??????????
Hangisi Gelecek?
Tuna Emren
SINIRDA DURUYORUZ. Üzerimize çöken
görkemli, gri bir atalet bulutuyla büyülenmişçesine, tarihin başlangıcından bu yana
sıradanlığı bu kadar kutsadığımız başka bir
dönem daha olmamıştı.
Bazılarınız; “Yanılıyorsun. Peki Orta Çağ’ı
ne yapacağız?” diyorsanız, haklısınız. Ama
aramızda, az sonra açıklayacağım büyük bir
fark var. Rönesans’ın ışığı o karanlığın üzerine düştüğünde sanatçılar, bilim insanları
ve aydınların yaktığı bir şenlik ateşine akın
eden ateşböcekleri gibiydi tüm Avrupa. Ne
de olsa yepyeni bir altın çağın başlangıcıydı
bu. İnsanoğlu prangalardan kurtulmakla
kalmayıp, bilim ve sanat adlı kanatlarını kuşandı, yaratıcı zihnini serbest bırakıp şevkle
üretti, geleceğin insanına olağanüstü zenginlikte bir kültürel miras aktardı. Biz onların
omuzlarında yükseldiğimiz için daha öteyi
de görebilme şansına sahip olduk. Onlar
teleskopları yarattı, biz o teleskopları insan
aklının o zamanlar almakta zorlanacağı bir
26
seviyeye taşıdık. Onlar doğa ve bilgi felsefesini ortaya koyup bilimsel yöntemi sundu,
biz o yöntemi kullanarak modern teknolojiye vardık.
O ateşi yakanlar, kıvılcımları, kendilerinden önceki bir medeniyetin bilgeliğinden
devralmıştı. Çünkü geleceğin kapısını açacak anahtar orada duruyordu. Biz de onların yaktığı ateşi besledik, gücünü gezegenin
her yerine taşıdık ama üzerimize çöken atalet yüzünden geçmişin hatalarından ders
çıkarmayı bıraktık. Şimdi çok daha radikal
sorunlarla karşı karşıyayız ve son derece
radikal çözümler geliştirmemiz gerekiyor.
Stephen Hawking geçenlerde herkesi
şaşırtan bir açıklama yaptı; “Dünya hükümeti kurulmazsa teknoloji bizi mahvedecek.” Neden böyle söylediğini anlamak
için bir başka fizikçi Max Tegmark’ın aynı
konuyu ele aldığı yazısından kısa bir bölüme göz atalım; “Teknoloji sayesinde Taş
Devri’nden çok daha iyi bir dünyada yaşıyor
oluşumuza şükrederken bile aslında onu
nasıl kullanacağımızı belirleyen bilgeliğe
minnet duymuş oluyoruz. Böyle bir bilgeliği
geliştirmek konusundaki geleneksel stratejimizse hatalarımızdan ders çıkarmaya
dayalı.” Bu yarışta bilgelik hep geriden geldi
çünkü sadece ona ihtiyaç duyulduğunda
atağa geçti. Örneğin önce ateşi, hemen ardından onun her şeyi yakabileceğini, sonra
o ateşi ilkel yollarla nasıl söndürebileceğimizi, çağlar sonra da yangın söndürücüleri
keşfettik. Oysa bu kez önümüzde sinsice
yatan tehlike çok daha büyük ve tarihte ilk
kez hatalarımızdan öğrenme lüksüne sahip
değiliz. Çünkü geliştirmekte olduğumuz
yapay zekâ, hâlihazırda elimizde bulunan
ve bir gen düzenleme tekniği olan CRISPR
gibi teknolojiler muazzam bir güce sahip.
Bunlar karşısındaki en ufak hatamız bile
zincirleme bir etkiyle sonumuzu getirebilir.
Diğer bir deyişle; bir distopyaya doğru hızla
yol alıyor olabiliriz.
Hawking’in öne sürdüğü çözüm öylesine
radikal ki hepimiz bunun imkânsız olduğu-
nu biliyoruz. Radikal bir çözüme ihtiyaç var
ama bu, mümkün olanın sınırları içinde geliştirilmeli ki hayallerden gerçeğe adım atıp
içinde bulunduğumuz ataleti devinime çevirebilelim. Öyleyse gerçekçi olalım. Neden
sadece hatalarımızdan öğrenerek bilgelik
geliştirebiliyoruz? Aslında bunun altında da
kökleri derinlere uzanan başka sorunlar var.
Dünyanın bazı noktalarında bilgelik düzeyi
hızla artıyor zaten. Örneğin Kuzey Avrupa
ülkeleri, İsviçre ve Kanada’ya baktığımızda
refah içinde yaşayan, mutlu ve özgür bir toplum yaratılabilmesi için bazı reformlar yapıldığına tanık oluyoruz. Finlandiya’daki yeni
eğitim sistemi, İsveç’te tüketim çılgınlığına
son vermek için tasarlanmış “yenisini alma,
tamir et” hareketi, Kanada ve İsviçre’de uygulamaya konulmak istenilen temel vatandaşlık geliri, paylaşım ekonomisinin desteklenmesi, mutluluk endeksinin artırılmaya
çalışılması gibi birçok örnek var önümüzde.
Bilgelik kazanıp geleceğimize bu güçle yön
ŞİMDİ
vereceksek bunu hep beraber yapacağız.
Ama baskının git gide arttığı, sürekli birbirimizle rekabet etmek zorunda kaldığımız,
sanatın ve bilimin değer kaybettiği, aydınlarına sırt çeviren toplumlarda bunu nasıl
başarabiliriz ki? Hangisini tercih edersiniz?
Mutlu, sağlıklı ve bir arada özgürce yaşayabilen bireylerden oluşan ideal bir toplumu,
yani ütopyayı mı, yoksa dünyanın kimi yerlerinde baskıcı rejimlerle, kimi yerlerindeyse
hırslarımız yüzünden teknolojinin elimizden
kayıp gitmesiyle ortaya çıkabilecek olan,
sosyal ve ekonomik adaletsizliğin iliklerde
hissedileceği, karanlık, içinden çıkılamaz bir
distopyada yaşamayı mı?
Size iyi bir ütopya modeli sunamam.
Bunun için önce hayal gücümüzün fitilini
ateşlememiz gerek çünkü geçmişten getirebileceğimiz tek bir örnek bile yok. Ama
birbirinden farklı birçok distopya modeline
sahibiz. Hem tarihsel hem de kültürel açıdan
bu konuda oldukça zengin sayılırız. Bunların
bazıları apaçık bir şekilde karşımızda duruyor, bazılarınıysa görmekte zorlanıyoruz. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı ve George Orwell’in 1984’ünü bilmeyen yoktur.
Her ikisinde de bugün bizzat karşı karşıya
kaldığımız tehlikelerden bahsediliyor. Cesur Yeni Dünya’da karanlık ve rahatsız edici
bir portre çizen Huxley, istikrarın genetik
müdahale ve kanunlarla dayatıldığı, mutsuz
BAŞIMIZA
GELEBILECEK
KÖTÜ ŞEYLERI
BILMEK
CESARET
KIRICI. PEKI
BUNLARI
GÖRMEZDEN
GELMEK
DAHA MI IYI?
olmanın yasaklandığı, mutluluğun biyoteknoloji kullanılarak garanti altına alındığı,
embriyo fabrikalarında klonlanan bebeklerin bir kast sistemine göre sınıflandırıldığı
sözde mutlu ve itaatkar bir toplum resmi
çiziyordu. İşte bugün o teknolojiye sahibiz
ve nasıl kullanacağımız bize bağlı. Orwell
ise 1984’de bilgiye erişimin yasaklandığı,
gerçeklerin bizden gizlendiği, baskıcı bir
rejim altında tutsak edildiğimiz bir distopya modeli sundu. Şimdi bu senaryolara bir
de Yokedici’deki (The Terminator) gibi bir
yapay zekâyı ekleyelim. Çünkü yapay zekâ
alanındaki faaliyetlerimizi sağduyulu bir
şekilde yönetemezsek bir “yok ediciyle”
de karşılaşma olasılığımız var. Yapay zekâyı
sadece akıllı robotlar olarak düşünmeyin.
Sonuçta yaşam alanımıza buyur etmemiz
gereken yeni bir türden bahsediyoruz.
Arthur C. Clarke’ın aynı adlı romanından
uyarlanan 2001: Bir Uzay Destanı filminde
karşılaştığımız zeki bilgisayar HAL9000,
insanlığın tarihi misyonlarından birinde
hatalı çalışmaya başlıyor ve mürettebatı öldürme planlarıyla meşgul oluyordu. Clarke,
HAL9000’in neden böyle çılgınlaştığını da
açıkladı: “Sorunun kaynağı insanlar tarafından verilen çelişkili komutlarda yatıyordu
ve HAL, Jüpiter’e ulaşma görevinin başarıyla tamamlanabilmesi adına mürettebata
yalan söylemek zorunda kaldı.” Nihayetinde salt mantığa dayalı bir sistem olduğu
için yalan söyleme konusunda tecrübesi
yoktu. Dolayısıyla birbiriyle bağdaşmayan
işlemleri gerçekleştirirken hata verdi ve bir
noktadan sonra duruma son vermek için
mantıksal bir çözüm üretti: İnsanları yok
et ve bundan kurtul. İnsan zekâsı, makinelerin zekâsıyla yarışabilecek düzeyde değil.
Böyle bir yapay zekâ ortaya çıktığında, yeteneklerini insanlığa hizmet etmek amacıyla
önce finans ve doğal kaynakların eşit dağılımı gibi konularda kullanabileceği gibi,
bizi ilerlemenin önündeki engel ya da bir
virüs gibi görüp hepimizden kurtulmak da
isteyebilir. Fütüristlerin bir kısmı gelecekte
iyi niyetli robotların insanlığın hizmetine
gireceğini, açlık ve yoksulluğu tamamen
geride bırakacağımızı, bu esnada genetik
alanındaki başarılarımız sayesinde ortalama yaşam süremizin muazzam seviyelere
yükseleceğini, yaşlanmayacağımızı, hatta
belki de ölmek zorunda kalmayacağımızı
söylüyor. Diyelim ki yapay zekâyla bir arada yaşamayı başardık, peki ölümsüzlüğe
kavuşma hakkını kimlere tanıyacağız?
Sadece böyle bir tedaviyi satın alabilecek
kadar şanslı olabilen zenginlere mi? 2 milyon yıl önce frontal korteksi gelişmeye
başlayan atalarımız diğer insansılardan
nasıl ayrılmaya başladıysa, biz de genetik
müdahaleyle güçlendirdiğimiz insanlar
üzerinde aynı etkiyi yaratabilir, geçmişin
öjenik uygulmalarına benzer insanlıkdışı
bir eğilime kapılabiliriz.
Çağlar boyunca biriktirdiğimiz bilgiden,
bu yolculukta yüklendiğimiz kültürel mirastan ve türümüzün en yaratıcı yansıması
olan sanattan, ansızın göğsüne yumruk
atılmış ve bunun acısına tutunup kalmış
biri gibi şaşkın bir ifadeyle, haykırarak ve
sürekli yalpalayarak uzaklaşıyoruz. Tarihe
insanlığın en önemli seçimlerinden biri
olarak geçecek bir yol ayrımına eriştik. Bir
tarafta kayıtsızlık ve yozlaşmaya giden
dümdüz bir otoban var. Diğer taraftaysa
adım atması daha fazla cesaret ve güç gerektiren kıvrımlı, engebeli bir patika. Ancak iktidar hırsından sıyrılmış olanların
adım atabileceği, yol boyunca her adımda
hem kendimize hem de insanlığın geleceğine yön verecek bazı önemli kararlar
almaya devam edeceğimiz bir patika bu.
Kabul edelim, biraz tavşan deliğinden içeri atlamış Alice gibi olacağız. Ama bizim
de elimizde bir anahtar var. Binlerce yıllık
genetik ve kültürel mirasımızla şekillenmiş, geleceğin kapısını açacak pırıl pırıl bir
anahtar.
Skype’ın kurucusu Jaan Talinn’in dile
getirdiği şekliyle; Bilgelik kazanma yönünde ilerleyemiyoruz çünkü güdülerimiz bizi
kötü bir Nash Dengesi noktasına sürüklüyor. Nash Dengesi, çoğumuzun Akıl Oyunları adlı filmden tanıdığı ünlü matematikçi
John Nash’in sosyolojik ve biyolojik evrimi
de açıklayabilen Oyun Kuramı’ndan geliyor. Kurama göre, tüm oyuncular bulundukları konumdan memnun olduklarında
oyun bir dengeye kavuşur ve bu denge
oyuna dâhil olan herkesin bir şekilde işine
27
geldiği için korunmak istenir. Bu noktadan
sonra, birbirlerine karşı sürekli yarışmak
zorunda olan oyuncuların bireysel çıkarları
uğruna, sadece dayanışmayla başarılabilecek daha güzel bir dengeden vazgeçilir. Yani
Nash Dengesi illa iyi olacak diye bir kural yok.
Berbat bir Nash Dengesi’nde atalete kapılmak başımıza gelebilecek en kötü şey olabilir.
Üstelik bu kez teknolojiyi de işin içine katınca,
kavuşacağımız bu dengeyle kendi sonumuzu
getiriyor olabiliriz.
Nasıl bir Nash Dengesi noktasına sürüklendiğimizi görmek için günümüzde karşı
karşıya olduğumuz büyük sorunlara göz
atmak yeterli. Bunların çoğunu kendi kendimize yarattık. Dünyanın bir kısmı aşırı tüketirken diğer kısmında geceleri aç uyumak
zorunda kalan çocukları bir düşünün. Ya da
sırf bazılarımız kişisel hırslarını bastıramıyor
diye ezilen onca insanı… Ekonomik ve sosyal
adaletsizlik, süregelen savaşlar, doğayı hızla
katlediyor ve tarım toprağına zarar veriyor
oluşumuz, kendi ellerimizle güçlendirdiğimiz
büyük şirketlerin birer kölesiymişçesine tüm
sorunlarımızı tüketim çılgınlığıyla aşmaya
çalışmamız, sağlık gibi yaşamsal öneme sahip
bir sistemi bile bu şirketlerin insafına bırakıp
sonuçta şanslıysak ihtiyaç duyduğumuz ilaçlara çok yüksek bedeller karşılığında ya da o
kadar şanslı değilsek Afrika’daki insanlar gibi
ancak yardım kuruluşlarının eliyle ulaşabiliyor oluşumuz… En şanslılarımız bile acı çekiyor. Dünya Sağlık Örgütü, depresyonun tüm
dünyada 300 milyon kişiyi etkisi altına alıp,
hastalıklara yol açan en önemli etkenlerden
birine dönüştüğünü açıkladı. Son 10 yılda
depresyon geçirenlerin sayısında %18 artış
var. Sağlıklı bir toplumda yaşıyorsak neden
bunca insan psikolojik bir çöküşün eşiğine varıyor? Dayanışma ve deneyimin değil, başarı
ve rekabetin desteklendiği bir yapıda sağlıklı
kalabilmek ne kadar mümkün?
Peki tüm bunlara son verip, mutlu, özgür,
refah ve dayanışma içinde yaşayan bir toplumun bireylerine dönüşebilir miyiz? Bilgelik
geliştirmemizi ve elimizdeki modern teknolojiyi akıllıca yöneterek harika bir geleceğe
imza atmamızı sağlayabilecek o radikal çözüm nedir? Geçmişe dönüp baktığımızda aydınlanmanın hangi araçlarla başarıldığı gün
gibi ortada; Sanat, bilim, düşünce ve ifade özgürlüğü. Bilim de tıpkı sanat gibi hayal gücüne
dayanan, yaratıcılık gerektiren bir düşünce
28
sistemi. Ondan tek farkı, mantık ve görgül
kanıt gerektiriyor oluşu. Tarihte ilk kez bilim ve teknolojinin gücünü kullanarak insan
hayatını değiştirebilme gücünü elde ettik.
İnternet sayesinde sınırların ortadan kalktığı küresel bir iletişim gücüne ve beraberinde bilgiyi de aynı hızla yayma becerisine
sahip olduk. Ama aynı sebeple hatalarımız
da hızla yayılıyor. Öyle bir yerde duruyoruz
ki hem maddeyi hem de yaşamı manipüle
etme gücünü kazandık ve henüz bu güçle ne
yapacağımızı kestirmek zor. Aslında hemen
şu anda bile mevcut sorunlarımızı geride bırakacabilecek kapasite, beceri ve teknolojik
yeterliliğe sahibiz. Ya da kendimize yeni sorunlar yaratırız. Ama bu gücü bizim adımıza
kullanmaları için başkalarının inisiyatifine
terk etmek hiç de iyi bir fikir değil.
Amerikalı filozof Charles Pierce, dört
temel inanç tespiti yöntemi olduğunu söylemişti. İlki sebat etme ve bir şeyi hep belirli
bir şekilde yapmaya dayalı. İkincisi, güce sahip olan bir kaynak ya da bir insanın vazettiği bir şeyi hiç sorgulamadan kabullenip biat
etmek. Üçüncüsü önsel inanma. Sonuncusuysa mantık yürütülerek varılan bir sonucu
denetimli gözlem ve deneylerle test ederek
sınama. Pierce, sadece bu son yöntemin
kendi kendini düzeltebilme ihtimali olduğuna işaret etmişti. Dolayısıyla mantıksallıktan kopmadan, sağduyulu kararlar verip,
bunları uygulamaya geçirdiğimizde topluma sağladığı faydaları sınayarak her şeyi düzeltme imkânına sahibiz. Ama yaşadığımız
dünyada olup bitenleri anlamaksızın nasıl
kendi yaşamlarımızı etkileyecek akıllıca
kararlar alabiliriz ki? Başımıza gelebilecek kötü şeyleri bilmek cesaret kırıcı.
Peki bunları görmezden gelmek daha
mı iyi? Gelecekte hangisi bizi olası bir
çıkmazdan kurtaracak?
Bilime ve sanata muhtacız. Bunları
ortaya çıkarabilecek bir zihnin özgür ve
yaratıcı olabilmesi gerekiyor ki o zihinde şekillenen şey kendine özgü bir ifade
bulabilsin. Öyleyse düşünce ve ifade öz-
En şanslılarımız bile acı çekiyor
Dünya Sağlık Örgütü, depresyonun
tüm dünyada 300 milyon kişiyi
etkisi altına alıp, hastalıklara
yol açan en önemli etkenlerden
birine dönüştüğünü açıkladı.
gürlüğüne de muhtacız. Ama tüm bunlardan
doğan gücümüzü aklıselim bir şekilde yönetebilmek için sağduyulu davranma zorunluluğumuz da var. Kesin olan şey; Bilgeliğin
kazanması gerekiyor. İçinden geçmekte olduğumuz bu kaosun kendi kendine sonlanacağını düşünmek naiflik olur. Öyleyse üstümüze düşeni yapıp yaklaşmakta olduğumuz
bu berbat Nash Dengesi’ni bozalım. Bunun
için daha fazla bilime, bilgiye, sanata, deneyime dayalı bir eğitim sistemine, toplumsal
dayanışmaya, dogmalardan arınmış özgür ve
sorgulayıcı zihinlere, bu yolda bize ışık tutmaya devam edebilecek aydınlara ihtiyaç var.
Orwell ve Huxley tarihsel bellek yitiminin
yıkıcı etkisini görmüş, bunun insani değerlere nasıl zarar vereceğini gösteren distopya
modelleri yaratmışlardı. İçinden çıkılamaz
bir distopyaya demir atmak istemiyorsak
üzerimizdeki ataletten silkinip, elimizdeki bu
güçlü teknolojileri hayatı kolaylaştıracak şekilde yönetme bilgeliğini kazanmamız şart.
O engebeli patika tam önümüzde duruyor.
Benmerkezci, yaşamı sadece kendi türüne
özgü müktesep bir hak gibi gören bireyler gibi
sıkı sıkıya tutunduğumuz kişisel hırslarımızdan arınıp, özgeci ve insancıl bir adım atarak
bizden sonraki nesillere hayalini kurduğumuz geleceği teslim edebiliriz. Zihnimizin
aydınlanması ve ruhumuzun özgürleşmesiyle evrilebilecek bir bilgelik, aynı zamanda büyük insanlık maceramızın da ta kendisi değil
mi zaten? Neyi bekliyoruz ki?
@tunaemren