DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ ENSTİTÜSÜ
ÇAĞDAŞ
TÜRKİYE TARİHİ
ARAŞTIRMALARI
DERGİSİ
Cilt: VII
Sayı: 16-17
İZMİR, 2010
Yıl: 2008/Bahar-Güz
Cilt: VII
Sayı: 16-17
Yıl: 2008 / Bahar - Güz
İÇİNDEKİLER
Editörden
SAYFA
1
MAKALELER
Halil ÖZEÇOĞLU
Melih TINAL
Taner ASLAN
Serdar ŞEN
Mustafa ORAL
Başak OCAK
Caner KERİMOĞLU
Turgay AKKUŞ
Hacer ÇELİK
Nurşen GÜRBOĞA
Modernleşme Sürecinde İzmir’de
İtalyanların Eğitimi
3
Atatürk’ün İzmir Ziyaretleri
ve Vefatının İzmir’deki Yankıları
19
Arşiv Vesikalarına Göre Batı Anadolu’da
Yunanlılara Karşı Kazanılan
Askeri Başarılar Karşısında Duyulan
Memnuniyete Dair Yazışmalar
35
Modernizmden Post-Modernizme
Tarihsel Bilginin Epistemolojisi
(Dilthey, Heidegger, Gademer, Derrida)
51
Sultan II. Abdülhamit Döneminde
Bir “Çerkes Tarihi” Yazılması Girişimi
71
Türkçenin Sadeleştirilmesi Tartışmaları
Etrafında İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın
Görüşleri ve “Tasiye-i Lisana Muhtaç mıyız?”
Adlı Eserinin Çeviriyazısı
89
Hüseyin Cahit Yalçın (1875-1957)’ın
Dil İle İlgili Görüşleri
103
Bir İktisadi Siyasa Projesi:
Milli İktisat ve Bursa
119
Ermeni Tehciri ve Tehcirden Dönen
Ermenilerin İskân Sorunu
143
Osmanlı Taşrasında Belediye İdaresi:
Alanya Belediyesi (1914-1915)
165
Saadet TEKİN,
Sevilay ÖZKES
Cumhuriyet Öncesi Türkiye’de
Hapishane Sorunu
187
Mustafa ÖZDEMİR
Mütareke Dönemindeki Siyasi Akımların
Türk Basınına Yansımaları
203
Mübadele Öncesi Yunanistan’daki
Müslüman-Türk Azınlığa İlişkin
Çok Önemli Bir Kaynak:
“Mecmû’a-Yi Kavânîn-i Yunâniye”
227
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne
(Cemiyet-i Akvam) Girişi
-Öncesi ve Sonrası-
237
Mustafa ŞAHİN,
Ruşen DUMAN
Cumhuriyetin Yapılanma Sürecinde
Müzik Eğitimi
259
Alev GÖZCÜ
1929 Ekonomik Bunalımı Sonrasında
Dünyada “Yeni Türkiye” Algısı ve Türkiye’nin
Ekonomik Arayışlarına İlişkin Saptamalar
273
1929 Dünya Ekonomik Buhranının
Almanya’daki Etkisi ve Bu Etkinin
İzmir Finans Piyasasına Yansıması:
“Deutsche Orient Bank”
291
Afgan Kralı Emanullah Han’ın
Türkiye Gezisi
311
Nuri ADIYEKE
Şayan ULUSAN
Erdal İNCE
İsmail AKBAŞ
Turgay Bülent GÖKTÜRK Rumlar’ın Kıbrıs’taki Enosis İsteklerinin
Şiddete Dönüşmesi: 1931 İsyanı;
-Öncesi ve Sonrası-
335
“Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler” Üzerine
Eleştirel Bir Bakış
365
II. Dünya Savaşı Türkiyesi’nde
Bir Muhalefet Örneği Olarak “Tan” Gazetesi
381
Yasin KAYIŞ
1946 Belediye Seçimleri ve Basın
397
Soner DURSUN
Türkiye’nin Güvenlik Algılamasındaki
Değişim: 12 Eylül 1980
Askeri Müdahalesi Sonrası Dönem
421
Ulvi KESER
Mithat Kadri VURAL
KİTABİYAT
Fevzi ÇAKMAK
Taner BULUT
Orhan Karaveli, Ali Kemal: Belki Bir Günah
Keçisi, 8. baskı, Doğan Kitap, İstanbul,
2009, 223 sayfa.
435
İzmir 1876 ve 1908 (Yunanca Rehberlere Göre
Meşrutiyette İzmir), (çev.: Engin Berber), İzmir
Büyükşehir Belediyesi Kültür yay., İzmir,
2008, 135 sayfa.
441
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ ENSTİTÜSÜ
ÇAĞDAŞ TÜRKİYE TARİHİ ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Cilt: VII
Sayı: 16-17
Yıl: 2008 / Bahar - Güz
Yayın No:
ISSN NO:
1. Baskı
Derginin Sahibi:
Sorumlu Müdür:
Yönetim Yeri:
Yayının Türü:
D.E.Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Adına
Doç. Dr. Kemal ARI
Doç. Dr. Kemal ARI
Dokuz Eylül Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Buca - İZMİR
Akademik Hakemli - Altı Ayda Bir Yayınlanır.
Yönetim ve Yazışma Adresi:
Dokuz Eylül Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Tınaztepe Yerleşkesi, Buca - İzmir
Telefon:
(0 232) 412 79 28 - 453 98 29
Faks:
(0 232) 453 99 07
E-mail:
ata.dergi@deu.edu.tr
http://web.deu.edu.tr/ataturkilkeleri/tr/index.htm
Kapak Tasarımı:
Sayfa Tasarımı:
Tarık Taşçı (tariktasci@gmail.com)
Ahmet Yılmaz (ahmet.deu@hotmail.com)
Basım Yeri ve Tarih:
Dokuz Eylül Üniversitesi Matbaası
Dergideki yazıların bilimsel sorumluluğu, yazarlarına aittir.
Tüm Hakları Saklıdır.
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ ENSTİTÜSÜ
ÇAĞDAŞ TÜRKİYE TARİHİ ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Sahibi
Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Doç. Dr. Kemal ARI
Yayın Kurulu
Doç. Dr. Kemal ARI
Yrd. Doç. Dr. Kenan KIRKPINAR
Yrd. Doç. Dr. Ahmet MEHMETEFENDİOĞLU
Yrd. Doç. Dr. Türkan BAŞYİĞİT
Sayı Editörü
Doç. Dr. Kemal ARI
Hakem Kurulu
Prof. Dr. Fatma ACUN
Prof. Dr. Nükhet ADIYEKE
Prof. Dr. Seçil AKGÜN
Prof. Dr. Zeki ARIKAN
Prof. Dr. Ahmet ARSLAN
Prof. Dr. Ergün AYBARS
Prof. Dr. Tülay Alim BARAN
Prof. Dr. Bayram BAYRAKTAR
Prof. Dr. Engin BERBER
Prof. Dr. Esin DAYI
Prof. Dr. Fevzi DEMİR
Prof. Dr. Yavuz ERCAN
Prof. Dr. İhsan GÜNEŞ
Prof. Dr. Ali SARIKOYUNLU
Prof. Dr. Sabri SÜRGEVİL
Prof. Dr. Mete TUNÇOKU
Prof. Dr. Ünsal YAVUZ
Prof. Dr. Mustafa YILMAZ
Prof. Dr. Şerife YORULMAZ
Doç. Dr. Yonca ANZERLİOĞLU
Doç. Dr. Kemal ARI
Doç. Dr. Ayten SEZER ARIĞ
Doç. Dr. Mustafa DAŞ
Doç. Dr. Yasemin DOĞANER
Yrd. Doç. Dr. Türkan BAŞYİĞİT
Yrd. Doç. Dr. Umut KARABULUT
Yrd. Doç. Dr. Kenan KIRKPINAR
Yrd. Doç. Dr. Ahmet MEHMETEFENDİOĞLU
Yrd. Doç. Dr.. Melih TINAL
Dr. Mehmet Emin ELMACI
Dr. Sadık ERDAŞ
Dr. Hasan Taner KERİMOĞLU
Dr. Leyla KIRKPINAR
Dr. Süleyman TÜZÜN
Hacettepe Üniversitesi
Mersin Üniversitesi
Ortadoğu Teknik Üniversitesi
Ege Üniversitesi
Ege Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Yeditepe Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Ege Üniversitesi
Atatürk Üniversitesi
Mersin Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
Anadolu Üniversitesi
Osmangazi Üniversitesi
Ege Üniversitesi
Onsekiz Mart Üniversitesi
Başkent Üniversitesi
Hacettepe Üniversitesi
Mersin Üniversitesi
Hacettepe Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Hacettepe Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Hacettepe Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Pamukkale Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Hacettepe Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Hacettepe Üniversitesi
Dergi Sekretaryası
Ahmet YILMAZ
Ercan YALÇIN
ÇAĞDAŞ TÜRKİYE TARİHİ
ARAŞTIRMALARI
DERGİSİ
CİLT: VII
SAYI: 16-17
YIL: 2008 / Bahar-Güz
EDİTÖRDEN
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, yakın Türkiye Tarihi
konularına, değişik boyutlarda bakma çabasında bulunan 25 ayrı araştırma ile
yeniden karşınızda yer almış bulunuyor. Hemen belirtelim; dergimizin bir özelliği,
onun hem e-dergi, hem de basılı dergi halinde yayınlanıyor olmasıdır. Temel
amacımız, en uzak köşedeki bir araştırıcıya bile kolayca ulaşılır olmak ve bilimin
gelişmesine katkıda bulunmak... Ancak, şunu da biliyoruz: Özellikle, tarihçilik
uğraşısının içinden gelen pek çok kişi, eline somut bir kaynak almak arzusunu hep
taşıyor. Bunu bildiğimiz için, ilk sayılardaki kadar olmasa da yine de isteklere yanıt
verecek biçimde, dergimizin matbaa baskısını yapmaktan da geri kalmadık. Bunun
yanısıra, önümüzdeki sayıdan itibaren, Türkçeden başka dillere ve başka dillerden de
Türkçeye çevrilmiş yazılarla da okuyucunun karşısında olacağız. Böylece, araştırma
makaleler yanında, kitap, sempozyum, konferans tanıtım ve eleştirisi, nekroloji,
dizin çalışması gibi değişik çalışma türlerinin yanısıra, özellikle Türkiye ve Türkler’i
ilgilendiren çeviri yazıların da dergimize ayrı bir zenginlik sunacağını düşünüyoruz.
İki sayısının bir arada yer aldığı bu çalışmada emeği geçenleri kutluyor,
yararlı olmasını diliyorum.
Doç. Dr. Kemal ARI
Enstitü Müdürü
1
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.3-18
MODERNLEŞME SÜRECİNDE
İZMİR’DE İTALYANLARIN EĞİTİMİ
Halil ÖZEÇOĞLU*
Özet
İtalyanların Osmanlı İmparatorluğu’nda kurduğu okullar, kendi dillerini ve kültürlerini yayma amaçlı olarak görülse de, İzmir’deki İtalyanların eğitimi tahlil edildiğinde, amacın
sadece bu olmadığı görülmektedir. Eğitim sayesinde İtalyanlar, nüfuz alanı oluşturmaya
çalışıp, sonradan, siyasal bir hak olarak, gerektiğinde askeri metotları da kullanarak bu nüfuz
alanlarını istemişlerdir. Bu durum, İzmir’deki İtalyanların eğitim tarihlerine bakıldığında, bu
çalışmada ortaya konan belgelerle açığa çıkmaktadır.
Bugünkü Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlük binasının olduğu yerde, geçen
yüzyılda bulunan, İtalyan Kız Mektebi ise İtalyanların bu nüfuzlarının İzmir’deki önemli bir
örneğidir.
Anahtar Kelimeler: Eğitim, İtalyan, İzmir, Politika, Osmanlı.
EDUCATION OF THE ITALIAN IN İZMİR
IN THE PROCESS OF MODERNIZATION
Abstract
Although the Italian are thought to have established their schools in Ottoman Empire in order to spread their language and culture, it is obviously seen that this was not the
main goal when the education of the Italian is analysed. The Italian have tried to constitute
inluence ields by using education and then they demanded to possess these ields politically
or by means of military methods when needed. This fact is made known by the documents
brought up in this study when the history of education of the Italian in İzmir is considered.
Today we see the building of Dokuz Eylül University Rectory on the lot where Italian
Girls’ School was established last century and this building is the main prof of the Italiance
inluence in İzmir.
Key Words: Education, Italian, İzmir, Politics, Ottoman.
*
Dr.; (halilozecoglu@windowslive.com).
3
Halil ÖZEÇOĞLU
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Giriş
İtalyanların İstanbul’a ve Anadolu’ya gelişleri, iki koldan oldu. Birinci
koldan, tüccar ve denizci bir millet olarak, ticaret yapma gayesiyle geldiler. İkinci
koldan ise; İtalya, Katolik Kilisesi’nin merkezi olduğundan, Katolik olmayanları
Katolik Kilisesi’ne bağlamak amacıyla geldiler1.
İtalyanların güçlü oldukları zamanlarda Anadolu’da yaşadıkları altın
çağları, Birleşik İtalya, yeniden canlandırmak istemekteydi. Bu düşünce, 1873 yılında,
uluslararasındaki yarışta, kendi payını almak isteyen İzmir İtalyan Kolonisi’ne güç
vermekteydi2.
Osmanlı topraklarında eğitim alanında Karmelitan Cemiyeti, bir işçi
derneği olan La Societa Operaia, Katolik Domicaine’ler, Conventüel Rahipleri, Ivrea
Rahipleri ve Salesien Rahipleri etkindi3.
Ayrıca bunlara Dante Alighieri Enstitüsü’nü de eklemek gerekir. 19. yüzyılın
ikinci yarısında, İtalyan Birliği kuruluncaya kadar, İtalyan çocukları, Fransız
okullarına devam ettiler. Ancak İtalyan Birliği kurulduktan sonra, Katolik okulları
üzerinde İtalya da söz sahibi oldu. 1861’den 1912’ye kadar İtalyanlar, İzmir dışında
16 okul açtılar. İtalyanlar için eğitim sayesinde İtalyanca’yı öğretmek ve yaymak;
İtalyan çocuklarını kendi kültürlerine göre yetiştirmek önemliydi. Ayrıca İtalyanlar
dil kursları ile geniş halk kitlelerine seslenmeyi de düşündüler. Yine, İtalyanca’nın
bazı okullardaki ders programlarına konulması için büyük çabalar harcadılar ve
başarılı da oldular. Örneğin, Ermenilerin devam ettiği Mekitarist Mektebi, İtalyanca’yı
ders programına aldı. Yine, İzmir’deki bir Rum okulu, programına İtalyanca’yı dahil etti4.
19. yüzyılın ikinci yarısında İtalyan Hükümeti Levant’taki İtalyan okullarını
büyük miktarlarda paralarla destekleme kararı aldı5. Buna koşut olarak, 19. yüzyılın
sonlarına doğru İtalyanların İzmir’deki okul sayılarında bir artış görüldü6.
1.1. Modernleşme Sürecinde İzmir’deki İtalyan Okulları
1. Ecole İtalienne
1865’te inşa edildi. Okulun giderlerini İtalyan Hükümeti karşılamaktaydı.
Yalnızca İtalyanca’nın öğretildiği bu okulda, etütler ücretsizdi. Okulun, 1890’larda
85 öğrencisi vardı7. Okul, Belavista’daydı8.
Bu okulu, İtalyan Hükümeti kurdu9. 1870’lerde vasat düzeyde eğitim verdiği
bilinen İtalyan Ulusal Okulu’nu, 19. yüzyılın sonlarında bir rahip yönetmekteydi10.
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
İlknur Polat, “Türk İtalyan İlişkileri Çerçevesinde İtalyan Okulları”, Atatürk Yolu, S.4, Ankara
Üniversitesi Basımevi, 1989, s.563.
Karl Von Scherzer, İzmir 1873, (çev.: İlhan Pınar), İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür yay., 2001, s.41.
İlhan Tekeli, Selim İlkin, Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin Oluşumu ve
Dönüşümü, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1993, s.s.120-121.
Polat, a.g.m., s.s.565-575.
Scherzer, a.g.e., s.41
Rauf Beyru, 19. Yüzyılda İzmir’de Yaşam, İstanbul, Literatür Yayınları, 2000, s.313.
Vital Cuinet, La Turquie D’Asıe, Paris, 1894, s.461.
Aydın Vilayeti Salnamesi, 1307, s.278.
Yurt Ansiklopedisi, 1982-1983, s.4286.
Scherzer, a.g.e., s.41; Beyru, a.g.e., s.313.
4
Modernleşme Sürecinde İzmir’de İtalyanlar’ın...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
2. Ecole de I’lmmaculée Conception
İtalya Hükümeti tarafından, 1887 yılında kurulan bu okulda sadece
İtalyanca dersi verilmekteydi. Okulun yönetimi ise, İtalyan kadınlarındaydı ve okulun 1890’larda 85 öğrencisi vardı11.
3. Ecole de Santa-Maria
1870’te kurulan okulun, 1890’larda 80 öğrencisi vardı12. Katolik misyonerler Santa Maria Kilisesi ile okulundan daha fazla ilgilenmekteydiler13. Okul, Frenk
Mahallesi’ndeydi14.
4. Ecole Saint Polycarpe
İzmir’de tespit edebildiğimiz Katolik okullarının en eskilerindendi. 1793’te
kuruldu. İlköğretimin bedava olduğu bu okulda, 1890’larda, 85 öğrenci eğitim
görmekteydi15. Okul, Frenk Mahallesi’ndeydi16. 19. yüzyılın sonlarına doğru Katolik
misyonerler, okuldan çok, Saint Polycarpe Kilisesi’yle ilgilenmekteydiler17.
5. Ecole de San Rocco
Bu okulda ilköğretim ücretsizdi ve 200 öğrenci eğitim görmekteydi18.
Cuinet , “Ecoles Paroissiales” başlığı altında, Ecole de Santa-Maria, Ecole Saint
Polycarpe ve Ecole de San-Rocco’yu İtalyan okulları olarak vermiştir.
19
Adını Saint Polycarpe Kilisesi’nden alan, Saint Polycarpe Okulu’nun
kilisesi, 17. yüzyılda yapıldı ve kentin Fransız Kilisesi oldu. Zaten kiliseyi yöneten
Capuçinler de Fransa’nın koruması altındaydı20. Bu yüzden olsa gerek; bu kiliseye ve
Santa Maria Kilisesi’ne bağlı iki okul, Beyru21 tarafından, Fransız okulları arasında
verilmektedir. Fakat yine Beyru22, Saint Polycarpe ve Santa Maria Kiliseleri’ne bağlı
iki küçük İtalyan okulundan bahsetmektedir.
Unutulmamalıdır ki; İtalya, 19. yüzyılda siyasi birliğini tamamladıktan sonra, Fransa’nın yanında Katolik teşkilat ve okullarına ortak olma yarışına girmişti.
Fransız ve İtalyan kurumu olan bu okullar, Cuinet birincil kaynak kabul
edildiğinde, İtalyan okulları olarak tanımlanmaktadır.
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
Cuinet, a.g.e., s.461.
Cuinet, a.g.e., s.461.
Beyru, a.g.e., s.313.
Aydın Vilayeti Salnamesi, 1307, s.278.
Cuinet, a.g.e., s.461.
Aydın Vilayeti Salnamesi, 1307, s.278.
Beyru, a.g.e., s.313.
Cuinet, a.g.e., s.461.
Cuinet, a.g.e., s.461.
Olaf Yaranga, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Fransız Gezginlerinin Anlatımlarında İzmir, (çev.: Gürhan
Tümer), İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayını, 2000, s.44.
Beyru, a.g.e., s.312.
Beyru, a.g.e., s.313.
5
Halil ÖZEÇOĞLU
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
6. İtalyan Kız Mektebi (Eski)
Yaklaşık olarak 1874’te kurulan bu okul, 20. yüzyılın başlarına kadar,
kiralanmış bir binada hizmet verdi23. 1890’larda 85 öğrencisi vardı24.
7. İtalyan Ana ve İlkokulu
Okul, 1892’de, İtalyan Ana ve İlkokulu olarak, bugünkünden farklı bir
yerde, rahibelerin denetiminde eğitim ve öğretime başladı. 1 Eylül 1896’da, İtalya
Hayır Cemiyeti’ne devredildi25.
3 Ağustos 1899’da okul, İtalya’nın desteğiyle, “Asilo Margherito” adıyla
bugünkü binasında kuruldu26.
Tabii okul kurulurken, binanın bir bölümüne ek inşaat yapılarak eğitim ve
öğretim, bu binada başlatıldı. Okul, 1911-1912 yılları arasında Trablusgarp Savaşı
nedeniyle kapatıldı. 1914 yılında, I. Dünya Savaşı sırasında okul, hastane olarak
kullanıldı. 1 Nisan 1919’da yeniden açıldı. Fakat 1922 İzmir yangını nedeniyle tekrar
kapandı. 1930 yılında çıkarılan bir yasa ile Türk öğrencilerin yabancı okullarda
okutulması yasaklandığından, okul, öğrenci azlığı nedeniyle, papazların denetimindeki diğer bir okulla birleştirildi ve tek okulda eğitim ve öğretime başlandı. 5
Ağustos 1935-30 Haziran 1945 tarihleri arasında Salesian Papazları’nın elinde kaldı.
1945 yılının sonunda, tamamen rahibelerin denetimine bırakıldı. Bu tarihten sonra,
erkek öğrencilerin de okulda okumaları için izin alındı.
29 Haziran 1951’de27 kurumun açılması ve öğretime başlanması için izin
alındı. Okul, 1899 yılından beri aynı binada hizmet vermektedir. Bu bina, 1453 Sokak
No: 1 Alsancak-İzmir adresindedir. Yine okul, ilk açıldığından beri, ana ve ilkokul
olarak eğitim vermektedir. Okula, 1956 yılında, iki katlı ilave ek bina yapıldı. Ders
araç ve gereçleri, İtalya’dan getirtilen malzemelerle çoğaltıldı. Her sınıfta ortalama
5-6 öğrencinin olduğu bu okulda, genellikle NATO subay çocukları ya da ihracat
yapan irmaların temsilcilerinin çocukları bulunmaktaydı. Bununla beraber hem
Türkçe, hem de İtalyanca program öğrencilere ağır gelmekte ve öğrenciler, büyük
başarılara imza atamamaktaydılar28.
Temellerini rahibelerin attığı bu okul, rahibelerin kimsesizlere bakmakla beraber, onları eğitmek isteklerinden doğmuştu29.
2008 Mayıs sonu itibariyle, okulda, 14’ü ilkokul ve 73’ü anaokulu ve ana sınıfı
olmak üzere, toplam 87 öğrenci eğitim görmektedir. Bu öğrencilerden ilkokula devam
eden 14’ü yabancı, anaokulu ve ana sınıfına devam eden 61’i Türk, 12’si yabancıdır30.
Görüldüğü üzere, 2008 yılı itibariyle okulda eğitim gören öğrencilerin çoğu Türk’tür.
23
24
25
26
27
28
29
30
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrade Maarif Tasnii (İMF), Dosya no: 10, Gömlek no: 1322 Ş-4, s.s.1-4.
Aydın Vilayeti Salnamesi, 1307, s.278.
İtalyan Ana ve İlkokulu Tarihçesi, s.1.
27.05.2008’de Okulun Türk Müdür Yardımcısı Nurhan Atilla Simes ile Yapılan Görüşme.
Tekrar izin alındığına göre okul, aradaki dönemde kapalı kalmış olabilir. (Bu okul günümüzde de
faaliyet halinde olduğundan, tarihi kısaca 2008 yılı Mayıs ayına kadar verilmiştir)
İtalyan Ana ve İlkokulu Tarihçesi, s.1.
23.05.2008’de Okulun Türk Müdür Yardımcısı Nurhan Atilla Simes ile Yapılan Görüşme.
27.05.2008’de Okulun Türk Müdür Yardımcısı Nurhan Atilla Simes ile Yapılan Görüşme.
6
Modernleşme Sürecinde İzmir’de İtalyanlar’ın...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
8. Ticaret Mektebi
19. yüzyılın sonlarına doğru, Gül Mahallesi’nde, İtalyanlara ait bir Ticaret
Mektebi vardı. 1898’e kadar, mektepte İtalyanca, Fransızca, Almanca ve Rumca dersleri
okutulmakta; fakat Türkçe, ders programında yer almamaktaydı. İzmir İtalyan Konsolosu Şövalye Butezini’nin emriyle, Ticaret Mektebi’nin programına Türkçe dersi
kondu. Türkçe öğretmenliğine de, Yahudi Hazan Efendi getirildi31.
20. yüzyıl başına ait kent rehberi, İzmir’de bir tanesi Gül Sokağı üzerinde,
diğeri de Gündoğdu yöresinde olmak üzere; toplam 223 öğrencili iki İtalyan erkek
okuluyla, öğrenci sayısı 80’i bulan iki kız okulunun varlığından bahsetmektedir32.
Bu okullar, isimleri verilmemiş olmakla beraber, muhtemelen, yukarıda belirttiklerimizin 4 tanesiydi.
9. Capuçinlerin Okulu
Capuçinler, Fransisken Tarikatı’nın bağımsız bir kolu olan Fratres Minores
Capucinorum’un üyeleriydi. Giydikleri sivri uçlu kukuletaya, İtalyanca, “cappuccinno”
denmekteydi33.
Capuçinler, İzmir’in merkezi dışındaki yerleşmelerde ibadethaneler açıp
bu ibadethanelerin yanına inşa ettirdikleri papaz okullarında verdikleri dini eğitim
ile cemaatlerini genişletmek için, Osmanlı yönetiminden izin alabilmek amacıyla,
yoğun uğraş verdiler. Capuçin rahipleri, Bayraklı’da bir kilise, civarında papazların
ikamet edecekleri konutlar ve bir de eğitim verecekleri bina inşa etmek için, Osmanlı
Hükümeti’nden 21 Ekim 1902 tarihinde verilen irade-i seniyye ile izin aldılar34.
20. yüzyılın başlarına ait bir Fransızca kaynakta35, “Ecole Paraissiale de
garçons des Capucins” ile ilgili olarak, eğitimin İtalyanca verildiği, Capuçinlerin
kilisesi ve okullarının Fransız sistemine göre yerleştirildiği ve İzmir’de Fransız ve
İtalyanların aynı dini doğrultuda işbirliği içinde oldukları yazmaktadır.
Okul, muhtemelen, 1902 tarihinde yapım izni alınan okuldur. Çünkü döneme ait kartpostalda, kilise, konutlar ve eğitim binasının tamamlanmış olduğu
görülmektedir36.
10. İtalyan Kız Mektebi (Yeni)
İzmir’de büyük bir İtalyan kız mektebi kurulması isteğine, 3 Eylül 1904
tarihli Meclis-i Vükela kararlarında rastlanmaktadır. Burada alınan kararlar, kısaca
şöyledir37:
31
32
33
34
35
36
37
Sadiye Tutsak, İzmir’de Eğitim ve Eğitimciler, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002, s.246.
Beyru, a.g.e., s.s.313-314.
Bülent Şenocak, Levant’ın Yıldızı İzmir, İzmir, Şenocak Kültür Yayını, 2003, 247.
Fikret Yılmaz, Sabri Yetkin; İzmir Kartpostalları, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayını, 2003, s.182.
Maurıce Pernot, Rapport Sur Un Voyage D’etude A Constantınople En Égypte Et En Turquıe D’Asıe,
Paris, 1912, s.259.
Yılmaz ve Yetkin; a.g.e., s.182.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Meclis-i Vükela Mazbataları Tasnii (MV), Dosya no:109, Gömlek
no:123, s.1.
7
Halil ÖZEÇOĞLU
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Hariciye Nezareti’nin, durumu bildirip, izah etmesine göre, Üsküp’te Marko
Efendi tarafından kurulacak mektebin orada İtalyan çocukları bulunmamasından
dolayı, kuruluşuna gerek yoktu. Bingazi ve Berka’da İtalyan tebaasının miktarı
da, oralarda yetimhane kurulmasına ihtiyaç gösterecek derecede değildi. Bu durum, İtalya Elçiliği’ne tebliğ edildi. Bu istekler için izin verilmeyecekti. Yine de,
amacın teyidi için, İtalya Hükümeti nezdinde girişimlerde bulunmak üzere, Roma
Sefareti’ne gerekli bilgilerin aktarılması konusunun, Hariciye Nezareti’ne bildirilmesi gerekmekteydi.
İşkodra ve İzmir’de kurulmak istenen yetimhane ve mektebe gelince;
İşkodra’da İtalya vesaire devletlerin yetimhaneleri var mıdır?
İşkodra’daki İtalya tebaasının nüfusu ne kadardır?
İtalyanların İşkodra’da yetimhane yapmalarında bir mahzur var mıdır?
Bu soruların cevaplarının İşkodra Vilayeti’nden ve İzmir’de yapılmak istenen mektebin İslam mahallelerinde veya mahzurlu bir yerde olup olmadığının
ve İzmir’de ne kadar İtalyan tebaası ve ne kadar çocuk bulunduğunun, Aydın
Vilayeti’nden öğrenilmesi için, konunun Dahiliye Nezareti’ne havale edilmesi gerekmekteydi.
Meclis-i Vükela’dan alınan karar gereğince durum, Dahiliye Nezareti’ne
havale edildi. Nezaret de konuyu, Aydın Vilayeti’ne bildirdi. Aydın Vilayeti önce
15 Eylül 1904’te, okulun yapılacağı yer ve burada yapılan keşif hakkındaki bilgileri
hükümete iletti38.
Sonra da, 18 Eylül 1904’te, Dahiliye Nezareti’ne, inşasına ruhsat istenen
İtalyan Kız Mektebi’nin, Hıristiyan Mahallesi’nde olup, yer olarak, bir mahzurunun olmadığını ve İzmir’de oturan İtalyan tebaasının, 5.000 nüfustan fazla olup, kız
çocuklarının ise, 350 civarında bulunduğunu, bunların da bugün var olan mektebe
devam ettiklerini ve yeni yapılacak mektebe nakil olunacaklarını bildirdi39.
Bunun üzerine, Şura-i Devlet Mülkiye Dairesi’nde, İzmir’de yapılması istenen İtalyan Kız Mektebi ile beraber, İşkodra’da yapılması istenen yetimhane konuları
görüşüldü. Bu görüşmede, var olan bilgilere göre, İzmir’de bundan -1904’tenyaklaşık 30 sene önce kurulmuş olan İtalyan Kız Mektebi’nin bugüne kadar
kiralanmış bir binada hizmet verdiği ortaya çıktı. Bu mektep, “Suçi Nakendlifa İtalya
Nadiyena Fehiçiça” adlı İtalyan hayır cemiyeti tarafından, İzmir’de, Rum Yetimhanesi Mahallesi’nde ve 2. Rıhtım Caddesi’nde satın alınarak, İtalyan tebaasından
olan Mösyö Markiz Edmon Çostinyani üzerine usulen kaydedilmiş olan, devretme
ve genişletme hakkına sahip olunan 6 mağazanın bulunduğu arsalar üzerine inşa
edilecekti. Bu konudaki planların gönderildiğinden bahisle, belirtilen arsaların vergiye bağlanmaları ve İtalyan hayır cemiyeti adına harç alınmayıp, kayıt muamelesi
masralarının alınması ve mağazaların yıkılıp, mektep yapılmasına dair dönüşüm
işleminin yapılmasıyla, belirtilen mektebin yeniden inşa edilmesi hakkında, padişah
izni istenmesi, İtalya Sefareti tarafından, resmi yazı ile dile getirilmişti40.
38
39
40
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrade Maarif Tasnii (İMF), Dosya no: 10, Gömlek no: 1322 Ş-4, s.2.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Tasnii Sadrazam Kamil Paşa Evrakı (YEE KP), Dosya no:22,
Gömlek no:2176, s.1.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrade Maarif Tasnii (İMF), Dosya no: 10, Gömlek no: 1322 Ş-4 s.1.
8
Modernleşme Sürecinde İzmir’de İtalyanlar’ın...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Mektep binası, İzmir’in 2. Rıhtım Caddesi’nde “Sporting Club” civarında ve 6
mağazanın yıkılmasıyla, genişliği 20,5 m, uzunluğu 63,5 m olmak üzere, toplam 1302
metrekare zemin üzerine haritalarda gösterildiği gibi, 822 metrekare büyüklüğünde,
bir bölümü 3, bir bölümü de 4 katlı ve bir bölümü 12,5 m, bir bölümü de 17 m
yüksekliğinde yapılacaktı. Geriye kalan 480 metrekare yer, avlu olarak kullanılacaktı.
7.500 liradan ibaret olan inşaat masrafı, İtalyan hayır cemiyeti tarafından gönderilecek, Markiz Çostinyani sorumluluğunda olan paradan ödenecekti. Mektebin
inşasında yer ve zaman olarak bir mahzur olmadığı, Aydın Vilayeti’nden gelen
yazıyla ortaya konmaktaydı. Bu mektebin 1’den 6 numaraya kadar olan 6 mağazanın
yıkılmasıyla, onların arsaları üzerine bina edileceği anlaşılmaktaydı. Aydın
Vilayeti’nin bu konudaki kararnamesinde gösterilen 7 mağazadan bu numaralarla
kaydedilmiş 6 mağaza hangileri ise, araştırılarak belirlenmesi hakkında yazılan resmi emre cevaben, Aydın Vilayeti’nden alınan 15 Eylül 1904 tarihli yazıyla; İtalyan
hayır cemiyeti tarafından yerlerine Kız Mektebi inşa edilecek olan mağazaların,
İtalyan Konsolosluğu Baş Tercümanı Mösyö Seman Hazer olduğu halde, yaptırılan
keşif ve inceleme sonunda, belirtilen yerin 7 mağazayı da kapsadığı ve 4 tarafı sokaklarla çevrilmiş bir oda şeklinde olduğu, mağazaların 7’sinin de yıktırılarak, mektebin bu 7 mağaza arsası üzerine inşa edileceği ortaya çıktı. 1’den 6 numaraya kadar
olan 6 mağaza, Bezm-i Alem Valide Sultan Vakfı’na, yıllık 430 ve diğer bir mağaza
da Sultan Mustafa Han Hazretleri Vakfı’na yıllık 70 kuruş kira vermekle mükellefti.
Bu 6 mağazanın 430.000 ve diğer bir mağazanın 70.000 kuruş kıymeti olduğundan,
10/1000 hesabıyla, toplam 5.000 kuruş kira alınması gerekecekti. Aydın Vilayeti,
mektebin yapılmasında bir sakınca görmemekteydi. Bu yüzden, padişah izni çıktığı
takdirde, gerekli işlemlerin yapılması için eldeki bilgi, belge ve 5 parça haritanın
Meclis-i Mahsus-ı Vükela’ya takdim edilmesine, Şura-i Devlet Mülkiye Dairesi’nde
26 Eylül 1904’te karar verildi41.
Mülkiye Dairesi’nin bu yazısı üzerine; 2 gün sonra, 28 Eylül 1904’te, Meclis-i
Mahsus-ı Vükela bir toplantı yaptı. Bu toplantıda Şura-i Devlet Mülkiye Dairesi’nin
kararnamesi okundu ve görüşüldü. Kararnamede yazdığı üzere, İzmir’de yaklaşık
30 sene önce kurulup, şimdiye kadar kira ödeyerek varlığını sürdüren İtalyan
Kız Okulu’nun, bir İtalyan hayır cemiyeti tarafından, İzmir’de Rum Yetimhanesi
Mahallesi’nde ve Rıhtım’ın 2. Caddesi’nde, İtalyan tebaasından Mösyö Markiz Edmon
Çostinyani sorumluluğunda, usulen kaydedilmiş olan genişletme ve devretme hakkı
bulunulan 7 mağazanın yıkılmasıyla, yerlerine kararnamede yazılı büyüklükte olarak
inşa edileceği ve bu mağazalardan 6’sının, Bezm-i Alem Valide Sultan Vakfı’na,
yıllık 430 ve diğer birinin Mustafa Han Hazretleri Vakfı’na yıllık 70 kuruş kira vermekle mükellef olduğu; 6 mağazanın 430.000 ve diğer bir mağazanın 70.000 kuruş
kıymeti olduğu, bunlardan 10/1000 hesabıyla, toplam 5.000 kuruş kira alınması
gerekeceği ve mektebin inşasında bir mahzur olmadığı Aydın Vilayeti’nden gelen
yazıdan anlaşılmaktaydı. Bu yüzden, gerekli kayıt işlemlerinin yapılmasıyla, ruhsatı
içeren emrin çıkarılması konusunun Divan-ı Hümayun Kalemi’ne ve mağazaların
kıymetine göre yer vergisi biçilmesinin de Evkaf-ı Hümayun Nezareti’ne havalesine,
Dahiliye ve Hariciye Nezaretleri’ne de bilgi verilmesine karar verildi. İşkodra’da
kurulması istenen yetimhane hakkında ise, Şura-i Devlet’çe yapılacak incelemeye
göre karar verilecekti. İtalyan Kız Okulu’nun inşa edilmesine padişahın izin vermesi
41
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrade Maarif Tasnii (İMF), Dosya no: 10, Gömlek no: 1322 Ş-4, s.2.
9
Halil ÖZEÇOĞLU
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
için, aynı gün; yani 28 Eylül 1904’te Sadrazam Mehmed Ferid Paşa, saraya durumu
arz etti. Okulun inşası için padişah izni ise, 30 Ekim 1904’te çıktı42. Okul, İtalyan Mühendisi “Indicien Molie” tarafından inşa edildi43.
Yaklaşık iki yıl gibi bir sürede inşa edilen okulun, resmi bir törenle açılışı
yapıldı. Okulun açılış merasimini, Yıldız Sarayı’na, İzmir Kolordu Kumandanı Ferik
Tevik bildirdi. Resmi açılış törenine İtalya Devleti’nin İstanbul Büyükelçisi, Aydın
Vilayeti Valisi ve Ferik Tevik’ten başka birçok İtalyan önde geleni katıldı. Açılış
merasimi, 7 Ekim 1906’da yapıldı44.
Açılışta, İtalyan önde gelenleri tarafından, büyükelçi şereine, çok çeşitli
yemeklerden oluşan bir ziyafet verildi. Bu ziyafete Ferik Tevik de davetliydi. İzmir’de
bulunan İtalyan Devleti tebaasının en kıdemlilerinden biri ve büyükelçi, ziyafet
sırasında, İtalyanlara birer nutuk söylediler. Bu nutuklarda Padişah II. Abdülhamid,
sıfatlarıyla anıldı ve İtalyanlar hakkında cömertçe buyurduğu lütular için, kendisine
teşekkür edildi. Aydın Vilayeti Valisi’nin ziyafette bulunmamasından dolayı, Ferik
Tevik tarafından, Türkçe olarak bir karşı nutuk söylendi. Bu nutukta Ferik Tevik,
padişaha karşı duyulan şükran hissi için, İtalya’nın İstanbul Büyükelçisi’ne teşekkür
etti ve devletler arasında cereyan etmesi istenilen ilişkilere şu ziyafetin de bir örnek
teşkil ettiğini belirtti. Ayrıca, İtalyan kralının aiyetinin devamını diledi45.
Okul, 1922 yılında, İzmir’in Yunan işgalinden kurtuluşuna kadar, İtalyan
Koleji olarak hizmet verdi. İzmir’in kurtuluşu sırasında, okulun bir bölümü yandı
ve bu tarihten sonra, İzmir İtalyan Kız Koleji, ülkedeki diğer ilkokullara muadil bir
ilkokul olarak eğitim vermeye başladı46.
1932-1933 eğitim-öğretim yılında öğretmen okulu mezunu 7 bayan
öğretmenin eğitim verdiği Kordon İtalyan Kız Okulu’nun bu tarihteki gelir-gider
durumu ise şöyleydi47:
Kordon İtalyan Kız Okulu’nun 1932-1933 Tarihli Gelir ve Giderleri:
42
43
44
45
46
47
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrade Maarif Tasnii (İMF), Dosya no: 10, Gömlek no: 1322 Ş-4, s.s.3-5.
Rıza Uygunlar, “İzmir Ayyıldız Kız İtalyan Okulu’nda”, Yarım Ay, S.60, İstanbul, Resimli Ay
Matbaası, 1937, s.9.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Parakende Evrakı Askeri Maruzat Tasnii (Y PRK ASK), Dosya
no: 241, Gömlek no:76, s.1.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Parakende Evrakı Askeri Maruzat Tasnii (Y PRK ASK), Dosya
no: 241, Gömlek no:76, s.1.
Uygunlar, a.g.m., s.9.
Bkz. Başvekalet İstatistik Umum Müdürlüğü 1932-1933 Maarif İstatistiği, no:31, 1934, s.158, 168;
Fakat bu istatistiğin 88. sayfasında okul, erkek mektebi olarak verilmiştir ki bu, bir hatadır. Zaten istatistiğin 158. ve 168. sayfalarında okul, kız okulu olarak geçmektedir. Ayrıca okulun yerinde bugün D.E.Ü. Rektörlük binası olduğundan, okulun Cumhuriyet sonrası tarihine de kısaca
değinilmekte yarar görülmüştür.
10
Modernleşme Sürecinde İzmir’de İtalyanlar’ın...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Görüldüğü üzere; okulun gelirleri, giderlerinin yaklaşık 2 katıydı. 1933-1934
eğitim-öğretim yılında, okula erkek öğrenciler de alındığından, bu okul, 1933-1934
Maarif İstatistiği’nde muhtelif, karma okul olarak geçmekteydi. Yine bu tarihte
okulda, 7 bayan öğretmen eğitim vermekteydi48.
1937 Ağustos’unda okulun uzun koridoru, okulun Müzik Öğretmeni Sör
Valantina’nın çeşitli yağlı boya tablolarıyla süslüydü. Bu tarihte 1. ve 2. sınılar,
birleştirilmiş sınıfta ders görmekteydiler ve okulun Türkçe Öğretmeni Zihnet Sanlav,
direktörü Sör Cezire, 4. sınıf öğretmeni de Sör Federikaya idi. Okula, çoğu İtalyan olmak üzere; Musevi ve Musevi olup da Türk tebaasında bulunanlar da devam etmekteydi. Okulda İtalyanca’ya ilave olarak Türkçe ve Fransızca gösterilmekteydi.
Zihnet Sanlav, diğer Türkçe öğretmeni Bayan İhsan’ın verdiği dersler hariç
tutulduğunda, haftada, 1., 2., 3. sınılara 20, 4. ve 5. sınılara 12 olmak üzere, toplam
32 saat Türkçe dersi vermekteydi. 1937 Ağustos’unda okulda, 33’ü yatılı olmak
üzere; 130 öğrenci eğitim görmekteydi. Okulun tabiat laboratuarı, cam dolaplara
yerleştirilen her çeşit vahşi ve evcil hayvanların dolguları ile süslenen ağaç dalları,
kaya şeklinde mukavvalarla, krepon kağıtlarından yapılmış çimenlerin üzerindeki
yılanlarla, Afrika ormanlarını andırmaktaydı49.
1937-1938 eğitim-öğretim yılında, Kordon İtalyan (Ay yıldız) Kız İlkokulu’nda,
1 yılda 1. sınıfa yeniden giren 18, tahsilden ayrılan da 14 öğrenci vardı50.
1939-1940 eğitim-öğretim yılında, 1 yılda 1. sınıfa yeniden giren 3 öğrenci
vardı ve bu eğitim ve öğretim yılında sınılardaki öğrencilerin sayıları ve başarı
durumları şöyleydi51:
Anlaşıldığı üzere, okulun öğrencilerinden yaklaşık olarak 1/3’ü ancak bir
üst sınıfa geçebilmiş veya mezun olabilmiş, öğrencilerin 2/3’ü ise sınıfta kalmıştı.
1940-1941 eğitim-öğretim yılında, okulda 1 anaokulu, 7 de ilkokul öğretmeni
görev yapmaktaydı. Bu öğretmenler, bayandı. Yine bu tarihte 1 yılda 1. sınıfa
yeniden giren 1’i erkek, 9’u kız olmak üzere; toplam 10 öğrenci vardı. Aynı yıl, 8
öğrenci tahsilden ayrıldı52.
48
49
50
51
52
Başvekalet İstatistik Umum Müdürlüğü 1933-1934 Maarif İstatistiği, no:68, 1935, s.186, 210.
Uygunlar, a.g.m., s.s.8-9, 23.
Başvekalet İstatistik Umum Direktörlüğü 1937-1938 Maarif İstatistiği, no:145, 1939, s.108.
Başvekalet İstatistik Umum Müdürlüğü 1939-1940 Maarif İstatistiği, no:187, 1942, s.s.114-115.
Başvekalet İstatistik Umum Müdürlüğü 1940-1941 Maarif İstatistiği, no:199, 1943, s.116, 140.
11
Halil ÖZEÇOĞLU
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bu eğitim-öğretim yılında, öğrencilerin sayısal ve başarı durumları şöyleydi53:
Bu eğitim-öğretim yılı, bir öncekine göre, daha verimli geçmiş görünmektedir.
Çünkü sınıf geçen veya mezun olanlar, toplam öğrenci mevcudunun 60/100’ünden
daha fazladır. Bir önceki sene, bu oran, yaklaşık olarak, 1/3’tü.
Belirtildiği üzere, adı önce “İtalyan Kız Koleji”, sonra “İzmir Kordon İtalyan
Ay Yıldız Kız İlkokulu” olan bu okul, 1944 yılında, İkinci Kordon genişletme çabaları
sonunda yıkıldı54.
Bugün, okulun var olduğu zamandaki arsası üzerinde, D.E.Ü. Rektörlük Binası bulunmaktadır. Netice itibariyle, okulun, Türkçe dersine geniş bir yelpazede yer verdiği, Fransızca ve İtalyanca’yı okuttuğu ve zamanında İzmir’in simge
yapılarından biri olduğu söylenebilir.
Bunlardan başka, İzmir-Bayraklı’da 1907 yılında açılan ve 1935’te kapanan
bir “Sacole İtaliane” ile Göztepe’de 1920 yılında açılıp, 1938’de kapanan bir başka
“Sacole İtaliane” de vardı55.
Yine, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, İzmir’de, ünlü İtalyan Ressam Mösyö
Pizanni’nin, Özel Sanayi-i Neise Mektebi’ni kurduğu görülmektedir. Bu mektebin
1918’de, Alsancak’ta bir de şubesi açıldı56. 1911’de Mösyö M. Demoize, 80 öğrenci
barındıran College Franco-Anglais’i kurdu57.
2. İzmir’de İtalyan Okullarının Yönetimi ve Finansmanı
İzmir’deki İtalyan okulları, Katolik tarikatların idaresi altındaydı. Örneğin,
1892’de rahibelerin denetiminde eğitim ve öğretimine başlayan İtalyan Ana ve
İlkokulu sonradan Salesien papazlarının idaresine geçti58.
53
54
55
56
57
58
Başvekalet İstatistik Umum Müdürlüğü, 1940-1941 Maarif İstatistiği, no:199, 1943, s.116.
27.05.2008’de İzmir Özel İtalyan Ana ve İlkokulu Türk Müdür Yardımcısı Nurhan Atilla Simes ile
Yapılan Görüşme.
Başvekalet İstatistik Umum Müdürlüğü 1933-1934 Maarif İstatistiği, no:68, 1935, s.186; Başvekalet
İstatistik Umum Direktörlüğü 1937-1938 Maarif İstatistiği, no:145, 1939, s.108; 27.05.2008’de İzmir
Özel İtalyan Ana ve İlkokulu Türk Müdür Yardımcısı Nurhan Atilla Simes ile Yapılan Görüşme.
Tutsak, a.g.e., s.246.
Pernot, a.g.e., s.266.
İtalyan Ana ve İlkokulu Tarihçesi, s.1.
12
Modernleşme Sürecinde İzmir’de İtalyanlar’ın...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Ecole de I’Immaculée Conception’ı rahibeler yönetmekteydi59. 20. yüzyılın
başlarında İzmir İtalyan eğitiminde “Salesienler” Roma Hükümeti, I’Association
Nationales des Missions ve Ivrea Sörleri’nin sözü geçmekteydi. Özellikle
Salesien’ler, laik eğitime kesinlikle izin vermediler60.
Finansmana gelince, Roma Hükümeti, 19. yüzyılın ikinci yarısında,
Levant’taki İtalyan okullarını önemli paralarla destekleme kararı almıştı61.
Zaten 1865’te kurulan “Ecole İtalienne”’in masralarını, İtalyan Hükümeti
karşılamaktaydı62.
Özel İtalyan Ana ve İlkokulu, İtalya’nın desteğiyle kuruldu63.
2. Rıhtım Caddesi’ndeki İtalyan Kız Okulu’nun arsası, “Suçi Nakendlifa
İtalya Nadiyena Fehiçiça” adlı İtalyan hayır kurumu tarafından alındı. İnşaat masrafı
da yine bu kurum tarafından ödenecekti64.
1932-1933 eğitim-öğretim yılında, 2. Rıhtım Caddesi’ndeki İtalyan Kız
Okulu’nun gelirlerinin “talebe ücreti ve cemaatin yardımı” kalemlerinden oluşması,
daha önceki yıllarda da okul gelirlerinde bu kalemlerin önemli etkisi olduğunu göstermektedir65.
Sonuç olarak, İzmir’deki İtalyan okulları, Roma Hükümeti ve Katolik tarikatlar tarafından yönetilmekte ve yönlendirilmekte; Roma Hükümeti, İtalyan hayır
kurumları, öğrenci ücretleri ve cemaatin yardımları ile de inanse edilmekteydi.
3. İtalyan Eğitim Politikasının İzmir Üzerinden Trablusgarp ve I. Dünya
Savaşı’na Yansımaları
1904’te İtalyan Hükümeti’nin Üsküp ve İzmir’de birer mektep ile İşkodra,
Bingazi ve Berka’da birer yetimhane kurmasına izin isteğini İtalyan Elçiliği, Osmanlı
Hükümeti’ne iletti. Hariciye ve Dahiliye Nezaretleri ile yapılan görüşmeler sonunda
Üsküp’te İtalyan çocuklarının bulunmadığı, Bingazi ve Berka’da İtalyan tebaasının
yeterli olmadığı; bu yüzden de buralarda mektep ve yetimhane kurulmasına lüzum görülmediği, İtalyan Elçiliği’ne tebliğ edildi. Roma Hükümeti nezdinde gerekli girişimlerin yapılması da, Hariciye Nezareti’ne havale edildi. İzmir’de mektep, İşkodra’da66 yetimhane açılması istekleri gerekli araştırmanın yapılması için
ertelenmişti ki; Aydın Vilayeti, İzmir’de İtalyan tebaasının yeterli olduğunu ve
İzmir’de İtalyan mektebi açılmasının bir mahzuru olmadığını, Osmanlı yönetimine
iletti. Böylece, İzmir’de bir İtalyan kız mektebinin açılması için gerekli izin çıktı ve
bu mektep, 7 Ekim 1906’da törenle açıldı67.
59
60
61
62
63
64
65
66
67
Cuinet, a.g.e., s.461.
Pernot, a.g.e., s.s.265-266.
Scherzer, a.g.e., s.41.
Cuinet, a.g.e., s.461.
27.05.2008’de Okulun Türk Müdür Yardımcısı Nurhan Atilla Simes ile Yapılan Görüşme.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrade Maarif Tasnii (İMF), Dosya no: 10, Gömlek no: 1322 Ş-4, s.1.
Başvekalet İstatistik Umum Müdürlüğü 1932-1933 Maarif İstatistiği, no:31, 1934, s.168.
İşkodra’da yetimhane isteği, gerekli araştırmanın yapılması için daha ileri bir tarihe ertelendi.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Meclis-i Vükela Mazbataları Tasnii (MV), Dosya no:109, Gömlek
no:123, s.1; Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Tasnii Sadrazam Kamil Paşa Evrakı (YEE KP), Dosya
no:22, Gömlek no:2176, s.1; Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrade Maarif Tasnii (İMF), Dosya no:10,
13
Halil ÖZEÇOĞLU
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bu bilgiler doğrultusunda, İtalya’nın 1904 yılındaki isteklerine baktığımızda,
karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır:
-Trablusgarp: İtalya; Bingazi ve Berka’da birer yetimhane kurmak istiyordu.
İtalyanlar, 1911’de Trablusgarp’ı işgal ettiler 68.
-Balkanlar: İtalya; Üsküp’te mektep, İşkodra’da yetimhane kurmak istiyordu.
Avusturya ile Balkanlar üzerindeki çıkar çatışmaları, I. Dünya Savaşı’nda
İtalya ve Avusturya’nın karşı salarda yer almalarına neden oldu. Hem Avusturya’nın
ve hem de İtalya’nın Balkanlar’da yayılmak istemesi, çatışmaya neden olmaktaydı69.
Ancak Avusturya’nın himayesinde bulunan bir ruhani cemiyetin İşkodra’da bir
yetimhanesi vardı70.
Buna karşı, İtalya da karşı hamle yaparak, durumu dengelemek istemekteydi.
-İzmir: İtalya, İzmir’de büyük bir kız mektebi kurmak istemekteydi ve kurdu da.
I. Dünya Savaşı sırasında İzmir şehri ve Akdeniz Bölgesi’nden adilane bir
pay; 1915 Londra ve 1917 St. Jean de Maurienne gizli antlaşmalarıyla, İtalyanlara vaad
edildi. İtalya 1919 yılında düzenlenen Paris Barış Konferansı’nda, bu antlaşmalara
dayanarak, İzmir de dahil olmak üzere, Venizelos’un talep ettiği yerlerin kendisine
vaad edildiğini savundu71.
Bu tablo, İtalya’nın, Osmanlı toprakları üzerinde -ve İzmir’de- okullar ve
yetimhaneler aracılığıyla nüfuz oluşturma ve İtalyan politikası doğrultusunda
eğitime yön verme çabalarını açıkça ortaya koymaktadır. Önemli olan, İtalya’nın,
sonradan işgal etme veya yayılma amacı ve olasılığı olan yerlerde, okullar ve
yetimhaneler yoluyla nüfuz alanları oluşturmasıdır ki; Trablusgarp Savaşı ve I.
Dünya Savaşı’ndaki ve Paris Barış Konferansı’ndaki İtalyan tutumu, tamamen bu
politikayı doğrulamaktadır. Bu tablonun İzmir’de kurulmak istenen İtalyan Kız
Mektebi aracılığıyla belgelendirilmesi ise, İzmir şehrinin eğitim tarihi için ayrı bir
önem taşımaktadır.
4. Ecole İtalienné ’de Devlet Memurlarına Hakaret
Aydın Vilayeti Mektubi Kalemi’nden 6 Temmuz 1915 tarihinde çıkan, bir
örneği İzmir İtalya Konsolosluğu’na, bir örneği de Osmanlı Hükümeti’ne gönderilen resmi yazıda, İzmir Belavista’da reji idaresinin karşısında bulunan İtalyan
Mektebi’nde72 telsiz ve telgraf haberleşmesine elverişli aletler bulunduğunun haber
68
69
70
71
72
Gömlek no:1322 Ş-4, s.s.1-5; Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Parakende Evrakı Askeri Maruzat
Tasnii (Y PRK ASK), Dosya no:241, Gömlek no:76, s.1.
Ergun Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, 4. Baskı, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1995, s.s.70-73.
Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, (çev.: Birtane Karanakçı), 6. Baskı, Türkiye
İş Bankası Kültür Yayını, 1996, s.237; Ergun Aybars, a.g.e., s.s.70, 82, 108-109.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrade Maarif Tasnii (İMF), Dosya no:10, Gömlek no:1322 Ş-4, s.s.1-3.
Mevlüt Çelebi, Milli Mücadele Dönemi’nde Türk-İtalyan İlişkileri, Dışişleri Bakanlığı Stratejik
Araştırmalar Merkezi, Ankara, 1999, s.s.26, 28-29, 48.
Bu okul, İtalyan Hükümeti’nin kurmuş olduğu İtalyan ulusal okulu idi. Okul hakkında “Ecole
İtalienne” kısmında gerekli bilgi verilmiştir.
14
Modernleşme Sürecinde İzmir’de İtalyanlar’ın...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
alındığı belirtilmekteydi. Yine geçen sene, “Dandelo Zırhlısı” İzmir’de iken; gerek
gemi ile gerekse dışarıyla haberleşilmiş olduğunun, yapılan incelemeler sonunda
anlaşılması üzerine, Başkumandanlık Vekaleti’nin kesin emrine uygun olarak, adı geçen
aletlerin mektepte bulunup bulunmadığının araştırılması için, Aydın Vilayeti tarafından
bir komisyon kuruldu. Bu komisyonda, Vilayet-i Umur-ı Ecnebiye Müdürü ile beraber, Polis İdaresi Başkatibi Ragıp, Telgraf Müfettiş Muavini Fuad, askeriyeden telsiz ve telgraf uzmanları İsmail Hakkı ve Nureddin Bey ve Efendiler bulunmaktaydı.
Bu komisyon, mektepte gereken nezaket kuralları çerçevesinde görevini
yapmakta iken, İtalya Konsolosu, mektebin Fizik laboratuarına gelerek ve uzlaşma
içinde bulunduğumuz bir devlet konsolosundan hiç de beklenmeyen bir şekilde,
hükümet memurlarının hukuk ve haysiyetlerine uygun olmayan bir takım kötü
sözler sarf etti. Bununla da yetinmeyerek, mektepte yapılan haklı ve kanuni teftiş
muamelesi ile kesinlikle alakası olmayan bir şekilde, hükümete müracaatla çözülebilmesi kabul eden bazı meselelerden bahisle, hükümetin yaptıklarını eleştirdi.
Aldıkları emri tam bir nezaketle yerine getiren ve gördükleri kötü muameleye
rağmen soğukkanlılıklarını koruyan komisyon üyeleri, Mektep Müdürü Don Olivera
ve Fizik Öğretmeni Mösyö Tankedeyeri’nin, bizzat İzmir İtalyan Konsolosu’nun
da itiralarında kabul ettiği gibi, hakaretlere maruz kaldılar. Bu durum, İtalya
Konsolosu’nun da kabul ettiği üzere, şüpheye yer vermeyecek şekilde meydandadır.
Uluslararası hukuka tamamen aykırı olan bu muameleler, Osmanlı Hükümeti’nin ve
onun aracılığıyla da İtalyan Hükümeti’nin takdirine bırakılmaktaydı. Ayrıca, Aydın
Vilayeti Valiliği, konu hakkında İtalyan Konsolosluğu’ndan izahat beklemekteydi73.
Aydın Vilayeti Valisi’nin konu hakkındaki üslubu ilginçtir. İtalya için,
“uzlaşma içinde bulunduğumuz bir devlet” ifadesini kullanmaktadır. Oysa İtalya,
Mayıs 1915’te İtilaf devletlerinin safında I. Dünya Savaşı’na girdi74. Belgenin yazılış
tarihi ise, 6 Temmuz 1915’tir. Görüldüğü gibi, bu tarihte Osmanlı Devleti, İtalyanlarla
karşı salarda savaş halinde idi.
Anlaşıldığı üzere, İzmir’deki İtalyan Ulusal Okulu’nda telsiz ve haberleşme
aletleri bulunmakta ve bunlar, savaş arifesinde, limana gelen zırhlılarla haberleşmede
kullanılmaktaydı. Bu aletlerin varlığını teftiş için okula gelen Osmanlı Hükümet
memurları da İtalyan Konsolosu’nun hakaretlerine maruz kalmaktaydılar.
73
74
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dahiliye Emniyet-i Umumi 3. Şube Tasnii (DH EUM 3Şb), Dosya no:7,
Gömlek no:21, s.1.
Mete Tunçay, Cemil Koçak, Hikmet Özdemir, Korkut Borotav, Selahattin Hilav, Murat Katoğlu,
Ayla Ödekan, Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Türkiye 1908-1980, İstanbul, Cem Yayınevi, 1995, s.41.
15
Halil ÖZEÇOĞLU
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Sonuç
İzmir dışındaki Osmanlı topraklarında 1861 ile 1912 yılları arasında
İtalyanlar 16 okul açmışlar iken75, İzmir’de bu tarihler arasında 11 okul açtılar.
Kuruluşları bu tarihlerin dışına sarkan Ecole Saint Polycarpe ve Göztepe’deki Sacole
İtaliane ve kuruluş tarihi bilinmeyen Ecole de San Rocco da hesaba katıldığında,
İtalyanların, İzmir’de toplam 14 okul açtıkları görülmektedir.
Bu, 1888’de 1097 Latin ve 838 Katoliği, 1893’te 1347 Latin ve 872 Katoliği,
1904’te de 5.000 civarında İtalyan tebaasını ve 350 İtalyan çocuğunu barındıran
İzmir için, okullaşma açısından oldukça iyi bir rakamdır 76.
Şimdiye kadar verdiğimiz bilgiler, İtalyan okullarının ders programları
dikkate alındığında, öncelikle, bu okullarda İtalyanca’nın ön plana çıktığını göstermekte, fakat Türkçe ve Rumca’nın da bu okullarda okutulabildiğini, Ermeni ve
Rum mektebinde de İtalyanca’nın bir ders olarak verilebildiğini desteklemektedir.
İtalyan okullarından yetişen veya bu kültürle temas eden öğrencilerin ise bu ülkeye
sempati ile bakması, bu okullardaki İtalyan tebaalı öğrencilerin de devletlerine ve
kültürlerine bağlı vatandaşlar olarak yetiştirilmesi rahatlıkla anlaşılacak bir durumdur. Hal böyleyken İtalya’nın İzmir’deki bu eğitimsel yayılım faaliyeti, sonradan
açığa vurduğu, siyasi faaliyetlerinin alt yapısı olarak görülebilir.
Yine, bugün arsası üzerinde Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlük binasının
bulunduğu ve geçen yüzyılda bir koleji andıran İtalyan Kız Mektebi’nin, İzmir’in
sembollerinden biri olabilecek bir kapasiteye sahip oluşu da, incelediğimiz dönemde,
İtalyanlar için İzmir’in ne denli önemli olduğunu kanıtlamaktadır.
Bunlarla beraber egemen bir devletin topraklarında kurulmasına izin
verdiği bir yabancı okulun hamisi olan İtalyan Devleti’nin konsolosunun, egemen
bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu’nun memurlarına hakaretlerde bulunması,
İtalyan okulların, İzmir’de ne derece güçlü, dokunulmaz ve özerk olduklarını göstermektedir.
Yukarıda belirtildiği üzere, İzmir’de çok iyi bir şekilde okullaşan İtalya’ya,
savaş sırasında gizli anlaşmalarla İzmir’in vaat edilmesi ve İtalya’nın, İzmir’i Paris
Barış Konferansı’nda resmen istemesi, İtalya’nın önce Trablusgarp’ta yetimhaneler, Balkanlar’da da mektep ve yetimhane kurmak isteyip, sonra bu bölgelerde
yayılma politikası gütmesi, bu ülkenin, Osmanlı Devleti’nin topraklarında kurduğu
ve kurmak istediği okul ve yetimhanelerle siyasi amaçlarına zemin hazırladığını
ispatlamaktadır.
75
76
Polat, a.g.m., s.s.565-575.
Aydın Vilayeti Salnamesi, 1304, s.377; Aydın Vilayeti Salnamesi, 1311, s.418; Başbakanlık Osmanlı
Arşivi, Yıldız Tasnii Sadrazam Kamil Paşa Evrakı (YEE KP), Dosya no:22, Gömlek no: 2176, s.1.
16
Modernleşme Sürecinde İzmir’de İtalyanlar’ın...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
KAYNAKÇA
I. Arşiv
Başbakanlık Osmanlı Arşivi
Dahiliye Emniyet-i Umumi 3. Şube Tasnii (DH EUM 3Şb), Dosya no:7, Gömlek no:21.
İrade Maarif Tasnii (İMF), Dosya no:10, Gömlek no:1322 Ş-4.
Meclis-i Vükela Mazbataları Tasnii (MV), Dosya no:109, Gömlek no:123.
Yıldız Tasnii Sadrazam Kamil Paşa Evrakı (YEE KP), Dosya no:22, Gömlek no: 2176.
Yıldız Parakende Evrakı Askeri Maruzat Tasnii (Y PRK ASK), Dosya no:241, Gömlek no:76.
II. Salnameler
Aydın Vilayeti Salnamesi (1304)
Aydın Vilayeti Salnamesi (1307)
Aydın Vilayeti Salnamesi (1311)
III. İstatistikler
Başvekalet İstatistik Umum Müdürlüğü 1932-1933 Maarif İstatistiği (1934). No:31,
İstanbul: Devlet Matbaası.
Başvekalet İstatistik Umum Müdürlüğü 1933-1934 Maarif İstatistiği (1935). No:68,
İstanbul: Devlet Matbaası.
Başvekalet İstatistik Umum Direktörlüğü 1937-1938 Maarif İstatistiği (1939). No:145,
İstanbul: Sühulet Basımevi.
Başvekalet İstatistik Umum Müdürlüğü 1939-1940 Maarif İstatistiği (1942). No:187,
Ankara: Ulusal Matbaa.
Başvekalet İstatistik Umum Müdürlüğü 1940-1941 Maarif İstatistiği (1943). No:199,
Ankara: Ulusal Matbaa.
IV. Kitap ve Makaleler
AYBARS, Ergun, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, 4. Baskı, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1995.
BEYRU, Rauf, 19.Yüzyılda İzmir’de Yaşam, İstanbul: Literatür Yayınları, 2000.
CUİNET, Vital, La Turquie D’Asıe, Paris, 1894.
17
Halil ÖZEÇOĞLU
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
ÇELEBİ, Mevlüt, Milli Mücadele Döneminde Türk-İtalyan İlişkileri, Dışişleri Bakanlığı
Stratejik Araştırmalar Merkezi, Ankara, 1999.
KENNEDY, Paul, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, (çev.: Birtane Karanakçı), 6. Baskı,
Türkiye İş Bankası, Kültür Yayını, 1996.
PERNOT, Maurice, Rapport Sur Un Voyage D’etude A Constantınople En Égypte Et En
Turquıe D’Asıe, Paris, 1912.
POLAT, İlknur, “Türk-İtalyan İlişkileri Çerçevesinde İtalyan Okulları” Atatürk Yolu,
S.4, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1989.
SCHERZER, Karl Von, İzmir 1873, (çev.: İlhan Pınar), İzmir Büyükşehir Belediyesi
Kültür Yayını, 2001.
ŞENOCAK, Bülent, Levant’ın Yıldızı; İzmir, İzmir, Şenocak Kültür Yayını, 2003.
TEKELİ, İlhan, İLKİN, Selim; Osmanlı İmparatorluğu’nda Eğitim ve Bilgi Üretim Sisteminin Oluşumu ve Dönüşümü, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1993.
TUNÇAY, Mete; KOÇAK, Cemil; ÖZDEMİR, Hikmet; BOROTAV, Korkut; HİLAV, Selahattin; KATOĞLU, Murat; ÖDEKAN, Ayla; Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Türkiye
1908-1980, İstanbul, Cem Yayınevi, 1995.
TUTSAK, Sadiye, İzmir’de Eğitim ve Eğitimciler, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002.
UYGUNLAR, Rıza, “İzmir Ayyıldız Kız İtalyan Okulu’nda”, Yarım Ay, S.60, İstanbul:
Resimli Ay Matbaası, s.s.8-9, 23, 1937.
YARANGA, Olaf, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Fransız Gezginlerinin Anlatımlarında İzmir,
(çev.: Gürhan Tümer), İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayını, 2000.
YILMAZ, Fikret, YETKİN, Sabri; İzmir Kartpostalları, İzmir Büyükşehir Belediyesi
Kültür Yayını, 2003.
Yurt Ansiklopedisi, C.6, Anadolu Yayıncılık, 1982-1983.
V. Görüşmeler
23.05.2008 Tarihinde Özel İtalyan Ana ve İlk Okulu’nun Türk Müdür Yardımcısı
Nurhan Atilla Simes ile Yapılan Görüşme.
27.05.2008 Tarihinde Özel İtalyan Ana ve İlk Okulu’nun Türk Müdür Yardımcısı
Nurhan Atilla Simes ile Yapılan Görüşme.
VI. Tanıtım Broşürleri
Özel İtalyan Ana ve İlkokulu Kurum Tarihçesi
18
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.19-33
ATATÜRK’ÜN İZMİR ZİYARETLERİ
VE VEFATININ İZMİR’DEKİ YANKILARI
Melih TINAL*
Özet
Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından hastalığının ağırlaştığı
günlere kadar birçok yurt gezisine çıkmıştır. Tarihler, bu gezilerin Türkiye Cumhuriyeti için
dönüm noktaları sayılabilecek günlerde yoğunlaştığını göstermektedir. Bu gezilerde halk
ile iç içe olan Atatürk, basın gibi kamuoyunu etkileyebilecek kurumlarla da görüşmelerde
bulunmuştur. İzmir, Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamında önemli yeri olan kentlerden
biridir. Kurtuluş Savaşı’nda ilk kurşunun Şehit Gazeteci Hasan Tahsin tarafından
İzmir’de atılmasının yanında; kent, Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım’ın kabrini
barındırmaktadır. Atatürk’ün ilk ve son eşi Lâtife Hanım da, İzmir’in tanınmış ailelerinden
Uşakîzadelere mensuptur. 10 Kasım 1938 tarihinde Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatı,
tüm yurdu olduğu gibi İzmir’i de yasa boğmuş ve İzmir halkı üzüntüsünü düzenlenen törenlerde dile getirmiştir.
Anahtar Kelimeler: Atatürk, İzmir, 10 Kasım, İzmir Basını.
ATATÜRK’S İZMİR VİSİTS
AND THE EVENTS TAKİNG PLACE
IN İZMİR IN THE AFTERMATH OF HİS DEATH
Abstract
İzmir is one of the signiicant cities in Mustafa Kemal Atatürk’s life. Other than the
irst bullet being shot in İzmir by Martyr Journalist Hasan Tahsin, the city is home to the grave
of Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal’s mother. Latife Hanım, irst and last wife of Atatürk was
also a member of Uşakizade family, a prominent family of İzmir. Mustafa Kemal Atatürk
has been to many trips in the country right after the War of Independence until his ilness has
become heavier. The dates show that the trips intensiied in sensitive periods. Atatürk, who
has been close to the public in this trips, made contacts with institutions which may affect the
public opinion, such as the pres. İzmir as well as the whole country, mourned the death of
Gazi Mustafa Kemal Atatürk on 10 November 1938 and people of İzmir expressed their sadness in organized commemoretions.
Keywords: Atatürk, İzmir, 10 November, İzmir Press.
*
Yrd. Doç. Dr.; Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.
19
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Melih TINAL
Giriş
Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen Türk Devrimi’nin, Türk Milleti
tarafından benimsenmesinde, O’nun Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından uygulamaya başladığı halkıyla iç içe olma politikası gereği gerçekleştirdiği yurt gezilerinin önemli payı bulunmaktadır1. Atatürk’ün yurt gezilerinin başlıca amacı; bir
taraftan yeni Türk Devleti’nin temel nitelik ve değerlerini tanıtmak2, diğer taraftan
da yıllardır zor koşullar altında yaşayan ve aralıksız savaşlarla artık iyice yorgun
düşen Türk milletinin, başta ekonomik olmak üzere, birçok alandaki sorunlarını
yerinde görüp, inceleyerek gerekli önlemleri almak düşüncesiydi.
1923 yılı Ocak ayı ile 1938 yılı Mayıs ayı arasındaki 15 yılı aşkın sürede
birçok yurt gezisine çıkan Atatürk’ün en sık ziyaret ettiği kentlerden biri de İzmir
olmuştur3. 15 Mayıs 1919 günü yaşanan işgal ile Türk milletinin elinden alınmak
istenen Güzel İzmir, işgale karşı ilk kurşunun atıldığı, dolayısıyla, ulusal bağımsızlık
mücadelesinin başlatıldığı kenttir. İzmir; ulusal bağımsızlık savaşının başlatılması,
işgal süreci ve kurtuluşta simge bir önem ve değer taşımasının yanında, annesi
Zübeyde Hanım’ın burada vefat etmesi ve defnedilmesi ile eşi Latife Hanım’ın
İzmirli bir aileye mensup olması nedenleriyle O’nun duygusal yaşamında da oldukça anlamlı ve önemli bir değere sahiptir.
I- Atatürk’ün İzmir Ziyaretleri
Bugünkü bilgilerimize göre Atatürk’ün İzmir’e ilk ziyareti 1905 yılında
gerçekleşmiştir4. Bu ilk ziyaretle ilgili olarak Atatürk şöyle bir değerlendirme
yapmıştır:”Benim İzmir’i ilk gördüğüm gün, okuldan çıkarılarak sürgün yerine gittiğim
gündür. Bu güzel memlekette, sürgüne giderken birkaç saat geçirmiştim. O zaman bu güzel
rıhtımı, baştanbaşa, bize can düşmanı olan yabancı milletlerden olanlarla dolu görmüştüm.
O zaman karar vermiştim ki; İzmir, gerçek asil ve soylu Türk İzmirlilerden gitmiştir; fakat
ne acıdır ki, o tarihte gerçeği açıklamama imkân yoktu”5.
Söz konusu dönemin anlatımına uygun olarak, Mustafa Kemal Bey’in
İzmir’i ikinci ziyareti 1907’de, Suriye’deki görevinin ardından yeni görev yeri olan
Selânik’e gidişi sırasında, yolcusu olduğu geminin İzmir Limanı’na uğramasıyla
gerçekleşti6. Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün Dışişleri Bakanı olarak anılacak olan
1
2
3
4
5
6
Atatürk’ün yurt gezileri için bkz. Mehmet Akif Tural, “Cumhurbaşkanı Halkın Arasında
Atatürk’ün Yurt Gezileri”, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi II, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara,
2002, s.s.371-393; Mehmet Önder, Atatürk’ün Yurt Gezileri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
Ankara, 1998; Ertuğrul Zekai Ökte, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Yurt İçi Gezileri (1922-1931),
Tarih Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul, 2000.
Nezahat Özcan, “Atatürk’ün Kastamonu Ziyareti ve Bu Ziyaretin Önemi”, Atatürk Araştırma
Merkezi Dergisi, C.XIX, S.57, Kasım 2003, s.3.
Atatürk’ün Yanı Başında Çankaya Köşkü Kütüphanecisi Nuri Ulusu’nun Hatıraları, (der.: M. Kemal
Ulusu), Doğan Kitap, İstanbul, 2008, s.101.
Necmi Ülker-Vehbi Günay-Latif Daşdemir, İzmir’in Sevinç Günleri, Atatürk’ün İzmir Ziyaretleri,
Ege Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi, İzmir, 2009,
s.11; Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, İstanbul, 1967, s.86.
Ahmet Gürel, “Gazi’nin İzmir Günleri”, İzmir Tarih ve Toplum, S.3, Aralık 2008, s.8.
Yusuf Hikmet Bayur, Atatürk Hayatı ve Eseri - Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar, Atatürk
20
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Atatürk’ün İzmir Ziyaretleri...
Dr. Tevik Rüştü Aras, Mustafa Kemal Bey ile 1907 yılında İzmir’de karşılaşmalarını
ve bu karşılaşmanın kendi yaşamındaki etkisini anlatırken ”1907 sonbaharında İzmir
Hastanesinin nisaiye kliniğinde göreve başladım. Ayrıca hususi bir muayenehane açtım.
Bütün çalışmamı mesleğime hasretmiştim. Bir tesadüf bütün hayatımı değiştirdi. Konak
Meydanı’ndaki bir kıraathanede Erkân-ı Harp Kolağası Mustafa Kemal Bey’le karşılaştık.
1905’de Beyrut’ta tanışmıştık. Şam’dan Selânik’e giderken İzmir’e uğramış(…) İzmir’deki
tesadüf benim hayatımın bir dönüm noktası oldu. O gün memleketin hali konusunda ikimiz
de içimizi döktük(…) Konak Meydanı’ndaki kıraathaneden o gün vatanını sevenlerin artık
harekete geçmesi zamanının çoktan gelmiş olduğu kanaatini paylaşarak çıktık”7 şeklinde bir
değerlendirme yapar.
Çağdaş araştırmalara yansıdığı biçimiyle Türk Kurtuluş Savaşı’ndan önce
Mustafa Kemal’in son8 İzmir ziyareti 22 Eylül 1913 tarihinde gerçekleşmiştir9. Bu
ziyaretinde yanında Dr. Tevik Rüştü Bey de bulunmaktadır10. Atatürk’ün değer
verdiği bestekârlardan biri olarak cumhuriyet döneminde sık sık Çankaya Köşkü
ve Dolmabahçe Sarayı’na davet edilen Dr. Şükrü Şenozan hatıralarında Kurmay
Binbaşı Mustafa Kemal Bey’i evinde misair ettiğini belirtmektedir11.
Bilindiği gibi; Mondros Mütarekesi sonrası süreçte Amerika Birleşik Devletleri,
İngiltere ve Fransa üçlüsünce kışkırtılarak, onların himayelerinde Türkiye’ye
saldırısına göz yumulan Yunanistan 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal etmiş; ama,
aynı İzmir Millî Mücadele’nin işaret işeğinin ateşlendiği yer olmuştur. İzmir’in
kurtuluşundan sonra, 10 Eylül 1922’de, İzmir’e giren12 Mustafa Kemal Paşa kente
dördüncü kez gelmiş olmaktadır. Mustafa Kemal, önce Karşıyaka’daki İplikçizade
Köşkü’nde kalır; daha sonra ise Uşakîzadelerin Göztepe’deki köşkünde uzun süreli
ikâmet ederek kentte gözlem ve incelemelerde bulunur13.
7
8
9
10
11
12
13
Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1997, s.23; Ülker-Günay-Daşdemir, a.g.e., s.12.
“Dışişleri Bakanı Dr. Tevik Rüştü Aras’ın Anıları, Atatürk’ün Kaybettiği Tek Savaş”, (yay. haz.:
Sadun Tanju), Hürriyet, 10-11 Kasım 1987; Bayur, a.g.e., s.23.
Kolağası Mustafa Kemal Bey 1911 yılında İtalyanların Trablusgarb’ı işgal etmesi üzerine işgale
uğrayan bölge halkını İtalyanlara karşı silahlandırmak ve askerî eğitim vermek amacıyla bölgeye
gönderilmiş ve bu yolculuk sırasında bir süre İzmir’in Urla ilçesinde konaklamıştır: Nuyan Yiğit,
Atatürk’le 30 Yıl, İbrahim Süreyya Yiğit’in Öyküsü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2004, s.s.27-28.
Zeki Arıkan, İzmir Basınından Seçmeler 1872-1922, C.I, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür
Yayınları, İzmir, 2001, s.235.
Bayur, a.g.e., s.57.
Ülker-Günay-Daşdemir, a.g.e., s.16.
Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi 1918-1938, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara, 2000, s.343; Kemal Arı, İzmir’in Kurtuluşu ve Yüzbaşı Şerafettin: Üçüncü Kılıç,
Genişletilmiş 3. Baskı, Zeus Kitabevi, İzmir, 2009, s.s.287-288.
Andrew Mango, Atatürk, Sabah Kitapları, İstanbul, 2000, s.s.338-339; Kocatürk, a.g.e., s.345;
Atatürk’ün yaveri Salih Bozok anılarında Mustafa Kemal Paşa’nın İzmir’in kurtuluşu sonrasında
kentte konakladığı evlerle ilgili şu bilgilere yer vermektedir:”İzmir’in işgalinde bir gece Karşıyaka’da
kaldık. Deniz çok fena koktuğu için orada daha fazla kalamadık. M. Kemal Paşa Hazretleri’nin ikametleri
için bazı köşkler, konaklar gösterilmişti. Bu arada Uşakîzade Muammer Bey’in evi de vardı. Paşa hepsini
birer birer gezerek gördükten sonra rıhtımda bir doktorun binasında ikamet etmeyi tercih ettiler. Muammer
Bey’in evine gittiğimiz zaman bizi Latife Hanım karşılamıştı. Pederi ile validesi ve kardeşleri Avrupa’da
bulunduklarından Latife Hanım büyük validesi ile yalnız olarak evde oturuyormuş. Latife Hanım aydın bir
kız olduğu için ifadeleriyle ve her türlü bilgi, görgü, tutum ve davranışlarıyla Paşa’yı memnun etmişlerdi.
Fakat M. Kemal Paşa her nedense orada kalmak istememişlerdi. Rıhtımda karargâh ittihaz ettiğimiz binaya naklettikten bir iki gün sonra İzmir’de büyük bir yangın çıktı. Ve bizim ikamet ettiğimiz binaya
kadar yaklaşınca, oradan Muammer Bey’in evine nakletmek mecburiyetinde kaldık.”: Salih Bozok, Yaveri
Atatürk’ü Anlatıyor, (yay. haz.: Can Dündar), Doğan Kitap, İstanbul, 2001, s.87.
21
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Melih TINAL
İki hafta sonra, 24 Eylül 1922’de, kendisine İzmir Hemşeriliği verilen Mustafa
Kemal Paşa14, duygularını şöyle dile getirmiştir: ”İzmir’in muhterem ve hamiyetli [vatan,
millet ve onur anlayışı yüksek] ahalisine, İzmir Belde ve İdare Meclisleri aracılığı ile
bana İzmir Hemşeriliği ünvanını tevcih ettiğinize muttali’ oldum[öğrendim]. Vatanımızın
Akdeniz’e karşı nûr-ı aynı[gözü] olan düşman istilâsından tahlîsi[kurtuluşu] içün bütün memleketi seve seve senelerce mihnet ve fedakârlıklara sevk etmiş bulunan İzmirimizin
hemşehrileri arasında sayılmak benim için nihâyetsiz bir meserret ve mübâhât[sevinç ve
mutluluk] hâsıl etmiştir”15.
T.B.M.M. Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa 14 Ocak 1923’de
çıktığı Batı Anadolu gezisi kapsamında İzmir’i de ziyaret etmiştir16. Mustafa Kemal;
bu gezinin amacını Büyük Nutuk’unda şöyle açıklamaktadır:“İlk Meclis son senesine dâhil olmuş bulunuyordu. Yeni intihap[seçim] münasebetiyle, Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni siyasî bir fırkaya tahvil etmeğe [partiye dönüştürmeye]
karar vermiştim. Sulh takarrür ettiği [gerçekleştiği] takdirde, cemiyet teşkilâtımızın, siyasî fırkaya inkılâbını lüzumlu görüyordum. Bu hususta da halk ile bizzat hasbıhal etmeği
muvafık ve faydalı mütalaa ediyordum. Zaferden sonra talim ve terbiye ile iştigale başlamış
olan ordumuzu da yakından görmek istiyordum. İşte bu maksatlarla, Garbî Anadolu’da
bir seyahat icra etmek üzere 14 Kânunusani [Ocak] 1923 tarihinde Ankara’dan hareket
ettim. Eskişehir’den itibaren İzmit, Bursa, İzmir, Balıkesir’de halkı münasip mahallerde
toplayarak uzun hasbıhallerde bulundum. Ahalinin, bana istedikleri gibi serbest sualler
tevcih etmesini talep ettim. Sorulan suallere cevap teşkil etmek üzere altı saat, yedi saat
devam eden konferanslar verdim”17. İzmir’i de kapsayan bu uzun Batı Anadolu ziyareti Atatürk’ün yaşamındaki önemli olaylara da sahne oldu. Bunlardan ilki annesi Zübeyde Hanım’ın vefat haberini gezinin hemen başlangıcında Eskişehir’de
almasıydı18. Gezi süresince yaşanan bir diğer önemli gelişme Mustafa Kemal
Paşanın, 29 Ocak 1923 günü, saat 17.00’de, İzmir’in tanınmış ailelerinden olan
Uşakîzadelerin Göztepe’deki konağında sade bir nikâh töreni ile evlenmesiydi19.
Mustafa Kemal Paşa, nikâh töreninden birkaç gün sonra İzmir gazetecileri ile
gerçekleştirdiği görüşmede; Lozan Konferansı’ndaki tıkanıklığın, emperyalist devletlerin Türkiye’nin tam bağımsızlığını tanımama eğilimlerinden kaynaklandığını,
İtilâf Devletleri’nin, Türkiye’nin ve Türkiye halkının varlığının ve gelişmesinin kesinlikle
zorunlu kıldığı şartları kabul ve onaylayıcı bir düşünceye henüz gelmedikleri anlaşılıyor ifadesiyle dile getirerek, Milli Mücadelede Türk ulusunun hangi devletlerle ve güçlerle,
hangi tür amaç için savaşdığını basın yoluyla halka bildiriyordu20. Kente yakın diğer
yerleşim birimlerindeki incelemeleri sonrasında, 10 Şubat 1923’de, yeniden İzmir’e
14
15
16
17
18
19
20
Eren Akçiçek, Mustafa Kemal Olmak, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2004, s.24; Hakimiyet-i
Milliye, 1 Teşrin-i Evvel 1922.
Ülker-Günay-Daşdemir, a.g.e., s.44; Gürel, a.g.m., s.10.
İzmir Yollarında, Atatürk’ün Batı Anadolu Gezisi 14 Ocak 1923-20 Şubat 1923, (yay. haz.: Mehmet
Önder), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1989, s.9.
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, 1919-1927, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1991, s.523.
Bozok, a.g.e., s.96; Mango, a.g.e., s.358; Mustafa Kemal İzmir’de annesinin kabri başında şu tarihi
cümleleri dile getirmişti: “Validemin medfeni [mezarı] önünde ve Allahın huzurunda aht ve peyman
ediyorum, bu kadar kan dökerek milletin istihsal ve tesbit ettiği hakimiyetin muhafaza ve müdafaası için
icap ederse, valdemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Hakimiyet-i Milliye uğruna canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun”: Yılmaz Çetiner, Son Padişah Vahdettin, İstanbul, 1993,
s.s.244-245, Lord Kinross, Atatürk, İstanbul, 1972, s.561.
Yiğit, a.g.e., s.231; İzmir Yollarında…, s.13.
Ülker-Günay-Daşdemir, a.g.e., s.63.; Mango, a.g.e., s.361.
22
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Atatürk’ün İzmir Ziyaretleri...
gelen Gazi, 17 Şubat 1923’de toplanan İzmir İktisat Kongresi’nin açış konuşmasında,
yeni Türk devletinin benimseyeceği tam bağımsızlık ülküsü hakkında iç ve dış kamuoyuna şu bilgilerle mesaj vermek istemiştir: “…Efendiler; Tarih, milletimizin itilâ
ve inhitâtı[yükseliş ve çöküşünün] esbabını[nedenlerini] ararken birçok siyasî, askerî,
içtimaî sebepler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok bütün bu sebepler hadisat-ı içtimaiyede
[toplumsal, sosyal olaylarda] müessirdirler. Bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla
alâkadar olan, o milletin iktisadiyatıdır. Tarihin ve tecrübenin tesbit ettiği bu hakikat bizim
millî hayatımızda ve millî tarihimizde tamamen mütecellidir [gerçekleşmiştir]”21…
Mustafa Kemal Paşa’nın bir sonraki İzmir ziyaretinde eşi Lâtife Hanım
da kendisine eşlik etmişti. 27 Temmuz 1923’de İzmir’e ulaşan Gazi, Göztepe’deki
Uşakizâde Konağı’nda misair olur ve aynı günün akşamı Hükûmet Konağı’nda
şereine verilen ziyafette üç yıldan fazla bir süre düşman işgali altında kalan İzmir
halkının kendisine gösterdiği ilgi ve sevgiye şu sözler ile teşekkür eder: ”Muhterem
Efendiler, Bu gece İzmir halkını bi-hakkın temsil eden kıymetli heyetinizin muvacehesinde
bulunmak benim için büyük bir saadet oldu. İzmir halkının geçen defa olduğu gibi, bilhassa
bu defa hakkımda izhar eylemiş olduğu samimî tezahürata karşı hissettiğim memnuniyeti
doğrudan doğruya kendilerine ifade etmek mümkün olamadı; fakat bunu heyet-i âliyenize arz
ve heyet-i âliyeniz vasıtasile bütün halka iblağı mümkün olacağını zannediyorum. Binaenaleyh bütün teşekküratımı heyet-i aliyenize arzediyorum”22.
Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhurbaşkanı sıfatıyla ilk İzmir ziyareti 1924
yılı Ocak ayında gerçekleşti23. Bu ziyareti sırasında, 16 Ocak günü İzmir San’atlar
Okulu’nda24 incelemelerde bulunmuş ve okulun şeref defterine şu satırları
yazmıştır:“On bir ay evvel, mektebi ziyaret etmiştim. O zamanki meşhudatımla [gözle görülen şeyler] bugün gördüklerim arasında mühim, müspet farklar vardır. Çalışılıyor. Mesai ümit
bahş noktaya müteveccihen şayan-ı memnuniyet bir surette yürüyor. Türkiye Cumhuriyeti bu
san’at mekteplerinin tam inkişafına çok muhtaçtır”25. Mustafa Kemal, Şubat ayı başlarında
İzmir’de düzenlenen Harp Oyunları’nı izlemek üzere kente gelen İstanbul basınının
ileri gelenleriyle de görüşmüş ve basından Cumhuriyet idaresinin başarıya
ulaşabilmesi için gereken yardımı göstermelerini istemişti26.
Gazi Mustafa Kemal, 1925 yılı Ekim ayında gerçekleştirdiği İzmir gezisinde27, konakladığı Naim Palas oteli yakınlarına Göztepe ve Karşıyaka semtlerinden vapurlarla gelen halka şöyle seslendi:”Ben bütün İzmir’i ve İzmirlileri severim.
Güzel İzmir’in temiz kalpli insanlarının da beni sevdiklerinden eminim. Yalnız bir tesadüf beni Karşıyaka’ya daha çok bağlamıştır. Karşıyakalılar, anam sizin bağrınızda, sizin
topraklarınızda yatıyor”28.
21
22
23
24
25
26
27
28
A. Afetinan, İzmir İktisat Kongresi-17 Şubat-4 Mart 1923, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara,
1989, s.57.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II (1906-1938), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1997, s.80.
Önder, a.g.e., s.s.252-253.
1868 yılında açılan İzmir Hamidiye Sanayi Mektebi.
Hakimiyet-i Milliye, 18 Kanunusani 1924.
Atatürk Büyük Nutuk’unda bu gezisiyle ilgili şu bilgileri vermektedir: “1924 yılı başında Ocak ayı
başında İzmir’e gittim. Orada iki ay kaldım. Hilâfetin kaldırılması zamanının geldiğine orada iken karar
verdim”: Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, s.571; Ülker-Günay-Daşdemir, a.g.e., s.94.
Tural, a.g.m., s.378.
Hakimiyet-i Milliye, 13 Birinci Teşrin 1925; Ahenk, 14 Ekim 1925; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, s.238.
23
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Melih TINAL
Atatürk’ün bir diğer İzmir ziyareti 1926 yılı Haziran ayında yaşandı. Kendisine karşı düzenlenen suikast girişiminin açığa çıkması sonrasında İzmir’e gelen Gazi, İzmir’de kaldığı günlerde Naim Palas otelinde ikamet etti. 24 Haziran’da
İsmet Paşa, Dr. Tevik Rüştü Bey ve Fahrettin Altay Paşa ile birlikte Karşıyaka
Spor Kulübünde incelemelerde bulunmuş ve kulübün şeref defterine şu satırları
yazmıştır: “Karşıyaka Spor Kulübüne: Karşı karşıya bulunduğum gençlik, iftihara çok
şayandır. Bu gençlik muvacehesinde istikbalin kuvveti ve saadeti ne bariz görünmektedir”29.
Mustafa Kemal Paşa bu ziyaretinde Bornova’daki Ziraat Mektebi’nde de incelemelerde bulunmuş ve okuldaki incelemeleri sırasında Manisa’nın Soma kazasından
gelen bir öğrenciye Milli Mücadele’yle ilgili şu açıklamalarda bulunmuştur: “Soma
halkı Kuva-yı Milliye ordusu olarak Yunanlıları durdurdu; biz de Erzurum, Sivas ve
Amasya Kongrelerini yaptık ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni kurduk. Eğer Soma’da,
Akhisar’da, Denizli’de Yunanlılara karşı konulmasaydı, Yunanlılar Ankara’ya bizden önce
girecekti, işler güçleşecekti”30.
Mustafa Kemal Paşa’nın 1930 yılı Şubat ayında gerçekleştirdiği İzmir ziyaretinde daha önce defalarca kaldığı Naim Palas oteli kendisine hediye edildi31.
Gazi, bu ziyaretinde Buca’da da incelemelerde bulunmuş ve Sarıgöllü Hasanağa’nın
1926’da satın aldığı bahçeyi gezmiştir32. Atatürk’ün 1931 yılı Ocak ayında
gerçekleştirdiği İzmir ziyaretinde okul ziyaretleri önemli yer tutmuştu. 1 Şubat 1931
tarihinde İzmir Erkek ve Kız Liselerini inceledi. Türkiye’nin köklü eğitim kurumları
arasında bulunan bu okullarda öğrencilerle bir araya gelerek dersleri takip etti. İzmir
Kız Lisesi’nde yaptığı incelemede okulun hatıra defterine şunları yazmıştır: “İzmir
Kız Lisesinde gördüğüm intizamdan, hususuyla bilgi ve milli terbiye vermekte ve almaktaki büyük dikkat ve heyecandan çok memnun oldum. Öğrencilere teşekkür ederim”33. İzmir
Erkek Lisesi’ndeki incelemede ise yanında bu okulun mezunlarından olan Vasıf
[Çınar] Bey de bulunmaktaydı. Gazi okuldan ayrılırken okul müdürü Hilmi [Erdim]
Bey’e okuldaki hızlı gelişim nedeniyle memnuniyetlerini bildirdi34. Dönemin bir
diğer önemli gelişmesi, Türk kadınlarına siyasî hakların tanınması idi. Mustafa
Kemal, Kız Muallim Mektebi’nde35 yaptığı konuşmada -ki bu konuşmasından kısa
bir süre sonra Türk kadınının siyasî alanda eşitliği sağlanmıştır- konu hakkındaki
düşüncelerini öğrencilere şu cümlelerle nakletmişti: “...Türk kadınları memleketin
mukadderatını millet namına idare eden siyasî zümreye girmek arzusunu gösteriyorlar.
Memleketin ve milletin vatandaşlara yüklediği vazifelerin hiçbirinden, kendilerinin uzak
bırakılabileceğini de düşünmüyorlar. Çünkü vazife karşılığı olmayan hak mevcut değildir”36.
29
30
31
32
33
34
35
36
K. Doğan Dirik, Vali Paşa Kâzım Dirik-Bandırma Vapuru’ndan Halkın Kalbine, (yay. dnş.: Kemal
Arı), Gürer Yayınları, İstanbul, 2008, s.190; Erkan Serçe, Fikret Yılmaz, Sabri Yetkin, Küllerinden
Doğan Şehir, İzmir Büyük Şehir Belediyesi Kültür Yayını, İzmir, 2003, s.48.
Ahmet Bekir Palazoğlu, Atatürk’ün Okul Gezileri, T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara,
1999, s.178.
Yeni Asır, 27 Şubat 1930; Önder, a.g.e., s.255: Bina günümüzde Atatürk Müzesi olarak hizmet
vermektedir.
Anadolu, 2 Mart 1930; Ülker-Günay-Daşdemir, a.g.e., s.163.
Yeni Asır, 2 Şubat 1931.
Anadolu, 2 Şubat 1931; Palazoğlu, a.g.e., s.s.257-259.
1922-1923 öğretim yılında ‘Darülmuallimat’ adıyla açılan kız öğretmen okulu.
Anadolu, 3 Şubat 1931; Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Bankası A.Ş. Yayınları,
İstanbul, 1973, s.461.
24
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Atatürk’ün İzmir Ziyaretleri...
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, 1933 yılı başlarında gerçekleştirdiği
yurt gezisi programında yer alan İzmir ziyaretinde; 1 Şubat’ta İzmir Valiliği, İzmir
Şehir Komutanlığı ve Belediyeyi37, 2 Şubat’ta Bornova Ziraat Mektebi ve Karşıyaka
Halk Eğitim Merkezi’ni38, 3 Şubat’ta da Milli Kütüphane ve İncir Kooperatii’ni ziyaret etti39. Söz konusu ziyaretinden 14 ay sonra, 9 Nisan 1934 tarihinde ise beraberinde İzzettin [Çalışlar] Paşa, Kâzım [Karabekir] Paşa, Kılıç Ali, Salih [Bozok] ve
Nuri [Conker] Beyler olduğu halde İzmir’e gelen Gazi Mustafa Kemal, askerî birlik
denetlemelerine ağırlık verdi40.
1930’lu yıllarla birlikte Avrupa’daki devletlerin yayılmacı politikalar gütmeye başlamasıyla, Türkiye Balkan Antantı’nın kurulmasına öncülük etmişti. Balkan
Antantı’nın kuruluşu sürecinde Yunanistan ile sıkı işbirliği içerisinde olan Türkiye,
yayılmacı devletlerin Asya ve Afrika üzerindeki planlarının ortaya çıkışıyla birlikte
benzer bir işbirliğini İran ile de gerçekleştirme arayışı içine girdi41. Bu işbirliğinin
başlangıcını teşkil edecek şekilde, İran Şahı Rıza Pehlevi 1934 yılı Haziran ayında
Türkiye’ye bir ziyarette bulundu42. Ankara’da, bölge barışı adına olumlu gelişmeler
ve karşılıklı güven sağlanmasını amaçlayan görüşmeleri izleyen günlerde, Gazi
Mustafa Kemal, İran Şahı Rıza Pehlevi, Başbakan İsmet Paşa ve Dışişleri Bakanı Tevik
Rüştü Bey, 22 Haziran’da İzmir’e gelmişler ve kentte kaldıkları süre boyunca,
Bornova Ziraat Enstitüsü43, Milli Kütüphane, Kız Muallim Mektebi ve Halkevi’ni
ziyaret etmişlerdir44. 24 Haziran 1934 tarihinde İzmir’den ayrılan Gazi’nin bu ziyareti, kente yaptığı son ziyaret olmuştur.
II- Atatürk’ün Vefatının İzmir Kamuoyundaki Yankıları
Yaşamı boyunca özellikle mesleğinin getirdiği birçok sağlık sorunu yaşayan
Atatürk45, bilindiği gibi yakalandığı karaciğer rahatsızlığının, vefatından yaklaşık
bir ay46 öncesinden itibaren şiddetini arttırmasının sonucu olarak 10 Kasım 1938 saat
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
Anadolu, 2 Şubat 1933.
Yeni Asır, 3 Şubat 1933.
BCA, 30.10.0.0./2.11.10; Anadolu, 4 Şubat 1933; Dirik, a.g.e., s.198.
Cumhuriyet, 11 Nisan 1934; Anadolu, 11 Nisan 1934; Gürel, a.g.m., s.14; Ülker-Günay-Daşdemir,
a.g.e., s.193.
Mehmet Gönlübol-Cem Sar, “1919-1938 Yılları Arasında Türk Dış Politikası”, Olaylarla Türk Dış
Politikası, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1996, s.106.
Cumhuriyet, 20 Haziran 1934; Yeni Asır, 20 Haziran 1934; Bilâl N. Şimşir, Atatürk ve Afganistan,
Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara, 2002, s.331.
1922 yılında açılan İzmir Mıntıka Ziraat Mektebi.
Dirik, a.g.e., s.198; Anadolu, 25 Haziran 1934.
Kılıç Ali, Atatürk’ün Son Günleri, Sel Yayınları, İstanbul, 1955, s.s.7-8; Eren Akçiçek, Atatürk’ün
Hastalıkları ve Ölümü, Güven Kitabevi, İzmir, 2005, s.s.313-316.; Soyak, a.g.e., s.s.721-722; Hasan
Rıza Soyak Atatürk’ün yaşamı boyunca geçirmiş olduğu rahatsızlıklar hakkında şu bilgileri
vermektedir: “…Sakarya muharebeleri esnasında attan düşüp, kaburga kemiklerinin kırılmasından ve
bazı alelade mevsim rahatsızlıklarından başka, Büyük Adam’ın hayatında geçirdiği mühim hastalıkları
hatırlamağa çalışıyordum; tahattur edebildiklerim şunlardan ibaretti: Bingazi’de iken gözlerinde beliren
arıza… Birinci Dünya Harbi içinde Carlsbat’a giderek tedavi ettirdiği böbrek rahatsızlığı… Olağanüstü
çalışma ve yorgunluklar sonunda üç yıl arayla gelen –görünüşe nazaran- iki kalp krizi ve 1936 senesi
Kasım ayında atlattığı zatürre tehlikesi…”.
Belgelerle Atatürk, T.C. Milli Savunma Bakanlığı, Ankara, 1999, s.59: Eserde Atatürk’ün hastalığıyla
ilgili yayınlanan ilk tebliğe de yer verilmiştir: “Atatürk’ün geçirmekte olduğu karaciğer rahatsızlığı
son zamanlarda ağırlaşmış ve sıhhî durumu bugün resmî tebliğ ile neşredilmiştir. Bundan sonra da neşr
edilecektir. Bu vaziyet dolayısıyla Cumhuriyet Ordusunda inzibat ve teyakkuz hususlarına bir kat daha
itina olunmasını ehemmiyetle rica ederim. 18.10.38 gün 286 sayı”.
25
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Melih TINAL
09.05’de vefat etmiştir. Atatürk’ün vefatı müdâvî [tedavi eden, iyileştiren] tabipler
Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Prof. Dr. Mim Kemal Öke ve Dr. Nihad Reşat Belger ile
müşâvir [danışılan] tabipler Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, Prof. Dr. Hayrullah Diker,
Prof. Dr. Süreyya H. Serter, M. Kâmil Berk ve Dr. Abravaya Marmaralı’dan oluşan
kurulun hazırladığı şu raporla tespit edilmiştir: “Reisicumhur Atatürk’ün umumî hallerindeki vehamet dün gece 24’te neşredilen tebliğden sonra her an artarak bugün, 10 İkinci
teşrin [Kasım] 1938 Perşembe sabahı saat dokuzu beş geçe büyük şeimiz derin koma içinde
terkî hayat etmişlerdir”47.
Atatürk’ün vefatı sonrasında, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya imzasıyla 10
Kasım 1938 tarihinde bir hükûmet tebliği yayınlandı. Tebliğde hükûmetin içinde
bulunulan bu hassas günde sorumluluklarını gereğiyle yerine getirerek görevinin
başında olduğu, kurulu düzen ve vaziyeti idame konusunda Türk milletinin hükûmetiyle uyumlu olacağından şüphe duyulmadığı ve anayasa gereği Türkiye Büyük
Millet Meclisi Başkanı Abdülhalik Renda’nın Cumhurbaşkanlığı vekâleti görevini
yerine getirdiği ifadeleriyle devletin sürekliliği vurgulandıktan sonra Atatürk ile
ilgili olarak şu cümlelere yer verilmişti:”Bugün ayrılığına ağladığımız büyük şeimiz
Atatürk, her vakit Türk milletine güvendi, eserlerini bu güvenle yaptı, idamesi esbabını da
istikmal[tamamlama, bitirme] ederek güvenle büyük milletimize bıraktı. Ebedî Türk milleti onun eserlerini ebediyetle yaşatacaktır. Türk gençliği onun kıymetli vediası [emanet]
olan Türkiye Cumhuriyetini daima koruyacak ve onun izinde yürüyecektir. Kemal Atatürk,
Türkün tarihinde ve gönlünde daima yaşayacaktır.”48
Atatürk’ün naaşı İstanbul Üniversitesi Teoloji Enstitüsü Müdürü Ord.
Prof. Dr. M. Şerafettin Yaltkaya’nın gözetiminde İslâm an’anesine uygun olarak
yıkandıktan49 sonra yine aynı gün, yani 11 Kasım 1938 Cuma günü, Gülhane
Tıp Akademisi’nde görev yapan Prof. Dr. Lüti Aksu tarafından tahnit [Naaşın
bozulmasını engelleyen tıbbî işlem] edildi50. Cenaze namazı ise naaşın Ankara’ya
nakledileceği gün olan 19 Kasım’da kılındı51. Atatürk’ün cenaze töreniyle ilgili program 13 Kasım 1938’de Milli Müdafaa Vekili Kâzım Özalp’ın yayınladığı bir genelge ile duyuruldu. Genelge, resmî cenaze töreninin 21 Kasım 1938 Pazartesi günü
yapılacağını, Atatürk’ün naaşının Ankara’ya nakline kadar, Dolmabahçe Sarayı
Merasim Salonu’nda bulundurulacağını ve bu süre zarfında 6 üst rütbeli subay
47
48
49
50
51
Ayın Tarihi, S.60, Mükerrer, 1-30 İkinci Teşrin 1938, Basın Genel Direktörlüğü, s.20; Ulus, 11 Son
Teşrin 1938; Belgelerle…, s.77; Atatürk’ün Ölüm ve Anıtkabir’e Nakil Günleri, Türkiye Barolar Birliği
Yayınları:168 (küratör ve yay. haz.: Turan Tanyer), Ankara, 2009, s.5; Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç
Ali’nin Anıları, (der.: Hulûsi Turgut), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2005, s.660.
Ulus, 11 İkinci Teşrin 1938; Cumhuriyet, 11 İkinci Teşrin 1938; Ayın Tarihi, S.60 Mükerrer, 1-30
İkinci Teşrin 1938, Basın Genel Direktörlüğü, s.s.20-21.
Reik Ahmet Sevengil, “Atatürk’ün Cenaze Törenine Dair Hatıralar”, İnkılâp Gençliği, Yıl:1, S.5,
İstanbul, 1952, s.s.18-19.
Akçiçek, a.g.e., s.82; Atatürk’ün Ölüm..., s.6.
Seyfullah Esin, “Atatürk’ün Cenaze Merasimine Dair Hatıralar”, Türk Kültürü, Yıl XIV, S.157
Atatürk Sayısı, s.22; Cenaze namazına ilişkin haber Anadolu Ajansı’nın 19 Kasım tarihli bülteninde şöyle yer aldı:”Dolmabahçe sarayına gelince, burada hazırlıklar erkence başlamıştı. Büyük ölünün
son ihtiram nöbetini bekleyen yaverleri ve dostları, büyük üniformalı subaylar, vali ve belediye reisi, bu
hazırlıklara nezaret ediyorlardı. Sarayın büyük kapısı önünde yüzlerce çelenk var. Dolmabahçe’nin ağaçlı
caddesi iki sıra çelenklerle bir çiçek sergisi halinde. İçerde merasim başlamadan, ailesinin talebi ile büyük
ölünün namazı kılınmak suretiyle hususi merasim yapılıyor. Tekbir Türkçe verilmiş, namazı İslâm Tetkikleri Enstitüsü Direktörü Ordinaryüs Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırılmıştır.”: Ali Güler,
“Atatürk’ün Ölümü, Cenaze Namazı ve Dein İşlemi”, Türkler, C.16, Ankara 2002, s.512.
26
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Atatürk’ün İzmir Ziyaretleri...
tarafından ihtiram nöbeti tutulacağını, 19 Kasım 1938 günü saat 08.30’da cenazenin
Ankara’ya nakil sürecinin başlayacağını ve cenaze alayına Birinci Ordu Müfettişi
Fahrettin Altay’ın komuta edeceğini içermekteydi52. Ankara ile birlikte Türkiye’nin
tamamında yapılacak cenaze törenine ilişkin hükûmet şu kararları almıştı:
-Ankara’da cenaze töreni yapılacak olan 21 Kasım 1938’de ülkedeki resmî
kurumlar ve okullar kapalı olacaktır. Özel kuruluşların da kapatılması için vilâyetler tarafından tavsiyelerde bulunulacaktır.
-Cenaze merasiminin ertesi gününe kadar bayraklar yarıya çekilecek, sinema, tiyatro, bar gibi eğlence yerlerinin kapalı tutulması da aynı şekilde sağlanacaktır.
-Atatürk’ün ölüm tarihi olan 10 Kasım’dan itibaren bir ay süreyle devlet
memurları suare ve akşam yemeklerine katılmayacaklar ve kendileri de yemek daveti vermeyeceklerdir.
-İl ve ilçe merkezlerinde cenaze merasimi günü Atatürk’ün hatırasını anmak için merasimler ve konuşmalar yapılacaktır53.
Atatürk’ün vefat haberi tüm yurtta olduğu gibi İzmir’de de büyük bir
üzüntü ile karşılandı. İzmirliler Atatürk’ün vefatını Vali Fazlı Güleç’in, 10 Kasım
1938 Perşembe günü öğleden sonra vilâyet makamından kentin dört bir tarafındaki
hoparlörler/ses yükselticiler aracılığıyla yaptığı konuşma ile öğrendi54. 10 Kasım
günü akşam saatlerinde ikinci baskısını yapan Anadolu gazetesi Atatürk’ün
vefatını “Büyük Atamızı kaybettik ve tarihe verdik. Türk Milleti sağ olsun. Meclis Yarın
Toplanıyor!” şeklinde duyuruyordu. Haberin devamında Türk milletinin, yeni lideri
etrafındaki yerini alarak ülkenin gelişiminin devam edeceği de ifade edilmekteydi55. Anadolu gazetesi 11 Kasım 1938 tarihli nüshasında Atatürk’ün ölüm haberini
ve İzmir’in acısını bir kez daha kalın ve siyah puntolarla “İzmir Istırap ve Gözyaşı
İçinde-Onu Yetiştiren Millet ve Onun Kurtardığı Vatan Varolsun!” başlığını kullanarak
vurguladı. Yine aynı gün, şehir meclisinde yapılan toplantıda dönemin Belediye
Başkanı Behçet Uz; Atatürk’ün yalnızca Türk milletinin değil, diğer milletlerin de
saygısını kazanmış bir lider olduğunu, bu büyük acıya rağmen O’nun Türk milletine kazandırdığı değerlere bağlılık hisleriyle, gelecek kuşakların rejimi, devrimleri ve cumhuriyeti koruyacaklarını dile getirdi. Behçet Uz’un konuşması sonrası
beş dakikalık saygı duruşu gerçekleştirildi56.
52
53
54
55
56
Belgelerle..., s.s.129-131
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 30.18.1.2/85.98.11; Ulus, 16 İkinci Teşrin 1938; Cumhuriyet, 16 İkinci
Teşrin 1938; Hakan Uzun, “Liderine Ağlayan Bir Ulus: Atatürk’ün Ankara’daki Cenaze Töreni”,
Atatürk Yolu, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Dergisi, S.43, Bahar 2009, s.535.
Anadolu, 11 Kasım 1938: “Sayın Vatandaşlarım; Büyük Şeimiz Atatürk, bugün saat 9.05’de vefat
etmişlerdir. Onu yetiştiren millet ve onun kurduğu vatan sağ olsun! Bu haber, hepimizi elemlere, kederlere garketti. Hepiniz müteessirsiniz. Bu teessürde haklıyı; fakat bağrımıza taş basarak tahammül göstermemiz ve işimize, gücümüze devam etmemiz icap eder. Yapılacak merasimleri biz programlayıp sizi
haberdar edeceğiz. İşlerimizde yalnız kendimiz için değil, aynı zamanda vatan ve milletimiz için çalışmakta
olduğumuzu düşünerek teessür sevkiyle işlerde gevşeklik göstermemek lazım gelir. Sizlere hepinize ayrı
ayrı yürekten taziyelerimi sunarım. Milletimize vatanımıza ebediyet ve saadet dilerim.”
Anadolu, 10 Kasım 1938, II. Baskı; Bu dönemde İzmir’in diğer önemli gazeteleri olan Yeni Asır
ve Halkın Sesi yayın hayatına ara vermiş durumdaydı. İzmir Kent Arşivi’nde bulunan gazete
koleksiyonlarından adı geçen gazetelerin 1938 yılı Aralık ayından itibaren yeniden yayınlanmaya
başladığını öğreniyoruz.
Anadolu, 11 Kasım 1938; Behçet Uz’un konuşmasından sonra Avukat Mustafa Münir Birsel söz
27
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Melih TINAL
Atatürk’ün vefatıyla ilgili olarak, 16 Kasım günü saat 14.00’de, üniversite öğrenimlerini Ankara’da devam ettirmekte olan İzmirli gençler, Ulus
Meydanı’ndaki Atatürk Anıtı’na çelenk koydular. Aynı anda, İzmir’deki gençler
de Cumhuriyet Meydanı’ndaki Atatürk Heykeli önünde toplanarak hoparlörler aracılığıyla Ankara’daki İzmirli gençlerin söylevlerini dinlemişler ve Atatürk
Heykeli’ne çelenk koymuşlardı57. Bu arada, alınan karar gereği 21 Kasım 1938 Pazartesi günü Ankara’da yapılacak cenaze töreninde İzmir’i temsil edecek olan Belediye
Başkanı Dr. Behçet Uz, Cumhuriyet Halk Partisi temsilcisi Reşad Leblebicioğlu ve
halk temsilcisi sıfatıyla Avukat Münir Birsel, Başkente hareket ettiler58.
21 Kasım 1938 tarihinde tüm yurtta olduğu gibi İzmir’de de gerçekleştirilecek
olan törene ilişkin hazırlanan program, 18 Kasım 1938 tarihli Anadolu gazetesinde
halka şöyle duyuruldu:
- 21 Kasım Pazartesi günü resmî ve yarı resmî daireler, kurumlar ve okullar
kapanacaktır. Özel kurumların aynı gün sabahtan ve kahvehanelerle lokantaların
saat 13.30’dan saat 17.00’ye kadar kapalı bulunmaları ilgililerden rica olunur.
Eğlence yerleri Atatürk’ün vefat gününden itibaren olduğu gibi 22.11.1938 Salı
gününe kadar kapalı kalacak ve yarıya çekilmiş bayraklar durumlarını aynı güne
kadar koruyacaklardır.
- Törenden bir gün evvelki Pazar akşamı saat 21.00’den itibaren bütün parti
ve ocak binalarında ya da yerleşim birimlerindeki geniş alanlarda halk toplanacak ve kendilerine partili ilgililer tarafından Atatürk’ün hayatı ile gençliğe hitabe
okunacaktır.
- 21 Kasım 1938 Pazartesi günü saat 11.00’de İzmir ve Karşıyaka Halkevlerinde birer toplantı yapılacak, Atatürk’ün hayatı hakkında birer söylev verilecek,
gençliğe hitabesi okunacak ve üç dakikalık saygı duruşuyla halkevlerindeki tören
sona erecektir. Halkevlerinde o gün için başka hiçbir faaliyet olmayacaktır.
- Ankara’daki cenaze törenine uyularak şehrimizde yapılacak törene,
21.11.1938 Pazartesi günü saat 14.00’de Atatürk Heykeli önünde başlanacaktır.
- Törenden yarım saat önce ordu mensupları, öğrenciler, sporcular, Cumhuriyet
Halk Partisi örgütü, dernekler ve memurlar komite tarafından gösterilecek olan
numaralı yerlerini almış bulunacaklardır. Adı geçen teşekküller yerlerini aldıktan
sonra en az ikişer kişilik gruplar halinde çelenklerini Cumhuriyet Heykeli’ne
bırakacaklardır.
- Askerî Bandonun çalacağı İstiklâl Marşından ve matem marşlarından
sonra konuşmalara geçilecektir. Saat 16.00’da üç dakikalık saygı duruşu
gerçekleştirilecektir. Saygı duruşundan sonra heykel önündeki altı oklu meşaleler
yakılarak süngülü nöbetçi erlere teslim edilecek ve resm-i geçit başlayacaktır59.
57
58
59
alarak, Türk milletinin en büyük varlığını kaybettiğini, İzmir’in maddî-manevî varlığını borçlu
olduğu Atatürk’ün ölümüyle büyük bir acı yaşadığını ve İzmir halkının Türkiye Cumhuriyeti’ni
varlığının son zerresine kadar koruyacağını belirtti. Şehir Meclisi üyesi Belkıs Bilman ise
konuşmasında Atatürk’ün kadın haklarına verdiği önem üzerinde durdu. Aynı toplantıda Avukat Baha Yörük ve Atıf İnan da birer konuşma yaptı.
Anadolu, 16 Kasım 1938.
Anadolu, 17 Kasım 1938; Heyetin Ankara’ya götüreceği gümüş işlemeli çelenk İzmir Belediyesi
tarafından İstanbul’da yaptırılmıştır.
Anadolu, 18 Kasım 1938.
28
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Atatürk’ün İzmir Ziyaretleri...
21 Kasım Pazartesi günü saat 14.00’e doğru emsali görülmemiş bir kalabalık
Cumhuriyet Meydanı’nı doldurdu. Törende Vali Fazlı Güleç, Tümgeneral Rasim
Aktağu, İzmir milletvekilleri, konsoloslar, hükûmet erkânı hazır bulunuyorlardı.
Çağdaş gözlemcilerin kayıtlarına yansıdığı biçimiyle; civar binaların duvarlarının
üzeri, deniz kenarına yanaştırılan şatlar [sığ sularda ağır yükleri taşımak için
kullanılan, altı düz bir çeşit tekne] baştanbaşa halkla dolu idi. Meydandaki kalabalık,
kıpırdamaya bile imkân bırakmayacak kadar fazlaydı. Bebeklerini kucaklarına
alan genç bayanlar, gençlerin kollarına girmiş yürümeye gücü yetmeyen ihtiyarlar görülmeye değer bir manzara oluştururken, Atatürk Heykeli’ne konulan yüzlerce çelenk, kaidenin üzerinden parka kadar taşıyordu. Atatürk’ün heykeli, adeta
bir çiçek bahçesini andırıyordu. Tören saat 14.00’de İstiklâl Marşı ile başladı. Onu
takiben bando tarafından çalınan matem marşı dinlendi. Heykel önünde hazırlanan
kürsüye çıkan Vali ve Parti Başkanı Fazlı Güleç şu tarihi konuşmasını yaptı:“Sayın
Vatandaşlarım, maddî varlığı aramızdan ayrılan, Türkiye varlığının büyük kurucusu Kemal
Atatürk bugün defnediliyor. Milli tasamız büyüktür; çünkü kayıp da büyüktür. 24 gün önce
bu meydanda Cumhuriyetimizin 15. yıldönümü kutlanırken gelecek nesillere karşı, onların
erişemeyeceği mutluluk olarak Atatürk’le beraber yaşamamızla övündük. Haklı olduğumuz
ve uzamasını dilediğimiz bu övünç ne yazık ki sona ermiş bulunuyor.
Arkadaşlar; Türk milleti Kemal Atatürk’ün şahsında büyük bir komutan, dahi bir
siyasi ve kurucu, büyük bir kurtarıcı kaybettiğinden haklı bir matem içindedir. Milli Türk
camiası içinde Atatürk’e İzmir’in hususi rabıtasını [bağını] icap ettiren tarihi sebepler izahtan
müstağnidir [gerek yoktur]. Bundan ötürüdür ki İzmir’in tasası da daha büyük, gönül yarası
daha derindir. Vatandaşlar bu onulmaz tasa içinde bize teselli verecek nokta Büyük şein
eserleri ve koyduğu kendine mahsus ölmez rejimle temin ettiği, ebediliğine ve eserleriyle ve
bilhassa orijinal rejimi, hükûmet idare ve sistemiyle bize ve bizden sonra gelen nesillere ebedi
bir kudret hazinesi olarak kalacağı ve onun hatırası Türk milleti için enerji kaynağı olarak
yaşayacağı imanıdır. Bu imanda büyük önderin, ölmezliği de mündemiçtir [vardır]. Bundan sonra bize düşen hizmet onun eserini, onun rejimini, onun inkılâp umdelerini [ilkelerini] kıskançlıkla korumak ve onun büyük idealini tahakkuk ettirerek Türk camiasını muasır
medeni seviyelerden daha üstün medeniyet seviyesine ulaştırmaktır. İdealimizin tahakkuk
ile hem Önderimizin ruhunu şad etmiş hem de felekten onun intikamını almış olacağız.“60
Bu konuşmadan sonra Belediye Başkan Yardımcısı Suad Yurtkoru,
Atatürk’ün İzmir için söylediği “Bu güzel memleket hiç düşmana bırakılır mı?” sözünü
hatırlatarak başladığı konuşmasında; “…şu an 17 milyon Türkün ayakta olduğunu ve
göğüslerimizi gererek Türklüğümüz, namusumuz üzerine ant içerek Atatürk’ün yo-lundan ayrılmayacağımızın haykırılması gerektiğini” işaret ederek Türk ulusunun akıl ve
vicdanına seslenmiş oluyordu61. Kız Lisesi öğretmenlerinden Kevser Acarlar konuşmasında
Yurtkoru gibi ant içme önerisini yineledi. Yüz bin kişiyi aşkın kalabalık coşkulu ve
heyecanlı bir şekilde bu öneriyi kabul ederek hep birlikte şöyle haykırdı: “Büyük
Atatürk! Birinci vazifemiz Türk İstiklal ve Cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetimizin ve istikbalimizin yegâne temeli olan bu en kıymetli hazineden bizi
mahrum etmek isteyenlere karşı içinde bulunduğumuz vaziyetin imkân ve şeraiti ne olursa
olsun vazifeye atılacağız. Bu mukaddes davamıza, inkılâbımıza ve senin bütün eserlerine
canımızı, kanımızı adadık. Biz İzmir halkı kadın, erkek, genç, ihtiyar, küçük, büyük hepi60
61
Anadolu, 22 Kasım 1938.
Anadolu, 22 Kasım 1938.
29
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Melih TINAL
miz Türklüğümüze yakışan bir sadakatle bu sözden dönmeyeceğimize namus ve şereimiz
üzerine and içiyoruz.”62
Örneğine az rastlanır bir birliktelikle içilen bu ant tüm İzmir’i ve İzmirlileri
derinden etkiledi. Varlığını, bağımsızlığını ve en önemlisi de Cumhuriyetini borçlu olduğu Ata’sını İzmir bir başka uğurladı son yolculuğuna. 22 Kasım 1938 günü
Anadolu gazetesinin cenaze töreni ile ilgili başlığı şöyleydi. “Öksüz Kalan İzmir Her
Vatan Parçası Gibi Dün Istırap ve Matemle İnledi.”
Ant içme töreninden sonra Erkek Lisesi öğrencilerinden Nihat Soysal ve Tahir Yorgancı; Kültür Lisesinden Orhan Mete ve Sadettin Coşkun; Cumhuriyet Kız Enstitüsü öğretmeni Nedime Tazal, Kız Öğretmen Okulu öğrencilerinden Sebahat Seyhan ve Muhsine Coşar, Devrim Ortaokulu öğrencisi Hüsnü Başbey, Tilkilik Ortaokulu
öğrencisi Burhaneddin Şarbalkan, halktan Necip Özyaman, Kız Kolejinden Ferzan
Kocagöz tarafından Atatürk’le ilgili şiirler okundu. Türkiye’nin her tarafında
olduğu gibi İzmir’de de saat 16.00’da üç dakikalık saygı duruşu gerçekleştirildi.
Saygı duruşunun ardından Atatürk’ün heykeli önündeki altı meşalenin yakılması
suretiyle geçit törenine başlandı. İzmir valisi, garnizon komutanı, milletvekilleri,
yüksek rütbeli subaylar ve konsolosların saygı geçişini, öğrencilerin ve halkın saygı
geçişleri takip etti. Bütün tören hoparlörler ile şehrin her köşesinden halka dinletildi. Gece boyunca Türkiye Cumhuriyeti’nin temel dayanağı olan Altı Ok’u temsil
eden altı meşale ile heykel ışıklandırıldı. Meşalelerin bulunduğu bölgede askerler
ve halk sabaha kadar nöbet tuttu.
Sonuç
Düşünceleri yalnızca Türk ulusuna değil, mazlum uluslara ve çağdaş
dünyaya yönelik olan ve bu nedenle UNESCO gibi dünya çapında ağırlığı olan bir
kurumun, insanlık için örnek kişi olarak gösterdiği Atatürk; Kurtuluş Savaşı’nın hemen sonrasında yapmış olduğu bir konuşmasında, çağdaşlaşma savaşını kastederek, asıl savaşın yeni başladığını ifade etmişti. Şüphesiz ki çağdaşlaşma savaşının
başarıya ulaşması, bu savaşın lideri olan Atatürk’ün halkı ile bütünleşmesine ve ülke
sorunlarının farkında olmasına bağlıdır. Atatürk’ün yurt gezileri incelendiğinde dört
ay gibi oldukça uzun bir süreyi İzmir’de geçirdiği görülür. Ömrünü ülkesine ve milletine adamış, Türk Devriminin lideri ve modern Türkiye’nin yaratıcısı Atatürk’ün
ölümü, ülke çapında olduğu kadar tüm dünyada da geniş yankı uyandırmıştır.
Yaşadığı yüzyıla damgasını vuran Atatürk’ün aziz hatırası önünde saygıyla eğilen
tüm dünya karşısında gurur duymamak elde değildir. Ülkenin her köşesi gibi İzmir
de varlığını ve bağımsızlığını Mustafa Kemal Atatürk’e borçludur. Bu nedenle
günümüzde, İzmir kentinin; tüm Türk ulusunun aslî cevherine de yansıdığı üzere
Kemalizm’in kalesi olmasına şaşırılmamalıdır.
62
Anadolu, 22 Kasım 1938.
30
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Atatürk’ün İzmir Ziyaretleri...
KAYNAKÇA
I- Arşivler Belgeleri
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 30.10.0.0./2.11.10.
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 30..18.1.2/85.98..11.
II- Gazete ve Dergiler
Ahenk
Anadolu
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi
Atatürk Yolu
Ayın Tarihi
Cumhuriyet
Hakimiyet-i Milliye
Hürriyet
İnkılâp Gençliği
İzmir Tarih ve Toplum
Yeni Asır
Türk Kültürü
Ulus
III- Kitap ve Makaleler
AFETİNAN, A, İzmir İktisat Kongresi, 17 Şubat-4 Mart 1923, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara, 1989.
AKÇİÇEK, Eren, Mustafa Kemal Olmak, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2004.
___________, Atatürk’ün Hastalıkları ve Ölümü, Güven Kitabevi, İzmir, 2005.
ARI, Kemal, İzmir’in Kurtuluşu ve Yüzbaşı Şerafettin, Üçüncü Kılıç, Genişletilmiş 3.
Baskı, Zeus Kitabevi, İzmir, 2009.
ARIKAN, Zeki, İzmir Basınından Seçmeler, 1872-1922, Cilt:I, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, İzmir, 2001.
31
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Melih TINAL
ATATÜRK, Mustafa Kemal, Nutuk (1919-1927), Atatürk Araştırma Merkezi
Yayınları, Ankara, 1991.
Atatürk’ün Ölüm ve Anıtkabir’e Nakil Günleri, Türkiye Barolar Birliği Yayınları:168,
Küratör ve Yayına Hazırlayan: Turan Tanyer, Ankara, 2009.
Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, (der.: Hulûsi Turgut), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2005.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, (1906-1938), C.II, Atatürk Araştırma Merkezi
Yayınları, Ankara, 1997.
Atatürk’ün Yanı Başında, Çankaya Köşkü Kütüphanecisi Nuri.
Ulusu’nun Hatıraları, (der.: M. Kemal Ulusu), Doğan Kitap, İstanbul, 2008.
BAYUR, Yusuf Hikmet, Atatürk Hayatı ve Eseri, Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1997.
Belgelerle Atatürk, T.C. Milli Savunma Bakanlığı, Ankara, 1999.
BOZOK, Salih, Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor, (yay. haz.: Can Dündar), Doğan Kitap,
İstanbul, 2001.
CEBESOY, Ali Fuat, Sınıf Arkadaşım Atatürk, İstanbul, 1967.
ÇETİNER, Yılmaz, Son Padişah Vahdettin, İstanbul, 1993.
“Dışişleri Bakanı Dr. Tevik Rüştü Aras’ın Anıları, Atatürk’ün Kaybettiği Tek Savaş”,
(yay. haz.: Sadun Tanju), Hürriyet, 10-11 Kasım 1987.
DİRİK, K. Doğan, Vali Paşa Kâzım Dirik, Bandırma Vapuru’ndan Halkın Kalbine, Yayın
Danışmanı: Kemal Arı, Gürer Yayınları, İstanbul, 2008.
ESİN, Seyfullah, “Atatürk’ün Cenaze Merasimine Dair Hatıralar”, Türk Kültürü, Yıl:
XIV, S.157 Atatürk Sayısı.
GÖNLÜBOL,Mehmet-SAR, Cem, “1919-1938 Yılları Arasında Türk Dış Politikası”,
Olaylarla Türk Dış Politikası, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1996.
GÜLER, Ali, “Atatürk’ün Ölümü, Cenaze Namazı ve Dein İşlemi”, Türkler, C.16,
Ankara, 2002.
GÜREL, Ahmet, “Gazi’nin İzmir Günleri”, İzmir Tarih ve Toplum, S.3, Aralık, 2008.
İzmir Yollarında, Atatürk’ün Batı Anadolu Gezisi 14 Ocak 1923-20 Şubat 1923,
(yay. haz.: Mehmet Önder), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1989.
Kılıç Ali, Atatürk’ün Son Günleri, Sel Yayınları, İstanbul, 1955.
KOCATÜRK, Utkan Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi 1918-1938, Türk
Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2000.
Lord Kinross, Atatürk, İstanbul, 1972.
MANGO Andrew, Atatürk, Sabah Kitapları, İstanbul, 2000.
ÖKTE, Ertuğrul Zekai, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Yurtiçi Gezileri (1922-1931),
Tarih Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul, 2000.
32
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Atatürk’ün İzmir Ziyaretleri...
ÖNDER, Mehmet, Atatürk’ün Yurt Gezileri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
Ankara, 1998.
ÖZCAN, Nezahat, “Atatürk’ün Kastamonu Ziyareti ve Bu Ziyaretin Önemi”,
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.57, C.XIX, Kasım 2003.
PALAZOĞLU, Ahmet Bekir, Atatürk’ün Okul Gezileri, T.C. Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 1999.
PINAR, İlhan, Hacılar, Seyyahlar, Misyonerler ve İzmir- Yabancıların Gözüyle Osmanlı
Döneminde İzmir, 1608-1918, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayını,
İzmir, 2001.
SERÇE, Erkan-YILMAZ, Fikret-YETKİN, Sabri, Küllerinden Doğan Şehir, İzmir Büyük
Şehir Belediyesi Kültür Yayını, İzmir, 2003.
SEVENGİL, Reik Ahmet, “Atatürk’ün Cenaze Törenine Dair Hatıralar”, İnkılâp
Gençliği, Yıl:1, S.5, İstanbul, 1952.
SOYAK, Hasan Rıza, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı ve Kredi Bankası A. Ş. Yayınları,
İstanbul, 1973.
ŞİMŞİR, Bilâl N., Atatürk ve Afganistan, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi
Yayınları, Ankara, 2002.
TURAL, Mehmet Akif, “Cumhurbaşkanı Halkın Arasında Atatürk’ün Yurt Gezileri”, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi II, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2002.
UZUN, Hakan, “Liderine Ağlayan Bir Ulus: Atatürk’ün Ankara’daki Cenaze Töreni”, Atatürk Yolu, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Dergisi,
S.43, Bahar 2009.
ÜLKER, Necmi-GÜNAY, Vehbi-DAŞDEMİR, Latif, İzmir’in Sevinç Günleri,
Atatürk’ün İzmir Ziyaretleri, Ege Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp
Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi, İzmir, 2009.
YİĞİT, Nuyan, Atatürk’le 30 Yıl, İbrahim Süreyya Yiğit’in Öyküsü, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 2004.
33
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.35-50
ARŞİV VESİKALARINA GÖRE BATI ANADOLU’DA
YUNANLILARA KARŞI KAZANILAN
ASKERİ BAŞARILAR KARŞISINDA DUYULAN
MEMNUNİYETE DAİR YAZIŞMALAR
Taner ASLAN*
Özet
Osmanlı Devleti’nin üç kıtanın üzerinde kurulması, Avrupalı devletlerin siyasi,
askeri ve iktisadi tazyiklerine maruz kalmasına yol açmıştır. Devletin iç ve dış siyasetinin
yanında iktisadi, idari sahada da gerilemesi, giderek gücünü kaybetme noktasına getirmiştir.
Son döneminde içerde milliyetçilik cereyanlarıyla baş gösteren ayaklanmalar ile dışta
Avrupalı devletlerin gizli paylaşım planlarıyla karşı karşıya kalmıştı. Siyasi gelişmeler neticesinde girmiş olduğu Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti’nin sonunu hazırlamış, akabin-de İtilaf
Devletleri ile yapmış olduğu Mondros Mütarekesi’yle de topraklarının büyük bir bölümünü İtilaf
Devletleri’ne terk etmek zorunda kalıyordu. Savaşa sonradan dâhil olan Yunanistan megali ideasını
gerçekleştirme adına İngiltere’den Batı Anadolu, Batı Trakya başta olmak üzere Onikiada, Midilli
gibi muhtelif adalar üzerinde hak iddia ediyordu. Mütareke şartlarında Yunanlıların İzmir’i
işgal edeceklerine dair bir ibare mevcut değilken yapılan gizli toplantılar ve Yunanistan’ın
Osmanlı topraklarında iddia ettikleri yerleri elde çalışmaları netice vermesiyle, İzmir ve
çevresini işgal etmişlerdir. Ancak, İzmir’in işgaliyle birlikte Batı Anadolu’da baş gösteren
direniş hareketleri düzenli ordunun temelini atmış, düzenli ordunun kurulmasıyla birlikte
Yunanlılar, yapılan mücadeleler neticesinde ardı ardına mağlup olarak işgal ettikleri yerleri
terke mecbur bıraktırılmıştır. Çalışma, Yunanlılara karşı elde edilen başarıların bölge halkı ve
idaresi üzerinde meydana getirmiş olduğu memnuniyetlerin bir ifadesi olarak bölge idarecileri ve yabancı devlet adamlarının başta Batı Cephesi Komutanlığı olmak üzere T.B.M.M.’ne
gönderdikleri telgraları ele almaktadır.
Anahtar Kelimeler: Mondros Mütarekesi, İzmir’in İşgali, Batı Cephesi, Tebrik Telgraları.
CORRESPONDENCES ARCHIVE RECORDS ACCORDING TO THE SATISFACTION
ON MILITARY VICTORIES GAINED AGAINST GREEKS IN WEST ANATOLIA IN
Abstract
Foundation of Ottoman State on three continents caused it to be sustained of political , military and economical compressions of European Countries. In addition to State’s
interior and exterior policy, State’s losing ground in economic and manging area brought it
*
Dr.; Taner Aslan, Aksaray Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.
35
Taner ASLAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
to the point of go off. In latter period, it came face to face with the rebellions running out as
a result of existence of nationalism inside and European States’ secret split plans abroad. The
First World War, entered according to the political advancements, prepared the end of Ottoman
State ,then with Mondros Ceaseire, that it signed with the Entente, it had to abandon most
of its lands to Entente. Greece, who entered into the war subsequently, on account of contriving its Megola idea put in a claim for particularly West Thrace, West Anatolia from England,
Onikiada, Midilli and various islands. While there was no phrase among the provisions of
The Ceaseire according to the occupation of İzmir by Greeks, Greeks occupied İzmir and surroundings as a result of secret meetings and leading of claims of Greece on Ottoman Lands.
Yet, the nonco-operations occuring in West Anatolia as a result of occupation of İzmir laid
the foundation of regular army, by the foundation of regular army Greeks were subjected to
leave the occupied places as a result surcease lost warfares. The study, as an expression of
satisfactions of region society and government caused by the victories taken against Greeks,
takes up the telegraphs that foreign statesmen and district managers primarily sent to Commandership of West Front Line and TBMM.
Key Words: Mondros Ceaseire, The Occupation of İzmir, Commandership of Wes Front
Line, Felicitation Telegraph.
Giriş
Osmanlı Devleti’nin Almanya safında girmiş olduğu I.Dünya Harbi’nin
sonlarına doğru, savaşın Osmanlılar ve mütteiklerinin aleyhine gelişmeye başladığı
bir zamanda, 4 Temmuz 1918’de Vahdettin, Osmanlı tahtına çıkarak,1 idari anlamda bir takım değişiklikler yapmıştır. Savaşın gidişatının iyi olmadığının farkında
olan Padişah, ordu ve donanmaya ait bir Hatt-ı Hümayun göndererek, emir ve
komutayı ele aldığını bildirmiştir2. Enver Paşa’nın Başkumandan vekili unvanını,
Başkumandanlık Harbiye Reisi şekline çevirmiştir.3 İtilaf güçleriyle yapılan mücadelelerde başarı elde edilememesinden dolayı felaketin yaklaştığı haberi İttihatçılar
arasında yayılıyordu. Hatta Şeyhülislam Musa Kazım Efendi durumu hiç de iç açıcı
görmemiş; “az bir zararla kurtulabilsek” düşüncesiyle sanki bir muahede yapılmasına
yeşil ışık yakmıştır. Bu arada Mütteik devletlerin birer birer barış antlaşmaları
yapmaları,4 Osmanlıları büsbütün güç duruma sokmuştur. Gelişmeler savaşın artık
sonuna yaklaşıldığının habercisiydi.5 İttihat ve Terakki Cemiyeti Genel Meclisi,
İstanbul’da gelinen son durum hakkında bir müzakere tertip etmiştir. İttihatçılar
1
2
3
4
5
İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C.4, İstanbul, 1955, s.441.
Lütfü Simavi, Osmanlı Sarayının Son Günleri, Hürriyet Matbaası, İstanbul, t.y, s.135.
Danişmend, a.g.e., C.4, s.442.; Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C.1, MEB,
İstanbul, 1991, s.4.
30 Eylül’de Bulgarlar, 5 Ekim’de Avusturyalılar barış yaptılar: G. Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı
Kronolojisi, C.I, Ankara, 1970, s.1.
Pıerre Renouvın, I. Dünya Savaşı ve Türkiye, Örgün yayınevi, İstanbul, 2004, s.717; Tansel, a.g.e.,
C.1, s.8; Ali Fuat Türkgeldi, Mondros ve Mudanya Mütarekelerinin Tarihi, İstanbul, 1948, s.163; Ali
Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, İstanbul, 1953, s.14.
36
Arşiv Vesikalarına Göre Batı Anadolu...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
arasında savaşın müzakere edilmesinde bile bir ikri birliği yoktu, kimisi devam
edilmesinden yana tavır koymakta, kimisi ise savaşı devam ettirmenin mantıklı
bir yönünün kalmadığı düşüncesi içerisindeydi6. Mütteiklerin İtilaf güçleriyle
barış antlaşması yapmaları ve cephelerde uğranılan başarısızlıklar neticesinde her
geçen gün yaşanan geri çekilmeler, savaşın devamının artık lüzumsuz olduğunu
göstermiştir. Bunun üzerine Osmanlı Devleti İngilizlere başvurulmak suretiyle barış
istemeye karar vermiştir7.
İngiliz dostu olan İzmir Valisi Rahmi Bey, barış antlaşması için arabuluculuk
yapacak dostları olduğunu İstanbul Hükümeti’ne bildirmiştir8. Osmanlı Hükümeti
mütareke için İngilizlere başvurulması zorunluluğuna inanmış olacak ki, Vali Galip
Bey bu işle görevlendirildi. Vali, 5 Ekim 1918’de Talat Paşa’nın sulh tekliini içeren
bir mektubu Midilli’deki İngiliz temsilcisine, M. Edmond Giraud ve Vilayet Yabancı
İşler Müdürü Charles Karabiber Bey vasıtasıyla iletti9. Midilli’deki İngiliz temsilci bu hususun kendisini aşan bir mesele olduğunu öne sürerek Atina’da bulunan
İngiliz elçisiyle görüşmeleri gerektiğini bildirmiş, ancak İngilizlerin Atina elçisi
Lord Granveille, Karabiber Bey’le görüşmeyi reddetmiş, Edmond’a ise barış için
geç kalındığını söylemiştir10. Gelişmeler üzerine Osmanlı Kabinesi 8 Ekim 1918’de
istifa etmiş11 yerine İzzet Paşa Kabinesi getirilmiştir. Osmanlıların barış isteğinde
geç kaldığını belirten Lord Granveille, buna rağmen Osmanlıların barış isteklerini
Londra’ya iletmiştir12.
Bu arada barış görüşmeleri için yeni bir gelişme gerçekleşir. Kut-ül-Amare’de
esir edilen bir İngiliz generali Townshend’in barış görüşmelerinde çok önemli tesiri olmuştur. Sadrazam İzzet Bey’le görüştükten sonra İngilizlerin Akdeniz Filosu
Komutanı Amiral Calthorpe ile Midilli’de görüşen Townshend, Amiral Calthorpe’ye
İngiliz Hükümeti’nin yetki verdiğini İstanbul’a bildirmiş, kısa bir süre sonra da Calthorpe,
İstanbul’a yolladığı telgrala Türk delegelerinin gönderilmesini istemiştir13. 27 Ekim
sabahı başlayan müzakereler 30 Ekim günü nihayete ulaşmış, Türk delegasyonu
adına Rauf Bey ile İtilaf güçleri adına Amiral Calthorpe arasında Limni Adası’nın
Mondros Limanı’nda mütareke imza etmiştir14. 25 maddeden oluşan mütarekenin
hükümleri çok ağırdı. Ancak Osmanlı idarecileri mütarekenin Osmanlı Devleti’nin
hükümranlık haklarına dokunmaz gibisinden galar yaparak kendilerini teskin etmekteydiler15. Mütarekenin imza edilmesini müteakip yürürlüğe girdiği andan
itibaren İtilaf güçleri Osmanlı Devleti topraklarını işgal ettiler. Antlaşma imzalanmadan önce kendileri hakkında idam kararı16 alındığını öğrenen İttihatçı liderler ise
ülkeyi terk etmişlerdir17.
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
Celal Bayar, Ben’de Yazdım, C.I, İstanbul, 1968, s.13.
Tansel, a.g.e., C.1, s.9.
Bayar, a.g.e., C.I, s.41: İngilizlerin dostu olan bu Vali İzmir’de bulunan İngiliz esirlerine karşı
yaptığı iyi muameleden dolayı İngiliz hükümetinden teşekkür dahi almıştır.
Tansel, a.g.e., C.1, s.10.
Bayar, a.g.e., C.I, s.41; Tansel, a.g.e., C.1, s.10.
Tansel, a.g.e., C.1, s.10.
A.g.e., C.1, s.12.
A.g.e., s.20.
Türkgeldi, a.g.e., s.s.33-34.
Jaeschke, a.g.e., C.1, s.64.
Tansel, a.g.e., C.1, s.7.
Türkgeldi, a.g.e., s.623.
37
Taner ASLAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
1. Batı Anadolu’nun Yunanlılar Tarafından İşgali ve İşgale Karşı Yapılan
Mücadeleler
1.1. Batı Anadolu’nun Yunanlılar Tarafından İşgal Edilmesi
Rauf Bey ve arkadaşlarının Mondros’ta en büyük endişesi Yunanistan’dan
ileri gelmiştir. Bu endişelerinde haklıdırlar. Daha Mütareke şartları kabul edilmeden önce İzmir Valisi Galip Bey’e M. Edmond adındaki Fransız uyruklu bir
tüccar, Mondros Mütarekesi öncesinde Yunan Başbakanı Venizelos’un İzmir ve
hinterlandının Yunan nüfuz bölgesi olarak kabul edilmesi için harekete geçtiğine
dair bilgi verir18. Mütareke görüşmelerinde Amiral Calthorpe tarafından yazılmış
ve Rauf Bey’e verilen ve Türkleri az da olsa teselli eden gizli bir belge vardı. Bu
belge de konumuzla ilgili olan kısmı önemlidir. Bu gizli belgede İstanbul ve İzmir’e
Yunan askeri gönderilmemesi hakkında Türk isteğinin desteklemek suretiyle
Calthorpe’nin İngiliz hükümetine bilgi vermesi ile ilgiliydi19.
Calthorpe’nin Türk delegelerine vermiş olduğu teminat mektubuyla birlikte Türk tarafında oluşan olumlu havadan rahatsızlık duyan İngiltere hükümeti,
Türklerin cezalandırılması gerektiği düşüncesindeydi. Türk delegelerine teminat
mektubu vererek rahatlık havası oluşturan Calthorpe bu kez, 7 Kasım’da İstanbul
hükümetine Yunan gemilerinin İstanbul’a gelmesini engelleyemeyeceğini, Osmanlı
hükümetinin bir kargaşalık çıkmasına meydan vermeyeceğinden emin olduğunu
bildiren bir nota göndermiştir20. 18 Kasım’da ise Lord Curzon Avam Kamarası’nda
Rum, Ermeni, Kürt, Arap ve Yahudilerin Türk hâkimiyetinden kurtaracaklarına
dair bir konuşma yapmıştır. Curzon’un bu konuşması Rum ve Ermenileri harekete
geçirecek, örgütleri aracılığıyla siyasi ve tedhiş faaliyetlerine girişmelerine yol
açacaktır21.
Türk düşmanı olan İngiliz Başbakanı Llyod George22 Yunanistan’ın büyük bir
Akdeniz devleti olmasını arzu ediyordu. Zira Yunanistan, büyük bir Akdeniz devleti olursa Akdeniz’de hâkimiyetini gerçekleştirmiş olacaktı. Akdeniz’de Yunanistan’dan
başka kendisi için daha iyi bir bekçi bulunamazdı23. İngiltere’nin Yunanistan’a karşı
bu derece sıcak ilişkiler içerisinde olmasının bir nedeni de İngiltere’de R. M. Burrows
tarafından kurulmuş olan Anglo-Helenik Ligası etrafında teşekkül etmiş bir Helen
dostu grubun bulunmasıydı24.
Diğer yandan diplomatik girişimlerde de bulunuyorlardı. 30 Aralık 1918’de
Paris Barış Konferansına bir memorandum göndererek Anadolu üzerindeki haklarına
dair isteklerini sunuyorlardı. 3-4 Şubat 1919 tarihinde Paris Barış Konferansında
“Onlar Şurası” huzurunda Yunan Başbakanı Venizelos, sözde Wilson ilkelerine day18
19
20
21
22
23
24
Cemal Kutay, Türkiye İstiklal ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi, C.I, s.41.
Türk İstiklal Harbi, C.1, s.200.
Hülya Toker, Mütareke Döneminde İstanbul Rumları, Genelkurmay Başkanlığı Yay., Ankara, 2006, s.s.26-27.
Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşıyla İlgili İngiliz Belgeleri, Ankara, 1986, s.36 vd.; Taner Baytok,
İngiliz Kaynaklarında Türk Kurtuluş Savaşı, Başnur Matbaası, Ankara, 1970, s.24.
Jaesche, a.g.e., C.4, s.48.; Sina Akşin, Milli Kurtuluş Tarihi, İstanbul Matbaası, İstanbul, 1974, s.96.
Jaesche, a.g.e., C.4, s.48.
Tansel, a.g.e., C1, s.159.
38
Arşiv Vesikalarına Göre Batı Anadolu...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
anarak, İzmir’i de kapsayan Batı Anadolu’nun bir kısmı ve Oniki Adaları ile Batı
Trakya üzerinde haklarının olduğunu iddia ediyordu25. Zira Venizelos İngiltere’nin I.
Dünya Savaşı’na girmeleri karşılığında Batı Anadolu’nun batı kısmını kendilerine
vermeyi taahhüt ettiklerini hatırlatmış ve buranın kendilerine terkini istemiştir26.
Venizelos’un Paris Barış Konferansı’nda isteklerini belirtmesi üzerine İzmir
ve çevresinin Yunanlılara verileceği söylentisi ortaya atılmış, bu söylentiye karşı 12
Mart’ta İzmir Osmanlı Haklarını Savunma Derneği’nin temsilcileri, Yüksek Komiserliklere gönderdikleri andıçlarda, İzmir ve çevresinin Türk olduğunu belirterek,
İzmir’in Yunanlılara verilmemesi isteminde bulunuyordu27. Türk Derneği’nin karşı
hareketi karşısında İzmir’in Yunanlılara ilhakına dair bir takım meni çalışmalarda
yapılıyordu. Cami Bey adındaki Fezan eski mebusu yerel dağıtımını yaptığı bir
kitapçıkta tarih ve istatistiklere dayanarak, mütteik güçlerden İzmir’in Yunanistan’a
bağlanması gereğini ortaya koymaya çalışıyordu28. İzmir’in Yunanlılara verilmesi ile
ilgili olarak en önemli gelişme, 2 Mayıs 1919 tarihinde İtalya’dan gizli olarak İngiltere,
Fransa ve ABD arasında gerçekleştirilen üçlü görüşme olmuştur. Bu gizli görüşme ile
İzmir’in geleceği tartışılıyor ve İzmir’in Yunanlılara verilmesi görüşülüyordu29.
Paris Barış Konferansı’nda, Yunan Başbakanının yukarıda belirtilen isteklerinin incelenip değerlendirilmesine yönelik olarak bir komisyon
görevlendirilmiş, komisyon yapmış olduğu çalışmaları Mart sonunda neticelendirmiş
ve bazı değişiklikler yapılmak suretiyle Yunan istekleri kabul edilmiştir30. En önemli
gelişmede Wilson’un, Fiume sorunu ile ilgili tutumu nedeniyle İtalyan kurulunun
24 Nisan’da konferansı terk etmesiyle birlikte, ABD, İngiltere ve Fransa, büyük gizlilik içerisinde aldıkları kararla İzmir’i Yunanlılara vermişlerdir31. Ancak İtalyanlar
Yunanlılardan önce davranarak, Fethiye, Bodrum, Marmaris ve Kuşadası’nı işgal
etmişlerdir. İtalyanların işgali protesto edildiyse de bu bir netice vermemiştir32.
İzmir’in Yunanlılara verilmesi konusunda aceleci davranan İngiltere, 14
Mayıs’ta İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Richard Webb aracılığıyla, Sadrazam
Ferit Paşa’ya İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edileceğini bildirmiştir. Böylece
Calthorpe’nin iyi niyet mektubu rafa kaldırılmıştır. Aynı şekilde Calthorpe, İzmir’in
işgaliyle ilgili olarak İzmir Valisi’ne ve 17. Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa’ya
mütteiklerin istihkâmları işgal edeceğini haber vermiştir33. İzmir’in işgal edileceği
haberi İzmir halkının içine bir kor gibi düşmüştür. 14-15 Mayıs tarihlerinde
Redd-i İlhak Cemiyeti İzmir’de yayınladığı bir bildiride halkı işgale karşı birlik olmaya çağırmıştır. Bunun üzerine İzmir halkı, İzmir’in işgalini protesto ederek işgale
karşı çıkmıştır34.
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
Salahi Sonyel, “Mondros’tan Samsun’a Türk Kurtuluş Mücadelesi’nin Doğuşu”, Türkler, C.15,
Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s.608.; Salahi Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika,
C.1, Ankara, 1973, s.s.51-52; Sofuoğlu, a.g.e., s.50. Yunan iddialarına dair geniş bilgi için bkz.;
Laurence Evans, Türkiye’nin Paylaşılması, (çev.: Tevik Alanay), İstanbul, 1972.
Cebesoy, a.g.e., s.s.56-57.
Asaf Gökbel, Milli Mücadelede Aydın, Aydın, 1964, s.33.
Sonyel, a.g.m., s.610.
Nurdoğan Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, Aksoy Yayıncılık, İstanbul, 1998, s.212.
Sonyel, a.g.m., s.610.
Sofuoğlu, a.g.e., s.s.54-55; Sonyel, a.g.e., s.52; Jaschke, a.g.e., s.4, 71.
Sofuoğlu, a.g.e., s.55.
Sonyel, a.g.m., s.611.
Taçalan, a.g.e., s.236.
39
Taner ASLAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bütün bunlara karşın Yunanlılar isteklerini mütteiklerden koparmışlar ve
bütün hazırlıklarını tamamlayarak 15 Mayıs sabahı İzmir’i işgal etmişlerdir.
Rumlar ellerinde Yunan bayraklarıyla İzmir Limanı’na akın ederek işgali
coşkuyla kutlamışlardır. Başpiskopos’ta askerleri kutsamakla meşgul olmuştur.
İşgal gerek İzmir halkı üzerinde gerekse Anadolu halkı üzerinde büyük üzüntüye
yol açmış, Hasan Tahsin düşmana ilk kurşunu sıkmış, ancak onun gibi birçok Türk,
Yunan askerleri tarafından hunharca katledilmiştir. Konferansta Yunan istekleri kabul edilerek İzmir ve civarı Yunanlılara verilmesiyle birlikte, Yunanlılar vakit geçirmeden İzmir ve civarını işgale başlamışlardır. Yunanlılar, bölgede Rum nüfusunun
hâkim olması için Ege Bölgesi’ne hem Anadolu içlerinden hem de Yunanistan’dan
getirdikleri Rumları yerleştiriyor, hem de çeteler oluşturarak bölgede karışıklıklar
çıkartıyorlardı. Bundan maksat Türkleri buradan yıldırma politikalarıyla kaçırtacak
bunların yerine yerleşecek Rum nüfusla birlikte buranın Rumlaştırılması sağlanacak
böylece mütarekenin 7. maddesi de işleme konulmuş olacaktı. Ayrıca işgal ettikleri yerlerde hunharca katliamlar gerçekleştirmişlerdir35. Aynı zamanda İşgaller
devam ederken Rum, Ermeni ve diğer Osmanlı azınlıklarının liderleri, Osmanlı
Devleti’nden toprak koparmak için eyleme geçmişlerdir.
Yunan güçleri şehri denetimleri altına almak için tutuklamalar yapmış,
karşı çıkanları öldürmüş, şehirde denetim mekanizmasını kurmak için idari binaları
işgal etmiştir. Yunanlılar işgale karşı sansüre uymadıkları gerekçesiyle İzmir’de
yayın yapan Köylü ve Müsavat gazetelerini kapatmıştır36. Yunanistan’la Adalar
ve İzmir arasında haftada iki defa işleyen Yunan gemileri askerlere mühimmat
taşımakla birlikte Adalardan ve muhtelif yerlerden Rumları İzmir’e getiriyordu37.
Bunlar kargaşalık çıkarmak maksadıyla “Küçükasya Cemiyeti” adında bir dernek
dahi kurmuşlardı.38 Bu arada Yunanlılar İzmir’i işgal ettikten sonra 16 Mayıs’ta
da İzmir’in çevresini işgale başlamışlar, sırasıyla işgallerini Manisa, Bornova,
Karşıyaka ve Sivrihisar, Ayvalık, Akhisar, Alaşehir ve Nazilli’nin batısından geçen
ve Milne hattı adı verilen hatta kadar genişletmişlerdir39. İşgale karşı yapılan protestolara, mitinglere rağmen Yunan güçleri mütteiklerden aldığı güçle işgalini giderek
yaymıştır. 17 Mayıs’a gelindiğinde Yunanlılar Çeşme’yi, 18 Mayıs’ta da Foça’yı işgal
etmişlerdir40.
İzmir’in işgaline bu kadar tepki gösterilmesinin bir nedeni de mütareke
şartlarında İzmir ile ilgili hiç bir hüküm yokken Yunanlılarca işgal edilmesi halkta büyük bir tepkiye ve iniale neden olmuştur41. İzmir’de faaliyetlerini artıran
Rumlar 1922 yılına gelindiğinde burada bir İonya Devleti kurmak üzere faaliyete
girişmişler, İzmir’deki Yunan Başkomiseri liderliğinde İonya Muhtariyeti’ni dahi
ilan etmişlerdir42.
35
36
37
38
39
40
41
42
Adnan Sofuoğlu, Kuva-yı Milliye Dönemi’nde Kuzeybatı Anadolu, Ankara, 1994, s.50.
Sonyel, a.g.m., s.611.
Oysa pasaport kontrol heyetinin yazılı müsaadesi olmadan Türk kıyılarına kimsenin çıkmasına
izin verilmeyeceği bildirilmiş olmasına rağmen bu uygulanmamıştır: Tansel, a.g.e., C.1, s.168.
Tansel, a.g.e., C.1, s.168.
Nurettin Peker, İstiklal Savaşı, Gün Basımevi, İstanbul, 1955, s.39.; Sofuoğlu, a.g.e., s.s.67-69; Jaeschke, a.g.e., s.s.85-88.
Sonyel, a.g.m., s.611.
Sina Akşin, Osmanlı Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul, 1983, s.275.
Adnan Sofuoğlu, “Yunanlıların Batı Anadolu’ya Yerleşme Girişimleri ve İyonya Devleti
40
Arşiv Vesikalarına Göre Batı Anadolu...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
1.2. Batı Anadolu’nun Yunan İşgalinden Kurtarılması
Mütarekenin imza edilmesiyle birlikte vatanın birçok yerinin düşman
tecavüzüyle karşılaşacağı sezildiğinden, vatanın muhtelif yerlerinde direniş örgütleri kurulmaya başlamıştı. Özellikle İzmirliler daha İzmir işgal edilmeden evvel işgali
sezmişler ve teşkilatlanma yoluna gidilmesi gereğini hissetmişlerdir. Bu maksatla
savaşın sonlarında Akdeniz’den gelecek saldırılara karşı koymak için Mütarekeden
biraz önce karargâhını Aydın’dan İzmir’e nakleden Nurettin Paşa, Mütarekenin imza
edilmesinden sonra Anadolu’nun muhtelif yerlerinin işgal edileceğini bildiğinden
dolayı, milli bir teşkilatın kurulmasını lüzumlu görmüş, 1918 Kasım’ından itibaren
İzmir’de Müdafaa-i Milliye, Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti, Türk Ocağı,
Cemiyet-i İlmiye İstihlas-ı Vatan Cemiyeti gibi örgütlenmelerde ön ayak olmuştur43.
Bu direniş örgütleri Batı Anadolu’da milli hislerin gelişmesinde ve bu toprakların
düşman işgalinden kurtarılması açısından büyük gayretler göstermiştir.
İşgalin kaçınılmaz olduğu bilinen bir gerçeklikti. Yunanlılar öteden beri Türkiye üzerinde hakları olduğunu iddia ediyor ve büyük devletlerle yaptığı görüşmelerde
sözde hakların kendilerine verilmesi durumunda onlara her türlü hizmette bulunmayı
vaat ediyorlardı. İtilaf Devletleri Paris Barış Konferansı’nda Yunanlıların isteklerini
kabul etmişlerdir. Böylece Yunanlılar amaçlarına ulaşmış oldular.
Yunanlılar Paris Barış Konferansı’nda lehinde alınan kararlar uyarınca İzmir
ve civarını işgal etmiştir. Hatta Anadolu gazetesi 23 Ocak 1919 tarihli nüshasında
İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edileceğini duyurmuştur44. İzmir’in işgali birçok yerde protesto edilmiş, işgale karşı duyulan tepki hat safhaya ulaşmıştır45. İşgal
bütün yurtta inanılmaz bir öfkeyle karşılanmıştır. Ülkenin birçok yerinde mitingler
düzenlenmiş, hükümete, mütteik devletlere ve İngiliz Yüksek Komiserliğine işgali
kınayan binlerce yazı gönderilmiştir46.
İzmir’in işgaline karşı ilk direniş hareketi Hasan Tahsin ile başlamış daha
sonra, Köprülü Kazım adında bir Yarbay eli silah tutanları dağa çıkararak işgale
karşı mücadeleye kalkışmıştır47. Hatta bir grup, 173. alayın silah deposunu basarak
aldıkları silahlarla Yarbay Kazım’ın direniş mücadelesine katılmışlardır48. İzmir ve
Aydın havalisini kurtarmak maksadıyla kurulan Redd-i İlhak Kurulu da halkı işgale
karşı direnmeye çağırmıştır49. İzmir’de işgale karşı duyulan tepki üzerine kurulan
direniş örgütlerinin amaçları, Yunan tezine karşı olarak bu bölgenin varlığının Türk
olduğunu kanıtlamaktı.
İzmir’in işgali karşısında istifa eden hükümetin yerine Ferit Paşa Hükümeti
getirilmiştir. Yeni hükümetin kurulmasıyla birlikte Harbiye Nezareti’ne mukavemet yanlısı olan Şevket Turgut Paşa getirilmiştir50. İstanbul’da bulunan hükümet
43
44
45
46
47
48
49
50
Macerası”, Prof. Dr. Haluk Çay’a Armağan, Ankara, 1987.
Tansel, a.g.e., C.1, s.169.
Mustafa Çağatay Uluçay, İbrahim Gökçen, Manisa Tarihi, Manisa Halkevi, İstanbul, 1935, s.60.
Sofuoğlu, a.g.e., s.s.60-67; Kazım Özalp, Milli Mücadele, C.1, Ankara, 1985, s.s.20-23.
Ünal Türkeş, Kurtuluş Savaşında Muğla, İstanbul, 1973, s.18.
Rahmi Apak, İstiklal Savaşında Garp Cephesi Nasıl Kuruldu, İstanbul, 1943, s.16.
Peker, a.g.e., s.39.
Taçalan, a.g.e., s.232.
Adnan Sofuoğlu, “Mondros Mütarekesi Sonrası Türkiye’nin İşgaline Karşı Milli Direniş: Kuva-yı
Milliye (1918-1921)”, Türkler, C.15, s.610.
41
Taner ASLAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
yetkilileri gizli antlaşmalarla İzmir’in Yunanlılara verileceğine dair malumata 1915
yıllarından beri sahipti. Ayrıca Yunanlıların İzmir’i işgalleriyle birlikte “Megali
İdea”larını gerçekleştirmek için her türlü yola başvuracaklarını da bilmekteydiler.
Şevket Turgut Paşa, İzmir başta olmak üzere Batı Anadolu’nun muhtelif yerlerinin
işgal edilmesiyle birlikte buralarda mukavemet gösterilmesi maksadıyla ilk iş olarak,
dağıtılan 17. Kolordu’nun 56. Fırka’sını tekrar derleyip toparlamayı düşünmüş, bu
maksatla Albay Bekir Sami Bey’i Batı Anadolu’ya göndermiştir51.
İşgale karşı ne şekilde bir mukavemet gösterileceğine dair bir plan hazırlığı
mevcut değildi. Bu sırada Burdur Askerlik Şubesi Reisi İsmail Hakkı Bey, Denizli’de
bulunan Albay Sami Bey’e “halkın çoğunluğuna dayanacak şekilde bir teşkilat
yapılmasını ve bunların mümkün mertebe el altından silahlandırılmasını” teklif
etmiştir52.
Yunanlıların işgallerini genişletmeleri üzerine Batı Anadolu’nun birçok yerinde direniş örgütlerinin kurulması çalışmalarına hız verilmiş, bu amaçla Kazım
Özalp geçtiği her yerde İzmir’in işgalini anlatmış, Yunanlılara karşı mukavemet için
Redd-i İlhak teşkilatı vücuda getirmelerini istemiştir. Aynı şekilde Müdafaa-i Hukuk
Cemiyetleri de direniş göstermek için gayret sarf etmişlerdir. Rumlara karşı ilk
hareket Yunanlıların Urla’yı işgal etmeleriyle baş gösterir. Urla ve civarındaki köy
ve kasabaları yakıp yıkan Yunanlılara karşı 173. Piyade Alay Komutanı Yarbay
Kazım ilk direniş hareketini başlatmıştır53.
Batı Anadolu’nun işgaline karşı durmakla görevlendirilen Albay Şeik,
bu bölgede yaptığı görüşmelerden ve elde ettiği bilgilerden hazırladığı bir raporu
Harbiye Nezareti’ne yollamıştır. Raporda, Yunanlıların işgal ettiği yerlerdeki Türk
halkını hunharca katlettiğini, bu feci durumun acilen önlenmesi için direnişin
genişletilmesinin elzem olduğunu, bu nedenle Kuva-yı Milliye Teşkilatının
kurulması gerektiğini belirtmiştir. Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Cevat Paşa,
Albay Şeik’in Kuva-yı Milliye Teşkilatının kurulması önerisini yerinde bulmuş, bu
isim benimsenmiş ve böylelikle Kuva-yı Milliye devri başlamıştır54.
Mukavemet yanlısı Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Cevat Paşa’nın Kuvayı Milliye Teşkilatı’nın acilen kurulması için yapılan talebi kabul etmesiyle, direniş
hareketi genişlemiştir. İlk askeri direniş işte bu milis kuvvetleriyle 29 Mayıs’ta
başlamıştır. Ödemiş Kaymakamı Bekir Sami Bey, İtilaf Devletleri temsilcilerine
çektiği bir telgrafta artık silahların konuşma zamanı geldiğini ifade etmesiyle birlikte Kuva-yı Milliye devri tam manasıyla başlamıştır55. Bu milli kuvvetler düzenli
ordu kurulana kadar Yunan ilerleyişini durdurmayı önemli ölçüde başarmıştır56.
Kuva-yı Milliye Teşkilatı her ne kadar düşmana karşı siperane bir mukavemet gösterse de düzenli düşman birliklerini bertaraf edecek durumda değildi.
Sivas Kongresi sırasında Kuva-yı Milliye’yi denetim ve düzen altına almak, aynı zamanda bütünlük sağlamak için Ali Fuat Paşa, Batı Anadolu Umum Kuva-yı Milliye
51
52
53
54
55
56
Safuoğlu, a.g.e., s.116 vd.
Sofuoğlu, a.g.m., s.622.
Fahrettin Altay, On Yıl Savaş ve Sonrası, İnsel Yayınları, İstanbul, 1970.
Safuoğlu, a.g.m., s.623.
Sofuoğlu, a.g.e., s.115 vd.
Mevlüt Çelebi, Milli Mücadele Döneminde Türk İtalyan İlişkileri, Ankara, 1999, s.43.
42
Arşiv Vesikalarına Göre Batı Anadolu...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Komutanlığı’na atanmıştır. TBMM açıldıktan sonra ise düzenli ordunun kurulması
ve Kuva-yı Milliye Teşkilatı’nın geleceği meselesi üzerinde durulmuş, neticede 16
Mayıs 1920’de yayınlanan bir kararname ile Kuva-yı Milliye, Müdafaa-i Milliye
Vekâleti’ne bağlanmıştır.
Düşman güçlerine karşı Kuva-yı Milliye örgütlenmesiyle durulamayacağını
ve kesin bir netice alınamayacağını gören M. Kemal, TBMM’nin düzenli bir ordu
kurmasının gereğini ifade etmiştir. Ancak Kuva-yı Milliye hareketi düzenli birlikler
oluşturulana kadar bölgesel direnişlerine devam etmiştir. İşgallerin genişlemesi
karşısında Batı Cephesi Komutanlığı Yunanlılara karşı harekete geçmiş, Gediz
Harekatı başarı sağlayamamıştır. Bu gelişmeler düzenli ordunun kurulmasının
gerekli olduğu ikrinin herkesçe kabul görmesine neden olmuştur. Böylece Batı
Cephesi komutanlığı, Batı Cephesi ve Güney Cephesi Komutanlıkları şeklinde ikiye
ayrılmıştır. Batı Cephesi Komutanlığı’na İsmet Paşa, Güney Cephesi Komutanlığı’na
ise Refet Paşa getirilmiştir. Eskişehir’e geçen İsmet Paşa düzenli ordu kurma işini
devralmıştır57.
Yunanlılar işgallerini Bursa’ya kadar ilerletmişler, hatta Kocaeli’ne kadar
gelmiş ve Sapanca ile birlikte Adapazarı’nı da işgal etmişlerdir. Güney’de ise Gediz
önlerine kadar ilerlemişlerdir. Ancak Gediz’de Yunanlılara karşı önemli bir başarı
elde edilememiştir. Bu gelişmeler yaşanırken Yunanistan Kralı Aleksandr’ın ölümü üzerine yerine Türkiye’deki işgali devam ettirmesi şartıyla eski kral Konstantin
yeniden Yunanistan kralı olmuştur. Yunan Başbakanı Venizelos’ta Yunan halkından
gereken desteği görememiş, artık yeni kral ve yeni hükümet Yunanistan’ın iç ve
dış siyasetini birlikte yürüteceklerdi. Yunanistan’da bu gelişmeler yaşanırken, İtilaf
Devletleri arasında menfaat çatışmaları baş göstermiş, Fransa ve İtalya Sevr’in tadil
edilmesini dahi gündeme getirmişler, İngiltere’de ise Savaş Bakanlığı da Türkiye’yi
Bolşevik tehdidinden kurtarmak için Ankara’ya taviz verilmesinden yana tavır
koymuştur. Bu siyasi gelişmeler yaşanırken Yunanistan çözümü askeri bir
hareketten yana görmüştür. Bu nedenle hem Eskişehir’e hem de Afyon’a harekete
başlamıştır. 9 Ocak’ta ise İnönü önlerine gelen Yunan kuvvetleri bir gün sonra taarruza geçmiştir. Ancak Türk mukavemeti karşısında tutunamayarak 11 Ocak’ta Bursa’ya
doğru çekilmek zorunda kalmıştır. Düzenli birliklerin ilk mukavemeti tarihe I. İnönü
Muharebesi olarak geçmiştir58.
Yunanlıların İnönü’de mağlup olmaları İtilaf Devletlerinde hayal kırıklığına
neden olmuştur. Londra’da İstanbul hükümetinin ve Ankara’nın da hazır
bulunduğu bir konferans tertip edilmiştir. Konferansta Türk tarafına Sevr’i kabul etmeleri yönünde baskı uygulanmıştır. Türk tarafı bu dayatmayı kesinlikle reddetmiş
ve işgalin acilen sona erdirilmesini istemiştir. Londra Konferansından umduğunu
elde edemeyen düşman güçleri özelliklede İngiltere, Yunanistan’ı bir kez daha Türk
güçleri üzerine sevk etmiştir. 27 Mart’ta İsmet Paşa komutasındaki Batı Cephesi ordusu Yunanlılara karşı taarruza geçerek Bursa’ya kadar çekilmelerini sağlamıştır59.
57
58
59
Düzenli ordunun kuruluşuyla ilgili geniş bilgi için bkz; Adnan Sofuoğlu, Kuva-yı Milliye Döneminde, Genel Kurmay Başkanlığı, Ankara, 1994, s.440 vd.; Adnan Sofuoğlu, “Milli Mücadele Dönemi”, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2004, s.s.185-188.
İsmet Görgülü, On Yıllık Harbin Kadrosu, Ankara, 1993, s.s.259-263; Sofuoğlu, “Milli Mücadele
Dönemi”, s.s.192-193.
Sofuoğlu, a.g.e., s.205; II. İnönü Muharebeleri için bkz; Özalp, a.g.e., C.1, s.175.
43
Taner ASLAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Böylelikle Yunanlılara karşı ikinci kez üstünlük sağlanmıştır. Tarihe II. İnönü Zaferi
olarak geçen bu zafer, hem içerde hem de dışarıda geniş yankı bulmuştur. İçerde,
düşmanın yurttan temizleneceği inancını giderek güçlendirdi. Dışarıda ise Türk
güçlerinin başarısı takdirle karşılanmaya başlandı.
Gelişmeler üzerine işgalci güçler işgal ettikleri bölgelerden yavaş yavaş
geri çekilmeye başlamışlardır. Diğer bir gelişme ise ikiye ayrılan Batı Cephesi
birleştirilerek İsmet Paşa komutasına verilmiştir60. Ancak Kütahya - Eskişehir
Muharebelerinde büyük kayıp verilmiştir. Gelişmeler karşısında M. Kemal
Başkomutanlığı ele almıştır. Yunanlılar ise elde ettikleri başarı karşısında, yönünü
Ankara istikametine doğru çevirmiştir. Yunanlıların başında Kral olmak üzere
hareket 23 Ağustos’ta başlamış ve 13 Eylül’e kadar devam etmiştir. Neticede Yunan
güçleri taarruz öncesindeki mevzilerine geri çekilmek zorunda bıraktırılmıştır. Bu
zafer Milli Mücadele’nin en önemli zaferlerinden birini teşkil eder61. Sakarya Zaferiyle
Yunan birliklerinin büyük bir kısmı imha edilmiştir. Yunanlıların taarruz kabiliyeti
kırılmıştır. Bu zaferden sonra Yunan birliklerine son darbeyi vurmak için seferberlik
ilan edildi ve büyük bir taarruz hazırlığına başlanıldı. Büyük bir gizlilik içerisinde
hazırlıklarını tamamlayan Türk ordusu 26 Ağustos 1922 sabahı bütün cephe boyunca taarruza geçti, taarruz karşısında cephelerini koruyamayan Yunan kuvvetleri
birer birer işgal ettiği yerlerden geri çekilmeye başladılar. Nihayet 9 Eylül’de Türk
orduları İzmir’e girdi. Türk ordusunun büyük taarruzu neticesinde, 18 Eylül’de
Anadolu’da harp esirlerinin dışında Yunan askeri kalmadı. 26 Ağustos’ta başlayan
hareket ile 200000 kişilik Yunan ordusu yok edilmiştir. Büyük Taarruz Anadolu’nun
tamamen düşmandan temizlenmesiyle sonuçlanmıştır62. Böylece, Yunanlılar 15
Mayıs 1919 tarihinde işgal ettikleri İzmir’i 9 Eylül 1922 tarihinde terke mecbur
bıraktırılmıştır.
2. Batı Anadolu da Yunanlılara Karşı Kazanılan Askeri Başarılar
Karşısında Duyulan Memnuniyete Dair Yazışmalar
Batı Cephesinde Yunan kuvvetlerine karşı elde edilen zafer, bütün
Anadolu’da olağanüstü bir hava meydana getirmiş, halkın kendine olan güvenini
tazelemiş, halkta kesin bir şekilde düşmanın yurttan atılacağı inancını pekiştirmiştir.
Düzenli ordu birliklerinin kurulmasıyla birlikte Batı Cephesi’nde Yunanlılara karşı
İnönü’de, Sakarya ve Büyük Taarruz’da yapılan mücadelelerde büyük başarı elde
edilmiştir. Başarılar hem içte hem de dışta büyük yankı uyandırmıştır. Türk Ordusunun Yunanlılara karşı elde ettiği üstün başarılar karşısında halk ve bölge idareleri
tebrik telgraları göndermişlerdir. Aşağıda Batı Cephesi’nde elde edilen başarılar
üzerine halkın, kaymakamların, belediye reislerinin ve hatta dış ülkelerden tebrik
mesajları63 Batı Cephesi Komutanlığı ve Genel Kurmay’a gönderilmiştir.
Batı cephesinde Yunanlılarla yapılan muharebeler Batı Anadolu bölgesinde
olduğu kadar yurdun dört bir köşesinde büyük heyecan yaratmıştır. Birçok yerde se60
61
62
63
Fahri Belen, Büyük Türk Zaferi Afyondan İzmir’e İstiklal Harbi Hatıraları, Tenkitler, Tahliller, Doğuş
Matbaası, Ankara, 1962, s.314; Sofuoğlu, a.g.e., s.s.205-206.
Belen, a.g.e., s.359 vd.
Sofuoğlu, a.g.e., s.s.213-216; Özalp, a.g.e., C.1, s.227 vd.
Bu yazışmalarla ilgili belgeler aynı zamanda Askeri Tarih Belgeleri Dergisi’nin 116 sayılı
nüshasında da yayınlanmıştır.
44
Arşiv Vesikalarına Göre Batı Anadolu...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
vinç gösterileri düzenlenmiştir. Batı cephesinde düşmana karşı kazanılan başarının
ardından Afyonkarahisar halkı bütün şehri bayraklarla donatmış halk, asker ve
okul öğrencilerinden oluşan büyük kalabalık hükümet ve kolordu dairesine gelerek
memnuniyetlerini arz etmişlerdir (12 Ocak 1921)64. Yunanlılara karşı I. İnönü Muharebesinin kazanılması yurtta büyük yankı uyandırmış, bu başarı Anadolu insanının
kendine olan güvenini tazelemiş, artık düşmana karşı elde edilen üstünlüğün devam edeceği inancı hâsıl olmuştur.
Ordunun elde etmiş olduğu zafer karşısında askerin moralini üst seviyede
tutmak ve halkın ordumuzun arkasında olduğunu göstermek maksadıyla tebrik
telgraları göndermiştir.
Adana Belediye Başkanlığı, Genelkurmay ve Batı Cephesi Komutanlığı’na I.
İnönü Muharebesi’nin zaferle neticelenmesinin Adana halkında heyecan yarattığına dair
bir yazı göndermiştir. Yazıda bu başarının elde edilmesinde başta T.B.M.M. ve Genelkurmaya
ve ordunun tüm subay ve erlerine teşekkürleri bildirilmiştir (14 Ocak 1921)65.
Yunanlılara karşı gösterilen başarılı muharebeler ordu mensupları
arasında da büyük sevinç yaşanmasına yol açmıştır. İnönü Meydan Muharebesi’yle
Yunanlılara karşı elde edilen başarıdan dolayı, Doğu Cephesi Komutanı Korgeneral
Kazım Karabekir, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya duyduğu memnuniyeti bir
tebrik telgrafıyla göstermiştir (19 Ocak 1921)66. Kazım Karabekir, gönderdiği telgrafın
özellikle subaylara ve erlere bildirilmesini istemektedir. Kazım Paşa’nın böyle bir
istekte bulunması Batı Cephesi ordusunun subayları ve erlerinin coşkusunu ve
direncini üst seviyede tutmak içindi. İsmet Paşa, Doğu Cephesi Komutanlığından
gelen tebrikten dolayı son derece memnun olur ve bu memnuniyetini bir telgrala
Kazım Paşa’ya iletmiştir67.
M. Kemal, Büyük Millet Başkanı sıfatıyla Batı Cephesi Komutanlığı’na İnönü
muharebelerinde göstermiş oldukları kahramanlıklar ve kazanılan zaferler-den dolayı
Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya bir kutlama yazısı göndermiştir. M. Kemal bu
yazısında bu zaferin bütün yurtta büyük bir sevinç yaşattığını, bu za-ferle herkeste
bir ümit ışığı belirdiğini halkta umut tazelediği için İsmet Paşa ve tüm subay ve erlere
göstermiş oldukları fedakârlıklardan ötürü övgülerini bildirmiştir (1 Nisan 1921)68.
64
65
66
67
68
12 Ocak 1921 tarihinde 12.Kolordu Komutanı Orgeneral Fahrettin (Altay)’in Batı Cephesi
Komutanlığı’na Afyonkarahisar halkının Batı cephesinde Yunan kuvvetleri karşısında elde edilen başarılar neticesinde kendilerini tebriklerine dair bir yazı göndermiştir. “milletin ruh-u ulvi ve
azim-i hüdapesendanesine tercüman olacak ve beliğ nutuklar iradıyla ordumuza ithaf-ı selam ve hükümet-i
celileye arz-ı tebrikat ve teşekkürat eylemiş olduklarını arz ederim.”: ATESE, Belge No: 4280, Koleksiyon: İSH, Kutu: 661, Gömlek: 19, Belge: 19-3; Belgelerle ilgili yayın için bkz.: Askeri Tarih Belgeleri
Dergisi, Yıl 52, S.116, Haziran 2003.
14 Ocak 1921 tarihinde Adana Belediye Reisi Mehmet Fuat’ın Erkan-ı Harbiye-i Umumiye reisi
ve Garp Cephesi Komutanı İsmet Beyefendi Hazretleri’ne gönderilen “sevgili ordumuzun muzafferiyât ve muvaffakiyât-ı müteaddiyeye mazhariyeti eltaf-ı sübhaneden tazarru’ ederek bu muzafferiyâtı
nâmili bulunan Büyük Millet Meclisine ve Erkn-ı Harbiye-i Umûmiyemize ve ordunun ümerâ ve zabitân
ve efrâdına takdim-i teşekkürü ibrâz olunan asâr-ı besâlet ve hemâsetinden dolayı da izhâr-ı takdirât eyleriz” yazısı ile Yunanlılara karşı kazanılan zaferin halk arasında meydana getirdiği sevincin bir
göstergesi olması açısından önem arzeder: ATESE, Belge No: 4282, Koleksiyon: İSH, Kutu: 695,
Gömlek: 99, Belge: 99-1.
ATESE, Belge No: 4283, Koleksiyon: İSH, Kutu: 989, Gömlek: 114, Belge:114-1.
A.g.b.
ATESE, Belge No: 4286, Koleksiyon: İSH, Kutu: 816, Gömlek: 194, Belge: 194-1.
45
Taner ASLAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Batı Cephesi’nde düşmana karşı kazanılan başarılardan dolayı Batı Anadolu
halkı tebrik yazılarında zaferlerden duydukları sevinci ifade etmişlerdir. Keskin
Kazası Belediye Reisi Mahmut Bey ile Müfettiş ve Müdafaa-i Hukuk Başkanı Sadık
Bey, Müdafaa-i Milliye Vekâlet-i Celilesi’ne (Milli Savunma Bakanlığı) düşman kuvvetlerine verilen ağır darbe dolayısıyla bir tebrik yazısı göndermişlerdir. Yazıda şu
ifadelere yer verilmiştir. “düşmanın İnönü Meydan Savaşı’nı Türk ordusu silahlarına
terk ettiği ve ağır bir darbeye daha uğratıldığını ilan ve müjdeleyen haberi, halkımız sevinç gözyaşları ve şükranlarla karşıladı. Millet zaten inandığı komutanlarını bir kere daha
alkışladı. Kirli ayaklar altında inleyen kardeşlerimizin kurtuluşunda ve düşmanın mübarek
topraklarımızdan bir an evvel kovularak atılmasında isimleri tarih sayfalarına altın kalemlerle yazılan büyük komutanlarımızla kahraman askerlerimize Allah’tan daimi başarılar dileriz” (10 Nisan 1921)69.
İnönü Meydan Muharebesi ile düşmanın uğradığı yenilgiden dolayı İnegöl
Belediye Reisi, Batı Cephesi Komutanlığı’na bir tebrik ve teşekkür yazısı göndermiştir.
Yazının muhtevasında Yunanlıların mağlup edilmesiyle İnegöl ve civarının “mezalim
ve kötülüklerden kurtarıldığı” yer almaktadır. Bu nedenle İnegöl halkı adına Belediye
Reisi bizzat kendilerine ve temsilcileri olan bütün komutanlarımıza teşekkürlerini
sunar (22 Nisan 1921)70.
Kuşadası Belediye Reisi, Kuşadası halkı adına Ankara Harbiye Vekâleti
aracılığıyla Batı Cephesi Komutanlığı’nın göstermiş olduğu kahramanlıklar ve elde
ettikleri başarılardan dolayı bir tebrik telgrafı göndermiştir71. Niğde Mutasarrılığı
Müdafaa-i Milliye ve Dâhiliye Vekâletine İnönü Meydan Muharebesi’nde mağlup
etmesi üzerine bir tebrik telgrafı yollamıştır. Niğde Mutasarrıfı İbrahim, elde edilen
başarıdan dolayı şehir halkının büyük bir sevinç yaşadığını, o gün okulların tatil
edilmiş esnaf dükkânlarını kapatmış öğle vakti bütün ahali Büyük Cami’de toplanarak şehitlerin ruhu için hatim ve mevlit okutulmuştur (14 Nisan 1921)72.
Yunanlıların Dumlupınar’da büyük bir hezimete uğratılması yurdun her
köşesinde olduğu gibi Ankara’da da büyük bir sevinçle karşılanmıştır. T.B.M.M.
bu başarıdan dolayı 12. Kolordu Komutanı Fahrettin Bey’e şükranlarını bildiren bir
tebrik yazısı göndermiştir (12 Nisan 1921)73.
Osmaniye Kaymakamı Arif Bey, Müdafaa-i Milliye Vekâleti Celilesine (Milli
Savunma Bakanlığı) Batı Anadolu’da Batı Cephesi’nde düşmanın mağlup edilmesi
69
70
71
72
73
ATESE, Belge No: 4290, Koleksiyon: İSH, Kutu: 567, Gömlek: 126, Belge: 126-7.
ATESE, Belge No: 4296, Koleksiyon: İSH, Kutu: 726, Gömlek: 22, Belge: 22-1.
“Türk’ün en mukaddes bildiği ve hiç tecavüz ettirmediği namus-u vatanını mahva yürüyen din düşmanı
nesl-i Osmani’yi doğuran mübarek yurdumuzun tarihi bir ovasında hamaset ve kahramanlıklarıyla ezib
çiğneyen ordumuzu takdis ve resid ve tebrik eder ve her dilaverini hıfz-ı hamdaniyeye ve tevikan-ı rabbani
ederiz.”: ATESE, Belge No: 4292, Koleksiyon: İSH, Gömlek: 126, Belge: 126-17.
Elde edilen başarı karşısında gösterilen sevinci Niğde Mutasarrıfı şu cümlelerle tasvir eder. “Kahraman ordumuzun alçak düşmanı ricat-ı kahriyeye duçar ederek İnönü Muzafferiyeti’ne muzafferiyeti meşar
dünkü tebliğ-i resmi üzerine bütün memleket enva-ı müzaharetle bir leyl-i sürur yaşanmış ...”: ATESE,
Belge No: 4293, Koleksiyon: İSH, Kutu: 567, Gömlek:126, Belge: 126-3.
Tebrik yazısında “Yorulmak bilmeyen bir azim ile tarih ve bize parlak misaller ilave eyleyen uzun ve
yorucu yürüyüşler ile düşmanı bilâ-fıla takib ederek meydan-ı muharebeye yetişen 12. Kolordu kıtaatının
düşmanın hezimet-i katiyesini intâc eden Dumlupınar Meydan Muharebesi’nde pek büyük bir hisse-i şerei
olduğunu kemâl-i şükrân ile yad eder ve zât-ı alileriyle kumandanız altındaki kahraman kıtaatı tebrik eylerim efendim.” Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal: ATESE, Belge No: 4291, Koleksiyon:
İSH, Kutu: 855, Gömlek: 130, Belge: 130-1.
46
Arşiv Vesikalarına Göre Batı Anadolu...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
karşısında Osmaniye halkının büyük sevinç duyduğunu belirten tebrik telgrafında
şu ifadelere yer verilir. “Muvaffakiyetinizden dolayı zat-ı devletlerini ve etrafında toplanan umum kıtaat kumandanları beğleri tebrike kahraman asker evladlarımıza maa-l-İslam
teşşekkürat-ı mahsusatımızın iblağını rica eder...” 15 Nisan 1921)74.
İcra Vekilleri Heyeti (Bakanlar Kurulu), Batı Cephesi Komutanı İsmet
Paşa’ya İnönü Savaşlarında ve Sakarya Savaşında kazanılan başarılardan ötürü
duydukları sevince dair bir tebrik yazısı göndermiştir. Bu zaferlerin “Bütün bir cihan zulüm ve hıyanete karşı bu kadar mahrumiyet ortasında ordumuzun kazandığı yeni
ve mutantan muvaffakiyeti mesud ve müftehitr tebrik ederken son kurtuluş zaferinin de
silahlarımıza mevud olduğuna dair taşıdığımız sarsılmaz imanı tekrar ediyoruz” olduğunu
gösterdiği belirtilmektedir 13 Eylül 1921)75.
Türk Ordusunun Batı Cephesinde Yunanlılara karşı elde ettiği üstün
başarılar içerde olduğu kadar dışarıda da büyük yankı uyandırmış, kazanılan zaferlerden dolayı T.B.M.M.’ne tebrik telgraları gelmiştir. Bu tebrik yazılarının gelmesi Ankara Hükümeti’nin siyasi manada bir üstünlük kazandırmıştır. Afgan Elçisi
Sultan Ahmet Han T.B.M.M. Reisi ve Başkomutan M. Kemal’e Türk ordusunun
elde ettiği başarılardan dolayı tebrik yazısı göndermiştir. Muhterem Başkomutan
diye başlayan yazıda, “başkomutan ve diğer komutanların iyi idareleri sonucu subay ve
İslam askerlerinin büyük fedakârlıklarıyla Sakarya Muharebesi İslam ordusunun zaferiyle
neticelendiğini Türkiye ile ilgilenen Müslümanların kalplerinin sevinç ışığıyla aydınlandığı”
belirtilir. Ayrıca Allah’tan Türk ordusunun zaferlerinin devamı da dilenir76.
Rus Sovyet Cumhuriyeti Ankara elçisiyle T.B.M.M. Reisi ve Başkomutan M.
Kemal’e elde edilen başarılardan dolayı tebrik yazısı göndermiştir. Yazıda Türk ordusunun kahramanlıklarından övgüyle söz edildikten sonra “Kahramanlığı asırlardan
beri bilinen Türk askerinin bu defa da hürriyet ve bağımsızlığı için mücadele eden Türk
Milletinin sarsılmaz azmini herkese kabul ettirmeyi başaracağına kesinlikle inanıyorum.”
dedikten sonra Türk Milletinin haklı olan gayesinin gerçekleşmesi için temennilerde
de bulunur 16 Eylül 1921)77.
Sonuç
Birinci Dünya Savaşı Osmanlı Devleti’nin sonunu hazırlayan bir savaş
olmuştur. Savaşın akabinde barış ortamı arayan Osmanlı Devleti, neticede şartları çok
ağır bir antlaşmaya imza atarak koskoca imparatorluğu tasiye etmiştir. Mütareke’de
yer almamasına karşın Yunanistan siyasi arenada özellikle İngiltere’nin hamiliğinde
Mütareke sonrasında İtilaf Devletlerinin aralarında yapmış oldukları anlaşmada
isteklerini sunmuş, neticede bu isteklerinin elde etmiştir. 15 Mayıs 1919 tarihinde
İzmir başta olmak üzere Batı Anadolu’da birçok yer Yunanlılar tarafından işgale
uğramıştır. İşgal, Türk Milletinde büyük bir iniale sebep olmuştur. Yunan işgaline
karşı milli direnişler başlatılmış, Kuva-yı Milliye Teşkilatı oluşturularak bölgesel
direnişler gerçekleştirilmiştir. Ancak bu örgütlenmeyle düşmana karşı büyük bir taarruz yapılamayacağı düşüncesiyle düzenli ordu kurulmuş, I. ve II. İnönü, Sakarya
Savaşları ve Büyük Taarruzla birlikte Yunanlılar büyük bir yenilgiye uğratılmış akabinde Yunanlılar işgal ettikleri yerleri terk etmek zorunda bıraktırılmıştır.
74
75
76
77
ATESE, Belge No: 4294, Koleksiyon: İSH, Kutu: 567, Gömlek: 126, Belge: 126-18.
ATESE, Belge No: 4302, Koleksiyon: İSH, Kutu: 1082, Gömlek: 5, Belge: 5-1.
ATESE, Belge No: 4306, Koleksiyon: İSH, Kutu: 1240, Gömlek: 90, Belge: 90-2.
ATESE, Belge No: 4308, Koleksiyon: İSH, Kutu: 1240, Gömlek: 90, Belge: 90-3.
47
Taner ASLAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Batı Cephesinin Yunan kuvvetleri karşısında elde ettiği başarılar gerek
içeride gerekse dışarıda büyük yankı bulmuş, halk her başarıdan sonra tebrik yazıları
göndermiştir. Bu tebrik yazıları ordunun direncini üst seviyede tutmasını sağlamıştır.
Ordu bu tebrik yazılarıyla Türk Milleti’nin daima yanlarında olduğunu hissetmiştir.
Tebrik yazılarının hem ordu merkezine hem de TBMM ve de Genelkurmay Başkanlığı’na
gönderilmesi halkta Anadolu’da tek yetkili merciin TBMM ve Ankara olduğunun
kabul edildiğini göstermektedir.
48
Arşiv Vesikalarına Göre Batı Anadolu...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
KAYNAKÇA
I. Arşiv Belgeleri
ATESE, Belge No: 4280, Koleksiyon: İSH, Kutu 661, Gömlek 19, Belge 19-3.
ATESE, Belge No: 4282, Koleksiyon: İSH, Kutu: 695, Gömlek: 99, Belge: 99-1.
ATESE, Belge No: 4283, Koleksiyon: İSH, Kutu: 989, Gömlek: 114, Belge: 114-1.
ATESE, Belge No: 4286, Koleksiyon: İSH, Kutu: 816, Gömlek: 194, Belge: 194-1.
ATESE, Belge No: 4290, Koleksiyon: İSH, Kutu: 567, Gömlek: 126, Belge: 126-7.
ATESE, Belge No: 4291, Koleksiyon: İSH, Kutu: 855, Gömlek: 130, Belge: 130-1.
ATESE, Belge No: 4292, Koleksiyon: İSH, Gömlek: 126, Belge: 126-17.
ATESE, Belge No: 4293, Koleksiyon: İSH, Kutu: 567, Gömlek:126, Belge: 126-3.
ATESE, Belge No: 4294, Koleksiyon: İSH, Kutu: 567, Gömlek: 126, Belge: 126-18.
ATESE, Belge No: 4296, Koleksiyon: İSH, Kutu: 726, Gömlek: 22, Belge: 22-1.
ATESE, Belge No: 4302, Koleksiyon: İSH, Kutu: 1082, Gömlek: 5, Belge: 5-1.
ATESE, Belge No: 4306, Koleksiyon: İSH, Kutu: 1240, Gömlek: 90, Belge: 90-2.
ATESE, Belge No: 4308, Koleksiyon: İSH, Kutu: 1240, Gömlek: 90, Belge: 90-3.
II. Dergiler
Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Yıl 52, S.116, Haziran 2003.
III. Kitap ve Makaleler
ALTAY, Fahrettin, On Yıl Savaş ve Sonrası, İnsel Yayınları, İstanbul, 1970.
AKŞİN, Sina, Milli Kurtuluş Tarihi, İstanbul Matbaası, İstanbul, 1974.
AKŞİN, Sina, Osmanlı Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul, 1983.
APAK, Rahmi, İstiklal Savaşında Garp Cephesi Nasıl Kuruldu, İstanbul, 1943.
BAYAR, Celal, Ben’de Yazdım, C.I, İstanbul, 1968.
BAYTOK, Taner, İngiliz Kaynaklarında Türk Kurtuluş Savaşı, Başnur Matbaası,
Ankara, 1970.
BELEN, Fahri, Büyük Türk Zaferi Afyondan İzmir’e İstiklal Harbi Hatıraları, Tenkitler,
Tahliller, Doğuş Matbaası, Ankara, 1962.
49
Taner ASLAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
CEBESOY, Ali Fuat, Milli Mücadele Hatıraları, İstanbul, 1953.
ÇELEBİ, Mevlüt, Milli Mücadele Döneminde Türk İtalyan İlişkileri, Ankara, 1999.
DANİŞMEND, İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C.4, İstanbul, 1955.
EVANS, Laurence, Türkiye’nin Paylaşılması, (çev.: Tevik Alanay), İstanbul, 1972.
GÖKBEL, Asaf, Milli Mücadelede Aydın, Aydın, 1964.
GÖRGÜLÜ, İsmet, On Yıllık Harbin Kadrosu, Ankara, 1993.
JAESCHKE, Gotthard, Kurtuluş Savaşıyla İlgili İngiliz Belgeleri, Ankara, 1986.
JAESCHKE, Gotthard, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, C.I, Ankara, 1970.
KUTAY, Cemal, Türkiye İstiklal ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi, C.I.
ÖZALP, Kazım, Milli Mücadele, C.1, Ankara, 1985.
PEKER, Nurettin, İstiklal Savaşı, Gün Basımevi, İstanbul, 1955.
RENOUVIN, Pıerre, I. Dünya Savaşı ve Türkiye, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2004.
SİMAVİ, Lütfü, Osmanlı Sarayının Son Günleri, Hürriyet Matbaası, İstanbul, t.y.
SOFUOĞLU, Adnan, “Milli Mücadele Dönemi”, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi,
Siyasal Kitabevi, Ankara, 2004.
SOFUOĞLU, Adnan, “Mondros Mütarekesi Sonrası Türkiye’nin İşgaline Karşı Milli
Direniş: Kuva-yı Milliye (1918-1921)”, Türkler, C.15.
SOFUOĞLU, Adnan, “Yunanlıların Batı Anadolu’ya Yerleşme Girişimleri ve İyonya
Devleti Macerası”, Prof. Dr. Haluk Çay’a Armağan, Ankara, 1987.
SOFUOĞLU, Adnan, Kuva-yı Milliye Dönemi’nde Kuzeybatı Anadolu, Gnkur, Ankara,
1994.
SONYEL, Salahi, “Mondros’tan Samsun’a Türk Kurtuluş Mücadelesi’nin Doğuşu”,
Türkler, C.15, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002.
SONYEL, Salahi, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C.1, Ankara, 1973.
TAÇALAN, Nurdoğan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, Aksoy Yayıncılık, İstanbul,
1998.
TANSEL, Selahattin, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C.1, MEB, İstanbul, 1991.
TOKER, Hülya, Mütareke Döneminde İstanbul Rumları, Genelkurmay Başkanlığı Yay.,
Ankara, 2006.
TÜRKEŞ, Ünal, Kurtuluş Savaşında Muğla, İstanbul, 1973.
TÜRKGELDİ, Ali Fuat, Mondros ve Mudanya Mütarekelerinin Tarihi, İstanbul, 1948.
ULUÇAY, Mustafa Çağatay, GÖKÇEN İbrahim, Manisa Tarihi, Manisa Halkevi,
İstanbul, 1935.
50
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.51-69
MODERNİZMDEN POST-MODERNİZME
TARİHSEL BİLGİNİN EPİSTEMOLOJİSİ
(DILTHEY, HEIDEGGER, GADEMER, DERRIDA)
Serdar ŞEN*
Özet
Tarih bir bilim midir? Tarihsel yöntemin temel özellikleri neler olmalıdır? Bu sorulara verilen yanıtlar modern ve post-modern tarih anlayışlarını birbirinden ayırmaktadır.
Modern tarih anlayışı, en azından teoride, tarih alanında nesnel bilgiye ulaşmanın olanaklı
olduğuna inanmaktadır.Buna karşı, post-modern tarih anlayışı ne nesnel bir anlamanın ne
de nesnel bir bilginin varlığına inanmaktadır.Tarih insan doğasının bir ürünüdür. Öyleyse
tarihi anlamak insanı anlamaktır. Dolayısıyla bu makalede yazarın şu soruya yanıt aradığı
söylenebilir: İnsanı tam olarak anlamak olanaklı mıdır? Bu soru tarih bilimini tarih felsefesine
bağlar. Yalnızca felsefe tarihsel yöntemi temellendirebilir ve yalnızca felsefe tarihsel bilginin
doğruluğuna ilişkin bir ölçüt verebilir. Felsefe, bu anlamda, tarih disiplini için bir ön-koşul ya
da varlık nedenidir. Bu çalışmanın ilozolar ve tarih felsefesi üzerine odaklanmasının nedeni
budur.
Anahtar Sözcükler: Tarih, Tarih Felsefesi, Modernizm, Post-modernizm, Tarihsel Yöntem,
Tarihsel Bilgi.
Abstract
Is history a science? What are fundamental peculiarities of historical method? Answers given these questions differ modern and post-modern understanding of history from
each other. Modern understanding of history believes, at least in theory, that it is possible to
reach objective knowledge in the ield of history. Against this supposition, post-modern understanding of history believes neither in objective understanding nor objective knowledge.
History is a production of human nature. So to understand history is to understand human
being. Therefore it can be said that in this article writer looks for answer of that question: is it
possible to understand human being exactly? The question connects history with philosophy
of history. Only philosophy can establish foundations of historical method and only it can
give a criterion concerning truth of historical knowledge. Philosophy, in this sense, is pre-condition of history. That’s why this study focuses on philosophers and philosophy of history.
Key Words: History, Philosophy of History, Historical Method, Historical Knowledge,
Modernism, Post-Modernism.
*
Araş. Gör.; Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü.
51
Serdar ŞEN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Giriş
Tarihsel Yöntem ve Epistemoloji
Geçmişin bilgisine Tarih, bilginin bilgisine epistemoloji diyelim. Bu durumda Tarih felsefesi tarihsel bilginin epistemolojisi olacaktır. Temel sorusu da şu
olacaktır. Tarihsel bilgi olanaklı mıdır? Bunun anlamı ‘bilgi’ teriminin kavramında
yatmaktadır. Eğer bilgiyi, ‘nesnesine uygun bir önerme’ olarak tanımlarsak, tarihsel
bilgi tarihsel önermelerin yaşanmış gerçeğe uygun düşmeleri anlamına gelecektir.
Bu durumda tarihsel bilgi olanaklı mıdır? sorusu şu soruya dönüşecektir: Tarihsel
önermeler geçmiş olay ya da olguları kendilerinde nasılsalar, öyle temsil edebilirler
mi? Son biçimiyle soru, tarih felsefesini dil felsefesine bağlar. Tarihsel önermeleri
dilsel bildirimler olarak ele alan dil felsefesi bu önermelerin dilsel anlam sınırının
ötesine düşüp düşmediklerini inceler.
Bir bilgi disiplininin ‘bilim’ olarak tanımlanabilmesi için bu bilginin ait olduğu
alanın bir konusu ve bu konuya yönelmiş sağın bir yöntemi olmalıdır. Ama yöntemin özelliklerini belirleyen konunun doğasıdır. Doğaya yönelen doğabilimlerinin
yöntemi doğal olguların niteliklerine uygun olarak tasarlanır. Doğal olguların niteliksel ve niceliksel olarak sergiledikleri değişmez birliktelik ya da benzerlikler genel
yasalar adını alırlar. Böylece verili tekil bir olayın açıklanması bu tikelliğin tümel
yasanın bir örneği olup olmamasına göre yapılır. Böylece, doğabilimsel bir açıklama
tikelin tümelin altına yerleştirilmesidir. Burada tümel tikelin nedenidir. Bu nedensel
açıklamaya olanak sağlayan, tümevarımın ve tümdengelimin organik birliğidir. Bir
nesne sınıfına ait bireylerin sergiledikleri özelliklerin tekil gözlem ve deneyinden
bu nesne sınıfının bütününe ilişkin genel yargılara ulaşmak tümevarım yönteminin temel niteliğidir. Ulaşılan bu tümevarımsal genellemenin kalkış noktası tikel
duyusal verilerdir. Bu nedenle doğabilimsel yöntemlerde doğa ilgisi duyu algısı
yoluyla sağlanır. Duyu algısı doğabilimsel yasa ve kuramları olgusal gerçekliğe
bağlar. Doğabilimlerinin özde pozitivist olmalarını nedeni budur. Ama tarih ve
genel olarak insan bilimleri bu anlamda pozitivist olabilirler mi? Soruyu bir başka
yolda sunalım: Doğabilimsel nedensel açıklama yöntemi konusu insan varlığı olan
bilimlerin yöntemi olabilir mi?
Sorunsala böyle yaklaştığımızda, bir insan bilimi olarak tarih belirli bir insan doğası tasarımına göre kendi ilke ve yöntemlerini belirlemelidir. İnsanın dışsal
nedenler tarafından belirlenen nesneler arasında bir nesne olarak tasarımlaması onu
doğanın bir kipine ya da uzantısına indirgeyecektir. Bu durumda insani fenomenleri
iradi seçimler değil doğal zorunluluklar belirleyecektir. İnsan özerk ve özgür değil,
doğa tarafından koşullanmış ve belirlenmiş bir varlık olacaktır. Bu insan tasarımı
doğabilimsel yöntemin konusu olabilir, ama insanın insanlığından (özgürlüğünden)
52
Modernizmden Postmodernizme Tarihsel...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
vazgeçmesi pahasına. Aslında insan, bedensel yönüyle doğanın bir parçasıdır. Bu
doğal yönü, örneğin barınma, açlık ve cinsellik örneklerinde olduğu gibi, dışsal
belirlenime açıktır. Dışsal belirlenimde verili bir etkiye karşılık mekanik bir tepki
vardır. Bu mekanik tepki ruhbilimde içgüdü adını alır. İçgüdü güderek güdümlü
bir varlığa dönüştürür. Ama insan bundan daha fazlası değil midir? İnsan budur ve
aynı zamanda daha fazlasıdır. Bu, sorunun Kantçı yanıtını ve dolayısıyla tarihselcilik ve/veya hermeneutiğin felsefesi antropolojisini oluşturur.
Buna göre, insanın duyusal deneyim dünyası, fenomenal bir dünya ve insan
da duyusal yönüyle fenomenal bir varlıktır. Bu yönü ile insan özgürlükten yoksundur; çünkü özgürlük, Kant’a göre, bir varlığın kendi kendisini belirlemesidir. Kendi
kendisini belirleyen bir varlık dışsal belirlenim zincirinin dışına çıkar ve özerkleşir.
Diyeceğim, erkini dışarıdan değil özünden alır. Özerklikte ‘öz’ gürleşir ve özerklik özgürlüğe dönüşür. Ama özerklik ve özgürlüğün olanağının koşulu nedir?
Kant’ın yanıtı yalındır. İnsan ancak kendi (istencinin) iradesinin efendisi olduğu
zaman özgürdür. Başka ve daha sağın bir deyişle, insani eylemler ancak ussal istencin ürünü olduklarında özgür eylemler olarak adlandırılabilir. Doğal varlıklarda
olmayan yeti özgür iradedir. İrade insan eylemlerini amaçlı ve dolayısıyla anlamlı
kılar. İnsan iradesinin erekselliği insan eylemlerinin mekanik değil, ama ereksel nedenler aracılığı ile anlaşılmasını zorunlu kılar. Bu ereksel nedenler değerler,
normlar, yasalar ve anlamlardır. Böylece özgürlüğün anlatımı olan erekler dünyası,
özünde, tinsel bir dünyadır. İnsanın anlam dünyasını oluşturan bu tinsel gerçeklik doğabilimsel anlamda olgusal değildir. Doğal olgularla karşıtlıklar içinde, anlam dünyasının olguları tinseldir. Her insan eylemi (davranışı değil) bu tinselliğin
dışsallaşmasıdır. İnsan eylemleri tarafından oluşturulan tarih de, öyleyse, insan
tinselliğinin gerçekleşme alanıdır. Dahası, bu tinselliğin kendisidir. İnsan tini, kendisini tarihte, ve tarih yoluyla açığa çıkarır. Kendisi de tarihseldir, çünkü tarihin
dışına çıkamaz. Tarihi anlamak, öyleyse, insanı anlamaktır.
Tarihsel gerçekliğe ulaşmanın doğru yöntemi nedir sorusu, burada, insanın
anlam dünyasını tanımanın doğru yöntemi nedir sorusuna dönüşecektir. Tarihsel
olayların nedeni olgusal değil anlamsal olduğuna göre bu nedenler empirik deney
ve gözlem yoluyla açığa çıkarılamaz. Dahası tarihsel olaylar, doğal olguların tersine, bireysel ve tekrarlanamaz nitelikte olduklarından tümevarım yöntemi ile
açıklanamazlar. Öyleyse, tarih yasa koyucu bir bilim olamaz. Konusu tümellikler
değil tekilliklerdir. Ama tarihsel yöntem tümdengelim de olamaz. Çünkü tarihe önsel hiçbir a priori olay olamaz. Tarihsel bilgi, yaşanmışlıktan sonra olması anlamında
a posterioridir. Tarihten önce yoktur, tarihten sonra da; yalnızca tarih vardır. Bu,
anlamın tarihsel olduğu anlamına gelir. Anlamın tarihsel olması gibi tarih de
anlamsaldır. Tarih ve tin aynı şeylerdir. Ama eğer tin özgür istencin ürünü ise tarih
de özgürlüğün gerçekleştiği alandır.
Dilthey’da Tarihsel Bilgi ve Tarihsel Yöntem
Tarihsel verilerin nesnel yorumunu yapmanın bir yolu, Dilthey’e göre, tarihsel
verileri ait oldukları tarihsel bağlama yerleştirmek ve bu verileri bu bağlamın bütünü ile ilişki içinde değerlendirmektir. Çünkü Dilthey’e göre yaşamın bütün öğeleri
birbirleri ile ilişki içerisindedir. Ama bütünü kavramak bu bütünü oluşturan öğeleri
53
Serdar ŞEN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
kavramakla olanaklıdır. Bütünü anlamak parçaları anlamayı ön-gerektirirken
parçayı anlamakta bütünü anlamayı öngerektirmektedir. “Bütün, anlamını parçadan almakta, aynı şekilde parçalar da ancak bütüne referansla anlaşılabilmektedir.
Buradan Dilthey’in vurguladığı kavram ‘anlam’dır: Anlam, anlamanın bütün
ile parçalar arasındaki karşılıklı temel ilişkisinde kavradığı şeydir1”. Dilthey’in
anlamı bağlamsal bütünün fonksiyonu olarak görmesi onun insan doğası ve yaşam
anlayışından kaynaklanmaktadır.
Dilthey’e göre insan tarihsel bir varlıktır. İnsan doğası kendisini bu tarihsellik
içerisinde gerçekleştirir ve nesnelleştirir. İnsan yaşamının kendisini nesnelleştirdiği,
görünür kıldığı değişik ifade formları vardır. Bu ifade formlarının bütünü bugün
kültür adını verdiğimiz tinsel gerçeğin kendisini oluşturur. Kültür dizgesinin ifadeleri tarihsel bir geçmişe ve toplumsal bir etkileşimin ürünüdürler. Bireysel –
psikolojik düzeyden, dışsallaşma yoluyla, toplumsal ve kamusal bir düzeye çıkan
kültürel ifadeler, eğer Hegelci terminolojiyi kullanırsak, “nesnel tin” dediğimiz
fenomeni oluşturur. “Nesnel tin tekler arasında bulunan ortaklıkların nesnelleşme
biçimleridir. Bu nesnel dünyada geçmiş, bizim için sürüp giden şimdidir. Nesnel
tinin alanı, yaşam biçimlerinden ve ilişki biçimlerinden, toplumun ortaya koyduğu
amaçlar bütününe , geleneklere, hukuka , devlete, dine, sanata ve felsefeye kadar
uzanır.Çünkü bir dahinin yapıtı bile , idelerdeki, iç yaşamdaki, belli bir çağın ve
çevrenin ideallerindeki ortaklığı gösterir. Daha çocukluğumuzdan başlayarak, besinimizi bu nesnel tin dünyasından alırız ve bu dünya başka kişileri, onların yaşam
ifadelerini anlamayı sağlayan bir araçtır. Çünkü tinin nesnelleşmesi olan her şey benden
ve senden ortak bir şey içerir”2. “Nesnelleşme ile o, bir yandan, insanın yaratıcılığının
dışsallaşmasını, bu yaratımın özneler-arası ulaşılabilir olmasını ,ama öte yandan,
onun insanın ‘ortaklık’ ve ‘evrensellik’ alanında temsil edilmesini anlatmak ister.
Daha sonra o , bunu Hegel’den ödünç aldığı “nesnel tin” terimi ile karşılayacaktır.
Toplumun ortak zihniyeti yaşamın nesnelleşmesinde ifade edilir ve biriktirilir…. Yaşam ve tin kendilerini hem insan etkinliğinin maddi ürünlerinde hem de
toplumun kurumsal biçimlerinde, kültür dizgesinde ve dışsal örgütlenişinde dışa
vurur. Tüm bunlar birlikte, bizi her yerde çevreleyen “insan tininin büyük dışsal
gerçekliğini” oluşturur. Yaşamın nesnelleşmesi, anlamanın, yaşamın tarihsel boyutuna erişimini açık kılar, çünkü insan ‘ortaklık’ının daha önceki çağlarının mirası
her zaman nesnelleşme formunda sunulur”3.
Bireysel tin ancak bu nesnel tin içinde ve sayesinde kendini dışa vurur.
Öyleyse bireysel bir edimi ya da ifadeyi anlamak bu ifadeyi olanaklı kılan ifadeler dizgesini anlamayı, yani kültürün bütününü anlamayı ön-gerektirir. Anlam,
öyleyse, orada öylece duran ve ele geçirilmeyi bekleyen durağan bir şey değildir.
Bir tarihsel olayın anlamı, ilgili tarihsel belgeleri ifadeler dizgesinin hangi öğesiyle
ilişkiye soktuğunuza göre değişecektir. Anlam parça ile bütün arasındaki döngünün
bir ürünü olduğundan parça ile bütün arasında oluşturacağınız kompozisyon ya
da düzenleme keyi olacaktır. Çünkü tarihe yönelen anlama ediminin kendisi de
1
2
3
Richard E. Palmer, Hermenötik, (çev.: İbrahim Görener) , Anka yayınları, İstanbul, 2002, s.160.
Kurtuluş Dinçer, “Başkasını Anlama”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2003, C.20,
S.1, s.s.47-48.
Andrus Tool, “Wilhelm Dilthey On the Objectivity Of Knowledge In Human Scıence”, Trames,
2007, 11, (61-56), 1, S.9.
54
Modernizmden Postmodernizme Tarihsel...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
tarihseldir. Bu şu anlama gelir: Tarihi anlamak isteyen kişi tarihe yine kendisinin
de içinde bulunduğu bir tarihsel bağlam içerisinden yönelecektir. “Bütünün anlamı,
parçaların fonksiyon ve anlamını belirler. Mana tarihsel bir şeydir; o bizim belirli
bir noktadan, belirli bir zamanda ve parçaların belirli bir birleşiminde gördüğümüz
parça ve bütün arasındaki ilişkiden ibarettir. Mana, tarih üstü veya dışı bir şey
olmayıp, daima tarihsellikle tanımlanan hermeneutiksel döngünün bir parçasıdır”4.
Tarih bütün düşüncelerin ve pratiklerin göreceliğini (tarihsel göreceliği) açığa
vurur. Tarihsel deneyimin kendisi, bir çağın, yaşama ve tarihe ilişkin mutlaklık
iddialarına rağmen bunların tarihsel dönemlere özgü bir görelilik taşıdığını bize
gösterir. Dilthey, tarihselciliğin zorunluluğunu kabul etmekle kalmaz, onu aynı
zamanda özgürlüğün ve ilhamın bir kaynağı olarak da görür5. Bütün dünya
görüşleri yaşayan insanın yaşama ilişkin, algılama, düşünme, hissetme, arzulama
ve araştırma tarzlarının nesneleşmesinden doğar. Kuşaklar dizisi içindeki sayısız
görüş açısından pek çok nesneleştirme ortaya çıkar ve her kuşak da tinsel yaşamı
kendi nesneleştirmesi bazında anlayabilir6.
Bu tarihsel bağlam tarihçinin “anlama ufku”nu oluşturur. Anlama ufku,
kişinin dünyasının sınırlarını oluşturduğu ölçüde kişi kendi dünyasının ötesine
geçemez. Anlamanın anlama ufku ile sınırlı olması, anlamanın nesnel değil, ama
göreli olduğu anlamına gelir. Anlamanın tarihselliği, tarihsel bilginin göreliliğini
doğurur. Bu göreliliği örneklendirelim. Anlama ufku, ekonomik etmenlerin
başatlığı tarafından belirlenmiş bir tarihçi tikel bir tarihsel olayı ekonomik bir tarihsel bağlama göre anlamlandıracaktır (Marxist tarih anlayışının yapmaya çalıştığı
gibi). Öte yandan, anlama ufku teolojik ideler tarafından kuşatılmış bir tarihçi aynı
tarihsel olayı teolojik terimlere gönderimde bulunarak anlamaya çalışacaktır. Kültürel dizge içinde kendilerine seçtikleri öğeler açısından bakıldığında bu iki yorum
da tutarlı görünebilir. Ama burada önemli olan, iki yorumun da tutarlı olmasının
nedeni kendi doğruluk ölçütlerini (başlangıç öncüllerini) yine kendilerinin belirlemeleridir. Bu doğruluk ölçütleri ise hem oluşumları hem de oluşturucuları
(tarihçileri) bakımından, tarihsel ve dolayısıyla görelidir. “Anlam tarihseldir. O
tarih ile birlikte değişmiştir ve o, olayların izlendiği perspektife daima bağlı bulunan bir ilişki meselesidir. Anlam belirlenmiş ve katı değildir7. Her bir parça diğerini
öngördüğüne göre, anlamanın doğru bir başlangıç noktası bulunmamaktadır. Buna
göre ‘öngörüsüz’ anlamak mümkün değildir. Anlama eyleminin hepsi, sunulan
bir bağlam veya doğrultuda bulunur, bilimlerde dahi bir kişi belirli kaynaklara
‘dayalı olarak’ açıklamada bulunur8. Biz her zaman hermeneutiksel döngünün
de bir parçası olarak kendi ufkumuz içerisinde anladığımıza göre, herhangi bir
şeyin bağlamsız anlaşılması söz konusu değildir. Biz daima kendi deneyimimize
başvurarak anlamayı gerçekleştiririz”9.
4
5
6
7
8
9
Richard E. Palmer, Hermenötik, s.161.
Doğan Özlem, “Dilthey’ın Tin Bilimlerini Temellendirme Sürecinde Epistemolojide Yaptığı
Devrim”, Bilim , Tarih ve Yorum, İnkılap Yayınevi, İstanbul, 1998, s.84; ayrıca bkz.: Doğan Özlem,
Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1986.
Doğan Özlem, a.g.e., s.85.
Richard E. Palmer, Hermenötik, s.162.
Richard E. Palmer, a.g.e., s.163.
Richard E. Palmer, a.g.e., s.164.
55
Serdar ŞEN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Gadamer ve Heidegger’de Tarihsel Bilgi ve Tarihsel Yöntem
Öte yandan, eğer hermeneutiğin tarihçilerin akademik bir çaba ile
ulaşabilecekleri ve salt uzman tarihçilere özgü bir etkinlik olabileceğini düşünürsek,
en azından Gadamer’e göre, yanılırız. Bu yanılgının nedeni hermeneutiğin insan varoluşunun ilineksel ve dışsal bir uğrağı değil, ama insan varoluşunun
temeli olmasıdır. Bu yüzden, Gadamer, hermeneutiği Dilthey gibi salt bir
metodoloji(yöntembilim) sorunu olarak görmez. Gademer Heidegger’in hermeneutik
anlayışını kalkış noktası olarak alır. Heidegger’e göre hermeneutik dünya-içindevarlık olarak insan varoluşunun temel varolma tarzıdır. “Heidegger’in mirasının
merkezi unsuru, onun göze çarpacak ölçüde farklı hermeneutik anlayışından gelir. Heidegger’in dünya-için-de varlık olarak Dasein analizi, anlam hakkındaki
kavrayışımızı türev bir fenomen olmaktan çıkararak insani tecrübenin merkezi
özelliği ve mihenk taşı haline getirir. Bununla ilgili olarak Gademer şöyle söyler: ‘Heidegger’in zamansal Dasein analitiğinin, anlamanın farklı mümkün
davranışlardan biri değil yalnızca, aynı zamanda, Dasein’ın bizatihi kendisinin
varlık modu olduğunu … ve dolayısıyla onun dünya ile ilgili tecrübesinin bütününü içerdiğini ikna edici bir biçimde gösterdiğini düşünüyorum.’ Anlama felsefe
için merkezi bir fenomene dönüştüğünde, hermeneutik artık felsefenin bir mini
branşı olarak görülemez. Bunun yerine o, felsefenin bizatihi kendisi haline gelir”10.
Heidegger’in büyük hamlesi, anlamanın ontolojik anlamını ortaya koymak, başka
bir söyleyişle, anlama kavramının metodolojik bir problem değil, ontolojik bir problem olduğunu keşfetmek olmuştur. Heidegger hermeneutiği anlama ve yorumun
ontolojisi olarak tanımlar ve Gademer, “Heidegger’in radikaleştirmesinin bir
tarihsel hermeneutiğin inşasına katkıda bulunup bulunamayacağını” keşfetmek
amacıyla bu tanıma döner11.
Burada Gademer’in Kartezyen özne anlayışı yerine Heideggerci Dasein
anlayışını benimsediği görülür. Kartezyen özne anlayışı, öznenin özbilincinin dışsal
dünya ve insan karşısında biricik ve kuşku götürmez gerçeklik olduğunu, giderek
dış dünyanın varlığının bile özbilincin öznelliğinden kalkılarak kanıtlanabileceğini
ya da temellendirilebileceğini varsaymıştır. Bu özne-merkezli anlayış, ontolojinin
yerini epistemolojinin, varlığın yerini, bilginin almasına yol açar. Bilincin kurucu ilke olarak alınması dünya ile özne arasında ontik bir yarılmayı doğurur. Bu
yarılma, eğer modern felsefenin terminolojisini kullanırsak, “özne-nesne ayrımı”
dediğimiz şeydir. Bilinç, özneden nesne olarak dünyaya yönelirken dünyanın
Varlığını atlar ve varolan olarak Varlığa yönelir. Bu, Heideggerci anlamda, “Varlığın
unutulmuşluğu”na yol açar. Heidegger’in Dasein olarak insan çözümlemesi felsefenin
yönünü varolan olarak Varlıktan varlık olarak Varlığın kendisine çevirmeyi amaçlar.
Bu, Heidegger tarafından “temel ontoloji” olarak adlandırılacaktır. Varlığa açılan tek
kapı Dasein’in varlık olarak Varlığa açıklığı olduğu için temel ontolojinin konusu
da Dasein’dir. Dasein’in Varlığa açıklığı, eşdeyişle, varolanın Varlığının açığında
ve ‘var’ında duruşu varolan olarak varolanı ‘var’ kılar. Temel ontoloji varolan ile
Varlık arasındaki “ontolojik ayrım”ı gösterip Varlığın varolanına değil varolanın
10
11
David Couzens Hoy, Heidegger ve Hermeneutiğe Dönüş”, İnsan Bilimlerine Prolegomena, (der. ve
çev.: Hüsamettin Arslan), Paradigma Yayınları, İstanbul, 2002, s.s.252-253.
Susan Hekman, Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik: Mannheim, Gademer, Foucault ve Derrida,
(çev.:Hüsamettin Arslan – Bekir Balkız), Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999, s.135.
56
Modernizmden Postmodernizme Tarihsel...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Varlığına erişmeye çalışır. Bu anlamda Heidegger temel varlıkbilim ile hermeneutiği
özdeşleştirir: temel varlıkbilim “oradaki-Varlığın(Dasein’ın) Varlığının yorumlanışı
olarak hermeneutik”tir12. Aslında Heidegger’de felsefe, temel varlıkbilim, fenomenoloji ve hermeneutik kavramları temelde özdeştir ve aynı şeyi amaçlarlar:
Varlığın anlamı. “Fenomenoloji varolan-şeylerin Varlığının bilimidir-varlıkbilim.
…Fenomenolojik betimlemenin yöntemsel anlamı yorumlamadır.13Felsefe evrensel
fenomenolojik varlıkbilimdir, oradaki-Varlığın(Dasein) hermeneutiğinden yola
çıkar14… Heidegger’e göre, tarih biliminin yöntemi olarak hermeneutik Dasein’ın
varoluşsal hermeneutiğinin bir türevidir ve kaynağını ondan alır. Tarih ve tarih bilimi Dasein’ın Varlığı tarihsel olduğu için olanaklıdır. Dasein’ın tarihselliği ise kökenini Dasein’ın zamansallığında bulur. “İnsanın varoluşu, içinden dışına tamamiyle
zamansaldır… İnsan varoluşunu oluşturan her şey, insanın zamansallığı bağlamında
anlaşılmalıdır.. yani henüz-değil, artık-değil, burada-ve-şimdi bağlamında”15.
Oradaki-Varlığın tarihselliğinin çözümlemesi bu varolan-şeyin … Varlığının
temelinde zamansal olduğu için tarihsel olarak varolduğunu ve varolabileceğini
göstermeye çalışır16. Tarihin tarih-bilimsel açığa serilişi, … , kendinde varlıkbilimsel
yapısına göre oradaki-Varlığın tarihselliğinde köklenir17. Dasein’ın Varlığa açıklığı
ve kendi Varlığının zamansallığı Dasein’ın kendi olanaklarını gerçekleştirmesine
yol açar.Tarihin olayları, böylece, Dasein’ın tarihselliğinin görünümleri ya da açığa
çıkışlarıdır. Tarihçi, kendi Varlığı tarihsel olduğu için tarih olaylarını anlayabilir. Tarihçinin oradaki Varlığı kendi zamansallığında Tarih’e açılan bir kapı bulur. Dasein,
Heidegger’e göre “tarih biliminin varoluşsal kökeni”dir.
Gadamer Heidegger’in bu Varlık ve Dasein anlayışından kalkarak
hermeneutiği ontolojik hermeneutik olarak konumlar. Ontolojik hermeneutiğe
göre insan varoluşu ve onun dünya deneyimi, temelde hermeneutikseldir. Bu
hermeneutikselliğin kaynağı, Gadamer’e göre, insani deneyimin dilsel oluşudur. Dil,
Heideggerci anlamda, varlığın evi olduğu için insanın dil ile olan bağı onun Varlık
ile olan bağını oluşturur. Gadamer’e göre dil olmaksızın duygu, düşünme ve deneyim olanaksızdır. Çünkü dil tüm anlamların taşıyıcısıdır. “Dil her şeyi içine alan bir
alandır”18. İnsanlığın tüm tarihsel birikimi ve anlamlar dünyası dilde kapsanmıştır.
Anlam örüntüleri dilde saklandığı için insan dünyası özünde dilseldir. İnsan bu dil
uzayında yaşar. Ama dil bireysel öznenin yarattığı ve içinden anlamları özgürce
seçtiği bir alet değildir. Anlam, bireyler onu kullanmadan önce, daha şimdiden,
ordadır. Dilin tarihselliği anlamı da tarihselleştirir. Bu demektir ki bir geleneğin
ürünü ve bir geleneğin taşıyıcısı olmayan hiçbir dil yoktur. Öyleyse, bir dili anlamak bir geleneği anlamaktır ve bir geleneği anlamak bir dünyayı anlamaktır. Dil
dünyanın Varlığını açığa çıkarır. Bu yüzden dilsel bir tarih metnini ya da tarihsel
bir olayı anlamak her zaman için, Gadamer’e göre, gelenek dolayımından geçer.
Bizler tarihi belirli bir gelenek içinden ve gelenek yoluyla anlarız. Dil varlığımızın
temeli olduğu için bizim tarihi anlama edimimiz dilin taşıyıcısı olduğu geleneğin
12
13
14
15
16
17
18
Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, (çev.: Aziz Yardımlı), İdea Yayınevi, İstanbul, 2004, s.68.
Martin Heidegger, a.g.e., s.67.
Martin Heidegger, a.g.e., s.69.
William Barrett, İrrasyonel İnsan, (çev.: Salih Özer), Hece Yayınları, Ankara, 2003, s.230.
Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, s.531.
Martin Heidegger, a.g.e., s.552.
Hans- Georg Gademer, “İnsan ve Dil”, İnsan Bilimlerine Prolegomena, s.71.
57
Serdar ŞEN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
ortamında gerçekleşir. Bu yüzden, anlama, her zaman varoluşumuzu oluşturan
temel önyargılarla doludur. Önyargısız bir anlama, dil varoluşumuzun temeli
olduğu ölçüde olanaksızdır. “Gademer, insani anlamanın içinde gerçekleştiği iili
durumun daima bir gelenek dahilinde dil içinde/ dil vasıtasıyla … anlama olması
‘olgusu’ üzerinde odaklaşır”19. Gademer, bütün anlamanın, gerçekliği kendilerinden hareketle anladığımız bakış açısı sağlayan dilin aracılık ettiği peşin hükümler
ve önyargılar takımını (‘Vorurteile’) gerektirdiğini öne sürer”20.
Dil geçmişi şimdiye bağlar. Şimdi ile geçmişi aynı geleneğin ortamına
taşır. Bu ortam anlamın devamlılığını sağlar. Dil aracılığı ile tarihçi geçmiş metinlerin diline, yani dünyasına girmeye çalışır. Tarih ile tarihçi arasındaki bu ortak bağ
olmamış olsaydı tarih bizim için bütünüyle yabancı ve ilgisiz bir öğe olarak kalırdı.
Tarihçinin tarihe ilgili soruları sorabilmesi tarihin de tarihçiye ilgili dünyayı açması
soru ve cevabında aynı dile ait olmasından kaynaklanmaktadır. Tarihe ilişkin bir
soru sormak neyi aradığını bilmeyi ön-gerektirir. Neyin arandığını bilmek ise neyin
daha şimdiden tarihte olduğunu bilmek demektir. Soru ile yanıtı birbiri ile ilişkili
kılan, hem sorudan hem de yanıttan paylar taşıyan dildir. Dil böylece tarihçinin
“anlam ufku”nu metnin ya da tarihsel olayın anlam ufkuna bağlar. Bu, Gadamer’in
“ufukların kaynaşması” dediği şeydir. Anlam böylece, ufukların kaynaşmasında
ortaya çıkan şeydir. “Gademer, bütün bir yorumun, ufukların geçmiş ve gelecek arasında birbirine karışmasını/kaynaşmasını (‘Horizontsverschmelzung’)
gerektirdiğini öne sürer”21. İki ufkun kaynaşması/birbiri içinde erimesi, anlama ediminin başarıyla gerçekleştirilmesidir.Gademer, bu bilinçlerin kaynaşması edimini ,
etkili-tarihsel bilincin görevi olarak tespit eder. … Etkili/iili tarihsel bilinç, tarihsel
olayların etkisinin, onları incelememizi etkilediği gerçeğinin kabul edilmesidir22.
Anlama, tarihçinin kendi anlam ufkundan, tarihe yönelttiği sorunun, dil aracılığıyla
geçmiş dünyayı açığa çıkarmasıdır. Bu açıklık içerisindendir ki tarihçi neyin gerçekten olmuş olduğunu görmeye çalışır. Bu çaba varoluşsal zorunluluktan ötürü her
zaman geleneğin sisleri içerinde gerçekleşmek zorundadır.
Geleneğin dilselliği ve dilin tarihselliği anlamayı göreli kılar ve onu bir
yoruma dönüştürür. Anlamanın tarihselliği, öyleyse, Gadamer’de tarihsel bilgiyi
göreli kılan şeydir. “Dünyayı hep geçmiş, bugün ve yarın olarak görmekten dolayı
anlamanın kesinlikle zamana bağlı olduğu düşüncesi, anlamanın tarihselliği şeklinde
isimlendirilmiştir23. Gerçekten de bugün, geçmişe ulaşabilme adına terk edilemez.
Geçmişteki bir eserin ‘anlamı’, sadece kendi kavramları çerçevesinde anlaşılamaz.
Aksine, geçmişteki eserin ‘anlamı’ kendisine bugün yöneltilen sorular kapsamında
tanımlanır24. Kişinin önyargıları sadece kendisinin yargıları olmayıp, kendisinin tarihsel oluşunun bir realitesidir. Kısaca, önyargılar kendilerinden vazgeçebileceğimiz
veya vazgeçmemiz gereken şeyler değildir. Onlar bizim tarihi anlamamıza imkan
sağlayan varlığımızın temelidir25. Bilimin içerisinde ya da dışarısında önyargısız
19
20
21
22
23
24
25
Theodore Kisiel, “Geleneğin Vukubulması: Gademer ve Heidegger’in Hermeneutiği”, İnsan
Bilimlerine Prolegomena, s.182.
Brice R. Wachterhauser, “Anlamada Tarih ve Dil”, İnsan Bilimlerine Prolegomena, s.239.
Brice R. Wachterhauser, a.g.e., s.245.
Susan Hekman, Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik: Mannheim, Gademer, Foucault ve Derrida, s.s.140-141.
Richard E. Palmer, Hermenötik, s.237.
Richard E. Palmer, a.g.e., s.238.
Richard E. Palmer, a.g.e., s.s.238-239.
58
Modernizmden Postmodernizme Tarihsel...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
anlama bulunamaz. Önyargılarımızı nereden alırız? İçerisinde bulunduğumuz gelenekten. Bu gelenek bizim düşüncemizin karşısında bir düşünce nesnesi olarak bulunmaz, ama o,bizim düşüncemizi gerçekleştirdiğimiz ufuk, ilişkiler örgüsüdür26.
Eğer ön-ikirsiz yorum olamazsa, o zaman tek ‘doğru yorum’ ikri kendince doğru
gözükse de düşünceden uzak bir idealdir ve imkansızdır. Bugün ile alakası olmayan bir yorum yoktur ve bu da hiçbir zaman daimi ve belirli değildir27. Burada
anlatılan şey, anlamın bugünle bağlantılı olduğu, hermeneutiksel durumda ortaya
çıktığıdır28. Bu, ‘anlam’ın bir nesneye ait değişmez bir mülkü olmayıp hep ‘bizim
için’ var olduğunu tanımaktır29.
Bilindiği üzere, Dilthey, Heidegger ve Gademer tarafından temsil edildiği
biçimiyle tarihselcilik(historismus/historizm), Hegel, Marx ve Comt tarafından temsil
edildiği biçimiyle tarihsiciliğe(historisismus/historisizm) bir tepki olarak doğmuştu.
Tarihselciliğin yöntemi anlayıcı ve bireyselleştirici yorum iken, tarihsiciliğin yöntemi açıklayıcı ve genelleştirici yasalara ulaşmaktır. Tarihselcilik tin bilimlerini
doğa bilimlerinden ayırmakla insan varoluşunu nesneye indirgeyen doğal ve yasal
belirlenimden kaçınmaya çalışmıştır. Tarihselcilikte insan genel bir yasanın işlevi,
kaçınılmaz bir en-son ereğin aracı değildir. Bu yönüyle tarihselcilik tarihsicilikten
ayrılır ve modern tarih anlayışında yeni bir devimi başlatır. Ama yine de, belirli bir bakış açısından, tarihselciği de tarihsicilik gibi modern tarih anlayışı içinde
konumlandırabiliriz. Bu bakış açısı ‘postmodern tarih anlayışı’dır. Postmodernizmin
yapı-sökümcü tarih anlayışına göre, hem tarihselcilik hem de tarihsicilik Batı felsefesine egemen olan “bulunuş metaiziği” geleneğinin devamı ve temsilcileridirler.
Yani her iki tarih anlayışı da dilin dışında bulunan ve dil tarafından “varlığı”na dokunulabilecek bir gerçeklik ya da bulunuş alanı olduğunu ön-varsayar. Dil bu alanın
varlığını ya da bulunuşunu mutlak ya da göreli, açık ya da bulanık bir biçimde dile
getirebilir ya da en azından dile getirmeye çalışmalıdır. Dil tarihselci ve tarihsici tarih
anlayışında, henüz Postmodern tarih anlayışında olduğu gibi gönderimsiz değildir.
Modern Tarih anlayışı ile post-modern tarih anlayışı arasındaki temel ayrım,
belki de, onların dil tasarımlarında yatmaktadır. Modern tarih anlayışına göre,
dil, dil-dışı bir anlamın taşıyıcısı ya da temsilidir. Bu anlam bir ‘yapı’ya da ‘yasa’
biçiminde kendini gösterebilir; ama gene de o, tarihsel fenomenlerle bir ‘karşılıkdüşme’ ilişkisi içindedir. Bu ilişkide dil gerçekliğin, deyim yerindeyse, bir aynası
olarak tasarımlanır. Tarihsel olayları genel yasa ya da ilkelerin ışığında ‘açıklayan’
pozitivist tarih anlayışı ile, tarihsel olayları bireysellikleri içinde ‘anlama’ya çalışan
yorumbilgisel(hermeneutik) tarih anlayışı dilin, dil-dışı bir gerçekliği temsil ettiği
ön-kabulünden yola çıkmaktadırlar. Hegel, Marx ve Comte’da bu dil-dışı gerçeklik,
tarihi ve toplumu yöneten ‘yasa’lardır. Bu düşünürlere göre, nasıl ki doğayı belirli
yasalar biçimlendiriyorsa insanlık tarihini de biçimlendiren belirli yasalar vardır.
Buna göre, tikel bir tarihsel olay bu yasalara gönderimde bulunmadan açıklanamaz.
Dilthey ve Gademer tarafından temsil edildiği biçimiyle Hermeneutik tarih anlayışı
ise, tarihi soyut ve genel yasalar yoluyla açıklamak yerine, tekil bireylerin tinsel
yaşam dünyasının somutluğu ve biricikliği içinde anlaşılması gerektiğini ileri sürmek26
27
28
29
Richard E. Palmer, a.g.e., s.239.
Richard E. Palmer, a.g.e., s.240.
Richard E. Palmer, a.g.e., s.241.
Richard E. Palmer, a.g.e., s.240.
59
Serdar ŞEN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
tedirler. Anlama ediminin yöneldiği şey ise insan tininin nesnelleşme ortamı olan
‘dil’dir. Dil burada insan tinselliğinin dışavurum süreci olan tarihe açılan ana kapıyı
oluşturur. İster pozitivist ister hermeneutik olsun, modern tarih anlayışları, postmodern tarih anlayışına göre, Derrida’nın “sözmerkezcilik (logocentrism)” dediği
temel bir yanılgı içerisindedirler. Post-modern tarih anlayışına göre, dil gerçekliği
yansıtmaz, tersine onu yaratır. Dilden bağımsız bir anlamlar alanı yoktur. Tarihsel
olayları olduğu gibi tarihe yönelen tarihçiyi de kuşatan bu anlam alanı her türlü bireysel belirlenimden kaçar ve kendi bağımsız gerçekliğini yaratır. Bu gerçeklik dilin
“özgür oyun”udur. Özgür oyun içerisinde anlam merkezsizleşir ve dağılır. Bu parçalanma ve dağınıklık içerisinde ne tarih ne de tarihçi kendini konumlandırabilir.
Dil, tüm anlamları olduğu gibi, tarih ve tarihçiyi de birbirine geçirmiş ve aynı zamanda birbirinden uzaklaştırmıştır. Olgunun değere, değerin olguya dönüştüğü dilsel gönderim akışında, nesnellik ve öznellik kavramları anlamını yitirmiştir. Hakikat görelilik uçurumunda gözden kaybolmuştur. İnsan, sağlam ve sabit bir kara
parçasına kıyısı olmayan bir anlam denizinde pusulasız sürüklenmektedir. İnsanın
Post-modern durumu olarak adlandırılan bu kuramsal cinnet durumu, içinde hem
nihilizmin hem de ‘türsel’ solipsizmin tohumlarını barındırır.
Post-modern Tarih Anlayışı ve Derrida
Aslında postmodernistler, özellikle Derrida tarafından modern göstergenin geçersiz kılınması nesnel bilgiyi olanaksız kılar. Çünkü burada bilgi dilin anlam üretiminin bir etkisi ya da işlevidir. Ve bunu söylemek tarihin bir biliminin
ya da bir bilim olarak tarihin olanaksız olduğunu söylemektir. Modern tarihçiler
ve onların kitaplarındaki tarihsel bilgiler, Derrida’ya göre, sözmerkezci bir dil
anlayışının ürünüdürler. Sözmerkezci dil anlayışına göre orada – ötede dışsal bir
anlam dilsel göstergeye öngelir ve bu anlam gösterge tarafından temsil edilebilir.
Gösterge mevcut olduğu varsayılan bir gösterilenin yapısı tarafından belirlenmektedir. Sözmerkezci tarih teorileri dışsal ve kendi başına varolduğu varsayılan bir
gösterilenin gösterenini merkeze alıp, konuyla öteki tüm göstergeleri bu merkez
göstergeyle neden-sonuç ilişkisine sokarak mantıksal olarak tutarlı tarih yorumları
geliştirmeye çalışırlar. Derridacı yapısökümün yaptığı şey, bu teorilerin varsaydığı
“aşkın gösterilen”in mevcudiyetinin metaizik bir varsayım olduğu, dil içinde,
bu teorilerin bir ilke, temel ya da töz olarak varsaydıkları hiçbir aşkın gösterilen
olamayacağını, her gösterilenin aynı zamanda bir gösteren olduğunu ve anlamını
öteki gösterenlerle olan ayrımsal bağıntıdan aldığını göstermektir. Ortaçağ tarih
anlayışının merkezi sözcüğü olan ‘tanrı’, Marksist tarih anlayışının merkezi sözcüğü
olan ‘madde’, Hegelci tarih anlayışının merkezi sözcüğü olan ‘idea’; bu sözcüklerin
hiçbirisinin anlamı mutlak ve belirli değildir. Dahası bu sözcüklerin anlamının tözsel
olduğu varsayımı, Derrida’ya göre, dilin ‘doğasız doğa’sının kavranamamasından
kaynaklanmaktadır
Yapı-çözüm (deconsruction), özünde, Derrida’nın dili, dil içinde yapı çözümüne uğratma girişimini dile getirir. Bu girişim Batı metaiziğinin karakteristiği
olagelmiş sözmerkezciliği (logocentrism) karşı bir ayaklanmayı temsil eder. Batı
felsefesinin bu özelliği “dilin, kendi başına var olan olarak, temel olarak, tasarlanan
60
Modernizmden Postmodernizme Tarihsel...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
bir anlam düzeni -düşünce, hakikat, mantık, dünya vb.- tarafından yönlendirildiği
ve bu anlam düzenini yansıttığı/aktardığı inanışında temel bulur”30. Batı felsefesi…
bütün inançlarımızın temelini oluşturan bir öz ya da doğruluk olduğuna inanır.
Kuşkusuz burada kendisiyle doğrudan doğruya birebir ilişkide bulunulabilecek,
“aşkın gösteren” için “aşkın gösterilen” nin (yani bir Us) dengesini koruyacak bir
düzen özlemi görülür. Bu türden göstergelere şu örnekler verilebilir: İdea, Madde,
Dünya Tini, Tanrı, vb… bu kavramların her biri diğer bütün göstergelerin kendi
çevresinde döndüğü bir düşünce ve formlar dizgesinin temelini oluşturur. Derrida
bu türden her aşkın anlamın kurgudan öte bir şey olmadığını savunur31.Toplumda,
kendilerine büyük önem verilen Yetke, Özgürlük ve Düzen türünden gösterenlerle
ilgili belli gösterilenler ya da anlamlar bulunur. Kimileyin bu anlamları sanki diğer
bütün anlamların kaynaklarıymış gibi düşünürüz. Ne var ki, bu anlamların olanaklı
olabilmesi için başka göstergelerin bunlardan daha önce var olmuş olmaları gerekir. Ne zaman bir kaynağı düşünsek hemen hep o kaynağın daha öncesindeki bir
başlangıç noktasına geri gitmeyi isteriz. Oysa bu anlamlar kaynağa bakılarak görülemezler; bunlar ancak diğer bütün anlamların ilerlemesine önayak olan belli amaçlar
doğrultusunda gözlenebilirler. Şeyleri türeyişlerine bakarak bir telos ya da bir son
nokta -erekbilgisi (teleology)- doğrultusunda kavramaya çalışmanın yollarından
biri, anlamları belli bir anlam sıradüzenine (hierarchy) oturtarak düzenlemektir.
Derrida, “metaizik” diye adlandırdığımız her düşünce dizgesinin bir dayanağa, bir
temele ya da bir ilk ilkeye dayandığını ifade eder. İlk ilkeler çoğunluk bu ilkelerin dışladıklarıyla, diğer kavramlara ilişkin bir “karşıtlık” yoluyla tanımlanırlar.
Bu ilkeler ve onların bildirdikleri “karşıtlıklar” her zaman için yapı-söküme
uğratılabilirler32.
Anlamın nesnel varlığından edilmesi ya da dilin kendisi tarafından üretilen
bir şeye indirgenmesi bizi bir değil ama sonrasızca hep yeniden yaratılan anlamlar çokluğuna götürür. Bir anlamlar çokluğu ki hiçbiri ötekinden daha ‘gerçek’ ya
da üstün olduğunu ileri sürememektedir. Çünkü tüm dışsal ölçütler buharlaşmıştır
artık. Anlamlama, böylece, yorumlama edimine dönüşür. İşte, anlamın yapıçözümüne uğratılarak nesnel konumundan edildiği bu durum, Taylan Altuğ’un da
vurguladığı gibi, “postmodern dil durumu” olarak adlandırılır.
Derrida’nın yapı-çözüm yönteminin tüm metinlere olduğu gibi tarihsel
metinlere de uygulanabilir olması tarihçilere tarihi araştırmanın ve onun niteliğini
anlamanın yeni yollarını sunmuştur. Yapı-çözüm yöntemi tarihsel önermelere uygulanabilir, çünkü tarihsel bir olgunun varlığı tarihsel verilerden kalkarak kanıtlanır.
Bu veriler çoğunlukla yazılı yapıtlardan ya da belgelerden oluşmaktadır. Her bir
yazılı kaynak bir gösterge öbeği ve örüntüsüdür. Yapı-sökümcü tarih anlayışına
göre bu göstergeler anlamını yalnızca gösteren gösterilen dikey ilişkisinden değil,
gösteren-gösteren yatay ilişkisinden almaktadır. Dahası tarihsel bir olgu tarihçi
açısından edimsel olarak şimdi ve burada varolmaz. Tarihsel belge tarihsel olguyu
30
31
32
Taylan Altuğ, Dile Gelen Felsefe, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001, s.230.
Madan Sarup, Postyapısalcılık ve Postmodernizm, (çev.: Abdülbaki Güçlü), Bilim ve Sanat Yayınları,
Ankara, 2004, s.58.; Ayrıca bkz.: Rosenau, Pauline Marie, Post-modernizm ve Toplumbilimleri, (çev.:
Tuncay Birkan, Bilim ve Sanat yayınları, Ankara, 2004.; Alun Munslow, Tarihin Yapısökümü, (çev.:
Abdullah Yılmaz), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2000.
Madan Sarup, a.g.e., s.s.58-59.
61
Serdar ŞEN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
onun yokluğunda temsil eder. Böylece tarihsel bir önermenin doğruluk değerini
“tekabüliyetçi doğruluk kuramı”yla kanıtlamak olanaksızlaşır. Çünkü burada önermenin kendisine karşılık düşen nesnenin edimsel varlığı eksiktir. Tarihsel anlatılar,
kendi önermelerini kanıtlarken zorunlu olarak nesnel bir gösterilene değil, semiotik bir kendilik olan bir başka gösterene gönderimde bulunur. Dolayımsız olgusal
bağıntıdan yoksun tarihsel göstergeler, her bir gösterenin bir başka gösterene
gönderdiği ve tek bir gösterenin tüm öteki gösterenlerin “iz”ini kendinde taşıdığı
belirsiz ve oynak bir dil dizgesi içinde değişken bir işleve sahiptirler. Bu dizge
içerisinde bir sözcük her kullanımında ve öteki sözcüklerle girdiği her bağlamsal
ilişkide farklı bir anlam kazanacaktır. Anlam, postmodern dil anlayışında,
bağlamsal bir nitelik taşır. Bunu söylemek bir sözcüğün bağlamına göre değişik ve
çok sayıda yoruma açık olduğunu, sabitlenebilir, değişmez ve tözsel bir anlamın
olmadığını söylemektir. Bu nedenledir ki tarihsel bir belgenin ya da bu belgeye ait
bir sözcüğün farklı tarihçiler tarafından değişik ve sayısız yorumları yapılmaktadır.
Bu doğrultu da, örneğin, “ortaçağ”, “aydınlanma”, “modernizm”, “sanayi devrimi”
gibi sözcükler farklı tarihçiler açısından farklı anlamlar taşımaktadır. Bunun nedeni,
postmodern tarih anlayışına göre, her bir tarihçinin belgeler arasında kurduğu gönderimsel ilişkinin öteki tarihçilerinkinden farklı olmasıdır. Bir tarihçi kendi saptadığı
göstergeler dizisini, kendi kafasındaki anlatıyı oluşturmak için, bu anlatıya uygun
öteki göstergelerle ilişkiye sokar ve birini ötekinin dayanağı olarak kullanır; başka
bir tarihçi aynı göstergeleri bu kez başka bir anlatı oluşturmak için başka göstergelerle ilişkiye sokar. Her iki anlatı da kendi içinde tutarlı olabilir. Ama bu anlatılardan
hangisinin nesnel olarak doğru olduğunu belirlemek olanaksızdır. Çünkü burada
kanıtlama gösterenden gösterilene gidilerek değil, başka bir gösterenin gösterilen yapılmasıyla yapılmıştır ve kanıtlamanın temeli olan bu gösterenlerin seçimi
ise keyi ve uzlaşımsaldır. Örneğin, Irak Savaşı A.B.D açısından “demokrasi”nin
egemenliği terimleriyle yorumlanmaktadır. Çünkü Sorosçu tarihçiler ‘Irak Savaşı’
ile ilgili yalnızca kendi yorumlarını haklı çıkaracak göstergeleri keyi olarak bir araya getirmektedirler. Buna karşı, aynı olay (Irak Savaşı), namuslu ve dürüst tarihçiler
tarafından bir “insanlık dramı”, “bir sömürü” ve “yağma” olarak yorumlanmaktadır.
Anlamın bir göstergeden öteki göstergeye, bir tarihsel metinden bir başka
tarihsel metine gönderimde bulunarak yaratılması, anlamın metinler-arası olduğu
sonucuna götürmektedir. Buna göre, tarih kitaplarının tarihsel anlatıları metinlerarası bir kurgudan, metinler-arası bir anlam yaratma oyunundan başka bir şey
değildir. Tarihçi olguları bir metine dönüştürmemekte, tersine keyi ve uzlaşımsal bir
metni, olgulara okumaktadır. Eğer Saussure’nin ‘dil’ ve ‘söz’ ayrımını kullanırsak,
dil tarihçinin yalıtılmış salt tikel bir önerme kurmasına izin vermez. Her önerme
daha şimdiden dil dizgesini ön-gerektirir. Dolayısıyla her tarihsel bildirim dilin
bağımsız ve özgür oyununun ön-görülmemiş ve belirlenmemiş metnini beraberinde
sürükler ve zaten, işte, onun bir fonksiyonudur. Tarihçi bir sözcük ya da hipotezle
aydınlandığı an, bu hipotezi oluşturan göstergelerin onu bir metine götüreceğini
sezer. Çünkü hipotezin temel önermeleri bu metinle birlikte akar tarihçinin zihnine.
Tarihçinin yaptığı şey daha şimdiden orada bulunan metnin kodlarını deşifre etmek,
ve onu tikel önerme diline aktarmaktır. Bir gösterge öteki göstergelerin izini taşıdığı
ve bu sayede kendisi olduğu için, gösterge dile geldiğinde, kendisi olmayanı da dile
getirir. Söylenenin anlamı söylenenlere olduğu kadar söylenmeyenlere de bağlıdır.
62
Modernizmden Postmodernizme Tarihsel...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Söylenen varolduğunda söylenmeyen daha şimdiden buradadır. Tarihçinin sezdiği
ve arkasından koştuğu şey söylenmeyenin söylenende bırakmış olduğu izlerdir.
Dolayısıyla tarihçinin yorumu bir icat değil, bir açığa çıkarma ya da bir izini sürmedir. Bu izlerin hiçbir durağanlığı ve kalıcılığı yoktur. Dahası tarihçinin izlediği izlerin aşkın bir yol göstericisi yoktur. Her gösterge farklı bir yoruma giden patikanın
izlerini taşıyabilir. Bu göstergenin ilişkiye sokulduğu öteki göstergelere bağlıdır ve
bu ilişkinin kendisi keyi ve rastlantısaldır. Aydınlanmış bir tarihçi konusuyla ilgili metnin bütününü dil kodunun ayrımlarında sezer ve tarihsel belgelere ya da
kaynaklara başvurarak, metine ilişkin her izi, kanıtlamaya çalışır. Ortak göstergeleri
kullanmayan tarihçiler, ortak izlerin peşine düşmeyecek ve dolayısıyla ortak bir yoruma ulaşamayacaklardır.
Belgelerin yok edilmesi, değiştirilmesi ve yanlış çevirisi tarihçinin gösterge
kullanımını etkiler ve onun yorumunu yanlışlığa tutsak eder. Böyle bir durumda
tarihçi göstergelerin gerçek izlerini süremez , ve bu anlatısında boşluklar oluşmasına
yol açar. Tarihçi hangi göstergenin eksik olduğunu varolanlardan saptamaya
çalışacaktır. Ama eğer varolan göstergelerde dışsal etkiler tarafından değiştirilmişse
tarihçi bir yanılgı döngüsünün içine düşecektir. Sonuçta, tarihsel göstergelerin
tahrip edilmesi de edilmemesi de tarihsel yorumu sonsuz ve sonuçsuz bir çabaya
dönüştürmektedir. Post-modern tarihçilerin tarihi nesnel bir bilim olarak değil de,
kurgulamacı ve yaratıcı bir edebi tür olarak görmelerinin nedeni budur.
Epistemolojiden İdeolojiye, Kuramdan Yaşama
Tinsel kendiliklerin özsel niteliği onların doğada olgusal karşılıklarının
olmaması ve onların (en azından değerler söz konusu olduğunda) mekanik nedensellik tarafından belirlenmemesidir. Onlar anlamlarını ve işlevlerini insan yaşamında
bulurlar. Öyleyse onlar bir doğal nesne gibi açıklanmayı değil, ama anlamlarının
anlaşılmasını gerektirirler. Bu anlaşılmaya çalışılan ‘anlam’, eş deyişle, insanın tinsel
dünyası bir boşlukta doğmaz; tersine, o her zaman için bir tarihsel-toplumsal koşullar
örgüsünün ürünüdür. Ya da, şöyle söylersek, tin ya da kültür, nesneler düzenini ve
toplumsal ilişkileri koşullandıran tarihsel sürecin belirli bir zaman aralığına sıkışmış
insan doğasının nesnelleşmesi (nesneleşmesi değil) ya da dışsallaşmasıdır. Tinin ya da
anlamın tarihselliği, böylece, insanın tarihselliğidir ve insanı anlamak (ki tarihselciliğin
amacıdır) onun tinselliğini anlamaktır, çünkü tinin gerçekleşmeleri insanın kendisidir. Tin, doğal zorunluluk ya da yasallık alanında usun kendiliğindenliğinin
özgür erekselliğidir. Ama bu öznel özgürlük edimi, içeriği ya da uygulanma alanı
bakımından sınırlanmıştır. Bu sınır, hiçbir istenç hakkı ya da seçme özgürlüğü
bulunmaksızın insan varoluşunun tikel bir tarihsel-toplumsal tinsellik içerisine
“fırlatılmış” olmasıdır. ‘Kendi-buradası’na fırlatılan, kendisi istemeksizin kendisine verilen ve böylece zorunlu olarak kendisi olan insan var oluşunun olumsallığı
ve rastlantısallığı, bizim onun tarihselliği dediğimiz şeydir. ‘Benlik’, böylece, tarihsel bir yapıntıdır ve ‘kişi’ de yalnızca kendi tarihsel “olanağıdır”. Kendi varoluşunun
öngörülmemiş zorunluluğunu yaşayan insan, kendisinin bir yazgı olmadığını, tersine,
(her tarihsel olayın tekilliğini, biricikliğini ve tekrar edilemezliğini vurgulayan ‘tarihselcilik’ açısından konuşursak) onun tarihsel olayların kaotik akışında rastlantının bir
şimşek çakması olduğunu duyumsar. Böylece, onun varoluşu anlamsızdır, herhangi
63
Serdar ŞEN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
bir ereksel tasarımın ürünü olmaması anlamında. Ve öyleyse bir ‘tarihselcilik’ eleştirisi
açısından yaşamsal önemde olan şu soru doğar: İnsanın anlamsız var oluşunu ya da
yaşamını ‘anlamaya’ çalışmanın anlamı nedir? Eğer insanın tinsel dünyası genel yasalar tarafından yönetilmiyor ise ve onun edimselleştirmeye çalıştığı hiçbir tarih-üstü
(aşkın) ya da tarih-içi (içkin) bir amaç yok ise, bu amaçsızlık denizinde insanın kendisi
için oluşturduğu rastlantısal, olumsal, öznel, göreli ve öyle ise anlamsız değerleri anlamaya çalışmanın hiçbir önemi/değeri ya da gereği yoktur.
‘Tarihsicilik’ (historisismus/historisizm) haklı ise tarihsellik ve anlam
vardır; ‘tarihselcilik’ (historismus/historizm) haklı ise ne ‘tarihsicilik’ ne de anlam
vardır. Böylece ‘tarihsicilik’ tarihte bir anlam ya da erek bulma isteminin anlatımıdır
ki insan varoluşunun aradığı budur. ‘Tarihselcilik’ ise tarihsel bütünlüğü çözüme
uğratarak onu bir anlamsızlıklar çokluğuna dağıtır ki nihilizmin, varoluşçuluğun
ve post-modernizmin kaynağı budur. Bir ‘tarihsici’ insanın oluşumu açısından
tarihsel-toplumsal koşulların önemini ‘tarihselci’ denli vurgular. Onun ayırt edici
özelliği, ‘salt tarihselcilik’ ile karşıtlık içinde, insanın bu tarihsel varoluşuna bir erek
ya da yasallık bulmaya çalışmasıdır. Tarihi ussal bir süreç olarak görmek, insanı bu
sürecin bir parçası yaparak onun yaşamına bir erek ya da anlam verir. Ama bununla birlikte, tarihin ve tarihsel bir varlık olarak insanın nesnel bir erek ya da anlam
tarafından belirlenmesi onun bireysel özgürlüğünü yadsır. Diyeceğim, ‘tarihsicilik’
‘kendi-burada ve şimdisi’nde var olan insanın dünyaya özgürce anlam vermesine, onu
kendi gördüğü gibi yorumlamasına ve kendi yaşamını yönetecek ahlaksal değerleri
yine kendisinin oluşturmasına izin vermez. ‘Tarihsicilik’ insan yaşamına anlam ve
erek vermeye çalışır ama bunu onu özgürlüğünü, varoluş olanaklarının (ki onun
tüm tinsel iyeliğidir) bu zorunlu koşulunu yadsımaksızın yapamaz. Buna karşı ‘tarihselcilik’ tarihten belirlenimciliği dışlar ve bizi bireysel özgürlük ve değerlere saygı
duymaya ya da onları kendi özgüllükleri içinde anlamaya çağırır. Tarihsel olayları,
evrensel yasaları ölçüt alarak değerlendirdiği ya da yargıladığı ölçüde ‘tarihsicilik’, bu
ölçütlere uymayan kültürlere karşı oluşturulan totaliter, emperyalist, dışlamacı ideolojilerin kuramsal dayanağı olma tehlikesine açıktır (Hegel, Marx ve Comte felsefelerinde olduğu gibi). Çünkü eğer tarihin bir ereği varsa bu ereğe daha yakın ya da
ona ulaşmış bir kültür, kendi değerlerini ya da yaşama biçimini, evrensel gerçeğe
(hakikate) saygı uğruna, öteki kültürlere dayatmaya çalışacaktır. ‘Tarihselcilik’,
evrensel yasaları ve en-son erekleri yadsıdığı ölçüde, belli bir kültürü bu kültürün
içsel değerlerine ya da hakikatlerine bakarak anlamaya çalışacak ve özgünlüğünü
tanıyacaktır. Bu, bir hakikat değil, ama hakikatler çokluğunu var sayar ki bu görüş
hakikatin tarihsel ve öyleyse göreli olduğunu öne sürer ve giderek hiçbir nesnel
hakikatin olmadığı kuşkularını doğurur.
Kişinin varoluşsal olanaklarını sınırı, bilgisinin sınırlarıdır ve bu bilginin
ufuk çizgisini bir kültürün belirli bir çağdaki tinsel iyeliklerinin tümü oluşturur.
Onun hakikat tasarımının içeriği daha şimdiden verilidir. O kendi hakikat
anlayışını, kimi deha sahibi müstesna insanları dışlarsak, kültürünün sunduğu verili
almaşıklar (alternatiler) arasından seçer. Böylece o, göreli bir hakikatte, ya da hakikat olmayan bir hakikatte tutsaktır. Yaşadığı şey, öznel bir hakikati nesnel olarak
görme yanılsamasıdır. Bunun bilincinde değildir, çünkü kendisinin dışına çıkamaz;
kendi tinselliği üzerine kilitlenmiştir. Kapıyı aralayıp bakabilme şansını bulanlar,
başka kültürlerdeki tutsakları görecek ve kendi gerçekliğinin hiç de saltık gerçek-
64
Modernizmden Postmodernizme Tarihsel...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
lik olmadığını anlayacaktır. Bir hakikatte barınamayan birey tüm hakikatlerden
sürüleceği için artık kendi tinselliğinde bir yaban olarak yaşar. Varoluşu hakikatler arasındaki boşlukta askıya alınmıştır. Bir hakikati seçmek yerine, seçmemeyi
seçmiştir. Herkes yerel yiyecekler ile yetinirken o açlıktan ölmektedir; çünkü aradığı
şey bengiliğin, tözselliğin, evrenselliğin saltık sofrasıdır. Hakikate karşı başlatılmış
uçurum kenarındaki bu ölüm orucu, kendi tarihsel varoluşu ile tarih içinde tarihdışı olanı arayan bireyin kaçınılmaz yazgısıdır. O, kendi yazgısının efendisi olmak
isterken tarihselliğin kölesi olmuştur. Kendisini sonsuz zamana yaymak, saltık hakikatin bağrında uyumak isterken, tarihin sessiz unutulmuşluğunda kalmıştır. Önemsiz bir ayrıntıdır o, hatırlanmayan bir nicelik ya da herhangi biridir. Yaşadığı bile
kanıtlanamaz, çünkü varoluşu kendi ölümü ile sona ermiştir.
Tarihselcilik böylece, kişiliğimi çağımın bir işlevi kılar. Savurup atar beni
dişlileri tarihin. Bende konuşan tarihtir, tarihtir yazan bende. Olgusallık ile insan
arasına giren ‘kişilik’ dolayımıdır o, o kişiliğimin kendisidir ve kişiliğim de dünyam.
Kişiliğimi bu tinsellikten arındırıp ‘öz-kendim’ olmak isterdim; ama insan tarihsel
elbiselerini çıkardığında bu elbiseleri taşıyan tözsel bir ‘kendi’ de kalmaz. Diyeceğim,
‘kendi’ olmak, kişi olmaktır; kişi olmak ise bir kültürün üyesi olmak. Buradan ahlaksal bir yükümlülük doğar: Kişinin kendisini ve kendisinin bir temsilcisi olduğu
‘insanlığı’ yetkinleştirmek ya da onurunu korumak onun ahlaksal bir ödevi olduğu
ölçüde, onun kendi kültürünü benimsemesi ve yüceltmesi de onun ödevi olur.
Çünkü insan her zaman bir kişidir ve kişi her zaman bir kültürün çocuğudur. Kültür
milliyetçiliği (ulusalcılığı), öyleyse varoluşsal bilincin ya da duyarlılığın anlatımıdır.
Kültürümü yüceltmekle varoluşumu ve varoluşumu yüceltmekle de genel olarak
‘insanlık’ı yüceltirim, çünkü ben de insanlığın bir parçası ve temsilcisiyimdir.
Tarihsellik bilinci, öyleyse, kişiyi varoluşsal bir boşluğa (nihilizme)
yöneltebileceği gibi, ahlaksal bir üstlenim yoluyla anlamsızlığa başkaldırmaya ve
insanlık onurunu yüceltmeye yöneltebilir. Tarih tarafından koşullanmasına karşın,
unutulmamalıdır ki, tarihi yapan insandır. Ve bizim tarihsel dönemlerin ardışıklığı
dediğimiz şey, bir çağın (tinselliğin) başka bir çağı olumsuzlaması ya da aşışıdır.
Diyeceğim, insan kendini aşabilen, değiştirebilen, yeni olanaklar yaratabilen bir
varlıktır. Ama, okuyucu, işte trajik olanı atıyorum yüreğine! Burada tarihi değiştiren
‘insan(lık)’tır, ‘ben’ değil, ‘sen’ de değil. Tarih yazamayan kişi, yazılmış bir tarihin
adsız bir igüranıdır.
Öte yandan, tarihselcilik ve tarihsiciliğin yanı sıra, postmodern tarih
anlayışının da varoluşsal imlemlerini çıkarsamak olanaklıdır. Postmodern kuramın
anlamı merkezsizleştirmesi, nesnel ve evrensel doğruluk ölçütlerinin öne sürülmesini olanaksız kılar demiştik. Anlam, böylece, kişiden kişiye ve kültürden kültüre değişecektir. Bu durum modernitenin bilim kavramına yüklediği içerik ya da
tanım ile bağdaşamaz. Nesnel gerçeklerin akıl yoluyla saptanması ve bu gerçeklere
uygun bir yaşam biçimi oluşturulması modernitenin aydınlanma çabasının ideali
idi. Bireysel ve toplumsal yaşama biçimlerinin evrensel akıl yoluyla belirlenmesi,
rasyonel ölçütleri, olanaklı tüm insanları kapsayan bir geçerlilik düzeyine yükseltmekte idi. Bu ölçütlere erişemeyen birey ve toplumlar eksik ve ‘az gelişmiş’ olarak
nitelenmektedir. Bunun tarihsel sonucu az gelişmiş birey ve toplumları bilimsel bir
aydınlanmaya doğru gelişmeye zorlamaktır. Bilim, burada, bir tahakküm aygıtı
65
Serdar ŞEN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
haline gelecektir. Batı aydınlanmasında aklın öteki olarak konumlandırılan gelenekler, us-dışı olmakla, daha şimdiden yadsınmayı ve giderek yok edilmeyi hak
etmiş sayılmaktadırlar. Bir topluma ilişkin tarihsel bilgi eğer nesnel ve evrensel bir
doğruluk savı ile ileri sürülürse, bu öne-sürüm dışında kalan tüm önermeler zorunlu olarak yanlış olacaktır. Bu durumda tarihin bilimsel bir bilgisi kişilerin ve
toplumların tarihsel olayları nasıl yorumlayacaklarının biricik ölçütü haline gelir.
Tarihsel önermelere yüklenen nesnellik rasyonel ya da ‘bilimsel’ kültürlerin öteki
kültürlere bir kimlik ya da tarih dayatma aracına dönüşebilir. Bu Batı-dışı toplumlarda çoğu zaman bir kimliksizlik ve özgüven eksikliği yaratmaktadır. Bu eksiklik
ve yetersizlik duygusu Batı-dışı toplumları kendileri değil de, başkası (batı) gibi olmaya itmektedir. Kendisi olamadığı gibi başkası da olamayan kültürler varoluşsal
bir boşlukta salınmaya başlar. Değersizleştirilen ‘değer’leri artık onlara bir yaşama
ideali sunamaz olur. Bunun sonucunda kendi benliğine ait olan her şeyi küçük görmeye başlar. Kendini ne denli küçültürse, Batılı olan her şey ona daha büyük görünmeye başlar. Kendini küçük görme o denli ileri gidebilir ki, kendi toplumunun Batılı
bir ülkenin mandası altına girmesine bile razı olabilir. Ya da örneğin kendi ekonomisini, hukukunu, politikasını, ‘Avrupa Birliği’nin yönetimine vermek isteyebilir.
Batı ussallığı böylece sömürgeciliğin ve emperyalizmin ‘demokratik’ bir örtüsü
haline gelir. Sömürgeciliğin demokratik yöntemi silah yerine ‘medya’yı, kurşun yerine de ‘söylem’i kullanır. Stratejik amaçlara göre oluşturulan bir söyleme, bilimsel
kavramlar yoluyla nesnellik ve evrensellik verilmeye çalışılır. Bu kavramların ideolojik anlamını ya da sonuçlarını sorgulamayan bir toplum bilinçsiz olarak Batılı bir
söylemin taşıyıcısı ve yayıcısı konumuna düşer. Bu davranış bilinçsizce buna cehalet, bilinçli ise ihanet denebilir. Dolayısıyla Batı ussallığı sömürgeci yayılmacılığında
insanların cehaletinden ya da ihanetinden yararlanır. Batı ussallığında bilgi kendi
başına bir amaç değil, ama doğaya ve topluma egemen olmanın bir aracıdır. Salt
bilmek için bilmek, yerini, egemen olmak için bilmeye bırakır. Bilginin arı hakikat
sevgisi ile bağı koparılır ve teorik bilgelik sevgisi nostaljik bir fantezi olarak kalır.
Aklın gerçek bir aydınlanması, tüm insanlar için istemediği şeyi salt kendisi için isteme bencilliğine düşmez. Batı ussallığı özgürlük, eşitlik ve ilerleme gibi
aydınlanma değerlerini yalnızca kendisi için istemiş ve insanlığın geri kalanını kendi idealleri uğruna sömürmüş ve salt bir araç olarak görmüştür. ‘Öteki’ insanların
‘araç’ olarak görülmesi aslında aklın bir araç olarak görülmesidir. Çünkü tek tek
tüm insanlar insan ussallığının ve onurunun potansiyel taşıyıcıları ve temsilcileridir.
Batı sömürgeciliği, böylece, Batı ussallığının aklın kendisine ihanetidir. Batının yayılmacı
eğilimi, Batı ussallığının kendi kendini bir yadsımasıdır. Batı ussallığının kendine
ihaneti insanlığın aydınlanma değerlerine kuşkuyla yaklaşmasına yol açmış ve aklın
egemenliği sorgulanma başlamıştır. Bu sorgulama en ileri evresine post-modern
düşüncede ulaşmıştır.
Kavramsal düşünme Batı ussallığının gerçekliğe ulaşma yöntemini
oluşturur. Epistemolojik olarak konuşursak, doğanın ve toplumsal fenomenlerin
kavramsallaştırılması bu fenomenlerin özlerinin ele geçirilmesidir. Kavramda aynı
‘şey’ grubunun ortak nitelikleri soyutlanır. Bu yapısal ortak nitelikler bir şeyin
özünü oluşturur. ‘Öz’sel nitelikler, bu nitelikler olmaksızın bir şeyin kendisi değil de
başka bir şey olduğu niteliklerdir. Başka bir deyişle öz, bir şeyi o şey yapan şeydir.
Bu özün soyut düşüncede kavramsallaştırılması doğal ve toplumsal fenomenleri
66
Modernizmden Postmodernizme Tarihsel...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
sınılara ayırır. Kavramlar aracılığıyla dünya türlere ve cinslere ayrılır. Kavramsal
düşünme kendinde içkin ve bütünsel olan fenomenleri ayrımlaştırır ve birbirinden
yalıtır. Bu yalıtılmış kendiliklerin doğası Batı Aydınlanmasının hedeidir.
Şeylerin doğası bilimsel kavramlarda ele geçirildiğinde bu kavramlar her
türlü manipülasyona açık hale gelirler. Deney ve gözlem, böylece, bilimsel bilgi
üzerindeki insani denetim yöntemine dönüşür. Bu denetim ve kontrol yoluyla kavramsal bilginin nesneleri herhangi bir ideolojinin ya da yaşama tarzının gereklerine göre düzenlenebilir. Bilimsel dünya görüşü bir kültürün doğaya ve topluma
egemen olmasının aracı haline gelebilir. Batı aydınlanmasının rasyonel bir kültür
yaratma ideali, bilimsel nesnelliği ve evrenselliği her türlü söylemin meşruluğunun
temeli yapar. Batı ussallığının bu varsayımı Batıyı tüm söylem ve yaşam biçimlerinin yargılayıcısı konumuna yükseltir. Batı ussallığı kendisini doğanın efendisi ve tüm toplumları yöneten ya da belirleyen bir otorite olarak görmeye başlar.
Dolayısıyla Batı için bilim hiçbir zaman salt bilim değildir. Kavramlardan genel
yasalara ulaşmaya çalışan pozitivist insan bilimi anlayışının, Batı-dışı toplumlarca benimsenmesi, eğer bu benimseme bilinçli değilse, bu toplumları ister istemez
Batı’nın yörüngesine sokar. Bu toplumlar kendi özlerini kavramlaştırıp bilimsel
bilgi formu altında Batı’nın stratejik aklının hizmetine sunabilir. Öz bir kez kendi
kullanımına sunulduğunda Batı ussallığı Batı-dışı toplumları dilediği gibi biçimlendirebilir, onları sınılara, ırklara ve mezheplere ayırabilir. Bu bilim anlayışı insanlığı
birleştirici ve ilerletici değil, ayırıcı ve gerileticidir. Bilim burada aydınlanmanın
idealleri olan eşitlik, özgürlük ve ilerleme adına varolmamaktadır. Kısacası insan
için varolmamaktadır. Batının bilimsel aydınlanması bu yüzden anti-hümanisttir, insankarşıtıdır. Batı Aydınlanması kendi temellerine ihanet etmiştir derken, anlatmak
istediğim şey budur. Bu ihaneti adlandırmaya cesaret edelim: 2. Dünya Savaşında
ihanetin adı atom bombasıdır; ihanetin adı Irak’ın işgalidir ; ihanetin adı Güneydoğu
Anadolu’da yürütülen bölücülük söylem ve eylemleridir. İhanetin adı BOP projesidir. BOP projesinde bölücülük, katliam ve sömürgecilik bilimsel kavramlar arkasına,
‘demokrasi’ ve ‘insan hakları’ kavramları arkasına saklanmıştır.
Öte yandan, tarih ‘bilim’i de içinde olmak üzere, insan bilimlerinin nesnel
ve evrensel kavramlara ulaşamayacağı yönündeki post-modern düşünce ilk bakışta
Batı ussallığının kendisine yönelttiği bir öz-eleştiri olarak yorumlanabilir. Gerçekten
de nesnellik ve evrensellik kavramlarının giderek aklın kendisinin de bir yapıntı
ya da kuruntu olduğu düşüncesi post-modern söylemin ana tezini oluşturur. Bu
teze göre Aydınlanmanın aklı ve öznesi kurucu ilke değil, ama kurulmuş bir şeydir.
Anlam aklın belirleniminde değildir, anlam dilin merkezsiz işleyişinin bir fonksiyonudur ve bu işleyiş insanın tüm etkinliklerine ön-gelir. Dilin özgür oyunu içinde
yaratılan anlam rasyonel bir yöntem izlenerek bulgulanamaz. Çünkü her rasyonel
yöntem daha şimdiden dil dizgesi tarafından kapsanmıştır. Bu durumda insanı
açıklamanın (pozitivizm) ve anlamanın (hermeneutik) hiçbir nesnel ve evrensel
yöntemi olamaz. Modernizm insanı genel yasaların belirlenimi altına alırken, postmodernizm insanı mutlak bir belirlenimsizliğe itmektedir. Nesnel anlamın olmadığı
bir yerde yargıların doğruluğunun hiçbir nesnel ölçütü de yoktur. Bu yüzden,
Post-modernizm için insan bilimleri ancak yorumlayıcı bir etkinlik olabilir. Üstelik bu yorumlama sürecinde hiçbir yorumun öteki yorumlara bir önceliği ya da
üstünlüğü varsayılamaz. Yorumların bilgikuramsal eşitliği yaşam biçimlerinin ya
67
Serdar ŞEN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
da dünya görüşlerinin politik eşitliği düşüncesini doğurur. Her yaşam biçimi kendi
kurallarını ve değerlerini kendisi koyar, bu kuralların ve değerlerin doğruluğunun
ve geçerliliğinin ölçütü yine kendisidir. Tüm değerler eşittir, doğruluk yereldir,
hakikat görelidir.
Batı ussallığının hegemonyası karşısında ilk bakışta özgürleştirici görünen
post-modern söylem gerçekte Batı tahakkümünü pekiştirir. Düşüncem şudur:
Eğer tüm değerler göreli ise insan yaşamında nesnel ve evrensel olan hiçbir şey
yoksa, hiçbir değer kendinde değerli değildir. Görelilik ilkesi hiçbir değerin kendinde değerli, hiçbir önermenin kendinde doğru olmadığı sonucunu doğurur.
Tüm değerlerin değersizleştirilmesi, tüm hakikatin görelileştirilmesi ise nihilizmden başka bir şey değildir. Post-modernizmin insanı özgürleştirme savı insanın
yitimiyle sonuçlanır. Değerlerin görelileştirilmesi birlikte yaşama kültürünü, kamusal yaşama kültürünü olanaksız kılar. Çünkü nihilist bir değerler alanında hiçbir
değer belirleyici ve bağlayıcı olamaz. Ortak değerlerin yaratılamadığı bir ortamda
toplumsal uzlaşı olamaz; değerler karmaşası kamusal alanın oluşturulmasına engel
olur. Dolayısıyla post-modernizm Batı-dışı toplumlarda toplumların ve devletlerin
çözülmesine yol açmaktadır. Toplumsal çözülme ise bir toplumu dışsal belirlenime
ve giderek sömürülmeye itmektedir. Görülüyor ki modernizm gibi postmodernizm
de Batı emperyalizmine bilgikuramsal temeller sağlayabilmektedir. Modernizm Batı
kültürünün bilincini (ussal yönünü) temsil ederken; postmodernizm ‘bilinç-altı’nı
(us-dışı) yönünü temsil etmektedir. Her iki yön ise ölümle beslenen bir yaşamı temsil etmektedir.
Sonuç
Bilim kendinde olumludur. Olumsuz olan onun kötüye kullanımıdır. Olumsuz olan kuramların epistemolojik ya da mantıksal sonuçlarının ideolojik amaçlara temel yapılmasıdır. Bu olumsuzluktan etkilenmemenin bir yolu tarih ‘bilim’i
de içinde olmak üzere insan bilimleri öğretiminin ulusallaştırılmasıdır. Bilginin
ulusallaştırılması kendinde hakikatin ulusallaştırılması değildir, bu hakikati arayan insanların korunmasıdır. Bilginin ulusallaştırılması “bilgi olarak bilgi”yi değil,
bilginin kullanımını kapsar. Bilginin ulusallaştırılması ulus-devleti ön-gerektirir.
Ulus-devlet, böylece, toplumların gerçeklik arayışının garantisi ve önkoşuludur.
Gerçeklik arayışı olarak bilim, gerçeği arama ve ifade etme özgürlüğünü varsayar.
Ulus-devlet bu özgürlüğün baskı altına alınmamasının ve sömürgeleştirilmemesinin
güvencesidir. Sömürmeyen ve sömürülmeyen insanlar toplumuna ulus, bu ulusun
nesnel ya da kurumsal örgütlenmesine devlet dersek, ulus-devlet hümanizmin
gerçek barınağıdır. Gerçek hümanizm ötekine yaşama olanağı sağlamakla, ötekini salt öteki olduğu için sömürmemekle, yayılmacı olmamakla Batı hümanizminden ayrılır. Gerçek hümanizm, böylece, “Yurtta sulh, dünyada sulh” diyen hümanizmdir,
Atatürk hümanizmidir.
68
Modernizmden Postmodernizme Tarihsel...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
KAYNAKÇA
ALTUĞ, Taylan , Dile Gelen Felsefe, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001.
BARRETT, William, İrrasyonel İnsan, (çev.: Salih Özer), Hece Yayınları, Ankara, 2003.
DİNÇER, Kurtuluş, “Başkasını Anlama”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Dergisi, 2003. C.20, S.1.
GADEMER, Hans- Georg, “İnsan ve Dil”, İnsan Bilimlerine Prolegomena, (der. ve
çev.: Hüsamettin Arslan), Paradigma Yayınları, İstanbul, 2002.
HEİDEGGER, Martin, Varlık ve Zaman, (çev.: Aziz Yardımlı), İdea Yayınevi, İstanbul, 2004.
HEKMAN, Susan, Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik: Mannheim, Gademer, Foucault ve
Derrida, (çev.: Hüsamettin Arslan – Bekir Balkız), Paradigma Yayınları,
İstanbul, 1999.
HOY, David Couzens, “Heidegger ve Hermeneutiğe Dönüş”, İnsan Bilimlerine Prolegomena,
(der. ve çev.: Hüsamettin Arslan), Paradigma Yayınları, İstanbul, 2002.
KİSİEL, Theodore, “Geleneğin Vukubulması: Gademer ve Heidegger’in Hermeneutiği”,
İnsan Bilimlerine Prolegomena, (der. ve çev.: Hüsamettin Ars-lan), Paradigma
Yayınları, İstanbul,2002.
MUNSLOW, Alun, Tarihin Yapısökümü, (çev.: Abdullah Yılmaz), Ayrıntı Yayınları,
İstanbul, 2000.
ÖZLEM, Doğan, “Dilthey’ın Tin Bilimlerini Temellendirme Sürecinde Epistemolojide Yaptığı Devrim”, Bilim , Tarih ve Yorum, İnkılap Yayınevi, İstanbul, 1998.
ÖZLEM, Doğan, Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1986.
PALMER, Richard E., Hermenötik, (çev.: İbrahim Görener), Anka Yayınları, İstanbul, 2002.
ROSENAU, Pauline Marie, Post-modernizm ve Toplumbilimleri, (çev.: Tuncay Birkan),
Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2004.
SARUP, Madan, Postyapısalcılık ve Postmodernizm, (çev.: Abdülbaki Güçlü), Bilim ve
Sanat Yayınları, Ankara, 2004.
TOOL, Andrus, “Wilhelm Dilthey On the Objectivity Of Knowledge In Human
Scıence”, Trames, 2007, 11, (61-56), 1.
WACHTERHAUSER, Brice R., “Anlamada Tarih ve Dil”, İnsan Bilimlerine Prolegomena,
(der. ve çev.: Hüsamettin Arslan), Paradigma Yayınları, İstanbul, 2002.
69
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.71-88
SULTAN II. ABDÜLHAMİT DÖNEMİNDE
BİR “ÇERKES TARİHİ” YAZILMASI GİRİŞİMİ
Mustafa ORAL*
Özet
Kafkaslar, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan itibaren Çarlık Rusyası ile
Osmanlı İmparatorluğu arasında şiddetli bir mücadele alanı haline gelmiştir. Bu mücadelede
Çerkesler, Osmanlı tarafını tutarak, Ruslara karşı amansız bir savaşım içine girmişlerdir.
Kırım Savaşı’ndan sonra ise Ruslar, Kafkaslar yönünde kararlı şekilde ilerlemişler, diğer
Kafkas kavimleri ile birlikte Çerkesleri de hâkimiyetleri altına almışlardır. Bunun üzerine
yurtlarından ayrılmak zorunda kalan Çerkesler, Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli yerlerine
yerleştirilmişler, buralarda ulusal varlıklarını korumaya çalışmışlardır. İşte bu ortamda, 1882
yılında kaleme aldıkları kapsamlı bir Çerkes Tarihi tasarısı, gerek Osmanlı tarih yazımı gerekse Çerkes tarih yazımı açısından önemli bir girişimdir. Bu girişim, geleneksel Osmanlı tarih
yazımı çizgisinde ve ümmetçi-milletçi nitelikte bir tarih anlayışının ürünü sayılabilir.
Anahtar Kelimeler: Çerkesler, Çerkes Tarihi, Kafkaslar, Osmanlılar, Ruslar.
Abstract
The Caucasian region, since 1774 Kütchük Kainarca Treaty, has become the struggle area
between the Tsarist Russian and Ottoman Empire. In this struggle, the Circassians “Çerkes”, being in the side of the Ottomans, has been in struggle against the Russians. After the Crimean
War, Russians has directed into the Caucasian, and taking under domination the Circassians
with the other Caucasian tribes. Because of this, they were departed from their native land,
they has been settled into the different region of the Ottoman Empire. They tried to maintain
their national existence. In this condition, the draft of Circassioan historical written in 1882,
has been important undertaking in the aspect of Ottoman and Circassian history written. This
undertaking is the product of traditional Ottoman historical written and the aspect of peoplenational characteristic history.
Key Words: Circassians, Circassian History, Caucasians, Ottomans, Russians.
*
Akdeniz Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, (mustoral@akdeniz.edu.tr).
71
Mustafa ORAL
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Giriş
Kuzey Kafkasya’nın Azak ve Karadeniz sahilleri ile bu sahillere yakın step
ve dağlık bölge ahalisine Çerkes, bu bölgeye ise Çerkesistan adı verilmektedir.
Türkler ile Çerkesler tarihte ilk olarak Hazar Türkleri zamanında karşılaşmışlar
ve mütteik olmuşlardır. Hatta Hazar Türkleri’nin yardımıyla Çerkesler, 756’da
Bizans’a karşı istiklâllerini kazanmışlardır. Osmanlı Türkleri ile Çerkesler
arasındaki ilişkiler ise “Moskof” tehdidine karşı Çerkeslerin Osmanlı yardımına
başvurması ile başlamıştır. Zaten, bu sırada Çerkesler Kırım Hanlığı’na bağlı bulunuyordu. Çerkesler, İslamiyet’le, VII. yüzyılda Araplar sayesinde tanışmış olmakla beraber, İslamiyet’in Çerkesler arasında yayılması XIV. yüzyılda Kırım Hanlığı
yoluyla olmuştur. Osmanlı Türkleri ile Çerkesler arasındaki mütteiklik duygusunu
pekiştiren bir diğer etken ise Çerkeslerin Osmanlı Hilâfet makamına bağlanması
yoluyla olurken, bu önemli mütteik Osmanlı İmparatorluğu’nun Kafkas siyasetinin
de temelini teşkil etmiştir1.
Osmanlı Türkleri ve Çerkesler
Çerkesler hakkındaki ilk elden bilgilerin gezginlerin eserlerinde verildiği
görülmektedir. Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi, 1660’lı yıllarda gezip gördüğü
Kafkaslar, dolayısıyla Çerkesler hakkında ilginç gözlemlerde bulunmuş; Çerkes
lisanı hakkında ise kendisine göre şu ilginç saptamada bulunmuştur2: “Bu dünya
seyyahı, insanlarla sohbet eden yalnız bilmeyen aciz kul, ben Evliya elli bir senede
yedi iklimde on sekiz padişahlık yere ayakbastım. Her diyarın lisanıyla konuşmak
için onların açık ve güzel sözleri, beyitleri ve şiirleriyle yüz kırk yedi lisanın hepsini
gayet güzel yazdım ama bu Çerkes lisanı gibi saksağan sadalı lisanı yazamadım.
Ama gayretimle o lisanı da kaderin verdiği imkânlarla yazarız… Kendilerine mahsus bir lehçeleri var. Gramerleri yoktur. Onun için kaleme gelmez vesselam…” Gerçekten de, Çerkeslerin kendilerine özgü bir gramerleri olmadığı gibi, bir alfabeleri
de bulunmuyordu. Bu konudaki ilk çalışmalar 19. yüzyılda çeşitli ve dağınık denemeler şeklinde başlamıştı. 20. yüzyılın başlarında (1925) Latin harli bir alfabeye
sahip olmuşlar, ancak bu fazla uzun sürmemiş, 1939 yılında Kiril harli bir yazıya
geçmişlerdir3.
Evliya Çelebi, Çerkeslerin kendilerine özgü bir yazım sistemlerinin
olmamasının nedenini, Araplara kızgın olmalarına, bunun da etkisiyle Tatarlar ve
Gürcüler ile karışmalarına bağlamaktadır. Bunun belki bir dereceye kadar etkisi
olabileceği Kafkas bilginlerince de kabul edilmekle birlikte, Çerkesce’nin telaffuzunun gerçekten zor bir lisan olmasının yanısıra pek çok lehçeye ayrılması da önemli
bir neden olarak görülmektedir. E. Çelebi, Çerkes diyarında hırsızlık etmeyenlere,
1
2
3
Mirza Bala, “Çerkesler”, İslam Ansiklopedisi, C.III, İstanbul, Millî Eğitim Yayınları, 1977, s.s.375-385.
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, C.VII, (sad.: T. Temelkuran, N. Aktaş, M. Çevik), İstanbul, Üçdal
Neşriyat, 1980, s.458.
Bala, a.g.m., s.379.
72
Sultan II. Abdülhamit Dönemi’nde...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
“yiğit değildir” diye kız verilmediğini, bu nedenle, Çerkesistan’da hırsızlığın bir
sosyal gerçeklik olduğunu belirterek, bu konudaki maharetlerini ve misairperverliklerini ise şöyle anlatmaktadır4: “Hâlâ işleri, güçleri birbirlerinin köylerini ve
konaklarını vurup geçinmektir. Öylesine hırsızdırlar ki gözden sürmeyi çalarlar, göz yerinde kalır. Ta bu derece haramidirler. Ama misairlerinin bir hardal tanesi uğruna ölürler. Herkes konuğunu yedirir, içirir, misairperverlik ederek gideceği köye kadar götürür…”. Evliya
Çelebi’nin yukarıdaki anlatımından Çerkeslerin sirkate düşkün bir kavim olarak
tanındığı, bunun da Osmanlı dünyasında genel kabul gördüğü anlaşılmaktadır.
Bu yaklaşımın yetkin bir tarihçi olan vakanüvis Ahmet Cevdet Paşa’ya da
kaynaklık etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Tanzimat döneminin bürokrat ve tarihçisi
Ahmet Cevdet Paşa, 1880’li yılların ortalarında yayınlanan Tarih’inde, “Özet olarak
Kafkas halkının çoğu Müslüman olup güneyden ve kuzeyden hücum eden İran ve
Rusyalıların tesiri altında kalmışlarsa da çok defa Padişah’ın himayesine mazhar
olmuşlar ve Osmanlı hilâfetini kabul ederek Devlet-i Aliye’ye meyletmişlerdir”5 diye
yazıyordu. Bir de kısa bir “Kırım ve Kafkas Tarihçesi” (1307) yazan Cevdet Paşa,
aynı eserinde “Ruslardan asla korkmazlar” dediği Çerkeslerin, “Devlet-i Aliye hizmetine lâyık ve acayip mahlûklar” olduğunu belirtiyor, bu acayipliklerinin başında
ise hırsızlık, kölelik, vurgunculuk gibi özelliklerini sayıp döküyordu6. Bu yargıların
Batılı yazarların Çerkesler hakkındaki düşüncesiyle paralellik içinde olduğu görülmektedir7. Bunun, Batının oryantalist yaklaşımın etkisi altında oluştuğu söylenebilir.
Kendilerine “Adıge” (Hemşehrî) diyen Çerkesler, kendilerine atfedilen
olumsuz yargıların doğru olmadığını tarihen ortaya koymak amacıyla, OsmanlıÇerkes ilişkilerinin en dostâne dönemi sayılan II. Abdülhamit devrinde “mükemmel” bir Çerkes tarihi kaleme almak için harekete geçtiler ve bunun için bir layiha
hazırladılar8. Bu layihada yer alan ifadelerden, layihanın 1882 sonlarında (Muharrem
1300) kaleme alındığı, 1883 başlarında ise basılıp yayınlandığı anlaşılmaktadır. Bu
layihanın esprisi, Çerkeslerin, Batılıların ileri sürdüklerinin aksine, medenî bir kavim
olduğu esas tezini işleyerek medeni dünyaya göstermek olduğu anlaşılmaktadır.
Gerçekten de, 1878 Berlin Antlaşması’nda, Kırım Savaşı’ndan, özellikle 1864’ten itibaren Rusların Kafkasları istilâsı karşısında, Kafkas ellerinden göçüp yoğun olarak
Osmanlı ülkesine sığınan Çerkeslerin, Kürtlerle birlikte, Ermenilere karşı taarruzunun durdurulması kayıt altına alınmıştı9. Bu hüküm, Çerkeslerin, Osmanlı Birliği
içindeki gayri-müslim azınlıklar açısından olumsuz bir şekilde değerlendirildiğinin
önemli bir göstergesidir.
Osmanlılar açısından Çerkesler, âdeta bütün bir Kafkas politikasını temsil
ediyordu. Bunun için Osmanlılar, Rusların Kafkasya üzerinden Anadolu’ya inmesinin önüne geçmek için, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra Çerkeslerle
4
5
6
7
8
9
Evliya Çelebi, a.g.e., C.VII, s.459.
Cevdet Paşa Tarihinden Seçmeler, C.I, (düz. ve sad.: S. Irmak ve B. K. Çağlar), İstanbul, Millî Eğitim
Basımevi, 1973, s.227.
Cevdet Paşa, Tarih, C.I, s.s.232-236.
Örneğin aynı tarihli şu iki kitaba bkz: J. A. Longworth, A Year among the Cricassians, London, 1840;
J. S. Bell, Journal of a Residence in Circassia during the Years 1837, 1838, 1839, London, 1840.
Çerkesistan Tarih-i Umûmiyesinin Sûret-i Tanzîmine Dair Lâyihadır, İstanbul, Mahmud Bey
Matbaası, 1301, 10 s. (Bu layiha Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü kitaplığında
bulunmaktadır).
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi (1876-1908), C.VIII, 3. Baskı, Ankara, TTK Yayınevi, 1988, s.77.
73
Mustafa ORAL
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
sıkı ilişkiler kurmuştur. 1846’da yayımlanan Rusça-Çerkesce Sözlük’ün önsözünde
Çerkesler, Kafkaslarda yaşayan bütün “Dağlı Kavimler”in sembolü gibi takdim
ediliyordu10. Burada bahsi geçen “Dağlı” (Maarulal) sözcüğü, aslında Avarlar
için kullanılan bir deyimdir. Ruslara karşı uzun süre direnen İmam Şamil’in Avar
aslından bir kahraman olduğunu biliyoruz. Bu mücadelesinde Şamil, hem Çerkesleri hem de Çeçenleri yanında bulmuş bir Kafkas kahramanıdır. Şeyh Şamil’in
Ruslar karşısında gerilemesi ve başarısızlığa uğramasından sonra, Çerkesler ile
birlikte bütün Kafkas kavimleri Rusların egemenliği altına girmeye başlayınca,
Türkiye’ye yoğun ve dramatik bir Çerkes göçü yaşanmıştır11. Osmanlı ülkesine
göçen Çerkesler, Osmanlı hükümeti tarafından stratejik önemi haiz bir şekilde iskân
edilmiştir. Örneğin, Ermenilerin yoğun olarak oturdukları bölgelere yakın yerlerde,
sözgelimi Erzurum, Sivas, Çorum, Çankırı, Adapazarı, Bursa ve Eskişehir’de iskân
edilmiştir. İşte Çerkesler, Rum ve Ermeni halkının yoğun olarak yaşadığı ve kimi
zaman Kürtlerin rahatsızlık çıkardığı yerlere yerleştirilmiştir12.
Çerkesistan Tarih-i Umûmiyesinin Sûret-i Tanzîmine Dair
İşte, “mükemmel” bir Çerkes Tarihi yazımına ilişkin 1882 senesi sonlarında
kaleme alınıp 1883 yılı başında bir nüshası Padişaha sunulan bu layiha, böyle bir ortamda kaleme alınmıştır. Ancak o günden bugüne bütün Kafkaslar ve Kafkas halkları
hakkında Türkçe’de kapsamlı bir inceleme henüz kaleme alınmış değildir. Ancak
yine de Osmanlı Kafkasları hakkında Türkiye’de ve Batı’da çok sayıda çalışma
yapılmış olduğu bilinmektedir. Batılı veya Türk bilginler tarafından yapılan bu
çalışmaların genelinin ise tarihsel olmaktan çok, etno-santrik yaklaşımlı yapıtlar
oldukları görülmektedir. İşte, böylesi bir ortam içinde yazımına teşebbüs edilen “mükemmel” bir Çerkes Tarihi, layihanın yayımlanmasının üzerinden uzun
bir zaman geçmesine karşın bir türlü kaleme alınamadığı gibi, somut adımlar da
atılamamıştı. Yine Padişah II. Abdülhamit’in saltanatı döneminde kaleme alındığı
anlaşılan ve Hüdâvendigâr (Bursa) vilâyeti ile Eskişehir’de Cırık Ahmet ve Abaza
Nogay Zok (?) ve sair beyefendilere hitaben kaleme alınan bir belgede bu konuda
aynen şunlar yazılıdır:13
“Şimdiye kadar tertîb ve neşrine muvaffakiyet hâsıl olamıyan Çerkesistan Tarih-i
Umûmîsi’nin vücuda getürülmesi gayet ehemm ve bunun husûlü içün ihtiyacât-ı milel
ve ‘asra vâkıf olan mütehayyizân-ı Çerakesenin (Çerkeslerin ileri gelenlerinin) arzusu
muhakkaktır. Bu tarihin derece-i lüzumu herkesçe bedihî olduğundan burada tafsilât itâ’sına
hacet görülmedi. İşte bu kerre yümnehü’l-kerîm bu maksad-ı mühimme cidden teşebbüs
edilerek tarihin sûret-i tanzimine dair sûret-i mahsûsada yapılan ve bir nüshâsı leffen
(ekli olarak) gönderilen tarifnâme mucebince (gereğince) bu tarihin tanzimine mübaşeret
olunmuş (girişilmiş) ve melfûf pusula mantûkunca erbâb-ı iktidardan [bir] heyet-i müel10
11
12
13
Adolf Borje, Kafkasyalı Dağlı Kavimlerin Kısa Tasiri, (çev.: Murad Papşu), Ankara, Kafkas Derneği
Yayınları, 1999, s.35 (Bu kitap ilk defa 1858 yılında basılmış olup sonraki yıllarda pek çok baskısı yapılmıştır).
Çerkeslerin Kafkasya’dan göçleri hakkında ayrıntılı bir toplu çalışma için şu kitaba bkz: Çerkeslerin
Sürgünü: 21 Mayıs 1864 (Tebliğler, Belgeler, Makaleler), Ankara, Kafkas Derneği Yayınları, 2001.
Yalçın Küçük, “Çerkes”, Sırlar, Yazı-Görüntü-Ses (YGS) Yayınları, 2001, İstanbul, s.s.97-98.
Ank. Üni. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü (TİTE) Arşivi, Kutu Nu.10, Gömlek Nu.53, Belge No:53.
74
Sultan II. Abdülhamit Dönemi’nde...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
life teşkîl ve Babıâli altında Ebu’s-Suud Efendi caddesinde kain 34 numrolu idarehânede
içtima eylemekte bulunmuştur. Artık bu maksadın sürat-i husûlüne lüzumu kadar paranın
tedarik olunamamasından başka bir mâni’ kalmamıştır ki bu da levâzım-ı medeniyeye vâkıf
ve saye-i âli-i cenâb-ı tâcidârîde i’aneye mukadder ricâl-i Çerakesenin kesretine binaen bir
şey demek değildir. Binaenaleyh hazâ (bu) hâ’iz oldukları hâmiyet-i müselleme-i vatanperverîlerine (ulusal şeref ve haysiyetleri herkesçe kabul olunan vatan-severliklerine) nisbetle
pek cüz’î olmak üzere tensîb edilen (uygun bulunan) ve melfûf bilette muharrer (yazılı) bulunan paranın sürat-i mümküne ile sû-yı acizânemize yetiştirilmesini temenni ve daha ziyade
i’aneye himmet buyurdukları halde ayruca bilet gönderileceğini beyân eder ve bir de orada
mevcût olan ümerâ-yı Çerakeseye tefhimât ve teşrifât-ı mukteziye icrasıyla umûmundan ahz ü
cem olunabilecek (toplanabilecek) paranın dahi bileti ba’dehu gönderilmek üzere defteriyle
beraber irsâl buyurulmasını niyâz eyleriz.”
Bu son girişimin de önceki gibi sonuçsuz kalmış olduğu anlaşılmaktadır.
Bununla birlikte, belgenin satır aralarında söz konusu girişime ilişkin önemli
bilgiler bulunmaktadır. Bir kere, bu tarih eserinin, Çerkes seçkinlerinin girişimiyle
yazılmak istendiği; ikincisi, bu girişim için bir yazar kurulu oluşturulduğu, Babıâli’de
Ebussuud caddesinde 34 numaralı yerde bir yönetim merkezi kurulduğu ve burada
düzenli toplantılar yapılmaya başlandığı anlaşılmaktadır. Üçüncüsü, bu yolda bütün hazırlıklar yapıldığı, geriye sadece para sorunu kaldığı; bu sorunun da Padişah
ile Padişah’ın çevresinde bulunan varlıklı Çerkeslerin yapacakları yardımlar sayesinde aşılacağı belirtiliyor. Ancak, bu arada İmparatorluğun çeşitli yerlerinde oturan
duyarlı Çerkeslerin bu girişime katkıda bulunmaları için harekete geçildiği, bunun
için de bu girişime maddi destek sağlamaya yönelik organizasyonlar yapıldığı
anlaşılmaktadır. Bu çalışmalar, Osmanlı Padişahı’nın parasal desteğinin yanı sıra
Eskişehir ve Bursa gibi Çerkes nüfusunun yoğun olduğu yerlerden alınan destekle
yapılmaya çalışılmıştır.
Oldukça kapsamlı olduğu görülen bu layihanın hemen başında, bu
tasarının özetinin Padişaha dahi sunulduğu, bu girişime Padişahın bilgisi dâhilinde
başlandığı önemle belirtiliyordu. Bu layiha, uzun bir girişten sonra “Müessisler”,
“Müelliler”, “Muharrirler ve Mütercimler”, “Layihanın Hulâsası” ile “Hâtime” alt
başlılarından oluşmaktadır. Layihanın giriş bölümünde, böyle bir eserin yazılmasına
girişilmesinin gerekçesi şöyle açıklanıyor:
“[Batılılar tarafından yapılan] Neşriyât-ı kâzibe-i gaddârânenin bu derece ilerlemesi aleyhinde söz söylenilen sâ’ir milelin müdâfa’ası misullû Çerkesler tarafından bir
müdâfa’a-i muktedirâne-i muhıkâne ve Çerkesistanın her ahvâlini hakkiyle bildirir neşriyât-ı
müstakimâne ile mukâbele ve müdâfa’aya himmet eden olmamasından neş’et etmiştir.
Binâen’aleyh hazâ delâ’il-i kat’iyye ile şu isnâdât ve müfteriyât-ı vâkı’anın külliyen redd ve
ibtâline ve Çerkesistanın her mevâki’ ve arâzisine ve Çerkeslerin menşe’ ve âdât ve ahlâk ve
edebiyât ve ef’âl ve mu’âşeret ve mu’âmelat-ı câhiliyye ve şer’iyye ve vukû’ât-ı harbiyelerine
dâir mükemmel bir Çerkesistan tarih-i umûmiyesinin tertîbi ve neşrine nihâyet derecede
sarf-ı himmet eylemek bugün ale’l-umûm ricâl-i Çerâkiseye farz olmuştur. Çünkü bugün
Çerkesler aleyhinde bulunan Avrupa efkâr-ı umûmiyesinin Çerkesler lehinde bi-hakkın ta’dîl
ve tahvîline (tamamıyla düzeltilip değiştirilmesine) ve an-be-an mahv ve münkarız olmakta
75
Mustafa ORAL
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
(tükenmekte) olan kavmiyet ve ‘asabiyyet-i Çerkesiyyenin muhâfaza ve ihyâsına bu tarih
yardım edecek ve belki bir mukaddeme-i müstakile olabilecektir.”
Bir nüshası Padişaha da sunulan layihanın “Çerkesistan Tarih-i
Umumiyesi’nin Sûret-i Tanzîmine Dair Hulâsadır” başlıklı özetinin yer aldığı kısmı
(Md. 12-18) aynen yayınlıyoruz:
“Tanzîm olunacak tarihin nâmı (Çerkesistan Tarih-i Umûmiyesi) olub elsine-i
ecnebiye üzere yazılmış olan her tarih tetebbû’ ve tahkîk ve Çerkes ihtiyârlarının
ma’lûmât ve ifâdât-ı şifâhiyeleri istima’ edilerek destres olunabilecek ma’lûmât-ı
sahîhaye nazaran Kâfkâsya kıt’âsının kâffe-i mevâki’ ve hudûd ve arâzisinden ve
Çerkeslerin menşe-i hakîkîsinden bed’an ile bin üç yüz sene-i hicriyesi muharremine kadar getürelecektir’’. (M.12)
“Bu tarih her biri lüzûmu kadar fusûl ü envâ’ı (bölüm ve konuları) şâmil olmak (kapsamak) üzere üç kısım üzerine tertîb olunacaktır (düzenlenecektir)’’.(Md. 13)
“Birinci kısımda Kâfkasya kıt’asının coğrafyasıyla Çerkeslerin ibtidâ
Çerkezistâna nereden ve ne vechile gelüb ne sûretle tavattun eyledikleri (yurt
tuttukları) ve ol vakit köleye mâlik olub olmadıkları ve mâlik idiler ise kölelerine ne
vechile mu’âmele eyledikleri ve ol vakit insan satub satmadıkları ve zemân-ı câhiliyedeki sâ’ir idâre-i umûmiyeleriyle andan sonra İslâmiyetlerine kadar ne sûretle yaşadıkları ve usûl-i harbleri ve i’tikâdları ve ol vakit oralarda esir sirkat olup
olmadığı (esir satılıp satılmadığı) ve usûl-i münâkehe ve izdivac (nişan ve evlenme
şekilleri) ve edebiyât ve mu’aşeretleri ve sâir ahvâl-i husûsiye ve umûmiyeleri
lüzûmu kadar fusûl ü envâ’-ı münkasim olarak irâ’e edilecektir.’’ (Md. 14)
“İkincisinde ibtidâ İslâmiyet’in Çerkezistâna ne vâsıta ve sûretle dahil ve
intişâr eylediği ve bu esnâda ne gibi vekâyi’e tesâdüf olunduğu ve İslâmiyetden
sonra Çerkezistânda kaç türlü usûl-i idâre göründüğü ve kabâilin müte’addid nâm
ve unvâna sûret ve sebeb-i inkısâmıyla cihet-i idârenin derece-i tefâvütü ve sûret-i
ekl ü şürbleri ve usûl ü vukû’ât-ı harbiyeleri ve usûl-i münâkehât ve izdivâc ve
edebiyât ve mübâşeretleri ve sirkatın derecesiyle sârikler (hırsızlar) hakkında ne
mu’âmele cârî olduğu ve hukûk-ı umûmiye ve husûsiyenin ne sûretle muhâfaza
edilmekte idüğü da’âvînin ne vechile fasl ü rü’yet olunduğu ve o asırlarda kölelerine ne vechile mu’âmele eyledikleri ve kan gütmek mes’elesinin sûret-i esbâbı
ve insan satmak husûsunun ne sûret ve esbâba binâ-i tevsi’ eylediği ve hangi tarihte İstanbul’a insan satmağa başladıkları ve buna en evvel kimin sebeb olduğu ve
kölelerine vâki’ olan mu’amelelerinin şer’î-i şerîfe muvâfık olub olmadığı ve Kırım
Muhârebesinden Çerkeslerin siyâseten istifâde edememelerinin esbâbı ve ahvâl-i
husûsiye ve umûmiye-i sâ’ireleri kezâlik lüzûmu kadar füsûl ve envâ’-ı münkasım
olarak gösterilecektir’’.(Md. 15)
“Üçüncüsünde hicrete sebebiyet veren ahvâl ile ne vechile hicret olunduğu
ve esnâ-yı hicrette tesâdüf olunan ahvâl-i mu’âmelat ve hicretten maksad ne olduğu
ve hicretten sonra görülen mu’âmelat ve burada Çerkesler de sirkatin çoğalmasına
sebeb olan ahvâl ve Çerkesler’in ötekine berikine serd tanınmalarının esbâbı ve
muhârebe-i âhire (93 Harbi) nihâyetine kadar Çerkesler’e ecânibin eylediği müftereyât ve istinâdâtla (iftira ve yakıştırmalarla) bundan maksadları ne olduğu ve bir
daha avdet edememek üzere Rûmili’nden hicret etdirilmelerinin esbâbı beyân olu-
76
Sultan II. Abdülhamit Dönemi’nde...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
nacak ve her kısm ve fasl ve nev’i tevârih-i atîkanın (eski tarihin) delâil-i makbûleye
müstenid bulunan ibârâtına ve yahud kavânîn-i tabi’iyyeye ve ihbârât-ı ma’kûleye
ve’l-hâsıl berâhîn-i muhîta-i mukni’aya müstenid olacakdır’’. (Md. 16)
“Herkesin bu uğurda vukû’a gelen i’âne mesâ’îsi muhabbet-i milliyesi içün
güzel mizân ü mikyâs (ölçü) olacağından tarihin hâtimesinde bir cedvel-i mahsûs
tanzîm ve tertîb edilerek himmât-ı vâkı’a ‘alü’s-sâmî tahrîr ve teşrîh edilecektir
(açıklanacaktır)’’. (Md. 17)
“Onuncu madde mûcibince Dersa’âdet’de mevcûd mü’essisîn ve mü’ellifîn
cânibinden ladü’l-istişâre (danışarak) devletlû übhetlû Hayreddîn Paşa hazretlerinin
imzâsı ma’ü’l-iftihâr (iftiharla) kabûl olunmuş olduğundan muvâfakat-ı fehîmâneleri
(anlayışlı olurları) ricâ edileceği gibi mü’ellifîn-i silkine (yazarlar arasına) sa’âdetlû Ahmed
Midhat Efendi Hazretleri dâhil olmuş ve üçüncü madde mûcibince idâre-i müdîriyete
tüfengî-i cenâb-ı şehriyârî mîralay izzetlû Ahmed Beyefendi’nin ve altıncı madde
mûcibince mü’elliler hey’eti riyâsetine umûm muhâcirîn müfettişliği başkâtibi izzetlû
Râşid Bey’in intihâbı ve dördüncü madde mûcibince idâre müdüriyeti vekâletiyle mü’ellifîn riyâseti mu’âvenetine dahi Kosova vilâyeti a’şâr nâzır-ı sâbıkı izzetlû
Hurşîd Efendi’nin nasbı tensîb edilmiştir (uygun görülmüştür).” (Md. 18)
‘Mükemmel’ Bir Çerkes Tarihi Şöyle Yazılır !
Yazılması tasarlanan Çerkesistan tarihinin Osmanlı-İslâm tarih anlayışı
çizgisinde olduğu, yukarıda özeti verilen layihadan açıkça anlaşılmaktadır. Bu
çalışmada Osmanlı tarih yazımı açısından oldukça önemli ve orijinal bir belge
olduğunu düşündüğümüz işbu layihayı aynen yayınlayarak Osmanlı tarih yazımı
literatürüne mütevazı bir katkıda bulunmak istedik. Ancak layiha, epeyce uzun ve
kapsamlı olduğu için yalnızca özetini vermeyi tercih ettik. Bu makalede, Osmanlı
ülkesinde önemli bir etkinliğe sahip Çerkeslerin kapsamlı bir tarih yazmak yolunda söz konusu layihanın çevirisini yaparak Osmanlı-İslâm tarih anlayışı açısından
analiz etmeye ve Osmanlı tarih yazımının tarihindeki yerini belirlemeye çalıştık.
Layihanın kısaca tahlilini yapacak olursak, öncelikle, yazılması planlanan
Çerkes Tarihi’nin İslamik bir yaklaşımla kaleme alınmak istendiği, dolayısıyla teleolojik nitelikli olduğu görülmektedir. Sonra, “ahlâfa güzel bir muhakeme ve ibret
tarikini göstermek” amacıyla kaleme alınmak istenmiştir. Son olarak da, Çerkeslerin,
“kendi kavmiyet ve memleketleri hakkında henüz mükemmel bir tarihe malik
olmamaları”, böylesi bir tarihin yazılmasını zorunlu kılmıştır. Gerçi, Kafkaslara ve
Kafkas kavimlerine ilişkin ecnebî tarihlerinde mebzul miktarda bahis mevcut ise de,
bunlar, bazı yanlış anlayışlarla doludur. Bunların başında, Batılıların, “Çerkeslerin
vahşi ve gaddar ve terbiyeye gayri kabil bulunduklarına dair” düşünceler gelmektedir. Bu yanlış görüşlerin, Çerkeslerin karakteristik özelliklerinin ‘her iki tarafça dahi
meçhul olması’ndan kaynaklanmış olduğu anlaşılmaktadır.
Kısacası, Çerkesistan Tarih-i Umûmiyesi’nin yazılması tasarısına tepkisel
bir hareketin sonucunda teşebbüs edildiği anlaşılmaktadır. Bu teşebbüsten birkaç
yüzyıl evvel Çerkeslerin kökenine ilişkin Arapça bazı şeyler kaleme alınmış ise de,
bunların “vukufsuzluk hasebiyle”, çoğunlukla peşin hükmün mahsulü olmaktan öteye gidemediği anlaşılmaktadır. Batılı yazarlar ise, bütün Kafkas kavimlerini Çerkes
77
Mustafa ORAL
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
zannetmişler ve olumsuz peşin hükümlerle değerlendirmişlerdir. Bu peşin hükmün
başında, Çerkeslerin insan alıp satmaları, hırsızlığa, vurgunculuğa, soygunculuğa
mübtela sanılması, tabiat olarak sert tanılmış olmaları gibi konular bulunmaktadır.
Bu sonuncu hüküm, önceleri “esasen bir kaide-i mahsusa-i şer’iyeye tabi’” iken,
sonraları çığırından çıkmış ve Çerkeslerin kötü tanınmasına neden olmuştur.
Bu yanlış kanaati düzeltmek ve “mükemmel” bir Çerkes Tarihi yazmak, Çerkes
büyüklerine âdeta farz olmuştur. Demek ki bu tarihle, esasen Çerkeslerin “medenî”
bir tarihi yazılmış olacak, en azından Çerkeslerin “barbar” (bedevî) olmadıkları ortaya konulacaktı.
Çerkesistan Tarih-i Umumiyesi yazılırken, yabancı dillerde yazılmış
Kafkaslar ve Çerkesler hakkındaki bütün tarihî eserlerin incelenerek ve Çerkes
büyüklerinin bilgi ve ifadeleri toplanarak, “Kafkasya kıtasının kaffe-i mevâki’ ve
hudûd ve arazisinden ve Çerkeslerin menşe’-i hakikisinden” başlayarak hicri 1300
senesi muharremine, yani 1882 sonuna kadar getirilecekti. Üç kısımdan oluşması
planlanan bu tarihin birinci kısmında; Çerkeslerin bugünkü Kafkasya’daki ülkelerine gelip yerleşmelerinden14 İslâmiyet’le tanışmalarına, yani Arapların Kafkasları
istilâsına kadar olan süreç; İkinci kısımda, İslâmiyet’in Çerkesler arasında yayılmaya
başlamasından Kırım Savaşı’na kadar olan dönem; üçüncü kısımda ise, Kırım
Savaşı’ndan, özellikle, Kafkasya’dan başka yerlere büyük Çerkes göçünden Berlin
Antlaşması’na kadar olan devre ele alınmaktadır. Bu kısımların her birinde Çerkeslerin her türlü tarihi ele alınıp işlenmesi planlanırken, üçüncü kısımda Çerkeslerin
Kaskasya’dan başka yerlere göçünün ayrıntılı tarihi üzerinde durulmak istendiği ve
ayrıca, özellikle 93 Harbi’nden sonra Batılıların Çerkesler hakkındaki peşin hükümlerinin nedenleri üzerinde durulmak istendiği anlaşılmaktadır.
Bu tasarının son kısmı Çerkes diasporası tarihi gibi bir düşünceyi
anımsatmaktadır. Çerkeslerin nereden gelip de bugünkü “Çerkesistan” denilen bölgeye yerleştikleri henüz tam olarak aydınlatılamamakla beraber, M. Ö. VI. yüzyılda
Karadeniz’in bütün doğu sahillerini işgal etmekte oldukları söylenmektedir. Çerkeslerin, kuzeyli ve güneyli (Akdeniz) iki kavmin karışmasından meydana geldiği
tahmin edilmektedir15. Bu nedenlerle erken dönem Çerkes tarihi hakkındaki bilgiler oldukça sınırlıdır. Çerkesler hakkındaki ilk çalışmalar ise daha çok etnograik
niteliktedir ve 18. yüzyıl sonlarında kaleme alınmaya başlamıştır16. II. Abdülhamit
dönemindeki bu çalışmanın asıl amacının bunun ortaya konulması çabası olduğu
ve ulusal bilincin canlı tutulmaya çalışıldığı, bunun için’se tarihe başvurulduğu
anlaşılmaktadır.
Çerkes tarih anlayışının ise ümmetçi-milletçi bir çizgide olduğu görülmektedir. Bu planda, insanlık tarihinin Hazreti Âdem ile başlatılması ve Çerkes Tarihi’nin
dönemlere ayrılmasında izlenen yöntem ve yaklaşım modelinin İslâm tarih anlayışı
14
15
16
Bkz: Aytek Namitok, Çerkeslerin Kökeni, 1. Kitap, (çev.: Aysel Çeviker), Ankara, Yayınları, 2003
(Bu eser ilk defa 1939 yılında Paris’te “Origines des Circassiens” adıyla basılmıştır); Alexandre
Grigoriantz, Kafkas Halkları: Tarihî ve Etnograik Bir Sentez, (çev.: Doğan Yurdakul), İstanbul, Yeni
Binyıl Yayınları, t.y.
Bala, “Çerkesler”, s.381.
Çerkeslerin Osmanlı ülkesinde iskânı önemli bir konu olmuştur ve bu göç, Osmanlı ülkesinde
önemli bir Çerkes diasporası oluşumuna yol açmıştır. Bu sürgün olayı ise Çerkeslerin, Yahudiler
ve Filistinliler ile bir arada değerlendirilmesine yol açmıştır. Bunun için 11 nolu dipnotta belirtilen
eserdeki bildirilere bakınız.
78
Sultan II. Abdülhamit Dönemi’nde...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
çizgisinde olması, buna önemli bir kanıttır. Bunlara ilâveten, Çerkesler aleyhindeki
“bâtıl” yargıların tashih edilmesi gayreti, Hıristiyanlık âlemini karşısına alan bir tarih anlayışını mevzu bahis kılmaktadır. Bu yaklaşım, aynı zamanda Avrupa merkezli tarih anlayışına karşı bir tepkidir. Çerkeslerin insan ticareti yaptıkları hükmüne
karşı İslâmın hükümlerinin öne sürülerek savunulması, buna bir diğer örnektir.
Çerkeslerin başkaları tarafından olumsuz olarak görülen bazı özelliklerinin ise, tarihsel koşulları içinde değerlendirilmesi ve gerçekleri yansıtmadığının vurgulanması,
Çerkes ulusal tarih yazımı yönünde dikkate değer noktalardır.
Bu tarih yazımı tasarısı içinde iktidarla ilişkilere de ayrıca dikkat edildiği
anlaşılıyor. Öncelikle, kurucu ve yazarlar arasında İstanbul’da bulunan “übbehetlü”
Hayrettin Paşa’nın imzasının kabul edildiği, yazarlar kuruluna tarihçi yazar olarak
“saadetlû” Ahmet Mithat Efendi’nin dâhil edilmesi, müdürlük makamına “izzetlü”
Miralay Ahmet Efendi’nin, yazarlar kurulu başkanlığına ise Umûm Muhâcirîn
Müfettişliği başkâtibi “izzetlü” Raşit Bey’in seçilmesi ve son olarak, yazarlar kurulu
başkan yardımcılığına Kosova Vilâyeti eski Aşâr Nazırı “izzetlü” Hurşit Efendi’nin
seçilmesi önemlidir. Böylesi kapsamlı bir Çerkes Tarihi yazımında tarihçi-yazar
olarak görev verilmesi düşünülen veya bu layihanın hazırlanmasında katkısı bulunan Çerkes aydınların adlarının belirtilmemesi anlamlıdır. Layiha sahiplerinin,
yukarıda belirtilen seçkin kişiler yoluyla iktidar katında kabul görmek istedikleri
anlaşılmaktadır. Ne ki, o sırada Osmanlı aydın ve tarihçileri içinde gerçekten seçkin
bir konumu bulunan Kafkas kökenli Mizancı Mehmet Murat Bey’in gözardı edilmesi de anlamlı görünmektedir. Çünkü bu sırada Mizancı Murat, “devrimci” bir aydın
olarak tanınıyor, bu nedenle iktidar tarafından pek de tasvip edilmiyordu. Mekteb-i
Mülkiye’de verdiği dersler de Abdülhamit’in adamları tarafından dikkatle izlenip
jurnal ediliyordu17.
Kısacası, böylesine kapsamı geniş tutulan ve iktidar tarafından da destek
verilen önemli bir projeye, Kafkas kökenli aydın bir tarihçi yazarın alınmaması
önemli bir eksiklik sayılabilir. Dolayısıyla, bu kapsamlı tasarının Osmanlı iktidarı ile
uyumlu bir çalışmanın sonucunda ve Osmanlı-İslâm tarih anlayışı çerçevesinde kaleme alınmış olduğu anlaşılmaktadır. Yazar kadrosunun da buna göre tanzim edilmesi, yani konunun uzmanından çok siyasal tutumun belirleyici olduğu söylenebilir.
Bu nedenle olsa gerek, bu şaşalı tasarı II. Abdülhamit iktidarının tarihe karşı olumsuz bir tutum takınması üzerine gündemden düşmüştür. 1890’lı yılların başlarında
II. Abdülhamit yönetimi iktidara karşıt bir tutumun oluşumuna zemin hazırladığı
gerekçesiyle, önce tarih derslerini, ardından da felsefe öğretimini ilköğretimden
başlayarak bütün öğretim kurumlarından kaldırmaya başlamıştır18. Bir süre sonra
da tarih yayınlarını sıkı bir denetim altına almaya çalışmıştır. Bu gelişmenin de etkisiyle olsa gerek söz konusu tasarıyı gerçekleştirecek ortam ve koşullar ortadan
kalkmıştır.
17
18
A. İ. Tokgöz, Matbuat Hatıralarım, (yay. haz.: A. Kabacalı), İstanbul, İletişim Yayınları, 1993,
s.s.30-31. Mizancı Mehmet Murat hakkında bkz: Birol Emil, Mizancı Murad Bey Hayatı ve Eserleri,
İstanbul, 1979.
Taner Timur, Osmanlı Kimliği, Ankara, 4. Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, 2002, s.103 vd.; Fuat
Baymur, Tarih Öğretimi, 4. Baskı, İstanbul, Gün Basımevi, 1954, s.16.
79
Mustafa ORAL
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Sonuç
Sonuç olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminde Osmanlı
Birliği’nin (Pax-Ottomana) önemli bir mütteiki ve uluslararası bir sorun olarak ortaya çıkan Çerkeslerin, kendilerini kültür-kimlik ekseninde ifade etmeye ve bunun
için kapsamlı bir tarih yazımına başvurdukları görülmektedir. Bu tarih anlayışının
ise ulusal-ümmetçi bir çizgide olduğu görülmektedir. Bu özelliğiyle Çerkes tarih yazımını Tanzimat Dönemi Osmanlı tarih yazımı, Çerkes tarih anlayışını da
Osmanlı-İslam tarih anlayışı çerçevesinde değerlendirmek isabetli bir yaklaşım
olacaktır. Osmanlı Çerkesleri kendileri hakkındaki önyargılı düşünce ve yaklaşımları
tashih ederek, medeni bir geçmişe sahip olduklarını ortaya koymak istemişlerdir.
Bu “medeni” ve “mükemmel” Çerkes tarihinin yazımında ise Osmanlı siyasal
iktidarının olanaklarından ve Osmanlı yazarlarının yardımlarından yararlanılma
yoluna gidilmiştir. Dolayısıyla, yazılmak istenen tarih yapıtı, Osmanlı resmi ideolojisi ile Osmanlı tarih yazımı ve tarih anlayışıyla uyumlu bir nitelikte olacaktır.
Bunların yanında böyle bir tarihin yazılması Çerkes elitinin harekete geçirilmesi
açısından da bir fırsat olarak görülmüştür. Bu da Türkiye’deki Çerkes diasporasının
ulusal uyanışına zemin ve ortam hazırlamıştır. Ancak bu uyanışın Osmanlı iktidarı
ile uyumlu ve Batı karşıtı bir hareket olduğunu tarihten biliyoruz.
80
Sultan II. Abdülhamit Dönemi’nde...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
EK
Çerkesistan Tarih-i Umûmiyesinin
Sûret-i Tanzîmine Dair Lâyihadır
Çerkesistan tarih-i umûmiyesinin tanzîmine dâir lâyihadır ki hulâsası zât-ı hazret-i
padişahiye dahi arz olunmuş ve binâen‘aleyh ma’lûmâtı seniyye-i cenâb-ı tacdârî tahtında
olarak ber-vech-i âtî program mûcebince işbu tarihin tertibine mübâşeret olunmuşdur.
Ebu’l-beşer Hazret-i Âdem aleyhisselâmın rû-yı arza bidâyet-i hübûtundan
beri benî âdem yevmen kayyûmen tenâsül ve tekâsür ve her tarafa intişâr etmiş
ve cenâb-ı hâlik-ı mennân hikmet-i baliga-i rabbâniyesi muktezâsınca her insana
ve her arz ve mevki’e muhtelif isti’dâd ve kâbiliyet ihsân buyurmuş olduğundan
bu isti’dâd ve kâbiliyeti mütehâlif arâzi ve mevâki’e intişâr eyleyen hiss idrâk ve
isti’dâdı mütehâlif insanlar beyninde nice vukû’ât-ı azîme ve acîbe vukû’a gelmiş ve
ile’l-elân gelmekde bulunmuşdur.
Her kavim ve millet eslâfının vukû’ât-ı meşhûresini mümkün mertebe
esbâb-ı mûcibesiyle zabt ve tahrîr ederek ahlâfını güzel bir muhâkeme ve ibret
tarîkini göstermişdir ki bunun diyâneten siyâseten ticâreten bedîhî olan menâi’-i
azîmesi böyle ufak bir varakada beyân ve ta’dâd olunamaz.
Esef olunur ki Çerkesler böyle bir tarîk-i istifâde ve ‘ibretden hâla
mahrûmlardır. Zîra kendi kavmiyet ve memleketleri hakkında henüz mükemmel
bir tarihe mâlik değillerdir.
Gerçi Kafkâsiya kıt’asına ve orada sâkin akvâmın ahlâk ve ef’âl ve ma’îşetine
dâir milel-i ecnebiye tarihlerinde pek çok mübâhasât mevcûd ise de ba’zı ağrâz ve
esbâb-ı mahsûsaya ve ale’l-husûs Çerkeslerin her hâline vâkıf olmamalarına mebni mübâhasât-ı mezkûrede Çerkeslerin vahşi ve gaddâr ve terbiyeye gayr-i kâbil
bulunduklarına dâir lisân-ı şedîd isti’mâl edilmiş ve bunların bu gibi neşriyâtını cerh
ü ibtâl zımnında yine milel-i ecnebiyenin ba’zı münsif ricâli tarafından müdâfa’a
yollu risâleler yazılmış ise de esâsen Çerkeslerin ahvâl-i husûsiye-i umûmiyesi her
iki tarafca dahi mechûl bulunduğundan aleyhlerinde yazılan sözler müfteriyât-ı
mahzadan ibâret bulunduğu gibi lehlerinde vâki’ olan neşriyât dahi hakîkat-i hâllerine yaklaşamamış ve kıt’a-i mezkûrede sâkin olub lisân ve ahlâk ve ahvâl ve kavmiyetce biri birine mübâyin bulunan Abaza Lezgi Çeçan Nogay Dağıstan vesâire gibi
akvâm ve kabâil-i müte’addide kisvelerinin müşâbeheti cihetiyle ecânib nazarında
umûmen Çerkes zann olunmuşdur.
Bundan birkaç asır evvel Çerkeslerin menşe’ine dâir Arabca ba’zı şeyler kaleme alınmış ise de vukûfsuzluk hasebiyle bu da ekseren indî bir tertîb-i silsileden
ibâret kalmışdır.
Meydânı müdâfa’a-i ma’kûlâneden hâlî bulan ve Çerkeslerin şâyân-ı tahsîn
ve istifâde olan ahvâl ve icra’ât ve mu’âmelât-ı umûmiyelerini âleme karşı mestûr
bulundurmak ve hattâ Çerkeslerden âmmeyi tebrîd eylemek emelinde bulunan
81
Mustafa ORAL
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
ba’zı ecnebîler şu fırsatı ganîmet add ederek hiçbir hakk ve ma’lûmât-ı sahîheye
müstenid olmayan neşriyât-ı kazibelerine devâm ve ihtimâm etmeleriyle Çerkeslerin
aleyhindeki ikr-i husûmet ve ini’âli hemen umûmileştirmeye ve hattâ düvel-i fehîme
vükelâsının izahâtına varıncaya kadar birleşdirmeğe muvaffak olmuş olduklarından
saltanat-ı seniyyenin himemât-ı âliye-i bî-kes-i nevâzîsi sayesinde otuz seneden
beri Rumili’nde iskân edilmiş olan Çerkeslerin oradan ihrâcıyla kıt’a-i mezkûreye
bir daha Çerkes idhâl ve iskân etdirilmemesi beynü’d-düvel taht-ı karara alunub
muhârebe-i âhire netîcesi olan Berlin mu’ahedesine derc olunmuş ve bu sûretle
şimdiye kadar hiçbir kavim hakkında revâ görülmeyen bir mücâzâtla Çerkesler
mahkûm ve teşhîr edilmişdir.
Neşriyât-ı kâzibe-i gaddârânenin bu derece ilerlemesi aleyhinde söz söylenilen sâ’ir milelin müdâfa’ası misullû Çerkesler tarafından bir müdâfa’a-i muktedirâne-i muhıkâne ve Çerkesistanın her ahvâlini hakkiyle bildirir neşriyât-ı müstakimâne ile mukâbele ve müdâfa’aya himmet eden olmamasından neş’et etmişdir.
Binâen’aleyh haza delâ’il-i kat’iyye ile şu isnâdât ve müfteriyât-ı vâkı’anın
külliyen redd ve ibtâline ve Çerkesistanın her mevâki’ ve arâzisine ve Çerkeslerin
menşe’ ve âdât ve ahlâk ve edebiyât ve ef’âl ve mu’âşeret ve mu’âmelat-ı câhiliyye ve şer’iyye ve vukû’ât-ı harbiyelerine dâir mükemmel bir Çerkesistan tarih-i
umûmiyesinin tertîbi ve neşrine nihâyet derecede sarf-ı himmet eylemek bugün
ale’l-umûm ricâl-i Çerâkiseye farz olmuşdur.
Çünkü bugün Çerkesler aleyhinde bulunan Avrupa efkâr-ı umûmiyesinin
Çerkesler lehinde bi-hakkın ta’dîl ve tahvîline ve an-be-an mahv ve münkariz olmakda olan kavmiyet ve ‘asabiyyet-i Çerkesiyyenin muhâfaza ve ihyâsına bu tarih
yardım edecek ve belki bir mukaddeme-i müstakile olabilecekdir.
Ma’lûmdur ki Çerkesler aleyhinde bulunanların başlıca sermâyeleri üç
madde olub birincisi Çerkeslerin insan alub satmakda olması ikincisi kendilerinin
her kavimden ziyâde hırsızlığa mübtela zann edilmesi üçüncüsü kavmiyetleri
muktezâsı olan merdlik ve şecâ’ât ve serbestlik kendülerini tabi’en serd tanıtmış
bulunmasıdır.
Çerkeslerin insan satmaları esâsen bir kâide-i mahsûsa-i şer’iyeye tâbi’ iken
nasıl çığrından çıkmış ve akvâm-ı sâireye nisbeten memleketlerinde sirkat yok derecesinde olduğu hâlde beliyye-i hicret ve zarûret ba’zı Çerkes gençlerini sirkata
ne yolda mecbûr eylemiş ve tundhû (sert huylu) olmalarına zehâb ise o zaman tasvîr olunan bir hayâlat ve evhâmdan ibâret bulunmuş olduğu berâhîn-i makbûle ile
isbât edilmekle beraber adâb-ı mu’âşeret ve usûl-i harb ve şecâ’ât ve sadakatleri
ve yendiklerine ve ecânibe sûret-i hürmet ve ri’âyetleriyle misâirperverlikleri ve
ahvâl-i husûsiye ve umûmiye-i sâ’ireleri mükemmel bir tarihde bi’l-tarâf beyân ve
ta’rîf olunabildiği hâlde Çerkeslerin her hüsn ü kubh ahvâlinin bi-hakkın muhâkemesiyle temyîzine her ‘âkîl-ı münsif muktedir ve memnûn olabilecekdir.
Sûr-i ma’rûzaya tevfîkân Çerkesistan tarih-i umûmiyesinin vücûda getirilmesi içün mü’essis mü’ellif muharrir ve mütercim olmak üzere üç sınıfın ittifâk
ve ictimâ’ ve teşrîk-i mesâ’isine ve sâniyen âtîde muharrer mevâddın mevki’-i icrâya
vaz’ıyle mûcebince hareket olunmasına lüzûm görünmektedir.
82
Sultan II. Abdülhamit Dönemi’nde...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
(Vezâif)
(Müessisler)
1- Mü’essisler tarihin vücûda gelebilmesi içün iktizâ iden paraya ta’ahhüd
ve i’tâ ve Çerkesistan ve ahâlîsinden bahis Arab Acem Türk Fransız İngiliz Alman
Rus lîsanları üzere yazılmış tevârihi celb ve mü’ellilerin tarihe âid kaleme aldıkları
müsvedâtı mü’ellilerle birlikte tedkîk ve tasdîk ve tarihin sürat-i itmâmı hakkında
mü’ellilerin vâki’ olacak sâ’ir tekâlif ve ihtârâtını derhâl kabûl ve icrâ edeceklerdir.
2- Mü’essislerin adedi mahdûd olmayub birinci maddede beyân olunan
vezâifden hissesine isâbet edeni kabûl ve icrâ edenler mü’essislik şereini ihrâz edebilecek ve mü’essislerin imzâsı ‘âlî merâtibihim tarihde bulunacakdır ve (ibn aht-i
kavm-i münhim hadîs-i şerîi medlûl-i münîince asabiyyet-i Çerkesiyyeyi kazanmış
bulunan zevât-ı kirâmın dahi bu bâbda edilecek himmetde müşterek olmaları
levâzım-ı dakîke-i şinâsîden bulunmuşdur.
3- Vezâif-i ma’rûzayı icrâ eylemek ile ihtârât ve metâlib-i lâzıme içün
mü’ellilere merci’ olmak üzere mü’essisler kendi içlerinden birini idâre müdîri intihâb edecekler ve bu müdîr i’âne içün dâhilî ve hâricî zevâta yazılacak tezâkir ve
mekâtibe mü’elliler re’is ile berâber vaz’-ı imzâ eyleyecek ve dâimâ idâre başında
bulunmak üzere mü’ellilerden birini vekîl nasb edecekdir.
4- Bu vekîl mü’elliler hey’eti re’îsine dahi mu’âvin olmakla berâber tarih
içün vukû’ bulacak i’ânâtı ve ba’dü’l-tab’ tarihin nüshâlarını i’ât-ı mevzû’ası mûcibince satub andan hâsıl olacak parayı ve tarihin tanzîmine medâr olmak üzere celb
ve cem’ olunacak tevârih ve evrâkı ve tertîb edilecek müsvedâtı hıfz eylemek ve tarihi tab’ etdirmek ve kâffe-i masârifâtı mü’ellifînin bir karar mazbatasına müsteniden
sarf etmek ve bu vâridât ve mesârifâtın ve evrâkın başka başka yevmiye kuyûdâtını
muntazaman tutmak ve tarihin mahal-i te’lîi olmak üzere bir hâne isticâriyle
levâzımât-ı kırtâsiye ve sâireyi istihzâr etmek vezâiiyle mükellef olacak ve kendisi
kefâlete merbût ve mü’ellif hey’etince tensîb edilecek mikdâr-ı ma’aşla muvazzaf
bulunacakdır.
(Müelliler)
5- Mü’elliler tarihin te’lîi içün iktizâ’ eden kâffe-i masârif ve tedâbir ve
tertîbâtı ve lüzûm görünen tevârihi ve mütercim ve ketebeyi ve istihsâl-ı ma’lûmât
içün Çerkeslerin erbâb-ı ma’lûmâtdan bulunan ihtiyârlarını mü’essislerden taleb edecek ve elsine-i mütenevvi’a tarihlerinin Çerkeslere dâir fıkrâtından lüzûm
gördüklerini mütercimlere tercüme etdirecek ve ihtiyârlardan istihsâl-i ma’lûmât
edüb o ma’lûmâtı ahvâl-i tabi’iyye ve müstahberât-ı sâ’ire ile muvâzene ve mukâyeseden sonra her husûsun mukarin-i ‘akl u hikmet ve sıhhat olduğu sâbit olan cihetini tarihe derc edilmek üzere gayet sâde ve selîs Türkçe olarak tesvîd edecek
ve bu müsvedâtı ayda bir kere mü’essisler ile bi’l-ictimâ’ kıra’at edüb mütteikân
veya ekseriyet ârâ ile kabûl ve imzâ’ olundukdan sonra hasbe’t-tertîb tarihin hangi
kısım ve fasl ve nev’ine âid ise oraya derc etdirecek ve ba’de’l-hitâm tarihin hey’et-i
mecmû’ası dahi mü’essisîn ile berâber tekmîlen kıra’ât ve mütteikân veya ekseriyet-i ârâ ile kabûl ve imzâ olundukdan sonra tab’ına mübâşeret etdirecekdir.
83
Mustafa ORAL
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
6- Müellif hey’eti kendi içlerinden birini re’îs intihâb edecekler ve o re’îsin
ta’yîn ve da’vet edeceği gün ve sa’atde ictimâ’ ve vakt-i mu’ayyen zarfında tarihe
âid umûr ile iştigâl eyleyeceklerdir.
7- Reîs müellif heyetince tensîb edilecek mikdâr-ı maâşla muvazzaf olub
dördüncü madde mûcebince mu’âvini bulunan mü’essisîn-i müdîr vekîli ile bi’lmünâvebe her gün riyâset odasına devâm ve vakt-i mu’ayyene kadar tarihe âid
umûr ile iştigâl edecek ve tarih müsvedâtını nazar-ı mütâla’a ve tashîhden geçürecek ve mütercim ve muharrirlerin vezâiini hüsn-i îfâ eylemelerine nezâret eyleyecek ve umûr-ı mevkûlelerine tarihin hitâmına değin hüsn-i devâm ve ihtimâm
ve sür’at-i itmâmına medâr olmak üzere re’îs ve mu’âvinden başka mü’ellilerden
üç zât daha münâsib ma’âş ile muvazzaf olacakdır.
8- Müellilerin adedi mahdûd olmayub beşinci maddede muharrir
vezâifden hissesine isâbet edeni kabûl ve icrâ edenler mü’ellilik şereini ihrâz edebilecek ve mü’ellilerin imzâsı ‘âlî merâtibihim tarihde bulunacak ise de mü’essisîn
ve mü’ellifînden hasbü’l-îcâb Dersa’âdet’de bulunmayanlara intizâren tarihin hiçbir
mu’âmelesi te’hîr etmeyecekdir.
(Muharrirler ve Mütercimler)
9- Re’îs ve mu’âvini tarafından gösterilecek fıkrât-ı tarihiyeyi tercüme ve
tarihe âid her nev’i müsvedâtı tebyîz ve sâ’ir tarihe ‘âid alacakları evâmiri hüsn-i îfâ
eylemek ve biri veya ikisi lâzım gelen elsine-i ecnebiyeye vâkıf bulunub mütercimlik vazîfesini dahi îfâ etmek üzere altı muharrir ve mütercim istihdâm olunacak ve
bunlar hey’et-i mü’ellife cânibinden intihâb edilecek ve bunlara hey’et-i mü’ellife
tarafından tensîb edilecek mikdâr-ı ma’âş verilecek ve mütercimler her gün işleri
başında bulunacağı gibi mübeyyizler dahi vakt-i mu’ayyende dâire-ye devâm edecekler
ve bunlardan başka fahrî olmak üzere işe yarar mütercim ve mübeyyiz bulunduğu
hâlde istihdâm edilecek ve kendülerinden re’îsin intihâb ve tensîb edeceği zevâtın
imzâsı tarihde bulunabilecekdir.
10- Ne kadar mesârif ile bu tarihin vücûda gelebileceği şimdiden ta’yîn olunamaz ise de hemen işe başlamak içün külliyatluca bir paranın lüzûm-ı kat’iyesi
tahakkuk eylediğinden müessisîn bir tarafdan kendi beynlerinde vesâ’ir münâsib
görecekleri zevâtdan i’âne toplamağa devâm etmeleriyle berâber devâm ve te’mîn-i
maksada kifâyet edecek kadar para şimdi topdan emîn bir bankaya teslim edecekler
ve mü’elliler derhâl işe başlayub şehrî sarfı lâzım gelen para hakkında hey’et-i
mü’ellife cânibinden yapılacak mazbata üzerine Dersa’âdet’de bulunan mü’essisîn
ve mü’ellifîn tarafından mütteikân veya ekseriyet-i ârâ ile imzâsı kabûl olunacak zât
imzâ’ verüb mazbatada muharrirü’l-mikdâr para bankadan alınarak mevâdd-ı muharrire mucibince hey’et-i mü’ellife tarafından sarf olunacak ve bu imzâya me’zûn
zâtın gıyâbında anın vekîli imzâsıyla bir minvâl-i sâbık bankadan para alınacak ve para
banka yedinde kaldıkca fâ’iz yürüdülmesi husûsî iltizâm edilecek ve mesârif-i vâkı’âyı
ayda bir kere tedkîk ve teftîş eylemek husûsunda mü’essisîn muhayyer bulunacaklar ise de münferiden bu işi icrâ buyurmaları su’ûbetli olacağından bu tedkîkâtı
içlerinden emîn oldukları bir veya iki ve üç zâta îfâ etdireceklerdir.
84
Sultan II. Abdülhamit Dönemi’nde...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
11- Ba’dü’l-hitâm tarihin satılmasından hâsıl olacak paranın nısf-ı i’ânenin
derecesine nisbetle mü’essislerle ve nısf-ı diğeri iktidar ve mesaiye nisbetle müellilerle muharrirlerden tensîb olunacaklara âid olduğundan nef’-i umûma âid bir
cihete sarf edeceklerdir.
(Çerkesistan Tarih-i Umûmiyesinin Sûret-i Tanzîmine Dâir Hülâsadır)
12- Tanzîm olunacak tarihin nâmı (Çerkesistan Tarih-i Umûmiyesi)
olub elsine-i ecnebiye üzere yazılmış olan her tarih tetebbû’ ve tahkîk ve Çerkes
ihtiyârlarının ma’lûmât ve ifâdât-ı şifâhiyeleri istima’ edilerek destres olunabilecek ma’lûmât-ı sahîhaye nazaran Kâfkâsya kıt’âsının kaffe-i mevâki’ ve hudûd ve
arâzisinden ve Çerkeslerin menşe-i hakîkîsinden bed’an ile bin üç yüz sene-i hicriyesi muharremine kadar getürelecekdir.
13- Bu tarih her biri lüzûmu kadar füsûl ü envâ’ı şâmil olmak üzere üç kısım
üzerine tertîb olunacakdır.
14- Birinci kısımda Kâfkasya kıt’asının coğrafyasıyla Çerkeslerin ibtidâ
Çerkesistâna nereden ve ne vechile gelüb ne sûretle tavattun eyledikleri ve ol vakit
köleye mâlik olub olmadıkları ve mâlik idiler ise kölelerine ne vechile mu’âmele
eyledikleri ve ol vakit insan satub satmadıkları ve zemân-ı câhiliyedeki sâ’ir idâre-i
umûmiyeleriyle andan sonra İslâmiyetlerine kadar ne sûretle yaşadıkları ve usûl-i
harbleri ve i’tikâdları ve ol vakit oralarda esir sirkat olup olmadığı ve usûl-i münâkehe ve izdivac ve edebiyât ve mu’aşeretleri ve sâir ahvâl-i husûsiye ve umûmiyeleri
lüzûmu kadar füsûl ü envâ’-ı münkasim olarak irâ’e edilecekdir.
15- İkincisinde ibtidâ İslâmiyet’in Çerkesistâna ne vâsıta ve sûretle dahil ve
intişâr eylediği ve bu esnâda ne gibi vekâyi’e tesâdüf olunduğu ve İslâmiyetden sonra Çerkesistânda kaç dürlü usûl-i idâre göründüğü ve kabâilin müte’addid nâm ve
unvâna sûret ve sebeb-i inkısâmıyla cihet-i idârenin derece-i tefâvütü ve sûret-i ekl ü
şürbleri ve usûl ü vukû’ât-ı harbiyeleri ve usûl-i münâkehât ve izdivâc ve edebiyât ve
mübâşeretleri ve sirkatın derecesiyle sârikler hakkında ne mu’âmele cârî olduğu ve
hukûk-ı umûmiye ve husûsiyenin ne sûretle muhâfaza edilmekde idüğü da’âvînin
ne vechile fasl ü rü’yet olunduğu ve o asırlarda kölelerine ne vechile mu’âmele eyledikleri ve kan gütmek mes’elesinin sûret-i esbâbı ve insan satmak husûsunun ne sûret
ve esbâba binâ-i tevsi’ eylediği ve hangi tarihde İstanbul’a insan satmağa başladıkları
ve buna en evvel kimin sebeb olduğu ve kölelerine vâki’ olan mu’amelelerinin şer’î-i
şerîfe muvâfık olub olmadığı ve Kırım Muhârebesinden Çerkeslerin siyâseten istifâde
edememelerinin esbâbı ve ahvâl-i husûsiye ve umûmiye-i sâ’ireleri kezâlik lüzûmu
kadar füsûl ve envâ’-ı münkasım olarak gösterilecekdir.
16- Üçüncüsünde hicrete sebebiyet veren ahvâl ile ne vechile hicret
olunduğu ve esnâ-yı hicretde tesâdüf olunan ahvâl-i mu’âmelat ve hicretden maksad
ne olduğu ve hicretden sonra görülen mu’âmelat ve burada Çerkeslerde sirkatın
çoğalmasına sebeb olan ahvâl ve Çerkeslerin ötekine berikine serd tanılmalarının
esbâbı ve muhârebe-i âhire nihâyetine kadar Çerkeslere ecânibin eylediği müfteriyât ve istinâdâtla bundan maksadları ne olduğu ve bir daha avdet edememek üzere
Rûmili’nden hicret etdirilmelerinin esbâbı beyân olunacak ve her kısm ve fasl ve
nev’i tevârih-i atîkanın delâil-i makbûleye müstenid bulunan ibârâtına ve yahud
85
Mustafa ORAL
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
kavânîn-i tabi’iyyeye ve ihbârât-ı ma’kûleye ve’l-hâsıl berâhîn-i muhîta-i mukni’aya
müstenid olacakdır.
17- Herkesin bu uğurda vukû’a gelen i’âne mesâ’îsi muhabbet-i milliyesi
içün güzel mizân mikyâs olacağından tarihin hâtimesinde bir cedvel-i mahsûs tanzîm ve tertîb edilerek himmât-ı vâkı’a ‘alü’s-sâmî tahrîr ve teşrîh edilecekdir.
18- Onuncu madde mûcibince Dersa’âdet’de mevcûd mü’essisîn ve
mü’ellifîn cânibinden ladü’l-istişâre devletlû übhetlû Hayreddîn Paşa hazretlerinin
imzâsı ma’ü’l-iftihâr kabûl olunmuş olduğundan muvâfakat-ı fehîmâneleri ricâ
edileceği gibi mü’ellifîn-i silkine sa’âdetlû Ahmed Midhat Efendi Hazretleri dâhil
olmuş ve üçüncü madde mûcibince idâre-i müdîriyete tüfengî-i cenâb-ı şehriyârî
mîralay izzetlû Ahmed Beyefendi’nin ve altıncı madde mûcibince mü’elliler hey’eti
riyâsetine umûm muhâcirîn müfettişliği başkâtibi izzetlû Râşid Bey’in intihâbı
ve dördüncü madde mûcibince idâre müdüriyeti vekâletiyle mü’ellifîn riyâseti
mu’âvenetine dahi Kosova vilâyeti a’şâr nâzır-ı sâbıkı izzetlû Hurşîd Efendi’nin
nasbı tensîb edilmişdir.
(Hâtime)
İşte bu lâyiha nüsh-i müte’addide olarak ikişer nüsha tab’ ve tevzî’
edildiğinden ahkâm-ı mündericesi mü’essis ve mü’ellif ve muharrir olacaklar
tarafından mazhar-i hüsn-i kabûl ve tasvîb olur ise her zât nüshâlardan birinin
zîrinde mevkî’-i mahsûsunu temhîr buyurarak i’âde edecek ve beşinci madde
mantûkınca tarihe âid müsvedâtı tedkîk ve imzâ eylemek husûsî mü’essisîn-i kirâm
ve mü’ellifînden Dersa’âdet’de bulunub esâmîsi ayruca bir varakada yazılacak olan
zevât cânibinden icrâ buyurulacakdır. Bir de mevâdd-ı ma’rûza mûcibince hey’et-i
mü’ellife re’îsi ve mu’âvini ile mü’ellifîn ve muharrirîn-i sâireye verilmesi tensîb
edilen ma’âşât pusulası merbûten takdîm olunmuş ve bunda hasbü’l-îcâb başka
me’mûriyetleri olmasa bile bu işe devâm etmeleri lüzûmu mülâhaza edilerek mümkün mertebe geçinebilmeleri husûsu gözedilmiş olduğundan tertîb-i vâki’ tasvîb
buyurulduğu hâlde anın zîrine dahi vaz’-ı imzâ buyurulacak ve bunun kabûlü
hakkında Dersa’âdet’de bulunan mü’essisîn-i kirâmın ekseriyet ârâsı mu’teber
olacakdır.
86
Sultan II. Abdülhamit Dönemi’nde...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
KAYNAKÇA
I. Arşiv
Ank. Üni. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü (TİTE) Arşivi Kutu No:10, Gömlek N:53, Belge
No:53.
II. Kitap ve Makaleler
BALA, Mirza, “Çerkesler”, İslam Ansiklopedisi, C.III, İstanbul, Millî Eğitim Yayınları,
1977, s.s.375-385.
BAYMUR, Fuat, Tarih Öğretimi, 4. Baskı, İstanbul, Gün Basımevi, 1954.
BELL, J. S., Journal of a Residence in Circassia during the Years 1837, 1838, 1839, London,
1840.
BORJE, Adolf, Kafkasyalı Dağlı Kavimlerin Kısa Tasiri, (çev.: Murad Papşu), Ankara,
Kafkas Derneği Yayınları, 1999.
Cevdet Paşa Tarihinden Seçmeler, C.I, (düz. ve sad.: S. Irmak ve B. K. Çağlar), İstanbul,
Millî Eğitim Basımevi, 1973.
Çerkeslerin Sürgünü: 21 Mayıs 1864 (Tebliğler, Belgeler, Makaleler), Ankara, Kaskas
Derneği Yayınları, 2001.
Çerkesistan Tarih-i Umûmiyesinin Sûret-i Tanzîmine Dair Lâyihadır, İstanbul, Mahmud
Bey Matbaası, 1301, (Bu layiha Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü
kitaplığında bulunmaktadır).
EMİL, Birol, Mizancı Murad Bey Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 1979.
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, C.VII, (sad.: T. Temelkuran, N. Aktaş ve M. Çevik),
İstanbul, Üçdal Neşriyat, 1980.
GRİGORİANTZ, Alexandre, Kafkas Halkları: Tarihî ve Etnograik Bir Sentez, (çev.:
Doğan Yurdakul), İstanbul, Yeni Binyıl Yayınları, t.y.
KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi (1876-1908), C.VIII, 3. Baskı, Ankara, TTK
Yayınevi, 1988.
KÜÇÜK, Yalçın, “Çerkes”, Sırlar, İstanbul, Yazı-Görüntü-Ses (YGS) Yayınları, 2001.
LONGWORTH J. A., A Year among the Cricassians, London, 1840.
NAMİTOK, Aytek, Çerkeslerin Kökeni, 1. Kitap, (çev.: Aysel Çeviker), Ankara,
Yayınları, 2003.
87
Mustafa ORAL
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
TOKGÖZ, A.İ., Matbuat Hatıralarım, (yay. haz.: A. Kabacalı), İstanbul, İletişim
Yayınları, 1993.
TİMUR, Taner, Osmanlı Kimliği, Ankara, 4. Baskı, İmge Kitabevi Yayınları, 2002.
88
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.89-101
TÜRKÇENİN SADELEŞTİRİLMESİ TARTIŞMALARI
ETRAFINDA İBRAHİM HİLMİ ÇIĞIRAÇAN’IN
GÖRÜŞLERİ VE ‘TASFİYE-İ LİSANA MUHTAÇ MIYIZ?’
ADLI ESERİNİN ÇEVİRİYAZISI
Başak OCAK*
Özet
Türk dilinin sadeleştirilmesi ikirleri Tanzimat Dönemi’nde ortaya çıkmıştır. Konu,
Meşrutiyet Dönemi’nde iyice alevlenmiştir. Terimler, imlâ, alfabe, sözlük konuları gazete ve
dergilerde sık sık yer almaya başlamıştır. Bununla beraber, sadeleşme konusundaki ikirler oldukça çeşitlilik göstermiştir. İbrahim Hilmi Çığıraçan, konu ile ilgili görüşlerini Tasiye-i Lisana Muhtaç mıyız? adlı eserinde toplamıştır. Bu çalışma, Çığıraçan’ın görüşlerinin
değerlendirilmesine ve kitabının çeviriyazısına ilişkindir.
Anahtar Kelimeler: İbrahim Hilmi Çığıraçan, Türkçenin Sadeleştirilmesi.
İBRAHİM HİLMİ ÇIĞIRAÇAN’S IDEAS ABOUT THE DISCUSSION OF THE PURIFICATION OF THE TURKISH AND THE TRANSCRIPTION OF HIS BOOK WHICH
NAME IS ARE WE NEEDY FOR THE PURIFICATION OF THE LANGUAGE?
Abstract
The ideas of the puriication of Turkish language appeared during the period of
the Tanzimat. This subject fairly warmed up during the period of the Constitutional Government. The issues of the terms, dictation, alphabet, dictionary very often occured in the
newspapers and journals. However, the ideas about the puriication displayed a great deal of
variety. İbrahim Hilmi Çığıraçan, gathered his opinion about this subject in his book which
called Are We Needy For The Puriication Of The Language?. This essay is about evaluation
of Çığıraçan’s opinions and transcription of his book.
Key Words: İbrahim Hilmi Çığıraçan, Puriication of the Turkish.
*
Dr.; DEÜ. Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü (basak.ocak@deu.edu.tr).
89
Başak OCAK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Giriş
Tüccarzâde İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın, II. Meşrutiyet Dönemi’nde kaleme
aldığı eserlerinin arasından çeviriyazısını sunacak olduğumuz 1327 (1911) yılında
basılan Tasiye-i Lisana Muhtaç mıyız?1 adındaki 16 sayfalık bu kitapçık, Türk Dili
konusunun hararetle tartışıldığı ve gazete sütunlarında konunun sıkça yer aldığı bir
dönemde yayınlanmıştır.
Dil konusundaki görüşlerinden anlaşılacağı üzere İbrahim Hilmi, Türkçenin
halkın anlayacağı biçimde yalın olarak kullanılmasından yanadır. Hatta bir editör
olarak bunun önemine değinirken okuyucuların sade bir Türkçe ile yazılmış eserlere olan ilgisine atıfta bulunmuştur. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, Mehmet Emin
Yurdakul’un eserlerinin çok sevilerek okunmasını, bu yazarların Türkçeyi halkın
anlayabileceği bir sadelikte kullanmasına bağlamıştır. Kitabında, bir milletin
varlığını sürdürebilmesinin dile bağlı olduğu; Türkçenin öğrenimindeki güçlüklerin
kaldırılması; Türk Dili’nin siyasi bir araç olarak kullanılabileceği; tamamen Arapça
ve Farsça kelimelerden vazgeçilemeyeceği; yabancı kelimelerin Türk Dili’ne uyarlanarak kullanılabileceği; dilin mutlaka sadeleştirilerek Arapça ile Farsçaya karşı
bağımsızlığını kazanması gerektiği konularını işlemiştir. Yine dil konusuna, bu
küçük eserinden iki yıl kadar sonra 1329 (1913) yılında yayınladığı Türkiye Uyan adlı
eserinin 98-102 sayfaları arasında ‘Lisanımız’ adı altında tekrar değinecek ve dilin
sadeleşmesi gerektiğinin altını çizecektir. Hatta bu kez gerekirse harlerin değişmesi
gereğini vurgulayarak gençlerden beklentisini şu sözlerle ortaya koyacaktır:
“Gençlerimiz lisanımızı büsbütün ıslaha sarf-ı gayret etmeli, sadeliği esas ittihâz
eylemeli, lisanımızı sınıf-ı avama da öğretmeyi, anâsır-ı saireye de belletmeyi düşünmeli,
hele teshil-i tahsil ve tahrîr için hurûfâtı değiştirmeyi bile göze almalıdır. Herhalde millet,
lisan ve edebiyatta büyük bir inkılâba muhtaçtır.”2
Bu çeviriyazıda, hiçbir sadeleştirilme yapılmamış ve metne tamamen sadık
kalınmıştır. Gerekli görülen açıklamalar ‘hazırlayanın notu (h.n.)’ işareti ile metin
içinde değil, dipnotlarda belirtilmiştir.
İbrahim Hilmi Çığıraçan Kimdir?
Çığıraçan, 1879 yılında Tuna boyunda bir Romanya kenti olan Tulcea
(Tulça)’da doğmuştur. Aslen Kazanlı olup Romanya muhacirlerindendir. 1883
yılında İstanbul’da Sarıgüzel’e yerleşen fakir bir ailenin çocuğudur. Ekonomik
sıkıntılar nedeni ile Ticaret okulunun üçüncü sınıfında iken okuldan ayrılmak zorunda kalır. Yayıncılık hayatına, 1895 yılında İkdam gazetesinde mürettip (dizgici)
olarak atılır. Hayalini kurduğu kitapçılık mesleğine, biriktirdiği beş Osmanlı altını
ile 21 Ocak 1896’da Babıâli’de, Kitaphâne-i İslam adında açtığı kitapçı dükkânı
ile başlar. Kısa bir süre sonra kitabevinin adını Kitaphâne-i İslam ve Askerî’ye
dönüştürerek on beş yıl kadar sürdürecek olduğu askerî kitap yayıncılığına girişir.
1
2
Tüccarzâde İbrahim Hilmi, Tasiye-i Lisana Muhtaç mıyız?-Türkçenin Sadeleştirilmesi-, Matbaa-i
Hayriye. İstanbul, 1327.
Tüccarzâde İbrahim Hilmi, Türkiye Uyan, Dersaadet, 1329, Kitaphâne-i İntibâh, Adet: 13, s.s.101-102.
90
Türkçe’nin Sadeleştirilmesi Tartışmaları...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Hilmi Bey, Babıâli’yi adeta tekeline alan Ermeni ve İranlı yayıncıların
arasındaki ilk Türk yayıncılarındandır. İlkeli bir yayın politikasına sahip olması ve
türlü zorluklara rağmen mesleğini, ölüm tarihi olan 12 Haziran 1963’e dek sürdürebilmesi açısından da ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Türk yayın dünyasına askerî,
ilmi, siyasi, tarihi, edebi, kısmen dinî eserler kazandırmakla beraber, okul kitapları
yayıncılığı ile de büyük katkılarda bulunmuştur. Yayınladığı kitapların arasında,
kendisinin yazdığı ya da derlediği pek çok eser vardır. Özellikle II. Meşrutiyet
Dönemi’nde yazdığı Osmanlı Devleti’ni askerî, idari, siyasi, sosyal ve ekonomik
yönlerden eleştiren kitapları dikkat çekicidir. Bu kitaplarında, Osmanlı Devleti ve
milletinin içinde bulunduğu sorunları saptamaya ve bu sorunların sona erdirilmesi
konusunda çözüm önerileri üretmeye çalışmıştır3.
Dizi yayıncılığına örnek gösterilebilecek Kitaphâne-i İntibâh (1328-1330),
Millet Kitaphânesi (1325-1330), Balkan Harbi Külliyâtı (1330-1332) başlığı altında
yayınladığı kitaplar ise yayın dünyasının zenginleşmesine önemli ölçüde hizmet
etmişlerdir.
Hilmi Bey’in süreli yayın alanında da çalışmaları vardır. 1908’de Millet adlı
günlük bir gazete, Boşboğaz İle Güllabi adında bir mizah dergisi, 1912’de Ordu ve
Donanma adında askerî bir mecmua yayınlamıştır.
Yakın dostu Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın tüm kitaplarını yayınlayan ve Ahmet
Reik Altınay’ı bir tarihçi kimliği ile tanıtan Hilmi Bey’dir. Altınay, meşhur eseri Büyük Tarih-i Umumi’yi Hilmi Bey’in Avrupa’dan getirttiği kitaplarla ve onun
teşviki ile yazmıştır4. Yayıncılığın yanı sıra siyasetle de ilgilenmiştir. Cumhuriyet
Halk Partisi’nin İstanbul-Yeşilköy Halkevi Başkanlığı’nı üstlenmiş ve burada
yaptığı konuşmalarda Atatürk ve O’nun kurduğu cumhuriyete bağlılığını sık sık
dile getirmiştir.
Mesleğinin 50. yıldönümü, Türk Editörler Derneği tarafından verilen bir
yemekle, görkemli bir şekilde kutlanan bu emektar yayıncı, ne yazık ki ekonomik
sıkıntılar içerisinde hayata veda etmiştir. 1920’lerden ölümüne dek İstanbul’un
Yeşilköy semtinde yaşayan Hilmi Bey hiç evlenmemiş ve çocuk sahibi olmamıştır.
Ölümün ardından kitabevi de ardında bıraktığı başarı dolu geçmişi ile Babıâli
Caddesi’nin tarihine gömülmüştür5.
3
4
5
Bu konu hakkında; Zavallı Millet, Milletin Hataları, Milletin Kusurları adlarını taşıyan eserlerinin
transkripti için bkz: Osmanlı Devleti’nin Çöküş Nedenleri Tüccarzâde İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın Kaleminden, (yay. haz.: Başak Ocak), İstanbul, 2010, Libra Kitapçılık ve Yayıncılık, Tarih Dizisi: 9.
Başak Ocak, “Ahmet Reik Altınay’ın Büyük Tarih-i Umumi’sinin Yayın Öyküsü ve İbrahim
Hilmi Çığıraçan’ın Tarih Anlayışı”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, C. III, S. 9-10, İzmir
2000, s.s.187-189.
Çığıraçan hakkında bkz: Başak Ocak, Tüccarzâde İbrahim Hilmi Çığıraçan Bir Yayıncının Portresi,
Müteferrika Yayınları, İstanbul, 2003. Bu kitap, 1999 yılında tamamladığım doktora çalışmasıdır.
91
Başak OCAK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
TASFİYE-İ LİSANA MUHTAÇ MIYIZ?
-TÜRKÇENİN SADELEŞTİRİLMESİ-
MUHARRİRİ:
TÜCCARZÂDE İBRAHİM HİLMİ
Kitaphâne-i İslam-Askerî
46 -Babıâli Caddesi- 46
1327
92
Türkçe’nin Sadeleştirilmesi Tartışmaları...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
93
Başak OCAK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
TASFİYE-İ LİSANA MUHTAÇ MIYIZ?
Birkaç gündür evrak-ı havadiste tasiye-i lisan bahsi sık sık görünmeye
başladı. Gitgide meselenin pek ziyade alevleneceği anlaşılıyor. Ümit ederiz ki bu
defa mesele ciddileşerek şu lisan kargaşalığına bir nihayet verilsin. Yoksa lisanımız,
hurûfâtımız bilâ-tadîl ve ıslah haliyle kalacak olursa terakkimiz pek ağır yürüyecek.
Hâlbuki biz, şimdiye kadar pek çok işte geri kaldığımız için çalışmaya, bir Amerikalı
gibi yorulmak bilmez bir azim ile çalışmaya muhtacız. Bugün en büyük noksanımız
maariftir. Uğradığımız bütün felaketler, çektiğimiz bütün sıkıntılar hep maarifsizlikten, cehaletin ilme galebesindendir. Maariimizi en ücra köylere kadar neşre ve
bu suretle mevkimizi temine borçluyuz. Hâlbuki lisan-ı hazırla maarii öyle birkaç
senede değil birkaç asırda bile zor tamim edebiliriz. Kim ne derse desin, bugünkü
Osmanlı lisanı elsine-i saireye nazaran -bir iki şark lisanı müstesna- en gücüdür.
Küre-i arzda söylenilişi başka, yazılışı yine başka Türkçeden gayrı bir lisan yoktur.
Konuşulması gayet kolay ve latif olan Türkçemizin tahrîren ifadesi o nispette güçtür.
Lisan-ı Osmanîyi hakkıyla öğrenmek ve okunulan âsârın mevzuunu tamamıyla anlamak için seneler ister. Elsine-i sairenin hiçbirinde bu müşkülât yoktur. Birer sene
Fransızcaya, Almanca ve İngilizceye çalışınız. Hügo’nun6, Musse’nin7, Lamartin’in8,
Göte9 ve Şiller’in10, Bayron11 ve Tenison’un12 bütün manzumelerini az çok anlarsınız.
Beş sene Türkçeye çalışınız. Neiler, Nedimler geri dursun Hamitlerin, Cenapların,
Fikretlerin bile şiirlerini anlamakta zorluk çekersiniz.
*
*
*
Vaktiyle Macaristan Ticaret Müzesi’nde ilm-i elsineye meraklı ve Budapeşte
Darülfünûnu’ndan mezun gayet çalışkan ve fâzıl bir zat ile arkadaş olmuştum.
Bu Macar yedi sene çalışmak suretiyle lisan-ı Osmaniyeyi epeyce kuvvetli olarak
öğrenmişti. Arabî ve Farisîyi de ayrıca tahsil etmişti. Bana söz arasında ekseriya,
İtalyancayı, Rumcayı birer senede elde ettim. Fakat lisanınız öyle bir iki senede
değil, on senede bile zor öğreniliyor diyordu. Ve âsâr-ı ahire-i edebiyemizi lisan-ı
mâder-zâdına nakleylemeye çalışıyordu. Kaç defa, âsâr-ı edebiyenizin bahusus
manzumelerinizin ekserisi bir yığın elfâzdan, kümeden başka bir şey değil, lisanıma
nakledecek, manzumeye can verecek bir ikir yok. Koca bir kaside üç dört satırla tercüme olunabiliyor. Anladığıma göre şairleriniz hissiyât ve efkârın tercümanı değil,
ihtişam-ı elfâzın esiridirler diyordu ve ben de kendisine hak veriyordum. Hakikaten
bütün âsârımızı o fazla terkiplerden, teşbihlerden, tezyînât-ı lafziyeden ayıklayınız
ortada iskelet namına bir şey göremezsiniz. Bu, adeta giyindirilip kuşatılmış, içi boş
suni çocuk bebeklerine benzer.
6
7
8
9
10
11
12
Victor Hugo. h.n.
Alfred Musset. h.n.
Alphonse de Lamartine. h.n.
Johann Wolfgang von Goethe. h.n.
Johann Christoph Friedrick Schiller. h.n.
George Gordon Byron. h.n.
Alfred Tennyson. h.n.
94
Türkçe’nin Sadeleştirilmesi Tartışmaları...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
*
*
*
İstikbal için yetişecekler acaba lisanını öğrenmek için beş on sene çalışmaya
vakit bulabilecekler mi? Evvelce temin-i maîşet nispeten kolaydı. Bab-ı hükümet
karnımızı doyuruyor, istikbalimizi az çok temin eyliyordu. Bir Osmanlı garplılarla
pek az temasta bulunuyor, garbın hayat-ı faâlâne ve medeniyesine pek az karışıyor,
mensup olduğu hükümetin beka-yı mevcudiyetini düşünemiyor, hükümet ise kendine tâbi akvâm-ı muhtelifeye bile lisanını öğretmek, kendini tanıtmak istemiyordu.
Böyle bir idare-i hükümette insan13 istediği gibi harekete, ister ise lisanının tahsili
için on sene bile uğraşmaya vakti var idi.
Maîşet dar ve basit, hayat oldukça ibtidâî idi. Fakat şimdi öyle mi?
Evvela, hükümet kapıları kapanıyor. Derd-i maîşet artıyor, her Osmanlı, her
Avrupalı gibi mücâdelât ve mübârezet-i hayatiyeye atılıyor. Mukaddema vaktini
öldürmek için ömrünü avare geçirmeye çalışıyor, zevk ve safâsını düşünüyordu.
Şimdi ise vakti nakit tanımaya mecbur. Yüzlerce rakip arasında temin-i maîşet eyleyecek. Evvelce öğrendiği yalan yanlış Türkçesi kendisine kâi idi. Şimdi ise, elsine-i
ecnebiyeden bir ikisini öğrenmeye, Avrupa âdât ve muâşeretini bilmeye, ulûm ve
fünûn-i cedîdeye vukuf peyda etmeye, şuûnât-ı yevmiyeyi takip etmeye her hususta atik ve faal bulunmaya muhtaç. Yarın memlekette azim bir hayat-ı sınaiye ve
ticariye de başlayacak. Bu kadar tebeddülât ve ihtiyâcâta maruz bir Osmanlı lisan-ı
mâder-zâdını öğrenmek için öyle senelerini heba edebilir mi?
Bugün lisanımızı yalnız Türk unsuru değil, anâsır-ı saire de öğrenmeye mecbur. Hâlbuki lügat-ı menûsesi gayr-i mahdûd, elfâz-ı Arabiye ve Farisiye ile yapılan
terâkib ve cümel-i ucûbenümâsı her eserinde meşhûd bir lisanı nasıl öğrenecekler?...
Bugünkü lisan-ı Türkî yalnız Osmanlılara ait değildir. Kafkasya hududundan, Kırım Yarımadası’ndan, ta Orenburg, Kazan vilayetlerini dolaşarak Sibirya’ya
kadar uzanıyor. Rusya’da inkılab-ı ahiri müteâkıb ahali-yi müslime taharrî-i ulûm
ve fünûn için hemen lisanımıza müracaat etti. İstanbul’dan pek çok kitap getirtti.
Yarın İran, Afganistan, Hindistan, Mısır, Tunus ve Cezayir hatta Fas ve Cava bile
bu kitapları çekmeye, makam-ı hilafetle tevsi-i münasebât eylemeye, âsâr-ı Osmaniyeden istifadeler taharrî etmeye çalışacaktır.
*
*
*
Senelerce İstanbul’da oturup da Osmanlılarla peyda-yı münasebât ve memleketimizde temin-i maîşet eyleyen ve fakat bir türlü lisanımızı öğrenemeyen ecânib
de Osmanlıcayı öğrenmeye mecbur kalacaklardır. Ecânibin ekserisi burada az müddet zarfında Rumcayı öğreniyorlar, fakat Türkçeyi bir türlü tahsil edemiyorlar.
Ekserisi büyük büyük mevkiler ihraz eden ecânibden kaç kişi Türkçeyi öğrenmek
13
‘insanın’ olmalı. h.n.
95
Başak OCAK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
arzusuna düştüler, tahsile de başladılar. Fakat gördükleri o suûbet, o beyhude
müşkülât pek çabuk kesr-i heveslerine bâdi oldu. Gözlerini yıldıran hep o Arabî ve
Farisî kelimelerle terkipler idi.
Lisanımızın bu güçlüğü değil midir ki nice âteşîn zekâlar düşündüklerini
tahrîren ifadeye muktedir olamadıklarından sönüp gitmişlerdir. Yine o Arabî ve
Farisî kelimelerin suiistimali değil midir ki lisanımızı, lisan-ı kadîm-i Osmanîyi bir
muammaya döndürmüş, efkâr-ı bakirâne ve ahrârâneyi taht-ı tazyikine alarak ruh-i
maânîyi ezmiş ve lisanımızı içi boş üstü altın kaplama evâniye benzetmiştir.
Altı yüz senelik bir hükümet içinde âsârı mergub ve lisan-ı gayra menkul
ne gibi bir dâhi-yi edip yetişti? Bu noksanı bazıları medeniyet-i garbiyeyi iktisâbda
pek geri kaldığımıza hamlediyorlar. Bu doğru değildir. İşte Ruslar! Âsâr-ı edebiye
ve fenniyeleri ecnebî lisanlarına tercüme edilmiş bir değil, birçok üdebâ ve erbâb-ı
ikrî var. Macarların bile Petöileri14, Yokaileri15 ilah… Yirmi otuz sene evvel elsine-i
saireye tercüme edilmiştir.
Devr-i Meşrutiyet’in ikinci senesindeyiz. Acaba şimdiye kadar hissiyât-ı
milliyeyi okşar, vatan ve milliyet muhabbetlerini uyandırır, mefâhir-i tarihiyemizi,
kahramanlık ve cengâverlik hislerini tasvir eyler ne gibi eş’âr vücuda getirildi?...
Hangi şairimiz milletin hissiyâtına tercüman olabildi? Bin defa söylenilmiş aşk ve
sevda manzumelerini bin birinci defa tekrar etmekten başka ne yapıldı?
Hissiyât-ı vataniye ve milliyeyi okşar manzumeler hem sade yazılmak hem
de bu sadelik içinde en âli ikirler tasvir olunmak ister. Bu ise kolay değildir. Aşk ve
sevda manzumeleri gibi Arabî ve Farisî kelimelerle takiye edilen ve daima havassı
nazar-ı dikkate alarak manası muğlâk ve mübhem bırakılan eş’âr dururken bittabi
bu cihete o kadar yanaşılmaz.
*
*
*
Lisanımıza icap ettikçe kelimât-ı ecnebiye ithal edilmiş olsaydı yine bu derece ifrata varılmaz idi. Hâlbuki herkes arzusuna göre her istediği kelimeyi bilerek
bilmeyerek nakletmiş olduğundan lisanımız karmakarışık bir çorbaya dönmüştür.
Macar, Sırp, Bulgar hele Ulahçada Türkçeden alınma ne kadar kelimât vardır. Fakat hepsi bu kelimâtı az çok değiştirmişler, lisanlarının şive-i aslisine ve kaidesine
göre kendilerine mal etmişlerdir. Mesela Macarlar, arslan kelimesini almışlar; fakat bunu arslan suretinde değil, aheng-i lisana göre oroslan şekline sokarak kabul
eylemişlerdir. Hariçten aldığı kelimâtın aslını, kaidesini değiştirmeyerek lisanını
zenginleştirmek isteyen yegâne bir millet varsa o da biziz.
Kitap yazanların ekserisi karilerini pekiyi tanıyamazlar. Fakat bizim gibi
eser ile kari arasında vasıta olanlar bir dereceye kadar eseri ve kariyi tanıyabiliyorlar.
Kariîn, ekseriyetle âsârın açık yazılmış bulunması taraftarıdır. Çok defa kendilerine uzatılan âsârı, müelliinin muğlâk yazışından şikâyet ederek almazlar. Hele
bu fark mektep kitaplarında, hikâyelerde daha ziyade mahsustur.
14
15
Sandor Petöi. h.n.
Mor Jokai. h.n.
96
Türkçe’nin Sadeleştirilmesi Tartışmaları...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Emin Bey’in Türkçe Şiirler’ini hemen her kari sevmiştir. Hüseyin Rahmi
Bey’in romanlarını herkes lezzetle okumuştur. Evvelce tabettiğim (Muharebeye Dair
Nefer Ne Bilmelidir?16, gibi neferâta ait) kitaplar orduda büyük bir rağbete mazhar
oldu. Ekser zabitân; neferât bu kitapları seve seve okuyor yolunda kitaphâneme kaç
tane tebrik-âmîz mektup yazdı. (Hayat-ı Edebiye ve Askeriye Sahifeleri17) namıyla
neşreylediğim eseri taşralarda daha ziyade sevdiler. Bundan anlıyorum ki açık ve
Türkçe yazılmış âsâra daha ziyade rağbet var. Hissiyât-ı umumiye de bu kitapların
millî olduğuna, muğlâk yazılan âsâr ve makalâtın ise üç milletten hâsıl olmuş bir
melez mahsulü olduğuna kail…
*
*
*
Lisanımızı büsbütün Türkçe yazmak kabil değildir. Tasiye-i lisan aleyhinde bulunanların korktukları da Türkçenin gitgide Buhara şivesine döneceğine ve
geriye doğru ricat edileceğine zâhib olmalarıdır. Türklerin medeniyet-i kadîmesi
olmadığı için ne kadar olsa lisanları fakirdir. Fakat lisanın bu fakri, hiçbir vakit üç
lisandan mürekkep bir lisan-ı garibe mâlik olmaya bizi mecbur kılmaz. Lisanımızdan
Arabî ve Farisî kelimeleri tamamen atamayız. Şu kadar ki bunları tahdîd edebiliriz.
Lisanımıza göre mal etmeye, Türkçemizi sadeleştirmeye, başlı başına müstakil ve
tahsili süheyl bir lisan haline koymaya çalışırız.
*
*
*
Geçenlerde yine bir muharririmiz; noksanımız lisanımızın güçlüğünde değil;
halkımızın, köylülerimizin seviye-i ikriyelerinin pek dûn oluşundadır. Köylüler en
basit bir şeyi anlamaktan bile âcizdir diyor. Fakat bu cahil ve kaba köylünün seviye-i
ikriyesini ne ile yükselteceğiz? Maarile, lisanla değil mi? Köylünün bu cehaletine
bir de lisanın çetreilliği, müşkülâtı inzimâm ederse bunun ikrini nasıl açacağız?
Yine bu köylünün elyevm istimâl ettiği âlât-ı ziraiyenin ne kadar ibtidâî
olduğunu, usul-i ziraatin dahi ne kadar fena cereyan ettiğini hepimiz biliyoruz. Bunun ıslahı köylülerin gözünü açmakla, usul-i cedîde-i ziraata alıştırmakla mümkün
olduğunu takdir ediyoruz18. Pekâlâ, köylüye usul-i cedîdeyi ne vasıta ile öğreteceğiz?
Maarile değil mi? Yarın ziraata dair birçok kitaplar yazılıp basılacak. Eğer bunlar
şimdiye kadar yazılan ziraî makaleler gibi yalnız çiftlik sahibi birkaç beyin anlaması
için tertip edilecek ise yine maksat hâsıl olmayacaktır. Şimdiye kadar birçok ziraî
gazeteler çıktı. Hiçbiri dikiş tutturamadı. Çünkü bunların münderecâtını anlamak
için idâdîden değil, mekâtib-i âliyeden mezun olmalıdır.
*
*
16
17
18
*
Ahmet Reik Altınay’ın tercüme ettiği bu eserin ikinci baskısına ulaşabildim: Von Der Goltz, Muharebeye Dair Nefer Ne Bilmelidir?, Mütercim: Ahmet Reik, İstanbul, 1328 (2.tab), Matbaa-i Artin
Asadoryan ve Mahdumları. h.n.
Tüccarzâde İbrahim Hilmi, Hayat-ı Edebiye ve Askeriye Sahifeleri, İstanbul, 1324, Mahmud Bey
Matbaası. h.n.
‘bunun ıslahının, köylülerin gözünü açmakla, köylüleri usul-i…’ olmalı. h.n.
97
Başak OCAK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bir millet mevcudiyetini lisanıyla, lisanındaki tekâmülüyle temin eder.
Lisanını muhafaza edemeyen bir millet, milel-i sairenin mahkûmudur. Zîr-i hâkimiyetimize geçirip de asırlarca idaremiz altında tuttuğumuz ve bilâhire tedricen kesb-i
istiklaline sebep olarak kaçırdığımız akvâmı düşünür isek en büyük hatamızın
lisan yüzünden tevellüd ettiğini anlarız. Kendimiz öğrenip de anlamakta müşkülât
çektiğimiz lisanı bittabi başkalarına öğretemezdik. Lisanımızı öğrenmeyen bizi de
öğrenemez, tanıyamaz, hissiyât ve âmâlimize iştirak eyleyemezdi. Onlar lisanımızı
öğrenmedikçe kendi lisanlarını daha iyi öğrenirler, bu suretle hâtırât-ı kavmiye ve
tarihiyelerine kesb-i vukuf ederek milliyetlerini kuvvetleştirirler, tedricen nâil-i istiklal olarak bizden uzaklaşırlar. Bunun içindir ki çekilip çıktığımız memleketlerde
hiçbir iz, hiçbir eser-i millî bırakamadık. Memâlik-i meftûhamızda sakin akvâmın
dört yüz senelik âbâ ve ecdadı makabirinden çıkıp da ahfâdıyla görüşse idi hiçbir
şeyin değişmediğini, milliyetlerini tamamen muhafaza ederek kendilerine hâkim
olan milletin hissiyâtına bile zerre kadar iştirak etmediklerini görerek şaşırıp kalırlar
idi. Tuhafı, bu kavimlerden bazılarının dinlerini değiştirdiğimiz halde lisanımızı onlara öğretemeyişimizdir. Binlerce Müslüman, Boşnak, Arnavut, Kürt, Laz vesaire
Türkçeyi ne konuşurlar ve ne de yazarlar. Acaba Girit’teki ahali-yi İslamiye Türkçeyi
hakkıyla bilseydiler, Türkçe okuyup yazmayı öğrenseydiler bugünkü felaketlere
maruz kalırlar mıydı? Orada asırlarca oturduğumuz halde hem de zîr-i idaremizde
Yunanîler Girit tebaa-yı Hıristiyaniyesine Elenizm19 ikrini neşredip dururken biz
Hıristiyanlara değil acaba kaç Müslümana lisanımızı öğretebildik? Makedonya’daki
bunca kanlı facialarda Türkçemizin dahl ve tesiri yok mudur? Eğer onlara lisanımızı
öğretebilseydik, kendimizi de tanıtır, böyle bir vatan evladını boğaz boğaza getirmez idik. Bir milletin sair milletlerin amâk-ı ruhuna kadar icra-i nüfuz etmesi için
en kuvvetli vasıtası lisanıdır. Katolik papazları gözümüz önünde bütün Suriye’yi
Fransızlaştıracak derecede Fransızcayı talim edip dururken acaba biz kaç Arap’a
lisanımızı tahsil ettirebildik?
Koca Mısır’da Osmanlıcayı okuyup yazan kaç kişi vardır? Hâlbuki İngilizce
köylere kadar intişâr ediyor.
Bosna Hersek birkaç seneye kadar Alman lisanıyla tekellüm ve tahrîr edecek bir hale gelmek üzeredir.
Fransızların bugün şarkta haiz oldukları nüfuz-i manevi-yi siyasî, lisanlarına
müstenid değil midir?
Zîr-i tâbiiyetimizde bu kadar Rum, Bulgar var iken idare-i hükümete
karıştırmak için Türkçeyi okuyup yazar kaç kişi bulabildik? Fakat Bulgaristan’da
binlerce Müslüman Bulgarcayı okuyup yazıyor. Yine binlerce Rusyalı Müslüman
Lermontof, Tolstoy ve Gogolların âsârını okuyor. Rusça mektuplar, makaleler
yazıyor.
Eğer biz, anâsır-ı muhtelifeye lisanımızı talim edemez, hissiyât-ı milliyemizi
onlara telkin eyleyemez isek teşkil ettiğimiz hükümete nasıl satvet verebileceğiz?
Eğer lisan haliyle kalır; himmet olunmazsa iktitâf etmek istediğimiz meyveleri mazide olduğu gibi yine başkalarına hemcivar komşularımıza kaptırmaz mıyız?
19
Helenizm. h.n.
98
Türkçe’nin Sadeleştirilmesi Tartışmaları...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Eğer lisanın bu kadar ehemmiyeti olmasaydı memâlikimizde Fransız, Alman,
İngiliz, Amerikan, İtalyan mekteplerinin bunca fedakârlıklarla idamesine ne lüzum
vardı?
*
*
*
Lisanın tasiyesini zamana bırakmalı imiş. Zaman her şeyi tabîî olarak
halledermiş... Âlâ, o halde çalışmaya, şikâyâta, bir şeyin muhtac-ı tadîl ve ıslah
olduğunu iddiaya hacet yok. Mademki zamanı değil, her teşebbüs akimdir.
Koca Amerikalılar, iyi ki bizim gibi düşünmediniz. Bir asır içinde iktisâb
ettiğiniz bu mevki-i bülent terakkiyi zamana bıraksa idiniz tam beş asırda ihraz eyleyebilirdiniz.
Neilerden, Şinasi ve Kemallere asırlar geçtiği gibi Kemallerden de bugüne
kadar sülüs asır geçmiş, lisan-ı Türkî’nin tasiyesi için de bir asır geçecek ondan sonra lisanımızda ele alınır, yazdığı anlaşılır, okuyan da bir şey öğrenir ve âher lisana
da tercüme edilebilir kitaplar intişâr edecek… Vay halimize…
Sonuç
Bilindiği gibi, Tanzimat ile beraber başlayan dilde sadeleşme hareketleri
Meşrutiyet Devri’nde hararetlenmiştir. Agâh Sırrı Levend, bu dönemin gruplarını,
dil çerçevesinde Edebiyat-ı Cedide dilini kullananlar, Türkçeciler, Yeni Lisancılar ve
Türk dilinin gelişmesine hizmet edenler olarak dörde ayırmaktadır. İlk gruptakiler,
Arapça ve Farsça kelimeler ile tamlamaları, bileşik sıfatları sıkça kullanırlarken
Türkçeciler mümkün olduğunca yabancı kelimelere yer vermeyerek halkın
anlayabileceği bir dil kullanmayı yeğlemişlerdir20. Genç Kalemler dergisi etrafında toplanan Yeni Lisancılar, Türkçe terimlere yer verirlerken Arapça ve Farsça köklerden
terimler üretme yoluna da gitmişlerdir21. Sözü edilen son gruptakileri ise yabancı
kelimelere hatta terkiplere ara sıra yer veren; fakat Türk dilinin güzelleşmesine
hizmet eden kişiler oluşturmaktadır22.
Hilmi Bey’in dil konusundaki görüşlerinin, yukarıdaki grupların
benimsediği ikirlere bire bir uyduğu söylenemez. Türk Dili’nin siyasi bir araç
olarak kullanılabileceği ve Türkçenin öğrenimindeki güçlüklerin kaldırılması gereği
yolundaki düşüncelerinin, Türk Derneği’nin 1909 yılında çıkarmaya başladığı
Türk Derneği dergisinin başlarında yayınlanan bildiri ile arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Fikirleri, Türk Derneği etrafında toplanan ve Tasiyeciler olarak bilinen grupla yakınlık göstermektedir; ancak bu grubun içinde yer aldığı halde tam
anlamıyla tasiyeci olmayan; Arapça ve Farsça kelimelerden bütünüyle vazgeçmeyen ve konuya siyasi yönden bakanların düşüncelerinin Hilmi Bey tarafından
desteklendiği anlaşılmaktadır. Yine ikirlerinin benzeştiği diğer grup, Türkçeciler
olduğu halde, eserlerinin sadeliği ile anlaşılırlığını takdir ettiği bu grubun öncüsü
20
21
22
Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara, 1960 (2.b.), TDK Yay.,
s.s.348-350.
Levend, a.g.e., s.315.
Levend, a.g.e., s.352.
99
Başak OCAK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Mehmet Emin Yurdakul’un düşünceleriyle de tam bir uyum içerisinde değildir;
çünkü Mehmet Emin, Arapça ve Farsça kelimeleri kullanmak istemezken İbrahim
Hilmi, bu kelimeleri tamamen atmayarak sınırlamak düşüncesindedir. Edebiyat-ı
Cedidecilerin Türkçenin Osmanlıca olduğunu düşünmelerine rağmen, O, üç lisandan oluşan garip bir dile sahip olunamayacağı ve Türkçenin bağımsız bir dil olması
gerektiği ikrindedir. Bununla beraber, Hüseyin Kazım Kadri’nin, dili, Türkleri
siyaseten birleştirecek bir araç olarak görmesi ikrine katılmakta; ancak Kadri’nin
tasiyeyi hoş görmeme düşüncesi, onun ikirleriyle çelişmektedir. Ziya Gökalp’le de
bir noktada buluşmasına karşın, yine Gökalp’in de aynı tasiye karşıtlığı düşüncesi
nedeniyle ondan ayrılmaktadır.
Kesin çizgilerle herhangi bir gruba dâhil edemeyeceğimiz Hilmi Bey,
anlaşıldığı üzere her grupta kendince kabul edilebilir kimi noktalar bulmuştur.
Tasiye-i Lisana Muhtaç mıyız?’ı yazmaktaki amacı ise Türkçenin içinde bulunduğu
karmaşık durumu ortaya koymak ve bir an önce çözüme gidilmesi gereğini
vurgulamaktır.
100
Türkçe’nin Sadeleştirilmesi Tartışmaları...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
KAYNAKÇA
(Çığıraçan) Tüccarzâde İbrahim Hilmi, Hayat-ı Edebiye ve Askeriye Sahifeleri, İstanbul,
1324, Mahmud Bey Matbaası.
(Çığıraçan) Tüccarzâde İbrahim Hilmi, Tasiye-i Lisana Muhtaç mıyız?-Türkçenin
Sadeleştirilmesi-, İstanbul, 1327, Matbaa-i Hayriye.
(Çığıraçan) Tüccarzâde İbrahim Hilmi, Türkiye Uyan, Dersaadet, 1329, Kitaphâne-i
İntibâh, Adet: 13.
Goltz Von Der, Muharebeye Dair Nefer Ne Bilmelidir?, Mütercim: Ahmet Reik,
İstanbul, 1328 (2.tab), Matbaa-i Artin Asadoryan ve Mahdumları.
Levend Agâh Sırrı, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara, 1960 (2.b.),
TDK Yayınları.
Ocak, Başak, Tüccarzâde İbrahim Hilmi Çığıraçan Bir Yayıncının Portresi, İstanbul,
2003, Müteferrika Yayınları.
Ocak, Başak, “Ahmet Reik Altınay’ın Büyük Tarih-i Umumi’sinin Yayın Öyküsü
ve İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın Tarih Anlayışı”, Çağdaş Türkiye Tarihi
Araştırmaları Dergisi, C. III, S. 9-10, İzmir 2000.
Osmanlı Devleti’nin Çöküş Nedenleri Tüccarzâde İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın Kaleminden,
(yay. haz.: Başak Ocak), Libra Kitapçılık ve Yayıncılık, İstanbul, 2010, Tarih
Dizisi: 9.
101
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.103-117
HÜSEYİN CAHİT YALÇIN (1875-1957)’IN
DİL İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
Caner KERİMOĞLU*
Özet
Hüseyin Cahit Yalçın, Türk modernleşme hareketinin önemli simalarından biridir.
Bu çalışmada Hüseyin Cahit’in dil ile ilgili görüşleri üzerinde durulmuştur. İlk olarak alfabe tartışmalarındaki tutumu ele alınmış, ikinci olarak Türkçenin sadeleştirilmesi hareketi
hakkındaki görüşleri değerlendirilmiştir. Son olarak yazarın dil bilgisi yazımı ve öğretimi ile
ilgili katkılarına değinilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Hüseyin Cahit Yalçın, Dil Devrimi, Dil Bilgisi Eğitimi.
THE OPINIONS OF HÜSEYIN CAHIT YALÇIN (1875-1957)
ABOUT LANGUAGE
Abstract
Hüseyin Cahit Yalçın is one of the important personalities of the Turkish modernization movements. In this article, his opinions about language are mentioned. Firstly, his attitude in alphabet discussions is evaluated. Secondly the opinions of Hüseyin Cahit about the
puriication movements in Turkish are studied. Finally, his contributions to grammar writing
and grammar teaching are evaluated.
Key Words: Hüseyin Cahit Yalçın, Turkish Language Reform, Grammar Teaching.
*
Yard. Doç. Dr.; DEÜ, Buca Eğitim Fakültesi, Türkçe Eğitimi Anabilim Dalı,
(caner.kerimoglu@deu.edu.tr).
103
Caner KERİMOĞLU
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Giriş
Osmanlı’nın yıkılışı ve modern Türkiye’nin kuruluşu aydınların tavırlarını
göstermesi bakımından yalnızca Türkiye’deki sosyal bilimciler için değil, dünyadaki sosyal bilim incelemeleri için de önemli veriler sunar. Bu süreçte kimi
aydınlar, inandıkları “doğrunun” değişmezliğine kapılmışlar ve bu, hayatın kendi doğrularıyla çeliştiğinde büyük sıkıntılar yaşamışlardır. Bu bağlamda Hüseyin
Cahit Yalçın, ifade ettikleriyle durduğu yer arasındaki mesafe bakımından ilginç
bir örnek sunar. Modern görüşlere sahip bir değişimci portresi çizen de Hüseyin
Cahit’tir, hilafetin kaldırılması gibi önemli Cumhuriyet devrimlerine karşı çıkan da
Hüseyin Cahit’tir.
Her yeni hareket gibi Türk modernleşme hareketi de ilk olarak kendini anlatmak istemiştir. Dil bu aşamada önemli bir sorun olarak algılanmış, modernleşmenin
anlatılacağı halkın dil ile olan ilişkisi yazma ve konuşmadaki sıkıntılar göz önünde
bulundurularak giderilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda dilin sadeleştirilmesi ve alfabe değişimi ön plana çıkmıştır. Dil modernleşmesi zorunluluğunu yaratan iki araç
eğitim ve basın olmuştur. Basında dil ile ilgili görüşleriyle öne çıkan yazarlardan
biri de Hüseyin Cahit Yalçın’dır1.
Bu çalışmamızda Türkiye’nin modernleşme çabalarında ve Türk basınında
dikkate değer bir yere sahip olan Hüseyin Cahit Yalçın’ın Türkçenin yazımı ve
eğitimi ile ilgili görüşlerini “Alfabe, Türkçenin sadeleştirilmesi çalışmaları, dil bilgisi yazımı ve öğretimi” biçiminde üç başlık altında değerlendireceğiz.
1. Alfabeyle İlgili Görüşleri
Harf Devrimi, 31 Kasım 1928’de TBMM’nde yeni alfabe yasasının kabulüyle
kültür hayatına girdi. Ancak Türkiye’de yazı tartışmalarının başlangıcı, Tanzimat dönemine kadar uzanmaktadır. Bu süreçte yaşanan alfabe tartışmalarının iki temel görüş
üzerinde ilerlediği görülmektedir. İlk görüştekiler Arap alfabesi üzerinde yapılacak
yeniliklerle Türkçenin daha sağlıklı yazılıp okunmasının mümkün olacağını
düşünürken, karşı görüştekiler Arap alfabesinin tamamen bırakılıp Latin alfabesinin kabulü görüşündedirler.
Hüseyin Cahit, alfabe değişiminin savunucularından biri olarak II.
Meşrutiyet döneminden itibaren gerek konuşmalarında gerek yazılarında bir
an önce bu değişimin gerçekleştirilmesi gerektiğini ve Türkçenin bu yolla kendi
kimliğini bulacağını dile getirmiştir. Hüseyin Cahit’e göre Türkçe’nin öğrenimini
kolaylaştırmak için yapılması gereken, “hurularımızı değiştirmeksizin huruf-i
munfasıla’yı kabul etmek, hemen kabil-i icra ufak bazı tadilat icra eylemektir. Saniyen, huruf-i imlâ’yı kabul” etmektir2. Görüldüğü üzere yazar ilk olarak Arap alfabesinin Türkçeye uygun biçime getirilmesi taraftarıdır. Ancak daha sonraki yıllarda
bu görüşü değişmiş, yazar Arap alfabesinin bırakılarak yerine Latin alfabesinin
alınmasını savunan bir çizgiye gelmiştir.
1
2
Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1973, s.230.
Hüseyin Cahit Yalçın, “Tedrisat Meselesi”, Tanin, 26 Temmuz 1909, s.1.
104
Hüseyin Cahit Yalçın’ın Dil İle İlgili Görüşleri
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Arnavutların Latin alfabesini seçmeleri II. Meşrutiyet döneminde yazı
tartışmalarını alevlendirmiş, aydınların bir bölümü Arnavutları “gâvur, bölücü,
hayın” ilan etmiştir3. İktidarda bulunan İttihat ve Terakki’nin de Arnavutların bu
girişimini onaylamadığı bilinmektedir4. Arnavutlar 1860’lı yıllarda Latin yazısına
geçme çalışmalarına başlamış, ilk olarak da Osmanlı Maarif Nezareti’ne bu isteklerini kabul ettirmişlerdir. Arnavut aydınları, Arap yazısının bırakılması durumunda
imparatorluğun dağılacağı, eski eserlerin yok olacağı ve İslam’dan uzaklaşılacağı
gibi korkular taşıyan Osmanlı aydınlarına5 göre daha rahat hareket etmişler ve sonunda amaçlarına ulaşmışlardır6.
Hüseyin Cahit Yalçın Tanin gazetesinde 20 Ocak 1910 tarihinde “Arnavud
Hurufatı” başlığıyla çıkan yazısında Arap harlerinin Türklük ve Müslümanlıkla
ilgisi olmadığını, Türklerin kendi yazılarını bırakıp Arap harlerini kabul ettiğini,
zaten peygamber zamanında da bu harlerin kullanılmadığını belirttikten sonra
Arnavutların kendi gereksinimlerini karşılayacak alfabeyi seçme konusunda özgür
bırakılmaları gerektiğini, Latin alfabesini bizim de kabul etmemizin yararlı olacağını,
çünkü okuma yazmayı kolaylaştıracağını savunmuştur7. Bu yazıdan bir hafta sonra
aynı gazetede aynı başlıkla bir yazı daha yazmış, düşüncelerini yinelemiş ve bazı
okuyucu telgralarına değinmiştir8. Ancak Latin harlerini savunan Hürriyet-i Fikriye
dergisi İttihat ve Terakki yönetimince süresiz olarak kapatıldıktan ve Latin yazısı
savunucuları çeşitli baskılara maruz kalmaya başladıktan sonra Hüseyin Cahit bu
konuda çekingen bir tutum sergilemiştir9.
Hüseyin Cahit, Cumhuriyet döneminde de Latin alfabesine geçilmesi konusunda yazılar yazmış, “ümmiliğin” azaltılmasında en büyük engelin Arap harleri olduğunu ileri sürmüş, memleketi kurtaran Cumhuriyet’in Latin harlerini kabul
ederek ülkenin ilerlemesi yolunda çok büyük bir adım atmış olacağını ifade etmiştir10.
Yazar, 1924’te İzmir’de gazetecilerle yapılan bir toplantı sırasında Atatürk’e Latin
yazısına ne zaman geçileceğini sormuş, ancak Atatürk, Hüseyin Cahit’in sorusunu
iyi karşılamamıştır11. Atatürk’ün bu isteğe “Henüz bu hususta kimseye kesin bir
3
4
5
6
7
8
9
10
11
Bilâl N. Şimşir, Türk Yazı Devrimi, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1992, s.44.
II. Meşrutiyet döneminde Arnavut alfabesiyle ilgili tartışmalar için bkz: Bilgin Çelik, İttihatçılar ve
Arnavutlar, Büke Yayınları, İstanbul, 2004, s.s.273-303.
Değişimci kişiliğiyle tanınan Namık Kemâl de Latin yazısına geçilmesi konusunda tereddüt
yaşamış, İslam kültüründen uzaklaşılacağı endişesiyle değişime sıcak bakmamıştır: Hüseyin
Sadoğlu, Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul, 2003, s.219; Enver
Ziya Karal, “Tanzimat’an Sonra Türk Dili Sorunu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C.II, İletişim Yay., İstanbul, 1985, s.319.
Nurettin Gülmez, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Harler Üzerine Tartışmalar, Alfa Aktüel Yay.,
İstanbul, 2006, s.138.
Yalçın, “Arnavud Hurûfâtı”, Tanin, 20 Kanun-i sani 1910, s.1.
Yalçın, “Arnavud Hurûfu”, Tanin, 31 Kanun-i sani 1910, s.1.
Şimşir, Arnavutlarca benimsenen Latin alfabesinin Şeyhülislâmlıkça bir çeşit “aforoz”a
uğradıktan sonra Hüseyin Cahit’in düşüncelerini ifade etmekte çekindiğini, Latin harlerine karşı
çıkan İttihat ve Terakki yönetiminin “sözcülüğünü” yapan Hüseyin Cahit’in “rejimin adamı”
olması nedeniyle düşüncelerini açıkça savunmak yürekliliğini gösteremediğini ileri sürer: Şimşir,
a.g.e., s.47.
A. Sırrı Levend, Türkçenin Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1972,
s.s.394-395.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya (Atatürk’ün Doğumundan Ölümüne Kadar), İstanbul, 1980, s.439; Hilmi
Bengi, Gazeteci, Siyasetçi ve Fikir Adamı Olarak Hüseyin Cahit Yalçın, Atatürk Araştırma Merkezi
Yay., Ankara, 2000, s.34.
105
Caner KERİMOĞLU
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
söz veremem. Daha beklemeye mecburum” karşılığını vermesi, kafasında konuyla
ilgili bir sıralama olduğu ve yazı değişimi için acele etmek istemediği izlenimini vermektedir. Atatürk’ün hilafet kalkmadan ve milletin bu konudaki gereksinimini iyice
değerlendirmeden girişimde bulunma taraftarı olmadığı anlaşılmaktadır12.
Hüseyin Cahit’in Cumhuriyet döneminde muhalif bir tavır takındığı ve bu
nedenle Atatürk ve çevresi tarafından hoş karşılanmadığı bilinmektedir. Bu tavır
sonucunda kendisi, üç kez İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanmıştır. Cumhuriyet
ilânının ve diğer devrimlerin (örn. Hilafet’in kaldırılması vb.) milli egemenlik prensibine aykırı olarak yapıldığı düşüncesi nedeniyle itirazlarını yükseltmiştir. Fakat
alfabe devrimi kendisinin belki de en çok desteklediği devrimdir13.
2. Türkçenin Sadeleşmesiyle İlgili Görüşleri
Hüseyin Cahit sadeleşme hareketlerinde dengeli bir yol izlenmesi
gerektiğini savunur. Türk edebiyatında Türkçeyi belki de sadelikten en uzak ve en
anlaşılmaz bir biçimde kullanan yazarların oluşturduğu Servet-i Funûn (1896-1901)
topluluğunda yer alan Hüseyin Cahit, Türkçesiyle farklı bir yer edinir. Türkçeyi
yabancı öğelerle süsleyerek kullanan ve yaşadıkları yabancılaşmayı dile de yansıtan
bu akımın temsilcileri, Türkçede o güne değin kullanılmayan yeni tamlama biçimleri ve söz dizimi yapılarına eserlerinde yer vermişlerdir. Hüseyin Cahit topluluktaki yazarlara göre daha sade yazsa da, yer aldığı topluluğun temsilcilerinin eserlerindeki “saat-i semen-fâm” gibi tartışma yaratan tamlamaları savunmuş; bunların
yerinde kullanıldığını, edebi bir değer taşıdıklarını dile getirmiştir14.
Hüseyin Cahit, topluluğun dağılmasından sonra dil konularına ağırlık
vermiş, hep halkın anlayacağı bir dil kurma yolunda çaba sarf etmiştir. Türkçenin
kaderini Türk devletinin kaderiyle birlikte gören yazar, Türkçenin varlığını ortaya
koymak için bağımsızlığını kazanması gerektiğini düşünüyordu: “Siyasal alandaki kapitülasyonlar dilimizde de vardı. Türk devleti siyasal bağımsızlığına sahip
olmadığı gibi Türk dili de ulusal bağımsızlığından yoksun bulunuyordu. Çünkü
Türkçenin içinde yabancı dillerin yasaları yürüyordu. Türkçemiz adını bile yitirmişti.
Okullarda bize Kavaid-i Osmaniye (Osmanlıca Kurallar) okutuyorlardı. Ortada
Türkçe yoktu, Osmanlıca vardı ve buna ‘Arapça, Farsça ve Türkçeden oluşan’ bir
dil deniyordu. İşte bu akıma karşı içimde güçlü bir tepki uyanmıştı. Bağımsız bir
Türkçenin varlığını ortaya koymak ve Türkçe öğrenmek yolunda ayrıca Arapça ve
Farsçayı öğrenme zorunluluğuna son vermek gerekiyordu”15.
Yazar anılarında dile getirdiği dil ve ülke bağımsızlığının birliği ile ilgili
görüşlerini Birinci Türk Dili Kurultayı’nda aforizma biçiminde daha vurucu bir üs12
13
14
15
Hilmi Bengi, a.g.e., s.208.
Ö. Faruk Huyugüzel, Hüseyin Cahit’in bu durumunu şu şekilde dile getirir: “Daha 1917
yıllarında Latin harlerinin kabulünü isteyen, henüz cumhuriyet ilan edilmeden önce yazılarında
bu temayı işleyen bu hürriyet ve demokrasi havarisinin cesur ve ilerici hamlelerine rağmen o
devrin şartları içinde Atatürk ve çevresinin karşısında yer almış olması çok garip bir tecellidir.”:
Ö. Faruk Huyugüzel, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayatı ve Edebî Eserleri Üzerine Bir Araştırma, Ege
Üniversitesi Matbaası, İzmir, 1984, s.38.
A. Sırrı Levend, a.g.e., s.230.
Hüseyin Cahit Yalçın, Edebiyat Anıları, (haz.: R. Mutluay), İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2002, s.182.
106
Hüseyin Cahit Yalçın’ın Dil İle İlgili Görüşleri
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
lupla ifade eder: “Ecnebî dillerin Türkçe üzerindeki tesiri iki sahada vukua gelmiştir;
kaideler ve kelimeler. Bence, asıl temizleme ameliyesi dilimizi ecnebi kaidelerine tebaiyetten kurtarmak gayesine sarf olunacak gayrettir. Müstakil bir vatanda ecnebi
kanunlar ne kadar haysiyete dokunucu bir esaret ise müstakil bir lisanda da ecnebi
kaideler ayni derecede tahammül edilemez bir lekedir”16.
Hüseyin Cahit halkın anlayacağı bir dil peşindeydi. Bunun için çeşitli çözüm
önerileri sunuyordu. Yazarın bu yoldaki çabalarının en dikkat çekenlerinden birisi,
kelime önerileridir. Fikir Hareketleri dergisinde yazılarının sonunda kelime listelerine yer veriyor ve okurlardan bu listelerde geçen Türkçe kelimeleri kullanmalarını
istiyordu. Yazarın önerdiği bazı kelimeler bugün de sıklıkla kullanılan kelimelerdir.
Hüseyin Cahit’in listeleri şu şekildedir:
“Birinci liste
1-Hâkim (Souveraine) = Egemen; Hâkimiyet = Egemenlik
Misâl: Hâkimiyet milletindir = Egemenlik ulusundur.
2- Müstakil = Erkin, Bağınsız; İstiklâl = Erkinlik, bağınsızlık
Misâl: 1 – Biz müstakil bir milletin çocuklarıyız. = Biz erkin bir ulusun
çocuklarıyız. İstiklâl mücadelesi = Erkinlik savaşı. 2 – Müstakil meb’uslar = Bağınsız
saylavlar; Türkiyede mahkemeler müstakildir=Türkiyede hakyerleri bağınsızdır.
3 - Sanayi = Endüstri; Sınai = Endüstriel
4 - Hür (T. Kö.) = Özgen; Hürriyet (T. Kö.) = Özgenlik
5 - Serbest = Özgür
Misâl: Serbest mıntıka = Özgür bölge.
Not: Mecmuamıza gönderilecek yazılarda bu kelimelerin Osmanlıcaları
kullanılmamasını rica ederiz”17.
“İkinci liste
1-Mamur = Bayındır
a. Mamuriyet = Bayındırlık
b. Nafıa
İmar etmek = Bayındırmak
Misaller: Ankara bayındır bir şehir olmuştur. Memleket bayındırlık
yolundadır
Bütün devlet yapı işleri Bayındırlık Bakanlığına bağlanmıştır
Biz yurdumuzu bayındırmaktan ve geliştirmekten başka bir şey
düşünmüyoruz
16
17
Birinci Türk Dili Kurultayı: Tezler Müzakere Zabıtları, İstanbul, 1933, s.274.
Yalçın, “Birinci Liste”, Fikir Hareketleri, S.84, 30 Mayıs 1935, s.92.
107
Caner KERİMOĞLU
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
2 – İnkişaf etmek = Gelişmek
İnkişaf ettirmek = Geliştirmek
İnkişaf = Gelişim, Gelişme
Misal: Türkiyenin ekonomik gelişimi günden güne artıyor.
3 – Milki = Sivil
4 – Askeri = Süel (Militaire)
Not; <Asker> kelimesi <Soldat> anlamında Türkçedir.
5 – Cemiyet, Şirket = Sosyete
Misal: Türk Cemiyeti = Türk sosyetesi
Şeker şirketi = Şeker sosyetesi
İçtimai = sosyal
Not: 1- Türk kökünden gelen <cemiyet>şu anlamda kullanılacaktır:
Hilaliahmer Cemiyeti = Kızılay Cemiyeti. Dil Cemiyeti, Gazeteciler
Cemiyeti.”18
“Üçüncü liste
1- İtimat – Güven
İtimat etmek – Güvenmek
Asayiş ve emniyet – Güvenlik
2- Huzur ve sükun - Baysallık
Yurtta güvenlik ve baysallık , ülkümüzdür.
Not: Güven ve güvenç kelimelerinde şu ayrıma dikkat edilmelidir.
1 – Orduya güvenimiz vardır.
2 – Ordu bizim güvencemizdir.
( O medarı emniyet ve itimadımızdır.)
3 – Temin etmek ;
1 – İnançlamak, İnan vermek,
2 – Sağlamak,
3 – Elde etmek
Misaller:
1 – Bu işin böyle olduğuna sizi inançlarım, bu işin böyle olmadığı
hakkında kendisine inan vermeğe ( kendisini temin etmeğe ) çalıştım.
18
Yalçın, “İkinci Liste”, Fikir Hareketleri, S.85, 6 Haziran 1935, s.108.
108
Hüseyin Cahit Yalçın’ın Dil İle İlgili Görüşleri
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
2 – İşimi, ancak banka yolu ile sağlayabildim.
3 – Temin ettiğimiz neticeler – Elde ettiğimiz sonuçlar.
4 – Sonuç – Netice
5 – Teminat – İnanca” 19
“Dördüncü liste
1 – Abide = Anıt
Örnekler: İstanbul bir anıtlar şehridir.
İstanbul, Atatürk için; heykelli bir anıt yaptırmaya karar verdi.
2 – Müstacel = Evgin
Örnekler: Yurdu bayındırmak, evgin işlerimiz başında gelir.
Dün Ankaradan bir evgin telgraf aldım.
3 – Terbiye etmek = Eğitmek
Terbiye (éducation ) Eğitim
Mürebbi: Eğitmen
4 – Mektep = Okul ( Okula )
5 – Muallim = Öğretmen
Örnekler:
Cumhuriyet kullarının genç kafalı öğretmenlere ihtiyacı vardır.
Her öğretmen, eğitim usullerini bilmez.
Biz çoktanberi gençliği yeni zamanlar için eğitmek istiyoruz.”20
“Beşinci liste
1 – Seciye = Ira
Örnek: Biz İstiklal muharebesinde Türk seciyesinin kuvvetine
dayandık = Bir erkinlik savaşında, Türk ırasının kuvvetine Dayandık.
2 – Âciz = eksin
Acz = Eksinlik
Acz duymak, aciz kalmak A Eskinmek.
Örnekler: İnkılap, âcizlerin işi değildir = Devrim, eksinlerin işi değildir.
19
20
Yalçın “Üçüncü Liste”, Fikir Hareketleri, S.86, 13 Haziran 1935, s.116.
Yalçın “Dördüncü Liste”, Fikir Hareketleri, S.87, 22 Haziran 1935, s.139.
109
Caner KERİMOĞLU
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Devrimciler büyük zorluklar karşısında, eskinmek değil, şevklerini
arttırmalıdırlar.
3 – Ehemmiyet = Önem
Ehemmiyet vermek = Önemek
Mühim = Önemli
Örnekler: Dün yeni bir resim sergisinin resmi küşadında bulunduk.
Reisicumhura askeri merasim yapılmak usuldendir = Cumur Başkanına süel tören
yapılma usuldendir.
5 – Müsavi = Eşit
Müsavat = Eşitlik
Örnekler: Türk kanunları karşısında, bütün yurttaşlar eşittir.
Türkiyede kadın, erkek eşitliği cumhuriyetin eseridir.”21
“Altıncı liste
1 – Tadil etmek = 1. Değişmek, 2. Azaltmak
Tadil = Değişke
Örnekler: Knunları ancak Kamutay değiştirebilir.
Son parti programında pek önemli değişkeler vardır.
2 – Takdir etmek = Değerlemek
Örnekler: Hlk, kendisi için çalışanları ergeç değerler.
Bu iş için çektiğiniz sıkıntıyı değerlendiremiyor değilim.
3 – Merhale = Yüğrüm
4 – Safha = Evre
5 – Tekamül = Evrim
Tekamül etmek = Evrinmek
Örnekler: Dil işi büyük hareketin yeni bir yüğrümüdür.
Şimdi biz inkişafı iktisadinin en nazik safhasında bulunuyoruz =
Şimdi biz ekonomi gelişimin en nazik evresinde bulunuyoruz.
Biz inkılapçıyız, tekamülcü değiliz = Biz devrimciyiz, evrimci değiliz.
Maarif müesseselerimiz, her gün yeni hatvelerle, tekamül etmektedir
= kültür kurumlarımız, hergün yeni adımlarla evrinmektedir”22.
21
22
Yalçın “Beşinci Liste”, Fikir Hareketleri, S.88, 6 Temmuz 1935, s.164.
Yalçın “Altıncı Liste”, Fikir Hareketleri, S.89, 13 Temmuz 1935, s.188.
110
Hüseyin Cahit Yalçın’ın Dil İle İlgili Görüşleri
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Listelerde geçen “egemen, özgür, bayındır” gibi kelimeler bugün de yazarın
önerdiği biçimde kullanılmaktadır. Önerilen kelimelerle ilgili olarak dikkat çeken
diğer bir nokta, Türkçe kökenli olmayan bazı kelimelerin de listelerde yer almasıdır.
“Sosyete, endüstri” gibi Batı dillerinden alınmış kelimeler de Hüseyin Cahit tarafından
önerilmektedir. Bir çelişki gibi görünse de yazarın sadeleşme anlayışı dikkate
alındığında bu, anlaşılabilir bir durumdur. Yazar “Bir lisanın şahsiyeti sarfında ve
nahvindedir” görüşündedir, bu görüşünü dil kurultayında da dile getirmiş yabancı
etkilerin biçim bilgisi ve söz diziminde değişikliğe yol açmayıp yalnızca kelime
alışverişi ile sınırlı kaldığında “lisanın şahsiyetini” bozamayacağını savunmuştur23.
Hüseyin Cahit dildeki sadeleşmenin doğal bir süreçle ilerlemesi gerektiği, zorla
yenilik yapılamayacağı görüşündedir: “Kimsenin zevkini birden bire değiştiremeyiz.
Yazı yazarken yaptığımız yenilikler ancak bir ‘teklif’ mahiyetini arzeder… O teklii
istediğimiz kadar mantıkî müdafaalarla kuvvetlendirelim. Ona can verecek şey
karşımızdakilerin gösterecekleri tasvipten ibarettir”24. Nitekim yazar, yukarıdaki
listelerde önerdiği bazı kelimelerin tutmadığını görünce kendisi de eski biçimleri
kullanmaya devam etmiş, ısrarcı bir tutum sergilememiştir.
1932 yılında gerçekleştirilen Birinci Türk Dili Kurultayı, Hüseyin Cahit
Yalçın’ın Türkçenin sadeleştirilmesi çalışmaları konusundaki görüşlerini yansıtması
bakımından büyük önem taşır. Yazar kendisi de bir sadeleştirmeci olmasına rağmen
sadeleştirme çalışmalarının aşırıya kaçtığını dile getirdiği için kendisinin kurultayda konuşturulup konuşturulmayacağından emin değildir. Bu nedenle kurultaydan önce düzenleme komitesine gönderdiği bildiri metnine “Eğer Atatürk bu kurultayda belli bir maksat elde etmek istiyor da benim yazdıklarım güçlük çıkarma
mahiyetinde ise yırtınız, atınız” notunu eklemiştir25. Ancak Atatürk, “Fikirlerinden
bir kısmı doğru. Fakat hepsi bir arada Kurultaya gelecek olanlar tarafından iyi
karşılanacaktır. Hüseyin Cahid’e neden bir zafer hazırlamalı?” diyen ve Hüseyin
Cahit’in tezini “hiç okutmamak” önerisinde bulunan Falih Rıfkı’nın tekliini kabul
etmemiş, farklı düşünceleri de olsa tezin okunmasını istemiştir26.
Kurultayda Hüseyin Cahit dilin yapma bir araç olmadığı, “içtimaî bir
müessese, tabiî bir uzviyet” olduğu, zaten Türkçenin artık bağımsız bir dil hâline
geldiği, biçim bilgisi ve söz dizimi yapısının kelime alışverişiyle bozulamayacak kadar oturduğu biçimindeki görüşünü özgürce dile getirmiş ve dinleyiciler tarafından
da konuşması yer yer alkışlarla kesilmiştir. Yazar “Bütün bunlarla beraber, hiçbir
şey yapmayalım, ellerimizi kavuşturarak, kaza ve kederin hükmünü bekliyerek
dil işlerine alâkadar olmayalım demek istemiyorum” diyerek edilgen bir tutum
takınılmasını da benimsemediğini belirtmiştir27. Hüseyin Cahit sadelik anlayışını
şöyle ifade eder: “Sade yazalım, mümkün olduğu kadar öz Türkçe kelimeler
kullanalım. Fakat bu kelimeler kalemimizden kendi kendiliğinden aksın. Yazı yazarken sade kelimeler bulmak kaygusu ikirlerimizi ifadedeki tabiî cereyanı sekteye
uğratmasın. Yaptığımız sadelik mücadelesi gayrı şuurî bir hâle geçsin. İşte ancak o
zaman kendimizin tabiî sahada kalmış olduğumuza inanabiliriz.”28.
23
24
25
26
27
28
Birinci Türk Dili Kurultayı: Tezler Müzakere Zabıtları, İstanbul, 1933, s.s.274-275.
Yalçın, “Lisan Meselesine Dair”, Yedigün, S.151, 29 İkincikanun 1936, s.4.
Atay, a.g.e., s.474.
A.g.e., s.474.
Birinci Türk Dili Kurultayı: Tezler Müzakere Zabıtları, İstanbul, 1933, s.275.
A.g.e., s.275.
111
Caner KERİMOĞLU
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Hüseyin Cahit’in sorunlar ve çözüm önerilerini sıralarken üzerinde durduğu
eksikliklerden birisi de “terim sorunu”dur. Yazar her yazarın kendine göre kavramlara ad verdiğini, özellikle tercüme yaparken bunun sıkıntısını çektiğini, Fransızca
kelimelere karşılık ararken farklı terimlerle karşılaştığını, bunun çözümünün zamana bırakmadan “salahiyet sahibi bir heyet” eliyle sağlanması gerektiğini dile
getirir29. Terimler için Türkçe karşılıkları varsa onların kullanılmasını, eğer yoksa
Arapçadan değil, Latin ve Yunan köklerinden Türkçenin ahengine uyan kelimelerin
tercih edilmesini önerir30.
Karşılık bulurken de ilk anda Türkçe bir kelimenin tercih edilmesi gerektiğini
savunan yazar, uçak icat edildiğinde Arapça “tayr” kökünden üretilen “tayyare” yerine “uçku”, “uçuşkan” gibi Türkçe kelimelerle karşılansaydı daha iyi olacağını, ancak
yerleştikten sonra “tayyare”nin de artık Türkçeleştiğini, “Türkün çocuğu” olduğunu
ifade eder. Hüseyin Cahit yabancı kökenli olsa da yüzyıllardır kullanılan kelimelerin
geldikleri dilden çok farklı biçimlerde kullanıldığını, Türkçenin dünyasını yansıttığını,
dolayısıyla bu tür kelimelerin yabancı sayılamayacağını dile getirir31.
Yazar terim sorunu yanında “mefhum ve kelime eksikliği” dediği ikinci
bir eksiklik üzerinde de durur. Türkçede beş on renk bildiğimizi, Fransızcadan çevirirken küçük farkları bildiren renk isimlerini Türkçede karşılamakta zorlandığını
belirten yazarın çözüm önerisi şu şekildedir: “Bunun da çaresi Avrupa lisanlarından
herhangi birinin kamusunu alarak her kelimeye Türkçede bir karşılık tespit etmekle
bulunabilir. Her ne bahasına olursa olsun bize ilim ve fen sahasını, her türlü mefhumlar sahasını açmalıdır” 32.
Hüseyin Cahit, Birinci Türk Dili Kurultayı’ndaki konuşmasının sonunda
önerilerini 5 maddede özetler:
“1- Lisanımız hakkında ilmi tetkikler lazımdır. Burada devletçilik sistemini
kabul etmek zaruridir. Türkçenin eski, yeni bütün lehçelerini ve yazılarını bilmeğe,
en az Sanskirit, Latin, Yunan dillerini öğrenmeğe ihtiyaç gösteren çalışmalara bizde
ancak Hükümet imkan temin edebilir.
2- Türkçenin menşeleri hakkında tetkiklerde bulunacak mütehassıslar
heyetinden başka, bugünkü müşküllerimize çare bulacak bir ilim heyetine de ihtiyaç vardır.
3- Bu heyet bizde ıstılahları kararlaştırmalı, Avrupa lisanlarına nazaran bizdeki eksik kelimeleri tamamlamalı, Türkçe Lûgat sarf ve nahvi yazmalıdır.
29
30
31
32
A.g.e., s.276.
Yazarın bu görüşünü Cahit Külebi bir tutarsızlık olarak kabul etmez: “Hüseyin Cahit’in bu sözleriyle daha önce söyledikleri arasında bir tutarsızlık yoktur. Düşüncesini belirleyen etmen dilin
bütün bir halkın anlaşmak için kullanacağı bir nesne olduğu olgusudur. …Bilim dili için gerekli
kelimelerin öncelikle Türkçe’den türetilmesi imkanlarının araştırılmasını istiyor Hüseyin Cahit. Bu
olmadığı zaman Yunanca ve Latince köklerin alınması görüşü de doğru. Örneğin Fransızca bilen
bir Türk yazarı “trajedi”, İngilizce bilen bir başka aydın da “tracıdi” mi demeli? Bunların yerine
“tragedya” demek herhalde daha doğru.”: Cahit Külebi, “Türk Dili-Türk Dilinde Gelişmeler”,
Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.X, İletişim Yay., İstanbul, 1985, s.2598.
A.g.e., s.276.
Birinci Türk Dili Kurultayı: Tezler Müzakere Zabıtları, İstanbul, 1933, s.279.
112
Hüseyin Cahit Yalçın’ın Dil İle İlgili Görüşleri
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
4- Türkçemizin nahvinde, bünyesinde bir kabiliyetsizlik yoktur. Kusur kelimelerdedir. O da usul dairesinde bir çalışma ile izale edilebilir.
5- Yazı dili ile konuşma dili arasındaki farktan ürkmeye mahal yoktur. Lisan
sadeliğe doğru en fazla bir verimle kendiliğinden gitmektedir ”33.
Kurultayın ilk günü yaptığı konuşmayla tüm dikkatleri üzerine çeken ve
dinleyicilerin desteğini kazanan Hüseyin Cahit’e karşı Hasan Âli Yücel, Ali Canip
Yöntem, Fuat Köprülü gibi isimler söz alıp itirazlarda bulundular. Ancak bu itirazlardan tatmin olmayan Atatürk, Hüseyin Cahit’e gerekli yanıtı vermek üzere hasta
yatağından Samih Rifat’ı kaldırmıştır. Hüseyin Cahit, Samih Rifat’ın konuşmasından
sonra da yenilmemiş, ancak karşı düşünceyi savunanlar Atatürk’ün etrafını sararak
“İşte Hüseyin Cahit bugün öldü!” propagandası yapmışlardır. Atatürk bunları gülerek dinlemiş ve Falih Rıfkı’yı çağırtarak “Çocuk senin hakkın varmış!” demiştir34.
Falih Rıfkı daha sonra Atatürk’ün o günle ilgili şunları ifade ettiğini belirtir: “Bir
kara tahta vardır, bilir misiniz, hoca tebeşirle üstüne yazar, sonra siler, yine yazar.
Hüseyin Cahit hepinizi bugün işte böyle sildi”35.
3. Dil Bilgisinin Yazımı ve Eğitimiyle İlgili Görüşleri
Hüseyin Cahit, II. Meşrutiyet döneminden itibaren Türkçe ve yabancı dil
öğretimini merkeze alan ve bu konuda çeşitli önerilerde bulunan pek çok yazı kaleme almıştır. Özellikle imparatorluğu oluşturan Osmanlı unsurlarını bir arada
tutma konusunda Türkçe eğitiminin büyük önemi olduğunu yazılarında vurguluyor ve bu yolda çeşitli önerilerde bulunuyordu. “Lisanımızı bilmeyen bir Osmanlı
bize nasıl ısınabilir! Birbirimize nasıl ifham-ı meram ederiz?” diyen Hüseyin Cahit,
ilkokullarda Türkçe öğretilmesinin zorunlu kılınması gerektiğini de dile getiriyordu36. Hüseyin Cahit, İttihat ve Terakki’nin 1908’de kabul edilen siyasî programında
yer alan “Tahsil-i iptidaide lisan-ı türkî mecburittalimdir”37 hükmünü destekler nitelikte yazılar yazar. Ona göre bu, Osmanlılık düşüncesinin yerleşmesi için önemli
bir adımdır. Yazar okullardan beklentisini şöyle açıklar: “Muhtelif mekteplerden
biz müttehid bir hidmet bekleyeceğiz. O da Osmanlılık, müsavat ve uhuvvet-i
anasır hissini telkin etmekten, bu ikirle çalışmayı gençlerin zihinlerine koymaktan
ibarettir”38.
Hüseyin Cahit, Türkçe öğretiminin bu eğitimdeki rolünü bildiği için, ilk
olarak bu dersin yürütülmesi sırasında nasıl bir yol izleneceği konusunda önemli
girişimlerde bulunmuştur. Bunlardan biri ve belki de en önemlisi yazdığı Türkçe
dil bilgisi kitaplarıdır. Dil bilgisi yazma girişiminin altında da Türkçeyi bağımsız
kılmak, Arapça ve Farsçayı öğrenme zorunluluğunu kaldırmak düşüncesinin
yattığını belirten yazar anılarında bu durumu şu şekilde açıklar: “Bunun için önce
33
34
35
36
37
38
A.g.e., s.279.
Atay, a.g.e., s.475.
Bengi, a.g.e., s.39.
Yalçın, “Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti’nin Siyasî Programı”, Tanin, 12 Eylül 1324 (25 Eylül
1908), s.1.
Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998, s.99.
Yalçın, “Mektepler Meselesi”, Tanin, 10 Haziran 1909, s.1.
113
Caner KERİMOĞLU
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
bir “dilbilgisi” (gramer) yazmaya karar verdim. Okullarda okutulan Cevdet Paşa’
nın “Osmanlıca Kuralları” Arapçanın etkisi altındaydı. Türkçede kaç türden sözcük
bulunduğu, Türkçe sözcüklere bakılarak, araştırılarak belirlenmiş ve saptanmış
değildi; Arap dilbilgisinden alınmıştı. “Bu” sözcüğü Türk çocukları için “İsm-i
işaret” idi; “bir” ise “ismi adet” idi. Önce yazdığım dilbilgisinin adını Türkçe Sarf
ve Nahiv diye kararlaştırdım. Başına Hovelacque’ın eserinden alarak diller üzerine
kısa genel bilgi ekledim ve Türkçenin Arap ve İran asıllı sözcükleri ve kuralları almakla karma bir dil olamayacağını, dilimizin ancak Türkçe olduğunu açıkladım.
Sonra bir Avrupa dilbilgisi yöntemiyle bizim Türkçe dilbilgisini yazdım. Türkçede
kaç tür sözcük bulunduğunu bizim dilimizin yapısından çıkararak saptadım. Benden sonra bu bölümleme değiştirilemedi. Bugün bile her dilbilgisi kitabında aynı
bölümleme sürüp gidiyor. Ama doğallıkla benim adım anılmamak koşuluyla!”39.
Hüseyin Cahit’in “Türkçe Sarf ve Nahiv” adlı eseri Türkçe dil bilgisi
yazımında yeni bir adım kabul edilir. Yeni başlayanlar ile rüştiyelerin birinci, ikinci
ve üçüncü sınıları için olmak üzere dört farklı derecede hazırlanmış olan bu eserler
Fransız dil bilgisi yazma yöntemiyle yazılmıştır40. Bu dört eserin ismi de Türkçe Sarf
ve Nahiv’dir, ancak hacimleri farklıdır. Rüştiyelerin birinci sınıfı için yazılan eser
85 sayfa, ikinci sınıf için yazılan eser 128 sayfa, yeni başlayanlar için yazılan eser 88
sayfadır. Bu çalışmalar içerisinde en hacimli eser üçüncü sınıf için yazılmıştır ve 334
sayfadır41. Yazar, eserinde ezberden kaçınarak alıştırmalarla çocukların kelimelerin
ailesini ve kelimeler arasındaki ilişkileri anlamasını sağlamaya çalıştığını, hatta bu
uğurda edebi eserlerden alınmış örnek cümlelerle kelime öğretimini esas alan bir
sözlük hazırladığını, ancak bu sözlüğü bastıramadığını kaydeder42.
Fakat Hüseyin Cahit, yıllarca Türkçe okuttuktan sonra vardığı sonucu
Yedigün’de yayımladığı “Gramersiz Türkçe” başlıklı yazısında “Gramerin ne
faydasına aklım erdi, ne lüzumuna!” diyerek açıklar43. Yazarı bu noktaya getiren, dilin kitaptan yola çıkılarak öğrenilemeyeceği düşüncesidir. Fransızca öğrenirken dil
bilgisinin Fransızcayı güzel konuşma ve yazmada yardımcı olacağının söylendiğini,
kendisinin de uzun yıllar buna inandığını, hatta kendi yazdığı dil bilgisi kitaplarında
bu “papağanlığı” yaptığını44 ifade ederek özeleştiride bulunan H. Cahit, “Bugün
birçok kişi zannederler ki gramer olmazsa Türkçe öğrenilemez. Ama, biz gramer
bilmeyiz, yine söyleriz ve yazarız. Bunlar bazen kitaba uymaz belki. Fakat ölü kitap
mı haklıdır, yaşıyan dil mi?” diyerek dilin önceliğini vurgular45.
Dil bilgisi dersleri ile Türkçenin öğrenilemeyeceğini, dil bilgisinin yabancı
bir dilin öğrenilmesi sırasında daha yararlı olacağı düşüncesindeki Hüseyin Cahit
öğretmenlere şu şekilde seslenir: “… gramersizlikten ürkmesinler, ve bundan sevinsinler, çocuklara Türkçe öğretmek hususunda, fırsattan istifadeye kalksınlar. Lüzumsuz gramer derslerine hasredilen saatler çocuklara Türkçe öğretmek imkanından
39
40
41
42
43
44
45
Yalçın, Edebiyat Anıları, s.183.
Levend, a.g.e., s.364.
Yalçın, Türkçe Sarf ve Nahiv, (haz.: L. Karahan-D. Ergönenç), Türk Dil Kurumu Yay., Ankara,
2000, s.XVI.
Yalçın, Edebiyat Anıları, s.s.183-184.
Yalçın, “Gramersiz Türkçe”, Yedigün, S.134, 2 İlkteşrin, 1935, s.5.
Gerçekten de yazarın dil bilgisi kitabının ilk cümlesi şudur: “Bir lisanı doğru söyleyip yazmağı
sarf ve nahiv fenleri öğretir.”: Yalçın, Türkçe Sarf ve Nahiv, s.3.
Yalçın, “Gramersiz Türkçe”, Yedigün, S.134, 2 İlkteşrin, 1935, s.5.
114
Hüseyin Cahit Yalçın’ın Dil İle İlgili Görüşleri
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
israf ve ziyan edilmiş zamanlardır. Talebesine Türkçe öğretmek istiyen bir muallim
onların eline okuyacak bir edebi eser versin; talebelerine bol bol bunu okutsun, ve
onlara bol bol yazdırsın”46.
Hüseyin Cahit Türkçe dil bilgisi yanında yabancı dil öğretimindeki durumla ilgili de görüş bildirmiş, yabancı dil öğretimindeki başarısızlığın temel nedeni
olarak da amacın belirlenmemesini göstermiştir. Buna göre liselerde amaç, çocuğun
üniversiteye hazır gelmesini sağlayacak ve temel konularda sıkıntı çekmeyecek
bir yabancı dil bilgisine sahip olmasını sağlamaktır. Ona göre, öğrencilerin birden
ağır metinleri okuyacak olgunluğa gelmesini beklemek doğru değildir. Liselerdeki
dil öğretiminde amaç “talebenin ancak okudukları kitapları anlamalarını temin“
olduğunda başarısızlık ortaya çıkmayacaktır. Eğer aksi bir durum olursa bunun
nedeni “hocalar ve metot”tur47.
Hüseyin Cahit Yalçın’ın dil öğretimi konusunda uygulama merkezli bir yöntemi benimsediği, özellikle dil kullanımını özendirecek çalışmaları dilin özelliklerini
ezberletmek biçimindeki klasik öğretim yöntemine tercih ettiği görülmektedir.
Sonuç
Hüseyin Cahit Yalçın’ın dil ile ilgili görüşlerini birkaç maddede özetlemek
mümkündür:
1. Yazar alfabe konusunda başlangıçta Arap yazısının Türkçeye uygun
biçimde yeniden düzenlenmesi taraftarıyken, daha sonra Latin alfabesi taraftarı
olmuş, Türkçenin bağımsızlığı ve öğretiminde bunun vazgeçilmez bir öneme sahip
olduğunu dile getirmiştir.
2. Hüseyin Cahit, Türkçenin sadeleştirilmesi çalışmalarında yabancı dillerin
yapı özelliklerinin önemsenmesi gerektiğini belirtir ve kendisi de kelime listeleri
sunarak yabancı kelimeler yerine Türkçe kelimeler önermesine rağmen, kelime alış
verişlerinin dilin genel yapısını bozamayacağını savunmuş, Cumhuriyet dönemindeki sadeleştirme çalışmalarının dile müdahale boyutuna ulaşmaması gerektiğini,
bu konuda fazla ileri gidildiğini ileri sürmüştür.
3. Türkçe eğitiminin imparatorluğu oluşturan her unsur için zorunlu ders
olması gerektiği düşüncesindeki yazar, bunun birlik olma yolunda önemli olduğunu
savunur. Dil bilgisinin Türkçe eğitiminde çok yararlı olduğu şeklindeki görüşünün,
kendisi de bir dil bilgisi yazdıktan ve okullarda yıllarca Türkçe öğrettikten sonra
değiştiğini, Türkçeyi öğretmenin en iyi yolunun öğrencilere daha çok Türkçe metin
okutmak ve daha çok Türkçe yazdırmak olduğunu dile getirmiştir.
46
47
Yalçın, a.g.m., s.5.
Yalçın, “Liselerde Yabancı Dil”, Yedigün, S.138, 30 İlkteşrin 1935.
115
Caner KERİMOĞLU
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
KAYNAKÇA
ATAY, Falih Rıfkı, Çankaya (Atatürk’ün Doğumundan Ölümüne Kadar), İstanbul, 1980.
BENGİ, Hilmi, Gazeteci, Siyasetçi ve Fikir Adamı Olarak Hüseyin Cahit Yalçın, Atatürk
Araştırma Merkezi Yay., Ankara, 2000.
BERKES, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1973.
Birinci Türk Dili Kurultayı: Tezler, Müzakere Zabıtları, İstanbul, 1933.
GÜLMEZ, Nurettin, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Harler Üzerine Tartışmalar, Alfa Aktüel
Yay., İstanbul, 2006.
HUYUGÜZEL, Ö. Faruk, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayatı ve Edebî Eserleri Üzerine Bir
Araştırma, Ege Üniversitesi Matbaası, İzmir, 1984.
KARAL, Enver Ziya, “Tanzimat’tan Sonra Türk Dili Sorunu”, Tanzimat’tan
Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yay., II,1985, s.s.314-332.
KÜLEBİ, Cahit, “Türk Dili-Türk Dilinde Gelişmeler”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi, IX-X, İletişim Yay., İstanbul,1985, s.s.2576-2606.
LEVEND, Agâh Sırrı, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Türk Dil Kurumu
Yay., Ankara, 1972.
SADOĞLU, Hüseyin, Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, Bilgi Üniversitesi Yay.,
İstanbul, 2003.
ŞİMŞİR, Bilâl N., Türk Yazı Devrimi, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1992.
TUNAYA, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasal Partiler, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998.
YALÇIN, Hüseyin Cahit, Edebiyat Anıları, (haz.: R. Mutluay), İş Bankası Yayınları,
İstanbul, 2002.
__________,Türkçe Sarf ve Nahiv, (haz.: L. Karahan-D. Ergönenç), Türk Dil Kurumu
Yay., Ankara, 2000.
__________,“Tedrisat Meselesi”, Tanin, 26 Temmuz 1909, s.1.
__________, “Mektepler Meselesi”, Tanin, 10 Haziran 1909, s.1.
__________, “Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti’nin Siyasî Programı”, Tanin, 12
Eylül 1906, s.1.
__________, “Arnavud Hurûfâtı”, Tanin, 20 Kanun-i sani 1910, s.1.
__________, “Arnavud Hurûfu”, Tanin, 31 Kanun-i sani 1910, s.1.
__________, “Gramersiz Türkçe”, Yedigün, S.134, 2 İlkteşrin, 1935, s.5.
116
Hüseyin Cahit Yalçın’ın Dil İle İlgili Görüşleri
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
__________, “Lisan Meselesine Dair”, Yedigün, S.151, 29 İkincikanun 1936, s.4.
__________, “Liselerde Yabancı Dil”, Yedigün, S.138, 30 İlkteşrin 1935.
__________, “Birinci Liste”, Fikir Hareketleri, S.84, 30 Mayıs 1935, s.92.
__________, “İkinci Liste”, Fikir Hareketleri, S.85, 6 Haziran 1935, s.108.
__________, “Üçüncü Liste”, Fikir Hareketleri, S.86, 13 Haziran 1935, s.116.
__________, “Dördüncü Liste”, Fikir Hareketleri, S.87, 22 Haziran 1935, s.139.
__________, “Beşinci Liste”, Fikir Hareketleri, S.88, 6 Temmuz 1935, s.164.
__________, “Altıncı Liste”, Fikir Hareketleri, S.89, 13 Temmuz 1935, s.188.
117
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.119-141
BİR İKTİSADİ SİYASA PROJESİ:
MİLLİ İKTİSAT VE BURSA
Turgay AKKUŞ*
Özet
XIX. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun tedricen dünya ekonomisine eklemlendiği
bir zamansallığı oluşturmuştu. Tanzimat Fermanı ile başlayan periyotta söz konusu eklemlenmeyi sağlayan hukuki ve iktisadi dönüşümün temelleri oluşturulmuş, Birinci Meşrutiyet
sürecinde, İmparatorluğun Batı’nın merkezinde bulunduğu sisteme entegrasyonunda yeni
aşamalara ulaşılmıştı. Başlangıcı XIX. yüzyılın başlarına uzanan eklemlenme sürecinin sonunda, Osmanlı Devleti Avrupa ülkeleri için hammadde kaynağı ve pazar haline gelirken,
yarı sömürge bir nitelik kazanmıştı. XX. yüzyılın başlarında iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki, devleti içinde bulunduğu her türlü bağımlılık ilişkilerinden kurtararak güçlü bir iktisadi yapı oluşturmak ve imparatorluğun ekonomik yaşamında komprador özellikler gösteren
gayrimüslim unsurun etkinliğini kırmak için, milli iktisat siyasasını yaşama geçirdi.
Milli iktisat kavramı çerçevesinde örgütlenen politikalar, başta başkent İstanbul
olmak üzere Anadolu’nun gayrimüslim unsurlarının ikamet ettiği şehirlerin sosyo-ekonomik yapısında uzun erimli değişikliklere yol açtı. İşaret edilen değişim sürecinin Bursa
ölçeğindeki sonuçlarını irdelemek bu makalenin ereğini oluşturmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Bursa, Milli İktisat, Gayrimüslimler.
Abstract
The 19 century was the period when the Ottoman Empire was gradually articulated
for the world economy. During the period beginning with the Tanzimat Edict, fundamentals of
the legal and economic transformation achieving the mentioned articulation were established,
and during the First Constitutional Era, new stages were reached in the process when the Empire spent effort to integrate with the system in which the West was in the center. In the end
of the articulation process whose beginning dates back to the 19th century, the Ottoman State
became both a raw materials market for European countries and semi-colonized. The Ottoman
Committee of Union and Progress grabbing the power at the beginning of the 20th century actualized the national economic policy in order to constitute a strong economic structure by saving the state from every kind of dependent relationships and reduce the effects of non-Muslim
subjects showing comprador characteristics in the Empire’s economic life.
The policies organized around the concept of national economy led to long term
changes in the socio-economic structures of the cities of Anatolia where non-Muslims were
inhabiting, notably that of Istanbul, the capital of the Empire. The examination of the results of
the mentioned changing process observed in Bursa scale makes up the aim of the present study.
Key Words: Bursa, National economics, Non-Muslims.
th
*
Dr.; Uludağ Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü,
(takkus@uludag.edu.tr).
119
Turgay AKKUŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Giriş
Balkan Savaşları İttihat ve Terakki’nin ittihad-ı anasır siyasasının sonunu getirirken, milliyetçi eksenli yeni siyasaların kapısını ardına kadar açmıştır. Bu çerçeve
içinde ülkenin ekonomik yapılanmasında göreli bir ağırlığa sahip olan, “sadakatsiz”
gayrimüslim unsurların yerine Müslüman-Türk öğenin ikame edilmesine dayalı iktisadi milliyetçilik politikası, “milli iktisat” adı altında uygulamaya konulmuştur.
Ağırlıklı olarak dünya savaşının yarattığı zemin üzerinde hayata geçirilen milli
iktisat politikaları, başta İstanbul olmak üzere Anadolu coğrafyasındaki pek çok
kentteki toplumsal yapılanmayı etkilemiş ve söz konusu yapılar savaşın sonunda
yeniden şekillenmiştir. İmparatorluğun eski başkenti ve önemli üretim merkezlerinden olan Bursa, milli iktisat politikalarının belirleyici olduğu bir çerçeve içinde
yeniden şekillenmiş, kentin gayrimüslim unsurları özellikle iktisadi yaşamdaki hâkim konumlarını yitirmişlerdir. Bu makalenin ereği milli iktisat politikalarının yerel
düzlemdeki yansımalarını Bursa ölçeğinde irdelemek ile sınırlıdır.
Milli iktisat konusu üzerinde ülkemizde yapılan en önemli çalışma Zafer
Toprak’ın Milli İktisat Milli Burjuvazi adlı yapıtıdır. Toprak adı geçen eserde milli iktisat kavramının düşünsel ve politik arka planını büyük bir yetkinlikle ortaya
koyduktan sonra söz konusu olgunun araçsallaştırdığı uygulama ve düzenlemeleri,
bunların ekonominin çeşitli boyutlarında yarattığı sonuçları irdelemektedir. Literatürde milli iktisat kavramını özne olarak değil de bir başlık ya da dönem içinde
inceleyen çalışmalar da bulunmaktadır. Bunlar arasında Korkut Boratav’ın Türkiye
İktisat Tarihi 1908–2002, Şevket Pamuk’un Osmanlıdan Cumhuriyete Küreselleşme,
İktisat Politikaları ve Büyüme adlı yapıtları belirtilebilir.
Milli iktisat politikaları ve bunların araçsallaştırdığı uygulamaların
Bursa’daki yansımalarını irdeleyen bu çalışma esnasında dönemin süreli
yayınlarından, arşiv kaynakları gibi birincil kaynakların yanında ikinci derecedeki
eserlerden de yararlanılmıştır. Makalenin ilk aşamasında milli iktisat kavramının
gelişimi ve bu doğrultuda ortaya çıkan uygulamalar genel bir yaklaşımla verilmiştir.
Çalışmanın ilerleyen bölümlerinde milli iktisat siyasası çerçevesinde işlevselleşen
uygulama ve düzenlemelerin Bursa ölçeğindeki yansımaları başlıklar altında
irdelenmiş ve dünya savaşının sonunda kentteki üretim araçlarının mülkiyeti ile
üretim ilişkilerin yapılanmasındaki etnik ve dinsel kompozisyonun, güdümlü
politikaların merkezinde olduğu etkenler sonucunda değiştiği saptanmıştır.
1. Milli İktisat (1908–1918)
Milli iktisat kavramı; İttihat ve Terakki’nin Türk milliyetçiliğine dayanan
politik yaklaşımının iktisadi düzlemdeki yansıması olarak ortaya çıkmıştır. Kavram
Birinci Dünya Savaşıyla birlikte iili bir durum halini almışsa da imparatorluktaki
tarihselliği İkinci Meşrutiyet günlerine değin uzanmaktadır. 1908’i izleyen süreçte
yaşanan politik ve sosyo-ekonomik değişim ve dönüşüm, “istibdat”–“serbesti”
karşıtlığı üzerinde biçimlenmişti. Siyasal düzlemde serbesti; kişisel ve toplumsal hak ve özgürlüklerin genişletilmesini karşılayan bir içerik kazanırken, iktisadi
düzlemde ise bireysel girişimin esas tutulduğu liberal bir ekonomik yaklaşımı
öngörmekteydi.
120
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bir İktisadi Siyasa Projesi: Milli İktisat ve Bursa
İkinci Meşrutiyet’in ilk yıllarında iktisadi alanda bireyciliği esas alan liberal
düşünün en önemli savunucuları arasında; Prens Sabahaddin ve “Teşebbüs-i Şahsi
ve Âdem-i Merkeziyet”çi oluşum ile İttihatçıların önemli isimlerinden Cavid Bey ve
dergisi Ulûm-i İktisâdiyye ve İctimâiyye Mecmûası öne çıkarken, söz konusu dergi,
meşrutiyet liberalizminin kuramsal yayın organı haline gelmişti1. Dergi; Osmanlı
toplumunun kapalı bir ekonomik anlayıştan kurtarılması2, “serbestî mübâdelenin”
desteklenmesi, uluslararası ticaretin her türlü engelden arındırılması ve “menfaat-i
şahsiyenin” gözetilmesi ile ancak toplumsal refaha ulaşılabilineceğini3 savunan
bir çizgiye sahipti. Dönemin ilk yıllarına tarihlenen liberal karakterli güçlü politik ve ekonomik söylem, imparatorluktaki siyasi ve sosyo-ekonomik gelişmelerin
yarattığı sorunlar karşısında İttihat ve Terakki’nin beklentilerini karşılamaktan uzak
kalmıştı4. Bu beklentiler politik ve ekonomik iki ayrı düzlemde analiz edilebilir.
Birincisi; ittihâd-ı anâsır hedeine yönelik Osmanlı liberalizminin önemli ölçüde
başarısızlığa uğraması ve bunun sonucunda ayrılıkçı akımların güç kazanmasıydı.
Bu noktada Balkan Savaşları bir kırılma noktasını oluşturmuştu. Savaşların sonunda, milliyetçiliğin tabanı genişlerken, içte gayrimüslim-Müslim eksenindeki
kopuş, ittihâd-ı anâsır siyasasını önemli ölçüde geçersiz hale getirmişti. Bu olgunun
İttihatçıların; Müslüman’ı gözeten, Anadolu’ya yönelen, Türk’ü ön plana çıkartan
bir iktisat politikası izlemelerinde önemli bir etken olduğu söylenebilir5.
İkincisi ise; liberal iktisadi yaklaşımın ve kapitülasyonların etkisiyle ülke
ekonomisinde yabancılardan ve gayrimüslimlerden oluşan bir ticaret ve sanayi
burjuvazisinin etkinliğinin artmasıydı. İkinci Meşrutiyet liberalizminin etkisiyle
lonca örgütlenmesinin kaldırılması (1913), serbest ticaret ve girişim özgürlüğünü
geliştirirken, bu durumdan en çok yararlananlar yabancı girişimcilerle komprador niteliği gösteren gayrimüslimler olmuştu. İttihat ve Terakki’nin Avrupa’dan
bağımsızlaşabilmek ereğine dayalı, milli bir ekonomi ve burjuvazi yaratma siyasası6
dikkate alındığında, ekonomik düzlemdeki bu gelişmelerin desteklenmesi ya da
onanması mümkün değildi. İkinci Meşrutiyet döneminin ilk yıllarındaki liberal eksenli politik ve ekonomik yaklaşım veya düşüncelerin, İttihatçı kadroların
beklentilerini karşılamaktan uzak, hatta bazen ters düşmesi, güdümlü bir siyasi
ve iktisadi dönemin zeminini hazırlamıştır. Bu noktada, milli iktisat, İttihat ve
Terakki’nin örgütlediği güdümlü bir ekonomik modelin inşa edildiği yegâne zemini
oluşturmuştur.
XIX. yüzyılın sonlarında; devletin güdüm ve teşvikiyle oluşturulacak “milli” bir sanayi burjuvazisi aracılığı sayesinde sanayileşmeyi hedeleyen milli iktisat
yaklaşımı, Ahmet Mithat ve Musa Akyiğitzade tarafından dile getirilmişti7. Daha
sonra Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Tekin Alp gibi dönemin önemli düşünürleri
de, milli iktisat yaklaşımını yaymaya ve devlet mekanizmalarını bu yönde etkilemeye çalışmışlardı. İktisâdiyat Mecmûası, İslâm Mecmûası, Türk Yurdu, Müdafaa-i
1
2
3
4
5
6
7
Zafer Toprak, Milli İktisat-Milli Burjuvazi, İstanbul, 1995, s.11.
Şerif Mardin, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e İktisadi Düşüncenin Gelişmesi”, TCTA, C.III, İstanbul,
1985, s.630.
Toprak, a.g.e., s.12.
Zafer Toprak, “Milli İktisat”, TCTA, C.III, İstanbul, 1985, s.740.
Toprak, a.g.e., s.4.
Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, (çev.: Fatmagül Berktay Baltalı), 3. Basım, İstanbul, 1996, s.30.
Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908–2002, 7. Baskı, Ankara, 2003, s.26.
121
Turgay AKKUŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Maliye ve İktisâdiyye gibi süreli yayınlar, milli iktisat düşüncesinin savunulup,
toplumsallaştırılmaya çalışıldığı yayın organlarıydılar. İktisâdiyat Mecmûası, kısa
süre içinde İttihatçıların da desteğiyle milli iktisat düsturunun kuramsal yayın
organı haline gelmişti8.
İktisâdiyat Mecmûası’nın ilk sayısında “Mecmûamızın mesleği: Milli İktisâda
Doğru” başlıklı yazıda, yarım yüz yıllık bir süre içinde sanayileşerek bağımsız bir
ekonomik yapıya kavuşan Almanya modelinden ve bu modelin yaratıcısı Friedrich
List9’ten övgü ile bahsedilmekteydi10. Almanya’nın iktisadi milliyetçilik yaklaşımı;
korumacı gümrük duvarları ve gümrük birliği, ulusal demiryolları aracılığıyla ulusal pazarının sınırlarını pekiştirip, homojenleştirmesi ve ulusal sanayisini kurması,
İttihat ve Terakki’nin kapitülasyonların yarattığı bağımlılıklardan kurtulma ve
Osmanlı coğrafyasını eksen alan bütünleşmiş bir pazar yaratmayı amaçlayan
siyasasına esin kaynağı olmuştu.
İttihat ve Terakki’nin düşünsel alandaki önemli isimlerinden Ziya Gökalp,
dış müdahalelere olabildiğince kapalı, içteki kaynaklara dayalı, bütünsel (tarım ve
sanayi) bir kalkınma örneği olan Almanya’dan oldukça etkilenmişti. O’na göre, bir
ülke kendi yapısına uygun bir iktisadi model benimseyerek kalkınmaya çalışmalıydı.
Tanzimat’tan beri süre gelen liberal iktisadi yaklaşım, geri bir tarım ülkesi niteliği
gösteren Osmanlı Devleti’nin ekonomik yapısına uygun değildi. Osmanlı Devleti
serbest ticaret ilkelerini kabullenerek, kendisini sanayileşmiş Batılı devletlerin kölesi
olmaya mahkûm etmişti. Eğer ülke iktisadi yaşamını çağcıllaştırmak ve özellikle
sanayisini geliştirmek istiyorsa, List’in ve Rae’nin önerdiği ulusal nitelikli bir ekonomik yaklaşımı benimsemek zorundaydı11.
İttihatçıların iktisadi konulardaki ideologu ve Alman örneğinden etkilenen
bir başka isim olan Tekin Alp; ulusçuluğun Alman toplumunun her alanına nüfuz
ettiği gibi iktisadi yaşamında da her şeyin “milli” bir bakış açısıyla değerlendirildiğini
belirtiyordu. Alp, Osmanlı Türklüğünün de yükselmesi için milliyetten başka bir
ilke düşünülemeyeceğini vurgulayarak, milli iktisadı esas alan bir siyasa sayesinde,
tarımda, ticarette ve sanayide dünyanın ilk sıralarına yerleşen Almanya’ya dikkat
çekmekteydi12. İktisadi milliyetçiliğin etnik boyutuna vurgu yapan Gökalp’a göre,
“Türklere bir millet karakteri kazandıracak ve bir Türk kültürünün oluşmasına
katkıda bulunacak etkenlerden biri, milli ekonomi idi.”13. Milli iktisat ancak etnik
türdeşliğin var olduğu bir zeminde gerçekleşebilirdi. Değişik etnik unsurlardan
oluşan bir devlet, çağdaş devletin gerektirdiği ortak duygulara sahip etnik unsurun,
kendi içinde gerçekleştireceği işbölümünü sağlayamayacağından, bir milleti değil
ancak cemaatler birliğini oluşturabilirdi. Oysa imparatorlukta Türklerle gayrimüslimler arasında “ortak” bir vicdanın olmamasından dolayı organik bir işbölümünün
8
9
10
11
12
13
Toprak, a.g.e., s.13.
F. List (1789–1846), iktisadi milliyetçilik yaklaşımının önemli düşünürlerinden birisidir. Bir ülkenin
ancak sanayileşerek azgelişmişlikten kurtulabileceğini ileri sürerken, ulusların sosyo-ekonomik
yapılarını dikkate alan ulusalcı bir iktisat anlayışını savunmuştur.
Toprak, a.g.e., s.14.
Uriel Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, (çev.: Kadir Günay), Ankara, 2002, s.s.150–151.
Tekin Alp, “İktisadiyat: Berlin-İstanbul Yolu”, Türk Yurdu, Yıl: 5, C.9, S.10 (14 Kânunusani 1331),
s.12.’den ileten Toprak, a.g.e., s.14.
Ziya Gökalp, “Millet Nedir, Milli İktisad Neden İbarettir?”, İktisadiyat Mecmuası, C.I, Şubat 1916,
s.3’den ileten, Ahmad, a.g.e., s.46.
122
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bir İktisadi Siyasa Projesi: Milli İktisat ve Bursa
gerçekleşmesi mümkün görünmüyordu, bu durumda “millet” hali yapay bir nitelik taşıdığından milli iktisada ulaşılamazdı14. Toplumda Türklerin böyle bir
işbölümünü gerçekleştirebilmeleri, kamu sektörü dışındaki alanlarda varlıklarını
kanıtlamalarına bağlıydı. Milli iktisat ülküsü ancak bu şekilde hayata geçebilirdi.
Dönemin önemli düşünürlerinden olan Yusuf Akçura’da Müslüman-Türk unsurun,
gayrimüslimlerin ve yabancıların egemen olduğu iktisadi alanlarda onların yerini
alması gerektiğini ileri sürmekteydi15. Akçura, “(Eğer) Türkler, Avrupa kapitalizminden yararlanarak, kendi aralarından bir burjuva sınıfı çıkartamazlarsa, yalnızca
köylülerden ve memurlardan oluşan bir Türk toplumunun yaşama şansının zayıf
olacağına” işaret etmekteydi16.
Birinci Dünya Savaşı İttihatçı yönetime iktisadi bağımlılıklardan kurtulma,
milli bir burjuvazi ve sanayi yaratma gibi amaçları içeren, milli iktisat politikalarını
hayata geçirme fırsatını vermişti. Bu bağlamda 10.Eylül.1914’te kapitülasyonlar
tek yanlı olarak kaldırıldığı gibi Düyûn-u Umûmiyye’nin de faaliyetleri askıya
alınmıştı. Ülkede bulunan ve önemli ayrıcalıklara sahip bulunan yabancı sermayeli şirketler de denetim altına alınmıştı. 1915 Aralık ayında Meclise sunulan yeni
gümrük tarifeleri, 23.Mart.1916’da kabul edildi ve 14.Eylül.1916’da uygulamaya
konuldu17. 1916 Şubat’ında ticari işlemlerde Türkçe’nin kullanılmasını zorunlu kılan bir yasa meclisten geçirildi. Bu gelişmeler daha çok dışa dönük olarak
gerçekleştirilmiş uygulamalardı. Söz konusu uygulamalara, milli iktisat ve intibâh-ı
iktisâdi kavramları çerçevesinde örgütlenmiş ve daha çok içe yönelen, devletçi iktisat politikaları eşlik etmekteydi.
İttihat ve Terakki’nin savaş içinde izlediği iktisadi milliyetçilik ve bunun
türevi olarak gelişen politikalar, Osmanlı ticaret burjuvazisi içindeki gayrimüslim
unsurun etkinliğinin önemli ölçüde kırılmasına yol açtı. 1915 yılında (Müslüman)
yerel tüccarları, esnaları ve küçük işletmecileri desteklemek üzere Esnaf Cemiyetleri kuruldu18. İmparatorluk içindeki Rumlar pek çok kez yıldırıldı ve Ermeni
“tehciri” ile doğan boşluklar Türk-İslam eşraf tarafından dolduruldu19. Öte yandan
karaborsacılıkla mücadele için kurulan Men-i İhtikâr Heyeti’nin özellikle gayrimüslimlere yönelmesi, Türk-Müslüman tüccarların gayrimüslim meslektaşlarını tasiye
etmesini kolaylaştırdı20. Böylece iç ve dış ticaret önemli ölçüde Türk-Müslüman
unsurun hâkimiyeti altına girmeye başladı. Bunda devletin bizzat gerçekleştirdiği
yasal düzenlemeler ve teşvikler önemli rol oynamıştı. Ekonomik yapılanmanın etnik ve dinsel boyutunda gözlemlenen bu değişime en çarpıcı örnek, savaş öncesi ve
sırasında kurulan şirketlerin kompozisyonuydu.
14
15
16
17
18
19
20
Toprak, a.g.e., s.19.
Yusuf Akçura, “İktisat”, Türk Yurdu, Yıl: 6, C.12, S.12 (2 Ağustos 1917), s.179-181’den ileten, Toprak, a.g.e., s.20.
Yusuf Akçura, “1329 Senesinde Türk Dünyası”, Türk Yurdu, Yıl: 3, C.VI, S.3 (3.Nisan.1914),
s.2102-2103’den ileten Toprak, a.g.e., s.20., ayrıca bkz. Ahmad, a.g.e., s.57.
Tanin, 4.Mart.1916, s.1.
Bu cemiyetler, kısa bir süre sonra karaborsacılığın pekişmesine neden oldu. Ancak savaşın sonunda Türk-Müslüman unsurdan oluşan zengin bir zümrenin doğmasında önemli bir işlev gördü.
İttihat ve Terakki bu olguyu, milli bir burjuvazi yaratma sürecinin doğal bir parçası olarak algıladı.
Toprak, a.g.e., s.113.
Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, 3. Baskı, Ankara, 2001, s.422.
123
Turgay AKKUŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Liberal bir süreç olarak değerlendirilen İkinci Meşrutiyet’in ilk yıllarında
(1908–1913) kurulan anonim şirketlerin pek çoğu yabancı-gayrimüslim ortaklığına
dayanmaktaydı. Oysa milli iktisat dönemi olarak nitelendirilen 1914–1918 yıllarında,
ülkede kurulan 123 tane anonim şirketin çoğunun sermayesi Türk-İslam girişimciler
tarafından sağlanmıştı21. Bu şirketler arasında Anadolu Milli Mahsûlât Osmanlı A.Ş.
(1915), Konya Ticaret-i Umûmiyye T.A.Ş. (1916), Milli İthalat Kantariye A.Ş. (1916),
Kayseri Milli İktisat A.Ş.(1916), Eskişehir Milli Ticaret ve Sanayi A.Ş. (1916), İzmir
İhracat ve İthalat A.Ş. (1917) gibi ticari, Konya Mensûcât ve Emtia Yurdu Osmanlı
A.Ş. (1915), Milli Mensûcât A.Ş. (1916), Ankara Mensûcât A.Ş. (1916), Ayyıldız Çimento
Osmanlı A.Ş. (1917), İzmir İmarât ve İnşaat-ı Umûmiye Osmanlı A.Ş. (1918)22 gibi
şirketler bulunmaktaydı. Bunların yanı sıra sigorta, ziraat, madencilik vb. alanlarda faaliyet gösteren pek çok Türk-İslam sermayeli şirkette bu dönemde kayıtlara
geçmişti.
Birinci Dünya Savaşı sırasında gelişen bu şirketleşme olgusu, Anadolu’daki
Türk-İslam girişimcilere kredi olanakları sağlayacak bankaların kurulmasıyla
desteklenmekteydi. Bu bankalar arasında; Osmanlı İtibar-ı Milli Bankası (1917),
Milli Aydın Bankası(1914), Milli Karaman Bankası(1914), Akşehir Osmanlı İktisat
A.Ş. (1916), Konya Ahali Bankası (1917), Manisa Bağcılar Bankası (1917), Eskişehir
Çiftçiler Bankası (1918), Adapazarı İslâm Ticaret Bankası Osmanlı A.Ş. (1914)
bulunmaktaydı. İttihatçılar bu bankalar aracılığıyla milli iktisat siyasası çerçevesinde önemli adımlar attılar. İlk olarak; İstanbul’un dışında, Anadolu’da iktisadi anlamda bir kalkınmayı sağlayacak işletmelerin kurulması ve işletilmesi için
gerekli inansmanın oluşturulmasında önemli bir rol üstlendiler. İkincil olarak;
yarattıkları kredi olanakları sayesinde Anadolu’da Türk-İslam unsura dayalı bir
burjuvazi tipinin gelişmesine katkı sağladılar. Son olarak; açıldıkları bölgelerde bir tasarruf alışkanlığının gelişmesine ve geleneksel ekonomik zihniyetlerin
değişmesinde olumlu bir işlevsellik üstlendiler. Ancak Dünya Savaşı’nın ardından
yaşanan süreçte bu bankaların çoğu, yabancı sermayeli bankalar karşısında rekabet
edemeyerek kapandılar23.
Birinci Dünya Savaşı, İkinci Meşrutiyet ile ivme kazanan Türk milliyetçiliği
ekseninde biçimlenen güdümlü politik ve ekonomik siyasaların, toplumsal
yapılanmada gerçekleştirdiği değişiklik ve dönüşümleri kapsayan bir süreci içermekteydi. 1908’de başlayıp 1918’de savaşın bitişi ile noktalanan dönem, imparatorluğun
dağılmasını engelleyemedi. Ancak Anadolu’da 1920’lerde gelişecek olan ulusal
bağımsızlık savaşının kadroları bu sürecin sonunda belirdi. Türk Kurtuluş Savaşı’nı
izleyen dönemde de milli iktisat politikaları süreklilik gösterdi. Misak-ı Milli’nin
belirlediği sınırlar çerçevesinde ulusal bir pazar ve piyasalar oluşturuldu.
2. Milli İktisat’ın Bursa’daki Yansımaları
İkinci Meşrutiyet dönemiyle ivmelenen Türk milliyetçiliği, toplumsal
yaşamın tüm alanlarında olduğu üzere iktisadi yaşamda da önemli değişim ve
21
22
23
Ahmad, a.g.e., s.50.
Vedat Eldem, Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomisi, Ankara, 1994,
s.s.128–129.
Eldem, a.g.e., s.211.
124
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bir İktisadi Siyasa Projesi: Milli İktisat ve Bursa
dönüşümlere yol açmıştı. 1908’den itibaren çerçevesi Batı tarafından oluşturulmuş
bulunan küresel iktisadi yapılanmanın etkisiyle gelişen “iktisadi toplum” düşüncesi
doğrultusunda, devlet eliyle girişimciliğin özendirildiği ve yeni şirketlerin kurulduğu
gözlenmekteydi. Etnik ya da dinsel ayrım gözetilmeksizin, ittihâd-ı anâsır siyasası
ekseninde Osmanlı tebaasına yönelik olarak devlet tarafından örgütlenen teşvik
uygulamaları, taşrada da etkisini göstermişti. Türklerin eline geçişinden itibaren
imparatorluğun daima önde gelen üretim ve ticaret merkezlerinden birisi olan Bursa,
İkinci Meşrutiyet ile gelişen şirketleşme olgusundan önemli ölçüde etkilenmişti. Nitekim 1908 yılında kentte birbiri ardına şirketler kurulmuştu. Bunlar arasında;
Bursa Tasarrufât-ı Mütekabile Şirketi (Yüz elli ortaklı)
Bursa Ermeni Şirketi Tasarruiyesi (Yüz ortaklı)
Bursa Ermeni Numûne-i Terakkî Şirketi (Kıraathane işletmek vesaire ticaretiyle
uğraşmak üzere oluşturulmuş elli ortaklı bir şirkettir.)
Hüdavendigâr Osmanlı Tahvilât Kolektif Şirketi (Tüccardan Kasap Hacı Ahmet
Ağa ile tüccardan Aktar Necip Efendi’nin ortaklığı ile kurulan bir şirket.)
Osman Fevzi ve Hacı Mustafa ve Şürekâsı Kolektif Şirketi (Umûmun menfaatine
hizmet etmek üzere Bursa dikici esnafının kurmuş olduğu bir şirket.)
Bursa Gençleri Ticaret ve Kolektif Şirketi. (Yirmi beş ortaklı)
gibi şirketler bulunmaktaydı.
Şirketlerin kurulma aşamasında, vilayet makamı Dâhiliye Nezâreti’nden
aldığı talimata uyarak, 2.Ağustos.1325 / 15.Ağustos.1909 tarih ve 171 sayılı bir
yazıyla Bursa Ticaret Odası’ndan; ahalinin refah düzeyinin yükseltilmesi için ticari
ve iktisadi şirketlerin kurulmasına dönük teşvikler sağlanmasını öngören kararlar
çerçevesinde gerekli desteği vermesini, istemişti24. Ancak merkezi otoritenin teşvik
politikası ve onun toplumda yarattığı ticari isteklendirme ile var olan ticari hukuksal düzenlemeler arasında önemli uyumsuzluklar bulunmaktaydı. Bu yüzden
adı geçen şirketlerin kurucularının, Bursa Ticaret Odası’ndan şirketlerinin anonim
şirket olarak tescil edilme istekleri, var olan yasal düzenlemelere göre şirketlerin kurulabilmesi için irâde-i seniyye gerektiğinden gerçekleştirilememişti. Bursa Ticaret
Odası vilayete gönderdiği bir yazıda, Osmanlı Ticaret Kanunu’ndaki şirketlerin
kuruluşunu düzenleyen maddelerin “...meşrutiyet idaresinin bahşetmekte olduğu
müsadaat (izinler) ve teshilât (kolaylaştırmalar)” doğrultusunda değiştirilmesi için
hükümeti bu yolda etkilemesini istemişti25.
İkinci Meşrutiyet’in ruhuna uygun bir iklimde Bursa’da kurulan şirketler,
yasal alt yapısı oluşturulmamış bir “iktisat toplumu” projesinin taşradaki erken
örnekleriydiler. Şirketlerin etnik ve dinsel açıdan çeşitlilik göstermesi, Meşrutiyet
döneminin ilk yıllarına egemen olan Osmanlıcılık düşünü ile uyumluydu. Burada en
önemli gelişme, Müslüman-Türk unsurun, zihniyet ve kurumsallaşma bağlamında
esnalığın ötesine geçmeye başlamış olmasıydı. Bu olgu; ülkesel ve yerel düzlemde
Türkçülük düşüncesinin kristalize olmasıyla milli iktisat siyasalarının hem amacını
hem de hareket noktasını oluşturmuştu.
24
25
Faruk Üsküdari, Eski Bursa’dan Notlar, Ankara, 1972, s.23.
A.g.e., s.24.
125
Turgay AKKUŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bursa’daki şirketleşme eğilimi ve dokuma endüstrisindeki gelişim süreci, hükümetin izlediği teşvik politikalarıyla ivme kazanarak devam etmişti. 1909
yılında Ticaret ve Naia Nezâreti’nin ülke ölçeğinde “sanayi-i milliye-i dâhiliyemizin temini terakkîsine vesile olmak” ereğiyle düzenlediği yarışma, söz konusu
siyasanın bir parçasıydı. Bursa’da gerçekleştirilen bu etkinlik çerçevesinde; Ticaret
Mahkemesi Başkanının liderliğinde, Ticaret Odası’ndan Hacı Paşazade Rıza Bey,
Drahanyan Agop, Kavaf Hacı Reşat, Karodakyan Karabet, tuhaiye tüccarlarından
Abdurrahman Talat, sanayicilerden Hacı Tevik, sipahi pazarı esnafından Hafız Halil
Efendi’den oluşan bir kurul oluşturulmuştu. 1909 Temmuz ayında gerçekleştirilen
yarışma, kentte dokumacılık sektörüne katkı sağlamayı amaçlamaktaydı26. Merkezi
yönetimin özendirici ve yönlendirici müdahaleleri sayesinde, 1908–1918 dönemi şirketleşme ve sanayileşme bağlamında, geçmişe göre önemli başarıların elde
edildiği bir zamansallığı oluşturmuştu27.
1908’den sonra kurulmuş olan Osmanlı anonim şirketlerinin listesi
incelendiğinde Bursa’da bu dönemde üç anonim şirketin kurulduğu görülmekteydi.
Bunlar; 10.000 Osmanlı Lirası sermayesiyle28 Bursa Mensûcât-ı Osmaniye Anonim
Şirketi (1910), 20.000 Osmanlı Lirası sermayesiyle Hüdavendigâr Seyr-i Sefâin Anonim
Şirketi (1911) ve 50.000 Osmanlı Lirası sermayesiyle Bursa Şehri Tramvay ve Tenvir-i
Elektrik ve Kuvve-i Elektrikiye Osmanlı Anonim Şirketi (1915) idi. Söz konusu
şirketlerden ilk ikisi daha önce Deutsche Orient Bank Bursa Şube Müdürlüğü ve
Banque İmperiale Ottoman’ın müfettişliği görevlerinde bulunmuş olan İnegöllüzade
Hacı Saffet Bey’in girişimiyle kurulmuşlardı29. Hüdavendigâr Seyr-i Sefâin Anonim
Şirketi, “Başlangıç” adlı bir vapurla iktisadi yaşama atıldıysa da verimli bir işletme
haline gelemediğinden ötürü tasiye olunmuş ve gemilerinin bir kısmı Şevkizade
Tevik Bey’e satılmıştı30. Kurucuları ve hissedarları hemen hemen aynı olan ilk iki
şirket, Bursa Mensûcâtı Osmaniye Anonim Şirketi adıyla dokumacılık sektöründe
yoluna devam etmişti31.
İkinci Meşrutiyet’in ilk yıllarından itibaren devletin sanayi ve ticareti
geliştirmeye yönelik müdahaleleri, Bursa’daki ipekli dokumacılık sektörünü olumlu etkilemişti. Kentteki girişimciler, dokuma makineleri ithal etmeye başlamışlardı.
İlk dokuma makinesi 1910 yılında Dervişoğlu Kokas adında bir Ermeni tarafından
kente getirilmişti32. Morukyan Dikran (1908), Dervişyan Kogas (1909), Kuyucuyan
Mihran (1910), Bursa Mensûcât-ı Osmaniye Anonim Şirketi (1910), Hacı Sabri (1913)
yeni gelişmeye öncülük eden şirketlerdi33. Bursa Mensûcât-ı Osmaniye Anonim
Şirketi (1910), Hacı Sabri, Hacı Şükrü, Hacı Paşa Rıza Bey, Hacı Abdullah, kardeşi
Feyzullah, Boyacı Emin, Avukat Osman Nuri, Muhallebici zade Sabri Bey, Ha26
27
28
29
30
31
32
33
A.g.e., s.s.37–38.
İkinci Meşrutiyet devri ile önceki dönemde kurulan şirketlerin sayısal karşılaştırması için bkz.;
Zafer Toprak, Mili İktisat-Milli Burjuvazi, İstanbul, 1995, s.s.184–195.
8.1.1911’de genel kurul kararıyla şirketin sermayesi 15.000 Osmanlı Lirasına çıkarılmıştır.
Üsküdari, a.g.e., s.s.24–25.
A.g.e., s.s.26–27.
Söz konusu şirket 1925 yılında Dokumacılık ve Trikotaj Anonim Şirketi adını almış 1930’da
yaşadığı mali sarsıntı nedeniyle İş Bankası’nın bir iştiraki haline gelmiştir. Günümüzde ise İpekiş
adı altında yaşamına devam etmektedir.
Fahri Dalsar, Türk Sanayi ve Ticaret Tarihinde Bursa’da İpekçilik, İstanbul, 1960, s.432.
Gündüz Ökçün, Osmanlı Sanayi 1913–1915 İstatistikleri, 3. Baskı, İstanbul, 1984, s.146.
126
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bir İktisadi Siyasa Projesi: Milli İktisat ve Bursa
çikyan ve Kapril’in ortaklığıyla kurulmuştu. Şirket 1914’e değin önemli bir gelişim
gösterdiyse de Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve izleyen dönemde ipekçilik
sektöründe önemli bir yere sahip Ermenilerin, sevk ve iskâna tabi tutulmalarından
ötürü sorunlar yaşamıştı34. Morukyan Dikran’a ait işletme ise, 1917’de makinelerinin Konya’da Mustafa Remzi Efendi’ye satılmasıyla kapanmıştı35. Bunların dışında
Bursa’da 1909 yılında İnstasyadis Odesif, 1911’de Tevik, Simkeşyan Eznif, Fabrika-i
Hümâyûn ve Vasilyadi Zevcesi adına olmak üzere toplam beş adet ham ipek imalatı
yapan fabrika da işletmeye açılmıştı36.
İktisadi kurumsallaşma bağlamında, ciddi bir gelişme gösteren kentteki
şirketler çoğunlukla gayrimüslim ya da yabancıların sermayesiyle kurulmuştu.
Kendi çıkarlarını Batılı devletlerin çıkarlarıyla birleştirerek, bunların kapitülasyonlar aracılığıyla elde ettikleri ayrıcalıklardan yararlanan, komprador bir burjuvazi37
niteliği gösteren ve Batı ile Osmanlı İmparatorluğu arasında ekonomik aracılar
haline gelen gayrimüslimler38, Meşrutiyetin ilk evresindeki liberal ortamdan en çok
yararlanan topluluklar olmuşlardı. Öte yanda sermaye birikiminden ve zihniyetinden, göreli olarak, yoksun Müslümanlar, şirketleşme sürecinde geride kalmışlardı39.
Bu durum İttihat ve Terakki seçkinlerinin gözünden kaçmamıştı. 1908–1918 periyodunda yaşanacak politik gelişmeler, bir yandan iktisadi düzlemde devlet ile ekonomi arasındaki ilişkilerin yeniden şekillenmesine neden olurken diğer yandan iktisadi yaşamdaki etnik ve dinsel kompozisyonun devlet eliyle değiş(tiril)mesine zemin
hazırlayacaktı. İkinci Meşrutiyet evresinin başlangıcından itibaren sivil içerikli
bir toplumsal hareket olarak gelişen boykot hareketleri, etnik ve dinsel eksende
ayrıştırıcı ve ötekileştirici bir işlevle iktisadi bağlamda; Müslüman-Türk ekseninde
biçimlenen türdeş bir “sınıfın” yaratılmasına katkı sağlayacaktı.
3. Milli İktisat Siyasasının Aracı Olarak Bursa’da Boykot
1908 Ekimi’nde Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhak etmesi ve Girit’in
Yunanistan’a katılmasına yönelik girişimlerin yarattığı Yunan karşıtlığı, daha önce
İmparatorlukta görülmeyen ölçekte, iktisadi alana dönük yaptırımları içeren sivil
bir reaksiyonun, boykot olgusunun ortaya çıkışına neden oldu. Meşrutiyetin ilk
yıllarına denk düşen 1908 boykotu ağırlıklı olarak Avusturya’yı hedelemiş ve
başarılı olmuştu. Girit Sorunu’nun süreç içerisinde Osmanlı Devleti’nin aleyhine
bir seyir izlemesi, Avusturya örneğine dayalı bir yaklaşımın Yunanistan’a karşı
da gelişimini sağlamıştı. Adı geçen ülkelerin ürettikleri mal ve hizmetlerin satın
alınmamasını öngören boykot, yerli malı üretiminin ve kullanımının desteklenmesi ve iktisadi alanda yabancılara olan bağımlılığın kaldırılması ya da en azından
azaltılmasına yönelik bir toplumsal ve politik iklimin gelişmesine önemli katkılar
sağlamıştı. Bunların yanında boykot olgusunun, gayrimüslim toplulukların iktisadi
düzlemden tasiye edilmelerinde de önemli bir araç haline geldiği görülmekteydi.
Nitekim boykotların taşradaki yansımalarına bir örnek olmak üzere Bursa’daki
boykotaj, daha çok gayrimüslimlere dönük olarak örgütlenmişti.
34
35
36
37
38
39
Dalsar, a.g.e., s.433.
Ökçün, a.g.e., s.146.
A.g.e., s.s.140–141.
Nesim Şeker, “Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi ve Bir Kent: Bursa”, Bursa Defteri, S.1 (Bahar 1999), s.117.
Ahmad, a.g.e., s.26.
Toprak, a.g.e., s.107.
127
Turgay AKKUŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Girit Sorunu’nun patlak vermesi ve ardından yaşanan gelişmelerin etkisiyle 1910 Haziranı’nda Bursa’da Yunanistan’a yönelik bir boykot süreci gelişmişti.
Kentte yayımlanan İttihatçı Ertuğrul Gazetesi’nde Bursa Boykot Heyeti imzasıyla
çıkan bir ilanda; “Yunan Hükümeti’nin eczâ-yı memâlik-i Osmaniye’den olan ve
ecdadımızdan birçok şehit kanları mukabilinde alınan Girit Adası’ndaki vahşi
zulme gizlice yardım etmek ve adanın Yunanistan’a ilhakına teşebbüs eylemek gibi
hareketler Osmanlı ahalisini galeyana getirmekte olduğundan, Mayıs ayının otuz
birinci günü Bursa’da Yunan vapurlarıyla eşya ve emtiasına karşı boykotaj ilan
olunmuştur. Muhterem Osmanlıların kemâl-i sükûnla izhâr-ı hamiyet etmelerini
temenni ederiz.” cümleleriyle bu boykotun gerekçesi ve yöntemi belirtilmekteydi40.
İlandan anlaşıldığı kadarıyla boykot tamamıyla Yunanistan’ın iktisadi varlığını
hedelemekteydi.
Aynı gazete nüshasının ilk sayfasında; İstanbul-Mudanya arasındaki deniz
yolu hattında çalışan vapurların yetersizliği ve yavaşlığından dolayı merkezi hükümet
nezdinde yapılan girişimlerin sonuç vermemesi üzerine Bursa Ticaret ve Sanayi
Odası’nın gayretleriyle “Destoni” adlı Yunan orijinli bir şirketle yapılan antlaşmadan
bahsedilmişti. İsmail Hakkı imzasını taşıyan yazıda; Girit Meselesi’nin patlak vermesi üzerine gerçekleştirilen boykot uygulaması nedeniyle Mudanya’da hamallar
ve sandalcıların söz konusu şirkete hizmet vermedikleri belirtilmekteydi. Bu arada
Bursa Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Saffet Bey’e yönelik, hakarete varan eleştiriler
yapıldığı anlatılarak, yaşanan gelişmeler üzerine Bursa milletvekillerinin çabasıyla
(özellikle Tahir Bey’in gayretleriyle) “Hususi ve Milli Şirket-i Bahriye-i Osmaniye”
adında bir şirket kurularak, çalışmaya başladığı açıklanmaktaydı41. Yazıda; yeni kurulan şirketin yaşatılabilmesi ve benzeri milli şirketlerin açılabilmesi için Bursalıların
bu şirketleri tercih etmelerinin, “milli bir vazife olduğu” vurgulanmaktaydı42. Bu
noktada boykotun iktisadi düzlemde “milli kuruluşların” oluşumu ve bunların
üretecekleri mal ve hizmetlerin tüketilmesine dönük kitlesel bir “milli bilincin”
gelişmesine katkı sağladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak burada
kullanılan “milli” kavramının suni bir “Osmanlı milletine” denk düştüğünü de belirtmek gerekmektedir.
İttihat ve Terakki’nin, en azından Meşrutiyetin ilk yıllarında, izlemiş
olduğu Osmanlıcılık siyasasının doğası, bu kavrayışın içindeki herhangi bir etnik
ya da dinsel kimliğin değil “ittihâd-ı anâsırın” ön planda tutulması ve desteklenmesini öngörmekteydi. Bununla birlikte imparatorluğu oluşturan etnik unsurların
birbirlerine olan yabancılaşması, başka bir deyişle ötekileşme süreci ivmelenerek
devam etmekteydi. Nitekim Bursa’daki boykot esnasında kentte gazete ve mecmua
satan Vatan Kütüphanesi sahibi Mehmed Salih Bey, Ertuğrul’a verdiği ilanda bazı
meslektaşları tarafından çıkartılan, sattığı gazetelerin Kahyaoğlu Dimitri adında bir
Ruma ait olduğu yolundaki söylentileri yalanlayarak, mülkiyetindeki işletmede Yunan
sermayesi bulunmadığını, bunun uydurma ve düzmece bir yalan olduğunu, belirtmek zorunda kalmıştı43.
40
41
42
43
Ertuğrul, 8.C.1328 / 17.Haziran.1910, S.13, s.3.
Şirketin ilk seferi, on beş mebusun ve şirket kurucularından Mehmet Fuat ve Mani zade Hüseyin
ve Aziz Beylerin katılımı ile gerçekleştirilmiştir.
Ertuğrul, 8.C.1328 / 17.Haziran.1910, S.13, s.1.
Ertuğrul, 8.C.1328 / 17.Haziran.1910, S.13, s.3.
128
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bir İktisadi Siyasa Projesi: Milli İktisat ve Bursa
Bir başka örnekte; kentte bir gazoz fabrikası işletmekte olan Dimistokli
ve Doblidi adlı Rumlar, Ertuğrul Gazetesi’nde yayımlanan ilanlarında; Yunan
emtiasına boykotaj münasebetiyle vatandaşlar tarafından haklarında yanlış bir ikir
oluştuğunu hissederek, tebaa-i Osmaniye’den bulunmakla müftehir (övünen, iftihar
eden) olduklarını tüm vatandaşlara arz ve ilana mecbur kaldıklarını belirtmişlerdi44.
Bu örnekler, toplumda Rum kimliğine karşıtlık biçiminde gelişen bir ayrışmaya ya
da kimliklenmeye ama her halükarda bir ötekileşme sürecine işaret etmekteydi.
Boykotun yarattığı olumsuzluklardan yerel düzlemde kurtulabilmenin
yegâne yolu; İttihatçı kimliği ile bilinen Ertuğrul Gazetesi’ne ilanlar verilmesinden geçmekteydi. Bu ilanların, İttihat ve Terakki’nin yerel örgütlerine dolayısıyla
topluluğu etkileme gücü bulunan İttihatçı kimliğine sahip kişilere yönelik bir ileti
olduğu açıktı. Söz konusu durum dikkate alındığında boykotun olası olumsuz etkilerinden sakınmak, var olan iktidarın ve yerel uzantılarının gözünde meşru bir
kimliğe sahip olmakla sağlanabilmekteydi. Burada göz ardı edilmemesi gereken bir
nokta da boykotun söylemde Yunanistan’ın iktisadi varlığına yönelik olarak örgütlenmesine karşın, eylemsel düzlemde sadece Yunanistan’ı değil kentteki Osmanlı
tebaasına mensup Rumları da hedelemiş olmasıydı.
İttihat ve Terakki, boykot olgusunu ulus-üstü bir “Osmanlı” kimliği çerçevesinde algılamakta ve değerlendirmekteydi. Bu bağlamda yukarıdakilere benzer örneklerin çoğalmasının yaratacağı bölünmenin ittihâd-ı anâsır siyasasını
zedeleyeceği aşikârdı. Etnik ve dinsel kimliğe dayalı bir parçalanma olasılığının
bertaraf edilmesi, Osmanlılık kavrayışının toplumsallaştırılmasıyla mümkün
göründüğünden, İttihat ve Terakki’nin politikalarından bağımsız olmayan boykot
heyetlerinin ilanlarında bu ulus-üstü kavrayışa yapılan vurgulama dikkat çekiciydi. Nitekim Bursa Boykot Heyeti’nin yerel basında zaman zaman yer alan
ilanlarında; boykottan zarar gören çeşitli gayrimüslimlerin adları ve ikamet ettikleri
yerler belirtildikten sonra bu kişilerin “tebaa-i devlet-i Osmaniye’den olduklarının
araştırılarak anlaşıldığının” altı çizilerek, durumun düzeltilmesi istenmekteydi45.
Böylece boykotun merkezi hükümetin politikalarının belirlediği çerçevenin dışına
çıkması önlenebilmekteydi.
Balkan Savaşları ile birlikte, etnik ve dinsel kimliklerin üzerinde onları
hemşerilik düzeyine indirgeyecek bir Osmanlılık kavrayışı ve buna dayalı bir toplum
modeli önemli ölçüde geçersiz hale gelmişti. Yitirilen topraklar ve bu topraklardan Anadolu’ya yönelik sancılı göçler, cephelerde ulus-devlet ve ulusçu bir ideoloji
çerçevesinde örgütlenmiş düşmanlara karşı verilen mücadele, içeride milliyetçilik
duygusunun taban kazanmasına ve Müslümanlarla gayrimüslimler arasında ciddi
bir bölünmeye yol açmıştı. Savaş içinde Osmanlı Devleti’nin Rum vatandaşlarının
Yunanistan’a verdikleri maddi destek bu bölünmeyi keskinleştirirken, 1910’daki
boykot dalgasının genişleyerek fakat daha önemlisi milliyetçi bir söylemle geri
gelmesine neden oldu.
1913–1914 İslâm Boykotajı olarak adlandırılan bu süreç46, ülkedeki
Müslümanların iktisadi yaşamdaki zayılıklarından dolayı ticareti ellerinde tu44
45
46
Ertuğrul, 8.C.1328 / 17.Haziran.1910, S.13, s.3.
Ertuğrul, 15.C.1328 / 24.Haziran.1910, S.9, s.4.
Toprak, a.g.e., s.109.
129
Turgay AKKUŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
tan Rumların pasiize edilmesini, ülkenin Müslüman unsurlarından girişimci bir
topluluğun yaratılarak desteklenmesini ve bunların ürettikleri mal ve hizmetlerin
kullanımının sağlanmasıyla iç piyasayı Türk-İslâm kökenli girişimcilerin eline
bırakmayı hedeleyen bir yaklaşımı üretmişti. Bu bağlamda 1913–1914 boykotajı;
Türk-İslâm unsurdan oluşan bir burjuvazi tabakasının gelişimini ve bununla
bağlantılı olarak “milli şirketlerin” sayısının hızla artmasını da kapsayan milli iktisat uygulamalarının bir parçası olmuştu.
4. Bursa’da İktisadi Bilinçlenme Ve Milli Himaye
Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı konjonktür sayesinde,
İttihat ve Terakki’nin milli iktisat kavramı doğrultusunda örgütlenen ekonomipolitiği, iktisadi yaşamda Türk unsuru ön plana çıkarmayı öngörmekteydi. Milli iktisat
hareketi içinde yer alan ve bu düşünceye önemli katkılar sağlayan Muhittin (Birgen) Bey,
Halka Doğru Dergisi’nde çıkan yazılarında ülkenin en büyük eksikliğini; “kazanan
bir orta sınıfın bulunmaması yani ticaret ve sanatla uğraşan bir sınıfın” olmamasında
görmekteydi47. Birgen’e göre böyle bir sınıfın oluşabilmesi milli himaye ile mümkündü. Milli himaye; her şeyden önce toplumun, kendi milletini, kendi esnafını, kendi üreticisini korumasıydı48. Milli iktisat bu çerçevede geniş kitlelerin bilinçlenmesi ya
da bilinçlendirilmesini de gündeme getirmekteydi.
İttihat ve Terakki’nin Balkan Savaşlarını izleyen dönemdeki iktisat
politikaları Birgen’in işaret ettiği bir çizgide gelişmekteydi. Parti, milli iktisat
politikasının toplumsallaştırılmasında yerel örgütlerini kullanarak etkili olmaya, iktisadi düzlemde “milli” bir bilinç yaratmaya çalışmaktaydı. Bursa’daki gelişmeler
bu konuda İttihat ve Terakki’nin başarılı olduğunu göstermekteydi. Nitekim yerel basında yer alan Osmanlı Sigara Kâğıdı Fabrikası başlıklı bir ilanda; Avrupa
kaynaklı malların alım satımına dayalı bir ticaret etkinliğinin galet olduğu belirtilerek, milli sanayinin kurulabilmesi için teşvik ve himayenin önemi vurgulanmış
ve Avrupa’nın iktisadi gücü karşısında rekabet edebilecek mallar üretmenin gereği
üzerinde durulmuştu49.
Milli şirketler meydana getirilmesi yolundaki teşviklerin sonucunda kentte
kurulmuş bulunan Bursa Numûne-i Terâkki ve Komandit İplik Şirketi’nin bir
gazetedeki ilanında yer alan; “Bursamız gibi her türlü mensûcât üretme yeteneğine
sahip olduğu bilinen bir beldenin piyasasında Osmanlı ipliklerinin azlığı ve bazı türlerinin hiç bulunmaması şüphesiz her Osmanlının kalbini kanatıyordu ve bu eksiğin
giderilmemesi her ferdi üzmekteydi. İşte Bursa Numûne-i Terâkki ve Komandit İplik
Şirketi bu önemli ihtiyacın giderek telaisi ve bu milli gereksinimin ihyası vatanperverlik düşüncesini oluşturmuş bu amaca dönük olarak da Bursa’da bir fabrika
açılmasıyla üretime başlamış ve her türlü gelişmeyi temin yolunda bir cüz’-i nâfıa
sıfatıyla bezl-i mesâî ve ibrâz-ı fedâkârî etmekte bulunmuş bir müessese-i milliye,
bir unsur-u müid-i millidir. Hamiyet-i milliyenin îcâbât-ı güzîdesinden ümit ve
intizâr olunan mukabelede bu unsur-u milliyenin beka ve devam-ı hayatını temin
47
48
49
Muhittin (Birgen), “İktisadi I, En Büyük Eksiğimiz”, Halka Doğru, Yıl: 1, S.6 (16.Mayıs.1329).,
s.s.46-47’den ileten Zeki Arıkan, Tarihimiz ve Cumhuriyet Muhittin Birgen (1885–1951), İstanbul,
1997., s.13.
Muhittin (Birgen), “İktisadi II, Milli Himaye”, Halka Doğru, Yıl: 1, S.7 (23.Mayıs.1329), s.59’dan
ileten Arıkan, a.g.e., s.13.
Ertuğrul, 15.B.1328 / 23.Temmuz.1910, S.18, s.4.
130
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bir İktisadi Siyasa Projesi: Milli İktisat ve Bursa
ve yabancıların çürük mallarına bedel sağlam, dayanıklı Osmanlı ipliği iştirasıyla
ispat etmektir.50” cümleleri, ile Birgen’in üzerinde durduğu milli himaye kavramı
ön plana çıkartılarak, milli şirketlerin desteklenmesi için, tüm Osmanlılar yerli malı
kullanmaya çağırılmaktaydı.
Kentteki yerel basın da milli iktisat politikalarına destek vermekteydi.
Ertuğrul Gazetesi’nde “Hüdavendigâr Vilayeti’nin Türk Ahalisine” başlıklı Mehmed
Şerif imzasıyla yayımlanan bir yazıda; Bursa’nın Osmanlı tarihi içindeki rolüne işaret
edilerek, ülkeyi ve milleti kurtarmak için uyanık olmak gereği üzerinde durulmuş
ve Bursa’nın Batıya olan yakınlığına dikkat çekilmişti. Yazıya göre; Bursa ahalisinin ilk adımda birinci vazifesi, memleketin bütün menba’ı servet ve iktisadını ele
almaktı. Kıpırdayıcı, atılımcı bir gençlik ortaya çıkartmak ve memleketin her yanına
yayılmış yabancı unsurları ticareten ezmek çarelerini aramak önemliydi. Yirminci
yüzyıl milliyetçilik çağıydı ve bu gerçek göz ardı edilmemeliydi.
Mehmed Şerif daha sonra; “Daha dün hemen hayvanlar kadar cahil ve
bihaber yaşayan Bulgarlar bu milliyet hissini, Bulgarlık duygusunu aralarına sokarak, kalpten kalbe nakletmek sayesinde bugünkü mevkie eriştiler. ...Öte de bir
Yunanistan var. Bütün emeli İstanbul’a, Bursa’ya Konya’ya, Trabzon’a girmektir.
Vilayetinizin içine dalınız...bütün Müslüman köylerde birer bakkal görürsünüz...
Tarlayı sürmeyiz, mahsulümüzü mutlaka bakkal Nikolaki’ye taşırız ve sonra bu
Türklerin elinden bu surette alınan paralar ile bir Averof alınıyor ve biz Selanik’i,
Siroz’u, Kosova’yı, Girit’i kaybediyoruz. ...Seksen bin kilometre karelik bir araziye
sahip olan Hüdavendigâr Vilayeti’nde Müslümanlar % 82 nüfusa sahipken ticareti
düşününce % 95’i Müslümanların elinde değildir. Otuz senedir yan yana komşuluk
eden bakkal Mehmed Ağa ile abacı Yanni’nin haline bakınız. Öğleüstü abacı Yanni
karnı acıkınca çırağını ekmek almaya gönderir ve katiyen yanındaki Müslüman
bakkaldan almaz. Yüz adım ötedeki bakkal Nikolaki’den tedarik eder. İşte bu milliyet duygusudur ve bu duyguyu taşımayan bir millet bu asırda yaşayamaz. ...Koca
Türk! Kalk, yürü ve bir zaman kılıcına baş eğdirdiğin dünyaya yayıl. Şimdi seni
atik silahın kadar bir ticarethanenin kapısı bekliyor. Bu işlerde Hüdavendigâr ahalisi önayak olmalıdır ve büyük bir ciddiyetle Türk illerini uyandırmalıdır...”51 sözleriyle iktisadi milliyetçiliğin millet için taşıdığı yaşamsal anlama vurgu yaparak,
Bursa’nın da içinde yer aldığı Hüdavendigâr Vilayeti’nin iktisadi kompozisyonundaki gayrimüslim ağırlığa dikkat çekerek, Türkleri girişimciliğe, üretkenliğe,
dayanışmaya en önemlisi de Rumlara karşı bir iktisadi seferberliğe davet etmekteydi. Şerif’e göre Türk’ün eski günlerine dönmesi, iktisadi bir toplum olmasına,
milli iktisat siyasasının toplumsallaşmasına bağlıydı.
Hüdavendigâr Gazetesi’nde çıkan bir yazıda ise, ülkenin ve milletin
gelişebilmesi için yerli mallarına ilgi gösterilerek, bu malların sürümünün desteklenmesi ve üreticilerinin de teşvik edilmesi gereği üzerinde durulmuştu. Yazının ilerleyen bölümlerinde milli sermayesi olmayan toplumların mahkûm sayılacağı belirtilerek, bu durumdan kurtulmak için yerli mallarına rağbet etme ve kullanımı
konusunda ahaliyi teşvik etmenin vatani bir görev olduğunun altı çizilmişti.
Yazının sonunda Bursa’da bavul üretimi yapan İslimyeli İsmail Efendi adında bir
Türk zanaatkârından bahsedilerek, onun nezdinde Türk üreticilerinin desteklenmesi istenmişti.52
50
51
52
Ertuğrul, 10.C.1329 / 8.Haziran.1911, S.61, s.4.
Ertuğrul, 4.S.1332 / 1.Ocak.1914, S.203, s.1.
Hüdavendigâr, 24.B.1330 / 9.Temmuz.1912, S.2517, s.1.
131
Turgay AKKUŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Yerel basının yanı sıra İttihat ve Terakki’nin kentteki şubesi de merkezin
örgütlediği iktisat politikalarının amaçları doğrultusunda topluma yönelik
çalışmalar yapmaktaydı. Milli iktisat politikalarının hedeleri çerçevesinde yapılan
çalışmalarda çeşitli araçlardan yararlanılmaktaydı. Geniş kitleleri yönlendirmede
önemli bir yere sahip olan din, bu araçlardan birisiydi. Meşrutiyetin, Müslümanları
tembelliğe, işsizliğe, yoksulluğa sevk eden, dünyanın geçiciliği üzerine kurgulanmış
klasik yaklaşımı reddeden, reformist İslâmcı görüşü53 Bursa’ya da yansımıştı. Bursa
İttihat ve Terakki Cemiyeti bu doğrultuda kentteki kulüplerinde halka açık konferanslar düzenlemekteydi. Bunlardan birisinde Hoca Celaleddin Efendi, teşvik-i
sanayi ve terk-i atalet konuları üzerinde durmuştu54. Cemiyetin kulüpleri, iktisadi
anlamda sadece konferanslara ev sahipliği yapmıyordu. Kentteki Türk şirketlerinin
de bu kulüpleri kullandıkları görülmekteydi. Nitekim Osmanlı İktisad Şirketi’nin
hissedarlar toplantısı Ulucami civarında bulunan İttihat ve Terakki birinci
kulübünde yapılmıştı55.
Eğitim ve öğretim kurumları da iktisadi milliyetçilik bağlamında işlevsellik
üstlenen araçlar arasındaydılar. İttihat ve Terakki’nin benimsemiş olduğu milli iktisat yaklaşımının en önemli boyutlarından birisi; Türk-İslâm unsura dayanan bir
girişimci topluluğunu, gayrimüslimlerin yerine ikame edebilmekti. Devletin Müslüman tebaası arasında iktisadi düzlemde bir zihniyet değişimi, söz konusu amaca yönelik temel adımlardan birisini oluşturacaktı. Bu çerçeve içinde Bursa’daki
İttihat ve Terakki Mektebi’nde bir “Ticaret Sınıf-ı Mahsûsu” açılmıştı. Haberi veren
gazetede “...Her tarafta ticari müesseseler, mektepler açılıyor pek durgun ve pek
sönük kalmış fakat tarih-i milliyemizde eski iftihar nişaneleri bırakmış olan TürkOsmanlı ilm-i ticari yeniden canlanıyor...” sözleriyle iktisat biliminin yeniden önem
kazandığına dikkat çekilmekteydi. Bu özel sınıfın ders programında; tatbikat-ı ticariye, usûl defteri, hesab-ı ticari, ilm-i iktisad, coğrafya-i ticari, malûmat ve mekâtibat-ı
ticariye ve Fransızca dersleri bulunmaktaydı. Sınıfta sabahtan öğlene değin teorik
öğrenim yapılırken öğleden sonra öğrencilerin kentteki çeşitli ticarethanelerde uygulamalarda bulunması öngörülmüştü56. Bu adım, klasik esnaf zihniyetinden, iktisat
teorilerini pratikle bütünlemiş modern girişimci tipinin yetiştirilmesi bağlamında
dikkat çekiciydi.
Kentteki gayrimüslim çocukların devlet memuriyeti peşinde koşmaktansa
Batı Avrupa ülkelerine ekonomi eğitimi ve öğretimi için giderek ticaret yaşamına
egemen olmaları, bazı Türklerin de aynı yolu izlemelerine neden olmuştu. Yerel
gazetelerin birinde Bursa tüccarlarından Remzi Efendi’nin küçük oğlu Ferid Bey’in
kendi isteği ile kendi hesabına Avrupa’ya giderek, İsviçre’nin Neuchatel Ticaret
Mektebi’nde dört yıllık eğitiminin üç yılını başarıyla tamamlamasından övgüyle
bahsedilirken, bu tip örneklerin azlığından yakınılmış, Müslümanların bu olguyu
dikkate almaları tavsiye edilmişti57. Böylece İttihat ve Terakki’nin yönlendiriciliği ve
iili müdahaleleri ile yerel basının desteği sayesinde Bursa’da milli iktisat siyasasının
hedeleri doğrultusunda fark edilebilir ölçüde mesafe alınmıştı. Ancak kentin önde
53
54
55
56
57
Toprak, a.g.e., s.104.
Ertuğrul, 16.R.1330 / 4.Nisan.1912, S.102, s.3.
Ertuğrul, 16.R.1330 / 4.Nisan.1912, S.102, s.3.
Ertuğrul, 23.L.1331 / 25.Eylül.1913, S.190, s.2.
Ertuğrul, 12.Z.1331 / 12.Kasım.1913, S.195, s.2.
132
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bir İktisadi Siyasa Projesi: Milli İktisat ve Bursa
gelen Müslüman simalarının dışında girişimcilik tabana yeteri kadar yayılamamıştı.
Bu durumun en önemli nedeni ise sermaye birikiminin kentte ticarete hâkim olan
gayrimüslimler karşısında cılız kalmış olmasıydı.
İkinci Meşrutiyet’in ilk yıllarına egemen olan liberal dönem, ticari düzlemde
pek çok şirketin kurulmasına yol açmışsa da bunlar çoğunlukla imparatorluktaki
gayrimüslim topluluklarla yabancıların ortaklığı biçiminde gelişmişti58. Vilayet salnamelerine dayanılarak hazırlanmış bir cetvele göre; 1912 yılında imparatorluktaki
18.063 ticari işletmenin % 15’i Türklere, % 43’ü Rumlara, % 23’ü Ermenilere ve % 19’u
da yabancılar, diğer gayrimüslim ve Müslüman topluluklara aitti. Endüstri ve el
sanatlarını kapsayan 6.507 üretim mekânının % 12’si Türklere, % 49’u Rumlara,
% 30’u Ermenilere ve % 10’u da diğer topluluklarındı59. Bir karşılaştırma olarak,
1913 yılında Bursa’da ham ipek imalatı yapan fabrikaların sadece % 12,5’i Türklere
aitken % 87,5’i gayrimüslim ya da yabancılar tarafından işletilmekteydi60. Söz konusu rakamların desteklediği yukarıdaki olgunun da etkisiyle Balkan Savaşlarını
izleyen evrede, devletin milli iktisat siyasasının bir parçası olarak, ekonomik
yapılanmadaki etnik kompozisyonu Müslüman-Türk unsurun lehine değiştirmeye
yönelik girişimleri hız kazanmıştı.
Savaşların neden olduğu tasarruf yetersizliği, Müslümanlar arasında iktisadi
düzlemde girişimciliğe olan eğilimi sınırlamaktaydı. Milli iktisat yaklaşımının önde
gelen simalarından Muhittin (Birgen) Bey’de büyük sermayeli (Türk) şirketlerin ve
bankaların kurulmasındaki zorluklara dikkat çekerek, aynı meslek kolunda bulunan esnaf ve sanatkârların, çiftçilerin, küçük işletmelerin bir araya gelerek, imece
şirketleri kurmalarının doğru bir karar olacağını, savunmuştu61. Muhittin (Birgen)
Bey, sorunun etnik boyutlarına da işaret ederek, Osmanlı Müslümanının ticarete
kayıtsızlığı sonucunda bakkal, kasap vb. mesleklerin imparatorluktaki gayrimüslim
toplulukların hâkimiyetinde olduğunu vurgulamıştı. Birgen, bu durumun mahalle
ve köylere değin her yerdeki Müslümanların bir araya gelerek oluşturacakları “istihlâk imece şirketleri” aracılığıyla değişeceğini düşünmekteydi62. Böylece ellerindeki sınırlı birikimi bir araya getirecek Türk-Müslüman unsur, hem ticarette etkin
bir duruma geçecek hem de iktisadi kompozisyonun etnik çerçevesi değişecekti.
Muhittin (Birgen) Bey ile benzeri düşünceleri savunan Ahmed Cevad
Bey63’de ülkenin iktisadi yapılanmasındaki yabancı ve gayrimüslim toplulukların
egemenliğine dikkat çekerek, teavün şirketlerinin kurulması çerçevesinde gelişecek
milli ticaret, milli zanaat ve milli iktisat olgusuna vurgu yapmaktaydı. Bu düşünceler
başta İstanbul olmak üzere pek çok yerde eyleme dökülmeye başlanmıştı. Bursa’da
işaret edilen olgunun ilk yansımaları tarım alanında kendini göstermişti. Bu çerçevede ziraatın gelişmesi için her köy ve kasabada ufak bir inans kuruluşu olan
“Zirâî Teavün” Şirketleri kurulmaya başlanmıştı. Şirketlerin amacı; her köyden
58
59
60
61
62
63
Toprak, a.g.e., s.107.
O.G. Indzhikyan, Burzhuaziya Osmanskoi İmperii, Erivan, 1977, s.s.211-214’ten ileten Charles
Issawı, The Economic History of Turkey 1800–1914, Chicago, 1980, s.14.
Ökçün, a.g.e., s.142.
Muhittin (Birgen), “İktisadi III, İmece Şirketleri”, Halka Doğru, S.9 (6.Haziran.1329)., s.s.69-70’den
ileten, Arıkan, a.g.e., s.14.
Toprak, a.g.e., s.129.
Türkiye’de kooperatifçiliğin öncülerinden.
133
Turgay AKKUŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
belli bir miktar para ya da ürünün toplanmasıyla64 oluşacak sermaye birikimiyle
köylerin yetiştirdiği ürünlerin özelliğine göre zirâî alet ve edavat satın alınması,
bunların köylülere dağıtılması ve kullanımının öğretilmesi ve zirâî sahada üretimin
dolayısıyla refah düzeyinin yükseltilmesi idi. Ayrıca Romanya ve Macaristan vs. ülkelerden yeni zirâî aletler getirtilerek, bunları Bursa’da üretmek üzere demirhaneler
kurulması da planlanmıştı65. Öte yandan Bursa Sancağı’nda ziraat ve hayvancılık
alanında faaliyet gösteren yabancı sermayeli şirketlerin varlığı da eleştiri konusu
olmaya başlamıştı.
Gıda sektöründe önemli bir yere sahip olan İsviçre sermayeli Nestle
Şirketi’nin Bursa yakınlarında bulunan üretim tesislerinde işlenen sütlerin yapılan
analizinde karşılaşılan olumsuz sonuçların, yabancı sermaye karşıtı bir söyleme
dönüştürülmesi, yukarıdaki olgunun açık örneklerinden birisini oluşturmaktaydı.
Olayı haberleştiren Ertuğrul Gazetesi’ndeki yorumda; ülkenin servet kaynaklarını
kendi çıkarları için “gaddarca” kullanmakla suçlanan Avrupa’nın, sonunda ülkedeki hayvancılığı da ortadan kaldırmaya çalıştığı savlanmaktaydı. Haber yoruma
göre; ülkenin vatanperver, genç evlatları savaşlarda hayatlarını yitirirken, arkada
bıraktıkları çocuklarının geçimlerini sağlayacak olan “milli zanaatımız, ziraatımız,
sütçülüğümüz” Avrupalılar tarafından yağmalanmaktaydı. Bu yüzden herkes söz
konusu gelişmeye karşı tepki göstermeye çağırılmıştı66. Bu çağrı kuşkusuz yabancı
sermayeye karşı açılmış bir kampanyanın yerel düzlemdeki yansımalarından
yalnızca birisiydi.
Ziraatın yanı sıra kentteki ticari yaşamda da Türklerin hareketlendiği gözlenmekteydi. Bursa’daki girişimci gençlerin oluşturduğu Osmanlı Terzihanesi, Bursa’nın
meyve ve sebze üretimindeki yerine dayanılarak, bir konserve fabrikası için yapılan
girişimin başarıyla sonuçlanması, valinin girişimleri ve Türklerden oluşan yeni yönetim kuruluyla tekrar üretime geçen Bursa Mensûcât Anonim Şirketi67 gibi kuruluşlar
ve Müslüman esnafın bir araya gelmesiyle kurulması düşünülen “Hüdavendigâr
Bakkaliye Şirketi” ile “Hüdavendigâr Bezzaziye Şirketi”68, Türk sermayesine dayalı
şirketleşmenin başka bir söyleyişle girişimciliğinin yerel örnekleriydiler.
Öte yandan Bursa’nın dokumacılık sektöründeki yeri dikkate alınarak, hazır
giyim alanında Müslüman girişimcilerin sayısını arttırabilmek için İslâm Hanımları
Terzi Mektebi Heyet-i İdaresi tarafından Bursa’daki Müslümanlara (ailelere)
biçki, dikiş, ütücülük, kolacılık ve örücülük sanatlarının öğretilmesi amacıyla bir
terzi okulu açılmıştı. Günün modasına uygun tarzda elbiseler hazırlayan okulun,
kadınlara meslek edindirmenin yanı sıra toplumda kadınların ilerlemesini de amaçlayan bir programı olduğu görülmekteydi. İslâm Hanımları Terzi Mektebi Heyet-i
İdaresi’ne göre okulun amaçları arasında; yerli dokuma ve kumaşların sürümünün
arttırılmasıyla tercih edilir bir duruma gelmesine çalışılarak, iplik ve nesciye (dokuma) fabrikalarıyla bunlara bağlı esnaf ve çalışanlarının durumlarının geliştirilmesi
ve geleceklerinin sağlanması, bulunmaktaydı. Kurulun bir başka önemli amacı da
her surette sağlam ve dayanıklı olduklarından şüphe olunmayan yerli kumaşların,
64
65
66
67
68
Ertuğrul, 16.L.1331 / 18.Eylül.1913, S.189, s.3.
Hüdavendigâr Vilayeti Meclis-i Umumi 1329 Senesi Müzakeratı, Bursa, 1330, s.65.
Ertuğrul, 16.L.1331 / 18.Eylül.1913, S. 189, s.s.2–3.
Raif Kaplanoğlu, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Bursa 1876–1926, İstanbul, 2006, s.182.
Hüdavendigâr, 25.Ca.1332 / 21.Nisan.1914, S. 2609, s.1.
134
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bir İktisadi Siyasa Projesi: Milli İktisat ve Bursa
çok ucuz ve zevkli bir dikiş ile elbiselere, giysilere dönüştürülerek, “Avrupa’nın
bir takım çürük kumaşlarından yapılmış ve insanlar üzerinde hiçte hoş durmayan
kalitesiz elbiselerinin” kullanılmasını önlemeye çalışmaktı69.
Kentin ekonomik yaşamında Müslüman-Türk kimliğin, üretim ilişkilerinde
gayrimüslim ve yabancı sermaye karşıtlığında beliren bir millileşme sürecine zemin
oluşturduğu gözlenmekteydi. Nitekim Aydın’da bulunan bir sabun fabrikasının,
ürünlerinin Bursa’da satışı nedeniyle yerel basına vermiş olduğu bir reklâm metninde
yer alan; “İttihâd ve ittifak zamanı geldi.” sözlerinde iktisadi yaşamı millileştirmeye
dönük bir ileti açıkça görülmekteydi70. Reklâm metninin sonunda söz konusu
ürünün yalnızca İslâm bakkallarından alınabilineceğine yönelik vurgu, ekonominin
yalnızca üretim değil aynı zamanda tüketim boyutunun da millileştirilmesine
dönük yerel bir örnek oluşturması bakımından önemliydi. Tüketici tercihlerinde
görülen yerli mallara yönelik göreli eğilim, Müslüman olmayan girişimcileri olumsuz etkilemekteydi. Bu noktada yabancı sermayeli şirketlere eklemlenmiş gayrimüslim girişimciler ve yabancılar, ürettikleri ya da pazarlamasını yaptıkları malları yerli
malı gibi göstermeye çalışarak bir çıkış yolu bulmaya çalışmaktaydılar.
Bursa’nın önemli Türk tüccarlarından İnegöllüzade kumaşçı Raif Hacı Sabri Bey
yerel basına verdiği bir ilanda, İstanbul ve Bursa’daki bazı mağazaların “vicdansızca”
Avrupa emtiasını yerli malı gibi göstermeye çalıştıklarından şikâyet etmekteydi. Sabri
Bey, bu olumsuzlukla mücadele edebilmek için Bursa’daki fabrikasında ürettiği
kumaşları, İstanbul’da da satmak ereğiyle Mahmut Paşa’da bir şube açmıştı. İlanın
ilerleyen bölümlerinde fabrikanın Bursa’daki satış yerleri de adresleriyle belirtilerek,
yine Türk sermayeli Bursa Mensûcât-ı Osmaniye Anonim Şirketi’nin bütün mamûllerinin de aynı dükkânlarda bulunabilineceği vurgulanmaktaydı. İlanın sonunda
ise vatana hizmet etme bilincine sahip tüketicilere seslenilerek, milli gurur ve onur
hisleriyle üretilen övünülecek mamûlâtın satın alınmasının milli harcama olarak
düşünülmesi gereği üzerinde durulmuştu71. Bu örnek de iktisadi milliyetçiliğin
öngördüğü işbölümünün, millilik kavramı çerçevesinde gerçekleşmekte olduğunu
göstermekteydi.
Kentte yeni açılan pulluk imalathanesinin açılışını duyurmak üzere verilmiş
bir gazete ilanında yer alan, “Türk Sanatkârına Hizmet Herkese Borçtur” başlığı
da milli himaye kavrayışı aracılığıyla ticari sahada Türkleri egemen kılmaya dönük
seferberliğin bir kanıtıydı. Yeni açılan bu işletme, ziraatın önemli bir gelir kaynağı
olduğu Bursa’da tarım alet ve makineleri konusunda piyasada tekel haline gelmiş
bulunan Yunan kaynaklı ürünlerin ülke içinde ikame edilmesi çerçevesinde anlam kazanmaktaydı. Gazeteye verilen ilanda bu nokta öne çıkartılarak, tüketicilerden paralarının Avrupa ya da Yunanistan’a gitmemesi için yeni açılmış bulunan
bu İslâm fabrikasına teveccüh göstermeleri istenmekteydi72. Manifatura Ticareti
Osmanlı Anonim Şirketi’nin73 kentte bir şubesini açması ve Osmanlılardan kendisi
gibi şirketlere destek olmasını istemesi74 de yukarıda betimlenen çerçeve ile ilgili idi.
69
70
71
72
73
74
Hüdavendigâr, 25.Ca.1332 / 21.Nisan.1914, S.2609, s.1.
Ertuğrul, 27.Ca.1332 / 23.Nisan.1914, S.219, s.4.
Ertuğrul, 25.C.1332 / 21.Mayıs.1914, S.223, s.4.
Ertuğrul, 8.Ş.1332 / 2.Temmuz.1914, S.229, s.5.
İstanbul’da 1913 yılında 25.000 Osmanlı Lirası sermaye ile kurulmuştur.
Ertuğrul, 25.C.1332 / 21.Mayıs.1914, S.223, s.5.
135
Turgay AKKUŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
İşletmenin açılışı kentteki Türk sermayeli ticarethanelere yeni bir halkanın eklenmesi ve iktisadi yaşamın etnik kompozisyonunun değiş(tiril)mesi sürecinin yeni bir
örneği idi. Birinci Dünya Savaşı söz konusu sürecin derinleşmesi ve hızlanması
bağlamında belirleyici olacaktı.
Milli iktisat siyasası çerçevesinde örgütlenen uygulamalar, kararlar, düzenlemeler ve basının göreli desteği sayesinde Bursa’da milli iktisat kavrayışının
toplumsallaşmasında ciddi mesafe alındığı gözlenmekteydi. Bu olgunun doğal sonucu olarak kentteki iktisadi yapılanmada, üretim ilişkileri ve üretim araçlarının
mülkiyetindeki etnik-dinsel kompozisyonda, tüketici eğilimlerinde ve tüketiciye yönelik söylemlerde önemli değişiklikler yaşanmaktaydı. Bir kırılma noktası
olarak, Balkan Savaşları’nın ardından kentteki esnaların etnik ve dinsel kimlikleri,
şirketlerin sermayesinin yerli olup olmaması, ticari ilişkilerde daha belirleyici bir
hale gelmişti. Yerel basın, bu iktisadi temelli değişimi destekleyecek gelişmeleri
milliyetçi bir gözle yorumlayarak, milli iktisat siyasasının Bursa ölçeğinde yarattığı
dönüşümü hızlandırıcı bir işlevsellik üstlenmişti. Yabancı sermayeli şirketler
ve ürettikleri mallara yönelik karşıt bir kampanya, milli bir kavrayış üzerinden
gerçekleştirildi. Böylece Bursa’da Türk-İslam kimlikli çiftçi, esnaf, tüccar, şirket
ve girişimcilerin gerek kent halkı gerekse merkezi ve yerel hükümet tarafından
desteklenmesi ya da ayırt edilmesi ile billurlaşan “milli himaye” anlayışı yaşama
geçirilebildi. Milli iktisat yaklaşımının araçları olarak işlevselleşen, iktisadi milliyetçilik bilinci ve milli himaye oluşturma siyasalarının, ülkedeki iktisadi yaşamda
önemli bir yere sahip gayrimüslim ve yabancıların yerine Türk-İslam unsuru ikame
etmek gibi önemli sonuçlar doğurduğu da burada hatırlanmalıdır.
5. Savaş Sürecinde Bursa’nın Etnik Kompozisyonundaki Değişim Ve
Kent Ekonomisindeki Yansımaları
Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı ekonomisi üzerinde önemli etkiler
yaratmıştı. Savaşın başlamasıyla birlikte Batı’dan gerçekleştirilen ithalatın büyük
ölçüde kesintiye uğraması ve bu bağlamda iç talebin karşılanmasında yerli üretimin ön plana çıkması, serbest piyasa anlayışının altüst olması, devletin ekonomi
üzerindeki belirleyiciliğinin giderek artması hatta düzenleyici bir role soyunması,
kapitülasyonların kaldırılarak Düyûn-u Umûmiye İdaresi’nin çalışmalarının
askıya alınması, gibi gelişmeler, dışa bağımlı olmayan bir ekonomik yapılanma ve
Türklerden oluşan bir “burjuvazi” yaratma gibi amaçlarla kristalize olan milli iktisat
siyasasının uygulanmasını kolaylaştırmıştı.
Milli iktisat siyasasının en önemli amaçlarından birisi, devlet eliyle Müslüman-Türk unsurun iktisadi yaşamda egemen hale getirilmesiydi. Savaş içerisinde
gerçekleştirilen Ermeni ve Rum sevk ve iskânı uygulamaları sayesinde Yahudilerin
dışında kalan gayrimüslim topluluklar, imparatorluk içinde ticari yaşamdaki hâkimiyetlerini yitirdiler. Öte yandan Men-i İhtikâr Heyetlerinin vurgunculukla mücadele sırasında özellikle gayrimüslimlere yönelmesi, Müslüman-Türk tüccara rakiplerini tasiyede büyük kolaylıklar sağlamıştı75. İngiliz ve Fransız sermayeli yabancı
şirketlere eklemlenmiş durumda bulunan pek çok Ermeni ve Rum, savaş nedeniyle
75
Toprak, a.g.e., s.113.
136
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bir İktisadi Siyasa Projesi: Milli İktisat ve Bursa
önemli kayıplara uğramışlardı. Şimdi ise ağırlıklı olarak Ermenileri kapsayan sevk
ve iskân uygulamasıyla gayrimüslim topluluklar ticari yaşamdaki konumlarını
neredeyse tamamen yitirmekteydiler. Devletin işveren olduğu alanlarda da durum
pek farklı değildi. Posta nakil ve teatisinde bulunan gayrimüslim müteahhitlerin
mukavelenamelerinin feshedilmesi ve bunların yerini emin ve Müslüman müteahhitlerin alınmasının sağlanması76, son uygulamaya dönük örneklerden yalnızca
birisiydi. Anadolu kentlerindeki iktisadi yaşam da savaşın yarattığı politik ve ekonomik gelişmelerden etkilenmekte ve değişmekteydi.
Bursa da Balkan Savaşları ile gelişmeye başlayan etnik ve dinsel kimliklere
dayalı bölünme, Dünya Savaşı ile birlikte yeni bir evreye girmişti. 1914’te Bursa
Sancağı’nda Rum muhaceretiyle başlayan demograik hareketlenme, 1915 yılında
Ermeni ve Rumların başka yerlerde sevk ve iskân edilmesini öngören kararlarla devam etmekteydi. Kentten ayrılan ya da ayrılmak zorunda kalan gayrimüslim topluluklar ve yabancılar nedeni ile ticari yaşamın dinamiklerinde de ciddi değişiklikler
görülmekteydi. Öncelikle Bursa’daki esnaf, tüccar, küçük ve büyük ölçekli ticari
işletmelerle dokumacılık endüstrisi içinde yer alan fabrikaların sermaye yapısında
Müslüman-Türk unsurun lehine bir değişim yaşandı. İskân-ı Aşair ve Muhacirin
Müdüriyeti tarafından, çeşitli vilayetlerde bulunan tasiye komisyonlarından sevk
ve iskân uygulaması nedeniyle başka yerlere gönderilen Ermenilere ait fabrika,
mağaza ve imalathane gibi müesseselerin boş kalmaması için, ucuz iyatlarla Müslüman şirketlere kiraya verilmesinin istenmesi77, söz konusu değişimin merkezi
yönetimce örgütlendiğini göstermekteydi.
Resmi kayıtlara yansıyan verilere göre Bursa da dokumacılık sektöründe
faaliyet gösteren, Simkeşyan Eznif’ e ait işletmelerden biri Müslüman göçmenlerin,
Balaban Agop’a ait işletme Evkafa, Balabanyan Manuk’a ait bir, Balaban İstefan’a
ait bir, Boduryan Akpos ve Karnik’e ait iki, Boduryan Karnik ve Madam Guma’a
ait bir, Simkeşyan Eznif’e ait bir, Kurdikyan Hacı Onnik’e ait bir, Gülmezyan Serviçin
ve Nişan’a ait bir ve Köleyan Mihran’a ait bir işletme Emlâk-ı Emiriye’nin eline
geçmişti78. Bu iili durumun İskân-ı Aşair ve Muhacirin Müdürlüğü’nün, İslâm
müesseselerinin çoğalması için kurulacak şirketlere Ermenilerden kalan menkul
malların devredilmesi, esnaf ve çiftçinin alabileceği hisse senetleri çıkarılması ve bu
hususta gereken diğer tedbirlerin alınarak Müslimler arasındaki ticaret hayatının
terakkisinin sağlanmasını içeren resmi bildirimleri79 ile desteklenmesi, kentin iktisadi yaşamında gayrimüslimlerin yerine Müslümanları ikame etmeyi amaçlayan
siyasaların, istenilen sonucuydu.
İttihatçı yönetim yalnızca gerçekleştirdiği düzenlemeler ve uygulamalarla
değil aynı zamanda oluşturduğu kurumlarla da bu sürece destek vermekteydi.
Bursa da İttihat ve Terakki tarafından kurulan Fukaraperver Cemiyeti, emvâl-i
metrûkeden birçok fabrikalar ve yüzlerce destgâhların (tezgâh, atölye) yeniden
üretken hale gelebilmesi için sahip olduğu sermayeyi kullanmaktaydı. Özellikle ordunun ihtiyaç duyduğu dokuma ürünlerinin sağlanmasında, bu üretim araçlarının
76
77
78
79
BOA DH. ŞFR. D. 50 / 204. 18.B.1333 / 1.Haziran.1915.
BOA DH. ŞFR. D. 64 / 39. 13.B.1334 / 16.Mayıs.1916.
Ökçün, a.g.e., s.142.
BOA DH. ŞFR. D. 59 / 239. 29.S.1334 / 6.Ocak.1916.
137
Turgay AKKUŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
işlevsel hale getirilmesine çalışılmaktaydı80. Bu noktada Ermeni sevkinin kentin iktisadi yaşamında yarattığı sorunlar ön plana çıkmaktaydı.
Ermenilerin Bursa’dan gönderilmeleriyle ortaya çıkan ekonomik boşluğun
olumsuz etkilerini azaltabilmek ereği ile Müslüman esirlerin Osmanlı şehirlerine
dağıtılması kararlaştırılmıştı. Ancak bunların asli vatan olarak Türklüğü ve Osmanlı
tabiiyetini kabul etmelerinin rızalarıyla sağlanarak, aile kurmaya eğilimli olanlarına,
hükümetin izlediği iskân siyasetinin amaçları doğrultusunda dükkân ve sermaye
sağlanması gerekli olduğundan, emvâl-i metrûke arasında bulunan dükkân, alet
ve edavat-ı sanayinin iyi korunması ve gönderilecek esirlerin Müslüman muhacirler arasında bulunan dul ve kimsesiz kadınlarla evlendirilmesi düşünülmüştü.
Bu çerçevede vilayete gereksinim duyulan alanlarda kaliiye Müslüman esirler
gönderilmişti81. Böylece hem gayrimüslimlerin gitmesiyle ortaya çıkan ekonomik
olumsuzlukların önüne geçilmeye çalışılmış, hem de demograik yapının daha
türdeş bir hale gelmesi sağlanmış olunuyordu. Nitekim bu anlayış doğrultusunda
Suriye’den ihraç olunup Anadolu’da iskânları kararlaştırılan ailelerin, Ermenilerden
kalma arazi ve çiftliklere yerleştirilmesi öngörülmüştü82.
Dünya Savaşı’nın sonunda kentteki üretim araçları ve üretim ilişkilerinin etnik-dinsel kompozisyonunda, milli iktisat ve sevk ve iskân uygulamaları sayesinde
ciddi bir dönüşüm yaşanmıştı. Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle sonuçlanan savaşın
ardından, değişik bölgelere sevk edilmiş bulunan Rumlar ve Ermeniler eski yerlerine geri dönmeye başlamıştı. Ancak söz konusu dönüş olgusu Bursa için sınırlı
kalmış ve kentin demograik kompozisyonundaki Müslüman-Türk öğenin ağırlığı
daha da artmıştı. Böylece İttihatçı yönetimin başta demograi olmak üzere toplumsal yaşamın çeşitli alanlarını türdeşleştirme çabaları göreli olarak başarıya ulaştı.
Kentin ekonomik yaşamındaki hâkim unsurlar olan Ermeni ve Rumlar konumlarını
önemli ölçüde yitirmişlerdi. Milli Mücadele ve izleyen dönemde uluslaşma sürecinin
ivmelenmesi, bu bağlamda ulusal pazarın yaratılmasına yönelik iktisat politikaları,
Bursa’yı ulusal ekonominin başat aktörlerinden birisi haline getirdi.
Sonuç
İkinci Meşrutiyet’in ilk yıllarında iktisadi toplum kavramı çerçevesinde
merkezin örgütlediği ekonomi-politik, Balkan Savaşları’nın ardından kristalize
olan, ittihad-ı anasırın çözülme süreci sonunda iktisadi milliyetçiliği eksen alan siyasalara yerini bırakmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı politik iklim, İttihat ve
Terakki’nin idealize ettiği toplumsal formasyonu paylaşmamakla birlikte ülke ekonomisinde ağırlıklı bir yere sahip, komprador özellikler gösteren Rum ve Ermeni toplulukları
pasiize etmeye yönelik siyasalara hem olanak hem de meşruluk sağlamıştı. Bu
bağlamda sevk ve iskân uygulamaları ile milli iktisat kavrayışı çerçevesinde örgüt80
81
82
Ertuğrul, 15.B.1334 / 18.Mayıs.1916, No: 325, s.1.
BOA DH. ŞFR. D. 57 / 261. 24.Z.1333 / 2.Kasım.1915.
BOA DH. ŞFR. D. 59 / 107. 19.S.1334 / 27.Aralık.1915.
138
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bir İktisadi Siyasa Projesi: Milli İktisat ve Bursa
lenen düzenleme, kurumsallaşma ve eylemler aracılığıyla söz konusu topluluklar,
toplumsal yapılanma içinde bulundukları konumlarını yitirmişlerdi. İpeğe bağlı
üretim ve ticaret etkinliklerinin iktisadi yapılanmanın ağırlığını oluşturduğu Bursa,
yukarıda betimlenen değişim-dönüşüm süreci içinde “yeniden” biçimlenmişti.
Kentin çok etnikli ve dinli toplumsal yapısı, İkinci Meşrutiyet’in özgürlük,
eşitlik ve kardeşlik sloganları ekseninde, istibdat karşıtlığından beslenen, en azından
politik düzlemde, bütüncül bir kompozisyon sergilemekteydi. Dönemin başlarında
iktisadi toplum kavrayışı çevresinde örgütlenen politika ve uygulamaların
yansımaları Bursa’da da görülmüş, kentin Müslim ve gayrimüslim sakinleri, din
ve etnik kimlik gözetilmeksizin merkezi yönetim tarafından girişimcilik konusunda
teşvik edilmişlerdi. Şehrin iktisadi yapılanmasında ağırlığı oluşturan, ipeğin öznesi
olduğu üretim ve ticaret etkinlikleri, komprador nitelikler gösteren Ermeni ve Rum
girişimcilerin kontrolünde idi. Aynı olgu üretimin emek boyutunda da gözlenmekteydi. Balkan Savaşları ve sonuçları, ittihad-ı anasır kavramına dayalı Osmanlıcılık
yaklaşımının meşruluk dayanaklarını ortadan kaldırırken, milliyetçiliği eksen alan
siyasaların değirmenine su taşımıştı. Bu bağlamda demograinin Müslüman-Türk
öğesini toplumsal yaşam alanlarında hâkim kılmayı amaçlayan yeni bir dönemin
kapıları açılmıştı.
Bursa’nın sosyo-ekonomik yapılanması, Balkan Savaşları ile başlayıp Birinci
Dünya Savaşı ile gelişen etnik ve dinsel kimlik eksenli politikaların oluşturduğu bir
çerçevede yeniden üretildi. İktisadi düzlemde milli iktisat kavrayışı içinde yaşama
geçirilen düzenleme ve uygulamalarla kentin Müslüman-Türk unsurlarına dayalı
bir burjuvazi tipi yaratılmaya çalışılırken, ekonominin tüketim boyutunda “milli bilinç”
ve “milli himaye” kavramları çevresinde toplumsal bir seferberlik örgütlenmeye
çalışıldı. Sevk ve iskân uygulamaları ve buna bağlı olarak gerçekleştirilen hukuki
ve mali düzenlemelerle şehrin Yahudiler dışında kalan, gayrimüslim topluluklarına
mensup girişimciler, tüccarlar ve üreticiler, kentin iktisadi yaşamındaki ağırlıklarını
yitirdiler. Üretim araçlarının mülkiyetine ilişkin etnik ve dinsel kompozisyon
yukarıda betimlenen uygulamalar aracılığıyla değiştirildi.
Kentteki sermaye yapısının etnik ve dinsel kimliğinde de ciddi bir değişim
gerçekleşti. Müslüman-Türk unsur üretim ve ticaretin her alanında girişimciliğe
özendirildi, yeni şirketlerin ve işletmelerin kurulması teşvik edildi. Sevk ve iskân
uygulamaları sonrasında gayrimüslimlerden kalan pek çok fabrika, dükkân,
tezgâh, tarla, bağ, bahçe, araç ve gereç ya el değiştirme ya da kiralama yoluyla
Müslümanların kullanımına tahsis edildi. Sermayenin yetersiz olduğu durumlarda
küçük tasarruların birleştirilmesi ile kolektif sermaye yapısına sahip kooperatiler
örgütlendi. Böylece milli iktisat yaklaşımının ereklerinden birisi olan, sermayenin
Türkleştirilmesi yolunda belli bir mesafe kat edilebildi.
Dünya savaşı sona erdiğinde Bursa, milli iktisat politikaları ve türevi
olarak gerçekleştirilen uygulamalar sayesinde iktisadi milliyetçiliğin göreli olarak
toplumsallaştığı bir kent görünümüne kavuşmuştu. Ekonominin sermaye, üretim,
ticaret ve tüketim boyutlarında etnik-dinsel bağlamda bir türdeşlik ortaya çıkmıştı.
Bu noktada, İttihat ve Terakki’nin Balkan Savaşları’nın ardından ivmelenmeye
başlayan milliyetçi iktisat siyasalarının, erekleri göz önünde tutulduğunda, Bursa
ölçeğinde başarıya ulaştığını söylemek mümkün görünmektedir.
139
Turgay AKKUŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
KAYNAKÇA
Arşiv
BOA DH. ŞFR. D. 50 / 204. 18.B.1333 / 1.Haziran.1915.
BOA DH. ŞFR. D. 57 / 261. 24.Z.1333 / 2.Kasım.1915.
BOA DH. ŞFR. D. 59 / 107. 19.S.1334 / 27.Aralık.1915.
BOA DH. ŞFR. D. 64 / 39. 13.B.1334 / 16.Mayıs.1916.
BOA DH. ŞFR. D. 59 / 239. 29.S.1334 / 6.Ocak.1916.
Gazeteler
Ertuğrul
Hüdavendigâr
Tanin
Kitaplar
AHMAD, Feroz, İttihatçılıktan Kemalizme, (çev.: Fatmagül Berktay Baltalı), 3. Basım,
İstanbul, 1996.
AKŞİN, Sina, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, 3. Baskı, Ankara, 2001.
ARIKAN, Zeki, Tarihimiz ve Cumhuriyet Muhittin Birgen (1885–1951), İstanbul, 1997.
BORATAV, Korkut, Türkiye İktisat Tarihi 1908–2002, 7. Baskı, Ankara, 2003.
DALSAR, Fahri, Türk Sanayi ve Ticaret Tarihinde Bursa’da İpekçilik, İstanbul, 1960.
ELDEM, Vedat, Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomisi,
Ankara, 1994.
HEYD, Uriel, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, (çev.: Kadir Günay), Ankara, 2002.
Hüdavendigâr Vilayeti Meclis-i Umumi 1329 Senesi Müzakeratı, Bursa, 1330.
ISSAWI, Charles, The Economic History of Turkey 1800–1914, Chicago, 1980.
KAPLANOĞLU, Raif, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Bursa 1876–1926, İstanbul, 2006.
ÖKÇÜN, Gündüz, Osmanlı Sanayi 1913–1915 İstatistikleri, 3. Baskı, İstanbul, 1984.
ÜSKÜDARİ, Faruk, Eski Bursa’dan Notlar, Ankara, 1972.
140
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bir İktisadi Siyasa Projesi: Milli İktisat ve Bursa
Makaleler
MARDİN, Şerif, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e İktisadi Düşüncenin Gelişmesi”,
TCTA, C: III, İstanbul, 1985.
ŞEKER, Nesim, “Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi ve Bir Kent: Bursa”, Bursa Defteri,
S.1 (Bahar 1999).
TOPRAK, Zafer, “Milli İktisat”, TCTA, C: III, İstanbul, 1985.
TOPRAK, Zafer, Milli İktisat-Milli Burjuvazi, İstanbul, 1995.
141
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.143-163
ERMENİ TEHCİRİ
VE TEHCİRDEN DÖNEN ERMENİLERİN
İSKÂN SORUNU
Hacer ÇELİK*
Özet
Bu çalışmada 1915 yılında uygulanan Ermeni tehciri ile 1918 yılında tehcirden geri
dönen Ermenilerin durumu incelenmektedir. Bilindiği gibi 1915 yılında Ermeni tehciri OsmanlıRus Savaşı, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde gerçekleşmiştir. Bu karar
neticesinde Ermenilerin birçoğunun malları; hatta eşleri ve çocukları geride kalanlara teslim
edilmiştir. Esasen bu dönemde Anadolu’da büyük bir kargaşa hâkimdir. Balkanlardan ve Orta
Doğu’dan birçok Müslüman Anadolu topraklarına göç etmektedirler. Ermenilerin boşalttıkları
yerlere yerleştirilenlerin büyük bölümünü bu grup oluşturmuştur.
Osmanlı hükümeti 1918 yılında Mondros Mütarekesi yapılmadan hemen önce
Ermenilerin geri dönmesi yönünde bir karar almıştır. Geri dönüş kararı var olan kargaşayı
arttırmış; üstelik ülke topraklarında farklı güç odaklarının da iktidarı sebebiyle gerektiği gibi
yönetilememiştir. Mal ve mülklerin, hatta kadın ve çocukların ‘iadesi’ meseleleri büyük sorunlar yaratmış; gayrimüslimlerle Müslüman halk arasında çatışmalar başlamıştır. Tehcirden
geri dönenlerin yeniden iskânı ve Ermenilerin hayatlarının normalleştirilmesi yolunda Hilal-i
Ahmer gibi sivil toplum kuruluşları, yerel halk ve Amerika Birleşik Devletleri de önemli rol
oynamışlardır. Yiyecek, içecek ve ilaç başlıca yardımlar olmuş; bunlara Ermenilerin iş tutabilmesi için verilen destekler de eklenmiştir.
Anadolu’da zaten var olan kargaşayı arttıran bu kararlar dönemin anlaşılabilmesi
için önemli ipuçları sunmaktadır. Bunların incelenmesi meseleyi soykırım mı; değil mi
tartışmalarından uzaklaştırarak daha geniş bir perspektiften bakma olanağı sunacaktır.
Anahtar Kelimeler: Ermeni Tehciri, İskân Sorunu, Ermeniler.
Abstract
This paper is about the situation of the Armenians who returned to their lands in
1918 after 1915 deportation. The Armenian deportation in 1915 realized under the shadows
of Ottoman-Russian War, Balkan Wars and World War I. The decision to deport Armenians
from Anatolia led to many Armenians to lose their properties and relatives in return. There is
a big mess in Anatolia along 1910s, when many Muslim migrate to Anatolia from the Middle
East and Balkans and ill the places evaucated by the Armenians.
The Ottoman Government made a decision to let Armenians return their homes before the signing of 1918 Mondros Treaty. The decision for the return of the deported added to
*
Okutman; Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü.
143
Hacer ÇELİK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
the existing chaos in Anatolia, moreover the return process was not administered eficiently
thanks to the different power foci in the government. The return of the properties, as well as
the children and women led to big problems followed by clashes between the Muslim and
non-Muslims. Associations such as Red Crescent, local people and the U.S. also had crucial
role for the relocation of those returning after deportation. Food, water and drugs have been
the fundamental aid items, employment efforts for the Armenians followed. The deportation and return processes provide some clues to have a better understanding of the period.
Analysis of these might help to see the problems from a wider angle, compared to the vicious
argument cycle of whether deportation was a genocide or not.
Key Words: The Armenian Deportation, Settlement Problem, Armenians.
Giriş
Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Ermeniler 1915 yılında dönemin atmosferinden kaynaklanan çeşitli nedenlerden dolayı1 tehcire tabii tutulmuşlardır.
Osmanlı topraklarının işgal altında olması tehcirin organizasyonunda sorunlar
yaratmış ve hem Müslümanlar hem de Hristiyanlar arasından büyük kayıplar
verilmiştir. Ancak üç yıllık bir sürecin ardından 18 Aralık 1918 tarihinde alınan bir
kararla Ermeniler’in memleketlerine geri dönmelerine izin verilmiştir. Bu kararla
birlikte yaklaşık 300,000 Ermeni, Suriye ve Irak’tan geri dönmüşler ve 1918–1920
yılları arasında çeşili yerlere yeniden yerleştirilmişlerdir. Yeniden yerleşmişlerdir.
Yıkılmak üzere olan Osmanlı Devleti’nin bu sırada çeşitli masralar yaptığı ve geri
dönen muhacirlerin kaybettikleri mal ve mülklerin iadesine çalıştığı bilinmektedir.
Tehcir edilen Ermenilerin yeniden iskânı konusunda yazılmış çok fazla kaynak
bulunmamaktadır. Arşiv belgelerine dayanarak bu konuda şimdiye kadar yazılmış
en yetkin kaynak olarak İbrahim Erhem Atnur’un Erzurum Atatürk Üniversitesi için
hazırlamış olduğu Tehcirden Dönen Rum ve Ermenilerin İskânı başlıklı yüksek lisans
tezi gösterilebilir. Öte yandan 1915 ve 1918 yılları arasındaki zaman dilimi üzerine yazılmış çeşitli kaynaklar mevcuttur. Daha sonrası üzerinde durulmaması
muhtemelen konunun hem Ermenistan hem de Türkiye için bir siyasi problem
haline gelmiş olmasıdır. Her iki taraf da belli noktalardan hareketle olan bitenin
soykırımla ilgili olup olmadığını tartışmaktadır. Tartışmaların bu soru üzerine;
dolayısıyla tehcir dönemine yoğunlaşması tehcirden sonraki dönemin ihmal edilmesine yol açmıştır. İki taraf da kendi iddialarını destekleyebilmek için tehcirden geri
dönenler üzerinde fazla durmamayı seçmiş gibidir. Fakat Birinci Dünya Savaşı’nın
ardından yerlerinden edilen Ermeni ve Rumların geri dönüşleri için birtakım çabalar gösterilmiştir. Ancak bu çabaların kime ve neye göre başarılı olduğu değişebilir.
1
Justin McCarthy, Tehcir Kanunu’na giden süreci şöyle değerlendirmektedir: “I.Dünya Savaşı
öncesi hükümetin askere alma işlemleri dolayısıyla başlayan ilk Ermeni ayaklanmaları, asker kaçaklarının
Ermeni asilere katılma kararı almasıyla daha da şiddetlenecektir. Van’ın işgali ve özellikle savaş sırasında
Ermeni çetecilerinin askeri açıdan stratejik noktalarda tehditler oluşturması, karakolların basılması, mahalli devlet memurlarının öldürülmesi gibi olaylar ve özellikle de Rus birliklerinin öncü hücum birlikleri olarak
görev yapmaları, cephe gerisinde tacizler de bulunmaları, iletişim hatlarını kesmeleri tehciri hazırlayan
şartlar olmuştur.” bkz. Justin McCarthy, Osmanlı’ya Veda, İmparatorluk Çökerken Osmanlı Halkları,
(çev.: Mehmet Tuncel), İstanbul, Etkileşim Yayınları, 2006, s.s.199-202.
144
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Ermeni Tehciri ve Tehcirden Dönen Ermeniler...
Çünkü tehcir edilenlerin mal ve mülklerinin çoğuna tehcirin hemen ardından Müslümanlar tarafından el konmuştur. Geri dönüşlerinde malların iadesi gerekmiş ve
Ermenilere İngiliz desteğinin de işin içine girmesiyle Anadolu’da büyük bir kargaşa
hâkim olmuştur.
Bu çalışmada Ermeni Tehciri’nden dönen Ermeniler üzerinde durulması
hedelenmektedir. Ancak bu konunun aydınlatılabilmesi için öncelikle birincil
kaynaklara ihtiyaç vardır. Dolayısıyla şimdiki çalışma ikincil kaynaklardan iz sürecektir. Elbette bu durumda yukarıda söz edilen kaynakların konu üzerinde çok
durmaması sıkıntısıyla karşılaşılmıştır. Konuyu daha geniş bir perspektiften sunabilmek amacıyla ilk bölümde Tehcir Kanunu’ndan ve Tehcir yöntemlerinden söz
edilecektir. İkinci bölümde ise Tehcir’den dönen Ermeniler’in izlerinin sürülmesine
çalışılacaktır.
Tehcir
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Hükümeti 24 Nisan 1915 tarihinde bir karar alarak Ermeni komite merkezlerini kapatmış, evrakına el koymuş
ve İçişleri Bakanlığı tarafından 14 valilik ve mutasarrılığa gönderilen emirname ile
İstanbul’da 2345 komitaci tutuklamıştır2.
İddialara göre Ermenilerin çıkarttıkları olaylar böyle bir karar alınmasının
başlıca nedeni olmuştur. Örneğin, Kars Kale Komutanı’nın, Kafkas Ordusu Karargah Komutanı’na gönderdiği 23 Ocak (5 Şubat) 1915 tarih ve 141 sayılı gizli bir
yazısında Ermeni birliklerinin disiplinsiz hareketlerinden bahsedilmiş, Kars’a gelen
Ermeni birlik komutanlarının emirlere rağmen, Kars’a gelerek kayıt yaptırmadıkları,
birliklerin arasında her türlü soygun, cinayet, tecavüz, saldırı olaylarının görüldüğü
bildirilmiştir. Hükümet öncesinde isyanlarla ilgili tedbirler almaya çalışmış ancak
başarılı olamamıştır3. İddialara göre alınan ilk kararla tutuklananlar örgüt mensubu
Ermenilerdir. Bu durum İngiliz istihbaratı tarafından da doğrulanmıştır. Mısır’daki
İngiliz Askeri Oisi’ne Dedeağaç üzerinden ulaşan bilgide “24 Nisan 1915 gecesi
üç Ermeni din görevlisi, Ermeni gazetesi “Puzantion”un sahibi de aralarında olmak
üzere toplam 1800 Ermeni yakalanarak Ankara’ya gönderileceklerdi. Tutuklananların
500’ü Taşnak, 500’ü Hınçak ve kalanlar da Ramgavar partizanlarıdır.” denmektedir4.
2 Mayıs 1915’te Enver Paşa, Van Gölü ve çevresinde toplanıp isyan çıkartan
Ermenilerin Rus sınırı ötesine gönderilmelerini Talat Paşa’dan talep etmiştir. Sevk
kararının ilk işareti sayılan bu yazı ile Talat Paşa, Meclis-i Vükela’dan karar almadan
ve geçici bir kanun çıkarmadan sevk işlemini başlatmıştır. Ancak, Erzurum, Van, Bitlis,
Halep, Maraş ve Adana gibi vilayet ve sancakların boşaltılması ve buradaki Ermenilerin can ve mallarının korunması hususunda alınan tedbirler yeterli olmamıştır.
Rusya İngiltere ve Fransa’nın da işin içine dahil olmasıyla durum uluslararası
bir hal almıştır. Ardından Talat Paşa 26 Mayıs 1915 tarihli bir tezkireyi Sadaret’e
2
3
4
A. Süslü, F. Kırzıoğlu, R. Yinanç, Y. Halaçoğlu, Türk Tarihinde Ermeniler, Ankara, Kars Kafkas
Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları, 1995, s.229.
Abdurrahman Çaycı, Türk-Ermeni İlişkilerinde Gerçekler, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi
Yayınları, 2000, s.63.
Hikmet Özdemir, Ermeniler, Sürgün ve Göç, Ankara, 2005, s.62.
145
Hacer ÇELİK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
göndermiştir5. 29 Mayıs’ta hazırlanan bir tezkire ile durum Meclis-i Vükela’ya iletilmiş
ve sevk kanununun uygulanması için gerekli resmi belge hazırlanmıştır6. Böylece
isyanların olduğu yerlerdeki Ermeniler’in başka bölgelere taşınması imkânını veren
bir kanun yürülüğe girmiştir7.
Bu kanun 3 maddeden oluşmuştur:
“Madde 1: Sefer zamanındaordu, kolordu ve tümen komutanları ve
bunların vekilleri ve bağımsız bölge komutanları, halk tarafından herhangi bir
şekilde hükümet emirlerine, yurt savunmasına, mevcut düzene ve güvenik işlerine
karşı durum alan ve silahla saldıran ve direnenleri görürlerse hemen askeri kuvvetlere karşı koyacaklardır. Saldırı ve direnmeyi kökünden yok etmekle yetkili ve
yükümlüdürler.
Madde 2: Ordu ve bağımsız kolordu ve tümen komutanları, askei nedenlere dayanan casusluk ve hainliklerini hissettikleri bölge halkını tek tek veya toplu
olarak, memleketin diğer bölgelerine gönderebilirler ve oralarda oturtabilirler.
Madde 3: Bu kanun yayımlandığı tarihten geçerlidir. (27 Mayıs 1915)8”
Bu kanunla birlikte tehcir kararı alındıktan sonra birtakım tedbirler uygulanmaya konmuştur. Hazırlanan talimatnamede şu hükümler yer almaktadır:
“-Tahliye edilen bölgelere hiçbir şüpheli şahıs girmeyecektir.
-Göç ettirilen Ermeniler, istedikleri eşyaları götürebileceklerdir.
-Yanlarında götüemeyecekleri eşyaların bozulacak olanları satılacak,
bozulmayacakları ise sahipleri adına korunacaktır.
-Göç ettirilen Ermeniler mallarını yabancılar hariç istedikleri kişiye
satabileceklerdir.”9.
Tehcirin öngörüldüğü bölgeler ise şöyle sıralanmıştır:
-Erzurum, Van, Bitlis vilayetleri,
-Halep vilayetinin merkez kazası hariç Belen, Cisr-i Şuğur ve Antakya dahilindeki köy ve kasabalar,
-Maraş şehir merkezi hariç Maraş sancağı,
-Adana, Sis (Kozan) ve Mersin şehir merkezleri hariç Adana, Mersin, Kozan
ve Cebel-i Bereket Sancakları.10”.
5
6
7
8
9
10
Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920), Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü
Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayınları, Yayın No: 14, Ankara, 1994, s.6.
Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2001, s.68.
Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, Ankara, 1991, s.97.
Yavuz Ercan, “Tarihi Belgelerin Işığında Ermeni İddiaları,” Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu
ile İlişkileri Sempozyumu, Ankara, 1985, s.220.
Halaçoğlu, a.g.e., 2001, s.69.
A.g.e., s.s.48-49.
146
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Ermeni Tehciri ve Tehcirden Dönen Ermeniler...
Sevk edilen Ermeniler Musul ve Zor Mutasarrılıkları’nın, Van vilayetiyle bitişik
kuzey kısımlarına, Halep Vilayeti’nin doğu ve güneydoğusuna, Suriye Vilayeti’nin
doğusuna nakledileceklerdi11.
Kanunun ve daha sonrasındaki talimatnamelerin uygulanmasıyla ilgili
olarak Osmanlı Hükümeti Dâhiliye, Hariciye, Harbiye, Maliye ve Adalet Bakanlıkları
görevlendirmiştir. Muhacirin Komisyonu, İskân-ı Aşair ve Muhacirin Müdiriyeti,
Emval-i Metruke Komisyonları ile bazı mahalli komisyonlar oluşturulmuştur12. 10
Haziran 1915’te otuz dört maddelik ikinci bir talimatname çıkartılmıştır13. Bu talimatname ile göç eden Ermeniler’in geride bıraktıkları eşyaların değeri hükümetçe
sahiplerine ödeneceğinden terk edilmiş mallar korunmuş ve sahipleri adına
satılmasına karar verilmiştir. Yoksul kadınlarla askeri imalathanede çalışanların
sevklerinin ertelenmesi de belirtilmiştir14.
Ayrıca, bu talimatname ile tehcire tabii tutulanlara ait içinde eşya bulunan binalar mühürlenip koruma altına alınmış, satılması gerekli eşya ve hayvanlar satılarak bedeli hak sahibine ödenmiş, göç edenlere ait emlak ve arazinin
cinsi, miktarı ve kıymeti belirlenerek kayıt altına alınmıştır15. Yürütülen tüm nakil olaylarında devlet 115 milyon kuruş harcamış ayrıca iaşe bedeli olarak da yüz
elli milyon kuruş harcanması öngörülmüştür. Bu sırada tüm Ermeniler’in sevk
edilmediği görülmektedir. 4 Ağustos 1915 tarihinde çeşitli mutasarrılıklara gönderilen
karar ile geride kalan Katolik nüfus sevk edilmemiş nüfuslarının tespit edilmesi
istenmiştir16. İsyan çıkaran Ermenilerin çoğu Gregoryen mezhebinden olduğundan
Osmanlı Devleti isyan çıkarmayanlara bu uygulamayı gerekli görmemiş gözükmektedir. Yaklaşık 10 gün sonra da aynı işlemi Protestan Ermeniler için uygulamış ve
onları da sevke tabi tutmamıştır17. 15 Eylül 1915’de hasta ve kör olan Ermenilerin de
sevk edilmemesi şeklinde Dâhiliye Nezareti’nden karar çıkmıştır18.
Tehcirden Geri Dönüş
Geri Dönüşün Nedenleri
1918 sonlarında tehcir edilen Ermeniler’in geri dönüşleri yönünde karar
alınmıştır. Bundaki ilk neden Osmanlı’nın imaj düzeltme çabalarıdır. Osmanlı’nın
imajının bu dönemlerde gittikçe kötüleştiği bilinmektedir19. Nitekim Ermeni Tehciri
Osmanlı’nın Amerika’da ve Avrupa’da negatif bir imaj edinmesine yol açmıştır20.
Özellikle Avrupa’da Osmanlı’nın Ermeniler’den öc alacakları görüşü otaya çıkmıştır.
Bu sebeple Ermeniler’in affedilmesi bölgeyi kontrol altına almak isteyen Avrupa
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
A. Akgündüz, S. Öztürk, R. Kara, Sorularla Ermeni Meselesi, İstanbul, OSAV Yayınları, 2008, s.319.
Yıldırım, a.g.e., s.21; Documents sur les Arméniens-Ottomans, vol.II. s.s.91-92. 2133.
Süslü, a.g.e., s.241.
Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920), s.40.
Çaycı, a.g.e., s.66.
Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920), s.72.
A.g.e., s.77.
A.g.e., s.91.
Guenter Lewy, The Armenian Massacres in Ottoman Turkey, Salt Lake City, The University of Utah
Press, 2005, s.7.
Sina Aksin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, C.1, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları,
2004, s.32.
147
Hacer ÇELİK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
için oldukça önemli olmuş21, hatta bu durumu propaganda olarak kullanmışlar
ve amaçlarının Osmanlılar’ın adaletsizliği altında yaşayan milletlerin özgürlüğü
olarak öne sürmüşlerdir22. Tüm bu olumsuz imajı silecek olan şey Ermeniler’in geri
dönüşünün sağlanması olmuştur.
Esasen geri dönüşün sağlanmasının ardında yatan en önemli neden 1915
yılında var olan şartların 1918’de değişmesidir. Bilindiği gibi Rusya 1917 yılında
Bolşevik Devrimi sebebiyle Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilmek zorunda kalmıştır.
Bu durum Osmanlı İmparatorluğu’nun sürekli tetikte bulunduğu bir RusErmeni ittifakının oluşma olasılığını ortadan kaldırmıştır. Rusya’nın yokluğunda
Ermeniler’in artık bir tehdit oluşturmayacağı kanısına varılmıştır. Hemen ardından
Brest-Litovsk Antlaşması’nda delegelik yapan Ahmed Nesimi Bey’in Troçki ile
Ermeniler’in geri dönüşü üzerinde konuştuğu bilinmektedir23.
Esasen 1918 ortalarında Osmanlı-Ermeni ilişkilerinin haif bir düzelme
yoluna girdiği söylenebilir. Rusya’nın savaştan çekilmesi ve rejimin değişmesi sebebiyle Rusya’nın Ermeniler’e karşı olan geleneksel politikasının da değişmesine
neden olmuştur. Daha öncesinde Ermeni isyanları Rusya tarafından sürekli
desteklenmişken; Osmanlı’nın Doğu Anadolu ve Kafkaslar’daki ilerleyişi Rusya’nın
çekilmesi ile Ermeniler’i endişeye sürüklemiştir. Ermeniler’in Osmanlı’ya yönelik politikalarında, büyük devletlerin de daha yumuşak ve uzlaşmacı bir tutum
izlemeleri etkili olmuştur. Bu gelişmeler, Ermenistan’ın ilk başbakanı Hovhannes
Kachaznuni’yi Osmanlı İmparatorluğu ile dostluk kurmanın gerektiği yolundaki
inanca itmiştir24. Bu amaçlarla yola çıkan Avetis Aharonian başkanlığındaki Ermeni
delegasyonu Haziran 1918’de İstanbul’u ziyaret etmiştir25. Ziyaret süresince delegelerle Osmanlı arasında 4 Haziran 1918 tarihinde bir barış antlaşması imzalanmıştır.
Bu antlaşma ile Kafkaslar’daki savaşın sonlandırılması ve iki devlet arasındaki
ilişkilerin iyileştirilmesi yönünde kararlar alınmıştır26.
Müzakereler sırasında Ermeni komitesinin en çok önem verdiği nokta tehcir
edilen Ermeniler’in memleketlerine dönüşü olmuştur. Sadrazam Talat Paşa onlara
öncelikle kolera ve başka hastalıklarla boğuşan nüfusun dönebileceğine ve tüm bu
sorunların 1 ay içinde hallolabileceğine dair bir söz vermiştir.27 Bu tartışmaların akabinde Osmanlı Hükümeti konu üzerinde çalışmaya başlamıştır. 18 Nisan 1918’de
Meclis-i Vükela yerinden edilmiş Ermeni, Rum ve Araplar’ın geri dönüşü yönünde
bir karar almıştır. Bu kararın uygulanabilmesi için Hükümet seferberlik bütçesinden
60 milyon kuruş harcamıştır. Ağustos 1918’de geri dönüş masraları için 2 milyon
lira daha verilmiştir28.
21
22
23
24
25
26
27
28
İ. Ethem Atnur, Türkiye’de Ermeni Kadınları ve Çocukları Meselesi (1915–1923), Ankara, Babil
Yayıncılık, 2005, s.113.
Taner Akçam, A Shameful Act: the Armenian Genocide and the Question of Turkish Responsibility, New
York, Metropolitan Books, 2006, s.s.214-215.
Atnur, “Osmanlı Hükümetleri ve Tehcir Edilen Rum ve Ermenilerin İskanı Meselesi,” Atatürk
Yolu, Kasım1994. s.121.
Mim Kemal Öke, Ermeni Sorunu 1914-1923, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991, s.135.
Richard Hovannisian, Armenia on the Road to Independence, LA, University of California Press,
1967, s.230.
Recep Karacakaya, Türk Kamuoyu ve Ermeni Meselesi, İstanbul, Toplumsal Dönüsüm Yayınları,
2005, s.279.
A.g.e., s.281.
Hikmet Özdemir, Yusuf Sarınay, Turkish – Armenian Conlict Documents, Ankara, TBMM Kültür,
148
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Ermeni Tehciri ve Tehcirden Dönen Ermeniler...
Geri Dönüş
Tarih itibariyle Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’nın yaratmış
olduğu kötü şartlarla uğraşmaktadır. Osmanlı toprakları işgal altında olup İtilaf
Devletleri tarafından kontrol edilmektedir. Dolayısıyla Ermeniler’in yeniden
yerleştirilmeleri tehcir edilmelerinden 3-4 yıl sonra oldukça problemli bir atmosferde gerçekleşmektedir.
Osmanlı’da göçmenlerle ilgili Muhacirun Komisyonu bulunmaktadır.
Kırım Savaşı’nı takiben geliştirilmiş bu komisyon sonrasında daha kapsamlı bir
hale getirilmiştir. Mart 1916’da Asayir ve Muhacirin Müdiriyyeti Umumiyesi
oluşturulmuştur29. Ardından 22 Ekim 1918 tarihinde Dahiliye Nezareti’nden çeşitli
vilayet ve mutasarrılıklara çekilen telgrafta ise, savaş sebebiyle başka yerlere nakledilen Rum ve Ermeni’lerin iaşe ve iskanlarının temin edilerek emniyet içerisinde
geri dönmelerine müsaade edildiği bildirilmiştir. Buna göre;
“1)Ahval-i harbiye dolayısıyla karar-ı askeri ile bir mahalden çıkarılarak
diğer mahalle sevk edilmiş olan bi’l-umum ahalinin çıkarıldıkları mahallere avdetlerine müsa’ade edilmesi Meclis-i Vükelaca takarrur etmiş olduğundan avdete talib
olanlara müsa’ade edilecektir.
2)Erzurum, Trabzon, Van, Bitlis, Diyarbakır, Ma’müretü’l-aziz vilayetleriyle
Erzincan mutasarrılığı dâhilinde vesa’it-i iaşenin adem-i kifayesine bina’en
işbu mahaller ahalisinden avdet etmek isteyenler içün evvel-i emrde mahalleriyle
bi’lmuhabere selamet-i seyr ve seyahatleri ve iaşe ve iskanları esbab-ı temin edildikçe peyderpey azimetlerine müsa’ade edilmesi muktezidir.
3)Bu karar menai’-i aliye-i memleket nazar-ı itibara alınarak ittihaz
edilmiş olduğundan emr tatbikatında kat’iyyen ta’allül ve te’ahhura meydan
verilmeyecektir.”30.
Geri dönüş kararının 18 Ekim 1918’de resmileştirilmesinden sonra kurumun çalışmaşları hızlanmıştır. Ana amaç geri dönen tebaaya güvenli bir şekilde
yerleşecek yer bulmak, su ve yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak olmuştur. Fakat
özellikle savaşın yenilgiyle sonuçlandığı ve Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı
zamanda muhacirlerin yerine dönmesi oldukça zor olmuştur. Bu mütareke ile
Osmanlı’nın birçok iletişim ve ulaşım aracına el konmuştur. Halihazırda elde olan
taşıtlar askerleri bile taşımaya yetmemektedir31. Örneğin; demiryolları artık İtilaf
29
30
31
Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, 2007, s.491.
Fuat Dündar, İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskan Politikası, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002,
s.s.57-61.
B.O.A. HR. MÜ, 43/34. Alıntılayan: Abdurrahman İlhan, Arşiv Belgelerine Göre 1915 Yılındaki
Tehcir Olayı’nın Sivas’ta Uygulanması, Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İslam
Tarihi ve Sanatları Ana Bilim Dalı, İslam Tarihi ve Sanatları Programı, Basılmamış Yüksek Lisans
Tezi, 2008, s.138.
Ati, 28 Tesrin-i sani 1918 [28 Kasım 1918], Alıntılayan: Atnur, Tehcirden Dönen Rum ve Ermenilerin İskanı Meselesi, Atatürk Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Erzurum,
149
Hacer ÇELİK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
devletleri tarafından kontrol edilmektedir. Bu durum Osmanlı’nın o bölgedeki kontrolünü de azaltmıştır. Bunların hepsi ulaşımı ve transferi zorlaştırmıştır32. İtilaf devletlerinin tahliye edilmiş Osmanlı askerlerinin taşınmasına izin verdiği bilinmektedir33, ancak bunun tamamlanmasından sonra demiryollarındaki kontrolü ellerine
almışlardır34.
Zaman zaman seferleri engellemişler hatta iptal bile ettikleri seferler
olmuştur. Örneğin, Eskişehir-Ankara arasındaki tren hiçbir sebep göstermeden
işgalciler tarafından kaldırılmıştır35. Hatta bazı yerlerde tren yolları tamamen tahrip edilmiştir36. Atnur’a göre bunu yapanlar yalnızca işgalci güçler değildir. Kuva-yi Milliye kuvvetleri de işgalciler tarafından kullanımını engellemek amacıyla
bazı demiryollarını tahrip etmiştir. Bazı demiryolu köprüleri havaya uçurulmuş,
haberleşmeyi engelleyebilmek için telgraf kablolarına zarar verilmiştir37.
Tüm bunlara bir de ekonomik zorluklar eklenmiştir. Savaş sonrasında
yaşanan ekonomik kriz vagon sayısını zaten azaltmıştır. Yakıt sıkıntısı
başgöstermiştir. Geçiş vergileri de artmıştır. Böylelikle zor şartlar ve kısıtlı olanaklar
vardır38. Tehcirden geri dönenlerin taşınması için buharlı gemiler de kullanılmıştır.
Bu taşınma işinin 1919’un kış aylarına kadar devam ettiği biliniyor39.
Geri dönüş yolları konusunda 1 Kasım 1918 tarihli Dahiliye Nezaretinden
Hariciye Nezaretine gönderilen bir yazı oldukça aydınlatıcıdır. Bu yazıya göre,
“Hükümet şimdiye kadar Sivas’a 3160 nüfus Ermeni ve 136 Rum ve Ma’müretü’laziz vilayetine 2721 Ermeni, Canik’e 456 Rum ve 271 Ermeni ve diğer mahallere de
Rum ve Ermeni Muhacirini sevk ve iade edildiği gibi Menteşe ve Antalya Rumları
tamamen mahallerine gönderilmiş ve teşekkürleri hükümet-i mahalliye tarafından
tebliğ edilmişdir. Bunlardan başka Tekfurdağı ve Edirne ahalisinden dahi bir hayli Ermeni yerlerine sevk edildiği gibi İzmit’in Bağçecik Ermenileri kamilen iade
edilmiştir ve Ermiğ’e Dârü’l-eytamı alakadarlarına teslim olunmuşdur. Keza Bursa
ahalisinden olup vürud etmekte olan Ermenilerle Yeniköy, ile, Ayvalık Rum ahalisi
peyderpey i’ade olunduğu ve İzmit’deki Ermeni Eytamıyla diğer darü’l-eytamlarda
mevcud yetimler ve ahali nezdinde bulunan bi-kes Ermeni çocuklarından birçokları
da Patrikhanelere iade kılınmıştır. Tefsilat-ı anifeden anlaşılacağı üzere ahval ve
şerait-i hazıra-i şedidinden başka vesait-i nakliyenin ikdanına rağmen toplam
olarak 7163 Ermeni 2455 Rum yerlerine iade ve iskân edilmiş ve elyevm İstanbul’da
mevcud olup bu günlerde sevk edilmekte olan 1083 Ermeni ve Rum nüfus ilave
edildiği takdirde mecmu’u 10601 nüfusa ulaşmış olur.”40.
Öte yandan, ne kadar Ermeni’nin eski yerlerine döndügü hakkında kesin
rakamlar bilinmemektedir. Bazı yerlere öncesinden daha fazla Ermeni’nin yerleştiği
32
33
34
35
36
37
38
39
40
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 1991, s.89.
Mehmet Özdemir, Mütareke ve Kurtulus Savası Baslangıç Dönemlerinde Türk Demir Yolları, Yapısal
Ekonomik Sorunlar, 1918-1920, Ankara, Kültür Bakanlıgı Yayınları, Ankara, 2001, s.s.27-28.
A.g.e., s.34.
A.g.e., s.43.
A.g.e., s.44.
A.g.e., s.122.
A.g.e., s.90.
A.g.e., s.88.
A.g.e.
O.B.E. s.s.179-180’den naklen B.O.A. HR. MÜ, nr. 43/34, Alıntılayan: İlhan, a.g.t., s.s.140-141.
150
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Ermeni Tehciri ve Tehcirden Dönen Ermeniler...
durumu söz konusu olmuştur. Örneğin Ermeniler’in bir bölümü Bitlis ve Erzurum’a
dönmeyerek Adana bölgesinde kalmışlardır41. 1921 yılında Ermeni Patrikhanesi
tarafından hazırlanan ve Ermenilerin yasadıgı yerleri ve sayılarını gösteren bir
tabloya göre, Anadolu ve Ortadogu’daki Osmanlı topraklarında yasayan veya eski
yerlerine dönen Ermeniler 644.900 olarak belirtilmistir42.
Aşağıdaki tabloda Osmanlılar ve İngilizler tarafından tehcir öncesi ve sonrası
rakamlar verilmiştir. Osmanlı’nın istatistikleri 1914’e ait iken; İngiltere’ninkiler 1918
yılı sonrasına aittir43. İngilizlerin verdikleri rakamların abartılı olduğu söylenebilir.
Bunun sebebi muhtemelen o bölgelerde etkinlik kazanmak isteyen emperyalist devletlerin gayrimüslim nüfusu fazla gösterme çabasıdır.
Esasen genel olarak görüldüğü gibi 1918-1919 yılları için sürekli bir traikten söz edilebilir. Buna Osmanlı topraklarının işgal altında oluşu da eklenince durum oldukça vahimleşmiştir. Toplamda 300.000-500.000 göçmenden söz edilmektedir44. Karışıklığa komisyonların karma oluşu sonucu doğan kargaşa da eklenmiştir.
İngiltere etkisi ve elbette Ermeni Patrikliği’nin etkisi bu komisyonlarda çok fazladır45.
Dolayısıyla komisyonlar Adalet ve İç İşleri Bakanlık görevlilierine ek olarak46 İngiliz
ve Patriklik temsilcilerinden de oluşmaktadır47. Üstelik 60’ın üzerinde komisyon
bulunmaktadır48. Bu da demek oluyor ki, çok fazla otorite geri dönüşlerden sorumludur. Bu durum beklendiği gibi kargaşayı arttırmıştır. Üstelik tehcirden dönen
Ermeniler’e yerleştirilmeyi bekleyen 1.000.000 Müslüman muhacir de eklenmiştir49.
Dolayısıyla geri dönüş kararı aslında uzun ve zorlu bir sürecin başlangıcıdır.
Devamında mal ve mülklerin iadesi, dul kadınlar ve yetimler sorunu, tahrip edilen
evlerin ve kiliselerin yeniden inşa edilmesi, tehcirden dönenlerin yerleştirildikleri
yerdeki halkla uyumlarının sağlanması sorunları ortaya çıkmıştır. Ayrıca, tüm
bunların sağlanması farklı devletleri karşı karşıya getiren sorunlar olmuştur.
Mal ve Mülklerin İadesi Meselesi
Tehcirden geri dönen Ermeniler’le ilgili yapılması gereken en önemli
şey mal ve mülklerinin iadesi olmuştur. Zira Asayir ve Muhacirin Müdiriyyeti
Umumiyesi’nin Ermeniler’in yerleştirilmesi konusunda yararlandığı en önemli
kaynak Ermeniler’in terk ettikleri mülkleri gösteren istatistikler olmuştur. Bu
istatistiklerde mülkleri kimlerin kullanmaya başladığı da detaylı bir şekilde gözler
önüne serilmiştir50. Ancak yine de tüm bunların uygulamaya geçirilmesi oldukça
zor olmuştur.
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
Hikmet Özdemir, Kemal Çiçek, Ömer Turan, Ramazan Çalık, Yusuf Halaçoglu, Ermeniler, Sürgün
ve Göç, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2004, s.120.
A.g.e., s.121.
A.g.e., s.s.26-27.
Zeki Sarıhan, Kurtulus Savaşı Günlüğü, C.I, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1993, s.313.
Akçam, a.g.e., s.275.
Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C.I, Ankara, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı
Cumhuriyetin 50. Yıldönümü Yayınları, 1973, s.107.
Akçam, a.g.e., s.275.
Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, C.1, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991, s.241.
Dündar, a.g.e., s.s.237-239.
Dündar, a.g.e., s.88.
151
Hacer ÇELİK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Ermeniler’in tehcir sebebiyle terk ettikleri mülklerinin çoğu onların gidişiyle
Müslüman muhacirlere; özellikle Balkanlar’dan, Kafkasya’dan ve Suriye’den
Anadolu’ya göç edenlere dağıtılmıştır. Kayda değer bir bölümü de ordu personeline
ve memurlara dağıtılmıştır. Bir kısmın da ihtiyacı olanlar tarafından ele geçirildiği
bilinmektedir. Her ne kadar bir miktar sahipsiz kalan olsa da bunun tehcir kararının
geçici olduğu yönünde bir kanıt oluşturup oluşturamayacağı tartışılır. Tehcirden geri
dönüşle birlikte hükümet eğer mülk yoksa geri dönenlerin akrabalarıyla ya da iki
aile birarada olacak şekilde yaşamalarını belirtmiştir. Ardından Aralık 1918’de Rum
ve Ermeniler’in Taşınmaz Mallarının İadesi hakkında bir kararname çıkartılmıştır51.
Para, mücevher, ev eşyası gibi taşınabilir mallar ise Komisyon tarafından kayıt edildikleri ve saklandıkları bankalardan alınıp yerel otoritelere iletilmiş ve böylelikle
tek seferde yerlerine teslim edilmişlerdir. Giderken mülklerini satmış olanların da
bir çoğu geri satın almışlardır52.
Tüm bu önlemler ve kararlara rağmen, durumun iyi yönetilemediği görülmektedir. Özellikle merkezden uzak yerlerde yerel otoritelerle Osmanlı Hükümeti sürekli bir çatışma halindedir. Bu, mal ve mülklerin gereği gibi iade edilmesini
zorlaştırmıştır53. Hatta bazı yerlerde Ermeniler mülklerinin iadesi yapılmadığından
mahkemelere başvurmuşlardır. Örneğin, Boğazlıyan’da bu sebepten 178 başvuru
yapıldığı bilinmektedir54.
Ati’ye göre Şubat 1919’a kadar geçen süre içerisinde mal ve mülklerin
%95’i iade edilmiştir55. Tehcirden dönenlerin çoğunun Şubat 1919’dan sonra geldikleri düşünülürse bu rakam biraz yüksek gözükmektedir. Bunda İngiliz Yüksek
Komisyonu’nun ve Patrikhane’nin baskılarının etkisi olabilir. Zira ikisi de mal
ve mülklerin iadesi görevini yapan komisyonlarda başrol oynamaktadırlar. İkisi
de yaptıkları baskılarla çoğu zaman Osmanlı Hükümeti’nin haberi olmadan mal
ve mülk iadesi yapmışlardır56. Dolayısıyla Osmanlı Hükümeti’ne aşırı bir baskı
yaptıkları ve belki de ona güvenmedikleri söylenebilir. Fakat hükümetin daha önce
Ermeniler’e ait olan evlere yerleşmiş olan birçok Müslüman’ı evden çıkarttığı ve o
evleri eski sahiplerine teslim ettiği bir gerçektir. Öyle ki, bu sıralarda evsiz kalan
Müslüman sayısı da 100.000’in üstündedir57. Aslında esas olan Osmanlı’nın bu krizi
iyi bir şekilde yönetememiş olmasıdır.
Fakat sonuçta tehcire tabi tutulan kişilerin mallarının çoğu iade edilmiştir.
Öte yandan Teslim edilen malların hukuki düzenlemesiyle devlet uhdesinde kalan
veya satılan mülklerin nasıl iade edileceği konusunda kanunlar çıkartılmıştır. 1918
Kasım ayından bu konuda hukuki çalışmalara başlanmış ve bu çalışmalar 8 Ocak
1923 tarihinde sonuçlanmıştır. Burada tehcir esnasında tasiyeye tabi tutulan mallar
hakkında Bakanlar Kurulu tarafından bir kararname çıkartılmıştır58.
51
52
53
54
55
56
57
58
Bülent Bakar, “Malların İadesi”, Türk–Ermeni İhtilafı Makaleler, (haz.: Hikmet Özdemir), Ankara,
TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, 2007, s.328.
Atnur, Tehcirden Dönen …, s.177.
Lewy, a.g.e., s.208.
Taha Niyazi Karaca, Ermeni Sorununun Gelisim Sürecinde Yozgat’ta Türk-Ermeni İlişkileri, Ankara,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2005, s.227.
Atnur, Tehcirden Dönen …, s.177.
Tansel, a.g.e., s.63.
Bilal Şimsir, British Documents on Atatürk, C.I, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1973, s.57.
Atnur, Osmanlı Hükümetleri..., s.136.
152
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Ermeni Tehciri ve Tehcirden Dönen Ermeniler...
Bu esnada olan biteni takip edebilmek için yerel tetkik heyetleri
oluşturulmuştur. Özellikle İstanbul’dan uzak tehcirin gerçekştiği yerlere gönderilen
birçok heyet İngilizler’in de etkisiyle yeniden iskan dâhilinde ortaya çıkan problemleri çözmeye çalışmışlardır59. Fakat Anadolu’ya hâkim olan kargaşa ortamı ve
nüfusun deyim yerindeyse alt üst edilmiş bir halde olması sorunların çözülmesini
zorlaştırmıştır.
Müslüman Muhacirler Meselesi
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı
sebebiyle Anadolu topraklarına göç edenlerin sayısı oldukça artmıştır. Öyle ki
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Anadolu’nun nüfusunun beşte birini Balkan
kökenlilerin oluşturduğu bilinmektedir60. Bunların yerleştirilebilmeleri için çoğu
zaman yeni yerleşim birimleri, köyler oluşturulmuştur. Öte yandan Biirnci Dünya
Savaşı sırasında Arnavutlar, Boşnaklar, Çerkezler ve Araplar Rum ve Ermeniler’in
boşalttıkları yerlere yerleştirilmişlerdir61. Sonuç itibariyle gayrımüslim nüfusun
boşalttıkları yerlere müslümanların yerleştirildikleri ortadadır. Müslüman nüfus
da göç ederek geldiğinden mülsüzdür. Dolayısıyla bunların yerlerinden çıkartılıp
tekrar Rum ve Ermeniler’in konması büyük bir sorun teşkil etmektedir62.
Esasen Doğu Anadolu’dan göç edip sonra topraklarına geri dönen göçmenlerin durumu Ermeniler’e ait mülklerin boşaltılmasını hızlandırmıştır. Zaten
sınırlar 3 Mart 1918 tarihinde Brest-Litovsk Antlaşması’nın imzalanmasıyla geri
dönen yeni göçmenler için açılmıştır. Antlaşma ile birlikte Osmanlı’nın Doğu’daki
vilayetleri olan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında kaybedilmiş Kars, Ardahan
ve Batum yeniden ele geçirilmiştir63. Ermeniler’den önce bunların geri dönüşlerinin
tamamlanması Müslüman-Gayrımüslim çatışması olmaması açısından büyük önem
taşımıştır64. Aynı zamanda bu, olası bir plebisit durumunda Doğu Anadolu bölgesinde Müslüman nüfusun azalmaması için de gerekli görülmüştür65.
Bu nedenle Ermeniler’in boşalttıkları yerlere Müslümanlar yerleştirilmiştir.
Ancak Ermeni nüfusun geri dönüşü yönünde alınan kararlar neticesinde
Müslümanların yerleştirildikleri bazı bölgelerden çıkartılması amaçlanmıştır. Bundan dolayı yukarıda da denildiği gibi büyük bir kargaşa oluşmuş ve birçok kimse
evsiz kalmıştır66.
Kadınlar ve Çocuklar
Geri dönüş sürecine kadar eşleri tehcire uğramış ya da orduya alınmış birçok kadına Osmanlı Hükümeti destek vermiştir. Aynı şey çocuklar için de geçer59
60
61
62
63
64
65
66
A.g.e., s.s.136-138.
Justin McCarthy, Death and Exile, the Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims 1821-1922, Princeton,
New Jersey, The Darwin Press, 1995, s.s.335-336.
Dündar, a.g.e., s.s.213-214
A.g.e., s.s.88-90.
Gürün, a.g.e., s.234.
Dündar, a.g.e., s.89.
Akşin, a.g.e., s.32.
Akçam, a.g.e., s.276.
153
Hacer ÇELİK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
lidir. Babaları tehcir edilmiş, orduya alınmış ya da tüm aileleri tehcir edilmiş
çocukları hükümetin himayesine alınmışlardır. Kadın ve çocukların çoğunlukla tehcirin dışında tutuldukları bilinmektedir. Fakat aynı zamanda bunların Müslümanlar tarafından kendi iradeleriyle ya da zorla alındığı da bilinmektedir. Geri dönüş
sürecinde yayınlanan kararnameler hassasiyeti sebebiyle sürekli bu durumdan söz
etmişlerdir.
30 Nisan 1916’da Dâhiliye Nezareti tarafından alınan karara göre, erkekleri
tehcire uğramış ya da orduya alınmış; dolayısıyla kendilerine bakacak kimsesi
kalmamış kadın ve çocuklar Ermeniler’in ya da yabancıların yaşamadığı köylere ve
bölgelere rastgele dağıtılacaklardır. Bunların yiyecek ihtiyaçları hükümet tarafından
karşılanacak ve geleneklere uymaları sağlanacaktır. Genç kadınlar ve dullar yeniden
evlendirilecektir67. 12 yaşın altındaki çocuklar yetimhanelere yerleştirilecektir.
Yetimhanelerin yetmediği durumlarda bu çocuklar geleneklere göre eğitilebilmeleri
için durumu iyi Müslüman ailelere verileceklerdir. Zengin Müslüman ailelerin
olmaması durumunda ise çocuklar köylülere dağıtılacak ve bu köylülere de aylık
bir meblağ ödenerek çocuklara bakmaları sağlanacaktır68.
Tehcir sırasında alınan tüm bu kararların ardından geri dönüş sürecinin
yaşanması oldukça sıkıntılı olmuştur. Emniyet-i Umumiye Müdiriyeti ve Asayir
ve Muhacirin Müdiriyyeti Umumiyesi ‘kadın ve çocukların iadesi’ meselesi ile
ilgilenmişlerdir. Kolları yerel düzeyde bununla uğraşmış ve yetimhanelere alınmış,
zorla ya da kendi isteğiyle evlenmiş, evlatlık verilmiş, Müslüman olmuş ya da
yapılmış birçok Ermeni kadın ve çocuğun esas kimliklerinin tespitine çalışılmıştır69.
Bu süreçte ilk adım Müslüman evlerinde tutulan çocukların alınması ve
ailelerine iadesi olmuştur. Bu arada zaten Mondos Mütarekesi’nden bir yıl önce
kurulmuş olan yetimhaneler iktisadi zorluklardan dolayı kapatılmaya başlatılmıştır.
Buradaki yetimlerin ailelei ya da cemaatleri tarafından alınmaları konusunda
duyurular yapılmıştır70. Maraş, Urfa, Diyarbakır, Konya, Kayseri ve Samsun’daki
yetimhanelerde tutulan Ermeni çocuklar ise uluslararası yardım komisyonlarına verilmeye başlanmıştır71. Buradan hareketle Birinci Dünya Savaşı bitmeden çocukların
birçoğunun ailelerine ya da cemaatlerine iade edildiği söylenebilir. Dolayısıyla sıra
Müslüman evlerinde yaşayanlara gelmiştir.
Sürecin hızlandırılması için merkez ile yerel otoriteler işbirliği içine
girmişlerdir. Yapılan duyurularla ellerinde Ermeni çocukları olanların en yakın
karakola başvurmaları istenmiştir72. Öte yandan, iade sırasında birçok Türk
çocuğunun da İngiliz ve Fransız desteği alan Patrikhane tarafından Ermeni zannedilerek alıkonduğu bilinmektedir73. Celal Bayar anılarında bu konuda o sıralarda
67
68
69
70
71
72
73
Atnur, “Kadınlar ve Çocuklar”, s.s.322-323.
Akçam, a.g.e., s.278.
Atnur, Tehcirden Dönen ..., s.190.
Ali Güler, Cemiyet-i Akvam ve Türkiye’de Ermeniler ve Rumlar, Ankara, Türk Metal Sendikası
Yayınları, 2001, s.36.
Kemal Çiçek, Ermenilerin Zorunlu Göçü, 1915-1917, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2005, s.287.
Sarıhan, a.g.e., s.96.
Zekeriya Türkmen, “İşgal Yıllarında İstanbul’daki Uygulamalar: Mütareke Döneminde Ermeniler
tarafından Türk Çocuklarının Kaçırılması ve Hristiyanlastırılması”, Kök Arastırmalar Dergisi, C.II,
No.2, Ankara, Güz-2000, s.271.
154
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Ermeni Tehciri ve Tehcirden Dönen Ermeniler...
siyah gözlü Türk çocuklarının dışarıda bulunmasının tehlikeli olduğunu belirtir74.
Dolayısıyla Ermeni aileleri dağıldığı kadar Türk aileleri de tedirginlik içerisindedir75. Bu durum karşısında tedbir almak isteyen Osmanlı Hükümeti’nin çabalarına
rağmen Lozan’daki Fransız temsilcinin de belirttiği üzere bazı hatalar yapılmıştır76.
Kadınların durumu çocukların durumundan daha zordur. Hükümet ve
Patrikhane Müslüman erkeklerle evlenerek Müslüman olan Ermeniler’in kökenlerine dikkat etmeye çalışmıştır. Bu duruma İngiliz Yüksek Komisyonu da dâhil
olmuştur. Kadınlara, önceki cemaatlerine geri döndürülmeden önce emin olup
olmadıkları sorulmuştur. İsteyenler ‘iade edilmiş,’ istemeyenlerse yeni hayatlarına
devam etmişlerdir77. Fakat tüm bunlar çok kolay olmamıştır. Kendilerine dönmek
isteyip istemedikleri sorulan kadınlar çekingen cevap vermişlerdir. Bazıları dönmek
istemş ancak bazları akrabalarının yaşadıklarından emin olamadıklarından 3-4 yıldır
birlikte yaşadıkları kimselerle kalmayı tercih etmişlerdir78. Bu süreç içinde çocuk sahibi olanların da bulunması İngiliz Yüksek Komisyonu’ndan Amiral Calthorpe’un
da belirttiği gibi, durumu iyice zorlaştırmıştır79.
Süreç boyunca kaç tane Ermeni kadınının cemaatine geri döndüğü bilinmemektedir. Ancak şu var ki; birçoğu Patrikhane tarafından alınmış ve yeniden eski
dinlerini benimsemişlerdir. Fakat bunlara rağmen Paris Barış Konferansı’nda Ermeni
temsilcileri Müslüman evlerinde tutulan kadın ve çocuklardan söz etmişlerdir80.
Geri Dönüşten Sonra Hayat
Ermeniler’in hayatının normalleşmesine giden süreçte aldıkları yardımlar
çok önemli olmuştur. Bu süreçte Osmanlı Hükümeti’nden, yerel halktan, bazı sivil
toplum kuruluşlarından, Patrikhane’den, İtilaf Devletleri’nden ve Amerika Birleşik
Devletleri’nden yardım almışlardır.
Osmanlı Hükümeti’nin Yardımları
Osmanlı İmparatorluğu’nun kötü mali durumu düşünüldüğünde tehcirden
dönen Ermeniler’in hayatlarının normalleştirilmesi süreci her iki taraf için de zor
olmuştur. Osmanlı Hükümeti’nin yaptığı ilk ve aslında o zaman için en önemli
şey tehcirden geri dönenlerden muhtaç olanların muhacirlerin sevk, iaşe ve iskan
masralarının üstlenilmesi olmuştur. Meclis-i Vükela bu amaçla yaptığı toplantıda,
masraların seferberlik tahsisatından karşılanmasını kararlaştırmıştır81. Hükümet
kararlarını vilayetlere bildiren ve işi organize eden ise, Muhacirin Müdüriyeti’dir82.
Bu Müdüriyet muhacirlerin tüm masralarını karşılamış, deniz yoluyla gideceklere
74
75
76
77
78
79
80
81
82
Akçam, a.g.e., s.279.
Bülent Bakar, “An Important Question Occured after Mudros Armistice: The Question of Turkish
and Armenian Orphans”, Atatürk Arastırma Merkezi Dergisi, V.XXI, No:62, Temmuz-2005, s.575.
Akçam, a.g.e., s.279.
Güler, a.g.e., s.12.
Akçam, a.g.e., s.278.
Şimşir, a.g.e., s.57.
Güler, a.g.e., s.Vi.
BOA, MVM, 9 Kanun-ı evvel 1334/9 Aralık 1918, Alıntılayan: Atnur, Osmanlı Hükümetleri..., s.132.
BOA, DH-ŞRF, 97-245, Alıntılayan: Atnur, Osmanlı Hükümetleri..., s.132.
155
Hacer ÇELİK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
vapur kiralamış, kara yoluyla sevkedileceklere ise tren bileti almıştır. Ayrıca zarar
görenlerin evlerin onarılmasına83, evi olmayanlara en inşaasına başlanmıştır.
İstanbul’a gelenlere sevk tarihlerine kadar misairhaneler tahsis edilmiştir84.
Ardından Ermeniler’e yardım faaliyetlerini daha organize bir şekilde yürütebilmek için bir de komisyon kurulmuştur. Komisyonda Osmanlı Hükümeti’ni
hükümeti’ni Meclis-i Ayan ikinci reis vekili Azaryan Efendi temsil etmiştir. Rum,
Ermeni ve Yahudi temsilcilerinin yanısıra komisyonda Amerika temsilcisi de
bulunmuştur. Yapılan ilk toplantı sonucu reisliğe Amerikan konsolosu seçilmiş ve
bu heyet muhacirlere yardım hususunda çalışmalara başlamıştır85.
O günün koşullarında Hükümet’in Ermeniler’e sürekli ödeme yapması
kolay değildi. Dolayısıyla tehcirden dönen Ermeniler’e kendi hayatlarını sürdürebilecekleri üretim araçları sağlanmıştır. Özellikle köylere yerleştirilmiş olanlar
için bunlar çok gerekli olmuştur86. Onlara tohumluk ve ziraat aletleri verilmiştir87.
Öncesinde tüccar olanlardan bazıları önceki mallarını geri edindiklerinden kendi
kendilerini geçindirebilecek hale gelmişlerdir. Yapacak bir işi olmayanlar için ise
hükümet iş bulmaya çabalamıştır88.
Hükümet ayrıca geri dönenlere tıbbi yardımlarda da bulunmuştur. Bu,
ekonomik şartlar ve insanların sürekli yer değiştirmesi sebebiyle yayılmış tifüs gibi
hastalıklardan milyonlarca kişinin öldüğü bir zamanda özellikle gerekli olmuştur.
Geri dönenlerin Emraz-ı Sariyye Mücadele Heyeti önderliğinde gerekli kontrolleri
yapılmış ve bunlara aşılar yapılmıştır89. Heyet, 1920 yılının Nisan ayında geri dönenlerin yaşadıkları her yeri ilaçlamış ve hepsinin giysilerini mikroplardan arındımak
amacıyla ütülemiştir90. Hastalıkların daha fazla yayılması ile alınan önlemler
artmış ve Muhacir Komisyonu buralara fazladan görevliler göndermiştir91. Ayrıca
Komisyon’un, hem Müslüman hem de gayrimüslim muhacirlerin ihtiyaçlarını
karşılayabilmesi için Savaş Nezareti 3.000 çocuk giysisi, 2.000 büyük hırka, 2.500 çift
ayakkabı ve 1.000 yatak bağışlamıştır92. Ayrıca Kadıköy’e yerleştirilenlerden elli tanesi her gün o civarda tahsis olunan bir hamama gönderilerek banyo yaptırılmıştır93.
Bu esnada Bakanlar Kurulu yaptığı bir toplantıda, Dahiliye Nezaretinin
Ermeni muhacir ve yetimleri için düzenlenen konserden elde edilecek gelirden
Darülaceze’ye kesilen %10 oranındaki verginin alınmamasına karar vermiştir.
Hatta daha önceki konserlerden alınan vergilerin de iade edilmesi yönünde karar
alınmıştır94. Bunlardan başka, muhacirlerin 1918 senesine ait Zeytin öşrü vergisi
affedilmiştir. Ayrıca, tehcir sırasında kapatılan tüm dini ve hayır odaklı kurumların
83
84
85
86
87
88
89
90
91
92
93
94
İfham, 22 Kanun-ı evvel 1335/22Aralık 1919, Numro: 702, Alıntılayan: Atnur, Osmanlı
Hükümetleri..., s.132.
İleri, 5 Nisan 1336/1920, Numro: 800, Alıntılayan: Atnur, Osmanlı Hükümetleri..., s.132.
Alemdar, 14 Nisan 1335/1919, Aded: 113-1423, Alıntılayan: Atnur, Osmanlı Hükümetleri..., s.133.
Karaca, s.227.
İkdam, 3 Ağustos 1335/1919, Numro: 8075. Alıntılayan: Atnur, Osmanlı Hükümetleri..., s.133.
Atnur, Tehcirden Dönen …, s.103.
A.g.e.
A.g.e., s.109.
A.g.e., s.110.
Bakar, Ermeni Tehciri..., s.183.
Ati, 3 Kanun-ı evvel 1334/5 Aralık 1918, Numro: 327. Alıntılayan: Atnur, Osmanlı Hükümetleri..., s.134.
BOA, MVM, 2 Nisan 1335/ 1919, 215/6; A.g.e.
156
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Ermeni Tehciri ve Tehcirden Dönen Ermeniler...
tehcire denk gelen senelere ait vergi borçları affedilmiştir. Muhacirler ve onlara ait
tüm kurumlar, 1918-1920 yıllarına ait emlak, arazi ve kazanç vergilerinden de muaf
tutulmuşlardır95. Bunlara ek olarak, tehcirden geri dönenler temizlik işleri ve belediye vergisinden de muaf tutulmuşlardır96.
Sivil Toplum Kuruluşları’nın Yardımları
Osmanlı Hükümeti’nin yardımlarına ek olarak çeşitli sivil toplum
kuruluşlarının yardımları da Ermeniler’in hayatının normalleşmesine giden süreçte
önemli olmuştur. Hilal-i Ahmer bu örgütlerden bir tanesidir. Tüm imkanlarını bu
amaç için seferber etmiştir. Böylece göçmenler ilaç, yiyecek, giysi ve temizlik malzemesi sağlanmıştır. Hatta yeni açılan Ermeni yetimhanesine de Hilal-i Ahmer büyük
yardımlarda bulunmuştur97. Bu sıralarda Sabah gazetesinde çıkan bir habere göre,
Cemiyet, Adapazarı’na gelip, Kirazlı köyüne gitmek isteyen Ermeni muhacirlerin
nakli için, elli araba tahsis etmiş; bununla birlikte bu kimselere giyecek ve yiyecek
yardımında bulunmuştur. Aynı haberin devamında “Ermeni vatandaşlarımıza tevzi edilmek üzere Hilâl-i Ahmer tarafından Kumkapı Patrikhanesi’ne 500 don, 500
gömlek, çay, şeker, sabun ve daha sair erzak verilmiş olduğu gibi, Galata’da Ermeni
kulisesi komisyonuna da 300 don, 300 gömlek 100 kilo sabun, 500 kilo nohut, çay,
şeker ve hastalar için bir takım mualecat verilmiştir” denmektedir98.
Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne ek olarak İstanbul tabanlı Sulh ve Selamet
Cemiyeti’nin yardımlarından söz edilebilir. Cemiyet tehcirden geri dönen Ermeniler
için Adapazarı’nda bir hastane yaptırma faaliyetinde bulunmuştur99. Cemiyet bunun için Söz gazetesinde bir ilan vermiş ve Hilal-i Ahmer’den de destek beklediğini
ifade etmiştir100. Sonrasında hükümete de başvuran Cemiyet, İstanbul’daki muhacirlerin ihtiyaçlarının karşılanmasını talep etmiştir. Ayrıca, Büyükdere’den tehcir
edilen Rumların geri dönüşleri ve evleri tahrip olan kişilere kış dolayısıyla mali
yardım yapılmasını da talep etmiştir101.
Halkın Yardımları
Tehcirden dönen Ermeniler’e yerleştirildikleri yerlerdeki yerel halkın
da yardım ettiği bilinmektedir. Ancak bu konuda elimizde detaylı bilgiler
bulunmamaktadır. Bir örnek Boğazlıyan’da gerçekleşen yardımlardır. Burada yerli
kimseler yerleştirilen Ermeniler’e yardım edebilmek amacıyla aralaında 5.500 lira
toplamışlar, hatta bazı göçmenleri de evlerinde misair etmişlerdir102.
Patrikhane’nin Yardımları
Tüm sürecin başından sonuna kadar Ermeni Patrikhanesi aktif rol
oynamıştır. Öncelikle yetimlere ve evsizlere maddi ve tıbbi yardım sağlamıştır.
Düstur, Tertip: 2, C. XI, s. 196, 250 Atnur; A.g.e.
Îfham, 23 Teşrin-i sani 1335/23 Kasım 1919, Numro: 133; A.g.e.
Seçil K. Akgün, Hilal-i Ahmer’den Kızılay’a, C.I, Ankara, Beyda Basımevi, 2000, s.230.
Sabah, 30 Teşrin-i sani 1334/30 Kasım 1918, Numro: 10430. Cited in 133 Atnur, a.g.m.
Sarıhan, a.g.e., s.55.
A.g.e., s.65.
Sabah, 10 Kanun-ı evvel 1334/10 Aralık 1918, Numro: 10440. Alıntılayan: Atnur, Osmanlı
Hükümetleri..., s.133.
102 Karaca, a.g.e., s.227.
95
96
97
98
99
100
101
157
Hacer ÇELİK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Ayrıca İtilaf Devletleri ile zaman zaman tehcirden dönenler için işbirliği yapmıştır.
Patrikhane farklı birçok komisyon oluşturmuştur. Ancak Patrikhane’nin çalışmaları
yakınlığı dolayısıyla özellikle İstanbul’a dönen Ermeniler için olmuştur. 1918 yılının
Aralık ayında Patrikhane İstanbul’daki din adamlarının, Ermeni vekillerin ve bazı
zengin Ermeni tüccarların katılımıyla bir toplantı düzenlemiştir. Toplantının sonunda Osmanlı Hükümeti ile işbirliği içinde çalışılmasına karar verilmiştir103.
İlk Ermeni grubun gelmesiyle birlikte başka toplantılar da yapılmıştır. Bunlarda
özellikle Ermenilerin iskânı, yetimlere kalacak yer ve din değiştirmiş olanların iadesi üzerinde durulmuştur. Ayrıca Beyoğlu, Samatya, Kumkapı ve Galata Ermeni Kiliseleri’nde
İstanbul’a dönen Ermeniler için bir komisyon oluşturulması kararlaştırılmıştır104.
Bu komisyonların yardımıyla binlerce Ermeni göçmen ve yetim Ermeni kiliseleri, okulları, yetimhaneleri ve yeni inşa edilmiş sığınaklarına yerleştirilmişlerdir.
Fakat Patrikhane’nin bu göçmenlerin tüm masralarını karşılayacak ekonomik
kaynağı yoktur. Bu sebeple hem İstanbul’daki diğer Ermeniler’den hem de diaspora
Ermeniler’inden yardımlar kabul edilmiştir. Örneğin İstanbul’daki zengin bir Ermeni
50.000 lira yardımda bulunmuştur. Bulgaristan’da yaşayan Ermeniler Aralık
1918’de bir komisyon oluşturmuş ve Osmanlı topraklarındaki Ermeniler’e yardım
göndermişlerdir. Ayrıca 1919 yılının Temmuz ayında Patrikhane’ye 28.000 lira
göndermişlerdir. İngiltere’de özellikle Londra ve Manchester’da yaşayan Ermeniler
ise Patrikhane’ye 400.000 poundluk bir yardımda bulunmuşlardır. Aynı şekilde,
Paris’teki Ermeniler de aralarında yardım toplayarak Patrikhane’ye iletmişlerdir.
Tüm bu yardımlar İstanbul’a gelen Ermeni göçmenler ve özellikle yetimler için
kullanılmıştır105.
İtilaf Devletleri ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Yardımları
İtilaf Devletleri’nden Yunanistan geri dönen Ermeni ve özellikle Rumlar’a
çok fazla yardımda bulunmuştur. Bunda elbette kendisinin de bazı toprakları işgal
etmiş bulunmasının katkısı vardır. Ayrıca, Ermeniler’in geri dönüşü ve yeniden iskan edilmesi İngiliz Yüksek Komisyonu’nun gözetimi altında gerçekleştirilmiştir.
Dolayısıyla tüm organizasyonda İngilizlerin büyük rolü olmuştur. Mülkerin
boşaltılması, Ermeni kadın ve çocukların durumu gibi konularda İngiltere’nin rolü
muhakkaktır. Ancak Ermeniler’e İngiltere’nin resmi otoritelerinden maddi yardımın
gelip gelmediği bilinmemektedir106.
Geri dönüş sürecinin daha ilk başlarında Enver, Talat ve Sait Halim Paşa,
Amerikan yardımını olumsuz karşılamışlardır. Onlara göre; Ermeniler Amerika’nın
yardımlarını kendi amaçlarına destek olarak görebilirlerdi. Bu sebepten bu üç devlet
adamı ilk başlarda Amerikan yardımını engellemeye çalışmışlardır107. Fakat devlet kaynaklarının yetersiz olması bu durumu geçersiz kılmış108; böylelikle 500.000
Ermeni Amerika’dan yardım almaya başlamıştır. Osmanlı Hükümeti de gümrük
vergilerinden muaf tutarak Amerikan yardımının gelişini kolaylaştırmıştır109.
103
104
105
106
107
108
109
Sabah, 25 Tesrin-i evvel 1334 [25 Ekim 1919], Alıntılayan: Atnur, Tehcirden Dönen..., s.s.115-116.
A.g.e., s.s.117-118.
A.g.e., s.s.118-123.
Tansel, a.g.e., s.72.
Çiçek, a.g.e., s.s.258-259.
A.g.e., s.260.
A.g.e., s.250.
158
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Ermeni Tehciri ve Tehcirden Dönen Ermeniler...
Ocak 1919’da Yakın Doğu Amerikan Yardım Heyeti İstanbul’da bir ois
açmıştır. Bu yardım heyeti ardından, operasyonlarını İstanbul ve Anadolu, Suriye
ve Akdeniz, Kafkaslar olmak üzere 3 temel kolda organize etmiştir110. Bu organizasyon doğrultusunda New York’ta hem Ermeniler hem de Süryaniler için 30.000.000$
hedeleyen büyük bir yardım kampanyası başlatılmıştır. Heyet’in bildirisine göre;
toplanan para toplamda 4.000.000 kişinin gıda ve giysi ihtiyacını karşılayacaktır.
Bunlardan 2.900.000 kişinin çok kötü durumda olduğu belirtilmiştir. Tüm bunlar 6
ay boyunca ayda toplanacak 5$ ile sağlanacaktır. Ayrıca, geçici olarak kullanılmak
üzere 50.000 ev inşa edilecektir. Bu, toplamda 2.500.000$’a mal olacaktır. Ek olarak,
400.000 yetim için yetimhaneler inşa edilecektir. Geriye dönenlerden çiftçi olanlar
ya da köylere yerleştirilenlerin kendi kendilerini geçindirebilmeleri için gerekli olan
zirai araçların ve tohumların temini yapılacaktır. Bu da aynı şekilde 2.500.000$’a mal
olacaktır111.
Amaçlanan paranın kısa bir sürede toplanmasından hemen sonra 1919
yılının Şubat ayı ortasında Yardım Heyeti başkanı James L. Barton Amerikan Kızıl
Haçı ile birlikte İstanbul’a gelmiştir. Geldikleri gemi ile yiyecek, giyecek ve ilaç
getirmişlerdir112. Yalnızca 1922 yılında Yakın Doğu Amerikan Yardım Heyeti’nin
40.000 kişiye çeşitli şekillerde yardımda bulunduğu bilinmektedir113.
Yakın Doğu Amerikan Yardım Heyeti’nin yaptığı yardımlar genelde Ermeni ve
Süryaniler için olmuştur. Peterson’a göre Heyet’in asıl amacı zaten budur. Dolayısıyla
Müslümanlar ve Rumlar Amerikan yardımından hariç tutulmuştur114. Ataöv de
buna değinerek Müslümanlar açken Ermeniler Osmanlı aleyhine propaganda
yaparak toplanan Amerikan yardımlarıyla karınlarını doyurmuşlardır115. Fakat
Yardım Heyeti’nin ilk baştaki çağrısından da anlaşılabileceği üzere 4.000.000 kişiye
yardım edimesinden söz edilmektedir. Dolayısıyla yardımların yalnızca Ermeniler
ve Süryaniler’le sınırlı kalmasının amaçlanmadığı ortadadır. Nitekim Ermeniler’in
hayatlarının normalleşmesine giden yolda Amerikan yardımlarının da önemi çok
büyük olmuştur.
110
111
112
113
114
115
Merrill D. Peterson, Starving Armenians, Charlottesville, London: University of Virginia Press,
2004, s.108.
“Near East Report for Syria”, The New York Times Current History Magazine, April-May-June 1919.
Gotthard Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989, s.12.
Özdemir, a.g.e., s.157.
Peterson, a.g.e., s.s.108-109.
Lewy, a.g.e., s.57.
159
Hacer ÇELİK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Sonuç
1915 yılındaki Ermeni tehciri Osmanlı-Rus Savaşı, Balkan Savaşları ve Birinci
Dünya Savaşı şartlarında gerçekleşmiştir. Çeşitli bölgelerde ayaklanmalar çıkararak
özellikle Rusya ile işbirliği yapan Ermeniler alınan bir karar ile göç ettirilmişlerdir.
Esasen Anadolu’da bu sıralarda büyük bir kargaşa hâkimdir. Balkanlar’dan
gelen Boşnak, Çerkez ve Arnavut gibi Müslüman göçmenlere, Suriye’den gelen Araplar de eklenmiştir. Üstelik savaş şartları dâhilinde hiçbirinin yaşayacak
yeri yoktur. Dolayısıyla Ermeniler’in ve Rumları’ın boşalttıkları yerlere bunlar
yerleştirilmişlerdir. Bu da ileride yaşanacak olan sorunların büyümesine neden
olmuştur.
1918 yılının kış aylarında, Mondros Mütarekesi imzalanmadan hemen önce
iç işlerine fazlasıyla karışılacağını anlayan Osmanlı Hükümeti Ermeniler’in geri
dönüşü yönünde bir karar almıştır. Osmanlı’nın böyle bir karar almasında savaştan
başarısız ayrılması, işgal devletlerinin baskıları, imajın kötüleşmesi, Rusya’nın
savaştan çekilmesiyle Rus-Ermeni ittifakı tehlikesinin kalmaması gibi nedenler
mevcuttur. Nitekim sonuçta tarihin belki de en plansız; hatta planlanması zor, nüfus
hareketi başlamıştır.
Tehcirden geri dönüş süreciyle özellikle İngilizler yakından ilgilenmişler;
Partikhane ile iş birliği yapmışlardır. Farklı unsurların geri dönüş sürecinde otorite
sahibi olması durumu daha da zorlaştırmış; böylelikle Ermeniler’e yönelik kaotik bir
politika izlenmiştir. Mal ve mülklerin, hatta kadın ve çocukların ‘iadesi’ meseleleri
büyük sorunlar yaratmış; gayrimüslim ve müslüman halk arasında da çatışmalara
neden olmuşlardır. Üstelik Ermeniler’in birçoğunun önceden yaşadıkları yerlere
yerleşemedikleri bilinmektedir. Sonuçta ortada savaş nedeniyle evsiz ve yurtsuz
kalmış göçmenlere verilen Ermeni mülkleri vardır ki Ermeniler de aynı şekilde
savaş sebebiyle evsiz ve yurtsuz kalmışlardır. Dolayısıyla her iki taraf da büyük
zarar görmüştür. Justin McCarthy’nin ifadesiyle, Emperyalizm ve Milliyetçilik her
iki tarafa da büyük acılar yaşatmıştır116.
Tehcirden geri dönenlerin yeniden iskânı ve Ermeniler’in hayatlarının
normalleştirilmesi yolunda Osmanlı hükümeti, Hilal-i Ahmer gibi çeşitli sivil toplum
kuruluşları, yerel halk, Patrikhane, İtilaf Devletleri ve Amerika Birleşik Devletleri
büyük rol oynamışlardır. Yiyecek, içecek ve ilaç başlıca yardımlar olmuşlardır. Bunlara Ermeniler’in iş tutabilmesi için verilen destekler de eklenmelidir.
116 McCarthy, Osmanlı’ya Veda, s.206.
160
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Ermeni Tehciri ve Tehcirden Dönen Ermeniler...
KAYNAKÇA
AKÇAM, Taner. A Shameful Act: the Armenian Genocide and the Question of Turkish
Responsibility. New York: Metropolitan Books, 2006.
AKGÜN, Seçil K., Hilal-i Ahmer’den Kızılay’a, C.I., Ankara, Beyda Basımevi, 2000.
AKGÜNDÜZ A., S. Öztürk, R. Kara, Sorularla Ermeni Meselesi, İstanbul, OSAV
Yayınları, 2008.
AKŞIN, Sina. İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele., C.1., İstanbul, Türkiye İş
Bankası Yayınları, 2004.
ATNUR, İ. Ethem. Türkiye’de Ermeni Kadınları ve Çocukları Meselesi (1915–1923), Ankara,
Babil Yayıncılık, 2005.
---------------------. “Osmanlı Hükümetleri ve Tehcir Edilen Rum ve Ermenilerin İskanı
Meselesi.” Atatürk Yolu, Kasım, 1994.
---------------------. Tehcirden Dönen Rum ve Ermenilerin İskanı Meselesi, Atatürk Üniversitesi,
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Erzurum, Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, 1991.
Bakar, Bülent, “Malların İadesi” Türk–Ermeni İhtilafı Makaleler, Hikmet Özdemir
(haz.), Ankara, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, 2007.
--------------------.“An Important Question Occured after Mudros Armistice: The
Question of Turkish and Armenian Orphans”, Atatürk Arastırma Merkezi
Dergisi, C,XXI, No: 62, Temmuz, 2005.
ÇAYCI, Abdurrahman, Türk-Ermeni İlişkilerinde Gerçekler, Ankara, 2000.
ÇIÇEK, Kemal, Ermenilerin Zorunlu Göçü, 1915-1917, Ankara, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, 2005.
DÜNDAR, Fuat, İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskan Politikası, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2002.
ERCAN, Yavuz “Tarihi Belgelerin Işığında Ermeni İddiaları” Tarih Boyunca Türklerin
Ermeni Toplumu ile İlişkileri Sempozyumu, Ankara, 1985.
GÜLER, Ali (haz.), Cemiyet-i Akvam ve Türkiye’de Ermeniler ve Rumlar, Ankara: Türk
Metal Sendikası Yayınları, 2001.
GÜRÜN, Kamuran, Ermeni Dosyası, C.1., Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991.
HALAÇOĞLU, Yusuf. Ermeni Tehciri ve Gerçekler, Ankara, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, 2001.
161
Hacer ÇELİK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
HOVANNISIAN, Richard, Armenia on the Road to Independence, LA, University of
California Press, 1967.
İLHAN, Abdurrahman, Arşiv Belgelerine Göre 1915 Yılındaki Tehcir Olayı’nın Sivas’ta
Uygulanması, Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İslam
Tarihi ve Sanatları Ana Bilim Dalı, İslam Traihi ve Sanatları Programı,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2008.
JAESCHKE, Gotthard, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, Ankara, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, 1989.
KARACA, Taha Ziya, Ermeni Sorununun Gelisim Sürecinde Yozgat’ta Türk- Ermeni
İlişkileri, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2005.
KARACAKAYA, Recep, Türk Kamuoyu ve Ermeni Meselesi, İstanbul, Toplumsal
Dönüşüm Yayınları, 2005.
LEWY, Guenter, The Armenian Massacres in Ottoman Turkey, Salt Lake City, The University
of Utah Press, 2005.
MCCARTHY, Justin, Death and Exile, the Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims 18211922. Princeton, New Jersey, The Darwin Press, 1995.
MCCARTHY, Justin, Osmanlı’ya Veda, İmparatorluk Çökerken Osmanlı Halkları, (çev.: Mehmet
Tuncel), İstanbul, Etkileşim Yayınları,2006.
“Near East Report for Syria”, The New York Times Current History Magazine, AprilMay-June 1919.
SÜSLÜ, Azmi, F. Kırzıoğlu, R. Yinanç, Y. Halaçoğlu, Türk Tarihinde Ermeniler, Ankara,
Kars Kafkas Üniversitesi Rektörlüğü Yayınları, Ankara, 1995.
Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920), Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayınları, Yayın No: 14,
Ankara, 1994.
ÖKE, Mim Kemal, Ermeni Sorunu 1914-1923, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991.
ÖZDEMİR, Hikmet, Kemal Çiçek, Ömer Turan, Ramazan Çalık, ve Yusuf Halaçoğlu.
Ermeniler, Sürgün ve Göç. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2004.
ÖZDEMİR, Hikmet, Yusuf Sarınay (haz.), Turkish-Armenian Conlict Documents,
Ankara, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, 2007.
ÖZDEMİR, Mehmet, Mütareke ve Kurtulus Savası Baslangıç Dönemlerinde Türk Demir
Yolları, Yapısal Ekonomik Sorunlar, 1918-1920. Ankara, Kültür Bakanlıgı
Yayınları, Ankara, 2001.
PETERSON, Merrill D., Starving Armenians, Charlottesville, London, University of
Virginia Press, 2004.
SARIHAN, Zeki, Kurtulus Savaşı Günlüğü, C.I., Ankara, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, 1993.
ŞİMŞİR, Bilal, British Documents on Atatürk, C.I., Ankara, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, 1973.
162
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Ermeni Tehciri ve Tehcirden Dönen Ermeniler...
TANSEL, Selahattin, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C.I., Ankara, Başbakanlık Kültür
Müsteşarlığı Cumhuriyetin 50. Yıldönümü Yayınları, 1973.
TURAN, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi, Ankara, 1991.
TÜRKMEN, Zekeriya, “İşgal Yıllarında İstanbul’daki Uygulamalar: Mütareke
Döneminde Ermeniler Tarafından Türk Çocuklarının Kaçırılması ve
Hristiyanlaştırılması”, Kök Arastırmalar Dergisi, C.II, No. 2, Ankara, Güz-2000.
163
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.165-185
OSMANLI TAŞRASINDA BELEDİYE İDARESİ:
ALANYA BELEDİYESİ (1914-1915)
Nurşen GÜRBOĞA*
Özet
Bu çalışmada Tanzimat döneminden itibaren çeşitli kentsel hizmetleri üstlenen
belediye idaresinin küçük taşra şehir ve kasabalarındaki varlığı ve yürüttüğü görevlerin devlet, yerel bürokrasi, taşradaki nüfuz grupları ve çeşitli halk kesimleri için ne anlama geldiğini,
Alanya belediyesinin teşekkülü ve 1914-1915 yıllarındaki faaliyetlerine başvurarak çözümlemeye çalışacağız. Çalışmamızda, belediye teşkilatının merkezi devletin taşradaki toplumsal,
siyasal ve iktisadi yaşama nüfuz etme ve yerel eşrafı denetim altına alma çabalarının yanısıra
şehir ahalisinin yaşam standartlarını iyileştirerek devletin temel gücü sayılan nüfusu üretken, uzun ömürlü ve devlete sadık kılmak gayesinin bir parçası olarak kurulduğunu iddia
edeceğiz. Alanya belediyesinin teşekkülü ve imparatorluğun son yıllarındaki faaliyetlerine
ilişkin bu incelememiz, devletle çoğunluğu küçük şehir ve kasabalarda yaşayan taşra ahalisinin çeşitli kesimleri arasındaki ilişkilere yerel bir mercekten bakmak amacındadır.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti, Taşra İdaresi, Belediye Teşkilatı, Yerel Nüfuz
Grupları, Ahali, Kentsel Hizmetler, Birinci Dünya Savaşı.
MUNICIPAL GOVERNMENT IN THE OTTOMAN COUNTRYSIDE:
ALANYA MUNICIPALITY (1914-1915)
Abstract
This study aims to explore the meaning of the municipal government, which performed various municipal services since the Tanzimat era, for the state, local bureaucracy,
local power groups, and ordinary people in the small cities and towns, through a study of
establishment of Alanya municipality and its public services during 1914 and 1915. This study
will argue that municipal government was the part of the state’s efforts to penetrate political,
economic and social life in the provinces and to take the local power groups under the control
of the central state, in addition to this, it was part of the state’s goal to render population loyal
to the state, increase its productivity and longevity through improving living standards of the
city dwellers. This study on the establishment of Alanya municipality and its services during
the last years of the Empire aims to scrutinize relations between the state and the provincial
people most of whom lived in the small cities and towns from a local lens.
Key Words: Ottoman State, Municipal Government, Local Power Groups, People, Urban
Services, World Word I.
*
Dr.; Marmara Üniversitesi, İ.İ.B.F., Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü,
(ngurboga@marmara.edu.tr).
165
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Nurşen GÜRBOĞA
Giriş
Osmanlı İmparatorluğu’nda modern belediye teşkilatı, iktisadi, siyasi ve
idari dönüşümlerin yoğunlaştığı 19. yüzyılın ikinci yarısında doğdu ve kurumsallaştı.
II. Mahmud döneminden itibaren şehir idaresinde gittikçe etkinliklerini yitiren kadı,
yeniçeri ocağı mensupları, vakılar ve lonca teşkilatının rollerini zamanla ihtisab nezareti, polis ve zaptiye teşkilatı gibi yeni kurulan kurumlar ve son olarak 1850’lerden itibaren modern belediye teşkilatı devraldı1.
Tanzimat döneminden itibaren kentsel hizmetleri üstlenmeye başlayan
belediyeler, başta İstanbul olmak üzere önce Avrupa ile iktisadi ilişkilerin yoğunlaştığı
doğu Akdeniz liman şehirlerinde ve diğer önemli ticaret merkezlerinde, ardından
da kentsel hizmet talepleri olmayan küçük taşra şehir ve kasabalarında kuruldu2.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde toplumun ağırlıklı olarak kırsal
tarımsal bir dokuya sahip olduğu ve küçük taşra şehir ve kasabalarında yaşadığı göz
önüne alındığında, belediyelerin, kentleşme hızı düşük taşra yerleşimlerinde faaliyetlerinin devlet ve taşra halkı için ne anlama geldiği sorusu önem kazanmaktadır.
Biz bu makalede; Akdeniz kıyısında yer alan Alanya gibi bir taşra kasabasında faaliyet gösteren belediye teşkilatının idari yapısı, faaliyetleri ve Birinci Dünya Savaşının
ilk yıllarında savaşın yol açtığı iktisadi ve sosyal sorunlara karşı aldığı önlemleri
tartışarak, belediye teşkilatının küçük taşra şehirlerindeki işleyişine dair bir resim
çizmeye çalışacağız. Çalışmamızın ana kaynaklarını Alanya Belediyesi meclisinin
1914 ve 1915 yıllarında kaydedilen meclis karar zabıtları, Konya vilayet salnameleri,
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nden çeşitli belgeler ve Alanya halkından kişilerin
yazdığı hatırat oluşturmaktadır. Bu kaynaklardan yıla çıkarak Alanya belediye meclisinin şehrin sorunları ve ihtiyaçlarına ilişkin tespitlerini, bu ihtiyaçları gidermek
için aldıkları kararları, faaliyetlerinin yoğunlaştığı alanları ve tüccar, esnaf ve halkın
diğer kesimleri arasındaki ilişkileri çözümleyeceğiz.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Modern Belediye Teşkilatının Gelişimi
Osmanlı İmparatorluğu’nda modern belediye teşkilatının kuruluşundan
önce çeşitli mahalli nüfuz gruplarının, loncaların, vakıların, mahalle biriminin ve
ahalinin görevler üstlendiği bir mahalli idare çekirdeği vardı. Şehir idaresini üstlenen kadı ve yeniçeri ocağından çeşitli görevliler şehrin altyapı hizmetleri, ticari
yaşamın denetimi ve asayişin sağlanması vb. uğraş alanları için ahaliden, tüccardan
ve esnaftan geniş ölçüde yararlanıyordu3.
1
2
3
Geleneksel şehir idaresindeki dönüşüm ve modern belediye teşkilatının doğuşu için bkz.: İlber Ortaylı,
Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahalli İdareleri (1840-1880), TTK Basımevi, Ankara, 2000, s.s.124-130.
Osmanlı İmparatorluğu’nda beledi örgütlenmelerin kuruluşu için bkz.: Ortaylı, a.g.e., s.s.171-186;
Sıddık Tümerkan, Türkiye’de Belediyeler (Tarihsel Gelişimi ve Bugünkü Durumu), R. Zelliç Basımevi,
İstanbul, 1946, s.54; Tarkan Oktay, “Osmanlı Döneminde Modern Belediye Kurumunun Doğuşu
ve Gelişimi”, Selçukludan Cumhuriyete Şehir Yönetimi, (ed.: Erol Özvar ve Arif Bilgin), Türk
Dünyası Belediyeler Birliği, İstanbul, 2008 içinde, s.s.393-396.
Ortaylı, a.g.e., s.s.127-128.
166
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Osmanlı Taşrasında Belediye İdaresi: Alanya...
Buna karşın II. Mahmut döneminde Yeniçeriliğin 1826’da kaldırılmasıyla beraber kadılık şehir idaresindeki yaptırım gücünü kaybetti. Aynı yıl kurulan ihtisab nezareti esnaf teftişi, vergi ve resimlerin toplanması, narhın uygulanması, ahalinin düzene
uymasının sağlanması görevlerini üstlendi. 1845’te İstanbul’da bir polis örgütü, 1846’da
zaptiye müşirliği kurulunca ihtisab nazırlığının görevi yalnız narh işleri ve esnaf kontrolüyle sınırlı kaldı4; ayrıca modern beledi idarelerin kurulmasıyla ihtisap nazırlığının
şehir idaresindeki görevleri belediyelere devroldu. Yine de ihtisab ağalığı taşrada
belediye kuruluşunun gecikmesi nedeniyle 19.yy boyunca işlevini sürdü5.
Osmanlı İmparatorluğu’nda belediyelerin gelişiminde 1855-1876 dönemi
belediyelerin “kuruluş dönemi” olarak adlandırılabilir6. İlk belediye örgütlenmeleri bu dönemde Avrupa ile iktisadi ilişkilerin yoğunlaştığı Doğu Akdeniz liman
şehirlerinde kuruldu. Kuruluş döneminin model belediyesi olarak adlandırılabilecek
ilk beledi örgütlenme İstanbul’da ortaya çıktı. İstanbul’un Kırım Savaşı’nda önemli
bir lojistik merkez olmasının yanı sıra, Avrupa’dan gelen çok sayıda asker, gazeteci, diplomat, tüccar, sağlık görevlisi gibi çeşitli grupların yol açtığı nüfus artışı
kentsel hizmet sorunlarını arttırdığı gibi Avrupa kamuoyunun ilgisini de çekti7.
Artan sorunlara bir yanıt olarak, 1854’te yayımlanan resmi bir tebliğle İstanbul’da
şehremaneti ve 1856’da da Altıncı Daire-i Belediye kuruldu. Şehremaneti, şehirde
zaruri ihtiyaç maddelerinin teminini sağlama, narh koyma ve uygulama, yol ve
kaldırım yaptırıp onartma, temizlik işlerini yürütme ve esnafın kontrolü, maliyeye
ait vergi ve resimlerin toplanıp hazineye teslimi gibi bir dizi görev üstlendi8.
Belediye idareleri İstanbul’un ardından İzmir, Selanik, İskenderiye, Tunus,
Trabzon, Rusçuk, Varna gibi önemli liman kentlerinde ve kasabalarında kuruldu.
Limanlara yanaşan tüccar gemileri için karantina ve konaklama tesisleri, artan iktisadi faaliyetler ve kent nüfusu için düzenli şehir içi ulaşımı ve uygun sağlık şartları
yaratmak gerekiyordu. Tanzimat bürokratları, liman şehirlerinde modern şehir
hizmetlerini talep eden yerli ve yabancı ticaret kesimlerinin ihtiyaç ve taleplerini
karşılamak ve bu doğrultuda kentlerin altyapı ve konut sorununu çözmekle karşı
karşıya kaldılar9. Sonuç olarak belediyeler, 19. yüzyılda İmparatorluğun dış dünya
ile artan iktisadi ilişkilerin yarattığı ticari canlılık, nüfus artışı ve kentsel büyüme
sonucunda, büyük kentlerde çeşitli altyapı hizmetleri, kamu sağlığına yönelik
hizmetler, çarşı pazar denetimi, iş ve mesken alanlarının yeniden düzenlenmesi taleplerini karşılamak üzere kuruldular. Beledi idareler, liman şehirlerinin ardından
benzer ihtiyaçların ortaya çıktığı Tuna bölgesi, Mezopotamya ve Suriye’nin önemli
ticaret ve ulaşım merkezlerinde kuruldu. Bu şehirleri Anadolu’da Aydın, Kayseri,
Konya, Gaziantep gibi bazı büyükçe merkezler izledi10.
Belediyelerin ticari merkezlerde kuruluşunda, ticari faaliyetlerin
güçlendirdiği yerli ve yabancı girişimci ve tüccar sınıların şehir hizmetlerine yöne4
5
6
7
8
9
10
A.g.e., s.s.129-130.
A.g.e., s.172.
Oktay, a.g.e., s.377.
A.g.e., s.381.
Ortaylı, a.g.e., s.s.124-131.
A.g.e., s.130.
Osmanlı İmparatorluğu’nda beledi örgütlenmelerin taşra vilayetlerinde kuruluşu için bkz.:
Ortaylı, a.g.e., s.s. 171-186; Tümerkan, a.g.e., s.54 ve Oktay, a.g.e., s.s.393-396.
167
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Nurşen GÜRBOĞA
lik talepleri belirleyici oldu. Örneğin 19. yüzyılın ikinci yarısında uluslararası ticarette imparatorluğun en büyük ihracat limanı olan İzmir’de şehrin ileri gelenleri,
kamu hizmeti veren imtiyazlı şirketlerin sermayedarları ve şehirde faaliyet gösteren
yabancı tüccarın beledi örgüt kurulması talebini onaylayan Babıâli 1868’de şehirde
bir belediye teşkilatı kurulmasının önünü açtı11. Benzer şekilde, Selanik’te liman tesisleri ve demiryolunun gelişimi, depolama tesisleri, inans ve ticaret kurumlarının
artması ve şehrin genişlemesi ile işadamı ve tüccar kesiminin ticaret altyapısının
ve yerel hizmetlerin iyileştirilmesine yönelik talepleri sonucu şehirde 1868 yılında
belediye kuruldu12 .
1870’lerden itibaren beledi hizmetler, iktisadi dinamizmin fazla nüfuz
etmediği, yeni kentsel hizmet talepleri olmayan küçük taşra şehir ve kasabalarına
da girdi13. Taşrada beledi idareler, Osmanlı devletinin taşrayı merkezi devletin
denetimine almak için yürüttüğü kapsamlı idari reformların bir parçası olarak
gelişti. Osmanlı merkezi bürokrasisinin devlet iktidarını taşranın en ücra köşelerine
taşımak arzusu beledi idareleri âdem-i merkeziyetçi bir idari dönüşümden çok
modern, merkezi devletin taşra üzerindeki kontrolünü artırmaya yönelik merkeziyetçi idari dönüşümün bir parçası kıldı. Bu nedenle, belediye teşkilatının taşrada
gelişimi taşra idaresini merkezileştiren bir dizi idari, mali ve hukuki düzenlemeden
ayrı değerlendirilmemelidir.
Nitekim taşrada belediye teşkilatını düzenleyen mevzuat imparatorluk genelinde vilayet idaresini düzenleyen 1864 Vilayet Nizamnamesi’nin bir parçası olarak
ortaya çıkmıştır. 1867 yılında yayımlanan iki talimatname ile 1864 düzenlemesi yenilenirken, 1871 yılı Vilayet Nizamnamesi belediyelere ilişkin mevzuatı genişletmiştir.
Belediye teşkilatını vilayet nizamnamelerinden ayrı olarak düzenleyen ilk kanun ise
1877 yılı Vilayet Belediye Kanunu’dur. 1877 tarihli Vilayet Belediye Kanunu, çeşitli
değişikliklerle beraber 1930 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. Kanun, merkezi iktidara taşrayı beledi idareler aracılığıyla kontrol etme imkânı sağladığı için, taşrada
merkeziyetçi politikaları sürdüren İkinci Meşrutiyet dönemi ve Cumhuriyet dönemi
kuruluş yıllarında hükümetler tarafından da kullanılmıştır14.
Merkezi devlet, taşra idaresini yeniden düzenlerken, aynı zamanda taşradaki
mahalli nüfuz gruplarını denetim altına almak gayesi de gütmüştür. Gerçekten de
merkezi bürokrasi idari reformları yürütürken, imparatorluğun Tanzimat öncesi
idari yapı içinde yer alan yerel eşrafı, halk üzerinde etki gücü olması nedeniyle saf
dışı bırakmak yerine bu gruplara resmi pozisyonlar vererek onları taşradaki idari
reformun bir parçası kılmıştı. Nitekim vilayet idaresinin yeniden düzenlenmesi sonucu idari, mali ve adli işlevlerle donatılan yerel meclislerle taşradaki nüfuz grupları
reform sürecine dâhil edildi15. Devlet yeni idari reformlarla eski ayrıcalıklarını
yitiren gruplara taşra meclislerinde yer vererek bir yandan bu grupların sadakatleri11
12
13
14
15
Erkan Serçe, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e İzmir’de Belediye (1868-1945), Dokuz Eylül Yayınları,
İzmir, 1998, s.54.
Oktay, a.g.e., s.395.
Ortaylı, a.g.e., s.172.
Belediye teşkilatını düzenleyen talimatname ve nizamnameler için bkz.: Tümerkan, a.g.e.,
s.54,154.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzimat süresince geliştirilen yerel meclislerin bir değerlendirmesi
için bkz.: Musa Çadırcı, Tanzimat Sürecinde Türkiye Ülke Yönetimi, İmge Kitabevi, Ankara, 2007,
s.s.287-301.
168
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Osmanlı Taşrasında Belediye İdaresi: Alanya...
ni kazanmayı, diğer yandan da bilgi ve deneyimlerinden faydalanmayı umuyordu.
Yerel meclisler devlete aynı zamanda taşrayı yönetecek kadro eksikliğini ve bütçe
sorunlarını da yerel imkânlarla giderme imkânı sunuyordu16.
Belediye meclisleri de merkezi bürokrasinin taşra seçkinlerini idareye dâhil
ettiği yeni kanallardan biriydi. Taşra ileri gelenlerinin belediye idaresine katılımı
yalnızca meclis üyeliği yoluyla gerçekleşmiyordu. Belediye meclisi aynı zamanda
taşra seçkinlerine danışarak bu grupları karar alma süreçlerine katıyordu17; ayrıca
çeşitli esnaf, zanaatkâr ve tüccar grupları belediyenin çeşitli mal ve hizmetlere ilişkin
iyat ve tarife politikalarını kimi zaman kendi çıkarlarına göre şekillendirebiliyor, ticari faaliyetleri kolaylaştıracak çeşitli kentsel altyapı taleplerinde bulunabiliyorlardı.
Kuşkusuz belediyelerin kuruluşundan önce de şehrin altyapı hizmetleri, ticari
yaşamın denetimi ve örgütlenmesi, narh tespiti, vergilerin dağıtımı ve toplanması
ile asayişin sağlanması için yerel seçkinlerden geniş ölçüde yararlanılıyordu. Devletin bir takım hizmetleri görecek mali ve teknik yetersizlikleri, kadro yokluğu,
ulaşım ve haberleşme imkânlarının sınırlılığı merkezi devletin mahalli gruplardan
yararlanmasını zorunlu kılıyordu. Taşrada görülen tüm bu olumsuzluklara karşın,
Tanzimat yöneticileri, çeşitli idari reformlarla iktidarlarını taşraya yayarak bu gruplar üzerindeki egemenliğini pekiştirmede önemli gelişmeler sağladı18.
Taşra belediyelerinin kadroları, görev ve yetkileri ve bütçe kaynakları en
kapsamlı haliyle 1877 Vilayet Belediye Kanunu’yla tanımlandı. Kanuna göre belediye meclisi, seçimle gelen belediye reisi ve azaların yanı sıra devlet tarafından atanan
tabip, baytar, mühendis gibi müşavir üyelerle kâtip, sandık emini ve zabıta-i belediye görevi gören belediye çavuşundan oluşacaktı. Belediye reisinin başkanlığında
haftada iki defa toplanacak belediye meclisi şehrin sorunlarını tartışacak ve şehrin
ileri gelenlerine çeşitli konularda danışacaktı19. 1877’ye kadar belediye reisi taşra
bürokrasisi içinden hükümetçe tayin ediliyordu. 1877 düzenlemesiyle beraber,
belediye reisinin belediye meclisine seçilen üyeler arasından atanması ve belediye
gelirlerinden maaş alması hükme bağlandı. Meclis azaları, emlak sahibi Müslim ve
gayri-Müslim erkek yurttaşlar arasından seçimle belirlenecekti. Yıllık belirli bir miktar emlak vergisi verme, başkasının hizmetkârlığında bulunmama koşulları şehir
belediye idaresini şehir eşrafıyla sınırlandırmış oluyordu20.
Kuşkusuz beledi idarelerin varlığı yalnızca merkezi devletin taşra idaresini
ve yerel nüfuz gruplarını denetim altına alma arayışlarıyla açıklanamaz. Belediyeler sundukları bir dizi kamu hizmeti ile şehir ahalisinin günlük hayatını devlet
müdahalesine açmış oluyordu. 1877 tarihli Vilayet Belediye Kanunu taşra belediyelerinin görev ve sorumluluk alanlarını hayli geniş bir şekilde tanımlamıştır. Modern
belediyelerin hizmet alanı, şehir ahalisinin yaşam standartlarını etkileyen iktisadi,
sosyal ve iziki koşulları düzenlemeye ve iyileştirmeye yönelik birbirinden farklı
bir dizi faaliyetten oluşuyordu. Kanuna göre belediyeler lokanta, tiyatro gibi halka
16
17
18
19
20
Yonca Köksal, “Imperial Center and Local Groups: Tanzimat Reforms in the Provinces of Edirne
and Ankara”, NewPerspectives on Turkey, 27, Fall, 2002, s.s.108-109.
İlhan Tekeli, İlber Ortaylı, Türkiye’de Belediyeciliğin Evrimi, Türk İdareciler Derneği, Ankara, 1978, s.21.
Geleneksel şehir idaresi örgütü ve 19. yüzyılın ilk yarısındaki değişimler için bkz.: İlber Ortaylı,
Tanzimat Devrinde..., s.s.124-130.
İlber Ortaylı, Tanzimattan Cumhuriyete Yerel Yönetim Geleneği, Hil Yay., İstanbul, 1985, s.s.173-174.
Tümerkan, a.g.e., s.57.
169
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Nurşen GÜRBOĞA
açık yerlerin temizlik ve düzenini denetlemek, esnafın teftişi, sağlığa aykırı maddelerin satışını yasaklamak, ölçüleri ayarlamak, ekmeğe narh koymak ve ölçüsüz
iyatlandırmaları önlemek, pazar yerleri tesis etmek, mezbaha inşa etmek, nakil
vasıtalarının ücret tarifelerini belirlemek ve vasıtaların işlerliğini denetlemek gibi bir
dizi etkinlikle şehrin iktisadi yaşamında düzenleyici roller üstlenmişti. Ayrıca, yapı
işlerini düzen altına almak, devlet binalarının inşa ve tamir işlerinin keşini yapmak,
yol, kaldırım, lağım inşa etmek, suyollarının inşa ve tamirine nezaret etmek, istimlâk işleri, şehir ve kasabaları süslemek ve aydınlatmak, temizlik işlerini yürütmek,
umumi helâlar yapmak, itfaiye tesisatı ve teşkilatı kurmak, belediyeye ait emlak ve
akarı idare etmek gibi, şehrin altyapı ve imar işlerinden sorumluydu. Şehirdeki emlak ve akarın kıymetlerini sahiplerinin isimleriyle kayıt etmek ve haritalarını tanzim
etmek, şehrin nüfusunun sayımını kaydetmek ve ölüm doğum vukuatını yürütmek
gibi istatistik, harita ve kayıt işleri de belediyenin görevleri arasındaydı. Belediyeler,
son olarak, dilsiz ve kör çocukların terbiyesi, muhtaç ve fakirlerin tedavisi ile ilgilenmek, dilenciliği önlemek ve çalışabileceklere iş bulmak, hastane, ıslahhane ve sanat
okulları açmak gibi sosyal yardım hizmetleri de üstlenmişti21.
19. yüzyıl Osmanlı imparatorluğunda kamu hizmetlerinin şekillendiği ve
çeşitlendiği bir dönemdir. Beledi faaliyetlerin de içinde yer aldığı kamu hizmetleri
alanının genişlemesi, nüfusun devletin siyasi, askeri ve ekonomik gücünün en temel
unsuru olarak tanımlanmaya başlamasıyla paralellik gösterir. Nüfusun devletin asli
gücü olarak görülmesiyle beraber, ahalinin refahını, sağlığını ve bireylerin uzun
ömürlüğünü etkileyen iziki, iktisadi, sosyal ve ahlaki koşulları iyileştirmek, nüfusu
doğal, iktisadi ve sosyal risklerden korumak devletin ana gündemini oluşturmaya
başladı22. Bu doğrultuda II. Mahmut döneminden itibaren şekillenen yeni bürokratik mekanizmalar, sağlık, eğitim, sosyal yardım, güvenlik hizmetleri, bayındırlık,
imar ve ulaşım hizmetleri, iaşe alanının denetimi, doğum-ölüm oranlarının takibi ve
iyileştirilmesi gibi, bir dizi hizmeti üstlendi23.
Belediyeler de kamu sağlığı, sosyal yardım, eğitim, kentsel ulaşım ve altyapı
hizmetleri, iktisadi yaşamın düzenlenmesi ve denetimi, imar ve bayındırlık alanında
üstlendikleri kamu hizmetleriyle şehir nüfusunun sağlığını ve refahını sağlama işini
yüklendiler. Şehir nüfusunu etkileyen iziki, sosyal ve iktisadi koşulların düzenlenmesine ilişkin bilgi, beceri ve deneyim ise siyasi temsilcilerden çok, uzmanların, bilim insanlarının ve teknisyenlerin alanına giriyordu. Bundan dolayı, belediye meclislerinde şehrin imarı ve planlaması, halk sağlığı, çevre temizliği ve düzenlemesi
gibi meselelerin idaresi için mühendis, belediye tabibi ve baytardan oluşan müşavir
üyeler ve zabıta istihdam edilmişti.
Buna karşın belediyelere yüklenen geniş sorumluluklara rağmen, uygulamada belediyelerin etkinliğini sınırlayan bir dizi faktör vardı. Bunlardan en
21
22
23
A.g.e., s.s.55-56.
Modern devletin oluşumuyla nüfus arasındaki ilişki için bkz.: Michel Foucault, Security, Territory, Population, (eds.: Michel Senellart, Palgrave Macmillian), 2007, s.s. 42-75,104. Osmanlı
İmparatorluğu bağlamında modern devletin ortaya çıkışı ve nüfusla ilişkisi için bkz.: Nadir
Özbek, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyal Devlet, Siyaset, İktidar ve Meşruiyet (1876-1914), İletişim
Yayınları, İstanbul, 2002, s.67.
Nadir Özbek, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Sosyal Güvenlik ve Sosyal Politikalar, Emeklilik Gözetim
Merkezi, Tarih Vakfı, İstanbul, 2006, s.52.
170
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Osmanlı Taşrasında Belediye İdaresi: Alanya...
önemlisi belediyelerin yeterli bütçeye ve merkezden özerkliğe sahip olmamalarıydı.
Küçük şehirlerde belediyeler kadrosuz, gelirsiz, bütçesiz, muhasebesiz çalışıyorlardı.
Sınırlı gelir kaynakları devletin tahsis ettiği çeşitli yerel vergiler, resimler ve beledi
cezalardan oluşuyordu. Çoğu taşra şehirlerinde vergi gelirleri düşük olduğu gibi,
vergilerin ve beledi cezaların tahsilinde halk pek de istekli gözükmüyordu. Kıt mali
kaynakların idaresinde ise belediyeler merkezin sıkı denetimindeydi. Belediye gelirlerinin yeni vergi ve resimlerle artırılması 1877 meclisinde mebusların direnişiyle
karşılaşmıştı24. Öngörülen beledi cezalar, cezaların şiddetine rağmen beledi kolluk
gücünün zayıf olması nedeniyle takip ve tahsis edilemiyordu. Genellikle vilayet
ve kasabalardaki zaptiye teşkilatı beledi teftiş ve kolluk görevini yerine getirir, bu
ise beledi teftiş ve cezaların tahsisini sınırlı kılardı. Belediyenin yaptırım gücünün
sınırlı olması, denetim ve cezalarda belediye çavuşunun yeterli olmaması, zabıtanın
beledi kolluk göreviyle yeterince ilgilenmemesi belediyelerin etkin denetim yapma
ve cezai gelirlerini artırma şansını da sınırlıyordu 25.
Belediyelerin bir diğer güçsüzlük nedeni ise hem yetişmiş eleman yokluğu
hem de bütçe darlığından dolayı kadro eksikliğiydi. Belediye meclisi hem personel
tayini hem de maaş ödemelerinde yetkisizlik ve imkânsızlık içindeydi. Mühendis,
tabip, baytar, itfaiyeci kadroları kanun ve nizamnamelerde olmalarına karşın, çoğu
belediye bu kadroları temin etmekte sıkıntı yaşıyordu26.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Yüzyılında Alanya’da İktisadi Hayat
Anadolu’nun doğu Akdeniz kıyısında küçük bir sahil kasabası olan Alanya,
hem Konya’ya kervan yolu bağlantısı nedeniyle hem de doğu Akdeniz ticaret yolu
üzerinde önemli bir iskele ve gemi yapım merkezi olmasıyla Selçuklu ve Osmanlı
İmparatorluğu dönemlerinde iktisadi, siyasi ve askeri açıdan önemli merkezlerden
biri olmuştur. Şehrin doğu Akdeniz’deki iskele konumu onu Anadolu yarımadasının
ticaret uçlarından biri haline getirmiş, deniz ticareti şehrin gelişiminde önemli bir
rol oynamıştır. Antik çağlardan itibaren ticari potansiyelinin önemli bir bölümünü
korsanlık ve köle ticaretinin oluşturduğu Alanya, Selçuklu ve Osmanlı idaresi dönemlerinde gemi yapım merkezi ve deniz üssü olarak ayrı bir önem kazanmıştı. Kereste
kaynakları ve kazalarından toplanan kalyoncu neferleri ile tersaneye ve Osmanlı
donanmasına katkıda bulunan şehir27, 19. yüzyılın sonlarında imparatorluğun asker
toplama ve sevk merkezlerinden biri haline gelmiştir28.
Alanya’nın tüccar ve eşrafı, ticari ilişkilerini Anadolu’nun iç şehirlerinden
çok Akdeniz ticaret yolu üzerinde bulunan Mısır, Suriye ve Kıbrıs’ın yanı sıra
Anadolu’nun liman şehirleriyle sürdürmüştür. Alanya aynı zamanda Akdeniz’den
Karadeniz’e yol alan Mısırlı ve Suriyeli tüccarların da önemli bir iskelesi olmuştur29 .
24
25
26
27
28
29
Ortaylı, Tanzimattan Cumhuriyete..., s.s.167-176.
A.g.e., s.s.283-285.
A.g.e., s.s.159-162.
Cahit Bilim, “Arşiv Belgelerinde ve Salnamelerde Alanya”, Alanya Tarih ve Kültür Seminerleri III,
ALSAV, Alanya, 2004, s.s.198-199.
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri (BOA) DH.MKT, nr.2596/124, 28/Za/1319(1901) ve Y..PRK.ASK,
nr. 218/55, 02/Ca/1322; Ayrıca bkz.: Ali Rıza Gönüllü, Meşrutiyetten Cumhuriyet’e Alanya (19081938), Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2008, s.s.26-27.
Gönüllü, a.g.e., s.9.
171
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Nurşen GÜRBOĞA
19. yüzyılda Alanya, Antalya, Finike, Kıbrıs, İskenderiye, Dimyat ve Rodos
arasında işleyen küçüklü büyüklü ticari gemilerin yanı sıra Amerikan ve Yunan
kumpanyalarının da uğrak noktasıydı30. 1910’lu yıllarda Alanyalı tüccar, İzmir,
Antalya ve Akdeniz adalarına narenciye, karpuz, susam, balmumu, Trablusşam,
Beyrut, Kıbrıs, İskenderiye ve Dimyat’a ise kereste ve kömür ihraç ediyor, Antalya,
Rodos, İzmir, Kıbrıs, Dimyat, İskenderiye’den ise gıda maddeleri, dokumalar,
mamul eşya, yerli ve Avrupa ürünü ticari ve sanayi malları alıyordu31. Bu olumlu gelişmelerin yanı sıra deniz ticareti Alanya’yı bir kaçakçılık merkezi haline de
getirmişti. Şehir, 19. yüzyılda yoğun bir tütün, barut, silah ve tarihi eser kaçakçılığına
yataklık yapıyordu32.
Alanya’nın iskele konumundan faydalanarak ürünlerini Akdeniz liman
şehirlerine ihraç eden Alanyalı tüccar, çiftçi ve zanaatkâr, özellikle 20. yüzyılın
başlarında servet ve zenginliğe kavuşmuştu33. Doğu Akdeniz’in çeşitli limanlarına
mal gönderen tüccar aileleri arasında Şerfaliler, Hacı Hüseyin ve Azakoğlu Tevik
Efendiler sayılabilir34. Yüzyıllar boyunca Alanya’nın en önemli ihracat kalemlerinden olan kereste ve odun 20. yüzyıl başında tüccar ailelerinin servet kaynağı olmaya devam etmiştir. Bu ailelerin başında Şerfaliler ve Azakzadeler’in yanı sıra
Halimağalar ve Hacikadirler sülalesi geliyordu. Kereste tüccarı arasında Hayate
Hanım gibi kadınlara da rastlanıyordu. Orman köylülerine kestirilen keresteler çaylara bırakılarak denizle çayların birleştiği yerde toplanır, buradan büyük gemilere
yüklenerek Mısır’a, Suriye’ye sevk edilirdi35. Deniz ticareti ile zenginleşen bu aileler
Alanya’nın yerel eşrafını oluşturuyordu.
Alanya’nın iktisadi zenginliğinin bir diğer kaynağını da küçük çaplı tarım,
hayvancılık oluşturuyordu. Kazanın dağlık coğrafyası tarıma uygun dar bir alan
bırakmış olsa da, mevcut topraklar verimliydi. Çiftçilerin ürettiği çeşitli ürünlerin
bir kısmı yerli halk tarafından tüketilirken narenciye, susam ve susam yağı ise deniz
yoluyla çeşitli liman şehirlerine ihraç ediliyordu. Şehre diğer liman şehirlerinden de
çeşitli hububat ve gıda ithal ediliyordu36. Hayvancılık ise Alanya’daki Yörüklerin
temel geçim kaynağıydı. Üretilen tereyağı, yün, peynir, keçi kılı, bal ve balmumu
daha çok iç pazarda tüketilirdi. Yörükler kış mevsiminde sahilde odun ve odun
kömürü imal ederek geçimini temin ederken yazları iskelelere zahire taşımakla ve
yaylacılıkla geçinirlerdi. Yaylacılık geleneği olan Alanyalı yerleşik nüfus Haziran
başından Eylül sonuna kadar yaylalarda kalırdı37.
30
31
32
33
34
35
36
37
A.g.e., s.s.46,79.
Konya Vilayet Salnamesi, İstanbul, 1332, s.509 vd.; Gönüllü, a.g.e., s. 82.
İzinsiz tütün ekimiyle ilgili olarak bkz.: BOA, DH:MKT., nr.1952/114 27/L/1309 (1891);
Kaçakçılıkla ilgili bkz.: Süleyman Beyoğlu, “XX. Yüzyıl Başlarında Alanya’da Bazı Olaylar”, Alanya
Tarih ve Kültür Seminerleri III, ALSAV, Alanya, 2004, s.520.
Örneğin 1868 yılında Alanya kazasının vergi gelirlerinin toplamı 344. 292 kuruş 60 parayken,
bu gelirler 1906 yılında 2.089.728 kuruş, 5 paraya, 1910 yılında ise 3.534.266 kuruş 10 paraya
yükselmiştir. Bkz.: Konya Vilayet Salnamesi, Konya, 1286, s.190; Konya Vilayet Salnamesi, Konya,
1322, s.168; Konya Vilayet Salnamesi, İstanbul, 1332, s.375.
Deniz ticareti ile uğraşan tüccar aileleri için bkz.: Oğuz Korum, Olaylar, İnsanlar, 75 Yılda Alanya,
Alanya Gazeteciler Cemiyeti, Alanya, 1994, s.6.
Alanya’nın kereste tüccarları için bkz.: İzzet Azakoğlu, Alanya, Reklam-Ekonomi Matbaası,
İstanbul, 1939, s.s.17-18; Haşim Yetkin, Alanya, Dünden Bugüne Alanya’da Yaşam, Çali Graik
Matbacılık AŞ., İstanbul, Tarihsiz, s.104,145; Korum, a.g.e., s.74.
İhraç edilen tarım ürünleri için bkz.: Konya Vilayet Salnamesi, 1332, s.s.229-230, 510; Vasos
Voyacıoğlu, Alanya, Doğu Akdeniz Kültür ve Tarih Araştırmaları Vakfı, Alanya, 2002, s.43.
Gönüllü, a.g.e., s.31, 65.
172
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Osmanlı Taşrasında Belediye İdaresi: Alanya...
Alanya’da canlı bir zanaat hayatı da vardı. Pamuk ekimi ve ipekböceği
şehirde ipekli ve pamuklu dokumacılığı geliştirmişti38. 1910’lara gelindiğinde pamuk
ve ipek dokumacılığı çoğunluğu evlerde kurulu el tezgâhlarında sürdürülüyor,
üretilen mendil, çorap, elbiselik kumaşlar daha çok yerel ihtiyaçları karşılamak üzere
tüketiliyordu. Evlerde aynı zamanda halı ve kilim, yatak takımları, elbise ve alaca
basma da dokunuyordu. Dokumaların bir kısmı da Anadolu’ya ihraç ediliyordu39.
Alanya’daki ticaret ve zanaat hayatı canlı bir çarşı hayatı yaratmıştı. Birinci Dünya
Savaşı’na kadar şehrin çarşılarında zanaatkâr tüccar ve Yörüklerin işlettiği 483 dükkân, 95 dükkân, 7 fırın,1 otel, 1 lokanta,1 hamam, 2 imalathane,9 kahvehane, 9 meyhane vardı40. Çarşı sakini ekmekçilik, berberlik, bakkallık, çalgıcılık, ayakkabıcılık,
terzilik, demircilik, kalaycılık, marangozluk, dokumacılık, taş işçiliği, nakliyecilik,
nalbantlık, semercilik gibi çeşitli zanaatla geçiniyorlardı. Çarşının Yörük sakinleri
ise dağlardan getirdikleri peynir, yoğurt ve tereyağını çarşıda satıyordu41.
Alanya, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok
şehrinde olduğu gibi, etnik ve dinsel bakımdan karma bir nüfusa sahipti. Ağırlıklı
olarak Müslüman Türk nüfusun yaşadığı kazanın önemli bir Ortodoks Rum nüfusu da vardı. 19. yüzyılın sonlarında şehirde artan ticari canlılığa nüfus artışı eşlik
etmişti. Kazanın nahiye ve köyleri ile birlikte 1899 yılında 21.986 olan toplam nüfusu, 1914’e gelindiğinde 51.248’e ulaşmıştı42. Alanya’da önemli bir Yörük nüfusu
da vardı. Osmanlı idarecileri 1910’larda Yörük aşiretlerin yerleştirilmesi ile uğraşsa
da başarı kaydedememişti43. Nüfus artışıyla beraber şehrin servet sahipleri sur içini
yavaş yavaş terk ederek sur dışına yerleşmiş, 1914’de gelindiğinde sur dışında bağ
ve bahçeler arasında yeni mahalleler oluşmuştu44. Ancak Birinci Dünya Savaşı bu
gelişmeyi durdurmuş, 1917 yılında kasaba merkezinin nüfusu 7.285’e gerilemişti45.
19. yüzyıl sonundan itibaren savaşlar ve göçler Alanya’nın nüfus dengelerini ve topluluklar arasındaki ilişkileri de değiştirmeye başlamıştı. Örneğin 1899
yılında Girit’ten gelen Müslümanların bir kısmı Alanya’ya yerleştirilmiş, ancak
göçmenlerin yerleştirilmesi bir dizi soruna yol açmıştı46. 1912 yılında ise Girit’ten
gelen muhacirler göçün yarattığı öfkeyi Rum nüfusa yöneltmişti47. Milli mücadele
yıllarında ve sonrasında ise Rum nüfusun Alanya’yı terk etmesiyle kaza nüfusunun
tümü Müslüman Türk unsurun egemenliğine girdi.
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
Voyacıoğlu, a.g.e., s.38; Azakoğlu, a.g.e., s.s.7-9.
Voyacıoğlu, a.g.e., s.48; Gönüllü, a.g.e., s.77.
Konya Vilayet Salnamesi, 1332, s.656.
Voyacıoğlu, a.g.e., s.53.
Konya Vilayet Salnamesi, Konya, 1317, s.210; Konya Vilayet Salnamesi, İstanbul, 1332, s.359.
Alanya’nın göçebe Yörük aşiretlerinin devletle başı genellikle hoş olmamıştır. Yörüklerin ürettiği
ham deri ve yünün eskisi kadar alıcı bulamaması Yörüklerin geçim koşullarını bozmuş, XVII.
Ve XVIII. Yüzyıllarda Yörük aşiretlerin isyanları patlak vermiştir bölgede. Devletin Yörükleri
yerleştirme çabalarının da bu isyanlarda payı vardır. Alanya’daki Yörük aşiretlerle devlet
arasındaki ilişkiler için bkz.: Gönüllü, a.g.e., s.65.
Konya Vilayet Salnamesi, 1332, s.656; Ayhan Yüksel, “Alaiye Kazasının Sosyal ve Ekonomik Durumu“, Alanya Tarih ve Kültür Seminerleri III, ALSAV, Alanya, 2004, s.528.
Gönüllü, a.g.e., s.35.
BOA, DH.MKT. nr. 2337/21, 26/z/1317(1899); BOA, Y..PRK.KOM, nr. 10/47 10/B.1317; BOA,Y.
PRK.KOM. nr. 10/46, 26 /C/ 1317; BOA, A}MKT.MHM, nr 508/5, 02/C/1317.
Voyacıoğlu, a.g.e., s.40.
173
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Nurşen GÜRBOĞA
Alanya Belediyesi’nin Gelişimi ve Yerel Eşraf
Alanya belediyesinin kuruluşu Alanya’nın idari statüsünün de değiştiği bir
döneme denk gelir. 1846 ve 1847 tarihli devlet salnamelerinde Konya’ya bağlı bir sancak olarak görünen Alanya, 1868’de Konya vilayetine bağlı Antalya-Teke sancağının
bir kazası olur48. Alanya belediyesinin kuruluşu ise bu idari düzenlemeyi takip eder.
Belediye kadrosunun kaydı Konya vilayet salnamesinde ilk kez 1874 yılında görünür.
Alanya’nın idari statüsündeki değişimin ve belediyenin kuruluşunun aynı dönemlere
denk gelmesi tesadüfî değildir. Osmanlı taşrasında belediye teşkilatının kuruluşu,
Osmanlı taşrasının idari olarak yeniden yapılandırıldığı bir evreye denk gelir.
Birçok taşra şehrinde olduğu gibi Alanya’da da belediye meclisi üyeleri
şehrin eğitimli kesimleri ve varlıklı ailelerin yer aldığı eşraftan oluşuyordu49. Alanya
belediyesi meclis üyelerinin kayıtları Konya vilayet salnamelerinde ilk defa 1874
yılında görülür50. 1877’ye kadar mal müdürü başkanlığında, 2’si Rum 5’i Müslüman
olmak üzere toplam yedi kişiden oluşan bir meclis çalışmaları sürdürmekteydi51.
1877’den sonra belediye reisi olarak salnamelerde yer alan kişiler hakkında ise
yeterli bilgimiz olmamakla beraber 1905 yılından itibaren belediye reisliği yapan
kişilerin ticaret ve zanaatla uğraşan Alanya eşrafından geldiğini söyleyebiliriz.
Örneğin 1905-1927 yılları arasında Alanya belediye reisi olan Hacı Nuri Efendizade
Ahmet Talat (Görgün) Bey, Alanya’nın nüfuzlu kişilerinden, büyük çiftliği ve geniş
arazileri ile tanınan biriydi52. Ahmet Talat Beyden sonra 1927-1930 yılları arasında
belediye reisi olan Hüsnü (Şifa) Bey ise Alanya’nın önde gelen ailelerinden, kuyumculuk, kereste ve narenciye işleri ile uğraşan Şifa ailesinin mensubuydu53. Sonraki
dönemlerde Alanya’da belediye reisliği yapmış kişiler şehrin ulema, tüccar ve eşraf
ailelerinden gelmeye devam etti54.
Kuşkusuz belediye reisleri, üstlendikleri yeni görevlerle hâlihazırdaki mahalli nüfuzlarını pekiştirmiş oluyorlardı. Belediye reisliğinin sağladığı güç, yerel
eşraf ve bürokrasi arasında da yeni salaşmaların oluşumuna ve mücadelelere yol
açıyordu. Örneğin, belediye reisi Ahmet Talat Beyin karıştığı iddia edilen yolsuzluk
ve rüşvet olayları yerel eşraf ve bürokrasi arasındaki güç ilişkilerini yansıtmaktadır.
Talat Beyin “intihab muamelatına fesad karıştırdığı ve fıruncılardan ve sair esnaftan
rüşvet aldığı”55 91 imzalı bir şikâyet telgrafıyla Sadarete ihbar edilmiş, şikâyetçiler
adına Tevik isimli şikâyetçi Talat Bey hakkında tahkikat yapılmasını yerel otoritelerden istemişse de “reis-i merkumun buraca olan nüfuz-ı fevkaladesi ve eşraf-ı belde denilen
48
49
50
51
52
53
54
55
Alanya’nın Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki idari statüsündeki
değişiklikler için çeşitli kaynaklar farklı olmakla beraber birbirine yakın tarihler vermiştir. Bkz.:
İbrahim Hakkı Konyalı, Alanya, Ayaydın Basımevi, İstanbul, 1946, s.s.254-264; Yurt Ansiklopedisi,
Türkiye, İl İl: Dünü Bugünü, Yarını, C.2, Anadolu Yayıncılık, İstanbul, 1981, s.751; Gönüllü, a.g.e.,
s.s.14-15, 35.
Eşraf kökenli belediye reisleri ve meclis üyelerinden örnekler için bkz.: Necmettin Çalışkan,
Kuruluşundan Günümüze Kayseri Belediyesi, Kayseri Büyükşehir Belediyesi, Kayseri,1995, s.s.38-87;
Murat Küçükuğurlu, Erzurum Belediyesi Tarihi, Erzurum Kitaplığı, Erzurum, 2008, s.s. 40-60.
Konya Vilayet Salnamesi, 1291, Konya, s.61.
Konya Vilayet Salnamesi, Konya, 1292, s.61; Konya Vilayet Salnamesi, Konya, 1294, s.78.
Korum, a.g.e., s.s.28-29.
Yetkin, a.g.e., s.s.144-159.
Korum, a.g.e., s.8 ve s.s.128-129.
BOA, DH.MKT. nr. 2675/98, 12/Za/1326 (Hicri).
174
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Osmanlı Taşrasında Belediye İdaresi: Alanya...
kimselerle karabet ve irtibatı”56 bu otoriteleri korkutmuş, Talat Bey’in “cebabireden”,
hamisi Doğanzade Cemal Beyin yardımıyla mesele vilayet merkezine önemsiz bir
hadise olarak bildirilip kapatılmıştı57.
Şikâyetçilerin, Alanya’nın hangi toplumsal katmanlarına dâhil olduklarını
bilemiyoruz; ancak imzacıların beledi faaliyetlerin daha çok şehrin iktisadi yaşamına
yoğunlaşması nedeniyle belediye teşkilatıyla en sık ilişkiye giren esnaf, zanaatkâr ve tüccar arasındaki hoşnutsuz gruplardan olma ihtimali yüksek görünüyor. Alanya eşrafını
oluşturan bu hoşnutsuz grupların yine eşraftan olan Talat Bey’e karşı aldıkları muhalif
tutum eşraf arasındaki bölünme ve rekabeti gösteriyor. Öte yandan Talat Bey’in yerel
bürokrasinin bir üyesi olması, toplumsal nüfuzu ve bürokrasi ile yakın ilişkileri olan bir
kısım eşraftan aldığı destek, hakkındaki tahkikatın yerel bürokratik mekanizmalarca
işletilmemesine yol açmış görünüyor. Bu nedenle, şikâyetçiler, taşra bürokrasisini
aşarak merkezi bürokrasi ile ittifak arayışına girmiş, telgralarını doğrudan Sadarete
göndermişlerdi. Talat Bey vakasının genel olarak taşra eşrafı, yerel bürokrasi ve
merkezi bürokrasi arasında cereyan eden mücadeleleri gösterdiğini söyleyebiliriz.
Kuşkusuz belediye meclis üyeliği ve reisliği Talat Beye sosyal ve siyasal
iktidarını yerel düzeyde pekiştirmesine olanak tanıdığı gibi, diğer belediye meclisi
azalarına da benzer imkânları sunuyordu. Alanya belediyesi meclisinde yer alan
seçilmiş azalara ilişkin bilgilerimiz, Konya Vilayet Salnamelerinde ve meclis karar
defterlerinde yer alan üye isimleri ve imzalarıyla sınırlıdır. Belediye meclislerine
seçilme koşulları göz önüne alındığında, en azından 1920 yılına kadar, azaların
mülk sahibi Müslüman ve Gayrimüslim eşraftan geldiğini söyleyebiliriz.
Alanya Belediyesinin İktisadi Alandaki Faaliyetleri
Alanya’da belediyenin ana faaliyet alanı, iktisadi ve sosyal yaşamın canlı
merkezleri olan çarşı ve iskeleydi. Çarşı ve iskele, esnaf, tüccar, zanaatkâr, ahali,
belediye meclis azaları, müşavir üyeler ve diğer yerel yönetim birimlerinin birbirleriyle çeşitli biçimlerde irtibata geçtikleri alanlardı. Çeşitli mal ve hizmetlerin üretimi, dolaşımı ve tüketiminin tanzimi ve iktisadi yaşamın sürmesi için gereken altyapı
hizmetleri belediye idaresini yerel esnaf, tüccar ve ahaliyle sürekli temas haline
sokuyordu. Bunun bir sonucu olarak, belediye meclisinin aldığı kararların odağını
da çarşı ve iskele oluşturuyordu.
1914 ve 1915 yıllarında belediyenin çarşıdaki en önemli uygulamalarından
biri temel tüketim maddelerine narh koymaktı. Kuşkusuz modern belediyelerin
kuruluşundan önce de narh tespiti ve iyat denetimi şehir idaresinin ana faaliyetlerinden biriydi. Bununla birlikte iaşeci bir iktisadi zihniyetten liberal iktisada geçiş
piyasa ilişkilerinin düzenlediği serbest bir iyat rejimine de gerektirmişti. Bunun
yansımalarından biri ise narh kapsamındaki kalemlerin daraltılmasıydı Nitekim
1865 yılında narh usulü imparatorluk genelinde ekmekten başka tüm ihtiyaç maddeleri üzerinden tümüyle kaldırıldı58.
56
57
58
A.g.b.
A.g.b.
Ortaylı, Tanzimattan Cumhuriyete..., s.s.186-189.
175
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Nurşen GÜRBOĞA
Alanya’da 1914 ve 1915 yıllarında ekmeğin yanı sıra ette de narh
uygulanıyordu. Bu iki temel tüketim maddesine narh uygulanırken fırıncı ve
kasap esnafı kontrol altında tutulduğu gibi, iki temel tüketim maddesinin arzı
kâr mekanizmasının kısmen dışında tutularak ahalinin zaruri ihtiyaçları güvence
altına alınmış oluyordu; ayrıca ette narh uygulaması, et narhının 1865 yılında
kaldırılmasına rağmen taşra şehirlerinde uzunca bir süre devam ettiğini gösteriyor olabilir. Anadolu’nun taşra şehirlerinde kesime uygun hayvanların tarımsal
üretimde ve taşımacılıktaki önemi, eti kıt bir gıda maddesi haline getirmiş olabilir.
Bu yıllarda Alanya’da iki gıdanın da iyat tespitinde arzdaki mevsimsel dalgalanmalar ve ulaşım maliyetleri etkili oluyordu. Örneğin yerel ihtiyacı karşılayacak
miktarda ekmeklik buğday üretemeyen Alanya un tedarikinde denizle ulaşabileceği
en yakın merkez olan Antalya’ya bağımlıydı. Bundan dolayı belediye Alanya’da
satılan somun ekmeğin narhını Antalya’dan getirilen unun satış iyatına hamaliye
ve navlun ücreti ekleyerek tespit ediyordu59. Fırtınalı havalarda Antalya’yla deniz
ulaşımı kesildiği zaman fırıncıların eldeki ikinci kalite undan belediyenin kararıyla
ekmek yapmalarına ve tespit edilen iyattan satmalarına izin veriliyordu60. Fiyatların
belirlenmesinde fırıncı esnafı belediye meclisine sunduğu dilekçeler ile etkili olabiliyor, özellikle deniz ulaşımında maliyetin arttığı kış aylarında belediye fırıncıların
iyat artış taleplerini dikkate alıyordu61.
Benzer iyat dalgalanmaları ette de görülüyordu. Alanya’da hayvancılık
yapılmasına karşın et kıt bir tüketim maddesiydi. 1910’larda Alanya’da henüz
düzenli et kesimi yapan kasaplar yoktu. Et, ancak bahar ve yaz aylarında dikici esnafı deri elde etmek ya da köylülerden alacaklarını kurtarmak için keçi ve
koyun alıp kestiklerinde bollaşıyordu. Et narhını etkileyen en önemli faktör kesim hayvanlarının mevsimlik arzıydı. Etin iyatı kesimlik sığır ve koyun sayısının
bollaştığı bahar aylarında belediye tarafından düşürülürken, kıtlaştığı kış aylarında
tekrar yükseltiliyordu. Kuşkusuz tıpkı fırıncılar gibi, kasaplar da et narhının tespitinde rol oynuyor, iyat artış talepleri belediye tarafından dikkate alınıyordu 62.
Özellikle Birinci Dünya savaşı yıllarında savaş ekonomisinin yarattığı,
darlık, karaborsa ve ihtikâr, mal ve hizmetlerin denetimi ve temel tüketim maddelerinin adil dağıtımı meselesini önemli hâle getirmişti. Zaruri gıda maddelerinde narh tespiti ve iyat denetimi savaş ve kıtlık gibi olağanüstü dönemlerde
daha büyük önem kazandı. Mal kıtlığının yarattığı hızlı iyat artışı esnaf ve tüccara yüksek kâr fırsatı yaratırken ahalinin iaşesini de tehlikeye düşürüyordu. Birinci
Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı topraklarında seferberlik ilanı ile birlikte iyat
hareketliliği ve mal darlığı Antalya çarşısına da hemen yansımıştı. Alanya kaza ahalisi iaşesini büyük ölçüde Antalya, Kıbrıs ve Suriye’den deniz ulaşımıyla sağlıyordu.
Ancak savaşla beraber deniz yolunun ablukaya alınması Alanya’da önemli bir iaşe
sıkıntısı yaratmıştı63. Nakliye araçlarına el konulduğu için iaşenin komşu kazalardan karayoluyla karşılanması imkânı da kalmamıştı. Üstelik yakın kazaların iaşesi
59
60
61
62
63
1915 Alanya Belediyesi Encümen Kararları Defteri, DAKTAV, Alanya, 2003, sıra no.120.
1915 bel. def., sıra no.16.
1915 bel. def., sıra no.132.
1915 bel. def., sıra no.38, 45 ve 55.
BOA,DH.E.U.M.3.Şb. nr.6/57, 15/Ş/1333(1915).
176
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Osmanlı Taşrasında Belediye İdaresi: Alanya...
ancak kendi ihtiyaçlarını karşılayacak düzeydeydi64. Asker sevkiyatıyla kazada
yığılan askerin iaşesi de mal darlığını artırmıştı.
Resmi kayıtlara yansıyan bilgilere göre, savaş diğer temel tüketim maddelerinin de arzını tehlikeye düşürdü. Seferberlik başladığında belediye meclisi
ilk önlem olarak narha tabi maddeleri genişleterek gazyağı, şeker, tereyağı, karpuz, taze üzüm gibi çeşitli tüketim maddelerine de narh koyarak, karaborsacıların
cezalandırılması için kaymakamlık ve polis komiserliğine başvurdu65. İlerleyen aylarda narh uygulaması genişleyerek makarnadan, kahve, karpuz ve pirince, kibritten kına ve sabuna uzanan çeşitli temel tüketim maddelerini de kapsadığı gözlendi66.
Mal kıtlığı temel tüketim maddelerinin kalitesini de etkiledi. Önce ekmekler bozuldu, arkasından belediye fırıncı esnafından çeşitli kişileri ekmekleri
eksik, hamur ve siyah olduğu için para cezasına çarptırdı67. Benzer şekilde kahveye
arpa karıştırarak pişirip satan kahvecinin hem kahvesini denize dökmüş, hem de
para cezası verdi68. Belediyenin bu yıllarda uğraştığı diğer bir sorun ise ihtikârdı;
ancak belediyenin ne iyat tespiti ne de para cezaları etkili oluyordu. Özellikle
gazyağı ve şekerde ihtikârın önüne geçilemiyordu. Tüccar ve esnaf para cezalarına
çarptırılmalarına karşın,69 belediye para cezalarının tahsilinde güçlük çekiyor,
yaptırım gücü olmadığı için, kaymakam ve polisten yardım istiyordu70.
Savaşın başladığı aylarda zaruri ihtiyaç maddelerinin satış ve dağıtımı belediye,
tüketiciler ve esnaf-tüccar arasında önemli bir mücadele konusu oldu. Narh tespitinde esnaf da tüketici de kendi ihtiyaç ve beklentileri doğrultusunda belediye meclis kararlarını
etkilemeye çalışıyordu. Örneğin satış iyatı maliyetleri karşılamadığı için gaz
satışında sıkıntı yaşadıklarını beyan eden gaz tüccarının şikâyeti dikkate alınarak
gazın iyatı yükseltildi71. Fakat şeker satan esnaf, gaz tüccarı kadar şanslı değildi.
Şeker darlığı çeken kahveciler ve halk belediyeye başvurarak sıkıntılarının giderilmesini istemiş, fahiş iyatla satılmak üzere bir mağazada bekletilen şekere el koyan
belediye bedelini sahibine ödemek üzere şekeri halka satmıştı72. Belediye meclis üyelerinin, taleplerini yerine getirdiği ya da cezalandırdığı esnaf ve tüccarla kişisel ya
da ticari ilişkileri olup olmadığına dair bilgiler elimizde yok; ama esnaf ve tüccarın
bir kısmı belediye meclisinde yer alan aza tarafından bu tip ilişkiler sonucunda
kayırılırken, bazıları da cezalandırılmış olabilirler. Alanya gibi küçük bir kazada
muhtekirlerin yakalanmasında ahali kadar rekabet hâlindeki esnafın da birbirlerini
ihbar etmesi etkili olmuş olabilir.
Belediyenin ihtikâra karşı aldığı bir diğer önlem de şehre toplu miktarda
giren malların dağıtımına müdahale etmekti. Örneğin Antalya’dan gelen beş kayık
malın sahipleri belediyeye çağrılarak malların narh üzerinden vesikayla satılması
64
65
66
67
68
69
70
71
72
Birinci Dünya Savaşı’nda Alanya’daki iaşe sıkıntısı için bkz.: Süleyman Beyoğlu, “Savaş Yıllarında
Alanya (1914-1918)”, Alanya Tarih ve Kültür Seminerleri III, ALSAV, Alanya, 2004, s.s.293-295.
1915 bel. def., sıra no.109, 110, 111.
1915 bel. def., sıra no.115.
1915 bel. def., sıra no.112.
1915 bel. def., sıra no.152.
1915 bel. def., sıra no.113, 115, 125, 125.
1915 bel. def., sıra no.138.
1915 bel. def., sıra no.155.
1915 bel. def., sıra no.145.
177
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Nurşen GÜRBOĞA
sağlanmış, böylece karaborsacılığın önü alınmaya çalışılmıştı73. Benzer şekilde
Duyun-ı Umumiye idaresinden satın aldıkları tuzu tüketicilere satan esnaf, artan enlasyona karşı kârlarını korumak için tuza zam yapıyorlardı. Gelişmeler karşısında
belediye tuza narh koymakla kalmamış, fahiş iyattan satışları engellemek için tüketicinin tuz satışı yapan Duyun-ı Umumiye’den perakende alım yapabileceğine karar
vermişti74.
Çarşı ve iskele Alanya belediyesinin hem en önemli gelir kaynağı hem de
gider kalemiydi. Esnaf ve tüccardan alınan çeşitli vergiler, kiraya verilen belediye
mülkleri ve beledi kuralların ihlali durumunda kesilen para cezaları belediye gelirlerinin önemli bir kısmını oluşturuyordu. Böylece merkezi devlet belediye idaresinin
giderlerini yerel kaynaklarla karşılamaya çalışarak merkezi bütçe üzerindeki yükü
hailetmeyi hedelediği anlaşılmaktadır. Belediye için gelir olan vergi ve cezalar,
kuşkusuz esnaf ve tüccar için giderdi. Dolayısıyla vergi ve cezalar belediye ile ticari
kesimler arasında önemli bir ihtilaf alanıydı. Beledi kuralların ihlali nedeniyle kesilen para cezalarının yanı sıra devletin belediyelere bıraktığı çeşitli vergi ve resimler
belediye bütçesinin en önemli kalemleriydi. Belediye vergi ve cezalarla çarşı üzerinde denetim kurduğu gibi, gelir de elde ediyordu. Örneğin esnaf dükkân önünde
mal teşhir etmek için açtığı sergi için belediyeye sergi resmi ödeyerek ruhsat alıyor,
ruhsatız esnaf cezalandırılıyordu75. Bunun dışında aşar dellaliye vergisi, kefalet vergisi, odun vergisi, kesim ve hayvan vergisi, kantar vergisi adları altında tüccar ve
esnaftan vergi toplanıyor ve bu vergiler belediye sandığına gidiyordu. Belediyenin
esnafa kiraya verdiği emlak de diğer bir önemli gelir kaynağıydı. Esnaf ve tüccara
gelince, hem beledi cezaları hem de vergileri ve kira borçlarını ödemekte ayak diretiyordu. Belediye ise ceza ve vergileri toplamak için yeterli yaptırım gücüne sahip
olmadığı için sıklıkla kaymakamlıktan yardım istemek zorunda kalıyordu76.
Kanun ve nizamnamelerle belediyelere yüklenen geniş bir sorumluluk
alanı olmasına karşın uygulamada belediyeler yeterli bütçeye ve bütçe üzerinde
özerkliğe sahip olmadıkları için, sundukları hizmetlerden en çok yararlanan ticari
kesimlerin direnişi ile karşılaşıyordu. Alanya örneğinde gördüğümüz gibi aslında
taşrada çoğu belediye vergi ve gelirlerini toplayamıyordu.77 Üstelik belediye ve
diğer devlet kurumları arasında tahsis edilen çeşitli yerel vergiler, zaman zaman el
değiştirerek birinden diğerine kaydırılıyor, örneğin, maarife kaydırılan bir gelir kalemi ile öğretmenin maaşı ödenirken, belediye tabibi ve sağlık memuru tahsisatsız
kalıyordu78. 1914 yılında belediye gelirlerine ilişkin çıkarılan kanunlarla belediye
bütçelerinde bazı iyileştirmeler yapılsa da savaş, belediyelere az da olsa tahsis edebildikleri gelirlerden de mahrum kalmalarına yol açtı79.
73
74
75
76
77
78
79
1915 bel. def., sıra no.151.
1915 bel. def., sıra no.147.
1915 bel. def., sıra no.29.
Çeşitli örnekler için bkz.: 1915 bel. def., sıra no.96, 134, 135, 136, 137, 139, 140, 149.
Ortaylı, Tanzimattan Cumhuriyete..., s.s.167-176.
Gönüllü, a.g.e., s.s.58-59.
Küçükuğurlu, a.g.e., s.s.125-126.
178
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Osmanlı Taşrasında Belediye İdaresi: Alanya...
Alanya Belediyesi ve Altyapı Hizmetleri
Alanya’daki en önemli ihtiyaç kuşkusuz kara ulaşımıydı. Deniz ulaşımı açık
olmasına karşın kış aylarında ve fırtınalı havalarda güvenliğini yitirmesi, can ve mal
kaybına yol açıyordu80. Üstelik Birinci Dünya Savaşı yıllarında olduğu gibi kazanın
denizden ablukaya alınması denizden ulaşımını tümüyle kesintiye uğratabiliyordu.
Şehre karadan ulaşım imkânları ise çok sınırlıydı. Alanya gibi karadan dağlarla
çevrelenmiş bir kıyı kasabasında mal, hizmet ve insan hareketliliğini sağlayacak
bir yol ağının olmayışı özellikle tüccar tarafından şikâyet konusu oluyordu. Kaza,
1910’lu yıllarda civar kasabalar da dâhil hiçbir yere şose yollarla bağlı değildi.
Akseki, Bozkır, Karaman ve Anamur arasında bir kervan yolu varsa da tüccar bu
yoldan malını ancak deve sırtında taşıyabiliyordu. Yolun geliştirilmesi talepleri ise
bütçe darlığından karşılanamıyordu. Örneğin 1919 yılında Alanya-Bozkır yolunun
masralarının karşılanarak umumi bir yol haline getirilmesi talebi ret edilmişti81. AntalyaAlanya arasında patika yol bile yoktu. İnsan ve hayvan nakli dağlardan ve tarlalardan geçilerek yapılırdı. Ancak özellikle kış aylarında köprülerin yetersizliğinden
dolayı dere ve çaylardan geçmek büyük sorun oluyor, yolcular yaşamlarını yollarda
kaybediyor,82 posta arabaları sel nedeniyle nehre uçuyordu83.
II. Mşerutiyet yıllarında Alanya kaza merkezinde de ne cadde ne de yol ve
kaldırım vardı. Sokaklar dar ve kullanışsızdı84. Belediyenin yol, kaldırım ve köprü
yapımında kullanabileceği yeterli bütçesi ve insan gücü yoktu. Örneğin belediye
meclisi 1914 yılında, Dim nehri üzerine yapılacak köprünün masralarını azaltmak
için kerestenin civar ormanlardan parasız olarak kestirilip tedarik edilmesine karar
verilmişti. Köprü yapımında ise belediye, savaş nedeniyle Burdur’dan sevk edilmiş
Hıristiyan ahali arasından Alanya’da alıkonulmuş bir grubun emeğini kullanacaktı85.
Alanya belediyesi, altyapı hizmetlerine ayırdığı kısıtlı imkânları daha çok
şehrin iktisadi faaliyetlerinin yoğunlaştığı iskele, rıhtım ve çarşı için kullanıyordu.
Sıradan halkın bu hizmetlerden ne ölçüde yararlandığını bilememekle beraber,
hizmetlerin daha çok tüccar ve esnaf tabakasının ihtiyaçlarına yönelik olduğunu
söyleyebiliriz. Bu altyapı hizmetlerinden biri de aydınlatmaydı. Çarşı ve iskelenin aydınlatılması belediyenin görevlerindendi. 1910’larda şehirde henüz elektrik
yoktu. Gece çöktüğünde gazcılar limandaki ve çarşılardaki yol köşelerinde bulunan
fenerleri yakarlardı86.
Belediyenin sorumluluğunda olan bir diğer kentsel hizmet ise itfaiye
teşkilatıydı. Ancak bütçe ve personel yetersizliği belediyenin itfaiye personeline ve
ekipmanına ödenek ayırmasını da zorlaştırıyordu. Belediye meclisi 1914 yılındaki
bir karar kaydında maaşlarının azlığından yakınan itfaiyecinin ve ekibinin hizmeti
aksatmalarından dolayı itfaiye ekibini ucuz yoldan oluşturmanın yollarını arıyordu.
80
81
82
83
84
85
86
Beyoğlu, XX.yy Başında Alanya’da..., s.521.
BOA, DH,UMVM, nr.163/23, 10/B/1338.
Voyacıoğlu, a.g.e., s.s.80-81, 133.
BOA, DH, DH.MKT, nr.1162/60, 07/ Ra/1325.
Voyacıoğlu, a.g.e., s.37.
1915 bel. def., sıra no.131.
Voyacıoğlu, a.g.e., s.35.
179
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Nurşen GÜRBOĞA
Çözümlerden biri klasik şehir yönetiminde olduğu gibi sorumluluğu esnafa yüklemekti. Meclis bu işi hamal esnafına yüklemeyi düşünse de, dağınık mahallerde
yaşayan hamalların özellikle çarşı ve mahallelerde gece çıkacak yangınlara etkin müdahale edemeyeceğine karar vermişti. Bir diğer çözüm ise çarşı yakınında
oturan ahali arasından itfaiyeci seçmek ve bütçedeki ihtiyat akçasından masraları
karşılamaktı87. Belediye bütçe darlıklarından kaynaklı hizmet aksamalarını, klasik
şehir yönetiminin başvurduğu çözümlerle gidermeye karar vermişti.
Kamu Sağlığı ve Sosyal Yardım Açısından Alanya Belediyesi
Alanya’da belediyenin diğer bir önemli faaliyet alanı ise kamu sağlığını
korumaya yönelik tedbirler almak ve denetimler yapmaktı. Kuşkusuz gıda denetimi bu faaliyetlerin en önde geleniydi. Özellikle et ve ekmek gibi iki temel tüketim
maddesinin sağlığa uygunluğunun denetimi Alanya belediyesi meclis kararlarında
önemli bir yer işgal ediyordu. Örneğin, bozuk mayadan yapılmış ekmekler doktor
raporuyla tespit edildikten sonra ekmeklere el konuluyor ve fırıncılar para cezasına
çarptırılıyorlardı. Benzer şekilde eksik ölçüyle yapılmış ekmekler de toplatılıp mahpuslara dağıtılıyordu88. Belediye aynı zamanda et kesimini ihaleye vererek et kesimini nizam altına almak ve sağlığa uygunluğunu denetlemeye karar vermişti89.
Belediyenin halk sağlığı alanında verdiği bir diğer hizmet ise ahaliye ücretsiz tedavi ve ilaç sağlamaktı. Ancak, doktor yokluğu, sağlık personeli azlığı, ilaç
darlığı, halkın yetersiz hijyen alışkanlıkları hastalıkları gündelik yaşamın olağan bir
parçası kılmıştı. Örneğin 1910’larda verem, hüküm süren hastalıkların başında geliyordu90. Çiçek, Zatürree, zatülcenp, tifo ve tenya hastalıkları da halk sağlığını tehdit
eden diğer hastalıklardı; ancak Anadolu’nun çoğu yerinde olduğu gibi, en yaygın
hastalık sıtmaydı. Alanya halkı devletin sunduğu çiçek aşısı ve sulfatayla en can
alıcı iki hastalıktan korunmaya çalışıyordu91.
Bunun dışında belediye tabibi halka Pazartesi ve Cuma günleri ücretsiz hizmet vermekle yükümlüydü; ancak doktor yokluğu ve bütçe yetersizliği bu
yükümlülüğün çoğunlukla kâğıt üstünde kalmasına yol açıyordu. Belediye tabibinin
maaşını belediyeler kendi kaynaklarıyla ödemek zorunda oldukları için çoğunlukla
bu maaşı ödemekte yetersiz kalıyordu. Örneğin Alanya’da kaza dışına gönderilen
odunun kantarından alınan vergi tabibin maaşına ayrılmasına karşın odun ticareti
sınırlı olduğu zamanlarda gelir yetersiz kalıyordu92. Kaza tabibi için istenen maaş
tahsisatı Sıhhiye Nezareti tarafından ret edilince belediye tabibin işine son vermişti.
1914’te kazanın eczacısı vekâleten belediye tabipliğini sürdürüyordu93. Belediye
meclisinin bütçesini zorlayarak vereceği maaşa rağmen, tabip talebi karşılıksız
kalmıştı94.
87
88
89
90
91
92
93
94
1915 bel. def., sıra no.51.
1915 bel. def., sıra no.52, 86.
1915 bel. def., sıra no.19.
Gönüllü, a.g.e., s.57.
A.g.e., s.s.57-58.
A.g.e., s.s.58-59.
1915 bel. def., sıra no.15.
1915 bel. def., sıra no.54.
180
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Osmanlı Taşrasında Belediye İdaresi: Alanya...
Kamu sağlığına yönelik olarak Alanya belediyesinin mücadele ettiği en
büyük sorunlardan biri de çarşı ve mezarlık gibi alanlarda açıkta kalan insan ve hayvan pisliğiydi. Belediye, kabristanda ve çarşıda insanların ve başıboş hayvanların
bıraktığı pisliği önlemek için para cezalarına başvuruyordu95. Şehrin temizliğini
sağlamak için en önemli engel ahalinin tuvalet alışkanlıkları ve temizliğin sağlanması
için gerekli bütçenin kısıtlı oluşuydu. Sonuçta belediye meclisi temizlik sorununu
çözmek için bir bekçi tayin etmeye ve bekçinin maaşının yarısını ise, temizlik kurallarına
uymayanlardan alınacak para cezası ile karşıladı96; ayrıca çarşının temizliğini yapmak
için işe alınacak süpürgecilerin parasını da esnaf ödemekle yükümlü tutulmuştu97.
Çarşı dışında kamu sağlığını en çok ilgilendiren mesele içme suyu meselesiydi. Çoğu şehirde olduğu gibi Alanya’da da şehir halkı içme suyunu derelerden ve
kuyulardan gideriyordu. Her evin çatılardaki oluklardan akan suyu biriktirdikleri
sarnıçları vardı98. Çarşı esnafı ise su ihtiyacını çeşmelerden karşılıyordu. Belediye
şehre su taşıyan kanalları ve çeşmeleri temiz tutmak ve suyun şahsi ihtiyaçlar için
kullanılmasını engellemek için cezai tedbirlere başvuruyordu. Örneğin belediye
meclisi çeşmede mallarını yıkayan bir esnaf suyu kirlettiği için, iki şehir sakini de
çarşı çeşmesine akan suyu bahçesine akıtarak sebze suladığı için cezalandırılmıştı99.
Belediyenin şehir nüfusunun sağlığını ve refahını gözettiği bir diğer alan
da sosyal yardım alanıydı. 1877 yılı Vilayet Belediye Kanunu belde dâhilindeki
yoksulların korunması görevini belediyelere vermişti. Buna göre kör ve dilsiz, yetim
ve mahrum çocukların terbiyesi, fukara ve muhtacin hastanelerinin tertibi, çalışamaz
durumda olan ihtiyaç sahiplerinin iaşeleri için hastane, gurebahane ve sanayi mektepleri teşkili ve bu nedenle dilenmek zorunda olanların kurtarılması görevleri
belediyenin görevleri arasında sayılıyordu100. Merkezi yönetim belde yoksullarının
bakımını belediyelere yükleyerek yoksulların korunmasının maliye hazinesine
getireceği yükün bir kısmını taşraya havale etmiş oluyordu. Yoksulların bakım ve
iaşe sorunlarının yerel düzeyde halledilmesi, büyük kentlere yoksulluk kaynaklı göç
eğilimini hailetme amacını da taşıyordu. Belediyelerin bu doğrultudaki yardımları
belediye meclislerinde yer alan taşra elitinin ve merkezden atanan yöneticilerin ahali nezdinde politik itibarlarını güçlendirme potansiyeli taşıdığı açıktır101.
Ancak kıt kaynaklara sahip belediyeler bütçelerinin bir kısmını sosyal
yardıma ayıracak güçte değillerdi. 1914-15 yılları arasında Alanya belediyesi meclis karar defterlerinde savaş koşullarının yarattığı darlık, kıtlık ve yoksulluğa
rağmen yoksullara yardım konusunda belediye meclis kararları arasında ya bütçe kaynaklarının yetersizliğinden, ya da yoksulluğun olağan ve genel bir hal
olmasından dolayı sosyal yardıma ilişkin yalnızca bir karara rastlanmaktadır. Bir
Mekteb-i Sultani talebesinin yardım talebi maarif müfettişliğinden kaymakamlığa
yollanarak öğrencinin durumunun soruşturulması istenmiş, belediye ise yaptığı
soruşturma sonucunda öğrencinin muhtaç ve çaresiz olduğuna kanaat getirmişti102.
95
1915 bel. def., sıra no.8, 11.
96
1915 bel. def., sıra no.8.
97
1915 bel. def., sıra no.6.
98
Voyacıoğlu, a.g.e., s.37.
99
1915 bel. def., sıra no.50,71,123.
100 Özbek, Osmanlı İmparatorluğunda..., s.60.
101 A.g.e., s.63.
102 1915 bel. def., sıra no.127.
181
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Nurşen GÜRBOĞA
Sonuç
Bu çalışmada Alanya belediyesinin teşekkülü, faaliyet alanları, tüccar
ve sıradan ahaliyle kurduğu ilişkiler ve mali kaynaklarına odaklanarak Osmanlı
İmparatorluğu’nun son döneminde taşrada beledi idarelerin işleyişine dair bir
resim çizmeye çalıştık. Genel bir değerlendirme yapacak olursak, taşra belediyeleri,
devlet iktidarını taşranın en ücra köşelerine taşımak ve taşradaki toplumsal, siyasal
ve iktisadi yaşamı merkezi iktidarın denetimine almak çabalarıyla açıklanabilir. 19.
yüzyılın ikinci yarısında şekillenmeye başlayan belediyeler, siyasal seçkinlerinin
taşrayı denetim altında tutmaya yönelik merkeziyetçi politikalarının bir parçası
olarak gelişmiştir. Merkezi devlet belediyeler aracılığıyla mahalli nüfuz gruplarını
yerel idareye dâhil ederek bu grupların bir yandan sadakatini kazanırken, diğer
yandan da bu grupların taşradaki sosyal ve siyasal nüfuzundan faydalanmıştır.
Taşradaki nüfuz grupları da belediye idaresine çeşitli biçimlerde katılarak yerel
siyaseti kendi ihtiyaçlarına göre etkileme ve taşradaki sosyal ve siyasal iktidarlarını
sürdürme imkânına kavuşmuştur. Bu anlamda merkez bürokrasi ile taşra seçkinlerini ahali üzerinde siyasal ve sosyal iktidara sahip bir iktidar bloğu olarak görmek
mümkündür.
Alanya belediyesinin teşekkülü ve yönetiminde eşrafın rol oynamasından
yola çıkarak Osmanlı taşrasında belediye idarelerinin varlığının esasında taşra idaresini merkezin denetimi altına almak ve nüfuz gruplarına belediye idarelerinde rol
vererek sadakatlerini kazanmak ve yerel tecrübelerinden yararlanmak çabasına bir
örnek teşkil ettiğini söyleyebiliriz.
Osmanlı devleti, toplumsal yaşamın her alanına nüfuz etme arayışları dahilinde belediye teşkilatına da bir dizi kamu hizmeti yüklemiş, böylece kamu hizmetleri
alanı Osmanlı devletine idare ettiği nüfusu uzun ömürlü, sağlıklı ve verimli kılmak
ve merkezi devlete siyasal meşruiyet sağlama imkânı tanımıştır. Modern bir devletin temel nitelikleri arasında görülen kamu sağlığı, sosyal yardım, eğitim, kentsel ulaşım ve altyapı hizmetleri, iktisadi yaşamın düzenlenmesi ve denetimi, imar
ve bayındırlık hizmetleri aynı zamanda bürokrasi, yerel nüfuz grupları ve kamu
hizmetleri alanını düzenleyen teknik kadrolara halk nazarında önemli bir itibar ve
iktidar kazandırma işlevi görmüştür. Alanya’da da belediye idaresi sunduğu bir
dizi kamu hizmetiyle kaza ahalisinin günlük hayatını devlet müdahalesine açmış
oldu. Belediyenin altyapı hizmetlerinden kamu sağlığına, gıda denetiminden narh
tespitine uzanan bir dizi faaliyetiyle kaza ahalisinin yaşam standartlarını etkileyen iktisadi, sosyal ve iziki koşulları düzenlemeye ve denetlemeye dönük bir çaba
içinde olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle çarşı ve iskele gibi iktisadi hayatın en canlı
olduğu kaza merkezleri belediyenin de en önemli faaliyet alanıydı. Savaş yıllarında
ise bu alanın iaşe sorunlarının çözümü için sıkı denetimi daha da önem kazandığı
gözlenmiştir.
Buna karşın, Alanya belediyesinin geniş sorumluluk alanına rağmen etkin olduğunu söyleyemeyiz. Belediyenin etkinliğini sınırlayan en önemli faktör
kuşkusuz bütçe yetersizliğiydi. Merkezin tahsis ettiği çeşitli yerel vergiler, ticari kesimlerden toplanan vergi ve resimler, belediye kurallarının ihlalinde verilen cezalar
182
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Osmanlı Taşrasında Belediye İdaresi: Alanya...
belediyenin en önemli gelir kaynaklarını oluşturuyordu. Bu kaynaklar belediyenin
çeşitli yükümlülüklerini yerine getirecek miktarda olmadığı gibi, belediyenin kolluk gücünün yetersiz olması ve ticari kesimlerin en çok hizmet alanlar olmasına
karşın borçlarını ödemede gösterdikleri isteksizlik bu kıt kaynakları da tehlikeye
düşürüyordu. Kıt mali kaynaklar belediyenin kadro tahsisini de engelliyordu. Özellikle sağlık alanında yaşanan sıkıntıların en önemli nedeni hekim maaşının ödenememesiydi. Belediyenin mali sorunlara karşı bulduğu çözüm ise geleneksel şehir
yönetiminde olduğu gibi, çeşitli maliyetleri doğrudan ticari kesimlere yüklemek ya da
itfaiye teşkilatında olduğu gibi esnaf ve mahalle halkından yardım almak oluyordu.
Sonuç olarak, Alanya belediyesi örneğinden hareketle, Osmanlı taşrasında
belediyelerin işleyişine dair daha kapsamlı çalışmalar, belediye teşkilatın Osmanlı
taşrasında merkezi devlet, taşra eşrafı, sıradan halk ve yerel bürokrasi için ne anlama
geldiği, ne tip mücadelelerin konusu olduğu konusunda bilgilerimizi artırabileceği
gibi, küçük şehir ve kasabalarda siyasetin yerel düzeyde işleyişi hakkında da önemli
bir ikir verecektir. Hem Osmanlı toplumunun hem de Cumhuriyetin kuruluşundan
sonra Türkiye toplumunun uzunca bir süre küçük şehir ve kasabalarda yaşayan
kırsal bir toplum olduğu göz önüne alınacak olursa, büyük şehirlerden çok küçük
yerleşim birimlerinde beledi idarelere odaklanmak, daha büyük bir nüfus kitlesinin gündelik yaşamında siyasetin ve belediye hizmetlerinin ne anlama geldiği
hakkındaki bilgilerimizi zenginleştirecektir.
183
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Nurşen GÜRBOĞA
KAYNAKÇA
I- Arşiv Kaynakları
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri
Dahiliye Mektubi Kalemi,Nr. 2596/124, 1162/60, 1952/114, 2337/21, 2675/98.
Dahiliye Üçüncü Şube, Nr.6/57.
Dahiliye, Umur-ı Mahalliyye ve Vilayat Müdürlüğü, Nr. 163/23.
Yıldız Askeri Maruzat, Nr.218/55.
Yıldız Komisyonlar Maruzatı, Nr.10/47, 10/46.
Sadaret, Mühimme Kalemi Evrakı, Nr.508/5.
Alanya Belediyesi, 1915 Alanya Belediyesi Encümen Kararları Defteri, DAKTAV,
Alanya, 2003.
II- Salnameler
Konya Vilayet Salnamesi, Konya, 1286.
Konya Vilayet Salnamesi, Konya, 1291.
Konya Vilayet Salnamesi, Konya, 1292.
Konya Vilayet Salnamesi, Konya, 1294.
Konya Vilayet Salnamesi, Konya, 1322.
Konya Vilayet Salnamesi, İstanbul,1332.
III- Kitap ve Makaleler
AZAKOĞLU, İzzet, Alanya, Reklam-Ekonomi Matbaası, İstanbul, 1939.
BEYOĞLU, Süleyman “XX. Yüzyıl Başlarında Alanya’da Bazı Olaylar”, Alanya Tarih
ve Kültür Seminerleri III, ALSAV, Alanya, 2004.
BEYOĞLU, Süleyman, “Savaş Yıllarında Alanya (1914-1918)”, Alanya Tarih ve Kültür
Seminerleri III, ALSAV, Alanya, 2004.
BİLİM, Cahit, “Arşiv Belgelerinde ve Salnamelerde Alanya”, Alanya Tarih ve Kültür
Seminerleri III, ALSAV, Alanya, 2004.
184
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Osmanlı Taşrasında Belediye İdaresi: Alanya...
ÇADIRCI, Musa, Tanzimat Sürecinde Türkiye Ülke Yönetimi, İmge Kitabevi, Ankara, 2007.
ÇALIŞKAN, Necmettin, Kuruluşundan Günümüze Kayseri Belediyesi, Kayseri
Büyükşehir Belediyesi , Kayseri, 1995.
FOUCAULT, Michel, Security, Territory, Population, (eds.: Michel Senellart),
Basingstoke, New York, Palgrave Macmillian, 2007.
GÖNÜLLÜ, Ali Rıza, Meşrutiyetten Cumhuriyet’e Alanya (1908-1938), Atatürk
Araştırma Merkezi, Ankara, 2008.
KONYALI, İbrahim Hakkı, Alanya, Ayaydın Basımevi, İstanbul, 1946.
KORUM, Oğuz, Olaylar, İnsanlar, 75 Yılda Alanya, Alanya Gazeteciler Cemiyeti,
Alanya, 1994.
KÖKSAL, Yonca “Imperial Center and Local Groups: Tanzimat Reforms in the
Provinces of Edirne and Ankara”, NewPerspectives on Turkey, 27, Fall, 2002.
KÜÇÜKUĞURLU, Murat, Erzurum Belediyesi Tarihi, Erzurum Kitaplığı, Erzurum, 2008.
OKTAY, Tarkan, “Osmanlı Döneminde Modern Belediye Kurumunun Doğuşu ve
Gelişimi”, (ed.: Erol Özvar ve Arif Bilgin), Selçuklu’dan Cumhuriyete Şehir
Yönetimi, Türk Dünyası Belediyeler Birliği, İstanbul, 2008.
ORTAYLI, İlber, Tanzimattan Cumhuriyete Yerel Yönetim Geleneği, Hil Yayınları,
İstanbul, 1985.
_________Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahalli İdareleri( 1840-1880), TTK Basımevi,
Ankara, 2000.
ÖZBEK, Nadir, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet: Siyaset, İktidar ve Meşruiyet
(1876-1914), İletişim Yayınları, İstanbul, 2002.
_________Cumhuriyet Türkiyesi’nde Sosyal Güvenlik ve Sosyal Politikalar, Emeklilik
Gözetim Merkezi, Tarih Vakfı, İstanbul, 2006.
SERÇE, Erkan, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e İzmir’de Belediye (1868-1945), İzmir, Dokuz
Eylül Yayınları, 1998.
TEKELİ, İlhan - ORTAYLI, İlber, Türkiye’de Belediyeciliğin Evrimi,Türk İdareciler
Derneği, Ankara, 1978.
TÜMERKAN, Sıddık, Türkiye’de Belediyeler (Tarihsel Gelişimi ve Bugünkü Durumu),
R. Zelliç Basımevi, İstanbul, 1946.
VOYACIOĞLU, Vasos, Alanya, Doğu Akdeniz Kültür ve Tarih Araştırmaları Vakfı,
Alanya, 2002.
YETKİN, Haşim, Alanya, Dünden Bugüne Alanya’da Yaşam, Çali Graik Matbacılık A.Ş.,
İstanbul, Tarihsiz.
YÜKSEL, Ayhan, “Alaiye Kazasının Sosyal ve Ekonomik Durumu”, Alanya Tarih ve
Kültür Seminerleri III, ALSAV, Alanya, 2004.
Yurt Ansiklopedisi, Türkiye, İl İl: Dünü Bugünü, Yarını, C.2, Anadolu Yayıncılık,
İstanbul, 1981.
185
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.187-201
CUMHURİYET ÖNCESİ TÜRKİYE’DE
HAPİSHANE SORUNU
Saadet TEKİN*
Sevilay ÖZKES**
Özet
19. yüzyıldan itibaren Osmanlı hapishanelerinde insan sağlığına uygun olmayan
koşulların düzeltilmesi için önemli adımlar atılmıştır. Bedene yönelik cezadan, zindandan
hapishaneye geçiş bu dönemde gündeme gelmiş olup, dönemin siyasal olayları, toplumum
reformlara bakışı gibi sorunlar hapishaneler konusundaki iyileştirme çabalarının istenilen
düzeyde gerçekleşmesini engellemiştir. Hapishaneler konusunda en önemli sorunlardan
biri de dönemin belgelerinden anladığımıza göre mevcut binalardır. Bu binaların onarılması
veya yeni modern binaların yapılması gereklidir. Binaların onarımı için gerekli tahsisat
miktarı hayli yüksektir. Yayınlanan nizamnamelerde her vilayet, kaza ve livada mahalli
hapishanelerin açılması, bunlara ek olarak da belirlenecek yerlerde umumi hapishanelerin
açılarak, mahkumların cezalarına göre ayrılması kararlaştırılmış, fakat tam olarak hayata
geçirilememiştir.
Yine bu bağlamda örnek hapishane planları çizdirilmiş ve bu planlar doğrultusunda
yeni hapishanelerin yapılması kararlaştırılmıştır.
Osmanlı hapishanelerinde bu tarihlerde yaklaşık olarak 28000 mahkum ve mevkufun bulunduğu tespit edilmiştir. Yetersiz binalarda kalabalık bir halde yaşama zorunluluğu,
izdiham, sağlık koşullarındaki yetersizlik, güvenlik gibi sorunları da beraberinde getirmiştir.
Devlet bu sorunları çözmeye çalışsa da son dönemdeki siyasal, sosyal ve ekonomik sıkıntılar
buna engel olmuştur. Çalışmamızda da görüleceği gibi bu sorun Türkiye Cumhuriyetine
kalmıştır. Genç Cumhuriyet Osmanlıdan devraldığı bu sorunu hukuk devrimi bağlamında
çözmeye çalışmıştır.
Anahtar kelimeler: Osmanlı, Hapishane, Tevkifhane, Mahkûm.
PRİSON PROBLEM FROM OTTOMAN TO REPUBLİC
Abstract
There were very important steps to improve unsuitable conditions for people health
during 19th century in Ottoman prisons. In this period to come in to question from to body
punishment to dungeon and transition the prison, however the problems of the political
events of this period and the community viewpoints of reforms embarrass to efforts of desired level improve unsuitable conditions. One of the most important problems about the
prisons we understand in the documents that the present buildings. To repair these buildings
*
**
Yrd. Doç. Dr.; Ege Üniversitesi Eğitim Fakültesi, (saadet.tekin@ege.edu.tr), (Kaynak taraması, arşiv
belgeleri ve belgelerin okunması, tabloların oluşturulması ve metnin düzenlenmesi).
Öğretim Görevlisi; Celal Bayar üniversitesi Eğitim Fakültesi, (sevilay.ozkes@bayar.edu.tr),
(Metnin düzenlenmesi).
187
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Saadet TEKİN
or construct modern buildings was necessary. It was too much appropriation for repairing
these buildings. In the published statute book, they assignment to open each province, township and region local prisons in addition to open public prisons in certain area and separate
to each convict for their penalty but it couldn’t able to perform exactly.
Again in this context sample prisons plans drawn and assignment that to build new
prisons to this dimensions.
It was determined that in this date approximately 28.000 convict and imprisoned
lived in these prisons. Obligations of the live crowded and poorly constructions bring about
to problems like crowd, inadequate health conditions and safety. The last period of politic,
social and economic distress put a stay on to tried to solve these problems for the government.
You can see that in our study, this problem remain to the Turkey Republic. Young republic
tried to solve this problem with legal revolutionary when they take over it to Ottoman.
Key words: Ottoman, Prison, Detention House, Convict.
Giriş
Okul, hapishane, hastane gibi kurumlar devletin varlığının ve gücünün
ifadesidir. Bu kurumlardaki sorunlar karşısında gösterilen çözüm denemeleri, ilgili devletin sosyal, siyasal ve ekonomik durumunu ortaya koyan veriler olarak
karşımıza çıkar.
Bu bağlamda konumuz olan Osmanlı hapishanelerindeki koşulların düzeltilmesi yolunda 19. Yüzyıldan itibaren önemli adımların atıldığını biliyoruz. Temelde bedene
yönelik cezadan ve zindandan hapishaneye geçiş, bu dönemde gündeme geldi. Ancak
bu süreç dönemin siyasi olayları da göz önüne alındığında oldukça sancılı olmuştur.
19. Yüzyılın çalkantılarına, toplumun reformlara bakış açısını da eklersek, hapishaneler konusundaki sonuçların istenilen düzeyde alınamadığını da görebiliriz.
Bu konuda karşılaşılan en büyük zorluklarından biri de var olan binaları
iyileştirmek ve gerekli olduğunda da modern binaları inşa etmekti.
Bina yapmak başlı başına bir sorun olarak görünürken başka bir sorun da ortaya çıkıyordu. Bu da sayıları oldukça az olan, yeterli bir sayıya ulaşamayan modern
hapishane binalarında sistemi işletebilmekti. Örneğin 1870 yılında Sultanahmet’te
ilk model hapishane açılmış son derece temiz ve düzenli muntazam koğuşları ve
atölyeleri olduğu ifade edilen hapishanenin kısa bir süre içinde bozulmuş olduğu,
mahkumların kendi düzenlerini kurdukları, atölyelerde çalışanların olmadığı
görülmüştür. Devletin merkezindeki hapishane binasında bile bu sorunların görülmesi konunun boyutlarını ve olumsuzluklarını net bir şekilde ortaya koymuştur.
188
Cumhuriyet Öncesi Türkiye’de Hapishane Sorunu
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
1.Osmanlı Hapishanelerindeki Başlıca Sorunlar ve Modernleşme Çabaları
1880’lerden sonra siyasi suçların artması mahkûm sayısına da yansımıştır.
Ayrıca Anadolu’ da Ermenilerin, Trakya’da Makedonyalıların faaliyetleri ve bu
faaliyetler sonucunda verilen hapis cezaları bunda çok etkili olmuştur. Artan sayı
yaşanılan sorunların boyutlarını da büyütmüştür1.
Hapishanelerdeki iyileştirmeleri istenilen düzeye getiremeyen devlet sık sık
alar çıkartarak adeta zaman kazanma yoluna gitmiştir.
Gayrimüslimler yolu ile Osmanlı içişlerine karışmayı gelenek haline getiren Avrupa devletleri ise bu konudaki gelişmeleri elçilikleri aracılığı ile yakından
takip etmişlerdir. Ancak bunu yaparken atılan adımları ikinci plana itip, hapishanelerdeki yanlış uygulamaların ve sorunların üzerinde durdukları kuşku götürmez bir gerçektir. Bu olumsuz tutumlarını 20. Yüzyılın başlarında da sürdürmeye
devam etmişlerdir. Örneğin; Avrupalılar, 1919’un Osmanlı için karanlık ortamında
dahi mahkûmların yaşam koşulları ile olan ilgilerini sürdürmüşlerdir. Hatta
Osmanlı Devleti İngiliz temsilcilerinden çekinerek gerekli yazışmaları yapmış ve
mahkûmların iaşesinin temin ve ıslahına dair telgrafı, Aydın vilayetine göndermek
zorunda kalmıştır2.
Gerek Avrupa devletlerinin ısrarlı politikaları gerekse iç politikaların
getirdiği zorluklar kanayan bir yara haline gelen hapishaneler konusunda devletin
daha fazla çaba sarf etmesine neden olmuştur.
Bu bağlamda hapishanelerin yapılandırılması için harekete geçilmiştir.
Hazırlanan nizamname ile hapishanelerin iziki ve idari yapısındaki değişiklikler
belirlendi3.
Yeni düzenlemelerle hapishane personelinin görevleri, mahkûmların yiyecek
içecek ve diğer tedavi giderlerinin karşılanması ile mahkûmların çalıştırılması konusunda değişiklikler yapılacağı belirtildi.
Ayrıca hapishane ve tevkifhanelerin yaygınlaştırılması her vilayet, kaza ve
livada mahalli hapishanelerin açılması bunlara ek olarak da belirlenecek yerlerde
umumi hapishanelerin yapılması ile mahkûmların cezalarına göre ayrılarak belirli
yerlerde tutulmaları kararlaştırılmıştı.
Nizamname uyarınca eyalet ve şehir merkezleri ile birçok kazada yeni binalar yapılmıştır. Tanzimat döneminden başlayıp sonraki yıllarda da devam eden
hapishane inşaatları da istenilen sonucu vermemiş hatta mahkûmların cezalarına
göre ayrılması pek mümkün olmamıştır.
Yine 1898’de ilk defa hücre tipi kaloriferli ve tam donanımlı bir hapishane projesi II. Abdülhamit döneminde hazırlatılmış ve yer olarak da Yedikule
belirlenmiştir. Ancak proje o dönemde gerçekleşmemiş hatta 1902’de yeniden
gündeme getirilmiştir. Dört yüz hücreyi kapsayan bu pahalı proje devletin içinde
1
2
3
Gültekin Yıldız, Osmanlı Devleti’nde Hapishane Islahatı (1839–1908), Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, Marmara Üniversitesi, 2002.
BOA. DH ŞFR, No: 97, Belge No:163.
Yıldız, a.g.t., s.s.193–200; (der.: LEVY Noemi, TOUMARKINE Alexandre), Osmanlı’da Asayiş Suç
ve Ceza 18.-20. Yüzyıllar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2007, s.186.
189
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Saadet TEKİN
bulunduğu ekonomik imkansızlıklar nedeniyle hayata geçirilememiştir. Böylece bu
adım 2000’li yılların başında F tipi cezaevlerinin beklide ilk örneği olarak Türk tarihi
içindeki yerini aldı.
II. Meşrutiyet ve devam eden süreçte hapishane reformu gündemde
kalmış fakat ardı ardına yaşanan sorunlar ekonomik yetersizliklerle bir türlü
tamamlanamamıştır. Ancak bu konudaki çalışmalar sürdürülmüştür. Yetersiz
de olsa bu çabaların bir örneği olarak Aydın merkez ve mülhakatında yapılacak
hapishane inşaatlarında Söke hapishanesinde uygulanan planın dikkate alınması4;
gene 1327 tarihli umum vilayet ve elviyeyi müstakile hapishanelerinin ihtiyaç ve
mevcutlarını gösterir cetvellerin düzenlenmesi ve gerekli tahsisatın maliye nezaretinden istenmesine dair yazışmalar5 1334 tarihli hapishanelere ait keşif ve sariyat
cetvellerinde tamir çeşidi ve tutarlarının belirtilmesine ilişkin yazışmalarda6 ve 1337
tarihli tabloda bunları izlemek olasıdır (Tablo 1).
Vilayeti
Hapishanenin Adı
Masarıfat
İcmal
Kütahya
(?) Kazası Hapishanesi
Biga Kazası Hapishanesi
Muta Kazası Hapishanesi
3,890
362
3,730
7,982
Karahisar-ı Sahip Garbiniye Kazası Hapisha.
Garbiniye Kazası Hapisha.
8,000
25,850
33,820
Bolu
Borca Hapishanesi
Borca Haspishanesi
Merkez Hapishanesi
3,600
670
39,935
43,805
Yozgad Hapishanesi
Hocana Hapishane
Yozgad Hapishanesi
Ayas Hapishanesi
MecidözüHapishanesi
Çorum Hapishanesi
7,880
450
30,090
6,650
800
4,176
50,046
Merkez Vilayeti Hapishanesi
Ladik Kazası Hapishanesi
Tokad Kazası Hapishanesi
Tokad Kazası Hapishanesi
Merkez Bolayır Hapishanesi
Tokad Kazası Hapishanesi
Amasya Hapishanesi
Amasya Hapishanesi
Karahisar Ahpishanesi
Amasya Hapishanesi
5,000
3,300
2,300
3,550
3,865
5,307
86,000
9180
4,040
3,560
126,103
Merkez Hapishanesi
Merkez Hapishanesi
15,890
6,977
22,867
Ankara
Sivas
Kayseri
4
5
6
BOA, DH MB HPS, Dosya No:1, Gömlek No: 15.
BOA, DH MB HPS, Dosya No:64, Gömlek No: 26.
BOA, DH MB HPS, Dosya No:157, Gömlek No: 17.
190
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Cumhuriyet Öncesi Türkiye’de Hapishane Sorunu
Teke Sancağı
Antalya Hapishanesi
Alaiye Hapishanesi
Alaiye Hapishanesi
29,394
800
11,250
Mamüratül Aziz Merkez Vilayeti HApishanesi 108,154
Çemişgezek Hapishanesi
6,000
Harput Hapishanesi
6,500
Edirne Vilayeti
Kastamonu
Aydın
31,319
116,654
Merkez Vilayeti Hapishanesi
Kırkkilise Hapishanesi
Çorlu Hapishanesi
Babaeski Hapishanesi
Tekfurdağı Hapishanesi
Kırkkilise Hapishanesi
2,090
3,215
400
2,250
3,690
10,000
12,645
Tosya Kazası Hapishanesi
Merkez Vilayeti Hapishanesi
(?) Kazası Hapishanesi
Safranbolu Hapishanesi
2,867
163,605
3,106
2,080
192,758
İzmir Kazası Hapishanesi
Akhisar Kazası Hapishanesi
Ödemiş Kazası Hapishanesi
Soma Kazası Hapishanesi
Akhisar Kazası Hapishanesi
Denizli Hapishanesi
Denizli Hapishanesi
Manisa Hapishanesi
Alaşehir Kazası Hapishanesi
Tire Kazası Hapishanesi
Manisa Hapishanesi
Saruhan Kazası Hapishanesi
Saruhan Kazası Hapishanesi
4,042
28,770
4,680
1,500
7,000
2,435
3,275
49,500
3,870
14,370
23,870
10,142
4,000
157,454
Trabzon
Gümüşhane :Kazası Hapisha. 5,000
5,000
Karesi
Merkez Kazası Hapishanesi
Sındırgı Kazası Hapishanesi
Gönen KAzası Hapishanesi
12,372
20,000
2,400
34,775
Diyarbakır
Derik Kazası Hapishanesi
Diyarbakır Hapishanesi
2,220
2,391
İstanbul
Üsküdar Hapishanesi
Üsküdar Hapishanesi
1,658
2,823
Konya
Karaman Kazası Hapishanesi 12,460
Ilgın Kazası Hapishanesi
2,030
Tarsus Kazası Hapishanesi
12,000
Yekûn
4,481
14,490
12,000
769,807
Kaynak: BOA DH MB HPS Dosya no: 55 Gömlek No: 44.
Tablo 1. 1337 tarihli hapishanelerin tamiri için istenilen tahsisat miktarları
191
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Saadet TEKİN
Birinci Dünya Savaşı’na doğru giden süreçte siyasette Türk Alman
yakınlaşmasının sonucunu hapishaneler konusunda da görebiliriz.
Bu konuya el atan Alman uzmanlardan biri de Dr. Poliç Bey (Dr. Paul Pollitz) dir.
Osmanlı Hapishaneler Tevkifhaneler Müfettişi Umumisi Dr. Poliç Bey’in kapsamlı
raporu hapishaneler konusundaki çalışmaları yeniden canlandırsa da bu canlılık
uzun sürmemiştir. Osmanlı hapishanelerinde bu tarihlerde yaklaşık olarak 28.000
mahkumun ve mevkufun bulunduğu, bunlardan bir çoğunun cinayet mahkumu ve
7700 kusurunun mevkuf, 6000 kadarının cünha ve kabahat erbabı olduğu raporda
belirtilmiştir7.
Bu rapor ve 1338 tarihli mahkum ve mevkuf sayılarını gösterir tablo hapishaneler konusundaki maddi koşulların yetersizliğinin yanında Anadolu’nun sosyal,
ekonomik yapısındaki bozulmayı da ortaya koyması bakımından önemlidir (Tablo 2).
Esami-i Vilayet
Aded-i Mahkumiye
Aded-i Mevkuiye
İstanbul Vilayeti
Edirne Vilayeti
Adana Vilayeti
Ankara Vilayeti
Aydın Vilayeti
Erzurum Vilayeti
Bitlis Vilayeti
Hüdavendigar Vilayeti
Diyarbakır Vilayeti
Sivas Vilayeti
Trabzon Vilayeti
Kastamonu Vilayeti
Konya Vilayeti
Mamuratül-Aziz Vilayeti
Van Vilayeti
Erzincan Sancağı
Urfa Sancağı
İzmit Sancağı
İçel Sancağı
Eskişehir Sancağı
Bursa Sancağı
Teke Sancağı
Canik Sancağı
Çatalca Sancağı
Karesi Sancağı
Kala-i Sultani Sancağı
Kayseri Sancağı
Karahisar-ı Sahip Sancağı
Kütahya Sancağı
Menteşe Sancağı
Bergama Sancağı
Niğde Sancağı
550
600
750
930
1,850
350
450
1,050
750
880
300
1,250
950
550
300
50
200
255
90
220
650
220
50
60
650
130
230
210
300
350
210
240
350
420
755
820
1,430
280
480
630
725
1,055
400
630
650
300
350
150
150
155
100
165
260
230
160
55
220
220
140
150
350
120
220
350
900
1,020
1,505
1,705
3,280
630
930
1,680
1,475
1,935
700
1880
1,600
850
550
200
350
310
190
345
910
450
210
115
870
350
370
360
650
470
430
590
Yekûn
15,625
12,230
27,855
Kaynak: BOA. DH. MB. HPS. Dosya No.69 Gömlek No.26
Tablo 2. Osmanlı Devletinde 1338 tarihinde bulunan mahkum ve mevkuf sayısı.
7
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 145,Gömlek No: 31.
192
Yekûn Umumi
Cumhuriyet Öncesi Türkiye’de Hapishane Sorunu
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bu dönemde devlet doğal olarak mevcut hapishanelerin yetersiz kalması,
hapishanelerin yenileme taleplerini karşılayacak meblağın olması nedeniyle, hapishanelerin tamiri ve genişletilerek kullanılmasına ağırlık verilmiştir8.
Sayılardaki artış işletme zorluklarını da beraberinde getirmiştir. Yetersiz binalarda kalabalık bir halde yaşamak zorunda kalan mahkûmların çıkarttığı
huzursuzluklar ve bu konuda gereken tedbirlerin alınmasına ilişkin yazışmalara
oldukça sık rastlanması tesadüf değildir. Trabzon vilayetinden, Canik ve İzmit
mutasarrılıklarından gelen şikayetler bu duruma adeta tanıklık eder. İzmit hapishanesinde koşulların oldukça kötü olduğu 70 kişilik hapishanede mahkûm sayısının
250 olduğu ve buna rağmen gerek merkezden gerekse kazalardan yapılan mahkûm
sevkiyatının sürdüğü, mahkûmların yatacak yer bir tarafa, ayakta durmak için yerinin olmadığı, sağlık sorunlarının ortaya çıktığı ve etrafta kiralanacak uygun bir bina
olmamasından dolayı, hapishanenin yeniden inşasına kadar, mahkûmların beş haneye nakli istenmiştir9.
Trabzon’da ise 200 kişilik kapasiteye rağmen mahkûm ve mevkuf sayısının
600’u geçmesi ile tifo ve veba gibi bulaşıcı hastalıkların başladığını bildiren vali,
sorunun çözümünü acilen merkezden istemektedir10.
Aynı içerikli yazışmalardan anlaşıldığına göre izdihamın önlenmesi konusunda haif suçluların mülhakat hapishanelerinde gönderilmeleri en acil çözüm
yolu olarak görülmüştür11.
Aydın ve mülhakatında da durum farklı değildir. Bazı kazalardaki hapishanelerin eski çürük hatta ahırdan bozma güvenli olmadığı da belirtilmiştir12.
Özellikle Manisa hapishanesi konusunda sıkıntıların had safha da olduğunu
görüyoruz. Hapishanenin tamiratı için para ve keşif varaklarının gönderilmesi13, hapishanenin suyollarının tamir edilmesi14 yine hapishanenin çok kalabalık
olmasından dolayı uygun bir yerin kiralanması ve buraya nakledilmesi gibi talepler
de sıkça dile getirilmiştir15.
Yukarda belirttiğimiz Dr. Poliç Aydın vilayetindeki hapishanelerden
Bandırma, Balıkesir, Soma, Bergama, Akhisar, Kırkağaç, Manisa, Menemen, İzmir,
Aydın olmak üzere 10 adet nisa ve zikur hapishanelerinde inceleme yapılmış ve
kapsamlı bir rapor hazırlamıştı. Bu raporda kanun dışı durumlar belirtilerek,
koğuşlarda izdiham ve pislik üzerinde durmuştur16.
Alanya hapishanesinin de son derece rutubetli ve sağlık şartlarına uygun
olmadığı, hapishanenin hükümet dairesinin alt katında bir adam boyunda bir yer
olduğu, hiçbir taraftan güneş görmediği, ayrıca tevkifhane olmadığından mahkûm
ve mevkufun bir arada bulunduğu, kadınlara ayrılan kısmın ise penceresiz ve zindan
8
9
10
11
12
13
14
15
16
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 153, Gömlek No: 36.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 150, Gömlek No: 38.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 150, Gömlek No: 38.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 149, Gömlek No: 10.
Saadet Tekin, “20. Yüzyılın Başlarında Aydın Vilayeti ve Mülhakatındaki Hapishanelerin Genel
Durumu”, CBÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 2006/2 Güz sayısı, C.4, S.2, Manisa, 2006, s.s.65–77.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 44, Gömlek No: 5.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 44, Gömlek No: 5.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 1, Gömlek No: 28.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 161, Vesika No: 46.
193
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Saadet TEKİN
tarzında olduğu bildirilerek, sağlık koşullarına uygun bir hapishane yapılması talep
edilmiştir. Hatta buradan gelen yoklama cetvellerinde bazı mahkûm ve mevkufun bulaşıcı hastalık taşıdığı ve bu hastaların tedavisi için de gerekli alet ve ilacın
bulunamadığı Dahiliye Nezaretine bildirilerek gereğinin yapılması istenmiştir17.
Bu tür şikayetler ülkenin geneli için söz konusudur. 25.000 nüfuslu Lüleburgaz
kazasının hapishanesi de iki odadan oluşmakta olup, adliye nezaretince düzenli
olarak her ay yapılan yoklamalarda mahpusların durumunun hiç de iyi olmadığı
belirtilmiştir.
Ayrıca Tanin gazetesi yazarı Ahmet Şerif’in Anadolu gezilerinde hapishanelerin ne kadar sağlık koşullarından uzak olduğu anlaşılmaktadır18.
Tüm bu hususlar Osmanlı da mahkum olmanın oldukça zor koşullar içinde
yaşamak anlamına geldiğini de ifade eder.
Hükümetin suçluyu yakalamasının yanında diğer bir görevi de elbette hapishane koşularını iyileştirmesidir. Dolayısıyla birçok mahpusun hayatına mal olan
bu hapishanelerin bir an evvel ıslahı ve ikmalinin yapılmasının gerekli olduğu da
bizzat devletin kendi belgelerinde vurgulanan bir durumdur19.
Bu ihtiyaç ve talepler dikkate alınarak Lüleburgaz hapishanesi için harekete
geçilmiş, keşif defterleri hazırlanarak yeni bir binanın yapılması karalaştırılmıştı
(Şekil 1).
Şekil 1. 1329 Tarihli Lüleburgaz kazasında yapılacak olan hapishanenin örnek planı.
(Kaynak: BOA, DH MB HPS, Dosya No: 1, Gömlek No: 28)
17
18
19
Emine Gürsoy- Naskali Hilal - Oytun Altun, Zindanlar ve Mahkumlar, Babil Yayınları, İstanbul,
2006, s.58.
Ahmet Şerif, Anadolu’da Tanin, İstanbul, 1910.
BOA, DH MB HPS, 1, Tarih 1327 R 20.
194
Cumhuriyet Öncesi Türkiye’de Hapishane Sorunu
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bir başka konuda mahkûmların atıl durumda olmasıdır. Bu durum sık sık
gündeme getirilmiş ve hapishanenin üretim yeri haline getirilmesi hedelenmiştir.
Devletin bu konuyu dile getirirken hem hapishanelerin devlet üzerindeki maddi
yükünü hailetmek, hem mahkûmlar arasındaki çıkabilecek huzursuzlukları engellemek hem de mahkûmları hayata hazırlamayı düşünmüş olması muhtemeldir.
Devlet hapishanelerde kunduracılık, terzilik, marangozluk, doğramacılık,
makine ile çorap ve fanila üretimi gibi sanayi faaliyetlerinin başlatılmasını ön
görmüştür. Örnek teşkil etmesi bakımından İstanbul, Edirne ve Aydın’daki hapishanelerde kürek mahkumlarına okuma yazma, hesap, coğrafya, tarih ve ulum-u
diniye den ibaret derslerin verilmesine ve ders bitiminden sonra da beş saat kadar
bu mahkumların imalathanelerde çalışmaları kararlaştırılmıştır20. Ayrıca zanaat sahibi mahkumların mülki işlerde çalıştırılması, kazançlarının 1/3’ünün hapishane
gelirlerine dahil edilmesi düşünülmüştür21.
Bir başka yazışmada ise hapishane ve tevkifhanelerdeki memur ve müstahdemlerin durumlarının incelenmesi ziraat işlerinde çalıştırılabilecek kişilerin belirlenip, bildirilmesi istenmiş ve bu yazıya dayanılarak Saruhanlı, Kula, Kırkağaç,
Soma, Salihli, Alaşehir ve Kasaba’dan bu doğrultudan hazırlanan cetveller merkeze
gönderilmiştir22.
Bu çalışmalar devletin bir yandan mahkûmları asalaklıktan kurtarıp üretken hale getirmeye diğer taraftan da uygun koşullara sahip olmayan hapishaneleri
düzeltme çabaları olarak karşımıza çıkar.
Ekonomik sorunlarla boğuşan Osmanlı Devleti bu amaçlarını gerçekleştirmek
için farklı çözüm yolları bulmaya çalışmıştır. Bu çözüm yollarının temelinde inşaat
ve tamir masralarının karşılanması yatmaktadır.
Akla gelen ilk ve basit yol da görevli jandarma sayısının ihtiyaca göre
azaltılarak tasarrufa gidilmesidir. Örneğin Aydın vilayetinde hapishanelerin
muhafazasına 500 jandarma ayrılmıştır. Bunlara 2000 lira maaş verilmektedir. Yılda
12000 liranın sadece maaş için harcanmakta olduğu belirtilmiş ve bu tutarın iki üç
misline mükemmel hapishanelerin yapılabileceği belirtilmiştir23.
2. Hapishane İnşaatlarında Yeni Yaklaşımlar, Standartlaşmaya Gidiş
Yeni yapılacak hapishanelerin sağlık koşullarına uygun modern bir şekilde
inşa edilmesi üzerinde durulmuştur.
Bu bağlamda yeni yapılacak hapishanelerde gündüz imalathanelerde çalışan mahkûmların, gece hücrelerinde yatmaları yerine maddi manevi
yorgunlukların azaltılması için düzenlenmiş olan bahçe ve gezinti yerlerinde belli
bir süre hava almalarına izin verilmesi gündeme getirilmiştir. Sağlık ve ahlak mahkumlar için önemli sayılmış ve bu nedenle hapishanelerin memleketin havadar bir
yerinde bahçe ve gezinti yerlerin düzenlenebileceği uygun arazilerde yapılması
20
21
22
23
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 144, Gömlek No: 103.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 161, Vesika No: 46.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 28, Gömlek No: 75.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 148, Gömlek No: 40.
195
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Saadet TEKİN
belirtilmiştir. Ayrıca mevkuf ve mahkûmların ayrı bina ve bahçelerde olması ve
etrafına 4 m. Duvar yapılması hatta duvarın dışında da bahçe yapılması için uygun
büyüklükte arsa bulunması konusu da dikkate alınmıştır. Gönderilecek resim ve
evrak keşiyle birlikte arsa haritasının yollanılmasına dikkat çekilmiştir24.
Bunu takip eden süreçte de vilayet, liva ve kaza hapishanelerinin ıslahı hakkında
plan, rapor ve keşifnamelerin hazırlanıp adliye nezaretine gönderilmesi istenmiştir25.
Buna uygun olarak da hazırlanan taslak aşağıdaki gibi düzenlenmiştir (Şekil 2).
Şekil 2. 1329 tarihli vilayet, liva ve kazalarda yapılması düşünülen hapishane binalarına ait
örnek plan.
(Kaynak: BOA, DH MB HPS, Dosya No:143, Gömlek No: 3).
24
25
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 144, Gömlek No: 17.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 143, Gömlek No: 3.
196
Cumhuriyet Öncesi Türkiye’de Hapishane Sorunu
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Aynı zamanda konunun takipçisi olan devlet; ihtiyaç ve şartlar göz önüne
alınarak vilayetlerden hapishane projelerinin usul ve ihtiyaca göre hazırlanıp gönderilmelerini istemiştir.
Daha sonra vilayetlerden gelen bilgiler doğrultusunda konunun uzmanlarına
üç takım proje hazırlattırılmıştır. Artık inşaata gerek duyulan hapishaneler için bu
projeler temel alınmaya başlanmıştır26.
İnşa olunacak hapishaneler için proje ve açıklamaların örnek teşkil etmesi
amacıyla gönderildiği ve bunlara göre vilayetçe oluşturulacak heyet-i fenniye tarafından
değerlendirilip çoğalttırılarak mülhakata gönderilmesi kararlaştırılmıştır27.
Bir takım kararlar alınmıştır. Ancak bu kararların uygulanması hiç de kolay
olmayacaktır. Bu zorluk devlet için çaresizlik derecesine varmıştır.
Bu konuda ayrılan bütçenin tükendiği ve bu yüzden de bundan sonra da
bu tarzdaki isteklerin karşılanamayacağı biçimindeki yazışmalar bu çaresizliğin en
büyük göstergesidir28.
Zorluğun başka bir göstergesi de hasta mahkumların basit ama temel bir
takım ihtiyaçlarının sağlanması konusunda bile devletin düştüğü durumdur.
Örneğin Aydın vilayeti hapishanesi hastanesinde yatak, yorgan, yastık, su kovası,
ibrik, oturak gibi ihtiyaçların karşılanması için gerekli olan paranın 3372 kuruşu
bulduğu ve bunların karşılanmasında sıkıntılar yaşandığı dile getirilmiştir29.
Çaresizliği ortaya koyan başka bir belge ise Mülkiye müfettişi Naci Bey’in
raporudur.
Naci Bey hastaneler, hapishaneler ve hükümet konaklarını Aydın vilayeti
dahilinde incelemiştir. Hazırladığı rapora göre vilayet dahilindeki tüm hükümet
konakları tamire muhtaçtır. Buldan ile Bozdoğan’ın hali daha dikkat çekicidir.
Hatta Marmaris’te hükümet memurları çarşıda dükkânlarda görevlerini yapmaya
çalışıyorlar diyerek devletin durumunu gözler önüne sermiştir. Hapishanelerde de
durum farklı değildir. Hemen hepsi harap durumda olup muhafazası için pek çok
jandarmaya ihtiyaç vardır.
Bu arada Naci Bey’in raporuna dayanarak tespit ettiğimiz bir ikilemi belirtmenin yararlı olduğunu düşünüyoruz. Devletin, koruma ve güvenlik için daha fazla
kolluk kuvvetine ihtiyacı varken, daha öncede belirttiğimiz üzere jandarma sayısını
azaltarak, maaşlarından tasarruf etmek istemesi oldukça dikkat çekici bir durumdur. Naci Bey’in raporunda hastanelerin durumu da içler acısıdır. 60 Yataklı frengi
hastanesinde 120 hastanın bulunduğunu hizmetin tek yatakta iki hasta yatırılarak
verilmeye çalışıldığını belirtmiştir30.
Elbette durumun farkında olan devlet gene girişimlerde bulunmuş inşa
ve tamir için heyet oluşturma kararı almışsa da bu kararlar savaş koşulları içinde
gerçekleşmeyen çabalar olarak tarihteki yerini aldı. I. Dünya Savaşını teslimiyetle
26
27
28
29
30
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 143, Gömlek No: 46.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 34, Gömlek No: 20.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 16, Gömlek No: 69.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 150, Gömlek No: 30.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 148, Gömlek No: 41.
197
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Saadet TEKİN
bitiren Osmanlı Devleti Anadolu’da Kurtuluş Savaşı sürerken bile bu konuda kâğıt
üzerindeki yazışmalarını sürdürüyor görünmektedir. 1337 tarihi hapishanelerin
modern statüye kavuşmaları için yapılması istenilen müzekkire buna bir örnek
olarak verilebilir31.
Kanımızca bu yazışmaların temelinde işgal olgusunun payı büyüktür. I.
Dünya Savaşı sonuçları itibariyle Anadolu’da büyük bir yıkım ve felaket getirdi.
İşgal dönemlerinde azınlık mahkûmlarına yapılan kayırmalar ve işgalcilerin bu
konudaki baskıları Osmanlı Devleti’nin teslimiyetçi politikalarının ifadesi olarak
karşımıza çıkar.
3.Kurtuluş Savaşı ve Sonraki Yıllara Genel Bakış
Kurtuluş Savaşı yıllarında TBMM’nin denetiminde kalan bölgelerdeki hapishaneler İstiklal Mahkemelerinin denetimine bırakıldı.
Mahkûmlardan savaş koşulları içinde yararlanılması için Bursa İstinaf
savcılığının tekliine dayanılarak çıkartılan geçici kanuna göre mahkumların vatani
görevlerini yapmaları istenmişse de Mustafa Kemal’in asayişin sağlanması ve asker yapılan mahkumları denetlemek üzere daha fazla adam gerektiği konusundaki
haklı endişeleri ile bu kanun iptal edildi.
Milli Mücadeleyi tehlikeye atan en önemli sorunlardan birisi de irar
olayıdır. Örneğin 1920 yılında Burdur hapishanesinden kaçan 180 mahkumun
takibini –ki bunların çoğu cinayet mahkumudur- inzibat üsteğmeni Tahir Ağa’nın
jandarma müfrezesi üstlenmiştir.
Büyük Taarruz ve Genel Seferberlik döneminde erkek nüfusun silah altına
alınmasıyla tarım alanında doğan işgücü açığı haif suçlardan hapis yatan mahkûmlar ile giderilmeye çalışılmıştır. Bu uygulama 1922’ye kadar genişletilerek devam
ettirilmiş hatta yararlılık gösteren mahkûmlar affedilmiştir. Bu konuda 26 Nisan
1922’de çıkartılan kararname ile düzenleme getirilmeye çalışılmıştır. Bu kararnameyi Haziran’da ikinci bir kararname izler.
Cezaevlerinin atölye ve ahlak okulu haline getirilmeye çalışılması ile ıslahı
ele alınır. Bu konu 1 Mart 1923’te yeniden gündeme gelecektir. Mustafa Kemal’in
hapishanelerin ıslahı ve üretim yeri haline getirilmesi konusundaki konuşması
önemlidir. Beş liva ve on sekiz kaza hapishanesinin inşaatı kararlaştırılıp bir sonraki
senenin yani 1923’ün bütçesine eklenmiştir32.
31
32
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 47, Gömlek No: 10.
“Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin İlk Yıllarından Hapishaneler”, <http://www.tarihogretmeni.net/ > (Erişim tarihi 01–10–2007)
198
Cumhuriyet Öncesi Türkiye’de Hapishane Sorunu
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Sonuç
Genç Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devraldığı sorunlardan biri de maalesef ki
hapishaneler konusudur. Her konuda olduğu gibi yarım bırakılan, gerçekleşemeyen
konuları çözmek, Kurtuluş Savaşı’ndan yeni çıkmış, ulusal egemenlik modeline
dayalı Cumhuriyet hükümetlerine düşmüştür.
1926’ya kadar uygulanan Osmanlı ceza sistemi ve infaz rejimi 1926’da
yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu ile son bulacak suçlar cürüm -cezası ağır hapistir- ve kabahat –cezası haif hapistir- olmak üzere iki ye ayrılacaktır.
Bir taraftan hukuk sistemi yenilenmiş diğer taraftan da ceza infaz kurumları
daha sağlıklı hale getirilmeye çalışılmıştır. Bu durum hak ve özgürlüklerin, insanca yaşama şartlarının temel alındığı modern ve çağdaş bir devletin çabaları olarak
karşımıza çıkar.
199
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Saadet TEKİN
KAYNAKÇA
I- Arşiv Belgeleri
BOA. DH ŞFR, No: 97, Belge No: 163.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 1,Gömlek No: 15.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 64, Gömlek No: 26.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 157,Gömlek No: 17.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 145,Gömlek No: 31.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 153, Gömlek No: 36.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 150, Gömlek No: 38.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 149, Gömlek No: 10.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 44, Gömlek No: 5.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 1, Gömlek No: 28.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 161, Vesika No: 46.
BOA, DH MB HPS, 1, Tarih 1327 R 20.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 144, Gömlek No: 103.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 28, Gömlek No: 75.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 148, Gömlek No: 40.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 44, Gömlek No: 17.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 143, Gömlek No: 3.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 143, Gömlek No: 46.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 34, Gömlek No: 20.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 16, Gömlek No: 69.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 150, Gömlek No: 30.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 148, Gömlek No: 41.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 47, Gömlek No: 10.
BOA, DH MB HPS, Dosya no: 55 Gömlek No: 44.
BOA, DH MB HPS, Dosya No: 69 Gömlek No: 26.
200
Cumhuriyet Öncesi Türkiye’de Hapishane Sorunu
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
II- Kitap ve Makaleler
ŞERİF, Ahmet, Anadolu’da Tanin, İstanbul, 1910.
GÜRSOY, Emine, Naskali Hilal, Oytun Altun, Zindanlar ve Mahkumlar, İstanbul, 2006.
LEVY, Noemi, Alexandre Toumarkıne, Osmanlı’da Asayiş Suç ve Ceza 18.-20. Yüzyıllar,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları İstanbul 2007, sf. 186.
TEKİN, Saadet, “20. Yüzyılın Başlarında Aydın Vilayeti ve Mülhakatındaki Hapishanelerin Genel Durumu”, CBÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 2006/2 Güz sayısı,
C.4, S.2, Manisa, 2006.
YILDIZ, Gültekin, Osmanlı Devleti’nde Hapishane Islahatı (1839–1908), Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 2002.
“Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin İlk Yıllarından Hapishaneler”, <http://
www.tarihogretmeni.net/ > (Erişim tarihi: 01–10–2007).
201
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.203-226
MÜTAREKE DÖNEMİNDEKİ SİYASAL AKIMLARIN
TÜRK BASININA YANSIMALARI
Mustafa ÖZDEMİR*
Özet
Mondros Ateşkes Antlaşması, I. Dünya Savaşı’na hazırlıksız giren Osmanlı
İmparatorluğu için savaşın sonu anlamını taşıyordu. Ateşkes; sadece savaşı bitirmekle
kalmamış, bütün bir imparatorluğun yok olmasına neden olmuştur.
Ateşkesin imzalanması ile birlikte, Türkiye’nin bağımsızlığı için çeşitli yol arayışları
başlamıştır. Türk siyasi hayatında önemli yol arayışlarının yaşandığı bu dönemde basın
yayın organları da siyasi atmosferin değişiminde önemli roller oynamıştır. Özellikle savaşın
getirdiği yıkım nedeniyle basında Türkiye’nin savaşa girişinde önemli etkileri bulunan
İttihatçı kadroya karşı büyük bir öfke bulunmaktaydı. Bu öfke özellikle Hürriyet ve İtilaf
Partisi tarafından desteklenen basın organlarında göze çarpmakta ve İtilaf Devletleri ile
savaş sırasında kopan ilişkilerin yeniden kurulabilmesi yolunda bu basın organlarının çeşitli
girişimlerde bulundukları görülmekteydi.
Savaşın bitimi ve mütarekenin imzalanması genellikle Türk basını tarafından olumlu karşılandı. Ancak süreç içerisinde İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan güçlerinin yaptıkları
haksız uygulamalar ve gerçek dışı nedenlere dayalı oluşan işgaller toplumun yönlendirici
gücü olan Türk basınını farklı kurtuluş çareleri atamaya itmiştir. Bazı gazetelerin kurtuluş
çaresini İngiltere’nin himayesine girmekte buldukları, bir kısmının ise ABD mandasının
oluşturulması sonucunda Türk topraklarının bütünlüğünün korunacağını savundukları
anlaşılmaktadır. Ancak bu üretilen bu çözüm yöntemleri İngiltere’nin Osmanlı egemenlik
alanlarını parçalama siyaseti izlemesi, ABD’nin ise Türkiye’de oluşturulması istenilen manda
yönetimi ikrine sıcak bakmaması nedeniyle başarısız oldular ve giderek bu düşüncelerin
yerini tam bağımsızlık anlayışının egemen olduğu görüldü.
Anahtar Kelimeler: Türk Basını, İttihat ve Terakki, İngiliz Himayesi, ABD Mandası, Tam
Bağımsızlık.
Abstract
Mondros Armistice stood for the end of the World War I for the Ottoman Empire,
who attended the war without suficient preparations. The Armistice not only put an end to
the war, but also lead to the destruction of the whole empire.
As soon as the armistice was signed, quests for different remedies for the independence of Turkey emerged. In this period, when signiicant quests took place, media organs
played a key role in the change of the political atmosphere. Particularly, due to the devasta*
Dr. Okutman; Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü.
203
Mustafa ÖZDEMİR
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
tion of the war, there was a huge rage against the staff on the favor of the Union and Progress
Party, who had an important inluence on the participation of Turkey to the war. This rage
could notably be observed in media, supported by the Liberty and Entente Party, and it was
clearly seen that those media organs were making efforts to reconstruct the relations with the
Allied states, which tore off during the war.
The end of the war and signing the armistice were mainly welcomed warmly by the
Turkish pres. However; the unfair practices of the British, French, Italian and Greek powers
during the process and the occupations based on unjustiied reasons drove the Turkish press,
who had a routing force on the society, to seek for different remedies for freedom. Some
newspapers found the remedy as to refuge under the British protection, while some argued
that the unity of the Turkish territories could be maintained after formation of the American
mandate. Yet, those remedies were proven to be a failure since Britain followed a policy to
split the Ottoman sovereignty area and the USA abstained from a mandate administration in
Turkey, and therefore progressively, the understanding of full independence replaced these ideas.
Key Words: Turkish Pres, İttihat ve Terakki, British Protection, American Mandate, Full
İndependence.
Giriş
30 Ekim 1918 tarihinde yapılan Mondros Silah Bırakışması Osmanlı Devleti
adına I. Dünya Savaşı’nı sonuçlandırdı. Savaşın sonuçlanması ile birlikte Osmanlı
kamuoyunda iki temel düşünce belirdi. Bunlardan ilki İttihat ve Terakki düşmanlığı,
diğeri de İngiltere ve Fransa ile bozulan ilişkilerin yeniden düzenlenmesiydi. İttihat
ve Terakki düşmanlığını politika haline getiren Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlıları
bu süreçte İngiliz yanlısı bir siyaset takip etmişlerdir. Bu görüşleri özellikle Paris
Barış Konferansı’nda ortaya atılan manda ve himaye ikirlerinin etkisi ile Osmanlı
Devleti’nin İngiltere’nin himayesi altına girmesi şekline dönüşmüştür. Öte yandan
bazı eski İttihatçılar da 5 Ocak 1918 tarihinde ABD başkanı Wilson’un belirlediği
ilkelerden etkilenerek Türkiye’nin tamamına yönelik bir Amerikan mandası
oluşturulması ikrini desteklemişler ve bu konuda çalışmalarda bulunmuşlardır.
Makalemizin konusu Mütareke Dönemi boyunca Türk siyasal hayatında batılı
devletler tarafından ortaya konulmuş olan ilkelerin etkileri ve Osmanlı Devleti’nin
kurtuluşuna yönelik basın yayın organlarında üretilen çözüm yollarıdır. İncelenen
dönem 30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı Devleti’nin Mondros Ateşkesi’ni imzalaması
ile başlamakta, Paris Barış Konferansı ve bu konferansın Osmanlı ülkesindeki ilk
uygulaması olan İzmir’in Yunanistan tarafından işgaline kadar sürmektedir.
Kitle iletişim araçları içerisinde yer alan gazeteler halkı kendi görüşleri
doğrultusunda ikir üretmeye yönlendirmektedir1. Basın organları yönetilenler ile yönetenler arasında daima bir iletişim ve denetleme organı olagelmiştir.
Devletlerin yönetim şekillerine bağlı olarak basının işlevi ve rolü de değişkenlik
göstermiştir. Mutlakiyetle yönetilen devletlerde basının hükümdar veya hükümeti
eleştirisi yasaklanmış, yasağı çiğneyen yazılı unsurlarda kapatmaya varan cezalara
çarptırılmışlardır. Totaliter yönetimlerde ise basın organları iktidarın hizmetinde
1
Duygu Sezer, Kamuoyu ve Dış Politika, Ankara, 1972, s.31.
204
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türk Basınında Mütareke Dönemi...
bir araç olarak kabul edilmiş, kamuoyunu iktidarın siyaset çizgisi çerçevesinde
yönlendirmiştir2.
Osmanlı Devleti’nde basın özgürlüğünün ilk kez savunulması Tanzimat
dönemine denk gelmektedir. Gerçi o dönemde Osmanlı basını olarak nitelendirilebilecek tek yayının Takvim-i Vekai olmasına rağmen devam eden süreçte basın
yayın faaliyetlerinin giderek gelişmesinin önü açılmış oldu.
Basın ile ilgili ilk Osmanlı düzenlemesi Fransız basın yasası örnek alınarak
hazırlanmış olan 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesi’dir. Bu nizamname ile birlikte Osmanlı sınırları içerisinde gazete ve dergi çıkartmak ruhsat alma koşuluna
bağlandı. Basın yayın organları içinde devletin iç güvenliğini bozan bir suçun
işlenmesini kışkırtanlar, padişah ve hanedan üyeleri hakkında uygunsuz sözler
kullananlar, vekiller, mütteik devletlerin hükümdarları, yabancı devletlerin temsilcileri aleyhinde yazılar yazanlar hakkında bir aydan tamamen kapatmaya varan
cezaların getirileceği belirtildi. Ayrıca Nizamnameye göre yurt dışında basılmış
olup Osmanlı Devleti aleyhine yazılar içeren yayınların da ülke sınırları içerisine
sokulması yasaklanmıştı3.
1867 yılında Sadrazam Ali Paşa tarafından süreli yayınların suç teşkil olarak
nitelendirilecek bir durumda idari makamca cezalandırılmasını öngören Âli Kararname ilan edildi. Bu kararnamenin yayını ile basın ve yayın organlarına büyük bir
sınırlama getirildi, pek çok gazete kapatıldı yada tatil edildi. Bunun yanında devlet
görevlisi durumunda olan pek çok gazeteci de İstanbul’dan uzak bölgelere tayin
edilerek gazetecilik yapmaları engellenmeye çalışıldı4.
Kitle iletişim araçlarını kendi kontrolleri altına alan iktidar ve güç sahibi
unsurlar, kendi düşünce ve uygulamalarına karşı gelen yazılı ve görsel basına karşı
da etkili bir silah olarak sansürü geliştirmişlerdi. Osmanlı basını da dönem dönem
sansürün baskısını yoğun bir şekilde üzerinde hissetmiştir. Basına yönelik etkili ilk
sansür uygulaması İstibdat döneminde yaşanmıştır. 1878 yılında gazete ve dergileri denetlemek ve gerektiğinde sansür uygulamak amacıyla Dahiliye Nezareti’ne
bağlı olarak Matbuat-ı Dahiliye Müdürlüğü içinde bir kurul oluşturuldu. Kurul
tarafından başlangıçta siyasi içerikli olmayan yayınların sansürden geçirilmesi söz
konusu değilken 1882 sonrasında bu tip yayınlar da sansür kapsamına alındı ve
ülkede yayın yapan her türlü gazete ve dergilerde hürriyet, bağımsızlık, eşitlik benzeri ikirlerin yer alması engellendi. 1901’den sonra da ülkede yeni gazete ve dergilerin çıkarılmasına izin verilmedi5. Bu baskının Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edildiği
tarih olan 1908 de kısa süreliğine sona ermesine rağmen 31 Mart Olayı ve sonraki
dönemde İttihat ve Terakki’nin iktidarını sağlamlaştırmasıyla basına yönelik baskı
arttı. Bu süreçte basın iktidar-muhalefet çekişmesinde önemli bir silah vazifesi
gördü. İttihat ve Terakki karşıtlarını destekleyen bir çok gazete ve dergi İttihatçı
iktidarlar tarafından kapatıldı6.
2
3
4
5
6
Kayıhan İçel, Kitle Haberleşme Hukuku, İstanbul, 1998, s.23.
Orhan Koloğlu, “Osmanlılarda Basın ve Kamuoyu”, Osmanlı Ansiklopedisi, C.6, İstanbul, 1994, s.185.
A.D. Jeltyakov, Türkiye’nin Sosyo-Politik ve Kültürel Hayatında Basın: 1729-1908 Yılları, İstanbul, 1979, s.63.
Aykut Kabacalı, “Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemlerinde Sansür”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye
Ansiklopedisi, C.3, s.612, İstanbul, 1985.
Nevin Ünal Özkorkut, “Basın Özgürlüğü ve Osmanlı Devleti’ndeki Görünümü”, Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dergisi, C.51, S.3, Ankara, 2002.
205
Mustafa ÖZDEMİR
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesi ve savaşın sonuçlanması
süresi boyunca da basına yönelik sansür uygulaması devam etmiştir. Bu dönemde
uğranılan bazı askeri başarısızlıkların basında yer alması engellenmiş ve böylece kamuoyunun askeri gelişmeler hakkında bilgilendirilmesinin önüne geçilmiştir. Mondros
Ateşkesi sırasında kısa süreliğine kaldırılan sansür, kısa bir süre sonra gerçekleşen işgaller
üzerine yeniden başlamıştır. Önceleri İstanbul’daki İşgal Kuvvetleri Komiserliği’ne
bağlı bir idare “Altıncı Daire” tarafından gerçekleştirilen sansür, sonradan değişen
İstanbul hükümetleri tarafından da uygulanmıştır7.
İkinci Tevik Paşa Hükümeti döneminde (13 Ocak – 3 Mart 1919) çıkarılan
5.2.1335 tarihli ve 3467 numaralı kararname ile idare-i öriyye8 uygulanan bölgelerde
her türlü gazete, kitap ve yazılı neşriyatın basılmadan önce sansür heyetlerinin incelemelerine tabi tutulması zorunlu hale getirilmiştir9. Bu durumdan Türk basını oldukça
önemli ölçüde etkilenmiş, bağımsızlık yanlısı ve başlayan Milli Mücadele’ye sempati
ile yaklaştıkları halde birçok gazete ve dergi 1919–1921 yılları arasında Mustafa Kemal
Paşa, Kuvay-ı Milliye, Milli Mücadele ve Türkiye Büyük Millet Meclisi konularında
yazılar ve makaleler yayınlayamamışlardır10.
Bu durum karşısında sansüre uğrayan bağımsızlık yanlısı gazeteler, sansür kurulu tarafından çıkarılan satır yâda sütunların yerine bir yazı koymayıp boş
bırakarak üzerlerindeki baskıya tepki göstermişler ve tepkilerine de görsel olarak
halkın dikkatini çekmeye çalışmışlardır. Hükümet tarafından kapatılan gazeteler,
ya başka bir isim altında çıkmış, ya da bir diğer gazete ile birleşmişlerdir11.
Türk basınının haber alma kaynaklarına bakıldığında dışarıdan haber alma
konusunda İstanbul gazetelerinin Anadolu gazetelerine göre daha şanslı oldukları
görülmektedir. Çünkü bu gazetelerin haber ajansları ile bağlantılar kurabilme,
yetişmiş elemanlara sahip bulunma, dış ülkelere muhabir gönderebilme gibi
olanakları bulunmaktaydı. Özellikle II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte İstanbul’da
bürolar oluşturup faaliyetlerde bulunan Avrupa merkezli haber ajanslarının bu
haber alma konusunda önemli rolleri bulunmaktaydı. Ayrıca İstanbul’a mütarekeden sonra sıklıkla gelmekte olan yabancı gazete ve dergilerin de İstanbul
basını için önemli bir kaynak teşkil ettiği düşünülmelidir.
Anadolu basınının haber alma kaynakları ise şu şekilde sıralanabilir;
1 - Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umumiye’si tarafından İstanbul,
Zonguldak, İnebolu, Antalya, İzmit, Adana, Kars, Trabzon ve Aydın’da (Kuşadası
ve Söke) kurulan istihbarat şubeleri ile bu bölgelerdeki ajanlardan alınan haberler.
2 - Avrupa telsiz istasyonlarından, askeri telsiz istasyonu aracılığı ile elde
edilen dış haberler.
3 - Yabancı gazete ve dergilerde çıkan haberler.
7
8
9
10
11
Cevdet Kudret, “Birkaç Örnek ile Mütareke Dönemi Sansürü”,Tarih ve Toplum, C.IX, S.53, 1988, s.42.
Sıkıyönetim.
Zeki Arıkan, Mütareke ve İşgal Dönemi İzmir Basını (30 Ekim 1918 – 8 Eylül 1922), Ankara, 1989, s.11.
Yücel Özkaya, “Milli Mücadele Başlangıcında Basın ve Mustafa Kemal Paşa’nın Basınla İlişkileri”,
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C.I, S.3, 1985, s.873.
Örneğin: Vakit gazetesi kapatıldıktan sonra Muvakkat adıyla çıkmış, Peyam ile Sabah gazeteleri
birleşerek Peyam-ı Sabah ismiyle yayınlanmaya başlamıştır.
206
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türk Basınında Mütareke Dönemi...
4 - Türkiye’de çıkmakta olan Fransızca, İngilizce, Rumca, Ermenice gazeteler ve dergilerden yapılan çevirilerle elde edilen haberler.
Mütareke Dönemi’ndeki gazetelerden pek azı haftalık olarak çıkmakta,
çoğunluğu haftada bir kaç kez veya günlük olarak yayınlanmaktaydı12.
Mütareke Dönemi basını gerek yayınlandıkları şehirlere gerek Anadolu
hareketine ve batıya yönelik düşüncelerine göre şu şekilde gruplandırılabilir;
A - İstanbul Basını: İstanbul basını içinde yer alan Akşam, Dergâh, Hadisat,
İkdam, İleri, İstiklal, Memleket, Minber, Selamet, Söz, Tasvir-i Efkâr, Türk Dünyası,
Yenigün ve Vakit gazeteleri ile Büyük Mecmua, Güleryüz, Sebilürreşat, Servet-i Fünun
dergileri Milli Mücadele yanlısı bir tutum izlemiştir. Buna karşılık Alemdar, Hukuk-u
Beşer, İfham, Matin, Sabah, Serbesti, Tarik, Tan, Yeni Gazete, Yeni İstanbul gazeteleri ile
Aydede, Ümit dergileri Milli mücadele karşıtı bir siyaset izleyip İngiliz, Fransız ve ABD
korumacılığını savunmuşlardır13.
B - İzmir Basını: İzmir basını içinde yer alan Ahenk, Anadolu, Duygu,
Hukuk-u Beşer, Köylü gazeteleri Milli Mücadele yanlısı bir siyaset takip ederek
İzmir’in Türklüğünü savunmuşlardır. Buna karşılık Islahat, Müsavat gazeteleri ise
özellikle bölgeye yönelik Yunan işgalinden sonra işgalin haklılığını savunur bir siyaset takip etmişlerdir14.
C - Anadolu Basını: Adana, Işık, İstikbal, Köy Hocası, Menteşe, Ses, Zafer
gazeteleri Mondros Mütarekesi sonrasında gerçekleşen işgalleri reddeder bir siyaset
takip ederek süreç içersinde başlayan Milli Mücadele’ye çıkardıkları çeşitli yazılarla
destek vermişlerdir15.
1. Mondros Mütarekesi’nin İmzalanması
1.1. Mütareke’nin İmzalanmasına Basının Yaklaşımı
Osmanlı Devleti için 1 Kasım 1914’de başlayan I. Dünya Savaşı, 1918
yılına gelindiğinde kötü sonuçlar doğurmaya başlamıştı. 19 Eylül 1918’de
Filistin’de başlayan İngiliz taarruzu kısa sürede Suriye’ye yayıldı ve Halep’in
İngiliz egemenliğine geçmesi ile sonuçlandı. İngiliz taarruzu ancak Halep’in
kuzeyinde Mustafa Kemal’in komutasındaki Yıldırım orduları Grubu tarafından
durdurulabilmiştir. Diğer yandan Irak’ta gerçekleşen İngiliz taarruzu sonucunda Bağdat kaybedilmiş, Musul da İngiliz tehdidi altına girmiştir. Bu arada Eylül
ortalarında başlayan İtilaf taarruzu sonucunda Bulgarların tuttuğu Makedonya
cephesinin çökmesi üzerine 29 Eylül 1918 tarihinde yapılan Selanik Ateşkesi ile Bulgaristan savaştan çekildi. Böylece hem Osmanlı Devleti’nin mütteikleriyle kara yolu
12
13
14
15
İzzet Öztoprak, Türk ve Batı Kamuoyunda Milli Mücadele, T.T.K. yay., Ankara, 1989, s.XVI.
Fuat Süreyya Oral, Türk Basın Tarihi, Ankara, 1968, s.225; Fethi Tevetoğlu, “Atatürk’le Okyar’ın
Çıkardıkları Gazete: Minber”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C.V, S.13, 1988, s.184; İzzet Öztoprak,
a.g.e., s.XV.
Nail Moralı, Mütareke’de İzmir Olayları, Ankara, 1973, s.85; Zeki Arıkan, a.g.e., s.9.
Server R. İskit, “Milli Mücadele’de Anadolu Gazeteleri”, Tarih Konuşuyor, C.V, S.26, 1966, s.2116;
Ömer Sami Coşar, Milli Mücadele Basını, İstanbul, 1964, s.228; Bayram Bayraktar, “Mütareke’de
Ses Gazetesi”, Tarih ve Toplum, C.XVI, S.93İ 1991, s.52; Ali Birinci, “Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı
Destekleyen Matbuat”, Tarih ve Toplum, C.VIII, S.42, 1987, s.9.
207
Mustafa ÖZDEMİR
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
bağlantısı kopmuş, hem de Osmanlı başkenti batıdan gelebilecek bir istila tehlikesine açılmış oluyordu16. İtilaf askeri güçleri bu gelişmenin sonucunda Trakya’da 7
tümenlik bir kuvvet oluşturarak İstanbul ve Boğazlara yönelik bir saldırı hazırlığına
giriştiler. İstanbul’da ise bu sırada 1918 Şubat ayında sadrazamlığa gelen Talat
Paşa kabinesi istifa etmiş, yerine 14 Ekim 1918 tarihinde Ahmet İzzet Paşa Kabinesi
kurulmuştu17.
İzzet Paşa Kabinesi ilk olarak İspanya aracılığı ile ABD başkanı Wilson’a
mütareke talebinde bulundu18. Bu talep sonucunda ABD’nin Ortadoğu siyasetinde
daha aktif hale gelmesinden çekinen İngiltere derhal harekete geçerek Doğu Akdeniz
Kraliyet Donanma komutanı olan Amiral Galthrope’yi mütareke konusunda tam
yetkili olarak görevlendirdi19. Görüşmelerde Osmanlı Devleti’ni ise Bahriye Nazırı
Rauf (Orbay) Bey’in temsil etmesi kararlaştırıldı. Mütareke görüşmeleri’ne katılacak
Rauf Bey’e Sadrazam İzzet Paşa 17 Ekim 1918’de Türkiye’nin İngiltere ile dost olmak
ve “protection”20 kazanmak istediğini bildirmiş ve bu isteğin görüşmelerde Amiral
Galthrope’a iletilmesini istemişti21.
27 Ekim 1918’de Limni Adası’nın Mondros limanındaki Agamemnon
zırhlısında başlayan ateşkes görüşmeleri 30 Ekim 1918 tarihinde mütarekenin
imzalanmasıyla sonuçlanmıştır22. Mütarekename 30 Ekim 1918’de Osmanlı Mebusan
ve Âyan Meclislerince onaylanmıştır23.
Mondros’tan İstanbul’a gelen Hüseyin Rauf Bey basına verdiği demeçte imzalanan mütarekeyle devletin bağımsızlığının, saltanatın hukukunun
korunduğu, mütarekenin galip ile mağlup arasında yapılmadığını, savaş haline son
vermek isteyen iki denk kuvvet arasında savaş haline son verme niteliği taşıdığını
belirtmiştir24. Padişah VI. Mehmet Vahidettin’de mütarekeyi olumlu karşılamış ve
İtilaf Devletleri’ne hoş görünebilmek için savaşı Osmanlı Devleti adına idare edenleri cezalandırmak ve savaş sırasında yapılanları onaylamadığını ispat etmek gibi
amaçları kendinde taşımıştır. Ona göre İngilizlere boyun eğilmeli, “ne verseler ona
şakir, ne kılsalar ona şad” etmeliydik25.
Osmanlı basınının mütarekeye yaklaşımı farklılıklar göstermiştir. Zaman gazetesinde 30 Teşrinievvel 1334 tarihli olarak çıkan “Düşman Dostluğu” adlı makalede
bazı askeri mevkilerin işgalinin ve İtilaf Devletleri’nin denetimi altına girmemizin
milli “izzet-i nefs”imize dokunacağı ancak bu durumun geçici olduğu, kalıcı barışın
yapılmasıyla egemenlik ve bağımsızlığımıza kavuşacağımız belirtilmiştir26. Yenigün
gazetesinde bir gün sonra çıkan “Mütareke Muvacehesinde” isimli makaleye göre
yapacağımız barışın Wilson İlkeleri’ne dayanacağını, bizim de bu ilkelerin ülke16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, C.I, Ankara, 1998, s.17.
A.g.e., s.142.
Enver Ziya Karal, Büyük Osmanlı Tarihi, C.9, Ankara, 1996, s.557.
Cemal Kutay, “Birinci Dünya Savaşı’ndan Çıkışımızın Hatıraları”, Tarih Konuşuyor, C.VI, S.45,
1967, s.34.
Himaye.
Gotthard Jaeschke, “Mondros’a Giden Yol”, Belleten, C.XXVIII, S.109, 1964, s.146.
Karal, a.g.e., s.559.
Yılmaz Altuğ, Türk Devrim Tarihi Dersleri (1919–1938), İstanbul, 1975, s.48.
Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, C.I, Ankara, 1991, s.69.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, 1980, s.146.
“Düşman Dostluğu”, Zaman, 30 Ekim 1334.
208
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türk Basınında Mütareke Dönemi...
mizde tam olarak uygulanmasını sağlamak için mütareke ile kalıcı barış arasındaki
süreyi iyi değerlendirmemiz gerektiği belirtilmiştir27.
Anadolu gazetesi ise 1 Teşrinisani tarihinde çıkan sayısında yer alan “Şerait-i
Mütareke Karşısında” isimli makalede mütareke şartlarının ağır olduğunu ancak
Bulgarların razı oldukları derecede kötü olmadığını ortaya koymuş, bunun nedeni
olarak da ordunun ve milletin dört senedir harikalar yaratmasına bağlamıştır. Aynı
makalede şu anda gerekli olanın sakince barışa hazırlanmak olduğu belirtilerek millete şu güvenceyi vermiştir : “Bu gün kuvvetten düşen bir hükümet felaketlerden ders
alabilen efrad-ı milletin azmiyle yeniden iktisab-ı kuvvet, ihraz-ı şan etmeye namzettir”28.
Hadisat gazetesinin aynı günkü sayısında yer alan “Avrupalılara Karşı Vaziyetimiz” başlıklı makalede Avrupalılarca Türklerin sevilmediği, “Türkler sevilmeye layık
değildir” ön yargısıyla yaklaşıldığı, bizim de barışa hazırlanırken bu noktayı göz
önünde tutmamız gerektiği uyarısında bulunuluyor. Yaptığımız her türlü çalışmayı
bu kanıyı yok etmek amacıyla yapmamız gerektiğini belirterek düşmanın şartlarının
hailetileceği ümidinde olmamız gerektiği ileri sürülmüştür29.
Sabah gazetesinde aynı gün çıkan Ali Kemal’in “Türklerin Günahı Nedir?”
başlıklı makalesinde ise mütareke şartlarının devletimizi bir emirlik derecesine
indirdiğinden söz edilerek Avrupa’nın bize yardım etmesi gerektiği çünkü Türk
milletinin asırlardır baskı altında ezilmiş olmasından dolayı dünya milletlerinin
en mağdurlarından biri olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca birkaç kişinin Almanya ile
ilişkiye girerek “memleketi satmalarının’’ cezasını padişahından en küçük ferdine
kadar çektiği belirtilmiş, bu duruma neden olan suçluların cezalandırılması ancak
Türklere de insaf edilmesi batılı devletlerden istenmiştir30. Bu görüşü destekleyen
Köylü gazetesi de ertesi gün çıkan “Harp Bitti” başlıklı makalesinde Bulgaristan’a
göre daha haif şartlı bir ateşkes imzalanmasına yardımcı olduğu için İngiltere’ye
teşekkür edilmekte ve bundan sonra yapılması gerekenler şöyle belirtilmekteydi : “Bundan sonra iş ve gücümüz yalnız hükümetimizi bilim gereği ve adalete göre
oluşturulmakla beraber onun temsil edeceği kesin huzur ve emniyet altında ancak ziraat,
sanayi, ticaret, kültür ve fen ile uğraşmak olacak, olmalıdır. Buna çaba gösterildiği takdirde
çeyrek yüzyılda kalkınmamız mümkün görülmektedir”31. Genel olarak Osmanlı basınının
farklı kesimlerinin mütarekeye yönelik tutumu iyimserdir ve mütarekenamenin
hükümleri tam olarak algılanamamaktadır. Mütareke şartları haif olarak kabul
görmekte ve Wilson İlkeleri’ne göre istiklâl ve egemenliğimizin İtilaf Devletleri’nce
sağlanacağı ümit edilmektedir.
1.2. Mütarekenin Uygulanması ve Basının Yaklaşımı
Mondros Bırakışması sonrasında görülen işgallere karşı basın genelde işgallerin
yapılma nedenleri ve içeriği hakkında yeterli bilgiye sahip değildir. Anadolu gazetesinde 16 Teşrinisani tarihinde çıkan “Amiral Galthrope’nin Teminatı” isimli makalede
Osmanlı Devleti’nin necip bir milletin temsilcisi olan Amiral Galthrope’nin verdiği
27
28
29
30
31
“Mütareke Muvacehesinde”, Yenigün, 31 Ekim 1334.
“Şerait-i Mütareke Karşısında”, Anadolu, 1 Kasım 1334.
“Avrupalılara Karşı Vaziyetimiz”, Hadisat, 1 Kasım 1334.
“Türklerin Günahı Nedir”, Sabah, 1 Kasım 1334.
“Harp Bitti”, Köylü, 2 Kasım 1334.
209
Mustafa ÖZDEMİR
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
söze güvenerek ateşkesi kabul ettiği belirtiliyor ve İstanbul’a asker çıkarılması
ile ilgili şu soruyu soruyordu: “Mademki İstanbul’un işgal edilmemesi mütarekenin
şartlarındandır ve mademki her gün İngiliz askeri ve siyasi temsilcileri tarafından her hususta güvence veriliyor ve Fransızlar tarafından onaylanıyor, o halde bu yaşananların sebebi
nedir?”32. Aynı gazetenin 21 Teşrinisani tarihli “İşgaller Etrafında” isimli makale gerçeklerin yavaş yavaş anlaşılmaya başlanıldığına işaret etmektedir.
Makale Musul’un mütareke hükümleri aksine işgal edildiğini belirtirken
sorularına devam eder: “Alınan haberler doğru ise Boğazların işgalinin mütareke
doğrultusunda yapıldığı söylenerek tahliye edilmemesi verilen sözlerin ciddiyetinin ihlal
edildiğine, mütarekename şartlarının uygulanmasında keyi hareket edildiğine delil olmaz mı?”. Aynı makale ayrıca şu soruyu da sormaktadır : “Mütarekename şartlarını
İstanbul’da uygulamak için kuvvet çıkarılmayacağı ve yalnız zabitlerden ibaret heyetler
bulundurulacağı söylenip dururken taraf taraf kışlaların işgal edilmesi bu keyi hareketlerin
en açık delili değil midir?”. Bu gelişmeler karşısında gazete hükümetin şiddetle protesto etmesini istemekle beraber bu keyi davranışlara İngiliz ve Fransız heyetlerinin
meydan vermesinin de üzüntü verici olduğunu belirtmektedir33.
Söz gazetesinin 24 Teşrinisani tarihli sayısında yer alan Asaf Sami’nin
“Düvel-i Mutelife İstanbul Mümessillerine” başlıklı makalesinde de İtilaf güçlerinin
işgallerine yönelik bir tepki yer almakta ve Türkiye’de kendilerine duyulan güveni boşa çıkardıkları belirtilmekteydi. Ayrıca İtilaf Devletleri’nin İstanbul’u işgal
etmeyecekleri zannedildiği halde bunun tam tersi bir durumun ortaya çıktığı
makalede yer almıştır34.
Burada dikkat çeken nokta İstanbul’un İtilaf güçlerinin işgali altında
bulunduğunun kabul görmesidir. Oluşan işgallerin başka bölgelere sıçraması
endişesi de Türk basınını meşgul eden konular arasında yer almıştır. Selamet gazetesinde yer alan bir makale bu tehlike üzerinde durmaktaydı : “Adana bugün her türlü hukuka rağmen boğuluyor. İtilaf Devletleri nüfus çoğunluğu ilkesiyle terk olan bu bölgede
hükümetimizi tehdit ede ede bizi pek gülünç bir mevkide bıraktılar. Mütareke şartları ihmal
edildi. Hiçbir askeri mecburiyet iziki tehdit olmadığı halde işgal askeri neden adı altında
gerçekleştiriliyor. Acaba yarın aynı akıbet İzmir’in başına gelmeyecek mi?”35.
1.3. Türk Basınında Mütareke Sonrasında Üretilen Çözüm Yolları
Mütareke sonrası İstanbul’unda yoğun bir cemiyetleşme ve partileşme faaliyetleri görülmüştür. Özellikle en çok sorulan soru bundan sonra ne olacağıydı. Bu
bağlamda İstanbul’da ortaya çıkan düşünce kümeleşmesini beş grupta toplayabiliriz:
1. Ulusal duyguları harekete geçirerek bağımsızlığın devamına çalışanlar.
2. Felaketin sorumluluğunu İttihatçılara yükleyerek ve bunları mütteik
güçlere teslim edilmesini sağlayıp onların sempatisini kazanmak isteyenler.
3. Rusya’da gerçekleşen Bolşevik İhtilali’nden etkilenip ortaya çıkan sosyalist
ve komünist oluşumlar.
32
33
34
35
“Musul ve İskenderun’un İşgali”, Anadolu, 17 Kasım 1334.
“İşgaller Etrafında”, Anadolu, 21 Kasım 1334.
“Düvel-i Mutelife İstanbul Mümessillerine”, Söz, 24 Kasım 1334.
“İzmir Valiliği”, Selamet, 16 Kasım 1334.
210
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türk Basınında Mütareke Dönemi...
4. Devletten ayrılma isteğini savunan azınlık grupları.
5. Milli Mücadele’yi iilen desteklemek amacıyla kurulmuş, Anadolu’ya
Sinop yoluyla silah, cephane ve insan kaçıran gruplar36.
Türk basınında ise devletin içinde bulunduğu zor durumdan kurtuluşu
için farklı çözüm yolları üretildiği görülmekteydi. Köylü gazetesinin 13 Teşrinisani
tarihinde sayısında yer alan “Hakk-ı Hayat” adlı makalesinde gerçekleştirilecek kalıcı
barışta Wilson İlkeleri’ne dayanarak İmparatorluğun Türk bölümüne kendilerini yönetme hakkının verileceğine inanıldığı yer almıştır37. Aynı tarihte yayınlanan Anadolu
gazetesinin “Zavallı Türk” başlıklı makalesinde Wilson İlkeleri’nden Türklerin
yararlanamayacağı, çünkü Avrupa’da Türkler aleyhine, haksız olarak bir kamuoyunun oluştuğu belirtiliyor ve şöyle deniliyordu:
“Hiçbir savunucusu olmayan Türk, gayrimüslim vatandaşlarının felaketine
asırlarca ağlamışken, bu gün onlardan iftiralar, hakaretler görüyor; birkaç şahsın kabahati
bütün ona yükletiliyor, bundan yalnız Türkün vicdanı sızlar. Zavallı Türk”38.
Yenigün gazetesi ise artık gerçekleri anlamış ve mütareke şartlarının
uygulanmadığını görmüştür. Gazetenin 17 Teşrinisani tarihli sayısında yer alan
“Bu Nasıl Mütareke?” başlıklı Yunus Nadi’nin makalesinde şöyle denilmekteydi :
“İmzaladığımız mütareke ve buna bağlı olarak bize verilmiş olan teminat nerede kalıyor?
Gerek mütarekenin malum olan içeriğinden ve gerek teminattan sonra şimdi uygulamada bu
garipliklerin meydana gelmesi için acaba yeni ne oldu?”39.
Süreç içerisinde Wilson İlkeleri’nin Türk devletinin kurtuluşunu sağlayacağı
ikri Türk basınına egemen olmaya başlamıştır. Yenigün gazetesinin 4 Kânunuevvel
tarihindeki sayısında yer alan bir yazıda genel savaştan çıkarken en büyük tesellinin
Wilson İlkeleri’nde hayat haklarının genel bir ilke olarak kabul edilmesi olduğu belirtilmekteydi40. Aynı konuda Sabah gazetesinde çıkan 6 Kânunuevvel tarihli “Ölmek
yâda Yaşamak da Elimizdedir” başlıklı makale bu görüşü doğrulamakta ve şu görüşü
ilave etmektedir : “Dışarıda (Wilson) İlkeleri’ni ileri sürerek İtilaf Devletleri’nin böyle
genel birlik konularında en büyükleriyle bir nevi ittifak gerçekleştirebilirsek öyle umuyoruz
ki ölmeyiz, yaşarız”41. Yeni Gazete ise Wilson İlkeleri’nden yararlanabilmemiz için
yapılması gerekenleri 7 Kânunusani tarihinde yayınlanan Mahmut Sadık’ın “Sulha
Hazırlanırken” isimli makalesinde şu şekilde sıralamaktadır:
“Cemiyet-i Akvam’a katılmak ve barışa hazırlanmak için yapmamız gereken modern ve yeni bir teşkilat oluşturarak özellikle İstanbul’da bulunan İtilaf donanması ve askerleri karşısında insanlığın bundan sonra yürüyeceği yolda bizim de yürümeye kabiliyetli
olduğumuzu ispat etmek olmalıdır”42.
Batı yanlısı bu yayınların yanında bazı gazeteler ısrarla Türk halkının
kendi geleceğini kendisinin saptayacağını belirtmekteydi. Vakit gazetesinin 26
Kânunuevvel tarihli sayısında yer alan Ahmet Emin’in “Milli Mukadderatımız”
başlıklı makalesi buna örnek olarak gösterilebilir. Makalede barış konferansı ne
36
37
38
39
40
41
42
Sadi Irmak, Atatürk Devrimleri Tarihi, İstanbul, 1973, s.64.
“Hakk-ı Hayat”, Köylü, 13 Kasım 1334.
“Zavallı Türk”, Anadolu, 13 Kasım 1334.
“Bu Nasıl Mütareke”, Yenigün, 17 Kasım 1334.
“Türkler ve Sulh”, Yenigün, 4 Aralık 1334.
“Ölmek ya da Yaşamak da elimizdedir”, Sabah, 6 Aralık 1334.
“Sulha Hazırlanırken”, Yeni Gazete, 7 Aralık 1334.
211
Mustafa ÖZDEMİR
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
karar verirse versin geleceğimiz kendi hal ve hareketimize göre şekillenecektir denilmekte ve şöyle bir görüş ileri sürülmektedir: “Çeşitli düşünürlerin çalışmalarını
milli bir program etrafında birleştiremeyecek olursak barış konferansı bizi gösterişli bir
şekilde Cemiyet-i Akvam başkanlığına geçirse bile biz gerçekte ulusal varlığımızdan mahrum
önemsiz bir devletten başka bir şey olmayacağız”43.
Aynı gazetenin 5 Kânunusani tarihli sayısında yer alan Ruşen Eşref’in
“İstanbul İçin” başlıklı makalesi İstanbul’un bir Türk toprağı olarak kalması
gerektiğini belirterek oluşan İtilaf işgallerini protesto etmiş ve şu görüşü savunmuştur
: “İstiklale ve hürriyete son derece taraftar olduklarını ziyafetlerde, parlamento salonlarında,
saray dehlizlerinde, gazete sayfalarında en gür sesleriyle ilan eden büyük kuvvetler insala
göreceklerdir ki İstanbul’da bütün karlamalara rağmen için için bir uyanık, bir sabır, bir
Türk milleti yaşıyor… Ve o millet, hiçbir vakit kalemini; altınların derinliklerine banıp da
parıltılı hatalarla masum ve yabancı zihinleri zehirleyen birkaç propagandacının vicdanını
uyutarak söylediği gibi kabiliyetsiz, vahşi, geri değildir”.
Aynı makalede Yahudi, Ermeni, Polonyalı milletlerin haklarını tanıyanların
hürriyet ve istiklali hak eden Türklerden bu haklarını alamayacaklarını ileri sürmekte ve makale şöyle bitirilmektedir: “Türkleri İstanbul’dan çıkarmakla yeryüzüne rahat ve
adalet sorduk” diye böbürlenenler bütün bir milletin, bütün bir dinin her ferdine en
sönmez birer intikam ateşi saçmış olacaklardır”44.
Görüldüğü üzere Türk basını ilk başlarda mütarekenin imzası sürecinde ortaya çıkan tüm olumsuzlukları bağlamaktaydı. Ancak daha sonrasında Yenigün ve
Vakit gibi bir takım gazeteler mütareke şartlarına İtilaf Devletleri’nin uymadıklarını
anlamışlar ve bu durum karşısında adaletin sağlanması ve Wilson İlkeleri’nin ülkemizde uygulanabilmesi görüşüne yönelik çeşitli yazılar yayınlamışlardır. Diğer
yandan Sabah gazetesi benzeri bir takım Hürriyet ve İtilafçı basın ise İttihatçıların
yargılanması ve cezalandırılmasını savunmakta, böylece İtilaf Devletleri’nin güveninin kazanılacağına ve mütareke sonrası ortaya çıkan olumsuzlukların ortadan
kalkacağına inanmaktaydılar.
2. Paris Barış Konferansı
2.1. Konferansın Toplanması ve Alınan Kararlar
Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren ateşkeslerin yapılmasından sonra savaşı kesin anlamda sonuçlandıracak barış antlaşmalarını oluşturmak ve savaş sürecinde ortaya çıkan sorunları görüşüp bir çözüme kavuşturmak için 1918 yılı Aralık ayından
itibaren galip devletlerin temsilcileri Paris’te toplanmaya başladılar. Toplam 122
devlet temsilcisinin katıldığı konferansta şu konular görüşülmüştür:
1. İttifak Devletleri ile yapılacak barış antlaşmalarının oluşturulması,
2. Birinci Dünya Savaşı ile bozulan Avrupa sınırlarının yeniden belirlenmesi,
3. Sömürgelerin durumu ve manda-himaye sistemlerinin oluşturulması,
4. Uluslararası silahsızlanma,
5. İttifak Devletleri’nin ödemeye yükümlü tutuldukları tamirat borçları,
43
44
“Milli Mukadderatımız”, Vakit, 26 Aralık 1334.
“İstanbul İçin”, Vakit, 5 Ocak 1335.
212
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türk Basınında Mütareke Dönemi...
6. Ermeni Sorunu,
7. Batı Anadolu’nun Yunanistan’ın egemenliğine bırakılması,
Konferansta görüşülen bu konular içinde ağırlıklı olarak tartışma yaratan
konular içinde özellikle Batı Anadolu’nun durumu dikkat çekicidir. Savaş sırasında
oluşturulan paylaşım planlarına göre İtalyan payı olarak saptanan Batı Anadolu’nun
Paris Konferansı sırasında Yunan temsilcisi Venizelos’un ısrarcı tavırları, konferansa sunduğu ve bölgede Rum çoğunluğu olduğunu içerir bir takım sahte belgeler, İngiltere’nin de Yunanistan’ı bu konuda desteklemesi sonucunda İtalya ve
Yunanistan arasında paylaştırılması söz konusu olmuştur. Bu durum uzun vadede
İtalya’nın tepkisine ve diğer İtilaf Devletleri ile arasının açılmasına yol açmıştır.
2.2. Konferansın Türk Basınında Yarattığı Etkiler
Türk basınının Paris Barış Konferansı toplandıktan sonra konferansa yönelik düşünceleri genellikle şu noktalarda toplanmaktaydı:
1. Konferansın küçük milletlerin haklarını koruyacağı,
2. İngiltere ve Fransa ile var olan dostluk ilişkilerinin sürdürüleceği,
3. Wilson Prensipleri’nden dolayı ABD’nin Türk toplumunun haklarını
savunacağı,
4. Manda sisteminin niteliği ve Türkiye’de oluşturulabilecek sistemde mandater devletin kim olacağı.
Türk basınını meşgul eden önemli konulardan ilki İstanbul ve Boğazların
durumunun ne olacağı tartışmasıydı. Paris’ten bu sırada Türkiye’ye ulaşan bazı
telgralarda İstanbul ve Boğazların uluslararası hale getirileceği, Türklere de
Anadolu’nun ortasında bir hükümet verileceği yönünde haberler yer almasına
karşılık bu gibi Yunan isteklerine konferans üyelerinin aldırmayacağı kanısı
Türkiye’de oldukça yaygındı45. Özellikle Wilson programının Osmanlı yönetimi
“Anadolu ovalarından birine atma” yetkisine sahip olmadığı savunulmakta, İstanbul
ve çevresinde yaşayan nüfusun büyük bir çoğunluğunu Türk ve Müslümanların
oluşturmasından dolayı bu bölgenin Wilson İlkeleri’ne göre de Türkiye sınırları
içinde kalmasının uygun olacağına inanılmaktaydı46. Asılsız Yunan iddiaları
karşısında Avrupalı devletlerde görülen tutum değişikliği ve bu devletlerin hedelerinin ne olduğuna dair kuşkular basında şu şekilde yer almıştır:
“Avrupalı devletler Türkün hakkını kendilerine hazır etmek imkânı olmadığından
hiç olmazsa o hakkı sahibinde bırakmamak ve bir orta malı yapmak sevdasına düştüler.
Mademki İstanbul bir Yunan şehri olmayacak o halde uluslar arası olmalıymış! Bu gayri
meşru istek için sözde bir meşru araç vardı: İtilaf Devletleri ile imzaladığımız mütarekenin
bir maddesi güvenliği bozulmuş bölgelerin işgaline ait olduktan sonra, galipler için Yunan
bağımsızlığının yıl dönümünden istifade etmek ve bu sayede ortalığı karıştırıp bir müdahaleye neden olmak işten bile değildir! Fakat hakkından ve kendinden emin olan Türk kendi
imzaladığı mütarekeye alet olmayacaktır”47.
45
46
47
“Memleketimizin Mukadderatı”, Tasvir-i Efkâr, 6 Mart 1335.
“Türkler İçin”, Vakit, 29 Mart 1335.
“Bugün”, Memleket, 7 Nisan 1335.
213
Mustafa ÖZDEMİR
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Hürriyet ve İtilafçı bazı basın organları ise bu durumda yapılması gerekenin
İngiltere ile bir dostluk oluşturabilmek ve İngiltere’nin yardımını sağlamak olduğunu
savunmakta, böylece hem hilafet merkezinin kurtulacağı48 hem de İngiltere’nin
İstanbul ve Anadolu’ya göndereceği komisyonlar tarafından Türk davasının
haklılığının kanıtlanacağı ikri yer almaktaydı49. Konferans devam ederken Türk
basınında sıklıkla yer alan bir tartışmada İzmir ve Batı Anadolu’nun geleceğinin ne
olacağı idi. Paris Barış Konferansı’nda ortaya atılan İzmir ve civarının Yunanistan’ın
egemenliğine bırakılması ikrinin Türkiye’de duyulması üzerine Türk basını durumu
şiddetle protesto ederek yoğun oranda bu durumun kabullenilemeyeceğini içerir
yazılar yayınlamaya başlamıştır. İzmir’in etkili basın organlarından olan Hukuk-u Beşer
Aydın vilayetinin Wilson’un hangi ilkesine dayanarak işgal edileceğini sormakta ve
hiçbir devlete İzmir’in peşkeş çekilemeyeceğini sert bir üslupla savunmaktaydı50.
Bu düşünceye katılan Müsavat İzmir’in Yunanlılara bırakılması durumunda ortaya
çıkacak durumu şu şekilde açıklamaktaydı:
“Yunanlıların Anadolu’ya ayak bastırılması Türklerin bu duruma haklı olarak titizlenmelerine neden olacaktır ki her halde Türk ve Rum topluluklarının birbirleriyle çatışmasına
neden olacağı gibi Avrupa’nın şu savaşta takip ettiği amaç da uygulanmış olmayacak ve fakat
sonuç itibariyle Avrupa yeni yeni sorunlarla uğraşmak zorunda kalacak ve her ne kadar genel
savaş resmen bitmiş olsa bile bu şekilde devam etmesi sağlanmış olacaktır”51.
Bu düşüncelerin yanında bazı basın organları da Türklerin önce kendilerinin bağımsızlık düşüncesini benimsemesini ondan sonra dışarıdan yardım istemesini, ancak bu suretle güçlü bir devlet haline gelebileceğimizi savunmaktaydı:
“Kendisini idareden aciz olanların, hayatını devam ettirebilme kabiliyetini gösteremeyenlere kuvvetlilerden gelecek yardım daima başarısız olur. Kuvvetli fakat idareten zor
bir duruma düşmüş olan millete, yine kuvvetli bir devlet yardım edebilir ve bu yardım hiçbir
zaman zorluklara maruz kalan milletin varlığını ve hukukunu ihlal edecek surette olmaz.
Hâlbuki kendi kendinden bile emin olamayacak surette aciz bir duruma düşmüş olan ve
en basit işlerinde bile kabiliyetsizlik göstermekte bulunan bir milletin başkalarından talep
edeceği yardım ya büsbütün yararsız olur yahut himaye gibi ağır şartlar çerçevesine girer”52.
İleri gazetesi duruma bir netlik koymuş ve “yaldızlı hayaller peşinde
koşacak değiliz, fakat varlığımızdan da vazgeçecek değiliz” şeklinde ifade etmekle Paris
Konferansı’ndan bağımsız bir Türkiye kararının çıkması gerektiğini belirtmiştir53.
Söz gazetesi de bu düşüncelere katılmakta, başka bir devletin koruyuculuğunun
kesinlikle kabul edilmeyeceğini belirtmekte ve Türklerin yüzyıllardır kendilerini
idare ettiklerini işaret ederek şöyle demekteydi:
“…Bizim millet hukukumuzda bağımsızlık ve bütünlüğümüze sahip olma hakkının
İtilaf siyasetçileri tarafından sağlanmasını beklemek elbette hakkımızdır. Türkiye’nin
barış masasından şereiyle yaşayabilecek bütün organlara sahip bağımsız bir devlet olarak
çıkarılmasını bekliyoruz”54.
48
49
50
51
52
53
54
“İngiltere ve Âlem-i İslam”, Yeni İstanbul, 10 Mart 1335.
“Sulh Konferansında Şark İşleri”, Yeni İstanbul, 9 Nisan 1335.
“Suikasta Karşı”, Hukuk-u Beşer, 16 Şubat 1335.
“Avrupa’nın Onuru Vardır”, Müsavat, 15 Şubat 1335.
“Kendi Kendimizi Kurtarmağa Çalışalım”, Tasvir-i Efkâr, 28 Şubat 1335.
“Sulh ve Biz”, İleri, 13 Mayıs 1335.
“Türkiye’nin Hukukuna İhtiram”, Söz, 4 Nisan 1335.
214
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türk Basınında Mütareke Dönemi...
3. İzmir’in İşgali ve Basında Yarattığı Etkiler
Paris Barış Konferansı sırasında ortaya çıkan Türkiye’yi ilgilendiren önemli bir
gelişme de İzmir bölgesine yönelik bir Yunan işgaline İtalya’nın muhalefetine rağmen
İngiliz ve Fransız hükümetlerinin isteği doğrultusunda onay verilmesi olmuştur. Bu
çerçevede uzun süre Türk kamuoyundan saklanan işgal tasarısı 14 Mayıs 1919 tarihinde uygulamaya konuldu. O gün bölgede görev yapan Amiral Galthrope tarafından
bölgedeki Türk kolordu komutanı Ali Nadir Paşa’ya, Mondros Mütarekesi’nin yedinci maddesine göre İzmir istihkâmlarının ve çevresinin işgal edileceği duyuruldu. Aynı
gece işgale tepki gösteren bir grup İzmir aydını önderliğinde Maşatlık’da bir protesto
mitingi düzenlendi.
Mitinge katılan binlerce vatansever İzmirli bölgenin Yunan egemenliğine
bırakılmasının kabul edilemeyeceği konusunda görüş birliğine vardı. Mitingin
bitimi sırasında Yunan işgali de başladı. Pasaport ve Alsancak İskelelerinden karaya çıkmaya başlayan ilk Yunan birlikleri yerli Rumların coşkun tezahüratları
eşliğinde Kordon’dan Kokaryalı istikametine doğru yürüyüşe başladı. İlerleyen bu
Yunan birliğine Sarıkışla yakınlarında İzmir’de yayınlanan Hukuk-u Beşer gazetesi
başyazarı Hasan Tahsin (Osman Nevres) tarafından ateş açıldı ancak kendisi derhal
öldürüldü.
Bu gelişme üzerine Yunan birlikleri ile birleşen yerli Rumlar tarafından İzmir
Türk halkına yönelik olarak yağma, talan, tecavüz ve öldürmeler gerçekleştirildi
ve işgali izleyen iki günlük süreçte yaklaşık beş bin İzmir Türkü öldürüldü55.
İşgalin gerçekleşmesiyle birlikte İstanbul’da İzmir katliamlarının duyulmaması
için İtilaf Devletleri temsilcileri ve İstanbul hükümeti basına yönelik şiddetli bir
sansür uyguladı. Bunun sonucunda Hadisat ve Sabah gazeteleri baş makalelerini
sildi. İşgal günü çıkan Köylü gazetesi ise gerçekleri göz ardı ederek bazı fena niyetli kişilerin, İzmir’in Yunanlılarca işgal edileceği söylentisini çıkardıklarını ileri
sürdü56. İşgalin ertesi günü yani 16 Mayıs 1919 tarihinde İstanbul gazeteleri Matbuat
Umum Müdürlüğü şu resmi tebliği yayımladı:
“…Dün sabah saat 11’de Nişantaşı’nda Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya
konaklarında Amiral Veb tarafından verilen notada Paris Konferansı kararlarına göre
İzmir kalelerinin İtilaf kuvvetleri tarafından işgal edileceği bildirildiği gibi İngiliz Deniz
Kuvvetleri kumandanı Amiral Galthrope tarafından da Aydın vilayetine dün sabah tebliğ
olunan notada Paris Konferansı kararlarına ve mütarekenin yedinci maddesine dayanarak
İzmir istihkâmlarının işgal edileceği ve öğleden sonra verilen ikinci bir notada yine Mütarekename hükümlerine dayanarak İzmir şehrinin Yunan askeri tarafından işgaline İtilaf Devletleri
tarafından karar verilmiş olduğu bildirilmiştir. Hükümet bu meseleyi devlet ve millet haklarının
korunması için kendisine düşen vazifeyi tespit etmiş ve sükûnetin muhafazası lüzumunu ahaliye
tavsiye eylemesini Dâhiliye Nezaretine tebliğ eylemiştir”57.
İzmir’in işgaline İstanbul basını farklı tepkiler göstermiştir. Alemdar gazetesi bölgede bulunan İtilaf Devletleri’ne mensup kumandanlarla valinin hem resmi
55
56
57
Ergün Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, C.I, İzmir, 1997, s.141.
Köylü, 15 Mayıs 1335.
M. Tayyib Gökbilgin, Milli Mücadele Başlarken, I. Kitap, Ankara, 1959, s.86.
215
Mustafa ÖZDEMİR
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
hem de gayri resmi temasta bulunmasını fevkalade önemli bulmakta ve İzmir’de
yapılanları “ Eşkıyadan bazıları yakalandı, birçokları etkisiz hale getirilmektedir” şeklinde
yorumlamaktaydı58. İkdam’da çıkan bir habere göre de Dâhiliye Nazırı Mehmet
Ali’nin verdiği beyanatta İzmir’de bazı olayların gerçekleştiğinden hükümetin resmen haberli olmadığı ve bu konudaki söylentilere önem verilmemesi gerektiği belirtilerek gelişmeler Türk toplumundan saklanmıştır59.
Ancak bu arada bazı gazeteler gerçeği görmüş ve gerçekleşen işgale şiddetle
karşı çıkmıştır. Işık gazetesi “Elinde adalet meşalesi, dilinde milletlerin hürriyeti… Cihana haykıranlar nerede?” diye İtilaf Devletleri’ne çatmakta, İslamiyet ve Türklük
için İzmir’in bir yaşam kaynağı olduğunu belirtmekteydi60. Vakit de bu düşünceye
katılmış ve İzmir’in her zaman bir Türk şehri olacağını savunmuştur61.
Büyük Mecmua’da yazan Falih Rıfkı çeşitli gazetelerde İzmir halkının nüfus oranlarını gösteren istatistiklere karşı çıkarak İzmir Türklüğünün bir istatistik Türklüğü olmadığını, zira istatistiklerin ölü ve bozulmuş olan milletler için
olduğunu, hâlbuki İzmir Türklüğünün henüz yaşadığını, İzmir’in yiğit ve mert
Türklerinin kendilerini rakamla müdafaa etmeyeceklerini çünkü bu toprakların ilelebet Türk kalacağını savunmaktaydı62.
Memleket gazetesi ise Milletler Cemiyeti’ni oluşturan Wilson’un, Almanların
yol açtığı Alsas-Loren sorununu çözen Clemenseau’nun, Fiyome sorunu ile ilgilenen Orlando’nun özellikle de asırlardır özgürlüğü savunan bir devletin temsilcisi
olan Lloyd George’un Türklerin uğradığı bu haksızlığa müdahalede tereddüt etmeyeceklerine inanmaktaydı63.
İkdam’ın haberine göre İzmir bunalımı karşısında 18 Mayıs 1919’da Hürriyet
ve İtilaf, Sulh ve Selamet, Milli Ahrar, Demokrat, Sosyalist, Osmanlı Demokrat
Fırkalarıyla Adana ve havalisi, Trabzon Müdafaa-i Milliye, İzmir Redd-i İlhak
Cemiyetleri ve Trakya temsilcileri İtilaf temsilcilerine bir muhtıra sunmuşlardır.
Muhtıra, İzmir’in işgalini mütarekeye ve Wilson İlkeleri’ne aykırı buluyor, Yunanistan ile Osmanlı Devleti arasında savaş durumunun bulunmamasından dolayı bu
ülkenin Osmanlı topraklarını işgal edemeyeceği bildiriliyor ve bundan doğabilecek
her türlü sorumluluğun İtilaf Devletleri’ne ait olacağı ileri sürülüyordu64.
Yeni İstanbul gazetesi yaşanan bu olaylar karşısında yapılması gerekenleri
şöyle belirtmektedir: “Belirsiz bir gelecek için bağımsızlığımıza son verilmek üzeredir.
Eğer bu gerçeği takdir etmeyerek hala kendi başımıza hareket edersek on gün evvel Antalya
ve çevresinde ve iki gün evvel İzmir ve çevresinde yapılan emrivakiler karşısında kalırız ki
şimdi şikâyet edebilen basının bu hakkı da elinden alınacaktır”65.
Ayrıca Alemdar gazetesi de İstanbul Hükümeti’nin görüşünü desteklemekte ve geçici olduğuna inandığı işgal karşısında hükümetin İtilaf Devletleri’ne
başvurduğunu bildirmekte ve bu durumda halkın ağırbaşlılığını koruması gerektiğini
58
59
60
61
62
63
64
65
Alemdar, 15 Mayıs 1335.
İkdam, 17 Mayıs 1335.
“İğrenç Dram”, Işık, 16 Mayıs 1335.
“İzmir’in İşgali”, Vakit, 16 Mayıs 1335.
“Sevgili İzmir”, Büyük Mecmua, 28 Mayıs 1335.
“Hakk-ı Hayat En Büyük Haktır”, Memleket, 17 Mayıs 1335.
İkdam, 18 Mayıs 1335.
Yeni İstanbul, 18 Mayıs 1335.
216
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türk Basınında Mütareke Dönemi...
belirtmekle beraber İngiliz dostluğunu kazanmaya çalışırsak İngiltere’nin İzmir’in
işgali benzeri olaylara izin vermeyeceğine inanmaktadır66.
4.Mandacılık Düşüncesine Türk Basının Yaklaşımı
Mütareke dönemindeki siyasi oluşumların batılı devletlere yaklaşımı genelde onlara kayıtsız şartsız bir teslimiyet şeklindeydi. Özellikle Hürriyet ve İtilaf
Fırkası’na göre İngiliz ve Fransızlar medeniyette oldukça ileri gitmiş beşeriyete
efendilik eden milletler oldukları için Türklerin onlara karşı savaşa girişi affedilmez
bir hataydı. Şimdi yapılması gereken onların isteklerine boyun eğerek yapılanları
affettirmektir67.
Basın genelde İngiltere ve Fransa’nın dostluğunun sürmesini istemekte ve
özellikle gerçekleştirilecek Osmanlı Devleti’nin barış antlaşmasında bu devletlerin
desteğinin sağlanmasını arzu etmektedir. Sabah gazetesinde yer alan makalelerde
Türkler için gerçek ilkenin İngiliz dostluğunu rehber kabul etmek olduğunu savunurken mütareke dönemi propagandalarının etkisinde kalarak savaş sırasında
yapılan “Ermeni Katliamlarının” İngiltere ile aramızı açtığını savunmaktadır68. Alemdar
gazetesi ise Osmanlı Devleti’nin İngiltere’nin bulunduğu tarafa kaydığında mutlaka kazandığını ileri sürmekte ve asırların İngiliz siyasetinde hata aramanın, eski
hükümete, yani İttihatçılara ait bir zihniyet olduğunu belirtmekteydi69. Yeni İstanbul
ise Yunanistan ile aramızdaki anlaşmazlıkları sonuçlandırabilmemiz için İngiliz siyasetini savunmaya mecbur olduğumuzu ileri sürmektedir70.
Yenigün gazetesi ABD ve Fransa’dan sağlanacak yardıma İngiltere’nin
adalet severliğini ekleyerek Türk barışının haif şartlar içereceğini ileri sürmekte ve
Fransa’yı “eski dost düşman olmaz” şeklinde niteleyebilmekteydi. Hatta Zaman gazetesi barış hazırlıklarımızın “dostlarımızın” isteğine göre yapılması ikrini savunmakta ve “Türk hükümetinin vakit geçirmeksizin yarınki dostlarımızın bize yardım etmeleri için
ne gibi istekleri olduğunu öğrenmesi gerektiğini” ileri sürmektedir71.
Bu görüşlerin yanında bazı gazeteler ise işgallerin haksızlığını fark ederek duruma şiddetle karşı çıkmışlar ve ABD’nin Wilson İlkeleri’nin ülkemizde uygulanması
konusunda destek vermesini talep etmişlerdir. İkdam gazetesi bu düşünceye uygun
olarak Türkiye’de Wilson İlkeleri’nin bir an evvel uygulanmasını istemekte, böylece
bulunduğumuz kötü durumdan az bir zayiat ile kurtulabileceğimizi belirtmekteydi72.
Vakit gazetesi net bir tavır sergileyerek tüm dünyanın Türklerin hayat
hakkını elinden alamayacağını belirtmekte ve Wilson İlkeleri’ne uygun olarak
bağımsız bir Türk devletinin kurulması gerektiğini savunmaktaydı. Gazete
Türkiye’nin gelişebilmesi için yabancı uzmanların gelmesini istemekte ve bu
yapılırken de yardım eden devletlerin dost sıfatıyla gelmesini istemekte, aksi takdirde bir esaret halinin ortaya çıkabileceğini savunmaktaydı. Vakit ayrıca Paris’te
toplanan barış konferansında geri kalmış milletleri ekonomik esaret altına almak,
66
67
68
69
70
71
72
“İngilizleri İstiyoruz”, Alemdar, 21 Mayıs 1335.
Vasıf Çınay, “Mütareke’de İstanbul”, Hayat Tarih Mecmuası, C.I, S.5, Haziran - 1968, s.16.
“İngiliz Dostluğu”, Sabah, 9 Kasım 1334.
“Siyasette Hangi Yol”, Alemdar, 6 Ocak 1335.
“İngiltere”, Yeni İstanbul, 11 Aralık 1334.
“Hariçle Münasebetimiz”, Zaman, 22 Kasım 1334.
“İbret”, İkdam, 14 Ocak 1335.
217
Mustafa ÖZDEMİR
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
onları kendi menfaatleri doğrultusunda yetiştirmek için galip devletlerce “himaye”
adı altında sömürgeciliğin farklı bir çeşidinin hazırlanmakta olduğunu ileri sürmekte ve buna sadece Amerika’nın Wilson İlkeleri’ne dayanarak karşı koyduğunu belirtmekteydi73.
Vakit’te yazan Halide Edip ise daha açık bir ifade kullanarak “sadece birkaç
ayrıcalıklı millet mi istiklaline sahip olacak” diye sormakta ve eklemektedir : “Türkler
yahut kendini Türk kabul eden Müslüman kısım on milyon nüfuslu, çok canlı bir millet
kitlesidir. Onları egemenlik altına almaktan söz etmek manasız ve budalaca bir söylemdir”74.
Paris Barış Konferansı’na kadar basında var olan bu söylemler süreç
içerisinde değişime uğramış ve Türkiye’nin bir bütün olarak kalamayacağı düşünce
basına egemen olmaya başlamıştır. İleri gazetesinde Osmanlı ülkesinin bütünlüğüne
bir zarar gelmesi durumunda oluşabilecek durumu şu şekilde sıralamıştır:
1. İstanbul ve Boğazların uluslar arası bir duruma getirilmesi
2. Bu yerlerin uluslar arası bir duruma getirilmesi ile beraber egemenliğin
Yunanistan’a bırakılması
3. Batı Anadolu’nun Yunanistan’a terk edilmesi
4. Trabzon civarında bir (Pontus) hükümetinin oluşturulması
5. Yumurtalıktan Trabzon’a kadar çizilen bir hattın doğusunda büyük bir Ermeni
devletinin oluşturulması
6. Arap illerinde, İngiltere’nin korumasında bir Irak hükümeti, bir Hicaz Krallığı,
bir Filistin Yahudi Cumhuriyeti’nin meydana getirilmesi
7. Fransa’nın koruması altında Suriye’de bir veya birden fazla hükümetini ortaya
çıkarılması
8. Anadolu yaylalarından birinde hatta Bursa’mızdan uzak, Konya’da, Celali
krallığı ölçüsünde bir Türk veya Türkmen, Yörük Anadolu hükümetinin oluşturulması75.
Bu gerçekler ışığında yurdun bölüneceğinin anlaşılması üzerine konferansta ortaya çıkan bir başka görüş Türkiye’de yandaş kazanmaya başladı ki bu da
Türkiye’nin bütününü yâda bir bölümünü bir Amerikan, İngiliz ya da her hangi bir
büyük devletin mandaterliğine bırakılması düşüncesiydi76. Bazı gazetelerin ülkede
çeşitli devletlerin manda sistemlerinin bir arada bulunmasını savunmasına karşılık
Memleket gazetesi Türkiye’nin çeşitli mandalara bölünmesi yerine tek bir devletin
mandaterliğine verilmesini istemekte ve bu mandanın oluşması için gerekli şartları
şöyle sıralamaktaydı:
“1. Bir memleketin çeşitli mandalara bölüştürülmesi her halde ulusal varlığımızı bir
daha tamir edilemeyecek surette zarara uğratacaktır. Çünkü aynı millet başka başka esas-ta,
başka başka zihniyetlere göre idare edilmek suretiyle çeşitli medeniyetlerle ilişki kurmuş olacak
ve mesela bir kısım halk Anglosakson medeniyetiyle yetişeceği halde diğer bir kısmı örneğin bir
Latin medeniyetiyle yükselecektir. O halde tek bir mandater devletin bulunması şarttır.
73
74
75
76
“İrşat ve Himaye”, Vakit, 27 Aralık 1334.
“Müslümanlar Kendilerine Efendi Değil Dost İstiyor”, Vakit, 8 Ocak 1335.
“Cemiyet-i Akvam ve Bizler”, İleri, 10 Mart 1335.
Lord Kinross, Atatürk: Bir Milletin Yeniden Doğuşu, İstanbul, 1994, s.208.
218
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türk Basınında Mütareke Dönemi...
2. Osmanlı mandasını kabul eden devlet sadece saptanacak bir saha içindeki Türklere karşı
değil, savaşın bitimindeki sınırımız içindeki Türk nüfusunun tamamına karşı sorumlu olmalıdır.
3. Türk mandasının hangi devlete ait olacağı meselesi Türk milletinin oyuna müracaatla tayin edilmelidir.
4. Kabul edilecek mandanın hiçbir siyasi ve askeri içeriği olmamalı ve kısacası askeri
ve siyasi bağımsızlığımız tamamıyla muhafaza olmalıdır”77.
4.1. Amerikan Mandası Fikrinin Oluşması ve Basının Yaklaşımı
Wilson İlkeleri’nin yayınlanmasından sonra Osmanlı azınlıkları kendilerine vaat edilen otonomiyi gerçekleştirmek amacıyla İngiliz ve Amerikan himayesini savununca Türklerde de “bütün bütün mahvolmaktansa daha az zararlısı
sayılabilecek, bir devletin himayesiyle vaziyeti kurtaramaz mıyız?” zihniyeti belirdi78.
Bu çerçevede Wilson’un desteğini sağlayarak Türkiye’nin kalkınması amacıyla
14 Ocak 1919 tarihinde İstanbul’da Wilson Prensipleri Cemiyeti kuruldu. Üyeleri
arasında Halide Edip (Adıvar), Ali Kemal( Sabah gazetesi yazarı), Reik Halid, Celal
Nuri (İkdam gazetesi başyazarı), Necmeddin Sadık (Akşam gazetesi başyazarı),
Mahmud Sadık Bey (Yenigazete başyazarı), Ahmet Emi Bey (Vatan gazetesi
başyazarı), Yunus Nadi Bey (Yenigün gazetesi başyazarı) gibi tanınmış kişilerin
yer aldığı cemiyete göre Amerika’dan gönderilen uzman kişilerin bir danışman
çerçevesinde oluşturdukları geniş bir kurulun 15 ila 25 yıl süresince Türkleri
eğitmesi bekleniyordu79.
Türkiye’ye yönelik bir Amerikan mandasının oluşturulmasını savunan
cemiyetin kuruluşu Türk basınında farklı yansımalar gösterdi. İngiliz himayesi
taraftarı olan basın cemiyetin varlığını sert bir dille eleştirdi. Sabah gazetesi cemiyetin tüzüğünde yer alan maddelerin ekonomik bağımsızlığı sağlamada kıskanç bir
tutum sergilediğini belirtmekte ve bunun pek mümkün olmayacağını eklemektedir80. Minber gazetesi ise cemiyeti “temelsiz bir bina”ya benzetmekteydi81. Serbesti
gazetesi cemiyetin Türk ve Osmanlı kökenli olmayan üyelerinin tüm Türk basını
adına söz söyleme hakkını nerede bulduğunu sormakta ve cemiyetin Türk halkının
tamamının düşüncesini yansıtmadığını savunmaktaydı82. Yeni İstanbul gazetesi ise
bu gün bir “İngiliz Müzaheratı Talebi Cemiyeti” oluşturulursa prensler de, ulema da,
siyasi parti başkanları da dâhil olduğu halde bütün Türklerin bu cemiyetin ateşli
yandaşları olacağını ileri sürmektedir. Milletin genelinin Amerika’nın konumundan ve tarihinden haberdar olmadığını, Türkiye’ye yapılacak küçük bir İngiliz
yardımının devletin gelişimine yeterli olacağını savunmakta ve Türkiye’de var olan
hükümdarlık kurumuyla Amerika’nın siyasi durumunun bir çelişki yaratacağı, böylece bu durumun sorunları çözmekten ziyade daha da artıracağını belirtmektedir83.
77
78
79
80
81
82
83
Memleket, 31 Temmuz 1335.
Ziya Somar, “Manda ve Meşhur Mandacılar”, Tarih Konuşuyor, C.III, S.14, Mart - 1965, s.1146.
Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, C.II, İstanbul, 1999, s.245.
Sabah, 6 Aralık 1334.
Minber, 7 Aralık 1334.
“Wilson Prensipleri Cemiyeti”, Serbesti, 9 Aralık 1334.
“Wilson Prensipleri Cemiyeti”, Yeni İstanbul, 16 Aralık 1334.
219
Mustafa ÖZDEMİR
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türk basınının bir kesimi ise oluşturulacak bir ABD mandasının Türkiye’nin
gelişimine katkı sağlayacağı düşüncesindeydiler. Vakit gazetesi bu konudaki
düşünceleri şöyleydi:
“Dünya üzerinde sermayenin son derece sınırlı olduğu ve devletlerden bir
kısmının harp borçlarının yükünü kendi milletlerinden kaldırarak zayıf bulduklarına, türlü türlü şekillerde yükletmeye çalışacağı bir sırada dış harcamalarımız ve ekonomimizin
gelişmesi için muhtaç olduğumuz parayı, istiklalimiz korunmuş bulunmak şartıyla nereden
sağlayacağız? Para da bulsak nüfustan, üretim araçlarından, teşkilattan yoksun bir ülkeyi,
güçlü devletlerle olan ilişkilerde tamamıyla eşit bir üye halinde bulundurmak ve her cins
saldırı ikrinin önüne geçmek için gerekli maddi ve manevi kudreti nereden alacağız? Bu
yüzden Amerika’nın seçiminden maksat tarafsızlığı, bizden uzak olması, ekonomik çıkarlar
sağlamadan uzak duran bir davranış içinde bulunması, ortaya koyduğu prensiplerle kendini
bütün medeniyet âlemine karşı bağlamış olması ve pek çok dışarıya gönderilebilir sermayeye
sahip olmasıdır”84.
Cemiyetin kuruluşunu destekleyen diğer bir gazete ise Yenigün’dür.
Gazete cemiyete yönelik olarak yapılan memlekete müdahale talep etmesi gibi bir
suçlamanın dayanaksız olduğunu ileri sürmekte ve cemiyetin hürriyet ve istiklalimizi sağlama maksadının özellikle kamuoyumuzdan göreceği iyi niyet ve yardım
ile başarılı olacağını savunmaktaydı85.
Amerikan mandası ikri özellikle İzmir’in Yunanlılarca işgali sonrasında kuvvetlenmeye başladı. Ülkenin ancak Amerikan desteği sayesinde parçalanmayacağı,
bir bütün olarak kalacağı savunuldu. Ancak Sivas Kongresi ile birlikte giderek
etkinliğini kaybetti ve Amerikan mandasının uygulanamayacağının anlaşılması
üzerine bu düşünceyi savunanların giderek ulusal bağımsızlığa destek verir hale
geldikleri görüldü.
4.2. İngiliz Himayesi Fikri ve Basındaki Yansımaları
Mütareke döneminde Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin destekleyen İstanbul
basını İngiltere ile savaş nedeniyle bozulan dostluk ilişkilerinin yeniden kurulmasının
savunmaktaydı. İngiliz yanlısı basın geleceğin Anglo-Sakson ırkta olduğunu ve
geleceğin siyasal, ekonomik ve medeni haritasının İngiltere tarafından oluşturulacağını
beyan etmekteydi. Ayrıca Osmanlı ülkesindeki Türklerin İngiltere’ye ihanet ettiği86
ve bundan sonra Türkiye’nin “Kırım Muharebesi’nde aynı safta silah arkadaşlığı ettiği”
dostlarıyla birlikte hareket edileceğine inanılmaktaydı87. Eğer Türkiye’de bir İngiliz
himayesi oluşturulursa Türkiye’nin bundan zarar görmeyeceği İstanbul’daki İngiliz
yanlısı basın tarafından şöyle belirtilmekteydi : “İngilizler arı gibidir. Çiçeğin üstüne
konar balını alır. Fakat ne çiçeğin konusuna, ne şekline zarar gelir”88.
Basında görülen bu İngiliz himayesi isteği Osmanlı devlet adamları tarafından
da kabul gördü. Bu çerçevede 30 Mart 1919’da Padişah Vahdettin ve Sadrazam
Damat Ferit İstanbul’daki Amiral Galthrope’a aşağıdaki şartları içeren bir himaye
önerisinde bulunmuştur:
84
85
86
87
88
“Hakikati Görmek Cesareti”, Vakit, 2 Aralık 1334.
“Yeni Türkiye”, Yenigün, 8 Aralık 1334.
“İngiltere Muvacehesinde Vaziyetimiz”, Söz, 11 Nisan 1335.
“Eski Dostluk”, Alemdar, 30 Nisan 1335.
“Altı Şevval Münasebetiyle”, Alemdar, 17 Mart 1335.
220
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türk Basınında Mütareke Dönemi...
1. İngiltere, Sultan’ın egemenliğindeki Asya ve Avrupa topraklarımızdan
gerekli gördüğü yerleri, Türkiye’nin yabancılara karşı bağımsızlığını korumak ve
içerde huzuru sağlamak amacıyla, on beş yıl süreyle işgal edecektir.
2. Ermenistan, İngiltere’nin isteğine göre, bağımsız ya da özerk cumhuriyet
olarak kurulacaktır.
3. Karadeniz ve Çanakkale Boğazları’ndaki bütün tahkimat yıkılacak ve bu
bölgeler İngiltere tarafından işgal edilecektir.
4. İngiltere, bir dostluk belirtisi olmak üzere, Osmanlı bakanlıklarına
Sultan’ın İngiliz müsteşarlar atamasına rıza gösterecektir.
5. Her ilde bir İngiliz başkonsolosu bulunacaktır. Bu başkonsoloslar valilere
on beş yıl süreyle danışmanlık yapacaklardır.
6. Parlamento seçimleri ve yöresel seçimler, İngiliz konsoloslarının gözetimi
altında gerçekleştirilecektir.
7. İngiltere gerek merkezde gerek illerde maliyeyi kontrol hakkına sahiptir89.
Osmanlı yönetiminin bu talepleri basında duyulunca İngiliz yanlısı İstanbul
basını tarafından hararetle desteklendiği görüldü. Bu gazeteler tarafından eğer
İngiltere’nin dostluğu sağlanabilirse Osmanlı Devleti’nin hem kendini kurtaracağı
hem de İslamiyet’e dini bir hizmette bulunacağı, bu iki önemli fırsatın da elden
kaçırılmaması gerektiği ileri sürülmekteydi90. Ayrıca İngiltere’nin desteğiyle bir
İslam birliğinin dahi sağlanabileceğine inanılmaktaydı91.
Basında himaye kelimesi de farklı algılanmakta ve himayenin bir milletin ölmesi demek değil tam tersi hayata hazırlanması olarak belirtilmekle beraber
İngiliz himayesinin faydalarına da örnek olarak Kanada verilmekte ve Türkiye’de de
böyle bir himaye kurulursa Türklerin de kısa sürede Kanadalılar gibi ilerleyecekleri
savunulmaktaydı92. Bu isteğin gerçekleşmesine yönelik olarak Alemdar gazetesi bir
muhtıra hazırlayarak genel merkezinde imzaya açtı. Gazeteye göre bu muhtıraya
“binlerce” İstanbullu onay vermişti. Muhtıraya göre “muhterem İtilaf Hükümetleri”
Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü bozucu, siyaseten kabul edilemez kararlar
almışlarsa, Osmanlı Devleti, siyasi erginliğini kanıtlayıncaya değin, İngiltere’nin
“müzahereti” sağlanarak ulus birliği ve hükümet varlığının yaşatılması arz ediliyor
ve İtilaf Devletleri’nden merhamet dileniyordu93.
İngiliz yanlısı basın o sıralarda Türkiye’ye gelen King – Crane Komisyonu’nun
çalışmalarına ve belirli bir kesim tarafından savunulan Amerikan mandası düşüncesine
de şiddet karşı çıkmaktaydı. Amerika’nın Türkiye ve İstanbul’u kendi mandasına
kabul etmesi halinde İttihatçılar tarafından takip edilecek olan siyasetle İslam ülkelerinde ateş, nifak ve ihtilalin her fırsattan istifade edilerek gerçekleştirileceği,
bu yüzden Amerika’nın da mütteikleriyle pek fazla dost kalamayarak birçok
yeni sorun oluşacak, böylece “Doğu Sorunu” halledilememiş olacaktı94. Ayrıca
89
90
91
92
93
94
Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, I.Kitap, İstanbul, 1975, s.205.
“İngiltere, Biz ve Âlem-i İslam”, Alemdar, 14 Temmuz 1335.
Sina Akşin, a.g.e., s.522.
“İngiltere Himayesi”, Yeni İstanbul, 20 Mayıs 1335.
Alemdar, 29 Mayıs 1335.
“Amerikan Mandasını Red Ederiz”, Yeni İstanbul, 3 Ağustos 1335.
221
Mustafa ÖZDEMİR
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Amerika, daha yeni karışmış bir devlet olduğundan bizi tanımayacağı, bununla
beraber Amerika’nın kabul ettiği hükümet tarzının Türkiye ile bağdaşmayacağı95,
bizi tanıyınca da hayallerinde yarattıkları Türkiye olmadığı için hayal kırıklığına
uğrayacağı savunulmaktaydı96. Tüm bunların yanında Türklerle birlikte hareket
eden bir kuvvet dururken okyanus ötesinden medet ummanın da doğru bir
davranış olmadığı97, ileri sürülerek halkın çoğunluğunun Türkiye’nin istiklalini
sağlamada İngiliz himayesinin gerekli olduğuna inandıkları belirtilmekteydi98.
Hele yüz milyona ulaşan bir Müslüman nüfusu sahip İngiltere’nin bu duruma iyi
yönetim ve adaletli uygulama ile ulaştığı ifade edilerek99 bundan sonra Türkiye’nin
kaçınılmaz olarak İngiltere ile birlikte yürüyeceği100 ve İngiltere’nin Türkiye’de asla
unutulmayacağı ileri sürülmekteydi101.
İngiliz himayesini destekleyenler bir süre sonra daha örgütlü bir yapı içine
girdiler ve 20 Mayıs 1919 tarihinde İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni oluşturdular.
Cemiyet, Osmanlı halkında bulunan sonsuz İngiliz sevgisiyle Osmanlı Devleti ve
İngiltere arasında bir dostluk meydana getirmeyi102, böylece de Osmanlı memleketlerinin bütünlüğünü sağlamayı amaç edindiğini ileri sürmekteydi103. Cemiyete
katımın fazla olduğuna dair haberler sıklıkla İngiliz yanlısı basında yer aldı. Yeni
İstanbul gazetesinin haberine göre cemiyetin kısa sürede çok fazla üye kaydettiğine
işaret edilmiş, bunun da İngiliz himayesi ikrinin Türkiye’de ne kadar büyük bir
topluluk tarafından desteklendiğinin kanıtı olduğu ileri sürülmekteydi104. İngiliz himayesi anlayışı giderek İstanbul’da yer alan ve birkaç işbirlikçi gazete tarafından
savunulur olmuş ve Milli Mücadele hareketinin giderek başarılı olmasıyla birlikte
etkinliğini kaybetmiştir.
Sonuç
Mütareke dönemindeki gerek İstanbul gerek Anadolu gazetelerinin
çoğunluğu mütarekenin imzalanmasıyla birlikte savaş sırasında ortaya çıkan
sorunların bir anda sona ereceğine, Wilson’un yayınladığı ilkelerden özellikle
Türkleri ilgilendiren on ikinci ilkenin, Osmanlı ülkesinde Türklerin çoğunlukta
olduğu bölgelerin yönetiminin Türklere bırakılması ilkesi, Türkiye’nin kurtuluşunu
sağlayacağına inanmaktaydılar. Bunun yanında İttihat ve Terakki karşıtı basın
(ki o sırada yayınlanan gazetelerin önemli bir kısmı bu düşüncedeydi) Batılı
büyük devletlerle bozulan ilişkilerin yeniden düzelebilmesi için çalışmakta, bunu
gerçekleştirmek ve Avrupalı devletlerin sempatisini kazanabilmek adına Türkiye’yi
savaşa sokan İttihat ve Terakki kadrosuna karşı yoğun bir karalama kampanyası
yürütmekteydi.
95
96
97
98
99
100
101
102
103
104
“Amerika mı? İngiltere mi?”, Alemdar, 1 Ağustos 1335.
“Amerika Değil İngiltere”, Alemdar, 22 Ağustos 1335.
“İngiltere’nin Yeni Vaziyet-i Siyasiyesi”, Alemdar, 4 Eylül 1335.
Alemdar, 1 Eylül 1335.
“İngiltere ve Âlem-i İslam”, Ahenk, 10 Ağustos 1335.
“Biraz Nur Biraz Hayat”, Alemdar, 22 Mayıs 1335.
“İngiltere Seni Unutmadık”, Alemdar, 7 Temmuz 1335.
Alemdar, 21 Mayıs 1335.
“İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin Beyanname ve Programı”, Alemdar, 28 Mayıs 1335.
“İngiltere Himayesi”, Yeni İstanbul, 21 Mayıs 1335.
222
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türk Basınında Mütareke Dönemi...
Ancak mütareke sonrasında İtilaf Devletleri’nin yaptıkları keyi uygulamalar, haksız gerekçelere dayalı işgaller basının bir kesiminin gözünden kaçmadı.
Milliyetçi basın yapılan uygulamalara karşı çıkıp Wilson İlkeleri’nin Türkiye’de
uygulanması gerektiğini ileri sürerek Türk bağımsızlığını savunmuşlardır. Diğer
yandan işbirlikçi basın ise meydana gelen gelişmelerin suçunu İttihatçılara yıkmakta
ve Türklerin bu durumda üzerlerine düşenin sessizce bu durumu kabullenmek
olduğunu ileri sürmekteydiler.
Her iki taraf gazetelerinin birleştikleri nokta ise Türkiye’nin zor bir süreçte
bulunduğu ve bu süreci aşmanın tek yolunun da batılı bir devletin yardımını almak olduğuydu. Ancak bu devletin kim olacağı ve yapılması istenilen yardımın
kapsamına gelindiğinde farklı düşünceler ileri sürülmekteydi. Bazı gazeteler
Türkiye’ye uzak olduğu ve emperyalist istekleri olmadığını ileri sürerek Amerikan
yardımını savunmaktaydı. Bir kısım gazeteler ise Amerika’nın ülkemizi tanımadığını,
dolayısıyla Türklerin sorunlarını anlamayacağı ve bir çözüm yolu getiremeyeceğini
belirterek Türkleri tanıyan bir Avrupa devletinden yardım almanın daha yararlı bir
davranış olacağına inanmaktadır ki bu devletin de İngiltere olması sözü edilen gazetelerce hararetle desteklenmektedir.
Paris Barış Konferansı’nda ortaya atılan manda ikrinin Türkiye’de
duyulmasıyla birlikte önemli bir basın kesimi bu düşünceyi benimsedi ve büyük
bir devletin mandaterliği altında Türkiye’nin varolan ekonomik, sosyal ve siyasi
sıkıntılarından kurtulacağı savunulmaya başlandı. Genelde bu sırada basında
İngiliz mi yoksa Amerikan mandasının mı? Tercih edileceği soruları gündemi oldukça meşgul etmiştir. Bu tartışmalar 1919 yılının sonuna kadar sürmüştür. Özellikle İzmir’in işgaliyle Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerin de Türkiye’den
koparılacağının anlaşılması üzerine bazı gazeteler işgallere tepki göstermişler ve
büyük bir devletin mandaterliğini kabul etmenin Türkiye’nin parçalanmasını engelleyebilecek tek çözüm yolu olduğunu savunmuşlardır.
Ancak 1919 Ağustos ve Eylül aylarından itibaren Amerikan mandasını
savunan basının Türkiye’de oluşturulabilecek Amerika’nın manda yönetiminin
sadece Ermenistan adı altında Doğu Anadolu’yu ve Boğazları kapsayacağını ve yine
bir parçalanmanın yaşanabileceğini anlamaları üzerine büyük bir çoğunluğu ulusal
direnişi ve Türk bağımsızlığını desteklemeye başlamışlardır.
Diğer yandan ulusal direniş karşıtı basın ise bu direnişlerini Milli Mücadele
dönemi boyunca sürdürmeye devam ettiler ve Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla
çoğunun kapatılması söz konusu oldu.
223
Mustafa ÖZDEMİR
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
KAYNAKÇA
I-Gazeteler
Ahenk
Alemdar
Anadolu
Hadisat
Hukuk-u Beşer
Işık
İkdam
İleri
Köylü
Memleket
Minber
Müsavat
Sabah
Selamet
Serbesti
Söz
Tasvir-İ Evkâr
Vakit
Yeni Gazete
Yenigün
Yeni İstanbul
Zaman
224
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türk Basınında Mütareke Dönemi...
II-Dergiler
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi
Belleten
Büyük Mecmua
Hayat Tarih Mecmuası
Tarih Konuşuyor
Tarih ve Toplum
III-Kitaplar
AKŞİN, Sina, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, Ankara, 1998.
ALTUĞ, Yılmaz, Türk Devrim Tarihi Dersleri (1919–1938), İstanbul, 1973.
ARIKAN, Zeki, Mütareke ve İşgal Dönemi İzmir Basını (30 Ekim 1918-8 Eylül 1922),
Ankara, 1989.
ATAY, Falih Rıfkı, Çankaya, İstanbul, 1980.
AVCIOĞLU, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, I.Kitap, İstanbul, 1975.
AYBARS, Ergün, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, C.I, İzmir, 1997.
COŞAR, Ömer Sami, Milli Mücadele Basını, İstanbul, 1964.
GÖKBİLGİN, M. Tayyib, Milli Mücadele Başlarken, I.Kitap, Ankara, 1959.
IRMAK, Sadi, Atatürk Devrimleri Tarihi, İstanbul, 1973.
İÇEL, Kayıhan, Kitle Haberleşme Hukuku, İstanbul, 1998.
JELTYAKOV, A.D., Türkiye’nin Sosyo-Politik ve Kültürel Hayatında Basın: 1729-1908
Yılları, İstanbul, 1979.
KARAL, Enver Ziya, Büyük Osmanlı Tarihi, C.IX, Ankara, 1996.
LORD Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, İstanbul, 1994.
MORALI, Nail, Mütareke’de İzmir Olayları, Ankara, 1973.
ORAL, Fuat Süreyya, Türk Basın Tarihi (1728-1922, 1831-1922), I.Kitap, Ankara, 1968.
ÖZTOPRAK, İzzet, Türk ve Batı Kamuoyunda Milli Mücadele, Ankara, 1989.
SEZER, Duygu, Kamuoyu ve Dış Politika, Ankara, 1972.
TUNAYA, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasal Partiler, C.II, İstanbul, 1999.
TURAN, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi, C.I, Ankara, 1991.
225
Mustafa ÖZDEMİR
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
IV-Makaleler
BAYRAKTAR, Bayram, “Mütareke’de Ses Gazetesi”, Tarih ve Toplum, C.XVI, S.93
(Eylül 1993).
BİRİNCİ, Ali, “Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı Destekleyen Matbuat”, Tarih ve Toplum,
C.IV, S.42 (Haziran 1987).
ÇINAY, Vasıf, “Mütareke’de İstanbul”, Hayat Tarih Mecmuası, C.I, S.5 (Haziran
1968).
İSKİT, Server R., “Milli Mücadele’de Anadolu Gazeteleri”, Tarih Konuşuyor, C.V,
S.26 (Mart 1966).
JAESCHKE, Gotthard, “Mondros’a Giden Yol”, Belleten, C.XXVIII, S.109 (1964)
KABACALI, Aykut, “Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemlerinde Sansür”, Tanzimat’tan
Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C.3, İstanbul, 1985.
KOLOĞLU, Orhan, “Osmanlı’larda Basın ve Kamuoyu”, Osmanlı Ansiklopedisi, C.6,
İstanbul, 1994.
KUDRET, Cevdet, “Birkaç Örnek ile Mütareke Dönemi Sansürü”, Tarih ve Toplum,
C.IX, S.53 (Mayıs 1988).
KUTAY, Cemal, “Birinci Dünya Savaşı’ndan Çıkışımızın Hatıraları”, Tarih
Konuşuyor, C.VII, S.45 (Ekim 1967).
ÖZKAYA, Yücel, “Milli Mücadele Başlangıcında Basın ve Mustafa Kemal Paşa’nın
Basınla İlişkileri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C.I, S.3 (Temmuz 1985).
ÖZKORKUT, Nevin Ünal, “Basın Özgürlüğü ve Osmanlı Devleti’ndeki Görünümü”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.51, S.3, Ankara, 2002.
SOMAR, Ziya, “Manda ve Meşhur Mandacılar”, Tarih Konuşuyor, C.III, S.14 (Mart
1965)
TEVETOĞLU, Fethi, “Atatürk’le Okyar’ın Çıkardıkları Gazete: Minber”, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, C.V, S.13 (Kasım 1988).
226
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.227-236
MÜBADELE ÖNCESİ YUNANİSTAN’DAKİ
MÜSLÜMAN-TÜRK AZINLIĞA İLİŞKİN
ÇOK ÖNEMLİ BİR KAYNAK:
“MECMÛ’A-YI KAVÂNÎN-İ YUNÂNİYE”
Nuri ADIYEKE
Özet
1921 yılında, Selanik’te Yunanistan vatandaşı olan Müslümanlar için çok önemli bir
eser yayınlandı. Yeni asır matbaasında basılan bu eserde, Yunanistan’da yaşayan MüslümanTürk azınlığı ilgilendiren kanunlar bir araya getirilmiştir. Mecmû’a-yı Kavânîn-i Yunâniye adlı
bu eserde, Yunanistan hükümetinin çıkardığı bu kanunlar Türkçe’ye çevrilmiş bazen da
şerh edilmiştir. Yunanistan Anayasası’nın yanı sıra Müslüman-Türk cemaatini ilgilendiren
farklı yasalar ve cemaat hukuku ile ilişkili, İslam Cemaatleri kanunu, Müftülük ve Evkafa
ait kanunlar şirketler hukuku ve son olarak miras ve intikale ait yasalar kitaba alınmıştır. Bu
kitap, mübadele öncesi Yunanistan’daki Müslüman-Türk azınlığa ait çok önemli ve yeni bir
kaynaktır.
Anahtar Kelimeler: Müslüman-Türk Azınlığı, Yunanistan, Mübadele, Kanun.
A SOURCE CONCERNİNG THE TURCO-MUSLİM
MİNORİTY BEFORE THE POPULATİON
EXCHANGE IN GREECE
“MECMÛ’A-YI KAVÂNIN-I YUNÂNIYE”
Abstract
A very important work for the Muslims with Greek citizenship of Thesalonika has
been published in 1921. Laws which interested the Turkish Muslim minority living in Greece
have been compiled in this work, which was published by the Yeni Asir Press. These laws
which were promulgated by the Grek government have been translated into Turkish with
occassional annotated commentaries. The work contains the constitution of Greece, and various laws related to the Muslim Turkish community and minority institutions, such as the law
of the Muslim societies, the law of foundations, the law of Muftuluk, Law of companies and
lastly, laws related to the heritage. This work is a very valuable source fort he Turkish muslim
minority of Greece before the Population Exchange.
Key Words: The Turco-Muslim Minority, Greece, Population Exchange, Law.
227
Nuri ADIYEKE
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Kurtuluş savaşının en ateşli günlerinde, 1921 yılında, Selanik’te Yunanistan
vatandaşı olan Müslümanlar için sessiz sedasız bir eser yayınlandı. Bu eserde,
Yunanistan’da yaşayan Müslüman-Türk azınlığı ilgilendiren kanunlar bir araya
getirilmiştir. Haftalık fasiküller halinde yayınlanan bu eserin kapağında aynen
şunlar yazılıdır.
(1)
Mecmû’a-yı Kavânîn-i Yunâniye
Her hata Pençşenbih günleri neşr olunur
İlmi risale-yi mevkutedir.
Sahib ve müdürü: Selanik vükela-yı davasından
Hristaki Karagöz
İdarehanesi: Muvakkaten “Yeni Asır” Gazetesi idarehanesinde
[2 Eylül 1921 (12. Fasikül)’den iibaren]
İdarehanesi: Frenk Mahallesi’nde Alaini Han’da 39 numaralı dairedir
Senelik abone bedeli: Peşinen tediye edilmek üzere otuz drahmidir
Tarihi: 22 Nisan 1921-1338, 27 Şaban 1339
“Yeni Asır” Matbaası
228
Mübadele Öncesi Yunanistan’daki Müslüman...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Önceleri, her hafta çıkarılması planlanan fasiküller, bazı haftalar aksamış
ama gecikerek de olsa 14 sayfa (kapak dahil 16) olmak üzere 18 sayı çıkmıştır.
Kapak ve arka varağa sayfa numarası verilmemiştir. Sayfa numaraları metin bir
bütün oluşturacak şekilde (1’den 252’ye kadar) düzenlenmiştir. Eser, yukarıdan
da anlaşılacağı üzere, daha sonraları İzmir’e taşınacak olan ve hala yayınlanan,
Selanik’in en önemli Türkçe gazetelerinden Yeni Asır’ın matbaasında basılmıştır.
Şunu da belirtmeliyiz ki, bizim seneler önce İzmir’de edindiğimiz ciltli nüshada 18
fasikül bulunmaktadır. Eserin daha sonraki tarihlere ait basılan fasiküllerinin olup
olmadığı malumumuz değildir. Bu 18 fasikülün basım tarihleri ise şöyledir.
Fasikül No
Basım Tarihi
Fasikül No
Basım Tarihi
1
22 Nisan 1921/1337,
27 Şaban 1339
10
15 Temmuz 1921/1337,
21 Zilkade 1339
2
29 Nisan 1921/1337,
4 Ramazan 1339
11
29 Temmuz 1921/1337
6 Zilhicce 1339
3
6 Mayıs 1921/1337,
11 Ramazan 1339
12
2 Eylül 1921/1337,
12 Muharrem 1340
4
13 Mayıs 1921/1337,
18 Ramazan 1339
13
23 Eylül 1921/1337,
3 Safer 1339
5
20 Mayıs 1921/1337,
25 Ramazan 1339
14
7 Teşrini Evvel 1921/1337
1 Rebiül Evvel 1340
6
27 Mayıs 1921/1337,
2 Şevval 1339
15
21 Teşrini Evvel 1921/1337
1 Rebiül Evvel 1340
7
3 Haziran 1921/1337,
Şevval 1339
16
11 Teşrini Sani 1921/1337,
23 Rebiül evvel 1340
8
24 Haziran 1921/1337,
30 Şevval 1339
17
9 Kanunu evvel 1921/1337,
22 Rebiül Ahir 1340
9
8 Temmuz 1921/1337,
14 Zilkade 1339
18
16 Kanunu Evvel 1921/1337,
29 Rebiül Ahir 1340
Eseri hazırlayan Hristaki Karagöz aslen Sirozlu’dur. İstanbul Hukuk
Mektebi’ni bitirdikten sonra, otuz yıl Siroz’da Osmanlı ve Yunan mahkemelerinde
dava vekilliği, avukatlık yapmış, 1920 yılında da 136 numaralı Yunanistan Resmi
Gazetesi’nde yayınlanan Kral iradesi ile Selanik Bidayet ve İstinaf Mahkemesi’ne
görevlendirilmiştir. Karagöz, esere yazdığı önsözde bu bilgileri verdikten başka,
kendisini tanıtırken “öteden beri menai-yi İslamiyeye hizmetle” tanınmış birisi
olduğunu söylemektedir. Daha da önemlisi yazar, her iki hükümetin kanunlarına ve
uygulamalarına ayrıca resmi dillerine vakıf bulunmasının kendisini bu işi yapmaya
cesaretlendirdiğini belirtmektedir.
Hristaki Karagöz, bu işe başlarken çeşitli yardımlar ve destekler almıştır.
Yazar önsözde, Selanik Belediye Reisi Osman Seyid Bey ve meclis üyelerine
teşekkürlerini belirtmiştir. Daha önemlisi bu girişim Selanik müftüsü ve Cemaat-i
İslamiye Reisi Hafız Ahmed Efendi tarafından 547 numaralı yazı ile Yunanistan’daki
229
Nuri ADIYEKE
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
bütün müftülüklere duyurulmuş ve bu eserden edinmeleri tavsiye olunmuştur.
Keza, 26 Kanunu Sani 1336 (1920) tarihli Yeni Asır gazetesinde bu konuda Cemaat-i
İslamiye başkanlığından bir ilan yayınlanmıştır. Bu ilan aynen şöyledir:
“Cemaat-i İslamiye Riyaseti”nden.
Hukuk ve menai-i islamiyeye hizmet maksad-ı hayriyesiyle ahali-yi
İslamiyeye müteallik Yunan Meclis-i Müessesanı tarafından müceddeten tanzim
ve neşr edilecek Kavanin-i Yunaniye’yi hariyen Türkçeye tercüme ve icabına göre
teşrih ve on ikişer sayfa üzerine haftada bir 〈Mecmua-yı Yunaniye〉 namı altında
neşr olunmak ve senevi abone bedeli otuz drahmi üzerinden verilmek üzere Selanik
dava vekillerinden Sirozlu Hristaki Karagöz Efendi bir risale-yi muvakkatenin
telif ve neşrini deruhte eylemiş ve teşebbüsat-ı vakıa cemaat-ı muvafık görülmüş
olduğundan bu hususda teşekkül eden heyetin müracaatında alakadar olanların
abone kayd edilmesi tavsiye olunur”.
Bu ilanın,
anlaşılmaktadır.
aynı
tarihlerde
Selâmet
gazetesinde
de
yayımlandığı
Hristaki Karagöz esere yazdığı önsözde kitabı yazma amacını şöyle
anlatmaktadır. Müslüman vatandaşlar, Yunan hükümetinin resmi dili olan
Yunanca’yı yeterince bilmemelerinden dolayı Yunanistan yasalarından ve diğer
yasal mevzuattan haberdar olamamaktadırlar. Bundan dolayı, hükümet ile en
küçük işlerinde bile bir sonuç alamayarak fevkalade zorluklarla karşılaşmakta ve bu
yüzden en temel yasal haklarını dahi kullanamamaktadırlar. Bunun sonucu olarak
da hükümet ve memurlara karşı bir kırgınlık, bir memnuniyetsizlik oluşmaktadır. Bu
durumun hem vatandaş hem de devlet açısından bir özrü de yoktur. Hristaki Karagöz
Efendi, kitabı yazmaktaki amacının bu problemi ortadan kaldırmak olduğunu söylemektedir.
Karagöz Efendi’ye göre bu kitabın yayımı sadece Müslüman cemaate bir
hizmet değil Yunanistan devletine karşı da bir vazifedir. Ona göre, bu konuda
oldukça geç kalınmıştır. Bunca Müslüman ahaliye sahip olan Yunanistan devleti,
kanunlarının en önemlilerini olsun Müslümanların bilgisine sunmalı idi. Bu çerçevede bu kitap, hem Müslüman vatandaşa hem de devlete bir hizmet idi. Yazara
göre, Müslüman vatandaşların bunu değerlendirip neşredilen mecmualardan birer
nüsha edinip okuyarak, kendilerini ilgilendiren mevcut kanunlar hakkında bilgi edinmeleri vatana karşı [Yunanistan’a] bir vazife olmakla beraber kendi menfaatleri
açısından da oldukça önemli idi.
Yazar, kitabı yazma yöntemini şöyle açıklamaktadır. Müslüman halk için,
Yunan Meclis-i Müessesatı tarafından yeniden düzenlenecek olan Yunan kanunlarını
hariyen Türkçe’ye tercüme etmek ve duruma göre açıklamak. Ne var ki, Meclis-i
Müessesan tarafından bir komisyon oluşturularak Kanun-u Esasi’nin değiştirilmesi
pek muhtemel görünmediği için mevcut Kanun-u Esasi’nin 3. maddesinden 87.
maddesine kadar olan kısmını aynen tercüme ve her maddenin altına o maddenin
açıklaması ve lazım olan ilişkili başka kanunların belirtilmesi kararlaştırılmıştır.
Ayrıca Yunanistan mülkiye, adliye, zabıta teşkilatlarına ilişkin yasaların yanı sıra
hakim ve savcıların, mahkemelerin görev, yetki ve sorumluluklarına ilişkin yasalar
da bu kitaba dahil edilecektir. Bunlara ek olarak, ceza kanunu ve muhakeme usulle-
230
Mübadele Öncesi Yunanistan’daki Müslüman...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
rinden halkı ilgilendiren önemli konular da kitaba konulacaktır. Müslüman cemaati
özellikle ilgilendiren, Cemaatler yasası, mebus seçimleri, belediye, asker alma, polis,
jandarma, gibi düzenlemelerin yanı sıra mülkiyetle ilgili arazi, emlak vergisi, rehn-i
emlak, kiracının tahliyesi, ziraat, ziraat örgütleri, istimlak, nüfus işleri, veraset gibi
sosyal hayata dair yasaların da neşredilmesi planlanmıştır.
Hristaki Karagöz Efendi önsözünde, müftü ve cemaat önderlerinin Müslüman ahaliyi bu mecmuayı almaları için yüreklendirmelerini istemekte, Yunan
kanunlarının öğrenilmesi “maksad-ı hayrının” takdire şayan bir iş olduğunu
vurgulamaktadır. Önsözün son cümlesi ise ilginçtir. “Tevik Allahdandır!”
Kitap, fasiküller halinde 1921 yılı boyunca ufak tefek aksamalarla da olsa
18 fasikül olarak yayınlanmıştır. Kitabın sayfa numaraları fasikül esası ile değil,
yazarın da önsözünde belirttiği gibi bir kitap oluşturmak amacıyla 1’den başlayıp
biri birini takip ederek 252’ye kadar devam ettirilmiştir.
Her fasikülün kapak arkası sayfasında “ihtar” kısmı vardır. Bu sayfanın
üstünde Hristaki Karagöz’ün ilan/reklam bölümü vardır. Avukat Karagöz Efendi,
idarehanesinde her türlü avukatlık ve danışmanlık hizmeti verdiğini ve taşradan
mektup ile yapılacak müracaatların, 25 drahmi hizmet ücreti gönderildiği takdirde
işleme konulacağını önemle bildirmiştir. İhtar kısmının ikinci özelliği ise, eğer var ise
bir önceki fasiküldeki hataların tashihi yapılmaktadır. Başka bir deyişle, bir önceki
fasikülün hata/savab [doğru/yanlış] cetveli buraya yazılmaktadır. Ne var ki, kitapta listelenen bu doğru yanlış cetvelinin çok ötesinde yazım hataları bulunmaktadır.
Bu hataların başında bazı harlerin yazılmaması gelmektedir. Örneğin; olub kelimesi yazılırken birçok yerde kelime “elif” ile değil doğrudan “vav” hariyle
başlamaktadır ki, bu pek yaygın bir yazım biçimi değildir. Kimi zaman farklı
yerlerde harf düşmeleri görülebilmektedir. Yazım konusundaki önemli problemlerden bir tanesi de noktalı harlerde yaşanmaktadır. Metinde harlerin noktaları
bazen konulmamış, bazen da bir yerine iki veya farklı sayıda nokta konulmuştur.
Bu tür hatalar birçok kez tekrarlanmıştır. Osmanlı yazımında noktalı harlerin ne
kadar çok olduğu göz önünde tutulursa, bu noktaların yanlış dizilmesinin kitabın
okunmasında ne denli sorunlar yaratabileceği de anlaşılır.
İhtar sayfasında kimi zaman mecmuanın farklı ilanları da bulunmaktadır.
Örneğin 8 nolu fasikülde, şu ilan vardır. “Beyan-ı itizar. Keyiyet 18 Haziran 1337
tarih ve 4884 numaralı Yeni Asır gazetesinde dahi ilan edildiği vechle mecmuanın
iki hafta intişar edilemediğinden abonmanların hukukuna katiyen bir gune halel
gelmeyeceğini temin ile beyan itizar olunur” (s.98) denilerek yayımı geciken fasiküller hakkında bilgi verilmekte, ücreti yatıranların hiçbir şekilde zarar görmeyecekleri
ilan olunmaktadır. Keza, 2 Eylül 1921 tarih ve 12 numaralı fasikülde ise bir başka
aksama açıklanmaktadır. Buradan edinilen bilgiye göre birkaç haftadır, müftü ve
cemaat reisi efendiler yardım konusunda söz vermiş oldukları halde kendilerine
gönderilen formaları dağıtmayıp, ellerinde tutmuşlardır. Bu kişilerin ellerinde kalan formaları gerektiği gibi dağıttıkları takdirde haftalık yayının devam edebileceği
hatta piyasada bulunmayan eski nüshaların dahi farklı günlerde dağıtılabileceği
ilan edilmiştir. (s.154)
231
Nuri ADIYEKE
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Kitabın, planlandığı şekliyle basıma başladığı görülmektedir. Kitapta, uluslar
arası bir hukuk metni olarak, Yunanistan hukukuna giren “Atina Muahedenamesi”
ve 3 adet ek protokolünden başka (s.s.33-44) iki tür yasa maddeleri bulunmaktadır.
Birinci tür maddelerde kamu hukukuna ve genel sisteme ait düzenlemeler mevcuttur. Bu çerçevede kitabın ilk metni, “Yunanistan Kanun-u Esasisi” başlığını
taşımaktadır. (s.4) Kanun-u esasi 3. maddeden 28. maddeye kadar sıralı olarak
(s.s.4-15) verilmekte daha sonraki maddeler, ilgili olduğu alana atıf yapılarak verilmektedir. Bu çerçevede adli kuvvetlere ait düzenlemelerin (s.16 vd.) tamamlayıcısı
mahkemelerin teşkilatına dair düzenlemelerdir. (s.21 vd.) Savcılara ait düzenlemeleri (s.89 vd.) hemen ceza kanunu (s.93 vd.), cinayet mahkemeleri düzenlemeleri
(s.96 vd.), ceza mahkemeleri usul kanunu (s.112 vd.) ve ceza kanunu ekleri (s.233 vd.)
takip etmektedir. Bir hukuk metni olarak “Teşkilat-ı Mülkiye” de bu kısımda (s.20-21)
kabul edilebilir.
İkinci tür yasalar ise Müslüman vatandaşları yakından ilgilendiren,
oluşturdukları tüzel kişilikli kurumlara ve kişi hukukuna dair düzenlemelerdir.
Bu konudaki en önemli yasal düzenleme, “İslam Cemaatleri Kanunu” dur. Alt
başlığında, “Müftüler ve Başmüftü İntihabıyla İslam Cemaatlerine Aid Varidat ve
Evkafın Suret-i İdaresine Müteallik Kanun” yazan metnin (s.s.52-66) ardından uzunca bir izahat kısmı gelmektedir. (s.s.66-82) Bu kısımda 1915 tarihli şirketler hakkında
kanun (s.209 vd.), şirketlerin feshi ve tahliyesi (s.228vd.), ilası (s.233), ziraat mahsulleri vergisi (s.184), beyannameler ve bonolar (s.199), ortakçılık suretiyle ziraat edilen
arazilere dair düzenlemeler (s.246) bulunmaktadır. Müstecirlerin tahliyesine dair
düzenlemelerden (s.s.29-32) gayrı menkullerin işgaline dair 20 Haziran 1911 tarihli
yasa (s.s.45-52) ve arazi-yi metrukeye dair düzenlemeler (s.s.82-88) bulunmaktadır.
Son olarak kişi hukuku ile ilgili, verasete ait düzenlemeler önemli bir yer
tutmaktadır. Bu düzenlemelerin girişinde, “Yunanistan’da verasete sair kanun-u
mahsus olmayıb Roma hukukuyla amel olunmaktadır. Nitekim Türkiye’de ahkam-ı
feraiz ile amel eylediği gibi…” denilmektedir. (s.115) Bu girişten sonra verasetle
ilgili düzenlemeler açıklanmakta (s.s.115-126) ve ardından “bila varis vefat edenlerin terekeleri üzerinde hükümetin hakk-ı veraset” işlemleri (s.s.126-144), veraset
vergisinin tahakkuku (s.144 vd.) ve tahsili (s.149 vd.) açıklanmaktadır. Daha sonra
bu konudaki cezai müeyyideler (s.155 vd.) ve verasete dair farklı düzenlemeler de
okuyucuya sunulmaktadır. (s.172 vd)
Yazarın önsüzünde belirttiği, yukarıda da andığımız, mebus ve belediye
seçimlerine, polis, jandarma ve asker alma yasalarına, nüfus ve istimlak gibi yasal düzenlemelere yer verilmemiş veya eğer basıldı ise bizim ulaşamadığımız 18.
fasikülden sonrasında yer verilebilmiştir ki bu konuda her hangi bir bilgiye sahip
değiliz.
Eser, içindekiler incelendiği zaman görülmektedir ki oldukça önemlidir.
Büyük mübadeleden önce Yunanistan’da yaşayan Müslüman azınlığı ilgilendiren
başta Cemaatler yasası olmak üzere birçok kanun bir araya getirilmiştir. Bu haliyle
kitap o dönemde yaşayan Yunanistan vatandaşı Müslümanlar için ne kadar hayati
ise şimdi onların tarihini yazan tarihçiler için de en az o kadar önemlidir. Ne var
ki bu eser bilinmemesinden ve bulunamamasından dolayı hemen hemen hiçbir
araştırmada maalesef kullanılamamıştır.
232
Mübadele Öncesi Yunanistan’daki Müslüman...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Eser, biçim olarak kitap yazmak için hazırlanmış bir metin değildir.
Görüldüğü gibi haftalık fasiküller halinde sonradan bir araya getirilip toplanmak
için oluşturulmuş bir külliyattır. Bu sebeple kitapta, içindekiler kısmı yoktur. Basım
tarihi de 1921 yılı içine yayılmıştır. Paralel olarak, bir bütün halinde kitap basılıp
yayınlanmadığı için, kitabın gerek Türkiye’de, gerek Yunanistan’da, gerekse de
diğer ülkelerin kütüphanelerinde bir başka nüshasına rastlayamadık. Belki bizim
gibi özel şahıs kütüphanelerinde bulunma olasılığı vardır. Fakat bu da tespiti mümkün olmayan bir durumdur. Şimdilik durum o ki bu eser, basılı ünik/tek nüsha bir
kitaptır ve mutlaka yeni harlere aktarılarak yaygın kullanıma kazandırılmalıdır.
233
Nuri ADIYEKE
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Ek 1 “Mecmû’a-yı Kavânîn-i Yunaniye” nin ilk sayfası
234
Mübadele Öncesi Yunanistan’daki Müslüman...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Ek 2
235
Nuri ADIYEKE
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Ek 3
236
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.237-258
TÜRKİYE’NİN MİLLETLER CEMİYETİ’NE
(CEMİYET-İ AKVAM) GİRİŞİ
-Öncesi ve SonrasıŞayan ULUSAN*
Özet
Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam), Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda galip
devletler tarafından kurulmuştur. Cemiyetin amacı, savaş esnasında bozulan dünya düzeninin yeniden oluşturulmasına ve devamına yardımcı olmak idi. Yani uluslararası barışın
korunması hedelenmişti. Ancak savaşta yenilen devletler üye olarak kabul edilmemişlerdir.
Daha sonra mağlup olan devletlerde cemiyete teker teker üye olmuşlardır.
Türkiye’nin ise üyeliği gecikmiştir. Bunda en çok Milletler Cemiyeti’nin Musul
Meselesi’ndeki taralı tutumu ve Sovyet Rusya’nın tavrı etkili olmuştur. Sovyet Rusya, Türkiye
Milletler Cemiyeti’ne üye olduktan iki yıl gibi kısa bir süre zarfında cemiyete üye olmuştur.
Türkiye Milletler Cemiyeti’ne üye olmadığı dönemlerde de cemiyetteki toplantıları,
kararları yakından takip etmiştir. Türkiye gerek üye olmadığı dönemde gerekse üye
olduktan sonra uluslararası meselelerini Milletler Cemiyeti aracılığıyla çözümlemeye
gayret göstermiştir. Türkiye’nin bu tutumu cemiyete üye olması yolundaki gelişmeleri
hızlandırmıştır.
Meselesi.
Anahtar Kelimeler: Milletler Cemiyeti, Türkiye’nin Dış Politikası, Musul Meselesi, Hatay
TURKEY’S ENTRY LEAGUE OF NATIONS
-before and afterAbstract
League of Nations, at the end of the First World War was established by the victorious powers. The purpose of the society, damaged during the war re-creation of the world
order and was to help to continue. That was targeting the protection of international peace.
However, renewed ighting in the states members were not considered. Later defeated in the
state became a member of the society one by one.
The membership of Turkey has been delayed. In this most biased attitude of the
League of Nations in Mosul Question and Soviet Russia’s attitude has been effective. Soviet
Russia, Turkey is a member of the League of Nations within a short period of two years after
has been a member of society.
Turkey is not a member of the League of Nations in the period in community meet*
Yrd. Doç. Dr.; Celal Bayar Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü,
(sayanulusan@gmail.com).
237
Şayan ULUSAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
ings, decision was followed closely. After Turkey does not require members of its members in
the period to resolve international issues through the efforts of the League of Nations was. This
attitude of Turkey developments on the way to become a member of society has accelerated.
Key Words: League of Nations, Turkey’s Foreign Policy, Mosul Question, Hatay Question.
Giriş
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda galip devletler tarafından kurulan
ve amacı savaş esnasında bozulan dünya düzeninin yeniden oluşturulması ve
devamını sağlamak olan Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) hakkında ele alınan
bu çalışma daha çok Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi belgelerine ağırlık verilerek
hazırlanmıştır. Bu açıdan Milletler Cemiyeti’nin kuruluşu, gelişmesi, Türkiye’nin
cemiyete girişi ve sonraki dönemler, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Birleşmiş
Milletler’in kurulmasına kadar olan süreçteki faaliyetleri, Türkiye ile olan ilişkileri
gibi konular gerek Türk gerekse yabancı bakış açısı bakımından bu belgelerden
ayrıntılı olarak yakından takip edilebilmiştir.
Bu doğrultuda Milletler Cemiyeti’nin dünya siyasetinde oynadığı rol incelenen dönemde etkin olarak görülmektedir. Bu etkinlik galip devletler tarafından
gerçekleştirilmektedir.
Dolayısıyla, her iki dünya savaşının sonunda değişen uluslararası durumu düzeltmek için bazı güçler oluşturulmuştur. 1918’de biten I.Dünya Savaşı’nın
sonunda Milletler Cemiyeti diğer adıyla Cemiyet-i Akvam, II. Dünya Savaşı’nın
sonlandığı yıl olan 1945’de de Birleşmiş Milletler kurulmuştur. Her ikisi de ‘dünya
barışını korumak’ amacıyla ortaya çıksalar da daha çok kurucu üyelerinin ve önde
gelen büyük devletlerin çıkarları doğrultusunda hareket eden kuruluşlar halini
almışlardır.
Nitekim 24 Ocak 1919 tarihinde Paris’te toplanan konferansta İngiltere
savaşla ele geçirilmiş sömürgelerin kendi topraklarına katılması gerektiğini öne
sürmüştür. Wilson ise, bu gibi toprakların Milletler Cemiyeti adına manda sistemiyle
yönetilmesinin uygun olacağı görüşünü ortaya koymuştur. Wilson’a göre eğer toprak alma ilkesi üstün tutulursa daha başlangıçta Milletler Cemiyeti dünyaya güven
verme yeteneğinden yoksun kalacaktır. Yeni doğmuş olan Milletler Cemiyeti’nin
bu konularda daha hassas olması gerekmektedir. Wilson bu konu hakkında, yani
manda sistemine karşılık toprağa el koyma biçiminin ortaya konulmasına karşılık,
“Milletler Cemiyeti ülküsünün temeline ters” demektedir. Ancak İngiltere kendi
çıkarları doğrultusunda Wilson’un bu açıklamalarından etkilenmemiştir. Çünkü
İngiltere, Paris Milletler Cemiyeti kurmak için değil, hemen hemen kaybolmuş bir
savaşın kazanılması ve kendi ülkelerinin gelecekteki güvenliğine ilişkin çareleri
bulmak için toplanmıştır. İngiltere’nin istediği kendilerinin tam kontrolü altında
manda düzeninin bütün yararlarını elde etmektir1.
Milletler Cemiyeti, I. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası barışın korunması,
işbirliğinin sağlanması ve Versailles Antlaşması ile oluşturulan durumun devamını
sağlamak amacıyla galip devletler tarafından kurulmuştur. Türkiye I. Dünya
1
Laurance Evans, Türkiye’nin Parçalanması ve ABD Politikası (1914-1924), Örgün Yay., İstanbul,
2004, s.s.95-97.
238
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi...
Savaşı’nda yenilgiye uğradığı için cemiyetin asli üyeleri arasına alınmamıştır.
Ancak kısa bir zaman sonra I. Dünya Savaşı’nda mağlup olan devletler de teker
teker cemiyete alınmaya başlamıştır. Hatta 1925 yılına kadar Milletler Cemiyeti’ne
giren devletlerin sayısı 55’e ulaşmıştır. Türkiye, Milletler Cemiyeti’nin gerek Musul Meselesi’ndeki taralı tutumu gerekse Sovyet Rusya’nın cemiyete olumsuz
bakışından dolayı cemiyete giriş için müracaat etmemiştir2.
Türkiye 1930’dan sonra artık daha etkin bir dış politika uygulamıştır. 1931
yılında Türkiye Milletler Cemiyeti’ne girmeyi prensip olarak kabul etse de daimi üyelik gibi bir teklifte bulunmuştur. Daimi üyeliğin sadece büyük devletlere verildiği
düşünülürse Türkiye’nin bu tekliinin dikkate alınmayacağı ortadadır. Türkiye’nin
ise böyle bir teklifte bulunması şimdilik cemiyete girmek istemediğini göstermektedir. Türkiye, Sovyet Rusya’dan dolayı böyle bir politika izlemiştir. Türkiye Atatürk’ün
direktileri üzerine Milletler Cemiyeti’ne kendisinin müracaatı ile değil, cemiyetin
daveti üzerine katılmak istemiştir3.
Türkiye’nin Üyeliği Öncesi Milletler Cemiyeti’nin Türklere Karşı Tutumu
1921 yılında Romanyalı Mile Vacaresco adında bir kadının, İstanbul’da
haremlerde saklanmış yüz binlerce Ermeni, Rum kadın ve çocuğunun bulunduğuna
dair Milletler Cemiyeti’ne başvurusu gündeme gelmiştir. Milletler Cemiyeti bu
başvuru üzerine İstanbul’a bir müfettiş göndermiştir. Milletler Cemiyeti’nin
bu konuya dair aldığı kararlar Türk tarafından kabul edilmemiştir. Milletler
Cemiyeti’nin müfettiş göndermesi üzerine Türk tarafından böyle bir durumun
olmadığına dair açıklamalar örnekleriyle verilmiştir. Bunlardan birinci sebep olarak,
14. yüzyıldan itibaren Türkler, Ermeniler, Rumlar birlikte yaşamaktadırlar. Bu konu
dikkate alınmamıştır. İkinci sebep, Ermeni ve Rumları Avrupalıların kışkırttıkları,
bahsedilen olayların geçtiği yerlerde konunun Türk, Ermeni ve Rumlar arasında
tetkik edilmemesidir. Üçüncü sebep olarak da Mütarekeden sonra Osmanlı Devleti
ile İtilaf Devletleri’nin özellikle de İngiltere elçileriyle ortak elde edilen bilgilerden
hiç yararlanmamış olması gösterilmektedir. Türk tarafından açıklanan bu sebepler
doğrultusunda Milletler Cemiyeti tarafından İstanbul’a gönderilen müfettişin gerekli ayrıntılı araştırmayı yapmadığı, taralı bir sonuca vardığı ifade edilmektedir4.
Milletler Cemiyeti’nin yaptırttığı ve vardığı sonuç üzerine Türkler tarafından
bu olayların böyle olmadığına dair gösterilen ve üç maddede ele alınan itirazlar
detaylarıyla açıklanmaktadır. Buna göre, Türkler, Ermeniler ve Rumlar uzun yıllardır
birlikte yaşamakta ve Türkler, Ermeni ve Rumları vatandaşları olarak görmektedirler. Bunun sonucunda Ermeni ve Rumlar Türklerin sahip olduğu her türlü hakka
sahip olmuşlardır. Devletin her kademesinde bulunmuşlardır. Hatta taşralardaki
meclislerde mutlaka Hıristiyan üye bulundurulması gereği kanunlarda mevcuttur.
Ermeni ve Rumlara buralarda daha çok hak tanınmıştır. Üstelik Türkler askerlikte,
savaşlarda kırılırken Ermeni ve Rumlar askerlik yapmamışlar, ticaret-le uğraşmışlardır.
Türklerden daha fazla haklara sahip olan Ermeni ve Rumların Türklere karşı olum2
3
4
Semih Yalçın, Atatürk’ün Milli Dış Siyaseti, Ankara, 2000, s.s.216-217; Şükrü Esmer, Siyasi Tarih,
İstanbul, 1944, s.525.
Semih Yalçın, a.g.e., s.217.
Cemiyet-i Akvam ve Türkiye’de Ermeni ve Rumlar, Matbaa-yı Ahmet İhsan ve Şürekâsı, İstanbul,
1337, s.3.
239
Şayan ULUSAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
suz hareketlerinin arkasında ne gibi sebepler olduğunun esas incelenmesi gereken
konu olduğu vurgulanmaktadır. Hatta Ermenilerin I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı
Devleti’nin düşmanları ile işbirliği yapmaları üzerine yer değiştirilmelerinin haklı
bir hareket olduğuna dair değerlendirmeler sadece Türk kitaplarında değil, İngiliz
Doğu konsoloslarından Williams, Fransız Cambon, Rus General Mayeswski ve Rus
kumandanı Twerdo Khlebof’un hatıralarında da yer almıştır5.
Yine Avrupalılar Türkiye ve Türkler hakkındaki bilgileri sadece Ermeni ve
Rumlardan aldıkları için Türkler hakkında yargısız infaz yapmaktadırlar. Tam tersine
Türklerin bu milletler tarafından haksızlıklara ve zulümlere uğradıkları Mayewski,
Williams, Cambon, Khlebof’un yazdıklarında ayrıntılı olarak görülmektedir. Ayrıca
Ermenilerin çıkarttığı isyanlar ayrıntılı olarak verilerek Milletler Cemiyeti’nin bunları
dikkate alması gerektiği ifade edilmektedir6. Ayrıca iddia edildiği gibi İstanbul’da
haremlerde, yetimhanelerde Ermeni, Rum kadın ve çocuk kalmamıştır. Oluşturulan
Osmanlı ve İngiliz ortak heyetleri bunların hepsini tespit ederek memleketlerine
göndermiştir. Hatta Müslüman erkeklerle evli Hıristiyan kadınlara bile ne yapmak istedikleri sorulmuş ve durum kendi arzularına bırakılmıştır. Ermeni ve Rum
çocuklar memleketlerine gönderildikten sonra boşalan yetimhanelere yetim Türk
çocukları Ermeni diye yerleştirilmiştir. Bu sebeple Cemiyet-i Akvam’ın bu konuları
detaylı bir şekilde araştırmadan bir sonuca varması düşünülemez bir durum olarak
değerlendirilmektedir. Netice olarak Türkler tarafından hazırlanan çalışmada
İstanbul’da zorla alıkonulan tek bir Ermeni, Rum kadın ve çocuğun olmadığı önemle vurgulanmış ve üstelik Cemiyet-i Akvam’ın bu konuda araştırma yaptırırken
niye Yunan askerlerinin, yerli Rumların ve Ermenilerin yakıp yıktığı Türk köy ve
kasabaları, öldürdükleri Türkler için bir müfettiş görevlendirmediğine de dikkat
çekilmiştir. Türklerin Ermeni ve Rumlardan çektiklerine dair altı yıl Erzurum’da
bulunan Rus general Mayewski, Fransa’nın İstanbul seiri Cambon, Van’ın İngiliz
konsolosu Williams ve Erzurum’un işgalinden kurtuluşuna kadar Erzurum’da Rus
II.Topçu Alayı Kumandanı olan Twerdo Khlebof’un yazdıkları hatıralardaki önemli kayıtlar örnek olarak gösterilmektedir7. Ayrıca Mütareke öncesi ve sonrasında
yetimhanelerde olan Ermeni çocuklarının ailelerine, akrabalarına ve mensup
oldukları cemaatlere teslim edildikleri, buna karşılık yetim kalan Türk çocuklarının
boşalan bu yetimhanelere getirilerek zorla Ermenileştirilerek asimile oldukları ifade
edilmektedir. Buna dair pek çok örnek sayılarla verilerek, Milletler Cemiyeti’nin bu
konuyla hiç ilgilenmediğine, bu olaylar karşısında taralı davrandığına inanıldığına
dikkat çekilmektedir8.
Yine 1930 tarihinde Ermeni papazlarının Türk Hükümeti’ni Cemiyet-i
Akvam’a şikâyet ettikleri görülmektedir. Cemiyet bunun üzerine konuyu incelemesi için üyelerinden üç kişilik bir heyet oluşturmuştur. Heyet yaptığı inceleme
sonucunda Ermeni papazlarının şikâyetlerini gerektirecek bir durum olmadığı sonucuna varmıştır9.
5
6
7
8
9
Cemiyet-i Akvam…, s.s.4-6.
A.g.e., s.s.6-13.
A.g.e., s.s.14-28.
A.g.e., s.s.40-41.
BCA, HVSM., d.4011, f.k.30.10.0.0, y.n.222.497.14.
240
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi...
1932 Yılı Öncesi Durum ve Musul Meselesi
Bu dönemde Milletler Cemiyeti’ndeki faaliyetler Türkiye tarafından
yakından takip edilmiştir. Ancak diğer taraftan da Milletler Cemiyeti de yapılan
toplantılara Türkiye’yi davet etmekten geri durmamıştır.
Bu doğrultuda, 9 Ocak 1924 tarihinde Türkiye Dışişleri Bakanlığı’ndan
Başbakanlığa gönderilen yazıda, Cemiyet-i Akvam’ın mültecilere yardım edilmesi için Yunanistan’a borç vereceği, İngiltere Başkanı’nın yardım göndereceği ve
Yunan Milli Bankası’nın da Yunan Hükümeti’ne yardım edeceğine dair haberler
bildirilmiştir10.
Türkiye için Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonraki sürecin en
önemli dönemini Musul Meselesi oluşturmuştur.1924 tarihli İstanbul Konferansı’nda
İngilizler Musul Meselesi’ni tamamen zora sokmuştur. Çünkü Lozan Antlaşması’na
göre, antlaşma imzalandıktan sonra Musul Meselesi Türkiye ve İngiltere arasında
görüşülecek, taralar 9 aylık süre zarfında anlaşamazlarsa konu Milletler Cemiyeti’ne
havale edilecekti. Bu sebeple İngilizler Musul bölgesini Türkiye’ye vermek şöyle
dursun Hakkâri üzerinde bile hak iddia etmişlerdir. Bu sebeple İstanbul Konferansı
sonuçsuz kalmış ve mesele artık Milletler Cemiyeti’nde görüşülmeye başlanmıştır.
Bu dönemden sonra Musul Meselesi’nin Milletler Cemiyeti’ndeki müzakerelerine
dair belgeler karşımıza çıkmaktadır.
Irak sınırının belirlenmesi için Cemiyet-i Akvam Meclisi’nde yapılacak olan
müzakerelere baş delege olarak TBMM Başkanı Fethi Bey’in katılması 1.9.1924 tarih
ve 849 numaralı kararname ile uygun görülmüştür. Fethi Bey’in yanına müşavir ve
kâtipler de verilmiştir11.
Yine 27 Ekim 1924 tarihli Brüksel’deki Cemiyet-i Akvam Olağanüstü
toplantısına Türkiye’den TBMM Başkanı Ali Fethi Bey’in katılması uygun
görülmüştür. Çünkü Ali Fethi Bey, Türkiye’yi daha önce İstanbul Konferansı’nda
ve Cenevre’de de temsil etmiştir12.
Cemiyet-i Akvam’da ele alınan “statüko” meselesinde Türkiye’nin bu konudaki görüşleri ve Türk diplomasisi takdirle karşılanmıştır. Tevik Rüştü Bey bu
konuda İtalya basınına açıklamalarda bulunmuştur. Çünkü Türkiye bu meselenin Cemiyet-i Akvam’a havalesini teklif etmiştir. İngiltere’nin Türk tekliini kabul etmesi basında “Türk diplomasisinin başarısı” olarak nitelendirilmiştir13.
Musul Meselesi’nin görüşüldüğü bu dönemde Türkiye’nin zaten bundan başka
çaresi kalmamıştır. Çünkü İstanbul Konferansı’nda İngilizler konuyu çıkmaz bir
hale sokmuştur. Bunun neticesinde Türkiye Lozan Antlaşması’nın gereğine uymak
zorunda kalmıştır. Yani konunun Milletler Cemiyeti’ne havalesi istenmiştir. Zaten
Lozan Antlaşması’nda öngörülen 9 aylık süre İngilizlerin çabalarıyla sonuç elde edilemeden bitmiştir. Türkiye bundan sonra haklarını cemiyetin üyesi olmadan Milletler
Cemiyeti’nde aramak zorunda kalmıştır.
Yine Milletler Cemiyeti’ndeki 1924 tarihli diğer bir toplantıya Tevik Rüştü
Bey katılmıştır14. Ayrıca Düyun-u Umumiye borçlarının taksimi için Milletler Cemiyeti
10
11
12
13
14
BCA, HV., d.102114, f.k.30.10.0.0, y.n.123.876.17.
BCA, BKMM., s.853, f.k.30.18.1.1, y.n.10.42.9.
BCA, BKMM., d.4012, f.k.30.10.0.0, y.n.222.497.2.; s.987, f.k.30.18.1.1, y.n.11.48.18.
BCA, HVUSMU., d.400-182, f.k.30.10.0.0, y.n.219.475.2.
BCA, BKMM., s.1059, d.401-2, f.k.30.18.1.1, y.n.11.52.11.
241
Şayan ULUSAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
tarafından 1924’de bir hakem kurulu tayin edilmesi üzerine Türkiye’den de bu
konuya dair bir heyet gönderilmiştir15.
1925 yılında Cemiyet-i Akvam Müzahereti Kongresi’ne Türkiye’den Cemil ve
Ahmet İhsan Beyler katılmıştır16. 9 Mart 1925 tarihinde azınlıklar meselesini görüşmek
üzere Cenevre’de toplanacak olan Milletler Cemiyeti Meclisi’ne Türkiye’den Dr. Tevik
Rüştü ve Bern Elçisi Münir Beyler katılmıştır17.
Bu arada müzakereleri devam eden Musul Meselesi’ne dair Milletler
Cemiyeti’nde Türk-Irak sınırı konusunda yapılan 1925’deki toplantıya Türkiye
adına Dışişleri Bakanı ve İzmir Milletvekili Tevik Rüştü Bey’in başkanlığında bir
Türk heyeti katılmıştır18.
Yunanlıların bu arada Milletler Cemiyeti’ndeki Musul Meselesi’ne dair
yapılan müzakerelerde zorluk çıkardıkları Şükrü Kaya’dan Ankara’ya 15 Mart 1926
tarihinde bir telgrala bildirmiştir19.
Artık bu tarihten sonra Milletler Cemiyeti 16 Aralık 1925 tarihindeki
kararıyla Musul bölgesini Irak sınırları içinde bırakmıştır ve Türkiye ile İngiltere
arasında Musul Meselesi’ne dair tam karara varılan antlaşma 5 Haziran 1926 tarihinde Ankara’da imzalanmıştır20.
Musul Meselesi’nin Türkiye’nin aleyhine sonuçlanması Türkiye’nin Milletler
Cemiyeti’ndeki toplantılara katılmasını engellememiştir. Üstelik Milletler Cemiyeti de
bu toplantılara Türkiye’yi davet etmiştir. Nitekim Saraçoğlu Şükrü Bey, Muhtelit
Mübadele Komisyonu Türk Heyeti delegesi olarak Cenevre’ye gitmiştir21. Yine
Yunanistan’ın talebi üzerine toplanan 8 Mart 1926 tarihli Milletler Cemiyeti
toplantısına Türkiye cemiyet tarafından davet edilmiştir22. “Çay Ada” ya da diğer
adı “Gâvur Ada” meselesinin görüşülmesi için Milletler Cemiyeti’ndeki toplantıya
Hariciye Vekili Şükrü Kaya başkanlığında bir heyet katılmıştır23.
Bu arada 1926 yılı içerisinde Türkiye’nin Roma, Belgrat, Londra, Tahran ve Atina
elçilikleri Milletler Cemiyeti’nde meydana gelen hadiseleri Ankara’ya bildirmeyi de ihmal
etmemişlerdir. Mesela bunlardan İran’ın ve Almanya’nın Milletler Cemiyeti’ne üyeliği ile
ilgili olarak Tahran ve Londra Büyükelçiliklerinden gelen telgralar önem arz etmektedir. Yine Şükrü Kaya’nın gönderdiği telgraftan da Türk-Yunan ilişkileri ve
İstanbul’dan giden Rumlar ile Balkan Antlaşması hakkında da bilgiler Ankara’ya
ulaşmıştır. Buna göre Balkan Antlaşması için Yugoslavya’nın daha makul hareket
ettiği, Bulgaristan’ın bu ittifaka girmeyi istediği, İtalya’nın ise Balkan devletleri
arasında böyle bir ittifakın oluşmasından memnuniyet duyacağı yolundaki haberler
Ankara’ya bildirilmiştir24. Oysaki 1934 yılında imzalanan Balkan Antantı’nda tablo
böyle değildir. Bulgaristan yayılmacı bir siyaset izlediği için antanta katılmamış,
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
BCA, BKMM., s.1265, f.k.30.18.1.1, y.n.12.62.15.
BCA, s.2621, d.401-5, f.k.30.18.1.1, y.n.16.64.17.; BCA, BKMM., s.2080, d.401-4, f.k.30.18.1.1,y.n.14.37.12.
BCA, BKMM., s.1697, f.k.30.18.1.1, y.n.13.18.8.
BCA, BKMM., s.2762, d.402-1, f.k.30.18.1.1, y.n.16.71.17.
BCA, BKMM., d.1140, f.k.30.10.0.0, y.n.12.71.39.
İsmail Soysal, Türk Dış Politikası İncelemeleri İçin Kılavuz (1919-1993), Eren Yay., İstanbul, 1993, s.s.44-45.
BCA, BKMM., s.3187, d.100-5, f.k.30.18.1.1, y.n.17.93.2.
BCA, BKMM., d.1122, f.k.30.10.0.0, y.n.12.71.21.; d.1124, f.k.30.10.0.0, y.n.12.71.23.
BCA, BKMM., s.3279, d.238-41, f.k.30.18.1.1, y.n.18.16.17.
BCA, BKMM., d.1142, f.k.30.10.0.0, y.n.12.71.41.; d.1143, f.k.30.10.0.0, y.n.12.71.42.; d.1147,
f.k.30.10.0.0, y.n.12.71.45.; d.1152, f.k.30.10.0.0, y.n.12.71.50.; d.1160, f.k.30.10.0.0, y.n.12.71.58.
242
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi...
İtalya ise imzalanan bu ittifaktan memnun kalmamıştır. Çünkü Türkiye’nin
öncülüğünde imzalanan 1934 tarihli Balkan Antantı, tamamen Alman-İtalyan
ittifakına karşı hazırlanmıştı.
Daha sonra ise, Milletler Cemiyeti Meclisi’nin genişletilmesine dair
Türkiye’nin Stockholm Maslahatgüzarı Ali Haydar Bey tarafından bir rapor
Ankara’ya gönderilmiştir. Türkiye Milletler Cemiyeti’nde 1926 yılında yapılan
toplantıda bu konuyu onayladığını bildirmiştir25.
Yine Moskova Büyükelçiliği’nden 1927’de alınan bir telgrafta Sovyetler’in
Milletler Cemiyeti’ne gireceği yolundaki söylentilerden bahsedilmektedir.
Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Çiçerin ile bir görüşme yaptığını ve bu konuyu
kendisine sorduğunu ifade etmektedir. Buna göre Çiçerin, bu gibi kararların tek
taralı alınamayacağını, Sovyetlerin böyle bir istekleri olsa bile bunu Milletler
Cemiyeti’nin de kabul etmesi gerektiğinin altını çizmektedir. Buna örnek olarak da
Almanya’nın cemiyete girmek istemesine karşılık İngiltere ve Fransa’nın bunu istememesini göstermektedir. Bu açıklamalar doğrultusunda Türkiye’nin Moskova
Elçisi söylentilerin doğru olmadığı kanaatinde olduğunu da eklemektedir26.
Milletler Cemiyeti’nde 1927 yılındaki devletlerarası ilişkiler ve gelişmeler
de Türkiye’nin Bükreş, Atina elçilikleri tarafından yakından takip edilmiştir27.
24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması gereğince İstanbul’da
uluslararası bir “Boğazlar Komisyonu” kurulmuştu. Ancak komisyon yetkilerini
sadece Boğazların suları üzerinde kullanacaktı. Dolayısıyla Lozan Antlaşması’ndaki
Boğazlar Sözleşmesi Türkiye’yi iki yönden kısıtlamıştır. Birincisi askerden
arındırılmış bölgeler, diğeri de Boğazlar Komisyonu. Türkiye bu her iki kısıtlamadan
da 1936 tarihli Montreux ile kurtulmuştur28.
Dolayısıyla Boğazlar Komisyonu her yıl Milletler Cemiyeti’ne rapor sunmakla mükellef tutulmuştur. Buna istinaden Komisyonun 1928 yılına ait raporu
Cemiyete sunulmuştur. Komisyonda Türkiye’yi temsil eden Amiral Vasıf Paşa’dır.
Komisyonun raporu ve Vasıf Paşa’nın buna dair yazısı Başbakanlığa Dışişleri
Bakanlığı tarafından sunulmuştur29.
Milletler Cemiyeti’nin daveti üzerine toplanan konferansta 11 Temmuz 1928
tarihinde imzalanan kemik ve deri ihracatına dair sözleşmelerin cemiyete üye olan olmayan bütün devletlerin 31 Aralık 1928 tarihine kadar katılabilecekleri bildirilmiştir.
Cemiyetin Genel Sekreterliği bu konuyu Türkiye’nin Bern Elçiliği vasıtasıyla
Türkiye’ye de bildirmiştir. Türkiye’ de bu konuda imza yetkisini Bern Elçisi Münir
Bey’in rahatsız olması sebebiyle, elçilik müsteşarı Müşik Selami Bey’e vermiştir30.
Cemiyet-i Akvam, 13 Mart 1930 tarihinde Lahey’de tabiiyet, karasuları ve
devletlerin kendi ülkelerinde yaşayan yabancıların kendileri ve malları hakkında
incelemeler yapılması ile ilgili üç konu hakkında müzakereler yapılacak olmasından
25
26
27
28
29
30
BCA, HVSM., d.4016, f.k.30.10.0.0, y.n.222.497.6.
BCA, BKMM., d.400-347, f.k.30.10.0.0, y.n.219.480.17.
BCA, BMM., d.43012, f.k.30.10.0.0, y.n.246.666.12.; d.4017M, f.k.30.10.0.0, y.n.222.497.; HVUİMU.,
d.4018, f.k.30.10.0.0, y.n.222.497.10.
Baskın Oran, (ed.), Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, C.1,
İletişim Yay., İstanbul, 2001, s.235.
BCA, HVSM., d.686, f.k.30.10.0.0, y.n.63.424.10.
BCA, BMM., s.7428, d.19-5504, f.k.30.18.1.2, y.n.1.8.18.
243
Şayan ULUSAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
dolayı bu toplantıya Türkiye’yi de davet etmektedir. Cumhurbaşkanı sıfatıyla
Mustafa Kemal Paşa bu müzakerelere gidecek olan heyetin ve gerekli bilgi ve belgelerin hazırlanmasını istemiştir31.
Suçluların iadesi hakkında anlaşma imzalamak için Berlin’de bulunan Hariciye
Müsteşarı Numan Bey ile Alman Dışişleri Bakanı M.Curtius’un yapmış olduğu
görüşme Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üye olma arifesinde önem taşımaktadır.
Numan Bey’in 22 Haziran ve 8 Temmuz 1930 tarihlerinde Ankara’ya gönderdiği
telgralarda bu konu hakkında bilgi verilmektedir. Numan Bey, M.Curtius’un kendisine Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne katılmasını istediklerini, Türk tarafında
böyle bir isteğin olup olmadığı hakkında bilgi almak istediğini ifade etmektedir.
Bu konuda Numan Bey, Cemiyet-i Akvam’ın Türkiye’nin coğrai, siyasi gücüne ve
barış yanlısı politikasına ihtiyacı olduğuna dikkat çekerek Türkiye’nin Cemiyete
dâhil olmak arzusunda olduğunu beyan etmiştir32.
1931 yılı Cemiyet-i Akvam toplantılarına Türkler davet edilmeye
başlanmaktadır. Hem Cemiyet hem de Türkiye bir anlamda üyeliğin ön çalışmalarını
yapmaktadır.
Mesela, 5 Şubat 1931 yılında Cenevre’de Cemiyet-i Akvam Bütçe Eksperleri
toplantısı yapılacak olması sebebiyle bu toplantıya Türkiye’den Maliye Müfettişi
Halit Nazmi Bey’in katılması ve yine Cemiyet-i Akvam himayesinde yapılmakta
olan konferanslara Bern elçisi Cemal Hüsnü Bey’in katılması Gazi Mustafa Kemal
imzalı kararname ile uygun görülmüştür33. Yine San Remo’dan Musso Guiseppe
isminde birisi Temmuz 1931 tarihinde İsmet Paşa’ya bir mektup göndermiştir. Bu
mektupta Avrupa milletlerinin geçirmekte olduğu siyasi buhrandan, mevcut olan
savaş tehlikelerinden ve bu tehlikenin önüne ancak Milletler Cemiyeti emrinde bir
ilo bulundurulması ile geçilebileceğinden, bu ilonun gereğinden bahsedilmektedir34. Böylece Türkiye’nin Cemiyete üye olma sürecinin başladığı değerlendirilmesi
yapılabilir. Çünkü Türkiye’nin Cemiyet için önemi gittikçe artmaktadır.
Hatta buna istinaden Cemiyet-i Akvam 29 Eylül 1931 tarihindeki toplantısında
silahlanmaya ara verilmesi konusunda karar almıştır ve bu karara Türkiye’nin uyup
uymayacağı konusu Türkiye’ye sorulmuştur35. Silahsızlanmayla ilgili olarak Polonya
Dışişleri Bakanı M.Zaleski tarafından silahların sınırlandırılması ve bu konudaki soğuk
savaşın durdurulması hakkında Cemiyet-i Akvam’a verdiği muhtıralar Türkiye tarafından
önemli görülmüş ve bu muhtıraların özetleri verilmiştir. Buna göre Polonya’nın bu konulara dair yaptığı açıklamalar Türkiye açısından da onay görmüştür36.
Gerek Milletler Cemiyeti gerekse Türkiye’nin birbirleri hakkındaki hadiseleri yakından takip ettikleri ve ayrıca birbirlerini haberdar ettikleri de görülmektedir.
Paris’te yayınlanan ‘Volonte’ gazetesinin 27.2.1932 tarihli nüshasında çıkan
bir haber Türkiye’de ilgi görmüştür. Bu yazıda Milletler Cemiyeti genel sekreterlik görevinden ayrılacak olan Eric Drummond’un yerine Romanya’nın Londra
31
32
33
34
35
36
BCA, BMM., s. 8578, f.k.30.18.1.2 , y.n.6.57.2.
BCA, HVSM., d. 42028, f.k., 30.10.0.0, y.n.230.552.24.
BCA, BMM., s.10521, d.401-7, f.k.30.18.1.2, y.n.17.4.6.; s.10947, f.k.30.18.1.2, y.n.19.25.12.
BCA, HVMUM.,d. 40112, f.k.30.10.0.0, y.n.222.497.15.
BCA, BMM., s.11950, d.404-6, f.k.30.18.1.2, y.n.24.75.12.
BCA, HVDUM., d.42915, f.k.30.10.0.0, y.n.245.657.22.; d.42914, f.k.30.10.0.0, y.n.245.657.21.
244
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi...
elçisi Titulesco’nun seçileceğinden bahsedilmektedir37. Yine Milletler Cemiyeti bu
yıllarda ekonomisi bozulan Bulgaristan’ın durumunu incelemek üzere bir heyet
göndermiş ve bu heyetin hazırladığı rapor hakkında Türkiye’nin Sofya Elçiliği’nden
bilgi gönderilmiştir38.
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne Katılışı
Daha Lozan Konferansı devam ederken Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne
girmesi için davet edileceği haberleri alınmaktaydı. Konferans için Lozan’da bulunan İsmet Paşa Ankara’ya gönderdiği 26 Ocak 1923 tarihli telgrafta, İngiltere’nin
Cemiyet-i Akvam’a müracaat ederek Türkiye’yi davet etmeleri ihtimaline karşı
Türkiye’nin hazırlıklı olması gerektiğini bildirmiştir39. Ancak Türkiye’nin cemiyete
girişi dokuz yıl sonra olacaktır. Çünkü Lozan Konferansı’nın Milletler Cemiyeti üyesi olmayan bir Türkiye ile yapılması amaçlanmıştır. Çünkü Milletler Cemiyeti üyesi
olan bir Türkiye’den tavizler alınması güçleşebilirdi. Oysa cemiyetin üyesi olan devletlerle üyesi olmayan Türkiye Lozan Konferansı’nda karşı karşıya kalmıştır.
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesi ile ilgili olarak Türkiye’nin
Cenevre Elçiliği’nden Cemal Hüsnü Bey’in gönderdiği 30 Nisan 1932 tarihli rapor
dikkati çekmektedir. Cemiyetin Genel Sekreterliği’nden aldığı davet üzerine Cemal
Hüsnü Bey cemiyetin siyasi bürosu ile görüşmüştür. Kendisine cemiyet temsilcileri
tarafından Türkiye’nin cemiyete dâhil olması hakkında davet yazısı gönderileceği
tebliğ edilmiştir. Bunun üzerine Cemal Hüsnü Bey, cemiyete gönderecekleri cevabi
yazıda, “Akvam Cemiyetine kabulünden evvel akdetmiş olduğu hiçbir muahede Türkiye’yi
Akvam Cemiyeti azalığı mecburiyetlerini sadıkane ifa etmekten kendisini menetmeyecektir”
ifadesini kullanacaklarını, bunun sebebinin de Rusya ile Türkiye arasındaki tarafsızlık
antlaşması ile Milletler Cemiyeti antlaşmasının uyumu için olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca, cemiyet temsilcilerinin Tevik Rüştü Bey’in Türkiye’nin cemiyete
girmek arzusunda olduğuna dair açıklaması üzerine bu davetin yapılacağının kayda alınacağı şeklindeki ifadeleri üzerine Cemal Hüsnü Bey, bu durumun cemiyet ile
Türkiye arasındaki ilişkilere fayda getirmeyeceğini raporunda belirtmiştir. Bunun
üzerine cemiyet temsilcileri Türkiye’yi cemiyet içinde mutlaka görmek istediklerini ve hatta Türkiye’nin ne zaman katılmak istediğini bildirmesini rica etmiştir40.
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesinde önündeki engellerden birisi de Rusya
olmuştur. Çünkü Rusya Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesiyle tamamen Batı
ile ilişkiler içinde olacağını düşünmüştür. Oysa Türkiye 1932’de cemiyete girdikten
kısa bir zaman sonra 1934’de Rusya da cemiyete üye olmuştur.
Sovyet Rusya 1932 tarihine kadar Batılı devletlerle iyi ilişkiler kuramadığı
için Türkiye’de bu tarihe kadar cemiyete girmek için müracaatta bulunmamıştır41.
Bununla beraber Milletler Cemiyeti ile ilgili bilgiler de Türk makamlarınca
yakından takip edilmeye devam etmektedir. Mesela, cemiyetin 15 Nisan 1932 tarihindeki toplantısında Avusturya ve Macaristan’ın ekonomik durumuna, Yunanistan
37
38
39
40
41
BCA, HVDUM., d.40115, f.k.30.10.0.0, y.n.222.497.18.
BCA, HVDUM., d.426159, f.k.30.10.0.0, y.n.240.621.1..
BCA, TBMM-KMM., d.400-129, f.k.30.10.0.0, y.n.218.472.29.
BCA, HVŞM., d.40117, f.k.30.10.0.0, y.n. 222.497.20.
Mehmet Gönlübol vd., Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1965), 2. baskı, A.Ü.Siyasal Bilgiler
Fakültesi Yay., Ankara, 1969, s.103.
245
Şayan ULUSAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
ve Bulgaristan’ın dış borçlarına dair alınan kararın bahsedildiği ‘Financial Times’
gazetesinin 17 Nisan tarihli nüshasının Fransızca bir sureti ile birlikte yer verildiği
bir telgraf Türkiye’nin Londra Büyükelçiliği’nden Ankara’ya gönderilmiştir42.
Neticede, Milletler Cemiyeti Genel Kurulu 6 Temmuz 1932 tarihindeki ÇinJapon ihtilafını görüşmek üzere yaptığı olağanüstü toplantısında İspanya temsilcisinin teklii, Yunan temsilcisinin desteği ile Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne davetini öngören bir kararı kabul etmiştir. Bu kararın Türkiye’ye bildirilmesi üzerine
de TBMM. 9 Temmuz 1932 tarihinde bu kararı kabul etmiştir43 ve 18 Temmuz 1932
tarihinde Türkiye Milletler Cemiyeti’ne girmiştir44.
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne daveti ve ardından kabul edilmesi dünya
basınında geniş yer almıştır. Bu konuya dair Atina basınında ve yine Atina muhalif
basınından ‘Proia’da çıkan haberler Türk makamlarınca takip edilmiştir45.
Fransız meclisinde de Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesi ile ilgili
olumlu tartışmalar yapılmıştır. Milletvekillerinden Henry Torrés, Gaston Bergery
ve Jean Ibarnégaray isimli şahıslar Türkiye’nin cemiyete kabulünü en sıcak dostane
duygular içinde kutladıklarını, Türkiye gibi bir ülkenin her konuda cemiyete
faydası olacağına inandıklarını Fransız Meclisi’nde dile getirmişler ve bu görüşler
Fransız Meclisi’nde kabul gördüğü için bir anlamda Fransa’nın da resmi görüşü
olarak değerlendirilmiştir46. Yine Fransız Parlamentosu, Türkiye’nin Milletler
Cemiyeti’ne girmesi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisini tebrik ettiğine dair bir
yazıyı göndermiştir47.
Milletler Cemiyeti’nin Genel Sekreterliği’nin 6 Temmuz tarihli toplantısında
Avustralya temsilcisi Granvillein’in Türkiye’nin cemiyete girişi lehinde bir konuşma
yapması üzerine Granvillein Türkiye’ye davet edilmiştir. Ancak kendisi Kanada
yoluyla ülkesine dönmesi gerektiğini ve Türk hükümetine davet için Türkiye’nin
Bern Elçiliği aracılığıyla teşekkürlerini bildirmiştir48.
Paris’te yayınlanan “La République” adlı gazetenin 3 Ağustos 1932 tarihindeki nüshasında Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesi üzerine Balkan Birliği
girişiminin ne derece başarılı olup olmayacağı konusu ele alınmıştır49. Yugoslavya’da
çıkan “Politika” gazetesinin 24 Ağustos 1932 tarihli nüshasında ise “Türkiye’nin
Haricî Tesirattan Azâde Kalmaya Matuf Mesaisi” başlıklı makalesi yayınlanmıştır
ve bu makale Türkiye’nin Belgrat Elçiliği tarafından gönderilmiştir. Makalede Akşam
gazetesinden alıntılar yapılmaktadır. Buna göre, “Akşam, Türkiye’nin Akvam Cemiyetine
girişinin Türkiye için bir muvaffakiyet ve şeref tarihi olduğunu yazmaktan men’i
nefs edememiştir. Bu gazete ‘Mustafa Kemal Paşa’nın Türkiyesi akvam cemiyetine
girmeğe davet edildi ve layık olduğu bilcümle merasimle girdi. Bu hal Türkiye
Cumhuriyetinin kısa bir zaman zarfında beynelmilel sahada, Türkiye’nin kuvvet
ve ehemmiyetini bütün dünyaya gösterecek bir hadisedir ve Türkiye harici siyasetini idare edenlere karşı diğer memleketlerin takdirini ifade eder’ demektedir.
42
43
44
45
46
47
48
49
BCA, HVDUM., d.40118, f.k.30.10.0.0, y.n.222.497.21.
Semih Yalçın, a.g.e., s.218.
İsmail Soysal, a.g.e., s.47.; Semih Yalçın, a.g.e., s. 218.
BCA, HVDUM., d.4012, f.k.30.10.0.0, y.n222.498.2. ; d.40122, f.k.30.10.0.0, y.n.222.498.3.
BCA, HVDUM., d.40123, f.k.30.10.0.0, y.n.222.498.4.
BCA, BMM.,d.401-28 , f.k.30.10.0.0, y.n.222.498.9.
BCA, HVDUM., d.40125, f.k.30.10.0.0, y.n.222.498.6.
BCA, HVDUM., d.40129, f.k.30.10.0.0, y.n.222.498.10.
246
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi...
Politika gazetesi konuya ilişkin görüşlerinde Türk-Rus ilişkilerine de değinmeden
geçememiştir; “ Türkiye’nin akvam cemiyetine resmen duhulünü müteakip Hariciye
Vekili Rüştü Bey Sovyetler maslahatgüzarına bir mektup göndererek Türkiye’nin
akvam cemiyetine ‘duhulü’nün Türkiye ile Sovyet Rusya’sı arasında samimi dostluk münasebatının inkişafına hiçbir suretle hail teşkil edemeyeceğini katiyetle beyan eylemiştir”50 demektedir.
Türkiye’nin Lozan ve sonrasında özellikle de 1930’lu yıllardan sonraki
başarılı, dengeli politikası Milletler Cemiyeti’ne daveti ve üye olarak kabul edilmesine sebep olmuştur.
Üyelik Sonrası Gelişmeler
Türkiye, Milletler Cemiyeti’ne katılmasından sonraki dönemde artık bir
“üye devlet” olarak yapılan bütün toplantılara katılmıştır.
Milletler Cemiyeti’nin kadın-erkek eşitliği konusunda yapılan toplantısında
ise Türk Heyeti’nin yardımından dolayı Inter American Commission of Women
başkanı Alice Paul tarafından Türkiye’ye teşekkür edilmiştir51. Milletler Cemiyeti’ne
Türkiye’nin vereceği yıllık aidat olarak ise, 337.048.46 Altın Frank olduğu ve bunun
toplamının ise 135 bin Türk lirası olması kararlaştırılmıştır52. Ancak Türkiye Milletler
Cemiyeti tarafından kendisi için uygun görülen bu ödemenin fazla olduğuna itiraz
etmiştir. Hatta Yunanistan’ın ödediği aidatın daha az olduğuna dikkat çekilmiştir ve
Türkiye’nin de Yunanistan’ın durumuyla hemen hemen aynı olduğu vurgulanmıştır.
Ancak cemiyetten Türkiye lehine bir karar çıkmamıştır. Hatta 1933 için yılı öngörülen aidatın 1934 yılı için de geçerli olması kararına varılmıştır53.
Milletler Cemiyeti Hıfzısıhha Komitesi’nin Paris’te açtığı sıtma kursuna
Türkiye’den Sıtma Mücadele Reisi Dr. Cevat Bey’in katılması ve ardından Cevat Bey’in
konu hakkında araştırmalar yapması için Roma ve Madrid’e gitmesi kararlaştırılmıştır54.
Yine 26 Eylül 1932 tarihinde Cenevre’de toplanacak olan Milletler Cemiyeti toplantısına
Türkiye’yi temsil etmek üzere Dışişleri Bakanı Dr. Tevik Rüştü Bey’in başkanlığında
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Bern Elçisi Cemal Hüsnü, Sivas Milletvekili Necmettin
Sadık Beylerin temsilci, Cenevre Başkonsolosu Celal Hazım Bey’in temsilci muavini, Dışişleri Bakanlığı Özel Kalem Müdürü Kemal Bey’in temsilci heyetinin refakat
memuru ve Bern Elçiliği Başkâtibi Nurettin Bey’in Temsilci Heyeti Kâtibi olarak
atanmaları ve gönderilmeleri karlaştırılmıştır. Ayrıca bu Türk heyetinin güvenliğini
sağlamak için de polis memuru Sadık Efendi görevlendirilmiştir55. 1932 yılından
sonra, Bern Elçisi Cemal Hüsnü, Sivas Milletvekili Necmettin Sadık, Dışişleri Özel
Kalem Müdürü Reik Amir ve polis memuru Sadık Efendi’den oluşan Türk Heyeti
Dışişleri Bakanı Tevik Rüştü Bey’in başkanlığında 25 Eylül 1933 tarihinde yapılan
Milletler Cemiyeti toplantısına katılmışlardır56. Türkiye Bern Elçisi Cemal Hüsnü
Bey’i ayrıca Türkiye’nin Milletler Cemiyeti daimi üyeliğine de atamıştır57.
50
51
52
53
54
55
56
57
BCA, HVDUM., d.43298, f.k.30.10.0.0, y.n.251.694.22.
BCA, HVDUM., d.40131, f.k.30.10.0.0, y.n.222.498.12.
BCA, BMM., d.40135, f.k.30.10.0.0, y.n.222.498.16.
BCA, HVDUM., d.40137, f.k.30.10.0.0, y.n.222.498.18.
BCA, BMM., s.13452, f.k.30.18.1.2, y.n.31.69.8.
BCA, BMM., 13305/401-9, 30.18.1.2, 18.9.1932.
BCA, BMM., s.15015, f.k.030.18.1.2, 39.67.14; s.15015, f.k.30.18.1.2, y.n.39.67.14.
BCA, BKM., s.15328, f.k.30.18.1.2, y.n.41.83.6.
247
Şayan ULUSAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Yine 1933 yılında Lehistan’da sağlık konularında incelemelerde bulunacak olan heyete Türkiye’den Müsteşar Dr. Hüsamettin Bey’in katılması
kararlaştırılmıştır. Lehistan’daki bu organizasyona Türkiye Milletler Cemiyeti
tarafından davet edilmiştir58. Dr. Hüsamettin Bey, Milletler Cemiyeti’nin Cenevre’de
yapacak olduğu 27 Ekim 1933 tarihinde ki ve ayrıca 23 Ekim 1933 tarihindeki Paris’te
Fransız Cumhurbaşkanının reisliğinde yapılacak olan toplantılara katılmıştır. Ayrıca
Türkiye’nin Cenevre Başkonsolosu Hazım Bey’de 27 Ekim 1933 tarihli toplantıya
katılmak için görevlendirilmiştir59. 1934 yılında Milletler Cemiyeti Umumi Kâtipliği
Şube üyeliğine Kerim Tevik Bey seçilmiştir60. Yine Milletler Cemiyeti’nin 2 Mayıs
1934 tarihinde yapacağı toplantıya katılmak üzere Dr. Hüsamettin Bey’in, 4 Haziran
1934 tarihinde de toplanacak olan Milletler Cemiyeti Mesai Konferansı’na Bern Elçisi
Cemal Hüsnü Bey’in katılmaları için Cenevre’ye gönderilmeleri kararlaştırılmıştır61.
Milletler Cemiyeti’nin 1934 yılı Eylül ayı içinde yapacağı toplantıya katılmak
üzere Dışişleri Bakanı Dr. Tevik Rüştü Bey’in başkanlığında Bern Elçisi Cemal Hüsnü,
Sivas Milletvekili Necmettin Sadık, Başkonsolos Reik Amir Bey ve Emniyet memuru
Sadık Bey’in katılması kararlaştırılmıştır. Hatta Necmettin Sadık Bey adı geçen heyetten
daha önce yola çıkarak Lokarno’da yapılacak olan “Congrés International de la paix”e
Türkiye adına katılacaktır62. Ayrıca, Marsilya’da Kral Aleksander’in öldürülmesi üzerine Yugoslavya’nın Milletler Cemiyeti’ne Macaristan’ı şikâyeti63, vereceği
nota ve bu tarihte Belgrat’ta bulunan Tevik Rüştü Aras’ın Türkiye’nin Cemiyette
Yugoslavya’nın notasını destekleyeceği ve Türkiye’nin bu desteğinin “Novosti” de
çıkan bir makalede yayınlandığı görülmektedir64. Yugoslavya’nın bu notası üzerine
İtalyan gazetelerinde epeyce makale yayınlanmıştır. Bunların arasında “Giornale d’İtalia”
gazetesinin tanınmış yazarlarından Virginio Gayda’nın bir makalesi, “Messaggero” gazetesi ve “Roma Fascista” gazetesi gelmektedir. Özellikle Messaggero’da çıkan yazı Balkan
Paktı üyelerinden Türkiye ve Yunanistan’ın Yugoslavya’ya destek vermedikleri yönündeki yorumuyla dikkat çekmektedir65. Ancak durum İtalyan gazetelerinde çıkan haberler
gibi değildir. Tevik Rüştü Aras aracılığıyla Türkiye’nin cemiyette Yugoslavya’nın
notasını destekleyeceği açıklanmıştır.
1934 yılı Sovyet Rusya’nın Milletler Cemiyeti’ne dâhil olduğu yıldır. Sovyet
Rusya daha önceleri Türkiye’nin Cemiyete üye olmasını istememiş olmakla beraber,
iki yıl gibi kısa bir süre zarfında kendisi de 18 Eylül 1934 tarihinde cemiyete üye
olmuştur. Hatta Türkiye üç yıl için Milletler Cemiyeti Konseyi’ne üye olarak seçildiği
tarih olan 17 Eylül 1934’den hemen sonra 18 Eylül 1934’de Cemiyete üye olmuştur66.
Nitekim 1934 yılında Sovyet Rusya’nın cemiyete katılmak ve konseyde daimi bir üyelik istediğine dair Belgrat’ta yayınlanan Pravda gazetesinde M.Beneş’in
açıklamasına istinaden çıkan bir makale Türkiye’nin Belgrat Elçiliği’nden Ankara’ya
bildirilmektedir67.
58
59
60
61
62
63
64
65
66
67
BCA, BMM., s.14313, d.238-126, f.k.30.18.1.2, y.n.36.32.16.
BCA, BKM., s.15045, f.k.30.18.1.2, y.n.39.69.4.; s.15148, d.401-13, f.k. 30.18.1.2, y.n.40.74.7.
BCA, BKM., s.2672, d.112-129, f.k.30.18.1.2, y.n.43.13.11.
BCA, BKM., s.438, d.401-14, f.k. 30.18.1.2, y.n.44.22.2.; s.5502, d.401-15, f.k.30.18.1.2, y.n.44.27.10.
BCA, BKM., s.11902. d.401-19, f.k.30.18.1.2, y.n.47.59.10.
BCA, HVİDUM., d.400-3285, f.k.30.10.0.0, y.n.221.491.17.
BCA, HVDUM, d.432213, f.k.30.10.0.0, y.n.252.698.16.
BCA, HVİDUM., d.432215, f.k.30.10.0.0, y.n.252.698.18.
İsmail Soysal, a.g.e., s.48.
BCA, HVDUM., d.432179, f.k.30.10.0.0, y.n.252.697.11.
248
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi...
Cemiyet-i Akvam ile ilgili bütün gelişmeler, alınan kararlar Türk makamları
tarafından bu dönemde de yakından takip edilmektedir. Mesela, ekonomisi bozuk
olan Bulgaristan’ın Milletler Cemiyeti’ne bu durumu düzelteceğine dair verdiği söz
hakkında Paris’te yayınlanan “ Le Journal du Commerce” çıkan yazı Türkiye’nin Paris
Elçiliği’nden Ankara’ya gönderilmiştir68. Mısır Emniyet Genel Müdürü ve Uyuşturucu
Maddeler Kaçakçılığı İstihbarat Müdürü olan Russel Paşa’nın uyuşturucu madde
imalatı ve kaçakçılığı konusunda hazırlayıp Milletler Cemiyeti’ne sunacak olduğu
rapor hakkında Daily Herald gazetesinin 20.2.1933 tarihli nüshasında bir makale
yayınlanmıştır. Bu makalenin Fransızca tercümesi Ankara’ya gönderilmiştir69. Nitekim 15 Mayıs 1933 tarihinde toplanacak olan Milletler Cemiyeti Afyon İstişarı
Komisyonu tarafından diğer ülkeler gibi Türkiye’nin durumu hakkında da inceleme yapılacak olmasının bildirilmesi üzerine adı geçen toplantıya Türkiye’nin Bern
Elçisi Cemal Hüsnü Bey’in katılması uygun görülmüştür70.
Bu arada cemiyet yetkililerinin Türkiye’deki gelişmeleri de yakından takip
ettikleri görülmektedir. 1933 yılında İran’da bulunan C.M.H. Weaver ile Mahmut
Ali Khan Djamalzadeh’nin Nisan ayında Türkiye’ye gelerek Dışişleri Bakanlığı ile
temaslarda bulunacakları Türk makamlarına bildirilmiştir. Özellikle bu heyet Türk
Dışişlerinin nasıl çalıştığını yakından incelemek istemektedir71.
1935-1936 Yılları
Milletler Cemiyeti’ne bağlı Koruma Cemiyetleri Uluslararası Birliği’nin 1 Mart’ta
Cenevre’de toplanacak komisyonlarına Türkiye’den İstanbul Üniversitesi Rektörü Cemil Bilge Bey katılmıştır. İstanbul Üniversitesi Rektörü Cemil Bilge Bey daha sonrada 6
Haziran 1935 tarihinde Brüksel’de toplanan Milletler Cemiyeti Muzaheret Cemiyetleri
Kongresi’ne de katılmıştır. Ayrıca yanında General İhsan Bey ile Ankara Hukuk
Fakültesi Dekanı Baha Bey bulunmaktadır72. Mayıs 1935 tarihinde Bükreş’te toplanacak olan Balkan Misakı Konseyi’ne Dışişleri Bakanı Tevik Rüştü Aras’ın başkanlığında
Hasan Saka, Cevat Açıkalın, Reik Amir Kocamaz ve yine ayrıca Mayıs ayının sonlarına
doğru Milletler Cemiyeti’nin yapacak olduğu Konsey toplantısına yine Dışişleri Bakanı
Tevik Rüştü Aras’ın başkanlığında Bern Elçisi Cemal Hüsnü ve Reik Amir Kocamaz
katılmıştır. Ayrıca her iki heyetin yazı işleri içinde Rıfkı Rüşdü Zorlu, Emniyet görevlisi olarak da Sadık Bey adı geçen heyetlere dahil olmuşlardır73.
Milletler Cemiyeti Hıfzısıhha Komitesi Bürosu’nda yapılacak olan toplantıya
katılmak üzere Dr. Hüsamettin Kural, Roma ve Paris’e gönderilmiştir74. Cemiyetin
İstişari Afyon Komisyonu’nun Kasım ayında yapacak olduğu toplantıya da Türkiye
adına Bern Elçisi Cemal Hüsnü Bey katılmıştır75.
Yine, Milletler Cemiyeti’nin aldığı kararların uygulanması sebebiyle meydana gelebilecek bazı meseleleri görüşmek ve karar vermek üzere bu iş ile ilgile68
69
70
71
72
73
74
75
BCA, HVDUM., d.426262, f.k.30.10.0.0, y.n.241.626.2.
BCA, HVİŞM., d.43944, f.k.30.10.0.0, y.n.266.796.16.
BCA, BMM., s.14412, f.k.30.18.1.2, y.n.36.37.14.
BCA, HVDUM., d.40133, f.k.30.10.0.0, y.n.222.498.14.
BCA, BMM., s.20012, d.401-9, 30.18.1.2, y.n.51.10.18.; s.26462, d.112-67, f.k.30.18.1.2, y.n.55.43.2.
BCA, BKM., s.25472, f.f.30.18.1.2, y.n.54.38.3.
BCA, BKM., s.23282, d.409-26, f.k.30.18.1.2, y.n.53.27.4.
BCA, BMM., s.33512, f.k.30.18.1.2, y.n.58.78.7.
249
Şayan ULUSAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
nen Dışişleri Bakanlığı daire şeleri, maliye, ekonomi, gümrük bakanlıklarından
ve Cumhuriyet Merkez Bankası’ndan bir komisyon oluşturulmuş, başkanlığına da
Hariciye Umumi Kâtibi Numan Menemencioğlu getirilmiştir76.
İtalya’nın 3 Ekim 1935 tarihinde Habeşistan’a saldırması üzerine Milletler Cemiyeti
İrtibat Komitesi tarafından Cenevre’de 5 maddelik tedbirler kabul edilmiştir ve diğer cemiyet üyelerinde olduğu gibi Türkiye’nin de bu tedbirleri uygulaması istenmiştir. Alınan
bu kararlarda İtalya’ya bir yaptırım söz konusudur. İtalya’ya silah satışının yasaklanması,
kredi açılmaması, bazı malların ithalat ve ihracatının yasaklanması gibi tedbirler alınmıştır.
Türkiye’den de cemiyete üye olması hasebiyle bu kararlara uyması istenmiştir. Türkiye’de
Milletler Cemiyeti’nde alınan bu tedbirleri uygulamıştır77. Bu kararları İngiltere’nin
Dışişleri Eski Bakanı Samuel Hoare ile Fransa Başbakanı Laval tarafından Paris’te
belirlenmiştir. Hatta bu konu “Journal des Nations” isimli gazetede açıklanmıştır78.
Türkiye, İtalya’ya karşı alınacak tedbirlerin iki ana başlık altında toplanmasını
önermektedir. Birincisi askeri, ikincisi ise ekonomiktir. Ayrıca Türkiye, Milletler
Cemiyeti’nin bu konuda alacağı her türlü tedbire iştirak edeceğini bildirmiştir79.
Bu konuya dair Hicaz Hariciye Müsteşarı Fuad Hazma, Türkiye’nin Cidde
Maslahatgüzarı ile yaptığı görüşmede, Milletler Cemiyeti’nin İtalya-Habeş Savaşı’nda
hiçbir etkisinin görülmediğini, cemiyetin bir-iki büyük devletin elinde bulunduğunu,
diğer devletlerin işine yaramadığını, bu sebeple Suudi Arabistan’ın cemiyete hiçbir
zaman girmeyeceğini ifade etmiştir80.
1935 yılı Türkiye için her anlamda gelişmeler gösterirken, belgelerde de
artık daha önceleri sadece isimleri geçen şahısların soyadlarının da kullanılmaya
başlandığı görülmektedir. Daha önceleri Cumhurbaşkanı sıfatıyla yazışmalara
“Gazi Mustafa Kemal” imzasını kullanan Mustafa Kemal Atatürk, soyadı kanunundan sonra artık “Kemal Atatürk” imzasını kullanmaya başlamıştır.
1936 yılı itibariyle Milletler Cemiyeti’nin Türkiye Daimi Temsilcisi olan
Bern Elçisi Cemal Hüsnü Bey’in istifasıyla boşalan Türkiye Cumhuriyeti Daimi
Murahhaslığı’na Milletler Cemiyeti toplantılarına katılan Türk heyetlerinde bulunan Sivas Milletvekili Necmettin Sadık Bey atanmıştır81. Yine Londra’da yapılacak
olan toplantıya Ahmet İhsan Tokgöz, Necip Ali Küçük, S. M. Arsal, Şükrü Yaşın,
Profesör Cemil Bisel ve Reşat Erbeyli katılmıştır. Yine 18 Mayıs 1936 tarihinde
Cenevre’de yapılan toplantıda Türkiye’yi Cenevre Başkonsolosu Numan Tahir Seymen
temsil etmiştir. Milletler Cemiyeti’nin 13’ler Komitesi’nin 8 Nisan 1936 tarihindeki
toplantısına Paris Büyükelçisi Suat Davaz katılmıştır82.
Cemiyetin Mayıs 1936’da Belgrat da toplanan Balkan Misakı Konseyi’ne
Tevik Rüştü Aras, Cevad Açıkalın, Faik Zihni ve ardından Cenevre’de cemiyetin
genel toplantısına da yine Tevik Rüştü Aras, Cevad Açıkalın, ayrıca Reik Amir
Kocamaz ve elçilik kâtibi olarak Fatin Rüştü Zorlu katılmıştır83.
76
77
78
79
80
81
82
83
BCA, BKM., s.37992, d.11-41, f.k.30.18.1.2, y.n.60.100.4.
BCA, BKM., s.35032, f.k.30.18.1.2, y.n.59.85.19.; Soysal, 1993: 49.
BCA, HVDUM., d.424439, f.k.30.10.0.0, y.n.238.607.4.
BCA, HVUKK., d.422110, f.k.30.10.0.0, y.n.234.580.13.
BCA, HVDUM., d.436A31, f.k.30.10.0.0, y.n.260.749.6.
BCA, BKM., s.44602, d.401-28, f.k.30.18.1.2, y.n.64.33.5.
BCA, BKM., s.45312, d.401-29, f.k.30.18.1.2, y.n.64.36.16.; s.45242, f.k.30.18.1.2, y.n.64.36.9.; s.45412,
f.k.30.18.1.2, y.n.64.37.6.
BCA, HVDUM., s.45402, 401-30, f.k.30.18.1.2, y.n.64.37.5.
250
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi...
9 Eylül 1936’da Fransa, Suriye’ye bağımsızlık tanımak amacıyla Suriye
temsilcileriyle bir anlaşma yapmıştır ve böylece Sancak (Hatay)’ın geleceği meselesi ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda 14 Aralık 1936 tarihinde Sancak (Hatay)
Sorunu Milletler Cemiyeti Konseyi’nde görüşülmeye başlanmıştır84. Nitekim cemiyetin bu meseleye dair yapacağı toplantıya Dışişleri Bakanı Dr. Tevik Rüştü Aras’ın
başkanlığında Hasan Rıza Soyak, Numan Menemencioğlu, Reik Amir Kocamaz,
Fatin Rüştü Zorlu, Yüzbaşı Talat, Ali Haydar Görk, Şemsettin Arif Mardin, Abdullah
Zeki, Komiser Salim ile Sadık Bey katılmıştır85.
1937-1939 Yılları ve Hatay Meselesi
1937- 1939 yılları arası dönem Sancak (Hatay) Meselesi’nin görüşüldüğü ve
çözüme kavuşturulduğu yıllar olmuştur. 1936 yılında Fransa’nın Suriye üzerindeki
manda yönetimini kaldırması ve Türkiye’nin bu konunun görüşülmesi için Milletler
Cemiyeti’ne başvurması üzerine 1939’a kadar devam edecek olan süreç başlamıştır.
Bunun doğrultusunda 27 Ocak 1937 tarihinde Hatay’ın “Ayrı Varlık” olarak
kurulması yönünde Türkiye ile Fransa arasında ilke anlaşması imzalanmıştır86.
Milletler Cemiyeti’nin Sancak Meselesi’ne dair yapacağı toplantıda yine
Dışişleri Bakanı Tevik Rüştü Aras’ın başkanlığında bir heyet Türkiye’yi temsil
etmiştir87.
Hatay’ın geleceği hakkında Milletler Cemiyeti’nde meydana gelen olumlu gelişmeler üzerine Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Başbakan İsmet
İnönü’ye bir tebrik telgrafı göndererek, “Türkiye Cumhuriyeti haklı olduğuna kani
bulunduğu davasını, büyük ve adil hakem heyeti olmasını daima arzu ettiği ve bu
sıfat ve salahiyetinin daha çok çetin meseleler halinde en yüksek kudret ve kuvveti
haiz olmasını temenni eylediği Cemiyeti Akvama bırakmakla insanlık namına isabetli bir harekette bulunmuştur” demektedir88.
29 Mayıs 1937 tarihinde Milletler Cemiyeti Konseyi’nce Sancak
statüsünün, anayasasının, sınır haritasının kabulü günü Sancak’ın sınırlarını ve
toprak bütünlüğünü güvence altına alan Türk-Fransız Antlaşması Cenevre’de
imzalanmıştır89.
Bu dönemlerde de yine Milletler Cemiyeti nezdinde birçok toplantılar
yapılmış ve Türkiye’den bu toplantılara heyetler katılmıştır. Mesela, Şubat 1937’de
Cenevre’de yapılan toplantıya Dr. Hüsamettin Kural; 26 Mayıs 1937 tarihli toplantıya
Tevik Rüştü Aras, Hasan Rıza Soyak, Numan Menemencioğlu, Necmeddin Sadık;
13 Eylül 1937 tarihli toplantıya Tevik Rüştü Aras, Cemal Hüsnü Taray, Necmettin
Sadık katılmıştır90. Milletler Cemiyeti’ndeki toplantıların büyük çoğunluğunda
Türkiye’yi Dışişleri Bakanı olarak Tevik Rüştü Aras ve O’nun başkanlığındaki Türk
heyetleri temsil etmiştir.
84
85
86
87
88
89
90
İsmail Soysal, a.g.e., s.s.49-50.
BCA, BKM., s.57952, d.401-32, f.k.30.18.1.2, y.n.71.1.2.
İsmail Soysal, a.g.e., s.50.
BCA, BKM., s.58682, d.401-33, 30.18.1.2, y.n.71.4.15.
BCA, BNM., d.40225, f.k.30.10.0.0, y.n.222.501.5.
İsmail Soysal, a.g.e., s.50.
BCA, BKM., s.60262, f.k.30.18.1.2, y.n.72.12.12.; s.67042, d.401-35, f.k.30.18.1.2, y.n.75.45.16.;
s.72782, d.401-37, f.k.30.18.1.2, y.n78.74.8.; s.73512, d.401-39, f.k.30.18.1.2, y.n.78.78.1.
251
Şayan ULUSAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Milletler Cemiyeti, Sancak Meselesi için buraya gönderilen araştırma komisyonuna 1 Şubat 1937-15 Mart 1937 tarihleri arasında 18.727.10 İsviçre frangı Türkiye
tarafından ödenmiştir91. Ocak 1938 tarihinde Cenevre’de Milletler Cemiyeti Hatay
meselesinin görüşülmesi için bir toplantı düzenlemiştir. Bu toplantıya Türkiye’den
temsilci olarak Necmettin Sadık katılmıştır. Necmettin Sadık’ın yanına da müşavir
olarak Dışişleri Bakanlığı memurlarından Fatin Rüştü Zorlu ile Abdullah Zeki Polar
gönderilmiştir92.
Bu arada yine cemiyetin Şubat 1938 tarihli toplantısı için Dr. Hüsamettin
Kural Cenevre’ye gönderilmiştir. Hüsamettin Kural cemiyetin Ekim 1938 tarihli toplantısına da katılmıştır. 12 Eylül 1938 tarihli Milletler Cemiyeti 19. Asamble
toplantısına Dışişleri Bakanı Tevik Rüştü Aras başkanlığında Necmettin Sadık ve
Esma Nayman katılmıştır. Yine 30 Kasım 1938 tarihinde Paris’te yapılan konferansa
Türkiye’nin Paris Büyükelçiliği müsteşarlığını yapan Orta Elçi Celal Arar Türkiye’yi
temsil etmiştir. Yine Türkiye’nin İktisat Vekâleti İş Dairesi Reisliği, Milletler Cemiyeti
Uluslararası İş Bürosu ile doğrudan bilgi alışverişinde bulunmak istemiştir. Bunun
Türkiye’nin ekonomisine oldukça katkı sağlayacağı düşünülmüştür. Ayrıca Milletler
Cemiyeti’nin hazırladığı yeknesak bir deniz balisaji sistemine dair 13.5.1936 tarihli
anlaşmaya Türkiye’nin de katılması için bir kanun tasarısı hazırlanmıştır93. Ancak
ulaşılan belgelerde bu kanun tasarısının kabul edilip edilmediğine dair herhangi bir
bilgi elde edilememiştir.
1939 yılı artık Mustafa Kemal Atatürk’ün olmadığı dönemlerin başlangıcı olarak
karşımıza çıkmaktadır. Hatta Mustafa Kemal Atatürk yukarıda bahsedilen Milletler
Cemiyeti’nin Ekim 1938 tarihli toplantısı için Cenevre’ye giden Hüsamettin Kural’ın
28. 9. 1938 tarihli kararnamesinin94 altına attığı imza incelenen bu dönem ve konuya
dair elde edilen belgelerdeki son imzası olarak karşımıza çıkmaktadır. Bundan sonra
artık belgelerde cumhurbaşkanı olarak İsmet İnönü imzalı kararname-ler karşımıza
çıkmaktadır. Başbakan Dr. Reik Saydam, Dışişleri Bakanı ise Şükrü Saraçoğlu’dur.
Milletler Cemiyeti’nin mutad her yıl düzenlediği toplantılardan biride İstişarî
Afyon Komisyonu’nun 15 Mayıs 1939 tarihinde Cenevre’de yaptığı toplantıdır. Bu
toplantıya dair Sağlık Bakanlığı Türkiye’deki haşhaş, afyon ekimi, ihracı, dağıtımı ve
haşhaş, afyon ekimi-nin daraltılması ile ilgili görüşünü Başbakanlığa göndermiştir95.
Milletler Cemiyeti’nin 4 Mayıs 1939 tarihli Cenevre ve 1-2 Mayıs 1939 tarihli Paris sağlık toplantılarına Ağrı milletvekili Dr. Hüsamettin Kural katılmıştır96.
Bu arada Milletler Cemiyeti’nin Malatya Şubesi’nden Afyon, İçel, Denizli, Sinop
Halkevi Başkanlıkları’na dergilerinde yayınlanmak üzere bazı hikâyeler göndermek istediklerini ifade eden Arapça yazılmış birer mektup gönderilmiştir. Ancak
bu talebe hiçbir şekilde olumlu cevap veril-memesi kararının alındığı Halkevi
Başkanlıklarına bildirilmiştir97.
91
92
93
94
95
96
97
BCA, BKDM., s.80462, d.402-8, f.k.30.18.1.2, y.n.82.5.7.
BCA, BKDM., s.80442, d.238-394, f.k.30.18.1.2, y.n.82.5.5.
BCA, BKDM., s.80622, d.401-42, f.k.30.18.1.2, y.n.82.6.3.; s.95282, d.401-44, f.k.30.18.1.2, y.n.84.79.7.;
s.96642, d.401-45, f.k.30.18.1.2, y.n.84.86.3.; s.96802, d.401-46, f.k.30.18.1.2, y.n.84.86.19.; s.98882,
f.k.30.18.1.2, y.n.85.97.2.; HVÜDR, d.17453, f.k.30.10.0.0, y.n.166.156.6.
BCA, BKDM., s.96802, d.401-46, f.k.30.18.1.2, y.n.84.86.19.
BCA, BYDM., d.20214, f.k.30.10.0.0, y.n.178.231.3.; BCA, SİMV., d.20215, f.k.30.10.0.0, y.n.178.231.4.
BCA, BKDM., s.107792, d.409-65, f.k.30.18.1.2, y.n.86.32.8.
BCA, f.k.490.1.0.0, y.n.4.20.13.
252
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi...
Sancak’a gönderilen Milletler Cemiyeti seçim Komisyonu’nun masraları
için Türkiye’nin hesabına düşen 268.676.35 İsviçre frangı Türkiye tarafından
ödenmiştir98. Suriye’nin 1936 yılında Fransa mandasından kurtulmasından
sonra Sancak meselesinin Türkiye’nin gerçekçi politikası neticesinde Milletler
Cemiyeti’nde görüşülmeye başlanmıştır. Bu tarihten sonra Sancak’a dair yapılan
çalışmalarda masralara ait ödemeler Türkiye’den istenmiştir. Türkiye’de payına
düşen meblağı ödemiştir.
Haşhaş ziraatı ve afyon üretiminin sınırlandırılmasına dair Milletler
Cemiyeti’nin 1939 yılındaki toplantısına Türkiye adına cemiyetin Türkiye daimi
üyesi Necmettin Sadak başkanlığında Servet Berkin, Hamza Erkan ve Selman
Açba katılmıştır99. Münakalat ve Transit Komisyonu’nun 6 Haziran 1939 tarihli
toplantısına Ali Rıza Akat100, sağlık konusundaki toplantıya da Hüsamettin Kural101
katılmıştır. ‘Paracodine’ adlı tedavi amaçlı ortaya çıkarılan uyuşturucu niteliğindeki
ilacın Cenevre Afyon sözleşmesi hükümlerine tabi tutulabilmesi için düzenlenen
protokolün Türkiye adına da imzalanması için Milletler Cemiyeti Türkiye daimi
delegesine yetki verilmiştir102.
2 Aralık 1939 tarihindeki Milletler Cemiyeti toplantısına Türkiye adına Sivas
milletvekili Necmettin Sadak katılmıştır. Bu toplantının amacı Sovyet- Finlandiya
ihtilafı üzerine Finlandiya’nın cemiyete başvurusunun değerlendirilmesi olmuştur103.
Çünkü 30 Kasım 1939 tarihinde Sovyetler Birliği, Finlandiya’ya saldırmıştır. Bunun
üzerine de Sovyetler Birliği Milletler Cemiyeti’nden çıkartılmıştır104.
Yine 11.12.1939 tarihinde yapılan toplantıya Sivas milletvekili Necmettin
Sadak ile birlikte müşavir olarak Nedim Veysel İlkin katılmıştır105.
Haziran 1939 tarihinde Milletler Cemiyeti Mandalar Komisyonu toplandığı
ve Filistin mandası hakkındaki İngiliz raporunun incelendiğine dair bilgiler Türkiye
İçişleri Bakanlığı’ndan Başbakanlığa bildirilmiştir. Bu bilgide ayrıca İngiltere’nin
‘manda’ konusundaki tutumunun da Fransa tarafından pek hoş karşılanmadığı yer
almaktadır106. Bunun etkisi Milletler Cemiyeti’nin manda komisyonunda Fransa’yı
temsil eden Besson’un komisyon çalışmalarına devam ederken bahsettiği Fransa’nın
genel siyaseti olarak şöyle karşımıza çıkmaktadır;
“Eski başvekil Laval hala İtalyanlarla uzlaşmanın mümkün olduğu
kanaatindedir. Laval, kendisi Roma’ya elçi gönderildiği takdirde iki ay zarfında
Mussolini’yi elde etmeğe muvaffak olacağını söylemektedir demiş ve Laval’ın ikrinin bir gün tecrübe edilmesi ihtimalinin mevcut olduğunu ilave etmiştir”107. Bu
bilgiler Türkiye’nin İçişleri Bakanlığı’ndan Başbakanlığa bildirilmiştir.
98
99
100
101
102
103
104
105
106
107
BCA, BYDM., d.402621, f.k.30.10.0.0, y.n.225.515.16.
BCA, BKDM., s.109822, d.202-67, 30.18.1.2, y.n.87.42.10.
BCA, BKDM., s.11154, d.401-48, f.k.30.18.1.2, y.n.87.51.2.
BCA, BKDM., s.123192, d.409-68, f.k.30.18.1.2, y.n.89.108.20.
BCA, BKDM., s.112222, d.202-68, f.k.30.18.1.2, y.n.87.54.10.
BCA, BKDM., s.125052, f.k.30.18.1.2, y.n.89.118.5.
İsmail Soysal, a.g.e., s.54.
BCA, BKDM., s.120282, d.401-51, f.k.30.18.1.2, y.n.90.23.9.
BCA, DVEUM., d.40145, f.k.30.10.0.0, y.n.222.499.6.
BCA, DVEUM., d.428160, f.k.30.10.0.0, y.n.245.655.14.
253
Şayan ULUSAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Nitekim yine Cenevre’de görüşülen Filistin mandası konusunda alınan
her türlü bilgiler Başbakanlığa iletilmiştir. Buna göre, komisyonda bulunan Arap
heyetinin İngiliz Müstemleke Bakanı’nı birkaç kez ziyaret ettiği, Arapların bakanı
kendi lehlerine kazanmada başarılı olamadıkları ancak İngiltere’nin öteden beri
takip ettiği siyaseti biraz yumuşatmağa muvaffak oldukları, Arap heyetinin başkanı
Cemal El-Hüseyni’nin Filistin meselesinde İngiltere’nin dostu olması hasebiyle
Türkiye’den hakem olmasını istediği bildirilmektedir108.
Bu bilgilerden II. Dünya Savaşı’nın başlangıç yılları olması hasebiyle ülkeler arasındaki gerginlik oldukça hissedilmektedir. İngiltere ile Fransa’nın aynı safta
olmalarına karşın manda uygulaması yüzünden aralarında gerginlik yaşandığı
görülmektedir. Özellikle Fransa, İngiltere’ye Filistin mandası sebebiyle tavır almış
gözükmektedir. Bu durum da Türkiye tarafından yakından takip edilmiştir.
23 Haziran 1939 tarihinde Hatay Meselesi’ni kesinlikle çözümleyen TürkFransız Antlaşması Ankara’da imzalamış ve aynı tarihte Türk-Fransız Ortak Demeci
Paris’te yayınlanmıştır ve böylece Hatay Anavatana katılmıştır109.
Temmuz 1939 tarihinde Milletler Cemiyeti “ Köy Hayatına Ait Avrupa
Konferansı” düzenlemek istemiş, ancak ülkelerin bu tarihte hazırlayacakları monograilerin tamamlayamayacak olmaları ve sonbaharın bu gibi toplantılar için daha
uygun olduğu sonucuna varılmıştır. Konferans bu doğrultuda 16 Ekim 1939’a
ertelenmiştir. Konferansa katılacak ülkelerin monograileri New York Sergisi’nde
sergilenecektir. Türkiye’nin bu konuda çok büyük atılımlar yaptığı ifade edilerek
konferansa katılımı istenmiştir. Hatta örnek olarak Belçika Monograisi Türk yetkililerine gönderilmiştir. 1939 yılındaki bu konferans 1931 yılında “Köy Hıfzısıhhası
Avrupa Konferansı” adıyla toplanan konferansın devamıdır. Türkiye 1939’da
Cenevre’deki konferansa katılmayı uygun görmemiştir110. Bu karar muhtemelen
hazırlıkların tam anlamıyla hazırlanamamış olmasından olabilir. Çünkü İçişleri
Bakanlığı’nın yazışmalarından ve Başbakanlığa gönderdiği bilgilerden bu sonuca
varılabilinir. Başbakanlıktan gelen bilgiler doğrultusunda adı geçen konferansa
Türkiye’nin katılması bu şartlarda uygun görülmemiştir.
II. Dünya Savaşı Yılları
1940 yılı itibarıyla da yapılan toplantılara Türkiye katılmıştır. Milletler Cemiyeti
Uyuşturucu Maddeler İstişarî Komisyonu’nun 13 Mayıs 1940 tarihindeki afyon ekimi ve kontrolü hakkındaki toplantısına Ticaret Bakanlığı Dış Ticaret Daire Başkanı
Servet Berk gönderilmiştir111.
27 Eylül 1940/1941 tarihlerinde Suriye’deki Özgür Fransız Kuvvetleri
Komutanı mandanın sona erdiğini açıklamıştır. Aynı yılların 27 Kasım’ında da
Lübnan’da manda yönetimine son verilmiştir112.
Özgür Fransızların Başkanı General de Gaulle tarafından Suriye ve Lübnan
mandası hakkında Miletler Cemiyeti Genel Sekreterliği’ne bilgi verilmiştir. Ayrıca
108
109
110
111
112
BCA, DVEUM., d.438A39, f.k.30.10.0.0, y.n.266.793.40.
İsmail Soysal, a.g.e., s.53.
BCA, BYDM., d.4089, f.k.30.10.0.0, y.n.229.539.10.
BCA, HVÜDR., d.20221, f.f.30.10.0.0, y.n. 178.231.10.
İsmail Soysal, a.g.e., s.s.55-57.
254
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi...
Türkiye’nin Londra Büyükelçiliği’ne de bu mektubun bir nüshası gönderilmiştir113.
Milletler Cemiyeti’nin 1940 yılında Cenevre’de yayınladığı “Monnaies
et Banques 1939/40, Volume 1” (Aperçu de la Situation Monétaire) yani “Para ve
Bankacılık 1939/40, cilt.1” ( Parasal Duruma Genel Bakış) adlı eseri Türkiye’nin
Dışişleri Bakanlığı, Başbakanlığa sunmuştur114. Bu eserde ülkelerin banka sektöründeki ve ekonomik durumları ele alınmıştır.
1940’dan sonraki dönemler II. Dünya Savaşı’nın hız kazandığı yıllar olduğu
için bu ve bundan sonraki yıllarda artık Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam)’ne
dair kayıtlar azalmaktadır. Çünkü artık devreye Birleşmiş Milletler girmektedir.
Nitekim, 1 Ocak 1942 tarihinde Birleşmiş Milletler’in kurulması için 1941 Atlantik Demeci’nden sonra ikinci adım olarak kabul edilen Birleşmiş Milletler Demeci
İngiltere, A.B.D., Sovyetler Birliği, Çin ve diğer 22 Mütteik tarafından Washington’da
imzalanmıştır. Ardından 4-11 Şubat 1945 tarihinde Churchill, Roosevelt ve Stalin Yalta
Toplantısı’nda, Birleşmiş Milletler için San Francisco toplantısı konularında kararlar almışlardır. Yine Yalta Konferansı kararı gereğince 1 Mart’tan önce Almanya’ya
savaş açan ülkelerin San Francisco Konferansı’na katılabileceği İngiltere tarafından
Türkiye’ye bildirilmiştir ve Türkiye’de bunun üzerine Birleşmiş Milletler’e üye
olabilmek için Almanya’ya savaş açmış ve 1942 Birleşmiş Milletler Demeci’ni 23
Şubat 1945 tarihinde imzalamıştır. Böylece 25 Nisan-26 Haziran 1945 tarihinde
Birleşmiş Milletler Konferansı San Francisco’da yapılmış, yasası imzalanmış ve
24 Ekim’de yürürlüğe girmiştir115. Türkiye’de böylece II. Dünya Savaşı sonunda
kurulan Birleşmiş Milletler’e üye olmuştur ve artık Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i
Akvam)’nin yerini Birleşmiş Milletler almıştır.
Sonuç
I. Dünya Savaşı’nın sonunda galip devletler tarafından kurulan Milletler
Cemiyeti taralı bir politika izlemiş olmasından dolayı dünyada pek olumlu bir etki
oluşturamamıştır. Ancak dünyada böyle bir kuruluşun oluşturulması ve Birleşmiş
Milletler’e de örnek teşkil etmesi açısından önem arz etmektedir.
Milletler Cemiyeti’ne (Cemiyet-i Akvam) Türkiye’nin katıldığı tarih
olan 1932 dikkate değer bir tarihtir. 1919 yılında kurulmuş olan teşkilata Türkiye
içinde bulunduğu ağır şartlar sebebiyle ancak 1932’de katılabilmiştir. Hatta Sovyet
Rusya’nın baskısı bunda etkili de olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk bu dönemde
hem Batı’dan hem de Rusya’dan gelen baskıların çok iyi bir denge politikası
doğrultusunda üstesinden gelmiştir. Türkiye cemiyete üye olduktan kısa bir süre
sonra 1934’de Rusya’da cemiyete üye olmuştur.
Milletler Cemiyeti’ne üye olmadığımız, Batı ile karşı karşıya kaldığımız
Musul Meselesi’nde bu dönem bizim aleyhimize sonuçlanmıştır. Çünkü cemiyetin kurucusu olan İngiltere ile üyesi bile olmayan Türkiye bu meseleyi çözümlemeye çalışmıştır. Bu dönemdeki bu meselenin İngiltere’nin lehine çözümlenmesi
kaçınılmazdı. Belki bu sebepledir ki Türkiye, II. Dünya Savaşı’nın sonunda kurulmuş
113
114
115
BCA, HVBDUM., d.428175, f.k.30.10.0.0, y.n.245.656.7.
BCA, HVÜDR., d.40147, f.k.30.10.0.0, y.n.222.499.8.
İsmail Soysal, a.g.e., s.s.57- 61.
255
Şayan ULUSAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
olan Birleşmiş Milletler’e katılabilmek için savaşın sonunda Almanya ve Japonya’ya
savaş ilan etmek zorunda kalmıştır. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde oluşan
yenidünya düzeninde uluslararası ortamda dışarıda etkisiz kalmak istememiştir.
Çünkü Türkiye bunun sıkıntısını I.Dünya Savaşı sonunda oluşturulan Milletler
Cemiyeti’ne geç üye olmakla çekmiştir. Gerçi bunun sebebi Türkiye değildir.
Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak isteyen Batılı devletlerdir. Bu yüzden II. Dünya Savaşı
sonunda Birleşmiş Milletler’e üye olmak için savaşa girmesi yolundaki baskılara
Türkiye yerinde kararlar ile üye olmayı başarmıştır.
İtalya’nın 3 Ekim 1935 tarihinde Habeşistan’a saldırması üzerine Türkiye
cemiyetin üyesi olması dolayısıyla alınan yaptırım kararlarına katılmıştır. Çünkü
yaklaşmakta olan II. Dünya Savaşı’nda ‘savaş dışı’ kalmak ve ‘statüko yanlısı’ bir
politika izlemek istemiştir. Bu sebeple İtalya’nın ve yine Almanya’nın yayılmacı
siyasetlerine Milletler Cemiyeti aracılığıyla karşı çıkmıştır. Hatta Boğazlar, Hatay
meselelerinde Türkiye bu tavrının karşılığını almıştır. Balkan Antantı ve Sadabad
Paktı’nı bu gelişmeler doğrultusunda hazırlamıştır.
Hatay meselesinde de Türkiye Milletler Cemiyeti’ne üye olmasını bu kez
kullanabilmiştir. Çünkü Musul meselesi müzakereleri sırasında cemiyete üye
olmamasının sıkıntısını çekmiştir. Türkiye, Hatay meselesi döneminde ise hem cemiyete üye olmak avantajını hem de yaklaşmakta olan ikinci bir dünya savaşının
ortaya çıkardığı ortamı çok iyi kullanmıştır.
Milletler Cemiyeti (Cemiyet- i Akvam) ve Birleşmiş Milletler her iki dünya
savaşının sonunda kurulmuştur. Türkiye Milletler Cemiyeti’nin uluslararası etki ve
yaptırımlarından 1932 yılına kadar yararlanamamıştır. Türkiye bu süre zarfında da
Milletler Cemiyeti’ne üye olmak için herhangi bir talepte bulunmamış, bu talebin
Milletler Cemiyeti’nden gelmesini tutarlı bir dış politikayla hissettirmiştir. 1932’ye
kadar da Milletler Cemiyeti’nde olan gelişmeleri, toplantıları yakından takip
etmiştir. Bunda cemiyetin toplantılara Türkiye’yi davet etmesi de etkendir.
Her ne kadar Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesi Batılıların etkisiyle
gecikmişse de Türkiye tutarlı ve onurlu bir dış politikayla cemiyete üye olmuştur.
256
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi...
KAYNAKÇA
I. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Belgeleri (BCA)
Başvekâlet, Kalem-i Mahsusu Müdüriyeti (BKMM).
Başvekâlet Kararlar Müdürlüğü (BKM).
Başvekâlet Kararlar Dairesi Müdürlüğü (BKDM).
Başvekâlet Muamelat Müdürlüğü (BMM).
Başvekâlet Neşriyat Müdürlüğü (BNM).
Başvekâlet, Yazı İşleri Dairesi Müdürlüğü (BYDM).
Hariciye Vekâleti, Siyasi Müşavirliği (HVSM).
Hariciye Vekâleti, Umur-u Siyasiye Müdüriyet-i Umumiyesi (HVUSMU).
Hariciye Vekâleti, Umur-u İdare Müdüriyet-i Umumiyesi (HVUİMU).
Hariciye Vekâleti, Matbuat Umumî Müdürlüğü (HVMUM).
Hariciye Vekâleti, Daire Umum Müdürlüğü (HVDUM).
Hariciye Vekâleti, Şifre Müdürlüğü (HVŞM).
Hariciye Vekâleti, İktisat İşleri Müdürlüğü (HVİŞM).
Hariciye Vekâleti, Üçüncü Daire Reisliği (HVÜDR).
Hariciye Vekâleti, Birinci Daire Umum Müdürlüğü (HVBDUM).
Hariciye Vekâleti, İkinci Daire Umum Müdürlüğü (HVİDUM).
Hariciye Vekâleti, Umumi Kâtiplik Kalemi (HVUKK).
Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti (SİMV).
Dâhiliye Vekâleti, Emniyet Umum Müdürlüğü (DVEUM).
Türkiye Büyük Milet Meclisi, Kalem-i Mahsusu Müdüriyeti (TBMM-KMM).
II. Kitaplar
Cemiyet-i Akvam ve Türkiye’de Ermeni ve Rumlar, Matbaa-yı Ahmet İhsan ve Şürekâsı.
İstanbul, 1337.
ESMER, Şükrü, Siyasi Tarih, Maarif Matbaası, İstanbul, 1944.
GÖNLÜBOL, Mehmet vd., Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1965), 2. baskı,
A.Ü.Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay., Ankara, 1969.
257
Şayan ULUSAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
EVANS, Laurance, Türkiye’nin Parçalanması ve ABD Politikası (1914-1924), Örgün
Yay., İstanbul, 2004.
SOYSAL, İsmail, Türk Dış Politikası İncelemeleri İçin Kılavuz (1919-1993), Eren Yay.,
İstanbul, 1993.
ORAN, Baskın, (ed.), Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler,
Yorumlar, C.1, İletişim Yay., İstanbul, 2001.
YALÇIN, Semih, Atatürk’ün Milli Dış Siyaseti, Berikan Yay., Ankara, 2000.
258
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.259-272
CUMHURİYETİN YAPILANMA SÜRECİNDE
MÜZİK EĞİTİMİ*
Mustafa ŞAHİN**
Ruşen DUMAN***
Özet
Bu çalışmada Cumhuriyetin yapılanma sürecinde (1920–1940) müzik eğitimi
araştırılmıştır. Araştırmayı geliştirecek ve destekleyecek kaynaklara ulaşılmış ve betimsel
bir çalışma gerçekleştirilmiştir. Çalışmada öncelikle dönemin özellikleri, eğitimle
bağdaştırılarak ifade edilmiştir. Bu nedenle müzik eğitimi “genel eğitim kurumlarında”,
“müzik eğitimcisi yetiştiren kurumlarda” ve “sanatçı yetiştiren kurumlarda” olmak üzere üç
grupta incelenmiştir. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte çağdaşlık, ulusallık ve evrensellik temeline dayalı değişimler, müzik eğitiminin amaçları içerisine yerleştirilerek verilmeye
çalışılmıştır. Bu çerçevede şekillenen çalışma, Cumhuriyetin ilk evresinin müzik eğitiminin
betimlenmesiyle sürdürülmüştür. Belirlenen başlıklar altında, müzik eğiminde yaşananlar,
gelişen olaylar, kurumlar ve kurumların oluşumunda yer alan kişiler ifade edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Cumhuriyet Dönemi, Müzik Eğitimi, Türk Eğitim Tarihi.
MUSIC EDUCATION IN THE STRUCTURAL PERIOD OF REPUBLIC
Abstract
In this research, the music education in the structural period of Republic (1920–1940)
has been researched. The sources to develop and support the research have been examined
and deinitional research has been carried out. In this research, at irst, the feature of that
era has been stated by harmonizing education. Music education has been examined in three
groups referred to as “the music education in general educational institutions, the music education in institutions training music teacher and the music education in institutions training
musician”. After proclamation of republic, the changes based on nationality, modernity and
universality has been explained by harmonizing musical education aims. This research has
been sustained describing the musical education in early republic era. Under the subtitles determined, it has been stated what was experienced in music education, what was experienced
in developing process of musical education, institutions and persons taking place in setting
those institutions.
Key Words: Republican Era, Music Education, History of Turkish Education.
*
**
***
Bu çalışma 1–3 Ekim 2009’da Ege Üniversitesi tarafından düzenlenmiş olan 18. Eğitim Bilimleri
Kurultayı’na bildiri olarak sunulmuştur.
Yrd. Doç. Dr.; Dokuz Eylül Üniversitesi, Buca Eğitim Fakültesi, (mustafa.sahin@deu.edu.tr).
Dokuz Eylül Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, (rusenduman@hotmail.com).
259
Mustafa ŞAHİN - Ruşen DUMAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Giriş
Türkiye’de en önemli değişim süreci Cumhuriyet’in kuruluşuyla başlamış
ve bu değişimle beraber hızlı bir gelişim sürecine girilmiştir. Cumhuriyet’in
kazanımları toplumun her alanında olduğu gibi, toplumun geleceğini belirleyen
eğitim alanında da önemli ölçüde görülmüştür.
Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de toplumsal ve kültürel alanda yaşanan
değişimlerin en önemlilerinden biri de müzik eğitimi konusunda yaşanmıştır; çünkü
müzik, sosyal yapılara dayalı bir sosyal davranışın sonucunda yaratılmaktadır.
Bu nedenle yalnız bir ses sistemi değil, etnolojik bir yapının oluşturduğu belli bir
davranış sonucunu içinde taşımaktadır. Belli bir kültür içinde yer alan sosyal bir
olaydır1.
Yalın ve özlü anlamıyla müzik eğitimi, bireye kendi yaşantısı yoluyla amaçlı
olarak belirli müziksel davranışlar kazandırma, bireyin müziksel davranışını kendi
yaşantısı yoluyla amaçlı olarak (belirli biçimde) geliştirme sürecidir2. Müzik eğitimi,
içerisinde geliştiği toplumu, toplum da müzik eğitimini etkilemektedir. Müzik kültürü ile kültürün yaratıcısı olan bireyler sürekli bir karşılıklı ilişki içindedir.
Yaşanan her olay ve duruma neden olan geçmiş bir durum bulunmaktadır.
Belli eksiklikler ya da yanlışlar, izleyen dönemleri şekillendiren değişimlere neden
olmaktadır. Türkiye’de çağdaş anlamda müzik eğitimine ilişkin yapılanmaların
Osmanlı’da başladığını, ancak daha çok Cumhuriyet dönemi ile şekillenmiş olduğu
görülmektedir. Bunun, dönemin yenilikçi ve yeniden yapılanmacı özelliğinden
kaynaklandığı da şüphesizdir. Cumhuriyet Dönemiyle birlikte devlete ve topluma
yerleşmeye başlayan değer ve düşünceler, müzik eğitiminin şekillenmesinde büyük
rol oynamıştır.
1. Araştırmanın Amacı ve Önemi
Türkiye’de eğitim sisteminin tarihsel gelişimiyle ilgili çalışmalar son
yıllarda derinlik kazanmaya başlamışsa da, alan eğitimlerinin tarihsel gelişimine
ilişkin yeterli çalışma yapıldığı pek söylenemez. Bu araştırma bu konuda Türkiye’de
müzik eğitiminin tarihsel gelişimine katkı sağlanmaya çalışılması açısından önem
arz etmektedir. Bu çalışmada Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de müzik eğitiminde
nasıl bir süreç yaşandığı, bu dönemde yaşanılanların önceki dönemlerden alınan
kültürel miras ile ilişkisi, bu süreçte müzik eğitiminin hangi kurumlar tarafından
verildiği, bu kurumların müzik eğitimi tarihi bakımından önemi ve müzik eğitiminin
gelişmesinde dönemin sanatçılarının etkisi ele alınmıştır.
2. Araştırmanın Yöntemi
1
2
A. Kaplan, Kültürel Müzikoloji, Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 2005.
R. Davis, “Music Education and Cultural Identity”, Educational Philosophy and Theory, volume 37,
number 1, 2005. 47-63; A. Uçan, Müzik Eğitimi, 2. Baskı, Müzik Ansiklopedisi Yayınları, Ankara-1997.
260
Cumhuriyet’in Yapılanma Sürecinde Müzik...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Araştırmada tarama modeli kullanılmıştır. Bilindiği üzere tarama modelinde yapılan araştırmalar geçmişte ya da halen var olan bir durumu mevcut şekliyle
betimlemeye çalışan araştırma yaklaşımlarıdır3.
3. Cumhuriyetin Devraldığı Müzik Eğitimi
Müzik eğitimine ilişkin önceki dönemlerde yaşananlar ve bunlardan edinilen deneyimler, Cumhuriyet Döneminde gerçekleşecek değişimlerin de habercisi
olmuştur. Osmanlı Devletinde müzik eğitimi, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte farklı
ve yeni bir içerik kazanmıştır.
Cumhuriyet Dönemi öncesinde varlığını sürdüren ve çeşitli unsurlardan
oluşan Osmanlı Devleti bu unsurların sentezinden meydana gelen bir kültürü
bünyesinde barındırmıştır. Bu anlamda müzik eğitimi çerçevesinde yaşananlara
bakıldığında bu süreçte çeşitli kültürlerin etkisi altına girilmiş olduğu görülmektedir; ancak 18.yüzyılın başlarından itibaren yüzyıllardan beri sürmekte olan bu kültürel yapıda, saray çevresinden başlayarak bir takım çözülmeler baş göstermiştir.
Avrupa ile kurulan ilişkilerin yoğunlaşmasıyla birlikte, Batının pek çok alanda
üstünlüğü ile yüz yüze gelinmiş ve bu durum yeni düşünce sistemleri geliştirmiştir.
Bunun üzerine dönemin aydınları, öteden beri toplumun egemen ideolojisi olan
Osmanlıcılık akımının sorunlara çözüm getirmediği kanısında birleşerek, ona tepki niteliğindeki Batıcılık tezini geliştirmişlerdir4. Bu anlayışla birlikte Tanzimat’la
başlayan bu yenileşme hareketleri, Cumhuriyet döneminde ulusallık, çağdaşlık ve
evrensellik ilkeleri çerçevesinde büyüyerek ve hızlanarak devam etmiştir5.
Cumhuriyet’in devraldığı, Osmanlı’ya oranla görece daha homojenleşmiş
olan nüfus, ulus devletin kurtuluş sürecinde ulusal kimlik hedeine doğru yönlendirilmekte ve ulusun tarihsel kültürel yapısı yeniden ele alınıp tanımlanmaktaydı.
Cumhuriyet’in ilk 10-15 yılı, bu hedein tesisi ve Batı uygarlığı düzeyine ulaşmak
ülküsü amacıyla gösterilen yoğun çabalarla dikkat çekmektedir. Bu durum müzik
eğitimine de yansımış ve verilen eğitimde ulusal öğeler ön planda tutulmuştur6.
4. Cumhuriyet Döneminde Müzik Eğitimine İlişkin Alınan İlk Kararlar
Bu dönem içinde çeşitli eğitim sorunlarını tartışmak ve gerekli kararları almak için 15 Temmuz-15 Ağustos 1923 yılında Ankara’da toplanan Birinci Heyet-i
İlmiye’nin gündeminde “milli hars, milli müzik, ilkokul programlarındaki değişiklikler,
kız ve erkek öğretmen okulları tüzük ve programları” gibi müzik eğitimiyle doğrudan
veya dolaylı ilgili konulara da yer verilmiştir. Kurul’un aldığı kararların büyük bir
bölümü uygulamaya dönüştürülmüştür7.
Cumhuriyetle birlikte kültür ve sanata daha fazla önem verilmiş, sanata
3
4
5
6
7
N. Karasar, Bilimsel Araştırma Yöntemi, 11. Baskı, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara-2002, s.77.
N, Güngör, Sosyo-Kültürel Açıdan Arabesk Müzik, Bilgi Yayınevi, Ankara-1990; A. Uçan, “Music
Education in Turkey in the Republican Period”, Turkish Review, volume 2, number 8, 1987, 75-98.
D.A. Barış, A.S. Ece, “Cumhuriyetten Günümüze Toplumsal Kültürel Değişme Sürecinde Müzik ve
Müzik Eğitimi”, 2007, http://ef.ibu.tr./bolumler/music/yayinlar/Ece/Cumhuriyetten%20gunumuze.pdf
G. Paçacı, “Cumhuriyet’in Sesli Serüveni”, Cumhuriyet’in Sesleri, Tarih Vakfı Yayınları,
İstanbul-1999, s.s.10-29; K. Signell, “The Modernization Process in Two Oriental Music Cultures:
Turkish and Japanese”, Asian Music, volume 7, number 2, 1976, p.p.72-102.
R. Özalp, ve A. Ataünal, Türk Milli Eğitim Sisteminde Düzenleme Teşkilatı, Milli Eğitim Basımevi,
İstanbul-1977, çşt. sf.
261
Mustafa ŞAHİN - Ruşen DUMAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
ilgi devlet politikası haline getirilmiştir. Sanatın temel kültür sorunlarından biri
olduğu vurgulanmış, sanat eğitiminin sorunları, milli eğitimin sorunları arasında
ele alınmıştır8.
Cumhuriyet Türkiyesinde kültür-sanat politikasıyla hedelenen şey, “Batılı
kültür değerleriyle biçimlenmiş bir yaşam tarzı” tesis etmek ve bu ideal doğrultusunda
oluşturulmuş/kurgulanmış bir “kültürel kimlik” oluşturmaktır. Bütünüyle
bakıldığında Cumhuriyet, kendi yurttaşını yaratmak, bu yeni birey bilincini
oluşturmak için tasarlanmış bir projedir9. Toplumsal, sosyal, siyasal alanda pek çok
önemli girişimlerin gerçekleştiği bu dönemde sanat açısından yaşamsal nitelikli pek
çok önemli atılımlar yapılmıştır.
Tevhid-i Tedrisat Yasası sonrasında planlanan “yurtdışı eğitimi uygulaması”,
29 Ekim 1924’te, yani cumhuriyetin birinci kuruluş yıldönümünde açılan “Maarif
Vekâleti Avrupa Sınavıyla” hayata geçirilmiştir. Böylece yeni Türkiye Cumhuriyeti
için ekonomistler, hukukçular, felsefeciler ve sanatçılar yetiştirilmesi hedelenmiştir.
Darülfünun Emini İsmail Hakkı’nın (Baltacıoğlu) başkanlığında kurulan jüri
tarafından düzenlenen ve Ağustos ayında uygulanan yarışma sonucunda, 22 kişi
Almanya ve Fransa’da öğrenim görme başarısı elde etmiştir10.
Bu dönemde eğitim amaçlı yurtdışına öğrenci gönderilmesi, müzik eğitimi
açısından da önemli bir noktadır. Yurtdışında müzik eğitimi almak, sanatçı ve
müzik öğretmeni olarak yetiştirilmek üzere seçilen yetenekli öğrencilerden, 1924
yılının sonbaharında Ekrem Zeki Ün ve 1925 yılında Ulvi Cemal Erkin ve Cezmi
Erinç Paris’e, 1926 yılında Necil Kâzım Akses ve 1927 yılında Hasan Ferit Alnar
Viyana’ya, 1928 yılında Cevad Memduh Altar Leipzig’e, Ahmet Adnan Saygun
Paris’e, Halil Bedii Yönetken Prag’a gönderilmiştir. Bu yıllarda Nurullah Şevket
Taşkıran ve Bayan Aife de Avrupa’ya şan eğitimi için gönderilmiştir. Bu gençler
1930’lardan sonra yurda dönerek ülkenin müzik eğitim kurumlarında yer almış ve
dönemin müzik eğitim anlayışında büyük bir öneme sahip olmuşlardır. Özellikle
Musiki Muallim Mektebi’nde göreve başlayarak, genç Cumhuriyet’in yeni müzik
yapısına katkıda bulunmuşlardır. O dönemde yurtdışına gönderilecek öğrencilere
söylenen “sizler birer kıvılcım olarak gönderiliyorsunuz, volkan olup dönmelisiniz…” sözü
onların ülkeleri adına taşıdıkları önem ve sorumluluğu göstermektedir11.
Cumhuriyetin kurulmasıyla müzik sanatı alanında yaşanan yoğun çalışma
ve bunun sonucunda ortaya çıkan kurumlaşma oldukça dikkat çekicidir. Özellikle yeni kurulmakta olan yoksul bir ülkede, müzik alanına da öncelik verilmesi
ve müzik alanında yapılan yenilikler yani müzik konularına bilimsel metodolojik
yaklaşma gereksinimi müzik sanatına verilen önemin de bir göstergesidir12.
Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye’de yalnızca iki önemli müzik kurumu
8
9
10
11
12
B. Tarlakazan, “Atatürk ve Sanat Kavramı Üzerine Düşünceler”, Bilge Dergisi, C.10, S.38, 2003,
s.s.30-35.
Ayrıntılı bilgi için bakınız: Paçacı, a.g.m.; Signell, a.g.m.
K. Şarman, Türk Prometheler, İş Bankası Yayınları, İstanbul-2005.
Ayrıntılı bilgi için bakınız: Paçacı, a.g.m.; Şarman, a.g.e.; Uçan, a.g.m.
T. Sağer, “Cumhuriyet Dönemi Müzik Politikaları”, Ata Dergisi, 2003, S.11; A. Say, Türkiye’nin
Müzik Atlası, Borusan Kültür ve Sanat Yayınları İstanbul-1998.
262
Cumhuriyet’in Yapılanma Sürecinde Müzik...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
bulunmaktaydı. Bunlar “Mızıka-i Hümayun ve Darülelhan” idi. Mızıka-i Hümayun,
1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra, Avrupa’daki askeri bandolara
benzer türde kurulmuş bir bando görünümündeydi. Darülelhan ise 1917 yılında
kurulmuş, Türk ve Batı müziğinin birlikte yürütüldüğü ülkemizdeki tek müzik
eğitimi kurumuydu13.
Cumhuriyet’in kuruluşuyla İstanbul’daki Mızıka-i Hümayun Orkestrası
Ankara’ya çağrılmış ve Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti adıyla düzenli konserlere başlamıştır. Orkestra, sonradan Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası ve
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası adını almıştır. Böylece, Cumhurbaşkanlığı
Senfoni Orkestrası’nın Mızıka-i Hümayun bandosundan başlayan öyküsü,
Türkiye’de Batı müziğinin gelişimine koşut bir çizgi izlemiştir14.
5. Cumhuriyet Dönemi Müzik Eğitimi
Cumhuriyet Dönemi müzik eğitimini üç grupta incelemek mümkündür.
Bunlar;
1- İlk ve orta öğretim kurumlarında müzik eğitimi,
2- Müzik öğretmeni yetiştiren kurumlarda müzik eğitimi,
3- Sanatçı yetiştiren kurumlarda müzik eğitimi.
5.1. İlk ve Orta Öğretim Kurumlarında Müzik Eğitimi
Dönem içinde müzik eğitiminin temellendiği üç ana dayanak ses, çalgı ve
müzik eğitimidir. Müzik dersi, öğrencilerin anlama, anlatma ve yaratma gücünü
geliştirme amacı taşımıştır. Dönem içinde müzik eğitimiyle öğrencilerin, müziğin nitelik ve kalitesini ayırt edebilecek yeterliğe kavuşturulması hedelenmiş ve bu amaçlara ne kadar ulaşıldığı sanat-eğitim bilimi çerçevesinde sürekli olarak tartışılmıştır.
Örgün eğitim kurumlarında müzik eğitimi 1924’ten 1930 yılına kadar “Musiki”,
1930 yılından sonra “Müzik” dersleri şeklinde verilmiştir. 1948 yılına kadar sadece
kent ilkokul ve ortaokul programlarında yer alan müzik dersi, 1948 programıyla
köy ilkokullarında da verilmeye başlanmış, bu şekilde kent ile köy programları
arasındaki farklılık giderilmiştir. Diğer yandan temel eğitimin ikinci kademesini
oluşturan ortaokullarda, müzik dersi Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren zorunlu
bir ders olarak yer almıştır. Ortaokullarda müzik eğitimi müzik öğretmenlerince
verilmesi öngörülmüştür. Cumhuriyet dönemi lise programlarında müzik dersine
yer verilmemiştir. Liselerde müzik dersi ilk kez 1952 yılında okutulmaya başlanmış,
1974–1978 yıllar arasında seçmeli, 1978 yılından itibaren de yeniden zorunlu seçmeli
ders durumuna getirilmiştir15.
13
14
15
Bkz.: Barış ve Ece, a.g.m., çşt. sf.; İ. Mimaroğlu, Müzik Tarihi, Varlık Yayınları, İstanbul-1999.
E. İlyasoğlu, “Yirminci yüzyılda Evrensel Türk Müziği”, Cumhuriyet’in Sesleri, Tarih Vakfı
Yayınları, İstanbul-1999, s.s.70-87.
Uçan, a.g.e., çşt. sf.
263
Mustafa ŞAHİN - Ruşen DUMAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Görüldüğü üzere Cumhuriyet Döneminde müzik eğitimi temel eğitim
çerçevesinde çok ileri düzeylerde değildir, ancak düzenlemeler ve derse ilişkin
tartışmalar, müzik eğitimine verilen önemi göstermektedir.
5.2. Müzik Öğretmeni Yetiştiren Kurumlarda Müzik Eğitimi
Cumhuriyet döneminde, alan öğretmeni yetiştirme amaçlı müzik eğitimi
veren ilk kurum Musiki Muallim Mektebi’dir. Eğitimde, bilimsel yöntemlerle çağdaş
düzeyde bir düzenleme ve uygulama söz konusu olunca, okullarda Batı müziği
öğretiminin yer alması kaçınılmaz bir durum halini almıştı. Bu konu, 16 Temmuz
1921’de Ankara’da toplanan Maarif Kongresi’nde tartışılmış ve Batı tekniğini bilen
çok sayıda öğretmeni yetiştirme gereksinimi belirlenmişti. Bu amaçla da ulusal
müzik eğitimini, yurt düzeyinde uygulayabilecek öğretmen kadrosunu yetiştirmek
için Musiki Muallim Mektebi kurulmuştur. Cumhuriyet’in kuruluşuyla müzik
eğitimi anlamında köklü değişimler meydana gelmiş ve bu durum özellikle 1 Kasım
1924’de, Ankara’da müzik eğitimi açısından öneme sahip olan Musiki Muallim
Mektebi’nin açılmasıyla somutlaşmıştır16.
Musiki Muallim Mektebi besteci ve yorumcusuyla genç müzikçileri Ankara’ya
çekmeye başlamış ve 1936’da kurulacak olan Ankara Devlet Konservatuarı’nın ilk
tohumlarını atmıştır17. Okulun 1925 tarihli yönetmeliğinde amacı “bütün ortaokul ve
liselere öğretmen okullarına Musiki öğretmeni yetiştirmek” şeklinde belirtilmiştir18. Ancak uygulamada daha çok orkestraya eleman yetiştirdiği görülmüştür.
Okul müdürlüğüne Riyaseti Filârmoni Orkestrası Şei Osman Zeki Bey
getirilmiş, orkestra üyelerinden bazıları da öğretmen olarak atanmıştır. Bu okul,
özellikle 1925’ten sonra giderek gelişmiş, program ve eğitim-öğretim kadrosu
bakımından güçlenmiştir. Avrupa’da eğitim görerek yurda dönen Ekrem Zeki Ün,
Necil Kazım Akses, Ahmet Adnan Saygun gibi genç müzisyenler buraya hoca olmuş
ve Batıda öğrendikleri yenilikleri burada uygulamaya koyulmuşlardır. İstanbul’da
Darülelhan’ın müzik yaşamının çekirdeğini oluşturması gibi Musiki Muallim
Mektebi’nin de Ankara’da bu işlevi üstlendiği söylenebilir19.
Musiki Muallim Mektebi, “millî Musikiyi işlemek, yükseltmek, yaymak, sahne
sanatlarının her kolunda gerekli elemanları yetiştirmek, Musiki öğretmeni yetiştirmek” yolunda çalışmalar yapmıştır. 1936’da bu okulun içinde Ankara Devlet Konservatuarı
kurulmuştur. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir müzik ve sahne sanatları okulu
olarak çalışmalara başlayan Ankara Devlet Konservatuarı’nın temel amacı, müzik
ve sahne sanatları alanında Batılı anlayışla eğitim-öğretim yapmaktı. Genel itibariyle bu dönemde yapılan çalışmaların temel amacı çağdaşlaşma ve Türkiye’yi ileri
ülkelerin düzeyine getirmeye dayanmaktaydı20.
Müzik eğitimcisi yetiştiren kurumların temel amaçlarına bakıldığında;
Musiki Muallim Mektebi’nin 1925 yılında yayınlanan talimatnamesinin birinci mad16
17
18
19
20
Mimaroğlu, a.g.e., çşt. sf.
İlyasoğlu, a.g.m.
C. Kavcar, “Güzel Sanatlar Eğitimi”, Cumhuriyet Döneminde Eğitim, Milli Eğitim Basımevi,
İstanbul-1983, s.s.505-533.
İlyasoğlu, a.g.m.
İlyasoğlu, a.g.m.; Kavcar, a.g.m.
264
Cumhuriyet’in Yapılanma Sürecinde Müzik...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
desinde, “Musiki Muallim Mektebi, lise ve orta mektepler ile muallim mektepleri için Musiki muallimi yetiştirmek maksadı ile tesis edilmiştir” ifadesi yer almaktadır. 1931 yılında
yayınlanan ikinci talimatnamede de “Musiki Muallim Mektebi lise ve orta derecedeki mektepler için Musiki muallimi yetiştirmek maksadı ile açılmış bir müessesedir” hükmünün
yer aldığı görülür21.
1934 yılında çıkarılan Milli Musiki ve Temsil Akademisi teşkilat kanunu
ile “Millî Musiki ve Temsil Akademisi” kurulması ve Musiki Muallim Mektebinin,
akademinin üç ana kuruluşundan biri olması düşünülmüştür. 1934 yılında çıkarılan
bu yasa ile kurulan Temsil Akademisinin amaçları, “memlekette ilmi esaslar dâhilinde
milli Musikiyi işlemek, yükseltmek ve yaymak; sahne temsilinin her şubesinde ehliyetli unsurlar yetiştirmek, Musiki muallimi yetiştirmek” olarak üç maddede toplanmıştır. Bununla birlikte, 1936’ya kadar temsil kolu kurulamamıştır. Musiki Muallim Mektebi
öğretmen yetiştirmeye yönelik bir kurum olarak kurulmuş olmasına karşın orkestra
üyeleri de yetiştirmiştir22.
Musiki Muallim Mektebinde eğitim süresi dört yıldı ve son sınıf uygulamaya ayrılmıştı. Okula kabul edilmede, yaş sınırı 13-17’dir. Öğrenilebilecek çalgılar;
keman, piyano, lüt ve viyolonseldir. Ders programı ise oldukça ağırdır. 1931’de,
öğrenim süresi altı yıla çıkarılmıştır23.
Musiki Muallim Mektebi’nin ilk öğrenci kadrosu Erkek Muallim
Mektebi’nden seçilmiş olan altı kişiden oluşuyordu. Aynı öğretim yılının sonuna doğru İstanbul Balmumcu’daki Öksüz Yurdu’ndan altı öğrenci daha getirilerek öğrenci sayısı 12’ye çıkarılmıştır. 1925-1926 yılında okulun tesisatı az çok
tamamlandığı için Öksüz Yurdu’ndan getirilen yeni öğrencilerle okuldaki öğrenci
kadrosu 40 kişiye çıkarıldığı gözlenmiştir. 1927-1928 yılından itibaren Musiki
Muallim Mektebi’ne yatılı öğrenci de kabul edilmeye başlanmış; böylece aynı
öğretim yılında okuldaki öğrenci sayısı 24’ü kız olmak üzere 71’i bulmuştur. Sonraki yıllarda bu sayı daima artmış ve 1935-1936 yıllarında 67’si kız olmak üzere
149’a ulaşmıştır. 1937 yılında Gazi Orta Muallim Mektebi Müzik Şubesi açılmış ve
Musiki Muallim Mektebi’nin öğretmen olarak yetiştirilecek olan öğrencilerin bu kuruma aktarılmasıyla Musiki Muallim Mektebi, Gazi Orta Muallim Mektebi’nin bir
şubesi durumuna gelmiştir. 1935–1937 yılları arasında, Türkiye’de Konservatuarın
kurulması ve müzik sorunlarıyla ilgilenmek üzere çağrılan Prof. Paul Hindemîth’in
önerisiyle bölümün başına, Hitler Almanya’sını terk eden Prof. Eduard Zuckmayer
getirilmiştir24.
Gazi Orta Muallim Mektebi Müzik Şubesi, yüksek öğretim düzeyinde üç
yıl eğitim veren bir okuldu. Daha sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü adını
alan kurumda öğrenciler, genel kültür, sanat dersleri ve eğitim derslerini kapsayan
bir programla yetiştirilmiştir. Müzik bölümü çıkışlılar, ortaokul, lise ve dengi okullarda müzik öğretmeni olarak görevlendirilmiştir. Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik
Bölümünü, 1969 yılında İstanbul’da, 1973’te İzmir’de açılan diğer müzik bölümleri
izlemiştir.
21
22
23
24
F. Yayla,. “Üniversiter Yapı İçinde Müzik Öğretmeni Yetiştirme Sistemi”, Ulusal Müzik Eğitimi
Sempozyumu Bildirisi (26-28 Nisan), Denizli-2006, Pamukkale Üniversitesi, http://muzikegitimcileriçnet/bilimsel/bildiri/pamukkale/F-Yayla.pdf (Erişim tarihi: 08.06.2010).
A.g.m.
A.g.m.
www.guzelsanatlar.gazi.edu.tr/muzik/rtarih.html
265
Mustafa ŞAHİN - Ruşen DUMAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
5.3. Sanatçı Yetiştiren Kurumlarda Müzik Eğitimi
Cumhuriyet Dönemi içinde ulusal müziğin yaratılması, öğretilmesi ve
yaygınlaştırılması amacıyla ilgilendiği alana göre eğitim kurumları dikkatle ele
alınmış ve bu amaçla gerçekleştirilecek olan çalışmalara başlanmıştır. Sanatçı
yetiştirmede müzik eğitimi bakımından gözlenen önemli gelişme, konservatuar niteliğinde Darülelhan’ın kurulmasıdır. Darülelhan, 1914 yılında başlanan
hazırlıklar belirli bir aşamaya gelindikten sonra Maarif Nezaretine bağlı olarak ve
“geleneksel Türk sanat müziği eğitimi” yapılmak amacıyla 1917 yılında kurulmuştur25.
II. Meşrutiyet’te saray teşkilatının küçültülmesine koşut olarak Mızıka-i Hümayun da merkezi askeri bandosu ve saray orkestrası durumuna düşmüştür. Ortaya
çıkan bu boşluğu doldurmak için doğrudan doğruya Batı konservatuarları tarzında
bir kuruma ihtiyaç duyulduğundan26, 1913’te hem tiyatro hem de müzik eğitimi
veren “Darülbedayi” kurulmuşsa da Darülbedayi I. Dünya Savaşı’nın getirdiği
olumsuz koşullardan etkilendiği için uzun ömürlü olmamış ve 1916’da kapanmıştır.
Ancak bu kuruluşun kapanmasıyla birlikte 1917 yılında müzikle ilgili yeni bir okul
kurulmuştur ki, bu okul Darülelhan/Nağme Evi/ Şarkı Evi’dir27.
Müzik eğitimi yapmak üzere 1917’de kurulan ve önemli bir müzik eğitim
kurumu olan Darülelhan, Cumhuriyet dönemi süresince ve ilerleyen dönemlerde
müzik eğitimi açısından büyük önem taşıdığı anlaşılmaktadır. Önceden yalnız geleneksel Türk müziği öğretilirken, zamanla çok sesli müzik de eğitim programı içine
alınmıştır. Daha sonra İstanbul Konservatuarı ve İstanbul Belediye Konservatuarı
adını alan bu kurumun, uzmanların yaklaşımına göre müzik eğitim tarihinde belirleyici bir önemi bulunmaktadır28.
Darülelhan’da Musiki eğitimi, Doğu ve Batı Musikileri olarak ikiye ayrılmış
olarak gerçekleştirilmiştir. Doğu Musikisi bölümü, iki yıl süreliydi ve keman, kemençe, ney, tanbur, santur, ud, kanun ve teganni (şan) sınıları bulunmaktaydı. Ve
bu programda daha çok teorik ve pratik dersler öğretilmekteydi. Batı Musikisi’nin
başında Musa Süreyya Bey bulunmaktaydı. Batı musikisi bölümünde kompozisyon, şan, piyano, alto, viyolonsel, lüt ve diğer orkestra sazları ile ilgili sınılar yer
almaktaydı29.
Dönemin değerli hocaları, Türk Musikisi kısmı içerisinde görev
yapmışlardır. Eğitim verdiği süreçte Darülelhan’ın eğitim kadrosunda Ali Rıfat
Çağatay, Tanburi Cemil Bey, Hüseyin Saadettin Arel, Suphi Ezgi gibi üstatlar
bulunmuştur. Darülelhan ayrıca verdiği Musiki eğitiminin yanı sıra, müzik alanında
yayın ve araştırma çalışmalarına da ağırlık vermiştir. Bu anlamda 1924’den itibaren
başlayarak eski Musiki eserlerinin derlendiği Darülelhan Mecmuası adında bir de
dergi yayına başlamıştır. Bunun yanında, Rauf Yekta, H. Saadettin Arel, Dr. Suphi
Ezgi kişisel çabalarıyla Türk müzikolojisi üzerine araştırmalarını ve çalışmalarını
sürdürmüşlerdir. Batı Musikisi bölümü ise, eğitim-öğretimden daha çok konser
çalışmalarına ağırlık vermiştir 30.
25
26
27
28
29
30
Uçan, a.g.e.
Ak, A. Ş., Türk Musikisi Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara-2004
Ş. Durgun, Türkiye’de Devletçi Gelenek ve Müzik. Ankara-2005, Alter Yayınları; Paçacı, a.g.m.
İlyasoğlu, a.g.m.; Paçacı, a.g.m.
Ak, a.g.e.; Nazmi. Özalp, Türk Musikisi Tarihi, İstanbul-2000.
Ak, a.g.e.; Barış ve Ece, a.g.m.
266
Cumhuriyet’in Yapılanma Sürecinde Müzik...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bu iyi niyetli ve başarılı çalışmaların yapıldığı Darülelhan, İstanbul’un
işgalinin ardından karşılaşılan güçlükler nedeniyle, kuruluşundan dört yıl sonra
eğitim verememiş ve bunu takiben 1921’de kapanmıştır; ancak ilerleyen süreçte
Cumhuriyetin ilanından sonra yeniden canlandırılmaya çalışılan kurum, özellikle
1927 yılında Belediye bünyesindeki etkinliklerinde gelişme sağlamıştır. Örnek
olarak söz konusu kurumda 1923 yılında “Garp Musikisi Şubesi” açılmış ve 1927’de
“Şark Musikisi Şubesi” kapatılmıştır. Öğretimde yeni düzenlemeler yapılarak kurumun adı İstanbul Belediye Konservatuarına çevrilmiştir. Bu şekilde Türk Musikisi
bölümü kaldırılan Darülelhan, doğrudan doğruya Batı Musikisi konservatuarı
haline getirilmiştir31.
Şehir orkestrası, şehir korosu, Türk sanat müziği ve folklor topluluğu
da oluşturan bu kurum, çok sayıda sanatçı yetiştirmiştir. Zamanla kurum içine
müzik çalışmalarının yanı sıra, tiyatro ve bale bölümleri de eklenmiştir. Belediye
Konservatuarının ismi daha sonra 1986 yılında “İstanbul Üniversitesi Devlet
Konservatuarı”na dönüştürülmüş ve Yüksek Öğretim Kurumu’na bağlanarak
varlığını sürdürmüştür. Konservatuar, uygulamalı ve kuramsal eğitim yapan
orta dereceli bir meslek okulu olarak yapılandırılmıştır. Öğretim kadrosunu, yerli
ve yabancı müzik uzmanları ve kuramcılar oluşturmuştur. Konservatuarda Batı
müziğine yönelinmesi; eğitim sisteminin bütünüyle modernleştirilmesi, alaturka
Musikinin hayat merkezleri olan tekkelerin kapatılması, her alandaki yenileşme
hareketleriyle ve doğrudan doğruya ulusal kültür politikasıyla ilgilidir32.
1932 yılında İstanbul Belediye Konservatuarında eğitimi iyileştirmek
için Prof. Joseph Marx çağrılmış, ancak yabancı danışmanın hazırladığı rapor,
hükümet politikalarıyla uyumlu olmadığı için uygulamaya konmamıştır. Görüşüne
başvurulan bir diğer uzman, Macar asıllı keman virtüözü Lico Amar’dır. Amar’ın
1934 tarihli raporunda, eğitim kurumları ve dinleyicisiyle yoğun bir müzik kültürü ortamı oluşturulması üzerinde durulmuştur. 1935 ve 1936 yıllarında bakanlık
danışmanı olarak Türkiye’ye gelen Prof. Paul Hindemith’in hazırladığı rapora
göre, asıl hazinemiz halk müziğidir. Halk müziği pek az ülkede görülebilecek
ölçüde zengindir ve bestecilerin bu kaynaktan yararlanması gerekmektedir. Bu sebeple İstanbul Belediye Konservatuarında Türk müziği çalışmaları folklor alanına
kaydırılmış, Türkiye’de ilk kez müzik alanında folklor derlemeleri yapılmıştır33.
Bu anlayışla beraber Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra
benimsenen müzik politikası; halk ezgilerini, yaratılacak yeni Türk müziğinin
ana kaynaklarından biri olarak kabul ediyor ve bunların notalarının saptayıp
arşivlendikten sonra müzikologların, halk bilimcilerinin ve bestecilerin incelemesine ve sunulmasına öncelik tanıyordu. Bu amaçla önce müzik öğretmenlerinden,
bulundukları yörenin melodilerini notaya alıp o dönemin tek konservatuarı olan
İstanbul Belediye Konservatuarı’na göndermeleri istenmekteydi34.
31
32
33
34
İlyasoğlu, a.g.m.; Uçan, a.g.e.
İlyasoğlu, a.g.m.
Ü. Yücel, “Atatürk Döneminde Sanat Yaşamı”, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk, Dr. Nejat F.
Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, İstanbul-1986, 2. Baskı, s.s.417-478.
Barış ve Ece, a.g.m.
267
Mustafa ŞAHİN - Ruşen DUMAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’de sanatçı yetiştirmede önemli en güçlü kurumlardan biri de, Ankara
Devlet Konservatuarıdır. Ulusal müziği geliştirme, yayma ve sahne sanatlarının farklı
türlerine yönelik eleman yetiştirme amacıyla, 1936 yılında Musiki Muallim Mektebine
bağlı olarak Ankara Devlet Konservatuarı kurulmuştur. 1940 yılında çıkarılan Devlet
Konservatuarı yasasıyla, müzik ve temsil kolları ayrıştırılmıştır. Müzik kolu, kompozisyon ve orkestra yönetmenliği; piyano, org, arp; yaylı çalgılar; ülemeli ve vurma
çalgılar; şan dallarından oluşmuştur. Böylece Ankara Devlet Konservatuarı, çağdaş
bir anlayışla müzik sanatçısı eğitiminin başlangıcını oluşturmuştur. Söz konusu dönem içinde Ankara Devlet Konservatuarı’nda, orta ve yükseköğrenim verilmiştir.
Her yıl, Devlet Operası ile Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının gereksinim
duyduğu elemanların yetiştirilmesi için yeter sayıda parasız yatılı öğrenci alınması
plânlanmıştır. 1941 yılında çıkarılan yönetmeliğe göre okulun süresi, ilkokuldan sonra biri hazırlık olmak üzere üç yıl ortaöğretim ve altı yıl yükseköğretim dönemleri
şeklinde düzenlenmiştir. Ankara Devlet Konservatuarında asıl çalışmaların yanında,
ilk günden itibaren “Folklor Derleme Çalışmaları” ve “Folklor Arşivi” düzenlenmiştir.
Halk müziği derlemeleri 1937 yılında başlatılmış, 1952’de Anadolu’ya bir derleme grubu gönderilerek atılım yapılmışsa da daha sonraki yıllarda arşivleme çalışmalarının
ihmal edildiği belirti-lir. Cumhuriyet döneminde, daha önce de ifade edildiği gibi
müzik eğitimin sağlam bir müzik temeline oturtulması için öncelikle bilimsel anlamda
yeterliliğe önem verilmiştir. Bu açıdan yurtdışına giden öğrenciler müzik eğitiminde
önemli yere sahip olmakla birlikte sanatçı olmak için eğitim alanlar, günümüz
konservatuarların temelini atan kurumlarda etkin olarak yer almışlardır. Yurtdışına
eğitim amaçlı öğrenci göndermeye ilişkin girişimlerde, Atatürk’ün konuya bilinçli
yaklaşımının önemi tartışılmaz. Özel yetenekli çocukların yetiştirilmesi ve çağdaş
anlamda uluslararası düzeyde başarılar kazandırılması için Atatürk’ün isteğiyle,
1925 yılında yurtdışında eğitim olanağı oluşturulmuştur. Bu uygulama, 1929 yılında
yürürlüğe giren 1416 sayılı yasayla belirginlik kazanmış, 1943 yılında yürürlüğe giren
4489 sayılı yasayla biraz daha genişletilmiştir. 1948 yılında kabul edilen 5245 sayılı
yasayla özel yetenekli çocukların yurtdışında eğitimi sağlanmıştır. 1956 yılında 6660
sayılı yasayla işlemin kapsamı genişletilmiştir. İdil Biret ve Suna Kan Paris’te eğitim
almışlardır35.
Görüldüğü gibi Cumhuriyet Dönemi müzik eğitimi incelendiğinde, daha çok
gelişme yükseköğretim düzeyinde gerçekleşmiştir. Bu aşamada müzik eğitimi hem
müzik eğitimcisi yetiştirme, hem de sanatçı yetiştirme şeklinde iki ayrı alanda gelişme
yaşanmıştır. Bu durumun, her hangi bir öğretim kademesinde ders verecek nitelikte eğitimcilerin yetiştirilmesine ihtiyaç duyulmasından ve bu ihtiyacın giderilmesine önem verilmesinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bunun dışında müzik
eğitimiyle ilgili kurumlardan biri de, 1939 yılında “Musiki Gedikli Erbaş Hazırlama
Ortaokulu” adıyla eğitime başlayan Askeri Mızıka Okulu’dur. Amacı, askeri
bandoların eleman gereksinimini karşılamak olan kurumda, Güler Onan, Muammer
Sun, Ünal Uğursal, Recep Kınay gibi müzik sanatçı ve kuramcıları yetişmiştir. Söz
konusu dönemde müzik eğitiminin gerçekleştiği kurumlardan bir diğeri de 1932’de
açılan halkevleridir. Buralarda Musiki Muallim’den yetişen öğretmenler ders vermiş
ve yaptıkları çalışmalarla amatör müzikçiler yetiştirmişlerdir. Bu kurumun halkın
çoksesliliğe alıştırılması açısından da önemi büyüktür36.
35
36
Şarman, 2005, www.konser.hacettepe.edu.tr/adk.php?action=huadk&go=full&aid=2#; Yücel, a.g.e., 1986.
İlyasoğlu, a.g.m.
268
Cumhuriyet’in Yapılanma Sürecinde Müzik...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Halkevleri, Atatürk reformlarının, laiklik ve cumhuriyetçilik ikirlerinin
ülke geneline yayılmasında kurulan zincirin en önemli halkası durumundadır.
Türkiye’nin büyük şehirlerinde halkevi, köylerinde ise “halk odası” adı altında faaliyet gösteren bu merkezlerde, güzel sanatlar, spor, müzik, edebiyat, tarih, köycülük
ve folklor alanlarını da içine alan geniş kapsamlı halk eğitici çalışmalar yapılmıştır.
Halkevlerinin dikkati çeken en önemli özelliği, oluşturulmaya çalışılan çağdaş müzik
ekolünün Türkiye çapında yaygınlaştırılmasında etken durumda olmalarıdır37.
Türk müzik kültürü, Cumhuriyet döneminden başlayarak yeni bir süreç
içerisine girmiştir. Söz konusu sürece bakıldığında, bu dönemde yapılanların özünde
ulusallık, yönteminde çağdaşlık, niteliğinde evrensellik ilkesi göze çarpmaktadır.
Bu ilkelere göre şekillenen alanlardan biri olan müzik eğitiminde birçok olumlu
gelişme yaşanmıştır. Söz konusu gelişme ve ilerlemelerle birlikte, kurulan Türkiye
Cumhuriyeti’nin her alanında çarpıcı yapılanmalar ve değişimler yaşanmıştır. Bu
değişimler müzik eğitimi anlamında değerlendirildiğinde ise Cumhuriyet dönemi
içinde ciddi bir müzik değişimi gerçekleştiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Sonuç
Cumhuriyet
dönemi
tamamen
Cumhuriyet
dönemi
şeklinde
incelenemeyeceği gibi, tamamen Osmanlı kültür ve anlayışından uzak bir şekilde
de değerlendirilemez. Her ne kadar Cumhuriyet, Osmanlı’dan ciddi farklılıklar
gösterse de toplumsal ve kültürel anlamda Cumhuriyet süresince yaşananlar, önceki deneyim ve birikimleri de içinde barındırarak süreklilik göstermiştir.
Cumhuriyet öncesi ve hemen sonrasında yaşanan gelişmelere bakıldığında,
müzik eğitimine ilişkin gelişmeler oldukça hızlı ve etkili biçimde gerçekleşmiştir.
Bu gelişmelerin bu kadar kökten ve hızlı olması, dönemin toplumsal, kültürel ve
özellikle siyasal açıdan taşıdığı niteliklerden ileri gelmektedir; çünkü bu dönemde
Atatürk önderliğinde planlı bir şekilde atılan her adım devleti, toplumu, kültürü
derinden etkileyecek ve yeniden şekillendirecek özellikteydi.
Ülkede meydana gelen toplumsal ve kültürel değişim sürecindeki en güzel örneklerden biri, müzik ve müzik eğitimi sürecinde yaşanan yansımalardır.
Türkiye’de gerçekleşen toplumsal ve kültürel değişimler, ülkenin sanat anlayışını
ve bunun içindeki müzik ve müzik eğitimini de doğrudan etkilemiştir. Özellikle
Cumhuriyet dönemi Türkiye için toplumsal kültürel değişim sürecinin en hızlı
yaşandığı dönem olarak göze çarpmaktadır. Cumhuriyetle birlikte başlayan kültür ve eğitim reformlarına egemen olan ulusalcılık, müzik eğitimine de yansımıştır.
Müzik eğitimine ilişkin önemli atılımların özelikle Cumhuriyetin ilanını izleyen
süreçte gerçekleştiği görülmektedir. Cumhuriyet dönemi içinde günümüz müzik
eğitim anlayışının temelleri atılmış ve bu dönemi izleyen süreçte de atılan temellerin
üzerinde yükselinmiştir. Bu temellerin atılmasında yaşanan çok yönlü gelişmeler
devrimlerin hızlı ve etkili bir şekilde topluma yerleşmesini sağlamıştır.
37
E. Arıcı, Ahmet Adnan Saygun, Doğu-Batı Arası Müzik Köprüsü, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul-2001; M. A. Karaömeroğlu, “The People’s Houses and the Cult of the Peasant in Turkey”,
Middle Eastern Studies, volume 34, number 4, October-1998, p.p.67-91; K. Karpat, “The People’s
Houses in Turkey: Establishment and Growth”, The Middle East Journal, volume 17, numbers 1-2,
Winter & Spring-1963, p.p.55-67.
269
Mustafa ŞAHİN - Ruşen DUMAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Müzik eğitimine ilişkin girişimler, bu alanda bilimsel eksiklikler giderildikten sonra gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu amaçla öncelikle müzik eğitimi verecek kişilerin eğitimine önem verilmiş, birçok öğrenci yurtdışına gönderilmiş ve bu
kişilerin Cumhuriyetle birlikte yapılanan kurumlarda görev almaları sağlanmıştır.
Bu şekilde yetiştirilecek olan nesillerin amaçlı bir müzik eğitiminden geçmesine
özen gösterilmiştir. Bu kurumlarda verilen müzik eğitimi Batı müziği ışığında
gerçekleştirilmekle beraber, zaman zaman müzik eğitimi çok sesli Batı müziği ile
geleneksel müziğimiz arasında gidip gelmiştir. Bu gidiş gelişler belli süreçlerde bu
iki müzik türünün kullanılması ile varlığını hissettirmiştir.
Aslında Cumhuriyet dönemi içinde, devletin benimsediği niteliklerin özellikle müzik eğitimi içinde yoğunlaşarak verilmesinin nedeni; müziğin, devrimlerin amaçlarını geliştirmede uygun bir araç olması ve Batılı toplum olma çabası
içinde uygun bir alt yapı oluşturma imkânı vermesinden ileri gelmektedir; çünkü
yeni oluşan bir devlet vardı ve bu devletin yeni niteliklerine uygun bir toplum
inşa etmek gerekmekteydi. Özellikle o dönem içinde eğitim düzeyiyle beraber,
okuma-yazma oranının düşüklüğü de göz önüne alındığında, müzik, yeni toplum
inşasında insanlara ulaşmak için seçilebilecek en önemli araçlardan biriydi. Buradan
hareketle yapılanların, kültürel hedelerinden öte, siyasal anlamda önemli amaçlara
hizmet ettiğini söylemek mümkündür. Dönem içinde müzik eğitiminde istenen
modernleşme, daha çok “millilik” vurgusuyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilmeye çalışılan ve büyük ölçüde
başarılan ulus devlet yapılanması projesinde müzik eğitimine ilişkin yapılan atılım
ve çalışmaların göz ardı edilemeyecek bir önem ve değere ulaştığı gözlenmiştir.
Metodolojik bakımdan Batılı, bilgi değeri bakımından ulusal bir nitelik kazanmıştır.
İlk zamanlarda Batı temelli gelişen müzik eğitimi zamanla, kültürel temellere dayalı
olarak geliştirilmiştir. Bununla birlikte başarılanlara bakıldığında çalışmaların giderek yaygınlaşmasına karşın yine de geniş kitlelere seslenemediği ve sınırlı bir çerçevede kaldığı görülmektedir.
270
Cumhuriyet’in Yapılanma Sürecinde Müzik...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
KAYNAKÇA
AK, A. Ş., Türk Musikisi Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara-2004.
ARICI, E., Ahmet Adnan Saygun, Doğu-Batı Arası Müzik Köprüsü, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul-2001.
BARIŞ, D.A., Ece, A.S. “Cumhuriyetten Günümüze Toplumsal Kültürel Değişme
Sürecinde Müzik ve Müzik Eğitimi”, 2007, http://ef.ibu.edu.te/bolumler/music/
yayinlar/Ece/Cumhuriyetten%20gunumuze.pdf
DAVIS, R., “Music Education and Cultural Identity”, Educational Philosophy and
Theory, volume 37, number 1, 2005, p.p.47-63.
DURGUN, Ş., Türkiye’de Devletçi Gelenek ve Müzik, Alter Yayınları, Ankara-2005.
GÜNGÖR, N., Sosyo-Kültürel Açıdan Arabesk Müzik, Bilgi Yayınevi, Ankara-1990.
İLYASOĞLU, E., “Yirminci yüzyılda Evrensel Türk Müziği”, Cumhuriyet’in Sesleri,
Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul-1999, s.s.70-87.
KAPLAN, A., Kültürel Müzikoloji, Bağlam Yayıncılık, İstanbul-2005.
KARAÖMEROĞLU, M. A., “The People’s Houses and the Cult of the Peasant in Turkey”,
Middle Eastern Studies, volume 34, number 4, October-1998, p.p.67-91.
KARASAR, N., Bilimsel Araştırma Yöntemi, 11. Baskı, Nobel Yayın Dağıtım,
Ankara-2002.
KARPAT, K., “The People’s Houses in Turkey: Establishment and Growth”, The Middle East Journal, volume 17, numbers 1-2, Winter & Spring-1963, p.p.55-67.
KAVCAR, C., “Güzel Sanatlar Eğitimi”, Cumhuriyet Döneminde Eğitim, Milli Eğitim
Basımevi, İstanbul-1983, s.s.505-533.
MIMAROĞLU, İ., Müzik Tarihi, Varlık Yayınları, İstanbul-1999.
ÖZALP, Nazmi, Türk Musikisi Tarihi, İstanbul-2000.
ÖZALP, R., Ataünal, A., Türk Milli Eğitim Sisteminde Düzenleme Teşkilatı, Milli Eğitim
Basımevi, İstanbul-1977.
PAÇACI, G., “Cumhuriyet’in Sesli Serüveni”, Cumhuriyet’in Sesleri, Tarih Vakfı
Yayınları, İstanbul-1999, s.s.10-29.
SAĞER, T., “Cumhuriyet Dönemi Müzik Politikaları”, Ata Dergisi, 2003, S.11.
SAY, A., Türkiye’nin Müzik Atlası, Borusan Kültür ve Sanat Yayınları, İstanbul-1998.
271
Mustafa ŞAHİN - Ruşen DUMAN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
SELANİK, C., Müzik Sanatının Tarihsel Serüveni: Müziğin Görkemli Yolculuğu, Doruk
Yayıncılık, Ankara-1996.
SIGNELL, K., “The Modernization Process in Two Oriental Music Cultures: Turkish
and Japanese”, Asian Music, volume 7, number 2, 1976, p.p.72-102.
ŞARMAN, K., Türk Prometheler, İş Bankası Yayınları, İstanbul-2005.
TARLAKAZAN, B., “Atatürk ve Sanat Kavramı Üzerine Düşünceler”, Bilge Dergisi,
C.10, S.38, 2003, s.s.30-35.
UÇAN, A., “Music Education in Turkey in the Republican Period”, Turkish Review,
volume 2, number 8, 1987, p.p.75-98.
UÇAN, A., Müzik Eğitimi, 2. Baskı, Müzik Ansiklopedisi Yayınları, Ankara-1997.
www.guzelsanatlar.gazi.edu.tr/muzik/rtarih.html (Erişim tarihi: 08.06.2010).
www.konser.hacettepe.edu.tr/adk.php?action=huadk&go=full&aid=2# (Erişim tarihi: 09.06.2010).
YAYLA, F., “Üniversiter Yapı İçinde Müzik Öğretmeni Yetiştirme Sistemi”, Ulusal
Müzik Eğitimi Sempozyumu Bildirisi (26-28 Nisan), Denizli-2006, Pamukkale Üniversitesi, http://muzikegitimcileri.net/bilimsel/bildiri/pamukkale/F-Yayla.pdf (Erişim tarihi: 08.06.2010).
YÜCEL, Ü., “Atatürk Döneminde Sanat Yaşamı”, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk,
Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul-1986, s.s.417-478.
272
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.273-289
1929 EKONOMİK BUNALIMI SONRASINDA
DÜNYADA “YENİ TÜRKİYE” ALGISI VE TÜRKİYE’NİN
EKONOMİK ARAYIŞLARINA İLİŞKİN SAPTAMALAR
Alev GÖZCÜ*
Özet
Osmanlı Devleti I.Dünya Savaşı sonrasında yıkılmış; Anadolu’da Mustafa Kemal
Paşa önderliğinde verilen büyük bir savaşla Türkler, sömürgeci ülkelere karşı bağımsızlıklarını
elde etmişlerdi. İmparatorluğun ardında bıraktığı sorunların çözümünün yanı sıra bir de Yeni
Türkiye’nin yeni bir sistem belirleme sorunu vardı. İşte Türkiye’deki bu yapı yurt dışındaki
gazetelerce ilgiyle takip ediliyor ve Yeni Türkiye’nin iktisadi politikalarının nasıl şekilleneceği
merak konusu oluyordu.
Anahtar Kelimeler: Yeni Türkiye, İktisat, Ticaret, Maliye, Dünya Ekonomik Bunalımı,
Newyork Times, Vossische Zetiung, Manchester Guardian, Kathimerini, El- Irak.
THE NEW PERCEPTION OF TURKEY IN THE WORLD
AND CHARACTERICATIONS RELATED TO ITS QUEST
FOR ECONOMIC MODEL FOLLOWING THE CRISES OF 1929
Abstract
Following The World War I, The Ottoman Empire was destroyed and a great indepence was gained altogether with a public ight against the emperyalism under the leadership
of Mustafa Kemal Pasha in Anatolia. Besides all of the problems awaiting to be solved left
over from the empire, The new Turkey also was in need of determining a new system. These
events were being followed with great interest by journalists in abroad and the new economic
policies of Turkey were being wondered.
Key Words: New Turkey, Economy, Trade, Finance, World Economic Crises, Newyork
Times, Vossische Etiung, Manchester Guardian, Kathimerini, El -Irak.
*
Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, (alev.gozcu@deu.edu.tr).
273
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Alev GÖZCÜ
1.Giriş
“Yeni Türkiye” deyimi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sonrasında Batı
kamuoyunun pek önem verdiği bir niteleme oldu. Yeni Türkiye’nin coğrai, tarihi,
beşeri sahası halei olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan farklıydı. Yeni Türkiye’nin bu
farklılıklarına pek çok Avrupalı da vurgu yaptı1.
Geçmiş yüzyılın “hasta adamı” Osmanlı Devleti’nden artakalan Türklerin,
umulmadık biçimde bir bağımsızlık savaşı vermeleri dünyada önce şaşkınlıkla
izlenmiş, giderek pek çok kesim tarafından hayranlık duyulmasına neden olmuş ve
övgüyle karşılanmıştı. Yabancılarda şaşkınlık ve hayranlık gibi duygular uyandıran
bu olgu, Türklerce “Milli Mücadele” olarak ifade edilmiştir. Türkler’in gözünde
“Milli Mücadele, emperyalist saldırıya karşı yürütülen silahlı bir karşı koyma” iken2; Batı
kamuoyunda bu büyük olgu, Doğu’nun hasta adamının yeniden diriliş için verdiği
çabaydı. Böylece onlar, hasta adamdan, ulusal bağımsızlık sonrasında oluşan devleti; “Yeni Türkiye” olarak adlandırıyorlardı.
Bu niteleme, yalnız o yıllarla sınırlı kalmadı. Türkiye’de önce toplumsal ve siyasal, ardından da kültürel ve ekonomik dönüşümler başladığında, Yeni
Türkiye’nin içini dolduran değişimler yaşandıkça, daha sık kullanılmaya başlandı.
Türkiye’ye gelen devlet adamları, gazeteciler, bilim adamları ve bir şekilde onunla
temasa geçmiş olan kesimler, eskiden yeniyi ayırabilmek için “Yeni Türkiye” deyimini kullanıyorlardı. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı sonrasında Türkiye’nin devletçilik temelinde ekonomik dönüşüm savaşımı ortaya çıktığında, Yeni Türkiye’nin
bu yolda verdiği mücadele çok merak edilir olmuştu. “Yeni Türkiye”’nin nasıl bir
ekonomik model benimseyeceği, bunda başarılı olup olamayacağı derin bir ilgi
uyandırıyordu. Türkiye’nin yakın komşusu Sovyetler Birliği’nde uygulanan ve
Batı dünyası için ürküntü yaratan ekonomik model, kendine özgü ilkeler üzerinde
var olmaya çalışırken, bir değişimi Türkiye de yaşıyordu. Bu değişim, Sovyetler
Birliği’ndeki değişime benzemiyordu; kendine özgü yönleri olduğu gibi, kimi yönlerden örneğin, İskandinav ülkelerine benzer açılımlar da yapılıyordu. Ancak, yine
de bu durum bir ilgi ve merak konusu olmaya devam ediyordu. Türkiye demokrasi
deneyimleri verirken, kendi gerçekleri ile de yüzleşmiş; ekonomik zorlukların ne
denli derin olduğu görülmüştü. Şimdi yeni bunalımla bütünleşen bu zorluklar,
aşılması gereken engeller olarak Türkiye’nin önünde dururken; Türkiye üzerine notlar kaleme alan ya da Türkiye’ye gelip durumu gözlemleyen kişilerin satırlarında,
bu dönüşüme ilişkin saptamalar yer alıyordu.
2.1. Yeni Türkiye’deki Değişim ve Dönüşüm
Ankara’da Amerika’nın ilk Büyükelçisi sıfatıyla görev yapan Joseph C.
Grew de hükümetine yazdıklarında Türkiye hakkında bilgi verirken, bu deyimi
kullanıyordu. Ta Lozan görüşmelerindeki tanıklığından bu yana O, Türkiye’deki
1
2
Jean Deny, Yeni Türkiye, (çev.: Sencer Kodolbaş),Cumhuriyet yay., 2000, s.15.
Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, İmge kitapevi, Ankara, 2006, s.31.
274
1929 Dünya Bunalımı Sonrasında...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
değişmeleri yakından gözlemlemekteydi. Türkiye üzerine yazdığı anılarda,
Türkiye’deki bu değişmelerden, değişme dinamikleri ve aktörlerinden övgüyle söz
eden Grew, Türkiye’nin çağdaşlaşma atılımlarının mimarı olarak gördüğü Mustafa
Kemal Paşa için; “ Avrupa’nın hasta adamını tedavi etmeye ve onu her zaman için sağlam
ve güçlü kılmaya girişmiş ülkenin kurucusu…” tanımlaması yapıyordu3. Türkiye
algılamalarında, Türkiye için öngörülen şeylerin, Mustafa Kemal Paşa’nın kişiliğine
gönderme yapılarak açıklanması o dönem için yaygın bir yöntemdi. Türkiye’nin
yaşadığı dönüşüm onlar için, bir laboratuarda gözlemledikleri ilginç şeylerdi. Hemen Avrupa’nın doğu kıyısında yaşanan bu değişimlerin, yakın doğudaki etkilerinin neler olabileceği üzerine düşünceler dillendiriliyordu. O dönemde Türkiye’de
toplumsal yapıdan, siyasal örgütlenme biçimine dek büyük bir değişim yaşanıyor;
bu değişim, Türkiye’nin yalnız Batıdaki değil, Doğu’daki yakın komşuları tarafından
da ilgiyle izleniyor; İran lideri Şah Rıza Pehlevi ve Afganistan Kralı Amanullah
Han gibi Atatürk’e hayranlık duyan Doğulu liderler, kendi ülkelerinde de kimi
değişiklikler yapmak istiyorlardı. Ancak onların istekleri toplumsal yapıdaki sınırlı
değişim arzusundan oluşuyordu. Çok daha fazla ve derinliği olan değişimleri hem
göze alamıyorlar, hem de toplumsal yapılarının, bu değişimi kaldırma yeteneği ortaya koyamayacağını düşünüyorlardı.
Atatürk ise, kendi ülkesinde köklü bir kırılış ve sıçrayışla, yepyeni bir
toplum, siyaset, kültür ve ekonomi modeli yaratmaya çalışıyor; yalnız devlet
kurumlarını yenilemekle sınırlı bir değişimi değil, sistemlerin yanı sıra insan modeli
ve algılamasını da biçimlendirme uğraşı veriyordu.
1930’lu yıllarda bu geniş kapsamlı dönüşümün, ekonomik modeli ön plana
çıkmıştı. Batılılarsa, düne kadar kafes arkasında ve peçeler içinde gördükleri Türk
kadınlarıyla artık, toplumsal yapının içinde, modernleşmenin önemli bir aktörü
olarak karşılaşıyorlardı4. Örneğin Raymond Cartier tarafından “Le Nouvelliste”
gazetesinde çıkan bir yazı da eski Türkiye ile Yeni Türkiye pek çok farklı açıdan
karşılaştırılıyor ve ortaya yabancıların gözünde eski Türkiye’yi anlatan dikkat çekici şu satılar çıkıyordu: “Mazideki ihtiyar Türkiye! Hükümet bir bela, polis bir zorba…
Fakat bahşiş ve rüşvet ile her şeyi yoluna koyan bir uzlaşma aracı Avrupalılar ise onları yasa
üstüne çıkaran kapitülasyonlara sahip… Babıâli’nin dış salonunda rakip yabancı devletler
delegeleri itişip kakışıyorlar. Kimisi sanayide bir ayrıcalık,, kimisi yeni bir izin dileniyor. Koca
Düyunu Umumiye binası bütün İstanbul’u eziyor. Fakat kışla gibi görkemli ve heybetli Alman
büyükelçilik binası Boğaziçi’nin ağzında hüküm sürüyor. Limanda ise İngiliz, Fransız, Rus ve
Alman zırhlılarının bayrakları kuru ve tehditkâr sesler çıkararak dalgalanıyorlar. Bir zamanlar
Orta Avrupa’yı titreten Viyana’yı kuşatan bu ihtiyar saltanat Türkiye’si bu aralık konsoloslarca
“Boğaziçi’nin hasta adamı” diye anılıyordu5”.
Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinde sorunlarının neler olduğu Batı
dünyasında biliniyordu. Bütçenin yetersizliği, maliyenin sonu gelmez sorunları;
sanayinin kıtlığı; yatırım yetersizliği; altyapı yokluğu gibi konularda görülen büyük
eksiklik Türkiye tarafından asla çözülememiş sorunlardandı. Hatta buna ilişkin
gözlemler kanıksanmış bir hale bile gelmişti. Ancak Türkiye, savaş sonrasında
3
4
5
Joseph C. Grew, Yeni Türkiye, (çev.: Kadri Mustafa Orağlı), İstanbul,1999, s.1.
Leyla Kırkpınar, Türkiye’de Toplumsal Değişim ve Kadın, T.C Kültür Bakanlığı yay. Ankara, 2001, s.160.
Yabancı Gözüyle Cumhuriyet Türkiyesi (1923-1938), (ed.: Ö. Andaç Uğurlu), Örgün yay., İstanbul,
2003, s.94.
275
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Alev GÖZCÜ
umulanın üzerinde bir gelişme stratejisi izlemişti. Kalkınma hızı belli bir düzeyin
altına inmemiş, denk bütçeye öyle ya da böyle dikkat edilmişti. Bu Türkler için
geçmiş dönemde, pek öngörülen şeyler değildi. Türklerin, para konularındaki zayıf
ve kısır görüş ve uygulayışları, kapitalist Avrupalılar için hep istismar konusu olmuş;
Osmanlı ülkesi istismarın, çıkarın ve fırsatların yurdu olarak algılanmıştı. Ancak,
şimdi Yeni Türkiye’deki Türkler, eski Türkiye’deki Türkler’e hiç benzemiyorlardı.
Türkiye’de pek çok konuda görülen değişim yanında, ekonomi, para, ticaret,
sanayileşme ve üretim gibi konularda görülen şaşırtıcı olumlu gelişmeler Türkiye
algılaması üzerinde geçmişten kalan sığ ve bir ölçüde de Türkler için rahatsız edici
nitelemelerden uzaklaşmış; olumlu bir bakış ve niteleme düzeyine ulaşmıştı.
Türkler ise, eski hastalıkların tekrar nüksetmesini istemiyorlardı. Gelişmek
için toplumsal devrimlerin, siyasal açılımların yanı sıra sağlam bir ekonomik
kalkınmanın gerekli olduğunu anlamışlardı. Fetihlerin ve fetih ülkülerinin yerini
kalkınma ve bayındır bir yurt yaratma arzusu almıştı. Sabanı kılıca üstün kılma
ülküsüne sarılmışlardı. Ancak bunun yine de çok uzun soluklu bir mücadeleyi
gerektirdiği biliniyordu. Batı dünyası ise bu dönüşümü şaşkınlıkla izliyorlardı:
Acaba Türkler başarılı olacaklar mıydı? Batı dünyasında, önemli başkentlerdeki siyasal çevrelerde, düşünce kulüplerinde ve dönemin ünlü kalem sahiplerinin basın
organlarındaki köşelerinde sık sık bu sorular soruluyordu. Türkler hevesliydiler.
Ancak, 1929 yılında başlayan ve bütün dünyayı saran ekonomik bunalım, olumsuz etkileriyle, onların bu yeni mücadele sahalarında önlerine engeller koymuştu.
Aslında bu zorluklar, ekonomik bunalımın pençesine düşüp kıvranmakta olan her
ülke için geçerliydi; ancak Batılıların ekonomik deneyimleri güçlüydü; Türkler ise
yeni sınavlarında kendileri için çözümü zor yeni problemlerle karşı karşıyaydılar.
Bu dönemde merak edilen şey, onca ekonomik krizin içinden sıyrılıp gelen Türklerin,
yeni kurdukları devletlerinde ekonomik yönden başarılı olup olamayacağıydı.
Osmanlı İmparatorluğu tarihten silinmiş; onun yerini “Yeni Türkiye” almıştı.
Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan “Yeni Türkiye’nin” sistemini dünya düzeni içinde
nasıl konumlandıracağı son derece önemli bir konuydu. Büyük bir imparatorluğun
ardından kurulan Cumhuriyet Türkiye’sinin “sistem” sorunu kadar, başta eğitim olmak üzere geri kalmışlıktan kurtulmak, kalkınmak ve refah seviyesini yükselterek
bunu toplumun tamamına yaymak; çöken bir imparatorluğun borçlarını ödemek
gibi pek çok sorunu da vardı. Mustafa Kemal Atatürk, yeni oluşturduğu ideolojik
açılımın etkisiyle, yeni Türkiye’nin bir iktisat devleti olacağını söylemişti. Bunun
için Türkiye büyük atılımlar da yapmış, yer altı ve yer üstü zenginliklerini harekete
geçirmeye çalışmıştı. Bunların yanı sıra genel olarak yine de merak ediliyordu:
Ancak, dünyayı kasıp kavuran türlü ekonomik sıkıntıların kıskacında Türkiye’nin
başarı şansı neydi?
Kurulduğu dönemde Türkiye’nin dünyada ekonomik olarak örnek
alabileceği iki farklı kalkınma modeli vardı. Bunlardan biri, Batı dünyasının
benimsediği Kapitalizm, diğeri ise Rusya’nın yıkılmasından sonra Sovyetler
Birliği’nde hayat bulan Sosyalizmdi6. Her iki sistemin de kendine özgü kuralları,
yöntemleri ve koşulları vardı. Türkiye ise geldiği tarih çizgisinde bu iki modele de
6
Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk: Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik, Bilgi yay., Ankara,
2004, s.465.
276
1929 Dünya Bunalımı Sonrasında...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
kuşkulu yaklaşıyordu. Tarihsel deneyimleri ve ekonomik koşulları, bu iki modele
de ihtiyatlı bakmayı haklı olarak gerekli kılıyordu. Sınırlı sermaye birikimi, teknik
geri kalmışlığı, ekonomik ve toplumsal yönden olumsuz koşulları, bu konuda ona
haklılık veriyordu. Yine de Batı’dan alacağı kimi deneyimler de yok değildi: Batı’da
burjuvazi, katı monarşilere karşı bir mücadele vermişti. Yönetim erkinin adaletsiz
biçimde paylaşılmasına Batı’da yükselen tepki, Türk entelektüeller için önemli örnek
oluşturmuş; onlar da Saltanat ve Halifeliğe karşı bu savaşımı vermişlerdi. Böylece Avrupa’nın “Aydınlanma” deneyimi, Türkler için önemli açılımlar getirmişti7.
Bu deneyimler, onların dünyaya bakış biçimleriyle örtüşen ekonomik sistem
arayışlarında bir ölçüde etkili olabilirdi; ancak ekonomik koşullar ve toplumsal geri
kalmışlık yine de yeni açılımlar getirmeyi gerekli kılıyordu.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye’sinde Cumhuriyet yüzünü Batı’ya
çevirmişti. “Kurtuluş Savaşı Batı ülkelerine karşı bağımsızlığı sağlamak için veriliyordu.
Ama bağımsızlık sonunda ulaşılmak istenilen, büyük ölçüde Batılı devletler gibi bir devlet
olmaktı8.” Bir başka açıdan Batı’nın deneyimlerinden yararlanmak, aynı zamanda
Batı’nın saldırgan yönlerine karşı direnebilmek için de gerekli diye görülüyordu.
“Batı uygarlığı dışında geri kalan ve bu geriliklerinde direnen toplumlar üstün ekonomi ve
teknoloji güçleri tarafından sömürülmeye mahkûm”9 dular.“Emperyalizm ile savaştan yeni
çıkan Türk devrimcileri bunun ekonomik ve diplomatik bir teslimiyet olmaması konusunda
çok titizdiler10.” Bu nedenle yeni örgütlenme ve sistem oluşturma çalışmalarında
Batı onlar için önemli bir laboratuar gibiydi. “Türk bağımsızlık savaşının zorunlu
olarak sömürgeciliğe karşı verilmiş olması, Kemalistlerin yabancı sermayeye karşı bir tavra
kaymalarını gerektirmedi11”. Cumhuriyet Türkiye’si ekonomik ve toplumsal sistemini
Batı’ya dönük bir biçimde, Batılı değerlerle oluşturmaya çalışırken; kendi içinde
bulunduğu koşulları da göz ardı edemiyordu. İlk arayışlar ve denemelerin ardından,
yeni bir süreç ortaya çıktı: Dünya Ekonomik Bunalımı...
2.2 Yeni Türkiye’nin Devletçiliği: “étatisme”
1929 yılında ortaya çıkan “küresel” krizin etkileri Batı dünyasında olduğundan
çok daha fazlasıyla Türkiye’de görüldü. Türkiye bu büyük ekonomik krizin içine,
henüz daha ekonomik sistemini tam oluşturamadan girmiş oldu12. Türkiye, bütün
dünyayı sarsan ekonomik sorunlar yumağı ortasında hem ekonomik potansiyeli
hem de edinmeye çalıştığı sistem açısından bir sınavla karşı karşıya kalmıştı. O,
sıkıntıyı yaşarken, kendine özgü bir ekonomik sistem oluşturma çabası içindeydi.
Kuruluşundan dünya ekonomik bunalımının kapıları çaldığı ana dek Türkiye,
Osmanlı Devleti’nin ekonomi politikalarını bir kenara bırakarak pek çok alanda
olduğu gibi bu alanda da köklü değişikler yapmaya yönelmişti. Atatürk, ancak bu
şekilde ekonomik bir kalkınma yapılabileceğini görüyor; bunun için bir zihniyet
değişimini öngörüyordu. Üstelik bu değişimin halk kesimleri tarafından da ben7
8
9
10
11
12
Ayrıntı için bkz.: Kemal Arı, Atatürk ve Aydınlanma, Yakın Kitabevi, İzmir, 2009.
İlhan Tekeli- Selim İlkin, 1929 Dünya Buhranında Türkiye’nin İktisadi Politika Arayışları, Bilge Kültür
Sanat yay., İstanbul, 2009, s.33.
Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, (haz.: Ahmet Kuyaş),Yapı Kredi yay., İstanbul, 2003, s.525.
Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, İmge kitapevi, Ankara, 2001, s.60.
Yahya S. Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Tarih Vakfı Yurt yay.,İstanbul, 2002, s.153.
İlhan Tekeli- Selim İlkin, a.g.e., s.1.
277
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Alev GÖZCÜ
imsenmesi gerektiği ortadaydı. Ancak o zamana değin yaşanan deneyimler yine
de sınırlıydı. Dünya Ekonomik bunalımı bir ekonomik sistem arayışını zorunlu
kılmıştı. Türkiye, mevcut ekonomik düzeyi ve sermaye olanaklarıyla, bu yarıştan
başarılı çıkabilmek için planlı bir ekonomik model arayışına yönelmek, kaynaklarını
verimli kılmak zorundaydı. Bu ise, ülkenin bütün olanaklarını devreye sokacak bir
seferberliği gerekli kılıyordu. Bütün bu kapsamlı uygulamalara kendi içinde yer verecek bir ekonomik sistem arayışı, içinde bulunulan koşullar nedeniyle gerekliydi.
Bütçede görülen küçülmelere, mal alım ve satımındaki daralmalara ve ülkeye giren sermaye akışındaki kesintilere karşın yine de kalkınma için gerekli yatırımlar
yapılmalı, istihdam olanakları yaratılmalı; ülkenin refah düzeyi yükseltilmeliydi.
Geçmişin acı deneyimlerinin yarattığı korku ile dış borçlanmaya temkinli yaklaşılıyordu. Hesapsız kitapsız yapılacak dış borçlanmanın, zamanla siyasi bağımsızlığı da nasıl ortadan kaldırdığı yakın tarihte görülmüştü. Bu nedenle
dış borçlanma, ekonominin kurallarına ve gücüne uygun olarak yapılabilirdi. Bu
nedenle Türkiye’deki bu ekonomik bakış açısıyla ilgili olarak dış basında da yapılan
ilk değerlendirmelerde bu öngörüler dünya ekonomik bunalımı sonrasındaki “devletçi” yönelişler olarak tanımlanıyordu. Artık, 1932’den sonra bu tür niteleme ve
değerlendirmeler sık sık kaleme alınmaya başlanmıştı. Yapılan yeni tanımlamalarda
Türkiye’deki ekonomik model için, “devletçi” nitelemeleri yapılmakta tereddüt edilmiyordu. Bu tanımlamalardan bir tanesi de 1934 yılında “La Republique” gazetesinde “Yeni Türkiye’nin İktisadi Siyaseti” başlığıyla çıkmıştı13. Yazıda şunlar deniliyordu: “Yeni Türk rejiminin esas karakterlerinden bir de “étatisme” (devletçilik)’tir…
Fakat bu deyimin anlamı üzerinde uzlaşmak gereklidir. Büyük Millet Meclisi Mebusu…
Bay Reşit Saffet’e göre devletçilik millete en faydalı verimlerin en çoğunu sağlamak için özel
ve genel çıkarları birleştirmek amacıyla devletin müdahalesidir14.”
Ancak dikkati çeken nokta, bu tür değerlendirmelerde bulunan kişilerin,
Türkiye’ye özgü devletçilik yapılanmasına şekil veren ekonominin toplumsal
yönüne de yapılan vurguydu. “Yeni Türkiye” kendini devletçi ve halkçı bir devlet olarak nitelendiriyordu. Bu politikanın özünde olabildiği kadar ticari açık
vermeden, düzgün bir mali sistem yaratmak bulunuyordu. Osmanlı Devleti’nin
çöküşünde, mali sıkıntıların ne denli rol oynadığı hafızalarda tazeliğini koruyordu.
Mustafa Kemal Atatürk, devletin kurucusu ve rejimin öncüsü olarak; “Ülkenin mali
durumu düzen ve güven üzerine kurulmuştur. Devletçi ve halkçı olan bir yönetim ve ekonomi yaşamında hazinenin gücü ve düzeni başlıca dayanaktır15” diyordu.
Bu söz, yeni yönetimin, devletçi ve halkçı ilkeler doğrultusunda, hedelerine
ulaşabilmesi için, düzen ve güvenlik içinde yükselmesi gerektiğini anlatıyordu16. Türkiye
sağlam bir ekonominin, geleceğin en önemli güvencesi olduğunun bilincinde olarak,
hızlı kalkınmaya önem vermeliydi. Hızlı bir kalkınma sürecini başlatabilmek için,
sınırlı sermaye ortamında, ister istemez devletin yatırım alanlarına kendi sermayesiyle girme zorunluluğu vardı. Böylece yeni dönem, ekonomide devlet müdahalesini
gerekli kılan bir dönem olmuştu17.
13
14
15
16
17
Uğurlu, a.g.e., s.240.
A.g.e., s.240.
BCA, 490.01.1449.1.6.
BCA, 490.01.1449.1.6.
Yüksel Ülken, Atatürk ve İktisat, İş Bankası Kültür yay., Ankara, 1981, s.30.
278
1929 Dünya Bunalımı Sonrasında...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bu açılım, yalnız bir iç sorun değildi. O tarihlerde dünya, Batı merkezli bir
kapitalizmin yanı sıra, yayılmacı eğilimi olan bir kolektivist sistemin kuruluşuna ve
işleyişine de tanık olmuştu. Sovyetler Birliği, katı bir devletçilik sistemi uyguluyor,
proletarya sınıfının egemenliğine dayanan bir komünist yaşamı ve siyaset anlayışını
yerleştirmeye çalışıyordu. Hatta bu gelişmeler, Batı’da belli bir ürküntü ve tedirginlikle de karşılanıyordu. Pek çok çevrede, Doğu’daki bu gelişmenin, Batı’daki kapitalizmin sonu olduğu inancı yerleşmişti. Dünya bu tür tedirginlikler içinde, gelecekte derin ekonomik kırılmaların ve ayrılışların da yeşermeye başladığına tanık
olmaktaydı.
Batı’nın kapitalizmi ile Doğu’nun kolektivizmi arasında sıkışıp kalmış
Türkler’in nasıl bir ekonomik model üzerinde duracakları ve nasıl bir yol izleyecekleri
ister istemez, ilgileri çekmekteydi. Türkiye, 1923 İzmir İktisat Kongresi ile birlikte,
kimi öncelikleri ortaya koymuş, kendince bir Misak-ı İktisadi yayınlamıştı. 1923
yılından sonraki beş yıl, bir deneme yanılma dönemiydi. Batı’nın liberal değerleriyle
örtüşen bir ekonomik yapı arzusu olmakla birlikte, kısa sürede bunun yeterli sonuçlar doğurmayacağı görülmüştü. Aşırı geri kalmışlık ve çağdaş uygarlık düzeyine
ulaşma ülküsü, bir çelişki yaratıyordu. Bu nedenle, neredeyse çağlara dayanan geri
kalmışlık kaderini bir büyük sıçrayışla kapatmak gerekliydi. Bu çabalar, işte Dünya
Ekonomik Bunalımı’nın ortaya çıkmasıyla büyük bir darbe yemiş oldu. Bu ekonomik bunalımla birlikte, üreten kesimler büyük bir ekonomik kayba uğramışlardı.
2.3 Dünya Ekonomik Bunalımının Türkiye’deki Etkileri ve Yabancı Kamuoyu
Türkiye, dünya ekonomik bunalımıyla birlikte kendi ekonomisine birden
bire binen ağır yükü, tarımsal üretimden elde edeceği kazançla aşmaya çalışıyordu.
Sermaye sınırlıydı. Bu nedenle de ekonominin karşılaştığı yeni zorlukları aşmada
para olanakları yeterli değildi. Bu yatırım alanlarında kısıntı yapmayı zorunlu
kılıyordu. Sınırlı sanayi ve inans sektörü, bunu gerektirmekteydi18. Ekonomik
sıkıntının ilk dalgaları altında ekonomik göstergelerde hızlı bir düşme yaşanmış,
toplumsal sorunlar ağırlaşmıştı19. Ekonominin verilerindeki geriye gidişler,
Türkiye’de uygulayıcı konumunda olan hükümetin acilen konuya el atmasını gerekli kılmıştı. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı ile birlikte Türkiye, ekonomiye devletin müdahalesini öngören bir sisteme yönelmişti20.
Dünya Ekonomik Bunalımı, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki borsa krizi
ile başlamıştı. Amerika kamuoyu, hem kendisi ekonomik sıkıntıların pençesinde
kıvranırken, hem de dünyadaki olayları yakından gözlemliyordu. “Newyork Times”
gazetesi, 15 Şubat 1930 tarihinde Türkiye üzerine yayınladığı bir yazıda, Türkiye’de
karşılaşılan bu yeni durumu ele alıyordu. Gazete Mustafa Kemal’in Türkiye’de ticareti canlandırmak için yaptığı çalışmalara değinmekteydi. Yazı Lucille Saunders
tarafından kaleme alınmıştı. Habere göre dünya ekonomik bunalımı Türkiye’de
etkisini 1929 yılının Aralık ayından itibaren göstermişti. Türkiye’de ticari yaşam,
18
19
20
İlhan Tekeli- Selim İlkin, a.g.e., s.2.
Detaylı bilgi için bkz. Alev Gözcü, “Bir İntiharın Sosyo-Ekonomik Arka Planı: Dünya Ekonomik
Bunalımının İzmir Örneğinde Gündelik Yaşama Yansımaları”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları
Dergisi, C.VI, S.14, 2007/Bahar, s.s.85-102.
Ülken, a.g.e., s.32.
279
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Alev GÖZCÜ
tedaviye muhtaç bir hasta biçiminde tasvir edilmekteydi21. Ancak bu hastalığın tedavi edilmesi için, Mustafa Kemal Paşa, -yani Yeni Türkiye’yi kuran önder- aralıksız
olarak ekonominin görüntüsünü inceliyor ve kimi arayışlar peşinde bulunuyordu. Yazara göre, Mustafa Kemal Paşa hiç ara vermeden otuz altı saat boyunca bir
masanın başında oturmuş ve iktisadi konuları incelemişti. Bu süre bitmiş, yalnız bir
gecelik dinlenmeden sonra, yine incelemesini sürdürmüştü. Yazar şöyle diyordu:
“Türkiye’de Cumhurbaşkanı… Bir meseleyi çözmeyi kendisine görev edinirse ne zamanı ve
nede çalışmayı esirgemeden durmaksızın kendi istirahatına bile önem vermeden sorunun
çözümüne uğraşırdı22.”
Lucille Saunders’e göre; Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, her zaman, verilen her türlü mücadelenin en önündeki kişisiydi. Onun iktisadi konular üzerinde inceleme yapması yazara göre Türkiye için oldukça önemliydi.
Dünya ekonomik bunalımının etkisinin görülmeye başladığı 1929 yılının Aralık
ayından beri Türkiye’de iktisadi yapı adeta bir ölü sessizliği içinde bulunuyordu. Ekonomik kalkınmada bir yardımcı unsur olarak görülen yerli mallarının
kullanılmasının karşısında tüccarlar Avrupa’ya siparişlerde bulunmaya cesaret
edemiyorlardı. Yazar’a göre; Türk hükümetinin onlara pek de olumlu bakmadığı
ortadaydı. Türkiye’nin dışarıdan satın almayı durdurmasının yalnızca ülkenin
sanayi mallarına olan ihtiyaçlarını arttırdığını belirtiyordu. Yerli mallar ise gereksinimlere tam olarak yetmiyordu. Bu nedenle Türkiye’nin ekonomik mücadelesi,
kimi fabrikaların etkinliğini artırmak biçiminde sürüyordu23. Türkiye’de bankalar
tüccarlara yönelik kredi oranlarını düşünerek, temkinli olma yoluna gitmişlerdi.
Bu tavır, ticari olarak sıkıntıları da yanında getirmişti. Türk maliye kurumları
tarafından çiftçilere ve küçük fabrika sahiplerine borç verileceğinin söylenmesine
rağmen bunun henüz gerçekleşmediği görülüyordu. Türkiye’nin borçlanarak,
içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıyı aşmaya çalışacağı söylentilerinin de ortalıkta
dolaştığı vurgulanmaktaydı. Türkiye’de hükümet yetkililerinin yabancı yardımı
olmadan ekonomik sıkıntılara çare bulacakları şeklindeki iddiasının pek mümkün
olmayacağı yazarın yorumlarında anlaşılıyordu24.
Yazıda, Türkiye’de bir devlet bankasının etkisinin büyük bir ilgi ile
beklenildiği belirtilmekteydi. Bu konunun meclis tarafından ele alınması umuluyordu. Sözü geçen dönemde bir Amerikan grubunun Türkiye’de önemli maden
ayrıcalıkları almak peşinde olduğu bilgisi verilmektedir. Konu Türkiye’de kabinenin
de gündemine gelmişti. Uzun zamandan beri kimliklerini gizleyerek Türkiye’de
olan bu Amerikan grubunun önerisine mecliste bakılacağı bilgisi aktarılıyordu25.
Haberden anlaşıldığına göre, Batı kamuoyunda, bu sıkıntılı dönemde Türkiye’nin
önemli tasarrulara gittiği saptaması yapılıyor; ardından da belki de madenlere
yönelik bir imtiyaz beklentisi dillendiriliyordu26.
Türkiye ise, Batı kamuoyunda kendisi üzerine yapılan bu tür yorumları
dikkatle inceleniyordu. Toplanan yazılar, elçilikler aracılığıyla Başbakanlığa kadar
iletilmekteydi. Dönemin Matbuat Genel Müdürü tarafından Başvekâlete yazılan bir
21
22
23
24
25
26
BCA, 030.10.166.153.5.1930.
BCA, 030.10.166.153.5.1930.
BCA, 030.10.166.153.5.1930.
BCA, 030.10.166.153.5.1930.
BCA, 030.10.166.153.5.1930.
BCA, 030.10.166.153.5.1930.
280
1929 Dünya Bunalımı Sonrasında...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
başka yazıda Londra ve Berlin’de çıkan kimi gazetelerde Türkiye ile ilgili haberler rapor edilmişti27. Bu yazıların en ilginç olanlarından biri Dr. Wilhelm Feldmann
tarafından “Kemal’in En Zor Savaşımı- İktisadi Bağımsızlık” başlıklı yazıydı28. “Vossische Zetiung” gazetesinin 3 Nisan 1930 tarihli nüshasında yer alan bu makalede
Türkiye’nin ekonomik durumunun değerlendirmesi yapılıyordu. Türkiye’nin bir
süreden beri ekonomik bunalımın etkisi altında olduğu vurgulanarak Kemalistler’in
ekonomik bunalımla savaşarak, ekonomik bağımsızlıklarında önemli bir sınav verdikleri vurgulaması yapılıyordu29. Yazıya göre Türkiye çokça zamandır bir ekonomik bunalım içindeydi. Türkiye bu durumu bir süre kabullenmeyerek inkâr etmiş,
görmezden gelmişti. Bu ekonomik sıkıntıyla mücadele görevi de Mustafa Kemal
tarafından 1921 yılında Anadolu’nun bağımsızlık mücadelesinde olduğu gibi İsmet
Paşa’ya verilmişti30. Ancak gazeteye göre ekonomik görüşler üzerine Ankara’da bir
uzlaşma sağlanabilmiş değildi. Ankara’da bu konudaki görüşler, birbirinden oldukça uzaktı. Bunun için gazete kimi örnekler de veriyordu. Türkiye Hükümeti’nin
görüşüne göre, maliyenin bir düzene girmesi için, öncelikle Osmanlı Devleti’nden
kalan borçların ertelenmesi gerekiyordu. Bunun için Duyun-u Umumi’yi üyeleri bu
konuda bir borç sözleşmesi yapılmasını yeterli görüyorlardı. Ancak yine bu Borçlar
İdaresi, ıslahat görevini bir yabancı maliye uzmanına vermeyi önermekte ve Türkiye
memuriyetinde bulunmak koşulu ile mali durumu inceleme ve ıslah etmek üzere
önerilerde bulunmasına rıza göstermekteydi31. Bu rapora göre İstanbul’da ekonomik
mücadele Türk Lirası’nın kuru etrafında devam etmekteydi. İstanbul Milletvekili olan
İktisat Encümeni Kâtibi Umumisi Nurullah Esat Bey’in Almanya’da eğitim görmüş
olması ve bu süreçte Almanya’daki enlasyon dönemlerine tanıklık ettiği şimdi
Türkiye’de Almanya’da adı geçen dönemde alınan önlemlerden daha ileri bir önlem
sürecinin yaşandığı belirtilmişti32.
1930’lu yıllarda İsmet Paşa ve onun çevresindekilerin özellikle tarım
alanındaki politikalarıyla Ankara ve diğer vilayetlerdeki yerli üretimde artış
beklentileri yarattığı belirtiliyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın partisindeki ağır isimler arasında düşünsel anlaşmazlıklar olduğu görülüyordu. Ancak bu düşünce
karmaşası ortasında yine de taralardan birisi baskındı. Bu baskın düşünceye göre,
Türkiye bir tarım memleketiydi. Dolayısıyla tarım, bütün ülke ekonomisinin temelini oluşturmaktaydı. Dolayısıyla bütün ilgi ve özen, tarım sektörüne yöneltilmeliydi. Yazının en önemli noktası ise şöyleydi: “Yabancıların doğal olarak istedikleri
borç güvencesi, Türklere hemen eski Osmanlı Padişahlığındaki yabancı egemenliğini ve
kapitülasyonları anımsatıyor. İşte dört savaş geçirmiş olan bu yoksul ülkenin yabancı parasına
başvurmaksızın önemli şimendifer ve yeni bir başkent yapmasını, ordu ve donanmasını
yeniden düzenlemesi ancak bundan ileri gelmektedir. Bundan dolayı bir bunalımın ortaya
çıkışı zaten kaçınılmaz bir durumdu. Türkiye siyaseti iş başında bulunanların yapmakta
olduğu bu deneyimler sonucunda şu gerçeği anlayacaktır ki; ekonomik ulusçuluk büyük tehlikeleri kendi içinde barındırmakta olup çağdaş bir ekonomi siyaseti her yerde olduğu gibi
ulusal bağımsızlığı bütünüyle korumak koşuluyla burada da izlenebilir33”.
27
28
29
30
31
32
33
BCA, 030.10.133.959.5.1930. /BCA, 030.10.166.153.10,1930.
BCA, 030.10.133.959.5.1930. /BCA, 030.10.166.153.10,1930.
BCA, 030.10.133.959.5.1930. /BCA, 030.10.166.153.10,1930.
BCA, 030.10.166.153.10,1930./BCA, 030.10.133.959.5.1930.
BCA, 030.10.166.153.10,1930.
BCA, 030.10.166.153.10,1930.
BCA, 030.10.166.153.10,1930.
281
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Alev GÖZCÜ
Türkiye’nin yakın komşusu Yunanistan da benzer sıkıntıların içinde
uğraşıyordu. Yakın tarihlerde iki ulus, önemli bir savaşın içinden çıkmışlardı.
Düşmanlık hislerinin yerini artık dostluk ve dayanışma süreci almıştı. Yunanistan
basını da Türkiye’deki bu gelişmeleri yakından izliyordu. Atina’da çıkan “Katimerini”
gazetesinde “Türkiye’nin İktisadiyatı Fena Vaziyettedir” başlıklı bir haber yer almış
ve bu habere göre de Türkiye’de zabitlerin maaşlarının verilemediği yazılmıştı.
Haberde, Ankara’ya giden Osmanlı borçları alacaklılarının Paris’e dönmek üzere
hareket ettikleri ve oradaki alacaklılara Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik durumu üzerinde edindikleri izlenimleri ve inceleme sonuçlarını açıklayacakları
anlatılıyordu. Yerinde yapılan bu incelemelerde, Türkiye’nin ekonomik durumu pek
kötü olarak saptanmıştı. Buna delil olan olay ise, subayların maaşlarının verilememiş
olmasıydı. Diğer yandan da her gün tüccar ve çeşitli girişimcileri hükümetin pek çok çabaya karşın kurtaramamasıydı. Bunlar, bunalımın ne denli derin olduğunu gösteriyordu” 34.
Türkiye’deki iktisadi mücadeleyi konu alan ancak biraz daha olumlu bir
bakış açısıyla sunulan bir başka makale de Türkiye’nin komşusu Irak’ta “El’Irak”
gazetesinde yer almış ve Türkiye’nin Bağdat elçiliğince tercüme edilerek başvekâlete
sunulmuştur35.
15 Ocak 1930 tarihli “El Irak” isimli gazete makalesine “Genç Türkiye’de
İktisadi Uyanış” başlığını atmıştı. Yazıya göre, Doğu toplumları her geçen gün hayat
ve uyanışa dair bir örnek gösteriyordu. Her geçen gün Doğu ilerleme kaydetmekteydi ve böylece geleceğe doğru hürriyet içinde hareket ediyorlardı. Bunlardan bir
tanesi de Türkiye idi36. Türkiye Batı’nın baskısından kurtulmak için çalışan bir ülkeydi. Bunun için çaba gösteriyor ve uğraş veriyordu. Doğu ve Batı ülkeleri arasında
yükselen ve her sorununu halleden bir yönü vardı. Türkiye’nin böyle bir başarıyı
hayata geçirmesinde uyguladığı kararlı programın etkisi olduğu ifade ediliyordu.
Türkiye’nin yaptığı iç düzenlemelerle tarih akışını değiştirmiş ve kendisi ile geçmişi
arasına oldukça uzun bir mesafe koymuştu. Böylece O yeni bir Millet yaratmayı
başarmıştı. “Mukaddes” olarak ifade edilen siyasi mücadeleden sonra Türk Milleti
ile hükümetinin dikkate aldığı en önemli sorunun iktisadi konular olduğu üzerinde
durulmaktaydı. Hatta bu durum “iktisadi uyanış” olarak da belirtiliyordu. Türkiye
Hükümeti’nin tamamen uyandığı ve her sorunu gerektiği gibi önemle incelediği
saptaması yapılıyordu. Türk hükümetinin uyguladığı programın başarılı bir program
olduğu belirtilmekteydi. Zamanla bu planlı uygulama Türk hükümetini başarıya
götürmüştü: “ Türkiye Hükümeti’nin, iş bu tarzı hareketi şayanı takdir ve hürmettir37”.
Irak gazetesinin yorumlarında, Türkiye gösterdiği kalkınma başarısıyla,
bütün Doğu ülkelerine en büyük rehber olarak gösterilmektedir. Gazetede yer alan
haberin son kısmında Türk Parası’nın değerinin düşmesiyle kurulan Milli İktisat
Cemiyetinden söz edilmekte ve bu cemiyetin Türk Halkının güvenin kazanmış bir
cemiyet olduğu üzerinde durulmaktaydı. Milli İktisat Cemiyeti’nin başkanı Büyük
Millet Meclisi Başkanıydı. Milletvekillerinin bir kısmı ve iktisat uzmanları bu derneğe
üye olarak katılmışlardı. Cemiyetin halkı iktisadi konulara uymaya ve yabancı
mallarını kullanmak yerine yerli malı kullanımı teşvik etmeye çalıştığı görülüyordu.
34
35
36
37
BCA, 030.10.136.977.19,1930.
BCA, 030.10.166.153.6.1930.
BCA, 030.10.166.153.6.1930.
BCA, 030.10.166.153.6.1930.
282
1929 Dünya Bunalımı Sonrasında...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Milli İktisat Cemiyeti, Türkiye’nin siyasi uyanışının doğal ve yüksek bir sonucu olan
iktisadi gayretin en açık göstergesi olarak gösterilmişti. Geçmişte Türkiye’nin israfta
çok ileri bir ülke olduğunu yazan “El Irak” gazetesine göre saltanat ve o dönemin
hükümetleri bu israfı yapanların başında geliyordu. Bu nedenle de Osmanlı hazinesi her vakit boş ve fakir olmuştu. Borçlanmalar o güne kadar gerek Türkiye ve gerek Türkiye’den ayrılan ülkelerin omuzlarında bir yük olarak bulunuyordu. Ancak
bugünkü Türkiye’nin özellikle iktisadi konularda tedbirli olduğu görülüyordu. Bu
konuda alınan kararlara titizlikle uyulduğu da dile getirilmekteydi38.
Başta Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa olmak üzere hükümetin iktisadi
konularda her türlü atılımı yaptığı ve bir anlamda iktisadi taassupla mücadele ettikleri ifade ediliyordu. Öyle ki, Mustafa Kemal Paşa, kimi tüketim alışkanlıklarını
bile değiştirmişti: “Gazi hazretleri çay ve kahve kullanmasını bırakarak onların yerini alacak
olan yerli ürünler kullanmaktadır. Gazi hazretlerinin sarayı, iktisat ve tedbirlere en parlak bir
örnektir. Devlete iç işlerini yönetmekte, bu saray en iyi ve güvenilir rehberdir. Gazi içinde az
hademesi olan basit bir sarayda yaşamaktadır. Kendisinin yaşamıyla “Ali Osman’ın” yaşam
biçimi arasında gayet büyük bir fark vardır. Gazinin harcamaları ayda bin İngiliz lirasından
fazla değildir ve bu harcamalarının büyük kısmını hayır ve sadaka yolunda sarf etmektedir.
Gazi yaşayışında basit bir Türk’tür. Riyaseti Cumhurun gerektirdiği bazı gösterişler olmamış
olsaydı, Gazi o Cumhuriyet içinde, yaşayışında, en basit bir Türk olurdu39”.
Böylelikle tüm Doğu dünyasına örnek gösterilen Atatürk, bir ülkenin lideri
olmasına karşın, mütevazı yaşamı ile örnek alınmaya değer bir duruş sergiliyordu.
Türkiye’de devleti yönetenler ülkede yapılan düzenlemelere bağlı kalarak topluma
örnek oluyorlardı. Hükümet bunun için toplumun güvenini kazanmış ve milleti
yeni medeniyet meydanına hürriyete ve istiklale getirebilmişti. Irak ise Türkiye’den
kopmuş bir parçaydı. Türkiye’ye birçok ahlaki ve geleneksel bağlarla bağlıydı. Irak
Türkiye’nin bu uyanışından ders alması gereken bir ülke olarak tarif ediliyordu: “Biz
bugün, yoksuluz ve mali bir kriz geçirmekteyiz. Hükümet buna bir çare bulmak istiyorsa,
Türkiye’nin hareket biçimi izlenmelidir ve mümkün olduğu kadar yabancı mallarından uzak
durarak, yerli malları kullanalım. Fakat maalesef biz ne hükümetimizde ne de halkımızda bu
hisleri göremiyoruz. Türkiye’nin bu iktisadi uyanışı bunlara en iyi örnek olmasını dileriz40”.
Irak’ta adı geçen gazetede çıkan makaleye bakarak Ortadoğu ülkelerinin
pek çoğunda, hem yeni bir iktisadi program uygulamaya çalışan Türkiye’ye
hem de Mustafa Kemal Paşa’ya karşı oldukça olumlu bir bakış biçiminin olduğu
anlaşılıyordu. Asıl önemlisi Türkiye’nin kendi başına ayakta kalmaya çalışan bir
ülke olarak mutlaka örnek alınması gerektiği gerek devlet büyüklerinin tutumları
açısından gerekse uygulanmaya çalışılan iktisadi kalkınma programı açısından son
derece önemli bir algılamadır.
Türkiye kendi ekonomik yapısına ve buna dönük oluşturduğu stratejilere
yön verdikçe, hem dışarıda hem de içerde bu konu ile ilgili Türkiye değerlendirmeleri
yapılıyordu. Bu değerlendirmelerde, ülkenin, başka ülkelerle son dönemlerde
arasında oluşan gelişmişlik, sistem ve strateji farklılıkları inceleme konusu oluyordu. “Journel de Montreux” gazetesinde yer alan bir yazıda da Türkiye pek çok farklı
38
39
40
BCA, 030.10.166.153.6.1930.
BCA, 030.10.166.153.6.1930.
BCA, 030.10.166.153.6.1930.
283
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Alev GÖZCÜ
yönden ele alınmış ve Yeni Türkiye’nin yaratıcısı olan Mustafa Kemal’den övgüyle
söz etmişti: “Kemalist Türkiye’nin çabuk kalkınması, harp sonrası tarihi içinde hayret verici
bir hadise olarak kalacaktır. Unutmamalı ki Mustafa Kemal’in Türkiyesi her şeyi yeni baştan
yaratmak mecburiyetinde idi. Kanlı mücadeleler neticesinde harpten çok bitkin çıkmıştı.
Sürekli budamalardan sonra elinde yalnız bir Anadolu kalmıştı. Anadolu ise çok eski devirlerin sosyal formu içinde, siyasal birlikten mahrum, derebeylerin nüfuz ve keyilerine terk
edilmiş bambaşka bir devir hayatı yaşıyordu… Demiryolları, hemen hiç denecek derecede idi.
Kültür bakımından vaziyet aynı fakirlikte bulunuyordu. Maarif yeniden kurulacaktı. Orta
ve yüksek tahsil esaslı surette ıslaha muhtaçtı. Bütün bunları bir irade ve deha adamı başardı.
Türklerin gazi adını verdikleri adam Türkiye’ye yalnız siyasi istiklalini vermekle kalmadı,
o tam manasıyla ve her şeyi tamamen yep yeni bir devlet, Türkiye Cumhuriyet devletini
yarattı. Bu devleti teşkilatlandırdı, modern bir form verdi, sağlam bir politika temeli kurdu
ve uzağı gören azimli bir aile babası gibi kendi yarattığı devleti idare etti…41”.
Örneğin “Manchester Guardian” gazetesinde çıkan “Yeni Türkiye” adlı bir
yazıda Türkiye komşularıyla ekonomik konular yönünden karşılaştırılmaktaydı.
Ülke 1933 yılında önemli bir iktisadi gelişme göstermişti. Bu durum, Yunanistan,
Romanya, Sovyet Rusya’nın aksine, bir ilerleme yaratmıştı. Geçen altı yıl içinde
ahalinin yabancı bankalara ve birçok milli bankalarda biriken tasarrularını 6 milyon liradan 40 milyon liraya çıkardığı vurgusu yapılmıştı. Bu durum ülke içindeki
sermayeyi yararlı biçimde kullanmanın yöntemini getirmişti42.
Hükümetin açtığı iktisat mücadelesi, yalnız bir propaganda olayı değildi.
Yeni bir ekonomi zihniyeti yaratmıştı. Bu gelişme hükümeti halkın bankalarda
biriken paralarını koruma ve banka işlemlerini sıkı bir denetleme uygulamasına
yöneltmişti. Bunun için de yeni bir yasa çıkarma zorunluluğu doğmuştu. Ancak,
o zamana dek Türkler tarafından yönetilen bankalar güven duyulmaya layıktı.
Artırılan, yani tasarruf edilen paralar biriktirilince Türkiye’de ilk olarak sanayinin
gelişmesinde etkili olmuştu43. Yerli sermaye ile bankaların girişimleriyle büyük
küçük 20 kadar fabrika oluştu. Bu fabrikalar genellikle ipek, çikolata, kösele, kundura, çimento ve çivi fabrikalarıydı. Aynı zamanda hükümetin şeker fabrikaları
da vardı. Yakında Sovyet uzmanlarının yardımıyla yeni fabrikalar da kurulacaktı.
Bunlar, kredi ile alınmış Sovyet yapımı makinelerle işleyeceklerdi. Son zamanlarda
rekabet bir tehdit halini almıştı. Hükümetin onayı ve izni sağlanmadan yeni fabrika açılmasının yasaklanması konusundaki müdahalesine karşın, yeni sanayiye
girişen birçok Türk sermayedarı zengin olmuşlardı. Bu sanayi gelişimi aynı zamanda İstanbul’da, İzmir’de ve çeşitli kentlerde lüks apartmanlar inşasında büyük bir
gelişme yaratmıştı. Yalnız İstanbul’da 200.000 kişilik oturmaya uygun lüks binalar
yapılmış ve geçen üç sene içinde hepsi de insanlarla dolmuştu. Korkak sermayedarlar gelir getirir binayı en iyi yatırım sayıyorlardı. Aynı zamanda geçim endeksi
azalmış; birçok yerde etin yarım kilosu 3 peniye inmişti44.
Bu Türkiye halkının dünya bunalımını bütünüyle hissetmediği anlamına
gelmiyordu. Aksine hükümetin gelir gereksinimini tatmin için bütün maaşlara ve
ücretlere konulan son derece ağır özel bir maliyette vergiler varken, maaş ve ücretler
41
42
43
44
Uğurlu, a.g.e., s.s.344-345.
BCA, 030.10.166.154.5.1933.
BCA, 030.10.166.154.5.1933.
BCA, 030.10.166.154.5.
284
1929 Dünya Bunalımı Sonrasında...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
yüzde yirmi ila kırk düşürülerek verilirken; doğal olarak sıkıntı da kaçınılmazdı.
Ancak dikkati çeken konu; inşa edilen bütün lüks apartmanların bu maaşları alan
kişiler tarafından derhal tutulmasıydı. Gerçek şuydu: Halkın ve Ankara ileri gelenlerinin, iktisadi ve mali yönetime karşı yine de güvenleri vardı. Bu güvende haklılık
da görülüyordu. Kambiyo kurları sabitti. Bu kurlar, özenle Cumhuriyet Merkez
Bankası tarafından belirlenmişti45.
İhracatın değeri, 1931 yılına oranla 32.000.000 Türk lirası düşmüş olmakla
birlikte; hacim olarak artmaya devam etmiş; üç yıl öncesinin 670.000 tonilatosuna
oranla, 1932’de 950.000 tonilatoya çıkmıştı.
Hükümetin gösterdiği en önemli başarı, borçlarını düzenli ödeyebilmesi
ve bunu bir dengeye bağlayabilmesiydi. Genel borçlar içinde Türkiye’nin hissesi
1928’de uzlaşıldığı gibi, 107.600.00 Türk lirası iken, bu para senede 1.500.00 altın TL
taksitlerle ödenecekken, şimdi bu borç, 8.000.000 altın Türk lirasına yılda 700.000
lira taksite indirilmişti. İşte bu Türkiye’nin dengeli ödeme biçimini sonuç olarak
düzeltmişti. Böyle oranla lehte bir durumda hükümetin ilk serbest milli borçlanma
için imar çalışmamalarına yardım etmesi konusunda halka başvurması da doğal
görülüyordu46. 12.000.000 kâğıt lira borç yapılacaktı. Senede yüzde yedi faiz ve
amortismanlıydı. Bu para Ergani madenlerini Mersin’e bağlamak için 88 km.lik bir
hat yapımına harcanacaktı. Bu hat, pek zengin olan Ergani yöresinin ve madeninin
gelişimini sağlayacak bakır pazarında hükümete büyük kar ve çıkar kazandıracak
diye düşünülüyordu47.
Bu algılamalar, yalnız Batı basınında değil, Arap dünyasında Türkiye ile ilgili
olumlu bakış açıları yaratıyordu. Örneğin; Mısır’da “Essiyasiye” gazetesi bunlardan birisiydi. Bu gazete “Ahrar-ı Desturin Fırkası”nın yayın organıydı. Söz konusu
partinin, Mısır kamuoyunda düşüncelerini yayıyordu. O zamana dek, dünyadaki
ekonomik olayları ele alırken, Türkiye’deki ekonomik ve mali durumla ilgili pek
olumlu görüşler ortaya koymuyordu. Ancak 16 Haziran 1930 tarihli sayısında uzun
bir makale yayınlayarak, Türkiye’deki mali ve ekonomik durumla ilgili bilgiler
veriyor ve bu dönemde Türkiye’deki gelişme ve icraatlardan övgüyle söz ediyordu.
Kahire elçiliğinden bu konu önemle Başvekâlet’e aktarılmaktaydı48. Gazete söz konusu yazısına “Türkiye ve İstikraz” başlığını atmıştı. Gazete alt başlığına; “Hükümetin
İktisadi Politikası; Mali Buhran Halledilmek Üzeredir” yazısını koymuştu. Büyük millet
meclisinin son oturumlarından birinde; rüşvet yasası projesinin tartışması sırasında
cesur bir Türk mebusunun; ülkede güçlü bir nefret ve gittikçe çoğalan bir memnuniyetsizlik ruhu olduğunu belirttiğini haber veriyordu. Toplumda bireylerin yoksulluk
yükü altında çetin bir yaşam sürdüğü halde, hükümet memurlarının bolluk ve mutluluk içinde hayatını sürdürdüğünü; emlak ve arazi sahibi olduklarını söylediğine
vurgu yapıyordu49. Bu habere göre milletvekili; memurlardan kuşkulanmaktaydı.
Zengin Ankara memurlarının Büyük Millet Meclisi içinde söylenen bu cesur sözlerin, meclis dışına yayılması ve basına düşmesi mevcut yönetimin kurulmasından
beri Türkiye’de misli görülmemiş bir sorun olduğu belirtiliyordu. Bu durum, her
45
46
47
48
49
BCA, 030.10.166.154.5.
BCA, 030.10.166.154.5.
BCA, 030.10.166.154.5.
BCA, 030.10.166.153.13.1930.
BCA, 030.10.166.153.13.1930.
285
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Alev GÖZCÜ
gün daha kötü bir duruma giren iktisadi bunalımın sonucuydu. Bununla birlikte
aynı zamanda hükümetin ekonomik durumu hızlı biçimde çözümlenmesi için de
faaliyete yönelten bir etken olmuştu. Türkiye’de ekonomik bunalım şu noktaya
varmıştı: Sürekli olarak ödeme yapmayacağını söyleyen hükümet, sonunda bir
ödeme sözleşmesi yapmaya zorunlu kalmıştı. Türklerce şu gerçek iyi anlaşılmıştı:
Ekonomik durumun gelişmesi için her halde bir dış yardıma muhtaçtılar50. İçinde
çırpındıkları ekonomik buhranın ortadan kalkmasına bir çare bulmadıkları takdirde, geçen on yıl içinde kazandıklarını da kaybedeceklerdi. Bunun için, hükümet
memleketin tarım, sanayi, ticaret durumunun gelişmesine ve devlet gelirlerinin
artmasıyla mali durumun belirlenmesine çalışmak ve 15 yıl içinde uygulanmak
üzere bilimsel bir proje hazırlamakla uğraşıyordu. Hükümet ekonomik durumdan,
toplumun hoşnut olmadığını biliyordu. Ancak durumu düzeltecek olanaklara sahip
olduğundan dolayı, bu hoşnutsuzluğa bir neden de görmüyordu. Hükümetin ileri
gelenleri, cumhuriyet hükümeti, saltanat hükümetinin tuttuğu aynı yolu tutmak ve
bu biçimde yanlışlıklar sonucunda mali yıkım uçurumuna yuvarlanmak niyetinde
bulunmadığını söylüyorlardı. Bununla birlikte ticari ve ekonomik dengenin eskisinden daha çok olumlu bulunduğu kuşkusuzdu. Devlet bankasının kurulması
için kendileriyle müzakere etmek üzere hükümet tarafından çağrılan yabancı uzmanlar bile ekonomik durumun yuvarlandığı uçurumdan kurtarılması için seri ve
güçlü önlemler alınmaması halinde ülkenin harap olacağını söylüyorlardı. Bundan
Cumhuriyet hükümetinin de, saltanat hükümetinin de izlediği yolu tutarak, kısa
adımlarla kesin olarak bir ilasa yürüdüğü anlamı çıkmazdı. Ankara hükümeti ülke
için pek doğru bir mali yöntem ortaya koyan, yalnız kuramsal değil, uygulamalı
bir biçimde de bütçesini düzenleyebilen, vergilerden elde edilen gelirini çoğaltan,
üreticilerin birçok ağır yükleri kaldıran, sermayedarların baskısına boyun eğmeyen
sırf kendi ve vesayeti ile birçok faydalı ve pek değerli işler yapabilen ilk Türk hükümetiydi. Bu hükümet ülkenin mali durumunu tespit ve varidatını artırmak yönünde
on seneden beri çetin uğraşılarda bulunmuştu. Bu hükümet büyük ve lüks saraylar
inşa etmiyordu51.
Memleketin refah ve saadetini temin etmek amacıyla demiryolları, şoseler,
köprüler yapıyor; araziyi tarıma uygun bir hale dönüştürmek için sulama politikaları
uyguluyor; toplumu hastalıktan kurtarmak için ülkedeki bataklıkları kurutuyor; ülkenin üretim yeteneğini artırmak için daha yüzlerce yararlı işlere para harcıyordu.
O halde memleket neden harap olmak tehdidine maruz bulunuyor ve niçin korkunç
bir bunalım geçiriyordu? Bunun nedeni de şuydu: Türkiye pek geniş ve muazzam bir imar programını başkasının mali yardımına muhtaç olmadan, sırf kendi
araçlarıyla başarmaya kalkışmasıydı. Avrupa sermayedarlarına teslim olmadan,
Yeni Türkiye’nin gelişme ve ilerlemeye doğru yürümeye gücü olduğunu dünyaya
göstermek için bu hareketi düzenli olarak izlemişti52. Geçen on yıl ülkenin gücünü ve
yeteneğini denemek ve aynı zamanda başarılan işleri dünyaya göstermekle geçmişti.
Türkiye bu hareket şekliyle sanki Avrupalılara şunu demek istiyordu: “Görüyorsunuz
ya; Türkiye sandığınız gibi değildir. Biz mali, iktisadi ve bayındırlık ve diğer vasıtaları
öğrenmeye yetenekli; güven ve itimada layık’ız. Memleketimizi sermayenizin kullanımı için
hazır hale getirdik. Gelişme ve ilerleme devam etmemize artık yardım ediniz ki Türkiye doğal
50
51
52
BCA, 030.10.166.153.13.1930.
BCA, 030.10.166.153.13.1930.
BCA, 030.10.166.153.13.1930.
286
1929 Dünya Bunalımı Sonrasında...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
kaynaklarıyla layık olduğu düzeye ve yeni hükümetin yüksek başarıları ve inkılâbın ahaliye
bağışladığı yeni ruh aracılığıyla dünyanın zengin memleketlerinden birisi olsun”53…
Türkiye hükümeti işte bu yolla gerek doğrudan doğruya ve gerek bir
aracıyla borç sözleşmesi isteğinde bulunmaya başlangıç olmak üzere, aşağıda sözü
edilen faaliyetlerde bulunmuştu. 25 milyon liralık bir borç için Türkiye hükümeti ile
cereyan etmekte bulunan müzakerenin sonunu izleyen süreçte doğrudan yapılan
5 milyon liralık borçtan başka 40 milyon ya da 50 milyonluk bir borç alımı daha
yapılacaktı54. Demek ki iktisadi durumun başlayan gelişimini yönetmek ve mali
durumu sabitlemek için hükümet kesin kararını vermiş oluyor. Yapılacak borçlanma ekonomik bir borçlanmaydı. Yani alınacak para yalnız mali bunalımı ortadan
kaldırmaya değil, ekonomik işleri başarmaya ve ulusal servetin gelişmesi ve ilerlemesine harcanacaktı. Hükümet on beş senede bitmek üzere ekonomik bir proje
hazırlamıştı. Bu süre içinde İktisat Vekâleti hükümetin en önemli bakanlıklarından
biri sayılacaktı. İktisat Projesi tarımsal, sanayi ve ticari alanları bütün ayrıntılarına
varıncaya dek genişti55.
Yine Kahire’de yayımlanmakta olan “Elmukattam” gazetesinde Türkiye
hakkında şu başlık atılmıştı: “Türkiye’nin Emsalsiz Kalkınması56.” Yazının geri
kalanında ise bütün Doğu uluslarının I. Dünya Savaşı sonrasında medeniyet
sahasında önemli gelişmeler yaptığı söyleniyor ama Doğu uluslarının öncüsü
olarak ise Türkiye’nin olduğu vurgulanıyordu. “Avrupalıların hasta adam ve ölüm
halinde adam diye adlandırdıkları eski Osmanlı İmparatorluğu büyük, kudretli, neşeli ve
durmadan çalışan bir genç olmuştur… Asıl şayanı takdir olan mesele Türkiye’nin yaptığı
bütün kalkınmaların kendiliğinden ve hiçbir kimsenin yardımına muhtaç olmaksızın yapmakta olmasıdır… Yeni Türkiye daha doğrusu Kemalist Türkiye’nin yaptığı ilerlemeler her
sahaya ve her mesai şubesine şamildir57…”
Sonuç
Yeni Türkiye hiç şüphe yok ki Mustafa Kemal’in bir eseriydi. Bu durum
yabancı kaynaklarda farklı şekillerde vurgulanmış ve Türk Devriminin; Mustafa Kemal
Atatürk’ün eseri olarak tanımlanmasıyla da ifade edilmiştir58. Onun Türkiye’de yaptıkları
“Kemalist Rönesans59” olarak tanımlanmıştı. Bağımsızlık Savaşı’nı Batı’ya, Batı’nın
saldırganlığına karşı vermiş, bu savaştan başarıyla çıkmıştı. Ancak askeri anlamdaki
bu başarı, sorunları bütünüyle çözmüyor, belki de gerçek sorunlarla uğraşmak için
önemli bir başlangıcın da nedeni oluyordu. Bu uğraşının, özellikle ekonomik alanda yürütülmesi kaçınılmazdı. Ancak, Türkiye kurulduktan beş altı yıl sonra bütün
dünyayı saran ekonomik bunalım, onun zaten oldukça zor olan ekonomik yüküne,
çok daha ağırlarını bindirmişti. Sermaye yokluğu, deneyim eksikliği gibi nedenler,
çok şey üzerinde olumsuz etki yapabilecekti. Türkiye, geldiği tarihsel çizginin bir
53
54
55
56
57
58
59
BCA, 030.10.166.153.13.1930.
BCA, 030.10.166.153.13.1930.
BCA, 030.10.166.153.13.1930.
Uğurlu, a.g.e., s.219.
A.g.e., s.s.219-220.
Georges Duhamel, Yeni Türkiye: Bir Batı Devleti, (çev.: Can Yücel), Cumhuriyet yay., 1998, s.27.
Jean Deny, a.g.e., s.15.
287
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Alev GÖZCÜ
uzantısı olarak, dünyada ekonomik, toplumsal ve siyasal bölünmenin tam ortasında
kendine bir yol haritası belirlemeye çalışırken; onun ekonomik alanda yöneleceği
sistem, ilgi ve merakla bekleniyordu. Türkiye, Batı’ya karşı savaşırken, Batılılar
gibi olmaya çalışıyordu. Yabancılar, Türkiye’yi eski Türkiye’den, yani Osmanlı
Devleti’nden ayırabilmek için, “Yeni” sıfatı ile tanımlıyorlardı. Yeni Türkiye’nin
başarısı, eskisinin hatalarına düşmemekten geçiyordu. Borç içinde, sürekli yabancı
sermaye gereksinimi olan ve hep bütçe gelirleri açık veren Türkiye’nin yerini şimdi
üreten Türkiye alacaktı. Ancak, yalnız üretme azmi bu işleri başarmak için yetmiyordu; bir sistem algılaması ve oluşumunu belirlemek bu aşamada kaçınılmazdı.
Yeni Türkiye Mustafa Kemal’in Türkiye’siydi. Bunu gösteren bir örnek
J.H.Walton’un 12 Eylül 1935 yılında “Daily Telegraph” da Türkiye hakkında yazdığı
bir yazının başlığını “Mustafa Kemal’in Türkiyesi” olarak belirlemesiydi60. Yazıda,
Atatürk, Türkiye’nin başı olarak tasvir ediliyordu. Mustafa Kemal’in Türkiyesi,
Avrupa’nın hasta adamı olmak gibi çirkin bir unvandan kendisini kurtarıp, kendi
kendisinin doktoru olmuştu61.
60
61
Uğurlu, a.g.e., s.190.
A.g.e., s.190.
288
1929 Dünya Bunalımı Sonrasında...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
KAYNAKÇA
I-Arşivler
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi
II-Kitaplar ve Makaleler
ARI, Kemal, Atatürk ve Aydınlanma, Yakın Kitabevi, İzmir, 2009.
BERKES, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, (haz.: Ahmet Kuyaş), Yapı Kredi yay.,
İstanbul, 2003.
BORATAV, Korkut, Türkiye’de Devletçilik, İmge Kitapevi, Ankara, 2006.
DENY, Jean, Yeni Türkiye, (çev.: Sencer Kodolbaş), Cumhuriyet yay., 2000.
DUHAMEL, Georges, Yeni Türkiye: Bir Batı Devleti, (çev.: Can Yücel), Cumhuriyet
yay., 1998.
GÖZCÜ, Alev, “Bir İntiharın Sosyo-Ekonomik Arka Planı: Dünya Ekonomik
Bunalımının İzmir Örneğinde Gündelik Yaşama Yansımaları”, Çağdaş Türkiye
Tarihi Araştırmaları Dergisi, C.VI, S.14, 2007/Bahar, s.s.85-102.
GREW, Joseph C., Yeni Türkiye,( Türkçesi Kadri Mustafa Orağlı), İstanbul, 1999.
KIRKPINAR, Leyla Türkiye’de Toplumsal Değişim ve Kadın, T.C Kültür Bakanlığı yay.,
Ankara, 2001.
ÜLKEN, Yüksel, Atatürk ve İktisat, İş Bankası Kültür yay., Ankara, 1981.
TEKELİ, İlhan - İLKİN, Selim, 1929 Dünya Buhranında Türkiye’nin İktisadi Politika
Arayışları, Bilge Kültür Sanat yay., İstanbul, 2009.
TEZEL, Yahya S., Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Tarih Vakfı Yurt yay.,
İstanbul, 2002.
TİMUR, Taner, Türk Devrimi ve Sonrası, İmge kitapevi, Ankara, 2001.
TURAN, Şerafettin, Mustafa Kemal Atatürk: Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik, Bilgi
yay., Ankara, 2004.
Yabancı Gözüyle Cumhuriyet Türkiyesi ( 1923-1938), (Ed.: Ö.Andaç UĞURLU), Örgün
yay., İstanbul, 2003.
289
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.291-309
1929 DÜNYA EKONOMİK BUHRANI’NIN
ALMANYA’DAKİ ETKİSİ VE BU ETKİNİN
İZMİR FİNANS PİYASASINA YANSIMASI
“DEUTSCHE ORIENT BANK”
Erdal İNCE*
Özet
Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunda Almanya ile savaş galibi devletler arasında
imzalanan Versailles Barış Antlaşması Alman ekonomisinde büyük bir sarsıntının yaşanmasına
neden oldu. Bu sarsıntıya 1929 Dünya Ekonomik Buhranı da eklenince Alman ekonomisi, ilas
etme noktasına geldi. Almanya’nın bu durumu, kısa zamanda, Almanya’daki tüm sektörleri
zarar eder hale getirdi. Özellikle yatırım ve iş piyasalarının lokomotii sayılan bankacılık,
bu buhrandan ilk önce etkilenen alan oldu. Mali buhran nedeniyle zarar eden kuruluşlar,
ayakta kalabilmek için bankalardan kredi alma yolunu seçti1. Ancak bankalar, bu taleplere
karşılık verecek para rezervlerini, çok önceden yitirmişlerdi. Bir çoğu da batma tehlikesi ile
karşı karşıyaydı.
Alman Bankacılık sektöründeki bu kargaşa, Türkiye’deki Alman bankalarında da
tüm yoğunluyla hissedildi. Bu hissediş, kendi iç piyasasında kurduğu denge ile 1929 dünya
ekonomik buhranından en az etkilenmeyi planlayan Türk inans piyasasını zora soktu.
Özellikle, İzmir’de bulunan “Deutsche Orient Bank” bunalıma yönelik reel politik önlemler
almadığı için, bölge iktisadi hayatının gerilemesine neden oldu. Bu gerileme, bölgede iktisadi küresel tehlikenin tüm yoğunluğuyla hissedilmesine ve ayrıca bölge inans piyasasının
hareket edemez hale gelmesine neden oldu.
Bu makalede, Alman buhranının çıkışı, bu buhranın 1929 Dünya ekonomik buhranı
ile birleşerek nasıl büyüdüğü ve bu durumun İzmir inans piyasalarında yarattığı mali
bunalım incelenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Deutsche Orient Bank, Finans, Banka, İzmir, Ekonomik Buhran.
1
*
G. Schmölders, “Alman Vergi Sistemi”, (çev.: İ. Hakkı Ülkmen), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Dergisi, C.VIII, S.1, 1953, s.s.118-124.
Erdal İnce, Tarih Uzmanı, (erdalince11@hotmail.com).
291
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Erdal İNCE
EFFECT OF THE GERMANY 1929 WORLD ECONOMIC DEPRESSION
AND THIS IMAGE EFFECT TO THE ONTARIO FINANCIAL MARKETS
“DEUTSCHE ORIENT BANK”
Abstract
Winner of the First World War as a result of war with Germany was signed between
the governments of the Versailles Peace Treaty in the German economy has led to a big shock.
This vibration is added to the 1929 World Economic Crisis of the German economy, has come
to the point of bankruptcy. Germany’s situation, would soon make his loss all the sectors in
Germany. The investment and number of locomotives in the job market, especially banking,
from the depression was initially affected sectors. Losses due to inancial crisis, the institutions, to stand chose to borrow from banks. However, banks, currency reserves to respond to
these requests had been lost long before. Many also faced with the danger of sinking.
This confusion in the German banking sector in Turkey, provided that German
banks were felt all the focus. Examined this feeling, its internal market was established in 1929
with the balance of world economic crisis, the Turkish inancial markets planned at least the
effects have launched. In particular, in Izmir, the “Deutsche Orient Bank” for the real political
crisis for not taking measures, the region has led to the decline in economic life. This decline
in the area of economic globalization and also to feel the danger zone with all the intensity of
the inancial markets become unable to move caused.
In this article, the output of the German crisis, combined with buhranın1929 how
the world economic crisis and this situation has grown out of its inancial crisis in Ontario’s
inancial markets are examined.
Key Words: Deutsche Orient Bank, Finance, Bank, İzmir, Economic Crisis.
Giriş
1929 yılında Wall Street Borsası’nın çökmesiyle, Amerika’da başlayan ekonomik buhran, kısa sürede tüm dünyayı etkisi altına aldı2. Buhran, 1929 yılında
başlamış olmasına karşın buhranın asıl yıkıcı etkisi, 1930’un başlarında ve 1931
yılının tamamında, tüm yoğunluyla hissedildi. En çok sanayileşmiş kentleri vuran
büyük bunalım, kentlerde işsizler ve evsizler ordusu yarattı. Ayrıca bunalım, birçok ülkede, inşaat faaliyetlerinin durmasına ve tarım ürünü iyatlarının yüzde 40 ve
60’lara varan düşüşlerin yaşanmasına neden oldu. Tarım ürünlerindeki bu düşüş,
çiftçi ve kırsal bölge nüfusunun iktisadi hayatındaki hareketliliği azalttı3.
Bütün dünyayı etkisi altına alan ekonomik buhran ve onun getirdiği işsizlik
sorunu, tüm dünyada olduğu gibi Almanya’da da bütün yoğunluğu ile hissedildi.
Buhran, kısa zamanda, Almanya’daki tüm sektörleri etkisi altına alarak, iş yapamaz
2
3
John Kenneth Gaıbraıth, The Great Crash 1929, Penguin Books, Great Britain. 1975, s.s.43-44; Bkz.,
Erdal İnce, Türk Siyasal Yaşamında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, Libra Kitapçılık ve Yayıncılık,
İstanbul, 2009, s.14.
İhsan Yüksel, “İşsizliğin Psiko-Sosyal Sonuçlarının İncelenmesi: Ankara Örneği”, Cumhuriyet
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, C.IV, S.2, 2003, s.s.23-25.
292
1929 Dünya Ekonomik Buhranının...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
hale getirdi. Bu noktada özellikle bankacılık sektörü, ilas noktasına gelmişti. Alman bankacılık sektöründeki bu kayıp kısa zamanda, Türkiye’de bulunan Alman
bankalarına da sıçradı.
Almanya dünya iktisadi yaşamında güçlü bir aktör olabilmek, Ortadoğu ve
Anadolu’nun inans piyasalarından azami yararlanabilmek için Türkiye’nin birçok
kentinde Berlin merkezli bankalar açmıştı4. Özellikle gerek stratejik konumu gerekse iktisadi hareketliliği ile İstanbul, Alman bankaları için cazibe merkezi olmuştu.
Ayrıca tarımsal üretimin zenginliği ve geniş hinterlandı(arka alan) ile İzmir de, Alman bankacılık sektörünün kurumsal manada temsilcilik bulundurduğu kentlerden
birisi olmuştur. 1929 yılında İzmir’de bulunan tek Alman bankası Deutsche Orient
Bank’tı. Banka, müdürünün yanlış yönetimsel politikaları nedeniyle krizden büyük
oranda etkilenmişti5. Banka müdürü, buhran öncesinde büyük hamlelerden kaçarak nakit birikimi yapan ekonomi piyasa yöneticilerinin aksine, elindeki nakitin
büyük bir çoğunluğunu Almanya’daki merkez birimine aktarmıştı. İzmir’deki milli
bankalar ise, müşterilerini zor durumda bırakmamak için tüm yatırım, harcama ve
aktarımlarını durdurmuşlardı.
Mali buhran, bütün dünyada, özellikle bankacılık sektöründe, büyük bir
endişe durumunun yaşanmasına neden oldu. İzmir ve diğer illerdeki birçok milli
bankanın kontrollü harcama, denk bütçe vb. tedbirleri almaları ile buhranın, Türk
bankacılık sektöründe diğer ülkelere göre, nispeten daha az hissedilmesini sağladı.
İzmir’de şubesi bulunan Deutsche Orient Bank müşterileri de, Almanya’daki mali
kriz nedeniyle yatırımlarının zarar görebileceği korkusuyla bankadan yatırımlarını
çekmek istediler. Ancak banka ilk etapta müşterilerinin bu isteğine cevap veremedi.
İlerleyen günlerde banka, kendi bütçe politikalarını gözden geçirerek, yüzdelik dilimler halinde dağıtıma başladı. Almanya’dan gelen ekonomi haberleri hiç iç açıcı
değildi. Günlük gazetelerde, Alman ekonomisinin her geçen gün ilasa doğru gittiği
ile ilgili haberler yer alıyordu. Bu durum ise banka müşterilerinde, paralarının
tamamını alamama korkusu ile banka önünde uzun kuyruklar oluşturmasına neden
oluyordu. Ayrıca banka müşterileri kendi aralarında belirledikleri temsilcilerini
önce İzmir Ticaret Müdürü’ne sonra da İzmir Vali’sine göndermişlerdi6.
Deutsche Orient Bank müşterilerinin endişeli durumu, İzmir’deki diğer banka
müşterilerine de sıçradı. Bu sıçrama ile Deutsche Orient Bank’ın müşterileri gibi diğer
bankaların müşterileri de yatırımlarının tamamını bankalardan almak için başvuruda
bulundular. Bu durum İzmir inans piyasasında büyük bir değişime neden oldu. Bir
anda alım satım durdu. Herkes kendi olanakları ile yatırımlarını muhafaza eder duruma geldi. Bu nedenle İzmir ekonomi piyasaları, büyük bir durgunluk içine girdi.
İzmir’in ekonomik canlılığını tehdit eden bu durumla yerel basın da yakından ilgilendi. Basın, özellikle milli bankaların içine düştüğü durum ve esnafın satış yapamadan
kepenk kapattıkları ile ilgili haberlere geniş ölçüde yer verdi.
4
5
6
Levent Başak, “Türkiye’de Yabancı Banka Hukuku ve Yabancı Bankalarla İlgili Bazı Hususların
Analizi”, Bankacılar Dergisi, S.63, 2007, s.s.15-20.
Halil Altıntaş, “Bankacılık Krizleri, Nedenleri ve Ekonomik Maliyetleri”, Erciyes Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, S.22, 2004, s.43.
Yeni Asır, 17 Temmuz 1931.
293
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Erdal İNCE
Resim 1 : 1929 Dünya Ekonomik bunalımının etkisiyle telaşa kapılan Deutsche Orient
Bank müşterileri, yatırımlarını geri alabilmek için banka önünde büyük kuyruklar oluşturdular7.
Bu durgunluk, milli banka müdürlerinin, İzmir Ticaret Müdürlüğü’ne
başvurması ile aşılmaya çalışıldı. Milli banka müdürleri, şehirlerindeki Deutsche
Orient Bank müdürünün, gerginleşen dünya ekonomi piyasalarına aldırış etmeden
nakit harcama ve aktarımı yaptığı için bu duruma neden olduğu konusunda İzmir
Ticaret Müdürü’nü bilgilendirdi. Ayrıca Ticaret Müdürü’ne kendi bankalarında
böyle bir sorun bulunmadığını bu nedenle müşterilerin, milli bankalara güvenmeleri
gerektiğini de söylediler. Müdürlük, konuyla ilgili gerekli incelemeleri bitirdikten
sonra, yatırımcıların endişe durumunun kalkması için, milli bankaların küresel
krize karşı gerekli önlemleri aldığını açıkladı. Bu açıklama ile ekonomi piyasaları,
az da olsa kıpırdamaya başladı. Müdürlükten gelen rahatlatıcı haber ile halk, ileriki
günler için yaptığı stoklama durumuna kısmen de olsa son verdi. Ancak altı aylık
bir süreçte yaşanan durgunluk, piyasalardan hemen kalkmadı.
1929 Dünya Ekonomik Buhranı, Birinci Dünya Savaşı’nın etkisi ile çıkmış ve
bu buhranla ortaya çıkan mali kriz Devletleri yeni arayışlara sokmuştu. Bu arayışlar
ise İkinci Dünya Savaşı’nın baş nedenlerinden biri olmuştu8.
Dünya Ekonomik Buhranı Öncesinde Alman Ekonomisinin Genel Durumu
(1919 – 1929) :
Almanya’daki mali buhran Birinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle başlamıştır diyebiliriz. Birinci Dünya savaşından yenik ayrılan Almanya, yenen devletlerle Versay
Antlaşması’nı imzalamıştır. Almanya, bu antlaşmanın gereği olarak sömürgelerinden vazgeçmişti. Ayrıca Almanya, bu anlaşma hükümlerince yenen devletlere
tazminat ödemeyi de kabul etmişti9.
7
8
9
Turhan Yay, “1929 Dünya Bunalımının Türk Bankacılık Sistemine Etkileri”, Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi, İletişim yay., C.I, İstanbul, 1983, s.158.
Charles Kegley W. And Eugene R. Wıttkoff., World Politics, Trendand Transformation, Fourth Edition, The Macmillan Press Ltd., New York,1993, s.82; Bkz.: Milliyet, 14 Aralık 2008.
Sinan Sönmez, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm: Sömürgecilikten Küreselleşmeye, İmge Kitabevi, Ankara,
1998, s.88.
294
1929 Dünya Ekonomik Buhranının...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Müstemlekelerinden (sömürgelerinden) vazgeçmek zorunda kalan
Almanya’da büyük bir hammadde açığı ortaya çıktı10. Hammadde darlığına, yenen
devletlere ödenen tazminat da eklenince Alman ekonomisi büyük bir çöküşün içine
girdi. Versailles Antlaşması ile Almanya’nın mütteik devletlere ödeyeceği savaş
tazminatı veya diğer deyişle tamirat borcu, 56 milyar dolar olarak hesaplanmıştı.
Hesaplanan bu miktar Almanya’nın itirazı ile 33 Milyar dolara düşürüldü. Bu
rakam ise John Maynard Keynes gibi iktisatçılarca Alman iktisadi gücünün üç katının
karşılığı demekti11.
Birinci Dünya Savaşı sonucunda işgücü sıkıntısı ve önemli birçok toprağın
kaybedilmesi ile Alman tarım sektörü büyük oranda zarar görürken, tarımsal üretim de savaş öncesine göre, yüzde yetmiş oranında düşmüştü. Savaş sonrasındaki
Almanya’nın kayıpları ile ilgili incelenen istatistiklerde, ekilebilir toprak kaybı
diğer kaynak yitimlerine göre en alt seviyede gözükmektedir12. İstatistik bilgilerinden de anlaşılacağı gibi, Alman tarım sektöründeki üretimin düşmesinde, toprak
kaybından daha çok, diğer sektörlerdeki kaynak yitiminin tarım faaliyetlerindeki
hareketliliği daraltması, artan iyatlar ve yitirilen işgücü olarak gösterilebilir. Özellikle savaşlarda yitirilen ve esir düşen işgücü, Alman ekonomisi için büyük kayıp
olmuştur13.
Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’daki enlasyon, savaş öncesi
ortalamasının yirmi katı kadar arttı. 1913 yılının endeksi 100 olarak kabul edildiğinde
1920 yılındaki endeks 1965’lere kadar yükseldi. Ayrıca 1923’te Alman para biriminin
değeri, 1913’teki değerinin milyarda birine indi. Başka bir deyişle, bu tarihte Alman
para biriminin değeri sıfır olarak geriledi14.
Kaybedilen Ekilebilir Toprak
ve Yeraltı Kaynakları
Ekilebilir Toprak
Demir Cevheri Yatakları
Çinko Yatakları
Kömür Üretimi
Oran (%)
% 14.6 kayıp
% 75 kayıp
% 68 kayıp
% 26 kayıp
Tablo 1; Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın kaybettiği kaynaklar15.
10
11
12
13
14
15
Fahir Armaoğlu, 20’inci Yüzyıl Siyasi Tarihi; Bkz.: Abdullah Kıran, Milletler Cemiyeti ve Önlenemeyen Savaş, Girne Amerikan Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü - Multicore Parallel Processing, s.s.25-28.
Metin Kıratlı, “Niçin Almanya bir Roosevelt ve Amerika Bir Hitler Çıkarmadı?”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi: Atatürk Yolu, C.XVI, S.4, s.s.165-166; Bkz.: Paul M. Sweeyz,
“ABD’de Ekonomik Kriz”, (çev.: Kemal Çakman), Dünya Ekonomisinde Bunalım, Basım Yayım ve
Dağıtım AŞ. 1983, s.7.
J. S. Davıs, The World Between The Wars 1919-.1939: An Economist’s View, John Hopkins University
Press, London, 1975.
Metin Kıratlı, a.g.m., s.s.6-7.
İbrahim Bakırtaş-Ali Tekinşen, “Dünya Savaşları ve Büyük Buhran Arasındaki Etkileşimin Ekonomi Politiği”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C.IV, S.5, s.s.87-88.
F. Lutge, “Explanation Of The Economic Conditions Which Contributed To The Victory Of National Socializm, in M. Boumant”, The Third Rich, s.410; Bkz.: Kıratlı, a.g.e., s.165.
295
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Erdal İNCE
Versailles Barış Konferansı (1919) ile başlayan Alman ekonomisindeki
mali bunalım, ülkedeki iktisatçıları ve politikacıları bu duruma karşı çareler aramaya yöneltti. Ancak hammadde darlığı, özellikle sanayi alanındaki üretimi durma
noktasına getirdiğinden ülkede büyük bir işsizlik sorunu ortaya çıktı. Bu dönem
itibarıyla Almanya’daki işsiz sayısı, beş milyonu buldu. 1929’a gelinceye kadar kendi kendine yetme politikası ile tazminatını ödemek ve maliyesini düzeltmek için
uğraşan Almanya, Amerika’da başlayan ekonomik buhrandan en az derecede etkilenmeyi planlamıştı. Ancak Alman yetkililer, ülkelerindeki işsiz sayısının çokluğu
nedeniyle küresel mali sıkıntıdan kurtulamayacaklarının farkına kısa zamanda
vardılar. Bu amaçla Alman ekonomistlerce bir dizi mali önlem paketleri hazırlandı.
Dünya Ekonomik Buhranında Alman Ekonomisi ve Alman Hükümetince
Alınan Mali Önlemler
Almanya’da Birinci dünya savaşının bitimiyle başlayan mali sıkıntı, 1929’a
gelindiğinde, Amerika borsasında başlayıp tüm dünyayı etkisi altına alan küresel
mali sıkıntıyla birleşti. Bu birleşme Alman ekonomisinde büyük bir çöküntüye sebep oldu. Çöküntü, kısa zamanda, sektörel bazda tüm Alman ekonomi piyasalarını
etkisi altına aldı. Bu durumdan kurtulmak isteyen Alman hükümeti, mali sistemlerini koruyucu ve canlandırıcı bazı politikalar üretti16.
Alman yetkililerin almış oldukları önlemlere karşın, önemli bir mensucat
imalathanesinin ilas etmesi ve bu imalathanenin bağlı olduğu diğer işletmelerin
de ilastan etkilenerek aynı akıbete uğramaları sonucunda global (küresel) buhran,
Almanya’yı tamamen sarstı.
— Avusturya İle Gümrüklerini Birleştirme Planı;
Büyük buhran öncesinde Alman yetkililer, dünyadaki diğer ülke ekonomilerinde meydana gelen, sanal şişkinlik ve gerginlikler nedeniyle büyük bir ekonomik krizin çıkmasını muhtemel görüyorlardı. Ayrıca yetkililer, Versailles Barış
Konferansı’yla (1919) başlayan ekonomik kötü gidişi durdurup refah içerisinde
büyük hamleler yapabilen bir ekonomiye sahip olmak da istiyorlardı. Tüm bu
gelişmeleri göz önünde bulunduran Alman yetkililer, çıkması muhtemel dünya
ekonomik krizine karşı, ayrıca rahat ekonomi sahibi bir ülke olabilmek düşüncesiyle
bazı önlem paketleri hazırladılar.
Bu önlemlerden birisi, Avusturya ile imzaladıkları Gümrük Antlaşması oldu.
Alman Hükümeti bu antlaşmayla, siyasi bir maksattan çok, iktisadi hareketliliği
arttırmayı amaçlamıştı. Bu amaçla Almanya, Avusturya ile gümrüklerini birleştirme
planı yaptı. Almanya bu planla, Çekoslovakya’nın, Macaristan’ın, Romanya’nın ve
hatta Yugoslavya ile Lehistan’ın da katılımıyla büyük bir gümrük birliği kurmayı
hedelemişti.
Alman ekonomistler, Avusturya ve çevre ülkelerin katılımıyla gerçekleşecek
olan birlikte mal ve insan gücünün serbestçe dolaşacağını, bu durumunda gerek
Alman ekonomisinde gerekse diğer ülke ekonomilerinde bir canlılık yaratacağını
16
İbrahim Bakırtaş - Ali Tekinşen, a.gm., s.s.86-89.
296
1929 Dünya Ekonomik Buhranının...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
düşünüyorlardı. Ekonomistlere göre, bu birliğin, beklenen ekonomik canlılığı
yaratması durumunda, Almanya’nın içinde bulunduğu mali bunalım bitecek,
ayrıca Almanya tekrar güçlü ekonomisiyle dünya sahnesine çıkabilecekti. Ancak
Almanya’nın, iktisadi buhrandan kurtulup, geçerli bir kuvvet olarak, dünya sahnesine çıkabilecek olma ihtimalini, siyasi ve iktisadi anlamda değişik zamanlarda
çeşitli çıkar çatışmaları yaşamış komşu ülkesi Fransa, kabul etmedi. Almanya’yı
kendine rakip olarak gören Fransa, Almanya’nın Avusturya üzerinden gümrük
ittifakı sayesinde güçlenmesini istemedi.
Avusturya’ya ve Almanya’ya bu ittifakı engellemek için notalar veren Fransa,
işi askeri ve siyasi güç kullanma tehdidine kadar götürdü. Bunun üzerine Alman
Hükümeti, “Lahey Sulh Mahkemesi”ne başvurdu. Ancak mahkeme Fransa lehinde
karar verince Almanlar bu projeden vazgeçmek zorunda kaldı17.
— Dawes ve Young Planları
Almanlar, Avusturya ile planladıkları gümrük projesinden sonuç
alamayınca, Amerika’nın da desteğiyle yeni bir mali iyileştirme projesini gündemlerine aldılar. Bu proje, Almanlar tarafından kötü giden maliyelerini iyileştirme
projeleri gibi algılandıysa da bazı çevrelerce asıl amacın, Amerika’nın Almanya’daki
yatırımlarını ve alacaklarını güvence altına almak istemesi, şeklinde algılandı.
Bu proje kapsamında, Almanların dışarıya olan borçlarını belli bir plan
dâhilinde ödenmesi öngörülmüştü. Bu amaçla 1924’te Almanya’nın yıllık olarak
ödeyeceği miktarın belirlendiği “Dawes Planı” hazırlandı. Ancak Almanlar, ödemeleri aksattı. Bunun üzerine de 1929’da“Young Planı” hazırlandı. Bu plan “Dawes
Planı”nın aksine daha esnek bir borç ödeme planıydı18.
“Young Planı”nın uygulanabilmesi için Alman Hükümeti’nin uzun bir zamana ve geniş bir propagandaya ihtiyacı vardı. Oysaki Alman ekonomisinin, acilen
uygulanabilecek bir projeye gereksinimi içindeydi. Hali hazırda da böyle bir projesi olmayan Alman ekonomisi, tamamıyla çöküş sürecine girdi. Ayrıca bu planlar,
Almanların, borçları ödeyebilmesi için miktar ve zaman belirlerken, bu ödemelerin
nereden kaynak bulunarak yapabileceğini belirtmiyordu. Bu durum Alman ekonomi piyasalarını, iyileştirmekten çok, zamanı gelen borçlar nedeniyle büyük bir kaosa
sürükledi.
Almanya’da her geçen gün daha da ağırlaşan mali kriz, kabinenin istifa
kararı almasına neden oldu. Kabine, kendisiyle beraber Alman Merkez Bankası için
de aynı kararı almıştı. Bu durum, bazı iktisatçılara göre, Almanya’nın devlet olarak,
ilası anlamındaydı. Bunun üzerine Alman kabinesi durumu, İngiliz ve Amerikan
hükümetlerine bildirdi.
17
18
Ayşe Füsun Arsava, “Federal Alman Anayasa Mahkemesinin 22 Ekim 1986 Tarihli ‘Mittlerweile’
Kararının Topluluk Hukuku Bakımından Taşıdığı Önem”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Dergisi, C.44, S.3, s.s.185-188; Bkz.: Aynı Yazar “Kıbrıs Sorunu’nun Uluslar arası Hukuk
Açısından Değerlendirilmesi”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C.51, S.1, s.s.47-48.
İbrahim Bakırtaş - Ali Tekinşen, a.g.m., s.s.92-93; Bkz.: E. H. Carr, (l973), International Relations
Between The Two World Wars: 1919-1939, The Macmillan Press Ltd., Great Britain, s.82.
297
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Erdal İNCE
1929 -1931 yılları arası Alman Mali sistemini, kısmen de olsa ayakta tutan
Amerikan sermayesiydi. Amerika Almanya’da büyük yatırımlar yapmıştı. Ancak
Alman Hükümetinin ve Merkez Bankası’nın ilas etmesi demek, Almanya’da bulunan milyarlarca dolar Amerikan sermayesinin yok olması anlamına geliyordu. Bunun hesabını iyi yapan Amerikan Hükümeti, bu duruma duyarsız kalamazdı.
Kendi sermayelerini kurtarmak amacı ile Amerika Cumhurbaşkanı Hoover,
Almanya Cumhurbaşkanı Mareşal Hindenburg’un teminat vermesi şartı ile
Almanya’da bir senelik “Duyun” kurulması ikrini ortaya attı. Hover’ın teklii, diğer
devletlerce ve Alman Hükümeti’nce tartışıldığı günlerde, Amerikan ve İngiliz devlet
bankaları, Alman Merkez Bankası’na bir ay süreyle yüz milyon dolar ikraz(yardım)
etme kararı aldı. Bu amaçla bankalar, Alman ekonomisinin az da olsa nefes almasını
sağladı. Bu durum gerek inans piyasalarında gerekse Alman kamuoyunda düzelmeye yönelik bir moral değer yarattı. Ayrıca inans piyasalarında, Hoover’in teklii ve
bankalardan gelen ikrazla, Almanya’nın bu buhranı kolaylıkla aşabileceği ikri de
uyandı. Ancak daha önce Almanya’nın Avusturya ile birlikte planladıkları gümrük
projesine karşı çıkan Fransa, Hover’in tekliine de sıcak bakmadı. Bütün Avrupa
devletleri Hover’in tekliine onay verirken Fransa, tekliin müzakere sürecinin daha
uzun tutulmasının gerektiğini söyleyip, tekliin ertelenmesini istedi19.
Araya Amerikan Cumhurbaşkanın girmesiyle, geç de olsa, Fransa teklii onayladı. Ancak Hover’in tekliine uzlaşma sağlanana kadar, daha önce de
belirttiğimiz, Alman Merkez Bankası’na yapılan yardımın geri ödeme zamanı geldi.
Buna karşın, Alman Merkez bankası aldığı ikrazı geriye ödeyecek durumda değildi.
Günü gelen borcu ödeyemeyen Banka, borcun ertelenmesini ve kendisine yedi-sekiz
yüz milyon dolar daha yardım yapılmasını talep etti. Erteleme işlemi yüksek oranda
uygulanan faiz oranı şartı ile kabul edilirken yeni yardım talebi kabul edilmedi.
Almanya’daki iktisadi buhran tüm ülkeyi bütünüyle içine aldığı için
Almanya’da bulunan yabancı sermaye, ülkeyi terk etmeye başladı. Bu terk ediş
yabancı sermayeye endeksli yerli Alman sermayesini de etkiledi. Sermaye ülkeyi
terk ederken yanlarında yabancı dövizleri de götürdüklerinden Alman Merkez
Bankası’nda “evrak nakdiye” karşılığı olarak tutulan yabancı döviz miktarında büyük
azalmalar oldu.
Ülkeler
Fransa
Almanya
İtalya
İngiltere
ABD
Büyüme Oranı (1923-1928)
2.1
-0.5
0.7
-0.2
2.1
Tablo 2. Bazı Batı Ülkelerindeki Yıllık Büyüme Oranları (1923 – 1928)20
19
20
İbrahim Bakırtaş - Ali Tekinşen, a.g.m., s.s.93-94.
James, Foreman-Peck, A History of The World Economy: International Economic Relation Since 1850,
Harvester Wheatsheaf, GreatBritain, 1983, s.196.
298
1929 Dünya Ekonomik Buhranının...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Global kriz tüm Avrupa ülkelerini etkisi altına almış görünse de hiç birisi
Almanya kadar kötü etkilenmemişti. Tablo 2’de 1923 – 1928 yılları arasında ülkelerin yıllık ekonomik büyüme oranlarında en düşük değerin Alman ekonomisinde
olduğu görülmektedir. Avrupa kıtasında sermaye piyasalarının ülkeler arasındaki
dolaşımı göz önünde tutulduğunda, bir ülkedeki iktisadi bozukluk diğer ülkeleri de
kısa zamanda etkisi altına alabilirdi. Bu nedenle Almanya’da diğer ülkelere nazaran
daha yoğun yaşanan iktisadi bunalıma, diğer Avrupa ülkeleri duyarsız kalamazdı.
Almanya’daki bazı siyaset bilimciler ülkelerinin içine düştüğü bu zor
durumun sorumlusu olarak, Hitlerin Fırkasını görürken, bazıları da ülkeye, komünizmi getirmeye çalışan Bolşevikleri görüyordu. Hitler’in kendi fırkasını başa
getirmek için durmadan krizi körüklediğini söyleyen siyaset bilimciler, gelecekte Hitler’in fırkasının başa geçmesi durumunda Almanya’nın büyük bir savaşa
gireceği öngörüsünde de bulunuyorlardı21. Siyasetçiler, bunalım döneminin, Alman
milliyetçiliğini tetiklediğini düşünüyorlardı.
Bu dönemde Alman ekonomisi, büyük ölçüde yabancılar tarafından istila edilmişti. Alman vatandaşlarının, Alman para biriminin değer kaybı nedeniyle alamadıkları bir çok şeyi yabancılar, bir kaç dolar vererek kolaylıkla sahip
olabiliyorlardı. Ayrıca Alman vatandaşlarının yoksulluğu her geçen gün artarken,
Doğu Avrupa’dan gelen nüfusun ve Yahudilerin servetleri her geçen gün çoğalıyordu.
Bütün bu gelişmeler Alman milliyetçiliğinin artmasına neden olmuştu. Bu durum,
milliyetçi söylemleri ile iktidara sahip olmaya çalışan Hitler’in işine yaradı22.
Global kriz, hem siyasi hem de kamusal düşünceler üzerinde büyük
değişimlerin yaşanmasına neden oldu. Krizin patlak verdiği 1929 yılından bir yıl
sonra, 12 ülkenin 10’unda askeri darbeyle hükümet ve rejimler değişti. Bu değişim
sürecinde, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Herbert Hoover’ın mensubu
olduğu sağ parti yerini, karşıt görüşlü bir başka partiye bırakırken, Avusturya ve
İngiltere’de bu dönemde iktidar olan sol partiler yerlerini, sağ partilere bıraktılar.
Ayrıca Japonya’da 1931’de, Almanya’da ise 1933’de ulusalcı, savaş yanlısı ve iilen
saldırgan partiler başa geçti. Bu değişimler bazı iktisat tarihçilerince, İkinci Dünya
Savaşı’nın asıl sebepleri olarak algılandı23.
1931- 1933 yılları arası buhranın en yoğun dönemi oldu. Bu dönemde özellikle Batı Avrupa’da radikal sağın gücü, oldukça arttı. Almanya’da Hitler’in partisinin başa geçmesiyle, Alman Sosyal Demokrat Partisi tamamen işlevini yitirdi24.
Aynı frekansta, radikal sağın güçlendiği Avusturya’da da Sosyal Demokrat Parti
dağıldı. İngiltere’de de durum, Almanya ve Avusturya’dan farklı değildi. İngiliz İşçi
Partisi’nin, krizin en şiddetli yaşandığı bu dönemde, üyelerinin yarısı istifa etmişti25.
Ülkeler, krizin yarattığı çaresizlikle, idari mekanizmalarında, radikal
değişimler yaptılar. Başa geçen iktidar, ulusal sermayeyi güçlü kılarak, ülkesini bu
dar boğazdan kurtarmak istiyordu. Ulusal kaynaklarını yetersiz gören bazı iktidar
21
22
23
24
25
Anadolu, 18 Temmuz 1931.
A. Bullock, “The German Communists and the Rise of Hitler”, İn in M. Boumant, Op cid., s.511.
Kemal Yakut, İkinci Dünya Savaşı, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi yay., s.s.138-139.
Metin Kıratlı, a.g.m., s.s.167-169.
R. J. Overy,“Hitler’s War and the German Economy: A Reinterpretation”, Economic History Review, Vol 35, No.2. 1992.
299
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Erdal İNCE
sahipleri ise gözlerini çoktan dışarıya çevirmişti. Kazanç elde etme dürtüsü, bu
iktidarları oldukça saldırgan bir dış politika izlemelerine neden olmuştu. Bu durum
ise Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmaya çalışılan devletler arası dengenin
tekrar değişeceğinin ve yeni kutuplaşmaların ortaya çıkacağının habercisi gibiydi.
Almanya’daki Adolf Hitler gibi bazı siyasetçiler,
ödenmesi gereken tazminatın ödenebilir hale gelmesinin ve ülkelerinin yeniden imar etme
çalışmalarının başlayabilmesinin tek çıkar yolunun, ithalatının arttırılmasında ve
ülke iç kaynaklarının en verimli şekilde kullanılmasında görüyorlardı. Daha önce
de belirttiğimiz gibi Almanya’daki mali sıkıntı durumu, halkın keskin söylemli
milliyetçi sağ liderlerin söylemlerini sahiplenmelerine, neden olmuştu. Bu durum,
Almanya’da 1933 yılında Adolf Hitler’in lideri olduğu Nasyolist Sosyalist Parti’nin iktidara gelmesini sağladı. Hitler iktidara gelmesiyle Milletler Cemiyeti’nden ayrıldığını
ve Versailles Anlaşması’nı tanımadığını ilan etti. Hitler, ülkesinin içinde bulunduğu
dar boğazdan ancak ülke iç kaynaklarının en verimli şekilde kullanılarak, ödenen
tazminatın ortadan kaldırılarak ayrıca ithalatın da artırılarak, giderilebileceğine
inanıyordu26. Hitler, bu inancının gereği olarak dört yıllık bir kalkınma planı
hazırladı. Büyük buhranın ağır ekonomik yaşam şartları ve savaş tazminatlarının
haksız olduğu düşüncesi, Alman ulusu tarafından heyecanla karşılanıp büyük kabul
gördü. Hitler ve yoldaşları geniş bir kesim tarafından desteklendi. Hitler’in izlemiş
olduğuı ekonomik program, Alman ekonomisini –0,5’lerden 3,1’lere kadar çıkardı.
Ancak izlenen ekonomik politika, her ne kadar Alman piyasalarını rahatlatmış
gözükse de,
geniş ölçüde savaşa hazırlık yapan ve Alman hegemonyasını
gerçekleştirmek amacıyla uygulanan bir politika olduğu anlaşıldı. Bu anlayışla Hitler,
genel harcamaların içerisinde en büyük payı kamu harcamalarına ayırdı27.
Büyük ölçekli krizlerin, bölgesel yada global olmasına bakılmaksızın,
yakınındaki coğrafyaları kısa zamanda etkisi altına alacağı muhakkaktır.
Almanya’da Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunda ortaya çıkan ekonomik bunalım,
çevre ülkelerde de hissedildi. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Avrupa’da bölgesel olarak baş gösteren ekonomik bunalım, 1929 Dünya Ekonomik Buhranı ile
birleşince kıta Avrupası büyük bir ekonomik yıpranmışlık durumuna girdi. Bundan
en çok etkilenen ise Almanya oldu. Ancak Avrupa’da Hitler gibi liderlerin iktidara
gelmesi ile dünya düzenin tekrar kurulması için yeni kutuplaşmalar ortaya çıktı.
Bu durum ise dünyanın tekrardan savaşa tutuşması ve yeniden dünya düzeninin
kurulması anlamına geliyordu28.
26
27
28
Abdullah Kıran, “Milletler Cemiyeti ve Önlenemyene Savaş”, Girne Amerikan Üniversitesi
Uluslarası İlişkiler Bölümü - Multicore Parallel Processing, 2008, s.s.25-27.
R. J. Overy, a.g.e., s.s.234-236.
İbrahim Bakırtaş - Ali Tekinşen, a.g.m., s.s.93-94.
300
1929 Dünya Ekonomik Buhranının...
Ülkeler
Fransa
Almanya
İtalya
İngiltere
ABD
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Büyüme Oranı (1925-1938)
0.4
3.6
1.1
1.5
0.4
Tablo 3. Bazı Batı Ülkelerindeki Yıllık Büyüme Oranları29
Alman Buhranı’nın İzmir’e Etkisi
Almanya’daki buhran, Türk ekonomisini de kötü etkiledi. Almanlar, içine
düştükleri mali bunalım nedeniyle dış alımlarının bir kısmını durdurdu. Alman
Hükümeti’nin kriz nedeniyle, ithal mallara karşı koyduğu kota ile Türkiye’nin
Almanya’ya olan ihracatı büyük oranda azaldı. Bu azalma, Türkiye ile Almanya
arasındaki ihracatta ve ithalatta geçmiş yıllara oranla büyük bir düşüş yaşanmasına
neden oldu. Ayrıca Alman mali sistemindeki çöküntü hali, sektörel bazda en
büyük sarsıntıyı bankacılık alanında gösterdi. Almanya’da bankalara karşı büyük
bir güvensizlik doğdu. Bu güvensizlik ortamı, Alman bankalarının şubelerinin
bulunduğu sınır ötesi ülkelerde de hissedildi. Alman bankalarının bolca bulunduğu
ülkelerin başında yer alan Türkiye’de de bu güvensizlik tüm yoğunluğuyla hissedildi. Özellikle İstanbul ve İzmir’de şubesi bulunan Alman bankalarının müşterileri,
bankaların merkezlerinin bulunduğu Berlin’deki ekonomik ilas noktasından
oldukça çok etkilendiler. Kendi yatırımları için büyük kaygı duyan müşteriler,
bankaların kapanma ve ilas etme durumuna karşılık, mevduatlarının geri almak
istediler30.
15 Temmuz 1931 tarihli İzmir’deki yerel basın İstanbul’daki Alman
bankalarına para yatıranların mevduatlarını geri aldıkları haberini duyurmasıyla,
İzmir’de büyük bir telaş başladı. İzmir’de tek Alman bankası, merkezi Berlin’de
bulunan Deutsche Oryent Bank bulunuyordu. İzmir’de İstanbul’dan gelen haberle
telaşa kapılan müşteriler, paralarını geri alabilmek için banka önünde uzun kuyruklar oluşturdu.
Deutsche Orıent Bank İzmir Şubesi, bu durum karşısında oldukça zor durumda kaldı. Banka’nın, müşterilerine paralarının hepsini dağıtacak kadar nakit
parası yoktu. Buna karşın banka, müşterilerini zor durumda bırakmamak için ilk
etapta, %20 oranında nakit para dağıtımı yaptı. Banka Müdürü M. Politi, müşterileri
rahatlatmak için, durumun genel değerlendirmesini ve para dağıtımının nasıl
yapılacağı ile ilgili bir açıklama yaptı. Politi, açıklamasında şöyle dedi; “Gazetelerdeki
telgraf üzerine bizde parası olanlar endişeye kapıldılar, bankamıza müracaat ile paralarını
istemeye başladılar. Takdir edersiniz ki, en büyük en zengin bankalar bile, mevduatı aynen
ve derhal iade edemezler, çünkü para, aynen bankanın kasasında durmaz. Biz de kudretimiz dâhilinde ve -başkalarına fazla veriyorlarmış bize az veriyorlar- şeklinde dedikodular
29
30
James, Foreman-Peck, a.g.e., s.196.
Anadolu, 17 Temmuz 1931.
301
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Erdal İNCE
çıkmaması için itina ederek yüzde yirmi nispetinde iadeye başladık. Bizim maksadımız bu
mevduatı tamamen iade etmektir. Üç günden beri bu mesele üzerine meşgulüz. Merkezden
hiçbir emir gelmemiştir. Biz müşterilerimizin memnun kalmalarını ve hiçbir kimsenin bizdeki mevduatı yüzünden zarar görmemesine çalışacağız. İstanbul’dan hiç malumat almadık”.
Ancak, banka müdürü Politi’nin müşterileri rahatlatmak için yaptığı açıklama
da yaşanan güvensizlik krizini ortadan kaldırmaya yetmedi. Orient Bank’taki bu
kriz milli bankalarda yatırımları olan kişilerinde telaşa kapılmasına neden oldu.
İzmir’de ilk başlarda sadece Alman Bankası önünde oluşan kuyruklar Türk sermayeli bankalarda da oluşmaya başladı. Oysa Türk bankaları, “sağlam para, denk
bütçe” politikasını izledikleri için, 1929 global mali krizinden oldukça az etkilenmiş
görünüyorlardı31. Ancak büyük buhran, Alman mali sisteminin daha da kötüye gitmesine neden oldu. Alman mali sistemindeki bu kötüye gidiş ise kısa zamanda,
Alman bankaları yoluyla Türkiye’ye sıçradı. Bu sıçramayla da Alman bankalarının
revaçta olduğu İstanbul’da ve İzmir’de para piyasalarına olan güven azaldı. Bu
şehirlerde, yatırımlarını kurtarma telaşına düşen mevduat sahipleri, bankaların
önünde uzun kuyruklar oluşturdu32.
Finans piyasalarında, güçlü aktör olabilmenin ilk şartı, en büyük nakiditeyi elinde bulundurmakta yattığını düşünen bazı iktisatçılar, bankalardaki para
kayıplarının, bankacılık sektörünün çökmesi olarak algılıyorlardı. Özellikle kriz
ortamında, bünyelerinde bulundurdukları nakit para rezervleri, bankaları en güçlü
kılan metalardı33. Bazı çevrelerce bankalardaki para eksilmesi, Türkiye’de de global
krizin tüm şiddetiyle yaşanmasına neden olabilirdi.
Bu tehlikeyi sezen mali çevreler, milli bankalara olan güvensizliği ortadan
kaldırmak amacıyla bir açıklama yaptılar. Yapılan açıklamada; Alman umumi maliyesinin bozuk olması nedeniyle, bu kriz ortamının sadece Alman bankaları için
geçerli olduğu, Alman para birimi Mark’ın değer kaybetmesiyle Alman bankalarının
ilas derecesine geldiği belirtildi. Ayrıca açıklamada, Türk mali sisteminin, genel
kriz ortamından asgari düzeyde etkilenmek için genel tedbirleri aldığı bu nedenle,
telaşın yersiz olduğu da belirtildi.
Deutsche Orient Bank’ın müşterileri, milli bankalar için yapılan bu
açıklamadan sonra daha da telaşa kapıldılar. Bunun üzerine İzmir Ticaret Odası
Başkanlığı’na çıkan bir grup banka müşterisi, paralarının tamamını almak istediklerini
belirttiler. İzmir Ticaret Odası Başkanı, banka yetkilileri ile yaptığı görüşmeler sonucunda, yüzde yirmi olan dağıtımı yüzde otuza çıkmasını sağladı. Banka müşterileri
bu durum karşısında bir nebze olsun rahat bir nefes aldılar. Ancak asıl sevindirici
haber, 17 Temmuz 1931’de Almanya’dan gelen haberle oldu. Alman Hükümeti, ekonomik buhranı üzerinden atabilmek için ciddi manada tedbirler alıp, iktisadi yaşamı
canlandırıcı kanunlar çıkardı. Deutsche Orient Bank İzmir Şubesi’nde kanunların ve
tedbirlerin yansıması, para dağıtımının yüzde otuzdan yüzde kırka çıkması şeklinde
oldu. Oranın artmasıyla, paralarının yarısına yakınını alan mevduat sahipleri daha da
rahatladı. Bu rahatlama, 17 Temmuz 1931 tarihi itibarı ile birinci kordondaki Deutsche
Orient Bank önünde, her gün oluşan büyük kuyrukta, azalmalar meydana getirdi34.
31
32
33
34
Turhan Yay, a.g.m., s.s.158-160.
Anadolu, 18 Temmuz 1931; Bkz.: Turhan Yay, agm., s.s.158-159.
Yasemin Türker Kaya, “Türk Bankacılık Sektöründe CAMELS Analizi”, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu MSPD Çalışma Raporları 2001/6, Mali Sektör Politikaları Dairesi, Eylül 2001, s.s.2-5.
Yeni Asır, 17 Temmuz 1931.
302
1929 Dünya Ekonomik Buhranının...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bütün dünyayı saran küresel mali buhran, tüm ülkelerin bankacılık sektörünü allak bullak etti. Türkiye de ise, kendi içine kapanarak çevreye nakit aktarımı
yapmayan bankalar buhrana direnirken, elinde nakit bulundurmayan bankalar batma tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Bankaların bu kırılgan yapısı devletin desteğiyle
atlatılmaya çalışıldı. Ancak devlet, ödeme zamanı gelen Osmanlı borçlarına ait taksitler nedeniyle, bankalara gerekli desteğini veremedi. Lozan Barış Görüşmelerinde
129.4 milyon lira olan Osmanlı borçlarından Türkiye Cumhuriyeti’nin payına, 85.6
milyon lira düşmüştü. Türkiye bu parayı ödemeye 1929 yılında başlayacak ve yılda
5,8 milyon lira ödeyecekti35. Osmanlı borçlarına ait ilk taksiti toplamaya çalışan devlet, bu nedenle bankaların içine düştüğü kriz ile çok ilgilenemedi36.
Resim 2: İzmir Birinci Kordondaki
Deutsche Orient Bank Şubesi
(Anadolu - 19 Temmuz 1931)
Türk yetkililerin yaptığı açıklamalar ve bankaların almış olduğu mali önlem paketleri ile kısmen de olsa bankalara olan güveni tazelerken, Almanya’daki
gelişmeler Türkiye’dekilerden aksi bir durum arz ediyordu. Alman Bankaları’na
olan güvensizlik azalmak yerine çoğalıyordu. Güvensizliğin çoğalmasında, Alman
Hükümeti’nin son olarak iktisadi alanda gerçekleştirdiği ve Türkiye’deki Alman
bankalarında sevinçle karşılanan reform niteliğindeki kanunlar da çare olmamıştı.
Almanya’daki bankalar önünde oluşan kuyruklar azalmak yerine her geçen gün
daha da artıyordu. Bu durumu iyi gören Alman Maliye Bakanı, yaptığı yazılı
açıklamada Almanya’daki bankaların iki gün tatil edildiğini bildirdi. Bu tatil ile
bankalarda bulunan nakit para korunacak ve bankalar önünde oluşan kuyruklara engel olunacaktı37. Tatil, Deutsche Orient Bank’ın Almanya’daki merkezinde
de uygulandı. Bankanın Merkez Yönetim Kurulu tatili, Berlin’den İstanbul ve
İzmir’deki şubelerine çektiği telgraf bildirdi. Kurul, çektiği telgrala tatili uygulayıp
35
36
37
Atatürk Dönemi Maliye Politikaları, Türkiye Cumhuriyeti Maliye Bakanlığı Strateji Geliştirme
Başkanlığı, 2008, Ankara, s.176.
Onur Öymen, Türkiye’nin Gücü, Doğan Kitapçılık, 3.baskı, İstanbul, 1999, s.s.104-106.
Yeni Asır, 17 Temmuz 1931.
303
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Erdal İNCE
uygulamama konusunda kentin durumuna ve bankanın kendi iktisadi durumuna
göre şubeleri, kendi kararlarını vermeleri konusunda serbest bırakmıştı. İstanbul
Deutsche Orient Bank Şubesi, bu tatili bir hafta kadar uyguladı. Müşterilerine geri
ödeme yapabilmek için, geniş bir arayış içerisine giren İstanbul şubesi, bir haftalık
zaman diliminde de aradığı nakiti bulamadı. İstanbul’daki şubenin aksine, İzmir
Deutsche Orient Bank şubesi bankayı tatil etmediği gibi, iki gün önce yüzde kırk
olarak belirlediği dağıtım oranını yüzde elliye çıkardığını açıkladı. Bu açıklama
bankaya olan güveni daha da arttırdı. Krizden önce banka İzmir’de güvenilir bankalar sıralamasında en başlarda yer alıyordu. Ancak kriz döneminin yarattığı panik ve kötü giden Alman iktisadi programları, bankayı bu hale getirmişti. Oysa ki
bankanın, bu dönemde müşterilerine dağıtacak paradan daha fazla alacağı vardı.
Banka yetkilileri içine düştükleri bu durumu İzmir Ticaret Müdürlüğü’ne şu şekilde
bildirmiştir; “İzmir piyasasından, muhtelif hesaplara mahsus olmak üzere 2.889.000 Lira
alacaklıdır. Buna karşılık mevduat sahiplerine borcu ise 1.187.000 lira’dır. Banka 13 Temmuz
1931 tarihinden 16 Temmuz 1931 tarihine kadar mevduat hesabından müşterilere 603.600
Lira ödeme yapmıştır38”
Bu açıklamadan sonra İzmir Ticaret Müdürü Ziya Bey konuyla ilgili şunları
söylemiştir; “Halkımız ve tüccarlar Almanya’daki buhrandan endişeye düşerek Doyce Orient
Bank’taki mevduatlarını almak için bankaya müracaat etmişlerdir. Bence ortada endişeye
mucip bir durum bulunmamaktadır39”
Ticaret Müdürü Ziya Bey’in yukarıdaki
açıklamaları ile mevduat sahipleri, daha da
rahatladı. Bu rahatlamayla banka önünde oluşan
uzun sıralar bitti. Bankaya, günde iki - üç müşteri
para çekmek için başvuruda bulunur duruma geldi. Ancak Deutsche Orient Bank’ın kentte yarattığı
endişe, kentteki tüm bankalara karşı bir güvensizlik ortamı yarattığından, banka müşterileri çektikleri mevduatlarını tekrardan bankalara yatırma
konusunda çekingen davrandılar. Bu durumdan
büyük kayıpları olduğunu belirten milli bankaların
müdürleri, kentlerindeki mali sıkıntıdan Deutsche
Orient Bank Müdürü M. Politi’yi sorumlu tuttular. Milli bankaların müdürleri, Alman bankası
Resim 3: İzmir Ticaret Müdürü
müdürünü en çok, nakit konusundaki yanlış
Ziya Bey
Anadolu 20 Temmuz 1931 uygulamaları ile eletirdiler. Müdürler, Politi’yi,
bankaya yatırılan toplam mevduatın, en az yüzde
ellisini kasasında tutmadığını, kendilerinin ise 1929’dan önce kızışmaya başlayan
dünya ekonomi piyasalarını iyi tahlil ederek gerekli tedbirleri aldıklarını belirttiler40.
Türkiye’de, Alman Mali Sistemi’ne karşı ortaya çıkan güven krizi nedeniyle, Alman Para birimi “Mark”a karşı ilgi bitme noktasına gelmişti. Ancak Türkiye ve
Almanya arasındaki mali konulardaki güvensizlik ortamı, iki ülke arasındaki diğer
38
39
40
Yeni Asır, 20 Temmuz 1931.
Hizmet, 20 Temmuz 1931.
Yeni Asır, 25 Eylül 1931.
304
1929 Dünya Ekonomik Buhranının...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Resim 4: Doyçe Oriantbank’a ait bir reklâm.
ilişkilerde kötü bir etki yaratmadı. 600 yıllık geçmişe dayanan Türk-Alman ilişkilerinde
özellikle Eğitim alanındaki karşılıklı politikalar aynen devam etti41. Bu bağlamda,
Almanya ile Türkiye arasında karşılıklı öğrenci değişim projeleri yapıldı. 1931’de Leipzig
Üniversitesi ile İstanbul Üniversitelerinin hukuk fakültelerinde okuyan iki öğrencinin
karşılıklı değişimi ile etkileşim başladı. Eğitimin kalitesini ve yabancı ülkelerin eğitim
çalışmalarını takip etmek amacıyla oluşturulan değişim projesi, daha sonraki yıllarda
öğrenci sayıları ve değişimin yapılacağı bölümler çoğaltılarak devam etti42.
Sonuç
İzmir’de bulunan Alman bankasında başlayıp kısa zamanda diğer bankalara da sıçrayan kargaşa durumu, İzmir ekonomi piyasalarını durma noktasına
getirdi. Banka müşterilerinin telaşa kapılıp yatırımlarını, bankalardan almaları ile
bankalar, inans piyasalarına güvence olarak gösterdikleri para rezervlerinin büyük
bir bölümünü kaybetti. Bu kayıp, bankaları krize karşı dayanıksız hale getirdi. Tüm
sektörlerin lokomotii sayılan bankacılık sektörünün krize karşı dayanıksız hale
gelmesi, piyasaların tamamında kayıpların yaşanmasına neden oldu.
Bankalardan geriye çektikleri yatırımlarını kendi imkânlarıyla saklama
yoluna giden müşteriler, kriz ortamının yarattığı belirsizlikle alış veriş yapmaktan kaçındılar. İzmir basını bu durumla yakından ilgilendi. Gazeteler, bankaların
ve günlerce satış yapmadan kepenk kapatmak zorunda kalan esnafın durumunu
okuyucularına, ilk sayfalarından duyurdular.
İzmir piyasalarındaki durgunluk tüm meslek gruplarında hissedildi. Özellikle nakit döngüsü ile işlerini yürüten tüccarlar, bu durgunluktan en çok etkilenen grup oldu. Borçlarını ödemek için satış yapmak zorunda olan tüccarlar, İzmir
piyasasında umdukları satışları, yapamadılar. Tüccarlar günü gelen borçlarını ödemek için bankalara başvurduysalar da bankalardan da olumlu yanıt alamadılar. Bu
durum, birçok tüccarın borcunu ödeyememesine ve bunun sonucunda da ilas etmesine neden oldu. Mali bunalım, kötü etkisini İzmir Limanında da gösterdi. 1929
yılı öncesi ve sonrasında limana uğrayan gemi sayılarında ve tonajlarında büyük
değişimler oldu. 1931 yılı itibarı ile limanın hareketliliği 1929 yılı öncesine göre yarı
yarıya düşmüştü43.
41
42
43
Kazım Karabekir, Tarih Boyunca Türk-Alman İlişkileri, Emre yay., İstanbul, 2001, s.19.
Yeni Asır, 04 Ağustos 1931.
Kemal Arı, İzmir’den Bakışla Türk Ticaret-i Bahriyesi ve Mübadele Gemileri – Lozan’dan Kabotaja,
Deniz Ticaret Odası İzmir Şubesi yay., No:2, İzmir, 2008, s.270.
305
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Erdal İNCE
Her daim hareketli olan Kemeraltı Çarşı’sı, bu dönemde büyük bir sessizliğe
büründü44. İzmir’deki ilaslar sadece ticaretle uğraşanlarda değil tüm meslek
gruplarında sıradan bir olay olmuştu. Halkın ekonomik olarak girdiği bunalım,
halkın ruh sağlığını da yakından tehdit eder duruma gelmişti45. İlaslar nedeniyle
intihara kadar giden acı olaylar yaşanmaktaydı. Bu dönemde gazetelerde bu tür acı
haberlere sık sık rastlamak mümkündü46.
Deutsche Orient Bank İzmir Şubesi’nin yanlış ve eksik, ekonomik kriz
yönetme programı nedeniyle, tüm kentte başlayan huzursuzluk, kentin genelinde,
izleri kolay kolay silinmeyecek olayların yaşanmasına neden olmuştur. Kent, gerek
bankalara olan güvensizliği, gerekse piyasalarda yaşanan durgunluğu, bünyesinden uzun yıllar atamamıştır.
44
45
46
Ülker Zengin Sönmez, 1929 Dünya Ekonomik Bunalımının İzmir Ekonomisine Etkileri, Dokuz Eylül
Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi),
İzmir 1998, s.s.106-109.
Emel Göksu, 1929 Dünya Ekonomik Buhranı Yıllarında İzmir ve Suç Coğrafyası, İzmir Büyükşehir
Belediyesi Kültür yay., Birinci Basım, İzmir, Mayıs, 2003; Akt.: Bülent Durgun, a.g.e., s.s.140-144;
Bkz.: Alev Gözcü, “Bir İntiharın Sosyo-Ekonomik Arka Planı: Dünya Ekonomik Bunalımının
İzmir Örneğinde Gündelik Yaşama Yansımaları”, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp
Tarihi Enstitüsü Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, C.VI, S.14, 2007, s.s.86-88.
Pakize Çoban, İzmir’de Dünya Ekonomik Bunalımı Sırasında Tüketim Kültüründe Değişmeler ve Bunalımın
Fiyatlar Üzerine Etkileri, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü
(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İzmir, 2008, s.s.117-118.
306
1929 Dünya Ekonomik Buhranının...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
KAYNAKÇA
I-Gazeteler
Anadolu
Milliyet
Yeni Asır
Hizmet
II-Kitaplar, Makaleler ve Tezler
ALTINTAŞ, Halil, “Bankacılık Krizleri, Nedenleri ve Ekonomik Maliyetleri”, Erciyes
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, S.22, 2004.
ARI, Kemal, İzmir’den Bakışla Türk Ticaret-i Bahriyesi ve Mübadele Gemileri– Lozan’dan
Kabotaja, Deniz Ticaret Odası İzmir Şubesi yay., No:2, İzmir, 2008.
ARMAOĞLU, Fahir, 20’inci Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914- 1995), Alkım yay., C.1-2,
İstanbul, 2004.
ARSAVA, Ayşe Füsun, “Federal Alman Anayasa Mahkemesinin 22 Ekim 1986 Tarihli
‘Mittlerweile’ Kararının Topluluk Hukuku Bakımından Taşıdığı Önem” Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C.44, S.3.
“Kıbrıs Sorunu’nun Uluslar arası Hukuk Açısından Değerlendirilmesi”,
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C.51, S.1.
BAKIRTAŞ, İbrahim - TEKİNŞEN Ali, “Dünya Savaşları Ve Büyük Buhran
Arasındaki Etkileşimin Ekonomi Politiği”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, C.IV, S.5.
BAŞAK, Levent, “Türkiye’de Yabancı Banka Hukuku ve Yabancı Bankalarla İlgili
Bazı Hususların Analizi”, Bankacılar Dergisi, S.63, 2007.
BULLOCK, A., “The German Communists and the Rise of Hitler”, İn in M. Boumant,
Op cid., 1955.
CARR, E. H., International Relations Between The Two World Wars: 1919-1939,
The Macmillan Press Ltd., Great Britain, l973.
CORRY, B., “Keynes’s Economics: Revolution in Economic Theory or in Economic
Policy”, (ed.: R.D.C. Black), Ideas In Economics, Totowa: Barnes and Nomle
Boks, 1986.
307
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Erdal İNCE
ÇOBAN, Pakize, İzmir’de Dünya Ekonomik Bunalımı Sırasında Tüketim Kültüründe
Değişmeler ve Bunalımın Fiyatlar Üzerine Etkileri, Dokuz Eylül Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi), İzmir, 2008.
GAIBRAITH, J. Kenneth, The Great Crash 1929, Penguin Books, Great Britain, 1975.
DAVIS, J. S., The World Between The Wars 1919-1939: An Economist’s View, John Hopkins
University Press, London, 1975.
GÖKSU, Emel, 1929 Dünya Ekonomik Buhranı Yıllarında İzmir ve Suç Coğrafyası, İzmir
Büyükşehir Belediyesi Kültür yay., Birinci Basım, İzmir, Mayıs, 2003.
GÖZCÜ, Alev, “Bir İntiharın Sosyo-Ekonomik Arka planı: Dünya Ekonomik
Bunalımının İzmir Örneğinde Gündelik Yaşama Yansımaları”, Dokuz Eylül
Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve Inkilap Tarihi Enstitüsü Çağdaş Türkiye Tarihi
Araştırmaları Dergisi, C.VI, S.14, 2007.
FROBEL, Folker vd., Dünya Ekonomisi, Bunalım ve Siyasal Yapılar, (çev.: Orhan Esen vd.),
Belge Yayınları, İstanbul, 1983.
İNCE, Erdal, Türk Siyasal Yaşamında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, Libra Kitapçılık
ve Yayıncılık, İstanbul, 2009.
JAMES, Foreman-Peck, A History of The World Economy: International Economic Relation
Since 1850, Harvester Wheatsheaf, GreatBritain, 1983.
KALDOR, Nicholas, “The German War Economy”, The Review of Economic Studies,
Vol. 13, No.1, 1945-1946.
KARABEKİR, Kazım, Tarih Boyunca Türk Alman İlişkileri, Emre yay., İstanbul, 2001.
KEGLEY, Charles W., And WITTKOFF Eugene R., World Politics: Trendand Transformation,
Fourth Edition, The Macmillan Pres Ltd., New York, 1993.
KENNEDY, Paul, Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşleri: 1500’den 2000’e Ekonomik
Değişme ve Askeri Çatışmalar, (çev.: Birtane KARANAKÇI), 5. Baskı, Türkiye
İş Bankası Kültür yay., 1994.
KIRAN, Abdullah, Milletler Cemiyeti ve Önlenemeyen Savaş, Girne Amerikan Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü - Multicore Parallel Processing.
KIRATLI, Metin, “Niçin Almanya bir Roosevelt ve Amerika Bir Hitler Çıkarmadı?”,
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi: Atatürk Yolu, C.XVI.
LUTGE, F., “Explanation Of The Economic Conditions Which Contributed To The
Victory Of National Socializm”, in M. Boumant, The Third Rich.
OVERY, R. J. (1992), “Hitler’s War and the German Economy: A Reinterpretation”,
Economic History Review, Vol 35, No.2.
ÖYMEN, Onur, Türkiye’nin Gücü, Doğan Kitapçılık, 3.Baskı, İstanbul, 1999.
SCHMÖLDERS, G., “Alman Vergi Sistemi”, (çev.: İ. Hakkı Ülkmen), Ankara Üniveristesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C.VIII, S.1, 1953.
308
1929 Dünya Ekonomik Buhranının...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
SÖNMEZ, Ülker Zengin, 1929 Dünya Ekonomik Bunalımının İzmir Ekonomisine Etkileri, Dokuz
Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İzmir, 1998.
SÖNMEZ, Sinan, Dünya Ekonomisinde Dönüşüm: Sömürgecilikten Küreselleşmeye, İmge
Kitabevi, Ankara, 1998.
SWEEYZ, Paul M., “ABD’de Ekonomik Kriz”, (çev.: Kemal Çakman), Dünya
Ekonomisinde Bunalım, Basım Yayım ve Dağıtım AŞ., 1983.
________Atatürk Dönemi Maliye Politikaları, Türkiye Cumhuriyeti Maliye Bakanlığı
Strateji Geliştirme Başkanlığı, 2008, Ankara.
KAYA, Yasemin Türker, “Türk Bankacılık Sektöründe CAMELS Analizi”, Bankacılık
Düzenleme ve Denetleme Kurumu MSPD Çalışma Raporları 2001/6, Mali Sektör
Politikaları Dairesi, Eylül, 2001.
YAKUT, Kemal, İkinci Dünya Savaşı, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi yay.
YAY, Turhan, “1929 Dünya Bunalımının Türk Bankacılık Sistemine Etkileri”, Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim yay., C.I, İstanbul, 1983.
YÜKSEL, İhsan, “İşsizliğin Psiko-Sosyal Sonuçlarının İncelenmesi: Ankara Örneği”,
Cumhuriyet Üniveristesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, C.IV, S.2, 2003.
309
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.311-333
AFGAN KRALI EMANULLAH HAN’IN
TÜRKİYE GEZİSİ
İsmail AKBAŞ*
Özet
Mustafa Kemal Atatürk çağdaş bir Türkiye kurmuştu. Bu cumhuriyet, laik bir demokrasiyi arzuluyordu. Atatürk’ün en büyük hedelerinden birisi de, genç cumhuriyeti
doğu toplumlarına tanıtmaktı. Afganistan’ın Türkiye’nin kurtuluş mücadelesinde çok önemli bir yeri vardı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ilk tanıyan ülkelerden birisiydi. Karşılıklı
anlaşmalar yapılmış ve teknik ekipler gidip gelmişti. Afganistan’ın başında Mustafa Kemal’den
ve onun yaptığı büyük işlerden çok etkilenen genç bir Kral olan Emanullah Han vardı. Bu
sıcak ilişkiler Cumhuriyetin ilanından sonra da devam etti. Emanullah Han, Türkiye’ye ilk
gelen yabancı devlet adamlarından biri oldu. Eşi ile birlikte 20 Mayıs 1928’de Türkiye’ye geldi.
Atatürk konuğunu büyük bir misairperverlikle karşıladı. O’na hem Türkiye Cumhuriyeti’nin
kazanımlarını tanıtma imkânı buldu; hem de Türk-Afgan ilişkilerinde yeni bir sürece girildi.
Anahtar Kelimeler: Cumhuriyetin İlk Yabancı Konuğu, Afgan Kral’ı Emanullah Han,
Türkiye Ve Afganistan, Başkent’in İlk Resmi Misairi.
Abstract
Mustafa Kemal Ataturk established a modern Turkey. This republic longed for a secular democracy. One of Ataturk’s greatest objectives was to introduce the young republic to
eastern societies. Afghanistan had an important place in the Turkey’s independence struggle.
It was one of the irst countries which recognized Turkish Great National Congress. Treaties
had been signed and technical teams had been exchanged. The ruler of Afghanistan was the
young king Emanullah who was impressed with Mustafa Kemal and his accomplishments.
The warm relations continued after the declaration of the republic. Emanullah Khan became
one of the irst foreign oficials that came to Turkey. He came to Turkey with her wife on
May 20th 1928. Ataturk welcomed his guest with utmost hospitality. He had the opportunity
to introduce the beneits of the Turkish Republic to the king and a new process started in
Turkish-Afghan relationships.
Key Words: The First Foreign Guest Of The Republic, Amanullah Khan The King Of
Afghanistan, Turkey And Afghanistan, The First Oficial Guest Of The Capital.
*
Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, (iakbas39@hotmail.com).
311
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
İsmail AKBAŞ
Giriş
Emanullah Han, Krallığı döneminde Afganistan’da bir eğitim seferberliği
başlatmış ve bu konuda diğer ülkelerdeki gelişmeleri bizzat yerinde görmek
istemiştir. Bu maksatla 1927-1928 yıllarında Orta Doğu ve Avrupa’yı kapsayan bir
geziye çıkmıştır. Bu gezi kapsamında 1928 yılı Mayıs ayı sonlarında Türkiye’ye de
gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’ne yapılan ilk devlet ziyareti olması sebebiyle bu tarihi gezi büyük önem taşımaktadır. Bu sebeple geziye çok önem verilmiş, Emanullah
Han’a dostluk gösterilmiş, Milli Müdafaa ve Dışişleri Bakanlığı tarafından ayrıntılı
bir gezi programı hazırlanmıştır. Bu gezi iki ülke ilişkilerine hem o dönemde hem de
sonraki dönemlerde günümüze kadar uzanan olumlu katkılar yapmıştır.
1. Afganistan’ın Tarihine Kısa Bir Bakış
Orta Asya’da yer alan Afganistan’ın çok eski ve zengin bir tarihi olduğu
bilinmektedir1. Günümüzde “Afganistan” adı, bir ülkeyi ifade edecek biçimde, 18.
Yüzyılın ilk yarısında ortaya çıktı2. Coğrai konum olarak Afganistan dünyanın
en büyük istila yollarının birinin üzerinde bulunuyordu. Afganistan’ın bu stratejik durumundan ilk yararlananlar eski İranlılar oldu. M.Ö. 500’de İran hükümdarı
Dara’nın orduları bu ülkeyi işgal etti3. Afganistan’ın tarihinde ilk Afganistan Devleti 1747’de Ahmet Şah Baba tarafından ülke İran egemenliğinden kurtarılarak
merkezi “Kandahar” olarak kuruldu. Kral Ahmet Şah 1761’de Delhi’deki Timur
Oğulları’nı egemenliği altına alarak devletinin sınırlarını genişletti ve büyük
bir Krallık oluşturdu. 1773’te Timur Şah öldüğünde, ülkede kargaşa ve taht
kavgaları vardı4. Bu karışıklıklar 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar sürdükten sonra, Dost Muhammed’in yönetime geçmesi ile ülkedeki birlik tekrar sağlandı5. İlk
Afgan-İngiliz ilişkisi, Kuzey Hindistan’da Peşaver sorununun çözümünde İngiliz
hakemliği ile oldu. Arkasından 1839-1842 yılları arasında süren ilk İngiliz-Afgan
harbi patlak verdi.
Dost Muhammed, ülkesi İngilizlerce işgal edilmesine rağmen 1863’te Kabil’e
dönerek tekrar Afgan birliğini sağladı. Dost Muhammed’in 9 Haziran 1863 tarihinde vefat etmesi ile Afganistan, tekrar iktidar kavgalarının içine sürüklendi. Şir
Ali’nin 1868’de iktidarı ele geçirmesiyle bu mücadele durulur gibi oldu. 1879’da vefat eden Şir Ali’nin yerine Yakup Han geçtiyse de, kısa bir süre sonra Afganistan’ın
hâkimiyetini Abdurrahman Han ele geçirdi6. 1901’de vefat eden Abdurrahman Han
zamanında ikinci İngiliz-Afgan savaşı yaşandı (1878–1880). Bu savaş sonunda ülke,
büyük çapta harap oldu ve milli birlik zayıladı. Afganistan’ın içinde bulunduğu bu olum1
2
3
4
5
6
A. Jelil Uzbek, Afganistan’da Sosyal ve Kültürel Hayat, Yüksek Lisans Tezi, Isparta 2002, s.1.
İslam Ansiklopedisi, C.4, Milli Eğitim Basımevi, 1964, s.133; İnönü Ansk., C.1, Maarif Matbaası,
1943, s.167.
AnaBritannica Genel Kültür Ansiklopedisi, s.121.
Halil Şimşek, “Türk-Afgan İlişkileri ve Türkiye’nin Afgan Politikası”, www.hsimsek.com
Mehmet Saray, Türk-Afgan Münasebetleri, Veli Yayınları, 1984, s.9.
Milliyet, 20 Mayıs 1928, s.2.
312
Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye Gezisi
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
suz koşulları fırsat bilen Ruslar, 1881’de Türkmenistan’ı işgal etti. Böylece Ruslar Afganistan
ile komşu oldular. 1901’de başa geçen Habibullah Han’ın, 20 Şubat 1919’da bir av
partisinde kulağına kurşun sıkılarak öldürülmesiyle7 yerini Emanullah Han aldı8.
Emanullah Han tahta geçince Hindistan’daki İngiliz valiye bir mektup göndererek Afganistan’ın bağımsız bir devlet olduğunu tanımasını istedi ve İngiltere ile
iyi ilişkiler içinde bulunmayı istediğini bildirdi. Buna karşın İngiltere Afganistan’ın
bağımsızlığını tanımakta tereddüt etti ve iki ülke arasındaki ilişkiler gerginleşti. Bunun üzerine Emanullah Han Hindistan’a saldırarak Üçüncü İngiliz-Afgan Savaşı’nı
başlattı, savaşı kazandı ve Afganistan’ın dış siyasetini yeniden kontrolü altına aldı.
Savaşı sona erdiren Ravalpindi Anlaşması sonucunda İngiltere Afganistan’ı tam
bağımsız bir Krallık olarak tanıdı9.
Afganistan’ın bağımsızlığını sağladıktan sonra Emanullah Han ülkesini
ilerletmek ve geleneksel yalnızlığını sona erdirmek için bir çağdaşlaşma hamlesi
başlattı. Büyük ülkelerle diplomatik ilişkiler kurdu, 1927–1928 yılları arasında yaptığı
Avrupa ve Türkiye gezilerinin ardından Afganistan’ı çağdaşlaştırmak için çeşitli
reformlar yaptı. Emanullah Han, aynı yıllarda batılılaşma hamlesini gerçekleştiren
Türkiye’yi yakından izledi ve “Rıza Şah’ın İran’da yaptığı gibi Atatürk’ü kendisine örnek
alarak” kendi ülkesini çağdaşlaştırma faaliyetlerine başladı10.
Türkiye ile Afganistan arasındaki resmi ilişkiler ilk kez Emanullah Han
döneminde gerçekleşti. Lozan Anlaşması’nın ardından Atatürk’ü ilk kutlayan
yabancı devlet başkanı Emanullah Han oldu. Yine Türkiye’nin yeni başkenti olarak
Ankara’nın ilan edilmesinin ardından Ankara’ya taşınan büyükelçilikler yalnızca
Sovyetler Birliği ve Afganistan büyükelçilikleri oldu11.
2. Emanullah Han’ın Türkiye Gezisi
Emanullah Han ülkesinde başlattığı çağdaşlaşma hamlesini yönlendirmek
için diğer ülkelerdeki gelişmeleri yerinde izlemek amacıyla 1927’nin Aralık ayında
birçok ülkeyi kapsayan bir geziye çıktı. Sırasıyla Mısır, Fransa, Belçika, İsviçre, Almanya,
İngiltere ve Rusya’yı ziyaret etti. Emanullah Han gezisinin önemli bir durağı olarak
değerlendirdiği “Mustafa Kemal’in Yeni Türkiye’sini yerinde görmek” dileğini Ankara
hükümetine iletti12.
7
8
9
10
11
12
Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşımızda Türk-Afgan Münasebetleri, Kaynak Yay., 2002, s.9; İnönü Ansk.,
C.1 Maarif Mat., 1943, s.177; Ahmet K.Han, “Kavşaktaki Ülke”, National Geographic Türkiye,
Aralık, 2001.
www.bilgisayarforumu.com/afganistan; www.afghanland.com/Afghanistan Amir Amanullah Khan
Ghazi; İnönü Ansk., s.177; İslam Ansk., s.166; Ayrıca bknz.: Servet-i Fünun Dergisi, “Afganistan ve
Hükümdarları”, C.64, Ahmet İhsan Mat., Ankara, 1928.
http://en.wikipedi.org/wiki/european_inluence_in_Afghanistan.
Mehmet Saray, Atatürk ve Türk Dünyası, Türk Tarih Kurumu yay., Ankara, 1995, s.163; İnönü
Ansk., s.177; İslam Ansk., s.174; Fahir Armaoğlu, 20 Yüzyıl Siyasi Tarihi, C.1, Türkiye İşbankası
Kültür Yayınları, s.211.
Ziya Enver Karal, Atatürk’ten Düşünceler, Doğuş Ltd. Şti. Mat., Ankara, s.40; Mehmet Saray, TürkAfgan Münasebetleri, Veli Yayınları, İstanbul, 1984, s.30; Armaoğlu, a.g.e., s.331; Saray, a.g.e., s.96;
Mustafa Barut, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Alkim Yayınevi, Ankara, s.37; Zeki Sarıhan, Kurtuluş
Savaşımızda Türk-Afgan İlişkileri, Kaynak Yay., s.118; Ayrıca Bkz, İslam Ansk., C.4, Milli Eğitim
Basımevi, 1964, s.172; Milliyet, 20 Mayıs 1928, s.2.
Mehmet Saray, Afganistan ve Türkler, s.118; İnönü Ansk., C.1, Ankara, 1943, Maarif Mat., s.177;
313
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
İsmail AKBAŞ
Kralın Türkiye’yi ziyaret etme dileği coşkuyla kabul edildi ve karşılama
hazırlıklarına başlandı. Yolculuk, Emanullah Han’ın, eşinin ve beraberindekilerin
Sivastopol’dan gemiyle alınıp İstanbul’a ulaştırılmaları, oradan da trenle Ankara’ya
getirilmeleri şeklinde planlanmıştı. Bilal N. Şimşir’in belirttiğine göre; bu yolculuk
için Seyr-i Sefain İşletmesi’nin en iyi gemilerinden İzmir Vapuru tahsis edilmişti.
Geminin kaptanlığını, Türkiye’nin ilk transatlantiği Gülcemal’i Amerika’ya götürüp
getiren tecrübeli Lüti Kaptan yapacaktı. Gemiye Peyk-i Şevket ve Berk-i Satvet
muhripleri refakat edeceklerdi. İzmir Vapuru bu gezi için hızlı biçimde onarıldı
ve düzenlendi. Kamaraların bazıları genişletilirken, güverteye kıymetli halılar
konuldu. Salonda Kış Bahçesi oluşturuldu. Kral ve Kraliçenin geceleyeceği kamara
birbirinden değerli tablolarla süslendi. Salona ağır ipekli perdeler asıldı13.
20 Mayıs 1928 tarihli Vakit Gazetesi de Emanullah Han’ın İstanbul’a gelişini
şöyle aktarmıştır:
“Kardeş Afganistan hükümdarı dün şehrimize geldiler. Ve İstanbul halkı tarafından
tezahüratla karşılandılar. Emanullah Han Hazretleri ‘Türkler, siz bizim gözbebeğimizsiniz.
Burada kardeş bir milletin içinde bulunduğumdan dolayı çok memnunum. Sizleri hürmet
ve muhabbetle selamlıyorum. Afganlılar sizin kardeşlerinizdir. Bütün milletim tarafından
sizlere selamlar söylüyorum’ buyurdular”14.
30 Nisan 1928 tarihinde Rusya yolu ile Kabil’den İstanbul’a gelecek olan Kral
ve eşi Kraliçe’ye yolculuğunda eşlik etmek üzere birinci mihmandar olarak ordu
komutanlarından Fahrettin Altay görevlendirilmişti. Fahrettin Altay Atatürk’ün
ve İsmet Paşa’nın yakınında görev almış komutanlardan biriydi ve İzmir’in
kurtuluşunda, Süvari Tümenine komutan olmasıyla tanınıyordu. Mustafa Kemal ile
İsmet İnönü, Fahrettin Altay Paşa’yı kardeş Afganistan’a Genel Kurmay Başkanı ve
başkumandan olarak göndermeyi bile düşünmüşlerdi. Bundan ayrı olarak Fahrettin
Paşa’ya özellikle Kral’ı karşılama görevi verildi. Bu emri alan Paşa, Kral’ı karşılamak
için Sivastopol Limanı’na gitti. 17 Mayıs günü öğleden sonra Fahrettin Altay Paşa ve
beraberindekiler, Sivastopol’a ulaştılar. Türk heyeti Sivastopol’a girdiği zaman Ruslar büyük bir karşılama merasimi düzenlemişlerdi15. Heyeti karşılayanlar arasında
Türkiye’nin Moskova büyükelçisı Tevik Bıyıklıoğlu ile Rus Seiri Karahan da vardı.
Fahrettin Altay Paşa’nın anlattığına göre; gece orduevinde büyük bir ziyafet verildi ve ikramlarda bulunuldu. 18 Mayıs günü saat 11.00’da Kral ile eşi
Kraliçe Süreyya Sivastopol’a geldiler büyük bir merasim yapıldı ve kendileriyle
tanıştırıldılar16. Öğleden sonra saat 14:30’da büyük bir merasim ile uğurlandılar.
Savaş gemileriyle otuz sekiz uçak bir müddet onlara refakat ederek Kral’ı geçirdiler17. Kral, sivil giyinmiş, esmer, kara bıyıklı ve kara gözlü yakışıklı bir gençti.
Gürbüz ve çevikti. Kraliçe, nazik ve güzeldi, bir Avrupalı gibi açık giyiniyordu.
13
14
15
16
17
Ayrıca Bkz, A. M. Manzar, Afganistan Üzerinde Kızıl Bulutlar, Önce Yayınları, s.211; Geçmişten
Günümüze Türk-Afgan İlişkileri, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları,
Ankara,2009, s.59.
Bilal N. Şimşir, Ankara… Ankara, Bir Başkentin Doğuşu, Bilgi yay, Ankara, 1998, s.250; Cumhuriyet,
18 Mayıs 1928; Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Belge No:030 18 01 01 028 23 7,s.1.
Vakit, 20 Mayıs 1928; Anadolu, 20 Mayıs 1928; Hizmet, 20 Mayıs 1928, Milliyet, 20 Mayıs 1928.
İkdam, 18 Mayıs 1928.
Hizmet, 20 Mayıs 1928.
İkdam, 19 Mayıs 1928.
314
Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye Gezisi
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Kral Türkçe biliyor ve meramını anlatabiliyordu. Kraliçe ise Farsça konuşuyordu.
Vapurda Kral ve Kraliçe samimi bir halde gazetecilerle görüşüyorlar, Kral Kraliçeye
tercümanlık yapıyor, fotoğrafçılar bol bol resim çekiyorlardı. Resmiyetten kaçınan
Kral popüler görünmeye çalışıyordu. Öğle yemeğini Fahrettin Altay Paşa ile beraber yemişler geceyi de vapurda eğlenerek geçirmişlerdi.
19 Mayıs günü öğleden sonra geminin süvari kulesinde Kral Fahrettin Altay
Paşa’ya seyahatini ve Afganistan’ın güzelliklerini anlatmış, denizleri olmamasından
esele bahsetmiş, Atatürk’ün milli mücadeledeki başarısından övgüyle ve gıptayla
söz etmiştir.
Boğaza yaklaştıklarında bizim donanmayla uçaklarımız gökyüzüne çıktı,
İstanbul valisi Mithat Bey ile Donanma Kumandanı Amiral vapurlarına gelerek
Kral ve Kraliçe’yi selamladılar. Bir kaile halinde boğaza girdiler. İki tarafta sahillerde yığılan halkın mendil sallayışları ve tezahüratları arasında ilerlerken, Kral
ve Kraliçe boğazın muhteşem güzelliğine olan hayranlıklarını dile getirdiler18.
2.1 Ankara Gezisi
Ankara 13 Ekim 1923 tarihinde yeni devletin başkenti olmuştu19. Ankara
yeni devletin başkenti olduğundan bu yana hiçbir yabancı hükümdar veya devlet
adamı Ankara’ya ayak basmamıştı. Başkent Ankara’ya ilk ziyaret gerçekleştiren
hükümdar olma şereine Emanullah Han sahip olmuştur.
O günlerde bazı ülkeler özellikle İngiltere Ankara’nın başkent oluşunu kabullenmek istemiyor, elçileri Ankara’ya gelmemek için adeta direniyor, Ankara’yı
boykot etmeye kalkışıyorlardı. Ayrıca bundan dolayı da bu gezi Türkiye’yi ve
Atatürk’ü çok mutlu etmiştir20.
2.1.1 Ankara Gezisi’nin Birinci Günü
Emanullah Han ve Kraliçe İstanbul’a varmalarının ardından Haydarpaşa
Garı’ndan bir trenle Ankara’ya hareket ettiler. Tren 10 Mayıs 1928 günü saat 11:00
civarında Ankara’ya ulaştı. Ankara Garı’nda devlet erkânı bu önemli misairi
karşılamak için hazırdı. Bilal Şimşir’in Emanullah Han’ın karşılanışı ve ilk günü
ile ilgili belirttiğine göre; 20 Mayıs 1928 Pazar günü Ankara şehri güzel bir gün
yaşıyordu. Saat 11.00’a doğru Meclis Başkanı, Başkan vekili, Hükümet üyeleri,
büyük üniformalı, resmi kıyafetli, ordu mensupları, Hükümet ve devlet dairelerinin
mensupları birer birer gelmeye başladılar ve programda belirlenmiş yerlerini aldılar.
Vekil Beyler geldikçe törendekiler yerlerine geçiyorlardı. Meclis başkanı İsmet Paşa
istasyonun arka kapısından girerken, resmi tören müziği başladı. Bando selam havası
çaldı. Şehrin üzerinde uçaklar uçuyordu. Gazi Hazretleri bir ara çadırından çıktı ve
18
19
20
Fahrettin Altay, 10 Yıl Savaş ve Sonrası (1912-1922), İnsel yay., İstanbul, 1970, s.s.426-429; İslam
Ansk., s.174; Armaoğlu, a.g.e., s.331; Anıl Çeçen, Atatürk ve Avrasya, Cumhuriyet Kitapları, 1999,
s.193; Sarıhan, a.g.e., s.247; Hasan Uysal, Adı Afganistan, Boyut Yayınları, İstanbul, 1988, s.72; Han,
a.g.m.; Hizmet, 20 Mayıs 1928, s.2.
“İsmet İnönü’nün Hatıraları”, Cumhuriyet’in İlk Yılları-2 (1923-1938), Yeni gün Haber Ajansı, 1998,
s.91; Şimşir, a.g.e., s.242; Karal, a.g.e., s.40.
Şimşir, a.g.e., s.250.
315
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
İsmail AKBAŞ
havada uçan uçakları selamladı. Saat 11.30’a doğru bir düdük sesi ile aylardan beri
beklenen misair geldi. Defneler arasındaki Türk ve Afgan bayrakları ile süslenmiş
lokomotif uzaktan bir müjdeci gibi göründü. Tren durdu ve vagonun balkonunda
Kral üniformasıyla, Kraliçe Hazretleri bir manto ile sade olduğu kadar zarif giyinmiş
halde göründüler. Kral ve Kraliçe’nin arkasında Afgan büyükleri bulunuyorlardı.
Gazi Mustafa Kemal iki adım ilerleyerek kardeş milletin Kral’ını, Türkiye’nin büyük
misairini başıyla selamladı. Emanullah Hazretleri resmi selamlamadan sonra elini Gazi
Hazretleri’ne uzattı ve kalpten gelen arzu ve sevinçle iki el birleşti. Gazi Mustafa Kemal
Hazretleriyle Emanullah Han Hazretleri kucaklaştılar21. Kral Hazretleri sağında duran
Kraliçeyi Gazi Hazretleri’ne takdim etti ve Gazi Hazretleri Kraliçe Hazretleri’nin
elini sıktı. Daha sonra Mustafa Kemal kısa cümlelerle misairlerine ‘hoş geldiniz’
dedi ve seyahatinin iyi geçip geçmediğini sordu. Devamında takdim töreni başladı. İlk
Kral Hazretleri yanındakilerini Gazi Hazretleri’ne takdime başladı. Sonra Gazi Hazretleri
tarafından meclis başkanı Kazım Paşa’dan başlayarak Başvekil (Başbakan), Vekiller,
Askeri Erkan Kral Hazretleri’ne ve Kraliçeye birer birer takdim edildi. Kral Emanullah
Han Hazretleri eski Kabil elçisi Fahri Paşaya güzel sözler söyleyerek kucakladı22.
Devlet ileri gelenleri Kral Hazretleri’ne takdim edildikten sonra Şehir Emniyet
Müdürü Asaf Bey iki adım ilerleyerek kısa bir konuşma yaptı:
“Dost ve kardeş milletin yüce hükümdarı Ankara şehrine şeref buyurdunuz. Ankara
halkı ve şehir adına hoş geldiniz deme gibi şereli görevi arz etmekten dolayı mutluyum” dedi
ve Kral Hazretleri de şu cevabı verdi: “Sevdiğim bir millet arasında kendimi görmekten dolayı mutluyum. Ankara halkına teşekkür, saygı ve selam ederim.” buyurmuşlardır.
Sonra Asaf Bey Kraliçe Hazretleri’ne zarif bir buket hediye etti23.
Teşrifat memurları ileride duran otomobillere işaret verdiler. Arabalar programda tespit edildiği gibi Ankara Palas yönüne hareket etti. Ankara Palas önünde
halk, dost ve kardeş milletin reisini görmek ve alkışlamak için dolmuştu. Arabalar geçtikçe alkışlar yükseliyor, Emanullah Han Hazretleri halkı selamlıyordu. Kral
ve Gazi Hazretleri, Kraliçe Hazretleri ve diğer eşliğinde olanlar otele girdiler. Gazi
Hazretleri misairlerine dairelerine kadar eşlik etti ve beş dakika kadar birlikte oturduktan sonra istirahat etmeleri için misairleri terk ederek Çankaya’ya geri döndü.
Caddede halkın alkışları dinmiyordu. Dakikalar geçtikçe yükseliyordu.
Kral Hazretleri otelin büyük balkonuna çıkarak kendisini kalpten kopan bir sevgi ve
samimiyetle alkışlayan halkı selamladı. Fakat halkın Emanullah Hanın her selamına
dakikalar süren alkışları üzerine Kral Hazretleri içeriye girerek biraz sonra Kraliçe
ile tekrar halka sevgilerini göstermek için balkona çıktı. Kral ve Kraliçe Hazretleri
kendileri için özel olarak hazırlanan öğle yemeğini Ankara Palas otelinde yediler24.
Saat 15.30’da Kral ve Kraliçe Hazretleri oteli terk ederek eşliğindekilerle beraber Çankaya’ya giderek Gazi Mustafa Kemal Hazretleri’ni iade ziyaretinde bulundu. Çankaya yolundaki köşklerde herkes bahçelerden, pencerelerden aziz misair21
22
23
24
Vakit, 18 Mayıs 1928.
Altay, a.g.e., s.428; Ertan Ünal, ”Cumhuriyetin İlk Resmi Konuğu”, Popüler Tarih Dergisi, Şubat
2007, S.78, s.47; Anadolu, 21 Mayıs 1928; Hizmet, 21 Mayıs 1928.
Anadolu, 21 Mayıs 1928; Hizmet, 21 Mayıs 1928; Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Belge No:030 18 01
01 028 23 7, s.4.
Ünal, a.g.m., s.48.
316
Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye Gezisi
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
lerin geçmelerini bekliyordu. Afgan hükümdarı böylece samimi bir ilgiden doğan
sevgi gösterişi içinde büyük kurtarıcının ikametgâhına vardı.
Saat 17.00’de Gazi Hazretleri misairleri ile birlikte Türkiye Büyük Millet
Meclisine geldi. Bu sırada uluslararası rakamların kanun teklii görüşülüyordu. Ve
farklı görüşlerden dolayı tartışmalar yaşanıyordu. Kral Hazretleri ilgi ile görüşmeleri
takip etti. Gazi Hazretleri’nin açıklamalarını dinledi. Alkışlar arasında kabul edilen
kanun tekliinden sonra istiklal madalyalarını sahiplerine verme töreni başladı.
İstiklal madalya teslim töreni başlayınca Kazım Paşa Hazretleri yerini terk
ederek kürsüye geldi. Meclis Başkan koltuğuna vekillerden Rafet Bey oturdu. Kâtip
Afyonkarahisar milletvekili Ruşen Eşref Bey isimleri okudu, madalya sahipleri de
sırasıyla kürsüye gelerek Kazım Paşa Hazretleri’nden madalyalarını aldılar. Kürsüye
çıkan ihtiyar bir kadın, Kraliçe Hazretleri’nin özellikle dikkatini çekti. Bu kadın şehit
Mülazım Murtaza Efendinin annesi Dürriye Hanım’dı. Eski tarzda başörtüsünü
örtmüştü. Evladının vatana borçlu olduğu görevini ifa etmesinden doğan bir sevinçle kürsüye geldi. Bu şehit anası, üyeler, Kral ve Kraliçe locaları terk ederken selam
verdiler ve meclis üyeleri tarafından alkışlarla uğurlandılar.
Saat 19.00’da Gazi Hazretleri misairlerine balkondan Ankara civarını
gösterip birşeyler anlatırken başta ordu müfettişi Ali Sait ve Erkânı Harbiye Müdürü
Hüseyin Hasan Paşalar olduğu halde göğüslerine harp madalyalardan kazandıkları
şan ve şereimizi takan İstiklal kahramanları muhafızlar, mektepliler ve izciler
geçit töreni yaptı. Kral Hazretleri kahramanları selamladı ve geçidi büyük bir dikkatle takip etti. Mini mini mektepli kızlarımız geçerken Kraliçe ellerini kaldırarak
yavruları selamladı. Geçit töreni bittikten sonra İstiklal Marşı ve güzel şarkılar
arasında misairlerimiz ve büyük Gazimiz meclisten çıktılar ve yaya olarak otelin
önüne geldiler. Misairlerine veda ettikten sonra halkın alkışları arasında Kral ve
Kraliçe köşklerine çekildi25.
2.1.2 Cumhurbaşkanı’nın Konuklarına Ziyafeti:
20 Mayıs 1928 akşamı Kral ve Kraliçe Hazretleri şereine Cumhurbaşkanı
tarafından bir ziyafet verildi26. Kazım Paşa, Başvekil Paşalar, Vekil Heyeti, Divan
Başkanı, Ordu Mensupları, Yazarlar, Hükümet Erkânı hazır bulundular. Bu vesile ile
Cumhurbaşkanı tarafından ve Afgan Kral’ı tarafından karşılıklı konuşmalar oldu27.
Gazi konuşmasında:
“Kral Hazretleri,
Türk milleti ve Cumhuriyet Hükümeti ve ben, zatı hükümdarlarını ve Kraliçe
Hazretleri’ni Türkiye’de görmekle pek ziyade mesrur ve memnunuz.
Bugün kardeş Afgan milletini, asil ve kıymettar şahıslarında temsil eden biraderim hassım Kral Hazretleri’ni ve muhterem Kraliçe Hazretleri’ni hükümet merkezimiz
Ankara’da Türk milleti ve devleti namına şahsan selamlamakla bahtiyarım.
25
26
27
Bilal N. Şimşir, Atatürk ve Yabancı Devlet Başkanları, C.1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara
1993, s.30.
Vakit, 21 Mayıs 1928; Hizmet, 22 Mayıs 1928; Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Belge No:030 18 01 01
028 23 7, s.6.
İkdam, 21 Mayıs 1928; Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Belge No:030 18 01 01 028 23 7, s.6.
317
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
İsmail AKBAŞ
Afgan milleti ile menşei Orta Asya olan ecdadımız arasındaki münasebetler ve uhuvvet rabıtaları pek kadimdir. Tarihin silinmez sahifeleri, o münasebetlerin ebedi hatıraları ile
doludur28.
İşte bugünkü Afgan ve Türk milletleri, sayısız asırların ve büyük kıtaların içine
hatıralar ananeler salan büyük milletlerin evlatlarıdır.
Aziz dostumuz Kral Hazretleri!
Tarihin ne garip tecellileri, dünya hadiselerinin ne manidar tesadüf ve müşabehetleri
vardır. Zatı hükümdarileri, 1919’da kahraman Afgan milletinin balında olarak, Asya’nın
ortasında, istiklal için mücadeleye atılırken biz de aynı tarihte burada, Avrupa’nın
şarkında, bütün medeni cihanın pişienzarında, istiklal ve hürriyetimize vurulan darbelere
göğüslerimizi siper ederek dövüşüyorduk.29
İstiklal ve hürriyetlerini her ne bahasına ve her ne mukabilinde olursa olsun, ihlal
ve takyide asla müsamaha etmemek; istiklal ve hürriyetlerini bütün manasıyla masum bulundurmak; ve bunun için icap ederse, son ferdinin son damla kanını akıtarak tarihini şanlı
misal ile tezyin etmek; işte istiklal ve hürriyetin hakiki mahiyetini, şamil manasını, yüksek
kıymetini, vicdanında idrak etmiş milletler için esasi ve hayati prensip... Ancak bu prensip
uğrunda her türlü fedakârlığı, her an, ifaya müheyya ve kadir bulunan milletlerdir ki, mütemadiyen beşeriyetin hürmet ve riayetine layık bir heyeti içtimaiye olarak mütalaa olunabilir.
Afgan milleti ve Türk milleti, bu iki kardeş millet, bu prensibin hakiki salikleri olduklarını
iilen ispat ettiler30.
Kral Hazretleri!
Medeni ve tecetdütkarane ıslahat yolundaki faaliyet ve mesainizin ne kadar huzur
ve sükûn iltizam ettiğini takdir ve buna mazhariyetinizi samimiyetle temenni ederim. Gerçi
Afganistan’ın coğrai vaziyeti ve bu sebeple devletinizin siyasi şeraiti mühim, ciddi ve naziktir.
Tarih, bu ehemmiyet ve nezaketin içinde bulunulan şerait ve ahval ne olursa olsun; bir an nazarı dikkatten dur tutulmamasını amirdir. Hatta vehim ve vesveseyle! Fakat, derakap Beyan etmeliyim ki, Afganistan’ın Hindi kuş’u ile çetin ve sert tabiatı ve Afgan milletinin müspet zekâ, cesaret ve kahramanlığı ve bilhassa Afgan devletinin mümtaz
hükümdarının yüksek şahsiyeti her türlü ihtimalin karşısında katiyet ve kudretle yükselen
bir abidedir. Biz bunu biliyoruz ve kalbi hislerle takdir ediyoruz.
Sizi ve milletinizi ve memleketinizi cidden seven Türk Milleti’nin reisi olarak, samimen arz edeyim ki, Afganistan’ın maddi ve manevi terakki ve tealisi yolunda teşebbüslerinizin,
az zamanda husulpesir olduğunu görmek, bizim ahassı amalimizdir. Muvaffakiyetinizin
muhakkak olduğuna itminanımız katidir. Bu hususta, bir kardeş millete tabiaten teveccüh
eden vazife ve mükelleiyetleri, türe Devleti, istitaatı dairesinde ifaya şitaban olmaktadır.
Afganistan’ın kıymetli hükümdarı Emanullah Hazretleri,
İstikbalin yüksek ufuklarından tulua başlayan güneş asırlardan beri ıstırap çek28
29
30
Şimşir, a.g.e., s.31; Geçmişten Günümüze Türk-Afgan İlişkileri, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları,Ankara, 2009, s.62
Sarıhan, a.g.e., s.247; ATASE Başkanlığı Yayınları, a.g.e., s.63.
Şimşir, a.g.e., s.32.
318
Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye Gezisi
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
en milletlerin taliidir! Bu taliin artık bir daha siyah bulutlara bürünmemesi, milletlerin
ve onların pişvalarının ihtimam ve fedakârlığına vabestedir. Afgan milletinin ve zikudret
hükümdarının ve pek muhterem Kraliçe Hazretleri’nin talii tealisi parlak olsun” dedi31.
Atatürk söylevini bitirdikten sonra Emanullah Han da Afgan milleti ile
Türk milleti arasındaki kardeşlik bağlarını şöyle dile getirdi:
“Aziz ve âlicenap kardeşim,
Aziz Türkiye toprağına muvasalat ve mümtaz zatınız ve biraderiniz Türk milletiyle vukua gelen mülakat münasebetile duymakta olduğum nihayetsiz kalbi sürurumu
zaptedemiyorum.
Tabiat dâhil bu iki milletin yeni hayatının tarihini bir zamandan başlatıyor. Yani
Afgan milleti şereli bir hayat istihsal etmek için benim emrim altında müttehid-ül kerime
olarak mesai ibrazına başladığı zaman necib Türk milleti dahi bergüzide ve dana zatınızın
rehnümalığiyle hukuk-u meşruasını istirdat için merdane mücahedeye kıyam etmiş idi.
Vuku bulan milli mesai hiçbir asırda neticesiz kalmadığı gibi bu iki gayyur milletin
mücahedeleri de menfaatle dolu neticeler intac eyledi. Ve bu iki millet mevcudiyetlerini ve
yaşamak haklarını medeni dünya muvacehesinde ispata muvaffak oldular
Biz iki birader ve reik-i mesaiyiz ve bu iki kardeş milletin mukadderatı atiye seinesini idare ve memleketlerimizde asr-ı hazır terakkiyatını istihsal için makasıd ve vezaif sahibiyiz. Afgan milleti kendine biraderlik noktai nazarından teveccüh eden vazifelerin ifasına
istitatı derce müheyyadır32.
Muhterem Reis Hazretleri!
Aziz Türkiye’nin faaliyet ve kudret numunesi olan Zatı Devletinizin gece gündüz
çektiğiniz zahmetler neticesinde hâsıl eylediği bugünkü terakkiyatı ben ve aziz milletim
memnuniyet ve iftihar dolu gözler ile görmekteyiz.
Necip Türk milletinin terakki ve teali yolunda attığı her adımdan dolayı Afgan milleti müftehir olmaktadır. Biz Zatı Âlinizin genç Türkiye’yi dokuz sene zarfında ne büyük
terakki payelerine çıkardığınızı, ne gibi ihtiyaçlardan kurtardığınızı ve bu kahraman milletin
saadet ve kuvvetini nasıl istihsal buyurduğunuzu itminan ve şükran ile dolu bir göz ile
görüyoruz. Ben kati bir itminan ve kanaat ile genç Türkiye’nin parlak istikbalini görmekteyim. Sizi bunun yegâne amili bildiğim cihetle Zatı biraderinize karşı büyük bir hissi muhabbet ve halel-i napezir bir imtina duymaktayım.
Türk Milletinin Kıymetli Hükümdarı Reis Hazretleri,
Ben ve Kraliçe, benim ile aziz milletim hakkında derin biraderlik hissiyatını ve Türk
milletinin lütfünü gösteren Zatı Âlinizin samimiyet ile dolu sözlerinizden ve hidematı milli
yeme taalluk eden takdiratınızdan dolayı teşekküratı kalbiyemizi tecdide eder ve aziz Türk
milletinin terakki ve tealisini ve Türkiye’nin yegâne necisi olan Zatı devletinizin ömür ve
aiyetinin devamını temenni eyleriz”33.
31
32
33
Saray, a.g.e., s.s.49-50-51; Şimşir, a.g.e., s.33; Ayın Tarihi, No:52, Temmuz 1928, s.3374; Ayrıca Bkz.:
Ünal, a.g.m., s.47; İkdam, 21 Mayıs 1928, s.1.
Şimşir, a.g.e., s.34; Ayrıca Bkz.: Ünal, a.g.m., s.47.
Sarıhan, a.g.e., s. 35; Hizmet, 22 Mayıs 1928, s.1.
319
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
İsmail AKBAŞ
Bu tarihi konuşma üzerinde dikkatle durmak, Atatürk’ün söyledikleri
üzerine tekrar düşünmek gerekir. Atatürk’ün konuşmasında belirttiği hususlar ve
tavsiyeler ve onun Türkiye’de yaptığı inkılâplar Emanullah Han üzerinde büyük bir
etki yapmıştır. Bunun göstergesi olarak Emanullah Han “Ağabeyim” dediği ve örnek
saydığı Atatürk ile çok çabuk dost olmuş ve kendisine yapılan nasihatleri tamamıyla
benimseyip kabul etmiş ve onları tatbik edeceğini söylemiştir. Atatürk’ün ona
yaptığı nasihatlerin başında kuvvetli bir ordu kurmak ve bütün diğer işlere ondan
sonra başlamak geliyordu34.
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ve Kral Emanullah Han’ın 20 Mayıs 1928
günü akşamı Cumhurbaşkanı Hazretleri tarafından Kral onuruna verilen yemek
ziyafetinde yapmış oldukları konuşmalar Fransızcaya çevrilip basına ve büyükelçiliklere verildi. İngiltere Büyükelçisi George Clerk, bu çevirileri 22 Mayıs günü
Londra’ya göndermiş ve bazı yorumlarda bulunmuştur. Bu yorumları Bilal Şimşir
şöyle özetlemektedir:
“Gazi’nin konuşması, kardeş millet yararına bazı ilkeleri içereceği, bu nedenle
Gazi’nin buna özellikle önem verdiği bir süredir söyleniyordu. Konuşmada kanının son
damlasına kadar bağımsızlığını savunması gerektiğini Afganistan’a hatırlatıyor. Kral’a da,
terakki yolunda Gazinin cesareti ve kararlılığı ile yürümesi salık veriliyor. Ancak Mustafa
Kemal, Türk ve Afgan kardeşliğini vurgularken Afganistan’ın Asya, Türkiye’nin ise Avrupa
olduğu gerçeğini belirtme gereği duyuyor. Konuşmasında, Afganistan’a doğrudan yapılacak
yardımlara da değinen Gazi, ancak bu yardımların Türkiye’nin imkânları ölçüsünde
olacağını belirterek sınırlandırılmasına da özen gösteriyor.
Cumhurbaşkanı, Afganistan’ın coğrai durumuna ve dolayısıyla ülkenin ciddi ve
nazik siyasi şartlarına imada bulunuyor ve açıkça Hindi Kuş’tan söz ediyor. Buna bakarak
konuşması İngiltere aleyhtarı bir tonda imiş gibi görülebilir. Ankara’daki Rus Büyükelçisi
Bay Suritz belki bunu böyle okuyup keyilenecektir. Ama ben böyle bir yoruma katılamam.
Gazi, Afganistan’ın iki büyük ve güçlü devlet arasında zor bir yolda olduğunu söylemek
istemiştir. Gerek Mısır’ın gerek Afganistan’ın önündeki engel İngiltere’dir. Bu durum
Gazi’nin İngiltere ile ilişkilerini de etkilemez. Çünkü o, İngiltere ile olan kendi zorluklarını
halletmiştir.
Gazi’nin İngiltere yanlısı olduğunu söylemek istemiyorum. Ama bugün onun
İngiltere ve Batılı devletler ile mümkünse yakınlaşmaya çalıştığı kanısındayım. Tarih
araştırmacıları için şu nokta da ilginç olabilir: Gazi’nin ve Emanullah Han’ın konuşmasında
İslam kelimesi bir defa bile geçmiyor”35.
Mustafa Kemal Hazretleri Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’da
ilk defa bir hükümdar ağırlamaktan mutlu olmuştur. Bunu açıkça şu sözleriyle
de belirtmiştir: “Birader-i hassım Kral Hazretleri’ni ve muhterem Kraliçe Hazretleri’ni
hükümet merkezimiz Ankara’da Türk Milleti ve Türk Devleti namına şahsen selamlamakla
bahtiyarım’’.
Atatürk tarihi doğru olarak değerlendirdiği gibi geleceği de açık seçik
görmektedir. Ufkun ötesini görmektedir.
34
35
Saray, Afganistan ve Türkler, s.122.
Şimşir, Atatürk ve Afganistan, s.s.173-175.
320
Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye Gezisi
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Konuşmasında:
“Geleceğin yüksek ufuklarından doğmaya başlayan güneş, asırlardan beri acı çeken
milletlerin talihidir! Bu talihin artık bir daha siyah bulutlara bürünmemesi, milletlerin ve
onları yöneten önderlerin özenine ve özverilerine bağlıdır.” demiştir. Bugün kardeş ülke
Afganistan’ın başına gelen felaketlerin sorumlularının kimler olduğunu bu ifadelerin içinde görmek mümkündür36.
Mustafa Kemal Atatürk Cumhurbaşkanı seçildikten sonra yurt dışına
çıkmamış, hatta Ankara’dan İstanbul’a dokuz yıl boyunca gitmemiştir. Buna karşın
Afgan Kralı’nın uzun süren bu yurt dışı gezisini ilgi ve kaygıyla izlemiştir. Gazi
Hazretleri konuşmasında Kral’ı ikaz etmeyi de ihmal etmiyor ve “devletinizin siyasi
şartları önemlidir, ciddidir ve naziktir. Tarih bu ehemmiyet ve nezaketin bir an bile gözden
uzak tutulmamasına amirdir” diyordu37.
Gazi Mustafa Kemal Hazretleri, bu nedenlerden dolayı Kral’ın devrileceğini
sanki anlamıştı. Tarihi hatırlatarak onu uyarmıştır. Afganistan’ın kuruluşundan bu
yana kaç emirin öldürüldüğünü ve kaçının devrildiğini hatırlatmak istemiştir.
Emanullah Han’ın Afganistan’da yapmak istediği yenilikleri Gazi Hazretleri
takdirle izlediğini söylüyor. Fakat Afganistan toplumunun tutucu yapısına da
Kral’ın dikkatini çekiyor. Bu açıdan Türkiye ile Afganistan farklılıklar arz etmektedir. Türkiye’nin kat etmiş olduğu aşamalardan olan Nizam-ı Cedit, Tanzimat,
Islahat, Birinci ve İkinci Meşrutiyet ve nihayet Anadolu İhtilalinin benzeri hiçbir
gelişmeyi Afganistan yaşamamıştır. Dolayısıyla Afganistan’da Türkiye benzeri yenilikler yapmanın daha güç olacağına dikkat çekmektedir38.
Emanullah Han’da girişken bir Kral idi, reform yanlısıydı. Ama dikkatli olmak durumundaydı, yoksa o kökleşmiş örf ve adetler, o hassasiyetler ciddi sorun
yaratabilirdi. Fakat toplumun aydın evlatları da vardı. Onların yardımıyla doğru
yolu göstermek, iyi önderlik etmek etkili ve verimli olabilirdi39.
Atatürk, Emanullah Han’ın ziyareti için iyi hazırlanmıştı. Afganistan tarihini de incelemişti. Konuşmasında Türk-Afgan ilişkileri tarihine, Türk ve Afgan
halklarının geçmişteki ilişkilerine genişçe yer veriyordu. Doğru tespitler, yerinde
değerlendirmeler yapıyordu. Atatürk ün bu konuşması bütünüyle iyi hazırlanmış,
güçlü ve değerli bir tarihi belgedir40.
2.1.3 Ankara Gezisinin İkinci Günü
21 Mayıs Pazartesi günü Kral, saat 11.30’da Fahrettin ve Naci Paşalar ve
Afgan devletinin büyükleri ile Türkiye Büyük Millet Meclisine gelerek Ankara’daki
yabancı elçileri tören dairesinde kabul ettiler. Bu esnada Kral askeri üniformasını
giymişti. Resmikabul bittikten sonra Kral beraberindekilerle otele geri döndü. Aynı
gün saat 13.00’da Başvekil tarafından Çankaya’daki konaklarında Kral ve Kraliçe
36
37
38
39
40
www.ataturksitesi.com/makaleler
Şimşir, a.g.e., s.s.175-176.
A.g.e., s.s.175-176.
Saray, a.g.e., s.52.
Şimşir, a.g.e., s.s.176-178.
321
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
İsmail AKBAŞ
şereine özel bir öğlen yemeği verildi. Kral ve Kraliçe ile beraberindekiler, otomobillerle mızraklı süvari takımları arasında Çankaya’ya gitti ve konağın kapısında
karşılandılar. Öğlen yemeğinde Cumhurbaşkanı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanı Kazım Paşa ve eşleri Huriye Tarzi Hanımefendi bulundular. Yemekten sonra misairler ve Cumhurbaşkanı saat 16.00’a doğru yarış yerine gittiler41.
Koşular bittikten sonra Gazi Hazretleri misairlerini alarak her zamanki
gibi halkın candan sevgi alkışları arasında koşu yerini terk etti. Ankara o gün yine
büyükleri ile birlikte bir aile görünümünde idi. At yarışları sadece bir vesile idi. Ancak parola hep çalışma hep irade hep başarı idi42.
Kral ve Kraliçe koşu yerinden döndükten sonra saat 20.30’da Dışişleri
Bakanımız tarafından onurlarına bir akşam ziyafeti verildi. Saat 22.00’da bütün
diplomatik kurmayların hazır bulunduğu bir resmikabul yapıldı. Dışişleri Vekili
Doktor Tevik Reşit Bey tarafından Afgan Kral’ı ve Kraliçesi şereine verilen bu
ziyafette misairlerimiz, Cumhurbaşkanımız, Prenses Nurisirrac, Huriye Tarzi
Hanımefendi, Serdar Mehmet Han, Serdar Gulam Sadık Han, Saray Veziri Mehmet
Yakup Han, Sahip Abdullah Han, Roma Elçisi Ali Mehmet Han vardı. Ayrıca Afgan
ve Türk diplomatlarla beraber yerli ve yabancı misyon şeleri de yemekte yer aldılar.
Saat 20.30’da başlayan bu yemek 22.30’da bitti43.
2.1.4 Ankara Gezisinin Üçüncü Günü
22 Mayıs Salı günü saat 11.00’da Vali Vehbi, Şehir Emini Asıf, Velayet
Meclisi’nden İbrahim Rauf ve Ankara Belediyesinden Mümtaz Beylerden oluşan bir
heyet Kral ve Kraliçe Hazretleri tarafından otelin Kral Hazretleri’ne tahsis edilen salonunda kabul edildiler. Heyet şehir halkının memnuniyetini ve samimiyetini ifade
etmek amacıyla bazı hediyeler takdim ederek kabulünü rica etti44.
Hediyelerin takdimi sırasında Şehir Emini şu cümleleri söyledi: “Ankara halkının
zat-ı hükümdarlarına takdim edeceği hediyeler ne kadar pahalı dahi olsa Kral Hazretleri’nin
huzuru karşısında değersiz kalır. Biz ise kardeş milletin hükümdarına gözlerimiz kadar
sevdiğimiz Türk Milleti’nin göz bebeği olan Gazi’nin büstünü kararlaştırdık”45.
Asıf Bey’in bu sözlerinden çok duygulanan Kral Hazretleri cevaben Büyük
Gazi’ye karşı taşıdığı derin saygıdan dolayı her zaman bu büstü gözlerin önünde
bulundurmaktan onur duyacağını söyledi. Kral bundan sonra Ankara şehrinin son
senelerde gösterdiği ilerlemeyi büyük gurur ve memnuniyet ile izlediklerini beyan
ederek şehrin planını istedi. Kral Emanullah Hazretleri 22 Mayıs 1928’de Çankaya’da
ikametlerine tahsis edilen Maraş Milletvekili Medhet Bey’in köşküne taşındı. Kral
ve Kraliçe Hazretleri 22 Mayıs günü öğle yemeğini Dışişleri Konağı’nda yediler.
Milletvekili heyetini saat 16.00’da Çankaya’da tahsis edilen köşkte kabul
ettikten sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı tarafından Kral Hazretleri’ne
özel bir çay ziyafeti düzenlendi46.
41
42
43
44
45
46
Cumhuriyet, 23 Mayıs 1928; Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Belge No:030 18 01 01 028 23 7, s.6.
Ayın Tarihi, s.s.3376-3377.
A.g.e., s.s.3373-3374.
Ünal, a.g.m., s.48; Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Belge No:030 18 01 01 028 23 7, s.7.
A.g.e., s.49.
Cumhuriyet, 24 Mayıs 1928; Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Belge No:030 18 01 01 028 23 7, s.7.
322
Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye Gezisi
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
2.1.5 Kral ve Kraliçe Hazretleri’nin Ziyafeti ve Ankara Gezisinin Devamı
Kral ve Kraliçe tarafından 22 Mayıs akşamı Ankara Palas Otelinde
Cumhurbaşkanı onuruna bir ziyafet verildi47. Bu ziyafette Cumhurbaşkanı, Türkiye
Büyük Millet Meclisi Başkanı Kazım Paşa ve eşleri, Başbakan İsmet Paşa ve eşleri,
Erkânı Harbiye Umumiyesi Müdürü Füzi Paşa, Adalet Bakanı Mahmut Esad, Bakan
Abdulhaluk Bey, Dışişleri Bakanı Tevik Rüştü Bey ve eşleri, İçişleri Bakanı Şükrü
Kaya Bey, Maliye Bakanı Şükrü Saraçoğlu Bey, Eğitim Bakanı Necati Bey, Ekonomi
Bakanı Rahmi Bey ve eşleri, Nafa Bakanı Behiç Bey, Sağlık Bakanı Reik Bey katılmıştı48.
Memleketimizin aziz misairleri Afgan Kral’ı ve Kraliçesi 23 Mayıs 1928
Çarşamba günü akşama kadar Çankaya’daki ikametgâhlarında oturdular. Kral öğle
yemeğini Cumhurbaşkanı Gazi Hazretleri ile birlikte yedi. Cumhurbaşkanı Gazi
Hazretleri ile Kral Hazretleri iki saat görüştü.
Kral saat 18.00’da arabasıyla şehir civarında bir gezinti yapti. 23 Mayıs
akşamı Ankara Palas otelinde Kral tarafından Gazi onuruna bir ziyafet verildi ve bu
ziyafette Bakanlar Kurulu heyeti ve elçiler hazır bulundu.
Misairlerimiz Afgan Kral’ı ve Kraliçesi, 24 Mayıs Perşembe günü öğlene
kadar Çankaya’da ikametlerine tahsis edilen köşkte istirahat etti. Kral öğleden
sonra Dışişleri Konağı’nda onurlarına verilen özel çay ziyafetine katıldı ve konak
bahçesindeki tenis sahasında Başbakan İsmet Paşa ve Dışişleri Bakanı Tevik Rüştü
Bey ile tenis oynadılar. Kraliçe Süreyya Hanım da Paşaların eşleriyle birlikte şehirde
bir gezinti yaptı49.
Afgan Kral’ı, 25 Mayıs Cuma günü, saat 15.30’da Fahrettin ve Naci Paşalar
ile Elçi Gulam Ceylani Han ve beraberindeki Afgan Zatları ile bir resim sergisini
ziyaret etti. Kral sergideki eserleri birer birer dikkatle inceledi ve sanatçılarımızı
takdir etti. Beğendikleri tablolardan da yirmi tanesini satın aldı50.
Kral saat 16.00’da beraberindekilerle Gazi Paşanın çiftliğini ziyaret etti.
Kraliçe de bu ziyarette birlikte bulundu. Gazi misairlerini çiftliğin kapısında
karşıladı. Ve saat 17.30’a kadar çiftliği gezdirdi. Saat 18.00’da Gazi havuzuna çıkıldı.
Kral ve Gazi 10 dakika kadar sandal gezintisi yaptı. Sonra çiftlik binasına gelerek
çiftliğin mamullerinden olan peynir, tereyağ, yoğurt ve benzeri mamullerle kahvaltı
yaptılar. Gazimiz misairlerimize çiftliğin çıkışına kadar eşlik ettı ve kucaklaşarak
misairlerini uğurladı51.
Kraliçe Süreyya Hanım 26 Mayıs Cumartesi günü saat 15.00’da Prenses Nurisirrac,
Huriye Tarzi Hanım efendi, Fahrettin ve Naci Paşaların eşleri ile birlikte resim sergisine gitti ve sergide değerli ressamlarımız tarafından karşılandılar. Tabloları birer
birer dikkatle incelediler. Kraliçe Hazretleri özellikle bayan sanatçılarımızla ilgilenerek ilk olarak Güzin Hanımın eserlerini özellikle (Krizantemler) eserini takdir
etmiştir.
47
48
49
50
51
Vakit, 24 Mayıs 1928.
Ayın Tarihi, s.s.3378-3379.
Milliyet, 25 Mayıs 1928.
Anadolu, 25 Mayıs 1928; Milliyet, 25 Mayıs 1928.
Cumhuriyet, 26 Mayıs 1928; Anadolu, 25 Mayıs 1928; İkdam, 26 Mayıs 1928.
323
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
İsmail AKBAŞ
Afgan Kral’ı Fahrettin Paşa ve Elçi Gulam Ceylani Han ile birlikte 26 Mayıs
günü saat 15.00’da Numune Hastanesini ziyaret etti52 ve hastanede Sağlık Bakanı
Reik Bey ile hastane Başhekimi Ömer Vasi Bey ve hastane sağlık heyeti tarafından
karşılandılar.
Kral Hazretleri, ameliyathaneyi, kliniği, laboratuarları, çamaşırhane,
mutfağı gezdi ve Sağlık Bakanı Reik Bey tarafından yapılan tanıtımı büyük bir ilgi
ile dinledi. Kral Hazretleri bu esnada odalardaki hastalara geçmiş olsun dilekleriyle
hatırlarını sordu53. Hastanede 45 dakika kaldı ve çıkarken ziyaretten dolayı memnuniyetlerini ifade ederek ziyaret defterini imzaladı. Hastaneden sonra imalat harbiye fabrikasını ziyaret edip fabrikayı ilgi ile gezdi ve dikkat ile inceledi54.
2.1.6 Kral ve Kraliçe Hazretleri’nin Ankara’dan İstanbul’a Dönüşü
27 Mayıs Pazar günü, Afgan Kral’ı ve Kraliçesinin Başkent Ankara’da sekizinci
ve sonuncu günleriydi55. Emanullah Han, öğleden önce maiyetinden birkaç kişiyi
ve Elçi Gulam Ceylani Han’ı alarak mihmandarı Naci Paşa ile birlikte Etnografya
Müzesini gezdi56.
Buradan telsiz istasyonuna geldiler ve Posta-Telgraf genel müdürü Fahri Bey,
İhsan Cemal, istasyon mühendisi Mahzar Bey tarafından karşılandılar. İstasyonda
yarım saat kalan Kral Hazretleri bilgi edindi ve ayrıca Kabil ile telefon görüşmesi
yaptı57.
Sonra Rasathane İstasyonu’nu ziyaret etti. Rasathane İstasyonu’nda Müdür
Yardımcısı Asım Bey ile asistanlar tarafından karşılandı. Burada 25 dakika kalarak
araç ve gereç hakkında bilgi aldı. Müesseseye bağlı rasat istasyonları ile bunlardan
gelen raporlar hakkında bilgiler aldıktan sonra telsiz telefon santraline geldi. Burada Kral Hazretleri gördüğü olağanüstü düzen ve mükemmellikten çok duygulanarak Niyazi Bey’e: “Sizi takdir ederim. Biz de sizin gibi memleketin yükselişi için
gayret ediyoruz. Sizlerin bu kadar düzenli ve mükemmel çalışma ve becerinizden
ben onur duyarım.” dedi ve ziyaret defterini imzalayarak telsiz telgraf salonuna
geçti. Salondan ayrılırken: “Bütün yeniliklerden ve gelişen eserlerden kendi ülkem
kadar onur duydum. Bundan son derece mutluyum” dedi. Ve binadan ayrılırken
memurların ayrı ayrı elini sıktı.
Afgan Kral’ı Hazretleri ülkemize geldikten sonra gözlemleri ve izlenimleri
hakkında hiçbir gazeteciyle görüşmemişti. Ankara’dan hareketlerinden yarım saat
evvel Çankaya köşkünde Hâkimiyeti Milliye Muhabiri’ni kabul ederek gözlemleri
ve izlenimleri hakkında bir açıklama yaptı.
Hâkimiyeti Milliye muhabirini hareket hazırlıkları arasında köşk bahçesinde
kabul eden Kral Hazretleri, ellerinde Hâkimiyeti Milliye’nin bir gün önceki sayısını
tutarak dedi ki:
52
53
54
55
56
57
Anadolu, 27 Mayıs 1928, s.2; İkdam, 27 Mayıs 1928, s.1.
İkdam, 27 Mayıs 1928, s.1.
Ayın Tarihi, s.3381.
Cumhuriyet, 28 Mayıs 1928.
Şimşir, a.g.e., s.183.
Ayın Tarihi, s.3381; Hizmet, 29 Mayıs 1928, s.2.
324
Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye Gezisi
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
“Hâkimiyeti Milliye’yi evvelce bilirdim; fakat bu sefer çok yakından tanıdım. Bilmeniz için söylüyorum, her gün samimi bir arzu ile getirtiyorum ve okuyorum. Görüyorsunuz ki şimdi bile elimde gazetenizin bugünkü sayısı var”.
Muhabir, Kral Hazretleri’nin iltifatına teşekkür etti ve seyahatleri ile ilgili
izlenimlerini sordu. Kral Hazretleri dedi ki: “Pek samimi ve içten bir surette karşılandım.
Ve sevgi etkileri gördüm. Ankara’nın anılarını daima anacağım; çünkü bu anı içten ve samimidir. Biz de Kabil’i Ankara gibi yeniden yapıyoruz. Planımızdan size göndereceğim”58.
Kral Hazretleri daha sonra fen müesseselerimizi ziyaretlerini şu cümlelerle
açıklamıştır:“Bütün Avrupa’yı gezdim, çok mükemmel müesseseler gördüm. Esasen bu
müesseseler hakkında evvelceden bilgilerim vardı; fakat burada gördüğümüz müesseselerin
esasında mükemmeliyet ve düzenini de olağanüstü buldum. Hakikaten ciddi ellerle ve aşkla
kurulmuş olan bu müesseseleriniz çok kıymetli ve güçlüdür” cümleleri ile ifade etmiştir.
Emanullah Han Hazretleri daha sonra büyük gazimiz ve büyüklerimizle
tanışmaktan doğan duygularını şu şekilde açıklıyor: “Gazi dünyanın en büyük adamı
ve en önemli askeridir. Temaslarımda lütuf ve sevgilerini gördüm. Kendileriyle haberlerden tanışıyor ve seviyordum; fakat görüştükten sonra değerinin büyüklüğünü daha iyi
anladım. Kendileriyle yakından tanışmaktan dolayı çok onurluyum. Türkiye büyükleri
ile temaslarımdan çok memnunum bugün hepsinin ayrı ayrı dostluk ve samimiyetlerini
taşıyorum, hepsini sevdim, kendileri ile tanışmaktan doğan mutluluk içindeyim”.
Kral Hazretleri muhabirin Türk-Afgan anlaşması hakkındaki sorusuna cevaben: “Bu anlaşmanın imzalanması benim için mutluluk ve sevinçtir” demiştir.
Muhabir teşekkür ile ayrılırken Kral Hazretleri :“Bilmem iyi ifade edebildim
mi? Çünkü Türkçem görüyorsunuz ki o kadar kuvvetli değildir. Size Kabil’in fotoğralarını
vermek isterdim; fakat şimdi eşyalar arasındadırlar. Mutlaka göndereceğim. Arkadaşlarınıza
selamımı söyleyin, halka da sevgi ve samimi selamlarımı iletiniz. Ben sizi çok sevdim, şimdi
gördükten sonra daha ziyade sevdim” dedi59.
27 Mayıs 1928, Pazar günü saat 17.00’a doğru Cumhurbaşkanı misairlerimiz
ile birlikte istasyona indi60. Trenin hareket amiri geldi ve “Gidebilir miyiz? Emirlerinizi almaya geldim.” diye sordu. Kendisine olumlu cevap verildikten sonra tren tam
18.00’da istasyon platformunu dolduran halk kitlesinin hararetli alkışları arasında
hareket etti. Cumhurbaşkanı ile Dışişleri Bakanı misairleri Gazi İstasyonu’na kadar
uğurladılar.
Trenin kalkışı sırasında vagonun balkonunda duran Kraliçe eğilerek halka
iltifat ediyordu. Kral ellerini sallayarak halkı selamlıyordu. Halk raylar üzerinden
yürüyerek treni takip ediyordu. Bu sade fakat samimi tören, Türkün kardeş millet
hükümdarlarına gösterdiği derin sevginin en canlı gösterisiydi. Cumhurbaşkanı ile
Dış işleri Bakanı, Gazi İstasyonu’nda misairlerimizle vedalaştı ve iyi yolculuklar
temenni ederek ayrıldı61.
58
59
60
61
Ayın Tarihi, s.3382.
A.g.e., s.3383.
Şimşir, a.g.e., s.186; Ünal, a.g.m., s.48.
Ayın Tarihi, s.3384; Hizmet, 28 Mayıs 1928, s.2.
325
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
İsmail AKBAŞ
2.2 Kral Ve Kraliçe Hazretleri’nin İstanbul Gezisi
27 Mayıs 1928 Pazar günü saat 18.00’da Ankara’dan özel trenle yola çıkan
Afgan Kral’ı ve Kraliçesi Hazretleri ile refakatindeki zatlar, çeşitli istasyonlarda
halkın hararetli tezahüratları ile karşılanarak62 28 Mayıs Pazartesi günü saat 10.00’da
Haydarpaşa istasyonuna vardılar. İstasyonda Vali Mithat, Şehir Emini Muhittin Beyler,
Kolordu komutanı Şükrü Bey, parti müfettişi Hakkı Şinasi Paşalar, Darülfünun Emini
Neşet Ömer Bey, askeri ve mülki memurlar ile liseli, ortaokullu ve ilkokullu erkek
ve kız öğrenciler, askeriye, jandarma, polis, belediye zabıtası, askeri polis tarafından
karşılandılar. Kral ve Kraliçe Hazretleri’ne şehir ve okullar adına buketler takdim
edildi63.
Kral istasyonda kendilerini alkışlayan halka karşı:“Türkiye seyahatimden çok
memnunum. İstanbul’da üç-dört gün kalarak güzel şehri göreceğim. Sizlerle uzun uzadıya
hasbıhal edeceğim” dedi.
Kral istasyonda askeri erkânın ellerini sıkarak onlarla Türkçe konuştuktan
sonra Türk Ordusu’nda staj görmekte olan Afgan subaylarıyla görüştü, onlara
yurtlarına dönünce Türk zabitleri gibi yetişmiş olmalarını söyledi.
Kral buradan Söğüt Yatı’yla 10.50’de Dolmabahçe Sarayı’na geldi. Kral Hazretleri
sarayda yemekten sonra kısa bir süre istirahat etti ardından Kraliçe Hazretleri’ni de
bırakarak araba ile Fındıklı’daki Sanayi Neise Akademisi’ni ziyaret etti64.
Kral Hazretleri Fındıklı’dan sonra Karaköy, Beyoğlu yolu ile halkın alkışları
arasında Harbiye Mektebi’ni, devamında Erkânı Harbiye Akademisi’ni ziyaret etti.
Kral’a Erkânı Harbiye Akademisi’nde çay ziyafeti verildi65 ve Kral saraya geri döndü.
Afgan Kral ve Kraliçesi’ne dönüşlerinde Batum’a kadar eşlik edecek olan
Amiral Orlof komutasındaki Rus Karadeniz Filosu 28 Mayıs saat 09.30’da İstanbul’a
geldi. Filo Kavak’ta savaş gemilerimiz tarafından ve Selimiye’den top atışıyla selamlanarak karşılandı. Rus ilosu ve Amiral Orlof’un gemisi savaş gemilerimiz ile
birlikte Dolmabahçe önüne demir attı66.
Kral Hazretleri 28 Mayıs’ta saat 16.45’te beraberinde olan Büyük Millet
Meclisi Başkanı Kazım Paşa, Ali Sait ve Fahrettin Naci Paşalarla Darülfünun’a
geldi ve Darülfünun Meydanı’nda yolun etrafında dizilen öğrencileri ve izcileri
selamladı. Darülfünun Emini Neşet Ömer Bey Kral’a : “Hoş geldiniz ve Darülfünun’a
onur verdiniz” diyerek karşıladı, daha sonra Kral Hazretleri bir konuşma yaptı;
“Afgan çocuklarına vekâleten sizinle birlik anlaşmasını yapıyorum. Siz Afganlıları küçük
kardeşleriniz biliniz. Onlar sizi ağabeyleri bilsinler. Benim en büyük gayem çocuklarımızı
size göndermek ve burada okumak ve sizden öğrenmek istemektir” dedi.
Afgan Kral’ı Emanullah Han’ın 29 Mayıs 1928 tarihine rastlayan Çarşamba günü
İstanbul’da Darülfünun’u ziyareti67 sırasında Ferit Kam tarafından bir methiye okundu.
62
63
64
65
66
67
Altay, a.g.e., s.428; Anadolu, 29 Mayıs 1928, s.1; İkdam, 28 Mayıs 1928, s.1.
Anadolu, 29 Mayıs 1928, s.1.
Ünal, a.g.m., s.48.
İkdam, 28 Mayıs 1928, s.1.
Ayın Tarihi, s.3385; Anadolu, 30 Mayıs 1928; Hizmet, 29 Mayıs 1928, s.2; İkdam, 28 Mayıs 1928, s.1.
Ünal, a.g.m., s.48.
326
Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye Gezisi
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Bu şiirin yazılış sebebi ve içeriğini Tahir Olgun şöyle anlatır: “…Afganistan hükümdarı
Emanullah Han’ın İstanbul’a geleceği ve Darülfünun’u ziyaret edeceği işitilmişti. O vakit
orada Farisi edebiyatı tarihi kürsüsüne şeref veren Ferit Bey, hükümdarın ziyareti esnasında
okumak üzere Şehname vezninde uzunca bir mesnevi nazmetmişti. Senin anlayışına
itimadım vardır, şunu dinle diyerek o garra manzumeyi bendenize okudu. Eser, bizim
çıkışamayacağımız bir yükseklikte idi. Eda itibariyle acemice değil, tam Acemce olduğu gibi,
müedda itibariyle de Firdevsi’yi kıskandıracak ahenk ve rengi haizdi.
Ferit Kam, bu şiirinde hem Afgan hükümdarı Emanullah Han’ı, hem de onun yakın
dostu Mustafa Kemal Atatürk’ü övmüştür.
Ona göre, Afgan hükümdarı, büyüklerin kendisine sığındığı, Allah’ın emini ve
kullarının sığınağı; soylu, cömert, âlicenap, işinin ehli bir hükümdar ve işi makbul bir bilgedir.
Onun sayesinde Afgan ülkesi cennet gibi olmuştur; onunla Afganlıların içi rahat, gönülleri huzurludur (1–5. Beyitler). Uğurlu ayağıyla Türkiye’ye teşrif etmiş, lütufta bulunmuş ve bu nedenle ülke mutlu olmuştur. O, milletini kurtarmak için Türkiye’ye misair olmuştur (6–7. Beyitler).
Ferit Kam, 8. Beyitten itibaren Mustafa Kemal Atatürk’ü de anar ve Emanullah
Han ile birlikte iki kardeş gibi el ele verdiklerini ve dost olduklarını ifade eder. Ona göre
Atatürk eşsizdir; dünyanın Kemal’idir ve Emanullah Han da Mustafa Kemal’in dünyası ve
dostudur. Atatürk, dünya içinde dünyadır. Dünya onun bir benzerini görmemiştir. Kılıç
gücüyle ve deha ışığıyla, Anadolu’yu ve Türk milletini bela tuzağından, esaretten kurtarmış;
bir elinde kılıç, bir elinde kalem, ülke bayrağını göklere çıkarmıştır. Bu arada Ferit Kam, her
iki memduhu için de Allah’tan uzun ömür vermesini diler (8–13. Beyitler). Ferit Kam, son
iki Beyitte hükümdara, ailesine ve soyuna dua eder; çocukları, torunları, ailesi ve soyuyla
birlikte yıllarca mutlu olarak yaşamasını diler (48–49. Beyitler)”68.
Kral Hazretleri sonra alkışlar arasında Darülfünun’dan çıktı, bu arada
Kraliçe Adıyaman Şenlikleri’ni seyretmek için Çapa’da Öğretmen Okulu’nda kaldı.
Afgan Kral’ı Hazretleri 29 Mayıs Salı günü Topkapı Sarayı’nı ziyaret etti ve
öğle yemeğini Topkapı Sarayı’nda yedi. Camileri, müzeleri, Kız Öğretmen Okulu ve
Darülfünun’u ziyaret ettikten sonra Sarayburnu Parkı’ndaki Cumhurbaşkanımızın
heykelini dikkatle inceledi69.
Bu heykel Türkiye’de dikilen ilk Atatürk heykeli idi. Avustralyalı heykeltıraş
Henrich Krippel’in eseri olan bu heykel “Türkiye’de tam manasıyla heykelin ilki” sayılır.
Belki de bütün İslam Dünyasında dikilen ilk heykel idi.
Kral Hazretleri onuruna Cuma günü kayık yarışları düzenlendi ve yarışlara
Türk ve Rus ilolarından da katılanlar oldu70. Ertesi gün Şehir Emini, Kral Hazretleri
onuruna Trabya’da, Sümer Palas’ta elli kişilik bir öğle ziyafeti verdi. Ayrıca Kral
Hazretleri’ne hediyeler takdim edildi71. 30 Mayıs 1928 günü Kurban Bayramı olduğu
için tebrikler ve ziyafetler yapıldı ve kutlamalar kabul edildi. 31 Mayıs günü İstanbul
Belediyesi Afgan Kral’ı şereine Tarabya Konak otelinde elli kişilik bir öğle yemeği
düzenledi ve yemek sonunda Kral’a İstanbul adına bazı hediyeler sunuldu72.
68
69
70
71
72
Atatürk Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü, Fars Dili ve
Edebiyatı Anabilim Dalı /veyis0065@hotmail.com
Altay, a.g.e., s.48; Anadolu, 30 Mayıs 1928; Hizmet, 30 Mayıs 1928, s.2.
Anadolu, 30 Mayıs 1928.
Hizmet, 30 Mayıs 1928, s.2.
Ayın Tarihi, s.3386; Hizmet, 30 Mayıs 1928, s.2.
327
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
İsmail AKBAŞ
2.3 Kral Hazretleri’ni Uğurlama
1 Haziran günü Hürriyeti Ebediye tepesinde bir geçit resminden sonra Afgan
Kral’ı ve Kraliçe’si İzmir Vapuru ile 1 Haziran 1928’de Batum istikametine gitmek üzere İstanbul’dan ayrılırken73 Türk ve Rus ilolarının limandaki gemileriyle
selamlaştılar.
Kral hareket ederken gazetecilere: “Türkler Afganlıların ağabeyleridir. Bize daima küçük kardeşiniz gözü ile bakınız. Benim iki gözüm var; biri sizsiniz biri de Afganlılardır.
İşte sizin sevginizi Afgan milletine götürüyorum” dedi.
Afgan Kraliçesi hareketten önce: “Türk kadınlarını çok sevdim. Onları Avrupa
kadınlarından üstün gördüğüm için onurlandım.” dedi. Afgan Kral’ı ayrılırken Gazimize,
İsmet Paşa’ya ve Ankara Şehir Emini’ne teşekkür telgrafı gönderdi74.
Bu ziyaret Türk-Afgan dostluğunu güçlendirirken o güne kadar Ankara’yı
başkent olarak kabullenmemekte direnen ülkeler arasında da bir çözülme
yaşanmasının ilk adımı oldu. Bir süre sonra da İtalyan Büyükelçiliği Ankara’ya
taşınacağını açıkladı.
Afgan Kral’ı Emanullah Han, ilk resmi ziyaretinin ardından 1930 ve 1933’te
de Türkiye’ye geldi ve bir devrik Kral olarak Mustafa Kemal’den talepleri oldu. Son
gelişi ise Atatürk’ün cenazesi içindi75.
Afgan hükümdarını taşıyan İzmir vapurunu karasularımızı çıkana kadar
eşlik etmiş76 olan ilomuz 2 Haziran 1928 tarihinde geri döndü.
Türkiye Cumhuriyeti Moskova Büyük Elçisi Tevik Bey Kral’la birlikte
Tahran’a kadar gitti. Mihmandar Fahrettin Paşa Batum’a kadar Kral’ın yanında gitti
ve bu gezinin sonunu şöyle anlatmaktadır:
“Kral’ın İstanbul seyahati merasimlerle geçti. Birçok yer gezildi…1 Haziran günü
Hürriyeti Ebediye tepesinde yapılan geçit resminden sonra öğle vakti İzmir vapuru ile
Batum’a hareket edildi.
Doğuya doğru ilerlerken iki Rus torpidobotu bizi karşıladı ve Kral’ı selamladılar.
Bu savaş gemileri yol boyunca bazı gösterişli manevralar ve sis perdeleri yaptılar. 3 Haziran
günü öğleden sonra Batum’a vardık. Rus Kruvazörü Ukrayna Çernova da Kral’ı selamladı.
Gemiyi ziyaret etti. Sahilde güzel bir karşılama töreni yaptılar ve otomobillerle nebatat
bahçesine götürdüler.
Ben biraz hastalandığımdan konsoloshanemizde bir iki saat yatmaya ve
ilaç almaya mecbur oldum. İyileşince yanımda kalan Sefaret Kâtibi beni gezdirerek
parka ve plaja götürdü. Plaja girince kumsalda mayosuz çırılçıplak, kadın erkek,
çoluk çocuk bir sürü insanın dolaştığını gördüm, geri çekildim. Ruslar sonradan bu
halden vazgeçtiler.
Akşam saat 6’da Kral ve maiyeti Afganistan’a hareket etti. Biz de İzmir vapuru ile
İstanbul’a geldik… Vapurumuz İnebolu yakınında sisten karaya oturdu ve güçlükle kurtuldu.
73
74
75
76
İkdam, 3 Haziran 1928, s.1.
Ayın Tarihi, s.3386.
Ünal, a.g.m., s.4; Han, a.g.m.
Hizmet, 30 Mayıs 1928, s.2.
328
Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye Gezisi
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Atatürk’ü ziyaret ederek kendisine bilgi verdim. Bana Kral’ı nasıl bulduğumu
sordu,’iyi fakat idari tecrübesi az, kendisine de fazla güveniyor gibi görüyorum’ dedim. Gazi
Hazretleri de : ‘Öyledirler… Öyle…’ buyurdular”77.
2.4 Afgan Kralı’nın Türkiye Gezisi ve Basın
Emanullah Han’ın Türkiye’ye yapmış olduğu ziyaret, basınımızda bir hayli
yer aldı. Kral’ın ziyaretini yakından takip eden gazeteler, ziyaret hakkında yorumlar yaparken Afganistan hakkında da okuyucuları bilgilendirmiştir.
Dönemin Cumhuriyet, İkdam, Milliyet, Hizmet, Anadolu ve Vakit gazeteleri Kral Emanullah Han ve eşi Süreyya Hanım’ın Türkiye ziyaretini gün gün
manşetlerine taşımışlardır.
Dönemin dergilerinden olan Ayın Tarihi Dergisi de Afganistan Kralı’nın
yapmış olduğu bu ziyareti detayıyla vermiş ve Afganistan’ı tanıtan bir yazıyı
yayınlamıştır. Yazı Afganistan hakkında genel bilgiler, Yeni Afganistan bölümlerinden ve alt başlıklardan meydana geliyordu. Ayrıca yazıda Emanullah Han’ın bu
ziyareti sırasında 25 Mayıs 1928 günü Ankara’da imzalanan Türkiye-Afganistan
Dostluk ve İşbirliği Antlaşmasına da temas edilerek “bu muahedenin akt edilmesi başlı
başına büyük bir hadisedir” deniliyordu.
Afgan Kralı’nın Türkiye ziyareti ve bu esnada imzalanan antlaşma yabancı
basının da epey ilgisini çekmiştir. Avrupa gazetelerinde bu gezi ve antlaşma
hakkında çeşitli yazılar ve yorumlar çıkmış, hatta bazı gazetelerde bu antlaşmayı
Türk-Afgan ittifakı olarak değerlendirmişlerdir78.
Amerika’nın büyük gazetesi The New York Times da Afgan Kral’ının
Türkiye gezisi ve Türk-Afgan Antlaşması üzerine uzun bir makale yayınlamıştır.
Makalede dile getirilen görüşleri Bilal Şimşir şu şekilde özetlemektedir: “Afgan
Kralı’nın tarihi gezisinin en başarılı bölümü Türkiye bölümü oldu. Çünkü Kral, ziyaret
etmiş olduğu bir dizi Başkent içinden Ankara’dan bir antlaşma imzalayarak ayrıldı.
Cumhuriyetçi Türkiye, yeni başkentini boşuna Asya’ya kaydırmamıştır.
Eski başkent İstanbul yüzyıllarca Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlamıştı ama
artık yabancı zırhlıların tehditleri altında bulunuyordu. Ülkenin stratejik derinliğinde
yer alan yeni başkent Ankara ise doğu’dan batı’ya uzanan eski kervan yollarını yeniden
canlandıracaktı. Emanullah’ın ziyaret ettiği bütün başkentler içinde Kabil’e en yakın olan
başkent de Ankara idi.
Bugün Türkiye’de açıkça bir zafer duygusu yaşanmaktadır. Türk-Afgan
antlaşmasının sonuçları, Emir’in ziyaretine Avrupa’nın verdiği siyasi anlama eş değerdir.
Türklere kırık dökük Türkçesiyle seslenerek onların gönüllerini fetheden Afgan padişahının
İngiliz deniz gücünden veya Sovyet hava gücünden pek etkilenmeden Türkiye’ye gelmiş
olduğunu sokaktaki insan kavramıştır.
Türkiye, başkentini Asya içine çekmekle doğru bir iş yaptığını kanıtlamıştır. Ankara
ilk siyasi etkisini Asya’da gösterecektir. Dahası, Türkiye baş döndürücü Afgan doruklarında
77
78
Şimşir, a.g.e., s.s.189-190.
A.g.e., s.191.
329
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
İsmail AKBAŞ
bir Ankara daha yaratacaktır. Sosyal bakımdan özgür, stratejik bakımdan erişilmez, siyasi
bakımdan asıl Ankara kadar güçlü ikinci bir Ankara daha.
Emanullah Han, Türkiye’ye gelince görmüştür ki burada İslam artık devlet dini
olmaktan çıkmıştır. Koyu Sünni Müslümanların nefret ettiği alkollü içki ve sigara burada
devlet tekeliyle üretilmektedir. Emanullah Han, doğululara has mecazlı bir ifadeyle ‘benim
iki gözüm var, biri Türkiye diğeri Afganistan’ demiştir.
Yeni antlaşma ile Türkiye öyle bir etki yaratacaktır ki zamanla bu doğuda birbirlerine
rakip olan İngiltere ve Rusya için de derin anlam taşıyacaktır. Cumhuriyetin dini yaşamında
yaptığı ihtilalci yenilikleriyle Hindistan üzerindeki nüfuzunu bir ölçüde zayılatmış olan
Türkiye, Afganistan’ı batılılaştırmakla Hindistan’da yeniden nüfuzunu artıracaktır.
Öte yandan Türkiye, Sovyet Türkistan’ı ve Kafkasları üzerinde de etkili olacaktır.
Kral’ın Ankara’da bulunduğu günlerde nazik bir jest ile davet edilip izlediği Ankara Meclisi
Genel Kurul toplantısında kabul edilmiş olan uluslararası rakamların, şimdi Türkiye örnek
alınarak Kafkaslarda ve Türkistan’da benimseneceği haber veriliyor.
Emanullah Han, Ankara’nın yaman pragmatik önderliğinde kendi bağnaz Krallığını
da yepyeni bir yaşama ve yepyeni bir geleceğe götürme kararlılığı ve azmi ile Türkiye’den
dönüyor…”
Bunların yanında The New York Times Atatürk’ün Emanullah Han onuruna verdiği ziyafette hiç alkollü içki ikram etmeyerek ve şerefe kadeh kaldırmayarak,
sergilediği zekâ inceliğine dayanan tutumuna dikkat çekmiştir79.
Sonuç
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, daha Kurtuluş Savaşı yıllarında kendisine
ve ülkesine büyük yakınlık gösteren, destek olan Afgan Kral’ı Emanullah Han’ın bu
gezisine büyük önem verdi. Bunun nedeni, kişisel dostluk kadar Afgan Kral’ının
Türkiye Cumhuriyeti’ni resmî olarak ziyaret eden ilk devlet adamı olmasıdır.
O tarihte aslında Türkiye, Batı dünyasından bakıldığında, belirgin bir
yalnızlık içindeydi. Çeşitli çevreler Türkiye’nin bu yalnızlığını, ‘Türkiye, Batı
dünyasında yerini alamıyor’ şeklinde yorumlarken, Mustafa Kemal de bunun
sıkıntısını yaşıyordu.
Ankara’nın başkent oluşunun üzerinden tam 5 yıl geçtiği halde, bazı yabancı
büyükelçilikler bunu kabullenmemiş ve Ankara’ya taşınmamışlardı.
Afgan Kral’ı Emanullah Han Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti Ankara’ya
gelen ilk yabancı hükümdar oldu. Türkiye ve Atatürk bakımından bu ziyaret, çok
anlamlı ve önemli bir olaydır. Çünkü Ankara başkent olalı beri, hiçbir yabancı
hükümdar veya devlet başkanı Türkiye’nin yeni başkentine ayak basmamıştı.
O güne kadar hiçbir yabancı devlet başkanının Ankara’ya gelmemiş olması
bir yana, Türkiye’de görevli bazı yabancı elçiler bile İstanbul’dan Ankara’ya
gelmemek için ayak sürüyor, hatta başkentimizi boykot etmeye kalkışıyorlardı.
İngiltere, Fransa, İtalya gibi eski düşman devletler, özellikle İngiltere Ankara’ya
79
Şimşir, a.g.e., s.193.
330
Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye Gezisi
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
karşı direnişlerini pek aşırı dereceye vardırdılar. Batılı devletler, başkent değiştirmek
Türkiye’nin bir iç işidir dememişler, İstanbul’un tekrar başkent yapılması için
Türkiye’ye adeta baskı yapmışlardı.
Genç Cumhuriyet Hükümeti, notalarla bir “Ankara savaşı” vermek durumunda
bırakıldı. İngiliz diplomatları, “Ankara ancak birkaç yıl başkent kalabilir, İstanbul yine başkent
olur” demişlerdi. İngiltere, Büyükelçiliği’nin hiçbir zaman İstanbul’dan Ankara’ya
taşınmayacağını ilan etmişti. Osmanlı Saltanatı geri gelirse yani Cumhuriyet yıkılırsa
başkent tekrar İstanbul’a taşınır diye umdular ve bunu beklediler. İngilizler, Türkiye’de
muhalefetin palazlanıp başkent konusunu gündeme getirmesini, İstanbul’un tekrar
başkent yapılmasını arzuladı ve muhalileri bu konuda teşvik etti.
Gerçi Atatürk, Ankara karşıtlarının tümüne, boşuna umutlanmamaları
mesajını verdi “Ankara, merkez-i hükümettir ve ebediyen merkez-i hükümet kalacaktır”
dedi. Ama onun son derece kararlı olmasına rağmen, 1928 yılında İngiltere hala
başkent Ankara’yı boykot ediyordu. İngiliz Büyükelçi’si Ankara’ya gelmemek
ve İstanbul’da oturmak için inatla direndi. İşte böyle bir zamanda, Afgan Kral’ı
Emanullah Han, Başkent Ankara’ya resmi bir ziyaret yaptı ve Atatürk bu ziyaretten
son derece memnun oldu.
331
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
İsmail AKBAŞ
KAYNAKÇA
I.Arşivler
Başbakanlık,Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü,Cumhuriyet Arşivi
II. Süreli Yayınlar
Anadolu
Ayın Tarihi
Cumhuriyet
Hizmet
İkdam
Milliyet
Servet-i Fünun
Vakit
III. Kitaplar
ALTAY, Fahrettin, 10 Yıl Savaş Ve Sonrası(1912–1922), İnsel yay., İstanbul, 1970.
Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi.
ARMAOĞLU Fahir,20 Yüzyıl Siyasi Tarihi, C:1,Türkiye İşbankası Kültür Yayınları.
Atatürk Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü,
Fars Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı/veyis0065@hotmail.com
BARUT Mustafa, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Aklim Yayınevi, Ankara.
Geçmişten Günümüze Türk-Afgan İlişkileri, Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı
Yayınları, Ankara, 2009.
İnönü Ansiklopedisi, C.I, Maarif mat., Ankara, 1943.
İslam Ansiklopedisi, C:IV, Milli Eğitim Basımevi, 1964.
KARAL, Ziya Enver, Atatürk’ten Düşünceler, Doğuş LTD. ŞTİ. mat., Ankara.
MANZAR A.M., Afganistan Üzerinde Kızıl Bulutlar ,Çev: İsmail Bosnalı, ,Öncü yay.
SARAY, Mehmet, Afganistan ve Türkler, İ.Ü Edebiyat Fakültesi yay., İstanbul, 1987.
_____________, Türk-Afgan Münasebetleri, Veli yay., İstanbul 1984.
332
Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye Gezisi
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
_____________, Atatürk ve Türk Dünyası, Türk Tarih Kurumu yay., Ankara, 1995.
SARIHAN Zeki,Kurtuluş Savaşımızda Türk-Afgsn İlişkileri,Kaynak Yay., s.118.
ŞİMŞİR, Bilal N, Ankara… Bir Başkentin Doğuşu, Bilgi yay., Ankara, 1998.
_____________, Atatürk ve Yabancı Devlet Başkanları, C.I, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara, 1993.
_____________, Atatürk ve Afganistan, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi yay.,
Ankara, 2002.
SARIHAN Zeki,Kurtuluş Savaşımızda Türk-Afgan Münasebetleri,Kaynak Yay., 2002.
Türkiye Ansiklopedisi (1923-1973), C.I, Kaynak Kitaplar, İstanbul.
UYSAL Hasan, Adı Afganistan, Boyut Yayınları, İstanbul,1988.
UZBEK, A. Jelil, Afganistan’da Sosyal ve Kültürel Hayat, Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Isparta, 2002.
IV. Makaleler
Cumhuriyet’in İlk Yılları–II(1923–1938), “İsmet İnönü’nün Hatıraları”, Yeni gün Haber
Ajansı,1998.
HAN, Ahmet K., “Kavşaktaki Ülke”, National Geographic Türkiye, Aralık, 2001.
-İsimsiz Makale-,“Afganistan ve Hükümdarları” Servet-i Fünun Dergisi, C:64,
Ankara, 1928.
Serveti Fünun Dergisi, “Afganistan ve Hükümdarları” , C: 64, Ahmet İhsan mat.,
Ankara, 1928.
ŞİMŞEK, Halil, “Türk-Afgan İlişkileri ve Türkiye’nin Afgan Politikası”, www.hsimsek.com.
ÜNAL, Ertan, “Cumhuriyet’in ilk Resmi Konuğu”, Popüler Tarih Dergisi, S.78, Şubat 2007.
V. Elektronik Kaynaklar
http://www.ataturksitesi.com/makaleler
http://www.afghanland.com/Afghanistan/Amir Amanullah Khan Ghazizzzz
http://bilgisayarforumu.com/afganistan
http://www.en.wikipedia.org/wiki/european_inluence_in_afganistan
http://www.hsimsek.com
333
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.335-363
RUMLAR’IN KIBRIS’TAKİ ENOSİS İSTEKLERİNİN
ŞİDDETE DÖNÜŞMESİ: 1931 İSYANI;
-Öncesi ve SonrasıTurgay Bülent GÖKTÜRK*
Özet
1791-1796 yıllarında ilk Megali İdea (Büyük Ülkü) haritasının yayınıyla birlikte,
Kıbrıs’ı bir Yunan Adası durumuna getirerek, Yunanistan’la birleştirmek (Enosis) ulusal hedei ile yaşayan Rumlar, bu amaçlarını gerçekleştirmeyi sağlayabilecek her ortamı
değerlendirmeye çalıştılar. Adanın Osmanlılar tarafından 1878’de İngilizler’e geçici olarak
devri, 1907’de Churchill’in adayı ziyareti, 1914’de Adanın İngilizler’ce tek yanlı ilhakı, Birinci
Dünya Savaşı ve sonrasında yapılan Paris Barış Konferansı, Lozan’da İngiliz ilhakının Türkiye
tarafından hukuken kabulü gibi olaylar, Rumlar için bu hedei gerçekleştirme yolunda birer
basamak olarak kabul edildi. Bu olaylarda “muhtıra” vererek Enosis’i gerçekleştirme yoluna giden Rumlar, 1931 yılında İngiliz Yönetimi’ne isyan ederek bu düşüncelerini şiddete
dönüştürdüler. İsyan sonrasında amaçlarına ulaşamadıkları gibi, İngiliz Yönetiminin yoğun
baskısına maruz kaldılar ve 308 yıllık Türk dönemindeki hoşgörülü yönetimin özlemini duydular. İngiliz Yönetimi tarafından alınan sert tedbirler, ne yazık ki, isyankar Rumlarla birlikte
haksız bir şekilde aynen Türkler’e de uygulandı.
Anahtar Kelimeler: Megali İdea, Kıbrıs, Enosis, 1931 İsyanı.
CHANGE OF GREEK CYPRIOT’S ENOSIS REQUEST TO VIOLENCE,
IN CYPRUS; 1931 REVOLT;
-before and afterAbstract
Greek Cypriots, who had the national aim of making Cyprus a Greek Island by joining it with Greece (Enosis) by 1791-1796 with publishing the irst Megali Idea (Great Idea)
map, tried to use every chance to reach their aim.
Island’s transfer in 1878 from Ottoman’s to British, Churchill’s visit to the Island in
1907, British’s one sided annexation of the Island in 1914, First World War and afterwards;
Paris Peace Conference, Acceptance of British annexation by Turkey in Lozan. All these situations are accepted as stepping stones for the Greek Cypriots in reaching their aim.
Greek Cypriots, who tried to reach Enosis memoir, and revolt to British Government
in 1931, and change their idea to violence, After the rebel, they not only fail to reach their aims,
but also exposed to a pressure from British Government and dreamed for 308 years of lenient
Turkish Government. Unfortunately, the strict policies of British Government, also applied
to the innocent Turkish community as well as the Greek Cypriots.
Keywords: Megali Idea, Cyprus, Enosis, 1931 Revolt.
*
AAUM Öğretim Görevlisi; Doğu Akdeniz Üniversitesi (KKTC), (turgay.gokturk@emu.edu.tr).
335
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Turgay Bülent GÖKTÜRK
Giriş
“Rum-Yunan ikilisinin yüzyılı aşkın vizyonu, politikası ve eylemi şaşmaz bir şekilde
Kıbrıs’ı bir Yunan adası yapmak ve Girit misali Kıbrıs Türkleri’ni adadan, zaman içinde yok
etmek olarak özetlenebilir. Dünyanın bugünkü konjonktüründe Kıbrıs’ı Rumlaştırdıktan
sonra, ikinci bir Yunan Cumhuriyeti olarak korumak da Rum-Yunan ikilisinin vizyonuna
ters düşmeyecektir ve ilk hedef de budur”1.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf R.
Denktaş’ın bu sözleriyle özetlemiş olduğu Rum toplumunun, değişmez hedei,
vizyonu; Megali İdea (Büyük Ülkü) hedei çerçevesinde Kıbrıs’ın Yunanistan’a
bağlanmasını, ilhak edilmesini ifade eden Enosis’dir. Kelime anlamı ile “İlhak”
demek olan Enosis, ilk Megali İdea haritasının çizildiği 1791-1796 yıllarından beri
gündemde olan bir konudur. Bir anlamda Kıbrıs sorununun da bu tarihten itibaren varolduğu söylenebilir2. Yunan liderlerinin ve kiliselerinin de desteklediği,
kışkırttığı bu toplum, belirtilen hedefe ulaşmak için yemin etmiş, bu uğurda kendi
vatandaşlarının bile canına kıymayı göze almıştır3. Kilisenin bu amaçlarını ve eylemlerini gerçekleştirmek için Osmanlı İmparatorluğunun kendisine tanıdığı geniş
hoşgörüden yararlandığı da yadsınamaz bir gerçektir4.
Teselya, Epir, İyonya adaları ve Girit’in peşpeşe Osmanlı İmparatorluğundan
koparılıp Yunanistan’a bırakılmasıyla, Eski Bizans topraklarını “esaretten kurtarma”
ve “ Büyük Yunanistan’ı bu topraklarda kurma” emeline dayalı Megali İdea’nın oldukça kısa bir sürede gerçekleşmekte olduğunu gören Kıbrıs Rum Kilisesi ve liderRauf R. Denktaş, Milli Vizyon, İstanbul, 2008, s.13.
Sabahattin İsmail, 100 Soruda Kıbrıs Sorunu, Lefkoşa, 1992, s.12.
1931 ayaklanmasından sonra İngiliz Yönetimince kaldırılan Yasama Meclisi yerine, ayaklanmanın
öncüsü olarak kabul edilen kilise mensuplarının alınmadığı yeni bir Danışma Meclisi kurulacaktır.
Enosis’den vazgeçmeyen Rum fanatikler, bu kurulda görev alacak Rumları “Vatan Haini”
ilan ederler ve bu kurula seçilen eski Yasama Meclisi üyesi A. Triantaphyllides’i Ocak 1938’de
öldürürler. Cemalettin Ünlü, Kıbrıs’da Basın Olayı (1878-1981), Ankara, 1981, s.80.
1926-1932 yıllarında Kıbrıs Valiliği yapan Sır Ronald Storrs, anılarında; “Birçok Rum Başpiskoposu’nun
enosisçi aşırı uçların baskısıyla demeçler verdiğini, birden fazla başpiskopos’un bu aşırı uçların
veya takipçilerinin emellerine uymadığı için zehirlendiğini” belirtmektedir: Taçgey Debeş, Sır
Ronald Storrs’un Anıları (1926-1932), KKTC, 1993, s.40.
4
1754 yılında Padişahın yayınladığı bir fermanla, Başpiskopos, adanın ikinci politik ve nüfuzlu
kişisi olma hakkını kazanmıştı. Bu tarihten itibaren Başpiskopos’a “Ulusal Lider” anlamına gelen
“ETNARH” denmeye başlanmıştı. İsmail; a.g.e., s.10.
Konuyla ilgili bir başka örneği, Kavanin Meclisi’ndeki bir Rum Üyenin sözlerini, bir makalesinde eski
Lefkoşa Belediye Başkanı, Kavanin Meclisi Üyesi, Vatan Gazetesi (1911-1912 yılları) sahibi ve
başyazarı, Larnaka Kaza Mahkemesi Yargıçlığından emekli Bodamyalızade Mehmet Şevket Bey
anlatıyor: “Eğer Osmanlılar Ada’ya fetih tarihlerinden elli yıl sonra gelmiş olsalardı burada Rum Ortodoks adından eser kalmayacak, İtalya mezalimi ile doğrudan silinecekti.” 15 Nisan 1912 tarihli Vatan
gazetesinden aktaran; Harid Fedai, “Eski Basınımızdan”, Kıbrıs Gazetesi, Lefkoşa, 12 Eylül 1994.
1
2
3
336
Rumlar’ın Kıbrıs’taki Enosis İsteklerinin...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
leri, Kıbrıs’ın da aynı yöntemle mutlaka birgün Yunanistan’a ilhak edileceği inancı
ve hayaline kapıldılar. Zaten kiliselerde, okullarda Rum çocukları ve gençleri hep
bu ideal, bu emel doğrultusunda yetiştirilmekte5, milli düşüncelerini ve Helenizm
ülküsünü bu inanç içinde şekillendirmekteydiler6.
Rumlar, Ada’yla ilgili veya ilgisiz her siyasi olayı amaçlarına ulaşmak için
bir basamak, bir gerekçe olarak kullandılar. Bu kapsamda, 5 Kasım 1914’de, 1878
Kıbrıs Konvansiyonu’na aykırı şekilde, İngilizler’in Adayı tek yanlı bir kararla ilhak etme7 kararının açıklanması, Rumlar tarafından “Enosis’e giden yoldaki son engelin kalktığı” şeklinde yorumlanarak sevinçle karşılandı8. Bunun sonucu, Kıbrıs’ın
İngiltere’ye ilhakından itibaren Rumlar’ın Ada’nın Yunanistan’a bağlanması yolundaki çalışmaları ve entrikaları hız kazandı9.
Ardından, Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında İngiltere, bir hafta içinde
kendi yanında savaşa katılması ve Bulgaristan’a hücum etmesi koşuluyla, Kıbrıs’ı
Yunanistan’a vermeyi kabul ettiğini Yunan hükümetine bildirdi10. Ancak, Yunan
hükümeti, savaşa girmeyi kabul etmeyerek, bu teklii reddetti. İngilizler’in, koşullu
olarak Kıbrıs’ı Yunanistan’a verme önerisi, bu koşulun belirlenen kısa süre içerisinde
yerine getirilmemesi nedeniyle geri çekilmiş ve bir daha da yinelenmeyecek şekilde
ortadan kalkmıştı. Ancak Kıbrıslı Rumlar, İngiltere tarafından böyle bir önerinin
yapılmış olmasını, kendi emellerinin meşruluğunun resmen tanınması şeklinde
değerlendirerek propagandalarına devam ettiler.
İngiliz Yönetimi döneminde bu ve buna benzer gelişen tüm olayları
fırsat bilen Rum Toplumu, 1930’lu yıllara kadar Enosis isteklerini Ada Valiliğine,
5
6
7
8
9
10
Enosis ikrinin Rum çocuklarına nasıl aşılandığını bir Rum yazar olan Tenekides şöyle açıklıyor:
“Rum okulları Helen düşüncesini yaymak amacı ile kullanılıyordu. Rum öğretmenler çiçeklerle
çerçevelenmiş Yunanistan’la birleşmelerini temsil eden armağanları Vali’nin kasabaları ziyareti sırasında
verirken mızraklı bir alay gibi sıraya sokulan ögrenciler önceden öğretilmiş olan ‘Yaşasın enosis’ çığlıkları
atıyordu...”. Menter Şahinler, Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Siyaseti, Rumeli Kültür ve Dayanışma Derneği
yay., İstanbul, 1979, s.111.
Ahmet Gazioğlu, İngiliz Yönetiminde Kıbrıs II (1878-1952) Enosis Çemberinde Türkler, İstanbul, s.88.
Gazioğlu (II), a.g.e., s.s.127-128.
İngiliz yönetimi, o güne kadar Rumların ilhak taleplerini, 1878 muahedesini göstererek, Osmanlı
egemenliğinin adada devam ettiği, kendilerinin adayı geçici olarak yönettikleri mazeretine
sığınarak reddediyorlardı. Artık böyle bir mazeretin geçerliliği kalmadığını düşünen Rumlar,
Enosis’in yaklaştığını değerlendiriyorlardı.
Metin Çetin, Kıbrıs Cumhuriyeti ve Bir Liderin Doğuşu, Lefkoşa, 1955, s.4.
1926-1932 yıllarında, adada valilik yapan Sir Ronald Storrs, anılarında İngiliz teklii ile ilgili
şunları yazıyor: “1915 Kasımında (Balkanlarda) kritik bir durum ortaya çıkar. Asquith hükümeti o zaman
Avusturya işgali tehlikesiyle başbaşa olan Sırbistan’ın imdadına yetişmek için Kral Konstantin yönetimindeki Yunanistan’ı ikna etmeye çalışmaktadır. ... Bu esnada Kings College müdürü olup, ateşli bir ilhelen ve Venizelos’un da yakın bir dostu olan Ronald Burrows tarafından Yunan halkının ilgisini uyandırmak
amacıyla, ilginç bir teklif yapılır. Yüksek Komisere talimat verilerek adadaki başpiskopos ve Kavanin Meclisi Rum üyelerine Yunanistan’ın bizim yanımızda derhal savaşa katılması koşuluyla Kıbrıs’ı onlara devretmeye hazır olduğumuzu bildirecekti. Daha sonra başpiskopos ve birkaç ünlü Kıbrıslı bir İngiliz destroyerine bindirilip Atina’ya getirilecek ve bu duyuruyu bizzat başpiskopos yapacaktı. Buradan bir heyecan
kasırgasıyla meclise gidilecek, ya hükümet bu coşkuyla teklii kabul edecek veya Venizelos’un başa geçmesi
sağlanacaktı. İngiliz dışişleri öneriyi kabul etmiş, ancak bir opera gibi sunulmasını benimsememişti. Oysa
belki de başarı ancak bu yolla sağlanabilirdi. Bunun yerine Atina’da bulunan İngiliz Bakan tarafından öneri Yunan hükümetine sunulmuş, Fakat Kayzerin tehdit veya vaadleriyle inatçı bir tutum içinde olan Yunan
Başbakanı M Zaimis tarafından rededilmişti. Öneri daha sonra geri alındı. Bir daha da konu edilmedi.”:
Taçgey Debeş, a.g.e., s.s.21-22; Teklile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Gazioğlu (II), a.g.e., s.136.
337
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Turgay Bülent GÖKTÜRK
Londra’ya gönderdikleri heyetler aracılığı ile İngiliz Hükümetine veya Ada’ya gelen
İngiliz Hükümeti yetkililerine “muhtıra” sunarak yinelediler. Ancak her defasında
da olumsuz yanıt aldılar. Sonunda Ada’nın Yunanistan’a ilhakına yönelik olarak
1931 yılında, Rum Ortodoks Kilisesinin de desteği ile İngiliz Yönetimi’ne karşı iili
bir ayaklanma, isyan başlattılar11.
1931 İsyanı’nın Nedenleri (Oluşum Süreci)
Bu isyan hareketi, 1878 yılından beri devam eden ve Enosis’in gerçekleşmesini
hedef alan propagandaların, eylemlerin, girişimlerin ve kışkırtmaların bir sonucuydu. Bu dönem içerisinde gerek Yunanistan, gerekse Kıbrıs Rumları, Ada’nın
Yunanistan’a bağlanması için şiddetin dışında her çeşit yolu denemişlerdi12.
Bu yollar sonuç vermeyince, Kıbrıs’ta ilk şiddet denemesi olan bu hareketi
gerçekleştirdiler13. Herşeyden önemlisi bu hareket, Rumlar’ın Enosis emellerini
gerçekleştirmek veya Ada’da egemen olmak için tedhişe, teröre ve kanlı eylemlere
de başvurmaktan kaçınmayacakları ve bu yola başvurulması için içten ve dıştan
sürdürülen kışkırtmalara açık bir toplum olduğu gerçeğini somut şekilde ve açıkça
göstermektedir14. Tarih ve Rumlar, bu şekilde düşünenleri yanıltmamıştır.
Rumlar’ın Yunanistan’la birleşme istekleri ve bu maksatla gerçekleştirilen
1931 İsyanı’ndaki Yunanistan’ın ve İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesinin desteği
yadsınamaz bir olguydu. Bunu doğrulayan bir belge, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’ndan
Nisan 1931 tarihinde, Sömürgeler Bakanlığı’na gönderilen bir yazıydı. İngiltere’nin
Atina Büyükelçisi Ramsey’den alınan bilgileri aktaran bu yazıda, Yunanistan’ın
Kıbrıs’taki konsolosu M. Aleksander Kyrou’nun Yunanistan’da yayınlanan ve
Enosis destekçisi olduğu bilinen Hastis gazetesi ile olan ilişkileri ve dolayısıyla,
Yunanistan’ın Kıbrıs’taki olaylarla organik bağı olduğu, bildiriliyordu15. Kıbrıs’taki
dönemin İngiliz Valisi Sir Ronald Storrs da aynı konudaki endişelerini, 1930
yılından itibaren Londra’ya gönderdiği gizli mesajlarla dile getirdi. Storrs, yazmış
olduğu anı kitabında Kyrou ve yaptığı faaliyetler hakkındaki görüşlerini ayrıntılı
şekilde anlatıyor16; “M. Aleksander Kyrou’nun ailesi Atina’da ‘Ocak’ dergisinin de sahibiydi. Bir ara Yunan Dışişleri Bakanının özel sekreterliğini yapmış, bakan, hizmetlerinden
pek memnun olmayınca kendisini bir tepkiye sebebiyet vermemek için bu göreve atamıştı.
Adaya gelir gelmez ilk işi yıllarca yerleşmiş konsolosluğu, tüm gemi acentelerini ve diğer
konsoloslukların da merkezi olan Larnaka’dan, politik merkez olan Lefkoşa’ya taşımak
oldu. Bunun sebebi ‘yapılacak görüşmeleri kolaylaştırmak’ içindi. Orada derhal her türlü
dini, milli ve meclis kışkırtmacılığıyla yakın temas kurmayı başarır. Lefkoşa’da bir Mason balosunda daha önceden ayarlanmış bir şekilde ve İngiliz davetlilerin nefret ve hayret
bakışları arasında Yunan Milli Marşı okunur. Bu esnada Kyrou salona girip herkesi selam11
12
13
14
15
16
Nuri Çevikel, Kıbrıs’ta Osmanlı Mirası (1570-1960), İstanbul, 2006, s.340.
24 Kasım 1931 tarihli Hakimiyet-i Milliye Gazetesinde yayınlanan “Kıbrıs’ta Kargaşalıklar Arasında”
başlıklı yazıda, “Türkiye’nin bu adadan yararının, vergi karşılığı olarak her sene İngiltere’nin Türkiye
hazinesine ödediği maktu bir paradan ibaret olduğu, Yunanistan’a ilhak hevesinin, Kıbrıs Rumları’nda
ara sıra nükseden bir maraz şeklini aldığı belirtilmekte, İngiltere’nin para buhranı ve İngiliz Bahriyesinde
heyecanlı hadiselerin meydana geldiği sırada ayaklandıkları” vurgulanmaktadır.
Ünlü, a.g.e., s.75.
Gazioğlu (II), a.g.e., s.253.
Şükrü S. Gürel, Kıbrıs Tarihi 1878-1960, Kaynak Yay., Ankara, 1984, C.1, s.119.
Debeş, a.g.e., s.s.101-102.
338
Rumlar’ın Kıbrıs’taki Enosis İsteklerinin...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
lar. Bu olayı öğrenince derhal Dışişleri Bakanlığına bir rapor gönderip,Yunan hükümetine Bay
Kyrou’nun artık Kıbrıs’ta istenmeyen bir şahıs olduğunu bildirmelerini istedim. Lord Passield
bu görüşümü destekledi ve bakanlık da anlayışla karşıladı. Ancak harekete geçmek için daha fazla
detay isteğinde bulundular. Tekrar yazıp böyle Kıbrıslılar’la kan ilişkileri ve şahıs çıkarı
olabilen bir kimsenin Yunan Konsolosu olarak adada bulunmasının hiç istenmeyen bir
olay olduğunu bildirdim. Hükümete daha önce çok sadık bir azınlığa etki etmesine rağmen
yaptığım dilekçe sonucu, Türk Konsolosunun17 adadan uzaklaştırılmasında gösterdikleri
dakikliği hatırlattım. Oysa şu anki tehlikeler çok daha kötü idi. Uyarım, Kyrou’nun adada
kaldığı her gün İngiliz düşmanlığının artmasına sebep olduğu yolunda idi. Üçüncü kez
yaptığım dilekçe sonucu Atina’ya durum bildirilmiş ve Kyrou’nun atanmasının başından
beri yanlış olduğu kabullenilmişti. Bu arada Kyrou’nun transferi için dikkat çekmeyecek bir
fırsatın beklendiği bildirildi”. Vali Storrs’un bu uğraşlarına karşın, Konsolos Kyrou
ancak 22 Ekim 1931’de, isyan sırasında adadan gönderildi18. Kyrou’nun Kıbrıs’ta
bulunduğu dönemde bir kısım Yunanlı subayın Ada’da Enosis düşüncesiyle ilgili
direkt faaliyetlere giriştiği, Ağustos 1931’de üç Yunanlı subayın Ada’ya gelerek
Kyrou ve Başpiskopos ile görüştükleri, beraberlerinde getirdikleri bazı yayınları da
dağıttıkları bilinmektedir19.
Yunanistan bağlantılı faaliyetlerle ilgili olarak Vali Storrs’un anılarında
vurguladığı bazı bölümler, dikkatlerden kaçırılmamalıdır; “Okullarda açık bir İngiliz
düşmanlığı değil, fakat etkin bir Helenleştirme faaliyeti mevcuttu. Tüm Rum okullarında
‘Analitik Program’ denen Yunanistan’da hazırlanan ve Kıbrıs Eğitim Komisyonunun
onayladığı bir sistem kullanılıyordu. Atina’daki seçim encümeninin onayladığı kitaplar hariç
hiçbir yabancı kitap kullanımına izin verilmezdi. Her kazadaki Cimnasiumlar ve Öğretmen
Koleji, Yunan Eğitim Bakanlığı tarafından tanınır ve onların kural ve talimatları altında
faaliyet gösterirler. Sınıları İngiliz değil, Yunan Kralı Konstantin ve Kraliçe Sofhie’nin ve
Venizelos’un resimleri süsler, her tarafta Yunanistan’ın büyük, detaylı ve modern haritaları
göze çarpardı. Kıbrıs Haritası eğer mevcut ise, çok küçük, eski tarihli ve yıpranmış ve çoğu
zaman siyah tahtanın arkasına saklanmış gibiydi.”20.
Vali Storrs’un sözünü ettiği Türk Konsolos, ilk kez 1925 yılında Türkiye’den adaya konsolos olarak
gönderilen A. Asaf Bey’dir. 1927’de konsolosluk kapanınca Türkiye’ye dönmüş, 1928 yılında
konsolosluğun tekrar açılması üzerine ikinci kez adada konsolos olarak görevlendirilmiştir. Bu
kez de Ekim 1930’da yapılacak Yasama Meclisi seçimlerinde Evkafçılar’a karşı çıkan Atatürkçü
ve Türk ulusçuluğu yanlısı Halkçılar’ı desteklediğinden ötürü Baf’ta önceleri Atatürkçü bir Türk
ulusçuluğu akımına öncülük eden Halkçı Cephe’den olan ve sonradan Evkafçılar’a katılan Dr.
Eyyub (Eyüp Necmettin) tarafından Vali Vekili Henniker Heaton’a 30 Ağustos 1930 tarihli bir
mektup gönderilişinin ardından A. Asaf merkeze alınarak yerine Aralık ayı ortalarında Celal Bey
gönderildi. Bener Hakeri, “1878’den 1960’a Dek Kıbrıs Tarihi”, Kıbrıs Gazetesi, 16 Mayıs 2009.
Vali Storrs 7 Mayıs 1930’da Sömürgeler Bakanı Passield’e Asaf Bey’le ilgili gönderdiği mektubunda;
“Asaf Bey’in ilk konsolosluk yıllarında (1925-1927) daha yetenekli ve daha makul bir diplomat olarak,
Türkiye’ye göç etmek isteyen Kıbrıslı Türkler’in göç işlerini düzenlediğini, halbuki ikinci kez bu göreve
atanmasından sonra Türk milliyetçiliği propagandası yapmaya başladığını, buna karşı kendisinin Müslüman ahalinin ileri gelenlerini toplayıp bu konuda onları uyardığını, adada başlayan İngiliz aleyhtarı
kışkırtmalardan Türk Konsolosunun sorumlu olduğunu” bildiriyordu. FO 371/ 14584 /E 2903.
Vali Storrs anılarında Asaf Bey hakkında şunları yazıyor; “Her şeye rağmen şimdi dahi biraz sabır ve
anlayışla 3 Türk üyenin hükümetle birlikte oy kullanacağına güvendiğim sürece Meclis’i çalıştırmam
mümkün oluyordu. Fakat milliyetçi bir Kemalist olan Türk Konsolosu Asaf Bey sadık Türk çoğunluğu
içinde az da olsa aktif bir muhalefet oluşturmağı başarmıştı. Hemen Asaf Bey’in birkaç entrikasını öğrenmiş
ve bunu İngiltere’deki hükümete bildirip geri alınmasını sağlamıştım.” Debeş, a.g.e., s.98.
18
İzzet Öztoprak, “Kıbrıs’ta 1931 İsyanı ve Yankıları”, Kıbrıs Araştırmaları Dergisi, C.3, S.3, 1997, s.342.
19
Gürel, a.g.e., s.119.
20
Debeş, a.g.e., s.s.29-30.
17
339
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Turgay Bülent GÖKTÜRK
Ayrıca, aşağıda sunulan Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığının 29
Kasım 1931 tarihli yazısındaki;
“Kıbrıs’ın Yunanistan’a iltihakı hakkındaki son isyanla Fener Baş Papazlığının da
alakadar olduğu hakkında.
Yüksek başvekalete
Yunanistana iltihak maksadiyle Kıbrıs Rumlarının çıkardıkları son isyan hareketinde, aynı zamanda İstanbul’daki Rum Ortodoks Ruhani reisliğinin gizli faaliyetinin de müessir olduğu, aşağıya naklonulan malumattan istidlal olunmaktadır.
Atina’da senede bir defa intisar eden “Megas Engiglopedikos Kazamias” unvanlı
1931 senesine ait takvimin 24 üncü sahifesinde müneccim gibi daha evvel zuhurunu
bildirdiği hadisat meyanında bu sene Teşrinisani zarfında Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakına
dair bir hareketin vukua geleceğini ve bu meyanda on iki adanın da bu suretle ilhakına bir
numayiş yapılacağını yazmakla bu faaliyeti teyit etmekte ve ayni zamanda Atina’da muntesir
“Patris” gazetesinin 5 Teşrinisani 931 tarihli nüshasının birinci sahifesinde dercedilen bir
resimde Rum Ortodoks ruhani reisinden son en buyuk “Protosingelos” rutbei ruhaniyesine
irtika ettirilen Sinot azalarından Alaşehir metrepolidi Maksimos’un son Kıbrıs ihtilalini ihdas ve hareketi idare eden en mühim uzuvlardan milli sair Libertis ve Mustafa mebus Lanitis
ve Kıbrıs’ın Yunan konsolosu Aleksi Kiro ve belediye reisi haci Pavlo arasında fotoğrafının
bulunması son Kıbrıs isyanı ile fener başpapazlığının da alakadar olduğu kanaatina takviye
etmekte olduğunu arzeylerim efendim.
Dahiliye Vekili”21
ifadeleri, bu isyan hareketinin daha önceden planlandığını ve İstanbul’daki
Rum Ortodoks Ruhani Liderliği’nin de parmağı olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu belgeler, Kıbrıs Rumları’nın Yunanistan’la birlikte ne kadar kararlılıkla
ve bir o kadar da sabırla, Enosis ideali uğruna çaba gösterdiklerini açıklamaktadır22.
Bazı çevrelerin, 1931 İsyanı’nın temel nedenini ekonomik gerekçelere
dayandırdığı görülse de23, temelde yatan neden, Rum toplumunun ilkokul düzeyinden başlayarak uzun yıllar boyunca Ada’nın Yunanistan’a bağlanması konusunda
yetiştirilmiş olmasıdır. Aynı dönemde Ada’da İngiliz Valisi olarak görev yapan
Sir Ronald Storrs’un, 11 Şubat 1932’de isyanla ilgili olarak, Sömürgeler Bakanı’na
gönderdiği rapordaki ifadeleri, bu görüşümüzü, desteklemektedir; “Kasabalarda
Enosis hareketi, zaman süreci içinde ilerlemeye devam etti. Orta dereceli Rum okullarından
yetişen her mesleğe mensup yeni nesillere ve gençliğe, yönetime karşı sadakatsızlık aşılayan
ve onları bu yönde doktrine eden devamlı bir kampanya sebatla, özenle sürdürüldü. Kamu
21
22
23
BCA 030.10.109.727.4.
Vali Storrs’un Rum-Yunan ikilisinin Ada’daki kararlılığı ile ilgili olarak anılarında aktardığı
bir anektod, dikkat çekicidir; “Vali olarak Ada’ya atandığım zaman ilk yaptığım işler arasında Lefkoşa
Müzesini incelemek olmuştu. Katalogda bazı Fenike eser ve yazılarının mevcudiyetinden bahsediliyordu.
Bunlardan bazılarını Filistin’deki Yahudi Üniversitesi’ni ilgilendirir düşüncesiyle incelemek istedim. Fakat hiçbiri bulunamadı. Tüm Ada’da bu böyleydi. Rum çoğunluğun azmi Ada’da Yunan kökeninden başka
hiçbir ize yer vermeyecekti. Gerçekten de Yunan ırkçılığı, sadece Yahudi ırkçılığından biraz daha azdır.”
Debeş, a.g.e., s.s.33-34.
Adı geçen isyan sonrasında, İngiliz basını ve bazı etkili çevreler, isyanın nedeninin tamamen
ekonomik nedenler ve adanın İngiliz yönetimince 50 yıl ihmal edilmiş olmasına bağlamışlardır.
Gazioğlu (II), a.g.e., s.253.
340
Rumlar’ın Kıbrıs’taki Enosis İsteklerinin...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
hizmetleri ve hükümetin etkisiyle, etkinlik alanı dışındaki her alanda Rum Ortodoks toplumu, şu veya bu şekilde Yunanistan’a ilhak emeliyle ilişkiliydi. Özellikle sportif ve sosyal
klüpler bu Enosis hareketinin içindeydiler. İzcilik kurumu bu hareketin hedeiydi. Yunan
savaşlarında yer almış az sayıda bazı eski askerler, her fırsatta halkı ve özellikle öğrencileri
coşturan eylemlerde bulunmaktaydı. Enosis gösterilerinde, Ada’daki Yunan konsolosu,
hükümetinin tutumuna ters düşen kışkırtıcı bir davranış içindeydi”24. Storrs’un anılarında
da bu görüşü destekleyen bir çok örnek görmek mümkündür25.
1929 yılında başlayıp, 1931’e kadar devam eden büyük ekonomik bunalım,
kaçınılmaz bir şekilde Kıbrıs’ı da etkilemişti. Bu olumsuz koşulların üzerine, 1931
yılı bütçe tartışmalarında, yıllık bütçe açığını kapatmak için hükümetin ek gümrük vergisi koymak için girişimde bulunması, bardağı taşıran damla oldu. Bütçe
Komitesi’nin gümrük vergisini arttırmak yönündeki yasa tasarısı, 28 Nisan 1931
günü Meclis’te oylamaya sunulduğunda, Kıbrıslılar’ın Konseydeki temsilcileri
(Bunlar içinde bir Türk üye olarak, Lefkoşa-Girne kazaları Türk milletvekili Necati
Mısırlızade (Özkan)’ da bulunuyordu.) bu vergiyi reddettiler. Bir Türk üyenin de
Rum üyelerle birlikte oy vermesi26, valinin “ayırt edici oy” hakkını kullanmasını
engellemiş oldu27. Necati Bey, Rum üyelerle birlikte oy verince, bir oy farkla tasarı
reddedildi.
Gümrük Vergisi Yasa Tasarısı’nın meclis’te reddedilmesi üzerine, Valinin
teklii ile İngiliz hükümeti, 11 Ağustos 1931’de bir “Order in Council” (Kraliyet Konsey
Kararı) çıkararak valiye ek vergi toplama yetkisi verdi. 9 Eylül’de bu kararın Ada’da
açıklanmasından sonra, Ada yönetimine karşı oluşan direniş süreci de keskinleşerek
24
25
26
27
CO 883/8, cmd 4045 (1932), paragraf 11.
Bu örneklerden birinde Storrs şunları anlatıyor; “Bana gerçekten izcilik faaliyeti gösteren tek bölge
Baf’mış gibi geliyor. Diğerleri atletizm gibi özel günlerde yürüyüşler yapar, ya da Adayı dolaşarak Yunan Kızılhaçı ve Yunan Hava Kuvvetleri yararına para toplarlardı. ‘ Yunan İzci Teşkilatı’ adlı resmi bir
esere göre tüm Kıbrıslı Rum İzciler, Yunan Tüzüğüne bağlı olup, direktif ve yetkilerini ondan alırlar ve
Yunan Eğitim Bakanlığına aidat öderlerdi. Bu tüzüğün II. Maddesi ‘ Anavatana ve Devletin Kanunlarına
Bağlılık’ı içeriyordu. Bayrakları Aziz George’un bayrağı olup, mavi zemin üzerine beyaz bir haçtan
oluşurdu. Ortasında ise izci arması olurdu. Her çeşit Patriotizm (Latince patriot kelimesinden gelen
sözcük. vatanseverlik anlamına gelir. Ancak milliyetçilik değildir. Daha çok toprak ve sınır temeline dayanan radikal tutuculuktur. T.B.G.) konusunda kademeli eğitim görürdü. Önce Yunan bayrağına saygı
öğretilir, ‘ En eski çağlardan beri Yunan bayrağı tarihi’, ‘Yunan Milletinin Anayasası’, ‘Devletin askeri
ve politik yapısı ve vatandaşlık görevleri’ konularında dersler alınırdı. Her izci Yunan milli marşını ezbere
bilmek zorundaydı.” Debeş, a.g.e., s.s.30-31.
Vali Storrs, anılarında bu konuya kendi bakış açısıyla şu şekilde değiniyor: “1931 bütçesini dengelemek için çok sıkı ekonomik tedbirlere rağmen eğer çok kısıtlı olan Reserve Fonuna dokunmak istenmiyorsa ilave gelir bulmak zorunda kalınmıştı. Resmi görevlilerden üç Rum ve bir Türk’ten oluşan karma
bir komisyonu bu soruna çare bulmak için atadım. Devlet maaşçılarının gelirlerine vergi ve bazı gümrük
değişikliklerinin yapılmasını önerdi bu komisyon. Oy birliği ile alınan bu kararları kabullenip gümrük
tarifesindeki değişikliği kanun tasarısı halinde meclise sundum. Tasarı Rum çoğunluk tarafından reddedildi. Bunlar arasında tasarıyı bizzat hazırlayanlardan biri de vardı. Diğer Rum üye, bir yolsuzluk
iddası ile meclisteki yerini kaybetmişti. Oylama günü tüm Rum üyeler birlik halinde red oyu kullandılar.
Onüçüncü Rum olarak sayılan ve 1880’lerin liberalizmini elinde tutan zavallı Türk üye de maalesef ırkının
ezeli düşmanlarıyla birlikte oy kullanmıştı.” Debeş., a.g.e., s.s.30-31. Storrs, ‘Orientation’ adlı anı
kitabının 590. sayfasında Necati Bey hakkında, Yasama Meclisindeki “Onüçüncü Rum” ifadesini
kullanmaktadır. Ayrıca aynı kitapta, “Küçük Türk”, “Saman çöpünden Adam” gibi aşağılayıcı nitelemelerde de bulunmaktadır. Gazioğlu (II), a.g.e., s.251.
Vali, ayırt edici oy hakkını, ancak lehte ve aleyhteki oylar eşit olunca kullanabilirdi. O da hükümetin atadığı resmi üyelerle 3 Türk üyenin hepsinin de birlikte Rum üyelere karşı oylarını
birleştirmeleriyle gerçekleşebilirdi. Gazioğlu (II), a.g.e., s.255.
341
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Turgay Bülent GÖKTÜRK
hız kazandı. Kıbrıs’taki Yasama Meclisi tarafından reddedilen bir yasa tasarısının,
Londra’da hazırlanan Kraliyet Konseyi Kararı olarak Kıbrıs Halkı’na dışarıdan
dayatılması, bir başka ifade ile meclis’teki halk iradesinin çiğnenmesi28, yıllardan
beri mevcut yönetime baş kaldırmak ve ulusal amaçlarını gerçekleştirmek için uygun ortamı kollayan Rumlar için de yeterli bir gerekçe oluşturmuştu.
11 Eylül’de Kitium Piskoposu ve Yasama Meclisi üyesi Nikodemos Milonas,
Limasol’da yaptığı konuşmada, Kıbrıs halkını İngiliz Yönetimi’ne vergi ödemekten kaçınmaya ve kokuşmuş İngilizler’i Ada’dan çıkarmaya çağırarak isyanın ilk
işaretlerini verdi. Milonas, ertesi gün de Meclisin Rum üyelerini Trodos dağlarındaki
piskoposluğun dinlenme merkezi Saita’da toplantıya çağırarak, bir manifesto
hazırlığına girişti. Vali Storrs, o günleri şöyle anlatıyor; “Eylül ortalarında Piskopos,
Rum Meclis üyelerini İngiliz parlamentosunda yapılan bir konuşmayı ve son Order in
Council’i değerlendirmek için gizli toplantıya çağırır. Genel olarak bilinip basında da yer
alan bir habere göre Rum üyeler Milli Komitenin de onayladığı takdirde topluma fazla vergi
ödememeyi ve İngiliz mallarını protesto etmeyi resmen çağrıda bulunma kararı almıştı. Milli
Komite29, milliyetçi bir kuruluş olup, Kıbrıs Ortodoks Kilisesinin desteğinde idi. İki hafta
sonra meclis ve bu milli komite üyeleri Lefkoşa’da başpiskoposlukta toplanıp bu karar üzerinde kesin bir hükme varmayı amaçlıyordu. Hemen ayrılıklar çıktı. Rum üyeler bir yıl önce
pek pahalıya satın aldıkları meclis koltuklarından kolay kolay istifa etmek istemiyorlardı.
Neticede toplantı iyaskoyla kapanır. Bu şekilde neticesiz üç toplantı daha yapılır... Milli
liderlerin bir karara varamaması, İngiliz eşyaları boykotunun tutarsızlığı ve kendi yıllık vergilerini peşinen ödemiş olmaları onları gülünç bir durumda bırakmıştı. Maalesef aşağıya
tırmanacak merdivenleri yoktu. Bu gülünç durumla ilgileri olmadığını ispatlama azminde
olan ve yenilgiyi sezen milli komite üyeleri işgal ettikleri görevler için herhangi bir şey ödemediklerinden istifa ederler”30.
Vali Storrs’un sözünü ettiği üç toplantı, 10, 11 ve 17 Ekim tarihlerinde gerçekleştirildi. 17 Ekim’de yapılan toplantıda Kitium piskoposu Milonas,
hazırladığı manifestoyu okuyarak diğer üyelerin de bunu onaylamasını istedi. Üyeler manifestoda yazılanları kabul etmekle birlikte, bir hafta sonra yeniden toplanarak konuların tekrar müzakere edilmesi ve belirlenecek bir tarihte hep beraber
istifa edilmesi konusunda görüş birliğine vardılar. Bir oldu bitti yaratma peşinde
olan Milonas, 17 Ekim toplantısının ertesi günü, milli örgüte mensup Kıbrıslı Rum
eylemciler ve rahiplerle birlikte “Ulusal Radikalistler Birliği”ni kurdu ve Phaneromeni
kilisesi önderliğinde31, diğer meclis üyelerinin bilgisi dışında, kendi hazırladığı
manifestoyu32 açıkladı. Bu manifestoyla birlikte, Vali Storrs’a gönderdiği, Yasama
Ünlü İngiliz Tarihçisi Arnold Toynbee, bu konuda şu yorumu yapıyor. “İngiliz tarihine vakıf olanlar için, Kıbrıs Yasama Meclisi’nin reddettiği bir tasarıyı, Kraliyet konseyi Kararı şeklinde dayatmanın bir
ay sonra Ada’da geniş çaplı, yaygın ayaklanmalara yol açması bir sürpriz oluşturmamaktadır.” Arnold
Toynbee, ‘Cyprus, British Empire and Greece’, Survey of Internatinol Affairs, 1931, s.381.
29
Milli Komite: 1922 yılında kurdukları Rum Milli Meclisine bağlı olarak oluşturulan bir örgüttür. Ulusal Örgüt olarak da adlandırılır. Yunanistan’a ilhakı gerçekleştirmek için ‘ her kuvvete
ve vasıtaya başvurmak’ kararını uygulamaya koyma kararını verdikleri, Vali Storrs’un 11 Şubat
1932’de Sömürgeler Bakanına yazdığı raporun 8. paragrafında belirtilmektedir. Örgüt Başkanlığını
başpiskopos, ilçe başkanlıklarını da piskoposlar üstlenmiştir. Gazioğlu (II), a.g.e., s.254.
30
Debeş, a.g.e., s.s.105-106.
31
Mustafa Haşim Altan, Kıbrıs’ta Rumlaştırma Hareketleri, Milli Arşiv Yay. No:1, KKTC, 2000, s.71.
32
Manifesto’nun içeriği şu şekildeydi:
“53 yıllık İngiliz işgali en açık şekilde kanıtladı ki,
28
342
Rumlar’ın Kıbrıs’taki Enosis İsteklerinin...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Meclisi’nden istifa ettiğini ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını ilan etiklerini bildiren mektubu33 da basına dağıttı. Aynı gün de Larnaka’da halka hitaben yaptığı
konuşmada; “Bu ülkenin yararı için ülkede uygulanan yasalara saygılı olmamalıyız.
İngiltere’nin bir donanması var diye korkmayınız. Hepimiz ilhak için çaba göstermeli ve
gerekirse bu uğurda kanımızı akıtmalıyız.”34 diyerek isyan meşalesini ateşledi ve bu
isyanın ekonomik nedenlerle değil, ilhak amaçlı olduğunu da doğrulamış oldu.
İsyanın Gerçekleşmesi
Limasol meclis üyesi N. K. Lanitis’in 20 Ekim’de Limasol’da organize ettiği
ve Milonas’ın halka hitabını amaçlayan toplantı, ertesi gün Lefkoşa’da başlayacak
olan isyanın da ilk kıvılcımını oluşturdu. Vali Storrs bu olay hakkında anılarında
şunları söylüyor: “Kitium Piskoposu Milonas, ayın yirmisinde Limasol’u ziyaret edip,
istifa sebeplerini izah eder. Halkı toplamak için kilise çanları çalınır ve Yunan bayrağıyla
sarılı otomobil ve kortej ağır bir şekilde ilerleyerek piskoposu karşılar. Okul çocukları da dahil
üçbin kişilik kalabalık topluca stadyuma giderler. Piskopos önce orada, sonra şehirde başka
bir gruba ve ertesi gün bir köy kilisesindeki kalabalığa konuşmalar yapar”35.
Milonas, önce stadyumda, daha sonra da Enosis adlı spor klübünün balkonunda yaptığı konuşmalarda36 “Tanrı ve halk adına, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını ve
ahlaksız, yüz kızartıcı, rezil bir rejimin yasa dışı kanunlarına uyulmaması, itaat edilmemesi
gerektiğini ilan ediyorum.... Her Kıbrıslı Rumu özveri yoluna çağırıyorum. Ulusal duyguları
tam ve tahsilli bir halk olduğumuzu ve Helen bayrağı altında özgürce yaşamak istediğimizi
yabancı yöneticilere göstermek zamanı gelmiştir. Rezil ve yüz kızartıcı rejim kahrolsun!
İlhak çok yaşasın!”37 ifadeleriyle halka hitabederek yönetimle arasındaki köprüleri tamamen atmış oldu. Vali Storss’a göre, aslında bu konuşmalar halk üzerinde
yeterli heyecanı yaratmamıştı ve halk, yaklaşan tehlikeli olaylardan henüz habersiza) Köleleştirilmiş halklar tiranların duygularına hitaben dualarla, yalvarma, yakarma ve rica ile kölelikten kurtulup, hürriyete kavuşamaz.
b) Tiranlara yanıt, onlara saygı göstermeyerek karşı koymak ve azametle, gururla davranmaktır.
c) Her yönden kurtuluşumuz, ulusal özgürlüğümüzle mümkün olabilir.
Gideceğimiz tek yol vardır. Bu yol dardır, acılarla doludur, fakat kurtuluşa götüren yoldur. Günün ışığı
içinde ilhak bayrağını çekecek ve bu bayrağın altında tek vücut halinde birleşip tüm ayrılıklarımızı bir
yana bırakacak ve ulusal kurtuluşa kavuşup anavatan Yunanistan ile birleşmek için her türlü özveride
bulunup her vasıtaya başvuracağız. Misolongi ve Arkadi katliamları karşısında büyük ve başarılı
kahramanlıklar göstermiş bir ırkın çocukları olarak bizi zaferin başarı zirvelerine ulaştıracak olan yolumuzda duraklamayalım.” George Hill, A Hıstory of Cyprus, C.4, Cambridge, Cambridge University
Press, 1952, s.546.
33
Milonas’ın valiye gönderdiği mektup şunları içeriyordu; “Bir meclis üyesi olarak, Kral George’a
sadakat andı içtim. Bir din adamı ve ulusal bir lider olarak, bugün, Kral George’un zorunlu olarak tebası
bulunan Kıbrıslılar’a, çiğnenen insan haklarımızın dikte ettiği itaatsizliği ve boyun eğmemeyi tavsiye etmeyi zorunlu saymaktayım. Bundan böyle, her yere giderek vatandaşlarıma, gayrimeşru otoritenin yasal
olmayan kanunlarına karşı yasa dışı bir direniş göstermeleri için çağrı yapmak görevim olacaktır. Kıbrıs’ın
anavatan Yunanistan’a ilhakını ilan ediyoruz ve bu kararın erken zamanda uygulanabilmesi için insanın
yapabileceği her şeyi yapacağımızı, Tanrının ve adaletin de kaba kuvvete karşı bu haklı mücadelede bizi
destekleyeceğine güvenerek ilan ediyoruz.” Gazioğlu (II), a.g.e., s.257.
34
[Cmd 4045 (1932), paragraf 10] Gazioğlu (II), a.g.e., s.s.256, 271.
35
Debeş, a.g.e., s.107.
36
Gazioğlu (II), a.g.e., s.257.
37
Storrs’un Sömürgeler Bakanına gönderdiği 20 Şubat 1931 tarihli raporun 4 nolu eki.; Gazioğlu
(II), a.g.e., 257; Hill, a.g.e., s.547 ve aynı sayfada 1 Nolu dipnot.
343
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Turgay Bülent GÖKTÜRK
di.38 Ancak, toplantıyı organize eden Lanitis, milliyetçilik yarışında öne geçmek için
bu olayları, 21 Ekim’de abartılı bir telgrala, Lefkoşa’daki Rum Milli Meclisi Ulusal
Örgütü’nün sekreteri Ahilleas Emilyanidis’e bildirdi. “Çok büyük ve coşkulu kalabalığa
karşı yapılan konuşmalarda, kasaba halkının bugüne kadar rastlanılmayan bir coşku ve
övgü ile karşılık verdiği” gibi abartıları içeren bu telgraf haberinin Lefkoşa’da Rum
toplumu arasında hızla yayılması üzerine, istifa etmek için zamanın henüz erken
olduğunu düşünen Yasama Meclisi’nin diğer sekiz Rum üyesi, kilise ve aşırı milliyetçi Rum örgütlerinin de desteklediği bu hareket karşısında zor duruma düşerek
meclis üyeliğinden istifa etmek zorunda kaldılar.
Sekreter Emilyanidis, 21 Ekim 1931 günü, Lanitis’ten gelen telgrafı
çoğaltarak kulüplere dağıttı. Halkın Ticaret Kulübü binasının önünde toplanması
için yapılan çağrı sonucunda üçbin kişiden fazla Rum, binanın önünde toplandı.
Bu arada Yasama Meclisi’nden istifa eden Rum üyelerden birkaçı burada yaptıkları
konuşmalarda, valinin ertesi günü tatil maksadıyla adadan ayrılıp İngiltere’ye
gideceğini söyleyince, kalabalıktan “Vali Konağına, ....Vali Konağına” sesleri yükselmeye başladı. Lefkoşa’da Phaneromeni kilisesinin başpapazı olan Dionisos Kikkotis
de, elindeki Yunan bayrağını sallayarak ihtilal ilan etti. Kalabalık halk topluluğu,
kendilerine önderlik eden papazlar ve gençlerin peşine takılarak yürüyüşe geçti ve
Vali Konağının önüne geldi39.
Vali Storrs, anılarında gözüdönmüş kalabalığın Vali Konağı önündeki
durumlarını şu sözlerle ifade ediyor: “Akşam yemeği için giyinirken Maltalı stenografer
bana karışık bir kalabalığın hükümet konağına doğru yaklaştığını bildirdi. Derhal Koloni
Müsteşar Vekiline ve Lefkoşa Komiserine telefon edip, on dakika içinde yanımda olmalarını
sağladım.... Bu arada giderek artan birkaç bin kişi Hükümet Konağı önünde birikmiş vaziyette idi. Bahçe kapısı falan yoktu. Limasol toplantısı ve telgraftan haberimiz olmadığı
için karışıklığın sebebini bilmiyorduk. Bu arada güneş batmış ve akşam olmuştu... Polis
komutanının bir anda toplayabildiği sekiz atlı ve oniki coplu yaya polis40, atların ürkmesiyle halkı coşkuya getirmiş, taş ve deynek hücumuna uğramışlardı. Liderler, halkı yararak
konağın balkonuna yanaşmış, polisle karşı karşıya idiler. Sürekli alkış, bağrışma ve Enosis
sesleri yükseliyordu.”41
Lefkoşa kaymakamı (komiser), polis komutanı ve Sömürge Müsteşarı
göstericilerin liderleriyle konuşarak, ortalığı yatıştırmaya çalıştılar ve sakin olurlarsa valinin kendileriyle görüşebileceğini bildirdiler. Ancak bu bildirimler,
kalabalığın gürültüsü arasında kayboldu. Hatta Meclis üyeliğinden istifa eden üyelerden Feodotu, “Vali bizi görmeyi reddediyor” diye bağırarak kalabalığı galeyana
getirdi. Bunun üzerine konağın camları taşlandı ve birkaç gösterici binanın üstüne
tırmanarak Konağın damına Yunan bayrağını çekti. Gelişen olaylar karşısında polis merkezinden takviye olarak istenilen önce 40 kişilik, ardından 22 kişilik polis
gücü de yetersiz kaldı. Konağın ön kapısı ve pencerelerini kıran göstericiler içeriye
girdiler. Can ve mal güvenliği kalmadığını gören polis müfettişi ateş açmak için
38
39
40
41
Debeş, a.g.e., s.107.
Kypros Tofallis, A History of Cyprus, London, 2002, s.s.93-97; Gazioğlu (II), a.g.e., s.258.
1931 yılında adadaki polis gücü 762 kişiydi. Bunların yarıya yakını Türk, diğerleri Rum’du.
Ayrıca: 4 İngiliz, 8 Türk ve 10 Rum’dan oluşan 18 polis subayı, 8’i Türk, 6’sı Rum 14 Başçavuş, 10
Rum ve 10 Türk çavuş ve 10 Türk, 23 Rum onbaşı görev yapıyordu: Gazioğlu (II), a.g.e., s.271.
Debeş, a.g.e., s.109.
344
Rumlar’ın Kıbrıs’taki Enosis İsteklerinin...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Lefkoşa Kaymakamı’ndan izin istedi. Ancak, kalabalığın önünde öğrenciler olduğu
gerekçesiyle, bu izin verilmedi. Hareketlerine polisten yeterli tepki görmeyen
göstericiler, bundan cesaret alarak Sömürge Müsteşar Vekili’nin aracı ile takviye
polis gücünün dört aracından üçünü yaktılar. Ardından Vali Konağı’nın kırılan
pencerelerinden içeriye ucu tutuşturulmuş odun çubukları atmaya başladılar. Taş
atmaya da devam ederek polislerin bina dışına çıkmasını engellediler. Konağın
ateşe verileceği yadsınamaz bir hal alınca, Lefkoşa Kaymakamı ateş emrini verdi.
Önce boru çalınarak gösteri yasası (İsyan yasası) Rumca okundu ve ateş açılacağı
uyarısı yapıldı. Boru uyarısını duyan göstericiler, biraz geri çekildiler. Ancak,
ateş açılmayınca tekrar binaya yaklaşıp, yanan odun parçalarını binanın içine atmaya başladılar. Bunun üzerine tekrar boru çalındı ve 12 polis, kalabalığın bacak
kısımlarını hedef alarak ateş açtı. Kalabalık paniğe kapılarak kaçmaya, polis de
takibe başladı. Açılan ateş sonucu yedi gösterici yaralandı, bunlardan biri hayatını
kaybetti. Bu arada konakta perdelerin yanmasıyla başlayan yangın, bütün binayı
sardı ve ahşap bina birkaç dakika içinde kül oldu. Vali Storrs ve memurlarının sağ
olarak kurtulduğu yangın, saat 23.00’de binanın tamamen yanmasıyla sona erdi.
Ancak, Lefkoşa’nın Rum kesiminde gösteriler sabaha kadar devam etti42.
Göstericilerin elinden canını zor kurtaran Vali Storrs, ilk önlem olarak
Mısır’daki İngiliz askeri komutanından uçakla acil takviye kuvvet, Akdeniz’deki
İngiliz donanması komutanı’ndan da uçak gemisi veya kruvazör gönderilmesi talebinde bulundu. Ayrıca, İngiliz Sömürgeler Bakanı’na da telgraf çekerek gelişen durum hakkında bilgi verdi. Ada’daki önlemler kapsamında da, Telgraf Dairesi’nin
dışarıya gönderdiği tüm telgralara sansür maksadıyla alıkonulması, gün batımından
gün doğumuna kadar halkın sokağa çıkmaması, beş kişiden fazla kimsenin bir araya
gelmemesi, ateşli silah bulundurulmaması ve taşınmaması talimatı verildi. Kıbrıs’taki
yaşamın artık eskisi gibi olmayacağının önemli bir işareti olarak da Yasama Meclisi ve
okullar kapatıldı ve normal iş hayatı geçici olarak durduruldu43.
Alınan tüm önlemlere karşın Rumlar, Kıbrıs’ın birçok yerinde taşkınlıklara,
kalkışma, kırma-dökme ve yakma eylemlerine devam ettiler. 22 Ekim günü Larnaka,
Magosa ve Limasol’da taşkınlıklar yapıldı. Limasol’da Kitium Piskoposu’nun
halkı kışkırtıcı konuşmasının ardından bir grup, İngiliz askerlerine gıda malzemesi yükleyen araçları engellemeye çalıştı. Bu gelişmeyi Vali’ye bildiren telgrafı
çekerek bisikletiyle evine dönmekte olan İngiliz Kaza Komiseri’nin (Kaymakam)
peşine takılan kalabalık bir grup, ‘Enosis’ sloganları atarak binaya saldırdılar. Eşi, 12
yaşındaki kızı ve iki hizmetçisi ile birlikte çaresiz kalan komiser, kalabalığa seslenerek onları yatıştırmak istedi. Ancak binayı taşlayan, pencereleri kıran, elektrik tellerini kesen gözü dönmüş kalabalık, benzin dökerek evin arka kapısını ateşe verdi.
Binadaki yangın büyümeye başlayınca Komiser, ön kapıdan ailesiyle birlikte sahile
koşarak, bir sandalla bölgeden uzaklaştı. Bina tamamen yandı. Yangın yerine gelmekte
olan bir polis aracı da yolda göstericiler tarafından yakıldı. Aynı gün Lefkoşa’da da
kilise çanları çalınarak toplanan altı bin kişi, resmi binaları taşladı.
Vali Storss’un talep ettiği takviye kuvvetler44, 23-26 Ekim tarihlerinde
42
43
44
Debeş, a.g.e., s.110; Gazioğlu (II), a.g.e., s.259-260; Öztoprak. a.g.m., s.318.
Gazioğlu (II), a.g.e., s.260.
Gazioğlu (II), a.g.e., s.261; Vali Storrs, olaylar ve alınan önlemlerle ilgili olarak anılarında şunları
anlatıyor: “Gerek olayların cereyan ettiği, gerekse onu takip eden günlerde Koloniler Bakanlığının tam
345
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Turgay Bülent GÖKTÜRK
Ada’ya geldi. London adlı savaş gemisi Larnaka’ya, Colombo savaş gemisi Magosa’ya,
Shropshire savaş gemisi de Limasol’a demirledi. London’daki askerlerden 200’ü
Limasol’a, 100’ü de Larnaka’ya takviye olarak gönderildi. Bunlarla beraber Ada’ya
gönderilen üç destroyerle birlikte Ada’nın tüm limanları kontrol altına alınmış oldu.
Savaş gemileri ve takviye kuvvetlerin gelmesine karşın, olaylar 24 Ekim’de
Baf, Lefkoşa ve Larnaka’da değişik şekillerde devam etti. Olayların elebaşılarını
tutuklamadan eylemlerin sona ermeyeceğini anlayan Vali Storss, İngiltere’nin de
onayını alarak tutuklama eylemini başlattı: “Kitium piskoposu ve diğer elebaşılar serbest
kaldığı sürece daha kötü olayların çıkması mümkündü. Suçluluklarında hiç şüphe yoktu,
ancak bunu ispatlayacak yasal delil bulmak da oldukça güç olabilirdi. Tutuklandıkları takdirde taraftarları hapishaneyi basmakla tehdit ediyorlardı ki bu da muhakkak kanlı çatışma
demekti. Neticede bunları savunma kanunuyla adadan sürmeyi kararlaştırdım. Hedeleri
tespit edilinceye kadar tümü bir savaş gemisinde kalacaklardı.... Hiç şüphesiz gece, ertesi gün yapacakları haince planları düşünerek uyumuşlardı. Bu arada ordu ve polis çok
dikkatli bir plan hazırlamıştı. Küçük gruplar halinde polis ve askerler piskopos ve diğer
politikacıların evlerini çevreleyip sabaha karşı teker teker hepsini tutuklatıp, Limasol ve
Larnaka limanlarında demirli London ve Shropshire gemilerine götürmüşlerdi.... Kitium
piskoposu, Shropshire zırhlısında bazı subayların acıma duygularını kabartmıştı. Papazlık
başlığının içinde piskoposluk mücevherlerini gizlemiş, bunlar ortaya çıkınca da biçare papaz bir viski soda istemişti.”45 Valinin anılarında bu şekilde anlattığı tutuklamaların
duyulması üzerine, özellikle Kitium piskoposu’nun tutuklandığı ve Shropshire
zırhlısında tutulduğu Limasol’da ve Lefkoşa’da, piskoposluk binalarında toplanan
halk, gösteriler yaptı ve polisle çatıştı. Her iki olayda da birer gösterici öldü.
24 Ekim günü Girne Piskoposu’nun Lefkoşa’ya gitmek istemesi yeni olaylara
ortam yarattı. Bunun kışkırtıcı bir olay olabileceği gerekçesiyle resmi makamların izin
vermemesine rağmen Lefkoşa’ya giden ve şehre girişine güvenlik güçleri tarafından
izin verilmeyen piskopos, Girne’ye döner dönmez kilise’deki ayinde halkı kışkırtıcı
bir konuşma yaptı; “Lefkoşa’ya gittim, ama şehre girişim süngülerle engellendi. Burası
bir Rum ülkesidir ve Yunanistan’a verilmelidir. İngilizler despot ve kötü insanlardır. Ben
şimdi Yunan bayrağını olması gereken yere çekeceğim.”46 diyerek, kendisini takip eden
kalabalıkla birlikte hükümet binalarının olduğu yere geldi. Direğe çekili bulunan
İngiliz bayrağını indirerek yerine Yunan bayrağını çekti. İngiliz bayrağı da göstericiler tarafından parçalandı.Olay yerine gelen Girne Komiseri, halkı sakinleştirici bir
konuşma yaparak dağılmalarını istedi ve Yunan bayrağını indirerek tekrar İngiliz
bayrağını direğe çekti. Girne’deki olaylar gün boyu ve gece, çevre köylerden gelen
45
46
desteğini görmüştüm. Bakanlık bana bu durumlarda alışılmış direktiler göndermeyi uygun görmemiş,
yaptığım önerilerin büyük çoğunluğu ve genel politikamı onaylamıştı. Kyrou’nun Diplomatik görevi
bitirilip, derhal Ada’dan atılmış, Kıbrıs veya herhangibir kraliyet yer ve kolonisine resmi giriş hakkını süresiz ve tamamıyle kaybetmişti. Yasama Meclisi feshedilmiş ve elli mil ötede beşbin ayak yükseklikteki Trodos
dağlarında kamplı yüz asker ve üç subay derhal merkeze çağrılmıştı. Askeri ve hava desteği için başvuruda
bulunup, iç güvenlik kurallarını uygulamaya başladım. İlk üç gün durum oldukça kritikti. Genç liderler ve
elebaşılar zalimce davranıyor, Lefkoşa’yla adeta rekabet ediyorlardı. Limasol’da isyancılar, Komiser, karısı,
oniki yaşındaki kızları ve iki hizmetkarlarının içerde olduklarını bildikleri halde evlerini işgal etmiş ve
petrolle ateşe vermişlerdi. Kraliyet donanmasının London ve Shropshire gemileri ve üç destroyer vardıkları
zaman limanları emniyete almışlardı. Uçakla gelen bir başka taburla da askeri komutan artık başka yardım
önerilerini geri çevirmek zorunda kalıyordu.”: Debeş., a.g.e., s.111.
Sir Ronald Storss, Orientations, London, 1937, s.598; Debeş. a.g.e., s.s.111-112.
Gazioğlu (II), a.g.e., s.263.
346
Rumlar’ın Kıbrıs’taki Enosis İsteklerinin...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Rumlar’ın da katılımıyla devam etti. Buradaki olaylarda da polisle çatışma sırasında
bir gösterici öldü. Bu olaylara neden olan Girne piskoposu ve iki elebaşı, diğer altı
kişi gibi sürülmek üzere tutuklandı ve savaş gemilerine gönderildi47.
24 ve 25 Ekim günlerinde olayların yoğun olduğu yer Mağusa’ydı. 24
Ekim’de sekiz bin kişinin katıldığı bir mitingde, halkı kışkırtıcı bir konuşma yapan
kişi, yine bir din adamı, bölge başpapazı Arhimandrit oldu. 25 Ekim’de Colombo
Kruvazörü, Mağusa limanına demirledi ve karaya takviye asker çıkardı. Akşama
doğru göstericiler tarafından Maraş polis karakolu basıldı ve tahrip edildi. Buradaki
gösterilerde de bir gösterici Rum öldü.
29 Ekim tarihine kadar birçok köyde bu tarz gösteri ve sabotaj eylemleri
devam etti. Ortadoğu’daki İngiliz Ordu Karargahı’ndan Ada’ya gönderilen birkaç
savaş uçağı, isyan hareketlerine karışan köyler üzerinde uyarı uçuşu yaptı. Ekim
sonuna kadar hükümet, durumu tamamiyle kontrol altına aldı.
Bununla birlikte, 29 Ekim’de Selanik’teki İngiliz Konsolosluğu önünde,
birkaç yüz Yunanlı’nın Kıbrıslı Rumlar’ı destekleyen gösteriler yaptıklarını,
Türkiye’nin Selanik Konsolosluğu’nun bilgisine dayanarak, Dışişleri Bakanlığının
Başbakanlığa yazdığı, aşağıda sunulan 9 Kasım 1931 tarihli yazıdan öğreniyoruz;
“Ankara ... II/ ... 193I Hulasa Kıbrıs hadisaıtı münasebetile Selanik İngiliz konsoloshanesi önünde yapılan nümayiş hakkında
Yüksek Başvekalete
29/10/931 günü, öyle üstü, milli irkaya mensup birkaç yüz kişinin Selanik İngiliz
Konsoloshanesi önüne iki defa gelerek Kıbrıs Rumları lehine numayişte bulunduğu, mahiyeti meseleyi bilmeyen İngiliz Konsolosu’nun balkona çıktığı lakin derhal içeriye kaçtığı,
numayişçilerin ise her iki defasında da polis ve jandarma kuvvetleri marifetile dağıtılmış
olduğu mahalli mezkur Konsolosluğumuzdan bildirilmiştir. Arz olunur efendim Hazretleri.
Hariciye Vekili N.”48
İsyan Sonrası Tedbirler ve Tepkiler
Vali Storrs’a göre o dönemde Kıbrıs’taki toplam köy sayısı 670 idi. Bunların
72’si tamamıyle Türk’tü. Tamamıyla Rum ve Türk-Rum karışımı olan toplam 598
köyden 389’u olaylara hiçbir şekilde karışmamışlardı. Yaklaşık yetmiş köyde resmi
bina ve tesise zarar vermişlerdi49. Dolayısıyla Lefkoşa, Limasol, Larnaka, Mağusa,
Girne ve Baf gibi kasabalarla birlikte 209 köy, bu isyan hareketine iilen katılmıştı.
Yine Storss’a göre, olaylar sırasında güvenlik kuvetlerinin açtığı ateş sonucu,
isyancılardan altı kişi öldü, otuz kişi yaralandı, polisin de yaralı sayısı otuzsekiz idi50.
47
48
49
50
Storrs, tutuklamalarla ilgili olarak şunları anlatıyor; “Haklı olarak elliiki yıllık toleranslı yönetimimizden sonra benim bu tutuklama işine cesaret edemeyeceğim ve taraftarların taşkınlıklarından çekineceğime
inanılıyordu. Bu ani karar şoku dizginleri ele alıp, kritik bir zamanda kararlar verebilmemi sağladı. Düzenin
bir an önce sağlanması gerekiyordu. Ancak bunun için uygulanan tutuklamalar, mahkemeler ve hapisler,
sokağa çıkma yasakları ve sansürler tabiatiyle oldukça nahoş olaylardı.”: Debeş. a.g.e., s.113.
BCA 030.10.254.712.44.
Debeş., a.g.e., s.115.
A.g.e., s.113; Gazioğlu’nun kitabında ölü sayısının on olduğu, Yaralı 38 polisten 15’nin Rum,
347
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Turgay Bülent GÖKTÜRK
İngiliz Sömürgeler Bakanının 30 Ekim’de Valiye gönderdiği telgraftaki,
“Şimdi ve ileride herhangi bir kargaşaya olanak tanınmayacağını göstermek için, ayaklanmaya önayak olanlara karşı alacağınız tüm önlemleri tam olarak desteklemekteyim. Yürürlükteki anayasanın sağladığı hürriyetler, sadakati olmayan politikacılar tarafından kötüye
kullanılmıştır. Bu nedenle, Majeste Kraliçe Hükümeti, seninle işbirliği içinde, Ada’nın
anayasal geleceğini tekrar gözden geçirmek zorundadır.”51 ifadeleri, Kıbrıs’taki sosyal ve
siyasi yaşamın artık eskisi gibi olmayacağının habercisiydi.
Öncelikle, isyanın elebaşıları olarak tutuklanan ve İngiliz zırhlılarında tutulan 10 kişi, yaşam boyu sürgün cezası çekmek üzere, 3 Kasım tarihinde İngiltere
ve Cibraltar’a gönderildiler. Verilen cezanın kararı, hükümet bildirisi olarak yerel
basında yayımlandı52. Ayrıca, ikibin kişi ayaklanma sırasında işledikleri suçlardan
dolayı mahkemeye çıkarılarak cezalandırıldılar.
Bu arada, Ada’ya geldiği günden itibaren kışkırtıcı faaliyetlerde bulunan
ve açık şekilde Enosis amacı için çalışan Yunan Konsolosu Aleksi Kyrou, bir daha
İngiliz İmparatorluğu’nun hiçbir yerinde görev yapmasına olanak tanınmaması
koşuluyla ‘istenmeyen adam’ (persona non grata) ilan edildi ve Yunan hükümetince
geri çekildi53.
Ardından, “13 Kasım’da yürürlüğe giren ve Yasama Meclisi’nin kaldırılarak54, yasa
koymayla ilgili tüm yetkilerin valiye verildiğini” belirten Kraliyet Konseyi Kararı (Order in
Council)55 yayınlandı. Bu kararın yayınlanması ve kararın Türkçeye tercüme edilmiş
durumunun bilgisi, Kıbrıs Türk Konsolosluğu’nun yazısına dayanılarak Türkiye
Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığınca, Başbakanlığa şu şekilde bildirildi;
“Kıbrıs isyanı hakkında Yüksek Başvekalete
22.11.1931 tarih ve 23153/688 numaralı tezkereye zeyildir:
Kıbrıs Meclisi kavaninin 13/11/1931 tarihinde lağvolunduğu ve hükümet
51
52
53
54
55
23’ünün Türk olduğu belirtilmektedir. Gazioğlu (II), a.g.e., s.266.
Gazioğlu (II), a.g.e., s.265.
“Sürgüne gönderilen on kişinin kimlikleri; 1. Nikodemus Milanos (Kitium Piskoposu), 2. George Hacıpavlu
(İstifa eden Yasama Meclisi Üyesi), 3. Dionisos Kikkotis (Ulusal Radikalistler Birliği Üyesi), 4. Teofanis
Çangarides , 5. Tepfanis Feodotu (İstifa eden Yasama Meclisi Üyesi), 6. Teodoros Kolokassides (Gazeteci),
7. Makarios Miriantheus (Girne Piskoposu), 8.Valitiotis (Komünist Partisi Lideri),9. Savvas Loizides, 10.
Kostas Skeleas.” Gazioğlu (II), a.g.e., s.266.
Babası Kıbrıslı bir Rum olan konsolos Kyrou, daha sonraki yıllarda bir Yunan diplomatı olarak
görevine devam etmiş, 1950’lerde Yunanistan’ın BM Başdelegeliğini yapmıştır. Gazioğlu (II),
a.g.e., s.s.266-271; Aleksis Kyrou, 21 Eylül 1953 yılgününde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun
439’uncu oturumunda; Grek başdelegesi olarak Kıbrıs’ı söz konusu etmiş ve “Kıbrıs halkının Rum
çoğunluğunun, Kıbrıs’ın Gırekistan’a birleşmesini istediğini” belirtmiş, “bu meseleyi kendi deyişi ile ‘dost
ve mütteik’ İngiliz hükümetiyle görüşerek halletme kararında olduğunu, bu yönde bir sonuç alınmazsa,
mahkemeye (Birleşmiş Milletler’e) başvurabileceklerini” söylemiştir: Vehbi Zeki Serter, Kıbrıs Türk
Mücadele Tarihi, C.1, Lefkoşa, 1973, s.50.
Kaldırılan Yasama Meclisi yerine, 1933 yılında, valinin tavsiyelerini dinleyip dinlememekte serbest olduğu Danışma Meclisi kuruldu. İcraat Meclisi üyeleri ile her yıl cemaat arasından, fakat
hükümet tarafından seçilen üyeler tarafından oluşturuluyordu. Önce 5 kişi olan meclisin üyelerinin 4’ü Rum, biri Türk’tü. Daha sonra, memur olmayan halktan seçilen üye sayısı bir artırılarak
altıya yükseltildi: Ahmet Gazioğlu, İngiliz İdaresinde Kıbrıs (1878-1960) I, Statü ve Anayasa Meselesi,
İstanbul, 1960, s.s.63-64.
Kıbrıs Türk Konsolosluğu’nca 13 Kasım olarak bildirilen Yasama Meclisinin kaldırılma tarihi,
Şükrü Gürel’in kitabında 9 Kasım 1931 olarak belirtilmektedir: Gürel, a.g.e., s.142, dip not 214.
348
Rumlar’ın Kıbrıs’taki Enosis İsteklerinin...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
tarafından neşrolunan evamir mukarreratın yeni bir nizamname ile tevhit edildiği Kıbrıs
Konsolosluğumuzdan isar olunmaktadır.
Bu hususta hükümetin resmi gazetesi olan The Cyprus Gazette’in fevkalade
nüshasında intisar eden fermanın bir sureti mutercemesi ile ahiren neşrolunan Nizamnamenin türkçe bir nüshası merbuten Yüksek makamlarına arz ve takdim kılınmıştır efendim.
Hariciye Vekili
13 Teşrinisani 1931 tarihli ve 2176 numaralı Kıbrıs Ceridei Resmiyesi nüshai fevkaladesinin tercümesidir.
Zati Hz.Kralı tarafından istar edilen fermanların tasdike iktiran edip bunlar mucibince Meclisi Kavaninin ilga ve kanun yapmak selahiyetinin Valiye bahşedildiğinin berayi
malumatı umumiye ilanını Zati Hz. Vilayetpenahı emreyler.
Bu Fermanlar tedbiri acile olarak telakki edilmelidir. Kıbrıs müstakbel kanunu esasisi meselesinin hepsinin bundan sonra tahdi teemmüle alınması icap edecektir. Fermanlar,
usulu vechile temhir edildikten sonra mevkii meriyete vaz’edileceklerdir.”56
Vali Sir Ronald Storrs, Kraliyet Konseyi Kararı’nın kendisine verdiği geniş
yetkilere dayanarak, 1 Aralık 1931 tarihinde üç yasa çıkardı. Bunların ilki, “bayrak”
yasasıydı. Buna göre konsolosluklar dışında yabancı bayrakların izinsiz kullanımı
ve sergilenmesi yasaklandı. İkincisi, “kilise ve çanları” yasasıydı ki, kilise çanlarının
topluma heyecan getirmesi amacıyla kullanılmasına izin vermiyordu. Bir diğer yasa
ise, “köy yöneticileri” yasasıydı. Bu yasa ile köy yöneticilerinin (muhtarlarının) atama
yetkisi valiye verildi. Böylece Türk döneminin uyguladığı “millet” sistemine dayalı
özerklik ortadan kaldırıldı ve muhtarların köy halkı tarafından seçilmesi yöntemi
son buldu.57 Storrs’un adı geçen üç yasayla ilgili yorumu; “...Olaylar kanıtlamıştı
ki, pek çok köy muhtarı köyde kanun ve asayişin işleyişine, kayıt ve vergi toplanmasının
karışmasına izin vermiş, görevlerine ihanet etmişlerdi. Aynı şekilde Yunan bayrağı, asayişin
bozulmasına sebep olmuş, kilise çanları ise düzensiz başıbozukları şiddete davet etme işareti
olmuştu. Neticede gerekli kanunlar geçirilmiş, muhtarların bundan böyle seçimle değil,
hükümet atamasıyla işbaşına gelmeleri sağlanmıştır. Aynı suretle, hükümet lisansı olmadan
Yunan bayrağı sergilemek ve kaza komiserinin izni olmadan kilise çanlarını çalmak yasak
edilmişti...... Kilise ve çanları kanunu, çanların kalabalık toplamak için çalınmasını men ediyordu. Yoksa bunların normal gayeleri olan okul çacuklarını toplamak, zamanı bildirmek için
çalınmasına izin vardı. Fakat altı kasabadan beşinde ve köylerin yüzde yirmisinde çanlar bir
süre hiç çalmadı. Bu sessizliğe Kıbrıs sempatizanları (ve hatta bu yasayı çıkartanların bazıları
dahi) ‘tarihi bir açıdan’ bakıyor ve ‘Hristiyan rayanın Müslüman fatihlere baş eğmesi’ gibi
yorumluyor olmuştu. Gerçek şuydu ki, başpiskopos tüm köylere haberciler gönderip kilise
çanlarının çalınmasını yasakladığını bildirmişti. Bundan umulan gaye Kıbrıslılar’ı etkilemekten ziyade, Ortodoks ülkelerinde ve belki de Londra’da kilisenin baskı altında tutulduğu
izlenimini uyandırma ümidi idi.”58 şeklindeydi.
21 Aralık’ta çıkarılan “Tazminat Vergisi Yasası”, olaylar sırasında oluşan
zararın bunu yapanlarca ödenmesini veya aynen yerine getirilmesini, bir başka
56
57
58
BCA 030.10.234.577.15.
Öztoprak, a.g.m., s.s.329-330; Gazioğlu (II), a.g.e., s.266.
Debeş, a.g.e., s.s.119-120.
349
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Turgay Bülent GÖKTÜRK
ifadeyle zarar görmüş mal ve mülkün suçlu köy ve kasabalardan karşılanmasını
amaçlıyordu. Bu yasaya uygun olarak sorumluların ödemesi için saptanan zarar
miktarı, 34.315 sterlin olarak belirlendi. En büyük para cezası, Lefkoşa Belediyesine
kesilmiş ve 20.000 sterlin ödemesi emredilmişti59.
İngiliz yönetimince alınan diğer tedbirler şunlardı; Siyasi partiler dağıtıldı,
her türlü yürüyüş, toplantı ve siyaset yasak edildi. Basına sansür koyuldu. Türk ve
Yunan tarihinin okullarda okutulmasına son verildi60. Milli kahramanların resimlerinin duvarlara asılması ve bulundurulması yasaklandı61.
Storrs’un anılarındaki açıklamalarla, çıkarılan yasaların ve alınan önlemlerin hedef kitlesinin, İngiliz yönetimine başkaldıran, adada günlerce anarşi ve terör
ortamı yaratan ve hükümet binalarını yakıp yıkan Rum toplumu olduğu düşüncesi
yaratılsa da62 uygulamada, isyanla hiçbir ilgisi olmayan ve İngiliz yönetimine
bağlılık içerisinde yaşayan Türk toplumu’na da haksız şekilde aynen uygulamaya koyulduğu, baskı altına alındığı ve bu tarihe kadar elde ettiği kazanımlarının
birçoğunu kaybettiği, Anavatanından da yeterli ilgiyi görmediği için lidersiz kaldığı
ve zaman zaman umutsuzluğa düştüğü63 yadsınamaz bir gerçektir.
1931 Rum ayaklanmasının Basın’a yansıması koyu bir sansür şeklinde
oldu. Artık Ada’da basın özgür değildi. Yeni bir gazetenin yayınlanabilmesi için,
yayına başlamadan önce bir ‘Teminat Akçası’nın yatırılması zorunluluğu getirildi.
Sözkonusu teminat yatırılmadan yayına başlayan gazetenin yayını derhal durdurulacak ve adli işlem yapılacaktı. Gazetelere bir yıllık çalışmalarını idari makamlara
bir rapor şeklinde bildirme, hükümetin yayınladığı her tebliği kesinlikle ve ücretsiz
olarak yayınlama zorunluluğu getirildi. Bir suç olasılığı karşısında zincirleme sorumluluk sistemi oluşturuldu. Buna göre, gazete sahibinden, sorumlu müdürden,
gazeteyi basan teknisyenden, gazete dağıtıcısına kadar çeşitli sorumluluk ve cezalar getirildi. Yayınları ile halkı korkuya düşüren, tahrik edici ve yanlış haberler
yayınlayan gazetelerin kapatılması için hükümete yetki verildi. Basına getirilen bu
kısıtlamalar nedeniyle, Kıbrıs’ta özellikle Türk basınında uzun bir sessizlik dönemine
girildi. İsyan hareketinden sonra çıkarılan 26/1934 sayılı basın yasası adeta bir sömürge yasası şeklindeydi ve artık Kıbrıs’ta gazete çıkarmak veya kapatmak Sömürge
Müsteşarı’nın yetkisine bırakılmıştı. Bu baskıcı yasalara direnemeyen birçok gazete
kapanmak zorunda kaldı. Basındaki sessizlik süreci, 1942 yılında Dr. Fazıl Küçük’ün
59
60
61
62
63
Gazioğlu (II), a.g.e., s.266. ; Öztoprak, a.g.m., s.330.; Debeş, a.g.e., s.119.
Gazioğlu (I), a.g.e., s.37.
Gürel, a.g.e., s.147; Hill, a.g.e., s.s.546-552.
Kıbrıs Türk Konsolosluğunun Türkiye’ye gönderdiği raporda, “...Hükümet tarafından neşrolunan
5/11/1931 tarihli beyannamede isyandan mütevellit zarar ve ziyanın tazmini için memurlar müstesna
olmak üzere, Rumlardan cizye tarhedileceği ve tarzı tahsilin de bilahare yapılacak bir kanun ile tevzih ve
tayin kılınacağı ilan edilmiştir.” İfadelerinden de anlaşalacağı gibi, Türk toplumu, isyan sonrası
kendilerine bir zarar gelmeyeceği düşüncesini taşımaktadırlar: BCA 030.10.234.577.11.
Türk toplumunun düştüğü umutsuzluğu, 19 Ağustos 1933 tarihli Masum Millet Gazetesinde Con
Rıfat şöyle anlatıyor: “İçtimai dertlerimizi senelerden beri devamlı neşredip çareler tahrir eylediğimizi
Türkiye matbuatı bildiği halde alaka göstermemeleri bizleri çok mahzun ediyor ve şikayet etmek artık
hakkımız oluyor..... Rum vatan kardaşlarımızın mesail-i milliyetlerinde bütün Yunanistan, Mısır ve hatta
Amerika matbuatı alakadar oluyorlar... Vaziyetimiz acı ve vahimdir, tedrici eriyoruz.... Korkarız ki pek
yakında kendilerine maddeten bar olmağa ve rahatsız etmeye mecbur olacağız.”: Harid Fedai, Kıbrıs’ta
Masum Millet Olayı, KKTC Turizm ve Kültür Bakanlığı Yay.,İstanbul, 1986, s.s.175-177.
350
Rumlar’ın Kıbrıs’taki Enosis İsteklerinin...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
“Halkın Sesi” Gazetesini çıkarmasına64, sansür ise, II. Dünya Savaşı sonunda, 1947
yılında yeni basın yasası çıkarılana kadar devam etti65.
1931 sonrası baskı döneminin en etkili olduğu alanlardan birisi de hiç
şüphesiz eğitim alanıydı. Özellikle Türk Toplumu bu konuda büyük sıkıntılarla
karşı karşıya geldi. Kıbrıs Davasında, Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Başkanı
sıfatıyla büyük hizmetler ve savaşımlar vermiş bulunan Faiz Kaymak, bu konuda
özetle şunları ifade ediyor: “ İngilizler Ada’yı ‘illiberal’ yasalarla yönetmeye başladı. Okullar için de sıkı denetim uygulayarak ‘kitapsız eğitim’ kuralı yarattı. Milli marş söylenmesini
yasaklayarak, öğrencilere İngiliz Kral Marşını söyletmeyi buyurdu. Okullara milli bayrak
çekilmesini önleyerek, İngiliz bayrağını çektirdi. Büyüklerin resimlerini duvarlardan indirtti. Daha nice sıkı denetimle ‘milli duyguları öldürtmek’ politikasına alabildiğine girişti. Ne
var ki, bu sıkı denetim, Rumlar’dan çok, Türkler’e uygulandı. Hükümete her dönem ‘sadakat’ göstermiş bulunan zayıf Türk toplumunu, kabile reisleri gibisine yönetilen bir zümre
durumuna getirdi... Türk Lisesinin adını ‘İslam Lisesi’ olarak değiştirdi.”66
1931 isyanını bahane eden İngiliz yönetimi, Türk maarif sisteminde köklü
değişiklikler yaptı. Rum Tali Okulları, Rum halkı arasından Vali’nin tayin edeceği dokuz kişilik bir komisyon tarafından yönetildiği halde, Türk Tali Okulları, Türk Evkaf
Murahhası ile Vali’nin tayin edeceği diğer iki kişiden oluşan üç kişilik bir komisyonun
yönetimine bırakıldı67. Bu yeni oluşum Türk Toplumunun ileri gelenleri tarafından
protesto edildi. Avukat Fadıl Korkut, Birlik Gazetesinde yayınlanan makalesinde tepkisini, “Bu kanun bizi, okul idaresinde iktidarı olmayan bir cemaat menzilesine düşürmüş
oluyor. Acaba hükümet, üçyüz sene bir memleketi idare etmiş olan biz Türkler’i iki okul idare
edemeyecek kadar aciz mi sanıyor?... Kıbrıs Türkleri, binlerce seneden beri Asya’nın ve hatta
Avrupa ve Afrika’nın hiçbir yerinde medeniyet eserleri bırakmış olan tarihi bir milletin ve
Ada’da üçyüz sene hüküm sürmüş ve bu müddet zarfında yabancı cemaatlerin okullarına hürriyet bahşeylemiş olan dünkü hakimlerin torunlarıdır.”68 sözleriyle dile getirdi.
Sömürge Yönetimi 1935 yılında yeni bir maarif kanunu çıkardı. Bu kanuna
göre; Okul kitapları hükümet tarafından tespit edilecek, Maarif Encümen Üyeleri
ile kaza komisyonlarının üyeleri hükümet tarafından tayin edilecek, maarif vergilerinin kontrolü tamamen hükümetin elinde olacak, Maarif Encümeni istişari bir
organ haline sokulacak, bunlara ilaveten de maarif giderlerini karşılamak üzere
Türkler’in arazi vergileri arttırılacaktı69.
1933 yılına kadar Maarif Encümeni tarafından yapılmakta olan müfredatın
tespiti yetkisi de, bu kanunla hükümete geçti. Bu yetkiye dayanarak Maarif İdaresi,
ilkokullar için 1935-1936 öğretim yılında yeni bir müfredat hazırlayarak uygulamaya koydu. Bunun sonucunda Türkiye’den getirtilen okul kitaplarının okutulması
64
65
66
67
68
69
İsmail Bozkurt, “Kıbrıs’ın Tarihine Kısa Bir Bakış”, İrfan Kaya Güler, Ertan Efegil, Avrupa Birliği
Kıskacında Kıbrıs Meselesi (Bugünü ve Yarını), Ankara, 2001, s.13.
“Hakikat Gazetesi baskılara karşı koyamadı, kapandı. Masum Millet Gazetesi iki kez kapatıldı. Sorumlusu
Mehmet Rıfat (Jon Rıfat) hapsedildi. Haber, Ses, Vakit Gazeteleri bu baskı döneminin derin izlerini taşıdı.”:
Ünlü, a.g.e., s.s.79-80.
Faiz Kaymak, Kıbrıs Türkler’i Bu Duruma Nasıl Düştü?, İstanbul, 1968, s.9.
M. Ali Galip Alçıtepe, “İngiliz Sömürge Yönetimine Karşı Kıbrıs Türkleri’nin Milli Eğitim
Alanında Verdikleri Mücadele Üzerine Bir Çalışma”, Üçüncü Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi,
Gazimağusa, KKTC, 13-17 Kasım 2000 (yayıma haz.: İsmail Bozkurt), s.380.
Fadıl Korkut (Avukat), “Okullarımız”, Birlik, 21 Ocak 1987, KKTC Milli Arşiv ve Araştırma Dairesi.
Ali Süha, “Kıbrıs’ta Türk Maarii”, Milletlerarası Birinci Kıbrıs Tetkikleri Kongresi, Ankara, 1971, s.226.
351
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Turgay Bülent GÖKTÜRK
yasak edildi70. Kıbrıs’ta sadece alfabe ile okuma kitabı hazırlatılabildiğinden geri kalan dersler için “kitapsız öğretim”e gidildi. Bu uygulamanın amacı da, Anavatan’dan
getirilen ders kitaplarının dahi okutulmasını yasaklayarak, Türk çocuklarının Türkiye
Cumhuriyeti ve tarihini öğrenmelerini engellemekti71.
İngiliz yönetiminin 1931 sonrası aldığı önlemlerin ve kısıtlamaların, isyanı
gerçekleştiren Rumlar gibi, Rumlar’ın tüm teşviklerine72 rağmen hiçbir olumsuzluğa
karışmayan Türk toplumuna da uygulanması, kendi vatandaşlarınca bile hakkaniyete uygun bulunmadı. Bu konuda İngiliz yazar Nancy Crawshaw; “Bu tarihten
itibaren Türkler’le hükümet arasındaki ilişkiler, eski, geleneksel bir Türk ailesinden gelen
atanmış bir memur73 tarafından yönetilmeye başlandı. Bu tür kişiler, her ne kadar da çok
saygın ve güvenilir idiyseler de bir bütün olarak toplumdan kopuktular ve Türkiye’de devrim hareketinin çağdaşlaşma (modernleşme) sürecine yabancıydılar. Bu nedenle, Atatürk’ün
dini, sosyal ve hukuki reformları Kıbrıs’a geç ulaşmış ve Kıbrıs Türk Toplumu’nun genel
ilerleyişi geri kalmıştı.”74 şeklindeki yazısıyla, bu uygulamayı eleştirdi ve bu durumun,
seçilmiş temsilcileri aracılığıyla Türklerin seslerini duyurmalarını engellediğini, bu
haktan yoksun bıraktığını belirtti.
İsyana katılmayan, Enosis’e karşı olan ve genelde ilhak karşısında sömürge yönetimini tercih eden Türk toplumu, doğal olarak isyana katılanların
cezalandırılmaları zorunluluğuna inanıyorlardı. Bununla ilgili olarak, 4 Kasım
1931 tarihinde, Hakikat Gazetesinde yayınlanan “Şayan-ı Esef Vakalar” başlıklı bir
makalede şöyle denilmekteydi: “Kıbrıs Rumları... nihayet taşkınlığı isyan derecesine
vardırdılar.... Hükümet tüm acil önlemleri almış ve asayiş bir dereceye kadar aide edilmiş ise
de, yıllardan beri memleketi için için kemiren ve en nihayet buhranlı bir safhasına giren bu
husursuzluğun artık kesin suretle tedavisi zamanının geldiğine inanıyoruz”75.
Kıbrıs Türkleri, bununla birlikte, isyandaki tarafsızlıkları nedeniyle kendilerinin de ödüllendirileceklerini düşündüler. Kıbrıs Konsolosluğunun raporunda;
“Müslümanların sükünet ve bitaralığı İngilizler’in nazarı dikkatinden kaçmamıştır. Bunun neticesi olarak öteden beri reddedilen umuru diniye ve harsiyelerine ait bazı metaliplerinin isaf edileceği hükümet tarafından ihsas edilmektedir.”76 ifadeleri bu düşünceleri
açıklamaktadır. Oysa, İngiliz yönetimi bu isyanı fırsat bilerek, Kıbrıs Türk Toplumu
arasında gelişmekte olan Kemalist Türk Milliyetçiliğini de kontrol altına almayı
70
71
72
73
74
75
76
Süha, a.g.m., s.226.
Alçıtepe, a.g.m., s.382.
Kıbrıs’taki isyan hareketi ile ilgili olarak Kıbrıs Türk Konsolosluğunun 26 Ekim ve 5 Kasım 1931
tarihlerinde gönderdiği raporlara dayanılarak Dıişleri Bakanlığınca Başbakanlığa yazılan yazıda,
İsyanın oluşumu ile ilgili ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Burada özellikle dikkati çeken bölüm ise,
Türklerin Rumlarla birlikte hareket etmediklerini belirten ifadelerdir: “İsyan esnasında müslüman
ahali heryerde seyirci kalmış ve Rumların ellerinde Türk bayrakları olduğu halde (Gazi Mustafa Kemal
Hazretleri de bizimle beraberdir.) diye bağırarak dolaşmalarına, itaatsizliğe teşvik ve beraber olduklarını
göstermeye çalışmalarına rağmen Türkler, hükümeti mahalliyeye itaatten ayrılmamıştır. Bu hususta Kavanin Meclisi azasından Necati Bey tarafından müslümanlara hitaben bir beyanname neşredilmiştir.”:
BCA 030.10.234.577.11.
Sözü edilen memur, Yasama meclisinin kaldırılmasından sonra kurulan Danışma Meclisinin tek
Türk üyesi olarak İngiliz Yönetimince atanan Mehmet Münir’dir.
Nancy Crawshaw, The Cyprus Revolt- An Account of the Struggle for Union with Greece, London:
Boston: G. Allen, 1978, s.43.
“Şayan-ı Esef Vakalar”, Hakikat, 4 Kasım 1931 tarihli sayısı
BCA 030.10.234.577.11.
352
Rumlar’ın Kıbrıs’taki Enosis İsteklerinin...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
hedeledi. İsyandan hemen önce, 1 Mayıs 1931’de Lefkoşa’da toplanan Milli Kongre77,
Kemalist ve sömürge karşıtı Türk milliyetçiliğinin gelişim ivmesi olmuştu. Kongreyi
toplayan Türk aydınları, sömürge yönetimine karşı mücadele verererek, gaspedilen
toplumsal haklarını elde etme kararındaydılar78. İngilizler ise, Rumlar gibi Türkler
arasında da milliyetçilik akımlarının başlamasını istemiyorlardı. Zira, Türkler’i
Rumlara karşı bir denge unsuru olarak kullanmak varken, her iki halkın da milliyetçilik akımları içinde direnişe geçmesi sömürge yönetimini zor duruma sokabilirdi79.
Bu nedenle, isyan sonrası alınan tedbirler ve kısıtlamalar, Türk toplumunun adadaki
örgütlü mücadele gücünü de bu şekilde uzun bir zaman için tırpanlamış oldu.
Bu dönemde, Kıbrıs Türkleri ile İngiliz yönetimi arasında, özellikle okulların
yönetimi, Müftülük, Şer’iye Mahkemeleri ve Evkala ilgili konularda derin görüş
ayrılıkları oluşmuştu. Toplumun ileri gelenlerinin sömürge yöneticileri ile bir çok engellemeleri aşarak yaptıkları görüşmelerde de sorunlara yeterli ilgi gösterilmiyordu.
Bu bağlamda dönemin toplum ileri gelenlerinden Avukat Fadıl Niyazi Korkut’un
anılarında belirttiği, 1933 yılında Ada Valisi ile yaptığı görüşmeye ait notlar, konuya
açıklık getirmesi bakımından önem arzetmektedir: “...Bu isyandan sonra memlekette
sıkıyönetim ilan edilmişti ve o zamana kadar yürürlükte olan haif meşrutiyet kaldırıldı ve bu
arada Kavanin Meclisi ve Belediye Meclisleri lağvedildi. Bu suretle Cemaat Davalarımız da,
eskiden daha kötü bir hale düşmüş oldu. 1933’de Kıbrıs Valiliğine Sir Stubbs adında bir zat
gelmişti. Nisan 1933 içerisinde İngiltere Sömürgeler Bakanı da adaya gelmiş bulunuyordu.
Bu fırsattan faydalanmak ümidi ile biz, Kongremiz Heyeti sıfatıyla Vali’ye müracaat ettik ve
Bakanla görüşmemize delalet etmesini rica ettik. Vali, kendi el yazısıyla ve imzasıyla yazmış
olduğu 16 Nisan 1933 tarihli mektubunda, ‘Bakan Kıbrıs’ta bulunduğu sırada hiçbir heyeti kabul etmeyeceğini bildirmiş olduğundan dolayı, istediğimiz mülakatın olamayacağını’
bildiriyordu. Bakan gittikten sonra Vali’nin kendisinden mülakat istedik. Vali bizi Kongre
Heyeti olarak değil, fert olarak kabul etti. Arkadaşlar, heyetin sözcüsü olarak beni seçmişlerdi.
Mülakat, saat dokuzdan bire kadar devam etti80. ... Bu konuşmamda davalarımızı etralıca
anlattım... Şeriye Mahkemelerinin istiklali talebimizi anlatırken, Evkafa bağlı olan mahkemelerin çapraşıklığını anlatmak için bir misal verdim... Mahkemeleri ıslah edeceğini vadetti.
Bundan sonra Miras Kanunumuzdan ve bunun ‘asabe’ hükümlerinden şikayet ettim. Ve bu
meselede de misaller verdim. Bu arada bir tek kızı olan adamın mirasının yarısının amcaya
ve amca evlatlarına gittiğini anlattım. Böyle bir miras kanunu bize bile acayip gelirken, bir
batılının şaşıp kalacağı tabii idi. Vali derhal alakadar oldu ve bu kanunun kalkması için icabe77
78
79
80
İkinci Ulusal Lefkoşa Kongresi olarak da isimlendirilen Kongre, 1930 Kavanin Meclisi’nde Sömürge Yönetimi’ne karşı başarı elde eden, Kemalist aydın Mehmet Necati Özkan’ın evinde, tüm
adadaki köy ve mahallelerden gelen 200’ü aşkın delegenin katılımı ile toplanmış ve altı önemli
karar almıştır. Bu kararlar; Kıbrıslı Türkler’e de serbest eğitim hakkı tanınması ve okul yönetiminin Türk halıkına devredilmesi, 1928 yılında lağvedilen müftülük makamının yeniden tesisi
edilmesi, Şer’i mahkemelerin modern şekilde yeniden düzenlenmesi, Evkafın dini yetkilerinin
müftüye devredilmesi ve Avukat Sait Hoca’nın Kıbrıs Müftüsü seçildiğinin duyurulması idi.
İngiliz Yönetimi yaptığı bir açıklamayla Kongreyi, aldığı kararları ve Müftü seçildiği bildirilen
Sait Hocayı tanımadığını belirterek, yeni bir baskı kampanyası başlatmıştır. Milli Kongre’nin,
Sömürge Yönetiminin gaspettiği toplumsal hakların yeniden kazanılması açısından Kıbrıs Türk
Milli Mücadelesinde ayrı ve özel bir yeri vardır: İsmail, (1992) a.g.e., s.31.
Sabahattin İsmail, Kıbrıs Sorununun Kökleri-İngiliz Yönetiminde Türk-Rum İlişkileri ve İlk Türk-Rum
Kavgaları, Lefkoşa, Şubat 2000, s.285.
Gazioğlu (II), a.g.e., s.289.
Sözkonusu mülakatın ayrıntıları için bkz.; Harid Fedai,”1930 Seçimler ve Sonrası”, Yeni Kıbrıs,
Aralık 1985-Ağustos-Eylül 1986.
353
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Turgay Bülent GÖKTÜRK
deni yapacağını söyledi. Müftülük meselesini açıklarken, bu Ada’da üçyüz yıldan beri Müftü
bulunduğunu ve Müslümanlar’dan başka her cemaatin ruhani başkanı olduğu halde bizim
Müftümüzün hükümet tarafından lağvedildiğini ve Cemaatin şimdiki Müftüyü tanımaması
için hükümetin ısrar ettiğini acı bir dille anlattım. Bunun üzerine arkasında oturmakta olan
Hükümet Müsteşarı Henniker dostuna döndü ve ‘ bu Cemaatin Müftülüğüne niçin müdahale ediyorsunuz?’ dedi. Müsteşar derhal cevap verdi: ‘Bu adamlar böyle söylerler amma
eşraf (Notables) Müftü istemiyor.’ Bu ‘Notables’ kimlerdi, bilmiyorduk. Ama herhalde daima
olduğu gibi üç beş kişiden ibaretti. Ve böylece Müsteşar eskiden bildiğimiz bir gerçeği, yani
hükümetin üç beş kuklayı öne sürerek Cemaat ikirlerimizi hiçe saydığını yüzümüze karşı
itiraf etmiş oluyordu. İşte dünyaya demokrasi dersi veren İngilizler, bizim hakkımızda kabile
idaresini destekliyorlardı. Vali, Müftü meselesinde bize vaadde bulundu. Pek çetin olduğunu
bildiğim için Evkaf meselesini mahsus sona bırakmıştım. ‘Son olarak Evkaftan bahsedeceğim’
deyince; o dakikaya kadar beni büyük bir sabırla beklemiş olan Vali’nin tutumu birden bire
değişti. Saatine baktı ve ‘Kısa kes, zira vaktimiz kalmadı’ dedi. Sözü oldukça kısa tuttum
ve memlekette kilise malları hükümetin hiçbir müdahalesine tabi olmadığı halde, hükümetin bizim cami mallarımıza müdahale ettiğini söyledim. Ve Evkaf malı kadar malı olan
Phanaromeni Kilisesi mallarının idare masrafı ayda 20 liralıklık tahsildar aylığından ibaret
olduğu halde, Hükümet dairesi şeklinde idare edildiği için o zamanın idaresine binlerce lira
sarfedildiğini söyleyince, Vali ayağa kalktı ve ‘Evkaf, Phanaromeni Kilisesi ile kıyas edilemez’ dedi ve mülakatı kapattı..... Stubbs’un Valiliği kısa sürdü ve davalarını icra etmeye
vakit bulamadı. Başka sömürgeye becayiş edildi. ... ve memlekette sıkıyönetim yürürlükte
bulunduğu ve anti-demokratik kanunlar yaşandığı için artık Kongre’yi toplantıya çağırmaya
imkan kalmadı ve bu suretle Cemaat davalarımıza bir kere daha kül serpilmiş oldu.”81
İngiliz Yönetimine yaptıkları bu ve buna benzer bir çok girişimden sonuç
alamayan Kıbrıs Türkleri, baskı dönemindeki sorunlarını Anavatan’a anlatmanın
yollarını aradılar. Bu maksatla, 26 Nisan 1937 tarihinde, Başbakan İsmet İnönü’ye,
Kıbrıs Türk Milli Kongre Heyeti Merkeziyesi adına, A. Said ve M. Necati Özkan
imzalı bir rapor gönderdiler. Toplam dokuz maddelik raporun ilk altı maddesinde,
Ada’nın İngiliz Yönetimi’ne geçtiği 1878 yılından bugüne kadar Ada’daki Türk
Toplumu’nun gerek İngiliz Yönetiminden, gerek Rum Toplumu’ndan çekmiş
olduğu sıkıntıları açıklıkla ve örnekleriyle açkladılar. Rumlar’ın Enosis emellerini
gerçekleştirmek için İngiliz Yönetimi’ne karşı verdikleri silahlı veya silahsız tüm
mücadelelerde, Türkler’in İngiliz Yönetimi yanında yer almaları ve yönetimin tüm
kurallarına uymalarına rağmen, yönetimin çifte standart uygulayarak Türkler’e
Rumlar’dan daha olumsuz davranışlarda bulunduklarını, özellikle okulların yönetimi, Müftülük, Şer’iye Mahkemeleri ve Evkala ilgili konularda karşılaştıkları sorunlara İngiliz Yönetimi’nin yaklaşımlarını, Enosis hayalleri karşısında bir engel olarak
gördükleri Türkler’i madden ve manen zayıf düşürmek ve yok etmek için Rumlar’ın
Türkler’e karşı neler yaptıklarını, tüm bu sorunların çözümü için yönetime değişik
zamanlarda yaptıkları başvuruların nasıl karşılıksız kaldığını anlattıkları bu raporun aşağıda sunulan yedinci ve dokuzuncu maddelerinde de Anavatan’dan bu sorunlar karşısındaki isteklerini sıraladılar;
“7- Bu cezirede yeniden nefes alıp yeniden hayata gelmemiz için istediğimiz şey,
umumi bir tabir ile milli hissiyatımıza hükümet tarafından hürmet edilip rencide edilmemesi
81
Harid Fedai-Mustafa F. Altan, Hatıralar/Fadıl Niyazi Korkut, Gazimağusa, 2000, s.s.71-72.
354
Rumlar’ın Kıbrıs’taki Enosis İsteklerinin...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
ve bu cezirede hayat ve mevcudiyetimizi haleldar eden ve tehlikeye düşüren şeylerin tashihi
ile cezirede Türk cemaatinin, Rum cemaatine nispeten daha ağır ve farklı muamelelere tabi
tutulmamalarıdır. Bu noktayı berveçhi ati tafsil ediyoruz:
A) 1 Mayıs 1931 tarihinde içtima eden umumi milli kongrenin müftülük makamı
hakkında ittifak-ı ara ile verdiği kararın hükümetçe tanınması ve binaenaleyh kongrenin intihap eylediği Hoca Said’in müftü olarak kabul edilmesi ve maaşının Kıbrıs Evkaf-ı İslamiye
sandığından verilmesi.
B) Müftünün riyaseti altında azaları serbest kimselerden olmak üzere cezirede dokuz azadan müteşekkil bir cemaat-i İslamiye teşkiline müsaade edilmesi ve o gibi bir teşkilin
hükümetçe tanınması.
C) İlk mekteplerden lağvedilenlerin yeniden açılmaları ve muallimlerinin tekrar
tayini ile beraber bundan evvel olduğu gibi ilk mekteplerde Türkiye ilk mektep programının
takip edilmesi ve kitapların Türkiye’den getirilmesi ve binaenaleyh şifahi tedrisat usulünün
ortadan kaldırılması.
D) Türk Lisesinin başına evvelki gibi daima Türkiye’den bir Türk müdür getirilmesi ve bununla beraber lise heyet-i idaresinin evvelki gibi intihap ile taayyün eden kimseler
tarafından teşkil edilmesi ve programının da Türkiye lise programlarını ihtiva eylemesi, yani
lise mezunlarının Türkiye darülfünunlarına kabul edilecekleri tarzda bir program takip edilmesi.
E) 1 Mayıs 1931 kongresinin kararı mucibince teşekkül edecek ve balada (B)
fıkrasında gösterilen cemaat-i İslamiye azasının seneden seneye tensip edeceği altı aza
tarafından Kıbrıs evkaf-ı İslamiye bütçesinin senede bir defa tetkik ve tasdik edilmesi.
F) Bugün mevcut şeri mahkemelerde meriyülicra olacak ve muhit ile ihtiyaçlarımıza
tetabik edecek ahkâmın yeniden tedvin edilmesi ve bu yolda bir kanun-u medeni tanzim olunması.
G) Ecnebi bir idarede kahir ve mutaassıp bir ekseriyet içinde ekalliyette kalan bir
cemaatin canlı bir halde devam eylemeleri iktisaden kuvvetli bulunmaya vabeste olduğundan
burada iktisadi sahada ve sai mikyasta muavenette bulunulması ve binaenaleyh Türkiye İş
Bankası’nın burada Lefkoşa’da bir şube açmasına himmet ve delalet edilmesi ve başta İş
Bankası olmak üzere burada ticari faaliyetlere germi verilmesi ve bu suretle Kıbrıs’ın Türkiye
ile olan ticari muamelatının azami nispette inkişaf ettirilmesi.
9- Görülüyor ki büyük ve mühim işlerinize ilaveten daha bazı işler çıkararak sizi
rahatsız ediyoruz. Mamaih buralarda kimsesiz kaldığımız ve bununla beraber bir taraftan
hükümetin, diğer taraftan Rumların tazyikleri arasında kısılıp kaldığımız nazarı itibara
alınacak olursa mazur görüleceğimizi ümit eder ve bu suretle müteselli oluyoruz. Herhalde
cihan durdukça durmasını, azamet ve ikbalin en yüksek derecelerine kadar çıkmasını samim kalbimizden arzu ve dua eylediğimiz Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin sırası geldikçe
mazhar-ı lütuf ve inayetleri olmamızı ve her nasılsa anavatandan ayrılmış ve ecnebi ellere
düşmüş olan şu bir avuç Türk evladının da unutulmamasını ister ve bekleriz”82.
Rapordan da açık şekilde anlaşıldığı gibi, İngiliz Sömürge İdaresinin ağır
baskısı altında bulunan Kıbrıs Türk Toplumu, o güne kadar Anavatanları’nın
uluslararası platformda zor duruma düşmesini istemediklerinden, konjonktürün
uygun hale gelmesini sabırla beklemişler ve savaşımlarını hem İngiliz Yönetimine,
82
BCA 030.10.124.886.19.
355
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Turgay Bülent GÖKTÜRK
hem de Rumlara karşı tek başına sürdürmüşlerdi. Bu konuda yeterli sonuca
ulaşamadıklarından ve uluslararası konjonktürün de uygun bir duruma geldiğine
inandıklarından artık sorunlarını Türkiye’ye anlatma yolunu seçtiler. Bu maksatla yazılan yazılardan birini de, Başbakanlık Müsteşarı Kemal Gedeleç tarafından
Hariciye Vekaletine yollanan Kıbrıs Birinci İntihab Dairesi Mebuslarından Necati
Özkan’ın Kıbrıs Türkleri hakkında verdiği açıklamaları içeren rapor oluşturmaktadır.
Aşağıda bir bölümü sunulan raporda, eğitim, evkaf ve politik konulardaki temel sorunlar ve bunların çözüm önerileri dikkat çekmektedir:
“Ada Türklerinin şikâyet ettikleri haller:
a)Maarif sahası:
1)Rumların her sene mektepleri çoğaltıldığı halde Türk mektepleri azaltılıyor.
1935’te 42 ve 1936’da 39 Türk mektebi kapatılmış.
2) Rumların mekteplerine müdahale edilmediği halde Türk lisesine müdahale ediliyor. Gelecek sene lise kolej şekline sokulup başına bir İngiliz müdür konulacakmış.
3) 1931 isyanına iştirak eden Rum muallimleri bile ancak mahkeme kararıyla
işlerinden çıkarıldıkları halde milliyetçi Türk muallimleri sudan bahanelerle ve idari kararlarla işlerinden çıkarılıyorlar. Şimdi Sümerbank’ta çalışmakta olan Tagi bunun bariz bir
misalidir.
4) Rum mektepleri için Yunanistan’dan kitap getirtilerek bunlar okutulduğu halde
oraya Maarif Vekâleti tarafından tavsiye ile gönderilen Türk Lisesi müdürü mahalli hükümetin teşviki ve himayesiyle Türk mekteplerinde ancak kendisi tarafından telif edilen ve milli
duyguyu uyandıracak bir tek yazıyı ihtiva etmeyen kitapları okutturuyormuş.
b)Evkaf işleri:
Türk cemaatine mali sahada kuvvetli bir destek olabilecek Evkaf, Lozan ahidnamesi
ahkâmı hilafına ve Kıbrıs Evkaf murahhası Münür’ün delaletiyle İngiltere Kralı namına
tescil ettirilmiştir. Hâlbuki Rum evkafı serbesttir ve cemaate aittir. Rum evkafını halk
tarafından müntahap heyetler idare ettiği halde Türk evkafını hükümet tarafından tayin olunan bir İngiliz ve bir Türk memur idare eder.
c) Siyasi saha:
1)1931 İhtilalinden beri meclis içtimaya davet edilmemektedir. 1928 tarihinden beri
de müftülük mülgadır. Bu suretle Türk cemaatini temsil edecek ve hükümet yanında onun
iddialarını müdafaa edecek bir kimse yoktur. Halk mutaassıp değildir. Ancak sırf kendilerinin müddeiyatını hükümete eriştirebilmek için avukat Bay Said’i müftü seçmişlerdir. Ancak hükümet bunu tanımamıştır. Rumların ise despotları vardır ve hükümet yanında Rum
cemaatinin mümessilliği vazifesini görür.
2)Hükümet bütçesinden maaş alan Türk cemaati memurlarının maaşları kesilmiştir.
(Mahakimi şeriye memurları) Bu şekilde ezilmemelerini ve haklarının korunmasını temin için
Bay Necati Özkan ve arkadaşları mahalli hükümet nezdinde semere vermeyen teşebbüslerde
bulunmuşlar. Adanın Türk halkı bu badireden kurtulmak için yegâne çare olarak hicreti
görüyor. Ancak bu halkın mümessili olan ve 65.000 Türkten 63.000’in kendi partisine mensup olduğunu söyleyen Necati Özkan ve diğer arkadaşları hükümetin bu konudaki nokta-i
356
Rumlar’ın Kıbrıs’taki Enosis İsteklerinin...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
nazarını öğrenmeden adayı boşaltma mesuliyetini üzerlerine almak istemiyorlar. Bunlar,
Türklerin Kıbrıs’ta kalmaları lazım ise evvela iktisaden kuvvetlendirilmeleri lazım geldiğini
söylüyorlar. Bu hususu temin için Nuri Özkan113 aşağıda bildirilen vasıtalara müracaat
edilmesini tavsiye diyor:
a)Kıbrıs’ta Gümrük ve İnhisarlar Vekâleti’nin Mısır’da olduğu gibi bir sigara fabrikası
tesis etmesi. Rumların adada 5 sigara fabrikası vardır. Mumaileyh yaptığı tetkikata istinaden
açılacak bir Türk fabrikasının senevî 100.000 kilo Türk tütünü işleyebileceğini söylüyor.
b)Kıbrıs’ta İş Bankası’nın bir şube açması.
c) Sümerbank’ın bir yerli mallar pazarı açması.
Bunlar yapılmak suretiyle birçok Türk aileleri iş bulacak ve sıkıntıdan kurtulacaktır
diyen mumaileyh kendisinin bu vadide ilk adımı attığını ve bir fabrika ve iki ticarethane
açtığını söylüyor.
Saniyen; Türk harsının inkişafı için burada hükümetinizin yardımıyla tam kadrolu
bir lisenin açılmasının temini. Bu lise için adadan duhuliye parası olarak 1.500 İngiliz lirası
toplanabileceğini söylüyor. Salisen siyasi sahada hükümetimizin İngiltere ile inkişaf etmekte olan dostluğundan bilistifade yapacağı dostane bir teşebbüsle Türk cemaatine mahalli
hükümetin hüsnü teveccühünü celbetmesi. Eğer matlup Türk halkının adadan hicreti ise
bir an evvel anayurda naklin kabil olup olmadığını soruyor ve şimdi anayurda dönülürse
pek çoklarının hükümete barolmadan yaşayacak kadar servetleri olduğunu söylüyor. Lefkoşa
komiserinin kendisine Türkiye’ye giderse bir daha geri dönemeyeceği şeklinde vaki tehdidine
rağmen anavatana vaziyeti arz için gelen mumaileyh bütün bu hususat hakkında direktif
almak istiyor.
4–5 Teşrinisani 1936”83
Kıbrıs’taki Türk Toplumu’nun çektiği sıkıntıları ortaya koyan en önemli
resmi belgelerden birisi de, Kıbrıs Türk Konsolosluğunun 1937 yılında Anavatan’a
gönderdiği yazıdır84. Burada da Ada Türkleri ve sorunları hakkında çok net bilgiler verilmekte ve 1931 isyanı sonrası için şöyle bir değerlendirme yapılmaktadır:
“1931 senesinde Rumların Ada’nın Yunanistan’a ilhakını talep ederek isyankar hareketlerde
bulunmaları ve bu arada Lefkoşa’daki Vali Konağı’nı yakmaları üzerine hükümet, Ada’nın
idare şeklini tebdil ederek müntehap olan Kavanin Meclisini ilga etmiş ve Belediye azasının
halk tarafından intihap edilmeyerek hükümetce tayini usulünü vaz eylemişdi. Bu vaziyette
Türklerin intihap eyledikleri mümessillerin mahrum olmalarını intac eylemiştir”. Raporda
Kıbrıs Türkleri’nin Türk Devrimleri hakkındaki yaklaşımları şöyle anlatılmaktadır:
“Kıbrıs’ta sakin Türkler umumiyet itibariyle Türk Inkilabi prensiplerini kabul eylemişler
ve Ada’nın idari vaziyetinin bahşettiği imkanlar nisbetinde bunları tatbik eylemekde
bulunmuşlardır.” Raporun bazı önemli kısımları ise şunları içermektedir;
“Bugün Türkler’in elinde bulunan emlakın, şehir ve köylerde umum emlakın dörtte
birini teşkil eylediği, ehli vukufca ifade edilmekdedir. Fakat bu emlak sahibleri de ekseriyetle
borçludurlar.... Yalnız para ikraz eden sermayedarlar hemen tamamiyle Rum olduklarından
Rumlara ait olan arazi yine Rumlara geçerek cemaatin umumi servetinin eksilmemesine
mukabil, Türk emlaki de yine Rumların eline geçmekde ve Türk emlakı miktarı azalmaktadır.
83
84
BCA 030.20.124.886.14.
BCA 030.10.124.886.18.
357
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Turgay Bülent GÖKTÜRK
Hükümet, adada muhim bir içtimai mesele halini almış olan bu köy borçları meselesini tetkik
ve halle uğraşmakda ise de şimdiye kadar bir çare bulunamamıştır...
Türk Cemaatinin nisbeten müreffeh kısmını teşkil edenler, hükümet memurlarıdır.
İngiliz işgalinden sonra uzun müddet Türk memurlar bilhassa Gümrük, Tapu, Polis gibi
dairelerde ekseriyeti teşkil etmekde idiler. Bugün bile Türk memurların adedi, nüfuslarına
nisbeten fazladır. Fakat bu sahada da Türkler tefevvuklarını kaybetmek üzredirler. Rumların
mutemadi itirazları üzerine hükümet münhal vukuunda yapılan tayinlerde nufus nisbetini
göz önünde tutmakta olduğu gibi İngilizce, Türkçe ve Rumcaya aşina olmaları dolayisile
Ermeni memur tayinini de tercih etmektedir...
Cemaatin iktisaden düşük vaziyette olması doktor, avukat gibi serbest meslek
erbabının miktarının azalmasına saik olmaktadır. Bugün Türk Üniversitelerinde ve yüksek mekteplerinde okuyan bir çok Kıbrıslı gençler, tahsillerini ikmal ettikden sonra adaya
dönmeyerek Türkiye’de bir vazife kabul eylemeği veya serbest calışmayı tercih ediyorlar.
Bunların bu hareketlerinde milli bir idare altında serbest ve müstakil yaşamak arzusunun
da müessir olması tabii görülmekle beraber, Kıbrıs’ta fakirleşen cemaatlerinin kendilerini
besleyememesi hakikatinin amil olduğunu da kabul etmek icap eder....
Hülasatan denilebilir ki, Kıbrıs’taki Türk Cemaati bir çok cihetlerden zayılamakla
beraber bugüne kadar milliyetini ve hüviyetini muhafaza etmiş, Ada’da ihmal edilmez
bir kuvvet olarak kalmıştır. Fakat son senelerde iktisaden çok düşmeğe başlamış ve ayrıca
harici kuvvetler benliğini unutturmak için faaliyet sarf etmekde bulunmuşlardır. Kıbrıs’ta
Türkler’in şuurlu bir kitle olarak idamesi arzu edildiği takdirde iktisaden tealisini temin edecek tedbir almak ve ayrıca Türklük hislerini idame ettirecek çareler aramak lazımdır.”
Türkiye yönetimi ise, 1931 İsyanı sonrası oluşan baskı döneminde, Kıbrıs
Türkleri ile ilişkilerini sürdürürken, Yunanistan’ın açık Helenizm propagandası,
Enosis tahrikleri ve İngiliz Yönetimi’ne karşı isyan teşvik girişimlerine karşın,
ihtiyatlı bir politika yürüterek, İngilizler’i kuşkulandıracak davranışlardan ve
Ada’da Türk milliyetçiliğini açıkça cesaretlendirmekten kaçınıyordu.
Sonuç
Konsolosluğun göndermiş olduğu rapor dikkatli olarak incelendiğinde,
aslında dönemin konsolosluk görevlilerinin Ada’daki Türklerin sorunlarını çok iyi
tahlil ettikleri, sorunlar hakkında ileriye dönük çok doğru tespit ve teşhisler ortaya
koydukları ve bugün bile Kıbrıs Türk Toplumu’nda sorun olarak karşımıza çıkan
bazı konuların o günlerden beri bilindiği gerçeğini ortaya koymaktadır. Benzer tespit ve değerlendirmelerin dönemin Kıbrıs Türk Toplumu ileri gelenleri tarafından da
yapıldığı, o yılların gazetelerinde yayınlanan makalelerden ve M. Necati Özkan’ın
Türkiye’ye yazdığı yazılardan tespit edilmektedir.
Burada doğru değerlendirilmesi gereken nokta, bu bilinen gerçekler
kapsamında neler yapılmalıydı? Nasıl yapılmalıydı? Neden yapılmadı/yapılamadı?
Megali İdea yemininin sekizinci maddesinde yeralan, Kıbrıs’ın Yunanistan’a
ilhakı (Enosis) hedeini kendilerine bir vizyon olarak belirleyen ve yüzyıllardır
358
Rumlar’ın Kıbrıs’taki Enosis İsteklerinin...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
bu vizyonlarından geriye bir adım atmayan ve Girit örneği85 Kıbrıs Türkleri’ni
adadan zaman içinde yoketmeyi amaçlayan Rum-Yunan ikilisinin gerek dini, gerek siyasi yöneticileri aracılığı ile bu hedei her fırsatta yinelediklerini görmekteyiz.
Adanın Osmanlı Yönetimi’nde olduğu süre içerisinde bu maksatla örgütlenmesini
gerçekleştirerek, İngiliz Yönetimi döneminde, önce siyasi hamlelerle muhtıralar
vererek, bu olmayınca 1931’de yaptıkları gibi şiddete başvurarak, İkinci Dünya
Savaşı’nın bitiminde yine siyasi olarak açıkça Ada’nın Yunanistan’a verilmesini
talep ederek, 1958’de Birleşmiş Milletler’e müracaat ederek atılan tüm adımlar,
Enosis maksatlı vizyonu gerçekleştirmeye yönelikti. 1960 yılında kurulan Ortak
Cumhuriyet’in bile amacının Enosis olduğunu, Makarios, Rum Halkına; “Diplomaside mümkün olan yapılır, fakat ulusal hedelerden uzaklaşılmaz.” ifadesiyle açıkça
belirtmişti86. Nitekim en kısa zamanda gerçek yüzünü gösteren Makarios, yeminine
sadık kalmış87 ve Türk toplumuna 1963-1974’ü yaşatmıştı.
Bugün Avrupa Birliği(AB)’ne tam üye bir ülke olarak, AB’yi de arkasına
alan Rumlar, milli vizyonlarını gerçekleştirme yolunda daha da avantajlı konuma
geçmiş bulunmaktalar. Bu noktada, Rum-Yunan ikilisinin ikiyüz yıllık ortak vizyonunda herhangi bir sapma bulunmadığını görmekteyiz.
1950’lerde kamuoyunun yoğun baskısı sonucu Türkiye’deki siyasi
iktidarların gündemine gelen Kıbrıs’taki Türk Vizyonu nedir? Gerçekten bu konuda
değişmez bir vizyon varmı dır? Bu vizyon kendi istemi ve gereksinimleri kapsamında
mı belirlenmektedir? Yoksa değişen dünya konjonktürü içinde Türkiye’nin yapabilecekleri ile değişmekte ve sınırlandırılmakta mıdır? Ve son olarak Kıbrıs Türk
Liderliği ile Türkiye arasında “ortak vizyon” var mıdır? Ayrı bir inceleme konusu
olan bu sorulara, duygusallıktan uzak, objektif ve mantıklı yanıtlar bulduğumuz
ve bu yanıtları yüksek sesle dillendirdiğimiz zaman Kıbrıs’ta geleceğe dönük daha
olumlu ve gerçekçi sonuçlar alınacağı yadsınamaz bir gerçektir.
85
86
87
Eski Yunan Başbakanı Konstantin Mitsotakis, 21 Ağustos 1998’deki bir konuşmasında şöyle diyor: “.. Kıbrıs ve o zamanki Girit sorunu arasında büyük benzerlikler vardır...”; To Periodiko dergisinin Temmuz, 1993 Sayısından bir bölüm: “Giritliler neden kurtuldular biliyormusunuz? Bir gece hep
birlikte ayaklandılar ve Türkler’i boğazlayarak ortadan kaldırdılar. Bizim elimize Kıbrıs Türkleri’ni kesip
doğrama fırsatı geçti, ama liderlerimiz herşeyi berbat ederek yüzlerine, gözlerine bulaştırdılar...” Rauf R.
Denktaş, Kıbrıs Girit Olmasın, İstanbul, 2004, s.7.
Denktaş, a.g.e., s.13.
Makarios 1950 yılında, Kıbrıs’taki Ortodoks Kilisesi’ne Başpiskopos seçildikten sonra şu Enosis
yeminini etmiştir: “Ulusal Bağımsızlığımızın doğuşu için çalışacağıma ve Kıbrıs’ı anavatan Yunanistan’a
ilhak etme siyasetimizden hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim üzerine and içerim.”: Kıbrıs’ta Barışa Gerçek
Engel ENOSİS, KTFD Enformasyon Dairesi Belge Yayınları No 10, Lefkoşa, 1982, s.10.
359
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Turgay Bülent GÖKTÜRK
KAYNAKÇA
I- Arşiv Kaynakları
A. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi
BCA 030. 10. 109. 727. 4.
BCA 030. 10. 234. 577. 11.
BCA 030. 10. 234. 577. 15.
BCA 030.10. 254. 712. 44.
BCA 030. 10. 124. 886. 19.
BCA 030. 20. 124. 886. 14.
BCA 030. 10. 124. 886. 18.
B. İngiliz Devlet Arşivi
Public Record Ofice (İngiliz Devlet Arşivi), Parliamentary Papers ‘Turkey’ No: 18
(1878) No:1, s.532.
FO 371/ 14584 /E 2903.
II- Süreli Yayınlar
Birlik Gazetesi
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, İzmir.
Hakikat Gazetesi
Kıbrıs Gazetesi
Kıbrıs Araştırmaları Dergisi, Gazimağusa
Söz Gazetesi
Sünuhat Gazetesi
Yeni Kıbrıs Gazetesi
Vatan Gazetesi
360
Rumlar’ın Kıbrıs’taki Enosis İsteklerinin...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
III- Kitaplar
ALASYA, Fikret, Kıbrıs ve Rum-Yunan Emelleri, KKTC Milli Eğitim ve Kültür
Bakanlığı yay., Ankara, 1992.
ALTAN, Mustafa Haşim, Kıbrıs’ta Rumlaştırma Hareketleri, Milli Arşiv Yay., No:1,
KKTC, 2000.
AN, Ahmet, Kıbrıs’ta İsyanlar ve Anayasal Temsiliyet Mücadelesi (1571-1948), Lefkoşa, 1996.
BEDEVİ, Vergi H., Kıbrıs Tarihin Hiçbir Devrinde Yunan Adası Olmamıştır, KKTC, 1963.
BEHÇET, Hasan, Kıbrıs Türk Maarif Tarihi, Lefkoşa, 1969.
BİLSEL, M.Cemil, Lozan, C.II, Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul, 1933.
CRAWSHAW, Nancy, The Cyprus Revolt- An Account of the Struggle for Union with
Greece, London: Boston: G. Allen, 1978.
ÇETİN, Metin, Kıbrıs Cumhuriyeti ve Bir Liderin Doğuşu, Lefkoşa, 1955.
ÇEVİKEL, Nuri, Kıbrıs’ta Osmanlı Mirası (1570-1960), İstanbul, 2006.
DEBEŞ, Taçgey, Sir Ronald Storrs’un Anıları, KKTC, 1993.
DENKTAŞ, Rauf R., Kıbrıs Girit Olmasın, İstanbul, 2004.
DENKTAŞ, Rauf R., Milli Vizyon, İstanbul, 2008.
FEDAİ, Harid -Mustafa F. Altan, Hatıralar/Fadıl Niyazi Korkut, Gazimağusa, 2000.
FEDAİ, Harid, Kıbrıs’ta Masum Millet Olayı, KKTC Turizm ve Kültür Bakanlığı Yay.,
İstanbul, 1986.
GAZİOĞLU, Ahmet, İngiliz İdaresinde Kıbrıs (1878-1960) I - Statü ve Anayasa Meselesi,
İstanbul,1960.
GAZİOĞLU, Ahmet, İngiliz Yönetiminde Kıbrıs II (1878-1952)- Enosis Çemberinde
Türkler, İstanbul, 1996.
GEORGHALLİDES, G.S., Cyprus and The Governorship of Sir Ronald Storrs, Cyprus
Research Centre, Nicosia, 1985.
GÜLER, İrfan Kaya, Ertan Efegil, Avrupa Birliği Kıskacında Kıbrıs Meselesi (Bugünü ve
Yarını), Ankara, 2001.
GÜREL, Şükrü S., Kıbrıs Tarihi 1878-1960, C.1, Kaynak Yay., Ankara, 1984.
HILL, George, A Hıstory of Cyprus, Cilt 4, Cambridge, Cambridge University Press,
1952.
İSMAİL, Sabahattin, 20 Temmuz Barış Harekatının Nedenleri Gelişimi Sonuçları,
İstanbul, 1988.
İSMAİL, Sabahattin, 100 Soruda Kıbrıs Sorunu, Lefkoşa, 1992.
İSMAİL, Sabahattin, Kıbrıs Sorununun Kökleri-İngiliz Yönetiminde Türk-Rum İlişkileri
ve İlk Türk-Rum Kavgaları, Lefkoşa, Şubat 2000,
361
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Turgay Bülent GÖKTÜRK
KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, C.VIII, TTK yay., Ankara, 1995.
KAYMAK, Faiz, Kıbrıs Türkler’i Bu Duruma Nasıl Düştü?, İstanbul, 1968.
KESER, Ulvi, I. Uluslararası Kıbrıs Sempozyumu Sempozyum Bildiri Kitabı, Ankara, 2009.
KTFD Enformasyon Dairesi Belge Yayınları No 10, Kıbrıs’ta Barışa Gerçek Engel
ENOSİS, Lefkoşa, 1982.
KÜRŞAT, F., M.H.Altan, S.Egeli, Belgelerle Kıbrıs’ta Yunan Emperyalizmi, İstanbul, 1978.
NESİM, Ali, Kıbrıslı Türkler’in Kimliği, Lefkoşa, 1990.
RONALD, Sir Storss, Orientations, London, 1937.
SERTER, Vehbi Zeki, Kıbrıs Türk Mücadele Tarihi, C.1, Lefkoşa, 1973.
SOYSAL, İsmail, Türkiye’nin Siyasi Andlaşmaları, C.1, TTK., Ankara, 2000.
ŞAHİNLER, Menter, Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Siyaseti, Rumeli Kültür ve Dayanışma
Derneği yay., İstanbul, 1979.
THE Middle East, A Political and Ekonomik Survey, Royal İnstitute of İnternational
Affairs , London, 1950.
TOFALLİS, Kypros, A History of Cyprus, London, 2002.
TORUN, Şükrü, Türkiye, İngiltere, Yunanistan Arasında Kıbrıs’ın Politik Durumu,
İstanbul, 1956.
TOYNBEE, Arnold, ‘Cyprus, British Empire and Greece’, Survey of Internatinol Affairs, Londra, 1931.
ÜNLÜ, Cemalettin, Kıbrıs’da Basın Olayı (1878-1981), Ankara, 1981.
VOVOLİNİ, Konstantin A., 1453-1933 Kurtuluş Savaşında Kilise, Atina, 1952, C.1.
XYDİS, Stephan G., Modern Greek Nationalism, Seatle, 1971.
IV- Makaleler ve Tebliğler
ALÇITEPE, M. Ali Galip, “İngiliz Sömürge Yönetimine Karşı Kıbrıs Türkleri’nin
Milli Eğitim Alanında Verdikleri Mücadele Üzerine Bir Çalışma”, Üçüncü
Uluslararası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi, Gazimağusa, KKTC, 13-17 Kasım
2000 (yay. haz. İsmail Bozkurt).
AN, Ahmet, “Kıbrıs Türkleri-1”, Yeni Kıbrıs, Ekim 1998.
ARI, Kemal, “1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nda Türk Kamuoyu ve Psikolojik Desteği”,
Ulvi Keser, I. Uluslararası Kıbrıs Sempozyumu Sempozyum Bildiri Kitabı, Ankara,
2009.
ATUN, Ali Fikret, “Kıbrıs Meselesinin Görünmeyen Yüzü ”, İrfan Kaya Güler, Ertan
Efegil, Avrupa Birliği Kıskacında Kıbrıs Meselesi (Bugünü ve Yarını), Ankara,
2001.
BOZKURT, İsmail,” Kıbrıs’ın Tarihine Kısa Bir Bakış”, İrfan Kaya Güler, Ertan Efegil,
Avrupa Birliği Kıskacında Kıbrıs Meselesi (Bugünü ve Yarını), Ankara, 2001.
362
Rumlar’ın Kıbrıs’taki Enosis İsteklerinin...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
FEDAİ, Harid, “Eski Basınımızdan”, 15 Nisan 1912 tarihli Vatan gazetesinden aktarma; Kıbrıs Gazetesi, Lefkoşa, 12 Eylül 1994.
FEDAİ, Harid, “Kıbrıs Türkleri’nin Kültürel İlişkilerinin Tarihi”, Kıbrıs Araştırmaları
Dergisi (DAÜ), 1998, C.4, S.2, s.198; FEDAİ, Harid, ”1930 Seçimler ve
Sonrası”, Yeni Kıbrıs, Aralık 1985-Ağustos-Eylül 1986.
HAKERİ, Bener, “1878’de 1960’a Dek Kıbrıs Tarihi”, Kıbrıs Gazetesi, 15-16 Mayıs 2009.
İKİZER, Hasan, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Gerçeği”, Ulvi Keser, I. Uluslararası
Kıbrıs Sempozyumu Sempozyum Bildiri Kitabı, Ankara, 2009.
KESER, Ulvi, “Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhuriyet Kazanımları ve
Bunların Kıbrıs Türk Toplumuna Yansımaları”, DEÜ Çağdaş Türkiye Tarihi
Araştırmaları Dergisi, İzmir, 2009, Cilt VI, Sayı 14, s.s.41-83.
KORKUT, Fadıl (Avukat), “Okullarımız”, Birlik Gazetesi, 21 Ocak 1987, KKTC Milli
Arşiv ve Araştırma Dairesi.
KÖSTÜKLÜ, Nuri, “Balkan Harbi Sırasında Kıbrıs Türkleri’ne Yapılan Baskılar ve
Kıbrıs Mevlevihanesi’nin Faaliyetleri”, Kıbrıs Araştırmaları Dergisi, C.2, S.4, 1996.
LAPTALI, Hüseyin, “Kıbrıs’ta Bitmeyen Soykırım”, Ulvi Keser, I. Uluslararası Kıbrıs
Sempozyumu Sempozyum Bildiri Kitabı, Ankara, 2009.
ÖZTOPRAK, İzzet, “Kıbrıs’ta 1931 İsyanı ve Yankıları”, Kıbrıs Araştırmaları Dergisi,
C.3, S. 3,1997.
SÜHA, Ali, “Kıbrıs’ta Türk Maarii”, Milletlerarası Birinci Kıbrıs Tetkikleri Kongresi,
Ankara, 1971.
363
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.365-379
“KIBRIS’TA HASIRALTI BELGELER”
ÜZERİNE ELEŞTİREL BİR BAKIŞ
Ulvi KESER*
Özet
Özellikle 1955–1963 dönemi Kıbrıs yakın tarihi bağlamında araştırmaya değer bir
dönemdir. Grivas idaresindeki EOKA’nın adayı kan gölüne çevirdiği bu yıllarda Kıbrıslı
Türkler de kendilerini korumaya yönelik olarak Türk Mukavemet Teşkilatı’nı tesis ederler.
Grivas ve EOKA ile ilgili farklı yayınlar yapılmış olmasına rağmen TMT ve bu süreçle ilgili
Türk bilim insanları tarafından kaleme alınmış pek fazla araştırma söz konusu değildir. Salih
Öztoprak tarafından yazılan Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler kitabı 1925–1975 dönemini açıklamak
amacıyla kaleme alınmış, isminden de anlaşılacağı gibi gizlenip hasıraltı edilen belgeleri ortaya çıkarmayı amaçlamıştır. Oysa hakikat hiç de öyle değildir.
Anahtar Kelimeler: Kıbrıs, TMT, EOKA, Nacak, Cumhuriyet, AKEL…
Abstract
Especially the period starting from 1955 up to 1963 is worth making researches on
Cyprus history. While EOKA established by Grivas was turning the islend to be a bloody
sceene Turkish Cypriots established their own organizations named Turkish Resistance Organization to keep their lives, property and their honor as well. Despite the fact that a good
many boks and articles have got published so far about EOKA and Grivas, only a few were
writtten bu Turkish academicians and the historians aout Türkish Resistance Organization
and the period mentions. The book named “Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler/The Hidden Documents in Cyprus” by Salih Öztoprak has aimed to enlighten the period from 1925 to 1975, and
as realized from its original name, aimed to bring all the hidden documents and the archives
of the period. On the other hand, the reality is not so.
Key Words: Cyprus, TMT, EOKA, Nacak, Cumhuriyet, AKEL…
*
Öğretim Üyesi; Atılım Üniversitesi İşletme Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü,
(ulvi.keser@gmail.com).
365
Ulvi KESER
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Giriş
Kıbrıs Türk mücadele tarihi olarak nitelendirilebilecek özellikle 1955–1963
dönemi ve hemen ardından 1974 Barış Harekâtı’na kadar geçen süreç bugün özellikle Kıbrıs’ta tarih ve edebiyat alanında çalışmalar yapan pek çok bilim insanının
ve araştırmacının ilgi alanına giren bir dönemdir. Bu itibarla bu dönemle ilgili pek
çok makale, bilimsel yayın ve kitap yayımlanmış, farklı disiplinlerle ilgili olarak
okuyucularla ve tarih severlerle buluşmuştur. Bu noktada dikkat edilmesi gereken
ve hassasiyet isteyen nokta ise bilimsel yayın yapma iddiasıyla belgeye dayanmayan, objektilikten ve gerçeklerden uzak ve kamuoyunu yanıltıcı ve maksatlı bir
takım gayretlerin bilimsel çalışmalarla aynı kefeye konulmaması gerçeğidir.
“Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler” isimli çalışmayla ilgili bu eleştiri yazısı biraz geç
kalmış olmakla beraber yazılmasının şart olduğu düşüncesi, geç de olsa bu yazının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Söz konusu bu kitap Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde
Galeri Kültür tarafından 2006 tarihinde yayınlanmış, Yazır Matbaacılık tarafından
baskı işlemi yapılmış, Salih Öztoprak isimli 1953 Lefke doğumlu bir Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti vatandaşı tarafından kaleme alınmış bir kitaptır. Yazar, ODTÜ Fizik
Bölümü’nden mezun olduktan sonra kendi ifadesiyle ‘kendi dalında iş bulamadığı
için anahtarcılık, ticaret ve dans öğretmenliği yapmaktadır.’ Ayrıca Yenidüzen gazetesinde zaman zaman makaleleri yayımlanmıştır. Söz konusu kitap İçindekiler, Önsöz
ve Giriş bölümleri hariç olmak üzere toplam 249 sayfadan oluşmuş ve Önsöz, Giriş,
Belgeler-Bilgiler, Cumhuriyet Neden Susturuldu? ve Kaynakça olarak ayrılmış, asıl
olarak da I. Bölüm’de Belgeler-Bilgiler ve II. Bölüm’de de 1960’lı yıllarda Kıbrıs Türk
basınının bir parçası olan Cumhuriyet gazetesiyle ilgili Cumhuriyet Neden Susturuldu? başlıklarını taşımaktadır. Kitabın ikinci ölümünde yer alan Cumhuriyet gazetesiyle ilgili “Cumhuriyet Neden Susturuldu?” başlıklı bölüm kitabın başlığıyla alakasız bir
bölüm olmasının yanında söz konusu gazete konusunda yazarın kişisel düşüncelerini
yansıtmaktadır ve dolayısıyla ayrı bir çalışmayla ele alınması uygun olacaktır. Bununla beraber yazarın Cumhuriyet gazetesine ve bu gazetenin görüşlerine aykırı bularak
çok sert eleştirdiği dönemin Nacak gazetesi ve misyonu konusunda bir ikir vermesi
bağlamında bu gazeteyle ilgili bazı açıklamalarda bulunmak faydalı olacaktır.
Bu son derece iddialı isimle 2006 yılında yayımlanan kitabın daha ismini
duyunca insanların aklına hemen ‘Kıbrıs konusunda acaba kimler hangi belgeleri
hasıraltı etmişler?’ ve ‘Araştırmacı bu çalışmasıyla hasıraltı edilen bu belgeleri nasıl
bulup ortaya çıkarmış?’ gibi sorular geliyor. Yazar da kendisine zaten bu bağlamda
“…O yüzden açıklananları okuyunca ‘Acaba daha neler var?’ diye düşünüyor insan” diye
bir soru yöneltiyor. Durum böyle olunca da daha kitabı okumaya başlamadan kitabın
Kaynakça bölümüne bir göz atmak ihtiyacı duyuyorsunuz. Bilimsel bir araştırma ve
çalışma söz konusu olduğuna göre şüphesiz kitabın Kaynakça bölümünde ortaya
konulan bu hasıraltı belgeler ve hangi arşivlerden bulunup çıkarıldıkları yazılıdır
diye düşünülüyor. Kaynakça bölümünü açtığınızda karşılaştığınız ise tam bir
hayal kırıklığından başka bir şey olmuyor. Kaynakça bölümünde toplam 21 adet
(yirmi bir) kitabın ismi bulunuyor. Bu kitaplardan 15 (on beş) adedi Türkçe olarak
366
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler Üzerine...
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye’de yayımlanmış ve bunlar herkesin,
her istediği zaman bulabileceği türden farklı kaynaklar. Ayrıca 1 (bir) kitap da
İngilizce olarak bir Türk araştırmacı tarafından kaleme alınmış bir çalışma. Geriye
kalan 5 (beş) çalışma ise Kıbrıs Rum Kesimi’nde yayımlanmış ve rahatlıkla bulunabilecek araştırma kitapları veya anılar. Toplam 21 kitap var Kaynakça bölümünde
ve ilginçtir ki kitabın ismi “Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler”. O zaman insan sormadan
edemiyor ‘Nerede bu hasıraltı belgeler?’ diye. Siz toplam 21 farklı araştırmacının
veya yazarın 21 farklı kitabını alacaksınız, onların kitaplarından bulup çıkardığınız
bazı tespitleri kitabınıza koyacaksınız ve bunun adı araştırma olacak, yaptığınız da
“hasıraltı edilmiş belgeleri bulup çıkarmak” olarak adlandırılacak. Bu 21 (yirmi bir)
kitaba bir göz atalım ve hakikaten bulunması imkânsız kitaplar veya belgeler olup
olmadıklarına karar verelim;
Sevin Toluner, “Milletlerarası Hukuk ve Kıbrıs Uyuşmazlığı”
Niyazi Kızılyürek, “Kıbrıs Sorununda İç ve Dış Etkenler”
Niyazi Kızılyürek, “Paşalar Papazlar”
Şükrü Sina Gürel, “Kıbrıs Tarihi”
Kâmil Tuncel, “Düşmana İnat Bir Gün Daha yaşamak”
Dominigue Eudes, “Kapetanios, Yunan İç Savaşı”
Fatih Güllapoğlu, “Tanksız Topsuz Bir Harekât”
Nihat Erim, “Bildiğim Gördüğüm Ölçüler İçinde Kıbrıs”
Mikos Sampson, “Anılar”
Mehmet Ali Birand, “Diyet”
Ahmet An, “Kıbrıs’ta Fırtınalı Yıllar”
Makarios Druşotis, “Karanlık Yön EOKA”
İ. H. Aziz ve N. M. Seferoğlu, “Kıbrıs’ta Tedhiş ve Faşizmin Kurbanları”
Yusuf Alp ve Karlos Zahariadis, “Kıbrıs”
Spiros Papageorghtu, “Köfünye Dosyası”
Talat Turhan, “Özel Savaş, Terör ve Kontrgerilla”
Bunlar kitabın Kaynakça bölümünde Türkçe olarak gösterilen Türk, Rum
veya Yunan araştırmacılara ait 16 kaynak. Kitapta ayrıca kaynak olarak gösterilen
Michale Attalides’in “Cyprus”, AKEL (Kıbrıs Rum Komünist Partisi)’in “Chronicle of
the Contemporary Tragedy of Cyprus”, Glafkos Klerides’in 4 ciltlik anıları olan “Cyprus;
My Deposition” ve Kıbrıslı Türk akademisyen Prof. Dr. Salahi Ramadan Sonyel’in
“Cyprus, the Destruction of a Republic” isimli eserleri de bulunmaktadır.
Yazar kitabının Önsöz ve Giriş kısmında “Birçok kitaptan derlediğim…” diyerek bu toplam 21 kitabı kastetmektedir. Ayrıca yazar “… Yakın tarihimizle ilgili
hasıraltı edilmiş bilgi ve belgeleri yan yana koymakla…” Kıbrıs sorununun çözümüne de
367
Ulvi KESER
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
katkıda bulunduğunu belirtmektedir. Yazarın bir başka ifadesi ise “…Yararlandığım
kitaplardaki belgelerin birçoğu İngiltere’de ’30 yıl geçtikten sonra devlet belgeleri halkın bilgisine açılır.’ yasasıyla ulaşılan belgelerdir.” demekte ve “O yüzden açıklananları okuyunca
‘Acaba daha neler var?” diyerek olayı kendince esrarengiz bir hale sokmaya gayret
ediyor. Başka yazarlar veya araştırmacılar tarafından kaleme alınmış olan bilgileri
“belge” olarak hem de “hasıraltı belgeler” olarak ortaya atmak bilimsellikle ve etik
anlayışla ne kadar bağdaşır bilinmez. Bu kitapları yazanlar veya araştırmaları yapanlar aciz midirler ki siz onların adına avukatlığa soyunuyor ve başkalarına ait
çalışmaları böylece sahipleniyorsunuz. Bilim dünyasında başkaları tarafından
yayımlanmış ve herkesçe bilinen bazı şeyleri “mal bulmuş mağribi gibi” tekrar kaleme
almak, “bugüne değin Türkçe’ye çevrilmemiş, belki de hiçbir zaman çevrilmeyecek, bazı
kitapçılarda bile bulunmayan Kıbrıs’ın yakın tarihiyle ilgili…” diyerek son derece iddialı
sözler sarf etmek ve toplam 5 adet basılı kitaptan alıntılar yapmak ne anlama geliyor
acaba? Böyle bir durumun bilim dünyasında karşılığı nedir, o da bilinmez; ancak
yayım dünyasında böyle bir şey daha önce hiç olmuş mudur? Yani “Sir George Hill’in
Cyprus kitabı zaten İngilizce yazılmıştı, ben onları buraya hasıraltı belgeler olarak aldım.”
demek ne kadar mantık dışıysa, İstiklal Mahkemeleri konusunda Türkiye’de tek uzman kişi olan Prof. Dr. Ergün Aybars’ın İstiklal Mahkemeleri isimli kitabını veya
mübadele konusunda Türkiye’nin en yetkin akademisyeni Doç. Dr. Kemal Arı’nın
Büyük Mübadele isimli bilimsel çalışmasını “Çok okuyanı yoktu, o yüzden ben oradan
da hasıraltı belgeleri alıp okuyucuya sundum.” demek o kadar mantık dışıdır. Glafkos
Klerides’in kitabının neresi hasıraltı belgedir? Bu kitap kütüphaneden veya herhangi bir arşivden alınıp okunamaz mı? Nikos Sampson’un “Anıları” zamanında
bizzat Kıbrıs Türk Federe Devleti tarafından Türkçeye çevrilmiştir ve Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti’nde de neredeyse bütün ortaöğretim kurumlarına kadar parasız
dağıtılmıştır. “Bu kitap İngilizce yazılmış, zaten ‘bazı’ kitapçılarda da yok, bundan sonra Türkçeye de çevrilmez, o halde benim bu yaptığım hasıraltı belgeler bulmaktır.” Öyle
mi? İngilizce veya farklı dillerde yazılmış kitaplardan alıntı yapmak Amerika’yı
yeniden keşfetmek demek değildir ve bu öyle övünülecek bir durum da olamaz. Yazar kitabının Giriş bölümünde ayrıca “Amerikalı, İngiliz, Yunanlı, Alman, Türk değişik
dünya görüşlerine sahip yazarların konuyla ilgili yazdıkları çelişmiyor. Tam tersine her biri
ve yeni yazılanlar bu yazılanları onaylıyor…” demekte ve bu kadar iddialı bir cümleden sonra Amerikalı, Alman, Yunanlı, İngiliz ve Türk farklı dünya görüşlerine
sahip yazarların kimler olduğunu ve hangi çalışmalarının birbirleriyle çelişmediğini
ise belirtmiyor. “Değişik diller ve değişik ülkeler” denilerek kastedilen ise İngiltere
ve İngilizce, Rumca ve Yunanca ile Yunanistan mıdır? Bu dillerden iki kitaptan
yapılacak alıntılar vatana, millete veya tarihe büyük hizmet midir?
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde yaşayan herkes üşenmez de Girne’ye
kadar gelirse bütün bu bulunmaz Hint kumaşı 21 kitabı orada Kıbrıs Türk Milli
Arşivi’nden rahatlıkla alabilir. Ayrıca bu kitapların tamamı Lefkoşa’daki Merkez
Halk Kütüphanesi’nde de mevcuttur. Kaldı ki Kıbrıs’la ilgili bir çalışma yapan, Kıbrıs
konusunda bir şeyler okuyan veya merak eden hemen herkes bu kitaplara zaten
kendi kütüphanesinde de sahiptir. Druşotis’in Galeri Kültür tarafından yayımlanan
“Karanlık Yön EOKA” kitabı piyasada yok mudur? Galeri Kültür bu kitabın
dağıtılması ve okuyucuya sunulması konusunda zaiyet mi gösteriyor ki sözde
hasıraltı belgeleri ortaya çıkaran kişi böyle bir görevi kendisine görev edinmiş? Bu
368
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler Üzerine...
durumu ayrıca söz konusu kitapevine de bir hakaret olarak değerlendirmek gerekir.
Aynı şekilde Niyazi Kızılyürek, Ahmet An, Şükrü Sina Gürel, Sevin Toluner, Fatih
Güllapoğlu ve Yusuf Alp’in kitaplarını bulmak o kadar zor mudur? Kaynakça ile bu
kısmı toplayalım ve “Fazla söze ne hacet.” diyerek noktalayalım; Bu 21 kitap ortalama
her kütüphanede bulunan, Kıbrıs konusuyla biraz ilgilenen herkesin kitaplığında
yerini almış olan eserlerdir. Muhteviyatları da herkes tarafından okunmuştur, gizlisi saklısı da yoktur. Burada araştırmacıya sormak gerekir “Sizin araştırıp ortaya
çıkardığınız, bulduğunuz belgeler nerededir?” Yeni bir belge veya bilgiye ulaşmadınızsa
bu kitabın isminin Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler olarak atılması kitabın satışıyla ilgili
ince bir ayarlama mıdır?
Kitabın içeriği ise esasında en çok tartışma yaratacak kısım olarak karşımıza
çıkmaktadır. Kabul etmek gerekir ki yazar bir akademisyen olmadığından bir bilimsel çalışma yaptığı beklenemez. Dolayısıyla böyle bir çalışmada olması gereken objektilik de pek çok noktalarda göz ardı edilmiş ve zaman zaman art niyete varan
“aşağılayıcı ve küçümseyici” üslup yanında suçlayıcı bir tek taralılık ve yanlılık da
ortaya çıkmıştır. Bununla ilgili bazı örnekler aşağıda ayrıntılarıyla verilecektir.
Yazar kitabında açıklamalarına 1925 yılından başlıyor ve ilk olarak maden
ocaklarında çalışan işçilerin mücadelelerini aktarıyor. Kitabın 7. sayfasında Kıbrıslı
Türklerle ilgili ilk aşağılama “Rumlar değersiz bir Türk’ü…” ifadesiyle kendisini
gösteriyor. Ardından Türk Dışişleri Bakanı Tevik Rüştü Aras’la ilgili olarak “Dr.
Aras, Kıbrıs Türk seçkinlerine uzun yıllar kılavuzluk (!) edecek görüşünü özetler.” ifadesi
gelir. Yazar 10. sayfada ise Niyazi Kızılyürek’i referans alarak Kıbrıs Adası Türk
Azınlıklar Kurumu (KATAK)’nu “Her ne kadar bir ulusal uyanışın göstergesi olarak
adlandırılmışsa da gerçek olan şudur ki İngiliz yönetimi işbirlikçi Türkleri bu örgütü kurmak için teşvik etti.” diyerek aşağılayıcı ve suçlayıcı sözlerine devam eder. Yazar 23.
sayfada ise eski bir Yunan subayı olan, gerilla savaşı konusunda son derece profesyonel Grivas tarafından kurulan EOKA teşkilatının sayısı 300’ü geçmeyen ve
çoğu lise öğrencilerinden oluşan bir örgüt olduğunu belirtir. Yazar masum insanları
katletmekten çekinmeyen bu tedhiş örgütündekileri ayrıca “savaşçılar” olarak nitelendirir. Kitabın 25. sayfasında yazarın Türk Mukavemet Teşkilatı konusundaki
ifadeleri ise Kıbrıslı Türklerin can, mal ve namuslarını korumak ve tamamen savunma amaçlı olarak teşkil edilen Kıbrıslı Türklerin Kuvayı Milliyesini “adam öldürme,
bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm haline getirme, adam kaçırmak suretiyle
tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehineleri alıkoyma, kundakçılık, sabotaj” gibi ifadelerle suçlar ve Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kuruluş süreciyle ilgili gelişmeleri ise
1952 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı kararla Türkiye Cumhuriyeti
devletinin meşru hükümeti tarafından Kıbrıs’la ilgili bir organizasyona gidilmesini
kasıtlı olarak göz ardı ederek yasadışı ilan eder. Yazar kitabının 33. sayfasında da
6/7 Eylül olaylarında Özel Harp Dairesi elemanlarınca kışkırtılan halkın sokaklara döküldüğünden bahseder. Oysa daha 21–23 Kasım 2008 tarihinde Ankara’da
Kıbrıs Türk Kültür Derneği tarafından düzenlenen Birinci Uluslararası Kıbrıs
Sempozyumu’nda dönemin Seferberlik Tetkik Kurulu mensubu olan Emekli Albay
İsmail Tansu sözleri söyleyenleri vatan haini olarak nitelendirir ve söylenenleri de
iftira olarak nitelendirir. Kitabın 37. sayfasında ise yazar Kıbrıs’ta yaşanılanları 6/7
Eylül’e benzetir ve provokatörlerin kışkırttığı Türk gençlerinin Ayluka mahallesinde
tüm Rum evlerini ateşe verdiklerini ileri sürer. Sayfa 43’de ise yazar “Türk tarafındaki
369
Ulvi KESER
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
teşkilat ilk cinayet girişimini yaptı” diyerek TMT’yi EOKA gibi kanlı bir cinayet örgütü
haline sokar. Kitabın 46. sayfasında da aynı şekilde yazar 12 Haziran 1958 günü adada
yaşanılanlarla ilgili olarak “Olayı anımsayan yaşlı köylülerle yaptığım konuşmalarda”
diyerek insanları zan altında bırakmakta ve tek yanlı bir suçlamanın içine girmektedir. Yazar 58. sayfada ayrıca Rum ambargosu altında inleyen, tecrit edilmiş vaziyette EOKA teröründen ve ölüm korkusundan evlerini terk ederek nispeten daha
güvenli bölgelere kaçan Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu
vasıtasıyla kendi ticari hayatlarını canlandırmaya yönelik girişimleri olan Türk malı
kullanılması ve Türk çarşısından alışveriş yapılmasıyla ilgili uygulamaları da sert
bir şekilde eleştirmektedir. Oysa bugün bile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne sınır
kapılarından geçiş yapan bırakın Kıbrıslı Rumları, turist gezdiren otobüslerin Rum
rehberleri bile içecekleri su ve sandviçlerine kadar her şeylerini yanlarında getirmekte ve Kıbrıslı Türklerden alışveriş yapmamaktadırlar. Kaldı ki 1955–1963 döneminde EOKA ise Kıbrıslı Türklerden alışveriş yapan Kıbrıslı Rumları ölümle tehdit
etmiştir1. Nacak gazetesi bu arada Türk malı alınmasıyla ilgili kampanya sırasında
halkı aldatmaya çalışanlara karşı da savaş açmış durumdadır. Örneğin Kalemtıraş
imzasıyla kaleme alınan yazının başlığı ise “Yabancı Malı Yutturanlara” şeklindedir2;
“El altından dükkânlarını yabancı mallarla doldurarak Türk malıdır diye halkımıza
yutturan bazı tüccarlarımızın mevcudiyetinden haber aldık. Türk cemaatine ve dolayısıyla
Türk işçisine boykottan başka bir şey değildir bu. Hele çarşımızda bol bol ayakkabı olduğunu
düşünürsek diğer çarşıdan gelen ayakkabı olduğunu düşünün. Efendiler! Kendi kendimizin
haklarını çiğnetmeyelim. Milli menfaati istismarla ancak kendi kendimizi aldatmış oluruz.
Kalkınmak için her şeyimizi sarf ederken birkaç türedinin herkesin menfaatini haleldar edecek hareketi iğrençtir. Bu böyle bilinmelidir…”
Yazar çalışmasının farklı sayfalarında Nacak gazetesinin yayınlarına da yer
vermekte ve gazeteyi kışkırtıcı olmakla suçlamaktadır. Oysa Nacak gazetesi yayın
hayatı boyunca Kıbrıslı Rumlarla ilgili olarak son derece dikkatli yayınlar yapmış
ve Kıbrıslı Türkleri de yanlış hareketlerden korumağa gayret göstermiştir. Örneğin
18 Eylül 1959 tarihli Nacak gazetesinde “Baf’ta son günlerde bir gizli teşkilat adına faaliyette bulunulduğu, üye kaydedildiği, bu maksat için fotoğraf istenip vesikalar imza ettirildiği
ve bu arada da üyelerden para sızdırıldığı haber alınmıştır. Üzerlerinde hiçbir mesuliyet hissi
olmayan bu menfaatperestlerin Kıbrıs Türklerinin lehine olan şimdiki durumu baltalamak
için giriştikleri bu gayreti takbih ederiz. Kıbrıs’taki cemaatlerin müşterek bir hayat kurmak
için uğraştıkları bu zamanda böyle meni hareketlerle istikbalimizi kirletmeğe çalışanlara karşı
uyanık davranılacağına eminiz”3 şeklinde bir yazı söz konusudur. 21 Ağustos 1959 tarihli gazetede de “…Grivas’ın sözlerine biz kulak asmıyoruz, ne de tehditleri bizi anlaşmadan
döndürebilir. Eğer Rumlar da bizim gibi düşünüyorlarsa Zürih anlaşmaları tatbik olunacak.
Gözünü iktidar hırsı bürümüş Grivas’ın da nahoş sesi, sulh ve barışa susamış Kıbrıs halkını
tedirgin etmeyecektir.” ifadesi görülebilir. Yazar 68. sayfada ise “1963–1967 yılları
arasında Türklere silahlı saldırılar yapıldığını biliyoruz. (Türklerin de yaptığı gibi)” der;
ancak Kıbrıs’ın yakın tarihinde bir dönüm noktası olan 21 Aralık 1963 gününü ve
23 Aralık 1963 tarihinde hafızalara Kanlı Noel olarak girecek olan masum insanların
1
2
3
EOKA’nın 6 Mart 1958 tarihinde Lefkoşa’da dağıttığı Yunanca bildiri: KTMA, EOKA Bildirileri
Dosyası No. 1318 ve 1319.
Nacak, 23 Ekim 1959.
Nacak, 18 Eylül 1959.
370
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler Üzerine...
EOKA tarafından evlerinde katledilmelerini ve bütün Kıbrıslı Türklerin topyekûn
katledilmelerini içeren Akritas Planı’ndan bahsetmez. Sayfa 72’de yazar Türk savaş
uçaklarının Kıbrıs semalarında göründüğünü belirtir fakat neden orada olduklarını
açıklama gereği duymaz. Yazar 79. sayfada Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alay Komutanı
Turgut Sunalp’le ilgili olarak “Anayasayı korumakla görevli Türk birliğinin komutanı
idi” derken Kıbrıslı Türklerin EOKA tarafından katledilmelerini göz ardı etmekte,
Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin Cumhurbaşkanı başpiskopos Makarios başta olmak
üzere İçişleri Bakanı Polikarpos Yorgacis’in de asli görevlerinin kendi vatandaşları
olan Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı Kıbrıslı Türkleri korumakla mükellef olduklarını
es geçmektedir. Yazar 81. sayfada ise 11 Mayıs 1964 tarihinde Mağusa Türk bölgesine geçen Rum polis komutanı Pantalis’in oğlu ve iki arkadaşının bu davranışını
“yanlışlıkla” olarak ifade eder. Hemen ardından aynı bölgede Rumlar tarafından
kaçırılan ve bir daha kendilerinden haber alınamayan 32 Türk ise onun için çok da
önemli değildir. Yazar sayfa 83’de ise “Türk uçaklarının Erenköy yöresini bombaladığı
günlerde” diyerek bu hava harekâtının sadece uyarı amaçlı olduğunu, sivil hedelere
de askeri hedelere de ateş edilmediğini, harekâtın Erenköy bölgesinde Grivas
komutasında toplanmış binlerce Rum ve Yunanlının kuşatmasından o bölgedeki
500 kadar Kıbrıslı Türk öğrenciyi kurtarmaya yönelik olduğunu da belirtmemektedir. Yazar sayfa 89-90’da ise Michale Attalides’in Cyprus kitabına atıfta bulunarak
Aralık 1964 tarihinde köylerine geri dönmeye çalışan Kıbrıslı göçmenlerin Kıbrıs
Türk liderliği tarafından tehdit edildiklerini ve hatta bazılarının öldürüldüklerini
belirtir ve Kıbrıslı Türklerin kontrolündeki bölgelere Rumların girmesine müsaade edilmediğini yazar. 21 Aralık 1963 sonrasında yaşanılan katliamları gördükten
sonra hangi Kıbrıslı Türk canını kurtarabilmek amacıyla terk ettiği köyüne dönmek
istedi acaba?
Yazar kitabının yaklaşık 150 sayfalık kısmını 1925–1975 sürecine ayırırken
özellikle Kıbrıs Rum Komünist Partisi AKEL tarafından adada verilen mücadeleyi
ön plana çıkartmaya gayret gösterir ve bu partinin Kıbrıs’ta Kıbrıslılık bilinci yaratmaya çalıştığını vurgular. Bugün de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde yaşanılan
kimliksizleştirme ve kimsizleştirme politikasının bir parçası olan bu strateji adada
Kıbrıslı Türkleri önce “Kıbrıslıtürk” haline getirmeye ve ardından Kıbrıslı yaratmaya gayret etmektedir. AKEL’in Rum veya Türk demeden herkesin ortak hakları ve
menfaatleri ve özellikle maden ocaklarında çalışan işçiler için mücadele ettiğini ileri
süren yazara göre bu mücadeleyi baltalayan ise TMT gibi örgütler olmuştur. Yazar
böylece Türk Mukavemet teşkilatı’nı EOKA ile aynı düzeyde ve aynı kategoride
gördüğünü de gösterir. Kitabın 155–248. sayfaları arası ise Cumhuriyet gazetesine
ayrılmıştır ve Cumhuriyet neden Susturuldu başlığını taşımaktadır.
Nacak Gazetesi’nin Yayınları
Bu dönemde Kıbrıs’ta en önemli dönüm noktası ise, Nacak gazetesinin yayın
hayatına başlamasıdır. Nacak gazetesinden önce Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu
ve Kıbrıslı Türklerin faaliyetleri konusunda toplumu aydınlatmak ve haberdar etmek için kullanılan yol ise genellikle KTKF tarafından yayımlanan faaliyet raporları
veya bilgi bültenleridir. Örneğin Nacak gazetesinin ilk sayısının çıkmasından hemen önce Nisan 1959 tarihinde yayımlanan aylık bültende Rauf R. Denktaş’ın ‘Tu-
371
Ulvi KESER
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
tunmak ve Yükselmek Azmindeyiz.’ başlıklı bir yazısı yer almaktadır4. Söz konusu
yazıda Rauf R. Denktaş tarafından Kıbrıs Türk toplumunun iktisadi alanda da söz
sahibi olabilmesi, devamlı alıcı ve tüketici olmak yerine ürettiğini satan ve üreten
bir toplum haline gelebilmesi, Zürih anlaşması sonrasında kazanılan haklarla perakendecilikten öteye gidemeyen ticaret hayatının kalkınması ve Türk’ün Türk’ü
koruması gerektiği belirtilir5. İlginç bir nokta ise Kıbrıs’ta Nacak gazetesi yayın
hayatına başlamadan hemen önce İngiltere’de yaşayan Kıbrıslı Türklerin de seslerini duyurabilmek amacıyla bir gazete çıkarma girişimine başlamalarıdır6. ‘Her şey
vatan için’ ifadesini kendilerine parola olarak alan gazete yetkilileri gazeteyi önce
aylık, ilerleyen dönemde de haftalık olarak çıkartmayı planlamakta ve ‘Türklüğe ve
Kıbrıs’taki cemaatimize her sahada hizmet için’ bu girişimi başlatmaktadır7. Nacak
gazetesinin sahibi kâğıt üzerinde Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu, imtiyaz sahibi ise Rauf R. Denktaş olarak görülmektedir8;
“Türk Mukavemet Teşkilatı bir gazete çıkarmaya karar verdi. Rıza Vuruşkan
gazetenin adını eski bir Türk silahı olduğu için Nacak koydu. Aslında tırpanla nacak arasında
bir süre tereddüt ettik. Dış görünüş olarak Denktaş sahibi, ben de Yazı İşleri Müdürü olarak
görülecektik. Gazetenin ilk sayısını 29 Mayıs 1959 tarihinde çıkarttık...”
Nacak gazetesi, Halkın Sesi Matbaası’nda basılır ve son sayısının
yayımlandığı 22 Aralık 1963 gününe kadar haftalık olarak yayımlanır. Gazetenin
iyatı 15 Mils olarak belirlenmiştir. Gazetenin sahibi olarak ise Nacak gazete ve
Matbaacılık İşletmesi Limited görülmektedir. Gazetenin idare merkezi ise Müftü
Ziyai Efendi Sokak, No.2, Lefkoşa görülmektedir. Gazetenin telefon numarası 2697
olarak belirlenmiştir ve gazetenin altı aylık abone bedeli 500 mil, bir yıllık abone
bedeli ise 1 lira olarak belirtilir.
Gazetenin ilk sayfasında Nacak ifadesinin hemen yanında ‘Haftalık Siyasî Gazetedir.’ ibaresi yer almakta, bunun hemen yanında gazetenin abonelik
şartları, gazetenin imtiyaz sahibi ve adresi gibi bilgiler bulunmaktadır. Gazetenin
sol köşesinde ise Nacak üzerine bir başak amblemi bulunmaktadır. Aynı sütunun
sağ köşesinde ise üzerinde ‘Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak eğer
uğrunda ölen varsa vatandır.’ yazılı bayrak, asker, meşale ve sırmadan oluşan bir
amblem bulunmaktadır. Gazete ilk sayısında ayrıca yayın ilkelerini ‘Kıbrıs Türk
köylüsünü topyekûn kalkındırma mücadelesine girişmek, Türk işçisinin haklarını
savunmak, millî davamıza set çekenlere karşı durmak, millî bilinci ayakta tutmak,
ada Türklerini bu bilinçaltında toplamak ve Enosis’e karşı mücadele etmek’ olarak
açıklar. Gazetenin asıl amacı ulusal bilinç etrafında Kıbrıslı Türklerin toplanmalarını
sağlamak ve Enosis’e karşı çıkmaktır9. Bu bağlamda gazete ilk sayısından son
sayısına kadar Kıbrıs Rum basınıyla mücadele eder, EOKA’ya karşı Kıbrıslı Türkleri
bilinçlendirir, sağlık, spor, kültür, coğrafya, tarih, ulusal bilinç, Türkiye ile ilişkiler,
tarım, ziraat ve köylerle ilgili son derece faydalı çalışmalar yapar ve Türk toplumunu ayakta tutan dinamikler üzerinde yoğunlaşır.
4
5
6
7
8
9
KTMA, Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Aylık Bülteni, Nisan 1959.
Adı geçen bülten, Nisan 1959.
Türk Sesi gazetesinden A. Necati Sağer tarafından Rauf R. Denktaş’a gönderilen 1 Mayıs 1959 tarihli yazı.
Adı geçen yazı.
Fuat Veziroğlu ile 16 Kasım 2003 tarihinde Lefkoşa’da yapılan görüşme.
Nacak, 18 Mart 1960.
372
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler Üzerine...
Gazetede ayrıca Rauf R. Denktaş, Esat Faik Müftüoğlu, “Haftanın Tuzu Biberi” köşesinde M. Şinasi Tekman, “Çiftçiye Öğütler” köşesinde tarımcı rumuzuyla yazan bir Kıbrıslı Türk, Fuat Veziroğlu, “Pencere” köşesinde İlter Veziroğlu, “Orda Bir
Köy Var Uzakta” köşesinde H. Ç, Ertem Kutay, Cemal Üçyiğit, H. A. Mazlum, Aşkın,
“Karşıdan” köşesinde Sedat Törel, “Bu Hafta” köşesinde H. Tacak, “Söz Aramızda”
köşesinde Fırtına, “akla Gelen” köşesinde Ahmet Gazioğlu, T. Bayraktaroğlu, Salih
Çelebioğlu, H. Tacal, Orbay Mehmet, Ahmet Göksan, Necati Taşkın, H. M. Irkad, Erol
N. Erduran, Orbay Deliceırmak, Cavit Ramadan, Mutallip Vudalı, M. Şükrü de yazılar
yazmaktadır. Gazetenin yayın hayatına başlamasıyla beraber Cuma günleri bütün
ada sathında dağıtımı da üçü çocuk toplam dört kişi tarafından yapılmaya başlanır10.
Gazetenin özellikle Cuma günü yayınlanmasının nedeni ise adanın dört
bir köşesinden Lefkoşa’ya otobüslerle gelen Kıbrıslı Türk köylülerdir. Gazetenin
dağıtımı bağlamında böyle bir kolaylığın yaşanabilmesi ve adanın her tarafına
gazetenin rahatça dağıtılabilmesi için Cuma günü özellikle seçilir. Bunun dışında
Lefkoşa’ya gelemeyen diğer köyler ve Kıbrıslı Türkler için de özellikle haberleşme
alanında istifade edilen Lozan otobüs Şirketi’ne ait otobüsler devreye girer. Gazetelerin otobüs şoförleri veya köylüler aracılığıyla gizlice götürülmesi de son derece
tehlikeli ve riskli bir iş olarak ortaya çıkar. İngiliz idaresi yanında EOKA tarafından
da özellikle köy yollarında yapılan denetleme ve kontrol gazetenin alıcılarına
ulaştırılması için her zaman tehlike yaratır. Gazetelerin köylerde ilk ulaştırıldığı
kimseler ise hep köy öğretmenleri olacaktır.
Gazete yayın hayatına başladığı 29 Mayıs 1959 tarihinden itibaren 1963
yılına kadar geçen süreçte, Kıbrıs Türk toplumunu ‘Türk’ten Türk’e Kampanyası,
Vatandaş Türkçe Konuş Kampanyası, Yerli Malı Kullan Kampanyası’ gibi kampanyalarla bilinçlendirmeye çalışırken, ayrıca tarımdan ziraata, sanayiden kültüre, tarihten ekonomiye kadar pek çok alanda da bilinçlendirip eğitmeye ve
yetiştirmeye çalışır. KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş gazetenin
çıktığı ilk dönemi “Nacak gazetesinin görevi morali yüksek tutmaktı. Yani bugün
(onun yerine) Volkan gazetesi var. İçimizdeki kötü niyetlileri teşhir etmek, onların
kötü propagandasına gerçekleri üretmek vs. Nacak gazetesi benim adıma çıktı ama
yazarları, siyaseti tamamen TMT tarafından otururlar yazarlardı ve TMT liderliği
karar verirdi ‘Yarın şöyle olsun, öbür gün buna cevap verin.’ diye ama o da hep
benden bilinirdi...Aramızda böyle bir şey olmuştu. Gazetenin fonksiyonu oydu ama
reklâm günlerinde ‘Çıktı çıkacak. Her Türk evine nacak almalıdır.’ diye radyoda
açıklamalar yapardı. Herkes ‘Yahu herhalde bir şeyler olacak.’ diye evine nacak almaya başladı. O da işin espri tarafı...”11 diyerek açıklar. Kıbrıslı Türkler olan bitenin
henüz pek farkında olamadıklarından zaman zaman böyle komik durumlar da ortaya çıkmıştır12;
“Erdoğan ağabeyimin kayınbabası vardı, bizim Ayşe’nin babası rahmetlik Hasan
dayı. Rahmetlik anneciğime ‘Be dünür, Atalasa Radyosu’nda bilin ne derler? Herkes evine
10
11
12
O günlerde gazetede çalışan ve bu gazetelerin dağıtım işinden sorumlu olan çocuklardan birisi
olan Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Başkanı Ahmet Göksan ile değişik tarihlerde Ankara’da
yapılan görüşmeler.
KKTC’nin Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş ile 8 Temmuz 2003 tarihinde Lefkoşa’da
yapılan görüşme.
Eski Volkan üyesi Gülten Tilki (Keser) ile değişik tarihlerde Anamur’da yapılan görüşmeler.
373
Ulvi KESER
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
bir nacak alsın derler be dünür. Gene biceğiz savaş çıkacaktır be.’ derdi. Tabii biz Nacak ifadesinin ne olduğunu biliyorduk; ancak onlar daha ne olduğunu fark etmemişlerdi.”
Gazetenin yayın politikası ve kapanıncaya kadar devam ettirdiği siyasî
çizgi böylece çok net olarak ortaya çıkar. İlk etapta toplumun bütün katmanlarını
kucaklayarak Kıbrıs Türk halkını sadece ekonomik olarak değil, siyasî ve kültürel
açıdan da geliştirecek ve Rumlara bağlı kısıtlayıcı unsurları ortadan kaldıracak
tedbirleri anavatan Türkiye’nin de desteğiyle bunları gerçekleştirmek söz konusudur. Gazete yayın hayatına devam ettiği süre içerisinde özellikle Lefkoşa’daki ticaret hayatı başta olmak üzere Türkçenin güzel ve doğru kullanımından kumar ve
içki gibi zararlı alışkanlıklara, ayrıca işçi-işveren ilişkilerine ve sendikal haklara,
tarım, zirat ve çiftçilere tavsiye köşelerinden ormancılık, bağcılık, narenciye üretimine varıncaya kadar çok geniş bir yelpazede öğretici ve eğitici yayınlar yaptığı da
görülür. Gazetenin Kıbrıs’ta aynı dönemde yayımlanan Cumhuriyet ile çatışması
da bu noktada başlamaktadır. Cumhuriyet her ne olursa olsun adada kurulan cumhuriyetin devamından yanadır ve ekonomik kalkınmanın da, kültürel ve siyasî
kalkınmanın da ancak demokrasi içinde mümkün olabileceğini belirtmektedir.
Bu bağlamda Cumhuriyet; Taksim ve Enosis ikirlerine de sert tepki göstermektedir. Ancak Nacak gazetesine göre iki toplumu huzur ve sükûna kavuşturmak için
yapılacak iş eşit haklara sahip iki ayrı toplum olarak yaşamalarını sağlamaktır.
Aksi bir durum ise “Büyük Sahra Çölüne kar yağmasını beklemek kadar boş bir hayal
olur”13. Nacak gazetesinin savunduğu ikirlerde ne kadar haklı çıktığı ise 21 Aralık
1963 gününden itibaren kendisini çok somut olarak gösterecektir. Kıbrıslı Türkleri
“fert olarak değil de cemaat olarak bir vahdet yaratması için” Enosis’e karşı tek yumruk
olmaya çağıran Nacak gazetesi, halka ayrılık ve bencillik değil, birlik ve beraberlik aşılanmasını hedeler14. Daha sonra bütün ada sathına yayılacak olan Türk’ten
Türk’e Kampanyası da bu dönemde hayata geçirilir15.
Genel olarak bakıldığında gazetenin politikası Kıbrıslı Türkleri ulusal bilinç
etrafında derleyip toparlamak ve bu ulusal bilinç çerçevesinde Rumların, Megali
İdea çerçevesinde Kıbrıs adasını Yunanistan’a ilhak amacını güden Enosis arzularına
karşı koymaktır. Nacak gazetesi böylece Kıbrıslı Türkleri uyandırmak ve millî hislerine de tercüman olmak düşüncesindedir16. Atatürk ilke ve inkılâplarını gönülden
benimsemiş olan Nacak, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk milletini toplumsal bilinç çerçevesinde eğitmek, bilinçlendirmek ve millî duyguları coşturarak kamuoyu
yaratmak amacıyla bizzat kendi inisiyatiiyle ortaya koyduğu ve yayımlanmasını
sağladığı Ankara’da Hâkimiyeti Milliye ve Sivas’ta İrade-i Milliye gazetelerinde
olduğu üzere Kıbrıslı Türkleri uyandırmak ve millî hislerine de tercüman olmak
düşüncesindedir.
31 Temmuz 1961 tarihli Cumhuriyet ise 1957’den beri adada yaşanan tedhiş
olaylarının sorumlusu olarak Kıbrıslı Türkleri gösterir ve huzur ve emniyete kastedenlerin Rumlar olmadığını ileri sürer. Gazete aynı sayıda sadece Nacak gazetesini değil, “Bu yolun Taksime gittiğini bildiğimiz içindir ki Kıbrıs halklarına ayrı ayrı
13
14
15
16
Nacak, 5 Ocak 1962.
Nacak, 5 Haziran 1959.
Adı geçen görüşme.
Nacak, 24 Temmuz 1959.
374
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler Üzerine...
self-determinasyon tatbik edilmesine hiçbir itirazımız yoktur”17 diyen Halkın Sesi ve
“Adayı devamlı bir barışa kavuşturacak yegâne çıkar yol, Kıbrıs’ta yaşayan halklara selfdeterminasyon hakkı tanınmasıdır”18 diyen Bozkurt gazetelerini de eleştirir ve yanlış
yolda olduklarını ileri sürer19. Gazeteye göre Taksim tezini ortaya atanlar devrini
doldurmuş olan bu tezi ikide bir lüzumsuz yere ileri sürerek Milli Birlik hükümetinin başına ‘gaile açmaktadırlar’ çünkü bu durum ancak ‘Yassıada’dakilerin’
işine yarayabilir20. 7 Ağustos 1961 tarihli Cumhuriyet gazetesinin manşetinde ise
“Kıbrıs Türklüğünün istikbali ile oynayanlar var. Halkın Sesi, Bozkurt ve Nacak gazeteleri yanlış yoldadır. Gürsel’in son demeci anlaşmaları savunmaktadır” ifadeleri yer
almaktadır. Bu arada muhalif Rum Demokrat Birlik Partisi Asbaşkanı Dr. Ioannis
Polidorides’e yönelik silahlı saldırı “Vahşet’ manşetiyle verilir ve Cumhuriyet gazetesi de söz ve düşüncelerinden dolayı bir Cumhuriyet vatandaşının böylesine vahşice bir
saldırıya uğramasının yapana da yaptırana da hiçbir şey vermeyeceğini belirtir”; “Zaten dış
görünüşteki kabadayılık belirtisine karşın, bu tür davranışlar düşünceye karşılık vermeyen
saldırganın zaalığını göstermektedir” denilir. Bu arada Kıbrıs Türk Cemaat Meclisi
Asbaşkanı Dr. Necdet Ünel’in azalıktan istifası Cumhuriyet gazetesi tarafından, “Bu
olay müfritlerin akıbetini gösterir mahiyettedir” başlığıyla verilirken Dr. İhsan Ali’nin
Türkiye’ye girebilmesi konusundaki sınırlandırmaların kalkması da “adamızdaki
bazı müfterilerin jurnalleri neticesi düşük Menderes hükümeti” tarafından alınan kararın
demokrasi, insan hak ve hürriyetlerinin koruyucusu Devrim Hükümeti tarafından
iptali olarak ve “büyük bir sevinçle” duyurulur21. Bu dönemde Nacak ve Cumhuriyet gazetelerinde karşılıklı sert eleştiriler iyiden iyiye dozunu arttırmaya başlar ve
sözler “kendilerine dalkavukluk etmeye tenezzül etmeyen aydınlar, inhisarcılar, hainlik,
alçaklık” gibi hakarete varan noktalara gelir. H. Muzaffer Gürkan’ın 23 Ekim 1961
tarihli yazısı ise Cumhuriyet gazetesinin genel yayın politikasıyla ilgilidir ve bu durum ‘Cumhuriyet gazetesinin çıkması daha ilk günlerden bazı politikacılarla bazı
çevreleri hiç memnun etmemiştir. Cemaat ve memleket meselelerini gerçekçi, mutedil ve barışçı gözle görüp öylece aksettirmemiz, halkımızı bu şekilde aydınlatmaya
çalışmamız, birçok yanlış, hatalı icraatı teşhir ile yazılması gereken hemen her şeyi
açıkça yazmamız, şu veya bu şekilde toplum üzerinde bir nevi hâkimiyet kuran
ve bunun neticesi olarak da siyasi, hatta ekonomik avantajlar sağlayanların hoşuna
gitmemiş… Çeşitli ağızlarla onlara tabii kalemlerin bize reva gördükleri ithamları
Rum emellerine hizmet, komünistlik, milli davaya ihanet şeklinde özetleyebiliriz…’ sözleriyle gazetede yer alır22. Gazetenin 1962 yılındaki ilk sayısında da Nacak
gazetesiyle ilgili sert eleştiriler bulunmakta ve “Nacak gazetesini okumak milli vazife
imiş. Perşembe gecesi radyoda okunan bir ilanda böyle deniyordu… Milli mefhumunu ne
kadar da işlerine geldiği gibi kullanıyor bazıları. Milli vazife gibi yüce anlamlı bir mefhumu sıkılmadan bir gazete okumak derecesine düşürenlere ve üstelik bunu vatandaşlara
böylece telkin cüretinde bulunanlara sadece acımak gerek. Vatandaşın idrakini haife almak
bu kadar olur” denmektedir23. Gazete ayrıca ‘Nacak’çıların kendilerine ‘siz hainler’
dediğini, Cumhuriyet gazetesini ‘minyatür gazete’ olarak nitelendirdiğini belir17
18
19
20
21
22
23
Halkın Sesi, 5 Ağustos 1961.
Bozkurt, 5 Ağustos 1961.
Cumhuriyet, 7 Ağustos 1961.
Cumhuriyet, 21 Ağustos 1961.
Cumhuriyet, 28 Ağustos 1961.
Cumhuriyet, 23 Ekim 1961.
Cumhuriyet, 1 Ocak 1962.
375
Ulvi KESER
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
terek “Ne yapalım gazetemizin hacmi hakikaten küçüktür. Çünkü bu gazeteyi çıkaranlar
köy köy dolaşarak halktan baskı ve tehditle arpa, buğday veya yumurta toplamış değillerdir”
şeklinde sert bir mukabelede bulunur24. Cumhuriyet gazetesinin sert eleştirileri
ağırlıklı olarak Nacak gazetesi üzerinde yoğunlaşsa da bu eleştirilerden Halkın Sesi
ve Bozkurt gazeteleri de nasiplerini alırlar. Halkın Sesi gazetesinde İngiliz idaresi
kastedilerek söylenen “Onlara yataklarımızı açtık, yorganlarımızı verdik”25 ifadesi de
Cumhuriyet tarafından sert bir şekilde eleştirilir ve Kıbrıs Türk halkının İngiliz
sömürgecilerine ne yatak açtığı ve ne de yorganlarını verdiği belirtilerek “Halkın
Sesi daha açık konuşsun ve İngiliz sömürgecilerine yatak açanların, kucak açanların kim
olduğunu ismi ile cismi ile söylesin de halkımız da öğrensin”26. denir. Nacak gazetesinin 13
Nisan 1962 tarihli sayısında Bulgar Halk Cumhuriyeti’nde yayınlanan bir gazetenin
haberine tepki gösterilir ve bu durum ‘Nacak şovenistlerin organı, Cumhuriyet de
Türk halkının kurtarıcısı! Bu ne tesadüf’ başlığıyla manşet yapılır27. Cumhuriyet
gazetesinin 16 Nisan 1962 tarihli sayısı ise “Nacak Utanmalıdır” başlığıyla çıkar ve
Bayraktar Camii’ne yapılan bombalı saldırıyla ilgili olarak “Nacak bu konuyu çokluk
kurcalamasın, altından çapanoğlu çıkabilir. Hele bir tahkikat komisyonu soruşturmalarını
bitirsin de bu konuda yine konuşuruz” denilir. Bu haber ve gazetenin bu sayısı sondan bir önceki sayı olarak basın tarihindeki yerini alacaktır, çünkü Nisan 1962
dönemine gelindiğinde Kıbrıs adası Cumhuriyet gazetesinin iki yazarı Ayhan Hikmet ve Ahmet Muzaffer Gürkan’ın 23 Nisan 1962 gecesi kimliği belirsiz kimseler
tarafından öldürülmeleriyle sarsılır. Dr. Fazıl Küçük bu olayın hemen ardından
“Bu gibi gayri kanunî hareketlerin tarafımdan katiyen tasvip edilmediğini ve aynı zamanda
bunu yapanların ancak cemaatimiz arasında ve Kıbrıs dahilinde düzen emniyeti ihlal etmekten başka hiçbir maksada hizmet edemeyeceği kanaatindeyim” açıklamasını yapar.28 Bu
olayla ilgili olarak Nacak gazetesi de bir başsağlığı yayınlar ve ‘Ölenler Öldürenler’ başlıklı bir yazı kaleme alır29. Söz konusu iki gazetecinin ölmeleri sonrasında
Cumhuriyet gazetesinin yayın hayatı da son bulur. Gazetenin 23 Nisan 1962 tarihli
89 sayılı son sayısında manşet haber ise ‘Türk toplumu iktisaden kararsızlık içinde
kalamaz. Kıbrıs Türkü her geçen gün iktisaden yıpranmaktadır’ şeklindedir ve bu
sayıda da gazetede ‘Nacak’ın şayet gazetecilik adabından zerrece nasibi olsaydı…’
diye başlayan Nacak gazetesiyle ilgili bir eleştiri yazısı bulunmaktadır30.
Rum tahriklerinin adada artarak devam ettiği bir dönemde Hikmet Arif
Mapolar tarafından yayınlanan Devrim gazetesi bir sayısında Türkiye ile ilgili
bir yazı dizisi hazırlar ve “...23 Nisan 1920 ve 23 Nisan 1963. Aradan 43 yıl geçmiş
bulunuyor. Geçen bu yıllar zarfında büyük Türk milletinin her alanda yaptığı hamleler,
gösterdiği başarılar saymakla bitmeyecek kadar çoktur. Ulusal egemenliğimizin getirdiği
demokratik rejim, ruh ve düşünce hürriyetini kazandırmış, görülmemiş bir hızla ilerlememizi sağlamıştır...” der31. Bu arada Devrim gazetesi ise yayınladığı “Türk Ulusu Tehdit
Etmiyor. Anayasa Tatbik Edilmezse Türk Müdahalesini Bekleyin” başlıklı makalede son
24
25
26
27
28
29
30
31
Cumhuriyet, 8 Ocak 1962.
Halkın Sesi, 27 Ocak 1962.
Cumhuriyet, 29 Ocak 1962.
Nacak, 13 Nisan 1962.
Akın, 26 Nisan 1962.
Nacak, 27 Nisan 1962.
Cumhuriyet, 23 Nisan 1962.
Devrim, 23 Nisan 1963.
376
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler Üzerine...
dönemde adada yaşananlara değinir32. Aynı dönemde Nacak’ta yayınlanan Talat
Yurdakul imzalı bir yazı ise ‘Hürriyet diye haykıranların gayesi bizim hürriyetimizi çalmak, hürriyeti katletmektir.’ Başlığını taşımaktadır33. 1959 Zürich ve Londra
Anlaşmaları’ndan sonra Atina’da yayımlanmaya başlayan ve Atina’dan Kıbrıs’ta
bulunan EOKA mensuplarına gönderilen ‘Agonitis’ isimli gizli Rum gazetesiyle ilk
defa ortaya çıkan ve 21 Nisan 1966’da Patris gazetesinin yayımladığı Yunanca “Sınır
Bekçisi”34 anlamına gelen Akritas kelimesinden esinlenerek isimlendirilen Akritas
Planı uygulamaya konulur. Aynı dönemde İngiltere İçişleri Bakanlığı da harekete
geçerek adada bulunan yöneticilerini uyarır35. Ancak bu konuda Kıbrıslı Rumlar
planlarını çok daha önceden hazırlamışlardır36.
Öte yandan Kıbrıs Türk basını genel olarak, içinde bulunulan sıkıntılı sürece
rağmen öncelikle Kıbrıs Türk toplumunun heyecanını diri tutabilmek, daha sonra
da dünya kamuoyuna seslerini duyurabilmek maksadıyla çok fedakârca bir mücadelenin içine girer. Bu noktada Kıbrıs Türk basın tarihini izlemek esasında Kıbrıslı
Türklerin 1950’li yıllardan itibaren verdikleri mücadeleyi izlemekle eş anlamlıdır. 16
Ağustos 1960 tarihinde garantör devlet sıfatıyla Yunanistan, İngiltere ve Türkiye’nin
de imza koyduğu Londra ve Zürih anlaşmalarıyla ortaya çıkan Kıbrıs Cumhuriyeti
de uzun ömürlü olamaz. Söz konusu cumhuriyetin kısa süreli hayatı 21 Aralık 1963
günü Akritas Planı çerçevesinde adada yaşayan bütün Kıbrıslı Türkleri topyekûn
öldürmeye yönelik olarak harekete geçilmesiyle sona erer. 1955–1963 dönemiyle ilgili olarak özellikle Nacak ve Cumhuriyet gazetelerinin Kıbrıs Türk basınının birer
parçası olarak yayın hayatına başladıkları dönem son derece ilginç, kanlı ve sarsıcı
olaylara da sahne olur. Nacak gazetesi 29 Mayıs 1959 tarihinde yayın hayatına başlar
ve 22 Aralık 1963 tarihine kadar haftalık olarak çıkmaya devam eder. Gazetenin
yayın hayatına son verdiği tarih ise Kıbrıslı Rumların Enosis hedelerine yönelik
olarak Lefkoşa’nın Kumsal bölgesinde başlattıkları ve tarihe de Kumsal Faciası
olarak geçen dönemdir37.
Böylece Nacak gazetesi 3 yıl, 6 ay, 24 gün yayın hayatına devam ederek
misyonunu tamamlar. Nacak gazetesinin çıkmaya başlamasından 1 yıl, 2 ay ve 17
gün sonra da Cumhuriyet gazetesi faaliyete geçer. Cumhuriyet gazetesi de Kıbrıs
Cumhuriyeti ile aynı gün 16 Ağustos 1960 günü doğmuştur ve 23 Nisan 1962
gününe kadar yayın hayatına devam eder. Cumhuriyet gazetesi toplam 1 sene, 6
ay, 7 gün haftalık olarak çıkmaya devam eder. Cumhuriyet gazetesi kapandıktan
sonra Nacak gazetesi ise 1 yıl, 8 ay ve 29 gün daha çıkmaya devam edecektir. Dünya
demokrasi tarihi, insan hak ve özgürlükleri bağlamında bakıldığında 1688 İngiliz
Halklar Bildirisi, hemen ardından 1776 Amerikan İnsan Hakları Bildirisi ve son
olarak da demokrasinin temeli olarak kabul edilen 1789 Fransız Devrimi ve Halklar
ve Yurttaşlar Bildirisi sonrasında insanlığın demokrasiyi insan hak ve özgürlüklerine saygılı ve köklü temeller üzerine oturtmasının bu medeni ülkelerde bile yü32
33
34
35
36
37
Devrim, 7 Eylül 1963.
Nacak, 8 Kasım 1963.
Özden Alpdağ, Barış İçin Savaş, İzmir, 1974, s.18.
FO.371/168967-XC14311.
Zafer, 24 Şubat 1967.
Bu arada Makarios, 21 Aralık 1963 Cumartesi günü garanti anlaşmalarını geçersiz saydığını, bu
yüzden Türkiye’nin adaya yapacağı herhangi bir silahlı müdahalenin saldırganlık sayılacağını
açıklar. KTKF Arşivi MİT Dosyası, Aralık 1963 tarihli ve A.2/22–49 sayılı yazı.
377
Ulvi KESER
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
zlerce yıl aldığı görülecektir. Belki de Kıbrıs adasında Türk toplumunu temsil eden
Cumhuriyet ve Nacak gazetelerinin çatışmasında ulusal bağımsızlık mı, yoksa demokrasi mi sorularına verilen öncelikli cevaplar problemi derinleştirmiştir. Her iki
gazetenin farklı nedenlerle de olsa yayın hayatına devam etmemesi/edememesi bu
iki gazetenin çok özel ve kısıtlı bir sürecin özel misyon yüklenmiş gazeteleri olarak
fonksiyonlarını yitirdiğini ve misyonlarını tamamladıklarını da göstermektedir.
Sonuç
Son derece iddialı bir başlıkla ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin saygın
bir kültür merkezi olan Galeri Kültür vasıtasıyla çıkartılan Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler
isimli kitap adıyla ters orantılı bir şekilde hasıraltı belgeleri ortaya çıkarmaktan ziyade
tamamen yazarının kişisel ve okuyucuyu rahatsız edecek boyutta kişisel ve önyargılı
düşüncelerini yansıtmaktadır. Şüphesiz ki Kıbrıs adasının özellikle Birinci Dünya
Savaşı sonrasındaki dönemi araştırmaya değer pek çok tarihsel olaylarla doludur ve
bilim insanların ilgisini beklemektedir; ancak bunu yapacak olanların önyargılardan
uzak, tamamen bilimsel tabana yayılan, objektif ve doğaldır ki belgelere dayanan
çalışmalar yapacak kimseler olması gerekmektedir. Durum böyle olunca 1925–1975
sürecini ele alan bu çalışmanın öncelikle isminin değiştirilmesi, ardından aldatılan
okuyuculardan başta yayınevi tarafından özür dilenmesi uygun olacaktır.
378
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Kıbrıs’ta Hasıraltı Belgeler Üzerine...
KAYNAKÇA
I- Arşiv Belgeleri
FO.371/168967-XC14311.
KTMA, EOKA Bildirileri Dosyası No. 1318 ve 1319.
KTMA, Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Aylık Bülteni, Nisan 1959.
KTKF Arşivi MİT Dosyası, Aralık 1963 tarihli ve A.2/22–49 sayılı yazı.
II- Kitap
ALPDAĞ, Özden, Barış İçin Savaş, İzmir, 1974.
III- Gazeteler
Akın
Bozkurt
Cumhuriyet
Devrim
Halkın Sesi
Nacak
Zafer
379
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.381-395
II. DÜNYA SAVAŞI TÜRKİYESİ’NDE BİR MUHALEFET
ÖRNEĞİ OLARAK “TAN” GAZETESİ
Mithat Kadri VURAL*
Özet
II. Dünya Savaşı boyunca Türkiye’nin yaşadığı iç ve dış sorunlara karşı ülkenin tepkisini basın yansıtır. Bu dönemin bir bakıma nabzını yoklamak için basın en önemli kaynak
niteliğindedir. Tan gazetesi II. Dünya Savaşı yıllarında ülkenin en çok satan gazeteleri
arasında yer alır ve kamuoyunun oluşturulmasında etkili olur. Gazetenin güttüğü politika
iki noktada toplanır: Sovyet dostluğu ve faşizm düşmanlığı. Gazetenin savaş yıllarındaki
politikası ise savaşın başından beri Sovyetler Birliği’ne sempati beslemek olmuş ve bu durum
haberler ve başyazılarla desteklenmişti. Savaş boyunca Tan gazetesi, Sovyetler Birliği’ne karşı
yapılmış olan propagandayı silmeye, Sovyetlere karşı sevgi yaratmaya çalışıyordu. Savaşın
gidişatına bağlı olarak Türkiye’de aşırı sağ akımlar gelişmeye başlayınca Tan gazetesinde
ırkçılığı yeren makalelerin daha çok çıktığını görülür. Bu nedenle gazete savaş yıllarında
Turancı akımların hedei haline gelmiştir. II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru ise Sovyetler
Birliği ile olan ilişkilerin bozulmaya başlaması ve bu sırada Tan gazetesinin çok partili hayata
geçişi ve demokrasiyi savunması, gazeteye karşı olan tepkileri daha da artırmış ve komünistlik suçlamalarının yoğunlaşmasına neden olur.
Anahtar Kelimeler: Tan Gazetesi, Tan Olayı, Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel.
THE NEWSPAPER “TAN” AS AN EXAMPLE OF OPPOSITION DURING II. WORLD WAR
Abstract
During the Second World War, press relects the country’s response against both
internal and external problems of Turkey. Press is the most important resource in order to
comprehend this period. Tan was among the best-selling newspaper of that time and is effective in creating public opinion. The policy that the newspaper followed consisted of two
points: Soviet friendship and fascism hostility. The newspaper’s policy during the war was
following sympathy to Soviet Union and this situation was supported by news and editorials.
The newspaper Tan, tried to abolish the propaganda against Soviet Union but create sympathy during the war. Depending on the course of war, it could be observed to be more of
articles that criticize fascism when right currents began to improve in Turkey. Therefore, the
newspaper became a target of Turanian movement. When relationships began to deteriorate
to the Soviets towards the end of the Second World War and Tan’s defending of both transition to the multi-party system and democracy, reaction and accusation of communism against
the newspaper increased.
Key Word: The Newspaper Tan, Tan Incident, Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel.
*
Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, (mithat.vural@deu.edu.tr).
381
Mithat Kadri VURAL
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Giriş
II. Dünya Savaşı boyunca Türkiye’nin yaşadığı iç ve dış sorunlara karşı
ülkenin tepkisini basın yansıtmıştır. Türkiye’nin yüreğinin nasıl attığını, beyninin
nasıl çalıştığını derinliğine anlatacak en önemli kaynak, Türk basınında çıkan
yazılar ve yorumlardır1. Bu dönemin bir bakıma nabzını yoklamak için basın en
önemli kaynak niteliğindedir2. Savaş yıllarında basın sıkı bir denetime tabi tutuluyordu3. Birtakım basın yasaları ve tüzükleri bu konuda hükümete geniş yetkiler
vermekteydi4. Basın, iç ve dış politika konularında, ancak belirli sınırlar içinde
yazabiliyor, haber yayınlayabiliyordu. Bu dönemde basında çıkan yazılar genellikle uluslararası siyasetin önceliğinden dolayı dış politika ile ilgili oluyordu. Başka
bir açıdan basın, dış politikadaki hassas dengelerden dolayı hükümetin özellikle
izlediği bir alanı oluşturmaktaydı. Sonuçta hükümetin dış politikada benimsediği
dengeli tutum basına da yansıyor5, bazen ise basında farklı siyasal tutumlar, farklı
eğilimler yer alabiliyordu. Hükümet ise bazı durumlarda buna göz yumuyordu,
çünkü basında ortaya çıkan bu durum hükümetin dış politika da oluşturmaya
çalıştığı denge siyasetine de yardımcı oluyordu6. Savaş yıllarında Türk Basını hem
uluslararası koşulların ağırlığından, hem de hükümetin denetiminden dolayı iç politikaya fazla yer ayıramazdı7, bu alanda biraz ileri gitmek hemen hükümetin tepkisine
yol açabiliyordu8. Bu durumunun nedeni olarak ise, Türkiye’nin bölgede önemli bir
ülke olması ve savaşan devletlerin Türkiye’yi kendi yanlarına çekmek için basını
kendi etki alanlarına almaya çalışmaları gösterilebilir. Buna bağlı olarak da hükümetin basın üzerindeki denetimlerini artırdığı söylenebilir9.
1
2
3
4
5
6
7
8
9
Edward Weisband, 2. Dünya Savaşı Ve Türkiye, Örgün yay., İstanbul, 2002, s.58.
Selim Deringil, Denge Oyunu İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası, Tarih Vakfı
Yurt yay., 3. baskı, İstanbul, 2003, s.8.; Ayrıca Bakanlar Kurulu Kararı ile yasaklanan yayınların
dönemlere göre dağılımı için bkz.: Mustafa Yılmaz-Yasemin Doğaner, Cumhuriyet Döneminde Sansür (1923-1973), s.s.12-21.
Bkz.: Alpay Kabacalı, Başlangıçtan Günümüze Türkiye’de Basın Sansürü, Gazeteciler Cemiyeti yay.,
İstanbul, 1990, s.s.133-134.
Bunlar arasında en önemlisi, halkın devlete karşı olan güvenini sarsacak yazılar yazan yazarlara,
para ve hapis cezaları öngören 1881 sayılı kanundu. Ayrıca 1931 tarihli Matbuat Kanunu, 28 Haziran
1938 tarihinde geçirdiği değişikler ile, hükümete önemli yetkiler tanıyordu. Basın üzerindeki denetim şu sözlerle ifade edilmiştir: “Tek şef - Tek parti devrinde basına karşı sert tedbirler alındı. Devlet
bütün yayın vasıtalarına el koydu. Gerçi bir sansür heyeti yoktu ama CHP ve Matbuat Müdürlüğü
basın üzerinde yaptığı baskı ile sansür kadar rol oynuyordu. Bu devirde bazı konuların ve kelimelerin
kullanılması yasak edildi”: Fürüzan Hüsrev Tökin, Basın Ansiklopedisi, s.104.
Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), C.II, İletişim yay., İstanbul, 1996, s.135.
Nadir Nadi, Perde Aralığından, Çağdaş yay., 4. basım, İstanbul 1991, s.24.
Bu konuda bkz.: Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları, Tek Partiden Çok Partiye 19441950, Bilgi yay., 3. baskı, İstanbul, 1990, s.21.
Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, Remzi Kitapevi, 4. basım, İstanbul, 2000, s.189; Ayrıca basın üzerindeki hükümetin baskısı için bkz.: Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, C.III, İstanbul, 1970, s.305; Cihat Baban, “İkinci Dünya Savaşı’nda Türk Basını”, Son Havadis,
23 Eylül 1984.
Nadir Nadi bu durumu şu sözlerle ifade ediyor: “Milli Şef’e, hükümete ve CHP’ye dil uzatmak
yasaktı. Hükümetin genel tutumu hiçbir şekilde tenkit edilemezdi. Bu itibarla gazeteler daha ziyade dünya politikası üzerinde durmaya önem veriyorlardı”: Nadi, a.g.e., s.50; Zekeriya Sertel ise
savaş yıllarındaki basın üzerindeki baskıyla ilgili şöyle diyordu: “Basına doğrudan doğruya sansür
uygulanmıyordu; ama manevi baskı o kadar ağırdı ki, çoğumuz sansürü bu baskıdan daha iyi buluyorduk. Çünkü basın sıkı bir kontrol altında tutuluyordu”; Zekeriya Sertel, a.g.e., s.189.
382
II. Dünya Savaşı Türkiyesi’nde Bir Muhalefet...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Savaş yıllarında en yakından izlenen gazete ve yazarların başında Ulus
gazetesi ve Falih Rıfkı Atay geliyordu10. Falih Rıfkı yönetimindeki Ulus gazetesinin hükümetin siyasetini yansıttığı düşünülüyordu. Ulus’un dış haberlerden sorumlu müdürü Ahmet Şükrü Esmer’di11. Falih Rıfkı, kadar olmamakla birlikte Esmer
de, kabinedeki dış politika çizgisini saptayan danışmanlara ve CHP’nin Meclis
grubuna yakındı12. Yunus Nadi tarafından kurulan Cumhuriyet gazetesi ise savaş
yıllarında genellikle Almanya’ya yakın olarak görülüyordu13. Nadir Nadi, gazetenin
bu politikasını, Türkiye’nin ulusal çıkarları bakımından politik gerçekçilik olarak
yorumlamıştı. Ziyat Ebüzziya’nın sahipliğiyle, yöneticiliğini yaptığı, Tasviri Efkâr
gazetesi de Almanya yanlısı yayın yapıyordu. Genel yayın yönetmenliğini Ali
İhsan Sabis’in yaptığı bu gazetede Peyami Safa da makaleler yazmaktaydı. Yayın
politikası nedeniyle kapatılan gazete 1945 yılında Tasvir adıyla yeniden yayın
hayatına atılmıştır. Necmettin Sadak yönetimindeki Akşam gazetesi ise, aşırı uçlar
arasında ‘orta yeri’ almıştı14. Savaş yılları boyunca mütteik yanlısı ölçülü bir politika
izlemiş, ara sıra mütteik politikalarını eleştirmekten de geri kalmamış, fakat bunu
10
11
12
13
14
Atatürk üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınmıştır. Gazeteci-yazardır. 1894’te İstanbul’da doğan
yazar, eğitimini İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde tamamladı. 1908 devriminden sonra “Tanin”
gazetesinde gazetecilik hayatı başladı. Bir yandan gazetelere, dergilere yazılar yazarken, diğer
yandan da Babıâli Mektebi Kalemi’ne devam ederek hayatını sürdürmüştür (1913). Birinci
Dünya Savaşı’na yedek subay olarak katılmıştır. Cemal Paşa’nın emir subayı olmuş, Kudüs’te
ve Suriye’de bulunmuştur. Bu süreç içerisin de resmi görevle birtakım Avrupa yolculuklarına da
katılmıştır. Savaş bitince, Bahriye Hususi Kalem Müdür muavinliğine atanmıştır. Bu dönemde
iki arkadaşıyla birlikte “Akşam” gazetesini kuran Atay (1918), devrim aleyhinde bulunanlarla
çetin bir savaşa girişmiş, 1922 yılında Bolu’dan milletvekili seçilmiştir. 1950’ye kadar milletvekili kalmıştır. Ayrıca “Hâkimiyet-i Milliyet”, “Milliyet”, “Ulus” gazetelerinde de başyazarlık
yapmıştır. 1950’de siyasi hayattan çekilerek kendini büsbütün gazeteciliğe veren Atay, kısa bir
süre “Cumhuriyet” gazetesine haftalık sohbetler yazmış, daha sonra bir arkadaşıyla birlikte
“Dünya” gazetesini kurmuştur
Kurtuluş Savaşı kazanılınca, gazeteci olarak Mudanya ve ardından Lozan Konferansı’na
katılmıştır. Yurda dönüşünde bazı arkadaşları ile Vatan gazetesini çıkarmış; sonra Milliyet
gazetesinin Yazı İşleri Müdürü, daha sonra da Genel Müdürü olmuştur. Milliyet’te çalışırken,
Mülkiye’de Siyasi Tarih Hocası olmuş ve bu dersi Harp Akademisi’nde ve Yüksek İktisat
ve Ticaret Mektebi’nde de vermiştir. Ulus gazetesinde de Dış Politika Yazarı olmuştur. Daha
sonra 1939’da İstanbul Milletvekili seçilmiştir. 1945’te Birleşmiş Milletleri kuran San Francisco
Konferansı’na Türk Heyeti danışmanı olarak katılmıştır. 1946’da Milletvekilliğinden ayrılmıştır.
1948’de Haberler Bürosu’nu kurmak üzere New York’a gitmiştir. 1949’da ise Basın-Yayın Genel Müdürlüğü’ne atanarak tekrar Ankara’ya gelmiştir. 1954’te Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki
Siyasi Tarih Profesörlüğü görevine geri dönmüş; 1969’da da emekliye ayrılmıştır. Daha sonra
Ulus gazetesinde Dış Politika Yazarlığı’na ise devam etmiştir. Esmer’in 1944’te yayımlanan Siyasi
Tarih ile 1953’te yayımlanan Siyasi Tarih (1919-1939) başlıklı kitapları ile başlıcaları “Cyprus, Past
and Present” (Milletlerarası Münasebetler Türk Yıllığı,1962) ve Prof. Dr. Oral Sander’le ortaklaşa
yazdığı “İkinci Dünya Savaşı’nda Türk Dış Politikası”(Olaylarla Türk Dış Politikası: 1919-1965,
1969) olan bilimsel makaleleri bulunmaktadır.
A.g.e., s.63.
Gazeteci Yunus Nadi Abalıoğlu 1880 yılında Fethiye’de doğdu. Abalızade Hacı Halil Efendi’nin
oğlu olan Yunus Nadi, ilköğrenimini Fethiye’de yaptı. Rodos adasında Süleymaniye Medresesinde, İstanbul’da Galatasaray Sultaniyesinde okudu. Sonra Hukuk Mektebine devam etti.
1900’da Malümat gazetesinde çalışmaya başladı. 1910’da İttihat ve Terakki Cemiyetinin çıkardığı
Rumeli Gazetesi’nin başyazarı oldu. 1911’de Meclisi Mebusan’a Aydın milletvekili olarak katıldı.
1918’de İstanbul’da Yenigün gazetesini kurdu. 1920’de Muğla Milletvekili olarak TBMM’ne
girdi. 1924’te İstanbul’da Cumhuriyet Gazetesi’ni kurdu ve ölümüne kadar başyazarlığını yaptı.
TBMM’nin 6. dönemine kadar Muğla Milletvekilliğini yapan Abalıoğlu, 28 Mart 1945’te tedavi
için gittiği Cenevre’de öldü.
Edward Weisband, a.g.e., s.68.
383
Mithat Kadri VURAL
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
hep dost tavrıyla yapmıştır. Tan gazetesi ise savaş yıllarındaki Türk basınında, diğer
gazetelere göre farklı bir siyasal tavır içinde olmuş ve bu çizgisinden dolayı devamlı
olarak tepki görmüştür. Tan gazetesinin çizgisini farklılaştırmasında gazetenin sahibi ve yöneticileri olan Zekeriya Sertel ve Sabiha Sertel’in politik görüşlerinin etkili
olduğu açıktır.
Zekeriya Sertel, Son Posta gazetesinden ayrıldıktan sonra Halil Lütfü
Dördüncü ile yeni bir gazete çıkarmaya karar verir. Ahmet Emin Yalman’ın da
kendilerine katılmasıyla birlikte İş Bankası’nın satılığa çıkardığı Tan gazetesini
satın alırlar15. İlk dönemlerde gazete daha ziyade başyazar Ahmet Emin Yalman’ın
yönetimindedir. Gazetenin üçüncü sayfasında “Günün Meseleleri” başlığı altında
Zekeriya Sertel yazmaktadır16. Ayrıca “Görüşler” başlığı altında Sabiha Sertel, “Felek”
adı altında Burhan Felek, “Bugün” başlığı altında Ömer Rıza Doğrul günlük yazılar
kaleme alıyordu. Dış politika ile ilgili daha çok Burhan Felek, hikâyeleri Halikarnas
Balıkçısı Cevat Şakir, röportajları Suat Derviş, Selahattin Güngör, Naci Sadullah,
spor yazılarını Eşref Edip, romanlarını Ziya Şakir, Sabahattin Ali yazmakta, yazı
işleri müdürlüğünü ise Mümtaz Faik Fenik sürdürmekteydi. Gazete ilk başta Yıldız
Sertel’e göre, İş Bankası döneminden kalan, liberalizmi savunan, stil bakımından
Osmanlı Dönemi’ni hatırlatan yazarlardan oluşmaktaydı17. Fikret Adil, Eşref Şeik
gibi yazarlara daha sonra Ulunay18, ve Reik Halid Karay’da katılmıştı.
Daha sonra ise Ahmet Emin Yalman’ın gazeteden ayrılmasıyla başlayan yeni
süreçte Zekeriya Sertel’in gazetenin yayın politikasına damga vurduğu görülecektir.
Tan gazetesindeki bu yeni dönemde yazı kadrosundaki yazarlardan önce Burhan
Felek, daha sonra ise Fikret Adil, Eşref Şeik gazeteden çekilir. Daha sonraki süreçte
ise Reii Cevat Ulunay ve Reik Halid Karay’da gazeteden ayrılır. Bunların yerine ise
yazı kadrosuna, Naci Sadullah ve Esat Adil katılmıştır. Sabiha Sertel ise daha sık yazı
vermeye başlar. Daha ileriki yıllarda ise gazetenin yazı kadrosu daha da genişler ve
Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Cevat Şakir gibi yazarlar Tan Gazetesi’ne katılır.
1. Savaşın İlk Yıllarında Tan Gazetesi
Zekeriya Sertel 1938’de başyazar olduktan sonra yazılarında, savaş öncesi olaylar, iç politika, basın ve demokrasi gibi değişik konuları ele almıştır. Sertel
tarafından, Nazizm, Türkiye için de büyük bir tehlike olarak görülüyordu19. Bu
doğrultuda Tan gazetesi kendi konumunu, Türkiye’nin dış politika da Almanya
ile birlikte hareket etmesini savunanların karşısında konumlandırdı. Dolayısıyla
Zekeriya Sertel’e göre, gazete dış politika da Türkiye’nin Almanya’nın arkasından
tehlikeli maceralara sürüklemesine karşı kamuoyunu aydınlatmayı üstlendi. Hatta
savaşın başında Tan gazetesi, Türkische Post ile Beyoğlu gazetelerinde görülen Nazi
propagandasına karşı Türk hükümetinin dikkatini çekmeye çalışmış,20 Zekeriya
Sertel imzalı Alman aleyhtarı yazıların yayınlanması sonucunda, Alman irmaları
tarafından Tan gazetesine verilen ilan ve reklamlar kesilmiştir.
15
16
17
18
19
20
Tekin Erer’in verdiği bilgiye göre ortaklar arasında Rıfat Yalman da vardır… Basında Kavgalar,
Yeni Matbaa, İstanbul, 1965, s.21.
Zekeriya Sertel, a.g.e., s.186.
Yıldız Sertel, Babam Gazeteci Zekeriya Sertel Susmayan Adam, Cumhuriyet yay., Ekim 2002, s.199.
Kendisi Hürriyet ve İtilaf yanlısı Alemdar Gazetesi başyazarı Reii Cevat’tır.
Zekeriya Sertel, a.g.e., s.190.
Tan, 2 Ağustos 1939.
384
II. Dünya Savaşı Türkiyesi’nde Bir Muhalefet...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Tan gazetesi, uzun bir süre Alman yanlısı tavır içinde olduğunu düşündüğü
gazetelere karşı21, Türkiye’nin savaş dışı kalması, mütteiklerle ve özellikle İngilizlerle
anlaşması yolunda yayın politikası oluşturmuş ve bu ittifakın öneminin Türk dış
politikası açısından yararları üzerinde durmuştur22. Savaşın başladığı yıl Tan gazetesinde, özellikle Türkiye’deki Alman propagandası hakkında dikkat çekici yazılar
yayınlandı. Bu tarz yazı yazanların başında gazetenin bir diğer önemli yazarı Sabiha Sertel gelmekteydi. Türkiye’nin bir harbe sürüklenmesini önlemek gerektiğine
inanan Sabiha Sertel’e göre, herhangi bir saldırıya karşı da milli birlik sağlanmalıydı.
“Görüşler” sütununda Sabiha Sertel, savaş öncesinde Türk basınındaki Nazizm yanlısı
yazıları eleştirerek, Türk basını üzerindeki Alman etkisine dikkat çekmeye çalıştı.
Türk basınında, savaşın başında sürpriz bir şekilde ortaya çıkan, SovyetAlman anlaşmasının imzalanması önemli tepkilere neden oldu. Tan gazetesinin Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne karşı politika oluşturmasına karşı çıkması,
Almanya’nın savaş siyasetini eleştirmesi, Tan gazetesine ve Serteller’e karşı
tepkilerin artmasına yol açtı. Örneğin Sabiha Sertel’in 1941 yılında dış politika ile ilgili yazılarında, sert eleştirilere başvurması, Ankara’da hoş karşılanmamıştı. Çünkü bu
dönemde dış politika da hükümet açısından hassas dengeler söz konusuydu. Türkiye,
İngilizlerle mütteikti, Almanya ile ise anlaşma yollarını arıyordu. Dolayısıyla
Türkiye’nin dış siyasetinin, kritik bir noktada olduğu sırada, Sabiha Sertel’in bu
çıkışları Dışişleri Bakanlığı’nı rahatsız etmiş, bunun üzerine ise Tan gazetesi bir
süre için kapatılmıştır. Ankara’ya yapılan başvurulardan sonra gazetenin tekrar
çıkmasına izin verilir; ancak izin Sabiha Sertel’in yazı yazmaması koşuluyla verilir23.
Bir süre sonra ise, dış politika konularına girmemesi koşulu ile yazmasına izin verilir. Sabiha Sertel’in tekrar yazmaya başlaması Hitler’in Sovyet Birliği topraklarını
işgal edip, Alman ordularının Moskova önlerine geldiği yıllara rastlar. Bu durum
karşısında, Şükrü Saraçoğlu hükümeti, Türkiye’nin tarafsızlığını ilan eder. Alman
saldırısı, İngiliz ve Amerikan hükümetlerini de, Sovyetler Birliği’ni desteklemeye
yöneltir. Böylece Almanya ve İtalya’ya karşı; Batı demokrasilerini ve Sovyetler
Birliği’ni içeren bir cephe kurulmuştur. Bu durum Türk basınında Tan gazetesinin
pozisyonunu güçlendirmiş ve daha etkili bir şekilde Alman politikalarına karşı tavır
geliştirmesine yol açmıştır. Bir etkide savaşın başında ortaya çıkan Alman-Sovyet
ittifakının bozulması ve bundan dolayı Tan gazetesinin kendini daha özgür hisset21
22
23
Alman Propaganda Bakanı Goebbels’in nutku, Cumhuriyet ile Tan arasında neredeyse meydan savaşına neden olmuştur. Alman Bakanın nutkunda “Davamız Lehistan’da, Avusturya’da,
Bulgaristan’da, Sırbistan’da, Türkiye’de muvaffakiyetle yürümektedir” demesi üzerine Sabiha
Sertel’in “Herr Goebbels Doğru Söylüyor” başlıklı makalesini yazması üzerine 18 Ekim 1937’de
Cumhuriyet’in başyazarı sütununda (**) imzasıyla “Bir nutuk üzerine koparılan lüzumsuz gürültüler” yazısı çıktı. İki gazete arasındaki polemik uzun süre devam etti. Sabiha Sertel yazılarında
Cumhuriyet gazetesini Goebbels’in avukatı olarak suçluyor, Cumhuriyet ise Sabiha Sertel’i Komünist propagandası yapmakla suçluyordu. Ayrıca aynı günlerde Yunus Nadi ile Ahmet Emin
Yalman arsında da sert bir tartışma yaşanmıştı. Bkz.: Emin Karaca, Türk Basınında Kalem Kavgaları,
Gendaş yay., 1. baskı, İstanbul, 1998, s.s.111-139.
Zekeriya Sertel, “Faşizm ve Demokrasi Kavgası”, Tan, 24 Mayıs 1939.
Gazetenin yeniden çıkarılması için Şükrü Kaya ile görüşen Ahmet Emin Yalman, Şükrü Kaya’nın
dış politika yazılarının ağır bir üslupla yazıldığını söylediğini ve “biz Almanya ile bir anlaşma
yaptık. Biz İngiltere ile mütteikiz, Sabiha Hanım İngilizlerin emperyalist politikalarını sert bir
lisanla tenkit ediyor, Sovyet emperyalizmini savunuyor. Bu sebeple bir müddet yazmaması daha
iyi olur” dediğini söyler: Sabiha Sertel, Roman Gibi, s.221; Ayrıca bkz.: Yıldız Sertel, Annem, s.192.;
Susmayan Adam, s.229.
385
Mithat Kadri VURAL
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
mesi olmuştur. Ancak Alman ordularının Türkiye’nin Batı sınırına dayanması ve
buna bağlı olarak Saraçoğlu hükümetinin Almanya ile ilişkileri belli bir denge de
tutmaya çalışması, basındaki Alman karşıtlığının hükümet tarafından kontrol altına
alınma ihtiyacını doğurmuştur.
2. Tan Gazetesinin Muhalif Kimliğinin Ön Plana Çıkması
1941 yılı içinde savaşın gidişatında Alman üstünlüğünün görülmesi Türk
dış politikasını da etkilemiş, özellikle daha önce de vurguladığımız gibi Alman
ordularının Türkiye’nin batı sınırına dayanması Türk-Alman ilişkilerinin yeni bir
döneme girmesine ortam hazırlamıştır. 1941’den itibaren uluslararası siyasette
Türkiye’nin Almanya ile yakınlaşması ve anlaşması Türk basınını ve kamuoyunu
da etkilemiştir. Almanya’nın uyguladığı siyasete karşı tavır geliştiren Tan gazetesi, Türk dış politikasındaki bu yeni durum karşısında Sovyet dostluğunu savunan
pozisyonunu kamuoyu önünde devam ettirmekte büyük güçlük çekmiştir. Hatta bu
dönemde Tan gazetesinin ısrarla Alman saldırılarını ve içeride bunları savunanları
eleştirmesi gazeteye yönelik tepkilerin artmasına yol açmıştır. 1941 Haziran ayında
Sabiha Sertel’in Almanya’nın işgal ettiği memleketlerde uyguladığı politikayı
özellikle de Yahudilere yapılanları gündeme getirmesi; başta Peyami Safa olmak
üzere Cumhuriyet gazetesinde, Sabiha Sertel’in yazılarına karşı sert eleştirilere yol
açtı. Hatta Cumhuriyet gazetesinde, aleyhinde çıkan yazılarda çeşitli karikatürleri
neşrediliyor, bu karikatürlerin altında “Bolşevik Dudusu”, “Eli Maşalı Çingene” gibi
ağır tanımlamalar yer alıyordu24. Bu durum üzerine Sabiha Sertel, Cumhuriyet
gazetesi aleyhine dava açar ve Cumhuriyet gazetesini 150 lira para cezasına mahkûm ettirir.
Stalingrad önünde Almanya ile Sovyetler Birliği arasında çetin savaşların
olduğu günlerde, Türk basınında Almanya yanlısı yazılar önemli oranda artmış,
Almanya’nın savaşı kazanacağına olan inanç Türk kamuoyunu etkisi altına almıştı.
Bu sırada yayınlanan “İğneli Fıçı” adlı bir broşürde Almanya’nın Yahudilere yönelik politikası üstü kapalı da olsa destekleniyor, Türk halkına Yahudilerle alışveriş
etmemeleri öğütleniyor ve Yahudilerin ekonomik hayattan uzaklaştırılmaları isteniyordu. Tan gazetesinde Sabiha Sertel bu yazılara karşı harekete geçip, şahsi hiçbir
polemiğe girişmeden faşizmin teorik esaslarını, emperyalist amaçlarını belirtir.
Ayrıca bu yazılarında, Cumhuriyet anayasasının Türk uyruğunda olan, devlete
vergi ödeyen, vatandaşlık ödevlerini yerine getiren her ferdin, hangi ırktan hangi milletten olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun, vatandaş sayıldığını ve
azınlıklara artık reaya muamelesi yapılamayacağını vurgular. Ayrıca yazılarında
Türk milliyetçiliğinin yalnızca memleketi sömüren yabancı sermayeye karşı, milli varlığı korumak için, anti-emperyalist bir milliyetçilik olduğunu ifade ederek
dikkatleri Tan gazetesinin üzerine çeker25. Bu yazıların yaratığı tartışmalar sonucunda Basın-Yayın Müdürlüğü Sabiha Sertel’in Tan gazetesine iki ay süreyle yazı
yazmasını yasaklar26.
24
25
26
Sabiha Sertel, a.g.e., s.209.
A.g.e., s.240.
Sabiha Sertel’in aşırı sağcı akımlar aleyhinde yazdığı makaleler basında tepkilere neden olmuş, bunun üzerine konu Meclis kürsüsüne taşınmıştı. Başbakan Saraçoğlu konuyla ilgili kürsüden şöyle
diyordu: “Türk Milliyetçiliği pasif bir milliyetçilik değildir. Dış ülkelerde yaşayan Türk ırkları ile
386
II. Dünya Savaşı Türkiyesi’nde Bir Muhalefet...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’de 1941 ile 1943 yılları arasındaki dönem, savaştaki Alman
üstünlüğüne bağlı ortaya çıkan Almanya yanlısı ırkçı ve Turancı olarak nitelenen yayınların ve yazıların arttığı bir zaman dilimi olmuştur27. Hükümetin de dış
politikadaki hassas dengeleri gözeterek Almanya yanlısı bu akımlara ve yayınlara
karşı uzun süre harekete geçmemiştir. Bu dönemde Tan gazetesi ise kendini bu
akımlarla mücadeleye içinde bulmuş, yaptığı yayınlarla bu akımların Almanya’nın
çıkarlarına hizmet ettiği iddiasında bulunarak, bu durumu kamuoyu nezdinde
teşir etmeye çalışmıştır. “Türkçülük Cereyanının Menşe ve Mahiyeti” başlıklı
yazı dizisi ile Osmanlı İmparatorluğu’nda Türkçülük akımının kimler tarafından
ve niçin çıkartıldığı hakkında bilgi verilmiş, sonra da bu hareketin ırkçı özelliği,
yapılan alıntılarla ispatlanmaya çalışılmıştır. Özellikle bu akım içinde yer alanların
birçoğunun Rusya’dan gelenler olduğu belirtilerek, söz konusu kişilerin siyaseti sonucu imparatorluğun yıkımının hızlandığı vurgulanmıştır. Devamında Turancılık
siyasetine dayanılarak Enver Paşa’nın gayretiyle girilen I. Dünya Savaşı’nda
daha çok Alman politikalarına hizmet edildiği ifade edilerek, makalenin sonunda
“Şimdi bizi tekrar bu kumara teşvik eden Türkçülüğün hedei nedir? Türk milliyetçiliğinin
esasları nedir?”28 diyerek kamuoyuna sorulur. Ayrıca Almanya’nın emellerinin bu
akımın tekrar ortaya çıkmasında etkisi olduğundan bahsedilmiştir. Sonuçta II.
Dünya Savaşı yılarında Türkiye’de Alman yanlısı akımlara karşı kamuoyunda tepki oluşturulmasında Tan gazetesi öncü rol oynamış ve bunun sonucunda Alman
yanlısı aşırı sağcı akımlara karşı soruşturma başlatılmış birçok kişi tutuklanmıştır.
3. Savaşın Sona Ermesi ve Demokrasi Taleplerinin Artması
Almanya’nın savaşı kaybedeceğinin 1944 yılı içinde belli olmaya başlaması
ve savaş sonrası uluslararası siyasetin nasıl oluşturulacağı yönündeki tartışmalar,
Tan gazetesinde Zekeriya Sertel’in “Türkiye Tarihi Bir Dönüm Noktasındadır”
başlıklı makaleyi yazmasına neden oldu. Bu yazısında “ ...biz de demokrasilerle, totaliter devletler arasında bir seçim yapmak zorundayız, yarınki dünya kurulurken Türkiye
kendi kabuğu içine çekilemez, bir kaçma ve kendini ayırma politikası güdemez. O halde dış
siyasetimizin ana ilkesi ne olacak?” diye soruyordu29. Sertel, bu soruyu yanıtlamak
için, Atatürk Dönemi’nin Dışişleri Bakanı Tevik Rüştü Aras’ın bir gün önce Tan
gazetesinde çıkan yazısından faydalanarak, Aras’ın Balkanlar’da ve Batı Asya’da
Sovyetler’le ittifaka kadar varan daha sıkı bir işbirliği yapmamız gerektiği yönünde
ortaya attığı görüşü destekliyordu30. Tevik Rüştü Aras ise 1944 yılı yaz aylarında
Tan gazetesinde yazdığı makalelerde, hükümetin dış politikasının yeterince hızlı
gelişmediğini, sürekli değişen askeri ve siyasi koşullara ayak uyduramadığını belirtiyor, Türkiye’nin tecrit siyasetine devam edeceği yerde, mütteiklerle daha sıkı
ve yakın işbirliği içine girmesini istiyor ve nihayet, Sovyetler Birliği ile bir ittifak
kurulması gereğini vurguluyordu.
27
28
29
30
samimi bağlarımız olduğu gibi, bunların saadetini istemek de her Türkün ödevidir. Biz Türkçüyüz
ve Türkçü kalacağız.” Sertel’e göre bu politika, Atatürk milliyetçiliğine ve anti-emperyalist
politikasına taban tabana zıttı. Ayrıca faşist basın bayram yapıyordu çünkü Tan ve Sabiha Sertel
davayı kaybetmişti, işte Saraçoğlu da Turancıların tarafında idi: Sabiha Sertel, Roman Gibi, s.241.
Bkz.: Günay Göksu Özdoğan, Turan’dan Bozkurt’a Tek Parti Döneminde Türkçülük, İletişim yay.,
İstanbul, 2001.; Ayrıca bkz.: Koçak, a.g.e., C.I, s.s.660-670.
“Türkçülük Cereyanının Menşei ve Mahiyeti”, Tan, 30 Haziran 1943.
Zekeriya Sertel, “Türkiye Tarihi Bir Dönüm Noktasında”, Tan, 12 Haziran 1944.
A.g.m…
387
Mithat Kadri VURAL
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
1945 yılının Nisan ayında Sovyet kuvvetlerinin üç koldan Berlin’e girmesi
üzerine, 8 Mayıs 1945 tarihinde teslim anlaşması mütteikler komutanı Eisenhower’ın
karargâhında imzalandı. 3 Mayıs 1945’te toplanan San Francisco Konferansında
savaş sonrası oluşturulacak dünya ile ilgili kararlar alınması, Cumhurbaşkanı İsmet
İnönü’nün halka ve batılı mütteiklere, Türkiye’nin geniş bir demokrasiye geçeceğini
vaat etmesine neden olmuştur. Sabiha Sertel’e göre, Almanya’nın harbi kaybettiğinin
anlaşılması Türkiye’nin, Amerika ve İngiltere ile anlaşma yolları aramasına yol
açmıştı. Bu durum Türk devlet adamları tarafından iç politikada değişiklik yapma
ihtiyacını da beraberinde getirmişti. Artık tek parti sistemini yürütmek güçleşmişti.
Sonuçta bütün bu gelişmeler yeni dönemde, Tan gazetesinde daha fazla demokrasi
talep eden yazıların artmasına neden olmuş ve bu süreçte iktidara karşı gelişen muhalefet içinde Tan gazetesi de yer almıştı.
Bu arada Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 19 Mayıs 1945 tarihli konuşması,
demokrasiye geçiş konusunda önemli işaretlerden biri olmuştur. Dolayısıyla
savaş sonrasında Türkiye’de demokrasi rüzgârlarının esmeye başlaması, mecliste
Celal Bayar ve arkadaşlarının harekete geçmesine yol açtı. Bayar ve arkadaşları
4 Haziran 1945’te “Dörtlü Takrir” adı verilen teklilerini parti grubuna sunarak,
baskıların kaldırılmasını ve meclis içinde hükümeti kontrol edecek ikinci bir partinin kurulmasını isteyerek, bu doğrultuda Celal Bayar’ın dışında Adnan Menderes,
Reik Koraltan ve Fuat Köprülü bu öneriye imza verdi. Zekeriya Sertel, bu süreci
anılarında “Demokrat Parti’yi Nasıl Kurduk?” başlığı altında Celal Bayar’ın istifa
mektubunu beraber yazdıklarını anlatmış, devamında ise Tevik Rüştü Aras’ın,
kendisine ikinci bir partinin gereğinden söz edip, tek parti ve tek şefe karşı, özgürlük ve demokrasi savaşında beraber çalışmayı önerdiğini belirtmiştir. Ayrıca Aras,
Celal Bayar ve Adnan Menderes’inde kendileri ile beraber olduğunu ifade etmiştir.
Hatta bu görüşmeler sonucunda partinin temel ilkeleri bile ortaya çıkmıştı.31. Böylece Tan gazetesi ve yazarları, CHP’yi yani iktidar partisini de karşılarına almış
oluyordu. Bu süreçte Tan gazetesinin demokrasi isteklerini seslendirmesi, Başbakan
Saraçoğlu tarafından açıkça eleştirilmişti32. Başbakan’ın basındaki hareketlenmeyi
yıkıcı muhalefet olarak adlandırması üzerine, Ulus gazetesinde Falih Rıfkı Atay,
Başbakan’ın görüşlerini destekleyici nitelikte bir yazı yazarak, Tan ve Vatan gazetelerinin doğrudan doğruya rejime karşı savaştıklarını ileri sürmüştür33. Tan gazetesinin 1945 yılının Nisan, Mayıs, Haziran ve Ağustos aylarında demokrasi, hürriyet
ve çok partili rejim konularında devamlı yayınlar yaptığı ve iktidara karşı yaylım
ateşi açtığını görülür.
31
32
33
Sertel’in anlattığına göre Parti ile ilgili ilk çalışma Ankara’da Tevik Rüştü Aras’ın evinde yapılmıştı.
Bu toplantıya Celal Bayar ve Adnan Menderes’te katılmıştı. Partinin amacı ve programı üzerinde
konuşulduktan sonra herkes demokrasi üzerinde birleşmişti. Hatta Partinin isminin Cumhuriyet
Demokrat Partisi olması kararlaştırılmıştı: Zekeriya Sertel, a.g.e., s.s.223-224-225.
Demokrasi taleplerinin iki İstanbul gazetesi tarafından alkışlarla karşılandığını belirten Başbakan
Saraçoğlu, Tan ve Vatan gazetelerini kastetmekte idi.: Ayın Tarihi, Eylül 1945, S.142, s.25-27.
Falih Rıfkı Atay, “Başbakan Milletle Konuşuyor”, Ulus, 7 Eylül 1945.
388
II. Dünya Savaşı Türkiyesi’nde Bir Muhalefet...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
4. Basın Kavgaları ve Tan Gazetesine Karşı Tepkinin Artması
Tan gazetesinin tahrip edilmesiyle sonuçlanacak olan basındaki köşe yazarları
arasındaki tartışma Sabiha Sertel’in 6 Mayıs 1945’te “Nihayet Dilimi Kesemedi”
başlığıyla yazdığı makale ile başladı. Sertel bu yazısında geçmişte yaşadığı bir olayı
anlattıktan sonra; “Göbbels o zamanlar dilimi kesemedi, fakat Ankara Caddesi’ndeki köpeklerini üzerime saldırttı”34 demesi basında büyük tartışmaların açılmasına neden
oldu. İlk tepki Vakit gazetesinin sahiplerinden Hakkı Tarık Us’tan gelir. Us,
Babıâli köpeklerinin kimler olduğunu sorarak, dikkatleri Sabiha Sertel üzerinde
yoğunlaştırdı. Sabiha Sertel ise verdiği cevapta, II. Dünya Savaşı yıllarında yaptığı
mücadeleyi anlatarak kendisi aleyhinde basında yer alan suçlamaların sahiplerinin
Alman propagandasının Türkiye’deki temsilcileri olduğunu iddia ederek, defalarca
hakaretlere uğradığını ve bütün bunlar olurken o zaman basın birliği başkanı olan,
birliğe bağlı üyelerinin hassasiyetlerini korumak için bugün bu hassasiyeti gösteren
Hakkı Tarık Us’a, “Siz günlerdir neredeydiniz?” diye soruyordu35.
Aynı günlerde Sabiha Sertel’in köşesinde, Cumhuriyet gazetesi başyazarı
Nadir Nadi ile de sert bir polemiğe girdiğini görüyoruz. 1 Haziran 1945 tarihindeki ‘Vay Faşist Vay’ adlı makalesinde Sertel, Nadir Nadi’nin 29 Mayıs’taki
makalesini eleştirerek şunları yazmıştır: “Ama daha yakınlara kadar bu rejimi müdafaa eden, Degüztasyon da Brel’den, Viyana’da dostu Fritz’den Yahudilere yapılan mezalimi
büyük sevinçle dinleyen ...Çekoslovakya’nın istilasında el çırpan Nadir Nadi bu faşizmin her
yerde tasiyesinden neden korkuyor? Hala bugün faşizm iyi bir rejimdi onu liderleri mahvetti dediği için birinin çıkıp kendisine “Vay faşist vay” diyeceğinden mi ürküyor?36 diyerek
Nadi’nin savaşın ilk yıllarında Almanya yanlısı yazılarını ve tavrını hatırlatıyordu. Ayrıca
20 Haziran 1945 tarihli Tan gazetesinde “Koleksiyonların Dili” başlığı altında “Nadir
Nadi’yi Kendi Ağzından Tanıyalım” notuyla eski yazılarından örnekler sunuluyordu. Bunlar özellikle Nadir Nadi’nin II. Dünya Savaşı’ndan önce Nazizm lehine yazdığı yazılardan
seçiliyordu. Bu noktadan sonra ise basındaki tartışma giderek büyümeye başlar. Bu dönemde
özellikle dış siyasette Sovyetler Birliği ile ilişkilerin netlik kazanmaması bu tartışmalara da
yansımış, Tan gazetesinin yaptığı yayınlara basının bir kısmı tarafından komünizm süsü
verilmeye çalışılmış, ayrıca bunun Moskova’nın bir propagandası olduğu ve Tan gazetesi ile
Moskova radyosunun ağız birliği ettiği ispatlanmaya girişilmiştir. Tan gazetesinin özellikle
dış politikada Sovyetler Birliği ile dostluğu vurgulaması bu tür iddiaların yoğunlaşmasına
neden olmuştur. Tan gazetesi ve yazarlarının komünist oldukları propagandası o kadar
yaygınlaşmıştı ki37, sonunda Zekeriya Sertel, okuyucularıyla açık bir konuşma yapmak
zorunda kalır. “Okuyucularımıza Açık Bir Konuşma” adını taşıyan yazı dizisi, 10-1134
35
36
37
Sabiha Sertel, “Nihayet Dilimi Kesemedi”, Tan, 6 Mayıs 1945.
Sabiha Sertel, Tan, 26 Mayıs 1945.
A.g.m...
Tan gazetesi üzerine basının yıldırımlarını çeken bir başka olay, Moskova’da çıkan Pravda gazetesinin bazı yayınları olmuştur. Pravda’nın Türkiye ve Türk basını aleyhine yaptığı yayınlarda Tan
gazetesini diğer gazetelerden faklı değerlendirmiştir. Pravda’nın Tan gazetesini “hakikati gören
ve Ruslara karşı yapılan haksız hücumlara göğüs geren tek gazete” olarak değerlendirilmesine
Türk basınında tepki gösterilmiştir. Ziyad Ebüzziya, “Hükümet... bu müsamahayı göstereceği
yerde Pravda’nın iddiaları gibi hareket etseydi bugün Serteller, Farisler, Suat Dervişler muzır
neşriyatlarına devam imkanı bularak etrafa menhus zehirlerini saçamazlardı” demekteydi. Ziyad Ebüzziya, “Pravda’nın Hezeyanları”, Tasvir, 28 Eylül 1945, (akt.: Nilgün Gürkan), Türkiye’de
Demokrasiye Geçişte Basın (1945-1950), İletişim yay., İstanbul, 1990, s.415.
389
Mithat Kadri VURAL
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
12 Ekim tarihlerinde Tan gazetesinde yayımlanır. Zekeriya Sertel bu yazılarında özetle:
“Tan etrafında düşman bir hava yaratmak için, Hitler’in ünlü metodunu bir an için ellerinden bırakmış değiller. Millete aşılamak istedikleri kanaat şudur: ‘Tan komünisttir. Tan
Moskova radyosu ve basınıyla işbirliği yapmaktadır’. Tan şudur, Tan budur. Nerdeyse
bizi sıkıyönetime verip astıracaklar, veya linç edip kanımızı ,içecekler. Tan’ın veya onun
başyazarının bütün meslek yaşamında herhangi bir milli veya yabancı kaynaktan en ufak
bir menfaat karşılığında inancını sattığını ispat eden belge veya delilleri bulunanlar ortaya
çıksınlar…”38 der ve özlediği şeyin sadece ve sadece demokrasi, batılı anlamında demokrasi olduğunu vurgular39. 1945 yılı Kasım ayına girildiğinde Türk basınındaki
kalem kavgaları hala bütün şiddetiyle devam ediyordu. Basındaki sert tartışmalar
devam ederken kurulması tasarlanan muhalefet partisinin içinde Sertellerin ve Tan
gazetesinin yer alması, hem dikkatlerin bu yöne çekilmesine hem de hükümet ile
Tan gazetesi arasındaki ilişkilerin de iyice gerginleşmesine neden oldu.
Kurulma hazırlıkları yapılan yeni parti için bir yayın organına ihtiyaç
duyulması, Tevik Rüştü Aras’ın bu ihtiyacın karşılanması için haftalık bir dergi çıkarılmasını önermesine neden olur. Tan gazetesinin partinin yayın organı
olamayacağı kanısı ağır basmaya başlamıştı. Yeni dergi işini Zekeriya Sertel’in
üstlenmesi üzerine, Sabiha Sertel öncülüğünde yeni dergi hazırlıklarına başlanır.
Sabiha Sertel, özgürlük ve demokrasi davasında bir ortak cephe kurmak ve demokratik rejim ülküsü etrafında birleşebilecek herkesi bu cepheye almak amacındadır40.
Dergide, bir yandan Behice Boran, Pertev Boratav, Niyazi Berkes, diğer yandan da
yeni parti oluşumunda yer alanlar makale yazacaktır.
“Görüşler” dergisi 1 Aralık 1945 günü yayımlandı. Derginin kapağında,
Celal Bayar, Tevik Rüştü Aras, Fuat Köprülü, Adnan Menderes ve Zekeriya
Sertel’in fotoğraları yayınlanıyor; “Mecmuamıza Yazı Yardımlarını Vadedenler”
başlığı altında şu isimler yazıyordu: Celal Bayar, Tevik Rüştü Aras, Fuat Köprülü,
Adnan Menderes, Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel, Pertev Boratav, Behice Boran,
Mediha Berkes, Hulusi Şerif, Adnan Cemgil, Esat Adil, Muavvaf Şeref, Sabiha
Dosdoğru, Hulusi Dosdoğru, Sabahattin Ali, Kemal Bilbaşar, Nail V., Aziz Nesin,
Niyazi Berkes.
Derginin ilk sayısı, tepkileri de beraberinde getirir ve bu tepkiler Celal Bayar
ve grubunu, dergi ile ilişki içinde olmadıklarını açıklamak zorunda bırakır. Zekeriya
Sertel oluşan tepkiyi anılarında şöyle anlatır: “Görüşler halkın yıllardan beri baskı altında
boğulan özgürlük ihtiyacına cevap verdiği için çok geniş bir ilgi uyandırdı. Halk bu dergide
söylemek isteyip de söyleyemediklerini bulmuştu. Fakat derginin çıkışı hükümeti, özellikle
İnönü ve Saraçoğlu’nu kızdırmıştı”41. Bu konu da farklı bir bakış olarak da Ahmet
Emin Yalman ise anılarında, “Görüşler dergisinde komünist propagandası yapılıyordu...
Bu manzara karşısında temeli yeni atılan partinin kötü bir suikasta kurban olabileceğini
38
39
40
41
Zekeriya Sertel, “Okuyucularımıza Açık Bir Konuşma”, Tan, 10 Ekim 1945.
Zekeriya Sertel, “Okuyucularımıza Açık Bir Konuşma”, Tan, 11 Ekim 1945.
Zekeriya Sertel derginin kuruluş aşamasın için şunları yazmıştı: “Rauf Orbay böyle bir girişimi
beğenmekle birlikte yazar olmadığını söyleyerek özür dilemişti. Fakat sonra Celal Bayar, Adnan
Menderes ve Tevik Rüştü Aras, Sabiha’nın tek cephe önerisini kabul ettiler. Dergiyide Sabiha’nın
çıkarması kararlaştırıldı. İlk sayıya Tevik Rüşti ile Adnan Menderes yazı vereceklerdi. Celal
Bayar de bir demeçle işe karışacaktı. Hatta Celal Bayar, dergi için sermaye olmak üzere beş bin
lirayı vermeyi teklif etmişti.”: Zekeriya Sertel, a.g.e., s.228.
Sertel, a.g.e., s.229.
390
II. Dünya Savaşı Türkiyesi’nde Bir Muhalefet...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
düşündüm ve dergiyle hiçbir ilgileri olmadığını ilan etmeleri hakkında Celal Bayar, Adnan
Menderes ve Fuat Köprülü’yü uyardım”42 diyerek devamında Vatan ve Tan gazetesinin aynı cephede olmadığını vurgular. Görüşler dergisinin yayınlanması meclisteki muhalif grup ile Tan gazetesi arasındaki ittifak olduğu şeklinde algılandığından
basınının bir bölümü ile hükümetin tepkisine neden olur.
Sonuç
1945 yılı sonbaharında hem Yunanistan’da hem de İran’da, Sovyetler Birliği
ile bağlantılı iç kargaşalar devam ediyordu. Aynı günlerde Türkiye’de, özellikle
Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin savaş yıllarında izlediği siyasetten dolayı ilişkilerin
gerginleşmesi sonucunda kamuoyunda bir Sovyet tehdidi algılamasının oluştuğu
görülür. Bu durum dolayısıyla Türkiye’de Amerika ile yakınlaşma ihtiyacını
doğurmuştur. Yaşanılan süreçte aynı zamanda Sovyetler Birliği’nden dolayı komünizm tehlikesinin ortaya çıkması, Boğazlar ve Türkiye’nin toprak bütünlüğü
üzerinde Sovyet yayılmacılığının kendini hissettirmesi, Türkiye’de “Tan Olayı”na
giden gelişmelerin hangi psikolojik ortamdan beslendiğini göstermektedir. Çünkü
savaş yıllarında Tan gazetesi Sovyetler Birliği yanlısı bir yayın politikası izlemiş ve
bundan dolayı Sovyetlerin dolayısıyla da komünist rejimin Türkiye’deki temsilcisi
olarak algılanmıştır. Bütün bunlar sonucunda Türkiye’nin uluslararası alanda Sovyet
yönetimi ile karşı karşıya gelmesi içerde, Sovyet aleyhtarlığını artırmış, Sovyetlere
yönelik oluşan Türkiye’deki bu tepki yukarıda saydığımız nedenlerden dolayı kendine hedef olarak Tan gazetesini seçmiştir. Ayrıca Tan gazetesinin hükümete karşı
yeni kurulan muhalefet partisini açıkça desteklemesi, hatta kökenleri savaş öncesi
yıllara dayanan, ancak savaş yıllarında şiddetlenen basın kavgaları “Tan Olayı”na
ortam hazırlamıştır.
Bütün bunların yarattığı psikolojik ortam içinde, 1 Aralık 1945 tarihli Cumhuriyet
gazetesinin ilk sayfasında Yunanistan ve İran’daki olaylar geniş yer aldıktan sonra
bu olaylardaki Sovyet etkisi üzerinde durulmuş ve Sovyet yayılmacılığının tehlikeleri vurgulanmıştır. Hemen arkasından ise konu Tan gazetesinin yayınlarına
getirilerek, “Zekeriya Sertel’in ikirleri Moskova’da takdirle karşılanıyor” denilmiştir43.
3 Aralık 1945 günü Hüseyin Cahit Yalçın, Tanin gazetesinde olayların ateşleyicisi
olan “Kalkın Ey... Ehli Vatan!” başlıklı yazısını yazacaktır. Bu yazıda Yalçın, bir vatan
cephesine gerek olduğunu belirtiyordu:
“Bu memleket, asırlardan beri şimalden gelen hücumlara karşı koydu. Milletin
varlığı, bu ızdıraplar ve felâketlerle yoğrulmuştu. Bu defa yine anavatan topraklarından
parçalar ve Türk istikbalinin hatimesini teşkil edecek surette Boğazlar’da üsler isteniyor(...)
Büyük Vatanperver Namık Kemal’in sesi bugünün parolasıdır: Kalkın Ey... Ehli Vatan!...
Mücadele başlıyor. Ve başlamak lazımdır. Çünkü en azgın ve insafsız bir propagandanın
Türk Vatandaşlarının ruhuna her gün en yıkıcı, yeis verici, ümit kırıcı bir propaganda zehrini dökmesine müsaade edemeyiz. Bir vatan sahibi olmak, bu vatanın içinde hür ve müstakil
yaşamak isteyen her Türk bu propagandaya karşı koymaya mecburdur”44.
42
43
44
Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim Geçirdiklerim, C.II, s.s.1327-1330.
Cumhuriyet, 1 Aralık 1945.
Hüseyin Cahit Yalçın, “Kalkın Ey... Ehli Vatan!...”, Tanin, 3 Aralık 1945.; Makalenin tamamı için
bkz.: Tekin Erer, a.g.e., s.s.167-168.
391
Mithat Kadri VURAL
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Yalçın, yazısında yıkıcı propaganda örneği olarak, Sabiha Sertel’in “Zincirli
Hürriyet” makalesini gösterir. Yalçın’a göre Sertel’in yaptığı komünist edebiyatıdır,
istediği Moskova demokrasisidir. Hüseyin Cahit Yalçın makalesinin sonunda;
“Bunları susturmak için, cevap hükümete düşmez. Söz, eli kalem tutan gazetecilerin ve hür
vatandaşlarındır”45 diyerek bir gün sonra yaşanacakların temelini atıyordu46.
4 Aralık tarihli yazısında ise Hüseyin Cahit Yalçın, II. Dünya Savaşı
sırasında Almanların beşinci kol propagandasına dikkat çekerek, bugün aynı
silahı Rusların kullandığı ve Türk hükümetini Atatürk’ün yolunda şaşmakla ve
Hitler’cilere meyletmekle itham ettiklerini belirtir. Yazının devamında ise bu
politikanın “Yeni Dünya” ve “Görüşler” cephesi tarafından da kullanıldığını ifade
ettikten sonra “Görülüyor ki faşist olsun, kızıl olsun, bütün düşmanlar, Atatürk silahı ile
Türk’ü vurmak istiyorlar. Memleketimizin içindeki gönüllü komünist beşinci kol da bundan medet umuyor”47 demiştir. Aynı gün Tasvir gazetesinde Peyami Safa ise şunları
yazar: “Türk topraklarını kızıl iştihalara en az mukavetle teslim etmek için ruh zeminlerini
hazırlasınlar, Türkiye’yi İspanya’ya benzetemedilerse, İran’ın haline sokmak için bütün
teşkilat ve vasıtalarıyla çalışsınlar. Türk şuuru da uyuklasın, kızıl cennet rüyalarına dalsın,
zincir şakırtıları arasında ve bir kölelik cehenneminin ortasında, iş işten geçtikten sonra
gözlerini açsın öyle mi? Hayır... Bu millet ve onun gençliği uyanıktır, kendini uyutmaya
çalışanların oyunu önünde bir saniye kendinden geçmemiştir”48.
4 Aralık 1945 tarihli Cumhuriyet gazetesi ise, birinci sayfasını yine İran’daki
olaylara ayırmış, bunun yanında Celal Bayar’ın parti girişimleri hakkında da haberlere de yer verilmişti. Ama asıl önemli haber birinci sayfanın hemen altında; “Bizim
Yoldaşlar Maskelerini Attılar” başlığını taşıyordu. Haberin alt başlığında ise: “Fakat
Türk milletinin sağduyusu bunların yalancı demokratlığına ve sahte hürriyet âşıklığına
aldanmayacak kadar kuvvetlidir”49 sözleri yer alıyordu. Haber iki resimle takviye
edilmişti. Bu resimlerde “Görüşler” dergisinin kapağı ile bu kapağın altüst edilmesi yan yana konuyordu. İkinci fotoğrafta “Görüşler” yazısı ters çevrilmiş ve ters
çevrilmiş G harinin ucu bir parmak ile kapatılıyordu. Böylece süslü harf (G), ters
ucu çevrilip kapatılınca bir orak aletine benzetiliyor, hemen altında ise “Ya, bunun
çekici nerede?” diye soruluyor ve şu açıklamaya yer veriliyordu: “Dün bir okuyucumuz
“Görüşler” mecmuasıyla birlikte idarehanemize geldi. Mecmuayı masanın üzerine yaydı.
Başlığı ters çevirerek parmağını üzerine bastı. O şekildeki başlıktan bir harf değil, bariz bir
orak resmi kaldığını hayretle gördük. ‘Böyle (G) hari olmaz, bu kasten böyle çizilmiştir’ dedikten sonra sordu: ‘Ya bunun çekici nerede?’ sustuk. Cevabını gene kendisi verdi: ‘Okuyunca anladım, içinde imiş!’ “50. Kamuoyunda yaşanan bu olaylar sonucunda, Tan gazetesi ve Serteller’e karşı yoğun bir tepki başlar.
Tasvir gazetesi istihbarat şeliğini yapan Tekin Erer’e göre: 4 Aralık 1945 sabahı
öğrenciler erkenden üniversite bahçesinde toplanmaya başlamıştı. Birçoklarının el45
46
47
48
49
50
A.g.m…
Hüseyin Cahit Yalçın’ın bu yazısı gençliğe büyük bir heyecan vermiş, yazı üniversitelerin muhtelif yerlerine kesilerek asılmıştır: İlhan Darendelioğlu, Türkiye’de Milliyetçilik Hareketleri, Toker
yay., İstanbul, 1977, s.159.
Hüseyin Cahit Yalçın, “Beşinci Kol Propagandası”, Tanin, 4 Aralık 1945.
Tasvir, 4 Aralık 1945.
Cumhuriyet, 4 Aralık 1945.
Cumhuriyet, 4 Aralık 1945.
392
II. Dünya Savaşı Türkiyesi’nde Bir Muhalefet...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
lerinde Atatürk ve İnönü’nün fotoğraları vardı. Kısa zamanda sayıları 10-15 bin
kişiyi buldu. Saat 9:30’da kalabalık, bir sel gibi Beyazıt Meydanı’ndan Çarşıkapı istikametine yürüyüşe geçtiler. Tan gazetesine giderken Cağaloğlu yokuşunun başında
bulunan ve komünizm ile ilgili kitaplar satan ABC Kitabevi birkaç dakika içinde
yok ettiler. Bir taraftan da göstericiler “kahrolsun komünizm, kahrolsun Serteller,
yaşasın Türkiye Cumhuriyeti diye bağırıyordu51. Daha sonra ise, Tan matbaasına
gelen göstericiler, hemen taş ve demirlerle pencereleri, kapıları aşağıya indirip
matbaayı tahrip edip çalışamaz hale getirdi52. Artık ertesi gün çıkacak gazeteler
arasında Tan gazetesi yoktu. Saat 10:30’da Tan gazetesinin ve matbaası artık tamamen tahrip edilmişti. Burada gazete çıkarılamayacağı kanaati oluştuktan sonra gençler köprüyü geçerek Beyoğlu’ndaki Rus sefarethanesinin tünele bakan köşesindeki
sokak içinde faaliyette bulunan “Yeni Dünya” gazetesine doğru yürüyüşe geçerler.
Burada “La Turquie” isimli Fransızca bir gazete daha yayınlanıyordu. Her iki gazete
binası ve sol görüşe yakın kitaplar satan Berrak Kitapevi de tahrip edilir. Gençler
sabah Vatan gazetesine de yürümek istemişler, fakat emniyetin aldığı çok şiddetli
muhafaza tertipleri dolayısıyla Vatan’ın sokaklarına dahi girememişlerdir53.
Ertesi günkü gazetelerin manşetleri ise olayları olumlar niteliktedir. Bu
doğrultuda 5 Aralık tarihindeki Cumhuriyet’in manşeti “Üniversite Gençlerinin
Dünkü Nümayişi” şeklindeydi. Manşetin altında ise “Tan ve Yeni Dünya gazeteleriyle,
Görüşler dergisinin matbaaları ve iki kitabevi nümayiş esnasında tahrip edildi“ cümlelerine yer veriliyordu. Bu olayları basında olağan karşılayan kişilerden biri de, Akşam
gazetesi başyazarı Necmettin Sadak olmuştur. “Türk Gençliğinin Heyecanlı Gösterisine Dünya Hayran Kalmıştır” başlığı altında Sadak, “Bilhassa tehlike anlarında milletlerin varlık iradesi, yabancı ve zararlı tesirlere karşı kendini çok sert şekilde gösterir”
diyerek üniversite gençliğinin davranışını doğru değerlendirmek gerektiğini belirterek, Türkiye’deki gençliğin görevini yaparak tehlikenin büyüklüğünü dünyaya
duyurduğunu söylemiştir54.
51
52
53
54
Erer, a.g.e., s.172.
A.g.e., s.173.
A.g.e., s.175.
Necmettin Sadak, “Türk Gençliğinin Heyecanlı Gösterisine Hayran Kalmıştır”, Akşam, 7 Aralık
1945; Hüseyin Cahit Yalçın’da olayı, “memleket lehinde, sulh içinde kazanılmış bir muharebe”
olarak görmüş, “Türk gazetelerindeki bazı neşriyattan cesaretlenen Bolşeviklerin milli Türk mukavemetinin parçalanamayacağını görerek, ders aldıkları” sonucunu çıkarmıştır. Ayrıca Yalçın,
üniversite gençliğini kendisine leke sürdürtmediği için alkışlamaktadır: “Nümayiş Hadisesi”,
Tanin, 8 Aralık 1945.; Cihad Baban’da “son zamanlarda kızıl faşistlerin yaptığı tahribatın bir ikir
ve ideoloji davası olmaktan çoktan çıktığını, halkın birbirine karşı kışkırtıldığını, irili ufaklı dergilerin sistemli bir biçimde yayın yaparak yurtta anarşi doğurmaya çalıştığını belirtmiştir: “Talebe
Nümayişi ve Tass Ajansı”, Tasvir, 6 Aralık 1945.
393
Mithat Kadri VURAL
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
KAYNAKÇA
I- Gazeteler
Akşam
Cumhuriyet
Son Havadis
Tan
Tanin
Tasvir
Ulus
Vatan
Yeni Gazete
II- Dergiler
Ayın Tarihi
III- Kitaplar ve Makaleler
DARENDELİOĞLU, İlhan, Türkiye’de Milliyetçilik Hareketleri, Toker yay., İstanbul, 1977.
DERİNGİL, Selim, Denge Oyunu II. Dünya Savaşında Türkiye’nin Dış Politikası, Tarih
Vakıfı yay., 3. baskı, İstanbul, 2003.
EKİNCİ, Necdet, Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler, Toplumsal
Dönüşüm yay., İstanbul, 1997.
ERER, Tekin, Basında Kavgalar, Yeni Matbaa, İstanbul, 1965.
EROĞUL, Cem, Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, A.Ü.SBF. yay., Ankara, 1970.
GÜRKAN, Nilgün, Türkiye’de Demokrasiye Geçişte Basın (1945-1950), İletişim yay.,
İstanbul, 1998.
KABACALI, Alpay, Türkiye’de Gençlik Hareketleri, Altın Kitaplar yay., İstanbul, 1992.
KABACALI, Alpay, Başlangıçtan Günümüze Türkiye’de Basın Sansürü, Gazeteciler
Cemiyeti yay., İstanbul, 1990.
KARACA, Emin, Türk Basınında Kalem Kavgaları, Gendaş yay., İstanbul, 1998.
394
II. Dünya Savaşı Türkiyesi’nde Bir Muhalefet...
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
KOÇAK, Cemil, Türkiye’de Milli Şef Dönemi I-II, İletişim yay., İstanbul, 1996.
KÜÇÜK, Yalçın, Aydın Üzerine Tezler IV, Tekin yay., 2. baskı, İstanbul, 1990.
______________, Sırlar, YGS yay., 2. baskı, İstanbul, 2002.
______________, Türkiye Üzerine Tezler II, 2. baskı, Tekin yay., İstanbul, 1984.
NADİ, Nadir, Perde Aralığından, Çağdaş yay., 4. baskı, İstanbul, 1991.
ÖZDOĞAN, Günay Göksu, Turan’dan Bozkurt’a Tek Parti Döneminde Türkçülük,
İletişim yay., İstanbul, 2001.
SERTEL, Sabiha, İlericilik Gericilik Kavgasında Tevik Fikret, Çağdaş yay., 3. baskı,
İstanbul, 1996.
______________, Roman Gibi, Belge yay., İstanbul, 1982.
SERTEL, Zekeriya, Hatırladıklarım, Remzi Kitabevi, 4. baskı, İstanbul, 2000.
SERTEL, Yıldız, Annem Sabiha Sertel Kimdi Neler Yazdı, Yapı Kredi yay., İstanbul, 1994.
TANER, Timur, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, İmge yay., 3. baskı, İstanbul, 2003.
SERTEL, Yıldız, Susmayan Adam, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2002.
TOKER, Metin, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları, Tek Partiden Çok Partiye 1944-1950,
Bilgi yay., 3. baskı, İstanbul, 1990.
WEİSBAND, Edward, 2. Dünya Savaşı ve Türkiye, Örgün yay., İstanbul, 2002,
İstanbul, 2000.
YALMAN, Ahmet Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, C.II-III, İstanbul, 1970.
YILMAZ, Mustafa – Yasemin Doğaner, Cumhuriyet Döneminde Sansür (1923-1973),
Siyasal kitapevi, Ankara, 2007.
395
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.397-419
1946 BELEDİYE SEÇİMLERİ VE BASIN
Yasin KAYIŞ*
Özet
Türkiye hem dış hem de iç siyasi gelişmelerin etkisiyle 1945 yılında çok partili sisteme geçmiştir. 22 yıldır tek parti olarak iktidarını sürdüren CHP başlangıçta, meşru iradeye
dayandığını ispatlamak amacıyla, kurulan muhalefet partilerine sempatiyle yaklaşmıştır.
Ancak, karşısında ciddi bir muhalefetin oluştuğunu kısa sürede fark etmiş, buna bağlı olarak
da paniğe kapılmıştır. İktidarını kaybetme korkusuna kapılan CHP bir yandan muhalefete
baskılar yapmaya başlamış, diğer yandan da baskın seçimler yoluyla yeni bir iktidar döneminin yollarını aramaya başlamıştır. Bu amaçla 1946 Eylülü’nde yapılması gereken belediye
seçimleri 1946 Mayısı’na; 1947 Martın’da yapılması gereken milletvekili genel seçimi de 1946
Temmuzu’na alınmıştır. Baskın seçimler hem muhalefet partilerinin hem de kamuoyunun
protestolarına yol açmış, böylece 1946 seçimleri Türk siyasi tarihinin en tartışmalı seçimlerinden biri olmuştur. Bu süreçte basın da önemli bir rol oynamış, bazı gazeteler doğrudan
iktidarın propagandasını yaparken bazıları da muhalefetin sözcülüğünü üstlenmişlerdir.
Anahtar Sözcükler: Seçim, Basın, İktidar, Muhalefet, Demokrasi, Çok Partili Sistem.
MUNICIPALITY ELECTIONS OF 1946 AND THE PRESS
Abstract
Turkey has passed the multiparty system in 1945 eficient of foreign and local politics improvoments. CHP that kept on as a government party for 22 years before passing multiparty system, came close with sympathy to opposition parties, via to prove depanding it’s
legal will. By the way CHP realiesed and paniced tahat the powefull and stronger opposition
party had occured in a short time. CHP has seized with of loosing government power and
started to keep opposite parties down. On the other hand CHP looked for a power term via
dominant election. For this reason the municipal elections was advanced the date in May
1946 from September of 1946 and parlimentary elections was advenced the date in July 1946
from March 1947. Dominant elections was caused to protest of public opinions and opposite
parties. By the way elections of 1946 have became one of the most polemic election in modern
Turkish history. In this process, press had a very important role. Some journals made propaganda of CHP the government party, some of them supported opposition.
Key Words: Election, Press, Government, Opposition, Democracy, Multiparty System.
*
Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, (yasinkayis@hotmail.com).
397
Yasin KAYIŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
1. Türkiye’nin Çok Partili Yaşama Geçişi ve Basın
Türkiye’de 1945 yılına kadar bir “ideal” olmanın ötesine geçemeyen çok partili yaşama geçiş, ancak II. Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşebildi. Bunda hem dış
hem de iç siyasi gelişmelerin etkisi söz konusuydu.
1.1. Dış Siyasi Durum
Savaş sonrası oluşan durumda, Türkiye’nin çok partili yaşama geçişini tetikleyen iki temel dış etken vardı. Bunlardan birincisi II. Dünya Savaşı sırasında
temelleri atılan “Birleşmiş Milletler Teşkilatı”nın, savaşın son günlerinde resmen
hayata geçmesiydi. Totaliter rejimlere karşı “Demokrasi Cephesi”nin zaferini ilan
eden bu teşkilatta, Türkiye de “kurucu üye” sıfatıyla yer almış, diğer katılımcılar gibi
demokratik ilkelere bağlı kalacağına söz vermişti. Savaş sırasında totaliter güçlere
savaş açmakta çekingen kalmış olan Türkiye’de; düşünce, vicdan, örgütlenme
özgürlüklerinin kısıtlanmasına ve tek partili düzenin sürmesine artık hiç kimse
hoşgörüyle bakamazdı1. Artık, dünyada iki savaş arası dönemdeki gibi tek partili
yönetimler değil, demokrasi rüzgârları hâkimdi.
Türkiye’deki demokratik adımı tetikleyen ikinci dış etken ise, II. Dünya
Savaşı sonrasında, Türkiye ve dünya üzerinde ortaya çıkan “Sovyet Tehdidi”
idi. Savaş sonrasında Avrupa merkezli uluslararası politika anlayışı kaybolmuş,
iki büyük güç, Sovyetler Birliği ve A.B.D, uluslararası arenada öne çıkmışlardı2.
A.B.D. Monroe Doktrini’ne dönmeye hazırlanırken, Sovyetler; Avrupa, Ortadoğu
ve Uzakdoğu yönlerinde yayılma çabasına girmişti. Bu süreçte Türkiye’yle
arasındaki saldırmazlık anlaşmasını fesheden Sovyetler Birliği, Boğazlarda ve
Karadeniz Bölgesi’nde Türkiye’nin egemenlik haklarıyla bağdaşmayacak taleplerde
bulunmuştu. 1945–46 yıllarında Sovyet tehdidini yoğun olarak hisseden Türkiye,
yeni oluşmaya başlayan “Batı Bloğu”yla arasını iyi tutmak, böylece Sovyetler’e karşı
bir denge oluşturabilmek çabasındaydı. Buna bağlı olarak, Türkiye demokratik
adımlarla batının sempatisini kazanma çabasına girdi.
1.2. İç Siyasi Durum
Her ne kadar bu gelişmelerin çok partili yaşama geçişi hızlandırdığı kabul
edilebilirse de dış siyasi gelişmelerin tek başına yeterli sebep oluşturduğunu söylemek mümkün görünmemektedir3. Bu noktada, ülkenin savaş sonrasındaki iç dinamikleri ile özellikle İsmet İnönü’nün bireysel tavrının önemli etkenler olduğunu
teslim etmek gerekir. 1945 yılında, 22 yıldan beri süren bir tek parti iktidarı söz konusuydu. Bu süre içinde Cumhuriyet Halk Partisi, devlet mekanizmasıyla özdeş hale
gelmişti. Merkez ve taşradaki idare amirlerinden memurlara, muhtarlara kadar pek
1
2
3
Tevik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, I, 1.baskı, İmge yay., İstanbul, 1995, s.393.
Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), Yurt yay., Ankara, 1986, s.380.
Bu konuda bkz. Cemil Koçak, a.g.e., s.387; Çetin Yetkin dış gelişmelerin ağırlığına daha fazla yer vermektedir: Çetin Yetkin, Türkiye’de Tek Parti Yönetimi (1930-1945), 1.baskı, Altın Kitaplar yay., [ ş.y.], 1983.
398
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
1946 Belediye Seçimleri ve Basın
çok kamu görevlisi CHP’nin üyesiydi. Parti başkanı aynı zamanda cumhurbaşkanı
idi. Adeta CHP demek devlet, devlet demek de CHP demekti.
II. Dünya Savaşı’nı tek parti otoriterliği altında iilen katılmadan atlatan
Türkiye, savaş sırasında pek çok sıkıntılara katlanmak zorunda kalmış, bu sıkıntılar
savaş sonrası döneme de uzanmıştı. Genel bir hoşnutsuzluk havası ülkeye hâkimdi. Enlasyon % 500–600 civarındaydı4. Bir türlü hailetilemeyen geçim sıkıntısı
özellikle maaşlı kesimleri eziyordu5. Savaş sırasında bazı illerde ilan edilmiş olan
sıkıyönetim hala sürüyordu. Kırsal kesimdeki hoşnutsuzluğa bir de okul yapma
yükümlülüğü eklenmişti. İlköğretim seferberliğiyle okul yapmaya zorlanan köylüler, kaymakamlar ve valiler tarafından sıkıştırılıyor, köylerden Ankara’ya doğru bir
muhalefet rüzgârı esiyordu6.
İşte böyle sıkıntılı bir ortamda, İsmet İnönü’nün 19 Mayıs 1945’te gençlere hitap ederken söylediği sözler, ülkede yeni bir açılımın habercisi oldu. İnönü
bayram nutkunda rejimin demokratikleşeceğini ve savaş dönemi tedbirlerinin
gevşetileceğini söylüyordu7. Nutuk doğal olarak gazetelerin hemen dikkatini çekmiş
ve bu tarihten sonra gazetelerde yoğun bir şekilde rejim ve yeni partiler hakkında
yazılar çıkmaya başlamıştı8.
İnönü’nün çok partili sisteme geçişe yönelik mesajının basında tartışıldığı
günlerde, meclis gündemine gelen Toprak Kanunu, ileride Demokrat Parti’yi kuracak
olan kadrodan gelen bir muhalefetle karşılaştı9. Aynı günlerde Saraçoğlu kabinesine
güvenoyu da vermeyen bu kadronun CHP’yle yollarının ayrılması “Dörtlü Takrir”
adı verilen önergeyle gerçekleşti. Dörtlü Takrir’in ardından salar hızlı bir biçimde
belirmeye başladı. Türkiye koşar adımlarla çok partili hayata geçiyordu10. Bu toz duman arasında, kurulan ilk muhalefet partisi Milli Kalkınma Partisi(MKP) oldu11.
1945 sonbaharında kulislerde; Bayar, Menderes, Koraltan ve Köprülü’nün
de yeni bir parti kuracakları konuşuluyordu. İnönü, 1 Kasım 1945’teki meclis
yasama yılı açış konuşmasıyla bir adım daha atarak “ciddi” bir muhalefet partisi
kurulması sürecini hızlandırdı. İnönü konuşmasında, demokratik hayata geçiş için
yapılması gerekenleri sıralıyor ve Demokrat Parti’yi kuracak kadroya adeta “Ne
duruyorsunuz?” diyordu. İnönü meclis konuşmasında yol haritasını söyle belirliyordu: Tartışılan Basın Kanunu gözden geçirilecek; Cemiyetler Kanunu ve Ceza
Kanunu yumuşatılarak partiler kurulmasına, toplanma ve güvenlik haklarına engel
4
5
6
7
8
9
10
11
Cumhuriyet, 20 Eylül 1945.
Falih Rıfkı Atay, “Seçim Yenileme Kararı”, Ulus, 11 Haziran 1946.
Can Dündar, Köy Enstitüleri, İmge yay., 3.baskı, Ankara, 2002, s.s.66-67.
Konuşma metni için bkz. Cumhuriyet, 20 Mayıs 1945.
Örnek olarak bkz. Nadir Nadi, “Halk İdaresinde İleri Bir Adım”, Cumhuriyet, 20 Mayıs 1945;
Nadir Nadi, “Türk Halkçılığında Gelişme Yolu”, Cumhuriyet, 9 Haziran 1945; Orhan Seyi Orhon,
“İkinci Parti”, Tasvir, 12 Haziran 1945.
Tasvir, 17 Mayıs 1945; Bu kanunun siyasal sonuçlarının ayrıntılı bir değerlendirmesi için bkz.
Erdal İnce, “Köylüyü Topraklandırma Kanunu’nun Türk Siyasal Yapısının Oluşumu Üzerindeki
Etkileri”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, V/13 (2006/Güz), 2008, s.s.59-78.
Söz konusu dönemdeki siyasal gelişmeler ve muhalefetin doğuşu hakkında bkz: Ahmet Yeşil,
Türkiye’de Çok Partili Siyasi Hayata Geçiş, T.C. Kültür Bakanlığı yay., 2. baskı, Ankara, 2001, s.s.31-65.
Milli Kalkınma Partisi için bkz. Ercan Haytoğlu, Milli Kalkınma Partisi ve Siyasi Hayatı, D.E.Ü.
A.İ.İ.T.E. yayımlanmamış yüksek lisans tezi, İzmir, 1990; Bu süreçte kurulan diğer muhalefet
partileri, programları ve etkinlikleri için bkz. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler (18591952), Arba yay., 2. baskı, İstanbul, 1995, s.s.693-709.
399
Yasin KAYIŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
oluşturabilecek hükümler ayıklanacak; bunlar tamamlandıktan sonra da “bir buçuk
sene” sonra tek dereceli seçimler yapılacaktı12.
Bu konuşmadan kısa bir süre sonra 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kurulacak ve 1946 yılında çok partili yaşamın ilk fırtınası kopacaktı. Bu fırtınanın sebepleri; seçimlerin ani olarak öne alınması, muhalefetin protestoları, devlet ve parti
bütünleşmesi ile İnönü’nün 1 Kasım 1945’teki meclis açış konuşmasındaki vaadlerin
yerine getirilmemesi olacaktı.
1.3. Basının Durumu
Savaş sırasında birçok alanda olduğu gibi basında da hükümet otoritesi egemendi. Basın Kanunu’nun 50. maddesiyle gazete kapatma yetkisi hükümetin elinde
bulunduruluyor, hangi haberin kaç puntoyla yazılacağına dahi karışılıyordu13.
Ne var ki bu tavır San Francisco konferansı öncesinde yumuşadı. Konferans
öncesinde; 1944 sonbaharında kapatılmış olan Tan, Vatan ve Tasviri Efkâr gazetelerine yeniden yayınlanma izni verildi14. Dünyada ve Türkiye’de esen rüzgârlara bağlı
olarak gazetelerin haber içerikleri de yavaş yavaş değişmeye başladı. Basında artık
en önemli gündem maddelerini demokratikleşme, çok partili hayata geçiş, dış politik gelişmeler ve seçimler oluşturuyordu.
Henüz savaşın bitmediği ancak sonucunun belli olduğu bir tarihte Tasvir
gazetesi Basın Kanunu’nda yapılacak değişiklikte milletvekillerinin göz önünde
bulundurması gereken hususlar hakkında görüşlerini belirtiyordu15. Haziran ayının
sonlarında ise hemen hemen bütün İstanbul basını Basın Kanunu’nun değiştirilmesi
gerektiğini belirten yazılar yazıyorlardı16. Tartışmaların yoğunluğu ise hükümete
gazete kapatma yetkisi veren 50. maddeydi.
Demokratik ortam çok sesliliği beraberinde getirmişti. 1945 yazından itibaren
siyasi gelişmeler konusundaki Ulus ve Vatan gazeteleri arasında başlayan tartışmalar
daha sonra diğer yayın organlarında da sıçradı17. Gazeteler birbirlerine karşı sert
çıkışlarda bulunuyorlar, köşe yazarları sütunlarında uzun tartışmalara giriyorlardı.
Bu süreçte özellikle Tan ve Vatan gazeteleri muhalif tavırlarıyla dikkat çekmeye başlamıştı. Öyle ki Başbakan Şükrü Saraçoğlu 5 Eylül 1945’te yaptığı bir basın
toplantısında bu iki gazetenin “Hürriyet isteriz, demokrasi isteriz, bunları süratle
vermezseniz, yabancı devletler zorla bunu size verdireceklerdir” tarzındaki tehditlerinden şikâyet ediyordu18.
12
13
14
15
16
17
18
Konuşma metni için bkz. TBMM Tutanak Dergisi, 1 Kasım 1945, VII. Dönem, Toplantı:3, Birinci
Oturum, s.s.3-9; Cumhuriyet, 2 Kasım 1945.
Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları (1944-1973)- Tek Partiden Çok Partiye (1944-1950),
Bilgi yay., 4.baskı, Ankara, 1998, s.s.21-22.
Cemil Koçak, a.g.e., s.382.
Tasvir, 28 Nisan 1945.
Ömer Zeki Danış, “Dünya Çapında Basın Hürriyeti”, Tasvir, 27 Haziran 1945.
Orhan Koloğlu, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Basın, 1.baskı, İletişim yay., İstanbul, 1992,
s.68; Bu tartışmalara örnek olarak bkz. Peyami Safa, “Demokrasi ve Bizim Arkadaşlar”, Tasvir, 12
Haziran 1945; Yavuz Abadan, “Rejim ve Hürriyetimizin Korunması”, Cumhuriyet, 6 Eylül 1945;
Reşad Şemseddin Sirer, “Cumhuriyet Halk Partisi Nedir, Ne Değildir?”, Cumhuriyet, 14, 16 Eylül
1945; Yavuz Abadan, “Bizde Demokrasi ve Hürriyet”, Cumhuriyet, 7 Eylül 1945.
Cumhuriyet, 6 Eylül 1945.
400
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
1946 Belediye Seçimleri ve Basın
Akşam, Cumhuriyet, Son Posta, Son Telgraf, Tan, Tanin, Tasvir, Ulus, Vakit,
Vatan, Yeni Sabah, ülke gündemini belirleyen başlıca gazetelerdi. Cumhuriyet’in
başyazarlığını Yunus Nadi, Tanin’in başyazarlığını Hüseyin Cahit Yalçın, Tasvir’in
başyazarlığını Ziyad Ebüzziya, Ulus’un başyazarlığını Falih Rıfkı Atay, Vatan’ın
başyazarlığını da Ahmet Emin Yalman yapıyordu. Tan gazetesinde Zekeriya ve
Sabiha Sertel yazıyorlardı. 1946 yılının ilk aylarına kadar Tasvir’de yazan Peyami
Safa ise daha sonra Vakit’te yazmaya başlamıştır.
Çok partili hayata geçip seçim ortamına girilince Ulus, Vakit, Akşam,
Tanin CHP’nin; Vatan, Tasvir, Yeni Sabah da muhalefetin sözcülüğünü üstlendiler.
Cumhuriyet gazetesi ise nispeten tarafsızlığını koruyabilmiş, iki güçlü rakip parti
hakkında da haber ve yorumlara geniş yer vermiştir. Parti sözcülüğünü üstlenen
gazeteler ise savundukları partilerle ilgili haber ve yorumlara geniş yer ayırmış,
karşıt gördükleri partiler ve yöneticileri için karalama ve olumsuz yönleri ön plana
çıkarma için özel çaba sarf etmişlerdir.
1941’de Türkiye’de günlük toplam tirajları 60 bini bulan 113 gazete vardı.
En yüksek tiraj 20 binin üstündeydi. Ayrıca 227 dergi çıkıyordu.1946’da birdenbire
günlük tirajları 100 bine yaklaşan 202 gazete ile 302 dergi belirdi.1946’da bin kişiye
düşen gazete oranı ise 5.2 idi19.
II. Dünya Savaşı’nın sonlarında bile İsmet İnönü için hala coşkuyla
kullanıldığı gözlemlenen “Milli Şef” sıfatı muhalif gazetelerin sayfalarında giderek
azalmış, 1946’nın başlarından itibaren ise genellikle Anadolu Ajansı kaynaklı haberlerde ve CHP yanlısı gazetelerde kullanılır olmuştur.
1945’in son günlerinde yaşanan bir olay, dönemin siyasi atmosferini yansıtması
açısından önemlidir. Demokrasi tartışmalarının arttığı ve Sovyetler Birliği’yle olan
gerginliklerin fazla olduğu günlerde, sol görüşleriyle tanınan ve Sovyetler Birliği
ile daha yakın ilişkiler kurulması gerektiğini savunan Zekeriya ve Sabiha Sertel’in
yazdıkları Tan ve Yeni Dünya, ayrıca Sabahattin Ali ve Cami Baykurt’un çıkardığı
La Turquie gazetesi ve Görüşler dergisinin matbaaları ile iki kitabevi 4 Aralık günü
üniversite öğrencilerinin yaptığı gösteriler sırasında tahrip edildi20. Serteller sık sık
Peyami Safa, Nadir Nadi, Falih Rıfkı Atay ve Ahmet Emin Yalman’la tartışmalara
giriyorlardı. Olay öncesinde Tanin gazetesinde Hüseyin Cahit Yalçın’ın “Kalkın Ey Ehli
Vatan” adlı yazısı yayınlanmış, Tan gazetesi komünistlikle suçlanmış ve halk matbaayı
yıkmaya çağırılmıştı. Olay sonrasında ise Serteller ve Cami Baykurt tutuklandılar ancak yargılamaların sonunda Yargıtay kararıyla beraat ettiler21.
“Tan Olayı” o günlerin Türkiye’sinde basın özgürlüğünün sınırlarını göstermesi açısından önemlidir. Sovyetlerin Türkiye’den toprak talebinde bulunduğu
günlerde “komünizmi çağrıştıracak yayınlar” yapılamayacaktır.
19
20
21
Orhan Koloğlu, a.g.e., s.s.70-71.
Cumhuriyet, 5 Aralık 1945; Zekeriya Sertel bu olayın hükümet destekli olduğunu savunmaktadır. M.
Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım (1905-1950), İstanbul, 1968, s.s.268-271; Tevik Çavdar, a.g.e., s.393.
Zekeriya Sertel Olayın CHP tarafından düzenlenmiş bir komplo olduğunu savunmaktadır:
M.Zekeriya Sertel, a.g.e., s.s.271-272; Çetin Yetkin de bu yargıya katılmaktadır: Çetin Yetkin, a.g.e.,
1.baskı, Altın Kitaplar yay., 1983; Ayrıca bkz. Metin Toker, a.g.e., s.51, 79-80; Orhan Cemal Fersoy,
Bir Devre Adını Veren Başbakan Adnan Menderes, Mayataş yay., İstanbul, 1971, s.112; Tanin, 6 Ocak
1946; Tasvir, 15 Mayıs 1946.
401
Yasin KAYIŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
2. Belediye Seçimleri Öncesinde Siyasi Gelişmeler
2.1. Belediye Seçimlerinin Öne Alınması ve Tepkiler
Savaş sonrası ülkenin içinde bulunduğu durum, iç ve dış koşullar “ülkedeki iktidarın meşru iradeye dayandığının gösterilmesi” ihtiyacını doğurmuştu. Buna
bağlı olarak, muhalif partilerin kurulması başlangıçta CHP tarafından memnuniyetle karşılandı. Özellikle DP kurucularının, CHP üyesi iken yaptıkları muhalefete
gösterilen tepki, ayrı bir parti kuracakları anlaşıldıktan sonra yumuşadı. Bayar,
İnönü’yü konutunda ziyaret ediyor, İnönü Bayar’ı yemeğe alıkoyuyordu. DP’nin
kurulmasından sonraki aylarda CHP yönetimindeki radyonun ve resmi ajansın, DP
kurucu heyetlerin kuruluşları hakkında haberler vermesi de bu doğrultuda açık bir
destekti22.
Ancak bir de madalyonun öbür yüzü vardı. Öbür yüzde ise CHP’nin içindeki tek parti zihniyeti vardı. Bu zihniyet bürokraside bütün kuvvetiyle devam ediyordu. İnönü’nün yakın çevresinde dahi bu denemeyi ilk fırsatta boğmak arzusunu
taşıyanlar vardı23. Bazı yerlerde valiler, kaymakamlar birtakım usulsüz müdahaleler, baskı ve tehditlerle muhalefetin özellikle de DP’nin örgütlenmesini engellemeye
çalışıyorlardı24.
CHP’nin, ciddiye aldığı tek muhalefet partisi olan DP’ye karşı yumuşak tutumu fazla uzun sürmedi. CHP, karşısında “… Şakaya gelmeyen bir muhalefet partisinin bulunduğunu yavaş fark etti. Zaten bunu fark etmesinden sonra da Anadolu Ajansı
bültenlerinden ve radyodan DP’nin teşkilatlanmasıyla ilgili haberler kayboldu. Ajans ve
radyo Falih Rıfkı Atay’ın gittikçe artan hırçın, sert hücumlarını veriyordu”25.
Bu sert ve hırçın tavır yalnızca Falih Rıfkı Atay’la sınırlı kalmadı. Siyasi ortam
gerginleşince, Nihat Erim “demokrasinin üzerine bir şal örtmek”ten bahsedecek26; DP’nin
“zararlı” propagandalarının ülkeyi anarşiye sürükleyeceğinden çekinen İnönü
kurmaylarına “Yaptığımız bir tecrübedir. Muvaffak olursak ne ala. Olmazsa vazgeçer,
birkaç sene eski usulle gideriz. Sonra yeniden tecrübe ederiz”27 diyecekti.
CHP işin ciddiyetini fark ettikten sonra “kötü gidişe dur diyebilmek için” bir takım
tedbirlere yöneldi. Bu “tedbirler” in ilki normalde 1946 Eylülünde yapılması gereken belediye seçimlerini aynı yılın Mayısına; 1947 Martında yapılması gereken milletvekili genel seçimlerini de 1946 Temmuzuna almak olmuştur. Bu baskın seçimlerle, kurulmasının üzerinden yedi ay geçen ve en büyük muhalefet partisi olarak
algılanan Demokrat Parti, henüz örgütlenme aşamasındayken seçime girmek zorunda bırakılacak, böylece dört yıl daha sürebilecek “meşru” bir iktidar dönemi elde
edilmeye çalışılacaktı.
22
23
24
25
26
27
Metin Toker, a.g.e., s.100.
A.g.e., s.84.
Celal Bayar, Nisan 1946’da bazı vali ve kaymakamların birtakım usulsüzlük, baskı ve tehditlerle
DP’nin örgütlenmesinin önlenmeye çalışıldığından şikâyet ediyor, hükümetin gereken tedbirleri
almakta hassas davrandığını sözlerine ekliyordu: Tasvir, 23 Nisan 1946.
Metin Toker, a.g.e., s.89.
Nihat Erim, “Demokrasi gaye midir vasıtamıdır”, Ulus, 30 Mayıs 1946.
Aktaran: Metin Toker, a.g.e., s.91.
402
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
1946 Belediye Seçimleri ve Basın
Seçimleri öne almak için fırsat kollayan CHP, bu fırsatı basın aracılığıyla
yakaladı. 23 Nisan 1946’da Tasvir gazetesinde “Celal Bayar’la Mühim bir Mülakat”
başlığıyla yayınlanan söyleşinin bir bölümünde Bayar; “Seçimler önümüzdeki seneden
evvel de yapılacak olsa, yukarıda işaret ettiğim şartlar yerine gelmiş ise, derhal iştirak edebilecek vaziyetteyiz” diyordu.
Bayar’ın yukarıda işaret ettiğim dediği şartlar; seçimlerin tek dereceli
olması ve resmi makamların bir müdahalesi olmadan tam dürüstlükle yapılabilmesi
için düzenlemelerin yapılmasıydı. Bayar ayrıca partide kesin bir karar alınmamış
olmasına rağmen, mahalli seçimler olması ve teşkilatların da istekli olması sebebiyle, örgütlerin kurulmuş olduğu yerlerde belediye seçimlerine girmek istediklerini ve
girebilecek durumda olduklarını söylüyordu28.
Bu sözleri fırsat bilen CHP yönetimi alelacele bir kurultay çağrısı yaptı29.
Aynı gün, Başbakan Şükrü Saraçoğlu meclis grubunda, kurultay gündeminin önemli maddelerinden birinin belediye seçimlerinin öne alınması olduğunu açıkladı30.
Bir sonraki gün Falih Rıfkı Atay’ın Ulus’taki yazısının başlığı “Yeni Seçimlere
Doğru” idi. Atay kurultay gündemi hakkında bilgi verdikten sonra, belediye seçimlerinin öne alınması konusunda “Burada akla gelebilecek sual, muhalefet partilerinin
hazır olup olmadıklarıdır. Demokrat Parti lideri Sayın Celal Bayar’ın Tasvir gazetesinin 23
Nisan tarihli sayısında çıkan demeci, hiç kimsenin bu sual üzerinde oynamasına müsaade
etmeyecek kadar açıktır” diyordu31.
Bayar’ın söz konusu söyleşide ileri sürdüğü şartların kurultay kararlarıyla
gerçekleşeceğini savunan Atay, ülkedeki istikrar ve meşruiyetin sağlanması
açısından seçimlerin öne alınması gerektiğine de vurgu yapıyordu32.
Ülkenin CHP tarafından bir anda seçim atmosferine sokulmaya çalışılması,
DP’de şok etkisi yarattı. Bayar hemen, Tasvir’deki mülakatı yapan Ziyad Ebüzziya’yı
telefonla arayarak bir açıklama yapması konusunda uyardı. Ebüzziya “derhal” bir
yazı ile gelişmelere açıklık getirmeye çalıştı. Buna göre; mülakat sırasında Bayar’ın
“Değil umumi seçim, hatta belediye intihaplarının bile ne kadar erken olsa yine üç aydan
evvel yapılması gayri tabiidir” sözlerinin yayımlanmamış olması, yanlış anlaşılmalara
yol açmıştı33.
Ebüzziya, her ne kadar yanlış anlaşılmayı “derhal” düzelttiğini söylese de
Falih Rıfkı Atay çoktan seçim havasına girmişti bile. Tasvir’de “derhal” yapılan
açıklamanın yayınlandığı gün Falih Rıfkı; “Seçimlere Girerken” başlıklı yazısında
CHP’lileri seçim sürecinde ortaya çıkabilecek “tahrik ve iftiralar” karşısında
soğukkanlı davranmaları konusunda uyarıyordu34.
28
29
30
31
32
33
34
Tasvir, 23 Nisan 1946.
İsmet İnönü imzasıyla yayımlanan çağrı metni için bkz. Ulus, 26 Nisan 1946.
Ulus, 27 Nisan 1946.
Falih Rıfkı Atay, “Yeni Seçimlere Doğru”, Ulus, 27 Nisan 1946.
Ulus, 27 Nisan 1946.
Ziyad Ebüzziya, “Yeni seçimlerin arifesinde-Bir hususu derhal açıklamak mecburiyetini hissediyorum”, Tasvir, 28 Nisan 1946.
Falih Rıfkı Atay, “Seçimlere Girerken”, Ulus, 28 Nisan 1946.
403
Yasin KAYIŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Muhalefetin ilk tepkisi MKP lideri Nuri Demirağ’dan geldi. Demirağ, muhalefetin henüz örgütlenmeden, iktidar tarafından bir emrivakiyle karşı karşıya
bırakıldığını söylüyordu35. Cevap bir gün sonra Falih Fıfkı Atay’dan geldi. Atay
Ulus’ta; bir yıl boyunca CHP’ye karşı bütün savaşların tek parolasının seçimin en
kısa sürede yenilenmesi olduğunu hatta bu iddiaların henüz muhalefet partileri
yokken ortaya atıldığını söylüyordu36.
DP’nin ilk somut tepkisi ise 29 Nisan’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde
Belediye Seçim Kanunu’nun müzakereleri sırasında görüldü. Tasarının görüşülmesi
sırasında DP adına söz alan Adnan Menderes muhalefetin örgütlenmesi aşamasında
seçimlerin öne değil geriye alınması gerektiğini ileri sürdü. Fikirlerini İnönü’nün
1 Kasım 1945’teki Meclis açılış nutkuna bağlayan Menderes, CHP dışındaki diğer
partilerin ve basının baskı altında olduğunu, gereken tedbirler alınıp, kanunlar
değiştirilmedikçe seçimlerin yapılmasının demokrasiyi sağlayamayacağını söylüyordu. İnönü’nün nutkunun da bu ikirleri açıkça ifade etmiş olduğunu ve tasarının
İnönü’nün sözleriyle taban tabana zıt olduğunu söylüyordu. Menderes kürsüden
inmeden önce son hükmünü de şöyle veriyordu: “Bu duruma göre tasarının tek parti
idaresinin idamesi maksadıyla hazırlanmış olduğuna hükmetmek zarureti vardır... Seçimlerin acele ve ani olarak kanuni müddetten bir hayli öne alınması için ileri sürülen sebepler
varit değildir”37.
Ne var ki Menderes’in sözleri sonucu değiştirmedi. Tasarı 3’e karşı 450 oyla
kabul edildi38. Belediye Kanunu’nda yapılan değişikliklerle belediye seçimleri öne
alınıyor, oyların gizli atılmasıyla ilgili herhangi bir düzenleme ise yapılmıyordu39.
Belediye seçimlerinin erkene alınmasından sonra CHP yanlısı gazeteler
yoğun bir propaganda dönemine girdi. Muhalefetin yeni durum karşısında ne
yapacağı ise merak konusuydu. Ancak muhalefet partilerinin cevabı hemen gelmedi. Önce her parti kendi içinde değerlendirmeler yaptı. Sonunda 8 Mayıs’ta DP, 9
Mayıs’ta da MKP beklenen açıklamayı basına yaptılar.
DP, belediye seçimlerine katılmayacağını ilan ediyor, milletvekilli genel
seçimlerine katılmak için de İnönü’nün 1 Kasım 1945’teki meclis açılış nutkundaki
vaatlerin yerine getirilmesini şart koşuyordu40.
Bu karar karşısında Ahmet Emin Yalman Vatan’daki köşesinde, DP’nin
kararını desteklerken41, Falih Rıfkı Atay Ulus’ta; “Taktik basittir ve şundan ibarettir: Demokrat Parti teşkilat kurabildiği yerlerde dahi ne belediye, ne de meclis seçimlerini
kazanamıyacağını görmüştür; kendini ortaya atsaydı, bütün memlekette bugünkü iktidara
karşı umumi bir hoşnutsuzluk olduğu hakkındaki iddiasını bizzat yalanlamış olacaktı...”
diyordu42. Tasvir’de Cihad Baban ise DP’nin haklı olup olmadığına halkın karar
vereceğini belirterek, bunun da seçimlere katılım oranlarıyla belli olacağını söylü35
36
37
38
39
40
41
42
Tasvir, 28 Nisan 1946; Ulus, 29 Nisan 1946.
Falih Rıfkı Atay, “Hep İstedikleri Bu değil miydi?”, Ulus, 29 Nisan 1946.
T.B.M.M. Tutanak Dergisi, 30 Nisan 1946, Dönem VII, Birleşim: 45; Tasvir, 30 Nisan 1946.
T.B.M.M. Tutanak Dergisi, 30 Nisan 1946, Dönem VII, Birleşim: 45; Tasvir, 30 Nisan 1946.
Belediye Kanununun bazı maddelerinin değiştirilmesi hakkında Kanun: Düstur, Üçüncü Tertip,
XXVII, s.1056.
Ulus, 9 Mayıs 1946; Cumhuriyet, 9 Mayıs 1946.
Ahmet Emin Yalman, “Demokrat Parti Karar Verdi”, Vatan, 9 Mayıs 1946.
Falih Rıfkı Atay, “Demokrat Parti’nin Tamimi Üzerine”, Ulus, 10 Mayıs 1946.
404
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
1946 Belediye Seçimleri ve Basın
yordu43. Gerçekten de o günden sonra belediye seçimlerindeki en büyük çekişme
“seçimlere katılım ve oy kullanma oranları”nda düğümlenecekti.
DP’nin seçimlere girmeme kararı CHP’de şok etkisi yaratırken, olumlu
haber Milli Kalkınma Partisi’nden geldi. MKP yayınladığı tebliğde, emrivakiden
şikâyetçi olsa da, seçimlere gireceğini ilan ediyordu44.
2.2. İnönü’nün Yurt Gezisi ve CHP’nin Olağanüstü Kurultayı
Muhalefet cephesinde bu gelişmeler olurken CHP başka ataklar peşindeydi.
Bir yandan CHP’nin olağanüstü kurultay hazırlıkları sürdürülüyor, diğer yandan
da baskın bir genel seçime zemin hazırlanıyordu. Mayıs başında Eskişehir, Kütahya,
Afyon, Akşehir, Konya, Niğde’yi kapsayan bir yurt gezisine çıkan İnönü; halkı
yakında yapılacak olan “büyük seçim”e katılmaya davet etti. İnönü gezisinin bir
durağında şöyle diyordu:
“… Memleket idaresini ve politikasını içerde ve dışarda kararlı bir hale getirmek için yeni büyük seçimlere karar verdik dünya vaziyeti kararsız ve karanlık
olarak uzun bir sürünceme devrine girmiş görünüyor. Bu devrede Türkiye’nin
politikası hangi istikamette ve anlayışta olduğunun içerde ve dışarda açık bir surette
belli olması lazımdır. Buna, memleketin menfaatleri bakımından ihtiyaç gördük”45
“Büyük Seçim” in ne anlama geldiği basın ve muhalefet tarafından çok çabuk anlaşılmıştı. İnönü milletvekili genel seçimlerinden söz ediyordu46. Gerçi bu
çok büyük bir sürpriz sayılmazdı. Çünkü gazeteler genel seçimlerin Temmuz veya
Ağustos’ta yapılmasının muhtemel olduğunu yazıyordu47. Ancak bu ilk defa devletin ve CHP’nin en yetkili ağzından telaffuz ediliyor ve muhalefette ikinci bir şok
yaratıyordu.
İnönü olağanüstü kurultaya katılmak üzere Ankara’ya dönerken, DP belediye seçimlerine katılmayacağını açıklamıştı. Bu yüzden gözler 10-11 Mayıs tarihlerinde yapılacak olan CHP’nin olağanüstü kurultayına çevrildi. Dikkatler İnönü’nün
üzerindeydi. Kurultay adeta devlet-parti bütünleşmesini simgeler biçimde TBMM
genel kurul salonunda yapıldı ve oturumlar radyodan yayınlandı48. Kurultayın ilk
gününe İnönü’nün uzun konuşması damgasını vurdu. İnönü konuşmasında belediye ve milletvekilleri seçimlerinin öne alınmasının sebeplerini, DP’nin seçimlere
girmeme kararı ve dış ilişkiler hakkındaki ikirlerini açıklıyor, DP’ye aba altından
sopa gösteriyordu:
“Şüphe etmek istemem ki, şimdiye kadar kurulmuş olan partiler, seçime
parti olarak gireceklerdir... Milletin iradesinin açık bir surette belli olması için, bu
43
44
45
46
47
48
Cihad Baban, “Demokrat Parti’nin Durumu”, Tasvir, 10 Mayıs 1946.
Ulus, 10 Mayıs 1946; Cumhuriyet, 9 Mayıs 1946.
Tasvir, 6 Mayıs 1946.
Gezinin seyri ve İnönü’nün sözlerinin yankıları hakkında bkz.: Ulus, s.s.4-5,7,9 Mayıs 1946;
Tasvir, 4,6-7 Mayıs 1946; Metin Toker, a.g.e., s.101; Nadir Nadi, “Seçimlere dair birkaç söz”,
Cumhuriyet, 4 Mayıs 1946; Ahmet Emin Yalman, “Türk Vatandaşı vazife başına”, Vatan, 5 Mayıs
1946; Ziyad Ebüzziya,“Cumhurbaşkanının Seçim Gezisi”, Tasvir, 7 Mayıs 1946.
Örnek olarak bkz. Tasvir, 1 Mayıs 1946.
Ulus, 10 Mayıs 1946.
405
Yasin KAYIŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
kadar dikkat gösterdiğimiz halde, partilerin veya bağımsız olanların, bir bahane bularak seçime girmekten kaçınmalarını farzetmek istemem. Son zamanlarda,
bazı memleketlerde, seçime iştirak etmemek taktiği görülmüştür49. Bunun manası,
yabancı devletlere karşı memleketin iç idaresini itham etmektir. Kendi iç idaremizi yabancı devletlere karşı kötülemek teşebbüsünü, Türkiye denilen memlekette
vatandaşların hoş görmeyeceklerine eminim”50
İnönü’nün konuşmasından sonra kurultay birtakım liberal değişiklikler
yaparak, DP’nin liberal parti programını etkisiz bırakma çabasına girdi. Parti
programında yapılan değişikliklerle tek dereceli seçim ve sınıf esasına dayalı cemiyet kurmaya izin verilmesi benimseniyor; parti tüzüğündeki değişiklikle de
“Değişmez Genel Başkan” ifadesinin yerine “Genel Başkan” ifadesi getiriliyordu.
Kurultay; İsmet İnönü’nün oy birliğiyle genel başkanlığa yeniden seçilmesi ile de
çalışmalarını tamamlıyordu51.
3. Belediye Seçimleri Döneminde Basın
3.1. Basının Durumu ve Tavrı
Belediye seçimleri döneminde Basın Kanunu’nun 50.maddesi52 ile basının
kalbi İstanbul da dâhil olmak üzere 6 ili kapsayan sıkıyönetim uygulaması hala
yürürlükteydi53. Her ikisi de basının üzerinde “Demokles’in Kılıcı” gibi sallanan bu
kanunlar pratikte ise uygulanmıyordu. Ülkede basın özgürlüğü açısından ikircikli bir durum söz konusuydu. Kanunları göz önünde bulunduranlar “Ülkede basın
özgürlüğü yoktur” derken, uygulamaya bakanlar “Sınırsız bir basın özgürlüğü vardır”
ikrini savunabiliyorlardı54.
Bir yandan gazeteler mevzuatla uygulama arasında bu ikircikli durumu
yaşarken, diğer yandan gazetecilerle DP arasında sıcak ilişkiler gelişiyor, CHP
yöneticileri bürokrat tavırlarıyla itici bir hal alıyorlardı55.
Belediye seçimleri döneminde günlük konuların dışında, işlenen konuların
ağırlığını II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan dış siyasi gelişmeler ve doğal
olarak da seçimler oluşturmuştur. Tüm gazeteler seçime yoğun ilgi göstermiş, yılın
ilk günlerindeki, Rusya’nın talepleri ve bunlara gösterilen tepkileri içeren haber ve
yorumların yerini, seçim atmosferine girildikçe iç siyasi haberler ve seçimler almıştır.
49
50
51
52
53
54
55
Örneğin Yunanistan’da yapılan seçimlerde, komünistler seçimleri boykot etmiş, çıkan olaylarda
ölüm ve yaralanmalar meydana gelmişti: Cumhuriyet, 1 Nisan 1946.
Ulus, 11 Mayıs 1946.
Ulus, 12 Mayıs 1946; Cemil Koçak bu kurultayda Türkiye’de Milli Şef döneminin biçimsel olarak
sona erdiğini , buna rağmen “Milli Şef”liğin ancak bir süreç içinde, belirli bir dönemde yavaş
yavaş ortadan kalktığını belirtmektedir: Cemil Koçak, a.g.e., s.380.
Hükümete gazete kapatma yetkisi veren 50. maddeyi de içeren 8 Ağustos 1931 tarihli Matbuat
Kanunu için bkz. Düstur, Üçüncü Tertip, XII, İkinci Basılış, Matbuat Kanunu, s.376.
Söz konusu altı il İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli’ydi. Bkz. Düstur,
Üçüncü Tertip, XXVII, Altı İlde ilan edilmiş olan Sıkıyönetimin altı ay daha uzatılması hakkında
Kamutay Kararı, s.1086.
Ziyad Ebüzziya,“Yine O Dert”, Tasvir, 23 Mayıs 1946.
Metin Toker, a.g.e., s.s.86-88.
406
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
1946 Belediye Seçimleri ve Basın
Bu dönemde özellikle CHP sözcüsü gazetelerde yoğun bir propaganda
bombardımanına girilmiştir. Söz konusu gazetelerin köşe yazarları, DP’ye karşı ağır
yazılar yazıyorlardı. Sayfalarda DP’nin iddia ve davranışlarına verilen cevaplar ile
karşı propagandalara bol bol yer ayrılıyordu. Bu cephenin en ateşli yazarı Falih Rıfkı
Atay’dı. Atay, Ulus’ta özellikle DP ve muhalif basına yükleniyordu. Bir yazısında
açıkça DP’yi Moskova’yla aynı doğrultuda çalışmakla suçlayan Atay56, Sovyetlerin ve
komünizmin en büyük düşman kabul edildiği bir ortamda muhalileri düşmanlarla
işbirliği yapmakla suçluyordu. Aslında bu tutum sadece Atay’a has değildi.
Sovyetlerin Türkiye’den toprak talep ettiği ve antikomünizmin tavan
yaptığı günlerde bu tavır CHP’nin militan kanadı tarafından benimsenmiş, propaganda malzemesi olarak sık sık gündeme getirilir olmuştu57.
Metin Toker’in, bu konuda verdiği bilgiye göre:
“Bu, ‘Moskovacılık’ suçlaması demokrasi tarihimizde ilk defa, CHP militanları
tarafından DP’ye karşı icat edildi. Bunların nazarında DP Moskova’nın emrindeydi. Hatta yeni partinin Ruslardan para aldığını iddia edecek kadar ileri gittiler... Aslına bakılırsa
Moskova radyosunun yayınları böyle bir şüpheye yer verecek şekilde düzenleniyordu”58.
Belediye seçimleri döneminde DP yanlısı gazeteler ise daha temkinli hareket
ediyorlardı. Ne de olsa uzun süren bir tek parti alışkanlığı vardı ve onun karşısında muhalif
olarak ortaya atılmak da adımları daha dikkatli atmayı gerektiriyordu. Yine de bu partiler Demokrat Parti ile ilgili olumlu haberleri daha ön plana çıkararak tavırlarını
belli ediyorlardı.
Seçimler yaklaştıkça Demokrat Parti, İnönü’nün aynı anda hem
Cumhurbaşkanı hem de CHP Genel Başkanı olmasını eleştirmeye başlamıştı. Buna
paralel olarak aynı konu gazetelerin sütunlarını da işgal etmeye başladı. Nihat
Erim mayıs ortasında yazdığı iki yazıda bu durumun devlet ahengi açısından zorunlu olduğunu ve cumhurbaşkanının partiler karşısındaki tarafsızlığına gölge
düşürmeyeceğini savunuyordu59.
CHP sözcüleri genellikle demokratların söz ve davranışları hakkında yazarken, muhalif basında seçimlerin dürüst ve demokratik bir şekilde yapılabilmesi
için farklı konuların işlendiği yazılar dikkat çekiyordu. Örneğin Tasvir gazetesinde Sadri Maksudi [Arsal] “gizli oy” ilkesine vurgu yaparken60, Ziyad Ebüzziya
muhtar seçimlerinin de yenilenmesini ve böylece yapılacak seçimlerde hiç olmazsa
muhtarların tarafsızlığının sağlanması gerektiğini ileri sürüyordu61.
CHP sözcüsü gazeteler partiyi desteklediklerini açıkça ifade eden yazılar
yazarken muhalif basın bunu açıkça söylemiyor, tarafsız olduklarını sürekli
vurguluyorlardı62. Yine bu dönemle ilgili olarak gazeteler arası transferlerin de
56
57
58
59
60
61
62
Falih Rıfkı Atay, “Basiret Sahipleri dört gözle ibret alsınlar”, Ulus, 15 Mayıs 1946.
Bu tarz propaganda sebebiyle DP, Yozgat Valisi’ne dava açmıştı: Tasvir, 21 Mayıs 1946.
Metin Toker, a.g.e., s.108; Moskova radyosunun yayınları hakkında bkz. Ziyad Ebüzziya,
“Moskova’nın Hezeyanları”, Tasvir, 16 Mayıs 1946.
Nihat Erim, “Devlet Başkanı ve Parti Başkanı”, Ulus, 14 Mayıs 1946; Nihat Erim, “Gene o mesele”,
Ulus, 16 Mayıs 1946.
Sadri Maksudi, “Demokratik seçim usulünün beş mühim esası”, Tasvir, 5 Mayıs 1946.
Ziyad Ebüzziya, “Muhtar Seçimlerini yenilemek zaruridir”, Tasvir, 20 Mayıs 1946.
Örnek olarak bkz.: Tasvir, 30 Nisan 1946.
407
Yasin KAYIŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
yaşandığı dikkat çekmektedir. Örneğin, CHP yanlısı Peyami Safa muhalif bir gazete
olan Tasvir’den Vakit’e, DP yanlısı Mümtaz Faik Fenik de Ulus’tan Vatan’a transfer
olmuştur.
Bu dönemde gazetelerin, seçim faaliyetlerini takip etmek için Anadolu’nun
çeşitli yerlerine muhabirler göndermeleri basının bu seçime ne kadar ilgi
gösterdiğinin bir başka göstergesidir.
3.2. Falih Rıfkı Atay’a Tepkiler
Bu dönemin en sert yazılarını hiç kuşkusuz Falih Rıfkı Atay yazıyordu. Falih
Rıfkı yazılarında muhalefete özellikle de Demokrat Parti’ye karşı ağır ithamlarda
bulunuyordu. Hatta bu tavrı milletvekili seçimleri öncesinde son haddine varacak
ve “Demokrat Parti, parti olmaktan çıkmıştır. Bu bir bozguncular hareketidir” diyecekti63.
Falih Rıfkı, yazılarında sadece DP’ye değil muhalif basına da çatıyordu.
Hatta bir yazısında muhalif basını hedef göstermekten de çekinmedi, Atay söz konusu yazısında şöyle diyordu:
“Hala sıkıyönetim altında bulunan İstanbul şehrindeki gazetelerden hangisi, geçen
yıldan beri en aşırı yayınlarından dolayı kovuşturmaya uğramıştır? Saldırmadık ne Meclis,
ne Hükümet, ne Parti, hiçbir şey bırakmayan, geçen seneden beri otorite adına ne varsa
yıkmak isteyen bu gazetelerin, sıkıyönetim rejimine bağlı ve her türlü kışkırtmalar için tetikte olmamız lazım gelen bir şehirde çıkmakta olduğuna inanmak imkânı var mıdır?”64.
Atay’ın bu yazısı gazetecilerin sabrını taşıran son damla oldu. İstanbul ve Ankara’da
pek çok gazeteci bu yazıya tepki göstererek Falih Rıfkı’nın Basın Birliği’nden çıkarılması ve
hakkında mahkemeye müracaat edilmesi için merkez haysiyet divanına sunulmak üzere imza
topladılar65.
Metin Toker o günlerin Falih Rıfkı Atay’ını “Ankara’dan hiç ayrılmamış, hep şef
dizinde kalmış, milleti ve memleketi asla tanımayan CHP sözcüsü” olarak betimlemekte ve
Atay’ın CHP’ye karşı sempati yerine bir soğukluk oluşturduğunu belirtmektedir66.
4. Propaganda Faaliyetleri
Demokrat Parti’nin seçimlere girmeyeceğini açıklamasından sonra seçimin sonucu da belli olmuştu. MKP’nin CHP’ye karşı şansı yoktu. Bu karardan sonra
propagandaların ana konusu “seçime katılım” olacaktı. Çünkü Demokrat Parti seçimi
protesto ediyor ve sandığa gitmiyordu. Vatandaşların da sandık başına gitmemesi
DP’ye destek vermek olarak görülecekti. Basının da faal olarak katıldığı propaganda
çalışmalarının belkemiğini de bu konu oluşturuyordu. Propagandalar, seçim günü propaganda konusunda herhangi bir kısıtlama olmadığı için son ana kadar devam etmiştir.
63
64
65
66
Falih Rıfkı Atay, “Seçime nasıl gidiyoruz” , Ulus, 4 Temmuz 1946.
Falih Rıfkı Atay, “Basiret Sahipleri Dört Gözle İbret Alsınlar”, Ulus, 15 Mayıs 1946.
Tasvir, 22 Mayıs 1946; Vatan, 24 Mayıs 1946; Vatan gazetesi Yüksek Haysiyet Divanı’na yapılan
başvuruda imzası bulunan gazetecileri tek tek yazmıştı: Vatan, 23 Mayıs 1946.
Metin Toker, a.g.e., s.117,122; Orhan Cemal Fersoy ise en sert yazıları Falih Rıfkı tarafından
yazılan Ulus gazetesinin seçim döneminde ellerden atılmaya başlandığını belirtmektedir: Orhan
Cemal Fersoy, a.g.e., s.153.
408
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
1946 Belediye Seçimleri ve Basın
4.1. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Etkinlikleri
CHP, belediye seçimlerini, dış dünyaya demokratik olgunluğun
ispatlanacağı bir sınavmış gibi göstererek halkı oy vermeye çağırıyordu. İsmet İnönü
19 Mayıs Bayramı sebebiyle radyoda yaptığı konuşmada “Bütün dünya milletlerinin
birbirini gözlediği bu zamanda, Türklerin oy sandıkları başında, milli vazifelerini ne kadar
hevesle yaptıklarının meydana çıkması, varlığımız için büyük meseledir” diyordu67. Yine
İstanbul’da belediye, halkın seçimlere katılımını sağlamak için mahalle muhtarları
aracılığıyla her seçmene davetiye göndermeyi kararlaştırmış memurlara da seçimlere katılmaları konusunda genelge yayınlanmıştı68.
CHP’nin Cağaloğlu’ndaki merkez binasında İstanbul Bölge Müfettişi Alaettin
Tiritoğlu’nun başkanlığında toplanan partili gazeteciler yapılacak olan propaganda
yayınları hakkında görüşmelerde bulunmuşlar, İstanbul’da sinemalarda ilmler
gösterilmesine, halkevlerinde ve meydanlarda kurulacak hoparlörler aracılığıyla
propaganda yapılmasına karar vermişlerdi69.
Ulus 14 Mayıs’tan itibaren yayınladığı ikişer tane küçük ilanla halkı kitle halinde seçimlere katılmaya davet ediyor, CHP’nin duvarlara da yapıştırmış
olduğu seçim aişlerinden bazılarını yayınlıyordu70.CHP’nin belediye seçimlerinde kullandığı aişler tek tip değildi ve şehirlerin çeşitli yerlerinde duvarlara
yapıştırılıyordu71.
CHP, Demokrat Parti’nin seçimlere girmemesine rağmen, yapılacak olan
milletvekili seçimlerine hazırlık olmak üzere kendisine rakip olarak gördüğü
DP’ye yüklenmiş ve belediye seçimleri döneminde de propagandalarını ona göre
düzenlemiştir.
Ulus, milletvekili seçimleri döneminde de çok kullanacağı, DP’nin kamuoyundaki ilgisinin azaldığı ve parti teşkilatlarından istifalar yaşandığına dair
haberleri yayınlamaya başlamıştı72. Bu arada, DP’nin komünist olduğu söylemi
CHP’lilerle DP’lileri sık sık karşı karşıya getiriyordu73. CHP’li gazeteler doğal olarak
CHP’nin seçim faaliyetlerine sütunlarında ağırlıklı olarak yer vermiş, diğer partilerin faaliyetlerini ise ya hiç vermemiş ya da çok yüzeysel bir şekilde aktarmışlardır.
İsmet İnönü seçimler öncesinde Sivas, Erzincan, Kars, Erzurum, Trabzon
ve Rize’yi kapsayan yeni bir yurt gezisine çıkmıştı. Seçim gününü de Kars’ta geçiriyordu. Ancak İnönü bu gezide belediye seçimlerinden çok milletvekili genel seçimlerine yönelik mesajlar vermiştir74.
67
68
69
70
71
72
73
74
Ulus, 20 Mayıs 1946.
Tasvir, 15, 24 Mayıs 1946.
Tasvir, 15 Mayıs 1946.
Ulus, 14-18, 20-26 Mayıs 1946.
Ulus, 19 Mayıs 1946.
Benzer bir haber için bkz.: Ulus, 20 Mayıs 1946.
Tasvir, 21 Mayıs 1946.
Ulus, 25-26, 30 Mayıs 1946; 1,3 Haziran 1946; Akşam, 2-3 Haziran 1946.
409
Yasin KAYIŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
4.2. Muhalefetin Etkinlikleri
DP’nin belediye seçimlerine katılmama kararından sonra seçimlerin en
önemli görünen muhalif partisi Milli Kalkınma Partisi’ydi. Aslında kimse bu partiyi
CHP’ye rakip olarak görmüyordu75. Buna rağmen MKP belediye seçimleri döneminde renkli bir propaganda faaliyeti yürütmüştür.
Belediye seçimlerine karar verilmesinden sonra MKP propaganda faaliyetlerine hız vermiş, seçim gezisine uçakla çıkmak isteyen parti başkanı Nuri
Demirağ’ın isteğinin hükümetçe reddedilmesi üzerine Demirağ başka araçlarla
İzmir ve Bergama’ya seçim gezisi yapmıştır. Demirağ gezisinde; Devletçilik ilkesine
yükleniyor, Basın Kanunu’nu eleştiriyor ve MKP’nin halkın, gençlerin, köylünün
partisi olduğunu söylüyordu76.
Anadolu’da 60 civarında şubesi bulunan77 MKP’nin propagandalarının
ağırlığını İstanbul oluşturuyordu. Parti seçim faaliyeti için yarım milyona yakın çeşitli
cins aiş hazırlatmış, ayrıca çeşitli beyannameler bastırmış ve bunları çeşitli yerlere
yapıştırmıştı78. Partinin İstanbul’daki en önemli ve ilginç seçim vaadi ise seçimleri
kazandığı takdirde Sarayburnu ile Üsküdar arasına bir köprü yaptırmak olmuş ve
hazırladığı aişlerde de bu köprünün resimlerine yer vermiştir79. Ayrıca yurdun çeşitli
yerlerinde uçakla beyannameler dağıtmak için ulaştırma bakanlığından izin isteyen
partinin bu izni aldığı anlaşılıyor80. 18 Mayıs’ta Nuri Demirağ’ın uçakları tarafından
İstanbul’un sekiz önemli meydanına (Eminönü, Sultanahmet, Beyazıt, Taksim,
Beşiktaş, Üsküdar, Kadıköy) atılan propaganda kağıtlarıyla halk MKP adaylarına oy
vermeye çağırılmış bu faaliyet seçim günü de dâhil olmak üzere devam etmiştir81.
Seçim sürecinde, muhalif basın da CHP’ye karşı doğrudan bir tavır almadan halkı seçimlere katılmaya çağırıyor fakat CHP’li gazetelerden farklı bir
mesaj veriyordu. Tasvir ilanlarında, İstanbul’un çeşitli yerlerinde CHP üyelerinin
oluşturduğu belediyenin yetersizliğini, pis yerleri, açıktan akan lağım sularını
gösteren fotoğralar yayınlıyor ve fotoğraların üstündeki yazıda da şöyle diyordu:
“Vatandaş! İstanbulun iyi bir belediyeye kavuşmasını istiyorsan seçimlere iştirak
et! Bu resimlere ibret ve dehşetle bak”82.
Vatan ve Cumhuriyet, sadece seçim öncesi gelişmeler hakkında haberler veriyorlar, ancak ilan vs. ile halkı seçimlere katılmaya teşvik eden ilanlar
yayınlamıyorlardı. Muhalif basında genellikle muhalefeti övmek yerine CHP ile ilgili olumsuz haberler ise öne çıkarılıyordu. Örneğin; Eskişehir ve Adana’da CHP’nin
aday listelerinin zayıf görüldüğü ve bu sebeple partiden istifa edenler olduğu haber
veriliyordu83.
75
76
77
78
79
80
81
82
83
Ziyad Ebüzziya, “En iyiyi seçelim”, Tasvir, 25 Mayıs 1946.
Ercan Haytoğlu, a.g.e., s.s.153-156.
A.g.e., s.155.
Tasvir, 18 Mayıs 1946.
Tasvir, 18 Mayıs 1946; Ulus, 20 Mayıs 1946.
Tasvir, 15 Mayıs 1946.
Tasvir, 19 Mayıs 1946.
Tasvir, 25 Mayıs 1946; Başka bir örnekler için bkz.: Tasvir, 26 Mayıs 1946; Tasvir, 24 Mayıs 1946;
Tasvir, 19 Mayıs 1946.
Tasvir, 25 Mayıs 1946.
410
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
1946 Belediye Seçimleri ve Basın
CHP’nin ülkede demokrasinin yerleşmesi amacıyla seçmenleri serbestçe oy
vermeye davet etmesi sebebiyle önem oluşturan bu seçimlere, seçmenler tarafından
yeterince ilgi gösterilmediği belirtiliyordu. Bunun sebepleri olarak da CHP’nin en
büyük rakibi DP’nin seçimlere girmemesi ve halkın senelerden beri zevk vermeyen,
sonucu belli, adeta tayin denilebilecek bir seçime alışmış olması gösteriliyordu84.
Ayrıca bazı yerlerde kaymakam ve nahiye müdürlerinin çeşitli partilere mensup
muhtarları azlederek ellerinden mühürlerini aldıkları gibi baskılar da gündeme getiriliyordu85.
Demokrat Parti de seçimlere girmemesine rağmen gelişmeleri dikkatle izliyordu. Parti, seçim öncesinde yayınladığı bir beyannamede; belediye seçimlerine
oy kazandırmak ve katılım oranlarını yükseltmek amacıyla yapılan “baskı ve müdahalelerin” herkesin gözü önünde cereyan ettiğini söylemiş ve kurucu heyetlerine
de bir genelge yayınlayarak partinin sandık başlarında ve tasnif esnasında temsilci
bulunduracağını bildirmiştir86. DP İstanbul İl Başkanı Kenan Öner imzalı, İstanbul
halkına hitaben yazılmış bir ilanla da DP’nin seçimlere katılmama kararında bir
değişiklik olmadığı; ülkede “demokrat” adını taşıyan iki parti daha bulunduğu
-Liberal Demokrat ve Sosyal Demokrat Partiler- için bir karışıklığa meydan vermemek üzere ilgililer uyarılmıştır87.
5. Belediye Seçimlerinin Yapılması Ve Sonrası
5.1. Belediye Seçimlerinin Yapılması (26 Mayıs 1946)
Mayıs ayı Türkiye’de olduğu gibi birçok Avrupa ülkesinde de seçim
ayıydı. Bu ay içerisinde Fransa, İtalya, Hollanda ve Çekoslavakya’da da seçimler
yapılmaktaydı. Ayrıca Avrupa’daki seçimlerin bir kısmında komünistlerin seçimleri protesto ettikleri görülmüştü88.
26 Mayıs Belediye Seçimleri, erkene alınması düşünülen milletvekili seçimlerinin provasıydı ve favorisi de CHP’ydi. DP seçimlere girmiyor MKP ise ciddiye
alınmıyordu. Sonucu baştan bilinmesine rağmen yine de bu seçim çok partili hayata geçişin ilk seçimiydi ve asıl merak edilen ise kimin kazanacağı değil, seçimlere
katılım oranlarının ne olacağıydı.
Seçim günü oy verme işlemi Türkiye’nin her yerinde sabah 8.00’den akşam
19.00’a kadar sürecek ve aynı gün bitirilecekti89. Ankara’da seçim sandıklarının
bulunduğu yerler özel olarak süslenmişti90. Oyların atılmasına geçilmeden önce
sandıkların boş olduğu seçim komisyonları tarafından halka gösterilmiş ve yine
halkın önünde mühürlenerek oy atılmaya hazır olduğu bildirilmişti91.
Oy vermeye gelen vatandaşlar, önce seçmen defterlerinde ismini bulduruyor ve kimliklerini ispatladıktan sonra isminin kenarını imzalayarak mühürlü
oy zarfını alıyorlardı. Her sandık başında, bütün parti isimlerini gösteren listeler
olduğu gibi, bağımsız adayların da isimleri vardı. İsteyenler partilerin hazırladığı
84
85
86
87
88
89
90
91
Ziyad Ebüzziya, “En iyiyi seçelim”, Tasvir, 25 Mayıs 1945.
Tasvir, 22 Mayıs 1946.
Akşam, 19 Haziran 1946; Tasvir, 24 Mayıs 1946
Tasvir, 24 Mayıs 1946.
Cumhuriyet, 4 Mayıs 1946.
Tasvir, 26 Mayıs 1946.
Ulus, 26 Mayıs 1946.
Akşam, 26 Mayıs 1946.
411
Yasin KAYIŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
listeleri gözden geçirerek, bunların arasından, belediye meclisi üyeliğine uygun
görmediklerinin adını kalemle çizerek istediği kişilerin adını yazıyor veya boş
bırakıyordu. Ya da partilerin hazırlamış olduğu bu listelerin dışında kendileri de
yeni bir liste düzenleyebiliyorlardı. Daha sonra da oy pusulasını bu zarfın içine
koyarak sandığa atıyorlardı92. Ancak oyların gizli kullanılmasıyla ilgili herhangi bir
düzenleme yoktu.
Propaganda faaliyeti seçim gününde de devam ediyordu. Akşam gazetesi
manşetinde “Reyini CHP adaylarına ver” diyor yayımlanan bir ilanla da CHP’nin
geçmiş hizmetleri açıklanıyordu93.
Aynı saatlerde, MKP’nin seçim bildirileri uçaklarla atılmaya devam ediyordu. Ancak Nuri Demirağ’a ait bu uçaklardan Nu. D. 9 uçağı saat 11 sularında
Arnavutköy üzerinde motorunun bozulması sonucu, Zincirlikuyu sırtlarına zorunlu iniş yapmış, makinist yaralanmış, uçak hasara uğramış pilot da yara almadan
kurtulmuştu94.
Seçim günü Tasvir “Vatandaş! Seçimlere iştirak et” diyor ve belediye
hizmetlerinin aksaklığını gösteren fotoğralar yayınlamaya devam ediyordu95.
Vatan ise manşetinde sadece “Belediye seçimi bugün yapılıyor” demekle yetiniyordu96. Cumhuriyet “Belediye Seçimleri Bugün Yapılıyor” manşetiyle çıkıyor, “Bugünkü
seçim daha ileri bir demokrasiye doğru ilk iili adımımız olacaktır -Halkın bu günkü seçime
iştiraki şarttır. Halk seçime iştirak etmezse seçim olmaz, seçim olmayınca da demokrasi olamaz” diyordu97.
Bazı kentlerde ise DP mensupları kapı kapı dolaşarak halkın seçime
katılmaması için gayret sarfediyorlardı98. Oy verme işleminin başlamasının üzerinden kısa bir süre geçmişti ki saat 11’de Milli Kalkınma Partisi bir toplantı yaparak
İstanbul’un her yerinde müdahalelere ve güçlüklere maruz bırakıldığı gerekçesiyle seçimi terk etmeye karar verildiğini ilan ederek parti adaylarını otomobillerle
sandık başlarından toplattı99. Partinin genel başkanı Nuri Demirağ bir bildiriyle İstanbul’daki baskıları kamuoyuna duyurdu ve partinin seçim sonuçlarını
tanımayacağını ilan etti100.
Akhisar’da seçimlere girmekten son anda vazgeçen MKP, seçim sırasında
Giresun, Lüleburgaz ve Karabük gibi Anadolu kentlerinde de çekilmişti101. Seçim
sonrasında MKP’nin 500 zabıt tuttuğu ve vilayete başvuracağı bildiriliyordu102.
92
93
94
95
96
97
98
99
100
101
102
Akşam, 26 Mayıs 1946.
Akşam, 26 Mayıs 1946.
Tasvir, 27 Mayıs 1946.
Tasvir, 26 Mayıs 1946.
Vatan, 26 Mayıs 1946.
Cumhuriyet, 26 Mayıs 1946.
Ulus, 27 Mayıs 1946.
Ulus, 27 Mayıs 1946; Tasvir, 27 Mayıs 1946.
Tasvir, 27 Mayıs 1946.
Ulus, 27 Mayıs 1946; Ercan Haytoğlu, a.g.e., s.s.173-174.
Tasvir, 27 Mayıs 1946; MKP’nin iddialarına rağmen İstanbul Vali ve Belediye Başkanı iddialar
konusunda bir herhangi bir başvuru yapılmadığını bildiriyor ve MKP’yi bu konudaki iddiaları
kendisine iletmeye davet ediyordu: Tasvir, 27 Mayıs 1946.
412
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
1946 Belediye Seçimleri ve Basın
5.2. Belediye Seçimleri Sonrasında Basının Yorumları ve Tepkiler
Seçimler sonrasında en çok üzerinde durulan konular seçimlerin
uygulanması ve katılım oranlarıydı. Bir gün sonra Vatan manşetten, vatandaşların
çoğunun tek parti gidişine taraftar olmadığını söylüyor alt başlıkta da seçimlere
katılım oranlarının düşük olması sebebiyle, adeta DP’nin zaferini ilan ediyordu103.
Vatan’ın manşetini insafsızlıkla suçlayan Akşam, yaz mevsimi ve pazar tatili
olmasına rağmen halkın hiç de azımsanmayacak oranda seçime katıldığını, Vatan’ın
söz ettiği baskıların ise hiçbir somut olaya dayandırılamadığını söylüyordu104.
Tasvir ise daha nesnel bir yaklaşım içindeydi. Tasvir, İstanbul’daki seçimlerde
katılımın düşük olduğunu belirtiyor; baskı iddialarının genelleştirilemeyeceğini,
münferit olarak kaldığını ve seçim sonuçlarını etkileyemeyeceğini söylüyordu. İstanbul’daki seçimlerde en takdire değer nokta olarak da sandık başındaki
memurların bazı yerlerde tarafgirane tutumlarına karşılık, polislerin konuşmaktan
bile kaçınarak sandık başlarında ve propaganda mahallerindeki tarafsızlıklarını
muhafaza etmeleri gösteriliyordu. Ayrıca CHP’nin seçimlere iyi hazırlandığı, muhalif partilerin seçime iştirak edecek teşkilata sahip bulunmadıkları, çocukça bir
heveskârlık yaparak seçime girdiklerinin görüldüğü belirtiliyordu105.
Ulus, seçim haberlerini verirken katılım oranlarını özellikle vurguluyor, alınan ilk haberlere göre seçime katılımın memnunluk verici olduğu, halkın
seçimlere büyük ilgi gösterdiği söyleniyor; katılımın az olduğu yerlerde, örneğin
Adana’da, bunun sebebi olarak, mevsimin yaz olması bundan dolayı halkın büyük
kısmının bağ ve bahçelerde, köylerinde olması vb. sebepler gösteriliyordu106.
Tasvir’de Ziyad Ebüzziya seçimlere katılım oranının fena olmadığını belirttikten sonra seçimin aksaklıklarını şöyle dile getiriyordu:
“...hükümet lüzumsuz yere seçimleri öne almasaydı, halka serbest seçimin ne
olduğunu anlatmak için kâi zaman bulunsaydı, Halk Partisi tek başına denecek şekilde
kalmasaydı elde edilecek iştirak nispeti çok daha parlak olurdu... Usulsüzlükler İstanbul’da
pek az olmakla beraber Anadolu’nun bazı bölgelerinde hiç de azımsanacak derecede
kalmamıştır... Bazı yerlerde vali, kaymakam, jandarma, belediye reisleri, halkı tazyik etmişler
istedikleri listeleri sandıklara attırmışlar, şunun bunun yerine rey kullandırtmışlardır. Bu
hareketin tek sebebi 25 sene devam eden tayin tarzındaki seçimin verdiği alışkanlıktır. 25
senenin kökleştirdiği adet haline getirdiği bir usulün tesirinden bir anda kurtulabilmenin
imkânsızlığını takdir ediyoruz”.
Buna rağmen yukarıdaki davranışları gösterenlerin cezalandırılması
gerektiğini belirten Ebüzziya, aynı yazısında, milletvekili seçimlerinde de en çok
eleştirilecek noktalardan biri olan açık oy verme konusuna şöyle temas ediyordu:
103
104
105
106
Vatan, 27 Mayıs 1946.
Akşam, 28 Mayıs 1946.
Tasvir, 27 Mayıs 1946.
Ulus, 27-28 Mayıs 1946; Ulus’un ilk bildirdiği katılım oranları şöyleydi: “İstanbul %54, İzmir (tasnif devam ediyor) %30, Manisa Merkez %80, Sivas %83, Adana (kesin değil) %53,Mersin (kesin
değil) %43, Tarsus %70, Zonguldak (kesin değil) %80, Ankara %62: Ulus, 29 Mayıs 1946; Tasvir’in
bildirdiği ilk katılım oranları ise İstanbul’da % 49.6, İzmir’de %22, Adana’da % 45, Balıkesir’de %
25, Aydın’da %50 idi: Tasvir, 27 Mayıs 1946.
413
Yasin KAYIŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
“Pazar günkü büyük ‘deneme’de seçicinin reyini vermeden evvel vicdanı ile
başbaşa kalması lüzumunu belirtmiştir... Seçicinin de, parti mümessillerinin de en fazla şikâyet ettikleri husus, sandık başına gelen vatandaşa şu veya bu parti lehine yapılan
propagandalardır... Milletvekili seçiminde bu halin tekerrür etmemesi için, sandık başında
hiçbir parti listesinin bulunmaması, vatandaşın seçeceği namzedi rahat rahat yazabileceği
hiç değilse bir kulübecik hazırlanmalıdır”107.
Seçim sonrasında muhalif gazeteler seçimlerdeki olumsuzluklara ve MKP
ile ilgili haberlere geniş yer ayırırken, CHP’li gazeteler seçimi bir zafer havasında
yansıtıyor ve MKP ile ilgili haberler çok yüzeysel veriliyordu. Örneğin Ulus,
MKP’nin seçimlerden çekilerek, seçimleri protesto etmesini ayrı bir başlık altında
değil İstanbul seçim haberleri arasında birkaç satırla geçiştirirken, Tasvir bu haberi
manşetten aktarıyordu108.
Vatan “Vatandaşlar, seçimin dürüstlükle cereyan etmemesinden müzdarip” diyordu109. Tasvir; Urfa, Osmaniye, Erzin, Merzifon, Çanakkale’de MKP adaylarının,
Afyon’da ise aday olamamalarına rağmen DP mensuplarının seçimi kazandığını
haber veriyordu110. Akşam ise Demokrat Parti’nin verdiği bu bilginin Afyon Valisi
tarafından doğrulanmadığını ve tasniin henüz bitmediğini söylüyordu111. Ulus
ise Salihli’de MKP’nin 5 liraya oy topladığını iddia ederek buna rağmen CHP’nin
kazandığını açıklıyordu112.
Görüldüğü üzere dönemin siyasi havası gazetelerin yayın politikaları üzerine yoğun bir şekilde yansımış, aynı olaylar üzerinde çok farklı haberler verilmiş,
yorumlar yapılmıştır.
Seçimler sonrasında muhalefetin iddia ve şikâyetlerini dört başlık altında
toplamak mümkündü:
-Seçimlere katılım oranı gayet düşüktür.
-Halk çeşitli baskılarla CHP’ye oy vermeye zorlanmıştır.
-Seçim komisyonları iktidar partisi lehine görevlerini suiistimal etmişlerdir.
-Oylar gizli verilmemiştir113.
Seçim sonrasında, MKP seçimleri protesto etmek ve feshini sağlamak
için bir miting düzenlemek için vilayete başvuru yapmış, levha ve bayraklar
hazırlanmış, vilayete yapılan başvuru sıkıyönetim komutanlığına bildirilmiş, ancak İçişleri Bakanlığı’na yapılan başvuruların karşılıksız kalmasıyla bu girişim
sonuçsuz kalmıştır114. Tüm bu tartışmalar aslında seçime girmemiş olan DP’nin
işine yarıyordu. Zira DP İstanbul İl Başkanı Kenan Öner seçimler hakkındaki şu
değerlendirmeyi yapıyordu:
107
108
109
110
111
112
113
114
Ziyad Ebüzziya, “Seçimin aksaklıkları”, Tasvir, 28 Mayıs 1946.
Karşılaştırınız: Ulus, 27 Mayıs 1946; Tasvir, 27 Mayıs 1946.
Vatan, 28 Mayıs 1946.
Tasvir, 28 Mayıs 1946; M.K.P. seçimlerin sonucunda Osmaniye, Ezine, Hatay’a bağlı Ürdün nahiyesinde ve Çanakkale’de Belediye seçimlerini ve Urfa Belediye Başkanlığı’nı kazanmıştı: Ercan
Haytoğlu, a.g.e., s.169.
Akşam, 29 Mayıs 1946.
Ulus, 27 Mayıs 1946.
Nihat Erim, “Muhalefet mugatala mıdır?”, Ulus, 1 Haziran 1946.
Ercan Haytoğlu, a.g.e., s.176; Tasvir, 29-31 Mayıs 1946; Ulus, 30 Mayıs 1946.
414
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
1946 Belediye Seçimleri ve Basın
“Partimizin belediye intihabına iştirak etmemesi için ileri sürdüğü sebepler
arasında vukuunu muhakkak gördüğümüz müdahaleler bugünkü intihap ile birer hakikat
halinde istihale eylemiş bulunmaktadır. Müşahit olarak sandık başına gönderdiğimiz temsilcilerden henüz raporlar gelmemiş olmakla beraber telefon muhabereleri ve telgralardan
alabildiğimiz haberlere göre yapılan intihabın millet iradesi ile bir münasebeti olmadığını
göstermektedir”115.
Yapılan eleştiri ve itirazlara karşılık 30 Mayıs tarihli Ulus gazetesinde, Nihat
Erim’in, kendisine “Şalcı Erim” lakabının takılmasına neden olacak, meşhur yazısı
yayınlandı. Erim yazısında, tavrını sertleştirmiş ve aba altından sopayı da göstermişti:
“…sosyal bünyede derin rahatsızlıklar müşahede edildiğinde bunu gidermenin
yolu, bir müddet için ‘hürriyet ilahının üzerine bir şal örtmek’ ve yukarıdan aşağı bir otorite
tesis eylemektir... Demokrasi -veya başka herhangi bir idare tarzı- Türk milletinin iyiliğini ve
refahını sağlayabildiği nisbette, ve yalnız o nisbette, değer verdiğimiz bir vasıtadır. Demokrasi, demagogların baziçesi olduğu zaman ondan daha kötü bir sistem tasavvur edilemez”116.
Serbest Fırka olayıyla sürekli kıyaslamaların yapıldığı bir dönemde ‘demokrasinin
üzerine şal örtmek’ hiç de yabana atılacak sözler değildi.
Belediye seçimleri hakkındaki iddialar sonunda TBMM gündeminde
taşındı. TBMM’nin 31 Mayıs 1946 günü yapılan oturumunda Hikmet Bayur’un
soru önergesi gündeme alınmıştı. Bayur soru önergesinde Ankara’da seçimlerin;
halkın oy vermeye zorlanması sebebiyle serbest, oyların zarfa konulurken yalnız
kalınacak bir bölme olmaması sebebiyle de gizli yapılmadığını belirtmiş ve İçişleri
Bakanı’ndan sözlü cevap istemişti117. İçişleri Bakanı Hilmi Uran, cevabi konuşmasına
seçimler hakkında bilgi vererek başladı. Uran o ana kadar kendilerine ulaşan katılım
oranlarını118 vererek 61 ilden 44’ünde halkın seçime katılım oranının %50’nin üzerinde olduğunu, il merkezlerinin katılım oranı ortalamasının ise %64 olduğunu belirtiyor ve bunun, uygulanan sisteme alışık seçmenlerin bulunduğu İngiltere,
Fransa, Almanya gibi ülkelerde bile seçimlere katılımın %60-75’i geçmediği göz
önünde bulundurulduğunda iyi bir katılım olduğunu söylüyordu. Seçim sırasında
vatandaşların oy vermek için sandık sandık dolaştığını, büyük bir vatandaş kütlesinin defterlerde adını bulamadığı için oy kullanamadığını, bu sorunlar olmasa
katılımın daha yüksek olacağını söyleyip bu hatalardan dolayı vatandaşlardan özür
diliyordu. Uran’a göre, hükümet seçimlerin her safhasında kanunları hâkim kılarak
Tasvir, 27 Mayıs 1946; Celal Bayar da kendisiyle yapılan bir röportajda, belediye seçimleri
sonrasında DP’ye olan ilginin arttığını söylüyordu: Cumhuriyet, 13 Haziran 1946.
116 Nihat Erim, “Demokrasi gaye midir vasıtamıdır”, Ulus, 30 Mayıs 1946.
117 T.B.M.M. Tutanak Dergisi, 31 Mayıs 1946, Dönem VII, Birleşim: 57, s.239.
118 Uran’ın verdiği katılım oranları şöyleydi: “Afyon % 77, Ağrı % 84.4, Amasya %46, Ankara %41.5,
Antalya %66.6, Aydın %52.2, Balıkesir % 32.5, Bilecik %78, Bingöl %68, Bitlis %98, Elazığ %57, Bolu
%65, Burdur %55, Bursa %24, Çanakkale %48.5, Çankırı %48.7, Çoruh %97, Çorum %89.9, Denizli
%61, Diyarbakır %81, Edirne %50, Manisa %34, Erzincan %78, Erzurum %95, Eskişehir %43, Gaziantep %70.8, Giresun %70, Gümüşhane %94, Hakkari %89, Hatay %26, İçel %43, Isparta %81.8,
İstanbul %49.6, İzmir %24.5, Kars %94, Kastamonu %47, Kayseri %78, Kırklareli %58, Kırşehir %76,
Kocaeli %58.6, Konya %52, Kütahya %70, Malatya %68, Maraş %46.2, Mardin %96, Muğla %31, Muş
%71, Niğde %79, Ordu %83, Rize %63.5, Samsun %47, Seyhan %51, Siirt %48, Sinop %77, Sivas %83,
Tekirdağ %71, Tokat %73, Trabzon %78, Van %75.8, Yozgat %64, Zonguldak %80”: T.B.M.M. Tutanak Dergisi, 31 Mayıs 1946, Dönem VII, Birleşim: 57, s.240; DP 1954’de yayınladığı bir kitapçıkta,
seçimlere seçmenlerin %10 veya %20 sinin girdiğini ve halkın bu hileli seçimleri boykot ettiğini ileri
sürmüştür: Seçim Hürriyeti-Dün ve Bugün, Demokrat Parti yay. , Ankara, 1954, s.13.
115
415
Yasin KAYIŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
bu imtihandan başarı ile çıkmıştı. Görevlilerin hatası olduysa bile “...bu hatalar,
vatandaş hukukunu tazyik yolunda işlenmiş hatalar olmaktan ziyade vatandaş hukukuna
müdahale olur, endişesiyle işlenmiş müsamaha hatalar[dı]”119.
Kendilerine yapılan kişisel 54, partiler adına da 19 şikâyet olduğunu120 ve tahkikata
başlandığını belirten İçişleri Bakanı, Hikmet Bayur’un iddialarına da şöyle cevap veriyordu:
“...seçimler umumi manzarasiyle her tarafta tam bir serbestlik ve tam bir sükanet
içinde milletimize yakışan şuur ve vekar dairesinde cereyan etmiştir”121.
Tekrar söz alan Hikmet Bayur iddialarını örnekler vererek açıklamışsa da
bir sonuca ulaşılamamış, CHP açısından herhangi bir sorun kalmamıştı122. CHP’ye
göre seçime katılım oranı kötü değildi. Yani DP amacına ulaşamamıştı.
Oysa İstanbul, Ankara, İzmir123, Bursa gibi büyük şehirlerin de dâhil olduğu
17 kentte katılım oranı %50’nin altındaydı. Bursa’da %24, İzmir’de %24,5124, Hatay’da
%26, Muğla’da %31, Balıkesir’de % 32 olan katılım oranları DP’nin mesajının
kitlelerce de paylaşıldığı izlenimini vermektedir. Ayrıca milletvekili seçimleri döneminde, baskı iddialarının en fazla gündeme geldiği kentler ile belediye seçimlerine
katılımın az olduğu kentler çakışmaktadır.
Belediye seçimlerinden sonra iddialar muhalefet tarafından gündemde tutulmaya çalışılmış, DP yapılan müdahale, baskı ve yolsuzluklar hakkında bir broşür
hazırlamış ancak CHP oralı olmamıştır125.
Sonuç
Türkiye, 1945 yılında çok partili siyasi sisteme geçerek, Tanzimat döneminden beri peşinde koşulan “Hürriyet İdeali”ne bir adım daha yaklaşmıştı. Bu
adım, yalnız dış etkenlerin ya da muhalefetin mücadelesiyle değil aynı zamanda
iktidardaki CHP’nin de katkısıyla gerçekleşti. CHP’nin –özellikle de İnönü’nün
bu yaklaşımında Türk Devrimi’ni sürdürmek ve geliştirmek amacının yanında,
“iktidarının meşru iradeye dayandığını ispatlamak” kaygısı da vardı. Nitekim kurulan
muhalefet partileri özellikle de Demokrat Parti sempatiyle karşılandı.
Bu süreçte basın, yasal olmasa da siyasi atmosfer olarak kendini demokratik bir ortamda hissediyordu. II. Dünya Savaşı sonrasında basının üzerindeki ölü
toprağı kalkmış, demokratik gelişmeler ve siyasi tartışmalar sık sık gündeme gelmeye başlamıştı. Artık “Tek Şef, Tek Parti” yönetimi sorgulanıyor, iktidara yönelik
eleştiriler dillendirilebiliyordu.
CHP’nin başlangıçtaki yumuşak tavrı ise pek uzun sürmedi. Kurulan muhalefet partilerinin özellikle de DP’nin ciddi olarak iktidara talip olduğu ve böyle bir
ihtimalin gerçekleşebileceği fark edildikten sonra işin rengi değişti. CHP, bir dönem
119 T.B.M.M. Tutanak Dergisi, 31 Mayıs 1946, Dönem VII, Birleşim: 57, s.241.
120 Şikâyetlerden 2’si CHP’ye, 3’ü DP’ye, 14’ü de MKP’ye aitti.
121 TBMM Tutanak Dergisi, 31 Mayıs 1946, Dönem VII, Birleşim: 57, s.243.
122 A.g.e., s.s.243-245.
123 1946 yılı belediye seçimlerinin İzmir ayağı için bkz.: Hanife Kuru, “1946 Yılı İzmir Belediye
Seçimleri”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, I/2, 1992, s.s.235-255.
124 Hanife Kuru İzmir’de seçime katılım oranını %30 olarak belirtmektedir: A.g.m., s.247.
125 Cumhuriyet, 25 Haziran 1946.
416
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
1946 Belediye Seçimleri ve Basın
daha iktidarını sürdürebilmenin yollarını aramaya başladı. Bu amaçla, henüz muhalefet partileri örgütlenmelerini tamamlayamadan “baskın seçimler”e gidildi.
Baskın seçimler senaryosunun ilk halkasını belediye seçimlerinin öne
alınması oluşturuyordu. Adeta oldubittiye getirilerek belediye seçimleri dört ay öne
alındı. İkinci adımda ise 1947 Martı’nda yapılması gereken milletvekili genel seçimleri 1946 Temmuzuna alınacaktı.
Basında da artık salar netleşmeye başlamıştı. Ulus, Vakit, Akşam, Tanin
CHP’nin; Vatan, Tasvir, Yeni Sabah da muhalefetin sözcülüğünü yürütüyor,
Cumhuriyet ise tarafsız ama ilgili bir yayın politikası uygulamaya çalışıyordu.
Seçim atmosferine girildikçe basındaki tansiyon arttı. CHP sözcüsü gazeteler ve
yazarlar, iktidara yaslanmanın verdiği güvenle muhalif parti ve gazetelere sert
biçimde saldırıyordu. Bu cephede özellikle Ulus ve Falih Rıfkı Atay ön salarda
yer alırken Anadolu Ajansı ve radyo da iktidarın sözcüsü haline getirilmişti. Muhalif basın ise temkinliydi. Yine de bu gazeteler muhalif partilerin olumlu yönlerini
ve etkinliklerini ön plana çıkararak tavırlarını belli ediyor, haber ve yorumlarında
dolaylı olarak muhalefetin propagandalarını yapıyorlardı.
Demokrat Parti’nin belediye seçimlerine katılmama kararının ardından
seçim sonuçları aslında belli olmuştu. Bu aşamadan sonra tartışmalar doğal olarak
kimin kazanacağından çok, seçimlere katılım oranlarının ne olacağı konusuna
endekslendi. Zira o günün koşullarında seçime katılmak CHP’yi, katılmamak ise
DP’yi desteklemeyi ifade eder hale gelmişti.
Seçim günü Milli Kalkınma Partisi’nin, baskı ve yolsuzluk iddialarıyla pek
çok yerde seçimlerden çekilmesi yeni tartışmalara neden oldu. Ayrıca “Gizli oy, açık
sayım” ilkesi henüz geçerli olmadığından seçimin saygınlığına gölge düştü.
Seçimler sonrasında merakla beklenen katılım oranları, yaklaşmakta olan
genel seçimlere dair ipuçları veriyordu. İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi büyük
şehirlerin de dâhil olduğu 17 kentte katılım oranı %50’nin altında kalmıştı. Ancak
CHP katılım oranlarından memnun göründü. Meclis gündemine getirilen baskı
ve yolsuzluk iddialarını da ciddiye almadı. DP ise bu iddiaları gündemde tutarak
seçime katılmama kararında ne kadar haklı olduğunu vurguluyordu.
Bu seçimler, sonucu önceden bilinse de, yaklaşmakta olan genel seçimlerin
bir provasıydı. Partiler propaganda stratejilerini “büyük seçime” endekslemiş, bunun
ön hazırlığını da belediye seçimleri dönemine yapmışlardı. Nitekim daha belediye
seçimlerinin tozu dumanı dağılmadan ülke yeni bir seçim atmosferine girdi. Asıl
merak konusu da belediye seçimlerini protesto ederek seçime katılmayan Demokrat
Parti’nin temmuz ayında yapılacak genel seçimlere katılıp katılmayacağıydı.
Bu seçimler aynı zamanda, 1945 sonrası yaşanan “basın patlaması”nın sebeplerinden birini oluşturmaktadır. Nitekim söz konusu dönemde tirajlar artıyor,
resmi ajans ve radyonun iktidar tekelinde kullanılması karşısında muhalif gazeteler daha çekici hale geliyordu. CHP sözcüsü yayınlar ise günden güne tiraj kaybedecek, bazıları kapanma noktasına geleceklerdi. Bu bakımdan 26 Mayıs Belediye
Seçimleri, CHP’li yayınların sonunu hazırlayan zincirin ilk halkalarından biri olarak
değerlendirilebilir.
417
Yasin KAYIŞ
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
KAYNAKÇA
I- Resmi Kaynaklar
Düstur
TBMM Tutanak Dergisi
II- Gazeteler
Akşam
Cumhuriyet.
Tanin
Tasvir
Ulus
Vatan
III- Kitap ve Makaleler
ÇAVDAR, Tevik, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, I, 1.baskı, İmge yay., İstanbul, 1995.
DÜNDAR, Can, Köy Enstitüleri, İmge yay., 3. baskı, Ankara, 2002.
FERSOY, Orhan Cemal, Bir Devre Adını Veren Başbakan Adnan Menderes, Mayataş
yay., İstanbul, 1971.
HAYTOĞLU, Ercan, Milli Kalkınma Partisi ve Siyasi Hayatı, D.E.Ü. A.İ.İ.T.E.
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir, 1990.
İNCE, Erdal, “Köylüyü Topraklandırma Kanunu’nun Türk Siyasal Yapısının
Oluşumu Üzerindeki Etkileri”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi,
V/13 (2006/Güz), 2008, s.s.59-78.
KOÇAK, Cemil, Türkiye’de Milli Şef Dönemi(1938-1945), Yurt yay., Ankara, 1986.
KOLOĞLU, Orhan, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Basın, 1.baskı, İletişim yay.,
İstanbul, 1992.
KURU, Hanife, “1946 Yılı İzmir Belediye Seçimleri”, Çağdaş Türkiye Tarihi
Araştırmaları Dergisi, I/2, 1992, s.s.235-255.
Seçim Hürriyeti-Dün ve Bugün, Demokrat Parti yay., Ankara, 1954.
SERTEL, M. Zekeriya, Hatırladıklarım (1905-1950), İstanbul, 1968.
418
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
1946 Belediye Seçimleri ve Basın
TOKER, Metin, Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları(1944-1973) Tek Partiden Çok
Partiye (1944-1950), Bilgi yay., 4.baskı, Ankara, 1998.
TUNAYA, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasi Partiler (1859-1952), Arba yay., 2. baskı,
İstanbul, 1995.
YEŞİL, Ahmet, Türkiye’de Çok Partili Siyasi Hayata Geçiş, T.C. Kültür Bakanlığı yay.,
2. baskı, Ankara, 2001.
YETKİN, Çetin, Türkiye’de Tek Parti Yönetimi (1930-1945), 1. baskı, Altın Kitaplar
yay., [ş.y.], 1983.
419
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.421-433
TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK ALGILAMASINDAKİ
DEĞİŞİM: 12 EYLÜL 1980
ASKERİ MÜDAHALESİ SONRASI DÖNEM
Soner DURSUN
Özet
Bu makalenin amacı 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonraki dönemde
Türkiye’nin güvenlik yaklaşımındaki değişimleri analiz etmektir. 1980’den önce yaşanan
terör olayları Türkiye’nin bekasını ciddi şekilde tehdit etmiştir. Bu bağlamda askeri müdahaleden sonra yaşananlar, Türkiye’nin güvenlik yaklaşımını büyük ölçüde değiştirmiştir.
Bu açıdan hangi güvenlik teorilerinin bu değişiklikler ile çakıştığı analiz edilmiş ve olaylar
kronolojik olarak incelenip dönemin devlet adamlarının anıları, konuşmaları ve bazı köşe
yazarlarının yazıları analiz edilmiştir. 1980-1983 arası dönem, askeri yönetimin hakim olduğu
bir dönemdir. Bu yüzden realist paradigmanın hakim olduğu görülmektedir. Ancak 1983
yılında parlamenter sistemin gelmesi ile iktidara gelen Turgut Özal hükümetinin politikaları
liberal teoriyle izah edilebilir.
Anahtar Kelimeler : Güvenlik, 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi, 1982 Anayasası, Güvenlik
Politikalarının Değişimi.
TURKEY’S CHANGING SECURITY POLICY
AFTER THE 12 SEPTEMBER 1980 COUP
Abstract
This article aims to analyze Turkey’s changing security policy after the period of
the 12 September 1980 coup. By the time 1980, the terror events challenged the security of
Turkey tragedically. At this point it can clearly be said that 12 September coup transformed
the Turkey’s security policy on a large scale. In this point of view it is anaylzed what security policies match with these transformations in addition the events of the time, statesmen’s
speeches and some journalists’ writings. Military power has supremacy during the 1980-1983
time that’s why realist paradigm dominates in this period. However Turgut Ozal’s policies
can be explained as liberal theory after the parliamentary system settled in 1983.
Keywords: Security, The 12 September 1980 Coup, Turkish Constitution of 1982, Transformation of Security Policy.
421
Soner DURSUN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Giriş
Cumhuriyet Türkiyesi Osmanlının mirasçısı olarak güvenliğini tehdit eden
bazı sorunları da devralmıştır. Sezgin Kaya’ya göre günümüzde birçok istikrarsız ve
sorunlu devletler bulunmaktadır. Bunun nedeni Osmanlı’nın sağlıksız bir biçimde
çökmüş olmasıdır. Türkiye’nin yabancı devletlere olan ekonomik bağımlılığı bir anlamda güvenlik sorununu ortaya çıkarmıştır1.
Türkiye’nin güvenlik sorunu deyince ilk düşünmemiz gereken konu
terörizm ve buna paralel olarak gelişen siyasi, ekonomik ve kültürel hareketlerdir2.
Türkiye’nin güvenlik algısını incelerken toplumsal yapının yanında, stratejik konumunu da dikkate almak gerekmektedir.
Türkiye’nin jeostratejik konumuna bağlı olarak, Asya-Avrupa arasında bir
köprü vazifesi görmesi ve bölgedeki tek laik-demokratik ülke olması nedeniyle
güvenlik kavramı her zaman önem kazanmıştır.
Özellikle komşu ülkelerin siyasi istekleri Türkiye’nin sınırlarına kadar uzandığından bölgedeki terörist gruplara destek vermektedirler. Bu açıdan
değerlendirildiğinde özellikle uluslararası ilişkilerin Türkiye’de terörün hız
kazandığı dönemde bölgesel ve ülke düzeyindeki siyasi ve sosyal problemlerle
yakından ilişkili olduğu gözlemlenecektir3.
1980 öncesi dönemde Türkiye’nin iç sorunlarının arttığı görülmektedir.
Anarşi ve terör eylemlerinin artması ve yönetim boşluğunun oluşması sonucunda
12 Eylül 1980 askeri harekâtı olmuş, ardından ülkenin güvenlik yapılanması en üst
seviyeye çıkarılmıştır. 1961 Anayasasının, ülkenin güvenliğini sağlamada yetersiz
olduğu kabul edilmiş ve 1982 Anayasası ilan edilmiştir.
1980-1990 yılları arasındaki olaylar açıklanırken 1980-1983 ve 1983-1990
yılları olarak iki ayrı döneme ayrılmıştır. Teorik olarak 1983 yılına kadar olan
dönemde devletin güvenliği ön planda olduğundan realist akımın etkisi görülmektedir. 1983 sonrası dönemde ise demokratik sistemin yerleşmesiyle liberal politikalar ağır basmaktadır. Türkiye’nin güvenlik algılayışındaki bu değişimler sonuç
bölümünde analiz edilmiştir.
12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesinin Türkiye’nin Güvenlik Yaklaşımında
Getirdiği Değişiklikler
İkinci Dünya Savaşından sonra, iki kutuplu dünya sistemi ve bu sisteme
dayalı güçler dengesi kurulmuş, bu süreçle Soğuk Savaş dönemi başlamıştır. Ancak zaman içerisinde bloklar arasında meydana gelen gelişmeler sonucunda 1962
yılından itibaren bir yumuşama dönemi başlamıştır.
1
2
3
Sezgin Kaya, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye’nin Değişen Ulusal Güvenlik Algılaması
ve Politikaları”, Avrasya Dosyası, 2005, C.11, S.2, s.214.
Kemal Yalçın, “Türkiye’nin Güvenliği Sorunu, Terörizm ve İran”, Avrasya Dosyası, Yaz 1995, C.2, s.138.
A.g.m., s.138.
422
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’nin Güvenlik Algılamasındaki...
1970’li yıllar Türkiye’si, siyasi çalkantıların yarattığı sorunlarla tanımlanacak
bir ülke değildir. Özellikle sosyal ve ekonomik alanda gözlemlenen hızlı değişimlerin
yarattığı çözümsüz sorunların oluşturduğu karmaşık bir tablo ile de karşı karşıyadır.
1970-1980 arasındaki dönemde şehirli nüfusun oranı % 38.45’ten % 43.91’e yükselirken köylü nüfusun oranı % 61.55’ten % 56.09’a gerilemiştir4. Giderek artan köyden
kente göç olgusu, birçok travmatik olayın başlangıcı olmuştur. Şehirlere gelen köylü
nüfus, buralarda kendine has gecekondu sistemini getirmiş ve bu kesimlerin siyasi
ve idari sisteme yönelik isteklerin karşılanamaması sonucunda milli güvenliği sarsacak ideolojik faaliyetler ortaya çıkmıştır. Bu dönemde gecekondu sakinleri, belli
ideolojik grupların etkisi altında kaldığından terör ve anarşi ortamının artmasına
neden olmuştur.
1973 petrol krizinin Türk ekonomisi üzerinde olumsuz etkisi büyük
olmuştur. Dünyada artan petrol iyatları Türkiye’nin enerji harcamalarını iki-üç
kat artırmıştır. Türkiye’nin ihracat gelirlerinin büyük bölümü petrol ithalatına
dayandığından dolayı yatırımlara ayrılacak kaynakları azalmıştır. Türk karar vericileri ekonomide yaşanan bu sıkıntıları aşmak için IMF’nin kredi desteğine mecbur
kalmış ve 24 Ocak 1980 tarihinde ekonomide radikal tedbirleri öngören kararlar
alınmıştır5.
24 Ocak Kararları, devletin ekonomideki rolünü sınırlandırarak sanayileşme
modelini değiştirmiş ithal ikamecilikten6 vazgeçip serbest piyasa güçlerine ağırlık
verilmesini ve devletin ekonomi üzerindeki etkinliğinin azaltılmasını öngörmekteydi.
1980’lerden sonra dünyada başlayan yeni yapılanma döneminde ise,
dünyanın birçok ülkesinde yerel savaşlar, uluslararası sorunlar meydana gelmiş
ve yeni güç merkezleri oluşturulmuştu. Bu olay ve gelişmeler halen günümüzde
varlığını devam ettirmektedir.
12 Eylül 1980’de Türk Silahlı Kuvvetleri, ülkenin yönetimine el koymuş,
Genelkurmay Başkanının başkanlığında, Kara, Deniz ve Hava kuvvetleri ile Jandarma Genel Komutanından oluşan Milli Güvenlik Konseyi, hükümeti feshetmiş,
siyasal faaliyetlerini yasaklamış, yeni bir hükümet ve yasama organı kuruluncaya
kadar, yasama ve yürütme yetkilerini üstlenmiştir. Milli Güvenlik Konseyinin bir
numaralı bildirisinde “ülkenin bütünlüğünü korumak milli birliği ve beraberliği sağlamak
muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, Devlet otoritesini ve varlığını yeniden
tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmak” olarak
açıklanmıştır7. Bu ifadelerden anlaşıldığı gibi, güvenlik göndergesi olarak “devlet”
temel alınmış, teorik olarak da realist paradigmanın argümanları savunulmuştur.
12 Eylül harekâtından sonra Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren, bu müdahalenin gerekçelerini şu şekilde sıralamıştır:
4
5
6
7
Türkiye İstatistik Yıllığı (1971), Ankara, 1973, Devlet İstatistik Enstitüsü yay, s.s.30-31.; Türkiye
İstatistik Yıllığı (1979), Ankara, 1979, Devlet İstatistik Enstitüsü yay, s.s.29-30.
Emin Çölaşan, 24 Ocak Bir Dönemin Perde Arkası, Milliyet Yayınları, İstanbul 1983, s.8.
İthal İkamecilik: İçe dönük sanayileşmedir. Yurt dışında üretilen ürünlerin, yurt içinde üretimini
sağlayarak dışarıya bağımlılıktan kurtulmak suretiyle sanayileşmeyi teşvik eden politikadır.
A. Şeref Gözübüyük, Açıklamalı Türk Anayasaları 1876, 1921, 1924, 1961, 1982 Anayasalarının
yapılışları, özellikleri ve yapılan değişiklikler, Ankara, 2005, Turhan Kitabevi, s.201.
423
Soner DURSUN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
“1. Milli birliği korumak
2. Anarşi ve terörü önleyerek, can ve mal güvenliğini tesis etmek
3. Devlet otoritesini hâkim kılmak ve korumak
4. Sosyal barışı, milli anlayış ve beraberliği sağlamak
5. Sosyal adalete, ferdi hak ve hürriyete ve insan haklarına dayalı laik ve cumhuriyet rejimini işlerli kılmak
6. Sivil idareyi yeniden tesis etmek”8.
Bu maddelerde hâkim olan görüş devletin bekasını ve halkın güvenliğini
temin etmektir.
12 Eylül Müdahalesi sonrasında bazı köşe yazarlarının yazılarını incelemek
faydalı olacaktır. Yurtdışına kaçıp 12 Eylül aleyhine yazılar yazanlara cevap veren
Cüneyt Arcayürek şu tespitlerde bulunmuştur :
“Başkalarını bilmem ama kendime soruyorum bazen: Acaba Türkiye ne zaman 12
Eylül harekâtının “Komuta zinciri içinde” yapılmış olmasının mutluluğunu taa benliğinde
duyacaktır? Eğer ordu, 12 Eylül öncesi kendi bünyesinde parçalanmasını, bölünmesini isteyenlerin oyuna gelseydi, komuta zinciri içinde harekât edip ihtilali başarmasaydı, başımıza
gelecekleri hiç düşünebiliyormusunuz?
Birbirimizi vuracaktık! Bunu hiç unutmayalım, hep düşünelim, bin şükredelim”9.
Cumhuriyet gazetesinde Uğur Mumcu’nun yorumları benzer niteliktedir:
“Bir parlamento, anarşi ve teröre karşı çaresiz kalmışsa, kendi kendini “tasiye”
etmiş demektir. Ülkemizde 12 Eylül öncesi durum buydu. Bu yüzden 12 Eylül öncesi
Türkiye’sinde anayasal düzenden, temel hak ve özgürlüklerden de insan haklarından söz
etmenin olanağı yoktu. Demokrasi, teröre yenik düşmüştür. Çürümüş bir parlamento ve
kırık bir kol gibi çaresiz bir hükümet ile anayasa düzeni savunulamaz ve devlet otoritesi
sağlanamazdı. Bu çürümüşlük ve çaresizlik bir “iktidar boşluğu” doğurmuştu. Doğan bu
iktidar boşluğu 12 Eylül Harekâtı ile doldurulmuş oldu”10.
Türkiye’deki köşe yazarlarının o dönemdeki yazıları incelendiğinde güvenlik açısından bazı ortak noktalar bulunmaktadır. Birincisi 12 Eylül öncesi Türkiye’nin
güvenliği azalmıştır. İkincisi askeri müdahale sonrası ülke güvenlikleştirilmiştir.
1961 ve 1982 Anayasaları Arasındaki Farklar ve Güvenlik Yaklaşımındaki
Değişimler
1980 yılına kadar Türkiye’de artan siyasi cinayetler, iç savaşa neden
olacak düzeye gelmiştir. 12 Eylül müdahalesi böyle bir çatışma ortamından ülkeyi
kurtarmıştır. Emre Kongar’a göre 12 Eylül’ü yapanlar uzun süreli amaçları kendi
görüş ve anlayışlarında bir toplum yapısı kurmaktı. Bu durum, bir daha demokrasinin kazaya uğramaması anlamına da gelirdi. Ayrıca 12 Eylül harekâtını yapan8
9
10
Bkz.: Kenan Evren’in 16 Eylül 1980 tarihli basın toplantısı, Seçme Konuşmalar, Doğan Kitap.
Kenan Evren, Kenan Evren’in Anıları, İstanbul, 1991, Milliyet Yayınları, s.149
A.g.e., s.150.
424
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’nin Güvenlik Algılamasındaki...
lar, ülkeyi 12 Eylül öncesine götüren koşulların 1961 Anayasası’nın ruhundan
kaynaklandığı görüşündeydiler. Bu nedenle de yeni Anayasa ve öteki yasalar, 1961
Anayasası’nın kurduğu mekanizmaları yeniden düzenlemeye yönelikti11.
Yeni Anayasanın yapılmasının gerekçelerini Cumhurbaşkanı Kenan Evren
şu ifadelerle açıklamaktadır:
“12 Eylül Harekâtı da dâhil olmak üzere, Silahlı Kuvvetlerimizin görevi sadece
kardeş kavgalarını önlemek veya ülkenin ve milletin bütünlüğüne yahut düpedüz devletin varlığına yönelen hayati tehlikeyi ortadan kaldırmakla sona ermemiştir. Devlete yeni
bir Anayasa vermek veya mevcut Anayasa’da esaslı birtakım değişikliklerin yapılmasını
istemek mecburiyeti geçmişte de doğmuştur. Nitekim şimdide, 1961’de meydana getirilen
Anayasa’nın 1971 sonlarında Silahlı Kuvvetler’in de temennileriyle gerçekleştirilen fakat
birtakım oyunlarla tam olarak yapılamayan değişikliklere rağmen bir türlü başarılı olamadığı
görülmüş ve 1961 Anayasası’nın ortadan kaldırılmasına ve yeni bir anayasanın meydana
getirilmesine kesin ihtiyaç hissedilmiştir”12.
1982 Anayasası, 1961 Anayasası ile getirilen hükümleri tümüyle sınırlamış
ve devletin güvenliği artırılmak istenmiştir. 1982 Anayasası, 1961 Anayasasına göre
daha sert bir anayasadır. İki Anayasanın karşılaştırılması şu maddelerle özetlenebilir:
a. 82 Anayasası, değiştirilemeyecek Anayasa maddelerinin sayısını artırmış
ve Anayasa değişikliklerinde Cumhurbaşkanına Anayasa değişikliğini halkoyuna
sunabilmesi olanağını tanımıştır.
b. 82 Anayasası ile tek Meclis sistemi13 benimsenmiştir.
c. Yeni Anayasa ile Başbakan’ın yetkileri artırılmıştır. Her bakan yalnız
Meclis’e karşı sorumlu değil, Başbakan’a karşı da sorumludur. Bakanlar, Başbakan’ın
önerisi ile Cumhurbaşkanı tarafından görevinden alınabilir.
d. 82 Anayasası yürütmeyi güçlendirmiştir.
e. Özgürlüklerin düzenlenmesi açısından 1961 ve 1982 Anayasalarında
düzenlemeler yapılmıştır. Ancak özü itibariyle temel farklar bulunmaktadır.
61 Anayasası temel hak ve özgürlükler açısından önceliği kişiye vermiş, kişinin
özgürleştirilmesi için devleti görevli saymıştır. Diğer taraftan 82 Anayasası ise,
önceliği kişiye değil devlete vermiştir.
f. 82 Anayasası 61 Anayasasına göre, daha az katılımcı bir demokrasi modelini benimsemiştir. Buna göre sendikalar, meslek grupları, vakılar üniversiteler
siyasetten uzak tutulmuş ve siyasal partilere de kısıtlamalar getirilmiştir14.
g. Yeni düzenlemelerle dernekler, odalar, sendikalar, üniversiteler merkezi
otoriteye daha fazla bağlandı15.
11
12
13
14
15
Emre Kongar, 21. Yüzyılda Türkiye, İstanbul, 1999, Remzi Kitabevi, s.199.
Kenan Evren’in yeni Anayasa’yı devlet adına resmen tanıtma programının başlaması dolayısıyla
yaptıkları radyo-televizyon konuşması 24 Ekim 1982, Seçme Konuşmalar 12 Eylül 1980/ 6 Kasım
1989, a.g.e., s.248.
61 Anayasasının 63. maddesine gore yasama Türkiye Büyük Millet Meclisi, Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosundan oluşmaktadır. Bkz.: http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa61.htm
Kemal Gözler, “1982 Anayasasısının Hazırlanması”, http://www.anayasa.gen.tr/1982anayasasi.htm
Ayrıntılı bilgi için bkz.: A. Ş. Gözübüyük, a.g.e., s.s.207-208.; Emre Kongar, a.g.e., s.s.198-199.
425
Soner DURSUN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
1961 Anayasasının getirdiği düzenlemeler 1982 Anayasası ile sınırlandırılmış
bir bakıma Türkiye Cumhuriyeti devleti güvenlikleştirilmiştir. 82 Anayasasının
getirdiği yenilikler, teorik açıdan realist bakış açısını yansıtmaktadır. Bunun en belirgin örneği 82 Anayasasında bireyin devlet için varlığı esas alındığında görülmüştür.
61 Anayasasındaki liberal söylemler, 82 Anayasasında sınırlandırılmıştır.
1983-1990 Yılları Arasındaki Güvenlik Yaklaşımındaki Değişimler
1982 Anayasası çerçevesinde Türkiye’de sivil toplum, insan hakları ve demokrasi konularında olumsuz gelişmeler yaşanırken, Turgut Özal’ın başbakanlığı
döneminde liberal ekonomik politikalar sonucunda Türkiye Cumhuriyeti büyük bir
ekonomik sıçrayış gerçekleştırmiştir16.
Söz konusu dönemde Turgut Özal’ın ekonomideki liberal uygulamaları dış
politika alanlarında da çoğu kez uygulanmıştır. Gülistan Gürbey’e göre Özal’ın dış
politikadaki uygulamaları fırsatları değerlendirme ve fırsatlardan yararlanma özelliklerini İran-Irak savaşında izlenen siyasi çizgide görmek mümkündür. Tarafsızlık
politikası ile iki ülke arasında yoğun bir ekonomik işbirliğine gidilmiştir17. Özal’ın
ekonomi ve siyaset arasında kurmaya çalıştığı kuvvetli bağ, ayrıca dış gezilerinde
beraberinde götürdüğü insanlardan belli olmuştur. Türk işadamlarını dış gezilerde
yanında götürmesi dış politikanın sadece siyasetçilerle değil farklı gruplarla da
yapılabileceğini göstermiştir.
Özal’ın liberal politikasının temelini oluşturan bir diğer nokta uluslararası
serbest ticaret sistemine olan bağlılığıdır. Özal, ticaretin ağırlığının Avrupa’nın
dışına dağıtılması gerektiğine inanıyordu. Bu bölgeler Karadeniz, Orta Doğu, Orta
Asya ve Uzak Doğu idi.
Bu bağlamda dış politika analizi yapıldığında Türkiye’nin Orta Doğu
politikasındaki18 değişimleri görmek mümkündür. Türkiye, 15 Kasım 1988 tarihinde
ilan edilen “sürgünde Filistin devletini” ilk tanıyan ülke olmuştur. Bununla birlikte Türkiye, İsrail’e karşı düşmanca bir tavır da takınmamıştır. 1986 yılında İsrail’e
yeniden elçi atayarak ekonomik ilişkileri geliştirmiştir. Filistin Sorununda dengeleme politikasının gerçekleştiği söylenebilir. Türkiye’nin Filistin Sorununa karşı
teorik açıdan liberal bir yaklaşım tarzı sergilediği görülmektedir.
Benzer bir yaklaşım tarzı Türkiye-İran ilişkilerinde görülmektedir. 1979
yılında İran’da yapılan devrim sonucunda şah yönetimi yıkılmış bunun sonucunda mollaların yönetiminde İslam rejimi kurulmuştu. İran devrimi gerçekleştiğinde
Türk-İran ilişkilerinin geçmişine bakan herkes ilişkilerin kötüye gideceğini tahmin
ediyordu. Ancak ilişkiler kötüye gitmedi aksine daha da iyi bir seyir takip etti. İran’ı
terk ederek Sovyet Rusya’nın nüfuzuna girmek istemeyen Türkiye, açıkça İran
karşıtı bir tutum içine girmedi. Bu yüzden, Tahran’da bulunan ABD büyükelçilerinin rehin alınmasının ardından, Kasım 1980’de İran’a ambargo koyan ABD’nin
16
17
18
Ramazan Gözen, “Türk-Amerikan İlişkileri ve Türk Demokrasisi : Realist Bağlantı”, Türkiye’nin
Dış Politika Gündemi Kimlik, Demokrasi, Güvenlik, Ankara, 2001, Liberte Yayınları, s.95.
Gülistan Gürbey, “Özal’ın Dış Politika Anlayışı”, (ed.: İhsan Sezal, İhsan Dağı), İstanbul, 2003, s.296.
Türkiye’nin hükümet bazında İsrail aleyhine verdiği ilk karardır. Ayrıntılı bilgi için bkz.: Şule
Kut, “Filistin Sorunu ve Türkiye”, (der.: Haluk Ulman), Orta Doğu Sorunları ve Türkiye, İstanbul
1991, Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Yay.
426
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’nin Güvenlik Algılamasındaki...
uygulamasını takip etmeyi kabul etmemiştir19. Türkiye en başından beri yeni rejimi
kabul etti, resmen tanıdı ve müdahaleye yanaşmadı. İran devriminin gerçekleştiği
sırada Türkiye’de Ecevit hükümeti işbaşında olup gerek Ecevit gerekse Dışişleri
Bakanı Gündüz Ökçün, hem İran’daki Şah rejimine iyi gözle bakmamış hem de
CENTO’ya karşı çıkmışlardı20. Diğer taraftan Türkiye, İran’ın 1920 yıllarında olduğu
gibi kaos ortamına düşüp bölünmesinden korkmaktaydı. Böyle bir durumda Sovyet
Rusya, İran’a müdahale edebilir sonrasında İran’da doğacak iktidar boşluğu Kürt
milli hareketini güçlendirebilirdi. Türkiye’nin İran’daki yeni oluşumu desteklemesinin bir nedeni de ekonomik ilişkilerdi. Türkiye’nin kötüye giden ekonomisi
için İran, iyi bir ortaktı. İki ülke arasındaki ticaret, 1980’den 1985’e kadar 1 milyar
dolardan 2.5 milyar dolara çıktı21. Demirel Hükümeti de İran ile olan ilişkilerde
olumlu yaklaşımı sürdürmüş örneğin ABD elçiliği baskınını kınamış ve ABD
öncülüğündeki ekonomik ambargoya katılmamıştır. 1984 yılından itibaren PKK
eylemlerinin artmasından sonra İran sınır güvenliği meselesinde Türkiye’yi memnun etmek için bir güvenlik anlaşması imzalamıştır. Buna karşılık Irak-İran savaşı
sırasında İran’ın Irak Kürtlerine desteği ve Kuzey Irak’ta cephe açarak ilerlemesi
Türkiye’de endişe yaratmış ve savaşın sonuna kadar da ilişkileri gerginleştiren bir
etken olarak kalmıştır.
1985’te Türkiye, İran ve Pakistan arasında Ekonomik İşbirliği Örgütü
kurulmuş ve 1992 yılında Azerbaycan ve beş Orta Asya Cumhuriyetlerinin
katılımıyla (yaklaşık 300 milyonluk bir nüfusla) önemli bir potansiyel haline gelmiştir.
1979 yılında İran’da gerçekleşen devrimden sonra iç karışıklık artmış bunu
fırsat bilen Saddam Hüseyin, Basra Körfezinde etkili olmak için saldırıya geçerek
Irak-İran savaşı başlatmıştır.
Zengin petrol yatakları üzerinde meydana gelen savaş nedeniyle petrol dış
satımı yavaşlamıştır. Bu yüzden kendi çıkarlarını düşünen Batılı devletler savaşa
dolaylı olarak karışmaya başlamıştır.
İran-Irak savaşında, Suriye ve Libya İran’ı desteklemiş Suudi Arabistan ve
Kuveyt ile diğer Arap devletleri Irak’ı desteklemişlerdir.
Amerika Birleşik Devletleri, savaşın başlarından itibaren tarafsız kalmayı ve
İran ile Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması gerektiği hususunda tavır takındı.
Ayrıca, Sovyetler Birliğinin Hürmüz boğazındaki etkinliğini kırmaya çalışmıştır.
Savaşın sonlarına doğru da Irak’tan yana tavır sergilemiştir.
Sovyetler Birliği ise İran-Irak savaşında belli bir rol oynayarak, ABD’ye karşı
İran’ın tarafını tuttu. Diğer taraftan, Afganistan sorunu nedeniyle İran’a yaklaştı.
Avrupa ülkeleri ise, savaş karşısında tarafsız kaldılar. Fakat İran’daki rejimin tutum ve davranışlarından dolayı Irak’a yakın göründüler.
Türkiye ise savaşın başlaması ile hem ilgiyi başka yönlere kaydırmış hem
de her iki ülke için ticari alanda yeni imkânlar yaratmıştır. Böylece Türkiye’nin Irak19
20
21
William Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, (çev.: Petek Demir) İstanbul, 2003, Arkeoloji ve Sanat
Yay., s.180.
Kamuran Gürün, Fırtınalı Yıllar: Dışişleri Müsteşarlığı Anıları, İstanbul, 1995, Milliyet Yay., s.s.35-36.
Robert Olson, Türkiye-İran İlişkileri, (çev.: Kezban Acar), I California, 2004, s.12.
427
Soner DURSUN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
İran savaşında tarafsız bir politika izlemesi prestijini arttırmıştır. İran-Irak savaşında
ise Türkiye’nin izlediği strateji liberal yaklaşımın başarıyla uygulanmasıdır.
Güvenlik açısından Irak-İran savaşı değerlendirildiğinde Türkiye’nin
tarafsızlık politikası liberal teorisyenlerin savaş karşıtı söylemleri ile örtüşmektedir.
1-1980’lerde Türkiye’nin güvenlik algılayışındaki göstergelerden biri Kıbrıs
sorunudur. Türkiye’de 12 Eylül 1980 müdahalesi olunca, dış politikada duraklamalar meydana gelmiştir. 18 Ekim 1981’de Yunanistan’daki genel seçimler sonucunda
Papandreu’nun iktidara gelmesiyle, bir yandan Türk-Yunan ilişkileri gerginlik dönemine girerken diğer yandan Kıbrıs meselesi konusundaki görüşmelerde bir isteksizlik meydana gelmiştir22. Kıbrıs Türkleri bağımsızlıklarını güvence altına almak için
15 Kasım 1983’te bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır.
Yeni kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Devletini ilk tanıyan ülke Türkiye oldu
ikinci tanıyan devlet Bangladeş olmuştur. Buna karşılık Yunanistan ve Kıbrıs
Rum Yönetimi bağımsız Kıbrıs Türk devletini tanımadılar ve dünya kamuoyunda büyük bir kampanya başlattılar. Başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa ve
Sovyetler Birliği bağımsızlık kararına şiddetle tepki gösterdiler. Ayrıca İngiltere,
B.M. Güvenlik Konseyine başvurarak, bağımsızlık bildirgesinin geri alınmasını ve
adada Kıbrıs Cumhuriyetinden başka hiçbir devleti tanımayacaklarını belirten bir
karar almasını istedi. Güvenlik Konseyi bu isteği bir çekimser oy ve bir kararsız oya
karşılık 13 oy ile kabul etti.
Türkiye’nin jeopolitik coğrafyası içinde Kıbrıs’ın özel bir yeri vardır. Bu
yüzden, Türkiye, Kıbrıslı Türklerin Rum hâkimiyetine girmesine karşı olmuştur.
Mustafa Çufalı’ya göre Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin ilanından sonra
Türkiye’yi uluslararası politikada en çok zorlayan konu Kıbrıs problemidir23.
1980’lerde Yunanistan ile karasuları, kıta sahanlığı, adacıkların konumu ve
hava sahasının genişliği ile ilgili sorunları bulunan Türkiye’nin 1974 yılından itibaren sorunlarını çözememiştir. Yunanistan Ege kara sularını 1936’da 6 mile çıkarmış
olmasına rağmen Türkiye 1964’te bu uygulamaya geçmiştir. 1982 Birleşmiş Milletler
Deniz Hukuku sözleşmesine göre karasularını 12 mile çıkarma hakkı olduğunu iddia
etmektedir24. Ege deniz’indeki kara sularını 12 mile çıkarması durumunda Ege’nin
% 63.9’luk kısmı Yunanistan’ın olacaktır. Bu durumda Yunanistan ticaret gemilerini
kontrol etme hakkına sahip olacak ve savaş gemilerinin geçişini durdurabilecektir.
Yunanistan’la güvenliğimizi etkileyen başka bir konu kıta sahanlığı meselesidir. Bir
ülkenin kıta sahanlığı karasularından 200 mile kadar olan karanın deniz altındaki
kullanım hakkıdır ve o ülke ekonomik amaçlı araştırma yapabilir. Yunanistan’ın
iddiası adaların da kıta sahanlığı olduğudur. Bu durumda Yunanistan adalarının
200 mile kadar olan kısmında ekonomik kullanım hakkı olduğunu belirtmesidir.
Türkiye ise adaların, kıta sahanlığı dâhilinde olduğuna itiraz etmektedir25.
22
23
24
25
Mehmet Gönlübol, Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995), Ankara 1996, Siyasal Kitabevi, s.604.
Mustafa Çufalı, “21. Yüzyılda Türkiye’nin Bölgesel Sorunları ve Öneriler”, 21. Yüzyılda Türk Dış
Politikası, (ed.: İdris Bal), Ankara, 2004, Nobel yayınları, s.845.
A.g.m., s.845.
Selçuk Demirsoy, “Ege Denizi Kıta Sahası Sorunu”, http://www.maden.org.tr/resimler/
ekler/91d1b4d82419de8_ek.pdf
428
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’nin Güvenlik Algılamasındaki...
1980’li yıllarda Türkiye’nin iç ve dış güvenliğini doğrudan etkileyen
gelişmelerde yaşanmıştır. Bunlardan biri PKK sorunudur ikincisi ise PKK’ya lojistik
destek veren Suriye’dir. 1970’li yıllardan sonra Hafız Esad’ın liderliğinde Türkiye ile
ilişkilerini düzeltme çabası içine girmiştir. Ancak Güneydoğu Anadolu Projesinin
telaffuz edilmesi ile birlikte Suriye’nin teröre verdiği destek Türkiye’nin güvenliğini
ciddi şekilde etkilemiştir. Özellikle ASALA ve PKK terör örgütlerine verdiği lojistik
ve askeri desteğin sonucunda istenmeyen olayların yaşanmasına neden olmuştur.
Türkiye, 1983’te Suriye’ye nota vererek ASALA militanlarını ülkesinden çıkarmasını
talep etmiştir. Ancak 1983 yılından sonra ASALA’nın yerini PKK terörü almıştır. Ercan
Karakoç’a göre Suriye’nin PKK’yı desteklemesinin üç nedeni vardır:
“1. Suriye, Türkiye’nin su kaynakları üzerine baskı yaparak, Türkiye’nin bu
kaynakları GAP çerçevesinde kullanmasına ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde büyük bir refah
alanı yaratmasına tahammül edememektedir. Böyle bir refah alanı, Suriye’nin Türkiye içindeki
sorunlara müdahalesi için gereken zemini ortadan kaldıracaktır. Suriye, ayrıca Türkiye’nin
su kaynaklarını GAP alanının sulanması için aşırı derecede kullanarak yetersiz ve kirli suyu
Suriye’ye yollayacağı korkusu içindedir.
2. Suriye, Türkiye’ye karşı konvansiyonel bir savaş sürdüremeyeceği için, daha ucuz
ve çok düşük maliyetli dolaylı örtülü savaş sürdürerek Türkiye’yi ekonomik kaynaklarını,
PKK’yı kontrol altına almak için zorlamıştır.
3. Bu iki stratejik hedein eşgüdümü ortaya, Büyük Suriye hedeine ulaşmada uygun bir ortam çıkarmaktadır. Uzun süren ve yıpratıcı olan bir iç savaş sonucunda yorgun
düşen Türkiye’den uygun anda Hatay’ı kopartmak, Suriye’nin diğer stratejik hedei olarak
bilinmektedir”26.
Türkiye’nin 1983 yılında Suriye’ye notalar vererek ASALA terör örgütünün
militanlarını Suriye topraklarında barınmasını son vermesini istemiş buna karşılık
Suriyeli yetkililer, teröristleri İran topraklarına kaydırmışlardır. 1983’te ASALA
terörünün azalmasına karşın yerine Türkiye’nin güvenliğini uzun süre bozacak yeni
bir terör dalgası PKK adıyla ortaya çıkmaya başlamıştı. 1984 yılında ilk eylemlerini
gerçekleştiren örgüt merkez olarak Suriye’yi kullanmıştır. Ayrıca, Hafız Esad’ın
kardeşi Rıfat Esad, PKK’nın Suriye ve Lübnan makamları ile olan ilişkilerini düzenliyor ve uyuşturucu traiğini organize ediyordu27. Dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı
Kenan Evren, 1984 yılında Hafız Esad’a teröre karşı ortak hareket etmeyi teklif
etmiş, bu teklife Esad, olumlu yanıt vermiştir. 1985 yılında Şam’da “Sınır Güvenliği
Protokolü imzalanmıştır. 17 Eylül 1986 tarihinde PKK merkez komitesi Şam’da bir
toplantı yaparak, Türkiye’nin büyük şehirlerinde eylem planı yapma kararı almıştır.
Bu kararı almalarının nedeni Türkiye’nin sınır ötesi operasyonlarının başarılı
olmasıdır28. 1986 yılının sonlarına doğru, Suriye adına casusluk yaptıkları iddiasıyla
24 kişi gözaltına alınmıştır. Ağustos 1986’da Kırıkkale Mühimmat Fabrikasındaki
patlamayı kendilerinin yaptığını itiraf etmiştir. Ayrıca yakalanan bu kişiler, GAP
tünellerini sabote etmek niyetinde olduklarını itiraf etmişlerdir29. Türkiye, Suriye’nin
PKK’ya olan desteğini kesebilmek için daha fazla su vereceğini açıklamış ve bu amaçla
26
27
28
29
Ercan Karakoç, “Türkiye-Suriye İlişkileri” , IV. Türkiye’nin Güvenliği Sempozyumu, Elazığ, 2004, s.448.
A.g.m., s.449.
A.g.m.
A.g.m.
429
Soner DURSUN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Barış Suyu projesiyle Suriye’ye daha fazla su verilmesini sağlamıştır. Türkiye’nin tüm
iyi niyetine rağmen Suriye’nin teröre olan desteği devam etmiştir. 1989’dan itibaren
Suriye’den Türkiye’ye sızmalar tekrar artmıştır. Ayrıca Suriyeli yetkililer PKK’ya olan
desteğini kamuoyuna açıklayabilmişlerdir. Ekim 1989’da Almanya’nın Duesseldorf
kentinde yargılanan 19 PKK’lının duruşmaları esnasında Suriye devlet başkanının
kardeşi Cemil Esad Alman Mahkemesini suçluyor ve şunları söylüyordu:
“Suriye özgürlük için mücadele eden Ortadoğu’daki milletlerin destekleyicisi olan
bir ülkedir. Devlet Başkanı Hafız Esad gibi ben de özgürlüğü için mücadele eden PKK’nın
destekçisiyim. Kürt halkı, kendi geleceğini belirtmesi gerekir.”30 diyerek açıkça terör
örgütüne destek vermiştir.
1980-1990 yılları arasında Türkiye-Suriye ilişkileri terör ve su kaynakları
konusu etrafında şekillenmiştir. Ancak bu sorunlar bu dönemde çözülememiş ve
Türkiye için ciddi güvenlik zaiyeti ortaya çıkarmıştır.
Özallı yıllar aynı zamanda laiklik tartışmalarının yoğunlaştığı, imam hatip
liselerinin sayısının arttığı, okul kitaplarında ve devlet radyo ve televizyonlarında
dinsel motilerin çoğaldığı bir dönemdir. Bu değişimlerin sonucunda üniversitelerde türban takma yasağı Türkiye’nin iç güvenliğini tehdit eder boyuta gelmiştir.
1988 yılında ANAP, meclisten türban takılmasına izin verecek bir yasa geçirmiş
ancak Cumhurbaşkanı Kenan Evren bu yasayı Anayasa Mahkemesi’ne havale
etmiştir. Anayasa Mahkemesi yasayı reddetmiş ve hükümetin tüm çabaları ile
türban takılmasına izin verecek bir yasa geçirmiştir31. Bu tartışmaların getirdiği
sonuçlar ise çok acı olmuş ve 1990 yılında Türkiye’nin yetiştirdiği iki seçkin insan
Muhammer Aksoy ve Bahriye Üçok öldürülmüşlerdir.
Güvenlik açısından değerlendirildiğinde görülmektedir ki parlamenter sistemin yerleşmesiyle gerçekleştirilen liberal politikalar ekonomik anlamda Türkiye’yi
zenginleştirmiştir. Özellikle ithalat ve ihracat rakamları bu zenginleşmenin göstergesidir. Dış politika çerçevesinde uygulanan yumuşak politikalar bazı dönemlerde
Türkiye’yi çıkmaza sokmuştur. Örneğin Suriye’nin PKK terör örgütüne desteği liberal politikalar ile çözümlenememiştir. Bu sorun 1990’lı yılların sonunda Türkiye’nin
sert bir tavır alması sonucunda çözüme kavuşmuştur.
Sonuç
1980-1990 yılları arasında Türkiye’nin güvenlik yaklaşımındaki değişimler
iki ayrı döneme ayrılmaktadır. Birinci dönem 12 Eylül 1980 askeri harekâtından
sonra askerlerin yönetimde etkin olduğu dönemdir. İkinci dönem ise 1983 yılından
sonra parlamenter sistemin yeniden yapıldığı, sivillerin etkin olduğu bir dönemdir.
Askeri yönetimin hâkim olduğu birinci dönemde devletin güvenliği ve
bekası birinci öncelik olmuştur. Bu yüzden sıkıyönetim uygulamaları ve gerekli
yasal düzenlemeler yapılmıştır.
30
31
A.g.m., s.450.
Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul 1993, (çev.: Yasemin Saner Gönen),
İletişim yay., s.421.
430
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’nin Güvenlik Algılamasındaki...
Bu dönemde yapılan en büyük yasal düzenleme yeni anayasadır. 1982
Anayasası, dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e göre 1961 Anayasasının yetersizliklerini ortadan kaldırmak için yapılmıştır32.
12 Eylül müdahalesi ve 1982 Anayasası analiz edildiğinde realist okulun
amaçlarına uygun hareket edildiği görülmektedir. Birinci dönemdeki koşullar
incelendiğinde şu tespitleri yapabiliriz:
1. Birey, devlet için vardır.
2. Devlet tehditleri ortadan kaldırmak için silahlı gücünü sonuna kadar kullanabilir.
3. Anarşi ve terör ortamı güçlü bir merkezi devlet ile ortadan kaldırılabilir.
4. Yeni Anayasa ile devlet daha fazla güvenlikleştirilebilir.
İkinci dönemdeki güvenlik yaklaşımlarında birçok farklılıklar
bulunmaktadır. 1983 yılından sonra yapılan genel seçimlerde Turgut Özal’ın
liderliğindeki Anavatan Partisi birinci olmuş ve Türkiye demokratik süreci yeniden
yaşamaya başlamıştır.
Turgut Özal’ın dışa açılmaya yönelik liberal politikaları her alanda kendini hissettirmiştir. Birincisi bu dönemde Türkiye’nin komşuları ile olan ilişkileri
incelendiğinde uzlaşmacı bir dış politika çizgisi izlendiği görülmektedir. Örneğin
Türkiye’nin İran-Irak savaşında tarafsız bir politika izlemesi ve her iki devlet ile
ekonomik olarak işbirliği içerisinde olması liberal politikaların uygulandığını göstermektedir. Ayrıca PKK terör örgütüne açıkça destek vermekten çekinmeyen Suriyeli yetkililerle olan sorunlarımızı, Türk yetkililer, diplomatik kurallar çerçevesinde
çözümlemek için çaba sarfetmiştir. İkincisi ise özellikle iç politikada din alanında
getirilen serbestlikler sonrasında laiklik tartışmaları artmış ülke ciddi güvenlik sorunu ile karşı karşıya kalmıştır.
Her iki dönem arasındaki ayrışmalar özellikle güvenlik yaklaşımında
açıkça görülmektedir. Bunun nedeni sadece Türkiye’nin iç dinamikleri değildir.
Uluslararası konjoktürde, yaşanan siyasi ve ekonomik değişimler Türkiye’nin
güvenlik algılayışındaki değişimlerle örtüşmektedir.
32
24 Ekim 1982, Seçme Konuşmalar 12 Eylül 1980/ 6 Kasım 1989, a.g.e., s.248.
431
Soner DURSUN
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
KAYNAKÇA
BALDWİN, David, “Güvenlik Kavramı”, (çev. Çiğdem Şahin), Avrasya Dosyası
(Güvenlik Bilimleri Özel), C.9, S.2. Yaz, 2003.
BURCHİLL, Scott, “Liberalism”, Theories of International Relations, Macmillan, China, 2001.
ÇÖLAŞAN, Emin, 24 Ocak Bir Dönemin Perde Arkası, Milliyet Yayınları, İstanbul 1983.
ÇUFALI, Mustafa “21. Yüzyılda Türkiye’nin Bölgesel Sorunları ve Öneriler”, 21.
Yüzyılda Türk Dış Politikası, (ed.: İdris Bal), Nobel yayınları, Ankara 2004.
DEDEOĞLU, Beril, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, Derin Yayınları, İstanbul, 2003.
DONNELY, Jack, “Realism”, Theories of International Relations, Macmillan, China,
2001.
DURSUN, Davut, 12 Eylül Darbesi (Hatıralar, Gözlemler, Düşünceler), Şehir Yay.,
İstanbul 2005.
EVREN, Kenan, Kenan Evren’in Anıları, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1991.
GÖNLÜBOL, Mehmet, Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995), Siyasal Kitabevi,
Ankara 1996.
GÖZEN, Ramazan, “Türk-Amerikan İlişkileri ve Türk Demokrasisi : Realist
Bağlantı”, Türkiye’nin Dış Politika Gündemi Kimlik, Demokrasi, Güvenlik,
Liberte Yayınları, Ankara, 2001.
GÖZLER, Kemal, “1982 Anayasasısının Hazırlanması”, http://www.anayasa.gen.
tr/1982anayasasi.htm
GÖZÜBÜYÜK, A. Şeref, Açıklamalı Türk Anayasaları 1876, 1921, 1924, 1961, 1982
Anayasalarının Yapılışları, Özellikleri ve Yapılan Değişiklikler, Turhan Kitabevi,
Ankara, 2005.
GÜRBEY, Gülistan, Özal’ın Dış Politika Anlayışı, (ed.: İhsan Sezal, İhsan Dağı),
İstanbul, 2003.
GÜRÜN, Kamuran, Fırtınalı Yıllar: Dışişleri Müsteşarlığı Anıları, Milliyet Yay,
İstanbul, 1995.
HALE, William, Türk Dış Politikası 1774-2000, (çev.: Petek Demir), İstanbul, 2003,
Arkeoloji ve Sanat Yay.
KARAKOÇ, Ercan “Türkiye-Suriye İlişkileri” , IV Türkiye’nin Güvenliği Sempozyumu,
Elazığ, 2004.
KAYA, Sezgin, “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye’nin Değişen Ulusal Güvenlik
Algılaması ve Politikaları”, Avrasya Dosyası, 2005, C.11, S.2.
432
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Türkiye’nin Güvenlik Algılamasındaki...
Kenan Evren’in 16 Eylül 1980 tarihli basın toplantısı, Seçme Konuşmalar, Doğan Kitap.
Kenan Evren’in radyo-televizyon konuşması 24 Ekim 1982, Seçme Konuşmalar, 12
Eylül 1980/6 Kasım 1989.
KONGAR, Emre, 21. Yüzyılda Türkiye, Remzi Kitabevi, İstanbul 1999.
KUT, Şule “Filistin Sorunu ve Türkiye”, (der. Haluk Ulman), Orta Doğu Sorunları ve
Türkiye, İstanbul 1991, Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Yay.
NİCHOLSON, Michael, International Relations, New York, 2002.
MACMİLLAN Olson, Robert, Türkiye-İran İlişkileri, (çev. Kezban Acar), California, 2004.
THORSEN, Dag Einar and Lie, Amund, “What is NeoLiberalism”, http://www.statsvitenskap.uio.no/ISVprosjektet/neoliberalism.pdf
Türkiye İstatistik Yıllığı (1971), Ankara, 1973, Devlet İstatistik Enstitüsü yay.
Türkiye İstatistik Yıllığı (1979), Ankara 1979, Devlet İstatistik Enstitüsü yay.
WALTZ, Kenneth N., Theory of International Politics, McGraw-Hill, California, 1979.
WILLIAMS, Phil Donald M. Goldstein, Jay Shafritz (ed.), Classic Readings and
Contemporary Debates in International Relations, Wodworth publication,
U.S.A. 2006.
YALÇIN, Kemal “Türkiye’nin Güvenliği Sorunu, Terörizm ve İran”, Avrasya Dosyası,
Yaz, 1995, C.2.
ZÜRCHER, Erik Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, (çev.: Yasemin Saner Gönen),
İletişim yay, İstanbul, 1993.
433
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.435-439
Kitabiyat
Orhan Karaveli, Ali Kemal: Belki Bir Günah Keçisi, 8. baskı, Doğan Kitap,
İstanbul, 2009, 223 s.
Özet
Ali Kemal, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşına başından sonuna kadar olumsuz bakmış
bir kişi olarak, gerek gelmiş olduğu idari görevlerde, gerekse başyazarlığını yapmış olduğu
“Peyam-ı Sabah” gazetesinde, düşünce ve eylemlere dökmekte sakınca görmemiştir. Ali
Kemal’in bu muhalif tavrı, İzmit’te halk tarafından linç edilmesiyle sonuçlanan hazin bir sona
ve “Hain”lik sıfatının adıyla birlikte anılmasına neden olmuştur.
Burada tanıtımını yapacağımız eserde, Ali Kemal’le aynı dönemde yaşamış, aynı
davranış ve düşünceleri gerçekleştirmiş, ama Ali Kemal isminin arkasına saklanarak kendini
unutturmuş olan ve bugün sadece Ali Kemal isminin belleklerde “Hain” olarak kalmasına
neden olan süreç sorgulanmaktadır. Bu yapılırken de Ali Kemal’in farklı yönlerine ışık
tutulmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Ali Kemal, Peyam-ı Sabah, Basın, Mütareke.
Abstract
Ali Kemal, one of the most important journalists writing in “Peyam-ı Sabah”, was
against the Turkish war of independence from the beginning to the end severely and he did
not mind explaining his views and putting them into action . This oppositional stance of him
caused him to be seen as a traitor and paves the way for lynching of him by the people in
İzmit.
The book to be introduced here is examining both the process that gave rise him to
be mentioned as a traitor is being questioned and his colloquies who achieved in camoulaging themselves very well. Hence, this work aims at revealing different characteristics of Ali
Kemal.
Key Words: Ali Kemal, Peyam-ı Sabah, Press, Truce.
435
Fevzi ÇAKMAK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Burada tanıtımını yapacağımız eser,
Milli Mücadele döneminin farklı bir kişiliği
olarak nitelendirilen ve bugün kendisi hakkında
farklı yorumlarda bulunulan, Orhan Karaveli
tarafından kaleme alınan bir Ali Kemal1 biyograisi. Doğan Kitap tarafından yayınlanan bu
eser, Ali Kemal’in farklı yönlerine ışık tutmaya
çalışarak, Ali Kemal ismi üzerinde Türk insanının
kalıplaşmış ön yargılarını yeniden gözden geçirmesi gerektiği üzerinde duruyor. Orhan Karaveli,
özellikle Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin, şehit
gazeteciler listesinde, Ali Kemal ismine yer verilmesinden duyduğu rahatsızlıktan yola çıkarak,
uzunca bir süre “hain” olarak nitelenen birinin,
birden “şehit” olarak nitelenmesindeki çelişkileri
irdelemek üzere bu eseri kaleme alıyor2. Geçmişte
yaşananların, bu yaşananlar içinde yer alan
şahısların, bugün zorlama yorumlarla, gerçeğe aykırı bir şekilde, yeniden gündeme
getirilmesi sürecinin rahatsızlığı, bu eserde kendini hissettirmiş durumda.
Günümüzde, toplumun bazı kesimlerinde, belki bilerek belki de bilmeyerek, ya da araya giren zamanın uzunluğu nedeniyle, geçmişin acı hatıralarında yer
alan olaylar ve gerçekler farklı yorumlara neden olabilmektedir. Bir bilim dalı olan
tarihin, gerçekler dışında, var olmayan olayları yazması diye bir şey düşünülemez.
Bunun aksi düşünüldüğünde, o zaman şöyle bir soru akıllara gelebilir; yaşanmış
bir olay üzerinde ortaya çıkan bu farklı yorumlar nedir? Bu sorunun cevabını, tarihi
kendi düşüncesine göre şekillendirmek isteyen insanların varlığında aramak gerekir.
Tarihsel olayları veya kişilikleri, kendine göre yorumlamak, aslında o öyle değildi
böyleydi demek ve alakası olmayan sonuçlara gitmek, tarih bilimine yapılabilecek
en zararlı davranışların başında gelir ve bilimin dürüstlük anlayışına sığmaz.
Bu düşünceler etrafında, geçmişe net ve tarafsız olarak baktığımızda, Ali
Kemal, gerek gelmiş olduğu idari görevlerde sergilediği davranışlarıyla ve gerekse
kaleme almış olduğu düşünceleriyle, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşına başından sonuna kadar olumsuz olarak bakmış bir muhalifti. Ali Kemal’in başyazarı olduğu
Peyam-ı Sabah gazetesi, Milli Mücadele aleyhinde, halkı bu hareketten uzak tutmak
yolunda en önde gelen gazetelerden biri olmuştu. Ali Kemal’e göre, Ulusal mücadele Türkleri ölüme götüren bir eşkıya ayaklanmasından başka bir şey değildi ve
Mustafa Kemal, Anadolu’da berduş gibi dolaşan,“sahte bir taraftar, bir riya kisvesine
bürünerek, haça karşı hilal cihadını açmış, ehli imanın safdillerini aldatan” biriydi3. Mustafa
1
2
3
Ali Kemal kendi yaşamının bir bölümünü kaleme aldığı eser için bkz: Ali Kemal, Ömrüm, Hece
Yayınları, Ankara, 2004.
Orhan Karaveli, Ali Kemal, Doğan Kitap, İstanbul, 2009, s.39.
Peyam-ı Sabah, 6 Mayıs 1920.
436
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Karaveli, Ali Kemal...
Kemal, kendisine ve Ulusal harekete yönelik bu
zararlı davranış ve düşüncelerinden dolayı, Ali
Kemal hakkında Yüce Divan’a çıkartılmak ve
yargılanmak üzere girişimlerde bulunmuş4 ve
düşman hesabına çalışan Peyam-ı Sabah gazetesinin Anadolu’ya sokulmamasını emretmişti5.
Ali Kemal’in bu muhalif tavrı, İzmit’te halk
tarafından linç edilmesiyle sonuçlanan hazin
bir sona ve “Hain”lik sıfatının adıyla birlikte
anılmasına neden olmuştu.
Geçmişte bu yaşananlardan yola çıkan
Orhan Karaveli, ortaya koyduğu Ali Kemal
biyog-raisinde, Milli Mücadele döneminde
davranış ve sözleriyle, Milli Mücadeleye muhalif olan pek çok kişinin bulunduğu, fakat bugün
akıllarda “hain” olarak bir tek Ali Kemal isminin kaldığının altını özellikle çiziyor ve şöyle bir tespitte bulunu-yor; “ulusal ve
değişmez hainimize ve kimilerinin on yıllarcadır gölgesine sığınıp kendilerini unutturduğu
bir ‘siperisaika’ya (paratoner) dönüştürülmüş Ali Kemal! Siz buna ‘günah keçisi’ de
diyebilirsiniz”6.
Yazar, uzunca zamandan beri Ali Kemal isminin kuşaktan kuşağa ülkenin
adeta tek haini gibi aktarılmasından duyduğu rahatsızlık sonucu bu kitabı kaleme
aldığını ve “Ali Kemal’i hain diye bilmeyi sürdüreceksek yakın tarihimizdeki başkalarını da
gündeme getirip öyle bilelim. Yok, eğer başkalarına bu sıfatı yakıştırmıyorsak Ali Kemal’e de
artık hain demeyelim” ifadelerinde bulunuyordu7. Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere,
tarihsel bir tutarlılık adına, Ali Kemal’in yaptıklarını görmezden gelmek ya da
hiçbir şey yapmamış gibi davranmaktan ziyade, başkalarının da neler yaptığının
hatırlanması ve yazılması gerekliliği, eserde ortaya konulmaya çalışılan düşüncenin
başında geliyor.
Eserin içindekiler bölümüne baktığımızda, iki ayrı ana başlıkta iki ayrı
kısım yer almaktadır. Birinci kısımda Ali Kemal ismi üzerinde bir bölüm çeşitliliği
bulunurken; ikinci kısımda Ali Kemal’in ölümü sonrası ailesinin yaşadıklarının yer
aldığı bölümler yer almaktadır
“Yanlış Taraftaki Adam” başlığı adı altında yer alan birinci bölümde, eski
bir büyükelçi olan ve Ali Kemal’in ikinci eşi Sabiha Hanım’dan olan oğlu Zeki
Kuneralp’in kendi ifadelerinden babası hakkındaki görüşlerine yer verilmektedir. Ali Kemal’in oğlu olması Türk devletinde görev alması konusunda çok büyük
zorluklar yaşamasına neden olsa da, zamanında devreye giren Cumhurbaşkanı
İsmet İnönü sayesinde önemli bir diplomat olan Zeki Kuneralp, çok erken yaşta
babasını kaybettiği için, babasının kendi hayatında sınırlı bir etkiye sahip olduğuna
4
5
6
7
Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 2000, s.136.
Yücel Özkaya, Milli Mücadele’de Atatürk ve Basın (1919-1921), Atatürk Araştırma Merkezi Yayını,
Ankara, 2007, s.32.
A.g.e., s.15.
A.g.e., s.16.
437
Fevzi ÇAKMAK
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
değinmektedir. Babası hakkında biyograik bir çalışma da yapan Zeki Kuneralp’in kaleminden8, babası Ali Kemal’in hayatına ilişkin kısa bir portre ortaya konulmaktadır.
Ali Kemal’in almış olduğu eğitim, İngiliz eşiyle olan ilk evliliği, sürgünde geçen
yılları, Mısır’da geçirdiği dönem, ikinci evliliği, İstanbul’daki yaşantısı ve muhalif
tavrı gibi, Ali Kemal’in hayatının önemli köşe başlarına bu bölümde değiniliyor.
Kitabın bu bölümüne yönelik olarak bir noktanın altını çizmek gerekirse, Zeki
Kuneralp’in babasını anlattığı bu bölümde, duyguların bazen ön plana çıktığı ve
bunun sonucu nesnellikten uzaklaşıldığı görülmektedir.
Bir sonraki bölümde, Milli Mücadele döneminde faaliyetlerde bulunan basın
iki başlık içerisinde inceleniyor. Anadolu Basını başlığı altında, Ömer Feyzi Efendi’nin
Trabzon’da çıkardığı “Selamet” ve Balıkesir’de çıkardığı “İrşad” gazeteleri; Ali İlmi
Bey tarafından Adana’da çıkarılan ve Fransızlar lehine yayında bulunan “Ferda”
gazetesi gibi Mustafa Kemal’in başında bulunduğu Anadolu Hareketinin aleyhine
olan basından örnekler veriliyor. Bu olumsuz örneklerin yanında, Ulusal direnişe
gönülden ve ikren destekte bulunan, İzmir’de çıkan “Hukuk-u Beşer” ve Hasan
Tahsin’den, “Anadolu” ve “Duygu” gazetelerinden; Adana’da çıkan “Yeni Adana”
gazetesi; Balıkesir’de Mustafa Necati’nin başyazarlığını yaptığı “İzmir’e Doğru” gazetesi; elbette burada adlarını zikretmemiz gereken Mustafa Kemal tarafından çıkarılan
“İrade-i Milliye” ve “Hâkimiyet-i Milliye” gazeteleri gibi daha pek çok gazete ve bu
gazetelerde yer alan bazı görüşlere eserde yer verilmektedir.
Eserde, Mütareke Basını başlığı altında, Ali Kemal isminin ön planda olması
nedeniyle, bugün pek çok kimsenin isimlerini ve yaptıklarını unuttuğu kişilerden ve
bunların çıkarmış olduğu gazetelerden bahsedilmektedir. Bunlar içersinde ilk akla
gelenler olarak Reii Cevat (Ulunay), Reik Halit (Karay), Rıza Tevik (Bölükbaşı),
Cenap Şahabettin gibi simalar; gazete olarak ta “Alemdar” ve “Peyam-ı Sabah” gazeteleri ilk akla gelenler olarak sayılabilir. Eserde, Ali Kemal’inde içinde bulunduğu
bu eğitimli, deneyimli ve ünlü isimlerin yer aldığı bu grubun yazdıklarından birkaç
örnek okuduğumuzda ve yazılanların Ali Kemal’in kaleme aldıklarından hiç de
aşağı kalmadığını gördükten sonra, neden bugün sadece Ali Kemal isminin “hain”
olarak akıllarda kaldığı gerçeğini bir kez daha sorgulama gereğini yazar ön plana
koyuyor.
Eserin bir sonraki bölümünde, Yahya Kemal Beyatlı’nın kaleminden, eski
arkadaşı Ali Kemal’in edebi, siyasi, sosyal yönlerini ve ölümü hakkındaki bazı
tespitlerini okuyucuyla paylaşıldığı bir monograi çalışması okuyucuya sunuluyor. Ali Kemal’in gerçekleştirdikleri kadar, onun İzmit’te uğramış olduğu acı
sona ilişkin ayrıntılı bir analiz ortaya konuluyor. Eserde Ali Kemal’in öldürülmesi
olayına birkaç yönden yaklaşılarak, hala akıllarda soru işareti olarak kalan olayın,
karanlık noktalarına ışık tutulmaya çalışılıyor. Bunların içinde, tanıkların gözünden Ali Kemal’in İstanbul’dan kaçırılışı ve öldürülmesi; Ali Kemal’in öldürülmesinin
İstanbul’da yaratmış olduğu panik; Ali Kemal’le aynı sona uğrayan Hrisostomos’un
İzmir’de linç edilerek öldürülmesi; her iki linç olayında başrollerde bulunan Nurettin
Paşa hakkında Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadelerinin yer aldığı bölümlerde, linç
olayının arka planına yer veriliyor.
“37 yıl içinde yaklaşık yedi bin yazısı yayınlanmıştır” ifadelerinin yer aldığı ve
8
Zeki Kuneralp, Meydan, Aylık Fikir ve Sanat Dergisi, İstanbul, Kasım 1979; Zeki Kuneralp, Ali
Kemal (1869-1922) A Portrait for the Beneit of his English Speaking Progeny, İstanbul, 1993.
438
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Karaveli, Ali Kemal...
Ali Kemal’in gazetecilik ve yazarlık yönüne değinildiği bölümde, ise Ali Kemal’in
kaleme aldığı yazılarından bir kısmının başlıkları okuyucuyla paylaşılmakta ve çeşitli
zorunluluklar dışında devamlı surette yazılar ve şiirler kaleme alan bir kişi portresi
ortaya konulmaktadır. Yazar, Ali Kemal’in kaleme aldığı binlerce yazının başlıkları
arasında yapılacak bir gezintiyle bile böyle bir özgün kişinin, “yanlış içtihadında ısrar
ve inat etmesi” yüzünden yaşamını yitirmesinin insanın içini burkmuyor mu sorusunu
okuyucuyla paylaşmaktadır. Ayrıca, Ali Kemal’in “Fetret” isimli eserinde, çeşitli sosyal konularda ortaya koyduğu ikirlerinden bahsedilmektedir.
Orhan Karaveli, eserinin “Bir Kadın, Bir Çocuk” başlığı altında oluşturduğu
ikinci kısmında, Ali Kemal’in ölümü sonrası geride kalan eş ve çocuklarının neler yaşadıklarına değiniliyor. Ali Kemal, iki evlilik gerçekleştirmiş; ilk eşi İngiliz
Winifred’ten üç çocuğu, ikinci eşi Sabiha’dan bir çocuğu olmuştu. Eserin geri kalan
bölümlerinde torunlarının gözünden dedeleri Ali Kemal’i nasıl tanımladıkları, onun
hakkında neler düşündükleri ve İngiltere’den Türkiye’ye uzanan akrabalık bağlarının
gelişimi ortaya konuluyor. Bugün İngiliz siyasetinde önemli bir etkisi olan ve halen
Londra Belediye Başkanlığı görevini sürdüren Ali Kemal’in torunu Boris P. Johnson’da
anlatılanların içersinde. Yazar, İngiliz torunu Stanley Johnson’ın, oğlu Boris’in iznini
de alarak yayınladığı kitabından özetleyerek verdiği alıntılarda, torunlarının, dedelerinin yanlış tarafta yer aldığını ve hatalı davrandığını kabul ettiklerini bizimle
paylaşıyor. Ayrıca, dedeleri, Ankara’nın da amaçladığı gibi yargılanabilmiş olsaydı elbette daha mutlu olacaklardı ama kimilerinin onlardan söz ederken ileri sürdüklerinin
aksine torunları, Mustafa Kemal’den ve Onun başarı ve devrimlerinden hayranlıkla
söz ediyorlar.
Eserin son bölümünde, pek bilinmedik ayrıntılara yer veriliyor. Mesela,
İsmet Paşa (İnönü) ile Rauf Bey’in (Orbay), Ali Kemal’in çevresiyle hayatlarının
bazı olaylarda kesişmesi gibi. Ayrıca, yazımızın başında da ismine değindiğimiz Ali
Kemal’in oğlu Zeki Kuneralp’ın, Ali Kemal’in oğlu olması nedeniyle üniversiteye,
daha sonrasında da devlet görevine alınma konusunda yaşadığı sıkıntılar; İspanya’da
büyükelçilik yaparken ermeni ASALA terör örgütünün saldırısına uğramasının da
içinde bulunduğu anılara yer veriliyor. Bu anılar içersinde Adnan Adıvar’ın, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Nutuk” isimli eserine karşı göstermiş olduğu hoşnutsuzlukta
okuyucuyla paylaşılıyor.
Orhan Karaveli, bu eserinde, siyasette ve yeri geldiğinde iktidarda yer alan bir
devlet adamı, muhalefette ve sürgünde bir gazeteci, evlilikleriyle bir aile babası, tutsak bir muhalif gibi çeşitli konumlar içersinde, farklı yönleriyle bir Ali Kemal portresini okuyucuya sunuyor. Bu çalışmada, Ali Kemal’in yaptıklarının, yazdıklarının ya da
düşüncelerinin bir savunmasını yapmaktan ziyade; geçmişte Ali Kemal gibi düşünen ve
davranan kişilerin, Ali Kemal isminin arkasında unutulmasına ya da unutturulmasına
karşı, bir eleştiri getiriliyor. Okuyucu, Milli Mücadele döneminde, düşmanla işbirliği
halindeki mütareke basınını tekrar hafızasına getiriyor ve Ali Kemal’in bu süreçte tek
başına olmadığını, onun gibi düşünen pek çok kişinin bugünlerde unutulduğunun
farkına varıyor.
Türk Ulusal Kurtuluş savaşı, gerçekleştiği dönemin olağanüstü koşullarında,
inananı ve inanmayanı, taralısı tarafsızını içine alan, çok geniş bir çerçevede incelenmesi gereken, üzerine çok şeyler yazılabilecek hassas bir dönemdir. Ayrıca Türk Kurtuluş
Savaşı, Türk Devriminin de başlangıç aşamasıdır. Böyle bir dönemde gerçekleşen olaylar ve bu olaylarda yer alan şahıslar konusunda çok itinalı ve tutarlı, tarih bilimi ile
439
çelişmeyecek ifade ve yargılarda bulunmak, tarihin sağlam inşası için çok önemlidir.
Bunun aksi durumlar, ulusal kimliğin temel bir öğesi olan tarihsel bağlarda zayılıklara
neden olur. Bu eseri de bu gerçekler içinde okumalı ve değerlendirmeliyiz. Burada sözlerimi modern Türk ulusunun kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün tarihe
ilişkin çok doğru bir tespitiyle bitirmek isterim; “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir mahiyet alır”.
Fevzi ÇAKMAK*
*
Okt., Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü
(fevzi.cakmak@deu.edu.tr)
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz), s.s.441-449
Kitabiyat:
İzmir 1876 ve 1908 (Yunanca Rehberlere Göre Meşrutiyette İzmir),
(çev.: Engin Berber), İzmir Büyük Şehir Belediyesi Kültür yay.,
İzmir, 2008, 135 sayfa.
Özet
Yıllık, rehber, takvim v.b. yayınlar, yıllar sonra ulaşılması çok zor olacak bilgilere yer
vermeleri nedeniyle araştırmalar için önemli birer kaynaktırlar. İçeriğindeki derlenmiş bilgi
ve açıklamalar dönemin toplumsal, ekonomik, siyasal, idari, demograik v.b. yapısına ilişkin
çok önemli veriler sunmaktadır.
Üç ayrı rehber çalışmasının birleştirilmesinden oluşturulmuş ve çevirisini
Prof. Dr. Engin Berber’in yaptığı İzmir 1876 ve 1908 (Yunanca Rehberlere Göre Meşrutiyette
İzmir) adlı kitap, II. Meşrutiyet’in 100. yılı nedeniyle hazırlanarak yayınlanmıştır. Kitabın
yayınlanmasının en önemli faydası, meşrutiyet yıllarında İzmir ve çevresine ve dolayısıyla
da Osmanlı Devleti’nin son yıllarına ilişkin yapılacak çalışmalara ışık tutacak olmasıdır.
Anahtar Kelimeler: İzmir, Meşrutiyet, Rehber, 1876, 1908.
Abstract
Publications such as annuals, guidebooks, calendars are important source because
of which they contain data that accessing is very dificult. Information and explanations they
contain provide very considerable donnee concerning economical, political, governmental,
demographical structures of their period.
The book named Izmir 1876 ve 1908 (Yunanca Rehberlere Göre Meşrutiyette İzmir)
which composed of combining three separate guidebooks and translated by Prof. Dr. Engin
Berber is prepared and published because of the hundredth anniversary of 2nd Constitutional Monarchy. The most important proit of book’s publication is its shedding light on studies
relating to last years of Izmir and its bordering area and consequently Ottoman State at the
years of constitutional monarchy.
Key Words: Izmir, Constitutional Monarchy, Guidebook, 1876, 1908.
441
Taner BULUT
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Günümüz yaşamına yön veren
önemli tarihsel olayların yıldönümlerinde
bilimsel analizlerin yapıldığı çalışmalar ne
yazık ki bir elin parmaklarını geçemeyecek
kadar azdır. Bu alanda yapılmış çok
önemli iki çalışma yayına dönüşebilmiştir.
Tanzimat’ın 100. ve 150. yıldönümlerinde
basılan iki derleme bu çalışmalardan
başlıcalarıdır1. Ancak Meşrutiyet dönemiyle ilgili benzer geniş kapsamlı yayınlar son
yıllara kadar maalesef üretilememiştir.
II. Meşrutiyet2 üzerine yapılan
çalışmalar, son dönemde gözle görülür
bir şekilde artmıştır. Bu çalışmaların zirve
yaptığı nokta, hiç şüphesiz 100. yıldönümü
yayınlarıdır. Çalışmalar ağırlıkla ulusal ve
uluslararası sempozyum, kongre, konferanslar, araştırma kitapları, derleme kitaplar, belge kitaplar, süreli yayınlardaki
makaleler, sergi, ilm ve belgesellerden oluşmaktadır3. 2008 yılındaki 100. yıl
çalışmalarındaki yoğunluğa rağmen döneme ilişkin kitap yayınının, hele özgün
(telif) eserin neredeyse hiç olmaması büyük bir eksikliktir. Konunun en önemli
uzmanlarının başında sayılabilecek Tarık Zafer Tunaya Hoca’nın çalışması, hâlâ II.
Meşrutiyet döneminin siyasal yapısı konusundaki en temel başvuru kaynağı olmayı
sürdürmektedir4.
Tunaya, 1908’den 1918’e kadar süren Osmanlı Devleti’nin son yıllarına denk
gelen İttihat ve Terakki iktidarını iki ana döneme ayırır. İlki, 1908-1913 arası İttihat
ve Terakki’nin çoğulcu iktidar dönemidir. İkincisi “Babıâli Baskını” (23 Ocak 1913)
sonrasında başlayan ve Mondros Mütarekesi’ne kadar süren tek parti dönemidir5.
Tarık Zafer Tunaya’nın bu konudaki bilinen en temel yaklaşımı -bizim de
tamamen katıldığımız şekliyle- II. Meşrutiyet döneminin, Cumhuriyet’i, devrim1
2
3
4
5
Tanzimat’ın 100. yıldönümünde yapılan etkinlikte sunulan 33 makalenin derlendiği iki ciltten
oluşan eser için bkz.: Tanzimat 1 ve Tanzimat 2, (der.: Komisyon), Milli Eğitim Bakanlığı yayınları,
İstanbul, 1999, 1026 s. ; Toplam 40 makalenin yer aldığı diğer yıldönümü çalışması için bkz.:
Tanzimat’ın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu (Ankara, 31 Ekim – 3 Kasım 1989), TTK yay.,
Ankara, 1994, 580 s.
Yerleşik ifadesiyle “II. Meşrutiyet” deyimi kimi araştırmacılar tarafından eleştirilmektedir. Çünkü
aslında gerçekleşen olay, meşrutiyetin ikinci kez ilânıdır. Haklı sayılabilecek bir eleştiri olmasına
rağmen, ifade literatürde bu şekliyle yer etmiştir. Bu nedenle çalışmada genel geçer olan deyim
aynen kullanacaktır.
Bütün hepsine yer verilememiş olmasına rağmen II. Meşrutiyet’in 100. yılı nedeniyle düzenlenen faaliyetler ve yapılan yayın çalışmalarının derlendiği bir bibliyografya çalışması için bkz.:
Serhat Aslaner, “100 Yıl Sonra II. Meşrutiyet”, Dîvân, (Disiplinler Arası Çalışmalar Dergisi), 13/25
(2008/2), s.s.175-214.
Bkz.: Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasî Partiler, C.I: İkinci Meşrutiyet Dönemi, 2. Baskı, Hürriyet Vakfı yay., İstanbul 1988, 668 s.
Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Gelişmeler (1876-1938), İkinci Kitap: Mütareke, Cumhuriyet ve
Atatürk, 2. Baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi yay., İstanbul, 2003, s.165, 176.
442
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Berber, İzmir 1876 ve 1908
leri ve günümüze kadarki Türk siyasal yaşamını daha iyi anlayabilmek için adeta
bir “siyaset laboratuarı”6 olduğudur. Bu nedenle dönem çok iyi analiz edilmelidir.
Tunaya’nın işaret ettiği yıllar, İttihat ve Terakki’nin çoğulcu iktidar dönemine denk
gelmektedir.
Tunaya, “İkinci Meşrutiyet bugünün kapılarını açan anahtarları verecek bir devredir. Osmanlı İmparatorluğu, tarihin bu sayfasında en kritik anlarını yaşamış, bu devrede
tarihe karışmıştır. Fakat yeni bir Türkiye’nin doğum sancıları da İkinci Meşrutiyet yılları
içindedir. Meşrutiyet, yaşamak için çırpınan ve düşünen bir süredir. Bir imparatorluğun
geçmişine, haline ve geleceğine ait bütün sorular 1908’den itibaren büyük bir açıklıkla
sorulmuş ve cevaplar aranmıştır. Siyasî ikir cereyanları kaynaklarını bu arayıştan alırlar”7
diyerek günümüzde dahi siyasal yaşamda görülmekte olan ayrışmaların kaynağını
bu yıllara göndermekte8 ve “Meşrutiyet, Türkleri imparatorluk formülünden demokratik
bir Cumhuriyet formülüne iletmiş olan bir köprüdür. Ne yazık ki, uzun yıllar araştırılmamış,
incelenmemiş, küçümsenmiş ve ihmal edilmiş bir zaman parçasıdır. Bugünün insanı, üzerinde hâlâ tesir icra eden bir devreyi bilmekle ödevlidir”9, diyerek dönemin araştırılmasının
ne kadar önemli olduğunu sitemkâr bir dille öğütlemektedir.
Prof. Dr. Engin Berber, bu yayını hazırlamakla adeta Tarık Zafer Tunaya’nın
bıraktığı ödeve sahip çıkmakta ve yayın hayatına kazandırdığı bu eserle alanındaki
çok önemli bir eksikliği gidermektedir10.
Cumhuriyet’in siyasi tarihi dikkate alındığında 1989 yılı önemli olaylar zincirinin yıldönümüdür; Fransız İhtilali, Tanzimat’ın 150. yılı, İttihat ve Terakki’nin
kuruluşunun yüzüncü yılı ve Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcının 70. yılı. Ancak, Prof.
Dr. Berber’in, 2008 yılının da bu tarihsel sürecin bir devamı olduğuna ilişkin şu cümlelerle yaptığı tespit oldukça yerinde bir değerlendirmedir: “23 Temmuz 1908 günü
ikinci kez ilan edilen Meşrutiyet, söz konusu zincirin eksik halkalarından biri ve Türk siyasal yaşamıyla çağdaşlaşma tarihimizde son derece önemli bir dönemeçtir. Abdülhamit’in
baskıcı rejimine son veren bu anlamlı olayın yüzüncü yıl dönümü, içinde bulunduğumuz
2008 yılına rastlamakta olup anılması son derece doğaldır. Bir akademisyen olarak bizi
memnun eden, bu doğal durumun kadrosu, örgütleri, toplumsal tabanı, ideolojisi, eylem ve
6
7
8
9
10
Tunaya, a.g.e., s.s.161-162.
Tarık Zafer Tunaya, Hürriyetin İlânı: İkinci Meşrutiyet’in Siyasî Hayatına Bakışlar, İstanbul Bilgi
Üniversitesi yay., İstanbul, 2004, s.XI.
Tunaya, aynı çalışmasını sonlandırırken yaptığı analizde İttihat ve Terakki’nin niteliğini
şu ifadelerle belirtmiş ve bu niteliğin Millî Mücadele’ye ve Cumhuriyet’e nasıl yansıdığını
söylemiştir: “Millî (Türkçü) ve laik bir devlet ve hukuk nizamı ideali, oligarşik baskılarına rağmen,
İttihat ve Terakki’nin müspet görüşü sayılabilir. Bu ideal ve kısmen varılmış olan gerçekleşmeler,
TBMM Hükümeti kanalı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin etik (manevi) temelini teşkil etmiştir. Müdafaa-i
Hukuk Hareketi de, geniş bir nispette, memleket içindeki İttihat ve Terakki teşkilâtına dayanarak taazzuv
etmiştir (şekillenmiştir)”. Tunaya, a.g.e., s.s.65-66.
Tunaya, a.g.e., s.XII.
Bu çalışma, Prof. Berber’in bu konudaki tek çalışması değildir. Yunanca basılmış rehber, takvim
ve yıllık türündeki yayınlar üzerine kaleme aldığı çalışmaları için bkz.: Engin Berber, İzmir 1920:
Yunanistan Rehberinden İşgal Altındaki Bir Kentin Öyküsü, Akademi Kitabevi, İzmir, 1998; Engin
Berber, “Yunanca Bir Kaynaktan Balkan Savaşları Öncesinde Makedonya ve Trakya”, Karadeniz
Araştırmaları, 2/7 (2005/Güz), s.s. 97-130 ve Engin Berber, “Osmanlı Kentini Tanımada Kaynak
Olarak Yunanca Takvim ve Rehberler”, Kebikeç, Sayı: 17 (2004), s.s. 41-72. Ayrıca, Berber’in yer
verdiğimiz bu ikinci makalesinin İngilizcesi de yayınlanmıştır: Engin Berber, “Calendars and
Guidebooks in Greek Language as Sources for Getting to Know an Ottoman City”, Frontiers of
Ottoman Studies: State, Province and the West, Volume II, Tauris, London, 2005.
443
Taner BULUT
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
sonuçlarıyla II. Meşrutiyet’i yeniden ele alacak bilimsel toplantıların yapılmasına ve elinizde
tuttuğunuz gibi yayınların basılmasına aracılık etmesidir.”11.
Prof. Berber’in bahsettiği yayınlardan bazıları rehberler, takvimler ve
yıllıklardır (salnameler). Bu yayınların içeriğinde yer alan derlenmiş bilgi ve
açıklamalar, dönemin toplumsal, ekonomik, siyasal, idari, demograik v.b. yapısına
ilişkin çok önemli veriler sunmaktadır. Prof. Berber’in çalışmasında yer verdiği rehberler de dâhil olmak üzere 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında yayınlanan bu rehberler, takvimler ve yıllık türevindeki yayınlar, İzmir ve çevresinin ve dolayısıyla da
Osmanlı Devleti’nin son yıllarına ışık tutabilmektedirler12.
Bilindiği üzere İzmir, tarihi boyunca hep önemli bir liman kenti olmuştur.
Anadolu topraklarının Avrupa’ya denizden açılan kapısı konumundadır. Osmanlı
Devleti’nin İstanbul’dan sonra ikinci büyük kozmopolit kentidir ve Prof. Berber’in
ifadesiyle; “Doğu Akdeniz’in en büyük ihracat metropolü olan” İzmir, “o tarihlerde Rum,
Ermeni, Yahudi, Levanten ve Avrupalı çok sayıda gayri Müslimin de yaşadığı bir şehirdi.
Büyük bir kısmı, Osmanlı millet sistemine dâhil olan İzmir’deki gayri Müslimlerin, kendi
dillerinde basılmış kaynaklar üzerinden İzmir’e bakmak, şehrin geçmişine ilişkin bilinmeyenlerin ortaya çıkmasına katkıda bulunduğu gibi, Türkçe kaynakların sunduğu bilgileri sorgulama şansı da vermektedir. Kuşkusuz bunun tersi de doğrudur.”13.
İzmir’in uluslararası ticaret yollarının içinde bulunan önemli bir liman
kenti olduğu göz önüne alındığında, rehberlerin yalnız bir kentin ve ya bir liman
merkezinin iktisadi görünümünü değil, dönemin dünya ticaret yapısının nasıl
olduğuna ilişkin önemli ipuçlarını da barındırdığını söylemek gerekir.
Elinizdeki kitap, yalnızca tercüme edilmiş bir çeviri kitabından öteye
geçmektedir. İki tane Yunanca basılmış rehberin çevirisiyle birlikte, bir tane de eski
yazıyla basılmış Osmanlıca rehberin transkripsiyonunun bir araya getirilmesi ile
oluşturulmuş yeni bir derleme çalışmasıdır. Prof. Berber, yayına hazırladığı kitaba
makale tadında bir sunuş yazısı ekleyerek okuyucuya ayrıca bir ön bilgi de vermektedir. Ayrıca kitapta, çevirisi yapılan rehberlerde yer verilen konular ve İzmir’le ilgili
resim, fotoğraf ve belgelere bolca yer verilmesi, çalışmayı oldukça zenginleştirmiştir.
Kapağında “Meşrutiyet’in 100. Yıldönümü Anısına” armasıyla basılan kitap,
İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı’nın yayımladığı klasik kitap formundadır.
Kapakta kullanılan resim, II. Meşrutiyet’i temsilen dönemin gazetelerinden biri olan
“Ahenk”te yayınlanmıştır. Prof. Berber, kitabın kapağında kullanılan resmin seçilme
nedenini, “İzmir’in Türkçe gazetelerinden Ahenk’in, Meşrutiyet’in birinci yıldönümüne
rastlayan 23 Temmuz 1909 tarihli nüshasının birinci sayfasına yansıyan coşku görülmeğe
değer. ‘Yaşasın Millet’ ve ‘Yaşasın Padişahımız Sultan Mehmet Han-ı Hâmis Hazretleri’
gibi tümceler, rengârenk çiçekler, Osmanlı Devleti’nin arması ve kırmızı-yeşil Osmanlı
11
12
13
İzmir 1876 ve 1908 (Yunanca Rehberlere Göre Meşrutiyette İzmir), (çev.: Engin Berber), İzmir Büyük
Şehir Belediyesi Kültür yay., İzmir, 2008, s.XI.
Prof. Berber, bu dönemde İzmir ve art bölgesi üzerine yayınlanmış söz konusu türdeki Yunanca
yayınların sayısının azımsanmayacak kadar çok olduğunu belirtmektedir. Bu yayınlardan bir
kısmı o kadar ayrıntılı bilgiler içermektedir ki, yayınlanmış resmi yıllıklarda (örneğin Sâlnâme-i
Vilâyet-i Aydın) dahi o kadar bilgiye ulaşmak mümkün değildir. Bkz.: Berber, “Osmanlı Kentini
Tanımada…”, s.s.46, 49.
İzmir 1876 ve 1908…, s.XII.
444
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Berber, İzmir 1876 ve 1908
bayraklarının süslediği söz konusu sayfayı, kitabımızın kapağına aktarmamız bundan” sözleriyle açıklamaktadır14.
Kitapta çevirisi yapılan rehberlerden ilki, Th. K. ve S. K. tarafından
hazırlanarak 1875 yılında İzmir’de basılan “1876 Artık Yılına (Ait) İzmir Takvimi
ve Rehberi” isimli çalışmadır. Prof. Berber’in kitaba yazdığı “Sunuş” bölümünde
belirttiğine göre, İzmir’de basılan ve “İzmir” başlıklı ilk takvim ve rehber budur.
Rehberin orijinali, iki ana başlık ve dört bölümden oluşmaktadır. “Takvim” başlıklı,
yaklaşık yirmi sayfalık ilk bölüm ve ikinci bölümün sonunda yer alan üç sayfalık
vakıf mülklerinin kullanımını düzenleyen bir nizamname, doğrudan İzmir’le ilgili olmayan genel bilgilere yer verdiği için Türkçeye çevrilmemiştir. İzmir’i her
yönüyle büyüteç altına alan “Rehber” başlıklı ikinci bölüm ise “Reklamlar” kısmıyla
birlikte çevrilerek kitaba konulmuştur15.
İzmir üzerine çalışacak araştırmacılara yol göstermesi amacıyla rehberde
yer verilen faaliyet alanlarının başlıklarının bu tanıtım yazısında bir kez daha
sıralanması yararlı olacaktır. 1875 tarihli rehberde yer alan meslek dalları, meslek
grupları ve diğer bilgiler şunlardır: Yerel yöneticiler, dini yöneticiler, ibadethaneler,
mezarlıklar yabancı yetkililer, eğitim kurumları, öğretmenler, kütüphane ve müzeler, okuma salonları, dernekler, kulüpler, hayır kurumları, tiyatrolar, gazete ve
dergiler, matbaalar, taşbasma atölyeleri, kitap dükkânları, kırtasiye dükkânları,
mücellithaneler, münevverler (avukatlar, doktorlar, göz doktorları, aşı yapanlar, diş
hekimleri ve eczacılar), sanatçı ve sanatkârlar, bankalar, döviz simsarları, tüccarlar,
tüccar simsarlar, nakliye simsarları, postaneler, acenteler, sigorta şirketleri, oteller,
tütün işletmeleri, pastaneler sınaî işletmeler, bayındırlık işleri, istasyonlar, buharlı
vapurların varış ve ayrılış saatleri, vapur taşıma tarifesi, telgraf ücret tarifesi ve
reklamlar.
14
15
A.g.e., s.s.XI-XII.
A.g.e., s.XIV.
445
Taner BULUT
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Rehberin ayrıntılarına göz gezdirildiğinde bazı dikkat çekici hususlar göze
çarpmaktadır. “Yabancı Yetkililer” başlıklı bölümde İzmir’de bulunan yabancı ülke
konsolosluklarının adresleri ve çalışanları listelenmiştir. Sonradan ulaşılması vakit
gerektirecek bu bilgiler hazırlanan bu listeyle oldukça pratik hale getirilmiştir. Listeden, 1876 yılında İzmir’de 16 ülke konsolosluğunun bulunduğunu öğreniyoruz16.
Rehberde tasnilenmiş eğitim kurumlarıyla, özel dersler veren öğretmenlerin
sayısındaki çokluk ve çeşitlilik, İzmir’deki eğitim-öğretim hayatının ne kadar üst
düzeyde olduğunun bir göstergesidir17. Rehberde derlenmiş listeye göre İzmir’de
basılan gazete ve dergilerin sayısı toplam 17’dir. Ayrıca 18 matbaa, iki taşbasma
atölyesi, Bitpazarı sokağında bulunan Türkçe kitapçılar hariç 10 kitap dükkânı, beş
kırtasiye ve beş tane mücellithanenin varlığı İzmir’in kültür hayatının yüksekliğini
ispatlar niteliktedir. Ayrıca, 52 gibi inanılmaz bir sayıda doktor, 32 eczacı, üç göz
doktoru, üç aşıcı ve beş diş hekiminin bulunması İzmir’in sağlık yaşamının nispeten
kontrol altında olduğunu göstermektedir18. Bu yönleriyle İzmir, adeta Avrupai bir
modern kent görünümü sunmaktadır.
Rehberin ticaretle ilgili bölümlerinde aktarılan listelerin yoğun içeriği,
İzmir’in renkli uluslararası ticaret hayatına ilişkin önemli ipuçları vermektedir.
Listelerde görülen 14 buharlı gemi işletmesi, 23 sigorta şirketi, 8 otel, Osmanlı
dışında 6 ülkeye ait postane, 9 döviz simsarı ve 10 banka bu durumu izah etmeye
yetecektir19.
Kitabın ikinci bölümünü oluşturan rehber ise, Mihal İ. Mihalidis’in kaleme
alıp İzmir’deki Amalthia Matbaası’nda bastırdığı “1908 Yılına (Ait) Dünya Ticaret
Rehberi” isimli yayındır. Fransızca da basılmış olan 556 sayfalık rehberin 28 sayfası
İzmir’i konu edinmiştir. Prof. Berber’in çevirerek kitaba dâhil ettiği kısım bu bölümdür20.
Mihal İ. Mihalidis, rehber için yazdığı önsözde; “Uygar dünyanın her
köşesinde, her yıl, baskı sayısı yüksek ve içindeki ilânlara büyük paralar harcanan ticaret
rehberleri yayımlanır. Çünkü bu rehberlerin, her tür ürünün tüketilmesine ve tanınmasına
önemli ölçüde katkı koyduğu anlaşılıyor ki, biz de bunların yararı henüz iyi anlaşılamadı.
Yıllardan beri, dünyanın her yerindeki soydaşlarımızın eksikliğini hissettiği ‘Dünya Ticaret Rehberi’ne olan gereksinim, bizi suretle bu eksikliği gidermeğe itti”21 diyerek, rehberi neden ve kimler için hazırladığını açıkça ifade etmiştir. Prof. Berber’in de
vurguladığı üzere Mihalidis, rehberi hazırlarken hedef kitlesi olarak “soydaşlarımız”
diye seslendiği Yunanlıları seçmiştir.
Rehber, “Bizim Çalışmamız Hakkında Yunan Basınının Değerlendirmesi” başlığı
altında İzmir ve Atina’da basılan Yunanca gazetelerin değerlendirme yazılarından
alıntılarla başlıyor. Rehberin yayınlandığı dönemdeki şehrin idarecileri, dini yöneticiler, eğitim ve kültür kurumları ve İzmir’in ticaret hayatını anlatan bölümlerle devam ediyor. İzmir’de ticaret, sanayi, bilim ve teknik gibi alanlarda faaliyet gösteren
16
17
18
19
20
21
A.g.e., s.30.
Eğitim kurumları ve öğretmen listesi için bkz.: A.g.e., s.s.31-36.
A.g.e., s.s.39-45.
A.g.e., s.s.47, 55-59.
A.g.e., s.XIV.
A.g.e., s.78.
446
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Berber, İzmir 1876 ve 1908
kişiler, yapılan işler ve işyerleri hakkında alfabetik sırayla bilgiler verilmektedir.
Şehrin Türk idarecileri dışında, rehberde listelenen şahısların neredeyse tamamı
gayrimüslimlerdir. Rehberin sayfalarında bazı işyerlerinin adreslerini gösteren kartvizitlerin reklam olarak kullanıldığı görülmektedir. Bu da rehberin ticari bir gelir
kaygısıyla hazırlandığı izlenimini güçlendirmektedir.
Bu rehberde yer verilen konu başlıkları ise şunlardır; çalışma hakkında Yunan
basınının değerlendirmesi, İzmir, kordiplomatik, ticaret sanayi, kilden (yapılma)
çanak çömlek, gazoz, satış salonları, tuz şemsiye, un, değirmenler, araba yapımcıları,
çiçek satıcıları, mümessiller, koloni malları, sarralar, saban yapımcıları, arkeolog,
eski halı, mimarlar, sigortalar, buharlı gemi şirketleri meşe palamudu (ihracat), meşe
palamudu (ithalat), meşe palamudu (simsarlar), pamuk varilciler, boyacı dükkânı,
mücellithane, kitapçılar, sanayi mamulleri, tereyağı, tabakhaneler, taşkömürü,
kaytan (pamuk veya ipekten yapılan ip, sicim), tahıl (tüccar), tahıl (simsarlar), deriler
(mamul), deriler (ham), avukatlar, optik dükkânları, parşömen dükkânları, bakkallar,
denizcilik malzemeleri, lüks mallar, seyahat malzemeleri, balık malzemeleri, yağlar,
bakkaliye tüccarları, tüccar terzileri, konfeksiyon, emanetçiler, taşeronlar, mobilyalar, yünlüler, mermer cilalama, lokantalar, gazeteler, pastaneler (buharlı), pastaneler, birahaneler, ressamlar, elektrik malzemeleri satanlar, doktorlar, sandalyeciler,
sepetçiler, yaprak tütünler, çiviciler, mumcular, piyanocular, tahta kutular (fabrika),
karton kutular, tahta kutu satanlar, konyak imal edenler, kornişçiler, kuyumcular, berberler, soğan, tenekeciler, taşbasma atölyeleri, lokumcular, makarnacılar,
sakız satıcıları, döviz komisyoncuları, maden ocakları, maden suyu, ipek satıcıları,
ipek böceği kozası satıcıları, ipekli, mühendisler, tornacılar, kuruyemiş (satanlar), kuruyemiş (simsarlar), parfüm imalatı yapanlar, baharat dükkanları, nakliye
simsarları, moda, iplik satıcıları, oteller odun tüccarları, bıçkı sahipleri, diş hekimleri, alkollü içki ve şarap imalathaneleri, alkollü içki bayileri, afyon, silah satıcıları,
buz imalathanesi, pamuklu kumaş, bisikletçiler, pirina fabrikaları, dikiş maki-
447
Taner BULUT
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
neleri, boş çuval, sabun imalathaneleri, sigara kâğıtları, demir malzemeler, demir
tüccarları, haddehaneler (ham demirin eritildiği büyük ocak, fırın), harf dökümhaneleri,
urgan satıcıları, doğu halıları, halı fabrikası, postalar, bankalar, bankacılar, matbaalar, kaplıcalar, zücaciye (imal edenler), zücaciye (satanlar), mobilya malzemeleri,
ayakkabıcılar, eczaneler, ecza ticareti, fotoğrafçılar, helvacılar, Halep malları, bakır,
kırtasiye dükkânları, kimyagerler, para kasaları, boya ve yumurta.
İş kolları, meslekler ve sayılara göz atıldığında 1876 yılı rehberine göre bu
rehberin, ticaret yaşamına dair derlemesinin daha ayrıntılı olduğu dikkat çekmektedir. 1876 ve 1908 rehberleri karşılaştırıldığında iş kollarının ve esnaf sayısının
çeşitlenerek arttığını söylemek mümkündür. Bu çeşitliliğin sebebi, 1880’lerin
sonlarında demiryolu hattının uzatılması, 1885’te ticaret borsası ve hemen ardından
1886’da zahire borsasının kurulması sayılabilir22.
Ayrıca 1908 ticaret rehberinde, günümüzde geçerliliğini kaybetmiş veya
niteliğini değiştirmiş bazı meslek grupları ve ticarethane isimleri dikkatimizi çekmektedir; koloni malları, sarralar, saban yapımcıları, kaytan, lüks mallar, varilciler, tabakhaneler, emanetçiler, sepetçiler, çiviciler, mumcular, piyanocular ve ipek
böceği kozası satıcıları bunlardan bazılarıdır.
Prof. Berber’in Eski Türkçe’den yeni harlere aktararak kitaba koyduğu
üçüncü bölüm ise, “Yunanca Rehberlere Türkçe Bir Ek: (1914 Yılına Ait) İzmir Tüccaran
ve Esnafan-ı İslâmiyesine Mahsus Rehber” başlığını taşımaktadır. Kapağında “Hâsılat-ı
Umumiyesi Donanma-yı Osmanî Cemiyetine Aittir” ibaresi23 bulunan rehber, 1914 yılında
İzmir’de basılmıştır. Prof. Berber’in belirttiğine göre 36 sayfalık bu rehberin orijinal bir
nüshası İzmir Milli Kütüphane koleksiyonunda mevcuttur24.
Rehberin kim tarafından kaleme alındığı belli değildir. Başlangıcında “ticaret” ve “tüccar” kavramlarının açıklandığı rehberin, “milli iktisat” ve “milli burjuvazi”
ikrinin Türk düşünce dünyasında iilen yer almaya başladığı yıllarda “iktisadiyatın
Türkleştirilmesi”25 amacıyla yayımlandığı şu cümlelerle açıkça ortaya konulmuştur: “Evet!
Türkler bugün memleketlerinin iktisadiyatını, ticaretini ellerine almak ve memleketlerine
lâfzen değil maddeten ve hakikaten sahip olmak, bundan sonra onun hami’l-i ihtisasından biraz da kendilerini müteannim ve müsteit kılmak istiyorlar. Çünkü şimdiye kadar iktisadiyata
meyl ve rağbet etmeyişimizin bizi nasıl bir esir münzelesine indirdiğini artık idrak etmiştir,
bu fakr ve esareti yüzünden ihtiyacat-ı medeniye ve ictimaiyyesini tedarik ve tesviyeden aciz
kaldığını anlamıştır”26.
Rehberin son üç sayfasında Aydın, geri kalan kısmında ise İzmir’de bulunan Türk ve Müslüman tüccar, esnaf ve sanayicilerle bunlara ait işyerlerinin isim ve
adresleri iş kollarına göre alfabetik olarak listelenmiştir.
Türkçe rehberde yer verilen başlıklar ise şöyledir: eczaneler, ecza ve baharat depoları, İzmir’de icra-yı sanat eden etibba-yı İslâmiye, emanetçiler, Otel ve
22
23
24
25
26
Onur Kınlı, “İzmir 1876 ve 1908 (Yunanca Rehberlere Göre Meşrutiyette İzmir)”, (Tanıtım
Yazısı), http://www.siyasitarih.com/new/index.php?option=com_content&task=view&id=69&Itemid=1_
(20.08.2008).
İzmir 1876 ve 1908…, s.115.
A.g.e., s.XV.
A.g.e., s.XV.
A.g.e., s.117.
448
ÇTTAD,VII/16-17, (2008/Bahar-Güz)
Berber, İzmir 1876 ve 1908
misairhaneler, un ticarethaneleri, iplik tüccarları, bakkaliye mağazaları, tüccarlar, tuhaiye mağazaları, terzihaneler, telefon, haffaf (ayakkabı, terlik, kavaf) esnafı,
deri ticarethaneleri, saat ticarethaneleri, şekerciler, saraçlar, şişe ticarethanesi, taşçı
esnafı, takımcı esnafı, fes mağazaları, fırıncılar, kunduracılar, kütüphaneler, kereste
tüccarları, lokantalar, malzeme-i inşaiye (inşaat malzemeleri) ticarethaneleri, manifatura ve mağazalar, mısırcı mağazaları, “Şifa” eczanesi ve eczane-i umumi.
Ayrıca yukarıda sıraladığımız başlıklara ek olarak Bosnalı Hacı Hasan Ağa
Mahdumları Ticarethanesi, Aydın’ın Ömer ve Muharrem sabunları ve tüccar Ömerzade
Mustafa’nın da içinde yer aldığı Aydın ili ticari hayatına ilişkin ek bilgilere de yer
verilmiştir.
1908 yılı rehberinden sadece altı yıl sonra hazırlanmış bu Türkçe rehber
incelendiğinde27, I. Dünya Savaşı’nın etkisine rağmen hiç de azımsanmayacak miktarda Türk ve Müslüman nüfusun İzmir’in ticaret hayatında yer aldığı görülmektedir. Diğer bir ifadeyle bu durum, ticaret hayatının yalnızca gayrimüslimlerin
elinde olduğu savını çürütür niteliktedir. 1914 yılına ait 1908 yılı rehberi gibi çalışma
elimizde olmadığı için Türk ve gayrimüslim nüfus arasında bir karşılaştırma yapmak mümkün değildir. Ancak, milliyetçi bir bakış açısıyla bu son iki rehberin
hazırlanması hatalıdır. Çünkü bu nedenden dolayı dönem üzerine yapılacak
değerlendirmelerde bir eksiklik olacağı açıktır.
Prof. Berber’in de belirttiği gibi, yayınlanmış bu rehberlerin çevirilerinin
yapılıp derlenmesiyle, “Meşrutiyet’in ilân edildiği 1876 ve 1908 yılında İzmir’i idari,
sosyal ve ekonomik anlamda tanımlayan bir fotoğraf çekilmiş oluyor”28.
Elinizdeki kitabın İzmir tarihi çalışmalarına büyük katkıları olacağı kesindir. Prof. Dr. Engin Berber’in bu derlemeyi hazırlamak için çok yoğun bir mesaiyi
ortaya koyduğu görülmektedir. Başta kitabı hazırlayan Prof. Berber olmak üzere,
kitabın basılarak yayın hayatına kazandırılmasında emeği olan herkes, kutlanmayı
fazlasıyla hak etmektedir. Umarız Prof. Berber’in bu değerli çalışması, İzmir
dışındaki kentlerle ilgili veya İzmir için yapılacak benzer çalışmalara öncülük etmiş
olur.
Taner BULUT*
27
28
*
Bkz.: A.g.e., s.s.115-135.
A.g.e., s.XV.
Araştırma Görevlisi, Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü,
(taner.bulut@deu.edu.tr; bulutaner@hotmail.com).
449
Makale Gönderme ve Yazım Kuralları
1- Dergi, altı ayda bir olmak üzere yılda iki kez yayınlanır. Dergiye gönderilen
makalelerin bilimsel, özgün ve daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış olması gerekir.
Gönderilen makaleler, ilgili hakemler tarafından incelenir; olumlu onay verilmesi
durumunda dergide yayınlanır. Hakemlerin düzeltme yapılması önerisi olduğunda,
raporla birlikte makale yazarına gönderilip, düzeltme istenebilir. Gerekli düzeltmeler
metin üzerinde yapıldıktan sonra, makalenin hakemden gelen hali ile değişiklikler
yapıldıktan sonraki halinin, tekrar gönderilmesi gereklidir. Yayınlanmayan makaleler, sahibine geri verilmez. Makaleler, herhangi bir yerde sözlü olarak sunulmuş ise bu
durum dipnotta gösterilmelidir.
2- Makaleler, MS Word programında, 11 punto, Times New Roman karakteri
ile tek satır aralıklı ve iki yana yaslanmış olarak yazılır. Sayfa yapısı A4 olmalı; kâğıdın
sağ, sol, alt ve üst kenarları 4 cm boşluk bırakılmalıdır. Paragraf başlarındaki girinti
1,25 cm ve paragraf aralarındaki boşluk ise 6 nk olmalıdır.
3- Makalenin genel kurgusu sırasıyla şöyledir: Makale Adı, Unvansız Yazar
Adı, Türkçe Özet, Türkçe Anahtar Kelimeler; Makalenin İngilizce Adı, İngilizce Özet,
İngilizce Anahtar Kelimeler ve tam metin…
Makalelerin plan akışı ise; Giriş, Başlıklar (Alt başlıklı ise numara sıralı; örnek: 1.,
1.1., 1.2., 2., 2.1., 3. … gibi) ve Sonuç şeklinde düzenlenmelidir.
Özetler ortalama 150 sözcük; anahtar sözcükler ise en az iki, en çok altı
sözcük olmalıdır. Yazarın (akademik) ünvanı ve çalıştığı kurum, e-mail adresiyle
birlikte (istenirse) yıldız simgeli (*) dipnot ile sayfa altında gösterilir. Derginin editörü
tarafından, gönderilen yazılara standart görüntü oluşturmak için müdahale edilebilir.
4- Dipnotlar, sayfa altında bilimsel kaynak gösterme ölçütlerine uygun numara sıralı dipnotlama sistemiyle yapılmalıdır. Dipnotlar, bilgisayarda “ekle” komutuyla verilmeli ve 10 punto büyüklüğünde olmalıdır. Dipnotta verilen makaleler tırnak
içinde, kitaplar ise italik yazılmalıdır. Kaynaklar, ilk kullanımda tam künye halinde
(yayınevi, basım yeri, basım tarihi dahil) verilmelidir. Kaynak tekrarında yazar soyadı
ve kısaltılmış adı geçen kaynak verilmesi yeterlidir. (Örnek: Aybars, a.g.e., s. 123.)
5- Metin sonunda makale yazımında faydalanılan eserler “Kaynakça” başlığı altında
yazar soyadına göre alfabetik sırayla verilmelidir. Eğer kullanılan kaynakça çeşidi fazla ise;
kendi türü içinde sıra numarası verilerek gruplandırılmalıdır.
6- Tablo, resim, belge v.b. konulması durumunda bu kaynaklarla ilgili
tanımlama üstte; bilgiler ise kullanılan dokuman ya da kaynağın altında, parantez içinde verilir. Tablolar MS Word formatında hazırlanmalı ve sayfa düzenini
aşmamalıdır. Yatay olarak uzun hazırlanması gereken tablolar ise yalnızca tablonun
yer alacağı sayfanın yatay yapılması ile hazırlanmalıdır.
7- Makalelerde ek olarak yer verilecek belge, tablo, graik, resim, fotoğraf v.s. gibi
dokümanlar metin sonunda Kaynakça verilmeden önce EKLER başlığı altında numara sırasına
göre verilmelidir.
8- Örnek bir sayfa ve yazım düzeni için Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü
internet sitesinde yayınlanan derginin 12. ve sonraki sayılarına göz atılabilir.
(http://web.deu.edu.tr/ataturkilkeleri/tr/index.php)
9- Dergideki yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına ait olup, dergide yer
almasından sonra yazının bütün telif hakları Enstitümüze aittir. Enstitü’nün onayı olmadan başka bir yerde yayınlanamaz ve bilimsel alıntılar dışında çoğaltılamaz.