Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi / The Journal of International Social Research
Cilt: 10 Sayı: 54 Yıl: 2017
Volume: 10 Issue: 54 Year: 2017
www.sosyalarastirmalar.com
Issn: 1307-9581
http://dx.doi.org/10.17719/jisr.20175434590
MODERN DEVLET BAĞLAMINDA ORTAYA ÇIKAN EGEMENLİK KAVRAMI VE EGEMENLİĞİN
DÖNÜŞÜMÜ
THE CONCEPT OF SOVEREIGNTY EMERGED IN THE CONTEXT OF MODERN STATE AND
TRANSFORMATION OF THE SOVEREIGNTY
Utku AYBUDAK•
Öz
21. yüzyılda devlet denildiğinde anlaşılan yapının mevcut şeklini alması yüzyıllar süren bir dönüşümle gerçekleşmiştir.
Batı’da siyasal iktidarın Vatikan’ın etkisinden kurtulması büyük çatışmaların neticesinde yaşanmıştır. Her ne kadar Papalık kurumu
orta çağda iktidara ortak olarak hareket ediyorduysa da siyasi iktidara meşruiyet zemini de sağlamaktaydı. Dünyevi iktidar dini
iktidarın ortaklığından kurtulduğunda gücünü meşrulaştırmak için farklı teoriler geliştirmek durumunda kaldı. Bu teorilerin en
bilineni de egemenlik kavramıdır. Klasik anlamıyla monarkın elinde olan egemenlik, Fransız Devriminden sonra ulusların egemenliği
dönemi başlamıştır. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısıyla beraber küreselleşme, ulus devletin egemenliğini bölmekte ve
sınırlandırmaktadır. Bu sınırlamalar neticesinde ortaya klasik manasından uzak bir egemen tasviri çıkmaktadır. Çalışmada egemenlik
kavramının ortaya çıkışı, yaşadığı dönüşüm ve bu dönüşümün değerlendirilmesi yapılmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Egemenlik, Sekülerleşme, Modernlik, Ulus Devlet, İktidar.
Abstract
The state structure of the present day has emerged with a transformation of centuries. In the West, the liberation of the
political power from the influence of the Vatican was the result of great conflicts. In the medieval period, Papacy became a powersharing partner. This symbiotic relationship provided legitimacy to political power. The secular power had to develop different theories
in order to legitimize its power when it escaped the partnership of religious power. The most famous of these theories is the concept of
sovereignty. In time, sovereignty has liberated itself from the religious meaning and acquired a secular one. Sovereignty, which was
essentially in the hands of the monarch, turned into a concept to be used by the nation after the French Revolution. Thus the period of
sovereignty of nations began. But globalization divides and limits the sovereignty of the nation-state. As a result of these limitations,
sovereignty is moving away from its classical meaning. The emergence and transformation of the concept of sovereignty will be
discussed in the study.
Keywords: Sovereignty, Secularization, Modernity, Nation State, Power.
GİRİŞ
Başlangıç ve bitiş tarihleri üzerinde ihtilaflar olsa da Batı Roma İmparatorluğunun çöküşünden
İstanbul’un fethi, Rönesansın başlangıcı yahut Amerika’nın keşfine kadar geçen süre Orta Çağ olarak
adlandırılmaktadır. Bu tarihsel sürecin önemli bir kısmında feodal siyasi ve toplumsal yapı söz konusudur.
Ancak yaklaşık olarak 14. yüzyıl sonu 15. yüzyıl başı gibi bir dönemde iktidar ve otorite üzerinden Kilise ile
dünyevi iktidarlarının çekişmesi söz konusudur. Bu çekişmenin; burjuvazi gibi yeni toplumsal sınıfların
ortaya çıkması, sermayenin sınırsız artırımını ön gören bir iktisadi düzenin yavaş yavaş feodal ekonominin
yerini alması gibi harici gelişmeler ışığında nihayete erdiği söylenebilir. Esasında olan Batı’da devlet
düzeninin, toplumsal yapının kapitalizme uygun düşecek biçimde kabuk değiştirmesi hadisesidir. 16.
Yüzyıla gelindiğinde devlet dediğimiz yapı bugün anladığımız manada modern devlet olmaya doğru
evrilmiş ve hüküm sürdüğü topraklarda merkezin iktidarına ortak olacak unsurları da ortadan kaldırmaya
başlamıştı. Merkezi devlete ruhunu katan egemenlik olgusu ise tüm bu gelişmelerin ışığında siyasi
düşünceler tarihine yeni bir kavram olarak girmiştir. Egemenlik mefhumunu bünyesinde barındıran devlet;
mutlak, bölünmez, parçalanmaz ve “bir” olma özelliğine sahip en üstün güç anlamına gelen modern
egemenlik anlayışını taşımaktadır. Artık Orta Çağ’da olduğu gibi iktidarlar güçlerinin ilkelerini Tanrıdan
almamakta, tamamen kendinden kaynaklanan bir güç ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Gücün ilkesi ile
kullanımı birleştirilmekte, “tek”, “soyut” ve “sürekli” bir varlığa verilmektedir.
Modern devletin ruhunu meydana getiren egemenliğin doğum tarihi olan 16. Yüzyıldan bu yana
egemenlik kavramı, devletin değişimiyle birlikte çok farklı vaziyetlere bürünmüştür. Ortaya çıktığı
dönemde klasik egemenlik olarak nitelendirilen kavram, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında belli
gelişmeler sonucunda sınırlandırılmış ve bazı özelliklerini kaybetmiştir. Son yüzyılda ise özellikle
•
Arş. Gör., Uşak Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü.
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
Cilt: 10 Sayı: 54
The Journal of International Social Research
Volume: 10 Issue: 54
küreselleşme ve ulus üstü örgütler, ulus devletin dayandığı egemenliği de yıpratmakta, egemenliğin klasik
anlamından çık farklı manalara bürünmesine neden olabilmektedir.
Çalışmada egemenlik kavramının anlamı, tarihsel ve felsefi temelleri ile devlet ile olan ilişkilerine
değinildikten sonra geçirdiği değişim ve dönüşümlere değinilecektir. Tarihsel olarak bakıldığında öncelikle
dünyevi iktidarın kiliseye hem teorik hem pratik düzeyde üstünlük sağlaması ile klasik anlamına kavuşan
egemenlik kavramı, modern devletin ve teknolojik imkânların ortaya çıkmasıyla beraber ilk olarak sınırlarını
hiç olmadığı kadar genişletip insan bedeni üzerinde de iktidarını tesis etme girişimlerinde bulunmuş ve
literatürde biyo-politik iktidar olarak tanımlanan kavramın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ancak daha sonra
küreselleşmenin, çok uluslu şirketlerin, uluslar arası ve ulus üstü örgütlerin modern devletin iktidar ve
egemenlik alanını daraltması sonucunda kavram da klasik anlamından kopmuş ve klasik anlamıyla
uygulanamaz bir biçime bürünmüştür.
Bu çalışma egemenlik kavramının geçirdiği dönüşümü ve kavramın klasik anlamından kopuşunu
izah ettikten sonra sonuç bölümünde egemenliğin yeni kullanım biçiminin bireye daha büyük bir özgürlük
alanı sağlayıp sağlamadığı sorusunu tartışacaktır. Ulus devletlerin gerilemesi, yerelleşme/bölgeselleşme gibi
unsurlar genelde post-modern dönemin siyasi alana yansımaları olarak görülmektedir ve bu gelişmelerin
bireyin özgürleşmesi açısından faydalı olacağı kanaati hâkimdir. Bu kanaatin, daha sonraki çalışmalara da
konu teşkil etmesi açısından tartışmaya açılması da çalışmanın sonuç bölümünde gerçekleştirilmek istenen
amaçlardan bir tanesidir.
Egemenlik kavramı, Türk dil kurumu sözlüğüne göre, “milletin ve onun tüzel kişiliği olan devletin
yetkilerinin hepsi, hâkimiyet ve hükümranlıktır (www.tdk.gov.tr, 2014). Ansiklopedik hukuk sözlüğünde
egemenlik, yine bir devletin başka bir devletin boyunduruğu altında bulunmamasını ifade eder. Bir başka
ifade ile devletin kendi kendini yönetebilmesidir (Özcan, 1980: 183). Her ne kadar burada terimsel bir
tanımlama yapılmış olsa da egemenlik kavramının kapsamlı anlamını karşılamamaktadır.
Egemenlik devlete ilişkin üstün bir gücü, devletin içinde auctoritas (iktidarın ilkesi) ve potestas
(iktidarın kullanımı) birleştiren, ama ikisi arasındaki ayrımın varlığını da netleştiren bir kavramdır
(Ağaoğulları, 1989: 22; Mairet, 2005: 218).
Duguit; “kamusal güç, devlet gücü, siyasi otorite, bütün bu deyimleri eşanlamlı kabul ediyor ve
egemenlik sözcüğünü kullanıyorum, çünkü bu sözcük en kısa ve en kullanışlı olanıdır” (Duguit, 2005: 379)
diyerek egemenliği, oldukça kapsamlı bir tanım çerçevesine oturtmuştur.
Bodin’e göre egemenlik, yurttaşlar ve uyruklar üzerindeki en yüksek, en mutlak en sürekli güçtür. O
egemenlik ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Egemenlik bir devlet tarafından yetkilendirilen mutlak ve
daimi güçtür. Buna Latincede ‘majestas’denir. Bu gücü daimi olarak tanımlamamın sebebi, mutlak gücün bir
kişiye veya bir grup insana belirli bir süre için verilmesinin de mümkün olmasıdır, bu süre dolunca bu
kişiler yeniden tebaa olurlar. Bu nedenle gücün zevkini çıkarırken bile egemen hükümdarlar olarak
görülmezler, ancak egemen hükümdarın yardımcıları ve vekilleri olarak kabul edilirler, prens veya halk
hediyesini alana kadar. Gerçek egemen, güce her zaman sahip olandır” (Akt. Alatlı, 2010: 844)
Grotious egemenliği, eylemleri bir başkasının denetimine bağlı olmayan, yaptıkları ve başkasının
iradesiyle geçersiz kılınamayan bir güç olarak tanımlanmaktadır (Akt. Ağaoğulları vd, 1994: 94) Jellinek ise
egemenliği, örgütlenmiş bir insan topluluğunun salt hukuksal olarak kendini yönetme yeteneğine sahip
olması olarak tanımlamaktadır. Buna göre devletin varlığı için bir güce ihtiyaç bulunmaktadır.
İktidar ile egemenlik arasındaki ilişkiye değinmek de kavramın anlaşılması açısından faydalı
olacaktır. Kendini iktidar olarak tanımlayan ile egemen olarak tanımlayan arasında aynılık söz konusu
değildir. Bunun örneği, ortaçağdaki devlet anlayışıdır. Ortaçağ’da iktidar problemi ortaya çıkmış olsa bile
devlet düzeyinde bir egemenliğin varlığı söz konusu değildir. Bu dönemde özellikle Papa’nın Tanrı
tarafından yetkilendirildiğine dair inanç, Papa’nın egemen olduğu anlamına gelmemektedir. Egemenlik;
yalnızca dindışı iktidar olarak kendini düşünen, düşünmese bile böyle uygulanan bir iktidara uyar.
Egemenlik, iktidara ilişkin bütünüyle laikleştirilmiş bir anlayışı ve iktidarın sadece din dışı güç olarak
tanımlanmasını gerektirir (Mairet, 2005: 216). Buradan hareketle, her iktidarın egemen olmadığı, egemen
olanın ise mutlak olarak iktidar olması gerektiği çıkarımına varılabilir.
18. yüzyılda ortaya atılan ve kralı doğrudan Tanrının yetkili kıldığı egemenlik öğretisi olan teokratik
kökenli monarşiler, bilinen egemenlik anlayışına aykırı mıdır? Burada kurulan iktidar, bir atama değil,
egemen tarafından kendi siyasi egemenliğinin çekip çevrilmesidir. Egemenin iktidarını kullanırken onu
tanrıya dayanarak meşrulaştırması egemenliğinin tanrı tarafından meşrulaşmış olduğu anlamına
gelmemektedir. Burada meşruiyetin nasıl sağlandığı önemli bir konudur, çünkü modern egemenliğin
özgünlüğü de buradan kaynaklanmaktadır. Egemenlikte hükümdar kendi kendini meşrulaştırır, egemenlik
- 227 -
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
Cilt: 10 Sayı: 54
The Journal of International Social Research
Volume: 10 Issue: 54
kendi kendinin nedenidir. Atanma ise iktidar dışında bir temeli iktidarın ilkesi karşısındaki bir bağımlılığı
gerektirmektedir (Mairet, 2005: 217-218).
Devlet iktidarı olan egemenlik tanımlandığında bu iktidarı özgün kılan güç, kendi kendisinin ilkesi
olmasıdır. Buradaki güç mutlak güçtür. Burada ifade edilen mutlaklık tiranlık anlamında değildir. Tiran ile
egemen hükümdar arasındaki en önemli fark -egemenliğin bünyesini oluşturan din dışı özerk ideolojiye
atıfta bulunacak- tiranın meşruiyet sağlama kaygısının olmamasına rağmen egemen hükümdarın iktidarını
kusursuzca meşrulaştırmış olmasıdır (Mairet, 2005: 226). Buradan hareketle egemenliğin temelde meşruiyet
sorunu ile ilgilendiği ifade edilebilir.
Modern anlamda egemenlik ve bu egemenliğe sahip devlet; Orta Çağda yaşanan Papa ve
İmparatorun elinde tuttuğu güç sorununa kendi enstrümanlarıyla cevap bulamadığı önemli iki şeyi
birleştirerek anlamını kazanmıştır: otoritenin kullanımı ile ilkesinin birleştirilmesi. Egemenliğin tüm özgün yanı
da güç ve iktidar birliği olarak tanımlanmasında yatmaktadır. Bu anlamda egemen devletin bir, bütün ve
bölünmez mutlak devlet olduğu anlayışı doğmuştur.
Egemenliğe ilişkin tanımları daha da genişletmek mümkündür. Bu anlamda kavramın tarihsel ve
felsefi temellerine bakmak kavramı anlama açısından yararlı olacaktır.
1. EGEMEN OTORİTENİN TESİSİ YA DA KİLİSENİN SİYASAL ALANDAN KOVULMASI
1.1. Modern Egemenlik ve Kilisenin Siyasal Alandan Kovulması
Egemenlik, kavram olarak Batının kültür ortamında ortaya çıkmıştır. Batının tarihsel süreci modern
dönem öncesi ve modern dönem olarak sınıflandırılacak olursa, egemenlik şüphesiz ki modern çağın bir
ürünüdür. Modern çağ öncesinde siyasal iktidarın meşruluğu ve kaynağı evren dışı kutsal ya da tanrısal
varlıklardır. Modern dönem ile birlikte siyasal iktidar meşruiyetini Tanrı merkezli kaynaktan insan temelli
kaynağa kaydırmıştır (Koçak, 2006). Meşruiyeti dünyevi temellere dayanan modern devletin oluşumunun
aydınlanma düşüncesinin hemen arkasından gerçekleşmesi göz önüne alındığında egemenliğin bu dönemde
ortaya çıkması da tesadüfî değildir. Egemenliğe ilişkin felsefi tartışmalar 12. Ve 13. Yüzyılda başlamıştır. Bu
dönemde geleneksel olanla modern olan arasındaki fark gittikçe artmaya başlamıştır.
Modern egemenlik öncesi dönemle modern egemenlik arasındaki fark, modern devleti ortaya
çıkaran modern kurgu- egemenlik- dünyevi bir alanda yasa ile uygulama arasındaki siyasi iktidar ilişkisini
kurmasıdır. Bu ilişki öncekilerden farklı olarak ‘tekçilik’ içermektedir. Devlet birdir ve gücünü kimseyle
paylaşmaz. Modern öncesi dönemde ise kozmik dünya ile gerçek dünya, kutsal yasa ile dünyevi güç ayrı
ayrı olarak ele alınmaktadır (Koçak, 2005: 4).
Modern devlete ruh veren modern egemenlik anlayışı Ortaçağın sonları ile Yeniçağın başlangıcında
tam anlamıyla ortaya çıkmıştır. Fakat tam olarak anlamını aydınlanma dönemiyle birlikte edinmiştir.
Özellikle Rönesans ve reform, Avrupa’da ortaçağın sonlarına yaklaşıldığında hem feodalizmin kalıntılarını
silkelemek hem de papalığın egemenliğine son vermek için mücadele eden devletlerin yükselişine zemin
hazırlamıştır. Özellikle 16. Yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da mutlak monarşinin unsurları hazırlanırken
egemenlik kavramı ortaya çıkmıştır (Duguit, 1954: 56).
Modern egemenlik algısının 16.yüzyıl sonlarında kendini göstermesi tesadüf değildir. Çünkü
modern egemenlik modern devlet ile ortaya çıkmıştır. Burada kullanılan ‘modern’ kavramındaki ilerleme
düşüncesinden kaynaklanan ‘rasyonelleşme’, ‘laikleşme’, ‘kültürel farklılaşma’ ve ‘dünyevi ölçekli olma’
gibi özellikler modern devletle birlikte hissedilen hususlardır. Bu anlamda Batıda bireyin temele ve merkeze
alındığı düşünce sisteminin oluşması devlet ve egemenlik anlayışının da modern çerçeveye oturtulmasını
sağlamıştır.
Devletin ortaya çıkmasıyla birlikte egemenlik ortaya çıktıysa, devletin oluşumundan önceki
toplumlarda egemenlik anlayışından söz edilemez mi? Bu anlamda tarihin ilk süreçlerinden itibaren
toplumsal koşullara göre şekillenen iktidar anlayışlarından bahsedilebileceği, fakat bu yapılanmaların tam
olarak egemenlik kavramını karşılayamadığını söylemek mümkündür.
Erken dönemlerde siyasal açıdan karmaşık biçimde örgütlenmemiş toplumlarda bugün anlaşılan
şekliyle bir devlet yapılanmasından bahsedilemez. İlkel devletsiz toplumlar yasanın kaynağı olan kral ya da
devlet yapılanmasından yoksundurlar. Elbette devlet tipi bir siyasal örgütlenmenin bulunmaması hiçbir
şekilde yöneten-yönetilen ilişkilerinin olmadığı bir topluluk olduklarını göstermez. Ünlü antropolog
Malinowski, Batılı kültür öğelerinin evrensel unsurlarmış gibi genelleştirilmesine karşı çıkmıştır.(Özbudun
vd., 2012: 117) Bu görüşten hareketle Batılı bazı siyasal örgütlerin evrenselleştirilip, bunları taşımayan
toplumları da pejoratif manada geri olarak sıfatlandırmak doğru olmayacaktır. Devletsiz topluluklarda
siyasal örgütlenme farklı biçimlerde söz konusudur ve bir tür iktidar ilişkisinden rahatlıkla söz edilebilir.
Belli klanlar, kabileler ve ailelerden oluşan bu toplulukların başında birleştirici özelliğe sahip olan şefler
- 228 -
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
Cilt: 10 Sayı: 54
The Journal of International Social Research
Volume: 10 Issue: 54
bulunmaktadır. Şef çoğunlukla toplumun hizmetindedir ve şefin toplum üzerinde herhangi bir otorite
kullanması bir yana, şef üzerinde iktidarın gerçek sahibi olan toplumun otoritesi egemendir (Clastres, 1991:
166). Özellikle 1915-1918 yılları arasında gerçekleştirilen Trobriand çalışmaları şüphesiz biçimde göstermiştir
ki yerlilerin kurumları, inançları ve inanç pratikleri muazzam bir çeşitlilik ve karmaşıklılık
gösterebilmektedir. Yani ilkel olarak nitelendirilen kabileler son derece karmaşık toplumsal-siyasal ilişkiler
ağı ortaya koyabilmektedirler(Eriksen ve Nielsen, 2011: 69-70). Bu gerçeği unutmadan egemenlik
kavramının günümüzde Batı olarak adlandırılan kültür içinde ortaya çıkan bir kavram olduğu söylenebilir.
Egemenliğin Batı tarihsel gelişimi içinde ortaya çıkması demek onun doğrusal bir gelişim ile ortaya
çıktığı manasına gelmez. Aksine Antik Yunan’dan günümüze egemenlik; gel gitler, inişler, çıkışlar yaşamış
bir siyasi terimi ifade etmektedir. Çalışmanın bu bölümünde siyasi düşünceler tarihinde klasik olarak
anlaşılan egemenlik teriminin ortaya çıkışı izah edilmeye çalışılacaktır. Bu süreç özellikle feodal dönemden
kapitalist döneme geçiş aşamasında kilisenin gerileyişi ile yakından alakalı olduğu için kilisenin –dini
iktidarın- siyasal alandan –dünyevi iktidarın sahasından- kovulması süreci ön planda tutulacaktır.
İlk çağlarda ise özellikle Antik Yunan ve Roma dönemlerinde modern egemenlik ile uyum gösteren
eğilimler görülmektedir. Antik Yunan’da site devleti olan polis, bir kent devleti olmasının yanında aynı
zamanda zihinlerde idealize edilmiş siyasal birimi ifade etmektedir. Platon ve Aristo’ya göre, polisler ortak
iyiliğin en yüksek görünümü ve ahlaki bir değerin cisimleşmesidir (D’entreves, 2005: 194). Fakat görülüyor
ki, Antik Yunanda devletin biçimi ve yönetim şekli üzerinden ideale ulaşma tartışmaları yer almaktayken
egemenlik unsuru tartışma konusu yapılmamaktadır. Antik Yunan filozoflarının temel meselesi hangi
kurumlar ve hangi toplumsal tabakanın güç sahibi olması sonucu en ideal ve bozulmayacak polise
ulaşılacağıdır.
Roma kent devletinin hızla güç kazanarak önce cumhuriyet ardından da imparatorluk olması
neticesinde Antik Yunan dünyası ve bu dünyanın siyasi örgütlenme biçimi olan Polisler ortadan kalkmıştır.
Yeni siyasal düzene uyum sağlayacak Epikürcülük, Stoacılık gibi felsefi akımlar ortaya çıkmıştır.
İndirgemeci bir yaklaşımla izah edilecek olursa Roma, iyi felsefe yapanın değil iyi hukuk bilenin yükseleceği
bir devlet yapısı sunmaktadır.
Roma’da kamu/devlet kavramının Yunan polisinden farklılaşarak “respublica” olarak
nitelendirilmesi söz konusudur. Öyle ki Roma’nın ‘respublica’sı devlet kavramına hukuki bir anlam
katmıştır. Burada ilgi odağı amaçtan, doğrudan doğruya devletin yapısına kaydırılmıştır. Hukuk, siyasi
birliği diğer tüm insanlardan ayıran bir özelliğe bürünmüştür. (D’entreves, 2005: 194). Roma’da yaşamın her
alanı devlet gücünün denetimi altına alınmıştır. Roma toplumunu oluşturan farklı gruplar kendilerini
devletten ayrı görmemekte, kendilerine devlete gösterilenden daha fazla bir ayrımcılık gösterilmesini de
istememişlerdir. Roma’da devletin gücü sadece dışa karşı bağımsızlığı ifade etmekle kalmamakta aynı
zamanda sınırsız bir üstünlüğü de ifade etmektedir. Bununla birlikte Roma’da yapılan egemenlik tartışması,
‘egemenlik’ kavramından öte Tanrısal kökenli kral iktidarını simgeleyen ‘imperium’ kavramıyla
gerçekleşmiştir. ‘imperium’ daha çok ast iradeler üzerinde üstün iktidarın güç kullanmasını ifade etmektedir
(Koçak, 2006: 43-44; Brancourt, 2005). Özellikle Batı Roma yıkıldıktan sonra kendisini yeryüzünün yegane
siyasal iktidarı olarak tanımlayan Doğu Roma İmparatorluğuna bakılacak olursa imparatorların dini
liderliği de üzerlerine alarak Batı Avrupa’nın siyasi tarihine zıt bir şekilde otoritenin sekülerleşmesinin
tersine bir seyir izlediği görülebilir. Hilafet ve halife kavramlarına da bakılacak olursa siyasal iktidarın dini
liderliği de üzerine alması sadece Bizans’ın değil Doğu’nun devlet yapılanmasında görülen bir özellik olarak
okunabilir. Böylece egemenlik kavramının başka bir yerde değil de Batı Avrupa’da ortaya çıkışı daha iyi
anlaşılabilir.
Ortaçağ ise modern egemenlik kavramının filizlendiği dönemdir. Ortaçağda temel toplumsal düzen
feodalizm üzerine kuruluydu. Feodal düzende lordlar ve vassallar arasında hiyerarşik bir düzen
bulunmaktaydı. Böylesi bir düzende egemenlik kavramı kullanılmaktadır ancak hiçbir zaman modern
egemenliğin tanımını karşılamamaktadır (Koçak, 2006: 45-46). Ortaçağ düşüncesindeki devlet kudreti iki
temel özelliğe sahiptir. İlki, bu dönemdeki insanları yönetme yetkisinin insan ötesi ve kutsal bir kaynaktan
gelindiğine dayanmasıdır. ‘Kral’ veya ‘sultan’ gibi yöneticiler bu kutsal güçten gelen yetkiyi kullanan
kimselerdir. Diğeri ise, devletin, onun başında bulunan kralın fiziksel varlığından ayrı bir varlık olarak
kamu hukuku alanında henüz yerleşmemiş olmasıdır. Devlet ve kral aynı şeyler olarak algılanmaktadır. Bu
ise devlet denen yapının tek kişiden müteşekkil bir olgu olarak anlaşılmasına neden olmuştur (Duguit, 1954:
56; Hakyemez, 2004: 20). Bir başka ifade ile iktidar yetkisinin tanrıdan gelmesi, sınırlandırmanın da ancak
tanrı tarafından yapılabileceğini göstermekteydi. Bu anlamda egemenlik yetkisi sadece tanrıya ait olarak
algılanmaktaydı. Ortaçağdaki egemenlik fikri, kendinden sonraki çağda ortaya çıkacak olan modern devlet
ve modern egemenlik anlayışına temel oluşturmuştur. Özellikle tabii hukuk anlayışının bu dönemde
- 229 -
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
Cilt: 10 Sayı: 54
The Journal of International Social Research
Volume: 10 Issue: 54
yükselmesinde, doğuştan gelen ve yok edilemez olan bireysel haklar fikri etkili olmuştur. Bu fikirlerle
modern devlete kaynaklık edecek yeni bir devlet ideali ve fikri doğmuştur: toplumun kendisine ait ve temel
bir özelliği olan devlet iktidarı öğretisi (Gierke, 2005: 134-135).
Siyasi tarih açısından bakılacak olursa modern egemenlik teorisinin ortaya konması ile Kilisenin güç
kaybetmesi arasında doğrudan ilişki bulunmaktadır. Hıristiyanlık dini ortaya çıkışından kısa bir süre sonra
kurumsallaşıp bir ruhbanlar sınıfı ortaya çıkarmıştır. Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlığı kabul etmesiyle
beraber Avrupa’da hızlı bir yayılım göstermiş ve İmparatorluğu çöküşüyle beraber de önemli bir iktidar
kaynağı olarak Avrupa siyasetinde temayüz etmiştir. Cermen akınları karşısında uzun süre direnmeye
çalışan İmparatorluk 5. yüzyılın sonuna doğru tamamen ortadan kalkmış ve İmparatorluk coğrafyası içinde
kurulan ekonomik düzen ve ticaret hayatı sönmüştür. Yüzyıllar içinde gerçekleşen bu toplumsal ve siyasal
değişim kısaca izah edilecek olursa her kent akınlardan korunabilmek için etrafını surlarla kapatmış ve
kentler arası iletişim ve ticaret yolların güvenliğini sağlayan bir merkezi otorite olmamasından ötürü
bitmeye yüz tutmuştur. Bu durum da her kenti kendi ihtiyacını üretmeye zorlamış ve böylece bu kentler
kendilerine yeterli birimler olmaya zorlanmıştır. Askeri teknolojideki –özellikle zırh teknolojisindekigelişmeler daha sonra şövalye olarak adlandırılacak ağır zırhlı atlı askerlerin ortaya çıkmasına neden
olmuştur. Maliyeti son derece fazla olan bu askerlerin giderlerini çoğunlukla kendisi de askeri kökenli olan
yönetici köylünün artı ürününe el koyarak karşılamış, köylü de can güvenliğini sağlayan yöneticiye
özgürlüğünü teslim ederek serf konumuna düşmüştür. Böylece feodal düzenin iki önemli sınıfı tarihte yerini
almıştır: askerler(savaşanlar) ve serfler (çalışanlar). İmparatorluk döneminde tek merkezden yönetilen çok
sayıda kent orta çağda birer politik birim olarak ortaya çıkmıştır. Bu dağınık ve birlikten uzak politik
konjonktürde daha merkezi ve daha örgütlü olan kilise ise feodal yapının üçüncü sınıfını din adamları
sınıfını oluşturmuştur. Her kente gönderdiği temsilciler ve her feodal bölgede edindiği topraklar sayesinde
gelirini ve doğal olarak da gücünü sürekli arttıran kilise ve kilisenin başındaki Papa’nın iktidarı giderek
artmaktadır.
Feodal birimlerin dağınıklığı ve örgütsüzlüğü karşısında son derece örgütlü ve reform dönemine
kadar kutsal kitabı açıklama tekelini elinde bulundurmasından ötürü psikolojik üstünlüğü de olan
Vatikan’ın iktidarını genişletmesi şaşırtıcı değildir. Öyle ki Papalar imparatorlara ve krallara taç giydiren,
onları aforoz edebilen bir güce erişmiştir. Feodal düzende elinde siyasi iktidarı bulunduran güce meşruluk
sağlaması açısından oldukça işlevsel olan kilise, siyasi iktidarın yeni toplumsal ve iktisadi gelişmeler
ışığında gücünü kiliseyle paylaşmak istememeye başlamasıyla bir çatışmaya sürüklenmiştir. Yaklaşık 14-18.
yüzyıllar arasında neredeyse bin yıldır süre gelmekte olan bir düzenin değişimine şahit olmuştur Avrupa.
Siyasi tarihte kilisenin dünyevi iktidara ortak oluşuna dair en önemli baş kaldırıyı henüz 14. Yüzyılın
başlarında görmekteyiz. 1313 yılında VII. Heinrich'in ölümüyle boşalan Roma-Germen imparatorluğu
tahtına kimin oturacağına dair çekişme 1322'de savaşa sebep oldu. Savaşta desteklediği aday kaybeden
papa, otoritesinin göstergesi olarak yerleşmiş gelenekleri devreye sokup diplomatik oyunlarla kendi adayını
tahta çıkarmak istedi. Savaşı kazanan Ludwig ise papanın onayını beklemeksizin kendisini imparator ilan
etti. 1323 yılında Papa, Ludwig'i sapkınlıkla suçlayıp aforoz etti ve imparatorluktan azlettiğini açıkladı.
Ludwig'in bu hamleye cevabı o tarihe kadar imparatorlara taç giydiren papalık için bir şok olacaktı. 1324
yılında Ludwig, Papa'yı dünyevi iktidarı gasp etmekle suçladı ve 1328 yılında Roma kent temsilcilerinin
kendisine sunduğu tacı giydi (Yalçınkaya, 2012: s. 271). Bu olay Vatikan'ın gerileyişi açısından önemli bir
durak olduğu gibi henüz 14. yüzyılın ilk yarısında kentsoyluların Avrupa'daki önemine işaret de
etmektedir.
Çalışmada ilerleyen bölümlerde egemenlik kuramının oluşmasından ve kurama katkı veren
düşünürlerden bahsedilecek. Ancak seküler iktidarın kendini kabul ettirmesinde en önemli kilometre
taşlarından birisi olarak kabul edilen reform hareketi ve Luther’den siyasi tarih bağlamında bahsetmek daha
uygun olacaktır. İmparator Ludwig’in Papalığı iktidar gaspıyla suçlaması kilisenin iktidarını kaybettiği uzun
ve sancılı sürecin başlangıcı olarak kabul edilebilir. 16. Yüzyılın ilk çeyreğinde de 31 Ekim 1517 tarihinde
Wittenberg saray kilisesinin kapısına Doksan Beş Tez isimli bir bildiri asılmıştır. Bildiriyi asan kişi daha sonra
aforoz edilecek olan reform hareketinin öncüsü Luther’dir. Reform hareketi, üzerine çokça araştırmalar ve
yayınlar yapılmış derinlikli bir konudur. Ancak burada çalışmanın bağlamı kadarıyla Vatikan’ın İncil
üzerindeki tekelini kıran bir hareket olduğunun belirtilmesiyle iktifa edilecektir. Luther, Papayı
saraylarından kovmak isteyen prenslere yüzyıllardır arayıp da bulamadıkları teolojik zemini hazırlamıştır.
Vatikan’a değil de modern devletin liderine bağlı olacak ulusal kiliselerin önü açılmıştır. Nitekim Doksan
Beş Tezin ilanından 12 yıl sonra 1529 yılında Almanya’daki Evanjelik prensler Hıristiyanlığın anlaşılmasında
sadece İncili esas alacaklarını ve Katolik kilisesini tanımayacaklarını açıklamışlardır.
- 230 -
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
Cilt: 10 Sayı: 54
The Journal of International Social Research
Volume: 10 Issue: 54
Böylece modern manada egemenlik kavramının ortaya çıkmasının önünü açacak siyasi aktörler hızla
tarih sahnesine çıkmaktadır. Evanjelik prenslerin Kilise’ye başkaldırısından yaklaşık yarım asır sonra Jean
Bodin egemenlikten bahsedecektir. Egemenlik mefhumunun siyasi düşünceler tarihindeki serüvenine
bakıldığındaysa kilisenin iktidarını meşrulaştıran filozofların yerini kiliseyi dünyevi prensin hakkını gasp
eden bir kurum olarak gören düşünürlerin alması süreci karşımıza çıkmaktadır.
1.2. Egemenlik Teorisinin Oluşturulması
Egemenlik kelimesi Batı düşünce hayatına Bodin ile girmişse de kilisenin reelpolitik alandaki geri
çekilişinin teorik düzeyde temellendirilmesi yüzyıllar sürmüştür. Bu süreç, mevzi mevzi çatışmalarla
ilerleyen bir savaşa benzetilebilir. Kilise ilk kan kaybını 1917 tarihinden beri görüşleri Kilisenin resmi görüşü
olarak kabul edilen teolog Aquinumlu Thomas ile 13. yüzyılda yaşamıştır. Thomas; Aristotalesçi düşünceye
dayanarak, birey halinde doğada hayatta kalması mümkün gözükmeyen insanın, kendi fiziksel koşulları
gereği siyasi yapıları ortaya çıkardığını söyler. Devlet, doğal zorunluluk neticesinde doğal bir varlık olan
insanın fıtratının sonucunda ortaya çıkmıştır. İnsanın doğal hayatta başka insanlarla işbirliğine gitmesi ile
günah, sevap gibi dini kavramların alakası yoktur. Bu düşüncenin mantıki sonucu ise devletin ne köken ne
de işleyiş bakımından kilise ile ilişkisinin olmadığıdır (Aquinas, 2002: s. XXVI). Aquinumlu Thomas’tan
etkilenen İtalyanların ünlü şairi Dante de devleti tamamen doğal ve oluşumunda dinin rol oynamadığı bir
yapı olarak görmektedir. Ve Thomas’ın tersine bu düşünceyi mantıki sonuçlarına vardırarak devleti farklı
kiliseyi farklı bir iktidar alanı olarak açıklayıp dini iktidar ile dünyevi iktidarın birbirine karışmaması
gerektiğini yazılarında çok erken bir tarihte dile getirmektedir. Dante’nin çağdaşı sayılabilecek ancak ondan
25 yaş daha genç olan Ockhamlı William da Papanın otoritesinin dünyevi alanı kapsamadığı görüşündedir.
Görüleceği üzere 14. Yüzyıl düşünürleri genel anlamıyla kilisenin bir iktidar sahibi olmasına ilkesel
olarak karşı değilken o iktidarın ancak dini hayat için kullanılabileceği görüşündedir. Ancak bu asırda
yaşamış düşünürlerden biri olan Padovalı Marsilius oldukça erken bir dönemde Vatikan’ın herhangi bir
düzeyde iktidar sahibi olmasına karşı düşünsel bir savaş açmış durumdadır. Ömrünü Papanın siyasal
iktidar üzerinde hak iddia etmesinin insanlık için büyük bir kötülük olduğunu ispatlamaya adayan düşünür
temel olarak kuramında toplumu tabakalardan oluşan bir yapı olarak değerlendirmektedir. Ve toplumun
idaresini üstlenen siyasal iktidarın üzerinde din adamlarının etkisi düşünülemeyeceği gibi, din adamları da
toplum tabakalarından sadece bir tanesini oluşturmaktadır ve dünyevi iktidar onlara dair kararlar alabilme
yetkisine sahiptir (Garnett, 2006: s. 172-179). Yani Marsilius için ruhani iktidarın temsilcisi kilise, dünyevi
iktidara herhangi bir şekilde karışamayacağı gibi dünyevi iktidarın da kontrolü altındadır. Marsilius uzun
süredir zorlanan kapıyı kırmıştır adeta
Dünyevi iktidara egemenlik teorisini hazırlayan düşünürler silsilesinde 15. yüzyıl sonu 16. yüzyıl
başında yaşayan ünlü siyaset bilimcisi Machiavelli’ye bakılacak olursa düşünür, devlet birliği fikrini siyasal
düşünce tarihine tanıtan kişidir. Machiavelli egemenliğin modern anlamını kazanmasına katkıda bulunan en
önemli düşünürlerden biridir, hatta modern anlamıyla kullanan ilk kişidir.
Machivelli’de yoğun bir fayda endişesi olduğu görülür. Onun bu konudaki amacı, İtalya birliğinin
sağlanmasıdır. İtalya birliğinin sağlanmasında en önemli engel kilise olduğundan, Machiavelli’nin
Hükümdar’ı, siyasi iktidarı dünyevi bir süreç olarak görmekte ve kiliseyi dünyevi alandan dışlamaktadır. O,
Orta Çağın “Omnis potestas a deo”(Tüm güç/iktidar Tanrıdan gelir) fikrinden olabildiğince uzaklaşmıştır.
Bu anlamda Machiavelli’de dinsel kurallar ile politikanın kesin olarak ayıldığı gözlemlenmektedir
(Hakyemez, 2004: 28). Machiavelli’ye göre hükümdarın portresi egemen bir hükümdarın portresidir, yani
onun kullandığı iktidar egemenlikle tanımlanır. (Mairet, 2005: 231).
Machiavelli ile yeni bir toplum prensibine dayanan bir egemenlik ve meşruiyet geleneği
kurulmuştur. Egemenliğin parçalanmasına sebebiyet veren din olgusunun iktidar anlayışı yerine ‘tek’ başına
meşru kabul edilen iktidar anlayışı ortaya çıkmıştır. Onun için iktidar bir, bütün, mutlak ve sınırsızdır
(Machiavelli,1994: 69). Machiavelli için egemenliğin en temel ilkesi siyasal iktidarın birlik ve bütünlüğüdür.
Bu ilkenin amaçsallığı doğrultusunda birey ve toplum araçsallaştırılır. Bu amaca ulaştıran her şey meşru
kabul edilir. Machiavelli’de egemenliğin meşruiyet ilkeleri ahlaki ve evrensel değerlerden yoksundur.
Egemeni denetleyecek, sınırlandıracak hiçbir düşünsel, fiziki ve ahlaki güç yoktur. Machiavelli ile siyasal
iktidar “yalnızca din ve metafizikle olan bağlantısını değil, aynı zamanda insanın ahlaksal ve kültürel
yaşamının tüm öteki biçimleriyle olan bağlantısını da yitirmiştir. Machiavelli’ye göre egemenliğin meşruiyet
ilkesi “ortak iyi” kavramıyla açıklanır. Ortak iyiliği uygulayacak olan kişi hükümdardır. Hükümdar, ortak
iyiyi kendi özel çıkarı ile birleştirmekte ve “L’etat C’est moi” (devlet benim!) kuralına göre eylemde
bulunmaktadır (Cassirer’den 1984’ten akt. Çetin, 2003: 74).
- 231 -
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
Cilt: 10 Sayı: 54
The Journal of International Social Research
Volume: 10 Issue: 54
Machiavelli ile birlikte “Hristiyan siyaset” anlamını yitirmiştir. Siyasi hayat, insanlar o hayata
atıldıklarında başlamaktadır. Onun Hükümdarının iktidarı aslında modern devlet siyasetinin resmidir:
kendi kendini ortaya koyan, kendinden başka bir şeyi gözü görmeyen, kısacası kendi kendinin nedeni olan
bir iktidar kastedilmektedir. Burada meşruiyet siyasi eylemin ön koşulu değildir, o siyasi eylemden
kaynaklanmaktadır. Bu ise egemenliğin kesin bir özelliğidir. Machiavelli’ye göre siyaset kendi kendinden
kaynaklanır iktidar kendi kendinin nedenidir. Bu aşamadan sonra güç kaynağını Tanrı’da aramanın bir
anlamı kalmamıştır. Güç gerçek anlamda kendinden kaynaklanandır, iktidar kendi kendinin nedenidir. Bu
anlamda Machiavelli’nin tanımladığı iktidar kurucu ve ilk olandır. (Mairet, 2005: 232-233).
Machiavelli’nin kökenlerini ve temellerini attığı egemenlik kavramını Bodin 1576’da tanımlamıştır.
Machiavelli her ne kadar modern egemenlik kavramının kurucularından biri olarak görülse de siyasi
incelemeleri devleti kuran kişinin yapması gerekenler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Egemenlik kavramı
modern anlamına kavuşmak için halen daha kişiden soyutlanıp devlet mefhumuna mündemiç hale
getirilmeye ihtiyaç duymaktadır. Bu ihtiyacı gideren düşünürse Jean Bodin olmuştur. Bodin Machiavelli’den
farklı olarak “Devletin Altı Kitabı” adlı çalışmasında, artık hükümdar ve onun faaliyetleriyle ilgilenmeyi
bırakmış onun yerine devlet ve devletin “egemen gücü” üzerine yoğunlaşmıştır. Bodin’den sonra
egemenliğin hükümdarın eylemlerini nitelendiren şey olmasından çok, devleti tanımlayan şey olduğu
üzerinde durulmuştur (Mairet, 2005: 234).
Bodin’e göre egemenlikten söz edilmedikçe devletten de söz edilemez. Bu da egemenliğin tamamen
devletin ürettiği bir kavram olduğu anlamına gelmektedir (Mairet, 2005: 234). Burada hareketle artık önemli
olan egemen değil egemenliktir. Egemenlik bir kişinin, hükümdarın, iktidarın bünyesinde sahip olabileceği
bir husus olmaktan çıkmış kurumsal bir kimlik kazanmıştır. Bu kurumsal kimliği de devlettir. İşte tam da
burada bahsedilen şey devlet ideolojisi denilen, devletin bünyesinde güç ve iktidarın birleşmesi söz konusu
olmaktadır. Bodin’in “egemen güç” olarak ifadelendirdiği kavram devletin ruhunu oluşturmakta ve devletin
içinde soyutlanmış bir şekilde var olmaktadır. Burada Bodin’in egemenliğe atfettiği “süreklilik” kavramı da
önem taşımaktadır. Bu durum devletin gücünü uygulayan hükümet ve başkanların geçici fakat devlet
gücünün kalıcı olduğunun göstergesidir.
Bodin siyasal iktidarın sürekliliğini egemen güçte değil, egemenlik olgusunda bulmaktadır.
Egemenlik, “egemen”den bağımsız ve ölümsüzdür. Bu sayede modern devlet kurumsallaşmış bir devlet
olarak karşımıza çıkmaktadır. Bodin’e göre “devlet; birçok ailenin ve bu ailelerin ortak çıkarlarının egemen
bir güçle, doğruluk üzere yönetilmesidir” (Bodin, 1969’dan akt, Çetin, 2002: 3). Egemenliğin temel ilkesi
adalet ve doğruluk üzerine kurulmuş olup devletin egemen otoritesi ile ailedeki baba otoritesi birbiri ile
özdeşleştirilmiştir.
Bodin’e göre, “Egemenlik yurttaşlar ve uyruklar üzerindeki en yüksek, en mutlak ve en sürekli
güçtür. Egemenlik, güçlülük niteliğinden ötürü böyle adlandırılmaktadır. Egemenin egemen güçten yoksun
bırakılması düşünülemez. Egemenliğin sahibi prens veya halk ise tanrı dışında hiç kimseye hesap vermek
durumunda değildir. Egemenlik daima bölünmez ve devredilmez olacaktır” (Bodin,1969’dan akt Çetin,
2002: 4). Burada dikkat edilmesi gereken şey, egemenlik ilkesinin kutsal olduğu fakat ilkesini tanrıdan almak
zorunda olmadığıdır.
2. EGEMENLİĞİN MONARKTAN ULUSA İNTİKALİ
Siyasal modernleşme, siyasal otoritenin temel dayanağının laikleşmesine neden olmuştur. Ticaretin
ve sanayinin toplumların sosyo ekonomik yapılarını değiştirmesi sonucunda feodal ve parçacı toplum
yapılarının merkezi ve mutlak bir yapıya doğru evrildiğinden bahsedildi. Bu durum karşısında siyasal
iktidarda da merkezileşme eğilimi ortaya çıkmıştır.
Modern devleti kendinden önceki siyasi yapılanmalardan ayıran en temel özelliği egemenliğidir.
Devlet hukuksal varlığını egemenlik ile kazanmakta, egemenlik bu anlamda devlete biçim veren, onsuz
devletin var olamayacağı bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Devlet üzerinde yapılan tartışmalar aslında
bir yandan da egemenliğin tartışılması anlamına gelmektedir (Sunay, 2007: 16).
Egemen devletin gücü şöyle belirginleştirilebilir: iktidar çeşitliliğinin (örneğin, polis, ordu, adalet vs)
koşul ve ilkesi gücün tekliğidir. Egemen devletin belirleyici özelliği budur. Devlet içinde onun tek iradesi
altında artık kesinlikle din dışı etkinlik olarak düşünülen siyasi hayat çevresini toparlamak.
Egemen olarak hüküm süren bir iktidar doğrudan doğruya iktidarın kullanımı olgusunda kendi
meşruiyetini bulmaktadır. Bu anlamda güç soyut olan bir kavrama karşılık gelirken iktidar somuttur,
uygulamaya bağlıdır. Bu soyut ve din dışı siyasetin olduğu devlet, “bir” kategorisi altında incelenebilecek
bir devlettir. (Mairet, 2005: 228).
- 232 -
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
Cilt: 10 Sayı: 54
The Journal of International Social Research
Volume: 10 Issue: 54
Bu noktada “bir” olanın nasıl bu birliği sağladığı konusunda ayrı bir inceleme gerekmektedir. Bu
anlamda “tiranik bir” ile “egemen hükümdar” arasında farklar vardır. Her ne kadar egemen hükümdar
“bir”liği temsil etse ve güç kullanımı ile ilkesini elinde tutsa da daha önce de bahsedildiği gibi, gücünün
birliği meşruiyete dayanmaktadır.
Egemenlik devlet ile ilişkilendirildiğinde, farklı iki boyutta ele alınması gerekliliğini doğurmaktadır:
iç egemenlik ve dış egemenlik. Burada devletin temel özelliklerinden bir kara parçasına sahip olması ve belli
sınırlar içerisinde bu egemenlik güç ve yetkisini kullanması, iç egemenliğin konusuna girmekte iken, bu kara
parçası dışında diğer devletlerle olan ilişkilerin nasıl olması gerektiği, devletlerin egemenliklerin durumu
dış egemenlik olarak tanımlanma zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır.
İç egemenlik, egemenlik kavramının ilk ortaya çıktığında ele alınan boyutuyla, devletin kendi
sınırları içerisinde en üstün güç olmasını ifade eder. Bu üstün gücün nasıl olması ve sınırları hukuk alanının
konusuna girmektedir. İç egemenlik daha çok anayasa hukuku ile ilgilidir (Hakyemez, 2004: 79).
Dış egemenlik ise, bir egemen devletin herhangi bir dış ototritenin kontrolü ve etkisi altında
kalmadan varlığını sürdürmesi anlamına gelmektedir. Aslında dış egemenlik bağımsızlıkla eş anlamlı bir
değere sahiptir (Pazarcı, 1999: 21). Burada devletlerin uluslararası hukuka konu olabilecek bir tüzel kişiliğe
sahip olması kastedilmektedir. Bu anlamda devletlerin uluslararası ilişkide bir kişilik olduğunu ve
uluslararası hukukta egemenliğe sahip olduğunu ortaya atan ilk düşünür Emmerich de Vattel’dir. Ona göre
uluslararası hukukta devletlerin egemen eşitliği ilkesi geçerlidir. Bu anlamda devletlerin egemenliği 1648’de
Wesphalia Barışı’na dayanmaktadır. Bu anlaşma uzun din savaşlarının ardından imzalanmış olup
Avrupa’daki devletlerin sınırlarının belirlenmesine olanak tanımıştır. Bu anlaşmayla gelen egemenliğin en
temel özelliği, bir devletin iç ilişkilerini düzenleme ve ona müdahale etme yetkisinin hiçbir devlete ait
olmamasıdır. İşte bu anlaşma ile devletler arasında bir kurallar düzeni baş göstermiş ve uluslararası hukuk
düzeni yavaş yavaş oluşmaya başlamıştır.
Bu başlık altında şimdiye kadar izah edilen modern egemenlik kavramının erken döneminde
egemenliği elinde bulunduran gücü monarklar oluşturmaktadır. 17-19. yüzyıllar egemen monarkların
dönemidir. Kilise giderek siyasal alandan silinmiş, feodal birimlerin özerklikleri dağıtılmış ve merkezi
devletler modern askeriye ve maliye ile tarih sahnesine çıkmıştır. Ancak toplumsal yapıdaki değişmeler,
aristokrat sınıfının güç kaybedip burjuvazinin yükselmesi siyasal yapıda da değişiklikleri zorlamaktadır.
Bilineceği üzere tarih kitaplarının ihtilal-i kebir olarak adlandırdığı Fransız ihtilali bir politik özne olarak
ulus kavramını ortaya çıkarmıştır. Artık egemenlik monarkın elinden alınıp halka yahut ulusa takdim
edilecektir. Bu devir teslimin teorik düzeydeki meşrulaştırıcıları ise yine Fransız düşünürleri olan Rousseau
ve Sieyes olacaktır.
Hobbes ve John Locke gibi toplum sözleşmeci bir düşünür olan Rousseau diğer toplum sözleşmeci
düşünürlerden farklı olarak doğa durumundan siyasal duruma geçişte “genel irade” diye bir kavramı ortaya
atıp yeni durumda genel iradenin belirleyiciliğinden bahsetmektedir. Genel irade, tek tek sözleşmeye katılan
bireylerin bütününden farklı bir kavramı ifade etmektedir. Egemenlik genel iradenin emrine verilecektir.
Devrimin bir diğer önemli düşünürü Sieyes’e bakıldığında ise ulus egemenliği kavramına daha
rahat varabilecek ifadeler görülmektedir. Sieyes için ayrıcalıklarla donanmış bir aristokrasi sınıfı doğal hak
kavramına ve insanların eşitliğine aykırılık içermektedir. Din hizmetlerini yürütmekle mükellef
yurttaşlardan oluşan din adamları ise zaten toplumsal bir sınıf bile değil sadece bir meslek grubudur. Bu
durumda geriye kalan devrimi gerçekleştiren toplumsal unsur olan üçüncü tabaka (etats generaux) her şeyi
kapsamaktadır. O halde egemenlik üçüncü tabakanın eline verilmelidir. (Beriş, 2005: 118)
Böylece egemenlik kavramının monarklardan uluslara verilmesinin de önü hem teoride hem
pratikte açılmış olmaktadır. 19-21. yüzyılların ulusların tarihi yapan özneler olarak ortaya çıktıkları dönem
olarak anlaşılmasında sakınca yoktur. Ancak kapitalizm ve sermayenin birikim süreçleri biçim değiştirmeye
devam etmektedir. Sermaye birikimi tarihte görülmediği kadar yüksek düzeylere çıkmakta ve niceliğin
niteliği etkilemesi anlamında sermayeyi elinde bulunduran kişi yahut şirket yahut örgütler yeni toplumsal
siyasal düzenlemeler talep etmektedirler. Bu talepler yankısını felsefede post modernizm, imalatta post
fordizm, ekonomi ve siyasette ise küreselleşme/yerelleşme kapsamında bulmaktadır. Çok değil sadece
yarım asır öncesinde tamamen bir devletin inhisarında olan bazı meselelerde artık uluslar arası yahut ulus
üstü yapıların denetimi söz konusudur.
3. DEVLETİN VE EGEMENLİĞİN DÖNÜŞÜMÜ VE SINIRLANDIRILMASI
Teorik düzeyde Machiavelli, Bodin, Hobbes, Rousseau, Sieyes gibi pek çok düşünür tarafından
kuramlaştırılmış ve 1789 Fransız Devrimi ile ulusun ellerine verilmiş olan klasik egemenlik kavramını
ulusun, seçtiği temsilcileri aracılığıyla kullanacağı kabul edilmektedir. Bu noktada ulus egemenliği, genelde
- 233 -
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
Cilt: 10 Sayı: 54
The Journal of International Social Research
Volume: 10 Issue: 54
bir parlamentonun kişiliğinde temsil edilen bir olgu olarak görülmektedir. Bu durum da egemenliği
kullanan politik birimin ulus devlet olduğu anlamına gelmektedir. Günümüzde ulus devletin egemenlik
hakları bazı eleştirilere maruz kalmaktadır. Bu eleştiriler özellikle klasik egemenlik anlayışının “mutlak” ve
“sınırsız” özelliklerine yönelmiş durumdadır.
Egemenliğe ve daha çok egemenin iktidarına yönelik yapılan eleştirilerin hukuki, iktisadi ve siyasi
boyutları mevcuttur. Kapitalizmin aldığı biçim ve uluslar arası hukukun özellikle ikinci dünya savaşından
sonra değişikliğe uğraması ulus devleti sınırlayıcı unsurların ön plana çıkmasına sebep olmuştur. Bu
sınırlamalar incelenecek olursa öncelikle bireyin dokunulmaz hakları anlayışından hareket eden insan hakları
hareketine bakmak gerekecektir.
Hiçbir iktidarın dokunamayacağı çekirdek hakların varlığı teorik düzeyde kabul görmektedir.
Özellikle John Locke, bireyin devletin keyfiliğinden korunması hususunda düşünce tarihinde yer etmiş bir
filozoftur. Ancak teorik düzeyde yüzyıllardır bireyin dokunulmaz haklarının varlığı kabul edilse de pratik
düzeye bakıldığında egemen ulus devlete iç egemenliği noktasında çekirdek haklar gerekçesi ile sınırlama
yapılabileceği oldukça yeni bir düşüncedir. Özellikle iki dünya savaşı arasında faşist ve totaliter rejimlerin
yükselişi, II. Dünya savaşı sırasında yaşanan insanlık dramları ulus devletin iç egemenlik alanında
denetimsiz bir şekilde bırakıldığında keyfiliğe kaçabileceğini insanlığa göstermiştir. Egemenliğin mutlaklığı
bu insani trajediler karşısında sorgulanır olmuştur. Westphalia düzeninden beri genel kabul gören devletin
hakları ve göz ardı edilen insan hakları ilişkisi yavaş yavaş tersine dönmektedir. Bir terazinin iki kefesi
misali insan onuru, insan hakları yükselmekte ulus devletin iç egemenliğindeki mutlaklığı ise
sınırlanmaktadır. Bu sınırlama da II. Dünya savaşı sonrası kurulan Birleşmiş Milletler düzeni, devletlerin
yargısal anlamdaki egemenliğine bir istisna getiren uluslar arası ceza mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi gibi kurumların eliyle yapılmaktadır. 1945 sonrası kurulan uluslar arası düzende egemen
devletler eğer düzenin muteber bir üyesi olmak istiyorlarsa iç egemenliklerini yükselen insan hakları fikrine
saygılı şekilde sınırlandırmak durumunda kalmaktadırlar. Buna paralel olarak da hukuk devleti anlayışı
giderek gelişmekte ve önem kazanmaktadır. Hukuk devleti, kamu gücü olan devletin hukukla ve yasayla
bağlanmış olmasını, devletin tüm işlemlerinin bağımsız mahkemelerce denetlenebilmesini, kamu gücünün
yaptığı işlemlerden dolayı kanun yoluna başvurulabilmesini ifade etmektedir (Hatemi, 1989: 19)
Hukuk devleti egemenliği hukukla sınırlandırarak bireyin hak ve özgürlüklerini güvence altına
almaktadır. Hukuk devleti bu açıdan bakıldığında klasik egemenlik anlayışı ile bağdaşmamaktadır, çünkü
hukuk devletinin olduğu bir yerde mutlak ve sınırsız bir iktidardan söz edilememektedir. Asıl üstünlük
hukukun üstünlüğüdür (Koçak, 2006: 130-132).
Klasik egemenlik anlayışında egemen, iktidarı kullanırken kural olarak insanların haklarına saygı
göstermeli ve keyfi davranmamalıdır. Ancak onu keyfilikten alıkoyacak mekanizmalar öngörülmüş değildir.
Sadece kâğıt üzerinde kalan temennilerden ibarettir. Hukuk devleti ilkesiyle birlikte egemenlik yetkilerini
artık hukuk kuralları çerçevesinde ve yargı denetimine açık bir biçimde gerçekleştirmektedir (Sachs, 2001:
623). Bu konumda bireyin devlete karşı korunması yine devletin eliyle yani anayasalar ile sağlanmaktadır.
Hukuk devletinin varlığı, devletin keyfi yönetimini ortadan kaldırmaktadır. Hukuk devleti anlayışıyla
birlikte klasik egemenlik anlayışı yıpranmış, devletin egemenlik alanı toplum ve bireyler lehine
sınırlandırılmıştır.
Ulus devletin klasik egemenlik anlayışına bir diğer sınırlamayı ise küreselleşme ve küreselleşmenin
ekonomik boyutları oluşturmaktadır. Küreselleşme 20. yüzyılın ikinci yarısında sosyal bilimcileri en çok
meşgul edilen konulardan birisini oluşturmaktadır. Dünyanın köy haline gelmesi, insanların tek tipleşmesi,
yerelin ulus ötesi unsurlarla iletişime girebilme imkanları gibi öğeleri de içinde barındıran ve çok katmanlı
bir gelişim gösteren küreselleşmenin ekonomik veçhesi ulus devletin egemenliğini sarsan gelişmeleri gün
yüzüne çıkarmaktadır.
Modern devletin ortaya çıkışı modern askeriye ve merkezinde maliye bürokrasisinin bulunduğu
modern bürokrasi ile gerçekleşmiştir. Devlet, eline geçirdiği yeni bir enstrüman olan gelişmiş askeriye ve
bürokrasi ile vergi alma kapasitesini hiç olmadığı kadar genişletmiştir. Üstelik vergiyi bizzat ve nakdi olarak
alma iktidarına da eriştiği için taşradaki güç odakları da ortadan kalkmış merkezileşme sağlanmıştır. Buna
mukabil olarak da ulus devletlerin coğrafyasına paralel olarak ulusal piyasalar ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan
bu piyasalarda egemen, maliye ve para politikaları ile istediği gibi düzenlemeler ve denetlemeler yapma
hakkını kendinde görmüştür.
II. Dünya savaşı önce Avrupa’da ve daha sonra gelişmekte olan ülkelerde hızla yükselen sosyal
devlet anlayışı incelenecek olursa egemen ulus devletin, ulusal piyasası üzerindeki egemenlik haklarını
kullanarak düzenlemeler ve yeniden bölüşümler yapmasına dayanan bir sistem olduğu görülecektir. Etkin
- 234 -
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
Cilt: 10 Sayı: 54
The Journal of International Social Research
Volume: 10 Issue: 54
vergilendirme ve dağıtım mekanizmalarıyla egemen, toplum içindeki iktisadi eşitsizlikleri müdahale ederek
çözme yoluna gitmeyi tercih etmektedir. Ancak 1970 sonrası küreselleşmenin aldığı hız ve şekil egemen
devletin ulusal ekonomisindeki egemenlik hakları aleyhine gelişmeye başlamıştır. Öncelikle sosyal refah
devleti anlayışı her yerde egemen olmuş ve liberal iktisadi tezler ile muhafazakar siyasi tezleri harmanlayan
yeni sağ hareketi dünya siyasetinde hegemonyasını ilan etmiştir. Bunun yanında sermayenin dolaşım hızı
potansiyeli yaşanan teknolojik gelişmeler neticesinde çok üst düzeye çıkmıştır. Ancak dolaşıma mani olan
ulus devletlerin gümrük duvarları, finansal dolaşıma şüpheyle bakmaları bu potansiyelin kullanılmasını
engellemektedir. Sermayeleri pek çok ulus devletin gayri safi milli hasılasından büyük olan çok uluslu
şirketler uluslar arası ticaret mevzuatının kendileri lehine güncellenmesini sağlayıp finans kapitalin yerküre
üzerindeki dolaşımının önündeki engelleri kaldırdı. Bu durum piyasalara giderek uluslar arası bir nitelik
kazandırdı. Buna mukabil olarak egemen devletlerin kendi piyasalarındaki kontrolü azalmaya başladı.
Üstelik yine 1945 sonrası kurulan Dünya Bankası yahut Uluslar arası Para Fonu gibi kuruluşlar büyüme ve
kalkınmayı gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin önüne bir hedef olarak koydular. Ulusal piyasası
üzerinde kontrolünü giderek kaybeden egemen devlet, kırılgan hale gelen uluslar arası piyasalarda oluşacak
krizler neticesinde DB ve IMF gibi kurumların kapısını çalmak zorunda kaldı. Bunun neticesinde de ulusal
ekonomilerin bu kurumların ön gördüğü şekilde dizayn edildiği bir süreç yaşandı. Böylece egemenin
ekonomik alandaki iktidarı da küreselleşmenin ekonomik boyutları neticesinde sınırlanmış oldu.
Ulus devlet egemenliğini sınırlayan bir diğer unsur da ulusüstü örgütlerin ortaya çıkmasıdır. En bariz
örneğini Avrupa Birliğinde gördüğümüz ulusüstü örgütlenmeler, devletlerin egemenlik haklarını kendi
rızaları neticesinde devretmesi sonucu oluşan yapılardır. Uluslar arası örgütlenmelerde devletlerin
egemenliklerini devretmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Oysa ulusüstü bir hukuksal düzen kısmi bir
egemenlik devrini zorunlu kılmaktadır. Avrupa Birliğinin; ortak Pazar oluşturulması, birlikteki ülkelerin
para ve maliye politikalarını eş güdümlemesi, para birimini tekleştirmesi gibi icraatları ulus devletin
egemenliği AB ile paylaştığının göstergeleri olarak okunmaktadır. (Beriş, 2006: 271)
SONUÇ
18. yüzyılın en parlak kavramı olan klasik egemenlik, mutlak, bir ve bölünemez özelliğini özellikle
19. Yüzyılın sonlarına doğru yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştır. Fransız devrimiyle gelen kuvvetler
ayrılığı anlayışı, hukuk devleti anlayışının önem kazanmasıyla bireylerin devlet karşısında anayasal güvence
altına alınması ve devlet sistemlerinin yavaş yavaş değişmesi ve küreselleşmenin farklı boyutlar kazanması
egemenliğin zorunlu olarak sınırlandırılması, bölünmez ve bir olma özelliğinin ortadan kalkması gibi
sonuçları ortaya çıkarmıştır.
Son yıllarda artan küreselleşme olgusu ile ulus devletin büyük bir yıpranmayla karşı kaşıya
kaldığını söylemek mümkündür. Küreselleşme, devletlerin sorunlarının kendi iç egemenlik alanlarında
çözülmesi yerine birtakım küresel örgüt ve yapılanmalarla çözülebileceğini göstermektedir. Küreselleşmenin
bu dışsal etkilerinin yanında, ulus devlete yönelik içsel etkileri de olmaktadır. Bölgeselleşme, yerelleşme gibi
olguların öne çıkmasıyla yurttaşlık bağı ulus devlet temelinde olmaktan çıkmakta, daha küçük etnik temelli
ve çok kültürlü bir yapıya dönüşmektedir. Bu durum ise ulus devletin egemenlik alanlarının hem yukarıdan
hem de aşağıdan sıkıştırılması ve daraltılması anlamına gelmektedir.
İnsan hakları hareketi, küreselleşme ve ulusüstü yapılar devletin egemenliğini sınırlayan, bölen ve
paylaşan unsurlar olarak çalışmada incelendi. Küreselleşmenin ekonomik boyutları üzerinde daha çok
durulsa da finans kapitalin küreselleşmesinin zorladığı yerelleşme, bölgeselleşme ve yerel öğelerin mensubu
olduğu devleti atlayarak uluslar arası aktörlerle doğrudan ilişkiye girebilmesi de egemenliği zedeleyen
sonuçlar arasında yer almaktadır.
Klasik egemenlik kavramında yaşanan bu dönüşüm bireyin devlet iktidarının keyfiliğinden
korunması bağlamında olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmektedir. Ancak egemenliğin
sınırlandırılması ve bu sınırlandırmanın sonuçları üzerinde toptan bir görüş bildirmek indirgemeci bir
yaklaşıma düşmek tehlikesini barındırmaktadır. Bu sebeple egemenliği sınırlayan öğeler tek tek kendi
rasyonellikleri içinde değerlendirilip bir kanaate varılması daha uygun olacaktır.
İnsan hakları kuramının gelişmesine bakacak olursak, siyasi düşünceler tarihi boyunca bireyi
devletten koruma fikri var olmuştur. Bu fikri teoriden pratiğe geçirmek bireyin keyfi iktidarın
kötülüklerinden korunması açısından oldukça olumlu bir gelişmedir. Üstelik egemen iktidarın tiranik bir
özellik taşımadığı da çalışmada belirtilmişti. Esasında devletin, vatandaşlarının çekirdek haklarına
dokunmaktan kendini alıkoyması egemenliğine bir sınırlama olarak bile düşünülmeyebilir. Ancak
unutulmaması gereken nokta şudur ki uluslar arası hukuk güç dengelerini değiştirmekten çok
yansıtmaktadır. Devletler arasında güçlü olanın haklı olduğu bir hukuksal düzenin işlediği çok da tartışmalı
- 235 -
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
Cilt: 10 Sayı: 54
The Journal of International Social Research
Volume: 10 Issue: 54
bir mesele değildir. Bu hakikatten hareketle insan hakları hususundaki gelişmelerin tüm egemenleri aynı
ölçüde sınırlandırdığı ideal bir düzenin herhangi bir zararının olacağını söylemek hata olacaktır. Ancak
uluslar arası örgütlerin, insan hakları mefhumunu demoklesin kılıcı gibi gelişmekte olan ülkelerin tepesinde
sallandırma ihtimali de zihinlerden uzak tutulmaması gereken bir durumdur. Unutulmaması gerekir ki
doğa durumundan toplumsa ve siyasal düzene geçerken tüm bireylerin haklarından aynı ölçüde feragat
ettiği var sayılmaktadır. Devletler arasındaki ilişkileri de bir doğa durumuna benzetecek olursak tüm
fertlerin aynı ölçüde haklarından feragat etmediği bir insan hakları söyleminin egemenlik açısından zararlı
olacağı ön görmek zor değildir.
Küreselleşme ve küreselleşmenin ekonomik boyutlarına bağlı olarak sınırlanan egemenlik alanına
bakıldığındaysa insan haklarından çok daha yıpratıcı bir süreç göze çarpmaktadır. Bir kere bu gelişme
devletlerin rızası dâhilinde gerçekleşmemekte, piyasalar git gide daha fazla uluslar arası ekonomiye bağımlı
hale gelmektedir. Ekonomide devletin giderek küçülmesi, egemenin piyasaya müdahale imkânlarını da
ortadan kaldırmakta yahut müdahalenin etkisini minimize etmektedir. Bu durum, uluslar arası ekonomi
açısından bakıldığında finans kapitale ev sahibi yapan gelişmiş kuzey ülkeleri için bir avantaj teşkil ederken
dünyanın geri kalanının farklı düzeylerde sömürüye maruz kalması sonucunu doğurmaktadır. Böylece
egemenin elinden vatandaşını ekonomik olarak koruma kollama seçeneği iradesi hilafına alınmış
olmaktadır. Yine küreselleşme neticesinde ön plana çıkan yerel ve bölgesel unsurlar çok uluslu şirketlerin
faydalandığı girdilere dönüşebilmektedir. Çok uluslu şirketler ve giderek çok uluslu şirketler lehine dizayn
edilen uluslar arası hukuk da dünya ekonomisi açısından ucuz işgücü yahut hammadde gibi girdiler olarak
görülen yerel ve bölgesel unsurları politik olarak da destekleyerek ulus devletten mümkün olduğunca
özerkleştirmeye gayret etmektedir. Bu özerkleşme talebi yerelin ve ulus ötesinin işbirliği çerçevesinde ulus
devletin egemenliği aleyhine işleyen bir süreç olarak devam etmektedir. Bu gidişat küreselleşmenin
ekonomik boyutu ile beraber düşünüldüğünde kısa vadede yerel unsurlar tarafından kendileri lehine bir
gelişme olarak algılansa da uzun vadede söz konusu yerel unsurları, olası bir kriz yahut yüksek düzeyli
sömürü girişiminden koruyacak bir egemenden mahrum bırakmaktadır. Ulus devlet açısından bakıldığında
ise ulus ötesinin kendi coğrafyasında alaka gösterdiği bölgelerdeki zenginliği ve değerleri değerlendirip
topluma yansıtamamasına da neden olmaktadır.
Son olarak ulusüstü yapıların gelişimi değerlendirilecek olursa, egemen devletlerin kendi rızaları ile
giriştikleri bir süreç olduğu göz önünde bulundurularak bu gidişat, kendi çıkarını en çoklaştırmayı
amaçlatan devletlerin tercihi olarak görülebilir. Her ne kadar AB özelinde baktığımızda üye ülkeler para
politikası gibi önemli bir ekonomik silahını AB’ye teslim ediyor olsa da süreç rızaya dayalı ilerlemektedir.
Ancak AB Anayasasına dair yapılan referandumlarda kimi ülkelerde hayır oyunun çıkması, bazı ülkelerin
referandumlarla AB’den ayrılma yönünde kararlar alması ve bazı ülkelerin de birlikten çıkışı tartışması bu
yapının daha yüksek sesle tartışıldığı gerçeğini gözler önüne sermektedir. Özellikle AB anayasa oylamaları;
egemen ulus devletin vatandaşlarının kendi devletlerinin egemenlik hakkını paylaşmak hususundaki
çekincelerini gözler önüne sermektedir.
KAYNAKÇA
AĞAOĞULLARI, M.Ali (1991). “Demokratik Mitoslar: Halk-Ulus Egemenliği ve Siyasal Temsil”, AÜSBF Dergisi, C.46, S.1, s. 21-30
AĞAOĞULLARI, M.Ali, C.Bali AKAL, Levent KÖKER (1994). Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı, Ankara: İmge Kitabevi.
ALATLI, Alev (2010). Batıya Yön Veren Metinler, Cilt II, (Ed. A.Alatlı), İlke Eğitim ve Sağlık Vakfı, Ankara: Melisa Matbaacılık.
AQUİNAS, Thomas(2002). Aquinas: Political Writings. (Çev. R. Dyson), Cambridge: Cambridge University Press.
BERİŞ, H. Emrah (2006). Küreselleşme Çağında Egemenlik Ulusal Egemenliğin Yeni Sınırları, Ankara: Lotus Yayınları.
BRANCOURT, Jean Pierre (2005), “Estat’lardan Devlete Bir Sözcüğün Evrimi”, Devlet Kuramı, (Ed.Cemal Bali Akal), Ankara: Dost
Yayınevi.
CLASTRES, Pierre (1991). Devlete Karşı Toplum, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
ÇETİN, Halis (2002). “Egemenlik ve Hukuk İlişkisi Üzerine”, C.Ü İİBF Dergisi, C. 3, S. 2, s.1-16.
ÇETİN, Halis (2003). “Siyasetin Evrensel Sorunu: İktidarın Meşruiyeti-Meşruiyetin İktidarı”, AÜSBF Dergisi, C. 58, S. 6, s.61- 88.
D’ENTREVES, A. Passerin (2005). “Devlet Kavramı”, Devlet Kuramı (Ed.Cemal Bali Akal), Ankara: Dost Yayınevi.
DUGUIT, Leon (1954). Kamu Hukuku Dersleri, (Çev.Süheyp Derbil), Ankara: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları.
DUGUIT, Leon (2005). “Egemenlik ve Özgürlük”, Devlet Kuramı, (Ed. C. Bali Akal), Ankara: Dost Kitabevi.
ERIKSEN, H. Thomas, NIELSEN S. Finn(2011). Antropoloji Tarihi, (Çev. Aksu Bora), İstanbul: İletişim Yayınları.
GARNETT, George(2006). Marsilius of Padua & The Truth of History, Oxford: Oxford University Press.
GIERKE, Otto (2005). “Ortaçağ’da Siyasi Kuramlar: Devlet ve Hukuk”, Devlet Kuramı, (Ed.Cemal Bali Akal), Ankara: Dost Yayınevi.
HAKYEMEZ, Yusuf Şevki (2004). Mutlak Monarşilerden Günümüze Egemenlik Kavramı, Ankara: Seçkin Yayıncılık.
HATEMİ, Hüseyin (1989). Hukuk Devleti Öğretisi, 1. Baskı, İstanbul: İşaret Yayınları.
KOÇAK, Mustafa (2006). Batıda ve Türkiye’de Egemenlik Anlayışının Değişimi: Devlet ve Egemenlik, Ankara: Seçkin Yayıncılık.
MACHIAVELLI, Niccolo (1994). Prens, (Çev. Nazım Gönenç), İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi.
MAİRET, Gerard (2005). “Padovalı Marsilius’tan Louis XIV’e Laik Devletin Doğuşu”, Devlet Kuramı, (Ed.Cemal Bali Akal), Ankara: Dost
Yayınevi.
MINOGUE, K.R (1996). “Thomas Hobbes ve Mutlakiyetçilik Felsefesi”, Siyasi Düşünce Tarihi, (Ed. D.Thomson), İstanbul: Şule Yayınları.
- 236 -
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
Cilt: 10 Sayı: 54
The Journal of International Social Research
Volume: 10 Issue: 54
ÖZBUDUN, Sibel ve ŞAFAK, Balkı ve ALTUNTEK, Serpil (2012). Antropoloji Kuramlar Kuramcılar, Ankara: Dipnot Yayınları.
PAZARCI, Hüseyin (1999). Uluslararası Hukuk Dersleri, Ankara: Turhan Kitabevi.
ROUSSEAU, J.J (1999). Toplum Sözleşmesi, İkinci Kitap, (Çev. Alpagut Erenuluğ), Ankara: Öteki Yayınları.
SACHS, Michael (2001). “Hukukun Üstünlüğü ve Hukuk Devleti”, Uluslararası Anayasa Hukuku Kurultayı, Ankara: Türkiye Barolar
Birliği Yayınları.
SUNAY, Reyhan (2007). Tartışılan Egemenlik, Ankara: Yetkin Yayınları.
TEZİÇ, Erdoğan (1991). Anayasa Hukuku, 2. Baskı, İstanbul: Beta Yayınları.
UYGUN, Oktay (ty), “ Küreselleşme ile Değişen Egemenlik Anlayışının Sosyal Haklara Etkisi”
YALÇINKAYA, A. (2012). “Tanrı: İktidar” (Ed.M. A. Ağaoğulları), Sokrates'ten Jakobenlere Batı'da Siyasal Düşünceler, İstanbul: İletişim
Yayınları.
http://www.anayasa.gov.tr/files/pdf/anayasa_yargisi/anyarg20/uygun.pdf Erişim Tarihi: 10.01.2014
TDK Sözlüğü, http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.52d5a646795513.61834101 Erişim
Tarihi: 10.01.2014
- 237 -
View publication stats