenmesi ve çocuğun üstün yararına uygun olması şartıyla birlikte velâyete
karar verilmelidir.
Yukarıda açıkladığımız gibi birlikte velâyetin düzenlendiği ülkelerde
bunun düzenlenme biçiminden yola çıkılarak birlikte velâyetin istisna
mı yoksa ana kural mı olduğu tartışmaları yapılmıştır. Biz Federal Alman
Anayasa Mahkemesi’nin 18.12.2003 tarihli kararında belirtiği gibi birlikte
velâyetin ana kural, velâyetin tek tarafa verilmesinin istisna olduğu gibi bir
ayrım yapılmasının doğru olmadığı kanaatindeyiz. Türkiye’de de doktrinde
birlikte velâyetin kabul edilmesi halinde bunun istisna mı yoksa ana kural mı
222
223
Esas Sayısı: 2009/85 Karar Sayısı: 2011/49 Karar Günü: 10.3.2011; http://www.resmigazete.
gov.tr/eskiler/2011/10/20111021-8.htm. (erişim 25.06.2017).
Anayasa’nın 90. Maddesini dikkate alan kararları: T.C. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, E.
2014/2-889, K. 2015/2011 T. 30.9.2015 www. kazancı. com. (erişim 25.06.2016); YHD,
02.03.2016, E. 2015/24244, K. 2016/3893.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
221
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
olacağı tartışmaları yapılabilir ancak kanımızca böyle bir konuyu tartışmak,
birlikte velâyet genel veya istisna bir kuraldır demek doğru olmayacaktır.
Velâyet hakkının birlikte kullanılmasına ilişkin mahkemeler tarafından karar
verilmeden önce konunun sadece hukuki açıdan ele alınmaması gerektiği
yapılan araştırmalarda ortaya konmuştur. Velâyet hakkının eşlerin kişilik
haklarından olduğu, istisnai hallerde kaldırılabildiği hususları önemli olmasına
rağmen aile içi şiddet, boşanma sebebi gibi pek çok hususun dikkate alınması
gerekir. Çocuğu ilgilendiren uluslararası anlaşmalar ve çocuk haklarında
meydana gelen gelişmeler dikkate alındığında amacın çocuğun üstün yararı ve
korunması olacağı açıktır. BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde çocuğun üstün/
yüksek yararından bahsedilmiş ve kamusal ya da özel sosyal yardım kuruluşları,
mahkemeler, idari makamlar veya yasama organları tarafından yapılan ve
çocukları ilgilendiren bütün faaliyetlerde, bu üstün yararın dikkate alınması
gerektiği 3. maddede belirtilmiştir.224 O halde somut olay değerlendirilmesi
yapılarak birlikte velâyete karar verilip verilmeyeceğinin dikkate alınması
gerekir. Birlikte velâyetin düzenlendiği birçok ülkede olduğu gibi, çocuğun
yararı gerektiriyorsa örneğin ebeveynlerin anlaşmalarının mümkün olmadığı
durumlarda, ebeveynlerden birinin alkol veya uyuşturucu madde kullanması,
şiddete eğilimin olması gibi hallerde birlikte velâyet yerine çocuğun velâyeti
tek tarafa bırakılabilinir. Birlikte velâyetin düzenlenmesi halinde ne olursa
olsun birlikte velâyet olmalıdır gibi bir düşünce doğru değildir. Birlikte
velâyete karar verilebilmesi için ebeveynlerin gönüllü olması, velâyeti birlikte
kullanacak karakterde olmaları son derece önemlidir. Almanya’da son yıllarda
özellikle dile getirilen ana ve babanın özerkliklerinin olması, devletin aileye
çok fazla müdahale etmemesi olgusuna biraz çekingen yaklaşmaktayız.
Kanımızca velâyet hususunda mahkemeler ebeveynler istemese dahi çocuğun
yararı gerektiriyorsa kanunda birlikte velâyet düzenlenmesine rağmen tek
tarafa velâyeti bırakabilir. Velâyet hususunda mahkemeler karar verirken
uzmanlardan (psikologlardan) yardım almalıdırlar.
Birlikte velayetin düzenlenmesi durumunda Türk hukukunda velâyetin
kaldırılmasını düzenleyen 348. maddede değişiklik yapılarak çocuğun
yararı gerekiyorsa velâyetin tek tarafa verilmesini ebeveynlerden birinin
isteyebileceği gibi mahkemenin de çocuğun üstün yararını dikkate alarak
velâyetin tek tarafa bırakılmasına re’sen karar verebileceği düzenlenmelidir.
Evlilik birliğinin boşanma ile sona ermesi halinde coğrafi istikrara veya
ikametgâh istikrarına vurgu yapan tek merkez modeli ve bunun sonunda
çocuğun velâyetinin tek tarafa verildiği anlayış birçok ülkede terk edilmiştir.
İkametgâha ilişkin tek konut modelinin dışında değişken model, yuva modeli
gibi farklı modeller artık kabul edilmektedir.
224
https://www.unicef.org/turkey/crc/_cr23c.html.
222
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
Kanımızca evlilik birliğinin boşanma ile sona ermesi durumunda birlikte
velâyetin nasıl kullanılacağının açıklığa kavuşturulması son derece isabetli
olacaktır. Alman hukukunda olduğu gibi günlük ve olağanüstü iş ayrımı
yapılarak günlük işlerde ebeveynlerden her birinin diğerine sormaksızın
bu işlemleri tek başına yapmasına olanak tanınıp önemli işlerde -çocuğun
gideceği okul seçimi, din seçimi, önemli tedaviler, uzun süre yurt dışında kalıp
kalmayacağı vs.- ise tarafların birlikte karar almaları doğru olacaktır. Önemli iş
kategorisinde olup gecikmesinde sakınca olunan hallerde ebeveynlerden her
birinin bu kararı alabileceği ancak vakit geçirmeksizin diğer tarafa bildireceği
gibi hususların kanunda düzenlenmesi gereklidir.
Karşılaştırmalı hukukta meydana gelen değişiklikler, taraf olunan
uluslararası anlaşmalar dikkate alındığında evlilik birliğinin boşanmayla sona
ermesi halinde birlikte velâyetin hukukumuzda da düzenlenmesi gerekir.
Ancak sadece birlikte velâyetin düzenlenmesi yeterli olmayıp, bunun nasıl
kullanılacağı, koşulları, mahkemelerin rolü, bu düzenlemenin genel mi istisna
mı olduğu, birlikte velâyet halinde çocuğun soyadına etkisi225 gibi birçok
hususun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Bu hususlar düzenlenirken
çocuğun üstün yararı her zaman dikkate alınmalıdır.
*****
KAYNAKÇA
ABİK, Yıldız:“ Türk Medeni Kanunundaki Hükümler ve Çocuk Hukukundaki
Temel İlkeler Çerçevesinde Velayette Çocuğun Yararı“ Prof. Dr. Şenel Akyol’a
Armağan, Filiz Kitapevi, İstanbul, 2011.
AKINTÜRK, Turgut/ATEŞ: Derya, Aile Hukuku, 18. Basım, Beta Yayınları,
İstanbul, 2016.
AKINTÜRK, Turgut: Türk Medeni Hukuku Yeni Medeni Kanunu’na göre
uyarlanmış Aile Hukuku, 8. Basım, Beta Yayınları, İstanbul, 2003.
AKYÜZ, Emine: Çocuk Hukuku. Çocukların Hakları ve Korunması, Pegem
Akademi, Güncelleştirilmiş 4. Bası, Ankara, 2015.
BAKTIR ÇETİNER, Selma: Velâyet Hukuku, 1. Basım, Yetkin Yayınları, Ankara,
2009.
225
ZEYTİN, Zafer: “Fünfzehn Jahre Türkisches Zivilgesetzbuch. Ein Bericht über die Praxis
im Familienrecht” NZFam 2016, s. 452. Velâyet hakkına bağlı olarak çocuğun soyadının
değişeceğine ilişkin mahkeme kararları da birlikte velâyetin kabul edilmesi halinde yeniden
tartışılır olacaktır. Zeytin çocuğun soyadı/adına ilişkin hususlarda velâyetin değil, biyolojik
kökenin önemli olduğunu ve buna göre düzenlemelerin yapılması gerektiğini belirtmiştir.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
223
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
BALLOFF, Rainer/ WALTER, Eginhard: “Gemeinsame elterliche Sorge als
Regelfall? Einige theoretische und empirische Grundannahme“, FamRZ 1990,
s. 445-454.
BALLOFF, Rainer: “Die Bedeutung des Vaters für die Entwicklung des Kindes“
FPR 2005, s. 210-213.
BAYGIN, Cem: Soybağı Hukuku, 1. Basım, On İki Levha Yayınları, İstanbul, 2010.
BELCHAUS, Günter: Elterliche Sorgerecht, Kommentar zum Gesetz zur
Neuregelung des Rechts der elterlichen Sorge, Otto Schmidt, Köln, 1980.
BERTSCHI, Nora/MARANTA, Luca: ”Wir ziehen um?!" – wenn Eltern über den
Aufenthaltsort des Kindes streiten”, FamPra.ch 2017, s. 649-674.
BİRİNCİ UZUN, Tuba: ”Türk Medeni Kanunu’na göre Velâyetin Kullanılması
ve Çocuğun Yüksek (Üstün) Yararı İlkesi Doğrultusunda Boşanmada ve Evlilik
Dışı İlişkide Birlikte Velâyet Modeli”, Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi, 6 (1),
2016, s. 135-166.
BOELE-WOELKI, Katharina/ BRAAT, Bente/ CURRY-SUMNER, Lan (Ed.):
European Family Law in Action Volume III Parental Responsibilities)
Intersentia EFL, Antwerp- Oxford, 2005.
BORN, Winfried: “Gemeinsames Sorgerecht: Ende der „modernen Zeiten“?
Besprechung von BGH, Urteil v. 29. 9. 1999- XII ZB 3/99-, FamRZ 1999, 1646“,
FamRZ 2000, s. 396-399.
BRUNS, Rudolf: “Elterlichen Sorge. Klarstellungen“, FamRZ 1979, s. 279-282.
BÜRGE, Alfons: Römisches Privatrecht, Rechtsdenken und gesellschaftliche
Verankerung, WBG (Wissenschaftliche Buchgesellschaft), Darmstadt, 1999.
CANTIENI, Linus: Gemeinsame elterliche Sorge nach Scheidung: Eine
empirische Untersuchung Schriftenreihe zum Familienrecht, 1. Auflage,
Stämpfli Verlag, Bern, 2007.
CEYLAN, Ebru: Türk ve İsviçre Hukukunda Boşanmanın Hukuki Sonuçları,
Beta Yayınevi, İstanbul, 2006.
COESTER, Micheal: “Neue Aspekte zur gemeinsamen elterlichen
Verantwortung nach der Trennung und Scheidung“, FuR 1991, s. 70-74.
DIECKMEIS, Franz: “Die gemeinsame Sorge- engagiertes Plädoyer. Die
Bewältigung der Scheidungskrise, Hilfe durch Gerichte und Jugendämter?“,
ZBIJugR 1989, s. 57-60.
DITTMANN, Karl: “Sonderfragen zur Regelungen elterliche Gewalt
während und nach der Ehescheidung unter Berücksichtigung des neuen
Ehescheidungsrechts“, ZBIJugR 1977, s. 187-199.
224
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
DÖLL, Yves/WANITYEK, Ulrike:” Rechtsprechungsübersicht zum Recht der
elterlichen Sorge und des Umgangs” FamRZ 2017, s. 1195-1206.
DURAL, Mustafa/ ÖĞÜZ, Tufan/ GÜMÜŞ, Mustafa Alper: Türk Özel Hukuku, C.
III Aile Hukuku, Filiz Kitapevi, İstanbul, 2013.
ELL, Ernst: “Wie ist das mit der “Hauptbezugsperson“?“, ZBIJugR 1982, s. 7682.
FEHMEL, Hans-Werner: “Ist das Verbot des gemeinsamen elterlichen
Sorgerechts nach der Scheidung (§ 1671 Abs. IV. S. 1 BGB) verfassungswidrig?“
FamRZ 1980, s. 758-761.
FELDER, Wilhelm/HAUSHEER, Heinz/ AEBI-MÜLLER, Regina/ DESCH, E. Erica:
“Gemeinsame elterliche Sorge und Kindeswohl“, ZBJV 150/2014, s. 892-916.
FURSTENBERG, Frank F./CHERLIN, Andrew J.: Geteilten Familien (Divided
Families), Hardvard University Press, Cambridge mass& London England,
1991.
GENÇCAN, Ömer Uğur: “Ortak velâyet”, İzmir Barosu Bülten 8 Mart 2017 Özel
Sayısı, s. 24-30.
GEISER, Thomas: “Besprechung neuerer Entscheidungen auf dem Gebiet des
Eherechts“, AJP 2015, s. 1719-1726.
GEISER, Thomas: “Wann ist Alleinsorge anzuordnen und wie ist diese zu
regeln?” ZKE 2015, s. 226-244.
GRÜNDEL, Matthias: Gemeinsames Sorgerecht, Lambertus Verlag, Born,
1995.
GRÜNDLER Bettina: Die Obsorge nach der Scheidung und Trennung der Eltern
im europäischen Rechtsvergleich, Peter lang, Frankfurt am Main, 2002.
GÖTSCHE, Frank: ”Kindschaftsrechtliche Angelegenheiten von alltäglicher
oder erheblicher Bedeutung”, FuR 2017, s. 418-423.
HAMMER, Stephan: “Die rechtliche Verbindlichkeit von Elternvereinbarungen“,
FamRZ 2005, s. 1209-1217.
HARKE, Jan Dirk: Römisches Recht 2. Auflage, C. H. Beck, München, 2016.
HAUSHERR, Heinz: “Gemeinsame elterliche Sorge als Regeltatbestand in der
Schweiz“, FamRZ 2014, s. 1520-1523.
HATEMİ, Hüseyin/KALKAN OĞUZTÜRK, Burcu: Aile Hukuku, 2. Basım, Vedat
Kitapçılık, İstanbul, 2013.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
225
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
HEILIGER, Anita: “Zur Problematik einer Konzeption nachehelicher
gemeinsamer elterlicher Sorge als Regelfall im Kontext einer geplanten
Reform des Kindschaftsrechts“, FamRZ 1992, s. 1006-1013.
HEINKE, Sabine: "Gemeinsame Sorge um jeden Preis?“, FF 2002, s. 54-58
HOLZHAUER, Heinz: “Verwandtschaftliches Elternstellung, verfassungsmäßiges
Elternrecht und elterliche Sorge“, FamRZ 1982, s. 109-118.
HONSELL, Heinrich: Römisches Recht, 8. Auflage, Springer Verlag, Berlin
Heidelberg, 2015.
HORNDASCH, Peter: ”Das Wechselmodell und seine Folgen” FuR 2016, s. 558564
JESTAEDT, Matthias: ”Kindesrecht zwischen Elternverantwortung und
Staatsverantwortung. Herausforderungen des Eltern-Kind- Verhältnisses
aus verfassungsrechtlicher Perspektive“ s. 65-98 in 21. Deutscher
Familiengerichtstag vom 21. Bis 24. Oktober 2015 in Brühl, Gieseking Verlag,
Bielefeld, 2016.
JOPT, Uwe-Jörg: “Nacheheliche Elternschaft und Kinderwohl –Plädoyer für
das gemeinsame Sorgerecht als anzustrebender Regelfall“, FamRZ 1987, s.
875-885.
KAISER, Dagmar: ”Gemeinsame elterliche Sorge und Wechselmodell“, FPR
2008, s. 143-148.
KALTENBORN, Karl-Franz: “ Das Personalen Beziehungen des Scheidungskindes
als sorgerechtsrelevantes Entscheidungskriterium“, FamRZ 1987, s. 990-1000.
KALTENBORN, Karl-Franz: “Das Gemeinsame Sorgerecht nach der Scheidung
im Spiegel ausländischer Erfahrungen“, FamRZ 1983, s. 964-971.
KARACA, Hilal, Velâyetin Kapsamı ve Hükümleri, 1. Basım, Seçkin Yayınları,
Ankara, 2015.
KASER, Max: Das Römische Privatrecht, Erster Abschnitt 2. Auflage, C.H Beck,
München, 1971.
KIRCA, Çiğdem: ”Örtülü (Gizli) Boşluk ve Bu Boşluğun Doldurulmasi Yöntemi
Olarak Amaca Uygun Sınırlama (Teleologische Reduktion)“, AÜHFD 2001, Cilt.
10, Sayı.1, s. 91-119.
KLUßMANN; Rudolf: “Der Verfassungsgemäße Ausschluss des gemeinsamen
Sorgerechts geschiedener Eltern (§ 1671 Abs.4 S.1)“, FamRZ 1982, s. 118-122.
KOÇHİSARLIOĞLU, Cengiz: Boşanmada Birlikte Velâyet ve Yasanın Aşılması,
1. Basım, Turhan Kitabevi, Ankara, 2004.
226
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
KOSTKA, Kerima: ”Elterliche Sorge und Umgang bei Trennung und Scheidung
- unter besonderer Berücksichtigung der Perspektive des Kindes“, FPR 2005,
s. 89-95.
KOVARIK, Karel: Elterliche Sorge- Umgangsrecht Ausgewählte Regelungen
des deutschen und tschechischen Rechts im Vergleich, Verlag Dr. Kovac,
Hamburg, 2010.
KROPHOLLER; Jan: “Gemeinsame elterliche Sorge nach der Ehescheidung im
deutschen und im ausländischen Recht“, JR 1984, s. 89-97.
LEMPP, Reinhard: “Die Bindung des Kindes und ihre Bedeutung für das Wohl
des Kindes gemäß § 1671 BGB“, FamRZ 1984, s. 741-744.
LIEBTHAL, Julia, Die gemeinsame Sorge geschiedener Eltern nach der
Reform des Kindschaftsrechts, 1. Auflage, Peter Lang International Academic
Publishers, Frankfurt am Main, 2004.
LIMBACH, Jutta: Die gemeinsame Sorge geschiedener Eltern - Eine
Rechtstatsachenstudie, Bundesanzeiger, Köln, 1989.
LUTHIN Horst: Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung, Gieseking
Verlag, Bielefeld, 1987.
MARINOPOULOS, Alisko: Entscheidungsrecht bei gemeinsamer elterlicher
Sorge getrennt lebender Ehegatten in Deutschland und Australien, Peter
lang, Frankfurt am Main, 2003.
MATTHIESSEN,
Stephanie:
Gemeinsame
elterliche
Sorge
in
scheidungssoziologischer Perspektive, Peter lang, Frankfurt am Main, 2004.
MECKLING, Sarah: Die gemeinsame Trennungssorge, Duncker & Humblot,
Berlin, 2009.
MICHALSKI, LUTZ: “Gemeinsames Sorgerecht geschiedener Eltern“, FamRZ
1992, s. 128-137.
MOTZER, Stefan: “Die neueste Entwicklung von Gesetzgebung und
Rechtsprechung auf de Gebiet von Sorgerecht und Umgangsrecht”, FamRZ
2001, s. 1034-1044.
MÜLLER, Karen: Die elterliche Sorge im international-privatrechtlichen
Kontext aus konsularrechtlicher Sicht, Verlag Ernst und Werner Gieseking,
Bielefeld, 2016.
OELKERS, Harald/KARSTEN, Hartwig: “Zehn Jahre gemeinsame Sorge nach der
Scheidung“, FamRZ 1993, s. 18-21.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
227
Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk Hukukunda Evlilik Birliğinin Boşanma İle Sona Ermesi Durumunda
Birlikte Velâyet
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
OELKERS, Harald: “Das neue Sorgerecht in der Familienrechtlichen Praxis“,
FuR 1999, s. 349-355.
OELKERS, Harald: “Anmerkung zum BGH-Beschluss vom 29.9.1999“, MDR
2000, s. 32- 33.
OĞUZMAN, Kemal/DURAL, Mustafa: Aile Hukuku, Filiz Kitapevi, İstanbul,
1998.
OLLMANN, Rainer: ”Das gemeinsame Sorgerecht nach der Scheidung und das
KJHG” FamRZ 1993, s. 869-874.
ÖCAL APAYDIN, Bahar: "İsviçre Medeni Kanununun Velayete İlişkin
Hükümlerinde Değişiklik Yapılması ve Ortak Velayetin Kural Olarak
Benimsenmesi", Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Sayı 145146, Eylül-Ekim 2016, s. 631-658.
ÖZDAMAR, Demet: CEDAW Sözleşmesi, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın
Önlenmesine Dair Sözleşme ve Ek İhtiyari Protokol’ün İç Hukukumuza,
Özellikle Yeni Aile Hukukumuza Etkisi, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2009.
ÖZTAN, Bilge, “Türk Hukukunda Boşanmada Birlikte Velâyet Sorunu”, Prof. Dr.
Tuğrul Ansay’a Armağan, 1. Basım, Turhan Kitabevi, Ankara, 2006, s. 249-260.
ÖZTAN, Bilge: Aile Hukuku, Turhan Kitabevi, Ankara, 2015.
PLANITZ, Hans/ECKHARDT, Karl August: Deutsche Rechtsgeschichte, Böhlau
Verlag, 4. Auflage, Graz/Köln/Wien, 1991.
PLANITZ, Hans: Germanische Rechtsgeschichte, Verlag Franz Vahlen, 2.
Auflage, Berlin, 1941.
POLAT, Oğuz/GÜLDOĞAN, Evin: “Uzman Görüşünün Boşanma Davalarında
Velâyetin Saptanmasındaki Önemi”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Sayı.118,
2015, s. 243-254.
REHBERG, Jurgen: “Kindeswohl und Kindschaftsrechtsreformgesetz”, FuR
1998, s. 65-69.
RIECK, J. (Ed.): Ausländisches Familienrecht, Eine Auswahl von
Länderdarstellungen, Ausländisches Familienrecht für alle wichtigen
Staaten, 15. Auflage, C.H. Beck, München, März 2017.
SALGO, Ludwig: “Zur gemeinsamen elterlichen Sorge nach der Scheidung als
Regelfall- ein Zwischenruf“, FamRZ 1996, s. 449-454.
SARRES, Ernst: “Gemeinsame elterliche Sorge als Regelfall - Verlagerung bei
Streitigkeiten auf das Umgangsrecht?“, FPR 2008, s. 131-135.
228
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Gemeinsames Sorgerecht nach der Scheidung. Eine vergleichende Untersuchung der Rechtslage in der Türkei und in europäischen Ländern
Dr. Öğr. Üyesi Nurten İNCE
SCHWAB, Dieter: “Elterliche Sorge bei Trennung und Scheidung der Eltern Die Neuregelung des Kindschaftsrechtsreformgesetzes“, FamRZ 1998, s. 457472.
SERDAR, İlknur: “Birlikte Velâyet”, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Dergisi, Cilt.10, Sayı.1, 2008, s. 155-197.
SEROZAN, Rona, Çocuk Hukuku, 2. Basım, Vedat Kitapçılık, İstanbul, 2005.
SITTING, Christine/STÖRR, Andre: “Das Ende einer Reform? Anmerkung zum
Beschluss vom 29.9.1999 XII ZB 3/99 (FuR 2000,88= FamRZ 1999, 1646)“, FuR
2000, s. 199-201.
SCHLÜTER, Wilfred: BGB-Familienrecht, 13. Auflage, C.F Müller Verlag,
Heidelberg, 2009.
SÜNDERHAUF, Hildegund: Wechselmodell: Psychologie- Recht Praxis
Abwechselnde Kinderbetreuung durch Eltern nach Trennung und Scheidung,
Springer Fachmedien, Wiesbaden, 2013.
ŞİMŞEK, Canan: Türk Hukuku ve Uluslararası Sözleşmeler Çerçevesinde
Boşanmanın Çocuklar Yönünden Hukuki Sonuçları, Dokuz Eylül Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir, 2012.
TAUCHE, Almut: ”Kindschaftsrecht und Elternvereinbarung. Ist die
Forderung nach der Elternvereinbarung bei Trennung und Scheidung eine
unverhältnismäßige Einmischung des Staates”, FuR 1996, s. 213-222.
VON DER HEYDE, Irene: Internationalrechtliche Studien Beiträge zum
Internationalen Privatrecht zum Einheitsrecht und zur Rechtsvergleichung,
Peter lang, Frankfurt am Main, 2004.
WACKE, Andreas: “Elterliche Sorge im Wandel der Jahrtausende- zum
Sorgerecht der geschiedenen Mutter nach römischem Recht“, FamRZ 1980,
s. 205-210.
WALPER, Sabina: “Arrangements elterlicher Fürsorge nach der Trennung und
Scheidung: Das Wechsel Modell im Licht neuer Daten aus Deutschland“, s.
99-145 in 21. Deutscher Familiengerichtstag vom 21. Bis 24. Oktober 2015 in
Brühl, Gieseking Verlag, Bielefeld, 2016.
YILDIRIM, Abdulkerim: Türk Aile Hukuku, 1. Basım, Savaş Yayınevi, Ankara,
2014.
ZEYTİN, Zafer: “Fünfzehn Jahre Türkisches Zivilgesetzbuch. Ein Bericht über
die Praxis im Familienrecht”, NZFam 2016, s. 450-454.
ZIMMER, Angelika: Das Sorge- und Umgangsrecht im Lichte der
Kindschaftsrechtsreform, Lit Verlag, Münster-Berlin, 2011.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
229
TÜRK İDARE HUKUKUNDA ESTOPPEL KURAMININ
UYGULANABİLİRLİĞİ
The Practicability of the Estoppel Hypothesis in the Turkish
Administrative Law
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ1
Geliş Tarihi: 21.09.2017
ÖZET
Kazanılmış hak, müesses durum, fiili
memur ve haklı beklenti kavramlarının
kesişim kümesi olan estoppel kuramı,
idarenin davranışları sonucunda ortaya çıkan
ve idarenin önceki davranışlarına aykırı bir
tasarrufta bulunmasını yasaklayan bir ilkedir.
Bir kamu idaresinin davranışına güvenen
bireyin bulunduğu konumu değiştirmesi veya
konumunu değiştirecek iken idarenin beyanı
doğrultusunda aynı konumunu korumayı
sürdürmesi sonucunda ortaya çıkan zararın
tazmini estoppel ile sağlanır.
Estoppelin Türk idare hukukunda tatbiki
şu gerekçelerle gereksizdir:
i. Estoppel ile beklenen hukuki koruma
diğer yerleşmiş ilkelerle sağlanmaktadır.
ii. Estoppel kamu yararı kavramını işlevsiz
hale getirir.
iii. Estoppel özel hukuk kaidelerinin kamu
hukukuna girmesine sebep olur.
iv. Estoppelin idare hukukunda kabulü,
idarenin takdir yetkisini kaldırarak yetki aşımı
yapılmasına sebebiyet verebilir.
v. Estoppelin kamu hukukunda tatbiki,
haklı beklentinin korunması ilkesinin gerektiği
gibi özümsenememesine sebep olur.
vi. Estoppelin yargı ayrılığı sisteminin
uygulandığı Türk hukuk sisteminde sağlıklı
uygulaması sağlanamaz.
Kabul Tarihi: 26.01.2018
ABSTRACT
The estoppel hypothesis which is the
intersection set of the terms acquired rights,
established situation, officer de facto and
legitimate expectation, is a principle which results
from the behavior of the administration and
which forbids administrative disposals contrary
to its past behavior. The compensation of the
damages to a person, who having good faith in
the behavior of the administration has changed
his position, or while wanting to change his
position has kept in his actual position due to a
statement of the administration, is achieved by
the estoppel.
The application of the estoppel in the Turkish
administrative law is unnecessary because of the
following reasons:
i. The expected legal protection by the
estoppel is already achieved through other
principles.
ii. The estoppel makes the concept of public
interest dysfunctional.
iii. The estoppel causes the principles of
private law entering the public law.
iv. The acceptance of the estoppel in the
administrative law can abolish the discretionary
power of the administration and lead to ultra
vires decisions.
v. The application of the estoppel in the public
law could lead to the inadequate internalization
of the principle of protection of legitimate
expectation.
vi.
It is not possible to provide the sound
application of estoppel in the Turkish legal system
where a separation of jurisdiction is applied.
Keywords: Estoppel, acquired rights,
Anahtar
Kelimeler:
Estoppel,
kazanılmış haklar, müesses durum, haklı established situation, legitimate expectation, rule
of law, administrative law.
beklenti, hukuk devleti, idare hukuku.
1
Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi, e-mail: selmansacitboz@gmail.com
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
231
Türk İdare Hukukunda Estoppel Kuramının Uygulanabilirliği
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
GİRİŞ
Dürüstlük, özel hukuk ilişkileri başta olmak üzere kamu hukukunda da
uygulanan bir ilkedir. Bireyler arası hukuki ilişkilerde tarafların dürüstlük
ilkesine riayet etmesi bekleniyorsa pekâlâ idareden de dürüst davranması
beklenmelidir. Bu açıdan irade açıklamasında bulunan ya da bazı davranışlarıyla
bireyleri belirli yönde karar alacağına inandıran kamu görevlilerin bu
davranışlarından kaynaklanan zararların, hukuk devleti ilkesince tazmini
gereklidir.
İdarenin önceki bir davranışına güvenerek bireyin bulunduğu konumu
değiştirmesi veya konumunu değiştirecek iken idarenin davranışı sonucunda
aynı konumunu korumayı sürdürmesi sonucunda ortaya çıkan zararın idare
tarafından karşılanmaması dürüstlük ilkesine aykırıdır. İdarenin bu türden
davranışları sonucunda zarara uğrayan, Devlete olan güveni yıkılan bireylerin
haklarını elde edebilmesi hukuk tarihi boyunca üç farklı yaklaşım temelinde
gerçekleşmiştir2:
i.
Bazılarına göre geride kalan ilk yaklaşıma göre; İdare, bireylerde olduğu
gibi, “estoppel” ilkesi gereğince sorumlu tutulur. Bu ilkeye göre; eğer bir kişi
açık ve belirsizliğe mahal vermeyen bir vaatte bulunur ve vaatte bulunulan
diğer kişi de bu vaade güvenerek bir eylemde bulunursa; vaatte bulunan
kişinin vaatlerini yerine getirmemesine müsaade etmek adaletsizlik
olacağından diğer kişinin vaatleriyle uyuşmayan eylemlerde bulunması
hukuka aykırı olur.
ii.
İkinci yaklaşıma göre; İdarenin tasarrufları neticesinde, sonraki
eylemler üzerinde haklı beklenti oluşabilir ve idarenin bu beklentiyi
boşa çıkarması da, kamu hukuku nezdinde, adaletsizlik olarak görülür.
iii.
Üçüncü ve en yeni yaklaşıma göre ise; İdare, halkın çıkarlarına tesir
edecek bir karar vermekle yükümlüyse ve bu konuda haklı beklenti
oluşturacak vaatlerde bulunmuş veya icraatlar yapmışsa, taahhüt veya
icraat vakası, karar verme makamı tarafından hesaba alınması gereken
ilgili bir mülahazadır ve idarenin bu beklentiyi hesaba katmaması
hukuka aykırı bir eylemdir.
I. ESTOPPEL KAVRAMI VE BENZER KAVRAMLARDAN FARKI
Sözlük anlamı “bir kişinin yaptığı bir beyanın doğruluğunu veya var
olduğunu iddia ettiği gerçekleri inkâr etmesini engelleyen bir delil veya
hukukun üstünlüğü kuralı”3 olan “estoppel” kavramının, hukuki açıdan Türkçe
karşılığı tam olarak bulunmamaktadır. “Durdurulmuş [stopped]” anlamında
kullanılan bu kavram, “birisi ya bir şeyi söylemesin, ya bir şeyi yapmasın, ya
2
3
PIEVSKY, David, “Legitimate Expectation as a Relevancy”, Judicial Review, Vol. 8(3), 2003, s.
144.
MARTIN, Elizabeth, Dictionary of Law, Fifth Edition, Oxford, 2002, s. 181.
232
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Practicability of the Estoppel Hypothesis in the Turkish Administrative Law
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
da bir şeye itiraz etmesin diye durdurulmuştur” özdeyişiyle açıklanmaktadır.
Normanlar tarafından ortaya konan bir kavram olan estoppel, eski Fransızca’da
“estoupail” terimiyle ifade edilmekteydi. Bu açıdan estoppelin hukuksal
olmayan kavramsal karşılığı, “tıpa veya bir şeyin taşmasını durduran bir tıkaç”
idi4.
İngiliz hukuku tarafından sahiplenilen ve çok sık başvurulan estoppel
kavramının5, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında “itiraz hakkının
düşmesi (dava engeli)”ne karşılık geldiği görülmektedir6. Nihayetinde idarenin
önceki iradesine aykırı bir davranışta bulunmasını engelleyen estoppel
kavramının hukuki karşılığı, bu çalışma kapsamında “önceki davranışlara aykırı
tasarruf yasağı” olarak ifade edilebilir.
Özel hukuk temelinde bu kavramın hukuki niteliği şu örnekle açıklanabilir:
“Daha önce yapılan bir iş veya bir ifade, sonradan ileri sürülen
bir iddiayı savunmaya engel olmaktadır. Bu doğrultuda örneğin,
yan komşusuna gelen boyacının yanlışlıkla kendi evini boyamasına
ses çıkarmayarak rıza gösteren kimse, boyacı ile arasında sözleşme
ilişkisi olmadığını iddia ederek ödeme yapmaktan kaçınamayacak;
borcu ödemesine gerek olmadığını söyleyerek borçlunun bu öngörüye
dayanarak farklı biçimde hareket etmesine neden olan alacaklı ileride
bu alacağını mahkeme önünde iddia ettiği takdirde dinlenilmeyecektir.
Estoppel kavramı hukuki bir kavram olsa da, içeriğinde, özgürlükçü
4
5
6
CARTWRIGHT, John, “Protecting Legitimate Expectations and Estoppel in English Law”,
(Report to the XVIIth International Congress of Comparative Law, July 2006), Electronic
Journal of Comparative Law, Vol. 10(3), December 2006, s. 2; MARTIN, s. 181; Estoppelin
kamu hukukunda uygulanabilirliğinin denetlendiği ilk dava 1949 tarihli “Robertson v.
Minister of Pensions” davasıdır, (“Robertson v. Minister of Pensions”, [1949], 1 QB. 227),
CRAIG, Paul, Administrative Law, Fourth Edition, London, 1999, s. 638, dn. 32; KNIGHT,
Dean R., Estoppel (principles?) in Public Law: The Substantive Protection of Legitimate
Expectations, Master of Law, The University of British Columbia, Canada, 2004, s. 13-14;
MACPHERSON, Paula A., Legitimate Expectation and Its Application to Administrative
Policy, LL.M Degree in Law, University of Ottawa, Canada, 1995, s. 5.
CARTWRIGHT, s. 2; SEVER, D. Çiğdem, Danıştay Kararları Işığında İdare Hukukunda
Kazanılmış Haklar, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara, 2006, s. 54; “Estoppel, pek çok farklı koşulda uygulanan eski bir İngiliz
özel hukuk ilkesidir”, SCHØNBERG, Søren J., Legitimate Expectations in Administrative Law,
New York, 2000, s. 109.
İlgili kararlar için bkz. ECHR, [18.06.1971], D. 1966/2832, No. 1971; ECHR, [13.05.1980], D.
1974/6694, No. 1980; ECHR, [06.11.1980], D. 1976/7654, No. 1980; ECHR, [06.11.1980], D.
1976/7367, No. 1980; ECHR, [22.05.1984], D. 1979/8805, No. 1984; ECHR, [28.06.1984], D.
1977/7819, No. 1984; ECHR, [06.12.1988], D. 1983/10590, No. 1988; ECHR, [22.02.1989], D.
1984/11152, No. 1989; ECHR, [07.07.1989], D. 1984/10857, No. 1989; ECHR, [08.07.1999],
D. 1994/24277, No. 1999; ECHR, [08.07.1999], D. 1998/24735, No. 1999; ECHR,
[16.11.2004], D. 1996/31821, No. 2004, www.sinerjimevzuat.com.tr, e.t. 15.08.2015.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
233
Türk İdare Hukukunda Estoppel Kuramının Uygulanabilirliği
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
devlet anlayışı bağlamında pek çok önemli politik ve felsefi fikirleri de
barındırır”7.
Estoppel; müesses durum, haklı beklenti ve kazanılmış hak kavramlarıyla
bazı sonuçları bakımından benzerlik arz etmektedir. Müesses durum,
hukuka aykırı olan bir işlemin geri alınmasının ardından hüküm ve sonuç
doğurmadığını, ancak geri alma işleminden önce var olan durumun korunması
gerekliliğini belirten bir kavramdır8. Başka bir ifadeyle müesses durum; hukuk
güvenliğini sağlamak amacıyla bireye “kanuna aykırı [contra-legem]” olarak
koruma sağlayan özel bir müessesedir9.
7
8
9
SEVER, s. 54; Cooke’a göre "estoppel, tutarlılığın uygulanması için bir mekanizmadır. Belirli
bir duruma inanmanıza neden olan bir şey söylendiği veya yapıldığı zaman, sözleşme
hükümleriyle bağlı olmadığımız halde, söylediğimiz veya yaptığımız şeyle bağlı olmakla
yükümlü tutulabiliriz”, COOKE, Elizabeth, The Modern Law of Estoppel, Oxford, 2000, s. 1.
Expectations in Administrative Law, New York, 2000, s. 109.
OĞURLU, Yücel, İdare Hukukunda Kazanılmış Haklara Saygı ve Haklı Beklentiler Sorunu,
Ankara, 2003, s. 198; BEREKET, Zuhal, Hukukun Genel İlkeleri ve Danıştay, Ankara, 1996,
s. 135; ALTINDAĞ, Halil, Yürürlükte Olan Yasalara ve İdari Düzenleyici İşlemlere Güvenden
Kaynaklanan Haklı Beklenti Kavramı ve Korunması, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2010, s. 19; GÖKYURT, Fatih, İdare
Hukukunda Kazanılmış Hak ve Müesses Durum, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 2007, s. 12; AKBULUT, Emre, Türk İdare
Hukukunda Kanunî İdare İlkesi, İstanbul, 2013, s. 355; Danıştay 5. Dairesi, T. 12.02.1996, E.
1994/1576, K. 1996/3759; Danıştay 5. Dairesi, T. 12.12.1996, E. 1994/4824, K. 1996/3864;
Danıştay 5. Dairesi, T. 13.01.1999, E. 1998/3536, K. 1999/93; Danıştay 5. Dairesi, T.
13.01.1999, E. 1998/3537, K. 1999/92; Danıştay 5. Dairesi, T. 04.12.2000, E. 1999/2648,
K. 2000/3209; Danıştay 5. Dairesi, T. 13.06.1996, E. 1994/1705, K. 1996/2372; Danıştay 5.
Dairesi, T. 02.12.1996, E. 1994/2520, K. 1996/3748; Danıştay 5. Dairesi, T. 02.12.1996, E.
1994/2521, K. 1996/3747; Danıştay 5. Dairesi, T. 02.12.1996, E. 1994/2591, K. 1996/3746;
Yargıtay bir kararında müesses durumu şu şekilde açıklamıştır. Yargıtay İçtihadı Birleştirme
Genel Kurulu, T. 27.01.1973, E. 1972/6, K. 1973/2, www.uyap.gov.tr, e.t. 02.12.2015:
“Hukuka aykırı bir işlemin belirli süre geçtikten sonra geri alınması üzerine artık ilerisi için
işlemin hüküm ifade etmeyeceğini, fakat geçmişte kalan durumun da tanınması gerektiğini
ifade eder, yani işlemin ilerisi için değiştirildiği, düzeltildiği anlamına gelir. Onun için, hukuka
aykırı (yanlış) işlem, yukarıda açıklanan süreler geçtikten sonra geri alınırsa sonrası için kişiye
bir hak bahşetmez, yalnızca geçmişteki durumun, parasal da olsa, tanınması sonucunu
doğurur. Fakat, yukarıda varılan sonuç ve kabul edilen kural ancak iyi niyetli kişiler içindir.
Eğer, idarenin yanlış işlem yapmasına kişinin gerçek dışı beyanı veya hilesi sebebiyet vermiş
ise, bu yanlış idare işlemi her zaman, bir süre şartına bağlı olmaksızın, geriye yürür şekilde
geriye alınabilir”, www.uyap.gov.tr, e.t. 02.12.2015.
OĞURLU, s. 289; ALTINDAĞ, s. 19; Müesses (yerleşmiş) durum kavramı, “önceleri idare
hukukunda sübjektif hak bulunmadığından hareketle, kazanılmış hakları hak olarak
görmeyen yaklaşımın sonucunda ortaya atılmış ve eski tarihli bazı kararlarda kullanılmıştır.
Ancak bu kullanım zaman içinde terk edilerek yerini başka bir kullanıma bırakmıştır. 1970’li
yıllardan itibaren aynı kavram, hukuka aykırı olup da korunması kabul edilen durumlar için
kullanılmaya başlanmıştır”, SEVER, s. 45.
234
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Practicability of the Estoppel Hypothesis in the Turkish Administrative Law
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
Müesses durum ile estoppel kuramının ortak yönü bireylerin mevcut
durumlarının değişmeyeceğine olan güvenleridir. Her iki ilke de geçmişten
kaynaklanan bir iradeye bağlı olarak bir hakkın korunması talebini
içermektedir10. Ancak müesses durum idarenin önceden tesis ettiği hukuka
aykırı bir işlemine dayanırken, estoppel idarenin önceki bir davranışıyla ilgilidir.
Elbette estoppel her zaman davranışa dayanmaz bazen bu davranış kendini
idari işlem olarak da gösterebilir. Ancak genelde müesses durumdan söz
edebilmek için idari bir işlem gerekirken, estoppel ilkesinin devreye girebilmesi
için idari bir davranışa ihtiyaç bulunmaktadır. İdari işlem, eylem ve sözleşme
niteliğinde olmayan davranışlardan da idarenin sorumlu tutulabilmesi
estoppel ilkesi ile mümkündür. Bu çerçevede bireyler etkisiz bir başvuru yolu
olan kamu denetçiliği kurumuna müracaat etmek yerine idari yargıda dava
açabilir konuma geleceklerdir.
Haklı beklenti11 ve kazanılmış hak kavramları ile estoppel ilkesi arasında
yakın benzerlikler bulunmaktadır12. Schønberg’in deyimiyle “haklı beklentinin
10
11
12
İngiliz hukukunda özel hukuk kökenli estoppelin etkisiyle, bireyin ekonomik açıdan işleme
güvendiği durumlarda işlemin geri alınamayacağı ifade edilmektedir, ÖZCAN, Nur, Avrupa
Toplulukları Adalet Divanı Kararları Işığında Haklı Beklenti İlkesi, Galatasaray Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2011, s. 86; Hukuka
aykırı olmasına rağmen korunması gereken durumlar müesses durum kavramıyla ifade
edilir. Bir hakkın iktisabında zorunlu bulunan hukuka uygunluk şartının sağlanamamasından
dolayı korunması gereken bu tür hukuki meseleler için hak kavramı yerine durum kavramı
tercih edilmektedir, OĞURLU, s. 197.
Haklı beklentinin korunması ilkesi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. BOZ, Selman Sacit, İdare
Hukukunda Haklı Beklentinin Korunması, Ankara, 2017.
YOST, Chris, “A Case Review and Analysis of the Legitimate Expectations Principle as it
Applies within the Fair and Equitable Treatment Standard”, Honours Thesis, The Australian
National University, Australian, 2008, s. 35; CARTWRIGHT, s. 6; FELIX, Shivaji, “The
Protection of Substantive Legitimate Expectations in Administrative Law”, Sri Lanka Journal
of International Law, Vol. 18, 2006, s. 80; GROVES, Matthew, “Substantive Legitimate
Expectations in Australian Administrative Law”, Melbourne University Law Review,
Vol. 32, 2008, s. 489-490; LI, Andrew S. Y. - LEUNG, Hester Wai-San, “The Doctrine of
Substantive Legitimate Expectation: The Significance of Ng Siu Tung and Others v. Director
of Immigration”, Hong Kong Law Journal, Vol. 32, No. 3, 2003, s. 486; ELLIOTT, Mark,
“Legitimate Expectation, Consistency and Abuse of Power: the Rashid Case”, Judicial
Review, 2005, s. 283; FLANAGAN, Richard, “Legitimate Expectation and Applications-An
Outdated and Unneeded Distinction”, Canterbury Law Review, Vol. 17, Iss. 2, 2011, s. 284;
TAY KUAN SENG, Charles, “Substantive Legitimate Expectations-The Singapore Reception”,
Singapore Academy of Law Journal, Vol. 26, 2014, s. 635-636; McGILVRAY, Stuart Angus,
“Making Sense of Substantive Legitimate Expectations in New Zealand Administrative Law”,
University of Otago, Dunedin-New Zealand, 2007, s. 28; ÖRÜCÜ, Esin, “Avrupa Hukukunda
İdare Hukukunun Genel İlkeleri”, İdare Hukuku ve İlimleri Dergisi, S. 1-3, 1988, s. 250;
Estoppel ile haklı beklentinin benzerliği her ikisinin de nesafet, yani bir tür adalet fikrinden
ortaya çıktığıdır, SEVER, s. 55; Haklı beklentinin korunması ilkesinin kökenlerinden biri de
estoppel ilkesi olarak gösterilmektedir, ABBAS, Qaisar, “Doctrine of Legitimate Expectations:
Prospects and Problems in Pakistan”, Pakistan Law Journal, 2008, s. 5.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
235
Türk İdare Hukukunda Estoppel Kuramının Uygulanabilirliği
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
korunması ilkesi, özel hukuk doktrinindeki estoppel ilkesinin bir parçasını
oluşturan zarara uğratan itimat gereksiniminden ilham almıştır”13. Ayrıca
kazanılmış hak ile estoppel kuramı arasında da sonuçları açısından benzerlik
bulunmaktadır14. Estoppel kuramı tüm unsurları ve çeşitleri dikkate alındığında
kazanılmış hak ve haklı beklenti kavramlarından çok küçük farklılıkları
bulunmaktadır. Estoppel ilkesi çerçevesinde idareden sadır bir taahhüt veya
beyanın korunabilmesi için bu durumun bir hakka dayanması gerekir15.
Diğer taraftan haklı beklentide korunmak istenen menfaatin her zaman
bir hakka dayanması gerekli değildir. Başka bir ifadeyle haklı beklenti, Fransız
hukuk sisteminde yer alan “hak yaratan [creating rights]”16 idari işlem olarak
değil, “olumlu-lehte bir idari işlem [favourable administrative act]”17 olarak
13
14
15
16
17
SCHØNBERG, s. 78; Estoppel ve haklı beklenti kavramlarının birbiriyle benzer olduğunu ifade
eden mahkeme kararları için bkz. “R. v. Jockey Club, ex parte RAM Racecourses”, [1993], 2
All ER. 225-236; “Re Preston”, [1985], 1 AC. 866-867; “R. v. Immigration Appeal Tribunal, ex
parte Patel”, [1988], 1 WLR. 381-398; “CA; the House of Lords Decided the Case on Other
Grounds”, [1988], 1 AC. 910; “Oloniluyi v. Secretary of State for the Home Department”,
[1989], Imm AR. 135-146; “R. v. Inland Revenue Commissioners, ex parte MFK Underwriting
Agents Ltd.”, [1990], 1 WLR. 1569-1573; “R. v. Independent Television Commission, ex parte
TSW Broadcasting”, [1996], JR. 195; “R. v. Devon County Council, ex parte Baker & Curtis”,
[1995], 1 All ER. 88-89; “R. v. Inland Revenue Commissioners, ex parte SG Warburg”, [1994],
STC. 518-535, akt. BAMFORTH, Nicholas, “Legitimate Expectation and Estoppel”, Judicial
Review, 1998, s. 196, dn. 4.
SEVER, s. 55.
SCHØNBERG, s. 109; ALTINDAĞ, s. 23; Estoppelin kamu hukukuna uyarlamasıyla haklı
beklentinin ortaya çıktığı düşüncesinin reddedildiği kararlar için bkz. “R. v. Minister of
Agriculture, Fisheries and Food, ex parte Hamble (Offshore) Fisheries”, [1995], 2 All ER.
714-725; “R. v. Independent Television Comnission, ex parte Television South West”,
[1992]; “R. v. Inland Reveniue Comnissioners, ex parte Unilever”, [1996], STC. 681-695, akt.
BAMFORTH, s. 196, dn. 5; Toohey’e göre, "haklı beklenti ilkesi estoppel prensibinin herhangi
bir unsuruna bağlı değildir”, “Haoucher v. Minister for Immigration, Local Government and
Ethnic Affairs”, [1990], 19 ALD. 590, akt. TAY KUAN SENG, s. 636, dn. 149.
Fransız hukukunda “hak yaratan işlemlerin değişmezliği ilkesi [intangibilité des décisions
créatrices de droits]” çok uzun süredir uygulanan bir ilkedir, SCHØNBERG, s. 70;
SNODGRASS, Elizabeth, “Protecting Investors’ Legitimate Expectations: Recognizing and
Delimiting a General Principle”, ICSID Review-Foreign Investment Law Journal, 2004, s. 27.
“Jowell’e göre maddi haklı beklenti söz verilmiş bir çıkar hakkıdır”, akt. GROVES, s. 494, dn.
99; PATERSON, Moira, “Legitimate Expectations and Fairness: New Directions In Australian
Law”, Monash University Law Review, Vol. 18, No. 1, 1992, s. 83; ÖZCAN, s. 79; Jacobs
J.’ye göre, "beklenti kendi başına bir hak değildir. Tabii adalete göre bazı şartlar altında
hak haktır ve haklı beklenti bu şartlardan biridir. Başka bir deyişle, haklı bir beklenti, tabii
adalet kurallarını içeren bağlamda bir hak gibi aynı etkiye sahip olmalıdır”, akt. HODGSON,
D. C., “The Current Status of the Legitimate Expectation in Administrative Law”, Melbourne
University Law Review, Vol. 14, December 1984, s. 686, dn. 5; Grogan’a göre, "bir bireyin
herhangi bir kişi veya kuruluş tarafından hak ve yükümlülüğünün belirlenmesinde müzakere
edilmesini beklemek bağlamında olup, haklı beklenti bir hakkın statüsü ile uyumludur”,
IKHARIALE, M. A., “The Doctrine of Legitimate Expectations: Prospects and Problems in
Constitutional Litigation in South Africa”, Journal of African Law, Vol. 45, No. 1, 2001, s.
236
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Practicability of the Estoppel Hypothesis in the Turkish Administrative Law
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
kabul edilmektedir. Haklı beklenti öğretisi, bireyin bir yarar sağlamak için yasal
bir hakkının bulunmasına gerek duyulmadan idare tarafından ortaya çıkarılan
beklentinin karşılanması gerektiğini ihtiva eder18.
Estoppel kuramının çok fazla türü bulunmaktadır ve bu türlerden bazıları
haklı beklenti ve kazanılmış haklara benzetilebilir19. Örneğin haklı beklentinin
maddi açıdan korunması ile kamu hukukunda uygulanan estoppel ilkesinin
benzer ilkeler olduğu savunulmaktadır. Diğer taraftan bu ilkeler birbiriyle o
kadar iç içe geçmiştir ki bunları birbirinden keskin sınırlarla ayırmak çok da
mümkün gözükmemektedir20. Estoppel ilkesinin birden fazla türü olmakla
18
19
20
3; “Bu nedenle haklı beklenti, yasal bir haktan daha düşük düzeydeki bir menfaatin doğal
adalet kurallarının korumasını cezbedebileceğini göstermesi bakımından anlamlıdır”,
FLANAGAN, s. 284.
MUZAFAR, Seemeen, “Doctrine of Legitimate Expectation in India: An Analysis”,
International Journal of Advanced Research in Management and Social Sciences, Vol. 2, No.
1, January 2013, s. 117; Uygulama açısından, hak ve menfaatin keskin sınırlarla birbirinden
ayrılması çok zordur, SCHØNBERG, s. 68; Ancak, idari davranışlar sonucu ortaya çıkan
beklentilerin, hukuki sonuçlarının olması gerekir, THOMAS, Robert, Legitimate Expectations
and Proportionality in Administrative Law, Oxford Portland Oregon, 2000, s. 41; Haklı
beklenti ilkesi ile “hak kavramının içine küçük bir donanım eklendi(ği)” belirtilmiştir,
GROVES, s. 474; Barwick CJ’ye göre "haklı beklentinin ifadesinin amaçlanan ne kadarına
ulaşılmış olursa olsun, merkezde kanunilik konsepti, yani, akılda kalan yasal bir beklentidir.
Anlaşıldığı kadarıyla, ifade, muhtemelen, bir hak konseptine çok az şey katmaktadır”, akt.
JOHNSON, Graeme, “Natural Justice and Legitimate Expectations in Australia”, Federal Law
Review, Vol. 15, 1985, s. 43; MACPHERSON, s. 39-40; Hindistan Yüce Divanına göre “haklı
beklentilerin varlığı, özel hukuki bir hakkın yokluğunda dahi kamu hukukunda beklentinin
kabul edilmesini meşru kılar”, akt. FORSYTH, C.F., “Legitimate Expectations Revisited”,
Judicial Review, 2011, s. 431.
“R. v. Minister of Agriculture, Fisheries and Food, ex parte Hamble (Offshore) Fisheries”,
[1995], 2 All ER. 725 davasının hâkimi Sedley J. tarafından “haklı beklenti estoppelin diğer
bir ismi değildir” şeklinde içtihatta bulunulmuştur, akt. BAMFORTH, s. 201; “Estoppelin
kamu hukukundaki rolü çok azdır”, LEWIS, Clive, “Fairness, Legitimate Expectations and
Estoppel”, The Modern Law Review, Vol. 49, No. 2, March 1986, s. 251; “Estoppelin idare
hukukundaki görünümü ise idarenin davranış ve sözleri ile kişilerin belli davranışlarına yol
açmaları durumunda ortaya çıkar”, SEVER, s. 54.
Knight’a göre “maddi haklı beklentiler doktrini ile kamu hukuku estoppeli doktrini
paraleldir”, KNIGHT, s. 17; Stuart Smith L.J.’ye göre haklı beklenti ilkesi özel hukuk kavramı
olan estoppelle birçok açıdan ortak özelliğe sahiptir, akt. THOMAS, s. 50, dn. 54, 56; Dillon
LJ’e göre, "estoppel ve haklı beklenti argümanları esasen aynıdır, ancak bu iddianın yalnızca
gerçeklerle mi ilgili olduğu yoksa daha geniş bir şekilde geçerli olup olmadığı belli değildir”,
akt. BAMFORTH, s. 196, dn. 2; “Estoppel ilkesi hali hazırda teşekkül etmiş bir hakkı muhafaza
eder, oysa haklı beklenti bir hak değil ancak bir hak ile açıklanabilecek potansiyel veya
beklenen bir çıkardır ki inceleme sürecindeki mahkemeler bu çıkarları/beklentileri korurlar.
Dahası bu çıkarlar/beklentiler usuli veya esasi tabiatta olabilirler”, ABBAS, s. 2; “İngiliz
hukukunun kendine has özelliklerinden kaynaklanan bir kavram olan equity, yani nesafet
kuralları doğrultusunda ortaya çıkan estoppel ilkesinin ardında yatan fikir tutarlılıktır ve bu
doğrultuda daha önceki davranış veya vaatlerine açıkça aykırı iddiada bulunan kişinin bu
iddiasının hukuki olsa dahi dinlenemeyeceğini ifade eder”, SEVER, s. 54.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
237
Türk İdare Hukukunda Estoppel Kuramının Uygulanabilirliği
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
birlikte “taahhüt içeren estoppel [promissory estoppel]” haklı beklentinin
amaçlarından biriyle benzerlik taşımaktadır. Bir adalet prensibi olan taahhüt
içeren estoppel’e göre; verdiği vaadi boşa çıkararak, o taahhüde güvenerek iş
yapan birinin zarara uğramasına sebep olan bir kişinin, o sözünü bir kez daha
boşa çıkarmasına müsaade edilmemesi gerekir. Bu prensibin muhatabının
idare olduğu ifade edilmektedir21.
II. ESTOPPEL KURAMININ TÜRLERİ, UNSURLARI VE ÖZELLİKLERİ
Estoppel kavramı öncelikle çok fazla alt ilkesi bulunan bazen bir delil
vasıtası bazen de bir dava sebebi olarak kullanılan özel hukuka ait bir ilkedir22.
Estoppelin türlerini tek tek sıralamak imkânsız gözükmektedir. Estoppelin çok
farklı türlerinin bulunduğu Cartwright’ın şu sözleriyle izah edilebilir:
“Bu kadar basit bir kökenden, İngiliz hukukumuzda yüzyıllar boyunca
çok odalı büyük bir ev inşa edilmiştir. Bu evin adı ise Estoppel’dir.
Coke’un zamanında sadece üç odalı küçük bir evdi: “Estoppel by record”,
“matter in writing” ve “matter in pais”; Ancak günümüzde estoppel
ilkesinin çok sayıda odası yani türü bulunmaktadır. Örneğin, “estoppel
per rem judicatam”, “issue estoppel”, “estoppel by deed”, “estoppel by
representation”, “estoppel by conduct”, “estoppel by acquiescence”,
“estoppel by election or waiver”, “estoppel by negligence”, “promissory
estoppel”, “proprietary estoppel” vb. “Ama her oda diğerlerinden farklı
şekilde kullanılmıştır. Bir odaya giderseniz, “estoppel sadece bir kanıt
21
22
PIEVSKY, s. 144; ALTINDAĞ, s. 22; Haklı beklenti ilkesi en çok “taahhüt içeren estoppel
[promissory estoppel]”e benzetilmektedir, MUZAFAR, s. 132; “Taahhüt içeren estoppel
doktrini bir müteşebbisin, devletçe kendisine verilen vergi istisnası gibi vaatlere uygun
olarak ya da sonucu olarak pozisyonunu değiştirmesiyle devreye girer. Taahhüt estoppeli
doktrini kullanılarak bir hak da korunabilir. Adı geçen doktrin davranış sebebini doğurur.
Bu, tartışmasız olarak bir hak yaratır ve eşitlik üzerine oturur”, “Southern Petrochemical
Industries Co. Ltd. v. Electricity Inspector”, [2007], 4 MLJ. 723, akt. ABBAS, s. 1, dn. 6; Sri
Lanka’da, kamu hukuku davalarında estoppel doktrine uyumun yargı organı tarafından
yavaş olduğu vurgulanmaktadır, JAYASINGHE, Chaminda, “Making Sense of the Concept
of Substantive Legitimate Expectation”, School of Humanities, Peace Studies Department,
UNE, Australia, 2010, s. 30; İskoç hukukunda estoppel ilkesinden beklenen koruma “personel
bar” kavramıyla karşılanmaktadır, REID, Elspeth, “Protecting Legitimate Expectations and
Estoppel in Scots Law”, Electronic Journal of Comparative Law, Vol. 10(3), December 2006, s.
9; Promissory estoppel kavramının sözleşmede kararlaştırılan cezai müeyyidelerin sözleşme
imzalanmasının ardından uygulanmasının haksızlık teşkil edeceğini ileri sürmenin mümkün
olmadığını belirten “Hughes v. Metropolitan Railway Co.”, [1877], 2 AC 439 kararında ilk
kez kullanıldığı ifade edilmektedir, TALAAT, Wan Izatul Asma Wan, “The Threats to The
Limitations Outlining The Present Parameters of Promissory Estoppel: A Comparative
Study”, The Special Issue on Contemporary Research in Business and Economics, Vol. 3, No.
6, [Special Issue-March 2012], s. 155.
“Low v. Bouverie”, [1891], 3 Ch 82 davasında estoppel kuramı bir delil vasıtası olarak
kullanılmıştır, CARTWRIGHT, s. 4; ALTINDAĞ, s. 21.
238
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Practicability of the Estoppel Hypothesis in the Turkish Administrative Law
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
kuralıdır” şeklinde bir tebliğ bulacaksınız. Başka bir odaya giderseniz,
“estoppel, bir dava hakkının ortaya çıkmasına neden olabilir” şeklinde
farklı bir tebliğ bulacaksınız. Her odanın kendine özgü tebliğleri
bulunmaktadır. Bir odada bulacağınızı, aynı zamanda başka bir odada
da bulacağınızı varsaymak bir hatadır”23.
İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda özel hukukta kullanılan
estoppel ilkesi şu üç unsurdan oluşmaktadır24:
i. Bir beyan veya bildirim,
ii. Bu beyandan kaynaklanan ve zarara sebebiyet veren bir güven,
iii. Bu beyandan vazgeçilmesinin adaletsiz-vicdana aykırı ve hakkaniyetsiz
sonuçlar doğurması.
Knight estoppeli şu şekilde açıklamaktadır25:
i. Belirli bir söz ya da ilişki durumunun beyanı;
ii. Beyandan vazgeçmenin haksızlık teşkil ettiği veya vicdana aykırı olduğu;
a. Beyanın yapıldığı kişi beyana ya da verilen söze inanmıştır;
b. Beyanın yapıldığı kişi o anki durumunu verilen beyana ya da söze göre
değiştirmiştir ve
c. Beyan yerine getirilmezse beyanın verildiği kişi zarar görecektir.
23
24
25
Görüldüğü üzere estoppelin çok sayıda türü bulunmaktadır. Bu türlerden bazılarının
hukuki karşılığının verilmesi tek tek estoppel türlerinin incelenmesinin mümkün olmadığını
göstermesi açısından önemlidir: Örneğin: "Tescil engeli [estoppel by record]”: Kesinleşmiş
bir kararda bir şahsın aleyhindeki olayların o şahıs tarafından inkâr edilememesi, taraflar
arasındaki anlaşmazlıkların karara bağlandığı davalarda son olarak belirlenen bir husus
aynı taraflar arasındaki müteakip davalarda genellikle tekrar öne sürülemez; “Yazılı husus
engeli [matter in writing]”: Düzenlenen bir senedin ya da içeriğin doğruluğunun senedi
düzenleyence inkâr edilememesi; “Genel kabul ile dava engeli [estoppel by convention]”:
Taraflarca kabul edilen durumun veya biri tarafından yapılan ve diğer tarafça itiraz edilmeyen
bir durumun varsayımsal olarak gerçek olduğunun kabul edilmesi ve bu durumun sonradan
inkâr edilememesi; “Temsilci dava engeli [estoppel by representation]”: Yetkisiz temsilcinin
yaptığı işlemlere karşı zımni icazet, CARTWRIGHT, s. 2-4.
SCHØNBERG, s. 109; YOST, s. 35; İyiniyetli bireyin, idarenin olumlu veya olumsuz bir eylem
ya da işlemi sonucunda, adaletsiz sonuçlar doğuracak biçimde durumunda değişiklik olması
veya kişiye geniş kapsamlı borç ve yükümlülük yüklenmesi durumunda estoppel ilkesi
devreye girer, SEVER, s. 55.
KNIGHT, s. 13; “Estoppelin varlığının kabul edilebilmesi için bir olayın şu şartları taşıması
gerektiği belirtilmektedir: Kişinin iyi niyeti çerçevesinde, idarenin olumlu veya olumsuz bir
eylem ya da işlemi sonucunda, adaletsiz sonuçlar doğuracak biçimde kişinin durumunda
değişiklik yaratılması veya kişiye geniş kapsamlı borç ve yükümlülük yüklenmesi”, SEVER, s.
55.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
239
Türk İdare Hukukunda Estoppel Kuramının Uygulanabilirliği
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
Bir kamu idaresinin davranışına güvenen bireyin bulunduğu konumu
değiştirmesi veya konumunu değiştirecek iken idarenin beyanı doğrultusunda
aynı konumunu korumayı sürdürmesi sonucunda ortaya çıkan zararın tazmini
estoppel ilkesi ile sağlanır26.
III. ESTOPPEL KURAMININ TÜRK İDARE HUKUKUNDA UYGULANMASINA
GEREK BULUNMAMAKTADIR.
Pievsky’e göre, her ne kadar idare hukuku açısından estoppelin ölüm ilanını
vermek için henüz erken olsa da üç nedenden dolayı bu kavramın tutarlı bir
geleceğinin olmayacağı ifade edilmektedir:
i.
İlk neden; estoppelin kökeninin özel ilişkilere dayanmasıdır. Estoppelde
mevzu bahis olan kutsanmış ahlaki değerin etkinliği iki özel kişi arasındaki
ilişkinin basitliğinden zuhur eder. Kamu hukuku çoğunlukla çok farklı
mülahazalar ihtiva eder. İdarenin verdiği bir sözü boşa çıkarmasına müsaade
etmek, ilgilisi için haksızlık teşkil etmesine rağmen bazı durumlarda sözün
gereğinin yapılmasını beklemek birden fazla kişiye haksızlık yapılmasına
sebep olabilir. Bu durumda estoppelin çözüme kavuşturmakta yetersiz
kaldığı bir ikilem vardır.
ii.
İkinci neden; estoppelin arzulanan niteliklerinin, haklı beklentilerin
genişletilmiş kavramına dâhil edilebilir olmasıdır. Haklı beklentinin vaatler
olmaksızın, ilkesel olarak oluşabilmesi de kesin bir olgudur. Bir bireyin, kamu
yetkilileri tarafından kendisine verilen bir vaatten yanlışlıkla mahrum kaldığı
durumlar, bir bireyin haklı beklentiden yanlışlıkla mahrum kaldığı durumların
alt başlığı halini alır.
iii.
Üçüncü neden; estoppel -şu an uygulanmakta olduğu haliyle- haklı
beklentiler doktrini için bir tamamlayıcı olmadığı gibi, bu doktrinle
önemli ölçüde çelişmektedir27.
A. Estoppel İle Beklenen Hukuki Koruma Diğer İlkelerle Sağlanmaktadır.
Estoppel ilkesiyle amaçlanan hukuksal himaye esasında başka ilkelerle
sağlanmaktadır. Kimi zaman müesses durum, kimi zaman kazanılmış hak
konsepti içinde zaten koruma altında bulunan estoppele ilişkin menfaatler,
kimi durumlarda da fiili memur teorisiyle karşılanmaktadır. Örneğin estoppel
26
27
KNIGHT, s. 11-12; “Zarar ilkesi [harm principle]” özel hukukta estoppel ilkesi için ikna edici
bir gerekçe iken haklı beklentide tam anlamıyla karşılık bulmaz, SCHØNBERG, s. 11.
Bu konu Richards J. tarafından estoppelden ziyade haklı beklentiler temelinde ele alındığı
(“Downderry Construction Ltd. v. Secretary of State for Transport, Local Government and
the Regions”, [2002], EWHC. 2) bir davada şu şekilde belirtilmiştir: “(a) Zararlı güvenin hukuki
bir mesele olduğu varsayılmaktaydı. Bu durum, zararlı güvenin, beklentinin ne kadar haklı
olduğu meselesiyle alakalı olacağı, haklı beklenti davalarının konumlarıyla çelişmektedir. (b)
Estoppelin açığa çıkması için, bir vaade olan itimadın makul olması şart değildir. Bu durum,
haklı beklenti vakalarındaki, temel meşruiyet anlayışına ters düşer”, akt. PIEVSKY, s. 145146.
240
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Practicability of the Estoppel Hypothesis in the Turkish Administrative Law
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
ilkesi yerine Fransız hukukunda “fiili memur [fonctionnaire de fait]” ilkesi
benzer korumayı sağlamaktadır28.
Müesses durum, kazanılmış hak, fiili memur gibi durumlar estoppelin
küçük bir kısmının muadili olabilir. Ancak bu kısmi korumaların dışında kalan
ve estoppelin varlık sebebini oluşturan diğer kısımlar, zaten haklı beklentinin
korunması ilkesi içinde kalmaktadır. Estoppel ilkesinin en önemli ve tek şartı,
idari makam tarafından bir beyan, bildirim ya da taahhütte bulunulmasıdır29.
Ancak bir beyan, bildirim veya taahhüt varlığı haklı beklentinin şartlarından
sadece biridir. Bu sebeple haklı beklentinin korunması ilkesi estoppel ilkesini de
içine alan bir ilkedir30. Başka bir ifadeyle, estoppel ilkesi haklı beklentinin bir alt
kümesidir. Ayrıca estoppelin birden fazla görünümü bulunmaktadır. Beyanlardan
kaynaklanan estoppel olarak ifade edeceğimiz “estoppel by representation
28
29
30
Fiili memur ilkesi, İngiliz hukukundaki “beyanlardan kaynaklanan estoppel [estoppel
by representation]”e benzemektedir, ancak daha kısıtlıdır. Estoppel doktrini mantıken
bireyden ortaya çıkar ve idarenin beyan ettiği veya icraatta bulunduğu bir eylemin önlenip
önlenemeyeceğini sorgularken; “fonctionnaire de fait” ilkesi beyanda bulunan bir bireyden
ortaya çıkmakta ve kararların yasal olması sebebiyle bağlayıcı ve değişmez olduğunun
takdirini, kararı tesis eden makama bırakılması gerektiğini ifade etmektedir, SCHØNBERG,
s. 93-94.
Estoppel doktrininin kamu hukukunda tatbik edilmesine ilişkin “Gowa v. Attorney General”,
[1984], The Times, December 27, kararı örnek verilebilir. Özetle bu dava 1947’den önce
Hindistan’da doğmuş, İngiliz denekleri olan yedi çocuğa ilişkindir. Babaları onların Birleşik
Krallık vatandaşı olmalarını istiyordu çünkü bu durum onları Hindistan’da çok avantajlı
hale getirecekti. 1948 İngiliz Ulusal Kanunu’nun 7. bölümünde, reşit olmayan kişileri İngiliz
vatandaşı olarak kabul etme konusunda takdir yetkisi Dışişleri Bakanlığına verilmişti.
8. bölümde, bu takdir yetkisi belirli bir güven ortamında vali tarafından kullanılabilirdi.
Baba, 1951 yılında Tanganyika valisine, çocuklarının İngiliz vatandaşı olması için başvuruda
bulunmuştur. Kendisinin ve çocuklarının hâlihazırda İngiliz vatandaşı olduğu ve bu
nedenle de yeniden başvuru yapmasına gerek olmadığı konusunda bilgilendirilmişti.
1981 yılında Dışişleri Bakanlığı çocukların İngiliz vatandaşı olduğunu reddettiğinde, Gowa,
Dışişleri Bakanlığının 1951 yılında yapılan beyandan ötürü yanlış yönlendirildiklerini ve
vatandaşlığa alınmaları gerektiğini belirtti. Mahkeme valinin bölüm 7’deki takdir yetkisini
kullanamayacağına bu yetkinin Dışişleri Bakanlığında olduğuna ve yetki aşımı ile yapılan bu
beyanla idarenin bağlı olmadığına karar vermiştir. Ancak Lordlar Kamarası Dışişleri Bakanlığı
başvuruyu değerlendirmiş olsaydı çocukların lehine karar verebilirdi diyerek ve çok farklı
temellere dayanarak davayı kabul etmiştir, LEWIS, s. 255 vd.
CARTWRIGHT, s. 6; ALTINDAĞ, s. 24; Haklı beklenti ilkesi ile estoppel ilkesinin henüz
formüle edilmediği ancak bu ilkelerin “güven teorisi [reliance theory]” kapsamında yer
aldığı ifade edilmektedir, SCHØNBERG, s. 9, dn. 10; Haklı beklenti “kimi zaman yerleşmiş
idari teamülün ansızın değişmesinden, kimi zaman idare tarafından verilen taahhüde
uyulmamasından, kimi zaman yetkili idari makamların yanıltıcı beyanlarından, kimi zaman
bir devlet tasarrufuna olan güvenden kaynaklanan; menfaati ihlal edilen veya zarara
uğrayan iyiniyetli bireyin hukuka uygun objektif nitelikteki, hukuken korunmaya değer
aşamaya gelmiş, baskın kamu yararına üstün gelen ve hakkın kötüye kullanılması niteliğini
taşımayan, bireye idareye karşı kendi lehinde bir tasarrufta bulunulmayı talep etme imkânı
veya dinlenilme hakkı tanıyan hukukun genel bir ilkesi” olarak tanımlanabilir, BOZ, s. 41.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
241
Türk İdare Hukukunda Estoppel Kuramının Uygulanabilirliği
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
[yetkisiz temsilcinin yaptığı işlemlere karşı zımni icazet]” kavramı haklı beklentinin
sebeplerinden biridir31. Haklı beklentinin estoppelden beklenen korumayı
sadece hukuka aykırı tasarruflarda sağlayamaması söz konusu olabilir. Ancak
bu konuda da tartışmalar bulunmaktadır32.
Hukuka aykırı bir tasarruftan kaynaklanan bazı beklentilerin haklı beklenti
konsepti içinde korunmasının kabulü yoluna gidilmesi durumunda, estoppel
ilkesi kamu hukukunda tamamen gereksiz bir konuma gelecektir.
B. Estoppel Kamu Yararı Kavramını İşlevsiz Hale Getirir ve Özel Hukuk
Kaidelerinin Kamu Hukukuna Girmesine Sebep Olur.
Estoppel özel hukuk kökenli bir ilkedir. Bu sebeple estoppel ilkesiyle
korunması amaçlanan durum bireyin menfaatidir ve kamu yararı göz ardı
edilir. Özel hukukta yer alan estoppel ilkesinin tüm özellikleriyle kamu
hukukunda tatbiki kamunun zarara uğramasına sebep olabilir33. Haklı beklenti
31
32
33
“Estoppel by representation” için gerekli koşullar şunlardır: “1. İdarenin bir konuya yönelik
açık ve anlaşılır fakat gerçek olmayan bir açıklama yapması gerekir. 2. Açıklamanın bireyin
bu bilgiye güvendirmek amacıyla veya güvenilmesi muhtemel olan bir bilgiyle yapılması
gerekir. 3. Açıklamanın mantıken doğru olduğunu farz ederek hareket eden bireyin, makul
olmayacak ve bu yüzden de bazı mali zorluklara yol açacak şekilde bu açıklamaya güvenmesi
gerekir”, SCHØNBERG, s. 109; CARTWRIGHT, s. 3-4; Haklı beklenti kararındaki zararlı güven
gerekliliği, açık bir şekilde özel hukukun estoppelden beslenir, SMITH, Stanley De, Woolf
and Jowell, “Judicial Review of Administrative Action”, 5th Edition, London, 1995, s. 427;
Zararlı güvenden kaynaklanan haklı beklenti uyuşmazlıklarının estoppel ilkesine benzediği
ifade edilmektedir, SALES, Philip - STEYN, Karen, “Legitimate Expectations in English Law:
An Analysis”, Public Law, 2004, s. 572.
Hukuka aykırı idari tasarruflardan kaynaklanan beklentiler haklı beklenti konsepti
içinde genellikle kabul edilmemekte ve korumanın estoppelle sağlanması gerektiği ifade
edilmektedir, THOMAS, s. 57; SNODGRASS, s. 40; THOMAS, Robert, The Relationship
Between English and European Community Administrative Law: The Principles of
Legitimate Expectations and Proportionality, PhD Thesis, University of Nottingham, 1998,
s. 291; PANDYA, Abhijit PG., “Legitimate Expectations in English Law: Too Deferential an
Approach?”, Judicial Review, 2009, s. 170; WEISBROT, Marcin, “Application of the Principle
of Protection of Legitimate Expectations in Recovery of Unduly Paid Subsidies in the
Context of Judicial Coherence in the European Union”, Review of European Administrative
Law, Vol. 8, No. 2, 2015, s. 352; PANDYA, Abhijit PG. - MOODY, Andy, “Legitimate
Expectations in Investment Treaty Arbitration: An Unclear Future”, Tilburg Law Review, Vol.
15, Iss. 1, 2010, s. 95; McGILVRAY, s. 11-12; CALMES-BRUNET, Sylvia, “Rechtssicherheit
und Vertrauensschutz im Verwaltungsrecht Ein Vergleich Zwischen Deutschem und
Französischem Recht”, Juristische Schulung, 2014 (12), s. 1081; AHMED, Farrah - PERRY,
Adam, “The Coherence of the Doctrine of Legitimate Expectations”, The Cambridge Law
Journal, Vol. 73, Iss. 1, March 2014, s. 63; ROBERTSON, John C., “Legitimate Expectations”,
SA Publiekreg/Public Law, Vol. 6, Iss. 2, 1991, s. 160-161.
BARAK - EREZ, Daphne, “The Doctrine of Legitimate Expectations and the Distinction
Between the Reliance and Expectation Interests”, European Public Law, Vol. 1, Iss. 4, s.
594; ALTINDAĞ, s. 23; SCHØNBERG, s. 109; THOMAS, s. 57, dn. 92; JAYASINGHE, s. 30,
dn. 139; ROBERTS, s. 121, dn. 60; Lord Denning, 1949 yılındaki “Robertson” davasında
242
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Practicability of the Estoppel Hypothesis in the Turkish Administrative Law
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
de özel ilişkilerin aksine bireysel yararın yanında kamu yararının da gözetilmesi
estoppel kurallarının basit bir şekilde kamu hukukuna tatbikine olanak
sağlamamaktadır34.
Estoppel ve haklı beklentinin korunması ilkelerinin benzer amaca hizmet
ettiği ve haklı beklenti ilkesi varken estoppel ilkesinin de kabulünün kavram
kargaşasına yol açacağı gerekçeleriyle estoppel ilkesinin özel hukuk sahasında
kalması gerektiği ifade edilmiştir35. Başka bir ifadeyle, estoppel ilkesinin özel
34
35
(“Robertson v. Minister of Pensions”, [1949], 1 QB. 227) estoppelin kamu hukukunda
geçerli olması gerektiği savunmuş ancak Lordlar Kamarası bu öneriyi reddetmiştir, CRAIG,
s. 638, dn. 32; SCHØNBERG, s. 109; Bu davada estoppel ve haklı beklenti arasındaki ilişki
belirsizdi, BAMFORTH, s. 196; Özel hukuk ilkesi olan estoppelin kamu hukukunda tatbik
olanağı bulunmadığı ifade edilmiştir, BROWN, Alexander, “Justifying Compensation For
Frustrated Legitimate Expectations”, Law and Philosophy Review, Vol. 30, No. 6, November
2011, s. 711; Estoppelin kamu hukukuna tecavüzü Lord Denning’in “Robertson v. Minister
of Pensions” davasında verdiği kararla başlamıştır. Milli Savunma Bakanlığı görevden
dönen bir askere, sakatlığının -askerlik yapmasına engel olacak şiddette boyun ağrısı- eski
bir ragbi sakatlığından ziyade orduda verdiği hizmetlere dayandırılabileceği tavsiyesinde
bulunmuştur. Yasaya göre, eğer sakatlığının sebebi askerlik hizmetiyse askere sakatlık
maaşı bağlanacaktı. Milli Savunma Bakanlığı askere, sakatlığının askerlik hizmeti nedeniyle
gerçekleştiğini kabul ettiklerini ve ona sakatlık maaşı bağlanacağını söyledi. Ancak
hemen ardından savaş yaralanmalarından kaynaklanan sorumluluk Emeklilik Bakanlığına
devredilmiş ve bu bakanlık askerin sakatlık maaşı için başvurusunu reddetmiştir. Buradaki
soru, Milli Savunma Bakanlığı’nın ifadesi, bu konularda sonradan asıl yetkili olan Emeklilik
Bakanlığı’nı bağlamakta mıdır? Lord Denning davayı estoppel doktrininde yer alan şu
ifadelerle hükme bağlamıştır: “Bu dava şu prensibe dayanmaktadır ki, eğer bir kişi başka
bir kişiye tutacağına inandığı bir söz veya güvence vermişse, şart yerine getirildiğinde sözü
veren makam sözüyle bağlıdır”. Ancak gerçekler dolayısıyla estoppel ilkesinin burada tatbik
edilemeyeceğine karar verilmiştir, akt. KNIGHT, s. 13-14; MACPHERSON, s. 5.
SALES - STEYN, s. 570; Kamu hukukunda estoppelin reddi üzerine, Lord Denning dikkatini,
“Schmidt” davasında verdiği karardan bu yana, usulen hakkaniyet konusunda giderek bir
önemli bir yere sahip olmaya başlayan haklı beklentiler konusuna çevirmiştir, SCHØNBERG,
s. 109; “Estoppel sürüncemede bırakılırsa, haklı beklentiler doktrini yetkisiz kişi tarafından
verilen tavsiyeyi dikkate alan bireyi koruyacak mıdır? Şüphesiz eğer mahkeme yetkisiz bir
beyanın haklı beklenti husule getirdiğini kabul etmişse, bu haklı beklentinin nasıl korunacağı
sorusu gündeme gelecektir. Ancak bu aşamada, en başta birisinin özel hukuk ve diğerinin
kamu hukukundan köken alması olmak üzere, estoppel ve haklı beklenti arasındaki fark
ortaya çıkmaktadır. Özel hukuk menşeli estoppel öncelikle çekişmeden etkilenen iki tarafın
menfaatlerine odaklanırken, haklı beklentiler doktrini bireysel menfaatler ile kamu yararını
(kamu kurumunca temsil edilir) uzlaştırma ihtiyacının ışığında husule gelmiştir. Yetkisiz bir
beyanın kamu kurumunu bağlayıp bağlamayacağı araştırırken mahkeme, kamu kurumunun
takdir yetkisini kullanmasını veya kamu yararına olan görevlerini yerine getirmesini
engellemesinde, bir yarar bulunup bulunmadığını göz önüne almak durumundadır. Kamu
kurumunun önerilen veya güncel tasarruflarının yasal olduğu varsayıldığında, mahkemelerin
sadece bireyin aşırı müşkül durumlarında ve müşküliyetin başkaca bir yolla giderilemeyeceği
hallerde müdahale etmek isteyecekleri söylenebilir”, LEYLAND, Peter - ANTHONY, Gordon,
Textbook on Administrative Law, 8th Edition, United Kingdom, 2016, s. 381-382.
GROVES, s. 501; ALTINDAĞ, s. 24; Kamu hukukunda estoppel ilkesinin uygulanmasının
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
243
Türk İdare Hukukunda Estoppel Kuramının Uygulanabilirliği
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
hukuka ait bir kavram olması sebebiyle kamu hukukunda uygulanmaması
gerekir. Nitekim Hoffmann’a göre, “kamu hukuku özel hukuk kavramı olan
estoppelin altında yatan ahlaki değerden yeterince yararlanmıştır ve artık
kendi ayakları üzerinde durma zamanı gelmiştir”36.
C. Estoppelin İdare Hukukunda Kabulü, İdarenin Takdir Yetkisini Kaldırarak
Yetki Aşımı Yapılmasına Sebebiyet Verebilir.
Bir taahhüdünün görev veya yetki alanı dışında kalan bir konuya ilişkin olması
durumunda özel hukukta uygulama kabiliyeti bulunan estoppel ilkesinin kamu
hukukunda devreden çıkması gerekir. Zira bu durumun korunması idarenin
görev alanının kendi iradesiyle genişlemesine başka bir ifadeyle yetki aşımına
yol açar ki bu durum kabullenilemez37. Bir kamu kurumu, yasaların kendisine
36
37
tartışıldığı karar için bkz. “Western Fish Products v. Penwith DC”, [1981], 2 All ER. 204, akt.
SCHØNBERG, s. 91; ROBERTS, s. 121, dn. 65; MACPHERSON, s. 9, dn. 17; Lord Hoffmann’a
göre; «özel hukuk önermesi olan estoppel ile kamu otoritesi tarafından üretilen kamu
hukuku konsepti olan haklı beklenti arasında bir benzerlik olduğu elbette doğrudur. Bunun
inkârı yetkinin kötüye kullanılması anlamına gelir. Ancak bu ilişki “benzerlikten [analogy]”
öteye geçmez; çünkü kamu makamlarına karşı başvuru yolları, kamu yetkililerinin varlık
sebebi olan genel kamu yararını hesaba katmak zorundadır”, PIEVSKY, s. 145; PANDYA, s.
171; FELIX, s. 80; BLUNDELL, David, “Ultra Vires Legitimate Expectations”, Judicial Review,
2005, s. 149; IYENGAR, Harini, “Legitimate Expectation: Promises by a Different Public
Authority”, Judicial Review, 2003, s. 217; TAY KUAN SENG, s. 634-635.
“R. v. East Sussex County Council”, [2003], 1 WLR. 348, akt. CARTWRIGHT, s. 6-7; PIEVSKY,
s. 145; GROVES, s. 490; REID, s. 4, IYENGAR, s. 216; CAMPBELL, John, “Legitimate
Expectations: Developments at Home and Abroad”, The South African Law Journal, Vol.
121, 2004, s. 543; FELIX, s. 80; “Western Fish Products v. Penwith DC”, [1981], 2 All ER. 204,
akt. LEYLAND - ANTHONY, s. 381; Haklı beklentinin kabulü ile birlikte estoppel ilkesinin
kamu hukukunda uygulanma olanağı kalmamıştır. Estoppel haklı beklenti ile birlikte kamu
hukuku için artık geçmişte kalan bir ilkedir, FELIX, s. 81; “Estoppel haklı beklenti tarafından
sindirilmiş görünüyor”, McGILVRAY, s. 38; Joseph’e göre “Estopel özel hukuktan köken alır
ve kamu hukuku ihtiyaçlarının karşılanmasında yetersizdir”, akt. FLANAGAN, s. 287.
MACPHERSON, s. 4; BAMFORTH, s. 201; FREEDMAN, Judith - VELLA, John, “HMRC’s
Management of the U.K. Tax System: The Boundaries of Legitimate Discretion”, Legal
Research Paper Series, No. 73, November 2012, s. 103; “Haklı beklenti iddiasının ortaya
konduğu pek çok durumda estoppel gereksizdir. Örnek olarak bir imar izni davası olan
“Lever Finance Ltd v. Westminster (City) London Borough Council”, [1971], 1 QB. 222
kararını ele alalım. İmar iznine başvuran bir kişi ilgili planları imar komisyonuna götürerek,
önerilen bina gelişimini ortaya koyar. Plan, nehir kenarında bulunan özel mülkiyet altındaki
arazide bir dizi kasaba evi inşa edilmesini öngörmektedir, ki bu eylem 1991 sayılı Kaynak
Yönetimi Yasası uyarınca bir izni gerektirmektedir. Ancak imar başmüfettişi başvurucuya
endişelenmemesini, bu arazi için büyük bir sıkıntı çıkarılmayacağını ve 1991 sayılı Kaynak
Yönetimi Yasası uyarınca var olması gereken müsaade şartından vazgeçeceğini belirtir. Bu
tavsiye yanlıştır ve başvurucu temel kazısına başlar başlamaz imar komisyonu kendisine
çalışmaların durdurulması talimatını verir. Söz konusu arazi dinlenme ve park alanı olarak
öngörülmüş olup, bu alan içinde yer alan evlerin yüksek piyasa değeri büyük oranda
konumları ve nehir manzarası ile ilişkilidir. Eğer bu durumda taraflar iki özel kişilik olsaydı
estoppel ile imar komisyonu, başvurucuyu inşaatı sürdürmekten men etmekten alıkonurdu.
244
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Practicability of the Estoppel Hypothesis in the Turkish Administrative Law
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
tanıdığı sınırın dışında karar alırsa, bu “yetkinin aşılması doktrini [doctrine of
ultra vires]”nin ihlali olur38.
38
Ancak komisyonun bir kamu kurumu olması ve Kaynak Yönetimi Yasası uyarınca gerekli
olan izinden vazgeçme yetkisi olmadığından, yetki aşımı anlamına gelecek bir eylemin
hukuki kılınması için estoppel kullanılamaz. Haklı beklentinin saf bir usuli araç olduğu
kabul edilirse bu başvurucuya sadece neden bir komisyon yetkilisinin verdiği beyan sonucu
ortaya çıkan haklı beklentisinin ıskat edilmemesi gerektiğini arz etmesine imkân veren bir
duruşmaya hakkı olur. Bu bakımdan başvurucu en fazla, imar çalışmalarına neden devam
etmesi gerektiğini ortaya koyma fırsatı bulur. Maddi tazminat olmaksızın bu sonuç açıkça
görüleceği üzere arzulanmaz. Nitekim biçare müteahhit kaybedilmiş zaman ve masraflar
açısından mağdurdur”, POOLE, Melissa, “Legitimate Expectation and Substantive Fairness:
Beyond the Limits of Procedural Propriety”, New Zealand Law Review, 1995, s. 432.
Eğer bir beyan, beyanı yapan idari makamın yetkisi dışındaysa, “yetki aşımı [ultra
vires]” meydana gelir, TALAGALA, Chamila S., “The Scope of the Doctrine of Legitimate
Expectation as a Ground of Judicial Review of Administrayive Action”, Bar Association Law
Journal, Vol. XV, 2009, s. 10; “Bu ilkenin amacı, halkı devlet kurumlarının güçlerini yasadışı
olarak genişletmesinden korumaktır. Bu bağlamda yetki aşımı kavramı kanunilik prensibinin
şekillenmesidir”, ROBERTS, s. 121; Bir kamu idaresinin yetkisi dâhilinde olmakla birlikte
görevli olmayan kamu görevlisinin beyanı için de “ultra vires” kavramının kullanıldığı ve
bu durumun karışıklığa yol açtığı ifade edilmektedir, MOFFETT, Jonathan, “Resiling From
Legitimate Expectations”, Judicial Review, 2008, s. 222, dn. 17; “Estoppel, kamu hukuku
alanında bilinmeyen bir kavram değildir. Bir kamu yetkilisi, itimat edilerek mağduriyete
neden olan beyanlarının geçerliliğini inkâr etmekten alıkonabilir. Ancak bu sadece,
estoppelin yetkiyi hukuki sınırının ötesine taşıyamayacağı seviyeye kadar gerçekleştirilebilir.
Estoppel, aksi takdirde yetki aşımı ifade edeceği için bir eylemin hukuki kabul edilmesi
için kullanılamayacağı gibi, kamu kurumuna anayasal yetki ve görevlerini kısıtlama ya da
kamu yararını baskılama hakkı vermez”, POOLE, s. 432; Estoppel ilkesi idarenin kanunen
sahip olmadığı bir konuda karar vermesi durumunda uygulanmamaktadır, “Norfolk County
Council v. Secretary of State for the Environment”, [1973], 1 WLR. 1400, akt. PIEVSKY, s.
145, dn. 2; BAMFORTH, s. 197; “Howell” davasında, bir şirkete gemi onarımı yapabileceğine
dair sözlü olarak bir izin verilmiştir. Söz konusu işlemi tesis etmeye yetkili makam tarafından
verilen bu iznin kanunda yazılı bir sözleşmeyle verilmesi gerektiği hüküm altına alınmıştır.
Lordlar Kamarası, ruhsatın bağlayıcı nitelikte olmadığını çünkü yasa dışı hiçbir eylemin,
kararın veya beyanın bağlayıcı olamayacağını ve beyanın haklı beklentinin korunması
veya estoppel ilkeleri çerçevesinde yerine getirilme zorunluluğunun bulunmadığına karar
vermiştir. “Howell v. Falmouth Boat Construction Co”, [1951], AC. 837; Haklı beklenti
hukuka aykırı kararların korunması durumunda estoppel ilkesine yakınlaşır. İngiliz estoppel
ilkesiyle amaçlanan koruma Fransız hukukunda “foncitonnaire de fait [fiili memur]” doktrini
ile karşılanır. Bu doktrin şu iki tür durum için geçerli olabilir: i. Hukuka aykırı olarak atanmış
veya seçilmiş bir kişi tarafından alınan bir karar nitelik itibariyle hukuka uygun değildir.
Ancak kararı tesis eden dışında kararın hukuka aykırı olmasını sağlayan başkaca unsurların
bulunmaması bu kararın geçersiz sayılmasını engellemelidir. Conseil d’État, “Commune
de Moules” davasında hukuka aykırı olarak seçilen bir belediye başkanı tarafından kamu
çalışanının istihdam edilmesine yönelik kararın iptal edilemeyeceğini savunmuştur. ii. Bir
kamu görevlisinin hukuka aykırı olarak kendisine verilen yetkiler dâhilinde hareket etmesi
sonucunda tesis edilen işlemlerin idareyi bağlaması gerekir. Nitekim makul olarak ihtiyatlı
bir birey, kamu görevlisinin normal ve hukuk sınırları içinde hareket ettiğini varsayar. Ancak
bu görüş Fransız yargısında destek bulmamıştır, “Commune de Moules”, D. 27/10-61, Rec.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
245
Türk İdare Hukukunda Estoppel Kuramının Uygulanabilirliği
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
Şayet yetki aşımı idareyi ileriye etkin bir şekilde bağlarsa, idarenin görev
alanını kendi kendine belirleyebilmesi sorunuyla karşılaşılır. Ayrıca daha
önceki kararlarla idareyi her zaman bağlı kılmak takdir yetkisinden peşinen
vazgeçilmesi anlamına gelir39. Başka bir ifadeyle, şayet idare daha önce almış
olduğu hukuka aykırı bir kararla kendisini bağlı sayacak olursa, kanunla verilen
takdir yetkisinden peşinen vazgeçtikleri anlamı çıkar40.
SONUÇ
Birkaç önemsiz detayla diğer ilkelerden ayrılan estoppelin Türk idare
hukukunda başlı başına bir ilke olarak kabulüne ihtiyaç bulunmamaktadır. Zira
haklı beklentinin korunması ilkesi estoppeli de içine alacak biçimde genişlemiş
ve idare hukukunun temel ilkeleriyle de uyumu yakalayarak kamu hukukuna has
hukukun temel bir ilkesi olarak yerini almıştır. Bu sebeplerle haklı beklentinin
39
40
920, nkl. SCHØNBERG, s. 94.
FORSYTH, C.F., “The Provenance and Protection of Legitimate Expectations”, Cambridge
Law Journal, 47(2), July, 1988, s. 257; CRAIG, s. 615; CRAIG, Paul, “Legitimate Expectations:
A Conceptual Analysis”, LQR., 108 (Jan), 1992, s. 9.
CRAIG, s. 625; FORSYTH, s. 239-240; Bu durumda, yetkili makamların gelecekteki
faaliyetlerini sınırlamaksızın, bireylerin zararlı güvenlerini telafi etmek için maddi tazminat
verebilirler, BARAK - EREZ, s. 594; SALES - STEYN, s. 572; Lord Denning’in çabaları bir
kenara bırakılırsa idare hukukunda estoppelin uygulama alanı son derece küçük bir alana
sahiptir, FORSYTH, s. 240; SCHØNBERG, s. 109; ALTINDAĞ, s. 24; Örneğin “Western Fish”
davasında bir şirket kendisine yapılan beyanları temel alarak bir iş kurmaya başlar ve bir
memur tarafından kendilerine planlama izni konusundaki başvurunun sadece formalite
olduğu bildirilir. Ancak daha sonra başvurusu reddedilir ve daha önceki beyan ve yazışmalar
ışığında kamu kurumunun bunlardan dönüp dönemeyeceği meselesi gündeme gelir. Megaw
L.J. kararında, kamu kurumlarının yetkilerini kullanması sırasında, önceden yaptıkları
beyandan dönme yasağına tabi tutulabilmeleri için sadece iki istisna öngörmüştür: i.
Kamu kurumunun, işlevlerinden bazılarını bir memura aktarma yetkisine sahip olması ve
beklenti sahibinin ilgili memur kararının kamu kurumunu bağladığına inanmasını haklı
kılacak özel durumlarının bulunması gerekir. ii. Kamu kurumu, bu duruma ilişkin usuli
bir gerekliliğe riayet etmemiş olması gerekir. Bu şartların varlığı durumunda estoppel
uygulanabilir, “Western Fish Products v. Penwith DC”, [1981], 2 All ER. 204, akt. LEYLAND
- ANTHONY, s. 381; “Western Fish” davasında gerekli imar izninin alınabilmesi için yapılan
başvuru sonucunda tesis edilen olumlu kararın daha sonradan yanlış başvuru formunun
doldurulması sebebiyle geri alınamayacağına karar verilmiştir. Ancak formalite istisnası her
zaman uygulamada geçerli olmamaktadır. Bireylerin; alakasız bir husus, yasada yapılan bir
hata veya durumdaki bir hata gibi şekle bağlı hataların hükümsüz bıraktığı kararlara veya
beyanlara güvendiği durumları kapsamamaktadır, “Western Fish Products v. Penwith DC”,
[1981], 2 All ER. 204, akt. SCHØNBERG, s. 91; ROBERTS, s. 121, dn. 65; MACPHERSON, s. 9,
dn. 17; Hukuka aykırı beyanlardan kaynaklanan “Challis v. Destination Marlborough Trust
Board Inc” davasında mahkeme kamu hukukunda mevcut herhangi bir estoppel kuralının
bulunmadığına karar vermiştir. Ancak bir kamu kurumunun somut bir beklenti uyandıracak
beyanlardan kurtulmasını engellemek için aslında haklı bir beklentinin ortaya çıkabileceği
belirtilmiştir, “Challis v. Destination Marlborough Trust Board Inc”, [2003], 2 NZLR. 107, akt.
McGILVRAY, s. 15, dn. 41.
246
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Practicability of the Estoppel Hypothesis in the Turkish Administrative Law
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
korunması ilkesine gereken değerin verilmesi ve zaten yıllardır uygulanan
diğer ilkelerle estoppel kuramından beklenen hukuki himayelerin sağlanıyor
olması bu ilkenin idare hukukunda uygulamasını gereksiz hale getirecektir.
Nitekim kamu hukuku estoppeli için haklı beklenti kavramı kullanılabilir.
Haklı beklentinin korunması ilkesiyle amaçlanan hukuki menfaatlerden biri
de idari makamların beyan ve taahhütlerinden kaynaklanan sorumluluğun
giderilmesidir. Bu durumun özel hukuk ilişkilerindeki menfi yansıması
estoppel ilkesiyle aşılmaya çalışılmaktadır. Estoppel ilkesinin kamu hukukunda
uygulanması sadece haklı beklentinin korunması ilkesinden bir parça
koparmaya yarayacaktır. Ana ilkelerin parçalara ayrılarak incelenmesinin
birçok faydası bulunmaktadır. Ancak idare hukukunda henüz istenilen
seviyeye çıkmamış olan haklı beklenti teorisinin şimdiden parçalara ayrılarak
incelenmesi bütününün anlaşılmamasına yol açar.
Haklı beklentinin korunması ilkesinin bir idealden ziyade, uygulanan hukuk
olması durumunda, estoppel ilkesinin kamu hukukunda uygulanabilirliğinin
tekrar tartışılması daha yerinde olacaktır.
*****
KAYNAKÇA
ABBAS, Qaisar, “Doctrine of Legitimate Expectations: Prospects and Problems
in Pakistan”, Pakistan Law Journal, 2008.
AHMED, Farrah - PERRY, Adam, “The Coherence of the Doctrine of Legitimate
Expectations”, The Cambridge Law Journal, Vol. 73, Iss. 1, March 2014.
AKBULUT, Emre, Türk İdare Hukukunda Kanunî İdare İlkesi, İstanbul, 2013.
ALTINDAĞ, Halil, Yürürlükte Olan Yasalara ve İdari Düzenleyici İşlemlere
Güvenden Kaynaklanan Haklı Beklenti Kavramı ve Korunması, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul,
2010.
BAMFORTH, Nicholas, “Legitimate Expectation and Estoppel”, Judicial Review,
1998.
BARAK - EREZ, Daphne, “The Doctrine of Legitimate Expectations and the
Distinction Between the Reliance and Expectation Interests”, European Public
Law, Vol. 1, Iss. 4.
BEREKET, Zuhal, Hukukun Genel İlkeleri ve Danıştay, Ankara, 1996.
BLUNDELL, David, “Ultra Vires Legitimate Expectations”, Judicial Review, 2005.
BOZ, Selman Sacit, İdare Hukukunda Haklı Beklentinin Korunması, Ankara,
2017.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
247
Türk İdare Hukukunda Estoppel Kuramının Uygulanabilirliği
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
BROWN, Alexander, “Justifying Compensation For Frustrated Legitimate
Expectations”, Law and Philosophy Review, Vol. 30, No. 6, November 2011.
CALMES-BRUNET, Sylvia, “Rechtssicherheit und Vertrauensschutz im
Verwaltungsrecht Ein Vergleich Zwischen Deutschem und Französischem
Recht”, Juristische Schulung, 2014 (12).
CAMPBELL, John, “Legitimate Expectations: Developments at Home and
Abroad”, The South African Law Journal, Vol. 121, 2004.
CARTWRIGHT, John, “Protecting Legitimate Expectations and Estoppel in
English Law”, (Report to the XVIIth International Congress of Comparative
Law, July 2006), Electronic Journal of Comparative Law, Vol. 10(3), December
2006.
COOKE, Elizabeth, The Modern Law of Estoppel, Oxford, 2000.
CRAIG, Paul, “Legitimate Expectations: A Conceptual Analysis”, LQR., 108
(Jan), 1992.
CRAIG, Paul, Administrative Law, Fourth Edition, London, 1999.
ELLIOTT, Mark, “Legitimate Expectation, Consistency and Abuse of Power: the
Rashid Case”, Judicial Review, 2005.
FELIX, Shivaji, “The Protection of Substantive Legitimate Expectations in
Administrative Law”, Sri Lanka Journal of International Law, Vol. 18, 2006.
FLANAGAN, Richard, “Legitimate Expectation and Applications-An Outdated
and Unneeded Distinction”, Canterbury Law Review, Vol. 17, Iss. 2, 2011.
FORSYTH, C.F., “Legitimate Expectations Revisited”, Judicial Review, 2011.
FORSYTH, C.F., “The Provenance and Protection of Legitimate Expectations”,
Cambridge Law Journal, 47(2), July, 1988.
FREEDMAN, Judith - VELLA, John, “HMRC’s Management of the U.K. Tax
System: The Boundaries of Legitimate Discretion”, Legal Research Paper
Series, No. 73, November 2012.
GÖKYURT, Fatih, İdare Hukukunda Kazanılmış Hak ve Müesses Durum,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, İstanbul, 2007.
GROVES, Matthew, “Substantive Legitimate Expectations in Australian
Administrative Law”, Melbourne University Law Review, Vol. 32, 2008.
HODGSON, D. C., “The Current Status of the Legitimate Expectation in
Administrative Law”, Melbourne University Law Review, Vol. 14, December
1984.
248
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Practicability of the Estoppel Hypothesis in the Turkish Administrative Law
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
IKHARIALE, M. A., “The Doctrine of Legitimate Expectations: Prospects and
Problems in Constitutional Litigation in South Africa”, Journal of African Law,
Vol. 45, No. 1, 2001.
IYENGAR, Harini, “Legitimate Expectation: Promises by a Different Public
Authority”, Judicial Review, 2003.
JAYASINGHE, Chaminda, “Making Sense of the Concept of Substantive
Legitimate Expectation”, School of Humanities, Peace Studies Department,
UNE, Australia, 2010.
JOHNSON, Graeme, “Natural Justice and Legitimate Expectations in Australia”,
Federal Law Review, Vol. 15, 1985.
KNIGHT, Dean R., Estoppel (principles?) in Public Law: The Substantive
Protection of Legitimate Expectations, Master of Law, The University of British
Columbia, Canada, 2004.
LEWIS, Clive, “Fairness, Legitimate Expectations and Estoppel”, The Modern
Law Review, Vol. 49, No. 2, March 1986.
LEYLAND, Peter - ANTHONY, Gordon, Textbook on Administrative Law, 8th
Edition, United Kingdom, 2016.
LI, Andrew S. Y. - LEUNG, Hester Wai-San, “The Doctrine of Substantive
Legitimate Expectation: The Significance of Ng Siu Tung and Others v. Director
of Immigration”, Hong Kong Law Journal, Vol. 32, No. 3, 2003.
MACPHERSON, Paula A., Legitimate Expectation and Its Application to
Administrative Policy, LL.M Degree in Law, University of Ottawa, Canada, 1995.
MARTIN, Elizabeth, Dictionary of Law, Fifth Edition, Oxford, 2002.
McGILVRAY, Stuart Angus, “Making Sense of Substantive Legitimate
Expectations in New Zealand Administrative Law”, University of Otago,
Dunedin-New Zealand, 2007.
MOFFETT, Jonathan, “Resiling From Legitimate Expectations”, Judicial Review,
2008.
MUZAFAR, Seemeen, “Doctrine of Legitimate Expectation in India: An
Analysis”, International Journal of Advanced Research in Management and
Social Sciences, Vol. 2, No. 1, January 2013.
OĞURLU, Yücel, İdare Hukukunda Kazanılmış Haklara Saygı ve Haklı Beklentiler
Sorunu, Ankara, 2003.
ÖRÜCÜ, Esin, “Avrupa Hukukunda İdare Hukukunun Genel İlkeleri”, İdare
Hukuku ve İlimleri Dergisi, S. 1-3, 1988.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
249
Türk İdare Hukukunda Estoppel Kuramının Uygulanabilirliği
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
ÖZCAN, Nur, Avrupa Toplulukları Adalet Divanı Kararları Işığında Haklı Beklenti
İlkesi, Galatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2011.
PANDYA, Abhijit PG. - MOODY, Andy, “Legitimate Expectations in Investment
Treaty Arbitration: An Unclear Future”, Tilburg Law Review, Vol. 15, Iss. 1,
2010.
PANDYA, Abhijit PG., “Legitimate Expectations in English Law: Too Deferential
an Approach?”, Judicial Review, 2009.
PATERSON, Moira, “Legitimate Expectations and Fairness: New Directions In
Australian Law”, Monash University Law Review, Vol. 18, No. 1, 1992.
PIEVSKY, David, “Legitimate Expectation as a Relevancy”, Judicial Review, Vol.
8(3), 2003.
POOLE, Melissa, “Legitimate Expectation and Substantive Fairness: Beyond
the Limits of Procedural Propriety”, New Zealand Law Review, 1995.
REID, Elspeth, “Protecting Legitimate Expectations and Estoppel in Scots Law”,
Electronic Journal of Comparative Law, Vol. 10(3), December 2006.
ROBERTSON, John C., “Legitimate Expectations”, SA Publiekreg/Public Law,
Vol. 6, Iss. 2, 1991.
SALES, Philip - STEYN, Karen, “Legitimate Expectations in English Law: An
Analysis”, Public Law, 2004.
SCHØNBERG, Søren J., Legitimate Expectations in Administrative Law, New
York, 2000.
SEVER, D. Çiğdem, Danıştay Kararları Işığında İdare Hukukunda Kazanılmış
Haklar, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara, 2006.
SNODGRASS, Elizabeth, “Protecting Investors’ Legitimate Expectations:
Recognizing and Delimiting a General Principle”, ICSID Review-Foreign
Investment Law Journal, 2004.
TALAAT, Wan Izatul Asma Wan, “The Threats to The Limitations Outlining
The Present Parameters of Promissory Estoppel: A Comparative Study”, The
Special Issue on Contemporary Research in Business and Economics, Vol. 3,
No. 6, [Special Issue-March 2012].
TALAGALA, Chamila S., “The Scope of the Doctrine of Legitimate Expectation
as a Ground of Judicial Review of Administrayive Action”, Bar Association Law
Journal, Vol. XV, 2009.
250
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Practicability of the Estoppel Hypothesis in the Turkish Administrative Law
Dr. Öğr. Üyesi Selman Sacit BOZ
TAY KUAN SENG, Charles, “Substantive Legitimate Expectations-The Singapore
Reception”, Singapore Academy of Law Journal, Vol. 26, 2014.
THOMAS, Robert, The Relationship Between English and European
Community Administrative Law: The Principles of Legitimate Expectations and
Proportionality, PhD Thesis, University of Nottingham, 1998.
THOMAS, Robert, Legitimate Expectations and
Administrative Law, Oxford Portland Oregon, 2000.
Proportionality
in
WEISBROT, Marcin, “Application of the Principle of Protection of Legitimate
Expectations in Recovery of Unduly Paid Subsidies in the Context of Judicial
Coherence in the European Union”, Review of European Administrative Law,
Vol. 8, No. 2, 2015.
YOST, Chris, “A Case Review and Analysis of the Legitimate Expectations
Principle as it Applies within the Fair and Equitable Treatment Standard”,
Honours Thesis, The Australian National University, Australian, 2008.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
251
SAĞLIK HİZMETLERİNDE REKLAMA YÖNELİK SINIRLANDIRMALAR
ve HUKUKİ SONUÇLARI
Advertising Restrictions in the Field of Health Services and Their Legal
Consequences
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı Özdemir1
Geliş Tarihi: 19.12.2017
ÖZET
Türk hukukunda, hekimlerin ve özel
sağlık kuruluşlarının, ancak uzmanlık alanı
ve adres gibi belirli bilgileri ilan etmelerine
izin verilmektedir. Bu düzenlemeye
rağmen, yanıltıcı reklamları ve bu
hizmetleri ticarileştiren beyanları da içeren,
çok sayıda ihlal örneği ile karşılaşılmaktadır.
Bu makalenin amacı, sağlık alanındaki
reklamlara ilişkin düzenlemelerin ve
başlıca ihlal örneklerinin incelenmesidir.
Bu çalışma, aynı zamanda, Reklam Kurulu
ve Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun
ilgili reklamlara ilişkin kararlarını da
değerlendirmektedir.
Kabul Tarihi: 30.01.2018
ABSTRACT
Under Turkish law, doctors and private
hospitals are only allowed to announce
specified information such as area of expertise
and address. Despite this regulation, there are
many examples of infringements including
misleading advertisements and claims
commercializing these services. The aim of this
article is to examine regulations concerning
advertising in the field of health services and
main infringement examples. This study also
analyses the Board of Advertisement and Radio
and Television Supreme Council’s decisions for
concerning advertisements.
Anahtar Kelimeler: Sağlık hizmeti
Keywords: Advertisements in the field
alanında reklamlar, reklama ilişkin of health services, restrictions on advertising,
sınırlandırmalar,
sağlık
hizmetlerinin commercialization
of
health
services,
ticarileştirilmesi, yanıltıcı reklamlar, reklam. misleading advertisements, advertisement.
GİRİŞ
Hekimlik mesleğinde uzmanlaşma kendi içerisinde önemli bir ihtiyacı da
beraberinde getirmektedir. Bu da, hedef kitlenin, sunulan hizmete ilişkin
detaylar hakkında bilgilendirilmesidir. Uzmanlaşma düzeyi, sahip olunan
deneyim, kullanılan tedavi yöntemleri, hizmetin sunulduğu yerin özellikleri,
bu alanda sıklıkla üzerinde durulan konular arasında sayılabilir. Çalışmalarını
kendi muayenehanesinde sürdüren bir hekim kadar, birçok uzmanlık alanına
yönelik hizmeti bir arada sunan özel hastaneler de üçüncü kişileri bu kapsamda
bilgilendirmeye ihtiyaç duymaktadır. İnsan kaynağına ve tıbbi ekipmanlara
yönelik önemli miktarda yatırımı gerekli kılan ve bu yatırımın geri dönüşü için
belirli düzeyde bir hasta sayısına erişmeyi hedefleyen özel hastaneler, kendi
varlıklarını, sundukları hizmetleri ve hatta, diğer hastanelere göre olumlu
yöndeki farklılıklarını hedef kitleye ulaştırmayı hedeflemektedirler.
Hekimlerin ve özel hastanelerin anılan ihtiyacı hekimlik mevzuatı
tarafından da dikkate alınmış, bu kapsamda uzmanlık alanı ve iletişim bilgileri
1
Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi - Ticaret Hukuku Anabilim Dalı (e-posta:
semihozdemir@hacettepe.edu.tr).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
253
Sağlık Hizmetlerinde Reklama Yönelik Sınırlandırmalar Ve Hukuki Sonuçları
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
gibi temel nitelikteki duyuruların yapılması serbest bırakılmıştır. Buna karşılık,
duyuruların sağlık hizmetinin ticarileşmesine ve hizmet için talep yaratmaya
yönelik bir boyut kazanması yasaklanmıştır. Bu açıdan, bir hastanenin kullandığı
tıbbi aletleri övmesi, hastalara belirli oranda indirim vaat etmesi veya kendi
tedavi imkanlarını başka hastanelerle karşılaştırması gibi yaklaşımların ihlal
oluşturduğu görülmektedir. Belirtilen ilke, sağlık alanındaki reklam serbestisi
üzerinde önemli bir sınırlandırma meydana getirmekte ve karşılaşılan ihlallerin
önemli bir kısmının temel nedenini oluşturmaktadır. İhlal karşısında, ilgililerin
meslek birliklerinin iç disiplin yaptırımlarıyla olduğu kadar, Reklam Kurulu’nun
reklamın durdurulması, yayınına son verilmesi veya idari para cezası kararları
ile de karşılaşmaları mümkündür. Buna ek olarak, yayıncı kuruluşa, Radyo ve
Televizyon Üst Kurulu tarafından ceza uygulanması da ihtimal dahilindedir.
Bu konu kapsamında, çalışmanın ilk kısmında reklam kavramına, reklamın
hukuki nitelik ve unsurlarına yer verilmektedir. İkinci kısımda ise, hekim ve özel
sağlık kuruluşu kavramları, reklama ilişkin sınırlandırmanın yasal dayanakları
ve uygulamada sıklıkla karşılaşılan ihlal nedenleri üzerinde durulması
hedeflenmektedir. Son bölümde ise, mesleki birlik ve Reklam Kurulu tarafından
uygulanan yaptırımların değerlendirilmesi amaçlanmaktadır.
1. REKLAM KAVRAMI
A. TANIM
Tüketici ve üreticilerin karşılıklı gereksinimleri incelendiğinde, ürün veya
hizmetleri sunan tarafın müşterileri ile arasında oluşan iletişim eksikliklerini
gidererek, kendisini bu kimselere tanıtma ihtiyacı içinde bulunduğu
görülmektedir2. Bu açıdan reklam, belirli bir ürün veya hizmete ilişkin hedef
kitlenin bilgilendirilmesi, hâlihazırda müşteri nezdinde var olan marka algısının
güçlendirilmesi veya kamuoyuna ulaştırılmak istenilen mesajların iletilmesi
gibi amaçlar taşımaktadır. Bir içecek firmasının piyasaya yeni çıkan ürününün
içeriğine ilişkin reklamı, firmanın yüksek üretim standartlarını detaylarıyla
açıklayan tanıtımı ve halka yönelik “bol sıvı tüketmenin faydalarını” vurgulayan
afişleri, sırasıyla belirtilen amaçlara yönelik reklamlar arasında sayılabilir.
Uygulamada reklamların çoğunluğu ticari amaç taşımakla birlikte3, reklamın
ticari amaç taşımayan örnekleri ile de karşılaşılabilmektedir4.
Reklamın amaç ve mecra açısından değişkenlik gösterebilen yapısı ile
bağlantılı olarak, doktrinde reklam tanımına ilişkin farklı görüşlere yer
verilmektedir. Bu açıdan incelenebilecek açıklamalardan birinde reklam, “belli
bir mala veya işletmeye karşı talep yaratmak amacı ile yapılan her türlü beyan”
2
3
4
Avşar, Z./ Elden, M.: Reklam ve Reklam Mevzuatı, Ankara 2004, s. 19.
Ürey, Y.: Türk Hukukunda Karşılaştırmalı Reklamlar, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul, 2010, s. 22.
Longman, K. A.: Advertising, New York 1971, s. 121-125.
254
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Advertising Restrictions in the Field of Health Services and Their Legal Consequences
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
olarak tanımlanmaktadır5. Bir başka tanımda ise reklam, “mal/hizmetin veya
işletmenin ya da maddi veya manevi gayelerle ilgili bir düşüncenin bir bedel
karşılığında, rakiplerinden/benzerlerinden sıyrılarak, tüketicinin dikkatini
çekmesi ve onu o mala/hizmete veya işletmeye ya da düşünceye yönlendirmesi"
amacıyla yapılan duyurular şeklinde açıklanmaktadır6.
Buna benzer olarak ilgili mevzuatta da reklama ilişkin farklı tanımlarla
karşılaşılmaktadır. Bu kapsamda, Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar
Yönetmeliği’nde ticari reklam, “ticaret, iş, zanaat veya bir meslekle bağlantılı
olarak, bir mal veya hizmetin satışını ya da kiralanmasını sağlamak, hedef
kitleyi oluşturanları bilgilendirmek veya ikna etmek amacıyla reklam
verenler tarafından herhangi bir mecrada yazılı, görsel, işitsel ve benzeri
yollarla gerçekleştirilen pazarlama iletişimi niteliğindeki duyurular” olarak
açıklanmaktadır (m. 4/1-n)7. Basın İlan Kurumu Teşkiline Dair Kanun’da ise,
reklam “satışı arttırmak gibi ticari gayelerle veya bir şeye veya bir fikre rağbet
sağlamak gibi maddi veya manevi bir menfaat temini maksadiyle gazete ve
dergilerde yazı, resim ve çizgilerle yapılan ilanlar” şeklinde tanımlanmaktadır
(m. 40/2)8.
Öğreti ve mevzuata ilişkin verilen örneklerden de anlaşılacağı üzere,
reklama ilişkin tanımlar birbirinden farklılık göstermektedir. Reklama konu
ürün ve hizmetler arasındaki çeşitlilik ve reklam mecralarında yaşanan
gelişmelerin, reklamın genel bir tanımının yapılmasını zorlaştırmasının
bu durumun nedenleri arasında olduğu savunulabilir. Bu açıdan, reklama
ilişkin kapsayıcı bir hukuki tanımın yapılması için, öncelikle reklamın baskın
unsurlarına yer veren ve değişkenlik taşıyabilecek unsurları dışarıda bırakan
bir yöntemin izlenmesi faydalı olacaktır9.
B. REKLAMIN HUKUKİ NİTELİĞİ
Çalışmada yer verilen reklam tanımlarının da işaret ettiği üzere, reklamın
öne çıkan unsuru beyanın hedef kitleye iletilmesidir. Reklamın hukuki
niteliğinin belirlenmesi için de, bu beyanı içeren reklamın icap veya icaba
davet niteliklerinden hangisini taşıdığının tespit edilmesi gerekmektedir.
Reklamların amaçları ve içerdikleri açıklamalar nedeniyle, genellikle icap
5
6
7
8
9
Adak, A.: Türk Hukuku Açısından Haksız Rekabet Müessesesi ve Reklam Yolu ile Haksız
Rekabet, Adana İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Dergisi, S. 4, 1975, s. 361.
Dişbudak, A.: Türk Hukukunda Aldatıcı Reklamlar, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Ankara 2007, s. 8.
RG. T. 10.01.2015, S. 29232.
RG. 02.02.1961, S. 10702, (195 Sayılı Kanun).
Özdemir, S. S.: Haksız Rekabet Kavramı Açısından Dürüstlük Kuralına Aykırı Reklamlar,
İstanbul 2013, s. 39. Örnek olarak, American Marketing Association (Amerikan Pazarlama
Birliği) tarafından yapılan tanım hakkında bkz. Mandell, M. I:, Advertising, New Jersey
1974, s. 4.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
255
Sağlık Hizmetlerinde Reklama Yönelik Sınırlandırmalar Ve Hukuki Sonuçları
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
niteliğinde oldukları görülmektedir10. Burada önem taşıyan husus, reklamın
sözleşme kurulması için gereken ilgili unsurları içeriyor olmasıdır11. Bir hazır
giyim mağazasının hafta sonu indirimde olan kıyafetlerine dair bilgileri içeren
bir broşür yayımlaması bu kapsamdadır.
Reklamın sözleşme için zorunlu olan unsurlardan bir veya daha çoğunu
içermemesi halinde ise, icaba davet niteliği taşıyacağı sonucuna ulaşılabilir12.
Ülkemize kısa bir süre için gelmiş olan bir spor eğitmeninin, sadece faaliyet
gösterdiği yeri içeren bir ilan vermesi, bu duruma örnek olarak verilebilir.
Bu ilanda, sözleşmenin kurulması için gerekli olan ücret, katılım için aranan
şartlar, seansın içeriği ve katılımcı üst sınırı gibi bilgilere yer verilmemekte ve
bunların karşılıklı olarak görüşülmesi hedeflenmektedir. Bazı durumlarda ise,
reklamın ne icap ne de icaba davet olarak değerlendirilmesi mümkündür13.
Bir bankanın, güçlü mali yapısına dair bilgileri ve bundan dolayı yabancı bir
kuruluştan almış olduğu ödülün detaylarını açıklayan bir reklam vermesi,
bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Bu reklamda, mevcut veya potansiyel
müşterilere yönelik doğrudan bir teklif sunulmamakta ve bankanın piyasadaki
gücünün kamuoyu ile paylaşılması amacı öne çıkmaktadır.
C. REKLAMIN UNSURLARI
Reklamda belirli bir yöntem ve mecranın kullanımı neticesinde, duyurunun
amaçlanan kesime ulaştırılması hedeflenmektedir. Bu açıdan, reklamın ilk
unsuru olarak, bir hususa ilişkin tanıtıcılık taşıması gösterilebilir14. Reklamın bu
tanıtma işlevi, özellikle ticari nitelikli reklamlarda, genellikle reklam verenin
kimliğinin de kamuya açıklanmasını gerektirmektedir15. Bu durum, reklam
metninde reklama konu ürün veya hizmetin üretici veya pazarlayıcısının
doğrudan veya dolaylı olarak anılmasıyla da gerçekleştirilebilir. Örneğin, köklü
bir hazır gıda firmasının yeni ürününe ilişkin reklam filminde, sadece markanın
halihazırda satışta bulunan ürünlerinin zikredilmesi dahi, reklam verenin
kimliğinin anlaşılması için yeterli olacaktır16. Bununla birlikte, bir düşüncenin
yayılması veya bir hayır kuruluşuna destek sağlanması gibi ticari olmayan
amaç taşıyan reklamlarla da karşılaşılmaktadır17. Uygulamada ise, reklamların
10
11
12
13
14
15
16
17
Göle, C.: Ticaret Hukuku Açısından Aldatıcı Reklamlara Karşı Tüketicinin Korunması,
(Aldatıcı Reklam), Ankara, 1983, s. 45; İnal, E.: Reklam Hukuku ve Aldatıcı Reklamlar,
İstanbul, 2000, s. 16.
İnal, s. 16.
Göle, Aldatıcı Reklam, s. 45.
İnal, s. 47.
Göle, Aldatıcı Reklam, s. 36; İnal, s. 14-15; Dişbudak, s. 9-10.
Bu konuda bkz. Göle, Aldatıcı Reklam, s. 36; İnal, E./Baysal, B.: Reklam Hukuku ve
Uygulaması, İstanbul, 2008, s. 7, Dişbudak, s. 10-11; Ürey, s. 23;
Özdemir, s. 47.
İnal, s. 15.
256
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Advertising Restrictions in the Field of Health Services and Their Legal Consequences
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
büyük çoğunluğunun ticari amaçlı olduğu görülmektedir18. Televizyon veya
radyolarda yayınlanan reklamlarda hakim olan genel içerik de, bu kanaati
doğrulamaktadır.
Reklamın bir diğer unsuru, hedef kitleye mesajın iletilmesinin sağlandığı
reklam mecrasıdır19. Reklamın çevrimiçi ağ kullanılarak, bir web sayfası veya
e-posta iletisi kanalıyla iletilmesi mümkün olduğu gibi, televizyon veya radyo
yayını gibi daha geleneksel mecraların da kullanılması tercih edilebilir. Ticari
Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği’nde mecra, “reklam ve
tanıtım mesajını ileten ve o mesajı alma durumunda olan kişi, grup ya da
topluluğun buluştuğu yeri ve ortamı; televizyon, her türlü yazılı basın, internet,
telefon, radyo, sinema gibi iletişim kanalları ile açık hava, basılı materyal gibi
iletişim araçları” olarak açıklanmaktadır (m. 4/1-ı). Reklam Kurulu kararlarında
da, reklam mecrasının değerlendirilmesinde kapsayıcı bir bakış açısının
benimsendiği görülmektedir20.
Bu yaklaşımın, konumuz açısından, hekimler ve özel sağlık kuruluşları
tarafından yapılan reklamlara ilişkin Reklam Kurulu denetiminin kapsamını
genişlettiği sonucuna varılabilir. Yakın tarihli Kurul kararlarında, hekimler
adına açılan web sayfaları ve bu kişilerin sosyal medya hesapları da reklam
mecrası olarak kabul edilmektedir21. İletişim araçlarının ve reklam amacıyla
kullanılan yöntemlerin giderek artan çeşitliliği karşısında, Reklam Kurulu’nun
bu yaklaşımının ihlallerin etkin bir şekilde tespiti ve bunların yaptırıma tabi
tutulmasının sağlanması açısından yerinde olduğu savunulabilir. Bu yönüyle
Reklam Kurulu tarafından yürütülen inceleme, sadece internet siteleriyle sınırlı
tutulmamakta; bu sitelerin tanıtımına yönelik arama motorlarında yapılan
reklamlar22 ve bu sitelerin arama motorları üzerinden kullanıcılar tarafından
bulunabilmesi için yazılan açıklamalar dahi dikkate alınmaktadır23.
18
19
20
21
22
23
Ürey, s. 22.
Göle, Aldatıcı Reklam, s. 35; Ürey, s. 23-24.
İnal/ Baysal, s. 8.
Reklam Kurulu’nun 11/04/2017 tarihli oturumu örnek olarak incelendiğinde, hekimler
ve özel sağlık kuruluşları tarafından yapılan reklamların önemli kısmında, “Facebook”
ve “Instagram” gibi sosyal medya hesaplarının ve reklama özgü açılmış web sayfalarının
kullanıldığı görülmektedir, (Bkz. Reklam Kurulu, Toplantı No: 259, 11/04/2017).
“İnceleme konusu internet sitesinin 17.01.2017 tarihinde “Google” arama sayfasında
“Reklam” ibaresiyle “Uygun fiyatlar ve hijyenik kliniğimiz ile 7 gün 24 saat hizmetinizdeyiz”
ifadesiyle ilk sıralarda yer alacak şekilde tanıtımının yapıldığı”, (Reklam Kurulu Dosya No:
2016/4398, Toplantı Sayısı: 260, 09.05.2017).
“...inceleme konusu internet sitesinin “Google” arama sayfasında kullandığı ifadeler ile
internet sitesi içeriğinde yer alan ifade ve görüntülerin, tabip tarafından uygulanması
gereken tıbbi işlemlerle ilgili olduğu...”, (Reklam Kurulu, Dosya No: 2017/3, Toplantı Sayısı:
259, 11/04/2017); Anılan reklam yöntemi hakkında ayrıca bkz. Frank, C.: Medienspezifische
Regelungen, (Harte-Bavendamm, H./Henning-Bodewig, F.: Gesetz gegen den unlauteren
Wettbewerb (UWG), 2016 içinde), s. 37-38.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
257
Sağlık Hizmetlerinde Reklama Yönelik Sınırlandırmalar Ve Hukuki Sonuçları
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
II. HEKİMLİK MESLEĞİNDE REKLAMA İLİŞKİN SINIRLANDIRMALAR
A. SINIRLANDIRMANIN MUHATAPLARI
1. Hekim
Türk Hukuku açısından hekim, tıp fakültesi diplomasına sahip olan, tabip
odasına kayıtlı ve hekimlik mesleğini yürütmeye geçici veya sürekli engeli
olmayan kişi olarak tanımlanabilir24. Bu açıdan hekim, hukuk düzeni tarafından
kendisine tıp mesleğini icra edebilme yetkisi tanınmış kişiyi ifade etmektedir25.
Tıbbın konusunu hasta olan, iyileştirilecek ve iyileşen insan oluşturmakta;
hekimliğin temelinde ise, iyileştirme amacına yönelik olarak yürütülen özel
yardım yer almaktadır26.
Hekimlik, alana ilişkin teorik bilgi ve tecrübe sayesinde ortamı, olayları
ve tehlikeleri tanımak ve kavramak gibi yetileri gerekli kılmaktadır27. Hekimin
mesleki faaliyetini yürütürken yerine getirmekle yükümlü olduğu sorumlulukları
da mesleğin nitelikleri ile uyum içerisindedir. Bunların genel olarak tedavinin
şahsen yerine getirilmesi, ilgili şikayet veya hastalığın tam bir geçmişinin elde
edilmesi, hastanın muayene edilmesi, hastalığın teşhis edilmesi, ilgili tedavinin
uygulanması, reçete yazılması, tıbbi tekniğin kullanılması, gerekli hallerde
tedavinin kesilmesi ve kayıt tutulması yükümlülükleri olarak sıralanması
mümkündür28. Hekimin bir diğer yükümlülüğü olan sır saklama sorumluluğu
ise, sağlık hizmeti verilen hastayla veya bu kimsenin sağlığıyla ilgili bilgilerin
üçüncü kişilerle paylaşılmamasını gerekli kılmaktadır29.
Hekimlik faaliyeti ile ilgili mevzuat incelendiğinde, 1219 sayılı Tababet
ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun ile tabiplik mesleğine
ilişkin düzenlemelere iki farklı başlık altında yer verildiği görülmektedir30.
Düzenlemenin birinci bölümünde hekimlere, ikinci bölümünde ise diş
hekimlerine dair hükümlere yer verilmektedir31. Çalışmada yürütülecek
inceleme, tıp hekimleri ile sınırlı olup, ileriki bölümlerde kullanılan hekim
kavramı, aksi belirtilmedikçe tıp hekimini işaret etmektedir.
2. Özel Sağlık Kurum ve Kuruluşları
24
25
26
27
28
29
30
31
Demir, M.: Hekimin Sözleşmeden Doğan Sorumluluğu, (Sorumluluk), AÜHF Dergisi, C. 57,
S. 3, 2008, s. 233.
Hakeri, H.: Tıp Hukukunun Temel Kavramları (Temel Kavramlar), Roche Sağlık Hukuku
Günleri - Tebliğler, İstanbul 2007, s. 66.
Hakeri, H.: Tıp Hukuku (Tıp), Ankara 2007, s. 196.
Hakeri, Tıp, s. 197.
Bu konuda detaylı bilgi için bkz. Hakeri, Temel Kavramlar, s. 81-93. Hasta ile hastane
arasındaki hukuki ilişkinin niteliği hakkında bkz. Türkmen, A.: Hasta ve Hekim Hukuku,
Samsun 2009, s. 50-51.
Özkan, H./ Akyıldız, S.: Hasta-Hekim Hakları ve Davaları, Ankara 2008, s. 66.
RG. 11/04/1928, S. 863.
Diş hekimine ilişkin hükümler için bkz. m. 29 vd.
258
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Advertising Restrictions in the Field of Health Services and Their Legal Consequences
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
Hekimlerin mesleki faaliyetlerini yürütmelerinde akla ilk gelen yol,
Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun m. 5’te de yer aldığı
üzere, bir hekimin gerekli izinleri alarak hususi bir muayenehane açmasıdır.
Bununla birlikte, tıbbi uzmanlaşma, kapsamlı tedavi sunumu gereklilikleri
ve bunlar için ihtiyaç duyulan dikkate değer sermaye, hekimlik hizmetinin
günümüzde çoğunlukla özel sağlık kuruluşları bünyesinde verilmesine neden
olmaktadır. Özel Hastaneler Yönetmeliği hükümleri çerçevesinde, gerçek
veya tüzel kişiler tarafından özel hastane kurulmasının mümkün olduğu, bu
faaliyette bulunulmasının ise kapsamlı bir izin ve denetim sürecini gerekli
kıldığı görülmektedir (m. 2, 9, 15)32. Özel hastaneler hizmet birimlerine,
yatak kapasitelerine, faaliyet alanlarına, teknolojik donanımlarına ve hizmet
verilen uzmanlık dallarının nitelik ve sayısına göre, genel hastaneler ve özel
dal hastaneleri olarak sınıflandırılmaktadır33. Belirtilen özel hastanelerin yanı
sıra, işlevlerine göre üç ayrı sağlık kurumu daha mevcuttur. Bunlar ilçe/belde
hastanesi, gün hastanesi ve eğitim ve araştırma hastaneleridir34. Çalışmanın
konu bütünlüğünün korunması amacıyla, reklam yasağına ilişkin yapılacak
inceleme hekimler ve özel hastanelerle sınırlı tutulacaktır.
B. SINIRLANDIRMANIN YASAL KAYNAK VE ÇERÇEVESİ
Hekimlere reklam açısından getirilen sınırlandırma iki ayrı başlıkta
incelenebilir. Bunlardan ilki, mesleki birliğin ilkelerine aykırı davranılması
nedeniyle, meslek birliği tarafından yaptırım uygulanmasıdır. İkincisi ise,
yapılan reklamın reklam mevzuatına aykırılığı nedeniyle, Reklam Kurulu ve
dolaylı yoldan olsa da, RTÜK yaptırımına konu olmasıdır. Bu başlık altında ilk
olarak hekim ve özel sağlık kuruluşları için getirilen mesleki düzenlemeler ana
esaslarıyla incelecek; ikinci olarak ise, doğrudan reklama ilişkin mevzuattan
kaynaklanan sınırlandırmalar değerlendirilecektir.
1. Hekimlere İlişkin Mesleki Sınırlandırma
Reklama ilişkin mesleki sınırlandırmanın temel kaynaklarından birisi,
Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun m. 24’de yer alan,
“İcrayı sanat eden tabipler hasta kabul ettikleri mahal ile muayene saatlerini
ve ihtisaslarını bildiren ilanlar tertibine mezun olup diğer suretlerle ilan,
reklam ve saire yapmaları memnudur.” hükmüdür. Konu açısından, reklam ve
ilan kavramları değerlendirildiğinde, ilanın ticari nitelik taşıyıp taşımadığından
32
33
34
RG. T. 27.03.2002, S. 24708. Özel hastane kavramına ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. Demir, M.:
Hekimin Hukuksal Sorumluluğunun Kaynakları ve Özel Hastane-Kamu Hastanesi Ayırımı,
(Ayrım), Prof.Dr. Ali Naim İnan’a Armağan (ed. Ünal, M. vd.), Ankara 2009, s. 274-277.
Bu konuda bkz. Özel Hastaneler Yönetmeliği m. 6, 7.
Bu konuda bkz. Yataklı Tedavi Kurumları İşletme Yönetmeliği, m. 5, (RG. T. 03.01.1983,
S.17927).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
259
Sağlık Hizmetlerinde Reklama Yönelik Sınırlandırmalar Ve Hukuki Sonuçları
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
bağımsız olarak yapılan her türlü duyuru için bir üst kavram olarak kullanıldığı35;
reklamın yapısı gereği aynı zamanda bir ilan oluşturmasına rağmen, ilanların
her zaman için reklam niteliği taşımayabileceği görülmektedir36. Örneğin, bir
muayenehanenin yer değişikliğinin açıklanmasında ilan işlevi öne çıkmakta
iken; bu muayenehanede sunulan hizmetlerin açıklanmasında reklam vasfı
ağır basmaktadır. Kanun’da yer verilen düzenlemenin, mesleğin yürütülmesi
ve hastaların bilgilendirilmesi için zaruri görülen ve sınırlı sayı olarak sıralanan
konulardaki ilanları serbest bıraktığı görülmektedir. Bunun dışında kalan ilan
ve reklamlar ise yasaklanmaktadır.
Kanun tarafından getirilen bu sınırlandırma, genel bir bakışla, sağlık
alanında reklamlara yönelik bir yasak getirildiğinin savunulmasına imkân
tanımaktadır37. Bununla birlikte, Reklam Kurulu kararlarında, reklam ve ilan
arasındaki ayrımın daha geçişken bir şekilde uygulandığı ve şehirlerarası
karayolunda yer alan bir tabela üzerinde bulunan isim ve telefon numarasının
dahi reklam kapsamında sayıldığı görülmektedir38. Bu yaklaşım ve özel sağlık
kuruluşlarına ilişkin mevzuattan kaynaklanan farklılıklar da dikkate alınarak,
konuya yönelik daha genel bir bakış sunulabilmesi amacıyla, çalışmamızda
“reklama yönelik sınırlandırma” ifadesinin kullanımı tercih edilmiştir.
Bu alanda incelenebilecek bir diğer düzenleme, Tıbbi Deontoloji
Nizamnamesi’dir39. Hekimlerin uyum göstermesi beklenen mesleki etik
kurallarını içeren bu düzenlemede hekimlik faaliyetine ticari bir görünüm
verilmemesi gerektiği belirtilmektedir (m. 8/1)40. Bunun yanı sıra, hekimin
verebileceği ilanlara ilişkin de sınırlama getirilmekte ve hekimin ancak ad,
soyad, adres, ihtisas şubesi, akademik unvan ve muayene gün ve saatlerini
ilan edebileceği kabul edilmektedir. Hekimin kendi yazıları veya kendi adına
medyada yayınlatılan teşekkür ilanları ile reklam yapması da yasaklanmıştır
(m. 8/2-3)41. Hekimin teşekkür ilanının içeriğine müdahale etmesi ve kendi
35
36
37
38
39
40
41
İnal, s. 14; Göle, C.: Türk Hukukunda Reklamların Ön-Denetimi Sorunu, (Ön-Denetim),
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Dergisi, C.40, S.1, 1985, s. 255, dn. 1.
Göle, Ön-Denetim, s. 255, dn. 1.
Hakeri, Tıp, s. 544; Ersoy, V./Güler, M./Giritlioğlu, H.: Sağlık Hizmeti Sunumunda Reklam ve
Tanıtım, Ankara 2008, s. 4. Sağlık hizmetleri açısından reklam ve bilgilendirme arasındaki
sınır için bkz. Büyükay, Y.: Hekimin Reklam Yasağı, Sağlık Hukuku Sempozyumu (Erzincan
15-16 Mayıs 2006), Ankara 2007, s. 212.
Reklam Kurulu, 195 Sayılı Basın Bülteni, T. 12.12.2011, Dosya No: 2011/677.
RG. T. 19.02.1960, S. 10436.
“Tabiplik ve diş tabipliği mesleklerine ve tedavi müesseselerine, ticari bir veçhe verilemez”,
(m. 8/1).
“Tabip ve diş tabibi, yapacağı yayınlarda tababet mesleğinin şerefini üstün tutmaya mecbur
olup, her ne suretle olursa olsun, yazılarında kendi reklamını yapamaz.
Tabip ve diş tabibi, gazetelerde ve diğer neşir vasıtalarında, reklam mahiyetinde teşekkür
ilanları yazdıramaz.”, (m. 8/2-3).
260
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Advertising Restrictions in the Field of Health Services and Their Legal Consequences
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
mesleki başarılarını, ücret tarifesini ve muayenehane iletişim bilgilerini
yayınlatması gibi durumlar buna örnek olarak verilebilir.
Reklam Kurulu’nun da, teşekkür ilanlarını sağlık hizmetinin ticarileşmesi
olarak değerlendiren kararları bulunmaktadır42. Bununla birlikte, hayatın
olağan akışı içinde karşılaşılabilecek ve tanıtıcılık yönü öne çıkmayan teşekkür
ilanlarının, bu yasağın dışında tutulmasının daha yerinde olacağı savunulabilir.
Aksinin kabulü, tedaviden veya hekimin bu süreçteki desteğinden gerçekten
çok memnun kalan bir hastanın veya hasta yakınlarının, belki de hekimin
haberi dahi olmaksızın verdiği ilanlar nedeniyle, hekimin sorumlu tutulması
sonucunu doğurabilir. Burada yürütülecek değerlendirme açısından, hasta
veya hasta yakınının yaptığı açıklamalarla hayatın olağan akışı içerisinde
karşılaşılma ihtimalinden yararlanılabilir. Bu kapsamda, hekimin mesleki
başarı ve deneyimi ile kullanılan tedavi metodu gibi, ancak hekimden
öğrenilebilecek bilgilere teşekkür ilanında yer verilmesinin, hekimin bu metnin
içeriğine müdahalesine yönelik bir işaret olarak görülmesi mümkündür.
Teşekkür metninin, hekime yeni müşteriler kazandırmayı amaçlayan bir dille
hazırlanması veya diğer hekimlerle karşılaştırma yapması gibi durumlar da,
aynı yönde değerlendirilebilir.
Hekimlerin reklam sınırlandırmasına ilişkin bir başka düzenleme, Türk
Tabipleri Birliği Disiplin Yönetmeliği’nde yer almaktadır43. Buna göre, hekimin
tanıtım kurallarına aykırı davranması genel olarak yasaklanmaktadır (m. 4/1b). Ayrıca, hekimin herhangi bir iletişim aracında reklam amacına yönelik
olarak yazı yazması, dolaylı olarak bu içerikte yazı yayınlatması ve hekimlerin
üye oldukları dernek veya çalıştıkları kuruluş vasıtasıyla ticari ürün tanıtım
veya reklamına aracılık etmeleri de yasak kapsamında yer almaktadır44. Reklam
hukuku uygulamasında, hekimin dolaylı olarak reklam faaliyetinde bulunduğu
42
43
44
“...birkaç hekime gittiğim halde çare bulmadığım ...rahatsızlığımı tedavi ettiğiniz ve
hastalarınıza gösterdiğiniz ilgiden sonsuz teşekkürler... Kendisi çok nazik ellere sahip
şüphesiz ve kesinlikle hasta ilişkisi konusunda on numara bir hekim. Mükemmel cerrahlığının
yanında harika bir insan dinamik, güler yüzlü, muhteşem insan. Ellerinize sağlık hocam.
Gözünüz kapalı kendinizi doktor beye emanet edebilirsiniz...”, (Reklam Kurulu, Toplantı No:
258, 14/03/2017, Dosya No: 2016/1474)
RG, T. 28.04.2004, S. 25446. Alman hukukunda hekimlerin yapabilecekleri reklamlara
ilişkin meslek kuralları hakkında ayrıca bkz. (Muster-)Berufsordnung für die in Deutschland
tätigen Ärztinnen und Ärzte (Stand 2015), § 27. Konu hakkında bkz. Scholz, K: (Spickhoff, A.:
Medizinrecht, 2. Auflage, 2014 içinde), MBO § 27.
“Her türlü reklam mecrasında reklam amacına yönelik yazılar yazmak, yazdırmak veya
açıklamalarda bulunmak yahut ortağı olduğu kuruluş veya şirket aracılığıyla bu anlamda
reklam yapılmasını sağlamak” (m. 4(1-c). “ Bireysel olarak veya yöneticisi oldukları
dernekler ya da çalıştıkları kurumlar aracılığıyla ticari ürün veya hizmetin tanıtımında yer
almak veya reklamına aracılık etmek” (m. 4/1-d).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
261
Sağlık Hizmetlerinde Reklama Yönelik Sınırlandırmalar Ve Hukuki Sonuçları
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
faaliyetlerle sıklıkla karşılaşılması, anılan hükmün önemini arttırmaktadır45.
Buna göre, ihtisas sahibi bir doktorun radyo yayınında, bu alanda karşılaşılan
hastalık türleri ile ilgili yaptığı açıklamalar arasına kendi reklamını da dahil
etmesi yasak kapsamında yer alacaktır. Bununla birlikte, uzmanlık alanına dair
açıklama ve hekimin kendi reklamını yapması arasındaki sınırın her zaman için
oldukça açık bir şekilde tespiti mümkün olmayabilir. Bu açıdan, kişinin makul
sınırlar içinde kalarak, karşılaştığı önemli vakaları veya yazdığı makaleleri
paylaşmasının bu kapsamda değerlendirilmemesi yerinde olacaktır46. Ayrıca,
yayımlanan yazının reklam oluşturma etkisinin yazarın mesleki konumuna
göre değişiklik gösterebileceği de gözden kaçırılmamalıdır47. Burada ölçü,
hekimin yaptığı açıklamaların öğrenilmesine ilişkin kamu menfaati ile sağlık
hizmetinin ticarileşmesinin engellenmesi arasındaki dengenin makul bir
şekilde korunması olmalıdır. Anılan kuralın katı bir biçimde uygulanması,
toplumun sağlık alanındaki güncel gelişmelerden haberdar olmasının önüne
geçecek; göz ardı edilmesi ise, bu bilgilerin reklam aracı olarak kullanılmasına
ve hekimlerin bu yöndeki açıklamalarının güvenilirliğinin azalmasına neden
olacaktır.
Türk Tabipleri Birliği (TTB) tarafından yayımlanan Hekimlik Meslek Etiği
Kuralları, bu kapsamda incelenebilecek bir diğer başlığı oluşturmaktadır48.
Hekimin mesleki yaşamı süresince uyması beklenen kaideleri içeren ve ihlali
halinde, tabip meslek odaları tarafından disiplin soruşturması yapılacağı
45
46
47
48
Bu kapsamda değerlendirilebilecek bazı Reklam Kurulu kararları için bkz. Dosya No:
2012/253, 2012/254, 2012/255, 2012/258, 2012/250, 2012/488, 2012/489, 2012/489,
2012/490. Hekimlerin örtülü şekilde reklamının yapıldığı gerekçesini taşıyan anılan Reklam
Kurulu kararlarının, Kurul’un sadece tek bir oturumunda verilmiş olması, bu faaliyetlerin
uygulamadaki yoğunluğuna bir işaret olarak yorumlanabilir. Anılan Reklam Kurulu kararları
için bkz. http://www.tuketici.gov.tr/?wapp=reklamkurulukararlari_tr&open=2 .
Reklam Kurulu kararlarında da, basına yapılan, yalnızca sağlık alanında bilgi verilmesi ile
sınırlı açıklamaların örtülü reklam olarak değerlendirilmediği görülmektedir. Örnek olarak
bkz. “Söz konusu yazı değerlendirildiğinde, tedavilerle ilgili herhangi bir fiyat bildiriminde
bulunulmadığı, herhangi bir internet sitesine ya da sağlık kuruluşuna yönlendirme
yapılmadığı, belirli bir markanın övülmediği, öne çıkarılmadığı ve söz konusu yazıda reklam
yapma iradesinin varlığına dair somut herhangi bir bulgunun mevcut olmadığı, dolayısıyla
inceleme konusu yazının örtülü reklam yönüyle 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında
Kanunun 61 inci maddesine aykırı olmadığına karar verilmiştir.”, (Reklam Kurulu, Dosya No:
2016/1612, Toplantı Sayısı: 254, 08.11.2016).
Bu açıdan, hekimin kamuoyundaki tanınırlığı, mesleki faaliyetleri ve ileri sürdüğü iddialar,
konu açısından ayrıca değerlendirilmelidir. Örneğin, alana ilişkin çoğunlukla sadece teorik
çalışmada bulunmakta yetinen bir hekimin mevcut tedavi yöntemlerinin etkisiz kaldığını
ve yeni bir yöntemin daha etkili olduğunu savunması ile, bu yeni tedavi yöntemi üzerinde
yoğunlaşan bir muayenehanesi olan bir hekimin aynı yöndeki bilgileri reklam içeriğiyle
sunması arasında açık bir fark bulunmaktadır.
İlgili Kurallar’a erişim için bkz. http://www.ttb.org.tr/mevzuat/index.php?option=com_
content&task=view&id=65&Itemid=31 (erişim tarihi: 20.07.2017).
262
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Advertising Restrictions in the Field of Health Services and Their Legal Consequences
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
belirtilen düzenleme, reklama ilişkin genel ilkelere de yer vermektedir.
Reklama ilişkin sınırlandırma düzenlemenin, “Ticari Amaç ve Reklam Yasağı”
başlıklı 11. maddesinde bulunmaktadır49. Bu kapsamda, genel bir ilke olarak,
hekimin mesleğini uygularken reklam yapamayacağı, ticari reklamlara araç
olamayacağı ve çalışmalarına ticari bir görünüm veremeyeceği belirtilmektedir.
Bu kapsamda, sadece hekimin kendi mesleki faaliyetine yönelik reklam yapması
değil; bir ticari ürün veya bu çerçevede değerlendirilebilecek hizmetler için
hekimlik sıfatının reklam düzeyinde kullanılması da yasaklanmaktadır50.
Ayrıca, hekimlerin kamu nezdinde sahip oldukları güvenilirlikten yararlanarak,
kişilerin paniklemesine neden olacak veya bu kişileri yanlış yönlendirecek
açıklamalar yapmaktan da kaçınmaları gerektiği belirtilmektedir. Kalıcı ve
uzun vadeli etkileri bulunmayan bir sağlık sorununun olduğundan daha ağır
bir şekilde gösterilmesi veya belirli bir ilacın tedavi etkilerinin abartılması
suretiyle, hastaların bu ilacı tüketmeye yönlendirilmeleri anılan duruma örnek
olarak verilebilir.
Buraya kadar yapılan değerlendirme neticesinde, hekimlerin tabi oldukları
mesleki düzenlemelerin içerisinde reklam sınırlandırmasına ilişkin ilkelere
de detaylı olarak yer verildiği sonucuna ulaşılmaktadır. Bu açıdan Tababet
ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun’da, reklama ilişkin genel
ilke sunulmaktadır (m. 24). Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi m. 8/2’de ise,
hekimler tarafından yapılacak tanıtım ile “tababet mesleğinin şerefini üstün
tutma” yükümü arasında bir bağ kurulduğu görülmektedir. 1960 yılında
yürürlüğe giren anılan düzenlemeden günümüze, alana ilişkin mevzuatta,
tanıtımın mesleğin değerlerini yansıtması amacı doğrultusunda önlemlere
yer verilmektedir. Bu yaklaşımda hekimlerin, mesleğe atfedilen bu üstün
nitelikleri, talep oluşturmaya veya menfaat elde etmeye yönelik açıklamalarla
zedelememesi gerektiği görüşünün etkili olduğu anlaşılmaktadır51.
Sağlık alanında reklama ilişkin sınırlamanın tam olarak değerlendirilebilmesi,
birden çok düzenlemenin bir arada incelenmesini gerekli kılmaktadır. Genel
49
50
51
“Hekim, mesleğini uygularken reklam yapamaz, ticari reklamlara araç olamaz, çalışmalarına
ticari bir görünüm veremez; insanları yanıltıcı, paniğe düşürücü, yanlış yönlendirici,
meslektaşlar arasında haksız rekabete yol açıcı davranışlarda bulunamaz. Hekim, yayın
araçlarıyla yapacağı duyurularda varsa, Tababet Uzmanlık Tüzüğü’ne göre kabul edilmiş
olan uzmanlık alanını, çalışma gün ve saatlerini bildirebilir. Tabela ve benzeri tanıtım
araçlarının biçim ve boyutları yerel tabip odası tarafından saptanır.”, (m. 11).
Bu duruma, hekimin, hastalar üzerinde olumlu etkisi olduğu iddiasında bulunduğu bir
ürünün tanıtımında yer alması örnek gösterilebilir. Örnek bir Reklam Kurulu kararı için bkz.
Karar no: 2012/418, 201 sayılı RK toplantısı.
Benzer bir yaklaşımın, bir ölçüde, avukatlar tarafından yapılabilecek tanıtım faaliyetlerine
yönelik düzenlemelerde de gözlemlenmesi mümkündür. Bu konuda bkz. Avukatlık Kanunu,
(RG. 07/04/1969, S. 1136), m. 55 ve Türkiye Barolar Birliği Reklam Yasağı Yönetmeliği, (RG.
21/11/2003, S. 25296).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
263
Sağlık Hizmetlerinde Reklama Yönelik Sınırlandırmalar Ve Hukuki Sonuçları
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
anlamda birbiri ile örtüştüğü görülen bu düzenlemeler arasında gerek ifade
biçiminden, gerekse de içerikten kaynaklanan bazı farklılıkların bulunduğu
tespit edilebilir. Bu durum, reklama ilişkin düzenlemelerin bütünlük
oluşturmasını engellediği gibi, aynı fiilin ayrı düzenlemeler karşısında
farklı şekillerde değerlendirilmesi ihtimalini de ortaya çıkarmaktadır52. Bu
sorunun önlenmesi ve uygulama türü ve kullanılan mecra açısından her
geçen gün daha da fazla gelişme gösteren reklam faaliyetlerinin kapsayıcı bir
biçimde ele alınarak, hekimlerin reklam sınırlandırmasının etkin bir biçimde
yürütülebilmesi için, hekimlerin reklamlarda uyması gereken ilkelere yönelik
kapsamlı bir düzenlemenin hazırlanması ve mevzuattaki ilgili hükümlerde de
dil ve ifade birliğini sağlayacak değişikliklerin yapılması yerinde olacaktır.
2. Özel Sağlık Kuruluşlarına İlişkin Sınırlandırma
Özel sağlık kuruluşlarına ilişkin konumuzla ilgili başlıca düzenlemeler
arasında ilk olarak, Özel Hastaneler Yönetmeliği yer almaktadır53.
Düzenlemede, halkı bilgilendirici faaliyetler ile reklamlar arasında ayrıma
gidildiği görülmektedir. Bu kapsamda, özel hastanelerin sağlığı koruyucu ve
geliştirici nitelikte bilgilendirme yapmaları ile hizmet alanları ve sunulacak
hizmetler hakkındaki tanıtımları serbest bırakılmıştır54. Buna karşılık talep
yaratmaya yönelik, kamuyu yanlış yönlendiren, uzmanlık alanlarından başka
hastaların da tedavi edildiği izlenimini uyandıran ve diğer hastaneler aleyhine
haksız rekabet oluşturan tanıtım yapılması ise, yasak kapsamına alınmıştır55.
Hizmet alanlarına ilişkin açıklamaların serbest bırakılmasının, bu kuruluşların
yapıları gereği, aynı anda birden fazla uzmanlık alanında hizmet sunmalarından
ve kamuoyunun sunulan/sunulmayan hizmetler hakkında bilgilendirilme
ihtiyacından kaynaklandığı düşünülebilir. Bu yaklaşımın, hekimler açısından
ihtisas alanları hakkında ilan verilebilmesi yönündeki hükmün (Tababet ve
52
53
54
55
Örneğin, kendi adına reklam mahiyetinde teşekkür ilanı yayınlatan hekim hakkında, bu
konuda açık hükme yer veren Tıbbı Deontoloji Tüzüğü (m. 8/3) gereğince yapılan soruşturma
ve Türk Tabipleri Birliği Disiplin Yönetmeliği m. 4/2-c hükmü çerçevesinde yürütülen
soruşturma arasında, uygulanan yaptırım açısından farklılıkların oluşması muhtemeldir.
RG. T. 27.03.2002, S. 24708.
“ Özel hastaneler tarafından; sağlığı koruyucu ve geliştirici nitelikteki bilgilendirme ve
tanıtımlar yapılabilir. Bilgilendirme ve tanıtım faaliyetleri kapsamında, yanıltıcı, abartılı,
doğruluğu bilimsel olarak kanıtlanmamış bilgilere ve talep yaratmaya yönelik açıklamalara
yer verilemez. “(m. 60/2); “Özel hastaneler; hizmet alanları ve sunacağı hizmetler ile açılış
bilgileri ve benzeri konularda toplumu bilgilendirmek amacıyla tanıtım yapabilir ve ilan
verebilir. “, (m. 60/3).
“Özel hastaneler; tıbbî deontoloji ve meslekî etik kurallarına aykırı şekilde, insanları
yanıltan, yanlış yönlendiren ve talep yaratmaya yönelik, ruhsatında yazılı kabul ve tedavi
ettiği uzmanlık dallarından başka hastaları kabul ve tedavi ettiği intibaını uyandıran, diğer
hastaneler aleyhine haksız rekabet yaratan davranışlarda bulunamazlar ve bu mahiyette
tanıtım yapamazlar.”, (m. 60/1).
264
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Advertising Restrictions in the Field of Health Services and Their Legal Consequences
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun m. 24), özel hastaneler açısından
bir yansımasını oluşturduğu anlaşılmaktadır.
Reklama ilişkin hükümlere yer veren bir diğer düzenleme, Ayakta Teşhis ve
Tedavi Yapılan Özel Sağlık Kuruluşları Hakkında Yönetmelik’tir56. Yönetmelik'te
genel ilke olarak, özel sağlık kuruluşları tarafından reklam yapılamayacağı
belirtilmektedir (m. 29/1). Özel Hastaneler Yönetmeliği hükümlerine benzer
olarak, bu düzenleme de bilgilendirici düzeyde tanıtımı mümkün kılmakta;
ancak, bu faaliyetler vasıtası ile talep yaratmaya yönelik açıklamalarda
bulunulmasını yasaklamaktadır57. Buna göre örneğin, bir sağlık kuruluşunun
belirli bir bölgede ilk yardım tekniklerine dair kitapçık dağıtması, ihlal olarak
görülmeyecektir. Ancak, bu kitapçıkta aynı zamanda, hastanenin hizmet
kalitesinin ve ilgili ücret tarifesini açıklanması, düzenlemeyi ihlal edecektir.
Bunun temel gerekçesi, ikinci örnekte reklam işlevinin bilgilendirmenin önüne
geçmesidir.
Sonuç olarak, hastanelerin ve diğer sağlık hizmeti sunan özel kuruluşların
reklama ilişkin uymakla yükümlü oldukları ilkeler ikincil mevzuatta detaylı
olarak düzenlenmektedir. Bu kuruluşlar tarafından yürütülen faaliyetin konusu
gereği, alanla ilgili diğer düzenlemelere tabi olunması da mümkündür58. Bu
açıdan, genel olarak, ilgili kuruluşların bilgilendirme ile sınırlı olarak tanıtımda
bulunmalarının, kendi uzmanlık alanlarının duyurusunu da kapsar biçimde
serbest bırakıldığı; ancak, reklam ve talep yaratmaya yönelik açıklamaların
yasaklandığı sonucuna varılmaktadır. Hekimlere ilişkin düzenlemeler ile
karşılaştırıldığında, reklam ve talep oluşturmaya yönelik yasak açısından benzeri
bir yaklaşımın benimsenmesine rağmen, hastane ve özel sağlık kuruluşları
açısından kamuyu aydınlatmaya yönelik açıklamaların özel olarak düzenlendiği
görülmektedir. Her ne kadar, hekimlerin –reklam oluşturmamak kaydıylamesleki açıklamada bulunmalarına izin verilse de, hastaneler ve özel sağlık
kuruluşlarına ilişkin düzenlemelerde bu konunun ayrı olarak belirtilmesinin
temel gerekçeleri arasında, bu kuruluşların aynı anda birden fazla uzmanlık
alanında hizmet sunmaları, muayenehanelere göre daha kurumsal bir
56
57
58
RG. T. 15.02.2008, S. 26788.
“ Sağlık kuruluşları, sağlığı koruyucu ve geliştirici nitelikte bilgilendirme yapabilir. Birinci
fıkra hükümlerine aykırı olmamak kaydıyla açılışı, hizmet alanları ve sunduğu hizmetler ile
ilgili konularda toplumu bilgilendirmek amacıyla tanıtım yapabilir ve ilan verebilir. Ancak,
bilgilendirme ve tanıtım faaliyetleri kapsamında yanıltıcı, abartılı, doğruluğu bilimsel olarak
kanıtlanmamış bilgilere ve talep yaratmaya yönelik açıklamalara yer verilemez.” (m. 29/4).
Hiperbarik Oksijen Tedavisi Uygulanan Özel Sağlık Kuruluşları Hakkında Yönetmelik m. 36
ve Akupunktur Tedavisi Uygulanan Özel Sağlık Kuruluşları İle Bu Tedavinin Uygulanması
Hakkında Yönetmelik m. 27’de reklama ilişkin yer verilen hükümler bu kapsamda
değerlendirilebilir (İlgili düzenlemeler sırasıyla, 24480 ve 24879 sayılı Resmi Gazete’de
yayımlanmışlardır).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
265
Sağlık Hizmetlerinde Reklama Yönelik Sınırlandırmalar Ve Hukuki Sonuçları
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
yapıya ve genellikle daha yüksek sermayeye sahip olmaları gösterilebilir. Bu
kuruluşların sağlık alanında bilgilendirici açıklamalarda bulunmalarına açık bir
şekilde izin verilmiş olması, daha fazla teknik imkana sahip olması beklenen
bu kuruluşların bu yöndeki olası girişimlerinin engellenmemesinin, kamu
menfaatleri açısından daha yerinde olacağı kanaatine dayandırılabilir.
3. Reklama İlişkin Mevzuattan Kaynaklanan Sınırlandırmalar
Hekim ve özel sağlık kuruluşları tarafından yürütülen tanıtım ve reklam
faaliyetlerinin kapsamı ve bu yöndeki sınırlandırmalar, ilgili mevzuatta detaylı
bir şekilde düzenlenmiştir. Bunun yanı sıra anılan reklamların, kullandıkları
reklam mecraları açısından, çoğunlukla reklam hukukuna ilişkin mevzuatın
da kapsamına dahil oldukları görülmektedir. Bir hekimin, sağlığa ilişkin bir
televizyon programında yaptığı örtülü reklam buna örnek gösterilebilir. Bu
durumda, hekim bir yandan meslek birliği tarafından yürütülecek soruşturma
ile karşılaşacak; bir diğer yandan da, Reklam Kurulu tarafından uygulanan
yaptırımlara tabi olabilecektir.
Reklam Kurulu kararlarında atıfta bulunulan düzenlemeler arasında
öncelikle Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun (TKHK) öne çıkmaktadır59.
Kanun’da, belirli bir meslekle bağlantılı olarak, hizmetlerin pazarlanması
ve hedef kitlenin etkilenmesi için yapılan duyurular da, ticari reklam olarak
sayılmaktadır (m. 61/1). Kanun’da ayrıca, anılan reklamların, Reklam Kurulu
tarafından belirlenen ilkelere uyması, doğru ve dürüst olması gerektiği
belirtilmekte (m. 61/2); reklamların denetimi ve ihlal oluşturan reklamlara
yaptırım uygulama konusunda ise, Reklam Kurulu’nun yetkili olduğu ifade
edilmektedir (m. 63). Bu Kanun’a dayalı olarak hazırlanan Ticari Reklam ve
Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği ile de, reklamların kamu sağlığını bozucu
nitelik taşıyamayacağı ve hastaların tedavi öncesi/sonrası görüntülerinin
yayınlanamayacağı belirtilmektedir (m. 5/1-b,ğ). Bunun yanı sıra, genel
olarak, reklamların aldatıcılık ve yanıltıcılık taşımamasına dair hükümlere de
yer verilmiştir (m. 7). Buradan hareketle, hekimliğe ilişkin mevzuat tarafından
konuya ilişkin olarak çizilen sınırın, reklamcılık faaliyetlerine dair düzenlemelere
de genel olarak etki ettiği sonucuna ulaşılabilir. Bunun bir diğer sonucu ise, bu
kapsamında oluşabilecek ihlallerin, ayrıca Reklam Kurulu yaptırımına da tabi
olması ihtimalidir60.
59
60
RG, T. 07/11/2013, S. 28835.
“ Ticari reklam ve ilanlarda uyulması gereken ilkeleri belirlemek, bu ilkeler çerçevesinde
ticari reklam ve ilanları incelemek ve inceleme sonucuna göre, 16 ncı madde hükümlerine
aykırı reklam ve ilanları üç aya kadar tedbiren durdurma ve/veya durdurma ve/veya aynı
yöntemle düzeltme ve/veya para cezası verme hususlarında görevli bir Reklam Kurulu
oluşturulur. Reklam Kurulu kararları Bakanlıkça uygulanır.” (m. 17/1).
266
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Advertising Restrictions in the Field of Health Services and Their Legal Consequences
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
Reklam alanında denetim, Reklam Kurulu’nun yanı sıra RTÜK tarafından da
sağlanmaktadır. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (Üst Kurul) denetiminde önem
taşıyan husus, yaptırımların doğrudan yayıncı kuruluşa uygulanmasıdır61. Bu
nedenle, anılan denetimin, yayıncı kuruluşların kendi reklam politikalarını
RTÜK uygulamasına göre belirlemelerini sağladığı; bunun ise, hekim ve özel
sağlık kuruluşları üzerinde dolaylı bir önleyicilik etkisinin olduğu savunulabilir.
Bir diğer ifadeyle, hekim, meslek birliği tarafından kendisine uygulanılabilecek
yaptırımlardan çekinmese dahi, belirtilen düzenlemeler hakkında bilgisi
bulunan yayıncı kuruluşun, bu konuda aykırılık taşıması ihtimali bulunan
reklamları veya bu kapsamda görülen programları yayınlamak istemeyeceği
öngörülebilir62.
6112 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında
Kanun, konuya ilişkin genel esasları düzenlemekte ve genel sağlığa zarar
verecek davranışların teşvik edilmesi ile tedaviye yönelik tele-alışveriş
yasaklanmaktadır (m. 8/1-l ve 11/4). Ayrıca, reçeteye tabi olan ve olmayan
ilaçlar arasında ayrıma gidilmekte ve ancak, reçeteye tabi olmayan ilaç ve
tedavilerin reklamının yapılabileceği belirtilmektedir (m. 11/3)63. Burada sınır,
dürüstlük ilkesine uyum, gerçeklerin yansıtılması ve doğrulanabilir unsurlara
yer verilmesidir64. Bunlara ek olarak, Yayın Hizmeti Usul ve Esasları Hakkındaki
Yönetmelik’te de, reklamın tüketicinin sağlığına zarar vermemesi (m. 9/6-c)
ve gıda takviyesi benzeri ürünlerin ilaç olarak algılanmasına neden olabilecek
açıklamalarda bulunulmaması gerektiği belirtilmektedir (m. 9/6-ç)65.
61
62
63
64
65
Adli ve idari yaptırım hakkında bkz. 6112 sayılı Kanun, (RG. T. 15.02.2011, S. 27863), m. 32
ve 33. Konu hakkında ayrıca bkz. Dişbudak, s. 119.
Konu hakkında örnek bir karar için bkz. “Söz konusu yayında, bitkisel tedavinin sağlık
sorunlarına çözüm olarak sunulduğu, telefon numarası verilmek suretiyle istenildiğinde
danışma hizmeti alma ve ürüne ulaşmanın yolunun açık olarak gösterildiği anlaşılmıştır.
Bu nedenle, ilgili mevzuatına aykırı olarak sağlık beyanıyla tanıtımın yapıldığı sabit olup,
tedavide etkinliği ve emniyeti kanıtlanmamış olan ürünlerin sağlık beyanı ile tanıtılması
ve bu tanıtımda yer alan ifadelerin, insanların hastanelere, tıp doktorlarına ve tıbbi tedavi
yöntemlerine duydukları güvenin sarsılmasına neden olabileceği ve toplum sağlığını
olumsuz yönde etkileyebileceği kanaatine varılmıştır.”, (Üst Kurul Kararı (RTÜK), Toplantı No:
2017/28, Karar No: 8, 12.07.2017).
“...söz konusu ürünün sağlık sorunlarına çözüm olarak sunulduğu ve ilgili mevzuatına
aykırı olarak sağlık beyanıyla tanıtımının yapıldığı sabit olup, tedavide etkinliği ve emniyeti
kanıtlanmamış olan ürünlerin sağlık beyanı ile tanıtılması ve bu tanıtımda yer alan
ifadelerin, insanların hastanelere, tıp doktorlarına ve tıbbi tedavi yöntemlerine duydukları
güvenin sarsılmasına neden olabileceği ve toplum sağlığını olumsuz yönde etkileyebileceği
kanaatine varılmıştır.”, (Üst Kurul Kararı (RTÜK), Toplantı no: 2017/29, Karar No: 23,
19.07.2017)
“Reçeteye tabi olmayan ilaçlar ve tedavilerin reklamları dürüstlük ilkesi çerçevesinde,
gerçeği yansıtan ve doğrulanması mümkün unsurlardan oluşacak şekilde hazırlanır”, (m.
11/3).
RG T. 2.11.2011, S. 28103.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
267
Sağlık Hizmetlerinde Reklama Yönelik Sınırlandırmalar Ve Hukuki Sonuçları
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
Üst Kurul denetiminin, toplumun sağlık hizmetlerine yönelik yanlış
bilgilendirilmesinin ve bu hizmetlerin ticarileşmesinin önüne geçilmesinde
de önemli bir katkı sunduğu görülmektedir. Modern tıp tekniklerinin yetersiz
olduğu66 veya “tıbbi tedavilerin ve cerrahi müdahalelerin çok da faydalı
olmadığı” 67 gibi açıklamalara ve takviye ürünlerin ilaç olarak satımına yönelik
reklamlara uygulanan yaptırımlar68, bu yönde değerlendirilebilir.
C. UYGULAMADA SIKLIKLA KARŞILAŞILAN İHLAL NEDENLERİ
Reklam nedeni ile hekim ve özel sağlık kuruluşlarının karşılaşacağı yaptırımın
iki temel kaynağının bulunduğu görülmektedir. Bunlardan ilki, meslek birlikleri;
ikincisi ise, Reklam Kurulu tarafından yürütülecek incelemedir. Uygulamada
karşılaşılan ihlallerin kapsamı ve yoğunluğu nedeniyle, ihlal nedenlerine
yönelik bu başlık altındaki değerlendirme doğrudan konuya ilişkin Reklam
Kurulu kararları üzerinden yapılacaktır. İhlal nedenlerinin bazı durumlarda iç içe
geçmesi nedeniyle, hekim ve özel sağlık kuruluşlarına uygulanan yaptırımların
bir arada incelenmesi tercih edilmiştir.
1. Fiyat Tekliflerinin Sunulması
Reklam Kurulu tarafından yaptırıma konu olan reklamların, genellikle
taşıdığı ortak özelliklerinden birisi, sağlık hizmetinin ticarileştirilmesi sonucunu
doğuran tanıtımlara yer vermeleridir. Hastaların bir sağlık kuruluşunu veya
hekimi tercihinde önemli rol oynayan, ücretlendirmeye yönelik ilanlar da bunlar
arasında yer almaktadır. “SGK hastalarından muayene farkı alınmamaktadır.”
ifadesine69 ve sunulan hizmetlere yönelik yurtiçi ve yurtdışı karşılaştırmalı fiyat
tablosuna yer veren reklamlar70, bunlara örnek olarak verilebilir.
Hizmete yönelik fiyat bilgisi sunan bu gibi geleneksel reklamların yanı
sıra, yenilikçi pazarlama yöntemleriyle de artan bir sıklıkla karşılaşılmaktadır.
İnternetteki bir fırsat sitesi aracılığı ile indirim kuponlarını alan kimselere
daha düşük fiyatlar sunulması71; bir perakende pastane zincirinin müşteri
66
67
68
69
70
71
“ …Programda her ne kadar ürün ismi kullanılmamış olsa da, telefonla programa katılan
kişiler, sağlık sorunlarına farklı sağlık kuruluşlarında çözüm bulamadıklarını belirterek,
Dr. ….’ın tavsiyeleri ve programlardaki yönlendirmeleri sayesinde kendilerinin ya da
yakınlarının şifa bulduklarını ifade etmektedirler. Ayrıca, program esnasında …. no’lu telefon
numarası sürekli ekranda görülmektedir. Söz konusu numara arandığında ise arayanların
telefon numaraları alınmakta, Dr. ….’ın danışma hattından kendilerine dönüş yapılacağı
söylenmektedir.” (Toplantı No: 2012/58, Karar No:26).
Toplantı No: 2017/28, Karar No: 8.
Bu konuda örnek olarak bkz. Toplantı No: 2017/28, Karar No: 9, 10, 11.
“ …söz konusu ifadelerin; kuruluşun çalışmalarına ticari bir görünüm verdiği, kuruluş lehine
talep yaratıcı nitelikte olduğu ve diğer sağlık kuruluşları aleyhine haksız rekabete yol açıcı
nitelik taşıdığı…” (Reklam Kurulu, Dosya no: 2011/1129, 196 Sayılı Toplantı).
Reklam Kurulu, Dosya No: 2010/1209, 196 Sayılı Toplantı.
Reklam Kurulu, Dosya No: 2011/196, 195 Sayılı Toplantı; Reklam Kurulu, Dosya No:
2015/1861, 256 Sayılı Toplantı.
268
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Advertising Restrictions in the Field of Health Services and Their Legal Consequences
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
kartına sahip olan hastalara %40 oranında indirim vaat edilmesi72 ve hastalara
sunulan kredi hizmetlerinin açıklanması73, Kurul yaptırımına konu olan
ihlaller arasında bulunmaktadır. Bu açıdan, hastalarla yenilikçi iletişim yolları
üzerinden de iletişim kurulmaya çalışıldığı, kendilerinin tercih edilmesi için
fiyat karşılaştırmaları veya üye kuruluş indirimleri gibi imkanların sağlandığı
görülmekte ve Kurul tarafından bu yöndeki reklamları da kapsayan bir yaptırım
politikasının uygulandığı anlaşılmaktadır.
2. Bilgilendirmenin Ticari Nitelik Taşıması
Reklam Kurulu kararlarında karşılaşılan bir diğer ihlal nedeni ise, özel
sağlık kuruluşunun hizmetlerine yönelik tanıtımının bilgilendirme boyutunu
aşarak, ticari nitelik kazanması veya talep oluşturmaya yönelik olmasıdır.
Sağlık Bakanlığı tarafından 2013 yılında yayımlanan “Özel Sağlık Kuruluşlarının
Bilgilendirme ve Tanıtım Faaliyetleri” konulu Genelge’de de bu kapsamda
açıklamalara yer verilmektedir74. Genelge’nin amacı, “insan sağlığının,
ticari unsur haline dönüştürülmesinin engellenmesi ve temel bir kamu
hizmeti niteliği taşıyan sağlık hizmetinin görülmesi sırasında kamu yararının
korunması” olarak açıklanmakta ve örtülü veya açık reklam yapılamayacağı
belirtilmektedir75. Bu kapsamda, anılan ticari iletişimin önlenmesi amacıyla,
-belirtilen istisnalar dışında- kişilerle iletişime geçilmesi76 ve kampanya
yapılması yasaklanmaktadır77.
Uygulamada ihlal oluşturan reklamlar arasında, hedef kitlenin
güvenini, bilgi ve tecrübe eksikliğini istismar eden açıklamalara sıklıkla yer
72
73
74
75
76
77
“Tüm ….. Card sahiplerine, ……Sağlık Merkezi’nde sağlık hizmeti artık özel olanaklarla.
Kampanyamızın geçerli olduğu şubeler: ….. (telefon no....)”, Reklam Kurulu, Dosya No:
2011/1804, 198 Sayılı Toplantı.
Reklam Kurulu, Dosya No: 2012/1166, 204 Sayılı Toplantı.
Sayı: 23824201/823/2013.5363.28019, Tarih: 15.08.2013.
Genelge’de, Türkiye’deki özel sağlık kuruluşlarının sağlık turizmi alanında yürütecekleri
tanıtım açısından ise, daha az kısıtlayıcı bir yaklaşım benimsenmiştir. Anılan kapsamda, fiyat
listesi gibi bilgilerin ve hasta hikayelerinin açıklanmasına izin verilmesi, bunun bir sonucu
olarak görülebilir. (m. 9/b). Bununla birlikte, bu iletişimin ülke içinde talep oluşturmayacak
şekilde yapılması şarttır (m. 9/a). İletişimin Türkçe yapılmaması ilkesinin, doğrudan bu
amacı yansıttığı savunulabilir.
“Sağlık kuruluşlarına başvuran kişilerin, hastalıkları ile ilgili olarak veya randevu tarihlerinin
bildirilmesi dışında, kişilerin bilgi ve rızaları olmaksızın şahsi telefonları aranamaz, mektup,
kısa mesaj ve elektronik posta gönderilemez.”, (m. 8).
“Hasta Taşıma Hizmeti Alımı” konulu 2011/20 sayılı Genelge’de belirtilen esaslar dışında
ücretsiz servis ile ücretsiz muayene, ücretsiz check up, ücretsiz sağlık taraması (göz, kemik,
kanser vb.) kampanyaları düzenlenemez, benzeri faaliyetlerde bulunulamaz.”, (m. 7).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
269
Sağlık Hizmetlerinde Reklama Yönelik Sınırlandırmalar Ve Hukuki Sonuçları
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
verilmektedir78. “Güven”, “ Kalite” gibi başlıklara yer verilmesi79, “Karadeniz’in
sağlık üssü…(Hastanesi)” ibaresinin kullanılması80, “3’ü Profesör 20 uzman
doktor kadrosu ile Türkiye’nin ilk, Avrupa’nın en büyük ve kapsamlı Kulak Burun
Boğaz Hastanesi” ifadesi81, şehrin belirli bölgelerine servis düzenlendiğinin
belirtilmesi82, Reklam Kurulu tarafından yaptırıma konu olmuştur. Ayrıca,
katarakt hastalığına ilişkin açıklamalar sonrasında, “Ameliyatların başarısında
hekimin deneyiminin, kullanılan teknolojilerin…. önemi büyüktür…” ifadesine
ve ilgili sağlık kuruluşunun şube ve telefon bilgilerine yer verilmesi nedeniyle
yaptırım uygulanmıştır83. Bu kapsamda, ticari nitelikli açıklamalar kadar, hasta
üzerinde dolaylı yoldan güven telkin etmeye yönelik ifadelerin de, ihlal olarak
değerlendirildiği görülmektedir.
Buna ek olarak, hekimin akademik çalışmalarına yönelik başarısını ve aldığı
teşekkürleri açıklamasının dahi, ihlal olarak değerlendirildiği görülmektedir84.
Bu karar çerçevesinde, genele hitap etmeyen ve hekimin doğrudan akademik
alandaki çalışmalarına özgü nitelik taşıyan başarılarının üçüncü kişilerde
güven tesis etme amacıyla paylaşılmasının, Kurul tarafından, bu kimseleri
etkilemeye ve hekimlik mesleğini ticarileştirmeye yönelik bir beyan olarak
değerlendirildiği sonucuna ulaşılabilir.
3. Yanıltıcı Açıklamalara Yer Verilmesi
Sağlık hizmetlerinde kamuya yapılan açıklamalarda, sunulan bilginin
doğru olmasının yanı sıra, alana ilişkin teknik ifadelerin hedef kitle tarafından
doğru şekilde anlaşılabilmesine yönelik önlemlerin de alınması gereklidir.
Açıklamaların yanıltıcılık taşımasının, hem TTK m. 55 çerçevesinde haksız
rekabete85, hem de Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği ile
78
79
80
81
82
83
84
85
“ …ilk”, “tek”, “deneyimli”, “üstün teknolojik yatırım”, “farklı bir anlayışla”, “güçlü ve uzman
kadro”, “ sağlıkta kalite ”, “ daha az komplikasyon, daha çok hasta konforu, daha erken
taburcu olma imkanı”, “ fark edilen güzelliğin fark yaratan adresi”, “bu hastalıkta
uygulanması gereken en uygun metod”, “ herkes en az bir defa yaptırmalı”, “çok kısa sürede
ağrısız acısız bir şekilde kurtulabilirsiniz”… gibi hizmet veya kuruluşun diğer hizmet veya
kuruluşlardan farklı olduğunu ifade eden, talep oluşturan ve verilen sağlık hizmetine ticari
yön veren ifadelere yer verilmemesi” (Genelge, 1-b).
Reklam Kurulu, Dosya No: 2012/659, 204 Sayılı Toplantı.
Reklam Kurulu, Dosya No: 2012/658, 202 Sayılı Toplantı.
Reklam Kurulu, Dosya No: 2012/584, 202 Sayılı Toplantı.
Reklam Kurulu, Dosya No: 2012/582, 202 Sayılı Toplantı ve Dosya No: 2016/1075, 253 Sayılı
Toplantı.
Reklam Kurulu, Dosya No: 2011/533, 195 Sayılı Toplantı.
“.... sıralamasında Bilim insanı listesinde ilk ... bine girdiğim için akademik kadrosunda yer
aldığım fakültem beni kutlamış. Çok memnunum…”, (Reklam Kurulu, Dosya No: 2016/3633,
258 Sayılı Toplantı).
Bu konuda bkz. TTK m. 55/1-a(2).
270
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Advertising Restrictions in the Field of Health Services and Their Legal Consequences
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
belirlenen ilkelerin ihlaline neden olması mümkündür86. Anılan Yönetmelik’te,
reklamların doğru ve dürüst olması, haksız rekabete yol açılmaması ve tüketiciyi
yanıltabilecek ifadelere yer verilmemesi gerektiği belirtilmektedir (m. 7). Bu
kapsamda, kullanılan reklam yöntemi veya yer verilen ifadeler nedeniyle,
içeriği doğru olan bilgilerin dahi yanıltıcı olması ihtimal dahilindedir87. Dikkate
alınması gereken, iletinin hedef kitledeki ortalama muhatap üzerindeki
etkisidir88.
Reklam Kurulu tarafından, sağlık alanında yapılan reklamlara uygulanan
yaptırımlar arasında, yanıltıcı beyanlara yer verilmesinden kaynaklanan
ihlallerle sıklıkla karşılaşılmaktadır. Kullanılan ifadenin anlamlarından birinin
yanıltıcı olması, beyanda eksik ifadelerin bulunması veya aslında gerçeğe
dayanan beyanın ilan neticesinde oluşturulan algı nedeniyle yanıltıcılık
taşıması, bu durumun nedenleri arasındadır89. Gerçeği yansıtan bir beyanın
yanıltıcılık oluşturmasına, bir özel hastanenin reklamında “Artık ilimizde, Sağlık
Bakanlığı’ndan izin belgelerini almış bir hastane var” ifadesini kullanması örnek
gösterilebilir. Burada yanıltıcılığın nedeni, faaliyet gösteren tüm hastaneler
için alınması zorunlu olan iznin, anılan hastaneyi diğerlerinden daha ileride
tutan bir yetkinlik göstergesi gibi sunulması ve bu nedenle hedef kitlenin
yanıltılmasıdır. Yine, bir hekimin, edinilmesi mesleğin yürütülmesi için zorunlu
olmayan bir sertifika hakkında, “Bu sertifikayı almaya bugün itibariyle hak
kazanmış bulunmaktayım. Hekiminize danıştığınızda, bu sertifikaya sahip olup
olmadığını mutlaka sorgulayınız.” ifadesini kullanması da yanıltıcı olacaktır.
Bunun nedeni, anılan ifadenin, sertifikanın niteliği ve buna sahip olunmasının
hekimlik mesleğinin yürütülmesi üzerindeki etkileri hakkında hedef kitleyi
yanıltmasıdır.
86
87
88
89
“Reklamlar, aşağıda sayılan haller başta olmak üzere, hiçbir konuda tüketiciyi doğrudan
veya dolaylı olarak yanıltabilecek ifade ya da görüntüler içeremez: a) Malın; yapısı, bileşimi,
tedariki, faydası, riski, aksesuarları, üretim yöntemi ve tarihi, amaca uygunluğu, kullanım
şekli, kullanım ömrü ve alanları, teknik özellikleri, verim ve performansı, miktarı, menşei,
çevreye etkisi gibi özellikleri; b) Hizmetin nitelikleri; c) Mal veya hizmet sunan kişi ya da
kuruluşun ticaret unvanı, işletme adı, statüsü ve yetki alanları; ç) Mal veya hizmetin değeri
ve ödenecek gerçek toplam fiyatı; d) Kiralama yoluyla satış, kiralama, taksitle satış ve
kredili satış gibi diğer ödeme şartları; e) Teslim, değiştirme, geri alma, garanti, satış sonrası
hizmetleri, yedek parça veya bakım ve onarım şartları; f) Fikri ve sınai mülkiyet hakları; g)
Resmi tanınma ya da onay, madalyalar, ödüller, diplomalar ve benzeri belgeler; ğ) Sosyal
amaçlı yardımlar; h) Tüketicilerin yasal hakları veya karşılaşabileceği riskler.” (m. 7/5)
Karasu, R. (Suluk, C./Nal, T.), Fikri Mülkiyet Hukuku, Ankara 2017, s. 428.
Karasu (Suluk/Nal), s. 428; Pınar, H.: Reklam ve Satış Yöntemlerine İlişkin Haksız Rekabet
Halleri, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, C. 18, S. 2 (Özel
Sayı), 2012, s. 132.
Aygün, E.: Sağlık Sektöründe Reklam, Ankara 2007, s. 136-137.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
271
Sağlık Hizmetlerinde Reklama Yönelik Sınırlandırmalar Ve Hukuki Sonuçları
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
Tıp merkezi statüsünde faaliyet gösteren bir kuruluşun ilanlarında
gerçekte bu vasıfta olmadığı halde “Hastane” ifadesini kullanması90 veya bir
muayenehanenin ilanlarında hastane ve klinik ifadelerine yer vermesi91 de
yanıltıcılığa örnek gösterilebilir. Bunun yanı sıra, halkın sağlık hizmetlerine
yönelik ihtiyaç ve talebinden haksız yere yararlanan reklamlara da yaptırım
uygulandığı görülmektedir. Konut projesine ait bir reklamda, projenin yanında
yer alan Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin ismine açıkça atıfta bulunulması
ve bu tesisin satılmakta olan evlerin hemen yanında olduğunun belirtilmesi,
bu hastaneye ilişkin unvanın izin alınmadan kullanıldığı ve bu nedenle,
bu kuruluşun ticari unvanından haksız şekilde yararlanıldığı gerekçesi ile
yaptırıma konu olmuştur92. Belirtilen karar, aynı zamanda, sağlık alanında
faaliyet göstermeyen kişilere de konuya ilişkin ihlallerden dolayı yaptırım
uygulanmasının örneklerinden birisidir93.
Bu açıdan, sağlık hizmetleri alanında yapılan reklam ve ilanların, gerçek
bilgilere dayansa dahi yanıltıcılık taşıması ihtimalinin mevcut olduğu
görülmektedir. Bunda, anılan alanda sunulan hizmetlerin ve bunların
yürütülmesine ilişkin düzenlemelerin, teknik bilgiyi gerektirmesi ve ortalama
hedef kitlenin genellikle bu konuda detaylı bilgi birikimine sahip olmaması
etkindir. Belirtilen ihtimalin önüne geçilebilmesi için, yapılan açıklamaların
ortalama hedef kitle tarafından nasıl anlaşılacağının önceden değerlendirilmesi
ve ilanlarda yer verilen ifadelerin, alana ilişkin düzenlemelere aykırılık
taşımamasının temin edilmesi yerinde olacaktır.
4. Hastalara İlişkin Bilgilerin İlanı
Doktorun hastalarına karşı yükümlü olduğu sır saklama sorumluluğu, bir
özen ve sadakat borcudur94. Tıbbi Deontoloji Tüzüğü m. 4’te de hekimin sır
saklama sorumluluğuna yer verilerek, tabiplerin meslek ve sanatlarının icrası
nedeni ile eriştikleri sırları, kanuni mecburiyet olmaksızın açıklayamayacakları
belirtilmektedir.
90
91
92
93
94
Reklam Kurulu, Dosya No: 2011/78, 195 Sayılı Toplantı.
Reklam Kurulu, Dosya No: 2010/1205, 195 Sayılı Toplantı.
“…Umarız hiç ihtiyacınız olmaz, ama Türkiye’nin en büyük hastanesi olan…..yeni evinizin
tam karşısında”, Reklam Kurulu, Dosya No: 2011/1117, 194 Sayılı Toplantı.
Hekimlik yapma yetkisi bulunmayan kişilerin yaptığı sağlık alanındaki reklamlar da, bu
kapsamdadır. Örnek olarak bkz. “...inceleme konusu internet sitesinde, sağlık alanında
faaliyet göstermeye yetkisi bulunmayan şahsın “Bel fıtığı, boyun fıtığı, bel kireçlemesi,
boyun kireçlemesi, diz kireçlemesi, kalça kireçlemesi” gibi tıp literatüründe hastalık olarak
değerlendirilen sorunların tedavisini bilimsellikten uzak yöntemlerle yaptığı...”, (Reklam
Kurulu, Dosya No: 2017/395, 260 Sayılı Toplantı, 09.05.2017).
Özay, M: Estetik Amaçlı Tıbbi Müdahalelerde Hekimin Hukuki Sorumluluğu, Ankara 2006,
s. 73.
272
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Advertising Restrictions in the Field of Health Services and Their Legal Consequences
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
Reklam açısından bakıldığında, hastalara ilişkin bilgilerin doktor tarafından
kamuyla paylaşılmasının temel nedenlerinden birisi olarak, tedavi sürecine
dair sonuçların ve bu kapsamda iddia edilen mesleki başarı ve hünerin
kanıtlanması amacı öne çıkmaktadır. Özellikle, tedavi sürecinin öncesi ve
sonrasını karşılaştırmalı olarak aktaran fotoğraf veya tahlil sonuçlarıyla,
hastaların tedavi sürecinden sağladıkları fayda delillendirilmeye çalışılmaktadır.
Konuya ilişkin Reklam Kurulu kararlarında, ihlal oluştuğu kanaatine
genellikle, doğrudan sır saklama yükümlülüğünün yerine getirilmemesinden
değil de, faaliyete ticari görünüm kazandırılması ve talep yaratmaya yönelik
açıklamada bulunulması nedenlerinden ulaşıldığı görülmektedir95. Konuya
ilişkin bir Reklam Kurulu kararında ise, bu görüntülerin yayınlanmasının yasak
olduğu açıkça belirtilerek anılan reklamın durdurulmasına karar verilmiştir96.
Bu hali ile hasta görüntülerinin veya hastalara ilişkin bilgilerin kullanılmasının,
tanıtımın içeriği ile de bağlantılı olarak, Kurul tarafından genellikle ticari iletişim
olarak değerlendirildiği ve ihlal oluşturduğunun kabul edildiği görülmektedir.
III. HEKİMLİK MESLEĞİNDE REKLAMA İLİŞKİN DENETİM
Hekim ve özel sağlık kuruluşlarının ihlal oluşturan reklam faaliyetleri
nedeniyle, somut olaya göre, meslek birliği ve/veya Reklam Kurulu tarafından
uygulanacak yaptırımlarla karşılaşma ihtimalleri bulunmaktadır. Bu başlık
altında Tabipler Odası tarafından reklam ihlallerine yönelik olarak yürütülen
disiplin soruşturması ve Reklam Kurulu’nun karar alma süreci üzerinde
durulacaktır.
A. DİSİPLİN YAPTIRIMI
6023 sayılı Türk Tabipler Birliği Kanunu m. 7 gereğince, bir tabip odası
sınırları içinde sanatını serbest olarak icra eden tabipler, bir ay içinde o il veya
bölge tabip odasına üye olmak ve üyelik görevlerini yerine getirmekle yükümlü
tutulmaktadır97. Ayrıca, kamu kuruluşları ile kamu iktisadi teşebbüslerine bağlı
olarak çalışanlar ile herhangi bir sebeple mesleğini icra etmeyen hekimlerin
de tabip odalarına üye olabilecekleri belirtilmektedir.
Birlik üyesi olan hekimlere ilişkin disiplin sürecinin işleyişi ve her bir ihlal
için uygulanabilecek yaptırıma ilişkin esaslar, Türk Tabipleri Birliği Disiplin
Yönetmeliği ile düzenlenmektedir98. Yönetmelik uyarınca, hekim hakkındaki
95
96
97
98
Reklam Kurulu, Dosya No: 2011/2146, 198 Sayılı Toplantı; Reklam Kurulu, Dosya No:
2011/14, 202 Sayılı Toplantı; Dosya No: 2015/1828, 250 Sayılı Toplantı.
“ …ayrıca her ne surette olursa olsun yayımlanması yasak olan hastaların tedavi öncesi ve
sonrasına ilişkin birçok görüntülere ve ifadelere yer verildiği…”, Reklam Kurulu, Dosya No:
2010/1205, 194 Sayılı Toplantı.
RG, T. 31.01.1951, S. 8323.
RG. T. 28.04.2004, S. 25446.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
273
Sağlık Hizmetlerinde Reklama Yönelik Sınırlandırmalar Ve Hukuki Sonuçları
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
soruşturmanın bir bildirim veya şikayet nedeniyle veya Merkez Konsey ya
da oda yönetim kurulunun gerek görmesi üzerine re’sen başlatılabileceği
belirtilmektedir (m. 12). Hekim hakkında ileri sürülen iddialar bir ay içinde
oda yönetim kurulu tarafından incelenmekte ve iddialar temelsiz görülürse
soruşturmaya yer olmadığına karar verilmektedir (m. 13). İddiaların
soruşturma başlatılması için yeterli görülmesi halinde ise, durum ilgiliye
yazılı olarak bildirilmekte ve en geç on beş gün içinde savunma ve (varsa)
kanıtlarını sunması talep edilmektedir. Bunun üzerine, ilgili hakkında leh ve
aleyhteki bilgilerin toplanması için yönetim kurulu tarafından bir soruşturmacı
atanmakta ve soruşturmacı tarafından, kişinin beyanının değerlendirilmesi
ve yürütülen araştırma sonucunda bir “fezleke” hazırlanmaktadır (m. 14).
Bu fezleke sonrasında yapılan inceleme neticesinde, oda yönetim kurulu
tarafından disiplin kovuşturmasının açılmasına veya açılmamasına (m. 15)
ilişkin karar verilmektedir.
Yönetim kurulu tarafından disiplin kovuşturması açılması kararı alınması
durumunda, disiplinle ilgili karar Onur Kurulu tarafından gerekli incelemenin
yapılması neticesinde verilmektedir (m. 20)99. Verilen disiplin cezalarına on beş
gün içinde yazılı olarak itiraz edilmesi mümkündür. Bu itiraz üzerine dilekçe,
Yüksek Onur Kurulu’na gönderilir; süresinde itiraz edilmeyen kararlar ise
kesinleşir (m. 24/1-a ve m. 28/1)100.
Reklam faaliyeti nedeni ile ihlalde bulunduğu kanaatine varılan hekim için
uygulanabilecek yaptırım, öncelikli olarak, Yönetmelik’te yer alan “Para Cezası”
başlığı altında düzenlenmiştir (m. 4). Buna göre, tanıtım kurallarına aykırı
davranılması, her türlü iletişim mecrasında reklam amacına yönelik beyanlarda
bulunulması veya üçüncü kişinin beyanda bulunmasının sağlanması, şahsen
veya yöneticisi olunan dernekler ya da çalışılan kurumlar aracılığıyla ticari ürün/
hizmet tanıtımı yapılması veya meslektaşları aleyhine haksız rekabet teşkil
edecek duyurulara yer verilmesi para cezası uygulanmasına neden olacaktır.
Hekime verilen para cezası, o yılki en yüksek üye aidatının üç katından az, beş
katından fazla olamayacaktır101. Bununla birlikte, ihlalin diğer meslektaşları
küçük düşürmeye veya kötülemeye yönelik olması, hasta haklarına saygı
gösterilmemesi sonucunu doğurması veya yapısı nedeniyle, düzenlemede yer
verilen diğer yaptırımların kapsamına dahil edilemeyen ağırlıkta sonuçlara
neden olması durumunda, uyarma cezasının da verilebileceği belirtilmektedir
(m. 3). Ayrıca, hastalığın tanı ve tedavisinde, henüz kanıtlanmamış veya bilim
dışı yöntemlerin önerilmesi durumunda, geçici olarak meslekten alıkoyma
cezası verilmektedir (m. 5/3-l). Bu yönüyle, Yönetmelik açısından, tanıtım ve
99
100
101
Bu karar için, beş üye ile toplanan kurulun en az üç üyesinin oyu aranır (m. 21).
Er, Ü.: Sağlık Hukuku, Ankara 2008, s. 404.
Bu konuda bkz. 6023 sayılı Türk Tabipleri Birliği Kanunu m. 39/1-b.
274
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Advertising Restrictions in the Field of Health Services and Their Legal Consequences
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
reklama ilişkin ilkelerin ihlaline yönelik öncelikli olarak uygulanacak yaptırımın
para cezası olduğu; bunlar arasında, sonuçları itibariyle, sayılan ihlallere sebep
olanlar nedeniyle ise uyarma ve geçici olarak meslekten alıkoyma cezalarının
verilebileceği görülmektedir.
Konuya dair örnekler incelendiğinde, “120 kişilik medikal kadro”, “Özel
eğitimli 800 sağlık personeli” gibi ifadeleri içeren ve bir gazeteye dört tam
sayfa olarak verilen bir reklam nedeniyle meslek birliği tarafından alınan
yaptırım kararına karşılık açılan iptal davasında, ilk derece mahkemesinin
ilanın talep yaratmaya yönelik olduğu kanaatine vardığını ve bu kararın da,
Danıştay tarafından onandığı görülmektedir102. Bir başka örnek olayda ise, “…
yöntemleri ile (hastalığın)…şekilde tedavi edilebileceğini biliyor muydunuz”
başlıklı reklam neticesinde disiplin cezası verilmesine ilişkin işlemin, ilk derece
mahkemesi tarafından reklamın halkı bilgilendirici nitelikte olduğu gerekçesi
ile iptal edildiği; ancak, kararın Danıştay tarafından bu ilan neticesinde
hastaların hastaneye yönlendirildiği gerekçesi ile bozulduğu anlaşılmaktadır103.
Bu yönüyle, konuya ilişkin Danıştay kararlarında, meslek birliği tarafından
alınan kararın çoğunlukla sağlık alanında reklam yapılması ve sunulan hizmetin
ticarileştirilmesi iddiaları üzerinden incelendiği görülmektedir. Ödeme
yöntemlerine, üyelik indirimlerine, taksit imkanlarına ilişkin açıklamalar ve
sunulan hizmetin ticarileştirilmesine neden olan beyanlar da, bu kapsamda
sayılmaktadır104.
B. REKLAM KURULU YAPTIRIMI
Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun’da, Reklam Kurulu’nun görevleri
arasında, ticari reklamlarda uyulması gereken ilkelerin belirlenmesi ve bu
ilkeler çerçevesinde yürütülecek incelemeler sonucunda, gerekli hallerde
yaptırıma karar verilmesi sayılmaktadır (m. 63). Konumuz açısından, bir hekim
veya özel sağlık kuruluşunun yayınladığı reklam ve ilanların da, Kurul’un yetki
alanına girdiği görülmektedir.
Reklam Kurulu Yönetmeliği uyarınca, Kurul reklam ve ilanları, re’sen veya
başvuru üzerine incelemeye almaktadır (m. 8, 15/1-b)105. Bu açıdan, ihlal
oluşturduğu düşünülen sağlık alanındaki bir reklamın gündeme alınması
için mutlaka Kurul’a başvuru yapılmış olması aranmamakta, inceleme
kendiliğinden de başlatılabilmektedir. İhlal iddiası üzerine yapılacak
102
103
104
105
Danıştay 8. Daire, E. 2006/5389, K. 2007/7175, (Ersoy/Güler/Giritlioğlu, s. 30-31).
Danıştay 8. Daire, E. 2005/3197, K. 2006/4119, (Ersoy/Güler/Giritlioğlu, s. 32-33).
“İmplant ve lazerle diş beyazlatma hizmetlerinde ödeme kolaylığı, .... card ile ...... ailesinin
seçkin üyelerinden biri olarak size hizmet vermekten onur duyarız, kredi kartına vade farksız
12 taksit, online randevu”, (Danıştay, 8. Daire, E. 2012/7088, K. 2012/7438, T. 11.10.2012Kazancı).
RG. T. 03.07.2014, S. 29049.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
275
Sağlık Hizmetlerinde Reklama Yönelik Sınırlandırmalar Ve Hukuki Sonuçları
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
incelemede, ilgili kişi veya kurumlardan yazılı olarak bilgi ve görüş talep
edilebilir (m. 12/3). Örneğin, bir reklamın kamu sağlığını bozucu veya hastaları
istismar edici nitelik taşıyıp taşımadığının tespitinde şüpheye düşülen hallerde
(TKHK m. 61/3), konu hakkında ilgili kurum ve kuruluşlardan bilgi talebinde
bulunulması mümkündür. İnceleme sonucuna göre Kurul, ilgili reklamın üç
aya kadar tedbiren durdurulmasına, yayına süresiz son verilmesine, yayının
düzeltilmesine veya idari para ceza verilmesine karar verebilir (TKHK m. 61/1).
Bu yaptırımların, reklam verenlerin yanı sıra, somut olaya göre reklam ajansı
ve mecra kuruluşları hakkında da uygulanması mümkündür (TKHK m. 77/12).
Yaptırımların nasıl uygulanacağının belirlenmesinde ihlalin niteliği dikkate
alınır. Önemli düzeydeki bir ihlal için yaptırımların birden çoğunun bir arada
uygulanması mümkündür (TKHK m. 77/12). Kurul tarafından verilecek idari
para cezalarının Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun’da detaylı olarak
düzenlendiği görülmektedir106. Yayının yerel veya ülke düzeyinde olması ve
radyo veya televizyonda yapılması durumları arasında, tercih edilen iletişimin
etki alanı ile de bağlantılı olarak cezaların ağırlığı açısından ayrıma gidilmiştir.
Ayrıca, günümüzde artan bir sıklıkla kullanılan internet ve kısa mesaj yolu ile
iletişim de, düzenlemenin kapsamına dahil edilmiştir.
Yapılan düzenlemenin, ihlale konu reklamın etki alanı ve idari para cezası
arasındaki dengenin korunması amacını taşıdığı görülmektedir. Bununla
birlikte, gelecekte yapılacak düzenlemelerde, cezanın belirlenmesi açısından
reklamın yayın süresi ve sıklığının da dikkate alınmasının, ihlallerin etkin
bir şekilde yaptırıma tabi tutulmaları yönünde yerinde bir yaklaşım olacağı
savunulabilir. Reklamın mecrası, ulaşılan hedef kitlenin büyüklüğünü ve
bununla bağlantılı olarak reklamın etki alanını belirleyen öncelikli etmenlerden
birisi olmakla birlikte, anılan unsurların da, ihlalin oluşturduğu etki açısından
önem taşıdığı vurgulanmalıdır107. Reklamın bir yıl içinde tekrarına bağlanan
artan oranda ceza uygulanması imkanı da (TKHK m 77/12), bunun reklamın
idari işlemi takiben tekrar yayınını gerektirmesi nedeniyle, belirli bir zaman
diliminde yoğun bir şekilde yayınlandığı Reklam Kurulu’nca ilk defa tespit
edilen reklamlar açısından anılan etkiyi doğurmamaktadır.
106
107
2017 yılında uygulanacak idari para cezaları için ayrıca bkz. “6502 Sayılı Tüketicinin
Korunması Hakkında Kanunun 77 nci Maddesine Göre 2017 Yılında Uygulanacak Olan İdari
Para Cezalarına İlişkin Tebliğ”, m.3, (RG. T. 03.12.2016, S. 29907). Bu eği endişesini ortaya
çıkardıası), her zaman için ihlalin kapsamı ve ağırlığı ile örtüşmeyebileceği endişesini ortaya
çıkardı
Bu açıdan, İstanbul gibi yoğun bir nüfusa sahip bir ilde yerel yayın yapan bir televizyon
kanalında belirli aralıklarla yoğun bir süreklilik içinde sunulan sağlık alanındaki reklamların,
ulusal bir radyo kanalında yapılan sağlık alanındaki bir programda bir kere yer verilen kısa
süreli bir tanıtımdan daha sınırlı bir hedef kitleye ulaşmaması, ihtimal dahilindedir.
276
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Advertising Restrictions in the Field of Health Services and Their Legal Consequences
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
Kısa mesaj yolu ile yapılan iletişimin de idari para cezasına konu
olabileceğinin açık olarak düzenlenmesi, özellikle bu iletişim yönteminin
sıklıkla kullanılması karşısında, yerinde bir yaklaşım olarak görülmelidir.
Kendisine onayı ve rızası olmaksızın iletilen bu mesajlar karşısında, kişi talep
etmediği bir iletişime maruz bırakılmaktadır. Bu iletişim yöntemi aynı zamanda
reklam verene, hedef kitlesinde yer alan kişilere özelleştirilmiş reklamları,
diğer iletişim mecralarının ulaştıkları hedef kitlenin genişliği nedeniyle zorunlu
kıldığı özdenetime dahi gerek duymaksızın, iletme imkanı sağlamaktadır. Bu
nedenle, konuya ilişkin idari para cezasının (yirmi beş bin Türk Lirası), yerel
düzeyde yayın yapan televizyon kanallarına ilişkin olanın (on bin Türk Lirası)
dahi ötesinde belirlenmesi, düzenlemede bu yöndeki çekincelerin de dikkate
alındığının öngörülmesini mümkün kılmaktadır. Kanun’da, internet ve kısa
mesaj yolu yapılan iletişim dışında kalan mecralarda yapılan reklamlar için de
beş bin Türk Lirası idari para cezasının uygulanacağı belirtilmektedir (TKHK m.
77/12-g). Her ne kadar, günümüzde iletişim açısından sayılan alanlar dışındaki
mecraların kullanımı azalsa da, önceden kaydedilmiş olan sesli reklamların,
hedef kitleye, bu kişilerin telefonlarının bilgisayar sistemi üzerinden aranarak
dinletilmesi gibi reklam yöntemleriyle de uygulamada hala sıklıkla karşılaşıldığı
görülmektedir. Belirtilen reklam yöntemleri, Kanun’da diğer mecralara yönelik
olarak öngörülen idari para cezasının (beş bin Türk Lirası), her zaman için
ihlalin kapsamı ve ağırlığı ile örtüşmeyebileceği çekincesini güçlendirmektedir.
Konuya ilişkin Reklam Kurulu kararları değerlendirildiğinde, reklam
mecrasına yönelik geniş ve kapsayıcı bir yaklaşımın uygulandığı görülmektedir.
Bu, Kurul’un gelenekselleşen reklam mecralarının dışında yürütülen reklam
faaliyetleri hakkında da yaptırım uygulamasına imkan sağlamaktadır. Bu
açıdan, bir sosyal paylaşım sitesinde tanıtıma yönelik olarak kullanılan
ifadelerin dahi yaptırıma konu edildiği görülmektedir108. Doğrudan bir hekime
veya özel sağlık kuruluşuna ait olmayan bir internet sitesine de, alana ilişkin
doktorları sıralayan ve kullanıcılara, belirli kriterlere göre doktor arama,
randevu alma ve yorum yapma olanağı sağlayan bir veri tabanı oluşturduğu
gerekçesiyle, yayın durdurma cezası verilmiştir109. Bazı kararlarda ise, reklama
konu ilanın mutlaka ilgili sağlık kuruluşu tarafından yayımlanan bir belge
üzerinde olmasının aranmadığı anlaşılmaktadır. Bir kamu kurumu tarafından
108
109
Reklam Kurulu, Dosya No: 2011/2028, Toplantı Sayısı: 198.
“...Diğer taraftan, söz konusu internet sitesinde yer alan doktor profillerinde; “ Randevu
Talep Et” butonu ve “ Anahtar Kelimeler” gibi uygulamaların da, söz konusu kuruluşlar ve
doktorlar lehine talep oluşturduğu... tespit edilmiştir.... bu sektörde tanı ve tedavi amaçlı
görüşler alınmasının ve reklam teknikleri kullanılarak bu hizmetlerin pazarlanmasının ilgili
mevzuata aykırılık teşkil ettiği, diğer taraftan, söz konusu internet sitesinin kayıtlı üyeleri
lehine aracılık faaliyetinde bulunduğu...”, (Reklam Kurulu, Dosya No: 2015/1151, Toplantı
Sayısı: 260, 09.05.2017).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
277
Sağlık Hizmetlerinde Reklama Yönelik Sınırlandırmalar Ve Hukuki Sonuçları
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
kamuoyunun bilgilendirmesi amacıyla bastırılan “Hırsızlık Olaylarına Karşı
Güvenlik Önlemleri” başlıklı broşürler hakkında, bu broşürde sağlık kuruluşuna
ilişkin olarak yer verilen reklamın, anılan kuruluşa yönlendirme amacı taşıdığı
ve sağlık alanındaki bilgilendirme sınırını aştığı gerekçesi ile durdurma kararı
verilmiştir110. Belirtilen karar, tamamen sosyal amaç taşıyan ilanların da,
baskı ve dağıtım maliyetini karşılamak gibi amaçlarla yer verdikleri reklamlar
nedeniyle yaptırıma konu olmalarının mümkün olduğuna işaret etmektedir.
Konuya yönelik yargı kararlarının da, reklamın ticari görünüm kazanmaması
ve talep yaratılmaması gibi ilkeler açısından Reklam Kurulu ile genel bir görüş
birliği içinde olduğu sonucuna ulaşılabilir111. Bir hastanenin mesleki dergide
yayımladığı makaleler vasıtasıyla hastaların kendisine yönelmesini sağlamaya
çalışması112 veya “…Exsimer laser&lasik tedavisiyle gözlük ve lenslerden
kurtulmayı hayal ediyorsanız şimdi tam zamanı” açıklamasını içeren bir
reklam yayınlaması, sunulan hizmete ticari bir görünüm kazandırılması olarak
değerlendirilmiştir113. Bunun yanı sıra, Reklam Kurulu tarafından da, konuya
ilişkin yargı kararlarının dikkatle takip edildiği anlaşılmaktadır. Gerekli ruhsat
veya eğitimleri olmaksızın sağlık hizmetleri alanında faaliyet gösteren kişilerin
reklamlarına ilişkin Reklam Kurulu kararlarında, sıklıkla konuya ilişkin Danıştay
110
111
112
113
Reklam Kurulu, Dosya No: 2011/1078, 194 Sayılı Toplantı.
Bu yönde bir kararda şu ifadelere yer verilmektedir: “ Mevzuat hükümlerine göre, sanatını
serbest olarak icra eden tabipler ile sağlık kurum ve kuruluşlarının gazete ve sair neşir
vasıtaları ile yapacakları ilanlara, hasta kabul ettikleri mahal ile muayene gün ve saatleri
ile ihtisaslarını ve akademik unvanlarını yazabilecekleri, belirtilen hususlar dışında ilan
ve reklam veremeyecekleri, benzer nitelikteki kuruluşlar ve çalışanları arasında rekabete
yol açıcı davranışlarda ve talep yaratmaya yönelik faaliyetlerde bulunmayacakları,
çalışmalarına ticari bir görünüm veremeyecekleri sonucuna ulaşılmaktadır.” (Danıştay 10.
Daire, T. 27.3.2009, K. 2009/2340-Kazancı).
“ … bir mecra kuruluşu olan davacı şirkete ait ... Dergisi ile birlikte ek olarak verilen ve
Kanun’a göre reklam veren statüsünde bulunan ... Sağlık Hizmetleri Tic. A. Ş.’ne ait ...
Dergisinin 2003 yılı Mart-Haziran sayısında, ... Hastanesi’ne ilişkin olarak, “... Sağlık Grubu
yurt dışından hasta transferini yaptı” ve “Anne karnında genetik tanı” başlıklı yazılarda ve
derginin tamamına yakın bölümünde yer alan buna benzer yazılarda, hastanede görev
yapan doktorların isimlerine ve görüşlerine yer verilmek suretiyle hastaneye ve doktorlara
yönlendirme yapıldığı, bazı tıbbi uygulamaların ilk defa bu hastane ve bu hastanedeki
doktorlar tarafından gerçekleştirildiği şeklinde ifadelere yer verildiğinden...” (Danıştay, 15.
Daire, T. 21.11.2011, K.2011/4167- Kazancı).
“Sağlık hizmeti sunan doktor ve hastanelerin reklam niteliğinde ilan vermelerinin
mümkün olmadığı; verecekleri ilanlarda, yaptıkları işe ticari bir nitelik yüklemelerinin de
yasaklandığı anlaşılmaktadır. Davacı şirketin, idari para cezası verilmesi ve ticaret unvanının
değiştirilmesinden önce, sahip olmadığı bir unvanı kullandığı ve tüketiciyi yanıltıcı reklam
yaptığı yazılarda ve derginin tamamına yakın bölümünde yer alan buna benzer yazılarda,
hastanede görev yapan doktorların isimlerine ve görüşlerine yer verilmek suretiyle hastaneye
ve doktorlara yönlendirme yapıldığı, bazı tıbbi uygulamaların ilk defa bu hastane ve bu
hastanedeki doktorlar tarafından gerçekleştirildiği şeklinde ifadelere yer verildiğinden….”
(Danıştay, 10. Daire, T. 11.7.2008, K.2008/5696).
278
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Advertising Restrictions in the Field of Health Services and Their Legal Consequences
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
içtihadına da atıfta bulunulduğu görülmektedir114.
SONUÇ
Hekimlik mesleğine geçmişten günümüze, haklı olarak atfedilen değer
ve bundan kaynaklanan güvenilirliğe bağlı olarak, meslek mensuplarının
açıklamalarının toplumun sağlık algısı üzerindeki doğrudan ve yoğun etkisi,
alana yönelik ilan ve reklamların önemli ölçüde sınırlandırılması sonucunu
doğurmuştur. 1928 yılında yayımlanan Tababet ve Şuabatı San’atlarının
Tarzı İcrasına Dair Kanun’dan bu yana, yapılan birçok düzenlemede de, bu
sınırlandırmalar etkisini sürdürmüştür.
İlgili mevzuat kapsamında, hekimlerin ve özel sağlık kuruluşlarının
yapabilecekleri açıklamalar belirli başlıklarla sınırlandırılmış ve bunun
dışında kalan her türlü ilan ve reklam yasaklanmıştır. Hekimler açısından
getirilen sınırlandırma, yasa koyucunun temel amacının, hekimin ancak
ulaşılabilir/bulunabilir olunmaya yönelik açıklamalarına izin verilmesi olduğu
sonucuna ulaştırmaktadır. Bu ölçüt, toplumu bilgilendirici ilanlar yapılması
konusunda verilen izin dışında, genel olarak özel sağlık kuruluşları açısından
da uygulanmaktadır. Bu yönüyle, hekim veya özel sağlık kuruluşunun, ancak
hastalar tarafından kendisine ulaşılabilmesi için zaruri olan bazı temel bilgileri
sunmasına izin verilmekte; talep oluşturmaya veya mevcut talebi kendisine
yönlendirmeye yönelik açıklamalar yasaklanmaktadır.
Uygulamadaki birçok örnekte, bu sınırın farklı şekillerde aşıldığı tespit
edilmektedir. Özellikle, internet siteleri, sosyal medya hesapları veya diğer
kanallarda yapılan paylaşımların, son yıllardaki Reklam Kurulu kararlarında
ağırlık kazanmaya başladığı görülmektedir. Doğrudan reklama yönelik
açıklamaların yanı sıra, teşekkür metinleri veya bilgilendirici açıklamalara da,
ihlal oluşturan içerikleri nedeniyle uygulanan yaptırımlarla karşılaşılmaktadır.
Reklam Kurulu kararlarında, hizmete ticari görünüm kazandırılması ve
mevzuatın izin verdiği sınırların dışına çıkılması, öne çıkan yaptırım nedenleri
arasındadır.
Sağlık hizmetlerinde reklama yönelik sınırlandırmanın neticesi, hekimler
veya hastaneler arasındaki tercih sürecinde, bunların karşılaştırılmasının ve
sunulan hizmetin niteliğin tespitinin, sağlık hizmetini alacak kişiye bırakılmasıdır.
114
“...hükmünün yürütülmesi durdurulmuş olup, daha sonra söz konusu düzenleme Danıştay
Onyedinci Dairesinin 28/1/2016 tarihli ve E.2015/12196, K.2016/440 sayılı Kararı ile iptal
edilmiştir.... Bu bağlamda; sağlık alanında faaliyeti olmayan kuruluşun inceleme konusu
internet sitesinde yapılan tanıtımlar aracılığıyla sağlık alanında faaliyet gösterdiği ve tabip
tarafından yapılması gereken ve güzellik salonlarında uygulanmasına izin verilmeyen tıbbi
işlemleri uyguladığı yönünde bir algı oluşturduğu...”, (Reklam Kurulu, Toplantı No: 257,
14.02.2017).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
279
Sağlık Hizmetlerinde Reklama Yönelik Sınırlandırmalar Ve Hukuki Sonuçları
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
Kişinin sunulacak hizmete ve tedavi sürecine ilişkin gereksinimlerinin, ancak
hekim muayenesi ve ilgili tetkikler neticesinde anlaşılabilecek olması, belirtilen
sınırlandırılmasının nedenleri arasında gösterilebilir. Hekimlerin yetkinlik ve
mesleki hünerlerine ilişkin ticari iletişimin yapılamaması, hedef kitlenin konuya
ilişkin olarak çevresinden edindiği bilgilerin bu tercih sürecindeki önemini
arttırmakta115 ve reklam verenlerin, yaptırım uygulanma ihtimalinin daha az
olduğu yeni reklam yöntem ve mecraları arayışı içinde olmaları sonucunu
doğurmaktadır.
*****
KAYNAKÇA
Adak, Agah: Türk Hukuku Açısından Haksız Rekabet Müessesesi ve Reklam
Yolu ile Haksız Rekabet, Adana İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Dergisi, S.
4, 1975.
Aygün, Ezgi: Sağlık Sektöründe Reklam, Ankara 2007.
Avşar, Zakir/ Elden, Müge: Reklam ve Reklam Mevzuatı, Ankara 2004.
Büyükay, Yusuf: Hekimin Reklam Yasağı, Sağlık Hukuku Sempozyumu (Erzincan
15-16 Mayıs 2006), Ankara 2007.
Demir, Mehmet: Hekimin Hukuksal Sorumluluğunun Kaynakları ve Özel
Hastane-Kamu Hastanesi Ayırımı, (Ayrım), Prof.Dr. Ali Naim İnan’a Armağan
(ed. Ünal, Mehmet vd.), Ankara 2009.
Demir, Mehmet: Hekimin Sözleşmeden Doğan Sorumluluğu, (Sorumluluk),
AÜHF Dergisi, C. 57, S. 3, 2008.
Demir, Mehmet: Sağlık ve Tıp Hukuku Uluslararası Kaynaklar, (Kaynaklar)
Ankara 2006.
Dişbudak, Aylin: Türk Hukukunda Aldatıcı Reklamlar, Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Ankara 2007.
Er, Ünal : Sağlık Hukuku, Ankara 2008.
Ersoy, Verda/ Güler, Mustafa/ Giritlioğlu, Hakan: Sağlık Hizmeti Sunumunda
Reklam ve Tanıtım, Ankara, 2008.
Göle, Celal: Ticaret Hukuku Açısından Aldatıcı Reklamlara Karşı Tüketicinin
Korunması, (Aldatıcı Reklam), Ankara, 1983.
Göle, Celal: Türk Hukukunda Reklamların Ön-Denetimi Sorunu, (Ön-Denetim),
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Dergisi, C.40, S.1, 1985.
115
Bu konuda bkz. Uzunal, B./Uydacı, M.: Sağlık Kurumlarında Ağızdan Ağıza Pazarlama ve Bir
Pilot Çalışma, Öneri Dergisi, C. 9, S. 34, Temmuz 2010, s. 87-95.
280
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Advertising Restrictions in the Field of Health Services and Their Legal Consequences
Dr. Öğr. Üyesi Semih Sırrı ÖZDEMİR
Hakeri, Hakan: Tıp Hukuku (Tıp), Ankara 2007.
Hakeri, Hakan: Tıp Hukukunun Temel Kavramları (Temel Kavramlar), Roche
Sağlık Hukuku Günleri Tebliğler, İstanbul 2007.
Harte-Bavendamm, Henning/ Henning-Bodewig, Frauke: Gesetz gegen den
unlauteren Wettbewerb (UWG), 4. Baskı, 2016.
İnal, Emrehan: Reklam Hukuku ve Aldatıcı Reklamlar, İstanbul, 2000.
İnal, Emrehan/ Başak, Baysal: Reklam Hukuku ve Uygulaması, İstanbul, 2008.
Longman, K. A.: Advertising, New York 1971.
Mandell, Maurice I.: Advertising, New Jersey 1974.
Özay, Merter: Estetik Amaçlı Tıbbi Müdahalelerde Hekimin Hukuki
Sorumluluğu, Ankara 2006.
Özdemir, Semih S.: Haksız Rekabet Kavramı Açısından Dürüstlük Kuralına
Aykırı Reklamlar, İstanbul 2013.
Özkan, Hasan/Akyıldız, Sunay: Hasta-Hekim Hakları ve Davaları, Ankara, 2008.
Pınar, Hamdi: Reklam ve Satış Yöntemlerine İlişkin Haksız Rekabet Halleri,
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, C. 18, S. 2
(Özel Sayı), 2012,
Spickhoff, A.: Medizinrecht, 2. Baskı, 2014.
Suluk, Cahit/Karasu, Rauf/Nal,Temel: Fikri Mülkiyet Hukuku, Ankara 2017.
Türkmen, Ali:Hasta ve Hekim Hukuku, Samsun 2009.
Uzunal, Beyza/Uydacı, Mert: Sağlık Kurumlarında Ağızdan Ağıza Pazarlama
ve Bir Pilot Çalışma, Öneri Dergisi, C. 9, S. 34, Temmuz 2010.
Ürey, Yelda: Türk Hukukunda Karşılaştırmalı Reklamlar, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2010.
Kurul Kararları:
-Reklam
tr&open=2
Kurulu:
http://www.tuketici.gov.tr/?wapp=reklamkurulukararlari_
http://tuketici.gtb.gov.tr/reklam-kurulu/reklam-kurulu-kararlari
-RTÜK: https://www.rtuk.gov.tr/ust-kurul-kararlari
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
281
KUMAR OYNAMA VE KUMAR OYNANMASI İÇİN YER VE İMKÂN
SAĞLAMA FİİLLERİ
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT1
Geliş Tarihi: 15.01.2018
ÖZET
Kumar oynanması 5326 sayılı Kabahatler Kanunu’nun 34. maddesinde kabahat olarak; kumar oynanması için yer ve
imkân sağlama ise 5237 sayılı Türk Ceza
Kanunu’nun 228. maddesinde suç olarak
düzenlenmiştir. Kumar kabahatinin fiil unsurunu kumar oynamak oluşturmaktadır.
Suçun ise yer sağlama ve imkân sağlama olmak üzere iki hareketi bulunmaktadır. Çocukların kumar oynaması için yer ve imkân
sağlama, suçun bilişim sistemlerinin kullanılması suretiyle işlenmesi ve bir örgütün
faaliyeti çerçevesinde işlenmesi şeklinde
suçun üç farklı nitelikli hali bulunmaktadır.
Çalışmada bu fiiller, kumar kavramı ile birlikte ele alınarak incelenmiştir.
Kabul Tarihi: 22.03.2018
ABSTRACT
Gambling is regulated as misdemeanor in
Article 34 of the Misdemeanors Code No. 5326.
The providing place and facility for gambling
have been accepted as a crime in Article 228
of the Turkish Criminal Code No. 5237. The act
of gambling misdemeanor is to gamble. Crime,
on the other hand, have two actions: providing
place and providing facility. There are three different qualities of crime in the form of the providing place and facility for children to gamble,
committing this crime by using information systems and committing it within the framework
of an organizational activity. In this study, these
acts were examined together with the concept
of gambling.
Anahtar Kelimeler: Kumar, kumar
Keywords: Gamble, gambling, gambling
oynama, kumar kabahati, kumar için yer ve misdemeanor, providing place and facility for
imkân sağlama, internet ortamında kumar, gambling, gambling on the internet, gambling
in the framework of an organization
örgütün faaliyeti çerçevesinde kumar.
GİRİŞ
Kumar; psikoloji, sosyoloji, tıp ve hukukun inceleme alanında yer alan çok
yönlü bir kavramdır. Ahlaka aykırı bir davranış olarak telakki edilen kumarın,
sosyal hayat açısından zarar verici nitelikte bir fiil teşkil ettiği açıktır. Nitekim
kumarda bir taraf kazanırken diğer taraf kaybetmektedir. Kaybeden taraf,
yaşadığı maddi kayıp dolayısıyla psikolojik, ailevi ve sosyolojik açıdan sorunlar
yaşamakta; çoğu zaman borç altına girerek toplumsal açıdan da bir zarar
ortaya çıkarmaktadır. Kazanan taraf ise yaşadığı hazdan ve maddi getiriden
dolayı kumara yönelik bir bağımlılık geliştirebilmekte ve başka oyunlarda
kaybedebilmeyi göze alarak maddi kayıplar yaşayabilmektedir. Bu sebeple
kumarın nihayetinde bir yarar sağlamadığı ortadadır.
1
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku
Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi, bbabayigit@ybu.edu.tr
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
283
Kumar Oynama ve Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Fiilleri
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT
Kanun koyucu, kumarın bu zararlarının önüne geçebilmek ve genel ahlakı
koruyabilmek için 5326 sayılı Kabahatler Kanunu m. 34’te kumar oynama fiiline
kabahat olarak yer vermiş; kumar oynanması için yer ve imkân sağlamanın
yarattığı tehlikenin daha fazla haksızlık içermesi sebebiyle ise bu fiilleri 5237
sayılı Türk Ceza Kanunu m. 228’de suç olarak düzenlemiştir.
Çalışmada kumar oynama ve kumar oynanması için yer ve imkân sağlama
fiillerinin sınırları ve mahiyetine ilişkin tespitlerde bulunmak amaçlanmıştır.
Bunun için ilk önce kumar kavramı ceza hukuku bakımından irdelenmiştir.
Bu bağlamda kumar kavramı, doktrinde yer alan farklı görüşler çerçevesinde
değerlendirilerek ele alınmıştır. Ardından ceza hukuku kapsamında kumar
oynama fiili ve kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçu hakkında genel
bilgilere yer verildikten sonra; kumar oynanması için yer ve imkân sağlama
suçunun yer sağlama ve imkân sağlama fiilleri incelenmiştir. Devamında 7258,
6132 ve 1072 sayılı kanunlarda yer alan fiiller inceleme konusu yapılmıştır.
Nihayet kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçunun nitelikli halleri ele
alınmıştır. Konu kumarın sadece ilgili fiiller kapsamında incelenmesiyle sınırlı
tutulup bu kapsamda suçun diğer unsurları, kusurluluk ve suçun özel görünüş
şekilleri, konunun genişliği dikkate alınarak çalışmamızda irdelenmemiştir.
1. GENEL OLARAK KUMAR KAVRAMI
Kumar, sözlükte “ortaya para koyarak oynanan talih oyunu”2 ve “para
üzerine oynanan talih oyunu”3 şeklinde tanımlanmaktadır4. Kumar, 5237 sayılı
Türk Ceza Kanunu’nun 228. maddesinin 6. fıkrasında5 da sözlük anlamına
2
3
4
5
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts, Erişim Tarihi 31.10.2017.
“Kazanç amacıyle oynanan oyun olup, bütün kâğıt oyunları buraya girdiği gibi, rulet şeklinde
oyunlar, hatta at koşuları da girer. İng. Gambling; Fr. Le jeu” Tuğlacı, Pars (1971) 20. Yüzyıl
Ansiklopedik Türkçe Sözlük, 2. Cilt, İstanbul, Pars Yayınevi, s. 1700.
Ceza hukuku bağlamında kumar kavramıyla tam olarak uyumluluk arz etmemesine karşın
buraya aktarmakta fayda gördüğümüz bir tarifi de Akev yapmıştır: “Kanaatimizce kumarı
şu şekilde tarif etmek kabildir: müteaddit şahısların, eğlenmek, fikrî veya bedenî mahareti
inkişaf ettirmek veya kazanç temin etmek maksadiyle, mütekabilen ve az veya çok nispette
maharet, tertip veya talihe bağlı makûs şartlar dahilinde, aralarından kazanacak olanlara
bir edim vadettikleri akittir.” Akev, Sahir Talat (1964) Türk Hususî Hukukunda Kumar ve
Bahis, İstanbul, Sulhi Garan Matbaası, s. 44.
Karakehya, Hakan (2013) ‘Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Suçu’ Marmara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, S. 2 (Prof. Dr. Nur Centel’e
Armağan), s. 700; Altıparmak, Cüneyd (2008) ‘Kumar Kabahati’ Terazi Hukuk Dergisi, S.
19, Ankara, Seçkin Yayınevi, s. 135; Hafızoğulları, Zeki/Özen, Muharrem (2016) Türk Ceza
Hukuku Özel Hükümler Topluma Karşı Suçlar, 2. Baskı, Ankara, US-A Yayıncılık, s. 362;
Soyaslan, Doğan (2016) Ceza Hukuku Özel Hükümler, 11. Baskı, Ankara, Yetkin Yayınları,
s. 562; Yaşar, Osman/Gökcan, Hasan Tahsin/Artuç, Mustafa (2014) Yorumlu Uygulamalı
Türk Ceza Kanunu, C. 5, 2. Bası, Ankara, Adalet Yayınevi, s. 6843, 6845; Gören, Sami (2012)
En Son Değişikliklerle Açıklamalı-İçtihatlı 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu, Ankara, s. 1264;
Parlar, Ali/Hatipoğlu, Muzaffer (2008) Açıklamalı-Yeni İçtihatlarla 5237 Sayılı Türk Ceza
284
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Res. Asst. Beşir BABAYİĞİT
benzer şekilde tanımlanmıştır: “Ceza Kanununun uygulanmasında kumar,
kazanç amacıyla icra edilen ve kar ve zararın talihe bağlı olduğu oyunlardır”.
Yine benzer şekilde 765 sayılı mülga Türk Ceza Kanunu’nun 569. maddesinde
kumar şu şekilde tanımlanmaktaydı6: “Ceza kanununun tatbikında kumar,
kazanç kasdiyle icra kılınıp kar ve zarar baht ve talihe bağlı bulunan oyunlardır”.
Mülga ceza kanunumuzdaki kumar tanımının neredeyse birebir alınarak
yürürlükteki ceza kanununda da kabul edildiği görülmektedir7.
765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda cürümler ile kabahatlere yer verilmişti ve
kumar oynamak, niteliği itibarıyla kanunda kabahat olarak yer almaktaydı (765
sayılı TCK m. 567, 568)8. 765 sayılı TCK dönemindekiyle uyumlu bir şekilde
yürürlükteki Kabahatler Kanunu’nda kumar oynamak kabahat olarak9 (KK m.
34), diğer yandan kumar oynanması için yer ve imkân sağlamak ise Türk Ceza
Kanunu’nda suç olarak düzenlenmiştir (TCK m. 228).
Kumar kabahati KK m. 34’te şu şekilde düzenlenmiştir10: “(1) Kumar
oynayan kişiye, yüz Türk Lirası idarî para cezası verilir. Ayrıca, kumardan elde
edilen gelire elkonularak mülkiyetin kamuya geçirilmesine karar verilir.
(2) Bu kabahat dolayısıyla idarî para cezasına ve elkoymaya kolluk
görevlileri, mülkiyetin kamuya geçirilmesine mülkî amir karar verir”.
6
7
8
9
10
Kanunu Yorumu, C. 4, Ankara, Seçkin Yayınevi, s. 3387, 3388; Arslan, Çetin/Azizağaoğlu,
Bahattin (2004) Yeni Türk Ceza Kanunu Şerhi, Ankara, Asil Yayınevi, s. 947, 948; Gündel,
Ahmet (2009) Yeni Türk Ceza Kanunu Açıklaması, Ankara, s. 4533; Şahbaz, İbrahim (2016)
Açıklamalı ve İçtihatlı Türk Ceza Kanunu, C. 2, Ankara, Yetkin Yayınevi, s. 2571; Donay’ın
“Yeni yasa bir yenilik olarak “kumarı” tanımlamıştır” şeklindeki ifadesi 765 sayılı TCK’da da
tanımının yapılması dolayısıyla tutarsızlık arz etmektedir. Bkz. Donay, Süheyl (2007) Türk
Ceza Kanunu Şerhi, İstanbul, Beta Yayınevi, s. 331.
Feyzioğlu, Feyzi Necmeddin (1958) ‘Cezaî ve Hukukî Cepheleriyle Kumar ve Bahis’ Ahmet
Esat Arsebük’ün Aziz Hâtırasına Armağan, Ankara, Güzel İstanbul Matbaası, s. 137; Özker,
Nihat (1946) Suç-Ceza ve Sosyete Bakımlarından Kumar, İzmir, Ticaret Basımevi, s. 11, 15;
Erem, Faruk (1993) Türk Ceza Kanunu Şerhi Özel Hükümler, C. 3, Ankara, Seçkin Yayınevi,
s. 2632, 2633; Özek, Çetin (1963) ‘Türk Ceza Hukukunda Kumar Suçu’ İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Mecmuası, C. 29, S. 1-2, s. 123, 124; Savaş, Vural/Mollamahmutoğlu,
Sadık (1998) Türk Ceza Kanunu Yorumu, C. 4, 2. Baskı, Ankara, Seçkin Yayınevi, s. 6284;
Çağlayan, M. Muhtar (1970) En Son Tâdilleriyle Birlikte Gerekçeli, Notlu ve İçtihatlı Türk
Ceza Kanunu, C. 3, Ankara, Yarı Açık Cezaevi Matbaası, s. 1240; Arslan/Azizağaoğlu, s. 949.
Arslan/Azizağaoğlu, s. 948.
Hafızoğulları/Özen, s. 361; Özker, s. 12; Özek, s. 124; Karakehya, Hakan (2013) ‘Kumar
Kabahati (Kabahatler K. m. 34)’ Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, S. 2, Ankara,
Seçkin Yayınevi, s. 229-242; Savaş/Mollamahmutoğlu, s. 6282.
Hafızoğulları/Özen, s. 362.
Altıparmak, s. 134, 135.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
285
Kumar Oynama ve Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Fiilleri
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT
2. KUMAR OYNAMA FİİLİ
Yukarıda sözü edilen düzenlemelerin lafzından da anlaşıldığı üzere ceza
hukuku bağlamında kumarın iki temel özelliğe sahip olması gerekmektedir11:
Bunlardan ilki kazanç sağlama amacı, ikincisiyse kâr ve zararın talihe bağlı
olmasıdır12.
Kazanç sağlama amacında, oyun oynayan kişi veya kişilerin oyun sonucunda
maddi bir kazanç elde etmeyi hedeflemesi; kâr ve zararın talihe bağlı olmasında
ise oyun oynayan kişi veya kişilerin kişisel yetenek, deneyim ve zekasından
ziyade rastlantısal faktörlerin oyun üzerinde etkili olması ifade edilmektedir.
2.1. Kazanç Sağlama Amacı
Kazanç sağlama amacının kapsamı maddi bir kazanç olarak kabul
edilmektedir13. Bu sebeple kumar, oynanırken ekonomik açıdan bir gelir elde
edilmesi amacıyla oynanmalıdır; manevi kazançlar bu kapsamda bir kazanç
olarak kabul edilmemektedir14. Kumarda oyunu kazanan maddi bir kazanç
elde ederken kaybeden de maddi bir kayıp yaşamaktadır15.
Suçun oluşması için kazanç amacıyla oynanması yeterli olup ayrıca
bir kazanç elde edilmiş olmasına gerek yoktur16. Sırf eğlenmek amacıyla,
kazanç amacı olmaksızın oyun oynanması kumar olarak değerlendirilemez17.
11
12
13
14
15
16
17
Feyzioğlu, s. 137; Özek, s. 125-129; Erem, s. 2633; Karakehya, Kumar Oynanması, s.
700; Altıparmak, s. 135; Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6843, 6845; Gören, s. 1264; Savaş/
Mollamahmutoğlu, s. 6285; Arslan/Azizağaoğlu, s. 948, 949; Şahbaz, s. 2571.
Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6843.
TCK m. 228’in madde gerekçesinde bu hususla ilgili şu ifadeler yer almaktadır: “Maddenin
son fıkrasında kumar tanımlanmıştır. Buna göre bir oyunun kumar sayılması için iki koşul
aranacaktır: Birincisi oyunun kazanç kastı ile icra edilmesi, ikincisi ise kâr ve zararın talihe
bağlı olmasıdır. Bu tanım karşısında, kazanç kastı olmaksızın, dostlar arasında eğlenmek
üzere oyun oynanmasına imkan sağlanması, bu suçu oluşturmaz”.
Özek, s. 128; Karakehya, Kumar Oynanması, s. 701; Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6846; Gören, s.
1264; Savaş/Mollamahmutoğlu, s. 6285; Özker, s. 16, 17; Feyzioğlu, s. 58; Gündel, s. 4533.
Erem, Şerh, s. 2633; Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6846; Karakehya, Kumar Oynanması, s. 701;
Savaş/Mollamahmutoğlu, s. 6285.
Gören, s. 1264.
Özek, s. 128; Özker aksi görüşte olup bu durumu şu şekilde ifade etmektedir: “Burada şunu
da ilâve edebiliriz ki, fiilin mahiyeti ile beraber menfaat zaviyesinden de umumî bir menfaat
gaye düşünülmüş ve sağlanmış olmalıdır.” Özker, s. 16; Oysa fiil neticesinde kâr elde
edilememiş olması ve hatta zarar edilmiş olması kazanç amacını ortadan kaldırmamaktadır.
Bkz. Gündel, s. 4533.
TCK m. 228 gerekçesi; Feyzioğlu, s. 145; Hafızoğulları/Özen, s. 362; Özek, s. 128; Gören, s.
1264; Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6846; Parlar/Hatipoğlu, s. 3388; Arslan/Azizağaoğlu, s. 948,
949; Altıparmak, s. 135; Şahbaz, s. 2571.
“Sanığın tombalayı herhangi bir ücret almadan, talep eden müşterilerine oynamak için
vermekten ibaret eyleminde, haklarında ön ödeme nedeniyle takipsizlik kararı verilen
286
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Res. Asst. Beşir BABAYİĞİT
Ancak önemle belirtmek gerekir ki, kazancın mutlaka para cinsinden olması
gerekmez. Önemli olan, kazanç amacının konusunun maddi değeri haiz
bir eşya olmasıdır18. Bu kapsamda, kumarda kazanç amacı olarak masanın
hesabının ödenmesi19 gibi kaybedene borç yükleyici haller ile araba, arsa, ev,
altın yüzük, bilgisayar, cep telefonu, sigara20, yemek21 gibi maddi değeri haiz
eşyaların ortaya konulması halinde de kazanç amacı bulunmaktadır22.
18
19
20
21
22
kişilerin kumar oynadıklarını gösteren somut delil elde edilemediği cihetle unsurları
oluşmayan atılı suçtan beraati yerine yazılı şekilde mahkumiyetine karar verilmesi” Yargıtay
2. CD, E./K. 4068/7787, Kar. Tar. 03.06.1999 (Meran, Necati (2007) Açıklamalı İçtihatlı Yeni
Türk Ceza Kanunu, 2. Baskı, Ankara, Seçkin Yayınevi, s. 1131).
“Oluşa ve tüm dosya kapsamına göre, sanık ve tanıkların aşamalarda, olay günü
eğlence amacıyla tombala oynadıklarını beyan etmeleri ve masada para bulunmadığının
anlaşılması karşısında; sanığın atılı suçu işlediğine dair mahkumiyete yeterli şüpheden uzak,
kesin ve inandırıcı delil bulunmadığı gözetilmeden, beraati yerine mahkumiyetine karar
verilmesi” Yargıtay 8. CD, E. 2015/4381, K. 2016/1825, Kar. Tar. 18.02.2016 (https://www.
sinerjimevzuat.com.tr, Erişim Tarihi 12.01.2018).
Karakehya, Kumar Oynanması, s. 701; Gören, s. 1264.
Karakehya, Kumar Oynanması, s. 701. Yaşar/Gökcan/Artuç aksi görüştedir: Yaşar/Gökcan/
Artuç, s. 6846.
Yargıtay sigara kazanma amacına yönelik oynanan oyunların kumar niteliğini haiz olduğu
yönünde kararlar vermiştir:
“Sanık, torbadan çektirdiği numaralara göre bir paket sigara verdiği ve boş numaralar
çekildiği takdirde oynıyanlardan para aldığını ikrar etmesine nazaran, kumar oynatmak
suçu unsurlarının tekevvün ettiği gözetilmeden beraet kararı verilmesi yolsuzdur.” Yargıtay
2. CD, E./K. 3419, Kar. Tar. 11.04.1946 (Çağlayan, s. 1237).
“... sanığın işlettiği kahvehanede sigarasına yanık tabir edilen kumar oyununu oynattığı sabit
olmasına rağmen, atılı suçtan mahkumiyeti yerine yazılı şekilde beraatine karar verilmesi”
Yargıtay 2. CD, E. 2010/23408, K. 2012/13462, Kar. Tar. 10.05.2012 (Yaşar/Gökcan/Artuç, s.
6859).
“Olay günü kolluk görevlilerince saat 21.20’de ihbar üzerine yapılan denetimde, sanığın
işlettiği lokalde poker tabir edilen kumar oyununun oynandığının tespit edilerek masadaki
iskambil kağıtları ile para yerine kullanılan değişik renklerdeki 60 adet oyun puluna el
konulduğunun anlaşılması ve sanık ile oyun oynayan tanıkların sigarasına oyun oynandığını
söylemeleri karşısında; sanığın işletmeciliğini yaptığı lokalde kumar oynanmasına yer ve
imkan sağladığı sabit olduğu halde, dosya kapsamına uygun düşmeyen soyut nitelikteki
gerekçelerle sanığın mahkumiyeti yerine yazılı şekilde beraatine karar verilmesi” Yargıtay 8.
CD, E. 2015/4196, K. 2015/23945, Kar. Tar. 04.11.2015 (https://www.sinerjimevzuat.com.tr,
Erişim Tarihi 20.12.2017).
“... kahvehanenin dip masası üzerinde 5 yazılı 16 adet pul ve oyun kağıtların bulunduğunun
tespit edilmesi ve masada oturan kişilerin soruşturmadaki beyanlarında sigara ve
yemek karşılığı oynadıklarını beyan etmeleri karşısında, kovuşturma evresinde oyun
oynayan tanıklar ile tutanak düzenleyen polis memurları dinlendikten sonra, sanığın
sorumluluğunda bulunan kahvehanede kazanç amacıyla oyun oynandığına dair deliller
irdelenip değerlendirilmeden, eksik araştırma ve inceleme ile yazılı şekilde sanığın beraatine
karar verilmesi” Yargıtay 2. CD, E. 2011/16611, K. 2012/47188, Kar. Tar. 29.11.2012 (Yaşar/
Gökcan/Artuç, s. 6859).
Benzer doğrultuda bkz. Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6846; Parlar/Hatipoğlu, s. 3388; Normalde
kumar niteliğinde olmamasına karşın belli bir kazanç amacıyla oynanırsa kâğıt oyunları ve
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
287
Kumar Oynama ve Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Fiilleri
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT
Karakehya, amaçlanan kazancın çok az miktarda ekonomik değere sahip
olması halinde oynanan oyunun ceza hukuku anlamında kumar olarak kabul
edilmemesi gerektiğini ifade etmektedir23. Ancak yazar, devamında CMK m.
223/4-d hükmüne24 atıfta bulunarak kişi hakkında ceza verilmesine yer olmadığı
kararı verilmesi gerektiğini dile getirmektedir. Bu hallerin kumar olarak kabul
edilmemesi durumunda kumar kabahatinin gerçekleşmesi için gereken
unsurların yerine gelmediği kabul edilmiş olunur. Kumar oynanması için yer
ve imkân sağlama suçunun oluşması açısından ise kumarın oynanmasının
şart olmaması sebebiyle, amaçlanan kazancın çok az miktarda olmasından
bahisle bu suçun oluşmayacağını söylemek kanaatimizce mümkün değildir.
Böyle bir durumda kanuni tanımdaki kumarın gerçekleşmediği kabulünde
kumar kabahati oluşmaz. Eğer bir şekilde kumar oynanması için yer ve imkân
sağlama suçu açısından da kumarın yokluğu sebebiyle suçun oluşmadığı
sonucuna varılırsa CMK m. 223/2-a hükmü25 gereği beraat kararının verilmesi
gerekir. Nitekim CMK m. 223/4-d hükmü, bir suç meydana gelmesine karşın o
suçun haksızlık içeriğinin azlığı hallerinde uygulama alanı bulur.
Kanaatimizce amaçlanan kazancın çok az miktarda ekonomik değere sahip
olması halinde kumar oynama fiili hukuka aykırı ve haksız bir fiil olma vasfını
devam ettirmektedir; ancak bu fiil toplum açısından hoşgörüyle karşılanan,
müsamaha (tolerans) gösterilen bir davranış olarak karşılık bulmakta ve
bu sebeple haksızlık içeriği itibarıyla cezaya layık olmamaktadır26. İleride
23
24
25
26
okey oynamak da kumar niteliğini haiz olur. Bkz. Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6846.
Karakehya, Kumar Oynanması, s. 701; Erem, Yaşar/Gökcan/Artuç, Savaş/Mollamahmutoğlu,
Parlar/Hatipoğlu ve Feyzioğlu’nun kazancın az veya çok olmasının önemli olmadığı yönündeki
görüşleri için bkz. Erem, s. 2633; Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6846; Savaş/Mollamahmutoğlu,
s. 6285; Parlar/Hatipoğlu, s. 3388; Feyzioğlu, s. 147; Özek, İtalyan Temyiz Mahkemesi’nin
az miktarda kazançla oynanan oyunların kumar teşkil etmeyeceğini belirtmiştir. Bkz. Özek,
s. 128.
CMK m. 223/4: “) İşlenen fiilin suç olma özelliğini devam ettirmesine rağmen;
a) Etkin pişmanlık,
b) Şahsî cezasızlık sebebinin varlığı,
c) Karşılıklı hakaret,
d) İşlenen fiilin haksızlık içeriğinin azlığı,
Dolayısıyla, faile ceza verilmemesi hallerinde, ceza verilmesine yer olmadığı kararı verilir.”
CMK m. 223/2: “Beraat kararı;
a) Yüklenen fiilin kanunda suç olarak tanımlanmamış olması,
b) Yüklenen suçun sanık tarafından işlenmediğinin sabit olması,
c) Yüklenen suç açısından failin kast veya taksirinin bulunmaması,
d) Yüklenen suçun sanık tarafından işlenmesine rağmen, olayda bir hukuka uygunluk
nedeninin bulunması,
e) Yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması,
Hallerinde verilir.”
Hakeri, suçun kanuni tanımında yer verilmesine rağmen gerçekleştirildiğinde cezaya layık
görülmeyen fiiller için “ceza hukukunda önemsiz hareketler” tabirini kullanmış ve “kumara
konu paranın miktarının azlığından kaynaklanan önemsizlik” dolayısıyla ceza verilmeyeceği
288
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Res. Asst. Beşir BABAYİĞİT
açıklanacağı üzere, kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçunun
oluşabilmesi için ise kumarın oynanması gerekmemektedir. Bu sebeple,
amaçlanan kazancın çok az miktarda değere sahip olması halinde bile gereken
şartlar sağlanmışsa bu suç oluşur27. Zira hem KK m. 34’teki kumar kabahati
hem de TCK m. 228’deki suçun oluşabilmesi için kazancın az veya çok olması
bir önemi haiz değildir. Hatta kumarın oynanıp oynanmaması fark etmeksizin
kumar oynanması için yer ve imkânın sağlanması, suçun oluşması bakımından
gerekli ve yeterlidir. Kumar kabahati açısından haksızlık içeriğinin azlığından
dolayı ceza verilmemesine ilişkin hükmün uygulanması değerlendirildiğinde
görülmektedir ki, CMK m. 223/4-d hükmünün sadece suçlar hakkında
uygulama alanına sahip olması sebebiyle bu hüküm kumar kabahati açısından
uygulama alanı bulamaz. Sonuç olarak, kumarda amaçlanan kazancın çok az
miktarda ekonomik değere sahip olması KK m. 34 bakımından CMK m. 223/4-
27
durumlardan bahsetmiştir. Bkz. Hakeri, Hakan (2007) ‘Ceza Hukukunda Önemsiz
Hareketler’ Türkiye Barolar Birliği Dergisi, S. 69, s. 84, 86. Önder, örf ve adet hukukunun ceza
hukukuna etkisinden bahsederken Yargıtay 2. CD’nin E./K. 8132/8403 numaralı 30.12.1981
tarihli kararını “kumar suçunun bütün unsurları gerçekleşmiş olsa dahi, ortadaki paranın
önemsizliği ve oyuna iştirak edenlerin bu oyunu eğlence amacı ile oynamaları halinde,
fiil suç teşkil etmeyecektir” ifadeleriyle aktarmış ve eğlenmek amacı ile önemsiz para ile
oynanan kumarın örf ve adet niteliğini kazanması sebebiyle suçun yorumunda daraltıcı bir
etki yarattığını ifade etmiştir. Bkz. Önder, Ayhan (1991) Ceza Hukuku Genel Hükümler, C. 1,
İstanbul, Beta Yayınevi, s. 117.
Ancak Özgenç, suçun kanuni tanımında yer verilmesine rağmen gerçekleştirildiğinde cezaya
layık görülmeyen fiiller ile örf ve adetlere ilişkin bizim de katıldığımız şu belirlemelerde
bulunmaktadır: “Örf ve adetler, hukuka uygunluk sebebi oluşturmazlar. Örf ve adetlere
dayalı olarak gerçekleştirilen fiiller, toplumda hoşgörüyle, müsamahayla, toleransla
karşılanabilirler. Bir davranışın toplumda hoşgörüyle karşılanması bunun hukuka uygun
olduğunu kabule gerekçe teşkil etmez. Hoşgörü (müsamaha, tolerans), esasen bir tasvip
edilmezlik ifade etmektedir. Başkasına ait bir davranışın hoş görülmesi, bu davranışla ilgili
bir tasvipsizlik yargısına işaret etmektedir. Daha açık bir ifadeyle, kişi kendi telakkilerine
göre tasvip etmediği, doğru bulmadığı bir davranışın başkası tarafından gerçekleştirilmesini
hoş görmektedir; bu davranışı müsamaha ile, toleransla karşılamaktadır. ... Başlı başına
hoşgörü, bir hukuka uygunluk sebebi oluşturmaz. Bir davranışın salt hoş görülmesi,
bunun hukuka uygun olduğunu kabulün gerekçesi olamaz. ... Hoşgörü ile karşılanan fiil ve
davranışlar, kişilerin tahammül sınırını zorlamadığı sürece, hukuki yaptırım uygulanmasını
gerektirmez. Bir fiil ve davranışın hoşgörüyle karşılanması halinde, hukuki yaptırım
uygulanmasını gerektirecek boyutta bir haksızlığın varlığından söz edilemez.” Özgenç, İzzet
(2017) Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 13. Bası, Ankara, Seçkin Yayınevi, s. 297, dn. 407.
Yargıtay kaybeden oyuncunun çay paralarını ödediği bir “poker” oyununun kumar niteliğini
haiz olduğu ve yer ve imkân sağlayanların TCK m. 228’den sorumluluğuna gidilmesi gerektiği
yönünde karar vermiştir: “Tanıklar; Resul Ç., Atılgan T., Yalçın B. ve Hasan Ö.’in ifadelerinde
sanığın işlettiği kahvehanede poker oyunu tabir edilen kumar oyunu oynadıklarını ve oyunu
kaybeden oyuncunun çay paralarını ödediğini beyan etmeleri karşısında, sanığın kumar
oynanması için yer ve imkan sağlama suçunu işlediği anlaşılmasına rağmen yasal ve yeterli
olmayan gerekçeyle yazılı şekilde beraat kararı verilmesi” Yargıtay 2. CD, E. 2010/18160, K.
2012/8472, Kar. Tar. 04.04.2012 (Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6858).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
289
Kumar Oynama ve Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Fiilleri
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT
d hükmünün uygulanmasını gerektirecek bir sonuç doğurmamaktadır. TCK
m. 228’deki suç bakımından ise suçun oluşabilmesi için kumarın oynanması
gerekmediğinden, oynanan kumarda kazancın az olması sebep gösterilip
suçun haksızlık içerinin azlığı sonucuna ulaşarak CMK m. 223/4-d hükmünün
uygulanması yoluna gidilemez.
Kazanma hırsının tatmini28 gibi, sırf içsel hazzın karşılandığı ve maddi
bir kazancın söz konusu olmadığı durumlarda, ceza hukuku anlamında
kumardan bahsedilemez. Yine kaybedenin camdan dışarı bağırmasının veya
özür dilemesinin kararlaştırılması gibi, kaybedenin davranışta bulunmakla
yükümlendirilmesi hallerinde de ceza hukuku anlamında kumar söz konusu
olmamaktadır. Nitekim bu hallerde kararlaştırılan davranışın yaptırılması ve bu
sebeple kazananda bir üstünlük hissinin söz konusu olması sebebiyle manevi
bir kazançtan bahsedilebilirse de oyun neticesinde elde edilmesi amaçlanan
maddi bir kazanç söz konusu olmadığından bu tür oyunlar kumar niteliğini
haiz değildir.
2.2. Kâr ve Zararın Talihe Bağlı Olması
Kumarın içermesi gereken bir diğer özellik, kazancın talihe bağlı olmasıdır29.
Kazancın talihe bağlı olmasından anlaşılması gereken; kumar oynanırken kişisel
yetenek, deneyim, zeka gibi faktörlerin oyunun sonucu üzerinde ya az etkili
olması veya hiç etkili olmaması; talihin ise oyunun sonucu üzerinde ya büyük
oranda ya da tamamen etkili olması gerekliliğidir30. Talihe bağlı oyunlarda
sonuç ihtimallere bağlıdır31 ve rastlantısal faktörler etkilidir32; yani kâr ve
zararın nedeni belli değildir33. Bu oyunlarda kişi neden ile sonuç arasındaki
sürece müdahale ederek sonucu kendi yetenekleriyle değiştiremez. Sonuç
tamamen veya büyük oranda şansa bağlıdır.
Yeteneğin, deneyimin ve zekanın yarıştırıldığı oyunlar kumar kapsamında
değerlendirilmez34. Örneğin spor müsabakaları bu kapsamdadır. Basketbol,
28
29
30
31
32
33
34
Karakehya, Kumar Oynanması, s. 701.
Özek, s. 125; “Sanığın kahvehanesinde şans ve talihe dayalı kumar niteliğinde oyun oynattığı
…” Yargıtay 2. CD, E. 2006/7050, K. 2006/15699, Kar. Tar. 02.10.2006 (https://www.kazanci.
com.tr/, Erişim Tarihi 21.11.2017).
Erem, s. 2633; Karakehya, Kumar Oynanması, s. 701; Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6847; Savaş/
Mollamahmutoğlu, s. 6285; Feyzioğlu, s. 144; “Fırıldak çevirmek suretiyle oynanan oyun,
tamamen baht ve talihe bağlı oyunlardan olup, bütün anâsıriyle kumar mahiyetinde
bulunduğu nazara alınmaksızın bilirkişinin kanunî mesnetten âri mütalâasına müsteniden
beraet kararı verilmesi yolsuzdur.” Yargıtay 2. CD, E./K. 19224/8778, Kar. Tar. 30.11.1954
(Çağlayan, s. 1236).
Gören, s. 1264.
Karakehya, Kumar Oynanması, s. 702.
Özek, s. 125; Erem, s. 2634.
Özker, s. 15; Erem, s. 2633; Özek, s. 125-127; Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6847; Parlar/
Hatipoğlu, s. 3388; Savaş/Mollamahmutoğlu, s. 6273, 6285; Altıparmak, s. 137; Feyzioğlu,
290
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Res. Asst. Beşir BABAYİĞİT
futbol, voleybol, yüzme, koşu gibi oyunların spor müsabakasını oynayacak
kişilerce sonucunda kazanç amaçlanarak oynanması halinde kumardan
bahsedilemez. Nitekim bu oyunlarda oyuncular kendi yetenek, deneyim ve
zekalarına göre sonuç üzerinde etkili olmaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki,
eğer üçüncü kişilerce bir müsabakanın neticesinin tahmini üzerine ortaya maddi
bir kazanç vaadi koyulursa bu vaadi koyanların fiili, ceza hukuku anlamında
kumar teşkil eder35. Çünkü her ne kadar spor müsabakası içindeki oyuncular
kendi yetenek, deneyim ve zekalarını ortaya koyarak bir rekabet içinde olsalar
da üçüncü kişiler oyunun gidişatına müdahale edemediklerinden sonucu
tamamen talihe bağlı bir faaliyet üzerinde maddi kazanç amaçlamaktadırlar.
Bu da TCK m. 228/6’daki kumar tanımına uymaktadır.
Yine örneğin silahla bir hedefi tutturmaya çalışmak, basket potasına
atış yaparak topu çemberden geçirmeye çalışmak, atılan halkaları şişelere
geçirmeye çalışmak36, satranç oynamak37, yeteneğe ve zekaya dayalı bilgisayar
oyunları oynamak, en çok içkiyi içmeye çalışmak38, üç su şişesini tek atışta
devirmeye çalışmak gibi oyunlarda kişisel yetenekler, deneyim ve zeka ön
planda olduğundan bu oyunlar kumar olarak değerlendirilmez. Ancak yukarıda
belirttiğimiz üzere, oyunun sonucu üzerine bu oyunları oynayan oyuncular
dışındaki kişilerce maddi bir kazanç elde edilmesi amaçlanırsa, amaçlanan
maddi kazanç talihe bağlı olduğundan bu kazanç amacıyla hareket edenlerin
fiili kumar teşkil edecektir.
Talihle bağlantılı olarak ele alınması gereken bir diğer husus da kişilerin
fiilinin kumarı değil, dolandırıcılık suçunu (TCK m. 157) oluşturacağı hallerdir39.
Karşılıklı kumar oynamayı kararlaştıran taraflardan birinin hileli zar gibi
bir kumar aleti kullanarak veya başka hileli davranışlarda bulunarak oyun
oynaması halinde, kumar için aranan talih unsuru ortadan kalkmaktadır. Böyle
bir durumda kumar kabahati değil, dolandırıcılık suçunun oluştuğu kabul
edilir. Hilesiz oynayan diğer oyuncular ise kumar kabahatinden sorumludur40.
35
36
37
38
39
40
s. 139; Çağlayan, s. 1229.
Özek, s. 142.
“Atılan halkaların şişelere geçirilmesi baht ve talihten ziyade atanın maharetine bağlı
bulunmasına göre, fiilin kumar mahiyetinde olup olmadığının düşünülmemesi yolsuzdur.”
Yargıtay 2. CD, E./K. 3114/3535, Kar. Tar. 11.02.1937 (Çağlayan, s. 1237).
Feyzioğlu, s. 139. Benzer örnekler için bkz. Karakehya, Kumar Oynanması, s. 702; Feyzioğlu,
s. 139, 140.
Erem, s. 2633; Savaş/Mollamahmutoğlu, s. 6285.
Özek, s. 126, 153; Erem, s. 2633; Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6847; Parlar/Hatipoğlu, s. 3388;
Karakehya, Kumar Oynanması, s. 708; Savaş/Mollamahmutoğlu, s. 6285.
Özek, s. 126.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
291
Kumar Oynama ve Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Fiilleri
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT
3. KUMAR OYNANMASI İÇİN YER VE İMKÂN SAĞLAMA SUÇUNA GENEL
BAKIŞ
Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama fiillerini incelemeye geçmeden
önce bu fiilleri suç olarak düzenleyen TCK m. 228’deki suç hakkında genel
bilgilerin ve suçun özelliklerinin ortaya koyulmasında yarar görülmektedir.
3.1. Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Suçuna İlişkin Genel
Bilgiler
Bu suç, 765 sayılı TCK’da “Kumar” başlığıyla düzenlenmişti41. 5237 sayılı
TCK’da ise “Kumar oynanması için yer ve imkan sağlama” başlığıyla TCK m.
228’de düzenlenmiştir:
“Kumar oynanması için yer ve imkan sağlama
Madde 228- (1) Kumar oynanması için yer ve imkan sağlayan kişi, bir yıldan
üç yıla kadar hapis ve iki yüz günden aşağı olmamak üzere adlî para cezası ile
cezalandırılır.
(2) Çocukların kumar oynaması için yer ve imkan sağlanması halinde,
verilecek ceza bir katı oranında artırılır.
(3) Suçun bilişim sistemlerinin kullanılması suretiyle işlenmesi halinde üç
yıldan beş yıla kadar hapis ve bin günden onbin güne kadar adlî para cezasına
hükmolunur.
(4) Suçun bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesi halinde, verilecek
ceza yarı oranında artırılır.
(5) Bu suçtan dolayı, tüzel kişiler hakkında bunlara özgü güvenlik
tedbirlerine hükmolunur.
(6) Ceza Kanununun uygulanmasında kumar, kazanç amacıyla icra edilen
ve kar ve zararın talihe bağlı olduğu oyunlardır.”
5237 sayılı TCK’nın ilk halinde üç ve dördüncü fıkralarda yer alan hükümler
bulunmamaktaydı ve suç dört fıkra olarak düzenlenmişti. Üç ve dördüncü fıkra
hükümleri 15.08.2017 tarihli ve 694 sayılı KHK’nın 139. maddesi ile TCK’ya
41
765 sayılı TCK m. 567: “Her kim, umuma mahsus veya umuma açık yerlerde kumar oynatır
veya oynatmak için yer gösterirse bir aydan altı aya kadar hafif hapis ve 250 liradan 500
liraya kadar hafif para cezasına ve tekerrürü halinde iki aydan bir seneye kadar hafif hapis
ve 500 liradan 1.000 liraya kadar hafif para cezasına mahküm olur.
Kumar oynanan yerde bulunup kumar oynamaya yarıyan veya kumar oynamaya tahsis
olunan mevat ve alat ile ortada bulunan eşya ve para zapt ve müsadere olunur.
Fail:
1. Bu fiilleri itiyat edinmiş bulunduğu;
2. Birinci fıkrada beyan olunan kabahatin irtikabında kumar oynıyanlara karşı banko tutan
olduğu takdirde yukardaki fıkralarda yazılı cezalar bir misli artırılarak hükmolunur ve bu son
halde üç aya kadar meslek ve sanatın tatili cezası da ilave edilir.”
292
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Res. Asst. Beşir BABAYİĞİT
eklenmiştir. Bu fıkralar öncesi gerek suçun bilişim sistemlerinin kullanılması
suretiyle işlenmesi gerekse örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesi halinde
birinci fıkrada yazılı cezalarla faillerin cezalandırılması yoluna gidiliyordu.
Ancak yeni fıkra hükümleriyle artık suçun bu kapsamda işlenmesi halinde
farklı cezalar uygulanacaktır. TCK’nın 228. maddesine eklenen fıkra hükümleri
suçun cezasını artıran nitelikli hallerdir42.
3.2. Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Suçunun Özellikleri
Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçunda fiil, kumar oynanması
için yer ve imkân sağlamaktır43. Suçlar, suçun kanuni tarifindeki fiilin niteliğine
göre tasnif edilebilmektedir44. Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama
suçu fiilin niteliğine göre çok45, birleşmiş46, serbest47 hareketli ve kesintisiz
(mütemadi)48 bir suçtur. Yer ve imkân sağlama şeklinde iki hareket içermesi
sebebiyle çok hareketli; suçun meydana gelebilmesi için iki hareketin de
42
43
44
45
46
47
48
Suçun nitelikli halinde, suçun temel halindeki bütün unsurlar yer almakla birlikte, suçun
cezasını artıran veya azaltan “nitelikli unsurlara” da yer verilmektedir. Bu nitelikli haller fiilin
işleniş tarzı, fiilin işlendiği yer veya zaman, fiilin niteliği, mağdurun niteliği, fail ile mağdur
arasındaki ilişki, suçun konusu ve fiilin işlenişiyle güdülen amaç veya saike göre tasnif
edilebilmektedir. Bkz. Özgenç, Genel Hükümler, s. 210-213; Koca, Mahmut/Üzülmez, İlhan
(2017) Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 10. Baskı, Ankara, Seçkin Yayınevi, s. 139-143.
Hafızoğulları/Özen, s. 363; Özen, Mustafa (2007) ‘Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân
Sağlama Suçu’ Terazi Hukuk Dergisi, S. 15, Ankara, Seçkin Yayınevi, s. 73; Karakehya, Kumar
Oynanması, s. 706; Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6845; Gören, s. 1264; Parlar/Hatipoğlu, s.
3387; Arslan/Azizağaoğlu, s. 949.
Artuk, M. Emin/Gökcen, Ahmet/Alşahin, M. Emin/Çakır, Kerim (2017) Ceza Hukuku Genel
Hükümler, 11. Baskı, Ankara, Adalet Yayınevi, s. 253.
Çok hareketli suçlar hakkında açıklama ve örnekler için bkz. Özgenç, Genel Hükümler, s.
171; Koca/Üzülmez, s. 121; Artuk/Gökcen/Alşahin/Çakır, s. 254-256.
Birleşmiş hareketli suçlar hakkında açıklama ve örnekler için bkz. Artuk/Gökcen/Alşahin/
Çakır, s. 254.
Özen, s. 73. TCK m. 228’deki suçun kanuni tanımında yer verilen fiilin “ne tarz bir fiil olduğu”,
yani “hareketin şekli, suçun nasıl bir hareketle işlenebileceği hususunda bir özelleştirme”
yapılmamıştır. Böyle bir özelleştirme yapılması halinde “o suçu oluşturan hareketlerin
somutlaştırılması” söz konusu olur. Suçun kanuni tanımında böyle bir somutlaştırma
yapılmışsa bu suçlara bağlı hareketli suçlar denir. Aksi halde serbest hareketli suç gündeme
gelir. Ayrıca suçun temel şekli serbest hareketli bir suç olmasına karşın nitelikli hali bağlı
hareketli olabilir. Serbest ve bağlı hareketli suçlar hakkında açıklama ve örnekler için bkz.
Özgenç, Genel Hükümler, s. 171-172; Koca/Üzülmez, s. 121-122; Artuk/Gökcen/Alşahin/
Çakır, s. 265, 266. TCK m. 228’deki yer ve imkân sağlama fiillerinin tarzı, yani bu fiillerin “nasıl,
ne şekilde” gerçekleştirilmesi gerektiği hususunda kanunda bir belirleme yapılmadığından
bu suç serbest hareketli bir suçtur. Nitekim yer ve imkân sağlama fiilleri her suretteki yer ve
imkân sağlama şeklinde gerçekleştirilebilir. Ayrıca TCK m. 228’deki suçun temel şekli serbest
hareketli olsa da TCK m. 228/3’te yer alan “suçun bilişim sistemlerinin kullanılması suretiyle
işlenmesi” nitelikli hali bağlı hareketlidir.
Kesintisiz suçlar hakkında açıklama ve örnekler için bkz. Özgenç, Genel Hükümler, s. 176,
177; Koca/Üzülmez, s. 123-126, Artuk/Gökcen/Alşahin/Çakır, s. 266-269.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
293
Kumar Oynama ve Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Fiilleri
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT
yapılmasının gerekmesi sebebiyle birleşmiş hareketli; söz konusu hareketlerin
işleniş tarzının belirlenmemesi sebebiyle de serbest hareketlidir. Ayrıca fiilin
gerçekleştirilmesiyle suç tamamlansa da suçun işlenmesi sona ermediğinden
kesintisiz suçtur49. Gerçekten de yer ve imkân sağlanmaya devam edildiği
müddetçe50 suç işlenmeye devam etmektedir.
TCK m. 228’in gerekçesinde suçun fiil unsuru şu şekilde açıklanmaktadır:
“Söz konusu suç, başkalarının kumar oynaması için yer veya başka surette
imkân sağlamakla oluşur”. Bu ifadeye göre, yer sağlama ve imkân sağlama
fiilleri seçimlik hareket arz etmektedir. Buna göre bir kişinin, başkasının kumar
oynaması için kumar oynama imkânı sunmayan bir yeri kumar oynanması
amacıyla sağlaması halinde de bu suçun oluştuğu sonucu doğmaktadır.
Belirtmek gerekir ki, kumar oynanması için yer sağlamak da esasen
imkân sağlamaktır. Bu husus, gerekçede geçen “veya başka surette imkân
sağlamakla” ifadesinden de anlaşılmaktadır. Nitekim bir kişi yer sağlayarak
kumar oynanmasını mümkün hale getirmektedir. Ancak yer sağlamak, her ne
kadar imkân sağlamayı bünyesinde barındıran bir fiil olsa da kumar oynanması
imkânını tek başına her zaman karşılamaz. Ancak gerekçe dikkate alındığında,
yer sağlamanın seçimlik hareket olarak kabulünün gerekmesi dolayısıyla
kumar oynanmasına imkân sağlanamasa da kumar oynanması için salt yer
sağlanması bu suçu oluşturur. Yer ve imkân sağlama arasındaki ilişki ileride
açıklanacaktır.
Gerekçedeki ifadeler ile kanun metninde bir uyumsuzluk bulunmaktadır.
Kanun metninde “yer ve imkân sağlayan” ifadesinde fiiller arasında “ve”
bağlacı kullanılmakta, böylece bu iki hareketin birlikte gerçekleştirilmesi
aranmaktadır51. Gerekçelerin kanun metnine dahil olmaması ve bu sebeple
suçun unsurlarını ortaya koyarken bağlayıcı biçimde dikkate alınamaması söz
konusu olduğundan, suçun fiil unsuruna ilişkin açıklamaların kanuni tanımına
göre yapılması gerekir. Bu kapsamda, bu suç hem yer hem de imkân sağlama
fiillerinin gerçekleştirilmesi halinde oluşur. Sadece yer sağlanması halinde salt
yer sağlama fiili, suçun oluşması için aranan diğer fiil olan imkân sağlamayı
içermemesi durumunda suç oluşmamış olur ve böylece kumar oynanması için
yer ve imkân sağlama suçunun tamamlanmış halinden kişilerin sorumluluğu
49
50
51
Karakehya, Kumar Oynanması, s. 708; Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6848; Özek, s. 140; Soyaslan,
s. 563.
Soyaslan ve Yaşar/Gökcan/Artuç’un “kumar oyunu bitinceye kadar suç devam eder”, yani
“oyun bitince suç da sona erer” şeklindeki görüşüne (Soyaslan, s. 563; Yaşar/Gökcan/
Artuç, s. 6848) katılmamaktayız. Nitekim TCK m. 228’deki suç kumar oynanması değil,
kumar oynanması için yer ve imkân sağlamadır. Bu sebeple ancak yer veya imkânın artık
sağlanamaması halinde suç sona erer. Kumar oyunu bitse de kumar oynanması için yer ve
imkân sağlanmaya devam edilebilir.
Özen, s. 73; Karakehya, Kumar Oynanması, s. 706, 707; Arslan/Azizağaoğlu, s. 949; Şahbaz,
s. 2572.
294
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Res. Asst. Beşir BABAYİĞİT
söz konusu olmaz52. İki hareketin birlikte gerçekleşmesinin zorunlu olması
sebebiyle bu suç birleşmiş hareketli bir suçtur53.
Suç, kumar için yer ve imkânın sağlanmasıyla tamamlanır; ayrıca kumarın
oynanmasına gerek yoktur54. Suçun kanuni tanımında bir neticeye yer
verilmemiştir. Fiilin gerçekleştirilmesiyle suçun tamamlanması ve ayrıca
bir unsur olarak neticenin aranmaması sebebiyle sırf hareket suçudur55.
Örneğin kumar oynanması için evini veya kahvehanesini tahsis edip gerekli
malzemeleri alıp yerleştiren, ardından kumar oynanacağını duyurarak ya da
oynayacak kişilere ulaşarak kumar oynanması imkânını sağlayan kişinin fiili
gerçekleştirildiği anda suç tamamlanmıştır. Belirtmek gerekir ki, suçun kanuni
tanımında bir zararın ortaya çıkmasının aranmaması ve somut bir tehlikeye
yer verilmemesi sebebiyle bu suç soyut tehlike suçudur.
Suç, yeri temin edip kişileri o mekâna götürmek şeklinde icrai olarak
işlenebileceği gibi evinde kumar oynadıklarını gören ev sahibinin buna
müsaade göstermesi şeklinde ihmali şekilde de işlenebilir. Ayrıca kanunen suçu
önlemekle yükümlü kamu görevlilerinin kumar için yer ve imkân sağlanmasına
kayıtsız kalması halinde onlar için de ihmali fiillerinden sorumluluk söz konusu
olabilir56. Ancak bu kişilerin sorumluluğu TCK m. 228’den değil, TCK m. 257
görevi kötüye kullanma suçu bakımından gündeme gelebilir57.
Kumar için yer ve imkânın belli bir para karşılığında sağlanması şart değildir.
Ücretsiz olarak yer ve imkân sağlanması da bu suça vücut verir58.
52
53
54
55
56
57
58
Özen, s. 74; Karakehya, Kumar Oynanması, s. 707.
Hafızoğulları/Özen, bu suçun seçimlik hareketli olduğu görüşündedir. Bkz. Hafızoğulları/
Özen, s. 363.
Hafızoğulları/Özen, s. 363; Özen, s. 75; Karakehya, Kumar Oynanması, s. 708; Yaşar/
Gökcan/Artuç, s. 6848; Ancak Soyaslan ve Şahbaz, kumar oynanmaya başlanınca suçun
tamamlanacağı görüşündedir. Bkz. Soyaslan, s. 563; Şahbaz, s. 2572; 765 sayılı TCK’daki
düzenleme açısından suçun oluşabilmesi için ayrıca kumarın da oynanmasının gerekmesi
hususunda bkz. Özek, s. 130; 144.
Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6850.
765 sayılı TCK zamanında bu sorumluluğun kumar suçu açısından gündeme geleceği
hususundaki kabul için bkz. Özek, s. 136, 137, 139, 140.
Görünüşte (garantörsel-gerçek olmayan) ihmali suçlardan sorumluluk için kişilerin
kanundan, sözleşmeden veya öngelen tehlikeli hareketten kaynaklı icrai bir davranışla
neticeyi önleme yükümlülüğü altında bulunmaları gerekir. Görünüşte ihmali suçlara ilişkin
TCK’nın genel hükümler kısmında bir belirlemeye gidilmemiş ve bazı suçların görünüşte
ihmali suç şeklinde işlenebilmeleri özel olarak düzenlenmiştir. Sırf hareket suçları, görünüşte
ihmali suç şeklinde işlenemez. Bkz. Özgenç, Genel Hükümler, s. 219-224; Koca/Üzülmez,
s. 390-402. TCK m. 228’deki suç için özel bir düzenleme yapılmaması ve neticeli bir suç
olmaması sebebiyle bu suçtan dolayı kişilerin garantörsel sorumluluğu söz konusu olmaz.
Kanunen suçu önlemekle yükümlü kamu görevlilerinin görevi kötüye kullanma veya rüşvet
gibi suçlardan sorumluluğu doğabilir.
Özek, s. 136, 144, 145; Karakehya, Kumar Oynanması, s. 708; Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6848;
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
295
Kumar Oynama ve Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Fiilleri
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT
Dikkat edilmelidir ki, kumar için yer ve imkân sağlama görünümünde
dolandırıcılık suçunun işlendiği de söz konusu olabilmektedir59. Yukarıda
kumar oynayanlarca dolandırıcılık suçunun işlenebilmesinden bahsedilmişti.
Burada ise kumar oynanması için yer ve imkân sağlayanlarca gerçekleştirilen
bir dolandırıcılık söz konusudur. Talihe bağlı bir oyun oynandığı izlenimi
verilmesine karşın yer ve imkân sağlayanlarca oyunda hile kullanılıyor
olabilir. Hileli zar gibi hileli kumar aletleri kullandırılarak oynayanların
talihe bağlı bir oyun oynadığı izlenimi verilip kişiler dolandırılıyor olabilir.
Böyle bir durumda yer ve imkân, kumar oynanması için değil, kişilerin
dolandırılması için sağlanmaktadır. Bu sebeple kumar oynanması için yer ve
imkân sağlama suçunun değil, dolandırıcılık suçunun (TCK m. 157) oluştuğu
kabul edilmelidir60. Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçu ile
59
60
Ancak Soyaslan, failin kâr amacıyla bir yer tahsis ettiğini belirtmektedir. Bkz. Soyaslan, s.
562.
Özek, s. 126, 153; Erem, s. 2633; Karakehya, Kumar Oynanması, s. 708; Parlar/Hatipoğlu,
s. 3388; Savaş/Mollamahmutoğlu, s. 6285.
“Kumar oynatan üç kâğıttan jokey bulana para verip bulmıyanlardan para aldığına göre,
oyunun bir nevi “bul karayı, al parayı” tâbir edilen üçlü iskambil kâğıdı oynamaktan ibaret
bulunduğu düşünülmeden ve oyunda hile ve aldatma olup olmadığı araştırılarak fiilde
dolandırıcılık suçunun unsurları bulunup bulunmadığı incelenmeden sanığa yazılı (M. 567)
madde ile ceza verilmesi yolsuzdur.” Yargıtay 2. CD, E./K. 8252/9106, Kar. Tar. 02.09.1949
(Gözübüyük, Abdullah Pulat (1988) Alman, Fransız, İsviçre ve İtalyan Ceza Kanunlariyle
Mukayeseli Türk Ceza Kanunu Gözübüyük Şerhi, C. 4, 5. Bası, İstanbul, Kazancı Hukuk
Yayımları, s. 957).
“Oyunun niteliği ve oynanma tarzı hakkında bilirkişiye başvurularak (bul karayı al parayı)
oyununa uyan ve hileye dayalı bir oyun tarzı olduğunun anlaşılması halinde, sanığın
eyleminin dolandırıcılık suçunu oluşturacağının düşünülmemesi, bozmayı gerektirmiştir.”
Yargıtay 2. CD, E./K. 3235/3928, Kar. Tar. 10.04.1985 (Erdurak, Yılmaz Güngör (1991) Türk
Ceza Kanunu, 2. Bası, Ankara, Seçkin Yayınevi, s. 1236).
“... halk arasında “üç kağıt” tabir edilen oyunu oynatan sanığın eyleminin dolandırıcılık
suçunu oluşturacağı gözetilmeden suçun nitelendirilmesinde hataya düşülerek kumar
oynatmak suçundan yazılı şekilde hüküm kurulması” Yargıtay 11. CD, E. 2004/6135, K.
2006/1244, Kar. Tar. 23.02.2006 (Yalvaç, Gürsel (2008) Karşılaştırmalı Gerekçeli İçtihatlı
Türk Ceza Kanunu, Ankara, Adalet Yayınevi, s. 1342).
“Sanıklara atılı kumar oynatmak eyleminin ne şekilde oynanan bir oyun olduğu açıkça
belli olmadığından, müşteki ve sanıklardan oynanan oyunun oynanış şekli sorulup açıklığa
kavuşturularak sonucuna göre sanıkların eyleminin dolandırıcılık veya kumar oynanması
için yer ve imkan sağlama suçunu oluşturup oluşturmayacağı görev hususuyla birlikte
değerlendirilerek sonucuna göre sanığın hukuki durumunun tayin ve tesbiti gerekirken bu
hususlar araştırılmadan eksik kovuşturma ile yazılı şekilde karar verilmesi” Yargıtay 2. CD, E.
2010/11942, K. 2012/8261, Kar. Tar. 02.04.2012 (Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6858).
“Sanığın niyet çektirme adı altında çekiliş yaptığı, şikayetçinin 50 TL vererek buna katıldığı,
mağdur adına yapılan üç çekilişte kazandığı söylendiği, dördüncü çekilişte kaybettiği
söylenerek parasının alındığı, sanığın hileli davranışlarla mağduru aldatıp parasını alarak
kendisine yarar sağladığı eyleminin 5237 sayılı TCK.nun 157. maddesindeki dolandırıcılık
suçunu oluşturduğu halde kumar oynatmaktan hüküm kurulması” Yargıtay 13. CD, E.
296
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Res. Asst. Beşir BABAYİĞİT
dolandırıcılık suçu arasındaki ilişkiyi ortaya koyarken 320 sayılı Milli Piyango
İdaresi Genel Müdürlüğü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde
Kararname m. 52’de “talih oyunları61 ile ilgili olarak her ne şekilde olursa
olsun hile yapmak” şeklinde seçimlik hareket içeren suç ile dolandırıcılık suçu
ilişkisine de değinmekte yarar görülmektedir62. Suçun kanuni tanımında,
dolandırıcılık suçunda yer alan “onun veya başkasının zararına olarak,
kendisine veya başkasına yarar sağlama” şartı aranmamış ve sadece “hile
yapmak” şeklindeki seçimlik harekete yer verilmiştir. Bir fiile uygulanacak
normun belirlenmesinde özel-genel norm ilişkisinden bahsedebilmek için özel
normun, hem genel normun tüm unsurlarını kapsaması hem de başka bazı özel
unsurları da bünyesinde taşıması gerekir63. Ayrıca bir suçun kanuni tanımında
unsur veya nitelikli hal olarak açık bir şekilde belirtilmeyen suçlar bağımsızlığını
koruduğundan bileşik suça vücut vermezler64. Bu sebeplerle dolandırıcılık suçu
ile 320 sayılı KHK m. 52’deki suç arasında özel-genel norm ve bileşik suç ilişkisi
bulunmamaktadır. Nitekim 320 sayılı KHK m. 52, dolandırıcılık suçunun tüm
61
62
63
64
2011/7459, K. 2011/1022, Kar. Tar. 19.09.2011 (Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6860).
“Sanıkların “bul karayı al parayı” tabir edilen oyunu oynattığı sırada, durumu fark eden
emniyet görevlilerince yakalanarak oyun kağıtlarına el konduğu, ortaya konulmuş herhangi
bir paranın henüz bulunmadığı ve kolluk görevlileri tarafından olaya el konuncaya kadar
geçen süre içinde haksız yarar sağlandığı konusunda dosyaya yansıyan herhangi bir kanıt
bulunmadığı, sanıklar yakalandıklarında olayın mağduru olan herhangi bir kimsenin tespit
edilemediği gözetilerek ve oyunun niteliği itibariyle kar ve zararın talihe bağlı olmayıp oyunu
oynayanların kazanma şanslarının bulunmaması değerlendirildiğinde, sanıkların eyleminin
kumar oynatmak için yer ve imkan sağlama olmayıp dolandırıcılık suçunun hazırlık hareketi
olarak nitelendirilmesi gerektiği, bu sebeple sanıkların kumar oynanması için yer ve imkan
sağlama suçundan beraatleri yerine yazılı şekilde mahkumiyetlerine karar verilmesi”
Yargıtay 13. CD, E. 2011/16170, K. 2011/3880, Kar. Tar. 26.10.2011 (https://www.kazanci.
com.tr/, Erişim Tarihi 21.11.2017).
320 sayılı KHK m. 2’ye göre talih oyunları, “beceri veya şansa dayanan fiş, jeton veya para ile
oyun araç ve gereçleriyle bir kasaya karşı veya oyun makinalarında oynanan oyunları” ifade
etmektedir.
320 sayılı KHK m. 52: “Bu Kanun Hükmünde Kararnamenin 41’ nci maddesinde tertip ve
çekiliş düzenleme hakkı münhasıran İdareye tanınmış olan oyunları tertipleyenlerle,
aynı maddenin ikinci fıkrası hükmünü ihlal edenler veya bu fıkra hükmüne göre gerekli
izni almakla birlikte çekilişleri yapmayanlar veya çekiliş sonuçlarını ilan etmeyenler veya
taahhütlerini yerine getirmeyenler ile talih oyunlarının oynanmasına mahsus oyun makina,
araç ve gereçlerini bozanlar veya bunları bozuk olmasına rağmen kullandıranlar veya talih
oyunları ile ilgili olarak her ne şekilde olursa olsun hile yapanlar hakkında yüz bin liradan on
milyon liraya kadar ağır para cezası ve iki aydan iki seneye kadar hapis cezası hükmolunur.
Biletlerin üzerinde yazılı kıymetlerden daha yüksek fiyatla satılması yasaktır. Bu hükme aykırı
hareket edenler yüksek fiyatla sattıkları beher bilet için bilet bedelinin on katı tutarında para
cezasına mahkum edilirler.”
Özgenç, Genel Hükümler, s. 636; Koca/Üzülmez, s. 542; Artuk/Gökcen/Alşahin/Çakır, s.
704.
Koca/Üzülmez, s. 544; Artuk/Gökcen/Alşahin/Çakır, s. 710.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
297
Kumar Oynama ve Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Fiilleri
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT
unsurlarını barındırmadığı gibi açık bir şekilde bir unsurunu veya nitelikli halini
de oluşturmamaktadır. Eğer “talih oyunları ile ilgili olarak her ne şekilde olursa
olsun hile yapmak” suretiyle kişi, “onun veya başkasının zararına olarak,
kendisine veya başkasına yarar” sağlarsa tek fiille65 birden fazla farklı suçun
oluşumuna sebebiyet vermiş olur. Böylece dolandırıcılık suçu ile 320 sayılı KHK
m. 52’deki suç arasında farklı neviden fikri içtima (TCK m. 44) gündeme gelir.
4. KUMAR OYNANMASI İÇİN YER VE İMKÂN SAĞLAMA FİİLLERİ
4.1. Yer Sağlama
Yer sağlamaktan kumar oynanması için gereken uygun ortamın sağlanması,
anlaşılır66. Bu uygun ortam her türlü mekân olabilir; sağlanan yerin neresi
olduğunun bir önemi yoktur. Yer sağlama bir sokakta, sokak arasında, parkta
bile söz konusu olabilir. Hatta kişi gezici olarak, yani etrafı belirli bir sınırla
çevrilmemiş bir yerde de kumar oynanmasına imkân sağlıyor olabilir67.
65
66
67
Fikri içtimada, gerçekleştirilen fiilin hukuken tek olması aranmaktadır. Fiil tekliği için “kısmi
ayniyet” yeterli görülmektedir. Yani gerçekleştirilen fiilin mutlaka her iki suç tanımındaki
fiille birebir örtüşmesi gerekmez. Birlik arz eden hareketin bir kısmının her iki suçun
işlenmesinde birlikte etkili olması yeterlidir. Bkz. Koca/Üzülmez, s. 528, 529; aksi görüş
için bkz. Artuk/Gökcen/Alşahin/Çakır, s. 732. İcra hareketlerinin kısmi ayniyeti hususunda
ayrıntılı bilgi için bkz. Göktürk, Neslihan (2013) Fikri İçtima (Suçların İçtimaı), Ankara, Adalet
Yayınevi, s. 156 vd.
Hafızoğulları/Özen, s. 363; Karakehya, Kumar Oynanması, s. 706; Yaşar/Gökcan/Artuç,
s. 6847; Yer sağlama ifadesi için “... kumarın oynandığı bir mekan oluşturmak” ifadesi de
kullanılmaktadır. Bkz. Şahbaz, s. 2572.
“Sanığın kendi işlettiği kahvehanede haklarında idari işlem yapılan N.B. ve S.T. ile birlikte
para karşılığı yanık tabir edilen oyunu oynadıkları sırada polis memurları tarafından
yakalandıkları sanığın hazırlık soruşturması aşamasındaki savunma beyanı ile 12.12.2005
tarihli olay ve yakalama tutanağından anlaşıldığı halde, sanığın atılı kumar oynatmak için
yer temin etme suçundan mahkumiyetine karar verilmesi gerekirken, tutanak düzenleyici
polis memurları ile N.B. ve S.T. dinlenmeden duruşmada suçlamayı inkar eden sanığın
mahkemedeki savunmasına itibar edilerek eksik soruşturma ile sanığın beraatına karar
verilmesi … dolayı istem gibi bozulmasına”: Yargıtay 2. CD, E. 2006/9379, K. 2007/1692, Kar.
Tar. 08.02.2007 (https://www.kazanci.com.tr/, Erişim Tarihi 21.11.2017).
Özen, s. 74; Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6848; Arslan/Azizağaoğlu, s. 949. Yargıtay’ın 01.10.2012
ve 23.11.2012 tarihli kararları sağlanan yerin herhangi bir yer olabilmesi bakımından
önem arz etmektedir: “... sanığın olay gecesi kahvehaneden çıktıktan sonra, kahvehanenin
karşısında bulunan parkta oynadıkları kumar neticesi 130 TL para kazandığı ...” Yargıtay 13.
CD, E. 2011/14329, K. 2012/20251, Kar. Tar. 01.10.2012 (Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6856).
“Sanığın olay tarihinde elinde tombala malzemeleri olduğu halde “tombala, tombala”
diye bağırdığı ve kumar oynatacak kişi aradığı sırada devriye görevi yapan polis ekibinin
sanığı görmesi üzerine elindeki tombala malzemelerine el koyup sanığı yakaladıklarının
anlaşılması karşısında; sanığın eyleminin kumar oynanması için imkan sağlama suçuna
teşebbüs aşamasında kaldığı ve sanığın teşebbüs hükümleri gereğince cezalandırılması
gerektiği gözetilmeden, sanık hakkında yazılı şekilde beraat kararı verilmesi” Yargıtay 14.
CD, E. 2012/5534, K. 2012/11843, Kar. Tar. 23.11.2012 (https://www.kazanci.com.tr/,
Erişim Tarihi 21.11.2017).
298
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Res. Asst. Beşir BABAYİĞİT
Önemli olan, ortamın sağlanması olduğuna göre bu ortama konu mekân veya
bölgenin özel mülkiyete konu bir yer olmasına gerek yoktur68. Nitekim suçun
kanuni tanımında bu hususta bir kısıtlamaya gidilmemiştir. Söz gelimi, kumar
oynanması için tahsis edilen mekân bir derneğe, vakfa veya herhangi başka bir
özel hukuk tüzel kişisine ait olabilir69. Yer, özel mülkiyete konu bir yer de olabilir.
Söz gelimi, kişi sahibi olduğu evi kumar oynanması için tahsis etmiş olabilir.
Sağlanan yerin failin mülkiyetinde olmasına gerek yoktur70. Dikkat edilmelidir
ki, sağlanan yerin kumar oynanması için sürekli tahsisi gerekmez. Bir seferlik
de olsa uygun ortam oluşturulmuşsa yer sağlanmış demektir. Örneğin, kişinin
evine gelen arkadaşlarının doğaçlama bir şekilde gelişen kumar oynama
isteklerine sadece o günlük izin vermesi halinde de suç oluşur.
Sağlanan yerin aleni olması gerekmez. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi
kişilerin aleni olmayan şekilde kendi evinde kumar oynanması için yer
sağlaması halinde de bu suç oluşur. Oysa 765 sayılı TCK m. 567’deki suçun
oluşabilmesi için oynanan yerin aleni (umuma mahsus veya umuma açık
yerler71) olması aranmaktaydı. Yürürlükteki TCK’da bu şarttan vazgeçilmiştir72.
Aleniyet şartının 765 sayılı TCK’da aranması hususu Anayasa Mahkemesi önüne
gelmiş ve mahkeme “eşitlik ilkesine aykırılığın bulunmaması, ceza kanunlarının
yalnızca toplumun düzenini, huzurunu ve güvenliğini bozucu nitelikteki fiillerin
cezalandırılmasını öngörmesi, özel nitelikteki yerler ile konutların da bu suç
kapsamına alınması halinde bu yerlerin dokunulmazlıklarının sık sık tehlikeye
düşmesinin söz konusu olacağı” sebebiyle iptal istemini reddetmiştir73.
68
69
70
71
72
73
Benzer doğrultuda açıklamalar için bkz. Özek, s. 139.
“Sanığın başkanı olduğu M... Sokak Sakinleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneğine ait
binada yapılan aramada, tombala makinesi, 90 adet üzeri numaralandırılmış pinpon topu
ve 245 adet pulun ele geçirildiği olayda, dernek başkanı olan sanığın dernek binasında
kumar oynanmasına izin vermekten ibaret eyleminin 5253 sayılı Dernekler Kanununun 30/a
maddesi yollamasıyla anılan Kanunun 32/o maddesinde yazılı suçu oluşturmayıp TCK’nın
228/1. maddesinde düzenlenen kumar oynanması için yer ve imkan sağlama suçunu
oluşturduğu gözetilmeden yazılı şekilde dernekler kanununa muhalefet suçundan hüküm
kurulması” Yargıtay 9. CD, E. 2012/3134, K. 2014/4978, Kar. Tar. 24.04.2014 (https://www.
kazanci.com.tr/, Erişim Tarihi 21.11.2017).
Soyaslan, s. 562.
765 sayılı TCK m. 570: “Yukarki maddelerde beyan olunan kabahatler için hususi içtimalara
mahsus olsa bile kumar alat ve edevatının kullanılması için bir ücret alınan yerlerle oyun
oynamak mutat olan yerler ve duhuliye verilmese bile oyun oynamak istiyen herkesin
girebileceği mahaller, umuma açık yerlerden sayılır.”
Bkz. TCK m. 228 gerekçesi; Gören, s. 1264; Karakehya, Kumar Oynanması, s. 708; Yaşar/
Gökcan/Artuç, s. 6843, 6844, 6848; Parlar/Hatipoğlu, s. 3387, 3388; Soyaslan, s. 562;
Gündel, s. 4533. 765 sayılı TCK dönemindeki düzenleme ve uygulama hakkında açıklamalar
için bkz. Özek, s. 130-134; Özker, s. 13-15; Savaş/Mollamahmutoğlu, s. 6273 vd.; Arslan/
Azizağaoğlu, s. 948; Donay, s. 331; Erem, s. 2635, 2636; Feyzioğlu, s. 147-155; Akev, s. 22;
Çağlayan, s. 1230; Şahbaz, s. 2571.
Anayasa Mahkemesi E. 1975/152, K. 1975/202, Kar. Tar. 21/10/1975, Resmi Gaz. Tar./Sayı
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
299
Kumar Oynama ve Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Fiilleri
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT
Aleniyetin 5237 sayılı TCK’da da kabul edilmesi halinde, kişilerin aleni
olmayan yerlerde kumar oynaması bir bakıma teşvik edilmiş olacağından
ve dokunulmazlıkların kanunla, hukuka uygun bir biçimde kısıtlanmasının
söz konusu olduğu bir durumda bunun “dokunulmazlıkların sık sık tehlikeye
düşmesi” olarak ifade edilmesi hukuken doğru bir tasvir olmadığından74
Anayasa Mahkemesi’nin kararı kanaatimizce isabetli değildir.
Yer sağlayan kişinin oynanan kumara katılması TCK m. 228’deki suçun
oluşması bakımından bir önemi haiz değildir. Nitekim hiçbir katılım olmasa
dahi suç oluşur75. Ancak böyle bir durumda yer sağlayan kişinin hem kumar
oynanması için yer ve imkân sağlama suçundan hem de kumar kabahatinden
sorumluluğu gündeme gelir.
Kumar oynanması için sağlanan yerin genellikle fiziki bir yer olması söz
konusu olsa da internette kumar oynanması için sağlanan sanal ortam da bu
suç bakımından yer olarak kabul edilmektedir76. Gelişen teknolojiyle internet
ortamında kumar oynanmasının yaygınlaşması ve kolaylaşması gibi sebeplerle
kanun koyucu 15.08.2017 tarihinde suçun bilişim sistemlerinin kullanılması
suretiyle işlenmesini daha fazla cezayı gerektiren bir nitelikli hal olarak
kanunda düzenlemiştir. Bu konuya ileride ayrıntılı olarak değinilecektir.
4.2. İmkân Sağlama
İmkân, anlamı itibarıyla geniş bir kelimedir. Sadece kumar oynanmasını
sağlayan aletlerin imkân sağlama olarak değerlendirilmesi anlamın
daralmasına sebep olur77. Kumar oynanması için sağlanan bütün imkânların,
yani kumar oynanmasını kolaylaştırıcı bütün aletler ve davranışların imkân
sağlama kapsamında değerlendirilmesi gerekir78. Kumar oynayacak kişilere
borç para bulunması ve kolluğun baskınlarına karşı önlemler alınması79, kumar
oynanması için salt kumar oynamakta kullanılan araçların temin edilmesi80,
oyun kurallarının belirlenmesi, oyuncuların tanıştırılması, oyunun başlatılması,
borç para temini81, duyuru yapılması, kumar oynanacak yere kişileri taşıma82
veya kişilere o yerde konaklama hizmeti sunulması gibi durumlarda imkân
sağlandığı kabul edilir.
74
75
76
77
78
79
80
81
82
9.4.1976/15554, http://kararlaryeni.anayasa.gov.tr/Karar/Content/f1bf61e4-9c31-49deb819-e1c85dab5183?excludeGerekce=False&wordsOnly=False, Erişim Tarihi 21.11.2017.
Donay, s. 331.
Karakehya, Kumar Oynanması, s. 708.
Hafızoğulları/Özen, s. 363; Karakehya, Kumar Oynanması, s. 707; Yaşar/Gökcan/Artuç, s.
6848; Altıparmak, s. 138.
Özen, s. 74; Karakehya, Kumar Oynanması, s. 706.
Hafızoğulları/Özen, s. 363; Özen, s. 74; Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6848.
Karakehya, Kumar Oynanması, s. 706; Özen, s. 74.
Şahbaz, s. 2572; Gündel, s. 4533.
Şahbaz, s. 2572.
Özen, s. 74.
300
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Res. Asst. Beşir BABAYİĞİT
Öncesinde de değinildiği üzere, yer sağlamak esasen imkân sağlamanın
kapsamında değerlendirilebilir. Ancak her yer sağlamakla kumar oynama
imkânının elde edildiğinden bahsedilemez. İmkân sağlamanın yer sağlama ile
ilişkisini ortaya koyarken ikili bir ayrım yapmak gerekir.
İlk olarak, kumar oynanması imkânı ile yer sağlamanın bir arada
gerçekleşerek iç içe girdiği haller ele alınmalıdır. Bu ihtimalde yer sağlama
fiili, imkân sağlama fiiline mündemiçtir. Sağlanan yerin belirli bir sınırla
çevrelenmiş olmasına gerek yoktur. Bu durum için sokakta gezici olarak
kumar oynanmasına imkân sağlanması örneğini verebiliriz. Gerçekten sokakta
gezici olarak kumar oynanması imkânının sunulması halinde yerin belli bir
sınırı bulunmamaktadır. Böyle bir durumda, kumar oynanması için imkânın
sağlandığı anda yer sağlama fiili de gerçekleşmiş olur. Nitekim suçun kanuni
tanımında yer sağlama için belli bir kıstas getirilmediğinden her mekân, imkân
unsurundan bağımsız olarak, suçun yer unsurunu karşılayabilmektedir.
İkinci olarak, kumar oynanması imkânı ile yer sağlamanın birbirinden
ayrılabildiği durumlar ele alınmalıdır. Böyle durumlarda, yer sağlama ile imkân
sağlama fiilleri birbirinden ayrılabilmektedir. Sağlanan yer kumar oynanması
imkânına elverişli olmayabilir veya henüz o imkân elde edilememiş olabilir.
Nitekim sağlanan yerin oynanacak kumara göre elverişli olması gerekir ve
bu husus her somut olayda ayrıca değerlendirilir83. Yerin kumara elverişli
olmaması halinde yer sağlama unsuru imkân unsurundan bağımsız olarak
gerçekleşmektedir. Örneğin, somut olayın özellikleri de dikkate alındığında,
çöplükte çöplerin içi, atık borusunun delik olup çok fazla pis ve sağlıksız
kokuların salındığı bir ev, oksijen tüpleriyle yapılan bir dalışta denizin altı
kumar oynanması için imkâna elverişli olmayabilir. Diğer husus, sağlanan yer
henüz kumar oynanma imkânını haiz olmayabilir. Örneğin kumar oynanması
için tahsis edilen bir evin kapısının kilitli tutulması veya tahsis edilen yerin
temizlik ve yapı işlerinin bitmemesi sebebiyle kumar oynanmasına imkân
sağlanamıyor olabilir. Hem kumar oynanması imkânının hiç bulunmaması
hem de imkânın bir süreliğine sağlanamaması durumlarında yer sağlama ile
imkân sağlama fiilleri ayrı olarak değerlendirilmelidir.
Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçunun oluşabilmesi hem
yer hem de imkânın sağlanması ile mümkündür. Yer sağlanmasına karşın
imkân sağlanmazsa veya imkân sağlanmasına karşın yer sağlanmazsa bu suçun
oluştuğundan bahsedilemez.
83
Özen, s. 74.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
301
Kumar Oynama ve Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Fiilleri
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT
4.3. 7258 Sayılı Futbol ve Diğer Spor Müsabakalarında Bahis ve Şans
Oyunları Düzenlenmesi Hakkında Kanun’da Yer Alan Fiiller
7258 sayılı Futbol ve Diğer Spor Müsabakalarında Bahis ve Şans Oyunları
Düzenlenmesi Hakkında Kanun m. 5 hükmünde yer alan fiiller de çalışma
konumuzu ilgilendirmektedir. Madde metninde futbol ve diğer spor
müsabakalarına özgü bir düzenleme yapılmıştır. Buna göre;
1. Spor müsabakalarına dayalı sabit ihtimalli ve müşterek bahis veya şans
oyunlarını oynatanlar ya da oynanmasına yer veya imkân sağlayanlar
(m. 5/1-a),
2. Yurt dışında oynatılan spor müsabakalarına dayalı sabit ihtimalli veya
müşterek bahis ya da şans oyunlarının internet yoluyla ve sair suretle
erişim sağlayarak Türkiye’den oynanmasına imkân sağlayan kişiler (m.
5/1-b),
3. Spor müsabakalarına dayalı sabit ihtimalli veya müşterek bahis ya da
şans oyunlarıyla bağlantılı olarak para nakline aracılık eden kişiler (m.
5/1-c),
4. Kişileri reklam vermek ve sair surette spor müsabakalarına dayalı sabit
ihtimalli veya müşterek bahis ya da şans oyunlarını oynamaya teşvik
edenler (m. 5/1-ç) cezalandırılmaktadır.
Müşterek bahis oyunları kavramı, 5738 sayılı Spor Müsabakalarına Dayalı
Sabit İhtimalli ve Müşterek Bahis Oyunlarının Özel Hukuk Tüzel Kişilerine
Yaptırılması Hakkında Kanun m. 2/1-h’de tanımlanmıştır. Buna göre müşterek
bahis oyunları, yurt içinde ve yurt dışında tertiplenen spor müsabakalarına
ait sonuçların tahmin edilmesi üzerine oynatılan, hasılatın önceden belirlenen
ikramiye yüzdesinin, doğru sonucu tahmin eden iştirakçiler arasında
paylaştırıldığı bahis oyunlarını ifade etmektedir.
Sabit ihtimalli oyun kavramı, 5738 sayılı kanun m. 2/1-n’de tanımlanmıştır.
Buna göre sabit ihtimalli bahis oyunları, yurt içinde ve yurt dışında tertiplenen
spor müsabakalarına ait sonuçların veya etkinliklerin tahmin edilmesi esasına
göre oynatılan ve iştirak edenler arasından doğru tahmin edenlere, önceden
belirlenen bahis oranlarıyla ikramiye kazandıran oyunları ifade etmektedir.
Spor müsabakası kavramı, 5738 sayılı kanun m. 2/1-ö’de tanımlanmıştır.
Buna göre spor müsabakası, yurt içinde ve yurt dışında ilgili kurum ve
kuruluşlarca tertiplenen resmi, özel, temsili, ulusal veya uluslararası spor
karşılaşmalarını ifade etmektedir.
Şans oyunları kavramı, 320 sayılı KHK m. 2’de tanımlanmıştır. Buna göre
şans oyunları, karşılığı nakit olmak üzere oynatılan piyango, sayısal oyunlar,
hemen-kazan ve benzeri oyunları ifade etmektedir.
302
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Res. Asst. Beşir BABAYİĞİT
Tüm bu kavramlardan çıkarılan sonuç şudur ki; 7258 sayılı kanun m. 5’te
düzenlenen suçun kanuni tanımında yer alan bahis ve şans oyunları, kazanç
amacıyla oynanması ve kazanç ve kaybın talihe bağlı olması sebebiyle ceza
hukuku anlamında kumar niteliğini haizdir. Ancak kanun koyucu belirlediği
ceza siyaseti düşünceleriyle TCK m. 228 genel hükmü ile yetinmemiş ve bu
hususlarda özel bir düzenleme yapma yoluna gitmiştir.
7258 sayılı kanunun 5. maddesinin 1. fıkrasının a ve b bentleri, TCK m.
228 hükmü açısından özel norm teşkil etmektedir. Nitekim iki düzenleme
arasında özel-genel norm ilişkisi bulunmaktadır84. Belirtmek gerekir ki, 7258
sayılı kanun m. 5/1-b hükmünde her ne kadar “imkân sağlayan” ifadesi
kullanılıp yer sağlamaktan bahsedilmese de imkân sağlamak “yer ve imkân
sağlamak” ifadesinden daha geniş bir anlamı içermektedir. Bu sebeple, hem
genel norm olan TCK m. 228’in bütün unsurlarını hem de bu unsurlara ilave
olarak özel unsurları içermesi sebebiyle 7258 sayılı kanunun 5. maddesinin 1.
fıkrasının a ve b bentleri TCK m. 228 açısından özel normdur. Dolayısıyla spor
müsabakalarına dayalı sabit ihtimalli ve müşterek bahis veya şans oyunlarını
oynatanlar ya da oynanmasına yer veya imkân sağlayanlar ile yurt dışında
oynatılan spor müsabakalarına dayalı sabit ihtimalli veya müşterek bahis ya da
şans oyunlarının internet yoluyla ve sair suretle erişim sağlayarak Türkiye’den
oynanmasına imkân sağlayanların TCK m. 228’den değil, 7258 sayılı kanun m.
5 hükmünce cezalandırılması yoluna gidilir85.
7258 sayılı kanunun 5. maddesinin 1. fıkrasının c bendinde düzenlenen
“para nakline aracılık etme” ve ç bendinde düzenlenen “reklam vermek ve
sair surette spor müsabakalarına dayalı sabit ihtimalli veya müşterek bahis ya
da şans oyunlarını oynamaya teşvik etme” fiilleri esasen kumar oynanması için
imkân sağlama fiili kapsamında değerlendirilebilir nitelikte fiillerdir. Ancak 7258
sayılı kanunun 5. maddesinin 1. fıkrasının c ve ç bentleri, kumar oynanması için
yer ve imkân sağlama suçunun tüm unsurlarını bünyesinde barındırmamakta
ve açık bir şekilde bir unsurunu veya nitelikli halini de oluşturmamaktadır. Bu
sebeple, bu bentler ile TCK m. 228 arasında özel-genel norm ve bileşik suç ilişkisi
84
85
7258 sayılı kanunun 5. maddesinin 1. fıkrasının a ve b bentlerindeki suçlar ile TCK m. 228’deki
suç arasında özel-genel norm ilişkisinin sadece “şans oyunları” bakımından geçerli olduğu
yönündeki görüş için bkz. Şen, Ersan (2017) ‘Kumar, Bahis ve Şans Oyunları Oynatma Suçu’
Yorumluyorum-16, Ankara, Seçkin Yayınevi, s. 192.
“Sanığın, işletmekte olduğu çay ocağında yasadışı şekilde futbol bahsi oynattığının iddia
ve kabul edildiği olayda; sanığın suçlamayı kabul etmeyerek ele geçen belgelerin daha
önce oynadığı eski tarihli bahislere ait olduğunu savunduğu, tanık olarak dinlenen tutanak
mümziinin de olay tarihinde işyerinde müşteri bulunmadığını ve bahis oynatılma şeklinin
bilgisayar üzerinden olmadığını tespit ettiklerini beyan etmesi karşısında; sanığın eyleminin
(7258 sayılı) Yasanın 5/1. maddesinde gösterilen suçu oluşturduğu dikkate alınmadan yazılı
şekilde karar verilmesi” Yargıtay 19. CD, E. 2015/12028, K. 2016/2099, Kar. Tar. 17.02.2016
(https://www.sinerjimevzuat.com.tr, Erişim Tarihi 12.01.2018).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
303
Kumar Oynama ve Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Fiilleri
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT
bulunmamaktadır. TCK m. 228’deki suçun oluşabilmesi için imkân sağlama
yeterli olmayıp yerin de sağlanması gerekmektedir. Eğer bu bentlerdeki fiiller
ile kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçu işlenirse, tek fiille birden
fazla farklı suçun oluşmasına sebebiyet verileceğinden farklı neviden fikri
içtima (TCK m. 44) gündeme gelir86.
4.4. 6132 Sayılı At Yarışları Hakkında Kanun’da Yer Alan Fiiller
6132 sayılı At Yarışları Hakkında Kanun m. 7’de yer alan fiiller de çalışma
konumuzu ilgilendirmektedir. Madde metninde at yarışlarına özgü bir
düzenleme yapılmıştır. Buna göre 6132 sayılı kanun hükümlerine aykırı olarak
her şekil ve surette müşterek bahisler veya yarış piyangosu tertip ve tanzim
edenler ve bunlara ait her türlü evrakı matbaa, teksir, daktilo, fotokopi ve sair
suretlerde düzenleyenler ve düzenletenler, satanlar, dağıtanlar, sattıranlar
veya dağıttıranlar (m. 7/1) cezalandırılmaktadır.
6132 sayılı kanun m. 7’de düzenlenen suçun kanuni tanımında yer alan bahis
ve yarış piyangosu kazanç amacıyla oynanmaktadır. Ayrıca bu oyunlarda kazanç
ve kayıp talihe bağlıdır. Görülmektedir ki, bu oyunlar ceza hukuku anlamında
kumar niteliğini haizdir. Suçun kanuni tanımında yer alan müşterek bahisler
veya yarış piyangosu tertip ve tanzim etmek fiilleri, TCK m. 228 bağlamında
kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçuna vücut vermektedir. Ancak
bu fiiller 6132 sayılı kanunda ayrı bir suç olarak düzenlenmiştir. Bu sebeple,
6132 sayılı kanunun 7. maddesindeki müşterek bahisler veya yarış piyangosu
tertip ve tanzim etmek fiilleri, TCK m. 228 hükmü açısından özel norm teşkil
etmektedir. Dolayısıyla 6132 sayılı kanun hükümlerine aykırı olarak her şekil ve
surette müşterek bahisler veya yarış piyangosu tertip ve tanzim edenlerin TCK
m. 228 hükmünce değil, 6132 sayılı kanun m. 7 hükmünce cezalandırılması
yoluna gidilir.
Bahis ve piyango ile ilgili her türlü evrakı düzenlemek, düzenletmek, satmak,
dağıtmak, sattırmak veya dağıttırmak fiilleri ise TCK m. 228 bağlamında kumar
oynanması için imkân sağlama fiili kapsamında değerlendirilebilir nitelikte
fiillerdir. Ancak bu fiiller, kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçunun
tüm unsurlarını bünyesinde barındırmadığından TCK m. 228 hükmü ile özelgenel norm ilişkisi içerisinde bulunmamaktadır. Ayrıca bu filler, açık bir şekilde
TCK m. 228’deki suçun bir unsurunu veya nitelikli halini oluşturmaması
sebebiyle TCK m. 228 hükmü bileşik suç özelliği göstermemektedir. Nitekim
TCK m. 228’deki suçun oluşabilmesi için hem imkânın hem de yerin sağlanması
86
TCK m. 228 bağlamında, 7258 sayılı kanunun 5. maddesinde a ve b fıkralarındaki “bahis”
ile bağlantılı fiiller ile c ve ç fıkrasında düzenlenen fiillerin gerçekleştirilmesiyle birden
fazla farklı suçun ortaya çıkması halinde farklı neviden fikri içtimaın uygulanması gerektiği
yönündeki görüş için bkz. Şen, s. 195, 196, 199.
304
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Res. Asst. Beşir BABAYİĞİT
gerekir. Dikkat edilmelidir ki, bahis ve piyango ile ilgili her türlü evrakı
düzenlemek, düzenletmek, satmak, dağıtmak, sattırmak veya dağıttırmak
suretiyle kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçu işlenebilir. Böyle bir
durumda tek fiille birden fazla farklı suç meydana geleceğinden farklı neviden
fikri içtima (TCK m. 44) gündeme gelir.
Belirtmek gerekir ki, at yarışlarının spor müsabakası olarak kabul edildiği
sonucuna 5738 sayılı kanunun 1 ve 2/1-ö maddelerinden ulaşılmaktadır87.
Ancak 5738 sayılı kanun m. 1’de hüküm altına alındığı üzere bu kanunda
“at yarışları hariç olmak üzere” spor müsabakaları hakkında düzenleme
yapılmıştır. 7258 sayılı kanun m. 1’de de 6132 sayılı kanun hükümleri saklı
tutulmuştur88. Görülmektedir ki, at yarışları ile ilgili hükümler 6132 sayılı
kanunda ayrı olarak düzenlenmiştir. 6132 sayılı kanun m. 7’deki suçun sırf at
yarışlarına özgü bir kanunda özel olarak düzenlenmesi ve sadece “bu kanun
hükümlerine aykırı olarak” işlenebilmesi sebepleriyle, 7258 sayılı kanun m.
5’teki suçlar at yarışları dışındaki spor müsabakaları için geçerli iken 6132 sayılı
kanun m. 7’deki suç sadece at yarışları için geçerlidir. Sonuç olarak, 7258 ile
6132 sayılı kanunlardaki suçlar, arasında özel-genel norm ilişkisi bulunmayan
birbirinden bağımsız suçlardır.
4.5. 1072 Sayılı Rulet, Tilt, Langırt ve Benzeri Oyun Alet ve Makinaları
Hakkında Kanun’da Yer Alan Fiiller
1072 sayılı Rulet, Tilt, Langırt ve Benzeri Oyun Alet ve Makinaları Hakkında
Kanun m.1’de yer alan fiiller de çalışma konumuzu ilgilendirmektedir. Madde
metninde rulet, tilt ve benzeri oyun alet ve makinelerine özgü bir düzenleme
yapılmıştır: “Türk Ceza Kanununun 228 inci maddesinin kapsamı dışında kalsa
bile umuma mahsus veya umuma açık yerlerde her ne ad altında olursa olsun
kazanç kasdiyle oynanmasa dahi rulet, tilt, ve benzeri baht ve talihe bağlı veya
maharet istiyen, otomatik, yarı otomatik el veya ayakla kullanılan oyun alet
87
88
5738 sayılı kanun m. 2/1-ö’ye göre “Spor müsabakası: Yurt içinde ve yurt dışında ilgili kurum
ve kuruluşlarca tertiplenen resmî, özel, temsilî, ulusal veya uluslararası spor karşılaşmalarını”
ifade eder. Ancak 5738 sayılı kanun m. 1, kanunun kapsamını ortaya koyarken at yarışlarını
kanun kapsamında tutmuştur: “Bu Kanunun amacı; uzmanlık, ileri teknoloji ve yüksek maddî
kaynak gerektiren, at yarışları hariç olmak üzere, spor müsabakaları üzerine sabit ihtimalli
ve müşterek bahis oyunlarını düzenleme işine ilişkin merkezî bahis sistemi ve risk yönetim
merkezinin kurulması ve işletilmesi ile başbayilik iş ve hizmetlerinin özel hukuk sözleşmesi
ile hâsılattan pay verilmesi modeliyle, Spor Toto Teşkilat Başkanlığınca özel hukuk tüzel
kişilerine yaptırılmasına ilişkin usul ve esasları belirlemektir.”
7258 sayılı kanun m. 1: “Yurtiçinde ve yurtdışında spor müsabakaları üzerine sabit ihtimalli
ve müşterek bahis oyunlarını oynatmak üzere, Gençlik ve Spor Bakanlığına bağlı, tüzel kişiliği
haiz Spor Toto Teşkilat Başkanlığı kurulmuştur. 10/7/1953 tarihli ve 6132 sayılı At Yarışları
Hakkında Kanun, 4/4/1988 tarihli ve 320 sayılı Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü
Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname hükümleri ile bu kuruluşlara
verilen müşterek bahis ile şans oyunları oynatma hak ve yetkileri saklıdır.”
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
305
Kumar Oynama ve Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Fiilleri
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT
veya makinaları ile benzerlerini bulundurmak veya çalıştırmak veya yurda
sokmak yahut imal etmek yasaktır”.
Ceza hukukunda hukuk devleti ilkesini somutlaştıran ilke suçta ve cezada
kanunilik ilkesidir89. Suçta kanunilik ilkesi, kanun koyucunun suç teşkil eden fiili
bütün unsurlarıyla kanunda tanımlamasını gerekli kılar90. Kanunda suç teşkil
eden fiilin alelade tanımlanması kanunilik ilkesinin gereğini sağlamaz. Bir fiil
suç olarak tanımlanırken onun bütün unsurlarının kanunda tarif edilmesi,
açıkça ve herkesin anlayabileceği şekilde belirtilmesi gerekir (belirlilik ilkesi)91.
Suç teşkil eden fiilin koşullarının belirlenmesinin idari makamlara bırakılması
(beyaz hüküm-açık ceza normu) ile suçun kanuni tanımında farklı anlamlara
gelen, belirsiz ve çok kapsamlı terimler kullanmak belirlilik ilkesine aykırılık
oluşturur92. 1072 sayılı kanun m. 1 düzenlemesinin belirlilik ilkesine aykırı
olduğu görülmektedir. Zira madde metninde tadadi olarak bazı alet ve
makineler sayıldıktan sonra “benzeri” ve “benzerlerini” ifadeleri kullanılarak
suç kapsamındaki alet ve makineler bir sınırlamaya tabi tutulmamıştır. Bu
da hangi alet ve makinelerin suç kapsamında olduğu hususunda belirsizlik
oluşturmaktadır93.
89
90
91
92
93
“Nulla poena sine lege”, “nullum crimen sine lege” Koca/Üzülmez, s. 55; Artuk/Gökcen/
Alşahin/Çakır, s. 93.
Özgenç, Genel Hükümler, s. 110; Koca/Üzülmez, s. 57.
Özgenç, Genel Hükümler, s. 110, 118; Koca/Üzülmez, s. 60; Artuk/Gökcen/Alşahin/Çakır,
s. 109.
Koca/Üzülmez, s. 60, 61; Özgenç, Genel Hükümler, s. 111.
Yargıtay bir kararında “sigaramatik” tabir edilen makinenin 1072 sayılı kanunda sayılan
makineler kapsamında olduğunu belirtmiştir: “sanığın sigaramatik olarak tabir edilen
makine ile kumar oynatmaktan ibaret eyleminin uyduğu kabul edilen 1072 sayılı Kanun’un
2. maddesinde öngörülen cezanın tür ve süresine göre, bu suçla ilgili davaya bakmanın
ve delilleri değerlendirmenin Asliye Ceza Mahkemesinin görevi dahilinde olduğundan
görevsizlik kararı verilmesinde zorunluluk bulunması, bozmayı gerektirmiş” Yargıtay 2. CD,
E. 2008/14696, K. 2009/1101, Kar. Tar. 26.01.2009 (https://www.sinerjimevzuat.com.tr,
Erişim Tarihi 12.01.2018).
Yargıtay başka bir kararında somut olayda ele geçirilen “tombala kartı, numaratör ve
fişlerin” 1072 sayılı kanunda sayılan alet ve makinelerden olmadığı yönünde karar vermiştir:
“... sanığın işyerinde ele geçen 16 adet tombala kartı, muhtelif sayıdaki numaratör ve
fişlerin, 1072 sayılı Yasa kapsamında sayılan alet ve makinalardan olmadığı gözetilmeden,
yazılı şekilde aynı Yasanın 2. maddesi ile mahkumiyet kararı verilmesi” Yargıtay 2. CD, E.
2010/11619, K. 2012/4570, Kar. Tar. 28/02/2012 (Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6858).
Yargıtay bir kararında somut olayda ele geçirilen “iskambil kağıdı”nın 1072 sayılı kanunda
sayılan alet ve makinelerden olmadığı yönünde karar vermiştir: “... ele geçirilen suç eşyasının
iskambil kağıdından ibaret olması, tespit tutanağı, iddianamedeki anlatım, mahkemenin
kabulü ve hükmolunan ceza miktarı dikkate alınarak, 1072 Sayılı Yasa ile ilgisi bulunmayan
eylemin, TCK.nun 228/1.maddesi kapsamında kaldığında tereddüt bulunmadığı” Yargıtay 2.
CD, E. 2012/8359, K. 2012/15484 (Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6858).
306
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Res. Asst. Beşir BABAYİĞİT
Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama fiilleri kapsamında
değerlendirilmese bile 1072 sayılı kanun m.1’de sayılan alet ve makineleri
bulunduran, çalıştıran, yurda sokan veya imal eden kişiler bu suçtan dolayı
cezalandırılmaktadır. Suçun kanuni tanımında bir unsur olarak neticeye yer
verilmemesi sebebiyle bu suç sırf hareket suçudur. Bu sebeple sayılan alet
ve makineleri bulundurma, çalıştırma, yurda sokma veya imal etme anında
suç tamamlanmaktadır. Bu suçta yer alan alet ve makineleri bulundurma,
çalıştırma, yurda sokma veya imal etme fiilleri ile TCK m. 228 kapsamında kumar
oynanması için yer ve imkân sağlama fiilleri birbirinden ayrı fiillerdir. Öyle ki
çoğu zaman 1072 sayılı kanun m. 1’deki fiiller, TCK m. 228’deki suç açısından
hazırlık hareketi niteliğindedir. Ancak bu hazırlık hareketi niteliğindeki fiiller
1072 sayılı kanun m. 1’de suç olarak düzenlendiğinden cezalandırılabilir hale
gelmiştir. Sonuç olarak, Yargıtay’ın da kabul ettiği üzere, 1072 sayılı kanun m.
1’de yer alan suç ile TCK m. 228’de yer alan suç birbirinden bağımsız suçlardır94.
94
Karakehya’nın “Dolayısıyla bu kanun kapsamına giren makinelerle kumar oynatılıyorsa
TCK’nın 228. maddesi değil, 1072 s. Kanunun 2. maddesi uygulama alanı bulacaktır.”
(Karakehya, Kumar Oynanması, s. 712) ile Parlar/Hatipoğlu’nun “Müşterilere para ile satılan
jetonlarla çalışan otomatik makinelerle oynanan oyunlarda, kâr ve zarar talihe bağlı ise
YTCK’nın 44. maddesi (fikri içtima kuralı) gözetilerek eylemin 1072 sayılı Rulet, Tilt, Langırt ve
Benzeri Oyun Aletleri ve Makineleri Hakkında Kanunun 2. maddesinin uygulanması gerekir.”
(Parlar/Hatipoğlu, s. 3389) yönündeki görüşüne katılmamaktayız. Zira eğer bu sayılan
makinelerle kumar oynanıyorsa sayılan makineler kumar oynanması imkânını sağlasa bile,
bu imkândan önce bulundurma, yurda sokma ve imal etme sebebiyle 1072 sayılı kanun m.
1’deki suç oluşmaktadır. Üstelik iki suçtaki fiiller birbirinden bağımsız fiillerdir. Bu sebeple
tek fiille birden fazla suçun gerçekleştirilmesi de söz konusu olmamaktadır. İki suç arasında
gerçek içtima söz konusudur.
Açıklamalarımızla aynı doğrultuda Yargıtay, 1072 sayılı kanundaki suç ile TCK m. 228’deki
suçun birbirinden bağımsız olduğu ve ikisinden ayrı ayrı mahkûmiyet hükmü kurulması
gerektiği yönünde kararlar vermiştir:
“Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçu ile 1072 sayılı Kanuna aykırılık suçlarının
birbirinden bağımsız suçlar olduğu gözetilmeden yazılı biçimde tek suçtan hüküm kurulması,
karşı temyiz bulunmadığından bozma sebebi yapılmamış” Yargıtay 19. CD, E. 2015/7226,
K. 2015/7582, Kar. Tar. 23.11.2015 (https://www.sinerjimevzuat.com.tr, Erişim Tarihi
12.01.2018).
“Birbirinden bağımsız olan 1072 sayılı Kanun’a aykırılık ve 5237 sayılı Kanun’un 228/1.
maddesinde düzenlenen Kumar oynanması için yer ve imkan sağlama suçlarından
ayrı ayrı hüküm kurulması gerekirken, yazılı şekilde uygulama yapılması ve tekerrüre
esas sabıkası bulunan sanık hakkında TCK’nın 58. maddesinin uygulanmaması aleyhe
temyiz bulunmadığından bozma nedeni yapılmamıştır.” Yargıtay 19. CD, E. 2015/7213,
K. 2015/7590, Kar. Tar. 23.11.2015 (https://www.sinerjimevzuat.com.tr, Erişim Tarihi
20.12.2017).
“Birbirinden bağımsız olan 1072 sayılı Kanuna aykırılık ve 5237 sayılı Kanun’un 228/1.
maddesinde düzenlenen Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçlarından ayrı
ayrı hüküm kurulması gerekirken, yazılı şekilde bir suçtan hüküm kurulması aleyhe
temyiz bulunmadığından bozma nedeni yapılmamıştır.” Yargıtay 19. CD, E. 2015/4726,
K. 2015/7860, Kar. Tar. 30.11.2015 (https://www.sinerjimevzuat.com.tr, Erişim Tarihi
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
307
Kumar Oynama ve Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Fiilleri
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT
5. Suçun Nitelikli Halleri
TCK m. 228’deki suç bakımından üç tane nitelikli hal öngörülmüştür.
Bunlar, çocukların kumar oynaması için yer ve imkân sağlama, suçun bilişim
sistemlerinin kullanılması suretiyle işlenmesi ve suçun bir örgütün faaliyeti
çerçevesinde işlenmesidir. Bu nitelikli haller daha fazla ceza verilmesini
gerektiren nitelikli hallerdir. Söz konusu suç için daha az cezayı gerektiren
nitelikli bir hal kanunda düzenlenmemiştir95.
5.1. Çocukların Kumar Oynaması İçin Yer ve İmkân Sağlanması
Çocuk deyiminden henüz on sekiz yaşını doldurmamış kişi anlaşılır (TCK
m. 6/1-b)96. TCK’nın kişilerin çocuk olarak kabulü için getirdiği tek kriterin
yaş olduğu görülmektedir. 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu (ÇKK) da aynı
doğrultuda bir düzenleme yapmış ve kişilerin daha erken yaşta reşit olsa bile
on sekiz yaşını doldurmamışsa çocuk olarak kabul edildiği düzenlenmiştir (ÇKK
m. 3/1-a) 97.
Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçunda eğer çocukların
kumar oynaması için yer ve imkân sağlanması söz konusu ise daha fazla cezayı
gerektiren nitelikli hal gündeme gelir98 ve belirlenen temel ceza yarı oranında
95
96
97
98
20.12.2017).
“Birbirinden bağımsız olan 1072 sayılı Kanuna aykırılık ve 5237 sayılı TCK’nın 228/1.
maddesinde düzenlenen Kumar oynanması için yer ve imkan sağlama suçlarından ayrı ayrı
hüküm kurulması gerekirken, yazılı şekilde yalnızca bir suçtan hüküm kurulması” Yargıtay
19. CD, E. 2016/715, K. 2016/20790, Kar. Tar. 26.09.2016 (https://www.sinerjimevzuat.com.
tr, Erişim Tarihi 20.12.2017).
Parlar/Hatipoğlu, s. 3389; Arslan/Azizağaoğlu, s. 950.
Soyaslan, s. 563; Hafızoğulları/Özen, s. 364; Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6849; Karakehya,
Kumar Oynanması, s. 710; Gündel, s. 4533; Akbulut, Berrin (2017) Ceza Hukuku Genel
Hükümler, 4. Baskı, Adalet Yayınevi, s. 496.
Koca/Üzülmez, s. 632; Akbulut, s. 497. TCK’nın 6. maddesinin gerekçesinde “Birleşmiş
Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi hükümleri göz önünde bulundurularak, “Çocuk”
deyiminden henüz onsekiz yaşını doldurmamış olan kişilerin anlaşılması gerektiğine dair
bir tanıma yer verilmiştir.” ifadeleri yer almaktadır. 20 Kasım 1989 tarihli Birleşmiş Milletler
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin (ÇHS) 1. maddesinde “Bu Sözleşme uyarınca çocuğa
uygulanabilecek olan kanuna göre daha erken yaşta reşit olma durumu hariç, onsekiz
yaşına kadar her insan çocuk sayılır.” şeklinde çocuk tanımına yer verildiği görülmektedir.
14 Aralık 1990 tarihli Özgürlüğünden Yoksun Bırakılmış Çocukların Korunmasına İlişkin
Birleşmiş Milletler Kurallarının (Havana Kuralları) 11. maddesinin a bendinde “On sekiz
yaşın altındaki herkes çocuk sayılır.” şeklinde çocuk tanımı yapılmıştır. ÇHS, kişinin çocuk
sayılmasında ülkelerin kanunlarına göre reşit olma halini hariç tutmuştur. Ancak görüldüğü
üzere, her ne kadar ÇHS’nin çocuk tanımında “reşit olma” hali bir istisna olarak yer alsa da
hem Havana Kurallarında hem TCK ve ÇKK’da kişilerin çocuk sayılmasına ilişkin “reşit olma”
haline bir önem atfedilmemiştir. Böylece çocuk kavramı, mevzuatımızda ÇHS’den daha
geniş kapsamda yer almaktadır. Bkz. Akbulut, s. 495-497.
Soyaslan, s. 563; Hafızoğulları/Özen, s. 364; Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6843, 6849; Gören,
308
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Res. Asst. Beşir BABAYİĞİT
artırılır (TCK m. 228/2)99.
5.2. Suçun Bilişim Sistemlerinin Kullanılması Suretiyle İşlenmesi
Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçunun bilişim sistemlerinin
kullanılması suretiyle işlenmesi söz konusu ise suçun nitelikli hali gündeme
gelir (TCK m. 228/3). Suçun bu nitelikli halinde, temel halindeki ceza üzerinden
oransal bir artırım öngörülmemiştir. Kanun koyucu cezanın alt ve üst sınırını
ayrıca belirleme yoluna gitmiştir. Cezanın hem alt hem üst sınırı suçun temel
hali için öngörülen cezanın alt ve üst sınırından fazla olarak belirlenmesi
sebebiyle bu nitelikli hal, suçun daha fazla ceza verilmesini gerektiren nitelikli
halidir.
Kanunda bu nitelikli hal “suçun bilişim sistemlerinin kullanılması suretiyle
işlenmesi” şeklinde ifade edilerek fiilin tarzı belirlenmiş, bir özelleştirme
yapılmış ve böylece fiil somutlaştırılmıştır. Bu somutlaştırma sonucunda suçun
bu nitelikli hali bağlı hareketli suç özelliği göstermektedir100. Zira söz konusu
nitelikli halin gerçekleşebilmesi için yer ve imkân sağlamanın ancak bilişim
sistemlerinin kullanılması suretiyle gerçekleştirilmesi gerekir.
Nitelikli hal olarak düzenlenmeden önce de bilişim sistemlerinin
kullanılması suretiyle kumar oynanması için yer ve imkân sağlandığında TCK
m. 228/1’deki suçun oluştuğu kabul edilmekteydi. Nitekim sanal ortam da
kanunun aradığı yer sağlama şartını sağlamaktadır. Ayrıca 5651 sayılı İnternet
Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen
Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun m. 8’de hangi suçlar açısından
erişimin engellenebileceği belirtilirken bu suçlar arasında kumar oynanması
için yer ve imkân sağlama suçu da sayılmıştır. Bu da kumar oynanması için yer
99
100
s. 1264, 1265; Parlar/Hatipoğlu, s. 3389; Karakehya, Kumar Oynanması, s. 710; Arslan/
Azizağaoğlu, s. 950.
Ancak belirtmek gerekir ki suça fail, azmettiren veya yardım eden olarak çocuğun katılması
bu nitelikli hali oluşturmaz. Nitekim bu nitelikli halde aranan nitelikli unsur failin vasfına
ilişkin değildir. Suçun faili herkes olabilmektedir ve failin vasfı hem temel hal hem nitelikli
halin oluşumu bakımından bir önemi haiz değildir. Dolayısıyla bu nitelikli hal, suça iştirak
edenlerin değil, kumar oynaması için yer ve imkân sağlanan kişilerin çocuk olması halinde
söz konusu olur. Bkz. Yaşar/Gökcan/Artuç, s. 6849. Yargıtay’ın bir kararında kumar
oynanması için yer ve imkân sağlayan suça sürüklenen çocukların suçun nitelikli halinden
değil, temel halinden cezalandırılması gerektiği sonucuna ulaşılmaktadır: “Suçun işlendiği
tarihte 15-18 yaş grubunda olan suça sürüklenen çocuk hakkında, 5237 sayılı TCK.nun 228/1.
maddesinden kurulan mahkumiyet hükmünde TCK.nun 31/3. madde ve fıkrası uyarınca
indirim yapılması gerektiği gözetilmeden fazla ceza tayini … yasaya aykırı, …” Yargıtay 8.
CD, E. 2015/4470, K. 2016/1655, Kar. Tar. 17.02.2016 (https://www.sinerjimevzuat.com.tr,
Erişim Tarihi 20.12.2017).
Bağlı hareketli suçlar hakkında açıklama ve örnekler için bkz. Özgenç, Genel Hükümler, s.
172; Koca/Üzülmez, s. 122; Artuk/Gökcen/Alşahin/Çakır, s. 265, 266.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
309
Kumar Oynama ve Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Fiilleri
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT
ve imkân sağlama suçunun sanal ortamda işlenebildiğini göstermektedir101.
Bilişim sistemlerinin kullanılması suretiyle suçun işlenmesi bahsinde
7258 sayılı Futbol ve Diğer Spor Müsabakalarında Bahis ve Şans Oyunları
Düzenlenmesi Hakkında Kanun m. 5/1-b hükmü de ele alınmalıdır. Nitekim
bu fıkra düzenlemesine göre; yurt dışında oynatılan her türlü bahis ve şans
oyunlarının internet yoluyla veya sair suretle erişim sağlayarak Türkiye’den
oynanmasına imkân sağlayan kişiler cezalandırılmaktadır. Böyle bir durumda
eğer bu madde hükmüne giren bir fiil gerçekleştirilmişse özel-genel norm ilişkisi
içerisinde sadece 7258 sayılı kanun m. 5/1-b hükmünce failin cezalandırılması
yoluna gidilir.
5651 sayılı kanun m. 4/1’e göre “içerik sağlayıcı”, internet ortamında
kullanıma sunduğu her türlü içerikten sorumludur. 5651 sayılı kanun m.
5/1’e göre ise “yer sağlayıcı”, yer sağladığı içeriği kontrol etmek veya hukuka
aykırı bir faaliyetin söz konusu olup olmadığını araştırmakla yükümlü
değildir. Bu hükümler çerçevesinde kural olarak yer sağlayıcının bu suçtan
dolayı sorumluluğunun doğmayacağı düşünülmektedir102. Nitekim yer
sağlayıcı sadece yer hizmeti sağlamakta ve o yerin suç amacıyla kullanılıp
kullanılmadığını bilmekle yükümlendirilmemektedir. Ancak belirtmek gerekir
ki, iştirak hükümleri çerçevesinde yer sağlayıcının da sorumluluğu söz konusu
olabilir103. Üstelik bu suçun işlenmesi özel bir faillik gerektirmemektedir; yer
sağlayıcı aynı zamanda içerik sağlayıcı da olabilir ve bu durumda fail olarak
sorumluluğu gündeme gelebilir. Hükümlerden de anlaşıldığı üzere bu nitelikli
halden dolayı bilhassa içerik sağlayıcının failliği gündeme gelmektedir.
Nitekim içeriği hazırlayan ve sunan içerik sağlayıcıdır. Yine iştirak hükümleri
çerçevesinde başka kişilerin de sorumluluğu her zaman gündeme gelebilir.
Belirtmek gerekir ki, içerik sağlayıcı kumar oynanması için imkân sağlarken
bunu sanal ortamda, yani sanal bir yerde sağlamaktadır. İçerik sağlayıcı, 5651
sayılı kanun m. 5/1 kapsamında yer sağlayıcı olmasa da içerik sunarak insanlara
o sanal ortamda kumara erişim imkânı sağladığından hem yer hem de imkân
sağlamış olmaktadır.
101
102
103
Hafızoğulları/Özen, s. 363; Karakehya, Kumar Oynanması, s. 707; Yaşar/Gökcan/Artuç, s.
6848; Altıparmak, s. 138.
“Katılanlara ait tezlerin içerik sağlayıcılar tarafından yayımlandığı, sanık tarafından
yayımlanmadığı, dosya arasında bulunan 05.11.2012 havale tarihli davaya konu içeriklerin
kaldırıldığına dair internet çıktıları da göz önünde bulundurulduğunda, yer sağlayıcının 5651
Sayılı Kanunda tarif edilen ve sorumluluğunu gerektiren yasal şartların olayda oluşmadığı,
unsurları itibariyle oluşmayan suçtan sanığın beraati yerine yazılı şekilde mahkumiyetine
karar verilmesi” Yargıtay 19. CD, E. 2015/12260, K. 2017/7086, Kar. Tar. 20.09.2017 (https://
www.kazanci.com.tr/, Erişim Tarihi 21.11.2017).
Kaya, Mehmet Bedii (2010) Teknik ve Hukuki Boyutlarıyla İnternete Erişimin Engellenmesi,
İstanbul, Oniki Levha Yayınevi, s. 131.
310
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Res. Asst. Beşir BABAYİĞİT
Suçların bilişim sistemlerinin kullanılması suretiyle işlenmesi halinde suçun
işlendiği yer hususunda bir belirleme yapmak gerekmektedir. Kabulümüze
göre kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçunun bilişim sistemlerinin
kullanılması suretiyle işlenmesi halinde suçun işlendiği yer, bu imkânı sağlayan
kişinin (içerik sağlayıcının) bulunduğu yer ile yer sağlayıcının yer sağlama
hizmetini sunduğu yerdir104.
5651 sayılı kanun m. 8/1-a/7’ye göre; suçun Türkiye’de işlenip işlenmediğine
bakılmaksızın105 internet ortamında yapılan ve içeriği kumar oynanması için
yer ve imkân sağlama suçunu oluşturduğu hususunda yeterli şüphe sebebi
bulunan yayınlarla ilgili olarak erişimin engellenmesine karar verilmektedir106.
5.3. Suçun Bir Örgütün Faaliyeti Çerçevesinde İşlenmesi
Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçunun bir örgütün faaliyeti
çerçevesinde işlenmesi halinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır (TCK m.
228/4).
Suç işlemek amacıyla örgüt kurma, bu örgütü yönetme veya örgüte üye
olmaya TCK m. 220’de ayrı bir suç olarak yer verilmiş ve bu örgütün faaliyeti
çerçevesinde ayrı bir suç işlenirse ayrıca bu suçtan da ceza verilmesi yoluna
gidileceği düzenlenmiştir107. Bu kapsamda, TCK m. 228’deki suçun bir örgütün
faaliyeti çerçevesinde işlenmesi halinde bu suçlara katkısı bulunanların hem
TCK m. 220 hem de TCK m. 228/4 kapsamında sorumlulukları doğrultusunda
cezalandırılması yoluna gidilir. Ayrıca örgüt yöneticisinin TCK m. 220/5 hükmü
uyarınca kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçunun bir örgütün
faaliyeti çerçevesinde işlenmesi nitelikli halinden fail olarak sorumluluğuna
gidilir.
104
105
106
107
Akbulut, s. 136.
Kaya, s. 83.
5651 sayılı kanun m. 8/1: “İnternet ortamında yapılan ve içeriği aşağıdaki suçları oluşturduğu
hususunda yeterli şüphe sebebi bulunan yayınlarla ilgili olarak erişimin engellenmesine
karar verilir:
a) 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda yer alan;
1) İntihara yönlendirme (madde 84),
2) Çocukların cinsel istismarı (madde 103, birinci fıkra),
3) Uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanılmasını kolaylaştırma (madde 190),
4) Sağlık için tehlikeli madde temini (madde 194),
5) Müstehcenlik (madde 226),
6) Fuhuş (madde 227),
7) Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama (madde 228),
suçları”.
Suç örgütleri hakkında daha geniş açıklamalar için bkz. Özgenç, İzzet (2017) Suç Örgütleri,
9. Bası, Ankara, Seçkin Yayınevi, s. 11 vd.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
311
Kumar Oynama ve Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Fiilleri
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT
SONUÇ
Kumar, TCK m. 228/6’daki tanıma göre, kazanç amacıyla icra edilen ve kâr
ve zararın talihe bağlı olduğu oyunlardır. Bu sebeple kumarın, kazanç amacıyla
oynanma ve oyunda kâr ve zararın talihe bağlı olması şeklinde iki unsuru
bulunmaktadır. Bu unsurların sağlandığı oyunlar her ne şekilde adlandırılıyor
olursa olsun ceza hukuku açısından kumar olarak kabul edilmektedir.
Kumar oynanması fiili, KK m. 34’te kabahat olarak düzenlenmiştir ve bu
sebeple hukuka aykırı bir fiil olduğu hususunda tereddüt yoktur.
Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama fiilleri ise, TCK m. 228’de
suç olarak tanımlanmıştır. Bu suçun oluşabilmesi için hem yer hem de imkân
sağlanmalıdır. Yer sağlama, aleniyet arz edip etmemesine bakılmaksızın
herhangi bir yer olabileceği gibi, sanal ortam da yer olarak kabul edilmektedir.
Önemli olan sağlanan yerin kumar oynamaya elverişli olmasıdır. Kumar
oynanması için imkân sağlama fiilinin kapsamı yer sağlama fiiline göre daha
geniştir. Kumar oynanması için imkân sağlayan her türlü aletin temin edilmesi,
kumar oynanması için duyuru yapılması, kişilerin kumar oynanacak yere
götürülmesi gibi davranışlar imkân sağlama kapsamında değerlendirilmektedir.
Yer sağlama da imkân sağlama içinde değerlendirilebilir, ancak her yer sağlama
kumar oynanması için imkânın da sağlandığı anlamına gelmemektedir.
TCK m. 228’deki suç; çok, birleşmiş ve serbest hareketli olup sırf hareket
suçu ve kesintisiz suç vasfındadır. Ayrıca suçun kanuni tanımında bir zararın
ortaya çıkmasının aranmaması ve somut bir tehlikeye yer verilmemesi
sebebiyle bu suç soyut tehlike suçudur.
7258 sayılı kanunun 5. maddesinin 1. fıkrasının a ve b bentlerindeki
fiiller ve 6132 sayılı kanunun 7. maddesindeki müşterek bahisler veya yarış
piyangosu tertip ve tanzim etmek fiilleri, TCK m. 228’deki suça göre özel norm
teşkil etmekte ve suçun kanuni tanımına uygun düşmesi halinde TCK m. 228
hükmü değil, 7258 ve 6132 sayılı kanunlardaki suç hükümleri uygulama alanı
bulmaktadır. 1072 sayılı kanundaki suç ile TCK m. 228’deki suç arasında özelgenel norm ve bileşik suç ilişkisi bulunmayıp bu suçlar birbirinden bağımsızdır.
Çocukların kumar oynaması için yer ve imkân sağlanması, suçun bilişim
sistemlerinin kullanılması suretiyle veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde
işlenmesi hallerinde TCK m. 228/1’deki suçun daha fazla cezayı gerektiren
nitelikli hali gündeme gelmektedir.
Sonuç olarak gerek kumar oynama gerek kumar oynanması için yer
ve imkân sağlama fiilleri hukuka aykırılık teşkil etmekte ve ceza hukuku
vasıtasıyla bir yaptırıma tabi tutulmaktadır. Kumar oynanması kabahat olarak
düzenlenmişken, kumar oynanması için yer ve imkân sağlama fiilleri, madde
312
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Res. Asst. Beşir BABAYİĞİT
gerekçesinde ifadesini bulduğu üzere, sosyal açıdan ortaya çıkarabileceği
büyük tehlikeler ve doğurması olası facialar göz önüne alınarak suç olarak
düzenlenmiştir. Kumar aynı zamanda ahlaka aykırı bir faaliyettir ve bu
düzenlemelerle genel ahlakın da korunmaya çalışıldığı söylenebilir. Ultima
ratio özellik arz eden ceza hukuku yaptırımları ahlaka aykırı olan kumar
faaliyetlerinin önüne geçebilmek için bilhassa genel önleme fonksiyonu
açısından önemi haizdir.
*****
KAYNAKÇA
Akbulut, Berrin (2017) Ceza Hukuku Genel Hükümler, 4. Baskı, Adalet Yayınevi.
Akev, Sahir Talat (1964) Türk Hususî Hukukunda Kumar ve Bahis, İstanbul,
Sulhi Garan Matbaası.
Altıparmak, Cüneyd (2008) ‘Kumar Kabahati’ Terazi Hukuk Dergisi, S. 19,
Ankara, Seçkin Yayınevi, s. 133-140.
Artuk, M. Emin/Gökcen, Ahmet/Alşahin, M. Emin/Çakır, Kerim (2017) Ceza
Hukuku Genel Hükümler, 11. Baskı, Ankara, Adalet Yayınevi.
Çağlayan, M. Muhtar (1970) En Son Tâdilleriyle Birlikte Gerekçeli, Notlu ve
İçtihatlı Türk Ceza Kanunu, C. 3, Ankara, Yarı Açık Cezaevi Matbaası.
Arslan, Çetin/Azizağaoğlu, Bahattin (2004) Yeni Türk Ceza Kanunu Şerhi,
Ankara, Asil Yayınevi.
Donay, Süheyl (2007) Türk Ceza Kanunu Şerhi, İstanbul, Beta Yayınevi.
Erdurak, Yılmaz Güngör (1991) Türk Ceza Kanunu, 2. Bası, Ankara, Seçkin
Yayınevi.
Erem, Faruk (1993) Türk Ceza Kanunu Şerhi Özel Hükümler, C. 3, Ankara,
Seçkin Yayınevi.
Feyzioğlu, Feyzi Necmeddin (1958) ‘Cezaî ve Hukukî Cepheleriyle Kumar ve
Bahis’ Ahmet Esat Arsebük’ün Aziz Hâtırasına Armağan, Ankara, Güzel İstanbul
Matbaası.
Göktürk, Neslihan (2013) Fikri İçtima (Suçların İçtimaı), Ankara, Adalet
Yayınevi.
Gören, Sami (2012) En Son Değişikliklerle Açıklamalı-İçtihatlı 5237 Sayılı Türk
Ceza Kanunu, Ankara.
Gözübüyük, Abdullah Pulat (1988) Alman, Fransız, İsviçre ve İtalyan Ceza
Kanunlariyle Mukayeseli Türk Ceza Kanunu Gözübüyük Şerhi, C. 4, 5. Bası,
İstanbul, Kazancı Hukuk Yayımları.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
313
Kumar Oynama ve Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Fiilleri
Arş. Gör. Beşir BABAYİĞİT
Gündel, Ahmet (2009) Yeni Türk Ceza Kanunu Açıklaması, Ankara.
Hafızoğulları, Zeki/Özen, Muharrem (2016) Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler
Topluma Karşı Suçlar, 2. Baskı, Ankara, US-A Yayıncılık.
Hakeri, Hakan (2007) ‘Ceza Hukukunda Önemsiz Hareketler’ Türkiye Barolar
Birliği Dergisi, S. 69, s. 55-96.
Karakehya, Hakan (2013) ‘Kumar Kabahati (Kabahatler K. m. 34)’ Erciyes
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, S. 2, Ankara, Seçkin Yayınevi, s. 229-242.
Karakehya, Hakan (2013) ‘Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Suçu’
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, S. 2 (Prof.
Dr. Nur Centel’e Armağan), s. 699-713 (Karakehya, Kumar Oynanması).
Kaya, Mehmet Bedii (2010) Teknik ve Hukuki Boyutlarıyla İnternete Erişimin
Engellenmesi, İstanbul, Oniki Levha Yayınevi.
Koca, Mahmut/Üzülmez, İlhan (2017) Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 10.
Baskı, Ankara, Seçkin Yayınevi.
Meran, Necati (2007) Açıklamalı İçtihatlı Yeni Türk Ceza Kanunu, 2. Baskı,
Ankara, Seçkin Yayınevi.
Özen, Mustafa (2007) ‘Kumar Oynanması İçin Yer ve İmkân Sağlama Suçu’
Terazi Hukuk Dergisi, S. 15, Ankara, Seçkin Yayınevi, s. 73-76.
Özker, Nihat (1946) Suç-Ceza ve Sosyete Bakımlarından Kumar, İzmir, Ticaret
Basımevi.
Özgenç, İzzet (2017) Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 13. Bası, Ankara,
Seçkin Yayınevi (Özgenç, Genel Hükümler).
Özgenç, İzzet (2017) Suç Örgütleri, 9. Bası, Ankara, Seçkin Yayınevi.
Özek, Çetin (1963) ‘Türk Ceza Hukukunda Kumar Suçu’ İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Mecmuası, s. 121-156.
Parlar, Ali/Hatipoğlu, Muzaffer (2008) Açıklamalı-Yeni İçtihatlarla 5237 Sayılı
Türk Ceza Kanunu Yorumu, C. 4, Ankara, Seçkin Yayınevi.
Savaş, Vural/Mollamahmutoğlu, Sadık (1998) Türk Ceza Kanunu Yorumu, C.
4, 2. Baskı, Ankara, Seçkin Yayınevi.
Soyaslan, Doğan (2016) Ceza Hukuku Özel Hükümler, 11. Baskı, Ankara, Yetkin
Yayınları.
Şahbaz, İbrahim (2016) Açıklamalı ve İçtihatlı Türk Ceza Kanunu, C. 2, Ankara,
Yetkin Yayınevi.
314
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Acts of Gambling and Providing Place and Facility for Gambling
Res. Asst. Beşir BABAYİĞİT
Şen, Ersan (2017) ‘Kumar, Bahis ve Şans Oyunları Oynatma Suçu’
Yorumluyorum-16, Ankara, Seçkin Yayınevi, s. 183-207.
Tuğlacı, Pars (1971) 20. Yüzyıl Ansiklopedik Türkçe Sözlük, 2. Cilt, İstanbul, Pars
Yayınevi.
Yalvaç, Gürsel (2008) Karşılaştırmalı Gerekçeli İçtihatlı Türk Ceza Kanunu,
Ankara, Adalet Yayınevi.
Yaşar, Osman/Gökcan, Hasan Tahsin/Artuç, Mustafa (2014) Yorumlu
Uygulamalı Türk Ceza Kanunu, C. 5, 2. Bası, Ankara, Adalet Yayınevi.
http://kararlaryeni.anayasa.gov.tr/Karar/Content/f1bf61e4-9c31-49deb819-e1c85dab5183?excludeGerekce=False&wordsOnly=False, Erişim Tarihi
21.11.2017.
https://www.kazanci.com.tr
https://www.sinerjimevzuat.com.tr
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts, Erişim Tarihi 31.10.2017.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
315
VASİYETNAMENİN GERİ ALINMASI
Withdrawal of Testament
Arş. Gör. Dilşah Büşra KARTAL1
Geliş Tarihi: 02.06.2017
ÖZET
Vasiyetname, tek taraflı olarak
düzenlenen bir ölüme bağlı tasarruftur.
Bundan dolayı, bir vasiyetname her zaman
geri alınabilir. Vasiyetnamelerin geri
alınması usulleri dört tanedir. İlk olarak,
mirasbırakan geri alma vasiyetnamesi
düzenleyerek
vasiyetnamesini
geri
alabilir. Geri alma vasiyetnamesi kanunda
öngörülen şekillerden birine uyularak
yapılmalıdır. Bu halde, ilk vasiyetname,
açık bir geri alma beyanına dayalı olarak
ortadan kalkar. Mirasbırakan, geri alma
iradesini açıkça içermeyen yeni bir
vasiyetname de düzenleyebilir. Böyle
bir durumda da, ikinci vasiyetname
ilkini ortadan kaldırır. Ancak, ikinci
vasiyetnamenin ilkini tamamladığı kuşkuya
yer bırakmayacak şekilde anlaşılırsa, iki
vasiyetname birlikte uygulanır. Yani burada
bir geri alma karinesi vardır ve aksi ispat
edilebilir. Bu ihtimalde geri alma sonucu
doğmaz. Mirasbırakan, vasiyetnamesi ile
birine bıraktığı mal üzerinde, hayatta iken
tasarrufta bulunursa vasiyetname geri
alınmış sayılır. Son olarak, mirasbırakan
vasiyetnamesini yok ederek de geri
alabilir. Vasiyetnamenin üzerinin çizilmesi,
karalanması da yok etme sonucunu
doğurur. Geri alma vasiyetnamesinin geri
alınması da mümkündür. Bu durumda,
ilk vasiyetnamenin tekrar yürürlüğe girip
girmeyeceği yorum sorunudur.
Anahtar Kelimeler: vasiyetname,
vasiyetnamenin geri alınması, ölüme bağlı
tasarruf, vasiyetnameyi yok etme, geri
alma, tek taraflı hukuki işlem
1
Kabul Tarihi: 01.02.2018
ABSTRACT
A testament is a unilateral testamentary
disposition. Thus a testament may always be
withdrawn. There are four ways to withdraw
a testament. Firstly, a testator may prepare
a testament of withdrawal to withdraw a
testament. The testament of withdrawal
should be prepared in accordance with the
methods prescribed by law. In this way, the
first testament is withdrawn depending on
a clear will of withdrawal. The testator may
prepare a new testament which does not
include a clear will of withdrawal. Even in
such a case, the second testament abolishes
the first one. However, if it is clear that the
second testament certainly completes the
first one, two testaments are applied together.
In other words, there is a presumption of
withdrawal and the contrary may be proved.
In this possibility, the result of withdrawal may
not occur. A testament is deemed withdrawn,
if the testator, while alive, disposes of the
property that he left to someone through the
testament. Finally, the testator may withdraw
his testament by destroying it. A testament
is deemed destroyed if it is crossed out or
scribbled. It is possible to withdraw the
testament of withdrawal. In this case, it is
a matter of interpretation whether the first
testament revives or not.
Key Words: testament, withdrawal of testament, testamentary disposition, destroying
a testament, withdrawal, unilateral legal transaction
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni Hukuk Ana Bilim Dalı
Araştırma Görevlisi, dbkartal@fsm.edu.tr.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
317
Vasiyetnamenin Geri Alınması
Arş. Gör. Dilşah Büşra KARTAL
GİRİŞ
Mirasbırakanın malvarlığına ilişkin son isteklerini, vefatı üzerine
hüküm doğurmak üzere aktardığı vasiyetnameler, tek taraflı ölüme bağlı
tasarruflardır2. Vasiyetname düzenlenirken lehine tasarrufta bulunulan
kişilerden izin alınması veya söz konusu tasarruflar ile mutlak surette bağlılık
söz konusu değildir. Nitekim, vasiyetnamelerin ölüm anına kadar her zaman
için geri alınabilmeleri mümkündür. “Vasiyetnamenin Geri Alınması” başlığını
verdiğimiz bu çalışmamızda da, mirasbırakanın hangi şekil ve şartlara uyarak,
ölüme bağlı tasarrufunun hükümlerini doğurmasını engelleyebileceği
incelenmektedir.
Çalışmamızın ilk bölümünde vasiyetnamenin geri alınması genel olarak
açıklanacak, ikinci bölümde ise kanunda öngörülmüş olan geri alma usulleri
ayrı alt başlıklar halinde incelenecektir. Çalışmamızın son bölümünde ise,
mirasbırakanın geri alma işlemini de geri almasının doğuracağı hukuki sonuçlar
incelenecektir.
I. GENEL OLARAK
Kanun koyucu vasiyetnamenin geri alınmasını MK m. 542 ila m. 544
hükümleri arasında düzenlemiştir. Bu düzenlemeler, vasiyetnamenin geri
alınmasının birer türünü teşkil etmekte olup, geri alma kavramını tanımlayan
ve geri alma yollarının tamamını kapsayan genel bir hüküm bulunmamaktadır3.
Kaldı ki, kanunda “Geri Alma” kavramı da kullanılmamakta; müessese
“Vasiyetten Dönme” üst başlığı altında incelenmektedir. Doktrinde haklı olarak
ifade edildiği üzere, dönme, karşılıklı borç doğuran sözleşmelerde söz konusu
olup, tek taraflı işlemlerde bunun karşılığı geri almadır4. Biz de bu gerekçe
ile, çalışmamız kapsamında, vasiyetten dönme yerine, vasiyetnamenin geri
alınması ifadesini kullanmayı tercih ediyoruz.
Vasiyetnamenin geri alınması, kanunun öngördüğü biçimde
gerçekleştirilecek gerek tek taraflı gerekse iki taraflı ölüme bağlı veya
sağlararası tasarruflar ile mevcut bir vasiyetnamenin hüküm doğurmasının
engellenmesini ifade eder5. Geri alma usullerine ilişkin incelemeye girmeden
2
3
4
5
318
Mehmet Serkan Ergüne, Vasiyetnamenin Yorumu, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2011,
s. 24.
Ömer Bağcı, “Vasiyetnamenin Geri Alınması”, Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul, 2012, s. 82.
Rona Serozan/Baki İlkay Engin, Miras Hukuku, 4. Bası, Ankara, Seçkin Yayıncılık, 2014, s.
360; Hüseyin Hatemi, Miras Hukuku, 6. Bası, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2017, s. 112;
Ergüne, s. 13 dn. 443.
Benzer bir tanım için bkz. Bağcı, s. 51.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Withdrawal of Testament
Res. Asst. Dilşah Büşra KARTAL
önce, ilk ve en genel kuralın; vasiyetnamenin, tek taraflı bir hukuki işlem
olması nedeniyle, düzenleyen tarafından ölümüne kadar her zaman geri
alınabilmesinin mümkün olması olduğunu belirtmek gerekir6.
Vasiyetnamenin geri alınmasına ilişkin bir genel hüküm bulunmaması,
vasiyetnamenin geri alınmasına ilişkin ilk yol olan ve geri alma vasiyetnamesini
düzenleyen MK m. 542 hükmünün, içeriği itibariyle, genel hüküm olarak
da uygulanabileceği yönünde bir eğilim yaratmıştır7. Aşağıda ayrıntılı
olarak inceleyeceğimiz MK m. 542’nin, bu bölümde sadece diğer geri
alma yollarını da etkileyen iki yönüne dikkat çekmek isteriz. İlk olarak,
MK m. 542/I hükmü, mirasbırakanın, yeni bir vasiyetname yaparak önceki
vasiyetnamesini “her zaman” geri alabileceğini düzenlemektedir. Hükümde
geçen “her zaman” ifadesi, MK m. 542’ye emredici nitelik kazandırıldığı
şeklinde yorumlanmaktadır8. Hükmün emredici niteliği de, mirasbırakanın
vasiyetnameyi geri alma hakkından feragat ettiğine ilişkin beyanlarının veya
hukuki işlemlerinin tüm geri alma usulleri bakımından geçersizliği sonucunu
doğurmaktadır9.
6
7
8
9
Necip Kocayusufpaşaoğlu, Miras Hukuku, 3. Bası, İstanbul, Filiz Kitabevi, 1987, s.
231; Serozan/Engin, s. 279; M. Kemal Oğuzman, Miras Hukuku, 6. Bası, İstanbul, Filiz
Kitabevi, 1995, s. 176; İlhan Öztrak, Tek Taraflı Ölüme Bağlı Tasarruflardan Rücu ve
Vasiyetnamenin Ziyaı, Ankara, Sevinç Matbaası, 1964, s. 15; O. Gökhan Antalya, Miras
Hukuku, 3. Bası, İstanbul, Legal Kitabevi, 2015, s. 140; Andrea Dorjee-Good, Erbrecht
Art. 457-640 ZGB: CHK – Handkommentar zum Schweizer Privatrecht, 3. Bası, 2016, Art.
509-511, N. 1 (Swisslex, Çevrimiçi: 31.1.2018). “…Vasiyet tek taraflı bir hukuki işlemdir. Bu
özelliği nedeniyle vasiyetten dönüş ( rücu ) hiç kimsenin muvafakatına tabi tutulmamıştır.
Vasiyetçi dilediği zaman ve neden göstermeksizin vasiyetinden dönebilir…” YARG. HGK
6.11.2002 t. 2002/2-874 E. 2002/893 K. (www.kazanci.com, çevrimiçi: 17.11.2015).
Miras sözleşmelerinde ise tek taraflı olarak dönme imkanı oldukça sınırlı olup, MK m.
546/II-III ve MK m. 547’de düzenlenmiştir. MK m. 546/II-III’e göre miras sözleşmesinden
dönebilmek için mirasçılıktan çıkarma sebeplerinden biri gerçekleşmelidir ve mirasbırakan
vasiyetname şekillerinden birine uyarak miras sözleşmesini ortadan kaldırmalıdır. MK
m. 547’ye göre ise, miras sözleşmesi ile sağlararası edimleri talep hakkı doğan taraf, bu
edimler yerine getirilmez veya güvenceye bağlanmazsa, borçlar hukuku kurallarına göre
sözleşmeden dönme hakkı kazanmaktadır. Bu hususta ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa
Dural, Miras Sözleşmeleri, İstanbul, Fakülteler Matbaası, 1980, s. 230-262.
Bağcı, s. 83.
Arnold Escher, Medeni Kanun Şerhi Miras Hukuku, Çev. Şakir Ansay, Ankara, Yeni Cezaevi
Basımevi, 1949, s. 352; Öztrak, s. 15; Bağcı, s. 81.
Oğuzman, s. 176; Serozan/Engin, s. 360; Escher, s. 352; Zahit İmre/Hasan Erman, Miras
Hukuku, 13. Bası, İstanbul, Der Yayınları, 2017, s. 102; Bilge Öztan, Miras Hukuku, 8. Bası,
Ankara, Turhan Kitabevi, 2017, s. 209; Bağcı, s. 82; Antalya, s. 140; Pia Badertcher, ZGB
Kommentar Schweizerisches Zivilgesetzbuch: OFK – Orell Füssli Kommentar (Navigator.
ch), 3. Bası, 2016, Art. 509, N. 1 (Swisslex, çevrimiçi: 29.1.2018) . Kanun koyucu serbestçe
geri alınamayacak bir ölüme bağlı tasarruf türü olarak miras sözleşmesini düzenlediğinden,
ölüme bağlı tasarrufu ile bağlı olmak isteyen mirasbırakanın, bu yola başvurması pekâlâ
mümkündür. Bu ihtimalde dahi, miras sözleşmesinin içeriğinde yalnızca vasiyetnameye
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
319
Vasiyetnamenin Geri Alınması
Arş. Gör. Dilşah Büşra KARTAL
MK m. 542’nin genel hüküm olarak önem arz eden ikinci yönü, kısmi geri
almalardır. MK m. 542/II hükmü vasiyetnamenin tamamının değil, bir kısmının
geri alınmasını da hukuken geçerli kabul etmiştir. Vasiyetnamenin kısmen
geri alınması halinde, geri alınmayan ölüme bağlı tasarruflar geçerli kalmaya
devam edecektir10. Bu sonuç, vasiyetnamenin diğer geri alınması usulleri
bakımından da geçerlidir11.
Son olarak, kanun koyucu, geri alma vasiyetnamesine ilişkin MK m. 542
hükmünün yanı sıra üç farklı geri alma usulü daha öngörmüştür. Bunlar;
vasiyetname ile bağdaşmayan sonraki ölüme bağlı tasarruf, yok etme ve vasiyet
edilen malvarlığı değeri üzerinde sağlararası tasarruf olarak ayrılmaktadır.
Aşağıda tüm bu sona erme türleri ayrıntılı olarak incelenecektir.
II. VASİYETNAMEYİ GERİ ALMA USULLERİ
A. YENİ BİR ÖLÜME BAĞLI TASARRUF İLE VASİYETNAMENİN GERİ
ALINMASI
Vasiyetnamenin geri alınması denildiğinde akla ilk gelen yol, mirasbırakanın
yeni bir ölüme bağlı tasarruf düzenleyerek önceki vasiyetnamesini hükümden
düşürmesidir. Kanun koyucu bunun için iki yöntem öngörmüştür. Mirasbırakan
ya geri alma amacına özgülenmiş bir vasiyetname (MK m. 542) düzenleyecektir
ya da açık bir geri alma beyanı bulunmaksızın önceki ile bağdaşmayan yeni bir
ölüme bağlı tasarruf (MK m. 544/I) yapacaktır. Hangi metodu seçerse seçsin,
burada geri alma iradesi şekli anlamda ölüme bağlı bir tasarruf ile dış dünyaya
yansımaktadır.
10
11
320
konu olabilecek bir takım tasarruflar yer almakta ise, bu ölüme bağlı tasarruflar bakımından
da vasiyetname hükümleri uygulanacağından geri alınmaları engellenemeyecektir. Bkz.
Oğuzman, s. 176.
Oğuzman, s. 176-177; Öztrak, s. 78. Kısmen geri almada, geri alınmayan kısmın tek
başına hüküm ifade etmemesi halinde vasiyetnamenin tamamen geri alınmış sayılacağı
hususunda bkz. Mustafa Dural/Turgut Öz, Türk Özel Hukuku – Miras Hukuku, C. IV, 11.
Bası, İstanbul, Filiz Kitabevi, 2017, s. 110; Öztrak, s. 79; Öztan, s. 209; Ergüne, s. 175 dn.
448; Bağcı, s. 293.
Öztrak, s. 80; Bağcı, s. 292. Nitekim Yargıtay da, MK m. 542 dışındaki geri alma yollarına
başvurulan olaylarda bu yönde karar vermektedir. Örneğin; “Murisin, taşınmazının
2/6’şardan toplam 4/6 hissesini ve bu hisselere ayrılan ( 2 ) ve ( 3 ) nolu meskenlerini,
sağlığında, oğulları Ahmet ve Mehmet’e vasiyetname ile bağdaşmayacak şekilde
sağlararası tasarrufla temlik etmesi, bu hisseler ve ( 2 ) ve ( 3 ) nolu meskenler yönünden
vasiyetnameden rücu edildiğini gösterir. (TMK.544/2) Ancak, murisin uhdesinde kalan 2/6
hisse ve bu hisseye tekabül eden ( 1 ) nolu mesken üzerinde muris lehine tesis edilmiş
olan kat irtifakı yönünden vasiyetname ayakta ve geçerliliğini sürdürmektedir. O halde
vasiyetnamenin tamamen iptalini sonucunu doğuracak şekilde karar verilmesi usul ve
yasaya aykırıdır.” YARG. 2. HD 3.3.2004 t. 2004/1807 E. 2004/2635 K. (www.kazanci.com,
çevrimiçi: 02.11.2015).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Withdrawal of Testament
Res. Asst. Dilşah Büşra KARTAL
1. VASİYETNAMENİN GERİ ALINDIĞINI BELİRTEN YENİ BİR VASİYETNAME
YAPILMASI
Geçerli biçimde düzenlenmiş bir vasiyetnameyi, yine ölüme bağlı bir
tasarruf ile geri almak için başvurulabilecek yollardan ilki MK m. 542 uyarınca
geri alma vasiyetnamesi yapmaktır. MK m. 542, bu hususu şu şekilde hüküm
altına almıştır:
“Mirasbırakan, vasiyetname için kanunda öngörülen şekillerden birine
uymak suretiyle yeni bir vasiyetname yaparak önceki vasiyetnameden her
zaman dönebilir.
Vasiyetnamenin tamamından veya bir kısmından dönülebilir.”
Mirasbırakanın, MK m. 542/I’e göre düzenleyeceği geri alma
vasiyetnamesinin ancak kanunda öngörülen vasiyetname şekillerinden birine
uygun olarak yapılması gerektiği hükümde açıkça belirtilmiştir12. Öte yandan
geri alma vasiyetnamesinin, ilk vasiyetname ile aynı şekilde düzenlenmesi
gerekmez. Bundan dolayı, örneğin; sözlü bir vasiyetle, el yazılı veya resmi
şekilde düzenlenmiş bir vasiyetnamenin geri alınması veya bunun tam tersi
mümkündür13. Önemli olan, ikinci vasiyetnamede, geri alma iradesinin
12
13
Bir kişinin vasiyetnameyi geri alma iradesini noter nezdinde tespit ettirip tutanak tutturması
kanunda öngörülen vasiyetname şekillerinden birine uymadığından vasiyetnamenin geri
alma sonucu doğurmaz. Bkz. “…Dayanılan belge ölenin, rücu iradesini genel olarak Notere
tesbit ettirmesinden ibaret bulunmaktadır. Oysa rücuun hukuki sonuç doğurabilmesi için,
iradenin açıklanması yeterli olmayıp rücu için seçilen vasiyet şekline uygun bir belgenin
düzenlenmiş olması şarttır. Eğer düzenlemede bir eksiklik varsa, rücu iradesi hukuki
netice meydana getirmez. Davaya konu 16.7.1969 günlü belge resmî vasiyet niteliğinde
bulunmadığına göre, buna dayanılarak 14.4.1956 günlü vasiyetnamenin geçersizliği ileri
sürülemez...” YARG. 2. HD 17.11.1972 t. 1972/5977 E. 1972/6472 K. (www.kazanci.com,
çevrimiçi: 18.11.2015). Aynı yönde: YARG. 2. HD 19.11.1982 t. 1982/8099 E. 1982/8586 K.
(www.kazanci.com, çevrimiçi: 17.11.2015).
Kocayusufpaşaoğlu, s. 231; Escher, s. 353; Oğuzman, s. 176; Serozan/Engin, s. 361;
Dural/Öz, s. 110; Hatemi, s. 112; Bağcı, s. 126; Dorjee-Good, Art. 509-511, N. 4; Peter
Weimar, Die Gesetzlichen Erben; Die Verfügungsfahigkeit, Die Verfügungsfreiheit,
Die Verfügungsarten, Die Verfügungsformen, Art. 457-516 ZGB Schweizerisches
Zivilgesetzbuch, Das Erbrecht, Die Erben, Die Verfügungen von Todes wegen: BK – Berner
Kommentar Band/Nr. III/1/1/1, 2009, Art. 511, N. 3 (Swisslex, Çevrimiçi. 31.1.2018).
Ancak sözlü bir vasiyetin, el yazılı veya resmi şekilde düzenlenmiş bir vasiyetname ile
geri alınması halinde, bu imkanın sadece sözlü vasiyetin MK m. 541 uyarınca hükümden
düşmesine kadar söz konusu olacağına dikkat edilmelidir. Bağcı, s. 127. “…Önceki tarihli
vasiyetnamenin geri alınması amacıyla yapılan sonraki tarihli vasiyetnamenin istenilen
sonuçları doğurabilmesi için kanunda gösterilen şekil şartlarına uygun bulunması
gerekmektedir. Mahkemenin de kabulünde olduğu üzere 7.9.2001 tarihli el yazılı
vasiyetname geçersiz olmakla 27.7.1995 tarihli el yazılı vasiyetnamenin geri alındığından
söz edilemez...” YARG. 2. HD 8.11.2006 t. 2006/14226 E. 2006/15235 K. (www.kazanci.
com, çevrimiçi: 19.11.2015).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
321
Vasiyetnamenin Geri Alınması
Arş. Gör. Dilşah Büşra KARTAL
mevcut olmasıdır14. Kanunda her ne kadar “vasiyetname” ifadesini kullanılsa
da; bir vasiyetnamenin, miras sözleşmesi ile geri alınması da mümkün olup,
bu halde geri alma beyanına ilişkin kısmın miras sözleşmesinin tek taraflı irade
beyanıyla geri alınabilecek içeriğini oluşturduğu kabul edilmektedir15.
Mirasbırakan geri alma iradesini, açıkça geri alma beyanında bulunmak
yerine, miras paylaşımında yasal mirasçılık hükümlerinin geçerli olmasını
istediğini sonraki vasiyetnamesinde beyan etmek suretiyle dolaylı olarak da
açıklayabilir16. Geri alma vasiyetnamesinin, vasiyetnameler için aranan ehliyet
gibi diğer geçerlilik şartlarını da barındırması gerekli olup, aksi halde iptal
yaptırımı söz konusu olabilecektir17.
Geri alma vasiyetnamesi, sadece geri alma amacına yönelerek başka
hiçbir tasarruf içermeden düzenlenebileceği gibi, geri almaya ek olarak
başka tasarruflar da içerebilir18. Böyle bir ihtimalde, MK m. 542 anlamında
bir vasiyetname mi, yoksa aşağıda ayrıntılı biçimde inceleyeceğimiz üzere, MK
m. 544/I’e göre düzenlemiş bir ölüme bağlı tasarruf mu söz konusu olduğu
sorusu gündeme gelebilir. MK m. 544/I, açık bir geri alma beyanı içermemekle
beraber, ilk vasiyetname ile bağdaşmayan yeni tarihli bir ölüme bağlı tasarruf
yapılarak vasiyetnamenin geri alınmasını düzenlemektedir. Bu bakımdan, MK
m. 542’de esas olan geri alma iradesinin açık biçimde açıklanması iken; MK m.
544/I’de yeni ölüme bağlı tasarruflar yoluyla zımni bir açıklama söz konusudur.
Bu noktada iki farklı sonuca varılabilir. Vasiyetnamede açık veya dolaylı bir geri
alma beyanı olmasına ağırlık verilerek MK m. 542’nin uygulanması veya tam
tersi olarak, vasiyetnamedeki diğer ölüme bağlı tasarruflara ağırlık verilerek
MK m. 544/I’in uygulanması daha uygun görülebilir.
Doktrinde, bu sorunun cevabının bir yorum meselesi olduğu ifade
edilerek, ortalama bir çözüm yolu önerilmiştir. Bu görüşe göre19, vasiyetname
geri alma beyanından soyutlanarak yorumlanmalıdır. Bunun için de, geri
alma vasiyetnamesindeki geri alma dışındaki tasarruflara ilişkin kısım
değerlendirildiğinde, MK m. 544/I kapsamında geri alma sonucu doğuracak
nitelikte olup olmadıkları tespit edilmelidir. Eğer, söz konusu tasarruflar, başlı
başına geri alma sonucu doğuracak nitelikte ise tüm geri alma vasiyetnamesi
bakımından MK m. 544/I; aksi halde ise MK m. 542 uygulanmalıdır. İki
hüküm arasındaki pratik fark, MK m. 544/I kapsamına giren hallerde ikinci
vasiyetnamenin, kuşku bırakmayacak şekilde ilkini tamamladığı anlaşılırsa
ikisinin de yürürlükte kalabilme ihtimali olmasındadır. Kanaatimizce, iki
14
15
16
17
18
19
322
Oğuzman, s. 176.
Kocayusufpaşaoğlu, s. 231; Oğuzman, s. 176; Dural/Öz, s. 110; Öztrak, s. 33.
Ergüne, s. 175; Bağcı, s. 131-132.
Oğuzman, s. 176; Dural/Öz, s. 110; İmre/Erman, s. 103.
Serozan/Engin, s. 361; Badertscher, Art. 509, N. 5.
Bağcı, s. 132.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Withdrawal of Testament
Res. Asst. Dilşah Büşra KARTAL
hüküm arasındaki bu fark, değerlendirme yaparken dikkate alınmalıdır. Geri
alma vasiyetnamesinde net olarak anlaşılan bir geri alma beyanı olduğundan,
her ne kadar vasiyetnameye başka ölüme bağlı tasarruflar eklenmiş olsa da,
mirasbırakanın iradesinin, iki ölüme bağlı tasarrufun bir arada yürürlükte olması
yönünde olmadığı anlaşılmaktadır. Bu sebeple, geri almanın da mirasbırakanın
iradesine uygun olarak MK m. 542’ye tabi tutulması daha makuldür.
2. SONRAKİ ÖLÜME BAĞLI TASARRUF İLE VASİYETNAMENİN GERİ
ALINMASI
Mirasbırakanın, geri alma iradesini net biçimde yansıtmak yerine, bunu
hiç dile getirmeden, önceki vasiyetnamesinde yer alan tasarrufları değiştiren
yeni bir ölüme bağlı tasarruf yapması mümkündür. Bu durumda eski tarihli
vasiyetnamenin hukuki sonucunun ne olacağı MK m. 544/I hükmünde
düzenlenmiştir. Buna göre;
“Mirasbırakan, önceki vasiyetnamesini ortadan kaldırmaksızın yeni bir
vasiyetname yaparsa, kuşkuya yer bırakmayacak surette önceki vasiyetnameyi
tamamlamadıkça, sonraki vasiyetname onun yerini alır.”
Kanun koyucu, madde metninde her ne kadar, yeni bir vasiyetname
düzenlenmesinden bahsetse de, MK m. 544/I hükmünün miras sözleşmelerine
uygulanmasını engelleyen bir kural bulunmamaktadır. Bu bakımdan, sonraki
tarihli ölüme bağlı tasarruf bir vasiyetname olabileceği gibi bir miras sözleşmesi
de olabilir20. Her halükârda, sonraki tarihli ölüme bağlı tasarrufun, aynı MK
m. 542’de olduğu gibi, kanunda öngörülen şekillerden birine uygun olarak
düzenlenmesi gerekir21.
Bu tespitin ardından, yukarıda kısaca değindiğimiz, MK m. 544/I hükmünün
geri alma vasiyetnamesini düzenleyen MK m. 542/I hükmünden farkını da
belirtmek gerekir. Şöyle ki, iki hükümde de eskisinin yürürlüğünü etkileyen
yeni bir ölüme tasarruf söz konusu olsa da, MK m. 542/I, ilk vasiyetnameyi
geri alma amacına yönelmiş yeni bir vasiyetnameyi hüküm altına alırken; MK
m. 544/I ise, açık bir geri alma beyanı içermemekle beraber, ilk vasiyetname
ile bağdaşmayan tasarruflar içeren bir ölüme bağlı tasarrufu düzenlemektedir.
Kanun koyucu MK m. 542/I hükmü ile gerçekleştirilen tasarrufa mutlak
surette geri alma sonucu bağlamış iken, MK m. 544/I’de yer alan hükmün, ilk
vasiyetnamenin geri alınması sonucunu doğurmaması da mümkündür.
MK m. 544/I’e göre, kural olarak, yeni tarihli ölüme bağlı tasarruf, önceki
vasiyetnameyi yürürlükten kaldıracaktır. Başka bir ifadeyle, yeni tarihli ölüme
20
21
Oğuzman, s. 179 dn. 449; Öztrak, s. 65; Serozan/Engin, s. 366; Ergüne, s. 180 dn. 464;
Bağcı, s. 145.
Bağcı, s. 155.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
323
Vasiyetnamenin Geri Alınması
Arş. Gör. Dilşah Büşra KARTAL
bağlı tasarruf, eskisinin geri alınması sonucunu doğuracaktır22. Kanun koyucu,
burada aksi ispat edilebilir bir geri alma karinesi öngörmüş23 ve ortada açık bir
geri alma beyanı olmamasını da göz önüne alarak; kuşkuya yer bırakmayacak
surette, yeni tarihli ölüme bağlı tasarrufun, ilk vasiyetnameyi tamamladığı
anlaşılırsa her iki vasiyetnamenin yürürlükte kalmasına da imkân tanımıştır.
Bunun için, ilk vasiyetnameden hak elde etmek isteyen kişi, ikinci ölüme
bağlı tasarrufun ilkini ortadan kaldırmayıp tamamladığını, vasiyetname dışı
olgulara da dayanma hakkı saklı olarak kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ispat
etmelidir24.
Kanuna uygun bir şekilde düzenlenmiş olan ikinci ölüme bağlı tasarrufun,
ilk vasiyetname ile aynı düzenleme tarihini içermesi halinde nasıl bir yol
izlenmesi gerektiği konusunda kanunda açıklık yoktur. Doktrindeki bir görüşe25
göre; aynı tarihli ve birbiriyle çelişen iki vasiyetname var ise ve hangisinin
önceki tarihli olduğu tespit edilemiyorsa, her ikisi de geçersiz sayılmalıdır.
Doktrindeki diğer görüşe26 göre ise, bu durumda öncelikle iki vasiyetnamenin
de birlikte uygulanmasının mümkün olup olmadığının incelenmesi; bundan
olumlu bir sonuç alınamazsa vasiyetname içi ve dışı olgular da göz önüne
alınarak mirasbırakanın gerçek arzusunu tespite çalışılması gerektiği ileri
sürülmüştür. Bu görüş uyarınca, şüphe halinde ise, her iki vasiyetnamenin de
yürürlükte olduğu kabul edilmelidir. Benzer bir başka görüşe27 göre, ölüme
22
23
24
25
26
27
324
Kocayusufpaşaoğlu, s. 232; Serozan/Engin, s. 365; İmre/Erman, s. 105; Bağcı, s. 167. “…
Murisin vasiyetlerle yaptığı tasarruflar aynı konuya ait olduğundan birbiri ile bağdaşır
nitelikte değildir. Şu halde yukarıda açıklanan kural uyarınca ilk vasiyetle yapılan
tasarruf ikinci vasiyetin yapılması ile hükümsüz hale gelmiştir...” YARG. 2. HD 12.7.1999
t. 1999/6001 E. 1999/8246 K. (www.kazanci.com, çevrimiçi: 17.11.2015). Doktrinde,
doğru olan yaklaşımın birbirini izleyen vasiyetnamelerin mümkün olduğu ölçüde bir
arada uygulanmasını teşvik etmek olması gerektiğinden bahisle MK m. 544/I hükmü
eleştirilmektedir. Bkz. Serozan/Engin, s. 365-366.
Kocayusufpaşaoğlu, s. 232-233; Oğuzman, s. 179; Serozan/Engin, s. 365; Dural/Öz, s. 112;
İmre/Erman, s. 105; Antalya, s. 143; Cem Baygın, “Ölüme Bağlı Tasarruflarda Yorum”,
Erzincan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. IV, S. 1-2, 2000, s. 567-594, s. 593;
Badertscher, Art. 511, N. 1; Dorjee-Good, Art. 509-511, N. 8. Türk-İsviçre Hukukunda takip
edilen bu yaklaşımın tam tersini kabul eden hukuk sistemleri de vardır. Türk Hukukunda
kabul edilen geri alma karinesi, Alman ve Fransız Hukuklarında yerini tamamlama
karinesine bırakmıştır. Alman Medeni Kanunu’nun 2258. maddesi ve Fransız Medeni
Kanunu’nun 1036. maddesinde, şüphe halinde vasiyetnamelerin birbirlerini tamamladığı
yönünde bir karine öngörülmüştür. Bkz. Bağcı, s. 173-174; İmre/Erman, s. 105; Weimar,
Art. 511, N. 21.
Kocayusufpaşaoğlu, s. 233; Oğuzman, s. 179; Dural/Öz, s. 112; İmre/Erman, s. 106; Öztan,
s. 211; Bağcı, s. 168-169; Badertscher, Art. 511, N. 2.
Ahmet Kılıçoğlu, Miras Hukuku, 7. Bası, Ankara, Turhan Kitabevi, 2017, s. 126.
Öztrak, s. 77-78. Karş. Ergüne, s. 184.
Bağcı, s. 178’den naklen Frédéric Lucet, Actualisé Par Raymond Le Guidec, Donations et
Testaments, Révocation Des Testaments, Juris-Classeurs, Fasc. 110, Paris, 2007, s. 9. Aynı
görüşte; Bağcı, s. 178-179.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Withdrawal of Testament
Res. Asst. Dilşah Büşra KARTAL
bağlı tasarruflardan hangisinin daha sonra yapıldığı anlaşılamıyorsa, eldeki
ölüme bağlı tasarrufların birbiriyle uyumlu hükümleri geçerli; uyumsuz
olanlar ise geçersiz sayılmalıdır. Kanaatimizce de, aynı tarihli iki ölüme bağlı
tasarrufta aksi tespit edilemiyorsa, ikisinin de bir arada yürürlükte kalmasının
istendiği şeklinde bir yorum ve sadece uyumsuz tasarrufların geçersiz olacağı
yönünde bir yaklaşım en makul yoldur. Ölüme bağlı tasarrufların, mümkün
olduğu ölçüde ayakta tutulmasını ve bu suretle mirasbırakanın iradesinin
gerçekleşmesini sağlamayı amaçlayan favor testamenti prensibi28 de bu
yaklaşımı desteklemektedir.
B. YOK ETME SURETİYLE VASİYETNAMENİN GERİ ALINMASI
Vasiyetnamenin yok etme suretiyle geri alınması MK m. 543/I’de
düzenlenmiştir. Kanun koyucu bu yolu; “Mirasbırakan, yok etmek suretiyle
de vasiyetnameden dönebilir.” şeklinde hüküm altına almıştır. MK m. 543/I
hükmünün 743 Sayılı Türk Kanunu Medenisi’nde karşılığı yoktu. Ancak Yargıtay29
ve doktrin30 yine de vasiyetnamenin yok etme suretiyle geri alınabileceğini
kabul etmekteydi. Türk Medeni Kanunu’nun kabulü ile birlikte aynı hususu
düzenleyen mehaz İsviçre Medeni Kanunu’nun 510. maddesine uygun olarak
zaten uygulamada var olan bu geri alma biçimi kanuni düzenlemeye kavuşmuş
oldu.
Yok etme suretiyle vasiyetnamenin geri alınmasından söz edebilmek
için mirasbırakanın geri alma iradesine sahip olması gerekir31. Vasiyetname,
28
29
30
31
Baygın, s. 574. Favor testamenti ilkesine göre, bir vasiyetname, hem geçerli hem de
geçersiz olabilecek şekilde yoruma açıksa, onu geçerli kılacak yorum tercih edilmelidir.
Bkz. Baygın, s. 574
YARG. HGK 14.10.196 t. 966/2-308 E. 449 K. (İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi, Y. 8, S. 85,
Ocak 1968, s. 5845-5846).
Kocayusufpaşaoğlu, s. 233 vd.; Oğuzman, s. 177-178; Esat Şener, Eski ve Yeni Miras Hukuku
(Şerh), Ankara, Seçkin Kitabevi, 1988, s. 406. Ancak kanunda bu yolun öngörülmemiş
olması nedeniyle, yok etme suretiyle vasiyetnamenin geri alınamayacağını savunan bir
görüş de var idi. Bkz. Öztrak, s. 50.
Escher, s. 355; Kocayusufpaşaoğlu, s. 234; Oğuzman, s. 178; Serozan/Engin, s. 363;
İmre/Erman, s. 108; Antalya, s. 141; Badertscher, Art. 510, N. 2. Yargıtay bir kararında
vasiyetnamenin içeriği tespit edilecek şekilde yırtılmasının yok etme iradesi ile
yapılmadığını gösterdiğine hükmetmiştir. “Medeni Kanununun 489. maddesine göre
vasiyetten rücu da şekle bağlıdır. Bunlar için kanunda muayyen şekillerden biri ile
rücu iradesinin belirtilmiş olması lazımdır. Vasiyetname münderecatının ayniyle ve
tamamıyla tespiti mümkün olacak şekilde yırtılmış olması kazaen yırtıldığı yolundaki def’i
doğrulamaktadır. Davacı şahitlerinin ifade ettikleri gibi imha kastıyla yırtılan bir vesika
hiçbir zaman böyle muntazam bir şekilde yırtılmış olamaz. Kaldı ki vasiyetçinin kanuni
formaliteyi çok güzel bilen bir kimse olduğu vasiyetname muhtevasından anlaşılmaktadır.
Şu halde işbu vasiyetnameden rücu etmek istediği takdirde bunu da kanuna uygun şekilde
yapmış olması şüphe götürmez bir gerçektir. Binaenaleyh mahkemenin vasiyetnamenin
iptali suretinde tezahür eden görüşünde isabet yoktur.” YARG. 2. HD 6.4.1964 t. 1964/1887
E. 1964/1795 K. (www.kazanci.com, çevrimiçi: 17.11.2015).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
325
Vasiyetnamenin Geri Alınması
Arş. Gör. Dilşah Büşra KARTAL
geri alma iradesi olmaksızın; mirasbırakan tarafından yanlışlıkla yırtma,
suya düşürme gibi bir şekilde yok edilirse MK m. 543/I anlamında bir geri
almadan değil; MK m. 543/II kapsamında vasiyetnamenin yok olmasından
bahsedilebilir32. MK m. 543/II, vasiyetnamenin geri alma iradesi olmaksızın
mirasbırakan veya üçüncü kişi marifetiyle yok olması halini hüküm altına
almaktadır. Vasiyetnamenin geri alma iradesiyle yok edilip edilmediği
konusunda bir şüphe varsa, MK m. 543/I’e mi, yoksa MK m. 543/II’ye mi ağırlık
verileceği yorum sorunudur33. Doktrinde, bu durumda, geri alma iradesiyle yok
etmenin asıl olduğu ve aksini iddia eden kişinin her türlü delile dayanarak bunu
ispat etmesi gerektiği kabul edilmektedir34. Özellikle, yırtılmış veya bozulmuş
bir vasiyetnamenin mirasbırakan nezdinde bulunmasının da, bunun onun
tarafından yok edildiğine yönelik karineyi güçlendirdiği ileri sürülmüştür35.
Yok etme fiilinin, geri alma iradesi ile yapılması gereği ve kanun koyucunun
mirasbırakanın iradesine uygun olarak fiile geri alma hukuki sonucunu
bağlaması karşısında burada bir hukuki işlem olduğu kabul edilmektedir36.
Bu hukuki işlem, kanunda öngörülen şekil kurallarından muaf tutulmuş,
maddi anlamda ölüme bağlı bir tasarruf niteliğindedir37. Bundan dolayı, yok
etme ehliyetinin tespitinde, vasiyetname yapma ehliyetine ilişkin hükümler
uygulanacaktır38.
Yok etme çeşitli biçimlerde gündeme gelebilir. Üzerinde hemfikir olunan
husus; yakma, yırtma, karalama gibi fillerin geri alma iradesiyle yapıldığı
takdirde yok etme kapsamına girdiğidir39. Öte yandan, metnin üzerinin
32
33
34
35
36
37
38
39
326
Kocayusufpaşaoğlu, s. 234; Oğuzman, s. 178; Dural/Öz, s. 112. Vasiyetnamenin yok
olması halinde, yok etme ile aradaki kritik fark, vasiyetname içeriğinin tespit edilip
edilemediği noktasındadır. Kazaen veya 3. kişinin fiili ile yok olan vasiyetnamenin içeriği
tespit edilebiliyorsa, vasiyetname geçerliliğini korumaya devam eder. Öte yandan, yok
olma sonucu vasiyetnamenin içeriğini tespit etmek artık mümkün değil ise, vasiyetname
hükümsüz olur. Ayrıntılı bilgi ve açıklamalar için bkz. Oğuzman, s. 180-181; Dural/Öz, s.
114-116.
Doktrinde, vasiyetnamenin mirasbırakanın çalışma odasındaki çöp kutusuna atılması
halinde mirasbırakan tarafından vasiyetnamenin yok edilmek istendiği; öte yandan
vasiyetnamenin evin dışındaki bir çöp kutusunda bulunması halinde ise üçüncü kişinin
vasiyetnameyi yok etmek istediği değerlendirmesi yapılmaktadır. Bkz. Öztan, s. 212.
Oğuzman, s. 178; Dural/Öz, s. 115; Öztrak, s. 55; Ergüne, s. 189; Bağcı, s. 238. Alman
Hukukunda bu husus yasal bir karine olarak kabul edilmiştir. Bkz. Ergüne, s. 190.
İmre/Erman, s. 108; Öztrak, s. 55; Şener, s. 407; Ergüne, s. 189 dn. 497.
Öztrak, s. 47; Bağcı, s. 191. Hukuki işlemler hakkında genel bilgi için bkz. Necip
Kocayusufpaşaoğlu, Borçlar Hukukuna Giriş: Hukuki İşlem, Sözleşme, C. I, 7. Bası,
İstanbul, Filiz Kitabevi, 2017, s. 87 vd.; Badertscher, Art. 510, N. 2.
Escher, s. 355; Öztrak, s. 48; Bağcı, s. 193-197; Badertscher, Art. 510, N. 2.
Escher, s. 355; Öztrak, s. 56; Bağcı, s. 197.
Kocayusufpaşaoğlu, s. 234; Oğuzman, s. 178; Dural/Öz, s. 112; Öztan, s. 212; Ergüne,
s. 186-187; Bağcı, s. 208; Antalya, s. 141; Badertscher, Art. 510, N. 1; Weimar, Art. 511,
N. 12. Tamamlanmış bir el yazılı vasiyetin üzerinde yapılan silme ve çizme işlemlerinin
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Withdrawal of Testament
Res. Asst. Dilşah Büşra KARTAL
çizilmesi, “geri alınmıştır” vb. bir not düşülmesi gibi, belgenin fiziken ortadan
kaldırılmadığı ancak içerik itibariyle geri alınmak istendiği durumlarda yok
etmenin söz konusu olup olmadığı tartışmalıdır40. Bu hallerde yok etmenin
şartlarının gerçekleşmediği kabul edilirse, kaçınılmaz olarak geri alma
vasiyetnamesi hükümlerine başvurularak, vasiyetnamelerin tabi olduğu
şekil şartlarına uygun biçimde en azından imza ve tarih içermeyen bir geri
alma beyanı geçersiz olacaktır41. Ama yok etmenin gerçekleştiği lehinde bir
yaklaşım gösterilirse, yok etme yoluyla geri alma, imza ve tarih mevcut olmasa
da geçerli olacaktır42. Son olarak belirtmek gerekir ki, doktrindeki bizim de
katıldığımız eğilim, vasiyetname üzerini çizerek veya not düşerek de yok etme
suretiyle geri almanın mümkün olduğu yönündedir43.
Yırtma, karalama, yakma gibi bir fiille vasiyetnamenin yok edilmesi en
yaygın olarak el yazılı vasiyetnamede söz konusu olur44. Ancak, pek pratik değeri
olmasa da, hükümden düşmeden önceki bir aylık süre içinde, sulh hakimine
tevdi edilmiş sözlü vasiyetin de yok edilerek geri alınması mümkündür45.
Resmi vasiyetnamenin yok edilerek geri alınması hususunda doktrinde bir
tartışma vardır. Bu tartışmanın ana sorusu ise, noter nezdinde saklanmakta
olan resmi vasiyetnamenin yok ederek nasıl geri alınacağıdır. Bu konuda, resmi
vasiyetnamenin mutlaka noterdeki aslının yok edilmesi gerektiğini savunanlar
olduğu gibi, sadece nüshanın yok edilmesinin yeterli olduğu görüşü de
savunulmaktadır. Ayrıca tartışmanın bir boyutu da noterin, mirasbırakanın
talebi üzerine resmi vasiyetnameyi iade edip edemeyeceği noktasındadır.
40
41
42
43
44
45
de yapılacak yoruma göre kısmen veya tamamen yok ederek geri alma anlamına geldiği
hakkında bkz. Mustafa Dural, El Yazısı ile Vasiyetname, İstanbul, Cezaevi Matbaası, 1967,
s. 93.
Bu hususta İsviçre Hukukunda ileri sürülen görüşler için bkz: Bağcı, s. 215 vd.
Serozan/Engin, s. 362.
Serozan/Engin, s. 362; Ergüne, s. 187-188.
Serozan/Engin, s. 362-363; Ergüne, s. 187; Bağcı, s. 211 vd. Yargıtay bir kararında
vasiyetnamenin düzenleme yerinin yer aldığı bölümün yırtılarak koparılması halinde
vasiyetnamenin geri alınmış olacağını kabul etmiştir. “…Vasiyetnamenin murisin el yazısı ile
düzenlendiği belirlenmiştir. Vasiyetnamede düzenleme yeri yoktur ve yazılı olduğu kağıdın
sol alt köşesi, metne siyaret etmeyecek şekilde yırtılmıştır…Aksine bir iddia ortaya atılıp
ispat edilmediğine göre, söz konusu vasiyetnamenin yazılı olduğu kağıdın sol alt köşesinin
muris tarafından yırtıldığını, mirasın açıldığı anda ( MK. 517 md) o biçimde olduğunu kabul
zorunludur. Yırtık olan bu sol alt köşede vasiyetnamenin düzenleme yerinin veya buna
delalet eden bir yazının bulunduğu bir an için kabul edilse bile, bu hal murisin vasiyetten
rücu ( MK. 489, 490 md.) ettiğini göstereceğinden yalnızca bu sebeple dahi davanın kabulü
gerekmektedir...” YARG. HGK 8.3.2000 t. 2000/2-166 E. 2000/177 K. (www.kazanci.com,
çevrimiçi: 17.11.2015).
Kocayusufpaşaoğlu, s. 234; Oğuzman, s. 178; Dural/Öz, s. 112; İmre/Erman, s. 109; Bağcı,
s. 218; Antalya, s. 141.
Oğuzman, s. 178; Dural/Öz, s. 113; Şener, s. 408.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
327
Vasiyetnamenin Geri Alınması
Arş. Gör. Dilşah Büşra KARTAL
İlk görüşü savunanlara göre46; resmi vasiyetname ancak noterdeki
aslının yok edilmesi suretiyle MK m. 543/I’e göre geri alınabilir. Öte yandan
mirasbırakanın, vasiyetnamenin kendi elindeki nüshasını yırtma, yakma gibi
davranışları ise geri alma sonucunu doğurmaz.
Doktrindeki diğer görüşe göre47 ise, mirasbırakanın vasiyetnamesini
geri alma hakkını kullanmasını gereksiz yere zorlaştırmaktansa resmi
vasiyetnamenin aslı yerine bir nüshasının yok edilmesi de geri alma sonucu
doğurmalıdır. Kanaatimizce, ikinci görüş, mirasbırakanın iradesine hukukun
formalitelerinden daha fazla anlam yüklemesi sebebiyle savunulmalıdır.
Öte yandan, resmi vasiyetnamenin sadece nüshası yok edilirken geri alma
iradesinin mevcut olup olmadığı hususunda bir şüphe doğarsa, yukarıda yok
etmenin geri almaya iradesiyle yapıldığına yönelik karinenin uygulanması
zorlaşacaktır. Zira, noterde saklanan bir resmi vasiyetnamenin geri alınması
istendiğinde, aslının da yok edilmesi hayatın olağan akışına daha uygundur.
Noterin, resmi vasiyetname düzenlendiğine dair nüfus müdürlüğüne bilgi
vermesi ve bu bilginin kişinin nüfus kaydına eklenmesi de, bunu bilen
mirasbırakanın geri alma iradesini vasiyetnamenin aslına yönelik fiiliyle
göstermesi gerektiği savunmasını güçlendirir. Sonuçta, kanaatimiz, resmi
vasiyetnamenin nüshasının da yok edilerek geri almanın gerçekleşebileceği
yönündedir. Ancak, bu ihtimalde artık yok etmenin geri alma iradesiyle
yapıldığı yönündeki karine işlemeyecektir.
Noterlik Kanunu’nun 84. maddesinin ikinci fıkrası, noterlere, düzenledikleri
belgenin aslını saklama yükümlülüğü öngörmüştür. Bu yükümlülüğün bir
düzen normu teşkil ettiği kabul edilmektedir48. Kanun koyucunun, noterlere
yüklediği saklama görevinin, vasiyetnamesini yok etme amacıyla notere iade
başvurusunda bulunan mirasbırakana nasıl yansıyacağı tartışmalıdır.
Bir görüşe göre49, vasiyetnamenin, mirasbırakanın talebi üzerine dahi iade
edilmesi mümkün değildir. Bu durumda, resmi vasiyetnamenin aslının yok
edilmesi için, mirasbırakan, notere başvurarak vasiyetnamenin asıl nüshasının
yok edilmesini talep etmelidir. Talep üzerine vasiyetnameyi imha eden noter
ise, durumu bir tutanakla tespit edip saklamalıdır50.
46
47
48
49
50
328
Kocayusufpaşaoğlu, s. 234-236; Dural/Öz, s. 112; İmre/Erman, s. 109; Öztan, s. 213;
Şener, s. 407; Ali Naim İnan/Şeref Ertaş/Hakan Albaş, Miras Hukuku, 9. Bası, Ankara, Bilge
Yayınevi, 2015, s. 197; Kılıçoğlu, s. 126; Weimar, Art. 511, N. 11.
Serozan/Engin, s. 364; Bağcı, s. 226.
Kocayusufpaşaoğlu, s. 235.
Kocayusufpaşaoğlu, s. 234-235.
Tutanak hazırlama ve bunu saklama yükümlülüğünün hukuki dayanağı Noterlik Kanunu
Yönetmeliği m. 109/IV’tür. Buna göre; “Vasiyette bulunan, vasiyetinden her zaman için
rücu edebilir. Rücu halinde vasiyetnamenin Noterlikçe tanzim veya açık veya kapalı olarak
tevdi edildiği zaman tatbik edilen usul ve şartlar aynen uygulanmak suretiyle düzenlenecek
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Withdrawal of Testament
Res. Asst. Dilşah Büşra KARTAL
Diğer görüşe göre51 ise, resmi vasiyetnamenin noterde saklanmasının amacı
üçüncü kişilere karşı bir koruma olduğundan, bu korumanın mirasbırakana
da yöneltilmesi anlamsızdır. Bu nedenle, mirasbırakanın talebi üzerine
vasiyetnamenin asıl nüshası iade edilmelidir. Bu görüş kabul edildiği takdirde
de resmi vasiyetnamenin iadesinin tek başına yok etme niteliğinde olmadığına
dikkat edilmelidir. Nitekim Alman Medeni Kanunu’nun 2256. paragrafının
birinci fıkrasında, mirasbırakana iade edilen resmi vasiyetnamenin geri alınmış
sayılacağını düzenleyen hükmün karşılığı Türk hukukunda yoktur. Bu sebeple,
noterdeki aslı iade olunan bir resmi vasiyetnamenin bizzat mirasbırakan
tarafından yok edilmesi ile geri alma gerçekleşmiş olacaktır52. Bu hususta
biz de, resmi vasiyetnamenin noterde saklanmasının, vasiyetnameyi üçüncü
kişilerin tahrifine karşı koruma amacına dayandığını ve mirasbırakana karşı
ileri sürülemeyeceğini savunuyoruz. Bu nedenle, resmi vasiyetnamenin iade
talebinde bulunan mirasbırakana iade edilmesinde de hukuki bir sakınca
görmüyoruz.
Doktrinde, mirasbırakanın, resmi vasiyetnamenin noterdeki aslını hukuka
aykırı yollardan elde edip yok etmesi halinde de geri almanın gerçekleşeceği
kabul edilmektedir53. Mirasbırakanı vasiyetname aslını hukuka aykırı biçimde
elde etme yoluna itecek güdünün, çoğu zaman talebi üzerine noterden aslını
alamaması olacağı da dikkate alınırsa, daha en başta noterden serbestçe
iade talep edilebileceği kabul edilerek, bu açıklamalara gerek kalmaması
mümkündür54. Bu hususta son olarak belirtmek isteriz ki, resmi vasiyetnamenin
noterden geri alınıp alınamayacağına ilişkin tartışma; saklanmak üzere notere
tevdi edilen el yazılı vasiyetnameler bakımından geçerli değildir. Bu durumda,
mirasbırakanın el yazılı vasiyetnamesinin aslını noterden isteyebileceği kabul
edilmektedir55.
51
52
53
54
55
bir tutanak tanzim edilir. Bu işlemin aslı ciltbendine bir sureti vasiyetnameye eklenir.”.
Şener, s. 407; İnan/Ertaş/Albaş, s. 197; Bağcı, s. 224.
Escher, s. 354; Kocayusufpaşaoğlu, s. 236; Dural/Öz, s. 113; Şener, s. 407.
Kocayusufpaşaoğlu, s. 236; Serozan/Engin, s. 363.
Bağcı, s. 223-224.
Dural/Öz, s. 113. Serozan/Engin, bu ihtimalde dahi, el yazılı vasiyetname aslının noterden
istenmesine bağlı olmaksızın, vasiyetnamenin nüshasının yok edilmesinin geri alma
sonucu doğuracağını kabul etmektedirler. Bkz. Serozan/Engin, s. 364. Öztrak ise, el yazılı
vasiyetnamenin birden fazla nüshası olduğu takdirde, tüm nüshalar yok edilmezse,
mirasbırakanın tüm el yazılı vasiyetname nüshalarını yok etme arzusunda olduğu ve
bunu elinde olmayan sebeplerle yapamadığı ispatlanırsa vasiyetnamenin geri alındığının
kabul edilebileceği görüşündedir. Bkz. Öztrak, s. 60. Resmi vasiyetnamenin aslının değil
de, nüshasının yok edilmesi suretiyle geri alınabileceğine ilişkin görüşümüz, notere tevdi
edilmiş el yazılı vasiyetnameler bakımından da geçerlidir. Kanaatimizce, notere tevdi
edilmiş el yazılı vasiyetnamenin nüshasının yok edilmesi suretiyle geri alma gerçekleşebilir.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
329
Vasiyetnamenin Geri Alınması
Arş. Gör. Dilşah Büşra KARTAL
C. SAĞLARARASI TASARRUF İLE VASİYETNAMENİN GERİ ALINMASI
Mirasbırakan, vasiyetnamesine konu ettiği malvarlığı değerleri üzerinde
tasarruf hakkını yitirmez. Mirasbırakanın, vasiyetnamesiyle bağdaşmayan
sonraki sağlararası tasarrufları geçerli olup, vasiyetnamenin geri alınması
hükmündedir (Ademptio Legati)56. Bu husus MK m. 544/II’de; “Belirli mal
bırakma vasiyeti de, vasiyetnamede aksi belirtilmedikçe, mirasbırakanın
sonradan o mal üzerinde bu vasiyetle bağdaşmayan başka bir tasarrufta
bulunmasıyla ortadan kalkar.” şeklinde düzenlenmiştir.
MK m. 544/II, yalnızca belirli mal vasiyetine konu değerler üzerinde
yapılan tasarruflara uygulanacaktır. Öte yandan, konusu mirasçı atama olan
vasiyetnamelerde, iradi mirasçıya düşecek tereke payı içinde yer alan mallar
üzerindeki tasarruflar MK m. 544/II’ye tabi değildir57. Bunun gerekçesi,
mirasçı atamada, iradi mirasçı ile terekede yer alan münferit malvarlığı
değerleri arasında bağlantı kurulmaması; başka bir ifade ile külli halefiyet
öngörülmesidir. Nitekim, MK m. 544/II hükmü, kapsamı ölümden sonra
tespit olunacak olan terekeye göre belirlenen iradi mirasçılığın, belirli bir mal
üzerinde yapılan sağlararası tasarruf ile geri alınması sonucunu doğuracak
kadar geniş yorumlanamaz58.
“Nev’i telef olmaz.” ilkesi gereğince, vasiyet edilen malın çeşit borcuna
konu olması halinde de, malın her zaman tedarik edilebilecek olması MK m.
56
57
58
330
Kocayusufpaşaoğlu, s. 236-237; Oğuzman, s. 180; Serozan/Engin, s. 366; Şener, s. 412;
Badertscher, Art. 511, N. 3.
Kocayusufpaşaoğlu, s. 237; İmre/Erman, s. 107; Öztrak, s. 87; Şener, s. 412; Bağcı, s. 261.
Ergüne ise bu kuralın kıyasen mirasçı atamaya da uygulanabileceğini bir örnek üzerinden
anlatmaktadır. Buna göre, mirasbırakanın tüm malvarlığı bir evden ibaretse ve bu ev
vasiyetname ile birine bırakıldıysa, buradaki ölüme bağlı kazandırma mirasçı atama olarak
nitelendirilmelidir. Mirasbırakanın, daha sonra bu evi başkasına devretmesi halinde, MK
m. 544/II’yi kıyasen uygulayarak vasiyetnamenin geri alındığı kabul edilmelidir. Zira,
böyle bir olayda, münferit kazandırmaya rağmen mirasçı atamanın geçerli olacağının
kabul edilmesi mirasbırakanın ölüme bağlı tasarrufu ile bağlı olduğunun ileri sürülmesiyle
eşdeğerdir. Bkz. Ergüne, s. 199-200.
Öztrak, s. 87; Bağcı, s. 261; Mehmet Ayan, Miras Hukuku, 9. Bası, Ankara, Seçkin, 2016, s.
115. “Miras bırakan, vasiyette bulunduktan sonra, vasiyetname ile bağdaşmayacak şekilde
ölüme bağlı olmayan bir tasarrufla vasiyete konu olan şey üzerinde tasarrufta bulunursa,
bu davranışı ilk vasiyetten rücu anlamını taşır ( Esat Şener, Miras Hukuku, 1981, s. 374 vd.;
Zahit İmre,Türk Miras Hukuku, 1968, s. 154 vd. Kemal Oğuzman, Miras Hukuku Dersleri,
1972, 184; Nuşin Ayiter, Miras Hukuku 1971, s. 57; İlhan Öztrak, Miras Hukuku 1968, 83
). Dolayısı ile böyle bir durumda miras bırakanın eylemli olarak vasiyetten döndüğü kabul
edilir.Bu hüküm sadece belirli mal vasiyetleri için geçerlidir. Mirasçı atanmasına ( nasbına
)ilişkin vasiyetlerde uygulanmaz. Çünkü atanmış mirasçı ( TMK. m. 516 )vasiyetçinin
mirasçısı olup, terekenin aktifi pasifinden az da olsa, çok da olsa, tasarruf geçerliliğini
korur…” YARG. HGK 4.11.2009 t. 2009/2-455 E. 2009/464 K. (www.kazanci.com, çevrimiçi:
17.11.2015).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Withdrawal of Testament
Res. Asst. Dilşah Büşra KARTAL
544/II hükmünün uygulanmasını engeller59. Sonuçta, MK m. 544/II hükmünün
uygulanabilmesi için, parça borcuna ilişkin belirli bir malvarlığı değerinin vasiyet
edilmesi ve bu vasiyete aykırı bir sağlararası tasarruf yapılması gerekir. Vasiyet
edilen malvarlığı değeri bir parça borcu teşkil etmekle beraber, vasiyetnamenin
yorumundan, mirasbırakanın iradesinin malvarlığından çıkan şeyin karşılığının
da vasiyetname kapsamında olması yönünde olduğu anlaşılıyorsa, tasarruf
geri alma sonucunu doğurmaz60. Bu bakımdan denilebilir ki; MK m. 544/II
düzenlemesi, bir geri alma karinesi öngörmektedir61.
Mirasbırakanın malvarlığı değeri üzerindeki tasarrufunun geri alma
sonucunu doğurabilmesi için sadece borçlandırıcı işlem yapılması yeterli
olmayıp, tasarruf işlemi de gerçekleştirilmelidir62. Sağlararası hukuki işlemin
geçerlilik şartları bulunmadığı takdirde ne olacağı tartışmalıdır. Mirasbırakanın
geri alma iradesine ağırlık veren bir görüşe göre63, vasiyetnamenin geri
alınması sonucu bağlanan bir sağlararası tasarrufun muvazaa nedeniyle
hükümsüz hale gelmesi durumunda dahi, mirasbırakanın geri alma iradesi baki
olduğundan vasiyetname tekrar yürürlüğe girmez. Öte yandan, sağlararası
59
60
61
62
63
Kocayusufpaşaoğlu, s. 237; Oğuzman, s. 180; Serozan/Engin, s. 366; İmre/Erman, s. 107;
Öztrak, s. 87; Şener, s. 412; Bağcı, s. 258.
Serozan/Engin, s. 366; Dural/Öz, s. 114; Şener, s. 412; Ergüne, s. 197; Bağcı, s. 249; DorjeeGood, Art. 509-511, N. 9. Malın mirasbırakanın iradesi dışında nakit ile değişimi halinde de
(Örneğin istimlak bedeli, sigorta bedeli) geri alma karinesinin uygulanmayacağı yönünde
bkz. İnan/Ertaş/Albaş, s. 196.
Ergüne, s. 196; Bağcı, s. 245.
Hatemi, s. 114; Öztrak, s. 89. Bu yönde bkz. “Medeni Kanunun 491. Maddesinin ikinci
fıkrasında söz konusu edilen tasarruf, vasiyetnamenin infazını imkansız kılan tasarruflara
aittir. Oysa bağış vaadi taahhüdü ile (Teslim vaki olmadıkça) bağış yapanın o mal
üzerindeki mülkiyeti son bulmayacağına ve ölümü ile beraber kitapların tereke arasında
katılması gerektiğine göre, sözü edilen maddenin ikinci fıkrasındaki halin gerçekleştiği
iddia edilemez.” YARG. 2. HD 30.09.1963 t. 5131/5128 (Şener, s. 1110).
Bağcı, s. 277-278. Ancak Yargıtay bir kararında taşınmaz satışının muvazaalı olması halinde
vasiyetnamenin geri alınmasının söz konusu olmayacağından bahisle, vasiyetname ile
lehine kazandırmada bulunulan davacının muvazaaya dayalı tapu iptali ve tescil davası
açmada hukuki menfaati olduğuna hükmetmiştir. Aynı kararın ekinde yer alan karşı oy
yazısında ise, Bağcı’nın görüşü ile paralel biçimde, muvazaalı taşınmaz satışının sadece
mirasbırakanın vasiyetnameyi geri almaya yönelik irade bildirimi olarak yorumlanması
gerektiği ve davacının muvazaaya dayalı tapu iptali ve tescil davası açma hakkı olmadığı
ifade edilmiştir. Karar için bkz: YARG. HGK 21.11.2001 t. 2001/1-958 E. 2001/1035 K.
(www.kazanci.com, çevrimiçi: 17.11.2015). Yargıtay daha yeni tarihli bir başka kararında
ise aksi yönde hüküm kurmuştur. Karara konu olayda mirasbırakan taşınmazını bir derneğe
vasiyet etmekte, daha sonra ise aynı taşınmazı eşine muvazaalı olarak satmaktadır.
Yargıtay, taşınmaz satışının muvazaalı olması nedeniyle diğer yasal mirasçılar lehine payları
oranınca tescil yapılması gerektiğine, dernek bakımından ise vasiyetnamenin sağlararası
işlemle geri alınmış olması nedeniyle tescil talebinde bulunamayacağına hükmetmiştir.
Bkz. YARG. 2. HD 10.3.2004 t. 2004/1789 E. 2004/3035 K. (www.kazanci.com, çevrimiçi:
17.11.2015).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
331
Vasiyetnamenin Geri Alınması
Arş. Gör. Dilşah Büşra KARTAL
tasarrufun, mirasbırakanın ayırt etme gücünden yoksun olması nedeniyle
iptal olması halinde aynı sonuca varmak mümkün değildir. Bu durumda,
ortada zımni de olsa bir geri alma iradesinin varlığından söz açılamayacağı
için, vasiyetnamenin geri alındığı kabul edilemez. Diğer görüşe göre64 ise,
kanun koyucu mirasbırakanın geri alma iradesinin geçerli biçimde dışarı
yansımasını aramaktadır. Tek taraflı bir hukuki işlemle veya yok etme yoluyla
vasiyetnamesini kolayca geri alabilecek mirasbırakanın, bunu tercih etmeyerek
geçersiz bir sağlararası işlem yapması halinde, bu geçersizliğe rağmen geri
alma sonucunun doğacağını kabul etmenin haklı bir gerekçesi yoktur. Yargıtay
da, vasiyetnamenin sağlararası tasarruf yoluyla geri alınması için, sağlararası
hukuki işlemin geçerli olması gerektiğine hükmetmektedir65.
MK m. 544/II ile bağlantılı ve paralel bir düzenleme, MK m. 517/III’te yer
almaktadır. MK m. 517/III’e göre; “Bırakılan belirli mal terekede bulunmadığı
takdirde, tasarruftan aksi anlaşılmadıkça, ölüme bağlı tasarrufu yerine
getirmekle yükümlü olanlar borçtan kurtulurlar.” MK m. 517/III hükmü de,
MK m. 544/II gibi yalnızca parça borcuna ilişkin vasiyetlerde uygulanacaktır66.
Mirasbırakanın ölümünde, vasiyete konu malvarlığı değeri terekeden çıkmazsa
vasiyet borcu düşecektir67. Bu sonuç MK m. 517/III’te düşme karinesi, MK m.
544/II’de ise geri alma karinesi olarak ortaya çıkar68. İki karinenin birlikte söz
konusu olduğu tasarruflar söz konusu olabilir69. O kadar ki, MK m. 517/III’ün
MK m. 544’ü de kapsayan, daha geniş bir hüküm olduğu söylenebilir. MK m.
544/II’nin uygulandığı hallerde, malın daha sonra terekeye iade olunması
geri alınmış vasiyetnamenin tekrar hüküm doğurmasını sağlamaz70. Çünkü,
64
65
66
67
68
69
70
332
Ergüne, s. 200-202; Öztrak, s. 92.
Bkz: “…Vasiyetten dönmenin gerçekleşmesi için sağlararası kazandırmanın geçerli bir
satışa dayanması gerekir…Vasiyetçi her ne kadar vasiyetnameden, vasiyetname ile
bağdaşmayan bir tasarrufla rücu edebilirse de, o tasarrufun hukuki sonucu doğurması,
daha açık bir anlatımla vasiyetnameyi ortadan kaldırılabilmesi için sonradan yaptığı hukuki
tasarrufun geçerli olması gerekir...” YARG. 3. HD 25.09.2014 t. 2014/4147 E. 2014/12521
K. (www.kazanci.com, çevrimiçi: 17.11.2015); “…Vasiyetten dönmenin gerçekleşmesi için
sağlararası kazandırmanın geçerli bir satışa dayanması gerekir…” YARG. HGK 6.11.2002
t. 2002/2-874 E. 2002/893 K. (www.kazanci.com, çevrimiçi: 17.11.2015). Karş: Muvazaalı
işlemlere ilişkin aksi yöndeki karar için bkz: dn. 60.
Baki İlkay Engin, “1998 Tarihli Türk Medeni Kanunu Tasarısının Ölüme Bağlı Tasarrufun
Konularına İlişkin Hükümlerinin (MKT. 514-530) Değerlendirilmesi, Cumhuriyetin 75. Yıl
Armağanı, İstanbul, 1999, s. 853-877, s. 864; Öztrak, s. 93; Bağcı, s. 253.
Engin, s. 864; Ergüne, s. 199; Weimar, Art. 511, N. 28.
Serozan/Engin, s. 366-367; Öztrak, s. 93; Bağcı, s. 254. Ancak, vasiyet, malın terekede
olmaması halinde dahi, bulunup vasiyet edilene verilmesi yönünde ise (tedarik vasiyeti),
vasiyet borçlusunun borcu devam edecektir. Bkz. Engin, s. 864; Serozan/Engin, s. 367.
Serozan/Engin, s. 367.
Öztrak, s. 94; Serozan/Engin, s. 367. Doktrinde Bağcı, bu yönde genel bir kabulün doğru
olmadığını savunmaktadır. Yazara göre, sağlararası bir tasarruf ile malvarlığından çıkan bir
değerin, daha sonra mirasbırakanın iradesine uygun olarak malvarlığına iade olunması
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Withdrawal of Testament
Res. Asst. Dilşah Büşra KARTAL
malın terekeden çıkmasına temel olan tasarruf ile mirasbırakan zımnen de
olsa vasiyeti geri alma iradesini ortaya koymuştur. MK m. 517’nin uygulama
alanına giren bazı hallerde ise (örneğin, malın terekeden kamulaştırma gibi
irade dışı bir sebeple çıkması71), malın terekeye iadesi vasiyet borcunun
düşmesine engel olur. Doktrinde72; iki hükmün uygulama alanlarının tespiti
için şöyle bir formül sunulmaktadır:
-
“Vasiyet edilen malın devri halinde: MK m. 544/II ve MK m. 517/III
-
Vasiyet edilen malın irade dışı olarak terekeden çıkması: MK m 517/III
-
Vasiyet edilen malın devirden sonra geri alınması: MK m. 544/II”
III. GERİ ALMANIN GERİ ALINMASI
Vasiyetnamenin geri alınması işleminin de geri alınabileceği konusunda
doktrin hemfikirdir. Bu işlemin MK m. 542 vd. hükümlerinde öngörülen
yollardan biriyle yapılması gerekir73.
Geri almanın geri alınması, beraberinde cevaplanması gereken sorular
doğurur. Bunlardan ilki; geri alınmış olan ilk vasiyetnamenin yeniden hüküm
ve sonuçlarını doğurup doğurmayacağıdır. Kocayusufpaşaoğlu tarafından
aktarılan bir İsviçre Federal Mahkemesi kararında da bu soru cevaplanmaya
çalışılmıştır. Federal Mahkeme, bir geri alma vasiyetnamesinin geri alınmasının
söz konusu olduğu olayda, son geri alma vasiyetnamesinin mirasbırakanın
arzusu dikkate alınarak incelenmesi; ancak kuşku halinde durumun yasal
mirasçılığa dönüş şeklinde yorumlanması gerektiği sonucuna varmıştır74.
Federal Mahkeme burada yasal mirasçılığı iradi mirasçılığa üstün tutan bir
yaklaşım sergilemiştir75.
Federal Mahkeme’nin de dayanak aldığı gibi, geri almanın geri alınmasının
ortaya çıkaracağı sonuçlar bir yorum meselesidir76. Bu bakımdan, mirasbırakanın
gerçek iradesini belirlemek için vasiyetname dışı olgulara dayanılması da
mümkündür77. Mirasbırakanın iradesini dikkate alarak yapacağımız yorum da
bizi her olay bakımından farklı sonuçlara götürebilecektir. Yine de doktrinde
bazı ihtimaller üzerinden, hayatın olağan akışı içinde varılabilecek makul
71
72
73
74
75
76
77
(örneğin, tekrar satın alınması), somut olay bazında geri almanın geri alınması şeklinde de
yorumlanabilir. Bkz. Bağcı, s. 255.
Öztrak, s. 94; Serozan/Engin, s. 367; Dorjee-Good, Art. 509-511, N. 9.
Serozan/Engin, s. 367.
Öztrak, s. 95; Bağcı, s. 308; Dorjee-Good, Art. 509-511, N. 10.
Kocayusufpaşaoğlu, s. 231’den naklen BGE 91. II. 264.
Kocayusufpaşaoğlu, s. 231-232.
Escher, s. 353; Oğuzman, s. 177; Serozan/Engin, s. 370; Dural/Öz, s. 110-111; İmre/Erman,
s. 104; Ergüne, s. 176.
Öztrak, s. 96; Bağcı, s. 313.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
333
Vasiyetnamenin Geri Alınması
Arş. Gör. Dilşah Büşra KARTAL
sonuçlar örneklendirilmiştir. Somut olay bazında değerlendirme yaparken yol
gösterici olması açısından bu ihtimalleri de değerlendirmekte fayda görüyoruz.
Geri alma vasiyetnamesinin geri alınması ilk vasiyetnameye canlılık
kazandırır mı şeklindeki sorumuz, farklı ihtimallere göre birbirine zıt şekilde
cevaplanabilir. İlk ihtimalimiz; ilk geri alma vasiyetnamesinin sadece geri alma
tasarrufunu içermesi ve ikinci geri alma vasiyetnamesinin de sadece geri
almanın geri alındığına yönelik bir tasarruf içermesi halidir. Doktrindeki78 genel
kabule göre; bu ihtimalde, mirasbırakanın iradesi ilk vasiyetnameyi tekrar
yürürlüğe sokma yönündedir. Örneğin; A’nın 1.1.2016 tarihli vasiyetnamesi
ile B’yi iradi mirasçı olarak atadığı bir durumda; 1.5.2016 tarihinde geri alma
vasiyetnamesi düzenleyerek “1.1.2016 tarihli vasiyetnamemi geri alıyorum”
şeklinde bir irade beyanında bulunduğunu düşünelim. A’nın daha sonra geri
almanın geri alınması yoluna başvurarak, yeni bir vasiyetnamede “1.5.2016
vasiyetnamemi geri alıyorum” şeklinde bir irade beyanında bulunması hayatın
olağan akışına göre, A’nın iradesinin B’yi tekrar mirasçısı haline getirmek
olduğu yönünde yorumlanmalıdır.
Aynı sonuca varmak, ilk geri alma vasiyetnamesinde geri almadan başka
maddi anlamda ölüme bağlı tasarrufların bulunması halinde o kadar da
kolay değildir. Bu durumda, geri almanın geri alınmasının ilk vasiyetnameye
yürürlük kazandırıp kazandırmayacağı yine tamamen bir yorum meselesidir79.
Bu noktada, ya iradi mirasçılığa ya da yasal mirasçılığa ağırlık verilecektir.
Yukarıda bahsi geçen Federal Mahkeme kararında, bu yorum yasal mirasçılık
lehine yapılmıştır. Keza doktrinde bizim de katıldığımız baskın görüşe göre80 de,
bu durumda mirasbırakanın iradesinin başka yönde olduğu anlaşılamıyorsa,
karine olarak her iki vasiyetnamenin de geçersiz olduğu ve yasal mirasçılığa
dönüş yapıldığı kabul edilmektedir. Yargıtay da baskın görüşe uygun bir
tutum sergileyerek, bu durumda yasal mirasçılığa dönüldüğü yönünde karar
vermektedir81.
78
79
80
81
334
Kocayusufpaşaoğlu, s. 232; Oğuzman, s. 177; Serozan/Engin, s. 370; Dural/Öz, s. 111;
Öztrak, s. 97; Ergüne, s. 177; Bağcı, s. 317; Weimar, Art. 511, N. 35.
Kocayusufpaşaoğlu, s. 232.
Oğuzman, s. 177; Serozan/Engin, s. 371; Ergüne, s. 177.
Bkz: “…Muris Halit Hüldü Z.’un 17.2.1995 tarihinde düzenlediği vasiyetname, 5.5.1988
tarihli vasiyetnameyi açıkça tamamlar nitelikte değildir. Muris düzenlediği ikinci
vasiyetnamesinde, esaslı değişiklikler yapmış, önceki vasiyetnamesinde yer alan bazı
düzenlemelerden vazgeçmiş, bu vasiyetnamede yeni düzenlemelere yer vermiş, birinci
vasiyetnamesi ile oluşan iradesini değiştirmiş, yeni idaresini düzenlediği ikinci vasiyetname
ile oluşturmuştur. O halde ikinci vasiyetname birinci vasiyetnamenin yerine geçmiş ve ilk
vasiyetname geçerliliğini yitirmiştir. Muris, düzenlediği 6.5.1998 tarihli vasiyetten rücu
senedi ile de, 17.2.1995 tarihli vasiyetnamesinden açıkça rücu etmiştir. Böylece, 1988
tarihli vasiyetnameden, 1995 tarihli vasiyetname ile dönmüş olması ve 1995 tarihli
vasiyetnameden de 1998 tarihinde rücu etmiş olması sonucu, muris mirasının tamamen
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Withdrawal of Testament
Res. Asst. Dilşah Büşra KARTAL
Doktrinde azınlıkta kalan bir görüşü savunan Bağcı’ya göre82 ise; içinde
başkaca ölüme bağlı tasarruflar da yer alan bir geri alma vasiyetnamesinin geri
alınması halinde iradi mirasçılığa dönülmek istendiği yönünde bir karine kabul
edilmesi daha uygundur. Zira, mirasbırakan her ne kadar ilk vasiyetnamesini
geri almış olsa da, iradi mirasçılığı göze almıştır. Yazar, bu görüşünü; eşinden
sevgilisi için boşanan bir adamın, sevgilisini de terk etmesi halinde (bunu başka
biri için yapmamışsa) artık eşine dönmek istediğinin varsayılacağı şeklinde bir
benzetme ile somutlaştırmaktadır. Kanaatimizce, ne Bağcı’nın verdiği örnek
soruna ve geri alma kurumuna uygun bir benzetmedir ne de “iradi mirasçılığı
göze alma” kriteri mirasbırakanın ölüme bağlı yeni tasarruflarda bulunarak geri
aldığı bir vasiyetnamenin tekrar canlanmasını istediği şeklinde bir karine kabul
ettirecek güçtedir. Kanaatimizce bu görüş, geri almanın, yok etme suretiyle geri
alınması halinde işlerlik kazanabilir. Biz böyle bir durumda, ilk vasiyetnamenin
tekrar yürürlüğe sokulmak istendiği şeklinde bir yorum yapılmasının hayatın
olağan akışına daha uygun olduğu görüşüne katılmaktayız83.
Geri almanın geri alınması konusunda karşımıza çıkabilecek üçüncü
ihtimal, son geri alma vasiyetnamesinde geri alma iradesi yanında başkaca
tasarruflar olması halidir. Doktrinde bir görüşe göre84, bu durumda makul
yorum, mirasbırakanın iradesinin üçüncü bir vasiyetnameyi yürürlüğe sokmak
yönünde olduğudur. Diğer görüşe göre85 ise, mirasbırakanın üçüncü ölüme
bağlı tasarrufu geri almadan başka ölüme bağlı tasarruflar içerse dahi ilk
vasiyetnameyi kısmen de olsa canlandırmak istediği kabul edilmelidir. Zira
burada mirasbırakan, ilk vasiyetnameyi geri alan iradesini de geri almaktadır.
Kanaatimizce, üçüncü vasiyetnamede geri alma iradesi yanı sıra başkaca ölüme
bağlı tasarruflar olması halini iki ayrı ihtimale göre incelemek gerekir. Eğer ilk
geri alma vasiyetnamesi sadece buna ilişkin bir irade beyanı içeriyor ve üçüncü
vasiyetname ise geri almanın yanı sıra başkaca tasarruflar da barındırıyor ise,
ilk vasiyetnamenin üçüncü vasiyetname ile bağdaşan hükümlerinin tekrar
yürürlüğe sokulmak istendiği şeklinde bir yorum yapılmalıdır. Öte yandan
eğer ilk geri alma vasiyetnamesi geri alma iradesinden başka ölüme bağlı
tasarruflar da içermekte ise, üçüncü vasiyetnamede yapılan geri alma beyanı
yanındaki diğer tasarruflar, yeni bir vasiyetnamenin yürürlüğe sokulmak
82
83
84
85
yasal mirasçılık ile ilgili kurallara tabi olması iradesine dönmüştür…” YARG. 2. HD 18.3.2003
t. 2003/601 E. 2003/3742 K. (www.kazanci.com, Çevrimiçi: 17.11.2015).
Bağcı, s. 318.
Oğuzman, s. 177; Serozan/Engin, s. 370.
Serozan/Engin, s. 370; Escher, s. 353. Doktrinde bir görüşe göre, bizim yukarıda yaptığımız
ihtimaller üzerinden bir ayrıma gidilmeksizin; vasiyetin geri alınması tasarrufunun yeni
bir ölüme bağlı tasarruf ile geri alınması halinde, ilk vasiyetnamenin yürürlüğe girmesinin
ancak mirasbırakanın bu yönde bir irade beyanı açıklaması halinde mümkün olduğunu
savunulmaktadır. Bkz. İmre/Erman, s. 103-104.
Öztrak, s. 99-100.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
335
Vasiyetnamenin Geri Alınması
Arş. Gör. Dilşah Büşra KARTAL
istendiği şeklinde yorumlanmaya daha müsaittir86.
Bu başlık altında karşımıza çıkan bir diğer soru; yok etme suretiyle yapılan
bir geri almanın geri alınıp alınamayacağıdır. Doktrindeki bir görüşe göre87 yok
edilen bir vasiyetnamede geri alma geri alınamaz. Mirasbırakanın yok ettiği bir
vasiyetnameye yeniden yürürlük kazandırabilmesi için, kanunda öngörülen
şekillerden birine uyarak yeni bir vasiyetname düzenlemesi gerekir88. Bu
görüşün temel mantığı, yok edilen vasiyetnamenin içeriğinin tespitindeki
zorlukta yatmaktadır89. Ancak eğer, üzeri çizilen bir vasiyetnameyi de yok
etme suretiyle geri alınmış kabul edersek, aynı sonuca her zaman ulaşamayız.
Nitekim doktrindeki diğer görüşe göre90; vasiyetname not düşme, yırtma
gibi daha sonra içeriği kanıtlanabilecek şekilde yok edilirse, geri almanın geri
alınması mümkündür. Zira, bu durumda, vasiyetnamenin içeriğini tespitte
herhangi bir sıkıntı bulunmamaktadır. Hatta, kurşun kalemle vasiyetname
üzerine yazılmış bir “iptal edilmiştir” ifadesinin silgi ile silinmesi yoluyla geri
almanın geri alınması mümkünken bunu reddetmenin mantıki açıklamasının
olmaması da doktrinde haklı olarak dile getirilmiştir91.
SONUÇ
Vasiyetnameler, düzenleyen tarafından serbestçe geri alınabilen ölüme
bağlı tasarruflardır. Ancak bu serbesti, kanun koyucu tarafından öngörülen
sınırlar dahilinde mevcuttur. MK’da, vasiyetnamenin dört yoldan biri ile geri
86
87
88
89
90
91
336
Bağcı da benzer bir ayrım yaparak konuyu değerlendirmekte ancak ileri sürdüğümüz
düşüncenin tam tersi bir sonuca varmaktadır. Yazar, ilk geri alma vasiyetnamesinde
ve geri almanın geri alınması vasiyetnamesinde geri alma beyanları yanısıra başkaca
tasarruflar olduğu takdirde ilk vasiyetname ile üçüncü vasiyetnamenin birbiriyle bağdaşan
hükümlerinin ayakta tutulması gerektiği görüşündedir. Öte yandan, saf bir geri alma
vasiyetnamesini geri alan üçüncü vasiyetnamenin geri alma dışında başka tasarruflar
içermesi halinde ise, sadece üçüncü vasiyetnamenin ayakta tutulmak istendiğini ileri
sürmektedir. Bkz. Bağcı, s. 318.
Escher, s. 353; Öztrak, s. 95; Dural/Öz, s. 111; Weimar, Art. 511, N. 39.
Escher, s. 353; Dural/Öz, s. 111.
Doktrinde bu yaklaşım, yok etme suretiyle gerçekleşen geri almanın geri alınmasının,
yok edilen vasiyetnamenin içeriğinin tespitinden farklı ve bağımsız olduğu yönünde
eleştirilmektedir. Buna göre, yok etme suretiyle vasiyetnamenin geri alınmasının diğer
geri alma yollarından tek farkı vasiyetnamenin fiilen ortadan kaldırılmasıdır. Somut
olayın özellikleri çerçevesinde yok edilen vasiyetnamenin içeriğini tespit mümkün olduğu
müddetçe geri almanın geri alınması da mümkün kabul edilmelidir. Bkz. Ergüne, s. 192193. Biz de, vasiyetnamenin fiilen yok edilmeden de geri alınabileceğini kabul ettiğimizden,
içeriği tespit edilebildiği müddetçe yok etme yoluyla geri almanın da geri alınabileceği
görüşündeyiz.
Serozan/Engin, s. 369; Ergüne, s. 191-193; Bağcı, s. 305. İsviçre Federal Mahkemesi’nin de
yok etme suretiyle geri almanın geri alınabileceği yönünde bir kararı bulunmaktadır (BGE
101 II 211-218). Karar için bkz. Ergüne, s. 191 dn. 505.
Serozan/Engin, s. 369.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Withdrawal of Testament
Res. Asst. Dilşah Büşra KARTAL
alınabileceği hüküm altına alınmıştır. Mirasbırakan, vasiyetnamesini geri
alma vasiyetnamesi düzenleyerek, ilk vasiyetnamesiyle bağdaşmayan yeni
bir ölüme bağlı tasarruf yaparak, belirli mal vasiyetine konu ettiği malvarlığı
değeri üzerinde sağlararası tasarrufta bulunarak veya yok etme suretiyle geri
alabilecektir. Bu yollardan sadece ilkinde mirasbırakanın geri alma iradesi, açık
bir beyanla dışarı yansımaktadır. Diğer geri alma yollarında ise, mirasbırakanın
geri alma iradesinin mevcut olduğuna dair bir karine üzerinden vasiyetnamenin
geri alındığı sonucuna varılmaktadır.
İlk vasiyetnamenin geri alma vasiyetnamesi ile geri alınması halinde
mirasbırakan, düzenlediği ikinci vasiyetname ile ilkini geri alma iradesini
açık olarak yansıtmaktadır. Mirasbırakan, vasiyetnameyi geri alma iradesini
yansıtmamakla beraber, düzenlediği yeni tarihli ölüme bağlı tasarruf ile önceki
vasiyetnamesi ile bağdaşmayan maddi anlamda ölüme bağlı tasarruflarda
bulunursa da vasiyetnamenin geri alınması sonucu doğacaktır. Şu kadar ki,
bu ihtimalde, eğer ikinci ölüme bağlı tasarrufun ilkini tamamladığı, kuşkuya
yer bırakmayacak şekilde ispatlanabilirse, iki ölüme bağlı tasarruf da birlikte
yürürlükte olacaktır.
Mirasbırakan yeni bir ölüme bağlı tasarruf düzenlemek yerine
vasiyetnamesini yok ederek de geri alabilir. Yok etme, vasiyetnameyi
fiziken imha etme şeklinde olabileceği gibi, vasiyetnamenin üzerine iptal
edilmiştir vb. bir ifade yazarak veya metnin üzerini çizerek de yapılabilir.
Resmi vasiyetnamenin yok etme suretiyle geri alınması usulü doktrinde
tartışmalıdır. Katıldığımız görüş uyarınca, resmi vasiyetname, noterdeki aslına
dokunulmaksızın mirasbırakandaki nüshasının yok edilmesi suretiyle de geri
alınabilir.
Vasiyetnamenin geri alınmasına ilişkin son imkan, parça borcu niteliğindeki
belirli mal vasiyetinin, söz konusu malvarlığı değeri üzerinde yapılacak
sağlararası tasarrufla geri alınmasıdır. Vasiyetnamenin bu yolla geri alınması
için, sağlararası tasarrufun geçerli biçimde gerçekleşmesi gerekmektedir.
Vasiyetnamenin geri alınması tasarrufunun da geri alınması mümkündür.
Bu durumda, ilk vasiyetnamenin tekrar canlılık kazanıp kazanmayacağı, geri
almayı geri alan işlemin yorumu suretiyle cevaplanacaktır.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
337
Vasiyetnamenin Geri Alınması
Arş. Gör. Dilşah Büşra KARTAL
KAYNAKÇA
Antalya, O. Gökhan: Miras Hukuku, 3. Bası, İstanbul, Legal Kitabevi, 2015.
Ayan, Mehmet: Miras Hukuku, 9. Bası, Ankara, Seçkin, 2016.
Badertscher, Pia: ZGB Kommentar Schweizerisches Zivilgesetzbuch: OFK –
Orell Füssli Kommentar (Navigator.ch), 3. Bası, 2016 (Swisslex).
Bağcı, Ömer: “Vasiyetnamenin Geri Alınması”, Yeditepe Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul, 2012.
Baygın, Cem: “Ölüme Bağlı Tasarruflarda Yorum”, Erzincan Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dergisi, C. IV, S. 1-2, 2000, s. 567-594.
Dorjee-Good, Andrea. Erbrecht Art. 457-640 ZGB: CHK – Handkommentar
zum Schweizer Privatrecht, 3. Bası, 2016 (Swisslex).
Dural, Mustafa / Öz, Turgut: Türk Özel Hukuku – Miras Hukuku, C. IV, 11. Bası,
İstanbul, Filiz Kitabevi, 2017.
Dural, Mustafa: El Yazısı ile Vasiyetname, İstanbul, Cezaevi Matbaası, 1967.
Dural, Mustafa: Miras Sözleşmeleri, İstanbul, Fakülteler Matbaası, 1980.
Engin, Baki İlkay: “1998 Tarihli Türk Medeni Kanunu Tasarısının Ölüme Bağlı
Tasarrufun Konularına İlişkin Hükümlerinin (MKT. 514-530) Değerlendirilmesi,
Cumhuriyetin 75. Yıl Armağanı, İstanbul, 1999, s. 853-877.
Ergüne, Mehmet Serkan: Vasiyetnamenin Yorumu, İstanbul, On İki Levha
Yayıncılık, 2011.
Escher, Arnold: Medeni Kanun Şerhi Miras Hukuku, Çev. Şakir Ansay, Ankara,
Yeni Cezaevi Basımevi, 1949.
Hatemi, Hüseyin: Miras Hukuku, 6. Bası, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2017.
İmre, Zahit/ Erman, Hasan: Miras Hukuku, 13. Bası, İstanbul, Der Yayınları,
2017.
İnan, Ali Naim / Ertaş, Şeref / Albaş, Hakan: Miras Hukuku, 9. Bası, Ankara,
Bilge Yayınevi, 2015.
Kılıçoğlu, Ahmet: Miras Hukuku, 7. Bası, Ankara, Turhan Kitabevi, 2017.
Kocayusufpaşaoğlu, Necip: Miras Hukuku, 3. Bası, İstanbul, Filiz Kitabevi,
1987.
Kocayusufpaşaoğlu, Necip: Borçlar Hukukuna Giriş: Hukuki İşlem, Sözleşme,
C. I, 7. Bası, İstanbul, Filiz Kitabevi, 2017.
Oğuzman, M. Kemal: Miras Hukuku, 6. Bası, İstanbul, Filiz Kitabevi, 1995.
338
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Withdrawal of Testament
Res. Asst. Dilşah Büşra KARTAL
Öztan, Bilge: Miras Hukuku, 8. Bası, Ankara, Turhan Kitabevi, 2017.
Öztrak, İlhan: Tek Taraflı Ölüme Bağlı Tasarruflardan Rücu ve Vasiyetnamenin
Ziyaı, Ankara, Sevinç Matbaası, 1964.
Serozan, Rona / Engin, Baki İlkay: Miras Hukuku, 4. Bası, Ankara, Seçkin
Yayıncılık, 2014.
Şener, Esat: Eski ve Yeni Miras Hukuku (Şerh), Ankara, Seçkin Kitabevi, 1988.
Weimar, Peter: Die Gesetzlichen Erben; Die Verfügungsfahigkeit, Die
Verfügungsfreiheit, Die Verfügungsarten, Die Verfügungsformen, Art. 457516 ZGB Schweizerisches Zivilgesetzbuch, Das Erbrecht, Die Erben, Die
Verfügungen von Todes wegen: BK – Berner Kommentar Band/Nr. III/1/1/1,
2009 (Swisslex).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
339
AVRUPA BİRLİĞİ’NDEN AYRILMA HAKKI VE BREXIT SÜRECİ
The Right to Withdraw from The European Union and The Brexit Process
Arş. Gör. Gökçe TOPALOĞLU1
Geliş Tarihi: 21.07.2017
ÖZET
Lizbon
Antlaşması’nın
yürürlüğe
girmesinden önce Avrupa Birliği’nden
ayrılma hakkına ilişkin bir düzenleme
bulunmadığından, Viyana Antlaşmalar
Hukuku
Sözleşmesi
kapsamında
değerlendirme yapmak gerekmekte idi.
Lizbon Antlaşması’nın 50. maddesi ile
üye devletlerin tek taraflı olarak ayrılma
talebinde
bulunabilmelerine
ilişkin
düzenleme getirilmiştir. Söz konusu
hüküm kapsamında ilk ayrılma bildirimini
ise Birleşik Krallık yapmıştır. Ayrılmaya
ilişkin süreç henüz tam netleşmemişken
doktrinde tartışmalar devam etmekte,
Birleşik Krallık ise Büyük Fesih Yasası
ile geçişin olumsuz etkilerini en aza
indirgemeyi amaçlamaktadır.
Çalışmada Lizbon öncesi dönemde
AB’den
ayrılma
hakkına
ilişkin
incelemeler yapıldıktan sonra, ABA
madde 50 hükmündeki düzenlemelerin
değerlendirilmesi
yapılmaktadır.
Bu
doğrultuda Birleşik Krallık hükümetinin
yapmış olduğu çalışmalar ve yasama
faaliyetleri ile doktrindeki tartışmalar ele
alınarak, ayrılmanın etki ve sonuçlarının
kapsamı değerlendirilecektir.
Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği,
Ayrılma, Brexit, Birleşik Krallık, Lizbon
Antlaşması, Madde 50
Kabul Tarihi: 16.03.2018
ABSTRACT
Since there was no regulation about the
right to withdraw from the European Union
before the Lisbon Treaty entered into force, it
was necessary to make an assessment under
the Vienna Convention on the Law of Treaties.
With the article 50 of the Lisbon Treaty, an arrangement has been introduced that member
states should be able to request unilateral separation. The United Kingdom has made the
first withdrawal notification under the relevant
provision. While the process of separation is
not prominent yet, the debate continues and
the United Kingdom aims to reduce the negative effects of the withdrawal with the Great
Repeal Bill.
After analysing the right to withdraw from
the EU in the pre-Lisbon period, the regulations
under article 50 of the TEU has been assessed
in the study. In this context the extent of the
impacts and consequences of the withdrawal
will be evaluated by discussing the legislations
of UK and debates in doctrine.
Keywords: European Union, Withdrawal,
Brexit, United Kingdom, Lisbon Treaty, Article
50
Giriş
Avrupa Birliği Antlaşması (ABA) madde 50’de yer alan Avrupa Birliği’nden
ayrılmaya ilişkin madde 2009 yılında yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması ile
getirilen yenilikler kapsamındadır. Bu sebeple çalışmamızda ilk olarak Lizbon
Antlaşması öncesinde AB’den ayrılmanın hangi hukuki düzenlemeler ile
mümkün olabileceği konusuna değinilmiştir. AB’nin kurucu anlaşmalarının bir
1
Akdeniz Üniversitesi Hukuk Fakültesi, E-posta: gokcetopaloglu@windowslive.com
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
341
Avrupa Birliği’nden Ayrılma Hakkı ve Brexit Süreci
Arş. Gör. Gökçe TOPALOĞLU
ayrılma hükmü ihtiva etmemesi, devletlerin AB’den ayrılamayacağı anlamına
gelmemekle birlikte, hangi hükümlere dayanılarak bunun gerçekleşeceği
tespit edilmelidir.
2009 yılında getirilen değişiklikler ile ABA madde 50 metninde Birlikten
ayrılma konusu düzenlenmiştir. 2016’da yapılan referandumdan çıkan sonuç
neticesinde ise, AB’nin ilk genişleme sürecinde Birliğe katılan Birleşik Krallık,
Birlikten ayrılan ilk devlet olacaktır. Dolayısıyla çalışmamızın ikinci kısmında
ABA madde 50 ve Brexit2 süreci birlikte incelenecektir. Zira Birlikten ayrılmak
isteyen ilk devlet Birleşik Krallık olduğundan ve ayrılma hükmü detaysız ve kısa
olarak düzenlendiğinden, bu hususların birlikte incelenmesi gerekmektedir.
AB’den ayrılma sırasında izlenecek yol ve yöntem Brexit ile adım adım
netleşmektedir. Bu sebeple çalışmamızın ikinci kısmında henüz belirsiz
vaziyette bulunan ayrılma anlaşmasının muhtemel içeriği, AB vatandaşlarının
durumu ve Birleşik Krallık hükümetince ilan edilen Büyük Fesih Yasası gibi
hususlar incelenerek ayrılmanın bu bağlamdaki etki ve sonuçları üzerinde
durulmaktadır.
1. Lizbon Antlaşması Öncesinde Avrupa Birliği’nden Ayrılma Hakkı
Üye devletlerin Avrupa Birliği’nden ayrılmasına ilişkin ilk düzenleme,
2004 yılında imzalanan ancak Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumların
neticesinde yürürlüğe giremeyen Avrupa için bir Anayasa Oluşturan Antlaşma
metninde yer almıştır.3 Bunun öncesinde ayrılma fikri zaman zaman dile
getirilse de, antlaşma metinlerinden herhangi birine dâhil edilmesi söz konusu
olmamıştır.4 Bu haliyle Avrupa Birliği üyeliği hakkında “boşanma imkânı
olmayan bir evlilik” benzetmesi yapılmıştır.5 Avrupa bütünleşmesi yolunda
ilk adım olarak nitelendirilen Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu kuran
antlaşma 50 yıl süreli olarak yapıldığından, antlaşmaya ayrılmaya ilişkin bir
hüküm eklenmemiştir.6 İlerleyen süreçte imzalanan antlaşmalar ise süresiz
olarak imzalanmalarına rağmen, Lizbon Antlaşması yürürlüğe girene kadar
ayrılmaya ilişkin bir hükme yer verilmemiştir.
2
3
4
5
6
Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması hukuki ve siyasi çevrelerde, “Britain” ve “Exit”
kelimelerinin birleşmesinden oluşan “Brexit” adı ile anılmaktadır.
Avrupa İçin Bir Anayasa Oluşturan Antlaşma Taslağı, madde 59, https://www.bumko.gov.tr/
Eklenti/2850,anayasatrdoc.DOC?0, Erişim Tarihi: 15.07.2017
Hill, John, “The European Economic Community: The Right of Member State Withdrawal”,
Georgia Journal of International & Comparative Law, Cilt 12, 1982, s. 337-338; Bilgin, A. Aslı,
“Avrupa Birliğinden Çekilme Hakkı: Sonun Başlangıcı Mı?”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Dergisi, Cilt 18, Sayı 3-4, 2014, s. 215-216.
Nicolaides, Phedon, “Withdrawal From The European Union: A Typology of Effects”,
Maastricht Journal of European and Comparative Law, Cilt 20, No 2, 2013, s. 209.
Günuğur, Haluk, Lizbon Antlaşması Sonrasında Avrupa Bütünleşmesi, Avrupa Ekonomik
Danışma Merkezi, Ankara, 2012, s. 75.
342
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Right to Withdraw from The European Union and The Brexit Process
Res. Asst. Gökçe TOPALOĞLU
1.1 Uluslararası Hukuk Kuralları Uyarınca Avrupa Birliği’nden Ayrılma
1957 yılında imzalanan Roma Antlaşması’nın 240. maddesi, antlaşmanın
süresiz olarak akdedildiğini belirtir ancak herhangi bir ayrılma hükmü içermez.7
Lizbon Antlaşması yürürlüğe girene kadar, Avrupa Birliği’nden ayrılmaya ilişkin
AB mevzuatında bir hüküm bulunmadığından, bu evrede uluslararası hukuk
kuralları çerçevesinde ayrılmanın mümkün olup olmadığı tartışma konusu
olmuştur. Elbette antlaşmanın süresiz olması veya bir ayrılma hükmünün
bulunmaması, ayrılmanın hiçbir koşulda mümkün olmadığı anlamına
gelmemektedir.8
Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi (VAHS) madde 54 uyarınca
antlaşmada bir hüküm yok ise, tüm taraf devletlerin rızası ile antlaşmadan
çekilmek mümkündür. Lizbon Antlaşması ile getirilen düzenlemelerden
önce, Avrupa Birliği’nden ayrılmak isteyen devlet için de aynı durum söz
konusu olacağından, tek taraflı irade beyanı ile ayrılma kural olarak mümkün
olmayacaktır. Bu anlamda Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın 1971 yılında
tarihli bir kararı AB kurucu antlaşmalarının yorumlanması bakımından önem
arz etmektedir. ABAD, antlaşmalarda açık bir hüküm bulunmadıkça Birliğe
devredilen yetkilerin geri çekilemeyeceğini veya üye devletlerin yetki alanlarına
iade edilemeyeceğini belirtmiştir.9 Her ne kadar devletlerin tek taraflı fillerine
ilişkin nihai bir hüküm niteliği bulunmasa da, Divanın Birliğe devredilen
yetkilerin akıbeti konusunda geniş yorumdan ziyade dar yorum yapma
eğiliminde bulunduğu görülmektedir.10 Buna karşılık Lordlar Kamarasının 1991
yılında almış olduğu bir kararda11, Avrupa Birliği mevzuatının Birleşik Krallık
yasalarından üstünlüğü vurgulanmakla birlikte, Bu yetki devrinin geri dönüşsüz
olmadığı ve parlamentonun halen kurucu antlaşmaları değiştirebilme
kudretinin bulunduğu vurgulamaktadır.12 Bu noktadan hareketle, Lordlar
Kamarasının yorumunun ABAD yorumundan farklı olduğu anlaşılmaktadır.
Alman mahkemelerinin de benzer yönde kararları bulunmaktadır. Alman
7
8
9
10
11
12
Treaty establishing the European Economic Community, http://www.ab.gov.tr/files/
ardb/evt/1_avrupa_birligi/1_3_antlasmalar/1_3_1_kurucu_antlasmalar/1957_treaty_
establishing_eec.pdf, Erişim tarihi: 11.04.2017.
Berglund, Sara, “Prison or Voluntary Cooperation? The Possibility of Withdrawal from the
European Union”, Scandinavian Political Studies, Cilt 29, No 2, 2006, s. 151.
Case 7/71, Commission v. France, s. 1018. http://curia.europa.eu/juris/showPdf.jsf?text=&docid=88118&pageIndex=0&doclang=en&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=731909,
Erişim tarihi: 12.04.2017
Weiler, Joseph H. H., “Alternatives to Withdrawal from an International Organization: The
Case of the European Economic Community”, Israel Law Review, Cilt 20, No 1, 1985, s. 286.
R (Factortame Ltd) v Secretary of State for Transport, https://publications.parliament.uk/
pa/ld199899/ldjudgmt/jd991028/factor-1.htm, Erişim Tarihi: 14.04.2017
MacCormick, Neil, “The Maastricht-Urteil: Sovereignty Now”, European Law Journal, Cilt 1,
No 3, 1995, s. 260.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
343
Avrupa Birliği’nden Ayrılma Hakkı ve Brexit Süreci
Arş. Gör. Gökçe TOPALOĞLU
Anayasa Mahkemesi 1994 tarihli bir kararında, AB’nin yetkilerinin süreç
içerisinde Almanya’nın makul bulmayacağı ölçüde genişlemesinin mümkün
olabileceği, bu sebeple de Almanya’ya antlaşmadan çekilme hakkının verilmesi
gerektiği, zira Almanya’nın egemenlik yetkilerinden feragat etmediğini sadece
bu yetkilerini devrettiğini belirtmiştir.13 Burada vurgulanmak istenen husus,
devredilen yetkilerin Almanya tarafından geri alınabileceğidir. Sonuç olarak
VAHS uyarınca tüm taraflarının rızası ile antlaşmadan çekilmenin mümkün
olduğu kabul edilmekle birlikte, tek taraflı beyan ile çekilme konusunda ABAD
ve ulusal mahkemeler farklı yorumlarda bulunmuşlardır.
VAHS madde 56’da ise, antlaşmalarda herhangi bir hüküm bulunmaması
halinde antlaşmanın sona erdirilmesi, fesih yahut çekilme durumunu
düzenlemektedir. İlk ihtimalde, tarafların fesih veya çekilme ihtimalini kabul
etme niyetlerinin tespit edilmiş olması halinde, antlaşmalardan çekilmek
mümkündür. İkinci ihtimalde ise, antlaşmanın niteliğinden fesih veya
çekilme hakkının var olduğunun zımnen çıkarılması durumudur. Esasen
her iki ihtimal de antlaşmanın yorumlanması ile somutlaşabilir. 1957 tarihli
Roma Antlaşması ile getirilen ve ABA kapsamında halen yürürlükte bulunan
düzenlemeye göre, AB kurucu antlaşmaları süresiz olarak geçerlidir.14 Bunun
yanı sıra Roma Antlaşması’nın giriş kısmında devletler, Avrupalı halkların
daha da yakınlaşması için bir Birlik kurmak ve Avrupa ülkelerini dayanışma
içerisinde birbirine bağlamak niyetlerini belirtmektedirler. Bu hükümler
göz önünde bulundurulduğunda, tarafların fesih veya çekilmeye ilişkin bir
niyetinin olmadığı kanaati oluşmaktadır. Esasen bir antlaşmanın belirli bir
süre için yapılması veya süresiz geçerli olduğunun hükme bağlanması, aynı
neticeyi doğurur. Burada antlaşmadan çekilme imkânı dışarıda bırakılmak
istenmektedir.15 Doktrinde çoğunlukla, geçici nitelik taşıyan antlaşmalarda,
antlaşmanın sona erdirilmesi veya fesihe ilişkin bir niyetin var olduğu kabul
edilmektedir.16 Roma Antlaşmasında ise süresiz yapılan antlaşma ile kalıcı
bir uluslararası örgüt kurma niyetinin bulunduğu anlaşılmaktadır.17 Avrupa
Birliği’nin kurucu antlaşmalarının daimi nitelik taşıması, bu hüküm uyarınca
antlaşmanın sona erdirilmesinin mümkün olmadığını göstermektedir.
13
14
15
16
17
Berglund, s. 149; Brunner v European Union Treaty, http://www.judicialstudies.unr.edu/
JS_Summer09/JSP_Week_1/German%20ConstCourt%20Maastricht.pdf, Erişim Tarihi:
14.04.2017.
ABA madde 53
Akehurst, Michael “Withdrawal from International Organizations”, Current Legal Problems,
Cilt 32, No 1, 1979, s. 151.
Akehurst, s. 152; Yearbook of International Law Commission Volume II, United Nations
Publication, New York, 1964, s. 63, http://legal.un.org/ilc/publications/yearbooks/english/
ilc_1966_v2.pdf, Erişim Tarihi: 15.04.2017; Sinclair, Ian, The Vienna Convention on the Law
of Treaties, Manchester University Press, 1973, s. 101.
Hill, s. 335.
344
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Right to Withdraw from The European Union and The Brexit Process
Res. Asst. Gökçe TOPALOĞLU
Yukarıda bahsi geçen durumlar haricinde birtakım özel şartların
gerçekleşmesi halinde de antlaşmaların sona erdirilebileceği kabul edilmiştir.
VAHS madde 62’de clausula rebuc sic stantibus olarak adlandırılan ve
antlaşma akdedilirken mevcut olan şartların antlaşma akdedildikten sonra
öngörülmeyen şekilde köklü bir değişikliğe uğraması neticesinde ortaya çıkan
durum, antlaşmadan çekilmek için bir gerekçe olarak kabul edilebilmektedir.
Ancak devletlerin istemedikleri yükümlülüklerden kaçma imkânı olarak
kötüye kullanılabileceğinden, oldukça istisnai hallerde uygulanır. VAHS’de
çerçevesinin çizildiği şekliyle, bu ilkenin uygulanabilmesi için, şartlardaki
değişikliğin antlaşma ile bağlanma rızalarının esaslı temelini teşkil etmesi
ve halen icra edilmesi gereken yükümlülüklerin kapsamını köklü şekilde
değiştirmesi gerekmektedir. Dolayısıyla bu düzenlemenin Avrupa Birliği’nden
tek taraflı çekilme sebebi olarak kullanılamayacağı kabul edilmelidir. Zira
devletlerin kurucu antlaşmalarda da hüküm altına aldığı şekilde, Avrupa
Birliği’nin bütünleşme hedefi doğrultusunda sürekli yenilenen ve değişen
bir AB mevzuatı karşımıza çıkmaktadır. Devletlerin AB hukukundan doğan
yükümlülükleri artmaktadır ve devletler esasen bu durumu öngörmüş ve
antlaşma ile buna rıza göstermiş durumdadırlar. Hatta kurucu antlaşmalar,
genel ifade ile Avrupalı devletler arasında entegrasyonu sağlama, sosyal ve
ekonomik alanda ortak hareket etme neticesinde doğacak yükümlülükleri
kabullenme anlamı taşır. Bu nedenle, söz konusu değişikliklerin antlaşmadan
çekilme sebebi olarak öne sürülmesi, Avrupa Birliği’nin doğasına aykırı
olacaktır.18
Antlaşmalardan çekilmeye ilişkin bir diğer hüküm VAHS’nin madde 60’da
yer almaktadır. Buna göre taraflardan birinin, çok taraflı bir antlaşmayı esaslı
ihlali halinde, antlaşmanın askıya alınması veya sona erdirilmesi mümkündür.
Aynı maddede esaslı ihlalin nelerden ibaret olduğu belirtilmiştir. Ancak
AB hukukunun uygulanması ve yorumlanması konusunda münhasır yargı
yetkisi ABAD’a aittir.19 Devletler bunun aksini kararlaştırma yetkisine sahip
değildirler.20 Bir üye devletin antlaşmalar ile belirlenmiş yükümlülüklerini
yerine getirmediğinin tespiti, ABAD tarafından yapılacaktır. Üye devlet,
Divan kararıyla belirlenen tedbirleri almakla yükümlüdür. Dolayısıyla kurucu
antlaşmaların ihlali halinde yapılması gerekenlerin tespiti sadece ABAD’ın
18
19
20
Çamlıca, Ferhat, “Avrupa Birliği ve Ekonomik Parasal Birlikten Ayrılmanın Lizbon Antlaşması
Çerçevesinde Değerlendirilmesi”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt 11, No 1, 2012, s.
32.
Jacqué, Jean Paul, “The Accession of the European Union to the European Convention on
Human Rights and Fundamental Freedoms”, Common Market Law Review, Cilt 48, 2011, s.
1012.
ABA madde 344: “Üye devletler, Antlaşmalar’ın yorumu veya uygulanması ile ilgili bir uyuşmazlık konusunda, Antlaşmalar’da öngörülenler dışında bir çözüm yöntemine başvurmamayı taahhüt ederler.”
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
345
Avrupa Birliği’nden Ayrılma Hakkı ve Brexit Süreci
Arş. Gör. Gökçe TOPALOĞLU
yetkisi dâhilindedir.21 Bundan dolayı, madde 60 hükmünün AB bakımından
uygulanması mümkün görünmemektedir.
1.2 Grönland Örneği
Grönland coğrafi olarak Kuzey Amerika’da yer almakla birlikte,
Danimarka’ya bağlı özerk bir bölgedir. 1972 yılında Grönland’da yapılan
referandum sonucunda Avrupa Topluluklarına katılım reddedilmiştir.22 Ancak
Danimarka’nın 1973 yılında AB’ye katılımı neticesinde, Grönland kendiliğinden
Avrupa Topluluklarına dâhil olmuştur. 1979 yılında Grönland için özerk bir
parlamento oluşturulmasıyla başlayan sürecin devamında, Danimarka’nın ada
üzerindeki etkisi azalmaya başlamıştır.23 1980 yılında parlamentoda çoğunluk
sahibi olan Siumut partisi, Grönlandlıların Avrupa Topluluklarında kalıp
kalmama konusundaki iradelerini bir referandum ile ortaya koyma konusunda
bağımsız olmaları gerektiğini savunmuştur. Adanın çoğunluğunda savunulan
görüş, Avrupa Topluluklarının adayı, kendi politik ve kültürel yapısını olumsuz
yönde etkileyebilecek bir sistemin içine dâhil ettiğidir.24 Grönland’ın esas
endişesini, balıkçılık politikası oluşturmaktadır. Grönland bu alanda getirilen
kısıtlamalara dâhil olmak istememektedir.25 Belirtilen sebeplerin etkisi ile, 1983
yılında yapılan referandum neticesinde yine ayrılma yönünde sonuç çıkması
üzerine, Topluluk ve Grönland arasında, hem ilişkileri tamamen koparmayacak
hem de Grönland’ın sözü edilen endişelerini giderecek bir antlaşma yapılması
kararlaştırılmıştır. Yapılan anlaşma ile Grönland Topluluklardan çekilmiştir.
Roma Antlaşması uyarınca Grönland’a deniz aşırı toprak statüsü26 verilmiş
ve balıkçılık alanına özgülenmiş birtakım anlaşmalar imzalamıştır.27 Grönland
deniz kaynakları bakımından oldukça önemli bir konuma sahip olduğundan,
Avrupalı devletler için ilişkilerin devam etmesi önemlidir. Bu sebeple Grönland
ile ortaklık anlaşması imzalanmış ve Birlik üyelerine bu alanda avlanma imkânı
tanınmıştır. Buna ek olarak ada, Birlik üyesi olmamakla birlikte Danimarka’ya
bağlı bulunduğundan, Schengen müktesebatı kapsamındadır.28
21
22
23
24
25
26
27
28
Bilgin, s. 221.
Berglund, s. 157; Friel, Raymond J., “Providing A Constitutional Framework for Withdrawal
From The EU: Article 59 of the Draft European Constitution”, The International and Comparative Law Quarterly, Cilt 53, No 2, 2004, s. 409.
Friel, s. 409.
Johansen, Ove ve Sørensen, Carsten Lehmann, “Greenland’s Way Out Of The European
Community”, The World Today, Cilt 39, No 7/8, 1983, s. 272.
Akçadağ Alagöz, Emine, “Avrupa Birliği ve Grönland”, 20 Kasım 2009, s. 1, http://www.bilgesam.org/incele/805/-avrupa-birligi-ve-gronland/#.WRGoSeXyiUk, Erişim Tarihi: 09.05.2017
Association Of The Overseas Countries And Territories, The Treaty of Rome, 1957, Madde
131-136, https://ec.europa.eu/romania/sites/romania/files/tratatul_de_la_roma.pdf, Erişim Tarihi: 09.05.2017
Johansen ve Sørensen, s. 276.
Akçadağ Alagöz, s. 1.
346
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Right to Withdraw from The European Union and The Brexit Process
Res. Asst. Gökçe TOPALOĞLU
Grönland’ın Avrupa Topluluklarından ayrılmasını sağlayan anlaşma,
Komisyonun önerisi üzerine Konsey ve Parlamento tarafından onaylanarak,
tüm üye devletler tarafından imzalanmıştır. Görüldüğü üzere söz konusu
ayrılma, VAHS madde 54/b hükmünde de yer aldığı şekliyle, tarafların
tamamının rızası ile gerçekleşmiş bir ayrılmadır. Günümüzde her ne kadar AB
üyesi olmasa da, AB ile ilişkileri devam etmektedir. Taraflar ikili anlaşmalar
vasıtasıyla münasebetlerini sürdürmektedirler.
Birlikten ayrılmaya ilişkin herhangi bir hukuki düzenleme bulunmayan
Lizbon Antlaşması öncesi dönemde, ayrılmanın pratikteki yansımasına yukarıda
kısaca değinilmiştir. Lizbon Antlaşması ile getirilen düzenlemeler açık şekilde
birlikten ayrılma hakkı vermekle birlikte, uygulamada nasıl somutlaşacağı,
Birleşik Krallık’ın ayrılma sürecinin yani Brexit’in değerlendirilmesi ile ortaya
çıkacaktır.
2. Lizbon Antlaşması ile Getirilen Düzenlemeler Doğrultusunda Brexit
Sürecinin İncelenmesi
2.1 ABA madde 50
2009 yılında yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması’ndan itibaren, kurucu
antlaşmalarda AB’den ayrılmaya ilişkin açık bir hüküm yer almaktadır. Avrupa
Birliği’nin karmaşık yapısı göz önüne alındığında hükmün kısa ve ayrıntısız
olduğu söylenebilir. Söz konusu hüküm ABA madde 50’de şu şekilde ifade
edilmiştir:
“1. Her üye devlet, kendi anayasal kurallarına uygun olarak Birlik’ten
ayrılmaya29 karar verebilir.
2. Ayrılma kararı alan üye devlet, niyetini Avrupa Birliği Zirvesi’ne bildirir.
Birlik, söz konusu devletle, Avrupa Birliği Zirvesi tarafından belirlenen
yönlendirici ilkeler ışığında, bu devletin Birlik ile gelecekteki ilişkisinin
çerçevesini dikkate alarak, ayrılmaya ilişkin kuralları belirleyen bir anlaşmayı
müzakere eder ve akdeder. Bu anlaşma, Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkında
Antlaşma’nın 218. maddesinin 3. paragrafına uygun olarak müzakere edilir.
Anlaşma, Birlik adına, Avrupa Parlamentosu’nun muvafakatini aldıktan sonra,
nitelikli çoğunlukla hareket eden Konsey tarafından akdedilir.
3. Antlaşmalar’ın ilgili üye devlete uygulanması, ayrılma anlaşmasının
yürürlüğe girdiği tarihte, bunun gerçekleşmemesi halinde, Avrupa Birliği
Zirvesi oybirliğiyle ve ilgili üye devletle mutabık kalarak süreyi uzatmadığı
takdirde, 2. paragrafta belirtilen bildirimden iki yıl sonra sona erer.
29
“Withdraw” sözcüğü Türkçe’ye çekilmek veya ayrılmak olarak çevrilmektedir. Makalede bir
uluslararası örgüt ele alındığından, “ayrılma” sözcüğünü kullanmanın daha uygun olacağı
kanısındayız.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
347
Avrupa Birliği’nden Ayrılma Hakkı ve Brexit Süreci
Arş. Gör. Gökçe TOPALOĞLU
4. 2 ve 3. paragrafların amaçları doğrultusunda, ayrılan üye devletin Avrupa
Birliği Zirvesi’ndeki veya Konsey’deki temsilcisi, Avrupa Birliği Zirvesi veya
Konsey’de kendisini ilgilendiren görüşmelere ve kararlara katılamaz. Nitelikli
çoğunluk, Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkında Antlaşma’nın 238. maddesinin 3.
paragrafının (b) bendine göre belirlenir.
5. Birlikten ayrılan bir devlet Birliğe yeniden katılmak isterse, talebi 49.
maddede belirtilen usule tabi olur.”
İlgili madde Birlikten ayrılma sürecinin ana hatlarını ortaya koymaktadır. Üye
devletler bu hükme dayanarak AB üyeliklerini sonlandırabilirler. Görüldüğü
üzere, üye devletler ile tek tek müzakereler yapma veya her birinin ayrı ayrı
onayını alma gibi bir koşul söz konusu değildir. Ancak ayrılma anlaşmasının
Konsey ve Parlamento’nun onayından geçeceği düşünülürse, anlaşmanın
ayrılan devletin aleyhine olmayacak şekilde akdedilebilmesi için, AB üyesi
devletlerle uzlaşılması gerekecektir.
2.2 Brexit Referandumu
Birleşik Krallık, 23 Haziran 2016 tarihinde AB üyeliğinin devamı konusunda
referanduma gitmiştir. Esasen bu referandum Birleşik Krallık tarihinde ilk
değildir. 1975 tarihinde de Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) üyeliğinin
devamına ilişkin bir referanduma gidilmiştir. O dönemde iktidarda olan İşçi
Partisi, kendi içerisinde Toplulukta kalıp kalmama konusunda fikir ayrılıkları
yaşamaktaydı. Bu ikilik, Birleşik Krallık halkının görüş ve düşüncelerini
etkilemekteydi. Başbakan Harold Wilson’un konuyu referanduma götürmesi
üzerine, %67 oranda Toplulukta kalma sonucu çıkmıştır.30 Böylelikle Birleşik
Krallık’ın AB üyeliği günümüze dek devam etmiştir.
Birleşik Krallık tarihindeki AB üyeliğine ilişkin ikinci referandum macerası
ise 2013 yılında başbakan David Cameron’un yaptığı konuşmanın ardından
başlamıştır. Ancak referandumun temelleri, Başbakan’ın konuşmasından çok
daha önce atılmıştı. Birleşik Krallık AB üyesi olduğu ilk günden bugüne, ulusal
egemenlik konularında hassas davranmaktaydı. Birleşik Krallık ve Başbakan
Winston Churchill, Avrupa bütünleşmesi yolunda önemli aktörler olmalarına
rağmen, AB’nin ilk adımı olan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun dışında
kalmayı tercih etmişlerdir. Bunun en önemli sebeplerinden biri ise Birleşik
Krallık’ın kendi egemenlik yetkileri üzerinde herhangi bir kısıtlamayı kabul
etmek istemeyişidir.31 AB üyesi olduktan sonra da, egemenlik konusu aynı
şekilde Birleşik Krallık için hassas bir nokta olmuştur. Hatta 2011 çıkarılan bir
30
31
Bkz. http://news.bbc.co.uk/onthisday/hi/dates/stories/june/6/newsid_2499000/2499297.
stm, http://www.historyextra.com/article/international-history/1975-referendum, Erişim
Tarihi: 11.07.2017
Günuğur, s. 38.
348
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Right to Withdraw from The European Union and The Brexit Process
Res. Asst. Gökçe TOPALOĞLU
yasa ile, AB’nin yetkilerinde bir genişleme söz konusu olduğu takdirde, Birleşik
Krallık’ın onayı için referandumdan olumlu sonuç alınması şartı getirilmiştir.32
Devam eden süreçte muhalifler ve liberaller arasında AB üyeliği konusunda
anlaşmazlıklar artmaya başlamıştır. Muhafazakârlar AB üyeliğinin referanduma
sunulmasından yanadır. Başbakan David Cameron ise AB üyeliğinin devam
etmesinden yana iken, kendi partisindeki AB muhaliflerinin baskısı ile baş
etmek zorunda kalmıştır. Günden güne artan bu baskının ve Birleşik Krallık
Bağımsızlık Partisi’nin destekçilerini artırmasının ardından, kendi partisinin oy
kaybedeceği düşüncesi ile, Başbakan David Cameron Birleşik Krallık halkına
referanduma gidileceğini duyurmuştur.33 Cameron konuşmasında, Avro
bölgesi, AB bürokrasisi ve demokratik hesap verebilirlik gibi bazı konularda
AB’yi eleştirmekle birlikte, AB üyeliğinin sona erdirilmesini desteklemediğini
de belirtmiştir.34
Başbakan’ın Ocak 2013 tarihindeki konuşmasının ardından, referandum
23 Haziran 2016 tarihinde gerçekleşmiştir. Birleşik Krallık genelinde, AB’de
kalınması yönündeki oy oranı % 48.1’de kalırken, ayrılma yönünde oy
kullananların oranı %51.9’a ulaşmıştır. İskoçya ve Kuzey İrlanda halkı %62
oranda AB’de kalınması yönünde oy kullanmıştır. Galler’de ise %52.5’lik
oranda ayrılma sonucu çıkmıştır. İngiltere’de, Londra dışındaki tüm seçim
bölgelerinde, ayrılma yönünde karar çıkmıştır.35 Özetlemek gerekirse, İskoçya
ve Kuzey İrlanda’nın büyük çoğunluğu, AB üyeliğinin devam etmesini istemekte
idi. Hatta referandumun neticelenmesinin ardından, İskoçya Başbakanı Nicola
Sturgeon, sonucun demokratik anlamda kabul edilemez nitelikte olduğunu
belirterek, İskoçya’nın bağımsızlığına ilişkin ikinci bir referandum da dâhil
olmak üzere AB üyeliğini güvenceye almak için gereken tüm seçeneklerin göz
önünde bulundurulacağını belirtmiştir.36
Sadece bölgesel açıdan değil, yaş ve eğitim seviyesi gibi kıstaslar açısından
da oylama oranlarında dikkat edilmesi gereken farklılıklar bulunmaktadır.
Sonuçlara göre 18-24 yaş grubunda %73, 25-34 yaş grubunda % 62 oranında
kalma yönünde oy kullanılırken; 55 yaş ve üzerindeki nüfusta %60 civarında
32
33
34
35
36
European Union Act, Section 4: Cases where treaty or Article 48(6) decision attracts a referendum, http://www.legislation.gov.uk/ukpga/2011/12/contents, Erişim Tarihi: 15.07.2017
Craig, Paul, “Brexit: A Drama in Six Acts”, European Law Review, Cilt 41, No 4, 2016, s. 5,
http://law.indiana.edu/what/advance-knowledge/vibrant-community/assets/craig-brexit.
pdf, Erişim Tarihi: 18.07.2017
https://www.gov.uk/government/speeches/eu-speech-at-bloomberg, 23 Ocak 2013, Erişim Tarihi: 12.07.2017
Brexit: Six months on, The UK in a Changing Europe, s. 18, http://ukandeu.ac.uk/wp-content/uploads/2016/12/Brexit-Six-months-on.pdf, Erişim Tarihi: 12.07.2017
Bkz. http://www.bbc.com/news/uk-scotland-36620375, 24 Haziran 2016, Erişim Tarihi:
12.07.2017
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
349
Avrupa Birliği’nden Ayrılma Hakkı ve Brexit Süreci
Arş. Gör. Gökçe TOPALOĞLU
ayrılma yönünde oy kullanıldığı görülmüştür. Eğitim seviyeleri dikkate
alındığında ise; eğitim seviyesi azaldıkça ayrılma yönünde oy kullananların
oranının arttığı görülmektedir.37 Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse,
eğitimli ve genç nüfusun AB üyeliğinin devam etmesi taraftarı olduğu
anlaşılmaktadır.
Her ne kadar referandumdan ayrılma kararı çıkmış olsa da, Birleşik Krallık
yasaları uyarınca referandumun sonucu hukuken bağlayıcı değildir, tavsiye
niteliğindedir. Bu durum Birleşik Krallık Anayasasının parlamento egemenliği
prensibinden ortaya çıkmaktadır.38 Dolayısıyla Parlamentonun tavsiye
niteliğindeki bu sonuca ilişkin hukuki işlem yapıp yapmama konusunda bir
özgürlüğü bulunmaktadır. Ancak David Cameron’un referandum sonucuna
uyulacağına dair yapmış olduğu sözlü taahhüdün ardından, Birleşik Krallık’ın
AB üyesi olarak kalmaya devam etmesi pek mümkün olmayacağından, ayrılma
süreci başlamıştır.39
Referandumun sonuçlanmasının ardından, AB’de kalınması konusunda
kampanya yürüten David Cameron istifa etmiş ve görevi Theresa May’a
bırakmıştır. Cameron’a göre AB’den ayrılma sürecini yeni bir başbakan
yürütmelidir. Esasında ayrılma kararı hem Cameron için hem de Birleşik Krallık
için şaşırtıcı olmuştur. Cameron da istifa konuşmasında bunu belirtmiş ve AB
entegrasyonu içerisinde yer alan bir Birleşik Krallık düşüncesini daha doğru
bulduğunu belirtmiştir.40 Cameron’un istifasının ardından, Brexit adı ile anılan
ayrılma süreci Başbakan Theresa May tarafından başlatılmıştır.
2.3 Avrupa Konseyi’ne Yapılacak Bildirim
ABA madde 50/I’de yer alan düzenleme uyarınca üye devletler, kendi
anayasa hukuku kuralları uyarınca, Konsey’e Birlik’ten ayrılmaya ilişkin
bildirimde bulunacaklardır. Ayrılma bildirimi üye devletin takdirinde olmakla
birlikte, ilgili talebin müzakere edilmesi ve ayrılma işleminin gerçekleşmesi
belirli prosedürlere bağlıdır. Hükmün ilk defa işletileceği göz önünde
bulundurulursa, ayrılmaya ilişkin tartışmalı veya yeterince açık olmayan
hükümler veya hususlar, Brexit süreci ile netleşecektir.
Ayrılma bildiriminin, üye devletin kendi anayasa hukuku kuralları uyarınca
yapılacağı hüküm altına alınmakla birlikte, burada spesifik olarak hangi
37
38
39
40
Curtice, John, Brexit: Behind the Referandum, Temmuz 2016, http://journals.sagepub.com/
doi/full/10.1177/2041905816666122, Erişim Tarihi: 13.07.2017
Craig, “Brexit…”, s. 30.
Hestermeyer, Holger P., “How Brexit Will Happen: A Brief Primer on EU Law and Constitutional Law Questions Raised by Brexit”, Journal of International Arbitration, 2016, Cilt 33, Sayı
4/1, s. 434-435.
https://www.theguardian.com/politics/2016/jun/24/david-cameron-resigns-after-uk-votes-to-leave-european-union, Erişim Tarihi: 12.07.2017
350
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Right to Withdraw from The European Union and The Brexit Process
Res. Asst. Gökçe TOPALOĞLU
kuralların işaret edildiği belirsizdir. Anayasal kurallar iç hukuk kapsamında
yer aldığından, burada incelenmesi gereken Birleşik Krallık Anayasası’dır.
Dolayısıyla bu konuda ABAD’ın herhangi bir yorum yetkisi bulunmamaktadır.41
Bununla birlikte, Birleşik Krallık’ın yazılı bir anayasası bulunmadığından
konu yeniden tartışmalı hale gelmektedir.42 Bu noktada Birleşik Krallık
düzenlemeleri dikkate alındığında iki olasılığın ortaya çıktığı görülmektedir. İlk
olasılık Kraliyet İmtiyazı43 yetkileri çerçevesinde alınan karar doğrultusunda
Başbakan’ın Avrupa Konseyi’ni bilgilendirmesidir. Burada Parlamento sürece
katılmaz. Diğer bir olasılık ise, Kraliyet İmtiyazı yetkileri kullanılmadan önce
Parlamentonun onayının alınmasıdır. Esasen Birleşik Krallık hukuku uyarınca
Kraliyet İmtiyazı yetkileri kullanılmadan önce bir yasama işlemine ihtiyaç
vardır.44
Birleşik Krallık hükümeti ilk aşamada Parlamentoyu sürece dâhil etmeden,
Kraliyet İmtiyazı yetkileri çerçevesinde bildirim yapacaklarını belirtmiştir.
Hükümete göre, bildiriminin yapılması, uluslararası antlaşmaların akdedilmesi
ve sona erdirilmesi gibi yetkilerin dâhil olduğu istisnai yetkileri kapsayan
Kraliyet İmtiyazı yetkileri çerçevesinde gerçekleştirilmelidir. Buna karşın
parlamentonun sürece dâhil edilmesi gerektiğini savunanlar ise; AB’den
ayrılmanın serbest dolaşım gibi pek çok konuda kişi haklarını ilgilendirdiğini,
dolayısıyla ancak parlamentonun bir yasama işlemi bildirim yapılabileceğini
savunmaktadırlar.45 Yüksek Mahkeme de benzer şekilde, Parlamentonun
onayı olmadan 50. maddenin işletilemeyeceğine hükmetmiştir.46 Mahkemeye
göre, Birleşik Krallık’ın AB’ye katılımını sağlayan anlaşma, AB hukukundan
kaynaklanan birtakım hakları bünyesinde ihtiva etmekte olduğundan, bu
hakların geri alınmasına sebebiyet verecek olan bir ayrılma işlemi Kraliyet ’in
yetkileri dâhilinde değildir. Dolayısıyla Mahkeme, Kraliyet İmtiyazı yetkileri
ile söz konusu katılım anlaşması hükümlerin ayrı ayrı veya bir bütün olarak
tamamen kaldırılması veya iptal edilmesinin mümkün olmadığını açık bir
41
42
43
44
45
46
Tridimas, Takis, “Article 50: An Endgame without an End”, King’s Law Journal, Cilt 27, No 3,
2016, s. 302.
Douglas-Scott, Sionaidh, “Brexit, Article 50 and the Contested British Constitution”, The
Modern Law Review, Cilt 79, No 6, 2016, s. 1025.
“Royal Prerogative” olarak ifade edilmektedir. Bu ayrıcalıklı yetkiler Kraliyet’in halen elinde
bulundurduğu yasal otoriteden ileri gelmektedir ve kapsamı Birleşik Krallık Anayasası tarafından belirlenmiştir.
Young, Alison, “Brexit, Article 50 and the ‘Joys’ of a Flexible, Evolving, Uncodified Constitution”, İçinde: Legal Aspects of Withdrawal from the EU: A Briefing Note, University of Oxford
Legal Research Paper Series, Temmuz 2016, s. 20.
Brexit: Six months on, s. 16.
High Court of Justice, R (Miller) -v- Secretary of State for Exiting the European Union, Case
No: CO/3809/2016 and CO/3281/2016, 03.11.2016, par. 109-111, https://www.judiciary.
gov.uk/judgments/r-miller-v-secretary-of-state-for-exiting-the-european-union-accessible/, Erişim Tarihi: 14.07.2016
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
351
Avrupa Birliği’nden Ayrılma Hakkı ve Brexit Süreci
Arş. Gör. Gökçe TOPALOĞLU
şekilde belirtmiştir.47 Hükümet ise bu karara itiraz etmiştir. Ancak bu itiraz sonuç
vermemiş ve Yüce Divan tarafından Yüksek Mahkemenin kararı onaylanmıştır.48
Bu doğrultuda Parlamentonun çıkarılan yasa tasarısını onaylaması üzerine,
Birleşik Krallık Başbakanı Theresa May, AB nezdinde ayrılmaya ilişkin resmi
bildirimi 29 Mart 2017 tarihinde yapmıştır.49
Ayrılmak isteyen devlet, kendi anayasası uyarınca niyetini Avrupa
Konseyi’ne bildirdikten sonra müzakereler yapılır ve Birlik ile ilişkilerin ne
şekilde devam ettirileceğine dair bir anlaşma akdedilmesi aşamasına geçilir.
Süre taraflarca uzatılmadığı takdirde, AB anlaşmaları, ayrılma anlaşmasının
yürürlüğe girdiği tarihten itibaren veya bunun gerçekleşmemesi durumunda
bildirimden itibaren iki yıl sonra ilgili devlete uygulanmaz.50 Söz konusu süre
dolmadan, ayrılmaya ilişkin bildirimin geri alınıp alınamayacağı konusu ise,
maddede buna ilişkin bir hüküm bulunmadığından, tartışmalı hale gelmiştir.
Genel görüşe göre, resmi bildirimin Avrupa Konseyi’ne yapılmasından sonra
bunu geri almak mümkün değildir. Bu görüşü savunan yazarlar esasen,
bildirimi geri alma imkânı bulunduğu takdirde, iki yıllık sürenin hiçbir anlamı
olmayacağını vurgulamaktadırlar.51 Eğer ayrılma bildiriminin geri alınabileceği
düşünülürse, bu iki yıllık süre istenildiği zaman baştan başlatılabilecek,
böylelikle bildirimde bulunan üye devlet müzakere sürecini dilediği kadar
uzatabilecek ve sürüncemede kalan durumdan faydalanma imkânı olacaktır.52
Bununla birlikte, bildirimin geri alınamaması demek, üye devletin fikrini
değiştirmesi halinde dahi ayrılma sürecini tamamlaması zorunluluğunun
ortaya çıkması anlamına gelecektir. Burada önemli olan diğer bir nokta ise
şudur; bir kez ayrıldıktan sonra tekrar AB’ye üye olabilmek için ABA madde
49’da belirtilen hükümler geçerli olacaktır. Yani üyelik aşamasında süreç baştan
47
48
49
50
51
52
Ibid, par. 93,94.
Supreme Court of the United Kingdom, R (on the application of Miller and another) (Respondents) v Secretary of State for Exiting the European Union, UKSC 2016/0196, 24.01.2017,
https://www.supremecourt.uk/cases/uksc-2016-0196.html, Erişim Tarihi: 14.07.2017
Hunt, Alex ve Wheeler, Brian, Brexit: All you need to know about the UK leaving the EU, 30
Mart 2017, http://www.bbc.com/news/uk-politics-32810887, Erişim Tarihi: 03.07.2017
ABA madde 50/3
Bkz. Ryatt, Jake, “The Irrevocability of an Article 50 Notification: Lex Specialis and the Irrelevance of the Purpoted Customary Right to Unilaterally Revoke”, https://ukconstitutionallaw.org/2016/07/27/jake-rylatt-the-irrevocability-of-an-article-50-notification-lex-specialis-and-the-irrelevance-of-the-purported-customary-right-to-unilaterally-revoke/, Erişim
Tarihi: 04.07.2017; Barber, Nick, Hickman, Tom ve King, Jeff, “Pulling the Article 50 ‘Trigger’: Parliament’s Indispensable Role”, https://ukconstitutionallaw.org/2016/06/27/nick-barber-tom-hickman-and-jeff-king-pulling-the-article-50-trigger-parliaments-indispensable-role/, Erişim Tarihi: 03.07.2017; Green, David Allen, “Can an Article 50 notification be
revoked?”, 18 Ekim 2016, http://blogs.ft.com/david-allen-green/2016/10/18/can-an-article-50-notification-be-revoked/?mhq5j=e3, Erişim Tarihi: 04.07.2017
Tridimas, s. 304.
352
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Right to Withdraw from The European Union and The Brexit Process
Res. Asst. Gökçe TOPALOĞLU
başlayacak, birlikten ayrılan devlet ile birliğe henüz üye olmamış bir devlet
arasında hukuki gereklilikler ve uyum aşamaları bakımından herhangi bir fark
olmayacaktır. Elbette daha önceden AB’ye üye iken sonradan ayrılan devletin,
AB müktesebatına uyum sağlamasının pratikte daha hızlı ve kolay işleyen bir
süreç olacağı ve bundan ötürü üyelik sürecinin de hızlanacağı düşünülebilir.
Ancak ayrıldıktan sonra tekrar Birliğe girmek isteyen bir devletin, müzakere
aşamasında pek çok tepki ve politik sorun ile karşılaşması da muhtemeldir.
VAHS madde 68’e göre bir uluslararası antlaşmadan ayrılmaya ilişkin bir
bildirim veya belge, hükmünü doğurmadan önce her zaman geri alınabilir.
Ancak antlaşmada bunun aksi bir durum düzenlenmiş ise, bu hüküm uygulama
alanı bulamayacaktır. ABA madde 50 buna ilişkin açık bir hüküm içermemekte,
sadece bildirim tarihinden itibaren 2 yılın sonunda AB antlaşmalarının
ayrılmak isteyen tarafa uygulanmayacağını belirtmektedir. VAHS madde 68’in
uluslararası hukukta bir yapılageliş oluşturduğu kabul edilse dahi, antlaşmanın
uygulanmasının ne zaman sona ereceğini açıkça belirtilmiş olduğundan
bildirimin geri alınmasının mümkün olmadığı kabul edilmelidir.53
Bu konu üzerinde tartışmaların devam etmesi neticesinde, Avrupa
Konseyi Başkanı Donald Tusk, basın mensuplarının sorusu üzerine, bildirimin
geri alınmasında hukuki bir engel bulunmadığını belirtmiştir.54 Başkanın bu
açıklamasının ardından da tartışmalar devam etmiş, doktrinde politik açıdan
yapılan bildirimin geri alınamaması gerektiği savunulmaya devam edilmiştir.55
Nihayetinde son karar, AB hukukunun yorumlanmasında münhasır yetkili
bulunan ABAD tarafından verilecektir.56
2.4 Müzakereler ve Ayrılma Anlaşması
ABA madde 50/1 uyarınca yapılan bildirimin ardından tarafların bir
anlaşma akdederek gelecekteki ilişkilerini belirlemeleri gerekmektedir. Bu
doğrultuda taraflar arasında müzakere süreci başlayacaktır. Burada söz
konusu taraflar, AB ile ayrılma niyetini bildirmiş olan üye devlettir. Avrupa
Konseyi müzakerelerin hangi esaslar doğrultusunda yürütüleceğini oybirliği
ile belirleyecektir.57 Müzakere sürecinde ayrılmak isteyen devlet, AB üyesi
olmayan bir müzakereci devlet konumunda olacak, dolayısıyla Avrupa Konseyi
53
54
55
56
57
Rylatt, ; Miller, Vaughne, Lang, Arabella ve Simson-Caird, Brexit: Article 50 TEU and the EU
Court, House of Commons Library Briefing Paper, 14 Kasım 2016, s. 10, http://researchbriefings.files.parliament.uk/documents/CBP-7763/CBP-7763.pdf, Erişim Tarihi: 24.06.2017.
Swaine, Edward, “Can’t Britain Exit Brexit?”, 5 Nisan 2017, http://opiniojuris.
org/2017/04/05/33056/, Erişim Tarihi: 05.07.2017
Bkz. Miller, Lang ve Caird, s. 9 vd.
Miller, Vaughne, Brexit Unknowns, House of Commons Library Briefing Paper, 9 Kasım
2016, s. 6. http://researchbriefings.files.parliament.uk/documents/CBP-7761/CBP-7761.
pdf, Erişim Tarihi: 06.07.2017
ABA madde 15/4.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
353
Avrupa Birliği’nden Ayrılma Hakkı ve Brexit Süreci
Arş. Gör. Gökçe TOPALOĞLU
ve Bakanlar Konseyi’ndeki ayrılma müzakerelerine ilişkin görüşmelere ve
oylamalara katılamayacaktır.58
ABA madde 50/2 uyarınca, Avrupa Parlamentosunun onayı alındıktan
sonra, Konsey nitelikli çoğunluk ile anlaşmayı akdedecektir. Buradaki nitelikli
çoğunluk kuralı, ABİA madde 238/3(b) uyarınca katılan üye devletleri temsil
eden Konsey üyelerinin en az %72’sinin onayı ve üye devlet halklarının en
az %65’inin temsilidir. Birleşik Krallık oylamaya katılamayacağından, 27 üye
devletin en az 20’sinin temsil edilmesi gerekmektedir. Bunun yanı sıra üye
devlet halklarının temsil oranının da sağlanması gerekecektir. Bu usul ile
akdedilen ayrılma anlaşmasının yürürlüğe girmesi ile devlet AB’den ayrılmış
olacaktır.
Doktrinde ayrılma anlaşması ile bazı kısıtlamaların getirilip getirilemeyeceği
tartışma konusu olmuştur. Burada dikkate alınması gereken husus, anlaşmanın
hangi normlar temelinde düzenleneceğidir. Ayrılma anlaşması, AB hukuku
kapsamında birincil mevzuata dâhil olacaktır. Hiyerarşik olarak bakıldığında
ise, AB kurucu antlaşmalarının altında yer alacaktır. Dolayısıyla ayrılma
anlaşması, kurucu anlaşmalara ve kurucu anlaşmalarda belirtilen temel
prensiplere aykırı hükümler içeremez. Örneğin, anlaşmada cinsiyet veya ırk
ayrımı içeren hükümlerin yer alması mümkün olmayacaktır. Ancak üye devlet
AB’den ayrıldıktan sonra, AB ile farklı hükümler içeren anlaşmalar yapması
mümkündür. Zira artık o devlet AB müktesebatı ile bağlı olmayacaktır.59
Sorunsuz bir ayrılık yaşanabilmesi için, ayrılma anlaşmasının AB
müktesebatında yer alan pek çok konuyu kapsaması gerekecektir. Birleşik
Krallık, özellikle serbest ticarete ilişkin konularda anlaşmaya varılmasını
istemektedir. Zira anlaşma yapılamaması halinde en büyük etkiyi ekonomik
düzen alacaktır. AB üyesi olduğu sürece Birleşik Krallık, tek pazar imkânlarından
yararlanmaktadır. Ancak ayrılma gerçekleştikten sonra, bu hükümler taraflar
bakımından geçersiz hale gelecektir. Eğer ayrılma anlaşması yapılamaz ise,
Birleşik Krallık ve AB arasındaki ticaret, ikisinin de tarafı bulunduğu Dünya Ticaret
Örgütü mevzuatı çerçevesinde ilerleyecektir. Dolayısıyla AB düzenlemelerinde
yer alan gümrük ayrıcalıkları ve serbest dolaşım hakkı ortadan kalkmış
olacağından, Birleşik Krallık ekonomisi olumsuz etkilenecektir.60 Bunun yanı
sıra diğer mali konuların da açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Birleşik
Krallık’ın AB’ye karşı devam eden mali yükümlülüklerinin ve özellikle şarta bağlı
borçlardan kaynaklanan sorumluluklarının yerine getirilmesi gerekecektir.61 Bu
58
59
60
61
House of Lords, The Process of Withdrawing from The European Union, 11th Report of Session 2015-16, s. 7, https://www.publications.parliament.uk/pa/ld201516/ldselect/ldeucom/138/138.pdf, Erişim Tarihi: 11.07.2017
Tridimas, s.311-312.
Hestermeyer, s. 447.
Craig, Paul, “The Process: Brexit and Anatomy of Article 50”, F. Fabbrini (der.), The Law and
354
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Right to Withdraw from The European Union and The Brexit Process
Res. Asst. Gökçe TOPALOĞLU
sebeple yapılacak mali anlaşmanın ilgili olacağı alanları Komisyon şu şekilde
sıralamaktadır:
•
Birlik bütçesi
•
Birleşik Krallık’ın antlaşmalarla kurulan tüm kurum ve kuruluşlardaki
üyelik statüsünün sona erdirilmesi (Örn: Avrupa Yatırım Bankası,
Avrupa Merkez Bankası)
•
Bileşik Krallık’ın AB politikaları kapsamındaki belirli fonlara katılımı
(Örn: Türkiye’deki mültecilere yönelik Avrupa Geliştirme Fonu)62
Birleşik Krallık üye olduğu süre içerisinde üzerine aldığı yükümlülükleri
yerine getirmek durumundadır. Birleşik Krallık’ın mali yükümlülüklerinin
hesaplanmasında kullanılacak yöntem Konsey’in AB’nin kaynaklarına ilişkin
kararı’nı63 temel almalıdır.64 Hâlihazırda bu mali yükümlülüklerin 60 milyar
avroyu bulduğu tahmin edilmektedir.65
Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılışı, AB üyesi olmayan devletleri de
ilgilendirmektedir. Zira Birleşik Krallık’ın, AB ile AB üyesi olmayan devletler
arasında yapılmış olan anlaşmalardan doğan yükümlülükleri ne şekilde
üstleneceğinin de belirlenmesi gerekecektir. Bu noktada ilgili devletler ile ikili
anlaşmalar yapma yoluna da gidilebilir. AB’nin geniş etki alanı göz önünde
bulundurulduğunda, üyelikten çıkan devletin eski ilişkileri yeniden kurması
kolay olmayacaktır.66
Ticari ve mali konuların haricinde AB vatandaşlığı, serbest dolaşımın diğer
unsurları, dış ilişkiler, sosyal politikalar, adalet, özgürlük ve güvenlik gibi pek çok
konuda da tarafların ilişkilerini düzenlemesi gerekecektir. Ancak, bilhassa AB
vatandaşlığından kaynaklanan hakların ortadan kalkması ile büyük değişiklikler
meydana gelecektir, ayrılan devletin vatandaşları AB hukukundan kaynaklanan
tüm hakları kaybetmiş olacaklardır. U sebeple Birleşik Krallık vatandaşlığı,
statüsel anlamda da bir düşüş yaşayacaktır.67 ABA madde 50 metninde AB
vatandaşlığının durumuna ilişkin herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır.
ABA madde 9 hükmünde bir üye devletin vatandaşlığına sahip olan kimsenin,
62
63
64
65
66
67
Politics of Brexit, Oxford University Press, 2017, Chapter 3, s. 13.
European Commission, Annex to the Recommendation for a Council Decision, 2017,
par.24, https://ec.europa.eu/info/sites/info/files/annex-recommendation-uk-eu-negotiations_3-may-2017_en.pdf, Erişim Tarihi: 11.07.2017
Council Decision on the system of own resources of the European Union
European Commission, Annex to the Recommendation for a Council Decision, par. 28.
Craig, “The Process …”, s.13.
Nicolaides, s. 215.
Kochenov, Dimitry, “EU Citizenship and Withdrawals from the Union: How Inevitable is
the Radical Downgrading of Rights?”, LSE ‘Europe in Question’ Discussion Paper Series No
111/2016, Haziran 2016, s. 3-4, http://www.lse.ac.uk/europeanInstitute/LEQS%20Discussion%20Paper%20Series/LEQSPaper111.pdf, Erişim Tarihi: 11.07.2017
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
355
Avrupa Birliği’nden Ayrılma Hakkı ve Brexit Süreci
Arş. Gör. Gökçe TOPALOĞLU
aynı zamanda Birlik vatandaşı olduğu düzenlenmiştir. Yani üye devletin
vatandaşlığının kaybedilmesi halinde veya devletin üyelikten ayrılması
halinde, AB vatandaşlığı da sona erecektir. Buna ek olarak, Birlik vatandaşlığı
ulusal vatandaşlığının yerini alan bir statü değildir.68 Dolayısıyla üye devletin
vatandaşlığından bağımsız olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği
tartışması ortaya çıkmaktadır. Birleşik Krallık AB’den ayrıldığında, vatandaşları
AB vatandaşlığını kaybetmiş olacak, buna bağlı olarak sahip oldukları hak ve
yetkileri sona erecektir. Bu çerçeveden bakıldığında referandumda ayrılma
yönünde oy kullananlar bakımından isteğe bağlı olarak vatandaşlıktan çıkma
söz konusudur. Ancak referandumda kalma yönünde oy kullananlar veya
Birleşik Krallık topraklarında ikamet eden fakat o ülkenin vatandaşı olmadığı
için oy kullanamayan AB vatandaşları ya da henüz seçime katılma koşullarını
sağlayamadıkları için oy kullanamayanlar bakımından durum sorunlu hale
gelmektedir.69
Her ne kadar AB vatandaşlığı düzenlemeleri AB müktesebatı içerisinde
yer alsa da, ulusal vatandaşlık düzenlemeleri ilgili devletin iç hukukuna
tabidir. Bu sebeple, üye devletlerin vatandaşlık kriterleri üzerinde AB’nin
değişiklik yapma yetkisi olmadığı gibi, yargısal açıdan değerlendirme imkânı
da yoktur. Bununla birlikte, AB vatandaşlığının kaybedilmesine ilişkin
Rottman davası bu konuda bir nebze yol gösterici olabilir. Söz konusu olayda,
Rottman Avusturya vatandaşlığından çıkmış ve Alman vatandaşlığına kabul
edilmiştir. Ancak Avusturya’da yargısal bir soruşturmaya tabi tutulduğunu
Alman otoritelerine bildirmediği gerekçesi ile Alman vatandaşlığından da
çıkarılmış ve vatansız kalmıştır. Sonuç olarak bu kişi AB vatandaşlığını da
kaybetmiştir.70 Dolayısıyla Avusturya’dan Almanya’ya geçiş yapamamaktadır.
Yerel mahkeme AB vatandaşlığının kaybının AB hukukuna uygun olup olmadığı
sorusunu ABAD önüne götürmüştür.71 ABAD söz konusu hukuki işlemde AB
hukukuna herhangi bir aykırılık bulmamıştır. Ancak kararda sözü geçen bazı
ifadeler önem arz etmektedir. ABAD öncelikle, AB vatandaşlığının, üye devlet
vatandaşlarının temel bir statüsü olduğunu belirtmiştir.72 Dolayısıyla üye
68
69
70
71
72
ABİA madde 20/1: “Bu Antlaşma ile Birlik vatandaşlığı tesis edilmiştir. Bir üye devletin uyrukluğunda olan herkes Birlik vatandaşıdır. Birlik vatandaşlığı ulusal vatandaşlığın yerini almayıp ona ilavedir.”
Rieder, Clemens M., “The Withdrawal Clause of the Lisbon Treaty in the Light of EU Citizenship (Between Disintegration and Integration”, Fordham International Law Journal, Cilt 37,
No 1, 2013, s. 147.
Raucea, Chiara, “Fundamental Rights: The Missing Pieces of European Citizenship”, German
Law Journal, Cilt 14, No 10, Ekim 2013, s. 2028.
Rottman v. Bayern, C-135/08, 2 Mart 2010, par. 36. http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf;jsessionid=9ea7d0f130d563a994befded4f008724f0fb2fc1ec79.
e34KaxiLc3eQc40LaxqMbN4PaxyOe0?text=&docid=75336&pageIndex=0&doclang=en&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=170785, Erişim Tarihi: 11.06.2017
Rottman v. Bayern, par. 43.
356
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Right to Withdraw from The European Union and The Brexit Process
Res. Asst. Gökçe TOPALOĞLU
devletler iç hukukta vatandaşlığa ilişkin düzenlemelerini yaparken tamamen
serbest davranamazlar, AB hukukunu ve temel prensiplerine uygun olacak
şekilde hareket etmelidirler.73 Benzer fakat daha radikal bir ifade ise Hukuk
Sözcüsü Poaris Madura’dan gelmiştir. Madura’ya göre, AB vatandaşlığı
ve ulusal vatandaşlık ayrılmaz biçimde bağlantılı olmakla birlikte, ikisi de
bağımsız statülerdir. Ulusal vatandaşlığın (ve dolayısıyla Birlik vatandaşlığının)
kazanılması veya kaybedilmesi koşulları AB hukuku tarafından belirlenmemekle
birlikte, bu koşullar AB hukukuna ve Avrupalı vatandaşların haklarına riayet
edecek şekilde düzenlenmelidir.74
Rottman kararı AB vatandaşlığının dolaylı yoldan kaybına ilişkin olsa da,
Brexit’in ardından AB vatandaşlarının durumlarıyla ilgili karşılaşılacak hukuki
sorunlarda ve davalarda önemli bir başvuru kaynağı olacaktır. Zira kararda AB
vatandaşlığı, AB hukukundan kaynaklanan temel bir hak olarak nitelendirilmiştir
ve kendi uluslarından bağımsız olarak Avrupalı vatandaşların haklarından söz
edilmiştir. Ayrılma anlaşmasında, bu değerlendirmeler ışığında düzenleme
yapılması beklentisi oluşacaktır.
AB vatandaşlığının ortadan kalkmasından doğacak hak kayıplarını en aza
indirgemek için AB vatandaşlığı benzeri hukuki düzenlemeler getirilmesi
bir çözüm olabilir. Lakin bu durumun, Birlikten ayrılmanın amacına aykırı
olacağı düşünülebilir.75 Birleşik Krallık bu noktada İsviçre benzeri bir modeli
benimseyerek, Schengen alanına dâhil olabilir ve vatandaşlarının vizesiz
seyahat ve ikamet haklarını devam ettirmelerini sağlayabilir.76 Birleşik
Krallık’ın kendi ülkesindeki AB vatandaşlarının durumu ise, özünde bir iç hukuk
sorunudur. AB vatandaşlarının serbest dolaşımına ilişkin direktif77, iç hukuka
aktarılmış bulunduğundan, Birleşik Krallık geçersiz kılana dek uygulanmaya
devam edecektir.78 Eğer Birleşik Krallık kendi vatandaşlarının söz konusu
haklarının AB nezdinde devamını sağlayabilirse, iç hukukundaki düzenlemeyi
halin icabına göre kısmen veya tamamen muhafaza edebilir.
Ayrılan devlet ile AB bir anlaşma üzerinde uzlaşamaz ise, üye devlet
herhangi bir anlaşma olmaksızın AB’den ayrılmış olacaktır. Bu durum özellikle
Birlikten ayrılan devletin aleyhine bir durum meydana getirecektir.79 Ayrılan
73
74
75
76
77
78
79
Rottman v. Bayern, par. 56.
Rottman v. Bayern, Opinion of Advocate General Poiares Maduro, par. 23. http://curia.
europa.eu/juris/document/document.jsf?text=&docid=72572&pageIndex=0&doclang=en&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=172304, Erişim Tarihi: 10.06.2017
Kochenov, “EU Citizeship …”, s. 6.
Detaylı bilgi içib bkz. Rieder, s. 173-174.
EU Citizens Free Movement Directive
Kochenov, “EU Citizeship …”, s. 16.
Parlamentonun konuya ilişkin raporu için bkz. https://publications.parliament.uk/pa/
ld201617/ldselect/ldeucom/82/8214.htm#_idTextAnchor110, Erişim Tarihi: 18.07.2017
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
357
Avrupa Birliği’nden Ayrılma Hakkı ve Brexit Süreci
Arş. Gör. Gökçe TOPALOĞLU
devletin AB ile ilişkileri tamamen kesilmiş olacağından, ekonomik alandaki
pek çok ayrıcalıktan yoksun kalacaktır. Serbest dolaşım ve gümrük birliği gibi
alanlardaki ayrıcalıklardan kısmen de olsa faydalanabilmek için, AB üyesi
devletler ile yeni baştan anlaşmalar akdetmek zorunda kalacaktır. Bu sebeple
Birleşik Krallık, ayrılma işlemlerini beklendiği üzere uzlaşma temelinde
gerçekleştirmeye yönelik bir tutum sergilemektedir.
3. Büyük Fesih Yasası80
Birleşik Krallık hükümeti, AB’den ayrılmasının hemen ardından yürürlüğe
girecek ve AB müktesebatının çok büyük bir kısmını iç hukukuna aktaracak
olan Büyük Fesih Yasasına ilişkin resmi raporu 30 Mart 2017’de ilan etmiştir.81
Raporda belirtildiği üzere, ilgili yasa ile, Birleşik Krallık’ı AB üyesi yapan 1972
tarihli katılım anlaşması yürürlükten kalkacaktır. Böylelikle AB üyeliği sona
erdikten hemen sonra, Birleşik Krallık ilgili yasa sayesinde AB müktesebatını iç
hukukuna aktaracaktır. Bu demektir ki AB hukukunun büyük bir kısmı Birleşik
Krallık’ta uygulanmaya devam edecektir. Bu noktada Parlamento hangi
kuralların aynen muhafaza edileceğine, hangilerinin değiştirilerek iç hukuka
aktarılacağına ve hangilerinin iç hukuka aktarılmayacağına karar verecektir.82
Elbette tüm düzenlemelerin tek başına Büyük Fesih Yasası ile yapılması
mümkün değildir. Zira birtakım kuralların doğrudan iç hukuka aktarılması
mümkün iken, diğer bazı kuralların aktarılabilmesi için ikincil hukuk
düzenlemelerinin yapılmasına da ihtiyaç duyulabilir. Bunun yanı sıra
AB hukukundaki hükümlerden bazıları, AB kurumları ile bağdaştırılarak
düzenlenmiştir. Bu sebeple bu kurallardan iç hukuka aktarılmak istenenlerin
devletin ilgili kurum ve kuruluşlarına uyarlanması gerekecektir.83
Büyük Fesih Yasası’nın kabul edilmesiyle doğrudan uygulanan AB hukuku
normları ve bireyler tarafından mahkeme önünde doğrudan ileri sürülebilen
haklar yürürlükte kalacaktır. Ayrıca AB hukukundan doğan yükümlülüklerin
yerine getirilmesi için yapılmış olan iç hukuk düzenlemeleri de yürürlükte
kalmaya devam edecektir. ABAD’ın yargı yetkisi sona erecektir. Ancak üyeliğin
sona ermesinden önce verilmiş olan ABAD kararları, aynen yerel mahkeme
içtihatları gibi bağlayıcılıklarını sürdürmeye ve emsal teşkil etmeye devam
edecektir.84
80
81
82
83
84
The Great Repeal Bill.
Legislating for the United Kingdom’s Withdrawal from the European Union, Secretary of
State for Exiting the European Union by Command of Her Majesty, 2017, https://www.
gov.uk/government/uploads/system/uploads/attachment_data/file/604516/Great_repeal_bill_white_paper_accessible.pdf, Erişim Tarihi: 07.07.2017
Legislating for the United Kingdom’s Withdrawal from the European Union, par. 1.11-1.12.
Ibid, par. 1.15.
Ibid, s. 14.
358
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Right to Withdraw from The European Union and The Brexit Process
Res. Asst. Gökçe TOPALOĞLU
ABAD’ın geçmiş tarihli kararlarının durumuna açıklık getirilmiş fakat
gelecekteki kararlarına ilişkin bir değerlendirme yapılmamıştır. Resmi rapor,
yeni oluşturulan bu hukuk düzenine ilişkin olarak ABAD’ın herhangi bir yorum
yetkisi bulunmadığını belirtmektedir İlk bakışta gelecekteki kararların Birleşik
Krallık ile bir bağlantısının olmayacağı düşünülebilir. Ancak Birleşik Krallık’ın
muhafaza ettiği kurallar AB hukukundan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla iki
farklı yargı yeri aynı kuralları farklı şekilde yorumlayabilecektir.
ABAD içtihatlarının gelecekteki durumuna ilişkin olarak Thomas Burri’nin
yaptığı ikili ayrımın incelenmesi faydalı olacaktır. Burri’ye göre, Birleşik Krallık
ayrılmanın ardından ya ABAD içtihatlarını tanımaya devam edecektir ya da
iç hukukuna aktardığı AB hukuku normlarını ABAD içtihatlarından tamamen
soyutlayacaktır. 85 İlk ihtimalde Birleşik Krallık hukuku AB hukuku ile uyum içinde
ilerleyecektir ve kişilerde herhangi bir belirsizlik algısı oluşmayacaktır. Zira
ABAD içtihatlarının dikkate alınması demek, değişen AB hukuku kurallarının da
dikkate alınması ve ilgili değişikliklerin Birleşik Krallık hukukunda da yapılması
anlamına gelecektir. Ancak bu durumun Birlikten ayrılma niyet ve amacına
tam olarak hizmet etmediği de açıktır.86
İkinci ihtimalde ABAD tamamen saf dışı bırakılacaktır, yani iç hukuka
aktarılmış olan AB hukuku kuralları, AB’den bağımsız olarak Birleşik Krallık
otoritelerince uygulanacak ve yorumlanacak ve bu da dönemin hal ve
şartlarına uygun olmayan sonuçlar ortaya çıkartabilecektir. Aynı hukuk kuralları
iki farklı organ tarafından ayrı ayrı yorumlanmış olacaktır, belirsizlik algısı
artacaktır. Bununla birlikte, bu sistemle ayrılmanın tam olarak gerçekleşeceği
kabul edilebilir. Birleşik Krallık otoriteleri, AB hukukuna ve bu hukukun AB
kurumlarınca yorumlanmasına bağlı kalmaksızın karar vereceklerdir.87
Genel olarak bakıldığında, gelecekteki ABAD içtihatlarının Birleşik Krallık
hukukuna ve yargı kararlarına şu veya bu şekilde etki edeceğini söylemek
yanlış olmayacaktır. Elbette ayrılma sonrası hukuki karmaşa ve düzensizlik
yaşanmaması açısından bu hususların ayrılma anlaşması ile daha detaylı
düzenlenmesi gerekmektedir. Sonuçta, hem AB müktesebatının iç hukuka
aktarılması ve uyarlanması hem de bu kuralları yorumlayan yargı organı
ile olan ilişkilerin düzenlenmesi titiz bir çalışma gerektirmektedir. Ayrılma
anlaşmasının ortaya çıkması ile bu hususlar netleşmelidir. Aksi halde belirsiz ve
açık uçlu bir ayrılma anlaşması Birleşik Krallık’ın aleyhine sonuç doğuracaktır.
85
86
87
Burri, Thomas, “Brexit Addendum: Why the ‘Great Repeal Bill’ Will Not Be So Great”,
2017, s. 2, https://papers.ssrn.com/sol3/papers.cfm?abstract_id=2966683, Erişim Tarihi:
10.07.2017
Ibid, s. 9.
Ibid, s.10.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
359
Avrupa Birliği’nden Ayrılma Hakkı ve Brexit Süreci
Arş. Gör. Gökçe TOPALOĞLU
SONUÇ
AB kurucu anlaşmalarına ayrılma hükmü getirilmeden önceki dönemde,
AB’den ayrılmaya ilişkin herhangi bir resmi talep gelmemekle birlikte,
referandum ile özerklik kazanan Grönland’ın tüm AB üyesi devletlerin onayıyla
statüsünün değişmesi ve AB hukuku sisteminin kısmen de olsa dışında kalması
mümkün olmuştur. Dolayısıyla tüm devletlerin onayı ile AB’den ayrılmanın o
dönem için de mümkün olduğu kabul edilebilir. Bununla birlikte, Lizbon’un
ardından getirilen düzenlemeler ile, bir devletin resmi ayrılma bildirimini ne
şekilde yapacağı hüküm altına alınmıştır. Ayrılma işleminin tamamlanması
için, Parlamento’nun onayının ardından Konsey’de nitelikli çoğunluk ile
karar vermesi gerekmektedir. Burada tüm devletlerin onayına ihtiyaç
bulunmamaktadır. Elbette 27 AB üyesi devlet ile gelecekte ticari, siyasi ve sosyal
ilişkilerin sürdürülmesi isteniyor ise, müzakere sürecinin iyi değerlendirilmesi
ve ayrılma anlaşmasının da mümkün olan en kapsamlı şekilde akdedilmesi her
iki tarafın da lehine olacaktır.
Brexit açısından bakılacak olursa, hem AB hem de Birleşik Krallık için bazı
kayıpların doğması kaçınılmazdır. Birleşik Krallık ekonomik ve siyasi açıdan
güçlü bir aktördür. Ancak neticede tek pazar, serbest dolaşım, vatandaşlık
hakları gibi pek çok özel düzenlemeden yararlanma hakkını kaybeden
Birleşik Krallık olacaktır. Ayrılan devlet, AB’ye nazaran daha geniş kapsamda
etkilenecektir. Bu aşamada devreye giren ayrılma anlaşmasının en önemli
amacı, iki tarafın en avantajlı şekilde bu durumu sonuçlandırmasıdır. Ayrılma
anlaşmasının içeriği, ABA madde 50’de gelecekteki ilişkilerin tespiti olarak
belirtilmiştir. Görüldüğü üzere bu sadece çerçevesi çizilmiş, oldukça ucu açık
bir hükümdür. Özellikle AB hukukunun geniş kapsamı dikkate alındığında,
hüküm yetersiz kalmaktadır. Burada ayrılma anlaşmasının içeriğinin yapılacak
müzakereler ile mevcut duruma göre somutlaştırılması gerekecektir. Esasen
Brexit, AB’den ayrılmak isteyen başka devletler olması halinde, bir emsal teşkil
edecektir.
Ayrılma anlaşmasının yanı sıra Büyük Fesih Yasası da Birleşik Krallık
– AB ilişkilerinin geleceğini belirleyecek olan diğer bir etmendir. Birleşik
Krallık hükümeti ayrılmanın kendi hukuk düzenindeki olumsuz etkisini en
aza indirgeyebilmek amacıyla, Büyük Fesih Yasası ile AB hukukunu kendi
hukuk sistemine dâhil etmek istemektedir. Bu yasa ile tek seferde iç hukuka
aktarılabilecek düzenlemeler sınırlıdır. Buna ek olarak pek çok tali düzenleme
getirilmesi gerekecektir. Bu zahmetli sürecin, Birleşik Krallık’ın AB hukuku
kurallarını istediği şekli ile iç hukukuna dâhil etmesini sağlayacağı düşünülse
de, AB hukuk sisteminden tamamen kopup kopamayacağı tartışmalıdır.
Birleşik Krallık ayrılma sonrasında AB hukuku ile bir senkronizasyon içerisinde
mi olacaktır, yoksa hukuk sistemini AB’den tamamen soyutlayacak mıdır?
360
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Right to Withdraw from The European Union and The Brexit Process
Res. Asst. Gökçe TOPALOĞLU
Birleşik Krallık, AB hukuku kurallarını muhafaza edeceğinden, kendini
tamamen soyutlamasının pratik anlamda pek mümkün olmadığı söylenebilir.
Benzer şekilde ABAD’ın içtihatları da Birleşik Krallık hukukunda etkili
olacaktır. Büyük Fesih Yasası ABAD’ın yetkisinin sona ereceğini belirtse de,
etkileşim kaçınılmazdır. İki tarafın yargı organı da aynı hukuki düzenlemeleri
yorumlayacaktır. Ancak AB hukuku kendi içerisinde gelişmeye ve değişmeye
devam edecektir, bazı kurallar değişime uğrayacaktır, anlamı ve kapsamı
günün hal ve koşullarına göre farklılaşacaktır. Burada Birleşik Krallık belirsizliği
ortadan kaldırmak, mevcut koşullara uyumlanmak ve AB ile ilişkileri daha geniş
çerçevede sürdürmek maksadıyla bu değişimlere ve ABAD içtihatlarına kendi
hukuk sisteminde yer vermek isteyebilir. Esasen bu durumdan çıkarılabilecek
en önemli sonuç, ayrılmadan sonra dahi AB’nin ve AB hukukunun Birleşik
Krallık üzerinde hatırı sayılır bir etkisinin olacağıdır.
*****
KAYNAKÇA
Akçadağ Alagöz, Emine, “Avrupa Birliği ve Grönland”, 20 Kasım 2009, http://
www.bilgesam.org/incele/805/-avrupa-birligi-ve-gronland/#.WRGoSeXyiUk,
Erişim Tarihi: 09.05.2017.
Akehurst, Michael “Withdrawal from International Organizations”, Current
Legal Problems, Cilt 32, No 1, 1979, s. 143-154.
Avrupa İçin Bir Anayasa Oluşturan Antlaşma Taslağı, https://www.bumko.gov.
tr/Eklenti/2850,anayasatrdoc.DOC?0, Erişim Tarihi: 15.07.2017.
Barber, Nick, Hickman, Tom ve King, Jeff, “Pulling the Article 50
‘Trigger’: Parliament’s Indispensable Role”, https://ukconstitutionallaw.
org/2016/06/27/nick-barber-tom-hickman-and-jeff-king-pulling-the-article50-trigger-parliaments-indispensable-role/, Erişim Tarihi: 03.07.2017.
Berglund, Sara, “Prison or Voluntary Cooperation? The Possibility of
Withdrawal from the European Union”, Scandinavian Political Studies, Cilt 29,
No 2, 2006, s. 147-167.
Bilgin, A. Aslı, “Avrupa Birliğinden Çekilme Hakkı: Sonun Başlangıcı Mı?”, Gazi
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 18, Sayı 3-4, 2014, s. 205-253.
Brexit: Six months on, The UK in a Changing Europe, http://ukandeu.ac.uk/
wp-content/uploads/2016/12/Brexit-Six-months-on.pdf,
Erişim
Tarihi:
12.07.2017.
Brunner v European Union Treaty, http://www.judicialstudies.unr.edu/JS_
Summer09/JSP_Week_1/German%20ConstCourt%20Maastricht.pdf, Erişim
Tarihi: 14.04.2017.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
361
Avrupa Birliği’nden Ayrılma Hakkı ve Brexit Süreci
Arş. Gör. Gökçe TOPALOĞLU
Burri, Thomas, “Brexit Addendum: Why the ‘Great Repeal Bill’ Will Not
Be So Great”, 2017, https://papers.ssrn.com/sol3/papers.cfm?abstract_
id=2966683, Erişim Tarihi: 10.07.2017.
Case 7/71, Commission v. France,http:// curia.europa.eu/juris/showPdf.
jsf?text=&docid=88118&pageIndex=0&doclang=en&mode=lst&dir=&occ=
first&part= 1&cid=731909, Erişim tarihi: 12.04.2017.
Craig, Paul, “Brexit: A Drama in Six Acts”, European Law Review, Cilt 41, No 4,
2016, http://law.indiana.edu/what/advance-knowledge/vibrant-community/
assets/craig-brexit.pdf, Erişim Tarihi: 18.07.2017.
Craig, Paul, “The Process: Brexit and Anatomy of Article 50”, F. Fabbrini (der.),
The Law and Politics of Brexit, Oxford University Press, 2017, Chapter 3.
Curtice, John, Brexit: Behind the Referandum, Temmuz 2016, http://
journals.sagepub.com/doi/full/10.1177/2041905816666122, Erişim Tarihi:
13.07.2017.
Çamlıca, Ferhat, “Avrupa Birliği ve Ekonomik Parasal Birlikten Ayrılmanın
Lizbon Antlaşması Çerçevesinde Değerlendirilmesi”, Ankara Avrupa
Çalışmaları Dergisi, Cilt 11, No 1, 2012, s. 25-40.
Douglas-Scott, Sionaidh, “Brexit, Article 50 and the Contested British
Constitution”, The Modern Law Review, Cilt 79, No 6, 2016, s. 1019-1040.
European Commission, Annex to the Recommendation for a Council
Decision, 2017, par.24, https://ec.europa.eu/info/sites/info/files/annexrecommendation-uk-eu-negotiations_3-may-2017_en.pdf, Erişim Tarihi:
11.07.2017.
European Union Act, Section 4: Cases where treaty or Article 48(6) decision
attracts a referendum, http://www.legislation.gov.uk/ukpga/2011/12/
contents, Erişim Tarihi: 15.07.2017.
Friel, Raymond J., “Providing A Constitutional Framework for Withdrawal
From The EU: Article 59 of the Draft European Constitution”, The International
and Comparative Law Quarterly, Cilt 53, No 2, 2004, s. 407-428.
Green, David Allen, “Can an Article 50 notification be revoked?”, 18 Ekim
2016, http://blogs.ft.com/david-allen-green/2016/10/18/can-an-article-50notification-be-revoked/?mhq5j=e3, Erişim Tarihi: 04.07.2017.
Günuğur, Haluk, Lizbon Antlaşması Sonrasında Avrupa Bütünleşmesi, Avrupa
Ekonomik Danışma Merkezi, Ankara, 2012.
362
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Right to Withdraw from The European Union and The Brexit Process
Res. Asst. Gökçe TOPALOĞLU
Hestermeyer, Holger P., “How Brexit Will Happen: A Brief Primer on EU Law
and Constitutional Law Questions Raised by Brexit”, Journal of International
Arbitration, 2016, Cilt 33, Sayı 4/1, s. 429-450.
Hill, John, “The European Economic Community: The Right of Member State
Withdrawal”, Georgia Journal of International & Comparative Law, Cilt 12,
1982, s. 335-357.
House of Lords, The Process of Withdrawing from The European Union, 11th
Report of Session 2015-16, https://www.publications.parliament.uk/pa/
ld201516/ldselect/ldeucom/138/138.pdf, Erişim Tarihi: 11.07.2017.
http://news.bbc.co.uk/onthisday/hi/dates/stories/june/6/
newsid_2499000/2499297.stm,
http://www.historyextra.com/article/
international-history/1975-referendum, Erişim Tarihi: 11.07.2017.
http://www.bbc.com/news/uk-scotland-36620375, 24 Haziran 2016, Erişim
Tarihi: 12.07.2017.
https://publications.parliament.uk/pa/ld201617/ldselect/ldeucom/82/8214.
htm#_idTextAnchor110, Erişim Tarihi: 18.07.2017.
https://www.gov.uk/government/speeches/eu-speech-at-bloomberg,
Ocak 2013, Erişim Tarihi: 12.07.2017.
23
https://www.theguardian.com/politics/2016/jun/24/david-cameron-resignsafter-uk-votes-to-leave-european-union, Erişim Tarihi: 12.07.2017.
Hunt, Alex ve Wheeler, Brian, Brexit: All you need to know about the UK leaving
the EU, 30 Mart 2017, http://www.bbc.com/news/uk-politics-32810887,
Erişim Tarihi: 03.07.2017.
Jacqué, Jean Paul, “The Accession of the European Union to the European
Convention on Human Rights and Fundamental Freedoms”, Common Market
Law Review, Cilt 48, 2011, s. 995-1023.
Johansen, Ove ve Sørensen, Carsten Lehmann, “Greenland’s Way Out Of The
European Community”, The World Today, Cilt 39, No 7/8, 1983, s. 270-277.
Kochenov, Dimitry, “EU Citizenship and Withdrawals from the Union: How
Inevitable is the Radical Downgrading of Rights?”, LSE ‘Europe in Question’
Discussion Paper Series No 111/2016, Haziran 2016. http://www.lse.ac.uk/
europeanInstitute/LEQS%20Discussion%20Paper%20Series/LEQSPaper111.
pdf, Erişim Tarihi: 11.07.2017
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
363
Avrupa Birliği’nden Ayrılma Hakkı ve Brexit Süreci
Arş. Gör. Gökçe TOPALOĞLU
Legislating for the United Kingdom’s Withdrawal from the European Union,
Secretary of State for Exiting the European Union by Command of Her
Majesty, 2017, https://www.gov.uk/government/uploads/system/uploads/
attachment_data/file/604516/Great_repeal_bill_white_paper_accessible.
pdf, Erişim Tarihi: 07.07.2017.
MacCormick, Neil, “The Maastricht-Urteil: Sovereignty Now”, European Law
Journal, Cilt 1, No 3, 1995, s. 259-266.
Miller, Vaughne, Brexit Unknowns, House of Commons Library Briefing Paper,
9 Kasım 2016, http://researchbriefings.files.parliament.uk/documents/CBP7761/CBP-7761.pdf, Erişim Tarihi: 06.07.2017.
Miller, Vaughne, Lang, Arabella ve Simson-Caird, Brexit: Article 50 TEU and the
EU Court, House of Commons Library Briefing Paper, 14 Kasım 2016, ,http://
researchbriefings.files.parliament.uk/documents/CBP-7763/CBP-7763.pdf,
Erişim Tarihi: 24.06.2017.
Nicolaides, Phedon, “Withdrawal From The European Union: A Typology of
Effects”, Maastricht Journal of European and Comparative Law, Cilt 20, No 2,
2013, s. 209-219.
R (Factortame Ltd) v Secretary of State for Transport, https://publications.
parliament.uk/pa/ld199899/ldjudgmt/jd991028/factor-1.htm, Erişim Tarihi:
14.04.2017.
R (Miller) -v- Secretary of State for Exiting the European Union, Case No:
CO/3809/2016 and CO/3281/2016, 03.11.2016, https://www.judiciary.gov.
uk/judgments/r-miller-v-secretary-of-state-for-exiting-the-european-unionaccessible/, Erişim Tarihi: 14.07.2016.
R (on the application of Miller and another) (Respondents) v Secretary of State
for Exiting the European Union, UKSC 2016/0196, 24.01.2017, https://www.
supremecourt.uk/cases/uksc-2016-0196.html, Erişim Tarihi: 14.07.2017.
Raucea, Chiara, “Fundamental Rights: The Missing Pieces of European
Citizenship”, German Law Journal, Cilt 14, No 10, Ekim 2013, s. 2021-2040.
Rieder, Clemens M., “The Withdrawal Clause of the Lisbon Treaty in the
Light of EU Citizenship (Between Disintegration and Integration”, Fordham
International Law Journal, Cilt 37, No 1, 2013, s. 147-174.
Rottman v. Bayern, C-135/08, 2 Mart 2010, par. 36. http://
curia.europa.eu/juris/document/document.jsf;jsessionid=
9ea7d0f130d563a994befded4f008724f0fb2fc1ec79.e34KaxiLc3eQc40
LaxqMbN4PaxyOe0?text=&docid=75336&pageIndex=0&doclang= en&mode
=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=170785, Erişim Tarihi: 11.06.2017.
364
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Right to Withdraw from The European Union and The Brexit Process
Res. Asst. Gökçe TOPALOĞLU
Rottman v. Bayern, Opinion of Advocate General Poiares Maduro, par. 23.
http://curia.europa.eu/juris/document/document.jsf?text=&docid=72572&
pageIndex=0&doclang=en&mode=lst&dir=&occ=first&part=1&cid=172304,
Erişim Tarihi: 10.06.2017.
Ryatt, Jake, “The Irrevocability of an Article 50 Notification: Lex Specialis and
the Irrelevance of the Purpoted Customary Right to Unilaterally Revoke”,
https://ukconstitutionallaw.org/2016/07/27/jake-rylatt-the-irrevocability-ofan-article-50-notification-lex-specialis-and-the-irrelevance-of-the-purportedcustomary-right-to-unilaterally-revoke/, Erişim Tarihi: 04.07.2017.
Sinclair, Ian, The Vienna Convention on the Law of Treaties, Manchester
University Press, 1973.
Swaine, Edward, “Can’t Britain Exit Brexit?”, 5 Nisan 2017, http://opiniojuris.
org/2017/04/05/33056/, Erişim Tarihi: 05.07.2017.
Treaty establishing the European Economic Community, http://www.
ab.gov.tr/files/ardb/evt/1_avrupa_birligi/1_3_antlasmalar/1_3_1_kurucu_
antlasmalar/1957_treaty_establishing_eec.pdf, Erişim tarihi: 11.04.2017.
Treaty of Rome, https://ec.europa.eu/romania/sites/romania/files/tratatul_
de_la_roma.pdf, Erişim Tarihi: 09.05.2017.
Tridimas, Takis, “Article 50: An Endgame without an End”, King’s Law Journal,
Cilt 27, No 3, 2016, s. 297-313.
Weiler, Joseph H. H., “Alternatives to Withdrawal from an International
Organization: The Case of the European Economic Community”, Israel Law
Review, Cilt 20, No 1, 1985, s. 282-298.
Yearbook of International Law Commission Volume II, United Nations
Publication, New York, 1964, http://legal.un.org/ilc/publications/yearbooks/
english/ilc_1966_v2.pdf, Erişim Tarihi: 15.04.2017.
Young, Alison, “Brexit, Article 50 and the ‘Joys’ of a Flexible, Evolving,
Uncodified Constitution”, Legal Aspects of Withdrawal from the EU: A Briefing
Note, University of Oxford Legal Research Paper Series, Temmuz 2016.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
365
6102 SAYILI TÜRK TİCARET KANUNU UYARINCA BİRLEŞMEDE
AYRILMA AKÇESİ
Squeeze Out In Merger According to the Turkish Commercial
Code Numbered 6102
Arş. Gör. Nihal KOŞER1
Geliş Tarihi: 05.10.2017
Kabul Tarihi: 02.02.2018
ÖZET
ABSTRACT
Ayrılma akçesi, Türk hukukunda ilk
kez 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununda
düzenlenmiştir.
Ticaret
şirketlerinin
birleşmeleri bakımından iki yönlü işleve
sahip olan bu kurum ile birleşmeye
katılmak istemeyen ortaklara paylarının
gerçek değerini alarak çıkma hakkı
tanınmasının yanı sıra şirket içi huzuru
bozan azınlık pay sahiplerinin de çoğunluk
kararıyla çıkarılması mümkün kılınmıştır.
Bu makale kapsamında ayrılma akçesi tüm
yönleriyle; hukuki niteliği, çeşitleri, tespiti
ve ödenmesi başlıkları altında inceleme
konusu yapılmıştır.
Payment for withdrawal is regulated in the
Turkish Commercial Code number 6102 for the
first time in Turkish law. This institution, which
has two-way function in terms of mergers of
trading companies, made it possible for the
shareholders who do not want to join the
merger to be granted the right to get their
shares by taking the real value of their shares
as well as remove the minority shareholders
who have disturbed the internal peace of the
company with the majority decision. In this
article, Payment for withdrawal is examined
in all its parts under the headings; legal
characteristic, variety, determination and
payment.
Anahtar Kelimeler: 6102 sayılı
Keywords: Turkish Commercial Code
Ticaret Kanunu, Birleşme Sözleşmesi, numbered 6102, Merger Contract, Cash
Ayrılma Akçesi, Seçim Hakkı, Birleşmede Payment for Withdrawal/Squeeze Out, Right of
Election, Squeeze Out Merger.
Ortaklıktan Çıkarılma
GİRİŞ
Küreselleşme ile ülkelerarası sınırların ortadan kalkması, dünya ticaretine
yeni bir boyut kazandırmıştır. Günümüz piyasasında varlığını sürdürmek isteyen
işletmelerin, yeni stratejiler uygulayarak, değişen ve gelişen ticari hayata
uyum sağlaması gerekmektedir. İşte ticaret ortaklıklarının artan bu rekabet
ortamıyla baş etme yollarından biri de birleşmedir. Birleşme; iki veya daha
çok ticaret ortaklığının malvarlıklarının, tasfiye olunmaksızın, kendiliğinden ve
külli halefiyet yolu ile içlerinden birine veya yeni kurulan bir ortaklığa geçmesi,
intikal eden malvarlığı karşılığı olarak da infisah eden ortaklığın ortaklarının,
bünyesinde birleşilen ortaklıkta, belirli ölçüte göre hesaplanan oranlarda, pay
sahibi olmasıdır.
1
Çankaya Üniversitesi Ticaret
e-mail: nihalgungelen@gmail.com
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Hukuku
Anabilim
Dalı
Araştırma
Görevlisi,
367
6102 Sayılı Türk Ticaret Kanunu Uyarınca Birleşmede Ayrılma Akçesi
Arş. Gör. Nihal KOŞER
Birleşme ile birleşmeye katılan ortaklıkların yapısında meydana gelen
değişikliklerin, doğal olarak ortaklar üzerinde de ciddi etkileri olacaktır. Bu
halde ortakların menfaatlerinin korunması birleşmenin temel ilkelerinden biri
olan pay sahipliğinin devamı ilkesi aracılığıyla sağlanacaktır2. Pay sahipliğinin
devamı ilkesi uyarınca devrolunan ortaklığın ortaklarına, devredilen malvarlığı
karşılığında, usulüne göre belirlenmiş bir değişim oranına göre devralan
ortaklıkta pay verilmesi zorunludur.
Bu ilkenin en önemli istisnası3, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun4 (TTK)
141. maddesinde “ayrılma akçesi” başlığı altında düzenlenmiştir. Buna göre
ayrılma akçesi ile birleşmeye katılmak istemeyen ortaklara bir alternatif
sunulmasının yanı sıra bazı ortaklar bakımından sadece ayrılma akçesinin
öngörülerek ortaklıktan çıkarılması mümkün kılınmıştır.
Türk hukukunda ilk kez 6102 sayılı TTK ile düzenlenen ve ortaklıklar
hukuku bakımından ciddi sonuçlar doğuracak olan bu kurumun tüm hatlarıyla
ele alınması uygulamada ortaya çıkacak problemlerin tespiti ve önlenmesi
bakımından büyük önem arz etmektedir. Bu nedenledir ki, bu çalışma
kapsamında ayrılma akçesi sırasıyla kavram, nitelik, türleri, değerinin tespiti
ve ödenmesi başlıkları altında inceleme konusu yapılmıştır.
I. KAVRAM
Ayrılma akçesi TTK’nın 141. maddesinde; “(1) Birleşmeye katılan şirketler,
birleşme sözleşmesinde, ortaklara, devralan şirkette, pay ve ortaklık haklarının
iktisabı ile iktisap olunacak şirket paylarının gerçek değerine denk gelen bir
ayrılma akçesi arasında seçim yapma hakkı tanıyabilirler. (2) Birleşmeye
katılan şirketler birleşme sözleşmesinde, sadece ayrılma akçesinin verilmesini
öngörebilirler” şeklinde düzenlenmiştir. Buradan hareketle ayrılma akçesi;
ticaret ortaklıklarının birleşme süreci içinde iktisap olunacak şirket paylarının
gerçek değerine denk gelen ve birleşmeye katılmayan veya birleşmeden
çıkarılan ortaklara ödenen pay bedeli veya pay bedellerinin toplamı olarak
2
3
4
Pulaşlı, H.: Şirketler Hukuku Genel Esaslar, Ankara 2016, s. 74, (Şirketler Hukuku).
Pulaşlı, pay sahipliğinin devamlılığı ilkesinin üç istisnası bulunduğunu belirtmiştir. Yazara göre
bunlardan ilki TTK m. 140/2’de düzenlenen denkleştirme ödemesi, ikincisi TTK m. 141’de
düzenlenen ayrılma akçesi, üçüncüsü ise TTK m. 140/5’de öngörülen intifa senetlerinin
satın alınmasıdır; Pulaşlı, Şirketler Hukuku, s. 76-77. Göktürk ise, pay sahipliğinin devamlılığı
ilkesinin iki istisnası olduğunu bunlardan ilkinin TTK m. 141’de düzenlenen ayrılma akçesi,
ikincisinin ise TTK m. 155/2(a)’da verilmesi önerilen nakdi karşılığın olduğunu belirtmiştir;
Göktürk, K.: Türk Ticaret Kanununa Göre Ticaret Şirketlerinin Birleşme Süreci ve Bazı
Sorunlar, GÜHFD 2013, C. XVII, S. 1-2, s. 644.
RG. 14.02.2011, S. 27846.
368
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Squeeze Out In Merger According to the Turkish Commercial Code Numbered 6102
Res. Asst. Nihal KOŞER
tanımlanabilecektir5.
Birleşmeye ilişkin diğer hükümler gibi ayrılma akçesi kavramı da 2003 tarihli
İsviçre Birleşme Kanunundan6 alınmıştır7. Ancak TTK m. 141’deki düzenleme
mehaz İsviçre hukukundan birkaç noktada ayrılmaktadır. Şöyle ki, mehaz
kanunun ayrılma akçesini düzenleyen 8. maddesinde; birleşme sözleşmesinde
bir ayrılma akçesi öngörülebileceğini, bunun pay ve hakların alternatifi
olabileceğini ve hakkın devrolunan ortaklıktaki pay ve ortaklık haklarına denk
geleceğini belirtmiştir8. Görüldüğü üzere TTK m. 141’den farklı olarak değere
ilişkin herhangi bir tanım yapılmamış, ortakları bu hususta yetkilendirerek
geniş bir hareket alanı tanınmıştır.
Ayrılma akçesinin öngörülmesi ile amaçlanan; bir taraftan birleşmenin
dışında kalmak isteyen devrolunan ticaret ortaklığının ortaklarına birleşme
sözleşmesinde öngörülecek bir seçim hakkı ile bu olanağı vermek, diğer
taraftan da birleşen ortaklıklara devrolunan ortaklıktaki azınlığı çıkarma
yolunu açarak tam hakimiyetin kurulmasını sağlamaktır9.
Son olarak, ayrılma akçesi bir birleşme hukuku kurumudur10. Buna
karşın doktrinde bölünme ve tür değiştirmeye kıyas yoluyla uygulanıp
uygulanamayacağı tartışma konusu olmuştur.
Moroğlu, birleşme gibi bölünmenin de azınlık pay sahiplerinin zararına
olabileceğini, bu durumda özellikle bölünen şirketin azınlık pay sahiplerine
paylarının gerçek değerini karşılayacak bir ayrılma akçesi verilerek
çıkabilmelerinin sağlanması gerektiğini ifade etmektedir. Ayrıca yazar bölünen
ve devralan şirketlere, TTK m. 141/2 ve KVK m. 38 hükümlerine paralel, çıkarma
hakkı tanınması gerektiğini savunmaktadır11. Sönmez de benzer gerekçelerle
bölünme işleminde ayrılma akçesi tanınması gerektiğini savunmuş hatta bir
5
6
7
8
9
10
11
Tekinalp, Ü.: Birleşmede Ayrılma Akçesi, REGESTA 2012, C.II, S. 1, s. 23, (Ayrılma Akçesi).
30/10/2003 tarihli Birleşme, Bölünme, Tür Değiştirme ve Malvarlığı Devrine İlişkin Federal
Kanun (Bundesgesetz vom 3. Oktober 2003 über Fusion, Spaltung, Umwandlung und
Vermögensü-bertragung (Fusionsgesetz-FusG)).
Ayrılma Akçesi AT’nin şirketlere ilişkin İkinci Yönergesinde bulunmamaktadır. Ancak
gerekçede de ifade edildiği üzere bu boşluğun olumlu bir boşluk olarak nitelendirildiği,
onun için Yönergede ulusal düzenlemelere olanak tanındığı ve birleşmeye muhalif olan
ortağın devredilen şirketten ayrılma hakkının ona verildiği kabul edilmektedir, bkz. Gerekçe,
s. 115.
Tekinalp, Ayrılma Akçesi, s. 26.
Tekinalp, Ayrılma Akçesi, s. 23.
Çoştan, H.: Türk Ticaret Kanunu Tasarısı Hükümlerine Göre Anonim Şirketin Birleşme,
Bölünme ve Tür Değiştirme Yoluyla Yeniden Yapılanmasında Alacaklının Korunması, Ankara
2009, s. 174, (Alacaklının Korunması).
Moroğlu, E.: 6102 Sayılı Türk Ticaret Kanunu Değerlendirme ve Öneriler, İstanbul 2016, B. 8,
s. 104. Ayni yönde Büyükaka, C.: Yeni Türk Ticaret Kanunu Çerçevesinde Şirketlerin Bölünme
ve Birleşme İşlemlerinin Hukuki Prosedürü, REGESTA, 2011, S. 1, s. 123.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
369
6102 Sayılı Türk Ticaret Kanunu Uyarınca Birleşmede Ayrılma Akçesi
Arş. Gör. Nihal KOŞER
adım ileri giderek bölünme ve tür değiştirmenin yanı sıra aktiflerin toptan
satışı ve işletmenin konusunun tümüyle değiştiği hallerde de ortaklara ayrılma
hakkının tanınmasının isabetli olacağını ifade etmiştir12.
Tekinalp ise ayrılma akçesine ilişkin hükümlerin kanunda
düzenlenmediğinden bahisle kıyas yoluyla tür değiştirme ve bölünmeye
uygulanamayacağını kabul etmekle birlikte söz konusu boşluğun olumsuz
nitelik taşımadığını bazı istisnai hallerde seçim hakkı olarak tanınan ayrılma
akçesinin bölünmeye uygulanabileceğini belirtmiştir. Buna göre mevcut bir
ortaklığın devralması yoluyla bölünmede seçim hakkı olarak tanınan ayrılma
akçesinin öngörülmesi mümkündür13.
Bu görüşlerden yola çıkarak denilebilir ki, bazı hallerde bölünmede ortaklara
ayrılma akçesi alarak ortaklıktan ayrılma hakkının kanunla tanınması gerekli ve
yerinde bir düzenleme olacaktır. Ancak mevcut durum bakımından kanunun
tercihi açıktır14. Zira TTK’nın 161. maddesinde tam ve kısmi bölünmede şirket
pay ve haklarının 140. madde uyarınca korunacağı düzenlenirken, 141.
maddede düzenlenen ayrılma akçesine herhangi bir atıfta bulunulmamıştır15.
Dolayısıyla ayrılma akçesine ilişkin hükümlerin kıyasen bölünme ve tür
değiştirmeye uygulanmasına imkan yoktur. Bu imkanın varlığı ancak TTK m.
194’te düzenlenen bir ticaret ortaklığının, ticari işletmeyle birleşmesi halinde
kabul edilebilecektir16.
II. NİTELİK
Ayrılma akçesinin niteliğine ilişkin doktrinde farklı görüşler mevcuttur. İlk ve
ağırlıklı olarak kabul eden görüş uyarınca ayrılma akçesi bir ödemedir17. Buna
göre birleşme sonucu, seçim hakkını kullanarak veya zorunlu olarak ayrılan
12
13
14
15
16
17
Sönmez, Y. Z.: Anonim Ortaklıklarda Pay Sahibinin Ortaklıktan Ayrılma Hakkı, İstanbul 2009,
s. 201
Tekinalp, Ayrılma Akçesi, s. 23-24. Aynı yönde Durgut, R.: 6102 Sayılı Yeni Türk Ticaret
Kanunu’na Göre Şirketlerin Bölünmesi ve Bölünmeye Hakim Olan İlkeler, e-akademi, 2012,
S. 126, s. 16-17, http://www.e-akademi.org/arsiv.asp?sayi=126 (e.t. 01.12.2016); Susuz, K.:
Anonim Şirketlerin Bölünmesinde Pay Sahiplerinin Ayrılma Hakkı, Legal Mali Hukuk Dergisi,
2011, Y. 7, s. 77, s. 1295.
Helvacı kanunun bu tercihinin nedeni olarak bölünme ile daralan malvarlığı yapısını
göstermektedir. Şöyle ki, yazar birleşmenin aksine bölünmede daralan bir malvarlığı
yapısının olduğunu ayrılma hakkının bu yapıyı daha da güçsüz hale getireceğini ifade
etmektedir. Buna göre kanun koyucu bölünmenin gerçekleşmeme olasılığını, malvarlığının
güçsüz hale gelmesine tercih etmektedir, Helvacı, M.: Anonim Ortaklıkların Bölünmesi
(Yeniden Yapılanma Modeli Olarak Bölünme), İstanbul 2004, s. 119.
Çoştan, Alacaklının Korunması, s. 174.
Tekinalp, Ayrılma Akçesi, s. 24.
Kağıtçıoğlu, M.: Anonim Şirketlerde Kısmi Bölünme, İstanbul 2012, s. 153; Özatlan, Y.:
Anonim Şirket Birleşmelerinde Ortaklık Paylarının ve Ortaklık Haklarının İncelenmesi Davası
(Denkleştirme Davası), İstanbul 2014, s. 120-121; Tekinalp, Ayrılma Akçesi, s. 24.
370
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Squeeze Out In Merger According to the Turkish Commercial Code Numbered 6102
Res. Asst. Nihal KOŞER
ortağın veya ortakların payının, birleşen ortaklıklar tarafından, devralan
ortaklık yararına satın alınarak ödenmesi ayrılma akçesidir. Gerçekten de,
birleşmeye katılmak istemeyen ortağın payının gerçek değerine denk gelen
karşılığı ifade eden “ayrılma akçesi” niteliği itibariyle bir ödemedir.
İkinci görüş ayrılma akçesinin tazminat niteliğinde olduğunu yönündedir18.
Bu görüş isabetli değildir. Zira tazminat kelime anlamı itibariyle zarar karşılığı
ödenen paradır. Birleşmeye katılmak istemeyen pay sahibi bakımından hukuki
anlamda bir zarar doğmadığından bunun karşılığı olarak yapılan ödemenin de
tazminat niteliğinde olduğu kabul edilemeyecektir.
III. TÜRLERİ
1. Seçimlik Ayrılma Akçesi
A- Genel Olarak
TTK m. 141/1 uyarınca “Birleşmeye katılan şirketler, birleşme sözleşmesinde,
ortaklara, devralan şirkette, pay ve ortaklık haklarının iktisabı ile iktisap
olunacak şirket paylarının gerçek değerine denk gelen bir ayrılma akçesi
arasında seçim yapma hakkı tanıyabilirler”. Buna göre birleşme sözleşmesinde
yer alacak bir hükümle bu sürece katılmak istemeyen ortaklara bir seçim hakkı
tanınabilecektir.
Ortaklara böyle bir seçim hakkı tanınması şart değildir. Birleşme
sözleşmesinde ayrılma akçesine yer verip vermemek birleşmeye katılan
ortaklıkların inisiyatifindedir19. Kanun koyucunun bu konudaki tercihi TTK m.
151/5’te “Birleşme sözleşmesi ayrılma akçesini öngörüyorsa....” hükmü ile
bir kez daha ortaya konulmuştur. Aynı şekilde TTK m. 146/1(f)’de “Birleşme
sözleşmesi ... gereğinde 141. madde uyarınca ayrılma akçesini içermesi
zorunludur” düzenlemesi ile TTK m. 147/2(d) ‘de yer alan “Birleşme
raporunda .... gereğinde ayrılma akçesinin tutarı ... belirtilir” ifadesi birleşme
sözleşmesinde ayrılma akçesine yer verilmesinin ihtiyari olduğunu destekler
niteliktedir20.
Moroğlu, genel düzenleme olan pay ile ayrılma akçesi arasında seçimlik
hakkın kullanılabilmesinin birleşen şirketlerin takdirine bırakılmasını doğru
bulmadığını; bu nedenle maddedeki “...tanıyabilirler” kelimesinin “...tanırlar”
şeklinde düzeltilmesi gerektiğini belirtmiştir21. Tekinalp’e ise bu hakkın
18
19
20
21
Akbilek, N.: Türk ve Avrupa Birliği Hukukunda Anonim Şirket Birleşmelerinde Pay Sahibinin
Korunması, Ankara 2009, s.182; Pulaşlı, Şirketler Hukuku, s. 77.
Akbilek, s.183; Develi, B.: 6102 Sayılı Türk Ticaret Kanunu Çerçevesinde Ayrılma Akçesi,
GÜHFD, 2013, C. XVII, S. 1-2, s. 448; Özatlan, s. 122; Tekinalp, Ayrılma Akçesi, s. 25.; Sönmez
s. 188.
Develi, s. 448.
Moroğlu, s. 98. Aynı yönde Akbilek, s. 183.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
371
6102 Sayılı Türk Ticaret Kanunu Uyarınca Birleşmede Ayrılma Akçesi
Arş. Gör. Nihal KOŞER
ortaklar bakımından kanuni bir hal olmadığını kabul etmekle birlikte, birleşen
ortaklıkların yönetim kurullarının, ortakların, ayrılma akçesinin seçimlik hak
olarak sözleşmeye konulmasına dair taleplerini dikkate alması gerektiğini,
talep sayısının fazla olmadığı; doğal olarak ayrılma akçesinin büyük bir yük
getirmeyeceği hallerde de bu hakkın tanınmasının doğru olacağını dile
getirmiştir. Ayrıca yazar birleşmeyi tehlikeye düşürmediği halde bu hakkın
tanınmadığı durumda da birleşmeye olumsuz oy veren pay sahiplerinin TTK
m. 192 ve 445 ile 446’ya göre iptal davası açabileceğini kabul etmektedir22.
Sonuç olarak birleşme sözleşmesinde ayrılma akçesinin düzenlendiği
hallerde devrolunan ortaklığın ortakları, devralan şirkette iktisap edecekleri
pay ile bu paylara denk gelen bedeli alma konusunda bir seçim hakkına sahip
olacaklardır. Bu kuralın tek istisnası TTK m. 155’te düzenlenen kolaylaştırılmış
birleşmede ayrılma akçesi tanınmasıdır. Buna göre devralan ortaklık, devreden
ortaklığın oy hakkı veren paylarının en az %90’ına sahipse kolaylaştırılmış
birleşmeden yararlanabilmek için birleşme sözleşmesinde ayrılma akçesine
yer vermek zorundadır23.
B- Seçimlik Ayrılma Akçesi İçeren Birleşme Sözleşmesi Karar Nisabı
Ayrılma akçesi içeren birleşme sözleşmesinin karar nisabı TTK m. 151/5’te
düzenlenmiştir. Buna göre; “Birleşme sözleşmesi bir ayrılma akçesini
öngörüyorsa bunun, devreden şirket şahıs şirketiyse oy hakkını haiz ortaklarının,
sermaye şirketiyse şirkette mevcut oy haklarının yüzde doksanının olumlu
oylarıyla onaylanması şarttır”24. Görüldüğü üzere madde metninde genel
bir ifade olarak “ayrılma akçesi”ne yer verilmiştir. Dolayısıyla bunun seçimlik
ayrılma akçesi mi, zorunlu ayrılma akçesi mi yoksa her ikisi için de mi geçerli
nisap olup olmadığı açık değildir. Mehaz İBirK m.18/3’e bakıldığında, ayrılma
akçesinin önünde “sadece” kelimesine yer verildiği dolayısıyla yüzde doksanlık
nisabın birleşme sözleşmesinde yalnızca ayrılma akçesinin öngörüldüğü diğer
bir ifadeyle zorunlu ayrılma akçesinin öngörüldüğü hallerde geçerli olacağı
düzenlenmiştir.
Doktrinde de bu konuda görüş birliği mevcut değildir. Şener, ayrılma
akçesinin birleşme sözleşmesinde düzenlenmesi halinde, seçimlik veya zorunlu
22
23
24
Tekinalp, Ü.: Sermaye Ortaklıklarının Yeni Hukuku, İstanbul 2015, B. 4, s. 701, (Sermaye
Ortaklıkları).
Sönmez, s. 188.
Mehaz İBirK ise şahıs şirketi, sermaye şirketi ayrımına gitmeden şirkette oy hakkına sahip
ortakların yüzde doksanının onayıyla karar verilebileceği düzenlenmiştir. Bu düzenlemenin
aynen alınmadan böyle bir ayrıma gidilmesi İsviçre doktrinde halen süren sermaye
şirketlerinde de ortakların yüzde doksanının onayının aranıp aranmayacağı yönündeki
tartışmaların başından engellenmesi bakımından isabetli olmuştur, Çoştan, Kararlar, s. 116;
Pulaşlı, H.: Türk Ticaret Kanunu Tasarısı, Konferans- Bildiriler Tartışmalar, 13-14 Mayıs,
Ankara 2015, s. 183, (TTK Tasarısı).
372
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Squeeze Out In Merger According to the Turkish Commercial Code Numbered 6102
Res. Asst. Nihal KOŞER
olup olmadığına bakılmaksızın yüzde doksanlık nisabın her iki hal bakımından
uygulanması gerektiğini ifade etmektedir25. Sönmez ise iki düzenleme arasındaki
farklılığa işaret ederek Türk kanun koyucusunun burada bilinçli olarak genel
bir ifade kullandığını savunmaktadır. Yazar TTK m. 151/5 ile ayrılma hakkını
düzenleyen başka ülkelerde olmayan bir şart öngörüldüğünü; yüzde doksanlık
nisabın birleşme sözleşmesinin değil ayrılma hakkının kullanılabilmesinin ön
koşulu olduğunu belirtmektedir26.
Bu görüşlere katılmak isabetli değildir zira zorunlu ayrılma akçesini
düzenleyen TTK m. 141/2'nin gerekçesinde; “Birleşme sözleşmesi, sadece
ayrılma akçesinin ödenmesini öngörüyorsa, bu sözleşmenin devreden
şirketin oy hakkını haiz ortaklarının yüzde doksanı tarafından onaylanması
gerekir. Bu nisapla onaylanmak şartıyla birleşme sözleşmesi belirli ortakların,
devralan şirkette pay sahibi olmalarına engel olup onların ayrılma akçesi
almalarını zorunlu olarak öngörebilir. Bu nisapla alınan bir karara çıkarılmaları
birleşme sözleşmesinde ismen belirtilmiş bulunan ortaklar itiraz edemezler.
Bu yüksek nisap, adeta onların haklarını kaldırmakta ve yüzde doksanının
istemediği bir kişinin şirkette kalmasına izin verilmemektedir” denmektedir.
Buna göre yüzde doksanlık nisap birleşme sözleşmesinde yalnızca zorunlu
ayrılma akçesinin öngörüldüğü hal ile özdeşleştirilmiştir27. Aynı şekilde Genel
Gerekçenin 134. paragrafında “..birleşme bağlamında şirketten çıkarma
devreden şirketin oy hakkına haiz ortaklarının yüzde doksanının onayıyla
alınabildiğine göre...” ifadesine yer verilerek çıkarılma ile TTK m. 151/5
arasındaki bağlantı kurulmuştur. Seçimlik ayrılma akçesini düzenleyen
TTK m. 141/1’in gerekçesine bakıldığında da ise TTK m. 151/5 ile herhangi
bir ilişki kurulmadığı aksine birleşmeye katılmak istemeyen ortağın zorla
tutulmaması gerektiği vurgulanmaktadır28. Nitekim kanunun seçimlik
ayrılma akçesini öngörmesindeki amaç; birleşme işlemini kolaylaştırmaktır,
bu kadar yüksek bir nisabın öngörülmesi hali ise birleşme sürecini daha da
yavaşlatacaktır.
Tüm bunlar birlikte değerlendirildiğinde kanunun mehazdan farklı bir
düzenlemeye gitme amacı gütmediği, maddenin sehven “yalnızca ayrılma
akçesi öngörülüyorsa” yerine “bir ayrılma akçesi öngörülüyorsa” şeklinde
kaleme alındığı açıktır. Dolayısıyla, birleşme sözleşmesinin seçimlik ayrılma
akçesini içermesi halinde TTK m. 151/5’te düzenlenen nisabın aranmayacağının
25
26
27
28
Şener, O. H.: Teorik ve Uygulamalı Ortaklıklar Hukuku Ders Kitabı, Ankara 2015, B. 2, s. 123.
Aynı yönde; Al Kılıç, Ş.: Türk Ticaret Kanunu Tasarısına Göre Ticaret Şirketlerinin Birleşmesi,
İstanbul 2009, s. 52-53; Develi, s. 450; Özatlan, s. 126-127.
Sönmez, s. 189.
Çoştan, H.: Yeni Türk Ticaret Kanunu’na Göre Birleşme, Bölünme ve Tür Değiştirme Kararları,
Ankara 2013, B. 3, s. 111, (Kararlar).
Çoştan, Kararlar, s. 112.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
373
6102 Sayılı Türk Ticaret Kanunu Uyarınca Birleşmede Ayrılma Akçesi
Arş. Gör. Nihal KOŞER
kabulü gerekir29.
C- Seçimlik Ayrılma Akçesinden Yararlanabilecek Pay Sahipleri
TTK m. 141/1 uyarınca “Birleşmeye katılan şirketler, birleşme sözleşmesinde,
ortaklara, ... seçim hakkı tanıyabilirler”. Maddede “ortaklar” şeklinde genel
bir ifade kullanılması ilk bakışta bu hakkın tüm ortaklar bakımından geçerli
olabileceğini akla getirse de devamında iktisap edilecek paylardan söz
edilmiş olması bu kurumun devrolunan ortaklık ortakları bakımından işlerlik
kazanacağını göstermektedir30. Kaldı ki TTK m. 141/1’in gerekçesi açıktır;
“..birleşmeye katılmak istemeyen, birleşmeyi kendi menfaatine aykırı gören
devredilen şirketin ortaklarını zorla devralan şirkette tutmak doğru değildir”.
Dolayısıyla bu hak devrolan ortaklık ortaklarına özgülenmiş olup, devralan
ortaklığın ortaklarının çıkma veya çıkarılma hakkı bulunmamaktadır31. Yeni
kuruluş şeklinde birleşmelerde ise birleşen tüm ortaklıklar “devrolunan”
sayılacağından birleşme sözleşmesinde düzenlenmiş olması halinde tüm
ortaklar seçimlik ayrılma akçesi alarak ortaklıktan ayrılabilme hakkına sahip
olacaklardır32.
İkinci olarak, bu haktan faydalanabilecek devrolunan ortaklık ortakların
sayısına ilişkin bir sınırlama getirilemez33. Gerekçede bu husus “Bütün
ortakların ya da çok sayıda ortağın ayrılma akçesini almak istemesi,
birleşmenin gerçekleşmemesi olasılığını ortaya çıkarabilir. Bu da bir sakınca
29
30
31
32
33
Akbilek, s. 186; Çoştan, Kararlar, s. 112; Göktürk, s. 645.
Çoştan, Alacaklının Korunması, s. 174. Tekinalp, Ayrılma Akçesi, s. 23. Sönmez ise
birleşmede ayrılma akçesinin yalnızca devrolunan ortaklık ortaklarına tanınmasını
eleştirerek devralan ortaklık ortaklarının da böyle bir hakkın tanınmamış olmasını eksiklik
olarak nitelendirmektedir, Sönmez, s. 201.
Aksi yönde Develi, s. 451. Yazar devralan şirket ortaklarına ayrılma akçesi hakkının
kanunda açıkça tanınması gerektiğini belirtmekte ve bir açıklık olmamasına karşın bu
hakkın varlığından söz edilebileceğini kabul etmektedir. Buna göre TTK m. 191/2 uyarınca
denkleştirme davasına ilişkin hükmün davacı ile aynı hukuki durumda bulunmaları hâlinde
birleşmeye katılan tüm ortaklara bakımından hüküm doğuracak olması bunu kanıtlar
niteliktedir. Bu görüşe katılmak mümkün değildir. Kanunun gerekçesinde de belirtildiği
üzere ikinci fıkra, mahkeme kararının etkisini aynı hukukî durumdaki ortaklara da taşıyan
bir düzenlemedir. Bununla birlikte ayrılma akçesinin uygun tespit edilmemesi sonucu zararı
doğmuş olan diğer devrolan ortaklık pay sahipleri de bu hükümden faydalanabilecektir.
Dolayısıyla kanunun gerek 141. madde de gerekse bu maddenin gerekçesindeki açık
düzenlemesini görmezden gelerek TTK m. 191/2 ile birleşmeye katılan tüm şirket ortaklarına
ayrılma hakkı ve ayrılma hakkı temelli denkleştirme akçesi verildiğini kabul etmek hukuken
mümkün değildir.
Al Kılıç, s. 50.
Özatlan, kanunda herhangi bir sınırlamanın olmadığını kabul etmekle birlikte, tüm
devrolunan ortaklık pay sahiplerine bu hakkı tanımanın birleşmenin gerçekleşmesini
engelleyeceğini dolayısıyla eşit işlem ilkesine aykırılık teşkil etmeyecek bir sınırlamanın
getirilmesi gerektiğini savunmaktadır, Özatlan, s. 131.
374
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Squeeze Out In Merger According to the Turkish Commercial Code Numbered 6102
Res. Asst. Nihal KOŞER
olarak değil, pay sahipleri demokrasisinin gereği olarak değerlendirilmelidir”
denilmek suretiyle açıklığa kavuşturulmuştur.
Son olarak incelenmesi gereken bir diğer husus genel kurulda birleşme
kararına muhalif olmayan diğer bir ifadeyle olumlu oy kullanan pay sahiplerinin
bu haktan yararlanıp yararlanamayacağıdır. Kanunda konuya ilişkin herhangi
bir sınırlama yapılmadığından lehe oy kullanmış pay sahiplerinin de ayrılma
akçesinden yararlanabilecek pay sahipleri arasında kabulü gerekir34. Dolayısıyla
birleşmede seçim hakkını ayrılma akçesini alma yönünde kullanan ortakların
mutlaka birleşme sözleşmesi aleyhine oy kullanmış olması gerekmez. Bir adım
ileriye giderek ortakların karar alınırken genel kurula katılma zorunluluklarının
olmadığını da söylemek yanlış olmayacaktır. Zira aksi yönde bir sınırlamanın
getirilmesi eşit işlem ilkesinin ihlali anlamındadır35.
D- Talep Edilme Şekli ve Süresi
TTK’da, birleşme sözleşmesinde ayrılma akçesine yer verildiği hallerde
ortakların bu haklarını nasıl veya ne kadar süre içerisinde kullanabileceklerine
ilişkin bir hüküm bulunmamaktadır. Dolayısıyla birleşme sözleşmesinde bu
hakkın kullanılma biçimi, süresi gibi konulara ilişkin kurallar öngörülebilecektir.
Böyle bir düzenlemenin bulunmadığı hallerde ise mevcut koşulların ortaklar
aleyhine yorumlanamayacağı ve kullanamayacağı kabul edilmektedir36.
Seçim hakkını ayrılma akçesi alma yönünde kullanacak olan ortağın bu
talebini devrolunan ortaklığa bildirmesi gerekir. Bildirimin nasıl yapılacağına
ilişkin kanunda herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu işlemin yasal
başvuru niteliği taşıdığı göz önüne alındığı takdirde, ortaklığa yazılı bir ihbar
şeklinde yapılmasının yeterli olduğu kabul edilmektedir37.
Bir diğer mesele ortakların seçim haklarını ne zaman kullanabileceğidir.
34
35
36
37
Göktürk, s. 645; Özatlan, s. 125; Sönmez, s. 187, 202. Aksi görüş için bkz. Akbilek, s. 183, Yazar
pay sahiplerinin bu hakkı kullanabilmeleri için birleşmeye ilişkin genel kurul kararına red oyu
vermeleri veya yönetim kurulu kararı ile gerçekleştirilebilecek bir birleşme söz konusu ise
yönetim kurulu kararına karşı yazılı olarak itiraz edilmeleri gerektiğini savunmakta, dayanak
olarak TTK m.193/3’ün, 202’ye yollamasını göstermektedir. Bu görüşe katılmak mümkün
değildir. Zira dayanak gösterilen 193/3 ve 202/2 sorumluluğa ilişkin maddeler olup, haklı
bir nedene dayanmaksızın yapılan birleşmeye karşı zarara uğrayan pay sahibinin bu zararını
tazmin için başvurabilmesi için gerekli koşulları düzenlemektir. Dolayısıyla hukuki niteliği
itibariyle tazminat dahi olmayan bir kuruma kıyasen uygulanması mümkün değildir. Al Kılıç
ve Develi ise birleşme durumuna karşı olumsuz oy kullanmanın tutanağa geçirilmesinin
aranmadığını kabul ile birlikte olumlu oy kullanan pay sahiplerine bu hakkın tanınmaması
gerektiğini savunmaktadır, Al Kılıç, s. 53; Develi, s. 453-454.
Özatlan, s. 125
Tekinalp, Ayrılma Akçesi, s. 25.
Özdoğan, A.: Halka Açık Anonim Ortaklıklarda Pay Sahibinin Ortaklıktan Ayrılma Hakkı,
Cumhuriyet’in 80. Yılına Armağan, C. II, s. 737.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
375
6102 Sayılı Türk Ticaret Kanunu Uyarınca Birleşmede Ayrılma Akçesi
Arş. Gör. Nihal KOŞER
TTK’da süreye ilişkin de herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Dolayısıyla
ortakların bu haklarını birleşme sözleşmesinin hukuki geçerlilik kazanmasından
önce mi, yoksa sonra mı kullanacağı belirsizdir. Süre bakımından herhangi bir
sınırlamanın olmaması, diğer bir ifadeyle her iki halin kabulü, uygulamada ciddi
sıkıntılara yol açacaktır. Şöyle ki; ortakların seçim haklarını ayrılma akçesini
alarak ortaklıktan çıkma yönünde kullanmaları halinde şirket malvarlığında
ciddi bir azalma olacaktır. Diğer taraftan ayrılma akçesi yerine devralan şirketin
pay sahipliği haklarını tercih etmeleri halinde ise sermaye artırımı gündeme
gelecektir38. Ortakların bu hakkı birleşmenin hukuki geçerlilik kazanmasından
sonra da kullanabileceğini kabul etmek, sermayenin ne miktarda artırılacağı
başta olmak üzere birçok problem doğuracaktır. Bu nedenle ortakların seçim
haklarını birleşmenin hukuki geçerlilik kazanmasından önce kullanmaları
gereklidir39. Kaldı ki, ayrılma akçesinin hatalı tespiti sonucu TTK m. 191
uyarınca açılabilecek olan denkleştirme davasının birleşmenin tescilinin
ilanından itibaren 2 aylık hak düşürücü süreye tabi olması da bunu destekler
niteliktedir. Aksi bir düzenlemenin kabulü ortakların bu süreyi tam olarak
kullanamamalarına yol açacaktır40. Son olarak seçim hakkı birleşmenin
geçerlilik kazanmasından önce kullanılacak buna karşın çıkma diğer deyişle
ortaklık sıfatının kaybı birleşmenin ticaret siciline tesciliyle hüküm ifade
edecektir41.
Ayrılma hakkının kısmi olarak kullanıp kullanamayacağı bu hakkın talebi
hususunda ele alınması gereken bir diğer noktadır. TTK’da bu konuya ilişkin
de herhangi bir hüküm yoktur. Sönmez, kısmi kullanım bakımından herhangi
bir düzenleme bulunmamasını bilinçli bir tercih olarak nitelendirmektedir.
Yazar, Türk hukukunda dar anlamda münhasırlık42 ilkesinin kabul edildiğinden
bahisle payların tümü için kullanımda açık bir menfaat olmadıkça kısmi
kullanıma cevaz verilmesi gerektiğini belirtmektedir43. Bu noktada bu görüşün
kabulü halinde kanunun seçimlik ayrılma akçesini düzenlemesindeki amacın
aksi yönünde bir sonucun doğacağı akla gelebilir. Şöyle ki, ayrılma akçesinin
tanınmasındaki amaç birleşmeye muhalif ortağın zorla tutulmaması, birleşme
işleminin yoğunlaşmasının engellenmemesidir. Pay sahibinin yalnızca bir kısım
payı için ayrılma hakkını kullanması ve dolayısıyla birleşen ortaklıklardaki ortak
sıfatının devamı ayrılma akçesi kurumunun getiriliş mantığına ters düşecektir.
38
39
40
41
42
43
Çoştan, Alacaklının Korunması, s. 175.
Çoştan, Alacaklının Korunması, s. 175; Develi, s. 453.
Çoştan, Alacaklının Korunması, s. 176.
Taşdelen, N.: Limited Ortaklıklarda Çıkma, Çıkarılma ve Fesih, Ankara 2012, s. 146.
Sönmez ayrılma hakkının münhasırlığı ilkesini pay sahibinin bu hakkın doğumuna yol açan
genel kurul kararına karşı diğer hukuki yollara başvuramaması, yalnızca ayrılma hakkını
kullanması olarak tanımlamaktadır, Sönmez, s. 164.
Sönmez, s. 163. Aynı yönde, Develi, s. 454.
376
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Squeeze Out In Merger According to the Turkish Commercial Code Numbered 6102
Res. Asst. Nihal KOŞER
Ne var ki, pay sahibinin yatırım tercihini bu yönde kullanmasını, kanununda
herhangi bir sınırlama bulunmamasına karşın, kanunun amacını öne sürerek
engellemek ticari hayatın işleyişi ve gerekleri göz önünde bulundurulduğu
takdirde mümkün değildir. Sonuç olarak ayrılma hakkının kısmi olarak da
kullanılabileceğinin kabulü gereklidir.
2. Zorunlu Ayrılma Akçesi
A- Genel Olarak
Zorunlu ayrılma akçesi TTK m. 141/2’de “Birleşmeye katılan şirketler
birleşme sözleşmesinde, sadece ayrılma akçesinin verilmesini öngörebilirler”
şeklinde düzenlenmiştir. Uluslararası birleşme literatüründe “squeze out
merger” veya “cash-out merger” ya da “freeze out merger”, yani ortağı
çıkararak birleşme olarak adlandırılmaktadır44. Bu düzenleme ile amaçlanan
yüzde doksanın istemediği yani arzu edilmeyen, sorun çıkaran azlığın şirkette
kalmasının önüne geçilmesi böylece şirket içi barış ve huzurun sağlanmasıdır.
Zorunlu ayrılma akçesi verilerek ortaklıktan çıkarılma ile şirket menfaati,
azınlık pay sahibinin meşru ve iyiniyetli olmayan özel menfaatine nazaran
üstün tutulmaktadır45.
TTK m. 141/2’de açıkça ifade edildiği üzere bu hakkın kullanılabilmesi
birleşme sözleşmesinde düzenlenmiş olmasına bağlıdır. Buna göre birleşme
sözleşmesinde, genel kurul alınan karar uyarınca ihraç edilecek ortaklar, ismen
belirtilerek çıkarılma karşılığında ayrılma akçesinin ödeneceğinin düzenlenmesi
gerekmektedir46. Genel kurul kararı ile doğrudan ihraç edilen ortaklar, bir seçim
hakları olmaksızın ayrılma akçesi almak zorunda bırakılmaktadır47. Yüksek
nisapla alınan bu karara itiraz mümkün değildir48. Ancak ödenen bedelin
uygun olmadığı gerekçesiyle denkleştirme talebiyle dava açılabilmektedir.
(TTK m.191)49.
44
45
46
47
48
49
Gerekçe, s. 116.
Karababa, S.: Mukayeseli Hukuk ve Türk Hukuku Açısından Anonim Ortaklıkta Satın Alma
(Squeeze Out) ve Çıkarma Hakları, Ankara 2016, s. 183.
Çelik, A.: Anonim Şirketlerde Ortaklıktan Çıkarılma, Ankara 2012, B. 3, s. 264-265; Taşdelen,
s. 210.
Karababa, s. 182.
Ayrılma akçesine ilişkin karara itiraz mümkün olmamakla birlikte, genel kurul kararının
kanunla belirlenen nisapla alınmamış olduğu veya TMK m. 2 uyarınca hakkın kötüye
kullanımının varlığı gerekçesiyle itiraz edilebileceğine ilişkin bkz. Karababa, s. 183.
Davacı taraf ayrılma akçesinin uygun belirlenmemiş olması ile birlikte, ayrılma akçesine dair
kararın TTK md. 134 ilâ 190 hükümlerine de aykırı olarak alındığını iddia ediyorsa, her iki
davanın birlikte açılabileceği kabul edilmektedir, Narbay, Ş/ Kesici, B.: Ticaret Ortaklıklarında
Yapısal Değişiklik Kararına Karşı Öngörülen İptal Davası Üzerine “Karşılaştırmalı Bir
İnceleme”, TFM, 2015, S. 1, s. 145.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
377
6102 Sayılı Türk Ticaret Kanunu Uyarınca Birleşmede Ayrılma Akçesi
Arş. Gör. Nihal KOŞER
B- Zorunlu Ayrılma Akçesi İçeren Birleşme Sözleşmesi Karar Nisabı
Birleşme sözleşmesinin zorunlu ayrılma akçesini içermesi halinde, yukarıda
da bahsedildiği üzere, TTK m. 151/5’de düzenlenen karar nisabına uyulması
gerekmektedir. Diğer bir deyişle TTK m. 141/2’nin, TTK m. 151/5 ile birlikte
değerlendirilmesi zorunludur50.
Bu noktada TTK m. 151/5’te olduğu gibi şahıs ve sermaye şirketi ayrımına
gidilerek nisapların incelenmesinde fayda vardır. Ancak bundan önce açıklığa
kavuşturulması gereken ilk husus yüzde doksanlık nisabın devreden şirkette
birleşme kararı alınması için yeterli olup olmadığıdır. Genel kabul gören
ve bizimde katıldığımız görüş uyarınca TTK m. 151/5, TTK m. 151’in diğer
fıkralarına ek olarak getirilmemiştir51. Diğer bir deyişle yüzde doksanlık nisap
ayrılma akçesinin değil, ayrılma akçesi içeren birleşme sözleşmesinin onayı
için, hem toplantı hem de karar nisabı olarak, aranmaktadır52.
a- Şahıs Şirketinin Devreden Olarak Katıldığı Birleşme
Her ortağın bir oy hakkına sahip olduğu şahıs şirketlerinin devreden olarak
katıldığı ve zorunlu ayrılma akçesinin öngörüldüğü birleşme sözleşmelerinde
karar nisabı TTK m. 151/2, 5’in birlikte değerlendirilmesi sonucu bulunacaktır53.
TTK m. 151/2 uyarınca; “Kollektif ve komandit şirketlerde birleşme
sözleşmesinin oybirliğiyle onaylanması gerekir. Ancak, şirket sözleşmesinde
birleşme sözleşmesinin bütün ortakların dörtte üçünün kararıyla onaylanması
öngörülebilir”. TTK m. 151/5’de ise “Birleşme sözleşmesi bir ayrılma
akçesini öngörüyorsa bunun, devreden şirket şahıs şirketiyse oy hakkını
haiz54 ortaklarının.... yüzde doksanının olumlu oylarıyla onaylanması şarttır”
denilmektedir.
Buna göre şahıs şirketinde zorunlu ayrılma akçesi içeren birleşme
sözleşmesi ancak şirket sözleşmesinin tüm ortakların dörtte üçünün kararıyla
onaylanabileceği düzenlenmiş ise uygulama alanı bulacak diğer bir deyişle
bu takdirde yüzde doksanlık nisabın aranması mümkün olabilecektir. Şirketin
9 kişi veya daha az olduğu hallerde ise böyle bir düzenlemeye yer verilmiş
olsa bile ayrılma akçesi içeren birleşme sözleşmesi ancak oybirliğiyle
50
51
52
53
54
Kendigelen, A.: Değişiklikler, Yenilikler ve İlk Tespitler, İstanbul 2016, B. 3, s. 139.
Çoştan, Kararlar, s. 113.
Çoştan, Kararlar, s. 113; Karababa, s. 182.
Çoştan, Kararlar, s. 114.
Şahıs ortaklıklarında oy hakkına haiz olmayan ortağın olmadığından mütevellit mehaz
İsviçre Birleşme Kanununda da yer almayan “oy hakkına haiz” ifadesinin kaldırılmasının
daha yerinde bir tercih olacağı yönünde bkz. Sönmez, s. 189
378
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Squeeze Out In Merger According to the Turkish Commercial Code Numbered 6102
Res. Asst. Nihal KOŞER
onaylanabilecektir55. Dolayısıyla bu halde şirketin çıkarma hakkının olmadığı
kabul edilebilir.
Son
olarak TTK m. 151/5’de şahıs ve sermaye şirketi olarak
sınıflandırılamayan kooperatifler düzenlenmemiştir. Nasıl ki kollektif şirketin
her ortağının bir oy hakkı varsa (TTK m. 226), kooperatif ortaklarının da
genel kurulda bir oy hakkı bulunmaktadır (KoopK m. 48). Bu bağlamda, şahıs
şirketine ilişkin hükümlerin kooperatifler için de kıyasen uygulanabileceği
kabul edilmelidir56.
b- Sermaye Şirketinin Devreden Olarak Katıldığı Birleşme
TTK m. 151/5 uyarınca; “Birleşme sözleşmesi bir ayrılma akçesini
öngörüyorsa bunun, devreden şirket ... sermaye şirketiyse şirkette mevcut oy
haklarının yüzde doksanının olumlu oylarıyla onaylanması şarttır”. Sermaye
şirketlerinin birleşme kararı için gerekli genel nisaplar, TTK m. 151/1(a),(b) ve
(c)’de düzenlenmiş olup, bu bentlerde oy hakkının yanı sıra sermayeyi de esas
alan çifte nisaplara yer verilmiştir.
Görüldüğü üzere TTK m. 151/5 sermayeye ilişkin bir nisap öngörmemektedir.
Burada kanun koyucunun zorunlu ayrılma akçesine ilişkin düzenlemenin
işlerlik kazanmasını sağlamak adına böyle bir tercih yaptığı söylenebilecektir.
Zira sermaye şirketlerinde yüzde doksanlık oranın yalnızca toplam oy hakları
alınarak hesaplanması halinde dahi, bu oranı temsil eden pay sahiplerinin genel
kurula katılması ve oy birliğiyle karar almasının çok nadir rastlanabilecek bir
durum olduğu açıktır57. Ancak sermayeye bağlı nisabın öngörülmemiş olması
birtakım sakıncaları da beraberinde getirmektedir. Şöyle ki, toplam oy esas
alındığı takdirde, birden fazla paya sahip olanlara tanınacak oy hakkının esas
sözleşmeyle sınırlandığı TTK m. 434/2 ve m. 618/1 bakımından adil olmayan
sonuçlar doğabilecek, sermayenin yüzde onundan fazlasını elinde bulunduran
ortak dahi ortaklıktan çıkarılabilecektir58. Zorunlu ayrılma akçesinin getiriliş
amacını aşan bu sonucun engellenmesi ise hem esas sermaye hem de oy
haklarına göre belirlenecek bir nisabın geçerli olmasıyla mümkündür59.
C- Zorunlu Ayrılma Akçesi Verilerek Ortaklıktan Çıkarılabilecek Pay
Sahipleri
TTK m. 141/2’nin gerekçesine bakıldığında bu fıkra ile amaçlananın arzu
edilmeyen, devamlı sorun çıkaran azınlığı ve/veya ortağı, ayrılma akçesini
ödeyerek şirketten çıkarma olduğu belirtilmektedir. Ancak hemen eklemek
55
56
57
58
59
Çoştan, Kararlar, s. 115.
Çoştan, Kararlar, s. 114.
Çoştan, Kararlar, s. 117.
Çoştan, Kararlar, s. 118.
Çoştan, Kararlar, s. 118.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
379
6102 Sayılı Türk Ticaret Kanunu Uyarınca Birleşmede Ayrılma Akçesi
Arş. Gör. Nihal KOŞER
gerekir ki, ortaklıktan çıkarılacak ortağın “arzu edilmeyen” veya “şirket
huzurunu bozan” davranışlarda bulunduğunun kanıtlanması aranmayacaktır60.
Dolayısıyla TTK m. 151/5’te düzenlenen nisabın sağlanması halinde herhangi
bir gerekçe ileri sürülmeksizin her ortak ayrılma akçesi verilerek ortaklıktan
çıkarılabilecektir.
Bu konuya ilişkin bir diğer mesele zorunlu ayrılma akçesini hükme bağlayan
TTK m. 141/2 azlığın hangi ortaklıktan ihraç edildiğine ilişkin bir düzenleme
içermemesidir. Bu maddenin gerekçesine bakıldığında “Daha açık bir ifadeyle
denilebilir ki, bu hükmün özelliği, birleşmeye karşı olan ortağın veya ortakların
şirketten çıkarılmaları olanağını devredilen şirkete sağlamış olmasıdır”
denilmek suretiyle bu husus açıklığa kavuşturulması amaçlanmıştır. Buna göre,
çıkarılma devrolunan ortaklık ortakları bakımından hüküm ifade edecektir.
Zira azlık devralan ortaklığa dahil olmadan çıkarılma gerçekleşmektedir61.
Dolayısıyla devralan şirkette birleşmeye muhalif kalan pay sahiplerine bu
yönde bir zorlama getirilemeyecektir62.
IV. AYRILMA AKÇESİ DEĞERİNİN TESPİTİ
TTK m. 141/1 ortaklara devralan ortaklıkta iktisap olunacak payların
gerçek değerine denk gelen bir ayrılma akçesi öngörülebileceğini belirtmiştir.
Gerekçede de gerçek değerin nasıl hesaplanacağına ilişkin bir açıklık
bulunmamakta yalnızca bu değerin tespitinde “yaşayan bir şirket”in esas
alınması gerektiği belirtilmektedir63.
Ayrılma akçesi değerinin tespiti, devralan ortaklığın pay değerinin tespitiyle
mümkündür. Bu değerin doğru şekilde belirlenmesi ise iki aşamalı bir süreçtir.
Öncelikle birleşmeye katılan şirketlerin değeri göz önüne alınarak bir payın
değeri bulunmalı, ardından karşılığında ayrılma akçesi verilecek payın şirket
60
61
62
63
Çelik, s. 264. Aksi yönde Develi, s. 462. Yazar; TTK m. 193/3 ile 208. maddeye yollama
yapıldığını dolayısıyla azlığın şirketin çalışmasını engellemesi, dürüstlük kuralına aykırı
davranması, fark edilebilir bir sıkıntı yaratması veya pervasızca hareket etmesi halinde
çıkarma hakkının kullanabileceğini belirtmektedir. Bu görüşe katılmak mümkün değildir.
Zira dayanak gösterilen 193/3 sorumluluğa ilişkin bir madde olup, haklı bir nedene
dayanmaksızın yapılan birleşmeye karşı zarara uğrayan pay sahibinin bu zararını tazmin için
başvurabilmesi için gerekli koşulları düzenlemektir. Böyle bir durumda yani azlığın haksız
bir gerekçeyle ortaklıktan çıkarılması halinde TTK m. 191 uyarınca denkleştirme davası
açılabilecektir. Kaldı ki gerekçede de amaç açıklanırken yalnızca “arzu edilemeyen” azlığın
ortaklıktan çıkarılması üzerinde durulmuş ayrıca herhangi bir koşula yer verilmemiştir, bkz.
Gerekçe, s. 116.
Tekinalp, Ayrılma Akçesi, s. 26.
Özatlan, zorunlu ayrılma akçesi ile amaçlananın huzuru bozan pay sahiplerinin şirketten
çıkarılması olduğuna dikkat çekerek, bu hakkın devralan ortaklık bakımından da
tanınabileceğinin tartışmaya açılması gerektiğini savunmaktadır, Özatlan, s. 133.
Bkz. Gerekçe, s. 116.
380
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Squeeze Out In Merger According to the Turkish Commercial Code Numbered 6102
Res. Asst. Nihal KOŞER
değerinden bağımsız bir değere sahip olup olmadığı incelenmelidir64. Aksi bir
uygulama hatalı sonuçlara yol açacaktır. Örneğin bir ortaklıkta imtiyazlı payların
bulunması şirket değerini etkilemese bile payın değerini etkileyecektir.
Dolayısıyla değerin tespiti bakımından ilk dikkat edilmesi gereken husus
pay üzerinde payın gerçek değerine etki edecek nitelikte bir hakkın bulunup
bulunmadığıdır. Böyle bir hakkın var olmadığı hallerde çözüm basittir. Ayrılma
akçesi, ortağın sahip olduğu pay sayısının ortaklığın değerlemesi sonucu
ortaya çıkan gerçek değer ile çarpılması suretiyle elde edilebilecektir65. Ancak
pay üzerinde bir hakkın varlığı halinde gerçek değerin tespiti bu kadar kolay
olmamaktadır. Uygulamada ve karşılaştırmalı hukukta bu konuya ilişkin çeşitli
yöntemler ileri sürülmüştür. Bunlar arasında en çok başvurulan aynı konumdaki
eşdeğer bir veya birkaç şirket ile karşılaştırarak pay değerini belirleme veya
piyasa değerini ya da payın borsada işlem görmesi halinde borsa değerini esas
almadır66. Görüldüğü üzere payın gerçek değerini belirlemede tek bir yöntem
bulunmamaktadır. Dolayısıyla değerin doğru olarak belirlenmesinde tüm
yöntemlere başvurulması ve karşılaştırmaya gidilmesi en akılcı çözüm yoludur.
V. AYRILMA AKÇESİNİN ÖDENMESİ
6102 sayılı TTK ayrılma akçesinin hangi kaynaktan, kimin tarafından, ne
zaman veya nasıl ödeneceğine ilişkin açık bir düzenleme içermemektedir.
Bunun yerine çeşitli maddelerde bu konuyla bağlantılı hükümlere yer
verilmiştir.
Ayrılma akçesinin ödenmesine ilişkin ilk mesele ödemenin kimin tarafından
yapılabileceğidir. Birden çok alternatiflerin varlığına karşın genel kabul gören
görüş ödemenin devrolunan ortaklık tarafından yapılacağıdır67. Bu halde
aşağıda ayrıntılı biçimde açıklanacağı üzere TTK m. 379 vd. düzenlenen şirketin
kendi paylarını iktisap ve rehin olarak kabul etmesine ilişkin hükümler uygulama
alanı bulacaktır. İkinci bir alternatif olarak ayrılma akçesi devrolunan ortaklığın
tüm pay sahiplerince ya da bir veya birkaçı tarafından ödenebileceğidir. Bu
halde ödemeyi yapanlar bu payların sahipleri olarak işlem göreceklerdir68.
Son olarak ayrılma akçesi devralan ortaklığın veya bu ortaklığın ortakları
tarafından da ödenebilir. Belirmek gerekir ki bu hal çok sıradışı olup, ancak
64
65
66
67
68
Bilgili, F./ Demirkapı, E.: Şirketler Hukuku Dersleri, Bursa 2015, B. 4, s. 82.
Özatlan, s. 135.
Özatlan, s. 136.
Çelik, s. 269; Karababa, s. 184; Tekinalp, Sermaye Ortaklıkları, s. 703.
Tekinalp, bu alternatifin gerekçede yer almamasının nedeni olarak bu çözümün tamamen
pay sahiplerinin iradesine bağlı olmasını göstermiştir. Yazar böyle bir hususun gerekçede
örnek olarak gösterilmesi halinde ikincil yükümlülük kavramına sokularak ortaklara
dayatılabileceğinden endişe duyulduğunu belirtmiştir, Tekinalp, Sermaye Ortaklıkları, s.
703.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
381
6102 Sayılı Türk Ticaret Kanunu Uyarınca Birleşmede Ayrılma Akçesi
Arş. Gör. Nihal KOŞER
istisnai durumlarda söz konusu olabilir69.
Ayrılma akçesi birleşmenin hukuki geçerlilik kazanmasıyla birlikte muaccel
hale gelmektedir70. Ayrılma akçesi nakit olabileceği gibi bir ayın da olabilir,
alacak hakkı veya başka bir ortaklığın payları da akçe olarak verilebilir71.
Nelerin ayrılma akçesi adı altında ödemeye konu olabileceğine ilişkin
sınır ekonomik değil hukuki kriterler çerçevesinde belirlenmelidir. Öyle ki,
devralan şirkette pay sahipliği veya ortaklık hakkı verilmesi ayrılma akçesi
olarak nitelendirilemeyecekken, yavru bir şirketin üçüncü şirket tarafından
devralınmasında ortakların, ana şirketin paylarını devralmaları hali ayrılma
akçesi olarak değerlendirilebilecektir72.
Ayrılma akçesinin ödenmesi konusunda açıklanması gereken bir diğer
mesele ödemenin hangi kaynaklardan yapılacağıdır. Öncelikle belirtmek
gerekir ki, ayrılma akçesi, sermayenin geri ödenmesine mevzuat tarafından
izin verilen hallerden birisini oluşturmaktadır73. Ancak yapılacak bu ödeme ile
sermayenin korunması bir diğer yandan alacaklıların zararına bir durumun
oluşmasının da önlenmesi gerekmektedir. Gerekçede ayrılma akçesinin
nakden ödendiği hallerde, bunun serbestçe tasarruf edilebilecek yedeklerden
alınması, yoksa sermayenin iadesi şeklinde olmaması gerektiği belirtilmiştir74.
Ancak bu belirleme koruma sağlamak adına tek başına yeterli değildir.
Doktrinde de kabul edildiği üzere ortağın ayrılması nedeniyle yapılacak
ödemelerde, şirketler birleşme anındaki serbestçe tasarruf edilebilir sermaye
miktarını aşmamalı ve TTK m. 379 vd. düzenlenen “şirketin kendi payını iktisap
ve rehin kabul etmesi”ne ilişkin hükümler uygulanmalıdır75. Aksi halde yani
birleşme kararı öncesinde ayrılma akçelerinin toplam miktarının serbestçe
tasarruf edilebilir sermayeyi aşması durumunda yönetim organının birleşme
kararına engel olması gerekmektedir76. Buna karşın birleşme kararı alınması
emredici hükümlerin ihlali nedeniyle hukuka aykırılık teşkil edecektir77.
Son olarak ödemenin yapılmasında m. 379’da belirtilen yüzde onluk sınırın
69
70
71
72
73
74
75
76
77
Tekinalp, Sermaye Ortaklıkları, s. 703. Farklı yönde görüş için bkz. Al Kılıç, s. 51, Yazar istisnai
olarak değil aksine kural olarak ayrılma akçesinin devralan ya da yeni kurulan şirketin yedek
akçelerinden ödeneceğini savunmaktadır.
Çoştan, Alacaklının Korunması, s. 179.
Akbilek, s. 183; Çelik, s. 268; Çoştan, Alacaklının Korunması, s. 173; Tekinalp, Ayrılma Akçesi,
s. 27.
Pulaşlı, Şirketler Hukuku, s. 78.
Çoştan, Alacaklının Korunması, s. 173.
Gerekçe, s. 116.
Çoştan, Alacaklının Korunması, s. 176.
Çoştan, Alacaklının Korunması, s. 177, dp, 333.
Çoştan, Alacaklının Korunması, s. 177, dp, 334.
382
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Squeeze Out In Merger According to the Turkish Commercial Code Numbered 6102
Res. Asst. Nihal KOŞER
uygulanıp uygulanmayacağı değinmekte yarar vardır. TTK m. 379/1 uyarınca
“Bir şirket kendi paylarını, esas veya çıkarılmış sermayesinin onda birini aşan
veya bir işlem sonunda aşacak olan miktarda, ivazlı olarak iktisap ve rehin
olarak kabul edemez. Bu hüküm, bir üçüncü kişinin kendi adına, ancak şirket
hesabına iktisap ya da rehin olarak kabul ettiği paylar için de geçerlidir”.
Bu konuda farklı gerekçelerle de olsa genel kabul gören görüş bu sınırın
uygulanamayacağı yönündedir78. Gerçekten de, birleşme öncesi birleşmeye
katılan ortaklıkların serbestçe tasarruf edilebilir toplam sermayelerinin
ayrılma akçesinin ifası için yeterli olması halinde, ayrılma akçesi karşılığında
iktisap edilen payların şirketin elinde kalmayacağı da göz önünde alındığında,
yüzde onluk sınırın uygulanmayacağı kabul söylenebilecektir.79.
SONUÇ
Bir birleşme kurumu olan ayrılma akçesi; ticaret ortaklıklarının birleşme
süreci içinde iktisap olunacak şirket paylarının gerçek değerine denk gelen
ve birleşmeye katılmayan veya birleşmeden çıkarılan ortaklara ödenen pay
bedeli veya pay bedellerinin toplamı olarak tanımlanabilecektir. Buna göre
birleşmeye katılmak istemeyen ortağın payının gerçek değerine denk gelen
karşılığı ifade eden ayrılma akçesi niteliği itibariyle bir ödemedir.
Ayrılma akçesi TTK’nın 141. maddesinde seçimlik ve zorunlu ayrılma akçesi
olmak üzere iki tür olarak kaleme alınmıştır. Maddenin birinci fıkrasında
hükme bağlanan seçimlik ayrılma akçesi uyarınca; birleşme sözleşmesinde
düzenlenmiş olmak şartıyla, devrolunan ortaklığın ortakları, devralan şirkette
iktisap edecekleri pay ile bu paylara denk gelen bedeli alma konusunda bir
seçim hakkına sahiptir. Devredilen şirketin tüm ortakları bu haktan herhangi
bir sınırlama olmaksızın yararlanabilecektir. Seçim hakkını ayrılma akçesi
alarak ortaklıktan çıkma yönünde kullanmak isteyen ortağın bunu yazılı bir
şekilde ve birleşmenin hukuki geçerlilik kazanmasından önce devrolunan
ortaklığa bildirmesi yeterlidir.
TTK’nın 141. maddesinin ikinci fıkrasında da zorunlu ayrılma akçesi
“Birleşmeye katılan şirketler birleşme sözleşmesinde, sadece ayrılma akçesinin
verilmesini öngörebilirler” şeklinde düzenlenmiştir. Zorunlu ayrılma akçesi
verilerek ortaklıktan çıkarılma ile şirket menfaati, azınlık pay sahibinin
meşru ve iyiniyetli olmayan özel menfaatine nazaran üstün tutulmaktadır.
Birleşme sözleşmesinin zorunlu ayrılma akçesini içermesi halinde kabulü için,
seçimlik ayrılma akçesinden farklı olarak, TTK m. 151/5’de düzenlenen yüzde
78
79
İsviçre doktrininde konuya ilişkin ileri sürülen görüşlerin ayrıntıları için bkz. Çoştan,
Alacaklının Korunması, s. 179.
Çoştan, Alacaklının Korunması, s. 179, Yazar ayrıca bu konunun TTK m. 141’de m. 379/1,2,4
ve 5(c)y.1 uygulanmayacaktır şeklinde hükme bağlanması gerektiğini de eklemektedir.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
383
6102 Sayılı Türk Ticaret Kanunu Uyarınca Birleşmede Ayrılma Akçesi
Arş. Gör. Nihal KOŞER
doksanlık karar nisabına uyulması gerekmektedir. Bu nisabın sağlanması
halinde arzu edilmeyen tüm ortaklar herhangi bir gerekçe gösterilmeksizin
çıkarılabileceklerdir.
Ayrılma akçesi değerinin tespiti, devralan ortaklığın pay değerinin tespitiyle
mümkündür. Bu değerin doğru şekilde belirlenmesi ise iki aşamalı bir süreçtir.
Öncelikle birleşmeye katılan şirketlerin değeri göz önüne alınarak bir payın
değeri bulunmalı, ardından karşılığında ayrılma akçesi verilecek payın şirket
değerinden bağımsız bir değere sahip olup olmadığı incelenmelidir.
Son olarak birleşmenin hukuki geçerlilik kazanmasıyla birlikte ayrılma akçesi
muaccel olacak ve devrolunan ortaklık tarafından çıkan veya çıkarılan ortağa
tespit edilen karşılık değeri uyarınca ödeme yapılacaktır. Devrolunan ortaklığın
yaptığı bu ödemeye ilişkin TTK m. 379 vd. yer alan “şirketin kendi payını iktisap
ve rehin kabul etmesi”ne ilişkin hükümler uygulama alanı bulacaktır.
*****
KAYNAKÇA
Akbilek, N.: Türk ve Avrupa Birliği Hukukunda Anonim Şirket Birleşmelerinde
Pay Sahibinin Korunması, Ankara 2009.
Al Kılıç, Ş.: Türk Ticaret Kanunu Tasarısına Göre Ticaret Şirketlerinin Birleşmesi,
İstanbul 2009.
Bilgili, F./ Demirkapı, E.: Şirketler Hukuku Dersleri, Bursa 2015, B. 4.
Büyükaka, C.: Yeni Türk Ticaret Kanunu Çerçevesinde Şirketlerin Bölünme ve
Birleşme İşlemlerinin Hukuki Prosedürü, REGESTA, 2011, C.I, S. 1, s. 83 – 125.
Çelik, A.: Anonim Şirketlerde Ortaklıktan Çıkarılma, Ankara 2012, B. 3.
Çoştan, H.: Türk Ticaret Kanunu Tasarısı Hükümlerine Göre Anonim Şirketin
Birleşme, Bölünme ve Tür Değiştirme Yoluyla Yeniden Yapılanmasında
Alacaklının Korunması, Ankara 2009, (Anılış: Alacaklının Korunması).
Çoştan, H.: Yeni Türk Ticaret Kanunu’na Göre Birleşme, Bölünme ve Tür
Değiştirme Kararları, Ankara 2013, B. 3, (Anılış: Kararlar).
Develi, B.: 6102 Sayılı Türk Ticaret Kanunu Çerçevesinde Ayrılma Akçesi,
GÜHFD, 2013, C. XVII, S. 1-2, s. 443-489.
Durgut, R.: 6102 Sayılı Yeni Türk Ticaret Kanunu’na Göre Şirketlerin Bölünmesi
ve Bölünmeye Hakim Olan İlkeler, e-akademi, 2012, s. 126, s. 1-18, http://
www.e-akademi.org/arsiv.asp?sayi=126, (e.t.: 01.12.2016).
Göktürk, K.: Türk Ticaret Kanununa Göre Ticaret Şirketlerinin Birleşme Süreci
ve Bazı Sorunlar, GÜHFD 2013, C. XVII, S. 1-2, s. 631- 662.
384
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Squeeze Out In Merger According to the Turkish Commercial Code Numbered 6102
Res. Asst. Nihal KOŞER
Helvacı, M.: Anonim Ortaklıkların Bölünmesi (Yeniden Yapılanma Modeli
Olarak Bölünme), İstanbul 2004.
Kağıtçıoğlu, M.: Anonim Şirketlerde Kısmi Bölünme, İstanbul 2012.
Karababa, S.: Mukayeseli Hukuk ve Türk Hukuku Açısından Anonim Ortaklıkta
Satın Alma (Squeeze Out) ve Çıkarma Hakları, Ankara 2016.
Kendigelen, A.: Değişiklikler, Yenilikler ve İlk Tespitler, İstanbul 2016, B. 3.
Moroğlu, E.: 6102 Sayılı Türk Ticaret Kanunu Değerlendirme ve Öneriler,
İstanbul 2016, B. 8.
Narbay, Ş/ Kesici, B.: Ticaret Ortaklıklarında Yapısal Değişiklik Kararına Karşı
Öngörülen İptal Davası Üzerine “Karşılaştırmalı Bir İnceleme”, TFM, 2015, S.
1, s. 107-160.
Özatlan, Y.: Anonim Şirket Birleşmelerinde Ortaklık Paylarının ve Ortaklık
Haklarının İncelenmesi Davası (Denkleştirme Davası), İstanbul 2014.
Özdoğan, A.: Halka Açık Anonim Ortaklıklarda Pay Sahibinin Ortaklıktan
Ayrılma Hakkı, Cumhuriyet’in 80. Yılına Armağan, 2004, C. II, s. 693- 762.
Pulaşlı, H.: Şirketler Hukuku Genel Esaslar, Ankara 2016, s. 74, (Anılış: Şirketler
Hukuku).
Pulaşlı, H.: Türk Ticaret Kanunu Tasarısı, Konferans- Bildiriler Tartışmalar, 1314 Mayıs, Ankara 2015, (Anılış: TTK Tasarısı).
Şener, O. H.: Teorik ve Uygulamalı Ortaklıklar Hukuku Ders Kitabı, Ankara
2015, B. 2.
Sönmez, Y. Z.: Anonim Ortaklıklarda Pay Sahibinin Ortaklıktan Ayrılma Hakkı,
İstanbul 2009.
Susuz, K.: Anonim Şirketlerin Bölünmesinde Pay Sahiplerinin Ayrılma Hakkı,
Legal Mali Hukuk Dergisi, 2011, Y. 7, s. 77, s. 1290 - 1298.
Taşdelen, N.: Limited Ortaklıklarda Çıkma, Çıkarılma ve Fesih, Ankara 2012.
Tekinalp, Ü.: Birleşmede Ayrılma Akçesi, REGESTA 2012, C.II, S. 1, s. 22-27,
(Anılış: Ayrılma Akçesi).
Tekinalp, Ü.: Sermaye Ortaklıklarının Yeni Hukuku, İstanbul 2015, B. 4, (Anılış:
Sermaye Ortaklıkları).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
385
İSTİNAF KANUN YOLUNUN İDARİ YARGILAMA USULÜNE BAŞLICA
ETKİLERİ
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU1
Geliş Tarihi: 25.01.2018
ÖZET
İdari yargıda yargısal etkinliğin
sağlanmasına yönelik etkili çözümlerden
en sonuncusu istinaf yolunun kabul
edilmesi olmuştur. Bu kanun yoluyla
birlikte itiraz ve karar düzeltme kanun
yolları kaldırılmıştır. Ancak bu yeni
kanun yolları düzeniyle, klasik anlamda
istinaf yolunun sonucu olan üç dereceli
yargılamanın tam anlamıyla gerçekleşeceği
kuşkuludur. Var olan düzenleniş biçimiyle
idari yargıda istinafın itiraz yolundan farklı
olarak neleri değiştireceğinin ve idari
yargıdaki temel sorunlardan başlıcaları
olan iş yükü, yargılamanın makul sürede
tamamlanması, nitelikli yargı kararı, içtihat
birliğinin sağlanması, yargısal etkinliğin
güçlendirilmesi gibi sorunlara çare olup
olamayacağının tartışılması gerekmektedir.
Kabul Tarihi: 16.02.2018
ABSTRACT
Enactment of appeal in administrative
jurisdiction had been last effective resolution
of the ensure the judicial efficiency in the
administrative jurisdiction. Approval of this
remedy, remedy of objection and revision of
judgment have been abolished. However, it is
doubtful that this new regime of remedy will
provide three-degree remedy system in strictly
which is the natural result of the classical
view of appeal. It is necessary to discuss that
with the existing arrangement of appeal in
administrative jurisdiction would change
what differently from remedy of objection
and would be a solution of main problems
in administrative jurisdiction such as work
overload, the completion of the judiciary within
a reasonable period, quality of dijudications,
provide of stare decisis and strengthening of
judicial efficiency.
Anahtar Kelimeler: Kanun yolları,
Keywords: Remandy, appeal,
work
istinaf, iş yükü, makul süre, içtihat birliği, load, reasonable period, stare decisis, judicial
yargısal etkinlik.
efficiency.
GİRİŞ
İstinaf kanun yolu gerek hukuk ve ceza yargısı, gerekse idari yargılama
usulü bakımından uzun yıllar tartışıldıktan sonra, ilk olarak 2004 yılında 5234
sayılı Kanunla ceza; 5236 sayılı Kanunla hukuk yargısında kabul edilmiş; 2014
yılında 6545 sayılı TCK ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunla
da idari yargılama usul hukukundaki yerini almıştır. Ancak gerekli alt yapının
oluşturulması amacıyla 20 Temmuz 2016 tarihine kadar kurulup göreve
başlamayan istinaf mahkemeleri, bu tarihten itibaren yargılama usulüne
ilişkin kimi sorunlara çözüm getireceği beklentisiyle çalışmaya başlamıştır.
Nitekim 6545 sayılı Kanundan önce idari yargıda istinaf konusuna yaklaşımın
1
Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi, İdare Hukuku ABD, Araştırma Görevlisi,
zeynepaydinoglu@cankaya.edu.tr
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
387
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
temelinde, istinafın bir kanun yolu olarak yargı kararlarının doğruluğu açısından
güvence oluşturmasının çok ötesinde, idari yargılama usulünde sorun olarak
nitelenen pek çok mesele için bir anlamda “çıkış yolu” olarak görülmesi
yatmaktadır. Bir yargısal sistem içindeki tüm sorunları yeni bir kanun yolunun
çözmesini beklemek gerçekçi olmasa da birtakım iyileşmelerin gözlemlenmesi
gerekmektedir.
Çalışmada öncelikle genel hatlarıyla istinaf kanun yoluna ve bu kanun
yoluyla ilgili olarak ileri sürülen lehe ve aleyhe görüşlere yer verilmiş;
ardından üç dereceli bir kanun yolu sisteminin hukuk devleti ilkesine katkısı
ele alınmıştır. Çalışmanın ana eksenini oluşturan “İdari Yargıda İstinaf
Kanun Yolu” ve “İdari Yargıda Başlıca Sorunlar ve İstinaf” başlıkları altında
tüketici biçimde olmamakla birlikte idari yargılama usulüne ilişkin temel bazı
sorunlar ve bu sorunların kaynağı ele alınmış; var olan düzenleniş şekliyle
ve henüz ilk uygulama aşamasıyla istinaf yolunun çözüm olup olamayacağı
değerlendirilmiştir.
I. GENEL ÖZELLİKLERİYLE İSTİNAF KANUN YOLU
İstinaf kelimesi enf kökünden türemiş olup; Arapçada uç, burun anlamına
gelirken2 Türkçe karşılığı “yeniden başlamak”, “sözün başı”dır.3 Modern
anlamda istinaf kurumunun kökenlerinin, Roma hukukuna kadar gittiği
belirtilmektedir. Batı hukuk sisteminin Roma hukukundan aldığı istinaf sistemi,
her zaman hukuki bir kurum olarak görülmemiş, bu mahkemeler daha çok
politik amaçlarla siyasi otoriteyi temsil etmek amacıyla kurulmuşlardır.
İstinaf kavramı zamanla bugünkü hukuki niteliğine kavuşmuş, hukuki bir
kurum olarak ele alınmıştır.4 Roma hukukunda ilk hakim kararına karşı ikinci
bir hakime başvurma yolu, “appellatio” olarak ifade edilmiş5; bu terim diğer
Avrupa ülkelerini de etkilemiş, die Appellation (die Berufung), appeal, d’appel
olarak çeşitli dillerde Latincenin etkisi altında kalmıştır.
Kanun yolu ise, davanın taraflarına hatalı olarak verildiği ileri sürülen yargı
kararlarının yeniden incelenmesi ve değiştirilmesine imkan sağlayan hukuki
2
3
4
5
Hakan PEKCANITEZ, Hukuk Güvenliği Açısından İstinaf Mahkemeleri, İdari Yargıda İstinaf
Semineri, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı İle İsveç Krallığı Ulusal Mahkeme Yönetimi
Arasında Yargı Alanında İş Birliği Programı, Antalya, 2009, s. 134.
Ramazan ARSLAN, Ejder YILMAZ, Seda TAŞPINAR AYVAZ, Medeni Usul Hukuku, 1. Bası,
Yetkin Yayınları, Ankara, 2016, s. 587, Mustafa AVCI, İdari Yargıda İstinaf, TBB Dergisi, Sayı:
96, Ankara, 2011, s. 181.
Cenk AKİL, İstinaf Kavramı, Yetkin Yayınları, Ankara, 2010, s. 59. İstinaf kavramının Roma
hukukundaki anlamı üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. Nadi GÜNAL, Roma Medeni Usul
Hukukunda Yargılama Süreci ve İstinaf, Yetkin Yayınları, Ankara, 2007.
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Feridun YENİSEY, Ceza Muhakemesi Hukukunda İstinaf ve
Yeniden Kabulü Sorunu, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1979, s. 14 – 18.
388
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
yoldur.6 Mevcut hukuk sistemimiz esas alınarak kanun yolları şu şekilde
tanımlanmaktadır: “Mahkemece hükmedilmiş olan nihai kararın doğruluğunun
bir üst mahkemece yeniden gözden geçirilmesini temin eden ve gerekliyse
düzeltilmesini sağlayan bu suretle hükmün şekli anlamda kesinleşmesini
erteleyen hukuki müessesedir.”7 Kanun yollarının iki temel karakteristik özelliği
bulunmaktadır: Kanun yolunun erteleyici ve aktarıcı etkisi. Erteleyici etki,
hükmün şekli anlamda kesinleşmesinin önlenmesi anlamına gelirken; aktarıcı
etki kanun yolu incelemesinin bir üst mahkeme tarafından yapılmasıdır.8
İstinaf yolu, Türk yargı sistemine tamamen yabancı değildir. Osmanlı
döneminde kadılar tarafından yerine getirilen yargı faaliyetleri tek dereceli
olmuştur.9 Tanzimat döneminde yapılan hukuk reformlarına paralel olarak
nizamiye mahkemelerinin kurulmasıyla, 1879’da Mehakim_i Nizamiye’nin
Teşkilat Kanunu Muvakkatı Kanunu ile Osmanlı hukuk sistemine istinaf
mahkemeleri de dahil olmuştur.10 Ancak Cumhuriyetin ilanından sonra
çıkarılan 469 sayılı Mahakimi Şeriyenin İlgasına ve Mahakim Teşkilatına Ait
Ahkamı Muaddil Kanununun 9. maddesiyle, istinaf mahkemeleri ve istinaf
görevi kaldırılmıştır.11 O yıllarda, yetişmiş yargıç sıkıntısından kaynaklı olarak
üç dereceli yargı sisteminin sağlıklı bir şekilde işlemesinin beklenemeyeceğini
söylemek yanlış olmayacaktır.12 Nitekim kaldırılma sebepleri arasında
istinaf mahkemelerinde görev yapacak hakimlerin yeterli olmayışı, istinaf
uygulamasının yargılama sürecini uzatması, içtihat farklılıklarına yol açması
gösterilmiştir.13
Klasik anlamda istinaf, ilk derece mahkemesinin önünde gerçekleşmiş
yargılamadan bağımsız bir biçimde, ortaya çıkan yargılamaya ilişkin yeni
değişiklikler ve herhangi bir sınırlama olmadan ileri sürülen yeni deliller ve
olayların değerlendirilmesi suretiyle uyuşmazlığın, yeniden ele alınması ve karar
6
7
8
9
10
11
12
13
Turgut TAN, Şeref GÖZÜBÜYÜK, İdare Hukuku, C. II, 8. Bası, Turhan Kitapevi, Ankara, 2016,
s. 974.
Abdurrahim KARSLI, Medeni Muhakeme Hukuku, 3. Baskı, Alternatif Yayınları, İstanbul,
2012, s. 774.
Hakan PEKCANITEZ, Oğuz ATALAY, Muhammet ÖZEKES, Medeni Usul Hukuku, 2. Bası, Yetkin
Yayınları, Ankara, 2016, s. 513.
Aksi görüş için bkz, H. Tahsin FENDOĞLU, Yargı Reformu Işığında İstinaf Mahkemelerinin
Yeniden Kurulması Sorunu, 1998. (www. hasantahsinfendoglu.com, Erişim Tarihi:
15.10.2017)
FENDOĞLU, Yargı Reformu Işığında İstinaf Mahkemelerinin Yeniden Kurulması Sorunu,
1998.
Fahrünnisa TUNCA, İdari Yargıda İstinaf, Danıştay ve İdari yargı Günü Sempozyum 141. Yıl,
Danıştay Tasnif ve Yayın Bürosu Yayınları No: 79, Ankara, 2009, s. 87 – 88.
Ali AKYILDIZ, İstinafa İlkesel Bakmak, Danıştay ve İdari Yargı Günleri 147. Yıl Sempozyumu,
Danıştay Yayınları No: 89, Ankara, 2015, s. 11.
Esat TOKLU, İdari Yargıda İstinaf Sistemine Geçiş, Danıştay ve İdari Yargı Günleri 147. Yıl
Sempozyumu, Danıştay Yayınları No: 89, Ankara, 2015, s. 63.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
389
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
verilmesidir.14 Vakıa incelemesi yapılması sebebiyle istinaf mahkemelerine,
hukukilik denetimi yapan temyiz mahkemelerinin aksine, vakıa mahkemesi de
denilmektedir.15
İstinaf yolunun dar ve geniş anlamları bulunmaktadır. Dar – sınırlı anlamda
istinafta ilk derece mahkemesinde yapılan inceleme baştan sona tekrar
edilmemekte, maddi olaylar gereken noktalarda yeniden ele alınmaktadır.16
Sınırlı istinafın temel fonksiyonu, ilk derece mahkemesi tarafından verilen
kararın ondan daha nitelikli bir mahkeme tarafından kontrol edilmesinden
ibarettir.17 İstinaf mahkemesi, yerel mahkemenin olaya ilişkin saptamaları ve
ilk derece yargılamasındaki dava malzemesiyle bağlıdır. Geniş veya diğer bir
ifadeyle tam anlamda istinafta ise, istinaf aşaması tamamen yeni bir usul süreci
olarak görülmektedir. Bütün vakıalar yeniden, sil baştan incelenmektedir.18
Muhakeme tamamen tekrarlanmaktadır.19
Bugün için genel eğilimin, dar anlamda istinaf yolunun benimsenmesi
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim maddi vakıaların bütünüyle
yeniden ele alınmasının, yargılama sürecini uzatacağı, bunun da hem usul
ekonomisi yönünden uygun olmadığı hem de adaletin geç tecelli etmesi
sebebiyle kamu yararına aykırı olduğu belirtilmektedir.20
A. İstinaf Kanun Yoluyla İlgili Lehe ve Aleyhe Görüşler
İstinaf yolunun lehine görüşlerin başında, gelişmiş tüm ülkelerin istinaf
kurumuna sahip olduğu, hak arayanlar bakımından güvence oluşturması
sebebiyle hukuk devleti ilkesinin hayata geçirilmesinde önemli rol oynaması
gelmektedir.21 Lehe görüş taraftarlarına göre gelişmişliğin bir ölçütü olarak
görülen istinaf yolu, isabetli karar verilmesini sağlayacağı için yargıya olan
güveni de arttıracaktır.22 Bir kararın iki ayrı ve birisi üst derece yargı organı
tarafından denetlenmesi, daha doğru karar verilmesi ihtimalini güçlendirmiş
olmaktadır.23 Ayrıca bir görüşe göre istinaf incelemesi sonucunda “yanlış”
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
Ejder YILMAZ, İstinaf, Yetkin Yayınları, Ankara, 2005, s. 21.
YILMAZ, s. 22.
ARSLAN, YILMAZ, TAŞPINAR AYVAZ, s. 587.
Nevhis DEREN YILDIRIM, Teksif İlkesi Açısından İstinaf, Türkiye Barolar Birliği – İstinaf
Mahkemeleri Uluslararası Toplantısı, Ankara, 2003, s. 269.
KARSLI, s. 786.
Devrim GÜNGÖR, Ceza Muhakemesinde İstinaf, Yetkin Yayınları, Ankara, 2016, s. 36.
YILMAZ, s. 22, ARSLAN, YILMAZ, TAŞPINAR AYVAZ, s. 587.
YILMAZ, s. 23, Faruk EREM, İstinaf Mahkemeleri, AÜHFD, C. 7, sayı: 1 – 2, 1950, Ankara, s.
12.
FENDOĞLU, Yargı Reformu Işığında İstinaf Mahkemelerinin Yeniden Kurulması Sorunu,
1998. TUNCA, İdari Yargıda İstinaf, s. 89.
Oğuz SANCAKTAR, İdari Yargıda İstinaf Sistemi Üzerine Düşünceler, Danıştay ve İdari Yargı
Günü 144. Yıl, Danıştay Yayınları No: 83, Ankara, 2012, s. 22.
390
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
bulunan kararların kaldırılarak “doğru” kararların getirilmesiyle ilk derece
mahkemesi hakimleri üzerinde disipline edici ve pedajojik bir etki de söz konusu
olacaktır.24 Diğer yandan ilk derece mahkemelerinin mahalli etkiler altında
kalmasının mümkün olduğu, buna karşılık istinaf mahkemesi hakimlerinin bu
etkilerden uzak olacağı da ileri sürülmüştür. EREM’e göre, hukuki olmayan
bu görüş yerinde değildir. Nitekim her derecedeki hakimin yerel veya başka
türden etkilere kapalı olması gerekmektedir.25
İstinaf yoluna ilişkin lehe görüşlerden, üzerinde en çok durulan ve bizim
hukuk sistemimizde de bu yolun kabul edilmesinde en etkili sebep olarak
nitelendirilebilecek olanı, istinaf kurumunun, yüksek mahkemelerin iş
yükünün azalmasını sağlayacak olmasıdır.26 Böylece temyiz mercilerinin tam
bir içtihat mahkemesi olması sağlanmış olacaktır.27
Buna karşılık istinaf uygulamasına genel olarak yapılan en önemli eleştiri,
istinaf yolunda yargılama yeniden yapılacağından, bu usulün kabul edilmesi
halinde davaların uzamasına ve zaman kaybına yol açacağıdır. Öte yandan
istinafın kabul edilmesi halinde adaletin pahalılaşacağı düşünülmektedir.28
Lehe görüş taraftarlarının aksine olarak istinaf sistemine karşı olanlar
tarafından, bu yol kabul edilirse ilk derece mahkemesi hakimlerinin,
kararların tekrar gözden geçirilmesi sebebiyle özensiz davranabilecekleri ileri
sürülmüştür.29
İstinaf sisteminin özellikle medeni usul hukuku bakımından ileri sürülen
aleyhe görüşlerden bir tanesi de, Türk hukuk sisteminin bugün hali hazırda
devam eden yapısal problemlerinin çözüme kavuşturulmadan istinaf
mahkemelerinin göreve başlamalarının kaotik bir ortam yaratacağıdır.30
İstinafın geniş anlamda bir hukuk sistemine girmesinin yargılamanın uzamasına
sebep olmasının yanında tarafların ilk derece mahkemesine olan güvenlerinin
sarsılacağı da ileri sürülmüştür. Bu nedenle istinafın dar anlamıyla uygulanması
gerekliliği şu metaforla anlatılmıştır: “İstinaf hakimi hastayı kendi muayene
eden bir doktor değil; meslektaşının hazırladığı rapora göre teşhis koyan bir
doktordur.”31
24
25
26
27
28
29
30
31
Bernard PACTEAU, Traite de contentieux administratif, 1. edition, PUF, Paris, 2008, s. 489,
aktaran, Gürsel KAPLAN, İdari Yargılama Hukuku, Ekin Yayınları, Bursa, 2016, s. 438.
EREM, s. 12.
YILMAZ, s. 12 – 13.
ÇAĞLAYAN, İdari Yargılama Hukuku, s. 709.
KARSLI, s. 587.
FENDOĞLU, Yargı Reformu Işığında İstinaf Mahkemelerinin Yeniden Kurulması Sorunu,
1998, (www. hasantahsinfendoglu.com)
Özdemir ÖZOK, “Bölge Adliye Mahkemeleri” Ya Da “Üst Mahkemeler” Açılırken Duyulan
Kimi Kaygılar, TBB Dergisi, Sayı: 63, Ankara, 2006, s. 28.
TUNCA, İdari Yargıda İstinaf, s. 89.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
391
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
B. İstinaf Yolunun Hukuk Devleti İlkesine Katkısı
Kanun yolları hukuk politikası bakımından, kararların doğruluğunun
garantisini sağlamaktadır. Ayrıca ilk derece mahkemelerinin kararlarını
verirken daha özenli davranmaları32 yolunda bir tür baskı da oluşturmaktadır.33
Nitekim, denetim ne kadar fazla olursa hata olasılığı da o kadar azalacaktır.34
Hukukun uygulanmasında yeknesaklık sağlanması, mahkeme kararlarının üst
denetiminin bir başka sebebini oluşturmaktadır. Mahkeme kararları arasında
çelişkilerin bulunmasının kanun önünde eşitlik ilkesi açısından doğuracağı
sakınca, kararlar arasında uyumun sağlanması yolunda bir zorunluluk
doğurmaktadır. Üst yargı mercii tarafından, yerel mahkeme kararının
değerlendirilmesinin de, uygulama birliğini sağlayan önemli bir araç olduğu
ileri sürülmektedir. Üst derece yargı merci tarafından yapılan inceleme
mahkemeler tarafından verilecek kararların kalitesini de arttıracak; hukuk
uygulamasında birliğin sağlanarak bireysel yarar yanında kamusal yarara da
hizmet edecektir.35 Ancak bugün yüksek mahkemelerin iş yükü sebebiyle,
bu amacı gerçekleştirebildiklerini söylemek çok mümkün olmamaktadır.
Nitekim Yargıtay’da bazı içtihadı birleştirme taleplerinin birkaç yıldan beri
görüşülememiş olması bunu kanıtlamaktadır.36
Hukuki güvenlik, belirlilik, kanun önünde eşitlik ve hatta adil yargılanma
hakkı bağlamında kanun yolları ile ilgili bir inceleme, bu yolların hukuk
devletinin tesisinde oynadıkları rolün belirlenmesini de gerektirmektedir.
Gerçekten de her hukuk düzeninin, doğru karara ulaşmak hedefi çerçevesinde,
kararın üst mahkeme tarafından sınırlı da olsa, bir incelemenin yapılmasını
sağlayacak kanun yolu mekanizmasına sahip olduğu belirtilmektedir.37
Özellikle idari yargılama hukukunda iptal davaları ile amaçlananın, sakat
olan idari işlemin iptali ile, idarenin hukuk sınırları içinde kalmasını sağlamak
olması karşısında,38 mahkeme kararının hakkın yerine getirilmesini sağlamaktan
öte bir anlam taşıdığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu halde, kesinleşen
mahkeme kararının doğru ve hakkaniyete uygun olması, bu yargılama kolu
bakımından ayrıca önem taşımaktadır.
32
33
34
35
36
37
38
Bu konuda bkz. Ramazan YILDIRIM, Türkiye’de İstinaf Uygulamasının İdari Yargıya Etkisi,
Danıştay ve İdari Yargı Günü 147. Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları No: 89, Ankara, 2015,
s. 36 – 37.
PEKCANITEZ, ATALAY, ÖZEKES, s. 513.
Muhammet ÖZEKES, Sorularla Medeni Usul Hukukunda Yeni Kanun Yolu Sistemi, Türkiye
Barolar Birliği Yayınları, Şen Matbaa, Ankara, 2008, s. 1.
KARSLI, s. 775, PEKCANITEZ, ATALAY, ÖZEKES, s. 521.
PEKCANITEZ, ATALAY, ÖZEKES, s. 521.
Kamil YILDIRIM, Hukuk Devletinin Gereği: İstinaf, Nesil Matbaacılık, İstanbul, 2000,
s. 1.
Yahya ZABUNOĞLU, İdare Hukuku C. II, Yetkin Yayınları, Ankara, 2012, s. 224.
392
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
Ancak Anayasa Mahkemesi yakın tarihli bir kararında, “kanun yoluna
başvurma hakkı, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak
arama hürriyeti ve adil yargılanma hakkı kapsamında olmakla birlikte bu hak
her uyuşmazlığın zorunlu olarak iki ya da üç dereceli yargılamaya tabi olmasını
gerektirmemektedir. Buna göre kanun koyucu uyuşmazlıkların niteliklerini
gözeterek, Anayasa’daki yargı ile ilgili temel ilkelere ve güvencelere aykırı
olmamak şartı ile yargı yerlerince verilecek kararlara karşı başvurulacak kanun
yollarını belirleme konusunda takdir yetkisine sahiptir”39 biçiminde kanun
yollarına başvurunun, adil yargılanma ve hak arama özgürlüğünün tesisinde
zorunlu olmadığını belirtmiştir.
İstinaf, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’ne göre adil yargılanma hakkı için mutlak bir gereklilik olarak
değil; sadece hakkın gerçekleşmesinde önemli bir katkı olarak görülmektedir.40
Öte yandan iç hukukta üst yargı merciine başvuru olanağı tanınmış ise,
adil yargılanma hakkının bir unsuru olan mahkemeye erişim hakkının, üst
mahkemelere başvurma hakkını da içerdiği kabul edilmektedir.41 Ayrıca iç
hukukta böyle bir yol öngörülmüş ve hak sahibi tarafından talep edilmiş ise üst
mahkemedeki yargılama sürecinde de, AİHS madde 6/1’deki adil yargılanma
hakkına ilişkin gereklerin yerine getirilmesi gerekmektedir. Öte yandan iç
hukukta kanun yolları genel olarak tanınmış; ancak bazı dava türleri için bu
başvuru hakkı tanınmamış ise42, bu durum da ayrımcılık yasağı ile birlikte
davaya konu olan hakkın da ihlali sonucunu doğurabilir.43
Buna karşılık, İnsan Hakları Evrensel Sözleşmesine ilişkin 1984 tarihli 7
No.’lu Ek Protokol’ün 2. maddesiyle ceza yargılamasında verilen karara karşı,
bireye kararın üst dereceli bir mahkeme tarafından incelenmesini isteme
hakkı tanınmıştır.44 Türkiye Ek 7 No’lu Protokolü onay işlemini, 2016/8717
39
40
41
42
43
44
Anayasa Mahkemesi, E. 2014/146, K. 2015/35, KT: 19.03.2015, (www.kararlaryeni.anayasa.
gov.tr)
KARSLI, s. 787.
Osman DOĞRU, Atilla NALBANT, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli
Kararlar, Legal Yayınları, İstanbul, 2012, s. 619.
İdari yargıda istinaf yolunun kabul edilmesinden sonra, ilk inceleme aşamasında
kesinleşecek kararların varlığının, adil yargılanma hakkı bağlamında ele alınmasına yönelik
inceleme aşağıda yapılmıştır. Bkz. s. 412 vd.
Sibel İNCEOĞLU, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Kararlarında Adil Yargılanma Hakkı, Tıpkı
4. Bası, Beta Yayınları, İstanbul, 2013, s. 117.
YILMAZ, s. 23. İlgili madde şu şekildedir: “Bir mahkeme tarafından cezai bir suçtan mahkum
edilen her kişi, mahkumiyet ya da ceza hükmünü daha yüksek bir mahkemeye yeniden
inceletme hakkını haiz olacaktır. Bu hakkın kullanılması, kullanılabilme gerekçeleri de
dahil olmak üzere, yasayla düzenlenir. Bu hakkın kullanılması, yasada düzenlenmiş haliyle
az önemli suçlar bakımından, ya da ilgilinin birinci derece mahkemesi olarak en yüksek
mahkemede yargılandığı veya beraatını müteakip bunun temyiz edilmesi üzerine verilen
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
393
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla45 tamamlayarak ceza mahkumiyetinde üst yargı
organına başvurma hakkını sağlamakla yükümlü hale gelmiştir.
Bu noktada belirtmek gerekir ki, kanun yollarına başvurmanın hukuk
devletiyle olan ilişkisi dahi, bu yollara sınırsız bir başvuru olanağı anlamına
gelmemektedir. Kararın kanun yollarından geçmesinden veya başvuru
sürelerinin geçirilmesinden sonra kesinleşmesi halinde, o karara karşı normal
kanun yollarına başvuruşamaz. Aksi halde uyuşmazlığın sona erdirilmeyerek,
sonucunun belirsiz kalması toplumsal bir huzursuzluğa neden olarak, adalete
olan güvenin de zedelenmesi sonucunu doğururdu.46
II. İDARİ YARGIDA İSTİNAF KANUN YOLU
6545 sayılı Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanunun, idari yargılama usulü hukukuna getirdiği en önemli değişiklik
kuşkusuz istinaf sisteminin kabulüdür. Bu kanunla beraber 2577 sayılı Kanunun
45. maddesi şu şekilde değişmiştir:
“İdare ve vergi mahkemesi kararlarına karşı, başka kanunlarda aksine
hüküm bulunsa dahi, mahkemenin bulunduğu yargı çevresinde bölge idare
mahkemesine, kararın tebliğinden itibaren otuz gün içinde istinaf yoluna
başvurulabilir. Ancak konusu beş bin Türk lirasını geçmeyen vergi davaları,
tam yargı davaları ve idari işlemlere karşı açılan iptal davaları hakkında idare
ve vergi mahkemesince verilen kararlar kesin olup; bunlara karşı istinaf yoluna
başvurulamaz”
Düzenlemede istinaf yolunun üç dereceli bir yargılama sistemi getirme
beklentisine ters bir biçimde, ilk derece mahkemesi kararlarının istinaf yolunda
kesinleşmesi asıl; bu yol tüketildikten sonra temyiz yoluna başvurulması
istisnai hale gelmiş ve sadece47 46. maddede belirtilen uyuşmazlıkların temyiz
45
46
47
mahkumiyet hallerinde istisnaya tabi tutulabilir.” (www.aihmbasvuru.com/ek-protokoller/
ek-protokol-no-7.html, Erişim Tarihi: 12.04.2016) Öte yandan bu hükmün, üçlü bir sistem
için emredici nitelik taşımadığı, AİHM’in de, böyle bir başvuru imkanı bulunmaması
dolayısıyla hiçbir ülkeye eleştiri yöneltmediği de belirtilmektedir. Bkz. ÖZOK, s. 23.
08.04.2016 tarihli ve 29678 sayılı Resmi Gazete, 2016/8717 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı.
ARSLAN, YILMAZ, TAŞPINAR AYVAZ, s. 580.
İYUK madde 46 dışında, ivedi yargılama usulüyle verilen kararlar ile merkezi ve ortak
sınavlara ilişkin verilen kararlar da, istinaf aşaması atlanarak doğrudan temyiz incelemesine
konu olmaktadırlar. Ancak Danıştay bu türden davaları incelerken, evrak üzerinden yaptığı
inceleme sonucunda maddi vakıalara ilişkin bilgiyi yeterli bulursa veya temyiz sadece hukuki
noktalara ilişkinse ya da temyiz edilen karardaki maddi yanlışlıkların düzeltilmesi mümkünse
işin esası hakkında karar verir. Aksi takdirde gerekli inceleme ve tahkikatı kendisi yaparak
esas hakkında yeniden karar verir. Burada esasen Danıştay istinaf merciinin yaptığı türden
bir inceleme yapmaktadır. Ancak ilk inceleme üzerine verilen kararlara karşı yapılan temyizi
haklı bulduğu hallerde kararı bozmakla dosyayı geri gönderir. Temyiz üzerine verilen kararlar
kesindir. İlk derece mahkemesinin bu kararlara karşı direnmesi söz konusu olamayacaktır.
394
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
incelemesine konu olacakları belirtilmiştir. Böylelikle ilk derecede ve istinafta
kesinleşen kararlar düşünüldüğünde, üç dereceli bir sistemin kabul edildiğini
söylemek zordur.48
Bununla birlikte bölge idare mahkemelerinin yapısı da değişikliğe
uğramıştır. 2575 sayılı Kanunun 3. maddesinde, 6545 sayılı Kanunla değişiklik
yapılmadan önce bölge idare mahkemelerinin, bölge idare mahkemesi başkanı
ile iki üyeden oluşacağı belirtilirken, 6545 sayılı Kanunla getirilen “Bölge idare
mahkemeleri, başkanlık, başkanlar kurulu, daireler, bölge idare mahkemesi
adalet komisyonu ve müdürlüklerden oluşur. Bölge idare mahkemelerinde
biri idare diğeri vergi olmak üzere en az iki daire bulunur (…) Dairelerde
bir başkan ile yeteri kadar üye bulunur” hükmü gereğince artık daireler
halinde çalışılacaktır. Bu düzenlemenin gerek artan iş yükü gerek dairelerde
uzmanlaşmanın sağlanması bakımından olumlu olduğu düşünülmektedir.49
İstinaf yolunun kabul edilmesinden önceki kanun yolu olan İtiraz yolu, bölge
idare mahkemesinin inceleme, tahkikat yapma, nihai karar verme yetkileri
açısından istinaf yoluna; aldığı kararların kesin olması yönünden ise, temyiz
yoluna benzetilmekteydi.50 DURAN’a göre itiraz, uyuşmazlıkların bir defa daha
esastan görülmesine imkan sağlaması bakımından bir tür istinaf olarak kabul
edilebilirse de, bu kararlar Danıştay’da temyiz edilemeyeceğinden güvencesiz
48
49
50
Bu davalar için istinaf yoluna gidilememesi Anayasa Mahkemesi tarafından da incelenmiş,
yüksek mahkeme, Kanun koyucunun ivedi yargılama usulüne tabi davalarda yargılama
sürecini hızlandırmak amacıyla farklı bir kanun yolu sistemi öngördüğü anlaşılmaktadır. Bu
bağlamda, ivedi yargılama usulüne tabi davalarda istinaf yoluna başvuru hakkı kaldırılarak
doğrudan temyiz yoluna başvuru usulü getirilmiş, temyiz incelemesinde de Danıştay’a
istinaf yolundakine benzer şekilde denetim yapma yetkisi verilmiştir. Nitekim, 2577 sayılı
Kanun’un 20/A maddesinin (2) numaralı fıkrasının (g) bendinde, ivedi yargılama usulüne
tabi davalarda verilen kararlara karşı on beş gün içinde temyiz yoluna başvurulabileceği,
(i) bendinde ise temyiz incelemesinde Danıştay’ın gerekli inceleme ve tahkikatı yaparak
esas hakkında karar vereceği ve verilen kararların kesin olduğu hüküm altına alınmıştır. Bu
itibarla, ivedi yargılama usulüne tabi olan davaların bir an evvel kanun yolu incelemesinden
geçerek kesin hükümle sonuçlandırılması amacıyla bu davalarda istinaf yoluna başvurunun
ortadan kaldırılması kanun koyucunun takdir yetkisi kapsamında olup kuralda adil
yargılanma ilkesine aykırı bir yön bulunmamaktadır” gerekçesiyle başvurunun reddine
karar vermiştir. (Anayasa Mahkemesi, E. 2014/146, K. 2015/31, KT: 19.03.2015, (www.
kararlaryeni.anayasa.gov.tr)
2577 sayılı Kanunun 46. maddesi, değişiklikten önceki halinden farklı olarak, temyiz
incelemesine konu olacak kararlar tek tek belirtilmiştir.
2576 sayılı Kanun’un 3D maddesinde “Gelen işlerin yoğunluğu ve niteliği dikkate alınarak
bölge idare mahkemesi daireleri arasındaki iş bölümü, Hâkimler ve Savcılar Kurulu tarafından
belirlenir” hükmü yer almaktadır.
Şeref GÖZÜBÜYÜK, Turgut TAN, İdare Hukuku C. II, 7. Bası, Turhan Kitapevi, Ankara, 2014,
s. 1023. İtiraz yolunun sınırlı bir istinaf yolu olarak değerlendiren görüş için bkz. Turgut
CANDAN, Açıklamalı İdari Yargılama Usulü Kanunu, Adalet Yayınları, Ankara, 2011, s. 966
– 967.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
395
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
ve eksik bir ikinci derece yargılamasıdır.51 İstinaf yolu kabul edilmeden önce
de, Danıştay’ın iş yükü sebebiyle, sınırlı uyuşmazlıklarda başvurulan itiraz
denetiminin kapsamının genişletilmesi gerektiği ileri sürülmüştür.52
Aşağıda, bu düzenleniş biçimleriyle istinafın, itiraz yolunun olduğu idari
yargılama sisteminden nasıl bir farkı olacağını ve var olan temel sorunlara
çözüm olup olamayacağını belirlemeye çalışacağız. Bu bakımdan aleyhe ve
lehe görüşü savunanlardan hangisinin öngörülerinin gerçekleşme ihtimalinin
daha muhtemel olduğu da görülecektir.
III. İDARİ YARGIDAKİ BAŞLICA SORUNLAR VE İSTİNAF
A. İş Yükü
6545 sayılı Kanunun gerekçesinde, “2577 sayılı Kanunun 46 ncı maddesinde
yapılan değişiklikle, istinaf mahkemelerince karara bağlanacak konulardan
hangisinin temyiz yolu ile Danıştay’a gideceği belirlenmekte olup, bu
maddede tahdidi olarak sayılan bu konular dışındaki davaların bölge idare
mahkemelerinde istinaf incelemesi neticesinde kesinleşmesi öngörülmektedir.
Böylece Danıştay’ın temyizen karara bağladığı iş yükünün yaklaşık yüzde seksen
oranında azaltılarak Danıştay’ın içtihat mahkemesi rolünün güçlendirilmesi
amaçlanmaktadır. Bu kapsamda 2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare
Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkında
Kanunun ilgili bazı hükümleri de değiştirilerek bölge idare mahkemelerinin
teşkilat yapısı, istinaf kanun yolu incelemesine uygun hale getirilmektedir”53
ifadesi yer almaktadır.
Gerekçeden de anlaşılacağı üzere, istinaf yolunun kabul edilmesindeki
temel amaç, Danıştay üzerindeki iş yükünün azaltılmasıdır. Ancak burada
öncelikle var olan iş yükünün gerçekleşme sebebinin belirlenmesi
gerekmektedir. Dosya sayısının çok olmasının önemli bir sebebi de, idarenin
yargı kararlarını uygulamak istememesi, istikrar kazanmış kararları işlemlerinde
dikkate almamasıdır.54 Bu bakımdan birey – idare ilişkilerinin düzeltilmesi
gerekmektedir.55
51
52
53
54
55
Lütfi DURAN, İdari Yargı Adlileşti, İHİD, C. III, sayı: 1- 3, İstanbul, 1982, s. 75.
Bkz. Turan YILDIRIM, İdari Yargı, 2. Bası, Beta Yayınları, İstanbul, s. 515.
www.kgm.adalet.gov.tr/Tasariasamalari/Kanunlasan/2014Yili/6545%20s%C4%B1ra%20
say%C4%B1s%C4%B1.pdf, Erişim Tarihi: 04.04.2016)
Türkiye pratiğinde, uygulanmayan yargı kararlarına ilişkin davaların daha çok iptal davalarına
ilişkin olduğu görülmektedir. Bunun sebebi her şeyden önce tam yargı davalarının parasal
bir hak içermesi nedeniyle, idare bu kararları uygulamakta bir sakınca görmemektedir.
Bu aynı zamanda idarenin hukuka bakışını da göstermektedir. Ayrıca, idareye bu davalar
sebebiyle İYUK yaptırım öngörmüştür. Bu halde idare, gecikme faizi ödeyecektir. (Evren
ALTAY, İdari Yargı Kararlarının Uygulanmaması Sorunu, Hukuk Kurultayı, Ankara, 2000, s.
358)
Sait GÜRAN İdari Yargı’da Yapılanma ve Yönetim Konuları, Danıştay ve İdari Yargı Günü 133.
396
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
Öte yandan idare içindeki birtakım uyuşmazlıkların idare içinde
sonlandırılmasına hizmet eden, idarenin karar alma sürecini kuralsallaştıran,
katılımı temin eden bir idari usul yasasının56 olmayışı da, uyuşmazlıkların
çoğalmasına sebep olmaktadır.57 İdarenin hukuka uygun davranma yükümlülüğü
bir ödev ise, iptal edilen işlemlerden sonra benzer işlemler konusunda idarenin
de, uyuşmazlık yargıya taşınmadan yargı kararı doğrultusunda davranması
beklenmektedir.58
Gerçekten de, idarenin işleyişindeki kapalılık, idari işlemin hukuka uygun
olup olmadığı konusunda kuşku yaratmakta ve bu nedenle yargı organlarına
başvuru sayısı artmaktadır.59Ayrıca yargı öncesi çözüm usullerine ilişkin
düzenlemelerin hayata geçirilmesi, bunlardan biri olan 659 sayılı Genel Bütçe
Kapsamındaki Kamu İdareleri Ve Özel Bütçeli İdarelerde Hukuk Hizmetlerinin
Yürütülmesine İlişkin Kanun Hükmünde Kararname’nin uygulamasındaki
sıkıntıların aşılması gerektiği de belirtilmektedir.60
İstinaf kanun yolu idari yargı sistemine dahil olmadan önce, Danıştay’ın
iş yükünü azaltmak amacıyla yapılan tedbirlerden bir tanesi de, daire
sayısını arttırmak olmuştur.61 Ancak bu çözüm, iş yükünde kalıcı bir iyileşme
sağlamaktan uzaktır.62
Aynı amaçla itiraz yolunda incelenecek uyuşmazlıklar, önceleri sadece
tek hakimle verilen kararlardan ibaretken, zamanla kurul halinde verilen
bazı kararlar da itiraz yolunun incelemesine tabi tutulmuştur. Adli İstatistik
Kurumu’nun verilerine göre, itiraz yolu uygulamadayken idari davaların yaklaşık
%30’u bölge idare mahkemelerinde itiraz yoluyla kesinleşmekteydi. Buradan
yola çıkarak itiraz yolunun, idari yargı sisteminde iyi işlemiş olduğunu söylemek
56
57
58
59
60
61
62
Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları, Ankara, 2001, s. 13.
Aydın GÜLAN, İdari Yargının Etkinliğini Sağlama Arayışları, Danıştay ve İdari Yargı Günü 133.
Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları, Ankara, 2001, s. 36.
Fahrünnisa TUNCA, İdari Yargının Sorunları Ve İdari Yargıda İstinaf, İdari Yargıda İstinaf
Semineri, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı İle İsveç Krallığı Ulusal Mahkeme Yönetimi
Arasında Yargı Alanında İş Birliği Programı, Antalya, 2009, s. 26.
Yıldırım ULER, Yönetsel Yargıda Dava Açma Süresi, I. Ulusal İdare Hukuku Kongresi,
Danıştay Yayınları No: 50, Ankara, 1990, s. 246.
Murat SEZGİNER, İdarenin İşleyişi, Yargıya Yansımaları ve Genel İdari Usul, İdari Yargıda
İstinaf Semineri, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı İle İsveç Krallığı Ulusal Mahkeme
Yönetimi Arasında Yargı Alanında İş Birliği Programı, Antalya, 2009, s. 39.
Ramazan YILDIRIM, Türkiye’de İstinaf Uygulamasının…, s. 36.
Zuhal BEREKET, İdari Yargılama Usulü Hukuku Açısından İstinaf ve Kabulü Sorunu, Danıştay
Dergisi, C. 27, sayı:11, Ankara, 1996, s. 103.
Şeref GÖZÜBÜYÜK, Danıştay Kanununda Yapılan Değişiklikler, SBFD, C. 15, sayı: 1,
Ankara, 1960, s. 239. 2017 yılı itibariyle Danıştay’da biri idari olmak üzere on beş daire
bulunmaktadır.( Danıştay Başkanlık Kurulu Kararı, Karar No: 2016/72, 31.12. 2016 tarihli ve
29935 sayılı Resmi Gazetede yayınlanmıştır.)
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
397
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
yanlış olmayacaktır.63 20 Temmuz 2016 tarihinden itibaren çalışmakta olan
istinaf mahkemeleri bakımından bu türden bir tespitin yapılması için erken
olsa da, Adli İstatistik Kurumuna göre, Bölge İdare Mahkemelerinde 2016
yılında gelen dosyaların yıl içinde karara bağlanma yüzdesi %78,5 olmuştur. Bu
oran 2015 yılında, %90.9’dur. Aynı şekilde idari yargıda istinaf incelemelerinin
de katıldığı verilere göre, son 10 yıl içinde bir sonraki yıla devreden dosya
sayısı 209.919 ile en fazla 2016 yılında görülmüştür.64 Bu artışa yol açacak
başka etkenlerin de söz konusu olabileceği göz önünde bulundurularak
istinaf yolunun iş yüküne etkisinin önümüzdeki yıllarda daha sağlıklı şekilde
değerlendirilebileceğini söyleyebiliriz.
İstinaf sistemini kabul eden ülkelerden İsveç’te böyle bir yoğunluğun
yaşanmaması amacıyla, mahkemelerde dava açmadan önce konunun karar
veren taraflar arasında tekrar gözden geçirilmesini sağlamak amacıyla,
idareler bakımından kendi kendine düzeltme yöntemleri geliştirilmeye
çalışılmaktadır. İdari merci açık hata yapmışsa ve diğer gerçek kişileri olumsuz
yönde etkilemiyorsa kararı değiştirmekle yükümlü tutulmuştur.65 Fransa’da
ise, ilk derece mahkemesinde alınan bütün kararlar istinaf incelemesine
konu olabilmektedir. İstinaf üzerine alınan bütün kararların ise, temyize
gidebileceği kabul edilmiştir. Temyiz incelemesine konu kararlar bakımından
filtreleme sistemi geçerli olmakta; yani Conseil d’Etat temyiz başvurusunu
kabul etmeden önce kendisi katı bir kabul edilebilirlik incelemesi yapmaktadır.
İstinaf yolu bakımından ise böyle bir mekanizma olmamasına rağmen
kararların yaklaşık %20’sinin istinaf başvurusuna konu olduğu, bunda da en
büyük etkenin tarafları tatmin eden kaliteli kararların bulunması ve yargıya
güvenilmesi olduğu belirtilmektedir.66 Bu açıdan Türkiye’de de “takdiri temyiz”
mekanizmasının kabul edilmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Bu yolla davaların
son yargısal denetim aşamasına gelmeyi gerektiren bir “hukuk meselesi”
bulunmalıdır. Davanın hukuki açıdan bu aşamada da ele alınmayı gerektirir
değerde bir hukuki sorunu içerip içermediği Danıştay’ın ilgili dairesi tarafından
belirlenecektir. 67
6545 sayılı Kanunun gerekçesine göre, Danıştay’daki mevcut iş yükünün
% 80 oranında azalması beklenmektedir. Ancak daire esasına göre yeniden
63
64
65
66
67
AKYILDIZ, s. 14.
Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü Haber Bülteni 17 Mayıs 2017,
Adalet İstatistikleri 2016, (www.adlisicil.adalet.gov.tr/pdf/bulten2016.pdf, Erişim Tarihi:
24.10.2017)
Johan HIRSCHFELD, İsveç İdari İstinaf Örneği, İdari Yargıda İstinaf Semineri, Türkiye
Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı İle İsveç Krallığı Ulusal Mahkeme Yönetimi Arasında Yargı
Alanında İş Birliği Programı, Antalya, 2009, s. 84.
SANCAKTAR, İdari Yargıda İstinaf Sistemi Üzerine Düşünceler, s. 54.
GÜRAN, s. 14.
398
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
örgütlenen bölge idare mahkemelerinin bu yükü kaldırıp kaldıramayacakları
belirsizliğini sürdürmektedir. Bölge İdare Mahkemeleri ağır bir iş yüküyle karşı
karşıya kalmaları durumunda yaşanan tıkanıklık sebebiyle istinaf mercilerinin
küçük birer istinaf öncesi Danıştay olma tehlikesi bulunmaktadır.68 Adli
İstatistik Kurumu verilerine göre, 2016 yılında idare mahkemelerinden istinaf
incelemesi için bölge idare mahkemelerine gelen dosyaların %24,5’i karara
bağlanabildiğinin görülmesi69, bölge idare mahkemelerinin hali hazırdaki iş
yükü hakkında ilk etapta olumsuz bir izlenim yaratmaktadır.
Öte yandan gerekçeden çıkan sonuca göre, istinaf yolunun kabul
edilmesindeki yegane amacın, iş yükünün azaltılması olduğu görülmektedir.
Halbuki bir yargı düzeni olarak istinafın hukuk sistemine dahil edilmesindeki
tek hedefin iş yükünü hafifletmek olmaması gerekir.70 Aşağıda kategorik olarak
belirtmeye çalıştığımız üzere, idari yargı içerisinde iş yükü dışında değişikliğe
ihtiyaç duyulan başka konular da bulunmaktadır.
Kanun değişikliğinden sonra bölge idare mahkemeleri ve yargı
çevrelerindeki idare mahkemeleri de yeniden düzenlenmiştir.71 Ancak UYAP
verileri esas alınarak yapılan bu belirlemenin sağlıklı olup olmadığı konusunda
kuşkular bulunmaktadır. UYAP’taki dava kodların sağlıklı işlenmemesi, idare
mahkemesinde açılan davaların %30’a yakınının diğer dava kodları başlığı
altında sistemde bulunması sebebiyle, kurulan istinaf mahkemelerinin
sayısının da yeterli olup olmayacağı kuşkulu olarak değerlendirilmiştir.72
B. Makul Sürede Yargılama
Yargılamanın makul sürede tamamlanması, Anayasa madde 36 bağlamında
hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkının gereklerinden biri olduğu gibi;
Anayasa madde 141/1’de de davaların mümkün olan süratle sonuçlandırılması
yargının görevi olarak düzenlenmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
6. maddesi gereğince de yargılamaların makul sürede tamamlanması, adil
yargılamanın gerçekleşme koşullarından birini oluşturmaktadır.
İstinaf yolunun kabul edilmesiyle beraber AİHM’e başvurmadan önce
tükenmesi zorunlu bir iç hukuk yolu daha doğmuş olmaktadır.73 Gecikmiş
68
69
70
71
72
73
GÜNGÖR, s. 40. Yazar burada ceza yargısında, bölge adliye mahkemelerinin iş yükü
açısından Yargıtay’a dönüşme tehlikesinden söz etmektedir. Ancak aynı risk, idari yargı
yolu için de söz konusu olabileceğinden bu karşılaştırma idari yargılama yoluna uyarlanarak
yazılmıştır.
Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü, Adli İstatistikler 2016, (www.
adlisicil.adalet.gov.tr/istatistik_2016, Erişim Tarihi: 24.10.2017)
AKYILDIZ, s. 17.
Bu konuda bkz. http://www.hsk.gov.tr/Adli-Idari-Yargi-Listesi.aspx.
TOKLU, s. 65.
SANCAKTAR, İdari Yargıda İstinaf Sistemi Üzerine Düşünceler, s. 92.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
399
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
adaletin adaletsizlik olarak kabul edilmesi sebebiyle, AİHS’de de bu konu
düzenlenmiş ve yargılamanın makul bir süre içinde sonuçlandırılması bir
yükümlülük olarak, adil yargılanma hakkının düzenlendiği 6. maddede yer
almıştır.74 Kural olarak makul sürenin, davanın mahkeme önüne getirildiği
andan başlayıp; en üst mahkemenin nihai kararı vermesiyle sona ereceği
kabul edilmektedir. İstinai olarak AİHM, dava süresinin idareye başvuru
yapıldığı anı da kapsayacak şekilde hesaplanması gerektiğine hükmetmiştir.75
İdari yargı uyuşmazlıklarındaki zorunlu idari itiraz, her ne kadar mahkemelerin
iş yükünün azaltılması amacına yönelik olsa da ilgililerin mahkemeye
erişim haklarını geciktiren etkisi76 sebebiyle AİHM tarafından makul sürede
yargılanma hakkının değerlendirilmesi bakımından bir kriter olabilecektir.
Bu bakımdan istinafla birlikte yargı öncesi aşamadaki usuli süreçlerin de göz
önünde bulundurulması gerekmektedir.
Dar anlamda istinaf yolunun benimsenmesi ve karar düzeltme yolunun
kalkmasıyla beraber davaların sonuçlanması bakımından ciddi bir farklılık
oluşmayacağı ileri sürülmektedir.77 Nitekim idari yargıda, hem karar
düzeltme yolunun kalkması ve temyiz incelemesine gidecek davaların sınırlı
olması hem de bir kısım uyuşmazlıkların ilk derece yargılamasından sonra
kesinleşmesi beraber değerlendirildiğinde korkulduğu üzere, istinaf yolunun
davaların makul sürede sonuçlanmasını ciddi bir biçimde etkilemesinden
söz edilemeyecektir. Ancak bu “hızlılığın” yargılamanın adaletli bir biçimde
gerçekleşmesine de hizmet edip etmeyeceği ise ancak önümüzdeki yıllarda
tam olarak değerlendirilebilecektir.
Dairelere göre farklılık göstermekle beraber, Danıştay’da ortalama
temyiz süresi bir buçuk yıl sürmektedir. İlk derece mahkemesinde geçen
süre ile beraber, ortalama bir davanın kesinleşmesi üç yılı bulabilmektedir.
Eğer ilk derece mahkemesi bozma üzerine direnirse, bu süre daha da uzun
olabilmektedir.78 2016 yılında Danıştay’a gelen davaların karara bağlanma
oranı, %43.2 olmuştur.79
Adli İstatistik Kurumu verilerine göre, 2015 yılında bölge idare
mahkemelerinde davaların ortalama görülme süresi 27 günken, 2016 yılında
bu süre 10 yıl içindeki en yüksek ikinci değere ulaşarak yaklaşık 60 gün olarak
74
75
76
77
78
79
İNCEOĞLU, s. 370.
DOĞRU – NALBANT, s. 634.
K. Burak ÖZTÜRK, Hak Arama Özgürlüğü Çerçevesinde Zorunlu İdari İtiraz, Yetkin Yayınları,
Ankara, 2015, s. 93.
YILMAZ, s. 28.
AKYILDIZ, s. 15.
Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü, Adli İstatistikler 2016, (www.
adlisicil.adalet.gov.tr/istatistik_2016, Erişim Tarihi: 24.10.2017)
400
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
belirlenmiştir.80 Ancak istinaf incelemelerinin işlerlik kazanmasıyla itiraz
yolundan çok daha fazla uyuşmazlık istinaf yolunda kesinleşeceğinden bu
artışın yargılama süresini uzattığından söz edilemez.
C. “Adil” Karar – Karar Yazımında Nitelik
Bir yargı sisteminde adaletin kalitesini belirleyen en önemli etken, yargı
kararının kalitesidir.81 Nitelikli bir yargı kararında doğru sonuca, hakimlerin
imkanları izin verdiğince adil, hızlı, anlaşılır ve kesin bir biçimde ulaşılmış
olmalıdır.82
İstinaf kanun yolu temyizden farklı olarak retractation (kararı geri
almaya yönelik) olmayıp; reformatik yani ilk derece mahkemesi kararını
mükemmelleştirici, eksikliklerini giderici, ilk derece mahkemesinin
gerekçelerini kuvvetlendirici yönüyle öne çıkmaktadır.83 Bu bakımdan mevcut
düzenlemelerin, kararların niteliği üzerindeki muhtemel etkileri incelenmeye
değerdir.
İstinaf sisteminde tek hakim kararının üç hakim; üç hakim kararının ise
beş hakim tarafından denetlenmesinin asıl olduğu belirtilmektedir.84 Ancak
yeni düzenlemeyle ilk derece mahkemesinde ve istinaf incelemesinden sonra
kesinleşecek uyuşmazlık sayısı dikkate alındığında bu sistemin tam olarak
geçerli olamayacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim 2577 sayılı
Kanunun 45. maddesine göre, konusu beş bin Türk lirasını geçmeyen vergi
veya tam yargı davaları ve idari işlemlere karşı açılan iptal davaları hakkında
idare ve vergi mahkemelerince verilen kararlar kesin olup; bunlara karşı
istinaf yoluna başvurulamayacak olmasının, kanun yoluna kapalı olacak bu
türden uyuşmazlıkların, idarenin yargısal denetimini zayıflatacağı için hukuk
devleti ilkesi gereğince, yerindeliğinin tartışılmalı olduğunu, yargılamanın üç
dereceli hale getirilmesindeki temel mantıkla da çeliştiğini söylemek yanlış
olmayacaktır.85 Bu durumda itiraz incelemesinin olduğu dönemle oluşan en
önemli farklılık, daha fazla uyuşmazlığın temyiz incelemesine konu olmadan
istinafta kesinleşecek olması olarak görülmektedir.86
80
81
82
83
84
85
86
Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü, Adli İstatistikler 2016, (www.
adlisicil.adalet.gov.tr/istatistik_2016, Erişim Tarihi: 24.10.2017)
Avrupa Hakimleri Danışma Konsey’inin (AHDK) 11 numaralı Görüşü, Yargı Kararlarının
Kalitesi, Çev. Abdülkadir Haşhaş, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 16,
Özel Sayı: 2014, Prof. Dr. Hakan Pekcanıtaz’e Armağan, İzmir , 2015, s. 1913.
Haşhaş, s. 1914.
Aydın GÜLAN, Ülkemizdeki Kanuni Düzenlemeler Sonrasında İstinaf Kanun Yolu Hakkında
Yeniden ve Farklı Düşünmek, Danıştay ve İdari Yargı Günleri 148. Yıl Sempozyumu, Danıştay
Yayınları, No: 91, Ankara, 2016, s. 20 – 21.
SANCAKTAR, İdari Yargıda İstinaf Sistemi Üzerine Düşünceler, s. 24.
AKYILDIZ, a.g.m, s. 24.
Bu haliyle istinafın genişletilmiş bir itiraz olduğu yolundaki görüş için bkz. AKYILDIZ, s. 32.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
401
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
İYUK madde 46’da, “konusu yüz bin Türk lirasını aşan vergi davaları,
tam yargı davaları ve idari işlemlere karşı açılan iptal davaları”nın temyiz
incelemesine konu olabilecekleri belirtilmiştir. Ancak parasal bir karşılığı
(veya 100.000 TL87’nin üzerinde parasal bir karşılığı) olmayıp; temel hak ve
özgürlüklerle ilgili olan konuların üç dereceli bir yargısal denetimden mahrum
bırakılmasının tartışılması gerekmektedir.88 Nitekim idari yargının bir hukuki
uyuşmazlığı çözmek dışında, bireyleri kamu gücü karşısında koruma ve idarenin
hukukla bağını denetleme işlevi de, temyiz incelemesine değer olmayı parasal
olarak belirlemenin eleştirilmesini gerektirir.
İstinaf sistemiyle birlikte karar düzeltme yolu da hukuk sistemimizden
çıkmıştır. Üst yargı merciin kararlarını bir defaya mahsus olmak üzere, belli bir
süre içinde ve kanunda belirtilen sebeplerden dolayı tekrar gözden geçirilmesi
ve olası yanlışlıkların giderilmesini sağlayan hukuki yol89 olarak tanımlanan
87
88
89
%3.83 yeniden değerleme oranıyla birlikte 2017’de 120.000 TL olmuştur.
AKYILDIZ, s. 30. Buna karşılık öğretide temel hak ve özgürlüklere ilişkin bireysel işlemlerin
dayanağı olan düzenleyici işlemlerin temyiz incelemesine konu olabilecekleri ve temyiz
sonucunda alınacak karara göre bireysel işlemlere ilişkin uyuşmazlıklar bakımından
yargılamanın yenilenmesi yoluna başvurulabileceği belirtilmektedir. Gül ÜSTÜN, İdari
Yargıda İstinaf Kanun Yolu Üzerine Bir Değerlendirme, MÜHF HAD, C. 22, sayı: 2, İstanbul,
2016, s. 22 – 23.
Şeref GÖZÜBÜYÜK, İdari Yargıda Kararın Düzeltilmesi, AÜSBFD, C. XX, Sayı: 4, Ankara, 1965,
s. 146. 6545 sayılı Kanun değişikliği ile karar düzeltme yolu yürürlükten kaldırılmasının adil
yargılanma hakkına aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmuş ve
yüksek mahkeme: “Kanun yolu, bir yargı yeri tarafından verilen ve hukuka aykırı olduğu
ileri sürülen bir kararın, aynı veya başka bir yargı yeri tarafından incelenmesini sağlayan
hukuki yoldur. 2577 sayılı Kanun’un 54. maddesinin önceki hâlinde yer alan karar düzeltme
müessesesi, Danıştay dava dairelerince veya bölge idare mahkemelerince verilen kararın,
aynı yargı mercii tarafından yeniden incelenmesine imkân tanıyan olağan bir kanun yoludur.
Kanunla, 2577 sayılı Kanun’da “itiraz, temyiz ve karar düzeltme” şeklinde düzenlenen kanun
yolu sistematiğinde değişikliğe gidilerek idari yargıda kanun yolları “istinaf ve temyiz”
şeklinde yeniden düzenlenmiştir. Bu yolla, ilk derece idare ve vergi mahkemesi kararlarına
karşı kural olarak bölge idare mahkemesine istinaf yoluyla başvuru hakkı tanınmış, bölge
idare mahkemesinin istinaf mercii sıfatıyla 2577 sayılı Kanun’un 46. maddesinde tahdidi
olarak sayılan davalarla ilgili verdiği kararlar ile Danıştay dava dairelerinin ilk derece sıfatıyla
verdiği kararlara karşı temyiz yoluna başvuru imkânı getirilmiştir. İdari yargıda istinaf
sisteminin kabul edilmesiyle birlikte temyiz aşamasından sonra bir de kararın düzeltilmesi
yoluna başvurulmasının yargılamanın uzamasına sebebiyet vereceği düşüncesiyle karar
düzeltme yolunun kaldırıldığı anlaşılmaktadır. Bu itibarla, idari yargıda davaların gereksiz
yere uzamasını önlemek amacıyla kamu yararı gözetilerek karar düzeltme yolunun
ortadan kaldırılmasını öngören kural kanun koyucunun takdir yetkisi kapsamında olup
temyiz mercii tarafından verilen kararın aynı merci tarafından tekrar gözden geçirilmesini
sağlayan karar düzeltme yolunun kaldırılmış olmasının adil yargılanma hakkını zedeleyen
bir yönü bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. ve
36. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir” gerekçesiyle söz konusu
başvuruyu reddetmiştir.(Anayasa Mahkemesi, E. 2014/146, K. 2015/31, KT: 19.03.2015,
(www.kararlaryeni.anayasa.gov.tr) Karar düzeltme yolunun kaldırılmasıyla ilk derece
402
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
karar düzeltme yolu bulunmadığından, istinaf veya ilk derece mahkemesi
incelemesinden sonra kesinleşen çok sayıda uyuşmazlık için yalnızca
İYUK madde 30 bağlamında yanlışlıkların düzeltilmesi yolu işletilebilecek,
burada bulunmayan haller için ise bölge idare mahkemesinin ve ilk derece
mahkemelerinin kararlarındaki yanlışlıkları düzeltme imkanı bulunmayacaktır.
Yargılamanın adil şekilde yapılıp karara yansıtılmasının önemi, AİHS’in
6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkı bakımından da önem
taşımaktadır. Her ne kadar adil yargılanma hakkının esasa ilişkin değil; usule
ilişkin bir hakkı koruma altına aldığı yolunda yerleşik bir yorum bulunsa
bile; “keyfi ya da açıkça makul olmayan kararlar” bakımından da AİHM 6.
maddenin ihlal edildiği sonucuna ulaşabilmektedir.90 Nitekim adil yargılanma
hakkının davanın düzgün bir biçimde incelenmesi hakkını da içerdiği, ulusal
mahkemelerin tarafların dayanaklarını, iddialarını ve delillerini etkili bir biçimde
inceleme yükümlülüğü bulunduğu belirtilmektedir.91 Bu bakımdan önemli
diğer bir nokta gerekçeli karar hakkıdır. 1982 Anayasasının 141. maddesinin
3. fıkrasında “Bütün mahkemelerin her türlü kararı gerekçeli olarak yazılır”
biçiminde gerekçeli karar hakkı vurgulanmıştır. AİHM kararlarında da özellikle
kanun yollarına başvuru olanağının bulunduğu hallerde, gerekçeli karar yazımı
adil yargılanma hakkının önemli bir unsuru olarak değerlendirilmekte92 ve
kararın gerekçesi yoksa kanun yollarına başvuru imkanının anlamını yitireceği
belirtilmektedir.93 Anayasa’nın 141. maddesinde “bütün mahkemeler ve
her türlü karardan” bahsedildiğine göre, gerekçeli karar yazımının istinaf
incelemesi sonucu verilen kararlar bakımından da aranacağı tartışmasızdır.
Nitekim 2577 sayılı Kanunu’nun 24. maddesinde Kararlarda Bulunacak
Hususlar başlığı altında kararın gerekçesine de yer verilmiştir. Kuşkusuz bölge
idare mahkemeleri de bu hükümden istisna değildir.
Her ne kadar AİHM, kanun yoluna başvuru hakkının sözleşme tarafından
doğrudan güvence altına alınan haklardan olmadığından hareket ederek,
90
91
92
93
mahkemesinde kesinleşen kararlar aleyhine başkaca bir kanun yoluna başvurma imkânının
bulunmayışı, aynı şekilde ilk derece mahkemesinde söz gelimi oy birliğiyle iptal edilmiş
bir kararın istinaf incelemesinde kaldırılması ve bu kararların da büyük bir çoğunluğunun
bu aşamada kesinleşmesi yargıya olan güveni zedeleyebilecek niteliktedir. Bu bakımdan
bu nitelikteki kararlar açısında filtreye tabi bir karar düzeltme yolunun kabul edilebileceği
belirtilmiştir. Oğuz SANCAKTAR, İdari Yargı İstinaf Sistemindeki Olası Sorunlar ve Çözüm
Önerileri, Danıştay ve İdari Yargı Günü 148. Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları, No: 91,
Ankara, 2016, s. 43.
D.J. HARRİS, M. O’BOYLE, E.P.BATES, C.M. BUCKLEY, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
Hukuku, Çev. Mehveş BİNGÖLLÜ KILCI, Ulaş KARAN, Şen Matbaa, Ankara, 2013, s. 204.
HARRİS, BOYLE, BATES, BUCKLEY, s. 270.
AİHM, K. H./Belçika, KT: 30.11.1987, karar için bkz., Şeref GÖZÜBÜYÜK, Turgut TAN, Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Turhan Kitapevi, Ankara, 2013, s. 293.
Hadjianastassiou/ Yunanistan, KT: 16.12.1992, karar için bkz. İNCEOĞLU, s. 322.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
403
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
üst derece mahkemelerinde yapılan yargılamalardaki gerekçelerin detaylı
olmasını aramayıp, ilk derece mahkemesi kararlarını inceleyerek onadığını
veya bozduğunu göstermesinin yeterli olduğunu kabul etse de94 bu türden bir
farkın uyuşmazlığın esasına giren, maddi vakıa incelemesi yaparak yeni bir karar
tesis eden istinaf mahkemesi kararları için söz konusu olmaması gerektiğini
düşünmekteyiz.95 Anayasa Mahkemesi de, kanun yolu mahkemelerince
verilen karar gerekçelerinin ayrıntılı olmamasının tek başına gerekçeli karar
hakkına aykırılık oluşturmayacağını belirtirken, ilk derece mahkemesinde
ifade edilmesine karşın tartışılmayan esaslı hususlara ilişkin yapılan temyiz
başvurularında, temyiz merciince de bu hususların tartışılmamasını gerekçeli
karar hakkının ihlali olarak görebilmektedir.96
Uygulamada ise bölge idare mahkemelerinin özellikle istinaf başvurusunun
reddine ilişkin verdiği kararlarda herhangi bir gerekçeye dayanmayıp; 2577
sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunun 45. maddesinin 3. fıkrasındaki “Bölge
idare mahkemesi, yaptığı inceleme sonunda ilk derece mahkemesi kararını
hukuka uygun bulursa istinaf başvurusunun reddine karar verir. Karardaki
maddi yanlışlıkların düzeltilmesi mümkün ise gerekli düzeltmeyi yaparak aynı
kararı verir” hükmünü ve istinaf başvurusunun kabulünü gerektiren başka bir
nedenin de bulunmadığını belirtmekle yetindiği görülmektedir.97 İlk derece
mahkemesinin kararını hukuka uygun bularak istinaf başvurusunun reddine
ilişkin kararlar bakımından, ilk derece mahkemesi kararının gerekçesi esas
alınmıştır biçiminde bir çıkarım yapılabilirse de, istinaf merciinin ilk derece
94
95
96
97
HARRİS, BOYLE, BATES, BUCKLEY, s. 271, İNCEOĞLU, s. 328. Yazarlar burada temyiz hakkından
bahsetmiş olsa da, kastedilenin genel olarak kanun yolları olduğunu düşünmekteyiz. Nitekim
“appeal” sözcüğü İngilizcede genel olarak kanun yollarını ifade etmek için kullanılmaktadır.
“An application for the judicial examination by a higher tribunal of the decion of any lower
tibinal” biçiminde esasen üst derece mahkemesine, alt derece mahkemesinin kararını
hukuken incelenmesi yolunda yapılan başvuru olarak tanımlanmaktadır. Bkz. Graham
GOOCH, Michael WILLIAMS, A Dictionary of Law, Oxford University Press, Oxford, 2007, s.
16 – 17. Ayrıca AİHM’in bu konudaki hareket noktasının, kanun yoluna başvuru hakkının
ayrıca sözleşmede güvence altına alınmaması olduğu düşünüldüğünde de aynı sonuca
ulaşmak mümkündür. Bu konuda emsal gösterilen kararlardan Les Travaux Du Midi v. France
02.07.1991, B.N. 12275/86, kararında Conseil d’Etat kararını ifade etmek için de “appeal”
terimi kullanılmıştır.
Aynı yönde görüş için, Zühal Aysun SUNAY, Gerekçeli Karar Hakkı ve Temel İlkeleri, Danıştay
Dergisi, sayı: 143, 2016, Ankara, s. 35.
Anayasa Mahkemesi, Aziz Turhan Başvurusu, B.N:2012/1269, KT: 08.05.2014, Mustafa
Kahraman Başvurusu, B.N: 2014/2388, KT: 04.11.2014. (www.anayasa.gov.tr)
İzmir Bölge İdare Mahkemesi 4. İdare Dava Dairesi, E. 2017/537, K. 2017/485, KT: 04.04.2017,
(www. kazancı.com, Erişim Tarihi: 10.07.2017) Kanun maddesine atıfla yetinilmesinin ancak
temyiz incelemesinde ve ilk derece ve istinaf mahkemesinde yeterince açık bir gerekçeye
yer verilmesi halinde, ilgili makamı gerekçe yükümlülüğünden kurtarabileceğine ilişkin
görüş için, bkz. Hilmi ŞEKER, Esbab-ı Mucibe’den – Retoriğe Hukukta Gerekçe, Beta
Yayınları, İstanbul, 2010, s. 64 – 65.
404
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
mahkemesi kararından tatmin olmayarak kanun yollarına başvuran taraf
yerine neden karşı tarafın iradesine üstünlük tanıdığını ayrıca belirtmesi
gerekmektedir.98 Aksi yönde bir kabul bölge idare mahkemelerinin çeşitli kararları
arasında gerekçeli olup olmama bakımından bir ayrım yapıldığı sonucunu
doğurur ki, kanaatimizce gerek Anayasa madde 141 gerekse İYUK madde 24
gereğince böyle bir sonuca ulaşmak mümkün değildir. İstinaf başvurusunun
reddine ilişkin kararların gerekçeli olması gerektiğinde kuşku bulunmamakla
birlikte, bu türden kararlardaki gerekçelerin, istinaf başvurusunun kabul
edilerek uyuşmazlığın esasına girilmesi halindeki gerekçe ile aynı yoğunlukta
olması beklenemese de istinaf sebeplerinin neden yerinde bulunmadığının
açıklanması gerekir.99
Yukarıda da belirtildiği üzere istinaf yolunun idari yargılama usul hukukuna
girmesinden sonra temyiz yolu açık olan uyuşmazlık sayısının önemli ölçüde
azalacak olması nedeniyle gidecek başkaca bir kanun yolu bulunmayan taraf
için, tam ve hukuki bir gerekçe belirtilmemesi halinde, uyuşmazlığın kesin
olarak aleyhine sonuçlanmasının bir açıklaması olmayacak ve taraf karardan
tatmin olamayacaktır. Mahkemenin tarafların iddialarını göz önüne alma,
inceleme yükümlülüğüne ve hukuki dinlenilme hakkına uygun davranıp
davranmadığı kararın gerekçesinden anlaşılabilmektedir.100
Öte yandan karar metinlerinde gerekçeli kararın bir parçası olarak bu
konuda verilmiş önceki kararlara değinilmesi; ancak onlardan farklı bir
sonuca ulaşıldıysa bunun nedenine de ayrıca yer verilmesi yoluyla, kararların
hukuki bakımdan zenginleşmesi sağlanmalıdır.101 Mahkeme kararlarının
hukukun kaynaklarından biri olması da ancak bu şekilde, bilimsel görüşlerden
yararlanılarak yazılan kararlarla mümkün olacak ve böylelikle hukuk
biliminin gelişimine de katkı sağlanacaktır.102 Diğer yandan idari yargının,
idare tarafından yapılan hukuka aykırılıkları giderme, idareyi hukuk sınırları
içerisinde tutma fonksiyonuyla birlikte; gerekçenin kararın nasıl uygulanacağı
98
99
100
101
102
Selami DEMİRKOL, Adil Yargılanma İlkesi Bütünlüğünde, Hakkaniyete Uygunluk – GEREKÇELİ
KARAR HAKKI, 12 Haziran 2017 tarihinde Danıştay Başkanlığınca Gerçekleştirilen Gerekçeli
Karar Hakkı Panelinde Sunulan Tebliğ, Ankara, 2017. (Yayınlanmamıştır.) Gerekçenin
sadece taraflarca değil; halk tarafından bilinmesinin de aleniyet ilkesinin bir parçası olduğu
yolundaki görüş için bkz. Nesibe KURT KONCA, Medeni Usul Hukukunda Aleniyet İlkesi,
Adalet Yayınları, Ankara, 2009, s. 200.
Tolga AKKAYA, Medeni Usul Hukukunda İstinaf, Yetkin Yayınları, Ankara, 2009, s. 360.
Muhammet ÖZEKES, Medeni Usul Hukukunda Hukuki Dinlenilme Hakkı, Yetkin Yayınları,
Ankara, 2003, s. 171. Yazara göre, gerekçe hukuki dinlenilme hakkının tesis edilmesi
açısından karardaki en önemli unsurdur. Hükümle birlikte mahkeme tarafların taleplerine
cevap verirken, bu cevabın ve gerekçesinin kuşku yaratmayacak şekilde anlaşılabilir olması
gerekmektedir. (ÖZEKES, Medeni Usul Hukukunda…,s. 167) Benzer görüş için bkz. ŞEKER, s.
29.
GÜLAN, Ülkemizdeki Kanuni Düzenlemeler…, s. 24.
ÖZEKES, Medeni Usul Hukukunda…, s. 173.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
405
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
konusunda yol gösterici olması ve idarenin faaliyetlerini yargı kararlarına uygun
şekillendirmesi birlikte düşünüldüğünde yargı kararının gerekçeli olması
farklı bir anlam kazanmaktadır. Esas incelemesi yapan istinaf mahkemesi
kararlarındaki gerekçeye bu perspektifle de bakılması gerekmektedir.
Gerekçeyi yargı kararının kalitesi açısından bir kriter olarak
değerlendirirken103, kararı yazacak hakimlerin niteliği de atlanmamalıdır.
Göreve alınmalarında liyakat esasıyla birlikte hakimlerin karar yazımında özen
göstermeleri terfi sistemiyle de alakalı bir durum olup; hakimlerin mesleki
yeterliliklerinin düzenli ve objektif olarak değerlendirilmesi gerekmekte ve
istinafa daha olgunlaşmış dosyaların gelmesi için adil işleyen bir not sisteminin
önemi vurgulanmaktadır.104 Hakimlerin iş yükü sebebiyle daha nitelikli karar
yazımı için ayrıca hakim yardımcılığı kurumunun da hayata geçirilmesi ve
hukuki konularda dahi bilirkişi incelemesi yapma yönündeki eğilimin önüne
geçilmesi gerektiği önerilmektedir.105
İstinaf aşaması ise bu bakımdan ayrıca önem taşımaktadır. Çok sayıda
uyuşmazlığın istinafta kesinleşecek olması karşısında, gerek vakıa incelemesi
yapılırken gerekse hukuk kurallarını olaya uyarlama ve hüküm kurma
aşamasında hakimlerin hukuki bilgi bakımından yeterliliklerinin yanı sıra
erdemli, akıllı ve ahlaklı olmak gibi hakimlik mesleğinin gerektirdiği diğer
özelliklere de sahip olmaları gerekmektedir.106
2011 yılında, hakimlerin bağımsızlıklarını temin amacıyla, not sistemi
ortadan kaldırılmış olmasına rağmen, 2016 yılında 6723 sayılı Kanunla,
kanun yolu değerlendirme formu adıyla yeniden düzenlenmiştir.107 İstinaf
103
104
105
106
107
Ender Ethem ATAY, Yargı Kararlarının Gerekçelendirilmesi ve İdari Yargıdaki Uygulaması,
12 Haziran 2017 tarihinde Danıştay Başkanlığınca Gerçekleştirilen Gerekçeli Karar Hakkı
Panelinde Sunulan Tebliğ, Ankara, 2017. (Yayınlanmamıştır)
GÜLAN, Ülkemizdeki Kanuni Düzenlemeler…, s. 24.
PEKCANIZTEZ, s. 136.
Bahtiyar AKYILMAZ, İdari Yargıda Hakimin Hüküm Vermesi, Danıştay ve İdari Yargı Günleri
149. Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları, No: 93, Ankara, 2017, s. 157 – 158. Ayrıca
hakimlerin yorum yapma faaliyetleri bakımından hukuk metodolojisi, hukuk sosyolojisi ve
hukuk felsefesi alanlarında daha nitelikli eğitim almaları gerektiği yolundaki görüş için bkz.
Turan YILDIRIM, İdari Yargıda İçtihat Farklılıkları Sorunu ve Çözüm Önerileri, Danıştay ve
İdari Yargı Günleri 149. Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları, No: 93, Ankara, 2017, s. 147.
Benzer yönde GÜRAN, s. 15.
2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunun 28. maddesine göre “…Kanun yolu değerlendirme
formu; soruşturmanın niteliği, iddianame, karar veya hükmün hukuka uygunluğu ve isabet
derecesi, soruşturma, kovuşturma veya yargılamanın hedef sürede tamamlanması, gereksiz
masrafa sebebiyet verilmesi, duruşmalara hazırlıklı çıkılması veya hazırlıksız çıkılarak
gecikmelere neden olunması, dosyaların eksiklik nedeniyle geri çevrilmeye neden olmayacak
şekilde görevli daire veya birime gönderilmesi, bilirkişi görevlendirilmesinin hukuka uygun
yapılması, soruşturma, kovuşturma veya yargılama işlemlerinin usul hükümlerine uygun
olarak doğru ve zamanında yapılması, dava konularının anlayış ve yönlendirilmesi ile
406
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
yolunun aleyhine ileri sürülen görüşlerden ilk derece mahkemesinde görev
yapan hakimlerin özensiz davranabileceği kaygısı108 da adil bir denetim
mekanizmasıyla aşılabilecektir.
Bu konuda son olarak özenli karar yazmayı, salt üst derece yargılamasının
varlığıyla ve yeniden vakıa incelemesi yapılmasıyla tesis etmeye çalışan
yaklaşımın hukuk devleti ve hukuk kültürü açısından sakıncalı olduğunu
belirtmek istiyoruz. Bu şekilde bakıldığında ilk derecede kesinleşecek
uyuşmazlıklar için, karar düzeltme yolu da olmadığından hakimleri özenli
karar vermeye sevk edecek hukuki veya idari bir zorlayıcılık olmayacaktır.
Bu bakımdan EREM’in de belirttiği gibi, aslolan her derecede “iyi yargıç”
olmaktır.109
D. Danıştay’ın İçtihat Mahkemesi Rolü ve İçtihat Birliğinin Sağlanması
Kanun yolu denetiminin amaçlarından biri, hukuk kurallarının ülke genelinde
aynı şekilde uygulanmasının sağlanması, diğer bir ifadeyle içtihat birliğinin
tesis edilmesidir. Hukuk güvenliğinin sağlanması açısından gerek idarelerin
kanunları ve düzenleyici işlemleri uygulaması, gerekse yargı yerlerinin hukuka
uygunluk denetimleri sonucunda oluşan durumun bilinebilir olması gerekir.110
Ülkemizde idare hukukunun temel ilkelerini düzenleyen bir kanun
bulunmamaktadır. Bu nedenle içtihat yoluyla belirlenen esas ve ilkeler temel
idare hukuku kaynaklarından olup; çoğunlukla Anayasadan hemen sonra
gelirler.111 Bu bakımdan idari yargı kararları bir hukuki uyuşmazlığı nihai
olarak çözümleme işlevinin çok ötesinde; idareyi hukukla bağlayan ve bu
yönüyle idareyle karşı karşıya kalan herkesi ilgilendiren, hukuk devleti ilkesinin
tesisindeki en önemli araçlardan biridir. İdare eylem ve işlemlerinde doğrudan
108
109
110
111
mütalaa, gerekçeli karar ve tebliğnamelerin yazılış, tahlil ve sonuçlandırılmasında başarı
gösterilmesi gibi hususlar dikkate alınarak çok iyi, iyi, orta ve zayıf şeklinde düzenlenir.
Yapılan incelemede olumlu veya olumsuz kanaat edinilememesi hâlinde, değerlendirme
formu bu durum belirtilerek düzenlenir. Hükmün onanmış veya bozulmuş olması tek başına
olumlu veya olumsuz değerlendirme yapılmasını gerektirmez. Ayrıca, incelenen karara
uygun muhalefet şerhi bulunması hâlinde olumsuz değerlendirme yapılamaz.”
Öğretide bir görüşe göre de istinaf kanun yolundan beklenen amaca ulaşılabilmesi, ilk
derece yargılamasının usulüne uygun şekilde gerçekleşip gerçekleşmemesine bağlıdır. Bu
nedenle istinaf kanun yolunun uygulamasına geçildikten sonra ilk derece mahkemelerindeki
yargılama daha da önem kazanmıştır. (İbrahim ERMENEK, İstinaf Kanun Yolu ve Bölge Adliye
Mahkemesinin İnceleme Sınırlarının Kapsamı, İstinaf Temel Eğitimi – Hukuk, 23 Mayıs – 6
Haziran 2016, s. 4. (www.taa.gov.tr, Erişim Tarihi: 24.09.2017)
EREM, s. 12. Yazara göre, adaletin teminatı üst mahkeme korkusu değil; haksızlık korkusudur.
EREM, s. 13.
GÜNGÖR, s. 17.
Metin GÜNDAY, İdare Hukuku, İmaj Yayınevi, Ankara, 2013, s. 33. Gözler, ancak uygulanacak
bir kanun bulunmaması halinde bu önermenin doğru olabileceğini belirtmektedir. Kemal
GÖZLER, İdare Hukuku Dersleri, Ekin Yayınevi, Bursa, 2014, s. 39.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
407
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
tarafı olmadığı yargı kararlarının gereklerini de gözetmek zorundadır.
İdare hukukunun bir içtihat hukuku olması sebebiyle, içtihadı birleştirme
kararları ayrıca önem taşımaktadır. Öte yandan içtihadı birleştirme kararları
sonucunda hukuk kurallarının ülke genelinde herkese aynı şekilde uygulanması,
Anayasa madde 10’da düzenlenen eşitlik ilkesinin de bir gereğidir.112 Anayasa
Mahkemesine göre içtihadı birleştirme kararları, hukuk alanında hukuk kuralı
olarak bulunmayan yeni bir kural koymayı amaçlayan hukuki işlemlerden
olmayıp; olayda uygulanacak hukuk kuralının hangisi olduğu yönünde
verilen kararlar arasında çelişmeye düşülmesi veya bir olayda uygulanacak
olan bir hukuk kuralının başka davalarda değişik biçimlerde yorumlanarak
uygulanması söz konusu olur ise, ortaya atılan hukuk görüşlerinden hangisinin
hukuka uygun bulunduğunu belirtmek üzere tesis edilirler.113 Danıştay da bir
içtihadı birleştirme kararında bu türden kararların amacını “hukuk aleminde,
karar organlarının uygulama birliğini sağlanması ve maddi vakıaları ve hukuki
dayanakları aynı olan hadiselerde birbirine zıt kararlar verilmesinin, maşeri
vicdanda yaratacağı tepkinin giderilmesi”114 olarak belirlemiştir. Bu bakımdan
içtihadı birleştirme kararları toplumun adalet duygusuna katkı sağlamasının115
yanı sıra hukukun geliştirilmesine ve ilerlemesine; ayrıca Danıştay’ın
idare üzerindeki hukuki düzenleyicilik fonksiyonunun işletilmesine olanak
sağlayan en elverişi prosedür olarak nitelendirilmektedir.116 Danıştay sadece
danışma kararlarıyla değil; yargı kararlarıyla da idareyi hukuki açmazlardan
kurtarmalıdır.117 Nitekim son yıllarda Danıştay’ın idareye yardımcı olma,
idarenin kendi içinde çıkan uyuşmazlıkları çözme fonksiyonunun gittikçe
azaldığı gözlenmektedir.118 Bu durumda içtihatlar yoluyla idareyi hukuka bağlı
kılma yönü önem kazanmaktadır.
İdari yargıda istinaf yolunun kabul edilmesiyle Danıştay’ın iş yükünün
azalacağı ve böylelikle “içtihat yaratma” fonksiyonunun daha etkin olacağı
ileri sürülmektedir.119 Nitekim Danıştay’ın yargı yolu olarak özellikle de
112
113
114
115
116
117
118
119
M. Kürşat COŞKUN, İçtihatların Birleştirilmesi, Ankara Barosu Dergisi, sayı:1, 2001, Ankara,
s. 101.
Anayasa Mahkemesi, E. 1968/38, K. 1969/34, KT: 12.06.1969. (www.anayasa.gov.tr)
Danıştay İçtihadı Birleştirme Kararı, E. 1966/67, K. 1967/8, KT: 02.12.1967.
COŞKUN, s. 87.
Lütfi DURAN, Danıştay’ın İçtihatları Birleştirme Uygulaması, AÜSBFD, C. 27, sayı: 3, 1972,
Ankara, s. 419, 439.
DURAN, Danıştay’ın İçtihatları Birleştirme Uygulaması, s. 438.
Murat SEZGİNER, Dünden Bugüne Conseil D’etat ve Danıştay’ın İnceleme ve Danışma
Fonksiyonu, Danıştay ve İdari Yargı Günü 149. Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları, No: 91,
Ankara, 2017, s. 102.
Ali TELLİ, İstinaf Yolunda Olası Sorunlar ve Çözüm Önerileri, Danıştay ve İdari Yargı Günü
148. Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları, No: 91, Ankara, 2016, s. 144. Danıştay’ın hem
temyiz mercii olup; hem de içtihat mahkemesi rolünün birbirine ters düştüğünü belirten
408
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
içtihadı birleştirme usulüyle yerine getirmesi gereken en önemli fonksiyon,
idarenin hukuki çerçevesini çizmek ona yol göstermek, benzer davalarda
yararlanabileceği genel ve nesnel kurallar ile ilkeler belirlemek, bireylerin
hak ve özgürlükleri ile kamu gücü ve kamu yararı arasında dengeyi kuracak
esaslar koyarak, idarenin gelişimini sağlamaktır.120 İstinaf yolundan önce
zorunlu olarak vakıa incelemesi yapan Danıştay’ın temyiz incelemesinde
ilk derece mahkemesi ve istinaf incelemesinde yapılan vakıa incelemesine
dokunmayacağı, 2575 sayılı Kanunun 23. maddesi gereğince sadece hukuk
kuralının yanlış uygulanmaması veya yanlış uygulanması şeklinde ortaya çıkan
hukuka aykırılıkların denetimini yapacağı beklenmektedir.121 Bu aynı zamanda
Danıştay’daki yargılama süresinin hızlanmasına da hizmet edecektir.
İstinaf yolunun kabul edilmesiyle ilgili dile getirilen en önemli eleştirilerden
birisi, çok sayıda bölge idare mahkemeleri arasında verilen kararlar arasında
uyumsuzluk olabileceği ve bunun uygulama farklılıklarına yol açabileceğidir.122
Bu eleştiriye karşılık olarak, istinaf yolunun kabul edilmesiyle istinaf
mahkemeleri arasında içtihat uyuşmazlığı çıksa bile, içtihatların birleştirilmesi
yolunun işletilmesinin önünde hiçbir engel bulunmayacağı ileri sürülmüştür.123
Ancak bu noktada içtihadı birleştirme usulünün yaratacağı muhtemel
sonuçların da göz önüne alınması gerekir. Herhangi bir bölge idare mahkemesi
kesinleşmiş kararı ile başka bir bölge idare mahkemesinin kararının çelişmesi
halinde, Danıştay’ın bu konuda vereceği içtihadı birleştirme kararının somut
davaların sonucuna bir etkisi olmayacak, bundan sonra açılacak davalar için
bağlayıcı olacaktır. Bu nedenle, Danıştay’ın kanun yararına bozma türünden
verdiği kararların, başvuruya konu edilen kararlar için de uygulanması ve
içtihadı birleştirme kurulunun verdiği kararların yargılamanın yenilenmesi
sebepleri arasında sayılması gerektiği görüşüne124 katılıyoruz.
120
121
122
123
124
görüş için, bkz. DURAN, İdari Yargı Adlileşti, s. 74. Öte yandan öğretide içtihat birliğinin başlı
başına sorunlu bir kavram olduğu da ileri sürülmektedir. GÜLAN’a göre içtihat birliğinin
sağlanması zaten başlı başına terimsel açıdan sorunludur. Yazara göre bu noktada önemli
olan hep aynı tipte kararlar vererek içtihat birliğini sağlamak değil; önceki kararlardan
farklı karar verilecekse bu farklılığın gerekçelendirilmesi suretiyle içtihat bilinilirliğinin
sağlanmasıdır. Bu bakımdan birliğin sağlanması hukuku dondurucu etkisi sebebiyle faydalı
da olmayacaktır. (GÜLAN, Ülkemizdeki Kanuni Düzenlemeler…, s. 26)
DURAN, Danıştay’ın İçtihadı Birleştirme Uygulaması, s. 439.
AKYILMAZ, s. 167. Yazara göre kimi hallerde özellikle iptal davalarında vakıa denetimi
ile hukuka aykırılık denetimi iç içe geçmiş olabilir. Bu tür durumlarda Danıştay vakıaların
denetimini de zorunlu olarak yapacaktır.
Buna benzer başka bir eleştiri de, her derecede bir öncekinden farklı karar çıkması ve bunun
uygulama açısından sorunlar yaratmasıdır. (GÜRAN, s. 13.)
PEKCANITEZ, s. 137.
TOKLU, s. 70.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
409
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
2576 sayılı Kanunun 3/C maddesinde bölge idare mahkemesi başkanlar
kurulunun görevleri arasında, “Benzer olaylarda, bölge idare mahkemesi
dairelerince verilen kesin nitelikteki kararlar arasında aykırılık veya uyuşmazlık
çıkması halinde; re’sen veya ilgili bölge idare mahkemesi dairelerinin ya da
istinaf yoluna başvurma hakkı bulunanların bu aykırılığın veya uyuşmazlığın
giderilmesini gerekçeli olarak istemeleri üzerine, istemin uygun görülmesi
halinde kendi görüşlerini de ekleyerek Danıştay Başkanlığı’na iletmek” hükmü
yer almaktadır. Bu düzenlemenin içtihat birliğini sağlamak açısından olumlu
olduğu kabul edilebilirse de, yeterliliği konusunda kuşku bulunmaktadır.125Bu
yola ilaveten Danıştay’dan “yargısal görüş” istenmesi126, Danıştay’daki savcılık
makamının görev ve yetkilerinde yapılacak yeni bir düzenleme ile savcıların
içtihat birliğinin sağlanmasına katkı sağlayacak bir pozisyona getirilmeleri127 gibi
çözüm önerileri ileri sürülmekteyse de, istinaf yolunda kesinleşen kararların
sayıca çokluğu dikkate alındığında içtihat üretmek sadece Danıştay’a ait bir
görev olmayacak; bölge idare mahkemeleri de bu konuda önemli bir konuma
gelmiş olacaklardır.128
2576 sayılı Kanun’un 3/C maddesindeki usulle birlikte, 7035 sayılı Bölge
Adliye ve Bölge İdare Mahkemelerinin İşleyişinde Ortaya Çıkan Sorunların
Giderilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasın Dair Kanun’la,129
2576 sayılı Kanunun 3/B maddesi değiştirilmiş ve daire başkanlarının görevleri
arasında “Dairelerinde uyumlu, verimli ve düzenli çalışmanın gerçekleşmesini
ve işlerin makul sürede incelenmesini ve karara bağlanmasını sağlamak,
dairelerin kendi arasında meydana gelen farklılık ve uyumsuzlukların
giderilmesi için tedbirler almak” da eklenmiştir. Böylelikle içtihat birliğinin
sağlanmasına ilişkin yöntemler güçlendirilmiştir.
İstinaf yolu kabul edilmeden önce de, idare mahkemeleri arasında ve
hatta Danıştay’ın farklı dairelerinin verdiği kararlar arasında uyumsuzluk
olabilmekteydi.130 İstinaf mahkemelerinin göreve başlamasıyla iş yükü azalan
yüksek mahkemelerin bu görevi daha iyi ve çabuk yerine getirecekleri de
düşünülebilir. Ancak 6545 sayılı Kanunla kabul edilen şekliyle Danıştay’ın
125
126
127
128
129
130
AKYILDIZ, s. 31.
SANCAKTAR, İdari Yargı İstinaf Sistemindeki Olası Sorunlar ve Çözüm Önerileri, s. 41.
Selami DEMİRKOL, İdari Yargılama Usülü Yenilenirken İstinaf Kanun Yolu Öngörüsü –
Danıştay’ın İçtihat Mahkemesi Rolü’nün Güçlendirilmesi, , Danıştay ve İdari Yargı Günü
148. Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları, No: 91, Ankara, 2016, s. 138.
Bu yönüyle bölge idare mahkemesi kararlarındaki gerekçeye bu açıdan da bakılması gerekir.
ŞEKER, s. 519.
5 Ağustos 2017 tarihli, 30145 (mükerrer) sayılı Resmi Gazete.
İdareye geniş takdir yetkisi tanıyarak belirsiz ifadeler içeren ve farklı yoruma müsait mevzuat
hükümleri bu sonucun önemli sebepleri arasında görülmektedir. Turan YILDIRIM, s. 146 –
147.
410
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
temyiz incelemesi yapacağı uyuşmazlıkların sayısı oldukça azaltılmıştır. Bu
nedenle 2576 sayılı Kanundaki usul yeterince işletilmezse Danıştay’ın sadece
temyiz incelemesine tabi uyuşmazlıklar için içtihat mahkemesi olması tehlikesi
bulunmaktadır.
Bölge İdare Mahkemelerinin yeni durumdaki iş yüklerinin de ayrıca
değerlendirilmesi gerekir. Nitekim çok sayıda uyuşmazlığın istinaf aşamasında
kesinleşecek olmasının yanı sıra 2576 sayılı Kanunun 3/C maddesindeki yolun
işletilebilmesindeki etkinlik de “iş yükü”yle doğru orantılı olacaktır.
Yargısal süreçte görev yapan aktörlerin, özellikle yüksek yargıçların ve
tetkik hakimlerinin niteliğinin, Danıştay’ın içtihat yaratma fonksiyonu üzerinde
de etkili olduğunu düşünmekteyiz. Nitekim istinaf yolunun kabul edilmesiyle
azalan iş yüküne paralel olarak dosya başına verilen emeğin nitelik ve süre
olarak artmaması halinde, Danıştay’ın içtihat mahkemesi olma yönünün
güçleneceği beklentisi de karşılanmayacaktır.
E. Yargısal Etkinliğin Güçlendirilmesi ve İstinaf İncelemesi
İYUK madde 45/2’de, “İstinaf başvurusuna konu olacak kararlara karşı
yapılan kanun yolu başvurularında dilekçelerdeki hitap ve istekle bağlı
kalmaksızın dosyalar bölge idare mahkemesine gönderilir” hükmü yer
almaktadır. Kanun yolu başvurusunu içeren dilekçe hangi makama hitaben
yazılırsa yazılsın ve talep ne olursa olsun, örneğin dilekçede temyiz isteminde
bulunulsa bile, dilekçe yine de istinaf başvurusu olarak kabul edilerek bölge
idare mahkemesine gönderilecektir.131
Maddenin devamında ilgili kanun yolunun niteliğine de uygun olarak, istinaf
merciinin ilk derece mahkemesinin kararını hukuka uygun bulursa başvurunun
reddine hükmedeceği; maddi yanlışlıkların düzeltilmesi mümkünse gerekli
düzeltmeyi yaparak aynı kararı vereceği belirtilmiştir. (İYUK madde 45/2)
Ayrıca bölge idare mahkemesi, ilk inceleme üzerine verilen kararlara karşı
yapılan istinaf başvurusunu haklı bulduğu, davaya görevsiz veya yetkisiz
mahkeme yahut reddedilmiş veya yasaklanmış hakim tarafında bakılmış olması
halinde ise, istinaf başvurusunun kabulü ile ilk derece mahkemesi kararının
kaldırılmasına132 karar vererek dosyayı ilgili mahkemeye gönderecektir. Bölge
idare mahkemesinin bu kararları kesindir. ( İYUK madde 45/5)
131
132
ÇAĞLAYAN, İdari Yargılama Hukuku, s. 714.
Eski İYUK madde 45’teki itiraz yolundan farklı olarak “bozma” yerine “kaldırma”dan söz
edilmiş olmasının, istinaf mahkemelerinde yeniden yargılama yapılacağının kabulünün bir
ifadesi olduğu, bozma faaliyetinin temyizde söz konusu olduğu ve kanunda özellikle bu
farkın vurgulanmış olduğu yolundaki görüş için bkz. Züleyha KESKİN, İdari Yargıda İstinaf
Kanun Yolu, TBB Dergisi, sayı: 126, Ankara, 2016, s. 248.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
411
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
2577 sayılı Kanun madde 45/4 gereğince, bölge idare mahkemesi evrak
üzerinden yaptığı inceleme sonunda maddi vakıalar hakkında verilen bilgiyi
yeterli görürse veya itiraz sadece hukuki noktalara ilişkin ise veya itiraz olunan
karardaki maddi yanlışlıkların düzeltilmesi mümkünse işin esası hakkında
karar verir. Aksi takdirde gerekli inceleme ve tahkikatı kendisi yaparak esas
hakkında yeniden karar verir. Ancak ilk inceleme üzerinde verilen kararlara
karşı yapılan itirazı haklı bulduğu veya davaya görevsiz hakim tarafından
bakılmış olması hallerinde kararı bozmakla birlikte dosyayı geri gönderir, bölge
idare mahkemesinin bu kararları kesindir. Ancak bölge idare mahkemesinin
uyuşmazlığın Danıştay'ın görev alanına girdiği yolundaki kararlarına kesin
demek doğru olmayacaktır. Bölge idare mahkemesinin bu konuda verdiği
kararın Danıştay'ı bağlayacağı düşünülemez. İYUK madde 43/1’de, “Görevsizlik
veya yetkisizlik sebebiyle dosyanın gönderildiği mahkeme kendisinin görevsiz
veya yetkisiz olduğunu gördüğü takdirde, söz konusu mahkeme ile ilk
görevsizlik kararı veren mahkeme aynı bölge idare mahkemesinin görev yargı
çevresinde ise uyuşmazlık bölge idare mahkemesince, aksi halde Danıştay’ca
çözümlenir” hükmü bulunmaktadır. İlk derece mahkemesinin başka bir bölge
idare mahkemesinin görev ve yetkisine girdiği halde gördüğü bir davada,
istinaf edildiği durumda bölge idare mahkemesi kesin kararı veremeyecek bu
konuda son kararı Danıştay verecektir. İki maddenin birbiriyle uyumlu hale
getirilmesi gerekmektedir.133
İYUK madde 45’e göre, 5000 liranın altındaki uyuşmazlıklar ilk derece
yargılamasından sonra kesinleşmekte; bunlara karşı istinaf yoluna
başvurulamamaktadır.134 İstinaf sistemini kabul eden diğer ülkelerde ise,
genel eğilim gerek istinaf gerek temyize konu olabilecek uyuşmazlıkları seçme
yetkisinin incelemeyi yapacak olan mahkemeye tanınması yönündedir.135 Bu
133
134
135
ÇAĞLAYAN, Türkiye’de İstinaf Uygulamasının…, s. 43.
Anayasa Mahkemesi, kanun yolu denetimi için parasal sınır getirilmesine ilişkin olarak
verdiği kararda, kamu yararı gerektirdiğinde bazı hükümler için kanun yollarına başvurmanın
önlenmesinin mümkün olduğuna, bu konuda Anayasa’daki temel ilkelere ve güvencelere
aykırı olmamak üzere yasa koyucunun takdir yetkisi bulunduğuna hükmetmiştir.( Anayasa
Mahkemesi, E. 1985/23, K. 1986/2, KT: 20.01.1986) Yakın tarihli bir kararında da yüksek
mahkeme, Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının kapsamının
belirlenmesinde, mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usullerinin
kanunla düzenleneceğini öngören Anayasa’nın 142. ve davaların mümkün olan süratle
sonuçlandırılmasını ifade eden Anayasa’nın 141. maddelerinin gözetilmesi gerektiğini
belirtmiş ve mahkemelerce verilen tüm kararlara karşı kanun yolunun açık tutulmasının
kanun yolu kurumunu işlemez hale getireceğini vurgulamıştır. (Anayasa Mahkemesi, E.
2016/19, K. 2016/17, KT: 16.03.2016)
İsveç’te istinaf mahkemeleri önlerine gelen uyuşmazlıkları öncelikle görülebilirlik kriterleri
bakımından incelemektedir. Bu konuda ayrıntılı bilgi için, bkz. Fikret ERKAN, İsveç İdari
Yargı Sistemi (İdari İstinaf Sistemi) ve Analizi, TAAD, sayı: 12, s. 99 – 130, SANCAKTAR, İdari
Yargıda İstinaf Sistemi Üzerine, s. 54.
412
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
noktada üzerinde durulması gereken ilk husus, Türk idari yargı uygulamasında
davacının davanın açıldığı tarihte uyuşmazlık konusu miktarı belirleyemiyorsa
herhangi miktar göstermeksizin dava açma imkanının olması ve mahkemenin
de tazminat miktarının tam olarak belirtmeden, genel hukuki hatlarını
belirlemesinin yeterli sayılması136 karşısında istinaf yoluna ilişkin parasal
sınırın nasıl belirleneceğidir.137 Kanaatimizce bu konuda yapılması gereken,
tazminatın 5.000 TL’nin üstünde olup; taraflara kanun yollarının kapatılması
sonucunun doğmasındansa, 5.000 TL’nin altında olma ihtimalinin göze
alınarak istinaf yolunun açık tutulması olmalıdır. Bu şekilde bir çözüm hak
arama özgürlüğü bakımından da daha yerinde olacaktır. Bu takdirde koşulları
varsa138 miktar belirtmeden, salt iptal davası açmanın davacının daha lehine
olacak olması gibi eşitlik ilkesi bakımından sıkıntılı bir sonucun ortaya çıkması
ihtimali bulunmaktadır. Miktar belirtilmeden açılan davada, davacı istinaf
yoluna başvurulabileceği gibi (bizce ideal çözümde), iptal kararı verilmesi ve
kararın gereğinin yerine getirilmemesi halinde, İYUK madde 28 bağlamında
doğan zararın giderilebilmesi için139 dava açabilmesi mümkün olacakken,
dava konusu 5.000 TL’lik parasal sınırın altındaki bir iptal davasında, ilgili ilk
derece mahkemesince belirlenen miktara razı olmak zorunda olacağı gibi,
yalnızca kararın gereklerinin yerine getirilmemesi halinde doğan zararını
tazmin edebilecektir.
2577 sayılı Kanun’un 45. maddesinde; bölge idare mahkemesinin ilk derece
mahkemesi kararını hukuka uygun bulmadığı takdirde istinaf başvurusunun
kabulü ile ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına karar vererek işin esası
hakkında yeniden bir karar vereceği düzenlenirken; Dosyaların İncelenmesi’
başlıklı 20. maddede, Danıştay, idare ve vergi mahkemeleriyle birlikte bölge
idare mahkemesinin de, bakmakta olduğu davaya ilişkin her türlü incelemeyi
kendiliğinden yapacağı belirtilmiştir. Bu bakımdan istinaf yargılamasında da
re’sen tahkik ilkesinin geçerli olacağına kuşku bulunmamaktadır. Ancak bu
136
137
138
Yasin SEZER, Uğur BULUT, İdari Yargıda Belirsiz Alacak Davası İhtimali, TBB Dergisi, sayı 116,
Ankara, 2016, s. 229. Danıştay bu konuda 29.12.1983 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararında,
“Bu tip davalarda da ödenecek hakları ismen belirlemek, başka bir deyimle tam yargı isteğine
ilişkin hükmün hukuki çerçevesini belirlemek yeterlidir. İdarenin beşinci daire tarafından
verilen bu şekildeki kararlarından sonra davacının yoksun kaldığı hakların hesaplanarak
kendisine ödediği ve bu uygulamanın sağlıklı bir olarak yürüdüğü gözlenmektedir” biçiminde
karar vermiştir.
Talep sonucu ile kanun yolları arasındaki ilişki için bkz. Cemil SİMİL, Belirsiz Alacak Davası,
XII Yayınları, İstanbul, 2013, s. 17.
Uğranılan zararın miktarı bakımından taraflar arasında bir uzlaşı varsa, bu nedenle bir yargı
kararına ihtiyaç duyulmuyor ve zarar iptal kararı sonrasında idare tarafından belirlenebilir
nitelikteyse, işlemden ayrı düşünülemeyen bu parasal hakların ödenmesi için ayrı bir
yargı kararına ihtiyaç olmadığı, bu parasal hakların ödenmesinin iptal davasının sonucu
olduğu belirtilmektedir. Evren ALTAY, İdari Yargı Kararlarının Uygulanmamasından Doğan
Uyuşmazlıklar, Turhan Kitapevi, Ankara, 2004, s. 14.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
413
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
kabul beraberinde şu soruyu da akla getirmektedir: İlk derece mahkemesinde
ileri sürülmeyen yeni deliller istinaf aşamasında ileri sürülecek ve mahkemece
dikkate alınabilecek midir? Esasen yeniden karar veren ve dosyanın
egemeninin yargıç olduğu139, re’sen tahkik esasına göre hareket eden bir
makamın bu aşamada ileri sürülen yeni delilleri yok sayması, istinaf yolundan
beklenen işlevin gerçekleşmemesi sonucunu doğuracaktır.140 Bu bakımdan
istinaf mahkemesinin, esasa ilişkin inceleme yaparken gerekli görmesi halinde
yeniden araştırma yapma yetkisi gereğince, taraflarca istinaf aşamasında
sunulan belgeleri de değerlendirmesi gerekmektedir.141
Öte yandan istinaf bir kanun yolu olmak itibariyle, ilk derece
mahkemesinden farklı bir işleve sahiptir ve hukuk sistemimize getirilen
şekliyle istinafın, uyuşmazlığın sil baştan ele alındığı geniş anlamda değil; dar
anlamda istinaf olduğu kabul edilmektedir.142 Bu bakımdan istinaf aşamasında
re’sen araştırma ilkesi ilk derece mahkemelerine kıyasla daha sınırlı olacak,
her türlü vakıa ve delil değil; sadece çekişmeli ve eksik kısımlar yeniden ele
alınacaktır.143 Buradan hareketle bir sonraki aşamada da talep sonucunda
değişiklik ve ıslahın mümkün olup olmadığı sorununun ele alınması
139
140
141
142
143
ZABUNOĞLU, s. 463.
Bu yönde görüş için bkz. Ramazan ÇAĞLAYAN, İdari Yargılama Hukuku, s. 715.
Nitekim İYUK madde 21’de yer alan “Dilekçeler ve savunmalarla birlikte verilmeyen
belgeler, bunların vaktinde ibraz edilmelerine imkan bulunmadığına mahkemece kanaat
getirilirse, kabul ve diğer tarafa tebliğ edilir (…)” hükmünün yorumlandığı Danıştay Vergi
Dava Dairelerinin bir kararında, re’sen araştırma ilkesi uyarınca yargıcın davanın çözümüne
etkisi olacak bütün bilgi ve belgeleri, taraflar sunmamış olmasına rağmen davanın her
aşamasında kendiliğinden isteyebileceği belirtildikten sonra, tarafların hukuki durumla ilgili
belgelerini, iddia ve savunmaların verilmesi aşamasında sunmakla zorunlu tutulmalarının
gerçeğin saptanmasını güçleştireceği sonucuna varılmıştır. (Danıştay Vergi Dava Daireleri
Genel Kurulu, E. 1998/14, K. 1999/87, KT: 12.02.1999) İYUK madde 21’deki sınırlamanın,
yargı yerinin re’sen araştırması ve ara karar yoluyla ilgililerden talep etmesi gereken belgeler
bakımından uygulanmayacağı, aksi halde re’sen tahkik ilkesinin anlamını kaybedeceği ileri
sürülmektedir. CANDAN, s. 604. Bir başka görüşe göre ise, sonuçları itibariyle kamusal etki
doğurabilecek davalarda, hangi aşamada ileri sürüldüğü dikkate alınmaksızın taraflarca
ileri sürülen belgeler yargı yerleri tarafından değerlendirilmelidir. Melikşah YASİN, İdari
Yargılama Usulünde İspat, XII Levha Yayınları, İstanbul, 2015, s. 33.
YASİN, s. 36, DEMİRKOL, İdariYargılama Usulü Yenilenirken…, s. 133. Nitekim re’sen tahkik
ilkesinin geçerli olduğu ceza yargılamaları bakımından da bölge adliye mahkemelerinin yeni
delilleri değerlendirmekten kaçınamayacağı belirtilmektedir. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununun 207. maddesi gereği de, delillerin ortaya konulması isteminin geç bildirilmiş
olması bir red sebebi sayılamayacaktır. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Ali Tanju SARIGÜL,
Ceza Muhakemesi Hukukunda İstinaf, TBB Yayınları, Ankara, s. 146.
İstinaf mahkemelerinin ikinci vakıa derecesi olarak sayılamayacağı, ilk derece yargılamasında
yapılan hataların düzeltilerek, somut olay adaletinin gerçekleşmesini amaçlayan, tali vakıa
derecesi olarak esas hakkında karar verebilecek olan bir kanun yolu olduğu, saf ve tam ikinci
vakıa derecesi sayılamayacağı yolundaki görüş için bkz. AKKAYA, s. 284.
AKYILMAZ, s. 165.
414
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
gerekir. İstinaf aşamasında davanın değişmezliği ilkesi ve ikinci derece bir
yargılamanın yapılması kuralı gereği yeni talep ve yeni hukuki sebeplerin
ileri sürülemeyeceği144, ıslah talebinde bulunulamayacağı145 belirtilmekteyse
de, maddi vakıaların doğruluğunu ve bunların ispatına ilişkin hususları da
inceleyen146 ve re’sen tahkik ilkesinin geçerli olduğu bir yargısal aşamada
katıldığımız görüşe göre ıslah mümkün olmalıdır.
Hukuk yargısında istinaf yolunda, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu
dar anlamda istinafa göre bir düzenleme içerdiğinden147 yapılmayacak işler
ilgili Kanunda düzenlenmiş ve 357. maddede istinaf mahkemesinde dava
açılamayacağı, davaya katılma isteminde bulunulamayacağı, davanın ıslah
edilemeyeceği, 166. maddenin birinci fıkra hükmü saklı kalmak kaydıyla
davaların birleştirilmesinin istenemeyeceği, istinaf mahkemesinde re’sen
göz önünde tutulacaklar dışında ilk derece mahkemesinde ileri sürülmeyen
iddia ve savunmaların dinlenemeyeceği, yeni delile dayanılamayacağı, istinaf
mahkemeleri için yetki sözleşmesi yapılamayacağı belirtilmiştir. Bu bakımdan
istinaf mercii, kural olarak ilk derece mahkemesinde yargılamanın sona
erip; nihai kararın verildiği tarihteki durumu esas alarak inceleme yapar. Bu
nedenle tarafların ihmalinin istinaf yolunda telafisi mümkün olmayacaktır.148
Öte yandan hukuk yargısında iddiayı genişletme ve değiştirmenin yasak
olmadığı haller arasında kendiliğinden araştırma ilkesinin uygulandığı davalar
sayılmıştır.149 Farklı yargı kollarına ilişkin olsa bile yargılama hukuku mantığı
ve re’sen araştırma ilkesinin anlamı birlikte değerlendirildiğinde, idari yargıda
bu türden kısıtlamaların olmaması gerektiğini düşünmekteyiz. Nitekim bu
konuda 2577 sayılı Kanunda yasaklayıcı bir hüküm bulunmadığı gibi, 6100
sayılı HMK’ya da atıf yapılmamıştır.
İYUK madde 45’te istinafın temyizin şekil ve usulüne tabi olduğu
belirtilmiştir. Bu durumda istinaf başvurusu bakımından şekil ve usul İYUK
madde 48 esas alınarak belirlenecektir.150 Bu bakımdan temyizde olduğu gibi
144
145
146
147
148
149
150
KAPLAN, s. 439.
SANCAKTAR, İdari Yargı İstinaf Sistemindeki Olası Sorunlar ve Çözüm Önerileri, s.
29. SANCAKTAR’A göre, istinaf aşamasında ileri sürülen yeni delillerin de, ilk derece
mahkemesinde ileri sürülememe sebebinin ayrıca belirtilmesi gerekmektedir. SANCAKTAR,
İdari Yargı İstinaf Sistemindeki Olası Sorunlar ve Çözüm Önerileri, s. 51.
KAPLAN, s. 442. Temyiz incelemesi ise, yalnızca hukuk kuralının olaya doğru uygulanıp
uygulanmadığına ilişkin olarak yapıldığından öne sürülen yeni sebeplerin incelenmesinin
temyizin amacını ve sınırlarının aştığı ifade edilmektedir. ( Danıştay 5. Dairesi E. 1985/815, K.
1987/1723, KT: 08.12.1987, karar için bkz. Çınar Can EVREN, İptal Davalarında Kendiliğinden
Araştırma İlkesi, GÜHFD, c. XII, sayı: 1 – 2, Ankara, 2008, s. 714.)
ARSLAN, YILMAZ, TAŞPINAR AYVAZ, s. 599.
AKKAYA, s. 283.
ARSLAN, YILMAZ, TAŞPINAR AYVAZ, s. 345, Süha TANRIVER, Medeni Usul Hukuku, C. I,
Yetkin Yayınları, Ankara, 2016, s. 678.
KAPLAN, s.445. Öğretide harç ve giderlerin tamamının ödenmemesi hali ve istinaf
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
415
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
istinafta da avukat tutma mecburiyeti bulunmamaktadır. Fransa’da 24 Haziran
2003 tarihli Kararnameyle, üç durum haricinde istinaf yoluna başvururken
avukat bulundurma zorunluluğu getirilmiştir.151 Bu şartın, hem istinaf yolunun
daha ciddi olarak algılanarak gereksiz başvuru yapılmasını önleyeceği hem
de dosyaların hukuki bakımdan daha yeterli bir biçimde istinaf mercilerine
getirecek olması gibi yararları sebebiyle152 Türkiye’de de istinaf başvurularında
avukat tutma mecburiyeti savunulmuştur.153
Aynı şekilde İYUK madde 17/2’de temyiz yolunda olduğu gibi istinafta
da duruşma yapılması tarafların istemine ve Bölge İdare Mahkemesinin
kararına bağlı olduğu belirtilmiştir.154 Yazılı yargılama usulünün uygulandığı ve
incelemenin evrak üzerinden yapıldığı bir yargılama usulünde (İYUK madde
1 / 2) duruşma yapılması yalnızca ilk derece aşamasında taraflardan birinin
istemi üzerine zorunlu olarak yapılmaktadır. İdari yargıda duruşmalarda
kural olarak tutanak tutulmamakta155; duruşma sırasında tarafların yaptığı
sözlü açıklamalar idari yargıca uyuşmazlığı anlamak bakımından yardımcı
olmaktadır.156 Bu bakımdan duruşma kurumunun idari yargıda işlevselliği
tartışmalı olmakla birlikte157, hukuki dinlenilme ve adil yargılanma hakkı
bağlamında, duruşmalara ilişkin ilk derece yargılamasındakine benzer bir
düzenlemenin maddi vakıa incelemesi yapılacak olan istinaf yolunda da olması
gerektiği yolundaki görüşe katılıyoruz.158
Temyiz yolunda olduğu gibi istinaf yoluna başvurulmuş olması mahkeme
kararının yürütülmesini kendiliğinden durdurmaz. Ancak İYUK madde 52
151
152
153
154
155
156
157
158
dilekçesindeki eksiklikler konusunun ayrıca düzenlenmemiş olması eleştirilmektedir. Bu
konuda bkz. ÇAĞLAYAN, Türkiye’de İstinaf Uygulamasının…, s. 51.
Patrick DOLLAT, Fransa’da İdari İstinaf Örneği, Usul, İdari Yargıda İstinaf Semineri, Türkiye
Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı İle İsveç Krallığı Ulusal Mahkeme Yönetimi Arasında Yargı
Alanında İş Birliği Programı, Antalya, 2009, s. 104.
GÜLAN, Ülkemizdeki Kanuni Düzenlemeler…, s. 25.
DEREN YILDIRIM, s. 283. GÜLAN, Ülkemizdeki Kanuni Düzenlemeler…, s. 25. SANCAKTAR,
İdari Yargı İstinaf Sistemindeki Olası Sorunlar ve Çözüm Önerileri, s. 40, 45.
GÜLAN, AİHM’in ilk derece yargılamasında yer alan usuli güvencelerin istinafta da arandığına
ilişkin kararları sebebiyle, duruşmanın talep halinde zorunlu olarak yapılmamasının AİHM
tarafından aleyhte bir değerlendirmeye yol açabileceğini belirtmiştir. GÜLAN, Ülkemizdeki
Kanuni Düzenlemeler…., s. 25. Anayasa Mahkemesi ise aksi görüşte olup; ilk derece
mahkemeleri önünde duruşmalı yargılama yapılıp karar verildikten sonra kanun yolu
incelemesinin, tarafların iddia ve savunmaları yazılı olarak alındıktan sonra dosya üzerinden
inceleme yapılması halinde adil yargılanma hakkının ihlal edildiğinden söz edilemeyeceğini
belirtmektedir. (Anayasa Mahkemesi Nevruz Bozkurt Başvurusu, Başvuru Numarası:
2013/ 664, KT: 17.09.2013, benzer yönde Mustafa Doğan Başvurusu, Başvuru Numarası:
2014/1836, KT: 28.09.2016)
ZABUNOĞLU, s. 654.
CANDAN, s. 584.
Müslüm AKINCI, İdari Yargıda Adil Yargılanma Hakkı, Turhan Kitapevi, Ankara, 2008, s. 241.
TELLİ, s. 146.
416
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
bağlamında temyiz yolunda olduğu gibi teminat karşılığında yürütmenin
durdurulması kararı, istinaf başvurusunu inceleyecek Bölge İdare Mahkemesi
tarafından verilebilir. Aynı şekilde bu kararlara karşı yürütmenin durdurulmasına
itiraz da söz konusu olmayacaktır.159 2577 sayılı Kanunun 52. maddesi, temyiz
ve istinaf istemlerinde yürütmenin durdurulması başlığı altında, yürütmenin
durdurulması müessesesi, istinaf yolu için de kabul edilmiştir. İstinaf incelemesi
sonunda, ilk derece mahkemesinin kararı hakkında kaldırma kararı verilirse bu
karar, kararın yürütülmesini kendiliğinden durdurur. 7035 sayılı Kanun160’un
8. maddesiyle, İYUK’un 52. maddesine “Temyiz ve istinaf incelemesi sırasında
yürütmenin durdurulması hakkında verilen kararlar kesindir” fıkrası eklenerek
istinaf aşamasında da yürütmenin durdurulması hakkında verilen karara itiraz
edilemeyeceği belirtilmiştir.
Kurulan sistemde ilk derece mahkemesi kararlarının kesin ve uygulanması
gerekli kararlar olarak kalması isabetli olmakla birlikte, özellikle temyiz yolunun
da açık olduğu uyuşmazlıklar bakımından ilk derece mahkemesinde farklı
karar, istinaf incelemesinde farklı karar, temyiz yolunda Danıştay’da farklı karar
verilmesi halinde bu değişkenlik uygulama açısında sıkıntılı olabilecektir.161
SONUÇ
İdari yargıda istinaf yolunun kabul edilmesinin yargısal etkinlik üzerindeki
etkilerini değerlendirmeye çalıştığımız bu çalışmamızda, idari yargı alanındaki
kimi “önemli” sorunları eksen alarak istinaf yolunun bu sorunlara muhtemel
etkilerini tespit etmeye çalıştık.
Bir yargılama sisteminin üç dereceli hale getirilmesinin daha güvenceli
bir yargısal sürecin sağlanması adına olumlu katkısı olacağı beklenmekle
birlikte, bu beklentinin karşılanıp karşılanmadığı istinaf yolunun nasıl
düzenlendiğiyle ilgili olmaktadır. İdari Yargılama Usulü Kanununun 45 ve 46.
maddelerinin birlikte incelenmesinden istinaf incelemesine değer görülen
uyuşmazlıkların 5.000 TL ve üzerindekiler olduğu; temyiz yoluna açık olanların
ise tahdidi olarak sayıldığı ve 100.000 TL ( %3.83 yeniden değerleme oranıyla
birlikte 2017’de 120.000) olduğu görülmektedir. Bu türden bir tercih salt
idari yargıdaki iş yükünün azaltılması adına olumlu sonuç yaratabilir. Ancak
çalışmamızda da belirttiğimiz üzere idari yargıdaki diğer temel meseleler için
aynı sonuca ulaşmak mümkün görünmemektedir. Kaldı ki iş yükü sorununu
daha az ekonomik değerdeki uyuşmazlıkları daha önemsiz görerek çözmeye
çalışmanın, özellikle idari yargıda tercih edilmemesi gereken bir tutum olduğu
düşüncesindeyiz.
159
160
161
KAPLAN, s. 448.
05.08.2017 tarihli ve 30145 (Mükerrer) sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır.
GÜLAN, Ülkemizdeki Kanuni Düzenlemeler…, s. 26.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
417
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
Diğer yandan makul sürede yargılamanın da istinaf yolunun genel;
temyiz yolunu istisnai olmasıyla gerçekleşebileceği düşünülebilirse de, hızlı
yargılamanın adil yargılamaya tercih edilmemesi gerekir. Ayrıca yukarıda
değinildiği üzere yargılamanın makul sürede tamamlanmasını sağlayacak
daha güvenceli yollar da bulunmaktadır.
Karar yazımının kalitesi ve adil işleyen bir yargısal sistem de esasen yargı
yerlerinin bu konudaki tutumuna bağlı olup; istinaf mercilerinin de buna
göre çalışması gerekmektedir. Gerekçeli ve nitelikli karar yazımı tüm yargısal
aşamalarda söz konusu olmalıdır. Esas incelemesi yapan istinaf mercii
kararlarının da bu anlayışla yazılması gerekmektedir.
Danıştay’ın içtihat mahkemesi rolünün iş yükünün azalmasına paralel
olarak gerçekleşebileceği beklentisi sınırlı sayıdaki uyuşmazlığı inceleyecek
yüksek mahkeme için üzerinde durulmaya değerdir. Kanundaki içtihat birliğini
sağlamaya yönelik düzenlemelerin işlerlik kazanması gerekmektedir.
Son olarak esas incelemesi yapacak ve çok sayıda uyuşmazlığın kesinleşeceği
yargı yeri olan istinaf mercilerinin, re’sen tahkik ilkesinin mantığına uygun
şekilde yapacağı incelemenin, yargısal etkinliğe katkısı olumlu olacaktır.
İstinaf yolunun yargısal etkinliğe ve hukuk devleti ilkesine katkısı kanunda
nasıl düzenlendiği ve bu düzenlemenin nasıl uygulanacağıyla ilgili bir sorundur
ve var olan düzenleniş şekli, bu konuda kuşku yaratmaktadır. İlerleyen yıllarda,
uygulamasının, bu amaçlara hizmet etmesi beklenmektedir.
*****
KAYNAKÇA
AKİL Cenk, İstinaf Kavramı, Yetkin Yayınları, Ankara, 2010.
AKINCI Müslüm, İdari Yargıda Adil Yargılanma Hakkı, Turhan Kitapevi, Ankara,
2008, s. 241.
AKKAYA Tolga, Medeni Usul Hukukunda İstinaf, Yetkin Yayınları, Ankara, 2009.
AKYILDIZ Ali, İstinafa İlkesel Bakmak, Danıştay ve İdari Yargı Günleri 147. Yıl
Sempozyumu, Danıştay Yayınları No: 89, Ankara, 2015, s. 11 – 32.
AKYILMAZ Bahtiyar, İdari Yargıda Hakimin Hüküm Vermesi, Danıştay ve İdari
Yargı Günleri 149. Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları, No: 93, Ankara, 2017,
s. 154 – 167.
ALTAY Evren, İdari Yargı Kararlarının Uygulanmamasından Doğan
Uyuşmazlıklar, Turhan Kitapevi, Ankara, 2004.
ALTAY Evren, İdari Yargı Kararlarını Uygulanmaması Sorunu, Hukuk Kurultayı,
Ankara, 2000, s. 358 – 363.
418
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
ARSLAN Ramazan, YILMAZ Ejder, TAŞPINAR AYVAZ Seda, Medeni Usul Hukuku,
1. Bası, Yetkin Yayınları, Ankara, 2016.
ATAY Ender Ethem, Yargı Kararlarının Gerekçelendirilmesi ve İdari
Yargıdaki Uygulaması, 12 Haziran 2017 tarihinde Danıştay Başkanlığınca
Gerçekleştirilen Gerekçeli Karar Hakkı Panelinde Sunulan Tebliğ, Ankara,
2017. (Yayınlanmamıştır.)
AVCI Mustafa, İdari Yargıda İstinaf, TBB Dergisi, Sayı: 96, Ankara, 2011, s. 179
– 204.
Avrupa Hakimleri Danışma Konseyi’nin 11 numaralı Görüşü, Yargı Kararlarının
Kalitesi, Çev. Abdülkadir Haşhaş, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Dergisi, C. 16, Özel Sayı: 2014, Prof. Dr. Hakan Pekcanıtaz’e Armağan, İzmir ,
2015, s. 1913 – 1933.
BEREKET Zuhal, İdari Yargılama Usulü Hukuku Açısından İstinaf ve Kabulü
Sorunu, Danıştay Dergisi, C. 27, sayı:11, Ankara, 1996, s. 93 – 107.
CANDAN Turgut, Açıklamalı İdari Yargılama Usulü Kanunu, Adalet Yayınları,
Ankara, 2011.
ÇAĞLAYAN Ramazan, İdari Yargılama Hukuku, Güncellenmiş 7. Bası, Seçkin
Yayınları, Ankara, 2015.
ÇAĞLAYAN Ramazan, İdari Yargıda Kanun Yolları, Seçkin Yayınları, Ankara,
2002.
COŞKUN M. Kürşat, İçtihatların Birleştirilmesi, Ankara Barosu Dergisi, sayı:1,
2001, Ankara, s. 87 – 146.
DEMİRKOL Selami, Adil Yargılanma İlkesi Bütünlüğünde, Hakkaniyete Uygunluk
– GEREKÇELİ KARAR HAKKI, 12 Haziran 2017 tarihinde Danıştay Başkanlığınca
Gerçekleştirilen Gerekçeli Karar Hakkı Panelinde Sunulan Tebliğ, Ankara,
2017. (Yayınlanmamıştır.)
DEMİRKOL Selami, İdari Yargılama Usülü Yenilenirken İstinaf Kanun Yolu
Öngörüsü – Danıştay’ın İçtihat Mahkemesi Rolü’nün Güçlendirilmesi, ,
Danıştay ve İdari Yargı Günü 148. Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları, No:
91, Ankara, 2016, s. 115 – 140.
DOĞRU Osman, NALBANT Atilla, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama
ve Önemli Kararlar, Legal Yayınları, İstanbul, 2012.
DOLLAT Patrick, Fransa’da İdari İstinaf Örneği, Usul, İdari Yargıda İstinaf
Semineri, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı İle İsveç Krallığı Ulusal
Mahkeme Yönetimi Arasında Yargı Alanında İş Birliği Programı, Antalya, 2009,
s. 92 – 106.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
419
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
DURAN Lütfi, İdari Yargı Adlileşti, İHİD, C. III, sayı: 1- 3, İstanbul, 1982, s.53 –
83.
DURAN Lütfi, Danıştay’ın İçtihatları Birleştirme Uygulaması, AÜSBFD, C. 27,
sayı: 3, 1972, Ankara, s. 419 – 441.
EREM Faruk, İstinaf Mahkemeleri, AÜHFD, C. 7, sayı: 1 – 2, 1950, Ankara, s.
9 – 16.
ERMENEK İbrahim, İstinaf Kanun Yolu ve Bölge Adliye Mahkemesinin İnceleme
Sınırlarının Kapsamı, İstinaf Temel Eğitimi – Hukuk, 23 Mayıs – 6 Haziran 2016,
s. 4. (www.taa.gov.tr, Erişim Tarihi: 24.09.2017)
EVREN Çınar Can, İptal Davalarında Kendiliğinden Araştırma İlkesi, GÜHFD, c.
XII, sayı: 1 – 2, Ankara, 2008, s. 701 – 723.
FENDOĞLU Tahsin, Yargı Reformu Işığında İstinaf Mahkemelerinin Yeniden
Kurulması Sorunu, Cumhuriyet ve Hukuk Sempozyumuna Sunulan Yayımlanmış
Bildiri, Yayımlayan Diyarbakır Üniversitesi Rektörlüğü, Diyarbakır, 2000, s. 106
– 115.
GOOCH Graham, WILLIAMS Michael, A Dictionary of Law, Oxford University
Press, Oxford, 2007.
GÖZÜBÜYÜK Şeref, Turgut TAN, İdare Hukuku C. II, 7. Bası, Turhan Kitapevi,
Ankara, 2014.
GÖZÜBÜYÜK Şeref, İdari Yargıda Kararın Düzeltilmesi, AÜSBFD, C. XX, Sayı: 4,
Ankara, 1965, s. 145 – 158.
GÖZÜBÜYÜK Şeref, Danıştay Kanununda Yapılan Değişiklikler, SBFD, C. 15,
sayı: 1, Ankara, 1960, s. 239 – 248.
GÖZLER Kemal, İdare Hukuku Dersleri, Ekin Yayınevi, Bursa, 2014.
GÜLAN Aydın, İdari Yargının Etkinliğini Sağlama Arayışları, Danıştay ve İdari
Yargı Günü 133. Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları, Ankara, 2001, s. 23 – 36.
GÜLAN Aydın, Ülkemizdeki Kanuni Düzenlemeler Sonrasında İstinaf Kanun
Yolu Hakkında Yeniden ve Farklı Düşünmek, Danıştay ve İdari Yargı Günleri
148. Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları, No: 91, Ankara, 2016, s. 19 – 27.
GÜNDAY Metin, İdare Hukuku, İmaj Yayınevi, Ankara, 2013.
GÜNGÖR Devrim, Ceza Muhakemesinde İstinaf, Yetkin Yayınları, Ankara,
2016.
GÜRAN Sait, İdari Yargı’da Yapılanma ve Yönetim Konuları, Danıştay ve İdari
Yargı Günü 133. Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları, Ankara, 2001, s. 11 – 15.
420
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
HARRİS D.J., O’BOYLE M.,.BATES E.P, BUCKLEY C.M., Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi Hukuku, Çev. Mehveş BİNGÖLLÜ KILCI, Ulaş KARAN, Şen Matbaa,
Ankara, 2013.
HIRSCHFELD Johan, İsveç İdari İstinaf Örneği, İdari Yargıda İstinaf Semineri,
Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı İle İsveç Krallığı Ulusal Mahkeme
Yönetimi Arasında Yargı Alanında İş Birliği Programı, Antalya, 2009, s. 78 – 91.
İNCEOĞLU Sibel, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Kararlarında Adil
Yargılanma Hakkı, Tıpkı 4. Bası, Beta Yayınları, İstanbul, 2013.
KAPLAN Gürsel, İdari Yargılama Hukuku, Ekin Yayınları, Bursa, 2016.
KARSLI Abdurrahim, Medeni Muhakeme Hukuku, 3. Baskı, Alternatif Yayınları,
İstanbul, 2012.
KESKİN Züleyha, İdari Yargıda İstinaf Kanun Yolu, TBB Dergisi, sayı: 126, Ankara,
2016, s. 235 – 262.
KONCA KURT Nesibe, Medeni Usul Hukukunda Aleniyet İlkesi, Adalet
Yayınları, Ankara, 2009.
ÖZEKES Muhammet, Medeni Usul Hukukunda Hukuki Dinlenilme Hakkı,
Yetkin Yayınları, Ankara, 2003.
ÖZEKES Muhammet, Sorularla Medeni Usul Hukukunda Yeni Kanun Yolu
Sistemi, Türkiye Barolar Birliği Yayınları, Şen Matbaa, Ankara.
ÖZOK Özdemir, “Bölge Adliye Mahkemeleri” Ya Da “Üst Mahkemeler”
Açılırken Duyulan Kimi Kaygılar, TBB Dergisi, Sayı: 63, Ankara, 2006, s. 19 – 28.
ÖZTÜRK K. Burak, Hak Arama Özgürlüğü Çerçevesinde Zorunlu İdari İtiraz,
Yetkin Yayınları, Ankara, 2015.
PEKCANITEZ Hakan, ATALAY Oğuz, ÖZEKES Muhammet, Medeni Usul Hukuku,
2. Bası, Yetkin Yayınları, Ankara, 2014.
PEKCANIZTEZ Hakan, Hukuk Güvenliği Açısından İstinaf Mahkemeleri, İdari
Yargıda İstinaf Semineri, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı İle İsveç Krallığı
Ulusal Mahkeme Yönetimi Arasında Yargı Alanında İş Birliği Programı, Antalya,
2009, s. 131 – 137.
SANCAKTAR Oğuz, İdari Yargıda İstinaf Sistemi Üzerine Düşünceler, Danıştay
ve İdari Yargı Günü 144. Yıl, Danıştay Yayınları No: 83, Ankara, 2012, s. 13 – 95.
SANCAKTAR Oğuz, İdari Yargı İstinaf Sistemindeki Olası Sorunlar ve Çözüm
Önerileri, Danıştay ve İdari Yargı Günü 148. Yıl Sempozyumu, Danıştay
Yayınları, No: 91, Ankara, 2016, s. 29 – 113.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
421
İstinaf Kanun Yolunun İdari Yargılama Usulüne Başlıca Etkileri
Arş. Gör. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
SEZER Yasin, BULUT Uğur, İdari Yargıda Belirsiz Alacak Davası İhtimali, TBB
Dergisi, sayı 116, Ankara, 2016, s. 213 – 246.
SEZGİNER Murat, İdarenin İşleyişi, Yargıya Yansımaları ve Genel İdari Usul,
İdari Yargıda İstinaf Semineri, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı İle İsveç
Krallığı Ulusal Mahkeme Yönetimi Arasında Yargı Alanında İş Birliği Programı,
Antalya, 2009, s. 34 – 58.
SEZGİNER Murat, Dünden Bugüne Conseil D’etat ve Danıştay’ın İnceleme ve
Danışma Fonksiyonu, Danıştay ve İdari Yargı Günü 149. Yıl Sempozyumu,
Danıştay Yayınları, No: 91, Ankara, 2017, s. 101- 132.
SİMİL Cemil, Belirsiz Alacak Davası, XII Yayınları, İstanbul, 2013.
SUNAY Zühal Aysun, Gerekçeli Karar Hakkı ve Temel İlkeleri, Danıştay Dergisi,
sayı: 143, 2016, Ankara, s. 7 – 54.
ŞEKER Hilmi, Esbab-ı Mucibe’den – Retoriğe Hukukta Gerekçe, Beta Yayınları,
İstanbul, 2010. VVBVVFVV
TAN Turgut, GÖZÜBÜYÜK Şeref, İdare Hukuku, C. II, 8. Bası, Turhan Kitapevi,
Ankara, 2016.
TANRIVER Süha, Medeni Usul Hukuku, C. I, Yetkin Yayınları, Ankara, 2016.
TELLİ Ali, İstinaf Yolunda Olası Sorunlar ve Çözüm Önerileri, Danıştay ve İdari
Yargı Günü 148. Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları, No: 91, Ankara, 2016, s.
141 – 151.
TOKLU Esat, İdari Yargıda İstinaf Sistemine Geçiş, Danıştay ve İdari Yargı
Günleri 147. Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları No: 89, Ankara, 2015, s. 63
– 71.
TUNCA Fahrünnisa, İdari Yargının Sorunları Ve İdari Yargıda İstinaf, İdari
Yargıda İstinaf Semineri, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı İle İsveç Krallığı
Ulusal Mahkeme Yönetimi Arasında Yargı Alanında İş Birliği Programı, Antalya,
2009, s. 24 - 33.
TUNCA Fahrünnisa, İdari Yargıda İstinaf, Danıştay ve İdari yargı Günü
Sempozyum 141. Yıl, Danıştay Tasnif ve Yayın Bürosu Yayınları No: 79, Ankara,
2009, s. 87- 93.
ULER YILDIRIM, Yönetsel Yargıda Dava Açma Süresi, I. Ulusal İdare Hukuku
Kongresi, Danıştay Yayınları No: 50, Ankara, 1990, s. 209 – 262.
ÜSTÜN Gül, İdari Yargıda İstinaf Kanun Yolu Üzerine Bir Değerlendirme, MÜHF
HAD, C. 22, sayı: 2, İstanbul, 2016, s. 13 – 38.
422
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Main Effects of Appeal on Administrative Jurisdiction Procedure
Res. Asst. Zeynep Nihal AYDINOĞLU
YENİSEY Feridun, Ceza Muhakemesi Hukukunda İstinaf ve Yeniden Kabulü
Sorunu, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1979.
YILDIRIM Turan, İdari Yargı, 2. Bası, Beta Yayınları, İstanbul, 2010.
YILDIRIM Kamil, Hukuk Devletinin Gereği: İstinaf, Nesil Matbaacılık, İstanbul,
2000.
YILDIRIM Ramazan, Türkiye’de İstinaf Uygulamasının İdari Yargıya Etkisi,
Danıştay ve İdari Yargı Günü 147. Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları No: 89,
Ankara, 2015, s. 33 – 53.
YILDIRIM Turan, İdari Yargıda İçtihat Farklılıkları Sorunu ve Çözüm Önerileri,
Danıştay ve İdari Yargı Günleri 149. Yıl Sempozyumu, Danıştay Yayınları, No:
93, Ankara, 2017, s. 137 – 153.
YILDIRIM DEREN Nevhis, Teksif İlkesi Açısından İstinaf, Türkiye Barolar Birliği –
İstinaf Mahkemeleri Uluslararası Toplantısı, Ankara, 2003, s. 267 – 284.
YILMAZ Ejder, İstinaf, Yetkin Yayınları, Ankara, 2005.
ZABUNOĞLU Yahya, İdare Hukuku C. II, Yetkin Yayınları, Ankara, 2012.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
423
İŞ HUKUKUNDA İŞYERİ VE İŞLETME KAVRAMLARININ ÖNEMİ
The Importance of the Concepts of Workplace and Enterprıse in the
Labour Law
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU1
Geliş Tarihi: 15.12.2017
ÖZET
İş hukukunun yer açısından uygulama
alanı işyeri ve işletmedir. İşyeri ve işletme
kavramları birbirinden farklı kavramlar
olmasına rağmen, bu kavramların iç içe
geçtiği durumlar da söz konusu olmaktadır.
İşyeri ve işletme kavramları arasındaki
farkların ortaya konulması, bu kavramlara
bağlanan hukuki sonuçların birbirinden
farklı olması nedeniyle önem arz
etmektedir. Çalışmamızda işyeri, işletme ve
ticari işletme kavramları ile bu kavramların
unsurları incelenmiştir. Ticari işletme
kavramı, işletme kavramının anlaşılmasına
hizmet etmek amacıyla incelenmiştir.
Böylece işyeri, işletme ve ticari işletme
kavramları ile bu kavramlar arasındaki
farkların net bir şekilde ortaya konulması
amaçlanmıştır.
Kabul Tarihi: 21.02.2018
ABSTRACT
The implementation area of Labour Law
is workplace and enterprise. The concepts
of workplace and enterprise are different
concepts, but there are also cases where these
concepts are intertwined. The presentation
of the differences between workplace and
enterprise concepts are significant in terms
of legal consequences connected to these
concepts are different from each other. In this
study, the concepts of workplace, enterprise
and commercial enterprise and the elements
of these concepts have been examined.
The concept of commercial enterprise is
examined in order to understand enterprise. In
according to diffrences between the concepts
of workplace, enterprise and commercial
enterprise are examined. The aim of this study,
explain the concepts of workplace, enterprise
and commercial enterprise and diffrences
between this concepts.
Keywords:
Workplace,
Enterprise,
Anahtar Kelimeler: İşyeri, İşletme,
İşyerinin ve İşletmenin Unsurları, Ticari The Elements of Workplace and Enterprise,
İşletme, Ticari İşletmenin Unsurları, İşyeri - Commercial Enterprise, The Elements of
Commercial Enterprise, The Difference
İşletme ve Ticari İşletme Ayrımı.
Between Workplace – Enterprise and
Commercial Enterprise.
GİRİŞ
“Her ticari işletme aynı zamanda bir işyeri midir ya da işyeri, işletme ve
ticari işletme kavramları arasında fark var mıdır?” İşyeri, iş hukukunun temel
kavramları arasında yer almakta; işletme ise iş hukukunda ikincil kavram
olarak yer almaktadır. Ancak bir işyerinin varlığı halinde İş Kanunu hükümleri
uygulama alanı bulabilecektir. Bu nedenle işyeri ve işletme kavramlarının
ifade ettiği anlamların açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. İşyeri, işletme
ve ticari işletme kavramları birbirinden farklı anlamları içermekte ve bir yerin
işyeri mi, işletme mi yoksa ticari işletme mi olduğunun tespiti ortaya çıkan
1
Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Ana Bilim Dalı, cndn_35@
hotmail.com
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
425
İş Hukukunda İşyeri ve İşletme Kavramlarının Önemi
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
uyuşmazlıkların çözümünde oldukça önemli bir rol oynamaktadır. Örneğin
toplu iş ilişkileri açısından bir yerin işyeri mi yoksa işletme mi olduğunun
tespiti, bir yerin işyerine bağlı yer olması ya da olmamasına göre işyerinin
gireceği işkolunun tespiti, işverenin tespiti, işçilerin yararlanacağı haklar gibi
konularda oldukça önemlidir. Ayrıca yetki tespitinde (6356 S. K. m. 41), toplu iş
sözleşmesinin düzeyinin belirlenmesinde (6356 S. K. m. 34), görevli makamın
belirlenmesinde (6356 S. K. m. 2-c), grev oylamasında (6356 S. K. m. 61) işyeri
ve işletme kavramları önem teşkil etmektedir.
Çalışmamızda işyeri, işletme ve ticari işletme kavramları incelenmiştir.
İlk olarak işyeri kavramı açıklanarak, işyerinin unsurları, sonrasında işletme
kavramı ve işletmenin unsurları ele alınmıştır. Son olarak da ticari işletme
kavramı açıklanarak, ticari işletmenin unsurları ele alınmış ve işyeri, işletme
ve ticari işletme arasındaki farklara değinilmiştir. Çalışmamız genel bir
değerlendirmenin yapıldığı sonuç kısmı ile tamamlanmıştır.
1. İŞYERİ KAVRAMI VE İŞYERİNİN UNSURLARI
1.1. İşyeri Kavramı
1.1.1. İş Kanununa Göre İşyeri
İşyeri kavramı, 4857 sayılı İş Kanunu m. 2’de tanımlanmaktadır: “İşveren
tarafından mal veya hizmet üretmek amacıyla maddi olan ve olmayan unsurlar
ile işçinin birlikte örgütlendiği birime işyeri denir (m. 2/f.1). İşverenin işyerinde
ürettiği mal veya hizmet ile nitelik yönünden bağlılığı bulunan ve aynı yönetim
altında örgütlenen yerler (işyerine bağlı yerler) ile dinlenme, çocuk emzirme,
yemek, uyku, yıkanma, muayene ve bakım, beden ve mesleki eğitim ve avlu gibi
diğer eklentiler ve araçlar da işyerinden sayılır (m. 2/f.2). İşyeri, işyerine bağlı
yerler, eklentiler ve araçlar ile oluşturulan iş organizasyonu kapsamında bir
bütündür (m. 2/f.3)”. İşyeri eşyalar, iş araçları, personel, makineler, işyeri olarak
kullanılan binalar, arsa, tezgah, hammaddeler gibi maddi unsurlardan; müşteri
çevresi, ticaret unvanı, buluşlar, tecrübe, teknik bilgi, üretim yöntemleri,
sosyal ilişkiler gibi maddi olmayan unsurlardan; patent, marka ve alacak hakkı
gibi haklardan ve işgücü (emek) unsurundan oluşmaktadır2. İşverenin bu
2
Nuri Çelik/Nurşen Caniklioğlu/Talat Canbolat, İş Hukuku Dersleri, 30. Bası, Beta Basım,
İstanbul 2017, s. 118; Sarper Süzek, İş Hukuku, 13. Baskı, Beta Basım, İstanbul 2017, s. 205;
Ünal Narmanlıoğlu, İş Hukuku Ferdi İş İlişkileri I, 5. Baskı, Beta Basım, İstanbul 2014, s. 137;
Nizamettin Aktay/Kadir Arıcı/E. Tuncay Senyen Kaplan, İş Hukuku, 5. Baskı, Gazi Kitabevi,
Ankara 2012, s. 38; Ali Cengiz Köseoğlu, İşyerinin Kapanmasının İş Sözleşmelerine Etkisi, 1.
Bası, Beta Basım, İstanbul 2004, s. 8; İbrahim Aydınlı, Türk İş Hukukunda İşyeri ve İşletme
Kavramları, Demiryol-İş Eğitim Yayınları, Ankara 2001, s. 9, 39 vd; Ali Güzel, İşverenin
Değişmesi-İşyerinin Devri ve Hizmet Akitlerine Etkisi, Kazancı Hukuk Yayınları No. 56, İstanbul
1987, s. 79-80; E. Tuncay Kaplan Senyen, “İşyeri Devrinin, Türk Ticaret Kanunu m. 178 ve
İş Kanunu m. 6 Hükümleri Çerçevesinde İş İlişkilerine Etkisi”, Sicil İş Hukuku Dergisi, Mart
426
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Importance of the Concepts of Workplace and Enterprıse in the Labour Law
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
unsurları belirli bir amaca ulaşmak için sürekli olarak bir arada bulundurması
gerekmektedir. Bu amaç işletmenin kuruluşunda güdülen iktisadi ya da asıl
amaç değildir, dolayısıyla güdülen amaçtır3. İşyeri, işletmenin takip ettiği
ekonomik amaçtan farklı olarak, teknik bir amaç güder, Teknik amaç ise belirli
bir mal veya hizmet üretiminin gerçekleştirilmesinden ibarettir4.
İşyerinin kamu veya özel kesime ait bir işyeri olması ya da işin kapalı veya
açık bir yerde yapılmasının önemi yoktur. Ayrıca, işverenin o yerin maliki olması
da zorunlu değildir. İşin yürütülmesi için kiralanan yerler de işyeri sayılır5.
1.1.2. Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununa Göre İşyeri
6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununun (STİSK) 2.
maddesinin 3. fıkrasında, işçi, işveren ve işyeri kavramlarının 4857 sayılı
İş Kanununda tanımlandığı biçimde anlaşılacağı belirtilmiştir. Bu açıdan,
yukarıda açıklandığı üzere, İş K. m. 2’de yapılan işyeri tanımı, STİSK. açısından
da geçerlidir. STİSK. işyerini tanımlamak yerine 4857 sayılı İş Kanuna gönderme
yapmakla yetinmiştir.
STİSK. açısından işyerinin gireceği işkolu o yerin bağlı yer ya da ayrı işyeri
oluşuna göre farklılık gösterebileceğinden, bir yerin işyerine bağlı olması
ya da olmamasının tespiti büyük önem taşımaktadır6. Nitekim bu kanuna
göre, toplu iş sözleşmesi işyeri veya işyerleri için ya da bazı koşullarla bir
işverenin aynı işkolundaki işyerlerini kapsamak üzere yapılacağından, bir
sendikanın işyerinde çalışanların çoğunluğunu temsil edip etmediğinin
saptanması gerektiğinde (STİSK. m. 41), işyerine bağlı başka yerlerin bulunup
bulunmaması önem kazanmaktadır7. İşyeri kavramı, toplu iş sözleşmesinin
3
4
5
6
7
2013, S. 29, s. 31; Ali Cengiz Köseoğlu, “İşyerinin Kapanması”, Sicil İş Hukuku Dergisi, Aralık
2006, S. 4, s. 45; Bektaş Kar, “İşletme İşyeri ve İşin Gereklerinden Kaynaklanan Nedenlere
Dayalı Fesihlerde Yargısal Denetim”, Çalışma ve Toplum, Ekonomi ve Hukuk Dergisi, 2008/2,
S. 17, s. 105; İbrahim Aydınlı, “İş Hukukunda İşyeri ve İşletme Kavramlarının Muhtevası
ve Önemi”, Kamu-İş, İş Hukuku ve İktisat Dergisi, Ocak 1999, C. 4, S. 4, s. 175; Ercüment
Özkaraca, İşyeri Devrinin İş Sözleşmelerine Etkisi ve İşverenlerin Hukuki Sorumluluğu, Beta
Basım, İstanbul 2008, s. 9; Gülsevil Alpagut, İşyerinin Devri ve İş Sözleşmesini Fesih Hakkı,
Beta Basım, İstanbul 2010, s. 32; Gülsüm Sönmez Tatar, İşyeri Devrinin Kazanılmış Haklara
Etkisi, Tühis Türk Ağır Sanayii ve Hizmet Sektörü Kamu İşverenleri Sendikası Yayını, Ankara
2011, s. 6-7.
Çelik/Caniklioğlu/Canbolat, s. 118.
Hamdi Mollamahmutoğlu/Muhittin Astarlı/Ulaş Baysal, İş Hukuku, 6. Baskı, Turhan Kitabevi,
Ankara 2014, s. 252-253; Hamdi Mollamahmutoğlu/Muhittin Astarlı/Ulaş Baysal, İş Hukuku
Ders Kitabı, Cilt 1: Bireysel İş Hukuku, Lykeion Yayınları, Ankara 2017, s. 78.
Süzek, s. 205.
Çelik/Caniklioğlu/Canbolat, s. 117; ayrıca bkz. Güzel, s. 71 vd.; Aydın Başbuğ, “Toplu İş
Sözleşmesi Yapma Yetkisindeki Temel Sorunlar ve Sendikal Haklara Olumsuz Etkisi”, İş ve
Hayat Dergisi, Aralık 2016, Y. 2, S. 4, s. 64.
Çelik/Caniklioğlu/Canbolat, s. 117; Başbuğ, s. 64.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
427
İş Hukukunda İşyeri ve İşletme Kavramlarının Önemi
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
düzeyinin belirlenmesinde (STİSK. m. 34), görevli makamın belirlenmesinde
(STİSK. m. 2-c), grev oylamasında ele alınacak işçiler (STİSK. m. 61) açısından
da önem teşkil etmektedir.
1.1.3. Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununa (SSGSSK)
Göre İşyeri
5510 sayılı SSGSSK. m. 11’e göre, “İşyeri, sigortalı sayılanların maddî olan
ve olmayan unsurlar ile birlikte işlerini yaptıkları yerlerdir. İşyerinde üretilen
mal veya verilen hizmet ile nitelik yönünden bağlılığı bulunan ve aynı yönetim
altında örgütlenen işyerine bağlı yerler, dinlenme, çocuk emzirme, yemek,
uyku, yıkanma, muayene ve bakım, beden veya meslek eğitimi yerleri, avlu ve
büro gibi diğer eklentiler ile araçlar da işyerinden sayılır”.
SSGSSK. m. 11/f.2 gereğince de, “İşveren, örneği Kurumca hazırlanacak
işyeri bildirgesini en geç sigortalı çalıştırmaya başladığı tarihte, Kuruma
vermekle yükümlüdür”. Burada sözü edilen kurum, “Tanımlar” kenar başlıklı
m. 3’te belirtildiği üzere, Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığıdır. Kanun
maddesinden de anlaşıldığı üzere, Sosyal Güvenlik Kurumu açısından, bir yerin
işyeri olabilmesi için sigortalı sayılanın da olması gerekmektedir.
Bu durumda sigortalı sayılanın istihdam edilmediği bir işyeri, Sosyal
Güvenlik Kurumu açısından işyeri olarak değerlendirilmeyeceğinden, bu yerin
Kuruma bildirilmesi de gerekmeyecektir.
İş Kanunu ile SSGSSK. arasında bir yerin işyeri olarak kabul edilmesi açısından
şu farklılık gözden kaçırılmamalıdır. İş Kanunu açısından işçi ile işveren arasında
iş ilişkisinin kurulduğu her yer işyeri olarak kabul edilmemektedir. Nitekim,
507 sayılı Esnaf ve Sanatkarlar Kanununun 2 nci maddesinin tarifine uygun üç
kişinin çalıştığı işyerleri İş Kanununun kapsamı dışında iken, SSGSSK. açısından
aynı yerde sadece bir işçinin bile çalışması o yerin işyeri olarak kabulü için
yeterlidir.
1.1.4. İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununa Göre İşyeri
6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununun 3. maddesine göre, “İşyeri,
mal veya hizmet üretmek amacıyla maddi olan ve olmayan unsurlar ile
çalışanın birlikte örgütlendiği, işverenin işyerinde ürettiği mal veya hizmet ile
nitelik yönünden bağlılığı bulunan ve aynı yönetim altında örgütlenen işyerine
bağlı yerler ile dinlenme, çocuk emzirme, yemek, uyku, yıkanma, muayene ve
bakım, beden ve mesleki eğitim yerleri ve avlu gibi diğer eklentiler ve araçları
da içeren organizasyonu ifade eder” (m.3/h).
İş Kanununda yapılan işyeri tanımında “işçi” ifadesi kullanılırken, İş Sağlığı
ve Güvenliği Kanununda “çalışan” ifadesinin kullanıldığını görüyoruz. Bunun
nedeni, işçi sayılmayan çırak ve stajyerlerin İş Kanununun kapsamı dışında
428
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Importance of the Concepts of Workplace and Enterprıse in the Labour Law
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
olmasıdır. İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ise çırak ve stajyerleri de kapsamına
almaktadır. Bir diğer ifadeyle, İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, çırak ve stajyerler
de dahil olmak üzere tüm çalışanların faaliyet konularına bakılmaksızın
uygulanmaktadır. İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu bakımından çalışan sadece
işçi, çırak ve stajyeri ifade etmemektedir. Bu husus, söz konusu kanunun 2.
maddesinde açıkça belirtilmiştir. Bu maddeye göre, “Bu Kanun; kamu ve özel
sektöre ait bütün işlere ve işyerlerine, bu işyerlerinin işverenleri ile işveren
vekillerine, çırak ve stajyerler de dâhil olmak üzere tüm çalışanlarına faaliyet
konularına bakılmaksızın uygulanır”.
1.1.5. İşsizlik Sigortası Kanununa Göre İşyeri
4447 sayılı İşsizlik Sigortası Kanununa m. 47’ye göre, “İşyeri, sigortalıların
işlerini yaptıkları yerleri ifade eder” (m. 47/k). Burada işyeri kavramı mekan
olarak net bir şekilde ifade edilmemektedir.
1.2. İşyerinin Unsurları
4857 sayılı İş Kanununun 2. maddesinde yapılan işyeri tanımında işyerinin
unsurlarının neler olduğu açıktır. İşyerinin unsurları; işveren8, maddi unsurlar,
maddi olmayan unsurlar9, iş gücü10, teknik amaç, organizasyon (örgütlenme)11
ve devamlılıktır12.
1.2.1. İşveren
İş hukuku açısından bir işyerinden söz edebilmek için, iş hukuku anlamında
bir işverenin bulunması gerekir13. 4857 sayılı İş Kanununun 2. maddesinde
işverenin tanımı yapılmıştır. Bu maddede yapılan tanıma göre, işçi çalıştıran
gerçek veya tüzel kişiye yahut tüzel kişiliği olmayan kurum ve kuruluşlara
işveren denilmektedir. Bu durumda iş hukuku anlamında işyerinden söz
edebilmek için iş hukuku anlamında bir işverenin bulunması yeterli olup,
işverenin hukuki yapısı, gerçek veya tüzel kişi hatta tüzel kişiliği olmayan bir
kurum ya da kuruluş olması ve yaptığı faaliyetin niteliği önemli değildir14.
8
9
10
11
12
13
14
Narmanlıoğlu, s. 139.
Çelik/Caniklioğlu/Canbolat, s. 118; Köseoğlu, İş Sözleşmeleri, s. 8; Süzek, s. 205; Aydınlı,
İşyeri ve İşletme, s. 9, 39 vd; Güzel, s. 79-80; Aktay/Arıcı/Senyen Kaplan, s. 38; Kaplan
Senyen, s. 31; Köseoğlu, İşyerinin Kapanması, s. 45; Narmanlıoğlu, s. 138, 140; Kar, s. 105;
Özkaraca, s. 9; Alpagut, s. 32; Sönmez Tatar, s. 6-7.
Kar, s. 106; Mollamahmutoğlu/Astarlı/Baysal, İş Hukuku, s. 254-255; Mollamahmutoğlu/
Astarlı/Baysal, Ders Kitabı, s. 79; Doğan Yenisey, s. 22; Özkaraca, s. 9; Alpagut, s. 32.
Güzel, s. 80-81; Narmanlıoğlu, s. 139; Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 9; Aydınlı, İşyeri ve İşletme
Kavramları, s. 175-176; Mollamahmutoğlu/Astarlı/Baysal, İş Hukuku, s. 252; Doğan Yenisey,
s. 24; Özkaraca, s. 10; Alpagut, s. 32.
Güzel, s. 80, 82; Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 10; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 180.
Narmanlıoğlu, s. 139.
Narmanlıoğlu, s. 139.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
429
İş Hukukunda İşyeri ve İşletme Kavramlarının Önemi
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
1.2.2. Maddi Unsurlar
Eşyalar, iş araçları, personel, makineler, işyeri olarak kullanılan binalar,
arsa, tezgah, hammaddeler vs. işyerinin maddi unsurlarını oluşturur15. İşyerini
oluşturan maddi unsurlar işyerinin görünen, dolayısıyla ayırt etmesi en kolay
yönünü oluşturmaktadır16. Araçların mutlaka işyerinde görülen işin yürütümü
ile doğrudan bir ilişkisi bulunması şart değildir. İşyerinde görülmekte olan
faaliyete doğrudan veya dolaylı biçimde katkıda bulunan her türlü araç
işyerinin bir parçasıdır17. Her çeşit nakliye aracı, otobüs, kamyon, otomobil,
buldozer, kepçe, vinç, sabit vinç gibi aletler işyerinden sayılır. Aracın işyerinden
sayılması için işyerinin coğrafi sınırları içinde bulunması veya işyerinin mülkiyet
hakkının bulunması gerekli değildir18.
1.2.3. Maddi Olmayan Unsurlar
Müşteri çevresi, ticaret unvanı, buluşlar, tecrübe, teknik bilgi, üretim
yöntemleri, sosyal ilişkiler gibi unsurlar işyerinin maddi olmayan unsurlarını
oluşturur19. İşyerinin maddi olmayan unsurları, teknolojik gelişmeler ve sınai
hakların artması ile ön plana çıkmıştır. Bu unsurların işyerinin bir unsuru
sayılabilmesi için işyerinin teknik amacını gerçekleştirmek amacı ile oluşturulan
organizasyonun içinde yer alması gerekir20.
1.2.4. İş gücü
İşyerinde çalışan ve emeği temsil eden işçilerin varlığı, işyerinin en önemli
unsurlarından biridir21. İşyeri, işçilerin çalıştırıldığı bir yer olduğundan işçi
sıfatına sahip bulunmayan kişilerin çalıştıkları yerler kanun anlamında işyeri
olarak kabul edilemez22. Bir yerin işyeri sayılabilmesi için orada çalışanların iş
sözleşmesi ile bir işverene bağlı olarak çalışmaları gerekli ve yeterlidir23.
15
16
17
18
19
20
21
22
23
Çelik/Caniklioğlu/Canbolat, s. 118; Köseoğlu, İş Sözleşmeleri, s. 8; Süzek, s. 205; Aydınlı,
İşyeri ve İşletme, s. 9, 39 vd; Güzel, s. 79-80; Aktay/Arıcı/Senyen Kaplan, s. 38; Kaplan
Senyen, s. 31; Köseoğlu, İşyerinin Kapanması, s. 45; Narmanlıoğlu, s. 140; Kar, s. 105;
Özkaraca, s. 9; Alpagut, s. 32; Sönmez Tatar, s. 6-7.
Kübra Doğan Yenisey, İş Hukukunda İşyeri ve İşletme, Legal Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 17.
Doğan Yenisey, s. 30; Narmanlıoğlu, s. 142; Güzel, s. 79; Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 58.
Doğan Yenisey, s. 30-31.; Narmanlıoğlu, s. 142.; Güzel, s. 78; Mollamahmutoğlu/Astarlı/
Baysal, İş Hukuku, s. 262; Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 57-58.
Çelik/Caniklioğlu/Canbolat, s. 118; Köseoğlu, İş Sözleşmeleri, s. 8; Süzek, s. 205; Aydınlı,
İşyeri ve İşletme, s. 9, 39 vd; Güzel, s. 79-80; Aktay/Arıcı/Senyen Kaplan, s. 38; Kaplan
Senyen, s. 31; Köseoğlu, İşyerinin Kapanması, s. 45; Narmanlıoğlu, s. 138; Kar, s. 105;
Özkaraca, s. 9; Alpagut, s. 32; Sönmez Tatar, s. 6-7.
Kar, s. 105; Doğan Yenisey, s. 17.
Kar, s. 106; Mollamahmutoğlu/Astarlı/Baysal, İş Hukuku, s. 254-255; Mollamahmutoğlu/
Astarlı/Baysal, Ders Kitabı, s. 79; Doğan Yenisey, s. 22; Özkaraca, s. 9; Alpagut, s. 32.
Narmanlıoğlu, s. 138; Özkaraca, s. 10.
Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 179; Mollamahmutoğlu/Astarlı/Baysal, İş Hukuku, s.
255; Mollamahmutoğlu/Astarlı/Baysal, Ders Kitabı, s. 79.
430
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Importance of the Concepts of Workplace and Enterprıse in the Labour Law
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
İşyerinden söz edebilmek için o yerde çalışan işçilerin sayısı önemli
değildir; Tek bir işçinin çalıştığı yer de işyeri sayılır24. Yani işyerinde tek
bir işçinin çalışması o yerin işyeri sayılmasına engel oluşturmaz. Örneğin
kanunda belirtilen durumlar dışında bir avukat bürosunda ya da doktor
muayenehanesinde tek bir işçi çalışsa bile, bu yer İş Kanunu anlamında
işyeri sayılacaktır25. İşyerinde çalışan işçi sayısı, İş Kanununun iş güvencesi
hükümlerinin uygulanıp uygulanmayacağı açısından önemlidir. Nitekim
işyerinde çalışan işçi sayısı otuz veya daha fazla ise İş Kanunu m. 18 gereğince,
işçiler iş güvencesi hükümlerinden yararlanabileceklerdir. Bu husus dışında,
yukarıda da belirttiğimiz gibi, İş Kanunu anlamında bir yerin işyeri sayılabilmesi
için işçi sayısının önemi bulunmamaktadır.
İş Kanununun bazı hükümlerinin uygulanabilmesi işyerinde belirli sayıda
işçinin çalışır bulunması şartına bağlanmıştır26. Örneğin İş K. m. 4/f.1/b
gereğince, tarım ve orman işlerinin yapıldığı işyerleri ve işletmelerinde elliden
fazla işçi çalışması halinde İş Kanunu hükümleri uygulama alanı bulur. Aynı
şekilde İş K. m. 4/f.1/ı gereğince, 5362 sayılı Esnaf ve Sanatkarlar Meslek
Kuruluşları Kanununa göre, esnaf ve sanatkar işyerinde üç kişinin çalışması
halinde işyeri İş Kanununun kapsamı dışında kalacaktır. Burada şunu önemle
belirtmek gerekir ki, bir çalışma yerinin İş Kanununun kapsamına girmesi ile o
yerin işyeri sayılması tamamen farklı konulardır27. Bu nedenle bir yerin işyeri
olup olmadığının tespitinde o yerin İş Kanununun uygulama alanına girip
girmediğinin önemi yoktur. Bir yer İş Kanununun 4. maddesinde belirtilen
istisnalar içerisinde yer alsa bile; bir diğer ifadeyle, İş Kanununun uygulama
alanı bulmayacağı işlerden ve iş ilişkilerinden olsa bile o yer işyeri olabilir.
İşçilerin gördükleri işin türü de önemli değildir. Önemli olan işyerinin
faaliyet konusu değil, yapılan faaliyetin kanunen kapsam dışında bırakılmamış
olmasıdır. İşçiler bedenen veya fikren çalışan bir işçi olabilirler28. İşçiler
işverenin yönetiminde işyerinin konusunu oluşturan sürekli ve örgütlenmiş
bir faaliyetin gerçekleşmesine hizmet etmektedirler29.
1.2.5. Teknik Amaç
İş hukuku açısından işyerinin unsurlarından biri de teknik amaçtır. Teknik
amaç, belirli bir mal veya hizmet üretiminin gerçekleştirilmesidir30. İşverenin
24
25
26
27
28
29
30
Narmanlıoğlu, s. 138; Süzek, s. 205; Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 9; Özkaraca, s. 9.
Narmanlıoğlu, s. 139; Mollamahmutoğlu/Astarlı/Baysal, İş Hukuku, s. 254-255;
Mollamahmutoğlu/Astarlı/Baysal, Ders Kitabı, s. 79.
Narmanlıoğlu, s. 138-139.
Güzel, s. 81; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 177-178.
Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 9.
Güzel, s. 81; Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 10; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 176.
Mollamahmutoğlu/Astarlı/Baysal, İş Hukuku, s. 252-253; Mollamahmutoğlu/Astarlı/Baysal,
Ders Kitabı, s. 78; Özkaraca, s. 10.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
431
İş Hukukunda İşyeri ve İşletme Kavramlarının Önemi
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
mal veya hizmet üretimine yönelik teknik bir amaç izlemesi yeterlidir31. Ayrıca
izlenen teknik amacın niteliği önemli değildir. İşyerinde yönetimde birlik
olduğu sürece farklı mal veya hizmetler üretilebilir. Örgütsel birlik bulunduğu
sürece teknik amaçtaki bir değişiklik ya da teknik amacın genişlemesi işyeri
niteliğinin kazanılması veya kaybedilmesinde etkili değildir32.
Buradaki amaç, kişisel nitelikte olan kâr elde etmenin ötesinde, teknik yani
üretime yönelik bir amaçtır. Sadece kâr amacının olduğu bir mal veya hizmet
üretiminin veya mübadelesinin yapıldığı durumlarda yapılan faaliyet daha çok
işletme kurumunu ilgilendiren bir faaliyet olur33. Bu nedenle işyerinin mutlaka
kâr amacı gütmesi gerekmez.
İş K. m. 2/f.1’de mal ve hizmet üretiminden söz edildiğinden işyeri sınai
veya ticari bir faaliyette bulunabileceği gibi serbest meslek ya da hizmet
kesimine giren herhangi bir faaliyet yürütmesi de mümkündür34. Bir diğer
ifadeyle, iş hukuku anlamında işyerinin varlığı açısından yapılan faaliyetin
niteliği önemli değildir. Faaliyetin kazanç amacının olup olmaması, sınai, ticari,
kültürel, sosyal nitelikli bir faaliyet olup olmaması, faaliyetin kamu yararına
yönelik olup olmaması işyeri kavramı üzerinde bir etki yaratmaz35.
1.2.6. Organizasyon (Örgütlenme)
İşçileri çalıştıran işverenin teknik bir amaç, bağımsız bir mal veya hizmet
üretimi elde etmek için devamlı bir organizasyon kurması halinde hukuki
anlamda bir işyerinden söz edilebilecektir36.
İşyeri eşyalar, iş araçları, personel, makineler, işyeri olarak kullanılan
binalar, arsa, tezgah, hammaddeler vs. gibi maddi unsurlardan; müşteri
çevresi, ticaret ünvanı, buluşlar, tecrübe, teknik bilgi, üretim yöntemleri,
sosyal ilişkiler vs. gibi maddi olmayan unsurlardan; patent, marka ve alacak
hakkı gibi haklardan ve iş gücü (emek) unsurundan oluşmakta37 ve işverenin
bunları belirli bir teknik amaç doğrultusunda organize etmesiyle işyeri hukuki
31
32
33
34
35
36
37
Narmanlıoğlu, s. 139; Kar, s. 106.
Narmanlıoğlu, s. 139; Doğan Yenisey, s. 24.
Güzel, s. 82; Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 10.
Süzek, s. 204-205.
Güzel, s. 81; Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 11; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 177.
Güzel, s. 80-81; Narmanlıoğlu, s. 139; Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 9; Aydınlı, İşyeri ve İşletme
Kavramları, s. 175-176; Mollamahmutoğlu/Astarlı/Baysal, İş Hukuku, s. 252; Doğan Yenisey,
s. 24; Özkaraca, s. 10; Alpagut, s. 32.
Çelik/Caniklioğlu/Canbolat, s. 118; Köseoğlu, İş Sözleşmeleri, s. 8; Süzek, s. 205; Aydınlı,
İşyeri ve İşletme, s. 9, 39 vd; Güzel, s. 79-80; Aktay/Arıcı/Senyen Kaplan, s. 38; Kaplan
Senyen, s. 31; Köseoğlu, İşyerinin Kapanması, s. 45; Narmanlıoğlu, s. 138; Kar, s. 105;
Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 175; Sönmez Tatar, s. 6-7.
432
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Importance of the Concepts of Workplace and Enterprıse in the Labour Law
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
varlık kazanmaktadır38.
İş Kanununun 2. maddesinde organizasyon kavramına yer verilmiştir.
İş K. m.2/f.3 gereğince, “İşyeri, işyerine bağlı yerler, eklentiler ve araçlar ile
oluşturulan iş organizasyonu kapsamında bir bütündür”. İşverenin örgütlediği,
çerçevesini çizip organize ettiği herhangi bir yer, iş organizasyonu içinde yer
alıyorsa işyerinden sayılacaktır. Çünkü iş organizasyonu kavramı, işverenin
fiilen yönetim hakkını yeterince kullanmasa da kurduğu organizasyon içinde
yer alan tüm yerlerin işyerinden sayılmasını gerektirecek bir anlama sahiptir39.
İşverenin organize ettiği işyeri sabit olabileceği gibi hareketli de olabilir.
Örneğin bir ulaşım aracında çalışan işçiler için o anda işyeri ulaşım aracı
olduğundan işyeri sabit değil hareketlidir. İşyeri mekan olarak üstü açık veya
kapalı da olabilir40.
İşyerinin açılması ve faaliyetinin sürdürülmesine ilişkin kanuni gereklerin
yerine getirilmemesi, örneğin işyerinin açıldığının kanuni süresinde
idareye bildirilmemiş olmasının işyerinin varlığına olumsuz bir etkisi
bulunmamaktadır41.
1.2.7. Devamlılık
İşveren tarafından belirli bir faaliyeti amaçlayan organizasyonun devamlı
olması gerekir. İşyerinde üretim süreci az da olsa bir zaman dilimi içinde
yapıldığından faaliyette devamlılık asıldır. Bu nedenle devamlılık arz etmeyecek
şekilde bir defalığına mal üretimi veya naklinin yapıldığı mekanlar işyeri
değildir. Yapılan iş düzenli ve sürekli bir organizasyonu gerektirdiği ölçüde o
işin yapıldığı yer işyeri sayılır42. Bir işin sadece kampanya, fuar ya da mevsim
süresince yapılması işin devamlı olmadığını göstermez. Bu iş de devamlı bir
iştir. Çünkü amaçlanan bir süre organize olmuş ve işyeri açılmıştır43. İş Kanunu
madde 10’da belirtildiği üzere, “Nitelikleri bakımından en çok otuz iş günü
süren işlere süreksiz iş, bundan fazla devam edenlere sürekli iş denir.”
38
39
40
41
42
43
Güzel, s. 80; Narmanlıoğlu, s. 138; Süzek, s. 205; Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 9-10; Aydınlı,
İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 175; Kar, s. 106; Doğan Yenisey, s. 24; Özkaraca, s. 10.
Kar, s. 106.
Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 176.
Narmanlıoğlu, s. 140; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 176.
Güzel, s. 80, 82; Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 10; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 180.
Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 180.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
433
İş Hukukunda İşyeri ve İşletme Kavramlarının Önemi
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
2. İŞLETME KAVRAMI VE İŞLETMENİN UNSURLARI
2.1. İşletme Kavramı
2.1.1. Ticaret Hukukunda İşletme
İşletme, ticaret hukuku doktrinine göre, bir girişimci (müteşebbis)
tarafından ekonomik çıkar yani kazanç sağlamak amacıyla emek ve sermayenin
bağımsız şekilde bir araya getirilmesi olarak tanımlanabilir44. Ancak bu tanım,
Ticaret Hukukundaki ticari işletme tanımına uymamaktadır. Çünkü ekonomik
anlamdaki her işletme, aynı zamanda bir ticari işletme değildir; ancak her ticari
işletme ekonomik anlamda da bir işletmedir. Bu nedenle, işletme kavramı,
ticari işletmeyi de kapsayan daha geniş bir kavramdır45.
Ticaret hukuku açısından bir işletmenin varlığı için işçi çalıştırma zorunluluğu
yoktur. İşletme sahibinin tek başına ya da aile bireyleri ile birlikte çalışması
veya alt işverenler aracılığıyla faaliyetlerini gerçekleştirmesi mümkündür46.
Ticaret hukuku açısından işletmenin amacı kâr sağlamaktır47.
2.1.2. İş Hukukunda İşletme
4857 sayılı İş Kanununda işletme kavramının tanımı yapılmamıştır. İşyeri ile
işletme kavramı arasında fark olduğu bilinmektedir; ancak işletme kavramının
da açıklığa kavuşturulması ve iş hukuku açısından önemli olan bu kavramın
tanımının yapılması gerekmektedir.
İş Hukuku açısından işletme, “üretim faktörlerinin (emek, çalışan işçiler)
sermaye (maddi olan veya olmayan unsurlar), doğa (işin yapılacağı yer)
müteşebbis (işveren) tarafından; planlı, tutarlı ve sistemli bir biçimde bir
araya getirilerek, sürekli ve bağımsız olarak mal ya da hizmet üretimine veya
mübadelesine yönelen ve bu amaçlara ulaşabilmek için tek bir işyerinden veya
birden çok işyerinden meydana gelen ekonomik ve sosyal bir organizasyon”
şeklinde tanımlanmaktadır48. Daha basit bir ifadeyle işletme, “işyerinden
farklı olarak, iktisadi bir amacın gerçekleştirilebilmesi için bir işverene ait bir
44
45
46
47
48
Sabih Arkan, Ticari İşletme Hukuku, 23. Baskı, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü,
Ankara 2017, s. 26; Mehmet Bahtiyar, Ticari İşletme Hukuku, 18. Bası, Beta Basım, İstanbul
2017, s. 17; Fatih Bilgili/Ertan Demirkapı, Ticaret Hukuku Bilgisi, 3. Baskı, Dora Basım, Bursa
Ekim 2012, s. 13; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 197; Ahmet Taşkın, “İş Hukukunda
İşletme Kavramı”, Çalışma ve Toplum, Ekonomi ve Hukuk Dergisi, 2012/1, S. 32, s. 92; Doğan
Yenisey, s. 34.
Arkan, s. 27; Bahtiyar, s. 17-18; Bilgili/Demirkapı, s. 13; Taşkın, s. 92.
Güzel, s. 68.
Güzel, s. 70.
Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 66; Türk İş Hukuku mevzuatında işyeri ve işletme kavramları
ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 73 vd.; Aydınlı, İşyeri ve İşletme
Kavramları, s. 197; ayrıca bkz. Taşkın, s. 76 vd.; benzer tanım için bkz. Mollamahmutoğlu/
Astarlı/Baysal, İş Hukuku, s. 251.
434
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Importance of the Concepts of Workplace and Enterprıse in the Labour Law
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
veya birden fazla işyerinin örgütlenmesinden oluşan bir ünitedir” şeklinde
tanımlanabilir49.
Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu m. 2/d hükmü, işletme toplu
iş sözleşmesi çerçevesinde işletmeyi, bir gerçek veya tüzel kişiye ya da bir
kamu kurum veya kuruluşuna ait aynı işkolundaki birden çok işyeri olarak
tanımlamıştır.
İktisadi ve hukuki açıdan işletme kavramı ile işletme toplu iş sözleşmesindeki
işletme kavramı aynı değildir50. Genel anlamda işletme, iktisadi açıdan kâr
amacıyla, üretim faktörlerinin bir girişimci tarafından planlı bir şekilde mal veya
hizmet için organize edilmesi şeklinde tanımlanmaktadır. İşletme bu anlamda
hukuki ve mali açıdan bağımsızdır. Bu bağlamda işletme tek bir işyerinden
oluşabileceği gibi, birden fazla işyerinden de oluşabilir51. Buna karşılık, toplu
iş sözleşmesi ünitesi olarak işletme, bir gerçek veya tüzel kişi işverenin aynı
işkolundaki işyerlerinin bütünüdür ve bu işyerleri arasında herhangi bir amaç
ya da yönetim ya da organizasyon birliği gerekli değildir52. Bir işverene ait tek
bir işyeri bulunması halinde, İş Kanunu açısından tek bir işyerinden oluşan
işletmeden bahsedilse de, Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu açısından
bir işletmeden bahsedilemez53. Bir başka ifadeyle, toplu iş sözleşmesi ünitesi
olarak işletmeden bahsedebilmek için aynı iş kolunda en az iki işyerinin olması
gerekli ve yeterlidir. Eğer işverenin değişik işkollarına giren birden çok işyeri
varsa, bu takdirde ait oldukları işkollarına göre işyerlerini kapsayan birden
fazla işletme toplu iş sözleşmesi yapılabilecektir. Öte yandan, bir işletme
kapsamında yer alan tüm işyerleri farklı işkollarında faaliyet gösteriyorlarsa,
bütün işyerleri işletme toplu iş sözleşmesi kapsamı dışında kalacaktır ve
koşulları varsa, her işyeri için ayrı işyeri toplu iş sözleşmesi yapılabilecektir54.
Görüldüğü üzere, işletme toplu iş sözleşmesindeki işletme kavramı farklı
anlamı ifade etmektedir.
49
50
51
52
53
54
Süzek, s. 210; Çelik/Caniklioğlu/Canbolat, s. 130; Doğan Yenisey, s. 32; Müjdat Şakar, İş
Hukuku Uygulaması, 9. Baskı, Beta Basım, İstanbul 2011, s. 46; Köseoğlu, İş Sözleşmeleri,
s. 27; Köseoğlu, İşyerinin Kapanması, s. 46; Aktay/Arıcı/Senyen Kaplan, s. 45; Aydınlı, İşyeri
ve İşletme Kavramları, s. 190; N. Binnur Tulukcu, “Şirket Birleşmelerinde İşletme Gerekleri
İle İş Sözleşmesinin Feshi”, Sicil İş Hukuku Dergisi, Haziran 2010, S. 18, s. 138; Kar, s. 103;
Özkaraca, s. 19; Sönmez Tatar, s. 12.
Öner Eyrenci, “6356 Sayılı Kanunda Toplu İş Sözleşmesi Türleri”, Dokuz Eylül Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 15, Özel S., 2013, (Basım Yılı: 2014), s. 133; Doğan Yenisey, s.
346.
Çelik/Caniklioğlu/Canbolat, s. 82, 130; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 174, 191;
ayrıca bkz. Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 12; Taşkın, s. 79, 97, 107; Eyrenci, s. 133.
Doğan Yenisey, s. 346.
Doğan Yenisey, s. 346.
Eyrenci, s. 133; Doğan Yenisey, s. 346-347, ayrıca bkz. s. 332, 340; A. Can Tuncay/Burcu
Savaş Kutsal, Toplu İş Hukuku, 6. Bası, Beta Basım, İstanbul 2017, s. 220.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
435
İş Hukukunda İşyeri ve İşletme Kavramlarının Önemi
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
İş hukukundaki işletme, ticari işletmeye göre çok daha geniş kapsamlıdır ve
işletmenin mutlaka ekonomik nitelikte kazanç amacı güden bir birim olması
zorunlu değildir. Ayrıca işletmenin faaliyetlerinin, esnaf faaliyetleri sınırını
aşması gerekli olmadığı gibi işletmenin, mutlaka ticari bir nitelik taşıması da
gerekli değildir. İş hukuku açısından kamu hizmeti gören işletmeler veya ideal
bir amaç güden işletmeler de işletme olarak değerlendirilmektedir55.
2.2. İş Hukuku Açısından İşletmenin Unsurları
İş hukuku anlamında bir işletmenin söz konusu olabilmesi için belli unsurların
varlığı şarttır. İş Hukuku anlamında bir işletmenin söz konusu olabilmesi için,
o yerde iş sözleşmesine dayanarak işverene veya yardımcılarına bağlı şekilde
(otoritesi altında) ücret karşılığında çalışan işçi, işveren, işyeri, işletmenin
konusunu oluşturan bir faaliyet ve devamlı bir faaliyet (iş) olmalıdır56.
2.2.1. Ücret Karşılığı Çalışan Bir İşçi
İş K. m. 2 gereğince, “Bir iş sözleşmesine dayanarak çalışan gerçek kişiye
işçi denir”. İş hukuku anlamında bir işletmenin söz konusu olabilmesi için ilk
olarak, ücret karşılığı çalışan bir işçinin varlığı gereklidir. İşçi sayısının önemi
bulunmamaktadır57.
İşçilerin İş Kanunu kapsamında olup olmaması önemli değildir. Bir yerin
işletme sayılıp sayılmaması ile o yerde çalışan işçilerin İş Kanununun uygulama
alanı içine girip girmemeleri farklı konulardır58.
İşçi çalıştırma zorunluluğu, iş hukuku açısından temel bir unsur olmakla
birlikte, ticaret hukuku açısından veya ekonomik anlamda bir işletmenin
varlığı için işçi çalıştırma zorunluluğu yoktur. İşletme sahibinin tek başına ya da
aile bireyleri ile birlikte çalışması veya alt işverenler aracılığıyla faaliyetlerini
gerçekleştirmesi mümkündür. Bu hallerde işletme sahibi hiç işçi çalıştırmadığı
için, iş hukuku açısından bir işletme söz konusu olmamaktadır59.
2.2.2. İşveren
İş K. m. 2 gereğince, “İşçi çalıştıran gerçek veya tüzel kişiye yahut tüzel
kişiliği olmayan kurum ve kuruluşlara işveren denir”. İş hukuku anlamında bir
işletmenin söz konusu olabilmesi için diğer unsur, işçilerden işin yapılmasını
isteme ve bu amaçla gerekli talimatı verme yetkisine sahip olan işverenin
55
56
57
58
59
Doğan Yenisey, s. 35; Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 17; Süzek, s. 209-210; Güzel, s. 67, 70.
Taşkın, s. 101; Benzer tanım için bkz. Mollamahmutoğlu/Astarlı/Baysal, İş Hukuku, s. 251;
Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 66-69.
Taşkın, s. 101-102; Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 66; ayrıca bkz. Doğan Yenisey, s. 35; Güzel, s.
81; Köseoğlu, İşyerinin Kapanması, s. 45; Sönmez Tatar, s. 7-8.
Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 192.
Güzel, s. 68; Taşkın, s. 101.
436
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Importance of the Concepts of Workplace and Enterprıse in the Labour Law
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
varlığıdır. Bazı hallerde iş görme ediminin alacaklısı ile emir ve talimat verme
yetkisine sahip olan kişiler farklı kişilerdir. Bu hallerde somut işveren ve soyut
işveren söz konusu olmaktadır. Emir ve talimat verme yetkisine sahip olan
somut işveren; iş görme ediminin alacaklısı soyut işverendir60.
İşletmenin sahibinin tüzel kişi olması, iflas etmiş olması, küçük veya kısıtlı
olması halinde bu kişilerin yönetme yetkisi olmadığından bunların yerine tüzel
kişi organı, veli veya vasi, iflas masası, kanuni temsilci yönetme yetkisine sahip
olmaktadır. Bu durumda yönetme yetkisine sahip olan kişiler somut işveren,
diğerleri ise soyut işveren olmaktadır61. İşyeri ve işletmenin unsurlarından biri
olan işveren, soyut işverendir62.
Soyut işverenin talimat verme yetkisinin olmamasının sebebi, hukuki işlem
ehliyetinin olmamasıdır. İşin yönetimi için yapılan tüm işlemler birer hukuki
işlemdir. Nitekim verilen talimatlar, hukuki sonuçlar doğurması amaçlanan
işlemlerdir. Bu hukuki sonuç ise işçinin verilen talimata uygun olarak işi yerinde
ve zamanında yapma borcu altına girmesi işverenin de bunun karşılığında
ücret ödeme borcu altına girmesidir63.
2.2.3. İşyeri
İş K. m. 2 gereğince, “İşveren tarafından mal veya hizmet üretmek amacıyla
maddî olan ve olmayan unsurlar ile işçinin birlikte örgütlendiği birime işyeri
denir”. Bir işyerinin aynı zamanda işletme sayılabilmesi için herhangi bir
işletmeye veya organizasyona hukuki ve iktisadi olarak bağlı olmaması gerekir.
Bu nedenle birden fazla işyerinin bir araya gelerek bir işletmeyi oluşturabilmesi
için aralarında hukuki ve iktisadi bağın olması gerekir. İşletme hukuki ve
iktisadi bakımdan bağımsız olduğu halde işyerinin tek başına bağımsız olması
mümkün değildir64. İşletmeden ayrılmış bir işyerinin varlığı söz konusu
olamaz. Bu özellik işletmenin birden çok işyerini kapsadığı zaman daha açık
görülmektedir65.
60
61
62
63
64
65
Güzel, s. 69; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 193; Süzek, s. 153; Mollamahmutoğlu/
Astarlı/Baysal, İş Hukuku, s. 196; Mollamahmutoğlu/Astarlı/Baysal, Ders Kitabı, s. 63;
Narmanlıoğlu, s. 110.
Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 193-194; Süzek, s. 153-154; Mollamahmutoğlu/
Astarlı/Baysal, İş Hukuku, s. 196; Mollamahmutoğlu/Astarlı/Baysal, Ders Kitabı, s. 62-63;
ayrıca bkz. Çelik/Caniklioğlu/Canbolat, s. 80; Narmanlıoğlu, s. 109.
Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 194; Talimat verme yetkisini kullanarak işçilerle
doğrudan doğruya ilişki içinde bulunan kişi işverene ait bir yetkiyi kullanması sebebiyle,
sosyolojik açıdan işveren sayılmaktadır. Hukuken işveren sıfatına sahip olan kişi soyut
işverendir (Narmanlıoğlu, s. 110).
Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 194.
Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 202; Taşkın, s. 78.
Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 202.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
437
İş Hukukunda İşyeri ve İşletme Kavramlarının Önemi
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
İşletmeyi işyerlerinin bütünü olarak tanımlamak doğru değildir. Bunun
gibi, aynı işverene ait birden fazla işyerinin mutlaka tek bir işletmeyi meydana
getireceğini ileri sürmek de yanlış olur66. Çünkü birden fazla işyeri arasında
hukuki bir bağlılık olmamasına rağmen iktisadi bir bağlılık olabilir ya da tam
tersi olabilir. Örneğin aynı kişiye ait bir market ile bir manav farklı işyerleridir.
Ancak bu iki işyeri bir limited şirketin aynı işletme amacının kapsamında ise
gelir ve giderleri aynı şirkette toplanıyor ise burada iki işyeri olan bir işletme
var demektir67. Başka bir örnek olarak; bir işverenin bir kısım işyerleri tekstil
alanında faaliyet göstererek farklı bir işletmeyi, bir kısmı da otomotiv alanında
faaliyet göstererek farklı bir işkolu ve işletmeyi oluşturabilir. O halde bir
işverene ait birden fazla işyerinin değil, aynı hukuki çerçevede bir merkeze
ve aynı iş koluna bağlı birden fazla işyerinin bir araya gelmesiyle işletme
oluşmaktadır. Aksi halde farklı iş kollarında ve farklı merkezler tarafından
yönetilen farklı işyerleri söz konusu olmakta; bu işyerleri de değişik işletmeleri
oluşturmaktadır68.
İşçinin, bir işyerinde çalıştırılması zorunludur. Ancak bu işyerinin kapalı
bir mekan veya tesis olması zorunlu değildir. Kimi işlerde, çalışmanın işyeri
dışında yapılması o işlerin mahiyeti gereğidir. Ürün tanıtımcısının, örneğin
ilaç mümessillerinin (reprezant), pazarlamacıların veya gazete dağıtıcılarının
yaptıkları işler klasik işyeri dışında yürütülmektedir69. İşyerinin bildirilmesi,
iş kazası, çalışan işçi sayısının tespiti, toplu iş sözleşmesi ünitesi, iş sağlığı ve
güvenliği tedbirleri ve yükümlülükleri, sosyal güvenlik çerçevesinde haklar
ve borçların tespiti ve benzeri birçok alanda fiziki anlamda işyeri son derece
önemlidir70. Bu açıdan mahiyeti gereği işyeri dışında yapılması gereken
işlerde işyeri, çalışmanın yapıldığı yer kabul edilecektir. Bir diğer ifadeyle,
gazete dağıtıcısının görevini yapmak üzere klasik işyeri dışında çalışması o işin
mahiyeti gereğidir ve bu kişinin işyeri görevini yaptığı yer kabul edileceğinden;
görevini yaparken başına bir kaza geldiğinde iş kazası söz konusu olacaktır71.
2.2.4. İşletmenin Konusunu Oluşturan Faaliyet
Bir işletmede çalışan işçiler, bu işletmenin konusunu oluşturan bir faaliyetin
gerçekleştirilmesine hizmet etmektedirler. İşveren ise bu faaliyetin işçiler
tarafından yerine getirilmesini sağlamaktadır. İşletmenin konusunu oluşturan
bu faaliyet, hem bazı araçların ortaya konulmasını, hem de belli bir amacın
66
67
68
69
70
71
Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 202; Taşkın, s. 80, 97, 107.
Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 202.
Taşkın, s. 97.
Mollamahmutoğlu/Astarlı/Baysal, İş Hukuku, s. 255; Taşkın, s. 103.
Alpagut, s. 32.
İş kazasının tanımı için bkz. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu m.
13 ile 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu m. 3/g.
438
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Importance of the Concepts of Workplace and Enterprıse in the Labour Law
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
saptanmasını içermektedir. İşletmenin konusunu oluşturan faaliyet, işletmede
çalışan personel ile birlikte maddi ve maddi olmayan bazı araçlardır. Bu araçlar,
işletmenin faaliyetlerini gerçekleştirmeye hizmet ederler72.
Her işletmenin bir amacı vardır ve işletmenin izlediği amacın mutlaka
ekonomik olması yani gelir elde etmeye yönelik olması zorunlu değildir. Sınai,
ticari ya da tarımsal bir faaliyet ve hatta serbest bir mesleğin icrası söz konusu
olabileceği gibi; yardım, kültürel ya da mesleki amaç taşıyan örgütler de işçi
çalıştırdıkları takdirde iş hukuku anlamında işletme niteliği taşırlar73.
2.2.5. Devamlı Bir Faaliyet
Bir işletmenin az ya da çok faaliyette olması gerekir. Devamlılık hem ticaret
hukuku hem de iş hukuku açısından önemlidir. Örneğin iş hukukunda işyerinin
veya işletmenin devri, işçilerin iş sözleşmelerini sona erdirmez74.
İşletmedeki işin devamlı ve bağımsız olması önemlidir. Tesadüfi veya geçici
nitelikteki işler işletmenin varlığını engeller75.
Amaçlanan faaliyetin yönetimi ve devamı o işletme içinde organize
edilmelidir. Eğer başka bir işletmeye bağlı ise bağlı olan yer işletme değildir.
Bu durumda burası bağlı olduğu işletmenin işyeri sayılmalıdır76.
3. TİCARİ İŞLETME KAVRAMI VE TİCARİ İŞLETMENİN UNSURLARI
3.1. Ticari İşletme Kavramı
Ticari işletme kavramının tanımı, TTK. m. 11/f.1’de yapılmıştır. “Ticari
işletme, esnaf işletmesi için öngörülen sınırı aşan düzeyde gelir sağlamayı
hedef tutan faaliyetlerin devamlı ve bağımsız şekilde yürütüldüğü işletmedir”.
Görüldüğü gibi tanımda, ticari işletmenin bir işletme olduğu açıkça
belirtilmiştir. Dolayısıyla bu tanım da bizi her ticari işletmenin, bir işletme
olduğu sonucuna götürmektedir. Ayrıca kanunda yapılan tanımdan anlaşıldığı
üzere; bir ticari işletmeyi işletmeden ayıran en önemli unsur, esnaf işletmesi
için öngörülen sınırı aşan düzeyde gelir sağlamayı hedef tutan faaliyetlerin
bulunması gerektiğidir77. Ayrıca bu faaliyetlerin devamlı ve bağımsız şekilde
72
73
74
75
76
77
Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 193.
Güzel, s. 69-70; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 195-196; Taşkın, s. 104.
Bkz. 4.1. başlığı altındaki açıklamalar.
Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 196.
Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 196.
TTK. m. 11/II gereğince, “Ticari işletme ile esnaf işletmesi arasındaki sınır, Bakanlar Kurulunca
çıkarılacak kararnamede gösterilir”. Esnaf ve Sanatkâr ile Tacir ve Sanayiciyi Belirleme
Koordinasyon Kurulunun kararına dayanan Sanayi ve Ticaret Bakanlığının 8/6/2007 tarihli
ve 2051 sayılı yazısı üzerine, 6762 sayılı (yürürlükten kalkan) Türk Ticaret Kanununun
1463’üncü maddesine göre, Bakanlar Kurulu’nca 18/6/2007 tarihinde kararlaştırılıp, 21
Temmuz 2007 tarih ve 26589 sayılı Resmi Gazete ’de yayımlanan, 2007/12362 sayılı Bakanlar
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
439
İş Hukukunda İşyeri ve İşletme Kavramlarının Önemi
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
yürütülmesi gerekmektedir. Bu nedenle, esnaf işletmesi (ekonomik anlamda)
bir işletmedir ancak ticari işletme değildir78. Türk Ticaret Kanununda esnaf
işletmesi kavramının tanımı yapılmamıştır. Ancak TTK. m. 15, esnaf kavramını
tanımlamıştır79. Bu maddede yapılan tanımdan yola çıkarak esnaf işletmesi,
esnaf tarafından yürütülen faaliyetlerin gerçekleştiği işletme şeklinde
tanımlanmaktadır80.
3.2. Ticari İşletmenin Unsurları
3.2.1. Gelir Elde Etme (Kâr Sağlama) Amacı
Ticari işletmenin amacı gelir elde etmektir. Ancak burada geliri mutlak
olarak ele almamak gerekir. Gelir elde etme amacı ile kurulan bir işletmenin
zarar etmesi işletme niteliğini ortadan kaldırmaz81. Aynı şekilde kar amacıyla
kurulmamış bir organizasyonun faaliyetleri sırasında kar elde etmesi ona
işletme niteliği kazandırmaz82.
Elde edilen gelirin harcanma yerinin kamuya veya özele yönelik olması
önemli değildir83. Diğer bir ifadeyle elde edilen gelirin sarf edilme şekli,
işletmenin niteliğini değiştirmez84. Örneğin, fakirlere yardım için kurulan
derneğe ait kitapçı dükkânı veya fakir öğrencileri okutmak amacıyla dernek
tarafından işletilen lokanta ya da mağaza birer işletmedir. Ancak, sırf fakirlere
yardım yapmak için bedava ilaç dağıtan bir eczane veya yemek dağıtan bir
aşevi ticari işletme değildir. Çünkü burada gelir elde etme amacı yoktur85.
İşletmenin devlet, belediye ya da özel şahsa ait olması da önemli değildir86.
Faaliyetin kaç kişiyle yürütüldüğü, sermaye/bedeni çalışmaya dayanması,
78
79
80
81
82
83
84
85
86
Kurulu Kararı; esnaf - tacir ayırımına son noktayı koymuştur. Bu arada 6762 sayılı TTK.‘nın
yürürlükten kalkması önemli değildir. 6102 sayılı TTK. kabul edilse dahi yeni Bakanlar Kurulu
kararnamesi çıkana kadar bu Bakanlar Kurulu kararnamesi yürürlüktedir.
Arkan, s. 27; Bilgili/Demirkapı, s. 14-15; Burada önemli olan gelir sağlama amacının
olmasıdır. İşletmenin zarar etmesi, işletme niteliğini ortadan kaldırmamaktadır (Aydınlı,
İşyeri ve İşletme, s. 25); ayrıca bkz. Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 24-27.
TTK. m. 15’e göre, “İster gezici olsun ister bir dükkanda veya bir sokağın belirli yerlerinde
sabit bulunsun, ekonomik faaliyeti sermayesinden fazla bedeni çalışmasına dayanan ve
geliri 11 inci maddenin ikinci fıkrası uyarınca çıkarılacak kararnamede gösterilen sınırı
aşmayan ve sanat veya ticaretle uğraşan kişi esnaftır…”.
Bilgili/Demirkapı, s. 15-16.
Arkan, s. 27; Bahtiyar, s. 18; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 207; Taşkın, s. 93; İ.
Yılmaz Aslan, Ticaret Hukuku Dersleri, 10. Baskı, Ekin Basım Yayın, Bursa 2016, s. 6; Sami
Karahan, Ticari İşletme Hukuku, 23. Bası, Mimoza Yayınları, Konya 2012, s. 19.
Taşkın, s. 93; Karahan, s. 19.
Arkan, s. 27; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 207; Taşkın, s. 93; Karahan, s. 19.
Bahtiyar, s. 19.
Arkan, s. 27; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 207; Taşkın, s. 93; Aslan, s. 6.
Arkan, s. 27; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 207.
440
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Importance of the Concepts of Workplace and Enterprıse in the Labour Law
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
devamlı/kesintili olması da önemsizdir87. Hamallık, tüccarlık, sanayicilik vb.
gelir sağlamayı hedefleyen faaliyettir88.
Ekonomik kazanç, kâr paylaşmak şeklinde olabileceği gibi yapılacak olan
giderlerin azaltılması suretiyle de olabilir89. Diğer bir ifadeyle, ticari işletmenin
geliri sadece malvarlığında aktifi arttıran bir unsur olarak değil, malvarlığının
pasifindeki çoğalmaları azaltma şeklinde de olabilir90. Örneğin tüketim
kooperatifleri veya üyelerine daha ucuz konut veya işyeri temin etmek için
kurulmuş bulunan yapı kooperatifleri gibi91.
3.2.2. Devamlılık (Süreklilik)
Bir ticari işletmenin varlığından söz edebilmek için bu işletmenin devamlı
(sürekli) bir nitelik taşıması gerekir. Tek sefere mahsus veya tesadüfi faaliyetler
devamlılık unsurunun dışında kalmaktadır. Devamlılık unsurunda devam kastı
ve amacı vardır. Dolayısıyla faaliyetin kesintiye uğraması devamlılık unsurunu
ortadan kaldırmaz. Örneğin sadece okulun açık olduğu zamanlar işletilen
kantin işletmesi veya mevsime bağlı plaj işletmelerinde olduğu gibi. Burada
devamlılık unsuru okul ve mevsim süresi içindedir92. Buna karşılık bir veya
birkaç defaya mahsus olmak üzere gerçekleştirilen taşıma faaliyeti, ara sıra
düzenlenen araba piyangoları gibi arızi nitelik taşıyan faaliyetler devamlı
değildir93.
3.2.3. Bağımsızlık
Ticari işletmenin diğer unsuru yapılan faaliyetin bağımsız olarak
yürütülmesidir. Bağımsızlık, işletmenin hem iç hem de dış ilişkilerinde bağımsız
karar alabilmesi ve bağımsız işlem yapabilme yeteneğidir94. Şubeler, bağımsız
şekilde faaliyette bulunamayıp merkeze bağlı olduklarından ayrı bir işletme
sayılamazlar95. Aynı şekilde depolar, otomobil servisleri içerisindeki tamir
atölyeleri bağımsız olmadıkları için ticari işletme sayılmazlar96. Bunlar dış
ilişkilerinde bağımsız olmalarına rağmen, iç ilişkilerinde merkeze bağlıdırlar97.
Buna karşılık, bir ticari işletmeyi ilgilendiren sözleşmelerde aracılık etmeyi
87
88
89
90
91
92
93
94
95
96
97
Taşkın, s. 93; Karahan, s. 20.
Taşkın, s. 93.
Taşkın, s. 93; Aslan, s. 6.
Arkan, s. 28; Bahtiyar, s. 19; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 207.
Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 207; Bahtiyar, s. 19; Taşkın, s. 93; Aslan, s. 6.
Arkan, s. 31; Bahtiyar, s. 24; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 207; Taşkın, s. 93; Aslan,
s. 7; Karahan, s. 20.
Karahan, s. 20.
Taşkın, s. 93; Karahan, s. 21.
Arkan, s. 31; Bahtiyar, s. 24; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 207; Aslan, s. 7.
Taşkın, s. 93-94; Karahan, s. 21.
Taşkın, s. 93-94.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
441
İş Hukukunda İşyeri ve İşletme Kavramlarının Önemi
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
veya bunları o işletme adına yapmayı meslek edinen kişiler (acente) tarafından
yürütülen faaliyet, bağımsız nitelik taşıdığından, acentelik faaliyetiyle ilgili
olarak açılan müesseseler diğer koşulların da varlığı halinde ticari işletme
sayılır98.
3.2.4. Esnaf Faaliyeti Sınırlarını Aşma
Yukarıdaki üç unsuru taşıyan bir işletmede yürütülen faaliyetin esnaf
faaliyeti sınırını aşması gerekir. Sadece belirli büyüklükteki işletmeler (TTK.
m. 11/f.1’de belirtilen esnaf işletmesi için öngörülen sınırı aşan düzeyde
gelir sağlamayı hedef tutan işletmeler) ticari işletme sayılır. Esnaf işletmesi,
işletme olmakla birlikte, ticari işletme sayılmamaktadır. Esnaf işletmesi gibi
ticari işletme olmayan işletmelere kural olarak Türk Ticaret Kanunu hükümleri
uygulanmayacaktır99. Ticari işletmenin asıl önemli unsuru budur. Çünkü diğer
unsurlar esnaf işletmelerinde de bulunabilir. Oysa ticari işletmeyi esnaf
işletmesinden ayırabilmek, ancak bu unsur sayesinde mümkün olmaktadır100.
TTK. m. 15, esnaf kavramını tanımlamıştır. TTK. m. 15’e göre, “İster gezici
olsun ister bir dükkanda veya bir sokağın belirli yerlerinde sabit bulunsun,
ekonomik faaliyeti sermayesinden fazla bedeni çalışmasına dayanan ve geliri
11 inci maddenin ikinci fıkrası uyarınca çıkarılacak kararnamede gösterilen
sınırı aşmayan ve sanat veya ticaretle uğraşan kişi esnaftır…”. Bu maddede
yapılan tanımdan yola çıkarak esnaf işletmesi, esnaf tarafından yürütülen
faaliyetlerin gerçekleştiği işletme şeklinde tanımlanmaktadır101.
Tacir, iktisadi faaliyeti daha çok paraya dayanan ve kazandığı para ihtiyaç
duyduğundan fazla olan kimsedir. Tacir olmayan kişi esnaftır. Örneğin simitçi,
salepçi esnaftır. Bunların elde ettiği kazanç ancak geçimini sağlamaya yetecek
kadardır. Bir kişinin esnaf sayılabilmesi için üç unsurun birlikte bulunması
gerekmektedir: Bunlardan birincisi; ekonomik faaliyeti sermayesinden fazla
bedeni çalışmasına102 dayanması; ikincisi, gelirin geçimi sağlamaya yetecek
kadar az olması; üçüncüsü de sanat veya ticaret sahibi olmasıdır103.
98
99
100
101
102
103
Arkan, s. 31; Bahtiyar, s. 25.
Arkan, s. 27; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 208.
Bahtiyar, s. 19.
Bilgili/Demirkapı, s. 15-16.
“Bedeni çalışma, işletme sahibinin bizzat kendisine ait olan beden ve beyin gücünü (mesleki
bilgi ve tecrübe) ifade eder. Bu nedenle kişinin kendi beden ve beyin gücüyle icra edilen
öğretmenlik, mali müşavirlik, yatırım danışmanlığı, muayenehane doktorluğu, yazarlık,
ressamlık, heykeltıraşlık, bestekarlık, noterlik ve mimarlık gibi faaliyetler ticari işletme
faaliyeti sayılmazlar. İşletmede ücret karşılığı çalışan kişilere ait beden ve beyin gücü ise
bedeni çalışmaya değil sermayeye dahil edilir. Örneğin doktor muayenehanesinde bedeni
çalışma hakim unsur iken, onbeş uzmanın çalıştığı bir tıp polikliniğinde hakim unsur
sermayedir”. (Karahan, s. 23).
Taşkın, s. 94-95; Aslan, s. 8.
442
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Importance of the Concepts of Workplace and Enterprıse in the Labour Law
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
4. İŞYERİ - İŞLETME VE TİCARİ İŞLETME AYRIMI
Bir işyerinin mevcut olmaması halinde İş Kanunu hükümleri uygulama
alanı bulamayacaktır. İş Kanunu hükümlerinin birçoğunda işyeri kavramı
esas alınmıştır. Örneğin, 1475 sayılı İş Kanununun kıdem tazminatına ilişkin
14. maddesinde, “İşçilerin kıdemleri, hizmet akdinin devam etmiş veya
fasılalarla yeniden akdedilmiş olmasına bakılmaksızın aynı işverenin bir
veya değişik işyerlerinde çalıştıkları süreler gözönüne alınarak hesaplanır.
İşyerlerinin devir veya intikali yahut herhangi bir suretle bir işverenden başka
bir işverene geçmesi veya başka bir yere nakli halinde işçinin kıdemi, işyeri
veya işyerlerindeki hizmet akitleri sürelerinin toplamı üzerinden hesaplanır
…” denilerek işyeri kavramının esas alındığı görülmektedir. Aynı şekilde, yıllık
ücretli izne ilişkin 4857 sayılı İş Kanununun 54. maddesinde “Yıllık ücretli izine
hak kazanmak için gerekli sürenin hesabında işçilerin, aynı işverenin bir veya
çeşitli işyerlerinde çalıştıkları süreler birleştirilerek göz önüne alınır …” denilerek
işletme kavramının değil işyeri kavramının esas alındığı belirtilmektedir104.
İş Kanununun birçok maddesinde işletmeden de söz edildiği görülmektedir.
Öyle ki, “Tanımlar” kenar başlıklı m. 2’de, “İstisnalar” kenar başlıklı m. 4’te,
“Belirli ve belirsiz süreli iş sözleşmesi ayrımının sınırları” kenar başlıklı m.
12’de, “Feshin geçerli sebebe dayandırılması” kenar başlıklı m. 18’de, “Toplu
işçi çıkarma” kenar başlıklı m. 29’da işletmeden söz edilmiştir.
Görüldüğü üzere, İş Kanununda işyeri ve işletme kavramları birçok
maddede yer almaktadır. Bu nedenle bu kavramlar arasındaki farkların ortaya
konulması gerekmektedir. Bu bağlamda aşağıda işyeri ile işletme arasındaki
farklar şu şekilde ortaya konulmuştur:
İş Hukukunda işletme kural olarak iktisadi ve mali (kâr sağlama) amaç
gütmekle birlikte, bu konuda mutlak bir zorunluluk yoktur. Birden çok işyerinden
oluşan işletmeye bağlı bir işyeri niteliğindeki fabrikanın amacı doğrudan
doğruya kâr sağlamak değil, bunun için mal üretimi yapmaktır105. Öyleyse,
işletmenin amacı iktisadi yani ekonomik iken, işyerinin amacı işletmeden farklı
olarak mal veya hizmet üretimine yönelik teknik bir amaçtır106.
104
105
106
Güzel, s. 72-73.
Çelik/Caniklioğlu/Canbolat, s. 118; Süzek, s. 209-210; ayrıca bkz. Aydınlı, İşyeri ve İşletme,
s. 11 vd; Doğan Yenisey, s. 35; Güzel, s. 80- 81; Kar, s. 106; Taşkın, s. 97; Sönmez Tatar, s. 7-8,
13.
Süzek, s. 209; Mollamahmutoğlu/Astarlı/Baysal, İş Hukuku, s. 252; Mollamahmutoğlu/
Astarlı/Baysal, Ders Kitabı, s. 78; Taşkın, s. 75-76, 78, 80, 105-106; Aydınlı, İşyeri ve İşletme,
s. 10, 18, 44; Güzel, s. 67; Aktay/Arıcı/Senyen Kaplan, s. 38-39, 45; Kaplan Senyen, s. 31;
Şakar, s. 46; Köseoğlu, İşyerinin Kapanması, s. 46; Kar, s. 103; Aydınlı, İşyeri ve İşletme
Kavramları, s. 202; Sönmez Tatar, s. 7, 13; Doğan Yenisey, s. 35.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
443
İş Hukukunda İşyeri ve İşletme Kavramlarının Önemi
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
İşletme genellikle işyerine göre daha geniş bir kavramdır. Bu nedenle
her bağımsız işyeri aynı zamanda bir işletmedir. İşletme tek bir işyerinden
oluşabileceği gibi birden çok işyerinden de oluşabilir107. Örneğin, bir banka,
işyeri niteliğinde olan birden fazla (yüzlerce) şubeye veya bir market farklı
bölgelerde satış yerine sahip bulunabilir108. İşletme tek işyerinden ibaret ise
iktisadi amaç ile teknik amacın birlikte ele alınması gerekmektedir109. Örneğin
bir işverenin tek bir fabrikası varsa, bu hem işyeri hem de işletme durumunda
olup, üretime yönelik tarafı işyeri, iktisadi amaç güden tarafı ise işletme
sayılır110.
Yukarıda yapılan açıklamalar sonucunda, “Her ticari işletme aynı zamanda bir
işyeri midir?” sorusuna her zaman olumlu yanıt vermek mümkün olmayacaktır.
Şöyle ki; ticaret hukukundaki ticari işletme kavramı ile iş hukukundaki işyeri
kavramı bazı durumlarda örtüşebilir. Örneğin esnaf işletmesinin sınırlarını aşan
büyüklükteki ticarethane, fabrika veya ticari şekilde işletilen diğer bir müessese
Ticaret Kanunu bakımından ticari işletme olarak değerlendirilirken, İş Kanunu
bakımından bu yerler işyeridir111. Ancak bu kavramların birbirlerinden ayrıldığı
noktalar da bulunmaktadır112. Örneğin, sadece belirli büyüklükteki işletmeler
(TTK. m. 11/f.1’de belirtilen esnaf işletmesi için öngörülen sınırı aşan düzeyde
gelir sağlamayı hedef tutan işletmeler) ticari işletme sayılırken, İş Kanunu
açısından böyle bir zorunluluk bulunmamaktadır. Ayrıca gelir sağlama amacı,
işyerinin bir unsuru değildir113.
İşletme ile işyeri arasında amaç ölçütü açısından fark vardır. Ticaret hukuku
bakımından işletme, iktisadi (ekonomik) veya ideal bir amaç güderken işyeri
mal veya hizmet üretimine yönelik teknik bir amaç gütmektedir114.
Tüm bunların yanında, en temel farklılık, işçinin İş K. m. 2 gereğince işyerinin
bir unsuru olarak kabul edilmesidir115. Ticari işletmeden söz edebilmek için
107
108
109
110
111
112
113
114
115
Çelik/Caniklioğlu/Canbolat, s. 82, 130; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 174, 191;
ayrıca bkz. Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 12; Taşkın, s. 79, 97, 107; Eyrenci, s. 133.
Taşkın, s. 79.
Çelik/Caniklioğlu/Canbolat, s. 118; ayrıca bkz. Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 12; Aydınlı, İşyeri
ve İşletme Kavramları, s. 190; Taşkın, s. 80.
Süzek, s. 210; Güzel, s. 65-66; Köseoğlu, İşyerinin Kapanması, s. 46; Sönmez Tatar, s. 13.
Doğan Yenisey, s. 34.
Ayrıntılı bilgi için bkz. Doğan Yenisey, s. 66 vd.
Doğan Yenisey, s. 34; Taşkın, s. 80; Güzel, s. 68; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 208.
Çelik/Caniklioğlu/Canbolat, s. 118; Süzek, s. 209; Mollamahmutoğlu/Astarlı/Baysal, İş
Hukuku, s. 252; Mollamahmutoğlu/Astarlı/Baysal, Ders Kitabı, s. 78; Taşkın, s. 75-76, 80;
Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 44; Güzel, s. 67; Şakar, s. 46; Köseoğlu, İşyerinin Kapanması, s.
46; Kar, s. 103; Özkaraca, s. 20; Sönmez Tatar, s. 7, 13.
Doğan Yenisey, s. 34-35; Taşkın, s. 97; Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 43; Özkaraca, s. 20;
Sönmez Tatar, s. 7.
444
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Importance of the Concepts of Workplace and Enterprıse in the Labour Law
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
ise işçi çalıştırılması zorunlu değildir116. Her ticari işletme işçi çalıştırmayabilir.
Oysa iş hukuku açısından bir yerin işyeri olarak kabul edilebilmesi için en az bir
işçi çalıştırması gerekmektedir117.
İş hukukundaki işletme kavramı ile ticaret hukuku anlamında ticari işletme
kavramı da birbirinden çok farklıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi İş hukuku
anlamında işletmenin konusunu oluşturan faaliyetlerin mutlaka ekonomik
nitelikte ve kâr sağlama amacına yönelik olması gerekmemektedir. İşletmenin
ticari olması, kâr amacını ön planda tutması veya sadece bu amacı gütmesi de
önemli değildir. Ticaret hukuku anlamında ticari işletme söz edilebilmesi için o
yerin esnaf işletmesinin sınırlarını aşan büyüklükteki fabrika, ticarethane veya
ticari şekilde işletilen diğer müesseselerden birisi olması gerekir. İş hukukunda
ise böyle bir zorunluluk yoktur. Önemli olan, işverene iş sözleşmesi ile bağlı bir
işçinin çalıştırılmasıdır. Ticaret hukuku açısından ise bir işletmenin varlığı için
işçi çalıştırma zorunluluğu yoktur118.
Sonuç olarak; işyeri, işletme ve ticari işletme kavramları farklı kavramlar
olup birbirlerine karıştırılmamaları gerekmektedir. Bununla birlikte bir ticari
işletmenin iş sözleşmesine dayalı işçi çalıştırması halinde, İş K. m. 2’de yapılan
işyeri tanımına uygun olarak, işyeri olarak kabul edilmesi açısından bir engel
bulunmamaktadır.
Yapılan bu açıklamalar ışığında uygulamada tartışma konusu olan şu
konuya da kısaca değinilmesi yerinde olacaktır. Üniversiteler kanun ile kurulan
kurumlardır. 6356 S. K. m. 34 bakımından üniversite toplu iş sözleşmesi ünitesi
olarak işyeri, fakülteler ise bağlı işyeridir. Uygulamada görüleceği üzere,
İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü ve bağlı işyerleri işletme toplu iş sözleşmesi
mevcuttur. Bu toplu iş sözleşmesinde, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü ve
bağlı işyerleri, “işyeri” olarak adlandırılmıştır.
4.1. İş Kanununda İşyerinin Devri
İş hukuku açısından işletmenin unsurlarından birinin de devamlı bir
faaliyet olduğunu yukarıda belirtmiştik. İşyerinin devrinde yeni işveren
sırf devir nedeniyle işçilerin iş sözleşmelerini feshedemez. İşyerinin veya
işletmenin devri sadece sözleşmenin işveren tarafının değişmesine neden
olur, işletme faaliyetinin devamını etkilemez. İşletmede faaliyetin aynen
devam etmesi şartıyla işyeri veya işletme başka bir işverene devredilse bile
116
117
118
Doğan Yenisey, s. 35; s. 68; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 208; Kar, s. 104; Özkaraca,
s. 20.
Süzek, s. 205; ayrıca bkz. Taşkın s. 97 vd; Aydınlı, İşyeri ve İşletme, s. 43; ayrıca bkz. Güzel,
s. 68; Köseoğlu, İşyerinin Kapanması, s. 45; Sönmez Tatar, s. 7.
Güzel, s. 68; Taşkın, s. 101.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
445
İş Hukukunda İşyeri ve İşletme Kavramlarının Önemi
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
işçilerin iş sözleşmeleri kendiliğinden yeni işverene geçer119. Bu husus İş
Kanununun “İşyerinin veya bir bölümünün devri” kenar başlıklı 6. maddesinde
hüküm altına alınmıştır. Bu maddeye göre, “İşyeri veya işyerinin bir bölümü
hukukî bir işleme dayalı olarak başka birine devredildiğinde, devir tarihinde
işyerinde veya bir bölümünde mevcut olan iş sözleşmeleri bütün hak ve
borçları ile birlikte devralana geçer” (m.6/f.1) … “Devreden veya devralan
işveren iş sözleşmesini sırf işyerinin veya işyerinin bir bölümünün devrinden
dolayı feshedemez ve devir işçi yönünden fesih için haklı sebep oluşturmaz.
Devreden veya devralan işverenin ekonomik ve teknolojik sebeplerin yahut iş
organizasyonu değişikliğinin gerekli kıldığı fesih hakları veya işçi ve işverenlerin
haklı sebeplerden derhal fesih hakları saklıdır” (m.6/f.5).
4.2. Türk Borçlar Kanununda İşyerinin Tamamının veya Bir Bölümünün
Devri
Türk Borçlar Kanununun 428. maddesine göre, “İşyerinin tamamı veya bir
bölümü hukuki bir işlemle başkasına devredildiğinde, devir tarihinde işyerinde
veya bir bölümünde mevcut olan hizmet sözleşmeleri, bütün hak ve borçları
ile birlikte devralana geçer.
İşçinin hizmet süresine bağlı hakları bakımından, onun devreden işveren
yanında işe başladığı tarih esas alınır.
Yukarıdaki hükümlere göre devir hâlinde, devirden önce doğmuş olan ve
devir tarihinde ödenmesi gereken borçlardan, devreden ve devralan işveren
müteselsilen sorumludurlar. Ancak, devreden işverenin bu yükümlülüklerden
doğan sorumluluğu, devir tarihinden itibaren iki yıl ile sınırlıdır”.
TBK. m. 428 hükmünden anlaşılacağı üzere, sözleşmede kalan tarafın
rızasının varlığına ihtiyaç duyulmadan işyerinin tamamının veya bir
bölümünün devri gerçekleşebilmektedir. TBK. m. 428 hükmünün uygulanması
konusunda işçi itiraz hakkına sahip değildir ve öngörülen yasal devir olgusunun
gerçekleşmesi yeterlidir120.
4.3. Türk Ticaret Kanununda İş İlişkilerinin Geçmesi
Türk Ticaret Kanununun 178. maddesine göre, “(1) Tam veya kısmi
bölünmede, işçilerle yapılan hizmet sözleşmeleri, işçi itiraz etmediği takdirde,
devir gününe kadar bu sözleşmeden doğan bütün hak ve borçlarla devralana
geçer.
119
120
Güzel, s. 85; Aydınlı, İşyeri ve İşletme Kavramları, s. 195; Taşkın, s. 78, 104-105.
Mustafa Alper Gümüş, Borçlar Hukuku Özel Hükümler, C. I, 3. Bası, Vedat Kitapçılık, İstanbul
2013, s. 502-503.
446
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Importance of the Concepts of Workplace and Enterprıse in the Labour Law
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
(2) İşçi itiraz ederse, hizmet sözleşmesi kanuni işten çıkarma süresinin
sonunda sona erer; devralan ve işçi o tarihe kadar sözleşmeyi yerine getirmekle
yükümlüdür”.
TTK. m. 178/f.1 hükmü, bölünme sonucunda işyeri devrinin söz konusu
olması halinde devirden etkilenecek işçilerin haklarının korunmasını
düzenleyen bir hüküm olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durumda bölünme,
bir işyeri devri niteliğinde ise çalışan işçilerden rıza alınması şarttır121. TTK
m. 178/f.2’de işçinin devre itirazı halinde iş sözleşmesinin bildirim süresinin
sonunda sona ereceği öngörülmektedir.
İş Kanunu, Türk Borçlar Kanunu ve Türk Ticaret Kanununun yukarıda sözü
edilen hükümlerinden anlaşılacağı üzere, iş yerinin devrinde ve iş ilişkilerinin
geçmesinde amaçlanan işçi açısından herhangi bir hak kaybı olmaması, işyeri
veya işletme faaliyetinin devamlı olmasıdır.
SONUÇ
İşyeri kavramı iş hukukunun temel kavramları arasında yer almaktadır.
4857 sayılı İş Kanununun 2. maddesinde işyeri kavramının tanımı yapılmıştır.
İşletme kavramı ise iş hukuku bakımından ikincil planda kalmaktadır. İşletme
kavramının tanımına İş Kanununda yer verilmemiştir. Her ne kadar işyeri ile
işletme kavramı arasında fark olduğu bilinse de işletme kavramının da açıklığa
kavuşturulması ve 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu
açısından farklı bir anlamı ve önemi olan bu kavramın tanımının yapılması
gerekmektedir.
İşyeri ile işletme kavramlarının farklı olduğu, işyerinin mal veya hizmet
üreten teknik bir birim, işletmenin ise kural olarak kâr amacı güden
ekonomik bir ünite olduğu doktrinde ve uygulamada herkes tarafından kabul
edilmektedir. Buna rağmen uygulamada işverenler, bir işyeri kurduklarında
ya da bir işyerini devraldıklarında yerine getirmeleri gereken yükümlülükler
konusunda tereddüde düşebilmektedirler. Bunun nedeni, kurulan yeni yerin
ya da devralınan yerin işyeri mi yoksa işletme mi olduğu konusunda kararsız
kalmalarıdır. Bir yerin işyeri olarak kabul edilip edilmemesi işyerinin gireceği
işkolu, işyerindeki yetkili sendika, toplu iş sözleşmesinin kişi ve yer açısından
kapsamı, grev oylamasında ele alınacak işçiler, grev ve lokavtın uygulama
alanı, çıkan uyuşmazlıklarda yetkili mahkemenin tespiti gibi birçok konuyu
etkilemektedir. Bu nedenle bir yerin işyeri mi yoksa işletme mi olduğunun
tespiti son derece önemlidir.
121
Candan Albayrak Zincirlioğlu, “İşyerinin Devrinde Türk Ticaret Kanunu İle İş Kanunu
Hükümlerinin İş İlişkilerine Etkisi”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 2014, S. 114, s. 26.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
447
İş Hukukunda İşyeri ve İşletme Kavramlarının Önemi
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
İş hukuku bakımından işletme, temel kavram olarak kabul edilmediği için
İş Kanununda tanımı yapılmamıştır. Bu açıdan kanun koyucu tarafından bilinçli
olarak işletme kavramının tanımının yapılmadığı düşünülebilir. Her ne kadar iş
hukuku bakımından esas olan işyeri kavramı olsa da ve işletme ikincil planda
bir kavram olarak yer alsa da İş Kanununda yer alacak bir işletme tanımı ile
uygulamada ortaya çıkacak birçok uyuşmazlık önlenmiş olacaktır.
*****
KAYNAKÇA
AKTAY Nizamettin/ARICI Kadir/SENYEN KAPLAN E. Tuncay : İş Hukuku, 5. Baskı,
Gazi Kitabevi, Ankara 2012.
ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU Candan, “İşyerinin Devrinde Türk Ticaret Kanunu
İle İş Kanunu Hükümlerinin İş İlişkilerine Etkisi”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi,
2014, S. 114, s. 11-48.
ALPAGUT Gülsevil : İşyerinin Devri ve İş Sözleşmesini Fesih Hakkı, Beta Basım,
İstanbul 2010.
ARKAN Sabih : Ticari İşletme Hukuku, 23. Baskı, Banka ve Ticaret Hukuku
Araştırma Enstitüsü, Ankara 2017.
ASLAN İ. Yılmaz : Ticaret Hukuku Dersleri, 10. Baskı, Ekin Basım Yayın, Bursa
2016.
AYDINLI İbrahim : Türk İş Hukukunda İşyeri ve İşletme Kavramları, Demiryol-İş
Eğitim Yayınları, Ankara 2001. (İşyeri ve İşletme)
AYDINLI İbrahim : “İş Hukukunda İşyeri ve İşletme Kavramlarının Muhtevası ve
Önemi”, Kamu-İş, İş Hukuku ve İktisat Dergisi, Ocak 1999, C. 4, S. 4, s. 171-216.
(İşyeri ve İşletme Kavramları)
BAHTİYAR Mehmet : Ticari İşletme Hukuku, 18. Bası, Beta Basım, İstanbul
2017.
BAŞBUĞ Aydın : “Toplu İş Sözleşmesi Yapma Yetkisindeki Temel Sorunlar ve
Sendikal Haklara Olumsuz Etkisi”, İş ve Hayat Dergisi, Aralık 2016, Y. 2, S. 4, s.
59-76.
BİLGİLİ Fatih / DEMİRKAPI Ertan : Ticaret Hukuku Bilgisi, 3. Baskı, Dora Basım,
Bursa Ekim 2012.
ÇELİK Nuri/ CANİKLİOĞLU Nurşen/CANBOLAT Talat : İş Hukuku Dersleri, 30.
Bası, Beta Basım, İstanbul 2017.
DOĞAN YENİSEY Kübra : İş Hukukunda İşyeri ve İşletme, Legal Yayıncılık,
İstanbul 2007.
448
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Importance of the Concepts of Workplace and Enterprıse in the Labour Law
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
EYRENCİ Öner : “6356 Sayılı Kanunda Toplu İş Sözleşmesi Türleri”, Dokuz Eylül
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 15, Özel S., 2013, (Basım Yılı: 2014),
s. 119-146.
GÜMÜŞ Mustafa Alper : Borçlar Hukuku Özel Hükümler, C. I, 3. Bası, Vedat
Kitapçılık, İstanbul 2013.
GÜZEL Ali : İşverenin Değişmesi-İşyerinin Devri ve Hizmet Akitlerine Etkisi,
Kazancı Hukuk Yayınları No. 56, İstanbul 1987.
KAPLAN SENYEN E. Tuncay : “İşyeri Devrinin, Türk Ticaret Kanunu m. 178 ve
İş Kanunu m. 6 Hükümleri Çerçevesinde İş İlişkilerine Etkisi”, Sicil İş Hukuku
Dergisi, Mart 2013, S. 29, s. 24-39.
KAR Bektaş : “İşletme İşyeri ve İşin Gereklerinden Kaynaklanan Nedenlere
Dayalı Fesihlerde Yargısal Denetim”, Çalışma ve Toplum, Ekonomi ve Hukuk
Dergisi, 2008, S. 17, s. 101-129.
KARAHAN Sami : Ticari İşletme Hukuku, 23. Bası, Mimoza Yayınları, Konya
2012.
KÖSEOĞLU Ali Cengiz : İşyerinin Kapanmasının İş Sözleşmelerine Etkisi, 1. Bası,
Beta Basım, İstanbul 2004. (İş Sözleşmeleri)
KÖSEOĞLU Ali Cengiz : “İşyerinin Kapanması”, Sicil İş Hukuku Dergisi, Aralık
2006, S. 4, s. 43-68. (İşyerinin Kapanması)
MOLLAMAHMUTOĞLU Hamdi /ASTARLI Muhittin/BAYSAL Ulaş : İş Hukuku, 6.
Baskı, Turhan Kitabevi, Ankara 2014. (İş Hukuku)
MOLLAMAHMUTOĞLU Hamdi /ASTARLI Muhittin/BAYSAL Ulaş : İş Hukuku
Ders Kitabı, Cilt 1: Bireysel İş Hukuku, Lykeion Yayınları, Ankara 2017. (Ders
Kitabı)
NARMANLIOĞLU Ünal : İş Hukuku Ferdi İş İlişkileri I, 5. Baskı, Beta Basım,
İstanbul 2014.
ÖZKARACA Ercüment : İşyeri Devrinin İş Sözleşmelerine Etkisi ve İşverenlerin
Hukuki Sorumluluğu, Beta Basım, İstanbul 2008.
SÖNMEZ TATAR Gülsüm : İşyeri Devrinin Kazanılmış Haklara Etkisi, Tühis Türk
Ağır Sanayii ve Hizmet Sektörü Kamu İşverenleri Sendikası Yayını, Ankara 2011.
SÜZEK Sarper : İş Hukuku, 13 Baskı, Beta Basım, İstanbul 2017.
ŞAKAR Müjdat : İş Hukuku Uygulaması, 9. Baskı, Beta Basım, İstanbul 2011.
TAŞKIN Ahmet : “İş Hukukunda İşletme Kavramı”, Çalışma ve Toplum, Ekonomi
ve Hukuk Dergisi, 2012/1, S. 32, s. 75-112.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
449
İş Hukukunda İşyeri ve İşletme Kavramlarının Önemi
Dr. Candan ALBAYRAK ZİNCİRLİOĞLU
TULUKCU N. Binnur : “Şirket Birleşmelerinde İşletme Gerekleri İle İş
Sözleşmesinin Feshi”, Sicil İş Hukuku Dergisi, Haziran 2010, S. 18, s. 129-142.
TUNCAY A. Can/SAVAŞ KUTSAL Burcu : Toplu İş Hukuku, 6. Bası, Beta Basım,
İstanbul 2017.
450
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
BELLEK BOŞLUKLARINI DOLDURMAYA ZORLAMANIN ÇOCUK GÖRGÜ
TANIĞI BELLEĞİ ÜZERİNDEKİ OLUMSUZ ETKİLERİ
Negative Effects of Forced Confabulation on Child Eyewitness Testimony
Dr. Eda Ermağan Çağlar1, Prof. Dr. Neşe Kocabaşoğlu2
Geliş Tarihi: 24.01.2018
ÖZET
Çocuk görgü tanıklarının ifadelerinin
güvenilirliğini ele aldığımız çalışmada, çocuk
görgü tanıklarıyla yapılan görüşmelerde
kullanılan soruların ve görüşmeci yaklaşımının olaya dair gerçeklik algısının
değişimi üzerindeki etkisi, olay belleğindeki
bilgi boşluklarının doldurulması yönünde
uygulanan zorlama çerçevesinde incelenmiştir. Çalışmada, deney ve kontrol grubu
olmak üzere 9 yaş grubunda toplam 40
öğrenciyle bireysel görüşmeler yapılmıştır.
Çalışma sonunda, temel değişken olarak
ele alınan ve ulusal literatürde ilk kez yer
bulan olaya ilişkin bilgi boşluklarının doldurulması yönünde uygulanan zorlamanın
çocuk görgü tanıklarının ifadelerini olumsuz etkilediği sonucuna varılmıştır. Uygulanan zorlama neticesinde çocukların hatırlamadıkları detaylara ilişkin sorulan sorulara
uydurma cevaplar verdikleri ve olaydan
sonra geçen zamanın artmasıyla birlikte
çocukların olay gerçekliğinden uzaklaşarak
vermiş oldukları uydurma cevaplar doğrultusunda yeni bir gerçeklik oluşturdukları
dikkat çekmiştir. Buna karşılık, görüşme
öncesinde çocuklara bilmiyorum deme
hakları olduğunun belirtiliyor olması,
çocukların olaya ilişkin daha az yanlış cevap
vermelerine ve hatırladıkları detayları daha
doğru şekilde ifade etmelerine imkan tanımaktadır.
Anahtar Kelimeler: çocuk görgü
tanıklığı, adli görüşme, olay belleği
1
2
Kabul Tarihi: 27.02.2018
ABSTRACT
In research, which discusses the reliability of child witness testimony, we aimed at
determining how changes and errors occur in
children’s memory. For this purpose, effects of
both questions used in child witness interviews
and attitude of the interviewer on sense of reality were researched in terms of forced confabulation. In the study, individual interviews
were held with a total of 40 students in the
9 age group, including the experimental and
control groups. It is established in this research
that forced confabulation, which is base of this
research and takes its place in local literature
for the first time, has a negative effect on child
witness testimony. It has been observed that
child witnesses, when forced, make up answers
to questions they do not know the answer for
and over time they move away from reality and
create a fake reality according to answers they
made up. On contrary, informing child witnesses about the fact that they are allowed to “not
know” a fact decreases the number of incorrect answers and allows them to express their
recollection more accurately.
Keywords: child eyewitness, forensic
interview, forced confabulation, event memory
Beşiktaş Bilim ve Sanat Merkezi, ermagan.eda@gmail.com
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, nesekocabasoglu@
superonline.com
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
451
Bellek Boşluklarını Doldurmaya Zorlamanın Çocuk Görgü Tanığı Belleği Üzerindeki
Olumsuz Etkileri
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
I. GİRİŞ
Olay öncesi ya da tanık olunan olay sonrası edinilen bilgilerin bellekteki
orijinal bilgiyi etkilediği sonucu birçok araştırma tarafından desteklenmektedir.
Buna karşın, gerçek hayatta adli ifade alım sürecinde, kendisinden beklenilen
cevaba sahip olmadıkları halde, çocukların tanık oldukları ya da içinde yer
aldıkları olayla ilgili sorulan sorulara cevap üretmek zorunda kaldıkları da
görülmektedir. Bu koşullarda cevap alabilmek adına kendilerini baskı altında
hisseden çocuk görgü tanıklarının, sorulan sorular karşısında cevaplar
uydurabildikleri ve/veya hikayede eksik olan bilgi boşluklarını hatırladıkları
detaylar çerçevesinde ön bilgileriyle doldurabildikleri saptanmıştır.3
Görüşme sürecinde bu koşullar bilinçli bir şekilde yaratılabileceği gibi
genelde istemeyerek, spontane bir şekilde de oluşabilmektedir. Ancak,
bu noktada üzerinde düşünülmesi gereken asıl soru, söz konusu “baskı”
ortamında çocuktan ne kadar sağlıklı bilgi alınabileceğidir.
Anısal olarak etki altına alınabilirliğin, kişiye tanık olduğu bir olay hakkında
yanlış bilgi vermek4 ve o anda (veya sonrasında) tanığın görüşmeci tarafından
verilen bu yanlış bilgileri kabullenmesiyle gerçekleşebildiği birçok çalışma
tarafından kanıtlanmıştır. Ancak, belleğe anı aşılama paradigması (implantation
memory paradigm), anıların etki altına alınabilirliğinin bunlarla sınırlı
kalmadığını belirtmiş; adli görüşmelerde görüşmecinin, gerçekleşen olaya dair
kendi düşünce ve inançlarını destekleyen sonuçları görgü tanığından edinme
çabası; görgü tanığının söz konusu olaya ilişkin bütün ayrıntıları bildiğine
yönelik ön yargıları ve belirtilen bu tutumlar doğrultusunda sergilemiş olduğu
yaklaşımın, görgü tanığının gerçek olaydan bağımsız olarak belleklerinde yeni
detaylar oluşturmasına neden olduğunun altını çizmiştir.5,6,7,8
3
4
5
6
7
8
Zaragoza, M.S., Payment, K.E., Ackil, J.K., Drivdahl, S.B., Beck, M. (2001).Interviewing
witnesses: Forced confabulation and confirmatory feedback increase false memories.
Psychological Science, 12(6), 473-477.
Alpar, G., Er, N. ve Uçar Boyraz, F. (2007). Görgü tanıklığında bellek hataları: olay sonrası
bilginin ve tuzak soruların hatırlama ve kaynak izleme üzerindeki etkisi. Türk Psikoloji
Dergisi, 10(20), 1-17.
Bruck, M., Ceci, S.J., Hembrooke, H. (1998). Reliability and credibility of young children’s
reports: From research to policy and practice. American Psychologist, 53, 136-151.
Koriat, A., Goldsmith, M., Pansky, A. (2000).Toward a psychology of memory accuracy.
Annual Review of Psychology, 51, 481-537.
Pezdek, K., Lam, S.T., Sperry, K. (2009). Forced confabulation more strongly influences event
memory if suggestions are other-generated than self-generated. Legal and Criminological
Psychology, 14, 241-252.
Stolzenberg, S., Pezdek, K. (2013).Interviewing child witnesses: The effect of forced
confabulation on event memory. J Exp Child Psychol., 114(1), 77-88.
452
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Negative Effects of Forced Confabulation on Child Eyewitness Testimony
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
Literatürde bellekteki bilgi boşluklarının doldurulması etkisi (forced
confabulation effect) olarak yer bulmuş olan bu etki mekanizması, çoğunlukla,
görüşmecinin, kişinin tanık olduğu olaya ilişkin bütün ayrıntılara sahip
olduğunu ve/veya hatırlayabildiğini varsaymasından kaynaklanmaktadır.9 Bu
varsayımla, görüşmeci, bilinçli ya da bilinçsiz olarak tanığa kendisine sorulan
bütün sorulara cevap vermesi hususunda baskı uygulamakta veya sergilediği
yaklaşımla tanığa baskı altında olduğunu hissettirmektedir.
Konu hakkında yapılan yapılan bir çalışmada, araştırmacılar tarafından
üniversite öğrencilerinden oluşan katılımcılara bir video izlettirilmiş ve sonra
katılımcılara 12 adet soru sorulmuştur10 Bir grup deneğe sorulan sorular
karşısında bilmiyorum cevabı verme hakkı tanınırken, diğer gruba sorulan
bütün sorulara cevap vermek zorunda oldukları belirtilmiştir. Katılımcılara
sorulan sorulardan 4’ü hatalı bilgi içeren ve konfabülatif cevap alınması
beklenen; aynı zamanda da söz konusu etkinin test edileceği sorular olarak
belirlenmiştir. Örneğin, “Sandalye kırıldı. Delaney’in neresi kanamıştır?” sorusu
tuzak bir sorudur, çünkü izlenen videoda bir sandalye kırılmıştır ve Delaney
düşmüştür, ancak hiçbir yeri kanamamıştır. Çalışmada, bütün sorulara cevap
vermesi istenen gruptaki katılımcılar, bu tip veya diğer soruların cevabını
bilmediklerini belirterek cevap vermemek için direndiklerinde, görüşmeci, en
iyi tahminlerini yapmaları ve bir cevap vermeleri hususunda katılımcılara baskı
uygulamıştır. Araştırma sonucunda, katılımcıların yapılan baskıya daha fazla
direnmeden tuzak sorular dahil olmak üzere bütün sorulara cevap verdiği
gözlenmiştir.
İlk görüşmeden bir hafta sonra gerçekleştirilen ikinci görüşmelerin
bulgularının ise dikkat çekici olduğu görülmüştür.11 Sonuçlardan ilki,
konfabülatif etkiye maruz kalan deney grubunun videoda izlediklerinden
farklı olarak yanlış hatıralar oluşturdukları yönündedir. Belirtilen grubun
ilk görüşmede tuzak sorulara verdikleri uydurma cevapları bir hafta sonra
gerçekleştirilen ikinci görüşmede de tekrarlamış olmaları dikkat çeken diğer
bir sonuçtur.
Bellekteki bilgi boşluklarının doldurulması yönünde uygulanan zorlamanın
olay belleği üzerindeki etkisini yaşa bağlı olarak ele alan çalışmalar da
9
10
11
Zaragoza, M.S., Payment, K.E., Ackil, J.K., Drivdahl, S.B., Beck, M. (2001). Interviewing
witnesses: Forced confabulation and confirmatory feedback increase false memories.
Psychological Science, 12(6), 473-477.
Zaragoza, M.S., Payment, K.E., Ackil, J.K., Drivdahl, S.B., Beck, M. (2001). Interviewing
witnesses: Forced confabulation and confirmatory feedback increase false memories.
Psychological Science, 12(6), 473-477.
Zaragoza, M.S., Payment, K.E., Ackil, J.K., Drivdahl, S.B., Beck, M. (2001). Interviewing
witnesses: Forced confabulation and confirmatory feedback increase false memories.
Psychological Science, 12(6), 473-477.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
453
Bellek Boşluklarını Doldurmaya Zorlamanın Çocuk Görgü Tanığı Belleği Üzerindeki
Olumsuz Etkileri
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
bulunmaktadır12,13
Çocukların belirtilen koşullardaki bir adli görüşme sürecinde
hatırlamadıkları ya da tanık olmadıkları bir detaya ilişkin cevap verme zorunda
olduklarını hissederek görüşmeciyi memnun etmek amacıyla “beklenilen” ya
da “kendisinden istenildiğini düşündüğü” cevabı vermeyi tercih edecekleri
daha önceki dönemlerde yapılmış olan çalışmalarda ele alınmıştır.14,15 Ancak,
Ackil ve Zaragoza’nın yapmış olduğu araştırmanın sonuçları belleğe anı aşılama
paradigması çerçevesinde çocuk görgü tanıklığının güvenirliği konusuna farklı
bir boyut kazandırmıştır.16
Görgü tanıklığının yönlendirilebilirliği ve çocuk görgü tanıklarının
yönlendirmelerden etkilenebildiği ilgili literatür kapsamında yapılan birçok
çalışma tarafından kanıtlanmıştır. Ancak, gerçek hayatta yer alan adli
görüşmelerde görüşmecinin tanıklardan daha çok bilgi alma yönündeki
eğiliminin, çocuğun hatırlamasına yardımcı olabilir düşüncesiyle ya da olaya
dair her türlü detayı hatırladığı ön yargısıyla hissettirdiği baskının, ifadenin
güvenilirliği üzerindeki etkilerine ilişkin yeterli sayıda çalışma olmadığı da
görülmektedir.
Bu nedenle, adli görüşmelerde olaya dair bilgi boşluklarının doldurulması
yönünde uygulanan zorlamanın çocuk görgü tanıklarının ifadeleri üzerindeki
etkisine dikkat çekmek amaçlanmıştır.
II. YÖNTEM
a. Araştırma Deseni
Deneysel bir araştırma olarak planlanan çalışmamızın dizaynı 2 (grup) X 2
(zaman) X 2 (görüşme yöntemi) şeklinde belirlenmiştir.
Çalışmanın hazırlık sürecinde neticesinde nihai örneklem grubuna
ulaşılmasıyla her grupta 10 erkek ve 10 kız olmak üzere tesadüfi seçimler
yapılmış; hangi katılımcı çocukla hangi sürecin takip edileceği grup çalışmaları
başlamadan önce belirlenmiştir.
12
13
14
15
16
Stille, L., Norin, E., Sikstrom, S. (2017). Self-delivered misinformation-Merging the choice
blindness and misinformation effect paradigms. PLoS ONE 12(3): e0173606.
Memon A, Zaragoza M, Clifford BR, Kidd L. (2010). Inoculation or antidote? The effects of
cognitive interview timing on false memory for forcibly fabricated events. Law Hum Behav.
2010;(2):105–17. pmid:19301110
Yates, A. (1987). “Should young children testify in cases of sexual abuse?” American Journal
of Psychiatry, 144, 476-480.
Binet, A. (1900). La Suggestibilité. Paris: Schleicher.
Ackil, J.K., Zaragoza, M.S. (1998). Memorial consequences of forced confabulation: Age
differences in susceptibility to false memories. Developmental Psychology, 34(6), 13581372.
454
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Negative Effects of Forced Confabulation on Child Eyewitness Testimony
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
Bireysel görüşmelerin yapıldığı ortamların sessizlik, ışık ve benzeri fiziksel
özellikler açısından uygun olmasına, çocuğun dikkatini dağıtmayacak şekilde
düzenlenmiş olmasına dikkat edilmiştir.
Bireysel görüşmelerin ilk bölümü “görgü tanıklığı” olarak adlandırılmıştır. Bu
aşamada çocuklara Pixar yapımı Boundin adlı animasyon filmini izlettirilmiştir.
Söz konusu filmin süresi 4 dakika 2 saniyedir. Film izleme öncesinde ve film
izleme sırasında çocuklara film hakkında herhangi bir bilgi verilmemiş olup bu
bölüm her iki grup için de sadece ilk görüşmede gerçekleştirilmiştir.
Bireysel görüşmelerin ikinci bölümü “olay sonrası görüşme” olarak
adlandırılmıştır. Film sonrasında araştırmacı, serbest anlatım sorusunu sorarak
çocuklardan filmde geçen olay ve karakterlere dair neler hatırladıklarını
anlatmalarını istemiştir. Ardından her bir çocuğa 18 adet açık uçlu soru
sorulmuştur.
Üçüncü bölüm “tekrar hatırlama/ikinci görüşme” olarak adlandırılmıştır.
Yapılan ilk görüşmelerden bir hafta sonra her bir çocukla ikinci görüşme
yapılmış; ancak ikinci görüşmelerde film tekrar izlenmemiştir. Çocuklara,
araştırmacıdan kaynaklanan bir hata sebebiyle soruların cevaplarına tekrar
ihtiyaç duyulduğu anlatılmış ve bu nedenle her bir çocuğa serbest anlatım
sorusu sorularak hatırladıklarını anlatmaları (free recall) istenmiştir. Açık uçlu
soruları ise, ilk görüşme kriterlerine bağlı kalarak yanıtlamaları istenmiştir.
Böylece, özellikle, araştırmanın asıl amacının sınandığı deney grubunda
yer alan çocukların olaya ilişkin bilmedikleri ya da hatırlamadıkları detaylara
yönelik vermek zorunda kaldıkları cevapların ne kadarının olay belleğinde yer
ettiği; olaya ilişkin gerçekliğin ne yönde değişiklik gösterdiği saptanabilmiştir.
İki görüşme arasında geçen süre neticesinde ifadelerde meydana gelen
değişimlerin karşılaştırılmasıyla çocuk görgü tanıklarının ifadelerinin zamana
bağlı değişimi de araştırma kapsamında ele alınabilmiştir.
b. Çalışma Grubu
9 yaş grubu çocukların katılımıyla yürütülen çalışmada, cinsiyet faktörünü
dengelemek amacıyla kontrol grubunda (10 kız, 10 erkek) ve deney grubunda
(10 kız, 10 erkek) eş sayıda çocuk olmasına dikkat edilmiştir. Kontrol grubunda
20, deney grubunda 20 olmak üzere toplam 40 çocuk çalışmaya katılmıştır.
Çalışmanın hedefi doğrultusunda sonuçların genellenebilirliği önem
arz ettiği için kriter sayısını arttırmanın bu amaca hizmet etmeyeceğine
inanılmış ve araştırmada yer alan çocukların seçiminde en temel kriterin
yaş kriteri olmasına karar verilmiştir. Böylelikle, tesadüfi olarak yapılan
seçimlerin beraberinde adli vakalarda her an karşımıza gelebilecek olan çocuk
popülasyonuna yönelik temsilin arttırılacağı görüşüne varılmıştır.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
455
Bellek Boşluklarını Doldurmaya Zorlamanın Çocuk Görgü Tanığı Belleği Üzerindeki
Olumsuz Etkileri
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
Kontrol grubunda yer alan çocuklarla araştırma prosedürü sırasıyla
uygulanmış; ilk görüşmelerden bir hafta sonra ikinci bireysel görüşmeler
yapılmıştır. Bu grup kapsamında yapılan birinci ve ikinci görüşmelerde
çocuklara, açık uçlu sorulara “bilmiyorum, hatırlamıyorum” cevaplarını
verebilme hakkı tanınmış; ilk bireysel görüşmeler başlamadan hemen önce bu
bilgi çocuklara verilmiştir.
Deney grubuna da kontrol grubuyla sırasıyla benzer süreçler uygulanmıştır.
Ancak, bu grup kapsamında gerçekleştirilen görüşmelerde kontrol grubundan
farklı olarak sorulan bütün sorulara cevap vermeleri gerektiği belirtilmiştir.
Sorulara “bilmiyorum ya da hatırlamıyorum” yönünde cevap veren çocuklara
ise, hatırlamaya çalışmaları ve/veya hatırladıkları detaylar doğrultusunda
sorunun cevabı için en uygun tahmini yapmaları yönünde ısrar (forced
confabulation) edilmiştir. İlk görüşmeden sonra çocuklarla yapılan ikinci
bireysel görüşmelerde de ilk görüşme için belirtilen kriterler geçerli olmuştur.
c. Verilerin Toplanması ve Analizi
Çalışmada yer alan çocuklara 2003 yılı Pixar yapımı “Boundin” adlı kısa
animasyon filmi izlettirilmiştir. İzlettirilen filmin karar verilmesi sürecinde çok
sayıda kısa film belirlenmiş olup ele alınan filmler 9 yaş grubu çocuklarının
gelişim özellikleri göz önünde bulundurularak sözel ve görsel unsurlar
açısından analiz edilmiştir. Yapılan değerlendirmeler neticesinde de Pezdek ve
arkadaşları17 tarafından yürütülen çalışmanın sonuçlarından destek alınarak
söz konusu animasyon filminin en uygun film olduğu sonucuna varılmıştır.
Araştırmada kullanılan soru formu Pezdek ve arkadaşlarının18çalışmalarında
kullandığı sorulardan yararlanılarak hazırlanmış olup bir adet serbest anlatım
sorusu (İzlediğimiz filmden hatırladığın olay, kişi ve durumlar nelerdir?) ve 18
adet yapılandırılmış açık uçlu sorudan oluşmaktadır. Açık uçlu sorulardan 12
tanesi çocuklara izlettirilen filmde yer alan karakter ve durumları sorgulayan
(filmdeki hayvanlar nerede yaşıyor?, kuzu ne yapmaktan hoşlanırmış?,
kuzunun gözleri ne renkti?, filmde kaç tane yılan var? vb.) cevaplandırılabilir
sorulardır. Soruların 6’sı da filmde yer almayan bilgileri içeren ya da yanlış bilgi
içeren (nehirdeki kayığın rengi nedir?, arabadaki adamın kıyafetleri ne renkti?,
tavşalobun giydiği şapkayı tarif eder misin? vb.) tuzak, cevaplandırılamaz
sorulardır.
17
18
Pezdek, K., Lam, S.T., Sperry, K. (2009). Forced confabulation more strongly influences event
memory if suggestions are other-generated than self-generated. Legal and Criminological
Psychology, 14, 241-252.
Pezdek, K., Lam, S.T., Sperry, K. (2009). Forced confabulation more strongly influences event
memory if suggestions are other-generated than self-generated. Legal and Criminological
Psychology, 14, 241-252.
456
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Negative Effects of Forced Confabulation on Child Eyewitness Testimony
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
d. Soruların Değerlendirilmesi
Araştırmada serbest anlatım sorusu ve açık uçlu sorular olmak üzere iki
soru türü kullanılmıştır. Değerlendirme kriterleri de her soru türü için farklı
şekilde ele alınmıştır. Her iki soru türü için geçerli olan puanlama kriterleri
belirlenmeden önce filmin hikaye akışı yazılı transkript olarak ayrıntılı bir
şekilde deşifre edilmiştir. Filmde geçen konuşmalar ve yorum gerektirmeyen
sorular için bu yazılı transkripten yararlanılmış ve cevapların puanlanması
sorumlu araştırmacı ve psikoloji alanında uzman bir yardımcı araştırmacı
olmak iki ayrı kişi tarafından yapılmıştır. Böylece puanlamalarda tutarlığın
sağlanması amaçlanmıştır.
Serbest Anlatım Sorusunun Değerlendirilmesi
Serbest anlatım sorusunun puanlaması için belirlenen kriterler hem
birinci hem de ikinci görüşmede alınan cevaplar için aynıdır. Bu doğrultuda,
çocukların ilk ve ikinci görüşmede serbest anlatım sorusuna verdikleri doğru
ve yanlış cevapların miktarını karşılaştırma imkanı bulunmuştur.
Serbest anlatım sorusuna verilen cevaplar olay, karakter, giyim, zaman ve
olay yeri kategorileri kapsamında bilgi sayılarına göre puanlanmıştır. Her doğru
bilgi için 1 puan verilmiştir. Puanlamada her bir karakteri tanımlayan doğru
kelime, olay yerini tanımlayan her doğru ifade puan almıştır. Ancak, benzer
anlama gelen kelimeler cümle içinde birden fazla kullanıldıysa bu kelimelere
sadece 1 puan verilmiştir. Örneğin; “üzüldü, mutsuz oldu” şeklinde verilen bir
cevap için sadece 1 puan verilmiştir. Benzer şekilde, tek bir olay ya da durumu
anlatan ifadeler veya sözcük grupları 1 puan olarak değerlendirilmiştir.
Filmdeki karakterler için sadece bir kez puanlama yapılmıştır. Serbest anlatım
sorusuna verilen cevap kapsamında karakterlerin farklı cümleler içinde ifade
ediliyor olması artı puan kazandırmamıştır. Zaman kavramının ifade edildiği
her doğru cevap 1 puan almıştır ve zaman kavramlarının puanlanmasında
kronolojik sırayla belirtilmiş olması dikkate alınmıştır. Aksi taktirde, kronolojik
sıralamadaki hata için yanlış cevap bölümüne 1 puan eklenmiştir. Ayrıca,
karakter, olay, olay yeri ve giyim kategorilerinde verilen her yanlış ve uydurma
cevap için yanlış cevap bölümüne 1’er puan eklenmiştir. Bu doğrultuda,
puanlar doğru ve yanlış cevap olmak üzere iki ana grupta toplanmıştır.
Sayısal puanların karşılaştırılmasının beraberinde deney grubundaki
çocukların verdikleri cevaplar niteliksel olarak da karşılaştırılmıştır. Bu
karşılaştırmada deney grubundaki cevaplar için bellekteki bilgi boşluklarının
doldurulması yönünde zorlanan çocukların birinci görüşmede verdikleri
uydurma cevapların ne kadarını ikinci görüşmede olaya ait bir unsur gibi ifade
ettikleri saptanmaya çalışılmıştır.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
457
Bellek Boşluklarını Doldurmaya Zorlamanın Çocuk Görgü Tanığı Belleği Üzerindeki
Olumsuz Etkileri
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
Çocukların serbest anlatım sorusu için vermiş olduğu cevaplar psikoloji
alanında uzman iki araştırmacı tarafından değerlendirilmiştir. Her iki
araştırmacının elde ettiği puanlar arasındaki Cronbach Alfa güvenirlik katsayısı
.93 olarak bulunmuştur.
Açık Uçlu Görüşme Sorularının Değerlendirilmesi
Açık uçlu soruların cevap anahtarı oluşturulurken de filmin
yazılı transkriptinden faydalanılmıştır. Sürecin başında cevapların
değerlendirilmesinde doğru cevap, yanlış cevap ve bilmiyorum cevabı olmak
üzere 3’lü bir puanlama ölçeği düşünülmüş olsa da görüşmeler neticesinde
çocuklardan alınan cevaplarda birden fazla önerme ve/veya betimleme (doğru
veya yanlış) olduğu dikkat çekmiştir.
Araştırmamız kapsamında sorguladığımız hususlar bağlamında tek önermeli
ve/veya betimlemeli doğru ve yanlış olarak verilen cevapların birden fazla
ayrıntıya yer verilen cevaplarla aynı puanlamada yer almaması gerektiğine;
farklı değerlendirmelerde bulunulmasının daha anlamlı sonuçlar vereceğine
inanılmıştır. Bu sebeple, açık uçlu soruların değerlendirilmesi hususunda
sorunun amacına göre birden fazla önerme (Tavşalop kuzuya, rengin ne olursa
olsun ne önemi var, sağlığın yerindeyse zıpla yeter, üzülme, demiş.) veya birden
fazla betimleme (Tavşalop siyah renkli, beyaz çizgili bir şapka giymişti.) içeren
doğru ve yanlış cevaplar için “detaylandırılmış cevap” bölümü oluşturulmuştur.
Bu bağlamda, açık uçlu soruların değerlendirilmesinde doğru ve yanlış cevap,
detaylandırılmış doğru ve yanlış cevap, ikiden fazla detaya sahip doğru ve
yanlış cevap ve bilmiyorum cevabı olmak üzere 7’li derecelendirme yapılmıştır.
Filmde yer alan detayları içeren, cevaplandırılabilir 12 açık uçlu soru için
“ikiden fazla detay içeren yanlış cevap”, “detaylandırılmış yanlış cevap”, “yanlış
cevap” “bilmiyorum, hatırlamıyorum”, “doğru cevap”, “detaylandırılmış doğru
cevap” ve “ikiden fazla detay içeren doğru cevap” şeklinde puanlama ölçeği
hazırlanmıştır. Filmde yer almayan detayların ele alındığı 6 adet tuzak soruda
ise, “ikiden fazla detay içeren yanlış cevap”,“detaylandırılmış yanlış cevap”,
“yanlış cevap” “bilmiyorum, hatırlamıyorum”, “doğru cevap” olmak üzere
değerlendirme yapılmıştır. Örneğin, “Tavşalobun giydiği şapkayı tarif eder
misin?” sorusuna “tavşalobun şapkası yoktu” cevabı doğru cevap; “tavşalop
siyah bir şapka giymişti” cevabı yanlış cevap; ancak “tavşalop siyah renkli ve
beyaz çizgili bir şapka giymişti” cevabı detaylandırılmış yanlış cevap olarak ele
alınmış ve cevaplar bu yönde değerlendirilmiştir.
Ancak, bazı soruların tek doğru cevabı olduğu için (kaç tane yılan vardı,
gibi) bu sorularda herhangi bir detaylandırma aranmamıştır.
Bu soru grubunun analiz sürecinde detaylandırma kriterlerini de göz önünde
bulundurarak puanlamalar yapılmıştır. Doğru ve yanlış cevaplarda toplam
458
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Negative Effects of Forced Confabulation on Child Eyewitness Testimony
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
puanlara ulaşmada doğru ve yanlış cevap kategorisinde yer alan cevaplar 1
ile; iki detaylı doğru ve yanlış cevap kategorisinde yer alan cevaplar 2 ile ve
ikiden daha fazla detaylı doğru ve yanlış cevap kategorisinde yer alan cevaplar
3 ile çarpılmıştır. Böylelikle, gruplar içi ve gruplararası karşılaştırmalarda olay
gerçekliğinden sapma derecesine ulaşılması hedeflenmiştir.
Özellikle tuzak sorulardan alınan detaylandırılmış cevaplar araştırmamız
için değer arz etmektedir. Deney grubunda yer alan ve olay belleğindeki bilgi
boşluklarını doldurma yönünde zorlanmaya maruz kalan çocukların vermiş
olduğu detaylandırılmış cevaplar ve ikinci görüşmede bu cevapları vermede
ne kadar tutarlı oldukları, maruz kalınan etkinin bellek üzerindeki etkisinin
şiddeti hakkında bize bilgi vermiştir.
Son olarak, olay belleğindeki bilgi boşluklarının doldurulması yönünde
baskı uygulanan deney grubuna ait cevapların değerlendirilmesinde
“bilmiyorum, hatırlamıyorum” cevapları yer almadığı için her iki soru türüne
ilişkin istatistiksel değerlendirmelerde bu kategori dikkate alınmamıştır.
e. Analiz
İstatistiksel analiz için SPSS 17.0 programı kullanılmıştır. Elde edilen
veriler normal bir dağılım göstermediğinden hipotezler Mann Whitney U
testi, Wilcoxon Testi ve Marginal Homogenity Test kullanılarak test edilmiştir.
Gruplar arası karşılaştırma için de Ki Kare analizi kullanılmıştır. Bu çalışmada
anlamlılık düzeyi olarak .05 kabul edilmiştir.
III. BULGULAR
a. Serbest Anlatım Sorusunun Değerlendirilmesi
Kontrol
Grubu
Tablo 1.Kontrol grubunun ilk ve son görüşmeye ait doğru ve yanlış cevap oranlarının karşılaştırması
AO
N
Ss
İlk Görüşme
Doğru Cevap Puanı_1
7,2000
20
2,56700
Karşılaştırması
Doğru Cevap Puanı_2
6,1500
20
2,25424
Son Görüşme
Yanlış Cevap Puanı_1
1,4000
20
,99472
Karşılaştırması
Yanlış Cevap Puanı_2
1,7000
20
,73270
Z
P1
-3,535
,000**
-1,732
,083
1:Wilcoxon Sign test p değeri **p<0,01 *p<0,05
Elde edilen bulgular neticesinde kontrol grubuna ait ilk karşılaştırma için
p<0,01 olduğundan birinci ve ikinci görüşmenin doğru cevap sayıları arasında
anlamlı farklılık bulunmuştur.
Birinci görüşmedeki doğru sayısı ortalaması (7,2), ikinci görüşmedeki
doğru sayısı ortalamasından (6,1) büyüktür. Bununla birlikte, kontrol grubuna
ait ikinci karşılaştırma için birinci görüşmenin yanlış cevap ortalamasının 1,4
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
459
Bellek Boşluklarını Doldurmaya Zorlamanın Çocuk Görgü Tanığı Belleği Üzerindeki
Olumsuz Etkileri
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
ve ikinci görüşmenin yanlış cevap ortalamasının 1,7 olduğu görülmüş olup iki
ortalama arasında (p=0,083) anlamlı farklılık bulunamamıştır.
Tablo 2.Deney grubunun ilk ve son görüşmeye ait doğru ve yanlış cevap oranlarının karşılaştırması
Deney Grubu
AO
N
Ss
İlk Görüşme
Doğru Cevap Puanı_1
7,1000
20
2,59351
Karşılaştırması
Doğru Cevap Puanı_2
5,1500
20
1,53125
Son Görüşme
Yanlış Cevap Puanı_1
1,1000
20
,85224
Karşılaştırması
Yanlış Cevap Puanı_2
1,2500
20
,63867
Z
P1
-3,544
,000**
-,775
,439
1:Wilcoxon Sign test p değeri **p<0,01 *p<0,05
Deney grubuna ait karşılaştırmaları ele aldığımızda, ilk karşılaştırma için
p<0,01 olduğundan birinci ve ikinci görüşmedeki doğru cevap sayıları arasında
anlamlı farklılık saptanmıştır. Birinci görüşmedeki doğru sayısı ortalaması (7,1),
ikinci görüşmedeki doğru sayısı ortalamasından (5,15) büyük bulunmuştur.
İkinci karşılaştırmada ise, p>0,05 olduğundan birinci ve ikinci görüşmenin
yanlış cevap sayıları arasında anlamlı farklılık bulunamamıştır. Her iki
görüşmenin yanlış sayı ortalamaları birbirine yakın oranlardadır.
Kontrol ve deney grubunun ilk ve son görüşmelere ait serbest anlatım
sorusu puanları karşılaştırıldığında ise, kontrol grubuna ait doğru cevap sayıları
ortalaması 7,2 iken deney grubuna ait doğru cevap sayıları ortalaması 7,1
olarak saptanmıştır. Yanlış cevap sayılarının ortalamasına bakıldığında, kontrol
grubu için 1,4; deney grubu için 1,1 olarak bulunmuştur. Bu bağlamda her iki
grup için doğru ve yanlış cevap ortalamaları arasında farklılık bulunamamıştır.
İkinci görüşme için kontol ve deney grubu sonuçlarını karşılaştırdığımızda
da p>0,05 bulunduğundan her iki grubun serbest anlatımdaki doğru sayıları
ortalamaları (6,15 ve 5,15 ) ve yanlış sayıları ortalamaları (1,7 ve 1,25)
arasında anlamlı farklılık bulunamamıştır.
460
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Negative Effects of Forced Confabulation on Child Eyewitness Testimony
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
b. Açık Uçlu Soruların Değerlendirilmesi
Cevaplandırılabilir Açık Uçlu Soruların Değerlendirilmesi
Tablo 3.Kontrol grubu için birinci ve ikinci görüşme sonuçlarının detaylı karşılaştırması
Sorular
Yanıtlar
Soru 2
Soru 4
Soru 5
Soru 6
Soru 8
Soru 10
Soru 11
Soru 12
Soru 13
Soru 15
Soru 17
Toplam Puan
2.görüşme
%
n
%
4
20,0%
7
35,0%
bilmiyorum
3
15,0%
0
0,0%
doğru cevap
13
65,0%
13
65,0%
yanlış cevap
5
25,0%
7
35,0%
doğru cevap
15
75,0%
13
65,0%
yanlış cevap
4
20,0%
6
30,0%
doğru cevap
16
80,0%
14
70,0%
yanlış cevap
Soru1
1.görüşme
n
yanlış cevap
4
20,0%
5
25,0%
doğru cevap
16
80,0%
15
75,0%
yanlış cevap
3
15,0%
5
25,0%
doğru cevap
17
85,0%
15
75,0%
yanlış cevap
3
15,0%
3
15,0%
doğru cevap
17
85,0%
17
85,0%
yanlış cevap
2
10,0%
3
15,0%
doğru cevap
18
90,0%
17
85,0%
yanlış cevap
9
45,0%
11
55,0%
bilmiyorum
2
10,0%
1
5,0%
doğru cevap
9
45,0%
8
40,0%
yanlış cevap
7
35,0%
9
45,0%
bilmiyorum
4
20,0%
2
10,0%
doğru cevap
9
45,0%
9
45,0%
yanlış cevap
3
15,0%
5
25,0%
doğru cevap
13
65,0%
12
60,0%
2 detaylı doğru cevap
4
20,0%
3
15,0%
yanlış cevap
5
25,0%
7
35,0%
doğru cevap
15
75,0%
13
65,0%
yanlış cevap
8
40,0%
9
45,0%
doğru cevap
9
45,0%
10
50,0%
2 detaylı doğru cevap
3
15,0%
1
5,0%
Yanlış cevap puanı
57
42,5%
77
57,5%
“Bilmiyorum” cevap puanı
9
75%
3
25%
Doğru cevap puanı
181
52,5%
164
47,5%
Test
P1
,083
,157
,157
,317
,157
,89
,317
,180
,157
,096
,165
,102
,033*
(x2
=6,805)
1:Marginal homogenity test p değeri p>0,05
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
461
Bellek Boşluklarını Doldurmaya Zorlamanın Çocuk Görgü Tanığı Belleği Üzerindeki
Olumsuz Etkileri
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
Her üç puan kategorisini ele aldığımızda ise, birinci ve ikinci görüşmeler
arasında meydana gelen değişimler arasında anlamlı farklılık (p=0,033;
x2=6,805) olduğu görülmüştür. Tablo 4’te belirtildiği üzere birinci gruptaki
çocukların ilk görüşmede vermiş oldukları “bilmiyorum” cevap sayısının ikinci
görüşmelerde azaldığı; yanlış cevap sayılarının da ikinci görüşmelerde birinci
görüşmelere göre daha fazla olduğu saptanmıştır.
Tablo 4.Deney grubu için birinci ve ikinci görüşme sonuçlarının detaylı karşılaştırması
Sorular
Soru 1
Soru 2
Soru 4
Soru 5
Soru 6
Soru 8
Soru 10
Soru 11
Soru 12
Soru 13
Soru 15
Soru 17
Toplam Puan
1.görüşme
Yanıtlar
2.görüşme
n
%
n
%
yanlış cevap
10
50,0%
13
65,0%
doğru cevap
10
50,0%
7
35,0%
yanlış cevap
3
15,0%
3
15,0%
doğru cevap
16
80,0%
17
85,0%
2 detaylı doğru cevap
1
5,0%
0
0,0%
yanlış cevap
3
15,0%
4
20,0%
doğru cevap
17
85,0%
16
80,0%
yanlış cevap
2
10,0%
5
25,0%
doğru cevap
18
90,0%
15
75,0%
yanlış cevap
4
20,0%
6
30,0%
doğru cevap
16
80,0%
14
70,0%
yanlış cevap
2
10,0%
2
10,0%
doğru cevap
18
90,0%
18
90,0%
yanlış cevap
1
5,0%
3
15,0%
doğru cevap
16
80,0%
15
75,0%
2 detaylı doğru cevap
3
15,0%
2
10,0%
yanlış cevap
5
25,0%
8
40,0%
doğru cevap
15
75,0%
12
60,0%
yanlış cevap
13
65,0%
16
80,0%
doğru cevap
6
30,0%
4
20,0%
yanlış cevap
0
0,0%
1
5,0%
doğru cevap
16
80,0%
18
90,0%
2 detaylı doğru cevap
4
20,0%
1
5,0%
yanlış cevap
4
20,0%
5
25,0%
doğru cevap
16
80,0%
15
75,0%
2 detaylı yanlış cevap
1
5,0%
4
20,0%
yanlış cevap
6
30,0%
9
45,0%
doğru cevap
13
65,0%
6
30,0%
2 detaylı doğru cevap
0
0,0%
1
5,0%
Yanlış cevap puanı
54
40,6%
79
59,4%
Doğru cevap puanı
193
53,9%
165
46,1%
Test
P1
,083
,317
,564
,083
,157
,789
,166
,059
,317
,059
,564
,035*
,006**
(x2 =6,871)
1:Marginal homogenity test p değeri p>0,05
462
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Negative Effects of Forced Confabulation on Child Eyewitness Testimony
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
Her iki cevap kategorisinde meydana gelen değişimlerin anlamlılık düzeyine
baktığımızda ise, p=0,006 (p>0,05) anlamlı farklılık bulunduğu görülmüştür.
Deney grubunda yer alan çocukların gerçek bilgi içeren açık uçlu
sorulara vermiş oldukları cevaplara ait puan dağılımlarına baktığımızda,
birinci görüşmede verilen doğru cevap sayılarının ikinci görüşmede azaldığı
görülmüştür. Ayrıca, ikinci görüşmede verilen yanlış cevap sayısının da birinci
görüşmeye oranla artış gösterdiği saptanmıştır.
Tuzak Amaçlı Sorulan Açık Uçlu Soruların Değerlendirilmesi
Bu bölümdeki soruların cevapları değerlendirilirken 7, 9 ve 18. soru
maddeleri ayrıca değerlendirilecektir. Özelllikle, bu soru maddelerinin ele
alınmasının nedeni ise, bütün soru maddeleri içerisinde tarife yönelik bilgi
isteyen sorular olması ve çalışmanın amacı doğrultusunda bu kategorideki
soruların önem arz ettiğinin düşünülmesidir.
Tablo 5.Kontrol grubunun tuzak sorulara ait birinci ve ikinci görüşme sonuçlarının detaylı
karşılaştırması
Sorular
Yanıtlar
2 detaylı yanlış cevap
Soru 3
Soru 7
Soru 9
Soru 14
1.görüşme
2.görüşme
Test
n
%
n
%
1
5,0%
5
25,0%
yanlış cevap
7
35,0%
7
35,0%
bilmiyorum, hatırlamıyorum
6
30,0%
3
15,0%
doğru cevap
6
30,0%
5
25,0%
2’den fazla detaylı yanlış
cevap
3
15,0%
5
25,0%
2 detaylı yanlış cevap
5
25,0%
7
35,0%
yanlış cevap
7
35,0%
6
30,0%
bilmiyorum, hatırlamıyorum
5
25,0%
2
10,0%
2’den fazla detaylı yanlış
cevap
2
10,0%
1
5,0%
2 detaylı yanlış cevap
3
15,0%
7
35,0%
yanlış cevap
8
40,0%
5
25,0%
bilmiyorum, hatırlamıyorum
5
25,0%
6
30,0%
doğru cevap
2
10,0%
1
5,0%
2 detaylı yanlış cevap
3
15,0%
7
35,0%
yanlış cevap
10
50,0%
8
40,0%
bilmiyorum, hatırlamıyorum
5
25,0%
2
10,0%
doğru cevap
2
10,0%
3
15,0%
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
P1
,106
,020*
,467
,225
463
Bellek Boşluklarını Doldurmaya Zorlamanın Çocuk Görgü Tanığı Belleği Üzerindeki
Olumsuz Etkileri
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
Soru 16
Soru 18
Toplam
Puan
2 detaylı yanlış cevap
2
10,0%
1
5,0%
yanlış cevap
7
35,0%
8
40,0%
bilmiyorum, hatırlamıyorum
5
25,0%
3
15,0%
doğru cevap
6
30,0%
5
25,0%
2’den fazla detaylı yanlış
cevap
-
-
5
25,0%
2 detaylı yanlış cevap
5
25,0%
5
25,0%
yanlış cevap
7
35,0%
4
20,0%
bilmiyorum, hatırlamıyorum
5
25,0%
3
15,0%
doğru cevap
3
15,0%
3
15,0%
Yanlış cevap puanı
99
42,3%
135
57,7%
“Bilmiyorum” cevap puanı”
31
62%
19
38%
Doğru cevap puanı
19
52,8%
17
47,2%
,035*
,001**
,029*
(x2 =7,050)
1:Marginal homogenity test p değeri p<0,05
Tablo 5’te belirtilen sonuçları ele aldığımızda verilen cevap puanları
açısından iki görüşme arasında (p=0,029; x2=7,050) anlamlı farklılık
bulunmuştur.
Sorulara verilen cevap dağılımlarına baktığımızda ise, kontol grubundaki
çocukların ikinci görüşmeye ait yanlış cevap sayılarının birinci görüşmeye
oranla önemli derecede arttığı saptanmıştır. Ayrıca, birinci görüşmede verilmiş
olan bilmiyorum cevap sayısının da ikinci görüşmede düştüğü görülmektedir.
Kontrol grubunun gerçek bilgi içeren sorular karşısında vermiş oldukları
bilmiyorum cevap sayısıyla tuzak sorulara verilen bilmiyorum cevap sayısını
karşılaştırdığımızda da 0,05 anlamlılık düzeyinde p=0,397 (x2=0,714) olarak
bulunmuş olup anlamlı bir farklılık olmadığı dikkat çekmiştir.
Olayda yer alan karakterlerin tarifine yönelik sorulan tuzak amaçlı soruların
cevap dağılımları ele alındığında ise, bu sorulara (7., 9 ve 18. soru) verilen
yanlış cevap sayılarının diğer sorulara göre daha fazla (p=0,024; p<0,05)
olduğu saptanmıştır.
464
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Negative Effects of Forced Confabulation on Child Eyewitness Testimony
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
Tablo 6.Deney grubunun tuzak sorulara ait birinci ve ikinci görüşme sonuçlarının detaylı
karşılaştırması
Sorular
Soru 3
Soru 7
Soru 9
Soru 14
Soru 16
Soru 18
Toplam Puanlar
Yanıtlar
1.görüşme
2.görüşme
n
%
n
%
2 detaylı yanlış cevap
5
25,0%
6
30,0%
yanlış cevap
12
60,0%
13
65,0%
doğru cevap
3
15,0%
1
5,0%
2’den fazla detaylı yanlış cevap
3
15,0%
4
20,0%
2 detaylı yanlış cevap
7
35,0%
10
50,0%
yanlış cevap
8
40,0%
6
30,0%
doğru cevap
2
15,0%
0
0,0%
2’den fazla detaylı yanlış cevap
4
20,0%
5
25,0%
2 detaylı yanlış cevap
6
30,0%
5
25,0%
yanlış cevap
9
45,0%
7
35,0%
doğru cevap
1
5,0%
1
5,0%
2’den fazla detaylı yanlış cevap
1
5,0%
2
10,0%
2 detaylı yanlış cevap
4
20,0%
4
20,0%
yanlış cevap
12
60,0%
14
70,0%
doğru cevap
3
15,0%
0
0%
2’den fazla detaylı yanlış cevap
2
10,0%
0
0,0%
2 detaylı yanlış cevap
4
20,0%
10
50,0%
yanlış cevap
14
70,0%
10
50,0%
2’den fazla detaylı yanlış cevap
6
30,0%
5
25,0%
2 detaylı yanlış cevap
10
50,0%
11
55,0%
yanlış cevap
2
10,0%
3
15,0%
doğru cevap
2
10,0%
1
5,0%
Yanlış cevap puanı
177
47,8%
193
52,2%
Doğru cevap puanı
12
80%
3
20%
Test
P1
,157
,637
,131
,061
,564
,144
,015*
x2=5,967
1:Marginal homogenity test p değeri p<0,05
Doğru ve yanlış cevap ortalamaları açısından ikinci gruba ait iki görüşme
arasında anlamlı farklılık olduğu (p=0,015; x2=5,967) görülmüştür.
Ancak, ikinci grupta yer alan çocuklara bütün sorulara cevap vermeleri
gerektiği belirtildiği ve “bilmiyorum, hatırlamıyorum” cevapları kabul
edilmediği için bu gruba ait toplam puanlar arasında söz konusu puan
kategorisi yer almamaktadır.
İkinci grubun cevap dağılımları incelendiğinde ise, doğru cevap sayısı
çok az olduğundan cevaplar arası bir karşılaştırma yapılamamıştır. Bununla
birlikte, ikinci görüşmeye ait yanlış cevap sayısının birinci görüşmenin yanlış
cevap sayısından fazla olduğu saptanmıştır.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
465
Bellek Boşluklarını Doldurmaya Zorlamanın Çocuk Görgü Tanığı Belleği Üzerindeki
Olumsuz Etkileri
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
Tablo 7.Birinci ve ikinci grubun ilk görüşmeye ait tuzak soruların sonuçlarının detaylı
karşılaştırması
Gruplar
Sorular
1.Grup
Yanıtlar
n
Soru 3
Soru 7
Soru 9
Soru 14
Soru 16
Soru 18
Toplam Puanlar
466
%
Test
2.Grup
n
%
2’den fazla detaylı yanlış cevap
0
0%
0
0%
2 detaylı yanlış cevap
1
5,0%
5
25,0%
yanlış cevap
7
35,0%
12
60,0%
bilmiyorum
6
30,0%
0
0%
doğru cevap
6
30,0%
3
15,0%
2’den fazla detaylı yanlış cevap
3
15,0%
3
15,0%
2 detaylı yanlış
5
25,0%
7
35,0%
yanlış cevap
7
35,0%
8
40,0%
bilmiyorum
5
25,0%
0
0%
doğru cevap
0
0%
2
10,0%
2’den fazla detaylı yanlış cevap
2
10,0%
4
20,0%
2 detaylı yanlış
3
15,0%
6
30,0%
yanlış cevap
8
40,0%
9
45,0%
bilmiyorum
5
25,0%
0
0%
doğru cevap
2
10,0%
1
5,0%
2’den fazla detaylı yanlış cevap
0
0%
1
5,0%
2 detaylı yanlış cevap
3
15,0%
4
20,0%
yanlış cevap
10
50,0%
12
60,0%
bilmiyorum
5
25,0%
0
0%
doğru cevap
2
10,0%
3
15,0%
2’den fazla detaylı yanlış cevap
0
0%
2
10,0%
2 detaylı yanlış cevap
2
10,0%
4
20,0%
yanlış cevap
7
35,0%
14
80,0%
bilmiyorum
5
25,0%
0
0%
doğru cevap
6
30,0%
0
0%
2’den fazla detaylı yanlış cevap
0
0%
6
30,0%
2 detaylı yanlış cevap
5
25,0%
10
50,0%
yanlış cevap
7
35,0%
2
10,0%
bilmiyorum
5
25,0%
0
0%
doğru cevap
3
15,0%
2
10,0%
Yanlış cevap puanı
99
35,9%
177
64,1%
“Bilmiyorum” cevap puanı
31
100%
0
0%
Doğru cevap puanı
19
61,3%
12
38,7%
P
1
,007**
,048*
,239
,053
,003**
,01*
,000**
2
(x =50,599)
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Negative Effects of Forced Confabulation on Child Eyewitness Testimony
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
Tuzak sorulara verilen cevapların dağılımı açısından iki grup arasında
anlamlı farklılık (p=0,000; x2=50,599) mevcuttur. Buna göre, kontrol grubunun ilk görüşmesine ait doğru cevap sayısının deney grubunun doğru cevap sayısına göre fazla olduğu görülmektedir.Ancak, yanlış cevap sayılarını
karşılaştırdığımızda da ikinci gruba ait yanlış cevap sayılarının kontrol grubuna
oranla önemli ölçüde fazla olduğu saptanmıştır.
Tablo 8. Birinci ve ikinci grubun ikinci görüşmeye ait tuzak soruların sonuçlarının detaylı
karşılaştırması
Gruplar
Sorular
1.Grup
Yanıtlar
n
Soru 3
Soru 7
Soru 9
Soru 14
Soru 16
%
Test
2.Grup
n
%
2’den fazla detaylı yanlış cevap
0
0%
0
0%
2 detaylı yanlış cevap
5
25,0%
6
30,0%
yanlış cevap
7
35,0%
13
65,0%
bilmiyorum
3
15,0%
0
0,0%
doğru cevap
5
25,0%
1
5,0%
2’den fazla detaylı yanlış cevap
5
25,0%
4
20,0%
2 detaylı yanlış cevap
7
35,0%
10
50,0%
yanlış cevap
6
30,0%
6
30,0%
0,0%
bilmiyorum
2
10,0%
0
doğru cevap
0
0%
0
0,0%
2’den fazla detaylı yanlış cevap
1
5,0%
5
25,0%
2 detaylı yanlış cevap
7
35,0%
5
25,0%
yanlış cevap
5
25,0%
7
35,0%
bilmiyorum
6
30,0%
0
0,0%
doğru cevap
1
5,0%
1
5,0%
2’den fazla detaylı yanlış cevap
0
0%
2
10,0%
2 detaylı yanlış
7
35,0%
4
20,0%
yanlış cevap
8
40,0%
14
80,0%
bilmiyorum
2
10,0%
0
0,0%
0,0%
doğru cevap
3
15,0%
0
2’den fazla detaylı yanlış cevap
0
0,0%
0
0,0%
2 detaylı yanlış cevap
1
5,0%
10
50,0%
yanlış cevap
8
40,0%
10
50,0%
bilmiyorum
3
15,0%
0
0,0%
doğru cevap
5
25,0%
0
0,0%
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
P
1
,001**
,001**
,126
,114
,011*
467
Bellek Boşluklarını Doldurmaya Zorlamanın Çocuk Görgü Tanığı Belleği Üzerindeki
Olumsuz Etkileri
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
Soru 18
Toplam Puanlar
2’den fazla detaylı yanlış cevap
5
25,0%
5
25,0%
2 detaylı yanlış cevap
5
25,0%
11
55,0%
yanlış cevap
4
20,0%
3
15,0%
bilmiyorum
3
15,0%
0
0,0%
15,0%
doğru cevap
3
Yanlış cevap puanı
135
“Bilmiyorum” cevap puanı
19
Doğru cevap puanı
17
41,2%
100%
85%
1
5,0%
193
58,8%
0
0%
3
15%
,176
,000**
2
(x =37,527)
1:ki kare test değeri **p<0,01 *p<0,05
Tablo 8’de belirtildiği üzere ikinci görüşmelerden edinilen cevap puanları açısından p<0,01 anlamlılık düzeyinde p=0,000 (x2=37,527) bulunmuş
olup kontrol ve deney grubuna ait sonuçlar arasında anlamlı farklılık olduğu
görülmüştür. Bu bağlamda, deney grubunun doğru cevap puanlarının kontrol
grubundan az olduğu; ancak yanlış cevap puanlarının kontrol grubuna oranla
daha fazla olduğu söylenebilmektedir.
IV. TARTIŞMA ve YORUM
Adalet sistemi açısından görgü tanıklığı oldukça önemli bir konuma sahiptir.
Fiziksel delillere ulaşılamayan ya da delillerin yetersiz kaldığı adli vakalarda
görgü tanığına ait ifadeler tek geçerli delil olarak karşımıza çıkabilmektedir.
Görgü tanığı ifadelerindeki değişim ve yanılmalar adli mekanizmanın işlemesini
engelleyebilmekte; masum kişilerin mahkumiyetiyle sonuçlanabilmektedir.
Bu nedenle araştırmacılar görgü tanığının belleğinin yanılabilirliğine, tanık
ifadelerinin yönlendirilebilirliğine odaklanmış; ifadeyi etkileyen faktörleri ele
alan çalışmalara ağırlık vermiştir.
Çocuk görgü tanıklarının ifadelerinin güvenilirliğinin ele alındığı bu
çalışmada, olay belleklerinde meydana gelen değişim ve hataların nasıl
oluştuğunun saptanması hedeflenmiştir. Bu amaç doğrultusunda, çocuk
görgü tanıklarıyla yapılan görüşmelerde kullanılan soruların ve görüşmecinin
yaklaşımının olaya dair gerçeklik algısının değişimi üzerindeki etkisi, olay
belleğindeki bilgi boşluklarının doldurulması yönünde uygulanan zorlama
çerçevesinde ele alınmıştır. 40 çocuğun katılımıyla gerçekleştirilen çalışma
iki grup çerçevesinde yürütülmüş ve çalışma kapsamında çocuklarla bireysel
görüşmeler yapılmıştır.
Araştırmanın ana hedefi olay belleğindeki bilgi boşluklarının doldurulması
yönünde uygulanan zorlamanın, yani .yapılan görüşmede gösterilen
tutumun ifade üzerindeki etkisini belirlemek olduğu için görüşmelerin yapıldığı
ortamın dikkat dağıtıcı olmasından kaçınılmıştır. Böylelikle elde edilen verilerin
dış geçerliliği azalsa da amaca yönelik geçerliliğinin artması sağlanmıştır.
468
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Negative Effects of Forced Confabulation on Child Eyewitness Testimony
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
Belleğin yaş ile ilişkisi göz önüne alındığında erken yaş grubundaki çocukların
daha büyük yaş grubundaki çocuklara göre olaylara ilişkin detayları daha
çabuk unuttukları araştırmalarca kanıtlanmıştır (Ceci, Bruck, 1993, Goodman,
2006). Bu nedenle çalışmada yaş kriterini kontrol edebilmek amacıyla katılımcı
çocukların yaşları 9 olarak belirlenmiştir.
Yaş kriterinin yanı sıra katılımcı çocukların seçiminde başka kriterler
aranmamış ve bu doğrultuda katılımcı grubun gerçek yaşamda adli sistemde
görgü tanığı olarak karşımıza gelebilecek çocuk popülasyonunu temsil
etmesi amaçlanmıştır. Bu durumun da araştırmanın dış geçerliliğini arttırdığı
düşünülmektedir.
Ayrıca, söz konusu ana etkinin çocukların olay gerçekliğinde ne yönde
değişimlere sebep olduğunu saptamak amacıyla filmden hemen sonra ve
film etkinliğinden bir hafta sonra olmak üzere çocuklarla iki farklı tarihte
görüşmeler yapılmıştır.
Çalışmanın ana amacının ele alındığı deney grubuna ait ilk görüşme
verilerine bakıldığında çocukların tuzak sorulara vermiş oldukları doğru
cevap sayısının diğer gruba oranla daha düşük olduğu; bununla birlikte
detaylandırılmış yanlış cevap sayılarının daha fazla olduğu saptanmıştır.
Görüşme kayıtlarına baktığımızda ise, ilk görüşmelere ait sayısal sonuçlar
doğrultusunda 3.soru maddesi için ilk cevabı hatırlamıyorum olan 11 çocuğun
(%55) zorlama sonrası 11’inin de yanlış cevap verdiği görülmüştür. 7. soru
maddesi için ise ilk cevabı hatırlamıyorum olan çocuk sayısının 6 (%30)
olduğu; zorlama sonrası bu çocuklardan 1 tanesinin (%5) ikiden daha fazla
detay içeren yanlış cevap verdiği; 5 tanesinin (%25) iki detaylı yanlış cevap
verdiği bulunmuştur. 9 numaralı soru maddesine 12 çocuğun (%60) ilk olarak
hatırlamıyorum cevabı verdiği ve zorlama sonrasında bu çocuklardan 5’inin
(%25) yanlış, 4’ünün (%20) iki detaylı yanlış, 3’ünün (%15) de ikiden fazla detaylı
yanlış cevap verdiği belirlenmiştir. 14. soruda ilk olarak hatırlamıyorum cevabı
veren 8 çocuktan (%40) 7’sinin yanlış ve 1 tanesinin iki detaylı yanlış cevap
verdiği; 16. soruda ise 13 çocuktan (%65) 9’unun yanlış, 3’ünün iki detaylı ve
1’inin de ikiden fazla detaylı yanlış cevap verdiği saptanmıştır. Son tuzak soru
olan 18.soruda, ilk olarak hatırlamadığını belirten 6 çocuktan (%30) 4’ünün iki
detaylı, 2’sinin de ikiden daha fazla detaylı cevap verdiği görülmüştür.
Bununla birlikte, olaya ilişkin bilgi boşluklarının doldurulması yönünde
zorlama uygulanan bu gruptaki çocuklara ait cevaplarda diğer gruba oranla
detaylandırılmış yanlış cevap sayılarının arttığı görülürken doğru cevap
sayılarının da azaldığı saptanmıştır.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
469
Bellek Boşluklarını Doldurmaya Zorlamanın Çocuk Görgü Tanığı Belleği Üzerindeki
Olumsuz Etkileri
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
Birinci ve ikinci görüşmelerde tuzak sorulara verilen cevaplar içerik olarak
karşılaştırıldığında ise, ikinci görüşmelerdeki iki detaylı ve ikiden daha fazla
detaylı yanlış cevapların sayısının arttığı ve ilk görüşmede çocuklar tarafından
verilen uydurma cevapların ikinci görüşmelerde de detaylandırılmış olarak
tekrarlandığı dikkat çekmiştir.
Bu noktada, söz konusu tablodan üç önemli sonuca ulaşılabilmektedir. İlk
olarak, herhangi bir etkiye maruz kalmayan kontrol grubundaki çocukların
cevaplarıyla karşılaştırıldığı zaman, görüşme sürecinde uygulanan zorlamanın
etkisiyle deney grubundaki çocukların tuzak sorularla sorgulanan ve filmde
yer almayan detayların varlığını kabul ettikleri görülmüştür. İkinci olarak,
olay belleğindeki bilgi boşluklarının doldurulması yönünde zorlamaya
maruz kalan çocuklara ait detaylandırılmış yanlış cevapların gerçek olaydan
sapma derecelerine bakıldığında çocukların izledikleri olayın gerçekliğinden
uzaklaşmış oldukları sonucuna varılmıştır. Son olarak ise, çocukların birinci
ve ikinci görüşmede verdikleri cevapların karşılaştırılması yapıldığında ilk
görüşmede vermek durumunda kaldıkları uydurma cevapları benimsedikleri
ve olay belleklerinde gerçek olaydan bağımsız detaylara sahip yeni bir olay
oluşturdukları gözlenmiştir.
Ayrıca, ulaşılan bir diğer sonuç da çocukların yetişkin bir görüşmeci karşısında
tuzak sorulara ve cevap verme zorunluluğuna direnç gösterememeleridir.
Çocuğun yetişkini memnun etme gayreti sergilemesi de arka planda yer alan
bir diğer dinamik olarak görülmektedir.
Araştırmamızın kontrol grubunda yer alan çocuklara “bilmiyorum,
hatırlamıyorum” cevabı verme hakları olduğu belirtilmiş olmasına rağmen
diğer gruplara oranla az da olsa bu gruptaki çocukların tuzak sorulara cevap
verme gerekliliği duyduğu gözlenmiştir. Deney grubunda ise, çocukların bir
kısmı, ilk etapta, tuzak sorular aracılığıyla sorulan detaylara ilişkin filmde
herhangi bir şey izlemediğini ifade etmiş olsa da görüşmeci tarafından yapılan
ısrar neticesinde detayların varlığının kabul edildiği görülmüştür.
470
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Negative Effects of Forced Confabulation on Child Eyewitness Testimony
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
İstatistiksel olarak ele alınmamış olsa da görüşmeler süresince sağlanan
bu yöndeki gözlemler konuya ilişkin diğer çalışmalara ait19,20,21,22,23,24,25 sonuçlarla
paralellik göstermektedir.
Dikkat çeken başka bir nokta ise, ilk etapta sorularda belirtilen detayları
görmediğini belirten ve ısrar sonrasında detayların varlığını kabul eden deney
grubundaki çocukların sorulara detaylandırılmış yanlış cevap vermeleridir.
Ayrıca, bu gruptan alınan detaylandırılmış yanlış cevap sayısının kontrol
grubundaki çocuklardan alınan detaylandırılmış yanlış sayısına göre daha fazla
olduğunun da altı çizilmelidir.
Sonuç olarak, olay belleğindeki bilgi boşluklarının doldurulması yönünde
zorlamaya maruz kalmanın çocuk görgü tanıklarının ifadeleri üzerindeki
etkilerini saptamak amacıyla yapılan bu çalışmada elde edilen sonuçlar, gerçek
yaşamda adli süreçte yürütülen tanık görüşmelerinde nelere dikkat edilmesi
gerektiği hususunda önemli veriler sağlamıştır.
V. ÖNERİLER
Çocuğun tanık olduğu olaya dair bütün detayları görmüş olabileceği
ön yargısıyla hareket etmek ya da çocuğu zorlayarak daha fazla detayı
hatırlayabileceğini sağlama düşüncesiyle yapılan görüşmelerde çocukların
olaydan bağımsız cevaplar üreterek ifade verdikleri tespit edilmiştir. Bu şekilde
elde edilen ifadelerin ise, adli mekanizmanın işlemesi için verimli olmayacağı,
gerçek olayın belirlenebilmesine ve asıl suçlunun tespit edilebilmesine hizmet
etmeyeceği aşikardır.
19
20
21
22
23
24
25
Ceci, S.J., Ross, D.F., Toglia, M.P. (1987). Age differences in suggestibility: narrowing the
uncertainties, in Children’s Eyewitness Memory, eds J. Ceci, M. P. Toglia & D. F. Ross. New
York: Springer-Verlag.
Zaragoza, M.S., Payment, K.E., Ackil, J.K., Drivdahl, S.B., Beck, M. (2001). Interviewing
witnesses: Forced confabulation and confirmatory feedback increase false memories.
Psychological Science, 12(6), 473-477.
Schwarz, S., Roebers, C.M. (2006).Age differences in the effects of social influence on
children’s eyewitness performance and their metacognitive monitoring. Journal Of
Experimental Child Psychology, 94, 229-248.
Gombos, V., Pezdek, K., Haymond, K. (2012). Forced confabulation affects memory
sensitivity as well as response bias. Memory & Cognition, 40, 127-134.
Stolzenberg, S., Pezdek, K. (2013).Interviewing child witnesses: The effect of forced
confabulation on event memory. J Exp Child Psychol., 114(1), 77-88.
Chrobak, Q.M., & Zaragoza, M.S. (2013). When forced fabrications become truth: Causal
explanations and false memory development. Journal of Experimental Psychology: General,
142(3), 827–844.
Rindal, E.J., Chrobak, Q.M., Zaragoza, M.S., Weihing, C.A. (2017). Mechanisms of eyewitness
suggestibility: Tests of the explanatory role hypothesis. Psychonomic Bulletin & Review,
24(5), 1413-1425.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
471
Bellek Boşluklarını Doldurmaya Zorlamanın Çocuk Görgü Tanığı Belleği Üzerindeki
Olumsuz Etkileri
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
Herhangi bir baskı uygulansa da uygulanmasa da çocuklara yöneltilen tuzak,
yönlendirici soruların olay belleğindeki bilgilerin bozulmasına ve çocukların
olayın gerçekliğinden uzaklaşmalarına sebebiyet verdiği sonucuna varılmıştır.
Benzer şekilde, olayın hemen ardından gelen yetişkin manipülasyonlarının
da çocuğun olay belleğinde etkili olduğu ve bellekteki olaya ilişkin detayların
yetişkin tarafından verilen yanlış bilgiler çerçevesinde değişiklik gösterdiği de
saptanmıştır. Yine, bu etkiler altında çocuktan alınabilecek bilgilerin gerçek
olayı yansıtmayacağı, adli sürecin olumsuz yönde etkilenmesine sebebiyet
vereceği açıkça görülmektedir.
Son olarak, görüşme yapılan çocukların bir kısmına görüşmelere
başlamadan önce sorulan sorulara bilmiyorum ve hatırlamıyorum cevaplarını
verebilecekleri ön bilgisi verilmiştir. Bu ön bilginin verildiği çocukların
cevaplarına bakıldığında ise, detaylandırılmış yanlış cevap sayılarının diğer
çocuklara oranla daha az olduğu, doğru cevap sayılarının da daha fazla olduğu
görülmüştür. Bu noktada, gerçek yaşamda çocuk görgü tanıklarıyla yürütülen
görüşmelerde bu ayrıntıya dikkat edilmesi önemli görülmektedir. Çocuklara
görüşmenin hazırlık sürecinde “bilmiyorum, hatırlamıyorum” cevaplarını
verebilme haklarının olduğunun belirtilmesiyle gerçek olayı yansıtan bilgilerin
edinme oranının da arttırılabileceği düşünülmektedir.
*****
KAYNAKÇA
Ackil, J.K., Zaragoza, M.S. (1998). Memorial consequences of forced confabulation: Age differences in susceptibilityto false memories. Developmental Psychology, 34(6), 1358-1372.
Alpar, G., Er, N. ve Uçar Boyraz, F. (2007). Görgü tanıklığında bellek hataları:
olay sonrası bilginin ve tuzak soruların hatırlama ve kaynak izleme üzerindeki
etkisi. Türk Psikoloji Dergisi, 10(20), 1-17.
Binet, A. (1900). La Suggestibilité. Paris: Schleicher.
Bruck, M., Ceci, S.J., Hembrooke, H. (1998). Reliability and credibility of young
children’s reports: From research to policy and practice. American Psychologist, 53, 136-151.
Ceci, S.J., Ross, D.F., Toglia, M.P. (1987). Age differences in suggestibility: narrowing the uncertainties, in Children’s Eyewitness Memory, eds J. Ceci, M. P.
Toglia & D. F. Ross. New York: Springer-Verlag.
Ceci, S.J., Bruck, M. (1993). The suggestibility of the child witness: A historical
review and synthesis. Psychological Bulletin, 113, 403-439.
472
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Negative Effects of Forced Confabulation on Child Eyewitness Testimony
Dr. Eda Ermağan ÇAĞLAR, Prof. Dr. Neşe KOCABAŞOĞLU
Chrobak, Q.M., & Zaragoza, M.S. (2013). When forced fabrications become
truth: Causal explanations and false memory development. Journal of Experimental Psychology: General, 142(3), 827–844.
Gombos, V., Pezdek, K., Haymond, K. (2012). Forced confabulation affects
memory sensitivity as well as response bias. Memory & Cognition, 40, 127134.
Goodman, G.S. (2006). Children’s eyewitness memory: A modern history and
contemporary commentary. Journal of Social Issues, 62(4), 811-832.
Koriat, A., Goldsmith, M., Pansky, A. (2000). Toward a psychology of memory
accuracy. Annual Review of Psychology, 51, 481-537.
Memon A, Zaragoza M, Clifford BR, Kidd L. (2010). Inoculation or antidote?
The effects of cognitive interview timing on false memory for forcibly fabricated events. Law Hum Behav. 2010;(2):105–17. pmid:19301110
Pezdek, K., Lam, S.T., Sperry, K. (2009). Forced confabulation more strongly
influences event memory if suggestions are other-generated than self-generated. Legal and Criminological Psychology, 14, 241-252.
Rindal, E.J., Chrobak, Q.M., Zaragoza, M.S., Weihing, C.A. (2017). Mechanisms
of eyewitness suggestibility: Tests of the explanatory role hypothesis. Psychonomic Bulletin & Review, 24(5), 1413-1425.
Schwarz, S., Roebers, C.M. (2006). Age differences in the effects of social influence on children’s eyewitness performance and their metacognitive monitoring. Journal Of Experimental Child Psychology, 94, 229-248.
Stille, L., Norin, E., Sikstrom, S. (2017). Self-delivered misinformation-Merging
the choice blindness and misinformation effect paradigms. PLoS ONE 12(3):
e0173606.
Stolzenberg, S., Pezdek, K. (2013). Interviewing child witnesses: The effect of
forced confabulation on event memory. J Exp Child Psychol., 114(1), 77-88.
Yates, A. (1987). “Should young children testify in cases of sexual abuse?”
American Journal of Psychiatry, 144, 476-480.
Zaragoza, M.S., Payment, K.E., Ackil, J.K., Drivdahl, S.B., Beck, M. (2001). Interviewing witnesses: Forced confabulation and confirmatory feedback increase
false memories. Psychological Science, 12(6), 473-477.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
473
ANAYASA MAHKEMESİ’NE YAPILAN BİREYSEL BAŞVURULARDA
BAŞVURU YOLLARININ TÜKETİLMESİ KOŞULUNUN VERGİ
UYUŞMAZLIKLARIYLA İLGİLİ İDARİ BAŞVURULAR EKSENİNDE
DEĞERLENDİRİLMESİ
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the
Individual Applications to the Constitutional Court Within the Scope of
Administrative Applications in Tax Disputes
Dr. Osman SARIASLAN1
Geliş Tarihi: 07.12.2017
ÖZET
Anayasa Mahkemesi bireysel başvuruları,
esas
incelenmesine
geçmeden
önce
iki aşamalı bir usul incelemesine tabi
tutmaktadır. Usule ilişkin incelemenin ilk
safhasını başvurunun şekline ilişkin hususlar
oluşturmakta iken; ikinci safhasını kabul
edilebilirlik incelemesi oluşturmaktadır. Kabul
edilebilirlik incelemesinin kriterlerinden biri
de başvuru yollarının tüketilmesidir. Başvuru
yollarının tüketilmesinin kural alanı, bireysel
başvurunun üzerine inşa edildiği hukuki
süreçlerin toplamından oluşmaktadır. Bu
süreçler hem adli hem de idari başvurulardır.
Vergilendirme işlemlerinden kaynaklı hak
ihlallerinin giderilmesinde de adli ve idari
başvurular bulunmaktadır. Ayrıca vergi
uyuşmazlıkları ile ilgili idari başvurularda,
hangi başvurunun zorunlu bir yol olarak
tüketilmesi gerektiği, daha sonra gidilecek
yargı yolu ve yapılacak bireysel başvurunun
usulden reddedilmemesi için önem arz
etmektedir.
Dolayısıyla idari başvuru
sürecinin doğru ve usulüne göre tüketilmesi,
hem yargılama aşamasında hem de bireysel
başvuruda yapılacak esas incelemesi için bir
gerekliliktir. Çalışma, bu gerekliliğin özelik
arz eden hususlarını ortaya koymak ve vergi
uyuşmazlıklarında hak arama süreçlerinin
daha başlangıcından itibaren doğru bir zemin
ve istikamette yürütülmesine katkı sağlamak
amacıyla kaleme alınmıştır. Temel savı doğru
bir başlangıç yapılmadan doğru sonuç elde
edilemeyeceğidir. Anayasa Mahkemesinin
konuyla ilgili karaları ise çalışmanın referans
noktalarıdır.
Kabul Tarihi: 09.02.2018
ABSTRACT
The Constitutional Court subjects the individual applications to a two phased procedural
examination before the substantial examination.
Whereas the first phase of the procedural examination is composed of the issues upon the ways
of application, the examination of acceptability forms the second phase. One criteria of the
examination of acceptability is that all the ways
of application are depleted. The rule base of the
depletion of application ways comprises the whole sum of judicial processes depending on individual application. These processes are both judiciary and administrative applications. Judiciary and
administrative applications are also applied in the
compensation of violations of rights derived from
taxation procedures. Furthermore, concerning
the administrative applications for tax disputes,
the determination of which type of application
to be necessarily depleted stands to be crucial in
deciding on the next judicial remedy and not allowing the individual application to be declined.
Therefore, the fact that the process of administrative application is depleted in the proper and right procedure is a requirement for the substantial
examination for both the phase of judgment and
individual application. The study is set for the goal
to put forward the important issues of this requirement and contribute to operating the processes
of legal remedies on a right basis and direction
from the very beginning. The main argument of
the study is that it is not possible to attain an accurate result without an accurate beginning.
Keywords:
Individual
Application,
Anahtar Kelimeler: Bireysel Başvuru,
Kabul Edilebilirlik Kriterleri, Başvuru Yollarının Criteria of Acceptability, Depletion of the Ways
Tüketilmesi, Vergi Uyuşmazlıkları, İdari of Applicaiton, Tax Disputes, Administrative
Applications, Constitutional Court Resolutions
Başvurular, Anayasa Mahkemesi Kararları
1
Zonguldak Vergi Mahkemesi Başkanı (Anayasa Mahkemesi Eski Raportörü), sariaslanosman@
yahoo.com
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
475
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
GİRİŞ
Bireysel başvuru hukuk sistemimize girmeden önce “hak” arama süreci
idari ve yargısal olmak üzere iki aşamayla sınırlıydı ve yargısal anlamda verilen
en son kararla bu süreç sonlanmaktaydı. Ancak 23.9.2012 tarihinden itibaren
idari ve yargısal yollara başvurdukları halde hâlen haklarının ihlal edildiğini
düşünenler Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuru yapabilme
imkânına kavuştular. Böylece anılan tarihten itibaren yargısal sürecin
sonuna eklemlenen maddi vakıa denetiminden bağımsız hak temelli bir
değerlendirmenin hukuk sistemimize dâhil edildiği yeni bir dönem başlamıştır.
Bu yeni dönemde milat 2010 yılı Anayasa değişikliğidir. Anayasa’nın 148.
maddesine 2010 yılında 5982 sayılı Kanunun 18. maddesiyle yapılan ek
düzenlemeyle AYM, klasik görevlerinin yanı sıra Anayasada güvence altına
alınmış temel hak ve özgürlüklerinden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)
kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla
yapılan bireysel başvuruları incelemekle de görevlendirilmiştir. Lakin AYM’nin
bireysel başvuruyu inceleyebilmesi, olağan kanun yollarının tüketilmiş olması
şartına bağlanmıştır.
Olağan kanun yollarının tüketilmesi gereği, başvurunun esasının
incelenebilmesi için en temel koşuldur. Zira bireysel başvuru özü itibariyle bir
hak ihlali iddiasının, daha önce devletin adli ve idari mercileri önünde ileri
sürülmesine rağmen sonuç alınamamasından yakınma halidir. Dolayısıyla
bireysel başvuru süreci bir hak ihlali iddiasının olağan kanun yollarında
ileri sürülmesine rağmen giderilmemesi üzerine inşa edilmiştir. Bu durum
‘bireysel başvurunun ikincilliği’ diye ifade edilmektedir. Buna göre kişiler
bireysel başvuruya konu haklarının ihlal edildiği iddialarını ilk önce devletin
adli ve idari mercileri önünde dile getirip bu süreçlerin tamamını tüketmeleri
gerekmektedir. Anılan süreçlerin sonunda hak ihlali hâlâ giderilmemiş ise
bireysel başvuruda bulunabileceklerdir. Zira Anayasa’da yer alan temel hak ve
özgürlüklere saygı gösterilmesini sağlama, onları uygulama ve yerine getirme
görevi öncelikle AYM’ye değil adli ve idari organlara aittir.2
Öte yandan vergi uyuşmazlıkları, mahiyeti gereği devletin egemenlik hakkı
ile kişilerin mülkiyet hakkı arasında yaşanan ihtilaflardan kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla bir vergi uyuşmazlığının temelinde, çoğu kez, mülkiyet hakkının
ihlali iddiası vardır.3 Dolayısıyla kişiler, vergi uyuşmazlıklarının çoğunda, vergi
2
3
Hakan Sabri Çelikyay, “Anayasa Mahkemesinin Bireysel Başvuru Kararlarının ’Başvuru
Yollarının Tüketilmemesi’ Ölçütü Açısından Değerlendirilmesi”, İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Mecmuası, C.LXXIII, 2015, S.1, s. 23
Tabiidir ki bu, diğer hak ihlallerinin vergi uyuşmazlılıklarında yaşanmadığı veya bunlara
ilişkin iddiaların olmadığı anlamına gelmez. Özellikle adil yargılanma hakkının ihlali iddiası
tüm uyuşmazlık türlerinde olduğu gibi vergi uyuşmazlıklarında da oldukça fazla ileri
476
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
kanunlarında ortaya konulan ölçütler ve usullerin dışında vergilendirildiklerini
iddia etmektedirler.
Bununla beraber hukukumuzda, çoğu vergi uyuşmazlığı yargısal yollara
başvurmaksızın idari başvurularla da çözüme kavuşturulabilmektedir. İdari
aşamada çözüm sağlanamamış veya ihlal giderilmemiş ise bu kez yargısal
yolların tüketilmesi gerekmektedir. Bireysel başvuru ise yargı sürecinin de
netice vermemesi ya da vermediği iddiası üzerine gidilebilecek bir yoldur.
Bu durum çerçevesinde; vergi uyuşmazlıklarının bireysel başvuru yoluna
taşınmadan, uyuşmazlığın niteliğine göre, hangi adli ve idari süreçlere konu
edilmesi gerektiğinin ortaya konulması önem kazanmaktadır. Bireysel
başvurunun kendisinin de bir hak olduğu düşünüldüğünde; kişiler bu
haklarından kendi eksik ve hatlarından ötürü mahrum kalmamak adına
anayasal ve yasal düzeyde belirlenen koşul ve usulleri yerine getirmek
durumundadırlar. Aksi takdirde başvurular, esasa girilmeksizin, kabul edilemez
bulunarak incelenmemektedir. Öte yandan AYM’nin usule ilişkin konularda
verdiği kabul edilemezlik kararları bireysel başvurunun detaylarına ilişkin bir
usul haritası sunmaktadır. Bu nedenle çalışmanın konusu ve temel gayesi,
vergi uyuşmazlıklarından kaynaklı bir hak ihlali iddiasının, ihlalin oluştuğu
andan itibaren, ihlalin muhatabı tarafından vergi uyuşmazlıklarına özgü
idari süreçlerin hangilerinde ve ne şekilde ileri sürülmesi gerektiğini ortaya
koymaktır. Bu kapsamda çalışmanın birinci bölümünde kısaca kabul edilebilirlik
kriterlerinden söz edilecek; ikinci bölümünde kabul edilebilirlik kriterlerinden
başvuru yollarının tüketilmesi üzerinde durulacak. Üçüncü bölümünde
vergi uyuşmazlıklarının çözümünde başvurulan idari ve genel olarak da
yargısal süreçlere değinilecek. Dördüncü ve son bölümde ise AYM’nin vergi
uyuşmazlıklarının çözümünde tüketilmesi gereken başvuru yollarına bakış
açısı bazı karar örnekleri üzerinden değerlendirilmeye çalışılacaktır.
I. KABUL EDİLEBİLRLİK KRİTERLERİ
Bireysel başvurunun Türk Hukuk Düzenine dâhil edilmesini öngören 2010
yılı Anayasa değişikliği ile birlikte Anayasa Mahkemesinin kuruluş ve işleyişine
ilişkin 2949 sayılı Kanun ilga edilmiş, yerine 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunla yeni duruma uygun yasal
düzenleme yapılmıştır. Buna göre bireysel başvurunun, başvuru koşullarıyla
inceleme usulleri 6216 sayılı Kanunun 45, 46, 47 ve 48. maddelerinde ortaya
konulmuştur. Ayrıca Anayasa Mahkemesi İçtüzüğünde4 de bireysel başvuru
4
sürülebilmektedir. Ancak bu ihlal iddiaları dahi mülkiyet hakkı gibi çekirdek bir hakkın
korunmasına yöneliktir.
Anayasa Mahkemesi İç Tüzüğünün Üçüncü Kısım Dördüncü Bölümünde, diğer bir ifadeyle
59 ve 84. maddelerinde arasında bireysel başvuruya ilişkin süreçler detaylı bir şekilde
düzenlenmiştir.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
477
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
süreci oldukça detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Anılan bu düzenlemelerin
ilham kaynağı çoğunlukla (AİHS) ve bunun içtihadi anlamda pratiğini
ortaya koyan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları olmuştur.
Dolayısıyla AYM, anılan mevzuat gereğince önüne gelen bir bireysel başvuru
dilekçesini, tıpkı AİHM gibi, öncelikle başvuru şartları/koşulları yönünden
incelemektedir. Esas incelemesinden önce yapılan bu ‘ön inceleme’ esasında
iki safhadan oluşmaktadır. Bunlardan ilki AYM’de oluşturulan bireysel başvuru
bürosu tarafından başvurunun şekline (ve tespit edildiği haliyle süresine)
ilişkin hususlarda yapılan incelemedir.5 Bu inceleme, Anayasa Mahkemesi
İçtüzüğünde “ön inceleme” diye adlandırılmıştır. Ancak mahiyeti itibariyle bir
eksiklik incelemesidir. Zira inceleme; başvuru formu ve eklerinin, İçtüzüğün
59. maddesinde belirlenen şartları taşıyıp taşımadığı ve aynı İçtüzüğün
60. maddesinde belirlenen ilkelere uygunluğu ekseninde yapılmaktadır.
İncelemenin sonunda şayet İçtüzüğün 59 ve 60. maddelerine aykırılık tespit
edilirse başvurucu veya kanuni temsilcisine onbeş günü geçmemek kaydıyla
bir süre verilerek eksiliğin (veya eksikliklerin) giderilmesi istenmektedir;
şayet verilen sürede eksiklik giderilmez ise “idari ret” kararı verilerek başvuru
süreci daha başlamadan sonlandırılmaktadır. Söz konusu idari ret kararı, AYM
Komisyonlar Başraportörü tarafından verilmektedir; yargı kararı değildir. Bu
karara karşı yedi gün içinde Komisyon’a itiraz edilebilir. İtiraz üzerine verilen
karar bir yargısal kararıdır ve kesindir. Dolayısıyla herhangi bir hak kaybının
yaşanmaması için bireysel başvuru formlarının ve eklerinin, mevzuata uygun
bir şekilde, eksik ve hatasız hazırlanması fevkalade önemlidir.
Bireysel başvuruların usul aşamasına ilişkin ikinci safha “kabul edilebilirlik”
incelemesidir. Bu inceleme salt bir usul incelemesi olmadığı gibi esas incelemesi
de değildir. Bir yönüyle usule bir yönüyle de esasa dokunmaktadır. Bireysel
başvurunun niteliği gereği eksiklik incelemesinden geçmiş başvuruların, hem
kabul edilebilirlik hem de esas incelemesine tabi tutulması gerekir. Zira bireysel
başvuru incelemesi kabul edilebilirlik ve esas incelemesini kapsayan tek bir
zemin üzerine inşa edilmiştir. Ancak hem AİHM hem de AİHM uygulamasını
örnekleyen AYM, bireysel başvuru formunda ‘açık kabul edilemezlik’ tespit
ettiği takdirde, esasa ilişkin diğer hususları incelemeksizin kabul edilemezlik
kararı vermektedir.6 Bununla birlikte kabul edilebilirlik kriterlerinin bireysel
başvurunun her aşamasında gözetildiğini de vurgulamak gerekir. Yani kabul
5
6
Hüseyin Turan, “Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru ve Başvuruların İncelenme
Usulü”, Ed. Hüseyin Turan-Recep Kaplan, Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Usulü
ve Kabul Edilebilirlik Kriterleri, Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara, 2015, s. 16
AİHM tarafından yapılan kabul edilebilirlik incelemeleri için bkz. David Harris ve diğerleri,
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Hukuku (Yüksek Yargı Kurumlarının Avrupa Standartları
Bakımından Rollerinin Güçlendirilmesi Ortak Projesi), Çev. Mehveş Bingöllü Kılcı-Ulaş
Karan, Avrupa Konseyi (Türkçe birinci baskı), Şen Matbaa, Ankara, 2013, ss. 785-837
478
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
edilebilirlik incelemesi yalnızca AYM’de Komisyon aşamasına hasredilmiş bir
“ön ve/veya ilk inceleme” değildir. Ancak AYM Komisyonlarının odaklandığı
nokta kabul edilebilirlik incelemesidir. Böylece başvuruların ayıklanması
hedeflenmektedir. Tıpkı AİHM’de olduğu gibi aşırı işyükünün önlenmesi,
niteliksiz ve bazı nedenlerden ötürü incelemeye gerek olmayan başvuruların
biran evvel sonlandırılarak, asıl mesainin nitelikli başvurular üzerine
harcanması maksadıyla, esas incelemesinden ayrı ön bir incelemenin pratik
faydasına binaen geliştirilmiştir. Dolayısıyla Anayasa başta olmak üzere ilgili
mevzuata ve AYM’nin verdiği ilke kararlarına göre kabul edilebilir bulunmayan
başvurular Komisyon aşamasında iki üyenin kararı ile kabul edilemez bulunarak
başvuru kesin olarak sonlandırılmaktadır. Buna mukabil Komisyon aşamasında
yapılan incelemede ortada herhangi bir kabul edilemezlik nedeni yok ve
iddialar açıkça dayanaktan yoksun değilse, esasın incelenmesi için başvuru
Bölüm’e sevk edilmekte ve burada başvuru daha kapsamlı bir incelemeye tabi
tutulmaktadır.
Kabul edilebilirlik incelemesi, kabul edilebilirlik kriterleri üzerinden
yapılmaktadır. Bu kriterler, başta Anayasa olmak üzere 6216 sayılı Kanun,
Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nde belirtilen hususular ile AYM tarafından
verilen ilke kararları ekseninde şekillenmiştir.7 Literatürde kabul edilebilirlik
kriterleri, genelde, usule ilişkin olanlar ile esasa ilişkin olanlar olmak üzere iki
ana başlıkta ifade edilmektedir. 8
A. Usule İlişkin Kabul Edilebilirlik Kriterleri
Usule ilişkin kabul edilebilirlik kriterlerini başvurucuya ilişkin olanlar ve
AYM’ye ilişkin olanlar şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. Öyle ki bir bireysel
başvurunun aktif süjesi olan başvurucunun hukuken tüm süreç ve koşulları
yerine getirdikten sonra başvuru yapması beklenirken; bu başvuruyu inceleyen
mercinin yani AYM’nin de konu (mevzuat) ve zaman bakımından yetkili olması
gerekir.
1. Başvurucuya İlişkin Kabul Edilebilirlik Kriterleri.
Mevcut mevzuat ve içtihatlara göre bireysel başvuruda başvurucuyla
doğrudan alakalı olan kabul edilebilirlik kriterlerini en genel hatlarıyla şu
şekilde ifade etmek mümkündür. Başvurunun;
7
8
AİHS hükümleri ve AİHM içtihatları da dikkate alınmaktadır.
Serdar Gülener, “Mukayeseli İnsan Hakları Hukukunda Temyiz Merci Şikâyetlerinin İstisnai
Bir Alanı Olarak ‘Keyfilik’ Kriteri”, Bireysel Başvuru İncelemeleri-1, Editörler: Musa
Sağlam, Serdar Gülener, Recep Kaplan; Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara, 2013, s.
55. Bu çalışmada Gülener, AİHS’i, baz alarak kabul edilebilirlik kriterlerini üçlü bir ayrımla
betimlemiştir. Buna göre usule ilişkin olanlar, Mahkemenin yetkisine ilişkin olanlar ve esasa
ilişkin olanlar. Oysa Mahkemenin yetkisine ilişkin hususlar da esasında usule ilişkindir.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
479
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
-
Süresinde yapılıp yapılmadığı,9
-
Başvuru yollarının usulüne uygun bir şekilde tüketilip tüketilmediği,10
-
Mükerrer olup olmadığı,11
-
Bireysel başvurunun gereksiz ve hakkın kötüye kullanılarak yapılıp
yapılmadığı12
-
Başvuruyu yapan kişinin mağdur sıfatının bulunup bulunmadığı13
yönlerinden incelenmektedir.
Görüldüğü üzere bireysel başvurunun usulüne ilişkin ilk aşamada yer alan
kriterlerin özünde bireysel başvurunun taşıması gereken asgari koşullar ile
geçmesi (ya da tüketmesi) gereken aşamaların varlığı yatmaktadır. Zira bireysel
başvurunun süresinde yapılıp yapılmadığı14, başvuru yollarının tüketilip
tüketilmediği, kişinin ihlal iddiasında bulunduğu hak ile arasında hukuki bir
bağın gerçekten de bulunup bulunmadığı ve dolayısıyla mağdur statüsü taşıyıp
taşımadığına ilişkin hususlar15 başvurunun başvurucuya bakan yönüne ilişkin
kabul edilebilirlik kriterleridir.
Bu kriterler içinde bireysel başvurunun ikincillik niteliğine vurgu yapan ve
sistemin temelini oluşturan “başvuru yollarının tüketilmesi” koşulu oldukça
önemlidir. Öyle ki bu koşul, usule ilişkin diğer koşulların varlığı halinde aranan
ve deyim yerindeyse usulden esasa giden inceleme sürecinde usule dair son
istasyondur. Aşağıda ayrıca incelenecektir.
2. Mahkemenin Yetkisine İlişkin Kabul Edilebilirlik Kriterleri
Bireysel başvuru sürecinin usule ilişkin kabul edilebilirlik kriterlerinin ikinci
boyutunu AYM’nin yetkileri belirlemektedir. Bunlardan ilki Mahkemenin zaman
bakımından yetkili olmasıdır. Esasında bireysel başvuru ülkemiz açısından
yeni bir hukuki süreç değildir. Türkiye 1987 yılında AİHM’e yapılacak bireysel
başvuru hakkını tanımış; 1990 yılında da AİHM’in yargısal yetkisini kabul
etmiştir. Buna göre 1987’den beri Türk vatandaşları veya Türkiye’nin siyasi
9
10
11
12
13
14
15
Süre koşuluyla ilgili bkz. Recep Kaplan, Hasan Saraç, Yılmaz Çınar; “Bireysel Başvuru Süresi
(30 Gün Kuralı)”, Bireysel Başvuru Kabul Edilebilirlik Kriteri Rehberi, Editörler: Recep
Kaplan, Muharrem İlhan Koç; Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara, 2017, ss. 33-49
Bu konuya çalışmanın ilerleyen kısmında daha detaylı değinilecektir.
Konu hakkında bkz. Muharrem İlhan Koç, “Mükerrer Bireysel Başvuru”, Bireysel Başvuru
Kabul Edilebilirlik Kriteri Rehberi, a.g.e. ss. 27-29
Açıklamalar için bkz. Muharrem İlhan Koç, “Bireysel Başvuru Hakkının Kötüye Kullanılması”,
Bireysel Başvuru Kabul Edilebilirlik Kriteri Rehberi, a.g.e. ss. 27-29
Detaylı açıklamalar için bkz. Melek Karali Saunders, “Bireysel Başvuruda Kişi Bakımından
Yetki Kuralı”, Bireysel Başvuru Kabul Edilebilirlik Kriteri Rehberi, a.g.e. ss. 123-172
Örnek karar için bkz. AYM, Ali Kederli, B.No.: 2014/16355, 30/12/2014.
Örnek karar için bkz. AYM, Mahmut Tanal ve Diğerleri [GK], B.No.: 2014/18803, 10/12/2014.
480
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
ve hukuksal egemenlik alanında yaşanan fiili ve/veya hukuksal durumlarla
alakalı hak ihlali yapıldığını iddia eden yabancı ülke vatandaşları (bazı istisnalar
hariç) ülkemizdeki iç hukuk yollarını tükettikten sonra AİHM’e bireysel başvuru
yapma imkânına sahiptiler. Bununla birlikte 2010 referandumuyla birlikte
kabul edilen Anayasa değişikliği ile AYM de 23.9.2012 tarihinden itibaren
bireysel başvuruları kabul etmeye ve incelemeye başlamış; böylece anılan
tarihten itibaren AYM klasik fonksiyonun yanı sıra bireysel başvuruları da
inceleyen bir hüviyet kazanmıştır.16
Diğer yandan AYM’nin bireysel başvuruları kabul etme ve inceleme yetkisi
yeni bir durum olmakla birlikte Anayasanın belirlediği alanlarla sınırlıdır.
Zira Anayasanın 148. maddesinin 3. fıkrasında yer alan “Herkes, Anayasada
güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal
edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir” hükmü uyarınca
‘kesişen haklar’ veya Anayasa ile AİHS’in ‘ortak koruma alanında olan haklar’
bazında yapılan bireysel başvurular AYM’nin görevine girmektedir. Dolayısıyla
AYM’nin bireysel başvurulara ilişkin fonksiyonu, zaman ve konu bakımından
sınırlandırılmış olmaktadır.
Bu durum mahkemenin önüne gelen başvuruları incelerken zaman ve konu
yönlerinden yetkili olup olmadığı hususunda, kabul edilebilirlik incelemesi
yapmasını ve bu konuda bir karar vermesini gerekli kılmıştır. Bu doğrultuda
yukarıda da ifade edildiği üzere 6216 sayılı Kanunun 76/a maddesi gereğince
bireysel başvurunun kapsamı, yalnızca belirli bir zaman diliminden sonraki
(23.09.2012 sonrası kesinleşen) hukuki süreçlere ilişkin olmak kaydıyla AİHS
ile Anayasa’da düzenlenmiş ortak koruma alanında kalan haklarlarla sınırlı
tutulmuştur. Dolayısıyla AYM, zaman ve konu bakımından yetkili olmadığı
başvurular için kabul edilemezlik kararı vermektedir.17
Ayrıca zaman ve konu bakımından yetki koşulunun yanı sıra AYM içtihadında
fazlaca yer alamsa da diğer bir ifadeyle çok karşılaşılan bir durum olmasa da
AYM’nin başvurulan konuyla ilgili yer yönünden yetkili olması da bir kabul
edilebilirlik kriteridir. Bu kritere AİHM tarafından sıklıkla başvurulmaktadır. En
genel haliyle AİHS’e taraf olmayan bir ülkeye karşı yapılan bireysel başvurular
16
17
Bu durum AYM’nin, AİHM’den önce tüketilmesi gereken en son başvuru merci olması
anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla 23.9.2012’den önce kesinleşmiş hukuki süreçler AYM’nin zaman bakımından
yetkisi dışında kalmaktadır. Benzer şekilde çalışma hakkı, Anayasanın 49. maddesinde
düzenlenmiş anayasal bir hak olmasına karşın, AİHS kapsamında olmadığından “ortak
koruma alanında” yer almadığı için bu hakka ilişkin ihlal iddiaları konu bakımından yeksizlik
gerekçesiyle AYM tarafından kabul edilemez bulunmaktadır. Örnek karar için bkz. AYM,
Oğuz Oyan [GK], B.No.: 2015/8818, 14/7/2015
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
481
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
AİHM tarafından yer yönünden yetkisiz bulunarak kabul edilemezlikle
sonuçlandırılmaktadır.18 Konuya AYM özelinde bakıldığında ise, AYM’nin
denetiminde olan hak ihlallerinin yer yönünden sınırı Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin hükümranlık alanıdır. Bu alan siyasi sınırların yanı sıra egemen bir
devlet olarak Türkiye’nin hukuki sınırlarını kapsamaktadır. Dolayısıyla Türkiye
Cumhuriyeti’nin siyasi ve hukuki sınırları dışında kalan ülke makamlarının her
hangi bir kamu gücü kullanmadığı durumlara ilişkin bireysel başvuru şikâyetleri
AYM’nin yer yönünden yetkisi dışında kalmaktadır.19
B. Esasa İlişkin Kabul Edilebilirlik Kriterleri
Usule ilişkin kabul edilebilirlik kriterlerinde sorun görülmemiş bireysel
başvurularda, daha ilk aşamada yani kapsamlı bir incelemeye gerek
duyulmaksızın yapılan incelemede, ihlal iddiaları açıkça dayanaktan yoksun
olarak değerlendirilebilir. Ya da ihlalin ortaya çıkardığı sonucun Anayasal bir
önemi bulunmayabilir. Bu gibi durumlarda da yine kabul edilemezlik kararı
verilmektedir. Şüphesiz bu kabul edilemezlik kararı yukarıda ifade edilen
usule ilişkin verilen kabul edilemezlik kararlarından mahiyet olarak farklıdır.
Zira usule ilişkin bir kabul edilemezlik nedeni bulunmayan durumlarda ve işin
esasına dayalı olarak verilmektedir. Dolayısıyla bireysel başvuru şikâyeti şayet;
-
Açık ve görünür bir ihlale ilişkin değilse20,
Karmaşık ve zorlama ise21
Kanun yolu şikâyeti niteliğindeyse22 ve
Temellendirilememiş (önceki kararlarda “kanıtlanamamış” ifadesi
kullanılırdı) ise23
“açıkça dayanaktan yoksun” olduğu değerlendirilerek kabul edilemezlik
kararı ile sonuçlandırılmaktadır.
Bunların yanında bireysel başvuruya konu edilen ihlal iddiası, Anayasa
Mahkemesi tarafından incelenmeye gerek bulunmayacak derecede önemsiz
ise, bu kez de yine ihlalin varlığı ya da yokluğu incelenmeksizin kabul
edilemezlik kararı verilmektedir.24
18
19
20
21
22
23
24
Harris ve diğerleri, a.g.e., ss-828-829
Konu hakkında açıklamalar için bkz. Muharrem İlhan Koç, “Bireysel Başvuruda Yer
Yönünden Yetki Kuralı”, Bireysel Başvuru Kabul Edilebilirlik Kriteri Rehberi, a.g.e. ss. 87-90
Bu kapsamda örnek karar için bkz. AYM, Sait Şahin, B.No.: 2013/4338, 4/11/2015.
Örnek karar için bkz. AYM, Ahmet Doğan, B.No.: 2014/11359, 16/9/2015.
Örnek karar için bkz. AYM, Ali Osman Köksal, B. No.: 2014/1073, 17/11/2014.
Örnek karar için bkz. AYM, İrfan Sarı, B. No.: 2014/1397, 30/6/2014.
Anayasal ve kişisel önemden yoksunluk gerekçesiyle verilen kabul edilemezlik kararı için
bkz. AYM, K.V.[GK], B. No.: 2014/2293, 1/12/2016.
482
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
II. BAŞVURU YOLLARININ TÜKETİLMESİ
A. Genel Olarak
Bireysel başvurunun ikincil niteliği gereği, başvuruya konu edilen hak ihlali
iddiasının, AYM’ye taşınmadan önce yetkili ve görevli mercilerin önünde
ileri sürülmesi gerekmektedir. İnsan hakları ihlallerinin önlenmesi, yasaların
uygulanması ve Anayasa’nın üstünlüğünün sağlanması öncelikle yasama
organı, idare ve olağan yargı mercilerinin görevidir. Bu nedenle Anayasa
Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapılabilmesi için öncelikle ihlale neden
olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş
idari ve yargısal yollar tüketilmelidir.25 Dolayısıyla diğer idari ve/veya yargı
mercilerine söz konusu hak ihlali iddialarını değerlendirme ve gerektiğinde
ihlalin sonuçlarını giderme imkânı tanınmaksızın doğrudan yapılan bireysel
başvurular, AYM tarafından başvuru yollarının tüketilmediği gerekçesiyle kabul
edilemez bulunarak reddedilmektedir.
Tüketilmesi gereken başvuru yolları, esasında bireysel başvuru sürecinin
üzerine inşa edildiği hukuki zemini oluşturmaktadır. Başka bir anlatımla
bireysel başvuru hak arma sürecinin en son halkası olarak tanzim edildiğinden
ilk önce hak arama zincirinin gerekli tüm halkalarının usulüne göre26 takip
edilerek tüketilmesi gerekmektedir. Zira bireysel başvuru anılan süreçlerin
oluşturduğu hukuki yapının üzerine konumlandırılmıştır.
Bununla beraber vurgulamak gerekir ki, başvuru yollarının sadece biçimsel
olarak tüketilmesi kâfi değildir. İçerik olarak da ihlalin dile getirilip giderilmesi
için çaba sarf edilmesi gerekmektedir.27 Diğer bir anlatımla kişilerin biçimsel
olarak tükettikleri başvuru yollarının her bir aşamasında aynı zamanda
yakındıkları işlem, eylem ya da ihmalin AİHS ve Anayasa’nın ortak koruma
alanında kalan haklarından birini ihlal ettiğini ileri sürmeleri gerekmektedir.
Dolayısıyla başvuru yollarının hem biçimsel hem de içerik olarak tüketilmesi
gereği, bir yönüyle bireysel başvurunun olağanüstü bir hak arama yolu olduğu
ilkesine vurgu yaparken bir yönüyle de AYM ile diğer mahkemeler arasında
yetki ve görev dağılımının belirginleşmesine katkı sağlamaktadır.28
25
26
27
28
Mehmet Ekinci, “Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuruda Bir Kabul Edilebilirlik Koşulu
Olarak ‘Başvuru Yollarının Tüketilmemesi”, Teorik Açıdan ve Temel düzenlemeler
Çerçevesinde Tutuklama, Kesinleşme, Geçici Tedbir, Başvuru Yollarının Tüketilmesi ve
Uzun Yargılama, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı Hizmetiçi Eğitim Yayınları, Ankara, 2013,
s. 140.
Örnek karar için bkz. AYM, Ayşe Sena Sezgin Arslan, 2014/13367, 15/4/2015.
Örnek karar için bkz. AYM, Güley Uğur ve Diğerleri, B. No.: 2013/9083, 7/7/2015.
Çelikyay, a.g.e., s. 24.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
483
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
B. Tüketilmesi Gereken Başvuru Yolları
Kişiler bireysel başvuru yapmadan önce idari ve yargısal başvuru yollarından
mevcut, etkili ve erişilebilir olanları tüketmekle yükümlüdürler. Dolayısıyla
mevcut olsa dahi etkili ve erişilebilir olmayan başvuru yollarının tüketilmesine
gerek yoktur. Diğer bir anlatımla eğer bir başvuru yolu gerçekte yoksa ya da
etkili değilse kişilerin bireysel başvuru yapmadan önce bu yolu (veya yolları)
tüketme zorunluluğu bulunmamaktadır.29
Bu kapsamda çalışmanın bu kısmında bireysel başvurudan önce var olan
hukuk yollarının hangi nitelikleri ile AYM tarafından tüketilmesi gereken
başvuru yolu olarak kabul edildiğine ve istisnalarına değinilecektir. Böylelikle
çalışmanın konusunu oluşturan vergi uyuşmazlıklarından kaynaklı hak
ihlallerinin giderilmesine ilişkin idari başvuru yollarının bireysel başvuru
sürecindeki yerinin belirlenmesine bir zemin hazırlanmış olacaktır.
1. Başvuru Yolunun Mevcut, Etkili ve Ulaşılabilir Olması
Büyük ölçüde AİHM içtihatlarına göre şekillenen AYM’nin içtihat alanında
da mevcut, etkili ve erişilebilir olan hukuk yolları tüketilmesi gereken başvuru
yolu olarak kabul edilmektedir. Buna göre bir hak ihlalinin giderilmesi
yolunun mevcut olması, hak ihlalinin ortaya çıktığı anda var ve ulaşılabilir
olmasını ifade etmektedir.30 Ancak son dönem AİHM ve AYM uygulamalarında,
hakkın ihlal edildiği zaman diliminde mevcut olmasa da konuya ilişkin çözüm
üretmek amacıyla oluşturulan idari ve/veya yargısal süreçler, tüketilmesi
gereken başvuru yolları olarak değerlendirilmekte ve bireysel başvurular,
başvuru yolları tüketilmediği gerekçesiyle kabul edilemez bulunmaktadır.31 Bu
uygulama, AYM’den önce devletin diğer organlarına ihlali ortadan kaldırmak
için fırsat veren, devletin tüm organ ve mercileri tarafından insan haklarına
saygılı olması hedefine matuf ve bu hedef için proaktif işlem ve eylemlerden
sakınılmamasını gerekli gören bir yaklaşımın soncudur. Bireysel başvurudan
hedeflenen kamu yararına da uygundur.
Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin ihlali iddialarına karşı bir başvuru
yolunun “mevcut” olması tek başına kuralın mutlak surette uygulanması
sonucunu doğurmamaktadır. Mevcut yolun ulaşılabilir ve etkili olması da
gereklidir. Başka deyişle bireysel başvuruda bulunmak isteyen kişiler, erişilebilir
29
30
31
Ekinci, a.g.e., s. 143
Ekinci, a.g.e.,s. 144
6384 sayılı Kanunla Adalet Bakanlığının bünyesinde uzun yargılama şikâyetlerini inceleyip
ihlalin tespiti halinde tazminat verilmesine ilişkin oluşturulan İnsan Hakları Tazminat
Komisyonu AİHM tarafından tüketilmesi gereken bir iç hukuk yolu olarak kabul edilmiş ve
daha önceden yapılan başvurular dahil kendisine yapılan başvuruları, başvuru (iç hukuk)
yollarının tüketilmediği gerekçesiyle kabul edilemez bulmuştur. Bu kapsamda verilmiş karar
için bkz. AİHM, Ayşe Durusoy ve 1283 diğer başvuru, B. No.: 34600/2004, 21/5/2013.
484
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
ve şikâyetlerine bir giderim sağlayabilecek ve de makul ölçüde başarı şansı
sunan hukuk yollarını tüketmek durumundadırlar.32
Başvuru yolunun etkili olması ise, söz konusu hak arama yolunun yakınılan
hak ihlalini önleme ya da mevcut bir ihlal varsa onu ortadan kaldırma veya
uğranılan zararın tazmini ile ihlalin sonuçlarını ortadan kaldırma noktasında
çözüm üretme kapasitesini ifade etmektedir.
Diğer yandan söz konusu başvuru yolunun ilgilisince erişilebilir nitelikte
olması da gereklidir. Erişilebilirlik ilgili dönemde o yolun ilk önce var olmasını
gerekli kılar. İkinci olarak da başvurucunun o yola ulaşabilmesini başvurucu
yönünden engelleyen bir durumun yokluğunu gerektirir. Dolayısıyla şayet
kişi yakındığı bir hak ihlalinden ötürü kanunda düzenlenen başvuru mercine
erişemiyor ya da söz konusu başvuru yolunun kendisi için “engellenmiş”
olduğunu ileri sürüyor ise bu halde de söz konusu yolun ilgili kişi açısından
tüketilmesi gerekli değildir. Ancak bu durumların varlığına ya da yokluğuna ve
tabii ki geçerliliğine AYM karar vermektedir. Bu durum, uygulamada başvuru
yollarının tüketilmesi kuralının esnekliği olarak ifade edilmektedir.33 Bu
kapsamda kişinin kendi başvuru sürecini bizatihi kendi kabulleriyle inşa etmesi
AYM nezdinde iddiadan öte bir anlam ifade etmemektedir. AYM, başvuru
sürecinin özellik arz eden durumlarını dikkate alarak başvuru yollarının
tüketildiğine ya da tüketilmediğine kendisi karar vermektedir.34
2. Tüketilmesi Gereken Başvuru Yollarının “Olağan” Olması
AYM’nin görev ve yetkilerinin düzenlendiği Anayasanın 148. maddesine
2010 yılına eklenen 3. fıkrasının ikinci cümlesinde, “Başvuruda bulunabilmek
için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır.” hükmüyle bireysel
başvuru yoluna başvurulması için olağan kanun yollarının tüketilmesinin şart
olduğu düzenlenmiştir. Söz konusu hükümde yer alan “olağan kanun yolları”
ifadesi burada önem arz etmektedir. Zira bu kavram haliyle “tüm kanun yolları”
ifadesinden farklı ve daha dar kapsamlıdır. Dolayısıyla bireysel başvuruda
bulunabilmek için ilgililerin Kanunda yer alan ve sadece olağan kanun yolu
kabul edilen hukuki süreçleri usulüne göre tüketmeleri gerekmektedir. Yoksa
olağanüstü kanun yollarının tüketilmesine gerek bulunmamaktadır. Öyleyse
“olağan kanun yolları” ifadesinden ne anlaşılmalıdır?
32
33
34
Şen, a.g.e., ss. 92-93
Bu konu hakkında detaylı açıklama için bkz. Murat Şen, “Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Kuralı”, Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Usulü ve Kabul Edilebilirlik Kriterleri,
a.g.e., ss. 91-92
Örneğin AYM, uzun tutukluktan ötürü açılacak tazminat davalarında daha önce Hamit Kaya,
B.No.: 2012/338, 2/7/2013 tarihli kararı ile geliştirdiği içtihadından Yargıtay’ın konuyla ilgili
verdiği kararları dikkate alarak değişikliğe gitmiştir. Yeni içtihadını İrfan Gerçek, B.No.:
2014/6500, 29/9/2016 kararında görmek mümkündür.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
485
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
Bilindiği üzere “olağan kanun yolu” ifadesi, yaygın kullanım itibariyle,
yargısal süreçlere ilişkin olup, yargılama hukukuna ilişkin bir kavramdır.
Anayasa’da yer alan düzenleme bu olmakla birlikte, 6216 sayılı Kanun 45.
maddesinin 2. fıkrasında “İhlale neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da
ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının
bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir.” hükmü yer
almaktadır. Fark edileceği üzere Kanunda, Anayasa’dan farklı olarak “olağan
kanun yolları” ifadesi yerine “kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru
yolları” ifadesi kullanılmıştır. Bu durum doğal olarak Kanunun, Anayasal
yükümlülüğü genişlettiği ve hakkı daralttığı eleştirilerini de beraberinde
getirmiştir. Konu AYM’ye taşınmış ve Yüksek Mahkeme bireysel başvuru
yolunun hukuki mahiyetini tartışarak verdiği 01.03.2012 gün ve E:2011/59
K:2012/34 sayılı kararı ile 6216 sayılı Kanunun anılan hükmünü Anayasa’ya
aykırı bulmamıştır.35 Dolayısıyla AYM tarafından bireysel başvurudan önce
konuyla ilgili kendi Kanunlarında yer alan idari ve yargısal yollar, tüketilmesi
gereken olağan başvuru yolları olarak kabul edilmektedir.
Bununla birlikte; kanun yolunun kanunda düzenleme koşulu da AYM
tarafından esnetilerek uygulandığını ifade etmek gerekir. Öyle ki Yüksek
Mahkeme, 16/4/2013 tarih 2012/1315 başvuru numaralı kararında Yargıtay
içtihadı ile oluşturulan ve AİHM tarafından da etkili kabul edilen başvuru
yolunun tüketilmesini gerekli görmüştür.36 Bu durum da yine bireysel başvuru
kurumunda başvuru yollarının tüketilmesi koşulunun esnekliğine işaret
etmektedir. Söz konusu esneklik, başvuru yollarının tüketilmesi koşulunun,
35
36
Kararın tam metni için bkz. http://kararlaryeni.anayasa.gov.tr/Karar/Content/bae8fd21ec86-466c-b2df-159dc30b15ee?excludeGerekce=False&wordsOnly=False (15.11.2017)
Şen, a.g.e., ss. 97-98. AYM, Erdem Yurdaer, B. No.: 2013/1315, 16/4/2013. Söz konusu
kararın ilgili kısmı şöyledir: “31. Nitekim AİHM, benzer bir şekilde, başvurucunun tazminat
ödenmeksizin taşınmazının elinden alınması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğini
ileri sürdüğü 15/5/2012 tarih ve 42936/07 numaralı Altunay/Türkiye kararında, Yargıtay
Hukuk Genel Kurulunun, Kasım 2009 tarihinde daha önceki içtihadında değişikliğe gittiğini,
AİHM’nin bu konudaki içtihatlarına dayanarak, tapu kayıtlarındaki yanlış kayıtlardan
kaynaklanan ayni hak ya da menfaatleri kaybolmuş ya da kısıtlanmış olanların tapu
kayıtlarındaki düzensizliklerden dolayı Devleti sorumlu tutabileceğine hükmettiğini, kişilerin
tapularının ait olduğu arazilerin orman arazisi olması nedeniyle iptal edildiğinde 4721 sayılı
Kanun’un 1007. maddesi uyarınca tazminat talep edebileceklerini ilan ettiğini, tazminat
miktarının söz konusu arazinin kullanılma şekli, niteliği ve değeri temelinde muhtemel getirisi
ve emsal değerlerin dikkate alınarak değerlendirme yapılması gerektiğine dikkat çektiğini,
bu başvuru yolunun halen düzenli olarak kullanılmakta olduğunu, ulusal mahkemelerin
AİHM’nin içtihatlarını ve AİHS’ye Ek 1 No’lu Protokolün 1. maddesine dayanarak ilgili
mevzuat hükümlerini uyguladıklarını, başvurucunun tapu belgesinin iptali yönündeki
kararın kesinleşmesinden itibaren 10 yıl içinde tazminat talebinde bulunabileceğini
belirterek, iç hukuk yolları tüketilmediği gerekçesiyle başvurunun kabul edilemez olduğuna
hükmetmiştir.”
486
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
açıkça dayanaktan yoksunluk alanı kadar olmasa da, AYM’nin takdirine göre
şekillendiğini göstermektedir. Bu yönüyle başvuru yollarının tüketilmesi
koşulu canlı ve değişken bir kural alanı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Mevzuatta ve/veya içtihatta hak ihlallerinin giderilmesine ilişkin bir değişiklik
ya da yenilik olduğunda, bu koşul AYM tarafından olayına özgü olarak yeniden
değerlendirilmektedir.37
Bireysel başvurudan önce olağan kanun yollarının tüketilmesi gereği, doğal
olarak ‘olağan olmayan kanun yollarının’ tüketilmesinin gerek olmadığını
da ifade etmektedir. Daha somutlaştırarak ifade etmek gerekirse bir konu
hakkında olağanüstü bir kanun yolu olan yargılanmanın yenilenmesi talep
edilerek bu talebin reddi üzerine ilk davanın özüne ve usulüne ilişin bireysel
başvuruda bulunmak mümkün değildir. Zira AYM, bu başvurularda kabul
edilebilirlik incelemesini (özün önceliği gereği) ilk karar yönünden yapmaktadır.
Bu da haliyle başvurunun süre yönünden kabul edilemez bulunmasına neden
olmaktadır.38
3. Başvuru Yollarının Tüketilmesi Koşulunun İstisnaları
Başvuru yollarının tüketilmesi gereği, olayın mahiyetine göre mevzuatta
ya da içtihatta yaşanan bir değişim AYM tarafından olağan etkili ve erişilebilir
bir kanun yolu olarak değerlendirilmesine bağlıdır. Bu durum henüz AYM
tarafından incelenmemiş hukuksal süreçler için bir belirsizlik anlamına gelse
de, bazı yargısal süreçler AYM tarafından incelenmiş ve başvuru yollarının
tüketilmesi gereğine ilişkin kuralın istisnasını oluşturan bazı durumlar
netleştirilmiştir. Başvuru yollarının tüketilmesi koşulu, her an değişebilen canlı
bir kural alanına sahip olmasının bir sonucu olarak ciddi bir istisna alanına
sahiptir.
Başvuru yollarının tüketilmesi kuralının mevcut içtihatlara göre istisnalarını
genel hatları ile şu şekilde ifade etmek mümkündür.
37
38
Örneğin başvuru tarihinde henüz tam anlamıyla kurulmamış olan OHAL İnceleme Komisyonu
kurulduktan sonra AYM burayı etkili bir hukuk yolu olarak değerlendirmek suretiyle başvuru
yollarının tüketilmediği gerekçesiyle kabul edilemezlik kararı vermiştir. Söz konusu karar:
Remziye Duman, B. No.: 2016/25923, 20/7/2017. Aynı şekilde AİHM de OHAL komisyonunu
etkili bir iç hukuk yolu olarak görmüş ve iç hukuk yollarının tüketilmediğine karar vermiştir.
Bu kapsamda bkz. AİHM, Gökhan Köksal, Aplication no.: 70478/16, 12/6/2017 (https://
hudoc.echr.coe.int/eng#{“itemid”:[“001-174629”]} (28.11.2017).
Dolayısıyla olağan yollarla birlikte bu yolları da tüketmek ya da olağan kanun yollarını
tüketmeksizin bu yolları tüketerek yapılan bireysel başvurular ya süre yönünden ya da
başvuru yollarının tüketilmemesi gerekçesiyle kabul edilemez bulunmaktadır. Örneğin
yargılamanın yenilenmesi talebine dayalı yapılan başvuruda özün önceliği ekseninde verilen
süre aşımı kararı için bkz. AYM, Halil Aslan, B. No.: 2014/3038, 10/12/2014, §§ 33-39 ile
AYM, Murat Boynuz, B. No.: 2014/7478, 25/2/2015.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
487
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
-
39
40
41
42
Makul sürede yargılanma hakkının ihlaline ilişkin şikâyetler,39
Devam eden tutukluluğun makul süreyi aşması nedeniyle özgürlük ve
güvenlik hakkının ihlaline ilişkin şikâyetler,40
Başvuru yollarının etkisiz kalacağının açık olduğu durumlar,41
Gecikilmesi halinde temel hak ve özgürlüklerin telafisi imkânsız şekilde
ihlal edilecek olması, halleridir.42
Özü itibariyle yargılama faaliyetinin uzamasından kaynaklı bir adil yargılanma hakkı şikâyeti
olması nedeniyle yargılamanın sonuçlanmasını beklemenin hem korunmak istenen hak ile
tezat oluşturması hem de bu yönde bir şikâyetin tazmin edileceği ve/veya uzun yargılamanın
önlenmesini sağlayacak etkili bir hukuk yolunun bulunmaması nedeniyle AYM tarafından,
AİHM uygulamasıyla uyumlu olarak, başvuru yollarlının tüketilmesi gereği kuralının istisnası
olarak kabul edilmiştir. Örnek karar için bkz. AYM, Güher Ergun ve Diğerleri, B. No.: 2012/13,
2/7/2013, §§ 27-28.
Bir ceza yargılamasında, yargılamanın selameti açısından tedbir niteliğinde bir uygulama
olan tutukluluğun cezalandırmaya dönüşmemesi ve şayet olayda hak ihlali varsa kişinin
asıl olan tutuksuz yargılanmasını teminen AYM tarafından tutukluluk sürecine ilişkin
başvuru yolları tüketilmek kaydıyla esas yargılamanın sonuçlanmasını beklemeden bireysel
başvuruda bulunabileceği kabul edilmiştir. Örnek karar için bkz. AYM, Hamit Kaya, B. No.:
2012/338, 2/7/2013
Bu kapsamda, yargısal süreçlerde olağan bir kanun yolu olan karar düzeltme başvurusu, söz
konusu duruma verilebilecek ilk örnektir. Karar düzeltme başvurularının etkinliği hususunda
mevzuattan kaynaklı daraltmalar, ilgili yargı mercilerinin kararlarına dayalı olarak bu yolu
etkili görmemekte; bu yol tüketilmeksizin yapılan başvuruları kabul edilebilir bulmaktadır.
Ancak kişi bu yola başvurmuş ise AYM bu başvurunun sonucunu hem kendisi dikkate
almakta hem de ilgilisinin almasını istemektedir.
Konuyla ilgili uygulamada sıkça karşılaşılan bir diğer örnek, bozmaya uyma kararlarıdır.
Şayet bozmaya uyma kararı daha önce ısrar edilmiş bir karara ilişkin ise bu kez olağan kanun
yollarının görüşleri ortaya çıkmış ve netlik kazanmış olduğundan ilgilisi tarafından yeniden
temyiz yoluna başvurulmaksızın, doğrudan AYM’ye bireysel başvuruda bulunulabilir. Bu
yönde verilmiş karar için bkz. AYM, Deniz Baykal, B.No.: 2013/7521, 4/12/2013.
AYM’nin verdiği kamuoyunda ‘twitter’ ve ‘youtube kararı’ olarak bilinen kararlar bu konuda
verilebilecek çok çarpıcı iki örnektir. Zira bu kararlar Türk ve Avrupa kamuoyları nezdinde
oldukça ses getirmiştir. Hem sosyal hayatta bulduğu karşılık hem de bireysel başvuru
sürecine ilişkin ortaya koyduğu istisnai uygulama buna neden olmuştur. Zira her iki kararda
da idare mahkemesi nezdinde devam eden yargılamalarının sonucu beklenmeksizin yani
başvuru yollarının tüketilmesi koşulu aranmaksızın, yürütmenin durdurulması kararından
sonra yapılan başvurular kabul edilebilir bulunmuştur. Nitekim AYM, kamuoyunda “twitter
kararı” olarak bilinen Yaman Akdeniz ve Diğerleri, B.No.: 2014/3986, 2/4/2014 tarihli
kararında; “(…) 26. Ülkemizde milyonlarca kullanıcısı olan sosyal paylaşım sitesine erişimin
engellenmesinin bu kişilerin demokratik toplumun temellerinden olan ifade özgürlüğünü
sınırlayıcı etkisi dikkate alındığında, bu tür sınırlamaların hukuka uygunluğunun acilen
denetlenmesi ve hukuka aykırılık tespiti halinde sınırlamanın hemen kaldırılması demokratik
hukuk devleti ilkesinden kaynaklanan bir zorunluluktur. Söz konusu idari uygulamaya ilişkin
yukarıda ihlal iddiasına konu olan twitter.com isimli siteye erişimin halen mümkün olmadığı
görülmektedir. (…) Bu durumda yargı kararının yerine getirilerek siteye erişimin ne zaman
sağlanacağı konusundaki belirsizliğin sürmesi karşısında ihlali ve olumsuz sonuçlarını
ortadan kaldırmak bakımından etkili ve erişilebilir nitelikte sağlandığının söylenemeyeceği
488
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
III. VERGİ UYUŞMAZLIKLARINDA TÜKETİLMESİ GEREKEN İDARİ VE
YARGISAL BAŞVURU YOLLARI
A. Genel Olarak
Anayasanın 74. maddesinde43 “Vatandaşlar ve karşılıklılık esası gözetilmek
kaydıyla Türkiye’de ikamet eden yabancılar, kendileriyle veya kamu ile ilgili dilek
ve şikâyetleri hakkında, yetkili makamlara ve Türkiye Büyük Millet Meclisine
yazı ile başvurma hakkına sahiptir.” hükmü yer almaktadır. Buna göre kişiler,
idareye başvuru anlamında başlı başına bir hak ve serbestiyete sahiptirler.
Anılan hükme göre idari başvuru yolu Anayasal bir hak olarak tanzim edilmiştir.
Dolayısıyla mevcut Anayasa hükmüne göre en genel anlamıyla idari başvuru
yolları kişinin iradesine göre şekillenen hukuki süreçlerdir. Ancak bazı idari
başvuru yolları bizzat kanunkoyucu tarafından belirli bir alanda meydana gelmiş
ihtilafların çözümü için ayrıca tanzim edilmiştir. Bu başvurular, yerine göre,
yargıya başvurmadan önce ilgilisi tarafından tüketilmesi gereken başvurular ile
kişinin tercihine bırakılmış başvurular olarak iki şekilde karşımıza çıkmaktadır.
Diğer bir ifadeyle bazı idari başvurular, kanunkoyucu tarafından o konuyla ilgili
itilafın çözümü için yargısal süreçler başlatılmadan önce tüketilmesi zorunlu
kabul edilmiştir. İşte çalışmanın ana ağırlık noktasını da bu kapsamda kalan
vergi uyuşmazlıklarının çözümüne yönelik başvurular oluşturmaktadır.
Bu doğrultuda herhangi bir işlem, eylem veya ihmalden ötürü mağdur
olduğunu ya da haksızlığa uğradığını düşünenler; mevcut, etkili, erişilebilir
ve olağan idari ve yargısal yollara başvurmak suretiyle mağduriyetlerinin
giderilmesini ya da zararlarının tazminini isteyebilirler. Ancak bu istemlerin
Kanun ve/veya ilgili mevzuatta belirlenen usul ve sürelere göre yapılması
gerekir. Zira modern hayatta, yaşam pratikleri kadar bunlardan kaynaklı
sorunların çözümüne ilişkin yollar da oldukça karmaşıktır. Doğal olarak
uzmanlık gerektiren ilişkiler, iş ve işlemler oldukça fazladır. Bu nedenle idari
ve (idari rejimin benimsendiği ülkemizde) yargısal merciler özgülendikleri
maksadın mahiyetine göre teşekkül ettirilmiş ve işlevlerine uygun yetki ve
alt yapı ile donatılmışlardır. Dolayısıyla kişi, yakındığı bir olay ya da durumla
alakalı olarak, hak arama sürecine girişmeden, Kanunda o konuda belirlenmiş
özel idari ya da yargısal başvuru yolunun varlığına veya yokluğuna göre hareket
etmek durumundadır. Bu durum hassaten idari başvuru yollarının varlığında
43
ve böylece başvurucuların idare mahkemelerine başvurmalarının etkili bir yol olmadığı
sonucuna ulaşılmıştır.” gerekçesiyle idari yargılamaya ilişkin tüm yargı sürecinin olayına
özgü olarak etkili bir hukuk yolu olmadığını değerlendirmiştir.
Benzer yönde AYM, Youtube Llc Corporation Service Company ve Diğerleri [GK], B. No.:
2014/4705 29/5/2014 kararı.
Öyle ki maddenin 2010 yılında değişmeden önceki başlığı “Dilekçe Hakkı”ydı. Yeni başlığı ise
“Dilekçe Bilgi Edinme ve Kamu Denetçisine Başvurma Hakkı”dır.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
489
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
önem arz etmektedir. Şayet bir konu hakkında özel olarak düzenlenmiş bir
idari başvuru yolu var ise, o yolun yargıya başvurulmadan önce tüketilmesi
gereken zorunlu bir yol olup olmadığı ayrıca önemlidir. Bunun için idari yargı
mercilerinin konuyla ilgili verdikleri kararlar iyi bir rehber konumundadır.
Öyle ki idari yargı mercileri tarafından tüketilmesi zorunlu kabul edilmeyen
idari başvuru yolları, AYM tarafından da (şimdiye kadarki uygulamasında)
tüketilmesi gerekli başvuru yolu olarak kabul edilmemiştir.
Bu nedenle mevcut idari başvurudan sonra yargılama ve yerine göre
bireysel başvuru süreçlerinin sıhhati, yakınılan bir hak ihlalinin giderilmesi için
idari başvuru sürecinin doğru başlatılmasına bağlıdır. Bunun için ilk adımın
doğru atılması sonraki süreçlerin de akamete uğramaması için elzemdir.
Şu halde hangi idari başvurular bireysel başvuru sürecinde, tüketilmesi
gereken başvuru yolu olarak dikkate alınmalıdır? Bu sorunun cevabını, geniş ve
karmaşık idari başvuru imkânları sunan hukuk sistemimizde, sayma yöntemiyle
vermek mümkün değildir. Dahası söz konusu başvurulardan hangilerinin AYM
tarafından etkili ve erişilebilir kabul edilmektedir (ya da edilecektir) bunu
şimdiden ortaya koymak bireysel başvurunun mazisi de dikkate alındığında,
oldukça zordur. Ancak bireysel başvuru süreçleriyle alakalı mevzuattan ve
AYM içtihatlarından ilkesel sonuçlar çıkarmak mümkündür. Dolayısıyla vergi
uyuşmazlıkları ekseninde tüketilmesi gereken idari başvuru yollarının tespiti,
ilgili başvuru yollarının spesifik olarak incelenmesi ile mümkün olabilir.
B. Vergi Uyuşmazlıklarının Çözümüne Yönelik İdari Başvuru Yolları
Bilindiği üzere Türk Vergi Hukukunun genel ilkeleri ve usul anlamında
hukuki güvenceleri 213 sayılı Vergi Usul Kanununda (VUK) düzenlenmiştir.
Dolayısıyla tahsil işlemleri hariç diğer vergisel işlemlerin yapılış usulleri, bazı
idari süreler ve idari usule ilişkin birçok konu VUK’ta belirlenmiştir. Söz konusu
Kanun ayrıca bazı özel idari başvuru yolları da öngörmüştür. Bu başvuruların
bir kısmı dava açılmasından önce yapılması tercihe bırakılmışken; bir kısmı da
dava şartı gibi zorunlu kabul edilmektedir. Bu çerçevede VUK’ta düzenlenen
uzlaşma, düzeltme ve şikâyet başvurularının niteliğinin belirlenmesi önem arz
etmektedir
Öte yandan vergi yargılamasında çözüme kavuşturulan uyuşmazlıklar
arasında gümrük idarelerinin tesis ettiği işlemler de bulunmaktadır. Bu
işlemler de tıpkı 213 sayılı Kanun gibi ilgilisine yasal bir koruma kalkanı sunan
4458 sayılı Gümrük Kanunu kapsamında tesis edilmektedirler. Bu Kanunda da
yine VUK’ta olduğu gibi özel idari başvuru yolları düzenlenmiştir. 4458 sayılı
Kanun kapsamındaki başvurular, uzlaşma başvurusu, 6. madde başvurusu,
211. madde iade başvurusu, 242. madde uyarınca yapılan itiraz başvurusudur.
490
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
Bunlarla birlikte 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunda (İYUK) düzenlenen
10. madde, 11. madde ile 13. madde başvuruları vergi uyuşmazlıklarında
uygulanma kabiliyeti olduklarından çalışma kapsamında incelenecektir.
Bu başlık altında son olarak şu hususu ifade etmekte yarar vardır. Kişiler
isterlerse idare ile aralarında ortaya çıkan (geniş anlamda) vergilendirmeye
ilişkin bir ihtilafı Ombudsman’a ve/veya konuyla ilgili olduklarını varsaydıkları
diğer idari kurum, kuruluş ve/veya makamlara (Başbakanlık BİMER,
Cumhurbaşkanlığı vs.) başvurmak suretiyle de çözüme kavuşturulmasını
isteyebilirler. Ancak bu başvurular Anayasanın 74. maddesi kapsamında kalan
genel başvurulardır. Bunlar, vergilendirmeden kaynaklı şikâyet edilen hak
ihlalinin giderilmesi noktasında doğrudan etkili ve yetkili olmadıklarından,
hak arama sürecinin son aşaması olan dava aşamasında dikkate alınmazlar.
Bu nedenle de çalışmanın kapsamının dışında bırakılmışlardır. Burada,
yalnızca bireysel başvuru sürecinde dikkate alınan ve/veya dikkate alınması
muhtemel olan ve amacı vergilendirmeden kaynaklı ihtilafı çözmek olan, etkili
ve erişilebilir idari başvurular incelenecektir.
1. Vergi Usul Kanunda Yer Alan İdari Başvurular
a. Uzlaşma
Uzlaşma, 213 sayılı VUK’un ilk halinde bulunmamasına karşın ihtiyaca binaen
1963 tarih ve 205 sayılı Kanunla eklenen idari bir başvuru yoludur. Mükellef
ile idarenin, beyan esasının dışında bir usulle tesis edilen vergilendirme
işlemlerinde, durumun niteliğine göre tarhiyat öncesinde veya sonrasında,
ödenecek vergi ve/veya cezanın karşılıklı anlaşılarak belirlenmesi suretiyle
uyuşmazlığın idari aşamada çözümlenmesini amaçlamaktadır. Taraf iradelerine
göre şekillenen bir sürece ilişkin olması nedeniyle verginin kanuniliği ilkesinin
ağır bir istisnasını oluşturmakta; bu yönüyle ciddi şekilde eleştirilmektedir.44
Ancak uygulamada sunduğu pratik fayda uzlaşmadan vazgeçilmesini mümkün
kılmamaktadır.
Öte yandan uzlaşma, Kanunda belirtilen birkaç istisna dışında söz konusu
uyuşmazlığı kesin bir şekilde çözüme kavuşturması bakımından önemlidir.45
Ancak konuya bireysel başvuru ekseninde bakıldığında, kişilerin diğer idari
ve yargısal yollara başvurmadan önce tüketmeleri kendilerinden beklenen
bir yol değildir. Uzlaşmaya başvurma tamamen ilgilinin kendi tercihine
44
45
Yani uzlaşılan vergi ve cezalara karşı dava açılamaz. Açıldığı takdirde vergi mahkemeleri işin
esasını incelemeden ret kararı vermektedirler. Uzlaşma başvurusunun kapsam ve detayları
için bkz. Turgut Candan, Vergilendirme Yöntemleri ve Uzlaşma, Maliye ve Hukuk Yayınları,
Ankara, 2016, ss. 259-455
Örneğin Zonguldak Vergi Mahkemesinin 17.8.2017 gün ve E:2017/603 K:2017/767 sayılı
kararı. Karar yayımlanmamıştır.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
491
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
bırakılmıştır. Dolayısıyla kanuni koşulları taşıyan bir kişi, hakkında yapılmış bir
vergilendirme için uzlaşmaya gitmeden diğer hak arama yollarını kullanma
hak ve serbestîsine sahiptir.
b. Düzeltme
Düzeltme başvurusu, 213 sayılı VUK’un 116 ila 126. maddeleri arasında
düzenlenmiştir. Bu başvurunun özü, söz konusu Kanunun 116. maddesinde
tanımlanan ‘vergi hatalarını’ düzeltmektir.46 Ancak burada vurgulanması
gereken husus, Kanunkoyucunun söz konusu düzenlemelerden maksadının
hatalı vergilendirmenin düzeltilmesidir. Zira düzeltme sadece mükelleflerin
talepleri üzerine yapılmayıp ilgili vergi dairesinin Kanunda belirlenen yetkilileri
tarafından re’sen de yapılabilmektedir. Vergi idarelerince yapılan düzeltmeler
mükellefler açısından lehe veya aleyhe sonuç doğurabilir.
Düzeltme başvurusu, herhangi bir vergilendirme işleminden sonra ve
“düzeltme zamanaşımı” diyebileceğimiz beş yıllık zaman dilimi içerisinde
ilgilisi (mükellef ya da sorumlu) tarafından idari bir başvuruyla iddia edilen
hatanın ilgili vergi dairesinden düzeltilmesinin talep edilmesidir. Ancak burada
dava açma süresinin geçip geçmemesi önem arz etmektedir. Zira kişi, hakkında
yapılan bir vergilendirme işleminde “hata” yapıldığını düşünüyorsa ve söz
konusu vergilendirmeye karşı dava açma süresi henüz geçmemiş ise doğrudan
vergilendirme işlemine karşı idari dava açabilir; ya da isterse düzeltme yoluna
başvurabilir. Dolayısıyla dava açma süresi geçmemiş vergilendirme işlemlerinde
hata yapıldığı iddiasıyla düzeltme yoluna başvurulması elzem değildir. Ancak
kişi hatalı olduğunu düşündüğü vergilendirme işleminden sonra dava açma
süresi geçmiş ise, bu kez söz konusu “hata” iddiasını yargı mercilerinin önüne
taşıyabilmesi için düzeltme başvurusu yapmak zorundadır. Zira düzeltme
talebinin reddi halinde ret işlemine karşı dava açabilir. Ancak Danıştay’ın
yaygın uygulamasına göre bu durumda da doğrudan dava açılamaz. Şikâyet
yoluna başvurulmalı ve en son şikâyet merci tarafından verilen ret kararına
karşı idari dava açılmalıdır.47
Dolayısıyla düzeltme başvurusu, dava açma süresi içindeki hata iddiaları
için ihtiyari bir idari başvuru yoluyken; dava açma süresi geçmiş hata iddiaları
için konunun vergi yargısına taşınabilmesinin başlangıç noktasını teşkil
etmesi bakımından zorunlu bir başvuru yoludur. Bu zorunluluk Danıştay
uygulamasında şikâyet başvurusuna da teşmil edilmiştir. Yani hakkında yapılan
46
47
Düzeltme ve şikâyet başvurusu ile İYUK 11. madde başvurularının mahiyetini ortaya
koymak adına mukayeseli bir incelme için bkz. Osman Sarıaslan, “Düzeltme (ve Şikâyet)
Başvurusunun İYUK 11. Madde Başvurusu ile Karşılıklı İncelenmesi, Benzerlikler ve
Farklılıklar”, Vergi Dünyası, Temmuz/2012, Y.: 31, S.: 371, ss. 118-126.
Bu doğrultuda bkz. Danıştay Dokuzuncu Dairesinin 18.10.2017 E:2013/1809 K:2017/7010
sayılı kararı.
492
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
vergilendirmede hata olduğunu düşünen kişiler şayet dava açma süresini
kaçırmışlarsa düzeltme başvurusu yaptıktan sonra netice alamadıkları takdirde
Gelir İdaresi Başkanlığı’na (belediye gelirleri için Belediye Başkanlığına) şikâyet
başvurusu yapmak zorundadırlar. Şikâyet başvurusu da reddedilirse, en son
verilen ret işlemine karşı vergi yargısı nezdinde idari dava açılabilecektir.
Son tahlilde, vergilendirme işleminden sonra dava açma süresi geçmiş ise,
VUK’un kabul ettiği anlamda hata iddiasıyla hak arama sürecini başlatacak
kişiler için düzeltme başvurusu zorunludur. Esasında bu başvuru, beş yıllık
düzeltme zaman aşımı süresi içinde idari ve yargısal süreçlerin başlatılmasının
tek yoludur. Bu idari usul diğer bir ifadeyle bu başvuru yolu, tüketilmeden
yapılacak bireysel başvurular, vergi yargısı tarafından usulden, AYM tarafından
da başvuru yollarının usulüne uygun tüketilmediği gerekçesiyle kabul edilemez
bulunarak reddedilecektir.
Dava açma süresi geçtikten sonra vergilendirme işlemlerine karşı
hata iddialarıyla sınırlı olmak kaydıyla dava açma imkânı sunan düzeltme
başvurusu, bazen kapsamı dışındaki iddialar için de kullanılmaktadır. Bu gibi
durumlarda vergi yargısının içtihadı kapsam dışılık gerekçesiyle reddir. Yani
vergi yargısı düzeltme yolunda VUK’un işaret ettiği anlamda açık hata halini
aramakta; hukuki yorum gerektiren iddiaları dava açma süresi içinde açılması
gereken idari davada ileri sürülmesi gereken iddialar olduğu gerekçesiyle
incelememektedir. AYM de vergi yargısının izinden giderek vergilendirmeye
ilişkin bir iddianın açık hata kapsamında incelenemez olduğuna ilişkin yargı
kararı var ise düzeltme başvurusu ile hak arama sürecinin ihya edilemeyeceği;
bu gibi durumlarda vergilendirme işlemine karşı usulüne uygun bir şekilde dava
açılmadığından başvuru yollarının usulünce tüketilmediğini ifade etmiştir.48
c. Şikâyet
Şikâyet başvurusu, yukarıda da ifade edildiği üzere, Kanunda düzeltme
başvurusu ile beraber düzenlenmiştir. Özü itibariyle dava açma süresi geçmiş
vergi hatası iddiasıyla yapılan düzeltme başvurularının reddi halinde (dava
açma süresi geçmemiş olanların zaten dava açma hakları bulunduğundan)
hata iddialarının ikinci kez incelenmesini talep edebilmelerini temine
yöneliktir. Kanunun lafzına bakıldığında, düzeltme başvurusu reddolunan
kişilerin dava açma veya şikâyet başvurusunda bulunma noktasında tercih
hakları bulunmaktadır. Ancak uygulamada Danıştay, bazı istisnaların
haricinde, içtihatlarıyla dava açma süresi geçmiş tüm düzeltme başvuruları
için dava açılmadan önce şikâyet yoluyla Gelir İdaresi Başkanlığına (belediye
gelirlerinde Belediye Başkanlığı) başvurmayı zorunlu kabul etmektedir.49 Bu
48
49
Bkz. 70 numaralı dipnot.
Bu kapsamda örnek karar için bkz. Danıştay Üçüncü Dairesinin 24.3.2015 gün ve E:
2011/1910 K:2015/1558 sayılı kararı
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
493
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
nedenle dava açma süresi geçmiş bir vergilendirme işleminden kaynaklı hata
iddiası düzeltme aşamasında reddolunmuş ve bu ret işlemine şikâyet yoluna
gidilmeden doğrudan idari dava açılmış ise, vergi yargısı Danıştay içtihatları
ekseninde, işin esasına girmeksizin “dilekçenin mercine tevdiine” kararı
vermektedir.
Bireysel başvuru ekseninde bakıldığında, yukarıda da açıklandığı üzere,
şikâyet başvurusu, dava açma süresi geçmiş ve hata kapsamında olan düzeltme
başvurularının reddi halinde idari dava açılmadan önce tüketilmesi zorunlu bir
idari başvuru yoludur.
2. Gümrük Kanununda Düzenlenmiş İdari Başvurular
a. Gümrük Kanunun 6. Maddesi Kapsamında Gümrük İdaresine Yapılan
Başvurular
4458 sayılı Gümrük Kanunun 6. maddesinde düzenlenen bu başvuru
yolu esasında mevcut bir ihtilafın çözümüne özgülenmiş bir idari başvuru
yolu değildir. Dolayısıyla hem varsa bir hak ihlali iddiası bunu gidermek hem
de yalnızca gümrük mevzuatının uygulanmasını istemek amacıyla başvuru
yapılabileceğini düzenlemektedir. Bu düzenlemedeki önemli noktalar, kişilerin
haklarında gümrük mevzuatının uygulanmasını isteme hakkına sahip olmaları,
bu hak kapsamında yapılan başvurulara karşı idarenin otuz gün içinde karar
vermek zorunda olması ve şayet otuz günlük süre yeterli değilse bu süreyi
uzatabilecek olmasıdır. Dolayısıyla bu başvuru, herhangi bir özel amaca
matuf değildir. İdarenin kendisine gümrük mevzuatının uygulanması talepli
başvurular karşısında pozitif yükümlülüklerini düzenlemektedir.
Bireysel başvuru kapsamında değerlendirildiğinde, 6. madde başvurusu
herhangi bir gümrük ihtilafında tüketilmesi zorunlu bir başvuru değildir.
Ancak bu madde kapsamında yapılan bir başvurunun reddi halinde söz
konusu ret işleminin iptali için idari dava açılmadan önce Gümrük Kanunun
242. maddesine göre itiraz başvurusu yapılmalıdır. Yani Gümrük Kanunun 6.
maddesinde düzenlenen başvuru tercih ve talebe bağlıyken, şayet bu başvuru
reddedilmişse artık bundan sonraki süreç için yargıdan önce tüketilmesi
gereken bir idari başvuru süreci bulunmaktadır. Dolayısıyla kişi itiraz
başvurusu yapmadan yargıya müracaat ederse, davası (davanın açıldığı zaman
dilimine göre kararın sonucu değişkenlik arz etse de) her halükarda usulden
reddedilecektir.50 Anılan bu süreç üzerine inşa edilmiş bireysel başvuru da
haliyle başvuru yollarını usulüne uygun bir şekilde tüketilmediği gerekçesiyle
kabul edilemez bulunacaktır.
50
Davanın açıldığı zaman dilimine göre şayet 6. madde kapsamında yapılan başvurunun reddi
işlemine karşı 15 günlük idari itiraz süresince dava açılırsa mercine tevdi; itiraz süresinin
geçtiği ikinci on beş günlük sürede dava açılırsa incelenmeksizin ret kararları verilmektedir.
494
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
b. Gümrük Kanunun 211. Madde/İade Başvurusu
Gümrük Kanunun 211. maddesinde düzenlenen bu başvuru, mahiyeti
itibariyle 213 sayılı VUK’un düzeltme hükümleri ile benzerlik göstermektedir.
Buna göre Kanunen ödenmemeleri gerektiği halde ödenmiş olduğu belirlenen
gümrük vergilerinin geri verilmesi ile Kanunen tahakkuk ettirilmemeleri
gerektiği halde tahakkuk ettirilen gümrük vergilerinin kaldırılması maksadına
yöneliktir. Ancak tıpkı VUK’un düzeltmeye ilişkin hükümleri gibi bu başvuru türü
de belirli bir süre ile kısıtlanmıştır. Buna göre kanunen ödenmemesi gereken
gümrük vergileri, söz konusu vergilerin yükümlüye tebliğ edildiği tarihten üç
yıl içinde gümrük idaresine yapılacak müracaat üzerine geri verilmekte veya
kaldırılmaktadır.
Bu başvuruda da yine VUK’taki düzeltme başvurusunda olduğu gibi
tespit edilen hatalar re’sen düzeltilmekte ve gerekli iadeler idare tarafından
yapılabilmektedir. Söz konusu iade ve kaldırma (düzeltme) işlemleri için
yükümlüsünün başvuru şartı aranmamaktadır. Ancak idare tarafından yapılacak
düzeltmelerde de üç yıllık süre geçerlidir. Bununla beraber bu başvurunun,
mahiyeti itibariyle benzeştiği VUK düzeltme başvurusundan en temel farkı,
idare tarafından yükümlünün aleyhine bir düzeltme işlemi yapılamamasıdır.
Bu başvurunun bireysel başvuru ekseninde değerlendirilmesinde ise,
“Kanunen ödenmemeleri gerektiği halde ödenmiş olduğu belirlenen gümrük
vergilerinin geri verilmesi ile Kanunen tahakkuk ettirilmemeleri gerektiği halde
tahakkuk ettirilen gümrük vergileri kaldırılması” ibaresi önem arz etmektedir.
Buna göre, fazladan ödenen gümrük yükümlülüklerinin geri verilmesi ve
dolayısıyla mülkiyet hakkına yapılmış bir müdahalenin giderilmesini istemenin,
başlangıç noktasını bu idari başvuru oluşturmaktadır. Diğer bir anlatımla itiraz
ve dava açma süresi geçmiş ve ödenmiş bir gümrük yükümlülüğünün “iade”
hükümlerine göre geri alınabilmesi için işlemin tekamülünden itibaren üç
yıl içinde bu başvurunun yapılması gerekmektedir. Ayrıca bu başvurunun
reddinden sonra, anılan ret işlemine karşı doğrudan idari dava açılamayacaktır.
Bunun için tıpkı 6. madde başvurusunda olduğu gibi itiraz başvurusu yapılmalı
ve itiraz başvurusunun reddi üzerine işbu ret kararı üzerine idari dava açılmalıdır.
İtiraz başvurusu yapılmadan ilk ret işlemine karşı dava açılması durumunda
vergi yargısı davayı yine usulden reddedecek; bu ret kararı üzerine inşa edilmiş
bireysel başvuru süreci de AYM tarafından başvuru yollarının usulüne uygun
tüketilmediği gerekçesiyle kabul edilemez bulunacaktır.
Hülasa 211. madde başvurusu, dava açılmadan önce tüketilmesi zorunlu
bir idari başvuru değildir. Ancak maddenin özgülendiği amaç kapsamında
olan hukuki durumlardan kaynaklı uyuşmazlıkların giderilmesi maksadıyla
(ödenmemesi ve/veya tahakkuk etmemesi gereken gümrük vergileri için)
yükümlendirici ilk işlem için dava açma süresi geçmişse üç yıllık zaman aşımı
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
495
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
süresi içinde yapılması ve dolayısıyla da tüketilmesi gereken bir idari başvuru
yoludur. Lakin bu başvuru yolu da tıpkı düzeltme başvurusunda olduğu gibi
tek aşamadan ibaret değildir. Yargıya başvurmadan önce anılan başvurunun
reddine karşı itiraz başvurusunda bulunmak zorunludur.
c. Gümrük Kanunun 242. Madde (İtiraz) Başvurusu
Bu başvuru, Gümrük Kanunun 242. maddesinde, 5911 sayılı Kanunla
değişmeden önceki halinde düzeltme ve itiraz olarak iki aşamalı bir yapıya
sahipken; anılan değişiklikten sonra yalnızca itiraz başvurusu olarak
düzenlenmiştir. İtiraz başvurusunun amacı yükümlülere kendilerine tebliğ
edilen gümrük vergileri, cezalar ve idari kararlara karşı tebliğ tarihinden
itibaren onbeş gün içinde bir üst makama, üst makam yoksa aynı makama
itiraz ederek iddia ettikleri haksızlığın giderilmesini isteme; idareye de
işlemelerini yeniden gözden geçirme ve hukuka uygun olmayan işlemlerini
düzeltme imkânını sunulmasıdır.
İtiraz başvurusu, gümrük yükümlüleri tarafından, söz konusu
yükümlülüklerinden kaynaklı ihtilaflarda, dava açmadan önce tüketilmesi
gereken zorunlu bir başvuru yoludur. Her ne kadar madde metninde bu yönde
çok net bir ifade yoksa da, anılan Kanun maddesinin son fıkrasında yer alan
“İtirazın reddi kararlarına karşı işlemin yapıldığı yerdeki idari yargı mercilerine
başvurulabilir.” hükmünü Danıştay, idari dava açılmadan önce tüketilmesi
gereken zorunlu bir başvuru yolu olarak değerlendirmektedir. Dolayısıyla,
mevcut uygulamaya göre, gümrük idareleri tarafından haklarında gümrük
yükümlülüğü doğuracak bir işlem yapılması veya ceza kesilmesi yahut da idari
karara konu edilmeleri nedeniyle yükümlü kılınan kişiler tarafından, doğrudan
idari dava açılamamaktadır.51 Bu işlemlere karşı 242. madde kapsamında itiraz
başvurusu yapılmalı; şayet bu başvuru da reddedilmiş ise bu ret işlemine karşı
dava açılmalıdır. Dolayısıyla gümrük mevzuatından kaynaklı uyuşmazlıkların
büyük bir kısmı idari itiraz başvurusuna konu edilmeden yargı mercileri önüne
taşınamamaktadır.
Başvuruyu, bireysel başvuru ekseninde ele aldığımızda itiraza tabi bir
idari işlem, itiraz başvurusuna konu edilmeden idari davaya konu edilmesi
usule aykırı olduğundan esası incelenemeyecektir. Esası incelenemeyen bir
uyuşmazlıkla alakalı olarak yapılan bireysel başvuruda ise başvuru yolları
usulüne uygun tüketmediği gerekçesiyle kabul edilemezlik kararı verilecektir.
51
Vergi yargısı, burada itiraz süresi ile dava açma süresinin farklı olması nedeniyle ikili bir
ayrıma gitmektedir. İlk olarak itiraz aşamasını tüketmeden açılan bir davada, dava şayet
onbeş günlük idari itiraz süresinde açılmış ise “merciine tevdi kararı” verilmektedir. İkinci
olarak dava onbeş günlük idari itiraz aşaması geçirilerek açılmış ise mercine tevdi kararı
vermekte hukuki yarar bulunmadığından “incelenmeksizin ret” kararı verilmektedir.
496
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
d. Gümrük Uyuşmazlıklarına İlişkin Uzlaşma
Uzlaşma müessesesi, gümrük mevzuatına 2011 yılında 4458 sayılı Kanunun
244. maddesinin yeniden düzenlemesi ile girmiştir.52 Mahiyet itibariyle
213 sayılı Kanunda düzenlenen ve yukarıda kısaca değinilen uzlaşmaya
benzemektedir. Gümrük yükümlüsünün başvurusu ile başlayan ve tarafların
iradesine göre şekillenen idari bir süreçtir. Tüketilmesi, diğer bir ifadeyle
yargı yoluna başvurulmadan önce gidilmesi gereken bir başvuru yolu değildir.
Uzlaşma, ihtilafın yargı mercilerine (hatta Gümrük Kanununda ifade edildiği
şekliyle itiraz mercine dahi taşınmadan) çözülmesine yöneliktir.
Dolayısıyla vergi uyuşmazlıklarında cari olan uzlaşma başvuruları, bireysel
başvuru süreci açısından tüketilmesi zorunlu olmayan idari süreçlerdir.
Uzlaşma sağlanmış ise zaten ortada uyuşmazlık da kalmamıştır.
3. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu Kapsamında Yer Alan İdari
Başvurular
a. 10. Madde Başvurusu
Bilindiği gibi 2577 sayılı İYUK yargılamaya ilişkin usul yasasıdır. Ancak
içerisinde idari süreçlere ilişkin bazı düzenlemeler de yer almaktadır.
Zira hukukumuzda, kişilerle idare arasında cereyan eden uyuşmazlıkların
çözümünde hem idare hem de yargı aktif olarak görevlendirilmiştir. Öyle ki
idari uyuşmazlıkların çözümünde idari ve yargısal süreçler birbirini takip eden
halkalar şeklinde kabul edilmiş ve yasal çerçeve buna göre oturtulmuştur.
Bu kapsamda İYUK 10. madde başvurusu, kişilerin, idari fonksiyona ilişkin
taleplerini dile getirip bunların yerine getirilmesini isteme hakkı sunan idari bir
başvuru yoldur. Bu başvurunun en temel özelliği idarenin hareketsiz kalmasına
52
4458 sayılı Kanunun 244. maddesinin 1. fıkrası: Beyan ile gümrük idaresince yapılan
tespit sonucunda belirlenen farklılıklara ilişkin tebliğ edilen gümrük vergileri alacakları
ile bu Kanunda ve ilgili diğer kanunlarda öngörülen cezalar hakkında; yükümlü veya ceza
muhatabı tarafından, söz konusu eksiklik veya aykırılıkların kanun hükümlerine yeterince
nüfuz edememekten veya kanun hükümlerini yanlış yorumlamaktan kaynaklandığının veya
yargı kararları ile idarenin ihtilaf konusu olayda görüş farklılığının olduğunun ileri sürülmesi
durumunda, idare bu maddede yer alan hükümler çerçevesinde yükümlüler veya cezanın
muhatabı ile uzlaşabilir. Uzlaşma talebi, tebliğ tarihinden itibaren onbeş gün içinde, henüz
itiraz başvurusu yapılmamış gümrük vergileri ve cezalar için yapılır. Uzlaşma talebinde
bulunulması halinde, itiraz veya dava açma süresi durur, uzlaşmanın vaki olmaması veya
temin edilememesi halinde süre kaldığı yerden işlemeye başlar, ancak sürenin bitimine üç
günden az kalmış olması halinde süre üç gün uzar. Uzlaşmanın vaki olmaması veya temin
edilememesi halinde yeniden uzlaşma talebinde bulunulamaz.”
Aynı Kanun maddesinin 4. fıkrası ise şu şekildedir: “Gümrük uzlaşma komisyonlarının
tutacakları uzlaşma tutanakları kesin olup gereği idarece derhal yerine getirilir. Yükümlü
veya ceza muhatabı; üzerinde uzlaşılan ve tutanakla tespit olunan hususlar hakkında dava
açamaz ve hiçbir mercie şikâyette bulunamaz”
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
497
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
hukuki sonuç bağlamasıdır. Şöyle ki, bir durumla alakalı olarak yapılması
gerektiği halde henüz o konuda idari bir tasarruf yapılmamış ise veya idari
bir işlem yapmak ya da eylemde bulunmak gerektiği halde bunlar henüz
yapılmamış ise, idarenin harekete geçmesini yani işlemde ya da eylemde
bulunmasını isteme hakkını düzenlemektedir.
İYUK 10. madde başvurusu, idareyi bir talep karşısında sessiz kalarak
olayı geçiştirmesine engel olan, muhakkak bir irade göstermesini sağlayan
ve bu yönüyle de idari fonksiyonu perçinleyen ve gösterilen iradenin yargısal
denetimine imkân tanıyan bir başvuru yoludur. Dolayısıyla idare şayet talebi
reddeder veya belirli bir müddet (altmış gün) hareketsiz kalırsa, bu kez ilgilisi
konuyu yargıya taşıma imkânına kavuşmaktadır. Yargının olası bir iptal kararı
da idareyi talep doğrultusunda hareket etmeye zorlamaktadır.
Bu doğrultuda İYUK 10. madde başvurusu, bir durumla alakalı idarenin
bir işlem ya da eylemi bulunmadığı takdirde işletilmektedir. Böylece idari
mekanizmayı harekete geçirmek 10. madde başvurusu ile kişinin inisiyatifine
bırakılmıştır. Herhangi bir zorunluluğa dayanmamaktadır. Ancak idare
hukukunun ilkelerinin geçerli olduğu bir konuda idarenin göreve çağrılmadan,
yani istenilen ya da yakınılan bir konuda idareden işlem tesis etmesi
istenmeden, doğrudan idari dava açılmayacağı hususu, idari yargı rejiminin
geçerli olduğu ülkemizde bilinen en temel kurallardan biridir.53 Öyle ki bu
kural, idarenin iradesinin gerekli olduğu durumlar için -deyim yerindeyse- bir
dava şartıdır.
Dolayısıyla 10. madde başvurusunun, idarenin hareketsizliği nedeniyle
ortaya çıkan ve idare ile idare hukuku ilkelerine göre çözümlenecek bir ihtilaftan
ötürü, iddia olunan hak ihlalinin çözümlenmesi için bir başlangıç noktası teşkil
etmesi nedeniyle ilgilerce usulüne göre tüketilmesi gerekmektedir. Diğer bir
anlatımla İYUK 10. madde başvurusu, tek başına -ve olası ret halinde devamı
süreçler takip edilmeyecekse- tüketilmesi (başvurulması) zorunlu bir idari
başvuru yolu değildir. Ancak idarenin konuyla ilgili göreve çağrılması için hak
arama sürecinin ilk adımı ve sonrasında açılacak idari davanın konusu olması
bakımından tüketilmesi zorunludur.
Bireysel başvuru süreci ekseninde bakıldığında, şikâyet edilen durumla
alakalı doğrudan bireysel başvuru yapılamayacağı genel kaidesinin bir
sonucu olarak AYM, İYUK 10. madde başvurusunun tüketilmesini çoğunlukla
arayacaktır.54 Zira yakınılan bir ihlal iddiasında, konu idarenin bilgisine sunulmalı
53
54
İYUK’un 2. maddesinde yer alan amir hüküm uyarınca idari işlem niteliğinde yargı kararı
verilmez kuralının bir gereği olarak talep incelenmeksizin reddedilecektir. Örneğin İstanbul
2. Vergi Mahkemesinin 28.2.2014 gün ve E: 2013/1083 K:2014/456 sayılı kararı. Karar
yayımlanmamıştır.
Burada olayları niteliğine göre istisna uygulaması mümkün olabilir diye “çoğunlukla” ifadesi
498
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
ve çözüme kavuşturulması talep edilmelidir. Talebin reddi halinde yargıya
başvurulduktan ve yargısal süreçler de tüketildikten sonra bireysel başvuruda
bulunulmalıdır. Aksi takdirde AYM başvuruyu başvuru yolları usulüne uygun
olarak tüketilmediği gerekçesiyle kabul edilemez bulacaktır.
b. 11. Madde Başvurusu
İYUK 11. madde başvurusu, daha önce tesis edilmiş idari işlemlerin
üzerine inşa edilmiş bir başvuru sürecidir. Bu başvurunun özü, kişilerle idare
arasında cereyan eden uyuşmazlıkta; kişilerin haklarının teslim edilmesi
veya mağduriyetlerinin giderilmesi noktasında, idareye konu yargıya intikal
ettirilmeden önce ikinci bir şans tanınarak gerekli işlemleri yapması için fırsat
verilmesidir. Kanun metninin açık hükmü gereği tamamen tercihe bağlıdır.
Başvurulması halinde işlemeye devam eden dava açma süresini durdurması
nedeniyle hak arama sürecini genişleten bir yapıya sahiptir.
İYUK 11. madde başvurusunun reddi halinde, duran dava açma süresinin
kalan diliminde, başvuruya konu edilen ilk işlemin iptali istemiyle idari dava
açılabilir. Dolayısıyla İYUK 11. madde başvurusu, bireysel başvuru süreci için
tüketilmesi zorunlu olmayan bir idari süreçtir. Diğer bir ifadeyle kişi, hakkında
tesis edilmiş bir işleme karşı, başka kanunlarda bir dava şartı olarak özel itiraz
süreçleri ön görülmemiş ise, İYUK 11. madde başvurusu yapmadan, doğrudan
iptal davası açarak yargısal süreci başlatabilir.
c. 13. Madde Başvurusu (Ön Karar)
İYUK’un 13. maddesi, idarenin eylemleri nedeniyle kişilerin haklarının
ihlal edildiği iddiasıyla tam yargı davası açılmadan önce zararın tazmini
için ilgili idareye başvurmayı öngören başvuru sürecini düzenlemektedir.
Uygulamada 13. madde başvurusunun tam yargı davası açılmadan önce
yerine getirilmesi gereken yasal bir koşul olduğunu vurgulamak için “ön karar”
ifadesi kullanılmaktadır. Başvuru, idarenin işlem ve eylemlerinde her daim
hukuk içinde kalması gerektiği ilkesinin bir sonucudur. Dolayısıyla bu başvuru,
idarenin bir eylemiyle kişi veya kişilere zarar vermesi halinde bunun idarenin
bilgisine sunulup zararın bizzat idare tarafından gönüllü giderilmesini isteme
veya daha masraflı olan dava sürecinden önce tazmin için söz konusu idareye
imkân tanıma esası üzerine kuruludur.
Bu başvuruya göre, idarenin eyleminden ötürü kişi bir veya birden fazla
hakkının ihlal edildiğini düşünüyorsa, doğrudan idari dava (tam yargı davası)
açamayacaktır. İlk önce zararın tazmini veya hakkının teslimi için ilgili
idareye zararı öğrendiği tarihten itibaren bir yıl, her halükârda beş yıl içinde
kullanılmıştır. Yoksa kural gereği idarenin çözebileceği bir meseleyi idareden talep etmeden
doğrudan idari dava açılması halinde başvuru yolları usulüne göre tüketilmemiştir.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
499
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
başvurması gerekir. Ancak başvurusunun reddi halinde davasını açabilecektir.
Şayet dava bu yol tüketilmeden açılmış ise, idari yargı mercilerince Kanunda
belirtilen sürelerin geçmediği düşünülüyorsa “merciine tevdi” kararı
verilmektedir. Şayet sürelerin geçmiş olduğu düşünülüyorsa, her ne kadar 13.
maddede düzenlenen süreler idari süre olsa da, hak arama sürecini tümden
etkilediğinden ve bu süreç yasal süreler içinde başlatılmadığından “süre ret”
kararı verilmektedir.55 Esası incelenmemiş bir dava sürecinden sonra yapılan
bireysel başvurular da başvuru yollarının usulüne uygun olarak tüketilmediği
gerekçesiyle kabul edilemez bulunacaktır.
Son tahlilde; idarenin bir eyleminden ve/veya eylemsizliğinden kaynaklı
hak ihlalinin giderilmesi için tam yargı davası açılmadan önce İYUK 13.
maddesinde düzenlenen idari başvuru sürecinin tüketilmesi gerekir. Bu yol
tüketilmeden açılan tam yargı davasının esası incelenemez olduğundan
AYM de (bireysel başvurunun ikincilliği gereği) esası idari ve yargı mercileri
tarafından incelenmemiş bir konunun esasını incelemeyecektir.
2. Vergi Uyuşmazlıklarında Yargısal Başvuru Yolları
Bu başlık altında yukarıda anlatılan idari başvurulardan sonra gidilecek
yargı yolu ve buna ilişkin kanun yollarına kısaca değinilecektir. Yargı
yoluna başvurmak, bireysel başvuru şikâyeti için tüketilmesi zorunlu kabul
edildiğinden birbirinden farklı idari başvuru süreçleri gibi karmaşık bir durum
arz etmemektedir.
Bilindiği üzere, vergilendirme işlemleri, hem yasal hem de teorik olarak
birer idari işlemdir. Dolayısıyla vergilendirmeden kaynaklı uyuşmazlıklar idari
yargı kolu içinde teşkilatlandırılan vergi mahkemeleri tarafından çözüme
kavuşturulmaktadır. 2014 yılında 2577 sayılı İYUK’ta 6545 sayılı Kanunla
yapılan yasal değişiklikten sonra ülkemizde hayata geçirilen iki dereceli
yargılama sisteminin bir sonucu olarak, değeri beş bin Türk Lirası olan
davalar hariç olmak üzere vergi mahkemelerinin kararlarına karşı bölge idare
mahkemelerine istinaf başvurusu yapılabilmektedir. İstinafın verdiği ve değeri
yüz bin Türk Lirasının üstündeki davalardaki kararlarına karşı da Danıştay’a
temyiz yoluna başvurulabilinmektedir.56
55
56
Ancak AYM ve AİHM, İYUK 13. maddesinin her halükarda beş yıl kuralını, zararla idari eylem
arasındaki illiyet bağının kurulduğu tarihten başlayacağına karar verişmişlerdir. Bu yönde
verilmiş kararlar için bkz. AYM, Hamza Küçük, B. No.: 2013/7400, 5/11/2015. AYM, Haluk
Pek, B. No.: 2013/9094, 4/2/2016. AYM, Veysi Atlı, B. No.: 2014/2772, 23/3/2016. AİHM,
Eşim/Türkiye, B.No.: 59601/09, 17/9/2013 (http://www.inhak.adalet.gov.tr/ara/karar/
esim.pdf).
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunun 45 ve 46. maddeleri. Ayrıca yukarıda açıklanan
durum vergi mahkemelerinin görevli olduğu konular için bu şekilde olmakla birlikte; idare
mahkemelerinin görevine giren uyuşmazlıkların yargısal başvuru yolları, ivedi yargılama
usulleri de gözetilerek konu bazlı olarak istinaf temyiz süreçleri belirlenmiştir.
500
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
Söz konusu yargısal yolları dikkate alarak, idari aşamadan yargıya intikal
ettirilmiş ya da doğrudan yargıya başvurulmak suretiyle başlatılan hak arama
süreçlerinin üç farklı şekilde bireysel başvuruya konu edilmesi mümkündür.57
1- Kişiler, vergi mahkemelerinde beş bin Türk Lirasının altında verilen
kararlara karşı söz konusu kararın kesin olması nedeniyle kararın tebliğinden
itibaren yasal koşullara göre bireysel başvuruda bulunabilme imkânına
sahiptirler.
2- Kişiler, vergi mahkemeleri tarafından verilen ve değeri yüz bin Türk
Lirasının altındaki davalarda, istinaf mahkemeleri tarafından onama ya
da esasa müessir olmak kaydıyla bozma (ve işin esası hakkında yeniden
karar verme) yönündeki kararları için, bu kararlar kesin olduğundan, tebliğ
tarihinden itibaren yasal koşullara göre bireysel başvuruda bulunabilme
imkânına sahiptirler.
3- Vergi mahkemeleri tarafından verilen ve değeri yüz bin Türk Lirasını
aşan davalarda ise hem istinaf hem de temyiz yolu açık olduğundan ilgilisi
tarafından önce istinafa, şayet sonuç alınmazsa temyiz yoluna başvurulmalıdır.
Temyiz başvurusu da reddedilmiş ise, kişi ya da kişiler (hukukumuzda artık
karar düzeltme müessesi bulunmadığından herhangi bir tereddüt yaşamadan)
anılan kararın tebliğinden itibaren yasal koşullara göre bireysel başvuruda
bulunabilme imkânına sahiptirler.
Bu başlık altında son olarak ifade etmek gerekir ki derece mahkemelerince
verilen bir karara karşı Kanun şayet olağan bir kanun yolu öngörmüş ise bu
yol hem biçim hem öz olarak muhakkak usulüne uygun tüketilmeli ve ihlal
iddiaları her aşamada dile getirilmelidir.
57
Ancak şunu ifade etmek gerekir ki burada dava değerleri için verilen rakamlar 2577 sayılı
Kanunun Ek 1. maddesi uyarınca ilgili yıl için 213 sayılı VUK’un mükerrer 298. maddesi
hükümleri uyarınca Maliye Bakanlığınca her yıl tespit ve ilan edilen yeniden değerleme
oranında artırılması suretiyle uygulanmaktadır. Anlatımda kolaylık sağlaması nedeniyle
Kanunda belirtilen rakamlar verilmiştir.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
501
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
IV. ANAYASA MAHKEMESİ TARAFINDAN VERGİ UYUŞMAZLIKLARINDAN
KAYNAKLI BAŞVURULARDA BAŞVURU YOLLARININ TÜKETİLMEDİĞİ
GEREKÇESİYLE VERİLEN BAZI KARAR ÖRNEKLERİNİN DEĞERLENDİRLMESİ
Bu başlık altında, yukarıda anlatılanlar ışığında vergi uyuşmazlıklarına ilişkin
bireysel başvurularda, AYM tarafından “başvuru yollarının tüketilmemesi”
gerekçesiyle verilen kabul edilemezlik karar örnekleri analiz edilecektir.
Motorlu Taşıtlar Vergisi (MTV) Borcunun Tahsili Amacıyla Tesis Edilen
Satış İşleminin İptali İçin Açılan Davada; Haciz İşleminden Satış İşlemine
Kadar Geçen Süre İçin MTV Tahakkuk Ettirilmesi Şikâyetinde Ayrıca
Dava Açılması Gerektiğinden Başvuru Yollarının Tüketilmediği
Olayda, vergi dairesi tarafından motorlu taşıtlar vergisinin tahsili amacıyla
tesis edilen ve başvurucu şirketin maliki olduğu aracın satışı işleminin iptali
istemiyle açtığı davada, haciz işleminden satış işlemine kadar geçen süre içinde
MTV tahakkuk ettirilmesinden yakınmıştır. Ancak bu şikâyet AYM tarafından
“78. Somut olayda, başvurucuya ait aracın haczedildiği tarihten satışına
kadar geçen sürede motorlu taşıtlar vergisinin tahakkuk ettirilmesinden
şikâyet edilmekte ise de, anılan dönem için tahakkuk ettirilen vergilere karşı
idari yargıda sonuç alınabilecek etkili bir dava yolunun bulunduğu, ancak
başvurucunun motorlu taşıtlar vergisine yönelik şikâyeti hakkında kanunda
öngörülmüş yargısal başvuru yollarını tüketmeden bireysel başvuruda
bulunduğu görülmektedir.” gerekçesiyle kabul edilemez bulmuştur.”58
Söz konusu karar ile vergilendirme süreçlerinin farkına vurgu yapılmaktadır.
Buna göre, satış işleminin yargılandığı dava devam ederken, idarenin aynı
konuya ilişkin bazı farklı idari işlemler tesis etmesi halinde, tesis edilen yeni
işlemler için de ayrıca başvuru yollarının tüketilmesi gerekmektedir.
Adli Yargıda Açılmış ve Konusu Adli Yargının Görevinde Olan Bir
Uyuşmazlıkta Vergilendirmeyle Alakalı Şikâyetin Karşılanmasının
Mümkün Olmadığı, İdari Yargıda Dava Konusu Edilmesi Gerektiği;
Dolayısıyla Başvuru Yollarının Tüketilmediği
Başvurucuya ait taşınmaz payının kamulaştırma bedelinin Asliye Hukuk
Mahkemesi tarafından Katma Değer Vergisi (KDV) dikkate alınmadan
belirlenmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasıyla yapılan
başvuruda; AYM, konuyla ilgili vergi yargısında ayrı bir dava açılabileceği, bu
dava sürecinin ihlal iddiasına konu edilen durumla ilgili etkili ve erişilebilir bir
başvuru yolu olduğunu değerlendirmiştir. Kararın ilgili kısımları şöyledir:59
58
59
AYM, Gümüşdere İnşaat Sanayi A.Ş. B. No.:, 2013/5016, 16/4/2015.
AYM, Say İnşaat San. Paz. Ve Tic. A.Ş., B. No.: 2014/3538, 1/2/2017.
502
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
“42. Başvuru konusu olayda vergi dairesince re’sen yapılmış bir
tarhiyat işlemi bulunmamaktadır. Kamulaştırma bedelinin tespitine ilişkin
yargılamanın konusu da doğrudan KDV ile ilgili olmayıp bu yargılama
neticesinde, dava konusu taşınmazın kamulaştırılması nedeniyle davalı
başvurucuya ödenmesi gereken tazminat miktarı belirlenmiştir. Diğer
bir deyişle, adli yargı yerinde görülen ve mülkiyet hakkının ihlal edildiği
iddia edilen dava sonucu derece mahkemelerince, yalnızca taşınmazın
kamulaştırma bedeline esas değeri belirlenmiştir. Başvurucunun ise
belirlenen bu bedel yönünden KDV eklenmemesi dışında bir şikâyeti
bulunmamaktadır. Bu kamulaştırma bedelinin KDV’ye tabi olup olmadığı
veya KDV bedelinden hangi tarafın sorumlu olduğu hususları ise başvuru
konusu yargılama ile açıklığa kavuşmuş değildir. Ayrıca taşınmazının
kamulaştırılması üzerine açılan bedel tespiti ve tescil davası sonucu
hükmedilerek ödenen bedel nedeniyle KDV tahakkuk ettirilip ettirilmemesi
hususunda tereddüt yaşayan başvurucunun, verdiği beyannameye ihtirazi
kayıt koyarak bu hususu idari bir davaya konu etmesi de mümkündü.
Başvurucunun da belirttiği Danıştay içtihatlarına göre bu yolun etkili ve
başarılı olma olanağının mevcut olduğu da görülmektedir.
(…)
44. Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarında da değinildiği üzere
etkin ve erişilebilir bir çözüm imkânı sunan hukuk yoluna başvurmaksızın
yapılan bireysel başvuruların incelenmesi, bireysel başvuru yolunun
ikincilliği ilkesi gereği mümkün değildir (bkz. §§ 32, 33). Sonuç olarak
başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkin olarak bütün
idari ve yargısal başvuru yolları usulünce tüketilmemiştir.”
Kesin ve Yürütülmesi Gereken İşlem Yokluğu Gerekçesiyle Verilen
‘İncelenmeksizin Ret’ Kararı Nedeniyle Mülkiyet Hakkının İhlali
İddiasında Başvuru Yollarının Tüketilmediği
Somut olayda; başvurucu şirketin KDV yatırım desteği kapsamında alacağı
tutarın, vergi ve Sosyal Güvenlik Kurumu borçlarından mahsup edilmesi
istemli başvurusunun reddi üzerine aynı istemle açılan davada; Erzurum
Vergi Mahkemesi, dava konusu edilen işlemin daha önce aynı istemle yapılan
başvurulara verilen cevap niteliğinden olduğu ve idari işlem niteliğinde
yargı kararı verilmesinin mümkün olmadığı gerekçesiyle incelenmeksizin ret
kararı60 vermiştir. Söz konusu karar temyiz ve ilgili dönemde mevcut olan
karar düzeltme aşamalarından geçerek kesinleşmiştir. Şirket usulden verilen
ret kararı ile mağdur edildiğini, başta mülkiyet ve adil yargılanma hakları
60
Vergi yargısından usulden verilen kararların hukuki nitelik ve sonuçları için bkz. Osman
Sarıaslan, Vergi Uyuşmazlıklarına İlişkin Davalarda İlk İnceleme, Türkiye Adalet Akademisi
Yayınları, Ankara, 2014, ss. 267-332.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
503
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
olmak üzere anayasal haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Başvuruyu
inceleyen AYM, mülkiyet hakkına ilişkin iddiaları başkaca bir açıklamaya gerek
duymaksızın “Somut olayda başvurucunun hukuk sisteminde mevcut idari ve
yargısal yolları tüketmeksizin bireysel başvuruda bulunduğu” gerekçesiyle
kabul edilemez bulmuştur.61
Açılan İdari Bir Davada Lehine Hüküm Kurulan Davacının, Kararın
Gerekçesinde Yer Alan ve Gelecekte Muhtemel Bir Sorumluluğa
İşaret Eden İfadeden Ötürü Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiği İddiası
Hakkında Henüz İşlem Tesis Edilmediğinden Başvuru Yollarının
Tüketilmediği
Olayda, başvurucu şirket tarafından, yurt dışından geçici girişi yapılan
eşyaya ilişkin olarak aleyhine tahakkuk ettirilen gümrük vergisi, KDV ve gecikme
zammı için idari itirazın reddi sonrası açılan davada İzmir 4. Vergi Mahkemesi
tarafından iptal kararı verilmiştir. Karar, kanun yolu aşamalarından geçtikten
sonra en son Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulunun (VDDK) karar düzeltme
aşamasında verdiği onama kararı ile kesinleşmiştir.
AYM kararında, söz konusu yargı sürecinin başvurucunun lehine
sonuçlandığını, Ancak başvurucunun VDDK onama kararının gerekçesinde
“başvurucu şirketin borçtan müteselsilen sorumlu olduğu ve 6183 sayılı Kanunla
uyarınca tahsil yapılabileceği” ifadesi nedeniyle borçtan sorumlu olmadığını
belirterek mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürdüğünü hatırlatmış ve mevcut
duruma göre başvurucu hakkında tesis edilen tahakkuk işlemi iptal edilmiş ve
hâlihazırda başvurucuya yönelik icrai bir işlem olmadığını vurgulamıştır. Ancak
böyle bir işlemin tesisi halinde (tahsilât işlemleri gibi) gerekli yargısal yolların
tüketilmesinden sonra bireysel başvuruda bulunulabileceği, şu aşamada
mülkiyet hakkının ihlali iddiasının incelenmeyeceği gerekçesiyle başvuru
yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemezlik kararı vermiştir.62
Normal Beyan Döneminde İhtirazı Kayıt Konulmadan Pişmanlıkla
Verilen Beyana İhtirazı Kayıt Konularak Açılan İdari Davada Verilen
“İncelenmeksizin Ret” Kararına Dayalı Yapılan Mülkiyet Hakkının
İhlaline Yönelik Başvuruda, Başvuru Yollarının Usulüne Uygun
Olarak Tüketilmediği
61
62
AYM, Datsan Doğu Anadolu Toprak Sanayi ve Ticaret A.Ş.. B. Bo.:2014/4860, 29/12/2015.
Karar, Komisyon kararı olduğundan yayımlanmamıştır.
AYM, Tetaş İç ve Dış Ticaret A.Ş., B. No.: 2015/9357, 4/5/2017. Karar, Komisyon kararı
olduğundan yayımlanmamıştır. Şunu da vurgulamak gerekir ki AYM’nin bu kararında diğer
bir kabul edilebilirlik kriteri olan “kişi bakımından yetkisizlik” de değerlendirilebilirdi. Zira
bireysel başvurunun yapıldığı tarihte mülkiyet hakkına yönelmiş somut bir müdahale söz
konusu değildir.
504
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
Olayda, başvurucu 2013 yılı 3. dönemi için ihtirazı kayıt ve pişmanlıkla
verdiği beyannameye istinaden yapılan tahakkuk işleminin iptali, ödenen
gelir vergisi stopajı ve istihkaktan kesilen damga vergisinin iadesi ile pişmanlık
zammının da yine iptali istemiyle İstanbul 9. Vergi Mahkemesine dava
açmıştır. Anılan Mahkeme, ihtirazı kaydın ancak beyanname verme süresi
içinde verilmesi gereken beyannameler için uygulanan bir dava açma yöntemi
olduğu, vergi beyannamelerinin ihtirazı kayıtla verilmesi ile pişmanlıkla
verilmesinin nedenleri, koşulları ve sonuçlarının farklı olduğu, süresinde
verilen beyannameye ihtirazı kayıt konulması tahakkuk eden verginin dava
konusu edilmesini olanaklı kıldığı halde, geç tahakkuktan dolayı vergi ziyaı
doğduktan sonra pişmanlıkla verilen beyannameye ihtirazı kayıt konulmasının
ilgiliye dava açma olanağı vermesine hukuken imkân bulunmadığı gerekçesine
dayalı olarak işin esasını incelemeksizin ret kararı vermiştir. Kişi anılan kararla
mahkemeye erişim hakkı ile mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
AYM kararında, ihtirazı kayıt hakkının süresinde verilmesi gereken
beyannameler için kullanmadığı ve süresinden sonra pişmanlıkla verilen
beyannamelere ihtirazı kayıt konulmasının, ihtirazı kayıtla verilen
beyannamelere bağlanan hukuki sonucu doğurmadığı gerekçesiyle hukuk
sisteminde mevcut idari ve yargısal yollar tüketilmeden bireysel başvuruda
bulunulduğu gerekçesiyle kabul edilemezlik kararı vermiştir.63
Vurgulamak gerekir ki ihtirazı kayda dayalı dava açılması, hangi beyanların
ihtirazı kayda konu edilebileceği vs. gibi hususlar vergi yargısının tartışmalı
alanlarından biridir. Bireysel başvuru süreciyle tartışmaya artık AYM de
dâhil olmuştur. Ancak AYM, yukarıda ifade edilen kararla, bu tartışmaya
ağırlığını koymamış, konuyu vergi yargısına hâkim olan görüş ekseninde
değerlendirmiştir. Ancak yakın gelecekte mahkemeye erişim hakkı kapsamında
kişilerin yargısal korunma taleplerinin daha fazla karşılanacağı bir içtihat
alanına geçilmesi oldukça muhtemeldir.
İYUK 11. Madde Başvurusundan Sonra Süresinde Açılmayan
Davadan Sonra Yapılan Bireysel Başvuruda, Başvuru Yollarının
Tüketilmediği
Olayda, başvurucu hakkında yapılan vergi ziyaı cezalı tapu harcı tarhiyatlarına
karşı idari davadan önce İYUK 11. madde kapsamında idari başvuruda
bulunmuştur. Başvurucunun anılan başvurusu üzerine idari dava açma süresi
durmuş, başvurunun reddedilmesi üzerine tekrar işlemeye başladığı halde;
kalan dava açma süre içinde idari dava açılmadığından süre aşımı nedeniyle
ret kararı verilmiştir. Kanun yollarından geçen bu karar bireysel başvuruya
konu edilmiştir. AYM tarafından başvurucunun iddiaları mahkemeye erişim
hakkı ile mülkiyet hakkı ekseninde incelenmiştir.
63
AYM, Türkiye İş Bankası A.Ş. Genel Müdürlüğü, B. No.: 2015/15195, 10/5/2017. Karar,
Komisyon kararı olduğundan yayımlanmamıştır.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
505
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
Buna göre mahkemeye erişim hakkının ihlal iddiası açıkça dayanaktan
yoksun değerlendirilmişken; mülkiyet hakkına ilişkin iddialar ise kişinin kendi
üzerine düşen özen yükümlülüğünü gereğince yerine getirip ilgili idari ve
yargısal süreçlere uygun olarak davasını açmadığından başvuru yollarının
tüketilmediği gerekçesiyle kabul edilemez bulunmuştur.64
İYUK 13. Madde Kapsamında Verilen Mercine Tevdi Kararından
Sonra Bu Kararın Gereği Yerine Getirilmeden Yapılan Mülkiyet
Hakkının İhlaline İlişkin Şikâyette, Başvuru Yollarının Tüketilmediği
Burada örneklendirilecek uyuşmazlıkta kararı veren mahkeme İdare
Mahkemesi olmakla birlikte; kararın mahiyetinin vergi yargısı için de geçerli
olması nedeniyle incelemeye değer bulunmuştur.
Olayda, başvurucu şirket tarafından, yurt dışından ithal ederek getirttiği
emtiayla ilgili olarak tüm yasal yükümlülükler yerine getirilmesine rağmen
idarenin hizmet kusuru nedeniyle hukuka aykırı olarak kendisine teslim
edilmediğinden bahisle ortaya çıkan zararın tazmini amacıyla tam yargı
davası açılmıştır. Mahkemesince, idarenin eyleminden kaynaklı açılan tam
yargı davasında ön karar koşulunun sağlanması gerektiği gerekçesiyle (davaya
ilişkin) dilekçenin mercine yani Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’na tevdiine kararı
verilmiştir. Kişi anılan karara karşı kanun yollarını tükettikten sonra mülkiyet
hakkının ihlal edildiği gerekçesiyle bireysel başvuruda bulunmuştur.
AYM, başvurucunun mercine tevdi kararı uyarınca kendisine dilekçe
tevdi edilen idarenin iradesinin yasal süresi içinde belirlenmesini beklemesi
gerektiğine vurgu yapmıştır. Buna göre mercine tevdi kararı ile idareye iletilen
talebinin reddi halinde kişi davasını açabilecektir. Açılan bu dava ve devamı
kanun yollarından da sonuç alınmaz ise bireysel başvuruda bulunulabilecektir.
Dolayısıyla AYM, mülkiyet hakkının ihlali iddiası yönünden başvuru yollarının
tüketilmediği sonucuna varmış ve kabul edilemezlik kararı vermiştir.65
Görevli Yargı Yerinde Süresinde Dava Açılmadığından Verilen Süre
Ret Kararına Karşı Yapılan Başvuruda Mülkiyet Hakkına Yönelik
Şikâyette Başvuru Yollarının Tüketilmediği
Adli yargı merci tarafından verilen görev ret kararından sonra otuz gün içinde
vergi mahkemesine dava açılmaması üzerine vergi mahkemesi tarafından
verilen süre ret kararına karşı gerekli kanun yolları tüketildikten sonra bireysel
başvuruda bulunulmuştur. AYM tarafından “başvurucunun açmış olduğu
davanın 2577 sayılı Kanunun 9. Maddesinde belirtilen otuz günlük dava açma
64
65
AYM, Katal İnşaat ve Ticaret Limited Şirketi, B.No.: 2016/21726, 08/5/2017. Karar, Komisyon
kararı olduğundan karar yayımlanmamıştır.
AYM, UBM Makine San. Ve Tic. Ltd. Şti., B. No.: 2016/2721, 10/05/2017. Karar, Komisyon
kararı olduğundan yayımlanmamıştır.
506
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
süresi içinde açılmadığı gerekçesiyle esasa girilmeksizin usulden reddedildiği,
başvurucunun süresi içinde hukuk sisteminde mevcut idari ve yargısal yolları
tüketmeksizin bireysel başvuruda bulunduğu anlaşılmıştır” denilerek başvuru
kabul edilemez bulunmuştur.66
Mahkemenin Esas Kararından Sonra Süresinde Kanunyolu
Başvurusunda Bulunulmaması Nedeniyle Başvuru Yollarının
Tüketilmediği
Somut olayda; başvurucunun, vergi mahkemesinde açtığı dava lehine
sonuçlanmıştır. Ancak kararın icrası aşamasında davalı idare ile ihtilafa
düşülmüştür. Bunun üzerine bölge idare mahkemesine itiraz başvurusunda
bulunulmuştur. Ancak itiraz başvurusu yasal süresinde yapılmadığı gerekçesiyle
reddedilmiştir. Bu karara karşı yapılan itiraz da reddedilmiştir. Bireysel başvuru
da bu sürecin sonunda yapılmıştır. AYM, “Bir kanun yoluna başvurulmuş
olması tek başına bu yolun tüketildiği anlamına gelmez. Bir kanun yolunun
tüketildiğinden söz edilebilmesi için öncelikle usulüne uygun bir başvuru
yapılması, yapılan başvurunun sonucunun beklenmesi ve inceleme süresince
öngörülmüş olan yöntem, biçim, süre ve diğer koşullara uygun hareket
edilmesi gerekir. Bu durumda, başvurucu tarafından yapılan itiraz başvurusu,
İstanbul 9. Vergi Mahkemesinin esas hakkında verdiği kararın tebliğini
izleyen günden itibaren 30 gün içinde yapılmadığı gerekçesiyle süre aşımı
nedeniyle reddedilmiş olup, başvurucunun olağan kanun yollarını usulüne
uygun bir şekilde tüketmeden bireysel başvuruda bulunduğu anlaşılmaktadır.”
gerekçesiyle başvuruyu kabul edilemez bulmuştur.67
Vergi İncelemesine Hazırlık İşleminin İptali Talebiyle Açılan Davada
Verilen İncelenmeksizin Ret Kararına Dayalı Olarak Yapılan bireysel
Başvuruda, Başvuru Yollarının Tüketilmediği
Olayda; Vergi Denetim Kurulu (VDK) elemanları tarafından tutulan
incelemeye başlama tutanağı dava konusu edilmiştir. Derece mahkemesi söz
konusu tutanağın hazırlık mahiyetinden olup kesin ve yürütülmesi gereken bir
işlem olmadığı gerekçesiyle davayı incelenmeksizin ret etmiştir. Kararın kanun
yollarından geçerek kesinleşmesi üzerine yapılan bireysel başvuruyu inceleyen
AYM, mülkiyet hakkına ilişkin şikâyeti, ortada usulüne uygun bir şekilde
yargı mercine iletilmiş bir başvuru olmadığı gerekçesiyle başvuru yollarının
tüketilmemesi nedeniyle başvuruyu kabul edilemezlikle sonuçlandırmıştır.68
66
67
68
AYM, İbrahim Tuğrul Topaloğlu, B. No.: 2015/1837, 16/5/2017. Karar, Komisyon kararı
olduğundan yayımlanmamıştır.
AYM, Özlem Türkeş, B. No.: 2014/505, 17/7/2014.
AYM, M.S.D.İ.L.Ş., B. No.: 2015/8816, 17/4/2017. Karar, Komisyon kararı olduğundan
yayımlanmamıştır.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
507
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
Ancak vurgulamak gerekir ki burada, başvurucu hakkında vergi
incelemesine başlanmasına ilişkin tutanak dava konusu edildiği dikkate
alındığında ortada, mülkiyet hakkına bir müdahale söz konusu değildir.
Çünkü vergi incelemesi idarenin vergi kanunlarının usulüne uygun bir şekilde
uygulanıp uygulanmadığını denetlediği bir süreçtir. Şayet bir usulsüzlük ve/
veya matrah farkı tespit edilmezse kişi hakkında herhangi bir vergilendirme
işlemi yapılmamaktadır. Bu nedenle başvuru itibariyle kişinin mülkiyet
hakkı kapsamında mağdur sıfatı bulunmamaktadır. Dolayısıyla AYM’nin,
konuyu başvuru yollarının tüketilmesinden ziyade kişi bakımından yetkisizlik
ekseninde değerlendirmesi daha uygun olabilirdi. Bununla birlikte sonuç
değişmeyecektir; zira her iki kritere göre de başvuru kabul edilemezdir.
Bozma Üzerine Yeni Esas Alan Dosyanın Akıbeti Beklenmeden
Yapılan Başvuruda, Başvuru Yollarının Tüketilmediği
Somut olayda, vergi mahkemesince verilen kararın Danıştay tarafından
bozulması üzerine, bozmadan sonra vergi mahkemesince yeni bir karar
verilmesi beklenilmeden adil yargılanma ve mülkiyet haklarının ihlal edildiği
gerekçesiyle bozulan karar nedeniyle bireysel başvuruda bulunulmuştur.
AYM, başvurucunun bozma sonrası yargılamaya başlanması ve yeni bir karar
verilmesini beklemeden bireysel başvuruda bunduğunu vurgulayarak bireysel
başvurunun sonuçlandırıldığı tarihe kadar da bozma sonrası yargılamaya
ilişkin Yüksek Mahkemenin bilgilendirilmediğini dolayısıyla hukuk sistemindeki
mevcut yargısal yollar tüketilemeden bireysel başvuru yapıldığı gerekçesiyle
başvuruyu kabul edilemez bulmuştur.69
Düzeltme Şikâyet Başvurusundan Sonra Açılan Davada Konu
Düzeltme ve Şikâyet Kapsamına Girmediğinden Verilen Ret
Kararına Dayalı Yapılan Bireysel Başvuruda, (Tarhiyata Dava
Açılmadığından) Başvuru Yollarının Tüketilmediği
Olayda; başvurucu, hakkında hatalı olduğunu düşündüğü cezalı vergi
tarhiyatının kaldırılması istemli olarak idareye düzeltme ve şikâyet
başvurusunda bulunmuştur. Başvurusunun reddedilmesi üzerine açtığı idari
dava da “ileri sürülen iddiaların düzeltme şikâyet yolunun kapsamının dışında
olup tarh işlemine karşı açılacak davada değerlendirilmesi gereken konulara
ilişkin olduğu” gerekçesiyle reddedilmiştir. AYM de yerel mahkemenin yolunu
takip ederek, düzeltme şikâyet kapsamında bir hataya ilişkin olmayan bir
uyuşmazlıkta, düzeltme ve şikâyet yolu işletilerek başvuru yapılması suretiyle
gerekli başvuru yollarının tüketilmiş olmayacağına hükmetmiştir. Buna göre
hata kapsamında olmayan bir uyuşmazlıkta tarhiyat işlemine karşı süresinde
dava açılmamış ise düzeltme şikâyet başvuru süreci etkili ve olağan bir başvuru
69
AYM, Türkiye İş Bankası A.Ş. Hadımköy Şubesi, B. No.: 2015/12220, 12/4/2017. Karar,
Komisyon kararı olduğundan yayımlanmamıştır.
508
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
yolu değildir. Dolayısıyla olayda, tarh işlemine karşı yasal süresinde doğrudan
dava açılmadığından gerekli yasal yolların usulüne uygun olarak tüketilmediği
gerekçesiyle başvuruyu kabul edilemez bulmuştur.70
Gümrük Kanunun 211. Maddesine Göre İade İstemli Yapılan
Başvurunun Reddi Üzerine Açılan Davada Verilen Ret Kararına
Dayalı Yapılan Bireysel Başvuruda, Tazminat Davası Açılabileceği
Gerekçesiyle Başvuru Yollarının Tüketilmediği
Somut olayda, başvurucu yurt dışından ithal edilen eşyaya ilişkin olarak
gümrük tarife istatistik pozisyonunun hatalı girilmesi nedeniyle fazladan
ödediğini ileri sürdüğü gümrük vergisinin iadesi istemiyle idari başvuruda
bulunmuştur. Başvurusunun reddi üzerine gerekli itirazlar yapıldıktan sonra
açılan davada, vergi mahkemesince ret kararı verilmiştir. Söz konusu ret
kararıyla adil yargılanma ve mülkiyet haklarının ihlal edildiği ileri sürülerek
bireysel başvuruda bulunulmuştur.
AYM, başvurucunun iddiasını, idarenin ihmal ve kusuru nedeniyle
mülkiyet hakkının ihlal ettiği üzerine temellendirildiğini vurguladıktan sonra;
başvurucunun idarenin kusurlu davranışına karşı açacağı tam yargı davasında
mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürebileceği, bu yolla da hak ihlalinin
giderilebileceği gerekçesiyle idarenin kusuru ve/veya ihmali davranışından
ötürü mülkiyet hakkının ihlali iddiası için hukuk düzeninde mevcut olan
tüm başvuru yollarının tüketilmediği gerekçesiyle başvuruyu kabul edilemez
bulmuştur.71
İhlal İddiaları Başvurulan Kanun Yollarında Dile Getirilmediğinden
Başvuru Yollarının Tüketilmediği
Başvurucu, Samsun Vergi Mahkemesine açtığı davada zamanaşımı iddiası
bulunmasına karşın bu iddiasının karşılanmayarak gerekçeli karar hakkının
ihlal edildiğini ileri sürmüştür. AYM, bu iddianın yalnızca dava aşamasında
ileri sürüldüğü, temyiz ve karar düzeltme aşamasında zamanaşımı iddiasından
söz edilmediği, söz konusu ihlal iddiasının yargı makamlarınca düzeltilmesine
imkân tanınmadan bireysel başvuruda dile getirdiği, dolayısıyla başvuru
yollarının usulüne uygun tüketilmediği gerekçesiyle başvuruyu kabul edilemez
bulmuştur. 72
70
71
72
AYM, Hüseyin Sandalcı, B. No.: 2016/9384, 8/3/2014. Karar, Komisyon kararı olduğundan
yayımlanmamıştır.
AYM, Botech Elektronik Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti., B.No.: 2015/14540, 13/4/2017. Karar,
Komisyon kararı olduğundan yayımlanmamıştır.
AYM, Fatoğlu Gıda Sanayi ve Ticaret A.Ş., B. No.:2016/8489, 19/7/2016. Karar, Komisyon
kararı olduğundan yayımlanmamıştır.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
509
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
Karar Düzeltme Başvurusu Zorunlu Bir Kanunyolu Kabul Edilmese
Dahi Bu Yola Başvurulması Halinde Sonucu Beklenmeden Yapılan
Bireysel Başvuruda, Başvuru Yollarının Tüketilmediği
Olayda; defter ve belgelerinin incelenmesi sonucunda hazırlanan vergi
inceleme raporuna dayalı olarak başvurucu hakkında cezalı tarhiyatlar
yapılmıştır. Bunların iptali için açılan davada ret kararı verilmiştir. Bu karara
karşı temyiz başvurusu yapılmış ve reddolunmuştur. Başvurucu ilgili dönemde
mevcut olan karar düzeltme yoluna da başvurmuştur. Ancak karar düzeltme
başvurusu sonuçlanmadan aleyhine verilen ret kararından ötürü bireysel
başvuruda bulunmuştur.
AYM kararında, UYAP kayıtlarının tetkikinden
başvurucunun yaptığı karar düzeltme başvurusunun sonucunu beklemeden
yaptığı başvuruda, başvuru yollarının tüketilmediğine hükmetmiştir.73
SONUÇ
2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile başlayan hak arama sürecindeki
paradigma değişimi, 23/9/2012 tarihinden itibaren hayata geçmeye
başlamıştır. Bireysel başvuru, çekişmeli bir dava süreci olmadığından kendine
has yöntemlere göre incelenmektedir. Ancak tıpkı bir dava süreci gibi usul ve
esas olarak iki aşamalı bir incelemeden oluşmaktadır. Dolayısıyla başvurunun
esasının incelenmesi usule ilişkin koşullarının tümünün sağlanmış olması
şartına bağlıdır. Bireysel başvuru sürecinin usul aşamaları salt başvuru
forumuna ilişkin usuli süreçler ile esas incelemesi için bir nevi ‘yeterlilik’
incelemesi niteliğindeki kabul edilebilirlik incelemeleridir. Başvuru yollarının
tüketilmesi koşulu ise kabul edilebilirlik incelemesine ilişkin aşamanın en
önemli kriterlerinden biridir. Bireysel başvuruya konu edilen hak ihlali
iddiasının ilgili merciler önünde hem biçim hem de öz itibariyle ileri sürülmesi
esasına dayanmaktadır. Bu, bireysel başvurunun ikincilliğinin bir gereğidir. Öyle
ki bireysel başvuru sistemi, kendisine gelene kadarki aşamalarda oluşturulan
hukuki süreçler piramidinin tepesine konumlandırılmıştır. Bu nedenle başvuru
yollarının usulüne göre takip edilip, bu süreçler her olayın gerekliliklerine göre
doğru şekilde inşa edilmesi gerekir. Yoksa bazı yazarların yerinde tespitiyle
başvuru yollarının tüketilmesi koşulu, kişilere kasıtlı zorluk çıkarma süreci
değildir.74
Bununla beraber başvuru yollarının tüketilmesi koşulu canlı ve değişken
bir kural alanına sahiptir. Doğal olarak ciddi bir istisna alanı bulunmaktadır.
73
74
AYM, Çel-tur Turizm Otomotiv Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi (Kavak Otomotiv ve
Ticaret Ltd. Şti.), B. No.: 2016/7700, 17/6/2016. Karar, Komisyon kararı olduğundan
yayımlanmamıştır.
Tolga Şirin, Türkiye’de Anayasa Şikâyeti (Bireysel Başvuru) İnsan Hakları Avrupa
Mahkemesi ve Almanya Uygulaması ile Mukayeseli Bir İnceleme, 1.b., XII Levha Yayınları,
İstanbul , 2013, s. 524’den aktaran Şen, a.g.e. s. 113
510
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
Bu durum yeni içtihatlarla birlikte her geçen gün daha da gelişmekte ve
haliyle daha da karmaşık bir hal almaktadır. Bu bağlamda (diğer kriterlerin
sağlandığını kabul edersek) bireysel başvurunun esastan görüşülebilmesi için
usulüne göre tüketilmiş başvuru süreçleri kilit noktaların başında gelmektedir.
Bunun için bireysel başvuruya kadar giden hukuksal süreçlerin daha başından
usul ve mevzuata uygun yönetilmesi yahut takip edilmesi gerekmektedir.
Öte yandan devletin vergilendirme kudreti kişilerin mülkiyet hakları
hilafına kullanılan bir yetkidir. Kullanılması çok hassas dengelerin
gözetilmesini gerektirir. Vergi, kişilerin maddi duran ve/veya dönen varlıkları
üzerinden alındığından müdahale ettiği alan kişilerin mülkiyet hakkıdır.
Dolayısıyla vergilendirme işlemlerinden kaynaklı uyuşmazlıkların neredeyse
tümü mülkiyet hakkı merkezlidir. Hukuk düzenimizde bu uyuşmazlıkların
giderilmesi için çeşitli adli ve idari mekanizmalar vardır. Adli mekanizmalar
idari yargı rejimi içinde yer alan vergi yargı mercileridir. İdari mekanizmalar
ise çeşitli usul yasalarında düzenlenen idari başvurulardır. İdari başvurular
çoğu zaman hak arama sürecinin ilk aşamasını oluştururlar. Bazı durumlarda
ise hak arma sürecinin zorunlu başlangıç noktalarıdırlar. Bu nedenle olayın
gerektirdiği durumlar gözetilerek doğru ve etkin bir hak arama sürecinin
inşası ancak gerekli idari başvuru yollarının tüketilmesi ile mümkündür. Söz
konusu idari başvurular, özgülendikleri amaca göre farklılık arz etmektedirler.
Vergilendirmeye ilişkin iddianın niteliğinden, talebin türüne göre farklı idari
başvuru süreçleri vardır. Bunlardan
-
Bazıları hak arama sürecinin ilk adımını teşkil etmeleri bakımından;
-
Bazıları da kendisine başvurulmadan yargı süreçlerinin başlatılamayacak
olmaları nedeniyle tüketilmeleri gerekmektedir.
Aksi takdirde açılacak idari davalar usulden reddedilecektir. Bu ret kararları
çoğunlukla; süre ret, incelenmeksizin ret ve merciine tevdi kararlarıdır. Bu
karalara karşı yapılan bireysel başvurular, AYM tarafından şayet “mahkemeye
erişim hakkı” yönünden sorunlu görülüp ihlal kararına konu edilmezlerse,
ihlale konu edilen esas hak bakımından başvuru yollarının usulüne uygun
olarak tüketilmediği gerekçesiyle kabul edilemezlikle sonuçlandırılmaktadır.
Bu nedenle idari başvurular ve yargısal süreçler bireysel başvuru zincirinin
birer halkaları konumundadırlar. Bunların usulüne göre tüketilmesi oldukça
önemlidir. Bireysel başvuru sürecinin sıhhati bu başvuru ve süreçlerin usulüne
göre tüketilmesine bağlıdır. Vergi uyuşmazlıklarının idari ve yargısal aşamada
çözümlenmesi ve dolayısıyla hak ihlaline ilişkin iddiaların karşılanması
zaman ve usul anlamında sıkı kurallara bağlandığından, bu süreçlerin
doğru bir şekilde başlatılıp tüketilmesi ayrıca önem arz etmektedir. Vergi
uyuşmazlıklarından kaynaklı bireysel başvurularda, AYM tarafından başvuru
yollarının tüketilmediği gerekçesiyle verilen kabul edilemezlik kararları ise bu
önemin birer göstergesidir.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
511
Anayasa Mahkemesi’ne Yapılan Bireysel Başvurularda Başvuru Yollarının Tüketilmesi
Koşulunun Vergi Uyuşmazlıklarıyla İlgili İdari Başvurular Ekseninde Değerlendirilmesi
Dr. Osman SARIASLAN
KAYNAKÇA
CANDAN, Turgut; Vergilendirme Yöntemleri ve Uzlaşma, Maliye ve Hukuk
Yayınları, Ankara, 2016
ÇELİKYAY, Hakan Sabri; “Anayasa Mahkemesinin Bireysel Başvuru Kararlarının
’Başvuru Yollarının Tüketilmemesi’ Ölçütü Açısından Değerlendirilmesi”,
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, C.LXXIII, 2015, S.1, ss. 21-61
TURAN, Hüseyin; “Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru ve Başvuruların
İncelenme Usulü”, Ed. Hüseyin Turan-Recep Kaplan, Anayasa Mahkemesine
Bireysel Başvuru Usulü ve Kabul Edilebilirlik Kriterleri, Anayasa Mahkemesi
Yayınları, Ankara, 2015, ss.7-17
GÜLENER, Serdar; “Mukayeseli İnsan Hakları Hukukunda Temyiz Merci
Şikâyetlerinin İstisnai Bir Alanı Olarak ‘Keyfilik’ Kriteri”, Ed. Musa SağlamSerdar Gülener, Recep Kaplan, Bireysel Başvuru İncelemeleri -1, Anayasa
Mahkemesi Yayınları, Ankara, 2013, ss. 53-83.
EKİNCİ, Mehmet; “Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuruda Bir Kabul
Edilebilirlik Koşulu Olarak ‘Başvuru Yollarının Tüketilmemesi”, Teorik ve Açıdan
ve Temel düzenlemeler Çerçevesinde Tutuklama, Kesinleşme, Geçici Tedbir,
Başvuru Yollarının Tüketilmesi ve Uzun Yargılama, Anayasa Mahkemesi
Başkanlığı Hizmetiçi Eğitim Yayınları, Ankara, 2013, ss. 138-155.
ŞEN, Murat; “Başvuru Yollarının Tüketilmesi Kuralı”, Ed. Hüseyin Turan, Recep
Kaplan Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru Usulü ve Kabul Edilebilirlik
Kriterleri, Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara, 2015, ss. 85-146
ŞİRİN, Tolga, Türkiye’de Anayasa Şikâyeti (Bireysel Başvuru) İnsan Hakları
Avrupa Mahkemesi ve Almanya Uygulaması ile Mukayeseli Bir İnceleme, XII
Levha Yayınları, İstanbul, 2013
KAPLAN, Recep; SARAÇ, Hasan; ÇINAR, Yılmaz; “Bireysel Başvuru Süresi (30
Gün Kuralı)”, Ed. Recep Kaplan-Muharrem İlhan Koç, Bireysel Başvuru Kabul
Edilebilirlik Kriteri Rehberi, Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara, 2017, ss.
33-49
KOÇ, Muharrem İlhan; “Mükerrer Bireysel Başvuru”, Ed. Recep KaplanMuharrem İlhan Koç, Bireysel Başvuru Kabul Edilebilirlik Kriteri Rehberi,
Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara, 2017, ss.27-29
KARALİ SAUNDERS, Melek; “Bireysel Başvuruda Kişi Bakımından Yetki Kuralı”,
Ed. Recep Kaplan-Muharrem İlhan Koç; Bireysel Başvuru Kabul Edilebilirlik
Kriteri Rehberi, Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara, 2017, ss.123-172
512
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
The Evaluation of the Condition to Deplete the Ways of Application in the Individual
Applications to the Constitutional Court Within the Scope of Administrative Applications...
Dr. Osman SARIASLAN
KOÇ, Muharrem İlhan; “Bireysel Başvuruda Yer Yönünden Yetki Kuralı”, Ed.
Recep Kaplan-Muharrem İlhan Koç, Bireysel Başvuru Kabul Edilebilirlik Kriteri
Rehberi, Anayasa Mahkemesi Yayınları, Ankara, 2017, ss. 87-90
HARRİS, David ve diğerleri; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Hukuku
(Yüksek Yargı Kurumlarının Avrupa Standartları Bakımından Rollerinin
Güçlendirilmesi Ortak Projesi), Çev. Mehveş Bingöllü Kılcı-Ulaş Karan, Avrupa
Konseyi (Türkçe birinci baskı), Şen Matbaa, Ankara, 2013.
SARIASLAN, Osman; Vergi Uyuşmazlıklarına İlişkin Davalarda İlk İnceleme,
Türkiye Adalet Akademisi Yayınları, Ankara, 2014.
SARIASLAN, Osman; “Düzeltme (ve Şikâyet) Başvurusunun İYUK 11. Madde
Başvurusu ile Karşılıklı İncelenmesi, Benzerlikler ve Farklılıklar”, Vergi Dünyası,
Temmuz/2012, Y.: 31, S.: 371, ss. 118-126.
Dipnotlarda yer alan Anayasa Mahkemesi Bölüm ve Genel Kurul kararları
http://www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/kararlar/kbb.html internet adresinden
temin edilmiştir. Ancak AYM Komisyonları tarafından verilen kararlara haricen
ulaşılmıştır.
Anayasa Mahkemesi’nin 6216 sayılı Kanunla alakalı yapılan iptal başvurusunda
verdiği karar: http://kararlaryeni.anayasa.gov.tr/Karar/Content/bae8fd21ec86-466c-b2df-159dc30b15ee?excludeGerekce=False&wordsOnly=False
(15.11.2017)
AİHM, Gökhan Köksal, Aplication no.: 70478/16, 12/6/2017 (https://hudoc.
echr.coe.int/eng#{“itemid”:[“001-174629”]} (28.11.2017).
Atıf yapılan Mahkeme ve Danıştay Kararlarına UYAP sisteminden erişim
sağlanmıştır.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
513
ICSID TAHKİMİNDE ONAY1 (RIZA)
Consent in ICSID Arbitration
Dilşad KUĞUOĞLU2, Elit Meviza DEMİRKOL3
Geliş Tarihi: 22.01.2018
ÖZET
Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümü Merkezi yani İngilizce kısaltması ile ICSID, yatırım tahkimi alanında önemli bir yere
sahiptir. Bu tahkim mekanizmasının işlerlik
kazanabilmesi açısından en önemli hususlardan biri de onay meselesidir. Zira onay bir ön
şart olarak görülmekte ve yokluğu halinde
ICSID’in yargı yetkisine sahip olamaması durumu ortaya çıkmaktadır.
Onayın kaynakları ve verilme anı da bu
anlamda önem kazanmaktadır. Onayın kaynakları temel olarak ev sahibi devletin ulusal
mevzuatı, ikili yatırım anlaşmaları, çok taraflı
yatırım anlaşmaları ve yatırımcı ile ev sahibi
devlet arasında akdedilen yatırım sözleşmesi
olabilecektir. Onayın kaynağı hangi yabancı
yatırımcıların ICSID Tahkimine gidebileceği
noktasında hayatidir. Onayın verilme anı ise
yabancı yatırımcının milliyetinin belirlenmesi
bakımından dikkat edilmesi gereken bir unsurdur.
Onayın
varlığı,
ICSID
Tahkimine
başvuracak taraflarca, Genel Sekreterlikçe
ve hakem heyetlerince büyük bir titizlikle
ele alınmalıdır. Hakemlik davasının tescili
aşamasında onay incelemesi yapılması
için Genel Sekretere yüklenmiş bir görev
söz konusudur. Ayrıca davanın görülmesi
esnasında onay yokluğuna dair taraf iddiaları
büyük bir özenle incelenmeli ve hakem
heyetleri de re’ sen bir onay incelemesi
yapmalıdır.
Anahtar Kelimeler: ICSID, Onay,
Onayın Kaynakları, Ev Sahibi Devlet, İkili
Yatırım Anlaşmaları, Çok Taraflı Yatırım
Anlaşmaları, Yatırım Anlaşmaları, Şarta Bağlı
Onay, Onayın Verilme Anı.
1
2
3
Kabul Tarihi: 16.02.2018
ABSTRACT
International Center for Settlement of Investment Dispute (ICSID) has an important place in
the field of investment disputes. One of the most
important aspects to bring into force ICSID mechanism is the consent. The consent is deemed
as a precondition and in the absence of it, ICSID
becomes non-jurisdictional.
In this sense, sources of consent and the time
of consent are essential. Mainly, sources of consent might be host state legislation, bilateral investment treaties, multilateral treaties and contract between investor and host state. The source
of consent becomes vital at the point of deciding
which investor could bring case before ICSID against the host state. The time of consent is significant to specify the investor’s nationality.
The existence of consent shall be considered
very meticulously by Parties of the dispute,
General Secretary and Arbitral Tribunal. At
registration of the arbitration case, the consent
inquiry shall be done by General Secretary. In
addition to that, during the arbitral proceeding,
the allegation of absence of consent directed
by Parties shall be examined very carefully by
Arbitral Tribunal. Even if no Party addresses this
allegation to the Arbitral Tribunal, the Tribunal
shall examine proprio motu the consent matter.
Keywords: ICSID, Consent, Sources of
Consent, Host State, Bilateral Investment Treaties,
Multilateral Investment Treaties, Investment
Contract, Conditioned Consent, Time of Consent.
Her ne kadar kaynaklarda ve ICSID Konvansiyonu’nda “rıza” tabiri kullanılsa da, kanımızca,
“onay” teriminin kullanılması daha doğru olacaktır. Zira özel hukuk terminolojisinde “rıza”
uyuşmazlık çıkmadan önce verilen muvafakate, “icazet” ise uyuşmazlık çıktıktan sonra
verilen muvafakate işaret etmektedir. ICSID Tahkiminde onayın verilme zamanı önem arz
etmekle beraber makalenin genelinde böyle bir kronolojik ayrıma işaret etmeyen “onay”
terimi kullanılacaktır.
Galatasaray Üniversitesi Yüksek Lisans Öğrencisi
Galatasaray Üniversitesi Yüksek Lisans Öğrencisi
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
515
ICSID Tahkiminde Onay (Rıza)
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
GİRİŞ
Günümüzde ulusal pazarlar yerlerini küresel boyutlu ticaret ve ekonomi
ağına bırakmıştır. Ekonomik gelişmelerin global hale gelmesi; devletler
arasında bir iş birliği oluşturulması ve uluslararası yatırımın/yatırımcının
korunması ihtiyacını doğurmuştur. Her ne kadar devletler kendi bünyelerinde
bir yargı mekanizmasına sahip olsa da tarihsel süreç devletlerin yabancı
yatırımcılara farklı muamele edilebileceğini tecrübe ettirmiştir. Bu nedenle
uluslararası boyutta faaliyet gösterecek uyuşmazlık çözüm merkezleri
kurulması ihtiyacı hasıl olmuştur. Özellikle gelişmekte olan ülkelerce yabancı
yatırımın vazgeçilmez bir unsur olarak görülmeye başlanması ve bu ülkelerin
yabancı yatırımcıları ülkelerine çekme arzusu karşısında yabancı yatırımcılar,
uluslararası tahkim mekanizmalarının kabul edilmiş olmasını, yapacakları
yatırımın bir koşulu olarak talep etmiştir. Zira yatırım tahkimi, yatırımla ilgili
çıkması muhtemel bir uyuşmazlıkta taraflara öngörülebilir bir çözüm yolu
sağlamaktadır4.
ICSID5 (International Center for Settlement of Investment Disputes) yatırımcı
ile devlet arasındaki güven atmosferinin bozulmadan çözülmesi ve özellikle
büyük riskler alarak yabancı bir devlete yatırım yapan yatırımcının korunmasını
sağlamak üzere6 14 Ekim 1966 yılında yürürlüğe giren Washington Sözleşmesi
ile kurulmuştur. Dolayısıyla Washington Sözleşmesi’nin en belirgin niteliği,
yabancı yatırımcılar ile devletler arasında ortaya çıkan yatırım uyuşmazlıklarının
çözümüne yönelik bir birim kurulmasına imkan sağlamasıdır7. Türkiye ise ICSID
Konvansiyonu’nu ( “Konvansiyon” ) 24 Haziran 1987 tarihinde imzalamış ve
Konvansiyon 2 Nisan 1989 tarihinde ülkemizde yürürlüğe girmiştir8. Bununla
birlikte, bir devletin Konvansiyon’a taraf olması, ICSID’in yargılama yetkisine
verilmiş bir onay değildir. Her yatırım anlaşması ve bundan doğacak ihtilafın
ICSID’e arz edilebilmesi için Türkiye’nin onay vermesi gerekir.9
ICSID, yabancı yatırım uyuşmazlıklarının çözümü için tek çare olmamakla
beraber belki de en önemlisidir. Öncelikle, ICSID yalnızca devletler ve özel kişiler
arasındaki uluslararası yatırım uyuşmazlıkların çözümü için oluşturulmuş özel
ve uzman bir tahkim merkezidir10. Ayrıca, çok sayıda ikili yatırım anlaşmasında
4
5
6
7
8
9
10
DOST Süleyman, Yabancı Yatırım Uyuşmazlıkları ve ICSID Tahkimi, 1. Baskı, Asil Yayın, Ankara
2006, s. 1
Makalede “Merkez” şeklinde de kısaltılabilecektir.
TURAN Gökçen, Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıklarında Tahkim, 2002, s.121 http://www.
spk.gov.tr/Sayfa/Dosya/750 (26.10.2017’de erişildi).
ORMANOĞLU Burhan, Yabancı Sermaye Yatırımlarına İlişkin Uyuşmazlıkların Çözümünde
Uluslararası Tahkim, Devlet Bütçe Uzmanlığı Araştırma Raporu, Mart 2004, s. 91
Türkiye, Konvansiyon’a üye olan 91. üye devlettir.
TURAN Gökçen, Tahkim, s.122
YILMAZ İlhan, Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıklarının Tahkim Yoluyla Çözümü ve ICSID, 1.
516
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent in ICSID Arbitration
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
ya da çok taraflı yatırım anlaşmasında uyuşmazlık çözümünün ICSID nezdinde
gerçekleştirileceği kabul edilmektedir. ICSID Tahkiminin asıl ayırt edici özelliği
ise, ihtilafları çözüme kavuşturan hakem kararlarının Washington Sözleşmesini
onaylayan bütün ülkelerde yerel mahkemeler tarafından verilmiş nihai bir
karar gibi icra edilebilir olmasıdır.11
İşbu makale kapsamında öncelikle neden ICSID’in yabancı yatırım
uyuşmazlıkları alanında tek uluslararası tahkim mekanizması olmamasına
rağmen, belki de en önemlisi olduğu açıklanacak, akabinde ICSID Tahkiminde
onay meselesi detaylı olarak ele alınacaktır.
A. ICSID’İN ÖNEMİ
ICSID, özellikle yatırım uyuşmazlıklarının çözümünü siyasi bir araç ve
tehdit unsuru olmaktan çıkararak uyuşmazlığın taraflarının menfaatlerini
dengeleyen bir çözüm hedeflemektedir. Böylece yatırım uyuşmazlıklarının
çözülmesi konusunda özel bir tahkim sistemi getirerek ulusal hukuklardan
bağımsızlaşmıştır. ICSID, taraf devletlerde otomatik tanıma ve tenfiz gücüne12
sahiptir. Konvansiyon, akit devletleri, başka ülkelerde yabancı yatırımcı sıfatını
haiz vatandaşlarına diplomatik himaye uygulamaktan men etmesi13 sebebiyle
de kendine özgü bir yapıya sahiptir14.
Yabancı yatırımcının yatırım yapacağı yerel mahkemeye karşı güvensizliğini
gidermek, aynı zamanda uluslararası hukukun birer süjesi olan devletlerin
kendi çıkarlarından taviz vermemesi15 adına ICSID önem arz eden bir
mekanizmadır. Zira, yabancı yatırımcı ve ev sahibi devlet arasında tarafsız
bir sistem olan ICSID, egemen devletler için de kabul edilebilir niteliktedir16.
11
12
13
14
15
16
Bası, Beta Yayınları, İstanbul 2004, s. 31
TURAN Gökçen, Tahkim, s.121
Bkz. Konvansiyon’un 54. maddesi; ICSID Hakem kararlarının doğrudan uygulanabilir
niteliği doktrinde kimi yazarlarca eleştiriye açık bulunmaktadır. Zira kural olarak egemen
eylemlerini konu edinen yatırım tahkimlerinde, ticari uyuşmazlıklar sonucunda verilen
hakem kararlarının doğrudan uygulanabilirliği gibi bir doğrudan uygulama alanı yaratılması
sakıncalar doğurabilecektir. Bkz: ÇAL Sedat, Uluslararası Yatırım Tahkimi ve Kamu Hukuku
İlişkisi, 1. Bası, Seçkin Yayınları, Ankara 2009, s. 65
Ancak devletlerin icra sırasında, yerel mahkemelerin kesinleşmiş kararlarına benzer şekilde,
diplomatik korumadan yararlanacağı görüşü için bkz. ve krş. ÇAL Sedat, s. 66 - 67 ve dipnot
153 - 155.
DOST Süleyman, s. 148
Konvansiyon’un 5. maddesine göre Dünya Bankası başkanı otomatik olarak ICSID İdari
Konseyinin de başkanıdır. Dünya Bankası Grubu içerisinde yapılanmış olan ICSID ve Dünya
Bankası ile arasında bulunan organik bağ gereği, özellikle bazı Latin Amerika ülkelerine kredi
baskısıyla, ICSID Tahkimi adeta bir zorunluluk haline getirilmiştir. Detaylı bilgi için bkz. ÇAL
Sedat, s. 67 -70.
FRIEDLAND D. Paul, Arbitration Clauses for International Contracts, Juris Publishing 2004, s.
97
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
517
ICSID Tahkiminde Onay (Rıza)
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
Bu sistemde yabancı yatırımcı gibi devlet de tahkim yolunu başlatan taraf
olabilecektir ancak pratikte buna çok az rastlanmaktadır17.
ICSID Tahkim kuralları, Konvansiyon’da yer alan uluslararası hukuk
kurallarının bir araya gelmesinden oluşan kendine yeten ve otonom18 (ulusal
hukuklardan bağımsız) bir mekanizma oluşturmaktadır19. Doktrinde “kendine
yetme” olgusu eleştirilere de maruz kalmaktadır. Zira bazı yazarlara göre ICSID
hukuk içerisinden bir “adacık” oluşturmaz ve oluşturamamalıdır da. Buna
göre, parçalı bir yapı oluşturan uluslararası hukukun “adacıkları” birbiriyle
ilintilendirilmeli ve bunlara bir bütün olarak bakılmalıdır20.
ICSID’in yalnızca yatırım uyuşmazlıkları konusunda özelleşmiş, uzmanlaşmış
yapısı ve tecrübesi yatırımcıların bu mekanizmaya başvurmasında önem
arz eder. Dolayısıyla açıklanan nitelikleri nedeniyle ICSID Tahkimi yatırım
uyuşmazlıklarına çözüm bulunması konusunda en sık işletilen mekanizmadır.
B. ICSID’İN YARGILAMA YETKİSİ
Tahkim, barışçı çözüm mekanizmalarından biri olup her tahkime başvuru
prosedüründe olduğu gibi ICSID yargısı da gönüllülük esasına dayanmaktadır21.
Konvansiyon’un “Giriş” bölümünde şu ibarelere yer verilmiştir: “Hiç bir âkit
devletin, bu sözleşmeyi onaylamış, teyit etmiş ya da kabul etmiş olduğu
gerçeğine rağmen, kendi rızası olmaksızın herhangi bir anlaşmazlığı uzlaştırma
veya hakemliğe sunma yükümlülüğünde olmadığını ilan ederek (...)”. Bozuk bir
şekilde Türkçe’ye çevrilmiş olan bu kısımda söylenmek istenen Konvansiyon’a
üye olmanın başlı başına ICSID Tahkimi’ne gitme konusunda devlete bir borç
yüklemediğidir.
Bu anlamda bir devletin onay (consent) verebilmesi için Konvansiyon’a akit
olması aslında bir ön şart22 olarak görülebilecektir. Akit devlet ve başka bir akit
17
18
19
20
21
22
NOMER Ergin/ EKŞİ Nuray/ GELGEL Günseli, Milletlerararası Tahkim, 1. Bası, Beta Yayınları,
İstanbul 2000, s. 53
GIARDINA Andrea, “ICSID: A Self-contained Non-National Review System”, International
Arbitration in the 21st Century: Towards “Judicialization and Uniformity” (Twelfth Sokol
Colloquium) (Editors: R. Lillich and C. Brower), Transnational Publisher, Irvington, New York,
1993, s. 200 ( DOST s. 150’den naklen)
DOST Süleyman, s. 150
Detaylı bilgi için bkz. ÇAL Sedat, s. 64 - 65 ve dipnot 147 - 148
ZENGİNKUZUCU M. Dikran, Devlet ve Yabancı Yatırımcılar Arasındaki Uyuşmazlıkların
Çözümünde Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümü Merkezi (ICSID)’nin Kuruluşu ve
İşlevi, 1. Bası, Legal Yayınları, İstanbul 2012, s. 103
Mehmet Can AÇIKALIN bu hususu yetki kabulünün objektif şartı; somut uyuşmazlık
bakımından tarafların ICSID yargılamasını kabul ettiklerine dair yazılı onay sunması şartını
ise “sübjektif şart” olarak adlandırmaktadır. Biz, bu hususu ön şart olarak tanımlamayı daha
doğru bulmaktayız. (AÇIKALIN Mehmet Can, Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözüm
Merkezi’nin (ICSID) Yargılama Yetkisine Dair Bir İnceleme: Saba Fakes v. Turkey (ICSID Case
518
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent in ICSID Arbitration
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
devletin yatırımcısı arasında ortaya çıkan yatırım uyuşmazlıklarında ICSID’in
tahkim konusunda yetki kazanması ise ancak bu devletlerin ICSID Tahkimine
onay vermesi ile gerçekleşebilecektir.
Tarafların uyuşmazlığı ICSID’e ne şekilde götürecekleri, hakemlik istemini
ne şekilde yapacakları Konvansiyon’un 36. Maddesinde belirlenmiştir.
Buna göre istemin Genel Sekreterliğe yapılması gerekir. Tahkim davasını
başlatmak isteyen uyuşmazlık tarafı, yazılı istemini Genel Sekreterliğe iletir.
Bu istemde tarafların onayını içeren yazılı bir belge de bulunmalıdır. Bu
aşamada Genel Sekreter adeta bir “ön inceleme” yaparak ICSID’in yetkili
olup olmadığı hususunu inceler. Tarafların onay vermediğinin açık olduğu
hallerde, ICSID yargı yetkisini haiz değildir. Bu nedenle Merkez’e başvuran
kişilerde kurumsal tahkim sürecinin titiz şekilde yürütülmediği izlenimini
vermemek ve bu kişilerin Merkez’in konumuna olan güvenlerini sarsmamak
adına Genel Sekreterce bir onay incelemesi yapılmaktadır. Bu noktada Genel
Sekreter adeta bir “süzgeç”23 işlevi görür. Genel Sekreter bu incelemeyi
yalnızca davacının isteminde yer alan belgelere bakarak dosya üzerinden
yapacaktır; karşı tarafın görüşüne başvurulması söz konusu olmaz24. ICSID’in
yetkisinin bulunmadığı açık durumlarda, yani ev sahibi devletin ya da yabancı
yatırımcının devletinin Konvansiyon’a taraf olmaması, ICSID’in yetkisini
tanıyan yazılı onayın sunulmaması veya hukuki uyuşmazlığın olmaması gibi
hallerde başvuruyu reddedecektir. Bu karara karşı herhangi bir itiraz yolu
mevcut olmayıp taraflar ancak ve ancak tekrar bir başvuru ücreti ödeyerek
yeni bir başvuru yapabilecektir25. Genel Sekreterin yetki konusunda tereddüde
düşmesi halinde ise istemi tescil ederek tahkim prosedürünü başlatması
gerekir26. Şunu belirtmek gerekir ki; Genel Sekreterin yapacağı inceleme yetki
konusunda verilmiş bir nihai karar olarak nitelendirilmemelidir. Zira yetki
konusu ön sorun ya da esasla beraber yine hakem mahkemesi tarafından
tartışmaya açılabilir; hatta hakem mahkemesi kararının iptali noktasında da
tekrar gündeme getirilebilir27.
23
24
25
26
27
No ARB/07/20), Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 2011/1, Ata Sakmar’a
Armağan)
Burada ingilizce “screening process” tabiri kullanılmaktadır. Detaylı bilgi için bkz.
https://icsid.worldbank.org/en/Pages/process/Screening-of-Request-and-RegistrationConvention-Arbitration.aspx (06.11.2017 tarihinde erişildi)
HIRSCH Moshe, The Arbitration Mechanism of the International Centre for the Settlement
of Investment Disputes, the Netherlands 1993, s. 44 (YILMAZ İlhan s. 46’dan naklen)
YILMAZ İlhan, s. 46 - 47
SCHREUER H. Christoph, The ICSID Convention: A Commentary, Cambridge 2001, s. 462
(YILMAZ İlhan s. 46’dan naklen)
YILMAZ İlhan s. 45 - 46.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
519
ICSID Tahkiminde Onay (Rıza)
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
Taraflar tahkim yolu olarak ICSID Tahkimine başvurma iradelerini bir kere
ortaya koymakla artık bu yola başvurmak ya da başvurulması halinde tahkimin
ICSID bünyesinde yürütülmesine katlanmak zorundadır. Yani onay veren ev
sahibi devlet ve bir diğer akit devletin vatandaşın yatırımcısı, vermiş olduğu bu
onayı artık karşı taraf kabul etmedikçe geri alınamaz ve Merkez’in yargılama
yetkisine karşı çıkılamaz. Bu ilkeye ilişkin Alcoa Minerals v. Jamaika davası
önem arz etmektedir. Alcoa şirketi ve Jamaika hükümeti arasında imzalanan
yatırım anlaşmasında, taraflar, ICSID Tahkimine karşılıklı ve yazılı onay
vermiştir. Hakem mahkemesi kararında taraflar arasında ICSID’i yetkilendiren
onayın verilmiş olduğunu, verilmiş olan rızanın tek taraflı geri alınamayacağını
ve Konvansiyon’un 25. maddesine uygun şekilde Jamaika hükümetince
yapılan bildirimin sadece gelecekte gerçekleşmesi muhtemel uyuşmazlıklar
için geçerli olacağını belirtmiştir28.
Akla gelebilecek bir diğer soru da tarafların yetkiye itiraz etmemeleri
halinde bu suskunluklarına yetkiye onay sonucu bağlanıp bağlanamayacağıdır.
Burada ICSID’in yetkisine karşı çıkmayan tarafın zımni bir onay vermesinden
bahsedilebilecektir. Fakat objektif birer şart olan konu ve kişi bakımından yetki
açısından bu soruya olumsuz cevap vermek gerekir. Yani hakem mahkemesi,
re’sen, ortada bir yatırım uyuşmazlığı olup olmadığını ya da uyuşmazlığın akit
devlet vatandaşı olan bir yatırımcı veya bir akit devlet tarafından önüne taşınıp
taşınmadığını incelemelidir29.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında ICSID’in yargılama yetkisi; öncelikle
uyuşmazlık taraflarının onayına, ardından Konvansiyon kapsamında bir hukuki
menfaat uyuşmazlığının varlığına ve son olarak uyuşmazlığın doğrudan
yatırımdan kaynaklanmasına bağlıdır30. İşbu makale kapsamında ICSID
yargılamasında kişi ve konu bakımından yetki incelemesi yapılmayacak olup
yargı yetkisi bakımından olmazsa olmaz olan onay meselesine değinilecektir.
C. ICSID TAHKİMİNDE ONAY (Ratione Voluntatis)
Tahkim yargılamasında başlıca unsur, tarafların, aralarındaki ihtilafı tahkim
nezdinde çözüme kavuşturmak yönünde gösterdikleri iradeleridir. ICSID için
de bu söylenenler aynen geçerlidir. Ancak ICSID‘in bir uluslararası anlaşma
ile kurulmuş olması ve yargılama taraflarından birinin devlet olması, bu
irade açıklamalarını ve irade açıklamalarının tespitini nitelikli bir konuma
yerleştirmektedir. Kural olarak bir özel hukuk süjesi olmayan devlet, istisnai
28
29
30
https://www.italaw.com/cases/3497 (13.02.2018 tarihinde erişildi).
YILMAZ İlhan s. 49 - 50.
SASSOON M. David, “Iternational Investement and Dispute Settlement” Conflict Resolution
in International Trade (Symposium), (Editors: FRIEDMANN D. Paul/ MESTMACKER ErnstJoachim) Nomos Verlagsgeselschaft Baden-Baden, 1993, s. 102-103 (DOST s. 151’den
naklen)
520
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent in ICSID Arbitration
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
olarak yatırım anlaşmalarında özel hukuk süjesi olarak hareket etmektedir.
31
Uluslararası yatırım uyuşmazlıklarında ICSID Tahkimine gidilebilmesi bu
konuda tarafların yazılı bir tahkim sözleşmesi yapmasına bağlıdır. Burada
taraflardan kast edilen nedir? Yabancı yatırıma dair bir uyuşmazlıkta her ne
kadar yabancı yatırımcı ve ev sahibi devlet ihtilafın tarafları olarak gözükse
de; Konvansiyon her yabancı yatırımcıya değil ancak vatandaşı olduğu devletin
Konvansiyon’a taraf olduğu yabancı yatırımcılara ICSID Tahkimine başvurabilme
imkanı vermektedir. Dolayısıyla temelde üç aktör olduğundan bahsedilebilir.
Bunlar; ev sahibi devlet, yabancı yatırımcı ve yabancı yatırımcının vatandaşı
olduğu devlettir.
ICSID’in yargılama yetkisi (jurisdictional capacity), ev sahibi akit devletle
yabancı yatırımcı arasında çıkan ve gerek ev sahibi devletin gerekse yabancı
yatırımcının vatandaşının hukuki ihtilafların ICSID’e arzını yazılı olarak kabul
ettikleri durumlarda mevcuttur.32 Salt Konvansiyon’un onaylanması yargılama
yetkisinin kabul edildiği anlamına gelmeyecek; her somut olayda onay
verilmesi aranacaktır. Zira, devletler onay verip vermeme konusunda serbest
oldukları gibi onayın kapsamını da Konvansiyon hükümleri çerçevesinde
sınırlayabilirler33. Makalemizin ana konusu olan onay, ICSID’in “yargı yetkisinin
temel taşı” olarak ifade edilmektedir34.
Her somut olayda onayın aranması, taraf devletlerin diledikleri
uyuşmazlıklar hakkında ulusal yargı organları dışında kalan bir mekanizmanın
yargı yetkisini tanımama hakkını muhafaza etme isteklerinin bir sonucudur.35
Bu durum, uluslararası hukuktan doğan her devletin egemen olduğu
prensibine uygundur. Bu hususla bağlantılı olarak Konvansiyonun 26. maddesi,
akit devletlerin hangi anlaşmazlık türlerini ICSID’in yargı yetkisine sunup
sunmayacağını ICSID’e bildirebileceğini öngörmektedir. Nitekim Türkiye,
Konvansiyon’u onayladığı 3460 sayılı Kanunun36 1.maddesinin b bendinde,
31
32
33
34
35
36
AÇIKALIN Mehmet Can, s. 29
TURAN Gökçen, Tahkim, s.33
YILDIRIM Aslı, II. Uluslararası Özel Hukuk Sempozyumu “Tahkim” 14 Şubat 2009:
Konuşmalar, Tartışmalar, Bildiriler, İstanbul 2009, (Editörler: ULUSOY Erol, YILDIRIM Aslı),
s. 295
HERGÜNER Ümit; International Center for Settlement of Investment Disputes: Its
Establishment and Jurisdictional Capacity, MHB 1985, S: 1, s.13
BİLGEN Samim, Bir Devletle Başka Bir Devletin Uyruğu Uyruğu Arasındaki İhtilaflarda
Tahkim, BTHAE, I. Tahkim Haftası (Sempozyum), Ankara 1965, s.570 (TURAN, Tahkim
s.34’ten naklen)
Devletler ve Diğer Devletlerin Vatandaşları Arasındaki Yatırım Uyuşmazlıklarının
Çözümlenmesi Hakkında Sözleşmenin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun,
RG., S.19830; 02.06.1988
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
521
ICSID Tahkiminde Onay (Rıza)
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
Türk mahkemelerinin münhasır yetkisinin bulunması sebebiyle Türkiye’de
mevcut gayrimenkuller üzerinde mülkiyet ve ayni hak iddialarının ICSID’e
götürülmeyeceğini öngörmüştür.
Onayın, yazılı olarak verilmesi gerekmektedir. Ayrıca taraflar onaylarını
sunduktan sonra hiçbir taraf bu olurunu tek taraflı olarak geri alamaz. Yani
Konvansiyon, uyuşmazlığın tarafı olan devletin ICSID’e gitme konusunda
onayını beyan ettikten sonra, yargılamanın seyrini olumsuz etkilememesi
amacı gütmektedir.37
Bu nedenle, ICSID’e başvuran yatırımcı, ihtilaf bakımından yazılı onayını
başvuru ile birlikte sunmuş olmaktadır. Dolayısıyla bu noktada kritik olan,
ev sahibi devletin onayının sunulma biçimidir. Konvansiyon, onay beyanı
konusunda özel bir düzenleme getirmemiştir. Bununla birlikte, onayın verilme
biçimine ilişkin farklı yollar söz konusu olabilir.
Sözleşmenin 36. maddesinin ikinci fıkrasına göre, tahkim prosedürünü
başlatmak isteyen herhangi bir akit devlet ya da akit devlet vatandaşı bu
yöndeki talebini ICSID Genel Sekreterine yazılı olarak iletirken, talep, tarafların
hakemlik davasının açılma kurallarına uygun olarak hakemlik konusundaki
onaylarını bulunduran belgeleri içermelidir. Tarafların onayını içeren metin
en geç, taleplerin bulunduğu dosyanın Genel Sekretere sunulduğu anda
olmalıdır.38 Taraflar aksini kararlaştırmadıkça, bir taraf uyuşmazlığın konusu
ile doğrudan ilgili fer’i ya da ek bir iddiada veya karşı iddiada bulunabilir. Şu
kadar ki, böyle bir tali iddia tarafların tahkim prosedürüne verdikleri onayın
kapsamı ile ICSID’in yargılama yetkisinin içinde olmalıdır.39 Bu husus bize,
onayın içeriğine de bakılması gerektiğini göstermektedir. Devletler, egemen
olmalarına bağlı olarak ICSID Tahkimine gidilmesi için onay verirken, çıkacak
hangi ihtilaf için bunu verdiklerini belirterek onayı sınırlama yoluna gidebilirler.
Konvansiyon’un 26. maddesi, bu sözleşme çerçevesinde tarafların verdikleri
onayların, devletlerin Konvansiyon dışındaki herhangi bir çözümü reddetmiş
sayılmaları anlamına geleceğini belirtmektedir. Bu noktada Konvansiyon
“yargılamadan kaçınma” (judicial abstention) ilkesini benimsemiştir.40 Aynı
maddenin ikinci fıkrası ise, devletlerin onay verirken ön koşul olarak yerel, idari
37
38
39
40
BOZKURT Enver/ DOST Süleyman, Devletlerin Yabancı Yatırımcıların Mülkiyet Hakına
Müdahalesine İlişkin Olarak ICSID Tahkim Uygulamasında Ortaya Çıkan Genel Prensipler Ve
Sonuçları, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi 2005, S: 1-2, s. 5
ERTEN Rifat, ICSID Tahkimi, BATİDER 1998, C: 19, S: 4, s. 218
TURAN Gökçen, Dünya Bankası Bünyesindeki Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümüne Dair
Uluslararası Merkez’in Tahkim Kuralları Uyarınca Tahkimin İşleyişi, BATİDER, C: 25, S: 3,
(Eylül 2009), s. 369
YEŞİLIRMAK Ali, Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümüne İlişkin Uluslararası Merkezin Türk
İmtiyaz Sözleşmeleri Üzerindeki Yargı Yetkisi, BATİDER, C: 20, S: 2, s. 166
522
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent in ICSID Arbitration
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
ve adli tüm çarelerin tüketilmiş olmasını isteyebileceğini öngörmektedir. Böyle
bir koşul öngörülmesi durumunda, basamaklı bir çözüm yolu izlenecek; önce ev
sahibi devletin iç hukuk yolları tüketilecektir. Bununla birlikte, böyle bir koşulun
ICSID Tahkiminden maksimum faydalanmayı engelleyeceği savunulabilir.
Çünkü bağımsız bir tahkim mercine başvurulmasındaki amaç, ev sahibi devletin
olası manipülasyonlarına karşı ve tarafsız davranamayabileceğinden bahisle
vicdanların rahat olduğu, aynı zamanda hızlı bir yargılama sağlamaktır. Oysa
önce yerel mahkemelere başvurulmasının zorunlu tutulması, uyuşmazlığın
çözümünü geciktirecek ve ICSID’in yukarıda belirttiğimiz faydalarından
yararlanmayı engelleyebilecektir.
Konvansiyonun 26. maddesinin ikinci fıkrasını zıt yorum yöntemiyle
yorumlarsak, bir akit devlet eğer şart koymaksızın onay vermişse, artık iç
yolların tüketilmediğini bahane ederek ICSID Tahkiminin yetkisine karşı
çıkamayacaktır. ICSID’in yargı yetkisine ilişkin olarak hakem heyeti önünde
savunulabilecek tek iddia iki taraflı yatırım anlaşmasında gösterilen onayın
geçersiz olduğudur. Bu ise söz konusu devletin uluslararası anlaşma yapma
ehliyetine yöneltilmiş bir iddia olup söz konusu iddianın ICSID hakem heyeti
tarafından reddi söz konusu olacaktır.41
Makalede öncelikle ev sahibi devletin onayı sorununa yaklaşılacak,
sonrasında yabancı yatırımcının ICSID Tahkimine onayı incelenecektir.
a. Ev Sahibi Devletin Onayı
Konvansiyon’a göre yabancı yatırım uyuşmazlığının ICSID Tahkimine
götürülebilmesi için ev sahibi devlet ICSID Tahkimine başvuru konusunda
onay vermelidir.42
Yabancı yatırımcı, devletler arasında imzalanmış ve uluslararası hukukun
süjesi olan devletlerin onayını gösteren bir uluslararası anlaşmaya taraf
olamayacaktır. Ancak yabancı yarımcının, böyle bir uluslararası anlaşmaya taraf
41
42
YEŞİLIRMAK Ali, s. 181
ERTEN ise, eserinde yabancı yatırımcının vatandaşı olduğu devletin de rızasının bulunması
gerektiğini savunmaktadır. Biz bu görüşe katılmamaktayız; yabancı yatırımcının vatandaşı
olduğu devletin Konvansiyon’a taraf olması gerekli ve yeterlidir. Nitekim Konvansiyon’un
25. maddesi de uyuşmazlık taraflarının onayını aramaktadır. Ayrıca, onayın kaynaklarına
bakıldığında, aşağıda açıklanacağı üzere, karşımıza temelde dört kaynak çıkmaktadır.
Bunlar; milli mevzuat, ikili yatırım anlaşması, çok taraflı yatırım anlaşması ve ev sahibi
devlet - yabancı yatırımcı arasındaki yatırım sözleşmesidir. İki taraflı yatırım anlaşmaları ve
çok taraflı yatırım anlaşmalarında, devlet onayını karşılıklılık koşuluna yani diğer devletin
de onay vermesine bağlamış olabilir. Ancak, ev sahibi devletin onayını kendi milli mevzuatı
ile vermiş olması örneğinde olduğu gibi her somut olayda böyle bir karşılılıklılığın ortaya
çıkması söz konusu olmayabilir. Keza, ev sahibi devletin onayını, yabancı yatırımcı ile
imzaladığı yatırım sözleşmesinde vermesi ihtimalinde de yabancı yatırımcının devletinin
onay verip vermediği araştırmasının yapılmasına gerek yoktur. bkz. ERTEN Rifat, s. 218
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
523
ICSID Tahkiminde Onay (Rıza)
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
olamaması, onun bu anlaşmadan belli kazanımlar elde edemeyeceği anlamına
gelmez. Bu nedenle doktrinde söz konusu durum “Uluslararası Tahkimin Nisbi
Olmaması” ilkesi olarak anılmaktadır. Böylece “somut, gerçek davalıyla; somut
ve gerçek bir uyuşmazlıkta karşı karşıya gelme imkanı” yabancı yatırımcıya
verilmiş olacaktır 43.
Akit devletlerin onay vermesi, Konvansiyon’un 25. maddesinin 1. fıkrasında
¨Merkezin yargılama yetkisi, Âkit ülkeler (ya da onları oluşturan alt birimler
ya da ülke tarafından merkeze atanmış temsilciler) ile uyuşmazlık haliyle
ilgili yazılı rızasını Merkeze sunmuş diğer Âkit devlet vatandaşları arasında
yatırımlardan kaynaklanan hukuki uyuşmazlıkları kapsayacaktır.¨ şeklinde
belirtilmiştir. Burada dikkate değer husus, sadece akit devletlerin değil,
devleti oluşturan birimlerin ya da devletin atadığı temsilcilerin de uyuşmazlık
tarafı olabilmesidir. Belediyeler, yerel idarelerin organları, devletlerin varsa
özerk bölgeleri, vilayetleri ve federe devletler bu kapsama girmektedir.44
Konvansiyon’un 25. maddesinin 3.fıkrası ise, bu birimler uyuşmazlığa tarafsa,
sadece bu birimlerin onaylarının yetmeyeceğini söylemekte; ayrıca akit
devletin onayının gerekmediğine dair bu devletin beyanı aranmaktadır.
b. Yatırımcının Onayı
Çoğunlukla davacı konumunda olan yabancı yatırımcı ve ev sahibi devlet
arasında ICSID Tahkimini yetkili kılan bir tahkim anlaşması olmasa dahi
yatırımcı açısından, yatırım uyuşmazlığını, ICSID önüne götürme imkanı
mevcuttur45. Yabancı yatırımcı uyuşmazlığı, Konvansiyon’a taraf olan ev sahibi
devletin onay vermesi halinde, ICSID Tahkimine götürmek ya da ev sahibi
devletin ulusal yargı sistemi içerisinde çözme imkanına sahiptir. Yani yabancı
yatırımcının böyle bir durumda uyuşmazlığı ICSID’e götürmesi doğrudan onay
verdiğini gösterir niteliktedir46.
Bununla beraber yabancı yatırımcının davalı, ev sahibi devletin ise davacı
olduğu düşünülürse artık yabancı yatırımcının da onayı gerekecektir. Burada
yabancı yatırımcı uyuşmazlık çıkmadan önce ya da uyuşmazlık çıktıktan sonra
ev sahibi devletle yazılı bir tahkim anlaşması yapmış olabilir. Uyuşmazlığın
çıkmasından sonra ise yabancı yatırımcının, aleyhine ICSID Tahkimine
43
44
45
46
PAULSSON Jan, ArbitrationWithout Privity, 10(2) ICSID Review—Foreign Investment Law
Journal, 1995, s. 232 vd., (http://www.arbitration-icca.org/media/4/38957305473727/
media012254614477540jasp_article_-_arbitration_without_privity.pdf
adresinden
03.11.2017 tarihinde erişildi); WANG Guigo, Consent in Investor - State Arbitration: A
Critical Analysis, Oxford University Press 2014, s. 336
ERTEN Rifat, s. 216
AKINCI Ziya, Milletlerarası Tahkim, 2. Bası, Seçkin Yayınları, Ankara 2007, s. 51 ve dipnot 75.
SCHREUER Christoph, Consent to Arbitration, s. 1 (http://www.univie.ac.at/intlaw/con_
arbitr_89.pdf sitesinden 05.01.2018 tarihinde erişildi).
524
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent in ICSID Arbitration
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
gidilmesine yazılı onay göstermesi gerekir. Konvansiyon’un 25. maddesi
uyarınca yabancı yatırımcının yazılı onayını ICSID’e sunması gerekir.
Onayın kaynaklarına alt başlıkta yer verilecek olmakla beraber, son olarak
şunu da belirtmekte fayda vardır ki yabancı yatırımcının, ev sahibi devletin
ICSID Tahkimine onay gösterdiği sözleşmenin ya da yasal düzenlemenin
yürürlüğe girdiği sırada ev sahibi devlette yatırımcı olması gerekmez47. Onayın
verilmesinden sonra ev sahibi devlette yatırımın yapılması da söz konusu
olabilir.
i. Onayın Kaynakları
Ticari tahkim alanında kural olarak, uyuşmazlığın taraflarının kendi aralarında
çıkmış veya çıkacak uyuşmazlıkları tahkim yoluyla giderme konusunda onay
vermiş olmaları aranır. Buna karşın, yatırım tahkimi alanında yatırımcı ve ev
sahibi devletin bizzat bu konuda bir anlaşmaya varmış olmaları aranmaz.
Nitekim yatırım tahkim alanında, onay farklı şekillerde verilebilecektir48.
2017’de ICSID’in yaptığı bir araştırmaya49 göre, bugüne kadar ICSID’e
getirilen uyuşmazlıkların dayandığı onay kaynağı olarak ikili yatırım anlaşmaları,
%59.8 ile en büyük paya sahiptir. %16.7 ile ikincisi ise, yatırımcı ile ev sahibi
devlet arasındaki yatırım anlaşmasında öngörülen onaydır. Üçüncü olarak,
%9.5 ile ev sahibi devletin yatırım kanunlarında öngörülen onay sayesinde
ihtilaflar ICSID’de çözülmekte; kalan %14’lük dilim ise, çok taraflı anlaşmalar
ile verilen onaya aittir. Makalemizin bu bölümünde onayın hangi kaynaklardan
doğabileceği incelenecektir.
47
48
49
AKINCI Ziya, s. 52
ATAMAN FİGANMEŞE İnci, 24 Mayıs 2012 Uluslararası Tahkim Kongresi Tebliğler Kitabı
(Editörler: ESEN Emre/ AKCAN Ahmet), 1. Bası, Adalet Yayınevi, Ankara 2013, s. 20 - 21
The ICSID Caseload – Statistics (Issue 2017-1),s. 10, https://icsid.worldbank.org/en/
Documents/resources/ICSID%20Web%20Stats%202017-1%20(English)%20Final.pdf
(30.10.2017’de erişildi.)
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
525
ICSID Tahkiminde Onay (Rıza)
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
1. Ev Sahibi Devletin Milli Mevzuatı
ICSID Konvansiyonu’na taraf olan bir devlet, onaya milli mevzuatında yer
verebilir. Günümüzde birçok ülke, yabancı sermayeyi ülkesine çekebilmek için,
ICSID Konvansiyonu’nun amacına paralel olarak, yabancı yatırımı özendirici ve
koruyucu mevzuat ihdas etmektedir.50 Bir yasa ile gösterilen ve ICSID hakem
heyeti tarafından geçerli olarak kabul edilen onaya ilişkin ilk örnek ¨Southern
Pacific Properties (Middle East) Limited v. Arab Republic of Egypt (ICSID Case
No. Arb/84/3)’dir.51
Opic-Venezuela davası ICSID’in kendini yetkisiz bulması açısından
önem arz etmektedir. Zira taraflar, 3 Ekim 1999 tarihli Yatırımın Teşviki ve
Korunması’na dair Venezuela Kanunun 22. maddesini, yargı yetkisini kuran
onayın olup olmaması bakımından Mahkeme önünde tartışmıştır. Opic,
Panama Cumhuriyeti’ne bağlı olarak faaliyet gösteren bir şirkettir. Opic ve
Venezuela devleti arasında akdedilmiş bir tahkim sözleşmesi olmamakla
50
51
AÇIKALIN Mehmet Can, s.30
YEŞİLIRMAK Ali, s.168, dipnot 97; karar hakkında daha detaylı bilgi için bkz. https://www.
italaw.com/cases/3300 (13.02.2018 tarihinde erişildi).
526
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent in ICSID Arbitration
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
beraber Venezuela ve Panama arasında da imzalanmış bir yatırım anlaşması
bulunmamaktadır. Dolayısıyla ICSID’in yargı yetkisini kuran onay ancak
Venezuela mevzuatından kaynaklanabilecektir. Venezuela mevzuatında yer
alan maddeden çıkan sonuç ise şudur: Venezuela devletinin ICSID Tahkiminin
yargı yetkisine onay verdiği ancak yabancı yatırımcının devleti ile yapılmış ve
hala yürürlükte olan bir anlaşma olması halinde kabul edilebilir52. Dolayısıyla,
devletin iç hukukunda, diğer devletlerle akdettiği ikili ya da çok taraflı
anlaşmalara gönderme yapması, onun bütün yabancı yatırım uyuşmazlıkları
için ICSID Tahkimine onay vermesi anlamına gelmeyecektir.
Türkiye de, yabancı yatırımlarla ilgili koşulları düzenlemek için 2003 yılında
4875 sayılı Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanununu53 ihdas ederek yabancı
sermaye akışını destekleyici akımda yer almıştır.
Mezkur Kanun’un ¨Doğrudan Yabancı Yatırımlara İlişkin Esaslar¨ başlıklı
3. maddesi, e bendinde “Uyuşmazlıkların Çözümü” kısmında ¨Özel hukuka
tabi olan yatırım sözleşmelerinden kaynaklanan uyuşmazlıkların çözümü ile
yabancı yatırımcıların idare ile yaptıkları kamu hizmeti imtiyaz şartlaşma ve
sözleşmelerinden kaynaklanan yatırım uyuşmazlıklarının çözümlenmesi için;
görevli ve yetkili mahkemelerin yanı sıra, ilgili mevzuatta yer alan koşulların
oluşması ve tarafların anlaşması kaydıyla, milli veya milletlerarası tahkim ya
da diğer uyuşmazlık çözüm yollarına başvurulabilinir.¨ denilmek suretiyle,
milletlerarası tahkim alternatif bir çözüm yolu olarak gösterilmiştir. Dikkat
edilirse ilgili Kanun doğrudan ICSID Tahkimi’ni yetkilendirmemiştir. Bu nedenle
Türkiye bakımından ulusal mevzuat yoluyla ICSID Tahkimine verilmiş bir
onaydan söz edilemez.
Milli mevzuattan kaynaklanan devlet onayında önemli olan nokta
her egemen devletin milli mevzuatını değiştirme gücünü hala uhdesinde
barındırıyor olmasıdır. Bu nedenle yabancı yatırımcı açısından makul olan
davranış şekli; milli mevzuat buna izin veriyorken kabul beyanını sunarak,
erken aşamada, tahkime onayı olduğunu beyan etmesidir. Böylece tahkim
anlaşması, yabancı yatırımcı tarafından, icabın kabulü ile tamamlanmış
olacaktır. Zira belirtildiği üzere, yabancı yatırımcının icabı kabulünden önce,
ev sahibi devlet icabını tek taraflı olarak istediği bir anda geri çekebilecektir.
Dolayısıyla yabancı yatırımcı için yazılı onayını mümkün olduğunca erken bir
zaman diliminde ilgili idari birimlere ulaştırmak en akıllıca davranış biçimidir54.
52
53
54
Opic-Venezuela davası hakkında detaylı bilgi için bkz. WANG Cheng-Kai, ICSID OPIC vs.
Venezuela Dispute: A Comment on the Interpretive Approach for a Host State’s Consent to
Arbitration through National Legislation, (HeinOnlien’dan 02.11.2017 tarihinde erişildi)
RG 17.06.2003 / 25141
SCHREUER Christoph, s. 5
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
527
ICSID Tahkiminde Onay (Rıza)
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
2. Yatırımcının Devleti İle Yapılan İkili Yatırım Anlaşmaları
Devletlerin aralarında akdettikleri ikili yatırım anlaşmalarında, doğacak
ihtilafların ICSID’e götürüleceğini belirtmelerinin ICSID’in yargılama yetkisine
önceden verilmiş bir onay olarak kabul edilip edilemeyeceği tartışmalı bir
husustur.
Bir kısım yazar55, iki taraflı yatırım sözleşmesi imzalamanın, sadece
imzalayan devletin ICSID tahkim yoluna gitme niyetinin olduğunu gösterdiğini
savunmaktadır. Yani, ikili yatırım anlaşmasını imzalamak ICSID tahkimine
başvurmayı zorunlu kılmamakta, tarafların ICSID tahkimini başlatmak için
ayrıca yazılı onay vermesi gerekmektedir.
Diğer yazarlar56 ise, ikili yatırım anlaşmalarındaki ICSID Tahkim klozunun,
devletin tahkim prosedürüne peşinen onay verdiği anlamına gelmesi
sonucunu doğuracağını savunmaktadır. Bu durumda onay sadece yatırımcı
için gerekecektir. Böylece, daha gerçekçi ve milletlerarası ticaretin gereklerine
daha uygun bir çözüm benimsenmiş olacağı savunulmaktadır.57 ICSID’in
yaklaşımı da, ikili yatırım anlaşmalarındaki tahkim klozlarının onay için yeterli
sayılması şeklindedir.58
Birçok uyuşmazlık çözüm klozu, tahkime gitmek için tartışmasız bir onay
sunmaktadır. Ancak bu durum, ikili yatırım anlaşmalarında, yatırımcı/devlet
tahkimine yapılan bütün göndermelerin bağlayıcı bir onay olduğu anlamına
gelmez. Bu anlamda, ikili yatırım anlaşmasında kullanılan tabirler önem
kazanmaktadır. Bazı ikili yatırım anlaşmalarında bulunan tahkim yollamaları,
ev sahibi devletin ileride vereceği onay için bir taahhüt niteliğindedir. Bu
durumda örnek olarak, Japonya ve Türkiye arasındaki ikili yatırım anlaşması59
verilebilir. Zira söz konusu anlaşmasının 11. maddesi şu şekildedir: “Herhangi
bir Âkit Taraf ile diğer Âkit Tarafın vatandaşı ya da şirketi arasında ilk Âkit
Taraf ülkesinde yatırımlar nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklar, uyuşmazlığın
tarafları arasında mümkün olduğunca dostane bir şekilde, görüşmeler yoluyla
çözümlenmeye çalışılacaktır. Bu, herhangi bir Âkit Taraf vatandaşının ya
da şirketinin diğer Âkit Taraf ülkesinde idarî ya da adlî çözüm aramayacağı
55
56
57
58
59
ERTEN Rifat s.218
YEŞİLIRMAK Ali s.168; TURAN Gökçen, Tahkim, s.44
Bu konudaki resmi yaklaşım Dünya Bankasının internet sitesinde ICSID’i anlatan genel
bilgilere bakılarak da görülebilir. Bkz. “Advance consents by governments to submit
investment disputes to ICSID arbitration can also be found in twenty investment laws and
in over 900 bilateral investment treaties.”
http://icsidfiles.worldbank.org/icsid/icsid/
staticfiles/General%20Information.html
Örnek karar için bkz. American Manufacturing & Trading, Inc. v. Democratic Republic of the
Congo (ICSID Case No. ARB/93/1)
RG 21.11.1992 / 21412
528
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent in ICSID Arbitration
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
anlamına gelmeyecektir. Bir Âkit Tarafın vatandaşı ya da şirketinin yatırımları
nedeniyle doğan bir hukukî uyuşmazlığın görüşmeler yoluyla çözümlenememesi
durumunda, söz konusu vatandaş ya da şirket istediği takdirde ve her iki Âkit
Tarafın da Washington’da imzalanan 18 Mart 1965 tarihli “Devletler ile diğer
Devletlerin Vatandaşları Arasındaki Yatırımla İlgili Uyuşmazlıkların Çözümü
Anlaşması”na taraf olmaları şartıyla, diğer Âkit Taraf, uyuşmazlığın mezkûr
Anlaşma hükümleri çerçevesinde uzlaşma veya tahkime götürülmesini kabul
edecektir.” Böyle bir taahhüde rağmen, ev sahibi devlet onay vermekten
kaçınırsa, bu durum ev sahibi devletin ikili yatırım anlaşmasından kaynaklanan
sorumluluğunun ihlali anlamına gelecektir. Ancak onay vermek için yapılan
taahhüdün tek başına onay anlamına geldiğini kabul etmek zordur. Bu nedenle,
benzer durumlarda, ikili yatırım anlaşması tarafını anlaşmaya uygun şekilde
hareket ettirecek herhangi bir çözüm yoluna ilk etapta, başvurulabilmesi
gerekir60.
İkili yatırım anlaşmalarından bazıları ise onay için daha zayıf bir referans
yapmaktadır. Genelde bu göndermeler, ev sahibi devletin, uyuşmazlık
çözümünü tahkim yoluyla gidermek için bir sempati beslediğini gösteren
ifadelerdir. Net şekilde, bu tarz klozlar, devletin onay verdiği anlamına
gelmeyecektir. Bazı ikili yatırım anlaşmalarının sadece tahkime onay veren
müstakbel yatırım sözleşmeleriyle karşılaşamaması söz konusu olacaktır61.
İkili yatırım anlaşmalarındaki birçok uyuşmazlık çözüm maddesi birden
fazla alternatif içermektedir. Buna alternatifler; ev sahibi devletin kendi
yargılaması, ICSID tahkimi, ICC tahkimi ya da ad hoc tahkim imkanı sunan
UNCITRAL kuralları ya da başka bir seçenek olabilir. Bu tarz klozlar, yatırım
uyuşmazlığı taraflarının halihazır alternatiflerden birini seçmesini gerektiren
müteakip bir yatırım anlaşması imzalamasına neden olabilecektir. Kazakistan
ve Türkiye arasındaki ikili yatırım anlaşmasının62 7. maddesi de bu şekilde
dizayn edilmiştir. İlgili 7. madde metni şu şekildedir: “Bu ihtilafların, yukarıda 1
inci paragrafta belirtilen yazılı bildirim tarihinden itibaren altı ay içinde çözüme
kavuşturulamaması halinde, yatırımcının ihtilaf konusunu ev sahibi Tarafın
usul ve yasalarına göre adlî mahkemesine götürmüş olması ve bir yıl içinde
karar verilmemiş olması kaydıyla, söz konusu ihtilaf, yatırımcının kararına göre
aşağıda belirtilen Uluslararası Yargı Makamlarına sunulabilir ;
a) “Devletler ve Diğer Devletlerin Vatandaşları Arasındaki Yatırım
İhtilaflarının Çözümlenmesi Hakkında Sözleşme” uyarınca kurulmuş
Uluslararası Yatırım ihtilafları Çözüm Merkezi (ICSID) (her iki Taraf da bu
Sözleşmeyi imzalamış ise);
60
61
62
SCHREUER Christoph, s. 7
SCHREUER Christoph, s. 7
RG 22.09.1994 / 22059
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
529
ICSID Tahkiminde Onay (Rıza)
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
b) Birleşmiş Milletler Uluslararası Ticaret Hukuku Komisyonu (UNCITRAL)’nun
Hakemlik Kuralları uyarınca, bu amaçla kurulacak bir hakem mahkemesi (her
iki Taraf da Birleşmiş Milletlere üye ise);
c) Paris Uluslararası Ticaret Odasının Hakem Mahkemesi”
İkili yatırım anlaşmasında ev sahibi devletin onayının olduğu sonucuna
varılacak nitelikte bir kloz mevcutsa, dikkat edilmesi gereken bir diğer
husus şudur: ikili yatırım anlaşmalarının iki devlet arası yapılmasından
ötürü, bu devletlerin onayı var sayılabilecekse de, bu devletlerden birinin
vatandaşlığındaki yatırımcının onayı eksiktir. Dolayısıyla ikili yatırım
antlaşmalarının tarafları ile tahkim davasının tarafları aynı değildir. İkili yatırım
anlaşmasının akdedilmesiyle, burada sadece devletin tahkim anlaşması
yapılması yönündeki icabı bulunur ve yatırımcı bu icabı kabul etmelidir.63
ICSID‘e başvuran yatırımcı, ihtilaf bakımından yazılı onayını başvuru ile birlikte
sunmuş sayılmalıdır.
Devletler arasında akdedilmiş yatırım anlaşmalarında bulunan tahkim
kayıtlarına dayanarak ICSID’e başvurulabileceğinin kabul edildiği ilk dava
“Asian Agricultural Products Ltd. (Aapl) V. Republic Of Sri Lanka” davasıdır.64 Bir
diğer örnek ise Türkiye aleyhine açılmış ilk ICSID davası olan 2002 tarihli PSEG
Konya Ilgın davasıdır. Bu dava Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri arasında
akdedilmiş iki taraflı Yatırım Teşvik ve Koruma Sözleşmesine Dayanmaktadır65.
3. Yatırımcının Vatandaşı Olduğu Devletin Devleti ve Ev Sahibi Devletin
Taraf olduğu Çok Taraflı Anlaşmalar
Onay, milletlerarası çok taraflı anlaşmalarda da yer alabilir. Çok taraflı
anlaşmalara örnek olarak Serbest Ticaret Anlaşmalarını (“Free Trade
Agreement”) vermek mümkündür. Örneğin, Kuzey Amerika Serbest Ticaret
Antlaşmasının (NAFTA), “Tahkime Onay” başlıklı 1122. Maddesinde, ICSID’
in yetkisine açıkça onay verildiği belirtilmiştir.66 ICSID tahkim yargılamalarının
önemli bir kısmını NAFTA anlaşmasından kaynaklanan uyuşmazlıklar
oluşturmaktadır.67
63
64
65
66
67
DEMİRKOL Berk, Yatırım Tahkiminde Paravan Şirketlerin Yol Açtığı Yetki Sorunları, BATİDER
2012, C: 28, S: 3, s.311
AÇIKALIN Mehmet Can, s. 30; ATAMAN FİGANMEŞE İnci, s. 21, dipnot 4; http://icsidfiles.
worldbank.org/icsid/ICSIDBLOBS/OnlineAwards/C140/DC676_En.pdf
(02.11.2017’de
erişildi).
ATAMAN FİGANMEŞE İnci, s. 21
http://www.sice.oas.org/trade/nafta/chap-112.asp (13.02.2018 tarihinde erişildi).
BOZKURT Enver/ DOST Süleyman; s. 4
530
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent in ICSID Arbitration
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
Diğer yandan, Türkiye’nin, 17 Aralık 1994’te imzalayarak taraf olduğu Enerji
Şartı Antlaşması’nın68 26. maddesinin 5. fıkrasının a bendinde de açıkça onay
verilmesi sağlanmıştır.69
Görüldüğü gibi bazı davalar çok taraflı yatırım sözleşmesi niteliğinde olan
Enerji Şartı Anlaşmalarına dayalı olarak da açılabilmektedir. Örneğin, Güney
Kıbrıs Rum Cumhuriyeti asıllı Libananco, Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ve
Türkiye arasında imzalanmış ikili yatırım anlaşması olmamasına rağmen, her
iki ülkenin de tarafı olduğu ve yukarıda bahsi geçen Enerji Şartı Antlaşmasına
dayanarak Türkiye’ye karşı ICSID nezdinde dava açmıştır70.
4. Yatırımcı ve Devlet Arasında Akdedilen Yatırım Sözleşmesinde Tahkim
Şartı ya da Tarafların Tahkim Anlaşması Akdetmesi
Çoğu kez yabancı yatırımcı ve ev sahibi devlet arasında akdedilen
yatırım sözleşmesine bir madde konularak taraflar ICSID tahkimine onay
vermektedir71(clause compromissoire). Yapılan yatırım anlaşmasında tahkim
şartı koymak yerine taraflar, aralarında çıkabilecek yatırım uyuşmazlıkları
konusunda münferit bir tahkim anlaşması yaparak (compromis) da ICSID
Tahkimine onay verebilecektir. Son olarak, taraflar arasındaki yatırım
sözleşmesinde söz konusu devlet bakımından onay beyanı içeren bir resmi
belgeye atıf yapılarak da onay şartı sağlanabilir.72
Belirtmekte fayda vardır ki söz konusu onay açık veya zımnen verilmiş
olabilecektir73.
Uygulamada, devlet ve yabancı yatırımcı arasında imzalanan yatırım
anlaşmalarına konulacak klozların yorum sorununa yol açmaması için ICSID
tarafından taraflara yol göstermek amacıyla oluşturulmuş çeşitli model klozlar
mevcuttur74.
68
69
70
71
72
73
74
R.G. 6.2.2000 / 23956
¨Paragraf (3) kapsamında verilen muvafakat, Paragraf (4) uyarınca verilen Yatırımcının
yazılı muvafakati ile birlikte aşağıdaki hususlara ilişkin şartları sağlayacaktır: (i) İlave Hizmet
Kuralları ve ICSID Konvensiyonu’nun II. Bölümünün amaçları doğrultusunda bir uyuşmazlık
için tarafların yazılı izni...¨
ATAMAN FİGANMEŞE İnci, s. 21. ICSID nezdinde Türkiye’nin gerek davalı olması sebebiyle
gerekse Türk şirketinin davacı olması nedeniyle muhatap olduğu diğer davalar için yine
ATAMAN FİGANMEŞE’nin adı geçen eserdeki tebliğinden yararlanılabilir.
ERDOĞAN Feyzi, Uluslararası Hukuk ve Tahkim, 1. Bası, Seçkin Yayınları, Ankara 2004 ,s. 173
SCHREUER Christoph/ MALINTOPPI Loretta/ REINISCH August/ SINCLAIR Anthony, The
ICSID Convention: A Commentary, Cambridge University Press, 2.basım, 2009; s.192
(AÇIKALIN s.30’dan naklen)
YILDIRIM Aslı, s. 296
Ayrıntılı bilgi için bkz. YILMAZ İlhan, s. 51 - 53
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
531
ICSID Tahkiminde Onay (Rıza)
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
ii. Onayın Verilme Anı
Öncelikle belirtmek gerekir ki ICSID İdari Yöneticiler Raporu’nun 24.
paragrafına göre, ICSID’e başvuru zamanında, tarafların onayının mevcut
olması gerektiği belirtilmiştir. Bununla birlikte, Konvansiyon onayın verilmesi
gereken zaman konusunda özel bir hüküm getirmemiştir. Konvansiyon, her iki
tarafın onayının aynı belgede yer almasını aramamıştır75.
ICSID’in yayınladığı ¨Institution Rules¨76 un 2.maddesi, talebin içermesi
gereken hususlar kapsamında c bendinde ihtilafın ICSID’e götürülmesine ilişkin
onayın tarihini ve bu onayın kayıtlı olduğu belgeyi; d bendinde ise taraf akit
devlet vatandaşının onayın verildiği tarihteki milliyetini; bu kimse gerçek bir
kişi ise, onun talep tarihindeki vatandaşlığını ve bu kişinin onay tarihinde ya da
talep tarihinde, ihtilafa taraf olan devletin vatandaşlığını haiz olmadığını; eğer
onay tarihinde uyuşmazlığa taraf olan devletin vatandaşlığına sahip bir tüzel
kişi söz konusu ise, taraflar arasında Sözleşme bakımından bu kişinin başka bir
akit devlet vatandaşı sayılacağına ilişkin anlaşmayı aramaktadır.
Burada dikkat edilmesi gereken husus, onayın tarihidir. Onay tarihi tahkime
başvurulurken mutlaka belgelendirilmelidir; çünkü yatırımcının vatandaşlığı
onay tarihine göre belirlenecektir. Onayın verildiği tarihin bir diğer önemi de,
Konvansiyon’daki ya da arabuluculuk veya tahkim kurallarındaki değişikliklerin,
önceden verilmiş onaya göre başlamış usulü etkilememesidir.77
iii. Onayın Şarta Bağlanması
Konvansiyon’un 26. maddesi uyarınca devletler, onaylarının ön koşulu olarak
yerel ve adli bütün çarelerin tüketilmiş olmalarını isteyebilirler. Dolayısıyla
burada iç yargı yollarının tüketilmesi koşulu zorunlu olarak aranmaz; devletin
böyle bir ön koşulu verdiği onayda belirtmesi gerekir.
İç hukuk yollarının tüketilmesi şartı haricinde pratikte daha çok karşımıza
çıkan şart, yabancı yatırımcının ev sahibi devletin ulusal yargı mekanizmasına
başvurmasından itibaren belirli bir süre geçmesine rağmen çözüm elde
edilememiş olması halidir78.
Dikkat edilmesi gereken nokta, onay şartlarının Konvansiyon hükümlerinin
gerçek anlamına göre yorumlanacak olmasıdır. Zira Amco Asia v. Indonesia
davasında şu ifadeler kullanılmaktadır: “Bir tahkim anlaşması ne sınırlayıcı
75
76
77
78
https://icsid.worldbank.org/en/Documents/icsiddocs/ICSID%20Convention%20English.
pdf (01.11.2017’de erişildi.)
https://icsid.worldbank.org/en/Documents/icsiddocs/ICSID%20Convention%20English.
pdf (01.11.2017’de erişildi.)
ERTEN Rifat s. 219
AKINCI Ziya, s. 47
532
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent in ICSID Arbitration
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
şekilde ne de çok özgür ve genişletici biçimde yorumlanmalıdır. Anlaşmanın
tarafların ortak iradesine saygı göstererek ve bu iradenin ne olduğunu
bulmaya çalışarak yorumlanması gerekir. (...) Bunun da ötesinde (...) tahkim
anlaşmaları da dahil bütün anlaşmalar iyi niyetli şekilde, yani tarafların
makul ve meşru şekilde karşılaşabilecekleri taahhüt sonuçları göz önünde
bulundurularak yorumlanmalıdır” 79.
D. ONAY YOKLUĞU NEDENİYLE YETKİYE İTİRAZ
Devlet ve yatırımcı arasındaki yatırım uyuşmazlıklarında, devletin onay
yokluğu nedeniyle yetkiye itiraz etmesi hali hakem tarafından yüksek bir
dikkatli incelenmelidir. Zira Mihaly International Corporation v. Democratic
Socialist Republic of Sri Lanka davasında şu ifadelere yer vermiştir:
“ Ek olarak Mahkeme; Devlete karşı, mahkemenin yetkili olmasını sağlayan
uluslararası anlaşmaya dayanılarak açılan her davanın başında egemen
devletin onayını içeren yargı yetki sorunun özel bir dikkati hak ettiğini
gözlemlemiştir. Ön sorun olarak, temeli onaya dayalı yargı yetkisinin varlığı
“proprio motu (re’ sen)” incelenmelidir. Davalının ilk itiraz olarak yetkiye
itiraz etmesi halinde ise, evleviyetle, yargı yetkisine onayın varlığı yakından
incelenmelidir ”.80
SONUÇ
Milletlerarası bir konvansiyon ile kurulmuş bir organizasyon olan ICSID’in
temel amacı, yatırımcılar ile ev sahibi devletler arasında çıkacak uyuşmazlıkların,
karşılıklı güven ortamını bozmadan, adil bir çözüme kavuşmasını sağlamak ve
bu yolda arabuluculuk ve tahkim metotlarını kurumsal bir tahkim anlamında
uygulamaktır. ICSID’in yargılama yetkisinin temel taşı olarak ifade edilen
unsur ise, tarafların bu yargılama yetkisini bir onayla önceden kabul etmiş
olmalarıdır.81
Devletler, ICSID Tahkimine bir kere onay vermekle, verilecek hakem
kararlarının kendileri açısından bağlayıcı olduğunu da kabul etmektedir.
Dolayısıyla, iç hukukunu gerekçe ederek uyuşmazlığı sona erdiren kararın
kendi kanunlarına aykırılık taşıdığı şeklinde bir argüman ileri sürmesi de söz
konusu devletin uluslararası hukuk açısından sorumlu olmasına yol açacaktır.
Devlet tarafından benimsenen bu tarz tutumun bir diğer sonucu da yabancı
yatırımcıyı uzaklaştırması olacaktır.
79
80
81
WANG Guigo, s. 338
Karar için bkz. http://icsidfiles.worldbank.org/icsid/ICSIDBLOBS/OnlineAwards/C189/
DC606_En.pdf, s. 158
TURAN Gökçen, Tahkim İşleyişi, s. 347-390
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
533
ICSID Tahkiminde Onay (Rıza)
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
Onayın verilmesi, Merkez’in yargı yetkisi bakımından büyük önem arz
etmektedir. Dolayısıyla bu sorun öncelikle Genel Sekreterce, hakemlik davası
esnasında da hakemlerce büyük bir dikkat ve özenle ele alınmaktadır.
ICSID Tahkimine onay verme konusunda devletler bir serbestiye sahiptir.
Bu onayı çok çeşitli kaynaklar vasıtasıyla da verebilmeleri aynı şekilde
mümkündür. Ayrıca verdikleri onayı şarta bağlayarak onayın kapsamını
sınırlandırmaları da mümkündür. Böylece bir yandan yabancı yatırımcıya ICSID
Tahkimine başvurma imkanı verilirken bir yandan da devletin yargı yetkisi
arasındaki denge kurulmaya çalışılmıştır.
*****
KAYNAKÇA
AÇIKALIN Mehmet Can, Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözüm
Merkezi’nin (ICSID) Yargılama Yetkisine Dair Bir İnceleme: Saba Fakes v. Turkey
(ICSID Case No ARB/07/20), Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi
2011/1, Ata Sakmar’a Armağan
AKINCI Ziya, Milletlerarası Tahkim, 2. Bası, Seçkin Yayınları, Ankara 2007
ATAMAN FİGANMEŞE İnci, 24 Mayıs 2012 Uluslararası Tahkim Kongresi
Tebliğler Kitabı (Editörler: ESEN Emre/ AKCAN Ahmet), 1. Bası, Adalet Yayınevi,
Ankara 2013
BOZKURT Enver/ DOST Süleyman, Devletlerin Yabancı Yatırımcıların Mülkiyet
Hakına Müdahalesine İlişkin Olarak ICSID Tahkim Uygulamasında Ortaya Çıkan
Genel Prensipler Ve Sonuçları, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi 2005, S:
1-2
ÇAL Sedat, Uluslararası Yatırım Tahkimi ve Kamu Hukuku İlişkisi, 1. Bası, Seçkin
Yayınları, Ankara 2009
DEMİRKOL Berk, Yatırım Tahkiminde Paravan Şirketlerin Yol Açtığı Yetki
Sorunları, BATİDER 2012, C: 28, S: 3
DOST Süleyman, Yabancı Yatırım Uyuşmazlıkları ve ICSID Tahkimi, 1. Baskı, Asil
Yayın, Ankara 2006
ERDOĞAN Feyzi, Uluslararası Hukuk ve Tahkim, 1. Bası, Seçkin Yayınları,
Ankara 2004
ERTEN Rifat, ICSID Tahkimi, BATİDER 1998, C: 19, S: 4
FRIEDLAND D. Paul, Arbitration Clauses for International Contracts, Juris
Publishing 2004
534
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent in ICSID Arbitration
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
GIARDINA Andrea, “ICSID: A Self-contained Non-National Review System”,
International Arbitration in the 21st Century: Towards “Judicialization and
Uniformity” (Twelfth Sokol Colloquium) (Editors: R. Lillich and C. Brower),
Transnational Publisher, Irvington, New York, 1993
HERGÜNER Ümit; International Center for Settlement of Investment Disputes:
Its Establishment and Jurisdictional Capacity, MHB 1985, S: 1
HIRSCH Moshe, The Arbitration Mechanism of the International Centre for
the Settlement of Investment Disputes, the Netherlands 1993
NOMER Ergin/ EKŞİ Nuray/ GELGEL Günseli, Milletlerararası Tahkim, 1. Bası,
Beta Yayınları, İstanbul 2000
ORMANOĞLU Burhan, Yabancı Sermaye Yatırımlarına İlişkin Uyuşmazlıkların
Çözümünde Uluslararası Tahkim, Devlet Bütçe Uzmanlığı Araştırma Raporu,
Mart 2004
PAULSSON Jan, ArbitrationWithout Privity, 10(2) ICSID Review—Foreign
Investment Law Journal, 1995
SASSOON M. David, “Iternational Investement and Dispute Settlement”
Conflict Resolution in International Trade (Symposium), (Editors: FRIEDMANN
D. Paul/ MESTMACKER Ernst-Joachim) Nomos Verlagsgeselschaft BadenBaden, 1993
SCHREUER Christoph, Consent to Arbitration (http://www.univie.ac.at/
intlaw/con_arbitr_89.pdf sitesinden 05.01.2018 tarihinde erişildi)
SCHREUER Christoph/ MALINTOPPI Loretta/ REINISCH August/ SINCLAIR
Anthony, The ICSID Convention: A Commentary, Cambridge University Press,
2.basım, 2009
TURAN Gökçen, Dünya Bankası Bünyesindeki Yatırım Uyuşmazlıklarının
Çözümüne Dair Uluslararası Merkez’in Tahkim Kuralları Uyarınca Tahkimin
İşleyişi, BATİDER, C: 25, S: 3, Eylül 2009 - (“Tahkim İşleyişi”) olarak anılmıştır.
TURAN Gökçen, Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıklarında Tahkim, 2002, http://
www.spk.gov.tr/Sayfa/Dosya/750 (26.10.2017’de erişildi) - (“Tahkim”) olarak
anılmıştır.
WANG Cheng-Kai, ICSID OPIC vs. Venezuela Dispute: A Comment on the
Interpretive Approach for a Host State’s Consent to Arbitration through
National Legislation, (HeinOnline’dan 02.11.2017 tarihinde erişildi)
WANG Guigo, Consent in Investor - State Arbitration: A Critical Analysis,
Oxford University Press 2014
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
535
ICSID Tahkiminde Onay (Rıza)
Dilşad KUĞUOĞLU, Elit Meviza DEMİRKOL
YEŞİLIRMAK Ali, Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümüne İlişkin Uluslararası
Merkezin Türk İmtiyaz Sözleşmeleri Üzerindeki Yargı Yetkisi, BATİDER, C: 20,
S: 2
YILDIRIM Aslı, II. Uluslararası Özel Hukuk Sempozyumu “Tahkim” 14 Şubat
2009: Konuşmalar, Tartışmalar, Bildiriler, İstanbul 2009, (Editörler: ULUSOY
Erol, YILDIRIM Aslı)
YILMAZ İlhan, Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıklarının Tahkim Yoluyla Çözümü
ve ICSID, 1. Bası, Beta Yayınları, İstanbul 2004
ZENGİNKUZUCU M. Dikran, Devlet ve Yabancı Yatırımcılar Arasındaki
Uyuşmazlıkların Çözümünde Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümü
Merkezi (ICSID)’nin Kuruluşu ve İşlevi, 1. Bası, Legal Yayınları, İstanbul 2012
İNTERNET KAYNAKLARI
h t t p : / / w w w. a r b i t r a t i o n - i c c a . o r g / m e d i a / 4 / 3 8 9 5 7 3 0 5 4 7 3 7 2 7 /
media012254614477540jasp_article_-_arbitration_without_privity.pdf
https://icsid.worldbank.org /en/Documents/icsiddocs/ICSID%20
Convention%20English.pdf
http://icsidfiles.worldbank.org/icsid/ICSIDBLOBS/OnlineAwards/C189/
DC606_En.pdf
https://www.italaw.com/cases/3497
http://www.sice.oas.org/trade/nafta/chap-112.asp
536
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
MAHKEMEYE ERİŞİM HAKKI IŞIĞINDA VERGİ MAHKEMELERİNDE
DAVA AÇMA SÜRELERİ
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN1
Geliş Tarihi: 31.10.2017
ÖZET
Kabul Tarihi: 01.02.2018
ABSTRACT
Hak arama özgürlüğü, insan hakları
arasında yer alan en önemli haklardandır
ve adil yargılanma hakkının bir unsurudur.
Devlet, bu hakkın kullanılabilmesi için tüm
olanakları sağlamalı ve hakkın önündeki
engelleri kaldırmalıdır. Fakat, gerek
Anayasa Mahkemesi’ne gerekse Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılan
bireysel başvuru sayısının ve verilen ihlal
kararlarının çokluğundan görülmektedir
ki bu hakkın kullanımı ile ilgili ülkemizde
sorunlar bulunmaktadır. Özellikle, hak
arama özgürlüğünün en önemli unsuru
olan mahkemeye erişim hakkında ciddi
sıkıntılar vardır. Bu sıkıntıların bazılarının,
yargının aşırı şekilci uygulamalarından
kaynaklandığı yönünde AİHM’in kararları
da mevcuttur. Ülkemizde mahkemeye
erişim hakkını kısıtlayan çeşitli sorunlar
vardır. Bu yüzden biz bu çalışmamızda,
bu sorunları ayrı ayrı başlıklar altında
irdeleyeceğiz. Genelde idari yargımızdaki
ve özelde ise vergi mahkemelerimizdeki
dava açma sürelerini inceleyerek, vergi
mahkemelerinde dava açma süreleri ile
ilgili olarak yaşanan mahkemeye erişim
hakkına ilişkin sorunları tespit edip bu
sorunların ortadan kalkması için çözüm
önerileri sunacağız. Ayrıca, bunu yaparken
çokça yargısal kararlardan faydalanacağız.
Freedom of right seeking is the most
important right among human rights and an
element of the right to a fair trial. The state
must provide all possibilities for the exercise
of this right and remove obstacles in front of
it. However, both the number of individual
applications made to the Constitutional Court
and the European Court of Human Rights
are numerous and the number of violation
resolutions appear to be problematic in our
country regarding the use of this right. In
particular, there are serious concerns about
access to the court, which is the most important
element of freedom of right. There are also
decisions of the Court that some of these
troubles are caused by excessive formalism of
the judiciary. There are various problems in our
country that restrict the right of access to the
Court. Therefore, in this work, we will examine
these issues separately under the headings.
We will generally review the administrative
courts and, in particular, the filing periods
in the tax courts, identify problems with the
access to the court in relation to the length of
the proceedings in the tax courts and propose
a solution to avoid these problems. Besides,
we will benefit from judicial decisions.
Keywords: Right to access to court,
Mahkemeye
freedom of right to seek, tax court, trial
erişim hakkı, hak arama özgürlüğü, vergi
period, European Court of Human Rights,
mahkemesi, dava açma süresi, Avrupa
administrative jurisdiction..
İnsan Hakları Mahkemesi, idari yargı.
Anahtar
1
Kelimeler:
Konya 1. Vergi Mahkemesi Hakimi. alper000000@gmail.com
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
537
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
GİRİŞ
Hak arama özgürlüğü, herkesin meşru yol ve vasıtalar ile haklarını
arayabilmesi olanağıdır. Bu olanak, Anayasamız, yasalarımız ve ülkemizin de
imza attığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile tanınmıştır. Bu doğrultuda
herkes, yasal yollardan hakkını arayabilmektedir. Hak aramanın en yaygın
kullanıldığı yer yargı organlarıdır. Bu yüzden hak arama özgürlüğü gereği herkes,
mahkemeye erişim hakkına sahiptir. Fakat, mahkemeye erişim hakkı sınırsız
değildir. Bu hakka getirilmiş en önemli sınırlama dava açma süresidir. İşte
biz bu çalışmamızda, dava açma sürelerinin mevzuattan, uygulamalardan ve
yargısal yorumlardan kaynaklı olarak mahkemeye erişim hakkının nasıl hukuka
aykırı olarak kısıtlandığını inceleyeceğiz. Ayrıca, dava açma sürelerinden
kaynaklanan sorunlara ilişkin doktrinsel görüşlerden ve yargısal kararlardan
bahsedip bu sorunlara dair çözüm önerilerimizi anlatacağız.
Süre, sözlük anlamı olarak bir şeyin başlaması ile bitmesi arasındaki zaman
dilimini ifade eder. Süre, çeşitli tasniflere tabi tutulabilir: yargısal süre, idari
süre, yasal süre v. b. Biz konumuzu yargısal bir süre olan dava açma süresi ile
sınırlı tutacağız.
Dava açma süresi ile ilgili yanlış bir düzenleme, yargısal içtihat, yorum
veya uygulama mahkemeye erişim hakkını ortadan kaldıracaktır. Bu yüzden,
genelde idari yargı ama özelde vergi mahkemelerinde ki dava açma sürelerine
ilişkin olarak çalışmamızı yapacağız.
Hangi mevzuattan kaynaklı düzenlemeler mahkemeye erişim hakkını
engellemektedir? Yargı, yaptığı yorum ve uygulamalar ile nasıl mahkemeye
erişim hakkını hukuka aykırı olarak kısıtlamaktadır? Bu ve benzeri soruların
cevaplarını bu çalışmamızda arayıp, AİHM, Anayasa Mahkemesi, Danıştay
ve vergi mahkemeleri kararları ile doktrinsel görüşlerden yararlanarak,
vergi mahkemelerinde mahkemeye erişim hakkına ilişkin yaşanan sorunları
inceleyip çözüm önerileri sunmaya çalışacağız.
A. Mahkemeye Erişim Hakkı
1982 Anayasası’nın 2. maddesine göre; Türkiye Cumhuriyeti, toplumun
huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı,
Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan,
demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Hukuk devleti, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün
kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir.2 Bizce
2
Anayasa Mahkemesi’nin 10/02/2016 tarih ve E:2015/18, K:2016/12 sayılı kararı. http://
538
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
de hukuk devleti, insan haklarına dayanan, kendi koyduğu kurallarla kendini de
bağlı sayan, eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açık olan, yargı bağımsızlığı
ve tarafsızlığına sahip, vatandaşlarına hukuki güvence tanıyan devlettir. Hukuk
devleti olmanın en önemli koşulu, kendi koyduğu kurallarla kendinin de bağlı
olmasıdır. Bunun için de devletin tüm işlem ve eylemlerine karşı yargı yolunun
açık olması gerekmektedir.
Hukuk devletinin, vatandaşlarına sağladığı en önemli güvencelerden birisi
adil yargılanma hakkıdır. Ülkemizin kabul ettiği uluslararası bir antlaşma olan
ve kanunlardan önce gelen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde, Sözleşme’nin
“Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin ilgili kısmında yer alan;
“Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai
alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, kanunla
kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre
içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.”
hükmü ile bu hak yer almaktadır. Ayrıca, Anayasa’nın 36. maddesinin birinci
fıkrasında, herkesin yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve
bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence
altına alınmıştır. Anılan maddeyle güvence altına alınan hak arama özgürlüğü,
kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, Anayasa’nın 40. maddesi
uyarınca diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını
ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir.3 Hak arama
hürriyeti, herkesin meşru yol ve vasıtalar ile hakkını arama özgürlüğüdür. Hak
arama özgürlüğünün en meşru ve yaygın yolu, mahkemelerde dava açmaktır.
Adil yargılanma hakkının bir parçası olan hak arama özgürlüğünün
unsurlarından birisi de mahkemeye erişim hakkıdır. Mahkemeye erişim
hakkı, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili
bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına gelmektedir. (Özkan
Şen, B. No: 2012/791, 7/11/2013, § 52).4 Mahkemeye erişim hakkı, Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinde yer alan adil yargılanma hakkının
unsurları arasında yer alır. AİHM, mahkemeye etkili erişim hakkını “hukukun
üstünlüğü” ilkesinin temel unsurlarından biri olarak kabul etmekte ve
mahkemeye etkili erişim hakkının, mahkemeye başvuru konusunda tutarlı bir
sistemin var olmasını ve dava açmak isteyen kişilerin mahkemeye ulaşmada
açık, pratik ve etkili fırsatlara sahip olmasını gerektirdiğini ifade etmektedir.
Bu sebeple hukuki belirsizliklerin ya da uygulamadaki belirsizliklerin tarafların
3
4
www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/kararlar/kbb.html
Akt. Anayasa Mahkemesi’nin 28/11/2013 tarih ve E:2013/64, K:2013/142 sayılı kararı.
http://www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/kararlar/kbb.html
Akt. Anayasa Mahkemesi’nin 08/03/2017 tarih ve 2014/8282 bireysel başvuru numaralı
kararı. http://www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/kararlar/kbb.html
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
539
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
mahkemeye erişimine zarar verdiği durumlarda bu hakkın ihlâl edildiğine
karar verilmektedir (AİHM Geffre/Fransa, B. No: 51307/99, 23/1/2003, § 34).5
Mahkemeye erişim hakkı, kural olarak mutlak bir hak olmayıp,
sınırlandırılabilen bir haktır. Bununla birlikte getirilecek sınırlandırmaların,
hakkın özünü zedeleyecek şekilde kısıtlamaması, meşru bir amaç izlemesi,
açık ve ölçülü olması ve kişinin üzerinde ağır bir yük oluşturmaması gerekir (B.
No: 2013/1613, 2/10/2013, § 38).6 Devletler bir davanın açılabilirliğine ilişkin
olarak takdir hakları gereği bazı sınırlamalar getirebilir ve bu davalar niteliği
gereği düzenleyici işlemlere konu olabilir. Bununla birlikte, bu sınırlamalar
dava açmak isteyen bir kişinin mahkemeye erişim hakkının özüne zarar verecek
seviyeye ulaşmamalıdır (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz.Edificaciones
March Gallego S.A./İspanya, B. No: 28028/95, 19/2/1998, § 34 ve Rodríguez
Valín/İspanya, B. No: 47792/99, 11/10/2001, § 22).7
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanun’u uyarınca idari yargıda mahkemeye
erişim hakkı, iptal ve tam yargı davaları vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Kişiler,
haklarında tesis edilen bireysel işlemlere veya genel düzenleyici işlemlere
karşı iptal davası açabilmektedir. Ayrıca, idari eylem veya işlemden dolayı
hakları doğrudan muhtel olan kişiler de tam yargı davası açabilmektedir. Bu
davaların açılma usulü 2577 sayılı İYUK’da düzenlenmiştir. Mahkemeye erişim
hakkı sınırsız olmadığından, bu hak belirli dava açma süreleri öngörülerek
kanunla sınırlandırılmıştır. Mahkemeye erişim hakkının sınırı olan dava açma
süresinin işlemeye başlaması için ilgili veya ilgililerin idari davaya konu olacak
olan işlemden haberdar edilmesi gerekmektedir. Bu haberdarlıkla birlikte
dava açma süresi işlemeye başlayacaktır. Bununla birlikte, mahkemeye erişim
hakkını sınırlandıran dava açma süresi ve buna ilişkin usul kurallarının net
olması gerekmektedir. Bizce, mahkemeye erişim hakkını hukuksuz bir biçimde
sınırlandıracak veya ortadan kaldıracak dava açma süresi veya buna ilişkin
yargısal içtihatlar olmamalıdır.
İdari işlemlerin ilgilisine veya ilgililerine bildirilmesi, dava açma süresinin
işlemeye başlaması açısından önem arz ettiğinden bu konunun mahkemeye
erişim hakkı açısından incelenmesi gerekmektedir. Dava açma süresi,
mahkemeye erişim hakkına getirilmiş önemli bir kısıtlama olduğundan, bu
sürelerle ilgili ortaya çıkan uyuşmazlıkları şimdi inceleyerek, yasama organı ve
yargı organı kaynaklı sorunları tespit edip çözüm önerileri sunmaya çalışacağız.
5
6
7
Akt. Anayasa Mahkemesi’nin 06/01/2016 tarih ve 2013/9479 bireysel başvuru numaralı
kararı. http://www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/kararlar/kbb.html
Akt. Anayasa Mahkemesi’nin 26/06/2014 tarih ve 2012/855 bireysel başvuru numaralı
kararı. http://www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/kararlar/kbb.html
Akt. Anayasa Mahkemesi’nin 12/03/2015 tarih ve 2013/5949 bireysel başvuru numaralı
kararı. http://www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/kararlar/kbb.html
540
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
B. İdari Yargı Genelinde Dava Açma Süreleri
Dava açma süresi, mahkemeye erişim hakkına getirilmiş meşru, kanuni
ve ölçülü bir sınırlamadır. Bu sınırlamaya ilişkin usul ve esaslar hakkın özünü
zedelememelidir. Dava açma süreleri kanunla belirlenmiştir. Meşru görülen
amacı, idareyi sürekli dava tehdidi altında bırakmamaktır. Ölçülü olması ise,
dava açma süresinin makul olması açısından uzunluğu/kısalığına bağlıdır.
Dava açma süresinin kısa olması kişilerin, uzun olması ise davalı idarenin
aleyhine bir durum doğurur. İdari işlemlere karşı dava açmayı belirli bir süreye
tabi kılmanın nedenleri, kişilerin haklarında tesis edilen işlemleri belirli bir
sürede dava konusu etmeleri ve idareyi sürekli dava tehdidi altında kalmaktan
kurtararak idari işlemlerde istikrar sağlamaktır.8
İdari yargıda dava açma süresi, kamu düzenindendir ve gerek doktrinde9
gerekse de Danıştay içtihatlarında10 “hak düşürücü” olduğu kabul edilir.
Fakat dava açma süresinin,kamu hukukuna has bir kurum olduğu da ileri
sürülmüştür.11 Süresi içerisinde kullanılmayan dava açma hakkı düşer. Süre
geçirildikten sonra dava açma olanağı ortadan kalkar. Süre ile ilgili hususları
hakim kendiliğinden ve her zaman göz önüne alarak inceler. Davanın süresinde
açılmadığı da davanın her aşamasında ileri sürülebilir.
Dava açma süreleri ile ilgili olarak 1982 Anayasası’nın 125. maddesinde;
idari işlemlere karşı açılacak davalarda sürenin, yazılı bildirim tarihinden
başlayacağı, hükmü yer almaktadır.
Ayrıca, dava açma süreleri ile ilgili detaylı usul ve esaslar 2577 sayılı
İYUK’da düzenlenmiştir. Bu düzenlemelere göre, dava açma süresi, hem
anayasa hem de kanun gereği yazılı bildirim ile başlar. Dava açma süresinin
işlemeye başlaması için yazılı bildirim şarttır. Yazılı bildirimin şart olması da
evrensel hukukun getirdiği bir zorunluluktur. Çünkü ilgililer, haklarında yapılan
iş ve işlemlerden haberdar olmadıkları sürece doğal olarak hak aramaya da
başlayamayacaklardır. Hakkında tesis edilen idari bir işlemden haberdar
edilmeyen bir kişinin, bu işleme karşı dava açması düşünülebilir mi veya
hakkında işlem tesis edilip bu işlemden de usulüne uygun olarak haberdar
edilmeyen kişinin davasını, süreaşımı nedeniyle reddetmek hukuka uygun olur
8
9
10
11
Gözübüyük, Şeref; “İdari Yargıda Dava Açma Süresi” Amme İdaresi Dergisi, Cilt:2, Sayı: 4,
Aralık 1969, s.3.
S. S. Onar, İdare Hukukunun Umumi Esasları, cilt III, s. 1961 (1966); A. Şeref Gözübüyük/
Turgut Tan, İdare Hukuku, Cilt 2, İdari Yargılama Hukuku, 4. Bs., Ankara, Turhan: 2010, s.922.
Danıştay 6. Dairesi’nin 04/12/2017 tarih ve E:2016/1480, K:2017/13026 sayılı kararı,
Danıştay 15. Dairesi’nin 23/03/2017 tarih ve E:2016/9999, K:2017/1356 sayılı kararı.
https://portal.uyap.gov.tr/
Duran, Lütfi; “İdare Kazada Dava Açma Süresi”, İstanbul Hukuk Fakültesi Mecmuası, cilt XI,
sayı 1-2, s. 249.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
541
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
mu? İşte bu durumlar apaçık hukuka aykırı olduğu için yazılı bildirim, dava
açma süresinin işlemeye başlaması için olmazsa olmaz bir koşuldur. Usulüne
uygun bir yazılı bildirim, kişinin dava açması ve kanuni dava açma süresinin
tamamını kullanabilmesi için bizce gereklidir.
Yazılı bildirimin nasıl ve hangi vasıtalarla olacağına ilişkin usul ve esaslar
mevzuatta düzenlenmiştir. Yazılı bildirim tebliğ, yayın veya ilan gibi vasıtalar
ile yapılabilir. Buna ilişkin düzenlemeler 2577, 7201, 213 sayılı Kanunlarda yer
almaktadır.
İdari yargıda dava açma süresi, özel kanunlarında ayrı süre gösterilmeyen
hallerde Danıştay’da ve idare mahkemelerinde altmış ve vergi mahkemelerinde
otuz gün olarak kabul edilmiştir.(2577 sayılı İYUK) Özel kanunlarında ayrı
dava açma süresi gösterilmemişse, 2577 sayılı Kanun’da yer alan genel dava
açma süresi uygulanacaktır. Fakat özel kanunlarda ayrı bir dava açma süresi
gösterilmişse de, bu özel dava açma süresi uygulanacaktır. Yani, idari yargıda
genel ve özel dava açma süreleri olmak üzere ikili bir ayrım yapılmıştır. Örnek
vermek gerekirse, 6183 sayılı Kanun’da ödeme emirlerine karşı dava açma
süresi 15 gün olarak düzenlendiğinden, ödeme emirlerine karşı genel dava
açma süresi olan otuz gün değil, özel dava açma süresi olan 15 gün içerisinde
vergi mahkemesinde dava açılabilecektir.
Mahkemeye erişim hakkına getirilmiş bir sınırlama olan dava açma süresinin
çok kısa olması mahkemeye erişim hakkını ortadan kaldırabilmektedir.
Bu konu ile ilgili olarak AİHM, sürenin kısalığı açısından değerlendirme
yapmaktadır. Perez de Rada Cavanilles/İspanya kararında12, başvurucunun
kanun yoluna başvurması için üç günlük süresi vardır. Ancak bu süre içerisinde
gönderdiği dilekçesi mahkeme kaydına üç günlük süre geçtikten sonra ulaştığı
için başvurusu reddedilmiştir. AİHM’e göre, başvuru için kendisine tanınan
sürenin kısa olması dikkate alındığında başvurucunun ihmalkâr davrandığı için
kabahatli görülmesi mümkün değildir. AİHM, bu davada bir usuli kuralın milli
mahkemelerce bu kadar katı uygulanması sonucu başvurucunun mahkemeye
ulaşma hakkının elinden alındığını belirtmiş ve başvurunun süre geçtiği için
reddedilmesini 6. maddenin ihlali olarak görmüştür.13
2577 sayılı Kanun’da düzenleyici işlemlere karşı dava açma süresi ile ilgili
özel bir düzenleme yer almıştır. İlanı gereken düzenleyici işlemlerde dava açma
süresi, ilan tarihini izleyen günden itibaren başlamaktadır. (2577 sayılı İYUK
7/4. madde) Ancak, bu işlemlerin uygulanması üzerine ilgililerin, düzenleyici
işlem veya uygulanan işlem yahut her ikisi aleyhine birden dava açabilmelerine
12
13
AİHM’in Perez de Rada Cavanilles/İspanya kararı, 28.10.1998.
İnceoğlu, Sibel, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Kararlarında Adil Yargılanma Hakkı, Kamu
ve Özel Hukuk Alanlarında Ortak Yargısal Hak ve İlkeler, İkinci Bası, İstanbul 2005, s.132.
542
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
imkan tanınmıştır. Düzenleyici işlemler, uygulanmadıkları sürece ilgililer
üzerinde icrai bir etkide bulunmadıklarından fazla dikkati çekmedikleri gibi
hukuka aykırı olup olmadıkları da tam anlaşılamaz.14 Bu nedenle uygulama
işlemi üzerine düzenleyici işleme dava açma süresi tekrar başlamaktadır.
Tatil günleri dava açma sürelerinin hesabında dikkate alınır, süreye dahildir.
Fakat kanun koyucu, sürenin son gününün tatil gününe rastlaması ile ilgili
ayrı bir hak getirmiştir. Tatil günlerinin bazen gözden kaçması ile dava açma
süresinin son gününün tatil gününe rastgelmesi sonucunda ilgililer hak kaybına
uğramasın diye sürenin, tatil gününü izleyen çalışma gününün bitimine kadar
uzayacağı kabul edilmiştir. Ayrıca, dava açma sürelerinin bitmesinin çalışmaya
ara verme zamanına rastlaması halinde de sürenin, ara vermenin sona erdiği
günü izleyen tarihten itibaren 7 gün uzamış sayılacağı kabul edilmiştir. 20
Temmuz – 31 Ağustos arası adli tatil olarak kabul edildiğinden, dava açma
süresinin son günü bu aralığa denk gelen kişilere de kanun koyucu, ara
vermenin sona erdiği günü izleyen tarihten itibaren ek olarak 7 gün daha süre
tanımıştır. Buna göre dava açma süresinin son günü 7 Eylül olmaktadır. Özel
kanunlarında yer alan dava açma sürelerinin bitmesinin çalışmaya ara verme
zamanına rastlaması halinde sürenin, ara vermenin sona erdiği günü izleyen
tarihten itibaren 7 gün uzayıp uzamayacağı ile ilgili farklı yargısal kararlar
vardır.15
2577 sayılı Kanun’da, idare mahkemelerinde genel dava açma süresinin
altmış gün olduğu belirtilmiştir. Fakat yine aynı Kanun’da, ivedi yargılama
usulünde dava açma süresi otuz gün, merkezi ve ortak sınavlara karşı açılan
davalarda ise dava açma süresi 10 gün olarak belirlenmiştir. Bu dava türlerinde
genel dava açma süresinden farklı dava açma süreleri getirilmiş olduğundan,
bu işlemlerle ilgili olarak açılan davalar bu özel dava açma sürelerine tabidir.
(2577 sayılı İYUK 7/1. madde)
B.1. 2577 Sayılı İYUK 9. Madde Uygulaması
2577 sayılı Kanun’da dava açma süreleri ile ilgili olarak bulunan
düzenlemelerden birisi de ek dava açma süresi hakkı veren 9. maddede yer
alan hükümdür. Buna göre, adli yargı yerlerince verilen görev ret kararının
kesinleşmesini izleyen günden itibaren ilgililerin, görevli idari yargı yerinde
otuz günlük ek dava açma süresi hakkı vardır.
Görev, konu bakımından davaya hangi mahkemenin bakacağını belirler.
Ülkemizde bir çok yargı kolu bulunduğundan, görevli mahkeme konusunda
14
15
Mutlu, Meltem;”İdari Yargılama Hukukunda Süreler”, Manisa Barosu Dergisi, Yıl:8, Sayı: 28,
Ocak 1989, s.5.
Konya 1. Vergi Mahkemesi’nin 12/04/2016 tarih ve E:2016/445, K:2016/596 sayılı kararı ile
Konya Vergi Mahkemesi’nin 19/08/2015 tarih ve E:2015/1259, K:2015/1471 sayılı kararı.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
543
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
sıkıntılar yaşanmaktadır. Bu görev uyuşmazlıklarının giderilmesi için sadece
bu işe mahsus mahkeme bile vardır, Uyuşmazlık Mahkemesi. İlgililer
de zaman zaman davasını hangi yargı kolunda açması gerektiği ile ilgili
tereddütler yaşamakta ve görevsiz yargı kolunda dava açabilmektedirler. İdari
yargının görevli olduğu bir dava, adli yargıda açıldığında dava görev ret ile
sonuçlanmaktadır. Bu görev ret kararı üzerine bu sefer ilgililerin, görevli yargı
kolu olan idari yargıda dava açması gerekmektedir. Fakat, ilgililer adli yargının
görev ret kararından sonra bu kez görevli yargı yeri olan idari yargıda dava
açmak istediklerinde, artık kuvvetle muhtemel yasal dava açma süresi geçmiş
olacaktır. Mahkemelerin bile görev konusunda anlaşamayıp uyuşmazlığa
düştüğü ve sırf bu uyuşmazlığın çözümü için özel bir mahkeme kurulduğu
bir ortamda, ilgililerden görevli mahkeme konusunda hataya düşmemelerini
beklemek hiç gerçekçi olmaz. Düştükleri bu hata yüzünden, dava açma süresini
kaçırmaları sonucu mahkemeye erişim haklarını ellerinden almak ise hukukla
ve vicdanla bağdaşmaz.
Bu sakıncaları öngören kanun koyucunun getirdiği, görev ret kararının
kesinleşmesini izleyen günden itibaren otuz günlük dava açma hakkına
yönelik 2577 sayılı Kanun’un 9. maddesinde yer alan düzenleme, mahkemeye
erişim hakkı açısından çok isabetli bir düzenleme olmuştur. Bu düzenlemenin
uygulanabilmesi için davanın öncelikle görevsiz bir yargı kolunda açılmış
olması, davanın görevsiz yargı kolunda açılmış olması ile birlikte görevli yargı
kolundaki dava açma süresi içerisinde açılmış olması, görevsiz yargı kolunun
görevsizlik kararı vermesi ve bu kararın kesinleşmesi gerekmektedir.16
Uygulamada çok mümkün olmamakla birlikte, görevsizlik kararının
kesinleşmesinden sonra otuz günlük süre geçirilmiş olsa bile, idari dava
açılması için öngörülen süre henüz dolmamış ise bu süre içinde idari dava
açılabilecektir. Bu durum, maddenin ilk fıkrası ile getirilen ek dava açma
süresi hakkının zaten doğal bir sonucudur. Fakat, her ihtimali düşünen kanun
koyucunun, yanlış yargısal yorumlarla hak kaybı oluşmasın diye bu düzenlemeyi
yapmış olduğunu düşünüyoruz.
Tüm bunlarla birlikte, kanun koyucunun hak olarak getirdiği bu görev
ret kararının kesinleşmesini izleyen günden itibaren otuz günlük dava açma
süresi, uygulamada yargı mercilerinin davranış ve yorumları nedeniyle sorunlu
olmuştur. Normal durumda, adli yargıda açılan davalarda idari yargının görevli
olması sebebiyle görev ret kararı verildiğinde ve bu karar kesinleştiğinde,
yukarıda belirtildiği gibi, ilgili tarafından otuz gün içerisinde veya kalan dava
açma süresi daha fazla ise bu süre içerisinde idari yargı yerinde bizzat dava
açılması gerekmektedir. Fakat uygulamada, adli yargı yerleri idari yargının
16
Gözübüyük, Şeref, agm, Amme İdaresi Dergisi, Cilt:2, Sayı: 4, Aralık 1969, s.3.
544
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
görevli olması sebebiyle görev ret kararı verdikten sonra davacının talebi üzerine
veya re’sen dava dosyasını görevli idari yargı yerine göndermiştir. Kanunda
böyle bir usul bulunmadığından dolayı idari yargı yeri de kendisine gelen dava
dosyasını, esas kaydının kapatılması kararı vererek geldiği mahkemeye iade
etmekteydi. Fakat tüm bu işlemler olurken artık hak olarak verilen otuz günlük
ek dava açma süresi de geçmiş olduğundan, davacının idari yargı yerine hitaben
açtığı davalar süreaşımı nedeniyle reddedilmekte ve bu durum hak kayıplarına
neden olmaktaydı. Böylece yargısal yanlış uygulamalarla mahkemeye erişim
hakkı ortadan kaldırılmış olmaktaydı. Bu hak ihlali AİHM’e taşınmış ve aşağıda
yer verilen Mesutoğlu/Türkiye (14/10/2008 tarihli ve 36533/04 başvuru nolu)
kararı ortaya çıkmıştır.
Mesutoğlu/Türkiye kararında başvurucular, Elazığ Asliye Hukuk
Mahkemesi’nde Elazığ Belediyesi aleyhine tazminat davası açmış, ancak Asliye
Hukuk Mahkemesi davanın görev yönünden reddine karar vererek dosyanın
Malatya İdare Mahkemesi’ne gönderilmesine karar vermiştir. Malatya İdare
Mahkemesi ise başvurucuların İYUK 9. maddeye göre dava açmadıkları gerekçesi
ile davayı reddetmiştir. Danıştay’a yapılan temyiz ve karar düzeltme taleplerinin
de reddi üzerine başvurucular AİHM’e başvurmuşlardır. Başvurucular yasa ile
öngörülen süre ve usulde yeni bir dilekçe sunmalarına rağmen davalarının usul
hatası bulunduğu gerekçesi ile reddedildiğini, bu şekilde karar veren ulusal
mahkemenin davanın esasına girmeyerek mahkemeye erişim haklarının ihlal
edildiğini iddia etmişlerdir. AİHM mahkemeye erişim hakkının mutlak olmayıp
dava koşulları açısından bazı sınırlamalara tabi olduğunu, mahkemeye erişim
hakkının doğası gereği devlet tarafından bir düzenlemeyi gerektirdiğini ve
sözleşmeci devletlerin de bu konuda belirli bir takdir hakkına sahip olduklarını
hatırlattıktan sonra bu sınırlamaların hakkın özünü ortadan kaldıracak ölçüde,
kişinin mahkemeye erişimini engellememesi gerektiğini vurgulamıştır. AİHM
ayrıca, dava açma hakkının doğal olarak yasayla belirlenen şartları olmakla
birlikte, mahkemelerin yargılama usullerini uygularken bir yandan davanın
hakkaniyetine halel getirecek kadar abartılı şekilcilikten, öte yandan, kanunla
öngörülmüş olan usul şartlarının ortadan kalkmasına neden olacak kadar
aşırı bir gevşeklikten kaçınmaları gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Böylece
konuyla ilgili ilkeleri ortaya koyan AİHM, mevcut davada İYUK 9. maddenin asıl
amacının mahkemeye erişimi kolaylaştırmak olduğunu, oysa bu maddeyi çok
katı bir şekilde uygulayan Türk idare mahkemelerinin aşırı şekilci davrandığı
ve başvuranları mahkemeye erişim haklarından ve AİHS 6. maddenin 1. fıkrası
uyarınca adil yargılanma haklarından yoksun bıraktığı kanaatine vararak ihlal
kararı vermiştir.17
17
Aydın, Bihter; Türk İdari Yargı Düzeninde Mahkemeye Erişim Hakkı, Taad, Yıl:4, Sayı:15, Ekim
2013, sayfa:289.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
545
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
Oysa bu sorun, uluslararası merciye taşınacak bir hak ihlaline sebebiyet
vermeden yargı mercilerinin yapacağı yorumlarla çözülebilirdi. Her ne kadar
kanunda, adli yargı yerlerinin idari yargının görevli olması sebebiyle görev
ret kararı verdikten sonra davacının talebi üzerine veya re’sen dava dosyasını
görevli idari yargı yerine göndermesine yönelik bir usul bulunmasa da, bu usul
ile gelen dava dosyaları için idari yargı mercilerince 2577 sayılı Kanun 3. madde
uyarınca dilekçe ret kararı verilmesi gerekirdi. Böylece davacı dilekçesini, idari
yargının usul hükümlerine göre yenileyecek ve dava hak kaybına sebebiyet
vermeden görevli mercide görülmeye devam edilecekti. Nitekim, AİHM’in bu
hak ihlali kararından sonra Danıştay da belirttiğimiz görüşü benimsemiştir. Bu
görüşle ilgili karar özetine bakacak olursak;
Dava, ... İli, ... İlçesi, ... Mahallesi, ... ada, ... parsel üzerinde bulunan
taşınmazda ruhsatsız yapı yapıldığından bahisle, 3194 sayılı İmar Kanunu’nun
42. maddesi uyarınca para cezası verilmesine ilişkin ... tarih ... sayılı ...
Belediye Encümeni kararının iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince;
davanın öncelikle ... Sulh Ceza Mahkemesinde açıldığı, anılan Mahkemenin ...
günlü, Değişik İş No:... sayılı kararı ile Sulh Ceza Mahkemesinin görevsizliğine
ve taraflarca istekte bulunulması halinde dava dosyasının görevli idare
mahkemesine gönderilmesine karar verilerek dosyanın idare mahkemesine
gönderildiği, İdari Yargılama Usulü Kanununda, adli yargı mercilerince verilecek
görevsizlik kararı üzerine dosyanın ilgili mahkemeye doğrudan gönderilmesine
ilişkin bir kural bulunmadığı gerekçesiyle esas kaydın kapatılarak dosyanın
mahkemesine iadesine karar verilmiş, bu karar davacı vekili tarafından temyiz
edilmiştir.
Her ne kadar ... Sulh Ceza Mahkemesinin görevsizlik kararı sonrası 2577
sayılı Kanunun 3. maddesine uygun biçimde düzenlenmiş bir dilekçe ile idari
yargı yerine dava açılmamış ise de, idare mahkemesince, adli yargı yerine
başvuru esnasında verilen dava dilekçesi esas alınıp, dilekçe ret kararı verilerek,
davacıya 2577 sayılı Kanunun 3. maddesine göre dava dilekçesi düzenleme
olanağının tanınması gerekmektedir.
Sonuç olarak, para cezası verilmesine ilişkin belediye encümeni kararına
karşı açılan davada, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 9. maddesine
göre, adli ve askeri yargı yerlerinde açılan davaların görev yönünden reddi
üzerine gönderme kararı verilerek dosyanın görevli idare mahkemesine
gönderilmesi üzerine, İdare Mahkemesince adli yargı yerine başvuru esnasında
verilen dava dilekçesinin 2577 sayılı Kanunun 3. maddesine uygun biçimde
düzenlenmek üzere dilekçenin reddine kararı verilmesi gerekirken, İdare
Mahkemesince dosyanın esasının kapatılıp iadesine karar verilmesinde hukuki
546
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
isabet bulunmamaktadır.18
Bu görüş, idari yargı mercilerince, sorun ortaya çıktığında benimsenseydi
ülkemiz uluslararası bir mahkemede hak ihlali kararına maruz kalmayacaktı.
Hakimlerin aşırı şekilci olmamaları ve öncelikle hakkı gözetmeleri
gerekmektedir. Bu sorunu yargı mercilerinin çözmesi mümkün olduğu gibi
aslında kökten çözümünü yasama organı sağlayabilirdi. Yasama organı,
yapacağı kanun değişikliği ile farklı yargı kollarında verilen görev ret kararı
üzerine dava dosyasının re’sen görevli yargı yerine gönderilmesi usulünü
yasalaştırmalıdır.
B.2. 2577 Sayılı İYUK 10. Madde Uygulaması
2577 İYUK 10. maddede yer alan düzenlemeye göre, ilgililer, haklarında idari
davaya konu olabilecek bir işlem veya eylemin yapılması için idari makamlara
başvurabilirler. Altmış gün içinde bir cevap verilmezse istek reddedilmiş sayılır.
İlgililer altmış günün bittiği tarihten itibaren dava açma süresi içinde, konusuna
göre Danıştay’a, idare ve vergi mahkemelerine dava açabilirler. Altmış günlük
süre içinde idarece verilen cevap kesin değilse ilgili bu cevabı, isteminin reddi
sayarak dava açabileceği gibi, kesin cevabı da bekleyebilir. Bu takdirde dava
açma süresi işlemez. Ancak, bekleme süresi başvuru tarihinden itibaren altı
ayı geçemez. Dava açılmaması veya davanın süreden reddi hallerinde, altmış
günlük sürenin bitmesinden sonra yetkili idari makamlarca cevap verilirse,
cevabın tebliğinden itibaren altmış gün içinde dava açılabilir.
Bu düzenleme ile ilgililere, istekleri doğrultusunda haklarında işlem tesis
edilmesi için idareye başvuru yapma imkanı getirilmiştir. Bu başvuru öncesinde
ilgilisi hakkında herhangi bir idari işlem tesis edilmemiştir. Bu başvuru
sonucunda olumlu veya olumsuz bir işlem tesis edilir. Bu maddenin, 11.
maddede yer alan düzenlemeden farkı da budur. Fakat uygulamada, ilgilinin
yaptığı başvurunun 10. maddeye mi yoksa 11. maddeye mi girdiği konusunda
çoğu zaman tereddüt yaşanmaktadır.
Bu düzenlemede dava açma süresi ile ilgili birden çok durum ortaya
çıkmaktadır. Öncelikle yapılan başvuru sonucunda, idarece altmış gün içinde
olumsuz bir cevap verilirse ilgili yasal dava açma süresi içerisinde bu olumsuz
cevaba karşı dava açabilecektir. Altmış gün içinde bir cevap verilmez ise de bu
kez zımni ret oluşmuş olacak ve ilgili zımni redde karşı yasal dava açma süresi
içerisinde dava açabilecektir.
Bazen idarece altmış gün içinde kesin bir cevap verilmeyebilir. Yani istem
ne reddedilir ne de kabul edilir. Mesela, başvurunun hala incelenmekte olduğu
18
Danıştay 14. Dairesi’nin 16/11/2012 tarih ve E:2011/15076, K:2012/8201 sayılı kararı.
https://portal.uyap.gov.tr/
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
547
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
diye bir cevap verilebilir. İşte bu durumda ilgili, seçimlik hakka sahiptir. İsterse
ilgili, bu kesin olmayan cevabı isteminin reddi kabul edip dava açabilir, isterse
de kesin cevabı bekleyebilir. Fakat bu bekleme süresi de başvurduğu tarihten
itibaren 6 ayı geçemez. 6 ayın sonunda artık hala kesin bir cevap verilmemişse
istek reddedilmiş sayılır ve yasal dava açma süresi içerisinde ilgilisi tarafından
dava açılabilir. İlgilinin başvurusuna idarece altmış gün içinde cevap verilmediği
zaman dava açılmazsa veya açılan dava süreden reddedilirse, bu altmış günlük
süre bittikten daha sonra idarece bir cevap verilirse, bu cevaba karşı da dava
açılabilir.
B.3. 2577 Sayılı İYUK 11. Madde Uygulaması
İdari Yargılama Usul Kanunu’muz olan 2577 sayılı Kanun’da, dava açma
süresinin durması ile ilgili bir düzenleme vardır. Kanun’un 11. maddesinde yer
alan bu düzenlemeye göre, ilgililer tarafından idari dava açılmadan önce, idari
işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılması
üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava
açma süresi içinde istenebilir. Bu başvurma, işlemeye başlamış olan idari
dava açma süresini durdurur. Altmış gün içinde bir cevap verilmezse istek
reddedilmiş sayılır. İsteğin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması halinde
dava açma süresi yeniden işlemeye başlar ve başvurma tarihine kadar geçmiş
süre de hesaba katılır.
Getirilen bu düzenleme ile idareye, dava açılmadan önce işlemini tekrar
gözden geçirme fırsatı verilmiştir. Mahkemelerin iş yükünü azaltabilecek bu
düzenleme ile ilgililere de haklarını aramaları için daha ucuz ve hızlı olan idari
başvuru hakkı verilmiştir. Bu düzenleme çerçevesinde yapılan başvuru, idari
dava açma süresini durdurduğundan dolayı ilgililer için bir hak kaybına yol
açmayacaktır. Bu başvurudan istediğini alamayan ilgililer, idari başvuru ile duran
süreden kalan dava açma süresi içerisinde yine davalarını açabileceklerdir.
B.4. 2577 Sayılı İYUK 13. Madde Uygulaması
Bilindiği gibi, idari yargıda dava türü olarak iptal davalarının yanında bir de
tam yargı davaları vardır. İdari eylemlerden kaynaklanan tam yargı davaları ile
ilgili olarak 2577 sayılı Kanun’un 13. maddesinde yer alan hükümlere göre,
idari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce,
bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten
itibaren bir yıl ve her halde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili
idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gereklidir. Bu
isteklerin kısmen veya tamamen reddi halinde, bu konudaki işlemin (ön karar)
tebliğini izleyen günden itibaren veya istek hakkında altmış gün içinde cevap
verilmediği takdirde bu sürenin bittiği tarihten itibaren, dava süresi içinde dava
açılabilir. Ön karar alınmadan açılan davalarda, idari mercii tecavüzü nedeniyle
merciine tevdii kararı verilir.
548
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
Burada kanun koyucu, idari eylemden kaynaklanan tam yargı davalarının
açılmasında farklı bir usul öngörerek, dava açılmadan önce 1 ve her halükarda
5 yıl içerisinde idareye başvurma şartı getirmiştir. Bu başvurudan sonra genel
dava açma süresi içerisinde tam yargı davası açılabilecektir.
Kanunda yer alan bir yıllık süre çok açıktır.. Eylemin öğrenildiği tarihten
itibaren başlar. Ama beş yıllık süre konusunda uygulamada duraksamalar
yaşanmaktadır. Çünkü kanuna göre her halükarda süre, eylem tarihinden
itibaren beş yıldır. Eylem tarihinin tam olarak ne anlama geldiğini aşağıda yer
alan bir Danıştay kararı ile inceleyelim:
Davacı 04.04.2010 tarihinde davalı idareye bağlı ... Eğitim ve Araştırma
Hastanesinde guatr ameliyatı geçirmiş, dilekçesinde belirttiğine göre ameliyat
sonrası sesinin çıkmaması üzerine doktorlarının bunun zamanla düzeleceğini
beyan etmeleri üzerine taburcu olmuştur.
Davacı 2013 yılında aile hekiminin tavsiyesi üzerine 31.07.2013 tarihinde ...
Üniversitesi Tıp Fakültesinde ses tellerinden operasyon geçirip sesine kısmen
kavuşmuştur.
Yasayla öngörülen tam yargı davaları, idari eylem nedeniyle uğranılan
zararın tazminini ifade etmektedir. Bu nedenle, tam yargı davasının açılabilmesi
için eylemin idariliğinin ve yol açtığı zararın ortaya çıkması zorunludur.
İdari eylem, idarenin işlevi sırasında bir hareketi, bir davranışı, bir tutumu
veya hareketsizliği; idari karar ve işlemle ilgisi olmayan, başka bir deyişle
öncesinde, temelinde bir idari karar veya işlem olmayan salt maddi tasarrufları
ifade etmektedir.
Söz konusu eylemlerin idariliği ve doğurduğu zarar bazen eylemin
yapılmasıyla birlikte ortaya çıkarken, bazen de çok sonra, değişik araştırma,
inceleme veye tedavi süreçlerinin sonucu ortaya çıkabilmektedir.
Bu itibarla, 2577 sayılı Kanun’un 13. maddesinde öngörülen 1 ve 5
yıllık sürenin, eylemin idariliğinin ortaya çıktığı tarihten itibaren hesaplanması
zorunludur. Aksi yorumun, zarara yol açan eylemin idariliğinin ortaya çıkmasıyla
kulanılması mümkün olan dava açma hakkını ortadan kaldıracağı, hak arama
özgürlüğüyle bağdaşmayacağı açıktır.
Davacının davalı idareye bağlı sağlık tesisinde 02.04.2010 tarihinde
geçirdiği guatr ameliyatında ses tellerinin kesilmesi nedeniyle konuşamama
problemi yaşadığının en son ameliyat olduğu 31.07.2013’te öğrendiği yani
bu tarihten itibaren eylemin idariliği hakkında bilgi sahibi olduğu kabul edilse
dahi, 31.07.2013’ten itibaren 1 yıl içinde 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü
Kanunu’nun 13’üncü maddesi uyarınca eylemi ile zarara neden olan idareye
başvurarak bir ön karar alması gereken davacının, bu süre çok geçtikten
sonra 22.06.2015 tarihinde davalı idareye yapmış olduğu başvuru, dava açma
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
549
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
süresini ihya etmeyeceğinden dolayı yapılan başvurunun zımnen reddine
istinaden 02.10.2015 tarihinde açılan dava süresinde olmadığından davanın
süre aşımı nedeniyle reddedilmesi gerekmektedir.19
Danıştay kararında da belirtildiği gibi, bir ve beş yıllık süreler eylemin
idariliğinin ortaya çıktığı tarihten itibaren hesaplanmalıdır. Aksi düşünce
mahkemeye erişim hakkı ile bağdaşmaz. Genel olarak idari yargıda dava açma
sürelerinden bahsettikten sonra da şimdi esas olarak, vergi mahkemelerindeki
dava açma sürelerini mahkemeye erişim hakkı penceresinden değerlendirelim.
C. Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Devletin egemenlik göstergelerinden biri ve hatta belki de en önemlisi
vergilendirme yetkisidir. Devlet tek taraflı olarak, kamu gücüne dayalı, re’sen
icra yoluyla halktan vergi toplar. Bu onun iç egemenlik yetkisidir. Vergi, tek
taraflı olarak toplanır ve karşılıksızdır. Devlet topladığı vergi karşısında hizmet
sunma sözü vermez. Vergi kamu gücüyle toplanır. Yani iradi değildir.
Vergi, kamu hizmetlerini finanse etmek temel amacıyla, egemenlik gücüne
dayalı olarak, karşılıksız bir şekilde, gerçek ve tüzel kişilerden, ödeme güçlerine
göre, kamu gücü kullanılarak alınan bedeldir. Verginin gelişimi ile birlikte vergi
hukuku ortaya çıkmıştır. Türkiye’de vergi hukuku alanında faaliyet gösteren
vergi mahkemeleri vardır. Vergi mahkemeleri de idari yargı teşkilatı içerisinde
yer alır.
Mülkiyet hakkı, Anayasamızda tanınmış bir haktır ve ayrıca temel insan
haklarındandır. Bu yüzden bu hak, çeşitli düzenlemelerle koruma altına
alınmıştır. Mülkiyet hakkına yapılacak müdahele yasaya dayalı olmalı, kamu
yararı çerçevesinde yapılmalı ve ayrıca ölçülü (zorunluluk, elverişlilik ve
orantılılık ilkeleri) olmalıdır. Vergilendirme de mülkiyet hakkına yapılan bir
müdahaledir. Bundan dolayı vergilendirmenin, hukuka uygun olup olmadığının
denetimi yargı yerleri tarafından yapılmaktadır.
Vergi mahkemeleri, genel bütçeye, il özel idareleri, belediye ve köylere ait
vergi, resim ve harçlar ile benzeri mali yükümler ve bunların zam ve cezaları ile
tarifelere ilişkin davaları, bunlara ilişkin 6183 sayılı Kanun uygulamasına ilişkin
davaları ve diğer kanunlarla verilen işleri karara bağlar. Vergi hukukunda, vergi
yasalarını uygulayan, bunları bireysel işlemlere dönüştüren, vergi idareleridir.
Vergi idarelerinin yaptığı işlemlerin hukuka uygunluk denetimini vergi
mahkemeleri yapmaktadır. Vergilendirmenin gerçek veya tüzel kişi açısından
hukuka uygun olup olmadığına vergi mahkemeleri karar verir.
19
Danıştay 15. Dairesi’nin 28/04/2016 tarih ve E:2016/2149, K:2016/3029 sayılı kararı.
https://portal.uyap.gov.tr/
550
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
Vergilendirme ile ilgili Anayasa’mıza bakınca “Vergi Ödevi” başlığı altında
73.maddede, herkesin, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre,
vergi ödemekle yükümlü olduğu; vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımının
maliye politikasının sosyal amacı olduğu; vergi, resim, harç ve benzeri mali
yükümlülüklerin kanunla konulup, değiştirilip veya kaldırılacağı; vergi, resim,
harç ve benzeri mali yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle
oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar
içinde değişiklik yapmak yetkisinin Bakanlar Kurulu’na verilebileceği
düzenlemelerinin yer aldığı görülmektedir.
Ayrıca 13. maddede, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın
yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak
ve ancak kanunla sınırlanabileceği; bu sınırlamaların, Anayasa’nın sözüne
ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine
ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı; 35.maddede, herkesin, mülkiyet
ve miras haklarına sahip olduğu; bu hakların, ancak kamu yararı amacıyla,
kanunla sınırlanabileceği; mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına
aykırı olamayacağı hükümlerinin yer aldığı anlaşılmaktadır.
Görüldüğü gibi vergilendirme, mülkiyet hakkına yapılan bir müdahale
olduğundan dolayı Anayasa’mızda ayrıntılı olarak düzenlenmiş ve
vergilendirme yetkisinin sınırları gösterilmiştir. Sosyal devlet, hukuk devleti,
verginin belirliliği, vergi kanunlarının geriye yürümezliği, verginin yasallığı,
verginin genelliği ve eşitliği, kıyas yasağı, ödeme gücü ve ölçülülük, vergi
yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, verginin kamu giderlerinin karşılığı olması
ilkeleri Anayasa’mızda vergilendirme hususuna ilişkin olarak yer alan ilkelerdir.
Vergilendirme ile ilgili değinilen tüm bu ilkelerin hayat bulması için vergi
hukuku ile ilgili olarak yapılan iş ve işlemlerin yargı denetimine tabi olması
gerekir. Elbette yargı denetiminin işlemesi için mahkemeye erişim hakkı
olmalıdır. Vergi hukuku ile ilgili esas olarak erişilecek mahkeme de ülkemizde,
vergi mahkemeleridir.
Vergi mahkemelerinde genel dava açma süresi 2577 sayılı Kanun’a göre otuz
gündür. Bu demek oluyor ki, dava konusu edilen işlemle ilgili özel kanununda
ayrı bir dava açma süresi gösterilmemişse, otuz gün içerisinde dava açılması
gerekir. Fakat, genel dava açma süresinden ayrı bir özel dava açma süresi
belirlenmişse, bu süre içerisinde dava açılmalıdır.
Dava açma süresi, mahkemeye erişim hakkına getirilmiş bir sınırlama
olduğundan, belirli olmalı, karmaşık olmamalıdır. Ülkemizdeki vergi
mahkemelerinde dava açma süreleri aynı değildir. Otuz günlük genel dava
açma süresinin yanında 7 ve 15 gün gibi özel dava açma süreleri de vardır.
Bu sürelerin çokluğu, dava açacak kişide, davasını hangi dava açma süresi
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
551
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
içerisinde açması gerektiği noktasında kafa karışıklılığına yol açmaktadır. Bu
sorun, dava açma süresinin kaçırılması suretiyle mahkemeye erişim hakkını
ortadan kaldırmaktadır. Yasa koyucu, bu sorunun giderilmesi amacıyla çok
isabetli bir düzenleme yapmıştır. Hatta bu düzenleme doğrudan Anayasa’da
yapılmıştır. Değiştirilen Anayasa’nın 40. maddesi ile, devlete, işlemlerinde,
ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini
belirtme zorunluluğu getirilmiştir. Böylece ilgililer, haklarında tesis edilen idari
işlemde, işleme karşı kaç gün içerisinde ve hangi mahkemede dava açılacağı
belirtileceğinden, kafa karışıklılığı yaşamayacaklardır.
D. Karşılaşılan Sorunlar Ve Çözüm Önerileri
Vergi mahkemesinde dava açma süreleri ile ilgili genel açıklamalarımıza
yukarıda yer verdik. Şimdi ise, vergi mahkemelerinde dava açma sürelerinde
mahkemeye erişim hakkı açısından ortaya çıkan sorunları ve bu sorunlarla
ilgili çözüm önerilerimizi aşağıda yer vereceğimiz başlıklar altında sırasıyla
açıklayalım.
D.1. Dava Açma Süresinin Başlaması
2577 sayılı İYUK 7. maddenin 1. bendinde; dava açma süresinin,
özel kanunlarında ayrı süre gösterilmeyen hallerde Danıştay ve idare
mahkemelerinde altmış gün, vergi mahkemelerinde otuz gün olduğu, 2.
fıkrasının (b) bendinde de; vergi, resim ve harçlar ile benzer mali yükümler
ve bunların zam ve cezalarından doğan uyuşmazlıklarda, tahakkuku tahsile
bağlı olan vergilerde tahsilatın, tebliğ yapılan hallerde veya tebliğ yerine
geçen işlemlerde tebliğin, tevkif yoluyla alınan vergilerde istihkak sahiplerine
ödemenin, tescile bağlı vergilerde tescilin yapıldığı ve idarenin dava açması
gereken konularda ise ilgili merci ve komisyon kararının idareye geldiği tarihi
izleyen günden itibaren başlayacağı hükümlerine yer verilmiştir.
213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 93. maddesinde; tahakkuk fişinden gayri,
vergilendirme ile ilgili olup, hüküm ifade eden bilumum vesikalar ve yazılar
adresleri bilinen gerçek ve tüzel kişilere posta vasıtasiyle ilmühaberli taahhütlü
olarak, adresleri bilinmiyenlere ilan yolu ile tebliğ edileceği, 94.maddesinde;
tebliğin mükelleflere, bunların kanuni temsilcilerine, umumi vekillerine, veya
vergi cezası kesilenlere yapılacağı hüküm altına alınmıştır.
Bilindiği gibi Vergi Hukuku’nda tebliğ, vergilendirmeyi ilgilendiren ve
hüküm ifade eden konuların yetkili makamlar tarafından mükellefe veya
ceza sorumlusuna yazı ile bildirilmesidir. Tebligatın amacı, ilgili kişinin hukuk
aleminde etki ve sonuç doğurabilecek işlemlerin ilgilisine bildirilmesi ve bu
bildirimin de belgelendirilmesidir. Hak arama özgürlüğü, adil yargılanma hakkı
ve mahkemeye erişim hakkı açısından da tebligat çok önemli bir kurumdur.
İlgilinin bu haklardan yararlanması için öncelikle hakkında hüküm ifade eden
552
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
işlemin bilgisi dahiline girmesi gerekmektedir. Bu da usulüne uygun yapılan
tebligat ile olur. Fakat, tebligat usulsüz bile olsa, bir şekilde işlemden ilgilisi
haberdar olmuşsa, artık öğrenme tarihi tebliğ tarihi sayılır. Nitekim 7201 sayılı
Tebligat Kanun’u da bu hususu kabul edip düzenlemiştir.
AİHM, sözleşme sisteminin, bazı durumlarda, sözleşmeci devletlerin
Sözleşme’nin 6. maddesiyle güvence altına alınan haklardan etkili olarak
yararlanılmasını sağlamak için gerekli tedbirleri almasını gerektirdiğini
(Vaudelle/Fransa, B. No: 35683/97, 3/1/2001 §52), bunun her şeyden önce
hakkında dava açılan kişinin durumdan haberdar edilmesini gerektirdiğini
ifade etmektedir (Dilipak ve Karakaya/Türkiye, B. No:7942/05 ve 24838/05,
4/3/2014 §77).
Mahkemeye erişimi aşırı derecede zorlaştıran ya da imkânsız hale getiren
uygulamalar mahkemeye erişim hakkını ihlal edebilir. Bununla birlikte dava
açma ya da kanun yollarına başvuru için belirli sürelerin öngörülmesi, bu
süreler dava açmayı imkânsız kılacak ölçüde kısa olmadıkça, hukuki belirlilik
ilkesinin bir gereğidir ve mahkemeye erişim hakkına aykırılık oluşturmaz. Ne var
ki, öngörülen süre koşullarının açıkça hukuka aykırı olarak yanlış uygulanması
ya da yanlış hesaplanması nedeniyle kişiler dava açma ya da kanun yollarına
başvuru hakkını kullanamamışsa mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğini
kabul etmek gerekir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Osu/İtalya, B. No:
36534/97, 11/7/2002, §§ 36-40).
Bunun yanında bir mahkemeye başvuru hakkının yasal bir takım şartlara
tabi tutulması kabul edilebilir olsa da, mahkemeler usul kurallarını uygularken
bir yandan âdil yargılanma hakkını ihlâl edebilecek aşırı şekilcilikten, diğer
yandan da yasalar tarafından düzenlenen usul kurallarının ortadan kaldırılması
sonucunu doğurabilecek aşırı gevşeklikten kaçınmalıdırlar (Walchli/Fransa, B.
No: 35787/03, 26/7/2007, § 29).
AİHM, süre koşulu gibi dava açmaya ilişkin usul koşulları birden fazla
yoruma neden olabilecek nitelikte ise, mahkemeye erişim hakkı kapsamında
o yorumlardan birinin davayı açmak isteyen kişileri engelleyecek şekilde katı
bir şekilde kullanılmaması veya söz konusu koşulların katı bir uygulamaya
tabi olmaması gerektiğini ifade etmiştir (Bkz. Beles/Çek Cumhuriyeti, B. No:
47273/99, 12/11/2002, § 51; Tricard/Fransa, B. No: 40472/98, 10/7/2001, §
33).20
1982 Anayasası’nın 125. maddesinde; idari işlemlere karşı açılacak
davalarda sürenin, yazılı bildirim tarihinden başlayacağı, hükmü yer almaktadır.
Bu doğrultuda, mahkemeye erişim hakkını belirli bir süre ile sınırlayan dava
20
Akt.Anayasa Mahkemesi’nin 16/04/2015 tarih ve 2013/4553 bireysel başvuru numaralı
kararı. http://www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/kararlar/kbb.html
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
553
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
açma süresi, yazılı bildirim ile işlemeye başladıktan sonra son gününde sona
erer. İlgili bu süre içerisinde davasını açmaz ise artık mahkemeye erişim hakkı
bulunmaz. İdari işlem ilgilisine bildirildikten sonra dava açma süresi işlemeye
başlamaktadır. Bildirimle birlikte ilgili artık hakkında tesis edilmiş idari işlemden
haberdar edildiğinden, kanuni süresi içerisinde mahkemeye erişim hakkına
veya varsa başka hak arama yollarına başvurabilecektir. İdari işlemlere dava
açma süresinin makul süre ile sınırlandırılması mahkemeye erişim hakkını
zedelemez. Fakat, ilgili hakkında tesis edilen işlemden ilgilisine yazılı bildirim
yapılmadan veya hukuka aykırı yazılı bildirim yapılarak dava açma süresini
işletmeye başlamak mahkemeye erişim hakkının özünü zedeler. Çünkü bu
durumda ilgili, işlemden haberdar bile değildir ama süre işlemiş ve dava
açma süresi bitmiş olacaktır. Böyle bir durumda, davayı süreden reddetmek
hukukla bağdaşmaz. Bu yüzden, dava açma süresinin başlaması konusu çok
önemlidir. Dava açma süresini işlemeye başlatan yazılı bildirim ve buna ilişkin
usuller de hukuka uygun olarak yapılmalıdır. Yazılı bildirim ile ilgili usul ve
esaslar 7201 sayılı Tebligat Kanun’unda düzenlenmiştir. Vergi hukuku ile ilgili
özel ve esas düzenlemeler ise 213 sayılı Vergi Usul Kanun’unda yer almıştır.
Açılan bir davada süre aşımı ile ilgili bir sıkıntı varsa, hakim yazılı bildirimin bu
kanunlarda yer alan usul ve esaslara uygun olarak yapılıp yapılmadığını inceler.
Yapılan bir yazılı bildirimle ilgili olarak yargı kararını inceleyecek olursak;
Dava dosyasının incelenmesinden; davaya konusu cezalı tarhiyatlara
ilişkin ihbarnamelerin davacı şirkete 13.04.2015 gününde tebliğ edildiği, bu
tarihten itibaren 30 (otuz) günlük yasal dava açma süresi içinde davanın en
geç 13.05.2015 tarihinde açılması gerekirken, bu süre geçirilerek 25.05.2015
tarihinde Mahkememiz kaydına alınan dilekçe ile açılan davada süreaşımı
olduğu anlaşıldığından işin esasının incelenmesi olanağı bulunmamaktadır.21
Yukarıda yer verilen Mahkemenin süre ret kararına karşı yapılan itiraz
başvurusu sonucunda ise Bölge İdare Mahkemesince şu karar verilmiştir;
Dava dosyasının incelenmesinden; davacı adına takdir komisyonu kararına
istinaden re’sen tarh edilen 2011 ve 2012 yıllarına ilişkin tekerrür hükümleri
uyarınca 1,5 kat vergi ziyaı cezalı kurumlar vergisi, 2012/1-3 dönemine ilişkin
tekerrür hükümleri uyarınca 1,5 kat vergi ziyaı cezalı kurum geçici vergisi ile
2012/3 dönemine ilişkin tekerrür hükümleri uyarınca 1,5 kat vergi ziyaı cezalı
katma değer vergisine ilişkin 08, 09, 10 ve 11 nolu vergi/ceza ihbarnamelerine
ilişkin tebliğ alındısının incelenmesinden, Vergi Usul Kanunu hükümlerine
göre şirkete yapılan tebligatın kime yapıldığı hususunun açıkça belirtilmediği,
tebligatı alan kişinin davacı şirket tüzel kişiliği ile ilişkisinin ( başkan, müdür,
21
Konya 1. Vergi Mahkemesi’nin 09/06/2015 tarih ve E:2015/963, K:2015/1309 sayılı kararı.
https://portal.uyap.gov.tr/
554
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
kanuni temsilci) açık bir biçimde tebliğ alındısında belirtilmediği, tebliğ
mazbatasında; ancak gerçek kişilere yapılacak tebliğlerde yer verilebilecek
“muhatabın kendine tebliğ edildi” şeklindeki bir ifadeye yer verildiği,
dolaysıyla yapılan tebliğ işleminin usulüne uygun olarak gerçekleşmediğinin
anlaşılması sebebiyle, davacı şirket tarafından tarhiyatın 21.05.2015 tarihinde
öğrenildiği beyanına itibar edilmesi gerektiği ve 25.05.2015 tarihinde açılan
davanın davanın süresinde açılmış olduğu sonucuna ulaşıldığından, süre
aşımı nedeniyle davanın reddi yolundaki Mahkeme kararında hukuki isabet
bulunmamaktadır.22
İtiraz incelemesini yapan Bölge İdare Mahkemesi, yazılı bildirimin usulüne
uygun yapılmadığı görüşüne vardığından, davayı süresinde görmüştür.
Böylece, usulsüz yazılı bildirim ile başlatılan dava açma süresi ile mahkemeye
erişim hakkının haksız yere kısıtlanmasını engellemiştir.
Yazılı bildirimin dava açma süresini başlatması ile ilgili olarak, bazı
düzenlemelerde “yazılı bildirimi izleyen günden itibaren” ifadesi yer almakta
iken, bazı düzenlemelerde ise “yazılı bildirimden itibaren” ifadesi yer
almaktadır. Yani bazı işlemlerde dava açma süresinin, yazılı bildirimin yapıldığı
günü izleyen günden itibaren, bazılarında ise yazılı bildirimin yapıldığı günden
itibaren başlaması gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Hakkaniyetli olan ve
mahkemeye erişim hakkı açısından uygun olan bizce dava açma süresinin, yazılı
bildirimi izleyen günden itibaren işlemeye başlatılmasıdır. Çünkü tebligatın,
ilgili kişiye günün hangi saatinde yapılacağı bilinmez. Bu yüzden, yasa koyucu
tarafından mevzuattaki bu durum, dava açma süresinin yazılı bildirimi izleyen
günden itibaren başlaması yönünde düzeltilmelidir. Farklı kanunlarda farklı
yönde dava açma süresinin başlama zamanlarının olması, ilgilileri yanlış
yönlendirip dava açma süresinin kaçırılmasına sebebiyet verebilir. Bu nedenle,
yargı yerlerince de dava açma süresinin yazılı bildirimi izleyen günden itibaren
başlaması yönünde içtihat oluşturulması gerekmektedir.
Yazılı bildirim ile ilgili usul ve esasların mahkemeye erişim hakkını ortadan
kaldırmaması için yasa koyucu tarafından yazılı bildirime dair hükümlerin
hakkaniyete uygun olarak düzenlenmesi gerekmektedir. Ayrıca, hakimlerin de
yazılı bildirime ilişkin mevzuatta yer alan düzenlemeleri mahkemeye erişim
hakkının özünü zedeleyecek şekilde dar ve katı yorumlamaması gerekmektedir.
Böylece, yazılı bildirimin usul ve esasları konumuz olmadığından, yazılı
bildirimi sadece dava açma süresi açısından inceleyerek mahkemeye erişim
hakkına olan etkilerini anlatmış olduk.
22
Konya Bölge İdare Mahkemesi’nin 01/10/2015 tarih ve E:2015/2625, K:2015/2260 sayılı
kararı. https://portal.uyap.gov.tr/
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
555
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
D.2. Anayasa’nın 40/2. Maddesi Uygulaması
Mahkemeye erişim hakkının ne olduğuna ilişkin açıklamalarımıza yukarıda
yer vermiştik. Bu hakkın, devlet tarafından tanınması ve mevzuatta yer alması
tek başına yeterli değildir. Mahkemeye erişim hakkının kullanılabilmesi için
erişmek isteyen kişinin, erişeceği doğru mahkemeyi ve buna ilişkin usullleri
bilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, mahkemeye erişim hakkı sadece
“kağıt” üzerinde kalır. İşte bu doğrultuda, Anayasamız’da 2001 yılında
yapılan değişiklikle 40. maddeye, devlete, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi
kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtme yükümlülüğü
getiren fıkra eklenmiştir. Bu değişikliğin gerekçesinde “Bireylerin yargı ya da
idari makamlar önünde sonuna kadar haklarını arayabilmelerine kolaylık ve
imkan sağlanması amaçlanmaktadır. Son derece dağınık mevzuat karşısında
kanun yolu, mercii ve sürelerin belirtilmesi hak arama, hak ve hürriyetlerin
korunması açısından zorunluluk haline gelmiştir.” açıklaması yapılmıştır.
Aslında, 4709 sayılı Kanun’la Anayasa’nın 40. maddesine eklenen fıkra,
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 77/31 sayılı kararında belirtilen “Yazılı
olarak bildirilen idari işlem, ilgilinin haklarını, özgürlüklerini ya da menfaatini
zedeler nitelikteyse olağan başvuru yolları ve süresini de gösterir”23 esasının
benimsenmesinin bir sonucudur.
Anayasamızdaki yükümlülük Devlet’e getirilmiştir. Yani yükümlülük yasama,
yürütme, yargı ve idarenin hepsine birden yükletilmiştir. Fakat yükümlülük
bunların idari fonksiyonuna ilişkindir. Bu kapsamda bahsedilen işlemler ise,
ilgilisinin hukuk aleminde sonuç doğuran, kamu hukuku bağlamında tesis
edilen somut bireysel idari işlemlerdir. Nitekim, İdari İşlemler Karşısında
Bireylerin Korunmasına İlişkin Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi kararı da,
yükümlülüğün kapsamını idari işlem olarak belirlemektedir.24 Gösterilmesi
zorunlu kanun yollarından kastedilen başvuru yollarıdır. İlgilisi hakkında tesis
edilen işleme karşı gösterilmesi zorunlu başvuru yolları, etkili başvuru hakkı
veren idari ve/veya yargısal başvuru yollarıdır.
Anayasamızda yapılan değişiklik, hak arama özgürlüğü açısından devlete
getirilmiş çok önemli bir yükümlülüktür. Mevzuatın bu kadar karmaşık
ve dağınık olduğu bir ortamda, bu karmaşıklık ve dağınıklılık yüzünden
ilgililerin hak arama özgürlüğünün ihlal edilmemesi gerekmektedir. Yanlış
bir merciye başvuru veya süresi kaçırılmış bir başvuru, kişinin hak arama
özgürlüğünü engeller. Bu yüzden, devlete yüklenen bu sorumluluk sonucunda,
devletin tüm işlemlerinde hangi kanun yolları ve mercilere hangi sürelerde
23
24
Akyılmaz, Bahtiyar, İdari Usul İlkeleri Işığında İdari İşlemin Yapılış Usulü, 1. Baskı, Ankara
2000, s. 213.
http://www.todaie.edu.tr/resimler/ekler/a54bf108ca06d26_ek.pdf?dergi=Amme%20
Idaresi%20Dergisi
556
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
başvurulacağı belirtileceğinden, ilgililer doğru yerde ve doğru sürede haklarını
arayabileceklerdir.
Mahkemeye erişim hakkı açısından, hakkında tesis edilen işlemde hangi
sürede ve hangi mahkemede dava açılması yazılmış olacağından, ilgilisi
doğru sürede ve yerde davasını açabilecektir. Sonuç olarak usuli nedenlerle
mahkemeye erişim hakkı kısıtlanmamış olacaktır.
AİHM de, uygulanan usulün karmaşıklığı ve açık olmaması nedeniyle dava
süresinin aşılması nedeniyle davanın reddedilmesi durumunda mahkemeye
erişim hakkının ihlal edileceği sonucuna varmaktadır.25 Örneğin De Geouffre
da la Pradelle/ Fransa kararında26, başvurucu, taşınmazını koruma alanı
kapsamına alan ve Resmi Gazete’de yayınlanan kararnameyi tam olarak
anlayamamış, ancak kararnamenin tam metnine yer veren tebligatın kendisine
ulaşması üzerine kanun yollarına başvurmuştur. Ancak Fransız Danıştayı,
kararnameye karşı başvuru süresinin iki ay olduğunu, tebligatın ise bu süre
geçtikten sonra başvurucuya ulaştığını, dolayısıyla dava açma süresi geçirildiği
gerekçesiyle davasını reddetmiştir. AİHM bu davada, iç hukukun karmaşık
olduğunu, bu durumda başvurucudan dava süresinin kararnamenin Resmi
Gazete’de yayınlandığı günden mi yoksa tebliğ tarihinden sonra mı başladığını
anlamasının beklenemeyeceğini belirtmiştir. Mahkeme, yeteri kadar açık
ve tutarlı bir sistem olmadığından, mahkemeye etkili başvuru hakkının ihlal
edildiği kararına varmıştır.27 Bu durumda yargılama usulü kanunlarında dava
açma süresine ilişkin düzenlemelerin sıradan vatandaşın anlayabileceği
açıklıkta yer alması gerekmektedir.28
Anayasamız’da yer alan, devlete, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun
yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtme yükümlülüğü ile
ilgili herhangi bir kanuni düzenleme yapılmamıştır. Yani bu hükmün, usul ve
esaslarını düzenleyen bir kanuni hüküm yoktur. Bu da anayasanın doğrudan
uygulanabilirliği konusunu gündeme getirmiştir. Kanuni bir düzenleme
olmadan, sadece anayasada yer alan bu hüküm doğrudan uygulanabilir mi
buna bakalım.
Anayasada yer alan her hükmün uygulanması için mutlaka yasal düzenleme
gerekmez. Anayasa çerçeveyi çizip usul ve esasların düzenlenmesini açıkça
kanuna bırakmış ise o zaman uygulama için kanuni düzenleme gerekir.
Yoksa, açıkca anayasada yer alan her hükmün uygulanması için kanun
çıkarılması gerekmez. Çünkü anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesi
25
26
27
28
İnceoğlu, Sibel: a.g.e., s.132-133.
De Geouffre da la Pradelle/Fransa kararı, 16.12.1992.
İnceoğlu Sibel: a.g.e., s.133.
Aydın, Bihter; agm.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
557
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
gereği anayasa, herkesi bağlar ve normlar hiyerarşisinde de en üstte yer alır.
Normlar hiyerarşisinin en üstünde yer alan anayasada açıkca düzenlenmiş
bir hükmün uygulanması, normlar hiyerarşisinde anayasanın altında yer alan
kanun ile ayrıca düzenlenmesi şartına bağlanamaz. Bu yüzden Anayasa’nın
40. maddesinde yer alan bu hüküm doğrudan uygulanabilir, ayrıca kanuni
bir düzenlemeye gerek yoktur. Nitekim Anayasa Mahkemesi de bu görüşü
benimsemiştir;
Özel kanunlarda aksi yönde bir kural bulunmaması halinde idari
yaptırımlara karşı ilgililerin belirtilen düzenlemeler uyarınca idari yargı yoluna
başvurabilecekleri kuşkusuzdur. Bu bağlamda, 5225 sayılı Kanun’da iptali
istenen kurallar yönünden başvurulacak kanun yolu ve süresinin özel olarak
öngörülmemiş olması, Anayasa’nın 40. maddesine aykırılık oluşturmaz. Kaldı
ki, 40. maddenin ikinci fıkrasıyla devlet’e verilen görev, somut olaylarda ilgili
kişiler hakkında tesis edilen işlemlere karşı başvurulacak kanun yolları ve
merciler ile sürelerin belirtilmesi zorunluluğu olup, bu hususlara ilişkin olarak
her yasada özel bir düzenleme yapma yükümlülüğü içermemektedir.29
Anayasa’nın 40. maddesinin ikinci fıkrası; “Devlet, işlemlerinde, ilgili
kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek
zorundadır” şeklindedir. Buna göre devletin işlemlerine karşı hangi mercilere,
hangi süreler içinde başvuracağının belirtilmesi yasayla olabileceği gibi,
yasanın verdiği yetkiye dayanarak tüzük, yönetmelik gibi bir düzenleyici
işlemle de yapılabilir. Anayasa’nın bu hükmü ile, devlete verilen görev, somut
olaylarda ilgili kişiler hakkında tesis edilen işlemlere karşı başvurulacak kanun
yolları ve merciler ile sürelerin belirtilmesi zorunluluğuna ilişkin olup, bu
hususlara yönelik olarak her yasada özel bir düzenleme yapma yükümlülüğünü
içermemektedir. Dolayısıyla burada devletin işlemlerinde, hangi mercilere ve
hangi süreler içinde başvurulacağını açıkça göstermesiyle ilgililerin yetkili
makamlara süresini geçirmeden başvurarak hak arama özgürlüklerinin
korunması amaçlanmaktadır.
Anayasa’nın 125. maddesinde idarenin her türlü eylem ve işlemlerine
karşı yargı yolunun açık olduğu belirtilmektedir. Buna göre, ilgili mercilere
itiraz edilebileceğine dair bir kural bulunmasa bile Anayasa ve yasalar
gereğince ilgililerin kontrol ve denetim sonuçları hakkında yargı yoluna
başvurma olanakları vardır. Bu durum karşısında, işyeri yetkililerine tanınan
ilgili mercilere itiraz hakkının, yasayla düzenlenmesi ve hatta itiraz hakkı için
özel bir düzenleme yapılması da gerekmez. Bu hakka ilişkin esas ve usullerin
yönetmelikle belirlenmesi, asli düzenleme yetkisinin devredilmezliği ilkesini
29
Anayasa Mahkemesi’nin 08/12/2004 tarih ve E:2004/84, K:2004/124 sayılı kararı. http://
www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/kararlar/kbb.html
558
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
ihlâl etmediğinden Anayasa’nın 2. ve 40. maddelerine aykırı değildir. İptal
isteminin reddi gerekir.30
Peki kanun yollarının ve sürelerinin gösterilmemesi durumunda ne olacaktır?
Yani Anayasa’nın 40. maddesindeki yükümlülüğün yerine getirilmemesinin bir
yaptırımı var mıdır, varsa nasıl bir yaptırım uygulanır? Kanun yolu ve süresinin
gösterilmemesi tek başına idari işlemin iptalini gerektirir mi? Şimdi bu soruların
cevaplarını arayalım.
D.2.1. Anayasa’nın 40/2. Maddesi Uygulamasının Sonuçları
2577 sayılı İYUK’un 2. maddesinde iptal davaları; idari işlemler hakkında
yetki şekil sebep konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı
olduklarından dolayı iptalleri için menfaatleri ihlal edilenler tarafından açılan
davalar, olarak tanımlanmıştır. Buna göre açılan bir iptal davasında idari işlem,
bu unsurlar açısından incelenecektir. Bu unsurlardan biri de şekil unsurudur.
Özel hukukta şekil serbestisi varken idare hukukunda şekil kuralları mevzuatla
düzenlenmiştir. Hukuk metinlerinde idari işlemin yapılması için izlenecek yol
ve usüller belirtilmiştir. İdare hukukunda şekil kurallarının önceden belirlenmiş
olunması ve bu usüle uyularak idari işlemlerin tesis edilmesi “hukuki güvenlik”
ilkesi gereğidir. Kamu gücü tarafından tek taraflı olarak tesis edilen icrai idari
işlemlerin tabi oldukları şekli, usulü önceden bilmek o ülkede ki insanlara
hukuki öngörülebilirlik sağlar. Şekil unsurları kendi içerisinde “olmazsa olmaz”,
“asli” ve “tali” olmak üzere üçe ayrılır. Olmazsa olmaz şekil unsurunda, bu tür
sakatlık idari işlemin kimliğini yok ettiği için işlem yok hükmünde kabul edilir.
Örneğin, yazılı yapılması gereken naklen polis atama işleminin sözlü yapılması,
işlemi yok hükmünde kılar. Yine Danıştay incelemesinden geçmeden çıkarılan
tüzükler yok hükmünde kabul edilir. Ayrıca Resmi Gazete’de yayımlanması
zorunlu bir yönetmeliğin Resmi Gazete’de yayımlanmaması da onu yoklukla
batıl kılar. Asli şekil unsuru, idari işlemin zorunlu şekil şartlarındandır. Bu
unsurdaki sakatlık işlemin iptal edilebilirliğine yol açar. Örneğin idareye işlem
tesis etmeden önce bir takım yerlerden görüş alma zorunluluğu getirilmişse
veya bir başka mercinin teklifi doğrultusunda işlem tesis etmesi gerekmekte
ise görüş almadan veya teklif gelmeden işlem tesis etmesi işlemi sakatlar
ve işlemin iptali gerekir. Tali şekil unsuru ise, işlemin sonucunu etkilemeyen
unsurdur. Bu unsurun sakat olması işlemin iptalini gerektirmez.31
Bu doğrultuda, idari işlemde kanun yolu ve süresinin gösterilmesi ne
olmazsa olmaz ne de asli şekil unsurudur. Bu yüzden kanun yolu ve süresinin
30
31
Anayasa Mahkemesi’nin 08/01/2009 tarih ve E:2004/69, K:2009/6 sayılı kararı. http://
www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/kararlar/kbb.html
Aydın, Alper; İdari Yargı Çerçevesinde Anayasa Yargısında Yokluk, TAAD, Yıl:5, Sayı:19, Ekim,
2014.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
559
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
gösterilmemesi işlemin iptalini gerektirmez. Bu unsur, hak arama özgürlüğü
için getirilmiştir. O yüzden, işlemde kanun yolu ve süresinin gösterilmemesi
de işlemi, hak arama özgürlüğü açısından bir yaptırıma tabi tutmalıdır.
Çünkü işlemde kanun yolu ve süresinin gösterilmesi yükümlülüğünü getiren
maddenin gerekçesi, son derece dağınık mevzuat karşısında kanun yolu,
mercii ve sürelerin belirtilmesi hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması
açısından zorunluluk haline gelmiş olmasıdır. Bu nedenle, bu yükümlülüğün
ihlali durumunda uygulanacak yaptırım için mahkemelerce hak arama
özgürlüğü açısından yorum yapılmalıdır. Bizce bu yaptırım da, yasal süresinden
sonra açılsa da, davanın süresinde açıldığının kabul edilmesi olmalıdır. Yani
dava konusu işlemde kanun yolları ve süreleri gösterilmemişse, dava, yasal
süresinden sonra açılmış olsa da süresinde kabul edilip işin esasına girilmelidir.
Artık bu durumda süre ret kararı verilmemelidir. Çünkü hak arama özgürlüğü
için getirilmiş anayasal hüküm ihlal edilerek işlemde kanun yolları ve süreleri
gösterilmemişse, bu ihlalin mahkemeye erişim hakkını engellemesine
izin verilmemelidir. Mahkemeye erişim hakkı gereği dava süresinde kabul
edilmelidir. Nitekim bu düşünce aşağıda yer verilen Danıştay Vergi Dava
Daireleri Kurulu kararında da benimsenmiş ve yasal süresinden sonra açılmış
olsa da davanın süresinde açıldığının kabulü gerektiği belirtilmiştir;
Her ne kadar, ... tarihinde tebliğ edilen ödeme emrinin iptali istemiyle, 6183
sayılı Kanunun 58’inci maddesinin yukarıda anılan hükmünde öngörülen yedi
günlük sürenin geçirilmesinden sonra açılan davanın süre aşımı yönünden
reddi gerekirken, ödeme emrinin iptali yolunda verilen mahkeme kararında
Yargılama Hukuku kurallarına uyarlık görülmediği gerekçesiyle bozma kararı
verilmişse de, dosyada bulunan ve dava dilekçesinde ... tarihinde tebliğ edildiği
belirtilen ... tarihli ödeme emrinde, bu işleme karşı başvurulacak yargı mercii
veya idari makamın ve başvuru süresinin gösterilmediği saptanmaktadır.
Bu durum, Anayasa’nın 40’ıncı maddesinin ikinci fıkrasına ilişkin gerekçede
belirtildiği gibi son derece karışık olan mevzuat karşısında bireylerin yargı yeri
ve idari makamlar önünde haklarını sonuna kadar arayabilmelerini olanaklı
kılmak amacıyla öngörülen zorunluluğa aykırı ve dolayısıyla, Anayasa’nın
36’ncı maddesinde öngörülen hak arama hürriyetini sınırlayıcı bir sonuç
doğurmuş, Anayasa’nın temel hak ve hürriyetlerin korunmasını düzenleyen
40’ıncı maddesine açıkça aykırılık yaratmıştır.
Başvuru mercii ve süresi gösterilmeyen ödeme emirlerine ilişkin yazılı
bildirim süreyi başlatmayacağı için davanın süresinde açılmadığından söz
edilemeyeceğinden, temyiz istemine konu yapılan ... Vergi Mahkemesinin ...
gün ve ... sayılı kararında, ısrar hükmü yönünden sonucu itibarıyla hukuka
aykırılık bulunmamıştır.32
32
Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulu’nun 20/01/2016 tarih ve E:2015/1016, K:2016/41
sayılı kararı. https://portal.uyap.gov.tr/
560
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
İdarenin tesis ettiği işlemde başvuru yolunu ve süresini göstermemesi
ve ilgili kişinin bu işleme karşı yasal süreden sonra açtığı davanın süre aşımı
nedeniyle reddedilmesi, anayasal yükümlülüğünü yerine getirmeyen idarenin
bu yolla dava tehdidinden kurtulması anlamına gelecektir. Bu nedenle eğer
idare, Anayasa m. 40/f.2’den kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirmemiş
ve ilgili kişi bu nedenle davasını süresi içinde açamamışsa, dava süresinde
kabul edilmeli ve işlemin esasının yargısal denetimine geçilmelidir.33
Dava konusu idari işlemde dava açma süresinin gösterilmemesi durumunda,
açılan davanın süresinde kabul edilerek mahkemeye erişim hakkı gereği
işin esasının incelenmesi gerekmektedir. Peki, bu halde dava sonsuza kadar
açılabilir mi, bunun da bir üst sınırı yok mudur? Bu konuda uygulamada bu
halde dahi davanın her halükarda genel dava açma süresi içerisinde açılması
gerektiği genel kabul görmektedir.34 Bu durumda, işlemde, özel dava açma
süresi belirtilmediği takdirde genel dava açma süresi içerisinde açılan dava,
süresinde kabul edilmektedir. İdare mahkemeleri için genel dava açma süresi
altmış gün iken vergi mahkemeleri için otuz gündür. Bu yöndeki Danıştay karar
özetine aşağıda yer verilmiştir;
Dava konusu olayda davacı adına düzenlenerek 15.7.2010 tarihinde tebliğ
edilen ödeme emirlerine karşı yasal süre geçirildikten sonra 7.9.2010 tarihinde
Mahkeme kayıtlarına giren dilekçe ile açılan davada süre aşımı bulunduğu
gerekçesiyle Vergi Mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir. Ancak,
dosyada bulunan ödeme emrinin incelenmesinden; ödeme emrine karşı dava
açılması halinde dava açma süresinin kaç gün olduğu hususuna yer verilmediği
tespit edilmiştir.
Bu nedenle, özel kanununda yer alan düzenleme gereği tebliğ tarihinden
itibaren 7 gün içinde dava açılması gereken ödeme emrinin içeriğinde, bu
bilgiye yer verilmemiş olduğu dikkate alındığında bu ödeme emrine karşı
vergi mahkemelerinde genel dava açma süresi içinde açılan davada, anılan
Anayasa hükmü ve 2577 sayılı Kanunun 8/3.maddesinde yer alan hüküm
karşısında dava açma süresinin geçirildiğinden söz edilmeyeceğinden, davayı
süre aşımı nedeniyle reddeden vergi mahkemesi kararında usul hükümlerine
uyarlık görülmemiştir.35
Ayrıca Danıştay, uzlaşma sonrası dava açmak için getirilen 15 günlük süreyi
de özel dava açma süresi kabul etmiş ve aşağıda özetine yer verilen kararı
vermiştir;
33
34
35
Akbulut, Emre; İdari İşlemde Kanun Yolu ve Süresi Gösterme Yükümlülüğünün Yargısal
Denetime Etkisi, TBB Dergisi, Sayı 81, 2009.
Danıştay 9. Dairesi’nin 30/10/2014 tarih ve E:2011/8676, K:2014/6872 sayılı kararı. https://
portal.uyap.gov.tr/
Danıştay 9. Dairesi’nin 30/10/2014 tarih ve E:2011/8676, K:2014/6872 sayılı kararı. https://
portal.uyap.gov.tr/
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
561
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
213 sayılı Vergi Usul Kanununun Ek 7’nci maddesinde ise, uzlaşmanın
vaki olmaması halinde mükellef veya ceza muhatabının; tarhedilen vergiye
veya kesilen cezaya, uzlaşmanın vaki olmadığına dair tutanağın kendisine
tebliğinden itibaren genel hükümler dairesinde ve yetkili vergi mahkemesi
nezdinde dava açabileceği, bu takdirde, dava açma müddeti bitmiş veya 15
günden az kalmış ise bu müddetin tutanağın tebliği tarihinden itibaren 15 gün
olarak uzayacağı hükme bağlanmıştır.
Tarhiyat sonrası uzlaşma talebine ilişkin olup şirket yetkilisine 12.2.2013
tarihinde tebliğ edilen uzlaşmanın vaki olmadığına ilişkin tutanağın, üzerinde
uzlaşılamayan vergi ve cezalara karşı, izlenecek kanun yolları, başvurulacak
merciler ve süreleriyle ilgili olarak Anayasa’nın yukarıda kuralına yer verilen
40’ıncı maddesinin ikinci fıkrası uyarınca bulunması gereken herhangi bir
bilgiyi içermediği görülmektedir.
Bu nedenle, 213 sayılı Yasanın Ek 7’nci maddesinde yer alan özel düzenleme
gereği, tebliğ tarihinden itibaren 15 gün içinde dava açılması gerektiği
yolundaki bilgiyi içermeyen uzlaşmanın vaki olmadığına ilişkin tutanağın
Anayasa’nın sözü edilen düzenlemesine uygun düştüğünden ve bu Anayasa
hükmü karşısında, uzlaşmaya konu edildiği halde üzerinde uzlaşılamayan
vergi ve cezalara karşı vergi mahkemelerinde genel dava açma süresi
içinde açılan davada, dava açma süresinin geçirildiğinden söz edilmesine
olanak bulunmadığından, davanın; süre aşımı yönünden reddine ilişkin
vergi mahkemesi kararının, esası hakkında karar verilmek üzere bozulması
gerekmiştir.36
Biz bu uygulamalar ve görüşlere katılmamaktayız. Çünkü bu görüşün yasal
dayanağı bulunmamaktadır. Anayasa 40. maddesi, kanun yolları ve sürelerinin
gösterilmesi yükümlülüğünü genel – özel diye ayırmamıştır. Anayasa’nın
bu maddesinde, genel dava açma süresinin işlemde belirtilmesine gerek
olmadığı ve sadece özel dava açma süresinin belirtilmesi gerektiği, şeklinde bir
hüküm kesinlikle yer almamaktadır. Böyle bir yoruma açık bir düzenleme bile
bulunmamaktadır. Genel dava açma sürelerinin herkes tarafından bilindiği
nasıl kabul edilebilir? Ayrıca hangileri genel dava açma süresidir? 2577 sayılı
Kanun’da genel görevli mahkeme, idare mahkemesi ve genel dava açma
süresi de altmış gündür. Peki vergi mahkemeleri için öngörülen otuz günlük
süre genel mi özel mi dava açma süresidir? Neyin genel, neyin özel dava açma
süresi olduğu bile net değilken, özel dava açma süresi gösterilmeyen işlemde
genel dava açma süresinin kabul edilmesi hakkaniyete uygun değildir. Anayasa
koyucunun, mahkemeye erişim hakkına yönelik olarak getirdiği hakkaniyete
36
Danıştay 3. Dairesi’nin 11/02/2015 tarih ve E:2013/8155, K:2015/579 sayılı kararı. https://
portal.uyap.gov.tr/
562
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
uygun bu düzenleme, yargısal yorumlarla daraltılmakta ve hak kayıplarına
yol açmaktadır. Bu durumda, anayasada yer almayan bir sınırlama yargı
organlarınca getirilmiş olmaktadır.
Yasa koyucunun getirdiği hak arama özgürlüğünü koruyucu bir müessese
olan Anayasa’nın 40. maddesi, getiriliş amacına ve ruhuna uygun olarak
yorumlanmalıdır. Maddede yer almayan genel – özel dava açma süreleri
gibi ayrımlarla sınırlamalar yapılmamalıdır. Sonuç olarak bizce, davaya konu
edilen idari işlemde Anayasa 40. madde uyarınca kanun yolları ve süreleri
belirtilmemiş ise, bu işleme karşı her zaman dava açılabilir. Dava açma süreleri
kamu düzeninden olduğundan, burada getirilecek üst sınır da genel dava
açma süresi değil, Borçlar Kanun’unda yer alan 10 yıllık genel zamanaşımı
süresi olabilir. Yani, böyle bir işleme karşı 10 yıllık genel zamanaşımı süresi
içerisinde olmak şartı ile her zaman dava açılabilir. Böyle bir görüş ve yaptırım
ağır gibi görünmekle birlikte, hak arama özgürlüğü için şarttır. İdare, anayasal
yükümlülüklerini yerine getirmek zorundadır. İdari işleme kanun yolları ve
sürelerini yazmak idare için çok zor bir iş değildir ama insanların hak arama
özgürlükleri için elzemdir. Bu elzem durumu yasa koyucu öngördüğü için
böyle bir düzenleme yapmıştır. İdare, matbu olarak bile işlemlerine kanun
yolu ve sürelerini yazarak çok kolay bir şekilde bu yükümlülüğünü yerine
getirebilecekken, aksi yönde davranıp dava açma süresi ile ilgili böyle bir
yaptırımla karşılaşmamalıdır.
Görüşümüz olan; davaya konu edilen idari işlemde Anayasa 40. maddesi
uyarınca kanun yolları ve süreleri belirtilmemiş ve genel dava açma süresi
geçmiş olsa bile davanın süresinde açıldığının kabulü gerektiği hakkındaki
Danıştay karar özetine aşağıda yer verilmiştir. Bu kararda Danıştay, başvuru
süresi gösterilmeyen dava konusu işleme ilişkin yazılı bildirimin süreyi
başlatmayacağı için davanın süresinde açılmadığından söz edilemeyeceği
sonucuna vararak davayı süresinde kabul etmiştir. Oysa bizce, bu durumun
sürenin başlaması ile değil bitmesi ile alakası vardır. Çünkü, bu halde dahi
yazılı bildirim ile dava açma süresi işlemeye başlar. Ama dava açma süresi,
yasal dava açma süresi sonunda bitmez. Genel zamanaşımı süresi içerisinde
her zaman dava açılabilir;
Dosyada bulunan ve davacının, 5811 sayılı Kanun’dan yararlanmak
istemiyle yaptığı başvurunun reddine ilişkin ... tarih ve ... sayılı işlemin
incelenmesinden, bu işleme karşı başvurulacak yargı mercii ve dava açma
süresinin gösterilmediği saptanmaktadır. Bu durum, Anayasa’nın 40’ıncı
maddesinin ikinci fıkrasına ilişkin gerekçede belirtildiği gibi son derece karışık
olan mevzuat karşısında bireylerin yargı yeri ve idari makamlar önünde
haklarını sonuna kadar arayabilmelerini olanaklı kılmak amacıyla öngörülen
zorunluluğa aykırı ve dolayısıyla Anayasa’nın 36’ncı maddesinde öngörülen
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
563
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
hak arama hürriyetini sınırlayıcı bir sonuç doğurmuş ve Anayasa’nın temel
hak ve hürriyetlerin korunmasını düzenleyen 40’ıncı maddesine açıkça aykırılık
yaratmıştır.
Başvuru süresi gösterilmeyen dava konusu işleme ilişkin yazılı bildirim süreyi
başlatmayacağı için davanın süresinde açılmadığından söz edilemeyeceğinden,
davayı süre aşımı nedeniyle reddeden vergi mahkemesi ısrar kararında hukuka
uygunluk görülmemiştir.37
D.2.2. Anayasa’nın 40/2. Maddesi Uygulamasında Zımni Ret İşlemi
2577 sayılı Kanun’un 10, 11, 13. maddeleri açısından yapılan başvurularda
idare başvurunun reddine ilişkin olumsuz bir işlem tesis ederse, işleminde
kanun yolunu ve süresini gösterecektir. Bununla birlikte bu maddelerde bir
de zımni ret müessesesi yer almaktadır. Buna göre, başvuru üzerine altmış
gün içinde bir cevap verilmez ise istek reddedilmiş sayılıyor. Yani idarenin
sessiz kalmasına, isteğin zımnen reddedildiği sonucu bağlanmaktadır. İdari
işlemlerde kanun yolu ve süresinin gösterilmesinin, Anayasa madde 40
uyarınca zorunlu olduğu göz önüne alındığında ve zımnı ret işleminin de bir
idari işlem olduğu bilindiğine göre zımni ret işleminde kanun yolu ve süresinin
nasıl gösterileceği sorunu karşımıza çıkmaktadır. Çünkü zımni ret işleminde
aslında madden ortada bir idari işlem yoktur. Sadece kanuni süresi içerisinde
idarece cevap verilmez ise isteğin reddedildiği varsayılır. Zımni ret işlemi
mevzuatımızda var olmasına rağmen aslında bir hukuk devletinde idarenin
kendisine yapılan başvurulara bir cevap vermesi gerekmektedir. Çünkü
kendisine cevap bile verilmediği zaman o ülkenin vatandaşı, devleti tarafından
kendisinin önemsenmediği düşüncesine kapılır. İdare, ilgiliyi önemseyip
olumlu veya olumsuz cevap vermek zorundadır. Ağır iş yükü bahanesi bile
cevap vermemeyi gerektirmez.
Anayasa’nın 74. maddesi ile dilekçe hakkı tanınmıştır. Buna göre, vatandaşlar
ve karşılıklılık esası gözetilmek kaydıyla Türkiye’de ikamet eden yabancılar
kendileriyle veya kamu ile ilgili dilek ve şikayetleri hakkında, yetkili makamlara
ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne yazı ile başvurma hakkına sahiptir.
Kendileriyle ilgili başvurmaların sonucu, gecikmeksizin dilekçe sahiplerine
yazılı olarak bildirilmesi gerekmektedir. Ayrıca, anayasal hüküm gereği idari
işlemlere karşı açılacak davalarda sürenin, yazılı bildirim tarihinden başlaması
lazımdır. Tüm bunlara karşın, zımnı ret işleminde idarenin hem cevap verme
yükümlülüğünü yerine getirmemesi hem de yazılı bildirim olmaması yönünden
zımni ret işlemi anayasa ile bağdaşmamaktadır. Anayasaya göre bırakın cevap
verilmemesini, dilekçe sahibine gecikmeksizin cevap verilmesi gerekir.
37
Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulu’nun 24/02/2016 tarih ve E:2016/116, K:2016/198
sayılı kararı. https://portal.uyap.gov.tr/
564
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
Aslında, zımni ret müessesesi ilgilileri korumak için 2577 sayılı Kanun’da
düzenlenmiş olmalıdır. Çünkü idare, kendisine yapılan başvuru sonucunda
herhangi bir işlem tesis etmeyerek yargısal denetimden kaçınabilir veya
başvuru yapan ilgiliyi çok uzun zaman boyunca oyalayabilir. Bu yüzden kanun
koyucu altmış gün sınırını getirmiştir. Bu süre içerisinde idarenin sessiz kalması
durumunda konu artık yargısal boyuta taşınabilecektir. Esas olan idarenin
başvuruya gecikmeksizin cevap vermesidir. Kanun koyucunun, idarenin
başvuruya cevap vermeyerek yargısal denetimden kaçınmasını ve ilgilinin de
oyalanmasını önlemek için zımni ret müessesesini getirdiğini düşünüyoruz.
Fakat zımni ret işleminde Anayasa madde 40 açısından sorun doğmaktadır. Bu
sorunun giderilmesi için Fransız idare hukuku bize örnek teşkil edebilir. Fransız
idare hukukunda, kendisine yöneltilen her istem karşısında idare, başvuru
sahibine bir “alındı makbuzu” vermekle yükümlü olup; makbuz içeriğinde de,
başvuru tarihi, zımni red ya da kabul kararının oluşacağı tarih ve başvuruyu
değerlendirmekle görevli idare ve iletişim bilgilerinin yanı sıra, kararın
yargı yerine götürülmesi olasılığına karşı, başvuru yolları ve sürelerinin de
belirtilmesi gerekir.38 Bizde de böyle bir düzenleme çözüm olarak yasa koyucu
tarafından getirilebilir.
Mevzuatımızdaki mevcut halle zımni ret müessesesi sıkıntı oluşturmaktadır.
Çünkü zımni ret işleminde, ortada yazılı bir işlem olmadığı için, işleme karşı
kanun yolları ve süreleri gösterilememektedir. Bu durumda da devlet, Anayasa
40. maddedeki yükümlülüğünü yerine getirmemiş olmaktadır. Bu nedenle,
zımni ret işleminde kanun yolu ve süresi gösterilmediğinden, yasal dava açma
süresinin geçmediği kabul edilmelidir. Danıştay kararları henüz bu yönde
olmamakla birlikte, aşağıda özetine yer verilen bir Danıştay kararındaki karşı
oydaki görüş bu yöndedir;
Öte yandan, yetkili makamlara anayasal bir sorumluluk olarak yüklenmiş
olmasına rağmen, yapılan başvuruya gecikmeksizin cevap verilmesi
gerekmekte iken, cevap verilmemesinin sonucu ilgiliye yüklenerek, zımnî ret
tarihinden itibaren süresi içerisinde dava açılmadığının kabulü ile davanın
süre aşımı nedeniyle reddi “hak arama hürriyeti” ve “hakkaniyet” ilkeleri ile
bağdaşmamaktadır. Çünkü, yetkili makamlarca, anayasal sorumluluk yerine
getirilmek suretiyle başvuruya cevap verilmiş, ancak, bu işlemde Anayasa’nın
40. maddesi kapsamında, başvurulacak mercii, kanun yolu ve süresi
gösterilmemiş olsaydı, dava açma süresinin başlamayacağının kabulünden
hareketle, süresinden sonra açılan davanın esası incelenecek iken, yetkili
makamlara yüklenen anayasal sorumluluğa rağmen, yetkili makamların cevap
vermemesi durumunu, idarelerin lehine, ilgililerin aleyhine bir durum olarak
38
Şanlı Atay, Yeliz; “İdari İşlemde Başvuru Yollarının Gösterilmesi Yükümlülüğü”, TBB Dergisi,
2011 (96).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
565
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
yorumlayarak, ilgililerin hak arama hürriyetlerinin bir anlamda engellenmiş
olması yukarıda ifade edilen anayasal ilkeler ile bağdaşmayacaktır.
Bakılan davada, davacılar vekili tarafından, ölümle sonuçlanan olayda
idarenin hizmet kusuru bulunduğu iddiasıyla maddi ve manevi tazminat
ödenmesi istemiyle ... tarihinde Sağlık Bakanlığı’na başvuru yapıldığı, söz
konusu istemin cevap verilmemek suretiyle zımnen reddedildiği, Mahkeme
tarafından, zımni ret işleminin oluştuğu ... tarihinden itibaren 60 günlük
dava açma süresi içerisinde en geç ... tarihine kadar dava açılması gerekirken
... tarihinde Mahkeme kaydına giren dilekçe ile açılan davada süre aşımı
bulunduğu gerekçesiyle davanın süre aşımı nedeniyle reddine karar verildiği
anlaşılmaktadır.
Bu durumda, davalı idare tarafından, yukarıda hükümlerine yer verilen
anayasal sorumluluk yerine getirilmeyerek davacılara cevap verilmemesi
üzerine açılan davada, süre aşımından söz edilemeyeceğinden, işin esasının
incelenmesi suretiyle bir karar verilmesi gerekmektedir.39
Kısacası, idari işlemde kanun yolu ve süresi gösterilmediği için açılan
davada, yasal dava açma süresi geçmiş olsa da dava süresinde kabul edilirken40;
anayasal bir yükümlülük olmasına rağmen idarenin, yapılan başvuruya cevap
vermeyerek zımni ret işlemi tesis etmiş olduğu durumda, zımni ret işleminde
kanun yolu ve süresi gösterilemediği halde zımni ret işlemine karşı açılan
davada yasal süresi geçtiği gerekçesi ile süre ret kararı verilmesi41, hak arama
özgürlüğü ve mahkemeye erişim hakkı ile bağdaşmaz.
D.2.3. Anayasa’nın 40/2. Maddesinin Hatalı Uygulanmasının Sonuçları
Devletin, işlemlerinde kanun yolları, mercileri ve süreleri belirtmek zorunda
olduğundan ve belirtmediği durumda olacak olan hallerden bahsettik. Peki
devlet, yanlış kanun yolu, merci veya süresi gösterirse ne olacaktır? Bu hatanın
sonucu ilgiliye mi devlete mi yükletilecektir? Tabi ki bu yanlışlığın sonucuna
ilgilisi katlanmamalıdır. Yanlış kanun yolu, merci ve/veya süresi gösterilmiş
ise, bu yanlışlığın hak arama özgürlüğünü ihlal etmesine izin verilmemelidir.
Danıştay bir kararında, idari işlemde yanlış yargı merci gösterilmesi halinde
dava açma süresinin etkileneceğini belirtmiştir;
Dava dosyasının incelenmesinden; ecrimisil alacağının tahsili amacıyla
düzenlenen 12.8.2011 tarihli ödeme emrinin 12.11.2011 tarihinde
39
40
41
Danıştay üyesi Sn. E. Yücel Seyhan’ın 21/03/2016 tarih ve E:2016/536, K:2016/1906 sayılı
Danıştay kararındaki karşı oyu. https://portal.uyap.gov.tr/
Danıştay’ın 02/12/2015 tarih ve E:2012/4633, K:2015/8867 sayılı kararı. https://portal.
uyap.gov.tr/
Danıştay’ın 21/03/2016 tarih ve E:2016/536, K:2016/1906 sayılı kararı. https://portal.uyap.
gov.tr/
566
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
davacıya tebliği üzerine 30.11.2011 tarihinde bakılan davanın açıldığı
anlaşılmaktadır.
İdare Mahkemesince, davacı adına düzenlenen ödeme emrinin tebliğinden
itibaren 7 günlük süre geçirildikten sonra açılan davada süre aşımı bulunduğu
gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Ancak, dava konusu ödeme
emrinde, borcun nasıl ödenmesi gerektiği ve ödenmemesi halinde yapılacak
işlemler ile ödeme emrine karşı 7 gün içinde dava açılabileceği belirtilmekle
birlikte, ödeme emrine karşı dava açılması halinde Balıkesir Vergi/İdare
Mahkemesine başvurabileceği şeklinde yanlış bir ifadeye yer verildiği
görülmektedir.42
Biz Danıştay’ın bu kararına katılmıyoruz. Dava konusu işlemde özel dava
açma süresi olan 7 gün belirtilmiştir. Sadece, işleme karşı başvurulacak yargı
merci olarak Balıkesir Vergi / İdare Mahkemesi olarak yazıldığından yargı merci
açık olarak belirtilmemiştir. Fakat bu durumun hak arama özgürlüğüne bir etkisi
olmayacaktır. İlgili 7 gün içerisinde Balıkesir İdare Mahkemesi’ne veya Vergi
Mahkemesi’ne davasını açsa, sonuçta davasını mahkemeye taşımış olacaktır.
Çünkü idare veya vergi mahkemesi kendisini görevsiz diğer mahkemeyi görevli
görürse zaten dosyayı kendiliğinden görevli mahkemeye göndermektedir.
Bu yüzden yapılan bu hata mahkemeye erişim hakkını kısıtlamamaktadır.
Aksi uygulama aşırı şekilci bir uygulama olur. Çünkü önemli olan hak arama
özgürlüğü gereği ilgilinin yasal süre içerisinde doğru mahkemeye erişmesidir.
İdari yargı içerisinde, görevsiz mahkeme dosyayı kendiliğinden görevli idare
veya vergi mahkemesine gönderdiğinden dolayı bu durum mahkemeye erişim
hakkını kısıtlamamaktadır. Bu yüzden esasa etkili olmayan bu hata yüzünden
Danıştay tarafından verilen bu karardaki görüşe katılmıyoruz. Nitekim bu
kararda yazılan karşı oy da bizim görüşümüz yönündedir;
Balıkesir Vergi Mahkemesinde dava konusu ödeme emrinde gösterilmiş
olan 7 günlük dava açma süresi içerisinde açılmış olsa idi; Balıkesir Vergi
Mahkemesinin görev ret kararı ile kendisine intikal eden dosyada Balıkesir
İdare Mahkemesince işin esasına girilerek bir karar verileceği hususunda
herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır.
Dolayısıyla, davalı idarece dava konusu işlemde yargı merciinin yanlış
gösterilmiş olması nedeniyle davacının herhangi bir hak kaybına uğradığından
söz edilemeyeceğinden, temyiz isteminin reddi ile Mahkeme kararının
onanması gerektiği görüşüyle çoğunluğun kararına katılmıyorum.
Kanun gereği idari yargının kendi içerisinde, görevsiz mahkeme görev
ret kararı üzerine dosyayı kendiliğinden görevli mahkemeye göndermekte
42
Danıştay 10. Dairesi’nin 25/11/2013 tarih ve E:2012/3950, K:2013/8346 sayılı kararı.
https://portal.uyap.gov.tr/
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
567
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
ve dava görevli mahkemede devam etmektedir. Oysa bu usul, yargı kolları
farklı olduğunda uygulanmamaktadır. Çünkü yasal dayanağı yoktur. Örnek
vermek gerekirse, Sulh Hukuk Mahkemesi’nin görevli olduğu gerekçesi ile
idare mahkemesi tarafından görev ret kararı verildiğinde, dosya kendiliğinden
veya davacının talebi üzerine görevli Sulh Hukuk Mahkemesi’ne gönderilmez.
Davacının davasını Sulh Hukuk Mahkemesi’nde yenilemesi gerekmektedir. Bu
yüzden, idari işlemde kanun merci yanlış bir yargı kolundan gösterildiğinde,
durum yukarıda yer verdiğimiz şekilden farklı olmaktadır. Bu konuda verilmiş
bir yargı kararını inceleyecek olursak;
Olayda ; davacının ilk olarak adli yargıda açmış olduğu davanın uyuşmazlığın
görüm ve çözümünün idari yargı yerinin görev alanına girdiği gerekçesiyle
reddine ilişkin kararda, dosyanın görevli ve yetkili İzmir İdare Mahkemesi’ne
gönderileceği ifadesinin yer alması nedeniyle davacının dosyanın İdare
Mahkemesine gönderilmesini beklediği, gönderilmediğini öğrenmesi üzerine
bakılmakta olan davayı açtığı anlaşılmaktadır.
Bu durumda; adli yargı tarafından verilmiş olan karardaki yanlış
yönlendirme nedeniyle davacının anılan karar doğrultusunda hareket etmesi
karşısında herhangi bir kusuru bulunmadığından, davanın süresinde açıldığı
kabul edilerek, esasının incelenmesi gerekirken, süre aşımı yönünden reddine
ilişkin temyize konu Mahkeme kararında hukuki isabet bulunmamaktadır.43
Kanun yolu, merci ve süreleri belirtme yükümlülüğü devlete getirilmiştir.
Belirttiğimiz gibi devlet kavramı içerisinde yargı da yer almaktadır. Bu yüzden
yargı mercileri kararlarında, başvurulacak kanun yolu, merci ve süresini
belirtmek zorundadır. Belirtilmemesinin veya yanlış belirtilmesinin sonucu
ilgilisine yükletilmemelidir. Bu doğrultuda, dava konusu olayda, idare, işleme
yanlış yargı mercini yazarak ilgiliyi yanıltmıştır. Bununla birlikte, yasal dayanağı
olmamasına rağmen adli yargı mercii de kararına, dosyanın görevli ve yetkili
İzmir İdare Mahkemesi’ne gönderileceğini yazarak davacıyı yanıltmış ve bir
beklentiye sokmuştur. Adli yargı mercinin davacıyı yanlış bilgilendirmesi,
davacının mahkemeye erişim hakkını ortadan kaldırmamalıdır. Bu yüzden,
Danıştay tarafından verilen karar, hakkaniyete ve hukuka uygun olmuştur.
İdari yargı mercileri kararlarında kanun yolu, merci ve süresini
göstermektedir. Bu Anayasa 40. madde gereği bir yükümlülüktür. Bu
yükümlülük yerine getirilirken yapılan bir hata, davacının mahkemeye erişim
hakkını kısıtlayamaz. Bu doğrultuda, yanlışlık hak arama özgürlüğü lehine
yorumlanmalı ve uygulanmalıdır. Danıştay bir kararında, mahkeme kararında
temyiz süresinin yanlış gösterilmesinin davacının temyiz hakkına olumsuz bir
etkisi olmayacağını belirtmiştir;
43
Danıştay 14. Dairesi’nin 14/11/2012 tarih ve E:2011/11094, K:2012/8025 sayılı kararı.
https://portal.uyap.gov.tr/
568
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
Dosyanın incelenmesinden; İstanbul İdare Mahkemesinin ... gün ve E:...,
K:... sayılı kararı ile davada süreaşımı nedeniyle süre ret kararı verildiği, kararın
hüküm fıkrasında 30 günlük temyiz süresinin 60 gün olarak yazıldığı; kararın
davacıya 12/08/2014 tarihinde tebliğ edildiği, davacının, karar doğrultusunda,
26/09/2014 tarihinde (45. gün) İstanbul İdare Mahkemesine verdiği dilekçeyle
kararın temyizen bozulmasını talep ettiği; ancak, İdare Mahkemesince temyiz
süresinin sehven 60 gün olarak yazıldığı, yasal sürenin dışına çıkılamayacağı
gerekçesiyle temyiz isteminin süreaşımı nedeniyle reddine karar verilmesi
üzerine temyizen incelenmekte olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Bu itibarla, davacının, İdare Mahkemesi kararının temyiz incelemesi
sonucunda bozulması isteminde, temyiz süresi hesaplanırken, Anayasa’nın 40.
madde hükmünün dikkate alınması gerektiğinden; temyiz isteminin süre aşımı
nedeniyle reddi yolunda verilen idare mahkemesi kararında hukuki isabet
bulunmamaktadır.44
D.3. Düzeltme – Şikayet Başvuru Yolu
Düzeltme – Şikayet yolu, 213 sayılı Vergi Usul Kanun’unda düzenlenmiş
idari bir başvuru usulüdür. Vergi hatası ile ilgili yapılmış bir düzenlemedir.
213 sayılı VUK’da yer alan düzenlemelere göre vergi hatası, vergiye mütaallik
hesaplarda veya vergilendirmede yapılan hatalar yüzünden haksız yere fazla
veya eksik vergi istenmesi veya alınmasıdır.
Hesap hataları şunlardır:
1-Matrah hataları: Vergilendirme ile ilgili beyanname, tahakkuk fişi,
ihbarname, tekalif cetveli ve kararlarda matraha ait rakamların veya
indirimlerin eksik veya fazla gösterilmiş veya hesaplanmış olmasıdır,
2-Vergi miktarında hatalar: Vergi nispet ve tarifelerinin yanlış uygulanması,
mahsupların yapılmamış veya yanlış yapılmış olması, birinci bentte yazılı
vesikalarda verginin eksik veya fazla hesaplanmış veya gösterilmiş olmasıdır,
3-Verginin mükerrer olması: Aynı vergi kanununun uygulanmasında belli
bir vergilendirme dönemi için aynı matrah üzerinden bir defadan fazla vergi
istenmesi veya alınmasıdır.
Vergilendirme hataları ise şunlardır:
1-Mükellefin şahsında hata: Bir verginin asıl borçlusu yerine başka bir
kişiden istenmesi veya alınmasıdır,
2-Mükellefiyette hata: Açık olarak vergiye tabi olmıyan veya vergiden muaf
bulunan kimselerden vergi istenmesi veya alınmasıdır,
44
Danıştay 5. Dairesi’nin 02/06/2015 tarih ve E:2015/734, K:2015/5965 sayılı kararı. https://
portal.uyap.gov.tr/
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
569
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
3-Mevzuda hata: Açık olarak vergi mevzuuna girmeyen veya vergiden
müstesna bulunan gelir, servet, madde, kıymet, evrak ve işlemler üzerinden
vergi istenmesi veya alınmasıdır,
4-Vergilendirme veya muafiyet döneminde hata: Aranan verginin ilgili
bulunduğu vergilendirme döneminin yanlış gösterilmiş veya süre itibariyle
eksik veya fazla hesaplanmış olmasıdır.
Vergi hataları, ilgili memurun hatayı bulması veya görmesi ile, üst
memurların yaptıkları incelemeler neticesinde hatanın görülmesi ile, hatanın
teftiş sırasında meydana çıkarılması ile, hatanın vergi incelenmesi sırasında
meydana çıkarılması ile veya mükellefin müracaatı ile ortaya çıkarılabilir.
Vergi hatalarının düzeltilmesine, ilgili vergi dairesi müdürü karar verir.
Bu hatalar düzeltme fişine dayanılarak düzeltilir. Hatanın mükellef aleyhine
yapılmış olması halinde, fazla vergi aynı fişe dayanılarak terkin ve tahsil
olunmuş ise mükellefe reddolunur. Düzeltme fişinin bir nüshası, reddedilecek
miktarla müracaat edeceği muhasebe ve müracaat süresi zikredilmek suretiyle
mükellefe tebliğ edilir. Mükellef tebliğ tarihinden başlayarak bir yıl içinde
parasını geri almak üzere müracaat etmediği takdirde hakkı sakıt olur. İdarece
tereddüt edilmeyen açık ve mutlak vergi hataları re’sen düzeltilir. Kendi
aleyhlerine düzeltme yapılan kimselerin düzeltmeye karşı vergi mahkemesinde
dava açma hakları mahfuzdur.
Mükellefler, vergi muamelelerindeki hataların düzeltilmesini vergi
dairesinden yazı ile isteyebilirler. Vergi dairesinin ilgili servisi düzeltme talebini
kendi mütalaasını da ilave ederek, düzeltme merciine gönderir. Düzeltme mercii
talebi yerinde gördüğü takdirde, düzeltmenin yapılmasını emreder; yerinde
görmediği takdirde, keyfiyet düzeltmeyi isteyene yazı ile tebliğ olunur. Vergi
mahkemesinde dava açma süresi geçtikten sonra yaptıkları düzeltme talepleri
reddolunanlar şikayet yolu ile Maliye Bakanlığı’na müracaat edebilirler. İl
özel idare vergileri hakkında valiliğe ve belediye vergileri hakkında belediye
başkanlığına müracaat edilir.
Vergi mahkemesi, Bölge İdare Mahkemesi ve Danıştay’dan geçmiş olan
muamelelerde vergi hataları bulunduğu takdirde, bu hatalar, yargı kararları
kesinleşmiş olsa bile düzeltilebilir. Şu kadar ki; düzeltmenin yapılabilmesi için
hatalar hakkında yargı mercileri tarafından bir karar verilmemiş olması şarttır.
Tarh zamanaşımı süresi dolduktan sonra meydana çıkarılan vergi hataları
düzeltilemez.
Şu kadar ki, düzeltme zamanaşımı süresi: a) Zamanaşımı süresinin son
yılı içinde tarh ve tebliğ edilen vergilerde hatanın yapıldığı; b) İlan yolu ile
tebliğ edilip vergi mahkemesinde dava konusu yapılmaksızın tahakkuk eden
vergilerde mükellefe ödeme emrinin tebliğ edildiği; c) İhbarname ve ödeme
emri ilan yoluyla tebliğ edilen vergilerde 6183 sayılı Kanun’a göre hacizin
570
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
yapıldığı; tarihten başlayarak bir yıldan aşağı olamaz.
Yukarıda yer alan düzenlemelerden de görüldüğü gibi, hatalı
vergilendirmeye karşı dava açma süresi geçmemişse bu süre içerisinde vergi
mahkemesinde dava açılarak hatalı vergilendirme iptal ettirilebilir. Ama kanun,
dava açma süresi geçmiş olsa bile hatalı vergilendirmenin giderilebilmesi için,
zamanaşımı süresi içerisinde hatalı vergiyi ortadan kaldırma imkanı getirmiştir.
Bu, re’sen vergi idaresince yapılabileceği gibi mükellefçe düzeltme-şikayet
yolu kullanılarak da yapılabilir.
Buna göre, ilgililer 5 yıllık tarh/tahakkuk zamanaşımı süresi içerisinde, vergi
hatası kapsamında vergi dairesine düzeltme başvurusunda bulunabilirler. Vergi
dairesince düzeltme başvurusu reddedilirse şikayet yoluyla Maliye Bakanlığı’na
başvurulabilir. Kanunda şikayet başvurusu zorunlu tutulmadığı halde, yargı
kararları ile düzeltme başvurusunun reddi üzerine dava açılmadan önce
şikayet yoluna gidilmesi zorunlu tutulmuştur. Şikayet yoluna başvurulmadan
önce açılan davalarda, idari merci tecavüzü nedeniyle merciine tevdii kararları
verilmektedir.45
Düzeltme-şikayet yolu ile ilgili olarak dava açma süresi konusunda
uygulamada ortaya çıkan sorun, düzeltme başvurusunun reddi üzerine hangi
süre içerisinde şikayet yoluna başvurulması gerektiğidir. Bu konuda kanunda
bir düzenleme yer almamaktadır. Fakat, 213 sayılı Kanun’un 126. maddesinde,
114.maddede yazılı zamanaşımı süresi dolduktan sonra meydana çıkarılan
vergi hatalarının düzeltilemeyeceği hükmü yer aldığından, bizce şikayet
başvurusunun her halükarda düzeltme zamanaşımı süresi içerisinde yapılmış
olması gerekmektedir. Yani düzeltme başvurusunun reddi üzerine ilgili
istediği zaman şikayet yoluna başvurabilmelidir. Ancak, her halükarda bu süre
düzeltme zamanaşımı süresini aşmamalıdır. Şikayet başvurusu yapıldıktan
sonra bu başvurunun reddi üzerine yasal dava açma süresi içerisinde dava
açılmalıdır ve açılan davada şikayet başvurusunun reddi işlemi dava konusu
edilmelidir. Bu konuyla ilgili yasal düzenleme yapılarak düzeltme-şikayet yolu
daha ayrıntılı olarak düzenlenmelidir.
D.4. 2577 Sayılı İYUK’un 10. ve 11. Madde Uygulamaları
2577 sayılı Kanun’un 10. maddesinde ilgililere, istekleri doğrultusunda
haklarında işlem tesis edilmesi için idareye başvuru yapma imkanı getirilmiştir.
11. maddesinde ise, ilgililer hakkında yapılan işleme karşı dava açılmadan
önce işlemin kaldırılması, geri alınması, değiştirilmesi veya yeni bir işlem
yapılmasının üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapan makamdan
istenmesi için ilgililere idari başvuru yolu hakkı tanınmıştır.
45
Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulu’nun 27/02/2013 tarih ve E:2011/360, K:2013/93 sayılı
kararı. https://portal.uyap.gov.tr/
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
571
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
2577 sayılı Kanun’un 10. maddesi vergi hukukunda da uygulanmaktadır.
İlgililer, vergi hukuku ile ilgili olarak haklarında işlem tesis edilmesi için idareye
başvuru yapabilirler. Fakat uygulamada, bu madde ile 213 sayılı VUK’da yer
alan düzeltme-şikayet usulü karıştırılmaktadır. İdareye yapılan her başvuru,
düzeltme-şikayet usulü kapsamında gibi algılanmaktadır. Oysa düzeltmeşikayet usulü vergi hatalarının düzeltilmesi için getirilmiş bir yoldur. İYUK 10.
madde ise ilgililere, haklarında idari davaya konu olabilecek işlem tesisi için
idareye başvuru yapma imkanı vermektedir. Bu konuya ilişkin Danıştay karar
özeti aşağıya çıkarılmıştır:
Davacı tarafından yukarıda değinilen 2577 sayılı Kanunun 10 uncu
maddesine göre yapılan başvurunun reddi üzerine vergi dairesi müdürlüğü
işlemi dava konusu yapılmış, bu işleme karşı süresi içinde açılan davada
mahkemece davacının başvurusunun düzeltme başvurusu niteliği taşıdığı
sonucuna varılması neticesinde dilekçe ve eklerinin gelir idaresi başkanlığına
tevdiine karar verilmesi üzerine gelir idaresi başkanlığınca tesis edilen zımni
ret işlemi dava konusu edilmiş ise de, davacı tarafından 8.02.2010 tarihinde
vergi dairesi müdürlüğüne yapılan başvuru, düzeltme şikayet başvurusu
kapsamında yapılan bir başvuru olmayıp, 2577 sayılı Kanunun 10 uncu
maddesi kapsamında yaptığı bir başvuru olduğundan ve bu başvurunun
reddine ilişkin olarak tespit edilen vergi dairesi müdürlüğü işleminin de bu
kapsamda incelenerek değerlendirilmesi gerekmektedir.46
Buna göre yargı yerlerince, düzeltme-şikayet başvurusu ile 10. madde
başvurusu karıştırılarak ilgililerin mahkemeye erişim hakkı kısıtlanmamalıdır.
Bu kapsamda yapılan başvurunun hangi düzenleme çerçevesinde yapıldığı
ayrıntılı olarak incelenmelidir.
2577 sayılı Kanun’un 11. maddesinde yer alan düzenleme, vergi hukukunda
da uygulanmaktadır. Fakat bu uygulama ile ilgili bazı sorunlar bulunmaktadır.
Bazı mahkemeler, özel dava açma süresi bulunan işlemlerde bu maddenin
uygulanamayacağı kanaatindedir. Bu yöndeki bir mahkeme kararı özetine
aşağıda yer verilmiştir:
Bu durumda ödeme emrine karşı 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü
Kanunu’nun 11. maddesi uyarınca üst makama başvurma olanağı
bulunmadığından, ödeme emrinin tebliğ edildiği 16.06.2016 tarihinden
itibaren 7 günlük yasal süre içerisinde, en geç 23.06.2015 tarihinde dava
açılması gerekirken bu süre geçirildikten sonra 14.07.2015 tarihinde açılan
davanın esasının inceleme olanağı bulunmamaktadır.47
46
47
Danıştay 4. Dairesi’nin 09/11/2015 tarih ve E:2012/6218, K:2015/5277 sayılı kararı. https://
portal.uyap.gov.tr/
Konya 1. Vergi Mahkemesi’nin 19/08/2015 tarih ve E:2015/1259, K:2015/1471 sayılı kararı.
https://portal.uyap.gov.tr/
572
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
Bu kararın tersi yönde verilen mahkeme kararı özeti de şöyledir:
Sözü edilen hukuki durum karşısında; 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil
Usulü Hakkında Kanun uyarınca düzenlenip tebliğ edilen ödeme emirlerinin
iptali için doğrudan dava açılabileceği gibi, 2577 sayılı İdari Yargılama
Usulü Kanununun sözü edilen 11’inci maddesi uyarınca, ödeme emirlerinin
kaldırılması, geri alınması, değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılması üst
makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma
süresi içinde istenebilir.48
Biz ikinci mahkeme kararındaki görüşü benimsemekteyiz. Çünkü kanunda
ödeme emirleri ile ilgili olarak 11. maddenin uygulanmayacağına ilişkin bir
hüküm yoktur. Tam tersine, maddenin 4’üncü fıkrasında yer alan “Bu madde
hükümleri, vergi, resim ve harçlarla benzeri mali yükümlerin tarh, tahakkuk
ve tahsilinden ve bunların zam ve cezalarından doğan uyuşmazlıklarda
uygulanmaz” hükmü, 18.6.1994 gün ve 21964 sayılı Resmi Gazete’de
yayımlanan 4001 sayılı Kanun’un 6’ncı maddesi ile 18.6.1994 tarihinden
itibaren yürürlükten kaldırılmıştır. Dolayısıyla, 11. madde özel-genel dava açma
süresi ayırt etmeksizin vergi mahkemesindeki tüm uyuşmazlıklarda uygulanır.
Birinci mahkeme kararındaki görüş, mahkemeye erişim hakkını hukuka aykırı
olarak ortadan kaldırmaktadır. Çünkü ilgililer, kanunda açıkça yazmadığı için
11. maddenin ödeme emirleri ile ilgili uyuşmazlıklarda uygulanmayacağını
bilemezler. Bu durumda, 11. madde kapsamında yapacakları başvuru sonucu
ilk mahkeme kararındaki gibi davaları süre aşımı nedeniyle reddedilecektir.
Bu da mahkemeye erişim hakkını ortadan kaldıracaktır. Yargı yerleri bu
uygulamadan vazgeçmelidir. Çünkü, hukuken 11. madde kapsamında ödeme
emirleri ile ilgili uyuşmazlıklarda dava açılmadan önce idari başvuru yapılmasını
engelleyen hiç bir hüküm bulunmamaktadır. Kanun koyucu isterse böyle bir
hükmü kanunla getirirdi. O yüzden, vergi/ceza ihbarnamelerinde olduğu gibi
ödeme emri, ihtiyati haciz gibi özel dava açma süreleri ile ilgili uyuşmazlıklarda
da ilgililerin 11. madde kapsamında başvuru hakkı olduğunun kabul edilmesi
gerekmektedir.
2577 sayılı Kanun’un 11. maddesinde belirtildiği gibi ilgililer, idari dava
açmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni
bir işlem yapılmasını üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan
makamdan isteyebilirler. Bu istek hakkında idarece altmış gün içerisinde bir
cevap verilmezse, istek zımnen reddedilmiş sayılır ve ilgili bu zımni redden
sonra kalan dava açma süresinde davasını açar. Peki ilgili, başvurduktan
sonraki altmış günlük süre dolmadan ve ortadan idarenin bir cevabı olmadan
48
Konya 1. Vergi Mahkemesi’nin 12/04/2016 tarih ve E:2016/445, K:2016/596 sayılı kararı.
https://portal.uyap.gov.tr/
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
573
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
dava açarsa ne olacaktır? Ortada zımni ret kararı olmadan erken dava açıldığı
için davanın reddine mi karar verilecektir? Bu konuda verilmiş bir Danıştay
kararını inceleyelim:
İncelenen dosyada, davacı dava konusu vergi ve cezalara ilişkin
ihbarnamenin 28.04.2014 tarihinde tebliği üzerine yasal süresi içerisinde
30.04.2014 tarihinde işlemin geri alınması amacıyla İdareye başvurmuş ancak
İdarenin 60 günlük cevap verme süresini beklemeden 02.06.2014 tarihinde
vergi ve cezaların kaldırılması istemiyle dava açmıştır. Bu durumda, dava zımni
ret süresi dolmadan erken açılmış durumunda ise de, İdarenin iradesi belli
olduğundan ve iradesini değiştirdiğine dair dosyada bir bilgi bulunmadığından
erken açılmış bir davadan söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla, 28.04.2014
tarihinde tebliğ edilen ihbarname içeriği vergi ve cezanın kaldırılması istemiyle
yasal süresi içerisinde 30.04.2014 tarihinde işlemin geri alınması amacıyla
İdareye yapılan başvuru üzerine dava açma süresinin durduğu ve İdarenin
cevabı beklenmeden 02.06.2014 tarihinde dava açıldığı dikkate alındığında
açılan dava süresinde olup, Vergi Mahkemesince işin esası incelenerek karar
verilmesi gerekmektedir.49
Biz de Danıştay kararındaki bu görüşe katılmaktayız. Çünkü görüldüğü
gibi davacı zımni ret kararı oluşmadan dava açmış olsa da, davalı idarenin
başvuruyu kabul ettiğine dair bir iradesinin olmadığı, yani idarenin iradesinin
başvurunun reddi yönünde olduğu görüldüğünden artık işin esasına girilip
dava incelenmelidir. Yerel mahkemece verilen karar, mahkemeye erişim
hakkı açısından hukuka aykırıdır. Yargılamayı uzatmaktan, davacının davasını
mahkemeye taşımasını önlemekten başka bir yönü yoktur. Bu yüzden Danıştay
kararı yönünde hüküm kurmak gerekir.
D.5. Dava Açma Süresinin Son Gününün Adli Tatile Denk Gelmesi ve Mali
Tatil Uygulaması
2577 sayılı Kanun’un 8. maddesinde, bu Kanun’da yazılı sürelerin bitmesi
çalışmaya ara verme zamanına rastlarsa bu süreler, ara vermenin sona erdiği
günü izleyen tarihten itibaren yedi gün uzamış sayılacağı hükmü yer almıştır.
Ayrıca, aynı Kanun’un 61. maddesine göre çalışmaya ara verme dönemi, 20
Temmuz-31 Ağustostur. Yani buna göre, dava açma süresinin son günü 20
Temmuz-31 Ağustos arasında bir zaman denk gelirse dava açma süresinin son
günü 7 Eylül’e uzamış sayılacaktır. Kanunda sadece dava açma süreleri değil,
kanunda yazılı tüm sürelerin uzayacağından bahsedilmiştir. Fakat biz konumuz
gereği sadece dava açma süreleri açısından bir değerlendirme yapacağız.
49
Danıştay 4. Dairesi’nin 10/03/2016 tarih ve E:2016/2410, K:2016/1069 sayılı kararı. https://
portal.uyap.gov.tr/
574
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
Dava açma süresinin son gününün adli tatile gelmesi sebebiyle uzaması
konusunda uygulamada sorunlar yaşanmaktadır. Bazı mahkemeler, kanunun
lafzından hareket ederek “bu kanunda yazılı süreler” hükmünden hareketle
sadece 2577 sayılı Kanun’da yer alan dava açma sürelerinin uzayacağını, diğer
kanunlarda yer alan dava açma sürelerinin uzamayacağını kabul etmektedir.
Bu yöndeki bir mahkeme kararı incelenecek olursa:
6183 sayılı Kanunda yer alan ödeme emrine karşı dava açılmasıyla ilgili
7 günlük süre, özel kanunda getirilmiş bir süre niteliğinde olup, 2577 sayılı
Kanunda yer alan sürelerden olmaması nedeniyle, tebliğ tarihinden itibaren
işlemeye başlayan 7 günlük sürenin bitiminin adli ara vermeye rastlaması
halinde, 2577 sayılı Kanunun yukarıda aktarılan 8. maddesinin 3. bendi
çerçevesinde uzaması olanaklı bulunmamaktadır.
Bu durumda; 6183 sayılı Kanun’a göre davacı adına düzenlenen dava
konusu ödeme emirlerine karşı tebliğ tarihinden itibaren 7 günlük dava açma
süresi geçtikten sonra açılan işbu davada süre aşımı bulunduğundan, davanın
reddi gerekmektedir.50
Mahkeme, dava konusu ödeme emrinin dava açma süresinin özel kanununda
gösterildiğinden bahisle dava açma süresinin uzamayacağını kabul etmiştir. Biz
bu görüşe katılmıyoruz. Çünkü kanunun sadece lafzi yorumu yapılmıştır. “bu
Kanunda yazılı süreler” ile kastedilen sadece 2577 sayılı Kanun’da yer alan dava
açma süreleri değildir. Özel kanunlarında dava açma süreleri gösterilen idari
işlemler de 2577 sayılı Kanun’a tabidir. 2577 sayılı Kanun genel bir kanundur ve
idari yargıda görülen davalarda uygulanır. Bu dar yorum, mahkemeye erişim
hakkını aşırı derecede kısıtlamaktadır. İlgililer, hangi dava açma süresinin
2577 sayılı Kanun’da yer aldığını, hangi dava açma süresinin kendi kanununda
gösterildiğini bilemezler. Böyle bir şeyi bilmek ilgililerden beklenmemelidir
de. Ayrıca bu ikili ayrım anlamsız olacak ve karmaşaya sebep olacaktır. Bazı
dava açma sürelerinin son günü adli tatile denk gelince uzayacak ama bazıları
uzamayacaktır. Bu dar yorum, mahkemeye erişim hakkına uygun bir yorum
değildir. Dava açma süreleri ile ilgili herhangi bir ayrım yapılmaksızın, kanunla
açıkca bir yasak öngörülmedikçe tüm dava açma sürelerinin, son günü adli tatile
denk gelince 7 gün uzayacağı kabul edilmelidir. Aksi yorum ile mahkemelerce,
mahkemeye erişim hakkı hukuka aykırı olarak kısıtlanmamalıdır. Nitekim, bir
Danıştay kararında görüşümüz doğrultusunda ödeme emri ile ilgili dava açma
süresinin uzayacağı belirtilmiştir:
Çalışmaya ara verme süresinde biten sürelerin uzayacağına ilişkin
düzenleme, özel bir düzenlemedir. Bu nedenle bitimi çalışmaya ara verme
50
Konya 1. Vergi Mahkemesi’nin 19/08/2015 tarih ve E:2015/1305, K:2015/1473 sayılı kararı.
https://portal.uyap.gov.tr/
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
575
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
zamanına rastlayan sürenin, özel kanunlarda öngörülen dava açma süresi
olması halinde de uzayacağı açıktır.
Bu durumda, 7.8.2013 tarihinde tebliğ edilen ödeme emrine karşı dava
açma süresinin son günü olan 14.8.2013 tarihinin adli ara verme süresine
rastlaması nedeniyle, dava açma süresinin 7.9.2013 gününe kadar uzamakta
ise de, 7.9.2013 tarihi cumartesi gününe rastladığı için, 9.9.2013 tarihinin
mesai saati bitimine kadar uzayacağı, dolayısıyla 9.9.2013 tarihinde açılan
davanın süresinde olduğu görüldüğünden, adli ara verme süresi dikkate
alınmaksızın davanın süreaşımı nedeniyle reddi yolunda verilen Mahkeme
kararında hukuki isabet bulunmamaktadır.51
Adli tatilden bahsettikten sonra şimdi mali tatilden bahsedelim. Mali tatil
ile ilgili düzenlemeler 5604 sayılı Kanun’da yer almaktadır. Buna göre, her yıl
temmuz ayının birinden yirmisine kadar (yirmisi dahil) malî tatil uygulanır.
Haziran ayının son gününün tatil günü olması halinde, malî tatil, temmuz
ayının ilk iş gününü takip eden günden başlar. 213 sayılı VUK hükümlerine göre
vergiyle ilgili işlemlere ilişkin dava açma süreleri malî tatil süresince işlemez.
Belirtilen süreler malî tatilin bitiminden itibaren tekrar işlemeye başlar.
Buna göre, vergi hukukundan doğan uyuşmazlıklarla ilgili dava açma
süreleri mali tatil süresince işlemiyor yani duruyor. Mali tatil bitince de kaldığı
yerden işlemeye devam ediyor. Yani mali tatil dava açma süresini durduran bir
müessesedir.
Vergiyle ilgili tüm işlemlere ilişkin dava açma süreleri mali tatil süresince
durduğundan, bu işlemin 213 sayılı VUK veya 6183 sayılı AATUHK ile ilgili
olması arasında bir fark bulunmamaktadır. Bu duruma ilişkin bir mahkeme
kararına göre;
Değinilen Kanunla ihdas edilen ve her yılın Temmuz ayının birinden
yirmisine kadar (yirmisi dahil) uygulanacağı belirtilen mali tatilin Vergi Usul
Kanunu hükümlerine göre belirli sürelerde yapılması gereken muhasebe kayıt
sürelerini, bildirim sürelerini durduracağı gibi, aynı zamanda vergiyle ilgili
işlemlere ilişkin dava açma sürelerini de durduracağı öngörülmüştür.
6183 sayılı Kanun hükümleri uyarınca yapılan işlemlerin de vergiye ilişkin
işlemlerden olduğunda kuşku bulunmadığına göre; mali tatilin ödeme emrinde
uygulanamayacağından söz edilemeyeceğinden davanın süresinde olduğu
görülmektedir.52
51
52
Danıştay 4. Dairesi’nin 06/05/2014 tarih ve E:2014/848, K:2014/3001 sayılı kararı. https://
portal.uyap.gov.tr/
Konya 1. Vergi Mahkemesi’nin 31/12/2013 tarih ve E:2013/1613, K:2013/2549 sayılı kararı.
https://portal.uyap.gov.tr/
576
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
Fakat, 6183 sayılı AATUHK ile ilgili olan işlemlere karşı açılan davalarda mali
tatil hükümlerinin uygulanmayacağı yönünde görüşler de vardır;
Dava açma süresinin bu düzenleme kapsamında işlememesi veya
uzayabilmesi için, dava konusu yapılacak işlemin Vergi Usul Kanununa göre
yapılmış bir işlem olması gerekmektedir. Zira fıkra metnindeki “vergiyle ilgili
işlemlere ilişkin dava açma süreleri” ibaresinden anlaşılması gereken, 213
sayılı Yasa kapsamındaki ikmalen, re’sen veya idarece yapılan tarhiyatlar ile
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununda düzenleme bulan ihtirazi kayıtla
verilen beyannameler üzerinden tahakkuk ettirilecek vergilere ilişkin dava
açma süreleridir.
Bu nedenle 213 sayılı Yasa kapsamında tarh ve tebliğ edilerek tahakkuk
eden verginin kanuna uygun surette ödenmeyerek veya ikmalen, re’sen veya
idarece yapılan tarhiyatlar ile ihtirazi kayıtla verilen beyannameler üzerinden
tahakkuk ettirilecek vergilerin uyuşmazlık yaratılmak ya da yaratılmaksızın
kesinleşmesi ve kamu alacağı niteliğini kazanmasını müteakip, 6183 sayılı
Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunda düzenlenen kamu
alacağının korunması, ödenmesi, cebren tahsil ve takibi kapsamındaki
işlemlerin Vergi Usul Kanunu hükümleri çerçevesinde yapılan işlemlerden
olduğunun kabülü mümkün değildir.53
Biz bu görüşe katılmıyoruz. Çünkü, kanunda “vergiyle ilgili işlemlere ilişkin
dava açma süreleri” ibaresi kullanılmıştır. Buna göre, ister 213 sayılı Kanun’dan
ister 6183 sayılı Kanun’dan isterse de başka bir kanundan kaynaklansın,
vergiyle ilgili bir işlemse dava açma süresiyle ilgili olarak mali tatil hükümleri
uygulanır. Aksi görüş kanunda olmayan bir sınırlama getirmektedir. Bu durum
da mahkemeye erişim hakkını hukuksuz bir şekilde kısıtlar. Bu nedenle, yargı
makamları, kanun maddelerini yorumlarken katı bir şekilde davranmamalı
ve kanunda yer almayan bir sınırlama getirerek mahkemeye erişim hakkını
ihlal etmemelidir. Bu sorunun çözümü için, bizim de katıldığımız ilk görüş
benimsenmeli ve tüm vergisel işlemlerden kaynaklı dava açma sürelerinde
mali tatil hükümleri uygulanmalıdır.
D.6. Dava Dosyasının Görev Ret Kararı İle İdare Mahkemesinden Vergi
Mahkemesine Gönderilmesi Uygulaması
Dava açma süresi, özel kanunlarında ayrı süre gösterilmeyen hallerde
Danıştay’da ve idare mahkemelerinde altmış ve vergi mahkemelerinde otuz
gündür. Dava dilekçeleri, Danıştayda daire başkanının görevlendireceği bir
tetkik hakimi, idare ve vergi mahkemelerinde ise mahkeme başkanı veya
görevlendireceği bir üye tarafından: a) Görev ve yetki, b) İdari merci tecavüzü,
53
Danıştay 3. Dairesinin 12/06/2017 tarih ve E:2016/1804, K:2017/5118 sayılı kararı. https://
portal.uyap.gov.tr/
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
577
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
c) Ehliyet, d) İdari davaya konu olacak kesin ve yürütülmesi gereken bir işlem
olup olmadığı, e) Süre aşımı, f) Husumet, g) 3 ve 5 inci maddelere uygun olup
olmadıkları, yönlerinden sırasıyla incelenir. Bu incelemenin sonucunda, idari
yargının görevli olduğu konularda görevli veya yetkili olmayan mahkemeye
açılan dava görev veya yetki yönünden reddedilerek dava dosyasının görevli
veya yetkili mahkemeye gönderilmesine karar verilir.
Bu durumda, mahkemeler arasındaki dava açma süreleri farklı olduğu
için görevli mahkemeye gönderilen davada dava açma süresi geçmiş olabilir.
Örneğin, idare mahkemesinde dava açma süresi altmış gün olduğu için 40.
günde açılan dava süresindedir. Fakat, bu dosyada idare mahkemesi, vergi
mahkemesini görevli görerek dava dosyasını vergi mahkemesine gönderir
ise, vergi mahkemelerinde dava açma süresi otuz gün olduğu için görevli ve
yetkili vergi mahkemesi bu davada süreaşımı nedeniyle ret kararı verecektir.
Bu duruma ilişkin bir mahkeme kararı örneği şöyledir:
Olayda, dava konusu işlem davacıya 31.07.2009 tarihinde tebliğ edilmiş;
davacı işlemin tebliği üzerine görevli olmayan Aksaray İdare Mahkemesi’nde
18.09.2009 tarihinde işlemin iptali istemiyle dava açmıştır. Açılan davaya
bakmakla görevli olan Mahkememizde, dava açma süresi dava konusu işlemin
tebliğini izleyen günden itibaren otuz gün olup; dava açma süresinin son günü
30.08.2009 tarihidir ve bu tarih de çalışmaya ara verme zamanına rastladığı
için dava açma süresinin son günü 11.09.2009 tarihine uzamıştır.
Bu durumda, dava konusu işlemin iptali için Mahkememizde dava
açma süresinin son günü 11.09.2009 tarihi olduğundan, Aksaray İdare
Mahkemesi’nde 18.09.2009 tarihinde açılan davanın süre yönünden reddine
hükmetmek gerekmektedir.54
Görüldüğü gibi idare mahkemesinde yasal dava açma süresinde dava
açılmıştır ama vergi mahkemesinde yasal dava açma süresi geçmiştir. Bu
karışıklılığın, mahkemeye erişim hakkını kısıtlamaması için gerekli tedbirler
alınmalıdır. Göreve ilişkin hükümler net olarak kanunlarda düzenlenmelidir.
Kişiler, davasını hangi mahkemede açacağı konusunda kafa karışıklılığı
yaşamamalıdır. Aksi halde davası süre yönünden reddedilecek ve mahkemeye
erişim hakkı yok yere ortadan kalkacaktır.
Aslında, Anayasa’nın 40. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan hüküm gereği
idare, işlemlerinde dava açılacak mahkeme ve dava açma süresini belirtmek
zorundadır. Bunu belirttiği zaman böyle bir sorun ortaya çıkmayacaktır. Bu
duruma ilişkin olarak bir Danıştay kararı şöyledir:
54
Konya 1. Vergi Mahkemesi’nin 08/12/2009 tarih ve E:2009/1630, K:2009/1681 sayılı kararı.
https://portal.uyap.gov.tr/
578
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
Bozma kararına uyan Ankara 10. İdare Mahkemesince davanın görev
yönünden reddedilerek dosyasının görevli ve yetkili Ankara Vergi Mahkemesine
gönderilmesine karar verildiği, görev ret kararı uyarınca dosya kendisine gelen
Ankara 4. Vergi Mahkemesince, söz konusu işleme karşı tebliğ tarihinden
itibaren 30 gün içerisinde dava açılması gerekirken bu süre geçirilerek
12.7.2006 tarihinde açılan davanın, esasının incelenme olanağı bulunmadığı
gerekçesiyle davanın süre aşımı nedeniyle reddedildiği anlaşılmıştır.
Davacı tarafından dava konusu edilen işlemin hangi mahkemenin görevine
girdiği hususunun idare mahkemesince dahi tespit edilemediği göz önünde
bulundurulduğunda, bu tespitin davacıdan beklenilmesinin hakkaniyete uygun
düşmeyeceği, davanın konusunun görev yönünden arzettiği bu muğlaklığa
rağmen getirilecek kısıtlamanın, mahkemeye erişim hakkının özünü ortadan
kaldıracak bir mahiyet kazanacağı ve bu durumun da Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinin 6’ncı maddesinin ihlali anlamına geleceği açıktır.
Bu durumda; davayı süre aşımı nedeniyle reddeden Mahkeme kararında
hukuka uygunluk bulunmamaktadır.55
Bu sorunun en kesin çözümü, idare ve vergi mahkemeleri ile Danıştay’da
açılacak davalar için tek bir dava açma süresi belirlemektir. Yapılacak bir kanun
değişikliği ile bu mahkemeler için aynı dava açma süresi belirlenirse sorun da
kesin olarak ortadan kalkmış olur.
D.7. Yok Hükmünde Olan İdari İşlemlere Karşı Dava Açma Süresi
Yokluk kavramı ilk kez medeni hukuk öğretisinde ortaya çıkmış ve evlenme
akti dolayısıyla ileri sürülerek mutlak butlan ve nisbi butlanın yanında ve
onlardan daha ağır bir aykırılık sebebi olarak kullanılmıştır.56 Teori, idare
hukukunda ilk kez Fransız hukukçu Laferriere tarafından ortaya atılmıştır.57
Yokluk, işlemdeki sakatlıklar yüzünden işlemin iptal edilebilirliliği esasına
değil, böyle bir işlem var olmayacağından bu işlemin tanınamayacağı esasına
dayanır.
İdare hukukunda, idari işlemin kurucu unsurlarında “ağır”, “bariz” veya
“açık” sakatlıklar varsa o işlemin, iptalini değil yokluğunu gerektirir. Çünkü
böyle bir idari işlem madden olsa bile aslında hukuken ölü doğmuştur, o
yüzden bu işlemin hukuki etkileri olamayacağı gibi başka bir hukuki işleme
55
56
57
Danıştay 3. Dairesi’nin 23/02/2016 tarih ve E:2012/2222, K:2016/1699 sayılı kararı. https://
portal.uyap.gov.tr/
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. J.M.AUBY, “L’inexistence des actes administratifs”,
Paris, 1951, s. 2 vd.; R.SARICA, “İdare hukukunda yokluk ve butlan”, Ebül’ula Mardin’e
Armağan’dan ayrı bası, İst. 1944, s.1191 1192.
Jean DE SOTO, “La Nullité des Actes administratifs”, Paris, 1942, s.49; Ayrıca bkz. AUBY, dpn:
1, s.13; Sarıca, dpn: 1, s.1193.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
579
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
temel de olamazlar. Yokluk yaptırımı için çok bariz, ağır bir sakatlık olması
gerekmektedir. İdare hukukunda fonksiyon gaspı, yetki gaspı, ağır ve bariz
yetki tecavüzü ile sakat olan işlemler yok hükmünde kabul edilmektedir.58
Ayrıca şeklen yazılı yapılması gereken işlemin sözlü yapılması ya da işlemin
konu unsurundaki sakatlık o işlemin yokluğu sonucunu doğurur.59
Asıl olarak yok hükmünde olan işlemlere karşı iptal davası açılmasına
gerek yoktur. Bu tür işlemler hukuken yokturlar ve hukuk aleminde de bir
etki doğurmazlar. Fakat, bu idari işlemler hukuken yok hükmünde olsalar dahi
maddi olarak var olduklarından idarece bu işlemler uygulamaya koyulurlar.
Şahıslar idareye karşı işlemin yok hükmünde olduğunu ileri sürse de idareler
genelde işlemlerinin hukuka uygun olduğunu düşündüğünden bunu göz
önüne almaz ve işlemlerini icra ederler. İşte bu durumu engellemek için bu tür
işlemlere karşı da dava açılmalı ve idari yargı mercilerince bu işlemlerin yok
hükmünde olduğu saptanmalıdır. Yok hükmünde olan işlemlere karşı herkes
her zaman dava açılabilir, herhangi bir süre sınırlaması yoktur.60
İdare hukukunda yok hükmünde olan idari işlemlere ilişkin bir mahkeme
kararını incelecek olursak;
6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun 125. maddesinde; ticaret şirketlerinin
tüzel kişiliği haiz olduğu, Türk Medenî Kanununun 48. maddesi çerçevesinde
bütün haklardan yararlanabileceği ve borçları üstlenebilecekleri, 588.
maddesinde; limited şirketlerin, ticaret siciline tescil ile tüzel kişilik
kazanacakları düzenlenmiştir.
Türk Medeni Kanununun 47’nci maddesi ve izleyen kurallarında, başlıbaşına
bir varlık olmak üzere örgütlenmiş kişi toplulukları ile belli amaca özgülenmiş
olan bağımsız mal topluluklarının, kendileriyle ilgili özel hükümlere göre tüzel
kişilik kazanacağı, insana özgü olanlar dışında bütün haklara ve borçlara ehil
olacağı ve fiil ehliyetini, kanuna ve kuruluş belgelerine göre gerekli organlara
sahip olmakla kazanacakları öngörülmüştür.
Buna göre, şirket tüzel kişiliği ticaret siciline tescil ile başlayıp sicilden
silinme ile sona erecektir. Ticaret sicilinden silinme ile de artık şirketin tüzel
kişiliği son bulacağından, hak ehliyeti de olmayacaktır.
Olayda, davacının kanuni temsilcisi olduğu ... San. Tic. Ltd. Şti.’nin tüzel
kişiliği 10/04/2015 tarihinde sona erdiğinden, artık bu tarihten sonra hak
ehliyeti bulunmayan şirket adına hukuk aleminde işlem tesis edilemeyecektir.
Çünkü hak ve dolayısıyla fiil ehliyeti olmayan bu şirket, haklara ve borçlara
ehil olamayacaktır.
58
59
60
Günday, Metin: İdare Hukuku Dersleri, Ankara 1996, İmaj Yayıncılık, s.173.
Günday, age, s.174.
Aydın, Alper, agm.
580
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
İdare hukukunda idari işlemin yetki, şekil, sebep, konu ve maksat olmak
üzere beş unsuru bulunmaktadır. Konu unsuru idari işlemin hukuk aleminde
meydana getirdiği durum, etki ya da sonuçtur. Konunun imkansız olması
yokluk yaptırımına tabidir. Tüzel kişiliği sona erdikten sonra şirket hakkında
işlem tesis etmek, o işlemi konu unsuru bakımından imkansız kılar ve tesis
edilen işlem yoklukla batıl olur.
... San. Tic. Ltd. Şti.’nin tüzel kişiliği 10/04/2015 tarihinde sona erdiğinden,
dava konusu ödeme emirlerinin düzenlenme tarihi olan 11/11/2015 tarihinde
artık bu şirket hakkında ödeme emri düzenlenmesi mümkün değildir. Çünkü
hukuk aleminde olmayan bir şirket hakkında işlem tesis edilemez.61
Yukarıda açıklandığı gibi yok hükmünde olan idari işlemlere karşı her
zaman dava açılabileceğini düşünüyoruz. Yok hükmünde olan idari işlemlere
karşı, hem idarece uygulandığından hem de işlemin yokluğunun bir mahkeme
kararı ile tespit edilmesi gerektiğinden, dava açılması gerekmektedir. İdari
yargıda tespit davası olmadığından dolayı, bu işlemlere karşı açılan davalarda
mahkeme, işlemin yok hükmünde olduğunu kararında belirterek hüküm
vermelidir. Burada asıl verilmesi gereken hüküm “karar verilmesine yer
olmadığı” kararıdır. Fakat, bu kararın idarece anlaşılamayacağı, işlemi icra
etmeye devam edebileceği riskleri bulunduğundan, iptal kararı verilmesinin
en doğru usul olduğunu düşünmekteyiz.
Biz, yok hükmünde olan idari işlemlere karşı her zaman dava açılabileceğini
düşünsek de, hangi işlemlerin yok hükmünde olduğu konusunda yargısal ve
doktrinsel görüş birliğinin bulunmaması, tüm mahkemelerin süre konusunda
bu görüşte olmaması ve bu konuya ilişkin yasal düzenleme bulunmaması
durumları mahkemeye erişim hakkını etkilemektedir. Farklı uygulamalar
nedeniyle ilgililerin mahkemeye erişim hakkı kısıtlanmaktadır. Bu sorunun
çözümü için yasa koyucu tarafından yasal değişiklikler yapılarak yokluk
kurumuna, hangi idari işlemlerin yok hükmünde olduğuna, bunlara açılacak
davalarda dava açma süresi ve usulüne ilişkin düzenlemeler yapılmalıdır.
D.8. Tarhiyat Sonrası Uzlaşmada Ek Dava Açma Süresi
213 sayılı Kanun’un Ek 1. maddesinin 1. fıkrasına göre, mükellef tarafından,
ikmalen, re’sen veya idarece tarh edilen vergilerle bunlara ilişkin vergi ziyaı
cezalarının (359 uncu maddede yazılı fiillerle vergi ziyaına sebebiyet verilmesi
halinde tarh edilen vergi ve kesilen ceza ile bu fiillere iştirak edenlere kesilen
ceza hariç) tahakkuk edecek miktarları konusunda vergi ziyaına sebebiyet
verilmesinin kanun hükümlerine yeterince nüfuz edememekten ya da 369.
maddede yazılı yanılmadan kaynaklandığının veya bu Kanun’un 116, 117 ve
61
Konya 1. Vergi Mahkemesi’nin 14/10/2016 tarih ve E:2016/783, K:2016/1017 sayılı kararı.
https://portal.uyap.gov.tr/
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
581
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
118. maddelerinde yazılı vergi hataları ile bunun dışında her türlü maddi hata
bulunduğunun veya yargı kararları ile idarenin ihtilaf konusu olayda görüş
farklılığının olduğunun ileri sürülmesi durumunda, idarenin bu bölümde yer
alan hükümler çerçevesinde mükellefler ile uzlaşabilir. Ayrıca aynı Kanun’un
Ek 7. maddesinin 3. fıkrasına göre, uzlaşmanın vaki olmaması halinde mükellef
veya cezanın muhatabı; tarhedilen vergiye veya kesilen cezaya, uzlaşmanın
vaki olmadığına dair tutanağın kendisine tebliğinden itibaren genel hükümler
dairesinde ve yetkili vergi mahkemesi nezdinde dava açabilir. Bu takdirde,
dava açma müddeti bitmiş veya 15 günden az kalmış ise bu müddet tutanağın
tebliği tarihinden itibaren 15 gün olarak uzar.
Uzlaşma kurumu ile vergisel ihtilafların dava aşamasına taşınmadan idari
yolla çözülmesi amaçlanmıştır. Uzlaşma tercihsel bir yoldur. İlgililer ister
doğrudan dava açar, isterse de dava açmadan önce uzlaşma yoluna başvurur.
Uzlaşma yoluna başvuran ilgili kişi buradan olumlu bir sonuç alamaz ise dava
yoluna başvurabilir. Uzlaşmanın olumlu sonuçlanmaması durumunda, dava
açma süresinin geçmiş veya makul bir süreden az bir süre kalmış olabileceğini
öngören yasa koyucu, uzlaşmadan sonuç alamayıp dava açma yoluna gitmek
isteyen ilgili kişi için yeni bir hak tanımıştır. Bu da, dava açma müddeti bitmiş
veya 15 günden az kalmış ise bu müddetin tutanağın tebliği tarihinden itibaren
15 gün olarak uzayacağı hakkıdır. Böylece yasa koyucu, uzlaşmaya başvurmanın
mahkemeye erişim hakkını kısıtlamasının önüne geçmiş ve uzlaşmayı cazip
hale getirmiştir.
213 sayılı VUK’da uzlaşmanın vaki olmaması halinde mükellef veya ceza
muhatabına tarhedilen vergiye veya kesilen cezaya, uzlaşmanın vaki olmadığına
dair tutanağın kendisine tebliğinden itibaren genel hükümler dairesinde ve
yetkili vergi mahkemesi nezdinde dava açma hakkı tanınmış ve dava açma
müddeti bitmiş veya 15 günden az kalmış ise bu müddetin tutanağın tebliği
tarihinden itibaren 15 gün olarak uzayacağına hükmedilmiştir. Mevzuatta,
uzlaşmanın vaki olmamasından sadece uzlaşma kapsamındaki vergi ve/
veya cezaya karşı uzlaşmaya başvurulması sonucunda uzlaşılamamasının mı
kastedildiği, yoksa ayrıca uzlaşma kapsamında olmayan vergi ve/veya cezaya
karşı uzlaşmaya başvurulması durumunda vergi ve/veya cezanın uzlaşma
kapsamında olmadığı için uzlaşılamamasının da mı kastedildiği belirli değildir.
Bu yüzden bu belirsizliğin, ilgililerin mahkemeye erişim hakkını kısıtlamayacak
şekilde yorumlanması gerekmektedir.
Bu durumda biz, uzlaşmanın vaki olmamasının uzlaşma kapsamında
olmayan vergi ve/veya cezalar için yapılan uzlaşma başvurularını da kapsadığını
düşünmekteyiz. Bu nedenle, mahkemeye erişim hakkı için bu durumlar için
de dava açma müddeti bitmiş veya 15 günden az kalmış ise bu müddetin
tutanağın tebliği tarihinden itibaren 15 gün olarak uzayacağı kabul edilmelidir.
582
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
Bu sorunun kesin çözümü için ise kanuni değişiklik yapılarak uzlaşmanın
vaki olmamasının uzlaşma kapsamında olmayan vergi ve/veya cezalar için
yapılan uzlaşma başvurularını da kapsadığı belirtilmelidir.
D.9. Vergi Hukukunda Süregelen İşlemlerde Dava Açma Süresi
Vergi hukukunda süregelen işlemler, ilgilisi üzerindeki etkisi kesintisiz bir
şekilde, sürekli devam eden işlemlerdir. Örneğin, haciz işlemi ve mükellefiyet
tesisi işlemi vergi hukukunda süregelen işlemlerdendir. Haciz işlemi iptal
edilmedikçe veya geri alınmadıkça kesintisiz bir şekilde devam eder.
Mükellefiyet tesisi işlemi de iptal edilmedikçe veya geri alınmadıkça sürekli
devam eder. Bu işlemlere karşı yasal dava açma süreleri geçmiş olsa da işlemler,
ilgilisi üzerinde hukuki etki ve sonuçlarını kesintisiz sürdürür. Bu nedenle bu
tür işlemlere karşı her zaman dava açılabilir ve bu tür işlemlere ilişkin olarak
ilgilisi tarafından her zaman idareye de başvuru yapılabilir. Bu işlemlere ilişkin
yasal dava açma süresi geçmiş olsa bile her zaman dava açılabileceğine ilişkin
örnek yargı kararı aşağıdadır:
Banka hesabına uygulanan haciz işlemi nedeniyle tasarruf hakkı kısıtlanmak
suretiyle menfaati ihlal edilen davacının her zaman, süregelen haciz işleminin
kaldırılması istemiyle dava açmasına bir engel bulunmadığından, haczin
kaldırılması istemiyle açılan davada, uyuşmazlığın esası incelenip karar
verilmesi gerekirken 2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 15/1-b
maddesi uyarınca süre aşımı nedeniyle davayı reddeden vergi mahkemesi
kararında hukuka uyarlık görülmemiştir.62
Görüldüğü gibi haciz işlemi mülkiyet hakkına etki etmektedir. Bu nedenle,
süregelen işlem olması nedeniyle ilgilisi mülkiyet hakkını kısıtlayan haciz
işlemini her zaman dava konusu edebilir. Mülkiyet hakkı kapsamında
mahkemeye ilgilisinin erişimi için bu görüş hakkaniyete uygundur. Fakat tabiki
bunun aksi yönünde görüş ve yargısal kararlar da vardır. Bu aksi yöndeki karara
bakarsak:
Davacının 27/03/2012 tarihinde öğrendiği mükellefiyet tesisi işleminin
kaldırılması istemi ile yaptığı 30/03/2012 tarihli başvurunun 2577 sayılı
İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun onbirinci Maddesi kapsamında yapılmış
bir başvuru olduğu, idarece söz konusu başvuruya cevap verilmeyerek tesis
edilen zımnen ret işlemi üzerine, kalan dava açma süresinin son günü olan
25/06/2012 tarihinden sonra mükellefiyet tesisi işleminin iptali istemiyle
07/09/2015 tarihinde açılan davanın süresinde olmadığı gerekçesiyle davanın
süre aşımı nedeniyle reddine karar verilmiştir.63
62
63
Danıştay 9. Dairesi’nin 14/03/2017 tarih ve E:2016/16737, K:2017/2723 sayılı kararı.
https://portal.uyap.gov.tr/
İstanbul 12. Vergi Mahkemesi’nin 20/01/2016 tarih ve E:2015/233, K:2016/94 sayılı kararı.
https://portal.uyap.gov.tr/
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
583
Mahkemeye Erişim Hakkı Işığında Vergi Mahkemelerinde Dava Açma Süreleri
Alper AYDIN
Yukarıda belirttiğimiz gibi biz bu görüşe katılmamaktayız. Bizce, haciz işlemi
ve mükellefiyet tesisi işlemi gibi işlemler süregelen işlemlerdir ve bu işlemlere
karşı her zaman dava açılabilir.
Uygulamadaki bu farklı yargısal kararlar mahkemeye erişim hakkını haksız
yere kısıtlamaktadır. Mahkemeye erişim hakkı açısından hakkaniyetli olan
bizim de katıldığımız süregelen işlem görüşünü uygulamaktır. Bu sorunun
çözümü için yasama organınca yasal düzenleme yapılmalı ve süregelen işlem
teorisi yasallaştırılmalıdır.
SONUÇ
Hak arama özgürlüğü, herkesin meşru yol ve vasıtalar ile haklarını
arayabilmesi olanağıdır. Bu olanak, Anayasamız, yasalarımız ve ülkemizin
de imza attığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile tanınmıştır. Hak aramanın
en yaygın kullanıldığı yer yargı organlarıdır. Bu yüzden hak arama özgürlüğü
gereği herkes mahkemeye erişim hakkına sahiptir. Fakat mahkemeye erişim
hakkı sınırsız değildir. Bu hakka getirilmiş en önemli sınırlama, dava açma
süresidir. Vergi yargısında da dava açma süreleri ile ilgili olarak mahkemeye
erişim hakkını haksız yere kısıtlayan veya ortadan kaldıran bir çok sorun
bulunmaktadır. Bu sorunları yukarıda ayrı ayrı başlıklar altında yargısal kararlar
ışığında inceledik ve çözüm önerilerimizi belirttik. Bu sorunlar ciddi bir şekilde
mahkemeye erişim hakkını kısıtlamakta ve ülkemizi AİHM’de hak ihlalleri
nedeniyle mahkumiyet kararları ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu yüzden,
yukarıda yaptığımız açıklamalar ışığında gerekli tedbirler alınmalıdır.
*****
KAYNAKÇA
Akbulut, Emre; İdari İşlemde Kanun Yolu ve Süresi Gösterme Yükümlülüğünün
Yargısal Denetime Etkisi, TBB Dergisi, Sayı 81, 2009.
Akıncı, Müslüm; İdari Yargıda Adil Yargılanma Hakkı, Turhan Kitabevi, Ankara,
2008.
Akyılmaz, Bahtiyar; İdari Usul İlkeleri Işığında İdari İşlemin Yapılış Usulü, 1.
Baskı, Ankara 2000.
Aydın, Alper; İdari Yargı Çerçevesinde Anayasa Yargısında Yokluk, TAAD, Yıl:5,
Sayı:19, Ekim, 2014.
Aydın, Bihter; Türk İdari Yargı Düzeninde Mahkemeye Erişim Hakkı, TAAD,
Yıl:4, Sayı:15, Ekim 2013.
Bilici, Nurettin; Vergi Hukuku, Savaş Yayınevi, 35.Baskı, 2015.
Candan, Turgut; Açıklamalı İdari Yargılama Usulü Kanunu, Ankara: 2006.
584
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Trial Period At The Tax Courts İn The Light Of Access To The Court
Alper AYDIN
Duran, Lütfi; İdare Kazada Dava Açma Süresi, İstanbul Hukuk Fakültesi
Mecmuası, cilt XI, sayı 1-2.
Günday, Metin; İdare Hukuku Dersleri, Ankara 1996, İmaj Yayıncılık.
Gözübüyük, Şeref; Yönetsel Yargı, Turhan Kitabevi, Ankara, 2012, İdari Yargıda
Dava Açma Süresi Amme İdaresi Dergisi, Cilt:2, Sayı: 4, Aralık 1969.
İnceoğlu, Sibel; İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Kararlarında Adil Yargılanma
Hakkı, Kamu ve Özel Hukuk Alanlarında Ortak Yargısal Hak ve İlkeler, İkinci
Bası, İstanbul 2005.
Kalabalık, Halil; İnsan Hakları Hukuku, 3. Baskı, Seçkin Yayınları, Ankara, 2013.
Kaplan, Gürsel; İdari Yargıda Dava Açma Süreleri, Turhan Kitabevi, Ankara,
2011.
Karavelioğlu, Celal; İdari Yargılama Usulü Kanunu, 3. Baskı, Top–Kar
Matbaacılık, 1997.
Mutlu, Meltem; İdari Yargılama Hukukunda Süreler, Manisa Barosu Dergisi,
Yıl:8, Sayı: 28, Ocak 1989.
Nohutçu, Ahmet; İdari Yargı, Ankara, Savaş Yayınları, 2010.
Onar, Sıddık Sami; İdare Hukukunun Umumi Esasları, Cilt III, İsmail Akgün
Matbaası, İstanbul, 1966.
Şanlı Atay, Yeliz; İdari İşlemde Başvuru Yollarının Gösterilmesi Yükümlülüğü,
TBB Dergisi, 2011 (96).
Yüce, Mehmet; Vergi Yargılama Hukuku, Ekin Yayınevi, 3.Baskı, 2013.
http://www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/kararlar/kbb.html
https://portal.uyap.gov.tr/
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
585
ICSID TAHKİMİ BAKIMINDAN “TAHKİME RIZA” VE BU RIZA
ÇERÇEVESİNDE TAHKİM ÖNCESİ SÜREÇLER
Consent to Arbitration and Preliminary Processes In Terms of Icsid Arbitration
Güray ÖZSU1
Geliş Tarihi: 14.08.2017
ÖZET
ICSID Tahkim yargılaması için tarafların
karşılıklı olarak “rıza”ları gerekmektedir.
Günümüzde
ICSID
Tahkimine
rıza
çoğunlukla ikili ve çok taraflı anlaşmalarla
verilmektedir. Devletler söz konusu
anlaşmalarla ICSID Tahkimine rızalarını
beyan ederken bazı süreçlerin geçilmesini
şart koşmaktadır.
Uyuşmazlık çözümüne ilişkin söz
konusu hükümlerde genellikle, önce
müzakere yoluyla barışçı çözüm aranacağı,
belirli bir süre içerisinde sonuç alınamadığı
takdirde
tahkime
başvurulabileceği
düzenlenmektedir. Öte yandan, bazı ikili
yatırım anlaşmaları, iç hukuk yollarının
tüketilmesini ICSID tahkim yargısı için ön
şart olarak düzenlemekte, bazı anlaşmalar
ise, süreyle sınırlı tutarak ICSID Tahkimine
başvurulmadan önce uyuşmazlığa taraf
devletin mahkemelerine başvurulmuş
olmasını zorunlu tutmaktadır.
ICSID nezdinde açılmış davalarda
hakem heyetleri, “Merkezin yetkisi”nin
var olup olmadığını tespit amacıyla bu
süreçlerin yerine getirilip getirilmediğini
incelemektedir. İkili ve çok taraflı yatırım
anlaşmalarında yer alan ve tahkim süreci
öncesinde
başvurulması/denenmesi
gereken bir çözüm yolu olarak öngörülen
müzakere süreçleri, ICSID uygulamasında,
Merkezin yetkisi bakımından zorunlu
bir ön şart olarak görülmemekte,
yatırım anlaşmalarındaki bu hükümlerin
yönlendirici nitelikte olduğu uygulamada
kabul edilmektedir.
Kabul Tarihi: 31.01.2018
ABSTRACT
ICSID Arbitration requires mutual consents
of the parties. At the present time Parties’
consents are mostly submitted by means of
bilateral or multilateral treaties. As States
declare their consent to arbitration by means
of the treaties, they also stipulate that some
processes are completed.
It is mostly included in the provisions
on dispute resolution that initially amicable
settlement is tried, in case of failure parties
can apply to arbitraion. Also, in some bilateral
treaties, exhaustion of domestic remedies
is considered as precondition for ICSID
Arbitration, while in some other agreements
it is mandatory to apply to courts of the
contracting state before applying to ICSID
Arbitration.
In cases before ICSID, tribunals examine
whether these processes are completed or
not in order to determine the jurisdiction of
the Center. Negotiation processes in bilateral
and multilateral treaties which are set out as
a method of dispute resolution that must be
applied/tried before ICSID Arbitration aren’t
considered as mandatory precondition in
terms of jurisdiction of the Center in ICSID
decisions but in practice, it is considered that
these provisions in investment treaties have
directive quality.
Keywords: ICSID, arbitration, consent to
Anahtar Kelimeler: ICSID, tahkim,
tahkime rıza, müzakere, ikili yatırım arbitration, negotiation, bilateral investment
treaty.
anlaşması.
1
İzmir Hakimi, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Özel Hukuk Doktora Programı Öğrencisi,
ozsuguray@gmail.com
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
587
ICSID Tahkimi Bakımından “Tahkime Rıza” ve Bu Rıza Çerçevesinde Tahkim Öncesi Süreçler
Güray ÖZSU
GİRİŞ
Günümüzde doğrudan ve dolaylı yabancı sermaye yatırımları uluslararası
ticaretin önemli bir bölümünü teşkil etmektedir. Devletler, yabancı yatırımları
ekonomik kalkınma açısından çok önemli görmekte, bu yatırımları özendirici,
teşvik edici ve koruyucu iç hukuk düzenlemeleri yapmakta ve uluslararası
sözleşmeler imzalamaktadırlar2.
Bu sözleşmelerden birisi de, Dünya Bankası öncülüğünde hazırlanan,
ICSID3 Sözleşmesi (Konvansiyonu) veya Washington Sözleşmesi olarak da
anılan 1965 tarihli “Devletler ile Diğer Devletlerin Vatandaşları Arasındaki
Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümlenmesi Hakkında Sözleşme”dir. Yatırım
Uyuşmazlıklarının Çözümüne Dair Uluslararası Merkez (International Center
for Settlement of Investment Disputes), yaygın kullanım şekliyle ICSID, bu
sözleşme ile kurulmuştur. 14.10.1966 tarihinde yürürlüğe giren Sözleşme
Türkiye tarafından da onaylanmıştır4. ICSID, Dünya Bankası bünyesinde
kurulmuş olup yerleşim yeri Washington’dur5.
ICSID, yatırımcı ile ev sahibi devlet arasında ortaya çıkan ve yatırımdan
kaynaklanan uyuşmazlıkların, tarafların hukuki eşitliği çerçevesinde çözüme
kavuşmasını amaçlayan, tarafsız ve güvenilir bir tahkim (arbitration) ve
uzlaştırma (concilation) sistemi öngörmekte ve böylece yabancı yatırımcıların
endişelerini gidererek onları yatırıma teşvik edici bir rol üstlenmektedir6.
ICSID Sözleşmesinin 25. maddesi, ICSID Tahkim Merkezi’nin, bireylerin kendi
aralarındaki uyuşmazlıklar, devletlerarası uyuşmazlıklar ve birey ile kendisinin
vatandaşlığında olduğu devlet arasındaki uyuşmazlıklarda yetkili olamayacağını
2
3
4
5
6
Şanlı, Cemal (2016), Uluslararası Ticari Akitlerin Hazırlanması ve Uyuşmazlıkların Çözüm
Yolları, 6. Bası, İstanbul, Beta Yayınevi, s.531.
Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümüne Dair Uluslararası Merkez (International Center for
Settlement of Investment Disputes), “Devletler ile Diğer Devletlerin Vatandaşları Arasındaki
Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümlenmesi Hakkında Sözleşme” ile kurulmuştur.
R.G. 06.12.1988/20011. Türkiye, ICSID Sözleşmesini bazı çekinceler koyarak kabul
etmiştir. Türkiye’nin çekinceleri şunlardır; birincisi, yabancı sermaye ile ilgili yürürlükteki
mevzuat çerçevesinde izin verilmiş ve fiilen başlamış olan yatırım faaliyetlerinden doğan
uyuşmazlıklar Merkezin yargılama yetkisine bağlı olacaktır. Diğer bir çekince ise, ülkede
yer alan taşınmaz mallar üzerindeki mülkiyet ve ayni haklarla ilgili uyuşmazlıkların,
münhasıran Türk yargı mercilerinin yargılama yetkisinde olduğu ve bu konuda ICSID tahkim
yargılamasına gidilemeyeceğidir. Türkiye’nin koymuş olduğu çekincelerden bir diğeri ise,
ICSID Sözleşmesinin 64. maddesinde yer alan ve ICSID tahkim kararlarının uygulanması ve
yorumlanması konusunda ortaya çıkacak uyuşmazlıkların müzakere yolu ile giderilememesi
durumunda, konunun Uluslararası Adalet Divanına götürülmesine dair hükümdür.
Ayrıntılı bilgi için bkz. <https://icsid.worldbank.org/en/Documents/icsiddocs/ICSID%20
Convention%20English.pdf> s.e.t. 17.08.2017.
Dost, Süleyman (2006), Yabancı Yatırım Uyuşmazlıkları ve ICSID Tahkimi, Ankara, Asil
Yayınevi, s.148 vd.
588
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent to Arbitration and Preliminary Processes In Terms of Icsid Arbitration
Güray ÖZSU
açıkça ortaya koymaktadır. Diğer bir deyişle, ICSID tahkiminde uyuşmazlığın
bir tarafı devlet, diğer tarafı da yabancı kişi/yatırımcı olmak zorundadır7.
ICSID Sözleşmesinin Türkiye ve Türk Hukuku açısından da önemi büyüktür.
Şöyle ki; Türkiye de ekonomik kalkınma amacıyla yabancı yatırımı ülkeye
çekmek istemekte ve bu sebeple, yabancı yatırımcılara, ikili ve çok taraflı
yatırım anlaşmaları ile uluslararası tahkime başvuru imkânı tanımaktadır.
Türkiye’nin imzalamış olduğu bu ikili ve çok taraflı yatırım anlaşmalarında
ICSID, yatırım8dan kaynaklanan uyuşmazlıkların çözümü için başvurulabilecek
tahkim seçeneklerinden birisini oluşturmaktadır9.
Devletlerin ICSID tahkimini tercih etmelerinin en önemli nedenlerinden
birisi de, ICSID Sözleşmesinin 54. maddesinin birinci fıkrasında düzenlendiği
üzere, ICSID tahkim kararlarının, taraf devletlerin kendi yerel mahkemelerince
verilmiş nihai kararlar gibi icra edilecek olmasıdır. ICSID tahkim yargılaması
sonucunda verilen kararlar bütün üye devletler bakımından bağlayıcıdır10.
Uyuşmazlığa taraf olsun veya olmasın ICSID Sözleşmesini imzalayan her
devlet hakem kararlarının uygulanması bakımından aynı yükümlülüğe
tabidir 11. Kısaca, ICSID, diğer tahkim sistemlerinden farklı şekilde, iç hukuk
bakımından doğrudan bağlayıcılığı ve uygulanabilirliği olan tek tahkim
7
8
9
10
11
Akkutay, Ali İbrahim (2013), “Uluslararası Yatırımdan Kaynaklanan Uyuşmazlıkların
Çözümünde ICSID Sözleşmesinin 27. Maddesi”, TBB Dergisi S.107, s.299.
ICSID Sözleşmesinde yatırımı tanımlayan bir hüküm bulunmamaktadır. Bu hususta
tarafların ikili yatırım anlaşmasındaki iradelerine bakmak, bu anlaşmalardaki yatırım tanımı
kapsamında kalan bir girişim olup olmadığını değerlendirilmek gerekmektedir. Erten, Rıfat
(1998), ICSID Tahkimi, BATİDER, C.19, S.4, s.215. Uyuşmazlık konusu işlem veya faaliyet,
yatırım tanımına girmediğinde uluslararası anlaşmanın uygulanması mümkün olmayacak ve
dolayısıyla tahkim mahkemesi yetkisizlik kararı verecektir. Şanlı, Uluslararası Ticari Akitler,
s.561, dn.696.
Örneğin; Türkiye Cumhuriyeti ile Hollanda Krallığı Arasında, Yatırımların Teşviki ve
Korunmasına İlişkin Anlaşma, R.G. 20.4.1989/20145; Türkiye Cumhuriyeti ile Japonya
Arasında, Yatırımların Teşviki ve Korunmasına İlişkin Anlaşma R.G. 21.11.1992/214.
ICSID Sözleşmesi’nin 27. maddesinin 1. fıkrası, yatırım sözleşmelerinden kaynaklanan
uyuşmazlıkların çözümünde diplomatik korumanın uygulanamayacağını düzenleyen bir
hükümdür. Buna göre, Sözleşme’ye taraf hiçbir devlet, vatandaşının Sözleşme’ye taraf bir
başka devlet ile arasındaki yatırım uyuşmazlığına ilişkin olarak, vatandaşının ve diğer devletin
Sözleşme’de öngörülen tahkim yolunu kabul etmelerinden veya ICSID tahkimine rızalarını
göstermelerinden sonra diplomatik koruma yolunu işletemeyecektir. Bununla birlikte, aynı
fıkra hükmüne göre, Sözleşme’ye taraf diğer devlet, uyuşmazlığa ilişkin hakem kararına
uymaz ve bu kararı uygulamazsa, uyuşmazlığın tarafı olan kişinin vatandaşlığında olduğu
devlet diplomatik koruma yoluna başvurabilecektir. Görüldüğü üzere, Sözleşme, diplomatik
koruma yoluna başvurulmasını son çare olarak, hakem kararının icrasını sağlamaya yönelik
olarak öngörmektedir. Zira, bir uyuşmazlıktan dolayı diplomatik koruma yolunun işletilmesi
sürecin siyasi bir niteliğe bürünmesine neden olmaktadır. Bkz. Akkutay, s.301-302.
Dost, s.209; Erten, ICSID Tahkimi, s.222; Tuygun, Salih (2007), ICSID Tahkimine İlişkin Hakem
Kararlarının İcra Edilmesi, Güncel Yayınevi, İzmir, s.143.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
589
ICSID Tahkimi Bakımından “Tahkime Rıza” ve Bu Rıza Çerçevesinde Tahkim Öncesi Süreçler
Güray ÖZSU
sistemi olma özelliğine sahiptir 12. Bazı ikili yatırım anlaşmalarında ICSID
hakem kararlarının icrası amacına matuf olarak “Yabancı Hakem Kararlarının
Tanınması ve İcrası Hakkındaki New York Sözleşmesi13” ne atıf yapılmakta
ise de, bu Sözleşme, tarafları özel hukuk kişisi/tacir konumunda olan kişiler
arasındaki uyuşmazlıklarla ilgili olarak verilmiş hakem kararlarının icrası
amacıyla imzalanmış olup, ICSID tahkimine başvuru imkanı tanıyan ikili
yatırım anlaşmalarındaki New York Sözleşmesine yönelik atıflar gereksiz
olarak görülmektedir. Zira, ICSID hakem kararlarının icrası ICSID Sözleşmesi
ile düzenlenmiştir. Bugüne kadar da devletler aleyhine verilip, New York
Sözleşmesine göre icra edilen bir ICSID kararı bulunmamaktadır14.
Uluslararası ticari tahkim uygulamasında, belirli nedenlerin varlığı halinde,
hakem kararının, görevli ve yetkili mahkemede açılacak bir iptal davasıyla
iptal ettirilebilmesi mümkündür. Buna karşılık, ICSID Sözleşmesine göre ise,
hakem kararlarına karşı, belirli ve sınırlı sayıdaki nedenlerle 120 gün içinde
itirazda bulunabilmek mümkündür (m. 52). Ancak, ICSID tahkiminde, hakem
kararına karşı, ticari tahkimden farklı olarak kararın verildiği yer mahkemesine
başvurulmayıp, ICSID Yönetim Konseyi Başkanı tarafından atanacak ad hoc
bir komitenin hakem kararını incelemesi öngörülmüştür15. ICSID hakem
kararının esasının yerel mahkemelerce tekrar incelenemeyecek olması, diğer
bir ifadeyle, ICSID tahkiminin mahkemelerden bağımsız oluşu, ICSID’i diğer
tahkim sistemlerinden farklı kılan avantajlarından bir diğeridir16.
Bütün hakemlik kurumlarında olduğu gibi ICSID Tahkim yargılaması
da tarafların karşılıklı rızalarına dayanmaktadır. ICSID Sözleşmesinin 25.
maddesinin 1. fıkrasına göre, ICSID’in yargı yetkisi her iki tarafın yazılı olarak
rızasına bağlanmıştır. Bu rıza, tarafların, aralarındaki sözleşmeye koyacakları
bir hükümle sağlanabileceği gibi, ikili ve çok taraflı yatırım anlaşmalarıyla veya
ev sahibi devletin iç hukuk düzenlemeleriyle de sağlanabilir. Yine, RosInvest
kararında17 olduğu gibi ikili yatırım anlaşmalarında yer alan en çok gözetilen
ulus kaydı ile tahkime rızanın verilmiş olduğu hakem kararlarıyla kabul
edilebilmektedir.
12
13
14
15
16
17
Dost, s.150.; Şanlı, Cemal (1999), Türkiye Barolar Birliği - İdari Sözleşmeler ve Uluslararası
Tahkim - Panel 16 Temmuz 1999, s.10-11.
Türkiye’nin de taraf olduğu bu Sözleşmenin Türkçe metni için bkz. RG 25.9.1991/ 21002.
Sornarajah, M. (2010), The International Law on Foreign Investment, Third Edition, USA/
New York, Cambridge University Press, s.219.
Özsunay, Ergun (2004), “Uluslararası Ticari Tahkimde Hakem Kararı”, İstanbul Ticaret Odası,
Uluslararası Ticari Tahkimde Kurumsal Tahkimin Güncel Sorunları, Yayın No:2004-16, s.179,
<http://www.ito.org.tr/itoyayin/0013429.pdf> s.e.t. 03.01.2018.
Tuygun, s.140.
RosInvestCo UK Ltd. v. Russian Federation, Award on Jurisdiction, October 2007, SCC
Case No: Arbitration V 079 / 2005, <https://www.italaw.com/sites/default/files/casedocuments/ita0719.pdf> s.e.t. 12.08.2017.
590
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent to Arbitration and Preliminary Processes In Terms of Icsid Arbitration
Güray ÖZSU
Öte yandan, hemen hemen bütün rıza hükümleri bazı süreçleri
öngörmektedir. Bu süreçler, tahkim başvurusu öncesinde yerine getirilmesi
gereken iyiniyetli müzakere ve uzlaştırma (arabuluculuk) süreçleri ile iç hukuk
yollarına başvuru süreçleridir18. Çalışmamızda ICSID Tahkimi öncesinde yerine
getirilmesi gereken süreçlerin neler olduğu ve bu süreçlerin ICSID kararlarında
nasıl değerlendirildiği ele alınacaktır.
I. ICSID TAHKİMİ BAKIMINDAN “TAHKİME RIZA”
ICSID tahkim yargılaması için tarafların karşılıklı olarak “rıza”ları
gerekmektedir. ICSID Sözleşmesinin 25. maddesinin 1. fıkrasına göre,
ICSID’ın (Merkez) yargı yetkisi her iki tarafın (âkit devlet ve diğer âkit devletin
tabiiyetindeki yatırımcı) yazılı olarak rızasına bağlanmıştır. ICSID Sözleşmesini
imzalamış olmak, Sözleşmenin giriş bölümünde de ifade edildiği gibi, tek
başına bu “rıza”nın verildiği anlamına gelmemektedir19. Bir devletin ICSID
Sözleşmesini imzalaması, bu devlete yapılan her yabancı yatırım için ICSID
tahkimine gitme konusunda hukuken rıza verdiği anlamına gelmemektedir. Bu
rızanın devlet tarafından, yatırım sözleşmesinde, tahkim sözleşmesinde veya
ikili yatırım anlaşmasında, açıkça verilmiş olması gerekmektedir20.
Taraflar, ICSID tahkimine rızalarını aralarındaki yatırım sözleşmesine
koyacakları bir hükümle belirtebilecekleri gibi, ayrı bir tahkim sözleşmesinde de
ifade edebilirler. Taraflar, bu rızayı gelecekte ortaya çıkabilecek belirli türdeki
uyuşmazlıklar için önceden verebileceği gibi, uyuşmazlık ortaya çıktıktan
sonra da verebilirler21. Bununla birlikte, yatırım sözleşmesi veya ayrı bir tahkim
sözleşmesi yapılırken, ICSID tahkimine rızasını açıklayan kişi ve kurumların bu
hususta yetkilendirilmiş olup olmadığı veya ilgili ülke mevzuatında tahkime
rızaya dair yasaklayıcı bir hüküm olup olmadığı konusunda sözleşmenin karşı
tarafı gerekli özeni göstermeli ve gerekli araştırmayı yapmalıdır. Zira, bazı ülke
mevzuatları uluslararası tahkime dair taahhütlerin geçerliliğini ilgili Bakanlık
veya Meclis onayına tabi tutmaktadır. Bu özen ve araştırma, uyuşmazlık
doğmadan önce, onay mektubu, hukuki mütalaa vb. talep etme şeklinde
18
19
20
21
Şanlı, Uluslararası Ticari Akitler, s.567-568.
ICSID Tahkimine rıza konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Nomer, Ergin & Ekşi, Nuray & Öztekin/
Gelgel, Günseli (2013) Milletlerarası Tahkim Hukuku, Cilt 1, 4. Bası, İstanbul, Beta Yayınevi,
s.110 vd.; Akıncı, Ziya (2016) Milletlerarası Tahkim, 4. Baskı, İstanbul, Vedat Kitapçılık,
s.42 vd.; Egemen/Demir, Işıl (2014), ICSID Tahkiminde Kişi Bakımından Yetki, İstanbul, Filiz
Kitabevi, s.18 vd.
Tuygun, s.83.
Reed, Lucy/Paulsson, Jan/Blackaby, Nigel (2011), Guide to ICSID Arbitration, Second
Edition, United Kingdom, Wolters Kluwer Law & Business, s.36; Nomer & Ekşi & Öztekin/
Gelgel, s.110; Günuğur, Haluk (1999), “Türk Hukukunda ve Türkiye’nin Taraf Olduğu Yabancı
Sermaye Yatırımlarından Doğan Sorunların Çözümünde Tahkim (ICSID) Prosedürü”, Av. Dr.
Faruk Erem Armağanı, Ankara, Türkiye Barolar Birliği Yayını, TBB Yayın No:8, s.339.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
591
ICSID Tahkimi Bakımından “Tahkime Rıza” ve Bu Rıza Çerçevesinde Tahkim Öncesi Süreçler
Güray ÖZSU
olabilir. Bu hususta gösterilecek özen, daha sonra gereksiz yere çıkabilecek
yetki itirazlarını önleme açısından önemlidir22.
Öte yandan, devletler, diğer devletlerle yapacakları ikili ve çok taraflı
anlaşmalarda da ICSID tahkim yargılamasına rıza gösterebilirler. Örneğin, çok
taraflı uluslararası bir anlaşma olan Enerji Şartı Anlaşması23 ve ikili yatırım
anlaşmaları bazı şartlara bağlı olarak yatırımcılara ICSID’e başvuru imkanı
tanımaktadır24. İkili yatırım anlaşmalarında ICSID tahkimi için verilen rızaya
örnek verecek olursak; Türkiye Cumhuriyeti ve Avusturya Cumhuriyeti
Arasında Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması25ndaki, “Akit
Taraflardan herbiri, yatırım uyuşmazlıklarının uzlaşma veya hakemlik yoluyla
çözümlenmek üzere “Merkez”e götürülmesine bu Anlaşma ile muvafakat eder.
Hakemliğe başvurulması durumunda Akit Taraflardan herbiri, eğer yatırımcı
ile Akit Taraf arasında ayrı bir hakemlik anlaşması yoksa, bu tür uyuşmazlığı
Merkeze götürmeyi bu Anlaşma ile peşinen ve geri alınamaz bir biçimde
kabul etmiştir” hükmü ile taraflar ICSID tahkimine rızalarını beyan etmişlerdir
[m.9/3(a)].
ICSID tahkimine rıza konusunda dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi
de, uyuşmazlığın taraflar arasındaki yatırım sözleşmesinden mi kaynaklandığı,
yoksa ikili yatırım anlaşmasının ihlalinden mi kaynaklandığıdır. Zira, taraflar
arasındaki yatırım sözleşmesi ile ikili yatırım anlaşmasında farklı tahkim
şartları olduğu takdirde yetki problemleri çıkabilecektir. Taraflar arasındaki
uyuşmazlığın yatırım sözleşmesinden kaynaklandığı ve yatırım sözleşmesinde
ikili yatırım anlaşmasından farklı bir tahkim şartı bulunduğu takdirde, tahkim
başvurusunda bulunan taraf yatırım sözleşmesindeki tahkim şartı ile bağlı
olup, ikili yatırım anlaşmasındaki tahkim şartına dayanamaz. Bu sebepledir ki,
bazı ikili yatırım anlaşmalarının tahkime ilişkin hükümlerinde “… eğer yatırımcı
ile Akit Taraf arasında ayrı bir hakemlik anlaşması yoksa, …” şeklinde ibareler
bulunmaktadır26. Buna karşılık, uyuşmazlık taraflar arasındaki akdi ilişkiden
değil de, ikili yatırım anlaşmasının ihlalinden kaynaklanmakta ise, tahkime
başvuracak taraf ikili yatırım anlaşmasındaki tahkim yoluna başvurabilir.
22
23
24
25
26
Reed/Paulsson/Blackaby, s.37.
Enerji Şartı Anlaşması 17.12.1994 tarihinde Lizbon’da imzalanarak, 16.04.1998 tarihinde
yürürlüğe girmiştir. Bkz. <http://www.energycharter.org/fileadmin/DocumentsMedia/
Infographics/2015_Energy_Charter_Process_General.pdf>s.e.t.
12.08.2017.
Türkiye,
bu anlaşmayı 17.12.1994 tarihinde imzalamış, 01.02.2000 tarih ve 4519 sayılı Kanunla
onaylanması uygun bulunmuş ve bu anlaşmanın onaylanmasına ilişkin Bakanlar Kurulu
Kararı 12.07.2000 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Egemen/Demir, s.32 vd.
RG. 10.2.1991/20782.
Örneğin; Türkiye Cumhuriyeti ve Avusturya Cumhuriyeti Arasında Yatırımların Karşılıklı
Teşviki ve Korunması Anlaşması (RG. 10.2.1991/20782).
592
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent to Arbitration and Preliminary Processes In Terms of Icsid Arbitration
Güray ÖZSU
Uyuşmazlık her ikisinin de ihlalinden kaynaklanmakta ise, davaya bakan
tahkim mahkemesi, örneğin; ikili yatırım anlaşması ile yetkili kılınan ICSID
tahkim heyeti, önüne gelen davayı konu bakımından tefrik ederek yatırım
sözleşmesinden kaynaklanan uyuşmazlıklar bakımından yetkisizlik kararı
verecektir27.
Bununla birlikte, ikili yatırım anlaşmasında yer alan taahhütler, yatırım
sözleşmesinden kaynaklanan taahhütleri de kapsamına alıyorsa, yatırım
sözleşmesinden kaynaklanan bir uyuşmazlığın çözümü için tahkim başvurusu
yapacak taraf, ikili yatırım anlaşmasındaki tahkim şartına dayanabilir28.
Taraflar arasındaki akdi taahhütleri de kapsamına alan bu tür klozlara
“şemsiye klozlar (umbrella clauses)” adı verilmektedir. Bu klozlar sayesinde,
yatırım sözleşmesini ihlal eden taraf, aynı zamanda ikili yatırım anlaşmasını da
ihlal etmiş olmakta ve böylece, yatırım sözleşmesindeki tahkim şartı ne olursa
olsun, ikili yatırım anlaşmasındaki tahkim şartına dayalı olarak tahkim yoluna
başvurabilmektedir29. Keza, Enerji Şartı Anlaşmasının 10. maddesinin birinci
fıkrasında yer alan hüküm de “şemsiye hüküm” niteliğinde olup, bu hüküm
sayesinde, sözleşmeye aykırılık durumu, Enerji Şartı Anlaşmasının 3. Kısım
hükümlerinin ihlali olarak değerlendirilmekte ve böylece salt sözleşmeden
doğan borçlara aykırılık iddiası ile Enerji Şartı Anlaşması kapsamında tahkime
başvurma imkanı sağlanmaktadır30.
Yine, bazı devletler, iç hukuk düzenlemeleriyle yabancı yatırımcıya
uyuşmazlıkları ICSID’e götürme imkânı tanımaktadır. Bununla birlikte, iç
hukuk düzenlemeleriyle verilen tahkime rıza, yasal değişikliklerle gelecekteki
yatırımlar için kaldırılabilir. Buna karşılık, çok taraflı ve ikili yatırım
anlaşmalarıyla verilen “tahkime rıza”, anlaşma yürürlükte kaldığı sürece
ortadan kalkmaz31.
Devletlerin ulusal mevzuatlarında veya ikili ve çok taraflı yatırım
anlaşmalarında ICSID Tahkimine rıza gösterilmesine ilişkin hükümler, ev sahibi
devletin yabancı yatırımcıya yapmış olduğu icap olarak değerlendirilmektedir.
27
28
29
30
31
Ayrıntılı bilgi için bkz. Şanlı, Uluslararası Ticari Akitler, s.564-565.
Örneğin; Türkiye Cumhuriyeti ve Avusturya Cumhuriyeti Arasında Yatırımların Karşılıklı
Teşviki ve Korunması Anlaşmasının 8. maddesi (RG. 10.2.1991/20782).
Ayrıntılı bilgi için bkz. Şanlı, Uluslararası Ticari Akitler, s.565-566; Jagusch, Stephen /
Sinclair, Anthony /Stranger-Jones, David (2011), Investment Arbitration, The International
Arbitration Review (Ed. James H. Carter), Second Edition, United Kingdom, Law Business
Research, s.15.
Şit Köşgeroğlu, Banu (2012) Enerji Yatırım Sözleşmeleri ve Bunların Uluslararası Yatırım
Anlaşmaları ile Korunması, İstanbul, Vedat Kitapçılık, s.255.
Zenginkuzucu, Dikran M. (2012) Devlet ve Yabancı Yatırımcılar Arasındaki Uyuşmazlıkların
Çözümünde Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümü Merkezi (ICSID)’nin Kuruluşu ve
İşlevi, İstanbul, Legal, s.105.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
593
ICSID Tahkimi Bakımından “Tahkime Rıza” ve Bu Rıza Çerçevesinde Tahkim Öncesi Süreçler
Güray ÖZSU
Yatırımcının ICSID’e yaptığı başvurusu ise, icaba karşı kabul anlamına gelmekte
ve böylece ICSID Tahkimine tarafların karşılıklı rızaları sağlanmış olmaktadır32.
Tahkim sözleşmeleri veya ikili yatırım anlaşmalarında, tarafların tahkime
rıza beyanları yanı sıra, uyuşmazlığa uygulanacak hukuk, hakemlerin yetki
alanı, iyi niyetle müzakere, uzlaştırma ve iç hukuk yollarının tüketilmesi
koşulunun aranıp aranmayacağı, yargılama giderleri ve yeri vb. gibi hususlar
da gösterilmektedir33.
Bu bağlamda, ICSID Tahkimine rıza ile ilgili olarak verilmemiş olsa da,
Stockholm Ticaret Odası tarafından 2007 yılında verilen RosInvest kararı,
“tahkime rıza” konusu bakımından önem arz etmektedir. Bu kararda “tahkime
rıza” şartının dolaylı olarak yerine getirildiği kabul edilmiştir34. Bu kararın
özelliği, yatırımcının tâbi olduğu devlet ile ev sahibi devlet arasındaki ikili
yatırım anlaşmasında uyuşmazlıkların tahkim yoluyla çözümüne ilişkin hüküm
bulunmamasına rağmen, hakem heyetinin, aynı ikili yatırım anlaşmasında
yer alan “en çok gözetilen ulus kaydı”na istinaden kendini yetkili kabul
etmesidir. Bu kararın bugüne kadar yatırım tahkimi alanında “en çok gözetilen
ulus kaydı”na en geniş etki tanıyan karar olduğu ifade edilmektedir35. ICSID
nezdinde bundan sonra açılacak davalarda da “tahkime rıza” ve buna bağlı
olarak Merkezin yetkisine ilişkin buna benzer kararlarla karşılaşmak ihtimal
dahilindedir. Sonuç olarak, anılan kararda da görüldüğü üzere, tahkime rızanın
en çok gözetilen ulus kaydına istinaden verilmiş olması da mümkündür.
ICSID Sözleşmesinin 25/1. maddesine göre, taraflar ICSID’e tahkim
yargılaması için rızalarını sunduktan sonra bu rızalarını tek taraflı olarak geri
alamazlar. Hatta, kanaatimize göre, söz konusu rızayı tek taraflı olarak, aşağıda
inceleyeceğimiz tahkim öncesi zorunlu süreçlerle de sınırlayamazlar.
Nihayet, günümüzde ICSID Tahkimine rıza çoğunlukla ikili ve çok taraflı
anlaşmalarla verilmektedir. Devletler söz konusu anlaşmalarla ICSID Tahkimine
rızalarını beyan ederken aşağıda inceleyeceğimiz bazı süreçlerin geçilmesini
şart koşmaktadır.
32
33
34
35
Şit, s.239; Zenginkuzucu, s.105; Akıncı, s.45.
Günuğur, s.339.
RosInvestCo UK Ltd. v. Russian Federation, Award on Jurisdiction, October 2007, SCC Case
No: Arbitration V 079 / 2005.
Ayrıntılı değerlendirme için bkz. Ataman Figanmeşe, İnci (2012), “En Ziyade Müsaadeye
Mazhar Millet Kaydına İstinaden Yetki Tesisi: RosInvest Kararı”, UTTDER, C.1, S.2, s.221-240.
594
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent to Arbitration and Preliminary Processes In Terms of Icsid Arbitration
Güray ÖZSU
II. ICSID TAHKİMİNDE “TAHKİME RIZA” BAĞLAMINDA TAHKİM ÖNCESİ
SÜREÇLER
A. GENEL OLARAK
İkili ve çok taraflı yatırım anlaşmalarında, ev sahibi devletlerin, bu
anlaşmalardan doğan yükümlülüklerini yerine getirmemeleri halinde
doğabilecek uyuşmazlıkların tahkim yoluyla çözümüne dair hükümler yer
almaktadır. Anlaşmalarda başta ICSID olmak üzere çeşitli tahkim kurumları
nezdinde veya ad hoc tahkime başvurulmak suretiyle uyuşmazlıkların
çözümüne ilişkin düzenlemeler getirilmiştir36.
Uyuşmazlık çözümüne ilişkin söz konusu hükümlerde genellikle, önce
müzakere yoluyla barışçıl çözüm aranacağı yönünde düzenleme yapılmıştır.
Şöyle ki; uyuşmazlık karşı tarafa yazılı olarak detaylı şekilde bildirilecek ve
müzakereler yoluyla iyi niyet çerçevesinde çözüm aranacaktır. Bu şekilde
bir sonuca ulaşılamadığı takdirde, tarafların üzerinde mutabık kaldığı tarafsız
bir üçüncü kişi (uzlaştırıcı/arabulucu) belirlenerek uyuşmazlığın çözülmesine
çalışılacaktır. Uzlaştırıcının kararı taraflar açısından bağlayıcı nitelikte değildir.
İkili yatırım anlaşmasında belirlenen süre içerisinde, gerek iyi niyetle yürütülen
müzakereler, gerekse de uzlaştırma yoluyla sonuç alınamadığı takdirde,
uyuşmazlığın çözümü için tahkime başvurulabileceği düzenlenmektedir37.
Öte yandan, bazı ikili yatırım anlaşmaları, iç hukuk yollarına başvurulmuş
olmasını ICSID tahkim yargısı için ön şart olarak düzenlemekte ve fakat
yargılamaların uzun sürmesi sebebiyle hak kaybını önlemek için süre
sınırlaması koymakta iken38, bazı anlaşmalar ise, uyuşmazlığın yatırımcının
kendi isteğiyle ev sahibi devlet mahkemelerine götürülmüş olması halinde,
belirli süre içinde o mahkemelerden karar alınamamış olması şartını39
aramaktadır40. Buna mukabil, bazı anlaşmalarda ise, uyuşmazlığın çözümü
için ev sahibi devletin mahkemelerine yapılan başvurunun tahkime başvuru
hakkını ortadan kaldırdığı yönünde düzenlemeler bulunmaktadır41.
36
37
38
39
40
41
Şit Köşgeroğlu, s.165.
Şanlı, Uluslararası Ticari Akitler, s.567-568; Zenginkuzucu, s.105; Şit Köşgeroğlu, s.165.
Örnek olarak bkz. Türkiye ile Danimarka Arasında Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması
Anlaşması (RG.27.5.1992/21240), Türkiye ile A.B.D. Arasında Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve
Korunması Anlaşması (RG.13.8.1989/20251).
Bkz. Türkiye ile Kore Cumhuriyeti Arasında Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması
Anlaşması (RG.2.5.1994/21922).
Bkz. Türkiye ile Macaristan Arasında Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması
(RG.22.2.1995/22210).
Nomer & Ekşi & Öztekin/Gelgel, s.150-151; Şanlı, Uluslararası Ticari Akitler, s.568.
Bkz. Türkiye ile A.B.D. Arasında Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması
(RG.13.8.1989/20251).
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
595
ICSID Tahkimi Bakımından “Tahkime Rıza” ve Bu Rıza Çerçevesinde Tahkim Öncesi Süreçler
Güray ÖZSU
B. TAHKİM ÖNCESİ MÜZAKERE SÜRECİ
1. Yatırım Anlaşmalarında Müzakere Sürecine İlişkin Hükümler
İkili ve çok taraflı yatırım anlaşmalarının çoğu tahkim yargısı öncesi
müzakere süreçleri öngörmektedir. Örneğin, Enerji Şartı Anlaşmasının 26.
maddesine göre, ev sahibi devlet ile yatırımcı arasında, Anlaşmanın üçüncü
bölümüne ilişkin bir uyuşmazlık olduğunda taraflar öncelikle, karşılıklı iyiniyet
içerisinde sorunu çözmeye çalışacaklardır. Eğer taraflardan birinin iyiniyetle
çözüm önerisi üç ay içerisinde sonuçlanmazsa, yatırımcının uyuşmazlığın
çözümü için tahkime gitme hakkı bulunmaktadır42. Türkiye Cumhuriyeti ile
Hollanda Krallığı Arasında Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunmasına Dair
Anlaşma (İkili Yatırım Anlaşması)43nın 8. maddesinin 2. fıkrasına göre ise, bir
âkit devlet ile diğer âkit devletin yatırımcısı arasında bir yatırım anlaşmazlığı
çıkması halinde, anlaşmazlığa taraf olanlar, bu anlaşmazlığı öncelikle iyiniyetle
girişilecek istişare ve müzakerelerle çözümlemeye çalışacaklardır. Bu istişare
ve müzakerelerin başarılı olamaması halinde anlaşmazlık, tahkim yoluyla
halledilmesi için anlaşmazlığın ortaya çıkışından itibaren 1 yıl geçtikten sonra
herhangi bir zamanda, ICSID’e götürülebilir.
İkili ve çok taraflı anlaşmalardaki müzakere süreçleri 3 ay ile 1 yıl arasında
değişmektedir. Ayrıca, 6 aylık müzakere süreçleri öngören ikili ve çok taraflı
yatırım anlaşmaları da bulunmaktadır. Örneğin, Türkiye ile Hırvatistan
arasındaki ikili yatırım anlaşması44 6 aylık müzakere süreci öngörmektedir.
Bu anlaşmaya göre, yatırımcının ev sahibi devlete yapacağı yazılı bildirim ile 6
aylık müzakere süreci başlayacaktır.
Yukarıda bahsettiğimiz Türkiye’nin taraf olduğu ikili yatırım anlaşmalarındaki
müzakere süreçlerine ilişkin hükümlerde de görüleceği üzere, müzakere
süreçlerinin sadece süreleri değil, başlangıç anları da değişiklik göstermektedir.
Bazı anlaşmalarda müzakere süreci uyuşmazlığın çıktığı anda başlamakta iken,
bazılarında karşı tarafa yazılı bildirimle başlamaktadır.
İkili yatırım anlaşmalarında, taraflar arasındaki uyuşmazlığın çözümlenmesi
için tahkim yolu öncesinde başvurulması gerektiği öngörülen, iyi niyet
çerçevesinde yürütülecek müzakere süreci ve müzakereler yoluyla çözüme
ulaşılamadığı takdirde uygulanacak uzlaştırma (arabuluculuk) yöntemi
taraflara, uyuşmazlığın barışçı yollardan çözümlenmesi için konuyu tekrar
gözden geçirme imkanı sunmaktadır.
42
43
44
Kılavuz, Ali Kemal (2009), “Enerji Şartı Anlaşması Çerçevesinde Uyuşmazlıkların Çözümü”,
Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. XIII, S. 1-2, s.198.
RG. 08.09.1989/20276.
RG. 11.4.1998/23310.
596
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent to Arbitration and Preliminary Processes In Terms of Icsid Arbitration
Güray ÖZSU
Nihayet, yatırımcı taraf, uyuşmazlığı tahkime götürmeden önce söz konusu
müzakere ve uzlaştırma süreçlerini tüketmek zorundadır. Bu bağlamda,
yatırımcının öncelikle uyuşmazlık sebeplerini ev sahibi devlete yazılı olarak
bildirmesi ve tahkim yoluna başvurmadan önce uyuşmazlığı müzakere etme
ve çözme noktasında istekli olması gerekmektedir45. İkili ve çok taraflı yatırım
anlaşmalarında bu süreçler için öngörülen süreler dolmadan tahkim yoluna
başvurulması mümkün değildir46.
2. ICSID Uygulamasında Müzakere Süreçleri
İkili ve çok taraflı yatırım anlaşmalarının büyük çoğunluğunda, tahkim
sürecinin başlayabilmesi için “iyiniyetli çözüm müzakereleri”nin denenmiş
olması ön şart olarak öngörülmektedir. Bu müzakerelerin ön şart olduğu,
anlaşmalardaki “eğer, uyuşmazlık bu yolla çözümlenemezse …” şeklindeki
ifadelerden de anlaşılmaktadır.
ICSID hakem heyetlerinin “tahkime rıza”nın varlığına ve dolayısıyla kendi
yetkilerinin olup olmadığına, diğer bir ifadeyle yetkiye ilişkin olarak karar
verirken, en sık karşılaştıkları, davalı taraflarca en fazla ileri sürülen itirazlardan
birisi de, tahkim davası açılmadan önce yapılması gereken “iyiniyetli çözüm
müzakere”lerinin yapılmadığı ve bu sebeple ICSID’ın yetkisiz olduğudur47.
ICSID uygulamasında ise, hakem heyetleri müzakere süreçlerini zorunlu ve
yargısal olmaktan ziyade, düzenleyici ve usuli nitelikte görme eğilimindedirler.
Bu sebeple, müzakere sürecini yerine getirmek, hakem heyetinin yetkisinin
varlığı açısından şart olarak görülmemektedir 48.
SGS v. Pakistan davasında heyet, taraflar arasındaki sözleşmenin Pakistan
tarafından feshi ile SGS’nin ICSID Tahkimine yazılı rızasını sunması arasındaki
uzun süreçte, tarafların, uyuşmazlığın ortaya konulmasına ilişkin olarak
müzakere yapma eğiliminde olduklarına dair neredeyse hiçbir emare olmadığını
tespit etmiştir. Sonuç olarak, heyet, müzakere süreci gerçekleşmediği için
45
46
47
48
Cremades, Bernardo M./Cairns, David J. A. (2004), “Contract and Treaty Claims and Choice
of Forum in Foreign Investment Disputes”, Arbitrating Foreign Investment Disputes –
Procedural and Substantive Legal Aspects (Ed.Norbert Horn), Studies In International
Economic Law Volume 19, Kluwer Law International, s.342.
Cremades / Cairns, s.343.
Lalive, Pierre (2002), “Some objections to Jurisdiction in Investor – State Arbitration”,
Publié dans lesProcès-Verbauxde1’ICCA,Mai2002,s.19,<http://www.arbitrationicca.org/
media/0/12319105289900/objection_jurisdiction_investor_state_arbitration.pdf> s.e.t.
05.10.2016.
SGS Société Générale de Surveillance S.A. v. Islamic Republic of Pakistan, ICSID, (ICSID
Case No: ARB/01/13), Decision of the Tribunal on objections to jurisdiction, 6 August
2003, par.184, <http://www.italaw.com/documents/SGSvPakistan-decision.pdf> s.e.t.
05.10.2016.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
597
ICSID Tahkimi Bakımından “Tahkime Rıza” ve Bu Rıza Çerçevesinde Tahkim Öncesi Süreçler
Güray ÖZSU
bu safhada tahkim sürecini durdurmanın, adil ve uygun maliyetli yargılama
ihtiyacı ile tutarlı olmadığına ve yargılamaya devam etmek için davacının
müzakere sürecini tamamlanmasının gerekmediğine karar vermiştir49.
Bayındır v. Pakistan davasında da hakem heyeti, müzakere sürecini
başlatan bildirim yükümlülüğünün Merkezin yetkisi için ön şart olmadığını,
bu yükümlülüğü yerine getirmemenin davacı açısından hayati olmadığını, bu
aşamada bildirimin yapılmaması sebebiyle sürecin yeniden başlamasının iki
tarafın da yararına olmadığını belirtmiştir. Öte yandan hakem heyeti, davacının
uyuşmazlık çıktıktan sonra, Pakistan devletine, müzakere sürecini başlatmak
amacıyla olmamakla birlikte, yazmış olduğu mektuba Pakistan devletinin cevap
vermemesini ve daha sonrasında da Pakistan devletinin davacıyla müzakere
etme teşebbüsünde de bulunmamasını “müzakere çabasının başarısızlığı”
olarak görmüştür. Sonuç olarak Heyet, Lauder v. The Czech Republic davasını
da emsal göstererek, önündeki davada müzakere sürecinin tamamlanmaması
sebebiyle tahkim sürecinin engellenmesinin faydasız, aşırı şekilci ve tarafların
meşru menfaatlerine hizmet etmeyen bir yaklaşım olacağını ifade ederek,
Merkezin yetkili olduğuna, davalının tahkim sürecini erteleme talebinin
reddine karar vermiştir50.
Tradex v. Albania davasında ise, hakem heyeti, davacı tarafından
uyuşmazlığa ilişkin olarak davalıya gönderilen ve cevapsız bırakılan, arasında
toplantı teklifi de bulunan 5 adet mektubun, iyiniyetle müzakere yoluyla
dostane çözüme ulaşmak için yeterli çabanın gösterildiği anlamına geldiğine
ve böylece müzakere şartının yerine getirildiğine karar vermiştir51.
Görüldüğü üzere, ikili ve çok taraflı yatırım anlaşmalarında yer alan
ve tahkim süreci öncesinde başvurulması/denenmesi gereken bir çözüm
yolu olarak öngörülen müzakere süreçleri ICSID uygulamasında, Merkezin
yetkisi bakımından zorunlu bir ön şart olarak görülmemektedir. Yatırım
anlaşmalarındaki bu hükümlerin yönlendirici nitelikte olduğu uygulamada
kabul edilmektedir52. Öte yandan, yukarıda bahsettiğimiz davalarda da
görüldüğü üzere, taraflar ve özellikle davalı taraf müzakereye yanaşmıyorsa bu
süreyi beklemenin anlamsız olduğu ICSID uygulamasında kabul edilmektedir53.
49
50
51
52
53
SGS v. Islamic Republic of Pakistan, par.184.
Bayındır Insaat Turizm Ticaret ve Sanayı A.Ş. v. Islamic Republic of Pakistan, ICSID, (ICSID
Case No: ARB/03/29), Decision on jurisdiction, 14 November 2005, par.100-102, <http://
www.italaw.com/sites/default/files/case-documents/ita0074.pdf> s.e.t. 05.10.2016.
Tradex Hellas S.A. v. Republic of Albania, ICSID, (ICSID Case No: ARB/94/2), Decision on
jurisdiction, 24 December 1996, s.24, <http://www.italaw.com/sites/default/files/casedocuments/ita0870.pdf> s.e.t. 05.10.2016.
Zenginkuzucu, s.106.
Zenginkuzucu, s.106.
598
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent to Arbitration and Preliminary Processes In Terms of Icsid Arbitration
Güray ÖZSU
C. TAHKİM ÖNCESİNDE İÇ HUKUK YOLLARINA BAŞVURU
1. Yatırım Anlaşmalarında Tahkim Öncesi İç Hukuk Yollarına Başvuruya
İlişkin Hükümler
Bazı ikili yatırım anlaşmalarında uluslararası tahkim süreci başlatılmadan
önce belirli süre için iç hukuk yollarına başvurulması (LRF)54 zorunluluğu
öngörülmektedir. Bu iç hukuk yollarının tüketilmesi anlamına gelmemekte,
sadece uluslararası tahkime başvurulmadan önce ilgili devlet mahkemesine
yapılması gerekli bir ön müracaat niteliğindedir55. Davacı, sürenin sona
ermesiyle birlikte uluslararası tahkime müracaat hakkı kazanmaktadır56.
Almanya ile Arjantin arasındaki ikili yatırım anlaşmasına göre, taraflar
arasındaki uyuşmazlık, iyiniyetli müzakereler yoluyla çözüme kavuşmazsa,
ev sahibi devletin mahkemesine götürülmek zorundadır. Ev sahibi devletin
mahkemelerine başvurulmasından itibaren 18 ay içinde esasa ilişkin bir
karar verilmezse veya verilmesine rağmen taraflar arasındaki uyuşmazlık
devam etmekte ise, uyuşmazlık uluslararası tahkime götürülebilir57. Türkiye
ile Türkmenistan arasındaki ikili yatırım anlaşması58na göre ise, yatırım
ihtilaflarının, karşılıklı iyiniyetli müzakereler yoluyla çözüme kavuşturulamaması
halinde, yatırımcının ihtilaf konusunu ev sahibi tarafın usul ve yasalarına göre
adli mahkemesine götürmüş olması ve bir yıl içinde karar verilmemiş olması
kaydıyla, uluslararası tahkim makamlarına sunabilme hakkı bulunmaktadır.
Süreyle sınırlandırılmış iç hukuk yollarına başvuru şartının, söz konusu
sürelerde anlamlı bir sonuç elde etmenin zorluğu karşısında tahkimi geciktiren
bir süreç olmaktan öte bir faydası olmadığı ifade edilmektedir59.
Enerji Şartı Anlaşmasında ise, iç hukuk yollarına başvuru, uluslararası
tahkime başvurmayı engelleyici nitelik arz etmektedir. Şöyle ki; Enerji Şartı
Anlaşmasının uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin 26. maddesi uyarınca, bir
54
55
56
57
58
59
Uluslararası tahkim literatüründe “local remedy first” tabirinin kısaltması olarak
kullanılmaktadır.
Cremades/Cairns, s.345; İç hukuk yollarının tüketilmesi şartı bugün çok az sayıda ve oldukça
eski tarihli ikili yatırım anlaşmalarında yer almaktadır. Örneğin, Romanya ile Sri Lanka
arasındaki 1981 tarihli ikili yatırım anlaşması. Schreuer, Christoph (2011), “Interaction
of International Tribunals and Domestic Courts in Investment Law”,Contemporary
Issues
in
InternationalArbitrationandMediation:2010theFordhamPapers(ArthurW.
Rovine,ed.),s.73,<http://www.univie.ac.at/intlaw/wordpress/pdf/interactions_int_
tribunals_domestic.pdf> s.e.t.23.06.2014.
Schreuer, Cristoph (2005), “Calvo’s Grandchildren: The Return of Local Remedies in
Investment Arbitration”, LPICT, s.3, <http://www.univie.ac.at/intlaw/wordpress/pdf/75_
cspubl_75.pdf> s.e.t. 24.06.2014; Tiryakioğlu, Bilgin (2003), Doğrudan Yatırımların
Uluslararası Hukukta Korunması, Ankara, Dayınlarlı Yayıncılık, s.184.
Schreuer (2005), s.3.
RG. 15.1.1995/22172.
Schreuer (2005), s.4.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
599
ICSID Tahkimi Bakımından “Tahkime Rıza” ve Bu Rıza Çerçevesinde Tahkim Öncesi Süreçler
Güray ÖZSU
Anlaşma tarafı ile yatırımcı arasında, Anlaşmanın üçüncü bölümüne ilişkin bir
uyuşmazlık olduğunda taraflar öncelikle, karşılıklı iyi niyet içerisinde sorunu
çözmeye çalışacaklardır. Eğer taraflardan birinin iyi niyetle çözüm önerisi üç ay
içerisinde sonuçlanmazsa, yatırımcının uyuşmazlığın çözümü için üç seçimlik
hakkı bulunmaktadır. Buna göre, yatırımcı, yatırım yapılan devletin ulusal
mahkemesine veya idari makamlarına başvurma hakkına sahiptir. Diğer bir
seçimlik hak olarak yatırımcı daha önce Anlaşma tarafı ile ortaklaşa kabul edilen
bir uyuşmazlık çözüm yöntemine de başvurabilir. Yatırımcının başvurabileceği
üçüncü uyuşmazlık çözüm yolu ise, uluslararası tahkimdir. İlk iki yöntemden
birine başvuran yatırımcının, aynı uyuşmazlık için daha sonra uluslararası
tahkim yoluna başvurabilmesi, Anlaşma tarafı devletin adının, Anlaşmanın Ek
ID bölümünde olmamasına bağlıdır [m.26/3-b(i)]60. Ek ID de yer alan devletler,
yatırımcının, uyuşmazlığa düştüğü Anlaşma tarafı devletin mahkemelerine,
idari makamlarına veya daha önceden kabul edilmiş herhangi bir uyuşmazlık
çözüm yoluna başvurması halinde, tahkime rızalarının bulunmadığını beyan
etmişlerdir61.
İkili ve çok taraflı yatırım anlaşmalarında yer alan bu gibi hükümlere
uluslararası tahkim literatüründe “yol ayrımı” hükümleri (fork in the road)
adı verilmektedir. Bu hükümlerle yatırımcıya, yatırım anlaşmasında tanınan
seçimlik haklardan birisini seçme imkânı verilmekte ve uyuşmazlıkların
kesin olarak çözülmesi sağlanmaya çalışılmaktadır. Yatırımcı tek bir
uyuşmazlık çözüm yöntemi ile sınırlandırılmakta olup, uyuşmazlığı ilgili
devlet mahkemesine, tahkime götürdüğü veya taraflarca üzerinde anlaşılan
diğer bir yola başvurduğu takdirde verilen karar kesin ve nihaidir. Seçimlik
haklardan birisine başvurulduktan sonra diğer uyuşmazlık çözüm usullerine
başvurulamaz. Bu anlamda, uluslararası tahkim uygulamasındaki “yol ayrımı”
(fork in the road) savunması, bir anlamda kesin hüküm (res judicata) itirazına
benzetilmektedir62.
Bu bağlamda, bir Kıbrıs şirketi olan Libananco Holdings Co.
Limited tarafından, iki hidroelektrik tesisinin Enerji Şartı Anlaşmasına aykırı
olarak kamulaştırıldığı iddiasıyla, ICSID nezdinde açılan Libananco & Türkiye
davası63nda, Türkiye, Enerji Şartı Anlaşmasının Ek ID bölümünde adı geçen
devletlerden olduğunu, davacının ICSID tahkimine başvuru yapmadan
60
61
62
63
Türkiye’nin de aralarında yer almakta olduğu Ek ID’de adı geçen ülkelerin listesi için
bkz.<http://www.europarl.europa.eu/meetdocs/2014_2019/documents/itre/dv/energy_
charter_/energy_charter_en.pdf> s.e.t. 08.01.2018.
Kılavuz, s.198-199.
Sornarajah, s.320-321; Şit Köşgeroğlu, s.166-167.
Libananco Holdings Co. Limited v. Republic of Turkey, ICSID, (ICSID Case No. ARB/06/8),
Award, September 2, 2011, <http://icsidfiles.worldbank.org/icsid/ICSIDBLOBS/
OnlineAwards/C77/DC2251_En.pdf> s.e.t. 08.02.2018.
600
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent to Arbitration and Preliminary Processes In Terms of Icsid Arbitration
Güray ÖZSU
önce, Türkiye’de iç hukuk yolarına başvuru yapmış olduğunu ve bu sebeple,
Anlaşmanın 26. maddesinin 3. fıkrasının (b) (i) bendine göre, Türkiye’nin ICSID
tahkimine rızasının bulunmadığını ileri sürmüştür64. Mahkeme, davacı şirketin,
kamulaştırıldığını iddia ettiği şirketler üzerindeki paysahipliği durumunu
ispatlayamadığından bu davada yetkisiz olduğuna karar vermiş ve davacının
tüm taleplerini reddetmiştir. Türkiye’nin Anlaşmanın 26. maddesinin 3.
fıkrasının (b) (i) bendi kapsamındaki yetkisizlik iddialarına yönelik olarak
hüküm kurmamıştır65.
2. ICSID Uygulamasında Tahkim Öncesi İç Hukuk Yollarına Başvuru
Uygulamada, yatırımcılar, ikili yatırım anlaşmalarındaki “en çok gözetilen
ulus” (MFN)66 kayıtlarına başvurarak (aşağıda III nolu başlık altında
incelenecektir) veya böyle bir başvurunun sonuç vermeyeceği, pratikte bir
anlam taşımayacağını67 ileri sürerek, iç hukuk yollarına başvuru şartını aşmaya
çalışmaktadırlar68.
Örneğin, Ambiente v. Arjantin davasında, hakem heyeti, Arjantin Yüksek
Mahkemesinin yerleşik hale gelen içtihatları göz önüne alındığında, davacı
Şirketin Arjantin ilk derece mahkemelerine ve daha sonra Yüksek Mahkemeye
başvurmasının davacı Şirkete adil bir tazminat elde etme ihtimali sunmadığını
ve bu sebeple yararsız olduğu sonucuna varmıştır. Böylece, davacı Şirketin,
Arjantin ile İtalya arasındaki ikili yatırım anlaşmasındaki ICSID Tahkimi öncesi
yerel mahkemeye başvuru şartını ihlal etmediğine ve uyuşmazlık bakımından
yetkili olduğuna karar vermiştir69.
Bununla birlikte, iç hukuk yollarına başvuru şartı gerçekleşmediğinden
yetkisizlik kararının verildiği ICSID nezdinde açılmış davalar da bulunmaktadır.
Yakın zamanda, Kılıç İnşaat – Türkmenistan davasında böyle bir karar
verilmiştir. Hakem heyeti, Türkiye ile Türkmenistan arasındaki ikili yatırım
anlaşmasında yer alan iç hukuk yollarına başvuru (LRF) hükümlerinin, ICSID
Tahkimine başvuru öncesinde yerine getirilmesini zorunlu görmüştür. Öte
yandan, Heyet, Türkiye ile Türkmenistan arasındaki ikili yatırım anlaşmasında
yer alan en çok gözetilen ulus kaydı hükümlerinin uyuşmazlıkların çözümüne
ilişkin hükümleri kapsamadığına karar vermiş ve böylece, davacının, tahkim
64
65
66
67
68
69
Libananco Holdings Co. Limited v. Republic of Turkey, Award, par.105.3, 539-548.
Libananco Holdings Co. Limited v. Republic of Turkey, Award, par.570.
Uluslararası tahkim literatüründe “most favoured nation” tabirinin kısaltması olarak sıkça
kullanılmaktadır.
ICSID kararlarında “futility exception” olarak ifade edilmektedir.
Zenginkuzucu, s.106; Schreuer (2011), s.74.
Ambiente Ufficio S.P.A. and Others v.The Argentine Republic, ICSID, (ICSID Case No:
ARB/08/9), Decision on jurisdiction and admissibility, 8 February 2013, par.620, <http://
www.italaw.com/sites/default/files/case-documents/italaw1276.pdf> s.e.t. 05.10.2016.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
601
ICSID Tahkimi Bakımından “Tahkime Rıza” ve Bu Rıza Çerçevesinde Tahkim Öncesi Süreçler
Güray ÖZSU
öncesi iç hukuk yollarına başvuru şartı taşımayan İsviçre ile Türkmenistan
arasındaki ikili yatırım anlaşmasına dayanarak doğrudan tahkim sürecini
başlatma talebini reddetmiş ve yetkisizlik kararı vermiştir70.
Yine, aynı davada, davacı Kılıç İnşaat, tahkim öncesi Türkmenistan
mahkemelerine başvurmasının fayda vermeyeceği, pratikte bir anlamı
olmayacağını (futility exception) ileri sürmüş ve bu sebeple doğrudan tahkim
davası açtığını ifade etmiştir. Hakem heyetine göre, davacı şirketin tahkim
davası açmadan önce Türkmenistan mahkemelerine başvurması ve bir yıllık
süre içinde nihai karar alınmamış olması zorunludur. Hakem heyeti, davacı
Kılıç İnşaatın Türkmenistan mahkemelerine başvurusunun fayda vermeyeceği,
başvurunun beyhude bir çaba olduğu yönündeki iddialarını delillerle ortaya
koyamadığını ifade etmiştir. Kılıç İnşaat v. Türkmenistan davasında, hakem
heyeti bu konuda iki kriter belirlemiştir. Birinci kriter, ilke olarak, Türkmenistan
hukukuna göre, Türkiye Cumhuriyeti tâbiiyetini taşıyan yatırımcıların, iki
taraflı yatırım anlaşmasından kaynaklanan uyuşmazlıkları Türkmenistan
mahkemelerine getirme hakkına sahip olup olmadığıdır. İkinci kriter ise, ilke
olarak Türk yatırımcıların ikili yatırım anlaşmasından doğan uyuşmazlıklar
için Türkmenistan mahkemelerinde dava açma hakkı olmakla birlikte,
Türkmenistan mahkemeleri veya yargı sistemlerindeki bir kusur sebebiyle
bu davanın faydasız ve anlamsız hale gelip gelmediğidir. Hakem heyetine
göre, davacının argümanları temelde genel ifadelere ve Türkmenistan
yargısının yargı bağımsızlığına sahip olmadığına ilişkin yargılamanın tarafları
dışındaki üçüncü kişilerce hazırlanmış çalışma ve raporlara ve Türkmenistan
mahkemelerinin Türk yatırımcılara karşı önyargılı oldukları iddialarına
dayanmakta olup, söz konusu kriterleri karşılamamaktadır. Sonuç olarak,
Türkmenistan mahkemelerine başvurmanın faydasızlığı ve anlamsızlığı
iddiası, davacı tarafından somut olarak ortaya konulamadığından mahkeme
bu argümanı reddetmiş ve yetkisizlik kararı vermiştir71.
III. EN ÇOK GÖZETİLEN ULUS KAYDININ TAHKİM ÖNCESİ SÜREÇLERE VE
ICSID’IN YARGILAMA YETKİSİNE ETKİSİ
Yatırım anlaşmalarında yer alan “en çok gözetilen ulus” kayıtları, âkit
devlet yatırımcılarına ve yatırımlarına diğer âkit devletin, üçüncü devletin
yatırımcılarına ve yatırımlarına gösterdiği ile aynı muameleyi göstermesini
70
71
Kılıç İnşaat İthalat İhracat Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi v. Türkmenistan, ICSID, (ICSID
Case No: ARB/10/1), Award, 2 July 2013, par.7.9.1.<http://www.italaw.com/sites/default/
files/case-documents/italaw1515_0.pdf> s.e.t. 05.10.2016. Ayrıca bkz. UNCTAD (2004),
“Recent Develeopments in Investor–State Dispute Settlement (ISDS)”, Report April 2004
No:1, s.17, <http://unctad.org/en/PublicationsLibrary/webdiaepcb2014d3_en.pdf> s.e.t.
05.10.2016.
Kılıç İnşaat v. Türkmenistan, par.8.1.1-8.1.10.
602
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent to Arbitration and Preliminary Processes In Terms of Icsid Arbitration
Güray ÖZSU
ifade etmektedir72. Bu kayıtlar, âkit devletlerden biri tarafından üçüncü
devletin vatandaşlarına tanınabilecek bir haktan taraf devlet vatandaşlarının
da yararlanmasını mümkün kılmaktadır73. En çok gözetilen ulus kaydı ile temel
yatırım anlaşmasında yer almayan hususlar anlaşma kapsamına girmektedir74.
Yatırım anlaşmalarında yer alan en çok gözetilen ulus kayıtları çalışmamızın
konusunu oluşturan tahkim öncesi süreçler bakımından büyük öneme sahiptir.
İkili yatırım anlaşmalarında yer alan en çok gözetilen ulus kayıtlarının kapsamı
ve özellikle yatırım anlaşmalarında yer alan uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin
hükümlere uygulanıp uygulanamayacağı birçok ICSID kararında tartışılmış
ve bu konuda farklı kararlar verilmiştir. Bazı ICSID kararlarında, ikili yatırım
anlaşmasında yer alan en çok gözetilen ulus kaydı geniş yorumlanarak
bu kaydın uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin hükümleri de kapsadığı kabul
edilmiştir. Bu kabule göre, iki taraflı yatırım anlaşmasında en çok gözetilen
ulus kaydının uyuşmazlık çözümüne dair hükümlere uygulanmayacağı açıkça
ifade edilmemişse, diğer bir ifadeyle, bu hükümler açıkça en çok gözetilen
ulus kaydının kapsamı dışında bırakılmamışsa, en çok gözetilen ulus kaydının
uyuşmazlık çözümüne ilişkin hükümlere de uygulanması gerekmektedir. Buna
karşılık, diğer bazı kararlarda ise, bu kayıtlar dar yorumlanmış ve bu kayıtların
uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin hükümlere uygulanamayacağına karar
verilmiştir75.
ICSID uygulamasında en çok gözetilen ulus kaydının uyuşmazlık çözüm
yollarına ilişkin hükümlere uygulanıp uygulanamayacağı ilk olarak Maffezini
v. Spain davası76nda gündeme gelmiş ve bu kayıtların uyuşmazlık çözüm
yollarına ilişkin hükümlere uygulanabileceğine ilişkin ilk karar bu davada
verilmiştir. Hakem heyeti, her ne kadar ikili yatırım anlaşmasında yer alan en
çok gözetilen ulus kaydında, uyuşmazlık çözümüne dair düzenlemelere açıkça
atıf yapılmamışsa da, uyuşmazlık çözümüne dair düzenlemelerin yabancı
yatırımcının korunması ile kopmaz bir ilişki içinde olduğunu belirtmiştir77. Bu
72
73
74
75
76
77
Erten, Rifat (2005), Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanununun Türk Yabancılar Hukuku Sistemi
İçindeki Yeri ve Rolü, Ankara, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, s.165.
Tiryakioğlu, s.174-175.
Çalışkan, Yusuf (2012), “İki Taraflı Yatırım Anlaşmalarında Yer Alan En Çok Gözetilen Ulus
Kaydının Uyuşmazlıkların Çözümüne İlişkin Hükümlere Uygulanabilirliği Sorunu”, Prof. Dr.
Tuğrul Arat’a Armağan, Ankara, Yetkin Yayınları, s.307.
Newcombe, Andrew/Paradell, Lluís (2009), Law and Practice of Investment Treaties
– Standards of Treatment, Walters Kluwer Law & Business, s.205; En çok gözetilen ulus
kaydının geniş ve dar yorumlandığı ICSID hakem kararları için bkz. Çalışkan, s.313-323.
Emilio Agustin Maffezini – Kingdom of Spain, (ICSID Case No: ARB/97/7), Decision of the
Tribunal on Objections to Jurisdiction, January 25, 2000, <http://www.italaw.com/sites/
default/files/case-documents/ita0479.pdf> s.e.t.05.01.2018.
Sureda, Andrés Rigo (2012), Investment Treaty Arbitration – Judging Under Uncertainty,
Hersch Lauterpacht Memorial Lectures, USA/New York, Cambridge University Press, s.29-
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
603
ICSID Tahkimi Bakımından “Tahkime Rıza” ve Bu Rıza Çerçevesinde Tahkim Öncesi Süreçler
Güray ÖZSU
karardan sonra açılan birçok davada da bu husus gündeme gelmiş, davacı
yatırımcılar en çok gözetilen ulus kaydına istinaden ICSID’in yetkili olduğu
savını ileri sürmüşlerdir. Bununla birlikte, bugüne kadar bu konuda verilmiş
kararlarda bir yeknesaklık olduğu söylenemez.
2011 yılında karara bağlanmış Impregilo v. Argentine davasında, davacı
şirket, İtalya ve Arjantin arasındaki ikili yatırım anlaşmasında yer alan tahkim
öncesi 18 aylık yerel mahkeme sürecini yerine getirmeden ICSID nezdinde
dava açmış ve bu davada ICSID’in yetkisine ilişkin olarak, İtalya ve Arjantin
arasındaki ikili yatırım anlaşmasındaki en çok gözetilen ulus kaydına dayanarak,
yerel mahkemeye zorunlu başvuru şartı içermeyen Arjantin ile ABD arasındaki
ikili yatırım anlaşmasının uygulanması gerektiğini ileri sürmüştür78.
Hakem heyeti bu davada öncelikle İtalya ve Arjantin arasındaki ikili yatırım
anlaşmasında yer alan ifadeler üzerinden inceleme yapmıştır. Heyete göre, bu
anlaşmada, en çok gözetilen ulus kaydına ilişkin hükümde yer alan “muamele”
ibaresi ve bu kaydın uygulanacağı konulara ilişkin olarak yer verilen “bu
anlaşmada düzenlenen diğer bütün konular” ibaresi, uyuşmazlıkların
çözümüne ilişkin hükümleri de kapsamına alacak kadar geniştir. Davalı
Arjantin’in, ejusdem generis ilkesi79 gereği en çok gözetilen ulus kaydının ancak
aynı konular için uygulanabileceği argümanı ise, hakem heyeti tarafından,
ikili yatırım anlaşmasındaki “bu anlaşmada düzenlenen diğer bütün konular”
ibaresi sebebiyle ikna edici bulunmamıştır80.
Öte yandan, İtalya ile Arjantin ikili yatırım anlaşmasındaki en çok gözetilen
ulus kaydında, âkit devletlerin, üçüncü devletlere tanıyacakları muameleyi
78
79
80
30; Çalışkan, s.314; Aydoğmuş, Yasemin (2009), “İki Taraflı Yatırım Anlaşmalarındaki En
Ziyade Müsaadeye Mazhar Millet Kaydına İstinaden ICSID’e Başvuru İmkanı”, MHB, Yıl 29,
S. 1-2, s.45.
Impregilo S.p.A. v. Argentine Republic, ICSID, (ICSID Case No: ARB/07/17), Award, June 21,
2011, par.95, <http://www.italaw.com/sites/default/files/case-documents/ita0418.pdf>
s.e.t. 05.10.2016.
Ejusdem generis “aynı mahiyette” anlamına gelen Latince bir kelimedir. Ejusdem generis
ilkesi ise, yazılı hukuki metinlerin yorumlanmasında kullanılmaktadır. Kanunların veya
sözleşme hükümlerinin (ve konumuz bağlamında ikili yatırım anlaşmalarında yer alan
en çok gözetilen ulus kayıtlarının) kapsamı belirlenirken, söz konusu kanun ve sözleşme
hükümlerinde yer alan “ve benzeri” gibi genel nitelikli ifadelerin kapsamına, yine bu kanun
ve sözleşmelerde spesifik olarak belirtilmiş konularla aynı mahiyetteki konuların gireceğini
ifade eden bir ilkedir. Ovacık Mustafa (2000), Hukuk Sözlüğü, 3. Baskı, Ankara, Banka ve
Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, s.129; Ayrıntılı bilgi için bkz. Özcan, Turgut Aycan
(2014), “Assessment of Most Favored Nation Clauses in Terms of Ejusdem Generis Principle
And Its Impact Over Some Bilateral Investment Treaties Executed By Republic of Turkey
in 1990s”, Legal Hukuk Dergisi Rona Aybay’a Armağan, İstanbul, s.1819 vd.; Ayrıca Bkz.
Newcombe/Paradell, s.204-205.
Impregilo v. Argentine, par.99.
604
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent to Arbitration and Preliminary Processes In Terms of Icsid Arbitration
Güray ÖZSU
“kendi ülkelerinde” birbirlerine de tanıyacakları hükme bağlanmıştır. Bu
sebeple, davalı Arjantin, ICSID tahkim davasının kendi ülkesi ve egemenlik
alanının dışında gerçekleştiğinden bahisle en çok gözetilen ulus kaydının
uygulanamayacağını ileri sürmüş, buna karşılık hakem heyeti ise kararında,
ikili yatırım anlaşmasıyla yatırımcılara sağlanan yasal korumanın belirli bir
ülke sınırlarına tâbi olmadığını ve bu sebeple, en çok gözetilen ulus kaydının
uygulanabileceğini ifade etmiştir81.
Nihayet, hakem heyetine göre, ICSID kararlarında en çok gözetilen
ulus kaydının uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin hükümlere uygulamasında
tam bir tutarlılık yoktur. Buna mukabil, en çok gözetilen ulus kaydının ikili
yatırım anlaşmasında düzenlenen tüm konuları kapsadığı durumlarda, bu
kaydın uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin kuralları da içine aldığı çoğunlukla
kabul edilmektedir. Anılan gerekçelerle heyet, davacı şirketin Arjantin-ABD
arasındaki ikili yatırım anlaşmasındaki uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin
hükümlere dayanabileceğine ve davacı şirketin İtalya - Arjantin arasındaki ikili
yatırım anlaşmasını ihlal etmediğine karar vermiştir82.
Aksi yönde bir karar yukarıda da bahsettiğimiz Kılıç İnşaat – Türkmenistan
davasında verilmiştir. Hakem heyeti, Türkiye ile Türkmenistan arasındaki
ikili yatırım anlaşmasında yer alan en çok gözetilen ulus kaydı hükümlerinin
uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin hükümleri kapsamadığına karar vermiş ve
böylece, davacının, tahkim öncesi iç hukuk yollarına başvuru şartı taşımayan
İsviçre ile Türkmenistan arasındaki ikili yatırım anlaşmasına dayanarak
doğrudan tahkim sürecini başlatma talebini reddetmiş ve yetkisizlik kararı
vermiştir. Hakem heyeti bu davada ayrıntılı metin incelemesi yapmıştır. Buna
göre, heyet, Türkiye ile Türkmenistan arasındaki ikili yatırım anlaşmasında
maddî haklar ile yargısal usullerin birbirinden ayırt edildiğini ve en çok
gözetilen ulus kaydının yalnızca anlaşma kapsamındaki maddi haklar için söz
konusu olduğunu tespit etmiştir83.
Buraya kadar incelenmiş olan ICSID kararlarında görüldüğü üzere, en çok
gözetilen ulus kaydının kapsamı belirlenirken, kaydın nasıl kaleme alındığı,
kaydın anlaşma kapsamındaki tüm konularda mı yoksa yatırım ile ilgili
konularda mı uygulama alanı bulacağı hakem heyetlerinin kararlarını önemli
ölçüde etkilemiştir84. Uyuşmazlıkların iki taraflı yatırım anlaşmalarındaki en çok
gözetilen ulus kaydına istinaden ICSID Tahkimine götürülmesi ile ilgili hakem
kararlarında özellikle dikkat edilen bir diğer unsur ise tarafların iradesidir.
Tarafların iradesinin, en çok gözetilen ulus kaydı ile bertaraf edilmesi mümkün
81
82
83
84
Impregilo v. Argentine, par.100.
Impregilo v. Argentine, par.108.
Kılıç İnşaat v. Turkmenistan, par.7.3.9.
Çalışkan, s.324; Aydoğmuş, s.75.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
605
ICSID Tahkimi Bakımından “Tahkime Rıza” ve Bu Rıza Çerçevesinde Tahkim Öncesi Süreçler
Güray ÖZSU
değildir85. Sonuç olarak, ICSID’in yetkisi bakımından önem arz eden iki taraflı
yatırım anlaşmalarında yer alan en çok gözetilen ulus kayıtlarının son derece
dikkatli kaleme alınması gerekmektedir.
SONUÇ
ICSID’e rızanın verildiği hemen hemen tüm rıza hükümlerinde tahkim öncesi
müzakere süreçleri ve iç hukuk yollarına başvuru süreçleri öngörülmektedir.
ICSID nezdinde açılmış davalarda hakem heyetleri bu süreçlerin yerine
getirilip getirilmediğini “Merkezin yetkisi”nin var olup olmadığını tespit
amacıyla incelemektedir. İkili ve çok taraflı yatırım anlaşmalarında yer alan
ve tahkim süreci öncesinde başvurulması/denenmesi gereken bir çözüm yolu
olarak öngörülen müzakere süreçleri, ICSID uygulamasında, Merkezin yetkisi
bakımından zorunlu bir ön şart olarak görülmemekte, yatırım anlaşmalarındaki
bu hükümlerin yönlendirici nitelikte olduğu uygulamada kabul edilmektedir.
Öte yandan, yukarıda bahsettiğimiz davalarda da görüldüğü üzere, taraflar
ve özellikle davalı taraf müzakereye yanaşmıyorsa bu süreyi beklemenin
anlamsız olduğu ICSID uygulamasında kabul edilmektedir. İç hukuk yollarına
başvuru süreçleri ise ICSID uygulamasında, müzakere süreçlerinin aksine
zorunlu nitelikte görülmektedir. ICSID uygulamasında, yatırımcılar, iç hukuk
yollarına başvuru şartını, ikili yatırım anlaşmalarındaki “en çok gözetilen
ulus” kayıtlarına başvurarak veya böyle bir uygulamanın sonuç vermeyeceği,
pratikte bir anlam taşımayacağını ileri sürerek aşmaya çalışmaktadırlar.
Özellikle, en çok gözetilen ulus kayıtlarının uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin
hükümlere uygulanıp uygulanamayacağı ve tahkim öncesi zorunlu süreçleri
bertaraf edip edemeyeceği yabancı doktrinde ve ICSID kararlarında yoğun bir
şekilde tartışılmaktadır.
Tahkime rıza hükümlerinin ICSID’in yetkisi bağlamında ortaya çıkardığı
uyuşmazlıklar ve farklı görüşler göz önünde bulundurulduğunda, bu
hükümlerin (özellikle yoğun olarak yer aldığı ikili yatırım anlaşmalarının)
kaleme alınırken özenli ve dikkatli olunması gerektiği ortadadır.
85
Aydoğmuş, s.75.
606
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent to Arbitration and Preliminary Processes In Terms of Icsid Arbitration
Güray ÖZSU
KAYNAKÇA
Akıncı, Ziya (2016), Milletlerarası Tahkim, 4. Baskı, İstanbul, Vedat Kitapçılık.
Akkutay, Ali İbrahim (2013), “Uluslararası Yatırımdan Kaynaklanan
Uyuşmazlıkların Çözümünde ICSID Sözleşmesinin 27. Maddesi”, TBB Dergisi
S.107.
Aydoğmuş, Yasemin (2009), “İki Taraflı Yatırım Anlaşmalarındaki En Ziyade
Müsaadeye Mazhar Millet Kaydına İstinaden ICSID’e Başvuru İmkanı”, MHB,
Yıl 29, S. 1-2.
Ataman Figanmeşe, İnci (2012), “En Ziyade Müsaadeye Mazhar Millet Kaydına
İstinaden Yetki Tesisi: RosInvest Kararı”, UTTDER, C.1, S.2.
Cremades, Bernardo M./Cairns, David J. A. (2004), “Contract and Treaty
Claims and Choice of Forum in Foreign Investment Disputes”, Arbitrating
Foreign Investment Disputes – Procedural and Substantive Legal Aspects (Ed.
Norbert Horn), Studies In International Economic Law Volume 19, Kluwer Law
International.
Çalışkan, Yusuf (2012), “İki Taraflı Yatırım Anlaşmalarında Yer Alan En Çok
Gözetilen Ulus Kaydının Uyuşmazlıkların Çözümüne İlişkin Hükümlere
Uygulanabilirliği Sorunu”, Prof. Dr. Tuğrul Arat’a Armağan, Ankara, Yetkin.
Dost, Süleyman (2006), Yabancı Yatırım Uyuşmazlıkları ve ICSID Tahkimi,
Ankara, Asil Yayınevi.
Egemen/Demir, Işıl (2014), ICSID Tahkiminde Kişi Bakımından Yetki, İstanbul,
Filiz Kitabevi.
Erten, Rifat (2005), Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanununun Türk Yabancılar
Hukuku Sistemi İçindeki Yeri ve Rolü, Ankara, Banka ve Ticaret Hukuk Araştırma
Enstitüsü.
Erten, Rıfat (1998), “ICSID Tahkimi”, BATİDER, C.19, S.4.
Günuğur, Haluk (1999), “Türk Hukukunda ve Türkiye’nin Taraf Olduğu Yabancı
Sermaye Yatırımlarından Doğan Sorunların Çözümünde Tahkim (ICSID)
Prosedürü”, Av. Dr. Faruk Erem Armağanı, Türkiye Barolar Birliği Yayını, TBB
Yayın No:8, Ankara.
Jagusch, Stephen /Sinclair, Anthony /Stranger-Jones, David (2011),
“Investment Arbitration”, The International Arbitration Review (Ed. James H.
Carter), Second Edition, United Kingdom, Law Business Research.
Kılavuz, Ali Kemal (2009), “Enerji Şartı Anlaşması Çerçevesinde Uyuşmazlıkların
Çözümü”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. XIII, S.1-2.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
607
ICSID Tahkimi Bakımından “Tahkime Rıza” ve Bu Rıza Çerçevesinde Tahkim Öncesi Süreçler
Güray ÖZSU
Lalive, Pierre (2002), “Some objections to Jurisdiction in Investor – State
Arbitration”,
PubliédanslesProcèsVerbauxde1’ICCA,Mai2002,s.19,<http://
www.arbitrationicca.org/media/0/12319105289900/objection_jurisdiction_
investor_state_arbitration.pdf> s.e.t. 05.10.2016.
Newcombe, Andrew/Paradell, Lluís (2009), Law and Practice of Investment
Treaties – Standards of Treatment, Walters Kluwer Law & Business.
Nomer,Ergin & Ekşi,Nuray & Öztekin/Gelgel,Günseli (2013), Milletlerarası
Tahkim Hukuku Cilt 1, 4. Bası, İstanbul, Beta Yayınevi.
Ovacık Mustafa (2000), Hukuk Sözlüğü, 3. Baskı, Ankara, Banka ve Ticaret
Hukuku Araştırma Enstitüsü.
Özcan, Turgut Aycan (2014), “Assessment of Most Favored Nation Clauses
in Terms of Ejusdem Generis Principle And Its Impact Over Some Bilateral
Investment Treaties Executed By Republic of Turkey in 1990s”, Legal Hukuk
Dergisi Rona Aybay’a Armağan, İstanbul, Legal.
Özsunay, Ergun (2004), “Uluslararası Ticari Tahkimde Hakem Kararı”, İstanbul
Ticaret Odası, Uluslararası Ticari Tahkimde Kurumsal Tahkimin Güncel
Sorunları, Yayın No:2004-16, s.179, <http://www.ito.org.tr/itoyayin/0013429.
pdf> s.e.t. 03.01.2018.
Reed, Lucy/Paulsson, Jan/Blackaby, Nigel (2011), Guide to ICSID Arbitration,
Second Edition, United Kingdom, Wolters Kluwer Law & Business.
Schreuer, Cristoph (2005), “Calvo’s Grandchildren: The Return of Local
Remedies in InvestmentArbitration”,LPICT,<http://www.univie.ac.at/intlaw/
wordpress/pdf/75_cspubl_75.pdf > s.e.t. 05.10.2016.
Schreuer, Christoph (2011), “Interaction of International Tribunals and Domestic
Courts in Investment Law”, Contemporary Issues in International Arbitration
and Mediation: 2010 the FordhamPapers(ArthurW.Rovine,ed.),<http://www.
univie.ac.at/intlaw/wordpress/pdf/interactions_int_tribunals_domestic.pdf>
s.e.t. 23.06.2014.
Sornarajah, M. (2010), The International Law on Foreign Investment, Third
Edition, USA/ New York, Cambridge University Press.
Sureda, Andrés Rigo (2012), Investment Treaty Arbitration – Judging Under
Uncertainty, Hersch Lauterpacht Memorial Lectures, USA/New York,
Cambridge University Press.
Şanlı, Cemal (2016), Uluslararası Ticari Akitlerin Hazırlanması
Uyuşmazlıkların Çözüm Yolları, 6. Bası, İstanbul, Beta Yayınevi.
608
ve
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
Consent to Arbitration and Preliminary Processes In Terms of Icsid Arbitration
Güray ÖZSU
Şanlı, Cemal (1999), Türkiye Barolar Birliği - İdari Sözleşmeler ve Uluslararası
Tahkim - Panel 16 Temmuz 1999.
Şit Köşgeroğlu, Banu (2012), Enerji Yatırım Sözleşmeleri ve Bunların Uluslararası
Yatırım Anlaşmaları ile Korunması, İstanbul, Vedat Kitapçılık.
Tiryakioğlu, Bilgin (2003), Doğrudan Yatırımların Uluslararası Hukukta
Korunması, Ankara, Vedat Kitapçılık.
Tuygun, Salih (2007), ICSID Tahkimine İlişkin Hakem Kararlarının İcra Edilmesi,
Güncel Yayınevi, İzmir.
UNCTAD (2004), “Recent Develeopments in Investor – State Dispute
Settlement” (ISDS), No:1, <http://unctad.org/en/PublicationsLibrary/
webdiaepcb2014d3_en.pdf> s.e.t. 05.10.2016.
Zenginkuzucu, Dikran M. (2012), Devlet ve Yabancı Yatırımcılar Arasındaki
Uyuşmazlıkların Çözümünde Uluslararası Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümü
Merkezi (ICSID)’nin Kuruluşu ve İşlevi, İstanbul, Legal.
< h t t p : / / w w w. e n e r g y c h a r t e r. o r g / f i l e a d m i n / D o c u m e n t s M e d i a /
Infographics/2015_Energy_Charter_Process_General.pdf> s.e.t. 12.08.2017.
<https://icsid.worldbank.org /en/Documents/icsiddocs/ICSID%20
Convention%20English.pdf> s.e.t. 17.08.2017.
Kararlar
Ambiente Ufficio S.P.A. and Others v. The Argentine Republic, ICSID, (ICSID
CaseNo:ARB/08/9), Decision on jurisdiction and admissibility, 8 February 2013,
<http://www.italaw.com/sites/default/files/case-documents/italaw1276.
pdf> s.e.t. 05.10.2016.
Bayındır Insaat Turizm Ticaret ve Sanayi A.Ş. v. Islamic Republic of Pakistan, ICSID,
(ICSID Case No:ARB/03/29),Decisiononjurisdiction,14November2005,<http://
www.italaw.com/sites/default/files/case-documents/ita0074.pdf>
s.e.t.
05.10.2016.
Impregilo S.p.A. v. Argentine Republic, ICSID, (ICSID Case No:ARB/07/17),
Award, June 21, 2011, <http://www.italaw.com/sites/default/files/casedocuments/ita0418.pdf>s.e.t. 05.10.2016.
Kılıç İnşaat İthalat İhracat Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi v. Türkmenistan,
ICSID, (ICSIDCaseNo:ARB/10/1),Award,2July2013,<http://www.italaw.com/
sites/default/files/case-documents/italaw1515_0.pdf>s.e.t. 05.10.2016.
Libananco Holdings Co. Limited v. Republic of Turkey, ICSID, (ICSID Case No.
ARB/06/8),Award, September2,2011,<http://icsidfiles.worldbank.org/icsid/
ICSIDBLOBS/OnlineAwards/C77/DC2251_En.pdf> s.e.t. 08.02.2018.
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)
609
ICSID Tahkimi Bakımından “Tahkime Rıza” ve Bu Rıza Çerçevesinde Tahkim Öncesi Süreçler
Güray ÖZSU
RosInvestCo UK Ltd. v. Russian Federation, Award on Jurisdiction, October
2007, SCC Case No: Arbitration V 079 / 2005, <https://www.italaw.com/sites/
default/files/case-documents/ita0719.pdf> s.e.t. 12.08.2017.
SGS Société Générale de Surveillance S.A. v. Islamic Republic of Pakistan,
ICSID, (ICSID CaseNo:ARB/01/13),Decision of the Tribunal on objections
to
jurisdiction,6August2003,
<http://www.italaw.com/documents/
SGSvPakistan-decision.pdf> s.e.t. 05.10.2016.
Tradex Hellas S.A. v. Republic of Albania, ICSID, (ICSID Case No:
ARB/94/2),Decision on jurisdiction,24December1996,<http://www.italaw.
com/sites/default/files/casedocuments/ita0870.pdf> s.e.t. 05.10.2016.
610
TAAD, Yıl:9, Sayı:34 (Nisan 2018)