Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
Küreselleşme üzerine kuramsal Tartışmalar: merkezi devlet ve Yeni Aktörler Erhan Büyükakıncı* * Galatasaray Üniversitesi, İ.İ.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi. Giriş Uluslararası sistemde değişim ve süreklilik: Aktör düzeyleri tartışmaları Tüm disiplinlerde olduğu gibi uluslararası ilişkiler de çağın değişim koşullarına ayak uydurmak durumundadır. Tüm insanlık tarihine baktığımız zaman, geride bıraktığımız 20. yüzyıl birçok açıdan uluslararası sistem içindeki dönüşümlerin çok hızlı yaşandığı bir zaman dilimi oldu. Aydınlanma Çağı’yla birlikte sistem içindeki hareketliliğin arttığı ve gitgide durdurulamaz bir hızla ivme kazandığı düşüncelerin, teknolojik ve bilimsel gelişmelerin sürekli gelişimine, birbirleri ardına etki-tepki davranışı çerçevesinde rekabetlerine tanık oldu insanlık dünyası. Yeni bir yüzyılın başında durduğumuz bu yıllarda, (uluslararası) sistem nedir, kimler bu sistemde daha etkili ve yetkili konumdadır sorusunu sormaya devam ediyoruz. Sistem ve aktör tartışmaları hiçbir zaman statik bir zemin üzerine oturmamıştır ve zaman ve mekan şartlarıyla birlikte “değişim olgusu”, gerek sosyal yaşantının temel gerçekliği haline dönüşmüştür. Nitekim “değişim” ve “süreklilik” olgularının tartışılması, realist ve liberal paradigmalar arasındaki çekişmenin içeriklerinden birisidir; hatta soruyu şöyle soranlar da vardır: Değişimin sürekliliği mi, yoksa sürekliliğin değişimi mi? İşte bu noktada çalışmamızın temel tartışma noktası sistem içerisinde belirli bir yetkinlik ve etkinlik düzeyine kavuşmuş (kimilerine göre bu düzey çerçevesinde egemenlik kavramıyla örtüşmüş) olan aktörlerin değişiminden mi yoksa sürekliliğinden mi söz etmemiz gerektiği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Toplumsal yapıların içlerinde yaşadığı ortamda ya da başka bir kuramsal deyişle “çevre”de diğer yapılarla birlikte etkileşime girmeleri, söz konusu yapıların birbirleriyle olan benzeşmeleri ya da zıtlaşmalarından doğan uzlaşı/işbirliği ya da rekabet biçiminde ilişkilerini ortaya koymaları sistem düzeyinin yapısını uzun vadede belirginleştirmekte ve belirli bir sürekliliği de olanaklı kılmaktadır. Ellili yıllarda Morton Kaplan’ın ortaya attığı uluslararası sistemler yaklaşımından hareketle Morton A. Kaplan, System and Process in International Politics, New York, Krieger, 1976. sistem içi aktörler arasındaki etkileşimleri bir “toplam”, bir “bütün” olarak değerlendirerek yola çıkarsak, söz konusu aktörlerin temel özelliklerini belirli biçimde kategorize etme zorunluluğu da ortaya çıkar. Davranışsalcı devrimin tipik bir modelci ve şartlandırmacı bakış açısını yansıtan bu kuramsal açılım, sistem içindeki temel aktörlerin belirli bir düzenek içersinde tanımlanmalarını da gerekli kılar. Egemenlik, meşruluk kavramları bu noktada aktörlerin temel sıfatları olarak karşımıza çıkarken, dış politika araçlarının askeri ve siyasal olanlarının kullanılmalarının ötesinde ekonomik ve toplumsal araçların da gündeme alınmaları söz konusu olur. Uluslararası sistemin bir toplam olarak değerlendirilmesi yaklaşımına sert tepki veren neo-realist Kenneth Waltz’a göre ise Kenneth Waltz, Theory of International Politics, Reading/MA, Addison-Wesley, 1979. Kenneth Waltz, uluslararası sisteme ilişkin yapısalcı yaklaşımlarını ilk olarak 1959 yılında Columbia Üniversitesi Yayınları’ndan çıkarttığı Man, The State and War adlı yapıtında ele almış ve Kaplan’ın uluslararası sistemler yaklaşımına ilk tepkisini dile getirmiştir.; ancak neo-realizmin temel yapıtı olarak karşımıza çıkan yapıtı, bu dipnotumuzun başında zikrettiğimiz 1979 tarihli çalışmasıdır. Kaplan ve Morgenthau’nun indirgemeci yaklaşımlarına kuramsal eleştiriler getirirerek onların uluslararası sistemi yanlış ya da eksik olarak algıladıklarına dair görüşlerini dile getirdiği bu çalışmasında Waltz, sisteme tamamen dışardan bakarak, karmaşık, anarşik ve kaotik bir yapı olarak değerlendirir. , insan vücudunu nasıl dışardan bütünlükçü bir anatomik yapı olarak değerlendiriyorsak sistemi de iç bileşkenlerinin aralarındaki etkileşimler bütünü olarak görmemizin hatalı olacaktır; bu yeni gerçekçi bakış açısına görei sistem, genel bir bütündür ve aktörlerin genel anlamda tanımlandırılmaları gerekirken tekil düzlemdeki kategorizasyonlar yanlış varsayımlara bizi götüreceklerdir. Waltz’ın bakışında sistemin kaotik ve karmaşık niteliğiyle bütünlükçü bir yapı olarak görülmesi ve her bir aktörün bu anarşizm karşısında kendi davranışlarını belirli bir güvenlik yaklaşımıyla değerlendirmesi ve geliştirmesi zorunluluğu söz konusudur; nitekim maddi kapasiteleri göz önüne alındığında en güçlü aktörler bile sistemi tek başlarına her zaman yönlendirememektedirler ve Waltz da bunun en güzel örneğini ABD’nin Vietnam’daki başarısızlığıyla değerlendirmektedir. Bu çalışmamız sistemin değişimi ya da sürekliliği üzerine geliştirilen tartışmalara bağlı bir sorunsaldan hareket etmediğinden, uluslararası ortamın sürekli değişim halinde olduğu varsayımından yola çıkmaktadır. Çalışmamızın ana hedefi, böyle bir “düzen” değişikliği mantığı çerçevesinde bu sürecin parçası olan temel aktörlerdeki nitelik değişimi irdelemektir. Sistemin kaotik yapısının sürekliliğinden yola çıkarsak, hele Soğuk Savaş sonrası düzende güvensizlik olgusunun belirli bir aktör çeşitliliği düzleminde yaygınlaştığını temel varsayım olarak göz önünde bulundurursak, devlet merkezli siyasal sürecin aşınmaya başladığını ve devlet aktörünün de bu değişim sürecine direndiğini söylememiz gerekecek. Çalışmamız, uluslararası sistemdeki değişimin sürmesiyle birlikte aktörler arasındaki etkileşim araçlarının da nasıl değiştiğini ve bu sürecin nasıl bir güdüm ilişkisi modelini ortaya koyduğunu incelemek arzusundadır. Uluslararası sistem ile ulus-devlet aktörü arasına sıkışmış gibi görünen tartışma zemini daha geniş bir platforma yerleştirmek istersek, bu noktada J. D. Singer’ın analiz düzeyleri çalışmasını da hatırlatmak faydalı olacaktır. J. D. Singer, “Levels-of-analysis problem in international relations”, Derl. K. Knorr ve S. Verba, The International system and theoretical essays, Princeton, Princeton Univ. Press, 1961. Uluslararası ilişkiler disiplininin abecesi niteliğindeki “analiz düzeyleri” sorunu çerçevesinde, metodolojik sorgulamaların sürekli sistem ve aktör arasında gidip geldiğini; ana tartışmanın hangi aktörün gözünden sisteme ve olgulara bakılacağını ve buna bağlı olarak olgulara ve olaylara belirli bir sorunsallık atfedilebileceğini görüyoruz. Aktör tartışmaları, Singer’ın ve onu takip eden diğer kuramsalcıların da katkılarıyla birlikte ulus-devlet ile birey düzeyleri çerçevesinde çeşitlenmektedir. Sistem ve aktör düzeyleri üzerine geniş bir tartışma için bkz. Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, İstanbul, Filiz Kitabevi, 2001. Özellikle davranışsalcılar ile klasik realistler arasında gelişen ikinci paradigma tartışmasının da en önemli konu başlıklarından birisini oluşturan aktör düzeylerinin sadece ulusu adına meşru bir iktidarı / otoriteyi kullanan devlet yapısıyla sınırlandırılamayacağı, özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrasında bireyin haklarının geliştirilmesi ve bunun ötesinde bağlı bulunduğu resmi idareye karşı kendi özerkliğini ve özgürlüğünü uluslararası arenada bir mücadeleye dönüştürmesine yönelik çabaların artmasıyla daha da belirginleşmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle Batılı ülkelerin üniversitelerinde gelişmiş olan kuramsal tartışmalarda, sistem içerisinde etkili ve yetkili olduğu halde tekil aktör olma niteliğini korumak isteyen devlet merkezli anlayışlar daha çok Carr ve Morgenthau öğretilerini izleyen klasik realistlerce paylaşılırken, özellikle savaş öncesi dönemin idealizminden, Aydınlanma düşüncesinden beslenen ve ellili yılların ikinci yarısından itibaren sosyal bilimleri en geniş anlamda yorumlayarak alternatif olduğu kadar eleştirel bir yaklaşım olarak çoğulcular (pluralistler) devletin dışında da etkili ve etkin birimlerin de varolabileceğini ileri sürmekteydiler. P.R. Viotti ile M.V. Kauppi’nin bakış açısıyla Viotti ve Kauppi, uluslararası ilişkiler kuramlarını üç ana kategoride ele alırlar: a) Klasik realistler (Carr, Morgenthau, Aron, Kennan, Kissinger ve neo-realist Waltz); b) Çoğulcular (II. Dünya Savaşı öncesi idealistler-liberaller; davranışsalcılar; ulusaşırıcılar – transnasyonalistler; fonksiyonalistler, vs. – bunlara dahil olan M.A. Kaplan, J.D. Singer, J.N. Rosenau, K. Knorr, K. Deutsch, D. Mitrany, vs); c) Küreselciler ya da Globalistler (burda daha çok liberal mantıktaki küreselleşmeye karşı eleştirel yanıt geliştiren okulları görüyoruz; önde gelen temsilcileri, Marksistler ve neo-Marksistler, bağımlılık okuluyla I. Wallerstein, vs). P.R. Viotti ve M.V. Kauppi, International Relations Theory, 2. Baskı, NY, Macmillan, 1993., çoğulcuların ana savı, uluslararası sistem içerisinde aktör çoğulculuğu söz konusuydu; özellikle güç araçlarının çeşitlenmesi, sistem içerisinde ekonomik ilişkilerin artık belirleyici nitelikte olmaları, savunma ve dış politika eksenli söylemlerin tekelini kırmaktaydı. Her ne kadar başlangıç olarak sistemin kaotik yapısı bir çıkış noktası olarak kabul edilse de bunu aşmanın işbirliğine ve çıkarların karşılıklı uzlaştırılmasıyla olanaklı olduğuna dair yorumlar da genellik kazanmaktaydı. Dolayısıyla diplomasinin bizlere sunduğu müzakere mantığı, bu aktör ve araç çokluğunda ve çoğulculuğunda farklı beka arayışlarını da sorunsal olarak sunmakta. Her aktör belirli iletişim ve diyalog yollarıyla kendi güç politikalarını geliştirebilmek ve kalıcı kılmak amacıyla kendi fiziksel alanının olanaklı ve işlevsel kıldığı araçlarla hareket edebilmek durumundadır. Aktör çoğulculuğu, uluslararası yaşamın çeşitliliği ve çokboyutluluğu üzerine kuruludur; dolayısıyla sistemin karmaşık yapısını yansıttığı gibi, işlevsel anlamda işbirliği, uzlaşı gibi ara süreçleri de zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda “edinim” olarak tanımlanan gücün tek bir otorite olarak devletin artık tekelinde olmadığı, dolayısıyla yeni aktörlerin de değerlendirmeye alınması gerekliliği de doğmaktadır. Dolayısıyla çalışmamız, uluslararası sistemin değişim geçirdiği bir süreçte realistler ile çoğulcular arasındaki en önemli tartışma konularından birisine, küreselleşmeye kuramsal açılardan eğilmek ve bu çerçevede ortaya çıkan yeni aktörler tartışmasını değişik perspektiflerden ele almayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda aktörler arasındaki tanımlama karmaşasını değerlendirilerek küreselleşmenin sonuçlarının kavramsal değerlendirmesi de yapılacaktır. Modern Devletteki dönüşüm süreci ve küreselleşme gerçekliğinde aktör tanımlamaları 1648 Vestfalya sürecinden günümüze gelinceye dek toprak kavramına bağlı olarak “karasallık” özelliğini ön plana çıkaran ve mutlakiyetçilikle beslenen devlet merkezli aktör tartışmaları, zaman ve mekan şartlarıyla birlikte değişim sürecini yaşamaktadır. Vestfalya Antlaşması’yla birlikte, uluslararası hukukun ve sistemin temel öznesi olarak, egemenlik kavramını kendi bünyesinde özümsemiş bir idare birimi olan (merkez) devlet oluşumu düşüncesi genel kabul görmüştü; dönemin monarşileri birbirlerinin yönetimlerini (rejimlerini) resmi anlamda tanıyarak sistemde genel anlamda teme bir aktörün oluşagelmesini sağladılar. Nitekim Vestfalya dönemi klasik anlamda modern devlet aktörünün başlangıcı olarak ele alınır; ancak belirli bir karşılıklı tanıma prosedürü çerçevesinde mutlakiyetçilikle egemenliğin ve dinsel argümanların iç içe geçtiği bir yapıyla (uluslararası ya da dönemin şartlarında dünya politikasının merkezi konumundaki Avrupa bölgesindeki) sistem devletler arası ilişkiler zemininde biçimlenmeye başlamıştır. Fransız Devrimi ile birlikte toplumun meşruluk kaynağı olarak sorgulanmasıyla birlikte modern devlet anlayışı, egemenlik kavramının yanı sıra mutlakiyetçiliğin geçerliliği de sorgulanmaya başladı. Napolyon Fransa’sının uluslararası sistem içi dengeleri ve oluşumları sarsamasıyla birlikte, devlet öznesine yönelik değerlerde de bir değişim sürecine tanık olmaktayız; ulusçuluk akımlarının Avrupa coğrafyasında yayılmaya başlaması ve sistem içindeki revizyonist eğilimler bu süreci hızlandırmışlardı. Nitekim 1815’teki Viyana Kongresi, Napolyon sonrası Avrupa’sındaki güçler dengesinin dönemin egemen aktörleri arasında yeni bir uyum ya da uzlaşı koşulları çerçevesinde gelişmesini sağlarken vatandaşıyla hükümet idaresi arasındaki ilişkiyi sorgulayan bir süreci de başlatmaktaydı. 19. yüzyıldaki devrimler süreci, aslında bu yeni sorgulamanın ivme kazanmasına yardımcı oldular. Napolyon sonrası siyasal konjonktürün “Avrupa Uyumu” olarak biçimlendirilmeye çalışılması, sistem içerisinde ilk kez tartışılan güçler dengesi düzeninin kurulmasıyla daha netlik kazanmıştı; bu bağlamda sistemin temel aktörleri konumundaki “meşru” iktidarlarla yönetilen “egemen” aktörleri, düzeni kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebilmek için “modern devlet kavramının gelişim sürecini” de kendi kontrolleri altında tutmak istediler ve bu çerçevede sistem içindeki rol dağıtımını da kendi ellerinde tutmayı amaçladılar. Bu açıdan bakıldığında “uyum kavramı” sadece sistemin belirli güç dengeleri bağlamında kontrol edilmesinin dışında, devlet aktörünün tanımlanması (ya da sisteme uygunlaştırılması) açısından da çokboyutlu bir anlam taşımaktaydı. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren uluslararası sistem içersindeki “uyum dengeleri”nin bozulmaya başlaması, Avrupa’daki yönetim ve rejim değişiklikleri ile Alman ve İtalyan birliklerinin ortaya çıkmasıyla söz konusu oldu. Nitekim 1899 ve 1907 yıllarında düzenlenen Lahey Konferansları uluslararası düzen içersinde artmaya ve yoğunlaşmaya başlayan gerilim noktalarını bir biçimde kontrol etmek amacıyla gerçekleştirilmişti. Egemen birimlerin meşruluk kavramını yeniden gözardı ederek sistem içersinde yayılmacı politikalar gütmeleri, doğu ve batı imparatorluklarının farklılaşması Doğu ve Batı imparatorlukları tartışmaları üzerine ayrıntılı bilgi için bkz. A. Smith, Theories of Nationalism, N.Y., Haper & Row, 1972. adını verdiğimiz, hem büyük aktörlerin ulusçuluk ve korumacı politikalarıyla örülü, hem de buna karşı ortaya çıkmış ayrılıkçı mikro-ulusçu eğilimlere karşıt gelişen devlet-teba/vatandaş arası ilişkilerinin daha karmaşık bir yapıya bürünmesiyle merkez devlet olgusunun daha da güçlenmesi söz konusu oldu. Nitekim 20. yüzyıl başında ekonomik güç ve sömürü düzeni paylaşımlarına yönelik devletlerarası rekabetin ve çatışmacı eğilimlerin artması ve temel ideolojiler arasındaki ayrışmaların belirginleşmesi, Balkan Savaşlarıyla başlayacak olan yeni düzenin oluşturulması sürecinin ana tetikleyici argümanları olmuştur. 1912-1913 Balkan Savaşlarını takiben Büyük Savaş’ın patlak vermesi, devlet aktörleri arasındaki temel rekabet ve husumet öğelerinin tamamen açığa çıkmasına neden olmuştur. İşte bu düzlemde mutlakiyetçilik ile meşruluk arasında bocalayan ve sistem içerisinde eskiden güç konumunda bulunan devlet yapılarının yavaş yavaş yıkılmaya başladıklarını görmekteyiz. Birinci Dünya Savaşı, uluslararası ilişkiler disiplinindeki liberal/idealist eğilimlerin güçlenmesini sağlarken, Avrupa merkezli dünya politikası gerçekliğini yavaş yavaş yaşlı kıtanın dışına doğru taşımaya başlamıştır. Dönemin ABD başkanı, akademisyen kökenli ve idealizmin önde gelen temsilcilerinden sayılan Woodrow Wilson’un adıyla anılan “On dört nokta” söylemi, hem dünya politikasını yeni ilkeler (açık diplomasi, self-determinasyon, uluslararası hukukun genelleştirilmesi, uluslararası örgütlerin evrensel anlamda kurulması, vs. gibi) üzerine oturtmak, hem de yeni bir rol paylaşımını da ele almak amacını güdüyordu. Her ne kadar o dönemde Amerikan dış politikasının temel ilkesi konumundaki Monroe doktrininin izolasyonist sonuçları nedeniyle ABD yönetimi yeni düzenin kurulmasında doğrudan etkin bir rol üstlenemediyse de, Wilson ilkeleri olarak adlandırdığımız çerçeve devlet kavramını yakından ilgilendirmekteydi; özellikle de ulusların kendi meşru yönetimlerini belirleyebilmeleri açısından modern devlet kavramının tekrar toplum olgusuna geri dönmeye başladığına tanık oluyoruz. Ancak bu açıdan bakıldığında ilgili topluluklara self-determinasyon hakkının tanınması stratejileri her ne kadar yine sistemin önde gelen aktörlerinin çıkarlarına bağlı olsa da, ilk defa ulus ya da toplum aktörü devletin önüne geçmeyi başarabilmekteydi ve bu yeni süreç, meşruluk kavramı açısından farklı bir anlam taşımaktaydı: Egemen birim/yapı olan devletin dışında da hukuki anlamda karar vermeyi haiz bir aktörün ya da öznenin olabilmesi. M. Griffiths, Fifty key thinkers in international relations, Londra, Routledge, 1999, ss. 95-99; Thomas Knock, To end all wars: Woodrow Wilson and the Quest for a new world order, NY, Oxford Univ. Press, 1992. Dönemin idealist okul temsilcilerinden Britanyalı Norman Angell, farklı bir zeminde devlet aktörünü tartışmaya açar; klasik realizmin kabul ettiği güç politikaları ve askeri araçların ötesinde uluslararası ticaretin ve bunun getireceği karşılıklı bağımlılık olgusunun toplumlar arasındaki çatışmacı eğilimleri sınırlandıracağı ya da çözüme kavuşturabileceği varsayımında bulunduğu 1912 tarihli Great Illusion başlıklı yapıtında farklılıklarını aşmak isteyen devlet aktörlerini aralarında işbirliği arayışına gitmeleri ve dünya politikasında belirli bir işbölümüne gidilmesiyle sistemde genel refahın yükseleceğini savunmaktadır. C. Navari, “The Great Illusion revisited: the international political theory of Norman Angell”, Review of International Studies, C. 15, 1989, ss. 341-358. Kimi yazarlara göre 70’li yılların ulusaşırıcı (transnasyonalist) akımların öncüsü konumundaki Angell, sistem içindeki işbirliği ve işbölüşümüyle birlikte devletlerin dışında belirli örgütsel yapıların ortaya çıkabileceklerini, bunların arasındaki etkileşimlerin karasal sınırların ötesinde gelişebileceğini ve dolayısıyla da dünya düzleminde bir toplum ideasının yaratılabileceğini ileri sürmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkış nedeni olarak büyük güçlerin aralarındaki mali karşılıklı bağımlılığa bağlı rekabet nedeniyle akıldışı davranışların sisteme hakim olması olarak açıklarken, sınıraşan etkileşimlerin doğal olarak hükümetlerin iç politikalar üzerindeki hakimiyetini yitirmeleri sonucunu doğuracağını öngörür. M. Griffiths, a.g.y., ss. 53-57. Angell’in bu yaklaşımı uluslararası sistem gerçekliğinde ekonomik araçların nasıl işbirliğine yönelik kullanılabileceğine ve bu doğrultuda devletlerin güdüm ilişkilerinin dışında nasıl oluşumların olabileceğine dair primitif de olsa birçok yenilikler sunmakta. Modern devletin gelişimine yönelik tartışmalara baktığımız zaman, egemen aktör yapısından birdenbire toplum aktörüne geçişin bu kadar basit ve rahat olduğunu söylememiz olanaklı değil; nitekim bu dönüşüm evreleri, ne yazık ki sistemi ilgilendiren ve derinden etkileyen savaşların devlet aktörlerinin yetersizliklerini ortaya çıkmasıyla ancak olanaklı olmuştur. Bu çerçevede bakıldığında tarihin en vahşi çatışma düzeni olarak nitelendirebileceğimiz İkinci Dünya Savaşı, devlet ve ideolojiler adına insanın ne kadar acımasız olabileceğini gösterirken, asıl kaybedenin yine “insan” olduğunu gözler önüne sermekteydi. 1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” birey aktörünün devlet karşısında medeni, siyasal, sosyo-kültürel ve ekonomik haklarının tanımlanması açısından çok önemli bir adımdır. Bireylerin kişisel hak ve özgürlüklerinin tanımlanması ve korunulup geliştirilmesi arzusu, her ne kadar egemen birimleri doğrudan sınırlandıran bir unsur olmasa da, bu yeni aktör düzeyinin artık sistem düzlemindeki meşruluğu anlamında önemli bir girişimdir. Nitekim bu girişim aynı zamanda küresel anlamda insan haklarının genelleştirilerek tanımlanması açısından yeni aktörler tartışmasını da başlatmaktadır. Tüm bu yeni aktör düzeyine yönelik gelişmeler sürerken, Soğuk Savaş döneminin başlamasıyla birlikte ikikutuplu düzenin önde gelen merkezlerinin siyasal ve askeri araçların ötesinde ekonomik yapılara dayalı bir uluslararası sistem tanımlaması içine girdiklerini görüyoruz. Özellikle Bretton Woods süreciyle başlayan, dünyadaki mali ilişkilere ve kalkınma politikalarına yönelik uluslararası örgütlerin kurulmaları klasik realist görüşlerin ötesinde yeni kurumların yeni etkileşim modelleri üzerinde kurulmaya başlamaları söz konusudur. Batı bloğunun bu çabaları karşısında Doğu bloğunun da COMECON ile devletlerarası ilişkileri ekonomik zemin üzerine oturtmak istemesine tanık olmaktayız. Nitekim bu noktada bir yandan liberal ekonomi politikaları yanlılarıyla öte yandan Marksist eleştiriden yola çıkarak sosyalizm ideasıyla sistem içi ilişkileri uluslararasılaştırmak amacıyla bir araya gelen merkezi ekonomik yönetimler oluşagelmiştir. Jean Coussy, “L’économie politique internationale”, Derl. M.C. Smouts, Les Nouvelles Relations Internationales, Paris, Presses de Sc. Po., 1998, ss. 253-258. Bu açıdan baktığımızda finansal ve ticari ilişkiler, güç politikalarının bir parçası ya da araçları olarak da uluslararası ilişkiler kuramlarında neo-realist ve neo-liberal okullarca değerlendirilmişlerdir; uluslararası sistem içinde sömürü ilişkilerin kalıcılığına yönelik eleştirel değerlendirmeler Dünya Ekonomisi / Bağımlılık Kuramı yaklaşımıyla Immanuel Wallerstein’den gelmektedir. Uluslararası ilişkilerdeki kuramsal yaklaşımlar ve sistemde değişim olarak küreselleşme Her ne kadar Soğuk Savaş döneminde uluslararası düzen ikitkutupluluk mantığıyla önde gelen aktörlerin ideolojik rekabeti çerçevesinde biçimlenirken, liberal kutuptaki ekonomik gelişmelerle altmışlı yıllardan itibaren devlet aktörünün dışında hem mali güç olarak belirli bir kapasiteye erişmiş, hem de dış politika alanında sistemde belirli bir yer edinmeye başlamış yeni aktörlerin oluşumuna tanık olmaktayız. Uluslararası mali piyasalardaki krizlerin etkisiyle birlikte altmışlı yılların sonu ve yetmişlerin başından itibaren uluslararası sistemde egemen olan (devlet merkezli) aktörlerin nitelikleri ve bunların kendileri aralarındaki ilişkilerin yapısı tartışılmaya başlanmıştı. John M. Hobson, The State and International relations, Cambridge, Cambridge Univ. Press, 2000. Uluslararası sistem içindeki ilişkiler sürecini açıklamakta devlet merkezli (gelenekselci) paradigmanın yetersiz olduğu saptaması, uluslararası ilişkiler kuramları ortamında yapılagelmeye başladı. Özellikle finans ve uluslararası ticaret alanında etkili olmaya başlayan ilk çokuluslu şirketler, dünyanın en gelişmiş ülkeleri için de birer dış politika aracı olarak görülmeye ve değerlendirilmeye başladılar. Yetmişli yıllarda “ulusaşırıcılık”la (transnationalism) da kuramsal olarak varlıkları ve yetki alanları kabul edilen çokuluslu şirketler devlet merkezli uluslararası sistem açıklamasının bir parçası olarak ön kabul gördüler. Ulusaşırıcılığın önde gelen temsilcilerinden Keohane ile Nye Jr.’ın “karmaşık karşılıklı bağımlılık” (complex interdependence) yaklaşımı R.O. Keohane ve J. S. Nye Jr., Transnational Relations and World Politics, Cambridge, Harvard Univ. Press, 1972; R.O. Keohane ve J. S. Nye Jr., Power and Interdependence, 3. Baskı, NY, Addison-Wesley, 2001. ile Joh Burton’un “örümcek ağı teorisi” (cobweb approach) J. Burton, World Society, Cambridge, Cambridge Univ. Press, 1972. çerçevesinde de değerlendirilen bu yeni aktörler, devlet ile bireye bağlı analiz düzeyleri arasında bir geçişi sağlama açısından önemli bir rol üstlendiler. Burton, kuramsal çalışmalarını daha da ileri götürerek “dünya toplumu” kavramıyla yapısal işbirliği ağını geliştiren çoğulcu aktörlerin uluslararası sistemde küreselleşecek bir yapının oluşumuna yardımcı olacağını ileri sürmektedir. M. Griffiths, a.g.y., ss. 109-110. Devletlerin ekonomik üstünlükleri ile sorumluluklarının bir kısmı üstlenen, paylaşan, hatta geliştiren bu çokuluslu şirketler, serbest mülkiyet ve teşebbüs zihniyetleriyle birlikte kendilerine özel bir genişleme alanı buldular ve uluslararası düzeyde sosyal ve ekonomik yaşamın ayrılmaz bir parçasına dönüştüler. Ulusaşırıcıların devamcısı gibi göründüğü halde özgün çalışmalarıyla dikkati çeken önemli bir kuramcı da James N. Rosenau’dur; her ne kadar bu akımlar içersinde 70’li yıllardan beri yer aldığı halde J.N. Rosenau, Linkage Politics, NY, Free Press, 1969; J.N. Rosenau, The study of global interdependence, Londra, Pinter, 1980., küreselleşme konusuna ilişkin en önemli yapıtını 1990 yılında “Türbülans yaklaşımı”nı içeren çalışmasıyla sunan kuramsal sorgulamasını 1648 Vestfalya düzeninden yola çıkarak modern devletin izlediği evrim süreci üzerinde geliştirir. J.N. Rosenau, Turbulence in World Politics: A theory of change and continuity, Princeton, Princeton Univ. Press, 1990. Davranışsalcıların modellendirme geleneği izleyerek yarattığı parametreler çalışmasıyla hükümetlerin vatandaşlarının temel gereksinimlerini karşılayabilmek anlamında gücünün azaldığı ya da yetersiz kaldığı, buna bağlı olarak egemenlik kavramının belirli bir dönüşüm geçirdiği ve egemen birimler arasındaki dayanışmaların eski etkisini yitirdiği saptamalarından yola çıkarak bireyin aktör olarak zaferini vurgulamaktadır; düzenleyici ve temel parametreleri açıklayarak birey aktörü ile onun belirli bir otorite ilişkisi açısından bağlı ve bağımlı bulunduğu makro-siyasal yapı parametre arasındaki bağın artık kopması söz konusudur ve işte bu noktada sistem içerisinde bir türbülans / hava boşluğu-irtifa kaybı etkisi yaşanmaktadır. Tabii ki bu kopuş temel bir değişimin habercisidir. Özellikle gelişmiş sanayii toplumlarında yetersiz ve etkisiz kalan devletin belirli yetki ve sorumluluklarını yeni aktörlere devretmeyi tercih ettiğini, bu yeni süreçte vatandaşların ve diğer toplumsal oluşumların teknolojik ve iletişim olanakların yaygınlaşmasıyla dünya gerçekliklerine karşı duyarlılıklarının arttığını varsayarak sonuç itibariyle global bir kültür yapısının oluşumunu müjdelemektedir. Ancak bu yeni küresel oluşum, Rosenau’ya göre türbülans sorunsalının aşılmasını sağlamaktan çok sistemdeki kaos gerçekliğinin süreceğinin de işaretidir; dolayısıyla değişimin sürekliliği kaçınılmazdır. Bu açıdan bakıldığında küreselleşme bir değişim olgusudur, ama ne yazık ki sistemdeki kaotizme yönelik bir çözüm aracı değildir; çünkü hem ademimerkeziyetçi eğilimler sistem içersinde genellik kazanırken, alt iktidar odaklarıyla yapı çokmerkezli ya da çok merkezkaçlı bir görünüm sunmaktadır. Rosenau’nun “fragmegrasyon” kavramıyla kavramsallaştırmaya çalıştığı bu olgu saptaması, hem “fragmantasyon / ayrışma”ların olduğu, hem de merkezi eğilimlerin tekrar genellik kazanarak “entegrasyon / bütünleşme” oluşumlarının desteklediği yapısal bir süreci tanımlamak çabasındadır; başka bir değişle hem globalizasyon (küreselleşme), hem de lokalizasyon (yerelleşme) söz konusudur. J.N. Rosenau, Along the Domestic-Foreign Frontiers, NY, Cambridge Univ. Press, 1993. Türbülans yaklaşımının yanı sıra bu bağlı olarak Rosenau küresel yönetişim kavramıyla da bu ikililiği incelemek çabasına girişmektedir. Son olarak neo-liberal okulun önde gelen yazarlarının (R. Gilpin, R.O. Keohane, S. Krasner) ekonomik araçları “hegemonik istikrar” oluşumu (ya da düzeni) çerçevesinde ele aldıklarını görüyoruz. Hem devlet merkezli açıklamalara sadık kalarak, hem de işbirliği mantığından hareketle K. Waltz’ın neo-realist yaklaşımını eleştirerek, küreselleşme şartlarında devletler arası ilişkilerin belirli kurumlar ya da rejim mantıkları çerçevesinde yapılandırılmasını önermektedirler. Hegemonik değerlerin uluslararası sistemi istikrarlı kılabilmesi için bu tür işbirliği odaklarının oluşumuna öncülük etmesi gerektiğini vurgulayarak, söz konusu yazarlar küreselleşmesinin serbest piyasa ekonomisi ve refah kavramları üzerine oturtulmasını esas almaktadırlar. R.Gilpin, The Political economy of international relations, Princeton, Princeton Univ. Press, 1987; R.O. Keohane, After Hegemony, Princeton, Princeton Univ. Press, 1984. Kuramsal tartışmaları sonuç olarak alırsak, ulusaşırıcı kuramcılardan R.O. Keohane ve J.S: Nye Jr’ın küreselleşmeye getirdikleri tanım çerçevesini sunmaya çalışalım. Bu iki yazara göre küreselleşme, kıtalararası mesafelere yayılmış olduğu halde karşılıklı bağımlılık şebekelerinin (networks) yarattığı bir dünya düzenidir. Bu şebekelerin birbirlerine olan bağlantıları, mal ve kapital akışı, bilgi ve düşüncelerin dolaşımı, bireylerin ve toplumların serbest anlamda hareketiyle biçimlenir. Keohane ve Nye’a göre, küreselleşme iki temel özellikte yoğunlaşır: a) Basit bağıntıların ötesinde çoktaraflı ve çokboyutlu ilişkileri yansıtan bağlantı şebekelerinin varlığı; b) sadece bölgesel girişimlere dayanmayan, coğrafi anlamda kıtalararası ilişkilerin en geniş anlamda yoğunlaşması. R.O. Keohane, Power and Governance in a partially globalized world, Londra, Routledge, 2002, ss.193-198. Bu açılardan baktığımızda küreselleşme çokboyutlu bir olgu olarak karşımıza çıkmakta; çünkü salt ekonomik araçlara ve politikalara dayanmayan bir süreçle karşı karşıyayız. Keohane ve Nye Jr., daha da ileri giderek küreselleşme çeşitlerini de sunarlar: iktisadi, askeri, çevresel, sosyo-kültürel küreselleşme modelleri. Bu perspektiften baktığımızda tek bir aktörün bütünüyle hakim olamayacağı bir olguyla karşı karşıyayız. İşte bu açıda disipliner kaygıların yoğunlaştığı bir alana doğru girmekteyiz; devlet ve devlet-dışılığın tartışıldığı ve başta iktisat olmak üzere, araç çoğulluğuna tanık olduğumuz, gelişen bir alan olarak “Uluslararası Siyasal İktisat” bakış açısı bu açığı kapatmak amacıyla karşımıza çıkıyor. Uluslararası İlişkilerde “Uluslararası Siyasal İktisat”ın konumu ve küreselleşme gerçekliği Özellikle 1970’li yıllarda ulusaşırıcıların katkılarıyla tartışılmaya başlanılan siyaset-iktisat ilişkisi, uluslararası ilişkiler disiplininde alt bir birim olarak “Uluslararası Siyasal İktisat”’ın doğmasına yardımcı olmuştur. ABD’deki üniversiteler düzeyindeki akademik örgütlenmeler ve dernekleşmelere baktığımızda Bu örgütlenmeler ve dernekleşmelerin başında APSA (American Political Science Association) ve ISA (International Studies Association) gelmekte ve yaklaşık 4.000-5.000 araştırmacı ve akademisyen üyenin katılımıyla ABD’de ve dünyada uluslararası ilişkiler alanındaki üretkenliği ve profesyonel dayanışmayı canlı tutmaktadır. (www.isanet.org), 70’lerden itibaren bilimsel dayanışma mantığı çerçevesinde alt düzeylerde belirli uzmanlık branşlarının keskinleştirildiğine tanık oluyoruz. En önemli araştırma konularının yoğunlaştığı ve uzman akademisyenlerin yoğunlukla ilgi gösterdikleri iki ana alt-uzmanlık dalı, (realistlerin egemen oldukları) “uluslararası güvenlik” ile (daha çok davranışsalcıların eğilim gösterdikleri) “Dış Politika Analizi” olmuştur. 80’lerden itibaren bu iki dominant alt-araştırma birimin yanı sıra, interdisipliner yapısıyla “Uluslararası Siyasal İktisat” branşının tırmanışa geçtiğini ve küreselleşme ve değişen dünya koşullarına eğilen araştırmacı ve akademisyenlerin toplandıkları bir çalışma alanının ortaya çıktığını görüyoruz. Birçok araştırmacıya göre, uluslararası ilişkiler çalışmaları içersinde IPE – Uluslararası Siyasal İktisat (USI) alanı iki temel disiplinin birbirleriyle çakışması ve ortak üretimden geçerek bütünleşmesi mantığından ortaya çıkmıştır. R.Tooze, “Intermational Political Economy in an age of globalization”, Derl. J. Baylis ve S. Smith, The Globalization of World Politics, NY, Oxford Univ. Press, 1997, ss. 214-230. Bu çakışma ve ortak üretim alanlarında bir tanesi, “siyaset” ile “iktisat”ın birbirlerinden ayrı incelenemeyecekleri varsayımına dayanır; bu çerçevede siyaset ve iktisat sıkı bir etkileşim ve ortak üretim halindedir. Bu çıkış noktasından hareketle, USI’ye göre küreselleşmenin ortaya çıkmasına yol açan süreçlerin tamamen ekonomik bir altyapı üzerinde yapılanmış uluslararası iktisadi kurumların siyasallaştırdığını söyleyemeyiz; uluslararası iktisat her zaman için siyasal niteliktedir. Bu noktada iktisadi ilişki modelleri ile siyaset yapıları arasında karmaşık bir etkileşim söz konusudur. Öteki çakışma ve bütünleşme noktası ise, ulusal olan ile uluslararası olan arasında cereyan etmektedir. Devletin dışındaki (uluslararası) ile ulusal olan arasındaki sınırlar artık ortadan kalktığından, iç dinamiklerin dış dinamikler karşısındaki konumu da özerkliğini yitirmiştir. Bu karşılıklı bağımlılığın anlamı ve derinliği, devletler arası (fiziksel – karasal/topraksal) sınırların önemini azaltmış olup, küreselleşen bir dünya gerçekliğinde devlet katında benimsenen ulusal politika stratejisinin iç dinamik olarak hiçbir özerkliğe sahip olmadığını göstermektedir. Hatta bu gerçeklik, gelişmiş ekonomik yapılardaki ülkelerin uluslararası sistemde ortaya çıkan siyasal, kültürel ya da geniş anlamda sosyal hareketlenmelere karşı duyarsız davranamayacağını kanıtlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında sorunların ya da konuların içsel ve dışsal boyutları içiçe girmektedir. Siyasal ile iktisadi ve ulusal ile uluslararası arasındaki sınırlar içiçe geçtikçe karşılıklı bağımlılık süreci daha da karmaşık hale gelmektedir. Ulusal ekonomilerin birbirleriyle bağlantılar kurarak sistemdeki ilişkilerin içiçe geçmeye başlaması, sürecin tüm aktörleri arasındaki etkileşim ağını da sürekli kılmakta ve aktörleri de kaçınılmaz olarak birbirlerinden etkilenir duruma getirmektedir. Bu etkileşim aynı zamanda belirli zafiyet durumların ya da olumsuz etkilenme süreçlerinin de ortaya çıkmasına neden olmakta. Özellikle bu aşamada aktörlerin kendi olanaklarının gelişim (ya da iktisadi dilde kalkınma ve gelişmişlik) düzeyi de bu etkilenme şiddetinin en önemli belirleyicisidir; öte yandan bu gelişmişlik düzeyinin yanı sıra ilgili aktörlerin siyasal anlamda kurumsallaşmış altyapısının olması da farklı önemdeki bir belirleyicidir. Dolayısıyla bu karşılıklı etkileşim sürecinde etkin bir rol üstlenmek isteyen aktörlerin altyapı koşulları da ele alınması gereken önemli bir husustur. Siyasal ile ekonomik olanın ve ulusal ile uluslararası olanın birbirleriyle bağlantılandırılması ve içiçe geçirilmesi olarak açıklarsak, Uluslararası Siyasal İktisat dediğimiz yaklaşım tüm bu alanların arasındaki sınırların kalktığı bir açıklamalar dizisini bize sunmakta; dolayısıyla küreselleşmenin tanımı bu sınırların ötesinde geliştirilebilmektedir. Bu perspektifte farklı bakış açılarını da ele alırsak, sınırların kalktığına hemfikir olunsa da, devlet aktörünün ve siyasetinin konumu daha çok tartışma konusu yapıldığı dikkatleri çekiyor. Özellikle en çok sorgulamaların devlet düzeyinde siyasetin yapılması üzerinde yapılması, “egemenlik” kavramının anlam olarak aşınması ya da aşılması gibi tartışmaları daha da önemli kılmakta; bu tartışmaları geliştiren akımların realist okulu takip etmeleri şaşırtıcı olmasa gerek. Seksenlerden itibaren neo-liberal ekonomi söyleminin öncelik olarak benimsenmesiyle piyasaların etkin konumu devlet aktörünün kendi konumunu ve yetki alanlarını da sorgulamasını gerektirmiştir. Bu açıdan bakıldığında vatandaşının tüm sosyal gereksinimlerini karşılayan bir idare biçimi mantığı yerine toplumsal ve iktisadi ilişkileri güden ve bunlara hukuki bir zemin oluşturan bir aygıt olarak siyasal gücü elinden tutan “devlet”i görmekteyiz; ekonomik gücün gelişimini özel olarak gütmeden belirli stratejilerle kontrol altında tutan siyasal iktidarın küreselleşme olgusu içerisindeki konumu modern devletin evrimiyle paralel biçimde değişmektedir. “Uluslararası Siyasal İktisat” yaklaşımlarına özgün bir bakış açısı: Susan Strange’in katkıları Uluslararası Siyasal İktisat alanının önde gelen kuramcılarından biri olarak Britanya kökenli profesörlerden Susan Strange, özellikle aktör tartışmalarına getirdiği yenilikler açısından dikkatleri çekmektedir. Önemli yapıtları arasında States and Markets (1988), Rival States, Rival Firms (1991) ve The Retreat of the State: The Diffusion of Power in World Economy (1996) başlıklı çalışmalarını saymamız gerekiyor. S. Strange, States and Markets: An introduction to International Political Economy, Londra, Pinter, 1988; S. Strange ve J. M. Stopford, Rival states, rival firms: Competition for World Market Shares, Cambridge, Cambridge University Press, 1991; S. Strange, The Retreat of the State: The diffusion of Power in World Economy, Cambridge, Cambridge Univ. Press, 1996. Uluslararası ilişkiler alanında çalışan birçok yazara göre realist kategoride değerlendirilen Strange’in yapıtları her ne kadar Waltz’ın neo-realist yaklaşımına eleştirel bir bakış getirse de, kendisini “yeni bir realist” açılım içersinde saymaktadır; hatta buna “liberal yapısalcılık” adını da takmaktadır. Uluslararası alana ilişkin ampirik sorulara yanıtlar bulabilmek amacıyla kuramsal kavramlar geliştirmek çabasına girişirken, “güc”ün kaynağı aramak arzusundadır; burda getirdiği esas eleştiri ya da katkısı, sisteme yönelik soruların varolan klasik literatüre göre değil, farklı açılardan üretilmesine yöneliktir. R. Cox, Approaches to World Order, Cambridge, Cambridge Univ. Press, 1996, s. 183. Gücü araştırırken temel aktörler olarak devletleri değil, egemen yapılar olarak “piyasalar”ı görmektedir; dolayısıyla ona göre, sorunun yanıtı kapsama bağlı olarak değişmektedir. İşte bu yeni güç kavramı çerçevesinde USİ’yi yapılandırma ve yeni bir güç dengesi teorisi yaratma çabasına girişir. Akademik kariyeri boyunca ilgilendiği “iktisadi güç” kavramı çerçevesinde, Strange üç temel akım arasında bir sentez yapma amacıyla çalışmalarını yoğunlaştırmıştır; piyasanın devlet güdümünde tutulduğu bir realist paradigma, küresel refaha ulaşabilmek amacıyla serbest girişime ve rekabete inanan liberal bakış açısı ve kapitalizmin sömürüsüne inanan Marksist görüşler arasında USİ yeni bir alan olarak tanımlamak çabasındadır: “Yapısal güç” düşüncesiyle farklı bir kapasite arayışındadır ve bu arayış tabii ki analiz düzeylerine bakışını da etkileyecektir. Siyasal süreçlerin ekonomik gerçekliklerden ve girdilerden ayrı tutulamayacağı noktasından hareketle, States and Markets adlı çalışmasında “yapısal gücü” dört boyutta ele almaya çalışır: a) başkalarının düşüncelerini etkileyebilme gücü/kapasitesi (bilgi yapısı); b) krediye ulaşabilme gücü (mali yapı); c) güvenliğe yönelik öncelikler (güvenlik yapısı); d) üretici ve tüketicilerin daha iyi bir yaşam kalitesine sahip olmaları (üretim yapısı). Strange’e göre, bu dört yapı kendi aralarında etkileşim halindedirler ve zamanla da değişim gösterirler. Hiçbir yapı tek başına diğerleri üzerinde etkili olamaz, ancak aralarındaki etkileşimler aktörler arası ilişkileri doğrudan etkiler. Strange’in bu eklektik açıklamasına baktığımızda, klasik realizmin temel aktörü devletin otoritesini güvenlik argümanını kullanarak gösterdiğini ya da kanıtladığını, üretim yapılarının devletler ile piyasalar arasında güç paylaşımına yön verdiklerini, mali yapılarla paranın uluslararası ilişkilerde nasıl araçsallaştırıldığını ve “bilgi”nin de güç kaynağı olarak istihbarat ve algılama kanalları üzerinde etkili olduğunu görmekteyiz. S. Strange, “Political economy and international relations”, Derl. K. Booth ve S. Smith, International Relations Theory Today, Cambridge, Polity Press, 1995, s. 172; S. Strange, States and Markets: An introduction to International Political Economy, a.g.y.. Strange, 1970’lerden itibaren dünyadaki finansal yapıların değişimine dikkat çekerek, ABD’nin ikikutuplu düzenin liderlerinden biri olarak hegemonik eğilimlerine de ampirik bir bakış atmaya çalışır; söz konusu dönemde Washington’un dünyadaki ekonomik yapılara entegre olarak gücünü azaltma ya da yavaşlatma riskiyle karşı karşıya olduğunu savunarak, buna kuramsal olarak devletin ekonomik yapılar üzerindeki meşru otoritesini başkalarıyla paylaşarak gücünü yitireceği yönünde bir değerlendirme getirmektedir. S.Strange, Casino Capitalism, Oxford, Oxford Univ. Press, 1986. Devlet merkezli hegemonik eğilimlerin piyasaların egemen olduğu bir sistem anlayışında işlemeyeceği varsayımından hareketle, “yapısal güç” kavramının artık topraksallık (territorality) elementi üzerinde etkin olamadığının altını çizmekte ve güvenlik ve dış politika gibi realist temaların yerini ticaret, sanayi politikaları gibi yeni alanların aldığını belirtmektedir. Dolayısıyla devlet aktörü, başka aktörlerin varlığı kabul ederek, yetkilerini özellikle bu teknik alanlarda paylaşmak durumundadır. Burda sunduğu gerekçe ise, teknolojik gelişmelerle birlikte üretim yapılarının yeni sürecin merkezi konumuna geldiği ve üretimin de doğrudan mali politikalardan bağımsız gelişemeyeceğidir; “değişim” olgusu yalnızca uluslararası iktisat alanında uzmanlaşmış (yeni) temel aktörlerin kimliklerini belirginleştirmekle kalmıyor, devletler ile şirketler arasındaki ilişkileri de karmaşıklaştırmaktadır. Devletler piyasa içersinde rol dağıtmak, kaynakları bölüştürmek gibi bir rekabete girerek yine süreç kapsamında tek aktör konumlarını sürdürmek isteyeceklerdir; dolayısıyla burada devletler açısından sonuna kadar bir yetki devri söz konusu olmayacaktır. Gerek yeni aktörlerin gelişimi çerçevesinde olsun, gerekse devletlerin kendi yetki avantajlarını terk etmek istememeleri olsun, Strange’in bakış açısında “ulus-devlet dünyası”ndan uluslararası ilişkiler için “yeni bir Ortaçağ dönemi” örneklemesi/olgusallığına doğru bir kayış söz konusudur, çünkü burada hem etkileşimler, hem de ilişkiler açısından karmaşık, kaotik ve belirsiz bir süreç vardır. S. Strange, “The defective state”, Daedalus, C. 24, 1995, ss. 56-72. Strange, en son çalışmalarından The Retreat of the State başlıklı çalışmasında okuyucunun ilgisini belirli noktalarda yoğunlaştırmaya çalışmaktadır; siyasetin toplumsal bir etkinlik olarak sınırlarının belirli olduğunu, toplumdaki iktidar kaynaklarının değişen nitelikleriyle birlikte piyasa ekonomisindeki otorite boşluğunun tartışılması gerektiğini vurgularken böyle bir gelişim aşamasında uluslararası toplumun anarşik yapısında devlet aktörünün tekil yapısının devam etmesinin rasyonel bir gereklilik olduğunu belirtir. Peki bu aşamada piyasa şartlarının kademeli olarak sisteme egemen olmasıyla birlikte devlet aktörünün yetki alanı nereye kadar tartışılabilir. Hatta Strange’e göre bu aşamada şöyle bir saptamayı yapmakta pek yanlış olmaz; neden devletlerin çoğundaki otorite zinciri eskisi kadar sağlam değildir? Neden devletler belirli bir rol erozyonu sürecindedir? Ancak bu noktada şu noktayı da özellikle vurgulamak gerekiyor; devletler eski güçlerini kaybetmektedir, ancak hâlâ en önemli ve vazgeçilmez aktör durumundadırlar. Dünya piyasaları şartlarında bireyselciliğe dayanmayan girişimler ve kuvvetler özel teşebbüs anlayışıyla bütünleştikleri müddetçe, devlet aktörünün sınırlarını zorlamaya başlayacaklar ve kendi olanakları itibariyle devletlerin kapasiteleriyle yarışabilir konuma ulaşacaklardır. Sistemin üstünde siyasal bir otorite merkezinin varlığı, devletlerin egemen ve meşru birimler olarak halihazırda aktörler olmasıyla avantajlı bir konuma yerleştirmektedir. Strange’in aldığı örneklemelerde devlet aktörünün gönüllü olarak kendi yetki alanlarını sınırlamaya gitme stratejisinin daha çok Anglo-sakson ve Batılı ülkelerde gerçekleştiğine dikkat çekilirken, Asya’daki devlet yapılarının merkeziyetçi özelliklerinden çok da fazla bir şey kaybetmedikleri sorgulanmaktadır. Günümüz rekabet koşullarına bakıldığında, topraksal (sömürgeci) bir yayılma anlayışının yerine ulusal piyasalara hakim olma mantığını görmekteyiz. Küreselleşmenin gelişimi özellikle bu çerçevede teknolojik üstünlükler ile mali avantajların bu rekabet koşullarında kullanılmasına bağlı durumdadır. Vatandaşla devlet arasındaki güdüm ilişkisinin yerine uluslararası sistemde ticari üstünlükler ve hammadde paylaşımından avantajlar edinme mantığı yavaş yavaş yerleşirken, devletin ulusal piyasadaki hareketlere egemen olma arzusu da sınırlanmış olmaktadır. Bu aşamada devlet aktörü ya kendisini piyasa üstü bir konuma yerleştirerek sistemi hukuki/idari araçlarla yönlendirebilecek bir üstünlüğe kavuşmak isteyebilir; ya da kendisi de bizzat piyasanın bir ajanı/birimi olarak pazar ekonomisi aktörlerinden biri olmayı seçebilir. Birinci durumda devlet aktörünün sistemin çıktıları ve sonuçları üzerindeki güdüm üstünlüğü devam eder; ancak ikinci durumda devlet, birim olarak, piyasaların işleyiş sisteminin bir parçası olacağından bu sürece müdahale şansı da azalacaktır. Her iki halde de devlet aktörü, piyasa işleyişleri çerçevesinde kendi karar alma süreçlerine etkisi olacak ve kendi müdahale alanı dışında doğacak ve gelişecek yeni (devlet-dışı) odakların varlığını da baştan kabul etmelidir. İşte bu noktada Strange, devletlerarası ilişkilerin merkezinde olan “güç” kavramının yeni piyasa şartlarında artık hegemonik içerikle ya da askeri-siyasal araçlarla tanımlanamayacağını, bunun yerine sistemin sonuçları üzerinde etkili olabilme (influence over outcomes/results) yeteneğinin geçeceği düşüncesinde. Dolayısıyla devletlerarası ilişkilerin ana elementi güç ilişkileri olmaktan çıkıyor ve sistem içindeki etkileşim biçimi üretime, mali politikalara, ticari ilişkilere dayalı olmaya başlıyor. Bu çerçevede devletin elindeki otorite tekeli yavaş yavaş piyasalara doğru kaymaya başlıyor; yazara göre bu devletlerin evrim sürecinde kaçınılmaz bir durumdur. Özelleştirmeler, teknolojik gelişim politikaları, hizmet ve sanayi sektörlerinin gelişmesi ve çeşitlenmesi devletlerin vatandaşları karşısında yetersizliklerini ortaya koyarken, özel teşebbüsün uluslararası ayağını oluşturan çokuluslu firmalar, gelişim stratejilerini gelişmekte olan ülke ekonomilerine kaydırdıklarından hammadde dağılımında avantajlı konuma yerleşmeye başlıyorlar. Öte yandan her bir ulusal piyasa içersindeki emekçiler (işçiler) - büyük patronlar (işverenler) arası siyasal ve hukuki çekişmeler bu çokuluslu firmalar çerçevesi içersinde daha farklı bir tablonun ortaya çıkmasına neden oluyor ve hatta bu büyük firmaların varlığı ulusal ekonomik yapıların istikrarı için kaçınılmaz araçlar olarak da değerlendiriliyor. Bunun ötesinde de bu yeni uluslararası aktörler hükümetlerden belirli vergi ayrıcalıkları ve sermaye hareketlerinde özerklikler talep etme durumunda olduklarından devletlerin kendi iç manevralarını da sınırlandırmaktadırlar. Bu çalışmasında Strange, piyasanın egemenliğindeki bir sistem içersinde devletin her zaman tekil aktör konumunun devamından yana olduğunu belirtir. Özellikle vatandaşların haklarının ve özgürlüklerinin korunması ve geliştirilmesi, ulusal para politikalarının merkezi yollardan sağlanması, vergi ve kalkınma politikalarının vatandaşların genel gereksinimlerine göre düzenlenmesi, piyasalardaki usulsüzlükler ve düzensizliklerin denetlenmesi ve giderilmesi, ulusal küçük ve orta ölçekli firmaların birbirleriyle rekabet edebilirlikleri için gerekli altyapı olanaklarının tanımlanması ve sürdürülmesi ve bu çerçevelerde sistem içinde doğabilecek her türlü ekonomik nitelikteki güvensizlik riskinin bertaraf edilmesi gibi yaklaşık on temel işlev açıklamasıyla Strange devlet aktörünün sistem içinde ortadan kalkamayacağını vurgulamış. İşte bu açılardan yazar, devletin tek meşru otorite kaynağı olarak yapısını ve görünümünü değiştirmediği, ancak piyasa şartlarına adım uydurabilmek için performansını sorgulaması ve geliştirmesi gerektiği kanaatinde. Her ne kadar kendi kapasiteleri belirli bir erozyona uğrasa ve devlet-dışı alanda ortaya çıkan, gelişen ve farklılaşan aktörlerle yetki paylaşımına girse de, tekilci konumundan sistem açısından vazgeçilmesi sakıncalı görülmelidir. Bu çerçevede, Strange devlet-dışı aktörlerin devletin yetersiz kaldığı sahalarda kendilerine yaşam/varolma/beka alanları bulduklarını belirtirken, bunlara örnek olarak da telekomünikasyon şirketleri, suç örgütleri, hükümetlerdışı kuruluşlar, uluslararası kartel oluşumları, sigortacılık, “audit” (mali denetimden sorumlu aracı/danışmanlık firmaları), finansman gibi uluslararası pazarlar için anlam ve önem taşıyan aracı kurumları sunmaktadır. Strange’ın bu çalışmasındaki sonuç sorusu şudur: Bu değişim sürecinden kim sorumludur? Çıktıları etkileyen ve tüm aktörlerin seçeneklerini yönlendiren görünmez güç nedir? Yazar buna yanıt olarak teknolojik gelişmeleri, piyasalardaki hareketleri ve siyasetin esnek yapısını sunmaktadır; tüm bu üç argüman, kendi aralarında karşılıklı etkileşim halindedir. Sonuç itibariyle, piyasaların egemen olduğu bir düzende yetkiler paylaşılacak ve devletin işlevinin evrimleşmesiyle birlikte demokrasinin gelişimi tamamen devlet-dışı odaklar tarafından yönlendirilmiş olacaktır. Strange’ın kuramsal tartışmalarını genel anlamda değerlendirmemiz gerekirse, uluslararası sistemde artık yeni güç yapılarının olduğundan hareketle, aktör düzeyinin buna göre çeşitlendirilmesi gerektiğinin altını çizildiğini görüyoruz. Sistem, gerçekliğin artık siyasal ve askeri güç eksenli bir ilişkiler ağı olarak değil, tamamen piyasaların rekabetine dayalı bir düzen olarak görülmektedir; bu yeni tanımlama sürecinde devletler önemli aktör konumlarını sürdürmektedirler ama artık bu düzende tek başlarına değildirler. Ancak yeni aktörlerin güç yapılarına dönüşebilmeleri, sistem (ya da piyasa) içersindeki konumlarını geliştirebilme kapasitelerine bağlıdır. Uluslararası sistemdeki “yeni aktörler” sorunsalı: Ulusaşırıcılık ve devlet-dışı olma statüsü Uluslararası sistemin bu yeni “özel” aktörleri, belirli amaçlarla birbirlerinden özerk davranan konumları gereği, devlet güdümünden azami düzeyde kurtulabilmenin de mücadelesini verdiler; tabii ki bu merkezi otoritenin yetki alanından kurtulma arayışları ekonomik kapasitelerinin gelişimiyle de paraleldi. Vatandaşlarının tüm gereksinimlerini karşılamak sorumluluğunu tam anlamıyla yerine getiremeyen liberal devlet yapılarında, belirli bir yetki devri çerçevesinde hukuki ve mali bir kontrol çerçevesinde tanımladığı ve yetkilendirdiği yeni aktörlere bu görevi devretme arayışı ve kararı önemli bir aşamadır. Özellikle ademimerkeziyetçiliğin bu bağlamda devletin yetişemediği ve karşılayamadığı tüm yerel gereksinimler karşısında, bunları (yerel anlamda resmi ya da gayriresmi) yeni alt-iktidar odaklarıyla paylaşmayı benimsemesi, ama bunu da yaparken yasa yapıcı konumunu terk etmemesi söz konusuydu. Ancak bu aşamada üzerinde ısrarla durmamız gereken konu, bu yeni aktörlerin birbirlerinden “özerk” davranarak Devletdışı aktörler açısından özerklik konusu özel bir tartışma konusu olmuştur. Bu özerklik kavramı, sadece devlet otoritesinden özerklik anlamında değil, birbirlerinden özerk şebekeler (networks) mantığıyla da şekillenir. Dolayısıyla sadece aktörlerin kendi aralarındaki özerkliği değil, içine dahil oldukları şebekelerinde birbirlerinden farklı gelişmeleri ve hareket etmeleri de aktör çokluğunu ve çoğulculuğunu desteklemektedir. Hatta daha da ileri gidersek, hükümetleraşırı şebekelerin ortak çıkarlarının gelişimi amacıyla kendi aralarında ittifak politikaları da güdebileceklerini de söyleyebiliriz. kendi kapasitelerine uygun olarak kendi beka alanlarını geliştirmeleri ve dolayısıyla siyasal amaçlar (çıkarlar) olarak tüm (ulusal) iktidarı kapsamayacak bir alanda etkinlik göstermeleri de devletin işine gelmekteydi. Bu açıdan bakıldığında, karşılıklı bağımlılık ile birlikte aktörler arasında da bir eklemlenme ve iç içe kenetlenme durumu söz konusu olmaktaydı ve tüm aktörler birbirlerini bu anlamda etkileyecek ve denetleyecek konuma erişiyorlardı. Bilgi, para, fiziksel nesneler ve insani alanlardaki etkileşimler ve değiş-tokuş/alışveriş mantığıyla birlikte devlet ve devletdışı aktörlerin arasındaki ilişkilerin desteklenmesi, belirli bir süreç ile birlikte yapısal anlamda karşılıklı bağımlılığı destekleyecek ve uluslararası düzen anlamında ilişkilerin nesnel gelişimini de sağlayacaktı. İşte bu noktada kavramsal bir ikileme tanık olmaktayız: Ulusaşırı bir yapı ile devlet-dışı olma arasındaki farklılık. Ancak öncelikle ulusaşırı ilişkileri daha açık olarak tanımlamamız gerekiyor; Risse-Kappen’e göre, ulusal sınırları aşan düzenli etkileşimler, taraflardan birisinin devlet-dışı aktör niteliğinde olması ya da hükümeti adına hareket etmemesi veyahut da hükümetlerarası bir örgüt olmaması halinde ulusaşırı ilişkiler olarak tanımlanabilir. T. Risse-Kappen, Bringing transnational relations back in, N.Y., Cambridge Univ. Press, 1995, s. 3. Bu tanımlamadan hareket ederek, P. Willets’in de onayladığı gibi P.Willetts, “Transnational Actors and International Organizations in Global Politics”, Derl. J. Baylis ve S. Smith, The Globalization of World Politics, NY, Oxford Univ. Press, 1997, ss. 287-290., “ulusaşırı aktörler” dediğimiz geniş şemsiye tanımlaması, hükümetler ya da hükümetlerarası kuruluşlarla ilişki içersinde bulunan devlet-dışı aktörler ile hükümetlere bağlı ya da belirli bir resmi statüye tabi kılınmış olduğu halde yasal anlamda özerkliğe sahip birimleri kapsamaktadır. İkilem noktasından hareketle, ademimerkeziyetçiliğin yaygınlaştığı dünya gerçekliğinde bazı uluslararası örgütler, bürokratik yapılar, merkezi otoritenin dışında gelişen yerel (ya da belediye) yönetimler yarı özerk statüleriyle kamu hukuku kişiliğe sahip olsalar da, yasaların kendilerine tanıdıkları çerçevelerde merkezi idareden bağımsız ya da özerk davranabilirler. Mansbach bu yapılara merkezi olmayan hükümet aktörleri adını vermektedir; her ne kadar bunlar kamu tüzel kişiliği olsalar da devlet aktörü olarak doğrudan değerlendiremeyeceğimiz birimlerdir.. R. Mansbach, Y. Ferguson ve D. Lampert, The Web of World Politics; Non-state actors in global system, Englewood Cliffs, Prentice Hall, 1976, s. 41. Küresel yönetişim bağlamında liberal yönetim geleneğini izleyen devletler arasında gelişen devletin merkezi idaresinden koparak hükümetlerarası bir şebekenin ortaya çıkması, ulus-devletin alt-birimlerinin birbirlerine eklemlenerek kendi hükümetlerinden kısmen bağımsız ortak politikalar güdebilmelerine olanak tanımıştır; dolayısıyla söz konusu alt-birimler, bu yöntemleriyle ortak bir söylemin oluşturulmasına yardımcı olurlarken kendi hükümetleti üzerinde belirli bir etki derecesine sahip olabilmektedirler. Bu açıdan bakıldığında “karmaşık bir çoktaraflılık” ilişkisinden bahsetmemiz olasıdır. R. O’Brien ve diğ., Contesting Global Governance, Cambridge, Cambridge Univ. Press, 2000. Peki bu noktada söz konusu yarı-resmi organları hangi statüde değerlendirmemiz gerekiyor? Etkinlikleri ve içine girdikleri şebekeler itibariyle karasallık mantığını aşmış olan söz konusu çoktaraflı ilişkiler içersinde yer alan yarı resmi ve özel oluşumlar hangi sıfatla değerlendirilmelidir? Devletten belirli bir özerkliği olsa da kamu alanında sorumluluklar üstlenen ve politikalar güden yapıların aralarında geliştirdikleri ilişkileri daha çok ulusaşırı olarak nitelememiz uygun olacaktır; çünkü tam olarak devlet-dışı kurumlar gözüyle de onlara bakmamız olanaklı değildir. Bunlar içlerinde yer aldıkları şebekeler nedeniyle ulusaşırı nitelikte olabilirler, ancak hukuki anlamda bir bütün olarak devlet-dışı aktörler olarak görülemezler. Dolayısıyla burda dikkat edeceğimiz husus, daha çok aktörleri hem etkinliklerini geliştirdikleri şebekeler, hem de iç hukuk yapısına göre tanımlandıkları olan statüleri gereği değerlendirmeliyiz. D. Josselin ve W. Wallace, devlet-dışı aktörler üzerine derledikleri kitaplarının önsözünde bunlar için şöyle bir tanım çerçevesi önermektedirler; devlet-dışı aktörler; a) sivil toplum altyapısından ya da piyasa ekonomisi şartlarından veyahut da devletin yönlendirmesinin ötesindeki siyasal hareketlerden yola çıkarak, merkezi hükümetin mali desteğinin ve kontrolünün dışında kısmen ve tamamen özerk statüde hareket eden; b) iki ya da daha fazla devletin sınırlarının ötesine yayılan şebekelere katılan ve dolayısıyla farklı siyasal, iktidsadi ve toplumsal sistemlere bağlı olarak ulusaşırı bir ilişki içersinde bulunan; c) bir ya da birden fazla devletin sınırları içersinde ya da uluslararası kurumlar dahilinde, siyasal süreçler ve sonuçlar üzerinde kendi öncelikli amaçları doğrultusunda etki edebilecek düzeyde girişimlerde bulunan oluşumlardır. D. Josselin ve W. Wallace, Non-State Actors in World Politics, NY, Palgrave, 2001, ss. 3-4. Bu açıdan bakıldığında ilgili yazarlar tanımlarının çok geniş bir çerçevesi olduğunu kabul ederek, doğrudan ekonomik güç edinme ve geliştirme amacı güden (şirketler, mafya ya da örgütlü suç oluşumları), kendi ideal çizgilerinde ilkesel bir görüş ya da belirli bir inanç yayma hedefinde olan (avukatlık hizmetleri veren kuruluşlar, kiliseler, tarikatlar ya da inanca bağlı gruplar, siyasal partiler), belirli analiz ya da çalışma yöntemleriyle profesyonel değerleri yaymak ve geliştirmek amacıyla hareket eden (think-tank kuruluşları, danışmanlık firmaları, sendikalar), ortak etnik bağı paylaşıp duygusal bir çerçeve güden (diasporalar) tüm oluşumlar devlet-dışı aktörler kapsamına dahil edilebilir. Bu çerçevenin bağlamında devlet-dışı aktörleri kendi beka alanlarındaki etkinlikleriyle özel bir siyasal anlayış ve algılama süreci geliştirmektedirler. Devlet-dışı aktörlerin içinde bulundukları uzmanlık alanları ve şebekeler gereği, iç hukuk statülerinin tartışılması ya da temsil ettikleri değer yargıları açısından etkinliklerini belirli sosyo-kültürel zeminlerde geliştirmeleri, ulusaşırıcılığın bir başka tartışma konusudur. Ulusaşırı düzlemde kimi devlet-dışı oluşumların merkez olarak daha çok batılı ülkelerde konuşlanmaları ve gelişmiş ülkelerin çıkarlarını ve değerlerini kendi siyasal tercihlerinde yansıtmaları, kaçınılmaz olarak diğer devlet yönetimlerinin ve devlet-dışı yapıların tepkisini çekmektedir. Bunlara örnek olarak batılı ülke vatandaşlarının az gelişmiş ülkelerdeki misyonerlik çalışmaları, uluslararası enerji ve finans piyasalarını yönlendiren firmaların ya da kuruluşların üzerlerinde çıkarlarını geliştirdikleri toplumların sosyo-kültürel yapılarına müdahale etmek istemelerini gösterebiliriz. Hatta bu açıdan baktığımızda batı ekseninin dışında kalan ve kalkınma yolunda krizler yaşayan toplumların batılı değerlerin uluslararası sisteme yansıtılmasından ve evrenselleştirilmesinden rahatsız olduklarını dile getirdiklerini görüyoruz ve özel anlamda bir direnişin olması söz konusudur. Ulusaşırıcılığın küresel yönetişim bağlamında liberal anlayıştan farklı siyasal rejimler üzerindeki dönüştürme etkisi, bu direnişi çokboyutlu bir tepki sürecine sokmaktadır. Küreselleşmedeki Batı/Kuzey-Doğu/Güney çelişkileri üzerine tartışmalar için bkz. M. Mann, “Has globalization ended the rise and rise of the nation state?”, Derl. T.V. Paul ve J. A. Hall, International Order and the Future of world politics, Cambridge, Cambridge Univ. Press, 1999, ss. 237-260. D. Held’a göre, Vestfalya sonrası modern devlet yapıları arasında kurulmuş olan “uluslararası düzende” uluslararası hukuk, diplomasi, siyasal karar alma süreçlerinin uluslararasılaşması, hegemonik yaklaşımların kendi güvenlik algılamaları sisteme empoze etme çabaları, demokrasinin bir araç olarak görülmesine yol açmıştır. Sistem içerisinde düzlemde özel anlamda bir beka (güvenlik) sorunu yaşanmadıkça ulusal kimliklerin kültürel boyutla küreselleşmesi, iktisadi ve ticari ilişkilerin karşılıklı bağımlılık zinciriyle tüm aktörleri kapsaması ve tüm bu gelişmelerin siyasal düşünceye etki etmesi bu yeni dönemde kaçınılmazdır. D. Held, Democracy and the Global Order, Cambridge, Polity Press, 1997, ss. 73-140. Nitekim ulusaşırı olarak tanımlayabileceğimiz bu etkileşimler dizisi kozmopolit bir kültür ağının ortaya çıkmasına da yardımcı olmaktadır. Sonuç: Karmaşık bir Çokboyutluluk ve kaotizmin devamı Merkezi devlet yapısının vatandaşlarının gereksinimlerini tam olarak karşılayamadığı, teknolojik gelişmelere sürekli ayak uyduramadığı ve bireyin çeşitli alanlarda özgürleşme ya da özerkleşme çabalarına kendisini yenileme gibi bir alternatif sunamadığı bir süreçte başka seçenekler kaçınılmaz olarak doğmaktadır. Liberal değerlerin paylaşıldığı bir dünya düzeninde teknolojiyle birlikte iletişim olanaklarının yaygınlaşması, ticaret ve mali ilişkiler gibi belirli bir karşılıklı bağımlılık mekanizmasının genişlemesi, kültürlerarası geçişlerin hızlanması, devletler açısından kendilerine karşı çokboyutlu bir meydan okunması sürecinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. İşte bu noktada devletin yetemediği özellikle toplumsal alanlarda yeni aktörlerin çıkması kaçınılmazdır, ancak ana tartışma, bu aktörlerin kendi ülkelerinin topraksal sınırlarının içinde kalmayıp uluslararası ilişkilere girişme arzularının ortaya çıkmasıyla başlar. Özerk ya da yarı özerk statüde olsalar da devletlerin ya da hükümetlerarası düzlemlerin kontrolünü nasıl aşacaklardır? Ulusaşırı düzlemde şebekeler mantığı, belirli bir uzmanlaşma ağıyla birlikte belirli çıkar uyumlaştırılması sürecini gerekli kılar; hatta daha da ileri gidersek bu alanlar yatay düzlemde kendi beka çerçevelerini yaratarak dikey düzlemde de diğer alanlarla rekabete girebilirler. A. Colonomos, “L’Acteur en réseau à l’épreuve de l’international”, Derl. M.C. Smouts, Les nouvelles relations internationales, Paris, Presses de Sc. Po., 1998, ss. 203-226. Ekonomik güç kapasitesini geliştirmek isteyen aktörler siyasal amaçlar güderek kendi nüfuz alanları genişletmek çabasında olabilirler; bunlara en canlı örnek olarak enerji ürünlerini (başta doğal gaz ve petrol olmak üzere) dünya piyasasına pazarlayan çokuluslu şirketler ya da yarı-resmi kuruluşlar gösterilebilir. Bir başka örnek ise, toplumsal ve siyasal amaçlarla kurulmuş olan devlet-dışı aktörlerin ekonomik güvenlik alanında çıkarlarını geliştirmek istemeleridir; özellikle dinsel kurumlar ve oluşumlar bunların en önde gelen kanıtlarıdır. Burda vurgulamak istediğimiz nokta, devlet-dışı aktörlerin kuruluş gerekçeleri ne olursa olsun kendi alanlarında güçlenerek devletin çekildiği ya da güç boşluklarının oluştuğu pozisyonlarda siyasal nitelikte özel bir rol edinme arayışlarına girecekleri ve realistlerin algıladıkları anlamda edinimsel ve ilişkisel doğrultulardaki “güç” kavramına kaçınılmaz olarak kayacaklarıdır. Sonuç olarak da bu güç arayışı ve geliştirme arzusu, Max Weber ve Nietzsche’nin de öngördükleri gibi, gücün edinilmesiyle daha da güçlenme hırsını doğuracaktır; “güç istenci” olgusunu yaşayan tüm aktörler birbirlerini rakip olarak göreceklerdir. Barry Buzan’ın Soğuk Savaş sonrası konjonktürde “güvenlik kavramının genişlemesi” yaklaşımı işte bu beka alanları arasında kaymalara yönelik en güzel açıklamayı yapabilmektedir. B. Buzan, O. Waever, and J. de Wilde, Security : A New Framework for Analysis, Boulder, Lynne Riener, 1998. Analiz düzeylerinin paralelinde güvenlik kavramını, siyasal, askeri, toplumsal, ekonomik ve çevresel ele alan Buzan ve arkadaşları, merkezi devlet aktörünün ilk iki güvenlik alanı üzerinde yetkilerini ve önceliklerini yoğunlaştıracaklarına dikkat çekerlerken, toplumsal ve ekonomik alanların daha çok ulus ya da toplum aktörü düzeyinde gelişeceklerini vurgulamaktadırlar. Çevresel güvenlik kavramını ise daha çok bireyin kendisinin tek başına üstlendiği bir sorumluluk alanı olarak görmek olasıdır. Tüm saydığımız aktörlerin (devlet, toplum, birey) her birinin asli beka alanı söz konusuyken bunu bir güç elementi olarak geliştirme ve çevrelerine kabul ettirme isteğini “güvenlikleştirme” adlı bir terimle karşılıyoruz; her bir aktör yaşam alanını doğrudan bir beka sorunsalına dönüştürerek hem sistemde vazgeçilmez bir konuma girecektir, hem de kendi etki alanları genişletme çabasında olacaktır. Ancak burda Buzan’ın çalışmasını zikretmekteki amacımız, etkinlik alanları ne olursa olsun, tüm devlet-dışı birimlerin kendi beka söylemlerini geliştirerek siyasal amaçlara yönelmelerini vurgulamaktır. Dolayısıyla ulusaşırı ilişkilerdeki siyasallık boyutu, aktörler arasında işbirliği mantığından çok çıkarlara dayalı rekabetlerin yeniden gündeme gelmelerini körükleyecektir. Şebekeler ve ilişkiler itibariyle, devletin rolünün belirsizleştiği karmaşık bir sistem yapısı içerisinde çokboyutlu etkileşimlere destek veren devlet-dışı oluşumlar, ister istemez kaotik sürecin de bir parçası olma durumundadırlar. Özellikle 11 Eylül sürecinden sonra her ne kadar merkez devletin rolünü Soğuk Savaş dönemindeki gibi otoriter ya da yarı otoriter araçlarla tanımlanmak istenmesi, ancak halihazırdaki ulusaşırı şebekelerin bunlara tepki vererek direnmeleri, çok-aktörlü dünyamızın bir gerçekliğine dönüşmüştür. Nitekim devletlerarası arenada uluslararası kamuoyuna “uluslararası terörizm” olgusu olarak benimsettirilmeye çalışılan 11 Eylül sonrası süreci, devlet aktörü ile devlet-dışı oluşumlar arasındaki çatışmaya verilebilecek en güzel örnektir. Devlet aktörünün Soğuk Savaş gerçekliğinde beslediği, geliştirdiği, el altından desteklediği ve diğer devletlere karşı bir dış politika aracı olarak kullandığı terör/organize suç (devlet-dışı) odaklarının, Doğu bloğunun ortadan kalkması ve tekkutupluluk ile çokkutupluluk arasında geçişlerin yoğunlaştığı bir dönemde sistemin önde gelen aktörlerini hedef olarak görmeleri ve bunlara meydan okumaları, kimi yazarlara göre “bumerang etkisi” olarak değerlendirilmektedir. Nitekim bu noktada yeniden Soğuk Savaş’a dönüş sinyallerini aldığımız bu dönemde sistem rekabetini egemen aktörler arasında değil, egemen ve egemen olamayan birimler arasında görmekteyiz ki bu düzen anlayışı alışageldiğimiz Vestfalya düzeninin dışında kalan bir olgudur. Ancak bu noktada siyasal beka gerekçesiyle tekrar devlet merkezli politikalara geri dönüş isteğine, bireyin hak ve özgürlüklerinin yeniden tanımlanması gereksinimine tanık olmaktayız. Çeçen Savaşları sonrasında korumacılık ve merkeziyetçilik politikalarına dönen Putin Rusya’sı, 11 Eylül sonrasında uluslararası hukukun belirli mekanizmalarını tanımayı reddeden ve kendi siyasal ve güvenlik önceliklerini dünya politikalarına empoze etmeye çalışan Bush yönetimi, belirli bir “islamophobia” gerekçesiyle topraklarındaki Müslüman topluluklara karşı özel politikalar üretme çabasına girişen ve aşırı ulusçu ya da ırkçı söylemler içeren sağcı partilerin yavaş yavaş iktidarlara yerleştikleri Avrupa hükümetleri bu devlet merkezli tepkinin doğal uzantıları mıdır? Tarih tüm bu sorulara yanıt verecektir, ancak bildiğimiz bir gerçeklik varsa, o da sistem düzeyinde değişimin devamlı olduğudur ve aslında devam edenin değişmesi de hem tarihsel hem de doğal sürecin bir gereğidir. Hiçbir aktör uluslararası sistemdeki kaotizme hakim olamadıkça bu döngü ve ikilem daha hızlı biçimde sürecektir. PAGE 3