Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
Skip to main content
Bu bölümde de esas olarak bu ayrımcılık perspektifi üzerinden kısa filmlerdeki ayrımcılık unsuru ödüllü bir film Two Distant Strangers üzerinden ele alınmıştır. Two Distant Strangers ABD’de büyük toplumsal protestolara sebep olan... more
Bu bölümde de esas olarak bu ayrımcılık perspektifi üzerinden kısa filmlerdeki ayrımcılık unsuru ödüllü bir film Two Distant Strangers üzerinden ele alınmıştır. Two Distant Strangers ABD’de büyük toplumsal protestolara sebep olan özellikle siyahlara dönük ırk ayrımcılığını konu alan 32 dakikalık bir kısa bilimkurgu filmidir.
Polanski 21 dakikalık Melekler Düşünce adlı kısa filminde Krakow’da tuvalet bekçiliği yapan bir kadının sıradan yaşamına, kadının gündelik yaşamdaki bekleyişinde, çeşitli tetikleyicilerin etkisi altındaki belleğine yoğunlaşır; yaşlı... more
Polanski 21 dakikalık Melekler Düşünce adlı kısa filminde Krakow’da tuvalet bekçiliği yapan bir kadının sıradan yaşamına, kadının gündelik yaşamdaki bekleyişinde, çeşitli tetikleyicilerin etkisi altındaki belleğine yoğunlaşır; yaşlı kadının ilk sevgilisi, çocuğu, zorlu geçen yılları ve oğlunun savaşta kaybı gibi konuları geri dönüşlerle sunumu yapılır. Polanski bu kısa film oldukça çaba harcamıştır. Bu film için özel set inşa eder. Ana oyuncusunu yaşlılar yurdundan bulur. Ekip ise yakın çevresinden oluşur. Sıradanlık, tekinsizlik, romantizm, sembolizm ve mistisizmin sınırlarında Polanski’nin ileride çektiği pek çok filmde yeniden ortaya çıkacak ve daha fazla yetkinleştirilecek unsurların ilk görünüşlerini bu kısa filmde bulmak mümkündür. İlgili film analiz edilirken travma, nostalji ve hatırlama fenomenleri filmi açımlayacak anahtar kavramlar olarak seçilmiştir.
İranlı yönetmen Asghar Farhadi'nin filmleri, devrim sonrası İran sinemasının diğer yönetmenlerinde olduğu gibi çağdaş yaşamda çoğunlukla sinsiliğiyle karşımıza çıkan etik sorunsallar üzerinde düşünmeye isteklidir. İyilik, doğruluk ve... more
İranlı yönetmen Asghar Farhadi'nin filmleri, devrim sonrası İran sinemasının diğer yönetmenlerinde olduğu gibi çağdaş yaşamda çoğunlukla sinsiliğiyle karşımıza çıkan etik sorunsallar üzerinde düşünmeye isteklidir. İyilik, doğruluk ve adalet nedir? Bunlar nasıl tesis edilir? Toplumsal yaşamı düzende tutan ahlaki itki nerededir? Özgürlük ve sorumluluk nerede başlayıp biter? Farhadi’nin “Satıcı” (Forušande) (2016) filmi bu türden sorunsallar hakkında düşünmek için iyi bir fırsat sunmaktadır ve bu bölüm esas olarak bu konuya yoğunlaşmaktadır.
Bu çalışmada James Cameron'un Avatar: Suyun Yolu (2022) filmi ekolojizm ideolojisinin temel kavramları ve unsurları açısından nitel betimsel içerik analiziyle, filmde yer bulan yeni tematik yönelimler ve motifler çerçevesinde... more
Bu çalışmada James Cameron'un Avatar: Suyun Yolu (2022) filmi ekolojizm ideolojisinin temel kavramları ve unsurları açısından nitel betimsel içerik analiziyle, filmde yer bulan yeni tematik yönelimler ve motifler çerçevesinde incelenmiştir. Ekolojizm çok farklı ekollere bölünse de bu mikro ideolojiye yön veren çekirdek fikirleri ve anahtar kavramları ekoloji, bütüncülük, sürdürülebilirlik, çevre ahlakı, kendini gerçekleştirme, insan ve doğa arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlama ve tasarlama, doğanın ve yaşam biçimlerinin bütünlüğünün korunması, bütünlüğe dair çeşitlemelerin teşvik edilmesi ve kalitatif yaşam biçimlerinin somut ve derhâl uygulanması olarak tanımlanmaktadır. 2000 sonrası Amerikan bilimkurgu sinemasında çekilen gişe rekoru kıran filmlerde güçlü bir ekolojist vurguyla dikkat çeken Avatar serisinin ikinci filmi Avatar: Suyun Yolu filmi inceleme için amaçlı örneklem olarak seçilmiştir. Sonuç olarak, Suyun Yolu'nda ekolojizme yön veren fikirlerin işlendiği, "sığ ekolojizm" olarak ifade edilen ekolojist perspektifin daha güçlü bir şekilde yer bulduğu, doğa, insan ve türler arasındaki ilişkinin yeniden, görece insanın hiyerarşik yerini sorgulayan, dengeli bir perspektifle yorumlandığı görülmüştür. Topluluktan dışlanmışların durumu, kültürel aktarım sürecinde yeni ve eski nesil arasındaki karşıtlık, düşmanca saldırganlık ve anlatı yapısında süreğen mücadeleye karşı tavrın ne olacağı konusunda filmdeki tematik yoğunlaşma ve motif çeşitlemeleri, klasik Hollywood ve anaakım sinemanın sınırlarını ele alma konusunda tartışma sağlamaktadır.
The concept of death is unique in Eastern and Western societies. In this chapter, the different realization about death is analyzed through “Taste of Cherry”. Death, which is not an end but regarded as a transition to a new life and a... more
The concept of death is unique in Eastern and Western societies. In this chapter, the different realization about death is analyzed through “Taste of Cherry”. Death, which is not an end but regarded as a transition to a new life and a stage, appears in the representations of the film, and the ritualized death of the hero provides a transition to a brand new awakening with its symbolic meanings. The several effects of culture on death are tried to be highlighted in this chapter, which aims to handle the basic practices of death in the Eastern world in the context of Islam.
Bu çalışmanın amacı, George R. R. Martin'in eserinden televizyon dizisi olarak uyarlanan Taht Oyunları (Game of Thrones, 2011-2019) dizisindeki hanelerin iktidarı ele geçirme ya da onu korumak için hegemonik ideolojilerinin nasıl bir... more
Bu çalışmanın amacı, George R. R. Martin'in eserinden televizyon dizisi olarak uyarlanan Taht Oyunları (Game of Thrones, 2011-2019) dizisindeki hanelerin iktidarı ele geçirme ya da onu korumak için hegemonik ideolojilerinin nasıl bir söylem ile ortaya konulduğunu belirlemeye çalışmaktır. Belirli türde kültürel ürünler salt bir eğlencelik ve boş zaman etkinliği gibi görünebilse de bu eserlerde görünür/görünmez pek çok ideoloji ve söylem izleyicilere çeşitli türde mesajları empoze etmekte, doğruluğu sorgulanması gereken algı biçimleri oluşturmaktadır. Dizi klasik anlatı geleneğinin katharsis sağlayıcı anlatı stratejisinden kısmen uzak durmuştur. Böylece "iyi" olan doğal bir şekilde zafer elde etmemektedir. Bu bağlamda dizi sunduğu alternatif evrende her şeyin "doğallık" içinde gerçekleşmiş olduğu hissini oluşturmaya çalışmakta, yarattığı gerçeklik etkisinin gündelik yaşamda karşılık bulduğu izlenimi oluşturmaktadır. Araştırmada olumlu ve olumsuz anlamlarıyla "ideoloji", A. Gramsci'nin "hegemonya" ve Foucaultyan "söylem" kavramları dizideki güç odaklarının söylemlerinin yapılandığı art alanı çözümlemek için kuramsal çerçeve olarak kabul edilmiştir. Çalışmada niteliksel söylem analizi ve L. Giannetti'nin ideolojik film analiz yöntemi kullanılmıştır. Dizide sona doğru, dizide sunulan dünyanın değiştirilmesinde "devrimci" itkilerin büyük ölçüde gerilediğini, daha kapalı, yarı demokratik-monarşik, seçkinci, panoptik izlemeye haiz bir yönetimin daha rasyonel ve çağcıl bulunduğunu söylemek mümkündür. Hegemonik söylem "aşırı" olarak nitelendirilebilecek politik ve dini akımların başarısız olacağı bir yapıyla sunulmaktadır. Abstract The purpose of this study is to try to determine how the hegemonic ideologies of the main houses in the series Game of Thrones (2011-2019), adapted from the work of George R. R. Martin as a television series, are put forward to seize or protect power. Although certain kinds of cultural products may seem like a mere entertainment and leisure activity, many visible / invisible ideologies and discourses in these works impose various types of messages on the audience and create perception forms whose accuracy should be questioned. The series partially avoided the catharsis narrative strategy of the classical narrative tradition. Thus, the "good" does not naturally triumph. In this context, the TV series tries to create the feeling that everything has happened in "naturalness" in the alternative universe it presents, and it creates the impression that the reality effect it creates corresponds to daily life. In the study, the concepts of "ideology", with its positive and negative meanings, A. Gramsci's "hegemony" and M. Foucault's "discourse" are accepted as the theoretical framework to analyze the background in which the discourses of the main houses in the series are constructed. Qualitative discourse analysis and the ideological film analysis method of L. Giannetti are used in the study. Towards the end of the series, it is possible to say that the "revolutionary" impulses in changing the world presented in the series have regressed to a great extent, and a more closed, semi-democratic-monarchical, elitist, panoptic government is more rational and contemporary. Hegemonic discourse is presented with a structure that would fail the political and religious groups that could be described as "extreme".
Myths include positive and negative elements, which the concept of modern social life is referred to, even though they seem to be the phenomena of ancient times. With its positive meaning, though it is a type of narrative which handles... more
Myths include positive and negative elements, which the concept of modern social life is referred to, even though they seem to be the phenomena of ancient times. With its positive meaning, though it is a type of narrative which handles extraordinary subjects that happen to extraordinary people, the potential of this narrative to create a specific mystification leads myths to be interpreted as a carrier of "false consciousness". Film texts are also a tool that constantly enables this double meaning and the element to the audiences.
The relationship between mythography and cinema are analyzed within a specific film text in this study. Profound Desires of the Gods (Kamigami no fukaki yokubô), which was directed by Shohei Imamura and released in 1968, explicitly addresses to the Japanese creation myth. While the incidents experienced by the Futori family due to various crimes and the violations of taboos are handled in the forefront, concerns and fears about Japanese modernization are mentioned in the background. In this context, qualitative, structuralist mythographic analysis is made about this film in terms of the concepts of myth, taboo, violation, and modernization. In this film, which is analyzed under the conceptual opposites and titles such as nature/culture, taboo/violation, civilized/uncivilized, traditional/modern with the method of binary oppositions explained by Levi-Strauss, it is seen that the Japanese creation myth is tried to be revived, and the longing to traditional Japan against modern one emerge as a prominent discourse. It is determined that a modernization perspective without modernity becomes a prominent discourse in the film.
In this study, Blade Runner 2049 (2017), directed by Denis Villeneuve, is analyzed within the context of the Cartesian methodic doubt, self, consciousness and human philosophy. The quest put forward by the film, the attitude towards the... more
In this study, Blade Runner 2049 (2017), directed by Denis Villeneuve, is analyzed within the context of the Cartesian methodic doubt, self, consciousness and human philosophy. The quest put forward by the film, the attitude towards the solution of this quest, the thesis highlighted and the layers of the philosophical frame surrounding them were tried to be revealed. The Cartesian philosophy offers a methodological skepticism that is directed towards purifying all suspicions. Thus, an unquestionable soul, or subject, is built upon and the material world is conceived by virtue of the specific relationship of the subject with God. In this case, that kind of problem arises. How does subject recognize and portray itself and others? How to define the other not as automat or Android, but as the specific limit of what is defined as human? The "blade runner" android K., who identified human essence with their empathy ability, offer the opportunity to study a suspected subject, gradually losing its anchoring points. The relationship of this subject with the creatures and the creator, the new space in which the identity and the self is built, shows the suspicion as the most important element in the foundation of a paranoid individual type. The general quest in the film is to see if an egalitarian relationship between self and the other can be established and an answer it must be established. The film has an affirmative attitude to this answer. The thesis of the film is that quest, suspicion, compassion and pain are essential elements in the construction of the self. A dystopic, colonialist and authoritarian administrative framework is presented. The film provides an important basis for the construction of identity, with a paranoid and schizophrenic suspicion and a natural empathy ability.
Keywords: Cartesian philosophy, subject, suspicion, paranoia, Denis Villeneuve, Blade Runner 2049
Motion picture essentially aims to portray the state of mind of the characters in the movie by means of narration. By this way the audience gets in close contact with psychological state of the characters and joins their lifeworld. From... more
Motion picture essentially aims to portray the state of mind of the characters in the movie by means of narration. By this way the audience gets in close contact with psychological state of the characters and joins their lifeworld. From this aspect, movies are texts where psychological change of the characters can be analyzed clearly. Turkish cinema has not been studied much within the context of trauma and mourning studies. The concept of trauma and mourning as a form of specific loss and confrontation with this loss enable both an experience of modern social life and an understanding of how characters deal with painful experiences in more specific areas such as the family. In this study, Kelebekler movie of Tolga Karacelik made in 2018 will be analyzed by using descriptive qualitative movie analysis method based on the concepts of trauma and mourning. The director describes much negativity in the movie such as trauma interrupting the lives of the characters and limiting their living spaces and family / social relations. As a result, in the movie, three siblings experienced confronting the loss of their parents, having closer and more intimate relationship with each other after this confrontation which created possibility of particular recovery and having the opportunity to step into a new life by mourning and passing through the trauma of their past.
Memory that begins to gain an important place in cinema research and its associated phenomena like remembering and forgetting are key concepts to the meaning of the individual and society to make sense of themselves and their history. The... more
Memory that begins to gain an important place in cinema research and its associated phenomena like remembering and forgetting are key concepts to the meaning of the individual and society to make sense of themselves and their history. The concept of nostalgia was described by Johannes Hofer in 1688 as a disease of the soldiers who were longing to their country. In the following years, nostalgia has begun to be used as a broader concept that defines the divergence of time-space that people live. Nostalgia, while arising from a discomfort and fear from the time people lived, has begun to gain meaning as the commodity of the past, has found important place in art and everyday life. In this study, the film "Nostalghia", which was directed in 1983 by director Andrey Tarkovsky, who was an important director in contemporary Russian cinema, was examined. The main characters in the film, Andrei, Eugenie, Domenico and Sosnovky by means of Andrei, were analyzed by using descriptive quantitative research within the concept of remembering, forgetting, memory, and nostalgia’s time-space related to this frame of the concepts. In this way, it has been seen that nostalgic imagination tries to offer a solution to both individual and social problems by focusing to an idealized age and reversing history.
Öz İnsan ve toplumsal yaşamının örüntülenmesi birbiriyle ilişkili çok boyutlu bir süreçtir. Bireyin inanç, değer ve gündelik yaşam edimleri kapsayıcı bir iktidar mekanizmasının gölgesinde sürekli olarak düzenlenmektedir. Güç, iktidar ve... more
Öz İnsan ve toplumsal yaşamının örüntülenmesi birbiriyle ilişkili çok boyutlu bir süreçtir. Bireyin inanç, değer ve gündelik yaşam edimleri kapsayıcı bir iktidar mekanizmasının gölgesinde sürekli olarak düzenlenmektedir. Güç, iktidar ve sınıf mücadelelerinin olduğu her tarihsel dönemde direniş pratiklerinin ortaya çıkması, mücadele süreçlerinin çelişkisiz işlemediğini gösterdiği gibi iktidarla-rın mutlak olamayacağını da ortaya koymaktadır. Bu doğrultuda insanlık tarihi oldukça zengin bir çelişki, mücadele ve ilişkiler sistemi sunmaktadır. Bireyi ve toplumu yakından ilgilendiren tarihsel olay ve olguların filmlerde ele alınma-sı ise sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Dolayısıyla belirli bir tarihsel olgunun sinema filmlerinde nasıl ve ne şekilde kendine yer bulduğunu anlamak önemli-dir. Bu çalışmada, Ken Russell'ın The Devils (1971) adlı filmi dönemin güç müca-deleleri, iktidar yapısı ve Katolik Kilisesi'nin, bireylerin inanç ve yaşam pratik-leri üzerinde ne türden denetim yapıları kurduğu, bu bastırma ve düzenleme mekanizmalarının hangi direniş biçimlerini yarattığını anlamak amacıyla nitel yaklaşımla, betimsel analize tabi tutulmuştur. Sonuç olarak filmde bastırılmış cinsellik ve inanç özgürlüğü gibi konuların Hıristiyanlığın sert bir eleştirisiyle sunulduğu, Katolisizm ve onun normları üzerindeki mücadelenin büyük ölçüde siyasi iktidar mücadeleleriyle ilişkili biçimde ortaya konulduğu görülmüştür. Anahtar Sözcükler: Ken Russell, The Devils, sinema, iktidar, inanç, yabancılaş-ma, engizisyon.
Metin Erksan sineması üzerine genel bir değerlendirme.
Atıl Yılmaz Batıbeki sinemasının kısa bir değerlendirmesi.
Costa Gavras'ın Z filmi üzerine kısa bir inceleme.
Geceyarısı Kovboyu, Amerikan Rüyası ve onun altında yatan erilliği kovboy miti ile harmanlayarak, 1960’ların sonu Amerika’sının değişen, dönüşen yüzünü açığa çıkarıyor. Yönetmenliğini John Schlesinger’in yaptığı 1969 tarihli bu film bir... more
Geceyarısı Kovboyu, Amerikan Rüyası ve onun altında yatan erilliği kovboy miti ile harmanlayarak, 1960’ların sonu Amerika’sının değişen, dönüşen yüzünü açığa çıkarıyor. Yönetmenliğini John Schlesinger’in yaptığı 1969 tarihli bu film bir yandan Amerikan Rüyası’nın nasıl bir kabusa evrildiğini anlatırken, bir yandan da klasik Amerikan mitlerinin geçirdiği metamorfozu sunuyor.
Research Interests:
Yunan yönetmen Giorgos Lanthimos'un 2009 tarihli filmi Köpekdişi (Kynodontas) bize yaşamımızı sorgulattıran etkileyici bir eser. Yönetmen hiç de uzak bir zamana gitmeden ve yaşadığımız dünyanın sınırlarının dışına çıkmadan, bizleri... more
Yunan yönetmen Giorgos Lanthimos'un 2009 tarihli filmi Köpekdişi (Kynodontas) bize yaşamımızı sorgulattıran etkileyici bir eser. Yönetmen hiç de uzak bir zamana gitmeden ve yaşadığımız dünyanın sınırlarının dışına çıkmadan, bizleri toplumdan soyutlanmış bir ailenin " sınırları içine " davet ediyor. Kentten uzakta, dışına babanın haricinde çıkmanın yasak olduğu bir ev başlangıçta baba, anne ve üç çocuk için yalıtılmış, uygarlığın hoşnutsuzluk ve kötülüklerine karşı bir " korunma " mekanı gibi görünüyor. Bir fabrikada mühendis olan baba evin tüm ihtiyaçlarını karşılıyor ve üyelere ortalamanın üstünde bir konfor sağlıyor. Hiçbir kitle iletişim aracının olmadığı ve dış dünyaya dair tek işaretin ara sıra gökyüzünde süzülen uçağın olduğu bir yerde aile, babanın kurduğu ve sürdürdüğü, kapalı bir ahlak örüntüsü içinde, modern bir davranışçı deneye tabii tutuluyor. Pavlov'un deneyi insanlar için de geçerli ve koşullayarak istediğimiz türde insan tipleri yaratmamız mümkün mü? Yoksa insan bir şekilde direnip, kendi özgürlüğüne yelken açabilir mi? Lanthimos bu ve buna benzer soruları çarpıcı bir şekilde önümüze koymuş. Filmin başlarında kendimizi aslında sanal bir cennette hissediyoruz. Güzel, bahçeli bir ev, biraz duygusuz da olsa mutlu mesut bir aile ve onların nesnelerle kurduğu alışagelmedik ilişki… Örneğin onlar için tuzluk bir telefon… Kadın cinsel organı bir " lamba " … Zombi bir çiçek… Baba ile anne nesnelerin adını değiştirerek onların çocuklar tarafından nasıl algılanacağının ve algılanması gerektiğinin de çehresini çiziyor. Bu, çünkü adlandırmalar ve sıfatlar hoşa gitmeyenleri damgalama, hoşa gidenleri ise meşrulaştırma işlevi görür, bir ideolojinin ya da kültürün kurumsallaşmasının en önemli yoludur. Bu noktada filmdeki çocuklar için tuzluğa telefon demenin farklı bir anlam ifade etmediğinin farkındayız. Çünkü adlandırma değişse de, ya da bir diğer ifadeyle terim değişse de, tuzluk ya da telefon denildiğinde beyinde canlanan imge aynıdır; bir İngiliz için apple ne ise Türk içinde elma aynı imgeyi canlandırır. Asıl rahatsız edici şey izleyici olarak bizim bu adlandırmayla uğradığımız şaşkınlıktır. Öteden beri tuzluğa " tuzluk " demeye alışmış ve bunu " doğal " kabul etmiş bizler için terimin değişmesi algının da değişmesine yol açıyor. Bu aşamada film yaşadığımız ve doğal kabul ettiğimiz gerçekliği de sorgulattırıyor ve kendi kültürünün dışına çıkmaya pek de istekli olmayan bizler için " kültür şoku " yaratıyor. Geleneksel olarak doğal kabul ettiğimiz şeylerin aslında " insan yapısı " ve dolayısıyla " bir başka şekilde de olabilir " liği bizi tedirgin etmeye başlıyor. Böylece ister isim değişsin (örneğin adınızın değişip Bruce olduğunuzu düşünün), isterse fiziksel yapınız ve giyiminiz değişsin (örneğin kendinizi sürekli gaz maskesi takmak zorunda hissedin), her halükarda " alışagelmedik " bir durumdasınız demektir ve kendinize yönelik algınız kırılmaya uğrar. Sizi saran çevre artık o eski çevre değildir. Modern dönemin " canavarları " İlkel insan için nesneleri adlandırma özel bir anlam içeriyordu ve bir şeye ad vermek, ona sahip olmak anlamını da taşıyordu (Crowley ve Heyer, 2011:108). Modern insan da ilkel
Research Interests:
Özet Geçmişten günümüze büyük bir insan kitlesi sosyal, kültürel ve siyasal sebeplerle yeni bir yaşam kurmak için doğduğu yerden ayrılarak yabancı bir ülkeye göç etmektedir. Göç yeni değildir ama çağımıza özgü özellikler içermektedir. Göç... more
Özet Geçmişten günümüze büyük bir insan kitlesi sosyal, kültürel ve siyasal sebeplerle yeni bir yaşam kurmak için doğduğu yerden ayrılarak yabancı bir ülkeye göç etmektedir. Göç yeni değildir ama çağımıza özgü özellikler içermektedir. Göç dalgası farklı kültürlerden insanları daha yoğun bir etkileşime sokmaktadır. Süreç yabancı, farklı ve öteki olanı tanımanın yeni olanaklarını yarattığı kadar, taraflar arasında bir " zihinsel boşluk " meydana geldiğinde karşılıklı ötekileştirmeye de yol açmaktadır. İç-grup ve dış-grup olarak ayrılan taraflar arasında anlamlı bir iletişim pratiği gerçekleşememektedir. Bu iletişimsizlik sanat alanında da karşılık bulmaktadır. Tunç Okan'ın 1974 yılında çektiği Otobüs filmi, Stockholm'a getirilen bir grup yasadışı göçmenin yaşadıklarını görselleştirmiş, Avrupa ve Türkiye arasındaki zihinsel ve kültürel uçurumu görünür kılmaya çalışmıştır. Film karşılıklı ötekileştirme pratiği çerçevesinde incelenmiş, gelenekselden moderniteye göç ve toplumsal değişim süreçleri açısından içerik analizine tabii tutulmuştur. Bu bağlamda ötekinin yaşam dünyasına duyarsız, ayrımcı, dahası yabancı düşmanı bir Avrupalı portresi çizilmektedir. Ayrıca filmde, madun Türkler damgalanır, vahşileştirilir ve giderek toplumsal yaşamdan soyutlanarak yok olurlar. Sonuç olarak, yönetmen bazen Türkleri oto-oryantalist, bazen de Avrupalıyı oksidentalist bir bakış açısıyla tanımlamaktadır.
Research Interests:
Bu çalışma esas olarak teknolojinin kapitalizmin süreğen politikalarındaki kullanımına ve bu durumun yarattığı etkilere bir TV serisi üzerinden incelemeyi amaçlamaktadır. Ally Pankiw tarafından yönetilen, bilimkurgunun kötücül etkilerine... more
Bu çalışma esas olarak teknolojinin kapitalizmin süreğen politikalarındaki kullanımına ve bu durumun yarattığı etkilere bir TV serisi üzerinden incelemeyi amaçlamaktadır. Ally Pankiw tarafından yönetilen, bilimkurgunun kötücül etkilerine dair distopyaları görünür kılan Black Mirror dizisinin 6. Sezonunun ilk bölümü olan Joan İğrenç Biri bölümü, başlıkta öne çıkarılan suretin metalaştırılması ve okunmayan/okunamayan sözleşmeler üzerinden yitirilmesi, giderek bir gösteriye dönüşen ve gündelik yaşamın tüm ayrıntılarının gözetim altında tutulması, bunların “sahici” bir içerik (meta) olarak izleyicilere sunulması fikri üzerinden sorgulanacaktır. İlgili dizi bölümü sosyal bilimlerde kullanılan niteliksel betimsel içerik analizi ve fenomenolojik bir analizle birlikte ele alınacaktır. Bu çerçevede şu sorular üzerinde bir düşünüm gerçekleştirilecektir: Dizi bölümünün bize sunduğu distopik durumun gerçeklikte, hakikat veya olumsal bir karşılığı var mıdır? Varsa bunun kişisel verilerin kullanılması ve suretin ilga edilmesi bağlamında kişi ve insan hakları üzerinden anlamı nedir? Bu durum teknoloji, insan ilişkisi ve kapitalizm üzerinden nasıl yeniden ele alınabilir?
İdeal bir toplumsal ve siyasi düzen arayışı insanlığın en eski tarihlerine kadar uzansa da, keşif yolculukları, sanayileşme ve modernleşme süreçleri bu itkiyi gerçekleştirilebilir kılmış, ütopik arzuyu gerçekleştirmek için pek çok... more
İdeal bir toplumsal ve siyasi düzen arayışı insanlığın en eski tarihlerine kadar uzansa da, keşif yolculukları, sanayileşme ve modernleşme süreçleri bu itkiyi gerçekleştirilebilir kılmış, ütopik arzuyu gerçekleştirmek için pek çok toplumsal hareket ortaya çıkmıştır. Başta Thomas More’un temel eseri “Ütopya” (1516) olmak üzere, ütopik eserler, şimdiki zamanın etiğinden, onun sınırlarından radikal bir farklılaşmayı önererek, farklı bir dünyanın olabileceğine dair bir umut ilkesi ortaya koymuştur. Ancak bu radikal farklılık iddiası aynı zamanda korkutucu bir nitelik kazanmıştır. Sistematik bir baskı, otoriterlik ya da ütopyanın değişip dönüşmesi, kontrolsüz bir şekilde yeniden yapılanarak korkutucu hale gelmesi olarak distopyalar yirminci yüzyılda karşı ütopyalar olarak belirmişlerdir. Böylece farklılığın etiği olarak ütopya bir durağanlık korkusu olarak anlam kazanmıştır. Bu durumun tipik örneklerinden birisi Joss Whedon’ın Serenity (2005) filmidir. Darko Suvin’in mitsel analiz yöntemine göre çözümlenen film, şimdiki zamandan ve mekandan radikal bir farklılaşma olarak ütopyayı bir durağanlaşma olarak sunarken, yenilik istencine karşı şüpheyle yaklaşır. Böylece mitten kurtulma etiği yerine mite dönüşü vurgulayıp var olan sistemin ve onun çatışkılarının daha arzu edilir kılınmasını sağlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Serenity, Ütopya, Distopya, Durağanlık, Sinema
Even though the desire to find an ideal, social and political order extends to the earliest histories of mankind, many social movements have emerged to realize utopian desire that made it possible by journey of exploration, industrialization, and modernization. Utopian works, especially Thomas More's classic work "Utopia" (1516) presented a principle of hope that there could be a different world, proposing a radical differentiation from the limits of present time. However, this radically different claim has also become the fear of utopia. Dystopias have emerged as counter-utopias in the twentieth century as systematic pressure on society, authoritarianism, or the transformation of utopias, became being uncontrollably restructured and frightening. Thus utopia as the ethic of difference has gathered meaning as a fear of stability. One typical example of this is Joss Whedon's Serenity (2005). The film is critisized with mythical analysis of Darko Suvin's method, it presents the utopia as a stabilization and approaches will of novelty doubtfully. Thus, the film emphasizes the return of the mythos instead of the avoidance, and makes the existing system and its conflicts more desirable.
Keywords: Serenity, Utopia, Distopia, Stability, Cinema
Research Interests:
Göç olgusu kıtaların kesişme noktasında bulunan Türkiye'yi yakından etkilemektedir. Savaş ve çatışma bölgelerine yakınlık göç süreçlerinde hedef ya da geçiş ülkesi olmaya sebep olmaktadır ve sosyal, ekonomik ve kültürel sebeplere... more
Göç olgusu kıtaların kesişme noktasında bulunan Türkiye'yi yakından etkilemektedir. Savaş ve çatışma bölgelerine yakınlık göç süreçlerinde hedef ya da geçiş ülkesi olmaya sebep olmaktadır ve sosyal, ekonomik ve kültürel sebeplere ilişkilidir. İstanbul bu türden göçlerin en yoğun yaşandığı illerin başında gelmektedir. İstanbul metropolünde, pek çok sektörün yanı sıra, konfeksiyon sektörü göçmenlerin yoğun çalıştığı bir iş alanıdır. Bu sektör emek yoğun bir yapıdadır ve görece vasıfsız kişilerin hızla uyum sağlayabildikleri bir sektördür. Bu yüzden pek çok Suriyeli göçmen bu sektörde çalışmaktadır. Bu bağlamda hem ikamet edilen yer, hem de çalışılan bölge olma açısından İstanbul, Kâğıthane ilçesinde bulunan Çağlayan mahallesi bu konuda özel bir öneme sahiptir. Bu çalışmada Çağlayan mahallesindeki çeşitli göçmenlerle (Konfeksiyon işçileri, Suriyeli esnaf lokantacı, hizmet sektörü çalışanları) nitel araştırma çerçevesinde yapılandırılmış görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Göçmenlere neden Türkiye'ye geldikleri, kültür ve kimlik ekseninde hangi türden problemlerle karşılaştıkları ve gelecekte ne yapmayı düşündüklerine ilişkin sorular yöneltilmiştir. Suriyeli ve Türk işçiler arasında çeşitli düzeylerde farklılık bulunsa da, kısmen ortak olan din, kültür ve tarih onların kültürel kimliklerinin tümüyle ayrışmasına izin vermiyor görünmektedir. Sonuç olarak, bazı göçmen ve mültecilerin kimlik sorunları ve ötekileştirilme pratikleri içinde kendilerini tecrit hissettikleri, bazısının ise iyi bir adaptasyonla uzun süreli bir katılım sürecine girdiği gözlenmiştir.
Research Interests:
ÖZET Toplumsal cinsiyet çalışmaları bireyin cinsiyetine ilişkin rol ve davranışlarının yetiştiği toplumun normlarınca belirlendiğini vurgulamaktadır. Böylece yaşam içinde 'doğal " bir görünüm elde davranışların kültürel ve dolayısıyla... more
ÖZET Toplumsal cinsiyet çalışmaları bireyin cinsiyetine ilişkin rol ve davranışlarının yetiştiği toplumun normlarınca belirlendiğini vurgulamaktadır. Böylece yaşam içinde 'doğal " bir görünüm elde davranışların kültürel ve dolayısıyla yapay niteliği onların üretildiği süreçleri sorgulamaya yol açmaktadır. Sinema bireylerin kendi cinsiyetine ilişkin rolleri öğrenmesinde önemli bir kaynaktır. Bir göstergeler sistemi olarak sinema hangi davranışın doğru, iyi ve kabul edilebilir olduğunu belirtirken, yasakları da ayıplar, ideal erkek ve kadın tipini belirler. Türk sinemasının önemli bir üretim kaynağı olarak Yeşilçam'da yıllar yılı toplumsal cinsiyete dayalı ilişkileri üretmiştir. Ancak toplumsal değişme, modern olana ilişkin yeni deneyimler eski geleneksel ilişkileri sarsmıştır. Atıf Yılmaz'ın yönettiği Kibar Feyzo filmi de, Feyzo karakteri üzerinden geleneksel, kırsal yaşam ile modern kent yaşamının değerleri arasında bir karşıtlık kurup bunları etkileşime sokarak Türkiye'deki toplumsal değişimin izini sürmüştür. Filmde başlık parasıyla anlam bulan çatışma geleneği sorgulatırken, alttan alta sinemadaki eril bakışın ve erkeklerin rollerin de yeniden üretilmesine sebebiyet vermiştir. Bu çalışmada Kibar Feyzo filmi, toplumsal cinsiyet kavramı merkezinde, modernleşme ve toplumsal değişme süreçleriyle içerik analizine tabi tutulmuş, yönetmenin filmde erkek ve kadın arasındaki eşitsiz ilişkileri sorgulamaktan çok, bu ilişkileri eskiye oranla daha eşitlikçi ve " modern " bir tarzda dönüştürmeye ve reforme etmeye çalıştığı tespit edilmiştir.
Çalışmada son dönem Türk Sinemasının öne çıkan yönetmenlerinden Zeki Demirkubuz'un filmleri tema, zaman, karakter, mekan ve sinematografi açısından incelenmiştir.
Research Interests:
Edebiyattan sinemaya uyarlama geçmişte ve günümüzde pek çok yönetmenin başvurduğu bir yöntem olmuştur. Albert Camus'nün Yabancı adlı romanı da 1967'de Luchino Visconti'yi ve 2001'de Zeki Demirkubuz'u etkileyerek iki farklı sinema filminin... more
Edebiyattan sinemaya uyarlama geçmişte ve günümüzde pek çok yönetmenin başvurduğu bir yöntem olmuştur. Albert Camus'nün Yabancı adlı romanı da 1967'de Luchino Visconti'yi ve 2001'de Zeki Demirkubuz'u etkileyerek iki farklı sinema filminin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Roman ile Demirkubuz'un filmi karşılaştırmalı olarak incelendiğinde, Zeki Demirkubuz'un romandan etkilenmekle birlikte romandan filme geçişte, karakter geçişi ve karakterlerin dönüşümü, önemli sahneler ve konu açısından ortaya çok farklı bir eser çıkardığı açıktır. Çalışmamız film ile romanın karşılaştırılması üzerinden uyarlama ve esinlenme sorunsalları üzerine odaklanmaktadır. ABSTRACT Throughout the history of cinema, adaptations from literature were made extensively by many directors. Albert Camus's novel " The Stranger " also inspired movies directed by Luchino Visconti (1967) and Zeki Demirkubuz (2001). When the novel and Demirkubuz's film are compared, it is obvious that Zeki Demirkubuz was inspired by the novel, and produced a different text in terms of characterization, key scenes and the theme. This article focuses on the problems of adaptation and inspiration through a comparison of the film.