Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                

Soğuk Savaştan Günümüze Türkiye-Rusya İlişkileri

2004, Der. Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikasının Analizi, İstanbul, Der Yay., ss. 685-716

Soğuk Savaştan günümüze Türkiye–Rusya İlişkileri Erhan Büyükakıncı* * Yard.Doç.Dr., Galatasaray Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim üyesi “Biz yalnızca komşu devletler değiliz. Yüzyıllara dayanan ortak tarih, son dönemlerde eşi görülmemiş ekonomik ve ticari işbirliği ve insani ilişkiler bizi birleştirmektedir.” İgor İvanov Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı Giriş Beş yüzyıllık Türk-Rus ilişkilerinin tarihçesine baktığımız zaman, barış ve işbirliği dönemleri istisnai aşamaları oluşturmakta olduğunu görürüz. Rus ve Türk halkları arasındaki ilişkilerde birçok savaş, diplomatik mücadeleler ve siyasal sorunlar dikkati çekmektedir. Birçok tarihçi ve siyaset bilimci araştırmacı yaptıkları çalışmalarda, Türk-Rus ilişkilerini daha çok siyasal sorunlar ve güvenlik kaygıları çerçevesinde ele almayı tercih etmiş ve bu ilişkilerin iktisadi, kültürel ve toplumsal boyutlarını pek irdelememiştir. 1980’li yıllardan itibaren ikili ilişkilerin daha işlevselci bir yaklaşımla farklı bir boyut aldığı gözlemlenmektedir. Bunların gerekçelerinden bir tanesi, Türk dış politikasındaki karar alma sürecinde, dış dünyaya açılmak amacıyla ekonomik araçların daha da önemi olarak algılanmalarıdır. Öte yandan, Sovyetler Birliği’nin dağılması, ikili ilişkilerde olduğu kadar bölgesel politikalarda da farklı açılımlar ve alternatifler sunmuştur. SSCB’nin parçalanmasıyla uluslararası siyaset sahnesine çıkan yeni cumhuriyetler, Türk kamuoyunun dikkatini yakından çektiler; hatta Türk hükümeti, Kafkaslar ve Orta Asya’daki Türkçe konuşan cumhuriyetleri tanımak ve bu yeni devletlerle diplomatik ilişkiler kurmak yolunda hızlı girişimlerde bulunmak yoluna gitmişti. Bu süreç, aynı zamanda, Türkiye’nin uzun yıllardan beri ihmal ettiği, ancak kültürel anlamda kendisine yakın olan toplumları yeniden keşfetme, tanıma olanağını da yaratmaktaydı. Öte yandan, 80’li yıllardan itibaren belirli bir liberalleşme sürecinin ürünü Türk özel sektörünün dinamik müteşebbisleri, Batı ile olan ilişkilere belirli alternatifler yaratmak bağlamında, bu yeniden keşfedilen coğrafyalardaki girişimcilikleriyle belirli başarılar sergileme şansını edindiler ve birçoğu da ilgili ülkelerde kendi alanlarında kısmen de olsa lobicilik etkinliklerinde de bulundular. Rusya cephesine baktığımızda, 90’lı yılların sonlarında artık dış politika, ulusal güvenlik ve ekonomik yaklaşımları açısından seçeneklerini belirginleştirmiş bir ülke görmemiz söz konusu. Bu yönelimler hiç kuşkusuz Türk dış politikasının girdilerini ve karar alıcılarını dolaylı ve doğrudan etkilemektedir. Orta Asya ve Kafkaslar’daki enerji kaynaklarının dünya pazarlarına nakli, Çeçenistan ve Kürt sorunları, Türk Boğazları’nın hukuki statüsü üzerindeki tartışmalar, Türkiye’nin eski Sovyet cumhuriyetlerine yönelik politikaları, her iki taraf açısından farklı biçimlerde algılanmaktadır ve bu farklılıklar ikili ilişki düzeyinde, daha çok siyasal açılımlarda anlaşmazlıklar yaratmaktadır ya da varolan uzlaşmazlık konularının derinleşmesine yol açmaktadır. Ancak 80’li yılların başlarından itibaren gelişen yeni bir süreçte dış politikanın ekonomik araçlarının ikili ilişkiler düzeyinde ön plana çıkarılması, daha çok siyasal alanlarda yoğunlaşan sorunların şiddetinin azalmasına katkıda bulunmuştur. Uluslararası ilişkilerin kuramsal açılımlarında işlevselci okulun önerdiği gibi, [siyasal] sorunların yoğunlaştığı ve kemikleştiği ilişkiler çerçevesinde işlevsel [örneğin, ekonomik] araçlarla işbirliği potansiyelinin araştırılması ve geliştirilmesi, her an krize dönüşebilecek olası gerginliklerin aşılabilmesini ve üzerinde uzlaşılabilecek ya da ortak kazanımlar elde edilebilecek alanların ön plana çıkarılmasını olanaklı kılar. Bu yaklaşımın en önemli temsilcisi, D. Mitrany’dir. Mitrany, işlevsel araçlarla işbirliğinin yaratılmasından dolayı bir ilişki çeşitlenmesi olacağından uzun vadeli uzlaşı potansiyellerinin arttığı ve genelleştiği bir karşılıklı bağımlılık sürecini de öngörmektedir. Ancak Mitrany’nin kuramsal yaklaşımları daha çok bütünleşme hareketleri bağlamında ele alınmaktadır.P.R. Viotti ve M.V. Kauppi, International Relations Theory, N.Y., Macmillan, 1993, s. 241. Nitekim bu hipotezlerin Türk-Rus ilişkilerinde de belirli kazanımları ortaya çıkardığını gözlemlemekteyiz. Günümüze geldiğimizde, her ne kadar iç yapılardaki istikrarsızlıklarla belirli değişiklikler gösterse de, Rusya, Türkiye için en önemli dış ticaret partnerler arasında yer almaktadır. Aynı olgu, Rusya için de söz konusu olacaktır. Her iki ülkedeki iç politika dengelerine egemen olan söylemlerin dönem dönem radikal sapmalarda bulunmaları, karşılıklı bazı gerilimlerin yaşanmasına neden olmuştur, ancak bunların ötesinde güçlenen ekonomik ilişkiler bu sürecin içinde dengeleyici bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Ekonomik ilişkilerin gelişmesi, aynı zamanda her iki ülkenin de kendi iç yapılarındaki istikrar arayışı çabalarının da birer parçasıdır. Aynı zamanda, ekonomik alandaki bu fırsatlar her iki ülke için dünya pazarlarındaki rekabetleri açısından kazanımlar sağlamaktadır. Günümüzdeki ekonomik işbirliğine yönelik ana tartışmalar, bu uzlaşmacı yeni ilişki biçiminin daha çok ikili mi, yoksa uzun vadeli çoktaraflı bir etkileşim sürecinin parçası mı olması üzerinde de yoğunlaşmaktadır. Her ne kadar 90’lı yıllarda Türk ekonomisi, müteşebbisleri ile resmi ve gayriresmi araçlarla gelişen dış ticaret yoluyla Rusya’dan belirli kazançlar elde etmiş olsa da, bunların daha çok kısa ve orta vadeli bireysel girişimler olduğu göz önüne alınmalıdır ve bu yüzden bölgesel işbirliği perspektifli yeni arayışlar, uzun vadeli bir süreç için gerekli olacaktır. Gerek ikili, gerekse çoktaraflı platformlarda Rusya ile geliştirilecek ekonomik ilişkilerin Türk ekonomisine vereceği orta ve uzun vadeli katkıları da göz ardı etmemek gerekiyor; nitekim bu tür perspektifler, Türk sanayiindeki üretim çeşitlenmelerini destekleyecektir. T. Aydın ve O. Bekar, Türk-Rus İlişkileri, İstanbul, TESEV, 1997. Bu çalışmanın amacı, Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkileri, söz konusu devletlerin kendi siyasal ve ekonomik öncelikleri ve ulusal güvenlik algılamaları çerçevesinde değerlendirmektir. Bu araştıma bağlamında yapılabilecek ilk saptamalardan birisi, SSCB’nin dağılması sonrasında yaşanan yeni sürecin Türk ekonomisine olumlu katkılarda bulunmuş olmasıdır. Her ne kadar sermaye ve teknolojik olanaklar açısından belirli yetersizlikler olsa da, ikili işbirliği girişimleri kısa ve orta vadeli çeşitli bölgesel bütünleşme modellerinin de ortaya çıkmasını ve iç potansiyellerin karşılıklı olarak tanınmasını gerektirmektedir. Yukarıda vurguladığımız gibi, işlevselci okulun önermeleri bağlamında ekonomik bağların güçlenmesi, hem jeostratejik kaygılardan kaynaklanan siyasal sorunlara dayalı bir dış politika söyleminin uzlaşmazlık eğilimini azaltacaktır, hem de ikili ilişkilerin bölgesel bir açılım içersinde de geliştirilmesine olanak sağlayacaktır. İkinci bağlamda baktığımızda, Türk-Rus ilişkileri, Türkiye’nin kendi yakın çevresindeki bölgelere olan bakış açılarını da etkilemektedir; ancak bu etkileşim halen siyasal sorunların gölgesinde kalmaktadır. Çalışmamızı kronolojik olarak ele almak yerine daha çok tematik bir planda incelemeyi tercih ediyoruz. Bundaki amacımız, ilgili konunun birçok yazar açısından daha çok kronolojik yöntemle ele alınmış olmasından ötürü farklı bir bakış açısından bu ikili ilişkiler sürecine değinmek olacaktır. İkili ilişkilerin Soğuk Savaş’ın son döneminde ve sonrasında aldığı yeni boyutlar ve ortaya çıkan yeni dinamikler, hem siyasal, hem ekonomik alanlarda farklılıklar arz etmektedir. Çalışmamızda bunların birbirlerinden ayrıştırılmasındaki hedef, her ne kadar birbirlerini etkilediklerinden kuşku duyulmazsa da, siyaset-ekonomi ilişkisini daha yoğun bir biçimde ortaya koymaktır, çünkü söz konusu ilişkilerdeki belirli dinamikler, zamanla zırh değiştirmekte ve farklı farklı görünümlerde yeniden etkinleşmektedirler. Coğrafi yakınlıktan kaynaklanan çatışma eğilimi ile kısırdöngüde kalmış bu ilişki sürecini ekonomik işbirliği gibi belirli araçlarla dengelemek arzusunun gerçekçi olup olmadığını daha iyi sergilemek açısından böyle bir planı tercih ediyoruz. I – tarihte türk-rus çekişmesi A - Ampirik model olarak Türk-Rus çekişmesinin incelenmesi: “Süregelen Rekabetler” ve büyük ve küçük güçler arasındaki ilişkiler Beş yüzyıllık Türk-Rus ilişkileri süreci, devletlerarası rekabetlerin kavramsallaştırılması çalışmaları kapsamında ele alınan en önemli ampirik modellerden birisidir. Bu çerçevede ele aldığımız “süregelen rekabetler” yaklaşımı, savaş temasının bilimsel etüdü bağlamında, topraksal yakınlık (territorial contiguity) çerçevesinde ve uzun bir tarih diliminde çıkarları karşılıklı olarak belirli sıklıklarda çatışan ulusların arasındaki ilişkilerin yapısını açıklamak amacındadır. Davranışsalcıların savaş etüdüne kattığı kavramlardan olan “süregelen rekabetler” ya da “çatışma eğilimli ikili (dyadic) ilişkiler”, devletlerarası bir sistemdeki meşrulaştırılmış ya da örgütlü şiddet eylemlerinin büyük bir bölümünü açıklama olanağını da getirmektedir. G. Goertz ve P.F. Diehl, “Enduring Rivalries”, Derl. M. Midlarsky, Handbook of War Studies – Tome II, Ann Arbor, Michigan Univ. Press, 2000. Goertz ve Diehl’in ele aldıkları iki bilimsel inceleme çalışmasında, uzun süreli - ikitaraflı rekabetlerin neredeyse yarısının, 19. ve 20. yüzyıllarda yaşanmış savaşlara, şiddetli toprak çatışmalarına ve askerî anlaşmazlıklara dayandığını saptanmıştır. G. Goertz ve P.F. Diehl, “The Empirical Importance of Enduring Rivalries”, International Interactions, C. 18, 1992, ss. 151-163; G. Goertz ve P. F. Diehl, “Enduring Rivalries : Theoretical Constructs and Empirical Patterns”, International Studies Quarterly, C. 37, 1993. ss. 145-171. Birçok farklı değişkene dayalı “süregelen rekabetler” için geliştirilen birçok tanımlama çalışmaları, veritabanlarının hazırlanması için de ayrıca fırsatlar yaratmıştır. Örneğin, Wayman, “süregelen rekabeti”, on yıllık bir dönem içinde askeri düzeyde oluşmuş ikiden çok anlaşmazlık noktalarının ikitaraflı güç ilişkisi bağlamında tanımlar; öte yandan Diehl ve Kingston, kendi çalışmalarında bu kavramı on beş yıllık bir dönem içine yayılmış ikiden fazla askeri anlaşmazlık konuları çerçevesinde ele alırlar. Jones, Huth, ve Maoz ise, bu kavramın uygulanabilirliği için, belirli ön şartların gerçekleşmesi gerektiğinden söz ederler; “şiddet/önem” (severity), “süreklilik” (durability) ve “yoğunluk” (intensity) gibi söz konusu anlaşmazlıkların farklılıklarının tanımlanması için belirli koşullar olasıdır. Öte yandan söz konusu çalışmalarda dikkati çeken bir başka husus ise, ilk ve son çatışma/anlaşmazlık arasındaki dönemde çatışmacı davranışların birbirini izleme frekansını saptamak çabası da ön plana çıkmaktadır. Buradaki alıntı, D.S. Geller ve J.D. Singer’in yapıtında D.M. Jones’un süregelen rekabetler (enduring rivalries), anlaşmazlıkların tırmanması aşamaları (dispute escalation) ve devletlerarası savaşlar üzerindeki çalışmasından alınmıştır. Bkz. D.S. Gellner and J.D. Singer, Nations in War, Cambridge, Cambridge University Press, 1997. Söz konusu teorik çalışmalar kapsamında Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkilere değinen ampirik modele baktığımızda, sistem içersindeki devlet aktörlerinin güçlerini ölçüt olarak ele almamız gerekiyor; bu bağlamda her iki ülke arasında uluslararası politika bağlamında sergiledikleri davranışlarla (dış politika eylemleri, stratejiler) güçlerinin niteliği ele alınmalıdır. Devletlerin dış politika davranışlarının, öteki devletlerin davranışlarını ve kararlarını etkilemelerinin ve davranışlara yönelik öngörülerin, büyük ve küçük güçler yaklaşımlarına göre farklılıklar gösterdiği göz önünde tutulmalıdır. Söz konusu çalışmalarda kullanılan Small-Singer ikilisinin “büyük” (major power) ve “küçük” (minor power) güçler kategorilerinden yola çıkarak, Rusya’yı “büyük güç” Davranışsalcı eğilimli bütün bu araştırmacılara göre, Rusya / SSCB, büyük güç olarak tanımlanmaktadır. ve Türkiye’yi de “küçük güç” olarak nitelendirmemiz olasıdır; nitekim söz konusu yazarların çalışmalarında da Rus-Türk ilişkisi bu nitelendirme ile ele alınmaktadır. Singer ve Small’a göre, büyük-küçük güçler çatışması, en azından bir büyük gücün küçük gücü hedef alarak girişimde bulunan tarafta olması halinde söz konusudur. Küçük-büyük güçler çatışması ise, büyük güçleri hedef alan küçük güçlerin girişimlerime ilişkindir. Tarihsel ve coğrafi etkenlerin hiç kuşkusuz her iki ülkenin dış politika çıktıları üzerinde çok büyük etkileri olmuştur Davranışsalcı J. Vazquez’in The War Puzzle adlı yapıtında ileri sürdüğü gibi çatışmacı eğilimlerin ortaya çıkış nedenleri üç kaynaktan olabilir: Topraksal yakınlık (devletlerarası çözümleme düzeyi), iç dinamikler (bireysel çözümleme düzeyi) ve sistemden (sistem – yapı değişkenleri düzeyi) ileri gelen etkileşimler. Bu bağlamda bakıldığında Türkiye-Rusya’nın aynı coğrafyayı paylaşmaları, devletlerarası düzeyi açıklarken, iç dinamikler, karar almadaki bireysel düzeyi yansıtmaktadır. Sistem içersindeki güç politikaları ya da dengeleri ise sistem düzeyindeki açıklamaların temelini oluşturabilir. J. Vasquez, The War Puzzle, Cambridge, Cambridge Univ. Press, 1998. ; M. Midlarsky, J.D. Singer ve M. Small’un çalışmalarında tarihe ve coğrafi yakınlığa (topraksal yakınlık) dayalı açıklamalara bir çözümleme modeli çerçevesinde sıkça rastlamak olasıdır. M. Midlarsky, On War : Political Violence in the International System, N.Y., Free Press. 1975; J.D. Singer ve M. Small, “Formal Alliances, 1315-1919 : A quantitative description”, Journal of Peace Research, no. 3, Ocak 1966, ss. 1-32. Bu yazarlara göre Türkiye birçok kriter göz önüne alındığında “merkezi sistemde yer alan devlet” statüsünde tanımlanmalıdır; 1815-1945 arasındaki uluslararası sistemin genel yapısı ve aktörlerinin statüsü nicel çalışmalar bağlamında ele alındığında “genel/bütünsel sistemler” (total systems) ve “merkezî sistemler” (central systems) ayırımına giderler. Genel sistemler, uluslararası sistem içersindeki bütün bağımsız birimlerin etkinliklerini göz önüne alırken, merkezî sistemler yalnızca Avrupa eksenli diplomatik ilişkiler sürecinin parçasıdır. Bu kavramsallaştırmalar çerçevesindeki nicel çalışmaların amacı, devletlerin dış politika davranışlarının belirli bağlaşıklık politikaları kapsamında kategorize edilebilmelerine olanak tanımak ve uzun vadede söz konusu davranış biçimlerinden yola çıkarak öngörülerde bulunmaktır. Nicel yöntemler ışığında, tarihsel rekabetlerin (çatışmalar) ve ittifakların sürekliliğini inceleyen Small ve Singer, bu iki olgunun uzun süreli niteliğini kanıtlamışlardır. Ancak onlara göre, üç ya da üçten fazla çatışmanın olduğu vakalarda üç tane önemli örnek söz konusudur; bu bağlamda yer alan ünlü ikili çatışma modelleri, Rusya-Türkiye, Çin-Japonya ve Fransa-Almanya üzerinde yoğunlaşmaktadır. M. Small ve J.D. Singer, Patterns of International Warfare, 1816-1965”, Annals of the American Academy of Political and Social Science, 1970, no. 391, ss. 154-155. Benzer saptamaları Gochman ve Maoz’un çalışmalarında da görmek olasıdır C.S. Gochman ve Z. Maoz, “MiIitarized Interstate Disputes, 1816-1976”, Derl. J.D. Singer ve P.F. Diehl, Measuring the Correlates of War, Ann Arbor, The Univ. of Michigan Press, 1990, ss. 193-222. ; bu yazarlar da Rusya/SSCB ile Türkiye arasındaki süregelen rekabete devletlerarası anlaşmazlıklar açısından yaklaşırlar ve anlaşmazlıkların frekansını ölçmeye çalışırlar. Gochman ve Maoz’un nicel çalışmalarına göre, 1816-1976 arası dönem için Rusya-Türkiye ilişkisine dayalı modeldeki şiddet, 21 uyuşmazlık noktasında 0.130 olarak hesaplanmıştır. C.S. Gochman ve Z. Maoz, “Militarized Interstate Disputes”, a.g.m., s. 218. Bu kuramsal açılım çerçevesinde baktığımızda, “barış” ve “işbirliği” dönemleri, Rus-Türk ilişkilerinin beş yüzyıllık tarihinde istisnaları oluşturmaktadır. 1665-1917 yılları arasında, Çarlık Rusya’sı ile Osmanlı İmparatorluğu sekiz büyük barış antlaşmasına imza atmışlar ve aynı süre zarfında her otuz yılda bir savaşır durumda olmuşlardır. O. Sander, Türkiye’nin Dış Politikası, Ankara, Imge Yay., 1998, ss. 77-88. 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte temelleri atılan SSCB’in ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk bağımsızlık dönemleri, ikili ilişkilerde yeni bir aşamanın başlamasına olanak tanımış, ancak her ne kadar kısa vadeli bir işbirliği zemini oluşmuş olsa da, eskiden gelen tarihsel rekabet konuları, 20. yüzyıl içersinde farklı boyutlar ve içeriklerde kendilerini yeniden göstermişlerdir. 1991’de SSCB’nin dağılmasıyla birlikte söz konusu rekabetin yeniden farklılaştığını ve geliştiğini gözlemliyoruz; bu yeni süreçte sistemin kaotik yapısı bağlamında tarihsel anlamda kemikleşmiş sorunların farklı içeriklerde yeniden ortaya çıktıklarını ve her iki aktörün siyasal çıkarlarını farklı biçimlerde ve konjonktürlerde tanımladıklarını saptıyoruz. B - Türk-Rus ilişkilerinin tarihsel boyutu Osmanlı-Rus ilişkileri, 16. yüzyıldan 20. yüzyılın başına kadar savaşlar ve güç mücadeleleri tarihi olarak gelişmiştir. Bu çatışmacı sürecin ana nedenlerinden arasında, Rusya’nın güneye doğru yayılma arayışının Osmanlı İmparatorluğu’nun çıkarlarıyla sürekli çatışma halinde olması yer almaktadır. Öte yandan, birçok bölgedeki nüfuz rekabeti de bu iki gücün sürekli çatışmasına neden olmaktaydı. Birinci Dünya Savaşı sonrasında her iki ülkede de ortaya çıkan yönetim değişiklikleri, iki ulusun arasındaki yakınlaşma ve işbirliği sürecinin de başlangıcı olmuştur. Bolşevik Devrimin hemen ardından Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilen ve Brest-Litovsk Antlaşması’na imza atan Sovyet yönetimi, Türkiye’deki bağımsızlık savaşımına desteğini açıkça göstermiş ve Mustafa Kemal ve arkadaşlarından İngiliz ve diğer işgalci kuvvetlere karşı Sovyet desteğinden açıkça yararlanmalarını istemiştir. K. Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri, Ankara, TTK, 1991. Tarihsel açıdan baktığımızda, Osmanlı İmparatorluğu ile Çarlık Rusya’sı hiçbir zaman aynı ittifak içersinde yer almamışlardır; tam aksine Osmanlı döneminde Rus tehditleri farklı açılardan dengelenmeye çalışılmış, bu bağlamlarda öteki güçlerle bağlaşıklık politikaları gündeme gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Türk-Sovyet yakınlaşması, o dönemin konjonktürleri içersinde ele alınmalıdır. Sovyet Rus yönetimi, Osmanlı hükümeti İstanbul’da görev başında iken bile, Haziran 1920’de Ankara’daki TBMM hükümetinin meşruiyetini tanımakta tereddüt etmemiştir. 1921 yılında imzalanmış Moskova ve Kars Antlaşmaları, Türk-Sovyet sınırının ana hatlarını belirlemekteydi. Bu antlaşmaların hemen ardından gündeme gelen Moskova’nın bağımsızlık savaşımındaki TBMM ordularına yönelik maddi yardımları, bu yakınlaşma sürecinin kilometre taşlarını oluşturur. Tabii ki bu yardımlar, uluslararası arenada kendisini yalnız duyumsamak istemeyen Moskova yönetimi için bir stratejik adımdı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ardından, Aralık 1925’te Paris’te imzalanan Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması bu sürecin devamı için çok önemli bir girişimdi. Bu anlaşmaya göre, her iki taraf, herbirinin bir saldırıya uğraması halinde tarafsız kalmayı taahhüt ediyor ve birbirlerinin çıkarlarının çakıştığı noktalarda başka devletlerle bağlaşıklık politikalarının izlenmeyeceğini kabul ediyordu. Bu hususlar, 1945 yılına kadar küçük değişikliklerle geçerliliklerini sürdürdüler. B. Oran (derl.), Türk Dış Politikası – Cilt I, İstanbul, İletişim Yay., 2001, ss. 315-316. Nitekim bu girişimi, 1927 Mart’ında imzalanacak olan Ticaret ve Seyrisefain Anlaşması izleyecektir. 1928-29 yıllarından itibaren uluslararası sistemdeki rekabetin yayılmaya başlamasıyla Türk-Rus ilişkilerinde belirli değişim rüzgârları esmeye başlamıştı. 1930’lu yıllarda Lozan Antlaşması’yla belirlenmiş Türk Boğazları’nın hukuki statüsü konusu ikili ilişkiler bağlamında yeniden tartışılmaya başlamıştı. 1936 Temmuz’unda Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanmasıyla birlikte söz konusu sorun o dönemin hukuksal çerçevelerinde çözümlenmiş oldu; yapılan çoktaraflı müzakereler aşamasında Türk ve Sovyet tarafları birçok açılardan farklı görüşleri ileri sürmekteydi ve Büyük Britanya’nın elindeki kartları Ankara’dan yana kullanması Türk tarafına belirli avantajlar sağlamaktaydı. Sonuçta varılan aşamada, Ankara ve Moskova hükümetleri, Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin savaş gemilerinin Boğazlar’dan serbest geçişlerinin sınırlandırıl-ması konusunda hemfikir olmuşlardı. 1936 yılından itibaren geliştirilmeye çalışılan Türk-İngiliz yakınlaşmasının ardında yatan nedenlerden birisi de, her an Moskova’dan gelebilecek istemlere karşı İngiliz kartını elde tutabilme çabasıydı. Nitekim Nazi Almanya’sıyla Stalin yönetimi arasındaki Saldırmazlık Antlaşması’nın imzalanması, hem Ankara için beklenmedik bir gelişmeydi, hem de İngiliz-Türk yakınlaşmasının gerçekçiliğini vurguluyordu. İnönü dönemi Türk dış politikasının ana tartışma konularından olan Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na girmemesi ve tarafsız kalması, hem Moskova’nın ağır eleştirilerine maruz kalmıştı, hem de Doğu cephelerini çeşitlendirme arayışındaki Batılı müttefikleri rahatsız etmişti. Bu bağlamda, Türk-Sovyet ilişkilerinin bu dönemde belirli bir bozulma eğilimine girdiği gözlemlenmektedir. K, Gürün, a.g.y.. II. Dünya Savaşı sonrasındaki yeni dünya düzeninin oluşumunda kendine göre belirli paydalar edinme arayışındaki Stalin yönetimi, Balkanlar ve Doğu Avrupa’ya yönelik yayılmacı politikalarını ön plana çıkarırken, Mart 1945’te Türk-SSCB 1925 Dostluk Antlaşması’nı artık uzatmayacağını duyurmuş ve Doğu Anadolu toprakları ile Boğazlarını Türk hükümetinden isteyecek kadar ileri gitmişti. Öte yandan, Montreux Sözleşmesi’nin yeniden gözden geçirilmesi de, Moskova’nın talepleri arasında yer alıyordu. Bu dönemde İngiltere’nin yerini alan ABD’yi yanına almayı başaran Türkiye, bu bağlamda Truman Doktrini’nin açılımlarından yararlanma aşamasına geldi. 1947’den itibaren Amerika’nın bölgesel ağırlığının artmaya başlamasıyla Sovyet liderlerinin saldırgan tavırları belirli bir gerileme sürecine girdi. Türk-Amerikan yakınlaşması, bu bağlamda Moskova’ya karşı Ankara’nın belirli bağlaşıklık politikalarını geliştirme çabaları açısından çok önemlidir. Stalin’in ölümünden sonra Türk-Sovyet ilişkilerinde belirli bir iyileşme sürecini gözlemlemek olasıdır; Kruşçev’in SBKP’nin başına seçilmesiyle birlikte “barış içinde bir arada yaşama” ilkesinin SSCB dış politikasına yansıması, yayılmacı politikaların ve siyasal nüfuz söyleminin kısmen etkilerini yitirmelerine yol açmıştı. 1953 Mayıs’ında, Sovyet hükümeti, Doğu Anadolu toprakları ile Boğazlar üzerindeki taleplerine son vermiş ve Montreux Sözleşmesi’nin gözden geçirilmesi konusundaki ısrarlarını geri çekmiştir. B. Oran, a.g.y., ss. 501-514. Her ne kadar Sovyet yönetimi, Mayıs 1953’te verdiği nota ile güney komşusuna yönelik istemlerinden vazgeçse de, Türk hükümetleri dış politika davranışlarında belirgin bir değişiklik izleme politikasına yönelmemişti. Demokrat Parti iktidarı döneminde Moskova’ya karşı genel bir güvensizlik davranışı süregelmiş ve Sovyet yönetimi ile mesafeli ilişkiler geliştirme eğilimi ABD ile ittifak politikalarının güçlendirilmesi sonucunu doğurmuştur. Her ne kadar 60’lı yıllarda ikili ilişkilerin siyasal boyutundaki mesafelilik eğilimi sürmüşse de, ekonomik alanlardaki işbirliği sürecinin canlanması söz konusuydu. 1970’lere gelindiğinde, Türk liderleri ve askerleri, Sovyet tehdidinin öneminin azalmaya başladığı sonucuna varmalarıyla çokboyutlu bir dış politika söylemi üretme çabasına girişmişler ve Moskova’ya yönelik ılımlı girişimler yeniden hız kazanmıştır. 1974 Temmuz’undaki Kıbrıs Barış Harekatı’yla Türk hükümetlerinin Batılı ülkelerin yaptırımlarına karşı koyabilmek için yeni alternatifler arayışına girdiğini görmekteyiz. Ancak, ikili ilişkilerdeki bu iyileşme sürecinde bir takım engeller söz konusuydu: 1979 yılı sonunda Sovyetlerin Afganistan’ı işgâli ve Türkiye ile ABD arasında ambargo sonrasında imzalanan askeri yardıma ilişkin Savunma İşbirliği Anlaşması. 12 Eylül askerî darbesinin ardından, görev başındaki askeri hükümet ülkenin dış politika seçeneklerini çeşitlendirmeyi amaçlayarak Moskova ile Washington arasında belirli bir denge politikası izlemeyi kararlaştırmıştı. Aslında 80’li yılların başından itibaren, özellikle de askeri hükümet döneminden beri, ikili ilişkilerde gözlenen hareketlilik, 1984 yılında imzalanan Doğal Gaz Anlaşması ile farklı bir ivme kazanmıştır. Bununla birlikte cumhuriyet tarihinde eşine ender rastlanan bu işbirliği hamlesi, ikili ilişkilerin özellikle ekonomik boyutunu ön plana çıkarmıştı; bu olumlu süreç, 1991 Aralık ayında SSCB’nin dağılmasına kadar devam etmişti. 1986 yılında Başbakan Özal’ın Moskova ziyareti sırasında Türk müteahhitlerin SSCB’de takas karşılığında inşaat projelerine katılımına ilişkin anlaşma yanı sıra Türkiye’nin Sovyet pazarına yönelik tüketim malları üretimi için sanayi girişimlerini destekleyecek Sovyet doğal gazının 1987’den itibaren ülkemize nakli konusunda ortak bildiriler imzalanmıştır. SSCB’nin dağılmasından önceki en son üst düzey gezisi, Cumhurbaşkanı Özal’ın 1991 Mart’ında gerçekleşmişti; söz konusu ziyaret sırasında, her iki devletin cumhurbaşkanları, ikili işbirliği alanlarının geliştirilmesi ve Karadeniz çevresindeki ülkeleri bütünleştirecek bir sürecin başlatılması üzerinde mutabık kalmışlardı. Resmi gezi çerçevesinde, dostluk, iyi komşuluk ilişkileri ve iki ülke arasında ticaret, ekonomi ve bilimsel, teknolojik işbirliği ve çifte vergilendirmenin önlenmesi konularında hükümetler arasında belirli anlaşma imzalanmıştır. Ancak ortaya çıkan yeni cumhuriyetlerin farklı yönetimlerle kendi bağımsız devlet yapılarını biçimlenmeye çalışmaları, Sovyet dönemi sonrasında yabancı ülkelerle ilişkilerinin niteliğini ve kapsamını gözden geçirmeleri gerekliliğini de birlikteliğinde getirmişti; nitekim bu yeni süreçte hem sistem değişkenleri temelinde, hem de toplum ve hükümet dinamikleri açısından konjonktür her iki cephede (Rusya ve Türkiye) de farklıydı. Aslında bu yeni dönemin olumsuz yanlarının ağır bastığı gibi bir saptama yapmak hatalı olur; bu aşamada önemli olan her iki taraf için de belirli bir esnekliğin dış politika söylemlerine yansıyabilmesi için birbirlerini daha iyi tanıyabilmeleri ve eldeki olanakların ve son dönemde elde edilen olumlu gelişmelerin iyi değerlendirilebilmesi gerekliydi. C - Doksanlı yıllarda Türkiye ve Rusya’da iç politikada alanındaki istikrarsızlıklar ve uluslararası plandaki yeni arayışlar Soğuk Savaş dönemi, Türkiye’deki karar alıcılar için Batılı devletler ile bağlaşıklık politikaları bakımından ayrıcalıkların geliştirilebildiği bir aşamaydı ve bu bağlamda özellikle ülkenin jeostratejik konumu bu ayrıcalıkların kaynağını oluşturmaktaydı. Soğuk Savaş döneminin sona ermesi, birçok açıdan Türkiye’nin Doğu-Batı ilişkileri bağlamında öneminin azaldığına dair varsayımlarını ön plana çıkarmıştı. Aynı zamanda ikikutuplu sistemin bitişi, hem yeni aktörlerin ortaya çıkmasına yol açıyor, hem de yeni belirsizlikleri de birlikteliğinde getiriyordu. Türk dış politikası, bu iki açılımdan da etkilenmekteydi: Yeni komşular ve yakın çevresinde yer alan bölgelerdeki etnik kökenli çatışmacı eğilimlerin tekrar tırmanışa geçmesi. Bu bağlamda, Türk karar alıcıları daha esnek bir dış politika söylemiyle Soğuk Savaş sonrasına geçişi en az zarar ile atlatma çabasındaydılar, çünkü ülkenin azalan jeostratejik önemini yeniden tanımlama çabasında ön plana çıkan söylemler, Türkiye’nin ateş çemberi ortasında bir huzur adası olduğu argümanı ile “Türk modeli” yaklaşımını geliştirmekteydi. Aslında Soğuk Savaş, uluslararası sistem içersinde yer alan aktörlere oyunun belirli kurallarını, kriterlerini kolaylıkla benimsettirmekteydi; dostlar ve düşmanlar baştan bilinmekteydi. Kutuplaşmış bir sistem içersindeki devletlerin davranış seçenekleri, müttefikler ya da düşmanlar arasında sıkışmaktaydı ya da tarafsızlık politikaları da mümkündü. Soğuk Savaş sonrası dönemdeki devletlerarası ilişkilerin belirsizlikler yumağına dönüşmesiyle sistem içersindeki çatışmacı eğilimler daha belirginleşmişti; Soğuk Savaş sırasında izlenilen bağlaşıklık politikaları yerlerini geçici işbirliği-bağlaşıklık girişimlerine bırakmışlardı ve devletlerin kendi aralarındaki en ufak bir uzlaşmazlık, hemen saldırgan eğilimleri körükleyebiliyordu. Çoktaraflı ittifak modelleri de ad hoc oluşumlara yerlerini bıraktığından, ancak belirli çıkar noktalarında ortaklıklar söz konusuydu. O. Sander, “Değişen dünya dengelerinde Türkiye”, Derl. S. Şen, Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye, İstanbul, Bağlam Yay., 1994, ss. 23-30. Atatürk döneminden beri izlenilen dış politika ilkeleri E. KaIaycıoğlu, “Yeni Dünya Düzeni ve Türk Dış Politikası”, Derl. F. Sönmezoglu, Türk Dış PoIitikasının Analizi, II. Baskı, İstanbul, Der Yay., 1998, ss. 639-640. , bu geçiş dönemindeki karar alıcılar açısından sistem değişkenleri karşısında yetersiz kalmakla eleştirilmişti. Özal dönemi dış politikası, dış gelişmeler karşısında artık etkisiz kalmakla eleştirilen bu ilkeleri farklı yönlerde geliştirmeyi amaçlamaktaydı. İşte bu noktada lider değişkenlerinin dış politika söylemini doğrudan etkilemeye çalıştıkları görülmektedir. Bunun en açık örneği, Körfez Krizi aşamasındaki dış politika davranışlarındaki söylem tartışmalarıdır. B. Oran (derl.), Türk Dış Politikası – Cilt II, İstanbul, İletişim Yay., 2001, ss. 254-257. 1991 yılı, Türk dış politikasının dönüm noktalarından biridir: Körfez Savaşı, SSCB’nin dağılması, eski Yugoslavya’daki savaşın başlaması ve Yukarı Karabağ’daki kıvılcımların yeniden ortaya çıkması. Türk karar alıcıları, bu yeni gelişmeler ışığında ülkenin askeri doktrinini gözden geçirmek ve ulusal güvenliğin ve tehdit kaynaklarının yeniden tanımlamak çabasına girişmişlerdir. Nitekim bu yeni çabalar çerçevesinde güvenlik sorunsalının en geniş anlamda algılanması sonucu ortaya çıkmıştır. Öte yandan, Ankara, güvenlik sorunsalıyla girdileri sınırlandırılmış karar alma sürecinden kurtulma çabasıyla daha etkin bir dış politika arayışına giriştiğini görüyoruz. Bu bağlamda, “model devlet” olma arzusuyla Orta Asya ve Kafkaslar’daki nüfusun çoğunluğu Müslüman olan ve Türkiye ile ortak kültürel geçmişe sahip yeni bağımsız devletlere yönelik özel bir dış politika söylemi izleme eğilimine girmişti. “Türk modeli”, hem laik, hem demokratik, hem de serbest piyasa anlayışını benimsemiş, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ülke seçeneği olarak sunulmaktaydı. M.B. Olcott, Central Asia’s New States: Independence, Foreign Policy and Regional Security, Washington D.C., US Institute of Peace Press, 1996, ss. 25-26. Söz konusu Orta Asya ve Kafkaslar’daki Türkçe konuşan cumhuriyetler, uluslararası arenada kendi devlet meşruiyetlerini sisteme kabul ettirmek çabasından olduklarından, Türk karar alıcıların dikkatlerini çekmekteydiler. Nitekim Türkiye, Azerbaycan’ın bağımsızlığı tanıyan ilk ülke olmuştu ve Orta Asya cumhuriyetlerini tanıyan ve buralarda ilk büyükelçilikleri açan ilk ülkelerden biriydi. Türkiye’nin Türki cumhuriyetlere yönelik dış politikasındaki öncelikler daha çok kültürel işbirliğinin geliştirilmesi, söz konusu ülkelerin ekonomik yapılanmaları ile dış dünya girişecekleri ilişkilere destek olunması, ilgili bölgelerdeki enerji kaynaklarının işletilmesi ve dünya pazarlarına nakli aşamasında etkin bir rolün üstlenilmesi noktalarında yoğunlaşmaktaydı. G. Turan ve İ. Turan, “Türkiye’nin diğer Türk cumhuriyetleriyle ilişkileri”, Derl. F. Sönmezoğlu, Türk Dış Politikasının Analizi, II. Baskı, İstanbul, Der Yay., 1998, ss. 403-425. Bu bağlamda, kültürel bağların varlığı çok önemli bir etkendi. Demirel’in çok popüler olan “Balkanlar’dan Çin Seddi’ne dek büyük Türk Dünyası”sloganı her ne kadar geçerliliğini hemen yitirdiyse de, iktidara gelen Türk politikacıları bu bölgelere yönelik daha akılcı söylemler benimsemeleri gerektiğini anlamakta da gecikmediler. Aynı zamanda yükselişe geçen aşırı ulusçu akımlar, 12 Eylül rejimi sonrasındaki ideolojik zemin kaybıyla birlikte siyasal istikrarsızlıkların yaygınlaşmasından faydalanarak dış politika söylemleri üzerinde etkilerini göstemeye başladılar. Ancak, sürekli ekonomik krizlerle boğuşan Türkiye’nin sınırlı malî olanaklarıyla bu ülkelere sonsuz fırsatlar tanıması mümkün değildi; öte yandan, söz konusu yeni cumhuriyetler de yönlendirilmekten daha çok sıcak para arayışındaydılar. Bütün bu olumsuzluklara ve malî olanaksızlıklarına rağmen, Türkiye, Türki cumhuriyetlere önemli miktarda destekte bulunan ülkeler arasında yer almaktadır. 1980’li yılların getirdiği ekonomideki liberalleşme eğilimleri, küreselleşmeye uyum sağlama çabaları ve ekonomik bütünleşme grupları içinde yer alma arzusu, Türkiye’nin yeni pazarlara açılmasını ve dış dünya ile bütünleşmesini zorunlu kılmaktaydı. İşte bu bağlamda, dönemin liderlerince ekonomi politikalarının siyasetinin önüne çıkması daha çok siyasal bir tercih olarak ifade ediliyordu. Bu açıdan bakıldığında, ECO (Ekonomik İşbirliği Örgütü) ve KEİB (Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü), yeni coğrafyalardaki ekonomik işbirliği potansiyellerini geliştirmeye yönelik çabalardı. 80’li yıllarda gözlemlenen öteki Müslüman ülkelerle gecikmiş olan diyaloğu sağlamak ve çokboyutlu bir dış politika söylemini yerleştirmek amacıyla İslam Konferansı Örgütü ile ilişkileri geliştirmek çabası, önemli bir politikadır. Bütün bu çabaların ortak paydasına baktığımızda, 80’lerden 90’lara geçerken, uzlaşmacı eğilimlerin ekonomik araçlarla eşgüdümlü olarak geliştiğini gözlemlemekteyiz. Bunu Özal dönemi dış politikasının özel bir anlayışı olduğunu vurgulamalıyız. 80’lerin ortasından itibaren gelişen ve 90’lı yıllarda Türkiye gündemine tamamına hakim olan Kürt sorunu, hem iç politikadaki istikrarsızlıkların ana kaynaklarından biridir, hem de art arda patlak veren ekonomik krizlerin de ortaya çıkmasını sağlayan nedenlerdendir. Ekonomik krizlerin Türk dış politikasında yarattığı bağımlılık mekanizması ve iç politika içinde yol açtığı çok partili istikrarsız yapı, aslında sistem içindeki kaotik yapının belirleyicisi büyük güçler mücadelelerine de bağlıydı. Bu süreçte, Türk karar alıcıları dış politika seçeneklerini belirlemekte pek de rahat bir konumda değillerdi. Aslında tehdit ve istikrarsızlık kaynaklarının çoğalması ve karmaşıklaşması, eldeki askeri kapasitelerin iyileştirilmesini ve geliştirilmesini (modernizasyonu) ivedilikle şart koşuyordu. 1992 Temmuz ayında kabul edilen ve ülkenin yeni jeostratejik konumunu ve ulusal güvenlik çıkarlarını yeniden tanımlamayı amaçlayan “Türkiye Ulusal Güvenlik Belgesi”, yeni uluslararası düzenin özelliklerinin altını çizerek, dünyadaki ana değişiklik noktalarına vurgu yapmaktadır. Yeni ulusal güvenlik konsepti, hem iç, hem de dış tehdit kaynaklarını tanımlamaktadır. Güneydoğu Anadolu bölgesinde ve büyük kentlerde PKK eylemlerindeki artış, Türk karar alıcıların Kürt sorununa olan duyarlılığını arttırmıştı. Öte yandan, köktendinci yapıların da toplumsal ve siyasal alanlarda kendilerini göstermeleri birçok açıdan sorunların karmaşıklaşmasına da neden olmuştur. G. Özcan. “Türkiye’de Siyasal Rejim ve Dış Politika”, Derl. F. Sönmezoğlu, Türk Dış Politikasının Analizi- I1. Baskı, İstanbul, Der Yay., 1998, ss. 511-534. Nitekim bu aşamada, ordunun bazen bürokratik niteliklerinden sıyrılıp hükümet değişkenlerinin yerine geçerek dış politikada aktif bir karar alıcı konumunda hareket ettiğini gözlemlemekteyiz; 1990-2001 arasında on bir hükümet değişikliği olmuş ve bu dönemde yedi farklı partinin hükümet oluşumlarında yer aldığını vurgulamalıyız. Nitekim bu çokpartili koalisyon yapıları kısa ve orta vadede sistem içinde değişiklikler olmadıkça, bürokratik değişkenler Türk siyasetini etkilemeyi sürdürecekler gibi görünüyorlar. D - Yeni bir kimlik arayışında çelişkiler ve yapısal sorunlar: Rus dış politikasındaki dönüşüm Bir devletin ulusal çıkarları ile dış politika öncelikleri arasında doğrudan bir ilişki kurmak her zaman olası değildir. Bu aşamada birçok değişken devreye girip farklı derecelerde etkide bulunduğu için bunların konjonktürel olarak ele alınması gereklidir. Eğer dış politikası ele alınan devlet, belirli bir yapısal dönüşüm aşamasında ise, bu devletin ulusal çıkarlarının belirginleşmesi ve karar alma sürecinde hangi değişkenlerin ön plana çıkıp çıkmamasının anlaşılması için nesnel verilerin oluşması beklenmelidir; ancak bu aşamada dönüşüm aşamasının belirsizlikleri sürdükçe agresif ve uzlaşmadan uzak davranışların ortaya çıkması çok olasıdır. Belirsizliklerle dolu bir dönüşüm süreci doğrudan devlet organlarının zayıflamasına ve kendi çıkarlarını geliştirmeye çalışacak yeni aktörlerin ortaya çıkmasına yol açacaktır. Hatta bu aşamada eski rejimden gelen grupların rejim değişikliğine direnmeleri ya da yeni aktörler olarak siyaset sahnesine çıkmaları olası olacaktır. E.D. Mansfield ve J. Snyder, “Democratization and the Danger of War”, Derl. M. Brown, S. Lynn-Jones ve S. Miller, Debating the Democratic Peace, Cambridge, MIT Press, 1996, ss. 301-318; M. McFaul, “A Precarious Peace : Domestic Politics in the Making of Russian Foreign Policy”, International Security, Winter/Kış 1997-98, C. 22, no. 3, ss. 5-35. İşte Rusya, 1991 Aralık ayından itibaren birçok siyaset bilimci için belirsizliklerle dolu bir örnek olarak görülmekteydi; çoğu çalışmalarda sorulan soru hep aynıydı: Rusya nereye gidiyor? Z Brzezinski 1994 tarihli bir makalesinde şöyle yazmaktadır: “Rusya ya bir imparatorluk olabilir, ya da bir demokrasi; ama ikisini birden olması olanaksız.” - “İmparatorluğu zorlamacı araçlarla yeniden yaratmak ve sürdürmek Rusya’yı yalnızca bir diktatörlüğe değil, sefalete sürükler.” Z . Brzezinski, “The Premature Partnership”, Foreign Affairs, C. 73, no. 2, Bahar 1994, ss. 62-82. SSCB’nin dağılmasından sonra, Rusya dış politika alanında yeni bir kurumsal yapılanma arayışındaydı ve bu arayış özellikle dış politika söylemlerine yansıyordu, ancak devlet kadrolarına hakim olan geleneksel değerler etkinliklerini pek kolay yitireceklermiş gibi görünmüyorlardı. Dolayısıyla yeni dönem, eski siyasal kadrolar ile yeni oluşumlar arasındaki savaşıma da sahne olmaktaydı. Bu yeniden yapılanma sürecinde, Rus devletinin dış politika davranışları, iç politikadaki gelişmelerden de doğrudan etkilenmekteydi. T. F. Remington, “Democratization and the new political order in Russia”, Derl. K. Dawisha ve B. Parrott, Democratic Changes and Authoritarian Reactions in Russia, Ukraine, Belarus, and Moldova, Cambridge, Cambridge Univ. Press, 1997, ss. 69-129. Öte yandan, yeni siyasal oluşumlar, kendilerini demokrasinin temsilcileri olarak görerek, Rus dış politika söylemlerini etkileme çabasındaydılar. Avrasyacılık ile Atlantikçi bakış açısı arasındaki rekabet Bu söylemler için bkz. I. Prizel, National Identity and Foreign Policy, Cambridge, Cambridge University Press, 1998, ss. 239-299. farklı bakanlıklarda destek bulurken, Rus dış politikası için kısa ve orta vadede etkin olabilecek seçeneklerin belirginleşmesine de katkıda bulunuyordu; bu bağlamda eski SSCB alanı içersinde yer alan yeni bağımsız devletlerle olan ilişkiler, Moskova’daki karar alıcılar için, farklı bir duyarlılık alanı oluşturmaktaydı. Söylemler arasındaki rekabetin artması üzerine, Yeltsin ve dışişleri bakanı Kozirev, 1993 yılından itibaren muhaliflerin görüşlerini de benimsemek zorunda kaldılar ve Rusya’nın “dünya politikasında ve yakın coğrafyasında çıkarlarını gözetmek durumunda olan bir büyük güç” olduğunun altını çizerek Batı ve Doğu ile iyi geçinen bir dünya devleti statüsünü geliştirmek yolunu seçtiler. Ancak dış politika önceliklerini dünya konjonktüründe tanımlayan Rusya’nın ulusal çıkarları, aynı zamanda Komünizm sonrası geçişin yarattığı belirsizliklerle daha karmaşık bir görünüm almıştır. Rusya’nın dış politika söylemi hiç kuşkusuz jeopolitik etkenleri göz önünde bulundurmaktadır. Dünyanın en büyük yüzölçümüne sahip bir ülkenin bölgesel anlamda birçok kanada açılması ve dolayısıyla da komşularıyla farklı farklı ilişkiler içersine girmesi anlayışla karşılanmalıdır. SSCB’nin dağılması sonrasında, onun en başta gelen ardılı olarak, hem dünya çapında, hem de BDT alanında yeni bir davranış biçimleri oluşturması gerekmiştir. Rus dış politikasında “Yakın Çevre” olarak adlandırılan eski Sovyet cumhuriyetlerine yönelik öncelikler, aslında “egemen devlet olma süreci” ile “geleneksel bağımlılık sendromu” arasında gidip gelen açmazlarla doludur. Rusya’nın bu coğrafyada ortaya çıkmış yeni bağımsız devletlerle olan bağları çokboyutludur; hem toplumsal, hem ekonomik, hem de siyasal sorunları birlikteliğinde getirmektedir. Dolayısıyla Rusya’nın bu gerçeklikten birdenbire kopması çok kolay olmayacaktır. Birçok siyaset bilimcinin geleneksel empreyalizmin yeniden ortaua çıkması olarak niteledikleri yeni süreç, Rusya’nın yeni komşularına yönelik etkin ve zorlamacı davranışları çözümlemek çabasındadır. Birçoklarına göre, bu “yeni emperyalizm” biçimi, Batılı devletlerin dikkatini çeken bir olgu olmuştur, ancak Batı, bu bağlamda Rusya’yı engellemek yerine fazla tepki vermemeyi tercih etmiştir. 90’lı yılların ortalarına gelindiğinde, Rus iç politikasına egemen olmaya başlayan ve daha çok ekonomik gücü elinde tutan yeni aktörlerin (örneğin, Gazprom, petrol firmaları, maden ihraç eden şirketler ve bankerler), devletin dış politika çıktılarını doğrudan etkileyebilecek gruplar olarak etkin bir rol üstlendikleri görülmüştür. C. Danks, Russian Politics and Society, Harlow, Longman, 2001, ss. 3-26. Bu yeni aktörlerin çıkarları, Rusya’nın Batılı kurumlarla olan ilişkilerini ve BDT üyesi ülkelerle olan bağlarını yönlendirmeye bağlamıştır. M. McFaul, a.g.m. Rus dış politikasındaki seçeneklerin belirsizliği, hiç kuşkusuz Komünizm sonrası geçişin yarattığı derin yapısal sorunlarla da ilişkilidir. Rusya’nın demokratikleşmesi sorunsalı, söz konusu seçenekler arasında çatışmalar da yaratabilmektedir ve bu aşamada karar alıcıların ve devlet dışında etkin olan aktörlerin kendi bekalarını ön plana çıkartarak saldırgan ya da katı politikalara yöneldikleri birçok dış politika çözümlemecisi saptadığı bir gerçekliktir. Nitekim Çeçen savaşlarının gelişme koşullarını da bu bağlamda değerlendirmek gerekir. II - Doksanlı Yıllarda Türk-Rus İlİşkİlerİnİn Sİyasal Yönlerİ: Eskİ ve Yenİ Sorunlar Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Türkiye ve Rusya siyasal sorunlar ile güvenlik konularında iyi bir diyalog arayışına girişmişler, ekonomik ilişkilerin farklı açılardan geliştirilmesine özen göstermişlerdir. Ancak 1993 yılından itibaren Rus dış politikasında görülen söylem değişikliği ile birlikte ikili ilişkiler karmaşık bir görünüm almıştır. 1990 ve 1991 yıllarında, SSCB’nin dağılmasından hemen önce, Moskova ve Ankara, dostluk, iyi komşuluk ve işbirliği anlaşmaları imzalamışlardı. Öte yandan, Türk hükümeti Türki cumhuriyetlerini ilk tanıyacak kadar cesaretli adımlar atmıştı, ancak Türkiye ile Rusya Federasyonu arasındaki ilk resmi ilişkiler, 1992 yılı başındaki KEİB projesi çerçevesindeki görüşmeler bağlamında oluşmuştu. Rusya Federasyonu başkanı B. Yeltsin, İstanbul Zirvesi’ne katılmak üzere 1992 Haziran’ında Türkiye’ye gelmiş ve bu teşkilatın kuruluş deklarasyonuna imza atmıştı. 1992 yılı boyunca, her iki devlet aralarındaki ilişkilerin resmi düzeylerde gelişebilmesi için bir dizi anlaşma imzalamıştır. Nitekim iki devlet arasındaki ilişkilerin kurucu belgesi, 25 Mayıs 1992 tarihinde dönemin başbakanı Demirel’in Moskova ziyareti sırasında imzalanan ve 19 Temmuz 1994’te yürürlüğe giren Türkiye-Rusya arasındaki ilişkilerin esasları hakkında antlaşma olmuştur; söz konusu antlaşma, 1991 yılında Cumhurbaşkanı Özal’ın Moskova ziyareti sırasında Gorbaçov’la imzaladığı dostluk, iyi komşuluk ve işbirliği antlaşmasının bir devamıdır. B. Oran, a.g.y., ss. 546-547. 1993 yılı, iyimser ivmenin biraz yavaşladığı bir dönem noktası özelliğini taşımaktadır; bu tarihten sonra Rus iç politikasındaki değerlendirmelerde Türkiye’nin dış politika adımları nedeniyle “rakip ülke” olarak tanımlandığını, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’da kendi etki alanını yaratma çabası içersinde olduğu için eleştirildiği görülmektedir. Nitekim 1993 yılından itibaren “Yakın Çevre” söylemini Monroe doktrini benzeri bir içerikle besleyen Yeltsin-Çernomırdin yönetimi, yapısal ve siyasal nedenlerden ötürü BDT’ye dönüşü kaçınılmaz olarak değerlendirerek, eski Sovyet alanı ile diplomatik ve ekonomik bağlarını güçlendirmek isteyen dış ülkeler karşı mesafeli yaklaşmaktaydı. 1993-2000 yılları arasında, yeni ya da eski, birçok sorun, ikili ilişkiler bağlamında ortaya çıkmıştı. Bazılarının varoluş gerekçesi tarihsel nedenlere dayanmaktadır ve yenileri ise, konjonktürel açılar üzerindeki çıkar çatışmalarını yansıtmaktadır. Ancak 90’lı yılların en önemli özelliği, bütün siyasal sorunların bir biçimde ikili ilişkilerin ekonomik boyutunu etkilememesi olarak özetlenebilir. Ekonomik boyut, tamamen siyasal sorunlardan farklı ele alınmalıdır ve gelişim mantığı çok farklıdır. Bu bağlamda aktör tanımlamalarında farklılaşmalar söz konusudur; devlet içi ve dışı aktörler, ekonomik ilişkiler bağlamında önemli roller üstlenmişler ve hâlâ üstlenmektedirler. Çalışmamızın bu bölümünde ele alacağımız siyasal nitelikli sorunlar daha çok güvenlik kaygısına dayanmaktadırlar; AKKA gibi Türkiye’nin yakın çevresindeki güç dengelerinin yeni uluslararası düzenin istikrar öncelikli politikalarına göre şekillenmesinde önceliği olan bir konudan başlamak istiyoruz. Gerek jeostratejik anlamda, gerekse jeoekonomik değerlendirme perspektifinde Boğazlar konusu, Türk-Rus tarihinin değişmez temalarındandır. SSCB’nin dağılmasıyla birlikte BDT alanı üzerindeki etkisini yitirmek istemeyen Rus dış politikası ile kültürel bağları nedeniyle Kafkaslar ve Orta Asya’ya yönelik özel politikalar arayışındaki Türk bakış açısı arasında yeni siyasal sorunlar ortaya çıkmıştır ve bunları takiben gündeme gelen Çeçen ve Kürt sorunlarının karşılıklı olarak içişlerine yönelik eleştirilerde araç olarak kullanılması, ilişkilerde yeni bir sorunlu sayfanın açılmasına neden olmuştur. A - Güvenlik sorunları ve AKKA’ya tarafların bakışı Varşova Paktı’nın dağılması ve SSCB’nin dünya sahnesinden silinmesi, 90’ların başından itibaren Türk dış politikası üzerinde doğrudan etkilerini göstermişti. İki kutuplu sistemin getirdiği belirli bir istikrar ortamının ortadan kalkmasıyla birlikte, Türk karar alıcıları, devletin kendi önceliklerini ve tehdit kaynaklarını yeniden tanımlamak zorunluluğuyla karşı karşıya kaldılar. Bu bağlamda, Türkiye’nin yakın çevresindeki herbir bölgedeki çatışmacı unsurların, gerek etnik, gerek dinsel gerekçelerle yeniden canlanması söz konusuydu ve bu gelişmelerin Türkiye’nin iç politikasına yansıması kaçınılmazdı. Nitekim söz konusu bölgelerdeki güç mücadeleleri, Soğuk Savaş sonrası gerçekliğin en uç örnekleriyle gündeme gelmekteydi (Transdniester, Abhazya, Yukarı Karabağ sorunları, Yugoslavya’nın dağılması, Çeçen Savaşları, vs.). 1990 Kasım ayında Paris Şartı ile birlikte imzalanan ve 1992 yılında yürürlüğe giren Avrupa’da Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması, Avrupa’nın güney kanadında konuşlandırılmış silahların ve askerlerin sayısının belirli kotalara indirilmesini öngörmekteydi. AKKA’nın güney kanadı, şu ülkeleri kapsamaktadır : Yunanistan, Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Moldova, Ukrayna, Rusya Federasyonu’nun güney bölgeleri ve Kafkas ülkeleri. Ancak, bu antlaşma yürürlüğe girdiğinde, Varşova Paktı lağv edilmiş, SSCB henüz dağılmış ve bundan on beş yeni cumhuriyet ortaya çıkmıştı. Hiç kuşkusuz bu yeni gelişmeler, söz konusu antlaşmanın yürürlüğe konulma şartlarını etkilemekteydi. D.L. Clarke, “CFE and Russian Military”, RFE/RL Research Report, C. 2. no. 42, Ekim 1993. Kafkaslar’daki etnik çatışmaları ve İran etkenini bahane göstererek, Rusya, söz konusu bölgenin AKKA kapsamından çıkarılmasını talep etmişti; bu tekliflere en önemli tepki Türkiye’den gelmişti. Rusya, indirim kotalarını uygulamayacağını tek taraflı olarak Eylül 1993’te bir nota ile ilgili taraflara göndermiştir.Öte yandan, Moskova’nın Kafkas devletleriyle ikili düzeylerde askeri işbirliği ve üs bulundurma anlaşmaları imzaladığı bilinmektedir. Özellikle Ermenistan ve Gürcistan 1993-1994 yıllarından itibaren topraklarında Rus askerî üslerinin bulunmasını kabul etmişlerdir ve halen Ermenistan-Türkiye sınırı Rus askerleri tarafından korunmaktadır. G. Ayman and N. Ateşoğlu Güney, “Degisen Uluslararası Koşullarda Strateji, Türkiye ve Komşuları”, Derl. F. Sönmezoğlu, Türk Dış Politikasının Analizi, II. Baskı, İstanbul, Der Yay., 1998, ss. 441-446. Bu sorunun bir başka boyutu ise, Rusya’nın söz konusu bölgeye yönelik askeri politikalarıdır; Moskova yönetimi, Kuzey Kaflaslar’da AKKA limitlerini aşarak birçok sayıda silah yığmıştır; 1995 Haziran ayında özellikle I. Çeçen Savaşı’nı gerekçe olarak göstererek 58. Ordu’nun Kuzey Kafkaslara kaydırılması Türk hükümetinin tepkilerini çekmiştir. Mayıs 1997’de yürürlüğe giren “Kanat Anlaşması”, Rusya’ya Kuzey Kafkaslardaki silah ve araç tavanını yükseltme olanağını vermekteydi ve Moskova yönetimi, 1999 İstanbul Zirvesi’nde kabul edilen Uyarlama Anlaşması ile herbir AGİT üyesi ülkenin bireysel olarak ulusal tavan oluşturması kapsamında birçok avantaj elde etti. B. Oran (derl.), a.g.y., ss. 207-208. Türkiye’nin bu konudaki duyarlılığı, daha çok Transkafkasya’daki dengelerin bozulması ve burada bağımsızlıklarına yeni kavuşmuş ülkelerin egemenlik süreçlerinin etkilenmesi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Türkiye’nin bu coğrafyadaki Gürcistan ve Azerbaycan ile özel ilişkiler kurması, Rusya’yı rahatsız etmekteydi. Öte yandan, Kafkaslar’daki Ermeni faktörü, Türk dış politikasında birçok sorunu birlikteliğinde getirmekteydi; Yukarı Karabağ sorunu her ne kadar Azerbaycan-Ermenistan ilişkileri bağlamında değerlendirilmek istense de, bunun bölge istikrarının genelini ilgilendirdiğinden Türkiye tavrını Bakû yönetiminden yana koymaktadır. 1995 yılına kadar Ermenistan’a yönelik bütün ulaşım yollarını kapatarak ambargo uygulayan Ankara’nın, 1998 yılı sonunda L. Ter-Petrosyan’ın politik manevralarla devrilmesi ve R. Koçaryan’ın başkanlık koltuğuna seçilmesiyle başlayan, ulusçu söylemin ön plana çıktığı yeni sürece yönelik epey kaygıları bulunmaktadır. Nitekim doğrudan diplomatik ilişkiler olmadığından, Türkiye’nin Azerbaycan-Ermenistan gerginliği bağlamında doğrudan aracı rolü üstlenmesi olanaklı değildir. Ermeni sorununun bir başka boyutu ise, Birinci Dünya Savaşı sırasında sözde Ermeni soykırımının Batı devletlerinde yaşayan Ermeni diasporaları ve lobilerinin etkinlikleri sonucuyla bir siyasal hak arayışına dönüştürülmesiydi. Uzun vadede Batılı ülkelerin vatandaşları olmuş Ermeni diasporası üyelerinin oluşturdukları lobilerin, sözde soykırımın meşruiyetini ilgili ülkelerin meclislerine kabul ettirme kampanyaları sonucunda Türk hükümetinden geçmişe yönelik tazminat talebinde bulunma girişimleri vardır. Ermeni diasporasının hem Türkiye’ye, hem de Azerbaycan’a yönelik tazminat taleplerine ilişkin ayrıntıları Amerikan Godimas Enstitüsü’nün çıkardığı The Armenian Forum dergisindeki makalelerde bulmak olasıdır. Öte yandan, Ankara hükümeti, 1997 yılında Güney Kıbrıs Rum kesiminin Moskova’dan S-300 füzelerin alma kararına sert tepki göstermişti; nitekim bu tepkinin asıl hedefi Rusya değil, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) idi. Bu füze ihalesine Rusya açısından bakarsak, Rus savunma sanayiinin ekonomik kriz ortamında yeniden yapılanma sorunları geçirdiğini, dolayısıyla yeni proje siparişlerine çok önem atfettiğini vurgulamak gerekiyor. Nitekim Türk hükümeti, söz konusu füzelerin Boğazlar geçişini önlemek amacıyla her türlü önlemi alacağını duyurarak, aslında her iki cepheye (Rusya ve GKRY) belirli mesajlar vermek çabasındaydı. Aynı zamanda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin söz konusu rekabet sürecinde her an Türkiye’ye katılması olasılığının olduğunun duyurulması, bir yerde Güney Kıbrıs yönetimi için bir caydırıcılık unsuru olmuştur. 1998 yılı sonunda, Kıbrıs Rum kesimi yönetimi füzelerin adaya konuşlandırılması kararını geri çekmiştir. Bu bağlamda altı çizilmesi gereken bir başka noktada silahlanma bağlamında görülen Rusya-Yunanistan yakınlaşmasıdır. Yunanistan’ın 2001-2002 döneminde Rus silah sanayiine sipariş veren en önemli ülkelerden birisi olduğu dikkatleri çekmektedir. Yunanistan, Çin ve Hinditan’dan sonra Rusya’nın em önemli üçüncü silah ihraç ettiği ülke konumundadır. Radikal gazetesi Dış Haberler Servisi. B - Türk Boğazları ve Hazar Petrolü’nün Batı’ya Taşınması Sorunu Türk Boğazları konusu, Çarlık rejiminden beri Rus dış politikasını yönlendiren ana başlıkların başında gelir. Avrupa ile Asya arasında sıkışmış, Batı Avrupa ile olan ilişkilerinde coğrafi engelleri aşmayı arzulayan ve her çağda bir dünya devleti olma arayışındaki Rusya’nın uluslararası taşıma yollarıyla bağlantılarını geliştirmek açısından tarih içersinde Türk Boğazlarına olan ilgisi zamanla kemikleşen bir sorunsala dönüşmüştür. Günümüzde, Rusya Federastonu deniz yoluyla yaptığı dış ticaretin % 65îni Türk Boğazları kanalıyla gerçekleştirmektedir. Bu rakam hiç kuşkusuz Boğazlar’ın Rusya için jeostratejik ve jeo-ekonomik önemini anlatmak için çok yeterli bir neden. 1990’lı yıllarda Boğazlar konusunda Rusya’nın Türkiye’ye yönelik geliştirdiği tepkici politikaların ana gerekçeleri iki ana sorunda bulunmaktaydı: Boğazlar’dan gemi geçişlerini düzenleyen yeni tüzüklerin kabulü ve Hazar petrollerinin tankerler yoluyla dünya pazarlarına taşınması. 1993 Ağustos ayında, Türk hükümeti, hem İstanbul kentinin güvenliğini sağlamak üzere, hem de İstanbul ve Çanakkale boğazlarından gemi geçişlerinin düzenlemesi amacıyla serbest geçiş hakkının yeniden tanımlanmasına yönelik bir tüzük tasarısını benimsemişti; söz konusu Boğazlar ve Marmara Denizi Tüzüğü 1994 Temmuz ayında yürürlüğe girdi. Bakanlar Kurulu’nun 23 Kasım 1993 tarihli kararıyla kabul edilen ve 11 Ocak 1994 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanmış tüzüğün, 1 Temmuz 1994’te yürürlüğe girmesi ön görülmüştü. İstanbul Boğazı’ndaki tanker ve şileplerin çarpışması, Boğazlardan geçen gemi trafiğinin günden güne artış göstermesi, su yolları üzerindeki kentlerin (özellikle de İstanbul’un) güvenliği ve ekolojik kaygılar, resmi düzeyde yeni düzenlemelerin gerçekleştirilmesini zorunlu kılmıştı. 1994 Tüzüğü’ne göre, tehlikeli mal ya da nükleer madde taşıyan gemilerin ilgili bakanlıklardan önceden izin almaları gerekirken, büyük gemilerin taşıdıkları malların bildirimini yapmaları zorunlu kılınmaktadır. M. Akgün, “Türk Dış Politikasında Jeopolitik Etken Olarak Boğazlar”, in F. Sönmezoğlu (derl.), Türk Dış Politikasinin Analizi, II. Baskı, lstanbul, Der Yay., 1994, ss. 389-402. Moskova’nın tepkileri aslında Nisan 1994’ten itibaren resmi kanallarla Ankara’ya iletilmişti. Rus hükümeti, Montreux Sözleşmesi’nde düzenlenmiş serbest geçiş hakkına ilişkin ihlaller olduğu gerekçesiyle söz konusu yeni tüzüğün geri çekilmesini talep etmekteydi. Buna karşın, Türk hükümeti söz konusu Boğazların kendi ulusal egemenlik alanı sınırları içersinde bulunduğundan bu istemleri geri çevirme hakkını kullanıyordu. Moskova’nın itirazlarına rağmen, Ukrayna Başbakan yardımcısı, Boğazlar Tüzüğü’ne ilişkin olarak hükümetinin Türkiye’yi desteklediğini ifade etmiştir. Her ne kadar Rusya bu yeni tüzükten doğan zararlarının olduğunu ileri sürse de, ilgili metin 1998 yılına kadar geçerliliğini korudu. 1994 Tüzüğü’nün düzenlenmesindeki ana amaç, Boğazlar’dan geçecek olan gemi (ya da daha doğru bir deyişle tanker) trafiğini azaltmaktı. Ancak bu bağlamda, Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin yeniden gözden geçirilmesi düşüncesi Türk politikacıların seçenekleri arasında yer almaktaydı, ama Soğuk Savaş sonrası yeni konjonktürde böyle bir revizyon çalışması pek de kolay görülmemekteydi. M. Akgün, “Türk Dış Politikasında …”, a.g.m.. Rusya Başbakanı V. Çernomırdin 1997 yılındaki resmi ziyaretinden sonra gündeme gelen ve Rusya’nın eleştirilerine maruz kalan 1994 Tüzüğü’nün yumuşatılması ve gözden geçirilmesi konusu, 6 Kasım 1998 tarihinden itibaren yürürlüğe giren Türk Boğazları Deniz Trafiği Düzeni Tüzüğü’nün T.C. Resmi Gazete – 6 Kasım 1998. Mükerrer sayı: 23515. kabulüyle sonuçlanmıştır. Birçok siyaset bilimcinin ve gazetecilerin eleştirisine uğrayan bu ikinci tüzüğün hazırlanmasında Mavi Akım projesi pazarlıklarının etkili olduğunun altı çizilmektedir. Söz konusu tüzüğün, ilkine göre geçiş haklarının belirlenmesinde daha esnek ve daha pratik bir yapıda olduğu saptanmaktadır; nitekim Rusya’nın tepkileri bu yeni tüzükten sonra ortadan kalkacaktır. İki tüzüğün karşılaştırılması için bkz. M. Akgün ve T. Aydın, Türkiye-Rusya İlişkilerindeki Yapısal Sorunlar ve Çözüm Önerileri, TÜSİAD Yay., Haziran 1999, ss. 54-55. Hazar petrollerini dünya pazarlarına taşınmasını sağlayacak boru hatlarının güzergâhı konusunda, Moskova birçok açılardan Türkiye’den daha avantajlı bir konumda görünmektedir. Gerek Sovyet döneminde inşa edilmiş halihazırdaki boru hatlarıyla, gerek rafinelerin büyük bölümünün kendi topraklarında bulunması nedeniyle, gerekse petrol üretiminin gerçekleştiği havzalara yakınlık anlamında, Rusya’nın lojistik ve coğrafi üstünlükleri bulunmaktadır. Karadeniz kıyısındaki Novorossiisk limanını Hazar petrollerinin dünya piyasalarına dağıtıldığı merkez yapma arayışları, 90’lı yıllarda ön plana çıkan bir politikaydı. Petrolün dünya piyasalarına dağılması tekelini elinde tutmak istemesindeki ana nedenlerin başında, söz konusu enerji ürünlerinin fiyatlarını belirleyebilmek istemesi, Rus petrollerinin ihracı konusundaki olumsuz etkilerin asgari düzeye indirilmesi ve bu bağlamda kazançların azami düzeyde tutulması çabası bulunmaktaydı. Bu süreç, tabii ki petrol üreticisi Orta Asya ve Kafkas ülkelerinin lojistik anlamda orta ve uzun vadede Rusya’ya bağımlılığını güçlendirecekti. Rusya’nın tekelci eğilimleri, 90’lı yılların başlarında, Hazar petrollerini dünya pazarlarına taşıyacak boru hatlarının güzergâhına ilişkin görüşmeler sırasında apaçık ortaya çıkmıştı. Halen de etkin bir rol üstlenme çabası sürmektedir. Azerbaycan ve Orta Asyalı liderleri, bu bağlamda Rusya’nın istemlerini sınırlandırabilmek amacıyla belirli tavizkar politikaların izlenmesi anlayışında mutabık kalmışlar ve bu petrollarin işletilmesinden sorunlu konsorsiyumlarda Rusya lehine payları imtiyaz hakkı olarak vermeyi kabul etmişlerdir. Öte yandan, Rus faktörünü dengeleyebilmek için Batılı petrol şirketleriyle girişilen sıkı ilişkilerle de kendi egemenlik alanlarının tanınması savaşımını sürdürmektedirler. 1994 Baharında, Rus hükümeti, Hazar Denizi’nin hukuki statüsü üzerindeki çekinceleri ile ekolojik kaygılarını gerekçe göstererek, Azerbaycan petrolüne ilişkin uluslararası konsorsiyuma bir ultimatom göndermiştir. Moskova’nın bu davranışındaki ana amacı, Batılı şirketlerin bu bölgedee müdahil olmalarını önlemekti. 1994 yılında, Moskova yönetimi, Kazakistan petrollerinin dış dünyaya ihraç edilmesi girişimlerine de engel olmaya çalışmış, bu politikalarıyla Kazakistan’da devalüasyon krizine neden olmuştur. Bu bağlamda çok tartışmalı olan Hazar Denizi’nin hukuki statüsü konusu, aslında Boğazlar konusu ile içiçe geçmiş bir olgudur. Öte yandan Türkiye’ye baktığımızda, Boğazlar konusu, Batılı yatırımcıları ülkeye çekmek için bir araç konumundadır. Ülkenin jeostratejik önemini geliştirmek arzusundaki Türk hükümeti, hem boru hattının geçmesi planlanan güzergâh üzerindeki bölgelerdeki iç istikrarın sağlanabilmesi, hem söz konusu bölgelerin ekonomik kalkınmalarının desteklenmesi, hem de Kafkas ülkeleri arasındaki çatışma sürecinde Ermeni faktörünün dışlanması amacıyla, Bakû-Ceyhan projesinin rantabilitesini pazarlamaya çalışmaktadır. Bu bağlamda baktığımızda, çok değişkenli bir denklem kendisini göstermektedir; Bakû-Ceyhan projesi, özellikle Gürcistan’daki iç politik istikrarın varlığına da bağlıdır. Öte yandan, söz konusu projenin gerçekleşmesi sadece devletlerarası bir karara bağlı değildir; bu bağlamda konsorsiyumda yer alan çokuluslu petrol şirketlerinin de ikna edilmeleri gerekmektedir. İnşaat projesinin maliyeti arttıkça ve güzergâh üzerindeki bölgelerin istikrarsızlık riski sürdükçe, petrol işletmecisi firmaların çekinceler ileri sürmeleri çok büyük olasılıktır. Bu açıdan yaklaşıldığında, Bakû-Ceyhan boru hattı projesi, Azerbaycan ve Kazak (Tengiz) petrollerini işletecek komisyonlar açısından birçok avantaj olduğu kadar, birçok kaygı noktasını da birlikteliğinde getirmektedir. M. Gökirmak, “Türkiye-Rusya İlişkileri ve Petrol Taşımacılığı Sorunu: Jeopolitik bir değerlendirme”, Derl. F. Sönmezoğlu, Değişen Dünya ve Türkiye, İstanbul, Bağlam Yay, 1996, ss. 153-185. Öte yandan, yabancı firmalar, Rus faktörünün önemini hem ekonomik, hem lojistik, hem de siyasal anlamlarda değerlendirmeyi tercih etmektedirler; dolayısıyla duruma egemen bir Rusya’nın varlığı, belirsizliklerle dolu birçok devletin varlığına tercih edilebilir duruma gelmektedir. C - Nüfuz alanları tartışması Soğuk Savaş’ın bitişi ve SSCB’nin dağılmasıyla birlikte Türkiye’nin kendi jeopolitik önceliklerini tanımlaması gereği bütün görev başındaki hükümetleri meşgul etmiştir. Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar-Orta Asya ile çevrili bir ortamda Türkiye’nin farklı bir söylem içerisine girmesi gerekliydi. Ancak 1993 yılının ikinci yarısından itibaren Rus iç politikasına hakim olmaya başlayan muhafazakar söylemler, Türk karar alıcıları üzerinde olumsuz etkilerde bulunmaktaydı; öte yandan, Türkiye’nin hem diplomatik, hem ekonomik düzlemlerde Türki cumhuriyetlerle kurduğu sıkı ilişkiler Moskova’nın dikkatlerini ve tepkilerini çekmekteydi. Pantürkist söylemlerin Türk iç politikasındaki etkilerinin günden güne artmasıyla karşın Türk hükümetleri daha ılımlı ve sağduyulu bir politika izleme yolunu seçmişlerdi; 1993-1997 arasında aşırı ulusçu ve tarikatçı etkenler, gerek hükümet içi, gerekse bürokratik düzeylerde ağırlıklarını göstererek Türki cumhuriyetlere yönelik kültür diploması içerikli politikalara yönelmiş olsalar da, birçok Türki liderden tepkiler almakta gecikmemişlerdir. 1993-1995 TIKA’nın da karıştığı Azerbaycan’daki darbe olayları, Kerimov ve Türkmenbaşı’nın Türk hükümetlerine karşı geliştirdikleri mesafeli politikalar, Fettullah Gülen okulları konusu, vs., bunlara örnek olarak gösterilebilir. Kendi açılarından, Türki liderleri Rusya’nın tepkilerini önemse-mekteydiler. Türkiye’yı yeni bir “Büyük Ağabey” konumunda görmek istemediklerini açık açık dile getirmekteydiler ve bu bağlamda belirli çekincelerinin olduğunu da vurgulamaktan çekinmiyorlardı. Nitekim 1994 yılında, Bakû’da toplanması gereken II. Türk Zirvesi toplantısı, Rusya’nın tepkileri karşısında gerçekleştirilemedi. Türkiye’nin, Türki devletlerle olan ikili ilişkileri 1993’ten sonra belirli açılardan daha rasyonel bir plana otururken, Rusya’nın tepkileri de kademeli olarak yumuşamıştır. Rusya ile Türkiye arasında görüş ayrılığı yaratan başka bir konusu ise, Yukarı Karabağ’daki Ermenistan-Azerbaycan çatışmalarıdır. Türkiye ve Rusya, 1992 yılından itibaren AGİK bağlamında oluşturulan Minsk Grubu’nun çalışmaları içersinde yer almaktadır; ancak Türkiye başından itibaren Azerbaycan hükümetini desteklediğini açık bir dille ilan etmişti ve bu ülkenin toprak bütünlüğünü savunmuştur. 1993-1995 arasında Türkiye, Ermenistan’a yönelik uçuş koridorlarını kapatarak bir çeşit ambargo uygulanak yoluna gitmiş, bunun da resmi gerekçesi olarak, Yukarı Karabağ’da çatışan Ermeni ayrılıkçıların Yerevan hükümetinden aldıkları lojistik ve mühimmat yardımı olarak açıklamıştır. Öte yandan, Ermenistan topraklarındaki Rus askeri varlığı ile üsleri de, Ankara’yı düşündürten etkenlerin başında gelmektedir; Ermenistan-Türkiye sınırı, Ruslar tarafından korunulmaktadır. Yerevan hükümetinin ülke topraklarına S-300 füzeleri yerleştirilmesine yönelik kararı, hem Rusya ile askeri bağların güçlendirilmesi, hem de kendi savunma mekanizmalarını oluşturmak amacına dayanmaktaydı. D - Çeçen Savaşları ve Kürt sorununun ikili ilişkiler üzerindeki etkileri 1994 Aralık ayında Rusya’nın Çeçenistan’da başlattığı askeri müdahale, Türk-Rus ilişkilerinde gerginliği tırmandıran yeni sorunlardan biri olarak ortaya çıkmıştı. Her ne kadar Moskova yönetimi Çeçenistan’daki ayrılıkçı girişimleri bastırabilmek amacıyla askeri gücün kullanılmasını içişleri kapsamında değerlendirse de, Türkiye ve dünya kamuoyu belirli tepkiler vermekte gecikmediler. Türkiye’de etkin olan Çeçen diasporası ile aşırı ulusçu ve İslami söylemleri benimsemiş politikacılar ile basın, Ankara’nın bu süreçte daha etkili olması gerektiğini savunuyorlardı. Hatta bazı odakların devletin kontrolü dışında Çeçen savaşında müdahil oldukları bilinmekte, ancak Rusya’yı kışkırtmamak için ifşa edilmemeleri söz konusudur. İç politikadaki baskıların tersine, Türk hükümeti Çeçen sorununu daima Rusya’nın içişleri kapsamında bir konu olarak değerlendirmiş ve Batılı ülkelerle ortak bir söylem benimseme yoluna gitmiştir. Batı Avrupalı ülkeler, Çeçen savaşının bir insan hakları ihlalleri sorunu olduğunu vurgularken, ABD’nin bu konu karşısında daha çok suskun kaldığını gözlemlemek olası. Ancak II. Çeçen Savaşı’nın ardından toplanmış AGİT İstanbul Zirvesi’nde Yeltsin-Clinton arasında geçen söz düellosu, artık günümüzde insan hakları konusunun içişleri bağlamında değerlendirilemeyeceğini vurgulamaktadır. 1991’den itibaren Türk dış politikasının ilgi alanına giren Çeçenistan konusu, Dudayev’in Türkiye ziyaretleri ve başbakanlık düzeyinde kabul edilmesi ve savaşlar sırasında Türkiye ve öteki Müslüman ülkelerden destek istemesiyle daha siyasal bir içerik kazanmıştır. T. Yıldırım, “Çeçenistan Sorunu ve Türkiye”, Derl. F. Sönmezoğlu, Değişen Dünya ve Türkiye, İstanbul, Bağlam Yay., 1996, ss. 187-220. Ocak 1996’daki siyasal bir skandala dönüşen Avrasya feribotunun kaçırılması ile birlikte Türk iç politikasındaki söylemler karmaşası, yerini daha rasyonel bir aşamaya bırakacaktır. Söz konusu skandal, aynı zamanda bir hukuki açmazı da birlikteliğinde getiriyordu; hüküm giyen korsanların cezaevinden kaçmaları, daha sonra 2000 yılındaki Swissôtel baskınına karışmaları, söz konusu olayların hem iç politika uzantılarını, hem de emniyetteki karmaşıklığı göstermeleri açısından dikkat çekicidir. B. Oran (derl.), a.g.y., s. 545. Hatta II. Çeçen Savaşı ile birlikte Putin’in iktidara gelmesi sonrasında Ankara’nın tepkisizliğe yönelmesi bir politik tercih olarak yorumlanabilir. Bu tepkisizliğin ardında, Çeçenistan’daki tarikat ve aşiret mücadeleleri ile köktendinci akımların ön plana çıkması ve Moskova’nın her an Kürt sorununu bir koz olarak kullanma riski yatmaktaydı. Türkiye’deki İslamcı, ülkücü ve ılımlı sağ partilerdeki Rus “yeni emperyalizm”ine karşı tepkiler ve gösteriler yaygınlaşırken, Rus basını ve önde gelen politikacıları Türkiye’yi hem asker ve mühimmat göndermekle suçlamaktadırlar, hem de bölgeyi istikrarlaştırmak nedeniyle eleştirmektedirler. Nitekim 1994-1996 yılları arasında Rusya-Azerbaycan sınırı, kaçak silah transferi iddialaryla kapatılmıştı. Rusya Federasyonu’nun çeşitli bölgelerinde yaşayan Kürtlerin sayısı, 1989 Sovyet nüfus sayımına göre her ne kadar 500.000 civarında olsa da Ibid., s. 546. , Sovyetler zamanında etkin bir örgütlenme içersinde olmamışlardır. Ancak birçok siyasal bilim yazarına göre Rus Devlet Duması’nın Çeçenistan sorununa yönelik politikalarından ötürü Türkiye’ye karşı bir tavır olarak Şubat 1994’te Moskova’da Kürdistan tarihi konulu bir konferansın gerçekleşmesine öncülük etmesi söz konusuydu. Söz konusu konferansta, Türkiye, Güneydoğu Anadolu bölgesinde devlet terörü politikaları izlemekle eleştiriliyor ve bu bölgeden geri çekilmesi isteniyordu. Ardından, Ocak 1995’te Yaroslav kentinde Kürt Evi’nin açılması, Ankara’nın tepkilerini çekmişti. A. de Tinguy, “La Russie et la Turquie sont-elles condamnées a la rivalité ?”‚ in D. Billion (derl.), Le Rôle Stratégique de la Turquie, Paris, 1995, ss. 51-64; E. Fuller, “Turkish-Russian Relations, 1992-1994”, RFE/RL Research Report, 6 Mayıs 1994, ss. 7-11. 1995 Şubat’ında Ankara gelen Rus dışişleri yetkilileri, Türkiye’nin Çeçenistan’a yönelik “yardımlar”ını geri çekmesini ve Kafkas-Çeçen dayanışma derneklerinin kapatılmasını talep etmişlerdi. Türkiye’nin bu isteklere yönelik aktif bir politikası ortaya çıkmayınca, Kasım 1995’te yine Rus Devlet Duma’sının öncülüğünde Sürgündeki Kürt Parlamentosu üçüncü toplantısını Moskova’da gerçekleştirdi ve bu toplantıyı 1997 yılındaki iki konferans izledi. Türkiye’nin sert tepkisini çeken bu gelişmelerde Avrasyacı ve muhafazakâr söylemlerin devlet üzerinde etkileri olduğunu belirtmeliyiz. Kürt sorununa ilişkin ikili ilişkilerdeki gerginlikler zincirinin son halkasını, A.Öcalan’ın Suriye’den ayrılmak zorunda kalmasıyla Rusya’ya gelmesi oluşturmuştur. 1998 Ekim ayı sonlarında Öcalan’ın Rusya’dan sığınma isteminde bulunması ve Duma’nın 4 Kasım 1998 tarihinde bunu olumlu karşılayan bir kararla desteklemesi, Ankara’nın sert tepkilerine yol açmış ve Yeltsin’e yönelik sağduyuya davet çağrılarıyla bu kararın yaşama geçirilmesi önlenmişti. Nitekim 12 Kasım’da Rusya’dan ayrılıp İtalya’ya gidecek, oradan sonra Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye getirilecek Öcalan konusunun bu bağlamda kapanmış olması, Türk-Rus ilişkilerindeki büyümesi olası gerginliklerin de önüne geçmiş oldu. B. Oran, a.g.y., s. 546. III - İkİlİ İlİşkİlerİn İktİsadİ ve Tİcarİ Boyutu Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkiler tarihine bakıldığında, ekonomik boyutun öneminin Soğuk Savaş döneminin sonuna kadar çok uzun bir dönem ihmal edildiği görülmektedir. Bu sonucun ana nedenlerini, siyasal nitelikteki sorunlar ile her iki tarafın da kendi içinde biçimlendirdikleri güvenlik kaygılarında bulmak olasıdır; siyasal sorunlardan dolayı oluşan gergin ilişkiler, genellikle iktisadi işbirliği olanaklarını kısıtlamaktadır. İşlevselci okulun ikili ilişkiler bağlamında ekonomik işbirliği olanaklarının geliştirilmesinin, dış politikadaki siyasal sorunların çözümünü kolaylaştırdığı hipotezi açısından bakarsak, Soğuk Savaş’ın son döneminden itibaren Türk-Rus/Sovyet ilişkilerinde olumlu gelişmelerin ortaya çıktığını söylememiz gerekiyor. Her ne kadar kuramsal açıdan, ekonomik araçların ön plana çıkarılması, siyasal sorunların önemini ve etkisini doğrudan azaltmasa da, taraflara kısa ve orta vadede işbirliği alanlarının neler olduğunu göstererek siyasal sorunların kronikleşme derecesini azaltmak ya da uzlaşı noktalarının daha çok diplomatik araçlarla araştırılmasını sağlamak gibi barışçıl olanakların tanımlanmasına yardımcı olacaktır. 12 Eylül askerî yönetimi ile başlayan ve uluslararası planda ekonomik işbirliğine ağırlık veren yeni bakış açısı, Türk dış politikasındaki bağlaşıklık seçeneklerini arttırmaya yönelikti. Bu dönemde başlayan ortak işbirliği olanaklarının araştırılması ve özellikle müteahhitlik ve enerji ürünlerine yönelik alanlarda projelerin değerlendirilmesiyle, Türk-Sovyet ilişkilerinde yeni bir sayfanın açıldığını vurgulamalıyız. Bunun ilk kilometre taşı, 1984 yılında imzalanan Doğal Gaz Anlaşması’ydı. Anlaşmayla Türkiye’nin SSCB’den 1987 yılından itibaren doğal gaz alımına ilişkin hususları düzenlemesinin yanı sıra, bunun gerçekleşme şartlarında Türk müteahhitlerinin ve ihracatçılarının Sovyet pazarına girmelerinin kolaylaştırılması gibi maddeler eklenmişti. 17 Eylül 1984 tarihinde Türk ve Sovyet devlet kuruluşları BOTAŞ ve VVO Soyuzgazeksport arasında imzalanan Doğal Gaz Anlaşması, ilk vadede 25 yıllık bir dönemi kapsamaktaydı. SSCB’nin ekonomik sıkıntılar içersinde olduğu bir dönemde doğal gaz karşılığında Türk ithal malları ve hizmetleri ile takas edilmesi konusunda Moskova ve Ankara karşılıklı olarak uzlaşmaya varmışlardı. Söz konusu anlaşma, Türkiye’den Sovyetler Birliği’ne ilk kez müteahhitlik hizmetlerinin verilmesine olanak tanırken, yarattığı döviz teşvikiyle Sovyet pazarlarının Türk mallarına yönelmesini ve Sovyet-Türk ortak yatırım alanlarının ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Söz konusu anlaşma, Türkiye’nin doğal gaz bedelinin % 30’unu Sovyetler’deki Türk müteahhitlerce taahhüt edilen inşaat projeleri, % 70’ini ise Sovyetler’e sattığı ürünlerle ödemesine olanak tanıyordu. T.Aydın ve O. Bekar, a.g.y., ss. 64-66. Doğal Gaz Anlaşması Doğal Gaz Anlaşması’nda SSCB’nin Türkiye’den satın alacağı malların listesi de belirlenmişti; bu bağlamda, gıda ve temizlik-ecza ürünleri, giyim eşyaları ile demir-çelik ve alüminyum ürünleri söz konusuydu. Anlaşmanın tam metni için bkz. T.C. Resmi Gazete – 07.12.1984. ile başlayan ekonomik işbirliği süreci, Türk müteahhitlerin Doğu Almanya’dan ülkelerine geri dönen Sovyet askerlerine verilmek üzere projelendirilen ve Alman hükümeti tarafından finanse edilen konutların inşaat ihalelerini kazanmalarıyla ivme kazanmıştır. 1986 yılındaki Özal’in Moskova gezisi sırasında imzalanan anlaşmalarda taahhüt hizmetlerinin genelleştirilmesi ve Doğal Gaz Anlaşması kapsamına dahil edilmesi hususları ele alınmıştır. Döviz sıkıntısı içersindeki SSCB’nin taahhüt işlerinde barter yöntemini benimsemesi, zaten dünya piyasasında yer edinme arayışındaki Türk inşaat sektörü için büyük bir avantaj oluşturmuştur. Nitekim Türk müteahhitlerin Sovyet piyasalarına girişleri 1987 sonrasında hızlanmıştır. 1986-1995 yılları arasında, önde gelen otuz Türk inşaat firması 215 inşaat projesini üstlenmiş ve 5.7 milyar dolarlık bir kazanç elde etmişlerdir. 1995 yılı verilerine göre, bu tutarın 3 milyar dolarlık bölümü, Doğu Almanya’dan dönen Sovyet askerleri için konut inşaatına aittir. Rusya Federasyonu’ndaki Türk inşaat firmalarının yatırımları, tüm BDT alanı içersindeki yatırımlarının % 74’lük bölümünü oluşturmaktadır; bu pay aynı zamanda Türk inşaatçilerinin tüm dünyadaki yatırımlarının sadece % 25’lik bir bölümüne denk düşmekteydi. UMB, Uluslararası Müteahhitler Birliği Raporu, Ankara, 1995. Türk şirketlerinin yarattıkları işgücü olanakları hem Rus hükümeti tarafından desteklenmiştir, hem de Türk işçilerine yönelik istihdam fırsatlarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Orta vadede bu şirketlerin bir bölümü de Rusya’daki siyasal ve yerel liderler düzeyinde lobicilik etkinliklerine de girişebilmeyi başarmışlardır. Türk Müteahhitler Birliği’nin verilerine göre, inşaat projeleri, 90’lı yılların sonlarına doğru Rusya’daki fon kısıtlamaları nedeniyle ödeme hacmi azaldığından düşüşe geçmiştir; birlik üyelerinin 2000 yılı Temmuz ayı itibariyle Rusya’da aldıkları inşaat projelerinin tutarı 9.830 milyar doları bulmaktadır. DEIK/ Türk-Rus İşKonseyi, 2001 Yılında Türkiye-Rusya İlişkileri, Istanbul, Mayıs 2001. Söz konusu doğal gaz ve taahhüt işlerindeki ilerlemeler yanı sıra, gerek sınır ve ticareti alanlarında geliştirilen işbirliği olanakları 1989 yılında imzalanan Sınır ve Kıyı Ticareti Anlaşması, o dönemin başlıca sınır kapısı Sarp’tan yapılan sınır ticareti koşullarını kolaylaştırırken, buradan gelecek Sovyet turistlere yönelik düzenlemeleri de içermekteydi. SSCB’nin dağılmasından sonra Türkiye’nin tek taraflı girişimleriyle Sinop, Giresun, Trabzon, Rize limanlarına sınır ve kıyı ticareti izinleri verilmiş ve komşu ülkelerden gelebilecek ticaret hareketlerine yönelik yatırımlar gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. T.Aydın ve O. Bekar, a.g.y., ss. 69-70. , gerekse SSCB/Rusya’da kurulan ortak işletmeler (ve bankalar) ve girişilen yatırımlar T.C. Moskova Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği’nin verilerine göre 1999 yılı sonu itibariyle Türk firmalarının Rusya’daki yatırımları 500 milyon doları aşmış durumdadır. En önemlileri arasında, Koç ve Enka gruplarının ortak yatırımı olan Ramstore alışveriş merkezleri, Anadolu Grubu’nun meşrubat ve bira üretimine yönelik yatırımları, telekomünikasyon ve otelcilik alanlarında yoğunlaşmış Türk firmalarını saymalıyız. , ekonomik ilişkilerin çeşitlenmesine olanak tanımıştır. Öte yandan, 1987 yılında kurulmuş olan Türk Eximbank’ın 1989’dan itibaren SSCB’ye ihracat, yurtdışı müteahhitlik hizmetleri ve yatırımlarını desteklemek amacıyla açtığı alıcı kredilerden dağılma sürecine kadar 555 milyon dolarlık bir bölüm Moskova tarafından kullanılmıştır. İ. Uludağ, Sovyetler Birliği sonrasında Bağımsız Türk Cumhuriyetleri ve Türk Gruplarının Sosyoekonomik Analizi ve Türkiye ile İlişkileri, İstanbul, TOBB Yayınları, 1992, s. 440. Rusya Federasyonu’na 2000 yılına kadar açılmış olan Türk Eximbank kredileri 1.1 milyar dolar tutarındadır ve Rusya’daki turizm, eğitim, sağlık ve imalat sektörlerine yönelik projelere tahsis edilmiştir. Sovyetler Birliği döneminde temelleri atılmış olan ekonomik ve ticari işbirliğinin bağımsız Rusya ile Türkiye arasında süregeldiğini, ancak her iki ülkenin kendi iç yapılarında geçirdikleri krizlerden ötürü farklı yoğunlaşmalar içersine girdiklerini gözlemliyoruz. 1993-1997 arasında düzenli artış gösteren Türk-Rus dış ticaret ilişkilerinin, Rusya’daki 1998 kriziyle birlikte keskin bir düşüşe geçtiği görülmektedir. Aslında bu düşüşten etkilenen tarafın Rusya değil, Türkiye olduğu dikkat çekici bir saptamadır, çünkü alım ve ödeme gücü kısıtlanan Rus piyasaların dış ticarete yönelik girişimlerini kısmaları nedeniyle, Türkiye’den yaptıkları dışalımlar da doğrudan düşme eğilimine girmiştir. M. Beat, “Türk Rus İlişkileri – 1991-2001”, Stratejik Analiz, Sayı 19, Kasım 2001, ss. 123-124. Günümüze geldiğimizde, 2000-2001 rakamlarına göre, Rusya Federasyonu, Türkiye’nin dışalımları içersinde en önemli üçüncü ülke, dışsatımlarında ise sekizinci ülke konumundadır. DEIK/ Türk-Rus İşKonseyi, a.g.y.. Ocak 1996’tan itibaren Türkiye-AB arasında işlemeye başlayan gümrük birliği süreci, Türk-Rus ilişkilerinde belirli olumsuz etkilerde bulunmuştur; bu bağlamda Rusya’nın belirli gümrük ayrıcalıklarından faydalanamaması söz konus olmuştur. 2000 yılında iki ülke arasındaki dış ticaret hacmi zirve noktası olan 4.5 milyar dolara ulaşırken, bavul ticaretine ilişkin en yüksek verilerin 1996 yılında beş milyar dolara ulaştığı varsayımlarında bulunuluyor. Öte yandan Türk müteahhitlik firmaların Rusya’da üstlendikleri iş hacmi, bu piyasaya girdiklerinden itibaren toplam altı milyar dolarlık bir miktarı aşmış durumdadır. Dolayısıyla 90’lı yıllarda karşılıklı olarak sergilenen en iyi performanslarla birlikte on beş milyar dolarlık bir hacmin varolduğu, iki taraflı iş konseyleri toplantılarında dile getirilmektedir. 1992-2000 yılları arasında Türkiye’nin Rusya Federasyonu’na yönelik ticari ilişkileri (milyon ABD Doları) Ibid. Yıl Dışsatım Değişim (%) Dışalım Değişim (%) Toplam Dış Tic. Hacmi Dışsatım/ Dışalım 1992 438 - 1.040 - 1.478 0.42 1993 499 14 1.542 48 2.041 0.32 1994 820 64 1.046 - 32 1.866 0.78 1995 1.238 51 2.082 99 3.320 0.59 1996 1.493 21 1.900 - 9 3.393 0.79 1997 2.056 38 2.174 14 4.230 0.90 1998 1.347 - 34 2.155 - 1 3.502 0.62 1999 587 - 57 2.371 10 2.958 0.25 2000 628 8 3.864 39 4.492 0.16 2001* 786 3.138 3.924 * (Ocak-Kasım 2001) A - Türkiye ve Rusya arasındaki ticari ilişkilerde enerji ürünlerinin yeri Türkiye ve Rusya arasındaki enerji alanındaki işbirliği, uzun vadeli perspektiflerinden dolayı tartışmasız bir önem taşıyor. Doğal Gaz Anlaşması’yla başlayan bu süreç, 90’lı yıllarda ivme kazanarak, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin çimentosunu oluşturmuş durumdadır. Ancak SSCB’nin dağılmasından sonra Rus hükümetinin 1984 Anlaşması’ndaki doğal gaza karşılık takas olarak Türk malları ile ödeme kolaylığı sağlanması yaklaşımını benimsemediğini görüyoruz; Moskova, doğal gaz sevkiyatının devam edebilmesi için ödemenin yeni ticari koşullarda gerçekleştirilmesine yönelik anlaşmaya ek değişiklik önerileri getirmiştir. Bu yeni yaklaşımın belirlenmesinde RAO Gazprom’un politikalarının Rus hükümeti üzerinde etkili olduğunu belirtmek gerekiyor, çünkü kendi gelir kaynaklarını yeniden tanımlamak ve arttırmak arayışına girişen Gazprom, hükümetten bağımsız hareket etme eğilimine girmiş ve dolayısıyla Türkiye’ye mal karşılığı ödeme kolaylığının sağlanması politikasına karşı çıkmıştır. N. Ulçenko, “Rusya ve Türkiye’nin stratejik güvenliğinde enerji ihracat ve ithatatının önemi”, Avrasya Dosyası, C. 6, S. 4, Kış 2001, ss. 143-144. Türkiye ve SSCB arasındaki enerji ürünleri alanındaki işbirliği aslında 1986 yılında 45 milyon dolarlık ilk petrol dışalımıyla başlamıştı. Türkiye’nın 80’li yıllardaki Rus petrolüne bağımlılığı o kadar önemli boyutta olmamıştı; Körfez Savaşı sırasında, Sovyet petrolü Türkiye’nin enerji ürünü toplam dışalımlarının % 10.4’üne denk düşmekteydi; bu oran 90’lı yıllarda iki kez % 6’nın üzerine çıkmış, ama genelde sabit bir gelişme eğilimi izlemeksizin % 2 ilâ % 4 arasında bir orana sahip olmuştur. M. Akgün ve T. Aydın, a.g.y., s. 133. Ancak doğal gaz konusu, hem Türkiye, hem de Rusya için önemli bir ticaret aracıydı ve ekonomik işbirliği olanaklarının da temelini oluşturmaktaydı. 1980lerin sonundan itibaren, doğal gaz, Türk sanayii için alternatif bir enerji kaynağı olarak sunulmuştu. 1989’da Türkiye’deki doğal gaz tüketimi 3 milyar m3 iken, bu rakam 1994’te 5.3 milyar m3’e çıkmıştır. 1994 yılı rakamlarına göre, Rus doğal gazı, tek başına Türkiye'nin enerji ürünlerinin toplam dışalımlarının % 12’sini oluşturmaktaydı. Türk sanayiinde gün geçtikçe artan doğal gaz talebi, Türk hükümetini kaynak ülke arayışına sevketmişti ve bu bağlamda Rusya, yine ilk seçeneklerden birisiydi. Nitekim Aralık 1997’de Ankara’ya resmi bir ziyaret gerçekleştiren V. Çernomırdin’in Söz konusu gezi, 1992 yılından itibaren Rusya tarafı için başbakanlık düzeyinde yapılan ilk resmi gezi niteliğindeydi. , RAO Gazprom’un önerileri doğrultusunda sunduğu Karadeniz üzerinden Türkiye’ye doğal gaz sevketme önerisi, bu arayışlara ciddi yanıt veren seçeneklerden birisiydi (Mavi Akım Projesi). Bu gezinin somut meyvası olarak 15 Aralık 1997 tarihinde Enerji İşbirliği Genel Çerçeve Anlaşması imzalanmıştır; buna paralel olarak Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşması ile Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması ilişkin Anlaşma’nın bu gezi sırasında imzalanması, Türk hükümetinin Rusya’dan 1992 yılından beri talep ettiği doğal gazın karşılığının mal-hizmet olarak ödenmesi isteğini kısmen dahi olsa gerçekleştirmiş oldu. Rus Devlet Duma’sı söz konusu iki anlaşmanın onaylanmasını politik manevralarla kabul etmiş, anlaşmalara bağlı bazı protokolleri (başta müteahhitlik hizmetlerine ilişkin olanları olmak üzere) henüz onaylamamıştır. Bu resmi gezi bağlamında, Rus tarafı müzakere koşulları çerçevesinde 1994 Boğazlar Tüzüğü’nün yumuşatılması taleplerinde ısrarlı olduğu bildirmiş ve bunun sonucunda M. Yılmaz hükümetinin girişimleri doğrultusunda yeni tüzüğün hazırlanması söz konusu olmuştur. N. Ulçenko, a.g.m., ss. 145-146. 1997 yılı rakamlarına göre Rusya’dan ithal edilen doğal gazın miktarı 6 milyar m3 civarındaydı ve bu rakam, Türkiye’nin doğal gaz ithalatının % 60’ına denk düşmekteydi. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye, Finlandiya’dan sonra Avrupa’da Rus doğal gazına en bağımlı ülke konumundadır. Ancak Türk hükümetlerinin Rusya’ya olan bağımlılıklarını azaltmak girişiminde çok da çelişkili davranışlarda bulunduklarını ve yeni partner arama çabasında daha çok siyasal tercihlerin ön plana çıktığı görülmektedir. 2000 yılına gelindiğinde, Cezayir, Azerbaycan ve Arap ülkelerinden doğal gaz alımı yoluna giden Türkiye’nin Rus doğal gazına bağımlılığı % 60’lar civarındaydı. Nitekim bu bağlamda Gazprom’un önerisi olarak gelişen ve Çernomırdin’in Ankara ziyaretiyle somutlaşma yoluna giren Mavi Akım Projesi, 1998-99 yılları arasında Türkiye-Türkmenistan ilişkilerini de dolaylı olarak etkilemiştir; jeopolitik ve ekonomik nedenlerden ötürü Türkmen gazını ithal etmek konusunda çekingen görünen Ankara, Mavi Akım Projesi’ne yeşil ışığı, Başbakan B. Ecevit’in Moskova gezisi sonrası Aralık 1999’da ilgili protokole imza atmasıyla vermiş oldu. İbid., s. 148. 2010 yılına kadar ülkenin doğal gaz gereksiniminin 55-60 milyar m3 olacağı ve Ukrayna ve Romanya üzerinden gelen doğal gaz sevkiyatında boru hatlarıyla ilgili basınç düşmesi, vs. sorunlarının yaşandığı göz önüne alınarak Mavi Akım projesine Türk hükümetinin onay vermesi birçok siyasal tartışmayı da birlikteliğinde getirmiştir. Türkiye’nin Rusya’dan 25 yıl süreyle yılda 16 milyar m3 doğal gaz almasını öngören Çernomırdin-Yılmaz anlaşması’na göre 1213 km’lik bir boru hattı döşenerek (bunun 396 km’si Karadeniz’in 2150 m altından olacak) Yamalo-Nenets bölgesinden gelecek doğal gaz Samsun’a ulaştırılacak. 2002 yılında bitirilmesi planlanan projeden sonra Türkiye, Almanya’dan sonra Rusya’nın en önemli ikinci müşterisi konumuna gelecek. İnşa edilecek boru hatlarının Rusya’daki ve Karadeniz altından geçecek olan bölümlerinin toplam finansmanını Gazprom üstlenirken, Türkiye’deki 444 km’lik bölümünün finansmanını BOTAŞ sağlamaktadır. B. Oran, a.g.y., s. 548. Söz konusu anlaşma bağlamında, doğal gaz nakli yanı sıra bu boru hattı paralelinde elektrik hattının da çekilmesi ve Rusya’dan Türkiye’ye elektrik ihracı da karara bağlanmıştır. 2000 Ekim ayında Ankara’yı ziyaret eden Rusya Başbakanı M. Kasyanov, gezisi sırasında Türkiye için Rusya’dan başka ciddi bir doğal gaz alternatifinin olmadığını vurgulama fırsatı bulmuş ve kendilerine güvenilmesi gerektiğini söylemiştir. S. Kınıklıoğlu, “Türk-Rus ilişkileri : Kasyanov’un ziyaretinin anatomisi”, Avrasya Dosyası, C. 6, S. 4, Kış 2001, ss. 155-164. Aslında Türkiye’nin doğal gaza göre petrol ithalatındaki ticari partnerlerini çeşitlendirebilme şansı daha yüksektir; Rusya Federasyonu, 1995 Rakamlarına gore Türkiye’nin petrol ithal ettiği en önemli beşinci partner konumundadır. Petrol ithalatında Türkiye’nin konumu çok farklı öncelikleri sunmaktadır. Türkiye’nin bu konuda Orta Asya ve Kafkaslar’a yönelmesi ve boru hatları projeleriyle nakil şebekelerini kendi toprakları üzerine çekmeye çalışması, Rusya’nın dikkatinden kaçmamaktadır. Türk firmaları da özellikle Azerbaycan’daki petrol alanındaki yatırımlarda etkili olmaya çalışmaktadırlar. Türkiye’nin petrol tüketiminin artması ile birlikte TPAO’nun Azerbaycan ve Kazakistan’daki işbirliği arayışları ile Türk müteşebbislerin ortaklık çalışmaları önemli hamleler olarak ele alınabilir. Hazar petrolünün Batı’ya taşınması ve Batılı petrol şirketlerince işlenmesi konusu, her zaman Ankara’nın gündemini meşgul etmiştir. Azeri petrolünün Batı’ya taşınması konusu, Kazak Tengiz petrolüne göre daha farklı bir önem arz etmektedir. Nitekim AIOC kapsamındaki TPAO’nun hissesi % 6.75 oranındayken, Rus Lukoil’un sahip olduğu pay ise 1996 yılında % 10’a çıkarılmıştır. Hazar petrollerinin dünya piyasalarına taşınması tartışmalarının odağında Türk Boğazları’nın kullanılması sorunsalı yatmaktadır. Türkiye, Soğuk Savaş sonrasında kendi jeostratejik önemini yeniden tanımlamak ve Batılı devletlerle olan politikalarında daha cazip hale getirebilmek amacıyla Bakû-Ceyhan boru hattına çok farklı bir önem atfetmiştir. Ancak Rusya’nın Yakın Çevre yaklaşımı, Türkiye’nin siyasal içerikli çıkışını kendi etki alanı içersine bir müdahale olarak algılamaktadır. Öte yandan, Batılı petrol şirketleri eski Sovyet coğrafyasındaki girişimlerinde Rus faktörünün önemini çok iyi kavramış durumdalar, ancak Türk seçeneğini değerlendirmek açısından da belirli tereddütler göstermektedirler. Bu çekingenliğin ana kaynaklarından biri, 90’lı yıllara hakim olan Güneydoğu Anadolu’daki PKK terörüydü; aynı zamanda, Türkiye’deki hükümet istikrarsızlıkları da caydırıcı nedenler arasında sıralanabilir. Rusya’nın zaten varolan boru hatları ve siyasal yaşamda ön plana çıkan kişisel ilişkilerin ağırlığı, bu şirketler için kısa vadeli avantaj noktaları olarak yorumlanmaktadır. Moskova yönetimi, boru hatlarının Türk topraklarından geçmesini engellemek ve Boğazlar konusunun uzun vadeli sıkıntılarını aşabilmek için çeşitli alternatifler arayışına girişmiştir. Burgaz (Bulgaristan) –Aleksandropolis (Yunanistan) hattı seçeneği de bunlardan bir tanesidir. Gerek Karadeniz havzasında, gerekse uluslararası şirketler nezdinde, Türk faktörünü dengeleyebilmek için, Rusya diğer ülkelerle ilişkiler kurarak seçeneklerini arttırmak arayışında. İran seçeneği de bunlardan bir tanesi gibidir; ancak Batılı ülkelerin, özellikle Amerikalıların İran’a bakış açıları çekincelerle dolu olduğu için bu yakınlaşma eğilimi daha çok askeri ve ekonomik işbirliği çerçevesinde kalmaktadır. B – Karadeniz Bölgesinde yeni işbirliği girişimleri Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi (KEİB) girişimi, dünya politikasında küreselleşme ve bütünleşme rüzgarlarının estiği yeni bir aşamada, Özal dönemi Türk dış politikasının bölgesel işbirliği yaratma çabalarından en önemlisiydi. 325 milyonluk bir nüfusa sahip, doğal kaynaklar ve çeşitli ticaret zenginlikleriyle seçkinleşen bu coğrafyada birbirinden farklı siyasal ve ekonomik yapılar arasında böylesine zor bir bütünleşme çabasına girişmek her ne kadar bir kumar gibi görünse de, Soğuk Savaş sonrası konjonktürde Türkiye’nin jeostratejik konumunu yeniden tanımlamak ve bunu bir an önce dünyaya anlatmak önceliği de vardı. Ancak Türkiye’nın dışında bu coğrafyada yer alan ülkeler arasında da, Komünist bloğun düşmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni rekaber biçimleri de söz konusuydu. Bu açıdan bakıldığında, KEİB girişimi, çatışmacı ilişkilere mahkum olmuş devletler arasındaki müzakere ortamının sağlanabilmesi ve dolayısıyla bölgesel işbirliği olanaklarının geliştirilebilmesi fırsatlarını da birlikteliğinde getiriyordu. Bu olanakların ötesinde, çatışma kaynaklarının farklı boyutlar kazanması, ekonomik ilişkilerin geliştirilebilirlik zeminine biraz olsun gölge düşürmekteydi. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün ana kuruluş amacı, bölge devletleri arasındaki ekonomik ilişkilerin çeşitlendirilmesi ve geliştirilmesine katkıda bulunmak ve söz konusu ülkelerin coğrafi yakınlıkları ve ekonomik yapılarının birbirlerini tamamlayıcılıkları göz önünde tutularak örgütsel bir yapılanmayı oluşturmaktı. İstanbul Antlaşması’na imza atan taraflar, uzun vade içersinde kişilerin, hizmetlerin, malların ve sermayenin serbest dolaşımına dayalı esnek bir örgüt yapısı oluşturmayı hedef olarak belirlemişlerdi. Ş. Elekdağ, “Karadeniz Ekonomik İşbirliği”, Derl. S. Şen, Yeni Dünva Düzeni ve Türkiye, İstanbul, Bağlam Yay., 1994, ss. 203-215. Her ne kadar herbir üye devletin amaçları, iç dinamikleri göz önüne alındığında diğerlerinden farklı olsa da, hiçbir taraf ülke bölgesel bütünleşme çabalarının tamamen dışında kalmayı da pek arzulamıyordu. Küreselleşme eğilimlerinin genelleştiği bir ortamda böyle bir örgütün varlığı dünya piyasalarının ilgisini söz konusu bölgeye çekmesi açısından önemliydi Öte yandan yakın çevrede yer alan öteki bütünleşme dinamiklerinin de ilgisini bu bölgeye yöneltmek açısından önemli bir girişim olarak değerlendirmeli; bölge ülkelerinin büyük bir bölümünün orta ya da uzun vadede Avrupa Birliği’ne üye olmak istemeleri de bu stratejiyi araçsallaştırmaktadır. Dolayısıyla Komünizm sonrası geçiş sürecinde olan bazı ülkeler, bu örgütsel aşamayı daha çok işlevsel açılardan değerlendirmişlerdir. Ancak örgüt üyesi ülkeler arasındaki altyapı ve üretim anlayışı farklılıkları ile ticaret rejimleri ile hukuki zemin uyumsuzlukları birçok sorunu da birlikteliğinde getirmiştir. Her ne kadar başlangıç aşamasında çok optimist değerlendirmelerle yola çıkılan Karadeniz İşbirliği girişimi, 1995’ten itibaren belirli yapısal sorunlarla karşılaşmış, uzun vadeli bir gümrük birliği ya da serbest ticaret bölgesi yaratma çabasından uzaklaşmış, taraf devletler arasındaki gümrük hukukları uyuşmazlıklarına yönelik girişimlerin yoğunlaştığı bir platform olma sürecine girmiştir. Bulgaristan ve Romanya’nın Avrupa Birliği’nin genişleme süreci kapsamında bulunmaları, bu ülkelerin ilgilerini daha çok Batı Avrupalı kurumlarla bütünleşmeye yöneltmeleri söz konusudur. Bölgesel işbirliği alanlarının daha çok dış ticaret, enerji ürünleri ve taşımacılıkta yoğunlaştığı saptanmaktadır. 1995 yılında, Türkiye’nin genel dış ticaret hacimi içersinde KEİB üyesi ülkelere yönelen pay % 9 civarında iken, bu oran Rus dış ticaret hacminde % 10’luk bir yere sahipti. Öte yandan Rus dış ticaretinin yaklaşık % 50’si, BDT ve KEİB ülkelerine yönelmektedir. T. Aydın and O. Bekar, a.g.y.. Ancak günümüze gelindiğinde, Karadeniz bölgesindeki ülkelerin ikili ilişkiler bağlamında ekonomik işbirliği olanaklarına kaydıkları ve bölgesel uyum politikalarından uzaklaştıkları gözlemlenmektedir. KEİB’teki kısmi kan kaybının ana gerekçeleri arasında, teşkilatın ana direkleri olan Türkiye ve Rusya’daki ekonomik krizlerle birlikte farklı gümrük rejimlerine yönelik yükümlülüklere girmeleri sayılabilir. Öte yandan Rusya’nın 1998 sonrasında hızlanan ithal ikameci politikaları ve Putin’in gelişiyle hızlanan ekonomideki toparlanma ve kabul edilen merkezileşme/devletleştirme yaklaşımları dışa karşı ulusal ekonomik yapılanmayı daha hassas kılmıştır. C – Doksanlı yılların ticari ilişkilerinde yeni bir boyut: Bavul ticareti Her ne kadar birçok olumsuz yönü olsa da, piyasaya yönelik belirli öncelikler nedeniyle dış ticaretin kayıtiçi boyutunun dışında bırakılmış ve “bavul ticareti” olarak adlandırdığımız gayriresmi yollarla mal ticaretinin Türk-Rus ilişkilerinde özel bir konumu bulunmaktadır. Söz konusu bavul ticaretinden faydalanan Türk müteşebbisleri ve bunların gerek Türkiye’de, gerekse Rusya’daki yatırımları, 1992 yılından itibaren çok önemli bir boyuta erişmiştir. Öte yandan, her iki ülkenin hükümetleri de, söz konusu kayıtdışı ticaretin caydırılmaması yönünde esnek adımlar atmışlar, belirli bir ticaret serbestliğinin oluşmasına yardımcı olmak istemişlerdir. Aslında 1980lerin ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmış ve gelişmeye başlamış söz konusu bavul ticareti, Türkiye’de özellikle İstanbul başta olmak üzere sınır kentlerinde ve bölgelerinde belirli bir piyasa canlanmasına katkıda bulunmuştur. Daha çok giyim sanayii alanında gelişen bu ticaret biçimi, sadece Rusya’dan gelenlere özgü değildi; eski SSCB’den ortaya çıkmış yeni bağımsız devletlerin birçoğundan (başta Moldova, Ukrayna, Gürcistan olmak üzere) ve Doğu Avrupa ülkelerinden (özellikle de Romanya) insanlar, Türkiye’den çeşitli mallar almak ve kendi piyasalarında pazarlamak üzere bu ticareti tercih etmekteydiler. Ancak 1994 yılından beri, Türkiye, yeni bir gümrük düzenlemesiyle birlikte Rusya’dan gelen turistlerin birlikteliklerinde götürdükleri mallar için belirli bir kotadan itibaren özel bir gümrük tarifesi uygulamasına geçmiştir. Ekonomik kriz ertesinde Türk hükümetinin benimsediği bu politikanın amacı, ekonomik kriz sonrasında dış ticaretin kademeli olarak kayıtiçine alınmasını sağlamaktı. Bu uygulama sonucunda, Rusların bavul ticaretlerini Yunanistan’a doğru kaydırdıkları gözlemlenmiştir. Söz konusu uygulama, Rus ve Ukrayna hükümetlerinin tepkisini çekmiştir. Öte yandan, Rus hükümeti de tek taraflı olarak 1995 Temmuz’unda yabancı ülkelerden yapılan bavul ticaretine belirli sınırlamalar koyma kararı almıştı. Bu sınırlandırmaların arkasında, Rus hükümetinin IMF, Dünya Ticaret Örgütü ve öteki uluslararası kuruluşlarla görüşmeleri çerçevesinde kayıtdışı ekonomi ve bavul ticareti konusunda kısıtlamalar gitmesi yatmaktadır; öte yandan, Moskova yönetimi, yerli üreticileri desteklemek isterken, yürürlüğe konulan ithal ikameci politikalar bağlamında, bazı mallarda iç üretim olanakları geliştirilmiştir. Bunun ötesinde de, bavul ticareti kapsamındaki malların kalitelerindeki kuşkular da Batılı firmaların Rus piyasasına girimeleriyle birlikte iç pazarlara ve üretim kaynaklarına yönelme eğilimleri artmıştır. 1997 yılı rakamlarına bakıldığında, bavul ticaretiyle gelen mal tutarının, Rusya’nın toplam dışalımının % 22.4’üne denk düştüğü ve bunun ulusal ekonomi için yarattığı vergi kaçağı sorununa dikkat çekilmektedir. Moskova’nın bu kısıtlayıcı önlemlerinde ileri sürdüğü gerekçe, ulusal mali rejimin yerleştirilmesine yönelik öncelikler olarak sunulmaktaydı. Bu yeni uygulamaya rağmen, Rus vergi mevzuatındaki karmaşıklık, bavul ticaretini bu ülke vatandaşları için cazip kılmaktadır. T. Aydın and O. Bekar, a.g.y. 1995 sonrasında Rus gümrük kapılarında uygulanan sıkı denetimlerin ardından ve Türk mallarında belirli kalite sorunlarınlarının yaşanmasıyla birlikte, Türkiye-Rusya arasındaki bavul ticareti hacminde belirgin bir azalma görülmüştür. Rusların, Türk pazarlarından vazgeçip Doğu Avrupa (Polonya), Arap (BAE) ve Asya pazarlarına yönelmeleri söz konusu olmuştur. 1999 yılından itibaren, 1998 krizi ile Rus hükümetlerinin izlediği ithal ikameci politikaların sonucu olarak Rusya’nın bavul ticareti yoluyla dışalımında önemli bir düşüş meydana gelmiştir. İstatistiksel olarak kayıtdışı olan bir ekonomik aracın verilerini ayrıntılı olarak elde etmek pek olanaklı olmadığından, TC Merkez Bankası ile Rusya Federasyonu Devlet İstatistik Komitesi’nin ilgili ticaret için verdiği rakamlarla yetiniyoruz. Ancak bu konuda kapsamlı araştırmaların bulunmaması ne yazık ki nesnel değerlendirmelerin yapılabilmesini olanaklı kılamıyor. Türkiye-Rusya bavul ticareti gelirleri M. Akgün ve T. Aydın, a.g.y., s.123; DEIK/ Türk-Rus İşKonseyi, a.g.y.. Yıllar Türkiye’nin toplam bavul ticareti geliri (milyar dolar) Rusya’nın dünyadan bavul ticareti yoluyla dışalımı (milyar dolar) 1994 - 11.9 1995 - 14.4 1996 8.8 16.1 1997 5.8 14.7 1998 3.0 15.5 1999 2.0 10.1 Sonuç Tarihsel sorunlar ve coğrafi yakınlıktan ötürü çatışmacı eğilimlerle gelişen ve bazı tarihçilere göre şizofrenik özellikler gösteren Türk-Rus ilişkileri, aslında işbirliği olanaklarının sistem değişkenleri nedeniyle sorgulanamadığı bir etkileşim biçimiydi. 1980’lerde başlayan yeni bir anlayış süreci, jeo-ekonomik etkenlerin etkililiğini göstermesi açısından bizlere ilginç örnekler sunmaktadır. 20. yüzyılın başlarında Leninist ve Kemalist açılımlarla kendi bağımsız devlet yapılarını kurma arayışındaki bu devletin o dönemdeki işbirliği hiç kuşkusuz politik manevralar bağlamında değerlendirilmelidir; kendilerini dışlayan sisteme karşı bağlaşıklığa girme eğilimini gösteren bu davranış biçiminin daha fazla sürmemesi, süregelen rekabetler yaklaşımının kısmen haklılığını ortaya koymaktaydı. Ancak işbirliğinin temelde işlevselliği ve içeriklendirilmesi, Soğuk Savaş sonrası konjonktürde olanaklı olabildiği göz önüne alınırsa, bunun zaten karmaşık olan bir sistem bağlamında farklı bağımlılık ya da karşılıklı bağımlılık türevlerini ortaya çıkarma riski de bulunmaktadır. Bu yeni süreçte Türkiye’nin bu yeni karşılıklı bağımlılık sürecinde kendisi aleyhine asimetrik ilişkilere doğru kayma riski, kendi iç dinamikleri göz önüne alındığında yüksek gibi görünmektedir. Ekonomik işbirliği politikalarının jeo-ekonomik koşullar bağlamında uzun vadeli olarak programlanmaları önemlidir, ancak bunun tek taraflı bir bağımlılık ilişkisine dönüşmesi süregelen rekabetler yaklaşımının yeniden gündeme gelmesine yol açacaktır. Bu aşamadaki en önemli nokta olarak, her iki tarafın geçmişten gelen rekabetlerinden dolayı birbirlerine karşı duydukları güvensizlik sendromunu aşmaları, hem kendi iç dinamiklerini geliştirecek, hem de bölgesel işbirliği girişimlerinde kendilerine ve dünya barışına daha çok katkıda bulunacak ortak politikaları izlemelerine bağlıdır. 38