vizyon ötesi | izliyorum
[John Carpenter’ın They Live’inden (1988) bir parçayla başlıyoruz.]
Slavoj
ŽİŽek
“Ben Her Şeyİ
Bİlİyorum”
5-6 Kasım tarihlerinde İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Dolapdere kampüsünde
birbirinden leziz iki konferans veren dünyaca ünlü Sloven düşünür Slavoj
Žižek, ahlaksız teklifimizi kabul etti ve yoğun programından bize birkaç
saat ayırarak muhteşem bir ‘izliyorum’ gerçekleştirdi. Bayanlar baylar Bülent
Somay’ın katkılarıyla karşınızda Slavoj Žižek!
söyleşi: senem aytaç, övgü gökçe, berke göl, gözde onaran, nadir öperli, fırat yücel
fotoğralar: selen erdoğan
Ž
54 | altyazı aralık 2007
geçirdik. Tam ümidimizi kesmek üzereyken elektrikler geldi.
Žižek geldiğinde en az bizim kadar stresli görünüyordu.
Doğaçlama performanslardan nefret ettiğini, ondan zekice bir
şeyler söylemesini bekleyeceğimizi ama ağzından bir tek doğru
düzgün kelime bile çıkmayacağını söyleyerek bir yandan şikayet
ediyor bir yandan da oyunun tüm kurallarını öğrenmeye çalışıyordu. Kurallar olmadan hiçbir şey yapamazdı, çünkü ne olursa
olsun, eninde sonunda o bir Stalinistti!? Oyunu kurallarına göre
oynamayı biliyordu sadece...
Žižek, söyleşi boyunca şeker hastalığı yüzünden yememesi
gereken kuru pastalardan yerken, bir yandan da hararetli bir şekilde bizi sürekli şaşırtan şeyler söylüyordu. Biz de kitaplarını
okuduğumuz teorisyenle, kanepede yanımıza oturmuş tişörtünün üzerine dökülen kurabiye parçacıklarını teker teker toplayıp ağzına atan adam arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları düşünüyorduk... Kendini kaybetmiş bir şekilde felsefi bir konuda
konuşurken birdenbire bir magazin haberine ya da seks hayatının ayrıntılarına savrulan Žižek, her zamanki gibi kafamızı karıştırmaya devam etti. Sonuçta hayatımızın en tuhaf ve en eğlenceli günlerinden birini geçirdik. Bize bu fırsatı sağlayan Bülent
Somay’a tekrar çok teşekkür ediyoruz. (Senem Aytaç)
Gerçekten mi???
Evet, gerçekten. Filmin Amerika’nın İran’a saldırmasına meşruiyet
kazandırmaya çalışan bir film olarak okunduğunu biliyorum, ama
filme yakından bakın: Filmde ne oluyor? Pers İmparatorluğu nasıl
temsil ediliyor? Büyük, çokkültürlü, Yunan’dan çok daha gelişmiş,
o büyük toplara, zamanın kitle imha silahlarına sahip, hedonist bir
toplum. Ve kime saldırıyorlar? Küçük, zavallı, yoksul insanlara... Görünenin tam tersi yani!
Kendinizi ideolojiden kurtarmak,
özgürleşmek ve gerçekliği olduğu gibi
görmek için gözlüklerinizi çıkarmanız değil,
tam aksine, gözlükleri takmanız gerekir
Daha da güzel bir twist var filmde. Perslerin Spartalı kâhinlere savaşa
girmemeleri için nasıl rüşvet verdiğini hatırlıyor musunuz? Sonra Kral
Leonidas çıkıyor ve “batıl itikatlara karşıyız, ilerleme ve özgürlüğü savunuyoruz,” diyor. Film onları kökten dinci olarak değil, ilerlemeci
solcular olarak gösteriyor. (Bülent Somay’a dönüyor) Bu konuda bir
sorunun var, değil mi?
Bülent Somay: Hayır hayır, ama beni yine şaşırtmayı başardın. Filmi
görmedim çünkü nefret edeceğimden emindim ama şimdi filmi
izlemem gerekecek.
S.Z.: Yoz tabiatını göz önüne aldığımda yine de filmden nefret edeceğini biliyorum. Çünkü filmin mesajı Alain Badiou’nun söylediği
şeye denk düşüyor ve onun filmi sevme sebebi de bu. Badiou diyor ki: Ellerinde hiçbir şey olmayan yoksulların tek sahip oldukları
şey disiplindir. They Live’e geri dönecek olursak, ben ideolojinin gözlükle temsil edildiği bir film olduğunu biliyordum ama adını bilmiyordum. Paris’te dört gün önce bir arkadaşım bana hangi film olduğunu söyledi ve ben de ona, -tanıştığımıza çok memnun oldum,
teşekkür ederim anlamında- “siktir!” dedim ve hemen dükkâna gidip
filmi aldım. Bu filmi seçmiş olmanız bir mucize. Eğer paranoyak olsaydım hepinizin birbirinize bir ağ ile bağlı olduğunu ve bunun bir
tuzak olduğunu düşünürdüm. Hadi devam edelim.
Bu arada ana karakterin gerçek hayatta kim olduğunu biliyor musunuz? Bir güreşçi!
Bir sonraki filmi ayarlarken yanlış bir bölüm gösterip ileri
alıyoruz.
Aranızda bir sabotajcı var. Hain. Onu hemen imha edin, ortadan kal-
∆
ižek’in Bilgi Üniversitesi’ne konuk olacağını ilk haber aldığımızda her nedense -belki de Žižek’i canlı dinleyecek
olmanın verdiği heyecandan- söyleşi yapmak aklımızın
ucundan bile geçmedi. İlk günkü konferansın ardından, aslında
biraz da fantezi olarak ‘izliyorum’ yapmayı düşündük ve şansımızı denemeye karar verip Bülent Somay’a telefon ettik. Ertesi günkü konuşmasının akabinde yanına gittiğimde Somay,
Žižek’e “Bu kız seninle bir oyun oynamak istiyor,” dedi. Žižek
neye uğradığını tam da anlamadan “Ne tür bir oyun?” diye korkarak sordu. Oyunun kurallarını açıkladığımızda, Somay’dan
icazet almış olmamızın da etkisiyle, Žižek bizimle oynamayı
kabul etti. Söyleşi için en uygun yer olarak bizim evde karar kılındığında durum tahayyülümüzü aşan, absürd bir hal aldı. Ev
arkadaşımı aradım ve ona dedim ki: “Senin için de bir mahsuru
yoksa, yarın Žižek bize gelecek.”
Žižek’le üzerine konuşmak istediğimiz sonsuz sayıda film
olmasının yanı sıra tek bir film üzerine bile ne kadar uzun süre
konuşabileceğini tahmin ettiğimizden, film seçiminde çok zorlandık. Bir de üstüne, Žižek’in gelmesine 2-3 saat kala elektrikler
kesilince, söyleşiyi yapabileceğimiz başka mekânlar aramakla
elektrik idaresini sürekli taciz etmek arasında stres dolu saatler
Benimle dalga geçmeyin. Bu bir şaka olmalı. Bu filmle ilgili her şeyi
biliyorum. Filmi tam üç gün önce Paris’ten yeni aldım ve izledim.
John Carpenter’ın 1988 yapımı They Live’i. İlkel ama doğru bir film,
şu anlamda doğru, bütün bu bilgi, demokrasi, sizi bilgilendiriyoruz hikâyesi... Lacancı terimlerle konuşacak olursak, gözlükler sayesinde başat gösteren’i (master signifier) doğrudan görebiliyorsunuz. Bu filmin sevdiğim tarafı, ideolojiye bakışının doğru olması.
Öncelikle bu film, solcuların tipik paranoyasının güzel bir örneği
bence. Solcular devrimin neden gerçekleşmediği sorusunu cevaplayamadıkları zaman, hepimizin kontrol ediliyor olduğunu, birileri
tarafından ele geçirilmiş olduğumuzu filan düşünürler. Amerikan
(ha ha!) Komünist Partisi’nin merkez komite üyesi olan yaşlı bir
adamla tanışmıştım. Oradaki en popüler teori, FBI’ın insanları itaatkâr hale getirmek için havaya bir çeşit uyuşturucu sıkmakla ilgili
gizli, karanlık planları olduğuymuş. Bu film de biraz böyle... İşin bu
tarafı yanlış, ama bu filmle ilgili doğru olan şey, beklenenin tam
tersini yapıyor olması. Nedir beklenen? İdeolojinin bir gözlük olması... Gerçekliği olduğu gibi görebilmek için gözlüklerinizi çıkarmanızın gerekmesi... Burada benim hoşuma giden şeyse, bunu
tersine çeviriyor olması. Kendinizi ideolojiden kurtarmak, özgürleşmek ve gerçekliği olduğu gibi görmek için gözlüklerinizi çıkarmanız değil, tam aksine, gözlükleri takmanız gerekir. İnsan doğası yoz
ve kirlidir; doğal hale geri dönmek diye bir şey yoktur, doğal varlıklar olarak dünyaya baktığımızda bakışımız ideolojiktir. Özgürleşmek için gözlük takmamız gerekir. Bu yüzden de benim bu filmde
en sevdiğim sahne son sahne. Filmdeki son hareketin ne olduğunu hatırlıyor musunuz? Kahramanımız orta parmağını havaya
kaldırarak, uzaylıların baskıcı mesajlarını yaydığı vericiye hareket
çeker. Devrimci jestleri Heidegger’in insanın elleriyle düşündüğü
fikrine bağlayan koskoca bir teorim var... Her neyse...
Bir de gerçeğin siyah-beyaz olmasını seviyorum bu filmde. Çünkü
ideoloji deneyimi eksilten bir şey değildir, aksine onun üzerine
bir şeyler ekler. Ama benim için en önemli olan şey şu: Adam varoşlara geri dönüyor, siyah arkadaşını gözlükleri takmaya zorluyor ve deli gibi dövüşüyorlar. Tıpkı Dövüş Kulubü gibi. Bence asıl
alınması gereken ders burada. İdeolojiden özgürleşmek dediğimiz şey spontan bir şey değildir, zaman alır, dövüşmeyi gerektirir,
can acıtır. Güzel detaylardan biri de şu: Eğer gözlükleri uzun süre
takmaya devam ederseniz, başınızı ağrıtmaya başlıyor. Yani uzun
bir süre ideolojinin bize verdiği zevklerden mahrum kalırsak da canımız yanmaya başlar.
Bu film benim için güzel bir sürpriz oldu. Bence gerçekten solcu
olan çok az sayıda Hollywood filmi var ve bu filmlerin solcu olduğunu söylediğim için liberal solcular tarafından neredeyse linç ediliyordum. Evet, evet, liberal sol (Bülent Somay’ı gösteriyor); özgürlükten filan bahseden o adamlar işte... Bu filmlerden biri They Live,
biri Dövüş Kulübü -kesinlikle solcu bir film bence-, üçüncüsü de zayıf
noktam 300 Spartalı. Evet, 300 Spartalı’nın solcu bir film olduğunu
iddia ediyorum.
altyazı aralık 2007 | 55
vizyon ötesi | izliyorum
dırın! Önce itiraf etmesi lazım tabii... Bu teknolojik aletler şeytani şeyler. İçlerinde şeytan var bence. Kahve makinesi gördüğümde içinde
kahve yapan küçük bir adam olduğunu hayal ediyorum.
Bildiğinize emin olduğumuz bir film bu.
O kadar da emin olmayın, çok az şey biliyorum ben.
[Temel İçgüdü’nün (Basic Instinct, 1992) ünlü disko sahnesini izliyoruz.]
Bir tahminim var ama... Aman allahım, Michael Douglas’tan o kadar
nefret ediyorum ki, o yüzden bilemedim şimdiye kadar. Michael
Douglas’ın iyi olduğu tek bir film var o da Güllerin Savaşı, bence o
filmdeki onun gerçek hali çünkü. Bu filmin neden bu kadar devrimci
bulunduğunu bir türlü anlayamamışımdır. Size ilginç bir şey söyleyeyim. Başarısızlıklara değer veren biri olduğum için, Hollywood’un
en büyük başarısızlıklarından biri olan Temel İçgüdü 2’yi bu filme tercih ederim. Diğer taraftan, ilk filmin o meşhur bacak sahnesinin hâkimiyet ilişkileri üzerine ilkel ama güzel bir
sahne olduğunu düşünüyorum. Benim feminizm
anlayışım böyle bir şey. Geleneksel feministler
Sharon Stone’un orada tamamen erkek ba-
“Operasyon başarıyla
tamamlandı, hasta öldü.”
Psikanalizin tek sonucu bu
olabilir ancak.
kışının nesnesi olduğunu söyleyeceklerdir. Ama aslında, bacaklarını biraz oynatarak bütün kontrolü eline alıyor. Laura Mulvey’nin o
klasik feminist teorisinin yanlış olduğunu düşünüyorum. İşte erkek
bakışı kadınları nesneleştirir filan... Bence asıl kurban konumunda
olan, bakışın maruz kaldığı nesne değil, bakışın sahibi olan taraftır. İktidarsız olan bakışın kendisi. O durumda efendi konumunda
olan aslında kadın. Filmin sonuna doğru, dedektif onun evine
gidiyor ve daktilonun üzerinde bir müsvedde duruyor. Bence filmin gerçek anlamını kavrayabilmek, her şeyin bir düzmece olup
olmadığını anlayabilmek için o sahneyi durdurup kâğıtta yazanları okumamız gerekiyor. Filmin gerçek sırrı ancak o zaman çözülebilir. Ama bence asıl çözülmesi gereken sır, nasıl olup da Michael
Douglas’ın baştan çıkarıcı ve cazibeli bir adam olarak bize yutturulduğu. Bu saçmalık, Öldüren Cazibe’yle başlamıştı.
Filme katı bir Marksist bakış açısından bakarsak, yani insanları soyut varlıklar olarak değil de yaşayan canlı kişiler olarak görürsek,
asıl Sharon Stone’un güzel olup olmadığıyla ilgilenmek gerekir.
Bence o kadar da kötü değil, öyle diyeyim.
Peki ikinci film hakkında ne düşünüyorsunuz? Filmde
Lacan’a açık göndermeler var...
O filmde sevdiğim şey, adamı tamamen delirtiyor olması. Her şey
tamamen muğlak, ne olduğu belli değil... İlk filmdeki Sharon Stone
çok daha sempatik bir karakter ikinci filmdekine göre. Sizin de söylediğiniz gibi ikinci filmde Stone neredeyse ironik bir biçimde Lacancı
bir psikanalist gibi, saf aktarım (transferans) aracılığıyla adamı delirtiyor. “Analiz tamamlamdı, sen delisin ve gidebilirsin.” Psikanalizin, insanın normalliğini geri kazanmakla hiçbir ilgisinin olmadığının güzel
bir örneği. Sadece arzunla yüzleşirsin, sonra deliriyorsan o da senin
sorunun. Eski, güzel motto: “Operasyon başarıyla tamamlandı, hasta
öldü.” Psikanalizin tek sonucu bu olabilir ancak.
İlk anda filmin ne olduğunu sandım biliyor musunuz?
Blade 2. Büyük sanat. Tamam, birinci ve üçüncü
filmler berbat ama Guillermo Del Toro’nun
çektiği ikinci film muhteşem. Post-endüstriyel, yıkık dökük Prag’da geçen, çok iyi
bir film. Aptal Michael Douglas’ın suratını
görene kadar Blade sandım filmi.
“Hitler ve Goebbels kitapları ve filmleri
yakıyorlar ya, bence yaptıkları iş yanlış
değil, sadece yanlış filmlerle kitapları
yakıyorlar.”
(Televizyonda mavi ekran varken Fırat espri yapıyor) Bu da
Derek Jarman’ın Blue’su.
Pardon?
Saçma bir espri, boşverin...
Derek Jarman’dan nefret ederim. Bir tek filmini bile görmedim. Derek Jarman filmleri benim için boktan, yarı sanat yarı eğlencelik olması gereken şeyler...
Siktirin gidin! Bu Lars von Trier’in Avrupa’sı mı? Bürokratik saçmalıklardan büyük haz alıyorum. Kafka’nın bürokrasi hakkında söylediklerine kesinlikle katılıyorum: Seküler dünyamızda, devlet bürokrasisinin akıldışılığı ilahi boyutla olan tek bağımızdır. Bunun dışında
filmin biraz zorlama olduğunu düşünüyorum. Ama bu film yakılmamayı hak eden tek Lars von Trier filmi. En aşağılıklaştığı film ise
Gerizekâlılar’dır. Gerizekâlı bir adamın, gerizekâlılar için gerizekâlılarla birlikte çektiği bir film. İlgimi çeken tek şey, bana oradaki seks
sahnelerinin gerçek olduğunun söylenmiş olmasıydı ama filmdeki
adamlar o kadar mide bulandırıcı ki, sizde sadece iktidarsız olma isteği uyandırıyor, sekse olan ilginizi kaybetmenize yol açıyor. Ne de-
∆
Derek Jarman’ın sadece mavi ekrandan oluşan Mavi adlı bir
filmi var da...
Aaa, Derek Jarman, pardon Jim Jarmusch’la karıştırdım. Bunlar benim nefret ettiğim filmler. Bu tür sanat filmleri üzerine pek çok teori üretiliyor ama bence bu bir savunma mekanizması. Filmin bittiğine o kadar seviniyorsunuz ki, üzerine konuşmak istiyorsunuz.
Hitler ve Goebbels kitapları ve filmleri yakıyorlar ya, bence yaptıkları iş yanlış değil, sadece yanlış filmlerle kitapları yakıyorlar. Bence
Jarman’ın Blue’su yakılmalı. Bergman’ın Çığlıklar ve Fısıltılar’ı yakılmalı.
Antonioni’nin Zabriskie Point’i zorlama ve ucuz... Aptal bir İtalyan
Amerika’ya gidiyor ve derin bir şeyler söylemeye çalışıyor.
B.S.: Lars von Trier filmlerini de yakabilir miyiz lütfen?
56 | altyazı aralık 2007
[Tam bu esnada sırada Avrupa (Europa, 1991) olduğu için
hemen play’e basıyoruz.]
altyazı aralık 2007 | 57
vizyon ötesi | izliyorum
mek istediği de hiç belli değil filmin. Bu deliliğin bir çeşit özgürleşme olduğunu mu söylemeye çalışıyor yoksa daha çok bir özeleştiri mi yapıyor? Özgürleştirmeye çalıştıkları kadına yaptıklarını
radikal bir eleştiri olarak da okuyabilirsiniz ama bana sorarsanız
von Trier ne yapıyor olduğunun üzerine yeterince net bir şekilde
düşünemeyecek kadar gerizekâlı. Kişiliğimin en derinlerindeki
proto-faşist yapı yüzünden -bana büyük ihtimalle karşı geleceksiniz ama- filmi izlemediğim halde Dogville’in sonuyla ilgili olarak duyduklarım çok hoşuma gitti. Kadının geri dönüp intikam
alması... Gerçek merhamet budur. Bence idam cezasını savumanın en iyi yolu -tabii ki idam cezasını savunan birisiyim- gerçek
merhametin idam cezası olduğunu anlamaktan geçer. Biri birini
öldürdüğü zaman biz kim oluyoruz da onu affediyoruz? Bence
bu küstahlıktır. Bizim insani görevimiz onu cezalandırmaktır. Onu
cezalandırabiliriz ama ona merhamet bahşedemeyiz, merhamet
Tanrı’ya aittir. Merhamet bahşetmek küstahlıktır, gerçek tevazu
o insanı cezalandırmak olabilir ancak. (Bülent Somay’a bakarak)
Birinin bu görüşle ilgili bir problemi mi var?
B.S.: Nasıl öldürdüğümüze bağlı olarak değişir bence.
S.Z.: Tamam, o konuda bir sorun yok, bir uzlaşmaya varabiliriz.
Ben nasıl öldüğüyle ilgilenmiyorum; sadece adamı ölü görmek
istiyorum.
eşit olduğunu ve her insanın eşit sorumluluklara sahip olduğunu
söylemiş olursunuz. Politik doğruculuğun sorunlarından biri de
bu. Amerika’da politik doğrucu biriyseniz, bir beyaz olarak sorumluluklarınızın sürekli farkında olmanız gerekir. Sürekli suçlusunuz,
çünkü siyahları, kızılderilileri istismar ettiniz... Ama diyelim ki siyah
bir gangster suç işlediği zaman, hemen diyoruz ki, işte koşullar yüzünden yaptı, bu bizim onlara yaptıklarımıza karşı bir tepki sadece
vb... Aman Tanrım, adama özgür olma haysiyetini bile vermiyorsun!
manın çok muğlak olduğunun farkında değildi. Erkekleri köpeğe
indirgeyen bir cümle kuruyor. Biz erkekler o kadar çaresiziz ki, bir
parça et gördüğümüzde kendi özgür irademize bile sahip olamıyoruz. Kendini asıl kontrol edebilen, özgür iradeye ve ahlaki
sorumluluğa sahip olan varlık kadının kendisi oluyor böylece. İslam konusunda yüzeysel bir bilgiye sahibim ama bence içinden
alternatif bir çizgi çıkabilir. Siz benden iyi biliyorsunuzdur büyük
ihtimalle ama ben Hz. Muhammed’in ilk karısının önemini yeni
Ama merhamet göstermek küstahlıksa cezasını vermek
de küstahlık sayılmaz mı? Biz kimiz ki onu cezalandırıyoruz?
Ceza, hukukun alanının içindedir, ama merhamet hukukun alanına girmez. Merhamet göstermek senin hukuk konusunda bir
şüphen olduğu anlamına gelir; hukuki ya da doğal nedenselliği
askıya alman anlamına gelir. Merhamet nedir biliyor musunuz?
Tanrım, annemle yattım lütfen beni affet. Eğer Tanrı kendini iyi
hissediyorsa sizi affeder.
Peki ama ceza neden ve nasıl insanın alanına giriyor? Cezalandırmak da bir bakıma Tanrı’yı oynamak değil mi?
Değil, çünkü o zaman bir kanuna uyuyorsunuz ve o sizin kişisel
kanununuz değil. Benim asıl karşı çıktığım şey cezanın suçu önleyecek bir şey olarak algılanması. Bence bu bir kâbus. İdam cezasına karşı olanların temel argümanları, bunun suçu engelleyen
bir şey olmaması. Ama bunun cezalandırmanın mantığıyla bir
alakası yok ki! Her iyi filozof size, başkalarının suç işlemesini engellemek için birilerini cezalandırmanın gerekliliğini savunmanın,
masum insanları da öldürmeyi meşru kılacak bir şey olduğunu
söyleyecektir. Linç olaylarının bir kısmının arkasında yatan neden
budur. İnsanlar tatmin olmamışlardır. 1-2 tanesini linç etmelerine
izin verelim ki, daha büyük bir kaosa sürüklenmenin önüne geçebilelim, derler. Cezayı böyle algılarsanız, bunu yapmalarının
da önünü açmış olursunuz.
Ben bir Hegelciyim. Hegel, cezanın özgürlüğünün farkına varmanın bir yolu olduğunu söyler. Birini cezalandırarak ona sizinle
“Ben aslında çok az film izliyorum. Bir
seçim yapmak zorundasınız, ya film
izleyeceksiniz ya da filmler üzerine
yazacaksınız, ikisini birden yapamazsınız.”
öğrendim. Muhammed, melekler kendisine ilk göründüğünde iyi
mi yoksa kötü mü olduklarını bilemiyor ve ancak Hatice vasıtasıyla anlayabiliyor. Hatice önce örtülü bir şekilde kendini meleğe
gösteriyor, sonra örtüsünü kaldırıyor ve melek utanıp ortadan
kaybolunca Hatice diyor ki, “bu meleğin utanması var, demek ki
iyi bir melek.” Kadın doğrunun kefili oluyor, erkek kendi başına
doğruyla yanlışı ayıramıyor bile. Bu çizgiyi devam ettirebilirsiniz.
Araplar İsmail’in soyundan gelir. İsmail’in annesinin toplum dı-
şına itilmiş, çölde tek başına gezen bir kadın
olması çok önemli. İslam üzerine yazan Fransız, solcu bir yazar arkadaşım, İslam’ın Musevilikten ve Hıristiyanlıktan farklı olarak ataerkil
bir din olmadığını anlatıyor. Musevilik ve Hıristiyanlık baba-oğul ilişkisi içinde tanımlanıyor.
Oysa Allah, baba değil. Dolayısıyla inanan bir
Müslümanın kökeni bir yetime dayanıyor ve
İslam’daki inananlar topluluğu da asıl olarak
bir yetimler topluluğu. İşin politik boyutu da
burada. Bir yetim olarak, halihazırda varolan bir
toplumsal ağa bel bağlayamazsınız. Kendi topluluğunuzu oluşturmak zorundasınız. Bu işi çok
ilginç hale getiriyor.
Taliban, Afganistan’da metal topuklu ayakkabı giymeyi yasakladığında herkes güldü.
Nedir akıllarındaki? Bir kadının görüntüsünün tamamı örtülmüş olsa bile, topuklarının
çıkardığı ses erkekleri heyecanlandırabilir. İlk
aklıma gelen, bunun ne kadar muhteşem bir
toplum olduğuydu, o kadar uyarılmış haldeler
ki bir topuk sesiyle bile baştan çıkabiliyorlar...
Biz Batı’da o kadar dekadanız ki çırılçıplak bir
kadın önümüze geldiğinde bile “çok özür dilerim ama çok yorgunum,” diyebiliyoruz. Ama
burada “klik, klik” ve kendini kaybediyorsun...
İşte işin ilginç yanı politik doğruculuk da buna
benzer bir şey bence. Aynı aşırı hassasiyet var.
Sana bakıyorum ve bu görsel bir taciz oluyor.
Her iki tutum da aynı şekilde kadınları radikal,
muhafazakâr, köktenci bir şekilde kontrol altına alıyor. Politik doğruculuğun cinsel tacize
karşı olan aşırı hassasiyeti de aynı şekilde cinselliğin çok korkutucu bir tarafı olduğunu varsayıyor. Ama tabii ki ikisi birbirinden çok farklı,
politik doğruculuk tacizin tamamen önüne
geçmek için, onu nasıl kontrol altına alabiliriz
diye düşünüyor. Ve bu yüzden bazı noktalarda
birleşiyorlar, örneğin pornografiye karşı çıkarken. Ki ben de pornografiye karşıyım ama ulvi
ahlaki sebeplerden filan değil. Pornografi benim için çok hüzün verici bir şey, zavallı, sömürülen, bir sürü estetik ameliyat olmuş kadınların ne kadar büyük bir kâbus yaşadığını
görüyorsunuz. Pornografi beni depresyona sokuyor.
Yüreğimde Bir Delik’i izlediniz mi?
Hayır. Ben aslında çok az film izliyorum. Bir seçim yapmak zorundasınız, ya film izleyeceksiniz ya da filmler üzerine yazacaksınız,
ikisini birden yapamazsınız.
∆
58 | altyazı aralık 2007
Bence bu politik doğruculuğun örtük ırkçılığıdır.
İslam’da bile... Bu ilginç olabilir, geçen yıl Avusturya’da büyük bir
skandal olmuştu, bir imam “örtünmeden sokağa çıkan bir kadın
sokağın ortasında duran açık bir parça et gibidir,” demişti. “Bir köpek gelip o eti yerse kimi suçlarsınız köpeği mi yoksa o eti orada
bırakan salağı mı? Tabii ki köpeği suçlamazsınız.” Aslında imamın
söylemeye çalıştığı şey, örtünmeden gezen kadınların kışkırttıkları
erkeklerin suçlanamayacak olduklarıydı. Büyük ihtimalle bu argü-
“Pornografi benim için çok hüzün verici
bir şey, zavallı, sömürülen, bir sürü estetik
ameliyat olmuş kadınların ne kadar
büyük bir kâbus yaşadığını görüyorsunuz.
Pornografi beni depresyona sokuyor.”
altyazı aralık 2007 | 59
vizyon ötesi | izliyorum
[Woody Allen’ın Annie Hall’undan (1977) bir sahne gösteriyoruz.]
“Dün ne yapıyordun? Alıştırma yapacağına arkadaşlarınla mı oynuyordun?” diye azarlar.
[Jean Luc Godard’ın Haftasonu (Week End, 1967) filminden
bir sahne izliyoruz.]
Zelig mi?
Hayır.
Adamı tanıyorum. (gülüyoruz) Woody Allen’ı değil, diğerini. Bu gerçek hayat mı?
Hayır.
Görmediğim çok fazla Woody Allen filmi var. Hayır, görmedim bunu.
Annie Hall.
Annie Hall mu? Hiç şaşırmadım, sevmemiştim bu filmi.
60 | altyazı aralık 2007
Evet evet, hatta Halk Cephesi’ne katılmamış mıydı?
Siz bilebilirsiniz tabii. Türkiye medeni bir ülke. Yugoslavya’da bizim
bu konularda hiçbir fikrimiz yoktu...
Avrupalıların son derece Avrupa merkezci biçimde Amerikalılara
sataşmalarını seviyorum bazen. Örneğin, Arnold Schönberg şöyle
demiş: “Müzikte söylemek istediğiniz her şeyi dört, belki beş enstrümanla söyleyebilirsiniz. Orkestraya yalnızca aptal Amerikalılar için
ihtiyaç var.” Fransa’da Godard’ı tanıyan birileriyle konuştum ve onlar da fazlasıyla kendini beğenmiş olduğunu söylüyorlar. Mantıklı
bir açıklaması yok ve fikir değiştirmeye de açığım ama sevmiyorum işte adamı.
“Filmlerin ve kitapların -dedektif romanlarının
bile- sık sık sadece başlarını ve sonlarını
okuyorum. Hâlâ ilgimi çekiyorsa geri kalanını
da okuyorum. Ve sonunu bilmenin her şeyi
mahvettiğine inanmıyorum.”
Peki ya Antonioni ya da Bergman?
Antonioni’nin ilk dönemini seviyorum. Ama Cinayet’i Gördüm ile bence
düşüşe geçti. Zabriskie Point’tan sonra izlemeyi bıraktım. Ama erken
filmleri, özellikle Macera bence sessiz bile izlenmeye değer. Çok ince
çalışılmış. Ama Hitchcock gibi değil, onda biçimsel aşırılık hemen göze
çarpar. Antonioni’deyse fark etmezsiniz bile. Örneğin standart stratejilerinden biri, sinemada yerleşik olanın tam tersidir: Bir karakteri bir yere
bakarken gösterir. Sonra da, alışık olduğumuz şekilde, karşı açıyla onun
baktığı yeri gösterir ama birden bu karakter kendi bakış açısını gösteren
bu kadraja girer. Büyük bir usta. Mega-usta. Bergman da böyle benim
için. Son büyük eseri bence -atmosfer mükemmeldir- Sessizlik. Sonra
Persona’yla -bana katılmayacaksınız ama- düşüşe geçti bence.
Ya Çığlıklar ve Fısıltılar?
Bazı filmler vardır, hakkında konuşup eleştirebilirsiniz. Bir de bazı filmler vardır ki yasaklanmaları gerekir. Bergman kendisi de otobiyografilerinden birinde çok hoş bir özeleştiride bulunuyor ve bir noktada
Bergman filmleri yapmaya başladığını, yani kendi kendini taklit ettiğinin farkına vardığını söylüyor. Bence bu onun büyük hayranı olan
Tarkovski için de geçerli. Onun ise son büyük eseri Stalker’dır. Sonra
Nostalji’de Tarkovski bir Tarkovski filmi çekmiştir. Bir de anti-feminist
bir fikrim var. Persona’da ben Liv Ullmann’ı değil Bibi Andersson’ı
beğenirim. Bence o şanslı bir kadın. Bu çok maço olacak ama bazı
kadınlar vardır, gençliklerinde çok güzel olurlar ama sonra yaşlanınca çirkinleşirler. Örneğin Irène Jacob böyledir. Véronique’in İkili
Yaşamı’nın DVD’sinde onunla yeni yapılmış bir söyleşi var ve çok
korkunç görünüyor. Şu anda 40’larında ve kesinlikle çirkin. Buna
karşın Bibi Andersson’ın gençken -erken Bergman filmlerinde görebilirsiniz- yalnızca yüzeysel bir şirinliği vardı. Sonra Persona’da mükemmel soğuk bir güzellikle çıktı karşımıza. Persona’nın iyi yanı bu
bence. Bergman kendi aleyhine işleyecek derecede ‘derin’ olmaya
çalışıyor. Ama Sessizlik kesinlikle çok güzel. Filmde, iki kadın Balkanlarda bir yere gelir. Burası sözde hayali bir mekândır ama Balkanlar
olduğunu şundan anlarız: Üzerinde ‘slivovitz’ yazan bir şişe brendi
görürüz. Tuhaf bir karışım söz konusudur.
Philip Kaufman’ın bir söyleşisinde okuduğuma göre, Varolmanın
Dayanılmaz Hafifliği’nde Ruslar şehre girdiğinde deprem oluyormuş gibi camların sallanması ve şıngırdaması sahnesini Bergman’ın
Sessizlik’inden kopya çekmiş. Rezil ve kitsch olmasına karşın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde sevdiğim şey ise Lena Olin. Şöyle bir
iddiam var: Diyelim ki uzaylı istilasına uğradık. Birine yarı çıplak Lena
Olin’i gösterdiğinizde uyarılmıyorsa bilin ki o bir uzaylıdır. Bu tamamen objektif bir test. Bu arada filmin sonu da iyidir: İkisini arabada
görürüz. Sonra Kaliforniya’da Lena Olin’in ikisinin ölüm haberini alışını görürüz. Sonra yine ikisine geri döner, ve bu sahneyi öleceklerini bilerek izleriz. Yaşayan ölüleri görürüz. Muhteşem olduğunu
söylemiyorum ama hoş bir numara. Sonuçta Philip Kaufman’ı çok
∆
Woody Allen’ı sevmiyor musunuz?
Bazı erken dönem filmlerini seviyorum, mesela Bananas gibi. Son dönem filmlerinden Broadway Üzerinde Kurşunlar’ı seviyorum. Mira Sorvino çok seksi olduğu için Sevimli Fahişe’yi beğeniyorum. Bence Woody Allen, benim kitap yazarken yaptığım hatanın aynısını yapıyor.
Çok iyi bir fikri oluyor ama keşke biraz daha fazla zaman harcayıp üzerinde daha fazla çalışsaydı dedirtecek şekilde acele işliyor onu. Ama
tamamen de olumsuz düşünmüyorum. Broadway Üzerinde Kurşunlar’ı
Manhattan’da Yahudi mahallesinde izlemiştim ve kendimi onun filmlerinden birinin bir sahnesinde gibi hissetmiştim. Özellikle sevdiğim
şeyse şu çokkültürlülük sorununa verilecek doğru cevabı içinde barındırıyor olması. Burada küreselleşmenin aynılaşma anlamına geldiğini sanan aptalların ne kadar yanıldığını görüyorsunuz. Tam tersine,
küreselleşmede evrensel albeniye sahip olmanız ne kadar ‘tikel’ olduğunuza bağlı. Woody Allen’ın filmleri çok sınırlı bir evrende geçiyor.
New York değil, Manhattan bile değil, Manhattan’ın belli bir bölgesinde yaşayan üst sınıf Yahudileri konu ediniyor ama evrensel çapta
ilgi görüyor.
Benim en sevdiğim Woody Allen sahnesiyse Everything You Always
Wanted to Know About Sex But Were Afraid to Ask’teki son sahne. O sahnedeki Stalinist yaklaşımı, işçi fikrini çok seviyorum. Yukarıdan emir geliyor, “şimdi 45 derecelik bir ereksiyon yapın” şeklinde. Sonra bir sabotaj
olduğunu ve rahibin ereksiyonu engellediğini fark ediyorlar. Çok Stalinist. Benim için seks böyle bir şey. Sevdiğim bir diğer seks sahnesiyse
tahmin edebileceğiniz gibi Monty Python’s The Meaning of Life’ta gelecekte geçen seks eğitimi dersi. Öğretmen kızlardan birine “Vajinayı
uyarmanın üç yolu nedir?” diye sorar. Kız cevap veremeyince de onu
Bir dakika söylemeyin. Fransız filmlerinden genel olarak nefret ederim... Sakın bana bunun boktan bir Godard olduğunu söylemeyin!
20 yıl sonrasından bakınca artık bence Godard’ın kafasının nasıl çalıştığı açıkça görülebiliyor. Fazla zorlama... Sevdiğim tek Godard, çelişkili bir biçimde ticari olarak en başarılı olanı: Nefret. Oldukça kitsch
ama Yunan mitolojisi ve Fritz Lang göndermelerini seviyorum... Adil
davrandığımı iddia etmeyeceğim, belki haksızlık ediyorumdur. Belki
zevklerim burjuvadır -Lenin’inkiler de öyleydi- ama Fransız filmlerinden tek sevdiğim -ve bu yüzden Fransız arkadaşlarım beni öldürmek
istiyor çünkü çok burjuva bir yönetmeni var- Emmanuelle Béart’ın
çok güzel olduğu bir film: Claude Sautet’nin Ayazda Bir Yürek’i. Emmanuelle Béart’ın kendini nasıl Daniel Auteuil’e sunduğunu hatırlıyor musunuz? O ise onu sevmediğini söyler ve reddeder. Filmdeki adı Stéphane’dır ve ben hep üzerinde “Stéphane’ı seviyoruz,
Emmanuelle’e hayır deyin” yazan bir tişört yaptırmak istedim.
Bu film sayesinde Maurice Ravel’in oda müziğini keşfettim. Bolero
gibi burjuva kitsch eserlerle tanınan Ravel’in radikal bir solcu olduğunu biliyor muydunuz? Sanırım 1924’te Académie Française’e davet edilmiş ama Fransız hükümetinin Sovyetler Birliği’ne karşı tavrını öne sürerek reddetmiş. Ayrıca Arap, Cezayir ya da Fas ezgilerini
müziğinde kullanarak sömürgecilik karşıtı tavır takınan ilk müzisyen.
Benim için diğer bir sürpriz ise Erik Satie oldu. Onun da komünist
olduğunu biliyor muydunuz?
altyazı aralık 2007 | 61
vizyon ötesi | izliyorum
filmdir. Fincher’ı orada keşfetmiştim. Sonra tabii Dövüş Kulübü,
Yedi... Oyun ile ilgili sorunlarım var tabii bok kafalı Michael Douglas
yüzünden. Sharon Stone benim gözümde çok puan kaybetti. Nasıl olur da, sadece film için bile olsa, o boktan herifin onu öpmesine izin verebilir? Gururu olan bir hanımefendi bunu yapmaz.
Zodiac’la ilgili sorunum da şu: Hikâyeyi okudum ve filmi sevmeyeceğimden korktum. Ama Fincher’ı seviyorum. Bu nedenle de
bu travmatik deneyimi erteliyorum. Aynı nedenle, uzun süre
önce DVD’sini aldığım son David Lynch filmini izlemeyi de sürekli erteliyorum. Filmlerin ve kitapların -dedektif romanlarının
bile- sık sık sadece başlarını ve sonlarını okuyorum. Hâlâ ilgimi
çekiyorsa geri kalanını da okuyorum. Ve sonunu bilmenin her
şeyi mahvettiğine inanmıyorum. Colombo bunun aksine kanıt.
En başından cinayeti kimin işlediğini bilirsiniz ama bunun nasıl
ortaya çıkacağını merak edersiniz.
“Bilgiye ulaşmak demek verileri
ayrıştırmak, yani unutmaktır. Her şeyi
bilmek bir faciadır, hiçbir şey bilmemek
anlamına gelir.”
da hor görmemek lazım. İnsanların ona hakaret etmekten hoşlandığı bir diğer film de The Invasion of The Body Snatchers’ın yeniden yapımı. Bence kötü bir film değildir. Uzaylıların insanlarla
karşılaştıklarında verdikleri tepkiyi hatırlıyor muzunuz? (hareketi
yapıyor). Ben o zaman gençtim ve arkadaşlarımla aramızda bu
bir selamlaşma biçimine dönüşmüştü.
İstila’yı izlediniz mi?
Evet, James Bondlu olan. Kız kimdi?
Nicole Kidman.
Evet doğru. Nicole Kidman hakkında her şeyi biliyorum. Sapığın
Sinema Rehberi’ni birlikte çektiğim Sophie Fiennes, tabii abisinin
kız kardeşi. Ve abisi Ralph Fiennes şu anda Nicole Kidman’la birlikte Bernhard Schlink’in çok satan romanı ‘Okuyucu’nun (‘The
Reader’) filmini çekiyor. Nicole bu filmde toplama kamplarında
çalışmış eski bir Nazi’yi oynuyor. Ama Nicole’la ilgili sorunlar çıkmış -çok hoşuma gidiyor bu tür müstehcenlikler.- Ralph Fiennes
ve yapımcı Nicole’dan üç şey istemiş: Biraz olsun bir Nazi kaltağı
gibi görünsün diye botoks yaptırmayı bırakmasını ve biraz kilo
almasını istemişler. Ve son olarak da -bu en sevdiğim kısmı, bakın
KGB sayesinde neler öğreniyorum- çıplak görüneceği bir sahne
için -tabii politik doğrucu temiz bir kaltak olduğundan epilasyon
yaptırıyor sürekli- edeb yerindeki tüylerini uzatmasını ve bu şartın
kontratına eklenmesini istemişler. Bu arada Sophie Fiennes, Tom
Cruise’la ikisini bir arada gördüğünü ve Nicole’un Tom’u psikolojik
olarak domine ettiğini anlattı. Tom Cruise’un şu anda zavallı Katie
Holmes ile olmasının da nedeni bu belki. Ayrıca, Tom Cruise’un
eşcinsel olduğu da doğru değil. En azından biseksüel. Çünkü bir
keresinde Sophie abisiyle birlikte bir setteyken Londra’ya gitmesi
gerekmiş ve Nicole ona Tom’un özel uçakla döneceğini, onunla
gidebileceğini söylemiş. Sophie de gitmiş. Bu sayede öğrenmiş
Tom’un eşcinsel olmadığını. Uçakta işi pişirmişler.
[Büyük bir hevesle hazırladığımız Gremlinler (Gremlins,
1984) istediğimiz sonucu vermiyor.]
Bu, olduğunu sandığım şeyse görmedim. Fikir olarak sevdiğim
ama hiçbir zaman göremediğim bir film. Üzgünüm. Ama bu türden diğer bir karakter olan Chucky’yi severim. Filmleri oğluma izletip ona “işte bu sensin” dedim.
Clint Eastwood’un son filmi Iwo Jima’dan Mektuplar’ı izlediniz mi?
Hayır.
Peki ne yaptığını biliyor musunuz?
Evet duydum. Clint Eastwood’un çoğu işini severim ama fanatik Fransız solcu Alain Badiou kadar ileri gitmem. Kendisi Yasak
İlişki’nin bir başyapıt olduğunu düşünüyor. Ama zaten Titanic’in
de başyapıt olduğunu düşünüyor. Bu Alain’in karanlık yanı. Clint
Eastwood’un dedektif dramı Kan Borcu’nu seviyorum. Siz gençsiniz, ben Clint Eastwood’un henüz İtalyan spagetti westernlerinde oynadığı dönemi de gördüm. Pek çok iyi iş yaptı ama
hepsine de kanmıyorum. Örneğin Affedilmeyen’i çok da beğenmem. Kirli Harry (Dirty Harry) serisinde de önce sıradan sağcı bir
intikam filmi yaptı. Sonra sanki takip eden her bir filmde liberal
eleştirmenleri dinlemiş de politik olarak daha doğrucu filmler
çekmek istemiş gibiydi. Ama ben orijinalinin acımasızlığını tercih ediyorum. Diğerlerinde sanki bir yandan kirli intikam fantezileri kurarken bir yandan da bundan aldığı zevki saklamak istiyor. Böylece ilkinde saf fantezi varken diğerlerinde ancak üzeri
örtülü olarak karşımıza çıkıyor.
Zodiac’ı izlediniz mi? Kirli Harry’ye zekice bir gönderme
vardı…
Ben her şeyi biliyorum. Ama filmi görmedim. David Fincher’ı çok
seviyorum. Hem de Yaratık 3’ten beri. Bence çok hakkı yenmiş bir
62 | altyazı aralık 2007
Az önce söylediğiniz bir şeyi başlık yapacağız herhalde: “Ben
her şeyi biliyorum.”
Ama eminim ki ondan sonra da “ben gerizekâlıyım” gibi bir şey eklemişimdir. Ünlü Rus nöroloğu ve psikoloğu Luria, mnemonistler (her
şeyi hatırlayan insanlar) hakkında çok iyi bir kitap yazıp bu durumun
ne kadar trajik olduğunu göstermişti. Bilgiye ulaşmak demek verileri
ayrıştırmak, yani unutmaktır. Her şeyi bilmek bir faciadır, hiçbir şey
bilmemek anlamına gelir.
Not: Söyleşide bize eşlik eden ve katkıda bulunan Evrim Altuğ, Gizem
Aytaç ve Aslı Dadak’a teşekkür ederiz.
Bu söyleşide bahsi geçen diğer filmler:
300 Spartalı (300, 2006)
Affedilmeyen (Unforgiven, 1992)
Ayazda Bir Yürek (Un Coeur en Hiver, 1992)
David Lynch DVD’lerinin bölümlenmesine izin vermiyor.
Bananas (1971)
Blade 2 (2002)
Sizin gibiler yüzünden olmalı...
Blue (1993)
Evet ama Arjantin’de basılanlarda var. Sahne başı/sonu gözetBroadway Üzerinde Kurşunlar
meksizin onar dakikalık parçalara bölüyorlar ve bence bu çok
(Bullets Over Broadway, 1994)
güzel bir şey. Lynch’in sorunu da şu: Tamamen aptal olmasa da
Cinayet’i Gördüm (Blowup, 1966)
ne yaptığının pek farkında değil. ‘Lynch on Lynch’ kitabında
Çığlıklar ve Fısıltılar (Viskningar och rop, 1972)
ona Kayıp Otoban’dan kesinlikle dahiyane bir sahneyle ilgili soDövüş Kulübü (Fight Club, 1999)
rulan bir soruya, “bilmem, öyle yaptım işte” şeklinde tamamen
Everything You Always Wanted to Know About Sex But Were
anlamsız bir cevap vermiş. O, ne yaptıklarının bilincinde olan
Afraid to Ask (1972)
kuramsal sinemacılardan değil. Öte yandan çok iyi bir maddeGerizekâlılar (Idioterne, 1998)
sel duyarlılığı var. Örneğin Polonya’da Lodz’da bir festivale gitThe Invasion of The Body Snatchers (1956)
tiğinde bu eski sanayi şehrine, yıpranmış binalara çok hayran
İstila (The Invasion, 2007)
olmuş ve hemen oradan bir ev almış. Tarkovski’nin sevdiğim
Iwo Jima’dan Mektuplar (Letters From Iwo Jima, 2006)
yanı da budur: Filmlerindeki mekânlar hep eski, dökülen binaGüllerin Savaşı (The War of the Roses, 1989)
lardan oluşur.
Kan Borcu (Blood Work, 2002)
Kayıp Otoban (Lost Highway, 1997)
Macera (L’Avventura, 1960)
Monty Python’s The Meaning of Life (1983)
Nefret (Le Mépris,1963)
Nostalji (Nostalghia, 1983)
Oyun (The Game, 1997)
Öldüren Cazibe (Fatal Attraction, 1997)
Persona (1966)
Sapığın Sinema Rehberi (The Pervert’s Guide to Cinema, 2006)
Sessizlik (Tystnaden, 1963)
Sevimli Fahişe (Mighty Aphrodite, 1995)
Stalker (1979)
Temel İçgüdü 2 (Basic Instinct 2, 2006)
Titanik (Titanic, 1997)
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
(The Unbearable Lightness of Being, 1988)
Véronique’in İkili Yaşamı (La Double vie de Véronique, 1991)
Yaratık 3 (Alien 3, 1992)
Yasak İlişki (The Bridges of Madison County, 1995)
Yedi (Se7en, 1995)
ek koşuluyla
cak ona göstermem
an
ve
di
Yüreğimde Bir Delik (Ett Hål i mitt hjärta, 2004)
!
yle
sö
uk
rd
ini
t et tiğ
men eline tutuştu
görmek ten nefre
çekip, fotoğrafı he
oid
lar
žižek kendi suratını
po
Zabriskie Point (1992)
se
Biz
i.
ize izin verd
fotoğrafını çekmem
Zelig (1983)
Zodiac (2007)
altyazı aralık 2007 | 63