Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                

Wallerstein’de Tarihsel Kapitalizm ve Sosyal Bilimler

Wallerstein’de Tarihsel Kapitalizm ve Sosyal Bilimler Wallerstein’de Tarihsel Kapitalizm ve Sosyal Bilimler Haydar Barış Aybakır* Wallerstein ve Dünya-Sistemleri Analizi “T arihsel sosyal bilim” olarak adlandırdığı çabası ile sosyal bilim ve ona ilişkin tartışmalar dünyasının, en etkili ve bilinen (ama tartışılmayan) isimlerinden biri Immanuel Wallerstein (2004, s. 38), Anlayış dergisinin kendisi ile yaptığı röportajda hayat hikâyesini kısaca şöyle anlatır: “Elli yıl kadar önce, bir üniversite talebesi olarak ilgi odağım Amerikan siyasetiydi. Hatta master tezim ‘McCartyzm ve Muhafazakârlar’ üzerineydi. Ayrıca, henüz adı konmamış Üçüncü Dünya’ya ilgi duyuyordum. Gençlik örgütlerinde aktiftim ve 1952’de Afrika’da yapılan bir uluslararası gençlik kongresine katıldım. Afrika beni büyüledi ve doktora tezimi Afrika’ya dair bir konuya hasretmeye karar verdim. Böylece ilmî kariyerime bir Afrikanist olarak başladım ve on beş yıl boyunca birkaç kitap ve makale karaladım. Fakat bir zaman geldi ki gazete başlıkları peşinde koşturduğumu hissettim. Bağımsızlık-sonrası Afrika’da her şeyin değişmekte olduğunu, benimse son altı ayda olan biteni açıklama peşinde koştuğumu düşündüm ve dedim ki bu bir ilim adamının yapması gereken iş değil. Tarihî derinliğe doğru yol almalıyım.” Akademik biyografisini, kısaca anlattığı hayat hikâyesinden yola çıkılarak üç dönemde incelemek mümkündür. 1950-1970 arası yirmi yıllık Afrika üzerine çalıştığı dönem, modern dünya sistemi üzerine çalışmaya başladığı 1970 sonrası dönem ve bu dönemle bağlantılı bir biçimde Amerikalı sosyal bilimci olan Wallerstein’ın Kıta Avrupası geleneğine dâhil olarak muhalif bir kimlik kazandığı dönem. * Yüksek Lisans Öğrencisi, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi, İktisat Ana Bilim Dalı. Hak-İş/Hizmet-İş Sendikası Genel Merkez Kültür-Sanat Komite Başkanı. 21 II. Türkiye Lisanüstü Çalışmaları Kongresi - Bildiriler Kitabı I Afrika Üzerine Çalışmalar 1930 yılında New York’ta doğan Wallerstein’ın yetiştiği ortam İkinci Dünya Savaşı yıllarına denk gelir. Ailesinin de bu politik atmosfere kayıtsız kalmamaları Wallerstein’ı Avrupa dışı dünya ile ilgisini arttırmış ve okumalarını çeşitlendirmiştir. Lise eğitimini, doğduğu şehir New York’ta tamamladı ve 1947 yılında Columbia Üniversitesi sosyoloji bölümüne kabul edildi. Öğrenciliğinin ilk yıllarında hareketli bir politik organizasyon olan AVC (American Veterans Committee)’ye dâhil olmuş, üniversite eğitiminin bittiği 1951 yılında uluslararası gençlik kongresine, 1952’de de Dakar’da bir başka gençlik kongresine katılmıştır. Katıldığı bu kongreler sayesinde Afrika ülkelerinin etkin delegeleri ile tanışmış ve ilgisini Afrika’daki bağımsızlık hareketlerine çekmiştir (Kaya, 2005, s. 9). Amerikan ordusunda 1951-1953 yılları arasında askerliğini yaptıktan sonra Columbia Üniversitesine döner ve ABD’deki ideolojik ikliminden duyduğu rahatsızlığın da etkisiyle McCarthizm ve Amerikan dış politikası üzerine “McCarthysim and Conservative” adlı yayımlanmamış master tezini yazar. Her ne kadar Eisenhower’lı yıllardaki kendinden hoşnut anti-entelektüelizm Wallerstein’ın Amerikan kapitalizminden tiksinmesine yol açsa da Columbia Üniversitesinde sosyoloji doktora tezi “The Road to Independence: Ghana and Ivory Cost” ve yayımlanan ilk kitabı “Africa: The Politics of Independence” siyasi bağlantılarını açıkça ilan etmezler. Bu yapıtlarda teorik temel egemen akımlara dayanıyordu. “Social Change: The Colonial Situation” adlı kitabında Wallerstein görüşlerindeki değişimin ilk işaretlerini verdi. Yavaş yavaş modernleşme teorilerinden ve liberal antisömürgeci tutumlara mesafe koyuluyordu. Wallerstein, 1967’de yayımlanan “Africa: The Politics of Unity” eserinde Kwame Nkruman’ın devrilmesini kapitalist Batı yeni sömürgeciliği ile ilişkilendirdi (Ragin, & Chirot, 2011, s. 309-311). 1968 yılına gelindiğinde Wallerstein doçentlik yaptığı Columbia Üniversitesinde meydana gelen öğrenci hareketlerini desteklemiş, katılmış ve gözlemlerini 1969’da “University in Turmoil: The Politics of Change” adlı çalışmasına taşımıştır (Arslan, 2011, s. 44). Bu çalışmanın önemi ise yaşananları geliştirmekte olduğu dünya-sistemleri perspektifince değerlendirmeye tabi tutmasıdır (Ragin, & Chirot, 2011, s. 314). Yaşanan olaylar ve Columbia Üniversitesindeki rahatsızlık verici durumdan ötürü Wallerstein, 1969 yılında kendi dünya-sistemi dizisinin birinci cildini yazmaya başladığı Stanford Davranış Bilimleri İleri İncelemeler Merkezine gitti ve iki yıl sonra McGill Üniversitesine geçti. Modern Dünya-Sistemi ve Kıta Avrupası Geleneği 1971-1976 yılları arasını profesör olarak görev yapacağı Montreal’deki McGill Üniversitesinde geçirdi ve 1974 yılında Modern Dünya-Sisteminin birinci cildi “Modern Dünya-Sistemi: Kapitalist Tarım ve 16. Yüzyılda Avrupa Dünya Ekonomisinin Kökenleri”ni yayımladı. Her ne kadar McGill’deki meslektaşları ile geçinemeyip arkadaşı Hopkins’in çalıştığı Binghamtom’a geçse de temel düşünceleri artık değişmeyecekti ve burada Review dergisinin yanı sıra Hopkins ile çalışmalarını yürütebilmek için Fernand Braudel Merkezini kuracaklardı. Artık Wallerstein, ilerleyen dönemlerde çalışmalarının ampirik temelini genişletip girişimlerini ilerletmeyi sürdürecekti (Ragin, & Chirot, 2011, s. 314-315). 22 Wallerstein’de Tarihsel Kapitalizm ve Sosyal Bilimler Wallerstein, özellikle 1970 sonrası dönem çalışmalarını dünya-sistemleri üzerine yoğunlaştırırken bu çalışması dolayısıyla da Kıta Avrupası geleneğine dâhil olur. Kıta Avrupası geleneğinden kasıt, “Yirminci yüzyılın büyük bölümünde, İngilizce konuşan dünyadaki akademik felsefeye hâkim olan ‘analitik felsefe’nin genellikle tam karşısında yer alan bir dizi düşünür ve felsefi yaklaşımı ifade eder.” (West, 2008, s. 15). Wallerstein’ın düşüncesi bu dönemde iki ana damardan beslenir: devrimci yaklaşımı Marx’tan, geniş ve ilmî bakışı Braudel’den. Metodolojisini geliştirmesinde Annales Okulunun en önemlisi isimlerinden birisi olan Braudel ve özellikle “la longue dureé” yaklaşımını benimserken Marx ile etkileşimi de Marksizmi yeniden yorumlama girişimidir ve 20. yüzyılda en dikkate değer yorumcusu olduğunu söyleyebiliriz (Kaya, 2005, s. 13). Wallerstein akademik çalışmalarının ilk döneminde Afrika birliği vizyonunun önemine işaret etse de daha sonraki dönemlerde bu vizyonun başarısızlığını kabul etmiş ve Avrupa dışı dünyanın devrimci ideolojisinin ötesine geçen bir dünya tarihi vizyonu geliştirme yoluna gitmiştir. Wallerstein, otuz yıldan daha uzun süre üzerine uğraştığı çalışmalarında sadece yaşanılan dünyanın nasıl işlediğine bakmanın değil, bu dünya hakkında nasıl bu şekilde düşünmeye başlandığına da yeniden bakmanın önemine vurgu yaparak bir yöntem ve bir bakış açısı olan analizini modern dünya-sisteminin tarihini ve mekanizmalarını tarif etmek, bilgi yapılarını ayrıntılarıyla tasvir etmek amacıyla kullanmıştı (Wallerstein, 2005a, s. 11). Böylece, modern sosyal değişimlerin bir dünya-sistemi bağlamında tarihsel bir perspektif ile anlaşılabileceği ileri sürülebilecekti. Disipliner veyahut disiplinler arası bir dil ile değil de bütüncül bir tarihsel bakış açısı inşa etme çabası içerisine girilecek ve 1974’te yazılan “Modern Dünya-Sistemi: Kapitalist Tarım ve 16. Yüzyılda Avrupa Dünya Ekonomisinin Kökenleri” çalışmasında şöyle dile getirilecekti: “Çağdaş sosyal bilimlerin çoğu -bu maske arkasında gizli sosyal psikoloji oldukları zamanlar hariç- grupların ve örgütlenmelerin incelenmesine dönüşmüş durumdadır. Fakat bu çalışma sosyal sistemlerin incelenmesini içermektedir; grupların değil. Araştırmanın odağında bir sosyal sistem olduğunda, sosyal bilimler arasındaki klasik ayrımlar anlamını yitirir. Antropoloji, ekonomi, siyaset bilimi -ve tarih-, sosyal bilimler disiplininin belli bir liberal devlet anlayışı ve devletin sosyal düzeninin fonksiyonel ve coğrafi alt bölümlerde ilişki biçimleri üzerine oturtulmuş kısımlarından ibarettir. Eğer araştırmacının odağı örgütlenmeler ise sınırlı, belli bir anlam taşırlar. Ama konu sosyal sistem ise hiçbir manaları yoktur. Burada çok disiplinli bir yöntem önermiyorum, aksine önerim tek disiplinli bir yaklaşım.” (Wallerstein, 2010a, s. 29). Buradan da anlaşılacağı üzere, 1970’lerin başında toplumsal gerçeklik hakkında yeni bir perspektif olarak doğan dünya-sistemleri analizince (Wallerstein, 2005, s. 15) dünya-sistemini, tekil kapitalist dünya-ekonomisi biçiminde tanımlayan Wallerstein bu mekanizmanın ‘öteki’ dünya-ekonomileriyle karşılaştırılarak ifade edilemeyeceğini ileri sürer. Gerçekte tek bir sistem varsa ötekilerin varlığı ya da anlamları da yoktur. Bunun yerine tekil bir toplumsal sistem varsa onun tarihini bilerek doğasını saptamaktan başka yol yoktur. Bu anlamda kapi- 23 II. Türkiye Lisanüstü Çalışmaları Kongresi - Bildiriler Kitabı I talist dünya-ekonomisini 16. yüzyıldan itibaren izlemek zorunludur. Çünkü sistem o zaman doğmuş, kuralları yerleşmiş ve dünyayı fethe başlamıştır (Oktik & Kökalan, 2001, s. 129). 19. yüzyılın sonuna kadar kapitalist dünya-ekonomisi, bütün diğer tarihsel sistemleri soğurarak bütün gezegeni kaplamak üzere genişledi. Bu tamamen yeni bir yapısal durum yarattı; çünkü yaşamını sürdüren kapitalist dünya-ekonomisine dışsal ve onunla bir arada olan sistemler yoktu (Wallerstein, 1997, s. 324). Kapitalist dünya-ekonomisinin kesintisiz bir şekilde genişlemesi, onu diğer sistemlerden (mini-sistemler ve dünya-imparatorlukları) ayıran bir özellik daha ortaya koymuştur: temel iktisadi etkinlik içinde geçerli olan ya da ‘yasa’nın sınırsız sermaye birikimi olması (Wallerstein, 1996, s. 16) ve buna bağlı olarak metalaşma. Böylece kapitalistler daha çok sermaye biriktirme peşinde toplumsal süreçleri daha fazla metalaştıracaktır (Aktoprak, 2004, s. 37). Daha önce var olmuş hiçbir tarihsel sistem (mini-sistemler ve dünya-imparatorlukları), kesintisiz sermaye birikiminin yapısal önceliği ilkesine göre işlemezdi. Ayırt edici özellikler olarak kullanılan yaygın mal üretimi, kâr amacı güden girişimler, ücretli emek ve yüksek teknoloji gibi unsurların tarihsel bir sistemi kapitalist bir sistem şeklinde nitelemeye yeterli değildir; çünkü bu faktörleri kapitalizmi nitelemek amacıyla kullanan aktörler ne zaman daha ileri giderek gerçek bir kapitalist sistem yaratabilecekmiş gibi görünseler, şu veya bu şekilde engellerle sindirilip yenilgiye uğratıldılar (Wallerstein, 2003, s. 528-529). 16. yüzyılda doğan bir tarihsel toplumsal sistem olan modern dünya-sisteminin uzun tarihinde bir dizi kurumsal alan tekrar tekrar inşa edilmiştir. Zaman içerisinde kapitalist-dünya ekonomisinin yapısal çerçevesini sağlayan ve tarihsel varoluşu içerisinde insan faaliyetlerini düzenlemeyen bu kurumlar, bir süre daha zorlanarak da olsa bu düzenleme işlevlerine devam edecektir. Bu kurumsal alanları Wallerstein, dünya-sisteminin vektörleri olarak adlandırır ve birbirinden ayırt edilebilir fakat birbirinden ayrılmaz altı vektör saptar: Devletlerarası sistem, dünya üretiminin yapısı, dünya emek gücünün yapısı, dünyadaki beşerî refah kalıpları, devletlerin toplumsal birliğini sağlama faaliyetleri ve bilgi yapıları (Hopkins, & Wallerstein, 2000, s. 10). Kısaca Wallerstein’ın hayatını, ve dünya-sistemleri çalışmasını özetledikten sonra, kapitalist dünya-ekonomisinin gerilimlerini gözlerden saklamaya ve kontrol altında tutmaya yönelik kurumsal alan olan bilgi yapılarının (özelde sosyal bilimlerin) gelişimi modern dünya-sisteminin gelişimi paralelinde, ‘tarihsel kapitalizm’ ile olan ilgileşimi çerçevesinde incelenebilir. Modern Dünya-Sistemi Dâhilinde Sosyal Bilimler ve Gelişimi Sonsuz sermaye birikimine dayalı tarihsel ve toplumsal bir sistem olan kapitalizm, 16. yüzyılda Batı Avrupa’da icat edilerek ve ileri doğru bir yapı biçiminde yayılarak bütün dünyayı tedricen tahakkümü/hegemonyası altına almıştır. Şu anki yapımızın tarihsel coğrafyasının başlıca uğrakları vardır: Birincisi 1450 ile 1650 arası Rusya ve Osmanlı İmparatorlukları hariç Avrupa’nın çoğu kısmını içeren başlangıçtaki yaratılma dönemidir. İkincisi 1750 ile 1850 24 Wallerstein’de Tarihsel Kapitalizm ve Sosyal Bilimler arasındaki büyük genişleme dönemidir ki Osmanlı ve Rusya İmparatorluklarının yanı sıra Asya ve Afrika’nın büyük parçaları ile Amerika’da yayılmıştır. Üçüncü ve son genişleme ise 1850 sonrası gerçekleşmiştir ve bu uğrakta yerkürenin tamamına yayılarak bir ilki gerçekleştirmiştir (Wallerstein, 2009, s. 70). Kapitalist dünya-ekonomisinin bu genişleme dönemleri paralelinde bilgi yapılarının gelişimi incelenecektir. Modern dünya-sisteminin birinci genişleme alanında sistemin jeokültürü sosyal düşüncelerin gelişimi çerçevesince oluşturulurken ikinci genişleme alanında sosyal bilimler, iki kültür şeklinde tanımlanan doğa bilimleri ve beşerî bilimler arasında konumlanarak kurumsallaşma sürecine girmiştir. Üçüncü dönemde ise bilgi yapıları özelinde sosyal bilimler kapitalist dünya-ekonomisinin bütün bir yerküreye yayılması ile dünya ölçeğinde kurumsallaşmasının doruk noktasına ulaşmıştır. Bu aşamada yüzyıllardır sürdürülen muhalif düşünceler de sistemin yapısal krize girmesi ile hem meşru bir zemin bulmuş hem de yüksek sesle eleştirilerini dile getirmeye başlamışlardır. İlk Tohumlar Atılırken Batı Avrupa’da kapitalist bir felaketin kendine yaşam alanı bulmasında aynı dönemde dört önemli çöküş söz konusudur: senyörlerin, devletlerin, Kilise’nin ve Moğolların çöküşü. Eğer ki Moğolların çöküşü aynı zamana denk gelmese idi, diğer üç çöküşün gerçeklemesi neticesinde Avrupa bir dış güç ile ele geçirilebilecek ve kapitalizme geçiş olanağı ortadan kalkacaktı. Fakat böyle olmadı, Moğolların çöküşü ile dünya ticaret sistemi geçici olarak çöktü, onu oluşturan sektörler zayıladı ve dolayısıyla bu özel anda herhangi bir güç Batı Avrupa’yı ele geçiremedi. Böylece koruyucu antikapitalist kapılar açıldı ve kapitalizm hepimizin zararına bu kapılardan içeri girme fırsatı buldu (Wallerstein, 2003, s. 530). Moğolların dünya tarihinde olumsuz bir önemi vardır. Genellikle istila ve katliamlarla anılan Moğolların Asya ile Avrupa arasında deneyim ile bilgi taşıyıcıları olarak iki kıtayı birleştirmelerine -kısa bir süreliğine de olsa- ve böylece Avrupa’nın ortasından Pasifik Okyanusu’na uzanan ticaret ağları üzerindeki katkılarına pek yer ayrılmamaktadır (Sander, 2012, s. 57). 13. yüzyılın sonunda ve 14. yüzyılın başlarında Avrasya ticaret sisteminin çözülmesi, Moğol İmparatorluğu’nun Orta Asya ticaret yolunun güvenliğini sağlayamaması ve bu bölgedeki rekabetin azalması kuşkusuz sermaye birikim merkezlerinden birisi olan Ceneviz Kent-Devleti’nin Karadeniz’deki üstünlüğünü azaltmış ve ticari gelişimini durdurmuştur. Bu gelişmeler neticesinde Ceneviz askerî-ticari aygıtı köklü bir yeniden yapılanma zorunluluğu ile karşılaşmıştır (Arrighi, 2000, s. 179). Moğol İmparatorluğu’nun yıkılışı ve buna bağlı olarak Karadeniz ticaretinin 1350’lerden itibaren küçülmesi Cenovalı tüccarların kurdukları deniz imparatorluğuna ağır bir darbe indirerek odağını zamanla Akdeniz’in batısına kaydırmak zorunda kaldılar. Akdeniz örtük bir biçimde de olsa Venedik ve Ceneviz’e ait iki nüfuz alanına ayrıldı (Tabak, 2010, s. 57). Bu 25 II. Türkiye Lisanüstü Çalışmaları Kongresi - Bildiriler Kitabı I alanlardan birisi, Akdeniz’in doğusunda, Venedik’in içine çekildiği çok gelişkin ve zengin bir para ekonomisine sahip alandı, diğeri ise Akdeniz’in batı kesiminde para ekonomisinin henüz yeni gelişmeye başladığı, Cenevizlilerin dışarıya açtığı ve sömürgeleştirmeye öncülük eden tefecilerin ve kapitalistlerin ihtiyaçlarına uygun olarak şekillendirdiği bir dünyaydı. Venedik bu yolla merkezi Hint Okyanusu, Arap denizleri ve Ming yönetimindeki Çin olan bir çevrenin en batı kesiminde dururken Ceneviz İspanyol, Portekizli, Flaman ve kimi zaman Floransalı iş adamlarına yardımcı olarak imparatorluğu Hint Okyanusu merkezli sistemin aksine dünya-ekonomisi şebekeleriyle ticari anlamda bütünleşmemiş Atlantik’e doğru bir genişleme zemini hazırlamıştı (Tabak, 2010, s. 100-101). Modern dünya-sistemin tarihsel gelişimini 12. yüzyıldan alabiliriz, bu sebepten dolayıdır ki, dönemin hâkim bilgi anlayışına yönelik saldırıları da bu dönemde ele alabiliriz; ama 12. yüzyılda kapitalist üretim ilişkilerinin ticaretin gelişmesi ile yeni yeni filizlendiğini unutmamak gerekmektedir. 12. yüzyılda, Avrupa’da ticaret hayatının yeniden canlanması ile orta sınıfın ortaya çıktığı görülmektedir. Artık kendine yeten dirlik sisteminden ve kapalı ekonomiden değişim ekonomisine geçiliyordu; böylece daha sonraki yüzyıllarda gerçekleşecek toplumsal, siyasal ve ekonomik değişimin tohumları atılıyordu. Bilim hâlen ruhban sınıfının elinde ve hâkim dünya görüşü Hristiyan öğretiyle klasik Yunan bilimi ve kozmolojisinin bir sentezi olsa da gelişen ticaret gündelik hayatın bir parçasıydı. Ticaretin gündelik hayatta etkinliğinin artması neticesiyle kapitalistlerin kârlarını azami düzeye çıkarmak için rasyonel davranmakta ve seküler bir eğitime ihtiyaç duymaktaydılar. “Okuma ve yazma, ticaret için vazgeçilmez olduğundan artık yalnızca din adamları sınıfının üyelerine özgü bir ayrıcalık olmaktan çıkmıştı. Tüccarlar bu okullara soylulardan çok daha önce gitmeye başladılar; çünkü soylular için yalnızca bir düşünce lüksü olan şey, onlar için günlük bir gereksinimdi.” (Pirenne, 2011, s. 169). Toprağa bağlı örgütlenmenin hâkim olduğu toplumda orta sınıfın devingen yapısı, soyluların ve ruhban sınıfının dikkatini çekiyordu. Kilise tarafından denetim altına alınmak istenen bu sınıf, doğası gereği akılcılığın ve kurnazlığın hâkim olduğu bir toplumu önceliyordu. Hem laik hem de mistik bir rol edinen kent soyluları, dönemin hâkim dünya görüşü ile sürekli bir çatışma içerisinde idiler ve daha sonrasında ortaya çıkacak Rönesans ve Reform hareketlerinin de başlatıcısı oldular. Mevcut paradigmanın aşılması konusunda David West’in tespiti yerindedir: “Keşif seyahatleri, Rönesans ve Reformasyon; bu üç ‘muazzam olay’, Avrupa’nın sosyal, kültürel ve entelektüel hayatında köklü bir dönüşümü başlatmaya yardımcı oldu.” (West, 2008, s. 29). Sosyal Düşüncenin Gelişimi Wallerstein’a göre 16. yüzyılda dünya-ekonomisi şeklini alacak biçimde kapitalist bir çağ başlamaktaydı ve siyasi evrim içerisinde ilerleyen yüzyıllarda varlığını güçlendirecekti. Bu dönemde belirleyici önemli gelişmeler yaşanmıştır. Avrupa Amerika kıtasına yayılmıştır. 26 Wallerstein’de Tarihsel Kapitalizm ve Sosyal Bilimler Böylece Amerika’nın değerli madenleri Avrupa’nın sahip olduğu araçların üzerinde yaşamasına ve tasarruları üzerinde yatırım yapmasına olanak verdi. Dahası kırsal iş gücü modeli olarak periferide çalıştırılan angarya iş gücü ve merkezde küçük arazi sahipleri ortaya çıktı (Wallerstein, 2010a, s. 138-139). Kapitalist dünya-ekonomisinin gelişmesi bir anlamda dünyanın merkezinin Akdeniz’den Atlas Okyanusu’na kayması anlamına da gelir. Bu gelişme ise 1492’de Amerika’nın keşfi ve 1497-98’de Ümit Burnu Seferiyle başlar (Braudel, 2008, s. 110). Avrupa dünya-ekonomisinin merkezi 1600’e kadar Kuzeybatı Avrupa’da oluşsa da (Wallerstein, 2010b, s. 49) ironik bir biçimde bu bölgeye en az entegre olan İberik Yarımadası’nın -önce Portekiz, sonrasında İspanya- ticari ekonominin gelişmesinde büyük payları vardır. Batı Avrupa ülkeleri arasında yaşanan iç savaşlar, onları barış imkânlarından mahrum bırakırken Portekiz’de barış olması muazzam bir avantaj sağlıyordu -coğrafi ve ticari güç olmasının yanı sıra-. Devletin sağlamlığı, istikrarlı olarak enerjisini ticari faaliyetlere aktarma imkânı sağladı ve Atlantik’e doğru yayılma planlarını hayata geçirdi. Uzun mesafeli ticaretin modern kapitalizme hazırlanmış ve para ekonomisine dönüşmüş bir bölgede yaşama tecrübesine sahip Ceneviz burjuvazisinin de Portekiz kültürüne asimile olmasıyla yayılma sürecine sekte vurulmamış oldu (Wallerstein, 2010a, s. 66-67). Avrupa’nın deniz aşırı ülkelerdeki 15. yüzyıl genişleme hareketinin liderliği Portekiz’indi. İspanya, imparatorluğun egemenliği ile bu ekonomiyi kontrol altına almaya çalışıyordu. 1450’lerde başlayan yukarı yönlü ekonomik hareket ilkin Avrupa’nın eski ticaret merkezlerinde -Flanders, Güney Almanya, Kuzey İtalya-, coğrafi keşiler sayesinde de İspanya gibi ülkelerde göz kamaştırıcı bir zenginlik yaratmıştı. Seville’nin önemli bir merkez olduğu Atlantik yönlü ticaret trafiği öylesine önem kazandı ki Avrupa ve dünya bu ticaret hattına bağımlı hâle geldi. 16. yüzyılın sonlarına doğru gelinirken içine girilen kriz ortamında İspanya’nın verdiği tepki dolayısıyla siyasi etkinliği ve ekonomik açıdan merkezî olma sıfatını kaybetti. Kral’ın korumacı politikaları benimsememesi ve endüstriyel gelişim yolunda ilerleme konusunda isteksizliği de imparatorluğun çöküşünü etkileyen önemli faktörler arasındadır (Wallerstein, 2010a, s. 173-174). Kapitalist dünya-ekonomisi başlangıcında devlet müesseselerini oluşturma çabasına girmişti. Bundan dolayı, Lodi Barışı (1454) ile kent-devletleri, sermaye birikim merkezleri olmaktan çıkarılmıştı. “Kent-devletlerinin diaspora burjuvalarının aksine yerleşik burjuvaların (Ceneviz dışında) devlet-kurma faaliyetlerine giderek artan müdahaleleri, onları kapitalist dünya-ekonomisinde süregiden değişime ayak uydurma konusunda isteksiz ya da beceriksiz kıldı.” (Arrighi, 2000, s. 198) Floransa örneğinde de görüldüğü üzere, o dönemde kapitalist faaliyet mantığı endüstri esnek ilişkilere girilmesini engelliyordu (Arrighi, 2000, s. 160-161). İspanya ise devlet kurma faaliyetlerine öncelik vermesinden dolayı İngiltere gibi özellikle tekstil endüstrisinin gelişmesine olumlu bak(a)madı (Wallerstein, 2010a, s. 174). 27 II. Türkiye Lisanüstü Çalışmaları Kongresi - Bildiriler Kitabı I Wallerstein’ın, İspanya’nın çöküşünü Avrupa tarihinin en önemli gelişmelerinden birisi olarak görmesindeki sebep, “İspanya’nın 16. yüzyılda Avrupa dünya-ekonomisi içerisindeki merkezî coğrafi-ekonomik konumuna rağmen egemen sınıların böyle bir ekonomiden yararlanmasını sağlayacak devlet mekanizmasını kurmamasını (veya kuramamasını) gibi gözükmektedir.” (Wallerstein, 2010a, s. 197). Devlet kurma faaliyetlerinde V. Charles dünya-ekonomisini bir dünya-imparatorluğuna dönüştürme girişiminde bulunmuştu ve başarısız olmuştu. Bu başarısızlık neticesinde Birleşik Eyaletler egemen bir güç olarak kapitalist dünya-ekonomisinin hegemonyası hâline geldi. Belli bir merkez devletin ürünlerinin çok verimli bir şekilde üretildiği, serbest dünya pazarından en çok yararlanan taraf olarak diğer merkez ülkelerle büyük bir rekabete girebileceği hegemonya durumunu merkez olmaktan daha fazla bir şey içerdiğini belirtir (Wallerstein, 2010b, s. 50). Hollanda, devlet kurma faaliyetlerinde İspanya’nın aksine dünya-imparatorluğu değil ulusal diyebileceğimiz ekonomik işlemlerin ticari kurallara uygun yapılmasını sağlayan bir devlet kurumsallaşması çabası içerisinde olmuştur. Böylece Baltık ticareti üzerinde konumlanan Hollanda bağdaşık, yapışkan ve bütünleşmiş bir sistemle tarımsal-endüstriyel verimliliği sağlayarak dünya ticaretinin ara-deposu olmuş ve finans, yatırım gibi finansal sektörler üzerinde kontrol sağlayabilmiştir (Wallerstein, 2010b, s. 56). Hegemonya geçici bir durumdur ve bir devlet hegemonik bir merkez olduğu anda diğer merkez devletlerin de güçlenmesi dolayısıyla gerilemeye başlar. Hegemonya olan güçler bu süreci korumak ve idame ettirebilmek amacıyla ayrıca entelektüel, kültürel ve ideolojik mana da atılımlar da sergilerler. Hollanda hegemonyası 17. yüzyılın ilk çeyreğinde hayat bulurken 1670’lerde son buldu ve ortaya çıkan kazancı toplamak ve hegemonya olabilmek için İngiltere ile Fransa arasında uzun soluklu bir rekabet/mücadele yaşandı (Wallerstein, 2010b, s. 63). Wallerstein’a göre Hollanda dönemin merkantalist politikaların egemenliğine ihtiyacı en alt düzeyde olacak kadar yeterli iç ve dış desteğe sahipti (Wallerstein, 2010b, s. 71). Hollanda yürüttüğü hegemonik gücün tipik sosyal politikaları ile sosyal barışı sağlayabiliyordu ve dışarıdan iş gücü temin edebiliyordu (Wallerstein, 2010b, s. 74). Ayrıca bu politikaların hayata geçirilmesi, teknolojik ilerleme ve dışarı ile girilen irtibat neticesinde hegemonya olarak Hollanda’nın kültürel alanda da ihtiyaçlara yönelik çalışmalarını başlatır. Hollanda’da sosyal bilimler kurumsallaşmamıştır ama sosyal düşünceler gelişerek kapitalist dünya-ekonomisinin jeokültürü oluşturulmuştur. “Hollanda 17. yüzyıl düşüncesinin üç büyük bilgini olan Descartes, Spinoza ve Locke’u içine alan- “filozolar için bir sığınaktı.” (...) Burası Fransız Protestanları için kesin bir sürgün yeriydi fakat Hollandalılar liberaldi ve hem Protestanları hem de Jansenistleri, kralcıları ve Whigleri ve hatta Polonyalı Socinianları hoş karşılıyordu.” (Wallerstein, 2010b, s. 77). Modern dünya-sistemi, çeşitli biçimlerde Rönesans’ın mirasını devralarak Yunan düşüncesi temelinde bilgi yapılarını inşa etti. Modern dünyanın bilgi yapıları ilginç bir mirasa sa- 28 Wallerstein’de Tarihsel Kapitalizm ve Sosyal Bilimler hip olsalar da gerçeğe ve kesinliğe evrensel yasalar içinde akılla ulaşılabileceğini varsayan Newton, Locke ve Descartes’in kodladığı bilim anlayışı ilk olarak fizik bilimlerinde uygulama alanı bulmuş olsa da sosyal düşünce ve sonrasında sosyal bilim için içerimleri derin olacaktı (Wallerstein, 1997, s. 47). Her ne kadar sosyal düşünceler modern dünya-sisteminin doğuş anı ve öncesinde var olsalar da sosyal bilimlerin oluşması için 19. yüzyıl Fransız Devrimi akabinde kurumsallaşmasını beklemek gerekecekti; çünkü sosyal bilimler sosyal düşüncelerden daha fazlasıdır. Politik felsefenin kuramcıları olarak Machiavelli, Bodin, Spinoza, More, Hobbes, Locke, Montesque Rousseau, ekonomi felsefesinden de Hume, Adam Smith, Malthus, Ricardo, John Stuart Mill, Marx gibi isimler 17. ve 18. yüzyıllara damgalarını vursalar da sosyal düşünceleri temsil ettiler. Bunun nedeni, 19. yüzyılda tanımlandığı biçimiyle sosyal bilim, değişimin anlaşılabilmesi ve değişimi etkileyebilmek amacıyla sosyal dünyanın özgül yapılar içinde kolektif kişiler topluluğunca ampirik incelenmesine dayanır. Bundan dolayı sosyal bilim yalnız başına çalışan sosyal düşünürlerin ürünü değildi (Wallerstein, 1997, s. 30-31). Hollanda hegemonyasını da içine alan, modern dünya-sisteminin başlangıcında önemli merkezlerin de içinde bulunduğu Portekiz, İspanya dönemlerinde, yani 1450’lerden başlayıp 1650’lere değin süren zaman içerisinde sosyal düşüncelerle klasik diyebileceğimiz bilim görüşü iki şekilde kuruldu. Bunlardan ilki Newton modeliydi ve geçmiş ile gelecek arasında simetri öngörüyordu. Buna göre geçmiş ve gelecek birbirinden ayrılmıyor ve her şey sonsuz bir bugün de var olduğundan kesin bilgiye ulaşmak için Tanrı’ya ihtiyaç yoktu. İkincisi ise doğayla insanlar, madde ile akıl, fiziksel dünya ile manevi dünya arasında köklü ayrımlar bulunduğuna dair Kartezyen görüştü (Gulbenkian Komisyonu, 2012, s. 12). Hollanda hegemonyası ile oluşturulan modern dünya-sisteminin jeokültürü olan liberal düşünceler bu Newton & Descartes birlikteliğinin ürünüydü. Modern dünya-sisteminin gelişimi içerisinde toplum sekülerleştiriliyordu ve zamanla oluşturulan liberal jeokültür, bilgi dünyasında da kendini iki adımlı bir süreç olarak dışavurdu. İlk adımda ilahiyat reddedildi ve yerini felsefe aldı; yani bilgi kaynağı olarak Tanrı’nın yerini insanlar aldı. Böylece Tanrı’nın bilgisini özel bir şekilde edinen din adamlarının yerine doğa yasalarını özel bir biçimde kavrayan insanlar dikkate alınmaya başlandı. İkinci adımı temsil edenler ise alttan alta felsefenin spekülatif tümdengelimini gerçek bilgiye ulaşmada yetersiz görüyorlardı ve “bilim” adını verdikleri bilgi biçiminin tek rasyonel ve kabul edilebilir biçim olduğunu ileri sürüyorlardı. 18. yüzyılda bilgi yapıları içerisinde bu ayrım iyice netleşti ve felsefe de ilahiyat gibi reddedildi (Wallerstein, 2009, s. 203-204). 13. yüzyıla kadar geriye giden bilim, her şeyin oldukları gibi olduğunu ve şeylerin nasıl meydana geldiklerini en özlü biçimde ifade etme kurallarının aranmasıdır. Böylece belirlenimci (determinist), doğrusal ve özlü bir method çerçevesinde şekillenen bilim anlayışı ve evrenin birçok alanını -bu alanların sonuncusu insan dünyasıdır- kendine araştırma konusu edinerek himayesi altına aldı (Wallerstein, 2009, s. 355). 29 II. Türkiye Lisanüstü Çalışmaları Kongresi - Bildiriler Kitabı I Modern dünya-sisteminin en temel ilkesi, sonsuz sermaye birikimidir. Sistemin bütün kurumları, bu amacı gerçekleştirmek için hareket eder ve ödüllendirilirler -yapmayanlar ise cezalandırılır-. Bu kurumlardan birisi de sisteminin kolaylıkla işleyebilmesini sağlayan kültürel-entelektüel yapılardır ve temel ögelerinden birisi de iki kültür arasındaki epistemolojik bölünme üzerine kurulmuş bilgi yapılarıdır (Wallerstein, 2007, s. 63-64). Bu bilgi yapılarının arasında kendini konumlandırmaya çalışan sosyal bilimler Fransız Devrimi ile kurumsallaşacaktır ve insan alanını incelemeye tabi tutacaktır. Fransız Devrimi’nin anlaşılması için de 17. yüzyılın son çeyreğinde Hollanda hegemonyası sonrası ortaya çıkan boşluğu doldurmak için mücadele içerisine giren İngiltere-Fransa arasındaki rekabetinin anlaşılması gerekmektedir. Sosyal Bilimlerin Gelişimi 17. yüzyılın yarısında Hollanda hegemonyasının sorgulanmaya başlandığı dönemdi ve iki rakip İngiltere ve Fransa büyük oranda kendi iç problemlerini çözmüşlerdi (Wallerstein, 2010b, s. 85). Ayrıca 1650’de başlayan ve 1750’ye kadar sürecek olan bir yüz yıllık dönem tahıl üretiminin de periferiden merkeze doğru yer değiştirdiği bir aralıktı. Bu dönemde hegemonya olamayan merkez ülkelerin hegemonya olmak için mücadele edeceği bir dönemdi de. İngiltere, üretimini arttırdığı tahılı dışarıya ihraç ederken Fransa bu artışı ülke içinde değerlendiriyordu. Bu iki rakip ülkenin tarımsal üretim farklılığına da işaret etmekteydi. Aynı şekilde İngiltere’nin hayvancılık ile münasebeti, Fransa’nın da şarap üretimi ile topraktan faydalanması yine aralarındaki farklılıkların bir başka biçimi idi (Wallerstein, 2010b, s. 9495). Ayrıca, her iki ülke sanayinin korunmasına öncelik vermiş olsa da uygulanan politikalarda farklılık vardı. İngiltere’nin gelişiminde göz ardı edilemeyecek en önemli hususlardan birisi de iki büyük askerî güç olarak Fransa ve İspanya’nın aralarındaki mücadeledir ve böylece İngiltere coğrafyanın da verdiği avantajla dış müdahalelerden korunmuştur. Ayrıca Hollanda askerî güçlerin müdahalesinden korunmak ve dünya ticaret mekanizmasını işler kılmak amacıyla İngiltere’yi de besledi (Wallerstein, 2010a, s. 259). Böylece İngiltere sanayileşebildiği gibi tarımını da ticarileştirebildi. Fransa’nın gelişiminde ise göze çarpan İspanya gibi Avrupa dünya-ekonomisini bir dünya-imparatorluğuna dönüştürme çabalarıdır. Atlantik keşilerine rağmen kara yollarına dönük bu çabalar Fransa’nın ileriki dönemde başarısızlığına delalet edecekti ama bir taraftan da ulus-devletlerin oluşturulmasını hızlandıracaktı (Wallerstein, 2010a, s. 267). Bu farklılıklar bağlamında Fransa’da ortaya çıkan İngiltere’ye nazaran daha zayıf bir devlet mekanizması (Wallerstein, 2011, s. 75) kapitalist gelişmeye ve rekabet ortamına karşın esnekleşemedi. İngiltere’nin ise birikmiş avantajları 18. yüzyılın sonlarına doğru arttı ve 19. yüzyılın ilk çeyreğinde çok açık bir hâle geldi. İşte Fransa’nın İngiltere’yi yakalama ve bu açığı kapatma arzusu çok büyük bir patlamaya sebebiyet verdi (Wallerstein, 2011, s. 97). 30 Wallerstein’de Tarihsel Kapitalizm ve Sosyal Bilimler Dünya ekonomisinde meydana gelen yapısal değişiklikler ve İngiltere’nin askerî açıdan küresel bir üstünlük sağlaması; tarımda, sanayide, ticarette ve finans alanında kazandığı zaferler karşısında Fransa’nın tepkisi tarihini ‘hızlandırmak’ oldu (Wallerstein, 2011, s. 124125). 1789’da Fransa bu amaçla bir devrim gerçekleştirdi ve bu devrim Batı’nın ideolojik dünyasını da tümden değiştirdi. İngiltere’nin kapitalist dünya-ekonomisinin hegemonyası olmasına karşın tepkisel olarak tarihini hızlandırması anlamına gelen Fransız Devrimi ayrıca kapitalist dünya-ekonomisi açısından ideolojik üst yapının sonunda ekonomik tabanı yakalaması anlamına da geliyordu ve bu çok önemli bir ayrıntıydı (Wallerstein, 2011, s. 63-64). Fransa’nın tarihi yakalamak için soyunduğu devrim mücadelesi Fransa’yı çok fazla değiştirmedi; fakat dünya-sisteminin kurumsal mirası ve dünya-ölçeğindeki sonuçları bakımından fazlaca değişime sebebiyet verdi (Wallerstein, 1995b, s. 215). Devrim, modern dünyada daha öncesinde hiç görülmemiş bir siyasi kargaşaya neden oldu. Bu kargaşa ortamında yönetici sınılar, devlet gücünün ilk defa ele geçirilebileceği tehdidi ile karşı karşıya geldiler. Yönetici zümrenin buna yanıtı sürekli ve kısa vadeli siyasal değişimi desteklemek oldu. Böylece değişimin normalliği üzerine kurulu yapılar geliştirilecek ve bu değişim zapt edilerek yavaşlatma imkânına kavuşulacaktı. Bu yolla geliştirilen kurumlardan birisi de ‘sosyal bilimler’di (Wallerstein, 1995b, s. 204-206). Bilim kültürü 19. yüzyıla değin kurumsallaşamamıştır ama modern dünya-sisteminin başlangıcından beri önemi giderek artmıştır ve başlangıcı 15. yüzyılın ikinci yarısıdır. Fransız Devrimi ile bilim kültürünün, doğrunun ve olgusal olanın kavranmasına yönelik bilgi anlayışının kurumsallaştırılması ve felsefeden kopartılmasının akabinde karşıt kutupta iyi ve güzel bilgiyi amaçlayan beşerî kültür yer aldı. İnsanların toplumsal ilişkilerinin yaşandığı gerçek dünyada bu iki kültür arasındaki kavrayışlara meydan okuyan gelişmelere tepki olarak da sosyal bilimler ortaya çıktı ve iki kültür arasında sıkışıp kaldı (Lee, & Wallerstein, 2007, s. 13). İki kültür birbirleri ile o kadar yoğun bir çatışma içerisindeydi ki bunu bir sorun olarak gören C. P. Snow bilim adamlarıyla ve edebiyatçılarla görüşmelerinden sonra iki ayrı gruba girip çıktığı duygusuna kapılıyordu (Snow, 2010, s. 90). Sosyal bilimler de bu iki kültür arasında konumlandığından ve iki tarafın da çekiştirmesine maruz kaldı ve baskı gördü. Bilginin eksenel ağırlığının bilimde, bilimin eksenel ağırlığının da doğa bilimlerinde merkezî bir konumda yer alması (Söğütlü & Demirel, 2008, s. 28) modern dünya-sisteminde egemen kültür biçiminde topluma kendini kabul ettirmesi özellikle 19. yüzyıl ile olmuştu. Bilim kültürüne göre, dünya deterministik ve ampirik yolla anlaşılabilirdi, dolayısıyla geçmiş ve gelecek de kesin olarak bilinebilirdi. Doğa bilimlerinde Newtoncu dünya görüşü şeklinde dile gelen bu anlayış, Auguste Comte tarafından genelleştirilerek sosyal dünyaya pozitivizm olarak aktarıldı. İlerleme düşüncesi ve evrenselci yasalar doğrultusunda insanların doğaya hükmedebileceği kanaati gelişti(rildi) ve bunun anlamı da dünyanın büyüsünün bozulmasıydı (Mielants, 2007, s. 51). 31 II. Türkiye Lisanüstü Çalışmaları Kongresi - Bildiriler Kitabı I 19. yüzyıl bilgi yapılarının kurumsallaşmaları bilginin disiplinlere ayrılması yoluyla devamlılığını sağlamak amacıyla şekillenmiştir. Sosyal bilimler bu kurumsallaşma sürecini üniversiteleri canlandırarak gerçekleştirmiştir ve bu yolla devlet desteğini edinmişlerdir (Gulbenkian Komisyonu, 2012, s. 16-17). Sosyal bilimin iki kültür arasında konumlanması, disiplinlerinin de birbirlerinden farklı özelliklere sahip olması sonucunu doğurmuştur ve metodolojiye yönelik tartışmalarda disiplinlerin idiografik ve nomotetik yöntemler benimsemesi yoluyla kendilerini oluşturması söz konusu olmuştur. Buna göre iktisat, siyaset bilimi ve sosyoloji nomotetik bir yaklaşım ile doğa bilimlerine yakın dururken tarih, antropoloji ve oryantalizm adı ile Şark incelemeleri ise idiografik bir yaklaşım ile beşerî bilimlere yakın durmuştur (Meglio, 2007, s. 79). Fransız Devrimi ile değişimin normalliğinin meşrulaştırılması, kapitalist dünya-ekonomisinin evriminin sistemli bir şekilde idame ettirilmesi çabasına denk düşen bilgi yapılarının kurumsallaşması ve Fransa’nın dünya-imparatorluk politikaları yoluyla dolaylı olarak devletler arası sisteminin temelini oluşturacak ulus-devletlerin güçlenmeleri, modern dünya-sistemi açısından geçmişin yaratılarak tarih disiplini ile meşrulaştırılmasını gündeme getiriyordu. Bundan dolayı sosyal bilimlerin ilk disiplini olarak tarih geliştirildi. Daha sonra tarihe konu olan gerçek devletlerin, yani Batı Avrupalı devletlerin toplumsal gerçekliğinin varsayımsal bir biçiminde piyasa düzlemini iktisat, hukuk ve devlet için siyaset bilimi, geriye kalan sivil toplum içinse sosyoloji disiplinleri geliştirilecekti. Kapitalist dünya-ekonomisinin gelişimi doğrultusunda ilişkiye girilen dünya-imparatorluklarını incelemek amacıyla Şark bilimleri olarak bilinegelen oryantalizm ile mini-sistemleri incelemek amacıyla antropoloji birer disiplin olarak düzenlenecekti (Wallerstein, 1995a, s. 56-57). Sosyal Bilimlerin Kurumsallaşması ve Muhalefet 1750’lerin dünya-sisteminde ortaya çıkan konjonktür bir Amerikan devriminin olabileceği ve 19. yüzyılda en önemli sanayi gücünün yükselebileceği şartları oluşturuyordu (Wallerstein, 2010b, s. 238). Dünya finans merkezi olarak Amsterdam’a güven 18. yüzyılın ikinci yarısı sarsılmıştı. Hollandalıların 18. yüzyılın başında çok sade bir ticaret düzenlemesiyle paralarını en çok arttırabileceği yer olarak İngiltere’ye taşıması ile İngiltere’nin borç maliyetlerini azaltması ve savaşlara en az maliyetle girme şansı yakalamıştı. Bu hegemonik güç ile yeni yükselen bir yıldız arasındaki yaşam anlaşmasıydı ve 1873’ten itibaren 1945’e kadar olan dönemde İngiltere Hollanda rolünü, Birleşik Devletler de İngiltere rolünü oynayarak bu yaşam anlaşmasını yineledi (Wallerstein, 2010b, s. 273). Avrupa’nın büyük bir kısmını ifade eden Fransa, İspanya ve Hollanda’nın İngiltere’ye karşı ittifak hâlinde bulunduğu 18. yüzyılın sonuna doğru İngiltere aynı zamanda birçok kolonisi ile de savaş hâlindeydi. İngilizler Avrupalı düşmanlarına karşı zaferler kazansa da üç kıta kolonisini kaybetmişti -bunlardan birisi de Yorktown’da Birleşik Devletler bozgunuydu- fakat yine de denizlerin hâkimiyeti İngiltere’nindi. Bağımsızlık Savaşı sırasında İngiltere ile ekono- 32 Wallerstein’de Tarihsel Kapitalizm ve Sosyal Bilimler mik bağların kesilmesine rağmen ilerleyen yıllarda İngiltere ile ilişkilerinde oldukça bağımlı kaldı. Bu ilişkilerin nedenleri ise İngiliz limanlarının güçlü olması, ticari bağların uzun yıllar önce tesis edilmesi ve ortak dil ve kültür değerlerinin tesis edilmesiydi. Birleşik Devletler İngiltere ile genel olarak daha düşük bir seviyede ticaret yapsa da bunun nedeni İngiltere ticaretinin Amerika için hayati bir önem taşımasıydı (Wallerstein, 2011, s. 244-245). Böylece Birleşik Devletler özellikle 1850’li yıllardan sonra bu iş birliği sayesinde içerisinde Birleşik Devletlerin yıldızı parlamıştı ve yeni bir hegemonik güç olarak tarih sahnesine çıkacaktı. Bu süreç içerisinde en büyük tehdidi Almanlardan gören Birleşik Devletler iki dünya savaşından galip çıkarak hegemonyasını sağlamlaştırdı. Amerika Birleşik Devletlerinin hegemonik bir güç olmasıyla kapitalist dünya-ekonomisi yerkürenin tamamına yayılmıştı ve bir sistemin bütün dünyaya yayılması dünya tarihinde bir ilkti. Ancak 1945’ten kısa bir süre sonra bu hegemonya ve dolayısıyla modern dünya-sistemi 1968’in kültür şoku ile karşı karşıya geldi. 1968 kültür şoku, dünya-sisteminin politik kurumlarını ayakta tutan jeokültürü derinden sarsılıyordu ve artık liberalizm üstünlüğü sona eriyordu (Wallerstein, 2005a, s. 118-119). Bu modern dünya-sisteminin içerisine girdiği bir kriz ortamına işaret ediyordu ve son beş yüz yıldır üretim maliyetlerinin (ücretlerin, girdilerin ve vergilendirmenin) -özellikle son elli yılda- artması durumuydu. Ayrıca hegemonik bir güç olan Birleşik Devletlerin Vietnam’da yenilgisi de 1945 sonrası iyimserlik dönemine büyük bir darbe vurmuştu. (Wallerstein, 2005a, s. 126-127). “Her birisi karmaşık birer ünite olsa da ortalama olarak her üçünün de potansiyel satış fiyatlarının yüzdesi anlamında zamanla yükseldiği gösterilebilir. Ve sonuç olarak günümüzde sistemin sermaye birikimini sürdürme yetkisini önemli oranda tehdit eden küresel bir kâr sıkışması söz konusudur. Dolayısıyla, bu durum, kapitalizmin varlık sebebini (raison d’etre) altını oymakta ve kendimizi içinde bulduğumuz yapısal krize yol açmaktadır.” (Wallerstein, 2007, s. 65). 20. yüzyılın ikinci yarısında dünya-sisteminin kurumsal alanlarından birisi olan bilgi yapılarına getirilen ağır eleştirilerin mahiyetinin anlaşılması için özellikle 1850 yılı bilgi yapılarındaki özellikle sosyal bilimlerdeki gelişmeleri yakinen incelemek gerekmektedir. Böylece 1968 kültür şokunun daha iyi anlaşılabileceği ve dünya-sistemine verilen desteğin geri çekilmesinin mahiyeti aydınlanacağı gibi 19. yüzyıl paradigmasına bir tepki olarak gelişen modern dünya-sistemleri analizinin neye tekabül ettiği görülebilecektir. Avrupa merkezli modern dünya-sisteminin 1850’den sonraki genişleme döneminin bütün yerküreye yayılmış olması ‘nasıl?’ sorusunu gündeme taşıdı. Bu ‘nasıl’ sorusunun egemen devletler düzeyinde verilebilecek bir cevabı yoktu çünkü böylesi kapsamlı soruya ancak büyük alanları da içine alabilecek uygarlıklar düzeyinde bir cevap aranıyordu. İşte bu noktada Darwinci anlayış ile Avrupa’nın dünyaya tahakküm kurması açıklamaya yetişmişti ve bilgi yapılarına hâkim olan doğa bilimleri sayesinde bilginin dünyevileşmesi evrim teorilerinin anlaşılmasını kolaylaştırıyordu. Böylece Newtoncu-Descartesci sosyal bilim metodolojisine 33 II. Türkiye Lisanüstü Çalışmaları Kongresi - Bildiriler Kitabı I Darwinci evrim meta-kavramı da eklenmişti. Bu sayede bir uygarlık olarak Avrupa’nın diğer uygarlıklara nazaran ilerlemesi, hayatta kalmaya en uygun olanın yaşadığı kavramının öne çıkartılması ile meşrulaştırılabiliyordu (Gulbenkian Komisyonu, 2012, s. 37-39). Doğa bilimleri ile beşerî bilimler arasında üçüncü bir bilim alanı olarak sosyal bilimler, 19. yüzyılda ortaya çıktı ve sosyal bilim disiplinleri çeşitli üniversite departmanlarında ancak 1945’lerde bir yer edinebildi. Bu kurumsallaşma süreci 1960’larda da sona erdi (Wallerstein, 2009, s. 175). Sosyal bilimlerin kurumsallaşma süreci devlet-merkezci bir eğilimdeydi ve evrim teorilerinin etkisiyle idiografik alanda yürütülen (tarih, antropoloji, coğrafya gibi) uygarlık karşılaştırmaları çalışmaları, iyimserlik havasına yıkıcı bir darbe indiren dünya savaşlarının ardından terk edildi. Nasıl ki doğa bilimleri beşerî bilimlere üstünlük sağladıysa bu iki bilim alanı arasında konumlanan ve sürekli çekiştirilen sosyal bilimler içerisinde de devlet-merkezci sosyoloji, iktisat ve siyaset bilimi üçlüsünün oluşturduğu nomotetik bilimler üstün geldi (Gulbenkian Komisyonu, 2012, s. 34). Bilgi yapılarında pozitivist şartlandırmalara dayalı sosyal bilim anlayışı ABD’nin siyasal ve ekonomik hegemonyasıyla uyum içerisinde işlese de büyüme, kalkınma ve gelişme gibi adlarla kodlanan evrenselci, ilerlemeci ve sınırsız büyümeye yaslanan bu anlayış 20. yüzyılın son çeyreğinde hayati bir dönüm noktasına geldi. Endüstriyel, demografik ve çevreye ilişkin seyirlerde belirgin biçimde olumsuzlukların ortaya çıkması, mevcut paradigmanın üzerindeki tereddütleri arttırıyor ve birçok haklı eleştiriye maruz kalıyordu (İlgen & Demirel, 2008, s. 128). Belli başlı iki alanda mevcut bilgi yapılarına eleştiri göze çarpıyordu. Bunlardan birincisi, doğa bilimlerinin içerisinden ‘karmaşıklık incelemeleri’, diğeri ise beşerî bilimlerin içerisinden “kültür incelemeleri”ydi. Karmaşıklık incelemeleri ile geleceğin belirsizliğine işaret edilerek denge durumunun istisnai olduğu ve bilimin basitliği değil karmaşıklığı açıkladığı öne sürülerek Newtoncu ön kabullere karşı çıkılıyordu. Kültür incelemeleri ile de determinist ve evrenselcilik anlayışlarının farklı kanallardan eleştiriye tabi tutulduğu gibi sosyal gerçekliği öne çıkaran bir anlayış mevcuttu (Wallerstein, 2005b, s. 76-77). Artık bilime canla başla inanılmıyor hatta küçümseniyordu. Bilim tehlikedeydi; çünkü bildirdiği kesinliklerin yeryüzü için hiçbir anlamı yoktu ve yine yeryüzüne dair söyleyeceklerini “çıkmaz ayın son çarsambası”na erteliyordu (Gasset, 2011, s. 11-12). Yine de ABD’nin siyasi hegemonyası ve ekonomik genişlemesi ile değişen fakat süreklilik arz eden, evrenselleştirici ve nesneleştirici, bunun yanında öngörülebilir sonuçlara ilişkin ilerlemeci ve deneysel yöntemler sadece doğa bilimlerinde değil sosyal ve beşerî bilimlerde o kadar kökleşmişti ki içeriden ya da politik aktivizm yoluyla karşı çıkıldığında bile sağduyusal niteliğini yitirmiyordu (Lee, 2000, s. 233). Bunun en önemli nedeni de örgütsel olarak çok güçlü bir kurumsallaşma üzerine inşa edilmeleriydi. Bu örgütlülük içerisinde kurulan hiyerarşi ile kariyer yönetimi ve prestij dağıtımı kontrol edildiği gibi kamuoyunun da yapılandırılması söz konusuydu (Wallerstein, 2009, s. 83). 34 Wallerstein’de Tarihsel Kapitalizm ve Sosyal Bilimler Bunun yanı sıra, sosyal bilimlerde 1945-1970 arası birbirlerinden habersiz gelişen, aslında yeni değil ama her biri bu dönemde belirgin hâle gelen dört tartışma vardı. Sonuç olarak hem dünya-sistemleri analizi için sahneyi hazırladıkları gibi hem de 1945’e değin geliştikleri hâliyle sosyal bilimlere büyük bir meydan okumaydı. Bunlardan ilki merkez ile çevre arasındaki eşitsiz mübadele süreçlerini inceleyen ‘bağımlılık teorileri’; ikincisi Şarkiyatçıların yüksek medeniyet dediği, Marks’ın da gelişmiş bürokratik ve otokratik imparatorlukları tarif etmek için kullandığı ‘Asya tipi üretim tarzı’; üçüncüsü Batı Avrupalı iktisatçılar arasında feodalizmden kapitalizme geçiş konusunu zorunluluk çerçevesinde incelemeleri oldu ki bu da tarihsel verilerin daha yakından bakılması konusunu gündeme taşıdı; dördüncüsü ‘büyük-alan’lar ve ‘uzun-zaman’ anlayışları geliştirilerek bütünsel tarih ve Annales Okulu argümanlarının geçerlik kazanmasıydı (Wallerstein, 2005a, s. 29). Bu dört tartışma etrafında şekillenen entelektüel başkaldırıyı 1968 kültür şoku izledi ve parçaları bir araya getirdi. Bu kültürel şok ile bilgi yapılarına dair birçok mesele dünya kamuoyuna taşındığı gibi temel epistemolojiler hakkında sorgulamalar da başlatıldı. Bu sorgulama ve bilgi yapılarına yönelik yoğun eleştiri ile ortaya çıkan aslında kapitalist dünya-ekonomisinin dengeden uzaklaştığı ve yapısal bir kriz içerisine girdiğidir. Kapitalist dünya-ekonomisi tarihsel bir sistemdir ve diğer bütün sistemler gibi ömrü vardır: doğar, büyür ve ölür. Bu ölüm anı, denge durumundan uzaklaşıldığı yapısal kriz anlarına denk düşer. Kapitalist dünya-ekonomisi de böylesi bir kriz içerisine 1970’lerde girmiştir ve 1990’larda bu kriz iyice belirginleşmiştir; piyasa, jeopolitik ittifaklar, devlet sınırlarının istikrarı, istihdam, borçlar, vergiler gibi kaotik ve sert dalgalanmalara sistem sürekli maruz kalmaktadır (orta vadede küresel kargaşa). Kapitalist dünya-ekonomisinin meşruiyetini sağlayan kurumsal vektörlerden birisi olan bilgi yapıları ve özelinde sosyal bilimlerin böylesi bir muhalefet ile karşı karşıya kalmasının nedeni sistemin mevcut krizidir. 19. yüzyılın paradigmasınca sosyal bilimler (ve onu yönlendiren bilgi yapıları), devletin ve pazarın, politikanın ve ekonominin ayrı ayrı ve kendine yeterli disiplinlere bölünmesi üzerine kurgulanmış bir kurumsallaşma (Wallerstein, 1997, s. 335) ile hiyerarşik, sömürüye dayalı ve kutuplaşmacı bir sistemin anlaşılmaması, onun üstünün örtülmesi için kurulmuştu. Doğan Özlem’in tespitiyle; “Sosyal bilimler, bilme aşkının motivasyonundan çok, belirli merciiler veya belirli odaklar tarafından yönetilen ve bu belirli merci ve odaklar için bilgi üreten birer mekanizma; birer bilgi elde etme mekanizması olarak var olagelmektedirler.” (Özlem, 1998, s. 15) Modern dünya-ekonomisinin yapısal krizini sona erdirecek alternatiler, belirsizlikleri ile var olurlar ve bunlar kolektif olarak seçilecek yollardır: Mevcut kapitalist sistem içerisinde geleceklerini garantiye almak isteyenlerin yolu ile daha eşitçil ve daha demokratik bir tarihsel sistemin mücadelesini verenlerin yolu. Bilgi yapıları içerisinde devam etmekte olan bütün tartışmalar da bu kolektif mücadele alanlarına yöneliktir, ya hiyerarşik ve parçalayıcı 19. yüzyıl paradigmasını sürdürme gayreti ile geleceğini teminat altına almayı amaçlayanlar ya da bütünlükçü ve daha demokratik anlayışlar ile bu paradigmaya karşı çıkanlar. Şu an için gerçek, geleceğin bütün belirsizliği ile bu seçimlerin sonuçlarının tahmin edilemeyeceğidir. 35 II. Türkiye Lisanüstü Çalışmaları Kongresi - Bildiriler Kitabı I Sonuç İki yüzyıllık kurumsal tarihinde gerçeğe ulaşmanın yegâne yolu olarak takdim edilen bilim anlayışı modern dünya-sisteminden önceki tarihsel sistemlerde de mevcuttu. Fakat tarihin hiçbir döneminde felsefe ve bilim birbirlerinden ayrılmadıkları gibi kurumsal alanlarda ifadesini bulmamışlardı. Takribi 13. yüzyıldan başlayan bu ayrım modern dünya-sisteminin 16. yüzyılda dünyanın Avrupa bölgesinde icat edilmesi ile sistemin entelektüel bir ifadesi hâline dönüşmüştür. İki kültür (doğa bilimleri ve beşerî bilimler) arasında yer alan bir üçüncü bilgi yapısı olan sosyal bilimler 18. yüzyılda ortaya çıkmış ve kurumsal ifadesini 19. yüzyıldan sonraki gelişme dönemi içerisinde doğa bilimlerinden yana tavır koyarak bulmuştur. Buna göre bilimselci, evrensel ve liberal ögelerin bileşimi olan hâkim bilgi anlayışı ve buna bağlı kurumsal alanlar modern dünya-sisteminin gerilimlerini gözlerden saklamaya ve kontrol altında tutmaya hizmet etmektedir. Wallerstein’ın geliştirdiği perspektiften bilgi yapılarının kapitalist dünya-ekonomisinin gelişimi ile ilişkisi çerçevesinde değerlendirildiğinde, düşüncenin önündeki bu engeller kaygı uyandırıcı bir çağda kaygı verici bir durumdur (Heidegger, 2009, s. 4). Mevcut durumun üstesinden gelebilmek ve muhtemel geleceğin daha eşitçil ve demokratik olabilmesi için bilgi yapılarının bölünmüş kurumsallığına karşı bütüncül bir perspektile tavır almak gerekmektedir. Kaynakça Arrighi, G. (2000). Uzun yirminci yüzyıl, para, güç ve çağımızın kökenleri (Çev. R. Boztemur). Ankara: İmge Kitabevi. Arslan, F. (2011). Wallerstein’ın modern dünya sistemi modeli açısından modernleşme kuramı. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Afyonkarahisar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Afyon. Aktoprak, E. (Kış, 2004). Immanuel Wallerstein: Sosyal bilimlere yeniden bakmak. Uluslararası İlişkiler, 1(4), 24-58. Braudel, F. (2008). Akdeniz mekân, tarih, insanlar ve miras (Çev. N. Erkurt & A. Derman). İstanbul: Metis Yayınları. Di Meglio, M. (2007). Sosyal bilimler ve alternatif disiplin modelleri. I. Wallerstein, & R. E. Lee (Ed.), İki kültürü aşmak modern dünya sisteminde fen bilimleri ve beşerî bilimler ayrılığı içinde (Çev. A. Babacan). İstanbul: Metis Yayınları. Gasset, J. O. Y. (2011). Sistem olarak tarih (Çev. N. G. Işık). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Gulbenkian Komisyonu. (2012). Sosyal bilimleri açın sosyal bilimlerin yeniden yapılanması üzerine rapor (Çev. Ş. Tekeli). İstanbul: Metis Yayınları. Heidegger, M. (2009). Düşünmek ne demektir (Çev. R. Şentürk). İstanbul: Paradigma Yayınları. Hopkins, T. K., & Wallerstein, I. (2000). Dünya-sistemi: Bir kriz var mı? Hopkins, T. K., & Wallerstein, I. (Ed.), Geçiş çağı dünya sisteminin yörüngesi (1945-2025) içinde. İstanbul: Avesta Yayınları. İlgen, A. & Demirel İ. (Bahar, 2008). Eleştirel açıdan tarihsel arka planıyla egemen bilgi yapıları rejimi ve sosyal teori. Türkiye Günlüğü, 93, 124-132. Kaya, T. (2005). Immanuel Wallerstein’ın toplumsal değişim kuramı. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. Lee, R. (2000). 1945’ten 1967/73’e: Uzlaşmanın kuruluşu. T. K. Hopkins, & I. Wallerstein (Ed.), Geçiş çağı dünya sisteminin yörüngesi (1945-2025) içinde. İstanbul: Avesta Yayınları. Mielants, E. (2007). Tepki ve direniş: Doğa bilimleri ve beşerî bilimler, 1789-1945. I. Wallerstein, & R. E. Lee (Ed.), İki kültürü aşmak modern dünya sisteminde fen bilimleri ve beşerî bilimler ayrılığı içinde (Çev. A. Babacan). İstanbul: Metis Yayınları. Oktik, N. & Kökalan, F. (Kasım, 2001). Immanuel Wallerstein; tarihsel kapitalizmin analizi ve dünya sistemi. Doğu Batı, 17, 127-139. Özlem, D. (Bahar, 1998). Doğa bilimleri-sosyal bilimler ayrımı üstüne. Toplum ve Bilim, 76, 7-39. 36 Wallerstein’de Tarihsel Kapitalizm ve Sosyal Bilimler Pirenne, H. (2011). Orta Çağ kentleri kökenleri ve ticaretin canlanması (Çev. Ş. Karadeniz). İstanbul: İletişim Yayınları. Ragin, C., & Chirot, D. (2011). Immanuel Wallerstein’ın dünya sistemi: Tarih olarak siyaset ve sosyoloji. T. Skocpol (Ed.), Tarihsel sosyoloji Bloch’tan Wallerstein’e görüşler ve yöntemler içinde (Çev. A. Fethi). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Sander, O. (2012). Siyasi tarih: İlk çağlardan 1918’e. Ankara: İmge Kitabevi. Söğütlü, İ. & Demirel, İ. (Güz, 2008). Kapitalizm ile ilişkisi çerçevesinde sosyal bilimler... Türkiye Günlüğü, 95, 28-37 Snow, C. P. (2010). İki kültür (Çev. T. Birkan). Ankara: Tübitak Popüler Bilim Kitapları. Tabak, F. (2010). Solan Akdeniz: 1550-1870/coğrafi tarihsel bir yaklaşım (Çev. N. Elhüseyni). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Wallerstein, I. (1995a). Halil İnalcık ve Osmanlı çalışmalarının geleceği. (Der. M. Özel) Tarih risaleleri (Çev. M. Özel) içinde. İstanbul: İz Yayıncılık. Wallerstein, I. (1995b). Fransız Devrimi ve değişmenin normalliği. Tarih risaleleri (Der. M. Özel; Çev. M. Özel) içinde. İstanbul: İz Yayıncılık. Wallerstein, I. (1996). Tarihsel kapitalizm (Çev. N. Alpay). İstanbul: Metis Yayınları. Wallerstein, I. (1997). Sosyal bilimleri düşünmemek -on dokuzuncu yüzyıl paradigmasının sınırları- (Çev. T. Doğan). İstanbul: Avesta Yayınları. Wallerstein I. (2003). Dünya-sistemleri kavramına karşı dünya-sistemi kavramı bir eleştiri. (Der. Frank, & Gills) Dünya sistemi beş yüzyıllık mı, beş bin yıllık mı? (Çev. E. Soğancılar) içinde. Ankara: İmge Kitabevi. Wallerstein, I. (2004). Avrupalı Türkiye büyük meseledir. Anlayış, 18, 38-42. Wallerstein, I. (2005a). Dünya-sistemleri analizi, bir giriş (Çev. E. Abadoğlu & N. Ersoy). İstanbul: Aram Yayıncılık. Wallerstein, I. (2005b). Yeni bir sosyal bilim için (Çev. E. Abadoğlu). İstanbul: Aram Yayıncılık. Wallerstein, I. (2007). Avrupa evrenselciliği, iktidarın retoriği (Çev. S. Önal). İstanbul: Aram Yayıncılık. Wallerstein, I. (2009). Bildiğimiz dünyanın sonu, yirmi birinci yüzyıl için sosyal bilim (Çev. T. Birkan). İstanbul: Metis Yayınları. Wallerstein, I. (2010a). Modern dünya-sistemi, kapitalist tarım ve 16. yüzyılda Avrupa dünya ekonomisinin kökenleri (Çev. L. Boyacı). İstanbul: Yarın Yayıncılık. Wallerstein, I. (2010b). Modern dünya-sistemi II, merkantalizm ve dünya avrupa ekonomisinin güçlendirilmesi, 1600-1750 (Çev. L. Boyacı). İstanbul: Yarın Yayıncılık. Wallerstein, I. (2011). Modern dünya-sistemi III, kapitalist dünya ekonomisinin büyük yayılımının ikinci evresi 1730-1840 (Çev. L. Boyacı). İstanbul: Yarın Yayıncılık. Wallerstein, I. (January 1, 2013). Global turmoil in the middle run. Retrieved February 15, 2012 from http://www2.binghamton.edu/fbc/commentaries/archive-2013/344en.htm. West, D. (2008). Kıta Avrupası felsefesine giriş, Rousseau, Kant ve Hegel’den Foucault ve Derrida’ya (Çev. A. Cevizci). İstanbul: Paradigma Yayıncılık. 37