Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
u3 O z oı— Z O z Devrim açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç Engin Tonguç ant ANT YAYINLARI: 33 T e lif H a k k ı: E N G İN t o n g u ç İ l k Y ay ın ı: A N T Y A Y IN L A R I N is a n 1970, İs ta n b u l K apak : İN C t Ö Z G Ü D E N D izgi T e rtip : E S -İN M ATBAASI B a s k ı: İL E R İ S A N A T M A T B A A S I Engin Tongue Devrim Açısından Köy Enstitüleri Ve Tonguç ANT YAYINLARI C ağ alo ğ lu , B a şm u s a h ip S ok. 1 0 /1 2 . İS T A N B U L — Halkın egemenliği ve mutluluğu için ileri bir eğitim düzeni kurma sava­ şma emeklerini katmış köylü, öğrenci, öğretmen ve yöneticilerin ölümsüz anıla- Ö nsöz Köy Enstitüleri ve I. Hakkı Tonguç konusunda bir kitap hazırlamaya beni iten nedenler ve bunu yaparken göz önünde tuttuğum başlıca esaslar şöyle sıralanabilir: Herşeyden önce köy enstitüleri konusu kişisel bakım­ dan anısı benim için çok değerli olan bir kişiye, 1. Hakkı Tonguç’a sıkı sıkıya bağlıdır. Onunla olan yakınlığım bu kitabın yazılmasının başlıca nedenlerinden birisi oldu­ ğu gibi, gecikme nedenidir de. Ondan söz etmek, uzun yıllar bana gereksiz bir kendi kendini anlatma, hatta alçak­ gönüllülüğe yaraşmıyan bir övünme gibi görünmüştür. Bu duyguyu yenmem uzun sürdü. Zamanla köy enstitüle­ ri ve Tonguç konusuna eğilmem gerektiğini, bunun bir görev olduğunu anladım. Yapılan yorumlar, eleştiriler ge­ nellikle o kadar yüzeysel ve sübjektif oluyordu ki, çok iyi bildiğim olaylar ve kişiler zamanla tanınamıyacak kadar değişiyor; yıllar geçtikçe, kalınlaşan bir buzlu camın ar­ dındaki görüntüler gibi netliğini yitiriyordu. O zaman ger­ çekleri ve kişileri yapabildiğim kadarı ile tespit etmenin, belirlemenin alçakgönüllülük duygusundan daha önemli ol­ duğu sonucuna vardım. Duygulan ve kaygıları ile insan­ lar göçüp gidecek, geriye toplumsal gelişmemizde önemli rol oynamış bir çaba kalacaktı. Bu çaba konusunda ger­ çeği yansıtmak her türlü kişisel duygulardan öte, bilenlerin görevi oluyordu. Kitabı yazarken elimden geldiği kadar objektif ol­ maya çalıştım. Bunun için şimdiye kadar konu ile ilgi­ li birçok kişinin yaptığı gibi yalnız anılarımı yazmak yo­ lundan kaçındım; hatta elimden geldiğince bu anılara yer vermedim. Ayrıca anılar ne kadar doğru ve değerli olur­ larsa olsunlar, bilimsel bakımdan da belge ve kanıt olarak değerleri sınırlı oluyordu. İleride yapılacak bilimsel ça­ lışma ve yorumlar bakımından elbette önemli idiler; ama başlıbaşma yeterli değillerdi. Artık gerekli olan, köy ensti­ tüleri konusunda yazılı metinleri, şimdiye kadar açıklan­ mamış belgeleri incelemek, değerlendirmek, yorumlamaya çalışmaktı. Köy enstitüleri konusunda özellikle son on yıl için­ de pek çok yazı yazılmış olmasına rağmen, bilimsel nite­ likteki incelemeler şaşılacak kadar azdı. Fay Kirby’nin 1962’de yayınlanan «Türkiye’de Köy Enstitüleri» kitabı dışında bu gibi çalışmalar yoktu. Köy enstitülü anı yazar­ ları ve bu konuyu bir ilericilik sloganı olarak benimsiyen, bu yolda günlük fıkra ve makaleler, konferanslar, konuş­ malar ve açık oturumlarla olumlu düşünlerini açıklıyan bir yığın aydın ve düşünürün eylem açısından şüphesiz ki, çok önemli etkileri olmuştu. Ama bütün bunların ve bize vergi bir gariplik örneği olarak kalacak roman türündeki eleştirilerin gelecek kuşaklara bırakılacak bilimsel çalışma­ lar olduğu söylenemez. Konuyu ciddi ve bilimsel bir tabana oturtabilmek amacıyla o çağın yazı, kitap ve belgelerini değerlendirme­ ye çalıştım. Bu konuda Hakkı Tonguç’un bırakmış oldu­ ğu belgeler büyük bir önem taşıyordu. Sayı ve kapsam­ ları bakımından başlıbaşına bir arşiv niteliği taşıyan bu belgelerin değerlendirilmesi konusunda benim yapabildi­ ğim, yapılması gerekenin pek küçük bir bölümüdür. Bin­ lerce mektup ve belge arasından yararlanabildiklerim ka­ bataslak yapılmış bir sınıflandırma sırasında dikkati çe­ kenlerin incelenmesi ve yorumlanmasıdır. Bu arşivin ger­ çek bilimsel araştırmalar yapmaya niyetli bilim adamları­ nı yıllarca uğraştıracak nitelikte olduğunu söylemeliyim. Böyle bir çalışma sonunda toplumumuzun evrimi açısın­ dan çok yönlü ve önemli sonuçlara ulaşılabileceğine, hatta günümüzdeki ve gelecekteki eylemlere ışık tutacak bilim­ sel gerçeklere varılabileceğine inanıyorum. Ne yazık ki, bu gerçeği yabancı araştırıcılar daha iyi anlamışlardır. On yıldan beri bunların dilimizi öğrenmeyi de göze alarak giriştikleri çalışmalarla günün birinde çok geniş ve derin­ liğine yapılmış önemli bilimsel eserler ortaya çıkarsa şaş­ mamak gerekir. Yine bu on yıllık süre içinde, ülkemizde köy enstitüleri konusunda olumlu veya olumsuz sonuç­ lara, hem de pek kesin sonuçlara vardıklarım sanan ya­ zar, sanatçı ve düşünürlerin bir teki bile böyle bir incele­ meye girişmek gereğini ne yazık ki, duymamıştır. Her konuyu yalnız ve yalnız kendi aklının gücü ile çözebile­ ceğini sanmak, yorucu incelemeleri göze alamamak, kanı ve savlarını belgelere dayandırmadan ortaya atıvermek herhalde çağdaş gerçek bilimsel davranışın özellikleri de­ ğildir. Başlangıcından bu yana 35 yıl geçmiş bir çabanın, hâlâ uygulandığı ülkenin aydınlarınca bilimsel olarak in­ celenmemiş olması acı ve düşündürücü bir gerçektir. Böyle bir ortamda Tonguç’un arşivinin geleceği bakımın­ dan da kaygı duyduğumu belirtmek zorundayım. Ata­ türk’ün evrakının bile nederece tam olarak saklanabildiği tartışma konusu olan bir bilim ortamında böyle bir kaygı­ da haklı olduğumu sanıyorum. İnsan yaşamınm akla pek az getirilen kısalığı ve çoğu kez beklenmedik bitimi, gele­ cek kuşaklara noksansız olarak aktarılması gereken bu gibi belgelerin geleceği bakımından düşündürücüdür. Her­ halde, yürünmesi gereken en güvenli yol, bu belgeleri bir an önce değerlendirmek ve yayınlamak olsa gerektir, işte bu kitap bir bakıma, bu yolda kendi çapımda giriştiğim bir çalışmadır. Köy enstitüleri ve Hakkı Tonguç konularını bir ara­ ya getirmek ne dereceye kadar doğrudur? Başka bir de­ yimle birçok kişinin emeğinin geçtiği bir girişimi inceler­ ken bir tek kişinin yaşamı ve çalışmaları ne kadar önemsenmelidir? Yaşamının son yıllarında bile, daha önce bir­ çok kereler öne sürdüğü bir düşünü tekrarlıyarak «köy enstitüleri konusunun kendi adına bağlanarak öne sürül­ mesini doğru bulmadığını» belirten bir kişinin adını kul­ lanırken böyle bir soru sormayı zorunlu görüyorum. Evrimi ve gelişmeyi etkiliyen atılım ve girişimleri top­ lumsal ve siyasal koşulların hazırladığı, ortaya çıkardığı görüşü bu kitapta kullanmaya çalıştığımız ana kuraldır. Tarihsel gelişme doğrultusu içinde uygun koşullar bir ara­ ya gelmese idi ne köy enstitüsü girişimi, ne onun günümü­ ze kadar erişen etki ve tepkileri olurdu. Hakkı Tonguç da benzeri binlerce öğretmen arkadaşı gibi yaşamını sürdü­ rür, geçip giderdi. Elverişli koşullar olmasaydı, bunlardan yararlanılarak eyleme girilmemiş olsaydı Tonguç’un de­ ğişik bazı düşün ve inançları olmasının bizim için hiçbir önemi bulunmaz, bu onun kişisel sorunu olmaktan öte bir anlam taşımazdı. Öte yandan elverişli koşullar içinde, Hakkı Tonguç olmasaydı, hiç şüphe yok ki, bir başka kişi çıkar, belki biraz farklı bir şekilde, ama yine aynı ve ben­ zer doğrultuda onun görevini yürütürdü. Şunu söylemek istiyorum: Köy enstitüleri konusunu incelerken Tonguç’un üzerinde durma zorunluğu mutlak olarak Tonguç’un kişili­ ğinden ve varlığından ötürü değildir; köy enstitüleri girişi­ mini hazırlayan koşulların sonucu olarak işi yürütme gö­ revini yüklenmiş kişinin o olmasındandır, önemli olan ko­ şullardır; bunların gerektirdiği düşün sistemi ve eylem en iyi şeküde bir kişinrn kişiliğinde yoğunlaşıp belirlenecek­ tir. O kişiyi ve düşün sistemini önemsemek, incelemek zorunluğu böyle doğar. Bunun aksini savunmak, yani koşul­ lar ne olursa olsun, bir kişinin üstün yeteneklerinden ötü­ rü herhangi bir atılımı yürüttüğünü, başardığını öne sür­ mek bizim bilim anlayışımıza aykırıdır ve Tonguç’un da düşünlerine, inançlarına, anısına, yaşamına saygısızlık olur. Atılımın başında bulunan kişinin adını atılımın kendisi ile bir araya getiriyorsak; bu, onun koşulların hazırladığı işi yürüten bir çeşit simge oluşundandır. Bu söylediklerimizden incelememizdeki görüş açısının ana özelliği de kendiliğinden ortaya çıkar: Köy enstitüle­ ri girişimini hazırlayan, olgunlaştıran ve sonunda durdu­ ran, ama etki ve tepkilerini de günümüze kadar sürdüren toplumsal, ekonomik ve siyasal gelişmeler ve koşullara ön­ celik verilecektir. Türk toplumunun evrimi açısından köy enstitüleri girişiminin ne olduğu, yeri, etki ve tepkileri az incelenmiştir. Bu çalışma ile kendi çapımızda da olsa köy enstitülerini evrimimiz içindeki yerine oturtmayı deniyo­ ruz. Günümüzde bu çok gereklidir. Evrimimizin özellikle­ ri sonucu köy enstitüleri düşünü ve girişimi bitmemiştir; yaşamını sürdürmekte, açık veya kapalı bir şekilde bu­ günkü düşün ve siyasal hayatımızda önemli bir yer tut­ maktadır. Toplumsal yapımız değişmedikçe, gelecekte de böyle olması evrimimizin bir gereğidir. Köy enstitüleri sis­ teminin bir ilericilik yöntemi, sloganı olarak sürüp gitmesi evrimimizin özelliğinin doğal sonucudur. Yeni kuşaklara köy enstitülerinin ne olduğu, ne olmadığı, evrimimizdeki yeri konularında doğru bilgiler vermekle görevliyiz. Yeni kuşaklar, bu konuda hem sağdan, hem soldan sorumsuzca yanıltılmışlardır ve yanıltılmaktadırlar. Enstitüleri savunan­ ların ise bu görevi bugüne kadar yeterince yaptıkları söy­ lenemez. Bu yanıltmalar karşılıksız bırakılırsa, ilerici genç kuşakların devrimci çabalarında kullanabilecekleri en önemli araçlardan birisinden yoksun kalmaları tehlikesi belirir. Bu kitapla güttüğümüz pratik amaç, işte bu tehli­ keyi önlemeye yardımcı olmaktır. Kitap, bölümleri ve hac­ mi bakımından genç kuşaktan bir aydının kısa bir sürede köy enstitüleri konusunda doğru kanılara varabilmesini kolaylaştıracak şekilde düzenlenmeye çalışılmıştır. Elim­ deki belgeler ve kaynaklar bunun birkaç misli hacimde bir çalışmaya elverişli olduğu halde konuyu dağıtmak, alına­ cak izlenimi zorlaştırmak istemedim. Düzen olarak da da­ ha çok günümüzde ilgi duyulan ve tartışılan konulara önem verdim. Klasik bir şema, örneğin bir biografi yahut köy enstitülerinin tarihini yazmak gibi bir yol izlemedim. Ayrıca eğitbilimsel ayrıntılara girmekten kaçındım; daha çok toplumsal, ekonomik ve siyasal açıdan değerlendirme­ ler yapmak istedim. Kitabın bazı bölümlerinde «köy enstitülüler» adı al­ tında sözleri edilen eski yönetici, öğretmen ve öğrencilerin de bazılarının eleştirileri yapılmaktadır. Sorunun açıklığa kavuşması, köy enstitülerinin evrimimizdeki yerinin anla­ şılabilmesi bakımlarından olduğu kadar, günümüzdeki ve gelecekteki eylem açısından da böyle, bir çeşit «kendi ken­ dini eleştirbnin çok gerekli olduğuna inanıyorum. Bu eleştiri bu kişilerin çeşitli dönemlerdeki değerli çaba ve emeklerinin yadsınması demek değildir. Hele bunu Tonguç’un çalışmalarının önemini artırmak için girişilmiş bir davranış şeklinde yorumlamaya kalkanlar çıkarsa çok acı duyarım. Tonguç köy enstitüleri ile elde edilen başarıla­ rın ancak ve ancak kollektif bir çalışma ile ve bütün katılanların olağanüstü çaba ve emekleriyle elde edildiğini bir­ çok kereler yazmış, belirtmiştir. Gerçek de budur. Ama • n * bu gerçek, bizi yapılmış hataları, yetersizlikleri incelemek­ ten, eleştirmekten alıkoymamalıdır. Hele 1960’dan sonra­ ki gelişmeler içinde bu gibi davranışların zararları büyük olmuştur. Unutmıyalım ki, köy enstitüleri sisteminin baş­ lıca ilkelerinden birisi de «kendi kendini eleştiri» idi. Soru­ nu içinde bulunduğumuz dönemde, bir bakıma takıldığı diyebileceğimiz noktadan kurtarıp daha ilerilere götüre­ bilmenin vazgeçilmez bir koşulu, bu çeşit eleştirilere önem vermek ve bundan yüksünmemektir. Bu incelemeyi yaparken sağdan veya soldan saldırı­ ya uğramak, giriştiğim yorumlar, yayınladığım bazı bel­ gelerle bu gibi saldırılara olanak hazırlamak kaygısına önem vermedim. Bunların her zaman yaptıkları gibi, so­ runu bütünüyle değil, belirli ayrıntıları sömürerek, metin­ leri makaslayıp kendilerine göre yeniden dizerek bu ça­ lışmayı da amaçlarına göre kullanmaya çalışacaklarını biliyorum. Bunu bir bakıma doğal saymak ve köy enstitü­ leri sisteminin yaşamını sürdürdüğüne kanıt olarak kabul etmek gerekir; eğer bu ölü bir konu olsaydı, böyle bir tehlike de ortaya çıkmazdı. Ama bugünkü siyasal eylemler içinde hâlâ önemini yitirmediği içindir ki, saldırılar ola­ caktır. Bazı köy enstitüsü düşmanları tarafından bugünkü siyasal amaçlarına göre sömürü konusu yapılacak diye bir takım önemli açıklama ve yorumlara girişmekten kaçın­ mak, daha zararlı ve olumsuz bir davranış olurdu. Açık­ lama ve yorumların getireceği yararların kötü amaçlı tar­ tışmacıların çarpıtmalarıyla verecekleri geçici zararlardan daha önemli olacağı kanısındayım. Kitaptaki düşün ve sonuçları belge ve metinlerle ge­ niş ölçüde doğrulamaya, kanıtlamaya çalıştım. Bunun için uzun aktarmalar yapmak zorunda kaldım. Bunlar yer yer okuyucuya sıkıcı gelebilir. Ama kitabın amacı okuyucuya hoşça vakit geçirtmek değil, köy enstitüleri konusunda doğru ve belgesel nitelikte bilgiler verebilmektir. Daha son- / ra metinlerin değiştirildiği, anlamlarının bozulduğu gibi suçlamalara uğramamak için aktardığım yazılan genellik­ le bugünkü dUe çevirmedim, olduğu gibi aldım. Bazı me­ tinler bu bakımdan genç okuyucular için zorluk çıkarabi­ lir. Fakat bilimsel yöntem açısından böyle davranmak ge­ rekli idi. Yalnız konu ile doğrudan doğruya ilişkili olma­ yan bir iki metin bugünkü dile çevrilerek alınmış ve bu­ nunla ilgili notlar konulmuştur. incelediğim konu ile ilgili klasik bir öğrenim gör­ mediğim halde beni böyle bir çalışma yapmam için uya­ ran, destek olan, yardım eden bütün arkadaşlarıma ve yakınlanma teşekkür ederim. Onların değerli destek ve yardımlan olmasaydı böyle bir görevi yüklenemezdim. Günün birinde gerçek bilim adamlanmızın, örneğin toplumbilimci, eğitbilimci ve ekonom uzmanlanmızm köy enstitüleri konusunu derinliğine ve köklü çalışmalarla in­ celemeye girişmeleri, varacaklan bilimsel ve değerli sonuç­ larla benim bu sınırlı ve kendi çapımdaki çalışmamı önemsizleştirmeleri gönülden dileğimdir. Engin Tonguç 26/12/1969 G iriş ■ 1935 Yılında Eğitim Çalışmalarına önem Verilmesini Gerektiren Nedenler Bu sorunun karşılığı ancak Türk toplumunun evrimi­ ne göz atmakla verilebilir. Evrimimizin özellikleri: Türk toplumunun tarihsel gelişimindeki özellikler, top­ lumsal ve ekonomik yapısı, bu yapıların değişmeleri ve gelişmeleri konularında 1960’dan sonraki özgürlük ortamı içerisinde yayınlanan bazı araştırmalardan yararlanarak ar­ tık oldukça kesin esasları belirlemek olanağı vardır.(1) Tarihsal gelişimimizin ana doğrultusu nedir? Anadoludaki Türk topluluğu nereden, hangi toplumsal ve ekono­ (i) B u k o n u d a y a r a r la n ıla n k ita p la r : T ü rk iy e ’n in D iz e n i, D o ğ a n A v cıo ğ lu , B ilg i y ay ın ev i, A n k a r a 1968. T ü rk iy e v e S o sy alizm S o ru n la rı, B ellice B o ra n , G iin y a y ın la rı, İs ta n b u l 1968. T iirk iy ed e İle ric i A k ım la r, Y ıldız S e rte l, A n t y a y ın ­ la r ı İs ta n b u l 1969. O sm an lı T o p lu m Y ap ısı, M u z a ffe r S e n c e r, A n t y a ­ y ın la rı İs ta n b u l 1969. T ü rk T o p lu m u n u n T a rih s e l E v rim i, O y a S en cer, H ab o ra k ita b e v i, İs ta n b u l 1969. T ü rk iy e ’d e T o p ra k M eseleei, S u a t A k soy, G e rç e k y a ­ yınevi, İs ta n b u l 1969. A s y a T ipi Ü re tim T a rz ı v e A z-G elişm iş Ü lk e le r, S e n c e r D iv itçio ğ lu , E lif y a y ın la n , İ s ta n b u l 1966. D ü zen in Y a b a n c ıla şm a sı, İd r is E ü ç iik ö m e r, A n t y a ­ y ın la n , İ s ta n b u l 1969. mik yapıdan yola çıkmış, ne yönde gelişmektedir, bu geli­ şim içinde hangi süreçtedir? Bu soruların karşılıklarını kı­ sa da olsa vermedikçe, asıl konumuz olan, 1923 - 1935 döneminde iktidarı ellerinde tutanların geniş çapta eğitim atılımlanna girişmelerini gerektiren nedenleri anlıyamayız. Avrupada burjuvazinin gelişerek etkilerini Osmanlı toplumu üzerinde duyurmasından önceki Osmanlı toplum düzeni ana özellikleri bakımından bir feodal düzendi. Aksi tezlere rağmen, bunu böyle kabul etmek gerekir; çünkü feodal bir düzenin ana öğeleri Osmanlı düzeninde vardı: Temel varlık topraktır. Ekonomi tarıma dayalıdır. Temel gelir, toprak rantıdır. Üretim gücü olarak esas öge, top­ rağa bağlı serf, toprak işliyen, özgürlükleri kısıtlı tarım emekçisidir. Toprağın mülkiyetinin batı feodalitesindekinden farklı bir şekilde düzenlenmiş olması; yani toprağın bü­ yük bir bölümünün devletin mülkü olması, devletin bu mülkten sağladığı gelirleri, çeşitli şekillerde kişilere verdi­ ği fiili tasarruf ve intifa haklarıyla (tımar, zeamet v.b...) bu kişileri aracı yaparak sağlaması ve tarım emekçisinin bu aracıların keyfi, başıboş yönetimlerine ve haksızlıkları­ na, sömürülerine bırakılmıyarak, bir kısım haklarının dev­ letçe güvenlik altına alınmış olması Osmanlı toplum düze­ nini batı feodal düzenlerinden ayıran özelliklerdir. Bu özelliklerdir ki, uzun bir süre araştırıcıların bir bölümünü yanıltmış, Osmanlı düzeninin ve gelişiminin doğrultusu­ nun toplumbilimsel ana kuralların dışında olduğu, bunlara uymıyacak derecede özel bir nitelik gösterdiği gibi yanlış sonuçlara varmalarına yol açmıştır. Oysa ki, Türk toplumunun evrimi de ana kurallara uygunluk göstermektedir; ama ayrıntılarda bazı özellikleri vardır. Bu evrimi kural dışı sanmak, bu evrimi açıklıyabilmek için yeni yeni ku­ rallar kurmaya çalışmak, eylem açısından çok yanıltıcı ve başarısızlıklarla dolu bir yola girmek demektir. Osmanlı feodal yapısının ayrıntılarında gösterdiği özellikler batının da feodal süreçte bulunduğu çağlarda bu yapıya bir takım üstünlükler sağlamıştır. Kısa olarak de­ nebilir ki, Osmanlı feodal düzeni, feodal düzenlerin içinde en insancılı ve en az ezilerek, sömürülerek yaşanılabilir olanıdır. Şüphesiz ki, bir feodal düzenin elverdiği ölçüde! Osmanlı feodal düzeninin bu özellikleri onun çağdaşı toplumlardan daha sağlam, vatandaşlarını biraz daha az m ut­ suz yaşatan, yüzyıllarca yıkılamıyacak bir imparatorluğa temel olmasını sağladığı gibi, aynı zamanda da evrimini geciktiren, daha ileri süreçlere geçmesini engelliyen neden­ dir. Bu feodal düzenin batıdakilere göre daha sağlam, biraz insancıl ve daha az sömürücü oluşu, bu düzenin daha uzun bir süre dayanmasına, Osmanlı toplumunun feodal dö­ nemden burjuvazi dönemine bir türlü geçememesine yol açmıştır. Ama bu durdurucu etki, «Asya Tipi Üretim Tarzı» savunucularının ileri sürdükleri gibi, aslında bu düzenin feodaliteden de ayrı, evrime hiç elverişli olmayan bir dü­ zen olmasından ötürü değildir; her feodal düzen gibi bu düzenin de içinde elbette evrimsel öğeler saklıdır. Ama bu düzenin feodalite olarak batıdakine göre çok daha uzun bir süre geçerli kalabilmesi olanağı, özelliklerinin ilkelliğinin değil, bir bakıma sağlamlığının bir gereği idi. XV - XVI yüzyıllarda Türk köylerinde ve kentlerinde o çağa göre ile­ ri ve çok iyi örgütlenmiş sayılabilecek bir mesleksel fark­ lılaşma süreci hızla gelişmekteydi. Tek düze feodal köy tarımı yanında küçük el zanaatları gelişmişti. Kentlerde tüc­ car sınıfının güçlenmesi, küçük el zanaatı erbabının örgüt­ lenmesi (lonca örgütü gibi) bir burjuvazinin ortaya çıka­ bileceğinin ilk belirtileri idi. Genel nitelikleri bakımından hâlâ tam bir feodal yapı gösteren bu düzen içerisinde fi­ lizlenen gelişim, burjuvazi dönemine doğnı ilerleme belir­ tileri niçin gelişemedi? Burada bu gelişimi zorlaştıran, dur­ duran ve bugünkü mutsuzluğumuza yol açan dış etki ve koşullara değinmek gerekir. Feodal Osmanlı toplum düzeninin içerisinde burju­ vazinin ve kapitalizmin filizlerinin belirmesini sağlıyacak servet birikimi, doğu ile batı arasındaki ticaret yollarının Anadoludan geçmesi sonucu sağlanıyordu. OsmanlIların, çağlarının en üstün ulaştırma sistemini kurmaları, ge­ çiş yollarında güvenliğin örnek denecek bir şekilde sağlan­ ması, hatta imparatorluk halkının din ve ırk bakımından eşit sayılması, bu ekonomik durumun, doğu-batı ticare­ tinin aracılığını elde tutabilmenin bir gereği, sonucu idi. Yeni kıtaların bulunması, okyanusların ticarete açılması, doğu-batı ticaret yollarını değiştirdi; Osmanlı imparator­ luğunun geçiş yolu olarak önemini ortadan kaldırdı. Ül­ keye giren servet azaldı. Ekonomik bir önemi kalmadık­ tan sonradır ki, o çok ileri ulaştırma örgütü, yol güven­ liği, bütün halkların ve dinlerin eşitliği gibi ana öğeler bozulmaya başladı. XVI ve XVII yüzyıllarda, prekapitalist düzeni aş­ maya, kapitalist bir düzene geçmeye yönelen evrim; yani mesleksel farklılaşma, köyden kente göç, kentlerde servet birikimi, hatta sanayiin kurulması süreci, dıştaki bu jeoekonomik değişikliğin sonucu olarak sarsıldı, durdu. Dev­ letin ve üstün sınıfların varlığını sağlamak işi artık yal­ nız tarım emekçisine kalmıştı. Devlet ve bu sınıflar, dev­ letin feodal düzeninin özelliklerini, onu diğer feodal dü­ zenlerden daha yaşanılabilir yapan özellikleri zorlama bahasına köylüyü sömürmek için baskıyı arttırdılar. Dev­ letçe, sömürülen köylüye sağlanmış haklara aracıların uyup uymadığına artık dikkat edilmiyordu, aracının ge­ tirdiği servet devlete gerekli idi, onun köylüyü çok ezme­ ye başlamasına göz yumuluyordu. Ezilen köylerde dirlik bozulmuş, düzen kalmamıştı. Ovalardaki büyük, varlıklı, düzenli köylerin XVI. Yüzyı­ lın sonundan sonra sürekli olarak dağılması, bozulması, ufalması, dağlara, ekonomik gelişme için en elverişsiz yer­ lere göçmesi, köyün konuşunda, kuruluşunda artık eko­ nomik gelişmenin değil, yalnız köylünün güvenliğinin, canını koruma kaygısının rol oynaması, başını derde sokmamak, sömürücülerin dikkatini üzerine çekmemek için onun üretimden kaçınması, yaşamını sürdürebilecek kadarı ile yetinmesi bizim konumuz bakımından önemli gelişmelerdir'2’. Böylece devletin yoksullaşmasını kolay­ laştıran bir neden daha, tarım gelirinin düşmesi ortaya çıkıyordu. Devlet ise yoksullaştıkça, emekçinin üretimini toplıyarak devlete getiren aracıyı başıboş bırakıyor, «teb’asını» bu insafsızlara gözünü yumup teslim ediyordu. XVIII. yüzyılda Avrupada sanayiin makinalaşma başlaması zaten sarsıntı içinde olan Osmanlı ekonomisine son darbeyi vurdu. Makinalaşma dönemine girememiş, dış ekonomik etkilere de kapılarını açmış Osmanlı el zenaatlerinin ve makinalaşamamış sanayiin makina endüs­ trisi karşısında dayanması beklenemezdi. Sonuç tam bir ekonomik çöküntü oldu. XVIII. yüzyıl sonunda ve XIX. yüzyıl başında Osmanlı kent burjuvazisi diyebileceğimiz cılız gelişme, el zenaatlan sanayiinin de dağılıp parça­ lanması ile büsbütün zayıfladı, hatta yok oldu. Artık tek servet kaynağı olarak elde yine o dağlara sığınmış, insaf­ sız bir sömürünün aracı olmamak için üretimini en aza indirerek pasif direnmeye geçmiş perişan köylüler kal­ mıştı. Devletin varlığı bu perişanlar kalabalığının üreti­ mine dayanacaktı. Böylece Osmanlı imparatorluğu, Avnıpanın kapitalist endüstri toplumları döneminde bulun­ duğu bir sırada, feodal yapılı, hem de bozulmuş, üstün niteliklerini yitirmiş, dejenere olmuş bir feodal yapılı, il­ kel bir tarım ekonomisine dayanmaya çalışan bir toplum görünüşündeydi. İmparatorluğun feodal düzenindeki özellikler ve SJ T ü rk iy e ’n in D üzeni, D o ğ a n vi, A n k a r a 1968, s. 30-32. A v cıo ğ lu , B ilg i y a y ın e ­ özetlediğimiz gelişmeler onun sınıfsal yapısında da yansı­ yordu. Daha başlangıçta, Osmanlı devleti, batıdaki feo­ dal kuruluşların tersine, merkezi bir devletti. Toprakla­ tın mülkiyetinin devlete ait oluşu bunun nedeni idi. Ba­ tılı derebeyi toprağının ve serfinin mutlak sahibi iken, Osmanlı düzenindeki benzeri, toprağın mülkiyetine sahip değildi. İşletip gelirinin bir kısmını devlete vereceği top­ rak, onun yararına geçici bir süre için bırakılmıştı. Ger­ çi bu yararlanma genellikle hayatı boyunca sürüyor ve yine genellikle aynı toprak onun oğullarına aynı şekilde işletmeleri için devlet tarafından bırakılıyordu ama, dev­ let istemezse bu hakkı her zaman geri alabilirdi. Ayrıca Osmanlı derebeyinin, tımar veya zeamet sahibinin, serileri, köylüleri üzerinde sınırsız yetkileri de yoktu. Batıdaki derebeyinden farklı olarak serileri üzerinde (re­ aya) devletçe yasalara bağlanmış kurallara uyarak yöne­ ticilik yapmak zorunda idi. Yani baskısı, sömürüsü key­ filikten çıkarılmış, devletçe sınırlandırılmıştı. Bu örgüt­ lenme şekli, devletin merkezindeki yöneticilerin önemini çok arttırıyordu. Böylece merkezi olmayan Avrupa feodal toplumlanna karşılık, OsmanlIlarda merkezi bir feodal yapının sonucu olarak, etkisi geniş, yetkileri fazla, guçlii bir merkezi yönetici kadro önemli bir sınıf durumuna geli­ yordu. Bu geleneksel yapı özelliği, günümüze kadar sü­ rüp gelmiştir denebilir. Ordu yöneticilerini de bu gruba sokabiliriz. XIX. yüzyılın başında Avrupada makinalaşman gelişmesi sonucu Osmanlı toplumu ekonomik bakımından çökerken bir talihsiz dış etki daha başladı: Bu, endüstri­ leşmenin sonucu olarak fazla üretimini elden çıkarmak, aynı zamanda da ucuza ham madde sağlamak için endüs­ trileşmiş batı ülkelerinin pazar ve sömürge arama çaba­ ları idi. Avrupa bu amaçla dışa doğru açılırken, içinde bulunduğu yoksulluk, toplumsal ve ekonomik düzenin­ deki bozukluğun son haddini bulması gibi nedenlerle koskoca imparatorluk, sömürgeciliğin ağına düşmeye en uygun bir durumda idi. Eski, kendine özgü feodal Osmanlı düzeni bozulmuş, bunun yerine yine ana çizgileri feoda­ lite olan, ama özellikle toprağın mülkiyeti konusunda in­ sanlığın evriminin tersi bir doğrultuda gelişen çağına ay­ kırı bir düzen ortaya çıkmıştı. Kasası boşalan devlet, toprağın özel kişilerin ellerine geçmesine, ayan, ağa ve beylerin türemesine göz yummakta idi. Batının Osmanlı imparatorluğunu sömürge yapmak için ciddi olarak işe girişmesi 1839 Tanzimat hareketi ile başlar. Merkezi bir feodal yapıya dayanan bir toplum, sömürge olmak için elverişli değildi. Önce bu yapıyı boz­ mak, dağıtmak, kapitalist sömürüye elverişli bir duru­ ma getirmek gerekiyordu. Bu işe tanzimat hareketi, batı­ lılaşma başlığı altında girişildi. Bu süreç için en önemli öge, merkezdeki yöneticiler arasında işbirlikçiler bulmak­ tı. Bunlar bulundu ve tanzimatçılar, batıcılar adı ile daha ileri bir toplum düzenini getirmeye çalışan ilerici kişiler olarak halka tanıtıldılar. Bu bir bakıma doğru idi; bunlar geleneksel merkezi feodal yapıyı yıkmak için kullanılıyor­ lardı. Feodal yapı yıkıldıktan sonra, daha ileri dönemlere geçilebilirdi; ama bu değişimin amacı ön planda batının ül­ keyi sömürmesini sağlamak olduğu için, bu süreç çok yavaş olacak, feodal yapı yıkılırken, burjuvazinin gelişmesini hızlandıracak koşulların hazırlanmamasına da özellikle önem verilecekti. Merkezi feodal yapıyı ayakta tutan bü­ tün yasalar değiştirildi. Geleneksel, zaten bozulmuş top­ rak düzeninin, mevzuatının, timar, zeamet örgütünün de değiştirilmesinden sonra, sömüreceği toprak emekçilerinin çalıştığı toprağın mülkiyetine sahip yeni derebeyi tipi düzeni meşrulaşmış oldu. Ayan, eşraf adı altında kısmen toprak mülkiyetini de elinde tutan, kısmen tarım ürünle­ rinin toplanmasını, pazarlanmasını kontrol eden yeni bir sömürücü tipi doğdu. Böylece alt ekonomik yapı sömürü düzeninin zararına değiştirilmek şöyle dursun, tarım emekçisinin haklarının artık devlet tarafından hiçbir şe­ kilde güvenlik altına alınmadığı bir yöne itildi. Merkezde ise yalnız bir takım yüzeysel üst yapı değişiklikleriyle ye­ tinen yönetici batı hayranı kişiler, bu değişikliklerle impa­ ratorluğu kurtaracakları umudunda idiler. Behice Boran’ın belirttiği gibi(3) «Osmanlı İmparatorluğunda toplumsal değişme böyle dış baskı ve zorlamalara tepki olarak top­ lumun üst yapısında ve bu yapının askeri-idari mekaniz­ masında başladığı için, toplumun değişmesi yukarıdan aşa­ ğıya, tepeden inme olmuş ve bu değişmede devlet ve onu somutta temsil eden askeri-sivil kadrolar önemli rol oynamışlardır. ..» Böylece sınıf olarak güçlü bir yönetici kadro bulun­ masının yanısıra Türk toplumunun evriminin ikinci önem­ li özelliği ortaya çıkıyordu: Toplumsal değişmelerin ezi­ len sınıflardan değil, yukarıdan, yönetici kadrodan aşa­ ğıya doğru, tepeden inme yürütülmek istenmesi. Tanzimat ve batılılaşma adı altında girişilen değiş­ melerle ekonomik durumu büsbütün sarsılan, batı endüs­ tri ülkelerinin emeklerini insafsızca sömürmeye başladığı halk, bu değişmelere, yukarıdan aşağıya zorla benimsetil­ mek istenilen üst yapı değişikliklerine gittikçe daha çok kızıyor ve bunlara ön ayak olanlara kin duymağa başlı­ yordu. Böylece halkın gözünde kötü sayılan, benimsen­ memek için direnden bütün bir batı kültürü oluyordu. Çünkü halkın, batının kültür değerleri ile batı ülkeleri­ nin ilerilik adına, ama aslında sömürü düzenlerini kura­ bilmek için getirdikleri batı kunımlannı, örgütlerini bir­ birinden ayırabilmesi beklenemezdi. Halk bütünüyle ba­ tıya, daha doğrusu XIX. ve XX. yüzyıl uygarlığına karşı O) T ü rk iy e vo S o sy alizm S o ru n la rı, B ehice B o ra n , G ün y a y ın la n , 1968, İs ta n b u l, s. 11-12. çıkıyor, o eski, ne de olsa biraz rahat ettiği merkezi feo­ dal düzenin özlemini çekiyordu. Birinci dünya savaşı ile herşey altüst olup İmpara­ torluk yıkıldığı, geriye perişan, bitkin, yoksul bir ulus ve ülke kaldığı zaman, genel durum bu idi. ■ Anadolu İhtilali Anadoluda yabancı sömürücülere ve onların içerde­ ki uşaklarına karşı başkaldırarak ölüm kalım savaşına gi­ rişen Atatürk ve arkadaşlarının elinde kalan topraklarda yoksulun yoksulu köylüler, bunları sömürerek biraz var­ lık edinmiş kent ve kasaba eşraf ve ayam, merkezdeki yönetici sınıftan, yeni bir düzenin özlemi içinde Anadoluya kaçarak Atatürke inanmış az sayıda sivil ve subay aydın vardı. Ekonomik bakımdan ülkeye bir yarar sağlıyacak bir kent burjuvazisi yoktu. Sömürücüler ve içteki ortakları gerçek bir burjuvazinin gelişmesini önlemişler, bağımsızlığı olmayan, kendi komisyonculuklarını yapan «burjuva kompradorları» bile Türk olmıyanlardan seçme­ ğe dikkat etmişlerdi. Endüstri yoktu. Bazı yerlerde ilkel el zenaatlan bir gelenek olarak yıkılmadan kalabilmişti. Halk başına gelenleri şu batılılaşmaya bağlıyor, bunun öncülüğünü yapmış yöneticilere, okur-yazarlara, aydın­ lara güvenemiyor, hatta kin duyuyordu. Kısacası kurtu­ luş savaşının başlangıcında feodal yapısını değiştireme­ miş, ama bu yapısı bozulmuş, ağa, eşraf, ayan aracılığı ile feodal sömürünün sürdürüldüğü, kentlerinde ve ka­ sabalarında değil kapitalist gelişme, esenli bir burjuvazi­ nin bile görülmediği, hatta kompradoru da Türk olmıyanlardan seçilmiş, aydını ve yöneticisi ne yapacağını şa­ şırmış bir toplum vardı. Dış sömürücülerin asıl iç ortak­ ları, bu ortaklarla işbirliği yapmış yönetici kadro îstanbuldaydı, çatışmanın sonucu belli oluncaya kadar bura­ dan kıpırdamıyacak, Mustafa Kemal kazandıktan sonra da onun kurduğu rejimi bozmak, dejenere etmek, kendi sömürü düzenini bu dönemde de yürütmek için elinden gelen kurnazlığı gösterecekti. Atatürk’ün büyüklüğü bu kadar elverişsiz koşullar içinde sömürücülere direnebilecek gücü yaratabilmiş ol­ masındadır. Bu tabloya bakınca, toplumsal gelişmenin itici gücü olarak en önemli topluluğun kurtuluş savaşını yöneten asker-sivil aydınlar olduğu görülür. Bunların inançları, düşünleri, ülküleri gelecekteki gelişmelere şeklini verecek­ tir. Bu bakımdan burada biraz durmak gerekir. Onlar Tanzimat batıcılarından biraz daha ileri bir kuşaktırlar. Tanzimat batıcılığının ülkeye hayır getirme­ diğini görmüşlerdir. Tanzimat adına girişilen işler, impa­ ratorluğun batılı ülkelerin sömürgesi durumuna düşmesi ve yıkılması ile sonuçlanmıştır. I. Dünya savaşma katı­ lan gençler olarak bu yıkılışın içinde yaşamışlardır. Öğ­ renimleri sınırlı ve yetersizdir. Dış sömürgenlerin içeri­ deki en korkunç işbirlikçilerinden birisinin, Abdülhamit’in bütün bu sömürü düzeninin anlaşılmaması, bu meka­ nizmanın yeni yetişenlerce kavranmaması için 33 yıl sürdürdüğü terör içerisinde öğrenim yapmışlardır, öğren­ me, aydınlanma, bilinçlenme olanaklarının çok sınırlı ol­ duğu bir ortamda, erişebildikleri nokta, binbir tehlikeyi göze alarak ilgi kurabildikleri bazı Tanzimat çağı aydın­ larının etkisi ile ancak Fransız devrimi olabilmiştir. Ül­ küleri Fransız devrimine benzer bir devrimi, başka bir de­ yişle bir burjuva devrimini gerçekleştirmektir. Ama onlar genellikle bunun bir «burjuva devrimi» demek olduğunu da bilmezler. Fransız devrimini izliyen gelişmelerden, «sosyal devlet» kavramından, sosyalistlerden, marksizmden haberleri yoktur. Batı kültürü, batı uygarlığına dö­ nüktürler, ama Tanzimatçılardan farklı olarak, batı kül­ türü ve uygarlığı ile batılı sömürücülerin Türkiye gibi ge­ ri bırakılmış ülkeleri sömürme politikaları arasındaki çeliş­ kiyi yaşamlarıyla anlamışlardır; batıkların sözünü körü kö­ rüne dinliyerek batılılaşmaya kalkmanın nasıl bir felâket olduğunu yaşamışlardır. Ulusa dönmekten, ulusu uyan­ dırmaktan, batının değerlerini ona benimsetmekten, bu değerlerden yararlanarak onu kalkındırmaktan yanadırlar. Ama bunu nasıl yapacaklardır? Yapmayı tasarladık­ ları şeyler genellikle batı toplumlarının üstünkörü gözlenmesiyle dikkati çeken üst yapı devrimleridir. Batıdaki gelişme sürecinin asıl önemli yanı olan alt yapıdaki deği­ şiklikleri, bu aydınların noksan toplumbilimsel ve ekono­ mik bilgileriyle anlamalarını, bulup çıkarmalarını bekleye­ meyiz. Ulusu batının sömürüsünden kurtarmak, ona ba­ ğımsızlığını kazandırmak ve bu bağımsızlığı sürdürebil­ mek için gerekli kalkınmayı sağlamak için tasarladıkları üst yapı değişikliklerinin çoğunu daha kurtuluş savaşından önce aralarında konuşurlar, tartışırlar. İncelendiği zaman, bu kuşağın kurtuluş savaşından sonra gerçekleştirilen bir kısım devrimleri daha I. Dünya Savaşı içinde düşündüğü, tasarladığı anlaşılır. Medeni kanun, kılık devrimi, harf devrimi, bağımsız mahkeme, çok partili siyasal hayat, kadın haklan, eğitimde birlik, laik eğitim gibi birçok ilke­ ler, bu kuşağın Fransız Devriminde bulduğu, kısa Avru­ pa gezilerinde gözlediği, özlediği değişikliklerdir. Bunlann uygulanması ile gelişimin sağlanacağı umulmuştur. Başbakan İnönü, 5.5.1925’de, IV. Muallimler Birli­ ği Kongresi üyelerine şöyle diyordu'4’: .Cumhuriyetimi­ zin, Ankara’daki Milli Hükümetin ana siyaseti kendine ik­ tisadi mihver yapmaktır. Bizim başlıca alameti farikamız buradadır. Mazinin bütün hükümetlerinden, idare sistem­ lerinden asıl bu noktada ayrılıyoruz. .. Tabii bu hususda <*) C a n la n d ırıla c a k K öy, 1. H a k k ı T o n g u ç, R e m z i k ita b ­ eyi, İ s ta n b u l 1947, s. 315.316. icabedetı bütün tedbirleri bulmuş değiliz. Mazinin uzun bir gafleti neticesinde iktisada karşı melekesizliğimizi mûterifiz. Fakat değil mi ki reisicumhurundan en genç muallime kadar bu milletin ancak iktisadi inkişafla kurtulacağı ka­ naati hakimdir; mademki hepimiz artık iktisadın bizim için büyük gaye... olduğunu müdrikiz; elbette bu hususdaki melekesizliğimizi de yenecek ve bütün müşkülatı iktiham edeceğiz...» Ama asıl kurtuluşu sağlıyacak alt yapı devrimleri yapılmamıştır. Görülüyor ki, kurtuluş savaşı bitip yeni devlet ku­ rulduğu zaman, toplumsal değişme doğrultusunu saptıyacak ve toplumu bir doğrultuda ileriye götürecek güç, bizim evrimimizin bir gereği olarak yönetici aydın kadro idi ve evrimsel değişme, yine gelişimimizin bir özelliği olarak yu­ karıdan aşağıya yürütülmeye çalışılacaktı. Yani İmpara­ torluğun son döneminde, imparatorluğu kurtarmak için çabalamış bir kısım aydın yöneticileri (örneğin bazı ittihat-terakkicileri) başarısızlığa sürükliyen ana nedenler Cumhuriyet çağma geçişte de vardı: Toplumu yukarıdan aşağıya değiştirmek zorunluğu, alt yapı devrimlerine, giriş­ meden, yani uyandırılması, kalkındırılması istenen ezilen sınıflan ekonomik bağımlılıktan kurtarmadan bu değişik­ liği yapmanın olanaksızlığı. Yöneticiler içinden çıktıkları sınıflar, yetişmeleri, öğ­ renimleri, inanç ve ülküleri (Fransız Devrimi) bakımından burjuvaziye dönüktüler; sağlam, esenli, dışandan bağım­ sız bir burjuvazinin ülkenin ekonomik temeli olması için çabalamaları doğaldı. Cumhriyetin ilk yıllan bu burju­ vaziyi yaratma çabaları ile geçti. Boraria göre(5): «...K ur­ tuluş savaşı yıllarında yönetici sivil - asker kadronun ken­ di tarihinde en halkçı, devrimci bir noktaya eriştiği kolay­ dı T ü rk iy e v e S o sy a liz m S o ru n la rı, B ellice B o ra n , G ün y a y ın la n İs ta n b u l 1968, s. 17-20. ca anlaşılır: Bizde batı burjuvazisi niteliğinde güçlü bir burjuvazi bulunmadığı için sınıf kutuplaşmaları keskin de­ ğildi; yönetici kadro, azgelişmiş bir ülkenin yaşama düze­ yi çok mütevazi olan küçük burjuvazisindendi... Milli Kur­ tuluş savaşı sona erince, köylü kentli askerler tarlasına, tezgahının başına, küçük dükkanına döndü. Halk kitle­ leri ülkenin kaderini tayinde önemli bir unsur olmaktan, bir rol oynamaktan çıktı. Yönetici kadro... Türk devleti­ nin dizginlerini tek başına elinde tutan... egemen bir taba­ ka haline geldi ve 19. yüzyıldan bu yana filizlene gelmiş. Meşrutiyet ve I. Dünya savaşı yıllarında bir boy daha art­ mış Türk burjuvazisi, daha beriden de toprak ağaları, yö­ netici kadronun çevresinde kümelendi... Osmanlı İmpara­ torluğundan devralınan merkeziyetçi, otoriter, tepeden in­ me devlet anlayışı ve uygulaması devam ediyordu. Devleti, somutta, herşeye hakim yönetici bürokrat tabaka temsil ediyordu. Bu bürokrat tabaka ise (yüksek yöneticiler, me­ murlar kadrosu) yeni yeşermiş burjuvaziye, büyük tüccar ve müteahhit grubuna, ikinci derecede olarak da devlet eliyle güçlendirilmek istenen, ama bir türlü güçlenemiyen sanayicilere, bankacılara ve nihayet hep güçlü bir sınıf ola­ gelmiş toprak sahiplerine ve kasaba «eşraf»ına dayanıyor­ d u ... Yönetici kadro ta 19. yüzyıldan olduğu gibi, yine ül­ keyi kalkındırmak için batı modeli kapitalist kalkınmayı örnek aldı. Bunun nedeni, (1) yukarıda işaret ettiğimiz gi­ bi, halkın devlet yönetimine katılmayışı, ağırlığım koyar durumda olmayışı idi; (2) bunun sonucu olarak, yönetici kadronun toplum yapısında egemen sınıflar olan yukarıda saydığımız sınıflara dayanması idi, (3) yönetici kadroların, bürokrat tabakanın, sınıf menşei ve mensubiyeti bakımın­ dan küçük burjuvazi içinde yer alışıydı... Son bir nokta olarak şunu da ekliyebiliriz ki; bir halk hareketi halinde yürütülen bir ihtilal veya bir milli kurtuluş savaşı sona erip bu hareket ve savaşlara öncülük eden burjuvazi-veya bizde ve öbür az gelişmiş ülkelerde burjuvazi adına ve hesabına öncülük eden küçük burjuva aydın, yönetici tabaka- ihti­ lal veya savaş sona erip de iktidarı ele aldığı zaman, müca­ dele süresince eriştiği en ileri ideolojik noktadan geriler, emekçi kütlelerin hak ve çıkarlarını da kapsıyan daha ge­ nel, hatta evrensel, görüş ve amaçları daralarak burjuvazi­ nin sınıf ideolojisinin içine çekilir. Bizde de böyle olmuş­ tur. ..» Gerçekten de kurtuluş savaşından sonra yönetici kad­ ronun davranışları bu aşamalardan geçti. Geçti ama, bir kısım yöneticiler, yöneticilerin bir bölüğü, fakat o çağda siyasal etki bakımından güçlü bir bölüğü, bu gelişmeden hoşnut değillerdi; tedirginlik duyuyorlardı. Bu gelişme, Os­ manlI imparatorluğunu çıkmaza sokan yöndeydi. Cumhu­ riyetin temeli, dayanağı sağlamlaştırılamamış, pekiştirilememişti. Ortaya çıkan durum halkın halk için halk tara­ fından yönetilmesi ilkesine pek uymuyordu. Cumhuriyet kurulurken bir ülkü olarak halkın kendi kendisini yönet­ mesi ilkesi benimsenmişti. Şimdi ise bu yöndeki gelişmeler yeterli olamıyordu. Halkın yönetime katılması şöyle dur­ sun, halk denilen topluluk (halk kavramı da açık değildi. Halk kimdi? Yöneticilerin dışında kalan her kişiye halk deniyordu. Halkın içinde sınıflaşmalar olduğu anlaşılmı­ yordu) girişilmek istenen işlerin üstelik karşısındaydı. Onun yönetime katılması için girişilen her siyasal atılım, örneğin yeni partiler açılması başarısızlıkla sonuçlanıyor­ du. Halkın özgürlük ortamı bulunca yürümek istediği yol, Fransız devriminden örnek alınmış ilkeleri gerçekleştirmek değü, o çok eski feodal yapıya dönmek özlemi oluyordu. Bunun ekonomik nedenleri ise görülemiyordu. Neden ola­ rak halkın bilgisizliği, görgüsüzlüğü, uyandırılmamış, ye­ tiştirilmemiş oluşu öne sürülüyordu. O halde ne yapma­ lıydı? Yapılacak şey Fransız devriminde de görüldüğü gi­ bi eğitimde birlik, laik eğitim yollarından geçerek batılı bir eğitim ve öğretimi bütün halka götürmek, onu aydınlat­ maktı. Yöneticilerin çoğunluğunun nasıl burjuvalaştığım, burjuvazinin çıkarlarını savunmaya başladığını gören, gü­ nün birinde bu yöneticilerin burjuvazi ile işbirliği yaparak, dışarıda da kapitalist işbirlikçiler arayacaklarından korkan, henüz Kurtuluş savaşının devrimci ilkelerinden vazgeçme­ miş, halka sırtını dönmemiş bir kısım yöneticiler, başta Atatürk olmak üzere, inandıkları cumhuriyet ilkelerinin gerçekleşebilmesinin, Devletin bağımsızlığının korunabilmesinin, batılılaşma sürecinin tamamlanabilmesinin baş ko­ şulu olarak eğitim ve öğretimi yaygın bir duruma getirme­ yi düşünüyorlardı. Eğitimde birlik ve laiklik eğitimi sağla­ yan ileri yasalar bu amaçla çıkarıldı. Ama eğitim ve öğreti­ min bütün halka yayılmasını sağhyacak örgütün kurul­ ması, gerçekleşmesi ve çalışması bir türlü olmuyordu. 1935’e kadar çeşitli kişiler işbaşına getirildi, denendi. Bir türlü başarı sağlanamadı. 1935’e doğru artık eğitimci ola­ rak kim varsa diyeceğini demiş, yapacağını yapmış, ama sorun çözümlenememişti. Atatürk ve çevresindeki bir kısım aydın yöneticinin Cumhuriyet rejiminin sağlam bir temele oturabilmesi, dev­ letin bağımsızlığının sürdürülebilmesi, halkın batılılaşma­ dan ve ilericilikten yana olarak yönetime katılabilmesi için gerekli gördükleri laik ve çağdaş bir eğitim ve öğretini ör­ gütü hâlâ kurulamamış, işletilememişü. ■ İktidarın İlerici Kanadı Kurtuluş savaşını başarıya ulaştırdıktan sonra iktida­ ra geçen yönetici kadro içinde, başta Atatürk olmak üzere «ilerici aydınlar» diye adlandırılabilecek, devrimin hızının gitgide kesilmesinden kaygı duyan, yapılanlarla yetinmek istemiyen, daha ileri atılından özliyen bir grubun bu­ lunduğunu kabul etmek gerekir. Köy enstitülerini de kapsı- yan daha sonraki olayların gelişimini doğru olarak yorumlıyabilmek, bunları tarihsel gelişme doğrultusu içinde doğ­ ru olarak yerine oturtabilmek için, 1923 - 1946 dönemini inceliyen ilericilerin bu noktaya çok önem vermeleri gere­ kir. Bu anlaşılmazsa, bu dönemin eleştirisi yapılırken çok yanlış sonuçlara varmak ve daha sonraki evrim konusun­ da çıkmaz yollara sapmak tehlikesi vardır. Bu dönemin CHP iktidarını tek düze sanmamak, birçok nedenlerle git­ gide burjuvalaşan bu iktidarın içinde, etki bakımından önemli bir bölümün daha ileri atılımları gerekli gördüğünü, hatta bazı alt yapı değişikliklerine bUe istekli olduğunu bu­ günün genç, ilerici kuşaklan bilmelidirler. Bu kişiler kemalistlerdir ve CHP yönetiminin çoğunluğunca sonradan çok çarpıtılan anlamında değil, gerçek anlamında; yani ileriye dönük, evrime, devrime açık, gerçek kemalizmin savunuculandırlar. Fakat bunlar alt yapı devrimlerine girişememişlerdir. Daha doğrusu bu olanağı bulamamışlar­ dır. Yukarıda belirttiğimiz nedenlerle, iktidar ortaklarının ilerici sınıflardan gelmemesi, kendi arkadaşlarının büyük bölümünün zamanla burjuvalaşması, alt yapı değişiklikleri konusundaki bilgilerinin azlığı ve hepsinin önemlisi, ezilen sınıfların alt yapı değişikliği için ağırlıklarım koyacak bi­ lince erişmemiş olması, devrimin yavaşlamasının, durma­ sının başlıca nedenleridir. ■ Kemalizm Gerçek anlamında Kemalizm Türk toplumunun ev­ riminde çok önemli bir aşamaydı. Bunu anlamadıkça, bu­ na inanmadıkça daha ilerilere gitmek olanağı yoktu. Da­ ha sonraki atılımlann dayanağı, çıkış noktası gerçek Ke­ malizm olmalıydı. Bundan önceki dönemlerde ilerici ad­ lımlar için dayanak aramak boşunadır. Kemalistlerin ana görüşleri şöyle özetlenebilir: Türk toplumu artık ümmet değil, ulus olma dönemin­ dedir. Ana birim, sınırları kesinlikle çizilmiş, toprak alıp verme sorunu olmayan bir ülkede yaşıyan, ırk ve din temeline değil, kader ortaklığına dayanan Türk ulusudur. Bu birimi yaratmak ve korumak için temel ilke, dini dev­ let işlerinin kesinlikle dışında tutan bir laiklik anlayışıdır. Bu ulus, yaşamak için uygarlaşmak zorundadır. Uygarlık 20. yüzyılda tektir: Batı uygarlığı. Batı uygarlığı denince bunu batının siyasal üstünlüğü anlamında almamak gere­ kir. Söz konusu olan, bu uygarlığın yaratıcısı batı kültürü­ nün ana değerlerini benimsemektir. Batı emperyalizmi ve batı kültür değerleri birbirinden ayn şeylerdir. Böylece kemalist, tanzimat batıcısından kesin şekilde ayrılır. O, batı kültüründen yanadır, ama körü körüne batıdan yana değil­ dir. Batı uygarlık ve kültürü benimsenirken, eskimiş, tu­ tucu doğu kültürü ile bütün bağlar kopanlacaktır. Zaten bu doğu kültürü Türk ulusuna yabancıdır, hiçbir zaman ulus bununla bağdaşamamış, bunu benimseyememiştir. İs­ lam - arap kültürü kesinlikle yabancıdır; bu bırakılacaktır. Uygar bir ulus olma yolunda kullanılacak yöntemler, dev­ rimci yöntemlerdir. Bunlar sınırlandırılamaz ve tükenmez. Gelişme yolu açıktır. Her dönem, her süreç yeni çözümler, yeni yöntemler getirecektir. Böylece izlenecek ideoloji, sü­ rekli olarak geliştirilecek, olgunlaştinlacaktır. Gelişme yo­ lunda dayanılacak en güçlü temel halktır. Yani emekçi, ça­ lışan insanlardır. Ülkemizde ise bunların çoğunluğu köylü­ dür. Ulusun asıl gücü bu insanlardır. Bu güç harekete getirilecek, yönetime katılacak ve kendi kendisini yönete­ cektir; çünkü ülkenin ve devletin asıl sahibi odur. Böylece kemalizm, üstün nitelikleri olduğu sanılan bir azınlığın yöneticiliği altında ilerleme yanılgısı içindeki totaliter re­ jimlerle hiçbir benzerlik göstermez. Çalışana, halka, insana en büyük değeri vermesiyle bütün uluslara, bütün insanlara saygı, sevgi, yakınlık duyar. Barıştan, kardeşlikten yanal­ dır. insancıldır, insana değer verir ve onu kutsar. Ulusal bağımsızlık temel ilkelerinden biridir, öngördüğü esenli gelişmenin, uygarlığa kavuşmanın en önemli koşullarından biri, bütün bu çabaların tam bir ulusal bağımsızlık içinde olmasıdır. Bütün bu ilkeleriyle kişisel, sınıfsal, uluslarara­ sı her türlü sömürüye karşıdır. Böylece kemalizm, ilericilik yönündeki sınırsızlığı, sonsuz gelişme ve geliştirme olanakları sağlaması, gericili­ ğe, Türk ulusunun geri kalmasına yol açtığına inandığı ge­ ri etkilere karşı ise kesin yasaklamalar koyması bakımla­ rından daha çok uzun bir süre içinde bütün ileri girişim­ lerin dayanağı olacak nitelikte bir temeldir. Siyasal ve toplumsal ilke ve düşünler açısından bu kadar açık ve belirli olan gerçek kemalizmin, ekonomik il­ keleri ise örtülüdür. Ama şu açık bir gerçektir ki, ekono­ mik ilkeler yönünden de kemalizm devrimci gelişmeye açık ve elverişlidir. Temel ülkü ve inançlarını özetlemeğe çalıştığımız ger­ çek kemalistlerin 1935 yıllarında yaygın bir öğretim ve eğitim atılımma girişmeyi niçin istedikleri, bu ülkü ve inançları göz önünde tutulunca kolayca anlaşılabilir. Bir ulus yaratma, ulusal bilinci uyandırma, ulusal bağımsızlı­ ğı koruma, kültür değiştirme ve uygarlığa erişme, bilinçli vatandaşlar olarak kendi kendini yönetme, devrimci yeni yöntemler, ilkeler bulma gibi amaçlar, kemalistlere göre herşeyden önce öğrenim, eğitim görmüş vatandaşlar top­ luluğunun anlıyacağı, yapacağı işlerdir. Yoksa bütün bu inanç ve ilkeler, bunlara dayanan rejim, havada kalır. O halde kemalistler için halkın eğitimi ve öğretimi sorunu, doktrinleri ve kurdukları devlet açısından hayatsal bir sorundur; bir ölüm kalım sorunudur. Rejimin temel ilkeleri bakımından böyle olduğu gibi, devletin içinde bulunduğu ekonomik zorluklar açısından da eğitim ve öğretim sorunu, kemalistlere başlıca çözüm olarak gözükmüştür. 1923 - 1935 yıllarında çeşitli ekono­ mik yöntemler uygulanmak istenmiş, bir burjuvazi, bir özel endüstri yaratılmaya çalışılmış, zorluklarla karşılaşılınca devletçiliğe önem verilen bir karma ekonomi sistemi de­ nenmiş, devletçilik devlet kapitalizmine dönüşmeye yüz tut­ muş, Dünya ekonomik buhranının etkileri ülkenin ekono­ mik durumunu büsbütün sarsmış, kısacası 1935’e kadar ekonomik açıdan yüz güldürücü yeterlikte bir atılım sağ­ lanamamıştır. Alt yapı devrimlerine girişmek ise çeşitli ne­ denlerle başarılamamış, üretimin arttırılması, böylece ekonomiye olumlu yönde katkıda bulunulması için çağdaş üretim yol ve yöntemlerinin öğretim yoluyla halka anlatıl­ masından yarar umulmuştur. O halde kemalistleri 1935’de güçlü bir öğretim ve eği­ tim atılımına iten nedenler bir değil, bir çoktur. Bunlar derece derece ve çeşitli siyasal kümeler tarafından değişik ölçülerde değer ve önem kazanarak, bu atılıma girişilmesi­ ne yol açan düşün ve politika ortamını hazırlamışlardır. Örneğin belki bir küme pratik açıdan, bozuk ekonomik du­ rumun üretim arttırılarak düzeltilmesine öncelik verirken, başka bir topluluk da yeni kültür değerlerini halka benim­ setme bakımından eğitim ve öğretim atılımım benimsemiş olabilir. Şüphesiz ki, daha sonra da, bunlara atılımı yü­ rütme görevi ile işbaşına getirilecek kişilerin kendi görüş, inanç ve amaçları katılacaktır. Ortamı hazırlıyan nedenler bu kadar çeşitli iken, köy enstitüleri girişimini, sonradan bazı yorumcularca yapıl­ dığı gibi, örneğin «ucuz asker yetiştirmek», «rejimin silahşörlerini yaratmak», «CHP militanlan bulmak», v.b. gi­ bi yorumlarla açıklamaya kalkmak, tarihsel gelişimi, koşul­ ları ve olaylan çok basite indirgiyerek değerlendirmek olur. Kammıza göre bu konudaki gerçek, bu kadar basit kalıplar için de tanımlanamıyacak kadar çok yönlü ve girifttir. iktidardaki topluluklar ve kümeler hangi inanca ve­ ya zorlamaya öncelik tanımış olurlarsa olsunlar, 1935’lerde, Cumhuriyetin kurucusunun, sorunu bütün tarihimiz boyunca hiçbir düşün adamına, politikacıya, eğitimciye nasip olmamış bir açıklıkla anlattığı rejimin temel ilkesi niteliğindeki şu sözlerinin siyasal baskısını duydukları da bir gerçektir'6’: « ...Türkiye’nin sahibi ve efendisi kimdir? Bunun ce­ vabını derhal birlikte verelim. Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi hakiki müstahsil olan köylüdür. O halde herkesden daha çok refah, saadet ve servete müstehak ve la­ yık olan köylüdür. Binaenaleyh, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin iktisadi siyaseti bu asli gayeyi sağla­ maya matuftur. Efendiler, diyebilirim ki, bugünkü felaket ve sefaletin tek sebebi bu gerçeğin gafili bulunmuş olmamız­ dır. Filhakika yedi asırdan beri cihanın dört bir köşesine sevkederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini yabancı top­ raklarında bıraktığımız ve yedi asırdanberi emeklerini elle­ rinden alıp israf eylediğimiz ve buna mukabil daima tah­ kir ve tezlil ile mukabele ettiğimiz ve bunca fedakarlık ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık, cebbarlıkla uşak seviyesine indirmek istediğimiz, bu gerçek sahibin huzurun­ da bugün utanç ve saygı ile hakiki durumumuzu alalım...» ■ ilköğretim Çıkmazı ve Tonguç 1935’lerde eğitim ve öğretim alanında önemli işlere girişilmesine yol açan koşullan Tonguç’un nasıl değerlen­ dirdiğini görelim: Onun «ilköğretim Kavramı», «Canlandırılacak Köy?» gibi kitaplarında Türkiye’deki eğitim hareketlerinin tarihi incelenirken, çağdaş anlamda ilköğretim çahşmalannı ülke(*) A ta tü r k ’ü n 1 m a r t 1922 d e T .B .M .M .ıün ü ç ü n c ü to p ­ la n tı y ılın ı a ç ış k o n u şm a sın d a n . mizde tanzimat ile başlattığı görülür. O halde ilköğretimi yaygınlaştırmak, çağdaşlaştırmak sorunu da batıklaşma düşünü ile birlikte ortaya çıkmıştır. Tonguç bu yöndeki çalışmaları ayrıntıları ile anlatarak ve eleştirerek Cumhu­ riyet dönemine kadar getirir. Eleştirilerinde öne sürdüğü başlıca noktalar, çok kısa olarak, bütün tanzimat hareket­ leri gibi, bu alanda da batının körükörüne kopya edilmeye kalkışılması, ulusal ve laik bir eğitim yönteminin bir türlü benimsenememesi, öğretimin ve eğitimin yaygınlaşmasını sağlıyacak örgütlerin bir türlü kurulamamasıdır. Bu ge­ lişimden şu anlaşılmaktadır: Daha tanzimatın başlangıcın­ dan beri aydınlarımızın ilericilik programı içerisinde bir eğitim ve öğretim sorunu da vardır ve bu önemli bir yer tutmaktadır. Ama cumhuriyet dönemine kadar kalkışılan bütün ilericilik ve batıcılık hareketlerinde olduğu gibi, bunda da başarılı olunamamıştır. Cumhuriyetin kurucuları bu sorunu kendi programlarına da almışlardır. Yeniden başarısızlığa uğramamak için, Cumhuriyetten önceki hare­ ketleri başarısızlığa uğratmış yanılgılara, körükörüne batı hayranlığına, taklitçiliğe, kopyacılığa düşmeden işe giriş­ mek ve kendi kaynağına, Türk ulusuna dönmek, ona inanmak, çözümleri onda aramak gereklidir. Cumhuriyeti daha önceki dönemlerden ayıran bu ilkeleri eğitim alanında­ ki girişimlerde de uygulamalıdır. Tonguç yeni rejimi eğitim alanında çalışmaya iten nedenleri kendince şöyle yazar<7): «...Anadolu'da yeni bir halk devleti kuruldu: Türkiye Büyük Millet Meclisi H ükü­ meti... Son yüzyılın çeşitli olaylarından büyük dersler alınmıştı. Gerçek hayatın içinde, halkın arasında, onunla mukadderat birliği yaratarak yetişmiş olanlar, bu dersler­ de öğrendiklerini uygulayacaklardı. Onların kafalarına yer­ leşmiş olan bilgiler, dünya görüşünden mahrum bazı tini­ n i C a n la n d ırıla c a k K öy, t . H a k k ı T o n g u ç, R e m z i k ita b - evi, İ s ta n b u l 1947, s. 258. versite hocalarının öğrencilerine ezberlettikleri aşırma bil­ gilere benzemiyordu. Devrimciler, bütün bilgileri halk deni­ len tükenmez kaynaktan, memleket denilen gerçeğin taşın­ dan toprağından, suyundan havasından almışlardı. Onun için bunlar, halk idaresine dayanan bir devlet kuramadık­ ları takdirde, kurtuluş savaşlarında kazanacaklarını ve el­ lerine geçen dümeni yeniden Osmanlı ricaline kaptırabileçeklerini kestiriyorlardı. Bundan ötürü bir taraftan savaşa devam ederken diğer taraftan da halk hakimiyetine daya­ nan devletin temelini atmaya uğraşıyorlardı... Kurtuluş sa­ vaşları sona erince vakit geçirmeden memleketin bütün davaları birer birer ele alınarak yeni rejimin ilkelerine gö­ re çözülmeye başlanacaktı. Bu kolay bir iş değildi. Çünkü evvela yapılacak işleri bilen bol insan yoktu. Onun için ister istemez mevcuttan faydalanma yolu tutulacaktı. Onla­ rın çoğu da halk idaresi ilkesine göre iş görmeye alışmadık­ ları için, yeni mana ve amaçlı işleri tutmıyocaklar, fırsat buldukça baltalamaya kalkacaklardı. Eğer onlarla yetinilirse giinün birinde devrim bunların ellerinde, hızını kaybede­ rek tehlikeye düşebilirdi. Bu sebepten devrimin, ne yapıp, yapıp, bir taraftan Atıadoludaki genç ve münevver züm­ reye ülküsünü benimsetmesi, diğer taraftan da kendi nes­ lini yetiştirmesi, bu rejime bağlı bir gençliğe süratle kavuş­ ması lazımdı...-» Daha sonra Tonguç, Atatürk’ün eğitim alanındaki dü­ şünlerine değinerek şöyle der(8): «...B u yıllarda bir tek bü­ yük insan herkesten ayrı düşünüyordu. Yalnız o, bu zama­ na kadar söylenen ve yazılan fikirlerden ayrılarak gerçek­ teki Türkiye'yi ilgilendirecek kuvvette sözler söylüyordu: Mustafa Kemal.» ve Atatürk’ün 16.7.1921’de söylediği şu sözleri alır: (yazarın notu: Bugünkü dile çevrilmiştir) «.. .Şimdiye kadar izlenen öğrenim yöntemlerinin ulusumu­ zun tarihsel geriliğinin en önemli nedeni olduğu kaiusın<*> a.g .e. s. 298 dayım. Onun için bir ulusal eğitim programından söz açar­ ken, eski çağın bütün hurafelerinden sıyrılmış, yaratılı­ şımızın özellikleriyle hiç de ilgisi olmıyan, yabancı düşün­ lerden, doğudan ve batıdan gelen her türlü etkilerden hep­ ten uzak, ulusal karakterimiz ve tarihimize uygun bir kül­ tür kastediyorum.» Bundan sonra Tonguç, « ...Demokra­ siyle idare olunacak Cumhuriyet Türkiye’sinin, yani halkın, halk için halk tarafından idare edileceği bir memleketin eğitim planını hazırlamak kolay mesele değildi...» der. Yine Tonguç’un belirttiği, çağın Maarif Vekili Şükrü beyin (Saraçoğlu) 28.2.1925’de T.B.M. Meclisindeki bir konuşmasındaki şu sözler ilginçtir'9’: « ...Büyük Millet Meclisi tarafından kabul ve ilan edilen bu yüksek pren­ siplerin milletimize ve memleketimize azami faydayı te­ min edebilmesi, herhalde çok nazik ve hassas olduğundan kimsenin şüphesi olmıyan demokrasi makinasının muntaza­ man ve daima işliyebilmesi, hiç şüphe yok ki, maarifimi­ zin, maarif makinamızın şuurlu ve hummalı bir şekilde çalışmasıyla kaabil olacaktır...» Daha sonra Maarif Vekili Mustafa Necati’nin 9.2. 1926’daki bir demecinden şu tümceleri almak isteriz'10’: « ...Vekaletin en büyük faaliyet sahası olarak İlk Tedrisat gelir. Bütün vatandaşların devlet vazifelerine iştiraklerini temin için mecburi tahsilin tamamen tatbiki şarttır. Bu tahsilin çocuklara iş zevki verebilecek bir şekle ifrağı mem­ leket için bir meselei hayatiyyedir. İktisadi münasebetlerin beynelmilel pek keskin bir hal aldığı bu asırda, çocukların iktisadi kudretlerinin inkişafını ihmal edemeyiz...» Tonguç bu dönemdeki gelişmeler konusundaki kendi düşünlerini şöyle anlatır'1” : «...1926 ilkokul programlarm­ da saptanan pedagojik ilkelerin gerçekleştirilmesi için giri­ şilen işlerden, yeni Türk harflerinin kabulü üzerine ümmi­ likle mücadele için yapılan seferberlikten, inkilabın sosyal ve ekonomik hayata taalluk eden birçok hamlelerinden son­ ra, artık Cumhuriyeti pekleştirmeye yarıyacak işlere sıra gelmişti. İlköğretim alamnda ve öğretmen yetiştirme prob­ lemi üzerinde bilimsel esaslara dayanarak, ciddi ve köklü çalışmalara başlamak lazımdı. Eğer bu yapılamıyacak, onun yerine günlük gelip geçici işlerle avunulacak ve vakit geçirilecek olursa, yeni mana taşıyan, devrimin eserleri olarak meydana getirilen, öğretimin birleştirilmesi, harfle­ rin değiştirilmesi, ümmilikle savaş gibi eğitim işleri, klişe şeklinde ve taklidi mahiyette teşebbüsler olmaktan ileri geçemiyeceklerdi. Hiçbir kuvvete baş eğrhiyen zaman, süratle yılları üstüste yığarak geçip gidecekti. Bu arada devrim­ ciler yaşlanacaklar, türlü sebepler yüzünden belki de hız­ larım gevşetecekler, tepkici ve azgın kuvvetlerle karşıla­ şacaklar, nihayet eceli gelenler beklenmiyen zamanlarda öleceklerdi... Bu korkunç olaylarla karşılaşmadan önce devrimi her zaman ayakta tutacak sağlam temellerin atıl­ ması elzemdi. Bu bakımdan eğitim işi en başta gelen ana davalardan biri idi. Onun için bu davayı her türlü gelip geçici heveslerden, politika oyunlarından, rutinin uyuştu­ rucu tuzağından, gelenek ve göreneklerin zararlı etkilerim den koruyarak, bilimsel esaslara göre yürütmek, mutlak surette lazımdı. Ancak böyle hareket edilmekle ebedi de­ ğer olarak kabul edilen bilimsel düşünme, her türlü şart­ lar altında doğruya inanma, adaleti sağlama, güzeli sevme, çağımız uygarlığına bağlanma, eşit hakları geniş halk yı­ ğınları arasına yayma mümkün olabilecekti. O zaman ileri­ de, her türlü şartlar içinde, devrimin ana prensiplerini can­ la başla koruyacak insan sayısı çoğalacak, ülküler bir nevi halk felsefesiyle beslene beslene yıkılmaz fikirler, ilkeler ve alışkanlıklar haline geleceklerdi. ..» Yine Tonguç’a göre(12): «...Devrim zamanlarımn eği­ tim siyaseti bilimsel esaslara uyularak saptanacak olursa, ileride karşılaşılması ihtimali bulunan menfi hallerin hepsi­ ni önceden kestirmek ve bunlara meydan vermemek için tedbir almak mümkündür. Nitekim Cumhuriyetimizin ilk yıllarında maarif işlerimizi düzenlemeye yarıyacak incele­ meleri yapmak ve ondan sonra rapor vermek üzere Tür­ kiye'ye getirtilen ecnebi uzmanların hemen hepsi, hangi iş­ ler ne şekilde tutulup yürütülürse iyi neticeler alınacağını, hangi meseleler bilimsel esaslara dayanılmadan ve onların icabları yerine getirilmeden yürütülmeye kalkışılırsa kötü ve sosyal bünye için bir felaket derecesinde zararlı sonuç­ larla karşılaşılacağım raporlarında açıkça işaret etmişler­ di. Buna rağmen onların pek değerli tavsiyeleri, raporların verildikleri tarihlerde değil, hatalar göze çarpmaya başla­ dıktan sonra değer kazanmışlardır...» Bundan sonra bir türlü çözümlenemiyen ilköğretim sorununun toplumsal yapı gereği birinci derecede köy so­ runu ve köyde duracak, köye yararlı olabilecek öğretmen yetiştirme sorunu olduğunu, ama o dönemin eğitim çalışma­ larını yönetenlerin bu sorunları gerçekçi bir gözle göreme­ diklerini, örneğin köyü güzellikler, mutluluklar içinde şen­ likli bir yer sanacak kadar «gaflet içinde» olduklarını ve «...her türlü uygarlık vasıtalarından ve sağlık teşkilatından tamamen mahrum bulunan köylerde açılan, açılacak olan okulların bir sağlık merkezi, sosyal hizmetler ve ihtiyaç­ lar için de bir organ haline getirilmesi noktaları üzerinde ciddi olarak durulmadığı, köy okulunun tarla, bahçe, ahır, kümes, işlik gibi vasıtalarla teçhizedilerek onun bağrında küçük ve tarımsal bir işletmenin yaratılması, bu okullar için kabul edilmiş olan öğretim programının ancak böyle bir kurumda uygulanabileceği kestirilemediği.. .(13)j>ni be( W a-g.e. s. 393-394 i*3) a-g.e. s. 397 lirtiyor. 1934 yıllarında ilköğretim işlerinin bir çıkmaza saplanmış olduğunun hükümetçe de anlaşıldığını bildirerek Başbakan İnönü’nün bu konuda 13. M art 1934’de CHP grubunda yaptığı bir konuşma ile bu kanışım belgeledik­ ten sonra, şöyle yazıyor'14’: «...Parti grubunca bu iş için seçilen bir komisyon problemi inceliyerek düşüncelerini anlatan raporunu hazırladı. Bu raporda meseleyi kökden ve süratle halletmeye elverişli tedbirler yoktur... Mesele iç politikanın pek üzücü ve can sıkıcı bir konusu olarak, 1936 yılına kadar çeşitli komisyonlarda sürüklendi, dur­ du.» Daha sonra Tonguç «İlköğretim hamlesi niçin durak­ ladı» başlığı altında yetkililerin birçok uyarmalara rağmen ilköğretim sorununa hazırlıksız olarak girdiklerini ve okur yazarların böyle bir sorundan «habersizmiş gibi, pasif bir durum takındıkları»m anlatır ve şöyle yazar'15’: «...Maarif Vekilliği önemli ve yeni işler için (ilham kaynağı) olama­ dıktan başka, çevredeki yeni pedagoji hareketlerini de hoş görmemeye, sempati ile karşılamamaya başladı...» Ve Tonguç bu olaylara «İçişleri Bakanı ile ilgili olduğu söy­ lenen şu zihniyetin menfi etkileri de katıldı...» diyerek öğretmen demeklerinin kapatılmasından yakınır, bazı öğ­ retmenlerin izlenmesine değinir ve «...Bunu hisseden ve anlıyan öğretmenler, pedagojik mahiyette bile olsa, her türlü yenilik hareketlerinden el etek çekerek meydanı, gün lük ve şahsi menfaate müstenit politika gütme hevesinde olanlara terke tiler. Bu olay İstanbul! da ve büyükçe A na­ dolu şehirlerinde gelişmeye başlıyan... her türlü yeni pe­ dagoji hareketlerine son verdi... 1929’dan 1935 yılına ka­ dar devam eden bütün çalışmalar yukarıda bariz vasıfları belirtilen dekor içinde cereyan etti. Vekilliğin zihniyetini, ilgilileri saran bunaltıcı havayı anlatabilmek için bu de­ koru çizmeye lüzum vardı. Çünkü başka türlü, hızla baş­ lanmış hareketlerin birkaç yıl içinde niçin durakladığım, hangi olaylar yüzünden mahiyetini değiştirdiğini kavramak mümkün olamaz...» Biitün bu olumsuz gelişmelere rağmen, koşulların yö­ neticileri bu sorunla uğraşmaya ittiğini belirten Tonguç(16): «...Öğretmen yetiştirme meselesi yukarıda belirtilen şekil­ de durgun ve cansız bir karakter alınca, ilkokullarda nor­ mal çalışmalara yol verilemeyince, hayatın istekleri, idare­ cileri bu alanda yeni işlere girişmek için zorluyordu. Bilhas­ sa köy davası türlü vesilelerle sık sık ortaya çıkıyor, sürat­ le el konulması icab eden bir problem olarak kendini his­ settiriyordu. 1933 yılında, türlü sebebler yüzünden, Maarif Vekilliği de bu davaya katılmak zorunda kaldı. Vekil R e­ şit Galip, bu davaya el koymak istedi. Vekillikte yetkili kişilerin katıldığı bir (köy işleri komisyonu) kuruldu, köy­ de eğitim problemini incelemeye ve bu arada köye göre öğretmen yetiştirme konusunu konuşmaya başladı... > dedikten sonra, bu komisyonun vardığı sonuçları ayrıntıla­ rı ile anlatır ve(17) «...Maarif Vekili Reşit Galip, 13.8.1931 tarihinde vekillikten ayrıldıktan sonra (köy işleri komisyonu)nun raporunda saptanan bu güzel fikirler de gerçek­ leştirilmeden tatlı ve hoş bir rüyanın izlemleri gibi kaldı...» der. Nitekim daha önce de Tonguç’un deyimi ile(18) «...ye­ ni harflerin kabulü ile başlıyan büyük devrim gerçekleşti­ rilmeye başlanacağı sırada, değerli Maarif Vekili M. Neca­ ti» öldükten sonra onun giriştiği işler de durmuştu. «1824’den beri ilköğretim için harcanan emeklerin sonucu bu idi. 1934 tarihine kadar 110 yıl uğraşılmasına, milyonlar harcanmasına rağmen, şehirde ve köyde ilköğre­ tim gerçekleştirilememişti. Böyle hazin, korkunç sonuçla karşılaşmak yüz kızartıcı bir haldi. Bu trajediden en çok zarar gören köylü olmuştu... Nazariyelerden, teferruattan, mugalatalardan, köksüz ve geçici icraatla övünmekten vaz geçerek acı da olsa 1935’de köylünün kara bahtım ola­ ğanüstü tedbirlere başvurarak değiştirmek gerektiğini açık­ ça söylemek lazımdı. Çünkü köyler ele alınıp oralardaki insanlar da, kültürün ve modern medeniyetin nimetlerine kavuşturulamayınca Cumhuriyetin yarattığı, dayanmak is­ tediği ülkü ve prensipler sadece birer tatlı rüya tesiri yapı­ yor, günden güne değerlerini kaybediyordu. Halbuki onun kurucuları, daha ilk yıllardan itibaren ilköğretimi yüzdeyüz gerçekleştireceklerim Esas Teşkilat Kanununa koyduk­ ları bir madde ile millete vaat etmişlerdi.»m . Görülüyor ki, 935’e kadar geçen dönem içinde zaman zaman eğitim alanında ileri atılışlara kalkışılmış­ tır. İlerici bazı Milli Eğitim Bakanlarının kısa süren görev sürelerine rastlıyan bu çabşmalar, siyasal açıdan, CH P ik­ tidarı içindeki ilerici aydınların ağır bastıkları dönemlerdir. CHP içindeki koalisyonun gizli çekişmeleri ve siyasal güç­ ler dengesindeki duyarlık, bu dengenin kolaylıkla ilerici ve tutucu yanlara ağır basabilmesi eğilimleri bakımından bu tarihsel gelişmeler ilginçtir. Tonguç’un övdüğü kısa süreli ilerici çabalar ve bunları etkisiz yapan uzun süreli durak­ lama dönemlerini böyle yorumlamak doğru olur sanıyo­ ruz. Tonguç daha sonra bu konudaki düşüncelerini şöyle bitirir120': «...1935’e kadar geçen yıllar, öğretmen yetiştir­ me meselesinde birçok bocalamalarla geçirilen yıllardır. Uz­ manlar ilköğretim davasında yaranın mahiyetini anlıyarak (yazarın notu: Tonguç’un burda kastettiği uzmanlar önce­ likle Dewey ve Kühne’dir) hastalığa teşhis koydukları ve tedavi çareleri gösterdikleri halde onların gösterdikleri yolda gidemeyişimizin en önemli sebebi, bu işi idare edenlerin gerçek hayatı, bilhassa gerçekteki köyü bilmemeleri veya türlü düşüncelerle bilememezlikten gelişleridir...» Biz bu­ nu rahatlıkla Bakanhk yöneticilerinin söz konusu olan emekçi sınıfların dışında, onların hak ve çıkarlarına ilgi duymıyan orta sınıf bürokratları oldukları şeklinde de deyimlendirebiliriz. Devam edelim: «O bilinmeyince, fikirler ne kadar müşahhas misallerle anlatılırsa anlatılsınlar, bu­ lunan tedbirleri uygulamaya imkan yoktur. Nitekim yukarıki raporlarla icraat arasındaki tezatlar bunu açıkça gös­ termektedir. Mesela uzmanlar, İsrarla köy öğretmenine mesken, köy okuluna arazi sağlanmasını istedikleri, köy için ayrı öğretmen okulları kurulmasını teklif ettikleri hal­ de, yetkili ve sorumlular buna lüzum görmemektedir. Ni­ çin? Çünkü idare edenler rutinin etkilerinden kurtulamı­ yorlar, şahsi durumlarını düşünerek, işin zahmetlerine kat­ lanmak istemiyorlar, geçmeyi tasarladıkları mevkilere gi­ den yolun üstünde engeller çıkacağından korkuyorlardı... öğretmen yetiştirme işinin düzenlenmemesinden en çok zarar gören yerler köylerdi... Köylü, şehirliler gibi sesini çıkaramadığı için sorumlu makamlar, iş yapılmamış yılla­ rı fazla rahatsız olmadan geçiştirebiliyorlardı... Yukarıda­ ki sayfalarda yer alan yazılardan ve raporlardan açıkça an­ laşıldığı gibi artık uzmanların fikirlerini, köylerimizin özel­ liklerini, CHP’nin kararlarını, modern pedagojinin ilkelerini göz önünde tutarak, köyü canlandıracak elemanı yetiştir­ mek için esaslı tedbirler bulmak icabediyordu.» ■ Sonuç Böylece yukarıda anlatmaya çalıştığımız nedenler, si­ yasal ve tarihsel gelişmelerle, 1935 yıllarında CHP ikti­ darının ilerici aydın kanadı, öğretim ve eğitim alanında geniş bir çabaya girmek gereğini duyuyordu. Bütün koşul­ lar böyle bir çabaya girişmek için gerekli ortamı hazırla­ mışlardı. Kemalist rejimin bu yoldan sağlamlaşıp temelle­ şeceğine inanılıyordu, iktidardaki ilerici aydınlar, eğitimin, ülkülerini olumlu yolda geliştirecek en önemli araç olduğu inancı ile yetişmişlerdi. Tarihsel gelişim ve Türk toplumunun sınıfsal yapısının özellikleri, güçlü bir yönetici sınıf yahut ara tabaka ve ileri girişimlerin yukarıdan aşağıya ol­ ması geleneği yahut zorunluğu, bir eğitim atılımma giriş­ meye uygun koşullardı. Köklü alt yapı devrimlerine giriş­ mek için, ezilen ve sömürülen sınıflardan hiçbir istek, hiç­ bir baskı yoktur. Ayrıca iktidardaki ilerici aydınların koalis­ yon ortaklarının bir eğitim atılımma direnmeleri olanağı da köklü alt yapı değişimlerine girişileceği zamankinden daha az olacaktı. Eğitim gibi, alt yapı değişikliklerini kolaylaştırma, hızlandırma etkisi olan bir üst yapı kurumu değişikliğine girişilirken iktidarı ellerinde tutan grupların, kümelerin alt yapı değişikliği sürecine olacak etki bakımından bekledik­ leri, umdukları, herhalde farklı ve derece derece olumlu idi. Aralarında bu konuda bir birlik, bir açıklık, bir uyuş­ ma olduğu söylenemez. Daha sonraki gelişmeler bunun böyle olduğunu göstermiştir. Ama konumuzun gelişmesi ve tarihsel doğrultusu bakımından, bu konuda, yani girişile­ cek üst yapı değişikliğinin niteliklerini alt yapı değişiklik­ leri sürecini hızlandıracak, kolaylaştıracak şekilde sapta­ mak, uygulamalarda bu noktayı özellikle göz önünde bu­ lundurmak konusunda asıl önemli olan, bu kümelerin dü­ şünceleri ve davranışları değil, eğitim ve öğretim atılımını yürütecek yöneticinin düşün ve inançları idi. Alınacak so­ nuca ve Türk toplumunun toplumsal ve siyasal gelişimine yapılacak etki buna bağlıydı. O halde sorun, son olarak atılımı yönetecek kişi ve kişilerin, ellerine verilen bu olana­ ğı alt yapı değişimini sağlama yönünde ne ölçüde ve ne derece bilinçle kullanacakları noktasında düğümleniyor­ du. İşte bu noktada yürütme işinde birinci derecede gö­ revli olan I. Hakkı Tonguç’u ve düşünlerini incelemeye sıra gelmiştir. 2 Tonguç'un Kişiliği ve Atılımı ■ Tonguç’un Yaşamı Tonguç’un kişiliğini incelemeye geçmeden önce, ya­ şamı konusunda bilgi vermek istiyoruz: İsmail Hakkı Tonguç 1897 (?)(1) yılında Tuna kıyısın­ daki Silistre ilinin Totrakan sancağının Tataratmaca kö­ yünde dünyaya gelmiştir. Ülkesi, Balkanların Dobruca böl­ gesinin güney batı ucundadır. Dobruca’daki Türk asıllı halkın iki kökeni vardır: Bunlardan birincisi şudur: Baş­ langıcı aşağı yukarı Anadolunun Türkler tarafından işgal edildiği XI. yüzyılda olmak üzere, birbirini izliyen dalga­ lar halinde kuzeyden, güney Rusya üzerinden göçen peçenekler, uzlar, kumanlar gibi Türk kavimleri Dobruca böl­ gesine gelip yerleşmişlerdir, ikinci olarak, daha sonraları, ortalama XIII. yüzyıldan sonra, yine çeşitli savaşların so­ nucu ve dalgalar halinde, güney Rusya ve Kırım tatarları bu bölgeye göçmüşlerdir. Ayrıca Osmanlı işgalinden sonra, Anadoludan getirilen oğuz Türkleri, Dobrucanm bu yerli­ (i) Y a z a rın n o tu : T o n g u ç ’u n d o ğ u m ta r i h i ta r tış m a lıd ır ; 1893 de o labilir. leşmiş kavimleriyle karışmışlardır. Günümüze kadar Dobruca’da etnik olarak başlıca iki ana grup görülmektedir: Türkler ve Tatarlar. Bu gruplar, Dobruca Osmanlı İm pa­ ratorluğundan ayrıldıktan sonra zaman zaman ve çoğu kez Osmanlı - Rus savaşlarının etkisi sonucu Anadoluya göç­ müşler, en çok da Eskişehir, Polatlı, Ankara yörelerinde yerleşmişlerdir. Bugün Dobruca’da sadece bir Türk ve Tatar azınlığı kalmıştır. Tonguç’un köyünün de içinde bulunduğu güney - batı Dobruca bölgesi 1887’den sonra yarı bağımsız Bulgar prensliği, 1908’den sonra da bağımsız Bulgaristan Krallı­ ğının yönetimi altına girdi. Balkan savaşı sonunda, 1913’de bu bölge Romanya’ya geçti. Birinci Dünya Savaşının başla­ masıyla Romanya güney Dobruca’dan çekildi. 1919’da bu bölge tekrar Romen yönetimine katıldı(2). Kendisinin anlattığına göre Tonguç’un ana tarafı Dobruca’da yerleşmiş Türklere, baba tarafı bir Osmanlı Rus savaşından sonra Kırım’dan göçmüş bir tatar ailesine dayanıyordu. Kendi olanakları ile geçinmeye çalışan orta halli bir köylü ailesi idi. Aüenin tarım alanındaki çalışma­ larına katılan İsmail, köyünde ilkokulu ve Silistre’de Rüştiye’yi bitirdikten sonra öğrenimini sürdürmek istedi. Bir iş gücünü elden çıkarmak istemiyen babası buna karşı idi. Anası ile anlaşarak bir gece İstanbul yönünde yola çıktı. Çoğu yaya geçen uzun bir yolculuktan sonra vardığı İs­ tanbul’da birçok zorluklarla karşılaştı. Çağın Maarif Nazı­ rı Şükrü beyin odasına girmeyi başararak, göçmen olduğu­ nu, okumak istediğini anlattı. Bütün İstanbul hâlâ Balkan savaşı sonunda gelmiş yoksul göçmenlerle doluydu. Kasta­ monu öğretmen okuluna parasız yatılı öğrenci olarak alın­ masını sağladı. Haydarpaşa’dan Kastamonu yönünde yola (V D o b ru c a k o n u su n d a b ilg i iç in : D o b ru c a v e T ü rk le r, M ü ste c ib Ü lk ü sal, T ü rk K ü ltü r ü n ü A r a ş tır m a E n s ­ ti tü s ü A n k a r a 1966. çıktığı zaman Birinci Dünya Savaşı başlamıştı (30 Ekim 1914). Adapazarı - Kastamonu arasında yine yaya yürü­ dü. Daha sonra Kastamonu ve İstanbul öğretmen Okulla­ rında okudu. 10.9.1918’de İstanbul öğretmen Okulunu bi­ tirdi. 20 kadar arkadaşı ile birlikte öğrenimini sürdürmek için Almanya’ya gönderildi. Fakat savaşın sona ermesi, daha sonra Kurtuluş savaşı, Almanya’daki öğrenimini sık sık kesintiye uğrattı. Böylece klasik bir eğitbilim öğrenimi yapamadı. Resim - elişleri, Beden eğitimi ve iş eğitimi ko­ nusunda kısa süreli seminer ve kurslara katıldı. Kurtuluş savaşı sırasında ve savaştan sonra 1925 yıhna kadar Es­ kişehir, Konya, Adana, Ankara öğretmen Okullarında re­ sim - elişleri ve beden eğitimi öğretmenliği yaptı. 1926’dan sonra Milli Eğitim Bakanlığı Levazım ve Ders Araçları Müzesi Müdürlüğü görevinde bulundu. Bu görevi yürütür­ ken, 1932 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim - Elişleri bölümünü kurdu ve İlköğretim Genel Müdürü oluncaya kadar yönetti. 3.8.1935-21.9.1946 tarihleri arasında İlk­ öğretim Genel Müdürlüğü yaptı ki, konumuzla ilgili baş­ lıca çalışmaları bu döneme rastlar. 25.9.1946 - 2.4.1949 arasında Talim Terbiye Kurulu üyeliği, 2.4.1949’dan son­ ra Ankara Atatürk Lisesi Resim öğretmenliği görevinde bulundu. 11.9.1950’de neden bildirilmeden Bakanlık emri­ ne alındı. Danıştay’da yıllarca süren çeşitli davalardan son­ ra 16.2.1954’de Danıştay, Bakanlık emri kararının kaldı­ rılması gerektiği sonucuna vardı. 27.2.1954’de emekli oldu. 23.6.1960’da Ankara’da öldü. ■ Kişiliği Hakkı Tonguç’un kişiliğini oluşturan öğeler nelerdir? Çağdaşı birçok öğretmenin arasından niçin o, alışılmışın dışına çıkarak yeni yollar, yöntemler aramaya kalkmıştır? Gücünü hangi etkilerden, ne gibi koşul ve olaylardan ahr? Herhangi bir öğretmen olarak kurulu düzenin içerisinde ra­ hat ve silik bir yaşantıyı sürdürüp gitmekten onu alıkoyan dürtüler, tutkular nelerdir? Kişisel yaşamını bozacak, raha­ tını kaçıracak, bir çağın bütün bir eğitim sisteminin karşı­ sına çıkacak güç nereden gelmektedir? Niçin dur durak bilmez, sabahlara dek gözü uyku tutmaz, köyden köye koşar? ■ Köylülüğü Tonguç’un kişiliğinin gelişmesinde en önemli etken, onun köylü oluşudur. Tuna kıyısındaki bir Rumeli köyü­ nün orta halli bir köylü ailesinin çocuğu olarak o, çok kü­ çük yaşlarda köyün ve köylünün sorunlarını tanımak ola­ nağını bulmuştur. Sonradan köy enstitüsü girişimi sırasın­ da karşısına çıkan ve çözülmesi gereken birçok konular, onun çocukluğundan tanıdığı, içinde yaşadığı sorunlardı, örneğin kendi çapında sosyolojik, ekonomik eğitbilimsel bir köy incelemesi olan (Köyde Eğitim) kitabında, üzerinde özellikle durduğu birçok konularda, çocukluğunda yer bı­ rakmış derin izlerin etkisini bulabiliriz. Köyün ve köylünün sorunlarının herşeyden önce ekonomik zorluklar olduğu, bunların hayatsal önemi, köylü kadının bu sorunların alt edilmesindeki önemli rolü ve buna ters düşen bağımlılığı, bunun doğurduğu dramatik öğeler, köylünün ekonomik so­ nucu olmayan ve dışarıdan gelen etkilere karşı gösterdiği güvensizlik gibi örnekler, hep onun çocukluğunda aldığı derin izlenimlerin sonuçlan olarak sayılabilir. Kendi yaşantılannın, sonradan incelediği konu ile çok yakından ilişkili olması, onun incelediği konuya bir sıcaklık, bir insancıllık, bir duygusallık katabilmesine yaramıştır. Bu, bir eğitbilim denemesine girişecek bir kişi için çok gerekli bir öğedir. Yalnız kuru sosyolojik ve ekonomik araştırmalara, yalnız rakamlara dayanarak girişilmiş, buna duyguyu katamamış, yoğurup şekil vereceği malzemenin, insanın acılarını, sorun­ larını kendi içinde duyamayan bir eğitimci, yürüteceği eğitbilim denemesinden başarılı bir sonuç alamazdı. Tonguç’un klasik okur yazarların etkisinden kopabil­ mesine, bunların öğretisinden şüphelenerek yeni yollar anyabilmesine yol açan önemli etkenlerden biri de, işte bu köye dışardan gelen, akıl veren, ama verdiği akıl çoğun­ lukla işe yaramamış olan «yabancı»ya karşı güvensizlik duygusunun, köylü çocuğu olarak çok erkenden onun kişi­ liğine kök salmış olmasıdır. İlginç olan nokta, Tonguç’da bu çocukluk izlenimleri­ nin ve gözlemlerinin çok derin etkiler bırakmış olması, bunların hiçbir zaman silinmemesi ve hayatının her dö­ neminde karşılaştığı sorunları çözerken alışılmış okur -ya­ zarın kullandığı ölçülerin çok dışında, çok daha sağlam ve gerçekçi ölçüler kullanmasına yaraması, başka bir deyim­ le, olaylara ve sorunlara her zaman bir «okumuş köylü» olarak bakabilmesidir. Böylece Tonguç, her zaman için köylü kalmış, için­ den çıktığı sınıftan kopmamış, sınıf değiştirmemiştir. Onu öğretmenlik yıllarından ve Bakanlıkta çalıştığı yıllardan tanıyan Cevat Dursunoğlu’nun, «biz o zaman, yani soyad­ ları yokken, Tonguç’u diğer İsmail Hakkılardan ayırmak için, ona «köylü İsmail Hakkı» derdik, demesi dikkate değer. Öğretmen ve Bakanlığın memuru olarak, çevresin­ de, düşün, davranış ve bütün kişiliği ile bu etkiyi bıraktı­ ğı anlaşılıyor. Çocukluğunda, kendisinin öğrenimini sürdürmek iste­ ğine karşı babasının gösterdiği direnç, Tonguç üzerinde çok etkili olmuştur. Ailenin ekonomik yükünü sırtlamış olan baba için, önemli olan gündelik ekonomik sorunların çözülmesiydi. Ayrıca bu gerçekçi köylü babanın klasik okul­ lardan yetişmiş okur - yazarlara hiç güveni de yoktu. On­ ları gayet gerçekçi bir açıdan değerlendirerek, yalnız tüke­ tici olmalan özelliği üzerinde duruyordu. Bunun için öğre­ nime karşı idi. Buna karşılık, ailenin gündelik bütün acıla­ rını ve sıkıntılarını yüklenmiş ana, bu acılar, sıkıntılar, ekonomik zorluklarla dolu, hiçbir gelişme umudu, bir çıkış noktası görülmiyen bu kapalı köy toplumundan oğlunu bir an önce kurtarmak, onu yüzyıllardır hiç değişmemiş bir yaşantıdan, bu tekdüze, bu ışıksız, bu bir türlü onulamıyan, bu «irezil» düzenden dışarı çıkarabilmek çabası için­ de idi. Böylece ana işe karışınca, ekonomik zorluklar, he­ saplar duruyor, insan, duygu, yardımseverlik, kurtarıcılık, fedakarlık öne geçiyordu. Köylü çocuk, hayatının ilk önem­ li kişisel sorunu ile bu ana - baba çekişmesi, bu dramatik gerilim içinde karşılaştı. Ve zor, ama sonuç üzerinde en büyük rolü oynamış kararını verdi: Bir gece anası, kötü günler için herkesden gizlediği birkaç altınını oğlunun min­ tanına dikerek, onu babasından habersiz, İstanbul yönüne yolcu etti. Evden bir yan kaçıştı bu! Ananın insancıl, bi­ linçli veya bilinçsiz olarak düzeni zorlıyan tutumu ile ba­ banın boyun eğmiş, ekonomik koşulların baskısı altında ezilmiş durumu arasındaki gerilim, sonradan köy enstitü­ leri denemesinde Tonguç’un köyü değiştirmek, «irezilliği» yok etmek için köylü anadan, köylü kızdan işe başlaması­ na temel hazırlıyacaktır. Ana başkaldırmaya daha elverişli idi. Yüzyıllardır babayı altetmişler, çeşitli yollardan ona bo­ yun eğmesini belletmişlerdi ama, ana dayanmıştı. Hâlâ içinde bir yer haksızlığa direniyor, başkaldınyor, düzeni zorlamak istiyordu. Bu motifi sonradan köy enstitülü ya­ zarlar, romancılar çok işlemişlerdir. Hemen her köy enstitülünün yaşantısında, araştırıldığı zaman, Tonguç’un en sert şekli ile çocukluğunda karşılaştığı bu gerilimin, bu ana - baba çekişmesinin benzerlerini bulabiliriz. Tuna’dan İstanbul’a geliş, çoğu yaya olarak, haftalar sürdü. Tonguç îstanfcul’da, bu genç yaşında, çağının çürü­ müş, bozulmuş, kokuşmuş Osmanlı düzeni ile ve sömü­ rücü sınıfların temsilcilerini yakından, yaşantıları ile tanı­ mak olanağım buldu. Bu dönemi kendisi anılarında anlatır(3). Osmanlı toplumunun bu üst katlarında oturanların aşağılardakilere, öncelikle köylüye ne kadar küçümseme ile baktıklarını, onu nasıl yalnız bir sömürme aracı say­ dıklarını kendi okuma sorununun çözülmesinde karşılaştı­ ğı güçlüklerle yakından gözledi ve bu gözlemler onda silin­ mez izler bıraktı. Bu, onun kişiliğinin gelişmesinde ikinci önemli öğedir, öyle ki, onda ilk sınıf bilincinin bu İstan­ bul yaşantıları sırasında uyandığı söylenebilir. Kendisi, parası yoksa, okuyacağına biletçilik yapmasını salık veren bir paşanın konağından kovulduktan sonra, kapıda şöyle düşündüğünü anlatır*4': « ...Bastonu ile bana kapıyı göster­ di. Kaldırımda hazırol vaziyetinde onun çıkmasını bekle­ dim. Çıktı, yüzüme bile bakmadan çekti gitti. Konak kapı­ sının önünde buz kesildim... Yere düşecek gibi oldum. Sonra kendimi toparlayarak yürümeye ve söylenmeye başladım: Görürsün sen, parası olmayan okur mu okumaz mı? Senin gibi budalalar yüzünden babalarımız cahil kal­ mışlar, fakir düşmüşler. Okumak için herşeyi göze alaca­ ğım, ne yapıp yaparak okumanın yolunu bulacağım. Be* nim gibi zahmet çeken çocukların zahmetsizce okumaları için ömrümün sonuna kadar çalışacağım. Koca paşa, se­ ninle ömrün yeterse, eğer yirmi sene sonra karşılaşırsak nasıl okuduğumu görürsün, yazıklar olsun senin paşalığı­ na. . Köylü başkaldırmaya başlıyordu. Tonguç hayatının sonuna kadar İstanbul ve İstanbul’­ un temsil ettiği sömürücü imparatorluk zihniyetine öfke duydu. Cumhuriyet çağında da İstanbul’un sömürücü özel­ liği giderilememişti. Tonguç’un gözünde o, amaçlarına ula<» T o n g u ç’a K ita p , İm e c e y a y ın ı, İ s ta n b u l 1961, s. 15-25. (*) a.g.e. s. 18. şamamış devrimi, bu devrimi baltalamayı temsil ediyordu. İşbaşında bulunduğu sıralarda, önemli bir zorunluluk olma­ dıkça, İstanbul’a gelmekten kaçınır, gezilerinde, İstanbul çevresinde geniş bir kavis çizip, geçip giderdi. Çocukluk ve gençlik izlenimleri daha sonraki davranışlarını her za­ man şaşılacak derecede güçlü olarak etkilemiştir. Bu izle­ nimlerin çok derin oluşu kişiliğinin özelliklerinden biridir. ■ Sıtuf Güvenci Yine Tonguç’un gençlik yıllarında İstanbul’da yaptığı ve sonraki düşünleri bakımından önemli olan bir gözlem de şudur: Kendisinin ve kendi sınıfının sorunlarım çözüm­ lemeye çalışırken aracı kullanmamak, yalnız kendine ve kendi sınıfına güvenmek. Nitekim bu köylü gencin, aracı­ lar tarafından aldatıldıktan, o birkaç altını da ahndıktan sonra, tekbaşına Maarif Nazırına gidip, yine tek başına yazdığı o çağın resmi diline hiç de uygun olmayan bir d i­ lekçeyi Nazıra kabul ettirdiğini ve Kastamonu Öğretmen Okuluna parasız yatılı öğrenci olarak alınmayı başardığı­ nı görüyoruz. ■ Ülkenin Gerçekleri Kişiliğini geliştiren üçüncü etken, İstanbul’dan Kas­ tamonu’ya gidişi sırasında, ki çoğu yaya olarak geçmiştir, Anadolu köylerinin bitkin, yoksul durumunu yakından görmesidir. Böylece zaten bildiği köy gerçeğine, kendi ye­ tiştiği Rumeli köylerinden daha da kötü durumda olan Anadolu köylerini tanıması, yeni izler katmıştır. Rumeli’de kullanılmayan kağnıyı ilek defa görüşü, evlerin, çeşmelerin haraplığı, yolların bakımsızlığı, hayvanların ve insanların düşkünlüğü, tarım araçlarının ilkelliğine köylü gözüyle ba­ karak, çevresini acı ve şaşkınlıkla gözlediğini anlatır. ■ Sınıf Bilinci Şimdiye kadar anlattıklarımızın onda sınıf bilinci­ nin gelişmesini kolaylaştıran bir düşün ortamı hazırladığı kanısındayız. Sınıfının yoksulluğu, ezilmişliği, sömürülmüşlüğünü iliklerinde duymuştu. Köy enstitüsü girişiminin amaçlarından birisi, sınıfın­ dan kopmayacak, kopamıyacak, sınıf değiştirerek, çıktığı sınıfın çıkarlarını, haklarını savunmaktan vazgeçmiyecek köylü aydın yetiştirmekti. Köy enstitüsü ilkelerinin birçoğu bunu sağlamak için ortaya konmuştur. Köy enstitülü öğ­ retmene toprak verilmesi, maaş dışı kazanç olanakları sağ­ lanması, köye bağlı tutulması bunun örnekleridir. Bu ilke­ lerin amaçları köy enstitüleri tarafından da iyi anlaşılama­ mıştır. Hele bazı sol yazarlar, bu ilkeleri tamamen ters anlamışlar, toplumsal gelişmeyi köy döneminde tutmayı amaç güden, toplumsal gelişmeyi belirli bir süreçte dondur­ mayı sağlıyacak girişimler sanmışlardır. Halbuki amaç, bu toplumsal gelişmeyi hızlandıracak, sınıfından kopmamış ay­ dını, sınıfının çkarlannı savunacak ve savunabilme olanak­ ları olan aydını yetiştirmekti. ■ Öğretmen Okulunun Etkisi Tonguç'un bundan sonraki gelişiminde rol oynayan etken, o çağın Öğretmen Okullarındaki öğrenimi ve eğiti­ midir. Kastamonu ve daha sonra İstanbul Öğretmen Oku­ lunda bu çağın öğretmen okulları için tipik sayılacak bir öğrenim ve eğitim görmüştür, özellikle İstanbul’daki öğ­ retmenleri o çağın en iyi öğretmen okulu öğreticileri kad­ rosu idi. Bunların öğrencilerine aşılamak istedikleri ana inanç bize göre şudur: Osmanlı İmparatorluğu bozulma, da­ ğılma yolundadır. Bunun nedeni batı uygarlığına giremememizdir. Ülke geri kalmıştır. Yetişmekte olan genç öğ­ retmenlerin görevleri bu batıya yöneliş akımını yürüte­ bilmek için halka gitmek, Anadoluda, köylerde çalışmaktır. Orada nasıl tutunacaklar, ne yapacaklar, nasıl davranacak­ lar gibi soruların karşılığı ise belirli değildir. Bütün bunlara karşılık yurtsevgisi, ülkücülük gibi kavramlar romantik öğe­ lerle süslenerek ileri sürülmekte, bu kavramların her zor­ luğu yenmeye yeteceği aşılanmaktadır. Bu öğretinin so­ nucu olarak, o çağda yetişmiş öğretmen kuşağı halka gitme­ yi, halka batı uygarlığının üstünlüklerini anlatmayı (bun­ lar anlatılınca halk hemen o yöne dönecek sanılıyordu) kendisine ülkü edinmiştir. Bunu yapmak için de elinden geldiğince ülkücü, fedakar ve yurtsever olacaktır. Şüphe­ siz ki, bütün bu öğretinin zayıf noktası, çoğunluğu kent orta sınıfından gelmiş fju aydınların, halkla, yani çoğun­ luk olarak köylü ile nasıl birlikte yaşıyabilecekleri, ne gibi yollardan onu uyarıp «bağlaştıracakları» idi. Ülkücülük ve yurtseverliğin yalnız başına bunları başarmaya yetmesi pek iyimser bir düşündü. Böyle tepeden inme bir uyarma ve uyandırma işlemi olanağı var mıydı? Bütün hesap, köylü­ nün, halkın, hiçbir şey bilmediğine, doğrular kendisine an­ latıldığı zaman, istenilen yöne dönüvereceğine dayanıyor­ du. Halkın, köylünün, kendi sorunlarını çözmekte dene­ melerden gelme bir takım ampirik bilgileri olduğu, o çağ aydınına çok ters gelen tutum ve davranışının da bir ta­ kım ekonomik nedenleri bulunduğu üzerinde kimse durmu­ yordu. Tonguç’un sonradan başkaldıracağı, karşı çıkacağı, işte kendisine de kabul ettirilmeye çalışılan bu öğretidir. Niçin diğer arkadaşları gibi bu öğretiyi, tartışmasız, şüp­ hesiz benimseyip bütün hayatı boyunca sürdürmedi? Bir noktada doğruluğundan şüphelendi? Bunun karşılığını daha önce etkilendiği ve yukarıda değindiğimiz olaylar ve bun­ dan sonraki gelişiminde bulabiliriz. Böylece romantik ülkücü bir öğretmen kuşağı yetişi­ yordu. Bunlar, olanca iyi niyet ve hızlarıyla Anadoluya gidiyor, ama Anadolunun sert gerçekleriyle karşılaşınca, yalnız ülkücü olmak ve yurtseverlik bunların üstesinden gelmeye yetmiyor, çoğunluğu büyük kentlere geri gelebil­ menin yollarını aramaya düşüyordu. O kuşağın romantik ülkücülüğü, ki onların belirme­ miş, kristalleşmemiş, çeşitli doktriner eğilimlere sapmaya uygun, yüzeysel ve noksan dünya görüşlerinin, felsefeleri­ nin yanında tek ortak özellikleri ve işlenebilir yanları idi, daha sonraları Tonguç tarafından onların köy enstitüle­ rinde işe sürülmeleri için başarı ile kullanılmıştır. Başarı ile kullanmıştır, çünkü kendisi de aynı öğreti ile yetiştiği için, onları nerelerinden yakalıyacağmı çok iyi biliyordu. Enstitülerin kuruluş yıllarının maddesel olanaklarının kıt­ lığı, yokluğu içinde, bu romantik ülkücülük gerçekten işe yaramış, çok zor koşullara dayanma gücünü, kurucu öğ­ retmen ve müdürler buradan almışlardır. Ama aynı roman­ tik ülkücülüğün daha sonra göreceğimiz şekilde, 1960’dan sonraki gelişmeler sırasında olumsuz etkileri de olmuştur. Tonguç, onları bu yandan yakalayıp çalışmaya sürer­ ken, aynı koşullar içinde yetişmiş olan kendisinin bu yö­ nünü elinden geldiğince frenleyip, baskı altına almaya, olaylara ve gelişmelere bu romantik ülkücü gözüyle değil, gerçekçi materyalist bir açıdan bakmaya çalışmıştır. Tür­ kiye’nin eğitim sistemi üzerinde eleştirilere ve yeni sistem tasarıları yapmaya girişirken, önce kendi kişiliği üzerinde o eski sistemin izlerini, etkilerini yok etmek için çabalamış­ tır. Tonguç’un ilk öğretmenlik yıllarındaki düşün ve duy­ gularını, ve tipik öğretmen okulu öğreniminin izlerini gös­ termesi bakımından Sadık isimli bir okul arkadaşına yazmış olduğu bir mektubu alıyoruz. Mektubun tarihi 13 Temmuz 1337 (1921)’dir, Antalya’dan yazılmıştır*5': «...Aziz kardefs) Ö zel a rş iv . T o n g u ç’u n S a d ık is im li b ir o k u l a r k a d a ş ı­ n a y a z d ığ ı m e k tu p . (Y a z a rın n o tu : B u m e k tu b u n e li­ m iz e g e ç m e sin i s a ğ lıy a n sa y ın R a u f İ n a n a te ş e k k ü r e d e rim ). şim, sizi ilk ayrıldığınız zaman... (yazarın notu: bir söz­ cük okunamadı) gittiğiniz için takdir etmiştim. Şimdi kimbilir hayatın ne kadar darbelerine tahammül ederek, hâlâ orada miitevaziyane bir hayat geçirdiğiniz için taktir ediyo­ rum, demiyeceğim. Çünkü bu kelime zannediyorum ki, fikrimi anlatmaya kadir değildir. Onun için şayam tak­ dirsiniz diyeceğim. Ben Eskişehir’de bulunduğum müddet­ çe köylülerle sık sık temasta bulunduğum için iptidai mual­ liminin ne kadar fedakar olduğunu pekala anladım. Ve si­ ze yegane ve acizane tavsiyem şu oluyor: Devam ediniz azizim: Ankara'ya kongre için gitmek arzusunda bulundu­ ğunuzu işittim. Şimdilik sarfı nazar ediniz. Beyhude mas­ raf etmiş olursunuz... Eskişehir’den çok memnunum, yine oraya avdet edeceğim. Ben berayı seyyahat Almanya’ya gidiyorum. Seminer adresi ile derhal mektup yazarsımz. Arzularınız ne ise isaf etmek için çalışırım. Bizim feylesof Fuad da benim ,yanımda. Sadık, mektep hayatım sık sık hatırlıyoruz. İnsan eski hatıralardan uzaklaştıkça kıymeti çok çok artıyor. Ömrümün sonuna kadar talebe olmak is­ tiyorum. Fakat ne çare ki hepsi geçti. Zannederim sizin yumuşak kalbiniz bu sözlerimden biraz müteessir olacak­ tır. Fakat azizim, önümüzde herşeyden evvel (zavallı) bir memleket meselesi var. Bunu manen ve maddeten kurtar­ mak lazım. Bu vazifenin bayraktarları vaziy e tindeyiz. İnşal­ lah bir gün mesut günler görür, şerefine yaşarız. Sadık, hiçbir şey yapamazsak, şuna muvaffak olacağımıza katiyen kaniyim: Bugün bütün yoksulluklara bürünmüş viran A nadoluda hiç olmazsa ihtiyarladığımız zaman bizim gibi dü­ şünenleri ve çalışanları görür, bunlar bizim talebemiz, de­ riz. Bu kafi değil mi kardeşim? Yolculuk dolayısıyla fik­ ren pek yorgunum. Kusurlarımı affediniz. Oralarda bizi ta­ nıyan arkadaşlar varsa hürmetlerimi takdim edersiniz. Es­ kişehir Darülmuallimin muallimlerinden 815 numaralı mek­ tep arkadaşınız İsmail.» ■ Yerli Düşünürlerin Etkisi Bunu incelerken şimdiye kadar yayınlanmış kitaplar­ da bulunabilecek ayrıntılara girmiyeceğiz ve klasik bir şe­ ma izlemiyeceğiz. Daha çok bugün ilgi çeken ve tartışma konusu olan ilişkileri ve esinlenmeleri geniş olarak incele­ meye çalışacağız. Tonguç’un gelişiminde yerli düşünür ve eğitkenlerin etkisi, payı nedir? Bu sorunun karşılığını onun kitapların­ da kolayca bulabiliriz. Tonguç kimlerden ve hangi düşün­ lerden esinledindiğini kitaplarında açık açık yazmıştır. Bu­ rada Namık Kemal’den İsmail Hakkı Baltacıoğlu’na kadar, kendi çalışmalarına yardımcı olabilecek her türlü düşünü söylemiş kişilerden elinden geldiği ölçüde yararlanmaya çalıştığı görülür. Kitaplarında geniş olarak Esat efendi, Saffet paşa, Namık Kemal, Cevdet efendi, Mithat paşa, Ahmet Mithat efendi, Emrullah efendi, Satı bey, Ziya Gökalp, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Etem Nejat, Nafi Atuf Kansu gibi kişilerin eğitimle ilgili düşünlerine, önerilerine geniş yer vermiş, bunu yaparken onların birbirinden çok farklı siyasal düşün ve kanılarına değil, kendisini ilgilendi­ ren alanda işine yanyabilecek birşeyler söyleyip söyleme­ diklerine değer vermiştir. Burada genel sonuç olarak Ton­ guç’un kendisine yararlı olabilecek her çeşit düşüne karşı çok açık olduğu, önyargılarla yahut çevrenin değer ölçü­ leriyle etkilenmediği söylenebilir. Bu kişiler ve düşünleri arasında, etkileri bakımından ön plânda geldiklerini san­ dıklarımız üzerinde duracağız. Ülkenin gerçeklerini iyi değerlendirebilmesi ve böy­ lece uygulamaya elverişli çözüm yollan getirebilmesi yö­ nünden İsmail Mahir efendinin eğitim tarihimizde önemli bir yeri olması gerekir. Meşrutiyet çağının en ilginç düşün adamlarından birisi olan İsmail Mahir efendinin öğretmen yetiştirilmesi konusundaki düşünleri köy enstitülerinin bazı önemli ilkelerinin temeli olacak niteliktedir. Ne var ki, Ton­ guç’un, işbaşında bulunduğu sırada İsmail Mahir efendi konusunda geniş bilgisi yoktu. 1. Mahir efendi, klasik bir eğitimci olmadığı için, klasik yazarlarca üzerinde pek az durulmuştur. Nitekim bilgisi olmamasından ötürü, Ton­ guç’un «Canlandırılacak Köy» kitabında bu konuda önemli birşey yoktur. Herhalde onu yalnız öksüz yurtlarının kuru­ cusu olarak tanıyordu. Ancak 1946’dan sonra Tonguç, 1. Mahir efendinin çalışma, düşün ve çabaları üzerinde dik­ katle durmuş ve onun önemini belirtmeye çalışmıştır*6'. Bu bakımdan, bu çok önemli ve bir bakıma köy enstitüle­ rine kadar varan gelişmenin köşe taşlarından birini meyda­ na getiren 1. Mahir efendinin ancak 1946’dan sonra Ton­ guç üzerinde önemli etkileri olduğu söylenebilir. ■ Ethem Nejat Tonguç’un üzerinde çok etki yapan bir düşünür, Et­ hem Nejat’tır. Sonraki tepkiler bakımından bu nokta önem­ lidir. Ethem Nejat konusu, 1946’dan sonra, köy enstitü­ lerinin komünist etkisi altında kurulduğu şeklinde suçla­ malar yapılmasına yol açmıştır. Hatta aşın sağcılar Ethem Nejat’ın eğitbilimsel düşünlerinin bir çeşit «komünist vasi­ yetnamesi» olduğu gibi gerçeklere aykırı bir takım sav­ lar ileriye sürmüşlerdir.*7' Tonguç’un, Ethem Nejat’ın han­ gi düşünlerinden yararlandığı konusunda böyle dolambaçlı suçlamaların hiç gereği yoktur. Bunları Tonguç’un kendi­ si, uzun uzun, özellikle Canlandırılacak Köy*8' kitabında (t) Ö ğ re tm e n A n sik lo p ed isi v e P e d a g o ji S ö zlü ğ ü . B ir y a y ın e v i İs ta n b u l 1952, İs m a il M a h ir e fe n d i m a d d e si s. 216-218. P> T ü rk iy e ’d e S o sy a list v e K o m ü n is t F a a liy e tle r, F e th i T ev eto ğ lu , A n k a r a 1967, s. 88, 100, 112, 113, 602-604. (») C a n la n d ırıla c a k K ö y 1. H a k k ı T o n g u ç, R e m z i k ita b evi, İ s ta n b u l 1967, s. 234-245. anlatmaktadır. Ethem Nejat’ın bu düşünleri ve önerileri incelendiği zaman, en vesveseli bir gözle bile bakılsa, bun­ larla komünizm arasında bir bağlantı kurulamaz. Sağcıların böyle bir bağlantı kurmaya çalışmaları, tamamen kasıtlı, bilimsellikten uzak, gündelik siyasal çıkarları gereği girişil­ miş, her zamanki davranışlarına uygun bir suçlamadır. Objektif bir gözle, Ethem Nejat’ın düşünlerinin çağma gö­ re eğitbilim alanında ileri sürülen düşünlerin en ilerileri, en gerçekçileri olduğu görülür. Tonguç’un Ethem Nejat’la ilgilenmesi, birinci derecede bu yöndedir. Ayrıca Tonguç, dürüst bir aydın ve eğitimci olarak sonraki siyasal kişili­ ğinin ve girişimlerinin etkisi altında, Ethem Nejat’tan esir­ genen ve hakkı olan yeri, Türk eğitbilim tarihi, içerisin­ de ona vermenin çabası içindedir. Bunun ötesinde Tonguç, bu değerli eğitimcinin bundan sonraki düşünsel gelişimi, yaşantısı ve trajik sonuna da elbette ilgi duymuştur. Ton­ guç’un bunu yaptığı çağlarda, Ethem Nejat’ın adını ağıza almak bile, insanın lekelenmesine yetecek bir suç idi. Etem Nejat eğitim ile ilgili düşünlerinin bir kısmını çalıştığı öğretmen okullarında (1911 - 1912’de Bursa Öğ­ retmen Okulu ve 1912- 1914’de İzmir Öğretmen Okulu) uygulamıştır. Tonguç bu çalışmalara geniş yer verir, bun­ ları bulup çıkarmaya, değerlendirmeye çalışır. Örneğin, o yıllarda bu okullarda Ethem Nejat’ın öğrenciliğini yapmış olan bazı öğretmenlere başvurmuş, onlara anılarını anlattırmıştır. Bu çağlarda Ethem Nejat’ın ülkenin aydınlan tara­ fından çok tutulan ve sevilen bir eğitimci olduğu anlaşılı­ yor. Bu yıllarda ve daha sonraki Eskişehir Maarif Müdür­ lüğü görevi sırasında, Ethem Nejat, olumlu anlamda bir ulusçuluğu okullarda canlandırmak için çalışmış, çevre ge­ zileri ve izcilik çalışmalan yaptırmış, Türkocaklannda ça­ lışmış, spor çalışmalarında, törenlerde, rumlara karşı uy­ gulanan alış - veriş boykotunun yürütülmesinde etkin gö­ revler almış, öğrencilerin okul yönetimine katılmalan için çalışmış, çevresinde bir hareket ve etkinlik yaratmıştır. Bu anılardan anlaşıldığına göre, İzmir’de bulunduğu sı­ rada, Ethem Nejat, Kolordu komutanı Pertev paşa, Erkanıharbiye Reisi Cafer Tayyar bey, Vali Rahmi bey, Va­ sıf ve Necati beylerle yakın ilişkileri olan ve bunlar tara­ fından çok sevilen bir kişiydi. Çağının eğitimcileri ara­ sında en tutulanı, parlayanı idi. Sonradan Türkiye Komü­ nist Partisi kurucuları arasına katılarak, Sürmene açıkla­ rında Mustafa Suphi ile birlikte öldürülmesinden sonradır ki, Ethem Nejat’ın adı tabu haline getirilmiş, 1946’lardan sonra bile, onun doğru, yararlı bir takım düşünlerinden esinlenmek suç sayılmak istenmiştir. Evet, Tonguç onun eğitbilimsel düşünlerinden geniş ölçüde yararlanmıştır. Cid­ di ve iyi niyetli eleştiricilere düşen bilim dışı bağlantılar kurmak yerine, onun düşünlerini tartışmaktır. Biz, köy enstitüleri konusunda Tonguç’un, Ethem Nejat’ın açıkça belirttiği eğitbilimsel düşünlerinden yararlanmış olması ger­ çeğini böylece saptadıktan sonra, birazdan hiçbir önyargı­ ya kapılmadan onun Ethem Nejat’ın siyasal düşünleri ile de ilgilenip ilgilenmediğini incelemeye çalışacağız. Daha ön­ ce Tonguç’un Ethem Nejat konusundaki kanılarının özeti­ ni verelim(9): «Ethem Nejat (1882 - 1920): Üsküdar idar dişini bitirdikten sonra Yüksek Ticaret Okulundan mezun olmuş, istibdat devride gazetecilik yapmış, Avrupa'ya ka­ çarak genç Türklerle işbirliği kurmuş, II. meşrutiyetin ila­ nından sonra öğretmenlik mesleğine girmiş, öğretmen oku­ lu müdürlüklerinde bulunmuş; ilköğretimin gelişmesi amacı ile ileri fikirler ortaya atmış, bunları gerçekleştirmek için bilhassa çalışnuş (Menteşe, Eskişehir, Adana, İzmir ille­ rinde Maarif Müdürlüğü yapmış), değerli ve ülkücü bir eğitken. Ethem N ejafm eğitim ve öğretim alanında yap­ m ak istediği yenilikleri şu şekilde özetlemek mümkündür: <*) ö ğ r e tm e n A n sik lo p e d isi v e P e d a g o ji y ay ın e v i, İ s ta n b u l 1952, s. 135. S ö zlü ğ ü , B ir I. Okullara jimnastik, oyun, spor, inceleme gezilerini sok­ mak, 2. Okullarda tarım işlerine önem vermek, 3. Okul programında elişi dersine yer ayırmak, 4. Okulda kitaplık, laboratuvar, müze, bahçe, hava gözleme istasyonu kurmak, 5. Okula kendi kendini idare ilkesini sokmak, 6. Gezici halk okulları açmak, 7. Eğitim ve öğretimde sinema, pro­ jeksiyon, müzik, tiyatro, sergi, gezi, bayram, tören, yarış­ ma gibi vasıtalardan faydalanmak. Onun en çok üzerinde durduğu bir mesele de öğretmen okullarında İslahat yap­ mak, bu kurumlan bulundukları valiliğin eğitim işlerini bi­ limsel esaslara göre yürütecek bir merkez haline getirmek­ ti. Yayınlanmış eserleri şunlardır: Türklük nedir ve Ter­ biye Yolları, Hesap öğreniyorum, Çiftlik Müdürü, Yiğit Türkler, Terbiyei Ibtidaiye İslahatı, Çocuklarımızı Nasıl Büyütmeliyiz. Bu kitaplardan başka birçok dergilere yazı yazmış ve Yeni Fikir adlı pedagoji dergisini çıkarmıştır.» Canlandırılacak Köy’de ise Tonguç, Ethem Nejat’ın eğitim alanındaki düşünlerini ve çalışmalarını uzun uzun anlattıktan sonra<10) şöyle der: « ...Ethem N ejafın el koy­ duğu fikirlerin bir kısmı bilhassa genç öğretmenler vasıta­ sıyla memlekete yayıldı... Ethem Nejat meşrutiyet devri eğitiminin gelişmesine, eğitime batı uygarlığı zihniyetine göre bir şekil verilmesi meselesine en çok hizmet edenler­ den biridir. Burada şu nokta üzerine dikkati çekmeyi fay­ dalı buluyorum: Ethem Nejat, yukarıdaki satırlarda belir­ tilen fikirlerini yayınladıktan 30 küsur yıl sonra, bazı pe­ dagog taslakları ortaya çıkarak, onun Batıdan getirdiği fi­ kirlerden bir kısmı için (bunları biz bulduk veya filan bü­ yük Türk pedagogu buldu) gibi sözlerle bilimsel hakikatları inkar edecek kadar ileri gitmişlerdir. Esasen bu paylaşılamıyan fikirleri bulanlar, dünya ölçüsündeki büyük eğitkenlerdir. Bunların satıcılığını yapmak istiyenlerin, (ioı C a n la n d ırıla c a k K ö y 1. H a k k ı T o n g u ç, R e m z i k ita b - evi, İ s ta n b u l 1947, s. 176-188. kendi mallan imiş gibi satmaya kalkmaları bilenleri alda­ tamaz. Malın cinsini farkedemiyecekleri belki!. Ethem Ne­ jat, pedagoji tarihimizin dönüm noktasında gelen, eski okulu yeni okula çevirmek için sağır ve kör bir muhitin içinde okuldan okula, köyden köye koşan, en ıssız şehir­ lerimizde idman şenlikleri, okul bayramları ve müsamereleri, toplantılar, konferanslar vasıtasıyla hareket yaratan, yeni okul binaları yaptıran, öğretmenler arasında tesanüt yaratan bir eğitkendir... O, bu işleri görürken, devlet he­ nüz ilköğretim ve eğitim meseleleri hakkında kesin duru­ munu belli etmemişti...» ■ Nafi A tuf Kansu Tonguç’un esinlendiği bir başka eğitimci ve düşünür Nafi Atuf Kansu’dur. Kansu, Tonguç’un hem özel, hem de iş hayatında önemli rol oynamış bir eğitkendir. Öğren­ cilik ve genç öğretmenlik çağlarında, çağının önemli eği­ timcilerinden sayılan Nafi Atuf Kansu’yu Tonguç, hiç şüphesiz yazılarından tanıyordu. Fakat onunla ilk tanış­ ması 1924- 1926 yılları arasında olsa gerektir. 11 Mart 1926’da Tonguç Bakanlıkta bir göreve, Maarif Vekaleti Alatı Dersiyye Müzesi ve Levazım Müdürlüğüne atandığızaman, Kansu Bakanlığın Müsteşarı idi. Akrabalık bağı, yani bacanak olmaları 26 Ocak 1927’dedir. Burada da aşırı sağcıların bir gerçeği tersine çevirdiklerini görüyo­ ruz. Tonguç, Kansu ile akraba olduğu için Bakanlığa atan­ mamış, Bakanlığa atanmasından sonra, Kansu ile kişisel ilişkileri başlamıştır. Bu akrabalıktan sonra bu iki kişi arasında hayatla­ rının sonuna kadar süren çok yakın bir düşün ve ülkü ar­ kadaşlığı bağı kurulmuştur. Tonguç, Kansu’ya her zaman saygı ile karışık bir yakınlık duymuş, onun düşünlerine, görüşlerine büyük önem vermiştir. Kansu’nun, çok iyi bil­ diği son Osmanlı çağı düşünür ve yöneticileri, imparatorlu­ ğun yapısı, yönetimi konusunda Tonguç’a çok değerli bil­ giler verdiği düşünülebilir. Kansu, Bakanlık Müsteşarlı­ ğından ayrıldıktan sonra, CHP’nin üerici aydın kanadından bir politikacı olarak, bu partinin her çeşit yönetim kade­ melerinde bulunmuştur. Tonguç, yine aynı Ansiklopedide Kansu’yu şöyle değerlendirir(111:«Nafi A tu f Kansu (1890 m1949): Milli Eği­ timin türlü dallarında bir ömür boyu emek harcamış olan bu büyük terbiyeci, Cumhuriyet maarifinin temellerini atan­ lar, memlekete yeni pedagoji cereyanlarım sokanlar, halk eğitimine çığır açanlar, öğretmen yetiştirme davasını hız­ landıranlar, laik okulu kuranlar, öğretmenliği bir meslek haline getirenler arasında yer alır. ..» Kansu, Tonguç’a göre başka bir toplumsal sınıftan gel­ me bir eğitkendi. Babası hekim - paşa olan Kansu, İstan­ bul’un yönetici sınıf ailelerinden birinden gelmeydi. Mül­ kiye Mektebini bitirmişti. İsviçre ve Balkan ülkelerinde incelemeler yapmış, Fransa’da bulunmuştu, imparatorlu­ ğun ileri gelen düşün adamlarını yakından tanıyordu. Ön­ celikle eğitbilim ve toplumbilim alanlarında geniş bilgisi ve kültürü olan Kansu’nun, Tonguç üzerinde önemli etkileri olmuştur; şüphesiz ki, onun ufkunu genişletmiştir. 1935 1946 yılları arasında ise, CHP’nin ileri gelenlerinden birisi ve az konuşmaya, her zaman arka planda kalmaya eğilim gösteren yaratılışından ötürü önemli etkileri kamu oyunca bilinmiyen, artık bilinme olanakları da kalmamış olan bir ilerici aydın olarak, Tonguç için parti içinde çok önemli bir destek olduğunda hiç şüphe yoktur. Tonguç’un köy enstitüsü girişimi ile başardığı işin önemini ilk kavnyan ve bunu, geniş eğitbilim bilgisine da­ yanarak, eğitbilim tarihi açısından yerine oturtabilen, de(iıl ö ğ r e tm e n A n sik lo p ed isi v e P e d a g o ji y ay ın ev i, İs ta n b u l 1952, s. 243. S ö zlü ğ ü , B ir ğerlendirebilen ilk kişi sanırız ki, Kansu’dur. Tonguç ile Kansu’nun ilişkileri, yüzeyel düşünlerden aşağı inemiyen birçok sağcı yazarın sandığının aksine, akrabalık bağların­ dan çok daha derin ve öte, köklü, sağlam temelli bir dü­ şün arkadaşlığı ve birliği idi. Tonguç, yukarıda adı geçen Ansiklopedide onun eği­ tim görüşlerini şöyle özetler: «...Öğretmenlerle öğrenciler arasında arkadaşlık havası yaratmak, serbest okuma faa­ liyetine hız vermek, izcilik teşkilatı kurmak, yakın yurt ge­ zilerini değerlendirmek, okula öğrencilerin kendi kendileri­ ni idare etmeleri prensibini sokmak...» Kansu’nun siyasal eylem ve düşünlerine daha sonra değineceğiz. ■ Sol Akımlar Tonguç’un gelişiminde rol oynıyan etkenleri inceler­ ken, sonradan aşın sağ ve sağcılar tarafından temelsiz suç­ lamalarla sömürme konusu yapılan sol düşün ve akımların etkilerini tam bir tarafsızlıkla incelemek istiyoruz. Fakat bu, oldukça güç bir inceleme konusudur. Çünkü Osmanlı İm­ paratorluğunun son ve Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki Türk sol akımı yıllarca tabu sayılmış, sözü edilmemiş, etti­ rilmemiş, birçok belgeler, tanıklıklar kaybolmuş, bilgisi olanların çoğu susmuştur. Ancak son yıllarda bu konuda bir kenarından araştırmalara girişilmiştir. Akımın kendisi böyle karanlıklar içinde iken, etkileri konusunda kesin düşünler ileri sürmek, bir hayli güçtür. Bu bakımdan, bu konuda söyliyebileceklerimiz, tam bir kesinlik taşımıyacaktır. İnceleme yöntemi olarak, şöyle bir yol izliyeceğiz: Aşın solu birim olarak ele alacağız. Böyle yapmak zorun­ dayız; çünkü bulabileceğimiz kaynaklar buna göredir. So­ lun çeşitli kademelerini ayırmak olanağı yoktur. A şın sol konusunda söyliyebileceklerimizi solun çeşitli topluluklarına uygulıyarak sonuç çıkarma işini okuyucuya bırakıyoruz. İçerisindeki farklılaşmalar, düşün ayrılıkları konusunda henüz yeterince inceleme yapılmamış bir akımdan söz ederken, bu yöntemden başka bir yol izlemenin bizi ob­ jektiflikten uzaklaştıracağı kanısındayız. İlk söylenebilecek şey, imparatorluğun son yıllarında, mütareke İstanbul’unda ve kurtuluş savaşı yıllarında Anadoluda, güçlü bir sol akımın esmiş olmasıdır. Buna katılan ve yönetenler sayıya vurulduğu zaman, akım önemsizmiş gibi görülür. Ama bu çağda siyasal alandaki parçalanma ve bunun yarattığı boşluk, savaşın bitkinliği, ekonomik ko­ şulların berbatlığı, akımı çekici kılmış, bir an içinde bü­ yümesi, yayılması olanağını hazırlamıştır. Bu büyüme ve yayılma olmamış, akım bastırılmış, durdurulmuştur. Sol akımın düşün ağırlığı azımsanamıyacak ölçüdedir. Hele Kurtuluş Savaşımn başlangıç yıllarında, aydınların en iyi­ lerini etkisi altına alma yönünde hızla gelişmiştir. Bu, bir bakıma doğaldır; yıllardır batıya, batı ülkelerine bağlanan umut yitirilmiştir, bunların hepsi, boğmak, parçalamak için Türkiye’nin üstüne çullanmışlardır. Anlayış ve destek ise yalnız kuzey komşudan gelmektedir. Orada ise, Türk aydınlarının niteliğini, özelliklerini bilmedikleri bir devrim başarılı olma yolundadır. Hemen hepsi Abdülhamit çağı­ nın düşün yozluğu içinde, binbir zorlukla kendisini yetiştirebilmiş son çağ Osmanlı aydını, ne olup bittiğini de tam kavrıyamamaktadır; dünya görüşü, ileriye bakışı büyük Fransız Devrimi sürecinde kalmıştır; ancak bu kadarına erişebilmiştir. Abdülhamit’in yaptığı, ama üzerinde en az durulmuş kötülük, bizce eğitim alanındadır. Atatürk’ün dediği, «ekonomi bilmiyorduk» sözü o çağın bütün aydın­ ları için doğrudur, 33 yıl, ki bunlar Anadolu Kurtuluş Savaşını hazırlıyacak, kotaracak aydınların yetiştikleri yıl­ lardır, Türk düşün hayatı öylesine yozlaştırılmış, öylesine çöle döndürülmüştür ki, yalnız aydın subaylar değil, hiç kimse ekonomi bilmiyordu. Bu yetersizlik içinde aydınlar bir arayış içinde idiler. Kurtuluş için bir çıkış arıyorlardı. Sarılacak bir inanç, bir ülkü bulamıyan, ariyan, acılı, ama yurtsever insanlardı. Çoğu orta sınıftan geliyordu. Savaş yıllarında kıyısından karşılaştıkları, ama hiçbir zaman tam içerisine giremedikleri, ezilen sınıflarının durumu onlarda dehşet uyandırmıştı. O çağa kadar güvendikleri batı ise boğazlarına sarılmıştı. O zaman kuzeydeki devrim girişi­ minde bir umut, bir dayanak aramaya koyuldular. Bu ki­ şileri, henüz Rus komünizminin nitelikleri ortaya çıkma­ dan, tablo bütün ayrıntıları ile belirmeden, onlarla işbirliği aradılar diye, olanca anlayışsızlıkla, sağcıların yaptığı gibi kınamak, haksızlık olur. Bu, düşünsel gelişimi geri bırak­ tırılmış, kısırlaştırılmış, en ileriye dönük, en dinamik bir takım Türk aydınlarının bir arama, bir kurtuluş denemesi, bir düşün boşluğundan kurtulma çabası idi. Bunu, bugün onlara ağız dolusu söven yabancı uşaklarının anlamasını beklememek gerekir. Bu çağın en kültürlü, en yürekli kad­ rosu nerede yanıldı? Ezilen sınıflardan gelmedikleri için, bulup okuyabildikleri de sınırlı olduğu için, o çağ Tür­ kiye’sinin sınıflarının gücünü, toplumun bulunduğu süreci doğru değerlendiremediler. Atatürk, batılı emperyalistlere karşı bir ulusal kurtuluş savaşı yürütmeye, bunu bir burju­ va devrimine dönüştürmeye çalışıyordu. Bunun için sınıf olarak eline ne geçerse bir araya getirmeye, savaşa sürme­ ye bakıyordu. Ancak bu yoldan o güçlü batı emperyalizmi­ ne karşı koyabilecekti. Gerçekçilik açısından bu davranış doğru bir gözleme dayanıyordu ve Atatürk’ün büyüklüğü de bu gözlemi yapabilmesinde, ondan bu sonucu çıkarabil­ mesinde idi. Teorik bilgiyle değil, ama deneyle ve sezişle, yıllarca subay olarak ülkenin gerçeklerini ve insanlarını çok yakından görebilmiş bir kişi olarak, Türkiye’nin için­ de bulunduğu süreci, o çağın çok iyi niyetli, ama talihsiz solcusundan daha iyi saptıyabilmişti. Türkiye henüz sınıf mücadelesinin yapılacağı, burjuvazi - proletarya kavgasma girişilecek süreçte değildi. Halbuki o zamanın Türk solcu­ ları bunu böyle sanıyorlardı, hem de kendilerinden çok eski ve tecrübeli bir çok entemasyonalist marksistin uyar­ malarına rağmen! Böylece Atatürk’ün insanüstü bir çaba ile bir araya getirip birbirine tutturmaya çalıştığı çeşitli sınıflarla batı emperyalizmine karşı güçbirliğine girecekle­ rine, bunu arka plana atıp, Anadoluda o zaman için müm­ kün olmayan bir burjuvazi - proletarya çatışmasının ko­ şullarını hazırlayabileceklerini sandılar. Bu, onlann sonu ve Türk sol akımının bu çok önemli dönemdeki büyük yanılgısı oldu. Düşün alanında üstün ve çekici gözüken, ama binbir zorlukla biraraya getirilebilmiş ve savaşa sü­ rülmüş çeşitli ve zıt sınıfların parçalanmasına yol açabile­ cek bu yanlış taktik karşısında Atatürk ve arkadaşlarının darbesi, tehlikenin büyüklüğü oranında sert oldu. Darbe­ nin ve ezilmenin daha sonraki sol gelişmeler bakımından önemli sonuçları vardır. Bir defa Kurtuluş Savaşı yöneti­ cileri, sol bir akımın ne kadar süratle ve nasıl etkiyle bir anda yayılabileceğini görmüşlerdi. Bu, onlarda hiçbir za­ man unutamadıkları izler bıraktı. Soldan sürekli olarak kuşkulu idiler, solun giriştiği en küçük hareket, onlarda kuşku ve kaygı uyandırıyordu, hele bir de yanlış taktikler­ le bu kuşku ve kaygı büsbütün uyarılıyorsa! Taktikler ise çoğunlukla doğru değildi (çoğu kez de öyle sürdü gitti denebilir). Kurtuluş Savaşı çağı solunun böyle sert bir şe­ kilde ezilmesi, aydınlarda da sol akımlara karşı bir korku ve çekingenlik yarattı. Kişisel açıdan tehlikeli işlerdi bunlar! Sürmene’deki kıyımın yıllarca sözü edilemedi, ama bu, bütün aydınların bilinçaltında günümüze kadar sürdü gel­ di. O ezilmeyi simgeleştiren bu olay, hele o çağı yaşamış aydınların aklından hiç çıkmadı. Marksist düşünlerle yeni yeni karşılaşmaya başlamış olan Kurtuluş Savaşı aydını, çoğunlukla ömrünün sonuna kadar marksizmin (m) sini duymamış, bilmezmiş görünmeye çabaladı. Bu konular ge­ çerse, özel toplantılarda bile, hiçbir şey anlamıyormuş gibi havalara baktı. Bu da sol akımların gelişmesini zorlaştıran ikinci etkendir. Asıl söz konusu olan sınıfların ise hiçbir şeyden haberleri yoktu, onlara erişilememiş, ulaşılamamış­ tı. Böylece siyasal kesimde, Kurtuluş Savaşından sonra, ezilen sınıflar, sol bir düşün akımı içinde temsil edilmek olanağına kavuşamadılar, ileri siyasal güç olarak ortada sadece, CHP’nin içinde, haklarım korumaya çalıştığı sınıf­ lardan kopuk, orta sınıftan gelme, olanların etkisinde, sol akımların da açıkça sözünü edemiyen, yalnız fırsat ve ola­ nak buldukça süreci hızlandırmaya çalışan, ama düşün gelişimi ve kültür yönünden etkili küçük bir topluluk var­ dı. Bunlar, 1946’ya kadar zaman zaman iktidara etkin ola­ rak katılmışlar ve süreci hızlandıracak bazı girişimleri ba­ şarmışlardır. iktidar olarak köy enstitülerini de destekliyen bu topluluktu. Sürmene olayından sonra, hiçbir zaman siya­ sal alanda açıkça temsil edilme olanağına kavuşamıyan sol akım ise, ta 1960’a kadar sesini duyuramadı, herhangi bir işe girişecek kişilerin hesap etmesi gereken bir siyasal güç olamadı. Bunda yukarıdaki gelişmeler kadar, solu temsil eden aydınların ezüen sınıflardan kopuklulğunun, çoğu kez yanhş taktiklerle eyleme kalkışmalarının da rolü var­ dır. 1914- 1960 solunun gelişiminin ve niteliklerinin ana çizgileri budur sanıyoruz. Dışarıdaki marksist ve entemasyonalistlerin o çağ­ daki Türk solu üzerindeki düşünleri nedir? Mustafa Ke­ mal’in Kurtuluş Savaşını sürdüren hükümetini desteklerken, Türkiye’deki aşırı sol gruplara karşı tutumları nasıldır? Bunlar, Mustafa Kemal’in, işçi ve köylü sınıfını tem­ sil etmediğine inanırlar, ama onu desteklerler. Bu politika, Kurtuluş Savaşı sırasında emperyalizme karşı savaşan bir burjuva hükümetini desteklemek teorileri açısından doğru olduğu gibi, Kurtuluş Savaşı sona erdikten sonra da kendi iç ve dış durumlarındaki zayıflıktan ötürü, Sovyetlerin en duyar sınırlarından birinde komşusu olan Türkiye’yle iyi geçinmek açısından da gerçekçidir. Bunun için Türkiye’de­ ki solculara her zaman, beklemelerini, kritik anlarda Mus­ tafa Kemal’i desteklemelerini salık verirler. Hatta bunlar Sürmene olayı ile şiddetle ezildiklerinden yakındıkları za­ man bile, ve bundan sonraki gelişmelerde Sovyet Hükü­ meti bu olayın üstüne varmaz, Mustafa Kemal’le arayı bozmamak amacıyla, Türkiye’deki komünist hareketi göz­ den çıkarır. Tuncay bu duruma şöyle değinir*12): «...Komintern İcra Komitesi, Mudanya mütarekesinden iki hafta önce yayınladığı bir bildiride, komünist olmadığı, özellikle belir­ tilen Türk Hükümeti’hin Boğazlar sorununu barışçı yollarla çözmek isteyişini ve dünyayı yeni bir savaşa sürüklemek­ ten geri duruşunu taktirle karşılamaktadır...» Bu konuda bu bildiriden şu satırlar aktarılıyor: «...E rkek ve kadın iş­ çiler! Türk Hükümeti bir işçi ve köylü hükümeti değildir. O bir zabit tabakası, münevverler hükümetidir. O bizim ideallerimize uymıyan bir hükümettir. Bunun için, hiç şüp­ he yoktur ki, iktisaden Türkiye ne kadar ilerlerse, Türk işçi sınıfımn da o nisbette bu hükümet aleyhine savaş yap­ ması lazım gelecektir. Lâkin buna rağmen, Türk işçileri anlıyorlar ki, hükümet hakkırıdaki noktai - nazarları ne olursa olsun, Türkiye’nin savaşı fakir ve köylü bir milletin beynelmilel kapital tarafından esir edilmesine karşı yap­ tığı savaştır. Beynelmilel proletarya sınıfı da, Türk hükü­ metine karşı olan münasebetine bakmaksızın, kendi men­ faati namına İtilaf emperyalizminin Türkiye’ye karşı yeni­ den silah kullanmasına ve İngiltere’nin cihan hakimiyeti (12: T ü rk iy e 'd e Sol A k ım la r, M ete T u n c a y , B ilg i y a y ın ­ evi, A n k a ra , 1967, s. 140-142. menfaati uğruna Avrupa proletaryasının kanını dökmesine engel olmalıdır...» Tuncay şöyle devam ediyor: «...M os­ kova’da 5 Kasım • 5 Aralık 1922 tarihleri arasında topla­ nan dördüncü Komintern kongresinde ise, Türk delegele­ rinin İsrarı üzerine, sola karşı girişilen hareket hakkında (Türkiye’nin komünistlerine ve Çalışan Halkına) hitaben, (milliyetçi burjuva hükümetini) takbih eden bir açık mek­ tup yazılması kararlaştırılmıştır. Ancak, dış görünüşe rağmen Türk solcuları aslında kendileri bakımından, 11. kongrede tespit edilen parti çizgisinin değişmediğini öğren­ mişlerdir: Onlara düşen görev, milli kurtuluş hareketini desteklemek, yani burjuva devrimine yardımcı olmaktı. İc­ ra komitesine yöneltilen tenkitlere cevap veren Radek, Türk hükümetini kendisine hiç değilse düşman etmek istemiyen Sovyet politikasını solcu gelişme teorisinin gerekle­ riyle parlak bir şekilde örterek, ikinci kongrede kabul edi­ len tezlerin Doğudaki hareketler için sınıf mücadelesinden bahsetmediğini hatırlatmış, Marx’ın da -devrimci olduğu sürece- burjuvaziyi desteklemeyi savunduğunu söylemiş­ tir... Türk delegasyonunun reisi, Ankara hükümetinin Anadolu solunu yok edişini büyük bir kızgınlıkla protesto ededursun, Radek kongrede şöyle konuşmuştur. (Türk ko­ münistlerine, partiyi kurduktan sonra ilk ödevlerinin milli kurtuluş hareketini desteklemek olduğunu söylediğimizden ötürü bir an pişman olmadık. Şimdi bile, baskılara rağ­ men, Türk yoldaşlarımıza diyoruz ki, içinde bulunduğu­ nuz zaman, sizi yakın geleceğe karşı kör etmesin. Kendini­ zi size baskı yapanlara karşı koruyun... fakat unutmayın ki; kesin savaşa başlayacağınız tarihi an gelmemiştir; daha çok yolunuz var). Bu sözler uzun yıllar için, A nadolu sol­ culuğunun mezar taşı kitabesi sayılabilir...» Biz de şunu ekliyelim: Daha uzun yıllar, enternasyo­ nal komünizm, Türkiye’deki sol hareketleri destekleyip desteklememek konusunda karar verirken, Sovyetlerin dış çıkarlarına aracı olmak durumuna düşecektir. Gerektiği za­ man, Türkiye’deki aşırı sol toplulukları bu çıkarlar bahası­ na gözünü kırpmadan feda edecektir ve Türkiye’deki aşın solcuların bu davranışı, yani kendilerine enternasyonal sol hareketten hiçbir hayır gelmiyeceğini anlamaları için daha çok çok uzun yıllar geçecektir. Bunu anhyamadıklan sü­ rece de başansızlıklar başarı sızlıklan kovalıyacaktır. Enternasyonal komünist hareketin ve Sovyetlerin, ki­ şilik olarak da Türkiye’de ortaya çıkan aşırı solculan zayıf bulduğu anlaşılmaktadır. Örneğin Tuncay Ethem Nejat’a değinirken03’ şöyle diyor: «...Ethem N eja fm Bursa Darülmuallimini Müdürü iken yazdığı (Türklük Nedir ve Terbiye Yolları) adlı kitap, savaştan önceki yıllarda Türk­ çü olduğunun en açık delilidir. Ziynetullah Nuşirevarf a gö­ re de, Ethem Nejat (çerkes) olmakla birlikte, bu dönem­ de mutaassıp bir Türkçü idi (aslında yalnız ana tarafında çerkeslik vardır!). Bak. Zenon, (Ethem Nejat Arkadaş), (Mustafa Suphi ve Yoldaşları) S. 71 - 15. Bu kitapta onun soku bir yazısına da yer verilmiştir: (Darülmuallipıinli Gençlere) S. 75 - 77. Ziynetullah, Ethem N ejafm (kendi­ sine sosyalist hatta komünist namı verdikten sonra) bile (yazdığı makaleleri arasında küçük burjuva ve münevveran sosyalizmine temayül)ün (gayet kuvvetli) göründüğü­ nü de kaydetmektedir...» Tuncay’ın sözünü ettiği Ziynetullah Nuşirevan’ın söz­ lerini ve (Mustafa Suphi ve Yoldaşları) başlıklı kitaptaki düşünleri enternasyonal komünist hareketin düşünleri ve kanıları olarak kabul edebiliriz. Bu gelişmeler olurken genç bir öğretmen okulu öğ­ rencisi ve öğretmen olarak, Tonguç’un sol akımlarla ilgisi ve ilişkisi ne olabilir?. Bu konuda bazı tahminlerle yetin­ mek zorundayız. Yalnız oldukça kesinlikle şunu söyliyebiliriz: Tonguç bu sol örgütler içerisinde etkin bir görev fi3J a.g .e. s. 112. almamıştır. Bunun aksini gösteren hiçbir belge, kanıt ve tanık yoktur; sağcılar da geniş olanaklarına, hatta gizli belgeleri incelemelerine rağmen, böyle birşey bulup çıka­ ramamışlardır. Ama yine aynı kesinlikle şunu öne sürebi­ liriz: Tonguç bu akımlan ilgi ile gözlemiş ve gelişimlerini izlemiştir. Onun bu akımlardan habersiz olduğu söylene­ mez. Gelişimini, yaratılışım göz önünde tutarsak, bu so­ nucu yadsıyamayız. Genel anlamda vardığımız bu kamyı doğrulayacak kanıtlar da bulunabilir mi? Bu konuda ba­ zı rastlantılar ilgi çekicidir: İlk olarak şu soru akla geli­ yor: Tonguç’un, Ethem Nejat’la, Ethem Nejat etkin ola­ rak sol akımlara yöneldikten sonra kişisel ilişkileri olmuş mudur? önce şunu belirtelim: Tonguç ve Ethem Nejat, iki ayrı kuşaktandırlar. Tonguç’un öğrencilik yıllarında, Ethem Nejat tanınmış, isim yapmış bir eğitimci idi. Bir ar­ kadaşlık ilişkisi söz konusu olamaz. Akla gelebilen, bir genç öğretmen adayının, tanınmış bir eğitimciye duyduğu hayranlık ve onun daha sonraki siyasal girişimlerine karşı bir ilgi olabilir. Her ikisinin biografileri karşılaştırıldığı za­ man, kişisel olarak tanışmaları olanağı pek yoktur. Şüp­ heli bir tek nokta vardır: Ethem Nejat ve Tonguç, aşağı yukarı aynı çağlarda Almanya’da bulunmuşlardır. Türki­ ye’deki sol akımların tarihi üzerinde en ciddi araştırmayı yapmış olan Mete Tuncay’ın verdiği bilgiye göre04' Ethem Nejat Eylül 1918’de inceleme için Almanya’ya gitmiştir. Tonguç’un da 10 Eylül 1918’de İstanbul Öğretmen Oku­ lunu bitererek Almanya’ya öğrenimini, sürdürmeye gönde­ rildiğini biliyoruz. Topluca yapılan bu gezi konusunda, bir­ çok tanık vardır; Ethem Nejat’ın aynı grupla gittiğini gösteren bir bilgi yoktur. Tonguç, Almanya’da Karlsnıhe yakınındaki Ettlingen’de öğrenim görmüştür. Ethem Nejat ise Berlin ve çevresinde bulunmuştur. Tonguç’un bu süre dV T ü rk iy e ’d e Sol A k ım la r, M e te T u n c a y , B ilg i y a y ın ­ evi, 1967, s. 112. içinde Berlin’e gittiğini gösteren bir bilgi yoktur. Berlin’de bulunduğu sırada Mete Tuncay’ın deyişi ile «Sola kayan» Ethem Nejat, 1 Mayıs 1919’da Berlin’de tek sayı olarak çıkan (Kurtuluş) dergisinde yazı yazmıştır.(15) Yine aynı tarihlerde Ethem Nejat’ın da içerisinde bulunduğu bir çev­ re, Berlin’de Türkiye İşçi ve Çiftçi Partisini kurmuştur. Tuncay’ın deyişi ile «...Mütarekeden sonra patlak veren Alman devriminin ilhamı ile bu Türklerden bazıları kendi vatanlarının da içine düştüğü uçurumdan kurtarılması amacıyla bir takım solcu fikirler etrafında birleşmişlerdir. Bu çevrenin bellibaşlı ileri gelenleri içinde Mehmet Vehbi (Sarıdal), Vedat Nedim (Tör), Ethem Nejat, Sadık Ahi, Nurullah Esat (Sümer), Namık İsmail (gibi kişiler) bu­ lunmaktadır.» Yazarın notu: (Bildiğimize göre, Ethem Ne­ jat dışında, bu kişiler, sonradan Tonguç’un da Türkiye’de yakından kişisel olarak tanıdığı kişilerdir)... Yine Mete Tuncay’ın deyişi ile «...Solcu grubun Berlin’deki faaliyeti uzun sürmemiş, çevre üyelerinin çoğunun bir iki hafta için­ de yurda dönmeleriyle çalışma merkezi IstanbuFa kaymış­ tır...» Tonguç’un Ethem Nejat’ı Almanya’da kişisel ola­ rak tanımış olması olanağı uzaktır. Ama Berlin’deki çalış­ malardan o günlerde Almanya’da bulunan bir Türk öğ­ renci olarak bilgisi olmuş olabilir. Tuncay şöyle devam eder.«...Mustafa Kemal Paşa’nın Bandırma yapururıdan Samsun’a ayak bastığı gün Akdeniz vapuru da Almanya’­ dan getirdiği vatandaşlarımızı Haydarpaşa’ya indirmişti. Öğrenimlerine devam etmek üzere orada kalan Vedat Ne­ dim gibi birkaçından başka solcu çevrenin bütün üyeleri de bu vapurla gelmişlerdi...» Elimizdeki belgelere göre Tonguç Ettlingen’de 1918 yılı Eylül ayı sonundan 27 Ni­ san 1919’a kadar bulunmuştur*16’. Savaşın sona ermesin(18) a.g .e. s. 114.146 O«) Ö zel a rş iv . T o n g u ç u n A lm a n K U ltiir B a k a n lığ ın d a n a ld ığ ı belgede, E ttlin g e n ö ğ r e t m e n O k u lu n a d ev am e tt iğ i s ü r e b u şe k ild e b e lirtiliy o r. den sonra Almanya’daki bütün Türkleri almaya gelen bir vapurla Hamburg’dan yurda döndüğünü ve yolculuk sırasında, öğrenciler arasında siyasal konularda çeşitli tartışma ve çatışmalar çıktığını biliyoruz. Ethem Nejat ve arkadaşlarının da döndüğü vapur bu olmalıdır. Tarihler tutmaktadır. Böyle ise, Tonguç orada Ethem Nejat’ı tanı­ mış olabilir. Ama en azından herhalde bu tartışmalarla ilgUenmiş, bunları izlemiştir. Vâlâ Nurettin de aynı gün­ leri şöyle anlatır"7’: «...Sonradan öğrendik ki, I. Umumi Harp sonunda Akdeniz vapuru Hamburg’dan Türk uyruk­ luları toplayıp yurda getirirken vapurun içindekiler iki ideolojiye bölünmüş. Çalışmalar daha evvel, Berlin'de Kantstrasse'deki Türk kulübünde başgöslermiş, milliyetçi­ lerin şefi Hamdullah Suphi Tanrıöver'le spartakistler ara­ sında. (yazarın notu: Berlin’de Kurtuluş dergisi çevresinde toplanmış Türklere spartakistler deniyordu)...» Bu sözler, bizim de bildiklerimizi doğruluyor. Bu vapurla yurda dö­ nen spartakistler, Fransa’dan gelen Şefik Hüsnü ve arka­ daşlarının da katılmasıyla çalışmalarını bir süre sürdürmüş­ ler (Yazarın notu: Tonguç bu sırada, 15 Eylül 1919’da Eskişehir Öğretmen Okulunda öğretmenlik görevine baş­ lamıştır), Kurtuluş dergisini çıkarmışlar, bir parti kurmuş­ lar, önemli bir başarı elde edememeleri üzerine, spartakistlerden bir grup, Anadoluya geçmiştir. Vâlâ Nurettin, Nazım Hikmet’le birlikte İnebolu’ya çıkışlarını anlatırken, orada bu gruba rastladıklarını adı geçen kitabında (Spar­ takistler Kimlerdi?) başlığı altında belirtiyor"8’ 1920 yılı ocak ayında Mehmet Vehbi, Nafi Atuf (Kansu), Sadık Ahi, Servet beylerin İnebolu’da bulunduklarını anlattıktan sonra şöyle diyor: «...Buraları da tıpkı İstanbul!da Şehzadebaşı kahveleri gibi bir fikir fideliği halinde idi. Kari Marks'dan <n> B u D ü n y a d a n N a z ım G eçti. V a lâ N u re ttin . K ita b e v i, İ s ta n b u l 1965. s. 67, 68. (tm a.g .e. s. 66, 68. R em zi söz açıyorlardı, Engels’den, Kautzky’den söz açıyorlardı. Biz hiçbirim tanımıyorduk... Sadık A hi ile pos bıyıklı us­ tabaşı... Karl Liebnech’t’in Rosa Luxemburg1un hayranı idiler. Bu konulardan söz açıyorlardı...». Vâlâ Nurettin, tarihteki ahileri bir çeşit doğu komünisti olarak kabul eden Sadık Ahi’nin konuşmalarını anlattıktan sonra, «...Nafi A tuf (ben sosyalist filan değilim) diyordu, fakat müsamaha ile dinliyordu...» demektedir. Şunu da belirte­ lim ki, Vehbi Sandal Nafi Atuf’un ilk eşinin kardeşidir. Bu aynntılan şunun için anlattık: O çağın sol akımlanna etkin olarak kanşmamış olan Tonguç’un o akımlan yakından izlemiş olduğu söylenebilir. Kansu ise bu akım­ ları daha iyi tanımış, bir süre bu akımlann içinde bulunan­ larla yakın arkadaşlık etmiş ve hiç şüphesiz ki sonradan Tonguç’a bu akımlar konusunda geniş bilgi vermiştir. Ya­ ni Tonguç, Türkiye’deki sol akımlardan habersiz değildi. Ve büyük bir ihtimalle bunlann güçlü yönlerini de, zayıf yönlerini de, eylemdeki taktik yanılgılannı da bilip, değer­ lendirebilecek bir durumda idi. Tonguç’un Almanya’dan döndükten sonra görev yap­ tığı Eskişehir ve Ankara, Anadolu sol hareketinin en güç­ lü olduğu iki merkez idiler. Spartakist’lerin İstanbul’da kurmuş oldukları Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist fırkasının da katıldığı 1919 yılı sonuna doğru yapılan genel milletvekili seçimlerinde, bu parti İstanbul, İzmir, Eskişehir ve Niğdeden aday göstermiştir. Tuncay’ın bildirdiğine göre, Ethem Nejat’ın yakınlan, onun bu seçimlerde bu partinin Eskişehir adayı olduğunu söylemektedirler*19'. Tonguç’un seçimleri ve Ethem Nejat’ın adaylığını ilgi ile izlediğini, evrakı ara­ sında bulduğumuz, Ethem Nejat’ın seçimlerdeki adaylığı ile ilgili kupür ve propaganda yazılanndan anlıyoruz*20'. Et<ıv T ü rk iy e ’d e S ol A k ım la r, evi, A n k a r a 1967, s. 150. <20i ö z e l a rş iv . M e te T u n c a y , B ilg i y a y ın ­ hem Nejat zaten eskiden Eskişehir’de Maarif Müdürlüğü yaptığı için oradaki öğretmen çevrelerince iyi tanınıyordu. Tonguç orada görev aldığı zaman, Ethem Nejat’ın Maarif Müdürlüğünden kalma bir takım eğitim atılımlarınm ve yeniliklerinin izleri daha duruyordu. Tonguç, izcilik çalış­ maları, yakın yurt gezileri gibi bu çalışmaları, öğretmen olarak kendi çapında benimsemiş ve geliştirmeye çalışmış­ tır. Bir sayfalık bu beyannamede «Mebus namzedimiz Ethem Nejat bey Eskişehir’de ne yaptı» başhğını taşıyan bu bildiri şöyle başlıyor: «Ethem Nejat beyin 2 senelik Eskişehir Sancağı Maarif Müdürlüğünde ipka edilmiş hidematın hatırda kalanlarını zikretmekle mumaileyhin şid­ det arz ve faaliyeti ve kudret ve kiyaseti hakkında bilmiyenlere fikri mahsus verelim. Böylelikle müntehinler ve müntehibi sanilere numaileyhi mebus intihap etmek için doğru bir yol daha iraye eylemiş olacağım...» Bundan sonra 25 madde halinde Ethem Nejat’ın Eskişehir’deki eği­ tim çalışmaları anlatılmaktadır. Bildiride bunun dışında herhangi bir siyasal program ve düşün bulunmaması ilginç­ tir. Bildiri, şu sözlerle son buluyor: «Mebus namzedimiz Nejat beyin Maarif icraatı hulasatan budur. Onun muvaf­ fakiyetini ve mesaisini anlamak için zamanında livanın hu­ susi bütçesinin yüzde yetmişbeşten fazlasının maarife aid olduğu zikreylemelidir...». İmza: «Ahrar». Bu belge, Ethem Nejat’ın eğitim alanındaki çalışma­ larını göstermesi yönünden de eğitbilimcilerimiz için üze­ rinde dikkatle durulması gereken niteliktedir. Okul yapımı, okul - toplum ilişkileri, bir il matbaası kurulması ve bir gazete çıkarılması, hatta bir rasathane kurulması gibi ça­ lışmalar, üzerinde durulmaya değer. Bildiride belirtildiğine göre eğer Ethem Nejat’ın köy okulları yapımı için yaptığı çalışmalar ve topladığı banka fonları gibi çabalar onun tasarısına göre yürütülseydi 5 yıl içinde Eskişehir ilinde okulsuz köy kalmıyacaktı! Bu bildiri ile ilgili olarak şu noktayı da belirtmek ge­ rekir: Mete Tuncay adı geçen eserinde Ethem Nejat’ın Tür­ kiye İşçi Çiftçi Sosyalist fırkasının Eskişehir adayı olduğu­ nu ailesinden aldığı bilgiye dayanarak yazmaktadır. Diğer kaynaklara göre ise Ethem Nejat, bu partinin İstanbul ada­ yı olmuştur. Bizim burada verdiğimiz belgeye bakılırsa onun Eskişehir’den Ahrar partisi adayı olduğu görülür. Ya bu seçim bildirisi başka yılda yapılmış bir seçimle ilgilidir, yahut da Ethem Nejat’ın yakınları onun aday olduğu parti konusunda yanılmaktadırlar. Bizim konumuzun dışında ka­ lan bu karışıklık ile fazla ilgilenmedik. Fakat tarihçileri il­ gilendirmesi bakımından bu duruma değindik. Bizce önem­ li olan, Tonguç’un Ethem Nejat’ın siyasal çalışma ve gi­ rişimlerine ilgi duymuş olmasıdır. Tonguç’un yakın iş arkadaşlarından Ferit Oğuz Ba­ yır, Tonguç’un Ethem Nejat’ı kişisel olarak tanımadığını, fakat onu çok iyi tanıyan Nafi Atuf Kansu’dan Ethem Ne­ jat konusunda geniş bilgi aldığını söylemektedir*21'. Ayrıca Tuncay, bu çağın önemli sol hareketlerinden birisi olan Yeşilordu hareketinin de ağırlık merkezinin özellikle 1920 yazında Eskişehir’e kaydığını söylemekte­ dir*22'. Bunun nedeni, bu topluluğun etkisi altında bulu­ nan Çerkeş Ethem’in Eskişehir’de güçlü durumda oluşu­ dur. Tuncay’a göre «...Zaman zaman çevresindekilere ko­ münizmin tek kurtuluş yolu olduğunu söyliyen Çerkeş Et­ hem, 1920 Ağustosunun sonlarında, Eskişehir’de Arıj Oruç vasıtasıyla (Seyyare-i Yeni Dünya) adlı günlük bir (tslam-Bolşevik) gazetesi çıkartmaya başlamıştır...» Bun(2t) F e r i t O ğuz B a y ır’la A n k a r a ’d a 21.1.1969 d a y a p ıla n özel k o n u şm a . (221. T ü rk iy e ’de Sol A k ım la r, M ete T u n c a y , B ilg i y a y ın e v i A n k a r a 1967, s. 81-83. dan sonra, Mustafa Kemal’in bütün sol hareketi kendi kontrolü altında tutacak resmi bir Türkiye Komünist Par­ tisi kurdurması sırasında, onun isteği üzerine kısa bir sü­ re içinde bu gazete ve Arif Oruç Ankara’ya taşınmışlar­ dır. Tonguç, 18 Temmuz 1921’de, Eskişehir’in düşma­ na geçmesi durumu belirince Ankara’ya doğru yola çık­ mak üzere görevinden ayrılıyor. Eskişehir bu kadar yoğun bir sol hareketin merkezi olurken, küçük bir taşra kenti niteliğindeki Eskişehir’de, kentin az sayıdaki aydınlan arasında bulunan Tonguç’un olup bitenlerden haberli olduğu söylenebilir, kanısında­ yız. Bütün bunlar, onun Kurtuluş Savaşı sırasındaki sol akımı ilgi ile izlediğini, ama etkin olarak buna karışma­ dığını gösteriyor, sanırız. Kurtuluş savaşından sonra ise, çeşitli sol hareketlerin içinde bulunmuş kişilerle, arkadaş­ lık ilişkileri olduğu bilinmektedir. Nitekim yukarıda sözü­ nü ettiğimiz konuşmada F. O. Bayır’da Tonguç’un her­ hangi bir sol örgüt içinde görev almadığını, ama ileri ve sol düşünlere ilgi, yakınlık duyduğunu, bunları her zaman ilgi ile izlediğini söylemektedir. ■ Yabancı Ülke ve Düşünürlerin Etkileri Tonguç’un gelişimi üzerinde yabancı ülkelerin ve ya­ bancı düşünürlerin etkileri nelerdir? Hiç şüphe yok ki, bunların başında, Osmanlı İmpa­ ratorluğundan kopan Balkan ülkelerinin köy sorunu üze­ rinde, imparatorluk döneminde ve bundan sonraki Cum­ huriyet çağının 1935’e kadar olan bölümünde, bizdekileri aşan çabalan ve başanlan gelir, özellikle yetişip büyüdü­ ğü ve koşullannı çok iyi bildiği Rumeli Türk köylerinde yapılan çalışmalar onu derinden etkilemiştir. Koşullardaki benzerlik ve Balkanlarda olup bitenleri sık sık görebilmek, koşullan çok iyi bildiği için gördüklerini doğru değerlen­ direbilmek olanaklan, onu sürekli olarak Balkan ülkelerin­ deki çalışmalan izlemeye itmiştir. En önemli çalışma ve atıbmlan yapmış ülke olarak da, bunlann başında Bulga­ ristan gelir, özellikle Bulgar eğitim sisteminin, köy oku­ lunu köyün bir çeşit tanm çalışmalarının yöneticisi ve ekonomik çalışma merkezi yapması, üretim ve tüketim kooperatifleri ile yürütülen ortak çalışmalarda köy okulu­ nun yönetici olarak etkin rolü, küçük tarım endüstrisinin işliklerinin köy okullarında toplanmış olması gibi konular, onun en çok üzerinde durduğu nitelikler olmuştur. Daha 1935 yılında, Bakan Saffet A nkan’a İlköğretim Dairesi adına hazırlanıp verilen çok önemli (bu raporda daha son­ raki çalışmalara temel olacak başlıca bilgi ve ilkeleri bul­ mak olanağı vardır) raporda, köy okullarının yapımında karşılaşılacak zorlukların yenilebilmesi için Bulgaristan’­ daki uygulama üzerinde durulmakta, bir yapı fonunun kurulması sahk verilmekte ve Bulgaristan’da bununla ilgili olan yasa maddeleri uzun uzun anlatılmaktadır ki, Bul­ garistan eğitimi, bu raporda ad belirtilerek değinilen tek yabancı örnektir*23’. Batının ileri eğitbilim ilkelerini batı koşullarından başka koşullar içinde bulunan Türkiye’ye uygulamak gi­ bi bir sorunla karşı karşıya kalan Tonguç’un, aynı sorunla karşılaşmış, köy koşullan bize en çok benziyen bir ülke olarak, Bulgaristan’la ilgilenmesi, gerçekçi bir davranış­ tır. Batıdan almak istediklerini, ülke gerçeklerine göre değiştirerek uygulama, aynen kabul etmeme eğilimi git­ gide artan Tonguç, Balkan ve özellikle Bulgaristan ör­ neklerinden kendine göre birçok dersler çıkarmıştır. (23i İ lk ö ğ re tim K a v ra m ı, 1. H a k k ı T o n g u ç, R e m z i k ita b evi, İ s ta n b u l 1946, s. 276. ■ Almanya İkinci önemli yabancı ülke etkisi, Almanya’nınkidir. Buna Almanya’dan çok batı uygarlığının ve kültürünün etkisi diyebiliriz. Tonguç, zaten o çağ öğretmen okulların­ daki yetişme şeklinin bir sonucu olarak batı değerlerini almaya hazırlanmıştı. Almanya’ya gittiği zaman bir takım etkilere açıktı. Dış ülke olarak Almanya’ya gidişi, ki bir rastlantıdır, dış siyasal duruma ve lisan olarak okulda Almanca okumuş olmasına bağlıdır, sonradan kendisini eleştiren sol yazarlar tarafından çok yanlış, gerçeklere ay­ kırı bir şekilde değerlendirilmiştir. Bunlar, Tonguç’un Al­ man nasyonalizmi ve nazizminin etkileri altında kaldığı savındadırlar. Bu yanlıştır. Bunun yanlışlığını gösterebil­ mek için Tonguç’un bulunduğu çağdaki Almanya’ya bir göz atalım: Tonguç’un Almanya’da ilk bulunuşu I. Dünya Savaşımn sonuna rastlar (öğrenim süresi Eylül 1918 sonu 27.4.1919). Bu çağ, bütün dünya tarafından Almanya’da, Rusya’dan sonra ikinci büyük proleter devriminin beklen­ diği ve patladığı çağdır. 19.5.1919’da yurda döndüğünü sanıyoruz. Almanya 29 Eylül 1918’de mütareke istemiş, 30 Ekim 1918’de Kiel’de donanmada sol ayaklanma başla­ mış, 4 Kasım 1918’de Stutgart ve Münih’de devrimci so­ kak gösterileri başlamış, 9 Kasımda Berlin’de devrim pat • lamıştır. 1919 yılı başlarında sosyal demokratların komü­ nistlere karşı cephe almalarıyla Weimar cumhuriyeti kuru­ labilmiş ve ilk Cumhurbaşkanı sosyal demokrat Ebert ol­ muştur. Devrimin doruğuna ulaştığı nokta, 6 - 2 3 Aralık 1918 tarihleri arasında spartakistlerin Berlin’de başlattık­ ları ayaklanmadır. Spartakistlerin Berlin’in yönetimini ta­ mamen ele geçirdikleri süre, ki kızıl hafta diye adlandırı­ lır, 11 Ocak 1919’da sona erer. 15 Ocak 1919’da Sos­ yal Demokrat iktidar duruma hakim olmuştur. Almanya’­ nın bütün büyük kentlerinde yüzlerce devrimci öldürül­ müştür. 1919 yılının ilk yansı Sosyal Demokrat Hükü­ metin Berlin ve diğer kentlerde devrimi bastırmak için gö­ nüllü subaylara ve henüz silah altında bulunan birliklere başvurduktan süredir, özellikle Tonguç’un bulunduğu Ba­ den - Baden eyaletlerine komşu olan Bavyera’da devrim çok kanlı bir şekilde bastınlmıştır. M art 1919 ortalanna doğru devrimciler ya öldürülmüş, yahut da tutuklanmışlardır(24). Görülüyor ki, Tonguç’un Almanya’da ilk defa bulun­ duğu dönem, Alman devrimi çağıdır ve bu birkaç ay Al­ manya'nın bütün tarihi boyunca, sol devrimin en başanlı olduğu, en uca, en aşırıya ulaştığı çağdır. Donanma bu çağda başkaldırmış, Kayzer kovulmuş, proletarya ayaklan­ mış, Alman nasyonalist hareketini temsil eden Junkers’ler, toprak ağası militaristler etkisiz duruma getirilmiştir. Ya­ ni, batıdan gelecek etkilere çok açık olarak ilk izlenimleri almak üzere, Almanya’ya gelmiş olan Tonguç’un, toplu­ mu sarsan en önemli olay olarak, başından sonuna kadar izleyebildiği, Alman proletaryasının devrim girişimi olmuş­ tur. Naziler daha ufukta bile yokturlar. Almanya Rus devri­ mi kadar güçlü bir devrim yaşamış, ama devrimi yöneten­ lerin hazırlıksızlıkları ve hataları yüzünden sonuç başarı­ sız olmuştur. O halde Tonguç’un ilk Almanya’da bulundu­ ğu çağda ortamın hiç de bir aşın sağ ortamı olmadığı orta­ dadır. Tonguç, ikinci defa 1921 - 1922 yıllannda yanm ka­ lan öğrenimini tamamlamak için tekrar Almanya’ya gön­ derilmiştir. Karlsruhe’de Baden Güzel Sanatlar Okulu ile, Güzel Sanatlar Akademisine ve Karlsruhe Beden Eğitimi Enstitüsüne devam etmiştir. Almanya Weimar Cumhuri­ yeti çağını yaşamaktadır. Bir burjuva demokrasisi düzeni (24a İ h tila lle r v e D a rb e le r T a rih i, çev. v e d e rily e n S ab ih a B o zb ağ iı, Y irm in c i Y ü zy ıl y a y ın la n , İ s ta n b u l 1966, cild I, s. 177-182. vardır. Çeşitli partiler vardır, parlamenter çekişmeler vc tartışmalar olmaktadır. Naziler yine yokturlar. Burjuva demokrasisine bağlanmış umudlar henüz yitirilmemiştir. Üçüncü gidişi 1925 yılındadır, bu yılın 8 H aziran- 4 Temmuz günleri arasında Leipzig’de Pedagoji Enstitüsüne bağlı iş eğitimi seminerine katılmak üzere, kısa süreli bir gidiştir. Bundan sonraki iki gidişi de yine iki kısa süreli ve bütün Avrupayı kapsıyan geziler şeklindedir. Almanya’da kaldığı günler sayılıdır. Birincisi 1929 Ekim ayındadır, ders araçları almak üzere İtalya, İsviçre, Fransa, İngilte­ re, Almanya ve Avusturya’da geçen iki aylık bir süredir. Bundan sonraki ise ilköğretim alanında incelemeler yap­ mak üzere, İlk Öğretim Genel Müdürü olarak 28 Ağustos 1938’de başlıyan, iki aya yakın bir süre devam eden, Bul ­ garistan, Macaristan, Yugoslavya, Avusturya ve Almanya’ yı kapsayan bir gezidir.(;25) Bu. son iki gezi sırasında, Al­ manya nazi etkisi altında ve sonuncusunda yönetiminde­ dir. Ama daha başka ülkelerin de gezildiği bu kısa süreli gezilerde, diğer ülkelerin etkisi olmayıp da yalnız Alman­ ya’daki nazilerin etkisini kabul etmemizi gerektirecek ne­ denler nasıl ileri sürülebilir? Bize göre, onun Almanya’da uzun süreli bulunduğu ve ilk batı izlenimlerine açık olduğu çağlarda, etkisinde kalabileceği ortam, başlangıçta önemli bir devrim çatışma­ sı ortamı, daha sonra da bir burjuva demokrasisi ortamı­ dır. Bunun aksini söylemek, bazı solcu eleştiricilerin son­ radan yaptıkları gibi, çok yüzeysel ve objektiflikten uzak bir şekilde Almanya - Nazizm çağrışımından yararlanarak, onu nazilerin etkisinde kalmış bir kişi gibi göstermeye kalk­ mak, gerçeklere aykırı, ciddiyetten uzak bir davranıştır ve W Ö zel a rş iv . T o n g u ç u n d ış a rıd a g e ç ir d iğ i sü re le r, o r a ­ la r d a n a ld ığ ı b elg elerd e n , T ü rk iy e d e k i g ö re v s ü re le ­ rin i g ö s te re n sic il ö z e tle rin d e n v e b u g e z ile rd e k u l­ la n d ığ ı p a s a p o r tla rd a k i k a y ıtla r d a n ç ık a rılm ış tır. Ethem Nejat - komünizm çağrışımından yararlanmaya kal­ kan sağcıların davranışına eştir. 1938’deki inceleme gezisi sırasında Tonguç, Nazi Almanyasında iş hizmeti örgütü ile ügilenmiştir. Gizli işsizli­ ğin önlenmesi, iş gücünün harekete getirilmesi ve ekonomik durumu elverişsiz bir ülkede kalkınma ve yapı işlerine ge­ niş çapta girişebilmesi amacıyla kurulmuş bu örgüt, tıpkı askerlik hizmeti gibi, her vatandaşı belli bir süre, bedensel çalışma yükümü altına sokmaktadır. Almanya’nın yeni­ den yapımında çok önemli başarıları olmuş bu hizmetin üzerinde, Tonguç dikkatle durmuştur. Alışılmış yollardan, mali olanakları çok sınırlı ülkelerde geniş projelerin uygu­ lanmasına olanak bulunamaması sonucu, kurulan bu örgüt aynı koşullar içinde bulunan Türkiye’de, geniş çapta bir tasarının uygulamasına girişecek olan Tonguç’un ilgisini çekmiştir. Bu örgütün tipik bir nazi örgütü olduğu söyle­ nemez. Nazilerden önce Sovyetler Birliğinde ve hatta Ame­ rika’da buna benzer örgütler kurulmuş ve başarılı olmuş­ lardır. Nitekim Kirby, F. Roosevelt’in Cumhurbaşkanlığı döneminde, ekonomik buhran ve işsizlik yıllarında Ameri­ ka’da da CCC adı altında (Civilian Conservation Corps) buna benzer bir örgüt kurulduğunu yazmaktadır'26’. özetlersek, Tonguç’un gelişiminde ilk önce rol oynıyan önemli etkenler, içerisinden çıktığı köy gerçeklerini iyi bilmesi ve unutmaması, imparatorluğun yıkılış dönemini yaşıyarak, zayıf ve noksan yanlarını görebilmesi, batıya açık bir öğrenimden sonra, Avrupada yüzyılın başlıca top­ lumsal ve ekonomik sorunlarının yarattığı sınıf çatışmala­ rını en şiddetli dönemlerinin birinde yakından izliyebilmesi, kurtuluş savaşı ve bu dönemdeki Türkiye’de sol akım­ lar üzerinde bilgisi olması, batı yöntem ve kurallarının, ko(26> T iirk iy e d e K öy E n s titü le ri, F a y K irb y , İm e c e y ay ın - la r ı, 1961, A n k a ra , s. 56. şullan Türkiye’ye çok benziyen Balkan ülkelerinde uygu­ lamalarına dikkat edebilmesidir. ■ Sovyetler Birliği Şimdi netameli, sağcılar tarafından sömürülmeye çok elverişli bir konuya geliyoruz. Sovyet devrimi ile Sovyetler Birliğinde girişilmiş geniş çaptaki eğitim atılımlannın köy enstitüleri sistemi üzerinde etkisi olmuş mudur, olmuşsa ne derecededir? Bu sorunun karşılığını objektif olarak ve varacağımız sonuçların sağdan veya soldan ne derece sö­ mürüleceğim hiç hesaba katmadan incelemek istiyoruz. Bu konuya geniş olarak yer vereceğiz. Bunun en başta gelen nedeni bu konuda uzun bir süre, yoğun ve ağır suç­ lamaların yapılmış olması, bu suçlamaların enstitülerin yı­ kılması döneminde geniş etkiler yapmasıdır. Bu suçlama­ ların gerçeğe uygunluk derecesini bulup çıkarabilmek için, soruya bütün ayrıntıları ve genişliği ile ve herhangi bir önyargıya kapılmadan, böyle bir incelemenin bugün geti­ rebileceği zararlardan da çekinmeden girişmekten başka yol yoktur. Konumuzun bu bölümünde tutucularca çok sömü­ rülmüş bu konuya eğilmek, klasik bir inceleme şemasına uymayan ve ilgi çekici bölümlere özel bir önem verme şeklinde izlediğimiz yöntemimize de uygundur. İlkel köy ekonomisine dayanan bir tarım ülkesi ola­ rak, Sovyetlerin devrimden sonra eğitim sorunlarım nasıl çözdükleri, elbette benzer sorunlar karşısında bulunan Türk düşünür ve aydınlarının geniş ölçüde ilgisini çekmiştir. Çok kısa bir sürede eğitim ve öğretimi geniş bir kampanya ile yaygın duruma getiren Sovyetlerin kullandıktan yöntem ve yollan, Tonguç’un öğrenmek, bunlarda yararlanabileceği örneklerin bulunup bulunmadığını incelemek isteyeceği şüphesizdir. Hemen söyliyelim ki, o bu çeşit incelemeleri bütün ülkeler için yapmaya çalışmıştır. Ingiltere’nin eğitim düzenini incelerken nasıl onun kapitalist düzeni benimsedi­ ğini, yahut Almanya’nın eğitim sistemini incelerken nazileştiği, Italya’nınkini incelerken faşistleştiğini söylemek pek basit ve yüzeysel bir yargı olursa, Sovyet eğitim sistemi ko­ nusunda bilgi edinmek istiyor diye, komünist olduğunu söylemek o derece bilimsellikten uzak bir davranıştır. Bü­ tün bu ülkelerin eğitim sistemleri konusunda edinebildiği bilgileri ve düşünleri (İlköğretim Kavramı) ve (Canlandırı­ lacak Köy) kitaplarında bir araya toplamıştır. Şu bir tarih­ sel gerçektir ki, ne kapitalist İngiltere eğitiminin, ne de nazi Almanyası’nın karşılaştığı sorunlar, koşullan bunlara hiç benzemiyen Türkiye için ders ve örnek ahnacak önem­ li bilgiler edinmemizi sağlamaz. Halbuki Sovyetler için bu­ nun tam aksi söz konusudur; koşullar, sorunlar o kadar bir­ birine benzemektedir. Bu bakımdan Tonguç’un Sovyet eği­ tim sistemi konusunda bilgi edinmeye özel bir önem ver­ diği söylenebilir. Bilgi edinebilmek için olanaklan ne idi ve bunun için hangi kaynaklardan yararlandı? İlk olarak düşünülmesi ge­ reken, 2. Dünya Savâşından önce Sovyetlerle Türkiye ara­ sında gelişmiş olan kültürel ilişkilerin sağladığı olanaklar­ dır. Sovyetlerin Türkiye’deki çalışmalarından olarak sine­ ma, sergi, konferans gibi çabaların, bazı bügiler edinme­ ye yaradığı söylenebilir. Ayrıca, ismet Paşa’nm Başbakan­ lığı sırasında, onun başkanlığında Sovyetler Birliğinde bir inceleme gezisine katılan Nafi Atuf Kansu’nun da eğitimci ve eğitbilim tarihçisi olarak, orada özellikle eğitim konu­ larını incelediği ve sonradan Tonguç’a bu yönden geniş bilgi verdiğini sanıyoruz, ilköğretim Genel Müdürü bulun­ duğu sırada, Genelkurmay Başkanlığının yüksek dereceli görevlilere dağıtılmak üzere kişiye özel olarak yayınladığı Sovyetler konusundaki raporlarda da herhalde eğitim konu­ sunda geniş bilgi olsa gerektir. Tonguç, 1938’de batı ülke­ lerinde inceleme gezisine gönderileceği zaman, gezi prog­ ramında Sovyetler Birliğinin de bulunduğunu, fakat savaş hazırlıkları ve bir takım iç siyasal tasfiye hareketleri içinde bulunan Sovyetlerin, bu sıralarda ülkelerine yabancıların girmesini hiç de istemediklerini, Tonguç’un 1 - 2 ay vize beklediğini, fakat Sovyetlerin bu vizeyi vermediklerini ve bu ülkenin gezi programından çıkarıldığını da biliyoruz. Bunların dışında bizim bulabildiğimiz kaynaklar şun­ lardır: Ferit Oğuz Bayır’ın verdiği bilgiye göre, Tonguç görevli bulunduğu sırada eğitimle ilgili bir takım makale­ leri, dilimize çevirtiyor, bunları arkadaşları ile birlikte uzun uzun inceliyorlar, içlerinde bizim yararlanabileceğimiz bir düşün olup olmadığına bakıyorlar'27’. Belge olarak bulabildiklerimiz ise şunlardır: 1939 yı­ lında Dışişleri Bakanlığı tarafından «Sovyetlerin maarif sahasındaki faaliyetleri hakkında Moskova Büyükelçimizce Vekaletlerine» başlığı ile M. Eğitim Bakanlığına gön­ derilen iki rapor var'28’. Büyükelçi Z. Apaydın tarafından imzalanmış bu raporlarda özellikle şu konular üzerinde durulmaktadır: Son yıllarda Sovyetlerde öğretim yapanla­ rın sayısı 30 milyondur. Okul yapımı konusunda darda­ dırlar. Köylerden kasabalara ve sanayi şehirlerine 40 mil­ yon nüfus nakledilmiştir. Okul yapısı noksanına karşı şu tedbiri alıyorlar: Sabah ve öğleden sonra olmak üzere çif­ te öğretimin ayrıntıları üzerinde bilgi verildikten sonra, Sovyetlerin yeni üçüncü beş yıllık planlarındaki tasarıları üzerinde durulmaktadır: Kentlerle yeni sanayi merkezle­ rinde ilk ve orta öğretim yapanların sayısı 8 milyondan 12 milyona çıkacaktır, köylerde ise bu sayı, 20 milyondan m ) 21.1.1969da A n k a r a d a özel k o n u şm a . (W ö z e l a rş iv : H a ric iy e V e k a le tin in 7.4.1939 g ü n ve 35169, 124 s a y ılı y a z ıla rın a e k li 2.3.1939 g ü n ve 14671-15 v e 17.3.1939 g iln v e 14704-21 sa y ılı M o sk ov a B ü y ü k e lç iliğ i ra p o r la rı. 6 v e 3 sa y fa . Y a zı v e r a p o r ­ la r d a « k işiy e özel» v e y a «gizli» k a y d ı y o k tu r. 27 milyona varacaktır. Son iki beşer yıllık planlarda yap­ tıklarına bakarak bunu da başaracaklanna inandığını belir­ ten Büyükelçi, «öğrenimin bu kadar süratle yayılabilmesirıde önemli bir etken öğrenimin sadeleştirilmesidir» demekte, Sovyetlerde bizim lise dediğimiz eski usul okulların kaldı­ rıldığını, latince ve grekçe okutmadıklarını, yaşıyan ya­ bancı dillere de bizdeki kadar önem vermediklerini söyle­ mektedir. İlkokulların 5 ve 7 yıllık olduğunu, köylerde daha çok 5 yıllıklar bulunduğunu, yeni planda bunların da 7 yıllığa çıkarılmasının öngörüldüğünü, ilköğretimin her cumhuriyetteki milli dil ile yapıldığını, amacın iyi okuyup yazmak, hesap yaptırmak, pratik bilgiler vermek ve komü­ nist fikirler aşılamak olduğunu yazıyor. Ortaöğretim ise on yıldır (ilkokul ile birlikte). Rus dili ve edebiyatı en önemli derstir. Çeşitli Cumhuriyetlerde Rusça bu öğrenim kademesinde mecburidir. «Tarih, felsefe ve mantık ile ya­ bancı dillere çok önem verilmez,» diyen Büyükelçi, yüksek öğrenime geçerek, bunun çok geniş bir örgüt olduğunu, 30 kadar üniversite ve birçok teknikumlar, enstitüler bulundu­ ğunu, bütün yüksek öğrenim kurumlannın sayısının 715 olduğunu, yüksek öğrenim görenlerin sayısının yarım mil­ yonu aştığını bildiriyor. Bundan sonra «bu ayrıntıları ver­ mekten amacının orta öğretimin sadeliği üzerine dikkati çekmek olduğunu» belirterek, Türkiye için şu düşünlerini öne sürüyor: « ...İlk tahsili hayatta işe yarar bir hazırlık haline koymak için bir az da ziraate dair basit malumatla teçhiz etmek ve bunun için de 7 seneye çıkarmaktan baş­ ka çare yoktur. Bunun gibi orta tahsili de,memlekette kü­ çük sanatkarları yetiştirmek ve korumak için, on senelik sanayi mektepleri haline sokmak, hazırlandığımız yeni hamleler hesabına muvafık olsa gerektir (liselerimiz üniver­ site tahsili yapacaklar için kalır)...» diyerek tekrar ikili öğrenim sistemi üzerinde durmaktadır. İkinci raporda, Büyükelçi, Sovyetlerde üçüncü beş yıllık planın amacının köylerde 7 yıllık, kentlerde 10 yıl­ lık öğrenimi yüzde yüz gerçekleştirmek olduğunu belirttik­ ten sonra, okul yapımının büyük zorluk yarattığını, yapı darlığı çekildiğini, ikili ve hatta üçlü öğrenime son vere­ bilmek için yapım işlerinin gereği kadar hızlandırılması gerektiğini, beş yıl içinde Moskova ve Leningrat’ta 635, R.S.F.S.R.’deki köylerde ise beş yılda 6324 köy okulunun yapımının öngörüldüğünü bildirerek şöyle yazıyor: « ...Bu­ na bakarak bizim de Belediye Teşkilatına tabi 20.000 ci­ varındaki büyük köylerimizde noksan kalan mektepleri tamamlamak için yeniden yapılması iktiza eden mektep adedi 16.000'den aşağı olapııyacağına göre bunların hiç değilse standardize edilecek kapı, pencere, döşeme tahtası, ders sıraları, kiremit gibi malzemesiyle çimeto, kireç ve ustalık ücreti karşılığının senelere taksimiyle programlaştı­ r m a s ı ve yukarıda sayılı malzemeyi hazırlamak için milli bankalardan birisine vazife verilerek fabrikalarının yaptı­ rılması, üst tarafının köylere tahmil edilmesi düşünülebi­ lir. ..» Bu raporlar Milli Eğitim Bakanlığının isteği üzerine hazırlanmış olsa gerektir. Bu hakımdan, herşeyden önce, geniş çapta bir eğitim ve öğretim atılımına girecek olan­ ların, benzer koşullar içinde bulunan ülkelerde neler yapıl­ dığını bilmek istediklerini gösterir. Bu raporlarda Büyük­ elçi Z. Apaydın tarafından Türkiye için salık verilen yön­ temlerin, Bakanlığın daha sonraki uygulamalarında ne de­ receye kadar etkili olduğunu bilmiyoruz. Ama ikili ve üç­ lü öğretim, okul yapımı sorunları konusundaki düşünler, klasik öğrenimin kısılarak, pratik ve teknik alana, tarım öğrenimine yönelinmesi gibi düşünlerin Bakanlığın bu yön­ lerde sonradan gelişen uygulamaları üzerindeki etki derece­ si herhalde ayrı bir inceleme konusu olmaya değer. Hiç olmazsa, Büyükelçinin verdiği bilgilerin ve öğütlerin, Türkiyede de eğitim sorununa çözüm arayan yöneticilerin vardıkları sonuçlara uyduğunu ve onları düşünlerinin doğ­ ruluğu konusunda güçlendirdiğini hemen söyliyebiliriz. Yine belge olarak bulabildiklerimiz arasında Trud dergisinin 19.5.1946 günkü sayısından kısaltılarak dilimi­ ze çevrildiği belirtilen bir makale özeti var<29): Tonguç’un işbaşından ayrılmak üzere olduğu veya ayrıldığı sıralarda çevrilmiş olması gereken bu makalenin, yıllar önce ilkeleri saptanmış köy enstitüsü sistemi konusunda bir etkisi oldu­ ğu düşünülemez. Zaten konu da biraz değişik. Yazışma yoluyla halen çalışmakta olanların öğrenimlerinin sürdü­ rülmesi konusunda yapılanları, örgütleri, alınan sonuçları, bu sistemin gerekçesini ve önemini uzun uzun anlatan bu makale, önce Tonguç’un 1946 yıllarında da Sovyetlerdeki gelişmeleri izlediğini gösterir, bundan sonra da etkisi bakımından bize şöyle bir olanağı düşündürmektedir: Bö­ lüm 7’de sözünü ettiğimiz, Tonguç’un Talim Terbiye üye­ liğine atanmasından sonra, köy enstitülerinin altı yıla çı­ karılması konusundaki düşünlerini bildiren raporda, köy öğretmenlerinin işbaşında yetiştirilmeleri konusuna geniş önem verilmekte,bu alanda henüz ciddi bir çalışma yapıl­ madığı bildirilmektedir. Acaba bu makale çevrisi, onun ana düşün olarak zaten yıllarca önce köy enstitüsü sistemi için­ de öngördüğü bu konunun yeniden tazelenmesinde bir rol oynamış mıdır? Bilmiyoruz. Başka bir belge, çeşitli ülkelerin öğretmen yetiştirme sorununu inceliyen bir seri çalışma arasındadır. Bu ülkeler arasında Rusya da bulunmaktadır. Bu çalışmaların Ton­ guç’un 1946’dan sonra hazırlamaya çabaladığı ve sonra­ dan yayınlamak olanağını bulamıyarak, çok kısaltılmış şek­ lini . (öğretmen Ansiklopedisi ve Pedagoji Sözlüğü) adı al(*>) Ö zel a r ş iv : (V a z ife le ri b a şın d a n a y rılm a d a n u z m a n la ­ rın y e tiş tirilm e s i) b a şlık lı v e (T R U D ’u n 19.5.1946 s a ­ y ıs ın d a n k ıs a ltıla r a k ) k a y d ı b u lu n a n , M illi E ğ itim B a k a n lığ ı T a lim ve T e rb iy e D a ire s i a n te t li k a ğ ıt la r a y a zılm ış, 4 s a y f a lık m a k a le çev irisi. tında yayınlıyabildiği kitapla ilgili olduğunu sanıyoruz(30). «Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinde öğretmen yetiştirme meselesinin nasıl ele alındığını, hangi esaslara göre teşki­ latlandırıldı ğını, meydana getirilen öğretmen yetiştirme kanunlarının ne karakterde olduklarım ana çizgileriyle gösterebilmek için bu alanda en yetkili bir eğitkenin 1931’de İngilizce yayınladığı yazısını, almanca (Das Werdende Zeitalter) adlı dergide (Sovyetler Birliğinde öğretmen Y e­ tiştirme) başlığı ile çıkan almancasından kısaltarak tercü­ me etmeyi uygun buldum...» sözleriyle başlıyan bu çevi­ ri, deyiş bakımından bizde Tonguç tarafından yapıldığı izlenimini uyandırmaktadır. Verdiği bilgiler bakımından çok ilginç olan bu yazıyı Tonguç ne zamandanberi bilmek­ te idi? öğretmen yetiştirme sorununda karşılaşılan zorluk­ lar, yürünen yollar, uygulanan eğitbilim ilkeleri ve amaç­ lar konusunda Türkiye’deki sorun bakımından çok geniş ve dikkate değer bilgiler vardır. Eğer Tonguç, bu yazıyı ktıruluş yıllarında biliyor idi ise, etkilendiği yanları olmuş­ tur, denebilir. Bu bakımdan bu belge önemlidir. Makale­ de, önce çarlık çağında öğretmen yetiştirilmesinin geriliği ve yetersizliğine değinilmekte, sonra özetle şöyle denmek­ tedir: «.. .Şu fikirde kanaatlar birleşiyordu: Eski tamamen ortadan kaybolmalıdır... Güçlükler, devlete başka işler için gereken elemanı yetiştirmekten büsbütün başka karak­ terde idi... Mesela mühendis yetiştirilirken, mühendisin ye­ tişmesini sağlıyacak metodlarla bilimlerde ufak tefek de­ ğişiklikler yapmakla memnun olmak mümkündü. Çünkü bu mesele gençliği idare edecek kimselerin yetişmeleriyle ilgili bilimlerde olduğu gibi devletin dünya görüşüne temel teşkil eden ana prensiplere bu kadar sıkı sıkıya bağlı de­ ğildir. .. Bu sebepden genç devlet nispeten kolay bir şekil­ li) Ö zel a rş iv : (R u s y a ) b a şlık lı, d iğ e r ü lk e le r ü z e rin d e d e y a p ılm ış a y n ı n ite lik te k i (ö rn e ğ in İ n g ilte re ) ç a lış­ m a la r a b en zly en , 10 s a y f a lık y a z ı. T a rih , y a z a r ve ç e v iric in in a d ı y o k , d a k tilo İle. de eski okulun temelleri üzerine kurulan okullarda türlü mesleklerin erbabını yetiştirme imkanını bulduğu halde, pedagoji sahasında çalışacakların yetiştirilecekleri kurum­ lan tamamen yeni temel üzerine kurmak mecburiyetinde kaldı ... Problemi çözecek mahiyette bulunmuş yol şu idi: İktidar mevkiine gelmiş olan işçi sınıfının ülkülerini gerçek­ leştirebilecek kudrette yeni öğretmenler yetiştirmek. Diğer cihetten şu nokta da kendiliğinden belirmişti: Devrimin, görevleri çoğalmış olan, sakinleri cehalet içinde bulunan köye giderek orada kalacak ve köylüleri bilgisizlikten kur­ taracak öğretmeni mümkün olduğu kadar süratle yetiştir­ mek. Kalite ve kantite şeklinde meydana çıkan iki önemli mesele, bizdeki öğretmen yetiştirme işine özellik taşıyan damgasını basmaktadır... Kantite meselesi, kafi derecede genel bilgisi olan insanlar için kısa süreli kurslar açılarak onlardan öğretmen yetiştirmek suretiyle halledilmek isten­ miştir. (Yazarın notu: burada eğitmen ve yedeksubay öğ­ retmen sistemlerini hatırlamamak elde değildir. Benzer ko­ şulların, benzer çözümler getirdiği görülüyor).. Fakat bu kurs teşebbüsü memleketin öğretmen açlığını gidermeye kafi gelmemiştir. Onun için ortaöğretim kurumlarının % 60’ından yukarı sınıfların dersleri arasına pedagoji ile il­ gili dersler ilave edilmiştir... Bittabi bu şekildeki öğretmen yetiştirme tarzının kusurları biliniyordu... Fakat yeni dev­ let için başka çıkar yol bulunmadığına da kanaat getirmek lazımdır... Birçok kimseler bu şekilde yetiştirilenlere ilk­ okul öğretmeni sıfatının verilemiyeceğini söylemek ister­ ler... Temin ederim ki, mesele hiç de böyle değildir... Ne zaman bu yeni öğretmenlerin çalıştıkları köylere gitsem, sözün tam ve iyi manasıyla yeni okullar bulabiliyorum.. İlköğretim kurumlarına öğretmen yetiştiren Sovyet okulu, pedagoji teknikumudur... Bu isim şunun için seçildi: Çün­ kü Sovyet Rusya’da yalnız bir çeşit eğitim şekli bilinir, bu­ rada her türlü eğitsel çalışmaların temel ilkesi: İş vasıtasıy­ la iş için eğitmektir, (yazarın notu: Burada hemen şunu söyliyelim Köy enstitüleri sisteminin öğrenci iş içinde, iş vasıtasıyla, iş için eğitilir- temel ilkesi ile bu sözler arasın­ da bulunan paralellikten yararlanmak istiyecekler şunu ha­ tırlamalıdırlar; bu ilkenin bulucusu Sovyet eğitkenleri de­ ğildir; Tonguç?un da yararlandığı asıl kaynak Pestalozzi, Dewey, Kerschensteirıer gibi batılı eğitkenlerdir. Makale­ nin yazarı, bu eğitbilim ilkesini kendi buluşları imiş gibi gösteriyor). Bu sebepten bütün Rus okulları teknik karak­ ter taşıyan okullardır. Politeknik, marksist pedagojinin te­ melidir. Diğer bütün kurumlar bunun üstüne yerleşirler. Onun için genel ortaokula politeknik iş okulu, bütün mes­ lek okullarına da teknikum tabirleri verilmiştir... Her ço­ cuk, onun zihniyetini geliştiren, çevresindeki iş hayatına katılmak suretiyle genel eğitim alır. Bizim okullarımız özü­ nü, -gerçek hayat vasıtasıyla daha iyi hayat için- formülü ile anlatmak mümkündür. Bu ülküye ulaşabilmek için, öğ­ retmenin ders konularını vaiz şeklinde anlatan bir insan ol­ maması, bizzat etkin durumda bulunması, çevresinin işle­ rine katılması kayıtsız şartsız lazımdır... Onun için peda-. goji okulları iki tali parçaya ayrılırlar: Tarımsal pedagojik ve endüstriel pedagojik kurumlar. Tarımsal pedagoji teknikumları köyler, diğerleri şehir ve endüstri merkezleri için öğretmen yetiştirirler... Bu okullardaki öğrencilerin çalış­ maları birbirine eşit iki kısma ayrılır, öğrenci, okul zama­ nının yarısını okul duvarlarının dışında pratik işlerde ge­ çirir, diğer zamanı da nazari çalışmalarla doldurur. Şu noktanın belirtilmesi lazımdır ki, öğrencilerin okul dışında­ ki çalışmaları, bazı okullara giderek oralarda eğitsel karak­ terde iş görmek değildir. Her öğrenci bu pratik çalışmala­ rın çoğunu ya bir tarımsal işletmede, veya maden ocakla­ rında ve fabrikalarda geçirmek zorundadır, öğrenci, bu­ ralarda «kara iş» ten başlıyarak en zor iş şekillerine kadar, çalışmanın her safhasından geçmek zorundadır... Bu pra­ tik çalışmaların diğer önemli taraflarından biri de, dün işçi veya köylü olan öğrenciyi içinden geldiği sınıf arka­ daşlarından (politik manada sınıf) ayırmamak, kemikleş­ miş bir kişi haline getirmemektir... öğrencilerin beyaz ya­ kalıklı insanlar haline gelmeleri okullar için büyük ve ger­ çek bir tehlike teşkil eder. Onun için yeni öğretmenleri iş­ çilerle birlikte nefes alıp veren, yaşıyan insanlar halinde tutmak için her şeyi yapmak lazımdır... öğretmen aday­ larını yetiştirecek olan öğretmenler, maalesef bu yönden sorumluluklarını tam manasıyla idrak etmiş değillerdir ve öğrencilere iyi bir örnek olamamaktadırlar... Bunun böy­ le olması revulotionun dönüm devrinde tabii görülebilir... Eski ve yeni öğrencileri tamyan hiç kimse, yeni öğrenci­ lerin eskilerden daha az geliştiklerini iddia edemez. Bunun aksi doğrudur... öğrenci pratik işler sırasında yalnız ken­ di faydalanmakla kalmaz. Bilakis kültür ve eğitsel bakım­ lardan o da çevresine birçok şeyler verir; o öğrenerek öğ­ retir... Bireyle çevresi arasındaki bu karşılıklı etkilerin değeri kafi derecede taktir edilmemektedir... Şuna kaniyim ki bu problem ayrı bir makaleye konu teşkil edecek kadar önemlidir. Çünkü karıaatımca bu mesele incelenince yeni eğitim ufuklarının açılması için gereken anahtarlar buluna­ bilecektir... Teknikumda kimler yetiştiriliyor? Burada 1 6 - 3 0 yaş arasında bulunan fakir köylü çocukları, kasa­ baların orta halli çiftçileri, işçiler ve memurlar, köy ırgat­ ları, eski öğretmenler öğrenci olarak bulunurlar... Teknikuma girmezden önce yedi yıllık tahsil görmüş olmaları lazımdır... Bütün öğrencilere burs ve yatacak yer verilir. Bu ikametgahlar yatılı okullarda olduğu gibi topluca yatı­ lan yerler değil, serbest insanlara mahsus kollektif evler veya odalardır. Öğrenciler buralarda hayatlarım, bizzat mesul olacak insanlar gibi düzenlerler, öğrencilerin çoğu küçük kümeler halinde beraber yaşarlar, hayatlarına ni­ zam verecek esasları kendileri tespit ederler. Birçok ika­ metgahlar yanyana bir mahalle teşkil ederler... İkametgah­ larda boş zamanlar müzik, türkü, radyo, toplu okuma ve türlü oyunlarla doldurulur. Satranç çok sevilen oyunlardan­ dır. İkametgahları güzelleştirme, rahat oturulacak bir du­ ruma getirme meseleleri teknikumun türlü işleri yapacak şekilde kurulmuş işlikleri sayesinde kolayca sağlanmakta­ dır. İkametgahların idaresinin öğrencilerin elinde olduğunu açıklamaya bilmem lüzum var m ı?... Esas dersleri, meto­ doloji ve ideal bakımlarından diğer derslere temel olmak üzere sosyal bilgiler teşkil eder... Meslek bilgileri verilir. Matematik ve tabiat bilgilerine ait dersler genel öğretim ve eğitimin özü sayılırlar. Bunlara sanat ve iş dersleriyle çok önemli sayılan beden eğitimi ve hijyen eklenir. Bütün bu derslerin konularının neler olacağı, teknikumun çevresiy­ le öğrencilerin gördükleri pratik işlere bağlıdır... Çoktanberi... ilkokul öğretmenini çok bilen, fakat hiçbirşey yapamıyan insan olarak yetiştirmek işinden vazgeçilmiştir. Böyle insanlar yerine hayata aydın bir şekilde bakmasını sağlıyacak metodu öğrenen, hayatı tanıyan ve anlıyan öğ­ retmenler yetiştirmek istenmektedir. Bilgi artık başarının bir kriteryumu sayılmamaktadır. Biz canlı iş adamları ye­ tiştirmek istiyoruz, bunun için bize bizzat hayat yardım et­ melidir (yazarın notu: Tongunun -iş adamları- deyimini anlıyamıyan Kemal Tahini anmamak elden gelmiyor bu­ rada)... Öğretmenlere işçi ihtilaline hizmet eden büyük fikir adamlarının nazariyeleri öğretilir. Ayrıca onlar eski kültür hâzineleriyle batı kültürünün içine sokulurlar. Bu meselede dar düşünceden gelme sınırlamalar, hayat için de­ ğerli olan şeylere kapıları kapamalar, güzellikler alemine gidişin önüne set çekmeler yoktur. M üzik ve teganni... ti­ yatro... bütün öğretmen yetiştiren kurumlarda değer veri­ len meşguliyetlerdir. Resim, elişi, modelaj öğretmenlerin eğitirrfinde en değerli unsurlar olarak kullanılır. Pedagojik alandaki çalışmalar, çocuğu inceleme ve onun gelişimi gibi iki esasın üzerinde toplanır... Pedagoji laboratuvarı teknikumun en önemli çalışma merkezlerinden biridir... Bü­ tün dersler bittabi... dialektik materyalist metoda göre oku­ tulur. öğrencilerin hayatın her türlü görünüşleri karşısında mümkün olduğu kadar objektif, fakat tenkitçi poz alma­ ları istenir. Her sabit şekilli, değişmez inanış takbih olu­ nur... Şu noktayı hatırlatmak bilhassa önemlidir ki, dia­ lektik materyalizm, iptidai mihanik karakterli ve idealiz­ me karşı gelen materyalizmle mutlaka mücadele etmek mecburiyetindedir. Objektif bilimin izah edemediği, tah­ mini hipotezlerin imdada yetişemediği yerlerde, Sovyet öğ­ retmeni öğrencilere onları basitleştirici, hiçbir şey ifade etmiyen bilgiler vermekten kaçınmaya mecburdur. O, insa­ nın ancak mücadele ile hakikata yaklaşabildiğini çocukla­ ra göstermeye çalışacaktır, öğrencilere hiçbir surette ide­ alist dünya görüşünün mistik unsurlarını öğretmeye kalkmıyacaktır; çocuğa idealizmle gerçeğin tezat halinde oldu­ ğunu, dünya olaylarının sebeblerini anlatmaya çalışacak­ tır... Teknikumda iki ay kadar kaldıktan sonra, öğrenciler okuldan ayrılarak pratik işlerde çalışmaya giderler. Bunlar bu işlere basit birer işçi olarak katılırlar, diğer işçilerden ayrıldıkları taraf, bunların çalışırken rastladıkları mesele­ leri kaydetmek üzere birer hatıra defteri tutmaları ve zihin­ lerini kurcalıyan birkaç meseleyi çözmüş olmalarıdır... Bu çalışmalara katılmakla... endüstri işçilerine veya köylülere sorulacak ve ancak sağlam bilgilere dayanmak suretiyle cevap verilebilecek sorularla tecrübelerinin artacağını anlar­ lar... Zorluklara karşı savaş açılan ve güçlükler mütemadi­ yen yenilerek başarılar ve yeni değerler elde edilen bir çevrede bulunan genç insanların bundan uzak tutulmaları aklın kabul edemiyeceği bir hareket olurdu. Şuna da ka­ niim ki, eski okulda öğrenciler, gerçek iş karşısında az gözlemlere sahiptiler, buna mukabil ifrat derecede kitap bilgileri vardı... Birinci pratik çalışma devresinden sonra öğrenciler, tekrar teknikuma dönerler, nazari derslerle uğ­ raşmaya başlarlar, bu geliş ve gidişler birçok defalar tek­ rarlanır, yalnız şu farkla ki, gitgide pratik çalışmalar aza­ lır, pedagojik mesai çoğalır... Üç yıllık bir öğrenimden sonra öğretmen adayı kendi kuvvetini sınamak üzere ha­ yata atılabilir. Köylerde çalışan öğretmenler teknikumla ilgilerini kesmezler, bütün zor meseleler için arkadaşça yardımı o yetiştiği teknikumdan görür. Her yıl eski öğren­ ciler yetiştikleri teknikumda toplanır, eski öğretmenleri ile birlikte yüzlerce meseleyi görüşür, çözmeye çalışırlar, pe­ dagoji alanındaki yenilikleri tartışma ve inceleme konusu olarak ele alırlar. Bu şekildeki bağlılık pek tabii olarak teknikumu zenginleştirmektedir. Çünkü eski öğrencileri teşkil eden bu iş başındaki öğretmenler, kendilerine hayatta ne­ lerin lazım olduğunu söylerler... Eğitime katılmış olanla­ rın hepsi, buraya toplandıkları zaman öğreterek birşeyler öğrenmiş olurlar... Kalın çizgilerle pedagoji teknikumunu ve levhasım çizmeye çalıştım. Teknikumu bitirenler üç yıl öğretmenlik yaptıktan sonra pedagoji yüksek okuluna gi­ rebilirler... öğretmen yetiştirme işi, yeni ve özellikleri bu­ lunan, değer taşıyan bir yola konmuştur. Sonuçları kendi­ ni göstermeye başlamıştır. Daha halledilmesi gereken bir­ çok güçlükler vardır... Şimdiye kadar meçhul olan bir sa­ haya doğru ilerleme fikri mevcuttur...» Makalenin çevirisinin özeti burada sona eriyor. Tonguç’un ¡Canlandırılacak Köy» kitabındaki şu sa­ tırlar demokratik eğitim ve tek partili rejimlerdeki eğitim hareketlerinin eleştirisi olmak bakımlarından ilginçtir. Bi­ rinci ve İkinci Dünya Savaşı sırasındaki pedagoji hareket­ lerini incelerken şöyle diyor<31): «...İki cihan savaşı sırasın­ da. .. en çok göze çarpan pedagoji hareketi -gençliğe sahip olan, geleceğe sahip olur- cümlesiyle ifade edilen politik <30 C a n la n d ırıla c a k K öy, 1. H a k k ı T o n g u ç, R e m z i k lta h ev i 1947, İs ta n b u l, s. 484, 485. ve sosyal karakterli hareketti. Bu dilek yüzünden okul, Rusya ve İtalya, (nasyonal sosyalizm idaresinden sonra A l­ manya) gibi bazı memleketlerde eğitim kurumu olmaktan çıkarak, siyasi partilerin amaçlarını gerçekleştirmek vazife­ siyle mükellef bir organ haline gelmek mecburiyetinde kaldı. Tek partili rejimlerde, daima iktidar mevkiinde bu­ lunan parti hükümetleri, okulun yalnız kendi partilerinin ilkelerini uygulayan bir cihaz haline gelmesini en tabii hal­ lerden biri addediyorlardı... öğretmenler tek partinin dün­ ya görüşüne uymaya veya onu benimsemeye mecbur tu­ tuluyorlar ve bu görüşü çocuklara aşılamak için sıkıştırılı­ yorlardı. Bu hareket bilhassa vicdan, fikir ve irfan hürriye­ tine az çok alışılmış memleketlerin öğretmenlerine pek zor geliyordu. Çünkü bu olay yüzünden okul, bilimsel muhta­ riyetini tamamen kaybediyor ve bir politika aleti haline geliyordu...» Öğretmenin eğitim ve öğretim özgürlüğüne öncelik tanıyan bu sözlerden sonra, hangi ülkelerin kaste­ dildiği belli olmıyan, ama «rejim değiştiren toplumlar» dendiğine göre, faşist rejimlerin işbaşına geldiği Avrupa ülkeleriyle Sovyetler Birliğinden birisine ait olması gereken, şu sözler var: «...Rejim değiştiren toplumlarda eğitim ve öğretim alanlarında süratle ve köklü bir şekilde reform yapmak, rejimin kaçınılmaz icablarından biridir. Mesele bir değişmeyi gelip geçici şahısların indi mütalaalarına gö­ re değil, bilimsel esaslara dayanarak yapabilmektedir. Bu prensibi göz önünde tutabilen bazı cemiyetlerin siyasi par­ tileri, eğitim alanında yapmayı tasarladıkları devrimin ana ilkelerine uygun şekiller bulabilmek için çok sayıda uz­ manları deney okullarında ve araştırma enstitülerinde ça­ lıştırdılar. Bu okullardaki tecrübe ve gözlemler vasıtasıyla bilimsel hakikatlara erişmeleri için onlara fırsat ve imkan­ lar hazırladılar. Bu eğitim laboratuvarları sayesinde mo­ dern toplumların yeni okulları için temel taşı olabilecek değerler bulundu...» Faşist ülkelerde bu çeşit çalışmalar yapılmadığına göre, burada kastedilen, ayrıntıları yuka­ rıdaki makale özetinde belirtilmiş, Sovyetlerde yapılan ça­ lışmalar mıdır? Tonguç daha sonra yayınlanan bir kitabında Sovyet­ ler Birliğinde eğitim ve öğretim konusu üzerinde şöyle yazmaktadır(12): «...1917 ihtilalinden sonra Sovyet S.C. Birli­ ğinde eğitim, öğretim ve okul teşkilatının şekli tamamen değişmiştir. Devrimin ilk yıllarında, 192Ve kadar serbest tek okul sistemi, çocuğun kişiliğini ve yetilerini çok ci­ hetli olarak geliştirecek ilkokul eğitim teşkilatının temeli haline getirilmek istenmiştir. Bu itibarla pedagoji aleminde ayrı bir yer işgal eder. Sovyet pedagojisinin amacı ihtilal­ den sonra kurulmuş olan devleti koruyacak insanları yetiş­ tirmektir. 1921 -1926 tarihleri arasında uygulanmaya giri­ şilen yeni ekonomi politikasının mutlakiyetçi safhasında, eğitim teşkilatı tam manasıyla komünizm doktirinine uy­ gun bir şekilde tek eğitim esasına göre kurulmaya başlan­ mıştır. ...Ekonom i devletleştirilmeye başlanınca eğitim ala­ nında da her türlü serbest terbiye imkanları ve şahsi isteğe göre tahsil görme meselesi tamamen ortadan kaldırılarak komünizm esaslarına yüzde yüz uymak yolu tutulmuş, bu­ nun bir icabı sayılarak dinin tesirlerine son verilmiş, eğitim kurumlan mütehassıs işçiler yetiştirecek şekilde kurulma­ ya başlanmış, okullara mesleki bir karakter verilmiş, bun­ ların çoğu meslek okulu haline sokulmuştur.. . » Eğitim ör­ gütü üzerinde bilgi verildikten sonra, «...bu memlekette eğitimin amacı ve okul teşkilatı sık sık değişikliklere tabi tutulmuştur. Bu yüzden büyük sarsıntılar geçirmiştir. Sov­ yet eğitkenleri bu işin eğitime elverişli bir çevre içinde ger­ çekleştirileceğine kani oldukları için, okulu, yurtbilgileri kazanılan ve iş görülen bir yer haline getirmek ve burada çocuklara hayat için lüzumlu bilgileri vermek, onları tıpkı <32) Ö ğ re tm e n A n sik lo p ed isi v e P e d a g o ji S ö zlü ğ ü , B ir y a ­ yınevi, İs ta n b u l 1952, S. 439-441. işçiler gibi çalıştırarak eğitmek amacını gütmektedirler... Okullarda uygulanan başlıca öğretim metodları şunlardır: 1) Öğrencileri öğretmenin sözlerine ve takririne kayıtsız ve şartsız inanmaya sevkeden dogmatik yol, 2) Gerçek eş­ ya veya resimler göstermek suretiyle öğrencilere bilgi ka­ zandırmak amacı güden gözlem yoluyla eğitim, 3) öğret­ menin idaresi altında ve görünüşte çocukların kendi ken­ dilerine çalıştıkları intibaını uyandıran öğretim yolu, 4) Öğ­ rencileri bir kaşifin yerine koyarak çalışma planlarını ço­ cukların kendilerine hazırlatmak ve bu plana göre onların bizzat bilgi edinmeleri amacını güden öğretim yolu... Sov­ yet pedagojisine materyalist dialektik dünya görüşü hakim­ dir. Pedagoglar Marx, Engels, Plehanov, Lenin ve Kautzky gibi politika adamları tarafından yazılmış eserlerin tesiri altındadırlar. Onun için Marksizm'in baskısından kurtulamamaktadırlar. ..» Şimdiye kadar açıkça hiç incelenmemiş, bu ilginç ko­ nuya biraz geniş yer verdik. Sonuç olarak kanımızca şu söylenebilir: Tonguç, bazen olanakları da zorlıyarak Sovyetler Birliğindeki eğitim hareketlerini izlemeye çalışmış­ tır. Bu konuda oldukça bilgisi vardır. Amacı, körükörüne herhangi bir yöntem veya sistemi kopya etmek değildi. Her yabancı ülkede olup bitenle, içerisinde bizim işimize yanyacak bir yan bulunup bulunmadığını anlamak için nasıl ilgilenmişse, benzer sorunlar karşısında bulunan bir ülke olarak, Sovyetler’e özellikle ilgi duymuştur. Ama ken­ di eleştiri ve mantık süzgecinden geçirmeden, herhangi bir yöntemi benimsemeye de hiç niyeti yoktu. Sovyet sistemin­ de en çok eleştirdiği nokta, öğretmenin düşün ve öğretim özgürlüklerinin kısıtlanmış olmasıdır. O, demokratik bir öğretim ve eğitim özgürlüğünü öğretmenin önde gelen hak­ larından saymaktadır. Güdümlü olarak herhangi bir ideo­ lojinin propagandasını yapmak yerine, öğrencinin tam öz­ gür olarak düşünme ve tartışma yeteneğini kazanmasına öncelik vermektedir. O zaman öğrenci doğru olanı seçebi­ lir. öteyandan, Sovyet öğretmen yetiştirme sisteminin an­ latıldığı makalede görüldüğü gibi, bu sistemin Türkiye’de uygulanan köy enstitüleri sistemine benziyen ve benzemiyen yanları vardır. Kanımızca herşeyden önce en büyük fark, Sovyetlerin belirli ilkelere göre kurulmuş bir rejimle hiçbir çatışması olmayan bir eğitim sistemini uygulamak durumun­ da bulunmalarıdır. Bu durum, çeşitli sınıfların siyasal güç­ leriyle, alt yapının geri ekonomik durumu ile, bağdaşmıyan bir eğitim sistemini bunlara rağmen yürütmek, kur­ mak durumunda olan Tonguç’a göre Sovyetlerdeki uygula­ mayı çok kolaylaştırmaktadır. Tonguç’un karşısında bu­ lunduğu sorun çok daha çapraşıktır, örneğin Türkiye’nin koşulları içinde, Tonguç’un köy enstitüsü öğrencilerini, Sov­ yetlerdeki öğrencilerin tersine, toplumun bazı bölümle­ rinden yalıtması gerekmektedir. Onun için de enstitüleri kentlerden uzakta kurmak ve kendi amaçlarına uygun bir ortam yaratmak zorundadır, ö b ü r tarafta ise böyle bir prob­ lem yoktur, ortam zaten hazırdır. En çok benzerlik göste­ ren iş ilkesi ise, batılı eğitkenlerin malıdır, her iki taraf da bu ilkeyi oradan alarak yararlanmışlardır. Sovyet sis­ teminde, öğretmenin köye gönderilmesinden sonra çıkacak sorunlar büyük değildir, halbuki, siyasal durum, devlet ör­ gütünün uyuşmazlığı ve geri alt yapı nedeniyle, Tonguç, sisteminde öğretmenin köye gitmesinden sonra çıkacak so­ runlara çözüm yolları bulmak, öğretmene büyük ölçüde destek olmak zorunda idi. Bunun için köy enstitüleri sis­ teminde bu konu ve öğretmen ile çıktığı enstitü arasında­ ki bağlar çok daha sıkı tutulmuştur. Eğitmen deneyi, Sov­ yetlerin başlangıçta giriştikleri geçici öğretmen yetiştirme kampanyasına benziyebilir. Ama lise öğrencisini alarak, öğretmen yapıp köye göndermek, bizdeki eğitmen deneme­ sine göre, eğitbilim açısından daha geri bir sistemdir; an­ cak yedeksubay öğretmen kampanyası ile karşılaştırılabilir. Eğitmen, geçici bir çözüm değildir, köyün içinden, kendi­ sinden gelen, kişiliği ile liderlik özellikleri göstermiş biri­ sinin yetiştirilmesi gibi çok daha organik bir bağlantı ve gelişme denemesidir. Daha bunun gibi, aradaki benzerliğe rağmen, dikkatle incelenince büyük farklar bulunduğu ve bizdeki uygulamanın nitelik açısından bazı konularda da­ ha geliştirilmiş, daha karışık sorunlara çözüm olarak düşü­ nülmüş bir uygulama olduğu söylenebilir. Bütün bunlar, Tonguç’un her ülkedeki denemeyi ve gelişmeyi inceliyerek yararlandığı gibi, aynı şeyi Sovyetler için de yaptığı, ama hiçbir şeyi kopya etmediği sonucuna bizi ulaştırır. ■ Pestalozzi, Kerschensteiner ve Dewey Yabancı düşünür ve eğitbilimci olarak Tonguç’un en çok etkilendiği kişiler Pestalozzi, Kerschensteiner ve Dewey’dir. Kerschensteiner ve Dewey, 20. yüzyılın başlangı­ cında dünya çapında ünü olan ve daha çok endüstrileş­ menin topluma getirdiği eğitbilim sorunları ile uğraşmış eğitkenlerdir. Endüstri toplumunun gereklerine uygun ve batıdaki anlamında demokratik siyasal düzenlerin işlemesi­ ne yanyacak kişilerin yetiştirilmesi üzerinde durmuşlardır. Böylece demokratik eğitim, eğitimde özgür düşün ve tar­ tışma ortamı, yönetime katılma, iş eğitimi, meslek eğitimi, pratik amaçlı eğitim, iş yapma yeteneğinin kazandırılması­ nı amaç alan eğitim gibi çok kısa ve ana çizgileriyle özet­ lenebilecek sorunlarla uğraşmışlardır. Bunlar, endüstrileş­ menin ve buna paralel olarak gelişen batı demokrasisinin eğitbilim alanına getirdiği sorunlardır. Tonguç, bu eğitkenlcrin etkileriyle uygar ülkelerin eğitbilim sorunlarını anla­ mak ve tanımak olanağını bulmuştur. Şüphesiz ki bu eği­ tim alanındaki ufkunu çok genişletmiştir. Özellikle almanca bilişi, Kerschensteiner’i ayrıntılı olarak incelemesini sağla­ mıştır. Buna karşılık Atatürk çağında Türkiye’nin eğitim sorunlarını inceliyerek bir rapor hazırlamış olan Dewey’i de bu açıdan iyi tanımaktadır. Ayrıca, teorik açıdan, onun demokrasi ve eğitbilim ilişkileri konusundaki düşünlerini incelemiştir. Fakat bütün bir sistem olarak, Türkiye’den çok daha ileri bir süreçte bulunan batılı ülkelerin eğitbüim sorunlarına çözüm ariyan bu kişilerin sistemlerinin, gerçek­ çilik süzgecinden geçirilmeden, Türkiye’nin koşulları he­ saba katılmadan, olduğu gibi benimsenmesinin yanlış ola­ cağını sezdiği söylenebilir. O zaman, bunlara göre daha es­ ki, ama içinde yaşadığı ekonomik, toplumsal ve siyasal koşullar bakımından bizim bulunduğumuz sürece daha ya­ kın bir süreçte bulunan bir toplumda ve çağda yaşamış olan Pestalozzi, kendisini çok ilgilendirmiştir. Denebüir ki, Tonguç’un en çok sevdiği eğitken Pestalozzidir. Pestaloz­ zi çağının Isviçresi ile Tonguç’un çağındaki Türkiye ara­ sında bazı benzerlikler vardır. İlkel tarım ekonomisine da­ yanan yoksul köylerden oluşmuş bir toplum, henüz geliş­ me sancıları içinde bir küçük kent burjuvazisi, güçlü bir feodalitenin direnmeleri, yoksulluk, kölelik, yakın bir kom­ şuda güçlü bir devrim; Fransız devrimi ve bunun etkileri, bilgisizlik ve kilisenin etkisi altında bir bağnaz öğretim ve eğitim sistemi. Bütün bu tablo, 20. yüzyılın endüstri toplumlarına göre Tonguç çağının Türkiye’sine daha çok ben­ zerlik göstermektedir. Pestalozzi Ue ilgilendikçe, Tonguç, onun da bizim klasik eğitimciler tarafından Türk öğretme­ nine yanlış ve noksan tanıtıldığını anlamıştır. Pestalozzi, onların şimdiye kadar tanıttığı gibi yalnız ve yalın olarak eğitbilim alanında bazı öğretim yenilikleri getirmeye çalışan, idealist, iyiksever, hatta biraz da saf ve beceriksiz bir ki­ şi değildir; eğitim ile devrim, eğitim ile siyasal ortam, eği­ tim ile ekonomik ve toplumsal değişim ilişkilerini araştı­ ran biı; düşünürdür; çağının bu gibi sorunlarıyla geniş öl­ çüde ilgilenmiş ve zaman zaman etkin olarak bu konularda­ ki tartışmalara, çatışmalara katılmıştır, eyleme girmiştir. Ve onun bütiin hayatındaki eyleminin, düşünlerinin sonu­ cu şuna, Fransız burjuva devrimini aşan şu sonuca var­ mıştır: Siyasal devrim, toplumsal ve ekonomik bir dev­ rimle, sosyal adaletin gerçekleşmesiyle tamamlanmalıdır; burjuva devrimi bir aşamadır. Böylece Pestalozzi, çağından çok sonra gelişecek olan sosyalist hareketi sanki sezmiştir. Tonguç, Pestalozzi’den, klasik eğitbilimin dışına taşmak, eğitbilimi ekonomik ve toplumsal sorunlarla ilişkilendirmek cesaretini almıştır. Onun ölümünden sonra yayınlanabilen, dilimize çevirdiği Pestalozzi konusundaki (Pestalozzi ve Devrim) kitabı, bu söylediklerimizin bir kanıtıdır. Bu kita­ ba başka bir bölümde değineceğiz133’. Dış etki olarak, özellikle alman eğitim sistemini de iyi tanıdığı söylenebilir. Ama bunu etkiden daha çok bil­ gi diye nitelemek daha doğru olur. Bazı yüzeysel düşünen kişilerin sandığı gibi, bu bilgisini, alman eğitim sisteminin etkisi altında kaldı, şeklinde yorumlamak son derece yan­ lıştır. Hele bundan aşırı nasyonalist düşünleri vardı, diye bir sonuca varmak ise büsbütün hatalıdır. Tonguç’un yap­ tığı işler arasında, alman eğitim sisteminden aynen kopya edildiği söylenebilecek hiçbir şey yoktur. Üstelik onu eğitbilim tarihi ile uğraşmaya çalışan bir kişi olarak alman eğitim sisteminde en çok ilgilendiren, bu sistemdeki demok­ ratlaşma çabalan, özgür düşün ve gelişme ortamını yarat­ ma çabalarıdır. Bu bakımdan da alman eğitimindeki önemli gelişmelerin daha çok Weimar cumhuriyeti döneminde ol­ duğu kanısındadır. Şu davranışı ilginçtir: 1956 yılında, Avrupada yaptığı son gezide, Hamburg’da bazı ilkokülları gezmiş, bazı yetkililerle konuşmuştur. Başlangıçta pek önemsemedikleri ve kendisini bir emekli öğretmen olarak tanıtan, almanlann pek önem verdikleri giyim, davranış giW P e s ta lo z z i v e D ev rim , t . H a k k ı T o n g u ç, F . GUndUzalp ve R a u f İ n a n ta r a f ın d a n A . R u fe r’d e n çe v iri. İm e c e y a y ın la rı, İ s ta n b u l 1962. bi konulara da aldırmayan Tonguç’un, Birinci Dünya Sa­ vaşından sonraki Alman eğitbilim gelişmelerini ele alıp, o çağdan şimdiye kadar yapabildiklerinin kritiğine girişmesi üzerine, bu ilgililerin nasıl bu konuşmayı önemsemek zo­ runda kaldıklarını, eleştirileri karşılamakta gitgide nasıl zorluk çektiklerine tanık olmuşuzdur. Sonunda Tonguç şu yargıya varmıştır: «1933’den (Nazilerin iktidara gelmesin­ den) sonra hiçbir ilerleme olmamış burada, hâlâ 1920 1930’lardaki çalışmalarla işi idare ediyorlar, daha onları bile aşamamışlar. Burada öğreneceğimiz yeni birşey yok.» Ve soluğu İsviçre’de, 2. Dünya Savaşında yetim kalmış her ulustan çocuğun bir araya getirilerek, uluslararası bir okulda bir (dünya vatandaşı) gibi yetiştirilmeleri amacıyla kurulmuş bir okul - köyde, (Pestalozzi Çocuklar Köyü)nde almışızdır. Oradaki gözlem ve düşünleri yine ölümünden sonra yayınlanabilen (Pestalozzi Çocuklar Köyü) adlı gezi notlarında vardır'34’. H Asıl Kaynak Böylece Tonguç’un bizce en önemli özelliğine geliyoruz: Öğretmen okulundan çıktığından beri sürekli bir şüphe ve arama içerisindedir. Kendisinin de aldığı klasik öğretmen okulu eğitimi bu ülkenin sorunlarına, koşullarına uygun bir eğitim sistemi midir? Yabancı eğitkenler ve bun­ ların sistemleri bize doğru tanıtılmış mıdır? Bunların doğ­ ruları bile bizim sorunlarımıza çözüm olacak nitelikte mi­ dir? Tarihsel gelişimimizin, toplumsal ve ekonomik koşul­ larımızın batıdakilerden çok farklı olduğu sezümektedir. O halde o düşün ve sistemler bize nerede yararlı olabilir? Bunlar sürekli olarak kendi kendisine sorduğu sorulardır. Niçin arkadaşlarının birçoğu bu soruları sormamış, kendileW P e s ta lo z z i Ç o c u k la r K öyü, t . H a k k ı m a tb a a s ı, A n k a r a 1960. T o n g u ç, D o ğ u ş rine verileni eleştirmesiz kabullenmişlerdir de, o hep şüp­ he ve arama içindedir? Bize göre önde gelen neden şudur: Sınıfından kopmaması, o köylü şüpheciliğini, köye dışarı­ dan gelen her düşün ve eylemi, yararlılığını gözüyle gör­ meden benimsememek alışkanlığını yitirmemesi, onun alı­ şılmıştan ayrılmasını sağlıyan başlıca etkendir. Batılıdır, batı uygarlığının, kültürünün ana ilkelerine, gözleme, dene­ ye, özgür araştırmaya ve tartışmaya, hümanizme sımsıkı bağlıdır, ama tanzimat batıcısı değildir; körükörüne batı hayranı değildir. Hatta düşün alanında batının yüceleştirdiği batı kültürü değerlerinin, öğelerinin onların bize uy­ guladıkları siyasal girişimlerde, nasıl ayaklar altına alındı­ ğını sezer. Karşımızda düşün alanında benimsememiz gere­ ken bir takım değerler öne sürmüş, ama eylemde bizi yok etmeye çalışan, kendi gelişimi yönünden çelişmeli bir dev vardır. Onun yaptıklarını aynen almak, budalacasına hay­ ranlık duyarak, tartışmasız, eleştirmesiz benimseyivermek yutulmak, yok olmak demektir. Böylece Tonguç, kendisine de batıya dönüklüğü aşılamış olan o batı hay­ ranı Tanzimat batıcılarının, yani kendi çağının ilerici ku­ şağının farkına varmadan yanlış yollarda dolaştıklarını sezer. Hocaları, inanmaya çalıştığı son çağ osmanlı aydı­ nına güvenini yitirmiştir; batı tehlikelerle doludur, yararla­ nılabilir, ama güvenilemez, körükörüne benimsenemez, ne yapmalı, neye inanmalı, neye sarılmalıdır? Bu noktada, boşlukta kalabileceği bu şüphecilik doruğunda, Tataratmacalı köylü cesareti depreşir, o okumak için onu yollara düşüren, evinden kaçırtan, İstanbul’da nazır odalarına ka­ çak olarak girmesini sağlıyan, «ben de kendi işimi kendim görürüm» dedirten rumeli köylüsü cesareti, köylü dikkafalılığı teper, kendine dönecek, kendine güvenecek, çözüm­ leri kendisi anyacak, kısacası aklını kullanacaktır. Bize göre Tonguç’u Tonguç yapan, aklını kullanmaya karar verdiği andır. Aklını kullanmaya başlayınca, sınıfına, köy- liderine dönecek, onları gözliyecek, onların düşünlerini soracak, onlara başvuracak, onlardan yararlanacaktır. Ken­ di aklı ve onları gözleme ile onların kanılarını anlıyarak karara varma yolu, bundan sonra dışarıdan, sağdan, sol­ dan, doğudan, batıdan, kitaptan, hocadan gelecek her türlü algının süzgeci olacaktır. Bu süzgeçten geçmiyen hiçbir dü­ şünü, hiçbir ilkeyi doğru ve yararlanılabilir saymıyacaktır. Artık kişiliğinin en önemli öğesi oluşmuştur. Kendine ve sınıfına dönmüş, kendinin ve sınıfının değerini anlamıştır. Bu yolda yürüdükçe bunlara güveni artacaktır. Bu nokta­ dan sonra da artık acı çekmekle, saldırılara uğramakla, küçümsenmekle yükümlüdür. Alışılmışa, düzene, sömürü­ ye başkaldırmıştır ve yalnız kendi adına değil, sınıfı adına başkaldırmıştım Artık «ulema»nın, tanzimat batıcısı, ho­ calarının, kendilerini eğitbilimci olarak yıllarca yutturmuş­ ların, öğütvericüerin ve sömürme - sömürülme düzeninin bütün bu hazırlayıcı, yürütücü ve uyutucularının karşısın­ da, kendi aklına ve sınıfına güvenmeye kararlı, başkaldırmış, bilinçlenmiş bir köylü vardır. Böylesi ise bütün bu düzenin, o düzenin destekleyicilerinin en çok çekindikleri, en tehlikeli buldukları, kişidir. Artık savaşı ve çilesi başla­ mıştır. Böylece Tonguç, öğrenebildiklerini aklın ve kendi toplumunu gözlemenin süzgecinden geçirerek değerlendir­ me, yeni yollar arama, taslaklar yapma işine girişir. (Iş ve Meslek Terbiyesi, Bir Taslak) kitabı bunun başlangı­ cıdır. Bunu (Köyde Eğitim) ve (Canlandırılacak Köy) iz­ ler. Düşünle varmaya çalıştığı sonuçları, eyleme girerek, uygulıyarak, bu uygulamaları eleştirip değerlendirerek ve buna göre geliştirerek çalışmak olanağını bulur. Bu yolda giderken, bu yöntemi kullanırken, gelişimi üzerinde baştanberi en büyük etkiyi yapmış bir etkenin, Türkiye’nin köv yahut ezilen sınıflarının nitelikleri gerçeğinin, gittik­ çe ağır basarak üzerindeki etkisini arttırdığım görürüz. Uy­ gulamalara da geçildikten sonra, atılan her adımın, ül­ kenin gerçekleri, koşullarının özellikleri göz önünde tutul­ duğu zaman, çok daha sağlam bir tabana bastığını anlar. Güveni ve cesareti gitgide artar, bu taban en sağlam, en esenli dayanaktır. Gerçek güç, uyutulmuş, baskı altında tutulmuş güç, ancak bu yoldan harekete geçirilecektir. Asıl çekirdek, asıl tohum oradadır, gelecek oradan yeşerecek­ tir. Türkiye’nin ekonomik, tarihsel ve toplumsal özellikleri, sömürü düzeninin nitelikleri konusundaki inceleme ve araştırmaların onun çağında pek az oluşu, bu yolda yürü­ meyi çok zorlaştırır. Hatta zaman zaman, bunu kendi ça­ pında ve kendi olanaklarıyla yapmak zorunda kalır. Bun­ lar bazen basit, çok pratik yöntemlerle girişilmiş inceleme­ lerdir; şüphesiz ki bu yöntemlerin çok daha iyilerini yap­ masını bilenler vardır. Ama bu basit incelemeler, eylem içinde bulunan bir kişinin, elinde yürütme yetkisi bulunan bir kişinin, bu alanda atmaya giriştiği yürekli adımlardır. Varabileceği gerçekler basit de olsa, bilimsel bir düle ve cila ile açıklanmamış da olsa, eylemi etkiüyecektir, eylem bunun üzerine kurulacaktır. Onun çalıştığı alanda bu yol­ dan elde edilecek sonuçlarla eyleme girmek olanağını kim­ se bulamamıştır. Bir bakıma bu bir şanstır, olaylar, geliş­ meler, pek zor olarak aynı anda bir araya gelebilecek bir sürü etmen, böyle bir yolda ilerlenebilecek noktaya onu itmiştir. Bu rastlantının değerini bilir, onun için bütün çi­ lesine rağmen mutludur. Ve alçakgönüllüdür. Kendi gücü­ nün çok dışındaki rastlantıların, etmenlerin hazırladığı bu durumdan, her an değişebilecek bu durumdan elinden gel­ diği kadar hızla, sınıfını yararlandırmaya çabalar, zaman­ la yarışmaya koyulur. İlköğretim Genel Müdürlüğünden ayrıldıktan kısa bir süre sonra, 25.1.1947’de yayınladığı (Canlandırılacak Köy) kitabının sonundaki şu sözler, yukarıdaki yöntem­ le bir taslak kurma çabasının hızını, genişliğini gösterme­ si bakımından ilginçtir'35’: «Bu kitabın ikinci basılışı 61 vilayet merkezi, 305 ilçe, 9150 köy görüldükten sonra ya­ zılmıştır... Birinci basılışının tarihi 1939’dur. O tarihten 1947 ders yılı başına kadar eğitim yoluyla köyü canlandır­ ma işine emeğini katmakta olan meslektaşlarla toplu ola­ rak veya ayrı ayrı bir problem konuşulmuş veya tartışıl­ mıştır. Kitapta yer alan önemli problemlere dair yapılan anketlere 4210 kişiden yazılı cevaplar alınmıştır. Ayrıca tarihi değer taşıyan 456 parça vesika incelenmiş, 112 ki­ tap gözden geçirilmiştir...» Tonguç’un gelişiminde hayatı boyunca gitgide ağırlı­ ğı artan, en önemli etki, bizce, Türkiye’nin gerçeklerini kavnyabilme, tasarılarım bu gerçeklere uydurabilme ça­ basıdır. Onun gelişimini incelerken, klasik bir şemaya uya­ rak ayrıntılara inmedik, daha çok şimdiye kadar üzerinde az durulmuş, ama bizce önemli etkenlere öncelik vererek, ana çizgileri belirtilmiş bir tablo çizmeye çalıştık. Bu gelişme doğrultusunda bulunan bir kişinin yürütme organı içinde etkin görev almasını sağlıyacak koşullar na­ sıl ortaya çıkmıştır? Tonguç İlköğretim Genel Müdürlüğü­ ne nasıl ve neden getirilmiştir? Bu soruların karşılığım ararken, ilk önce Tonguç ile CHP iktidarının ilişkilerine değinmek istiyorum. ■ CHP ve Yarı Kalan Devrim Bu konuda hemen ve kesinlikle söylenmesi gereken ilk yargı şudur: Tonguç hiçbir zaman CHP’li olmadı ve kendisini CHP’li saymadı. Buna karşılık CHP’nin ilerici aydın kanadının ileri sürdüğü ilerici Kemalist düşünleri, <351 C a n la n d ırıla c a k K öy, t . H a k la T o n g u ç, R e m z i k it a b ­ e y i 1947, İs ta n b u l, b. 631. ilkeleri birçok CHP’liden çok daha iyi anladı ve benimse­ di. Eğitim alanında yapmak istediklerine bu Kemalist ilke­ lerde dayanak ve temel bulmaya çalıştı. Orta ve ezilen sınıflardan gelen aydınlar olarak, en çok öğretmenler, kurtuluş savaşından sonra, yapılması ge­ rekli ekonomik ve toplumsal reformlara, alt yapı değişim­ lerine gidilmemesinin acısını ve karamsarlığını duymuşlar­ dır. Halkla beraber, halk için işe başlanmış, bir noktada halk unutulmuştu. Yarı yolda devrimin hızı kesilmişti. Bir şey noksandı. Bir noktada yön yitirilmişti. Tonguç’un (Canlandırılacak Köy)de Kurtuluş Savaşı Anadolu kentlerinde öğretmenlerin ülke sorunlarını nasıl tartıştıklarını, devrimin takılıp kalacağından nasıl kaygı, duyduklarını anlatırken, yazdıkları ilginçtir(36): «Bu genç öğretmenleri dinliyen, Osmanlı imparatorluğunun Yemen’• inde, lşkodra’sında çalışmış yaşlı ve tecrübeli, bedbin bir öğretmen: Çocuklar; beyhude birbirinizi hırpalıyorsunuz. Kurtuluş Savaşını Anadolu Hükümeti kazanacak olursa, bugün bizim çektiğimiz sıkıntılara katılmıyan osmanlı efendileri, akın akın gelirler, hem muallim, hem müdür, hem mebus, hem vekil, herşey olurlar. O zaman sizi de kimse arayıp sormaz. Vekilin dediği fikir merkezlerini de yapmazlar (Yazarın notu: Maarif Vekili Hamdullah Sup­ hi’nin Anadolunun bellibaşlı kentlerinde fikir merkezleri kurulacağı konusundaki bir Meclis konuşması). Siz genç­ siniz, çok çalışın, işlere el koyabilecek yerlere yükselin. O fikir merkezlerini yaratacak nesli yetiştirin!, derdi. Anadolu’da fikir merkezlerini yaratmak hâlâ mümkün ol­ madı...». Tonguç aynı kitapta eğitim alanındaki başarısızlıkla­ rı uzun uzun anlattıktan sonra, o çağın yönetimini şöyle <ıt) C a n la n d ırıla c a k K öy, 1. H a k la T o n g u ç, R e m z i k ita b ­ eyi. İs ta n b u l 1947, s. 262. eleştirir"71: «...Eğitim işleri yeni meseleleri ortaya çıkar­ maktan korkan, günlük politika oyunlarına göre fikir de­ ğiştiren, bilimsel prensipler karşısında tereddütler geçiren, realiteye temas etmekten hoşlanmıyan, gerçeği olduğu gibi ortaya koyamıyan insanların ellerine bırakılacak olursa, onlar zahiren devrime hizmet ediyormuş gibi hareket ede­ cekler, fakat hakikatte, ana davaların çözülmelerini türlü türlü sebeplerle geciktirerek eğitim alanındaki çalışmaları -pek çok kimseler farkında olmadan- korkunç bir çıkmazın içine sokacaklardı. Eğitim siyasetinde işlenecek böyle bir hatanın doğuracağı tamir kabul edilmez zararların neler olabileceği, aradan yıllar geçtikten sonra, bilhassa önemli sosyal ve ekonomik meseleleri kökten halletmeye sıra ge­ lince anlaşılacaktı. O zaman, umduklarını bulamadıkları için arkaya dönüp geçmiş yıllardaki çalışmalara bakan devrimciler, ne zaman, nerede ve ne münasebetle büyük hataların işlendiğini anlıyacaklar ve gafletlerine çok hayıflanacaklardı...» Bu satırlar, Kurtuluş Savaşını başarmış CHP yöne­ ticilerinin daha sonraki davranışlannm eleştirisi, o çağda milli eğitimi yönetmiş, Tonguç işbaşına geldiği zaman da Bakanlığın yüksek kademelerinde bulunan yöneticilerinin suçlanması idi. 1946’dan sonra, yıkılış döneminde, Tönguç’un kişisel olarak başına gelenler, biraz da bu politi­ kacıların ve Bakanlık yöneticilerinin kendilerini böylesine suçlıyan kişiden aldıkları öç sayılabilir. Kurtuluş savaşı döneminde ülkeyi kalkındırmak, ba­ tıya, uygarlığa yönelmek gibi ülkülerle yetişmiş genç öğ­ retmen kuşağı, Kurtuluş Savaşı yöneticilerinde bu ülküleri gerçekleştirecek liderleri bulduğuna inanmak istemiştir. Ama devrimin hızı kesilip, ilk atılışlardan sonra daha önemli değişimlere girişilmeyince, başka bir deyimle, CHP’nin ilkeleri ile tutumu arasındaki uymazlık gitgide > a.g .e. s. 393. arttıkça, bu kuşak karamsarlığa kapılmıştır. Ve zamanla CHP ilkeleri ile CHP yöneticilerini birbirinden ayn olarak değerlendirmeye başlamıştır. İlkelere evet, ama yönetici­ lere ve yönetime hayır! CHP’nin iç yapısındaki tutarsızlı­ ğın, çelişkilerin bir sonucu olan, ilkelerle eylem arasındaki bu uygunsuzluk, aydınların ilerici kesimini CHP’den uzaklaştırmıştır. Başarılmış bir takım üst yapı devrimlerini koruyabilmek için söz ve düşün özgürlüklerine konan kı­ sıtlamalar, tutucu güçlerin işine yaramış, ilerici aydınlar, CHP yönetimini eleştirme olanağını da bulamamışlar; bu ise rejimin ideolojik yönden büsbütün yozlaşmasına yol açmıştır. Bu kısıtlamaların sonucu olarak, öğretmenlerin örgütlenmelerine ve seslerini duyurmalarına engel olunma­ sından Tonguç’un nasıl yakındığını ileride, 8. bölümdeki sözlerinde bulabiliriz. Böylece Tonguç, 1935’e doğru, CHP’yi körükörüne destekliyen değil, onun ana ilkelerini benimsiyen, ama bu ilkelerin CHP tarafından uygulanma­ masından yakınan, bunalımlı ve kaygılı aydınlar arasında idi. Burjuva devrimi, ezilen sınıfların yönetime katılmala­ rını sağlıyacak daha ileri bir devrime dönüştürüleınemişti. Tonguç’un yukarıda verdiğimiz örneklerde olduğu gibi o çağ yönetimini eleştiren, hoşnutsuzluğunu belirten yazıları sistemli olarak toplu bir durumda bulunamaz. Bun­ lar diğer düşünlerini belirten çalışmaları içine serpiştiril­ miştir. Ama gereken dikkatle okunursa, ne söylemek is­ tediği açıkça anlaşılır. Şu sözler de bu anlamdadır*38': «...Türklere vatan olabilecek bir toprak parçası kurtar­ mak, memleketin çökmesine sebep olan hadiseleri ortadan kaldırmak, rolleri menfi müesseseleri yıkmak, soysuzlaş­ mış kişileri yok etmek istediler (Anadoluda ayaklanan ce­ sur, idealist ve canlı Türk çocukları). Halbuki her işte kul­ lanılacak insan malzemesi harpten yeni çıktığı için manen ve maddeten bitkin bir halde idi... Fakat ayaklanan vatanO») a.g .e. s. 11, 13, 15, 16, 17, 18, 19, 20. perverlerin bekliyecek vakitleri yoktu... Yabancı düşman­ larla ve memleketin birçok yerlerinde bu düşmanlarla bir­ leşmiş menfi osmanlı münevverlerinin temsilcileriyle sa­ vaşmaya başladılar... İşte bu dekor içinde cumhuriyet ilan edildi... Hızı durdurmamak lazımdı. Zengin, temiz bir kay­ naktan kuvvet ve ilham almak icap ediyordu. İşte bu kolay kolay bulunamıyordu... Hakiki münevver ve iş ada­ mı zannedilerek, güvenilerek işbaşına getirilen (yazarın no­ tu: Tonguç iş adamı sözcüğünü, yazılarında bizim bugün anladığımız anlamda özel girişimle iş gören, kapitalist an­ lamında kullanmıyor, devlet hizmetinde iş görebilme, yeni bir takım işler yapabilme yeteneği olan insan anlamında kullanıyor) yarı aydınlardan bazılarının artık .işe yarama­ dıkları anlaşılıyordu. Bu gibilerin ortaya çıkardıkları aşır­ ma ilim, teşebbüs ettiği işlerin çoğunda müsbet yerine men­ fi sonuçlarla karşılaşmaya başlamıştı. Cesurca bir hareket­ le gerçeğe dönmek lazım geliyordu... Bu arada atmosferi müsaid bulan, binbir bahane ve vesileler icat ederek cum­ huriyetçilerin bir kısmının kafalarını çelmeye muvaffak olan Osmanlı münevverleri ile onların düşünüşlerini teva­ rüs edenler de yavaş yavaş rol sahibi oluyorlardı. Bunlar­ dan bakanlık sandalyesine kadar tırmanarak yuvarlanan­ lar, bir mali kurumun idare meclisi üyeliğine gelerek giz­ lenenler vardı. İdeoloji ve zihniyet itibariyle cumhuriyet­ çilerden ayrılan, onların getirdikleri yeni kıymetleri benimsemiyen, fakat bunu açığa vurmamaya çok dikkat eden bu kurnaz, maskeli tipler, bazı işlerin başına geçince yavaş yavaş işlerin rengi değişti... Önemli işlerde ve meselelerde dümenin katiyen cumhuriyete inanmıyanların eline verilme­ mesi lazımdı. İşlerin şeklinden ve teferruatından ziyade manalarına, daha uzun müddet dikkat etmek mecburiyeti vardı. Cihan Harbi, milli mücadele ve inkılap hareketleri gibi büyük imtihanlarda sınanmış kıymetleri; espri şam­ piyonluğu yaparak, hikayeler anlatarak, birkaç kitap neş­ rederek veya makale, şiir gibi aldatıcı yazılar yazarak sahte şöhret yapmış kimselerin veya bu gibilerin ileriye sürdükleri desteklilerin ve tavsiyelerle tutunabilenlerin, akrabalık ve ahbablık esasına dayanarak mevki kapanla­ rın emirleri altına koymamak lazımdı... Bir yandan da ne yapıp yapıp zengin, emin bir kaynağa kol atmak lazım ge­ liyordu. Bu da köydü. Orada malzeme olarak aramlanın hepsi bulunabilecekti .. .Fakat osmanlı münevverlerinin hiç kıymet vermedikleri köy, cumhuriyet devri işlerinde rey sahibi olmaya başlıyan ve osmanlı zihniyetini terkedemiyen yarı aydınların bir kısmı için de henüz meçhuldü... Çünkü onların kaynakları ve terbiye edildikleri yer köy değildi... Kendileri şehir mekteplerinde yetiştirilmiş ve o muhitte terbiye edilmiş mütereddit, korkak, yorgun ve me­ şakkate tahammül edemiyen tiplerdi... Onlar, yabancı damgalı ve aşırma bilgilerini elverişli pazarlar bularak sür­ meyi biliyorlardı... Bu bulanık ve sıkıntılı hava; temelli, şumullü ve memleketin bünyesine uygun birçok önemli iş­ lerin kökten, süratle halledilmelerini geciktiriyordu. Hele halk tabakalarına ve köylülere maledilmeleri lazım gelen işler, bu işleri cesaretle ileri sürebilecek ve başarabilecek evsafta yeni elemanlar henüz yetiştirilemediği için etrafa kolay kolay dal budak salamıyordu... Medrese kapanmış, fakat müderrislerden bir kısmı başka namlara ve şekillere bürünerek faaliyete geçebilmişlerdi. Sarığın yerine silindir şapka, cüppenin yerine frak kolayca geçebiliyordu. Tahak­ kuku istenilmiyen bazı teşebbüslere ne yapıp yapıp köstek takmanın yolları bulunuyordu. Menfi münevverlerin haki­ kati saklayıp fenayı iyi, müspeti menfi ve yerine göre bun­ ların aksini göstermeye teşebbüs edecek kadar cüretlendilcleri zamanlar oluyordu. Cumhuriyet devrinde vakit vakit karşılaşılan talihsizlik, budur. Onun etkilerinden ne zaman kurtulmanın mümkün olabileceğini kestirmek kolay değil­ dir... Köyün ilerletilmesi gereken geriliğinden söz açılsa, köylünün yoksul durumuna acınsa, sinekler gibi ölüp gi­ den köy çocukları ölümden kurtarılmak istense, köylülerin elinden alınan hakları sorulsa, itısamn karşısına hemen bu yarım aydın dikilir ve türlü ittihamlarla sizi lekelemeye yeltenir... Hayat üniversitesi ve inkilap hareketleri; işine güvenerek, tabiatın içinde onunla mücadele ede ede yeti­ şen köylüyü, gerçekten korkan aydınların karşısında, fırtı­ naların karşısındaki yosunlu kayalar gibi aşınmaz bir küt­ le haline getirmişti. Münevverin ve devlet adamının en bü­ yük vazifesi bu realiteyi görmek ve her işe girişirken buna dayanmanın çaresini bulmaktı. Bu hakikati anlıyabilenler azdı... fş adamı bulamamak, parasızlık ve vasıtasızlık sı­ kıntıları çekmek gibi dertlerle sarılı bulunanlar için, ayak­ larının dibinde duran böyle bir cevherin mevcudiyetini farkedememek büyük bir talihsizlikten başka birşey değil­ di. ..» Bu satırlarda sınıfsal öğeler bulunmadığı söylenemez. Elbette bizim bugün kullanabildiğimiz deyim ve terimlerle söylenmiş sözler değildir bunlar. Onun için de örneğin kö­ tü bir niyetle, köye dönmek, köy kaynağına inmek, onda destek aramak, gibi deyimlerin safça ve sınıfsal değerlen­ dirmelerden uzak bir köy ve köylü ülkücülüğü ile söylendiği savı ortaya atılabilir. Ama yüzeysel, kötü niyetli değerlen­ dirmelere sapmayan, bu sözleri sorunun ve eylemin tümü­ nü göz önünde tutarak inceliyen bir kişi, bundan ezilen ve sömürülen sınıfların iktidara katılması anlamını da çıkara­ bilir. Toplumda sınıf farkları olabileceği gibi masum bir düşünü bile ileri sürmenin suç sayıldığı bir ortamda, bu satırların yazılmış olduğunu unutmamak gerekir. Üstelik de yazar, eylem içinde bulunan bir kişidir ve her satırında yazacaklarının eylemine zarar vermemesi gibi bir hesabı yapmak zorundadır. Bu sözlerden o çağın aydınının CHP’yi hangi konularda suçladığı da anlaşılmaktadır. CHP kendi devrimci kadrosunu yaratmamıştır, iktidarı, sömü­ ren sınıfların işbirlikçileri olan osmanlı bürokrat kadro­ suyla paylaşmıştır. Kemalist ilkelerin doğal sonuçlan ol­ ması gereken ekonomik ve toplumsal devrimleri gerçekleş­ tirme savaşını göze alamamıştır. Bir başka yakınma konu­ su olarak, bu çağ aydınının ve Tonguç’un, ilerici düşün­ lerin öne sürülebileceği koşullann nasıl ortadan kaldınldığı, söz, düşün ve demek kurma özgürlüklerinin nasıl kısıt­ landığı ve bunun zararlı sonuçlan konusunda neler dü­ şündüklerini, Tonguç’un mesleksel örgütleşme ile ilgili ba­ zı sözlerini incelerken, 8. Bölüm’de göreceğiz. Böylece 1935’e, yani, işbaşına geleceği yıllara doğ­ ru, Tonguç, CHP yöneticilerinin köriiköriine buyruğunda olmak şöyle dursun, onların birçok ana konulardaki tu­ tumlarına karşı bir kişi idi; devrimin bozulduğu, saptırıl­ dığı, güdük kaldığı, bunda da büyük sorumluluğun CHP yöneticilerinde olduğu kanısındaydı. CHP yöneticilerine karşı son derece güvensizdi. Bu güvensizliği sonuna kadar da böyle sürdü gitti. Sömürülen ve ezilen sınıfları bir tür­ lü yeterince bünyesinde temsil edemiyen bir siyasal parti­ ye karşı, bu sınıfların içinden gelen ve hayattaki başlıca sorunu bu sınıfların sömürüden kurtarılması olan bir kişi nasıl güvenlik duyabilirdi? Öyle sanıyoruz ki, Tonguç’un CHP’de bir türlü aklı­ nı yatıramadığı ana noksan, partinin «sınıfsız toplum» ideolojisidir. Tonguç’un bütün hayatı boyunca ve bütün ya­ zılarında sürekli olarak şu ana çelişki işlenir: Türkiye’de sömüren, ezen ve sömürülen ezilen sınıflar vardır. Köylü sınıfı, Türkiye’nin toplumsal yapısı gereği sömürülen ve ezilen en büyük sınıftır. Ona haklarının verilmesi, onun yö­ netime katılması gerekir. Yoksul ve varlıklılar vardır. Hatta köyün içinde yoksul ve varlıklılar vardır. Bu çelişki, bu sömüren - sömürülen, varlıklı - yoksul çelişkisi ise CHP iktidarının o çağlarda en çok kaçındığı, en tehlikeli buldu­ ğu görüş tarzıdır. Tonguç’un yazılarında sürekli olarak tek­ rarlanan bu çelişkiyi iyice görebilmek için dikkatli okumak ve bazı deyimlerle terimleri bugünkü anlamlarıyla göre­ bilmek gereklidir. ■ Tonguç İşbaşında Doğrudan doğruya CHP’ye bağlı olmayan ve birçok yönlerden CHP’yi eleştiren bir kişinin ilköğretim işinin başına getirilmesinin nedeni nedir? CHP’yi ilköğretim işi­ ne bir çözüm bulmaya iten koşul ve nedenleri daha ön­ ce gördük. Bu koşul ve nedenlerle CHP içindeki derici aydın kanat, ilköğretim işinin çözümlenmesi için diğer ik­ tidar ortaklarına baskı yapmaktadır. Rejimi güçlendirmek, sağlam bir temele oturtmak için birşeyler yapmak gerek­ lidir. Ama işe nereden başlanacaktır? O günün koşulları içinde eğitim alanında yapılacak çalışmalar, CHP’nin ile­ rici aydınlarına girişdmesi en kolay atılım olarak gözük­ müş olabilir. İktidar ortakları olan tutucu ve gerici güçleri buna razı etmek alt yapı değişikliklerine girişmekten ve bunları ortaklara kabul ettirmekten daha kolaydı. Ayrıca, bütün o kuşaklar gibi derici devrimci kadronun da ekono­ miye göre eğitim konularında daha geniş bdgisi vardır; bu daha iyi bildikleri bir alandır. Ama bizce asıl neden, top­ lumsal ve siyasal güçler dengesinin alt yapı değişikliklerine girişmeye cesaret edilemiyecek kadar dericderin karşısında ve güçlü oluşudur. Nitekim eğitim çalışmalarının, özedikle Tonguç’un anladığı anlamdaki eğitim çabalarının, sonunda tutucu ve gerici kanadın ekonomik çıkarlarına zarar vere­ ceğini bu kanadın anlaması ve karşı vuruşu hazırlayıp uy­ gulaması on yıl kadar sürmüştür. İşte bu on yıldan yarar­ lanılmıştır. Halbuki toprak reformu gibi bir alt yapı devrimine girişilmek istendiği zaman, daha başlangıçta güçlü tutucu - gerici sınıfların tepkisi başlamış ve hiçbir şey ya­ pılmadan girişim durdurulmuştur. Böyle bir toplumsal ve siyasal yapı içerisinde, eğitim alanında ilerlemek olanağı ortaya çıktığı zaman, bu olanaktan en iyi şekilde yararlan­ mak, yani eğitimin amacını, alışılmışın dışına taşırarak, eğitim çalışmalarını ileride yapılacak alt yapı değişikliklerini hızlandıracak, güçlendirecek bir yöne doğru yürütmek, bu on yıllık süreyi devrime yönelme açısından en iyi şekilde değerlendirmek demek olurdu; işte bu yapılmıştır. Nedenleri ne olursa olsun, 1935’e doğru CHP iktida­ rı eğitim alanında bir atılım yapabilecek kişiler aramakta­ dır. Şimdiye kadar, eğitimcisi, «uleması», bürokratı, ül­ kücüsü, milliyetçisi, kısaca Anadolu hükümetinin eline ge­ çirebildiği her türlü aydın, bu işe sürülmüş, denenmiş, des­ teklenmiş, ama belirli bir başarı elde edilememiştir. Tasarı­ lar, raporlar, komisyon çalışmaları, denemeler, bir yığın nutuk hep boşa gitmiştir. O zaman Atatürk Kurtuluş Sa­ vaşında mâliyenin en berbat duruma düşmesi üzerine ver­ diği karara benzer bir karar verir: O zaman, alışılmışın dışına çıkamıyan maliyecileri çekmiş ve mâliyeyi maliyeci olmıyan, ama pratik düşünlü ve yürekli bir Bakana teslim etmişti ve bu Bakan, maliyecilerin hiç de doğru ve yararlı bulmadıkları bir takım yöntemlerle, yollarla bu zor duru­ mu atlatmayı başarmıştı"9’. Aynı düşünle olsa gerek; Ata­ türk Milli Eğitim Bakanlığına eğitimci olmayan, ama Anadolu Kurtuluş Savaşının en güvenilir, en ilerici düşün­ lere açık bir askerini, Saffet Arıkan’ı getirir. Yani Arıkan, belirli bir görevi gerçekleştirmek için, son çözüm olarak, bir çeşit olağanüstü yetkilerle iş başına getirilmiş bir ba­ kandır. Ankan, kendisinin iş başına gelmesine yol açan düşün şeklini, yöntemi, kendi iş arkadaşlarını bulmak için kullanmıştır. Onları, o zamana kadar eğitimci olarak isim yapmış, alışılmış hiyerarşik kademelerin içinde sıra bekli(>ş A n ad o lu İh tila li. S a b a h a ttin S elek , G ü n eş m a tb a a c ılık , İ s ta n b u l 1963, I. cild, s. 113. ( y a z a r ın n o tu : S ö z k o n u ­ su M aliye B a k a n ı H a ş a n F e h m i A y ta ç tır ) . yenler, kolu koltuğu hazır ve iddialı taşanlarla dolu olanlar arasından değil, bunların dışında, rutinin ve bürokrasinin etkisi altında bulunmıyan, ama çözülecek soruna da de­ ğişik ve belirli bir açıdan baktığı bilmen kişiler arasında aramak yolunu tutmuştur. Bu sıralarda Tonguç ise kendi meslektaşlan arasında, eğitbilime özel bir ilgi duyan, ama bu konuda klasik bir öğrenim görmemiş, meraklı bir öğ­ retmen, bir amatör sayılsa gerektir, isim yapmış, «oturak­ lı» eğitimcilerin dudak büküp geçtikleri garip düşünleri vardır, yabancı eğitbilimcileri ona okutulduğu gibi değil, kendine göre yorumlama çabası içindedir; iki yıl önce «Iş ve Meslek Terbiyesi» adlı bir kitap çıkarmış, Kerschensteiner’i kendine göre yorumlamak «terbiyesizliğini» göster­ miş, bununla da kalmamış, bir de bu yoruma dayanarak, kendine göre bir eğitim sistemi tasarısının ilk taslaklarını yapmaya girişmiş, bilimsel alana girmeye kalkmıştır. Arıkan’a ondan söz açarlar. Ondan söz açan çevre de ilginçtir. Bunlar Cevat Dursunoğlu, Hakkı Behiç, Nafi Atuf Kansu gibi belli bir çevrenin, yani CHP içinde bulunan veya bulunacak olan ileri düşünlere açık bir topluluğun içindekilerdir. Kurtuluş savaşı yıllarında sol. akımlan az çok ta­ nımış, Dünyada ne olup bittiğini bilen, savaştan sonra da başlanılan devrimin tamamlanmamış olmasının sıkıntısını duyan, CHP’yi yeni atılımlara girmek için zorlamaya çalı­ şan kişilerdir. O halde Tonguç’un iş başına getirilmesini Nafi Atuf Kansu ile akraba oluşuna bağlamak, yahut ger­ çekleri tamamen ters çevirerek, zaten Bakanlığın yönetici­ leri arasında hazır bekliyordu, emir verdiler, şöyle yap de­ diler, o da öyle yaptı, şeklinde yorumlar yapmak yanlış­ tır. Tonguç, oraya iki topluluğun isteklerine karşı olarak belirli bir amaçla getirilmiştir. Bunlardan birincisi Tonguç’u yeter derecede «oturaklı» bulmıyan Bakanlık yük­ sek yöneticileri, İkincisi de CHP’nin az sayıdaki ilerici ay­ dınlan dışında kalan bütün yöneticileridir. Birinciler onun böyle bir işe getirilmesine uzun süre direnmişlerdir, öğre­ niminin böyle bir makama getirilmesine yeterli olmadığım öne sürmüşlerdir. Öğretmen Okulundan öğretmeni olan İhsan Sungu büe uzun süre (o zamanlar Talim Terbiye Dairesi Başkanı ve Müsteşar) onun İlk Öğretim Genel Müdürlüğü görevine asaleten atanmasına karşı durmuştur. Nitekim Tonguç 3.8.1935’de bu göreve vekil olarak baş­ lamış, ancak 31.1.1940’da asaleten atanmıştır. Yani, Ton­ guç sonradan bazı kişilerin sandıkları gibi Bakanlığın için­ de, yüksek kademedeki yöneticilerden değil, onların dı­ şında karşılarına aldıkları bir kişidir. Onun Maarif Veka­ leti Levazım ve Alâtı Dersiye Müzesi Müdürlüğüne bunlar karşı koymamışlardır ama bu ikinci derece bir görevdir, İlköğretim Genel Müdürlüğü gibi birinci dereceden «otu­ ra k lıla ra ayrılmış bir yere gelmesine karşı koymuşlardır. «Köylü İsmail Hakkı»ya gelinceye kadar buraya getirilebi­ lecek ne değerli, ne bügili kişiler vardır; CHP yöneticilerinin çoğunluğunun da bu atanmadan hoşlanmadığı söylenebilir. Bu Genel Müdür parti yönünden güvenilir bir kişi değil­ dir. Partiye yanaşmak, yükselmesinin doğal gelişimi sayıla­ bilecek milletvekilliği peşinde koşmak, bunun koşullarını hazırlamak (genellikle bakanlığın bu Genel Müdürlük ka­ demelerinden milletvekilliğine atlanmaktadır) yerine, dü­ şün ve söz özgürlüklerinin bu kadar kısıtlandığı bir ortam­ da bile CHP’yi eleştirmekten, konuşmalarında, yazılarında onun noksanlarını, hatalarını sayıp dökmekten kaçınma­ maktadır. Nitekim, Tonguç’un atanmasının tepkilerle kar­ şılandığını gösteren kanıtlar vardır. Kirby şöyle yazar(40): «...Tonguç'un tayinine karşı yükselen itirazların, onun bu mevkie layık ve ehil olmadığı ve kayırıldığı yolundaki de­ dikoduların şiddetini, Arıkan'ın Bakan oluşundan bir ay sonra, adet olmadığı halde bir basın toplantısı yapmak («o> T ü rk iy e ’d e K ö y E n s titü le ri, F a y K irb y , İm e c e y a y ın ­ la r ı A n k a r a 1962, s . 108-109. zorunda kalışından anlıyabiliriz. Verdiği beyanatta, Ba­ kan, Tonguç’un tayinindeki istisnanın onun ideolojik ve mesleki anlamda güvenilecek bir adam olduğunu, dolayı­ sıyla anlatmaya çalıştı. Bakanlığın üzerinde önemle dura­ cağı dava köy eğitimi olacaktı. Tonguç, bu iş ile en ya­ kından ilgili daireye mihaniki bir şekilde getirilmiş değil, hiç şüphe yok, A tatürk’ün bilgisi ve muvafakati ile seçilip getirilmişti. Bakanın sözleri, Tonguç’un tayininin tesadüfi bir iş olmadığını, yapılması istenen şeyleri yapabileceğine inanılarak getirilen bir kimse olduğunu şüpheye yer kaimiyacak şekilde gösteriyordu. Bakanın, ortada dolaşan ve basına kadar genişletilen itirazlara bir son verememiş ol­ duğunu söylemeye lüzum yoktur. Bunlar hep devam etti. «Politika politikacıları»na nüfuz edebilen Arıkan’ın «Eği­ tim Bakanlığı politikacılarına nüfuz ve hükmü geçmedi. Bununla beraber, Tonguç’a çalışma fırsatını, hiçbir şeye aldırış etmeksizin, sağladı...» Tonguç’un bu göreve gel­ meden önce, yaptığı yayınlarla, meslektaşlarının bir kıs­ mını nasıl karşısına almış olduğunu da Kirby şöyle anlatır(41): «.. .Mürebbinin Ruhu, ocağın en nüfuzlu üyelerinden birinin otoritesine doğrudan doğruya meydan okur gibi bir eser olmasaydı, bu eser Tonguç için beklenmedik bir yük­ selme manivelası olabilirdi. Meseleyi biraz dikkatle eşele­ yince görürüz ki, Tonguç’un İlköğretim Genel Direktör­ lüğüne tayini üzerine başlıyan ve bir müddet sonra adeta memleket ölçüsünde bir mesele haline getirilen ve nihayet köy enstitüleri işinde aşağılık bir rol oynıyan o «küçültücülük» kampanyasının kaynağı buradadır...» Bürokrat yöneticileri, klasik eğitimcileri ve CHP yö­ neticilerinin çoğunluğunu bu kadar rahatsız eden, kızdı­ ran ne idi? Bize göre bu, çok kısa olarak şöyle deyimlenebilir: Bir ucundan da olsa, yönetime bir köylü bulaşmış­ tı. Tutucu - çıkarcı - gerici sınıfların temsilcileri, bürok­ ratlar ve ulema koalisyonu, bilinçli veya bilinçsiz olarak bunda bir tehlike seziyordu!... Tonguç bu atanmayı nasıl karşılıyordu? Kimlerin, hangi nedenlerle buna karşı koyduklarını sezmediği, anla­ madığı söylenemez. Herhalde bu görevi, terfi etmiş bir memurun rahatlığı, hoşnutluğu, gevşekliği içinde almıyor­ du. Kuşkulu, tedirgin, çevresinin pusuda befeliyenlerle na­ sıl çevrili olduğunun farkında idi. Daha işe başlarken için­ de bulunduğu durum, sonraları bazı sol yazarların çizdik­ leri güllük gülistanlık bir ortamda, safçasına bir ülkücü ­ lükle ortaya çıkarılıp, yaptıkları sömürülmüş, bir takım gizli amaçlara araç olarak kullanılmış adam tablosuna hiç uymuyor. Nasıl iş başına geldiğini bir de kendi ağzından dinliyelim(42): « ...Saffet Arıkan... bana bir halk partisi programı uzatarak işaretlediği sayfaları okumamı söyledi. Elimdeki broşürün işaretli sayfalarını okumaya başladığım zaman programın ilköğretim ile ilgili maddeleriyle karşı­ laştım. Biraz sonra Bakan, bu okuduğun maddelerdeki fikirlere ne dersin, dedi. Şu cevabı verdim: Efendim, bu maddelerle tespit edilmiş olan ilköğretime aid görüşler tatlı ve giizel bir rüyadaki hayallere benziyorlar. Bakan elin­ deki kağıtları bıraktı, dikkat kesilerek yüzüme sert sert baktı: ...N e demek istediğini anlıyamadım. bizim parti­ miz hayal peşinde mi koşuyor, yani? dedi. Evet, onun gibi birşey efendim, çünkü tatbik edilmiyen fikirlerin hayalden ne farkı vardır, dedim. Zavallı müsteşar terlemeye, telaş­ lanmaya başladı. Bakan onu teskin etmek ister gibi yüzü­ ne baktıktan sonra, bana dönerek gülümsedi ve sen bizim bu tatlı hayallerimizi hakikat haline getirebilir misin, ko­ laysa yap da görelim bakalım, dedi... Ben ne Cumhuri­ yet Halk Partisiyim, ne de devlet, onların yapamadıklarını ben nasıl yapabilirim, cevabım verdim...» Tonguç’un anıC42/ T o n g u ç ’a K ita p , İm e c e 42-43. Y a y ın la n , İ s ta n b u l 1961, s. lanna göre bu konuşmadan birkaç gün sonra Tonguç Ba­ kanlığa tekrar çağrılarak Bakan tarafından kendisine İlk­ öğretim Genel Müdürlüğüne atanılmak istendiği bildiri­ lir. Görülüyor ki Tonguç, bu göreve iktidarın sadık ve söz dinler bir memuru gibi, belli bürokratik kademeleri aşıp getirilmiş değildir. Belirli bir konuda iktidarı yetersiz bu­ lan, onu eleştiren bir kişi olarak, bu konuyu çözümlemek üzere getirilmiştir. Burada sanki iktidar ile Tonguç ara­ sında sessiz bir anlaşma vardır. İktidar belirli bir konuda bu konuyu çözümliyebilecek bir kişi aramaktadır. Tonguç ise bu çözümü kendi açısından aramakta olan bir kişidir. Burada şunu da belirtmek gerekir. Tonguç, karşı tarafın anlaşmayı bozar gibi olduğu yani onun çalışmak üzere getirildiği konuda, çalışma olanaklarının kısıtlanması teh­ likesinin en ufak bir şekilde belirdiği anlarda bile görevin­ den çekilmeye her an hazırdır. Onun için önemli olan, bir Genel Müdürlük koltuğunda oturmak değildir. Çalış­ ma olanağı verildiği sürece oradadır. Nitekim Haşan - Ali Yücel Bakan olur olmaz, hemen ona çekilmek istediğini bildirir; çünkü yeni Bakanın anlaşmayı sürdürüp sürdürmiyeceğini bilmemektedir. Haşan - Ali Yücel bunu şöyle anlatır'43’: « ...Ertesi günü Maarif Vekilliğine tayinim tez­ keresini aldım ve biraz sonra da Cumhurbaşkanına takdim olunacağım haberi geldi... İnönü Maarif işlerinin ehemmi­ yetinden söz açtı. İlköğretim meselesine önem verdiğini anlattı ve bilhassa Arıkan zamanında başlanmış olan eğit­ men yetiştirilmesine devam etmemi belirtti... Yanan Ba­ kanlık binasına döndüğümde o zaman İlköğretim Umum Müdürlüğü vazifesini gören Hakkı Tonguç odama geldi. Bulunduğu vazifeden kendisini affetmemi, yerine arzu et­ tiğim bir arkadaşı getirmemi söyledi. Bu açık ve kesin mü­ racaat karşısında beraber çalışmamıza herhangi bir engel C u m h u riy e t g a z e te si, D ü n B ir B a y ra m G ü n ü İd i. H a ş a n - A li Y ücel, 18 n is a n 1954. olmadığını anlatarak başlanmış işlere devam etmesini rica ettim. Yerinde kaldı...» ■ Kişiliğindeki Bağımsızlık Tonguç işbaşında bulunduğu sürece CHP’ye karşı bağımsızlığını her zaman korumuş, kendisini bir anlaş­ manın tarafı olarak görmüş, hiçbir zaman CHP’nin köriiköriine buyruğu altında iş gören bir memur saymamıştır. Tonguç’un bu davranışı, kendisini geniş ölçüde bağımsız sayması, Bakanlığın bürokrat kadrosunun ona karşı tepki­ sini daha da artırmıştır. Aym şekilde CHP’nin çoğunlu­ ğu da bu davranıştan yakınmaktadır, ilköğretim Genel Mü­ dürü onları sanki hiçe saymaktadır. Değil ilkelere dayanan genel ve önemli kararlarda, gündelik işlerde, şu milletve­ killerinin o zaman da pek ilgi ve çaba ile izledikleri atan­ ma, nakil gibi aracılıklarda Genel Müdür, bildiğini oku­ makta, hatta bu gibi ricalara gelen milletvekillerine kafa tutmaktadır. Pire için yorgan yakmaktan çekinmediği her davranışından bellidir. Her an şapkasını alıp gitmeye ha­ zırdır. Sık sık bu meslekte asıl görevin öğretmenlik oldu­ ğunu, yönetim görevlerinin geçiciliğini, bunların her an bı­ rakılabileceğini tekrarlar durur. Öğretmenliğe yollıyamazlar; yukarısı tutmaktadır. O zaman o her zamanki yolları­ na başvururlar; 1940’dan sonra iki defa milletvekilliği tek­ lif ederler. Yükseltir görünerek zararsız duruma getirecek­ lerdir. Kabul etmez, böyle işlerde gözü yoktur. Kişiliği ve görev anlayışı bakımından ilginç bulduğu­ muz bir belgeden söz açmak istiyoruz. Çok sevdiği, saydı­ ğı ender kişilerden birisi olan Saffet A nkan’ın Bakanlığı sırasında bizim de niteliğini bilmediğimiz, yakın arkadaşla­ rının da bir çoğunun bilgisi dışında aralarında bir anlaş­ mazlık çıkar. Bu nedir, nasıl bir olaydır, hangi konudadır? Bazı kişiler böyle bir anlaşmazlık olduğunu ve ancak Nafi Atuf Kansu’nun araya girmesi ile Tonguç’un istifadan vazgeçirildiğini bulanık olarak hatırlamaktadırlar. Konusu ba­ kımından her zaman, her yerde çıkabilecek ve kolayca gi­ derilen bir önemsiz anlaşmazlık da olabilir bu. önemli olan, ölümünden sonra evrakı arasında bulunmuş olan ve Arıkan’a yazıldığı anlaşılan bir mektup ve bu mektupda onun kişiliği yönünden bazı aydınlatıcı bilgilerin bulunmasıdır. Bağımsızlıığa verdiği önem, görev anlayışı, kendi kendine saygısı, CHP ve Bakanlık ileri gelenleriyle ilişkileri gibi bakımlardan bu belgenin önemi olduğunu sanıyoruz. Ton­ guç’un kendi kendisinden söz açtığı çok ender yazılardan biridir(44): «Bizi bir toplantıya çağırarak işlerimizin hususiyetle­ rine göre fikirlerimizi sordunuz. Verilen cevapları asabiyet­ le karşılıyarak o cevaplarla münasebeti pek uzak olan bazı anormal zamanları hatırlatmak suretiyle de reddettiniz. İşin bu safhası herkesin şahsı ile alakadar sözleri teşkil et­ tiği için kimsenin ne menfi ne de müspet olarak birşey söylemesine lüzum bırakmaz. Fakat bu toplantı konuşma­ ları bir müddet sonra öyle bir şekil aldı ki, neticesi ve maksadı arkadaşların huzurunda birini, yani beni küçük düşürmek oldu. Ve mateessüf çok haksız bir şekilde. Bu sahneye düşmanım şahit obaydı benim haksız yere tahkir edildiğime kanaat getirmekten başka birşey yapamazdı, iktidar mevkiinde insanın eline verilen kılıç bu işler için değil, devlet işlerini yürütmek için kullamlması lazım gelen bir alet olduğunu düşünerek çok üzüldüm. Memleketin en namuslu, şerefli evladı olan bir zat en büyük iktidarı elin­ de taşıdığı bir zamanda bu tarzı hareketten gerek kendi şahsi arzuları, gerek başkalarının gönül btekleri ve nihayet W ö z e l a r ş iv : H a k k ı T o n g ııç’u n e l y a z ıs ı İle v e e s k i h a rf le rle y a zılm ış, 2,5 s a y f a lık m e k tu p . T a rih ve b a ş lık y o k tu r . D ey iş, sö zü e d ile n b a z ı o la y la r b u m e k tu b u n S a f f e t A rık a n ’a B a k a n lığ ı s ıra s ın d a y a ­ zıld ığ ı k a n ıs ın a bizi u la ş tırm ış tır. memleket hesabına ne kazanabilir diye çok düşündüm. Ve nihayet bunların hepsi olsa olsa yorgunluktan mütevellit bir asabiyetin doğurduğu fevri hareketlerdir, büyük yük­ leri omuzlıyanlar kendilerine hakim olamadan istemedikle­ ri halde bu gibi şeyler yaparlar, bunu hoş görüp istirabına katlanmaktan başka çare yoktur, dedim ve sustum. Kal­ bimde bu üzücü hadiseden dolayı hiçbir ukte kalmamıştı. Toplantı bitti. Arkadaşlar dağıldılar. İkinci safha başladı. Bir dram gibi başlıyan ikinci safhanın ilk sözleri toplantı esnasında geçen bulanık bütün mükalemeleri aydınlattı. Meselenin esası anlaşıldı. Birbirimize kısa cümleler halin­ de boş yere ortaya bir kırgınlık çıkaran hadiseyi anlatma­ ya çalıştık. Pek tabii olarak sözler aynı yol üzerinden ka­ yıp gitmediler. Şimdi hadiseyi doğurmaya sebep olan me­ seleyi bütün çıplaklığıyla anlatmayı bir vicdan borcu bili­ yorum. Ve bunu anlatmadıkça hayatta bu meselenin üzün­ tüsünden kurtulmama imkan yoktur: Biz ikimiz öyle iki vatandaşız ki, haysiyet, şeref, kıymetlere inanış, insanlık bakımından birbirimize kusur bulabilecek değiliz. Böyle olduğu halde bugün aynı haklara malik iki insan gibi konuşamıyoruz. Resmi vaziyetin yaka­ larımıza yapıştırdığı iki etiket, bizi amir, memur vaziye­ tine getiriyor. Bu durum karşısında ben memur vaziyetin­ de olduğum için hakkım olanın üçte birini bile söyliyemiyorum. Siz hakkınız olanın üstüne de çıkarak konuşuyor­ sunuz ve rahat rahat söylüyorsunuz. Kolları bağlanmış bir düşmanla boğuşmayı ve ona hücum etmeyi göz önüne ge­ tirirseniz bizim halimizin aynını görürsünüz. Bu tarz müca­ dele hücum eden için zevk olur mu? Hele hücum edilen hücum edeni seven, ama nasıl taparcasına seven birisi de olursa. Ben sizi çok severim, çok sayarım, dünyada ka­ yıtsız ve şartsız sevebileceğim neler varsa onlar kadar severim. Şimdi bu sevgi ve saygıma istinat ederek bazı şeyler söyliyeceğim: Bu memlekette mukadderat birliğine girmiş bir nes­ lin insanlarıyız. Siz Eskişehir istasyonu civarında bir kule­ nin içinde karanlık ufuklarda talih denilen şeyin inkişafı için planlar tasarladığınız zaman, ben de aynı şehrin istas­ yonu önünde cepheden yaralı gelen vatandaşların yarala­ rını yorgan çarşaflarından kesilmiş bezlerle sarmaya çalı­ şanlardan biri idim. Bu mukadderat birliğine dahil insan­ ların bir kısmı gel zaman git zaman bu hadiseleri Beyoğlundaki kaloriferli apartmanlardan alay ederek seyre­ denlerle birlikte milyoner oldular, daha birşeyler birşeyler oldular ve nihayet benim şahsi kanaatımca memleket he­ sabına (iyi) olmadılar. Fakat siz bu olanlar arasına girme­ den kaldınız. Yirmi sene evvelki değil, mektepten çıktığı­ nız zamanki genç zabitin ideallerinin sembolü olarak kaldı­ nız. Hayatın kirli tarafına elini bulaştırmamış olan genç ruhlu bütün insanlar için bir meşale gibi dolaşıyorsunuz. Ben sizi evvela bunu için seviyorum. Bu bir. Sizi sevdiğim, size güvendiğim ve nihayet fikren taraftarı olduğum bazı işler için planlarınızın tatbikatçısı olarak yanınızda iş al­ dım. Bu işlere başlarken, birbirini seven, birbirine itimat eden iki insan gibi herşeyi konuştuk. Siz bana (stebe hü­ cum edeceğiz, yolumuza çıkacak her engeli kıracağız, Tür­ kiye'nin kalesi olan orta Anadolu insanı ön planda gelmek üzere memleket için iş göreceğiz, idare ve mesuliyetini üze­ rimize aldığımız işlerde hiçbir kuvvetten yılmıyacağız, sen­ den bunu isterim) dediniz. Böylece çalıştık. Fakat birgün geldi, ben sizi vurulmuş bir kahraman gibi gördüm, lstirabdan tıpkı bir yaralı gibi kıvranıyordunuz. Mukadderat ve işbirliğinde kumanda mevkiinde idiniz. Sadık bir nefe­ rin yaralanmış zabitine karşı aldığı tavırlar gibi tavırlar almaya başladım. Artık bu hareketlerde mantık aranamaz­ dı. Görüyordum ki, düşmanlarınız sizi arkadan vurmaya başlamışlardı. Bu memlekette vurma metodunun bu oldu­ ğunu da size daha işe başladığımız günlerde hatırlatmış- tim. Darbeler başladıktan sonra siz büsbütün lsalaştımz. Bir yanağınıza tokat atana ötekini de çevirmeye başladınız. İşte bu noktada ben sizden ayrıldım. Nasıl ayrılış, içim parça parça olarak. Ben köylü çocuğuyum. Benim kanım ne lsalaşmaya ne de 1saları seyretmeye gelir. Sevdiğim bi­ rini İsa vaziyetinde gördüğüm zaman damarlarımdaki bü­ tün kanlar kaynamaya başlar. Ateş gibi olurum. Ya yakar veya yanarım. İşte bu haleti ruhiyye ile söylemek istedik­ lerimin onbinde birini bile teşkil etmeyen bir noktayı, o da münasebet geldiği için hiçbir arkadaşımı kastetmiyerek, gayet objektif bir halde A vnfnin evinde söyledim. Bu me­ selede hiçbir suiniyet taşımadığım için vicdanen raha­ tım. Küçük bir noktadan üzülüyorum, o da şudur: Biz böyle meclislerde daha geniş mikyasda meseleleri konuş­ maya alışmış bir nesiliz. Devrimiz geçmiş, onun farkında olmamışım. Bu ciheti önceden kestirebilmiş olsaydım bir tekaüt gibi otururdum. Ve işler de ihtimal bal, kaymak gibi tatlılaşırdı. Toplantının üstüne şeker tozu yerine biber serpmişim. Büyük işler başında bulunanların dertleri de büyük olur. Ben umumi durumu böyle görüyorum. İş yapamadı­ ğımıza üzülüyorum. Yukarıda söylediğim direktifleri veren bir kıymetin günün birinde (vaziyet, mevzuat, Şurayı Dev­ let, hadisatı sıkıştırmamak, mülayemet) mefhumlarıyla ze­ hirlendiğini görmeye başlamak insana çok acı geliyor. He­ le bu zincirleri kimlerin, nasıl entrikalarla vurduklarını göz önüne getirdikçe kendimi de zincirlenerek zindana atıl­ mış görüyorum. Bu haleti ruhiye ile iş görülemiyeceğini siz de takdir buyurursunuz. Yanlış anlaşılmaması için şu­ nu da bilhassa arzedeyim ki, ben başkalarının muvaffaki­ yet devrinde takı zafer altından geçmeyi istiyenlerden de değilim. İşlerin normal, katlanılacak istirablarırıdan zevk alırım. Fakat gece ve gündüz çalıştığımız halde çalışmıyanların, sahtekârlık yapanların, tembellerin, sabotajcıların ellerine esir düşmek üzereyiz. Esir olmamak için çırpını­ yorum. Olalım ve ölelim diyorsanız, ona da peki. Fakat sonra şimdi benim size söylediklerimi siz bana tekrarlıyacaksınız. Fikirlerimi açıkça yazdım. Rıdvan Nafiz ile (Yazarın notu: Saffet Arıkan’ın Bakanlığı döneminde müsteşar) ara­ mızda en ufak bir mesele yoktur. Bunun olmadığını iki ta­ raflı tekrar tekrar konuştuk. Bütün bunlara rağmen ben si­ zi taciz edici bir unsur olmaya başlamışsam bana kırılmıyarak işimden affetmenizi ellerinizi öpe öpe yalvararak di­ lerim.» Bu mektup gönderilmiş midir, yoksa yalnız bir taslak olarak mı kalmıştır, bilmiyoruz. Bu belgede bizce önemli olan noktalar şunlardır: Tonguç’un Bakanla ilişkileri alışıl­ mış boynu eğik, evet efendimci memur ilişkileri değildir; yüklendiği sorumluluğa karşılık bir takım hakları olduğu kanısındadır. Bu tutum, 1960’dan sonra bazı eleştiricilerin ortaya attıkları başı eğik, bürokrat memur tablosuna uy­ mamaktadır. Tonguç’un girişilen işlerin herhalde CHP’nin tutucu kanadı tarafından baltalanması ve Bakanın da bir çeşit taviz politikasına kayar gibi olması üzerine bir özel konuşmada yaptığı eleştirilerin Bakana yetiştirilmesi ile çık­ tığını sandığımız anlaşmazlık, yine 1960’dan sonraki bir kısım eleştiricilerin savlarının tersine, iş görme ortamının güllük gülistanlık değil, son derece bozulmaya elverişli, kaypak olduğunu ve Tonguç’un da daha başlangıçta bunu çok iyi bildiğini göstermektedir. Daha işin başında karşı güçler baltalamalara girişmişlerdir. ■ Bakanlık - CHP İlişkileri Tonguç’un işbaşında bulunduğu dönemde ve özellikle Yücel’in Bakanlığı sırasında Bakanlık ile CHP Genel Merkezi arasında zaman zaman gerginlikler ve sürtüşme­ ler olmuştur. Aslında temel Kemalist ilkeleri uygulamak için uğraşan İlköğretim Genel Müdürlüğü ile, bu ilkelerin asıl sahibi olması gereken CHP merkezi arasında bu gibi olayların çıkmaması gerekirdi. Ama CHP’nin tek düze bir iktidar olmadığı, çeşitli sınıfların koalisyonu ile yönetildi­ ği düşünülürse, temel kemalist ilkelerin bir kısım koalisyon ortaklarının işine gelmediği ve bunların, ilköğretimdeki çalışmaları baltalamak istedikleri söylenebilir. Bu ortakla­ rın en tehlikelileri, Kemalist ilkeleri benimsemiş görünen sahte ilericilerdi. Bunlar, ilkeleri işlerine ve çıkarlarına gel­ diği gibi yorumluyorlar, kendilerini devrimci gösteriyorlar, partinin ideolojisini yapar gözükerek onun temel ilkeleri­ ni işlemez duruma getiriyorlardı. Bu sözde aydın, ama bile­ rek veya bilmiyerek tutucu - gerici sınıfların çıkarlarım koruyan, onların çıkarlarını düşün alanında işliyerek dok­ trin yaratan kişiler, parti içinde gitgide güçleneceklerdir. Onların ilkeleri nasıl değiştirip bozdukları bazı örneklerle açıklanabiliı. Bize göre bunların en başta geleni ve en zararlısı, Atatürk’ün «imtiyazsız, sınıfsız toplum» sloganı­ nı işlerine geldiği gibi yorumlamaları olmuştur. Bu ters yo­ rumdur ki, Türkiye’de siyasal gelişmeyi alabildiğine dur­ durmuş ve hâlâ durdurmaktadır. Atatürk’ün bu sloganı daha çok bir özlemin dile getirilmesiydi; bir çeşit sosyal adaletin gerçekleştiği, sınıf farklarının azalıp, kaybolduğu, imtiyazlı hiçbir kişinin ve zümrenin bulunmadığı, yoksul­ luktan kurtulmuş, mutlu bir toplum ülküsü idi. Bundan Türk toplumunda sınıfların bulunmadığı sonucunu çıkar­ dılar. Sınıf gerçeğini yadsıdılar. Bu gerçeğin varlığını duyurmamak için sloganı sömürdüler. Ama oradaki «imti­ yazsız» sözünün üstünde hiç durmadılar. Sınıfsız olduğunu ileri sürdükleri toplumun, aynı zamanda imtiyazlı kişi ve­ ya zümrelerin bulunmadığı bir toplum olduğu öne sürüle­ bilir miydi? Sloganı öylesine ters çevirip kullandılar ki, imtiyazlı, sınıflı bir toplum düzeninin, daha doğrusu sö­ mürü düzeninin sürüp gitmesi, değiştirilmemesi için kulla­ nıldı. Aynı şekilde nitelik ve amaçları değiştirilen bütün altı ilke gibi, bizim konumuz bakımından üzerinde biraz durmak istediğimiz halkçılık ilkesi de çarpıtıldı. Bu, halka öncelik vermek, halkı yönetime katmak, iktidarı gerçek sahiplerine vermek gibi asıl amaçlarından uzaklaştırıla­ rak ikinci sınıf nitelikteki vatandaşları tepeden inerek uyarmak, onlara buyruk vermek, gibi anlaşıldı. Bir takım bilgililer, üstün kişiler vardı, bunlar lütfedip halka ine­ cekler, neyin doğru, neyin eğri olduğunu onlara söyliyecekler, onları aydınlatacaklardı. Bu, Tonguç’un halkçılık anlayışının tam zıddı idi. O asıl değeri olanın halk oldu­ ğuna, aydının yabancılaştığına, halktan uzaklaştığına, hal­ ka verecek, ona yararlı olacak dağarcığında fazla birşey bu­ lunmadığına inanıyordu. Asıl değerler halkta idi, bunlar iş­ lenirse, geliştirilirse, asıl o aydına birçok şeyler öğretecek, ona yol gösterecekti. İlkeyi ilk şekliyle anlayış, şüphesiz ki CHP içindeki tutucu - sömürücü sınıf temsilcilerinin işine geliyordu. İlke böyle anlaşılırsa düzeni sürdürüp götürebi­ lirlerdi. Sınıf çıkarları açısından bir değişiklik tehlikesi olmazdı. Halka ne söyleneceği, ne kadar söyleneceği kendi isteklerine bağlı olurdu. Tonguç’un anladığı şekil ise teh­ likeliydi. Bir defa o koca güç uyanıp silkindi’mi ne ya­ pacağı, ne zaman yapacağı belli olmazdı, ipler düzenden çıkarı olanların elinden kaçabilirdi, işte bu ters, çarpıtıl­ mış halkçılık anlayışı ile, ilköğretim çalışmalarına destek olması gereken halkevleri çalışmaları da zaman zaman, amaçlarından saptırılmıştır. Kirby şöyle der(45): «...Gönül­ lü hizmete dayanan halkevleri kısa zaman içinde büyük bir gelişme sağladı. 1935'den sonra İlköğretim Genel Direk­ törlüğü için çok faydalı işler gördü... Fakat halkevleri ha­ mı T ü rk iy e d e K öy E n s titü le ri, F a y y ın la rı, A n k a r a 1962, s. 70-73. K irb y , İm e c e y a ­ reketi Türk köyünü canlandıran bir eğitim etkeni, bir ma­ nivela olmaya gayret ettikçe daralıyor ve dejenere olu­ yordu. Ve işler o şekilde gelişti ki, romantik köycülüğe karşı çıkan ve toplumsal ve ekonomik çelişkileri inceliyen yazarların karşısına çıkan bu bir kısım CHP’liler, bu ya­ zarların yazılarının ...Türklük aleyhdarlığı, kökü dışarıda telkinler, daha açıkçası komünistlik olduğunu...» ileri sür­ meye başladılar. Ve böylece « ...Yirmi yirmibeş yıl geriye dönüp baktığımız zaman aslında kemalizmi memlekette yerleştirmek amacı ile kurulmuş olan bu mijessesenin bu amaca aykırı bir rol oynamış olduğunu görmemenin im­ kanı yoktur. Halkevleri, bilmeden ve kendi amaçlarına ay­ kırı olarak köy problemleri ve bu problemlerin çözümlen­ mesi işinde yanlış görüşlerin yayılmasına ve genişlemesi­ ne araç oldu. Romantik köycülük görüşünün mirası olarak köyün geriliği, köylünün cehaletinin, hurafelere inanışının sonucu olarak görülmeye başlandı. Gerek köyün geriliğinin, gerek cehaletinin tarihi, sosyolojik ve ekonomik amilleri ol­ duğu tamamiyle unutuldu... Çoğu Avrupada okumuş eş­ raf çocukları olan bir takım aydınlar aydınlatma ateşiyle yanan köycü romantizmi yerine bir nevi köycülük muhafazacalığı başlattılar. Köy cemiyeti değişmemeliydi... Köy­ lü olduğu gibi kalmalı, şehirleşmemeliydi. Bunun aksi memlekette bir proletarya ve onun sonucunda komünizm yaratacaktı. Bunlar, tıpkı sömürgelerin halkının geleneksel hayatını olduğu gibi korumak istiyen, kendilerini o halk­ tan ayrı bildikleri için onların da uygarlığa ulaşmalarını hiç umursamıyan sömürgecilerin düşündüğü gibi düşünü­ yorlardı'. ..» Halkçılık ilkesindeki çarpıtılma, bozulma eğilimi gibi Kemalizmin diğer ilkelerinde de, CHP içinde sömürücü tutucu güçler ve bunların temsilcileriyle ortaklarının siya­ sal gücü arttıkça, değişiklik oldu. Kasıtlı, sömürücü sınıfla­ rın çıkarlarına göre yapılan ideolojik yorumlar, Kemaliz- mi gitgide bozdu. Bu gelişme içerisinde Eğitim Bakanlığı, daha doğrusu Bakan ve İlköğretim Genel Müdürlüğü ile CHP merkezi arasında kökleri Kemalizmin iki türlü yoru­ muna dayanan sürtüşmeler, çekişmeler sık sık tekrarlandı. Bunların ayrıntılarına girmeyeceğiz. Yalnız bu durumun Yücel’i ve Tonguç’u çevrelerini kaplıyan tehlikeleri, ku­ rulan pusuları sezmeleri bakımından uyarıcı olduğunu be­ lirteceğiz. Bu sürtüşme ve çekişmeler çoğu kez, Cumhur­ başkanına götürülüyor ve 1946’ya kadar İnönü, bunları Bakanlığın görüşünü destekliyerek çözümlemeye çalışıyor­ du. Bu çağda Tonguç’un CHP’ni ve yöneticilerini eleş­ tirmesini belirtmesi bakımından, onun Refik Ahmet Sevengil’e yazdığı bir mektuptan bazı bölümleri alıyonız(46): «...Kardeşim R . A . Severıgil, mektubunu ve Ülkü gazete­ sini aldım. Önce Anadolunun tam göbeğinde böyle bir ese­ ri meydana çıkardığınız için sizi candan tebrik ederim..» diyen Tonguç, kendi açısından gazeteye yapacağı yardım­ ları anlatarak şöyle diyor: «...sizden dileklerime gelince: Kısa kısa bunları da yazmadan geçemedim. Şimdilik bun­ ları teferruata geçmeden belirteceğim. İleride belki daha detaylı olarak duyururum. İsteklerim şunlar: A ) Bu gaze­ te tam manasıyla memleket realitelerini aksettiren bir or­ gan olsun. Hem iyi hem de fena işleri okuyucularına tanıt­ sın. Bunların her ikisini de aynı soğukkanlılıkla okumasını bilen anlayışlı bir millet yaratmayı kendine ülkü edinsin. Ve halkın isteklerini düzeltici bir rol oynasın. Halkı veya onu temsil edenleri ezbere dilek serdetmekten kurtarsın. Mesela herkes hafız gibi ortaokul istiyor. Bunun birazı da meslek okulu istemeyi öğrensin. Buna göre hesapla artık. Kısacası halka ne istiyeceğini öğretsin. B) Yerine kadar gi­ derek, görerek ve ana ilkelere bağlanarak yazacaklara vaö z e l a r ş iv : T o n g u ç’u n R e fik A h m e t S ev e n g il’e y a z ­ d ığ ı 13.11.1945 g ü n k ü m e k tu p . sıtalık edecek bir gazete haline gelsin. Şu, işlere çok uzak­ lardan dürbünle bakarak yüksek mütalaalar serdedenlerin esasen günden güne çürümekte olan değersizliklerini akset­ tiren bir projeksiyon vazifesi görsün. Mesela vilayet bütçe­ lerini ele alın. İyi taraflarıyla kötü taraflarını belirtin. Planlı işlerle plansız işlere misal olabilecek bazı problem­ lere dokunun. C) Ulus’da son günlerde bir ilan görüyo­ rum. Falih Rıfkı Atay’ın Amerika seyahatine ait yazılarını şimdiye kadar niçin basmamışlar biliyor musun? Yazlıktan dönenleri dönsünler diye beklemişler de ondan!... O yazı­ lar bizim gibi okuyucular için değil, yazlıktan döneceklere mahsus! Ben, beni düşünmiyen gazeteyi düşünür müyüm? Sonra böyle bir reklamdan kim ne kazanacak? Çok Osmanlıca birşey vesselam...» Kirby’nin «eşraf çocukları» dediği genç CHP’li anadolucuların partideki güçlerinin gitgide artması ve Memduh Şevket Esendal’ın Genel Sekreterliğe gelmesi ile bun­ ların CHP yönetimine el koyma sürecinin sonuna yaklaş­ ması, CHP Genel Merkezi ile Bakanlık ve İlköğretim Ge­ nel Müdürlüğü ilişkilerini daha da soğutmuş, gerginleştir­ miştir. Tutucu köycülük anlayışı artık CHP Genel Mer­ kezinin görüşü olarak Tonguç’un köycülük anlayışına kar­ şı açık açık ortaya sürülmektedir. CHP yarı kalmış devri­ mi tamamlamak şöyle dursun, devrimcilik çizgisinden ay­ rılmış, ilerici aydın kanadı gücünü yitirmiştir, partinin içinde iktidar, tutucu - sömürücü sınıflara ve onların tem­ silcileriyle işbirlikçilerine geçmek üzeredir. Artık CHP içindeki çelişme, Tonguç’un işbaşına geldiği 1935 yıllanndakinden çok daha keskinleşmiş, siyasal güç dengesi de sağ kanadın çıkarına olarak iyice bozulmuştur. 3 Torguç'un Toplcmsal ve Siyasal Düşünceleri Tonguç’un toplumsal ve siyasal düşünlerini bütün ay­ rıntıları ile ve sistematik olarak gösteren bir kitabı veya yazısı yoktur. Kirby"1 bu noktayı şöyle açıklıyor: «...Tonguç bir İspanyol şatosu düşünürü değildir. Spekü­ latif düşüncelere ve şemalara isyan etmiş bir kuşağın tem­ silcisidir. Bundan dolayı ele aldığı problemi, bunlarla ne­ den ve nasıl uğraştığını oturup sistematik bir şekilde gös­ termedi. Belki de böyle bir kabiliyeti yoktu. Ve eğer ana­ litik introseptiv bir adam ve sistematik bir düşünür olsay­ dı prensibi icabı yine de kendini ortadan silecekti. Tonguç dinlemesini bilen adamdı. Gözü kendilerinden başka birşey görmiyen birçok kimselerin gözüne çarpmıyücak kadar mütevazi idi. Çok okuyan bir adam olduğu halde bilgiç iddialardan nefret etmesi yüzünden herkese antientellektüel gözükürdü. Konuşmasındaki sadelik, onu halkın ve sağ­ duyusu olan herkesin kolayca anlıyacağı bir adam yaptığı halde, bilgiç aydınlara basit bir adam gibi gösteriyordu. Tonguç istisna denecek derecede açık ve kolay konuşan bir adamdı. Fakat fikirlerini en iyi nazariye ve sistemle de­ ğil, iş ile ve şahsından misal göstermek suretiyle ifade edi(•> T ü rk iy e d e K öy E n s titü le ri, F a y K irb y , İm e c e y a y ın ­ l a n , 1962, A n k a ra , s. 82-83. yordu... Yazısında ifade etmeye çalıştığı fikirlerin teme­ linde olan asıl buluşunun ipuçlarını göstermeden yazardı. Köy enstitülerindeki belirli gelişmelerin arkasındaki görüş­ lerini anlıyabilmek için, Tonguç1un yazılarını adeta dedek­ tif romanı okur gibi okuyup ipuçlarını yakalamak lazım­ dır...-» Bu konuda Kirby’nin söylediklerine şunu eklemek gerekir: Türkiye’nin o günkü koşullan içinde, eylem için­ de bulunan Tonguç’un bütün düşünlerini açıkça belirtme olanağı yoktu. Düşün sistemini, amaçlarını hele bir takım alışılmış terim ve deyimlerle, dialektik açıdan belirtmesi zaten taktiğine da uymazdı. İşbirliği yapmış olduğu orta sınıf iktidarı ile çalışmaya devam ettiği sürece, böyle birşey yapmak pek akıllıca bir iş olmazdı. Fakat buna rağ­ men, biz onun söylemek, duyurmak istediği birçok düşü­ nünü ve kanısını yine de o çağın aydınlarının çoğundan farklı olarak, oldukça açık bir şekilde yazdığı kanısın­ dayız. Ama bunu anlıyabilmek için, sonradan onu eleş­ tirenlerin yapmadıkları bir çabaya girmek, kitap ve yazı­ larını Kirby’nin belirttiği titizlikle incelemek ve objektif olarak değerlendirmek zoru vardır. O zaman eldeki ipuç­ larının hiç de yetersiz olmadığı görülür. 1961 yılında Kirby’nin «Türkiye’de Köy Enstitüleri» kitabı yayınlanıncaya kadar, Tonguç’un üstünkörü de ol­ sa, üzerinde biraz durulan ve eleştiricilerce incelenen ki­ tapları «Canlandırılacak Köy» ve «Köyde Eğitim» idi. Da­ ha önce yayınlanmış olan kitaplarındaki düşünler ile Köy Enstitüsü akımına girişildiği zaman yazdıkları arasında bağlantı olup olmadığını araştırmak yoluna gidilmemişti. Gerçi Kirby’nin bildirdiğine göre, Fuat Gündüzalp bunün farkında idi ve kendisinin de dikkatini çekmişti ama, bu ilişkinin üzerinde genellikle duran yoktu. Halbuki, 1935’den önceki kitaplarında köy enstitüleri ve onun genel dün­ ya görüşü konusunda önemli noktalar vardı ve düşünsel gelişimi, ilk kitabından başlıyarak, sonuna kadar tek bir doğrultu üzerinde, aşağı yukarı tek bir konuda ve tek bir amaca doğru gitgide olgunlaşmakta idi. Tonguç’un düşün­ lerinin onun yazılarının gerektiği gibi incelenmesinden ka­ çınılarak eleştirilmesine değinen Ceyhun Atuf Kansu da şöyle demektedir"’: «...Eğitim gericilerinin ve jurnalcileri­ nin merak edip de Tonguç’un yayınladığı (İş ve Meslek Terbiyesi), (Kerschensteiner) kitaplarını başından sonuna kadar okuduklarını sanmıyorum. Eğitim sağcılarının ruhbilimsel yapılarının birinci özelliği işte bu bilgisizliktir...» Biz bu konudaki düşünlerimizi söylerken, sınırlarımız­ dan taşmamaya, yani eğitbilimsel düşünlerden çok, onun toplumsal görüş ve kanılarını belirtmeye çalışacağız. îster toplumsal, ister eğitbilimsel olsun, ilk göze çar­ pan özellik, onun bütün düşün sisteminin, bütün yaşamı süresince belli bir konuda ve doğrultuda, hiçbir sapma olmadan gelişmesidir, demiştik. Bir sistemin bu kadar sapmasız olarak, aynı ana düşün çevresinde gelişip olgunlaş­ tığını görmek oldukça enderdir. Bundan da öte, düşün sis­ temini, yaşantısını, eylemini tek bir yönde ve hiç sapaksız, tam bir bütün olarak sürdürebilmiş olması onun ilk özelliğidir. İstanbul’da Osmanlı paşasının kovduğu ve onun kapısında bütün yaşamı süresince yoksulların, ezi­ lenlerin öğrenimlerini sağlamak için çalışmaya ant içen rumelili köylü genç, Ankara’da öldüğü güne kadar, bütün düşününü, eylemini, yaşamını bir tek ilke ve amaç çev­ resinde yürütmüştür. ■ Hümanist Öğretmen 1931 yılında yayınladığı «Mürebbinin Ruhu ve Mual­ lim Yetiştirme Meselesi» adlı çevirisinde Tonguç, eğitkenin (i> T o n g u ç’u n K ita p la rı, C ey h u n A tu f K a n su , y ay ın ev i, A n k a r a 1964, s. 5. T o p lu m özelliklerinin neler olması gerektiği, eğitbilimsel eylemle­ rin nitelikleri, eğitimin toplumdaki görevi ve önemi gibi konular üzerinde durmaktadır01. Daha o çağda iş eğitimi sorunlarıyla yakından ilgilidir. Kerschensteiner’in bu kita­ bının çevirisinde şu satırlar Tonguç tarafından dikkatle çi­ zilmiştir'41: «...Bütün pedagojik faaliyetin teheyyüç'ı (emosyonel) esası başkalarını kendisinde hissetmektir. Başkasın­ da kendisinde hissetmek demek, onları kendisinde yaşamak demektir... Diğer insanlara karşı sempati ve temayül gibi (sevgi) esas hislerle merbut bir insana... bütün insanları muhabbetle telakki eden insan tipini hatırlıyarak içtimai evsafta insan deriz. Şu halde mürebbinin ruhu, içtimai tip­ te bir ruhtur...». Aynı çeviride Pestalozzi şöyle anlatılı­ yor01 «...Fakat onun bütün yorucu keşfiyatının ve icraatı­ nın sönmiyen, kurumayan menbaı, beşeriyete karşı taşı­ dığı sevgi idi...». Tonguç şu satırların üzerinde de dikkat­ le durmuştur: «...Pestalozzi, ben hesap yapmasını, yazı yazmasını bilmem, gramerden anlamam, riyaziyeyi ve di­ ğer bilimleri de bilmem. Benim talebemden en zayıfları bile bunları benden çok bilirler. Ben yalnız müessesenin idarecisiyim. Diğer arkadaşlarım benim düşündüklerimi tahakkuk ettirmeye mecburdur...» ve «...pedagojik vazi­ yeti tespit ederken tebarüz ettirilmesi lazım şey; temayü­ lün de tıpkı faaliyet gibi esas kanun olan içtimai tabiat­ tan fışkırması lazım geldiğidir, yani «insanlara» karşı te­ miz ve saj sevgi veya onları insaniyetin makbul kıymet­ lerini taşıyacak hale getirmek...» Tonguç, eğitkenin özel­ liklerini böylece araştırırken, ilk olarak şuna varır: Bir in­ san sevgisinden, insancıllıktan, hümanizmden yola çıkıla<3 ı M ü reb b in in R u h u ve M uallim Y e tiş tirm e M eselesi. İs m a il H a k k ı. K e rs c h e n s te in e r’d e n te rc ü m e . A n k a ra M u a llim le r B irliğ i y a y ım N o. 1. K ö y h o cası b asım ev i, A n k a r a 1931. M' a.g.e. s. 14. m a.g .e. s. 18, 42, 140. çaktır. Oldukça klasik görünen bu sözlerin ardında çok önemli bir sonuç gizlidir. Yıl 1931’dir ve faşizm Avrupada gitgide güçlenmekte, düşünsel etki alanı genişlemekte, hele Türkiye’de birçok sempatizan bulmaya başlamakta­ dır. Tonguç’un çıkış noktası ise faşist felsefenin, insanı yadsıyan, insanı küçümsiyen, devletin kölesi yapmak istiyen düşün sisteminin tam karşısmdadır. Kerschensteiner, bu kitabında eğitkenin özelliklerini saptadıktan sonra onun klasik okullarda yetiştirilemiyeceğini belirtmekte ve kitaba şu sözlerle son vermektedir: «...Yalnız içtimai hayat şeklinin mükemmeliyetinde mürebbi ve muallim idealini arıyabiliriz. llkmektebin kurtulu­ şu Kanfda yahut Goethe'de değil, Pes talozzF dedir!...» ■ Eğitime Yeni Görevler Toplumsal düşünleri konusunda asıl üzerinde önemle durulması gereken kitap, «Iş ve Meslek Terbiyesi»dir. Bu başlığın altında (Bir Taslak) eki vardır*6’. «İş ve Meslek Terbiyesi» kitabı ekonomik anlamda iş kavramının incelenmesi ile başlar ve bazı ekonomi teorile­ rine değinilir. Bugün her aydınca bilinen, fakat o çağda da Tonguç’un bu konularda bilgisi olduğunu göstermesi ba­ kımından şu satırları buraya aktarmayı uygun buluyoruz*7’«.. .Ondokuzuncu asırda... içtimai sınıflar sermayedarlar ve işçiler diye ikiye ayrıldı. Bu iki sınıfın içtimai ve ikti­ sadi vaziyetleri birbirinden pek farklı olduğu için servet­ lerin taksimindeki müsavatsızlık birçok mütefekkirlerin na­ zarı dikkatlerini celbetmeye başladı. (Bu ademi müsavatın en büyük sebebi addolunan mülkiyeti izale etmek ve faa­ liyeti beşeriyenin mihverini değiştirmek temayülatı uyan­ d ı İ ş ve M eslek T erb iy e si, B ir T a sla k , İs m a il H a k k ı, K i­ ta p y a z a n la r k o o p e ra tifi N o. 3. H a k im iy e ti M illiye B asım ev i, A n k a r a 1933. P> a.g .e. s. 7, 8, 9. mıştır). İşte bu fikre taraftar olan iktisadçılara (sosyalist­ ler) denilir. (Sosyalistler arasında meslek itibariyle pek çok ihtilafat mevcut olduğundan bir sosyalizm mektebi değil müteaddit sosyalist mektepleri mevcuttur). Sosyaliz­ min müşterek akideleri hülasatan şöyle izah edilebilir: 1 — (Onlara göre içtimai geçimsizliğin sebebi emvalin mahdud ve tufeyli bir sınıf elinde toplanmasıdır. Çareyi, mülkiyetin ve onun tabii bir neticesi olan ücret usulünün ilgasında bulurlar. 2 — Umumiyetle sosyalist mektepleri kuvayi umumiyyenin vezaif ve salahiyetlerinin tevsiine mü­ temayildir). (Sosyalistlerin en müfriti Karl Marx’ın esaslı iki iktisadi telakkisi vardır. Bunlardan birincisi mevzuumuzla alakadar olduğu için bu umdeyi kısaca anlatalım: Fazla iş = Sur - travail ve zait - kıymet = Plus - Value nazariyesi... İşle meydana gelen kıymet sermayedarın mah­ sulatı satmakla elde ettiği kıymettir. İşin istihlak kıymeti ise gündelik suretiyle işçinin aldığı kıymettir. Bundan bizzarure şu netice çıkar ki ikisinin arasındaki fark sermaye­ darın elinde kalır. Sermayedar mahsulü on saatlik iş (mey­ dana getirilen kıymet) hesabıyla sattığı halde ameleye beş saatlik işin mukabilini (istihlak olunan kıymet) veriyor ve fazlayı alıkoyuyor. Marx’in bilahare pek maruf olan tabi­ riyle zait - kıymet dediği bu fazladır. Bundan şu netice çıkıyor demektir: Sermayedar, amelenin on saatlik işini ce­ bine atıyor ve ona beş saatlik iş ödüyor. Diğer tabirle amele sermayedara bedava beş saatlik iş yapıyor. (Ödenmiyen ve zait kıymeti vücuda getiren bu beş saatlik fazla işe K. Marx zait - kıymet diyor)...» (yazarın notu: Tonguç, bu sözleri yazarken, geniş ölçüde İbrahim Fazıl’ın «İkti­ sat» ve Ş. Kaya - A. Muammer’in «İktisadi Meslekler Ta­ rihi» kitaplarından yararlanmış ve aktarmalar yapmış). Tonguç şöyle devam ediyor: «...Sosyalizm meslekleri erba­ bı ile serbesti mektebi mensupları arasında bazı mutavas­ sıt iktisadi fikirlere taraftar olanlar da çıkmıştır. Bunları iktisatçılar (müdahele mektepleri) namı altında mütalaa ederler. Şimdiye kadar verilen pek kısa tarihi izahattan da anlaşılacağı veçhile gitgide iş ile çalışmak veya faaliyette bulunmak mefhumları arasında sıkı bir irtibatın mevcudi­ yeti nazarı dikkati celbetmektedir. Esasen nazari milli ikti­ sat ilminin en mühim hizmetlerinden biri de işi bir kıymet olarak tanıması, o mefhumu ilmi bir şekilde tetkiketmesidir. Bu gün bu tetkikat kati bir şekilde ikmal edilmiş de­ ğildir...» Bundan sonra Tonguç, «milli iktisadın tekamül şartları»nı incelerken endüstrinin, tekniğin ve fazla nüfuslu kentlerin gelişmedeki önemini belirttikten sonra (yazarın notu: Burada bazı sol eleştiricilerin 1960’dan sonra Ton­ guç’un bu aşamaları bilmediği, evrimi köy gibi ilkel bir yüzeyde tutmak amacını güttüğü gibi suçlamaları akla ge­ liyor. Oturup yüksek perdeden eleştiri yapmak varken, ta 1933’de çıkmış küçük bir kitabı bulup incelemenin ne ge­ reği var, diye düşünmüş olsalar gerek!) sanayi toplumlanndaki insanların özelliklerini şöyle belirtiyor: «...B u hayat tarzı tenkit kabiliyetini de arttırır. Mukayeselere imkan veren binlerce vasıtalar ferdin tenkit kabiliyetini ve iti­ raz hassasını keskinleştirir... Hakiki demokrasi hayatı için de tenkitçi zihniyetin lüzumlu bulunduğunu kabul etmek lazımdır...» Görülüyor ki Tonguç, toplumsal ve ekonomik gelişimin son aşaması olarak endüstri toplumunu kabul et­ mekte ve gerçek bir demokrasinin de gelişme olanağım buna bağlı görmekte, endüstri toplumu içindeki kişilerin, daha doğrusu işçi sınıfının demokratik düzen içerisinde en önemli rollerden birisini oynıyacağım anlatmaya çalışmak­ tadır. Daha sonra tabiatın gelişmedeki rolünü incelerken şöyle diyor: «...Nüfusumuzun % 70’ini teşkil eden ve ha­ yatları doğrudan doğruya tabiatla alâkadar bulunan çiftçi sınıfı nasıl terbiye etmelidir? Büyük şehirlerin hayatına, klasik terbiye edilmiş münevver tabaka denilen tabakanın ihtiyaçlarına göre teşkilatlandırılan mektep sistemi müstah­ sil bir sınıfın ihtiyaçlarına ne derece uygun gelebilir? Dün­ ya iktisadi muvazenesine leb’an hayati şartlarını değiştir­ mek mecburiyetinde olan çiftçi sınıfı teknikle nasıl teçhiz edilmelidir ki, bunlar ileride tabiata hakim bir unsur ha­ line gelebilsin? Bizde bu mevzular ve bunların alakadar ol­ dukları diğer mevzular henüz planlı bir şekilde işlenmiş değildir. Bu günkü terbiye ve mektep sistemimiz milli bün­ yeye göre kurulmuş bir sistemden ziyade, Avrupa cemi­ yetleri bünyelerine göre yapılmış teşkilatın kopyası manza ■ rasını arzetmektedir...^w . Bu sözler önemlidir. Herşeyden önce Tonguç’un sınıf kavramını, sınıf farklarını bildiğini, toplumları bu açıdan değerlendirebildiğini, sınıfların evri­ mi, değişimi konusunda bilgisi olduğunu gösterir. Köylü sınıfının da zamanla değişeceğinin, endüstrileşme ve bütün dünyanın ekonomik koşulları tarafından değişime zorlana­ cağının bilincine varmıştır. Ama aynı bilinç şu gerçeği de çok iyi anlamasını sağlar: Türk toplumu çoğunluğu ile ta­ rıma dayanan ilkel bir köylü toplumudur ve onun için de farklılaşması, evrimi Avrupanın endüstri toplumlarına gö­ re düzenlenmiş öğretim ve eğitim sistemlerinin kopya edil­ mesiyle sağlanamaz. Böylece köy enstitüsü sistemine esas olacak düşünlerin köklerini bu kitapta bulmak olanağı var­ dır. Bu satırların Türkiye’de sınıf gerçeklerinin yadsındığı, CHP’nin ideolojisinin bu yadsıma temeli üzerine oturtul­ maya çalışıldığı çağda yazıldığını da unutmıyalım. Bu ki­ tabın yayınlanmasından iki yıl sonra ilköğretim işinin ba­ şına getirilen Tonguç’un ana düşünleri bakımından CHP’­ nin tutucu kanadınca benimsenebilecek bir kişi olmadığı da ortadadır. Daha sonra devlet ve iktisat konusunu incelerken şöy­ le der: «.. .Osmanlı Türkleri tarihinde memleketin iktisadi hayatına karşı kendi elimizle yaptığımız suikastlara tesa­ düf ederiz. Gafil Osmanlı padişahları, mutantan bir saray hayatı geçirebilmek için kapitülasyon denilen ticaret m u­ ahedeleriyle harici istikrazları aktederek, memleketin ikti­ sadi hayatını asırlarca felce uğratmışlardır... O halde ik­ tisadi hayatın tekamülünde en mühim bir amil de devlet­ tir.» Harp, isyan harici ve dahili istikrazların olumsuz et­ kisi belirtildikten sonra, Tonguç şöyle diyor(9): «Bu ve bum na müşabih içtimai ve iktisadi hadiselerdir ki modern ve müterakki cemiyetler efradını muhtelif namlar altında ikti­ sadi ve siyasi mahiyette birlikler, fırkalar tesis ederek dev­ leti idare edenlerin istedikleri gibi hareket etmelerine ma­ ni olacak tedbirler almaya sevketmiştir. ..» B u son tümce, Tonguç’un bütün yazılarında sık sık tekrarlanan bir ko­ nuyla ilgilidir; sınıf gerçeklerine ve çıkarlarına dayanan sendika, parti gibi demokratik kuruluşların temelini kur­ duğu bir siyasal düzen, gerçek anlamda bir demokrasi öz­ lemi! Aynı açıdan şüphesiz ki bu sözler 1933 yıllarının tek parti yönetiminin bir çeşit eleştirisi de sayılabilir. Yazar bundan sonra «servetsin rolüne geçmekte, «...Şahsi servetle umumi servetin vaziyetine göre iktisadi hayatın şekillerinde büyük tahavvüller vukua gelir. Bir memlekette şimendiferler, tramvaylar ticaret gemileri, ma­ den sanayii v j .. gibi servet vasıtalarına devletin veya şahıs­ ların temellük etmesi o memleketin iktisadi hayatının te­ kamülünde mühim rol oynıyan amillerdir. Türkiye’de bil­ hassa son zamanlarda iktisadi müesseseler yavaş yavaş devletleştirilmektedir Bu müesseselerde muhtelif şekilde çalışacak olan müstakbel kuvvetleri yetiştirmek ve terbiye etmek için henüz rasyonel tedbirler alınmamıştır... Hu­ susi servetle umumi servetin maksada uygun bir şekilde taksimi meselesi bütün iktisadi tetkiklerin öz noktasını teşkil eder. Bu mesele arkasından birçok içtimai, siyasi ve felsefi meseleleri de sürükleyip getirir. İşte bu mesele­ leri cemiyetin bünyesine en uygun gelecek bir şekilde hal­ letmeye mufavvak olan cemiyetler, iktisadi hayatlarını tan­ zim ederek normal ve müreffeh bir hayata kavuşabilirler... Onlardan korkmamak, hal çarelerine teşebbüs etmek zaru­ reti vardır. Onları halletmekten korkmak, cemiyetin şuu­ ru ile halledilmesi lazım gelen meseleleri şuursuz hadisatın eline bırakmak demektir. Osmanlı tarihinin kaydettiği mü­ him hataların biri de işte bu korkaklık değil midir? Tarih, mutlakiyetle idare edilen cemiyetlerde bu meselelerin esas­ lı bir şekilde halledilemediğini, yahut müstebit hüküm­ darların arzularına göre birer şekil aldıklarım kay­ deder. Demokrasiye müstenit devletlerde halkın ken­ di işini kendi gördürmek prensibi hakim olduğu için cemiyet, en muğlak zannedilen meseleleri bile kendi strüktürüne uygun gelebilecek bir şekilde halletmek çare­ lerini bulur. Esasen ideal hür şahsiyet de ancak bu nevi meselelerin içinde yetiştirilebilir. ..» B u satırlar da önemli­ dir. Yazarın CHP ideolojisine hiç uymıyacak bir şekilde işe sınıfsal açıdan baktığını gösterir: Türkiye’nin ilerliyebilmesi için özel mülkiyet ile kamu mülkiyeti sorunlarının tekrar gözden geçirilmesi gerektir. Bunun için de bu ko­ nuların özgürce tartışılmasına elverişli bir ortam, bir de­ mokrasi ortamı olmalıdır. O zaman sosyalizm, kapitalizm, liberalizm gibi doktrinler özgürce tartışılacak ve hangi yo­ lun doğru olduğu ortaya çıkacaktır. «İçtimaiyet noktai nazarından bakılınca hayat vası­ tasıyla terbiye, yetişmekte olan nesli, cemiyetin ihtiyaçla­ rına göre hayat vasıtasıyla terbiye etmekten başka birşey değildir... 19 uncu asırdan itibaren umumi terbiye veren mekteplerin gayelerinde ve metodlarında değişiklikler baş­ ladı. Ferdin alakası cemiyetin alakası telakki edildi. Dün­ ya iktisat asrı, milli iktisada ve fertlerin bu noktai nazar­ dan terbiyesine lüzum gösterdi. Bu itibarla iktisadi mana­ da işle birlikte pedagojik manada iş de ehemmiyet kes- betti. Çünkü umumi terbiye veren mektepte iş prensiple­ rine müsteniden tedrisat yapmak, asri cemiyetlerin ideali oldum ...» Böylece yazar pedagojik anlamda işin ayrıntılı olarak incelenmesine geçmektedir. ■ Ekonomik Farklılaşma Kitabın ikinci bölümünde meslek kavramı İncelen­ mekte ve ilkel toplumlardaki meslek kavramından başlana­ rak mesleki farklılaşma sorunlarına değinilmekte ve zama­ nımıza kadar gelinmektedir, ilkel insan, klan, aile ve kabi­ lede iş bölümü, kahramanlar ve ilahlar devri ve meslekler gözden geçirilmektedir. Yazar özellikle ekonomik gelişme ile iş ilişkileri üzerinde durmaktadır. Meslekleşmeye özel bir önem verilmektedir. «...Şimdiye kadar verilen izahat­ tan anlaşılacağı veçhile, muhtelif cemiyetlerde tebarüz eden meslekler meselesinde en çok nazarı dikkati celbe­ den nokta, bu mesleklere mensup insanların efendi ve ida­ reci sınıf ile işçi sınıfı olarak iki büyük gruba ayrılmış ol­ maları keyfiyetidir. Bu noktayı daha vazıh bir halde getire­ bilmek için hadiseyi biraz daha mufassal izah edelim. Efen­ di yahut müdür sınıf ile işçi yahut hizmetçi sınıfın hukuk itibariyle müsavi olmadıklarını onların faaliyet şekillerin­ den de anlıyabiliriz. Yersiz yurtsuz mütenevvi cemaat ve­ ya sınıflara mensup olan bendegan, esirler, terkedilmişler, bilavasıta yahut doğrudan doğruya veya daimi surette ev, gemi inşaatı, tarla işleri, ahır ve atelye işleri gibi işlerle, bilhassa silah imali, harp temrinleri olan av ve silah talim­ leri ile uğraşmaya icbar edilmişlerdir. Sonraları devlet ve idare işleri yavaş yavaş yüksek tabakanın hayati ihtiyaçla­ rına tekabül edebilen hür zihni faaliyetleri ile (ruhaniler, derebeyler, zadegan) tevessü edilmişlerdir. Efendi ve hü­ kümdar sarayı iktisadi, rasyonel işbölümünün ve vahdeti- nin, rütbe devleti, hukuk nizamının vasıtaları için ilk laboratuvarlar olmuştur... işte bu devirdedir ki işin icabı ola­ rak umumi terbiye ile mesleki terbiye -zihnen- birbirinden ayrılır. Fakat meslek terbiyesine de henüz istiklaliyet veril­ miş değildir... Bu devirde bir mesleki; tam manasıyla hür olarak intihap etmek keyfiyeti de görülmez. Fakat fert, do­ ğumdan itibaren iktisab ettiği hususuiyeti dolayısıyla da temayüllerine ve kabiliyetlerine göre hür bir şekilde muay­ yen bir meslekte mesai sarfedemez. Bu tarzı harekete henüz sistem müsait değildir...*(ii> Tonguç böylece sınıf ve mes­ lek farklılaşmaları arasındaki paralellikleri araştırdıktan sonra, «Osmanlı devleti tarihinde meslek, sınıf mefhumu ve hayatı» başlığı altında bizdeki durumu incelemektedir(12): «...Rütbe meslekinden ve onun tatbikatından -bil­ hassa yüksek kültüre kavuşabilen cemiyetlerde - şahsiyetin inkişafı ve hür meslek meselesi doğmuştur. Bu suretle irsi ve ananevi terbiye esasına müstenit cemiyet nizamı yavaş yavaş içinden zayıflamaya veyahut sınıf ihtilalleri dolayı­ sıyla bozulmaya başlamıştır. Bu hadiseyi mevki ve rütbe dolayısıyla elde edilen hukukdan vatandaşların da müsa­ vi nisbetlerde istifade edebilmeleri keyfiyeti takip etmiş ve binnetice demokrasi fikri husule gelmiştir. Bu fikir, dev­ let teşkilatı esasiye kanununa iktisadi, terbiyevi ve mesle­ ki meselelere dair ahkam ilavesi zaruretini kabul ettirmiş­ tir. ..» Görülüyor ki, Tonguç, ekonomik farklılaşma, sınıf çelişkilerinin ortaya çıkması ile beliren aşamaları ve evri­ mi biliyor. Çağının düşün özgürlüğü olanaklarının elver­ diği ölçüde, çok dikkatle seçilmiş deyişlerle ekonomik fark­ lılaşma ve sınıf çelişkilerinin hukuk ve eğitim alanlarına getirdiği sorunları inceliyor. Bu sonuncuların sınıf çelişki­ lerini ve sömürü düzeninin çıkarlarını yansıtan kurumlar olduğunu, asıl önemli etmen olarak ekonomik ve sınıfsal gerçeklerin göz önüne alınması gerektiğini belli ediyor. Sınıfsal sömürünün yok edilmesine yönelmiş toplumlarda, özgür meslek seçiminin bir kişisel hak sayılması gerekti­ ğinden hareketle, anayasalardaki eğitim ve öğrenim hakkı­ nın ekonomik ve sınıfsal kökenlerini araştırmaya çalışı­ yor. Bu konunun da sosyal adaleti sağlamakla görevli dev­ let kavramı içinde yer alması gerektiğini anlatmaya çabalı­ yor. Kentlerde burjuvazinin gelişmesine değindikten sonra, şöyle yazıyor: «...Şehirlerin organize edilmiş iktisadi hava­ sı içinde hür ve şuurlu sanat erbabı ve tüccarlar, işlerinin bir meslek olarak tanınmasını temin edebilecek kadar kuv­ vetlenmişlerdi. Emredilen yeknesak iş, hizmetçi işleri gibi ruhiyat noktai nazarından düşünülünce meslek tesmiye edilemiyecek şekildeki işler de dini ahkama göre ifade edi­ lirlerdi. Şehirlerde hemşehrilik mesleki diyebileceğimiz bir nam altında yapılan işlerin devri, beşer tarihinin pek muh­ teşem bir devrini teşkil eder... Böylelikle bilhassa Avrupa cemiyetlerinde şehirler (belediyeler) veya mahalli idareler, meslek terbiyesini mekteb rabtetmeye muvaffak olmuşlar­ dır... Türk kültür tarihinin talihsizliklerinden biri de hiç şüphesiz, muntazam ve mükemmel lonca teşkilatına müste­ nit orta zaman iktisadi hayatını mektebe raptedememesidir...» Böylece ortaçağ ekonomik düzeninden burjuva devrimine geçişi anlatmaya çalışan yazar, bizde bu geliş­ menin «gayri Türk anasır» arasında olduğunu ve böylece bunların «istiklallerini kazanmak için ilk teşebbüslere baş­ ladıklarına yazmaktadır. Burada da sınıf farklılaşmaları ile ekonomi ve siyasal yapı arasındaki ilişkileri kavradığını anlıyoruz. Tonguç toplumsal ve ekonomik gelişmeleri izliyerek şöyle diyor(13): «...M akina iktisadi ve içtimai hayatı kö­ künden sarsmıştır. Ucuz ve seri istihsale yarıyarı makinanın karşısında el kuvvetine ihtiyaç hisseden hiçbir meslek tutunamaz bir hale gelmiştir. Böylelikle organize edilmiş bir halde bulunan birçok meslekler, bu mesleklerle alaka­ dar müesseseler kökünden yıkıldı. Bu hadiseler dolayısıy­ la ortaya çıkan ekonomik rasyonalizm o zamanlar teka­ mül etmeye başlıyan kapitalizmi de besledi. Küçük işçi­ ler ve el sanatları erbabını, küçük servetleri idare edenleri müstakil ve hayatın bu şiddetli hadiselerine mukavemet edebilecek müstakil meslek erbabı yapmak imkanı daima azaldı...» Böylece Tonguç’un 19. yüzyıldaki endüstrileşme ve kapitalizmin gelişmesi sürecini anlatmaya çalıştığını gö­ rüyoruz. «...Hülasa orıdokuzuncu asırdan itibaren, iş, ken­ dine mahsus, çok veya az mihaniki, kısmen ruhsuzlaştırıl­ mış bir kazanç meşguliyeti karakterini iktisap etmeye baş­ ladı. Amele bir makinanın tıpkı bir parçası haline geldi... İktisadi sahalarda çalışan birçok insanlar gittikçe daha kuvvetli ve artıcı bir tarzda tıpkı kurunu ulanın esirleri gi­ bi tarlasız, yersiz yurtsuz, istihsal vasıtalarından mahrum, malsız ve servetsiz, çalıştıkları müesseselerden aylık almak mecburiyeti karşısında amele sınıfı denilen sınıfa geçmek­ te ve kuvvetlerini satmak mecburiyetinde kalmaktadır. Bu vaziyet karşısında amele, güçlükle ve ancak maişetini te­ min edebilen küçük iş erbabı için pazarlar, iktisadi hadisala müessir olan zamanın hadisatı ehemmiyetini kaybet­ mekte, kazanç alakası, faaliyet, yaratmak, hayata müessir olmak, bir eser meydana getirmek zevki gibi beşerin teka­ mülüne hadim bütün hasletler zayıflamaktadır. Çünkü gay­ rı müstakil bir hale gelen, memur ve aylıkçı vaziyetinde çalışan, ancak yevmi maişetini temin edebilen insanlar, herşeyden evvel kendi şahsiyetlerini inkişaf ettirecek hür meslekten mahrum kalmaktadır...» Görülüyor ki; Tonguç, bu satırlarla proletaryanın ortaya çıkmasına ve proletar­ yanın sınıf olarak eğitbilimsel yönden getirdiği sorunlara dikkati çekiyor. Ayrıca da özgür olarak meslek seçimi sağlanmadan kişilerin özgür sayılamayacakları, kişiliklerini geliştiremiyecekleri, insanlığın evrimini sürdüremiyeceği kanısında olduğu anlaşılıyor. ■ Meslek Eğitimi Daha sonra iş ve meslek eğitiminin amacının ve gö­ revlerini inceliyen Tonguç, insanla iş ilişkileri konusunda iki görüş olduğunu, birinci görüşe göre, insanın yaratılışı gereği çahşmamaya yatkın bulunduğunu, zorunlu olarak çalıştığını, ikinci görüşe göre ise, iş yapma ve çalışma, ya­ ratıcı olma sonucu en büyük mutluluğa kavuştuğunu ve ki­ şiliğini geliştirebildiğini, bu ikinci görüşün daha doğru olduğunu, fakat kişiliği geliştirebilme ve mutluluğa kavuşa­ bilme için, yaratıcı anlamda iş yapabilmek gerektiğini, bu­ nun ilk koşulunun ise özgür olarak meslek seçebilmeye bağlı olduğunu anlatıyor. însanhğın evrimi sırasında öz­ gür olarak meslek seçebilme olanaklarının kaybolduğunu, ancak ileri toplumların bir kişinin kişiliğine uygun bir mes­ lek seçebilmesini sağlıyacak örgütlenmeyi yapabilme yolun­ da olduklarını anlatıyor. Meslek öğreniminde tutulması ge­ reken yol olarak da yalnız mesleksel bilgiler edinmenin yetmiyeceğini, o mesleğin toplum içerisindeki sorun ve ilişki­ lerinin de bilinmesi gerektiğini belirterek şöyle diyor04’: «...Esasen bugün bir mesleğin tamamen öğrenilebilmesi ve ona hakim olabilmek keyfiyeti, yalnız meslek ve teknik­ leri bilmekle mümkün değildir. Milli iktisat mefhumuna dahil bütün içtimai ve iktisadi hadiseler, birbirleriyle öyle karışmış ve girift bir hale gelmişlerdir ki, bunlardan biri­ ne hakimiyet için behemahal iktisadi bir terbiye almak zarureti vardır. Onun içindir ki, zamanımızda mesleki fa­ aliyetin özünü -hatta en dar manasına göre- şu nevi hadi­ seler teşkil eder: temellük edilen eşya ve müessesatı idare için teşkilat yapmak, işletme faaliyeti atölye bilgisi, ticari noktai nazardan düşünülünce hesap yapm ak... ücret me­ seleleri, komşu mıntakalarda istihsal, mübadele münase­ betlerinin şartları, pazarlar ve pazar şartları, ticari münase­ betler ve mukaveleler, münakalat, kredi v î . gibi. Bugün modern denilebilecek bir çiftçi, elli sene evvelki köylüden daha çok şey bilmek mecburiyetindedir... Müstakil küçük zanaatkarın, küçük ustanın., bugün hayatta tutunabilmesi keyfiyeti de o kadar kolay değildir. Aylıkçı ve amele vazi­ yetinde olanlar bile -basit bir şekilde de olsa- iktisadi haya­ tın umum bünyesine vakıf bulunmalıdır ki hayatlarını yok bahasına başkalarına satarak esir seviyesine düşmesinler. Ancak bu suretle hareket etmek şartıylardır ki, muhtelif mesleklere mensup vatandaşlar, mesleki hukuklarını, ikti­ sadi mevcudiyetin esaslarını, iş tarife ve kanunlarını, mesleki birlikler tesis etmek lüzumunu hakiki bir ihtiyaç olarak hissedeceklerdir. Böyle hareket etmekle de kazancın az olduğu zamanlarda, hastalık vukuunda, bir kazaya ma­ ruz kalınarak alil kalınıldığı anlarda, ihtiyarlık devrinde: memleketle sahsi ve medeni alaka kesilemez. Görülüyor ki modern iktisadi hayatın şartları, orta zaman uykusundan uyanmayı amir şartlardır. Köylerdeki, şehirlerdeki faki­ rin, sefaletin önüne geçmenin de yegane yolu budur. ..» Yukarıdaki bölümün Tonguç’un düşün sistemini an­ lamak bakımından çok önemli olduğunu sanıyoruz. İleri anlamda eğitilmiş bir kişinin, yalnız bir mesleğin yapılma­ sı ile ilgili mesleksel bilgileri almış kişi olmayıp, o mesleğin toplum içindeki ekonomik bütün sorunlarını kavrayan bir kişi olması gerektiği düşünü ile eğitimin görevi çok ge­ nişletiyor. örneğin bir köylü bilimsel bir tarım yapacak mesleksel bilgileri alırken, ürününün değerlendirilmesi, pazarlanması, kullandığı üretim araçlarının mülkiyeti gibi ko­ nularda da bilgi edinecektir. Eğer sömürülüyorsa, bunun bilincine varacak, sömürülmemek için örgütlenecek, koo­ peratiflerini, sendika ve sigorta örgütlerini kuracaktır; top­ lumsal güvenliğini sağlıyacaktır. Kısacası Tonguç’un anla­ dığı anlamda meslek eğitimi edinmek demek, sınıf bilinci­ ne erişmek demektir. Sömürüyü ve yoksulluğu önlemenin yolu, çalışan sınıfları böyle bir meslek eğitiminden geçire­ rek bilince kavuşturmaktır. Eğitimin görevi budur. Tonguç şöyle devam ediyor"5’: «...İşçi... ahlâki fi­ kirlerle birlikte en müfrit kainat ve hayat telakkileri ile de karşılaşır. Günün hadiseleri, iş arkadaşları, matbuat, istih­ sal ve istihlak meseleleri dolayısıyla o da içtimai siyaset, si­ gorta, sendika, grev v.v. gibi mefhumları ve nihayet işçilerin mensup oldukları siyasi fırkaların dünyada ve cemiyet ha­ yatında oynadıkları rolleri anlamaya başiar. Bugünkü kar­ makarışık hayat münasebet ve hadiseleri karşısında en ba­ sit adamın bile şuuruna sahip ve hakim olabilmesi -büyük­ babalarımızın asırlarca öğrenmeye hiç lüzum görmedik­ leri- birçok hususatı bilmesine mütevakkıftır. Bir insanın işinin ve mesleğinin başında kuvvetli bir şekilde durabil­ mesi -aile, mektep, atölye, iş mahalli, mesleki cemiyet, iç­ timai muavenet teşkilatı, mesleki irşadat büroları gibi- bir­ çok müessesenin birlikte çalışmalarına bağlıdır. Ancak bu takdirdedir ki, o insanın iktisadi hayatı sağlamlaşır ve muhtaç olduğu zaman yardım müesseselerinden istifade edebilir. Bütün bu işleri toplu ve planlı bir şekilde yapa­ bilecek olan yegane müessese, terbiyecilerin idarelerinde bulunacak mesleki tahsil müessesesidir. Hatta bu vazife­ lerin mühim bir kısmı da zamanımızın umumi terbiye işi­ ni deruhte etmiş olan mekteplere aittir. Onun içindir ki mo­ dern iktisadi hayat pedagoji sahasında büsbütün başka bir hava yaratmıştır. Umumi terbiye müesseselcri ferde sade­ ce yazmak - okumak öğreten, onun umumi kültür seviye­ sinin yükselmesine hizmet eden müesseseler şeklinden çı- karak ona hayatın manasını öğreten müesseseler haline gelmeye çalışmalıdırlar. Bu sözlerden -bazılarının zannettik­ leri gibi- terbiye müesseselerinin idaresini, iktisadi işlere bakanlara bırakmak lazımdır hükmü anlaşılmamalıdır. Mekteplerdeki atölyelerin, okuma salonlarının yardım sandıklarının, talebe teşkilatlarının., hikmeti vücudu da budur ve bunlar Maarif mefhumunun ne kadar başka bir şekle geldiğini anlamaya kafidir. Bütün bunlara rağmen sermaye ile sai, patronla işçi arasındaki korkunç mücade­ leyi tarih göstermektedir. Bu mücadele ne zaman ve nasıl hitama erecektir, bunlardan hangisi diğerine galebe çala­ caktır? Bu cihet şimdilik bir istihfam işaretidir. Geriye, ha­ yatın sükunetle geçen devirlerine ricat mümkün olmadı­ ğı için bu mücadeleye şahit olmaktayız...» Tonguç toplumun ekonomik gelişimine paralel olarak, eğitimin görevini bu şekilde genişlettikten sonra bir nok­ tada duruyor. Bu kadar geniş görevlerle ve bugünkü deyi­ mimizle «sosyal adaletin gerçekleşmesine» yardımcı olmak üzere eğitimciyi donattıktan sonra, bu amacın gerçekleşme­ si için yalnız eğitim kuramlarını düzeltmenin yeterli olaca­ ğını söylemez. Sermaye ile emek, patronla işçi arasındaki geriye dönüşü olmayan çekişme nasıl sonuçlanacaktır?... Tonguç bu noktada durur. Bundan ötesi onun alanı değil­ dir. Ama buraya kadar düşündüğü ve tasarladığı eğitim sisteminin bü çekişmede sömürülenden yana olduğu, onla­ rın başarısına yardım edecek nitelikte bulunduğuna hiç şüphe yoktur. Çalışarak emeği ile artık değer yaratan emekçinin bu artık değerin nasıl, kimler tarafından ve ne amaçla kullanıldığını bilmesi, bir özgürlük ortamı içeri­ sinde bu konularda etkin olarak hak ve isteklerini kabul ettirmesi, bir baskı grubu olmasını sağlıyacak örgütleri kurabilmesi eğitimin amacıdır. «insanları mesleklere ayırmaksızm bir hayat tanzim ve idaresi mümkün olmadığı gibi, bu istikamete doğru atı- lacak her adım da geriliğe ve iptidailiğe doğru gitmekten başka birşeyi de ifade etmiyecektir.. ,'l6>». Böylece en ileri şekliyle mesleksel farklılaşmadan yana olan Tonguç’un sonradan, bütün bu düşünleri hiçe sayılarak, toplumsal gelişimi belli bir köylülük düzeyinde tutma, gelişimi dur­ durma gibi amaçlar gütmekle suçlanması tuhaf değil mi­ dir? ■ Türkiye İçin Tasarılar Daha sonra Tonguç iş ve meslek eğitimi açısından bugünkü Türkiye’yi inceliyor'17’: «...H er meslek hakkında ayrı ayrı ve o meslek erbabını karakterize edecek ve onla­ rın hakiki ihtiyaçlarını gösterebilecek mahiyette, gayet kati ve müspet tavsiyelerde bulunmaya -bugün için- imkan yoktur. Buna mukabil Türkiye nüfusunu başka bir noktai nazardan ve onun terbiyesinde nazarı ilibare alınması zaruri şartları tebarüz ettirmek suretiyle daha umumi bir şekilde mütalaa etmek imkanı mevcuttur... Burada -şimdi­ lik köylerde yaşıyan çiftçi sınıfı ile şehirlerde yaşıyan muhtelif meslekler erbabımn bugünkü hayatlarının karak­ teristik vasıfları kısaca tebarüz ettirilmeye çalışılacaktır...» dedikten sonra, «köy hayatı ve çiftçi sınıfın» incelemesine geçen Tonguç’un bu bölümde yazdıkları daha sonra ya­ yınlanacak olan «Köyde Eğitim» kitabının ön çalışması ni­ teliğinde sayılabilir. Şevket Süreyya ve İsmail Hüsrev’in Türkiye’deki köy ekonomisi konusunda verdikleri bilgileri belirten yazar, şu düşünleri aktarıyor: «...T ürk köyünde şiddetli içtifnai bir tefaruk vardır. Köylünün bir kısmı mü­ temadiyen fakirleşmektedir. Elinde servet olanlar da bu fakirleşmeden kendini zor kurtarmaktadır. Küçük köylü ailesi, gün geçtikçe alım kabiliyetini kaybetmekte ve dağıl­ maktadır. Türkiye’de köylü doğrudan doğruya tabii coğ­ rafi muhitin tesiri altındadır... Şark vilayetlerinde feodal mülkiyet henüz cezri bir tarzda kaldırılıp arazinin köylüye tevzi edilmemiş olması köylüyü burada kendi mülkiyetine sahip olarak müstakil bir iktisad faaliyetinde bulundurmak­ tan menetmektedir, binnetice köylünün elinde sermaye te­ raküm etmemektedir... Alım kabiliyeti daralan köylü, in­ kişaf etmekte olan milli sanayiimize pazar olamaz... Sana­ yii yaşatacak olan köy pazarıdır...» «... .Şimdi pedagojik iç­ timaiyatçıların ve mesleki ruhiyatçıların (C. Weiss, F. Giese) fikirlerinden istifade ederek istikbalde Türkiye için en mühim bir terbiye mevzuu teşkil edecek olan -bugün için çok uzak ufuklarda bir sis bulutu gibi örtülü bulu­ nan köy hayatı, çiftçi ruhiyatı, köylü çocuğu, köylü ailesi gibi mefhumları gözümüzün önünde tebarüz ettirmeye ça­ lışalım...» diyerek, ayrıntılara girdikten1sonra şöyle devam ediyor: «...E n mühim içtimai, iktisadi vasıfları, meşguliyet nevileri yukarıda tasvir edilmiş 9.217.000 Türk köylüsü veya çiftçi nüfusunun gerek umumi ve gerek mesleki terbi­ ye mevzuu bahis olunca; realiteye, ihtiyaca en muvafık tedbir olarak verilecek hüküm hiç şüphesiz profesör J. Dewey’in raporundaki şu cümlelerle ifade edilebilecek­ t i k : (...Mekteplerde köylülerin ve çiftçilerin alâka ve ih­ tiyaçlarına hususi bir ehemmiyet verilmeden tahsilin umu­ mi ve mecburi kılınması, içtimai zararlar verecek fevkala­ de bir tehlike teşkil eder. Köylülerle çiftçilerin ihtiyaçları ayrıca düşünülmeden vücuda getirilecek bir maarif siste­ mi nazari ve skolastik olur. Ve genç neslin herhangi diğer bir meslekte muvaffakiyetini temin etmemekle beraber on­ ları köy hayatından kolaylıkla uzaklaştırır. Bundan başka Türkiye’de milli refahın inkişafı, ziraat ameliyatının İsla­ hıyla sıkı bir surette alakadardır. Bu itibarla; Türkiye maa­ rifi için en mühim mesele, derslerinin mevzuları köy haya­ tına iyice merbut olacak bir nevi iptidai ve tali.mektepler tesisidir...) İtiraf etmek lazımdır ki, bugünkü umumi ve mesleki terbiye teşkilatımızın mahiyeti, henüz bu prensibe tetabuk edecek şekilde değildir. Halbuki; köy terbiyesinin gayesi, azami derecede kuvvetli vatandaş, yani içtimai ma­ hiyette insan ve memleketin (siyasi, iktisadi ve harsi hayatı • nın inkişafına iştirak edecek), yani tabiatın bütün kuvvet­ lerine esir değil, hakim olabilecek bir evsafta iş adamı ye­ tiştirmek olmalıdır. Bizi bu gayeye götürecek mektep de kitabi mektep değil, iş mektebi olacaktır... Köy yukarıda tasvir edilen hakiki karakterini kaybedip de muallim, dok­ tor, ziraatçı, jandarma, fabrika amelesi gibi insanların te­ sirleri altında kalmaya başlayınca küçük kasaba olur ve büsbütün başka evsafta tezahür eder...» Böylece Tonguç, Türkiye’de sosyal adaletin gerçek­ leşmesi sorununu, Türkiye’nin yapısı gereği geniş ölçüde köylünün durumunun düzeltilmesi sorununa bağladıktan sonra, köydeki eğitimin amaçlarını araştırmaya geçiyor. Burada bilerek veya bilmiyerek bazı kavram karışıklıkları­ na yol açacak ve nitekim de açmış olan bir takım deyim­ ler kullandığını görüyoruz. Örneğin daha sonra «Canlan­ dırılacak Köy »de de sık sık karşılaşılan ve insana bulanık ve bambaşka anlamda gelen, bir kısım eleştirilerce de son­ radan böyle ters anlamda anlaşılmış olan (tabiatın bütün kuvvetlerine hakim olabilecek evsafta iş adamı yetiştir­ mek) gibi bir deyişten, Tonguç’un ilk bakışta anlaşılandan çok başka bir şeyi kastettiğini görüyoruz. Sayfa 93’deki makale çevirisinde de bu ikinci anlamında kullanılan «iş adamı» deyimi ile Tonguç, görülüyor ki, iş yapabilme ye­ teneği olan ve ülkenin (siyasi, iktisadi, harsi hayatının in­ kişafına iştirak edecek) yetenekli, güçlü ve gücünün bilin­ cine ermiş vatandaşlar, açıkçası sınıf bilincine kavuşmuş ve bir meslek edinmiş kişiler yetiştirilmesini 'anlatmak iste- inektedir. Kullandığı «iş adamı» sözcüğü bugünkü anla­ mında değildir. Tonguç daha sonra kasabaların kuruluşuna geçiyor ve «kasaba iş hayatının en bariz vasfı olarak insanlar ara­ sındaki iş bölümünü, yani mesleki ayrılığı kabul etmek la­ zım dır...» diyor. «...Kasaba köye nispetle tam manasıyla siyasi karakteri de haizdir...» diye yazdıktan sonra, iş bö­ lümü sonucu kasabanın hayatındaki gelişmeyi anlatıyor ve «...Kasabalı köylüye nispeten mahiyetinde elastikiyet, hayata tetabuk, iradei enerji sarfı gibi vaziyetler göster­ meye başlar ve o, ananeci köylüye mukabil; ümide inanıcı, terakki taraftarı, iktisadi hayatta cesur, müspet görünür... Böyle ileriye doğru itici bir hayat onun bağlı bulunduğu anane bağlarını da mütemadiyen koparır ve nihayet kasa­ balıyı mazi insanı değil, hal adamı yapar. Bu hadisenin ne gibi neticelerle tetevvüç edeceği kolay kabili tasavvurdur. Bu neticelerin en mühimlerinden yalnız birini hatırlata­ lım: Kasabalı, köylü gibi kendisini tek cihetli bir meşguli­ yete bağlamaz. Köye nispetle daha fazla iş bölümüne müs­ tenit bu hayat, umumi hayatta terakkiye de sebep olur...»m . Görülüyor ki Tonguç, körükörüne köy toplumundan yana, toplumsal gelişmenin o düzeyde kalmasını düşünen bir kişi değildir. Köy - kent çizgisindeki evrimi bilir, bu evrimde iş bölümünün oynadığı önemli rolü de belirtir. Evrimi gerçekleştirmek, hızlandırmak için eğitimciye dü­ şen görev de bu işbölümünü, meslekleşmeyi sağlamaktır. Böylece iş bölümü ve meslek eğitimi verileceği zaman, top­ lumsal gelişmenin köy düzeyinde durmıyacağmı, gelişece­ ğini, evrimin hızlanacağını Tonguç’un bilmemesi olanağı yoktur. Amacı da budur. «... Türkiye’nin idaresini ve Türkiye’de terbiye işleri mesuliyetini deruhte etmiş olanlar için bütün bu meslekler­ le beraber daima göz önünde bulundurulması ve muazzam bir memleket meselesi telakki edilmesi lazım gelen, mikta­ rı umumi nüfusa nispetle % 60’ı teşkil eden, meslekleri bulunmıyan vatandaşlar mevzuu vardır. Mesleki hayata müstenit muasır medeniyetle mücehhez cemiyetler göz önü­ ne getirilince bu hadisenin ehemmiyeti daha çabuk anlaşı­ labilir. . . » dedikten sonra, bugünkü okulun bu amaca ulaş­ maktaki yetersizliğini belirten Tonguç, «...istikbalin m ek­ tebi bu kusurların hiçbirini taşımıyan, insanların hakiki ihtiyaçlarını nazarı itibare alan, onları bizzat faaliyete sevk ederek terbiye edecek bir (iş ve meslek mektebi) olacak­ tır. ..» demektedir'20'. Bundan sonra yeni öğretmenin nasıl olması gerektiği sorusuna karşılık anyarak şöyle yazıyor'21': « ...tş mektebi muallimi kendi kendini yetiştiren ve terbiye eden bir mu­ allim olacaktır. Onun bu hale gelebilmesi muallim birlik­ lerini işbirliği haline getirmekle mümkün olacaktır. Mual­ limler bir teşkilat yaparak mesleki tekamüllerine, kültüre hizmet edemedikleri müddetçe mektebin yukarıda tenkit ettiğimiz vasıflarını terketmesine imkan yoktur... Bu gaye­ leri tahakkuk ettirmek muallimlerin sadece ders vermele­ riyle mümkün olmaz, iş yapabilecek evsaftaki bütün halkı bu mesaiye iştirak ettirmek zarureti vardır. Bu cümleleri şu tarzda hülasa edebiliriz: Eski mektebin muallimi, ansiklo­ pedik mahiyette malumatı, kendi kendine toplamaya çalı­ şırdı. Yeni iş mektebi muallimi organizatör olacaktır; ha­ yat, cemiyet ve iş vasıtasıyla kendi kendini terbiye edecek­ tir. Ancak ondan sonradır ki mektep, yeni ve modern bir millet yaratacak kudrette bir müessese olacaktır. . . » Tonguç bundan sonra yeni eğitkenlerin, özellikle Kers- chensteiner’in «terbiye idealleri» üzerinde durmakta, sözle­ rini Kerschensteiner’in ve Dewey’in düşünleriyle bitirmek istediğini belirtmekte ve «böyle bir taslak yazmak cesareti­ ni de onların eserlerindeki esas fikirlerden aldığını itiraf» etmekte, kitabına Dewey’in şu sözleri ile son vermektedir(22): «...B u gayeleri tahakkuk ettirmek için sadece bazı liderler yetiştirmek kafi değildir. Vatandaşların heyeti mec­ muası, memleketin siyasi, iktisadi ve harsi (kültür) inkişa­ fına iştirak edecek bir terbiye almalıdır...» Tonguç’un Kerschensteiner’in şu sözlerini almış olma­ sının da daha sonraki gelişmeler, yani eğitbilim alanında girişilecek bir atılımın karşılaşabileceği tehlikeler bakımın­ dan bilinçli olduğunu gösterdiğini sanıyoruz"3’: «...M ektep teşkilatı meselelerinin pedagoji nazariyeleri vasıtasıyla ta­ mamen halledilemiyeceğini de pek iyi bilirim. Bilhassa de­ mokrat devletlerde. Onlar evveldenberi kudret meseleleri olagelmişlerdir ve dünya baki kaldığı müddetçe de böyle kalacaklardır. Fakat siyasi fırkaların siyaset yahut kainat ve hayat telakkileri prensipleri vasıtasıyla bu kudretin kolu­ nu kuvvetlendirmeleriyle, kudreti; vazıh tek manalı, umumi meriyete malik... terbiye mefhumunun kuvvetlendirmesi aynı şey değildir. Terbiye mefhumu, yahut daha doğrusu talim ve terbiye fikri, eğer cemiyetin yetişmekte olan nesil­ lerine ve bu vasıta ile de istikbalde devlet kuvvetlerini el­ lerinde bulunduracak kimselere tesir yapmak istiyorsa o takdirde -herşeyden evvel- terbiye edileceklerde vazıh bir hale gelmelidir.:.» Bu satırları okuyan bir kişinin, girişeceği eğitim dene­ mesinin karşılaşacağı baltalama ve tehlikeleri bilmemesi, hele çok partili bir rejime gidilirken, bunun ne gibi sonuç­ lar doğuracağını düşünememesini biz kabul edemiyoruz. ■ Düşün Sisteminin Ana Çizgileri «İş ve Meslek Terbiyesi» kitabının Tonguç’un toplum­ sal, ekonomik düşünlerini, sistemini anlamak bakımından çok önemli olduğunu, daha sonra köy enstitülerine kadar varan gelişmelerin köklerinin bu kitapta bulunduğunu sanı­ yoruz. Ne yazık ki, daha sonra çıkan «Köyde Eğitim» ve «Canlandırılacak Köy» kitaplarına göre, bu önemli yapıt, Kirby’nin «Türkiye’de Köy Enstitüleri» kitabında dikkatle­ ri bu nokta üzerine çekmesine kadar bir kenarda unutul­ muştur. «İş ve MeMslek Terbiyesi» herşeyden önce bize Tonguç’un çağdaş toplumsal, ekonomik, eğitbilimsel geliş­ meleri izliyen, bilen, marksizmden de haberli bir kişi ol­ duğunu gösterir. İkinci sonuç onun batılı eğitkenlerin teori­ lerinden yola çıkarak, eğitim kavramını çok genişletmek, eğitimin görev ve amacını toplumun evrimi ile paralel ola­ rak geliştirmek istediğidir. Üçüncü nokta, Tonguç’un batı­ dan öğrendiklerini ülkesinin koşullarına uygulamaya artık cesaret etmesi ve bunun için ilk taslağını yapmaya başla­ masıdır. Tonguç’un, bu yapıtta, öğrendiklerini bizim ger­ çeklerimize uygulamaya kalkması, onu çağdaşı yerli düşü­ nür ve eğitkenlerden keskin şekilde ayıran, daha sonraki gelişimini sağlıyacak başlıca özelliktir. Dördüncü sonuç: Tonguç için bir köy sorunu yoktur. Bir ülke sorunu, bir ezilen sınıflar sorunu, bir emekçilerin haklarını kullana­ bilmeleri sorunu vardır. O, klasik ve ülkücü anlamda «köycü» değildir; Türkiye’nin toplumsal yapısı gereği, % 80’i köylü olan bir ülkede, işe köylü sınıfından, en kö­ tü koşullar içinde olan ve ülkenin ekonomik hayatının te­ melinde bulunan bu sınıftan başlamak zorunda olduğu için köyle ilgilidir. Yoksa, köyün üstünde, daha gelişmiş toplumsal düzeyler, sınıflar bulunduğunu bilir, bu sürece de karşı değildir; hatta amacı bu süreci hızlandırmaktır. Beşinci nokta; Tonguç’un o günkü düşün ve yazı özgürlü­ ğünün elverdiği ölçüde içinde yaşadığı toplumun ve siyasal koşulların eleştirisine girişmiş olmasıdır. Emekçilerin ör­ gütlenme haklarının savunulması bunun örneğidir. Bu kitapla Tonguç’un özlediği toplum nasıl bir top­ lumdur? Her bireyin kendi yetenek ve isteklerine göre tam bir meslek eğitimi aldığı, bu mesleği hakkı yenmeden, yü­ rütebildiği gerekli sosyal güvenlikleri de elde ederek mes­ leksel örgütleri kurabildiği, işletebildiği, sömürünün önlen­ miş olduğu, insan kişiliğinin sürekli olarak gelişmesi, açıl­ ması için bütün olanakların çahşanlara verildiği, dengeli, tam bir işbölümüne dayanan, evrensel gelişme yollan tı­ kanmamış, dinamik, sürekli gelişme içinde bir toplum. Mutlu insanlann yaşayacağı bir toplum. Onun özlediği top­ lumda artık - değeri hiç kimse sömüremiyecektir. Peki bu topluma nasıl varılacaktır? Vanldıktan sonra bu düzen na­ sıl korunacaktır, bunun güvenliği nedir? Nasıl erişileceği konusunda Tonguç açık değüdir; bu noktada düşününü söy­ lemez. Bunu konusu, uğraşısı dışı sayar. O, öğretmen ve eğitken olarak bu çaba sırasında eğitime düşen görevleri araştırır ve bunları gerçekleştirmenin yollarını arar. Çekiş­ me gücü ve güvenlik örgütü olarak, üzerinde açık açık dur­ duğu mesleksel dayanışma ve örgütlenme sorunudur. Yol­ lar mesleksel örgütlenme, dayanışma, sendikalaşma, sınıf­ sal partiler kurma gibi çabalar için her zaman açık olma­ lı, emekçi bilineli olarak bu örgütlere katılmalıdır. Bütün bu şema, şüphesiz ki bugünkü sosyal ve demokratik devlet kavramına çok yakmdır. «Iş ve Meslek Terbiyesi» kitabı ile öne sürülen düşün­ lerde marksist öğelerin ve etkenlerin bulunduğunu kabul etmek gerekir. Ama onun asıl üzerinde durduğu, durmayı görevi saydığı, sınıf çatışmasının siyasal yönü ve sorunla­ rı değü, marksist bir gelişme şeması içinde eğitime düşen görevlerin ne olduğu ve bu görevlerin nasıl yerine getirile­ ceğidir. Burada Tonguç’un bütün yazılarında rastladığımız tipik bir özellik görüyoruz; eğitimin ekonomik ve toplum­ sal sorunlarla olan ilişkisini bilir, fakat hem düşününde, hem de eyleminde öğretmen ve eğitken kişiliğinin sınırla­ rını aşmamaya dikkat eder. Başlangıçta bir çekingenlik gibi gözüken bu davranış, onu birçok aydın gibi gündelik siya­ sal tartışma ve eylemlerin içinde boğulup kalmaktan koru­ muş, kurtarmış ve eylem olarak birşeyler yapabilmesini sağlıyan en önemli öge olmuştur. Denilebilir ki, o, kafasın­ daki ideal işbölümü kavramını her kişiden önce, kendi davranışına, kendi uğraşısına uygulamaya çalışır; kendi ko­ nusunun sınırlan içinde kalarak, ama mesleksel bağnazlı­ ğa düşmiyerek, bütün toplumsal, ekonomik gelişimleri izliyerek, bunlar üzerinde belirli kanı ve inançlara da va­ rarak, ana ilke ve inançlannı kendi mesleksel alanında uy­ gulamaya çalışır. Bu davranış onu uzun süre gerici - tutu­ cu saldınlardan da korumuş, eylemde bulunabilme olana­ ğını sağlamıştır. öyle sanıyoruz ki, Tonguç, «İş ve Meslek Terbiyesi» kitabındaki düşünleri ile, genel düşün ve kanılan bakımın­ dan, büyük toplumsal ve ekonomik sorunların gerçekten demokratik bir düzen içerisinde ve özgür, bağımsız düşün çekişmeleri ve örgütlenme özgürlükleriyle çözülebileceğine inanan sosyalistlere yaklaşır. Bu geniş açıdan soruna ba­ kışı ile Tonguç, eylem olarak öğretmen ve eğitken kalma­ ya önem verir ama, onun için sorun bir öğretmen ve okul sorunu olmaktan çok, bir meslekleşme sorunu, bir ülke ve hatta bir insanlık sorunudur. Onun alanı olan eğitim işi, bu geniş amaçlara hizmet etmekle görevlidir. Yine 1933 yılında yayınlanan ve Kerschensteiner’in hayatı, düşünleri, iş eğitiminin esaslan, okul sistemi ile iş okulu, vatandaşlık eğitimi gibi konularda bilgi verilen bir çevirisinden'24’ ve iki dünya savaşı sırasındaki Alman eğiW K e sc h e n ste ln e r, ts ım d l H a k k ı, T ü r k M a a r it C em iy e­ t i y a y ın la n N o. 1, A h m e t H a lit k ita h e v i 1933, İ s ­ ta n b u l. tim düzeni üzerinde bilgi veren bir kitabından*25’ sonra, artık Tonguç yayınladığı eserlerinde hep «İş ve Meslek Terbiyesindeki esaslardan yola çıkarak bu ilkeleri ülke­ nin gerçeklerine uygulamaya çalışacaktır. Ve Türkiye’nin gerçeklerinin gereği olarak özellikle köylü sınıfı ile uğra­ şacaktır. ■ Gerçekçi Açıdan Köy 1938’de yayınlanan «Köyde Eğitim» kitabı*26’ Türk köyünün yapısını ve özelliklerini inceliyen bir yapıttır. Ki­ tabının önsözünde «...Bir cemiyet fertlerini forme edebil­ mek herşeyden önce o cemiyetin yaşamakta olduğu hayatı ve bu hayata şekil veren reel şartları yaşıyarak öğrenmeye bağlıdır. Realite denilen zengin kaynakla bu şekilde beslenemiyen her teşebbüs er veya geç sönmeye ve erimeye mah­ kumdur... Köylere birşey öğretebilmek için evvela on­ lardan birçok şeyler öğrenmemiz lazımdır...» diyen*27’ ya­ zar, böylece gitgide batıdan aktarılmış bilgileri değiştirme­ den uygulamaktan koparak, ülkenin gerçeklerine göre bir sistem kurabilmek için, ilk uğraşının bu gerçeklerin tanın­ ması gerektiği üzerinde duruyor. Böylece Tonguç’un kendi gelişiminde yeni bir adım daha attığını görüyoruz. Köyü, kendi olanakları elverdiği ölçüde, ekonomik, toplumsal, hatta etnolojik ve etnografik yönden ve eğitim ortamı ola­ rak inceledikten sonra, kitabın sonunda şimdiye kadar köy kalkınması konusunda ülkemizde ileri atılmış başlıca ta­ sarıları ele alıyor ve eleştiriyor. Ve sonunda şöyle diyor: «...H akiki köylülere bu düşüncelerin hepsi onların anlıyaW A lm a n y a M a a rifi, İs m a il H a k k ı, R e ş a t Ş e m s e ttin , D e v le t B asım ev i, İ s ta n b u l 1934. K öyde E ğ itim , 1. H a k k ı T o n g u ç, K ü ltü r B a k a n lığ ı İlk o k u l Ö ğ re tm e n K ıla v u z la rı N o. 8, D e v le t b asım ev i 1938, İs ta n b u l. m ı a.g .e. Ö nsöz s. 1X-X. bileceği bir dille izah edilerek düşünceleri öğrenilmeye çalışildi. Onlar bu fikirlerin ve tekliflerin karşısında evvela bir müddet düşünüyorlar... sonra şu kısa cevapları veriyor­ lar: Bunların hepsi olur. Dünyada olmıyacak ne var ki, söylenilen şeyler yapılabilse çok iyi olur ama, bunları ya­ zanlar, söyliyenler gelsinler bu köylerde bizimle beraber otursurdar, çalışsınlar, yapsınlar. Biz de görelim. Hem bi­ zim aklımız gözümüzde olur. Görmeden ne diyelim?...»(28) Bu kitap, köyde eğitim sorununun çözümüne bir ta­ san, bir sistem getirmekten çok, bunun ön hazırlığı niteli­ ğindedir. Köylerdeki eğitmen denemesi yeni başlamış, so­ nuçlar yeni derlenmektedir. Tonguç tam bir sistem ileri sürmekte henüz çekimserdir; zaten yöntemi de bunu gerek­ tirir; ancak doğrudan doğruya köyün içine girerek deneyler yapa yapa çalışmakla başanlı sonuçlara vanlabilir. Nitekim bundan sonra da hep bu yöntemi izliyecektir. Kitapta bizim konumuz, yani Tonguç’un toplumsal ve siyasal düşünleri bakımından ne gibi ipuçları, vardır? «Köyde Eğitim» kitabında konumuzla ilgili olarak, «Ekonomik hayat bakımından köy durumu» başlığı altın­ da şu düşünler vardır*29': «...K öy işleri için en mühim iş kuvveti insandır. Bu bakımdan köylerimizin hem nüfus sa­ yıları azdır, hem de bu nüfusu teşkil eden insanlar kültür bakımından çok zayıf bir durumdadırlar... İnsan kuvveti­ ni takviye edici unsurlar hayvan, alet ve nakil vasıtaları gibi iş vasıtalarıdır. Bu bakımdan köylerin halleri normal telakki edilebilecek bir haldedir denemez... Ziraat aletleri iptidai bir teknikle yapılmış, çok basit düven, karasaban, saban, yaba, tırpan gibi aletlerair. Ziraat mütehassısları­ nın saptadıklarına göre memleketimizde karasabanla ve m a.g .e. s. 511. (»> K öyde E ğ itim t. H a k k ı T o n g u ç, D e v le t B asım e v i, İs ta n b u l 1938, s. 56-68. bir çift öküzle, bir adam günde ancak bir dönüm tarla sürebilmektedir... Görülüyor ki sadece insan ve hayvan kuvvetine dayanarak yapılan bu işler, bugünkü şartlar ve bu durumlar değişmedikçe daha verimli bir hale getirilemiyecektir... Köylülerimizin teknik bilgi ve iktidarları mo­ dern ve rasyonel bir şekilde iş görebilecek fenni aletleri kullanmaya ...henüz müsait bir hale getirilememiştir. Top­ rak çok parçalanmış olduğu için birçok köylerde ihtiyaca kafi toprağı olmayanların sayısı kabarıktır...» Bundan sonra köylerde tarım ürünlerinde verim düşüklüğünün di­ ğer nedenlerini gözden geçiren Tonguç, şöyle yazıyor: «...D ış piyasalarla ilgili ihracat mahsulü yetiştiren köylü­ ler, sıra bunları satmaya gelince menfaatlerinin mühim bir kısmını aradaki mutavassıtlara terketmek mecburiyetinde kalmaktadır...» Bundan sonra hayvan yetiştirme işlerinde­ ki aksaklıklar belirtilerek tarım ürünlerinin satışı işine tek­ rar değinilmektedir: «...Ziraat işlerinin özünü teşkil eden bu iş, henüz organize edilmiş bir halde değildir. Onun için zirai istihsal maddeleri bir türlü kıymetlendirilememektedir. Başlıca sebepleri şunlardır: a) lçpazar meselesi: Birçok düğümlerle düğümlü bir haldedir. Bu sebepten dolayıdır ki (fazla ve iyi istihsal) parolaları Türk köylüsünü henüz normal kıymetlere kavuşturamamıştır... Köylülerin-bir­ çokları istihsal ettikleri maddeleri, kendi köylerine yakın bir yerde kurulan pazarlarda satarlar. Köylü burada kö­ yündeki mücadelelerden kat kat çetin yeni bir mücadeleye daha girişir. Kültür seviyesi piyasa fiatlarını muntazaman takip edebilecek bir durumda olmadığı için, satış işine... gözü kapalı girer... tçpazarlardaki satış işi -cihan ekono­ mik buhranının tesirleri de olmakla beraber? ileride büyük meseleler doğurabilecek kadar nazik bir iş haline gelmiş bulunmaktadır. Bu mesele biraz teferruatlı bir şekilde in­ celenecek olursa köy ekonomik hayatının hakiki çehresi bütün çıplaklığıyla görülebilecektir... Zirai mahsullerin is­ tihsali için yapılan masraflara ve çekilen emeğe karşı, elde edilen satış fiatları bunları koruyucu karakterde değildir, işte köy ekonomik hayatımn büyük düğümlerinden biri de budur. ...Ziraat işinin verimli, şümullü ve memleke­ tin umumi ekonomik hayatını besleyici olabilrfıesi için evvela bu içpazar ve umumiyetle satış meselesinin halle­ dilmesi lazım gelmektedir. Bunu organize ederek normal bir şekle getirmek, köylülerin yapabilecekleri ve ipleri onların elinde bulunan bir iş değildir. Burada ucuz ve ça­ buk nakliyat, normal kredi bulmak, cins mal istihsal et­ mek, satış işlerinde başıboş hareket eden mutavassıtları kontrol altına almak, satış mesaisinde birlikler tesis etmek gibi birçok meseleler birbiri üstüne düğümlenmektedir­ ler... ödünç alınan para (yazarın notu: tarım kredileri) bunu alanın istihsal ve gelir kudretini arttırmaya yarama­ dığı için, her çeşit kredi müesseselerinden alınan parala­ rın mühim bir kısmı verimli olamamıştır. Muhtelif sebebler dolayısıyla normal kredi müesseselerinden faydalarıamıyan köylü, anormal bir şekilde borçlanarak kendi kendini emicilere teslim etmektedir. Bu tarzdaki borç­ lanmadan onun torunu bile kurtulctmamaktadır. Köylüle­ rin işletme ve iş vasıtaları durumu, tarlaları, bağları ve bahçeleri, işletme metodları, hayvan yetiştirme faaliyet­ leri, zirai mahsullerinin satış şekilleri gündelik çalışma­ lar esnasında her köylünün içten alakalandığı meseleler­ dir. Babadan kalma borç, bozuk yollarda uçurumdan va­ diye göçerek ölen öküz veya at, Vaktinde ve işe lüzumlu bir zamanda ele geçirilemiyen bir alet, para ettiği zaman götürüp satılamadığı için çürüyen mahsul, köylü delikan­ lının içini... bir hastalığın mikropları gibi kemirir durur... Ekonomik durumları böyle normal bir hale gelmemiş in­ sanlara sadece lafa dayanan bir terbiye aşılamaya çalış­ mak hiç doğru olmaz, hem de telafisi mümkün olamıyacak büyük zararlar doğurabilir. Köylü vatandaşları mo­ dern manalı bir mesleki iktidarla teçhiz etmeye yarıyacak eğitim ve öğretim sistemini bulmak ve tatbik etmek zaru­ reti vardır. Bugünkü köy terbiye teşkilatını bu bakımdan süratle değiştirmek, hiçbir surette reddedilemiyecek bir hakikat haline gelmiştir...» Ceyhun Atuf Kansu bu ki­ tap üzerindeki düşünlerini özetle şöyle belirtiyor*301: «...İlköğretim kavramından yola çıkan Tonguç, uygula­ mada, eğitim yolu ile köye ne vermemiz gerektiğini tartı­ şır. Burada iki sorun açıklığa kavuşmalıdır; Türkiyenin köy sorunu nedir? Bu bir. İkinci sorun, geniş anlamı ile bu soruna yönelecek köy eğitiminin niteliği nedir?... Ton­ guç köy sorununu şöyle ortaya koymaktadır: Memleke­ timizde köy sorunu tarihin doğurduğu bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bugünkü Türk köyü, iç yapısıyla, ekonomik ilişkileriyle, toplumsal durgunluğuyla tarihin yoğurduğu bir toplumsal gerçektir. Bu toplumsal gerçe­ ğin özü nedir?... Doğa ile savaşmakta, Türk köyü gerek toplumsal nedenlerle, gerek ekonomik nedenlerle yetersiz, güçsüz kalmıştır. Türk köyü, doğaya yenilmiştir. Bu ye­ nilgi, tarihin yoğurduğu koşullarla, toplumsal ekonomik etkilerle olmuştur. Türk köyünün toplumsal alt yapısı, ekonomik güçsüzlüğü ve bağımlılığı hayat anlayışındaki durgunluğu onu bu yenilgiye götürmüştür... Bu manzara­ dan bir (milletin ruhu)na varmak istersek: Bu ruh, çeşit­ li tarihsel, ekonomik, toplumsal nedenlerle doğaya, za­ man’a ve akan hayata yenilmiş, boyun eğmiş bir halkın ruhudur. Devrim kendi (Kurtuluş savaşı) deneyinden ya­ rarlanarak, halkın içindeki gizli uyanma, yaşama, kurtul­ ma gücüne el atarak ne yapmalıdır? Bir milletin ruhunu, hayata, doğaya, ve zamana egemen kılmak için tarihsel, ekonomik, toplumsal bağları yenilemelidir. Türk halkını doğaya, hayata ve zamana egemen kılacak yeni toplum0*1 T o n g n ç’u n K ita p ta n , C e y h a n A tu f K a n s a , T o p la m y a y ın e v i A n k a r a 1964, s. 12-15. sal, ekonomik koşullar yaratmalıdır. Türk devriminin önündeki gerçek köy sorunu budur. Köy eğitimi sorunu da işte bir okuma yazma öğretimi sorununu çok çok aşa­ rak, Türk köyünün toplumsal yapısını, Türk köyünün ha­ yat anlayışını değiştirmek gibi (ana yapı) sorunlarının içi­ ne dalmaktadır... Türk eğitimi sorunu, Türk köyü ile doğa arasındaki, toprak arasındaki, devrim arasındaki ve de, devrimin getirdiği hayat anlayışı arasındaki ilişkilerin (tarihsel) çatışma ve bu çatışmalardan doğan yeni bir toplum düzenlenmesine dayanmaktadır... Tonguç*a göre köy hayatı değiştirilirken ve bu hayatın değişmesinde ön­ cü insanlar yaratılırken göz dikilecek yeni toplum ülküsü, Türk devrimi ve onun yeni hayat değerleridir. (Millet her türlü değerler ve toplumsal varlıklar için tükenmez bir kaynaktır. Eğitimin görevi bu kaynaktan yararlanarak yeni insan tipleri yaratmaktır. Her yeni tarih dönemi, yeni insan tipleriyle beslenir ve yaşatılabilir. Yeni bir tarih dönemi demek; devrimle birlikte yeni bir hayat düzeni, in­ san tipi yaratacak ilkeleri ortaya koymak demektir... Fertlere aşılanması istenen yeni değerlerle, bu değerlere göre şekil alacak olan yeni hayat, yetişmekte olan kuşak­ lara, özellikle köylerdekilere aşılanarak yaşatılabiliyor m u? Cumhuriyetin önünde duran en büyük ve dokunulmamış problem budur)... Tonguç, (Köyde Eğitim) kitabı ile, köy sorununun özünü, gerçeklerden yola çıkarak ortaya sermektedir: Köyün tarihsel dönemini değiştirmek. Köy hayatını nasıl değiştirebiliriz? Köye cumhuriyetin hayat değerlerini nasıl aşıltyabiliriz,?...» Ceyhun Atuf Kansu’nun «Köyde Eğitim» kitabı üze­ rindeki düşünleri burada bitiyor. Bu kitaptaki toplumsal ve siyasal düşünlerin ve doğrultunun Tonguçun daha ön­ ceki yapıtiarındakilerden ayrılmadığı, o çalışmaların bir parçası olduğunu söyliyerek onun düşünsel gelişimini in­ celemeye devam edelim: ■ «Canlandırılacak K öy» 1939 yılında yayınlanan «Canlandırılacak Köy» ki­ tabının ilk baskısı ile 2. Baskı, 1947’de yayınlanmış­ tır) Tonguç artık bir eğitim sistemi kurma çabalan içindedir*31’.' 20.6.1939 tarihini taşıyan önsözde şu satırlar var(32): «...K öyü plansız, şuursuz ve mihaniki bir mesai sar1federek kalkındırmaya uğraşanların enerjilerinin çoğu boş yere harcanıyordu. Düşünen ve işini bilen köylü ez­ bere hareket edenlerin, jantaziler peşinde koşanların te­ şebbüslerini kırıyordu. Onun için köyü kalkındırmaya de­ ğil, kendi unsurları ile içinden canlandırmaya çalışmak ve şuurlandırmak lazım geliyordu... Köy davası nüfusu­ muzun % 80’ini doğrudan doğruya ve bir hayat meselesi olarak, kalanını da her işe temel teşkil etmesi lazım gelen bir kıymet olmak itibariyle alakadar eder. Onun için kö­ yün canlandırılması demek memleketin bünye değiştire­ rek ve sağlam bir temele dayanarak canlanması demektir. Köyün canlanabilmesi, köylülerin ve bu temelin üzerinde yaşıyan insanların, herşeyden evvel tabiatı emebilecek in­ sanlar haline gelmeleriyle mümkündür... Bir büyük ve şumullü devlet işi olarak tabiat emilemedikçe köy davası halledilemez. O halledilmeyince de işleri sağlam temeller üzerine oturtmak imkansızdır... Tabiatı emebilmenin bi­ rinci şartı, yeni ve kadir insan tipini yaratmaktır... Bir cemiyet için en büyük felaketlerden biri, o cemiyetin fert­ leri arasında müminsiz putların türemesi ve çoğalması, ce­ miyetin ekseriyetini teşkil eden insanların iş yapma, ba­ şarabilme kabiliyetlerini ve şahsiyetlerini kaybederek sürüleşmesidir. Cumhuriyet, bu trajediye asla meydan vermiyen bir hükümet şekli olduğu için mukaddesdir. Cum­ huriyeti koruyacak nesillerin buna iman etmeleri lazım(3ij C a n la n d ırıla c a k K öy , 1. H a k k ı T o n g u ç, R e m z i k i­ ta b e vi, İ s ta n b u l 19S9; 2. B a sk ı, 1947. P2> a.g.e. önsöz s. I-VI. (I. baskı) dır... Köyü canlarıdırabilmek için insanı mutlaka kendi kendine ayakta durabilecek yaratıcı ve kadir bir kıymet haline getirmelidir. Bunu yapabilmenin en esaslı şartları şunlardır: 1) (Başarılmıyacak iş dünyaya gelmez) diyebi­ len köylüyü, köyden başlıyarak ta Kamutaya varıncaya kadar devletin bütün şubelerinin idaresine, onda bugünkü vasıflarından başka bir şart aramaksızın iştirak ettirmek, bu suretle devlet işlerini, realiteden kuvvet alan eleman­ la besliyerek memleketin hakiki bünyesine uygun bir hale getirmek, 2) Realiteye dayanmadan çalışan münevverin... her türlü ezbere işleri realize etmesine hiçbir sahada mü­ saade etm emek... 3) 18 yaşından yukarı yaşlardaki asga­ ri 8 milyon erkek ve kadın vatandaşı en az altı aylık bir köy mecburi hizmetine tabi tutarak çalıştırmak... 4) M o­ dern tekniği... mesleklerinin icabına göre bütün va­ tandaşlara öğretme imkanlarını hazırlayıcı tedbirleri al­ mak, 5) Köylüyü de... tabii ve insani haklarına kavuştu­ rucu tedbirleri genişletmek, 6) Köylü vatandaşlarda da Cumhuriyet vatandaşlığı şuurunu aksiyon haline gelebile­ cek bir şekilde uyandırmak için gereken tedbirleri sürat­ le almak, 7) Kültüre, hukuka, ekonomiye, sanat ve bilime bu ana prensiplerin renklerini taşıyan bir karakter ver­ m ek... (Canlandırılacak Köy)de Cumhuriyetin bir ideolo­ ji olarak getirdiği prensiplere dayanılarak işte bu ana fi­ kirler... hem izah, hem de müdafaa edilmeye çalışılmış­ tır. ..» Bu sözlerin üzerinde biraz durmak istiyoruz: Sonra­ dan yapılan birçok eleştirilerin tersine, Tonguç daha baş­ langıçtan beri, çok bilinçli olarak köyü kalkındırmak de­ ğil, içinden canlandırmak istiyordu. Yalnız eğitim ile kö­ yün kalkındınlamıyacağının farkında idi. Canlandırmak­ tan kastı nedir? Bu sözcük ne anlamda kullanılmıştır? Bu, bizce bilinçlendirmek, sınıf bilinci uyandırmak anlamınadır. «...Kendi unsurları ile içinden canlandırmaya çalış­ mak ve şuurlandırmak...» başka bir anlama gelemez. Bu yapılmadıkça; yani, köylü sınıf bilincine ermedikçe, kö­ yün kalkınamayacağı kanısındadır. Tonguç. Yani tepeden gelecek bir reforma inanmaz. Ancak ezilen sınıfın kendi­ si uyanır, canlanır, bilinçlenir ve haklarını isterse, kal­ kınmaya başlanabilir. Böylece o, evrimin yukarıdan değü, aşağıdan gelmesi gerektiği inancı ile çağdaşlarının birço­ ğundan ayrılır. İkinci önemli ana düşün, ekonomik ve toplumsal temel yapısı köy olan bir ülkede, bu ana yapıda yaşıyan kişilere dayanmadıkça hiçbir iş başarılamıyacağıdır. Ya­ hut da bu ekonomik ve toplumsal yapı değişmelidir; o zaman başka çözümler düşünülebilir. Bu ana ilkeyi daha açık olarak «Canlandırılacak Köy »ün ikinci baskısında işliyecektir. Başlangıçta insana pek basit gözüken şu (tabiatı emebilecek insan tipini yaratmak) formülü ne anlamda­ dır? Bunu sayfa 144’de «Iş ve Meslek Terbiyesi» kitabın­ da aynı deyimle karşılaştığımız zaman araştırmıştık. «Tabiatı emebilmekzten kastedilen, toplumsal düzensizli­ ği bir kenara bırakarak, yani sömürü ilişkilerine hiç ilişmiyerek, ürününü doğadan bilgili bir şekilde sağlıyacak boynu eğik, bilinçsiz vatandaşlar yetiştirmek değildir. «ülkenin siyasi, iktisadi, harsi hayatının inkişafına iştirak edecek» vatandaşlar yetiştirmektir. Nitekim biraz sonra, Tonguç bu tip vatandaşın vatandaşlık bilincine erişmesi ve yönetime katılması gerektiğini açıkça belirterek asıl anlamın ne olduğunu anlatmaktadır. Bütün bu kavram ve deyim karışıklıkları, ki sonradan birçok yanlış anlama­ lara yol açmıştır, o çağın düşün özgürlüğünü kısıtlayıcı havasının ve Tonguçun, eylemine zarar vermiyecek şe­ kilde düşünlerini belirlemek çabasının bir sonucudur. Bu önsözde çok açık olarak ileri sürülen bir başka yöntem, (daha sonraki yazılarında bu açıklıkta değildir) bir zorunlu köy hizmeti örgütünün kurulması önerisidir. Buna ayrıca değineceğiz. «Canlandırılacak Köy »ün ikinci baskısı 1947’de, ya­ ni Tonguç işbaşından ayrıldıktan sonra yayınlanmıştır; bu bakımdan toplumsal ve siyasal düşünleri burada bi­ raz daha açık olarak bulunabilir; ama bu defa da 1946 sonrasının tutucu-gerici ortamı içerisinde yeni köylere dağılmış genç köy enstitülülere zarar vermemek kaygısı içindedir. Tonguç, ve yazdıklarını yine bu durumu göz önünde tutarak incelemek ve değerlendirmek gerekir. 1946’dan sonra içinde bulunduğu ortam ve izlediği tak­ tik konusunda, ileride bölüm 6’da geniş açıklamalar var­ dır. «Canlandırılacak Köy »’ün ikinci baskısındaki düşün­ lere geçmeden önce, ondan bir yıl evvel, 1946’da çıkmış olan «İlköğretim Kavramı» adlı kitap üzerinde biraz dur­ mak istiyoruz. Bu kitabın önsözü 30.8.1946’da, yani tek dereceli ilk seçimin yapılmasından birbuçuk ay kadar sonra yazılmıştır; Tonguç burada demokrasi ve ilköğre­ tim kavramları arasındaki ilişkileri açıklar. (Yazarın no­ tu: Bu konu ile ilgili metinler için bölüm 5 ve 6’ya bakınız). Ona göre çağdaş anlamda bir ilköğretim çarkın­ dan geçmiyen toplum, gerçek bir demokrasiyi kurup işle­ temez. Bu yapılmamışsa gerçek bir demokrasiden söz edi­ lemez. ■ Toplumsal, Ekonomik Sorunlar ve Eğitim «İlköğretim Kavramı» kitabını inceliyen Ceyhun Atuf Kansu şöyle diyor(33): «...Halk, kendi yaşama düzenini değiştirmiyen, gelirine yeni birşey eklemiyen, üretimi artM T o n g u ç’u n K ita p la rı, C ey h u n A tu f K a n su , T o p lu m y a y ın e v i, A n k a r a 19 C4, s. 10-11. tırmıyan, gündelik hayatın maddi isterlerini etkiliyemiyen bir ilköğretim karşısında şöyle demektedir: Bütün çocuk­ larımız ilkokul çarkından geçse ne olacak? Hele köylerde bu soru, geri bir eğitim düzeni içinde ve ilkokulun etkiliyemediği hayat koşulları ortasında gerçekçi bir soru ol­ maktadır. Bu soruya (çağdaş anlamlı ilköğretim kavramı) üretimi etkiliyerek, halkın ve köylünün gündelik hayatını değiştirerek karşılık vermek zorundadır. İlköğretimden geçmeden önce ve ilköğretimden geçtikten sonra köylü­ nün yaşantısında, üretiminde belli, elle tutulur bir deği­ şiklik olmadıkça, yani ilköğretim üretim düzenini doğru­ dan doğruya etkiliyemedikçe.). kuru bir okul halinde kalmaktadır. Türkiyede (ilköğretim kavramı)nıh laik ye olumlu yapısına, doğrudan doğruya üretim hayatına ve üretim düzenine, yani halkın gündelik hayatına biçim vermeye çalışan bir (ekonomik toplumsal) özellik de ek­ lenmiştir. (İlköğretim kavramı)mn kitapsal anlamına ses çıkarmıyan aydınlar, işte burada... yani (ilköğretim kav­ ramı) köylünün gündelik hayatını değiştirmek amacıyla uygulanmaya başlanınca seslerini yükseltmişler ve (çağ­ daş anlamlı ilköğretim)e düşman kesilmişlerdir. Bu ay­ dınlara göre, yaygın ve köklü bir ilköğretim hareketi köy­ lünün rahat (!) ve mutlu (!) hayatını bozacak, onu gele­ neklerinden ve yüzyıllarca kurduğu ulusal (!) düzeninden ayıracaktı... (Çağdaş anlamlı ilköğretim kavramında) toplumu değiştirici ve, hele toplumsal - ekonomik yönden gerçeklere inerse, üretim ilişkilerini etkileyici bir güç vardu. Halkın bu gücü ayırdetmesi için aydın karalan zaman bırakmadılar ve Türkiye tarihinde ilk kez, bütün bir ulus (çağdaş anlamlı ilköğretim) çarkından geçeceği sırada, bu çarkı durdurdular. Halkı okutacak ne vardı? ...H alk oy­ larını vermeliydi ve halkı yönetecek bilgiyi onlara bırak­ malıydı. Bilgi, halka değil, yönetenlere, egemenlere gererekliydi...» Tonguç bu kitabında ilköğretim tarihini incelerken köylerin ekonomik sorunlarıyla ilköğretim ilişkileri üze­ rinde durmaktadır. Köylü isyanlarına, bunların nedenle­ rine yer vermektedir. Kitapta, yazarın kendisinin siyasal ve toplumsal düşünlerini açık bir şekilde bulmak olduk­ ça zordur. Dikkati çeken özellik, eğitbilim alanındaki ge­ lişmeleri, yalnız ve yalıtılmış eğitbilim sorunları şeklinde değil, bunları ortaya çıkaran ve etikliyen toplumsal ve ekonomik koşullar açısından incelemeye çalışmasıdır. Yalnız şu satırların kendi eğilimi açısından ilginç oldu­ ğunu sanıyoruz. Tonguç îngilterede ilköğretim alamndaki gelişmeleri anlatırken şöyle yazıyor*341: «...1816 yılından 1820’ye kadar İngiltere kanlı isyanlara sahne oldu. ShelFin işçilere hitaben yazdığı şu satırlar o devre rastlar ve devrin isyancı ruhunu açıkça anlatır: (İngiltere halkı! Sizi ayaklarının altına alan Lordların hesabına niçin çalışma­ lı? Zalimlerin giydikleri kıymetli elbiselerin kumaşlarını bin meşakkati göze alarak niçin dokumalı?... Ektiğiniz ekini başkaları biçiyor, kazandığınız serveti başkası alı­ yor, dokuduğunuz kumaşlardan başkaları elbise giyiyor, yaptığınız silahları başkaları taşıyor. Buğday ekiniz, fa­ kat onu hiçbir suretle bir zalim devşirmesin, hazineler bu­ lun, fakat onu hiçbir zaman hilekar cebine atmasın, göm­ leklik veya elbiselik dokuyun, fakat onu hiçbir tembel kullanmasın, kendinizi savunmak için silâhlar yapın)... İngiltere’de modern sosyalizme bu hareketlerden sonra geçilmiştir. İlköğretim, sosyalizm hareketi sayesinde halk tabakaları arasına, geniş ölçüde yayılmaya ve ilkokul bundan sonra devletten himaye görmeye ve bir devlet kurumu haline gelmeye başlamıştır. İlkokulların süratle çoğalmasım sağlıyan etkenler arasında sosyal düşünme önemli bir yer alır. İlköğretimin yaygın bir hale gelmeme(3*) İlk ö ğ re tim K a v ra m ı, 1. H a k k ı T ongııç, R e m z i k ita b ­ eyi, İ s ta n b u l 1946, s. 82-83, 84-85. si böyle düşünmiyenlerin işlerine gelmemiştir. Avrupada nerede ve ne zaman ciddi, samimi ve önemli bir ilköğre­ tim hareketi olmuşsa, bu mutlaka sosyal düşünen eğitkenlerden, politika adamlarından, siyasi partilerden veya bu gibi kuvvetlere dayanarak iktidar mevkiine gelen hükü­ metlerden gelmiştir. Durdurulmak istenilen ilköğretim hareketleri, mürteci şahıslar veya teşkillerle ilgilidir... Klasik eğitbilim tarihlerinin çoğu bu noktayı açıklama­ dan kapalı geçmiş ve ilköğretimin gelişmesinde ünlü eğitkenler değerinde rol almış olan sosyalist eğitkenleri tanıt­ mak istememişlerdir. Papaz ruhlu ve nazariyeci birçok şahıslar eğitbilim tarihlerinde yer aldıkları halde, insanlı­ ğa örnek olacak işleri başaranlar ve eğitim alanına devir­ lerine nispetle en iyi fikirleri getirerek esere kalb edenler üzerinde durulmamıştır...». Daha sonra Tonguç, İngiliz sosyalistlerden Robert Ovven’in eğitim alanındaki düşün­ lerine ayrıntıları ile değinmektedir. Bu arada şu sözler vardır: «...Kütlenin sefaletini doğuran sebep anlaşılamıyordu. Bunun sebebi, çoğalan istihsalin teşkilatlandırılma­ sında değil, onun tevziinin teşkilatsız oluşunda, bilim ve tekniğin gerçekleştirdiği ilerlemeler sayesinde meydana ge­ len büyük servetlerden ne suretle faydalanmak gerektiği­ nin bilinmemesinde toplanıyordu... İşçilere kooperatifler kurmalarını, süratle teşkilatlanmalarını, servetin düzenli bir şekilde dağıtılması ilkesine inanmaları, gerektiğini ve bu uğurda çalışmalarını... tavsiye etmek ve öğretmek la­ zımdır. ..». Görülüyor ki, henüz sınıf kavramı ve çatışmasını yadsıyan, sosyalizmi yasaklamış bir iktidarın memuru olan Tonguç, açıkça sosyalizmden ve sosyalistlerden yana olduğunu belli ediyor ve dikkatle seçilmiş deyişlerle üre­ tim araçlarının mülkiyeti sorunu üzerinde duruyor. Aynı kitabın Osmanlı imparatorluğunda ilköğreti- min gelişmesinin incelendiği bölümünde şu düşünler var(35>: «... I. İmparatorluğun çöküşünü durdurmak için girişilen İslahat arasında mecburi ilköğretim konusu da yer almak­ tadır. 2) İslahat hareketine konu teşkil eden meseleleri Avrupalılar empoze etmektedirler. 3) İslahat Avrupayı taklit suretiyle ve daha ziyade Avrupa büyük devletlerini memnun etmek, müslüman ve Türk olmayan tebaanın şi­ kayetlerini önlemek amacıyla, halktan gelen bir hareket şeklinde değil, tepeden inme bir teşebbüs olarak yapılmak istenmektedir. 4) Bu hareket tepki ile karşılanmış, bu yüz­ den ondan kolay kolay müspet sonuçlar alınamamıştır. ..» Kanımızca bu düşünler de ilginçtir. Birçok yazılan gösterir ki; Tonguç batı uygarlığından ve Türkiyenin batı uygarlığı değerlerini, yöntemlerini benimsemesinden ya­ nadır. Hatta yalnız uygarlık açısından değil, kültür ve felsefe açısından da Türk ulusunun eskimiş doğu-müslüman kültüründen koparak batı kültürünü benimsemesi gerektiği kanısındadır. Bu düşünleri Atatürkün bu konu­ daki düşünleri ile paraleldir. Yazılarında batı ile ilgili bö­ lümler okunduğu zaman, bugün çok tartışma konusu olan batıklaşma amacı bakımından bazı yanlış sonuçlara va­ rılabilir; onun da bir çok çağdaşı gibi batı hayranı, körü körüne batıya tutkun bir aydın olduğu izlenimi, yüzeysel bir gözlem olarak edinilebilir. Oysa ki, yukarıdaki satır­ lar, onun tanzimat ve meşrutiyet dönemlerindeki batılı­ laşma çabalarının nedenlerini, yanlışlıklarını, çıkmazları­ nı gördüğünü bize anlatır. Tonguç, tanzimat batıcısı değildir. O dönemdeki batılılaşma çabalarının kapitalist devletlerin çıkarları için ortaya atıldığını, halkdan kopuk, gerçekçilikten uzak çabalar olduğunu ve halkın bunları benimsemediğini gözliyebilmiştir. Batı kültür ve uygarlı­ ğından yanadır; ama ona göre kendi benliğimizi yitirme­ mek ve alacaklarımızı kendi koşullarımıza göre aklın süzgecinden geçirerek almak, batı uygarlık ve kültürü ile batı emperyalizmi arasındaki farkı iyi anlamak, uygarlık ve kültür değerlerini benimserken, emperyalizme yutul­ mamak gereklidir. Aynı konuda Tonguçun Nafi Atuf Kansu’dan şu sözleri aktarması da dikkate değer(36): «...Maarif meselesini bizde halletmek istiyenler menşei aynı skolastik zihniyet olmak üzere iki noktadan hareket etmişlerdir. Bir kısmı dinî mebdeleri ve şark hikmetini esas tutarak halkı yetiştirmeyi düşünmüşlerdir. Diğer bir kısmı da garp sultalarını esas tutarak onlardan aldıkları fikirleri ve müesseseleri memlekete nakil ile uğraşmışlar­ dır. Birinci cereyanın mümessilleri ulema sınıfı, diğerinin mümessilleri de Tanzimatla başlıyan yeni fikirli insanlar­ d ı... Halbuki maarif her cemiyetin ihtiyacına göre tanzim olunmalıdır... İçtimai bünyesi mesela Fransaya benzemiyen Türkiye’ye Fransız maarif manzumesini aynen naklet­ m ek kabil değildir. Nitekim Saffet paşanın hazırlattığı 1869 Maarif Nizamnamesi ve 1913 İlk Tedrisat Muvak­ kat Kanunu memlekete uymadı ve yaşamadı...» ■ Tasarı, Eylem ve Sonuçları 1947 de yayınlanan «Canlandırılacak Köy »’ün ikin­ ci baskısı, birincisine göre çok değiştirilmiş ve genişletilmiştir(37). Bu baskı, Tonguç işbaşından ayrıldıktan son­ ra ve eylemin sonuçlarını da alarak yazılmış olduğunu için en önemli kitabı sayılabilir. Burada artık C.A. Kansu’nun deyimi ile «düşünceden gerçeğe ve gerçekten eyleme geçmiş»tir. Bu kitapta konumuzla ilgili bulduğumuz dü­ şünler şunlardır: Tonguç kurtuluş savaşından önce köy ve köylüyü W a.g .e. s. 193. <37) C a n la n d ırıla c a k K öy, t . H a k k ı T o n g u ç, R e m z i K ita b ­ eyi, İ s ta n b u l 1947 anlatırken şöyle yazıyor(3,): «.. .Mütegallibe ile devlet adamı, devlet memuru ile menfi münevver ve hoca el ele vererek, en küçük fırsatları bile kaçırmaksızın, boyuna Türk köylülerinin kanlarını emiyorlardı... Yarı münev­ verler, bilhassa devlet memuru olanlar bir kaç sene için­ de vaziyetlerini düzeltebildikleri, hatta bir kısmı, bilerek veya bilmiyerek, memleketi soymaya ve emmeye başlıyan ecnebi sermayesinin vasıtası haline gelerek konakla­ ra, köşklere sahip olabildikleri halde; düşkün zamanların­ da onlara kucak açmış cömert köylüler mütemadiyen çö­ küyor ve yıpranıyorlardı... Devlet makinası emellerine hizmet ettikleri yabancı sermayeyi işletenlerle onların el­ lerinde bir kan emme cihazı haline gelmişti. İmparatorluk batmcaya kadar konaklarından çıkmayan bu sömürücü idare adamlarıyla emici münevverler, köşklerine her yağlı boya vurdurdukları zaman birkaç köyün battığının, kasabalarda asırlık çarşıların kapandığının, devletin çöktü­ ğünün, içinde bulundukları alemin yıkılmakta olduğunun farkında bile değillerdi... Bu durum karşısında halk ve köylü kendini Devleti idare edenlerden, efendi sınıfından ayırdı. Ezilenlerle ezenler arasındaki uçurum derinleşti. Devlet osmanlılaşan insana kadrolarında yer vererek ekmek ve iş kapılarım açtı... Türklerin bütün ümitleri sönmüştü. Dejenereleşmiş münevverlerin bir kısmı her türlü zillete, haysiyetsizliğe ve şerefsizliğe katlanarak bü­ yük devletlerden birinin müstemlekesi olarak yaşamayı teklif ediyorlardı... Bu korkunç manzaranın içinde bu­ nalan ve münevverlerin korkaklıklarını, beceriksizlikleri­ ni, hiyanetlerini, akılsızlıklarını gören vatanseverler için, büyük felaketler karşısında, anasının kucağına sığınmak­ tan başka çare bulamıyan bir çocuk gibi, Türk köylüsüne asırlardanberi yuva olan Anadoluya, köylüye sığınmak­ tan başka çare kalmamıştı. Ananın boynuna sarılarak kuv­ vet toplamak, sonra ayaklanmak veya onun merhamet kokan sıcak kucağında ölmek lazım geliyordu... Onlar... memleketin çökmesine sebep olan hadiseleri ortadan kaldırmak, rolleri menfi müesseseleri yıkm ak ve soysuz­ laşmış kişileri yok etmek istediler. Halbuki her işte kulla­ nılacak insan malzemesi harpten yeni çıktığı için manen ve maddeten bitkin bir halde idi...». Aynı konu bakımından şu satırlar da ilginçtir*39’: «...İmparatorluğu idare eden Türklerden (köylüler müs­ tesna) şehir ve kasabalarda oturanların bir kısmı askerlik ve memurluk, bir kısmı hocalık ve ulemalık ederek geçin­ me yolunu-tutmuşlardı. Şu veya bu şekilde bir münasebet bularak onların gölgelerine sığınan şehir ve kasaba eşrafı denilen bir kısım Türkler de tarla, otlak, değirmen işlete­ rek; han, dükkan, konak, ev gibi irat getirici mülklerini kiraya vererek; veya devlete mültezimlik, müteahhitlik, yabancı sermayesini işleten gayri Türklerin emrinde sim­ sarlık, kavaslık, uşaklık gibi işlerde çalışarak geçiniyorlar­ dı. Bu kategorilerin içine giren Türklerin çöğu, hazır yiyi­ ciler sınıfı denilebilecek bir müstehlikler kütlesini teşkil ediyordu... Bu sebebden bünye bakımından medreseden çok ayrılan ve bu yüzden gerçek hayata kapılarım açacak olan bir okul onların istedikleri değil, bilakis hazır yiyici­ liğe göre kurulmuş hayatları için tehlikeli bulacakları bir eğitim kurumu idi... Balkan savaşından sonra... politi­ kacıların günlük olayların seyrine göre veya Balkan ko­ mitacılarının usullerini veya Avrupalı herhangi bir mille­ tin devlet idaresi tarzına benziyen tedbirleri alarak işleri yürütmeleri, eski düzeni ayakta tutmaya kafi gelmiyordu. Onun için bu yoldan gitmekle yeni bir hayat nizamı yaratılamıyacağı belli oluyordu... Kapitülasyon denilen imti­ yazlarla imparatorluk bu devletlere satılmıştı. Türkler, bilhassa köylüler, boğaz tokluğuna, onlar hesabına çalı­ şan köle sürüsü haline getirilmişti. Aşağılık duygusu, Türklerin birşey yapmaya, kendi kendilerini idare etme­ ye yetmiyecekleri kanaati, o zamanki okur yazarlardan pek çoğunun kafasına ve içine iyice yerleşmişti. Bu telak­ kide olan bir toplumu kanaatına tamamen zıt gelen baş­ ka bir kanaatin sahibi yapmak pek zor bir işti. Fakat bu­ na ihtiyaç vardı. Türkü kendine inanabilecek bir zihniye­ te sahip kılmadıkça, ona artık ekmek ve iş kapısının de­ ğiştiğini anlatmadıkça kurtuluş çaresi yoktu...» Bu bölümler Tonguç’un ülkenin toplumsal yapışım, sınıfsal çelişkileri, imparatorluğun son çağındaki iç ve dış sömürmeyi, kurtuluş savaşımn başlangıcındaki top­ lumsal ve siyasal güçleri iyi anladığını ve değerlendirdi­ ğini gösteren satırlardır. Bir önceki bölümde de köy­ lüye dayanarak başlanmış ve başarılmış kurtuluş savaşı­ nın tamamlayıcısı olması gereken toplumsal ve ekonomik devrimlerin hangi nedenlerle başanlmadığıiu, yan yolda kalındığını anlatmaya çalıştığını gördük. Yapıyı, çelişme­ leri ve tutukluk nedenlerini bildiğini ,anladığım bazı kişi­ lerin kabul edebilmesi için, ille de o çağda kullanılma olanağı bulunmıyan, sınıf çelişkisi, çatışması, burjuvazi, emekçi sınıflar, kompradorlar, emperyalistlerle savaş, ara tabakalann ihaneti v.b.... gibi deyim ve terimleri kullan­ ması mı gereklidir? Şu sözler devrimi, devrimin gerçekleştirilemiyen amaçlannı göstermiyor mu: « ...Müstaitlere, çalışkanlara hakları verilecekti. İmparatorluk devrinde olduğu gibi ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen sınıflar bulunmıyacaktı. Başka milletlerle aym tempoyla konuşularak barış havası yaratılacaktı... Her işte halktan ve köylüden kuvvet alınacaktı. Bu kuvvetlere devletin bünyesinde yer verilecekti. İmparatorluğun yıkılmış olan hayat ve devlet nizamı yerine yeni bir nizam konacaktı. Cumhuriyet bu dem ekti... Bunların hepsini kısa bir zaman içinde başara- bilmek cemiyetin bünyesinden yeni kıymetler bulup çı­ karmaya bağlı idi. Her işe temel ve malzeme olabilecek madde köye gömülü idi... Bundan evvelki devirlerde ol­ duğu gibi köylüyü değil, tabiatı emmek gerekiyordu. Dev­ rim, en müsait şartları bularak yeni insan tipleri yaratma­ ya mecburdu...» Ve Tonguç eğitim alanındaki çalışmalarına olduğu kadar, siyasal görüşlerine, toplumsal kanılarına temel yaptığı şu ilkeyi ortaya koyar:(40): «...Nüfusunun yüzde sekseni köylerde yaşıyan bir millet için bilinmesi ve mem­ leket bu karakterini muhafaza ettiği müddetçe hiç hatır­ dan çıkarılmaması lazım gelen en büyük ve basit haki­ kat, köyün her işe temel olması lazım geldiğidir...». Kanımız odur ki, ülkenin bu toplumsal yapısı önem­ li bir şekilde değişmediği sürece, yalnız eğitim alanında değil, her türlü ilerici girişimde bu ilkeye çok önem ver­ mek gerekir. Bu ilkeye dayanmayan hiçbir devrim ve ev­ rim stratejisinin, taktiğinin bu ülkede başarı şansı yok­ tur. Ancak bu gerçek anlaşıldıktan, amaçlar ve davranış­ lar bu ükeye göre saptandıktan sonradır ki, şu dericiliğin yıllardır süren başarısızlığı sona erebilecektir. Bugün bü­ tün ilerici aydınlan karamsar yapan ve olumsuz sonuçlar, çatlamalar, parçalanmalardan başka eyleme hiçbir çözüm getirmiyen bilgiççe ve pratik açıdan değersiz tartışmalar doğru bir yörüngeye oturacak, ilericiler, devrimciler to­ parlanacak, birleşecek, amaçlan belirlenecek ve başarı­ nın kapısı aralanacaktır. Öyle sanıyoruz ki, gelecek açı­ sından Tonguç’un bütün yaşamı boyunca vardığı en önemli sonuç şu yukarıdaki tümce üe özetlenmiştir. Her türlü ileri devrinimi o ülkenin çoğunluğunu yapan, en fazla sömürülen ve en yoksul sınıftan başlatmak! O halde Tür­ kiye’nin bugün de fazla değişmemiş toplumsal yapısı böyle gittiği sürece, onun deyimi ile: «...K öye dayanmı- yan hiçbir teşkilatın verimli, faydalı olmasına imkan yok­ tur. Köyden kuvvet almıyan hiçbir iş normal bir şekilde inkişaf ettirilemez. Köylünün katılmıyacağı hiçbir hare­ ketin güzel ve kuvvetli olması mümkün değildir... Köylü­ yü bir kıymet olarak almıyan, köye müteveccih her teşeb­ büs, şehir ve kasabadan dışarı çıkamaz. Köylüye güvenil­ meden kurulan ve doğrudan doğruya köyün faydalanma­ sını hedef bilmiyen bir teşkilattaki bütün insanlar, bulun­ dukları yerlerde alaka celbetmiyen, manası bilinmiyen, lüzumsuz birer heykelden farksız kalmaya mahkumdur­ lar...». Bu sözler her türlü eyleme girecek ilerici ve dev­ rimcilerin kulaklarında küpe olmalıdır. Aydınlar bu söz­ leri aşın ve bağnaz, bilimsellikten uzak, duygusal1bir köy­ cülükle söylenmiş sanırlarsa çok aldanırlar. Bunlar, doğ­ rudan doğruya ülkenin gerçeklerinin gereği olarak varıl­ mış ve birçok karşı kamlara rağmen, teorinin özüne uy­ gun sonuçlardır. Bu toplumsal yapının gereği olarak «...Köylü doy­ madıkça millet doymaz. Köylü köleleşirse millet de köle olur. (Halkçılık) ve (milliyetçilik) demek, manivela rolü görecek bu iki ana prensibe, halka ve köylüye dayanarak bu telakkileri tahakkuk ettirmek demektir... Köylü top­ raksız, aletsiz, kalırsa sürünmeye mahkumdur... Milli ha­ yatın ve öz kültürümüzün kıymetleriyle örülü bir hukuk cihazı yaratılmazsa hukuki müeyyideler, istismar eden tabakanın elinde köylüyü soyma, ezme, yıpratma, çökert­ me vasıtası olmaya mahkumdur... Toprakla insan, vatan­ daşla iş, servetle vatandaş arasındaki münasebetler ahenk­ li bir şekilde kurulmıyacak olursa, umumi hayatın akışı­ na yol olan bütün kanallar tıkalı kalmaya mahkumdur. Köylü şuurlanacak şekilde okutulmazsa... inkilap şehrin dışına çıkamaz ve kökleşemez...» Böylece Tonguç’un si­ yasal amacı belirir: Bu, sömürülen sınıfların haklarına kavuştukları, sınıf bilincine erdikleri, yönetime katıldıkları ve üretim araçlarının mülkiyeti ilişkilerinin sömürüye ola­ nak bırakmıyacak şeküde yeniden düzenlendiği bir toplum yaratmaktır; sosyal adaleti sağlıyan devlet ülküsüdür. Buna nasıl erişilecektir? Bu noktada Tonguçun dev­ rimci yanı belli olur: «...(Yeni) nesiller; sadece kitapta yer göstermesini bilen modern softaya, realite ile alakası bulunmıyan mevzuları tekrarlıyan geveze konferansçıya hiçbir sahada güvenmemelidir... Memlekette hakiki ikti­ dar ve başarı tapınılacak bir kıymet haline gelmelidir... Bu da ancak hayat imkanları yaratacak ve milli bünyenin mefluç kalmasına sebebiyet veren mikropları yok edecek operasyonları göze almakla mümkündür. (İnkilapçılık) demek, uzviyet normal bir şekle gelinceye, mukadderi ve tabiatı yenebilecek kudreti buluncaya kadar korkmadan ve mütemadiyen operasyon yapmak demektir...». Görü­ lüyor ki Tonguç, eylem açısından bir başan getirmiyen düşünleri ortaya atanlara, tekrarlıyanlara değer vermez; onun gözünde değerli olan kişiler eyleme girebilen, «birşeyler» yapabilenlerdir. Ancak bu nitelikte «devrimcilere­ dir ki, onun deyimi ile (operasyon), daha doğrusu devrim yapabilirler. Ve de Türkiyenin kurtuluşu için bir takım operasyonları, (devrimi) yapmak gereklidir. Bu sözleri başka türlü anlama olanağı yoktur. O halde ilerici kanadı bulunan bir orta sınıf iktidarı ile işbirliğine girerek evrim niteliğinde bir çalışma sürdüren Tonguç, kişisel kam ve inançları bakımından radikal bir devrimden yanadır. Bu kanısına sonradan, işbaşından ayrıldıktan sonra, çalışma­ larının baltalanması nedeniyle de vardığı söylenemez; çünkü aynı sözler, «Canlandırılacak Köy »ün 1939 yılın­ da çıkan I. baskısında da vardır.'4” . Tonguç genç kuşaklara şöyle seslenir: «...Cumhuri­ yetin göz bebeği olan gençler! Gerçekle karşı karşıya gel*» C a n la n d ırıla c a k K öy, 1. H a k k ı T on g ııç. R e m z i k i­ ta b e v i I. b a sk ı, İ s ta n b u l 1939, s. 24. lin, ondan hiç korkmayın, fantaziler peşinde koşarak enerjileri yok yere israf etmeyin, ta ki içinize genişlik ve ferahlık gelsin! Birçok kıymetleri işlenmeden duran bu topraklarda mes’ut olmanın sırlarını bulun... İçinde bü­ tün varlıkları ve hayat imkanlarını saklıyan köye, halka dönün, bu tükenmez kaynaktan kuvvet, ve ilham alın, te­ mele dayanın, bu mukaddes varlığı teşkilatlandırarak ona devletin bünyesinde hakiki yerini verin!...» Daha sonra Tonguç, köy konusunda aydınların ileri sürdükleri düşünleri inceler ve eleştirir.(42) «...Köyü tanı­ madan serdedilecek her fikir ve mütalaa da havada kalma­ ya mahkumdur. Unsurlarını tabiat olayları ile köy motif­ leri teşkil etmiyen, buna rağmen Türk cemiyeti ile ilgilenmek istiyen fikir, hastalıklı ve temelsiz olmaya mahkumdur...». Bu arada şu düşününü öne süıer: «...Köylü ile su ve toprak arasındaki münasebetleri de zerre zerre bilmek gerekir. Yatağı ve mezarı toprak olan bir insanın hayatını sadece devşirme sosyoloji nazariyeleriyle ifade etmeye çalışmak, onun hayatında bir değişiklik yapamaz... Köyü bazı anketiçlerle istatistikçilerin yap­ tıkları gibi cansız bir eşya veya bazı romancıların yaptık­ ları gibi nefret edilecek bir yer olarak mütalaa etmek de onun hakiki bünyesini ve çehresini göremememize sebep olur... Hele son zamanlarda ilim adamı pozu takınarak küçük köyleri yerlerinden kaldırarak büyük köyler kur­ ma teklifini ortaya atanlar işi korkunç bir çukura sürük­ lemişlerdir. Köy realitesini bir mukadderin icabı olarak olduğu gibi kabul etmek, ondan sonra da onun icablarını yılmadan, bıkmadan yapmak lazımdır... Köy öyle bir varlıktır ki realiteye dayanmıyan, hakiki ihtiyacına uymıyan, muvazenesizlik taşıyan her teşebbüs ve faaliyeti neti(«*) C a n la n d ırıla c a k K öy, 1. H a k k ı T o n g u ç, R e m z i K i­ ta b e y i, İs ta n b u l, s. 28, 29, 36, 37, 41, 44, 47, 48, 4 9 , 50, 51. cesiz bırakır ...Kanımızı ve iliklerimizi istiyerek köyün içine akıtmadıkça, kırkbin köyün kenarına münevver in­ sanın mezar taşı dikilmedikçe bu köyün sırlarını anlıyam ayız... Türk köyü daha belki yirmibeş yıl alim değil, bu tip ve işinde uzman sayılan kahramanı istiyecektir. O bu kahramanı içinden yetiştirmek zorundadır... Bu kahra­ manlar bir gün köyü dile getirecekler ve cemiyetlerini bu­ lacaklardır. O zaman yeni sesler duyacağız... Bu sesler­ den ürkmeden onları dinlemek lazımdır. Köyden yeni renk ve seda getirecekleri saygı ile karşılamak gerektir. Hakiki köyü ve memleketi o zaman anlıyacağız. Kimin kime nasihat ve direktifler vermesi lazım geleceği o va­ kit belli olacaktır...» Tonguç’un hiç güvenemediği, hiç inanamadığı tip, halktan çıkmamış, halktan kopmuş, gerçeklerden uzak, birçok bilgi ile dolu, ama bu bilgiyi yararlı bir kıvama getirip, ülkenin gerçekleri içinde eyleme geçip, uygulama­ yı bir türlü başaramıyan aydın tipidir. Tonguça göre Türk toplumu içinde, bu tip aydın, buna burjuva okur - yazarı, yarı-aydın, bürokrat yönetici, skolastikten kurtulamıyan bilim adamı, ne dersek diyelim, yalnız toplum­ daki görevini yapmamakla kalmayıp kitleleri şaşırtan, yan­ lış yönlere gönderen en zararlı kişidir. Bu motif onun yazılarında sık sık tekrarlanır. Bu tipin hiçbir alanda, ne bilimde, ne yönetimde, ne politikada verimli bir iş ya­ pabileceğine inanmaz. Asıl bilim adamının, asıl aydının, asıl politikacının doğru bir eğitim ile halktan çıkacağı kanısındadır. Bu arada Tonguç kısaca toprak sorununa değinir: «...İhtiyaca kafi toprağı olmıyan veya toprağı verimsiz olan köylü bedbahttır. Köylülerimizin oldukça mühim bir kısmı topraksızlık veya toprak azlığı sıkıntısı çekmekte­ dir... Nüfusa nispetle miktarı pek çok olan verimli top­ raklarımızın çoğu bunları işletemiyen veya bu vasıta ile köylüleri istismar edenlerin elindedir. Cumhuriyetin hal­ letmeye mecbur olduğu en büyük iş, toprak meselesidir. Bu iş düzenlenmedikçe Türk halkını mesut bir hale getir­ menin imkanı yoktur... Bu müşgüllere bir de mevcut suların mülkiyeti ve bu sulardan faydalanabilme mesele­ si karışınca iş büsbütün içinden çıkılmaz bir hale gel­ m ekte... Köylünün canı mesabesinde olan sulara temellük meselesi de tıpkı toprak işi gibi mutlaka devletin el koya­ rak halletmesi gereken milli davalarımızdandır. İşe yarıyacak vasıf ve kuvvetteki hemen bütün sular sömürücüle­ rin elinde bir tahakküm vasıtası olarak kullanılır... Köy­ lülerimizin genel hayatlarıyla birlikte memleketin hayatına şekil veren bu problemleri oldukları gibi kabul ederek köylüyü sadece okutmaya kalkışmaktan ne kazanılabilir?» Bu sözlere bakınca, Tonguçun, daha sonra bir ta­ kım sol eleştiricilerinin savlarının aksine, mülkiyet kav­ ramı, mülkiyet ilişkileri, bunların ekonomik ve toplumsal hayata etkileri ve eğitbilime getirdikleri sorular konu­ sunda oldukça bilgisi bulunduğunu kabul etmek gereki­ yor! Onların yalnız eğitimle herşeyi çözümlemek gibi saf ve çocukça bir ülkü peşinde olduğunu sandıklan adam, yukarıdaki sözleriyle temel mülkiyet ilişkilerini değiştir­ mekten ve alt yapı devrimlerinden yana bir kişi olarak gözüküyor. Bir de üstüne, bunlar yapılmazsa yalnız okuma-yazma öğretmenin hiç bir anlamı olmadığını açık açık söylüyor! Bu satırlar, bu gibi eleştiricilerin gözünden kaçmış olsa gerek! Tonguç, köydeki bazı ekonomik sorunlara, örneğin işletme ünitelerini pazarlamayı, makinalaşmayı v.b. tek­ rar inceliyor. Bu arada yine bir kısım eleştiricilerin onun makinalaşmaktan kaçınan, ekonomik düzeyi el sanatları sürecinde tutmayı amaç edinen bir kişi olduğunu ileri sür­ düklerini unutmayalım. «...O nun için müsait şartlar ha­ zırlanmadıkça, yani köylerimizdeki küçük aile işletmeleri- rıi teknik kabiliyeti ve kudreti istilzam eden tedbirlerle takviye etmeden makinalaşmaya girişmek imkansız ve so­ nu boş denebilecek bir didinmedir. Köylü işletmelerinin çoğu küçük aile işletmeleridir... Aile işletmelerinde çalı­ şanlar... mahsullerinin bir kısmını satmak istedikleri za­ man katiyen kendi kendilerine yenemiyecekleri rakipler ve spekülatörlerle karşılaşırlar. Çünkü sosyal ve ekono­ mik bünyenin bugünkü teşekkülü böyledir. İşte bu yüzden de pek müşgül bir duruma düşerler. Bu sebebden köylü için hayatta kendi düzenini işleterek tutunabilmek mese­ lesi gitgide bir dava haline gelmektedir. O, bugün ihti­ yaçlarını asgari hadde indirmeye mecbur kalmıştır. M e­ saide ve teşkilatta birlik yapmak suretiyle müşkülleri yen­ meye çalışmaya, onun bir türlü aklı ermez. Erse bile ta­ kati yetm ez... Köy meselesinin çözülecek büyük düğüm­ lerinden biri de bu teşkilatsız, teker teker iş gören insan­ ları türlü maksatlara ve milli amaçlara göre teşkilatlan­ dırmak, iş birlikleri içinde bugünkünden daha verimli kı­ larak çalıştırmaktır. ..» O halde köylünün makinalaşamaması, ürününü de­ ğerlendirememesi ve düşün alanındaki davranışındaki tutu­ culuğu ekonomik nedenlere bağlıdır. Bunlar nasıl çözümlenebüir? Bizim buradaki «teşkilatlandırmak» ve «iş bir­ likleri içinde çalıştırmak» deyimlerinden anladığımız, üre­ tim ve tüketim kooperatifleri, kollektif işletmeler kur­ mak, bir takım üretim araçlarım ortak olarak sağlamak ve kullanmak gibi yollardır. «...Köylerimizde alet o kadar noksandır ki, aletsizlik, köylülerimizin birçok kabiliyetlerini bile söndürmüş­ tür.,. Pazarlarla köyler arasındaki yolların çoğu bozuk­ tur... Mahsulün satış fiatları birçok yerlerde bu gibi na­ kil vasıtalarıyla yapılan masrafı koruyamamaktadır... Nakliye ve ambalaj işlerinde karşılaşılan engeller yüzün­ den birçok yerlerde sebze ve meyvalar da geniş sahaya yayılamamaktadır... «Köylülerin istihsal ettiği mahsulün satışı işi, henüz or­ ganize bir halde olmadığı ve yetiştirilen mahsulün bir kıs­ mını olsun uzunca müddet muhafaza etmek tedbirleri alınmadığı için köylülerin çoğu çeşitli istihsale doğru gi­ derek, bu gibi mahsullerden faydalanamamaktadırlar... Köylülerin kendi hayatını, bağlı olduğu pazarı organize etmesi, fiatların inip çıkmasına müessir olabilmesi de mümkün değildir. Bugünkü kültür seviyesi ile onun bu gi­ bi işleri kavrıyabilmesi akla bile getirilemez. Onu haya­ tı yenebilecek bir insan haline getirmek için bu şartlara göre forme etmek zarureti vardır. Onun şuurunu bu me­ seleleri idrak edecek bir hale getirmedikçe, ne yapılsa boştur ve köylüye faydalı olamaz... Dış piyasalarla ilgili ihracat mahsülü yetiştirme işi ile doğrudan doğruya meş­ gul olan köylü, sıra bunu satmaya gelince menfaatlerinin büyük bir kısmını aradaki mutavassıtlara terketmeye mecbur kalmaktadır..,» Köylünün içinde bulunduğu ekonomik koşulları bu şekilde belirttikten sonra, Tonguç, şu sonuca varıyor: «...Ekonom ik durumu ana çizgileriyle tebarüz ettirilen köylülerimizin canlandırılmaları düşünülürken bu nokta­ ları göz önünde tutmadan hareket etmek, hayatlarına fayda vermiyecek tedbirler almak ,onlara hiç bir mana ifade etmez. Hayat seviyesi yükselmemiş insanlara, lafzi -edebi mahiyette bir terbiyeyi aşılamaya çalışmak, onları ilgilendirmiyen teşekkülleri kurmaya girişmek büyük fay­ dalar vermez. Bu tarz işleri zorlamalarla tutturmaya çalış­ mak belki telafisi mümkün olmıyacak büyük zararlar bile doğurur. Onun için bu halleri göz önünde tutarak ve bi­ lerek teşhis etmek; devlet teşkilatında, siyasetinde, eğitim sisteminde çok şumüllü ve rasyonel tedbirler almayı icabettirir...» Görülüyor ki Tonguç’a göre, sorun yalnız eğitim atılımlan ile çözümlenecek gibi değildir; topyekun bir de­ ğişiklik gereklidir; devlet örgütü, siyasal amaçlar vb... yeniden düşünülmeli, düzenlenmelidir. Toplumsal hayat ve olaylar bakımından köyü inceliyen Tonguç, şöyle yazıyor*431: «...Köylü ailesi; biyolojik, ekonomik ve sosyal fonksiyonu olan, büyük krizlere bile ses çıkarmaksızın harikulade bir şekilde mukavemet ede­ bilen bir teşekküldür... Köy çocuğu ve genci işte böyle mana dolu tabii eğitsel bir müessese içinde eğitilir... Köyde en eski ve sosyal teşekkül ailedir... Ailenin canı annedir. Çocukları koruyucu, ailenin düzenini, geçimini temin edici unsur odur. O, memleketin temeli köylü ana­ dır, denilmeye layik bir varlıktır... Türk soSyal hayatımn tarihini ancak köylü ananın hayatı yazıldığı gün anlamak mümkün olabilecektir... Ailenin başı olan erkek, hem ai­ leyi idare eder, hem de ziraat işi gibi en eski ve çok zor, ümitsizliklerle dolu bir mesleğin bütün icaplarım yaparak çalışır... Bizim mayamızın ve kuvvetimizin kaynağı odur... Babalarının karakterinden ayrılmamaları gereken, çoğu onlar gibi bir aile yuvası kurarak köyde yaşıyacak olan erkek çocukların eğitiminde bu noktalar gözetilmeden, vaktiyle medresenin yaptığı gibi onları gerçek hayattan uzaklaştırıcı bir yola sapılacak olursa bundan hem ço­ cuklar, hem de toplum büyük zararlar görür. Bu sebebden köy okulunun bir (hayat ve iş okulu) olması gerek­ tir... Köy çocuğunun alnına ağzından süt kokusu gider gitmez mukadderin damgası basılır. Bunu okumak gere­ kir. Okunduğu gün, Türk cemiyetinin yüzü... gülümsiyerek meydana çıkacaktır... Sert hayat hadiseleri karşısın­ da bile kolay kolay sarsılmamak, mesele ve hadiselere son kuvvetini de sarfedinceye kadar dayanmak onun en mü­ him vasıflarını teşkil eder. Türk cemiyetini ve köy insan­ larını bir takım kıymetleriyle birlikte ayakta tutan biri­ cik kuvvet ailedir...» Görülüyor ki Tonguç, köylünün direnme gücünün kaynaklarını araştırmaktadır. Kitaplar ve teoriler ne söy­ lerse söylesin, şu bir gerçektir ki, yüzyıllardır bu ülkenin bütün yükünü çeken, onu birçok kereler yok olmaktan kur­ taran, onun için savaşan, onu besliyen, direnen, yıkılmıyan köylü sınıfıdır. Ülkenin çoğunluğunu meydana getiren bu sı­ nıfa nasıl bir eğitim uygulanması gerektiğini araştırırken, Tonguç elbette onun direnme ve yaşama gücünün kaynak­ larını, öğelerini araştıracaktır. Eğitilmemiş köylünün sınıf değiştirdiği zaman uğra­ dığı zorlukları da Tonguç şöyle belirtiyor(44): «...B u ka­ rakterdeki insanların kendi muhitlerinden ayrılarak büs­ bütün başka şekillerdeki sosyal hâdiselere göre yaşamakta olan insanlar arasında rol almaları ve bu hayata adapte olmaları çok güçtür. Bu sebeplerden dolayıdır ki, kendi muhiti içinde bir kuvvet ve kıymet olan köylü, şehire ge­ lince -buraya adapte oluncaya kadar- aciz bir vaziyete düşer...» Ama bu, gelişim bir noktada dondurulsun, köy toplumu hiç değiştirilmesin anlamına gelmez: «...M odern bir toplum haline gelmek bu farkı ortadan kaldırmak de­ mektir. Bunu temin edebilmek o kadar kolay bir iş değil­ dir. Bu noktada siyasi, hukuki, sosyal karakterlerde yüz­ lerce iş ve mesele üstüste düğümlenmektedir... Köyde ve şehirde oturan insanlar arasında, büyük farklar bulunmıyan, bireyleri kütleleşmiş uluslar bahtiyar, canlı ve kuvvet­ li uluslardır...» Ekonomik ve toplumsal bir ortam olarak köyün, köylünün düşünüş ve davranışı üzerindeki etkilerini, ya­ hut da başka bir deyimle köylü sınıfının siyasal ve evrim­ sel eylemler içindeki davranışlarının neler olabileceği so­ rusunun karşılığını Tonguç şöyle anlatıyor*45'; bu düşün­ leri, onun köyü ve köylüyü tanımaya, değerlendirmeye çalışırken romantik bir ülkücü olarak değil, bir gerçekçi olarak davrandığını da gösterir: «...Bütün sosyabilite kabiliyetine rağmen o, ferdiyetleşmiş kuvvetli bir hayvan karakterini taşımak mecburiyetinde kalır. Kolay kolay bir disiplin altına girmek istemez... Gaddar ve merhametsiz bir tabiat alemi ile sosyal dünyasının içinde korka korka tereddütle yaşar... Buna rağmen o, herkesin kendisine hizmet etmesini ister, her şeye sahip olmak isteğini taşır... Fakat kuvvet karşısında hemen diz çöker. Kuvvetliye aciz bir çocuk gibi yalvarmaya... başlar... Görülüyor ki, köy­ lü; düşünen insandan ziyade, duyan insandır. Zaten onun tefekkür ufku da dardır. Düşünmenin ve düşündüğünü anlatmanın yegane vasıtası olan lisanı, yazı dili ile mu­ kayese edilince birçok bakımlardan ayrı ve ken­ dine mahsus bir dil haline gelmiştir. Köylü, mücerret mefhumları kolayca ifade edemez. Onları hikayeler, gü­ lünç fıkralar, teşbihli konuşmalarla anlatır... Herşeyi fer­ dileştirir, şahsileştirir. Bunları bilerek muayyen bir mak­ satla ve şuurlu olarak da yapmaz. Öyle yapmaya mec­ bur kaldığı için yapar. O, bir hadiseyi de külli bir şekil­ de kavrıyamaz. Hadise kısımlara ayrıldığı zaman bile o, bunun her kısmım ayrı birer ünite olarak ele alır; aslı ile birleştirmeyi, terkip yapmayı bilmez... Onların hayat te­ lakkileri şuurlu bir mesainin neticeleri olmaktan ziyade, hayatın onlara empoze ettiği telakkilerdir. Hayat denilen sahnede böyle hareket etmek mecburiyetiyle karşılaşan, fakat yabancılara karşı olduğu gibi göründüğü taktirde zorluk çekeceğini bilen köylü; tıpkı muvaffakiyetli rol yapan bir aktör gibi, kendi hayat telakkilerini... gizliyerek sahneye çıkar... Yabancılara düşündüğünden, hissettiğinı den, istediğinden başka şeyleri söyler ve onları hakiki te­ lakkileri gibi göstermeye çalışır ve bunda muvaffak olur. Onun bu halini bilmeden hükümler verenler çok aldanır­ lar... O hayata bu tarzda mukabele etmeye ve dayanma­ ya çalışır... O, bir fayda görmedikçe, yaşamakta olduğu yeknesak hayat tarzını değiştirmekten çekinir ve korkar... Yenemediği tabiat hadiseleri, şekillerini değiştiremediği sosyal ve ekonomik hadiseler; onu, birşeyin sebebini sormıyan, soramıyan bir insan haline getirmişlerdir. Onun için köylü; kendi işinin niçin menfi sonuçlar aldığını, tesahüp etmekte olduğu serveti veya malları nasıl kazandığını dü­ şünmeye de korkar. Çünkü bunların sebeblerini düşün­ mek demek, neticeleri de birlikte düşünmek demektir. Halbuki o, kazandığının uzun müddet elinde kalacağından emin değildir. Bu emniyetsizlik onu servetinden istifade etmesini bilen bir adam halinden çıkarmış, onu toprağa gömen, herkesden, en yakınından bile saklıyan bir kor­ kak haline getirmiştir... Yenemiyeceği hadiseler karşısın­ da... pasif bir mukavemetle herşeyi geçiştirmiye çalışır... Kuvvetliyi kendisine düşman yapmak istemez. Yaşamak ve çoğalmak istekleri, kökleri köylünün içine gömülü çok kuvvetli isteklerdir... Bu istekleri yerine getirmenin bi­ rinci şartı, temellük telakki edilir. Onun için köylü herşeye tesahüp etmek ister. Onun nazarında (benim) mef­ humu, daima (ben) mefhumundan daha üstün bir kıymet taşır. Bazı köylüler veya köyle alakalarını kesmeyen bazı kimseler temellük etmek istedikleri şeyleri ele geçirebilmek için en menfi ve iğrenç çarelere... başvururlar. Böyle bir ağanın eline düşen köylüler hakiki köylü şahsiyetini kay­ bederler... Cumhuriyetin en büyük işlerinden biri de bu tip insanı yok etmeye çalışmasıdır... Şahıslarına ait mal­ larla bu kadar esaslı bir şekilde ilgilenen köylüler, köyün ortaklık mallarına o kadar kuvvetli bir alaka göstermez­ ler... Devlet denilen yenilmez kuvvetin, kutsileştirilmiş evkafın malı bildikleri arazi, orman ve sulara karşı pek mütereddit bir durumdadırlar. Bu gibi malların kime ait olduğunu, niçin ve ne suretle tesahüp edildiklerini düşün­ mek, münakaşa etmek cihetine gitmezler; sadece bu gibi mallardan da şahsen tıasıl istifade edebileceklerini araştı­ rırlar... Onlar da iyi yaşamak, varlıklı olmak, gün gör­ mek, köylerini ve evlerini güzelleştirmek isterler. Fakat öyle sebebler ve şartlar vardır ki, bugünkü köylü artık onları tek başına yenebilecek halde değildir. O, bütün kuvvetini son damlasına kadar sarfettiği zaman, ancak günlük durumunu şöyle böyle muhafaza ederek süratle daha fena bir vaziyete düşmemeye çalışmaktadır. Bunu taktire değer bir başarı ile yapabilmektedir. Köyün ıssız­ laşmasının, durgunlaşmasının sebeblerini köyden ziyade şehirde aramak lazımdır. Şehir, insafsız ve şuursuzca ha­ reket eden bir müsrif gibi asırlardanberi köyün kanını emmiş ve bütün kuvvetlerini israf etmiştir... Ecnebi ser­ mayesinin, Türkden gayri unsurların, onların emellerine hizmet edenlerin, yarı münevverlerin, komisyoncuların ve realiteyi göremiyen osmanlı memurlarının ellerinde oyun­ cak olan, onlara yataklık yapan, ve onların hertürlü anor­ mal hareketlerine sahne teşkil eden dünkü şehir; köyün bu hallerini hep görmemezliğe gelmiş ve onu istismar et­ mekte asırlarca devam etmiştir. İşte bu sebebten köy yalnız ıssızlaşmakla kalmamış aynı zamanda cansızlaşmıştır...» Tonguçun köylünün davranışındaki, düşünüşündeki başlıca özellikler konusundaki düşünlerinin köyle ilgili her türlü eyleme girişeceklere çok yararlı nitelikte olduklarını sanıyoruz. Ancak bunları tanıdıktan, bildikten sonradır ki, eylem sırasında köylüyü örgütlemek ve eyleme katmak olanağı vardır. Aynca Tonguçun son tümcesinde kullan­ dığı ve yazılarında sık sık tekrarlanan, düşün sisteminin ana deyimlerinden birisi olan «ıssızlaşmak» ve «cansızlaş­ mak» terimleri üzerinde bir kere daha durmak istiyoruz: Bize göre, onun ıssızlaşmaktan anladığı, köyün maddi olarak düşkünleşmesi, yoksullaşmasıdır. «Cansızlaşmak» yahut «canlandırmak» dediği zaman ise, öyle sanıyoruz ki, bunları sınıf bilinci uyandırmak, bu bilinçle eyleme geçe­ cek dinamizme, güce erişmek anlamlarında kullanıyor. «...Köyün canlanması; belki köyün ıssızlaşmasına sebep olanların işlerine gelmiyecek ve hoşlarına da gitmiyecektir. Bilgisiz köylülerin düşünen, düşündüğünü söyliyen veya yazabilen insanlar haline gelmelerinden hoşlanmıyanlar, bunların ayaklarına köstek vurmak istiyenler çıkacaktır. Onun için köyü canlandırma uğruna emeğini katacakların bu hakikati bilerek ve aldanmıyarak çalış­ maları lazımdır... Köy meselesi bazılarının zannettiği gibi mihaniki bir surette (köy kalkınması) değil; manalı ve şu­ urlu bir şekilde, köyün içten canlandırılmasıdır. Köylü in­ sanı, öylesine canlandırmalı ve şuurlandırmalı ki, onu hiçbir kuvvet; yalnız kendi hesabına ve insafsızca istis­ mar edemesin. Köyün sakinlerine köle ve uşak muamelesi yapamasın. Köylüler, şuursuz ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline gelmesinler. Onlar da her vatandaş gibi, her zaman haklarına kavuşabilsinler. Köy meselesi, köyde eğitim problemleri de içinde olmak üzere bu demektir...» «...K öy canlanmaya başlayınca geriliğin temsilcile­ ri... bu harekete katılanlara kara damgayı basmaya yel­ tenmişlerdir. Damganın kimin yüzünde silinmeden kala­ cağını zaman gösterecektir...» Görülüyor ki ,Tonguç için söz konusu olan, köylü­ nün «mihaniki olarak» yoksulluktan kurtarılması değil, büinçlenerek, sınıf bilincine vararak bunu kendisinin yap­ masıdır. Bu ise yalnız eğitim sorununu çözmekle değil, köylü sınıfının sömürülmesini sağlıyan her türlü düzenin ve çabanın yok edilmesiyle elde edilebilir. Tonguç, işe bu açıdan girişildiği zaman sömürücülerin tepkilerinin ne kadar güçlü olacağını da bilir, bu amaçla, çalışacak olan­ ları uyarır. Daha sonra, Osmanlı imparatorluğunda öğretmen yetiştirme işini incelerken, Tonguçun yukarıdaki görüş ve kamlarını şu sözlerle tekrarlayıp genişlettiğini göriiyo- ruz<',í,: « ...Geniş halk kitlesinin ilkesine göre eğitimi için çalışacak öğretmenleri yetiştirme meselesine bilhassa de­ mokrasi ile idare edilen memleketlerde devlet adamları, dinsel kurumlarm mensupları, eğitkenlerle işin içinde çalı­ şan öğretmenler, bilginler, ticaret ve el sanatları erbabı, sermaye ve servete dayanarak iş görenler, endüstri kurumlarırıa sahip olanlar, siyasi partiler, politikacılar etki ya­ parlar. Bu iş, her memlekette o memleketin idare şekline göre türlü etkilerle hızlanmış veya duraklamış, gelişmiş veya gerilemiştir. Olayların bu safhasını bilmek, geçilen ve geçilecek yolu aydınlık içinde görmemizi sağlar. ..» Bu sözlerin, Tonguç’un eylem sırasındaki ve iş ba­ şından uzaklaştıktan sonraki dönemde kullandığı taktiği anlamak bakımından önemi vardır. O, bu sözleriyle eği­ tim alanındaki atılım, duraklama ve yıkımların kişilere, kişilerin çaba ve isteklerine değil, toplumsal ve ekonomik güçlere, bu güçler arasmdaki farklara ve dengelere bağlı olduğunu anladığını göstermekle bize de taktiklerini anlıyabilmemiz için gerekli ipuçlarını veriyor. Ama ne ya­ zık ki, bunu en az anlıyabilenler, sonradan onu eleştiren ve marksist oldukları savında bazı kişiler olmuştur; onun girişiminde de, susuşunda da kişisel düşünler ve ilişkile­ rin rol oynamadığını, toplumsal ve siyasal gelişmelerin değerlendirilmesini yaparak eylemini ayarladığını anhyamamışlardır. Bizdeki ve Avrupadaki eski okulun sömürü düzeni­ ne dayanan toplumlara gerekli kişileri yetiştirmek amacı ile kurulduğunu anlatan Tonguç, böylece eğitim ile top­ lumun düzeni arasındaki yakın ilişkiye değinmiş olur: «...B u tip okul tek ve müstebit hükümdarla idare edilen cemiyetlerde en makbul eğitim kurumu sayıldı. Devlet idaresinin şekli değişmedikçe hükümdara sadık ve itaatli tab'a yetiştiren bilgi okulundan kurtulup hayat ve iş oku­ luna kavuşmanın mümkün olamıyacağı anlaşılıyordu...» O halde Tonguç’a göre bilgi okulu sömürü düzenini sür­ düren toplumların, hayat ve iş okulu ise bundan kurtul­ muş, toplumsal adaleti gerçekleştirmiş sosyalist toplumlan n okuludur. Tonguç, bilgi okulu sisteminin ezilen sınıf­ lardan alıp eğittiği kişileri de kendi sınıflarına ihanet ede­ cek duruma getirmeye yaradığını, sömürü düzeninin sö­ mürülenler arasından çekip alman kişilerin aracılığı ile sürdürüldüğünü şöyle anlatır*471: «...İmparatorluğu idare edenler, köyü sağmal inek gibi vergi ve asker alınan, soy­ guna ve salmaya konu teşkil eden bir yer telakki ederek yalnız sömürmüşler, ona birşey vermeyi, orada yaşayan insanları yetiştirmeyi, eğiterek devlete temel haline getir­ meyi akıllarından bile geçirmemişlerdir. Köyde doğan ken­ di himmet ve gayreti ile kasaba ve şehir okullarında okuya­ rak yetişen, aydın zümreye katılabilecek kadar yükselen­ ler de devlet kadrosuna girerek (kapıkulu) olmuşlar, köyü soyma ve sömürme işine onlar da katılarak, köyü canlan­ dırma teşebbüsüne girişenlere karşı durma (yazarın notu: bu son sözcük kitapta yanlışlıkla «katılma» olarak basıl­ mış) yolunu tutmuşlardır... Görülüyor ki ilköğretimi mecburi bir hale getirerek imparatorluğun dört bucağına yaymak işi, başlangıçta sıkı tutulmadığı, geriliğe karşı onu savunmak, gerektikçe mücadele etmek birçok okur ya­ zarlar tarafından göze alınmadığı, bu ağır yük bir kaç tane ülkücii aydının sırtına yükletildiği için sürüncemede kalmış, her devirde onu gerçekleştirmek istiyenleri kös- tekliyetıler olmuştur. Bunun baş sebebi, imtiyazlı sınıfa mensup olanların dünya anlayışlarına göre kurulmuş olan hayat nizamının bozulmak istenilmemesidir. Bu nizam içerisinde çeşitli nimetlere kavuşmuş olanlar, her yeniliğe karşı halktan bir kısım insanların hoşuna gidecek baha­ neler bularak yeniliğin karşısına dikilirler. Onu gerçekleş­ tirme işine teşebbüs edenleri iftiralar, jurnalcılıklarla lekeliyerek sahneden atmak, attırmak yolunu tutarlar. İğ­ fal şekilleri her devre göre değişir. Baltalayıcılar halkın tarafında bulunduklarını söylerler. İlköğretimin geçtiği yol, böyle çetin engellerle kaplı bir yoldur...» Tonguç, Nafi Atuf Kansudan şu satırları aktarır: «...M ektep, muhit ile cemiyetin içtimai ve iktisadi şartlarıyla en sıkı münasebe­ ti olan bir müessesedir. Muhitine müessir olmakla bera­ ber her devrin ve zamanın içtimai ve siyasi şartlarından da müteessir olmuştur... Bütün manasıyla terbiyenin ga­ yesi sultana sadık tebealar ve saltanat hükümetine me­ murlar yetiştirmek hududuna irca edilmiştir...» Tonguç ilk eğitmen denemelerini anlatırken şöyle diyor(48) «...A ydın zümreye mensup bir kısmın bunu itiraz­ sız, gürültü patırtı yapmadan iyi karşılamaları mümkün değildi. Onun için yapılacak işleri önce tecrübe ederek ve onların özelliklerine uygun kanun tasarıları hazırlıyarak ...uygulamak şarttı. Buna rağmen geri zihniyetten kurtulamıyanlar, fırsat buldukça köyde ilköğretimi gerçekleş­ tirmek hizmetine katılanlara cephe alacaklardı. Müteşeb­ bisler bunun böyle olacağını biliyorlardı. Bildikleri halde kopacak fırtınanın doğuracağı sıkıntıları göze alarak ve bunlardan yılmıyarak, ileri pedagoji ilkelerine uyarak ça­ lışmaya karar verdiler...» O halde Tonguçun, kurulması için çalıştığı köy enstitülerinin içinde bulunulan süreç bakımından genel toplum düzenine uygun düşmiyeceğini, günün birinde bal­ talanıp yıkılabileceğini yahut amaçlarından saptırılarak o süreçteki düzenin çıkarlarına göre kişiler yetiştirmekte kullanılacağını başlangıçtan anlamış, bilmiş olmasını ka­ bul etmek zoru vardır. Sonradan eleştiriciler tarafından üzerinde çok durulan bu noktayı bile bile işe niçin giriş­ miştir? Başka bölümlerde de değindiğimiz bu sorunun karşılığı en kısa şekilde şudur: Yapılacak başka birşey yoktu. Bu yola girmek ve ne elde edilebilirse, ne kadan başarılabilirse, onu yapmak, hiçbir şey yapmamaktan, ey­ leme geçemeden oturup sürecin kendi kendine gelişmesini beklemekten çok daha doğru, çok daha yararlı, çok daha aydınca, çok daha devrimciliğe, ilericiliğe yakışır bir dav­ ranıştı. Tonguç için bir ikinci olanak, bir alternatif yok­ tu. Bütün bu tehlikeleri bile bile, kuracağı eğitim siste­ miyle uyuşmayan bir toplumsal ve ekonomik düzen için­ de ve hemen eklemeli ki, oldukça da becerikli bir şekil­ de eylemini sürdürdü, yürüttü. Bu eylem, oturup kurulan sistemle düzen arasındaki çelişkiyi, uyuşmazlığı belirt­ mekten ve bunu büyük bir marifet saymaktan daha değer­ li değil midir? Evrim ve devrim açısından daha yararlı, daha sürücü, itici, hızlandırıcı bir davranış ve taktik ol­ mamış mıdır? Yine eğitim ve toplum yapısı ve bunların karşılıklı etkileri konusunda şu satırlar ilginçtir; evrim açısından Tonguç’un eğitimden «bir şeyler» beklediğini de gösterir(49): «...Köyler boşanıyor, şehirlerin nüfusu artıyor, bü­ yük şehirlerin sayısı durmadan çoğalıyordu (19. yüzyılın 2. yarısında Avrupa). Süratle genişliyen fabrikaları etra­ fında işçi kümeleri birikiyor, bunlar bir kütle haline gel­ meye başlıyorlardı. Birdenbire meydana çıkıveren öğret­ men, işçi, teknisyen kafileleri, karşılaştıkları zorlukları yenmek, hayatın yükünü hafifletmek amacıyla cemiyetler kurarak teşkilatlanıyorlar, hür vatandaşlar sıfatıyla seçim­ lere katılıyorlar, yeni istekler ileri sürüyorlardı. Eski ha­ yat nizamının nimetlerine kavuştukları için onun değişme­ sini istemiyenler, başta krallar olmak üzere bunlara, (sos­ yal demokratlar, komünistler, cemiyetin düzenini yıkıcı­ lar!) diye bağırıyorlar, bunların yetiştikleri okulları azalt­ mak yolunu tutuyorlar, mesleki cemiyetlerini kapatıyor­ lardı. Mesela Prusyada 1821 de nazırlar heyeti kararıyla ilköğretim ve ilkokul öğretmenleri aleyhine hükümler ve­ rilmeye başlanmıştı. Öğretmenlerin çoğalmasından, günün birinde (hükümet aleyhine bir ihtilal çıkarılır) düşünce­ siyle korkuluyordu... Bütün bunlara rağmen öğretmenler teşkilatlanarak eğitim ve öğretim alanlarına yenilikler getirmek, okulu türlü otoritelerin baskılarından tamamen kurtarmak için var kuvvetleriyle çalışıyorlardı...» ve(50) «...Y eni okul gelecek hayatı şekillendirme işine ihtirasla katılır. Bu amaca yöneltilmiş okul milli ve insani hayatın geleceğini sağlamak için açılan sessiz kültür savaşına da katılmış olur...» Şu sözleri de bu anlamda anlamak gerekir sanıyoruz(51) « ...Y eni medeniyeti benimsemiş toplumlarda yurt­ taşların hak ve görevleri de değişti. Fikir, vicdan serbest­ liği, bilgi, öğrenme, seyyahat etme, ticaret, sanat, konuşma, yazma hürriyeti gibi yeni değerler kişi haklarından sayıldı. Seçmek ve seçilmek, cemiyet kurmak gibi yeni yeni sosyal problemler sayesinde bir toplumu teşkil eden bireyler ken­ di kendilerini idare etmek ilkesine dayanarak sürü hayatı yaşamaktan kurtuldular. Yeni medeniyetin mensupları bu yenilikleri gelenek ve göreneğe göre öğrenemiyecekleri için yepyeni bir eğitim kurumuna ihtiyaç hasıl oldu. Mecburi öğretim kurumu olan modern manalı ilkokul ve onu tamamlıyan meslek okulları kuruldu... Köyü canlandırma­ nın tek çaresi köylü halkı, bilhassa onun genç nesillerini de tıpkı şehir ve kasabalarda yaşıyan insanlar gibi yeni uy­ garlığın icablarma göre eğitmekte görüldü. Köyü canlan­ dırmak demek bu demektir. Herşeye tercih edilerek bu ya­ pılmadığı takdirde köyü yaşamakta olduğu geri hayattan kurtarmak imkansızdır. ..» Bu konuda sonuç olarak şu söylenebilir: Tonguç yal­ nız eğitimin alt yapı değişikliklerini sağlamaya yetmiyeceğini elbette biliyordu. Ama eğitimin, bu değişikliklere gi­ den süreci hızlandırmakta önemli bir rol oynayabileceği kanısında idi. Şu satırlar da onun, eğitim ile ilerleme sürecini hız­ landırmak için gerekli etmenlerden yalnız birinin söz ko­ nusu olduğuna inandığını gösterir (52); «...Türk toplumunu, Türk yurdunu sevenler, halkı okur-yazar bir hale getirmekle, onu sadece medeni milletler seviyesine yükselt­ menin şartlarından birini gerçekleştirmeye uğraştıklarına kanidirler. ..» Tonguç’un düşünlerini, yazılarım inceliyerek belirt­ meye devam edelim: ■ Sosyal Devlet Ülküsü A. Rufer’den iki arkadaşı ile birlikte 1955 yılında di­ limize çevirdiği ve ancak 1962’de yaymlanabilen «Pesta­ lozzi ve Devrim» çevirisine yazdığı önsözde Tonguç şöy­ le der(53): «...Pestalozzi hakkında az veya çok bilgi sahibi bulunan meslektaşlar bu büyük eğitkenin sadece pedago­ jik fikirlerini bilirler. Halta türkçe yazılmış eserler onu her cephesi ile bize tanıtmadıkları için, Pestalozzi tuttuğu işlerin çoğunda başarı gösterememiş beceriksiz bir eğit­ ken olarak tanınmıştır... Hakikata pek aykırı düşen bu (82) a.g .e. s. 633. (83; P e s ta lo z z i ve D ev rim , A . R u fe r, ç e v ire n le r: 1. H a k ­ k ı T o nguç, F n a t G tin d ü zalp , R a u f İn a n , İm e c e y a ­ y ın la n , E k in B a sım e v i' İ s ta n b u l 1962, s. 3. kanaati değiştirmenin tek çaresi öğretmenleri ve eğitkenleri Pestalozziyi hakiki çehresi ile aksettiren eserlere kavuş­ turmaktır... Pestalozzi bu kitapta (serbestlik, eşitlik ve kar­ deşlik) prensiplerini en temiz bir şekilde şahsında tecessüm ettiren demokrasi ülküsünün asil bir temsilcisi olarak belirtilmekte, refah ve saadet sağlayıcı devlet vasıtasıyla insanlığı içine düştüğü sefaletin bataklığından kurtarmaya var kuvveti ile uğraşan cumhuriyetçi bir kahraman olarak göz önünde canlanmaktadır...» Görülüyor ki, Tonguç’un Pestalozzi’ye hayranlığı, onun sosyal adaleti sağlıyan devlet ülküsünden ötürüdür. Tonguç, onda eğitimin sınırlarını zorlıyarak, toplumsal gelişimde eğitimi sosyal adalet, sosyalizm ülkülerine doğru bir hızlandırma aracı olarak kullanma amacını bulur. ■ Din Konusu: Tavizsiz Laiklik! Tonguç’un toplumsal ve siyasal düşünlerini incelerken din konusuna özellikle önem vermek istiyoruz. Hemen söyliyelim ki, Tonguç’un bu konudaki düşünleri Atatürk’ünkilere eştir; bugün bazı toplumcu aydınların bu konuda yaptıkları analizlere, vardıkları taktik sonuçlara ve soruna baktıkları açıya uymaz. Din konusunda Tonguç açık ola­ rak ve hiçbir taktik hesabı, çıkan göz önüne almadan çok radikaldir. Din konusunun çocukluğundaki izlenimleri olarak şu anılan ilginçtir'54': «...O kum ak için İstanbul’a gitmeyi ta­ sarlıyorum. Babam buna taraflı görünmüyor. Ne zaman evimizde bu mesele söz konusu olsa o: -canım amcanı yıllar boyunca IstanbuFda okuttuk; pek çok para harcadık. W T o n g u ç ’a K ita p , İm e c e y a y ın la n , İ s ta n b u l 1961, s. 15-16-17. Ne oldu sanki? Hem hiçbir şey bilmiyor, hem de bizim yap­ tığımız köy işlerini yapmaya yanaşmıyor; aylak dolaşan bir hazır yiyici... derdi... Amcam yıllarca medresede okumuş­ tu. Öğrendiği bilgilerin hiçbiri hayatta işine yaramıyordu. Küçükten büyüğe kadar bütün mensupları, yılın her günün­ de işe katılan, durmadan çalışan köylü ailesinin içinde onun durumu cidden anormaldi. Dedem işe kendisini bir türlü veremiyen amcama sık sık kızar, söylenir; bu yaşlı hocayı bazen döğerdi...» « ...İstanbul’a gelince ilk işim, Fatih civarındaki medreselerde okuyan bizim taşralı mol­ laları arayıp bulmak oldu. (Yazarın notu: Tonguç'un köyü­ nün bulunduğu Dobruca bölgesi Türkleri arasında biraz varlıklı ailelerin çocuklarını İstanbul'a yollıyarak medre­ sede okutmaları geleneği vardN5)). Onların her bakımdan bana kılavuzluk etmelerini istiyordum. İş benim tasarladı­ ğım gibi olmadı... Bizim hemşehriler kasvetli, rutubetli medrese odalarında kendi içlerine kapalı, tiksinilecek bir şekilde yaşıyorlardı; dışarıda olup bitenlerden habersiz­ lerdi; okullarına dair bilgileri kıttı. Onlar medrese odala­ rında bol bol pilav pişirerek, tıkabasa yemek yiyerek birbirleriyle bol bol güreşerek, arada bir camilerde okutulan derslere giderek vakit öldürüyorlardı...» Çocukluktaki izlenimleri bu olan Tonguç, daha sonra din konusunda şunları yazar(56): « ...Köyü canlandırmak amacıyla yapılmış hamleleri incelerken medresenin rolünü bir tarafa bırakarak görmemezlikten gelmek doğru bir ha­ reket olmaz. Medrese, geçmiş devirlerdeki kültür hayatı­ mızın gelişimine etki yapan, dinsel eğitimi gerçekleştirme bakımından görevini başarmış sayılabilecek bir kurum ol­ duğu için şehirde veya köyde, müslümanlığı kabul etmiş l ü 1 D o b ru c a v e T iirk le r, M ü stecib Ü lk ü sa l, T ü rk K ü l­ tü r ü n ü A r a ş tır m a E n s titü s ü y a y ın la rı N o. 26, A n ­ k a r a 1966. f»/ C a n la n d ırıla c a k K öy, s. 88-89, 160, 171, 286. insan kümelerinin biriktiği her yerde onun damgalarına rastlanmaktadır. Öğretmen veya eğitmene henüz kavuşmamış olan onbinlerce köy, bugün bile medreseden yetişmiş imam ve hatiplerin elindedir. Bu köylerdeki insanların çoğu, ge­ çimle ilgili günlük işlerin dışında kalan meselelere, onların dünya görüşlerine ve hayat anlayışlarına göre temas eder­ ler. Bu davaları, onların anlatışlarından ne anlıyabiliyorlarsa, o ölçüde kavramaya çalışırlar. Bu tip köylerin in­ sanlarına , ne devlet ne de parti teşkilâtı henüz imam ka­ dar müessir olmamaktadır. Öğretmen veya eğitmen ve­ rilen köylerde de imam veya hatip hemen sahneden çekilip yalnız camideki dinsel görevine bağlanmakla kalmaz. On­ lar, insanoğlu dünyaya geldiği zaman adını koyarak onun yakasına yapışırlar, öldüğü vakit mezarının başında son duayı okuduktan sonra yakasını bırakırlar. Köylü insanla­ rın genel hayatlarına, hayatın bilhassa manevi cephesine bu derece hakim olabilen elemanı yetiştiren medrese, önem­ li bir kültür kurumu olması bakımından incelenmeye de­ ğer...» Bundan sonra Tonguç, medrese öğretim ve eğiti­ minin özelliklerini, zamanla medresenin nasıl sömürücü ve tutucu bir nitelik kazandığını ve ilerici gelişmelerin önünde en önemli bir engel durumuna geldiğini anlatıyor, öyle anlaşılıyor ki, Atatürk’ün de düşünlerine paralel ola­ rak, ona göre bir kültür ve uygarlık değiştirme sorunu ile karşı karşıya olan Türk toplumunda, bu değişmeye karşı duran, bunu önliyen en büyük güç, din kurumudur; daha doğrusu dinin, laikliğin gerektirdiği sınırların içine çekil­ mek istememesi, toplumun bütün kuramlarına kendi an­ layışına göre düzen vermek çabalarıdır. Din adamı uzun bir süre tutucu güçlerin yardımcısı olmuş, «fertleri din af­ yonu ile uyuşturulmuş bir cemiyet» ortaya çıkmıştır. «Türk olmıyan imparatorluk tebası, istibdat idaresinin hayat ni­ zamına göre bazı nimetlere kavuşmuş olan kasaba eşrafı, batıl inançlardan kendilerini bir türlü kurtaramamış cami, medrese, tekke gibi dinsel kurumların siperlerine sığınarak çeşitli menfaatler sağlamış bulunan hocalar, akla gelme­ dik baltalama hareketleriyle devrimin hızını kırmaya» başlamışlardır. O halde Tonguç’a göre de Türkiye’de din kurumunun, gelişimi engellemekte, batı ülkelerindekiyle karşılaştınlamıyacak derecede güçlü bir rolü vardır. Bu anlaşılıp, ona göre köklü tedbirler alınmadıkça, başka bir deyimle Atatürk’ün anladığı anlamda laiklik ilkesi tam ola­ rak uygulanamadıkça ileri atılımlar yapılamaz. Maarif Ve­ kili Vasıf beyin Mecliste hocalarla yaptığı tartışmaları anla­ tırken Tonguç şöyle der: «...M erhum V asıfın B. M. Mec­ lisindeki hocaların karşısına böyle mertçe dikilişi eşine az rastlanır tarihi olaylardandır. Onun bu hareketini devrim ve eğitim tarihimiz daima saygı ve minnetle anacaktır. O zaman geııç öğretmenler arasında bu kararın sonuçları üzerinde (Yazarın notu: öğretimin birleştirilmesi yasası) uzun boylu konuşulur, bunun arkasından laik okulun gel­ mesi ihtimali bulunduğu gizlice tahmin edilir, Türk mille­ tinin böylelikle kısa zamanda dini bir tahakküm vasıtası olarak kullananların elinden yakasını sıyırabileceği ümit­ lerine bağlanılırdı. Bu tatlı ümitler hakikaten kısa zaman­ da gerçekleştirilir... Bu olaydan çeyrek yüzyıl sonra, 1947 yılında, yine aynı B.M. Meclisinde okullara din dersleri konmasını teklif eden bir hatibin çıkması üzerine basında bir tartışmadır başladı. Laik okullarda yetişen genç dok­ torlara, öğretmenlere, mühendislere, mimarlara bakıyorum; çoğu devrimci, yaşlanmış neslin haline, kanaatlarını niçin değiştirdiklerine gülüyorlar... İnsan bunları duyunca Cum ­ huriyetin kurulmasına emeğini katmış Vasıf Çınar’ı saygı ile tekrar anmak borcunu eda etmekten haz duyuyor, ye­ ni Vasıflar yok mu demekten de kendini alamıyor...» Tonguç’un laik okuldan anladığı, içinde hiçbir şekil­ de din öğrenimi yapılmıyan okuldur. Onun açısından bakı­ lınca, son zamanlarda din konusunda ilericilerin, örneğin TÖS gibi bir örgütün bile açıklama ve davranışları'571, bunlar ne kadar bilimsel ve devrimci taktik açısından doğ­ ru gibi gözükseler bile, yetersiz izlenimini uyandırmakta­ dır; devlet eliyle din eğitimini baştan yadsıyan ve bu konu­ daki tutumu bağnazlık derecesinde katı ve kesin olan bu eski kemalistin görüşü ile uygunluk göstermemektedir. Bir üst yapı kurumu olan dinin, alt yapı değişmedikçe nite­ liğinin değiştirilemiyeceği ve dinsel alan dışındaki etkileri­ nin azaltılamıyacağı görüşü ne kadar bilimsel olursa ol­ sun, Atatürk’ün bu üst yapı kurumunun etkilerini, elindeki bütün araçlarla kısarak bir takım ileri atılımları sağlamış olduğu gerçeği ve laik devletin hiçbir şekilde din öğretim ve eğitimi ile ilgilenmemesi gerektiği inancı, eski Kemalistlerin ve Tonguç’un kolay kolay vazgeçemiyecekleri değer­ lerdir. ■ Batıcılığı Yine onun düşün sisteminde bağnazlık derecesinde ve hiçbir taviz vermeden savunduğu bir başka Atatürkçü ilke, batı uygarlık ve kültürünü benimsemek ilkesidir. Son yıllarda bu konuda yapılan tartışmalar açısından bu inancı üzerinde de biraz durmak istiyoruz. Tonguç’a göre doğu kültürüne bağlanarak, bununla ilgili gelenekleri koruya­ rak uygarlaşmanın olanağı yoktur. Tanzimat batıcısı değil­ dir; batı kültür değerlerini alırken, bunları körükörüne kopya etmeğe, emperyalizme kapılıp uşaklaşmaya karşı­ dır. Ama ona göre yüzyılın ve makina çağının uygarlığına ancak onun kültür değerleri benimsenerek erişilebilinir. Doğu ile batı arasında bir orta yol, bir uzlaştırma düşü­ nülemez. Örneğin Satı beyin Osmanlılık ve İslamlık ilkesine <sj) T Ö S ’ü n d in k o n u s u n d a k i d ü şü n le ri iç in b a k ın ız : D e v rim c i Ö ğ re tm e n le rin S a v a şı, T Ö S Y ö n etim , Y ü ­ rü tm e , D e n e tim , O n u r k u ru lla rı 1967-1969 ç a lışm a ra p o r u . B a lk a n o ğ lu m a tb a a s ı 1969 A n k a ra , s. 110-112. karşı çıktığı için beğendiği ve değer verdiği Ziya Gökalp’ı şöyle eleştirir*58': «...İslamlaşmak prensibine bağlılığı, üm­ met ruh ve medeniyetini de bir değer olarak elden bırakmayışı Z. Gökalp'ı da mekteple medreseyi bir arada ya­ şatma gafletine düşürüyordu... 1923 yılında Ankara’da toplanan birinci Heyeti İlmiye’de, Sultanilerin adlarını de­ ğiştirme konusu konuşulurken bunlara Halduniye ve Fârabiye adının konulmasını istiyecek, hatta liselerde fen şubelerinin kapatılmasını istiyecek kadar ileri gitmiş olan Gökalp’a, batı uygarlığına aşık Tevfik Fikret’le onun gibi düşünenlerin cephe almış olmalarına hak vermemek elden gelmez...» Daha somut bir şekilde söylemek gerekirse, herhalde Tonguç, fesli, sarıklı, arapça yazılı, camilerde pro­ pagandası yapılan, entarili, takunyalı bir «İslam sosyaliz­ m in e inanamıyacak, bağlanamıyacak bir kişi idi. Batı kültürünün hümanist dünya görüşünü, gözleme, deneye, akla dayanan bilim anlayışını, insana ve dünyaya, doğaya değer veren yaşama düzenini benimsemedikçe, bir takım ekonomik değişiklikler yaparak insanları sömürüden kurta­ rıp varlıklandırma olanağı bulunabileceğine inanmadığı gi­ bi, bu olsa bile, böyle bir toplum, onun ülküsü, rüyası, inancı değildi. ■ Kemalizm Tonguç, düşünlerini, önerilerini kemalizm ilkelerine bağlamaya çok dikkat eder. Bunun bize göre iki nedeni vardır: Birincisi kemalist ilkelere gerçekten bağlıdır ve yürekten inanır. Bu ilkeler çağındaki koşullar bakımından ileri ilkeler oldukları gibi, katı ve sınırlı ilkeler de değil­ lerdir. Daha sonraki gelişmelere, süreçlere açıktırlar; on­ lar için bir dayanak, bir çıkış noktası olabilirler. İkinci neM C a n la n d ırıla c a k K öy, 1. H a k k ı T o n g u ç, R e m z i kita b e v i, İ s ta n b u l 1947, s. 204-206. den ise daha çok eylem ve taktik açısındandır. Tonguç’un eyleme geçtiği çağda Türk siyasal hayatında kemalizm dı­ şında etkin bir siyasal akım yoktur. Eyleme girişecek bir kişi ancak kemalizme dayanarak başarılı olabilir. Ni­ tekim Tonguç şöyle der(59): «...Kurtuluş ve egemenlik sa­ vaşlarını başarı ile sona erdirdikten sonra, Cumhuriyet Halk Fırkası şekline gelen Müdafaai H ukuk Cemiyeti de­ nilen siyasi kurumlar, bütün devrim hareketlerine ön ayak olmuş ve hakiki devrimci karakterleriyle belirmişlerdi. C. H.P. denilen teşekkül bir taraftan milli ve insani vasıfları, diğer cihetten de ülkü edindiği fikirleriyle memlekette sar­ sılmaz bir otorite haline gelerek bütün devrimci fikir ve hareketlere kılavuzluk ediyordu. Vatanda tek parti olması, iktidar mevkiinin kendi hükümetlerinin elinde bulunması dolayısıyla yapılacak her işte, onun programında yer alan ilkelere uymak zaruri idi...» ■ İmece ve Bedensel Çalışma Tonguç’un tasarladığı toplum yönünden bir nokta üzerinde daha durmak istiyoruz. Bu, ikinci bölümde de biraz değindiğimiz kamunun yararlı olan işlerde imece geleneğinin sürdürülerek çağdaş bir örgütlenme ile va­ tandaşların beden gücünden yararlanma yükümü konu­ sundaki düşünleridir. Onun kalkınma şemasında bu yol, önemli bir yer tutar. Tonguç’a göre para olanakları kıt toplumlarda ancak bu yoldan toplu ve geniş çapta kalkın­ ma projeleri gerçekleştirilebilinir. Bu düşün ve taşanlarının örneklerini Bulgaristan ve Almanya’da görmüştür. «Canlandırılacak Köy»ün 1. bas­ kısında, kitabın sonunda «Bir Seyahatin Notlan» başlığı altında 1938 yılında yaptığı inceleme gezisinin Bulgaris- tan, Macaristan ve Almanya ile ilgili izlenimlerini yazar(60). Belirttiğine göre Bulgaristan’da «Mecburi iş hizmeti teşki­ latı» 5 Haziran 1920’de çıkarılan bir yasa ile kurulmuş­ tur. I. Dünya Savaşından bitkin, yıkık ve ekonomik ba­ kımdan çöküntü içinde çıkan Bulgaristan’ı süratle kalkın­ dırabilmek için düşünülmüştür. Tonguç’un verdiği bilgiye göre orada mecburi iş hizmeti iki türlüdür: «Askeri hizme­ te dahil olmayan gençlere mahsus muntazam iş hizmeti. Devam müddeti asgari sekiz aydır. (Genç kızlar için dört ay). Diğeri 20-40 yaşındakilere mahsus mevsimlik iş müd­ deti, bu hizmetin müddeti on gündür...» Bütün örgüt bir Ge­ nel Müdürlük tarafından yönetilir. Yükümlüler iş hizmeti kamplarında toplanırlar. Bunlara ayrıca okuma yazma da öğretilir. İlke olarak her kişinin çalışması kabul edilmiştir. Ancak bütün yükümlülerin hizmete çağrılması olanağı bu­ lunamadığı zaman bedel alınır. Bu örgütün amacı şudur: Üretimi ve kamu yararına yapılan işleri arttırmak, ülkenin iş gücünü organize etmek, vatandaşlar arasında sınıf ve varlık farkı gözetmeksizin kamu yararına olan işler için onlarda ilgi uyandırmak. Bütün vatandaşlarda ulusal so­ rumluluk duygusunu uyandırmak. Aynı şeküde Almanya’daki iş hizmeti örgütü de Ton­ guç’un dikkatini çekmiştir. Verdiği bilgiye göre(61) orada bu örgüt 26.6.1936 günlü bir yasa ile kurulmuştur. 18 - 25 yaşlan arasındaki her Alman genci 6 ay süre ile bu örgüt­ te çalışır. İç İşleri Bakanlığı bu örgütü yönetir. Anlaşıldı­ ğına göre bu örgütden bir yönden de bir eğitim ve öğre­ tim kurumu olarak ve nasyonal sosyalist partiye bağlı bir gençlik yetiştirmek için de yararlanılmaktadır. Diğer amaç­ lan ve yaptığı işler Bulgaristandakine benzer. I. Dünya Sa­ vaşından bitkin ve yoksul çıkan Almanya’nın kısa bir süre( » ) C a n la n d ırıla c a k m K öy, I. b a sk ı, R e m z i k ita b e v i, İ s ­ ta n b u l 1939, s . 208-212. a.g .e. s. 230-233. de ekonomik bakımdan kalkınabilmesi, bayındırlık çalış­ maları bakımından büyük yarar sağlamıştır. Görüyoruz ki, birbirine benzer ve vatandaşların ka­ mu yaratına olan işlerde bir süre için bedensel olarak ça­ lışmaları esasına dayanan bir örgüt, demokrat Amerika’da, krallık Bulgaristan’ında, nazi Almanya’sında örnek olarak vardır. Herhalde sosyalist ülkelerde de benzerleri olsa gerektir, önemli olan nokta şudur: Böyle bir sistem birin­ ci derecede o ülkenin siyasal rejiminin bir gereği, bir özel­ liği değildir. Alışılmış ekonomik olanaklarla başarılamıyan topyekün bir kalkınmanın yürütülmesi için düşünülmüş bir sistemdir. Hatta daha ileriye giderek şunu söyliyebiliriz: Kamu yararına olan büyük çaptaki işleri enternasyonal ka­ pitalizmin alışılagelmiş çıkar ve düzenlerine boyun eğme­ den çözümleyebilmek için tutulmuş bir yoldur. Tonguç’un bu örneklerden aldığı izlenimlerle ve Tür­ kiye’nin de o çağda içinde bulunduğu çok dar ekonomik durum, para yokluğu, dışarıya avuç açmamak için göste­ rilen olumlu direnme gibi koşullara bakarak, geleneksel imece alışkanlığımızı çağdaş bir yöntem ve örgüt durumu­ na getirmeyi tasarladığını görürüz. îşte 4. bölümde inceliyeceğimiz 4274 sayılı yasanın 25. maddesi ile köy okul­ larının yapımında 1 8 -5 0 yaş arasındaki köylü yurttaşla­ rın yılda 20 gün okul yapımı işlerinde bedensel olarak çalışmalarını öngören madde, bu ana düşünlerden hare­ ketle konmuştur. Sonradan üzerinde çok tartışılan ve C.H.P. iktidarının kendi anlayışına göre 1946’dan sonraki çok partili düzenin siyasal tartışmaları içinde en zor sa­ vunulabilir geçmiş çalışmalarından birisi sayılan ve C.H.P.’nin bir ayıp gibi örtüp, hiç savunmadan geçiştirmeye çalış­ tığı bu bedensel çalışma konusu, inancımıza göre hâlâ üze­ rinde durulmayı gerektirir önemdedir ve günün birinde ciddi olarak bu konuyu yeniden ele almak zorunda kalı­ nacaktır. Bu yapıldığı zaman şüphesiz ki, ilk üzerinde du­ rulacak nokta, böyle bir yükümün angarya sayılıp sayılamıyacağıdır. Hukuki yönden, kamunun kendi yararına ya­ pılan işlerin vatandaşlar tarafından yapılmasının ne derece angarya sayılabileceğinin tartışılması gerekir. Köy enstitüleri uygulamasında, bu çalışma yükümü­ nün en çok eleştirilen bir niteliği de bu yükümün yalnız köylerde yaşıyanlar için söz konusu olması idi. Böylece vatandaşlar arasında fark gözetildiği söyleniyordu. Teorik açıdan bu eleştiri haklıdır. Bu bir noksandı. Ama iktida­ rın çok yönlü karakteri, ancak bu kadarını onlara kabul ettirebilmeye elvermişti. Fakat yöneticilerin de aynı kanı­ da oldukları, yani bu yükümün bütün yurttaşları kapsa­ ması gerektiğine inandıklarını söyliyebiliriz. Nitekim, iş­ başından ayrılmadan kısa bir süre önce okul yapımı işle­ rinde kent okullarında da buralarda yaşıyan vatandaşların bedensel olarak çalışmaları konusunda bir tasan hazırlığı­ na başlanmış idi. Böylece, köylerde ve kentlerde yaşıyan vatandaş arasında bu bakımdan ortaya çıkmış olan ayrılık kaldırılmış ve vatandaşların hepsinin aym yüküm altında okul yapımı işlerine katılmalan sağlanmış olacaktı. Fakat bu tasarının yasama organlanna yollanmasına zaman kal­ mamıştır. ■ Siyasal Eylemler Toplumsal ve siyasal düşünlerini ve kanılannı bu şe­ kilde gözden geçirdiğimiz Tonguç, genel çalışmaları dışın­ da, gündelik anlamda siyasal eyleme girmiş midir? Tonguç, içinde yaşadığı tek ve çok partili siyasal düzen içerisinde bu anlamda siyasal eyleme girmenin bir yarar getireceği­ ne inanmamıştır. Ona göre tek başına veya birkaç kişi ola­ rak bu çağlardaki parti veya partilerin içerisine girmek bir yarar getirmez, ses duyurulamaz, etkili olunamaz, o top- luluklarm içinde eriyip gidilir. Ancak bir grup olarak, ama belirli ilkeler, görüşler çevresinde toplanmış, sınıf çıkarları açısından anlaşmış ve az çok belirli bir sınıftan gelmiş in­ sanlar topluluğu olarak, bunların içerisine girilirse yahut da bu anlamda yeni bir partide işe girişilirse bunun bir önemi olabilir. Bu düşünledir ki, Tonguç; böyle girişimle­ rin gerçekleştirilemiyeceği bir ortamda, çeşitli olanaklara, baskılara rağmen gündelik politikaya girmemiştir. Bu ilke­ nin ışığı altında Tonguç’un bu konudaki davranışlarını inceliyelim: 1944 - 45 yıllarında C.H.P. ileri gelenleri açıktan ve dolaylı olarak, bir defasında da Nafi Atuf Kansu’nun aracılığı ile kendisine milletvekilliği teklif ederler. Bu, CHP nin yöneticilerinin büyük bir kısmına artık fazlaca sivri gelmeye başlıyan eylemlerinden onu uzaklaştırmak, kıza­ ğa çekmek için düşünülmüş bir düzendir; kabul etmez. 1946 seçimlerine doğru siyasal eylem olarak sayılabi­ lecek iki girişimi vardır: Bunlardan birincisi CHP’nin mil­ letvekili aday listesine kendi görüşüne ve inançlarına göre girmelerinde yarar gördüğü bazı kişileri sokmak için yap­ tığı çalışmadır. Bu çalışma, o zaman partinin Genel Sek­ reteri olan Nafi Atuf Kansu’nun aracılığı, desteği ve yar­ dımı ile yürütülür ve parti içerisindeki ilerici - tutucu ka­ nat çatışmasının bir bölümü sayılabilir. Bildiğimiz kadan, Tonguç’un bu listesinden bazı isimler CHP’nin aday liste­ sine konmuş (Yazarın notu: o zaman milletvekili adayları Genel Merkezce saptanıyordu) ve listenin açıklanmasın­ dan birkaç gün önce birdenbire listeden çıkarılmıştır. Tu­ tucu sağ kanadın ağır bastığı ve bu girişimi önlediği anla­ şılıyor. Bunun nedeni liste incelendiği zaman ortaya çıkar. Bu liste, Tonguç’un belli bir ilke çevresinde toplanmış bir sınıftan gelme ve o sınıfın çıkarlarını savunan bir topluluk olarak politikaya girme ilkesine uygundur ve CHP’nin o pek sevdiği, taşra eşrafından yapılmış listeleri ile hiçbir benzerliği yoktur. Bir belge olarak bu listeyi buraya alıyoruz(62): 1) Lüleburgaz: Düğürıcübaşı köyü eğitmeni Ahm et Turan veya aynı köyün muhtarı Haşan Turan. 2) Lüleburgaz: Kayabeyli köyü eski muhtarı Süleyman Kaya 3) Babaeski: Doğanca köyü eski muhtarı Ahm et 4) Avanos: Köşek taşı köyü muhtarı (adı Mehmet Ali) 5) Avanos: Ortaköy muhtarı (adı Hüseyin Ayan) 6) Eskişehir: Mahmudiye köyü halkından Mestan. 7) Eskişehir: Kuruhöyük köyü eski muhtarı Aptullah Yafay. 8) Ankara: llyakut köyü eğitmeni Halil Türk 9) Çorum: Dediler köyü bölgesi gezici başöğretmeni Tuncel. 10) Afyon: Derecine muhtarı Mehmet Kesimoğlu 11) Sarıkamış: Bölgesi gezici başöğretmeni Recep Başkan. 12) İzmir: Kızılçullu bölgesi gezici başöğretmeni Kemal Çallı. 13) Bafra: Eski Milli Eğitim memuru Bedri Ediz. 14) Kırklareli: Merkez bölgesi gezici başöğretmeni Meh­ met Turan. 15) Alanya: Bölgesi gezici başöğretmeni Orhan Yolaç 16) Bergama: Kozak Aşağıcuma köyü muhtar ve eğitmeni Hasarı Kalaycı. 17) Bergama: Çamköy kadın eğitmeni Rabia Ertuğrul. 18) Erzincan: Vaskit bölgesi gezici başöğretmeni Yaşar Ertuğ. 19) Malatya: Hekimhan ilköğretim müfettişi Haşan Türkoğlu. 20) Balıkesir: İlköğretim müfettişi Süreyya tşgör (Çanak­ tı*) ö z e l a rş iv : T o n g u ç’u n C H P m ille tv e k ili a d a y lis te s i­ n e a lın m a la rı iç in C H P G enel S e k r e te r i N a C A t a t K a n s u y a v e rd iğ i is im le r: 21) 22) 23) 24) 25) 26) kale ve Bigcfda uzun müddet bulunduğu için o çev­ rede tanınır). Maraş: İlköğretim müfettişi Remzi Arifioğlu. Konya: Milli Eğitim Müdürü Fazıl Gönen (Kütahya­ lıdır) Tekirdağ Milli Eğitim Müdürü Mustafa İlhan Görkey (Edirne, Kırklareli ve Tekirdağında tanınır). Arif iye: Köy enstitüsü müdürü Süleyman Edip Balkır (Bursa Mustafakemalpaşalıdır. Kocaeli, Bolu, Bilecik, ve Bursa1da tanırlar). Savaştepe: Köy enstitüsü müdürü Sıtkı Akkay (SivaslI­ dır. Balıkesir, Çanakkale, Kütahya’da tanırlar). Seyhan: Düziçi köy enstitüsü müdürü Lütfü Dağlar (Konya Kadınhanlıdır. Seyhan, Hatay, Maraş, Gazi­ antep’te tanınır). Tonguç’un yine aynı seçimle ilgili olarak ikinci giri­ şimi köy enstitüsü yöneticilerine seçimlerde CHP’yi des­ teklemeleri için çağrıda bulunmasıdır. Bundan, Tonguç’un çok partili dönemde yeni kurulmuş DP’ye karşı CHP’yi des­ teklemekten yana olduğunu anlıyoruz. Bütün ikircikli ya­ pısına, kaypaklığına rağmen CHP, eylemini sürdürebilmek bakımından Tonguç’a DP’den daha elverişli gözükse ge­ rektir. Hiç olmazsa, CHP içindeki ilerici kanadın güçlene­ ceği şekilde olayların gelişebileceği, bir umut olarak göz önünde tutulmaktadır. Buna karşılık DP’de bu umut da yoktur. Burada Tonguç’un davranışı ile sol aydınlardan bir­ çoğunun davranışı ve iki partiyi değerlendirişleri arasındaki farka değinmek isteriz. Bilindiği gibi o çağda solcular, genellikle CHP’ye karşı cephe almışlardı ve klasik özgür­ lüklerin getirilmesini hızlandırmak amacıyla DP’ye sızmaya, onunla işbirliği yapmaya çalışıyorlardı. D P’nin güçlenmesi­ nin kendilerine düşünlerini söyleyebilmek olanağı sağlıyacağını sanıyorlardı. Halbuki aksi oldu. DP’ye sızamadılar, sınıfsal yapısı ortada olan bu partiye sızılıp onun etkilenebi­ leceğini düşünmek yanlıştı; DP güçlenince özgürlükleri da­ ha da kıstı ve sol hareketlerin gelişmesi yönünden ortamı daha da elverişsiz bir duruma getirdi. Acaba sol, CHP içindeki ilerici kanatla işbirliği olanağı arasaydı onu güç­ lendirebilir miydi, yahut daha sonra hep birlikte bir sol partinin çekirdeği atılabilir miydi, yahut CHP’nin (orta­ nın solu) hareketi ile başarmaya çalıştığı sola açılma girişi­ mi çok daha erken başhyabilir miydi, gibi sorular akla gelmektedir. Ama bunların karşılıkları bizim konumuzun dışındadır. Tonguç’un neden bu şekilde bir girişime kalkış­ tığım bir mektubu açıklıyarak belgelendirebiliriz(63). «Kardeşim Edip, «Son zamanlarda bazı enstitü müdürlerini Ankara’ya çağırdık. Seni, aşağıda yazacağım sebebden dolayı ayırma­ yı uygun bulmadık. Kendim Arifiye’ye gelmek istedim; buna da vakit bulamıyacağımı tahmin ediyorum... Asıl mesele şudur: Seçimler dolayısıyla faaliyete geçen partiler köy enstitüsü öğrencilerinden ve öğretmenlerinden kendi hesaplarına faydalanmak için büyük bir gayret sarfediyorlar. Çocuklardan bazıları da en geri zihniyetteki partilere alet olmak gibi bir gaflet gösteriyorlarmış. Nitekim Kepirtepe’de belediye seçimlerinde bir kısım öğrenciler oylarını böyle bir partiye vermişler. Bu meseleyi buraya gelen ensti­ tü müdürleriyle ve Bakanlıktaki arkadaşlarla uzun boylu gö­ rüştük. Şu neticeye vardık ki, eğer öğretmen ve öğrenciler bu bakımdan iyi tenvir edilmiyecek olurlarsa yer yer bazı .falsolarla karşılaşmak ihtimali vardır. Bu da enstitüler için çok utanılacak bir hal olur. Onun için gerek enstitüdeki, gerek iş başındaki arkadaşları iyice aydınlatarak işimize, davamıza en uygun prensipleri güden insanlar ve teşkillerle <63; ö z e l a r ş iv : T o n g u ç u n A rifiy e K ö y E n s titü s ü M ü d ü ­ r ü S iilem an E d ip B a lk ır’a 2.7.1946’d a y a z d ığ ı m e k ­ tu p : beraber olmayı sağlamalıyız. Senin bu bakımdan çok uyanık olmanı ve arkadaşları da uyamk tutmanı bilhassa ri­ ca edeceğim. Meseleleri şahsi olmaktan çıkararak işlere ve gayelere bağlıyacak olursak mevzu hakiki yoluna girmiş olur. Artık ne şekilde hareket edilmeli, bu maksat için nelerden, nasıl faydalamlmalı onları kendin kestireceksin. Şinasfnin sana yazdığı meseleye gelince (Yazarın notu: Bu­ rada söz konusu edilen mesele, Süleyman Edip Balkıdın CHP’den milletvekili adaylığı meselesidir; bir önceki dip notundaki belge ile ilgilidir) bunun yüzde doksan dokuz onun yazdığı gibi tecelli edeceğini göz önünde tutarak hare­ ket et. Fakat menfi bir netice ile karşılaştığın takdirde bu­ nu da mesele yapmamak olgunluğunu gösterebileceğine eminiz. Bu hususta sana başka birşey söylemeyi zait bulu­ yorum. Diğer noktaları sen kestirebilirsin... Biz dün ak­ şam Şinasi, Enver, Dicle Köy Enstitüsü Müdürü Nazif ve Hasanoğlan arkadaşlarından birkaç arkadaşla birlikte Kas­ tamonu’dan döndük. (Yazarın notu: Adı geçenler Sivas Yıldızeli Köy Enstitüsü Müdürü Şinasi Tamer, Samsun La­ dik Köy Enstitüsü Müdürü Enver Kartekin ve Diyarbakır Dicle Köy Enstitüsü Müdürü Nazif Evren’dir). Mektubu­ mun yukarıda birinci paragrafındaki kısmında işaret etti­ ğim havayı orada da hissettim. Gölköy Enstitüsünde bulu nan öğretmen ve öğrencilerle bu meseleleri etraflıca konuş­ tuk. İşlerim pek çok olduğu için sana daha uzun yazama­ yacağım. Çok çok gözlerini öperim. Oradaki bütün arka­ daşlara selam ve sevgiler. «Hakkı Tonguç» Şüphesiz ki, bu girişim ve belgeler, Tonguç’un köy enstitüsü konusunu, son amaç olarak belli bir sınıfın siya­ sal alanda ağırlığını duyurması ve yönetime katılması şek­ linde düşündüğünü göstermeleri bakımından da ilginçtir. Bundan sonra Tonguç, ölümüne kadar, çeşitli dönem­ lerde, çeşitli kişiler tarafından siyasal alanda çalışması için ileri sürülen önermeleri kabul etmemiştir, örneğin ölümün­ den kısa bir süre önce Alaattin Tiritoğlu tarafından birlikte bir sosyalist parti kurarak çalışmaları için yapılan böyle bir öneriyi, Tiritoğlunun evinde yapılan bir görüşmede, «Ti­ ritoğlu, sen de, ben de şu Bahçelievler semtinde oldukça iyi koşullar içinde oturuyoruz. Böyle bir yaşamı sürdüren kişiler olarak, halka gidip peşimizden gelin dediğimiz za­ man, bize inanacaklarını sanacak kadar onları saf mı sa­ nıyorsun?» diyerek, nasıl geri çevirdiğini gülerek defalarca anlatmıştır. Bu konuyla ilgili olarak aralarında bir mektup­ laşma da vardır(M). Tonguç’un siyasal eyleme girme konusunda asıl önem­ sediği, kendisinin herhangi bir partiye katılarak çalışması değil, köy enstitülerinden yetişmiş olanların belli İlkeler çevresinde toplanarak kendi partilerini kurmaları ve sesle­ rini duyurmaları idi. Şüphesiz ki, köy enstitülü olarak değil, köylü sınıfını temsil eden bilinçlenmiş köylüler olarak! Bu­ nu bekliyor, bunu umuyordu. ■ Sonuç Tonguç’un toplumsal ve siyasal düşünleri konusunda toplu bir sonuca varmak gerekirse önce şunu belirtmek iste­ riz: Onun yaşadığı çağda, onun düşündüklerinden çok daha ilerisini düşünebilmiş, bunları ondan çok daha iyi, çok daha bilgili bir şekilde söyleyip yazabilmiş birçok aydınlar ola­ bilir. Ama onun düşünlerine ve yazdıklarına önem verip incelemek gereğini duyuyorsak ve bunların gerçekten bir W Ö zel a r ş iv : H a k k ı T o n g u ç v e A la a ttin T irito ğ lu ’n u n b irb irle rin e y a z m ış o ld u k la rı b ir e r m e k tu p . değeri varsa, bu önem ve değer, Tonguç eylem içinde bu­ lunan, düşündüklerinin birçoğunu uygulayabilmiş bir kişi olduğu içindir. İşbaşında bulunduğu süre içinde, başanlabilen işlerin manevi yanı bir tarafa, maddi varlık olarak kabataslak 16.000 ilkokul öğretmeni, 500 kadar sağlık memuru, 9000 eğitmen yetiştirilmiş, 600 kadar yapıya yer­ leşmiş 20 köy enstitüsü, 7000 köy ilkokulu kurulmuş bir kişinin düşünlerine bir göz atmanın herhalde gereği vardır. İlerici aydınlar yaptıklarının değerini, düşünüp yazdıklarıy­ la değil, uygulayıp gerçekleştirebildikleriyle ölçebildikleri gün, ilerici akımları biraz daha ilerletmek olanağı buluna­ caktır. Tonguç’un düşünlerinin anlamı ve değeri, bunların uygulanmış olmasındadır. özet olarak onun düşün sistemi nasıl belirlenebilir? Bize göre Tonguç, herşeyden önce Türk toplumunun ta­ rihsel gelişmesine, yapısına ve evrimine ana çizgileriyle doğru teşhisler koymuştur, öncelikle içinde eyleme geçe­ ceği kurtuluş savaşı sonrası Türkiye’sinin siyasal ve top­ lumsal yapısını, Anadolu ihtilalinin duraklamasını, çıkma­ za girmesini ve bir noktadan sonra noksan kalmasını, baş­ ka bir deyişle burjuva devriminin tamamlanarak proleter devrimine dönüştürülememesinin nedenlerini anlıyabilmiştir. Durumun kritiğini doğru olarak yapması, bu koşullar içinde ona, siyasal olanakları kullanarak eyleme geçebilme yolunu açmıştır. Eylemi bir çeşit devrimci taktiği sayıla­ bilir: Koşulların alt yapı değişikliklerine elvermediği bir ortamda, kendi alanında önemli bir derecede bağımsız dav­ ranabilmek olanağını sağlamayı başarmış, ileride yapılacak alt yapı değişikliklerini hızlandıracak uygulamalara giriş­ miştir. Bu açıdan köy enstitüleri atılımı bir çeşit «devrim için eğitim» atılımı sayılabilir. Amaç, sınıf bilinci uyandı­ rılmış köylüler yetiştirmek ve evrimi bunların aracılığı ile hızlandırmaktır. Ancak bilinçlenmiş emekçi sınıflar da­ ha ileri süreçlere geçebilmeyi sağlıyacaklardır. Böylece Tonguç, taktik yönden çağdaşı ilerici ve devrimcilerden ay­ rılır; genel nitelikleri ile bir orta sınıf iktidarının azınlık­ taki ilerici kanadı ile işbirliği kurarak, onların siyasal gü­ cünden yararlanarak emekçi sınıflan bilinçlendirmeye gi­ rişir. Bu, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal koşullarının doğru değerlendirilmesine dayanan ve teorik açıdan da doğru bir taktiktir; emekçi sınıflann gücünün olmadığı toplumlarda, ileri atılımlar elbette burjuvazinin tutucu ol­ mayan kanadı ve ara tabakalara dayanılarak, onlarla işbir­ liği yapılarak yürütülecektir. Tonguç, bu işbirliğinin sürek­ li olmadığını, bir noktada burjuvazinin ve ara tabakaların ikircikli olduklarını, en küçük bir siyasal denge bozuklu­ ğunda anlaşmayı bozacaklarını bilir. Ama başka yol, bir başka alternatif yoktur. Onun için elini çabuk tutmaya ça­ lışır. Savaşın uzaması, yahut savaş sonrasının iç ve dış siyasal, ekonomik koşullarının bu kadar hızlı olarak bu an­ laşmanın bozulması yönünde gelişmemesi, bunun gecikme­ si de şüphesiz ki yadsmamıyacak beklenebilir bir olanaktı. Bu da Tonguç’un hesabının doğruluğunu gösterir. Tonguç’un düşün sistemi, Türkiye’nin sınıfsız değil, her toplum gibi sömüren ve sömürülen sınıflardan oluşmuş bir toplum yapısı olduğu temeline dayanır. Türkiye’nin yapısı gereği en çok ezilen ve sömürülen en kalabalık sı­ nıf, köylü sınıfıdır. O halde bu yapı değişmediği sürece işe bu sınıftan başlamak gereklidir. Yavaşlıyan, takılıp ka­ lan evrimin hızlandırılmasında en önemli rolü bu sınıfın bilinçlendirilmesi oynıyacaktır. Bunu sağlıyacak birçok öğeler (bütün üst ve alt yapı değişiklikleri)nin yanısıra, eği­ tim de bu amaca hizmet edecek bir araçtır. Tonguç’un idealindeki toplum nasıl bir toplumdur? Sömürünün yok edildiği, yoksulluğun kalktığı, sınıfsal iliş­ kilerin sosyal adalet ilkelerine göre düzenlendiği bir top­ lumdur. Onun toplum idealinde insana, insan kişiliğine değer verilmesi, her araçla insan kişiliğinin özgürce gelişip açılmasını, olgunlaşmasını sağlıyacak koşulların yaratılma­ sı da önemli bir yer tutar. İnsan, yoksulluktan kurtulmayı sağlıyacak bir araç değil, başbbaşına mutlu kılınması ge­ reken bir amaçtır. Onun düşün sisteminde evrensel gelişme, birbirini izliyen süreçlerin sürekli olarak ardarda dizilip gitmeleri, sü­ rekli toplumsal evrim, önemli bir yer tutar. Köye ve köylü sınıfına da yaşadığı sürecin gereği olarak eğilir. Günün birinde o da değişecek, yeni sorunlar, yeni çelişmeler or­ taya çıkacaktır. Kısaca özetlediğimiz bu düşün sistemi uluslararası si­ yasal terminolojiye göre nasıl nitelendirilmelidir? 1959’da, ölümünden bir yıl önce kendisine çok açık olarak sordu­ ğumuz bu soruya Tonguç’un karşılığı, uzun uzun düşün­ dükten sonra şöyledir: Onun çalıştığı dönemde, bir tek parti rejimi içinde, sınıfsal partilerin bulunmadığı, şekillen­ mediği bir siyasal ortamda, bütün bunların bulunduğu toplumların doğal yaşamları içerisinde gelişmiş terimlerle, bu süreçte bulunmıyan bir toplumda eyleme girişmiş kişileri nitelemeye çalışmanın ne gereği vardır? Böyle bir adlan­ dırma yapmacık olmaz mı? Ama ille de gerekiyorsa, ken­ disi herhalde «sosyal demokrat» sayılabilir. Başlangıçtaki sorusunda haklı olsa gerektir; onun ya­ şadığı çağda, bütün ayrıntıları ve bizim toplumlunuzdaki gelişmelerin getireceği şekillendirmeleri ile hepmizin üstün­ de birleşebileceği siyasal terimler bizim kavramlarımız olarak oluşmalıdır ki, bir tek sözcük ile onu nitelemeğe kalktığımız zaman hepimizin anlayacağımız aynı olsun. Ama bizde bu sürece daha gelinmemiştir. Onûn için de gerçekten bu «sosyal demokrat» deyimi doyurucu olmaz, bütün özellikleri kapsamaz. Neredeki, hangi süreçteki ve hangi ülkedeki sosyal demokrat kavramı? Belki de böyle bir değerlendirmeye girişmek, onun belirttiği gibi yanlıştır; sorunu bu kadar basite indirgemek doğru değildir. Şüphesiz ki, Tonguç sol bir kişidir, ama ne kadar soldur? Bunu bir tek sözcük ile belirtmeye çalış­ mak yerine, karşılığını eyleminde aramak çok daha doğru olsa gerektir. Sistem Köy O larak Enstitüleri Sistem olarak köy enstitülerini incelerken dayanacağı­ mız kaynaklar 17.4.1940’da T. Büyük Millet Metlisinde kabul edilen ve 22.4.1940’da yürürlüğe giren 3803 sayılı (Köy Enstitüleri Kanunu) ile(1) 19.6.1942’de T. Büyük Millet Meclisinde kabul olunan 4274 sayılı (Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu) ve İlköğretim Genel Mü­ dürlüğü tarafından hazırlanarak 30.11.1943’de bütün örgü­ te gönderilen (Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanu­ nu İzahnamesi) olacaktır(2). Özellikle son yasa ve bunun­ la ilgili izahnamede konumuz bakımından bizi aydınlata­ bilecek çok geniş ipuçları vardır. Sistemin niteliği, nasıl işleyeceği, güdülen amaçlar bakımından üzerinde pek az durulmuş, genellikle eleştiriciler tarafından incelenmemiş olan izahname çok önemlidir. Ne yazık ki, bu önemi yine sağcılar daha iyi kavramışlar ve yıkılış döneminde bu izah­ name, Meclisçe kabul edilmiş yasayı (4274’ü) değiştirdiği, (*J K öy E n s titü le r i K a n u n u , TB M M M a tb a a sı, A n k a r a 1940. W K ö y O k u lla rı v e E n s titü le r i T e ş k ila t K a n u n u lz a h n a m e s i, M a a rif M a tb a a sı, A n k a r a kendine göre yorumladığı, Meclisçe düşünülüp oynaylanmamış bir takım amaçlar gösterdiği gerekçesiyle saldırıla­ ra uğramıştır. Bu belgelerin önemini anlıyan ve bunlara dayanarak şimdiye kadar en ilginç ve objektif yorumlan yapan, «Türkiye’de Köy Enstitüleri» kitabı ile Fay Kirby olmuştur*31. Sistemi anlıyabilmek için, önce kuruluşu, ilköğretim kurumlanın ve örgütün ünitelerini görelim. Bunun için en sağlam ve aynntılı bilgi veren kaynak, biraz önce de­ ğindiğimiz 4274 sayılı yasa ve bunun izahnamesidir. Ge­ rek yasa, gerekse izahname alışılmışın dışında çok aynntıIı olarak hazırlanmıştır. Yasa 71 maddedir ve bir hayli uzundur. İzahname ile, yasanın getirdiği kavram ve hü­ kümler daha da geliştirilmiş, genişletilmiştir. Bunlar okun­ duğu zaman, niçin bu kadar ayrıntılara irkildiği anlaşılır; bu yasa ile getirilmek istenenler o kadar alışılmışın dışın­ da, o kadar yürürlükte olan yasalardan değişik ve bazıla­ rıyla uyuşmazlık içerisindedir ve bütün bunlar o kadar de­ ğişik bir görüş ve anlayış ile hazırlanmıştır ki, uygulamayı sağlamak, uygulayıcıların düşecekleri birçok çekingenlik­ leri önlemek, ancak ayrıntılara girmekle elde edilebilecek­ ti. H Köy Okulları Örgütün temel birimi 4274 sayıh yasanın 1. Maddesine göre «köylerde resmi, mecburi ve parasız ilk öğrenim okul­ ları ve kursları»diTw . Bunlar şöyle sıralanabilir: 1. Eğitmenli köy okulları (üç sınıflı). 2. Öğretmenli köy okulları (beş sınıflı). 3. Öğretmenli ve eğitmenli köy okulları (beş sınıflı). (il T ü rk iy e d e K öy E n s titü le ri, F . K irb y , im e c e y a y ın la rı, A n k a r a 1962, s. 248-317. W K öy O k u lla rı v e E n s titü le r i T e ş k ila t K nııım ıı İz a h n a m e s i M a a r if M a tb a a sı, A n k a r a 1943, s. 8-13. 4. Pansiyonlu veya pansiyonsuz bölge köy okulları (daha çok eğitmenli okulların yoğun olduğu bölgelerde açı­ lırlar, beş yıllıktırlar. Buna orta dereceli bir meslek öğre­ nimi kademesi eklenir). Buraya kadar saydıklarımız 6 - 1 6 yaş arasındaki köy çocuklarının zorunlu olarak gitmeleri gereken okullardır. 5. Akşam okulları. 16 yaşm üstündeki vatandaşlar için açılırlar, öğrenim sonunda ilkokul diploması verirler. 6. Köy ve bölge meslek kursları. Köylü vatandaşlara köyde geçerli herhangi bir mesleği öğretmek için açılacak kurslardır. Bunlar köydeki öğretmenin kendisinin bu konu­ lardaki bilgisine, köy okulunun işlik durumuna göre köy ilkokullarında veya bölge okullarında açılırlar ve kursu ba­ şarı ile bitirenlere birer belge verilir. ■ Uygulamada Erişilen Öngörülen bu okul ve kurslardan geniş ölçüde gerçekleştirilebilenler üç yıllık eğitmenli köy okulları, beş yıllık öğretmenli ve eğitmen ve öğretmenli köy okulları ile beş yıllık bölge okulları olmuştur. Tonguç’un verdiği bilgiye göre(5) 1935 - 1936 ders yılı ile 1946 - 1947 ders yılı başı arasında 8675 eğitmen yetiştirilmiş, bunlar 7090 köyde okul açmışlar ve toplam olarak 1946 - 1947 ders yılı ba­ şında bu okullarda okumakta olan öğrenci sayısı 211.512 olmuştur. İstatistikler incelenirse ortalama bir hesapla yi­ ne aynı süre içerisinde 5542 enstitü çıkışlı öğretmen ye­ tiştirildiği, 1946 - 47 ders yılı başında köy enstitülerindeki öğrenci sayısının yılda 3000 öğretmen mezun edecek şeküde ayarlanmış olduğu 16.400 öğrenci bulunduğu ve yine bu süre içinde köylerde 8000 okul açıldığı anlaşılmaktadır. Okul yapımı işleri de yılda 3000 köy okulu yapılmak (>) C a n la n d ırıla c a k K öy, 1. H a k la T on g ııç, R e m z i K i­ ta b e y i, İ s ta n b u l 1947, s. 513. 497. üzere planlanmıştı. Bu duruma göre, yani tasan uygulanabilseydi 1956’da okulsuz tek köy ve okutulamıyan tek ço­ cuk kalmıyacaktı. Ayrıca aynı süre içinde, yani 1947’ye kadar köy enstitülerinden 521 sağlık memuru ve ebe çık­ mıştır. Yine 1956 yılında her 8 - 1 0 köye bir sağlık me­ muru ve ebe verilmiş olacaktı(6). Bölge okullarına gelince, İnönü’nün 1945 ve 1946 yıllarındaki konuşmalanndan(7) 1944 yılında 258 bölge okulu açıldığını, 1945 yılı sonun­ da elde 578 bölge okulu bulunduğunu anlıyoruz. 1946’da bütün ilkokullarda 1.357.200 öğrenci bulunduğu anlaşılı­ yor. 1935’lerde bunun 380.000 çevresinde olduğu düşünü­ lürse, geçen süre içindeki artışın 970.000 çevresinde oldu­ ğu anlaşılır. ■ Kademeli Örgütleme Köylerdeki bu temel ünitelerin bulunduğu köylerden gerekli kadarının bir araya getirilmesi ile birer gezici öğ­ retmen veya başöğretmen bölgesi kurulur (madde 2)(8). Ge­ zici öğretmenlik veya gezici başöğretmenlik bölgelerinden gerekli kadarı bir araya getirilerek bir ilköğretim bölge mü­ fettişliği kurulur (madde 3)t9). Çeşitli bölge ilköğretim mü­ fettişliklerinin bir araya gelmesi ile de bir köy enstitüsü bölgesi ortaya çıkar (madde 4)(10). Görülüyor ki, şu şekilde kademeli bir örgüt söz ko­ nusudur: 1. Köylerdeki üniteler (okul, kurs, akşam okulu), fW N ed en K öy E n s titü le ri, Ş e rif T ek b en , T. M. G en çlik T e şk ila tı, g e n ç lik y a y ın la rı N o. 2 , İ s ta n b u l 1962, s. 13, 22, 32, 33. Ot İlk ö ğ re tim K a v ra m ı, t. H a k k ı T o n g u ç, R em zi K i­ ta b e y i, İ s ta n b u l 1946, s. 398,402. W K öy O k u lla rı v e E n s titü le r i T e ş k ila t K a n u n u Iz a h n a m e si M a a rif M a tb a a s ı A n k a r a 1943, s. 13. IV a.g .e. s. 18. fi»; a.g .e. s. 20. 2. Ortalama her 1 0 -1 5 köy için bir bölge okulu. 3. Ortalama 15 - 30 köyü birleştiren bir gezici başöğ­ retmenlik kesimi. 4. Ortalama 3 - 5 gezici başöğretmenlik bölgesini bir­ leştiren bir bölge ilköğretim müfettişliği kesimi. 5. Ortalama 1 0 -2 0 ilköğretim müfettişliğini birleş­ tiren bir köy enstitüsü bölgesi. 6. 20 kadar köy enstitüsünü ve bütün örgütü yöne­ ten İlköğretim Genel Müdürlüğü. (Yazarı notu: Kesimleri meydana getiren ortalama sa­ yılar sonraki uygulamalara bakarak çıkarılmıştır, yasada şe izahnamede sayı yoktur.) Kuruluş olarak, bu örgütte dikkati çeken ilk özellik, daha önceden bulunan ve (mülki taksimata) uyan, köyde ilkokul, ilçede Milli Eğitim Memuru, İlde Milli Eğitim Mü­ dürü şeklindeki kademelendirmeye bu yeni örgütün uyma­ masıdır. Eski örgüte dokunulmamış, fakat biraz sonra göreceğimiz şekilde yeni örgütün işlemesi geniş ölçüde bu eski örgütten alınarak herbiri birkaç ilden meydana gelen köy enstitüleri müdürlüklerinin görevi yapılmaya çalışılmış­ tır. Yeni örgüt ancak sınırlı yetki ve görevlerle eskisine (yan bağlantılar) diyebileceğimiz ilişkilerle bağlanmıştır. Eski örgüt, daha çok kent ve kasabalardaki görevlerini es­ ki statüsü içerisinde yürütmeyi sürdürecek, köyler üzerinde asıl insiyatif yenisine geçecektir. ■ Yüksek Köy Enstitüsü Yeni kademelendirmeye bu yasada bulunmıyan iki önemli kuruluşu daha eklemek gerekir. Bunlardan birincisi köy enstitülerine öğretmen yetiştirecek ve bütün sistemin karşılaşacağı sorunları bilimsel olarak inceliyerek çöze­ cek olan Yüksek Köy Enstitüsüdür. Bir yasa ile değil, bir kararname ile açılmıştır. Bu durum sonradan yüksek köy enstitüsünün Reşat Şemsettin Sirer’in Bakanlığı sırasında kapatılmasını çok kolaylaştırdığı gerekçesiyle eleştirilecek; eğer bir yasa ile kurulmuş olsaydı, bu işin zorlaşacağı söylenecektir. İkinci önemli kuruluş ise, üyeleri çoğunlukla seçimle gelen ve öğrencilerin temsilcilerinin de üye olarak bulunacağı Yüksek Köy Enstitüsü Yönetim Kuruludur. Bu iki kuruluşa ayrıca değineceğiz. Son Kurulun önemi, bütün örgüt üzerindeki bir takım karar ve hatta yürütme yetki­ lerinin Genel Müdürlükten bu kurula geçmesi yönündeki çabadır. Eğitim ve demokratik yönetim tarihimiz bakı­ mından son derece ilginç bir girişimdir. Şimdi bu kuruluş ve ünitelerin özellik ve görevlerini inceliyelim: ■ Köy Öğretmeninin Görevleri Köy eğitmen ve öğretmenlerinin görev ve yetkileri çok ayrıntılı olarak 10. maddede ve izahnamede belirtilmiştir.(11). Bunları şöyle özetliyebiliriz: Bu görev ve yetki­ ler okul ve kurslarla ilgili, köy halkını yetiştirmekle ilgili olarak ikiye bölünmektedir. Bunları anlıyabilmek için ön­ ce köy okulunun yalnız derslik değil, aynı zamanda köyde geçerli bir sanatın yapılacağı bir işlik ve tarla, sebze bah­ çesi, fidanlık, bölgesine göre hayvancılık, arıcılık, balıkçı­ lık çalışmalarının yapıldığı bir ekonomik ve teknik merkez olduğunu hatırlatmalıyız. îşte böyle bir kuruluşu işletecek olan köy öğretmeni, okul ve kurslarla ilgili işler bakımın­ dan öğrencilerin öğrenim ve eğitim çalışmalarıyla birlikte bütün bu ekonomik çabalan yürütmek, «köy okulu işliğini, köylülere de yararlı olabilecek şekilde» çalıştırmak, öğren­ cilerin sağlığı ile ilgilenmek, bulunduğu teftiş bölgesindeki diğer köylerin okul yapımı, fidanlık v.b. gibi işlerine yar­ dım etmekle görevlidir. Köy halkını yetiştirmekle ilgili ola­ rak da görevleri şunlardır: Kültür yönünden halkı yetiş­ tirmek, «köyün ekonomik hayatını geliştirmek için köylüle­ re örnek olacak işler» yapmak, «istihsalin arttırılması ve ürünlerin kıymetlendirilmesi, köy iş hayatının canlandırıl­ masıyla ilgili tedbirlerin alınmasında köylülere gereken yar­ dımlarda bulunmak, pazar, sergi, panayır... gibi ekonomik hayatın gelişmesiyle ilgili kuruluşlarla halkı ve talebeyi ilgilendirmek... ormanların faydalarını ve korunmalarını anlatmak», «köy halkının saadet ve felaketiyle ilgili bü­ tün işlerde elden gelen her türlü yardımı yapmak, gerekli koruyucu tedbirleri almak ve bu gibi hallerde hükümet teşkilatını ilgilendiren işleri zamanında yazı ile ilgililere bildirmek veya gidip haber vermek... her türlü kooperatifle­ ri kurma ve işletme gibi hususlarda köylülerle işbirliği yap­ m ak» v.b... İzahnamede bu madde için yazılmış şu satırlar ilginç­ tir: «...B u madde köyü, yetişmekte bulunan ve yetişmiş olan halkı ile birlikte öğretim, eğitim ve bu yönden teşkillendirme bakımlarından bütün olarak maarif alanında çalışanların ve çalışacak olanların ellerine vermektedir... Köylüye yapılacak işleri ağırlık getirmeden gönül hoşluğu ile yaptırmak, asıl olacaktır... Köy öğretmen ve eğitmenle­ ri ekonomik bakımdan tutunmak için ne yapmak gerekiyor­ sa onu yapacaklar ve çiftçilik işletmelerini kuracaklardır... Mahsulü kıymetlendirme imkanlarını araştırarak bulacak­ lardır... Demircilik, dülgerlik, inşaatçılık, arabacılık gibi el sanatlarının yapılacağı işliklerde ziraat aletlerinin ona­ rılması, köy okulu ve köy evi ile ilgili eşyanın yapılması esas tutulacaktır... Zamanla bu işliklerin en az on kişiyi çalıştıracak düzende cihazlandırılmasına çalışılacaktır... Köy okulu işliğinin sahibi, vazife başında bulunduğu süre­ ce öğretmen veya eğitmendir... Okul talebesinin öğretim ve eğitiminde bu talebeyi köylünün işlediği ve geçim vasi- tası yaptığı toprak işleri ve diğer köy ihtiyaçları ile yoğur­ mayı birinci planda tutmalıdırlar... Köy kültürüne uygun düşecek sosyal eğitim ve öğretim tedbirleri ekonomik ted­ birleri getirici, hazırlayıcı mahiyette olacaktır... Köyde tatbik edilen öğretim ve eğitim her talebeyi, köyün sosyal işlerinde umumi menfaat için ferden çalışmaya ve komşu­ larla işbirliği yapmaya içten istekli hale getirecektir... Bu kanunun ruhu yapıcı oluşunda görülür. Onun içindir ki, birçok maddelerinde birlikte çalışmak, yardımlaşmak, iş birliği yapmak gerektiğini anlatan hükümler vardır... Y a­ pılacak işler pek çoktur... 40.000 köyün içi ve dışı değişe­ cek, yeniden kurulacaktır, tş büyüktür ve tek tek kalırsak cürmümüz buna yetm ez... Talebelere harcadığımız emeği ana ve babalara da cömertçe harcamamız lazımdır. Tale­ benin ruhuna ektiğimiz tohumları ana ve babaların idrak ve zihniyetlerinde de tutturduğumuz... taktirde köyün kur­ tuluşu ümitleri tahakkuk edecek ve bu çalışmalardan canlı, hareketli köy doğacaktır...» Görülüyor ki, burada amaç, köy okulunu ve öğret­ menini bir ekonomik gelişmenin, farklılaşmanın merkezi yapmaktır. Köyde ekonomik farklılaşmayı, meslekleşmeyi arttırırken, bütün bu çalışmalar elden geldiği kadar, işbir­ liği ile, «kollektif» çalışma ile yürütülecektir. Kimse bu­ na zorlanmıyacak, ama inandınlacaktır. Öğretmen, birinci derecede okuma yazma öğreten kişi olarak değil, bu süreci hızlandıracak, bilinçlenmeyi kolaylaştıracak kişi olarak öngörülmüştür. ■ Baltalayıcılara Karşı Ceza 11. madde bu çalışmaların baltalanmasına kaçşı zai müeyyideler getirmektedir ve dikkate değer(12): «Onun­ cu maddede yazılı işlerin gerçekleştirilmesi için ilgili köy­ lüler... eğitmen ve öğretmenlere yardım etmek ve onlarla işbirliği yapmak vazifesiyle mükelleftirler.. Bu mükellefiyet­ ten kaçınanlarla işleri aksatanlar ve bu işlere fesat karıştı­ ranlar hakkında eğitmen ve öğretmenlerin ihbarı üzerine..» yapılacak cezai işlem anlatılmaktadır. Burada 3 - 1 5 gün hapis ve 5 - 25 lira arasında para cezası öngörülmektedir. Bizce bu madde devrimcilik açısından önemlidir. Ceza sayılabilecek davranışların sınırının genişliği ve işlemin öğ­ retmenin insiyatifi ile başlaması, ancak gerçek bir devrim geçirmiş ve köyde önemli alt yapı değişiklikleri yapmaya kararlı toplumlarda görülebilecek derecede ileri ve radikal bir hüküm getirmektedir. Bu, diğer örgütleri öğretmeni görevinde desteklemeye çağıran ve öğretmene devletin ar­ ka çıkmasını sağlamaya çabalıyan bir girişimdir. Yönetim, güvenlik, adliye örgütleri ne ölçüde bu hükmü uygulaya­ caklardır? Bu elbette içinde bulunulan çelişmeli durumda önemli ve çok tartışma götürür bir sorudur. Ama çelişmeli yapı içerisinde böyle bir maddenin çıkartılabilmiş olması bile bize göre devrim tarihi bakımından bir başarıdır, öteyandan öğretmene verilen böyle bir yetkinin gereksiz yere ve sık olarak kullanılması sonucu, girişilmesi düşünülen atılımlara karşı bütün köylüde tepki uyandırması tehlikesi vardır. Maddenin hedefi kimlerdir? izahnamede şu sözler var: «Bu işleri (onuncu maddede yazılı görevleri) kanuni müeyyidenin tatbikini akla getirmeden köylüye kabul ettir­ mek ve onların içlerine sindirmek gerektir. Onbirinci mad­ de hükümleri, köy topluluğuna değil, köyün sosyal haya­ tına kasıtla aykırılık ve bozgunculuk yapacak tektük adam­ lar içindir...» Bu sözlere bakarak maddenin hedefinin köy­ deki sömürücü, ağa olduğunu söyliyebiliriz. Bütün cum­ huriyet döneminde devletin ana ilkelerine göre yetiştiril­ miş bir görevliyi ve onun köylü çıkarına yürüteceği görev­ leri ağaya karşı koruyan, seyrek rastlanan bir hüküm olması bakımından bu madde ilginçtir. ■ Bölge Okulları Sistemde önemli bir yer tutan bölge okulları, kendi bölgelerinin küçük çapta bir köy enstitüsü olarak düşünül­ müştür. Bunlar pansiyonlu (yatılı), yatılı - yatısız, yalnız gündüzlü olarak öngörülmüştür. Pansiyonlu olanlara böl­ gelerine giren köylerden en yetenekli çocuklar alınır (mad­ de 14). Bunlar köylü hesabına okutulur. Yiyecekleriyle yatak takımları kendi köylerinin ihtiyar heyetlerince sağ­ lanır. Ayrıca bütün bölge okullarına kendi hesabına oku­ yacak öğrenciler de alınırlar. Öğrenci seçiminde izahnameye göre şunlara öncelik verilir; Sağlık ve yetenek bakımın­ dan elverişli olanlar, fenni tarım usullerini kendi aile iş­ letmelerinde uygulıyan köylülerin çocukları, gazi ve şehit çocukları, köyün kamu hizmetlerinde çalışanların çocukla­ rı, dul kadınların çocukları, sakat ve kötürüm olanların çocukları'13’. Bölge köy okulları köy okulları gibi görev yaparlar. Bunların da arazileri, işlikleri vardır, ilkokul öğ­ reniminden sonra orta dereceli bir meslek öğrenimi de verir­ ler ve öğrencileri teknik okullara hazırlarlar. Tonguç bölge okullarının amaçlarını şöyle sıralıyor(14): « ...Üç sınıflı eğitmenli köy okulunu bitiren çocuklara ilkokulun 4. ve 5. sınıfını da bitirme imkanını sağlamak, tam teşkilatlı ilk­ okulu bitiren köy çocuklarını bunlar onaltıncı yaşın sonu­ na gelinceye kadar tarımsal ve teknik karakterde bir orta öğretim kurumuna kavuşturmak, bölgeye giren köylerdeki okulların gelişmeleriyle ilgili fidanlık, deneme tarla veya bahçesi, kooperatif, revir ve dispanser, işlik, aşım durağı, sinema, kitaplık, açık hava tiyatrosu, spor ve oyun alanı gibi tesisleri; bölge okulunun bulunduğu köylerde vücuda getirerek bölge içinde bir kültür merkezi yaratmak, bölgea-g.e. s. 42-44. i 14i C a n la n d ırıla c a k K öy, 1. H a k k ı T o n g u ç, R em zi Kita b e v i, İ s ta n b u l 1946, s. 648-649. deki köylülerin sağlamak...» buradan geniş ölçüde faydalanmalarını ■ Köylülerle Ortak İşletmeler Bölge okulu çalışmalarına köylülerin de katılması ön­ görülmektedir. 23. maddeye göre(15) okuldaki bütün kuru­ luşlar ve «bölge köylerinin ortak malları olarak tesis edi­ lecek fidanlık, dutluk, kavaklık, çayırlık gibi kuruluşlar, bölgeye giren köylerde oturan köylülerin birlikte çalışma­ larıyla ve gelir kaynaklarına uygun olarak bu köylerin büt­ çelerine her yıl için bu maksatla konulacak tahsisatla mey­ dana getirilir». Ayrıca imece ve doğrudan doğruya çalışa­ rak da köylüler bu gibi kuruluşların yapımına katılırlar. Görülüyor ki, bu madde ile, köylerde kollektif çalışma ile meydana getirilecek bir takım kamusal tarım işletmeleri kurulması yönünde bir gelişim sağlanmak istenmiştir. Yine aynı maddede «bölge okullarındaki kurumlardan bölge içindeki köyler halkı beraberce faydalanırlar. Bu okullar­ dan köylülere üretilmek üzere verilen tohumlar, fidanlar ve damızlıklar için hiçbir para alınmaz» denilmektedir. Bu madde ile öngörülen çalışma şeklinin, küçük toprak mül­ kiyeti olan köylerde üretim alanlarının büyük ve ortak işletmeler durumuna getirilmesi, büyük toprak mülkiyeti olan köylerde ise, yeni bir ekonomik alternatif ve güç ola­ rak ağanın karşısına çıkacak kollektif işletmeler kurulması yönünde olduğu ortadadır. îzahnamede ise «bölge okulla­ rından üretilmek üzere verilen tohumlar, fidanlar ve damız­ lıklar hiçbir surette bunları alan köylüler tarafından da pa ■ ra ile başkasına satılamaz. İşletmekte, ekimde, dikimde, ba­ kımda konu komşuya örnek olacak şartları yerine getirmiyenlere ve bu işlerle ilgili esasları göz önünde tutarak harei|5‘ K ö y O k u lla rı v e E n s titü le r i T e ş k ila t K a n u n u İz a h n a m e sl, M a a rif m a tb a a s ı, A n k a r a 1943, s. 57-61. ket etmiyerılere bölge okulundan birşey verilmez.» gibi yar­ gılarla bu yeni yöndeki çalışmaların ekonomik çıkarlarına uymıyanlar tarafından baltalanması ve yapılan yardımla­ rın ekonomik gücü fazla olanların elinde toplanması ön­ lenmek istenmiştir. ■ Bedensel Çalışma Yükümü Bu gibi işlerin ve köylerde okul yapımının imece ge­ leneğine uygun olarak köylünün doğrudan doğruya çalış­ masıyla yapılması şeklindeki yargılar, sonradan uygula­ mada çevresinde en fazla gürültü koparılan maddeler ol­ muştur. Bu yargılar, maddi olanakları, parası çok sınırlı ve kıt olan toplumlarda topyekun girişilecek işlerin, bütün ülkeyi kapsıyan kampanyalara (pilot bölge çalışmaları de­ ğil!) ancak bu işlerden ve kampanyalardan yararlanacak olan yurttaşların bedensel çalışma ile katılması sonucu b a ­ şarıya ulaşabilecekleri kanısından doğmaktadır. Tonguç’un bu konudaki düşünlerine daha önceki bölümlerde değin­ miştik. Ona göre, halkın yararına yapılan işlere halkın emeği ile katılması angarya demek değildir, bu imecedir ve bizde geleneği vardır. 25. madde(16) şöyle der: «Köy hal­ kından olan veya en az altı aydanberi köyde yerleşmiş bu­ lunanlardan 18 yaşını bitiren ve 50 yaşını geçmiyen her vatandaş, köy ve bölge okulları binalarının kurulmasına, bu binalara su temin edilmesine, okul yollarıyla bahçelerinin yapılmasına ve bunların onarılmasına münhasır işler ta­ mamlanıncaya kadar yılda en çok yirmi gün çalışmaya mecbur tutulur... Köylerde arazi veya bahçeleri olanlar ve bunlardan yarıcılık veya işçi çalıştırmak şeklinde faydalan­ makla beraber köy dışında oturanlar bu maddede yazılı yirmi günlük mükellefiyeti mahalli rayice göre işçi ücretini köy sandığına yatırmak suretiyle ifa ederler...» İzahname- de bu gibi işlerin köyde zaten buna benziyen imece gele­ neği ile yapıldığı belirtildikten sonra «bu müddetin ve gün­ lerin köylünün hepsinin iş ve hasat gibi geçim ve ekono­ mik durumlarının düzenini bozmıyacak şekilde, inşaat ve görülecek işe elverişli aylarda olmasına bilhassa dikkat edi­ lecektir...» denilmektedir. Yasama ve izahnamede bu yü­ kümün uygulanmasını ilgilendiren çok geniş ayrıntılar var­ dır. 24. madde ile her tip köy ve bölge okulu ile köy ens­ titülerinin yapımı için devlet ormanlarından parasız keres­ te verileceğinin belirtilmesinden sonra(l7), 28, 29 ve 30. maddeler ile köy okullarına verilecek arazi konusu ele alınmaktadır(18): ■ Öğretmene Arazi Köy sının içinde tarıma elverişli topraklardan öğretmenin ve ailesinin geçimine, okul öğrencileri­ nin ders uygulamalanna yetecek bir miktar arazinin satın alınması ve kamulaştırılması öngörüldükten son­ ra, bunun bölge ilköğretim müfettişi, bir öğretmen veya eğitmen, gezici başöğretmen, köy muhtan ve köy ihtiyar meclisinden bir üyeden meydana gelecek bir kurul tarafın­ dan saptanacağı, her köyün arazi durumuna göre beş n ü ­ fuslu bir ailenin geçimine yetecek miktarda ve cinsde bir arazinin ayrılacağı, devlet arazisi olan yerlerin tercihan kamulaştırılacağı, okula tahsis edilen arazi üzerinde mey­ dana getirilen gayrımenkuller ve tesislerin okulun bulundu­ ğu köyün malı sayılacağı, bunların görevli eğitmen ve öğ­ retmen tarafından kullanılacağı belirtilmektedir. Kamulaş­ tırma, itirazlar, bunların sonuca bağlanması konusunda geniş ayrıntılara girilmektedir. ■ Atamalar Köy okulları ve köy bölge okullarının incelemesini bi­ tirmeden önce, biraz da bu okullara öğretmen ve eğitmen atanmasında öngörülen esaslara değinelim; çünkü bu ko­ nuda da daha önceki uygulamalara uymıyan yönler vardır. Temel ilke, öğretmen veya eğitmeni kendi köyüne ata­ maktır. Çeşitli nedenlerle bu yapılamazsa, kendi köyünün yakınındaki, kendi ilçesi sınırları içindeki bir köye atanır­ lar. Buna da olanak bulunamazsa komşu ilçeye atanırlar. Ve durum elverişli oldukça kendi köylerine doğru kaydırı­ lırlar. (Madde 2). Fakat izahnameye göre(,9) «köy öğret­ menlerinin tayin edildikleri köylerde okulla, şahıslarının ve ailelerinin geçimi ile ilgili işlerde temelleşerek çalışmaları şarttır. Umumi bir esas olarak öğretmenler hakkında na­ kil muamelesi tatbik edilmiyecektir.» denmekte, kendi kö­ yüne doğru kaydırma işleminin bile«A:öy enstitüsü müdür­ lerinin teklifi ve kendi istekleriyle nakledilebilecekleri» ve bir bölge içinde veya diğer bir bölgeye nakillerinin ise «bölge gezici öğretmen veya başöğretmeni, ilköğretim mü­ fettişi ve köy enstitüsü müdürlüğünce müşterek raporla va­ lilik yoluyla Vekilliğe teklif edileceği» söylenerek nakil iş­ lemleri olağanlıktan çıkarılmakta ve zorlaştırılmakta, Ba­ kanlığın veya başka bir kademenin keyfi hareketi önlenmek­ tedir. Bize göre bunda güdülen amaç ikidir: öğretmeni her an nakil bekliyen memur durumundan kurtarmak ve çalıştığı köyün oraya yerleşmiş vatandaşı durumuna getirmek, çev­ renin onu köyden bir kişi saymasını, ona memur gözüy­ le bakmamasını sağlamak ve öğretmeni hoşa gitmiyecek çalışmaları ve düşünlerinden, davranışlarından ötürü po­ litikacıları, diğer memur ve üstlerin keyfi atamalarından kurtarmak. Yine 2. madde ile öngörülen yargıları göz önünde tutarak, bir başka kademeyi incelemeye geçelim: ■ Gezici Başöğretmenler Bu şekilde atanan «öğretmen ve eğitmenler resmi iş­ leriyle ilgili her türlü hususlarda gezici öğretmen veya gezi­ ci başöğretmenlerle ve kanunda yazılı hallerde muhtar ve ihtiyar meclisiyle muhabere ve münasebette bulunurlar» denmektedir. İzahnamede «ikinci madde hükmüne göre eğitmen ve öğretmenlerin vazife ile ilgili her türlü işlerini görmek, bunların kaza merkezlerindeki işlerini takip etmek; eğitme­ ni öğretmeni ve köy halkını yetiştirmek, ziraat işlerinin ge­ lişmesini sağlamak ve Ziraat Vekilliği, Valilik teşkilleriyle işbirliği yapmak hususlarında gezici öğretmen veya baş­ öğretmenler birinci derecede vazifeli sayılmış ve mesul tu­ tulmuşlardır. Eğitmenli, öğretmenli bölgeler bu kanunun gerçekleştirmek istediği köy okulu teşkilatının iç ve idare temelidir...» denmektedir. Gezici öğretmen veya başöğret­ menler, bölgelerinde bu yasa ile ilgili görevleri yaparlarken ilçe merkezinde görülecek işler bakımından İlçe Milli Eği­ tim Memurluklarına bağlıdırlar. Fakat «idare, eğitim, öğre­ tim, ziraat, sanat, sağlık korunması, çocuk bakımı ve köy halkını yetiştirme gibi işler yönünden ilköğretim müfettiş­ leriyle, muhtarlıklarla ve nahiye idareleriyle muhabere ve münasebette bulunurlar. (Bunlar) bölge ilköğretim müfet­ tişliği münhal olduğu takdirde... (bu işler bakımından) ge­ rektikçe köy enstitüsü müdürlükleriyle doğrudan doğruya muhabere ve münasebette buluniırlar...» Böylece, formalite bakımından eski kademelere, İlçe Milli Eğitim Memuru aracılığı ile 11 Milli Eğitim Müdür­ lüğü ve Valiliklere bağlı imiş gibi gözüken Gezici Baş­ öğretmenler, köylerde görecekleri asıl önemli görevler ba­ kımından onlann insiyatifinden çıkanlmakta ve bölge ilk­ öğretim müfettişliği kanalı ile doğrudan doğruya köy ens­ titüsü müdürlüğüne bağlanmaktadırlar.'Ayrıca muhtar ve ilçe yönetimleriyle II yönetiminin aracılığı olmaksızın ya­ zışma ve ilişki olanakları da kendilerine verilmektedir. Uİlköğretim Müfettişleri Buna benzer esaslar, bir üst kademe olan bölge ilköğ­ retim müfettişlikleri için de söz konusudur. 3. maddeye göre(20) gerektiği kadar gezici başöğretmenlik bölgelerinin bir araya gelmesinden kurulan bölge ilköğretim müfettişle­ ri «bölgelerindeki okulları ilgilendiren idari işler bakımın­ dan Maarif Müdürlüklerine bağlıdırlar. Bölgelerinde çalı­ şan eğitmen, öğretmen, gezici öğretmen ve gezici başöğret­ menlerin, köy enstitülerini ilgilendiren işleri yönünden o kesimdeki köy enstitüsü müdürlükleriyle işbirliği yapar­ lar». Bu esaslara ek olarak, aslında bir denetleme organı olan bölge ilköğretim müfettişliklerinde alışılagelmiş denet­ leme kavram ve görevinin de dışına çıkılmıştır. Bu da ya­ sanın önemli özelliklerinden biridir. Yasa ile bunlara yalnız denetleme değil, kesimlerini yönetme görevi de verilmiştir. Yasanın 1. maddesinde yazılı görevlerin kendi kesimlerin­ de yerine getirilmesinden sorumludurlar. Böylece, uzun sü­ relerle okullarda kısa bir denetleme yaparak yalnız öğret­ menin çalışması üzerinde olumlu veya olumsuz rapor ver­ meye dayanan, olumsuz sonuçlardan ötürü hiçbir sorum­ luluk taşımıyan geleneksel denetleme sistemine son veril­ mek istenmiştir. Müfettiş, kesimindeki aksaklıklardan, ba­ şarısızlıklardan sorumludur. «Birinci maddede yazılı okul­ ların gelişme ve yükselmesiyle ilgili işleri planlaştırmada köy enstitüsü müdürleriyle işbirliği yapmakla» da yüküm­ lüdür. ■ Köy Enstitüsü Bölgeleri Bir üst kademe olan köy enstitüsü müdürlükleri 4. maddeye göre(71) «kendi kesimlerine giren valiliklerin (Ya­ zarın notu: bu pratik bakımdan 3 - 4 il demektir) köyle­ rinde çalışan eğitmen, öğretmen, gezici öğretmen ve başöğ­ retmen, ilköğretim müfettişlerine bu kanunda yazılı esas­ lara göre her türlü yardımlarda bulunurlar. Köy okulları­ nın gelişme ve yükselmesiyle ilgili işleri planlaştırırlar.» îzahnamede şu sözler vardır: «Köy enstitüleri müdürlük­ leri, köy okullarında yetiştirilecek talebe ve köylü halkın geleneğini, işini, ekonomik hayatını iyice tanıyarak onların hayatlarının gelişmesine elverişli öğretim ve eğitim esasları bulacaklar, benliklerine sinecek kıymetler yaratacaklardır. Köylünün çiftçilik yapmak, köy iktisadı içinde bulunmak ve köy topluluğuna mensup olmak bakımından tek başına, çaresiz kalmalarını önliyecek şekilde imeceleşmesine, yar­ dımlaşmasına, birlikte çalışmasına uygun eğitim ve öğretim esasları bulmak enstitülerde çalışanların en önemli işleri arasında yer alacaktır... Köy okullarının öğretimi, eğitimi ve her türlü tatbikatı, köy iş hayatına, anaların, babaların birlikte çalıştıkları çiftlik hayatına, çocukların da bu haya­ tı severek katılmalarını temine yaramalıdır... Bu enstitü­ lerin bütün teşkilatı, kendi kesimlerindeki köylerde iş ya­ rattıkça ve bunları tahakkuk ettirdikçe hakiki görevini bul­ muş sayılacaktır. Bu anlayışa göre köy enstitüleri, kendi tarlalarının, tatbikat bölgelerinin hududu içinde kalmama­ lı ve mutlak surette kesimlerinin en uzak köyünde dahi... tesir edici durumda olabilmelidirler... Enstitü idareleri her işi günlük, haftalık, mevsimlik, yıllık planlara bağlıyarak ilgilileri bu planlara göre çalıştırmaya alıştırmalıdırlar...* Görülüyor ki, enstitü kademesinde diğer daha aşağı­ daki kademelerde bulunmıyan yeni görevler ortaya çıkmak­ tadır. Bir kere enstitü, kendi kesimi bakımından bir çeşit beyin olacak, hatta bilimsel yönden kesimini inceliyecek, girişilecek işleri, uygulanacak taktikleri saptıyacaktır. Ay­ rıca bütün kesimde yapılacak işlerin ayrıntıları ile planlan­ ması enstitünün görevidir. Böylece yapılacak çalışmalarda planlama kavramı da uygulamaya sokulmuş olacaktır. Baş­ ka bir önemli nokta, «imeceleşmek, yardımlaşmak, birlik­ te çalışmak» deyimleri ile güdülen amaçtır. Bu, hiç şüp­ hesiz, köylüyü ağanın, sömürücü ekonomik güçlerin bas­ kılarından koruyacak dayanışma alışkanlığının, kollektif çalışma yatkınlığının, örgütlenmenin sağlanmasıdır. Bunun ise köylünün bilinçlenmesi ile sağlanması gereklidir. O hal­ de bunu sağlıyacak eğitim ve öğretim yöntemleri bulunup uygulanacaktır. 38. den 43. maddeye kadar «köy enstitüleri ve bu enstitülerin köy okullarıyla ilgili işleri» başlığı altında ay­ rıntılara girilmektedir.C22) 38. maddeye ve izahnameye göre enstitü müdürleri 4. maddede yazılı görevlerini, yani köy­ lerde çalışan görevlilere yardımlarını «ellerindeki bütün va­ sıtalarla... zamanında yaparlar ve onların işlerini takip ederler...» Bütün vasıtalar deyince «enstitü ve eğitmen kursundaki (Yazarın notu: eğitmen kursu da enstitünün bünyesi içindedir) maaşlı ücretli kadrolarda çalışanlarla, enstitünün ziraat, sanat, sıhhat ve kültür teşkilatındaki alet, vasıta ve malzeme ile talebeler topyekun anlaşılmalıdır... Köy enstitüleri müdürlükleri bu yardımları resen yapar­ lar...» Böylece enstitü müdürü bütün enstitü kesimindeki çalışmalardan sorumlu olmakta ve kendisine geniş ölçüde karar ve hareket özgürlüğü tanınmaktadır. 39. madde ile köy enstitüsü yönetiminin kesimindeki bütün köyleri inceliyerek bilgi edinmesi ve çalışma esaslarını saptaması ayrın­ tılarıyla ve bir daha belirtilmektedir. İzahnameye göre köy okulu öğretmen ve eğitmenleri, köy enstitüsü öğretmen ve usta öğreticileri bütün çalışmalarında «enstitüyü ve köy okulunu bağrına basan köylerde, halk ve talebeye... veri­ lecek derslerde vatan hizmetinde çalışmış hakiki mücadele ve iş kahramanlarından, savaşlara katılanlardan, muayyen bir memleket işini başarmış olanlardan, ziraat işlerinin topu­ nu veya bir kısmını iyi bilen köylülerden, halk ve saz şairle­ rinden, iyi binicilerden, yüzücülerden, avcılardan, sanatının ehli dokumacılardan, kendi kendini yetiştirmiş teknisyenler­ den birer hakiki öğretmen gibi faydalanmak lüzumunu ana vasıta ve prensip tanımalıdır... «...B u uğurda mutad usuller dışında çok diri ve hareketli davranılmalıdır. Köy enstitüleri ve köy okulları, içinde bulundukları veya çevrelerindeki köy­ ler halkı ile sıkı bağlantılar kurmalıdırlar... Talebeyi ve köylü halkı asrın icablarına göre yetiştirme ve yükseltme­ de, kadın erkek farkı gözetmemelidir... (köy halkının mil­ li kültürünü yükseltmek, onları sosyal hayat bakımından asrın şartlarına ve icablarına göre yetiştirmek) hükmünü mücerretlikten kurtarmak, iş halinde gerçekleştirmek la­ zımdır. Köy halkının sosyal hayat bakımından, asrın şart­ larına ve icablarına göre yetiştirilmesi deyince, makina ve motor devrinde olduğumuzu, ancak bu devrin insanı ol­ duğumuz takdirde yaşıyabileceğimizi hiç hatırdan çıkar­ mamak lazımdır... Motor ve makinayı köy okulunun ilk' oyuncağı yapmaktan başlıyarak, köy enstitülerinde teknik terbiyenin esaslarım kökleştirmek gerektir... Hayat terbi­ yesi için her ferdin muayyen bir teknik terbiye çerçevesin­ den geçmesi gerektir...» Görülüyor ki, burada okul ile toplum arasında orga­ nik bir bağ kurulmaya çalışılmaktadır. Toplum eğitim ve öğretime katılacaktır, okul ve toplum birbirlerini karşılıklı olarak geliştirecek, eğitecektir. Ayrıca teknik öğretim ve eğitime önem verilmesini öngören düşünler, sonraki eleşti­ rilerin tersine, köy toplumunu ilkel bir tarım ekonomisi düzeyinde tutmanın amaç olmadığını göstermektedir. ■ Özgür Okuma «Bütün bu söylenenlerin özlü ve verimli olması için köy enstitüsü öğretmenlerinin, usta öğreticilerinin kendi meslek ve işleriyle ilgili mehazlarla birlikte senede en az memleket ve dünya muharrirlerinden 24 eser okumuş olma­ ları ve aynı okuma zevk ve itiyadını talebelerine de sindir­ meleri en başta gelen vazife şartlarından biridir...» Burada köy enstitülerinde gerçekten çok önem veri­ len ve çok sıkı şekilde izlenen «serbest okuma çalışmaları» bile esasa bağlanmaktadır. Enstitüyü bitirip köye giden her öğretmene okul tarafından 150 yapıtlık bir kitaplık veril­ mesi de aynı çalışma ve anlayış çerçevesindendir. ■ Görevliler İçin Köyde Çalışma Ekonomik alanda öngörülen çalışmaların tekrarından sonra, 41. madde ile batıda o zamana kadar örneği bulunmıyan çok devrimci bir esas getirilmektedir: İzahnameye göre «köy enstitüsü öğretmenlerinin, talebelerinin, eğit­ men namzetlerinin, her ders senesinde 20 günü geçmemek üzere köy işlerinde fiilen çalışmaları şarttır...» denmekte­ dir. Böylece toplum - okul organik bağı pekiştirilmeye alı­ şıldığı gibi, aydın-halk kopmasının, yabancılaşmasının olmaması gibi bir amaç, bu maddenin getirdiği eğitbilimsel yeniliğin yanında üzerinde dikkatle durulması gereken bir noktadır, kanısındayız. 42. madde ile köylerdeki işlerin yürütülmesinde zo lukla karşılaşıldığı zaman enstitülerden bir öğretmen baş­ kanlığında öğrenci gruplarının yardıma gönderileceği, bun- lann bir süre o köylerde kalıp çalışacakları öngörülmekte­ dir. ■ İşbaşında Yetiştirme 43. madde ise öğretmen ve eğitmenin mesleğe atıld tan sonra yetiştirilmesi ile ilgilidir. Köy enstitüleri gerekli gördükleri zaman kesimlerindeki eğitmen ve öğretmenler için kurslar açacaklar, bu kurslara katılacakların bütün masraftan enstitüce ödenecektir. ■ Cezalar ve Genel Hükümler Bu yasada yazılı görevleri yapanların işlerini zorlaştıranlara ve bunlara hakaret edenlere uygulanacak özel ce­ za müeyyidelerini gösteren (madde 54) ve bunun tersine, bu görevlilerden suç işliyenler olduğu zaman, normal so­ ruşturmaya girişilirken durumun Milli Eğitim Bakanlığına da aynntılı olarak bildirilmesi (madde 55)ni öngörerek bu görevlileri güvenlik altına alma amacıyla konmuş yar­ gılardan sonra<23), öğretmenlerin köyde sağlık işleri ile ilgi­ lenmesini ve bu görevin kolaylaştırılmasını (madde 56), enstitüleri önemli merkezlere bağlıyan yolların öncelikle yaptırılmasını (madde 57), bütün yazışmaların köy posta örgütü tarafından taşınmasını ve köy ve jandarma telefon­ larından parasız yararlanmayı öngören (madde 58) bölüm­ ler vardır*243. ■ Kooperatifler 62. madde ile ekonomik etkileri önemli olabilecek bir esas getirilmektedir: «Köy enstitülerinde ve okullarındaki öğretmen, eğitmen, talebenin ve köy halkının ihtiyaçları göz önünde tutularak, ana statüsü Maarif Vekilliğince hazırlar nan ve bu Vekilliğin murakabası altında işletilen birer (Köy enstitüsü veya okulu; istihlâk ve istihsal kooperatifi) kurulabilir... Bu kooperatifler kendi aralarında ana statüsü Maarif Vekilliğince kabul ve tastik edilen ve bu vekilliğin murakabesi altında işletilen (Kooperatifler Birliği) kurabi­ lirler. Bu kooperatifler ve birlikleri; köy içinde tedariki mümkün olmamak ve köy okullarıyla enstitülerinin kanun­ larla tayin edilmiş maksatlarını gerçekleştirmeye yaramak şartıyla köy halkının muhtaç olduğu eşyayı da satabilirler..» Bu maddede öngörülen kooperatifler, alışılagelmiş meslek tüketim kooperatiflerinden çok başkadırlar. Halkın koope­ ratiflere katılması, halka tüketim mallarının satılabilmesi, üretim mallarının aracı, tefeciye gelerek kalmadan değer­ lendirilebilmesi ve bütün bu yerel kooperatiflerin geniş ve güçlü bir birlik olarak örgütlenebilmesi ekonomik düzeni zorlayıcı, değiştirici yönde düşünülmüş esaslardır. Koope­ ratif statüleri üzerinde izahnamede çok ayrıntılı bilgi verilmiştir'251. Kooperatifler ile sistemin ekonomik alandaki en büyük etkinliklerinin ve etkilerinin, değişim amaçları­ nın yürütülmek istendiği ortadadır. ■ öğretmenin Güvenliği 3803 sayılı yasa ile öğretmenin toplumsal ve ekono­ mik güvenliğini sağlıyacak, bir bakıma sigorta niteliğindeki öngörüler, bu yasa ile daha da genişletilmiştir. 64. madde ile «köy öğretmenleri sağlık ve içtimai yardım sandığı» ve «köy öğretmenleri tekaüt sandığı» için kolaylaştırıcı esaslar getirilmekte, bu sandıkla ilgili nizamnameler, yasanın izahnamesinde olduğu gibi verilmektedir'261. Bunlardan anlaşıl­ dığına göre amaç, öğretmeni maddi yönden güvenlik altına almak ve üzerinde ekonomik baskılar uygulanmasını önle­ mektir. Yine burada Tonguç’un yıllardan beri savunduğu mesleksel örgütleşme ilkesinin, o çağın koşulları içinde ger­ çekleştirilmesine çabalandığını görüyoruz. Dayanışma ör­ gütü olarak demek, sendika v.b. kuruluşlara yasalar izin vermediğine göre ,ancak bu yoldan yürümek istenmiştir. Bu sandıkların statüleri incelendiği zaman, şu özellikler dik­ kati çeker: Kaza, sakatlık, yangın, tedavi gibi durumlarda, evlenme ve doğumlarda yardım yapılacaktır. Ayrıca ni­ zamnamenin 28. maddesinin 3. bendi ile «sandık azasına aid hayvanların vazife esnasında ölmeleri veya kazaya uğ­ ramaları» durumunda da yardım yapılması esası, bir çeşit tarım, sigortası uygulaması olarak yeni ve ilginçtir. Ayrıca «;sandık azasına istihsal vasıtası edinme, işlik tesis etme, tetkik seyahati yapma, çocuklarını okutma gibi sebeplerle ödünç para verilebilir» (madde 28, fıkra 4) denmektedir. Köy öğretmenlerine malüllük ve tekaüt aylığı bağlan­ ması, gerekirse tazminat verilmesi, dul ve yetimlerine aylık bağlanması öngörülmektedir (Köy öğretmenleri Tekaüt Sandığı Nizamnamesi, madde 2). ■ Köylüyü Örgütleme 67. madde ile okulla toplum arasındaki organik bağ­ lantıyı güçlendirmek amacıyla yeni bir kuruluş öngöriilmektedir(77): Yasanın öngördüğü görevleri yürüten eğitmen, öğretmen ve gezici başöğretmenlere yardım etmek üzere, iki yıl süreli olmak üzere «her okul için üçer üyeli birer (Köy Okulu Yardım Kurulu) kurulur. Bu kurullar, köydeki maarif kurumlan ile , köy halkı arasında yaratılmak is­ tenilen işbirliğinin köprüsü olacaklar ve bu yolda büyük hizmet edeceklerdir...» Bunların yapabilecekleri hizmetle­ re örnek olarak sayılan işlerin bazıları şunlardır: «Bunlar köyde kurulacak kooperatiflerde müteşebbislik rolü ala­ bilirler... Ziraat ve sanat alanlarında yapılacak örnek iş­ leri kendi tarlalarında, sonradan yakın komşularının tarla, bağ, bahçe, mera veya ağıl, ahır veya kümeslerinde tatbiki için yayıcılık ve öncülük yapabilirler. Üyeler gezici başöğ­ retmen veya bölge ilköğretim müfettişi tarafından köy hal­ kının yirmi ile elli yaş arasında bulunanlarından seçilir. Üyelerin bu değerdeki işleri başaracak ruhta olmalarına çok dikkat edilecektir. Bu maddede geçen seçme tabiri köy hal­ kının reyiyle seçme olmayıp, köy halkı 'arasından elveriş­ lilerin ayrılması manasınadır» denmekle, bu üyelerin en uyanık, bilinçlenmiş köylüler olmaları, bunların aracılığı ile köyün hayatına etki etmek istenmektedir. ■ Tarım Sigortası Sistemi anlatabilmek için, daha önce çıkmış olan 3803 sayılı yasayı değil, çok ayrıntılı ve bütün esasları kapsıyan 4274 sayılı yasayı esas aldık. 3803 sayılı yasada yuka­ rıda belirttiklerimizden daha ileri olarak gördüğümüz ve sonraki uygulamada, yani «Köy Öğretmenleri Sağlık ve içtimai Yardım Sandığı Nizamnamesinin 28. maddesin­ de sözü edilen hayvanların sigortalanmasıyla ilgili yargı ile kapsamı sınırlandırılmış bir esasa kısaca değinmek istiyo­ ruz: 2803 sayılı yasanın 13. maddesi ile Türkiye’de sanı­ yoruz ki ilk defa olarak geniş kapsamlı bir tarım sigortası uygulamasının esasları getirilmeye çalışılmıştır'28': «Köy öğretmenlerinin okul namına meydana getirdikleri her tür­ lü işletmelerdeki mahsul, hayvan ve binalar kuraklık, sel, yangın, çok hasar yapan nebat ve hayvan hastalıkları ve bilumum cevvi hadiseler gibi sebeplerle ziyana uğradıkları takdirde işletmeyi yeniden tesis maksadıyla ve Maarif Ve­ killiği bütçesinden zamanında okul namına zarar ve ziya­ nı karşılayacak bir yardım yapılır» denmektedir. ■ Yeni Eksen Görülüyor ki, genel örgütlenme esasları bakımından, yeni örgüt ile Bakanlık - Köy enstitüsü - İlköğretim M ü­ fettişi, -Gezici Başöğretmen- köylerdeki okullar -köylü ek­ seni üzerinde bir kuruluş yaratılmaya çalışılmıştır. Eski örgüt, yani Milli Eğitim Bakanlığı - İçişleri Bakanlığı - Va­ lilik - Milli Eğitim Müdürlüğü - İlçe Milli Eğitim Memu­ ru - Okul ekseni değiştirilmeye, kırılmaya çabalanmıştır. Bu eksen tamamen ortadan kaldırılmamış, (zaten kaldırıl­ ması büyük tepkilere yol açardı) onun görevleri daha çok formalite niteliğindeki yazışmalarda ve kent ve kasaba ilköğretim örgütüne göre sınırlandırılmıştır. Gerçi yasanın 5. ve 6. maddeleri ile İlçe Milli Eğitim Memurları ile 11 Milli Eğitim Müdürlerinin köy okulları üzerinde de yürüt­ me ve denetleme yetkileri olduğu belirtilmiştir ama(S), asıl görevlerin yürütülmesindeki insiyatif bu eksenden alınmış­ tır. ■ Ceza ve Armağanlar Personel politikası ve örgütün işlemesi yönünden üze­ rinde çok önemle durulması gereken bir konu da çalışanla­ rın cezalandırılmaları ve armağanlandırılmalan ile ilgili esaslardır. Bu yasadan önce yürürlükte olan yasalarla ve alışılmış esaslarla devlet memurunun yalnız yanlış yaptığı işlerden sorumlu tutulması ve cezalandırılması ön plana alınmıştı. Uygulamada öyle bir durum ortaya çıkıyordu ki, hiçbir memur görevini yapmadığı için sorumlu olmuyor, ancak bir takım formalitelere aykırı bir şekilde iş yaparsa sorumlu tutuluyor ve cezalandırılıyordu. Bu bakımdan, pratik olarak önemli hiçbir şey yapmamak, sürekli olarak' gündelik işleri sorumluluğa girmeden yönetip gitmek ve yeni hiçbir işe girişmemek, memurlukta rahat etmek için tutulacak en akıllıca yol durumuna geliyordu. Yeni «birşeyler» yapmaya kalkmak, çok girift ve tutucu formalite­ lerin ağı içerisinde hemen bunlara aykın davranmış olmak ve ceza görmek tehlikesini de birlikte getiriyordu. 4274 sa­ yılı yasa ile işte bu memurluk görevi anlayışı tam tersine çevrilmek istenmiştir. Yasanın bir kısım yargılan ile for­ malitelerden kurtarılan memur, ne için yeni işlere giriştiği konusunda değil, görevlerini niçin yapmadığı konusunda sorumlu tutulacaktı. Üstelik denetimle görevli organlarda aynı zamanda yürütme yetkisi de vardı. Gördükleri eksik­ leri, noksanlan yalnız tespit edip, cezalandırmakla görevli değillerdi; yürütme yetkileriyle görevliye yardımcı olmak, zorluklann giderilmesine birlikte çalışmak, ona yol gös­ termek zorundaydılar; noksanlarda onlar da sorumlu tutu­ luyorlardı. Buna rağmen cezalandırmayı gerektirir bir du­ rum olursa cezalandırma işlemi, bir üst kademenin tek başına karan ile yapılamıyor, kısmen seçimle kurulmuş bir takım demokratik kurullar son kararı veriyorlardı. Görevi­ ni iyi ve- çok iyi yürütenlere, elde bulunanlara yeni çalış­ malarla katkısı olanlara gelince, onların değerlendirilmele­ ri, armağanlandırılmalan için çok çeşitli esaslar getirilmiş­ ti. Bu esasların ve uygulamanın görevlileri geniş ölçüde kendi insiyatifleriyle çalışmaya, yaratıcı olmaya yönelte­ ceği umuluyordu. 7. 8. 9. uncu maddelerle disiplin kurullarının nasıl kurulacağı saptanm ıştır^’. Bu esaslarla bir (kaza köy öğ­ retmenleri ve eğitmenleri disiplin kurulu) ile bir (valilik köy öğretmen ve eğitmenleri disiplin kurulu) meydana getirili­ yordu. Kurulların süresi iki yıldır. Birinci kurul «merkez kazası başöğretmenlerinden bölge ilköğretim müfettişinin göstereceği üç aday arasından Maarif Müdürünün seçeceği bir başöğretmen, kaza içindeki bölgelerde çalışan gezici başöğretmenler arasından maarif müdürlüklerince seçile­ cek bir gezici başöğretmen, kaza köylerinde çalışan eğitmen ve öğretmenlerin aralarından seçecekleri bir eğitmen ve bir öğretmen»den, ikinci kurul ise «merkez kazası bölge ilköğ­ retim müfettişi, valiliğin bütün kazalarında vazife gören ge­ zici başöğretmenlerin kendi aralarından seçecekleri iki adaydan Vekillikçe seçilecek bir gezici başöğretmen, mer­ kez kazası köy eğitmen ve öğretmenlerinin kendi araların­ dan seçecekleri ikişer adaydan maarif müdürünün seçece­ ği bir eğitmen ve bir öğretmen» den meydana geliyordu. Böylece üst ve ast durumunda olanların disiplin konula­ rında belirli oranlarda söz ve yetki sahibi olmaları sağlan­ maya çalışılmıştı. 31 - 36. maddeler «köy eğitmen, öğretmen, gezici baş­ öğretmen ve gezici öğretmenlerinin mükafatlandırılması ve cezalandırılması» başlığı altında çok değişik esaslar getirmektedir(31). Başarı derecesine göre bu kişiler şu şekillerde «mükafatlandırılırlar» (madde 31). 1. Üstün başarılı sayılmak: görevlerini olağanüstü bir başarı ile yapanlar. Bunların adlan o yıl 17 Nisanda gaze­ te ve radyo ile açıklanır. 2. Köye hizmet edenler anıtına adı yazılmak: «Kül­ tür bakımından kuvvetlendirilmesi lazım gelen, tehlikeli ve bulaşıcı hastalıklar hüküm süren, yurt sınırlarına yakın bu­ lunan, ana münakale yollarından uzak olan köylerde vazi­ fe gören, mahallin güç şartlarını yenerek öğrenimi geniş bir alana yayan ve işlerini ardı ardına beş yıl olağanüstü bir başarıyla yapan, bulunduğu köyün yetişkin halkının bu müddet içinde en az onda birini okur yazar haline getiren­ lerin adlan, mezun oldukları enstitülerde hazırlanan (Kö­ ye Hizmet Edenler Anıtı)na yazılır.» 3. Köydeki bir tesise adı verilmek: «Köye daimi şe­ kilde faydalı olabilecek vasıflarda ve olağanüstü bir çalış­ ma ile meydana gelebilecek işleri yapanların bu köylerde yeniden yapılan yol, çeşme, kanal, hamam, çamaşırlık, bahçe, koru, kavaklık, çayırlık, değirmen, elektrik santra­ lı, köprü, kooperatif gibi yeni bir tesise adları verilir. Bu gibilerin adlak eserin uygun düşen bir yerine daimi ola­ rak kalacak şekilde yazılır.» 4. Ülkü eri sayılmak: «Bu maddenin birinci ve ikinci fıkrasında yazılı esaslara göre hareket ederek köyün öğre­ tim, eğitim, ziraat, sanat işlerinde birbiri ardınca on yıl hizmet edenler ve bu işlerde olağanüstü başarı gösterenler (ülkü eri) sayılırlar ve Maarif Vekilliğince tespit edilip ve­ rilecek ay yıldızı havi bir işareti taşırlar.» İşlenen disiplin suçlarının derecesine göre ise üç ceza söz konusudur (madde 33): 1. İşinde kusurlu sayılmak; «vazifelerinde kusurları görülenlere bu kusurları düzelttirilecek şekilde yazı ile bil­ dirilir.» 2. Ücreti kesilmek: görevini aksatan, yapmıyanlar, köyü, okulu, öğrencileri zarara uğrattıkları sabit olanlara 3 - 1 5 gün arasında ücret kesilme cezası verilir. 3. Meslekten çıkarılmak: «bu kanunda yazılı hüküm­ leri yapmakla mükellef olanlar, vazifelerini aksatmaya tah­ rik ettikleri, eğitmenlik, öğretmenlik ve başöğretmenlik şe­ refini ihlal edici hareketlerde bulundukları veya iffetsizlik­ leri sabit olanlar devlet hizmetinde kullanılmamak üzere meslekten çıkarılırlar.» İzahnamede şu satırlar vardır: «Köy eğitimi ve öğreti­ mi hizmetlerindeki eksikler kusur sayılmadan önce, ilgililer­ le konuşulacak, o eksiklerin giderilmesi için haftalarca, ay­ larca da sürse elbirliği ile çalışılacaktır...» Bu anlattığımız armağanlandırma ve cezalandırma esasları, bunlara paralel olarak, 4 4 -5 3 . maddeler ile köy enstitülerinde çalışanlar için de ayrıntılarıyla konmuştur*321. Bunlarla ilgili olarak izahnamede şimdiye kadar söyledik­ lerimize ek olarak belirtmek istediğimiz noktalar vardır; çünkü bu bölümde konu genişletilerek görevin yürütülme­ si ve amaçlar bakımından ilginç bazı açıklamalar yapılmış­ tır: ■ Köy Enstitülerinde Çalışma Esasları 46. maddeye göre bütün köy enstitüsü görevlileri « hafta pazartesi sabahından cumartesi saat on üçe kadar çalışırlar.» İzahnameye göre «köy enstitülerinde köylünün ekonomik ve sosyal hayatım yükseltmek maksadı ile ya­ pılan kültür, ziraat, sanat ve bütün köy işlerinin disiplinle yapılmasını temin için köy enstitülerinde maaş, ücret veya gündelikle vazife görenler, talebe tarafından yapılan işlere gerek öğretme ve tecrübe safhalarında, gerekse işi bitirme safhasında olsun fiilen iştirak etmekle mükelleftirler. Kül­ tür, ziraat, sanat ve bütün köy işlerinde, çalışmaları an­ garya haline getirmemek... için köy enstitüsü mensupla­ rı, iş ve disiplinli, yani köy enstitüsü varlığını her dava­ nın üstünde ve yükseğinde görmeye, tutmaya alışacaklar­ dır... Köy enstitülerinde talebe ve öğretmenlerin huzurla iş görme ihtiyaçları temin edilecektir... Köy enstitüleri ta­ biat ortasında, bir köy içinde kurulmuşlardır. Bu sosyal ve kültürel teşekkülde bütün hayat (iş) halinde görünmektedir. Bu müesseselerin sosyal bütün kıymetlerini de iş hayatın­ da gömülü buluruz. Burada iç ve dış hayatın temeli (iş)dir. Köy enstitülerindeki iş durumunu köy insanının hakiki fonksiyonunu tespit etmekle ayırdedebiliriz. Köylü insan maddi ve manevi bütün varlığı ile mevcudiyet vasıtalarının hepsi ile kendisini saran tabiat üzerine tesir için emek sarfetmekte ve alınteri dökmektedir. Köylü insan bu cehit ile ihtiyaçlarını doğrudan doğruya el ve adele kuvveti ile çıkarmaktadır. Onun zihni işleri de yine ancak el işi vası­ tasıyla kıymet bulmakta ve ...netice vermektedir. Bütün köy iş sistemleriyle birlikte köy enstitülerinin işlerini tah­ lil ve mukayese ettiğimiz zaman hepsinde müşterek şu noktaları bulmaktayız: «a) iş mevzuu: toprak, hayvan, ağaç, mera, tohum gi­ bi tabiata sımsıkı bağlı türlü konular, «b) İş aletleri (a) fıkrasında yazılı işlerin ameliyele­ rini yapmaya yarıyan sabit veya müteharrik aletler ve ma­ kinelerdir. «c) İşlik: Çiftçi için işlik büyük veya küçük her türlü iş alanlarıdır. «d) İşin yapılışı: Elde edilmek istenen neticeye ulaş­ mak için aletleri mevzua tatbik etmekten ibarettir:.. Bu iş mahiyetine göre muhtelif kalitede işçi ister. Köy enstitüle­ rinde bu kalite farkları, talebenin içinden çıkıp geldikleri, köy teşekküllerinin terbiye ve kabiliyetlerinden kopup gel­ mektedir... «e) İş yapanlar: Köy enstitülerindeki iş sisteminde işi yapanları ikiye ayırabiliriz. İdare edenler, idare edilenler. İdare edenler için söylenecek tek söz şudur: Köy enstitü­ lerinin öğretmenleri, usta öğreticileri, işçileri tıpkı köylü ailenin anası, babası, ağası gibi usta bir işçi sayılacak du­ ruma girmelidir. Öğretmen, usta öğretici, talebe, kısaca enstitü mensuplarının hepsi; enstitüde ekonomik karakteri haiz bir yaşayışın vazgeçilmez adamları olmalıdırlar... Unutmıyacağımız nokta: asıl köylüsel kültürün de ancak işten, iş münasebetlerinden doğmuş ve teşekkül etmiş oldu­ ğudur. Köy insanı tarladan ve tarlasındaki çalışmasından hız alarak kendi iş kültürünü yaratmıştır. Köy insanının idealistliğini, realistliğini, maddeciliğini, sarsılmaz görünen sükutunu, şaşmıyan aklı selimini muhafaza durumunu, si­ nirlerinin sağlamlık sebeblerini, iç huzurunu ve bu bakım­ lardan onun memleket istikbali için güvenilecek ihtiyat bü­ yük bir (insan hâzinesi) olmasındaki kıymeti, iktisad ve maddi menfaatler etrafında toplanmasının manasını unut­ mamamız lazımdır. Köy enstitülerinde talebeye kazandırı­ lacak, edindirilecek bilgilerin mahiyet ve kıymetini de bu görüşle tayin edebiliriz. Köy enstitülerinde ve köy okulun­ da bilgi bir vasıtadır. Bu vasıta talebenin zekasını mümarese ettirmek, muhayyelesini uyandırmak, onlara bazı dü­ şünme ve çalışma metodları vermek için kullanılacaktır. Basit bilgi edinmeye önem verme köy enstitüsünü ve köy okulunu saran iş hüviyetine asla denk düşmiyecektir. Köy enstitülerinde basit, fakat kabiliyetli insan, ruhi kudretinde varlık olan ve fikri kudretiyle iş başaran vatandaşlar yetiş­ tirmemiz lazımdır... Köylerde müştereken yapılması zaru­ ri nice kollektif ve geniş işlerde hem kısır, hem menfi kal­ mamak için talebeye kazandırılacak bilgileri yapıcı köy in­ sanına yarıyacak kıvamda vermek gerekmektedir...» Bun­ dan sonra öğreticilere düşen görevler ve çalışma şekilleri konusunda daha da ayrıntılara girilmektedir. 47. madde ile enstitülerde görevli öğreticilere oturdu lan evlerin dolayında yanm hektan geçmemek üzere arazi aynlması öngörülmektedir. Bu arazi öğretici tarafından aile­ si ile birlikte örnek olacak şekilde işlenecektir, izahname­ ye göre «köy enstitülerinin kuruluş maksatlarına fiilen sa­ dık kalmak için köy enstitüsü mensuplarının hepsine fark­ sız şekilde toprak işlemesinde alınteri dökmeleri imkanları» verilmektedir. «Ayrılan toprak kira veya ortakçılık gibi şe­ killerle işletilemez. Bu toprakları, öğretmenlerin aileleri ferdleri ile birlikte bizzat işlemeleri şarttır... Aile ihtiyacım karşılayacak sayıda beslenecek hayvanların köy enstitüsüne, enstitü ve köy komşularına zarar vermiyecek şekilde ba­ kılması şarttır... Bu hayvanların köy enstitüsü talebesine veya müstahdemine baktırılması yasaktır...» Köy enstitülerinde uygulanan yönetim ilke ve yön­ temleri bakımından burada üzerinde durulması gereken bir belge de 4.12.1944 günkü İlköğretim Genel Müdürlüğü emridir. Köy Enstitüleri Müdürlüklerine yazılmış olan bu yazıda daha sonra Genel Müdürlük tarafından dikkatle ve titizlikle izlenen şu esaslar belirtilmiştir'331: «.. .Köy Enstitüsü Müdürlüğüne: «Köy enstitülerinin iç yapılarında (öğrencilerin kendi kendilerini idare etmeleri) ilkesine dayanan bir gelişim sağ­ lanacaktır. Onun için bu kurumlan her türlü şahsi ve indi idare tarzından kurtarmak enstitülerde vazife gören bütün öğretmenlerin başlıca amaçları olmalıdır. Bu amaca en kısa zamanda ulaşmak için aşağıdaki tedbirlerin alınması uygun görülmüştür. Madde madde yazılan bu tedbirler öğ­ retmen ve öğrencilerin hepsine Müdürler tarafından aynen okunacak ve manaları onlara iyice anlatılacak, bunlar ge­ rek öğretmenlerin, gerekse öğrencilerin cep defterlerine ay­ nen yazdırılacaktır: 1. Köy enstitülerinde her türlü yapım, ziraat, san idare işleriyle öğretmen ve öğrencileri ilgilendiren resmi iş­ ler nöbetle öğretmen ve öğrenciler tarafından görülür. Nö­ bette bulunmıyanlara bu işlerin gördürülmesi, öğrencilerin öğretmen veya usta öğreticilerin hususi işlerinde çalıştırıl­ maları yasaktır. Kendi işini kendi göremiyecek derecede hasta olan kimsesizlerin işleri de nöbette bulunan arkadaş­ ları tarafından yapılır. «2. Derse ve vazifeye geç gelmek, öğretmenliğe yakışmıyacak laubali hareketlere girişmek, sarhoş olmak, ku­ mar oynamak gibi öğrencilere fena örnek olabilecek hareW Ö zel a r ş iv : 4.12.1944 g ü n lü , b ü tü n K ö y E n s titü s ü M ü d ü rlü k le rin e y a z ılm ış G enel M ü d ü rlü k em ri. ketlerde bulunmak, öğrencileri dövmek, onlara hakaret et­ mek yasaktır1. «3. Tabelaya giren öğretmenler istihkakları olan ye­ meği öğrencilerle birlikte Enstitüde yemeye mecburdurlar. Hususi evlere veya odalara yemek götürmek yasaktır. «4. Enstitü işleri en az onbeş günde bir bütün öğret­ men ve öğrenciler bir araya gelerek konuşulur. Ve bu ko­ nuşmalarda -imkanlar, Vekillikten verilen direktifler göz önünde tutularak- verilen kararlara uygun olarak yürütü­ lür. «Enstitülerde en az onbeş günde bir eğlenti tertip olunur. Bu eğlentilere öğrencilerin ve öğretmenlrin katıl­ maları şarttır. «5. İş bölümüne göre türlü işlere dağılacak kümelere yapacakları işin önemi, memlekete, millete ve onların şahıs­ larına temin edeceği faydalar anlatılarak iş gördürülür, öğ­ rencilere angarya şeklinde, manası anlaşılmıyan işlere bu kurumlarda asla yer verilmiyecektir. Bir enstitüde işlerin soysuzlaştığı görülürse bundan birinci derecede öğretmen­ ler mesul tutulacaktır. «Her çocuk öğretim programında tespit olunan şe­ killere göre kültür, ziraat ve sanat çalışmalarına mutlaka katılacaktır. Belli çocukları yalnız terzilik, şoför muavinli­ ği, davar çobanlığı, tuğlacılık gibi belli işlerde uzun müd­ det çalıştırmak yasaktır. «6. Şartlar ne olursa olsun, mevsim hangi mevsim bulunursa bulunsun öğrencilere hergiin serbest okuma yap­ tırılacak ve onlara kitap okuma alışkanlığı mutlak surette kazandırılacaktır. «7. İşin yukarıda belirtildiği gibi ilgililerce aynen du­ yurulduğu altı madde halinde yazılan kısmın onların def­ terlerine her zaman görülebilecek şekilde yazdırıldığı idare­ mize bildirilecektir. «Bu emirlere uygun hareket etmiyenlerin durumları Enstitü Müdürlüklerince saptanarak Vekilliğe resmi yazı ile bildirilecektir. Enstitü direktörleri bu direktiflere uy­ gun hareket etmiyenler hakkında gerekli tedbirlerin alın­ dığını ilgililere vaktinde bildirmedikleri ve durumu düzelt­ medikleri takdirde şikayetçilere, şikayetlerini yazıyla Vekil­ liğe bildirmek hakkı verilecektir. (Yazarın notu: Burada öğrenciler kastediliyor.) «Onun için yukarıda yazılı meselelerde çok titiz dav­ ranmanızı, icab ederse muvakkat bir zaman için birkaç öğretmenle kalmayı bile göze alarak hareket etmenizi ve Köy Enstitülerine hakiki çehrelerini vermenizi, gerçek ma­ nayı kazandırmanızı, öğrencileri şahsiyet haline getirmenizi önemle rica ederim.» «İlköğretim Umum Müdürü» Köy öğretmen ve eğitmenleri için söz konusu olan ceza­ lara ek olarak, enstitü öğrencileri için 51. maddenin 3. fıkrası ile «enstitülerdeki işlerden çıkarılmak» başlığı altın­ da ayrı bir hüküm getirilmektedir ki «talebesine ve köy enstitüsü mensuplarına iftira eden ve ettirenlerle bir yılda iki defadan fazla maaş veya ücret kesilme cezası alanlara ve bu kanunda yazılı işleri yapmakla mükellef olanları, vazifelerini aksatmaya tahrik edenlere... enstitüdeki işlerin­ den çıkarılma cezası verilir» denmektedir. Görülüyor ki, yasanın köy enstitülerinin çalışması ile ilgili bölümlerinde, bu kuramlarda eğitilecek öğrencilerin ileri, hakların yenmediği en yüksek toplumsal değer yargısı iş ve emek olan bir ortam içerisinde yaşaması, eğitilmesi, böyle bir toplum örneğinin bütün değer yargılarını benim­ semeleri sağlanmak istenmiştir. Bu, bir bakıma «feodal köy ve kapitalist kent düzeninden» ayrı bir yeni ortam yaratma, bunun zevkini, mutluluğunu, alışkanlıklarım öğ­ renciye benimsetme amacı ile yapılmıştır. ■ Köylü İle İşbirliği Bütün eğitim örgütünün halkla, köylü ile organik iliş­ kisini pekiştirmek yolunda 68. madde ile bir adım daha atılmak istenmiştir*343. «Bu kanunda yazılı vazifeleri gö­ renlerle işbirliği yapan köy muhtarlarından,( ihtiyar mec­ lisi azalarindan, bölge köy okulu kurullarıyla köy okulu yardım kurulları üyelerinden ve gönüllü olarak bu işbirliği­ ne katılan köylülerden, katıldıkları işlerde dört yıl üstün başarı ile çalıştıkları bölge gezici öğretmen veya başöğret­ men ve ilk öğretim müfettişleri tarafından tespit edilenler (Valilik Köy öğretmen ve Eğitmenleri Disiplin Kurulu) ka­ rarı ile (yardım eri) sayılırlar. Bu gibilerin adları Maarif Vekilliğince radyo ve diğer yayınlarla her yıl onyedi ni­ sanda ilan olunur. Yardım erlerinin şahsi emek ve gayret­ leriyle köyde yeniden meydana getirdikleri... bir tesise... adlan verilir...». Bu madde ile ilgili olarak izahnamede şu sözler vardır: «...B u madde, kpnunun ruhuna taalluk et­ mektedir. Bu maddeye kadar sıra ile yazılı olan ufak, bü­ yük bütün işlerin görülebilmesi için muhtarlık, ihtiyar mec­ lisi azalığı gibi köy vazifesi alanların temsil ettikleri köylü gücü ile devlet gücünün birleşmesini ve öz işler görmesini sağlamak esası düşünülmüştür Anlaşmış, birbirlerini can­ dan seven insanların... sayısız (yardım eri) bulmaları dai­ ma mümkün olacaktır...» Şimdi 3803 ve 4274 sayılı yasalarda bulunmıyan, fa­ kat sistemin çok önemli iki organı olarak düşünülmüş iki kuruluşa geliyoruz: ■ Yüksek Köy Enstitüsü Bunlardan birincisi bir yönetmeliğe dayanılarak açı­ lan Yüksek Köy Enstitüsüdür. Bu enstitünün görevleri W K ö y O k u lla rı v e E n s titü le r i T e ş k ila t K a n u n u İz a h n a m e s i, M a a r if m a tb a a s ı, A n k a r a 1943, s. 202-203. şöyle özetlenebilir'351: köy enstitülerinde çalışacak öğret­ menleri, köy enstitüsü çıkışlı öğretmenlerin çalışacakları köy bölgelerinde çalışacak gezici başöğretmen ve bölge ilk­ öğretim müfettişlerini yetiştirmek, köy enstitülerinde çalış­ makta olan öğretmenleri açılacak kurslarla yetiştirmek, köy incelemelerine merkez olmak üzere, köy okullarım ve enstitülerini ilgilendiren türlü konular üzerinde gereken araştırmaları yapmak ve bunları ilgililerin yararlanabile­ cekleri şekilde yaymak, öğretim süresi üç yıldır, yüksek öğretim sayılır; Hasanoğlan Köy Enstitüsünde kurulur. Öğretim üyelerinin çoğu Ankara’daki yüksek öğrenim ku­ ramlarının, fakültelerin öğretim üyeleridir. Güzel sanatlar, yapıcılık, maden işleri, hayvan bakımı, kümes hayvancılı­ ğı, tarla ve bahçe tarımı, köy ev ve el sanatları, tarım iş­ letme ekonomisi bölümleri vardır. Görevleri arasında «köylerin zamanla daha çok belirecek ihtiyaçlarına göre köy enstitülerinin gelecekte alacakları karakterim şekli için çalışmalar yapmak da vardır. Tonguç’un .deyimi ile bu ku­ ram köy enstitülerinin «beyni ve kalbidir». Kurumun ama­ cı «köy eğitim ve eğitbilimini sistemleştirmek»tir. Burası ülke ölçüsünde köy incelemeleri için bir merkez olacaktır. Çalışmaları «herşeyden önce memleket gerçeklerinden örülmüş bir temel üzerine oturtmak ana ilkelerden ridi ola­ rak ele alınmıştır.» Tonguç’un işbaşından ayrıldığı zama­ na, yani yaklaşık olarak 15.10.1946’ya kadar Yüksek Köy Enstitüsünü 104 kişi bitirmiştir. Bunların çoğu köy ensti­ tülerine öğretmen ve yönetici olarak ve denetleme görev­ lerine atanmışlardır. Kanımızca bunların sayıları arttıkça Tonguç’ün amacı köy enstitülerini ve bütün örgütü bunla­ ra devretmekti. Nitekim Yüksek Köy Enstitüsünün açılış nedenlerini anlatırken yazdığı «köy enstitülerinin bünyele­ ri, amaçları ve buralardan çıkacaklara kanunlarla tespit <3SI C a n la n d ırıla c a k K öy, t . H a k k ı T o n g u ç, ta b e v i, İs ta n b u l 1947, s. 499.507. R e m z i Ki- edilerek verilen ödevler icabı bu kurumlar için yeni öğret­ menler yetiştirmek zaruretiyle karşılaşılmıştı» sözleri bu anlamdadır. Bütün örgütü konan ana ilkelere göre işletecek bu ele­ manın yetiştirilmesi, yıkılış çağında en fazla baltalanması gerekli görülen çalışma sayılmış ve ilk iş olarak Yüksek Köy Enstitüsü kapatılmıştır. Yüksek Köy Enstitüsü bir çe­ şit halk üniversitesinin çekirdeği idi. ■ Yeni Yönetim Yöntemi Üzerinde durmak istediğimiz ikinci organ, 15.6.1946 tarihinde çalışmaya başlaması Bakanlığın emri ile öngörü­ len «Yüksek Köy Enstitüsü Yönetim Kurulumdur. Bakan­ lığın on maddelik bir emri ile kurulan bu kunıl(36) 15 kişi­ dir, «Yüksek Köy Enstitüsü yönetim işlerini kararlaştırmak ve bu enstitü ile diğer 'köy enstitüleri arasında kurulması gereken ilişkileri düzenlemek amacıyla» kurulmuştur. Üyeler şunlardır: 1. Yüksek köy enstitüsü öğretmenlerinin seçecekleri iki öğretmen (altı ay süre ile). 2. Her altı aylık süre için iki Köy Enstitüsü öğret­ menlerinin aralarından seçecekleri birer öğretmen. 3. Uç ay süre ile Bakanlıkça seçilecek iki Enstitü Mü­ dürü ve iki Eğitimbaşı. 4. Yüksek Köy, Enstitüsü öğrencilerinin aralarından seçecekleri üç öğrenci (altı ay süre ile). 5. Her dönemde bir Köy Enstitüsünün dördüncü ve beşinci sınıf öğrencilerinin aralarından seçecekleri bir öğ­ renci (üç ay süre ile). W ö z e l a rş iv . B ir Y ü k se k K ö y E n s titü s ü Y ö n e tim K u ­ ru lu k u ru lm a s ın ı ö n g ö re n B a k a n lık e m ri. D a k tilo ile 3 sa y fa . 6. Bakanlık temsilcisi olarak kurula katılacak bir kişi. 7. Her dönem için bir Enstitüden bir danışman ve bir denetmen (altı ay süre ile). Bütün seçimler gizli oyla yapılacaktır. Kurulun görevleri özetle şöyledir: Yüksek Köy Ens­ titüsünün eğitim ve öğretim işlerini düzenlemek, diğer köy enstitülerinin öğretim ve eğitim işlerini denetliyerek sonuç­ larını Bakanlık yoluyla ilgili Enstitülere bildirmek, olumlu ve orijinal görülen çalışmaları, yöntemleri diğer enstitü­ lere de yaymak, öğretim yöntemlerinde görülen aksaklık­ ları düzeltmek, eğitimsel değer taşıyan bütün hususların bütün enstitülerde aynı şekilde uygulanmasını sağlamak (kitap okuma, hafta sonu konuşmaları v.b. gibi). Köy okulları uygulama planlarını hazırlatmak, Enstitülerin uy­ gulama okullarında elde edilen iyi sonuçlardan enstitü me­ zunlarının yararlanmalarını sağlayıcı tedbirleri aldırmak. Öğretmenleri yetiştirmek amacıyla kurslar, sergiler açmak, kitap ve dergi sağlamak. Enstitüler ve köy okulları için yönetmenlik taslakları hazırlamak, bakanlığa sunmak, ça­ lışmalardan elde edüen sonuçlan çeşitli araçlarla yayınla­ mak. Hasanoğlan Köy Enstitüsü ve onun uygulama bölge­ sine giren köy okulları bu kurul için uygulama yerleridir. Bu kurulun vereceği kararlar buralarda uygulandıktan ve olumlu sonuçları alındıktan sonra diğer enstitülere yayıla­ caktır. Kurul üyeleri bu kurulla ilgili işleri incelemek ve de­ netlemek üzere uygulama yerlerine veya diğer Köy Ensti­ tülerine gönderilebilirler. Kurul Başkanlığı tarafından köy enstitülerinden veya uygulama bölgesine giren köy okullarından istenecek her türlü bilgi Bakanlığa sorulmaya lüzum görülmeden doğru­ dan doğruya Kurul Başkanlığına verilecektir. Kurul üyeleri kendi aralarından ve gizli oyla bir baş­ kan, bir de raportör seçerler. Kurulun kararları çoğunluk­ la verilir. öyle sanıyoruz ki, kurucuların işbaşından ayrılmala­ rından üç ay önce girişilen bu uygulama ve elimizdeki bu belge o çağın en ilginç çalışmalarından biridir. Bugünkü gelişmeler ve günümüzde öğrencilerin yönetime katılmala­ rı sorunu bakımından önemi vardır. Kurulması öngörülen kurulun adına bakınca yalnız Yüksek Köy Enstitüsünü ilgi­ lendirdiği izlenimi alınır ama, görev ve yetkileri incelenin­ ce bunun bütün köy enstitülerinin ve örgütün stratejisini, taktiğini saptıyacak bir çeşit kurmay heyeti olduğu anla­ şılır. Fakat bu kurul elinde hiçbir yetki bulunmıyan bir danışma kurulu niteliğinde de değildir. Denetleme, inceleme ve hatta bir dereceye kadar yürütme yetkileri de vardır. Kanımızca, Bakanlığın birçok yetki ve görevlerinin kendi kendini yönetme ilkesine göre meslek mensuplarına ve öğ­ rencilere aktarılması yönünde atılmış, çağının dar demok­ rasi anlayışının çok ilerisinde ilginç bir adımdır. Bir çeşit gerçek ve ileri demokrasi uygulamasıdır. Demokrasi için işe siyasal kuruluşların çalışmalarından değil, aşağıdan, toplumun hayatsal organlarından başlamak için kendi ala­ nında atılmış bir adımdır. ŞekUci sandık demokrasisinin çok ilerisindedidr. ■ Düzenle Çelişme ve Uygulama Esaslarını anlatmaya çalıştığımız bütün bu örgütün kurulması elbette bütün ayrıntıları ile gerçekleştirileme­ miştir. 3803 sayıh yasa izahnamesinin yayınlandığı 30 Kasım 1943 ile kurucuların işbaşından ayrıldıkları eylül 1946 arasında sadece üç yıllık bir süre geçmiş olduğunu unutmıyalım. Burada, sık sık üzerinde duracağımız bir konuya yine değinmek istiyoruz. Görüldüğü gibi, köy enstitüleri ana ilkeleri ve amaçları bakımından ekonomik ve siyasal yapı­ nın genel görünümü ile uyuşmazlık, hatta çelişme içinde­ dir. Bu durum, eleştirici ve inceleyicilerin ilgisini çekmiş­ tir. Köy enstitülerinin böyle çelişmeli bir ortam içerisinde kurulabilmiş ve bir süre işletilebilmiş olmasını bu kişiler çeşitli şekillerde yorumlamışlardır. İleride ayrıntıları ile göreceğimiz bu eleştirilerin bir kısmına göre, bu çelişki içinde böyle bir kuruluş, ancak köy enstitülerinin kuru­ cularının bilerek veya bilmiyerek çıkar düzenine hizmet etmeleri ile gerçekleşmiştir. Enstitüler de zaten CHP tara­ fından bu amaçla kurdurulmuş, kurucuları ustaca kullanıl­ mıştır. Olayları gerçekçi açıdan değerlendirebilen birçok yazarlar ise, çelişkiyi çeşitli şekillerde açıklamak istemiş­ lerdir. Örneğin bu başarı, kurucuların kişiliğine bağlanmak istenmiştir*373: «...Düzenle ve iktidarın kalkınma ve eği­ tim politikalarıyla çelişen bu uygulama nasıl mümkün ol­ muştur?.. Köy enstitüleri uygulamasının içinde bulunduğu düzenin amaçlarını ve sınırlarını aşan uygulayıcı bir kad­ ro en uygun açıklamadır. H. A li Yücel, Tonguç ve arka­ daşlarının önemi burada ortaya çıkmaktadır. Bunlar, çok uygun olmıyan bir ortamda bu ölçüde büyük bir iş başararabilmiş devrimci kişilerdir. Bu olay, olağan değildir. Ola­ ğan - dışı, kural - dışıdır. Fakat bunu bir tesadüf olarak da görmek doğru olmaz...» Bir başka araştırıcı, haklı olarak böyle bir çelişmenin köy enstitüsü gibi bir uygulamaya olanak vermiyeceğini yazar*383: «...K öy enstitülerinin başına gelenler, günün po­ litik düzeniyle bağdaşmıyan bir eğitim sisteminin -hem de onu tutan kimi güçlü devlet adamlarının gözleri önünde, (il! T Ö S g a z e te si, P la n lı K a lk ın m a A ç ısın d a n K ö y E n s ti­ ( 33) tü le rin in önem i, s a y ı 27, 20.3.1969, N e ja t E rd e r. Y eni U f u k la r d e rg isi, H a lk a D ö n ü k E ğ itim Ü z e rin e D ü şü n celer, P e r te v N a ili B o ra ta v , s a y ı 197, e k im 1968 s. 7. onların içlerini yaka yaka• nasıl yıkıldığının acı bir ör­ neğini vermiştir...» Yine bir başka inceleyici aynı kanıyı öne sürer*391, «...N e var ki, geri bir ekonomik ve politik yapı içinde, ekonomik iktidarı ellerinde tutanların denetlediği politiK iktidarın böylesine ilerici kuruluşları devlet eliyle besleme­ si, desteklemesi-uzun vadede- mümkün değildi...» şeklin­ de doğru bir düşünü açıklar ve «...Enstitüler deneyi Tür­ kiye’nin topyekün kalkınması davasından bağımsız olarak bir eğitim davasının düşünülemiyeceğini açıkça gösteren bir deneydir...» der. Bunlar ve bunlara benzer düşünler parça parça doğru olabilirler; ama köy enstitüsü denemesinin bir süre uygu­ lanabilmiş olmasını açıklamaya yetmezler. Ana görüntüsü ile bu yazarların anlattıkları gibi tutucu ve sömürücü dü­ zenini koruyucu bir iktidarın dış ve iç koşulların geçici olarak güçlendirdiği bir ilerici kanadına dayanarak bu uy­ gulamanın yapılabildiği tezi, kanımıza göre en doğru ve en bilimsel açıklamadır. Ancak o zaman, olaylar bilimsel açıdan yerli yerine oturmaktadır. Aynı tezden hareket edince, kurucuların bu ilerici kanatla işbirliğine girerken yaptıkları hesabın yanlış olmadığını kabul etmek zorun­ dayız. Uygulama kısa sürmüştür, ama bu işbirliği ve buna dayanarak yapılan uygulama, bu işbirliği ortamını yara­ tan, ilerici kanada bir süre güç veren iç ve dış koşulların daha uzun bir süre için değişmemesiyle çok daha uzun sürebilirdi. Daha açık olarak, savaş yılları uzayabilir. İçe­ ride ilerici kanadın iktidara katılması ve tutucu koalisyon ortaklarını daha bir süre baskı altında tutması beklenebilir­ di. Savaşdan sonra da çok partili siyasal düzene geçmeyi gerektiren dış ve iç koşulların gelişmesi daha yavaş ola­ bilir, içeride ilerici akımların uluslararası komünizm ile 09) A n t d e rg isi, 17 Y ıl S o n ra g e n e 17 N isa n , F e th i N a ­ ci, s a y ı 16, 18.4.1967, s. 7. kamu oyunda eş gösterilerek şiddetle ezilmelerini çok ko­ laylaştıran batıdaki antikomünist kampanya De Sovyetlerin bizden haksız olarak toprak istemeleri gibi gelişmeler çok daha sonraki yıllarda olabDirdi. Bütün bunlar, Tonguç’un değU, hiç kimsenin zamanım önceden kestiremiyeceği, ama ana gelişim doğrultusu bakımından beklenen olaylardı. Zamanı tam olarak kestiremeyince işe son hızla girişmekten başka çözüm kalmıyordu. Unutmıyahm ki, ta­ san 1954 yılında ana çizgüeriyle tam olarak uygulanmış ve sonuçlar tama yakın bir şekilde alınmış olacaktı. Böy­ le bir hesap, bugün için elbette yapılamaz ve doğru ol­ maz. 1935 - 1946 döneminde ise Türkiye kapitalizme gi­ den köşeyi kesin olarak dönmemişti. Varlık birikimi azdı, özel alanda bir endüstrileşmeden söz açılamazdı, ekonomi kapalı idi, aracı tüccar güçsüzdü. Feodal kalıntılar CHP içinde Derici kanatla bir «mütareke» içinde idDer. Kemalist ilkeler bir kenara atılmamıştı, yabancıların ekonomik etkisi azdı, devlet dışarıya borçlu değüdi. Bir devlet kapitalizmi uygulaması sürdürülüyordu ama, ibrenin özel girişimden yana değil, devletçilikten yana olduğu açıktı. Bütün bu koşuüar içerisinde, hızla girişilecek bir bilinçlendirme kampanyası bütün sistemin Kemalizmin gösterdiği doğrul­ tuda, halkçı, devletçi bir yönde gelişmesini çok kolaylaş­ tırabilir, böyle bir gelişme için ta başından beri en çok eksikliği duyulan etkeni, emekçi sınıfların devleti destekle­ mesi, güçlendirmesi etkenini sağhyabilirdi. Ve 1935 - 1946 dönemi koşullan içinde gerici - tutucu güçlerin böyle bir gelişmeye karşı çıkmaları çok zor olabilirdi. Bilinçlendiril­ miş, eğitim ve öğretim görmüş köylülerin, çoğu o çağda boş olan kamulaştırılmış topraklar üzerinde uygulayacakları bügüi ve çok yüksek verimli bir tarım, bir ölçüde gerçek­ leştirilecek toprak reformu devlet eliyle kurulması sürdü­ rülen endüstri, feodal kalıntılara karşı bir ekonomik gü­ cü DericDere sağlıyabüirdi. Onlan destekliyecek kapitalizm içte yoktu, dışta da çok güçsüzdü. Kısacası 1946’ya ka­ dar, henüz köşe kapitalizm yönünde dönülmemişti. Uy­ gun iç ve dış koşulların bir süre daha devam etmesi du­ rumunda, bu köşenin kapitalizm yönünde dönülmesini önIiyebilmek ve bir süreç atlatmak olanağı belki bulunabilir­ di. Bütün bu hesaplan boşa çıkaran iç ve dış olaylann çok hızlı gelişmesi, 1935 - 1946 döneminin birkaç yıl da­ ha uzayamaması, herhalde kurucuların hesap hatasına bağlı değildir. Bu hızlı gelişmeyi ve getirdiği yıkıcı sonuç­ lan enstitüleri kurma çabasına girişmemek gerektiğini ka­ nıtlamak için kullanmaya kalkmak insafsızlıktır; bir çeşit pasifizimdir. Aynı mantıkla her zaman, ilerici kişiler ola­ rak hiçbir girişimde bulunmadan beklemek, bütün toplum­ sal koşulların tam olarak olgunlaşacağı çağa kadar eli ko­ lu bağlı oturmayı salık vermek demektir ki, bunun ilerici, devrimci, bilimsel eylem anlayışı ile ilişiği yoktur. 1935’lerde 1946’dan sonra hiçbir şekilde bulunmıyan bir fırsat, bir tarihsel olanak vardı ve bu olanaktan yararlanılmaya çalışılmıştır. Ama ne yazık ki koşullar bu olanağı hızla azaltacak yönde gelişmiş, ilericilere tarihin verdiği süre çok kısa olmuştur. Bundan sonra da Türkiye çok daha uzun vadeli, çok dolambaçlı, çok daha acılı bir gelişme yörün­ gesine girmiştir. Öyle sanıyoruz ki, köy enstitüleri sisteminin etkilerini ve sonuçlarım incelerken, değerlendirmeleri bu gelişmeleri göz önünde tutarak yapmak gerekir. ■ Sistemin önemli İlkeleri ve Esasları Bizim konumuz bakımından, sistemin esaslarını in­ celemiş yazarlar vardır. Bunların başında Fay Kirby(40) gelir. Ayrıca bizim izliyebildiklerimiz içinde, bir kaç ör­ (40) T U rldyede K ö y E n s titü le ri, F a y K irb y , îm e c e Y a y ın ­ l a n , A n k a ra , 1961, s. 248-317. nek ölarak 1968’de TÖS’ün öncülüğü ile toplanan Dev­ rimci Eğitim Şurasında bu konuda yapılan çalışmalar'41’, Ülker Akçakoca'42’, Cevat Geray(43), Bahri Savcı'44’, Cavit Orhan Tütengil'45’, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'46’, gibi ay­ dınların yazılan sayılabilir. Biz bu konuda kendi düşünleri­ mizi özetlerken bu araştırıcılar ve daha başkalan tarafın­ dan ileri sürülmüş düşünleri tekrarlamaktan elimizden gel­ diği kadar kaçınacağız. Yoksa bu konuda o kadar çok dü­ şün ileri sürülmüştür ki, hepsini burada değerlendirmeye, okuyucuya duyurmaya çalışmak kitabın hacmini çok arttı­ racaktır. Bizim önemli saydığımız ve üzerinde durmak istedi­ ğimiz noktalar şunlardır: Kurulan sistemle güdülen amaç, bilinçlendirilmiş emekçi halkın siyasal bir güç durumuna getirilmesiyle alt yapı devrimlerini istiyecek, sömürü düzenini zorlıyacak, bu yöndeki çabalara temel olacak, süreci hızlandıracak bir ortam yaratmaktır. Bilinçlendirme işlemi ancak yeni değer yargılarının topluma benimsetilmesi ile olur. Bu yeni değer yargıları­ nın temelinde ve başında «emek» ve «işin» en yüksek de­ ğer sayılması gelir. D ev rim ci E itim Ş û ra sı, T Ö S y a y ın la n N o. 4 A n . k a r a 1969, K öy E n s titü le r i U y g u la m a s ın d a n ç ık a n S o n u ç la r (H ü rre m A rm a n , C e v a t G e ra y , C ey h u n A tu f K a n s u ), s. 368-393. (42) K a lk ın m a m ız v e K öy E n s titü le ri, İm e c e d e rg is i sa y ı 25-26, m a y ıs -h a z ira n 1963, s a y la fc'— 8, 5— 7. Ü lk e r A kçakoca. (43) İm e c e d e rg isi, K öy K a lk ın m a sı v e T o n g u ç, C e v a t G eray , s a y ı 100, a ğ u s to s 1969, s a y f a 10-13. (44) C u m h u riy e t g a z e te si, K ö y E n s titü le r i v e H a lk E ğ i­ tim i, B a h ri S av cı, 18.4.1968, s. 2. (45) C u m h u riy e t g a z e te s i, K ö y E n s titü s ü T e crü b esi, C a v it O rh a n T ü te n g il, 18 ve 19.4.1966, s. 2. ( 46) C u m h u riy e t g a z e te si, K öy E n s titü le rin in F e ls e fe si H ıfz ı V e ld e t V elidedeoğlu, 18, 19, 20, 21.4.1967, s a y ­ f a 2. 041) Bu değer yargıları yalnız söylemekle, anlatmakla ka­ bul ettirilemez; işin gözle görülür bir değer getirdiği, birşey ürettiği, yapana bir çıkar sağladığı, emeğin sömüriilmediği, kaybolmadığı bir çalışma ortamı sağlamakla benimsetilir. Hem bu amaçla, hem de daha sonraki ilerici atıhmlara te­ mel olması, bu atılımlan istiyecek, yürütecek emekçi sı­ nıflara ekonomik dayanak sağlanması bakımından, ortak çalışma ile yürütülecek, kamu mülkiyetine dayanan kollektif örgütler kurulur: Enstitülerin, okulların tarım alanları, küçük endüstri kuruluşları, çeşitli kooperatifler ve koope­ ratif birlikleri, meslek dayanışma kuruluşları v.b.... Bu kuruluş ve örgütler gitgide geliştirilir ve güçlendirilir. Bunların kurulması ve işletilmesi burjuva devlet düze­ ninin alışılmış formaliteleri, para olanakları ile yapılamaz. Ancak bütün emekçilerin insan gücünün para karşılığı ol­ madan harekete geçirilmesi ile bu olanak bulunur. Böyle bir uygulama, emekçilerin çıkarına işliyecek örgütler içinde angarya sayılamaz, insan gücünün emekçi sınıfların çıkar­ tan için para karşılığı olmadan harekete geçirilmesi, daha sonra girişilecek bütün kalkınma atılımlan için de para ola­ nakları çok kıt, yoksul bir toplum için tek çıkar yol­ dur. Bu doğrultuda yapılacak bütün çalışmalan yürüte­ bilmek için bürokratik esaslann dışına çıkmak gerekir. Bu amaçla örgütün kuruluşuna ve işleyişine temel olan yasa­ lar, diğer yasalann bürokratik esaslarını yadsıyan nitelik­ tedir; örgütü onların tutucu etkisinden kurtarma amacını güder. Emeği ile yaşıyan insanların bilinçlenmesi, kendileri­ ni sömürücülerden ekonomik bakımdan bağımsız kılacak olan bu örgütlenmeler içinde olurken, bunu hızlandıracak, kolaylaştıracak en önemli çalışma yöntemleri özgür okuma ve tartışma, yönetime katılmadır. Tam ve sağlam bir bi­ linçlenmeyi sağlamak için tek ve belli bir görüşün sistemli olarak benimsetilmesi yerine, tam bir özgürlük ve eylem ortamı içinde kişi, doğru yolu kendisi bulacaktır. İnsana ve insan aklına saygılı bir eğitim sistemi bunu gerekti­ rir. Armağanlandırma ve cezalandırma, atanma, nakil an­ layışı ve uygulaması, bilinçlenmeyi önleyici değil, hızlandı­ rıcı, insan kişiliğini geliştirip, olgunlaştırıcı yöndedir. Bütün bu çalışmaların yapılabilmesinin bir koşulu da bütün örgütün ve bu örgütte çalışanların ekonomik anlam­ da bağımsızlıklarını, özgürlüklerini sağlamaya, onları ola­ nağı ölçüsünde tutucu güçlerin ve tutucu örgütlerin etki­ sinden kurtarmaya bağlıdır. Bu amaçla öğretmene maaşın dışında kazanç olanakları verilmiştir. Aynı şekilde bütün örgüt, üretim yapıcı ortak kuruluşlarla donatılmıştır. Eğitim örgütü, Osmanh düzeninin halka vermeye değü, halktan almaya dayanan işleyişinin kalıntılarından tam olarak temizlenememiş diğer devlet örgütlerinin etkisin­ den kurtarılmış, bağımsızlığı sağlanmıştır. Kamusal ekonomik örgütler içinde bilimsel tarım ve teknik çalışmaların iş ilkesine göre yürütülmesi mesleksel farklılaşmayı gerektirir. Bu farklılaşma ise ekonomik açı­ dan tek düze bir dönemde takılıp kalmış statik köy toplumunun, daha üeri süreçlere geçebilmesi için takıldığı noktadan atlatılmasını sağlıyacak en önemli yöntemdir. Mesleksel farklılaşma ekonomik farklılaşmayı getirecek, köy ekonomisi dışa açılacak ve süreç hızlanacaktır. Bütün bu çalışmalara karşı tutucu ve sömürücü güç­ lerden gelecek baltalama ve tepkiler, ilericilere devlet des­ teğini sağlamak amacıyla konmuş bir takım ceza müeyyi­ deleriyle önlenmeye çalışılacaktır. Bu işler gerçekleştirilebildiği ölçüde, bütün tarihimiz boyunca noksanlığı duyulan, gelişimin olmasını önliyen en büyük etken, emekçi sınıfların bilinçlenmemiş olması ve ağırlığını duyuramaması etkeni ortadan kaldırılmış ola­ caktır. O zaman halk - aydın ayrılığı, aydının savunduğu halkın çıkarlarına karşı halkın ilgisizliği bitecek, halk ken­ di hakkını kendisi arıyacaktır. Aydın halktan çıkacak, hal­ kı savunacak, halkla aydın eşdeğerleşecektir. Bütün bu esaslar ve doğrultu, ülkeyi Osmanlı İmpara­ torluğunu yıkarak, ilerleme yoluna sokmuş Kemalist ilkele­ re karşı veya aykırı değildir; onun doğru bir şekilde yo­ rumlanması ve geliştirilmesidir. Bu bakımdan da son dere­ ce açık, meşru bir doğrultudur. Çok kısa bir deyişle, yapılmak istenen bir «devrim için eğitim» uygulamasıdır. Amaç, devrimsel süreci hız­ landırmaktır. ■ Gerçekleşen: Bilinçlenmiş Köylü Aydın Bütün bu şemanın ne kadarı gerçekleşebildi? Yıkılışı gerektiren koşullar çok erken ortaya çıktılar. Şemanın an­ cak başlangıcı uygulanabilmişti. Köylerin ortalama üçte birine istenilen nitelikte aydınlar gönderilebilmiş, bunlar henüz oralarda kökleşememişlerdi. Köy öğretmeninin eko­ nomik bağımsızlığını sağlıyacak çahşmalara girişmesi için çabalanıyordu, ö te yandan enstitüler ve bölge okulları da henüz kendi ekonomik bağımsızlıklarını sağlıyacak çapta üretime geçebilmiş değillerdi. Yani örgüt, daha kuruluşu­ nun başlangıcında idi. Yıkılma işlemine girişildiği zaman bir tek şeye dokunulamadı; yetiştirilmiş öğretmenlerin sınıf bilincine vara­ bilmiş olmalarına! Böylece sistemin uygulanabilmiş sınırlı bölümünün sağladığı en önemli sonuç, elde 20 - 25 bin ka­ dar bilinçlenmiş aydının kalması oldu. Türkiye’de daha sonraki yıllardaki gelişme ve çekişmeler bakımından bu aydınlar çok önemli roller oynayacaklardır. Kuruluşların­ dan 27 yıl sonra bir ilerici aydın şöyle yazıyordu'471: (■m A n t d e rg isi, 17 YU S o n ra G ene 17 N isa n , F e t h i N a­ ci, s a y ı 16, 18.4.1967, s. 7. « ...V e o kısa süre içinde en küçük eğitim imkânının orta­ ya çıkardığı değerler: Fakir Baykurt’lar, Mahmut M akat­ lar, Başaran’lar, Talip Apaydın’lar! Adlarıyla, yazdıklarıy­ la, eylemleriyle coşkulu bir dönemin sembolü haline gelmiş aydın köylüler, yeni yeni Türk insanları... Onlar şimdi öğ­ retmen kuruluşları içinde savaşlarına devam ediyorlar. Hangi öğretmen kuruluşu olursa olsun, düzenli çalışan, kor­ kusuz çalışan bir kuruluş görürseniz biliniz ki, orada köy enstitülerinden çıkma biri vardır. Onları en son Unesco Milli Komisyonunun olağanüstü kongresinde gördüm. Ba­ kanı da, ziyadesiyle ünlü Kültür Müsteşarını da çileden çıkarıyorlardı; inandıklarını, doğru bildiklerini, kimseye umursamadan, apaçık söylüyorlardı...» Bilinçlenmiş köylü aydınların daha sonraki eylemleri­ ne ilerideki bölümde değineceğiz. Sistemin uygulanması ve alınan sonuçlar konusunda bizim açımızdan çağımız ilerici aydınının bilmesi, üzerinde durması gereken ana gelişme çizgisi budur. Bunun dışında eğitbilimsel, ekonomik, toplumsal, siyasal olarak bir yığın ayrıntı söylenebilir. Fakat bunlar başka araştırıcılar tara­ fından incelenmiştir, İncelenmektedir ve ayrıntılara girmek istiyen okuyucu onların yapıtlarından bilgi edinebilecek­ tir. Bizim burada son olarak üzerinde durmak istediği­ miz bir nokta da şudur: ■ Sonuçları Değerlendirirken 1935 - 1946 yılları arasındaki uygulama değerlendi­ rilir ve eleştirilirken, bunun uygulanması düşünülen siste­ min pek küçük bir bölümü olduğu, uygulamanın henüz başlangıcında durduğu bilinmeli ve bu uygulama ile bunun getirdiği sonuçlar, teorik planda sistemin bütünü için öl­ çü sayılmamalıdır. Sistem üzerinde teorik planda yapıla­ cak tartışmalar, uygulanabilmiş küçük bölümüne değil, sis­ tem olarak bütününe bakarak yapılmalıdır. Bu yola gidil­ mezse, yalnız uygulanabilmiş öğeleri köy enstitüsü sistemi­ nin bütünü sanmak gibi bir yanılgıya düşülebilinir. özellik­ le genç kuşaklar, bu yanılgıya düşerek yanlış ve noksan değerlendirmeler yapmış eleştiricilerin etkileri altında kal­ maktan kaçınmalıdırlar. Köy enstitüleri sistemi başlıbaşına ne bir okuma - yaz­ ma kampanyası, ne bir köy kalkınması sorunu, ne bir öğretmen yetiştirme çabası, ne bir okul yapımı girişimi idi. Temel amacı bakımmdan, tarihsel koşulların hazırladı­ ğı bir olanaktan yararlanarak iktidara katılıp elde edilen yürütme gücü ile emekçi sınıfları bilinçlendirmek ve devrim­ sel süreci hızlandırmak için girişilmiş bir devrim stratejisi ve taktiği idi. 5 İsmet İnönü, Köy Enstitüleri ve Hakkı Tonguç Köy enstitülerinin tarihinde hiç şüphe yok ki, İsmet İnönü’nün çok önemli bir yeri vardır. Genel kam İnönü’­ nün Köy Enstitülerini önce kurdurduğu, sonra da yıkılma­ sına göz yumduğu şeklindedir. Bu ana düşünden hareket­ le, İnönü zaman zaman çok ağır olmak üzere birçok kişiler tarafından eleştirilmiştir. Bu bize göre biraz fazla basit yargının ardındaki gerçek nedir? İnönü’nün köy enstitüleri­ nin kuruluşundaki ve yıkılışındaki payı ne kadardır? İnö­ nü’nün köy enstitüleri anlayışı nedir ve köy enstitülerin­ den ne beklemiştir? Köy enstitülerinin tarihinde önemli rol oynamış iki kişinin, İnönü’nü ve Tonguç’un ilişkileri nedir? Düşünleri ve inançları ne dereceye kadar uyuşma halindedir? Bütün bu soruların karşılıklarını bulabilmek için ciddi ve duygusallıktan uzak araştırmalar gerektiği kanısındayız. ■ tik İlgiler Bir defa şunu hemen söylemeliyiz ki, ilköğretim soru­ nuna geniş bir ölçüde el konmasının başlangıcı İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı çağında değildir. Daha önce de birçok kere belirttiğimiz gibi 1935 - 36 yıllarında ve doğrudan doğruya Atatürk’ün isteği üzerinedir. Bu istek üzerinedir ki, Hakkı Tonguç belli amaçları gerçekleştirmek için İlköğ­ retim Genel Direktörlüğüne getirilmiştir. Bütün bunlardan çağın Başbakanı olarak İnönü’nün de bilgisi şüphesiz ki vardır; ama çağın Milli Eğitim Bakanı Saffet Ankan ilk­ öğretim sorunu için çoğu kez Atatürk’le görüşmektedir ve İnönü’nün Başbakan olarak, örneğin ilköğretim dairesi ile, cumhurbaşkanlığı çağındakinin aksine, aracısız bir ilişkisi olmamıştır. Böylece İnönü Cumhurbaşkanı olunca Tonguç’ un önüne şöyle bir sorun çıkmıştır: Yeni Devlet Başkanı ilköğretim hareketini ne ölçüde destekliyecektir, CHP ik­ tidarı ile arasındaki anlaşma konusunda nasıl davranacak­ tır ve en önemlisi ilköğretim sorununu yalnız bir okuma yazma kampanyası şeklinde mi, yoksa Tonguç’uû anladığı ve gerçekleştirmeye çalıştığı geniş anlamı ile mi anhyacaktır. Başlanmış ve bir hayli ilerlemiş olan işler vardır. Eğitmen kursları işlemektedir, yer yer bunlardan köy ens­ titülerinin çekirdeği olan köy öğretmen okullarına geçil­ mektedir. Enstitülerin ana eğitim ilkeleri çoktan uygulan­ maya başlanmıştır. CHP iktidarı içinde bir düşün ve inanç birliği yoktur, her an CHP içindeki güçler dengesinde de­ ğişmeler olabilir, başlanmış ilköğretim işlerini başka yön­ lere çevirecek kişiler güç kazanabilirler. Yeni Cumhurbaş­ kanının bu konulardaki tutumu ilköğretim çalışmalarının geleceğini belirliyecektir. Bu bakımdan İnönü’nün başkan­ lığının ilk günleri Tonguç için kaygılı günlerdir. Yeni Başkanın ilköğretim sorunu ile ayrıntılı olarak ilk ilgilenişi Kastamonu - Gölköy Eğitmen Kursunu denet­ lemesi ile başlar. Bu denetlemenin özel bir önemi vardır. İnönü bu denetlemesi sırasındaki izlenimlerine göre ilköğ­ retim işlerinin yönetimi konusunda yargılara varacak ve kendi davranışını, yönünü saptıyacaktır. Bu denetimi sıra­ sında înönüye gerekli bilgileri vermesi ve açıklamaları yap­ ması için Eğitmen Kursunu kurmuş olan ve o sıralarda İstanbul’da müfettişlik yapmakta olan Süleyman Edip Bal­ kır, Tonguç tarafından acele Kastamonu’ya gönderilir. Tonguç’un kendisinin bu önemli denetlemeye gitmeyişi dikkate değer. Balkır bu denetlemenin anılarım «Güç fa­ kat çok önemli bir görev» başlığı altında ayrıntıları ile anlatır(1). Ona göre kendisini bu göreve yollarken mektubun­ da Tonguç aşağı yukarı şöyle demekteydi: «...Y eni Cum­ hurbaşkanı yurt gezisine çıkıyor. Birkaç güne kadar Kas­ tamonu’ya gidecek. Orada kendisine bizim köy işleri üstü­ ne doyurucu ve inandırıcı bilgiler verme olanaklarını sağ­ la. Sorunumuzun geleceği bakımından bunun büyük önemi var...» Balkır denetlemenin çok olumlu yönde geçmesini sağlamış ve İnönü yapılan işlerle çok ilgilenmiştir. Böylece Başbakanın desteği bir dereceye kadar sağlanmış ve bu kritik çağ atlatılmış olur. İlköğretim konusu 17.7.1939’da açılan 1. Maarif Şû­ rasında geniş olarak tartışılmış ve İnönü konu ile yine il­ gilenmiş, 27.7.1939’da Çankaya’da üyeleri kabul ederek bu konu üzerinde uzun boylu konuşmuştur. Bu arada ku­ rulması tasarlanan köy enstitüleri (daha doğrusu kurulmuş ve kurulmakta olan kurumların adlarının köy enstitülerine çevrilmesi konusunda) kendisine ayrıntılı bilgi verilmiştir. Buna aid geniş bilgi yine Balkır’ın anılarında bulunabi­ lir'2’. Bundan sonra İnönü’nün konu ile ilgilenmesi gittikçe artmıştır. Hakkı Tonguç’la yakından ilişki kurmuş, gezi­ lerinde eğitmen kurslarını ve daha sonra köy enstitülerini her zaman yakından görmüş ve çalışmaları desteklemiştir. 25.8.1942’de Samsun’da bir demeçle köy enstitüleri konu­ tu E s k i B ir ö ğ r e tm e n in A n ıla rı, S U leym an E d ip B a lk ır, A rı ld ta b e v i İ s ta n b u l 1968, s. 285-286. (2) a.g .e. s. 2 3 7 -3 3 5 . sundaki olumlu kanısını kamuya açıkladığı gibi, 1946 se­ çimlerinin sonuçlan alınıncaya kadar da her fırsatta ilköğ­ retim sorununa verdiği önemi belirtmeye çalışmıştır. Şu sözler de onundur: «...Hayatta birçok harpler gördüm. Bir­ çok siyasi meseleler karşısında bulundum. Bunlarda zikre değer hususiyetleri vardır. Fakat hayata gözlerini yumar­ ken hatırlıyacağım tek şey, bu memlekette ilkokul davasının halledilme yoluna girmiş o l d u ğ u d u r . . . Böylece İnönü’­ nün Başkanlığı sırasında ilköğretim sorunu ve köy enstitüıcnni kurma çabaları bir Devlet sorunu ve kampanyası şeKline gelmiş ve böyle yürütülmüştür. Şu, hiç kimsenin yadsıyamıyacağı bir gerçektir: Eğer, 1946’ya kadar İnönü’nün bu geniş ölçüdeki desteği ve yardımı olmasaydı, bu alanda bu derece geniş ölçüde ve bukadar kısa bir süre içinde ba­ şarı sağlanamazdı. Tarihsel gerçek budur ve bunu her tür­ lü duygusal davranıştan sıyrılarak bilmek, kabul etmek ge­ rekir. Devletin her türlü örgütünü bu işe koşarak, mali kaynaklar >bularak, zaman zaman partiden ve hükümetten gelen direnmeleri yenerek, söylev, demeç ve yazılarıyla so­ runun önemini belirterek, İnönü çalışmalara büyük emek katmıştır, ilköğretim Genel Müdürlüğü doğrudan doğruya İnönü ile temas eden ve hatta bazen Bakanı bile athyabilen bir daire halinde çalışmıştır. Hakkı Tonguç da İnönü’nün yardım ve desteğini bir tarihsel gerçek olarak, yayınladığı bir kitabında «...milletçe eşi görülmiyen bir şekilde ilköğ­ retim hareketine geçildi. En ıssız köye kadar varan bu ça­ lışmalar sonunda yılda 2000’i aşan köy okulu binası yapıl­ maya, her yıl bu sayıda okul açılmaya başlandı.Yıllar geç­ tikçe hız arttı... Önümüzdeki on yıl sonunda Türkiye'de ilköğretimi yüzde yüz gerçekleştirmek problemi milli ana davalardan biri haline geldi. İşi tam manası ile milli bir mesele haline getiren, ilköğretimi modern manası ve bilim0 ) 10. m a y ıs 1946 K ü ta h y a g a z e te si, İn ö n ü n ü n K o n y a d a v e rd iğ i dem eç. sel kavramı ile topluma malelmek için bu büyük gayreti gece gündüz demeden harcıyan, rahatsız olduğu zamanlar da bile buna zaman ayırmaktan çekinmiyen, ilgililerin arka­ sını kovalıyan, davayı tarihe mal olacak şekilde makaleler yazarak, söylevler vererek anlatan ve icabında onu savu-, nan Cumhurbaşkanı ve büyük fikir adamı İnönü'dür... Bir memleket meselesini alınca, bir ülkünün peşine düşünce ona nasıl sarıldığını, o işi millete nasıl anlattığını ve nasıl yürüttüğünü göstermesi bakımından ülkücü ve gerçekçi bü­ yük İnönü'nün ilköğretime aid yazılarını aynen kitaba al­ mayı elzem gördüm. Gelmiş ve gelecek öğretmen nesilleri için bu makalelerden daha büyük eğitbilim dersi ola­ maz..»<4) sözleri ile belirtir. ■ İnönü - Tonguç İlişkileri Tarihsel gerçeği bu şekilde belirttikten sonra ilişkilerin ayrıntılarına geçelim. Görülüyor ki, İnönü herşeyden ön­ ce sorunu bu genişlikte alması ile Atatürk’ün ilköğretim politikasını 1946’ya kadar aynı yönde geliştirmiş ve sür­ dürmüştür. Böylece Tonguç’un ilköğretim işinin başına ge­ tirilmesi ile sonuçlanan anlaşma İnönü çağında da devam etmek olanağını bulmuştur. Sorun büyüdükçe ve bir dev­ let sorunu oldukça, tepkiler ve anlayışsızlıklar da arttıkça, başlangıçta ikili (parti - ilköğretim dairesi) diyebileceğimiz anlaşma zamanla üçlü bir duruma gelmiştir: Parti - ilköğ­ retim dairesi- İnönü. Bu üç faktör arasındaki denge, so­ runların çözümü ve gelişimin yönünü saptamıştır. Birçok konularda ve gittikçe sık olarak parti, dolayısıyla hükümet (bunu söylerken hükümet dediğimiz zaman köy enstitüle­ ri sorununu daima tutmuş ve bu konuya büyük önem, emek vermiş sayın Haşan - Ali Yücel’i kastetmiyoruz; zira o da W İlk ö ğ re tim K a v ra m ı, 1. K a k k ı T o n g u ç, R em zi K ita b e v i İ s ta n b u l 1946, s. 390. ilköğretim konusunda hükümetin birçok üyeleri ile çekiş­ me halinde idi ve zaman zaman büyük ustalıklarla onlara rağmen iş görmeyi başarıyordu) anlayışsızlık, direnme ve hatta zaman zaman baltalama eğilimi göstermişlerdir. Bu­ na karşılık bu eğitimin etkisiz kalmasını sağlıyan güç, dai­ ma Cumhurbaşkanı olmuştur. 1946’ya kadar İnönü, siya­ sal gücünü ve otoritesini sorunu desteklemek için geniş öl­ çüde kullanmış ve bundan çekinmemiştir. Bu süre içinde, yani 1939 - 1946 arasında Cum­ hurbaşkanı ile onun İlköğretim Genel Müdürü arasındaki ilişkilerin niteliği ne idi? O çağı yaşıyanlar İnönünün Ge­ nel Müdürüne kişisel bir yakınlık gösterdiği ve içten ilişki­ ler yürüttüğü izlenimini almışlardır. Tonguç, Çankaya köş­ künün sık sık konuğudur, çoğukez H. Ali Yücel’le birlikte giderler, ama tek başına çağrıldığı ve İnönü ile tamamen yalnız, uzun konuşmalar yaptığı da vardır. Hatta bunla­ rın bir kısmı İnönü’nün aüe çevresinde olacak kadar kişi­ seldir. Ayrıca kendisinin bulunduğu birçok toplantılarda devletin dış politikası, milli savunması ile ilgili çok önemli ye gizli sorunların tartışıldığı, karara bağlandığı da olur. Şüphesiz ki, bütün bunlar insana İnönü’nün kendisiyle çok yakın, kişisel ve hatta arkadaşlık ilişkileri kurduğu inancım verecek davranışlardır. Fakat Tonguç bu konuda çok dik­ katli ve çekimserdir. İnönü’nün insanları çalıştırmak ve kendi amaçlarına göre kullanmak istediği zaman ne derece içten ve sevimli gözükebildiğim sanırım çoktan sezmiştir. Bunun için bu yakın kişisel davranışların birçoğunu kendi­ sini görevinde daha iyi, daha istekli çalıştırmak, daha yakın bir -denetim altında tutabilmek için görev gereği İnönü tarafından girişilen davranışlar olarak anlar. Bunları bir­ çok noktalarda tam bir düşünce ve inanç birliği içerisinde olan kişiler arasında gelişmesi doğal olan, ilişkiler olarak saymakta çekingendir. Arada her zaman bir açıldık bıra­ kır, bir bakıma bunu yapmaya da kendisini zorunlu sayar, o bir genel müdürdür, karşısındaki ise devlet başkamdir. İlişkileri bu çerçeve içinde gelişmelidir. Bu çerçeve aşılıp, kişisel ilişküerin içtenliğine kapıldığı zaman, tartışma ve çatışma anlan gelince kendisinin üstü durumunda olanlann, nasıl birdenbire kişisel ilişküerin eşitliğinden sıynlarak üst­ lüklerini hatırlayıverdikleri konusunda acı yaşantılan var­ dır. Hatta o her zaman çok sevdiği, saydığı, ölümü üzerine günlerce konuşamıyacak kadar üzüldüğü, ük işbirliği yap­ tığı Bakan Saffet Ankanla büe!. Bunun için anlaşamıyacağı bir durumda birdenbire arkadaşlığın eşitliğinden itilivermek korkusuyla olsa gerek, her zaman sadece bir genel müdür olduğunu unutmamaya çalışır... Aynca da birlikte çalıştığı Bakanlara ve CHP merkezine karşı güttüğü inanç ve kanılarında bağımsız olmak ükesine bağlıdır. Bir ölçü­ de düşün ve eylem bağımsızlığı olan bir taraf sayar ken­ disini, sadece bir anlaşmaya girmiştir çağın iktidarı üe. Bu sessiz anlaşmaya göre Cumhurbaşkanı kendisini destekliyecektir, o da bütün enerjisi ile çalışacaktır; CHP iktidarı­ nın çoğunluğunun üköğretim davası olarak anladığı şeyi, şu okur - yazar olma sorununu gerçekleştirecektir. Ama bu­ nun bedeli olarak, uyguladığı eğitim ilkelerine, örgütleme sistemine kanşılmıyacaktır, okur-yazar olma değü, asıl bunlardır ki toplumda evrimi hızlandıracaktır. Ve 1946’ya, işbaşından ayrılmasından kısa bir süre öncesine kadar, ta­ rihimizde pek az görülmüş bir derecede, bağımsız olarak işlerini yürütme olanağını elde eder. Fakat aynı zamanda, Tonguç yaptığı her işi de Cumhurbaşkanına büdirir, onun bilgisi dışında bir iş yapmaz. Sonradan gericiler tarafın­ dan Ueri sürülen, onun İnönü’den gizli bir takım işlere kalkıştığı, onu aldattığı şeklindeki suçlamalar gerçeğe ay­ kırıdır. Koşullarına iki tarafın da, karşılıklı uyduğu dürüst bir anlaşmadır bu. Aldatan ve aldatılan yoktur. Diğerinin istek ve düşünlerine körükörüne boyun eğen de yoktur. Yani ne Tonguç İnönü’nün bilgisi dışında Köy Enstitüle­ rinde bir takım hareketlere, öncelikle siyasal anlamda aşı­ rı sol hareketlere girişmiştir, ne de Cumhurbaşkanı onu aralarında konuşulan amaçların dışında, öncelikle sonra­ dan ortaya atıldığı gibi CH P’ye militan yetiştirmek gibi amaçlar için kullanmaya kalkmıştır. İnönü ve Tongüç’un Köy Enstitüleri girişimi ile doğa­ cak her türlü siyasal sorunu enine boyuna ve çok açık olarak tartışıp görüştüklerini gösteren bilgiler vardır. Ör­ neğin Ferit Oğuz Bayır, ki bütün Köy Enstitüleri hareketi süresince Tonguç’un en yakın çalışma arkadaşlığını yap­ mıştır, her ikisinin Çankaya köşkünün kütüphanesinde bir gece yalnız olarak köy enstitülerinden çıkacak öğretmenle­ rin siyasal eğilimlerinin ne olacağını uzun uzun tartıştıkla­ rını ve şu ortak sonuca vardıklarını ve bu konuşmanın ertesi günü Tonguç tarafından kendisine anlatıldığını açıklar(5): Varılan ortak sonuç köy enstitüsü çıkışlıların sosya­ list olabilecekleri şeklindedir. Tonguç’un bize defalarca an­ lattığı bir başka konuşma da yapılan işlerden ve ortaya çı­ kan sorunlardan hiçbirisinin İnönü’den gizlenmediğini gös­ terir: Tonguç’un anlattığına göre 1946’da Hasanoğlan’da Yüksek Kısım öğrencileri aralarında sağcı ve solcu olarak ikiye ayrılıp tartışmaya ve hatta birbirlerine karşı Milli Eğitim Bakanlığına, Emniyete şikayet ve ihbar mektupla­ rı yazmaya başladıkları zaman, durum İnönü’ye duyurulur, Tonguç ne yolda hareket etmesi gerektiğini ona sorar, ül­ kenin sorunlarının tartışılması sırasında girişilen bu dokt­ rin çekişmeleri okul yöneticilerince durdurulmalı mıdır, yoksa tam bir düşün özgürlüğü içinde buna devam mı edil­ melidir? İnönü’nün cevabı şudur: «Ülkenin sorunlarım ve doktrinleri ülkenin yüksek okul öğrencileri tartışmazlarsa kim tartışacak?» Ve ertesi günü Hasanoğlanda Yüksek Kısım öğrencilerini toplayan Tonguç , en geniş bir düşünce (5) F e r i t O ğıız B a y ırla 21.1.1969 g ü n ü A n k a r a d a y a p ı, la n k o n u şm a d a n . ve tartışma özgürlüğü içinde düşünce ve inançlarını belirtip tartışmalarını onlardan ister. İnönü’nün Tonguç hakkındaki kişisel kanıları neler­ dir? Bir defa herhalde Tonguç ona göre becerikli bir orga­ nizatördür, çalışkandır, ilköğretim sorununun esaslarını kavramıştır, Türkiye’nin gerçeklerini iyi tanır. İnönü 18.5.1945’de «İlköğretimin Yeni Yılı» başlığı ile Ulus gazetesine yazdığı yazısında Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak şimdiye kadar hiç yapmadığı bir davranışta bulunur; Tonguç’a isim belirterek resmen teşekkür eder: «...Geçen yıl memlekette 258 bölge okulu açıldı. İşlikleri ve program­ ları ile, bir küçük teknik okulun yerini tutan bölge okulla­ rına verdiği önemden ve elde ettiği başarıdan dolayı, İlk­ öğretim Umum Müdürü Hakkı Tonguç’a teşekkür borçlu­ yum ...» der(6). Ve gezilerinde her uğradığı köy için Tonguç’u öylesine sıkıştırır, o kadar ayrıntılı sorular sorar, her köy için o kadar ayrıntılı bilgisi olmasını ister ki, ni­ hayet bir geziden sonra Tonguç şöyle yakınır: «Türkiye’­ nin 40.000 köyünü de isimleriyle, sorunlarıyla bilmemi is­ tiyor sanki.'» İnönü’nün ilköğretim ve köy enstitüleri konusundaki yazıları'71, demeçleri, çeşitli yurt gezilerinde ve köy ensti­ tülerini denetlemeleri sırasındaki soruları, davranışları, bu konu ile ilgili çeşitli anılar incelenince şu sonuca varılır: O çağın politikacıları ve yöneticileri içerisinde, gerek CHP’de, gerek hükümette İnönü kadar sorunun esasını kavra­ yabilmiş, Tonguç’un amaçlarını, uygulamak istediği ilke­ leri anlıyabilmiş, ayrıntılara inebilmiş bir ikinci kişi yok­ tur. Hele hükümet üyeleri (Yücel’in dışında) ve partinin (.6) tnönU nün 18.4.1945 d e U lu s’d a y a y ın la n a n İlk ö ğ re ti­ m in Y eni Y ılı b a şlık lı y a z ısı. A y rıc a İlk ö ğ re tim K a v ­ r a m ı, 1. H a k k ı T o n g u ç, R e m z i k ita b e v i, İ s ta n b u l 1946, s. 398. ( 7) İ lk ö ğ re tim K a v ra m ı, H a k k ı T o n g u ç, R e m zi K ita b e v i İ s ta n b u l 1946, s. 391-405. yüksek kademedeki yöneticileri ile İnönü arasında bu ko­ nuda çok büyük bir derece farkı vardır. Tonguç, bu gerçe­ ği çok iyi bilmekte idi. ■ İnönü, Köy Enstitüleri ve Toprak Reforma Bir konuda İnönü, Tonguç ve Yücel’i de geride bırak­ mıştır: Bunu Tonguç’un İnönü ile birlikte yaptığı geziler­ den sonra Bakan Yücel’e her gezi üzerine yazı ile bilgi verme alışkanlığından yararlanarak anlıyoruz. 20 Tem­ muz 1942’den 23 Temmuz 1942’ye kadar süren ve Çifte­ ler ve İvriz Köy Enstitülerinin denetlenmesini de kapsıyan bu gezinin bazı bölümlerini Tonguç verdiği raporda şöyle anlatır'8’: «20 Temmuz 1942 pazartesi günü saat 21’de Ankara'dan hareket ederek trenle Biçer istasyonuna gel­ dik. Sabah saat 9’da trenden çıkan Milli Şef orada toplan­ mış olan halkla görüştüler. Bu görüşmeler sonunda, gelen halkın bir çoğunun topraksız oldukları, bir beyin çiftliğin­ de ortakçılık yaptıkları anlaşıldı... (Yazarın notu: Bu bey CHP Milletvekili Emin Sazak olsa gerek...) Sivrihisar’dan ayrıldıktan bir müddet sonra yolun üzerinde küçük bir köye rastladık. Bu köyde dikkati çekecek kadar güzel bir­ kaç binanın önünde bir masa hazırlanmıştı. Genç, iyi gi­ yimli bir zat Milli Şefe burada bir çay ikram etmek iste­ diklerini söyledi. Milli Ş e f* 1 güzel binaları göstererek bu­ (8) ö z e l a r ş iv : « S a y ın B a y H a ş a n A li Y ü cel M a a r if V e­ kili, İs ta n b u l, Ö z e t: M illi Ş e fin Ç ifte le r v e İ v r iz K öy E n s titü le r i s e y a h a t la n h a k k ın d a ra p o r» d iy e b a şlıy a n 8 s a y f a lık belge. (*) B u g ü n te k p a r t i d ö n e m in i k ü ç iim s iy e re k a n s ım a k iç in k u lla n ıla n «M illi Ş ef» d e y im i o ç a ğ d a özellik le re s m i y a z ış m a la rd a k u lla n ılm a s ı g e re k li b ir « resm i» s ı f a ttı. R e sm i ra p o r la r ın d a T o n g u ç ’u n b u d e y im i k u l­ la n m a s ın ı v e b u ra p o r la r d a k i sa y g ılı d e y iş şe k lin i o g ü n ü n k o ş u lla n v e h a v a s ı için d e d e ğ e rle n d irm e k g e ­ re k ir. rası nedir, diye sorunca genç, ...beyin çiftliğidir, dedi. İnö­ nü «birşey içmem, köylülerle görüşmek istiyorum, bana köylüleri çağırın» dedi ve bu köylülerin de topraksız, or­ takçı olduklarını anladı. Buradan ayrıldıktan sonra bize «toprak meselesini süratle halletmemiz lazım. Böyle parya gibi vatandaşlar olmaz» dediler...» Bundan sonra Tonguç her iki enstitünün denetimi ile ilgili geniş bilgi vermekte, yolda uğranılan köylerde daima köylülerle ekim ve iaşe işleri, askerlik meseleleri konuşulduğunu belirtmekte ve Koçhisar çevresinde yolda geçen şu konuşma üzerinde dur­ maktadır: «...Bir aralık İnönü, köy enstitülerinden çıka­ cak ve köylerde çalışacak gençlerden başka 150 ila 200.000 kişilik bir ziraatçı kadrosu yetiştirmemiz lazım geldiğini ve olanların da bu enstitülerdeki çocuklar gibi hem ziraat hem de sanat bakımından çok canlı insanlar olmaları icab ettiğini ve bunu süratle başarmamız gerektiğini, başka mil­ letlerin birkaç asır önce köylerde bizim bugünkü durumu­ muzdan daha mücehhez bulunduklarını izah buyurdular. Böyle bir kadroyu yetiştirmek için talebe bulunup bulun­ mayacağını bin kişilik müesseseler yapıldığı takdirde peda­ gojik mahzurlar çıkıp çıkmıyacağını sordular. Bilhassa bu bakımdan kız talebenin bulunup bulunamıyacağı üzerinde durdular. Bu kadronun üç senelik bir tahsille yetiştirilip ye­ tiştirilemiyeceğini sordular. «İki gün önce aynı meseleye pek kısa bir şekilde yine temas buyurmuşlardı. Bu emirlerini yeni telakki etti­ ğimi ve üzerinde düşünmekte bulunduğumu, meselenin çok büyük ve şumullü olduğunu, bir iki günlük düşünme ile kolayca ve müspet bir şekilde cevap veremiyeceğimi arzettim. Bunun üzerine «bunları esasen üzerlerinde düşü­ nülmek üzere söylüyorum. Düşünün. Bu işler çabuk halle­ dilmeli. Beş sene zarfında böyle bir kadroya sahip olmalı­ yız» dediler...» Bir başka gezi raporundan da şu dikkate değer bö­ lümleri buraya almak istiyoruz*93: Pazarören Köy Enstitüsü­ nü denetlerken İnönü geziye katılmakta olan Tarım Ba­ kanına (Şevket Raşit Hatipoğlu) «...bu faaliyetleri nasıl bulduğunu ve ziraatçi eleman yetiştirme meselesiyle bu ça­ lışmaların birleştirilip birleştirilemiyeceği etrafında sualler sordular. Bu arada enstitü müdürü ile ziraat öğretmenleri­ nin fikirlerini de yokladılar... Sarımsaklı istasyonuna gel­ dik. Trende öğle yemeği yendi... Ziraatçi yetiştirme mese­ lesiyle enstitü faaliyetlerinin birleştirilip birleştirilemiyece­ ği mevzunu ileri sürdüler (İnönü). Ziraat Vekili stajyer ola­ rak bu enstitülere birer genç göndermek istediğini, bunların oralarda beş altı ay kaldıktan sonra yapacağı teşkilata nü­ ve olabileceklerini söyledi...» Tonguç daha sonra Yıldızeli köy enstitüsünün denetlenmesini anlatırken: «...Harman kenarında enstitünün ziraat işleri etrafında, görüşüldü. Daha bol teknik vasıtalarla çalışılması lazım geldiği emrini verdiler. Ziraat Vekilinin mütalaasını ve ziraatçi yetiştir­ me ile bu faaliyetler arasında, ne gibi bir irtibat kurulabile­ ceğini sordular. Bu mevzu etrafında burada da hayli ko­ nuşuldu. İnönü bir aralık köy enstitülerinin sayılarının niçin 25’e kadar çıkarak orada kalacağını, çoğaltılmadıklarım bendenizden sordular. Meselenin evvela bir para ondan son­ ra da yetiştirici eleman ve geniş ölçüde arazi işi olduğunu arzettim. Cevap olarak, parayı bırak, diğer hususlarda me­ sela pedagojik bakımdan bir mahzur var mıdır, dediler ve enstitü talebesinin bir kısmının ziraatçi olarak yetiştirilme­ lerine ne diyeceğimi sordular ve hemen enstitü adedinin ço­ ğalmasını, herşeyden evvel memleketi imar, iyi vasıflı köy­ lü vatandaşlar yetiştirme bakımından çok faydalı olacağını ilave buyurdular. Ziraatçi eleman yetiştirme hususunda dü­ şündüğümü, fikirlerimi henüz bir sisteme irca ederek ya­ yı Ö zel a rş iv , « sa y ın H a ş a n A li Y ücel, M a a r if V ekili, İs ta n b u l, ö z e t: İnönü n U n P a z a rö r e n , Y ıldızeli, A k p ın a r k ö y e n s titü le rin i d e n e tle m e s i ile ilg ili g e z i ra p o ­ ru » 20.8.1942 - 26.8.1942. 7 sa y fa . zamadığımı, bunu yazarak emredecekleri zamanda takdim edeceğimi arzettim. Çok iyi olur. Ziraat Vekiline ver, de­ diler...» Bundan sonra Turhal Şeker Fabrikasındaki ye­ mekte aynı konunun İnönü tarafından tekrar ortaya atıl­ dığını bildiren Tonguç raporuna şöyle devam ediyor: «...Yem ekte milli şef o gün gördüğümüz Yıldızeli, Pamukpınar köy enstitüsünün çalışmalarını bahis mevzuu ederek, ziraatçi yetiştirme meselesini ortaya attılar ve Turhal Şeker Fabrikasının Müdürü olan bir ziraatçi arkadaştan pancar ziraati ile ilgili işlerin kimler tarafından ne suretle yapıldı­ ğını, teşkilatlarının ne olduğunu, bu işler için kaç kişi ça­ lıştırdıklarını, köylülere ne suretle müessir olabildiklerini sordular, yeniden ziraatçi yetiştirme ve köy enstitülerinin sayılarını çoğaltma mevzuuna dönüldü. Ziraat Vekili bu meseleler etrafında düşünmekte olduğunu, gördüğü köy enstitülerinden çok memnun kaldığını ve Ankardya döner dönmez diğer enstitüleri de gidip göreceğini, ancak işleri­ nin çokluğu dolayısıyla şarktakileri yakın zamanda göremiyeceğini ve diğer enstitüleri gördükten sonra daha ko­ lay ve çabuk bir hükme varabileceğini söyledi. Milli şef hemen kısa zamanda, bütün enstitüleri görmesini kendile­ rine emir buyurdular.» Bundan sonra Akpınar köy ensti­ tüsünün denetlenmesi sırasında da aynı konuya değinilir: «...Tarlalar arasında tekrar Ziraat Vekiline hitap ederek (İnönü) enstitü sayısını çoğaltmalıyız. Yetiştirmeyi düşün­ düğümüz ziraatçi talebeyi bu enstitülerde yetiştirebiliriz, dediler... Milli Şef bendenize enstitü sayısının 60’a çıka­ rılması lazım geldiğini, buralarda bir kısım talebeyi zira­ atçi unsurlar olarak yetiştirmek mümkün olacağını, para meselesi diye bir meseleyi ileri sürmememi emrettiler... ö ğ ­ le yemeği için trene geldik... Yeniden enstitü sayısımn ço­ ğalması üzerinde durarak Orbay’a (orgeneral Kâzım Orbay, o sıralarda 3. ordu komutanı oba gerek) ne tahmin eder­ sin, bu yetiştirmeyi tasarladığımız ziraatçilerin sayılarının ne kadar olacağını zannedersin, dediler. Kâzım Orbay şim­ diye kadar dinlediğim direktiflerinize nazaran altmış bin ki­ şi olması icabediyor deyince daha çık, birkaç misline çık buyurdular. Tekrar Ziraat Vekilini bu mevzu etrafında ko­ nuşturmak istediler. Vekilden köy enstitülerine ne gibi yardımda bulunabileceklerini sordular... Dönüşte yemekler­ de tekrar tekrar köy enstitüleri mevzuu ile ziraatçi yetiştir­ me işi konuşma mevzuu oldu. Ankara’ya yaklaştığımız sı­ rada hepimizi tekrar yanlarına çağırdılar. Ziraat Vekili ile İktisat Vekilinin hazır bulunduğu bir zamanda alâkalıların herbirine bazı emriler vererek bunları not defterlerine yaz­ dılar. Bendenize verilen ve kendi defterlerine kaydedilen hususlar şunlardır: 1. Köy Enstitülerinde balıkçılık faali­ yetine seyahatta konuşulan şekilde önem verilmesi... 2. Enstitü sayısını altmışa çıkarmayı esas olarak almalı. Bu­ na göre hazırlanmalı. Gelecek sene bu vakitte kırkı bul­ malı. Defterime bunu not ediyorum. Üzerinde düşünün, ha­ zırlıkları yapın, ben Başvekille görüşürüm. Para cihetini te­ min ederim...» Kanımızca yukarıdaki bilgiler çeşitli bakımlardan son derece ilginçtir. Bir defa bunlardan İnönü’nün köy enstitü­ leri meselesinin sadece bir okuma - yazma öğretme, bir öğ­ retmen yetiştirme sorunu olarak anlamadığı anlaşılır. Bu bakımdan Tonguç’un paralelindedir ve hükümet ve parti ileri gelenlerinden bu konuda tamamen ayrılır. İkincisi, çok kısa bir sürede bu kadar çok sayıda tarımcı yetiştir­ mek istemekle güttüğü amaç nedir? Bunu toprak ağaları­ na karşı yukarıda beliren tutumunun ışığında incelemek gerekir. Birkaç yıl içinde 200.000 tarımcı hangi alanda kullanılacaktır? Bunlar köy enstitülerine alınarak ye­ tiştirileceklerine göre, en yoksul köylerden ve çoğun­ lukla topraksız veya az topraklı ailelerden gelecekler­ dir. Topraklan olmazsa bunları köylere tarımcı olarak gön­ dermekle ne elde edüecektir? Bunların tanm memuru ola­ rak devlet hizmetinde çalıştırılmaları da düşünülemez. 40.000 köy için 200.000 tarım memuru, üretim yapmayan memur yetiştirmenin de bir anlamı yoktur. İnönü’nün ge­ zide gerekçe olarak ileri sürdüğü «..memleketi imar, iyi va­ sıflı köylü vatandaşlar yetiştirme...» düşüncesi çok genel anlamda ve belirsizdir. Bize göre İnönü’nün bu tasaıisının bir tek amacı olsa gerektir. En kısa zamanda çözümlenmesi gerektiğini söylediği toprak reformu sorununda bu 200.000 kişilik tarımcı kadrosundan yararlanmak. Toprak reformu­ nu gerçekleştirdikten sonra ilk yıllarda ortaya çıkabilecek verim düşüklüğüne ve ekonomik buhrana karşı bu kadroyu kullanarak direnmek. Böyle bir reformda kendisine destek olacak bir kadro sağlamak. Daha sonra, 1945’lerde İnönü’­ nün gerçek bir toprak reformu tasarısını meclisten geçire­ bilmek için nasıl çabaladığını, hele o ünlü 17. maddeyi nasıl bizzat kaleme aldığım, tasarının CHP Merkez Yönetim Kurulundan nasıl zorla geçirildiğini düşünürsek(10), ki da­ (.10) B u k o n u iç in b a k : T ü rk iy e n in D ü z e n i, D o ğ a n A vcıoğlu, B ilg i y ay ın e v i, A n k a r a 1968, s. 234-238. B u ese rd e n ş b p a s a jı b u r a y a a k ta r m a d a n g e ç em iy e c eğ iz: « ...İn ö n ü m a d d ey i a ç ık ç a M eclise em p o ze e tm e k te n ç e k in m iş tir. -D ik ta tö r e m r e tti y a p tırd i-d e n sin is te ­ m em iş, h iç d e ğ ilse g ö rü n ü ş ü k u r t a r m a y a ö n e m v e r ­ m iş tir. T irito ğ lu n a k e n d i g a y re tiy le m a d d e y i M eclis­ te n g e ç irip g eç ire m iy e c e ğ in i s o rm u ş tu r. T irito ğ lu G eçiririm . F a k a t b ü tü n p a r t i m ü f e ttiş le ri re fo rm u n aley h in d e. P a r t in i n d e ste ğ i la zım , d e m iştir. « T irito ğ lu m esele y i C H P M e rk e z Y ö n e tim K u ru ­ lu n a g e tirm iş tir . O n la ra în ö n ü n ü n m a d d e n in k a n u n ­ la ş m a sın ı is te d iğ in i... a n la tm ış tır. B u n u n ü z e rin e ilk önce M. Ş e v k e t E s e n d a l -bism illah- d iy e re k 17. m ad d e ö n e rg e s in i im z a la m ış tır. C e v a t D u rsu n o ğ lu v e F a ik A h m e t B a ru tç u is e ö n e rg e y i im z a la m a y ı re d d e tm iş ­ le rd ir. İn ö n ü bu m u h a le fe ti d u y m u ş ve ö fk e le n m iş­ ti r . B a ş ta E s e n d a l v e S a ff e t A n k a n o lm a k ü zere, p a r t i ile ri g e le n le ri h a re k e te g e ç m işle r, g e c e y a ta ­ ğ ın d a n k a ld ır a r a k B a ru tç u y a ö n e rg e y i İm z a la ttırm ışla r d ır. B a ru tç u p ija m a ü s tü n e p a n to lo n u ç e k e re k im ­ z a y a y e tiş m iş tir. A slın d a ile rici b ir k iş i o la n C e v a t D u rsu n o ğ lu d a ts ta n b u ld a n ilk v a s ıta ile A n k a ra y a g e tir tilm iş ve B a ş b a k a n ın ö n ü n d e ö n e rg e y i im za- ha birkaç yıl önceden toprak reformu tasarısı için savaş­ makta olan İnönü’nün kendi partisi başta olmak üzere bü­ tün politikacılardan ve devlet yöneticilerinden ne şiddetle bir direnme geleceğini öngördüğüne hiç şüphe yoktur, köy enstitülerinden bu konuda yararlanmak için ilgilileri bu derece sıkıştırdığı tezi ileri sürülebilir. Bu olaylar sırasın­ da dikkati çeken bir nokta da Tarım Bakanının bu konu­ daki çekimserliği, kaçamak davranışıdır. Bu davranışta hem kendi uzmanlık alanı saydığı bir alana eğitimcilerin sızması çabalarını önlemek isteği, hem de partinin genel eğilimini göz önünde tutarak bu kadar geniş bir tarımcı kadrosunun hiç şüphesiz hızlandırabileceği toprak sorunla­ rının ortaya atılması olayını geciktirmek istediği gibi ne­ denler rol oynasa gerektir. Bir başka dikkate değer nok­ ta, İnönü’nün bu geniş kadronun mutlaka köy enstitülerin­ de yetiştirilmesi için Tarım Bakanım kandırmaya çalış­ masıdır. Bunda da örgütlenme bakımından köy enstitüsü kurucularının Tarım Bakanlığından çok daha tecrübeli ve başarılı oldukları, ayrıca da yetiştirilecek tarımcılara ileri düşünce ve inançların köy enstitülerinde daha başarılı bir şekilde kazandınlabileceği gibi hesaplar rol oynamış ola­ bilir. Burada sonuç olarak şu yargıya varılabilir: Bugün birçok sol yazarların savlarının, aksine, İnönü 1946’ya ka­ dar toprak reformu konusunda gerçekten son derece çaba harcamış, fakat köylüden siyasal alanda ağırlığını duyurala m ış tır. İn ö n ü bu k a d a r la d a k a lm a m ış, y a k ın la rın ­ d a n F ik r e t Y ü z a tlıy ı M eclise g ö n d e rm iş tir. Y ü z a tlı în ö n ü y e a tf e n şu sö z le ri m ille tv e k ille ri a ra s ın d a y a y m ış tır -to p ra k re fo rm u is te m iy e n p a r t i b en im p a r tim d e ğ ild ir - B u a ğ ır b a s k ı ü z e rin e d ir ki, 17. m a d d e ö n e rg e s in i 321 m ille tv e k ili im z a la m ış ve m ad d e k a n u n la ş m ış tır. F a k a t 17. m ad d e, 1950 y ılın a k a d a r y ü r ü r lü k te k a ld ığ ı h a ld e u y g u la n a m a m ış tır.» Y a z a rın n o tu : Ş u k ıs a p a s a j b ile k ö y e n s titü le ­ r in in k u ru lu ş y ılla r ın d a İn ö n ü Y ü ce l v e T o n g u ç u n n e ç e ş it b ir p a r t i ile ç a lış m a k z o ru n d a o ld u k la rım g ö s te rir . cak derecede bir toprak isteğinin gelmemesi, aynı isteği ileri sürecek yeterli bir devrimci kadronun olmayışı onu ken­ di partisine karşı ortada bırakmıştır. Ezilen köylü sınıfı toprak istemeden ve kendilerine destek olacak devrimci kadrolar yetişmeden bir politikacının veya politikacıların, İnönü kadar bile güçlü olsalar toprak reformunu gerçekİeştiremiyecekleri ortadadır. İnönü’nün enstitü kurucularının o günlerdeki çabala­ rını aşan bu istekleri gerçekleştirilememiştir. Tonguç’un sonradan, ölümüne kadar defalarca yakınlarına ve çalışma arkadaşlarına anlattığına göre, Tarım Bakanı kaçamak dav­ ranmakta devam etmiş, en önemlisi Yücel 200.000 tarımcı yetiştirme ve enstitüleri 60’a çıkarma düşüncesini benim­ sememiş, eleman, örgütlenme ve para yönlerinden bunu gerçekleştirme olanağı olmadığını öne sürmüş, hatta Cum­ hurbaşkanının bu kadar aşırı istekler ileri sürmesinde, ken­ di yokluğundan yararlanarak Tonguç’un onu kışkırttığın­ dan bile şüphelenmiştir. Tonguç da sonradan Yücel ile birlikte bu tasarıyı gerçekleştirme olanağı göremediklerini İnönü’ye anlattıkları zaman İnönü’nün kendilerine «çok büyük fırsat kaçırıyorsunuz, bu savaş yıllarından yararla­ narak bunları yapmalı idiniz, savaştan sonra ne olacağı bel­ li değildir, bunların hiçbirisini bize yaptırmıyocaklardır, ile­ ride beni dinlemediğinize çok pişman olacaksınız» dediğini anlatır ve 1946’dan sonra en karanlık günlercje şunları ek­ lerdi: «Gerçekten onu dinlemediğimize sonradan çok piş­ man oldum. İtiraf edeyim ki, bu tasarının gerçekleşmesi benim de gözümde çok büyümüştü. Sayıların çokluğu beni de çok ürkütmüştü. Gerçekleştiremiyeceğimizden korkmuş­ tum. Eğer benim aklım yatmış olsaydı, YüceFe rağmen işe girişirdim. Bütün köy enstitüsü çalışmaları içinde pişman­ lık duyduğum tek nokta budur. Eğer enstitülerin sayısını 60’a çıkarıp, gerçekten 200.000'de tarımcı yetiştirebilmiş olsa idik, çok daha şiddetle gelecek olan tepkiler (1946 sonrasını kastediyor, yazarın notu) sırasında ipe gitmek bile bana vız gelirdi. Gözüm arkada kalmazdı. Am a bu fırsatı kaçırdık.» Bu arada Tonguç’un İnönü’nün tasarısı üzerinde dü­ şündüğünü, yakın çalışma arkadaşlarının bu konudaki dü­ şüncelerini aldığını gösteren belgeler vardır, örneğin Rauf İnan bir mektubunda bu konuya şöyle değiniyor'11’: Hakkı Ağabey!, Ankara’nın düşünmeye fırsat vermiyen günlerin­ den sonra üç haftadır yollarda geçen saatlerimi en ziyade odanızda açtığınız o mühim mevzu dolduruyor: Kısa za­ manda köye teknik alanda becerikli yüz, ikiyüz bin adam yetiştirmek meselesi. Gittikçe mevzua daha ziyade nüfuz edebiliyor ve bazı hareket noktalan buluyorum. Kanaatimca bu işe bütün genişliği ile başlamadan önce kısa bir tec­ rübe devresi olmak üzere eldeki eğitmenler, enstitüler vc. son teşkilat kanunundan istifade ederek başlamak müm­ kündür. Bir yıllık bir tecrübeden sonra işe tam ölçüdeki ç pıyla ve kanunlarıyla girilebilir. Bu tecrübe başlangıcın­ da bir tek maddelik bir kanun çıkarılabilirse o zaman işler daha kolaylaşmış olur. O madde de: Köy Enstitülerinin tesis ve inşa masraflarında olduğu gibi diğer sarfiyatta da bu işi 2490 sayılı kanunun elinden kurtarmaktır. «Düşünceme göre bu işe ve bu tecrübeye elimizdeki kanunlardan faydalanılarak derhal başlıyabiliriz de; hatta bunu memleketin bugün içinde bulunduğu ve çaresini A m e­ rika diyarlarında aradığı buğday meselesiyle de birleştire­ rek, sıkıştıran bir durumun ve duyulan bir ihtiyacın zor­ lamasına da bağlamak mümkündür. «Ne şekilde, ne derecede ve ne ölçüde olursa olsun bu teşebbüsde benden hizmet umabildiğiniz anda tered­ dütsüz emrinizde olacağım. Hele eğer bu hizmetim iki yıl­ (ii) ö z e l a rş iv , R a u f tn a n ’ın H a k k ı T o n g u ç ’a özel m e k . tu b u , M ah m u d iy e, 6.9.1942 ta r ih li. R a u f İ n a n o t a ­ rih le rd e Ç ifte le r K ö y E n s titü s ü M ü d ü rü idi. dan fazladır emellerimi ve emeklerimi içinde bulduğum ens­ titüden beni ayırmazsa çok bahtlı olacağım, tcab ederse Muş ovalarına,. Pasinlere gönüllü olduğumu da hissediyo­ rum.» ■ Tonguç’a Göre İnönü İnönü Tonguç’un toplumsal ve ekonomik alandaki inançlarının, düşüncelerinin ne dereceye kadar farkında­ dır? CHP konusundaki eleştirilerini, CHP’nin henüz ana ilkelerini bile gerçekleştirmekten çok uzakta bulunduğu, CHP yöneticilerinin birçoğunun devrimcilik, halkçılık çizgi­ sinden çoktan ayrıldıkları, apartman, komisyon, bankacı­ lık, arsa spekülatörlüğü gibi işlere daldıkları, kısacası burjuvalaştıkları, devrimi dejenere ettikleri şekindeki düşün­ celerini ne dereceye kadar bilir? ilköğretim Genel Müdür­ lüğü ve CHP ve hükümet arasında ortaya çıkan bir çok sürtüşmelerde İnönü’nün hakem rolü oynamak zorunda kaldığı ve çoğukez de ilköğretim dairesini tuttuğu, ayrıca bu gibi sürtüşmelerde Tonguç’un sözünü esirgemiyen bir kişi olduğu göz önünde tutulursa İnönü’nün onun genel si­ yasal ve toplumsal inançları konusunda oldukça doğru bil­ gi sahibi olmasını kabul etmek gerekir. Bu arada İnönüTonguç kişisel ilişkilerinde şimdiye kadar hiç açıklanma­ mış ve Tonguç’un açıklanmasını hiç istemediği, böyle bir ilişkiye sürüklenmiş olmaktan da pek sıkıntı duyduğu bir olayı anlatalım: Günün birinde bir Antalya Bahçecilik Kooperatifinden kendisinin Cumkurbaşkanı tarafından üye yazdınldığı ve ilk üyelik yatırımlarının da İnönü tara­ fından ödendiğine dair Tonguç’a bir mektup gelir. Koopera­ tif Antalya’nın varlıklı kişileri tarafından kurulmuştur. Tonguç bu durumdan pek sıkıntı duyar, birincisi bundan sonraki taksitleri ödeyecek maddi olanağı yoktur ve daha önemlisi böyle bir varlıklılar kooperatifinde ortak olarak bulunmak onun kooperatifçilik anlayışına da aykırıdır. He­ le Cumhurbaşkanından özel yardım almış durumuna düş­ meyi biraz da kişisel bağımsızlığına aykırı sayar. Bundan sonraki taksitleri ödemez, taksitler bir süre köşkten öde­ nir, fakat Tonguç’un ödememekte devam etmesi üzerine üyelikten çıkarılır. İnönü’nün davranışındaki nedenler ne­ lerdir? Tonguç’un genel dünya görüşlerinin ve kooperatif­ çilik konusundaki düşünlerinin ki, bunların defalarca ara­ larında konuşulduğuna şüphe yoktur, İnönü tarafından bi­ linmemesi olanaksızdır. O halde amacı ne idi? Bu sadece takdir ettiği bir memura karşı içten gelen bir armağan vermek çabası mıdır? Yoksa CHP ileri gelenleri topluluğu­ nun dışında kalmakta özel bir dikkat gösteren Tonguç’ıı onlar gibi davranmaya zorlamak yahut zaten Tonguç’tan tedirgin olan CHP ileri gelenlerine onu kendilerinden biri gibi gösterebilmek için girişilmiş bir çaba mıdır? Bilmiyo­ ruz. Olayı sadece kaydetmekle yetiniyoruz. Bizde Ton­ guç’un böyle bir armağanı İnönü’ye olan büyük saygısına rağmen reddetmesi anlamlıdır. Tonguç’un İnönü’nün genel dünya görüşü, siyasal dü­ şünleri konularındaki kanısı nedir? Tonguç’a göre İnönü yoksul halk sınıflarından değil, orta sınıftan gelme bir politikacıdır. Kendi kendini yetiştirerek dünyadaki bü­ tün siyasal akımlan bilinçli bir şekilde izliyebilecek geniş bir kültür edinmiştir. Bu, onun insanlığın evriminin genel yönünü bilmesini sağlar. Böylece o çağın Türkiye’deki yö­ netici ve politikacılarından onlarla karşılaştınlamıyacak de­ recede üstün olduğu, içinde yoğrulduğu olaylar, darbeler, savaşlarla az rastlanılır bir yargılama, karar verme, yö­ netme yeteneği kazandığı ve Tonguç’un kendi deyimi ile «bir ülkeye ancak bir yüzyılda bir gelecek ender üstünlükte bir kişi olduğu» şeklindedir. Ama sanırım ki, onun ezilen sınıflardan gelmediği, tam anlamı ile bu sınıfların tem­ silcisi olmadığı gerçeğini hiç unutmaz. Fakat ne olursa olsun Tonguç için CHP ile İnönü birbirinden çok başka şeylerdir. Bütün bu hayranlık duygularına rağmen Ton­ guç İnönü ile olan ilişkilerinde daima tetikte ve kuşkulu­ dur. Kişisel inanç ve düşüncelerinde değişiklik yapmama­ ya, körükörüne İnönü’nün buyruğu altına girmemeye çok dikkat eder. Çok saygılı davranışına rağmen kendi inançla­ rına ve kanılarına uymayan bir girişim kendisine yaptırıl­ mak istenildiği zaman sert çıkışları olur. Bunların en tipik ve önemlilerinden birisi şudur: ■ İlk Kopma 1946 yıllarında CHP içindeki sağ kanadın gücü art­ mıştır. Bunlar köy enstitüleri konusunda İnönü’ye sü­ rekli olarak baskı yapmakta, onu enstitülerde rejimi teh­ likeye düşürecek sistemli sol çalışmalar yapıldığına inandır­ maya çalışmaktadır. Enstitü yöneticilerinin birçokları sü­ rekli olarak kontrol altında tutulmakta, hareketleri, konuş­ maları tesbit edilerek belli bir açıdan yorumlanmakta ve hükümet ileri gelenlerine, İnönü’ye ulaştırılmaktadır. Ton­ guç bunun farkındadır. Üzerinde bu bakımdan en çok durulanlardan birisi de Hasanoğlan Köy Enstitüsü Müdürü Rauf Inan’dır. Ankara’nın bazı ilçelerinde öğretmenler ve halkla yaptığı bazı konuşmalar bu yönden tespit edilerek yukarılara ulaştırılmış ve R. Inan’ın Müdürlükten alınma­ sı için İnönü’ye baskı yapılmıştır. Bir gece Tonguç Çan­ kaya köşküne yemeğe çağırılır. Yemekte ondan başka Baş­ bakan Saraçoğlu, Milli Eğitim Bakam Yücel vardır. B ir­ den İnönü Rauf Inan’ı çok taktir ettiğini, tanıdığı en ça­ lışkan Enstitü Müdürlerinden birisi olduğunu anlatmaya başlar ve onun bu çalışmalarına karşılık terfi etmesi gerek­ tiğini, bakanlığa müfettiş olarak alınmasının doğru olaca­ ğını belirtir. Bu sözler Tonguç’a hitaben söylenmektedir, Başbakan ve Milli Eğitim Bakanı ile daha önce konuşul­ muş olsa gerekir; çünkü onlar da İnönü’nün söylediklerine katılırlar, İnönü Tonguç’un onayını da almaya çalışmak­ tadır. Tonguç durumu kavramıştır, terfi ettirmek, taktir etmek perdesi altında yapılmak istenen R. İnanı kızağa çekmek, aktif görevden almaktır. Ve ilk defadır ki, İnönü İlköğretim Dairesinin personel politikasına karışmaktadır. Bu, aralarındaki işbirliği yönünden bir dönüm noktasıdır. Mesele ustaca tertiplenmiştir, kendisine iyi elemanlarından birisini feda ederek işin içinden sıyrılmak olanağı verilmek­ tedir. Direnirse çabşmalan ile kendisini göstermiş bir iş arkadaşının ilerlemesini önlemiş bir üst duruma bile düşe­ cektir. Ama o direnmek yolunu tutar. İnönü’ye verdiği karşıük masanın havasını buza çevirir: «Bir defa kelle vermek yolunu tutacak olursanız günün birinde sıra sizin kellenize de gelecektir.» İnönü konuyu değiştirmeye, işi şakaya çevir­ meye çalışır. Bir daha o gece bu konu açılmaz. Ama bir­ kaç gün sonra da Tonguç’a rağmen R. inan müfettişliğe ata­ nır. Bu, İnönü’nün Tonguç’u desteklemediği, onun kanısı­ nın aksine karar verdiği ilk olaydır ve sonun başlangıcıdır. Bilmiyoruz İnönü 1950 -1960 döneminde, Uşak’da, Kayseri’de, Topkapı’da Tonguç’un bu sözlerini hatırlamış mı­ dır? Olay bizce şu yönden de önemlidir: Bu konuşma şek­ li Tonguç’un özellikle başkalarının yanında İnönü ile ko­ nuşurken kullanmaya çok dikkat ettiği o saygıh dilin çok uzağında, bir türlü anlaşamadığı CHP ileri gelenleri, mil­ letvekilleri ve diğer yüksek devlet memurlarıyla konuşur­ ken kullandığı dildir ve bu kişilerle işbirliği yapma eğilimi­ ni sezdiği İnönü’ye karşı da bu dili kullanmakta çekinme­ miştir. ■ Çember Daralıyor İnönü’nün bundan sonraki davranışlarını inceliyebilmek için önce 1946 - 1950 çağında köy enstitüleri yönün* den önemli siyasal gelişme ve değişmelere değinmek gerek­ lidir. Çok partili hayata geçişle birlikte CHP’nin sağ kana­ dı güç kazanır. İnönü’nün başlıca ilgisi artık ilköğretim sorunundan, çok partili «demokratik» hayatın yerleşmesi sorununa dönmüştür. Bu yolda kendi partisi içinde gücü artan sağ kanatla işbirliğine girişir. Yücel bakanlıktan ay­ rılır, yerine bu sağ kanadın temsilcisi Reşat Şemsettin Sirer gelir. Sirer Bakan olur olmaz Tonguç kendisine bir­ likte çalışamıyacağını, başka bir göreve verilmesini diledi­ ğini söyler. Sirer boynuna sarılarak «sen bu görevden ayrı­ lırsan ben meslektaşların önüne ne yüzle çıkanm?» diyerek, kalmasını ister(12). Fakat kısa bir süre sonra önemli düşün­ ce ayrılıkları başgösterir. Sirer gerçek yüzünü gösterir. Ba­ kanlık makamında aralarında çok şiddetli bir tartışma ge­ çer. Sirer «Senin çoluk çocuğunla birlikte belini kıraca­ ğım» diye avaz avaz bağırmakta, kapının dışında özel Ka(12) T o n g u çu n F o n ta m a r a k ita b ın ı b ir ö ğ re tm e n e a r m a ­ ğ a n e tm e o la y ın d a n ö tü r ü D a n ış ta y c a is te n e n y a z ılı sa v u n m a sın d a n . T o n g u ç b u s a v u n m a y a z ıs m d a o lay ı, b ir y a r g ı o rg a n ın a k a r ş ı k u lla n ılm a s ı g e re k e n ö lç ü ­ le r içinde şöyle a n la t ır : «...1946 se ç im le rin d en so n ­ r a k u ru la n R ecep P e k e r k a b in e sin d e M illi E ğ itim B a k a n ı o lan y u k a rıd a k a r a k t e r i k ıs a c a b e lirtile n R e ş a t Ş e m s e ttin S ir e r’le işb irliğ i y a p a m ıy a c a ğ ım ı B a ş b a k a n ın M ecliste o k u d u ğ u b e y a n n a m e d e k i sö zle­ rin d e n k e s tird iğ im için, v a z ifem d e n a y rılm a m a m ü ­ sa a d e e tm e sin i B a k a n d a n ric a e ttim . O, (b e n m e s­ le k e f k â r ı u m u m iy e si ö n ü n e ne y ü zle ç ık a rım ? ö y le şey olm az, b e ra b e r ç a lışa c a ğ ız ) dedi. Ç o k g e ç m e d en b azı m ille tv e k ille ri ile el b irliğ i e d e re k M illet M ec­ lisinde a ley h im e te r tip le r k u r m a y a ç a lış tığ ın ı h is s e t­ tim . t i k d ileğ im i k e n d isin e te k r a rla d ım . B u d e fa (k a rd e şim sen d en T a lim v e T e rb iy e Ü y e si o la r a k is tifa d e edeceğiz, ö ğ r e tm e n o la r a k B a k a n lık ta n a y ­ rılm a n (y a z a rın n o tu : T o n g u ç’u n ö ğ re tm e n o la r a k a ta n m a s ın ı is te d iğ i a n la ş ılıy o r) u y g u n g ö rü lm e d i. Y aln ız s a n a b ir n o k ta y ı sö y liy ey im : B iz M eclise ta v iz a t o la r a k k ö y e n s titü le rin i b ir o p e ra s y o n a ta b i t u ­ ta c a ğ ız . B u n a ü z ü lm iy e ce k v e se s ç ık a m a y a c a k s ın ) dedi. K en d isin e cev ap o la ra k , o z a m a n y e n i in tiş a r e tm iş ilk ö ğ re tim K a v ra m ı ad lı k ita b ım ı v e rm e k le ik ­ ti f a e ttim ve (cev ab ım bu k it a p ta y a z ılıd ır) dedim ..» lem Müdürü Hakkı Uludağ korkudan ne yapacağını bileme­ mektedir. Tonguç, Bakana «elinden hiçbir şey gelmiycceği» karşılığını verir ve çıkıp gider. 21.9.1946’da İlköğretim Genel Müdürlüğünden ayrılmıştır. İnönü ile ilişki zaten Yücel’in Bakanlıktan ayrıldığı günlerde kesilmiştir. Şimdiye kadar anlattıklarımızdan görülüyor ki, Ton­ guç işe başladığı gündenberi iç yapısı homojen olmayan CHP’ye ve onun iktidarına karşı köy enstitüleri ve ilköğ­ retim hareketinin desteklenmesi konusunda sürekli olarak kaygı ve şüpheler içindedir. Bunu sık sık yakın çalışma arkadaşlarına da sözle veya mektuplarıyla açıklamış, CHP nin girişilen ilköğretim kampanyasından her an için vaz­ geçebileceğini, yahut girişimin niteliğini değiştirmeye çalı­ şabileceğini belirtmiştir. Başlangıçtan beri görülen tepkiler, eleştiriler ve engellemeler gitgide artmıştır. Parti içindeki sağ kanadın eleştiri ve tepkileri, parti içindeki toprak ağa­ larının tepkileri, bunların sözcülüğünü yapmakta olan eğitbilimcilerden gelen eleştiriler ve köy enstitülerinde ülkenin toplumsal ve ekonomik sorunlarıyla ilgili olarak yapılan her araştırma ve konuşmanın bunlar tarafından her fırsatta büyültülerek ve kötülenerek, sistemli aşın sol çalışmalar yapıldığı şeklinde kamuya duyurulması, törenlerde okunan öğrenci şiirlerinin bile bu yönden abartılarak didik didik edilmesi, zaten çeşitli nedenlerle ilköğretim Genel Mü­ dürlüğüne karşı olan birçok Hükümet dairelerinin, özellikle polis ve Iç işleri Bakanlığının bütün bu olayları resmi şi­ kayet ve soruşturma konuları yapma çabalan baskının gittikçe arttığını, çemberin gittikçe daraldığını gösteren belirtilerdir. Böylece durumun gittikçe kendisine karşı dön­ düğünü farkeden Tonguç’un 1944’den sonra başlıca pa­ rolası «daha çabuk ve daha çok» dur. İnönü’nün öngör­ düğü 60 köy enstitüsü, 200.000 tarımcı tasarısını gerçek­ leştirme olanağı artık yoktur ama, işler eldeki eleman ve paranın elverdiği oranda geliştirilip genişletilir. Tonguç enstitülerin genişlemesi, enstitülere daha çok öğrenci alın­ ması için Enstitü Müdürleri üstündeki baskıyı onları çok defa direnmeye ve umutsuzluğa yöneltecek derecede arttı­ rır. Birkaç yıl sonra ne olacağının belli olmadığını, özellik­ le savaşın sona ermesi ile birlikte yepyeni sosyal ve siya­ sal sorunların ortaya çıkacağını sık sık tekrarlamaya baş­ lar. Bu gibi çalkantılar içinde ülkedeki siyasal güçler den­ gesinin bozulacağı, yeni dengeler kurulacağı, bu arada köy enstitüleri konusunun nasıl gelişeceğinin bilinmemesi gibi olasılıklar onda büyük kaygılar uyandırmaktadır. Özellik­ le öğrenci sayısının süratle artması gerektiğini artık iyice anlamıştır. Sistemin güvenliğini ve geleceğini yalnız onların sayısının artmasında görmektedir. İnönü’nün geniş ve de­ ğerli desteğinin toplumsal ve siyasal güçler dengesi bozul­ duğu zaman azalabileceğim, belki de tamamen ortadan kal­ kabileceğini farketmiştir. Süleyman Edip Balkır anılarında(13) şöyle der: «...eğitmen kurslarında işe yeni başlanıl­ dığı zaman bana yazdığı mektubunda (Tonguç) aman ilk sayı durağımız 3000 olsundu. Köy Enstitüleri çabaları sür­ dürülürken bu rakam hep yalnız öğretmen olarak 60.000 dolaylarındaydı. Hiçbir zaman çokla yetinmemiş, hep da­ ha çok, daha büyük üstüne yüklenmişti...» Tonguç Arifiye Köy Enstitüsünü gezerken öğrenci sayısını o kadar arttır­ ma çabası içerisindedir ki, yatakhanelerde öğrencileri üç vardiya halinde yatırmayı dahi düşünür. Bu enstitü müdü­ rü Balkır’ın sert bir tepkisi Ue karşılanır. Balkır «...Ben Arifiye Köy Enstitüsü Müdürüyüm, Arifiye Köy Enstitüsü Yatakhaneleri Müdürü değil...» der. Bunun üzerine Ton­ guç şunları söyler: «...Sîzler yalnız bir enstitünün görevle­ rinin ve bunların getirdiği sorumlulukların yükü altında­ sınız. Am a yurt ölçüsünde bu büyük işi yönetenlerin he­ sapları, düşünceleri tamamen başka doğrultuda (Yazarın (U) E ğ itim d e t k i A n ıt: Y ücel, T o n g u ç. Y a z a n S ü le y m a n E d ip B a lk ır. A rı B a sım e v i İ s ta n b u l 1969, s. 100-103. notu: İnönü kastedilse gerek). Açıklıyayım: Bizim memle­ kette ilerisi için şu enstitüler üzerine neler olacağım kestir­ mek çok zor. Geçmişe bakarak kimi yargılara varabiliriz. Köy Öğretmen Okulları, Şehir Yatı Okulları bir süre ya­ şadı sonra kaldırıldı. Neden? Çünkü gürültüsüz patırtısız kaldırılabilecek kadar sayıları azdı. Mesele şurada... İnö­ nü (elinizden geldiği kadar çok enstitü açın, gücünüzün dı­ şına çıkarak buralara alabileceğiniz kadar çok öğrenci alın) diye bizi zora koşmakta. Bu tarihin getirdiği bir ders­ tir. Yarınki yakınma kapılarını şimdiden kapatma zorun­ dayız...» Görülüyor ki, özellikle 1944’den sonra Tonguç’da enstitülerin geleceği konusundaki endişeler büsbütün art­ mıştır. Fakat işi daha da genişletmek olanakları çok azdır, bütün örgüt zaten son gücü ile, insanüstü bir çaba ile ça­ lışmaktadır. Biraz daha zorlama tepkilere ve hatta en de­ ğerli elemanların işi bırakma tehdidi ile sonuçlanmaktadır. Örneğin daha 1943’de 500 öğrencisi olan Düziçi Köy Ens­ titüsüne 1010 öğrenci alınacak şekilde tertipler alınması için verilen emir, Enstitünün çok değerli Müdürü Lütfü Dağlar’ın böyle bir işi başaramıyacağı gerekçesi ile istifa­ ya kalkışması sonucunu vermiş ve Tonguç’la aralarındaki dramatik yazışmalardan sonra Müdür bundan vazgeçirilmiştir(14). Görülüyor ki, Tonguç ve Yücel, İnönü’ye işi onun istediği ölçüde genişletmek olanakları olmadığını söyledik­ leri zaman bunda gerçek pay çok büyüktür. ■ Bir Şiir Bu noktada asıl konumuzdan ayrılarak olaylarla ilgi­ li bazı örnekler vermek istiyoruz. Okuyucunun bu dönem­ deki havayı anlıyabilmesi için bunu gerekli görüyoruz: (14) Ö zel a r ş iv : L. D a ğ la r’ın is tif a s ı v e ilg ili m e k tu p la ş ­ m a la r. Köy enstitülerinde sistemli olarak herhangi bir to p ­ lum - bilimsel öğretinin öğrencilere verilmemesine rağmen, özgür düşünme, okuma ve tartışma ortamı yoksul aileler­ den gelmiş enstitü öğrencilerinin toplumsal bozukluklar vc dengesizlikler konularında, kafalarında kendi kendine bazı sorular uyanmasına yol açıyordu. Böylece hiç umi|lmadık bir öğrencinin, beklenmedik bir yerde ve hiçbir ard düşünü olmadan, toplumsal ve ekonomik konularda vardığı düşün­ leri açıklayıvermesi, bu açıklamaların orada bulunan ve bu gibi açıklama ve tartışmalara karşı son derece hoşgörü ­ süz olan bir kısım yöneticiler tarafından büyütülerek Devle­ tin güvenliği ile ilgili önemli olaylar durumuna getirilmesi, Ankara’da Bakanlıklar arası çatışma ve sürtüşmelere yol açıyor, çoğu kez Cumhurbaşkanınına kadar götürülen bir sorun olup çıkıyordu. Bunların en tipik örneklerinden biri­ si bir Ladik Köy Enstitüsü öğrencisinin izinli olarak bu­ lunduğu Gümüşhacıköy ilçesindeki 1944 yılı 19 Mayıs töreninde okuduğu bir şiir üzerine çıkmıştır. Yerel yöne­ ticiler tarafından İçişleri Bakanlığına duyurulan ve kovuş­ turmaya başlanan olay üzerinde İçişleri Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı arasında çekişme ve yazışmalar olmuş­ tur. Ladik Köy Enstitüsü Müdürü Enver Kartekin, olayı Tonguç’a yazdığı bir mektupta şöyle anlatıyor'151: «...B u müddet zarfında bir mesele ile de karşılaştık. Bu mektubu asıl onun için yazıyorum: Bu defa köyüne izinli gidenlerden 4. sınıf talebesinden Cemal Dal, Gümüşhacıköy kazasında 19 Mayıs bayramında kürsüye çıkarak başka bir arkadaşı­ nın yazdığı (Köylü Dertleri) adlı şiiri okumuş. Orada hazır bulunan Kaymakam, Jandarma kumandanı ve Savcı bu şi­ irin bazı yerlerini beğenmemişler. Bilhassa: Cis> ö z e l a rş iv : L a d ik K öy E n s titü s ü M ü d ü rü E n v e r K a rte lin ’in 23.6.1944’d e H a k k ı T o n g u ç ’a y a z d ığ ı m e k tu p . Ve bu k o n u ile ilg ili d iğ e r y a z ış m a la r. Gözün açık değil melül durursun Bulanık suların arlık durulsun Mahkemeye gitsen suçlu olursun Sende hakim için altın yok köylüm. bendini (hükümet memurlarına ve hakimlere tariz şeklin­ dedir) diyerek üç koldan harekete geçmişler. Çocuğu ka­ rakola götürmüşler, ifade almışlar. Çocuk okulunda birçok defalar bu şiirin okunduğunu söylemiş ve kurtulmak dü­ şüncesiyle de (bu şiirimiz Vekilimiz karşısında bile okun­ du; yine ses çıkarılmadı) demiş... Hükümet erkanı bu me­ selede tereddüte düşmüşler. Vaziyeti belki de (son günler­ deki hadiselerle alakalıdır) diyerek Amasya Valiliğine, La­ dik Sulh Hakimliğine yazmışlar ve (bu meselede hükümet memurlarına karşı bir tariz var. Şiir manalıdır. Bu şiirin okunmasına Enstitü Müdürü hakikaten müsaade etmiş mi­ dir) diyerek bazı suallere cevap istemişlerdir. Durumu öğ­ renince doğruca Gümüşhacıköye gittim. Kaymakam ve Sav­ cı ile konuştum. Kendilerini bu meselenin manasızlığı üze­ rine ikna ettim. Yazdıklarına pişman oldular. Fakat iş iş­ ten geçmişti. Amasya Valisi ile görüştüm. Bu şiirin ne maksatla yazıldığını anlattım. Aradaki, hakimlere karşı yazılan bendin evvelce idaremizce çıkarılmış olduğunu, fa­ kat daha önce, yani biz tashih etmeden bu çocuğun o ben­ di de arkadaşından aldığı için ve bizim düzeltmemizden haberi olmadığı için Gümüşhacıköy de hepsini beraber oku­ muş olduğunu izah ettim. Vali de kani oldu. (Bu meselede Devlet memurlarına tariz yoktur. Olsa olsa sizin çıkart­ mış olduğunuz o bendi o çocuğun okumuş olmasından ad­ liyeciler alınırlar. Onun için sizin mütalaanızı alarak biz vaziyeti Dahiliye Vekaletine yazalım) dedi. Ladik'e dön­ düm. Sulh Hakimliğince... dün, ben, şiiri yazan Veli Erdemir, okuyan Cemal Dal, türkçe öğretmeni Sabahat, Eğitim- başı ve diğer bir öğretmen sorguya çekildik. Vaziyeti anlat­ tık... Şiiri yazan Veli Erde midin ayrıca bir piyesi vardı. Bu piyesinde bir enstitü mezununun köyüne gidince köyde­ ki mütegallibenin suçlarını tespit ederek hükümete nasıl verdiğini ve adli makamlara nasıl teslim ettiğini gösteri­ yordu. Bu vaziyet de söyliyerek Veli’nin devlet memurları­ na ve hakimlere karşı büyük bir itimat ve hürmet beslemek­ te olduğunu söyledik... Hakim ve kaymakam tamamen lehi­ mize olarak tespit ettikleri ifadeleri yine müspet kanaat halinde lazım gelen yerlere bildirdiler. Vaziyet adliyeye in­ tikal ettiğine göre belki de Adliye Vekaletine ve Dahiliye Vekaletine yazılacaktır. Mesele şöyledir: Veli Erdemir Gümüşhacıköy kazasının Korkut köyündendir. Köyünde cahil ve zalim bir muhtar halkı uzun müddet soymuş. Veli Erdemir bakımsız ve geri olan köyünün böyle zalim bir adam tarafından yıllarca idare edilmesini gördükçe ve köy­ lerinden bu muhtarı atmak için teşebbüsler yapıldıkça hü­ kümet memurlarına para yedirerek muhtar yine mevkiinde kalmıştır. Beş altı seneden beri bunları duya duya meşbu bir hale gelen Veli Erdemir, geçen yıl üçüncü sınıfta iken sırf kendi köyünü anlatmak düşüncesiyle (köylümün dert­ leri), (köylüm gelirim bir gün) başlıklı şiiri yazmış. Geçen yılki öğretmenleri bu şiirin başına (eski zamana aiddir) ser­ levhasını koyarak bu şiiri okumasına Veli Erdemir’e müsa­ ade etmişler. Biz gelince Veli Erdemir bu şiiri bize de okudu. Hemen kendisinden vaziyeti sorduk. Yukarıda yaz­ dığını izahatı verdi. Biz bilhassa altıncı bendi, yani hakim­ lere tariz sayılan kısmı tamamen çıkararak okunmasını doğru bulduk, kendisine de söyledik... Öyle hissediyorum ki, günden güne Köy Enstitülerinin durumlarını şüpheli görmek ve böyle ufak tefek hadiseleri istismar etmek istiyenler var. Dava için hepimiz canımızı harcamaya hazırız. Fakat böyle manasız tefsirleriyle bizi işlerimizden alıkoy­ mak istiyenler asabımızı bozuyorlar. ..» Köylü Dertleri isimli şiir şudur°6). Sabanla kovarsın baharı güzü El için işlersin bayırı düzü Derindir bilinmez işin içyüzü Katlan köylüm katlan gelirim bir gün. Cahil muhtar bilmez halin nasıldır. Ayaklar çatlamış eller nasırdır. Verdiğin paralar göz damlasıdır. Katlan köylüm katlan gelirim bir gün. Derdini anlatsam halin bilinmez. Dışın görünse de için görünmez. Hocan muska yazar hastan dirilmez. Seni kurnazların emiyor köylüm. Paralar verirsin bütçeniz artmaz. Başa seçtiğiniz doğruluk yapmaz. Bahçeler yaparsın diktiğin tutmaz. Katlan köylüm katlan gelirim bir gün. Bütün işlerini plana aldık. Size şu sefillik yetmez mi artık. Elbisen yamalı çarığın yırtık. Köylüm dert ortağın olurum bir gün. Gözün açık değil melul durursun. Bulanık suların artık durulsun. Mahkemeye gitsen suçlu olursun Sende hakim için altın yok köylüm. Uçan bir kuşun var, daha konmadı. Kimseler derdine derman bulmadı. Benim de burada sabrım kalmadı. Nasip olacak mı ermeye köylüm. Pek eski zamandan bükülmüş belin 06) ö z e l a rş iv . V eli E rd e m ir’in (K ö y lü D e rtle ri) b a şlık lı şiiri. Yaş değmiş paslanmış, ses vermez telin Hasta vücudunun doktoru benim Gönlünü açmaya gelirim bir gün. Hepsinden üstündür ahlakın, huyun Her adam içemez derindir kuyun Borusuz geliyor içilmez suyun Suyunu süzmeye gelirim bir gün. Malsız mülksüz kalmış pek çoktur acın Yabandır aşılanmamış ağacın Hiçbir gün kalbimden gitmiyor acın. Acından dert aldım, dertliyim köylüm. Yeter senelerce çekmişsin kahır Kadını erkeği hepsi de dahil 15 yaşındaki yiğitler cahil Marifet yuvası kur attın köylüm Yardım yapılmıyor öksüz kalana İltimas geçilir zengin olana Haksız olanların beyni bulana Adalet yanımda gelirim bir gün. İnişli yokuşlu dağlardan indim Günlerce sayarım bitmiyor derdin Seni hasta duydum görmeye geldim Gizli dertlerini aç bana köylüm. Köy için yazarım bu şiirleri Kalbimde gizlerim enstitüleri Bu gaye yolundan dönmem ben geri Vatanın uğruna coşar giderim. Yazan: Veli Erdemir ■ Ve İki Piyes Bir ikinci örnek olarak 14.10.1945 günü Akçadağ Köy Enstitüsünde ikinci dönem mezunları için yapılan tö­ rende oynanan bir piyesten ötürü yine İçişleri ve Milli Eği­ tim Bakanlığı arasında karşılıklı yazışmalara yol açan olaylar verilebilir. Malatya Valisi Ahmet Kınık’ın resmi yazısı üzerine patlıyan bu olayda, öğrencilerce temsil edi­ len «bir piyes ve bir komedinin» (idare elemanlarını ve or­ du mensuplarını rencide edici) olduğu ortaya atılmıştır. Bu olayla ilgili olarak Tonguç’un Malatya Valisi Ahmet Kınık’a yazdığı bir mektubu vererek, onun ve Milli Eğitim Bakanlığının bu gibi durumlardaki tutumunu belirtmeye çalışacağız'171: «Sayın Bay Ahm et Kınık, Vali. Malatya: «Bizim olduğu kadar sizin de idareniz altında bulunan ve bizimki kadar sizin de emekleriniz katılan Akçadağ Köy Enstitüsünde yapılan diploma dağıtma töreninde oy­ nanan iki piyesle ilgili yazılarınızı aldım. Bu olay ilk ba­ kışta insana üzüntü veren bir karakter taşımakta idi. Bazı tesadüfler piyeslerin oynandığı sırada orada bulunanlar­ dan birkaç kişi ile görüşmek fırsatını verdi. Sizden, Ensti­ tü idaresinden gelen yazılarla bunlardan hiç haberi olma­ yan müşahitlerin anlayışları beni bu mesele hakkında hü­ küm vermezden önce size şu mektubu yazmaya şevketti. Cumhuriyet devrinin en çalışkan ve en kültürlü valilerin­ den biri olarak tanıdığım siz, aynı zamanda karakterine çok güvendiğim birkaç dostumun dostu olduğunuz için aramızda başka bağlarla örülmüş bir samimiyetin olması icab edeceğine de kaniyim. Türlü zamanlarda ve türlü şart­ lar içinde sizinle yaptığım her görüşmeden bol bol haz duyarak ayrıldığımı da hatırlıyorum. İşte bu sebeblerin hepsini göz önüne getirince kendi kendime şu suali sor­ dum. Vicdanen hüküm vermekte sıkıntı çektiğim bir meseleyi aydınlatıcı tedbirlere neden başvurmuyorsun? t>7) ö z e l a rş iv : 14.10.1945 g ü n ii A k ç a d a ğ K ö y E n s ti tü ­ sü n d e y a p ıla n tö re n le ilg ili e v r a k v e T o n g n ç’u n V ali A h m e t K ın ık ’a y a z d ığ ı 13.11.1945 g ü n k ü m e k tu p . Mesela bunlardan biri, meseleyi resmi yazıların çerçevesi dışına çıkararak Validen sormak... Size bu mektubumu yazdırtan hüküm işte bu sorunun içinde bulunan düşün­ cedir. Şimdi esas mesele hakkında bitaraf bir hüküm ve­ rebilmek için şu noktaları aydınlatmanızı rica edeceğim: 1. En yakın bir nünasebetle bağlı bulunduğunuz ve çalış­ malarını dikkatle takip ettiğiniz Akçadağ Köy Enstitüsü Müdürü ile öğretmenlerini, memurları ve ordu mensuplarını bir piyes oynatmak yoluyla tahkir edecek zihniyette ve düşüncede buluyor musunuz? Şayet bu fikirde iseniz bu­ nun evveliyatına ait bazı hadiseler biliyor musunuz? 2. Umumi olarak okullarda yapılan törenler fena niyetli in­ sanların teşebbüslerini saklamaya çalıştıkları sıralardır. Bizim tecrübelerimizle edindiğimiz karıaatlara göre tören­ ler sırasında karşılaşılan başarısızlıklar, seyirciler üzerinde bırakılan fena tesirler yazıcının veya aktörlerin, yani rol sahiplerinin muvaffakiyetsizliklerinden ileri gelen bir takım betbahtlıklardır. Bu törende oynanan ve üzerinde duru­ lan piyeslerde böyle bir hal mevcut değil midir? Şayet işte böyle bir mahiyet var ise, onu bu zaviyeden görerek kül­ tür müesseselerinin gelişmesi için sadece menetmekle veya onda fena niyet aramakla iyi bir sonuca ulaşılamayacağını taktir buyuracağınıza eminim. 3. Akçadağ Köy Enstitüsü­ nün kuruluşundan bugüne kadar bütün çalışmaları sinema şeridi gibi gözümün önünden geçiriyorum. Ve kendi ken­ dime (bu insanlar kötü niyetli olsalardı bu işleri yapar­ lar mıydı) diyorum. Onların tabiat şartlarıyla, çevrelerin­ deki düzensizliklerle yılmadan nasıl uğraştıklarını ve geç­ miş yıllarda şu veya bu şekilde aralarına sokulmuş olan fena insanları nasıl çarklarının dışına attıklarını düşünü­ yorum. Müesseseyi ziyaret ettiğim günlerde öğretmen ve öğrencilerle neler konuştuklarımızı hatırlıyorum. Geçen yıl­ dan beri bu enstitünün mezunlarından aldığım mektupları teker teker yeniden gözden geçiriyorum. Bütün bunlardan bir neticeye varmaya çalışıyorum. Hadiseler ben onlar hak­ kında öldürücü ve haysiyetlerini kırıcı hüküm vermeye bir türlü götürmüyor. Onun için meseleyi hangi cephesinden ne suretle tutup yürütmenin memleket için daha faydalı olacağını şimdilik kestiremiyorum. 4. Size ilk görüştüğü­ müz günden itibaren bu müessesede çalışanlara ağabeylik etmenizi rica etmiştim. Bu olaydan sonra onu da hatırla­ maktan kendimi alamadım. Acaba işlerinizin çokluğu mu benim bilmediğim zamanlarda burayla sıkı sıkıya bağlan­ manıza engel oldu? Oradaki arkadaşları zihniyet itibariyle sizden ayrılmış bulsaydınız bunu behemahal bize duyurur­ dunuz kanaatındayım. Şimdiye kadar bu da yapılmadığına göre siz de benim gibi ümit etmediğiniz bir zamanda hiç ak­ lınızdan geçirmediğiniz bir durumla mı karşılaştınız? Eğer bu böyle ise meselenin izahı ve manalandırılması çok daha kolaylaşır. Y ok bir hayli zamanlardan beri türlü bakımlar­ dan bu müessesedeki durumu benimsenmiyecek bir şekil­ de gördünüz ve bulduysanız o zaman bütün bu mesele­ leri birbirine bağlamak ve bir sonuca varmak kolaylaşır... Size içimi olduğu gibi aksettirmeye çalıştım. Eğer cevap vermekte bir mahzur görmüyorsanız benim için henüz ka­ ranlık olan ve yukarıda işaret edilmiş bulunan noktaları lütfen aydınlatmanızı ve müessese hakkındaki umumi kanaatlarınızı bildirmenizi bilhassa rica ederim. Gelen gi­ denlerden müdürün çok yorgun olduğunu, hatta sağlık du­ rumunun endişeli bulunduğunu işitmeye başladım. Bu ha­ kikaten böyle ise Şerifin (yazarın notu: Enstitü Müdürü Şe­ rif Tekben) bu hale gelmesinin tek sebebi oradaki hudut­ suz çalışmalarıdır. Sizden bu noktayı aydınlatmanızı da rica edeceğim. Bu münasebetle en derin saygı ve sevgileri­ mi sunarım... Hakkı Tonguç.» Bu örneklerden bizce anlaşılan şudur: Bu kitabın 4. bölümünde sistem olarak köy enstitülerini anlatırken ince­ lediğimiz gibi, kurulmakta olan sistemin gereği olarak bir­ çok alanlarda İçişleri ve ona bağlı kuruluşların yetki alanı daraltılıyor, M. Eğitim Bakanlığınmkiler genişletiliyordu. Oysa ki o günlere kadar, rejimin başlıca güvenliği İçişleri Bakanlığının ve onun bazı kuruluşlarının yürüttüğü sıkı kontrol mekanizması idi. Bunun yerine, bir takım özgür­ lüklere, insan haklarına geniş yer veren yeni bir sistemin konmaya çalışması, şüphesiz ki iki Bakanlık arasında sür­ tüşme ve çekişmelere yol açacaktı. Ayrıca, 1944 yılından sonra bu duruma siyasal gelişmelerin de etkisi olmaya baş­ lamıştı. Tek partinin içindeki iktidar çekişmesi gitgide sağ kanadın çıkarına olarak gelişiyordu. Toplumsal ve ekono­ mik alandaki gelişmelerin bu yönde oluşu, iki Bakanlık arasındaki sürtüşmenin de içişleri Bakanlığını güçlendire­ cek bir şekil almasına yol açıyor; durum gitgide siyasal bir nitelik kazanıyordu. Yani iki Bakanlık arasındaki çekişme, gitgide politikacıların bir çatışma alanı durumuna geliyor­ du. 1945’den sonra yukarıda örneklerini verdiklerimize benzer olayların artması, bunların birçok yerlerde daha sonraki siyasal gelişmelerde önemli roller oynıyacak yöneti­ ciler tarafından yaratılması bir raslantı değildir; iktidarı ele geçirmek için hazırlanan CHP sağ kanadının ve bu­ nun daha güçlenmiş şekli sayılabilecek DP’nin hazırlığı içinde bulunanların siyasal girişimleridir, örneğin yukarı­ da sözü geçen Malatya Valisi Ahmet Kınık’ın daha son­ raki siyasal olaylar içinde oynadığı rolleri hatırlatalım. ■ Çifteler «Solculuk» Olayı Yukarıda örneklerini verdiğimiz şekUde tek olaylar, yurdun çeşitli yerlerinde çıka dursun, Enstitülerin yıkıl­ ma döneminde üzerinde çok durulacak ve yıkıcılar tarafın­ dan alabildiğine sömürülecek iki olaydan da burada söz etmek zoru vardır. Bunlar daha sonra kullanılan deyim­ lerle «Çifteler ve Hasanoğlan solculuk olayları»dır. Çifteler olayı 1943 yılının 12. ayında ortaya çıkmış­ tır. Bir kısım enstitü öğrencileri güvenlik kuruluşlarına gönderdikleri bir ihbar mektubu Ue bazı arkadaşlarının bir «komünist şebekesi» kurduklarını ve aşırı sol bazı kitaplar okuduklarını, bütün bu çalışmaların üzerinde Asiye adlı dikiş öğretmeninin de etkisi olduğunuf yazarın notu: bö­ lüm 7’de köy enstitüleri konusundaki eleştirilerini inceliyeceğimiz Asiye Eliçin) iddia etmektedirler. İlginç nokta, sö­ zü geçen öğrencilerin hepsinin son sınıfı bitirmek üzere ol­ malarıdır. Ayrıca' ihbarın yüksek köy enstitüsü giriş sı­ navlarından birkaç gün önce yapılmış olması da dikkate değer. Suçlanan öğrenciler şunlardır08’: Hayrettin özer, Mustafa Ünal (Buğday), Talip Apaydın, Turan Aydoğan, Veli Demiröz, Ahmet Ertaş, Mehmet Unver, İhsan Arıkan, Mustafa Oytan, Numan Köseoğlu, Niyazi Baykal. Bu ihbar üzerine birgün enstitüde ansızın sınıflara girilmiş, söz ko­ nusu öğrencilerin üstü ve eşyaları aranmış, bazı yazı ve kitaplarına el konmuştur. Daha önce Enstitüdeki görevin­ den ayrılmış olan Bn. Asiye mahkemeye verilmiş, öğren­ cilere disiplin cezaları verilmesi için Okul Yönetimine ve Milli Eğitim Bakanlığına tavsiyede bulunulmuştur. Son yıl­ larda olayla ilgili bazı kişilerle yaptığımız konuşmalardan sonra şu kanıya vardık: İşin esası Yüksek Köy Enstitüsü­ ne gidebilme konusundaki çekişmedir. Son sınıf öğrencileri iki gruba ayrılmışlar, seçme sınavını kazanma şansı daha az olan grup, enstitünün en iyi yetişmiş ve en çalışkan öğrencilerini ihbar etmiştir. Amaçlan bunların yüksek kıs­ ma gitmelerini önlemek ve kendilerinin seçilme şansını art­ tırmaktır. Olayın tarihi de bu bakımdan tam bu sınavlara girme gününe rastlamaktadır. Ders durumları ve genel kül­ türleri diğerlerinden daha iyi olduğu anlaşılan ihbar edil­ miş öğrencilerin solculuk denebilecek düşünleri ve çalışma­ cısı ö z e l a r ş iv : Ç ifte le r o la y ı ile ilg ili e v r a k v e m e k tu p ­ la r. lan ise bugünkü ölçülerimize göre pek masum ve çocukça­ dır. O çağa göre pek sol sayılan «Kadın ve Sosyalizm», «Al­ tın Zincir» gibi birkaç kitabdan başka, kişisel düşünlerini yazdıkları not defterleri dışında ele hiçbir şey geçmemiş, öğrencilere değil mahkeme kararı ile ceza, disiplin cezaları bile verilmemiştir. İhbar edilen 11 öğrenciden 9’u sınavı kazanarak Yüksek Köy Enstitüsüne gitmişlerdir: Özer, Apaydın, Ünal, Aydoğan, Demiröz, Unver, Arıkan, Köseoğlu, Baykal. İhbarı yaptıkları tahmin edilen 12 öğren­ ciden de 5’i sınavı kazanmış ve yüksek kısma gitmişlerdir. Yine olaya karışanların son yıllarda açıkladıkları kâmları­ na göre, Çifteler Köy Enstitüsü öğretmenlerinden bazıları, özellikle bir öğretmen, böyle bir ihbar yapmaları için ih­ barcı öğrencileri kışkırtmıştır. Bütünüyle oldukça çocukça ve basit gözüken bu ola­ yın daha sonraki yıllardaki etkileri, gerek olaya adı karı­ şanlar, gerekse köy enstitüleri bakımından önemli ve acı olmuştur. İki grup arasındaki çekişme, Yüksek Kısımda da sürmüş ve biraz sonra inceliyeceğimiz «Hasanoğlan solcu­ luk olayı» denilen gelişmeyi hazırlamıştır. Bu basit olaylar, yıkılma döneminde yıkıcılar tarafından önemli kanıtlar, kozlar olarak ileri sürülmüş ve kullanılmıştır. Çifteler ola­ yına adı karışanların daha sonraki durumlarını incelemek de ilginç sonuçlar verir: Hiçbirisinin mahkumiyeti olmadı­ ğı halde bu çocuklardan Hayrettin Özer, Mustafa Ünal (Buğday) ve Talib Apaydın, Turan Aydoğan, Veli Demir­ öz, Ahmet Ertaş, Mehmet Unver Yedeksubay Okulundan çavuş çıkarılmış, Mustafa Ünal çavuş olarak askerliğini ya­ parken bölmüş, diğerleri askerlik hizmetlerinden sonra öğ­ retmen ve ilköğretim müfettişi olarak çalışmaya başlamış­ lar ve çoğu halen de çalışmaktadırlar. Fakat zaman zaman bakanlık emrine alınmışlar, sık sık soruşturmalara uğra­ mışlar, sürekli olarak izlenmişlerdir. Bu olaydan sonra Çifteler Köy Enstitüsünün üzerinde güvenlik örgütlerinin sürekli olarak durduğunu da anlıyo­ ruz. Nitekim Eskişehir Milli Eğitim Müdürü Hüsamettin Arkan, 22.12.1944’de, yani olaydan bir yıl sonra Hakkı Tonguç’a yazdığı bir mektupta Enstitü Müdürünün (yaza­ rın notu: Raif İnan) şüpheli kişi sayıldığını ve izlendiğini öğrendiğini bildirmektedir'19*. Görülüyor ki, CHP iktidarının iç çekişme ve çatış­ maları, bu iktidarı iki başlı bir duruma getirmekte, bu çe­ lişmeli durum örgütlerin alt kademelerine bile ulaşmakta, yapılan çalışmaları zorlaştırmakta, görevlilere, öğrencilere yok yere acı çektirmektedir. Bu iktidarın bir kolu köy ens­ titüleri girişimini yürütmeye, geliştirmeye çalışırken, aynı iktidarın başka bir kolu bunu durdurmak, lekelemek çaba­ lan içindedir. Enstitülerin içindeki en ufak çekişme ve ça­ tışmalar bile bu ortamda sömürü konusu olmakta, küçük olaylardan, zararı büyük gelişmeler doğmaktadır. Ama bu durumu doğal saymak gerekir; çünkü CHP iktidarı birbiriyle alttan alta çekişme, çatışma halinde bulunan çeşitli güçlerin bir koalisyonudur. ■ Hasanoğları «Solculuk» Olayı Hasanoğlan olayı da Yüksek Köy Enstitüsünde oku­ makta olan bir kısım öğrencilerin, diğerlerini yine güvenlik örgütlerine ihbar etmeleri üzerine ortaya çıkmıştır. Yüksek Köy Enstitüsünde öğrencilerin bir kısmı sağ ve sol grup­ lar olarak ikiye ayrılırlar. Bu dönemde Ankara’daki yük­ sek okullarda da aynı tartışmalar yapılmakta, hatta üniver­ site öğretim üyeleri aralarında ikiye ayrılarak çatışmakta­ dırlar. Yüksek Kısımda ise ülkenin sorunlarının tam bir düşün ve tartışma, özgürlüğü içerisinde konuşulması, tartı(19) ö z e l a rş iv : E s k iş e h ir M illi E ğ itim M ü d ü rü H ü sa ­ m e ttin A rk a n ’ın H a k k ı T o n g u ç ’a 22.12.1944 g ü n ü y a z d ığ ı özel m e k tu p , k e n d i el y a z ısı ile. şılması, bundan enstitülerde uygulanacak yöntemler açısın­ dan pratik sonuçlar çıkarılması bu kurumun kuruluş ama­ cıdır. Bu bakımdan, özgür tartışma ortamı içinde, yasala­ rın sınırlarını aşmadan yapılacak konuşmalar, inceleme­ ler, tartışmalar Bakanlıkça ve Yüksek Kısım Yöneticilerin­ ce uygun görülmüştür. Bir süre sonra bu tartışmalarla özellikle sağcı denilen grup tarafından suçlamalar, saldırı­ lar şeklinde yürütülmek istemesi üzerine Tonguç, öğrenci­ leri toplıyarak defalarca onları uyarmış, bu gibi davranış­ ların kendilerine ve bulundukları kuruma çok büyük za­ rarlar verebileceğini onlara anlatmaya çalışmıştır. Buna rağmen bir kısım öğrenciler, Çiftelerdekine benzer şekilde ihbarlar yapmak gibi çirkin bir yola gitmişlerdir. Bu dav­ ranışı, artık çocukça saymak olanağı da yoktur. Bu işe girişenler kişilikleri gelişmiş olması gereken yüksek okul öğrencileridir, birçok kereler de uyarılmışlardır. Sağcı öğ­ rencilerin çoğunluğunun Kızılçulludan gelmiş olmaları ve aşırı sol çabalarda bulunmakla suçladıkları öğrenci arka­ daşlarının da çoğunlukla Çiftelerden gelmiş olduğunu; ileri sürmeleri ilginçtir. İki enstitüde uygulanan sistemlerin fark­ larının bu gelişmede rol oynayıp oynamadığı sorulabüir. Aşırı solcu olarak arkadaşları tarafından ihbar edilen öğ­ renciler şunlardır: Bekir Semerci, Mehmet Toydemir, Ih­ san Arıkan, Talip Apaydın, Isa Öztürk, Emrullah Öztürk, Naci Tatairoğlu, Veli Demiröz, Ali Dündar, Ali Özcan, Mustafa İnal, Haşan Ayaş, Rifat Ural, Azmi Erdoğan, Ni­ yazi Kayhan, Ahmet Savaş, Haşim Kanat, Cesarettin Ateş, Mehmet Başaran, Resan Taşçıoğlu, Cemil Toygar. Bu öğ­ rencilerin daha sonraki yaşamlarım incelemek ilginç sonuç­ lar verir. Bunların bir kısmı Yedeksubay Okulundan ça­ vuş olarak çıkarılmış, fakat yine öğretmen, yönetici ve ilk­ öğretim müfettişi olarak çalışmışlar ve çalışmaktadırlar, içlerinde Türk edebiyatı alanında isim yapmış, tanınmış sanatçılar vardır, içlerinde üniversiteye girerek profesörlü­ ğe kadar yükselmiş olanlar vardır. Bu olaydan sonraki ya­ şamları büyük zorluklar, sıkıntılar, ama bir bakıma da bü­ yük başarılarla doludur. Kısacası bunların çoğu, enstitüle­ rin yetiştirebildiği en aydın kişilerdir. Sağcı denilen grup içinde daha sonraki gelişmeler bakımından dikkati çeken şu isimler sayılabilir: M. Şükrü Koç, Hüseyin Atmaca, Arif Gelen, İbrahim Türk, Fahri özçelik, Mustafa Sabri Taş­ kın, Ömer Tanrı kulu. «Hasanoğlan 01ayı»nı Tonguç’un nasıl değerlendirdi­ ğini bu konuda bakan Haşan Ali Yücel’e verdiği bir yazıdan görelim'20’: «Makamınızdan aldığım şifahi emir üzerine Hasanoğ­ lan Köy Enstitüsü öğrencilerinden ilişik evrakta adları ya­ zılı olanlar hakkında ilgililerle temas ederek gereken tah­ kikatı Enstitüye gitmek suretiyle gizli olarak yaptım. Edin­ diğim kanaati arzediyorum: «1. Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğretmen ve öğrenci­ leri kanun, yönetmenlik ve öğretim programlarıyla saptan­ mış olan görevlerini geceyi gündüze katarak normal bir şe­ kilde yapmaktadırlar. Öğrencilerin, hem kendi enstitülerin­ de hem de staj için diğer enstitülere ve köy bölge okulları­ na gidişlerinde gördükleri hizmetler, memleket için çok hayırlı, eşine kolay kolay rastlanmıyacak karakterdedir. Enstitü ve köy bölge okulları onların büyük fedakârlıkları göze alarak ve en müşgül hayat şartlarına göğüs gererek döktükleri terlerle kurulmaktadır. Yüksek Köy Enstitüsü öğrencileri memleketin her tarafına yayılarak ilköğretim alanında müspet hizmetler görmektedirler. Bu durumda bu­ lunan öğrenciler arasında bir kısmının komünist cereyan­ lara kapılmış oldukları iddiası üzerinde iki aydanberi du­ rarak kendilerine hissettirmeden (yazarın notu: bu gelişme­ (20) Ö zel a r ş iv : (H a s a n o ğ la n O lay ı) ile ilg ili e v ra k v e H a k k ı T o n g u ç’u n H a sa n -A li Y ücel’e y a z d ığ ı 5.9.1946 g ü n k ü 3,5 d a k tilo s a y f a lık y azı. lere yol açarı ihbar Haziran 1946’da yapılmıştır) hemen hepsiyle türlü şekillerde görüştüm. Bunlardan yazı yazan­ ların yazılarını inceledim. Arkadaşlarının onlar hakkında• ki kanaatlarını yokladım. Neticede bu öğrencilerin suç sa­ yılabilecek mahiyette bir sapıklık göstermedikleri kanaatına vardım. «2. İlişik evrakta adları yazılı öğrenciler enstitünün en çalışkan ve çok kitap okuyan, kendi branşlarında olağan­ üstü başarı gösteren, en müstait, en iyi yazı yazan çocuk­ larıdır. Bunlar hakkındaki ihbar, şayet kendi arkadaşları tarafından yapılmış ise, ki ifadeye bakılınca ve Eskişehir Çifteler Enstitüsünde bulundukları zaman aynı suçtan mah­ kemeye verildikleri bildirilmekte olduğu için bu zan hasıl olmaktadır, tamamen iftiradır. Birbirini çekemiyen çocuk­ ların Enstitüye gelirken ta köylerinden sürükleyip getirdik­ leri furnalcilik ve arkadan vurma gibi kötü alışkanlıkların bir kısım öğrencilerde sürüp gitmesinin sonucundan baş­ ka birşey değildir. Bu karakterdeki öğrencilerden zengince köylü ailelerine mensup birkaç genç ihbar edilenlere na­ zaran kültür seviyesi bakımından daha geri durumda ol­ dukları ve toleranstan mahrum bulundukları için zaman zaman derslerde de herhangi bir fikir cereyanı derse konu teşkil ettiği vakit tarihsel olayları veya bir yazıcının, bir fikir adamının düşünce ve görüşlerini olduğu gibi nakleden arkadaşlarına karşı saldırgan bir durum takınarak onları ittihama çalıştıkları olmuştur. Eskişehir olayı da aynı şekilde birbirlerini şikayetten doğan ve mahkemeye intikal eden fakat suç telakki edilemiyecek mahiyette olduğu anlaşılan bir harekettir. «3. İlişik evrakta adı geçen ve öğrenci diye ihbar edi­ len Resan Taşçıoğlu, Cemil Toygar öğrenci değil öğret­ mendirler. Dil - Tarih Fakültesi mezunudurlar. Çalışkan ve derslerinde başarılı öğretmenlerdirler. İlişik evrakta ad­ ları geçen fakülte hocalarından Niyazi Berkes, Behice Bo­ ran ve Mediha Berkes’in talebesi oldukları için onlarla gö­ rüşürler. Onlar vasıtasıyla Hasanoğlan Köy Enstitüsüne ku­ ramlarımıza girmemesi gereken bazı kitap ve yazıların so­ kulup sokulmadığı noktası üzerinde de durdum, fakat müspet bir netice elde edemedim. Bu iki öğretmen de fikir münakaşasını sevmekte, türlü vesilelerle hem öğretmen ar­ kadaşıyla, hem de öğrencilerle tartışma yolu açmak tema­ yülü göstermektedirler... «4. Hasanoğlan Köy enstitüsünde bulunmakta olan öğretmen ve öğrencilerin memleket için muzir ve herhangi bir cereyana kapılmamalarına çok çalışılmış ve bu bakım­ dan gerekli her türlü tertipler alınmıştır. Yalnız bu ensti­ tüde Yüksek Kısmın bulunuşu ve buraya Ankara’daki Yüksek Okullardan birçok profesör ve öğretmenlerin de> -: vermek üzere gelişleri, öğrencilerin tatbikat için Ankara’ya gidişleri bu kısımdaki talebenin Ankara muhitinde bulu­ nan her türlü cereyanla temasa gelmelerine sebebiyet ver­ mektedir. Onun için zaman zaman talebe toplantıları ya­ pılarak kendileri tenvir edilmekte ve herhangi bir muzir fikir cereyanına kapılmamaları sağlanmaktadır. Buna rağ­ men enstitüler aleyhinde kötümser bir hava yaratmak istiyenler yüksek kışımın bu durumundan faydalanarak türlü türlü vasıtalarla buradaki öğrencilere tesir yapmak iste­ mekte ve bu maksatları için bazı öğrencileri vasıta olarak kullanmaktadırlar. Bunun önüne geçilmek için de çok çalı­ şıldığı halde fazla temaslar yüzünden bu cihet tam mana­ sıyla düzenlenememiştir. Onun için enstitüler hakkında iyi niyet beslemiyenlerin talebe içinden elde ettikleri kimseler­ le hakikata uygun olmıyan bir takım bilgiler edinerek bun­ ları etrafa yaydıkları muhakkaktır. Vasıtacılığı yapan bir­ kaç öğrenci bilinmekle beraber suç telakki edilebilecek ve­ sikalarla bunların durumları tespit edilemediği için kendi­ leri hakkında gereken cezayı vermek mümkün olamamış­ tır. Bu durum karşısında sadece onları ikaz etmek yolu tutulmuştur. Ve bu ikazlar da bunlar bütün öğrencilerden tecrit edilmeksizin öğrenciler toplu bir halde iken yapıl­ mıştır. «5. Evraka ilişik beyannamenin Enstitüde teksir edile­ rek öğrencilere dağıtılıp dağıtılmadığı meselesi üzerinde çok durulmuş ve bu bakımdan gereken incelemeler etraflı bir şekilde yapılmıştır. Bu incelemelerden çıkarılan sonuca göre beyannamenin orada basılmadığı ve ilgili öğrenciler tarafından diğerlerine dağıtılmadığı kesin olarak anlaşıl­ mıştır. Beyannamenin dışarıdan buraya getirildiği, hatta ihbarı yapanlar tarafından tedarik edilerek suç isnat edi­ lenlere maledilmek istenildiği kanaatini kuvvetlendirici se­ bepler de vardır. Bunun delillerinden biri, zaman zaman ev­ rakta adı geçen öğrencilerin kitap dolaylarına kendilerine ait olmayan bazı kitapların bırakılmış olmasıdır. Aynı öğ­ rencilerin mektuplarının meçhul kimseler tarafından açıl­ dığı da bir hakikattir. «Sonuç: İlişik evrakta adı yazılı öğrenciler sekiz senedenberi köy enstitülerinde bulundukları için bunların hem karakter durumları, hem de fikirleri bilhassa onları yakın­ dan tanıyan öğretmenleri tarafından bilinmektedir. Bu öğ­ renciler aynı zamanda türlü vesilelerle manzum veya men­ sur yazılar yazan ve bunların bir kısmını türlü dergilerde yayınlıyan gençler oldukları için yazıları da düşünüşleri ve dünya görüşleri hakkında bir fikir vermektedir. Yayınlan­ mış olan yazıları genel olarak türlü bakımlardan taktir kazanmış yazılardır. Ahlaki durumları ve milletseverlikleri herhangi bir şüpheyi davet etmiyecek halde olan bu gençle­ re isnat edilmek istenilen suç hem çok ağırdır, hem de ta­ mamen iftira mahiyetindedir. Vicdani kanaatim, bunların memleket için çok faydalı insanlar olacağı merkezindedir. Evrakta geçen olaylar hakkındaki düşünce ve kanaatlarımın bunlardan ibaret olduğunu saygılarımla arzederim...» ■ Köylünün Geçimi Ayrıca yine özgür düşünme, tartışma oramı yaratma ve buna uyan bir öğrenim sistemini uygulama gibi çaba­ ların sonucu olarak Tonguç’un amaçlan gerçekleşmeye başlıyor, köy gerçekleri, daha doğrusu ülkenin durumu bü­ tün çıplaklığı ile ve bilimsel olarak gözler önüne seriliyor­ du. Bunlar düzenin aksaklıklarını görmek istemiyenlerin hoşuna gidecek çabalar ve gerçekler değillerdi. Çünkü du­ rum böylece ortaya serilince, doğal bir şekilde, yeni yeti­ şen köylü gencin kafasında şu soru belirecekti: O halde na­ sıl düzeltmeli? O zaman bütün bu düzenin aksaklıklarından çıkar sağlıyanların çıkarları, sömürüleri tehlikeye giriyordu. Yüksek Köy Enstitüsü tarafından yayınlanan ve daha son­ raları çok ağır saldırılara uğrayan «Köy Enstitüleri» dergi­ si bu gibi araştırma ve incelemelerle doludur. Bir tek ör­ nek verelim: Yüksek köy enstitüsü öğrencilerinden Veli Demiröz Hasanoğlan köyünde herhangi bir orta halli aile­ nin ekonomik yapısını bilimsel yöntemlerle inceler ve Köy Enstitüleri dergisinin V - VI. sayısında incelemesini yayın­ lar01’. Bu incelemeye göre aile «.Ana baba ve çocuklardan teşekkül etmiştir. En büyük oğlan askerdir. Onun küçü­ ğünü sel almış, diğer iki oğlan ve bir kız yanlarındadır. Aile çiftçidir. Tarlalarından yalnız arpa, buğday kaldırır... Iş güçleri 2 öküz, bir eşektir. Kaldırdığı mahsulü bunlara borçludur...» Bundan sonra ailenin bir yıllık gelirini, ser­ mayesini, demirbaşlarını, giderlerini bütün ayrıntıları ile inceliyen Demiröz, ailenin yılda «945 lira geliri vardır. Bu parayı günlere bölersek 1 çift öküz, 1 eşek,çocuklar ve 2 adamın günlük geliri 259 kuruştur...» demektedir. Bunu safi gelir olarak hesaplayınca her güne 128 kuruş düşer. Yani Satılmış Biçer (aile reisi) «725 kuruşla 1 günde 2 öküz, 1 eşek, 1 inek, buzağı, tavuk ve 5 insanı yaşatmaya (10 C a n la n d ırıla c a k K öy, t. H a k k ı T o n g u ç, R e m z i k ita b evi, 1947, İs ta n b u l, s. 51-56. mecburdur... Bu durum ailenin aldığı gıdayı, giyimini, na­ sıl yaşıyabildiğini de tetkike zorlamaktadır.» diyen araştırı­ cı, bunun başka bir inceleme konusu olması gerektiğini be­ lirttikten sonra şöyle diyor: «.. .Satılmış Biçer'in işletmesin­ de rant yok denecek kadar düşmüştür. Rant ve gelirin bu kadar düşük olması; sistemin bozukluğu ve iş vasıtalarının geriliğindendir... Biçer'ler, hayatlarını iki öküz, bir tahta sabanla ortazamandan kalma bir kağnıya bağlamaya mec burdur... Görülüyor ki, Satılmış Biçer'in memleket eko­ nomisinde yarattığı kıymet pek küçüktür... Bu ayardaki aile Hasanoğlanda % 40’dır. Daha aşağıdakiler de katılırsa % 70'e çıkar. Bu rakamlar Hasanoğlan'ın (hatta memle­ ketin) fakirliğinin nereden geldiği hakkında bize bir ipucu verebilir. Böyle işletmelerin, kıymet yaratmaz, yarattığı kıy­ metin de, zati ihtiyacı bile karşılıyamaz hale gelmesi daha birçok sosyal dertlerle ilgilidir... Şunu da söyliyeyim ki, Satılmış Biçer'e biraz daha arazi vermek, borçla bir pulluk temin etmek onun hayatında mühim bir değişiklik yapmıyacaktır... ■ Esef Işık Olayı Ya köylere giden, göreve başlıyan yeni öğretmenler ne yapıyorlardı? Genellikle sonradan çatışmaların köydeki ağa ile olduğu üzerinde durulmuştur. Bunun yanısıra dev­ letin aynı anlayışla çalışmıyan diğer örgütleri, bürokratlar ile çatışmalar daha önce ve daha geniş ölçüdedir. Örneğin köye gider gitmez, rüşvet alan orman memurunun, jandar­ manın peşine düşen, onunla çekişmeye koyulan genç öğ­ retmenler vardır. Öğretmenler bu gibilerin karşısına köylü­ nün savunucuları olarak dikilirler. Çatışmalar, çeşitli ör­ gütlerin bağlı oldukları Bakanlıkların çatışmaları durumu­ na bile gelir; Ankara’da yüksek kademelerde bir çekişmedir başlar. Eleştiriciler sonradan, bu çatışmaların çıkmasını, enstitü kurucularının böyle çatışmalar çıkacağını daha ön­ ceden görmemelerine bağlıyarak, genç öğretmenleri bu gibi zorlukların içine itmekle haksız ve merhametsiz dav­ randıkları, genel karakteri başka bir devlet örgütünün içi­ ne köy enstitüleri gibi bir örgütü oturtmakla ve bundan bir yarar beklemekle toplumsal kuralları bilmediklerini gösterdikleri gibi düşünler öne sürmüşlerdir. Ama bir ba­ kıma amaç bu idi. Köylü bilinçlensin, kendi haklarını ken­ disi savunsun isteniyordu. Başkalarının onun haklarını sa­ vunmasından bir hayır gelmeyeceği girişilen birçok dene­ melerle hâlâ anlaşılmıyor muydu? Bu genç öğretmenler okutulmasalar, bilinçlenmeseler, çekişmeye de girmeseler, cahil, ezilen, sömürülen insanlar olarak yaşamlarım köy­ lerde sürdürüp gitseler bu daha mı bilimsel, daha mı in­ sanca bir davranış olurdu? Eleştiricilerin çok iyi bildikleri­ ni sandıklan toplumbilim yöntem ve kurallarına göre ülke­ nin aydınlanna yaraşan bu pısırıkça davranış mı idi? Alt yapı devrimlerine varabilmenin tek yolu ezilen kişilerin bilinçlenerek düzenin aksaklıklarını anlamaları, değiştiril­ mesi için eyleme girmeleri idi. Belki ilk yetişenler, ilk bilinçlenenler ezilecek, kırılacak, yenik düşecekti, ama arka­ dan gelenler daha güçlü olacak, daha sağlam bir zemin bulacaklardı. Başka yol yoktu. Tipik bir örnek Iköğretim dairesini bir hayli uğraş­ tırmış olan Esef Işık olayıdır. Kayseri ilinin sapa bir kö­ yünde öğretmenliğe başlıyan Pazarören Köy Enstitüsü me­ zunlarından Esef Işık, 4274 sayılı yasanın 10. maddesinde belirtilen köy öğretmenlerinin görevleri arasında bulunan «köyün ekonomik hayatım geliştirmek için köylülere ör­ nek olacak işler yapmak, istihsalin arttırılması ve ürünlerin kıymetlendirilmesi, köy iş hayatının canlandırılmasıyla ilgi­ li tedbirlerin alınmasında köylülere gereken yardımlarda bulunmak, pazar, sergi, panayır gibi ekonomik hayatın gelişmesiyle ilgili kuruluşlarla halkı ve talebeyi ilgilendir- inek...» gibi hükümlere dayanarak köylünün pazar işleri ile ilgileniyor. Pazar köye uzak olan bucakta kurulmakta­ dır. Oradaki bazı görevliler bu pazardan çıkar sağlamakta­ dırlar. Halbuki İller İdaresi kanununa göre Işık’ın bulundu­ ğu köyde de belediye örgütü olduğu için pazar kurulabilibilir. Buna dayanarak Işık bulunduğu köyde pazar kur­ duruyor. Çıkar sağlıyanların düzeni bozuluyor. Köy­ lü hoşnuttur. Fakat düzeni bozulan görevliler yeni pa­ zarı sürekli olarak denetliyorlar ve her seferinde olaylar çıkarmaya çalışıyorlar. Bu sıralarda köyde olan bir kavgadan ötürü öğretmen Esef Işık da tanık yazılı­ yor. Buny fırsat bilerek onu tanıklık için bucağa zorla götürmek istiyorlar. Fakat öğretmenlerin bu gibi olaylar­ da ifadelerinin bulundukları köyde alınması için çeşitli ge­ nelgeler vardır. Işık bunları öne sürerek gitmek istemiyor. Jandarmalar zor kullanınca, iri yarı ve çok güçlü olan Esef Işık jandarmaları hırpalıyor. Köydeki diğer öğretmen de kendisine yardımcı oluyor. Bir süre sonıa her ikisini de kelepçeli olarak «güvenlik kuvvetlerine direnmek» suçun­ dan bucağa götürüyorlar. Karakolda birkaç jandarma ken­ dilerini dövmek istiyorsa da, bunlar daha güçlü çıkıyorlar. İki tarafa da hekim raporları veriliyor ve hakim öğret­ menleri tevkif ediyor. Dava Kayseri Ağır Ceza Mahkeme­ sine kadar gidiyor. Milli Eğitim Bakanlığı da işe karışıyor. Yücel ile Adalet Bakanı arasındaki görüşmelerden sonra, davanın görülmesi çabuklaştırılıyor. Bu arada Ağır Ceza da tevkif kararını onaylamıştır. Fakat bundan sonraki cel­ sede Pazarören Köy Enstitüsünden gönderilen iki kamyon dolusu öğrenci ve öğretmenin dinleyici olarak bütün mah­ keme salonunu doldurduklarını görüyoruz. Savcı sanıkla­ rın tahliyesini istiyor. Dava bir süre daha devam ediyorsa da olumlu olarak sonuçlanıyor.'22’ Bu gibi örnekler pek çoktur. Eski düzeni zorlama ha(22) T em m u z 1969’d a E s e f I ş ık ’Ia özel k o n u şm a . reketleri başlamıştır. Bu zorlamalara karşı, eski düzenin yü­ rütücü, savunucu ve çıkarcılarının savunma araçları köy enstitülerine karşı geniş ve çok yönlü bir karalama kam­ panyası açmaları olmuştur. Fakat herşeye rağmen, eğer bu toplulukların ülkenin siyasal hayatında güçlenmesi olanak larını hazırlıyan olaylar ve koşullar olmasaydı, çekişme bu kadar çabuk onlardan yana bir gelişme gösteremiyecekti. ■ Sağın Güçlenmesi Köy Enstitülerine karşı olan grupların gittikçe güçlen­ mesinin başlıca nedenlerinden birisi kanimize^ CHP’nin iç yapısında meydana gelen gelişmeler ve değişikliklerdir. Doğan Avcıoğluna göre051 «...CHP kurulduğu senelerde mahalli eşraf ve memurlara dayanıyordu... CHP eşraf-mcmur işbirliğine, daha doğrusu anlaşmasına dayanan karak­ terini yakın zamana kadar sürdürmüştür... Eşraf partili olmanın avantajlarından yararlanmış, buna karşılık inkilapları benimsiyerek rejime bir toplumsal dayanarak sağ­ lamıştır... Savaşın son yıllarına doğru tüccar ve eşrafın eko­ nomik yönden savaşı olumsuz koşullarından yararlanarak güçlenmeleri CHP içerisinde de başta İnönü olmak üzere az sayıdaki milliyetçi - devrimci kadronun bürokrasinin tu­ tucu kadrosu ve büyük şehir tüccarı ile ittifak halindeki eşraf karşısında aşağıdan hissedilir bir tepki gelmiyen bir ortamda kaçınılmaz görünen yenilgisinin ifadesidir (toprak davasındaki hezimet)...» Yine Doğan Avcıoğlu Köy Ens­ titüleri hareketinin nasıl dejenere edildiğini anlatırken şöy­ le der0'0: «...Şüphesiz ki toprak reformu ve köy enstitüle­ ri hareketi gibi iki devrimci hareketi dejenere eden de­ mokrasi değildir. Tam aksine tefeci tüccarı, ağası, şey(¿3) T ü rk iy e ’n in D üzeni, D o ğ a n A v cıo ğ lu , B ilg i Y a y ın e v i A n k a r a 1968, s. 175, 238. (24) a.g .e. s .239. hi, kompradoru ve tutucu bürokratı ile kurulu düzenin kudretli güçlerinin demokrasinin işleyişini gerçekten en­ gellemeleri, azınlıktaki milliyetçi devrimci kadronun ül­ kücü çırpınışlarını sonuçsuz bırakmıştır...» Behice Boran da(25) Türkiye’de devletin yapısını incelerken «...Devleti somutta herşeye hakim yönetici bürokrat ta­ baka temsil ediyordu. Bu bürokrat tabaka ise (yük­ sek yöneticiler, memurlar kadrosu) yeni yeşermiş bur­ juvaziye, büyük tüccar ve müteahhit grubuna, ikinci dere­ cede olarak da devlet eliyle güçlendirilmek istenen ama bir türlü güçlenemiven sanayicilere, bankacılara, nihayet toplumda hep güçlü bir sınıf olagelmiş olan toprak sahip­ lerine ve kasaba eşrafına dayanıyordu...» « ...1 9 5 0 -1 9 6 0 arasındaki DP - CHP mücadelesi bu güçlenen şehir bur­ juvazisi ve burjuvalaşan büyük toprak sahipleriyle yöneti­ ci kadro, bürokrasi arasında bir iktidar mücadelesiy di...» demektedir. Bu mücadelenin ilk köklerinin 1946- 1950 yılları arasında aynı karakterde ve 1946 yılına doğru da CHP’nin içinde Boran’ın değerlendirdiği şekilde olduğu, mücadelenin kökünün CHP’de bulunduğu, CHP içindeki mücadele sonunda DP’nin doğduğu, ama aynı karakterde­ ki mücadelenin CHP içinde günümüze kadar da sürüp gittiği söylenebilir. Bir başka yazar, Yıldız Sertel de(26) milli burjuvaziyi incelerken «milli burjuvazinin bir zümre­ sini başta Mustafa Kemal olmak üzere milli kurtuluş ha­ reketini idare eden subaylar, memurlar, kemalizmin teorisi­ ni yapan aydınlar teşkil ediyordu...» dedikten sonra, «...M illi burjuvazinin öteki kolu ise gelişmekte olan tica­ ret ve sanayi burjuvazisinin bir kısm ıydı... Küçük burju­ vazinin gelişmiyen tabakaları, küçük esnaf, tüccar ve me­ murlar ise henüz devlet himayesine muhtaç görünüyorlardı. T ü rk iy e v e S o sy alizm S o ru n la rı, B ellice B o ra n , G ü n Y a y ın la rı 1968 İs ta n b u l, s. 18 v e 46. (26) T ü rk iy e ’de İle ric i A k ım la r, Y ıldız S e rte l, A n t y a y ın , la r ı, İ s ta n b u l 1969, s. 25, 26, 27, 64, 72, 73. (25) Bu tabaka CHP’nin kitlesini veya dayandığı zümreleri teş­ kil ediyor ve devletçilik siyasetini destekliyordu...» Yine yazara göre savaş yılları sonunda «...sınıf çelişmeleri da­ ha da kesinleşti. Bir yanda büyük zenginler belirirken, öte yanda orta tabakalar ve özellikle küçük burjuvazi ezildi. ..» Böylece, «...B u durum, artık (1947 yıllarında) CHP’ye de, devrimci karakterini yitirmiş, kâr peşinde koşan şehir bü­ yük burjuvazisiyle, en gerici toprak sahiplerinin hakim ol­ duğunu gösteriyordu...» ve «...Harp sonrası devrede, CHP’de ekonomide ve dış siyasette olduğu gibi, partinin sınıf dayanağı meselesinde de Kemalizmden ayrı görüşler belirdi. ..» Böylece sonuç olarak şu söylenebilir: Savaş yıllarının getirdiği ekonomik koşulların bir sonucu olarak Türki­ ye’de sınıfların ve tek parti olarak bu sınıfların siyasal gücünü bünyesinde yansıtmakta olan CHP’nin içerisindeki çeşitli toplulukların güçlerinde, bu güçlerin dengesinde de­ ğişiklikler oldu. Bu değişikliklerin sonucu, CHP içerisinde bizim ilerici aydınlar diye adlandıracağımız, yukarıda adı geçen yazarlarca ve başkaları tarafından milliyetçi -devrimci kadro, yönetici - bürokrat tabaka, Kemalistler, Kemalist devrimciler, ilericiler v.b. çeşitli isimler verilen, ama bir topluluk ve siyasal güç olarak varlıkları her aklı başında araştırıcı tarafından kabul edilen, ilerici akımlara eğilimi olan kadronun gücü azaldı. Köy Enstitülerini ise başta İnönü olmak üzere bu kadro destekliyordu. Buna karşılık esnaf, toprak sahipleri, tüccar, aracı - kompradorlar, ye­ ni gelişmekte olan büyük burjuvazi ve kapitalistler ülkede ve CHP içinde güçlerini arttırdılar. Bunların sözcülüğünü yapan sağ akım temsilcileri CHP içinde seslerini yükseltti­ ler. Bu, örneğin Kirby’e göre «antikemalist ideolojilerin kuvvetlenmesi» şeklinde ülkenin düşün hayatında kendisini belli etti. Irkçı - turancı akımlar da seslerini duyurma ola­ nağını bulmakla beraber yine Kirby’nin belirttiği gibi, köy enstitülerinin yıkılması işinde baş rolü CHP içinde kol sal­ mış anadoluculuk dediğimiz sağ akım oynadı. Bu akımın CHP içindeki temsilcilerinin çoğu yukarıda savaş yılların­ dan sonra güçlendiklerini söylediğimiz sınıflardan çıkma ve ne yazık ki, çoğu Cumhuriyet çağında doğmuş, Cum­ huriyetin ana ilkelerini benimsemiş olmaları gereken ve Kirby’nin deyimi ile «eşraf çocukları» yahut başka bir de­ yimle «cumhuriyet beyzadeleri» idiler. 1936’ya doğru ve sonra CHP’nin merkez örgütü de partinin taşra örgütü gibi gitgide mahalli eşraf ailelerinin kontroluna girdi. Merkezde «beyzadeler» bunu sağladılar. Bu grubun siyasal düşünce­ leri ırkçı ve faşist ilkelerden kaynağını almakla beraber*271 «...ırkçılardan farklı olarak anadolucular birleşmiş bir si­ yasi gruplaşma, bir hareket veya bir parti olmamışlardır. Söz konusu olan devirde yine ırkçılardan farklı olarak halk partisine karşı cephe de almamışlardır. Tersine halk parti­ sinin içine sızma, yayılma ve ona hakim olma yoluna git­ mişlerdir...» Bu grubun etkisi ve CHP içinde iktidarı ele geçirmesi diyebileceğimiz durum Saraçoğlu hükümetinin çekilmesinden sonra işbaşına gelen Recep Peker hüküme­ ti ile kendisini iyice duyurmuştur. Bu grubun eğitim ala­ nındaki sözcülerinin başında ise Sirer gelmektedir. Köy kal­ kınması konusunda bu grubun görüşü köycülük, bir çeşit anadoluculuk, köyün idealize edilmesi, daha üst toplum­ sal katlara köyün geçmesinin, yani kentleşmesinin önlen­ mesi, nüfusun büyük çoğunluğunun toprağa bağlanarak yalnız tarımla uğraşan insanlar olarak kalmasının sağlanma­ sı şeklinde özetlenebilir. Anadolucuların düşünce ve inanç­ larını Behice 1Boran şöyle belirtiyor*281: «...1 9 4 0 -1 9 4 5 arasında Alman eğitiminde yetişmiş veya etkisinde kalmış bir kısım aydınlar CHP'ye girdiler, devlet mekanizmasının C27) T lirk iy e d e K öy E n s titü le ri, F a y K irb y , İm e c e Y a y ın ­ l a n , 1962, s. 322-S26. (23) T ü rk iy e ve S o sy aliz m S o ru n la rı, B eh ice B o ra n , G ün Y a y ın la n 1968, İs ta n b u l, s. 32-33. çeşitli kademelerinde yer aldılar. Yüksek görevlere kadar tırmandılar. CHP bu yeni kuşak aydınlarla kendisini yeni­ lediği, gençleştirdiği zehabındaydı. Bu yeni kuşağın savun­ duğu fikirler şöyle özetlenebilir: Türkiye bir tarım ülkesiy­ di ve öyie kalmalı idi. Bununla beraber tarım ve köylü kitleleri olduğu gibi kendi haline bırakılamazdı. Savaş yıl­ larında büsbütün perişan duruma düşen köylüyü kalkın­ dırmak gerekti. Köylü topraklandırılmalıydı. Toprak mül­ kiyetinin belirli ellerde toplanması önlenmeli, ama Türki­ ye herhalde büyük bir sanayi ülkesi olmamalıydı. Köylü aile işletmeleri temel olmalıydı. Köylüye daha modern aletler sağlanmalı, daha yeni usuller öğretilmeliydi. Ama bu makinalı büyük çapta üretim demek olmıyacaktı. Aynı zamanda köylüye çıkrık, tezgah dağıtılmalı, küçük sanatlar öğretilmeliydi. (Çıkrık ve tezgah dağıtımı fiilen uygulan­ dı). Köylü aileleri boş zamanlarını bu işlerle değerlendire­ rek kendi ihtiyaçlarını kendilerini karşılıyabilmeli idiler. Bu amaçla köylerde okullar açılmalıydı. (Ama bu aydınlar köy enstitülerine kesinlikle karşı idiler)...» «...kasabalar küçük burjuvazisi ile kentli ticaret burjuvazisi ve onların yüksek öğrenim görmüş aydın oğulları için ideal bir düzen­ di bu. İşçi sınıfının ve onunla birlikte sol hareketlerin gelişmesi önlenmiş olacaktı. Böyle bir Türkiye hiç şüphe­ siz gelişmiş sanayi ülkesi Almanya için de bulunmaz bir mamul madde pazarı ve hammadde kaynağı olacaktı... «Türkiye için bu tabloyu çizenler aynı zamanda bir çeşit ırkçı ideolojiye sahiptiler. İrkçı turancılardan farklı olarak bunların ırkçılığı anadolu halkına münhasırdı ve bunun için anadolucu adı ile anılırlar...» Bu duruma bakarak, CHP içinde bir iktidar değişik­ liğinden söz edilebilir. Başlarında İnönü’nün bulunduğu ilerici aydınlar topluluğunun etki alanı gitgide daralmış, hükümet yukarıda anlatılan tutucu sınıfların temsilcileri olarak anadoluculardan meydana gelmiştir. Hatta daha da ileri giderek asıl iktidar değişikliğinin, yani CHP’deki ile­ rici aydınların düşürülerek gittikçe güçlenen tutucu sınıf­ ların iktidara gelmesinin 1950’de DP’nin işbaşına gelmesi ile değil, çok daha önce, 1946’da olduğunu, DP’nin sade­ ce bu yeni iktidarın bir devamı olduğunu bile ortaya ata­ biliriz. Ve sanırız ki, bir 1950-1960 çağından değil, bir 1946- 1960 çağından söz açmak daha doğrudur. 1950’de, 1946’da aslında tutucu sınıfların temsilcileri olarak işba­ şına gelen anadolucu grup da temizlenmiş, tutucu sınıflar doğrudan doğruya iktidara el koymuşlardır. Ama özellikle eğitim alanında izledikleri yol, tamamen anadoluculann koydukları ilkelerin uygulanmasına devam etmek olmuş­ tur. Bunun için sadece isim değişikliğinin bu sonuncuların zamanında olmasına bakarak köy enstitülerini DP orta­ dan kaldırdı, demek yanlıştır; tarihsel gerçeklere aykırıdır. Yıkma işinin başlıca uygulayıcıları 1946- 1950 CHP ikti­ darlarıdır. Yalnız burada şu noktaya dikkati çekmek gere­ kir. CHP kurdu, CHP yıktı, yahut'aynı kişiler önce kurdu­ lar, sonra yıktılar şeklindeki düşünceler de belki şekil ba­ kımından doğru olabilir, ama işin niteliği bakımın­ dan doğru değüdir. Kuran C.H.P., daha doğrusu başta İnönü olmak üzere çok sınırlı sayıda CHP’linin desteği ile kurulmasına karşı duramıyan CHP iktidarı ile yıkan CHP iktidarı birbirinden çok farklıdır; aynı kişiler ve aynı siyasal güçler söz konusu değildir. Sorunun bu şekilde açıklanma­ sının yüzeysel yargılara göre çok daha bilimsel nitelikte ve bizi bu yüzeysel yargıların sürükliyebileceği yanlış değerlen­ dirmelerden koruyacak önemde olduğu kanısındayız. ■ Yeni Rejimin Olumsuz Etkileri Demokrasinin, daha doğrusu çok partili bir siyasal düzenin uygulanmaya başlanması bu anlattığımız siyasal güçler dengesindeki değişikliği ve tutucu, gerici sınıfların iktidara gelmesini geniş ölçüde hızlandırmıştır. Bu yeni düzene geçilmeseydi, belki daha uzun bir süre bu gerici ve tutucu sınıflar iktidarı elde edemiyecekler ve eğitim alanın­ da girişilen atılımlar daha köklü, örneğin toprak reformu gibi devrimci değişimleri sağhyabilecek kadroların yetiş­ mesi ile sonuçlanabilecekti. Bu bakımdan girişilen çok par­ tili yeni düzen (buna demokrasi diyemiyoruz, çünkü ger­ çek bir demokratik düzen için gerekli koşullar yeterince hazırlanmamıştı) in eğitim alanında olumsuz bir etki yap­ tığı, bütün eğitim sistemimizi bugün de içinde bulunduğu­ muz geri, milli olmayan, Atatürk devrimleri ilkelerine aykı­ rı duruma sürüklediği rahatlıkla söylenebilir. 1946’da giri­ şilen çok partili düzen iç ve dış bir takım baskıların sonucu­ dur. Aslında Kemalizmin temelinde hiç şüphe yok ki de­ mokratik eğilim vardır. Nitekim Kemalizmin temel ilkesi halkın kayıtsız şartsız egemenliğini sağlamaktır. Bu ba­ kımdan Kemalizmi, çağının diğer tek partili rejimlerinden özünde demokratik eğilimin bulunması, bunun sağlanması­ nı amaç bilmesi bakımından dikkatle ayırmak gerekir. Hat­ ta köy enstitüleri hareketi de elbette halkın kayıtsız şart­ sız egemenliğini sağlama yönünde bir girişim olarak Ke­ malizmin eğitim alanındaki en önemli eylemidir. Ama halkın egemenliğe kayıtsız şartsız sahip çıkabilmesi için gerekli koşullar hazırlanmadan, buna engel olan ekono­ mik baskı araçları ortadan kaldırılmadan girişilen bir çok partili siyasal hayat denemesi ne dereceye kadar Ke­ malizmin özündeki demokrasidir? Sanırız ki, 1946’nm so­ rusu bu olduğu gibi, bugünün sorusu da budur. İnönü 1960’ dan sonraki demeçlerinde, yazılarında 1946’da girişilen çok partili hayat denemesini, Kemalist rejimin asıl büyük amacının gerçekleşmesi olarak gösterir. Böyle bir denemeye girişilmesini gerektiren diğer iç ve dış zorlama, koşul ve baskılardan söz etmez. Ona göre sanki hiç sap­ madan, bir tek çizgi ve doğrultuda Kemalizm geliştirilmiş ve bugünkü siyasal düzene varılmıştır. Kemalizmin amacı bugün içinde bulunduğumuz durum mu idi? Bu herhalde çok tartışma götürür. Tam bağımsızlığını yitirmiş ve kal­ kınmasını gerçekleştirememiş bir Türkiye gibi çok ağır bir bedel ödiyerek, karşılığında çok partili bir rejim elde et­ mek (üstelik demokrasi demeye de dili varmıyor insanın)! Kemalizmin amacı bu mu idi? Çok partili hayata geçmeyi gerektiren başlıca neden­ ler şöyle belirtilebilir sanıyoruz: Doğan Avcıoğlu’na göre(W, «...Liberalleşmenin asıl nedenleri görebildiğimiz kadarı ile iç şartlarda aranmalıdır. İnönü’ye göre çok partili hayat Türk rejiminin amacıdır. İnönü radyoda ilk deja olarak Atatürk üzerine konuşaca­ ğım diye başladığı 10 Kasım 1962 tarihli konuşmasında Atatürk yönetiminin çok partili rejime hazırlama dönemi olduğunu, Atatürk’ün ömrünün sonuna kadar bu rejimi kurmak için uğraştığını, güçlükleri yendiğini, tamamlanma­ sını da yeni nesillere bıraktığım söylemiştir. İnönü 1945’den sonra A tatürk’ün bitiremediği bu eseri tamamlamış ol­ maktadır... Bununla birlikte çor partili hayata geçişte iç baskıların büyük bir payı olsa gerektir. Savaş yıllarının sı­ kıntıları ve bürokrasinin sert davranışları, sivil asker ileri­ ci aydınlardan, toprak kanunundan ürken çijtlik ağalarına kadar yaygın bir hoşnutsuzluk yaratmıştır. Kütleler ise bir kurtarıcı peşindedir. Solcu Zekeriya SerteVin Tan gazetesi ile sağcı Ahm et Emin Yalman’ın Vatan’ı sıkıyönetime rağ­ men rejimin liberalleştirilmesi konusunda birleşmişler ve muhalif yayma başlamışlardır. Bu kampanya aydın çevre­ lerde geniş yankılar bulmuştur. Çok partili hayatın dertlere deva olacağına inanılmıştır...» Behice Boran da(30) dış du­ rumu anlattıktan sonra, «...Gerek bu dış durum, gerekse (®) T ü rk iy e ’n in D üzeni, D o ğ a n A v cıo ğ lu , B ilg i Y ay ın ev i, A n k a ra , s. 249. (30) T ü rk iy e v e S o sy alizm S o ru n la rı, B ellice B o ra n , G ü n Y a y ın la rı, İ s ta n b u l 1968, s. 35. içten gelen tazyikler CHP iktidarını (batı örneğinde çok partili demokrasi) düzenine geçmeye zorladı. Yukarıda özetlediğimiz nedenlerle köylü kitleleri ve kentler halkı hoşnutsuzdu. Savaş yılları şartlarında zenginleşmiş olan sı­ nıflar da devlet bürokrasisinin kırtasiyeciliğinden, müdaha­ lelerinden bıkmışlardı. Kendilerini daha serbest bir piya­ sa nizamı içinde daha kârlı işler çevirecek kadar güçlü his­ sediyorlardı. Savaş yılları burjuvaziye ve toprak ağalarına yaramıştı...» Bir başka araştırıcı, Yıldız Sertel de(3l) şöyle yazar: «...Harp yıllarının önemli sonuçları şöyle sıralana­ bilir: 1. Bu yıllarda Kemalizmin kalkınma prensipleri gere­ ği gibi gerçekleştirilemedi: a. Yeniden emperyalistlere borçlanma ve dış ticarette onlara bağlanma siyasetine dö­ nüldü. b. Devlet eliyle sanayiin gelişmesi sınırlı oldu. K ü­ çük milli sanayici korunmadı, tersine yeniden yabancı ser­ mayeye bağlanarak büyük servetler yapan gruplar belirdi. 2. Sınıf çelişmeleri daha da kesinleşti. Bir yanda büyük zenginler belirirken öbür yanda orta tabakalar ve özellik­ le küçük burjuvazi ezildi. Köylü yığınlar sefalete düştü. İşçi sınıfı ise büsbütün fakirleşti... Sınıf çelişmelerinin ke­ sinleşmesi ile Kemalistlerin sınıfsız toplum fikirlerinin bir hülya olduğu daha açık bir biçimde ortaya çıktı. Artık bütün sınıfları bir partide toplamak fikri de iflas ediyor­ du. Çünkü yukarıda da anlatıldığı gibi işçisi, köylüsü, orta sınıfı ve toprak ağası ile bütün sınıflar CHP'ye karşı duruma geçmişti. Bunun sonucunda harp içinde zenginle­ şen büyük burjuvalarla toprak ağalarının bazıları CHP'den ayrıldılar...» Çok partili rejimin getirilmesini gerektiren dış olayla­ rı da Fay Kirby’den aktaralım*323: «...Kemalizm önderleri ve Türk aydınları İkinci Cihan Savaşı sona erip de Tür­ (.3 1 ) ( 32) T ü rk iy e ’de İle ric i A k ım la r, Y ıldız S e rte l, A n t y a ­ y ın la rı, İs ta n b u l 1969, s. 63-64. T ü rk iy e d e K öy E n s titü le ri, F a y K irb y , İm e c e Y a y ın ­ l a n A n k a ra , 1962, s. 334-335. kiye'nin üstünde dolaşan tehlikenin atlatıldığını sandıkları ve tam geniş bir nefes alacakları zamanda üç dış olay Tür­ kiye’yi bir fikir mezbahası haline soktu. Bu üç olay Türki­ ye üzerine çevrilen Sovyet baskısı, San Fransisko konfe­ ransı, Truman doktrininin ilanı idi...» Ve böylece çok partili düzene geçildi. Bu yapılırken CHP’nin ilerici aydın kanadı bu değişikliği ülkenin, re­ jimin ve CHP’nin geleceği bakımından büyük kaygılarla karşılaşmışlardır. Ülkenin içinde bulunduğu geri koşullar içinde, hele halkın çoğunluğu okuma - yazma bile bilmez­ ken, çeşitli ekonomik bağımlılıklar içinde iken, bir çok partili rejime geçilmesinin iyi sonuç vermiyeceği, yapılmış olan bazı üst yapı devrimlerinin bozulacağı, bu aydın ilerici kanat tarafından tasarlanan alt yapı devrimlerinin (top­ rak reformu gibi) yapılmasına artık olanak bulunamıyacağı gibi düşünceler bu kaygıların kaynağı idi. Hatta bunların bir baskı grubu durumuna gelmek ve Cumhurbaşkanı üze­ rinde etki yapmak için bile çalıştıkları söylenebilir. 1960’dan sonra İnönü o çağa ait anılarını anlatırken, en yakın arkadaşlarından gelen tepkilerle karşılaştığını belirtir. Kirby’e göre(33) «...demokrasinin gelişini en candan karşılıyanlar Kemalizm aleyhtarları...» olmuştu. Doğan Avcıoğlu da(34) şöyle yazar: «...Ç ok partili hayata iten ne­ denler ne olursa olsun toplumsal açıdan bunun sonucu mil­ liyetçi devrimci hareketin tasfiye edemediği, aksine güçlen­ dirdiği bey, ağa, tefeci ve komprador niteliğindeki kapita­ list sınıfın iktidara eskisinden çok daha güçlü biçimde yer­ leşmesi olmuştur. Toprak reformunu gerçekleştiremiyen, bağımlı ticari yapıyı değiştiremiyen ve siyasi bağımsızlığı ekonomik bağımsızlıkla sağlam temeller üzerine oturtamıyan milliyetçi devrimcilerin kendi politikaları ile güçlendir­ in) a.g.e. s. 335. (X) T ü rk iy e 'n in D üzeni, D o ğ a n A v cıo ğ lu , B ilg i y ay ın e v i, A n k a r a 1968, s. 249, 250. dikleri bu tutucu sınıflar çok partili hayatla ön plana çık­ mışlar ve milliyetçi devrimcileri etkisiz kılmışlardır...», «...Türkiye’de çok partili hayatla derebeyleri, şeyhleri, toprak ağaları ve kapitalist çiftçileri ile birlikte, büyük ara­ zi sahipleri, Anadolu tüccarı ve büyük şehir komprador­ ları ön plana çıkmıştır. Siyasi partilerin politikaları bu çı­ karlara göre ayarlanmıştır. Hürriyet ve insan hakları slo­ ganlarıma gerisinde gizlenen aslında bu sınıfların çıkarına bir ideolojidir. Nitekim 1946 hürriyetçilerinin ilk buluşla­ rından biri (hürriyet düşmanlarına hürriyet yok) olmuş­ tur. Bu slogan en aşırısından en ılımlısına kadar bütün devrimcileri etkisizi kılmak, solculuğu yasaklamak ve top­ rak reformu, köy enstitüleri gibi devrim hareketlerini ko­ münistlik gibi gösterip yıkmak için başarıyla kullanılmış­ tır...», «...B u sınıfların yükselişi yalnız demokrat parti içinde olmamıştır. CHP içinde de bu sınıflar ön plana geç­ miştir. .. Mac Carty’ci görüşlere sahip köy enstitüleri aleyh­ tarı Reşat Şemsettin Sirer’in Haşan - Ali YüceFden boşa­ lan Milli Eğitim Bakanlığına gelmesi CHP’deki değişikli­ ğin çarpıcı bir örneğidir...» Kirby de o çağı şöyle anla­ tır*351:«.. .Hükümet, mahkeme, polis, üniversite, edebiyat ve fikir susacak, sindirilecek, fikir ve şahsiyat katliamı başlıyacaktır... O zamana kadar adı duyulmamış olan Fahri Kurtuluş adlı genç bir doktor kâh bir orman yangını, kah bir okul yanması, kah bir Milli Eğitim binası yanması ola­ yından faydalanarak memleketi yer yer komünist kundak­ çıların tutuşturduğu bir yangın yeri gibi göstermeye mu­ vaffak oldu. Demagoji terrörü o dereceyi buldu ki, Halk Partisinin Kemalist unsurları ve hatta onun ve devletin başkanı bile dehşet içinde kaldılar...» Ve Doğan Avcıoğlu bu çağ üzerindeki yargısını şöyle verir*361: «...Görüldüğü (35) T iirk iy e d e K öy E n s titü le ri, F a y K irb y , İm e c e y a y ın ­ l a n , A n k a r a 1962, s. 336. ( 36) T ü rk iy e ’n in D üzeni, D o ğ a n A v cıo ğ lu , B ilg i y a y ın ev i, A n k a r a 1968, s. 253, 254, 255. gibi çok partili hayata geçişle birlikte gerek iktidar, gerek­ se ana muhalefet partisi aynı çıkarları savunmaya başladı­ lar... İşte böyle bir iç ortamda milliyetçi devrimci kanadı sindirilmiş bir CHP’de kalmayı ihtiyatlı bulan, yada gele­ neksel bağlarla bağlandığı CHP’den yeni hüviyeti ile çe­ kinmeye lüzum görmiyen bir kısım toprak ağası ve tüccar CHP’de kalmıştır... Çok partili hayat büyük toprak ve ti­ caret çıkarlarını siyasi iktidar üzerindeki nüfuzunu büyük ölçüde arttıran bir hareket olmuştur... Genel oy böyle­ likle ilericiliğin değil, muhafazakârlığın aracı haline gelmiş­ tir. ..» Bu sözler gerçek iktidar değişikliğinin 1950’de değil, 1946’da ve CHP içinde olduğunu doğrular niteliktedir. ■ Orduda Hoşnutsuzluk Biz yukarıdaki incelemelere bir iç etken daha katıl­ ması gerekir kanısındayız: Ordu içerisinde İnönü’ye karşı bir hoşnutsuzluğun varlığından da söz etmek gerekir. Al­ man taraftan olan bir kısım yüksek rütbeli subaylann 2. Dünya Savaşının uygun anlarında (kendilerince) savaşa ka­ tılma isteklerine karşı durmuş olması dolayısıyla İnönü’ye kızgın olduklan, daha küçük rütbelilerin arasında da yukanda anlatılan iç ekonomik sıkıntıların, kişisel özgürlük­ lerdeki kısıtlamalann etkisi ile iktidannın ne derece yıp­ ranmış olduğunu anlayanların bulunduğu söylenebilir. Nitekim iktidar değişikliğinden sonra 1946 öncesi CHP iktidarına karşı zora dayanan bir takım girişimler tasarla­ mış subay gruplarının varlığı ortaya çıkmıştır. ■ Yeni Ortaklıklar Siyasal grupların gücünde değişikliklerle sonuçlanan bütün bu gelişmelerin 1946 yılma doğru İnönü’nün siya­ sal gücünde, prestijinde bir azalma meydana getirdiği söy­ lenebilir. Herhalde, «her şey elinde idi, durup dururken çok partili rejime gitmek gibi bir problem çıkardı», gibi düşün­ celer ve değerlendirmeler bilimsellikten uzaktır. Özetlediği­ miz iç ve dış koşulların etkisi ile çok partili rejime gidilince ve bu yeni rejim içinde Kemalist ilke ve uygulamalar tehli­ keye düşünce İnönü’nün davranışı ne olmuştur? İnönü 1946’dan sonra CHP’nin ilerici aydın kanadı ile işbirliğini bırakmış, siyasal güçleri artan yukarıda belirttiğimiz tutu­ cu ve gerici sınıfların temsilcileri ile anlaşmalara girmiş, bunların kendi partisi içinde iktidarı almalarına göz yum­ muştur. Yukarıdaki iç ve dış koşullar içinde şunu kabul etmek gerekir ki, bu davranış politikanın bir güçler den­ gesi olduğu, usta politikacının da bu güçler dengesini en iyi şekilde değerlendirerek her zaman yeni anlaşmalara gi­ rebilen, böylece her zaman politika sahnesinde kalabilen kişi olduğu inancında bir politikacı için en gerçekçi, en duygusallıktan uzak davranıştır. Şüphesiz ki burada yir­ minci yüzyılda politika kavramının bu olup olmadığı tar­ tışılabilir. İnönü için başka alternatifler var mıydı? CHP’nin ilerici aydınlar kanadı ile işbirliğine devam, onlarla birlik­ te politika sahnesinden her zaman için veya uzun bir süre için silinmeyle sonuçlanabilirdi. Çünkü yeni koşullar için­ de bu grup o kadar zayıf kalıyordu ki, çekişmeden üstün çıkabilme olanağı yoktu. Uzun yıllar iktidarda kalmış ve bir de taht devirme, Anadolu ihtilalini yürütme gibi sorum­ lulukları taşıyan bir politikacı için böyle bir çekiliş kişisel birçok tehlikeler de getirebilirdi. Bir başka alternatif CHP’nin ilerici aydın kanadı ile işbirliğine sokulacak başka ileri­ ci güçlerle birlikte bu günkü deyimiyle bir geniş «ilerici cephe» kurarak bunun başına geçmek olabilirdi. Ama buna karşılık da böyle bir cepheyi oluşturacak güçlerin o çağda son derece zayıf olduğu, CHP liderlerinin kendile­ rinden daha solda olanlara karşı ta Kurtuluş Savaşından beri ileri derecede ve biraz da korkuyla karışık bir çekin­ genlik duydukları söylenebilir. İnönü tutucularla koalis­ yona girdiği zaman belki de bunun kısa süreli ve geçici ola­ cağını ummuştu. Alternatifler ne olursa olsun, 1946’da İnö­ nü’nün CHP’nin tutucu ve gerici kanadı ile bir koalisyona girdiği tarihsel gerçektir. ■ Tonguç’un Tutumu Tonguç yeni gelen çok partili rejimi ve İnönü’nün ye­ ni bir ortaklığa girerek ilköğretim alanındaki çalışmaları desteklemekten vazgeçmesini nasıl karşılamıştır? Tonguç elbette halkın kayıtsız şartsız egemenliği ilkesine ,yani ger­ çek demokrasiye yürekten inanır. Öteyandan 1946’da giri­ şilen çok partili sistem üzerinde kaygıları vardır: Ona gö­ re «...Halkın kendi kendini idare etmesi ilkesine bağlanan devlet, önce modern manalı ilköğretime dayanır...» ve «...İlköğretimi gerçekleştiremiyen toplumlarda halk ida­ resi ilkesi laftan ileri geçip hayata intikal ettirilememiştir. İlköğretimi yüzde yiiz gerçekleştiremiyen toplumlarda miistait bireyler bulundukları yerlerde sönmeye mahkum ol­ muşlar, eğitim hakkından faydalanarak kendi kendilerini geliştirme imkanlarına kavuşamamışlardır. Bu yüzden top­ lumu idare edecek insanlar hep belli bir zümreden gelmiş­ ler, hakiki müstait insanlar bulundukları yerlerde sönüp gitmişlerdir. Milli varlığımızı teşkil eden bu değerleri ni­ çin söndürüyoruz?■■.»(37). Burada Tonguç’un ilköğretim kavramından anladığı şeyin, ilköğretimin klasik anlamın­ dan çok farklı olduğunu hatırlatmak gerekir. Bu, köylü­ ye (Türkiye’nin nüfusunun % 80’ni köylü olduğu için köy­ lüye!) «hiç kimsenin sömüremiyeceği, onu iş hayvanı ola(>i) İ lk ö ğ re tim K a v ra m ı, 1. H a k k ı T o n g u ç, R e m z i K ita ­ beyi, İ s ta n b u l 1946, önsöz s. I, 10. rak kullanamıyacağı» bütün koşulları hazırlamak demek­ tir. Bugünkü deyimle bunun için gerekli bütün alt ve üst yapı devrimlerini gerçekleştirecek elemanı yetiştirmektir ilköğretim sorunu! Bu çeşit bir demokrasi ilkesine inanan bir adam için, demokrasi adı altında girişilmiş bir çok par­ tili hayat denemesinin ilk eylemi olarak gerçek demokrasi­ ye götüren bir yol olan kendi çalışmalarının baltalanması ile karşılaşmak, elbette girişilen bu siyasal denemeden kuş­ ku duymayı gerektirir. Herhalde bu çeşit bir başlangıç, top­ lumun bütün sınıflarının bilinçli ve etkin olarak yönetime katılmasının ters yönünde bir girişimdir. Bireylerin sınıfla­ rının bilincine varmış olarak yönetime katılmaları için ge­ rekli koşullar hazırlanmadıkça «demokrasi bir laftan iba­ ret» kalacaktır. Tonguç, 1947’de de ilköğretim sorununun bundan sonra karşısında bulunduğu problemleri incelerken şöyle yazari3*1: «...Demagoglar mugalatalara ve işi kökten sarsacak teşebbüslere fırsat bulunca, bilhassa müteaddit siyasi partilerin bulundukları toplumlarda günlük politika peşinde koşan yıkıcı insanlar da böyle fırsatlardan fayda­ lanarak değersiz kanaatler ileri sürmeye, bulanık suda ba­ lık avlamaya başlarlar. O zaman en bayağı politikacılık bun­ dan daima uzak kalması gereken okulların bağrına kadar sokulur ve bir mikrop gibi onları tahrip etmeye başlar...» ve köy bölge okulları düşüncesini utopi sayanlara karşılık verdikten sonra: «...yurttaşlardan bir kısmının ilçelerde doğmuş olmaları veya oturmaları onların çocuklarının orta­ öğretime kavuşturulması için bir sebep teşkil ettiği halde, diğer kısmının ve daha çoğunun köylerde oturmaları bir tip teknik ortaokul olan bölge okullarına kavuşmaktan mahrum bırakılmalarına sebep teşkil edebilir mi? Böyle davranış demokrasi ilkelerine uygun bir hareket midir?...» ve serbest okumanın eğitim ve öğretimdeki önemini belirt(38) C a n la n d ırıla c a k K öy, t . H a k k ı T o n g u ç, R e m z i K i­ ta b e v i, İ s ta n b u l 1947, s. 635, 637, 644. tikten sonra «... genç nesle mensup olanlar bilim, sanat ve teknikle ilgili değer taşıyan bütün ünlü eserleri tekrar tekrar, manalarını iyice kavrayıncaya kadar okumalıdırlar. Sağlam ve köklü cumhuriyet idaresini kurmanın ve demok­ rasiyi geliştirip yaşatmanın ana şartı budur...» der. Tonguç’un gerçek demokrasi ve çok partili rejim adı altında gelerek gerçek demokrasinin gelişmesine hemen karşı çık­ maya başlıyan eğilimler üzerindeki düşünceleri kısaca bun­ lardır. Tek parti çağının en koyu günlerinde, 1933’de «İş ve Meslek Terbiyesi» kitabında ileri sürdüğü demokrasi ve halk egemenliğini üstün kılma görüşünün ve enstitülerde bu görüşe göre girişilmiş çalışmaların demokrasi adına na­ sıl bozulduğunu görmesi demokrasi olduğu savıyla getirilen rejimin demokratik niteliği üzerinde onu olumlu sonuçla­ ra vardıramaz. İnönü’nün yeni anlaşmalara girerek ilköğretim çalış­ malarını desteklemekten vazgeçmesi karşısında Tonguç’un davranışı da «kendine has» nitelikler taşır. Yakın çalışma arkadaşlarından farklı olarak sadece o, bu değişikliği kişi­ sel ilişkiler, duygular ve ahlaksal değerlendirmeler açısından almaktan kurtulabilmiş (ki Yücel de bunu yapamamıştı), bu gelişmeyi siyasal güçlerin dengesinde meydana gelen de­ ğişikliklerin bir sonucu olarak anlamaya çalışmıştır. Bu­ nun 1946’dan sonraki tutumunu ayarlaması bakımından büyük yararı olmuştur. Bu soğukkanlı ve bilimsel yargı­ lara varmaya çabalayan davranışıdır ki, onun 1946’dan sonra köy enstitüleri konusunda çok tehlikeli ve zararlı olabilecek duygusal, ani kararlara, çıkışlara kalkışmasını önlemiştir. Ayrıca sorunu İnönü ile olan kişisel ilişkiler açısından ele almaktan kurtulunca 1946’dan sonra kendi­ sini provoke etmek için, yapılan suçlamalara, haksızlıklara karşı dayanma gücü de artmıştır. Böylece bütün çalışma arkadaşlarının ve hatta yakınlarının baskılarına, zorlama­ larına rağmen İnönü’nün davranışını duygusal yönden de­ ğil, sınıfsal ve siyasal güçlerin, değişmesi sonucu ortaya çı­ kan gelişmeler yönünden görmeye devam etmiştir. Tonguç’­ un bu davranış tarzı bugün bile, hem de ne gariptir ki, bu gibi gelişmeleri tamamen sınıfsal açıdan ve toplumbilim ku­ rallarına göre inceleyip değerlendirmeleri gereken bazı sol yazarlarca anlaşılmış değildir ve çekingenlik, ekmeğinden olmama endişesi, memur alışkanlığı gibi bilim dışı, duygu­ sal, pek basit yorumlarla eleştirilmektedir. Buna gelecek bölümde daha geniş olarak değineceğiz. Onun bu davranı­ şı şunu da gösterir: O İnönü’ye hiçbir zaman bütün inanç ve düşünceleri ile, kayıtsız şartsız bağlanarak teslim olmuş değildir. Onun desteğini sağladığı süreyi bir kazanç sayar. Şüphesiz ki bu hiç yoktan pek, pek iyidir. CHP içinde güç­ ler dengesinin her an bozulabileceğini düşünmüştür. Sorun sadece bir İnönü sorunu olmaktan çok başkadır. O halde bu güçler dengesi bozulup yeni bir durum ortaya çıkınca yakın çalışma arkadaşlarının kızgınlıklarını yenemiyerek İnönü’ye karşı çıkmasını, onu sözünden dönmekle suçla­ masını önermelerine kulak vermenin bir anlamı da yoktur. Bu gelişimi hazırlıyan etmenlerden yalnız bir tanesidir İnönü. Onu bu davranışa iten koşulları, etmenleri iyi ince­ lemek gerektiğini hiç durmadan arkadaşlarına tekrarlar. Onları duygusal çıkışlardan, sonucu belli olmayan atılışla­ ra girişmekten alıkoyar. Onlara sorunu tek yönlü görmeme­ lerini, kendilerinin yalnız ilköğretim sorunu ve bununla ilgi­ li gelişmeler açısından duruma baktıklarını, halbuki Cum­ hurbaşkanının daha birçok devlet sorunu ile uğraşması ge­ rektiğini, kendisini ilköğretim işlerini desteklemekten vaz­ geçmek zorunda bırakan koşul ve etmenlerin hepsini de henüz bilmediğimizi söyliyerek arkadaşlarını yatıştırmaya çalışır. Bu «koşul ve etmenler» konusunda çoğu kez açık konuşmamaya çalışır, ancak çok sıkıştırılırsa bunların dış olayların gelişmesi, ordudan gelebilecek tepkiler (İnönü iktidarına karşı) gibi konular olabileceğini söyler. Bu «resmi» yorum, davranış ve taktiğinin ötesinde ki­ şisel, yakm arkadaşlarına bile açıklamadığı duygu ve dü­ şünceleri var mıdır? Bir defa Tonguç, kendisini hiçbir za­ man İnönü’nün çevresindeki şu tipik CHP iktidarı toplu­ luğundan saymamıştır, sayamamıştır. Bir rumeli köylüsü özelliklerini bir türlü yitirmiyen, sınıfı ile bağını koparmıyan Tonguç, pek güçlü bir sınıf bilincine sahiptir. Bu sınıf bilincinin gücünü ve her düşünce ve hareketini ne derece etkilediğini anlamadan birçok düşünce ve eylemlerini de anlamak olanağı yoktur. Böyle bir kişi için CHP iktidarı ve İnönü birçok toplumsal ve tarihsel koşulların büyük bir şans eseri olarak bir araya gelmesi ile desteklerini sağlıyabildiği ve bu desteği kendi köylü sınıfının yararına kullan­ mayı derece derece başardığı bir orta sınıf iktidarı idi. CHP içindeki ilerici aydın kadro bile, bir orta sınıf aydınlan top­ luluğu idi. Ne onlar Tonguç’u, ne de Tonguç onları tam bir güven duygusu içinde benimsiyorlardı. Şu bir varlıklılar kooperatifine bile girmekten kaçınacak kadar katı günde­ lik yaşam ilkelerine bağlı bir Tonguç, ileri aydın düşünceli, ama orta sınıftan olmanın rahatlıklarından ve üstünlükle­ rinden gün geçtikçe daha fazla yararlanan, hiç olmazsa bir apartmancık ediniveren CHP ilerici aydınlarında tedirginlik yaratıyordu, içlerinde genel kültürü bakımından ileri düşün­ celere en açık olan İnönü bile Tonguç için, eski yüksek rütbeli bir subay, bir orta sınıf aydını ve politikacısı, idi. Bütün yakınlık gösterilerine rağmen kuşku ve huzursuzluk duyuyordu, ilerici olduklarını söyleyen bütün bu yönetici­ lerin, politikacıların gündelik yaşamları onun içinden çık­ tığı sınıfın pek üstünde, pek daha varlıklı bir sınıfın yaşam tarzı idi. Belki içgüdüleriyle, belki de şu ünlü marksist gö­ rüşü, orta tabakaların kaypaklığı (zora gelince burjuvazi ile işbirliğine girivermesi) tezini bilerek, kendini bırakamıyordu. Sınıf değiştirme konusunda da pek kabiliyetsizdi. Dev­ letin ana ilkesi sosyal adaletin en geniş anlamda gerçekleş­ mesi, köylünün efendiliği,, idiyse köşklerde, saraylarda ya­ şamanın anlamı ne idi? Gezilerde İstanbul’a yol düştüğü zaman Dolmabahçe sarayında gecelememek için binbir tür­ lü özür buluyor, ziyafetlerden, kabul resimlerinden, tören­ lerden kaçıyordu. Kurtuluş savaşma başarı ile öncülük et­ miş, ama toplumsal ve ekonomik devrimleri köylünün çıka­ rına olarak gerçekleştirememiş subay - aydın iktidarı ken­ disinin ve onun yoksul köylü sınıfının dışında idiler. Ve cumhuriyet, onun o yoksul ve sömürülen köylüleri bu du­ rumdan kurtulmadıkça tam anlamı ile kurtulmuş sayılmaz­ dı. Bu yapılmadıkça, başında birçok özelliklerine hayran­ lık duyduğu İnönü bile bulunsa, Cumhuriyet bayramların­ da CHP ileri gelenleri içine katılarak «tebrikatta bulunmak» bile ona kendi kendisine karşı dürüst olmamak gibi geli­ yordu. Bir bakıma düşünce sistemine temel olan inançla­ rında bu derece katı ve kendi kendisine karşı bu kadar sertti. Ve böylece ilköğretim Genel Müdürlüğü işbaşında bulunduğu on yıl boyunca hiç bir kişi TBMM’de Cumhur­ başkanını kutlama törenlerinde görmedi. Bunda o bir türlü bağdaşamadığı ortamın, kurtuluş savaşını yaptıktan sonra çoğunluğu arsa, han, apartman, çiftlik, bankacılık oyun­ larıyla gittikçe burjuvalaşan yönetici bürokrat kadronun içine karışmaktan tiksinmesinin de payı vardı. Hergün ken­ disine uygunsuz bir iş, uygunsuz bir nakü, haksız bir atan­ ma için baskı yapan ve çoğu kez ağır sözlerle isteklerini yapmamaya çalıştığı, hatta odasından çıkardığı, iki yüzlü­ lüklerini çıkarcılıklarını, bir devrimi nasıl ve ne gibi küçük hesaplarla dejenere ettiklerini çok iyi bildiği bazı yöne­ tici ve politikacılarla birlikte sıraya, hem de frakla (frağı da yoktu ya!) sıraya girmek ona Cumhuriyetin ana ilkelerini kirletmek gibi geliyordu. Bu birçoğu kişisel ve belki bazı okuyuculara böyle bir kitap içinde gereksiz gibi gözükecek ayrıntılara biraz da o çağın bütün çelişkisini ve çıkmazını gösterdiğini sandığımız için değindik. Yine bu çelişki reji­ min ana ilkeleri De onun yöneticilerinin çoğunluğunun, bu ilkelere uymuyan, onlann gerçekleşmesini baltalıyan yaşam­ ları ve tutumlarıdır ki Tonguç’un İnönü’den gördüğü des­ teğin büyüklüğünü ve önemini daha iyi değerlendirmesine de yol açmıştır. Ona göre böyle bir yönetici kadro içerisine Atmaca köyünden çıkarak ve sınıfını değiştirmiyerek karış­ mış olmak, kendi köylü sınıfı için birşeyler yapabilmek, hele İnönü’den bu ölçüde destek görmüş olmak az şans değildir. Nitekim işbaşından ayrıldıktan sonra 1947’de şöy­ le yazar(39): «...Bunların hepsi diğer birçok büyiik işler gi­ bi mütefekkir ve ülkücü sayın İnönü’nün önderliği sayesin­ de yapılabildi. Ve onun gençliğinden beri sürüp gelen bi­ linçli çalışmaları, sıkı ve sürekli denetlemesi olmasaydı bu eserler yaratılamaz, canlanmaya başlıyan köyden söz açı­ lamazdı. Bu gelişme yıllarında milli kahramanın ve iyi kalpli ülkücü bakanların emrinde köyü canlandırma hizme­ tine katılmak bahtiyarlığına kavuştum...» Şu hiçbir kişi­ nin yadsıyamıyacağı bir gerçektir ki 1939 - 1946 yılları arasında İnönü’nün anlayışı, desteği olmasaydı köy ensti­ tüsü çalışmaları bu kadar geniş olamazdı. Eğitbilim tari­ hinde İnönü’nün Hakkı Tonguç’u desteklediği ölçüde her­ hangi bir devlet başkanınm desteğine ve anlayışına kavuşa­ bilmiş, devletin bütün organlarından bu ölçüde yararlandı­ rılmış ve kendi alanında bu kadar geniş hareket özgürlüğü verilmiş bir başka eğitimci yoktur. Tonguç da bu gerçeği hiçbir zaman unutmamış ve ömrünün son günlerine kadar tekrarlamıştır. Bu gerçeği böylece tekrar belirtmek bir vic­ dan borcudur. Çağındaki birçok ileri girişimler gibi ilköğretim işleri konusundan da duraklamaya, yoldan dönmeye ve hatta ge­ rici - tutucu siyasal güçlerle işbirliği yapmaya kadar varan davranış konusunda, bu davranışı gerektiren nedenleri top(39) C a n la n d ırıla c a k K öy, t . H a k k ı T o n g u ç, R e m z i Kita b e v i, İs ta n b u l, 1967, s. 664. lumsal ve siyasal yönden anlamaya çalışan Tonguç, İnö­ nü’nün davranışım kişisel açıdan nasıl görür? Bir kere bu konuda pek konuşmak istemez. Yazılan bu açıdan çok dik­ katle okunursa bir iki ipucu bulunabilir. Acaba «Canlan­ dırılacak Köy»deki şu sözler(40) bu konu ile mi ilgilidir? Kurtuluş Savaşlarından bugüne kadar köy işleri ve köylü başlığı altındaki şu sözler dikkate değer; «...işbaşına geti­ rilecek elemanı karakteri, zihniyeti ve iş başarma kabiliyeti bakımlarından seçmek, ve onlara selahiyetler vererek, iti­ mat ederek çalıştırmak, başarılı işler görenleri iftiralara, jurnalciliğe kurban ederek harcamamak icap ediyordu...» Kişisel açıdan İnönü’yü eleştirmekten kaçınması herşeyden önce onun bundan sonraki bölümde inceliyeceğimiz 1946’dan sonraki taktiğinin bir gereği idi. Hele çevresine ve iş arkadaşlarına karşı bu gibi duygu ve düşüncelerini katiyen belli etmemeliydi. Ayrıca o her zamanki alçakgönüllüğü ile kendisinde İnönü’nün davranışındaki kişisel sorunu eleş­ tirme yetkisini de görmemekteydi. Bu onun işi değildir. Olayları geliştiren toplumsal ve ekonomik etmenlerdir am­ ma, kişinin davranışı sadece güçler dengesinde ağırlığın kaydığı yönde politikasını değiştirmesi, büyük bir uyum yeteneği göstermesi şeklinde mi olmalıdır? Elbette bütün hayatınca belli ilke .ve inançlar uğruna, her zaman, herşeyi ifade etmeye, ama inanç ve ilkelerinden dönmemeye hazır bir Tonguç için böyle bir davranışın anlaşılması, kabul edilmesi çok zordur. Ama o daha baştan çok iyi farkında­ dır ki İnönü’de o çok başka, kendi ölçülerinin çok dışında, alışılmamış bir kişilikle karşı karşıyadır. Çekingenliği de bundan değil midir? Bundan ötürü kayıtsız şartsız onun emrinde değildir, körü körüne hayran da değildir, sadece görev alanında bir ast ve taraftır. Bu teslim olmayış, bir­ çok kişilerin aksine, yani önce aşın hayranlık, körükörüne bağlılıktan İnönü’nün alışılmış ölçülere uymayan kişilik özellikleri ile karşılaşınca birdenbire hayal kırıkığına uğ­ rayarak en aşın düşmanlık kanadına geçmekten onu koru­ muştur. Ama konu elbette zihninde sürekli olarak işlen­ mektedir. Kendi ölçülerinin dışında ölçülerle davranışları­ nı ayarlıyan, alışılmamış bir kişiliğin’sırlarını çözmeye herşeyden önce eğitimci olarak çalışmakta olsa gerektir. Ve çevre, iş arkadaşları o kişiliği gündelik sıfat ve kavramlar­ la belirlemeye çalışırlarken Tonguç şu pek kısa yargısını söyler ve bu konuda bir daha da kendisinden bunların dı­ şında bir tek söz alınmaz: «İnönü için politika herşeydir, o poîitikasız yaşıyamaz, politikayı da satranç oynar gibi ya­ par.» Bu sözlerden şunu anlamak gerekir sanırız: Politika İnönü için bir araç olmaktan çok bir amaçtır. Bu çeşit bir politika anlayışı güçler dengesindeki her değişikliğe göre yeni anlaşma ve koalisyonlara girmeyi gerektiren bir dav­ ranışla sonlanır. Oyun hiçbir zaman kaybedilmemelidir. İşbirliği yapılan güçlerin her biri gerektiğinde karşı tarafa verilecek, teslim edilecek, oyun tahtasından uzaklaştırıla­ cak birer taştır, ta ki oyuncu oyunu kazanabilsin ve her za­ man oyun masasının başında kalabilsin. İtiraf edelim ki, biz üzerinde düşünülmediği zaman tam anlaşılmıyan bu yar gınm niteliğini ancak 1969’larda, İnönü yine yeni ortak­ lıklar ve koalisyonlara girmek amacı ile hüküm giymiş es­ ki demokratlarla barıştığı, ve ülkede aydın olarak kimler ve hangi topluluklar varsa, hepsini bu çeşit bir politika anlayışını kınamak zorunda bıraktığı zaman tam olarak anlıyabilmişizdir. Hiç şüphe yok ki, İnönü’yü böyle bir po­ litika anlayışına sürükliyen tarihsel ve toplumsal koşullar, nedenler bulunabilir. Hatta çeşitli güçlerle değişik koalis­ yonlara girerken daha önceki koalisyon ortaklarının orta­ da bırakılmaları devletin sürekliliğini sağlamak kaygı ve amacına bağlanabilir. İlerici güçlerle girilen ortaklıkların koşullar buna dayanamıyacak duruma geldiği zaman, tep­ kiler önlenemiyecek dereceye varınca, bozulmasında devle­ tin ana ve temel ilkelerini kurtarma amacının güdüldüğü ileri sürülebilir. Bu «iki adım ileri bir adım geri» politikası­ dır, ve bize kesintili, çelişmeli görülen çeşitli dönemler, as­ lında bir birliğin, bir ana gelişme çizgisinin soruna olanca genişliği ile bakılmayınca anlaşılamıyacak zikzaksız bütün­ lüğünü gösterirler, denebilir. Bu görüşe göre bu çapta bir «devlet kurucusu»nun devlete sahip çıktığını ve bir anda herşeyin yok olup gitmesini böyle bir politika ile önlediği, koşullar uygun oluca da topluma bir adım daha ileriye attır­ mak için yeni bir ilerici koalisyonuna girdiği ortaya atıla­ bilir. Devletin temel ilkelerine sahip çıkan bu kurucunun böyle bir poltikayı yürütebilmesi için ilk koşul, devlet üze­ rindeki etkisini hiç yitirmemesidir. İster iktidarda ister muhalefette olsun, yönetimin ana sorunları üzerinde sözü geçebilmelidir. Böylece devlet ve ulus, böyle bir olağanüs­ tü politikacı politika alanında bulunduğu sürece onun «ko­ ruyuculuğu», «yöneticiliği» altında yaşıyacaktır, onun açık veya örtülü önderliği ile doğru amaçlara yürüyecektir. Öyle sanıyoruz ki, İnönü’nün politika anlayış ve dav­ ranışının savunması bu esaslar içinde'yapılabilir. Bunun sakıncalarına gelince: Böyle bir önder kişi, toplumu kendi başına bırakacak, onun içindeki siyasal güç ve eğilimlerin gerçek güçleri oranında çatışmasına, çekiş­ mesine ve bundan o toplumun ‘siyasal potansiyelinin (iyi veya kötü yönde), ama doğal bir şekilde, engellenmeden or­ taya çıkmasına engel olmıyacak zamanın geldiğini gecikme­ den anlıyarak otoritesini kullanmaktan vazgeçecek midir? Bunu geciktirirse, «vesayet» devam ederse bu esenli bir gelişme sayılabilir mi? Ve böyle bir durumu demokratik bir rejim açısından nasıl değerlendirmek gerekir? Burada sorunu bir de şu açıdan ele almak yararlı olur: Böyle kişisel «koruyuculuk» ve «vesayet» uzun bir süre devam ediyorsa, o toplum bakımından bunun anlamı nedir? Yani, bir üstün kişi böyle bir politika anlayışını sür­ dürebiliyor yahut sürdürmek zorunda kalıyorsa bunun ola­ bildiği toplum, esenli bir toplum mudur? Burada bir «top­ lumsal ve siyasal kısırlık» söz konusu değil midir? Niçin yeni, güçlü, değişik politikacılar bir türlü çıkmamaktadır? Hiç şüphe yok ki, eğer bir toplumda üstün bir politikacı 50 yıl bu koruyuculuk ve vasilik görevini yapıyorsa, ona bu olanağı veren, yahut onu bu görevi yapmak zorunda bıra­ kan toplumda bir takım siyasal tıkanıklıklar olduğunu ka­ bul etmek gerekir. Böyle bir durumun bir sakıncası da şudur: Bu kadar uzun bir süre çeşitli güçlerle koalisyona giren bir devlet adamı, ne kadar üstün yetenekli olursa olsun, günün birin­ de bu çeşitli ortaklıklar arasında, bu ortaklıklara girmesi­ nin meşru nedeni sayılması istenen ana ilkeleri de pazarlık ve ortaklıklara konu yapamaz mı? Yahut yapmak zorunda kalmaz mı? O zaman bu politika görüşünün, buna daya­ nan böyle bir siyasal yöntemin gereklilik nedeni ortadan kalkar sanınz. Böyle bir durumda ise olağan vatandaşın zihninde şu soru belirecektir: Bu çeşit bir politika anlayı­ şında politikacının kişisel inançları, ilkeleri ne olmaktadır? Ya bu ilkeler yeni bir ortaklıkla feda edilmektedir veya değişikliğe uğramaktadır, yahut belirli ilkeler yoktur. Yani daha önce amaç ve ilke olarak ileri sürülmüş düşünler, o zaman da o kişi tarafından aslında ana amaç ve ilke ola­ rak benimsenmemiş, sadece o sıradaki güçler dengesinin gerektirdiği koşulların sonucu olan geçici ilke ve amaçlar olarak ortaya atılmış, ama çevre tarafından değişmez ilke ve amaçlar sanılmış yahut öyle sandırılmıştır. Aslında belirli bir ilke ve düşün sistemi uğruna çeşitli çağlarda, çeşitli güçlerle koalisyon yapmak zorunda kalmış bir «devlet kurucusu ve koruyucu»su için yaşamının en acılı çağı işte bu sorunun kafalarda belirmeye başladığı dö­ nem olsa gerektir. Ne kadar iyi niyet ve amaçlarla yapılmış olursa olsun, çeşitli ve zıt ortaklıklara girmek zorunda kal­ ma davranışında trajik bir nitelik vardır. Buna gerek du­ yan, yapmak zorunda kalan, tarihsel koşulların sonucu böyle bir davranışa itilmiş olan kişilerin düşün, hesap, çaba ve çelişkilerinin anlaşılması, olağan ve ölümlü kişiler için çok zor olsa gerektir. Siyasal alanda belirli temel ilkelere dayanarak taraf tutmuş, bunun dışında bir ikinci role çık­ mamış Tonguç için de bu kadar çapraşık bir politika kav­ ramı tam anlaşılabilir, benimsenebilir birşey değildir. İnö­ nü’nün politika anlayışının alışılmış ölümlü kişiler için anlaşılmasının ne derece zor olduğu ortadadır. Ama Ton­ guç bu konu üzerinde düşünlerini açıklamaz. Bunu söyle­ meyi taktiğine aykırı bulduğu gibi, bir bakıma bunu söyle­ mek, tartışmak için kendinde yetki de görmez. Çünkü hiçbir zaman politikacı değildir, olmaya niyeti de yoktur. Sorun onu sadece kendi problemi, yani ilköğretim çalış­ maları yönünden ilgilendirir. Bu yönden de önemli olan, yeni ortamda çalışmaya devam olanağının kalmamış ol­ masıdır. Tonguç, hayatında bir tek amaç için, bir tek role çıkmak zorunda kalmış, kendisini anlaması ve anlatması kolay, kişiliği açık duru bir kişidir. ■ Güvenlik Sorunu İnönü'nün ilköğretim işlerini desteklemekten vazgeç­ mesinde etkili olup olmadığı çok tartışılan bir etken de şu­ dur: Özellikle 1942’den sonra köy enstitülerinde sistemli olarak aşırı sol propaganda yaptırıldığı, yapıldığı, şeklin­ de başlıyan ve devletin güvenliği ile ilgili örgütlerin çalış­ malarından da yararlanılarak girişilen suçlamalar, daha ön­ ce verdiğimiz örneklerle de görüldüğü gibi 1944’den sonra büsbütün yoğunlaşır. Hatta enstitülerdeki bir takım çalış­ malar bu kurumların bir siyasal eyleme geçmek için hazır­ landığı, hükümet darbesi gibi girişimlerin bile beklenebile­ ceği şeklinde gülünç düşüncelere belge olacak şekilde yo­ rumlanırlar. Bu düşünce ve yorumlar yine devletin güven­ liği ile ilgUi örgütler tarafından hiç şüphe yok ki, Devlet Başkamna sistemli bir şekilde aktarılır. Örneğin askerlik dersleri için enstitülerde silah bulundurmak zorunluğu, öğ­ rencilere motor kullanılmasının öğretilmesi, her yıl bir grup öğrencinin İnönü planör kampında paraşütçülük öğ­ renmeleri, İlköğretim Genel Müdürlüğünün özel bir şifre­ si olması gibi durumlar bu açıdan yorumlanır. Bu gibi suçlamalar İnönü’de enstitülerde kendisinin bilgisi dışında bir takım işlere girişildiği, kendisinden gizlenilen bazı amaçlarla hareket edildiği şeklinde bazı kuşkular uyandırabilmiş midir? Bu gibi suçlamaların kaynaklarını ve doğru­ luk derecesini çok iyi değerlendirmesi gereken İnönü, o Kurtuluş Savaşı yöneticilerinde, devletin güvenliği söz ko­ nusu edildiği zaman kuşku derecesine varan titizliğin et­ kisinde kalarak bir süre bu suçlamaların etkisinde kalmış mıdır? Bu konuda kesin birşey söyliyebilecek durumda de­ ğiliz. Ama 1946’dan günümüze kadar İnönü’nün enstitü­ leri bu yönden suçlayacak hiçbir şey söylemediği, aksine bu çeşit suçlamalara karşı onları koruduğu bir gerçektir. ■ Sona Doğru İnönü ile Tonguç 1946’dan sonra bir daha görüşmemiş­ lerdir. Bunu bir kırgınlık, bir dargınlık olarak yorumlamak son derece yanlıştır. 1946’dan sonra İnönü birçok defalar aracılarla Tonguç’a üzülmemesi, bütün bunların geçici ol­ duğu, işlerin bir süre sonra düzeleceği şeklinde haberler yollar, hatırını sorar. Hatta bazı aracılar bir görüşme, bu­ luşma hazırlamaya çalışırlar. Ama Tonguç bundan kaçınır. Hatta 1960’da, 27 Mayıs hareketinin ertesi günü İnönü’ye gitmesi için kendisine ricada bulunan dostlarının isteklerini kabul etmez. Ne amaçla, der. Bu katiyen o burjuva anla­ mında bir dargınlık, kırgınlık belirtisi de değildir. O gün dediği gibi ne amaçla? Bunun ne' gereği vardır? Ne konu­ şacaklardır? Yapacakları ortak hangi iş kalmıştır? İnönü gibi bir kişiye de merhaba demek, sadece hatır sormak için gidilmez. O ünlü güçler dengesine göre çizilen politika yö­ nünde Tonguç’un ülküleri, amaçlan bakımından İnönü üe girişilecek bir hareket, bir ortak çalışma olanağı yoktur. Mantık, akıl bunu gerektirir. Böylece bu iki kişi ancak bir daha Tonguç’un 24.6.1960’daki cenaze töreninde bir ara­ ya gelirler. 1946’dan sonra Tonguç, İnönü’yü yeren bir tek sa­ tır yazmamıştır. Hatta onu her zaman çevresindekilerden birkaç derece üstün tutar ve 1950 - 1960 arasındaki kavga­ sını beğenerek izler. 1960’da bir dostuna şöyle yazart41): «... CHP’nin ülkücü tanınan, kafası işliyen takımı da tam anlamında paniklemeye başlamıştı (yazarın notu: 27 Ma­ yıs darbesinden önceki olaylar anlatılıyor). Karamsarlık ka­ busu altında onlar da ışık olma güçlerini yitirmişlerdi. Bir tek insan kara bulutlar arasında çakan şimşek gibi şu veya bu şekilde aydınlık saçmak için son hamlelerini yapıyordu. Güvendiğim CHP’li bir dosta (paşanın son hamlelerine ne dersin) dedim. Ondan teselli edici bir cevap bekliyordum. (Blöf... Ne yapsın zavallı... Battık kardeşim) demesin mi?...» Buna karşılık İnönü’nün de Tonguç üzerinde suçla­ ma, yerme sayılabilecek bir tek satın, bir tek sözü yoktur. Bugüne kadar söyleyip yazdıkları anlayış, övgü, onun çalışmalannm değerinin verilmesi gibi özellikler taşır. Onlann 1939 - 1946 yıllan arasında çok başanlı bir ortak çalışma yaptıklan, çağlarında birbirlerini iyi anlıyan ve birbirlerine uymayan düşünce ve inançlannı da en geniş bir hoşgörü ile karşılıklı olarak anlamaya çalışan, verim­ li ve dürüst, düzenli bir üst ve ast ilişkisini başan ile sür­ dürdükleri, bu konuda söylenecek endoğru sözdür. 1946’(41) T o n g u ç’a K ita p , İm e c e y a y ın la n , İ s ta n b u l 1961, s. 76. dan sonra ise Tonguç’un en akıllıca hareketi ve onu birçok kişi gibi bu çağdan sonra anlaşılması pek zor İnönüvari ilişkilerin arasında kişilik olarak öğütülmekten ve bağlan­ dığı köy enstitüleri davasına da zarar vermekten, ters ey­ lemlere girişmekten alıkoyan, bu ilişkileri tamamen duygu­ sallıktan uzak, toplumbilim kurallarının ışığında değerlen­ direbilmesi olmuştur. Asıl inceleme yöntemimizin oldukça dışında kalan bu kişisel ilişkilere bu bölümde bilerek geniş yer verdik. Çün­ kü bu konu hâlâ geniş ölçüde tartışılmaktadır, ilgi çekmek­ tedir ve bu konuda söylenip yazılanlar da genellikle duygu­ sal, önyargılı düşüncelerdir. Sorunu kendimize göre yar­ gılara vararak, ama bunu da duyguların değil aklın öncü­ lüğü ile yapmaya çalışarak bunun için bu kadar deştik. Kendi çapımızdaki çabalarımız bu konuda yapılacak daha geniş araştırma ve yorumlara yol açarsa, karşılığını gör­ müş olacaktır. 6 1946'dan Sonrası ve Tonguç’un Bu Dönemdeki Davranışı ■ Sağ Kanat İktidarda Bir önceki bölümde değindiğimiz toplumsal, ekono­ mik ve siyasal gelişmelerin sonucu olarak CHP’nin ilerici aydın kanadının siyasal gücü gittikçe azalıp iktidar tutucu gerici sınıfların eline geçtikten sonra, siyasal alandaki ge­ lişmeler 1960’a kadar hep bu sınıfların iktidarda daha da güçlenmeleri yönünde oldu. Tonguç’un 1946 ile 1960 arasıhdaki tutumunu, taktiğini anlıyabilmek için köy ensti­ tüleri sorunu bakımından önemi olan bazı siyasal olayları burada hatırlatmak gerekir. CHP içinde iktidarı ele geçiren anadoluculann bü­ yük bir bölümünün partiyi gençleştirmek amacıyla ilerici devrimciler tarafından parti içinde başlangıçta desteklen­ miş ve ilerletilmiş olmaları ve sonra kendilerini destekle­ miş olan bu ilerici aydınları tasfiye etmeleri acı ve düşün­ dürücü bir olaydır. Partisinin iktidardaki sağ kanadı ile iş­ birliğine girmiş olan İnönü uzun yıllar, özellikle köy ensti­ tülerini baltalama hareketlerinin sistemli olarak tezgahlan­ dığı 1946 - 1950 yıllarında köy enstitüleri konusunda sus­ tu. Demokrat Parti ileri gelenleriyle çok partili çağın baş­ langıcında ilköğretim sorununu güvenlik altına almak, bunu partiler dışı bir milli sorun durumuna getirmek için pazar­ lıklara girişmek istediğini görüyoruz. Örneğin 1960’dan sonra bu konuda şöyle diyor(l): «...Dörtlü takriri verdiler. Ben kendilerini teşvik ettim. İstiyordum ki, parti teşkil et­ sinler... Yalnız iki şey sordum: — Mektep seferberliği ve halkın bu işe yardımı, bir siyaset özü olarak işliyor. Buna karşı çıkacak mısınız? Bu suale cevabı (yazarın notu: Ce­ lâl Bay adın) —Hayır! oldu. Bilakis buna devam edeceğiz. İkinci sualim şuydu: — Dinle oynıyacak mısınız? Dini si­ yasete alet edecek misiniz? — Hayır! Lâiklik dinsizlik de­ mek değildir/...» Tabii DP sonradan Bayar’ın başlangıçta verdiği bu sözlerin ikisini de tutmadı. CHP’nin yeni sağ kanat iktidarı partinin ana ilkelerin­ de bazı değişikliklere gitmek için çabaladı. Yıldız Sertel<2) şöyle yazıyor: «...H alk Partisinin 1946’daki olağanüstü ku­ rultayının programı ondan önceki programlardan üç ana noktada ayrılmaktadır: 1. Özel teşebbüse daha geniş taviz­ ler vermek, 2. Tarıma daha çok önem vermek, 3. Dış yar­ dımlara o vakte kadar hiç görülmemiş ölçüde dayanmak. Böylece CHP 1923’denberi uygulamaya çalıştığı ana ilke­ lerinin en önemlilerinden 1946’da vazgeçmiş oluyordu. Ekonomide özel teşebbüs devletçiliğin önüne geçiriliyor ve ...özel teşebbüsün başarmaya imkan bulamadığı, yahut ka­ zançlı bulmadığı için girişmediği işleri devlet üzerine ala­ bilir, deniyordu. Yine programa göre (devlet kâr kastıyla tarım yapamaz... ve ticaretin ...devletçe düzenlenmesini, O İn ö n ü ’n ü n C u m h u riy e t g a z e te s in in 22.4.1969 g ü n k ü s a ­ y ısın d a k i k o n u şm a sın d a n . (M en d e re s’in D ra m ı, y a z a n Ş e v k e t S ü re y y a A y d e m ir). (2) T ü rk iy e ’de İle ric i A k ım la r, Y ü d ız S e rte l, A n t y a y ın ­ la rı, İ s ta n b u l 1969, s. 70, 71, 72, 78. denetlenmesini lüzumlu bulmuyoruz...) Programda ayrıca kanunlara uygun olarak ve eşit şartlarla yabancı sermaye­ den faydalanılacağı belirtilmektedir.» Yazar bu durumu şöyle değerlendiriyor: «.. .Böylece devrimden sonra devlet­ çilik ve milli burjuvaziyi yabancı sermayeye karşı koruma prensiplerinin kurucusu olan CHP’nin de özel teşebbüse ve yabancı sermayeye taviz yolunu tuttuğu görülmektedir... Bu durum artık CHP’ye de devrimci karakterini yitirmiş, kâr peşinde koşan şehir büyük burjuvazisiyle en gerici top­ rak sahiplerinin hakim olduğunu gösteriyordu...» Ay m ta­ viz politikası ve sağa kayış 1950’de de devam edecek, CHP 1950’deki seçim beyannamesi ile şu vaadleri sıralıyacaktır(3): «...Yurdum uzun ekonomik kalkınmasında özel ser­ maye ve teşebbüsün gittikçe artan bir nispette faaliyet gös­ terip gelişmesini istiyeceğiz... Sermaye ve teşebbüs sahip­ lerinin yeni iş sahaları açmalarını teşvik edeceğiz... Tür­ kiye’de iş görmek istiyen ve medeni memleketlerce kabul edilmiş şartlara uyacak yabancı sermaye için kapılarımız açık tutulacaktır...» Ve Doğan Avcıoğlu bu durumu şöyle eleştirir: «...Görüldüğü gibi çok partili hayata geçişle bir­ likte gerek iktidar, gerekse ana muhalefet partisi aynı çı­ karları savunmaya koyulmuşlardır... İşte böyle bir iç or­ tamda milliyetçi devrimci kanadı sindirilmiş bir CHP’de bir kısım toprak ağası ve tüccar kalmıştır...» Ekonomik alanda aynı tutucu - gerici - sömürücü sı­ nıfların çıkarlarını savunma yarışı, önemsiz ayrıntılar bir tarafa bırakılırsa 1946 ile 1960 arasında her iki büyük par­ tinin güttüğü politikanın ana doğrultusudur. Böyle bir eko­ nomik politika güdülünce evrensel amaçlan bakımından buna tamamen zıt olan köy enstitüleri hareketini asıl yö­ nünden çevirmek, bu yönde gelişmesini önlemek, bu parti­ lerin milli eğitim alanındaki politikalannın temel ilkesi ( 3) T ü rk iy e ’n in D üzeni, D o ğ a n A v cıo ğ lu , B ilg i y a y ın e v i, A n k a ra , 1968 s. 251, 252. oluyordu. Nitekim her iki partinin de eğitim alanında gö­ revlendirdikleri bakanlar, enstitülerin partilerinin savunmaya ve yaranmaya çalıştıkları sömürücü sınıfların çıkarları için ne büyük bir tehlike olduğunun bilincine çok iyi varmış­ lardır. Bu konuda köy enstitülerinin evrimi hızlandırma et­ kisini anlıyamıyan bazı solculardan çok daha uyanık ve anlayışlı oldukları söylenebilir. Şampiyonluk yine CHP’de kalmıştır. Enstitüleri etkisiz duruma getirme kampanya­ sının ana ilke ve yöntemlerini saptamış olan Sirer, Kirby’nin deyimi ile(4) «...kendi partisinin muhalifleriyle işbirliği yapmaktan çekinmedi... Demokrat Parti tarafından da ne meclisde, ne dışarıda bir tenkide bir muhalefete maruz kalmadı... Sirer, Kemalist eğitimin yılllarca didine d idine yaptıklarını bu oldukça kısa bakanlık süresi içinde (7.8.46-8.6.48) bozmak başarısını göstermiştir...» Çok partili siyasal hayat denemesine geçince düşün­ ce ve söz özgürlüklerinde bir takım kısıtlamaları kaldır­ mak gerekiyordu. CHP 1946’ya doğru bunu yaptı. Fakat bunu yapar yapmaz «...1925’den bu yana ilk defa olarak işçi sınıfında bir hareketlilik belirdi ve canlı bir sendikalaş­ ma hareketi başladı. Çeşitli adlarla sosyalist veya sosyaliz­ me eğilimli partiler kuruldu. İstanbul’da iki gazete, Vatan ve Tan iktidara karşı şiddetli bir tenkit kampanyasına baş­ ladılar... Ayrıca ufak ufak sol dergiler çıkıyordu.. . »(5) Bu durum aynı çıkarları savunan ve çok partili düzeni getir­ mekle beraber kendi iç bünyelerinde sağ nitelikte olan iki büyük partiyi ürküttü. Karşılarındaki muhalefet partisin­ den hiçbir önemli tepki görmeden 16.2.1946’da CHP’nin Recep Peker hükümeti işçi sınıfına dayanmaya çalışan iki siyasal partiyi, hemen bütün sendikaları ve özgürlük ve de­ mokrasi savaşı yapan gazeteleri kapattı. Geniş bir tutukla(4) T ü rk iy e d e K öy E n s titü le ri F a y K irb y , İm e c e y a y ın ­ l a n , A n k a r a 1962, s. 338, 343. (5) T ü rk iy e v e S o sy alizm S o ru n la rı, B eh ice B o ra n , G ün y a y ın la n , İ s ta n b u l 1968, s. 36. ma ile aydınlanıl işçi hareketlerini hızlandırma çabalarına son verildi. Çok partili hayatın daha başlangıcında iki par­ ti yalnız sağ kanadı bulunan güdük bir demokrasi oyununu sürdürmek için tam işbirliği içinde idiler. «...CH P ve bu noktada onunla birleşen DP, 1945 -4 6 ’da birden beliren şiddetli ve sol eğilimli eleştiri havasından, tecrübesiz işçi sı­ nıfının gösterdiği beklenmedik hızlı örgütlenme hareketin­ den, sosyalist görüş, eleştirme ve partilerin dinamik bir şe­ kilde ortaya çıkışından ürktüler. Demokrasi bu defa, ege­ men sınıfların tek parti yerine çok partili yönetimi şeklini aldı...»if>). İki Dünya Savaşından sonra doğu ve batı blokları ara­ sında başlıyan çatışma, batı blokunda antikomünist hare­ ketlerin güçlenmesi, yeni sömürgecilik politikasının temel­ lerinin atılması Türkiye’de gittikçe güçlenmekte olan bur­ juvazi ve kapitalizmin kendi çıkarlarına karşı duracak her kişi ve topluluğu aşın solculuk, komünistlik ile suçlama­ sına çok elverişli bir ortam yarattı. Böylece komünizmle mücadele perdesi altında sömürücü sınıfların çıkarlarının savunması yapıldı ve soldan gelen her türlü ses susturul­ du. «...Basın dünyasında yepyeni bir zıpçıktı janrı doğdu. Bilhassa haftalık dergilerde sansasyonel ifşalar yarışı baş­ ladı. Birleşik Devletlerdeki Mac Carty’nin Türkiye’de ön­ cüsü olan zat Halk Partisi?nin kendi sinesinde doğdu... Bir kere bu korku, şüphe ve iftira havası yaratıldıktan son­ ra karmakarışık bir körebe oyunu başladı. Şimdi hiçbir iddiayı ispata lüzum yoktu. Her ispat edilmemiş iddia baş­ ka bir iddianın ispatı oluyordu... Bu inanılmaz orjinin asil hedefi, nişan tahtası Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanı ve Kemalizmin eğitim müesseseleri idi. Milli Eği­ tim Bakanlığına çevrilen savaşın sadece bir politika savaşı değil de bir ideoloji savaşı olduğunu en iyi gösteren şey, bütün Kemalizm aleyhtarlarının ister ırkçı, ister anadolu- cu, ister dinci olsun, ister halk partisi içinde, ister dışında ve karşısında olsun, müşterek bir cephede omuzomuza, elele birlik olmalarıdır...»w. ■ Yıkma Çalışmaları 1946’da iktidarı ele geçiren. CHP’nin sağ kanadı köy enstitüsü atılımını durdurmak, yolundan saptırabilmek için Milli Eğitim Bakanlığı içinde başlıca şu yöntemleri kul­ landı: İlk yapılacak iş köy enstitüleri kurucu ve yöneticileri­ ni işbaşından uzaklaştırmak olmalıydı. Fakat bu o şeküde yapılmalıydı ki, hem bu haksız uzaklaştırmalara gerekçe bulunmuş olsun, hem de uzaklaştırılanlar meslektaşları ve kamu önünde suçlu duruma düşürülerek enstitülerde girişi­ lecek bozma, yıkma hareketlerine karşı seslerini yükseltemesinler. Bu gibilerin lekelenerek, yanlış, zararlı işler yap­ mış, suçlu, beceriksiz kişiler olarak damgalanabilmeleri işini başarmak üzere Bakanlığın bütün örgütü harekete geçiril­ di. Bu yöntem gerçekten iyi düşünülmüştü. Bir kere taa Osmanlılığın başından beri başarı ile uygulanmış, ayrıntı­ ları çağdan çağa geliştirilmiş gelenek, jurnal, iftira, adam lekeleme, kelle vurdurma geleneği canlandırılınca, o on yıldanberi yapılmakta olan eğitim yeniliklerini isteksizlikle izliyen, bir türlü harekete geçirilemiyen Bakanlık örgütü bu geleneksel çabaya itilince, dikkati çekecek bir becerik­ lilik ve istekle işe koyuldu. En sonunda kendilerini göstere­ bilecekleri bir alan bulmuşlardı. Cezalandırmalara, nakil­ lere, bakanlık emirlerine esas olacak soruşturmalar çok geniş çapta yürütüldü ve yıllar sürdü. CHP’nin sağ ka­ nat iktidarından sonra gelen DP’li bakanlar da kardeş par­ tinin açtığı bu verimli yolda, istekle, gayretle yürüdüler. O) T iirk iy ed e K öy E n s titü le ri, F a y K irb y , İm e c e y a y ın ­ la r ı, A n k a r a 1962, s. 336. Birkaç yıl içerisinde köy enstitüleri kurucu ve yöneticileri­ ni devletin güvenliği için en zararlı kişiler durumuna geti­ rebilecek şişkin soruşturma dosyaları hazırdı. Bütün bu suçlama kampanyası kamuya enstitülerde yapılacak yıkma çalışmalarım haklı göstermeye de yarıyordu. Bu soruştur­ malara aid belgelerin derlenerek yayınlanması sanırız ki, çok ibret verici olacaktır. Bakanlığın yetkilileri tarafından sağ basına da el altından verilen ve günümüze kadar hâlâ köy enstitülerinin zararlı kuruluşlar olduğunu ispatlamakta kullanılan, 27 Mayıs’tan sonra milli eğitim işlerini yürüt­ mekle görevli Milli Birlik Komitesi üyelerini de yanıltan o ünlü «bir çuval belge» hikayesi işte Bakanlığın 1946’dan sonra yaptığı bu çok ciddi ve sistemli(l) çahşmanın ürünü­ dür. El altından basına verilen belgelerde suçlananların sa­ vunmalarının bulunmadığını, bunların sadece tek taraflı so­ nuçlara varmış müfettişlerin kanı ve düşüncelerini kapsa­ dıklarını, yargı organlarının kararlarının da bildirilmediğini eklemenin herhalde gereği yok! Bütün enstitü yönetici ve kurucularını ilgilendiren bu soruşturmaların hepsi herhalde birkaç cilt tutar. Biz çok kısa bir fikir verebilmek için Tonguç’la ilgili olanlardan kısaca söz açmak istiyoruz: ■ Tonguç İçin Soruşturmalar İşbaşından ayrıldığı andan emekli olduğu 1954 yılma kadar Tonguç’un Bakanlık tarafından yürütülen soruştur­ malara karşılık hazırlaması, Danıştay’daki davalarla il­ gili işleri izlemesi, onun günlük işleri arasında idi. 21.9.946 da Tonguç İlköğretim Genel Müdürlüğünden Talim Ter­ biye Kurulu Üyeliğine nakledildi. Fakat bu yeterli görülmiyerek yine CHP’li bir Bakanın, Tahsin Banguoğlu’nun zanîanında, 2.4.1949’da Ankara Atatürk Lisesi Resim -Elişleri Öğretmenliğine atandı. Bu öğretmenlik süresi, kanı­ mızca Tonguç’un hayatındaki en ilginç bölümlerden birisi­ dir. Bakanlık Tonguç’u bu göreve bir sürgün, bir küçül­ tücü davranış olarak gönderiyordu. Nitekim okula gittiğin­ de kendisine hazırlanmakta olan bir öğrenci piyesi için sahne dekorlarını boyamak görevi vermekle okul yönetimi aldığı direktifi yerine getirmeye başladı. Tonguç’un herşeyden önce bir eğitimci olmadığını, sadece> resim ve boya işleriyle uğraşması gereken bir sıradan öğretmen olduğunu nihayet anlaması gerekiyordu, öğretmenler kendisinden kaçıyor, kulakları doldurulmuş öğrenciler onu küçültücü davranışlarda bulunmak için hazır bekliyorlardı. O kosko­ ca bakanlık örgütünün Tonguç’u ve düşüncelerini, eğitim ilkelerini nasıl zerre kadar anlamamış olduğunu gösteren bundan daha güzel bir örnek yoktur. Tonguç’a göre tek kutsal şey <iş»di. İşin her türlüsü kutsal ve zevkle yapıl­ maya değerdi. Üstelik de her zaman tekrarladığı, kendisi­ nin herşeyden önce bir öğretmen olduğu, diğer görevlerin ve sıfatlarının geçici olduğu inancı idi. Böylece Tonguç sahne dekorlarını büyük bir zevk ve istekle boyayarak işe başladı. Ankara Atatürk Lisesi Bakanlıktaki yüksek gö­ revlerden yürütülerek sürgüne gönderilen çok bakanhk ile­ ri geleni görmüştü ama, Tonguç bir haksızlığa uğramışlık, mağdur olmuşluk kasıntısı içinde diğer öğretmenlerden uzak duran, şöylece bir ders verdikten sonra öğretmenler odasına girmeye bile tenezzül etmiyen sabık yöneticilere hiç benzemiyordu. Bir ayı geçmemişti ki Tonguç okulun öğ­ retmen ve öğrencilerce en sevilen öğretmenlerinden biri ol­ muştu. öğretmen odasında öğretmenlerle şakalaşıyor, fık­ ralar anlatıyor, her biri De dostluklar kuruyordu. Kolu koltuğu boyalar, resimler, kitaplar dolu derslere giriyor, o önem verilmiyen resim - elişi dersleri öğrencilerin en sev­ dikleri, en başarılı oldukları derslerden birisi durumuna ge­ liyordu. Şimdi artık okulun sahnesinde sırtında bir iş gömleği, ardında bir sürü boyalara bulanmış öğrenci, müşamere hazırlıkları yapıyor, resim sergileri için çalışıyor­ du. Ev, resim yapma kabiliyetleri beklenmedik bir şekilde gelişivermiş öğrencilerin resimleriyle dolmuştu. O, geceyanlanna kadar, bir yığın kitaptan mesleğe yeni atılmış bir öğretmen gibi, bir saatlik ders için saatlerce hazırlanıyor, ders planları yapıyor, yaptırdığı işlere, resimlere ciddi cid­ di, düşünerek, titizlenerek, not atıyor, eleştirilerini uzun uzun yazıyordu. Sanki yeniden dünyaya gelmiş, mesleği­ nin zevklerini yeniden keşfetmişti. Belki de kendisini bü­ tün istek ve zevki ile mesleğini yapmaya bırakacaklarını gerçekten ummuştu. Ama Bakanlık son derece gülünç bir duruma düşmüştü. Talim Terbitye Dairesinin üyesi olarak Bakanlığın küçücük bir odasında yalıtılmış bu kişiyi öğ­ renci ve öğretmenlerin ortasına salıvermekle nasıl bir hata yaptıklarını çabuk anladılar. Üstelik de kendilerini küçül­ tücü, gülünç duruma düşürücü bu durum Ankara’nın or­ tasında, herkesin gözün önünde, burunlarının dibinde gelişi­ yordu. Demokrat Partinin iktidara gelişinden kısa bir süre önce Tonguç’un Kayseri Lisesi resim öğretmenliğine nakli kararnamesi Bakan Banguoğlu’nun imzasından çıkmak üze­ re idi. Demokrat Parti’nin Milli Eğitim Bakanı Tevfik ileri, kardeş partinin bakanlarından biraz daha bu konuda aşırı davranmak tutkusu içinde idi. Yoksa yeni iktidarın giden­ lerden üstünlüğü nasıl belli olacaktı? Böylece ileri, Tonguç’u ve daha 8 öğretmeni gürültülü bir şekilde bakanlık emrine aldı. Bu kararını övüne övüne radyodan, gazeteler­ den açıkladı. Bu davranışı ile o kadar yararlı bir iş yaptığı inancındaydı ki, daha sonraları, eğitim alanındaki bütün çalışmalarını eleştirdikleri zaman, «hiç bir şey yapamadımsa Tonguç’u bakanlık emrine aldım» diyecektir. Ba­ kanlık emrine alındığı 11.9.1950’den emekli olduğu 27.2. 1954’e kadar, çeşitli başvurmalarına rağmen Bakanlık Tonguç’a o ünlü «görülen lüzum üzerine» maddesi dışın­ da, bu kararma temel olan bir neden bildiremedi. O gün­ lerde çıkan gazetelerin başlıklarına bir göz atmak bir hayli ibret vericidir. 9.9.1950 günkü Son Telgraf’da şu manşet var: «Milli Eğitim Bakanlığı solcu hocaları mahkemeye veriyor. Köy enstitülerine komünist propagandası maksadı ile çirkin yazıları kim yazdı? Bakanlık emrine alınan ho­ calar.» Ve bu başlığın altında şu haber (Yazarın notu: de­ ğiştirmeden aynen alıyoruz): «...İsmail Hakkı Tonguç ilk tedrisat umum müdürü iken Hasanoğlan köy enstitüsün­ de bulunan İzzet Palamara İtalyanca yazılmış olan Pompamar(!) adlı kitabı göndermiş ve üzerine de şu ilaveyi yaz­ mıştır. (Bu kitabı dikkatle okuyunuz ve okuduklarınızı ay­ rıca görüşünüz). Bu eser İtalya’daki komünistlerin kitabı mukaddesleri gibi yaşamaktadır. Haber aldığımıza göre, o zaman İlk Tedrisat Umum Müdürlüğü köy enstitülerin­ den mezun olan talebelere ne kadar solcu eserler varsa onları vermiştir. Bakanlık bu mesele üzerinde de ayrıca dikkatle durmaktadır. Hatta bazı devlet ricali Hasanoğ­ lan köy enstitüsünü ziyaret ettiği zaman bir takım zafer yap­ mışlar, Atatürk’ün gençliğe hitabesinden (Ey Türk gençli­ ği! Damarlarındaki asil kan...) ibaresini değiştirerek şöyle yazılar yazmışlardır: (Damarlarımızdaki asil kan kızıl kan­ dır!) Onlar da, bu yazıyı okumadan takın altından geçmiş­ lerdir. »<8). Yeni Sabah’a bir göz atmak ise düşündürücü­ dür: Manşette «Sol temayüllü hocalar bakanlık emrine alın­ dı. İsmail Hakkı Tonguç’un bulunduğu ilk listede dokuz tedris üyesi var; yeni listeler hazırlanıyor» denmekte ve Tevfik Ileri’nin demeci verilmektedir: «Bu şahıslar solcu olarak tanınmıştır. Çocuklarımızın zehirlenmesine müsaa­ de edemezdik. Hatta İsmail Hakkı Tonguç’un emekliye ay­ rılmasına iki ay vardı. Ben onu vekalet emrine almakla ef­ kârı umumiye karşısında solcu olup olmadığının hesabını vermesini münasip gördüm.» Aynı sayının, bu haberle ilgi­ li manşetinin altında ise yine manşette şu haber var: «Dün (8) S on T e lg ra f g a z e te si, 9.9.1950, s. 1, 5. toplanan Halk Partisi divanında nikbinlik havası esiyor­ du. İnönü’nün başkanlığında yapılan dünkü toplantıda son seçimleri neticesi memnuniyetle kaydedildi, İnönü bugün Karpiç’te bir ziyafet verecek. »m Tonguç 5.12.1950’de, Bakanlık, bakanlık emrine al­ ma nedenini bildirmemekte İsrar ettiği için Danıştay'a baş­ vurdu. 16.2.1954’e kadar Tonguç’un ve Bakanlığın Danıştayda karşılıklı açtıkları davalar sürüp gitti. Aslında onca müfettişin yıllar süren çabasına rağmen şöyle kamu önüne çıkarılacak dişe dokunur, belgelerin kanıtlandığı sa­ vunabilecek bir suç bulunamamıştı. En sonunda Ba­ kanlık en işe yarar suçlamanın Son Telgraf gazetesinin de­ yimi ile «Pompamar» kitabı olayı olabileceğine karar ver­ miş olsa gerekti; çünkü bakanlık emrine alma kararı ile birlikte basma bu olay bildirilmişti. Halbuki aslında bu, Bakanlığı tarih boyunca büsbütün gülüç duruma düşürecek bir nitelik taşıyordu. Bir kere kitabın adı Pompamar değil, Fontamara idi. Ünlü Italyan yazarı îgnozio Silone tarafın­ dan yazılmış, Sabahattin Ali tarafından dilimize çevrilmiş­ ti. Silone bir süre Italyan komünist partisi üyeliği yapmış, sonra ayrılmıştı. Kitap, komünizmi övmek için değil, Ital­ yan faşizmini yermek, köylülere bu faşizmin zararlarım anlatmak için yazılmıştı. Faşizme karşı bir kitap olduğu söylenebilirdi. Tönguç’un arkadaşlarına ve öğretmenlere ki­ tap armağan etmek alışkanlığı vardı. Kitabı armağan etti­ ği izzet Palamar ise çok yakın arkadaşı idi. Kitap bir ge­ ce Hasanoğlan köy enstitüsünde Palamarın dolabı kırılarak çalınmıştı. Birkaç ay sonra her nasılsa, köy enstitülerinin yıkılışında çok önemli bir rol oynamış olan eski Kızılçullu Köy Enstitüsü Müdürü Emin Soysal (ki o sıralarda millet­ vekili idi) tarafından meclis kürsüsüne getirilecek ve Tonguç’a, enstitülere saldın aracı yapılacaktı. Bakanlık 10 Ocak 1953’de emekliliğini istiyen Tonguç’un bu isteğini, (?) Y eni S a b a h g a z e te si, 9.9.1950, s. 1, 4. tamamen yasalara aykırı bir şekilde ancak 27. Şubat 1954’ de yerine getirdi. Bunun nedeni şu idi: Bakanlık emrine alı­ nan bir kişiye ancak belirli bir süre ile yarım maaş verili­ yor, ondan sonra hiçbir ödeme yapılmıyordu. Halbuki emeklilik işlemi yapılınca emekli aylığını ödemek zorunluğu vardı. Böylece Tonguç üzerinde yapılan maddi baskının elden geldiği kadar uzatılması sağlanmış olacaktı. Bunda başarıya ulaşıldı. Gerçekten Tonguç’un maddi durumu hiç de iyi değildi. Hayatı boyunca böyle şeylere hiç önem ver­ memişti. Nitekim bakanlık emrinde bulunduğu yıllarda çok sevdiği ve yapımında, işlenmesinde bizzat çalıştığı 25 yıllık küçük bağını ve bağ evini satmak zorunda kaldı. Okuyuculara bir fikir verebilmek için yapılan soruş­ turmaların konularına kısaca değinmek isteriz. Ömek ola­ rak Tonguç’la ilgili olanları açıklıyaçağız. Diğer enstitü yönetici ve kurucuları için yürütülen bakanlık soruşturma­ ları da buna benzer nitelikte idiler. Tonguç için yürütülen Bakanlık soruşturmalarında Bakanlık bir zorlukla daha karşı karşıya idi: Bakanlık Disiplin Kurulunun Genel Mü­ dürler için disiplin cezası vermeye, veya bunları mahke­ meye şevke yetkisi yoktu. Bu yetki Danıştaya verilmişti. Örneğin çok partili hayata girmiş, düşünce özgürlüğü kapı­ larını aralamış CHP’nin Bakanı Sirer’in suç sayarak baş­ lattığı Fontamara soruşturmasından ötürü de Bakanlık Di­ siplin Kurulu yetkisizlik kararı vermek ve dosyayı Danıştaya göndermek zorunda kalmıştı'101. (io) Ö zel a rş iv : M illi E ğ itim B a k a n lığ ı D isip lin K u ru lu ­ n u n 5.4.1950 g ü n ve 24 sa y ılı k a r a n : « H a le n A n k a ­ r a A ta tü r k L isesi R esim Ö ğ re tm e n i b u lu n a n H a k k ı T o n g u ç’u n İlk ö ğ re tim G enel M ü d ü rü ik e n H a sa n o ğ la n K öy E n s titü s ü T a n m Ö ğ re tm e n i iz z e t P a la m a r a içinde k ö y lü - şe h irli a y rılığ ı vç h ü k ü m e t a le y h ta r ­ lığ ın a d a ir ih tila lc i fik irle r v e te lk in le r b u lu n d u ğ u b ild irile n (Y a z a rın n o tu : İlk ö ğ re tim G enel M ü d ü rlü ­ ğ ü ta r a f ın d a n b ild irilm iş) ro m a n ı (P a la m a r , bu k i­ ta p sen d en f ik ir a lın a r a k y a z ılm ış a b en ziy o r, oku d a b ir k o n u şa lım ) ith a f ı ile h ed iy e e ttiğ i ve bu h a- Böylece Tonguç’la ilgili bütün soruşturmalar Danış­ tay’a yollandı. Bu zorlama suçlamaları o zaman henüz 1961 anayasasının verdiği özerkliğe kavuşmamış olan Danıştayı ne kadar zor bir duruma soktuğu ortadadır. Nite­ kim Danıştay bir sürü ara kararlar, savunma ve karşı sa­ vunma istekleri ile işi uzatmak yolunu tuttu. Ve karar ver­ mekten kaçındı. Yalnız «Fontamara» olayı üzerinde de olumlu kararını bildirmekten kendini alamadı. Herhalde basit bir kitap armağanı olayının bu derece kötü niyetlerle sömürülmesi onların bile sabrını taşırmıştı011. Diğer suç­ lama konuları ile ilgili dosyalar, uzun zaman sürünceme­ de kaldı. Ve ancak 1954’de bütün suçlamaları zaman aşıre k e ti ile a d li b ir su ç işle m e m ek le b e ra b e r b ir ö ğ r e t­ m en e h ed iy e ed eceğ i k ita b ı se ç m e k h u s u s u n d a g e ­ re k e n titiz liğ i g ö ste rm e d iğ i, böyle b ir k ita b ın e n s ti­ tü ç e v resin d e y a p a b ile c e ğ i m e n fi te s iri g ö z ö n ü n d e b u lu n d u rm a d ığ ı ve b in n e tic e bu k ita b ı iy i n iy e tle v e rm e d iğ i ileri s ü rü le re k H a k k ı T o n g u ç h a k k ın d a g e re k li k a r a r ın v e rilm e si te k lif e d ilm e k te ise de, B a k a n lık H u k u k M ü şa v irin in de ş ifa h e n m ü ta la a e t­ tiğ i veçhile bu o la y d a a d li b a k ım d a n işle m y a p ıl­ m a s ın ı g e re k tir e c e k b ir c ih e t k o m isy o n u m u z c a d a g ö rü lm e d iğ in d e n ve d isip lin b a k ım ın d a n ise a d ı g e ­ çenin G enel M ü d ü rlü k te b u lu n d u ğ u e s n a d a k o m is­ y o n u m u z a d a h il ü y e le rd e n b u lu n m a sı ve 788 sa y ılı k a n u n u n 53. m ad d e si h ü k m ü n ü n G enel M ü d ü rle r h a k k ın d a in z ib a ti b a k ım d a n k a r a r ittih a z ın ın Dan ış ta y a a id b ir y e tk i o lm a sı itib a riy le b u h u su s d a d a k o m isy o n u m u z c a k a r a r ittih a z ın a im k a n b u lu n ­ m a d ığ ın a k a r a r v e rild iğ i...» (İD ö z e l a r ş iv : B u k o n u d a k i D a n ış ta y k a r a r ı şö y le d ir: D a n ış ta y 2. D a ire e s a s n o . 2941, k a r a r no. 4629, g iin 30.9.1950: « ...s a n ığ ın sa v u n m a sın ın a k s i s a b it o lm a ­ d ığ ı ve k e n d isin e is n a t o lu n a n bu fiilde in z ib a ti ceza ta y in i b a k ım ın d a n c e z a la n d ırm a y ı g e r e k tir ir b ir m a h iy e t b u lu n m a d ığ ı cih e tle H a k k ı T o n g u ç h a k k ın d a in z ib a ti cez a ta y in in e m a h a l o lm a d ığ ın a 30.9.1950 g ü n ü n d e o y b irliğ i ile k a r a r v erild i.» (Y a z a rın n o tu : D a n ış ta y ın bu k a r a n B a k a n D eri’n in y u k a r ıd a b e ­ lirttiğ im iz tu m tu r a k lı b a k a n lık e m rin e a lm a d e m e ­ c in d en sad ece y irm i g iin s o n ra d ır v e iş in n e d e re c e fiy a sk o ile so n u ç la n d ığ ım g ö s te rir . A m a n o rm a l k o ­ ş u lla r için d e o lay ı böyle d e ğ e rle n d irm e si g e re k e n b a sın bu k o n u d a g ö re v in i y a p m a d ı). mı ve af kanununun kapsamına girmeleri bakımından ince lemeye değer bulmadığını, herhangi bir karar vermek gere­ ğini duymadığını bildirerek bütün dosyayı işlemden kaldırdı(12). Burada Danıştayın bu kararından Tonguç için Ba­ kanlığın yaptığı yıllar süren suçlamaların bir dökümünü buraya aktarıyoruz; bunlar 23 maddede Danıştay tarafın­ dan özetlenmiştir: 1. Hasanoğlan Köy Enstitüsü hidroelektrik santralının esaslı bir etüdü yaptırılmadan 130.696 lira 83 kuruş sar­ fıyla inşa ettirilmiş ve mesuliyetini üzerine almak suretiyle evrakı sarfiyyeyi imza etmek, 2. Ankara’daki evini Hasanoğlan Köy Enstitüsü usta ve öğrencilerine tamir ettirmek, 3. Köy enstitülerinin kuruldukları yerlerin okul çalış­ maları ve sağlık şartlan bakımından elverişli olmamak, 4. Köy enstitülerinin bina ve müştemilatını sağlam ve iyi ve ihtiyacı karşılıyacak şekilde yaptırmamak, 5. Köy enstitülerinin müfredat programları ile tali­ matnamelerinin usulüne göre tertip ettirilmeden tatbik olun­ mak, (12) ö z e l a rş iv : D a n ış ta y k a r a r ı: D a n ış ta y 2. D a ire, e sa s no. 3921, k a r a r no. 197, g ü n 16.2.1954: « ...is n a t o lu ­ n a n su ç m a d d e le rin d e n 1. m a d d e d e n 18.2.52 ta r i h ve 3460/17 sa y ılı ve 2. m a d d e d e n 18.2.52 ta r i h ve 3459/175 sa y ılı k a r a r la r l a 5677 sa y ılı a f k a n u n u n a g ö re h a k k ın d a k i a m m e d a v a s ın ın s ü k u tu n a k a r a r v e rild iğ in d e n te k r a r k a r a r ittih a z ın a m a h a l o lm a d ı­ ğ ın a , v e 18. m a d d ed e k i s u ç ta n m a z n u n u n m e m u riy e t­ te n a y rıld ık ta n s o n ra v a k i o ld u ğ u n a g ö re m e m u rin m u h a k e m a tı h a k k ın d a k i k a n u n a g ö re ta k ib i g e r e k ti­ r i r b ir su ç b u lu n m a d ığ ın d a n k a r a r ittih a z ın ın v a z i­ fe d ış ı b u lu n d u ğ u n a , ve d iğ e r m a d d e le rle isn a d olu ­ n a n s u ç la r d a 5677 sa y ılı a f k a n u n u n u n şu m ü lü n e d a h il e fa ld e n olup m a z n u n u n b u k a n u n h ü k ü m le rin ­ d en is tifa d e sin e m a n i b ir m a h k u m iy e ti b u lu n m a d ığ ı a n la ş ıld ığ ın d a n h a k k ın d a k i a m m e d a v a sın ın a f m ü ­ n a se b e tiy le o rta d a n k a lk m ış b u lu n d u ğ u c ih e tle bu s u ç la rd a n d o la y ı d a H a k k ı T o n g u ç h a k k ın d a ta k i b a t y a p ıla m ıy a c a ğ ın a 16.2.1954 ta rih in d e it ti f a k l a k a r a r verildi». 6. Köy enstitüleri talebe sayılarının nispetsiz bir tarz­ da arttırılarak bu müesseselerde sıkıntı ve huzursuzluk meydana getirmek, 7. 4274 sayılı kanunun tatbikindeki zorlukların önü­ ne geçilecek tedbirleri almamak, 8. Köy enstitülerinin talim terbiye ve idare kadrolarım usulüne göre tespit ettirmiyerek tatbik etmek, 9. Hasanoğlan köy enstitüsünde açılan yüksek kısmın talimatnamesi ile müfredat programını usulüne göre tespit ettirmiyerek tatbik etmek. 10. Köy enstitülerinde disiplin ve ahlak durumundan dolayı gerekli tedbirleri almamak, 11. Enstitüleri teftiş ve ziyaretleri sırasında enstitü dahilinde içki kullanmak ve içkili yemeklerde kız ve erkek talebelere açık saçık kıyafetlerde hizmet ettirmek, 12. Bazı enstitülerde zuhur eden solculuk vakalarının tekerrürüne mani olacak tedbirleri almamak, 13. Köy enstitüleri dergilerinde çıkan solcu mahiyet­ te yazı ve şiirlerle enstitülerin sistemli şeküde solculuk tel­ kinine imkan vermek ve bunu sağlamak için bu dergilerin bir mektep kitabı gibi talebelere sindirilmesi hususunda ta kipli ve İsrarlı emirler vermek, 14. Bazı köy enstitüleri kitaplıklarında solcu ve muzir neşriyatın bulunmasına ve köy enstitüsü mezunlarına ve­ rilecek temel kitaplar arasına solculuk telkin eden kitapla­ rın da katılmış olmasına karşı gerekli tedbirleri almamak, 15. Çifteler köy enstitüsünde çıkmış olan komünist lik hadisesi üzerine kati tedbirleri almamak ve bu hadisede maznun mevkiinde olan talebelerin Hasanoğlan Yüksek Kısmına kabul edilmiş olmalarına müsamaha göstermek, 16. Yüksek köy enstitüsünde solcu hareketlerin ya­ pıldığına, ve buraya solcu tanınan bazı şahısların sokul­ duğuna muttali olduğu halde bu hususda gerekli tedbirleri almamak, 17. Fontamara adlı kitabı Hasanoğlan köy enstitüsü öğretmenlerinden izzet Palamar’a «Palamar bu kitabı sen­ den fikir alarak yazmışa benziyor, oku da bir konuşalım» ithafı ile vermek, 18. Umum Müdürlükten ayrıldıktan sonra Büyük Derbent ve Arifiyeye giderek enstitü mensuplarıyla ve tale­ beleriyle bazı temaslarda bulunmak, 19. Köy enstitüleri için hususi bir şifre ihdas ettir­ mek, 20. Birden fazla öğretmenli köy mekteplerine köy enstitüsü mezunlarını mektepten çıkar çıkmaz hemen baş­ öğretmen tayin etmek suretiyle bir kısım başarılı başöğ­ retmenleri mağdur etmek, ve meslekte ikilik yaratmak, 21. Köy enstitülerine müzik eğitimi adlı kitabı ve (mekteplere ders ve yardımcı kitap olarak kabul edilecek kitapları) kabul şartlarına uygun surette tetkik ettirmeden enstitülerde okutturmak, 22. «ilköğretim Kavramı» adlı kitabını mevkiinin ve memuriyetinin nüfuz ve selahiyetini kullanarak köy enstitü­ lerine fazla miktarda satın aldırmak suretiyle maddi bir menfaat teminine çalışmak, 23. Manisa ilk tedrisat müfettişi Safiyüttin Erem’i bu vazifeye 3407 sayılı kanunun 3. maddesi hükmüne aykırı olarak tayin ettirmek.05* Bakanlığın Tonguç’u suçladığı noktalar bunlardır. ■ Diğer Yıkma Yöntemleri İşte böylece Tonguç başta olmak üzere enstitü yöne­ tici ve kurucularına uzun bir süre manevi ve maddi baskı yapıldı. Yıkma işlemini rahatlıkla yürütebilmek için uygula­ ( 13) Ö zel a rş iv . B u n d a n ö n cek i d ip n o tu n d a b ild irile n D a ­ n ış ta y k a r a r ın ın a y rın tılı m e tn in d e n a lın m ış tır. nan bir ikinci yöntem de şu oldu: 1946’dan sonra Milli Eğitim Bakanlığı Cumhuriyetin hiçbir çağında görülmedik bir şekilde devletin güvenlik örgütleriyle işbirliği yaparak çalışmaya başladı. O zamana kadar bütün Bakanlar, Ba­ kanlığın bir çeşit özerkliği olmasına, hele Bakanlık ça­ lışmalarını çok defa tek yönlü ve dar bir açıdan değerlendi­ rerek bu çalışmalara karışmak istiyen içişleri ve güvenlik yetkililerinin bu eğilimlerini frenlemeye çalışmışlardı. Bu metodun bulucusu olarak Sirer, bunun tam aksini yaptı; bu örgütleri kışkırttı, bunlara yol gösterdi. Kendisine gö­ re düzenlediği isim listelerini bunlara ileterek bu kişileri iz­ lemelerini istedi. Ve onları kendi amaçlarına göre kullan­ maya çalıştı. Bundan sonra da bu yöntemin uygulanmasına devam edildi. Böylece Tonguç 1946 - 1960 yılları arasın­ da devletin güvenliği ile ilgili örgütler tarafından en sıkı şekilde izlenen, her davranışı, her sözü tespit edilen bir kişi oldu. Kimlerle konuştuğu, nerelere gittiği günü günü­ ne tespit ediliyordu. Örneğin Yukarıda Danıştay kararın­ dan aktardığımız Bakanlık suçlamalarının 18. maddesinde sözü edilen Büyük Derbent ve Arifiye gezisi burada örnek verilebilir. Bu tamamen özel nitelikte, Büyük Derbentte görevli olarak bulunan ve subay olan bir yakın akrabasına yapılmış bir ziyaret idi. Bu yakın akraba yıllar sonra, Ton­ guç’un ziyaretinden hemen sonra güvenlik memurlarının bilgi almak üzere kendisine geldiklerini söyledi. Milli Eği­ tim Bakanlığı da bu ziyareti bu kanaldan öğrenmiş olsa gerektir. Bu sıkı izleme ölümüne kadar sürdü. Aynı soy­ adını taşıyan bütün yakınları böyle izlenmekte idiler. Bü­ tün hayatınca siyasal hiçbir eylemde bulunmamış, öğret­ men ve ilköğretim denetmeni olarak çalışmış kardeşi bile, sadece yakınlığından ötürü yıllarca izlendi. Benim kendi hesabıma dış ülkelerde uzmanlık öğrenimine gitme isteğim Milli Eğitim Bakanlığınca aylarca karşılıksız bırakıldı ve sonunda neden bildirilmeden reddedildi. Ancak bir yıl son­ ra gerçekleşebildi. Bulunduğum dış ülkede bizim politika­ cıların hoşuna gitmiyecek bir öğrenci hareketi olduğu za­ man, sadece soyadma bakarak ilk akla gelen ve durumu üzerinde soruşturma yapılan ben oluyordum. 1963’de tu ­ rist olarak yurt dışına çıkmak istediğim zaman aylarca pa­ saport verilmedi, ancak Emniyet Genel Müdürü sayın İh­ san Aras’ın kişisel olarak uyarılması üzerine pasaport ve­ rildi. Bu arada ilgililerin hâlâ Hakkı Tonguç dosyası ile uğraştıklarını gördüm ve «3 yıl önce öldü, bunu öğrenip de kayıtlarınıza işleyemediniz mi» demekten kendimi ala­ madım. Böylece Sirer, Tonguç’a söylediği «senin çoluk çocuğunla birlikte belini kıracağım» sözünü gerçekleştire­ bilmek için elinden geleni ardına komamıştı. Ama Sivas’da bir seçim gezisinde geçirdiği trafik kazasında beli kırılarak ölen, Tonguç’ün bu haberi alınca kullandığı deyimle, «zavallı Reşat» oldu. Yine bu yöntemin bir gereği olarak aynı işlemler di­ ğer köy enstitüleri yönetici ve kurucularına uygulandığı gibi köy enstitülerinin ve yüksek köy enstitüsünün en de­ ğerli öğrencilerine karşı okullarını bitirir bitirmez uygulan­ mak üzere M. Eğitim Bakanlığınca özel bir işlem hazırlan­ dı. Sağ kanat iktidarı bilinçlenmiş köylü aydın üzerinde el­ bette özellikle duracaktı. Ordunun sol akımlara karşı olan duyarlığından yararlanarak, Eğitim Bakanlığı, Yedeksubay Okulunu etkilemek ve bu öğrencileri subay yaptırmıyarak çavuş çıkartmak için çaba harcamak istedi. Gerçek durum anlaşılıncaya kadar bir kısım genç öğretmenlere bu işlem uygulandı. Bunlar askerlik görevlerini çavuş olarak özel bir denetim ve gözetim altında yaptılar. Hayata daha yeni atılmış bu genç öğretmenlerin bir çoğunun kıtalarda ger­ çek ve dürüst kişilikleri çabuk anlaşıldı. Üstleri olan su­ baylardan genellikle iyi davranış, yardım ve anlayış gör­ düklerini söylemek bir borçtur. Bu çavuş çıkarmalar be­ nim de- katıldığım 1951 yılı dönemlerine kadar sürdü. Yüzdeyüz çavuş çıkacağım kanısıyla ve evcek buna ken­ dimizi alıştırarak Yedeksubay Okuluna gittim. Yıllarca sonra devre arkadaşlarım benim ve bazı köy enstitüsü çıkış­ lıların çavuş çıkarılacağımızı hergün beklediklerini, bu gibi söylentilerin baştanberi yayıldığını anlatmışlardır. Daha sonraları ise Okul Komutanı generalin kendisine bu çeşit bir liste getirenlere «böyle dedikodulara dayanarak ben kimsenin geleceği ile oynıyamam, bana gerçek belgeler ge­ tirin» dediği söylentileri yayıldı. O yıl kitle halinde çavuş çıkarmalara son verildi. Anlaşılan Milli Savunma Bakan­ lığı, işin Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılan bir kışkırtma olduğunu anlamış ve bu çeşit politika oyunlarına aracılık etmek istememişti. Köy enstitüsü öğrencilerini böy­ le bir işlemden kurtarmak için Yücel’in yaptığı girişimle­ rin dramatik yönleri vardır. Yücel, bu haksızlığa isyan ediyordu ve Tonguç’un aksine olarak bazı yüksek makam­ lar uyarılırsa çavuş çıkarmaların önlenebileceğini umu­ yordu. Önce İnönü’ye başvurdu. İnönü elinden geleni yapa­ cağını söyledi. Sonra çağın Genelkurmay Başkam Orge­ neral Salih Omurtak’a gitti. Onu daha bakanlığı sırasın­ dan tanıyordu. Omurtak ona dileğini sordu, Yücel anlat­ tı. Sonra başka konulara geçtiler. Bir süre sonra Omurtak tekrar dileğini sordu. Yücel tekrar anlattı. Aynı sahne bir­ kaç defa tekrarlandı. Neden sonradır ki Yücel, Omurtak’ın ölümüne yol açan önemli rahatsızlığın başlamış olduğunu, bu davranışın bu hastalığın bir belirtisi olabileceğini dü­ şündü. Hiçbir şey elde edilemiyeceğine artık o da inan­ mıştı. Bütün bu ayrıntıları Tonguç’un ve arkadaşlarının 1946 dan sonra içinde bulundukları baskıları belirtebilmek için yazdık. Nitekim bunu yabancı araştırıcılar bile sezmişlerdir(l4): «...etrafına çekilen karantina kordonu o kadar ba(H) T ü rk iy e d e K öy E n s titü le ri, F a y K irb y , İm e c e y a y ın ­ la rı, A n k a r a 1962. s. 343, 344. şarılı idi ki, Türkiye’ye gelen amerikalı eğitim uzmanları ya Tonguç’un adını hiç duymamışlardır, yahutta duymuş­ larsa onun ehliyetsiz ve şüphe altında bir idareci olduğunu gayriresmi olarak öğrenmişlerdir...» ■ Basının Tutumu Bu durumu incelerken değinilmesi gereken bir başka etken daha vardır: Basının tutumu! Basının 1 946-60 yılları arasında köy enstitüleri sorunu yönünden olumlu davrandığı ve davranışının kendisine onur getirecek nite­ likte olduğu söylenemez. Gündelik gazeteler ve haftalık dergiler köy enstitülerine yapılan suçlamaları, antikomünist kampanyanın içerisinde, her taşın altında bir komünist gizlendiği suçlamalarıyla kamunun tek parti iktidarına kar­ şı duyduğu kızgınlığı, hoşnutsuzluğu doyurarak sürümü arttırmak amacı ile sorumsuzca kullandılar. Böylece sömü­ rücü - gerici - tutucu sınıfların ekmeğine yağ sürdüler. Köy enstitüleri konusunda her suçlama, basın tarafından doğru­ luğu araştırılmadan, en ilgi çekecek biçimde kamuya du­ yuruldu. Fakat bu suçlamaların yanlışlığını gösteren olay­ lar, konuşmalar yayınlanmadı. Örneğin Tonguç’un bakan­ lık emrine alınışını yukarıda örneklerini verdiğimiz şekilde duyuran basın, yirmi gün sonra Bakanın bu işleme yol aç­ tığı anlamına gelecek şekilde basma verdiği Fontamara ola­ yının Danıştayda suç olarak kabul edilmediğini yayınlamak gereğini duymadı. Sol dergi ve gazeteler zaten kapatılmış­ tı. Geri kalan basın ise burjuva ölçüleri içerisinde bile uyulması gerekli basın kurallarını hiçe sayıyordu. 1946 ■ 1960 yılları içerisinde Tonguç’un ve yakm arkadaşlarının Türk basını yoluyla gerçekleri kamuya duyurma olanakla­ rı yoktu. Hele basın yoluyla bir çekişmeye girmek düşünü­ lemezdi. Basının tutumu şu sözlerle daha iyi belirtilebi­ lir(15): «...B u sarsıcı ifşalara karşı basının aldığı tavır d ik­ kate değer. Kendini ırkçı hücumlarından zar zor koruyan, şimdi Demokrat Partinin en coşkun şampiyonu olan Yal­ man, Soysa?ın nutkunu (Yazarın notu: Emin SoysaTm milletvekili olarak Mecliste yaptığı köy enstitülerine ve Tonguç’a karşı olan konuşma) hiçbir fikir beyan etmeden neşretti. Demokrat Partinin yarı resmi organı olan Kud­ ret gazetesi Soysa?dan ziyade din tartışmalarına yer verdi. Din konusunun tartışılmasından sevincini gizlemiyerek ko­ münizme karşı savaşta dinin en önemli bir araç olduğu üzerinde durdu. Hiçbir gazetede köy enstitüleri ve kemalist, yani laik eğitim davası lehine ve enstitülere çevrilen iddiaları reddedecek ve hatta bunların doğruluğundan şüp­ he gösterecek bir satır çıkmadı... Köy enstitüleri ile an­ cak sansasyon vesilesiyle ilgilenen basın, Tonguç’un eğitim hayatından uzaklaştırılışı karşısında tam bir ilgisizlik gös­ terdi. Bazı sütun yazarları bunu belki de alkışlamışlar­ dır.» Basında köy enstitüleri aleyhindeki bu geniş kam­ panya devam ederken Tonguç’un değil köy enstitüleri ko­ nusunda, herhangi bir mesleki konuda bile sesini duyur­ masını önlemek için sistemli bir baskı uygulandı. Arkadaş­ larıyla birlikte hazırladığı ve fasikül halinde yayınlanması kararlaştırılan ve bunun için İskit Yayınevi ile anlaşmaya varılmış olan öğretmen Ansiklopedisinin yayını, üç fasikül çıktıktan sonra, (mart, nisan, mayıs 1949 sayılan) yayınevi­ nin anlaşmadan dönmesi üzerine durdu. 1950’de yine Ton­ guç’un köy enstitüsü sorunu ile doğrudan doğruya bir ilişi­ ği olamıyan ve eski arkadaşlarından Hayrullah ö rs ile birlikte hazırladığı «Psikoloji Atlası» adlı kitap Milli Eği­ tim Bakanlığınca sözde yayınlanmak üzere satmalındı, ama hiçbir zaman yayınlanmadı. Tonguç’un yazı yazma­ cısı T ttrk iy ed e K ö y E n s titü le ri, F a y K irb y , İm e c e y a y ın ­ l a n , A n k a r a 1962, s. 340, 343. ması için yapılan baskı ve yaratılan korku havası o derece­ de idi ki, onun daha önce yayınlanamıyan öğretmen ansiklopedisi’ni kısaltarak hazırladığı öğretmen Ansiklopedisi ve Pedagoji Sözlüğü 1952’de Bir Yayınevi tarafından, ya­ zar ismi konmamak koşulu ile yayınlanabildi. Kitabın ka­ pağına ansiklopedinin özel bir heyet tarafından hazırlan­ dığı kaydı kondu, fakat bu dunım yayınevi sahibi eski öğretmen Ramazan Gökalp Arkın’ı bile isyana şevketmiş olacak ki, kendisi ikinci sayfaya yazdığı önsözde «Bu an­ siklopedi için bir evlat titizlik ve hassasiyeti gösteren, neş­ ri karşısında çocuk gibi sevinen hocama... teşekkür ederim.»(,6) diyerek Tonguç’un bu işle olan ilgisini hiç olmazsa isim vermeden tesbit etmek gereğini duydu. Böylece Ton­ guç’un 1960’a kadar basın yoluyla söyliyebildikleri çok sı­ nırlı kaldı. Siyasal alanda ise daha önce anlattığımız siyasal geliş­ melerin sonucu olarak enstitü sorununu savunacak, benim siyecek hiçbir siyasal topluluk yoktu. CHP’nin sayıları za­ ten pek azalmış ilerici aydınları kendi elleriyle ve partiyi gençleştireceğiz sanısıyla tutup ilerlettikleri ve şimdi ikti­ darda olan genç politikacılar tarafından dolaylı saldırılara uğruyorlardı. Gazete ve dergilerde bunların da aşırı solcu oldukları sistemli olarak yayılıyordu. Bu suçlamalara göre ömeğin Nafi Atuf Kansu kurtuluş savaşından önce aşırı sol partilerin kuruluşuna katılmış, kurtuluş savaşı yılların­ da aşırı solcularla dostluk etmişti, sonra da hep onları ko­ rumuştu, Cevat Dursunoğlu Bakü’deki komünist kongresi­ ne katılmıştı. Sağcılar CHP içinde o derece etkili bir duru­ ma gelmişlerdi ki, Haşan - Ali Yücel kendi partisinin gaze­ tesi Ulus’da yazı yaymlıyabilme olanağı bulamadı ve ses­ siz sedasız partisinden istifa etti. Yani enstitüleri savunan(.16) ö ğ r e tm e n A n sik lo p ed isi v e P e d a g o ji Y ay ın ev i, İ s ta n b u l 1953. S ö zlü ğ ü , B ir ların, o günkü partiler içinde herhangi bir dayanak bulma­ ları, bunlarla işbirliği yaparak yıkma işlemine karşı mü­ cadeleye girmeleri olanağı yoktu. Görülüyor ki, köy enstitülerini yıkma eyleminde Ke­ malist rejimin ana ilkelerine karşı olan bütün grup ve topluluklar tam bir işbirliği içindedirler. O dönemin koşul­ lan içinde çok güçlüdürler. Kendilerine karşı çıkabilecek her türlü muhalefeti susturmuşlardır. ■ Yıkma İşinde Enstitülüler Burada bu kampanyanın başarılı olmasında önemli rol oynıyan bir başka etken üzerinde durmak gerekir: Bü­ tün bu toplulukların köy enstitüleri sorununun ayrıntıları üzerindeki bilgileri son derece azdı. Bu bilgisizlik içinde iş­ lerini yürütürken birçok gülünç durumlara düşmeleri işten bile değildi. Başarının ilk koşulu onlar bakımından, köy enstitüleri üzerinde geniş bilgi edinmelerine, hangi nok­ talardan ve ne yöntemle saldırıya geçmelerini buna gör; saptamalarına bağlı idi. Sistem üzerindeki bu bilgiler nasıl sağlandı? Burada bugüne kadar pek incelenmemiş, ama kanımızca yıkılışta çok önemli bir rol oynamış bir etken ortaya çıkıyor. Bu da bu bilgileri sağlamak üzere içerden, yani köy enstitülerden bir kısım kişilerin gericilere yardım etmeleri gerçeğidir. Enstitülerden gelmiş kişilerin enstitüle­ re karşı yaptıkları suçlamalar, şüphesiz ki, çok etkiü ola­ cak, gericiler tarafından savlarının kanıtı olarak başarı ile kullanılacaktı. Kamu bu gibileri bir kere bu konuda yetkili kişiler sayacaktı. Enstitülerin içinden bu şekilde karşı cep­ heye bilgi ve belge sağlıyanlann çıkmasının nedenleri dü­ şündürücüdür. öyle sanıyoruz ki, bunlar herhangi bir baş­ ka düşünce ve ilke inancında olmaktan çok, kişisel neden­ ler ve çıkarlarla hareket etmişlerdir. Enstitülerin içerisinde sisteme bir türlü uyamamış, çalışma koşullarını benimsi- yememiş, böylece ilerleme olanağı bulamamış kişiler el­ bette vardı. Bunlar 1946’dan sonra lekeleme kampanyası­ na katılarak yukarılara hoş görünmek ve nihayet ilerleme olanağı sağlamak istiyeceklerdir. Bazıları da enstitülerde başarı ile çalışmış olmakla birlikte, yapılan işlerin niteliğini bir türlü kavrıyamamışlardı. Bunlar 1946’dan sonra yine ne yaptıklarını bilemeden, istemiyerek, farkında olmıyarak karşı eylemlere girmişlerdir. Bütün bu kişilerin karşı eylem olarak yaptıkları derece derece çok değişiktir. Bun­ ların en kolayı, Bakanlıkça yapılan soruşturmalar sırasın­ da soruşturmaların bakanlıkça istenilen yönde gelişmesini sağlıyacak şekilde tanıklıklarda bulunmak idi. Bu yolda çok kişi kendisini kurtarıp rahat görevlere atlamıştır. Ve son nokta olarak da Emin Soysal’ın yaptığı gibi en geniş çapta bir siyasal kampanya şekline varan eylemler vardır. Emin Soysal’ın yıkım işindeki rolü başlıbaşına bir inceleme konusu olacaktır. Bazı köy enstitüsü çıkışlı yeni öğret­ menler ise, başka bir yola başvurmuşlardır: Meslek der­ gilerinde köy enstitülerini eleştirir nitelikte sözüm ona mesleki birkaç yazı yazınca, sınıfta tartışıp akıl yoluyla altedemedikleri arkadaşları çavuş olarak Anadolunun kır­ larında talim yaparken, dış ülkelere bakanlık tarafından yollanıp öğrenimlerini ilerletmek üstünlüğüne erişmişlerdir. Hakkı Tonguç’un bu gibi öğrencileri değerlendirirken daha 1946’lardan önce bunların sınıfsal kökenlerini incelemekte gösterdiği dikkat çok ilginçtir. (Bak: Bölüm: 5) Yıkılmada çok önemli rol oynamış olan Emin Soysal'ın durumuna da kısa olarak değinmek zoru vardır. Soysal’la ilgili belgeler ve özellikle Tonguç’a yazmış ol­ duğu mektuplar071, yayınlanmış kitapları incelenince onun da karşı kampa geçmesinin en önemli nedeninin Kızılçul • ( 17) Ö zel a rş iv : E m in S o y salın H a k k ı T o n g u ç a 29.7.1935 ile 18.9.1942 ta r ih le r i a r a s ın d a y a z m ış o ld u ğ a 50 k a ­ d a r m e k tu p . lu Köy Enstitüsü Müdürlüğünden alınması olduğu sonucu­ na varılır. Hatta bu mektup ve belgeler incelendikten son­ ra, Kirby’nin kitabında'181 Soysal’ı ve Soysal’ın yönettiği enstitüyü gerçek köy enstitülerinin bir karşı tezi olarak alması Soysal’ın düşünlerine fazla önem vermek gibi gö­ zükmektedir. Soysal’ın müdürlükten ayrıldığı andan önce­ si ile sonrası arasında söyleyip yazdıklarında, çok keskin ve birdenbire yapılmış bir dönüş vardır. Soysal’ın mek­ tupları incelenince onun eğitimle ve toplumsal sorunlarla ilgili düşün ve inançlarının herhangi bir sistem sayılamı yacak şekilde dağınık ve yönsüz olduğu görülür. Soysal, Tonguç’a yazdığı bu mektuplarda ona mektup yazmış yüz­ lerce kişiden pek azının kullandığı şekilde övücü deyimler kullanır. Müdürlükten alınır alınmaz da bunun tam aksi­ ni yapar. Bütün bunların herhangi bir ilke ve sistem far­ kından ileri geldiğini söylemek zordur. Şunu demek isti­ yoruz: Enstitülerden çıkıp da 1946’dan sonra enstitülere karşı eylemlere girmiş olanlar bunu herhangi bir esaslı düşünce ve ilke farkından değil, kişisel nedenlerle yapmış­ lardır. Bu da bir bakıma tarihimiz boyunca yapılan her ileri hareket içerisinde adeta gelenek durumuna gelmiş bir davranıştır. Soysal’m enstitülere karşı giriştiği kampanyanın en yoğun olduğu yıllar, onun milletvekili olarak Mecliste yap­ tığı konuşmalarını kapsıyan 1946, 1947, 1948 ve 1949 yıllarıdır. Kirby'191 Soysal’ın rolünü şöyle belirtir: «...Soy­ sal 1946’da kendi memleketinden bağımsız aday olarak se­ çimlere girdi. Köy enstitüleri dolayısıyla kazandığı şöhret­ ten, Halk Partisine karşı bilinen antipatisinden ötürü de­ mokratlar tarafından ve köy enstitüleri davasında hiçbir bilgisi olmadığından ötürü onu politika mücadelelerine bu­ (!«) T iirk iy e d e K ö y E n s titü le ri, F a y K irb y , İm e c e y a y ın ­ la rı, A n k a ra , 1962. ( 19) a.g .e. s. 196. laştırmaktan hiç çekinmiyen bir kısım basın tarafından desteklendi. Soysal kendi şahsi davasını politikacılık ka­ riyerine bir araç olarak kullanmaktan çekinmedi. Yazdığı yazılar ve mecliste söylediği sözler Halk Partisi’ne ve daha doğrusu Kemalizme savaş açmış olan gerici basında geniş yer buldu ve onların işine yaradı. SoysaFın eğitim mesele­ lerini politikaya sokmakla köy enstitüleri ve genel olarak Tiirk eğitimine ne kadar zarar verdiğini... ileride görece­ ğiz...» Soysal bu çalışmalarını Sirer ve Banguoğlu gibi bakanlarla işbirliği yaparak yürüttü. Bunu Tonguç şu söz­ lerle anlatır*201: «...E ski Maraş Milletvekili Emin SoysaFia işbirliği yaparak onu bazı enstitülere gönderdi (Yazarın notu: Sirer kastediliyor). Bu milletvekili de ansızın ve gece baskını şeklinde köy enstitülerine girerek posta paketleri­ ni açmak suretiyle kitap veya dergileri müsadere etmeye kalkıştı. Kitap yasağını dinlemiyen veya çok kitap okudu­ ğu okul kitaplıklarındaki imzalarından anlaşılan öğretmen­ leri bakanlık emrine aldı veya yerlerini ve işlerini değişti­ rerek çoluk çocuklarıyla birlikte aylarca süründürdü... Bakanlar (Yazarın notu: Sirer ve Banguoğlu) beni meslek efkarı umumiyesi nazarında lekeli göstermek yoluna saptı­ lar. Bu isteklerini gerçekleştirmek için eski Maraş millet­ vekili Emin Soysal vasıtasıyla beraberce hazırladıklarını duyduğum soru takrirlerini Büyük Millet Meclisine intikal ettirerek efkarı umumiyeyi aleyhime çevirmeye kalkıştılar... Soysal Ankara’da ilköğretim müfettişi iken 1937 yılında İzmir’de açılan Kızılçullu Köy Enstitüsü Müdürlüğüne ta­ yin edilmişti. Bu müessesede 1942 yılına kadar çalıştı ve bazı başarılar da gösterdi. Aynı yılın ağustos ayı için­ de Bakanlık tarafından yaptırılan teftiş ve tahkik sonun­ da kusurlu bulunarak Disiplin Kurulu kararı üzerine mü­ dürlüğü alınarak Bursa Kız Öğretmen Okulu öğretmenliği­ (20) ö z e l a rş iv . T o n g u ç u n D a n ış ta y d a k i s a v u n m a sı. B u b elg e İm e c e d e rg isin in 74. s a y ıs ın d a d a y a y ın la n m ış. ne nakledildi. Teftiş ve tahkikat devam ederken bunların durdurulması için İlköğretim Genel Müdürlüğüne mütead­ dit müracaatlarda bulunarak benim kendisini korumamı ve İzmir’de bıraktırmamı istedi. Bu isteği yerine getirilmedi­ ği için bunları benden bilerek intikam almaya kalkmıştır. 1946 seçimlerinde Maraş’tan milletvekili seçilmesini buna fırsat bildi ve o kutsi vazifeyi şahsi emellerini tahakkuk ettirmek için kullanmaya başladı. Yukarıda adları açıkla­ nan eski milli eğitim bakanlarının bilgileri içinde köy ensti­ tüsü öğrencilerini ikiye ayırarak birbiri aleyhine ve intikam almak istediği eski enstitü müdürlerine karşı kışkırtmaya... kalkmıştır...» Kirby ise(21) 13 ve 31 Aralık 1946 bütçe ça­ lışmaları sırasında köy enstitüleri konusunda yapılan tar­ tışmaları anlatırken özellikle 24 Aralık günü yapılan ko­ nuşmalar üzerinde durmakta ve şöyle yazmaktadır: « ...F a ­ kat bu günün Soysal için büyük bir gün olması mukadder­ di. Oturum açılır açılmaz söz alarak Meclis zabıtlarında 11 sayfa tutan bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Yücel ve Tonguç hakkındaki yazılarındaki isnatları tekrar sayıp dökmeye başladı. O kadar şahsiyata dalmıştı ki, politika sahnesinde bile bu kadarı fazla görüldü, şahsiyata giriş­ memesi kendisine ihtar edildi. Enstitüler nerede ise gayri tabii işler yapılan yerler haline gelmişti. Ana babalarının rizası hilafına öğrenciler birbirleriyle evlendiriliyorlardı. Enstitüler din aleyhtarlığı yapıyordu. (Soysal vaktiyle islamiyetin Türk karakteri üzerine zararlı tesirler yaptığını id­ dia etmişti). Ve en nihayet geçmişteki tartışmaları hatırla­ tarak bunların köy enstitülerinin komünizm yuvaları oldu­ ğunu ispat ettiğini bildirdi (Türkiye B. Millet Meclisi zabıt­ ları, Aralık 23, 24, yıl 1946)... Soysa?ın bu çıkışı dikkat­ le planlanmış olsaydı (planlanmış olduğu pek muhtemeldir) bundan uygun psikolojik an bulunamazdı, Enstitüler hak­ (2i) T ü rk iy e d e K ö y E n s titü le ri, F a y y ın l a n A n k a ra , 1962, s. 339. K irb y , İm e c e ya­ kında söylenen ve yazılan şeyler arasında hiçbiri bu konuş­ ma derecesinde halk düşünüşü üzerinde tesir etmemiştir. Soysal, hakkında daha önce, bilhassa Yalman tarafından ya­ pılmış reklamlar sayesinde o enstitülerin bir sembolü, hat­ ta yapıcısı sanılıyordu. Şimdi enstitüleri bu kadar yakın­ dan bilen bir adam enstitülerin ahlaksızlık, yıkıcılık ve ihanet yuvaları olduğunu Meclis kürsüsünde açıkça söyle­ yince buna kim inanmazdı? 1952 - 54 yıllarında kaydetti­ ğimiz fikirler, mütalaalar, yazılarda ileri sürülen bu ah­ laksızlık ve komünistlik iddialarında en büyük otorite Soy­ salın bu nutkudur. Bu nutku ile Soysal, halkın Halk Par• tisine çevirdiği korkuların, gerginliklerin ve tatminsizlikle­ rin yöneltileceği apaçık bir nişan tahtası vermiş oluyordu. Türkiye’de çeşitli kültür seviyelerinde sayısız insanın gözü köy enstitülerine, Tonguç’a ve tabii YüceFe çevrilmişti. Ve bu sayısız insan şimdi öğrenmişti ki, bu işlerin gerisinde Türkiye’yi ve Türklüğü yok etmek amacını güden ve ipleri Moskova’da bulunan görünmez bir teşkilat vardı, öner Yücel davasında şahitler de hep bunu söylememişler miy­ di?.» ■ Tonguç’un Tutumu Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkan durumu özet­ lersek: 1946’dan sonra enstitüler konusunda siyasal alan­ daki en büyük değişiklik İnönü’nün desteğinden yok­ sun kalmak olmuştur. CHP içindeki iktidar değişikliğin­ den ötürü İnönü bu desteğinden vazgeçmiştir. Yeni CHP iktidarı ile bir yeni anlaşmaya girmiştir. Bu yeni anlaşma­ nın ne derece gönül isteğiyle olduğunun tartışılmasının hiç­ bir önemi yoktur. Bu sonucu değiştirmez. Diğer siyasal güçler tamamen ensütülere karşıdırlar: Yeni CHP ve DP, parti olarak örgütlenmemiş diğer siyasal baskı grupları, gibi. Buna karşılık sol, bir terör havası içinde susturulmuş­ tur. Basın görevini yapmamakta, gerçekleri duyurmamak­ tadır. Devletin bütün örgütleri, Milli Eğitim Bakanlığının köy enstitülerine karşı giriştiği tertiplere aracı edilmekte­ dir. Enstitülerin içinden çıkan bir grup yürütülen karşı kampanyaya gerekli her türlü yardımı sağlamakta, akıl vermektedir. Ülkenin genel gelişme yönü burjuvazinin git­ tikçe güç kazandığı, kapitalist bir ekonominin benimsendi­ ği bir yöndür. Bu koşullar içinde enstitüleri savunması dü­ şünülecek kişilerin, Tonguç’un ve diğerlerinin seslerini du­ yurma olanakları yoktur, yazılarını yayınlatamazlar, her­ hangi bir siyasal örgütle işbirliğine giremezler, hatta en ba­ sit kişisel özgürlüklerini bile kullanamazlar. Üstlerinde maddi bir baskı da uygulanmaktadır. Bütün bu mücadele­ nin uğrunda yapıldığı ezilen sınıflar ise aldatılmış, oylan saptırılmış, kendileri için çalışanları destekliyecek durum­ dan çok uzaklardadırlar. Bütün bu koşullar içinde, enstitü­ leri yıkma işi sistemli olarak yürütülmektedir. İnönü’nün 1946’da istediğinin tam tersi olmuştur: Milli Eğitim davası­ nı partiler üstü bir sorun olarak benimseyip yürütmek ye­ rine, baltalamak, yolundan saptırmak, iki parti arasında sanki milli bir partilerüstü politika gibi birbirine devredil­ mektedir. Bu koşullar içinde Tonguç ve arkadaşlarının izlemele­ ri gereken taktik ne olmalıydı? Bazı solcu yazarların son­ radan ortaya attıkları gibi çıkıp mücadele mi etmelilerdi? Kime, hangi topluluğa, hangi siyasal güce dayanarak mü­ cadele edeceklerdi? İnancımıza göre Tonguç burada da durumu duygularına göre değil, serinkanlılıkla, toplumbilim yasalarının gerektirdiği şekilde değerlendirmiştir. Ülkenin genel gidişine doğru teşhis koymuştur. Bu koşullar içinde yürütülmesi gereken taktiğin ana ilkesi şu olmalıdır: Yetiş­ mekte, toplum içinde tutunmaya çalışmakta olan büyük sayıdaki köy enstitüsü çıkışlı genç öğretmenlere en az za rar verecek şekilde davranmak. Tonguç’un bu dönem için­ de çevresindekilerden çok farklı olarak, yukarıda birçok örneklerini verdiğimiz kendisine yöneltilmiş saldırılara, suçlamalara, bu çevrenin tepkilerini uyandıracak derecede aldırmıyarak, bunları önemsemiyerek, çok dikkat ve titiz­ likle, heyecanla izlediği bir tek oluşum vardır: Enstitüler­ den yetişmiş olanlar ne dereceye kadar toplumda tutuna­ bilecekler ve yıkma kampanyasına direnecek güce ne sü­ ratle erişebilecekler? Sistem olarak enstitüler yıkıma ne de­ rece dayanabilecek? Bu bir hekimin hastaya en yüksek dozda ilacı verdikten ve artık elinde yapacak hiçbir şey kalmadıktan sonra, şimdi hastanın ilaca karşı tepkisinin ne olacağını eli kolu bağlı beklemesine benzer. Topluma yük­ sek dozda bir canlandırıcı ilaç zerkedilmiştir, şimdi sonuç ne olacaktır? Ne milli eğitim bakanlığının gericiliği, ne basının kaypak tutumu, ne CHP iktidarının yeni yönü, onun üzüldüğü, üzerinde durduğu gelişmeler değildir. Bunlara zaten kendisini bildibileli güven duymamıştır. Onun tek güvenebildiği kendi köylülerinin uyanıp kendi hakla­ rını, çıkarlarını savunmaya başlamaları olacaktır. O halde Tonguç’un gündelik deyimlerle «susmak, kenara çekilmek» olarak yorumlanan tutumunun ardında bir takım hesaplar, hem de sınıfsal hesaplar vardır. Bunları birçok aydının, hele en bilgiç geçinen bazı solcuların anlıyamamış ol­ maları insanı şaşırtır. Herşeye, herkesten fazla sınıfsal açı­ dan baktıklarını övünerek, hiç durmadan ileri sürenler as­ lında ne derece toplumbilim yasalarını bilmiyen, burjuva değer ölçülerine göre hareket eden, yargılara ulaşan kişiler olduklarını acaba günün birinde anlıyacaklar mıdır? O dönem içinde Tonguç’u bir donkişotluk yapmadığı için kı­ nayanlar, karşısındaki bütün bir cephenin onu buna yönel­ tebilmek için nasıl bütün bu dönem boyunca çeşitli tahrik­ lere giriştiklerini ciddi olarak incelemek çabasına niçin katlanmıyorlar? Onların istedikleri de bu bir kısım sol­ cuların istediklerinden başka birşey değildi; Tonguç ve arkadaşlarının o dönemde yapacakları bir çıkış, bir tek he­ sapsız hareket, yıkma işinin çok daha şiddetlenmesine yol açacak, henüz kök tutmaya başlamış taze filizin, aydın­ lanmış köylülerin toplumda tutunabilmesini çok zorlaştıra­ caktı. Açık bir mücadele için koşullar bu kadar elverişsiz, güçler bu kadar farklı idi. Bilimsel yöntem durumu böyle değerlendirmeyi gerektirir. Durumu böyle değerlendirince de Tonguç’un taktiğinin en doğru taktik olduğu kolayca anlaşılır. O bu taktiği, bütün anlamamazlıklara, bütün tahriklere (ki hem karşı taraftan, hem de çevresinden ge­ liyordu) rağmen bütün bu dönem boyunca başarı ile uy­ guladı. Onu bir tartışmaya, açık bir çatışmaya mecbur et­ mek için yapılan bütün kişisel saldırılar karşısında insanı çileden çıkaracak derecede soğukkanlı idi. Hiçbir zaman karşı tarafın istediği o gündelik polemiğe girmedi. Bütün bu çirkef sanki bulaşmadan, üstünden kayıp gidiyordu. Ar­ kadaşlarının da aynı taktiği gütmeleri için elinden gelen uyarmaları sürekli olarak yaptı, otoritesini bu yolda kul­ landı. Taktiği gerçekçidir, duygusallıktan uzaktır, bilim­ sel yöntemlere göre yaptığı değerlendirmelerin akla uygu« bir sonucudur. Köy enstitülerinden ötürü en ağır kişisel saldırılar kendisine yapıldığı halde bunları bir toplumsal olayın, olu­ şumun, bir siyasal gelişimin beklenmesi gereken sonuçlan ve belirtileri olarak kabul etmeye çalışıyor, taktiğine uygun olarak acı ve hiddete kapılmamaya çabalıyordu. Kişisel saldırılara karşılık vermeyişinin bir de kişisel nedeni vardı: Siyasal inanç ve düşünceleri konusunda hiçbir kişiye hesap vermeye kendisini zorunlu saymıyordu. Siyasal inanç ve düşünceleri sadece kendisini ve vicdanını ilgilendirirdi. Hiç­ bir kişinin onun vicdani inanç ve kanılarına karışmaya, bunların hesabını sormaya hakkı, yetkisi yoktur, hele sömü­ rücü sınıfların sözcülüğünü yapanların! Bu gibi saldırılara karşılık vermeye kalkmak daha başlangıçta her kişinin di- gerinin siyasal inanç ve kanılarına karışmasını kabul etmek oluyordu. Halbuki o, bütün hayatı boyunca kişilerin inanç ve düşüncelerinde özgür olabilmelerinin kavgasını vermiş­ ti. Tonguç, bunun aksine davransaydı ne olurdu soru­ sunun karşılığını bir dereceye kadar Y ü c e l-ö n e r dava­ sında bulabiliriz. Tonguç’la Yücel arasında YüceFin bu davayı açması konusunda bir düşün ayrılığı vardır. Tonguç yukarıda belirttiğimiz taktiği savunurken, Yücel eyleme girmeyi, savaşmayı, suçlamalara açıkça karşı çıkmayı sa­ vunurdu. YüceFin siyasal alanda ve basındaki olanakları Tonguç’tan çok daha geniş olduğu halde, Yücel uygulamak istediği takdirde başarısızlığa uğramıştır. Sesini duyuramamış, duyurma olanaklarını da bulamamıştır. Yukarıda an­ lattığımız koşullar içinde bunun böyle olması doğaldı. Par tisinin gazetesinde bile kendisine yazı yazdırılmamış ve 1946’dan sonra politik eyleme de girememiştir. Tonguç, Yücel’in Öner’e karşı dava açmasına da karşıdır. Bu dava­ nın tam karşı tarafın istediği seviyede ve nitelikte bir po­ lemik davası yapılmasından, sonuç kötü çıktığı takdirde köy enstitüleri ve bütün eğitim çabaları konusunda ka­ muyu biraz daha yanıltmak olanağının karşı tarafa verile­ ceğinden çekinir. Üstelik bütün Yücel çağının eğitim ala­ nındaki atılımlan üzerine karar vermeyi bir tek hakime bırakmanın fazla tehlikeli olacağı düşünündedir. Kamunun bu kadar köy enstitülerine ve Yücel’e karşı döndürülmüş olduğu bir ortamda bu kamunun bir parçası sayılabilecek mahkemelerin, üstelik bu vargı kurumlan bugünkü anlam­ da bağımsız da değilken, bütün bir çağın eğitim işlerinin hesabını doğru olarak yapabileceklerine, bu konuda olum­ lu yargılara ulaşabileceklerine Tonguç daha başlangıçt ı inanmıyordu. Aynca Tonguç, Yücel’in dava sırasındaki taktiğini, özellikle Yücel’in solcu tanınmış öğretmenleri korumadığı, hatta Dil - Tarih Coğrafya Fakültesindeki sol­ cu hocaları bakanlık emrine aldığı şeklindeki savunmaları­ nı da doğru bulmuyor, Yücel’i bu bakımdan eleştiriyordu. Bu düşün ayrılığı iki kişi arasında geçici bir soğukluğa büe yol açmıştı. Davanın gelişimi, sonucu Tonguç’un kaygıla­ rında ne kadar haklı olduğunu gösterdi; Öner beraat etti ve Yücel’i solcu olarak suçlaması dolaylı bir şekilde mah­ keme tarafından onaylanmış oldu. Yücel - Öner davasının bu şekilde sonuçlanmış olması, bundan sonraki yıllarda karşı tarafça geniş ölçüde sömürülmüş ve sırası geldikçe kendi suçlamalarının doğruluğuna bir kanıt olarak ileri sü­ rülmüştür. Bu dava Yücelin ve onun yönetimi altında ya­ pılmış olan işlerin aşırı sol nitelikte olduğuna kamuyu bi­ raz daha inandırmaktan başka bir işe yaramadı. ■ Saldırılara Karşılıklar ve Savunma Fakat Tonguç 1946’dan sonra yaptıklarını savunma yoluna gitmiştir. Gündelik polemiğe girmekten kaçınırken, dikkati çekmiyecek şekilde, sanki gelecek kuşakların ya­ rarlanabilmesini düşünerek yazılmış gibi, dikkatle incelen­ diği zaman bulunabilecek bazı yazılan vardır. Ama bunlar gürültü kopartacak cinsten olmadığı için ne onu suçluyanlann, ne de kenara çekilip sustuğunu sanan bir kısım solcu­ ların dikkatini çekmiştir. Zaten bu kişilerin hepsi de böy­ le yorucu incelemelere girmeden savlarını ortaya atmak alışkanlığındadırlar. Onun bu karşılıklan belli bir seviye­ de ve düşünce planında kalmaya çalışılarak, o zamanın ve daha sonrasının koşullan içinde yeni yollar açmak gibi pratik amaçlar gözönünde tutularak hazırlanmıştır. Çok en­ der olarak kişisel karşılıklar vermekten kendisini alamamış bile olsa, bunları sonradan yayınlamamış, evrakı arasın­ da saklamıştır. Bunlar, onun sabrının tükenerek kişisel ve duygusal olmaktan kendisini kurtaramadığı ender anların ürünleridir. Örneğin özellikle kişisel saldırılara karşı ha­ zırlandığı anlaşılan ve «İlköğretim İşleri ve bunları tenkit edenlere cevap» başlıklı makale(22) ölümünden sonra ev­ rakı arasında bulunmuştur. Tonguç bunu hiçbir zaman ya­ yınlamamış, hiçbir kişiye de göstermemiştir. O alışılmış ya­ zı tarzına, kendisini ve kişisel sorunlarını söz konusu e t­ meme alışkanlığına uymıvan bu yazısından çok kısa bir bölümü, kamuya duyurmayı doğru bulmadığı ve eğer duyursaydı mutlaka karşı tarafça istenen gündelik bir pole­ miğe yol açacak olan bu kullanılmamış tarz üzerinde bir örnek olmak üzere buraya aktarıyoruz. Bu bölüm bazı ya­ kınlarını haksız olarak işe yerleştirdiği suçlamasına karşı­ lık olarak yazılmıştır: «...Resm i işlerde yalnız öğretmen­ lik yapabilme selahiyetini haiz ve benim soyadımı taşıyan bir tek kardeşim vardır. O da diplomasının kendisine ver­ diği selahiyet çerçevesi içinde bir enstitüde öğretmendir. Jurnalcılıktan zevk alanlara ipucu vermemek için birbiri­ mizle iki kardeş arasındaki münasebeti andıracak şekilde muhabere etmeyiz, sık sık konuşmayız bile. Ailemize mensup diğer insanların hepsi benim kutsal bir ülkü olarak üzerinde çalıştığım ilk tahsilden bile nasiplerini almadan kocamışlardır. Alınyazıları bu kadar serttir. Bunlardan herhangi birini, bir gaflet eseri olarak bir yere getirmeye kalksam bile nereye koyabilirim?...» Tonguç köy enstitülerine karşı yapılan suçlamaları belli bir düzeyde cevaplandırmış olduğunu Sirer’le geçen bir konuşmasını anlatırken şöyle belirtiri1” : «...Yalnız sa­ na bir noktayı söyliyeyim, biz Meclise tavizat olarak köy enstitülerini bir operasyona tabi tutacağız. Buna üzülmiye cek ve ses çıkamayacaksın, dedi (Yazarın notu: Sirer kas­ tediliyor). Kendisine cevap olarak o zaman yeni intişar et­ (si) ö z e l a r ş iv : T o n g u ç u n (İ lk ö ğ re tim İş le ri) b a şlık lı 7 d a k tilo s a y f a lık y a y ın la n m a m ış m a k a le si, (y a z a rın n o tu : B u m a k a le n in b ü tü n ü 7. b ö lü m d e v e rile c e k tir). (ix Ö zel a r ş iv : F o n ta m a r a o la y ı s ıra s ın d a k i D a n ışta y d a k i y a z ılı sa v u n m a sın d a n . miş İlköğretim Kavramı adlı kitabımı vermekle iktifa et­ tim ve cevabım bu kitapta yazılıdır, dedim...» İlköğretim Kavramı kitabı incelenince Tonguç’un sö­ zünü ettiği karşılıkların daha çok kitabın önsözünde top­ lanmış olduğu görülür. Örneğin'24*: «...Bazı demagoji düş­ künlerinin onların aleyhlerinde (Köy enstitüleri) türlü yön­ lerden karamsar ve kötümser hava yaratmaya kalkışma­ ları elle tutulacak kadar meydanda olan eserleri ve değer­ leri baltalamak demektir. Sabahın erken saatlerinden ge­ cenin karanlıklarına kadar en ağır hayat şartlarına göğüs ge­ rerek ve hiçbir şahsi menfaat diişünmiyerek yalnız mem­ leket için ve milli bir dava uğrunda onun icablanna göre irkilmeden, yılmadan çalışanlara bunu yapmayanlar mı ders verecekler? Bu mesele hakkında millet vicdanı ve ta­ rih yanılmaz hükmünü vermeyi esirgemiyecektir... Bu iş­ leri her ne bahasına olursa olsun tenkit ederek davayı çü­ rütmek veya bazı şahısları lekelemek istiyenler eğitmenle­ rin ihmal edildiklerinden, köyler ve şehirler için ayrı öğret­ men tipleri yetiştirildiğinden enstitü mezunlarının kültürsüz­ lüklerinden söz açarak hakikatlara asla uymıyan yazılar yaz­ maya koyuldular. Bu yazılanların ne kadar değersiz oldu­ ğunu realite ve olaylar göstermektedir... İlk köy enstitüsü açıldığından ilk mezunlar çıkıncaya kadar başka çeşit, on­ lar köylerde işe koyulduktan sonra başka türlü olmak üze­ re mücadelelerle dolu bir çalışma hayatının her nevi sı­ kıntılarına, bayağılıklarına, iftira ve jurnalcılıklarına kat­ lanmak icabetti. Bütün direnmelere rağmen işi sımsıkı tu­ tanlar, bunun sıkıntılarına herşeyi göze alarak katlandılar. Sayıları pek az da olsa bunları koruyan ve destekliyenler de oldu... ilköğretimi tamam olmtyan ve bu yüzden orta­ çağ hayatından kurtulamıyan ve ülkü birliğine kavuşamıyan toplumlarda ilkokul hareketine karşı yapılan türlü tür(24) İlk ö ğ re tim K a v ra m ı, İ. H a k k ı T o n g u ç, R e m z i K ita b evi, İs ta n b u l, 1946, s. 6 - 12 (Ö n sö z). lü itirazlara rastlanmaktadır. Başta aydınlar olmak üzere ilgililer davanın önemini kavrayıp benimsemedikçe ve onu her türlü şahsi menfaatten sıyrılarak bütün kuvvetleriyle savunmadıkça bu gibi yıkıcı, işi aksatıcı, bazen de balta­ layıcı itirazlar ve direnmeler kökden sökülüp atılamaz... Son yıllarda kutlanacak bir gayretle ve eşi görülmiyen bir şekilde köylerde açılan ilkokulların yapımına, enstitülerin bünyesine, fedakâr öğretmenlerin vücuda getirdikleri san­ dıklara uluorta ve hakikatları tahrif ederek itiraz edenler, köylünün ortaçağ hayatından kurtulmasını hoş görmiyenler, köylüyü sömürenler, ilkokul öğretmenlerinin teşkilat­ lanmasını istemiyenler, kendi çocukları için mahallelerinde ortaokul, lise, hatta yüksek okul bulamadıkları zaman öf­ kelenen ve bu uğurda herşeyi göze alanlar, mesleki suç işliyerek cezaya çarpılanlar, okullarla ilgili şahsi menfaat­ lerini diledikleri gibi sağlıyamıyanlar arasından çıkmakta­ dır... Köylüye iyilik yapmak, onu cahil bırakmak veya al­ datmak yolunu tutmakla sağlanamaz. Köyde eğitim her en­ geli, her zorluğu yok ederek gerçekleştirmeye mecbur ol­ duğumuz ana davalardan biridir. Halka hizmet edip etmiyen insanlar olduğumuzu bu gibi işlerde tutacağımız fikrin mahiyetiyle gösterebiliriz. Bilgisiz insan -gerilikten ve uyu­ şukluktan ayrılmak istemiyor- diye onun dünya anlayışına mı katılacağız? Aydınlardan kendi çocuğunun cahil kal­ masına dayanabilen, razı olan bir kişi çıkar mı? Milletin çocuklarını okutmaya sıra gelince niçin aym heyecanı ve titizliği gösteremiyoruz? İlk öğretim meselesinde sıra, yok­ sul ve toplumun en ağır yükünü taşıyan halkın çocuklarını okula kavuşturmaya gelmiştir. Bunun icab ettireceği her türlü fedakarlığı göze almaya mecburuz. İleri düşünceli ol­ ması gereken bugünkü aydın neslin karşısına böyle önemli bir görev dikilmektedir. Bu vesile ile büyük çapta bir memleket davasını omuzlama fırsatına kavuşmuş olan bu nesil, bu davayı başaramıyacak, geri fikirli insanla­ rın eline bırakarak sürüncemeye sokacak olursa, tarih onun alnına kara damgasını basmakta asla tereddüt etmiyecektir. Yaşamanın amacı ileri millet olarak yaşamaktır. Orta­ çağ hayatından farksız, geri bir hayata razı olan insan kalabalığıyla çağımız uygarlığına katılamayız, diri millet haline gelemeyiz... İlköğretimi gerçekleşliremiyen toplum­ lar, çağımız uygarlığının içine girip ne onu benimsiyebilmişler, ne de bu uygarlığın malı olan esaslı işlere sağlam temeller bulabilmişlerdir. İşin acı tarafı bu durumda olan toplumlara mensup bireyler zihniyet ve dünya anlayışı ba­ kımından ortaçağ karanlığından kurtulamamışlardır. A zın­ lık halinde olan bir kısmı yeni uygarlığın nimetlerine ka­ vuşmuş, çoğunluğu bunlardan tamamen denecek şekilde mahrum kalmış millet olur mu? Cahil kütle sayısı pek az tutan aydın zümre için yüz karası değil midir?... Genç ve ülkülü öğretmen nesli, ilköğretim davasını her türlü saldırgana karşı, vatanı düşmandan korur gibi korumalıdır. İlköğretim buna kavuşamıyanların, verilmiyen haklarından biridir. Onu, Anayasanın belirttiği sahiplerine istisnasız vermek lazımdır. Bu davayı gerçekleştirmeye emeklerini katanları değil, imkan ve fırsat ellerinde iken katmayan­ ları sorumlu tutacak kadar vicdanlı ve bilinçli bir öğretmen nesline muhtacız. Son aylarda memleketin en ıssız köyle­ rine kadar sokulup ilk öğretim davası aleyhinde türlü ze­ hirleri, bilgisiz halkın arasına akıtan sözde aydınların, hakikata ve milli ülkülere asla uymayan demagojilerine kapıl­ mak memleket için çok zararlıdır. Bilhassa köy enstitüsü mensupları ve ilkokul öğretmenleri çok tetik bulunmalı, da­ valarını kendileri savunmalı, geriliği boğmalı, ona nefes aldırmamalıdırlar. Dünya milletlerinin hallerine bakarak ve onlarla kendi durumumuzu mukayese ederek ilköğretim davasını, bilimsel fikirleri ve tarihsel olayları ortaya sere sere, savunmaya mecburuz. Bu kitap hakikati belirtmek, davanın önemini anlatmak, ilköğretim çalışmalarının yüz karamız değil, yüz akımız olduğunu belirtmek amacını güt­ mektedir... Soysuzlaşmışlar, eseri yıkamıyacaklardır. ..» Tonguç daha sonra, 1947’de yayınladığı Canlandırı­ lacak Köy adlı kitabının ikinci baskısında da saldırılara bu şekilde karşılıklar vermeye devam etmiştir. öm eğin(25) «...B u olağanüstü çalışmalar hızla devam ederken, 1946 yazında milletvekili seçimleri başladı. Bu seçimler son yıl­ ların ilköğretim hamlesine gizli gizli itiraz edenlerin mey­ dana çıkmalarına imkan ve fırsat verdi. Onlar bu işten zarar göreceklerini tahminliyerek kuşkulananlarla el ele vererek bütün ulusal değerlere ve devrimin ana ilkelerine saldırmaya, onları yıkmaya koyuldular. Fakat eseri hırpa­ lamaktan daha ileri geçemediler. Fani insanların hepsi gö­ çüp gidecek, ortada yalnız, milletin ortak malı olan eser kalacaktır. Tarih ve millet vicdanı, haklı ile haksızı ayıra­ cak, yanılmaz, kesin hükmünü verecektir... Köy enstitüle­ ri hakkında verilecek bütün hükümlerde onların kuruluş devirlerini hesaba katmak vicdanlıca bir hareket olurdu. Fakat bu kurumlara taraftar olmadıklarını sözleriyle, yazılarıyla ve işleriyle belirtenler bunu yapa­ madılar; bilgisizlik, haset ve istirkap ateşi içinde kalarak hüküm vermeye kalkıştılar... İtirazcılar, bilim ve fikir adamlarına yakışır şekilde davransalardı, pedagoji tarihi on­ ları objektif hareket eden ve davaya yardımı dokunan in­ sanlar olarak yazmaya mecbur kalacaktı... Diğer köy ens­ titülerinin beyni ve kalbi olan bu kurum çökerse (Yazarın notu: Yüksek Köy Enstitüsü) köy enstitüleri de menfi c i­ hetten bünye değiştirerek, süratle mektepleşirler. Ondan sonra da gerçek amaçlarına hizmet edemezler. Bu kurumların yaşamalarına taraftar olmıyanlar, onları bu şekilde 1.35) C a n la n d ırıla c a k K öy, t . H a k k ı T ongııç, R e m z i K ita b ­ eyi, 566, 614, 639, 1947, 567, 616, 640, İs ta n b u l, s. 498, 499, 573, 574, 575, 576, 587, 622, 627, 629, 632, 634, 641, 642, 643, 644, 645, 507, 595, 635, 652, 512, 531, 532, 603, 609, 613, 636, 637 , 638, 653. çalışmaktan alıkoyarak, öğrenci ve öğretmenlerini ikiye ayırarak, politika vasıtası yaparak, değerli öğretmenleri iş­ lerinden çıkararak, içeriden yıkmaya teşebbüs edebilirler. Her türlü şartlar içinde, onları bu türlü saldırışlardan ko­ ruyup yaşatmak, ülküye ve ana ilkelere candan bağlı olan­ ların milli ve kutsal görevidir... Bu eleman (Yazarın notu: köy enstitülüler) eğer geçmişte olduğu gibi, bilinçsiz, basit, verilecek her emre körükörüne boyun eğen otomat insan­ lar olarak yetiştirilselerdi, köylere dağılır, her ay maaşla­ rını alır, köyün geri hayatına alışır, alınyazılarına göre ömürlerini sona erdirirlerdi. O zaman belki hiç mesele çık­ maz, onların bu durumları bazı gafillerce normal telakki edilirdi. Fakat köyde hiçbir değişiklik olmaz, o yine orta­ çağ karanlığı içinde bunalır kalırdı. Köy enstitüleri dava­ sına katılanlar bu yolu tutmadılar; o yoldan gitmeyi mem­ leket için zararlı buldular. Çünkü o zaman yalnız köyler ve köylüler ortaçağ hayatı içinde bunalmıyacaklardı; bütün memleket o hayattan yakasını sıyıramıyacaktı... Eğitmenli okul teşkilatı, memleketimizin ihtiyaçlarının doğurduğu, başka yerlerde eşine rastlanmıyan yepyeni bir teşkilattır. Eğitmen köyde doğup büyümüş, askerliğini yapmış, eğit­ men oluncaya kadar çeşitli işlerin içinde sınanmış, çev­ resindeki gerçek hayattan alınması mümkün bilgileri yaşıyarak öğrenmiş yeni bir meslektaş tipidir. Onun bilgisi az, fakat özlü ve sağlam bilgidir... Eğitmen köy organizması­ nın yarattığı pek yeni bir halk eğitkeni tipidir... Eğitmen­ lerin bu vasıflarını, eğitmenli okulların yukarıda belirtilen özelliklerini bilmeyen veya hayatları bakımından bunları kavrayamıyacak derecede onlardan uzaklaşmış bulunanlar, onların en ıssız, yaşama şartları en geri olan köylerdeki hiz­ metlerinin önemini kestiremezler. Onun için eğitmenleri küçümserler, bunlardan istifade edilemiyeceğinden söz açarlar, hatta bu gibilerin bazıları onların tasfiye edilmele­ ri uygun olacağını bile ileri sürerler. Bunlar memleketi. bilhassa köyü hiç tanımıyan, asla bilmiyen okuryazarlar­ dır. Böylelerirıin ellerine selahiyet ve iktidar geçtiği zaman memleket için çok zararlı olurlar. Sinsi sinsi hareket ede­ rek, iyilik yapıyormuş gibi görünmeye çalışarak, icabında çeşitli iftiralara başvurarak gizli maksatlarını gerçekleştir­ meye çalışırlar. Eğilmenli okul teşkilatı kurulduğundan beri böyle bir tehlike ile karşı karşıyadır. Bu okulların köye faydalı olduğuna inananların bu noktayı bilmeleri, fırsat ve imkan ele geçtikçe hakikati belirterek onları savunma­ ları, milli görevlerin başında gelir. Yıkm ak yerine yapmak yolu tutulmalıdır... Eğitmenlerin istedikleri, özledikleri köy ilkokulunun vasıfları yukarıki satırlarda belirtilmiştir. Bu istekler gerçekteki hayatın istekleridir. Okul onlara cevap verebilecek karakteri kazanabilirse, kusursuz köy okulu addedilebilir. Bunu yapamadığı takdirde, belki nazariyeci okur yazarların hoşuna gider; fakat okula çocuklarını gön­ derecek olanların aslal... Nazari pedagoji ile meşgul olmuş, ömrü boyunca işe el sürmemiş, okullarımızda meşrutiyettenberi tatbik edilmeye başlanan elişleri derslerine bile ka­ tılmamış veya bunun değerine inanmamış bazı kimseler yeni kurulacak köy enstitülerinde işe bu derece önem ve­ rilmesini uygun bulmadıklarını, böyle bir hareketin naza­ ri derslerin aleyhine olduğunu, bu önlenmiyecek olursa, öğrencilerin kültür bakımından zayıf yetişeceklerini iddia ediyorlar, bu düşüncelerini gizli ve öznel, fakat imzasız raporlarla yüksek makamlarda bulunanlara duyurmaya kalkışıyorlardı...» Yazar, köy enstitülerinin başlıca ilkele­ rini incelerken yapılan eleştirileri şöyle sıralar: «...(20 li­ ra ücret azdır, bu hiç olmazsa 40 liraya çıkarılmalıdır. Hükümet kanun çıkararak birçok vaatlerde bulunur, fakat bunları zamanı gelince yapamaz. Öğretmen hem öğretmen­ lik hem de ziraat ve atelye işini bir arada yürütemez. Okul­ lara sokulan iş dersinin gayesi sadece terbiyevi olmalıdır. İstihsal gaye olunca okul değerini kaybeder. Bu sistem öğretmenler arasında ikilik yaratır. Bizde iş esasına göre kurulacak müesseselerde öğretmenlik yapacak kimseler yoktur. Onun için bu sistem tatbik edilemez...) Bu gibi­ lere türlü vasıta ve imkanlara başvurularak, kanunun mu­ cip sebepleri, modern pedagojinin ilkeleri, köy şartları an­ latılmaya çalışıldı ise de, onlardan bazıları kanaatlarından vazgeçmediler... Davayı baltalama yoluna saptılar. Kanun karşısında itirazlarını yürütemiyeceklerini anlayınca, Kızılçullu ve Çiftelerde köy öğretmen okulu olarak evvelce açılmış olup da bu kanunla köy enstitülerine çevrilmeleri gereken kurumların öğrencilerine etki yaparak, menfi dü­ şüncelerini onlar vasıtasıyla ve Maarif Vekilliğine karşı bir nevi tepki şeklinde açığa vurdurtmak istediler. Hüviyetleri­ ni gizliyen bazı şahıslar meseleyi İstanbul gazetelerine ak­ settirmek yolunu tuttular... Sayıları pek az olan bir kısım itirazcılar da menfi iddiaları tahakkuk etmeyince büsbü­ tün azdılar, tedhiş veya iftira yoluna saparak, hakikate aykırı hareket etmeye yeltendiler... Eğer çok sayıda köy enstitüsü kurulmamış olsaydı, şimdi yukarıda hatıralarını okuduğumuz çocuklar gibi binlerce köy çocuğu her türlü gelişimden mahrum kalacak, toplum için, her biri birer hazine olan bu istidatlar, köylerde sönüp gidecekti. Hal­ buki bugün elimizde bu çocuklardan 25.000’den fazla yurttaş var. Eğer onlar iş eğitbiliminin ilkelerine, toplumsal pedagojinin metod ve amaçlarına, Cumhuriyetin getirdiği ülkülere uyularak yetiştirilmemiş olsalardı, bu derece kuv­ vetli birer değer sayılamıyacaklardı. Öyle ise demagoglar, davanın gerçekleştirilmesine, köyün canlandırılmasına ni­ çin itiraz ediyorlar? Bir kısmı, bu mesele yüzünden men­ faatleri zedelenenlerin hoşlarına gitmek ve böylece kahra­ manlık taslamak için. Bazı sarıksız softalar da köylü çocu­ ğunun bu şekilde yetişmesini istemedikleri için... Köy ensti­ tüleri vatanın en ıssız köşelerine kadar dağıldılar. Bunla­ rı, hayat şartlarının binbir zorluk yarattığı yerlerde kur­ mak, yaşatmak kolay olmadı. Bu sözün ne demek olduğu­ nu bu işe katılıp kafalarını yormıyanlar, boş toprakları canlandırmayanlar bilmezler... Enstitülerin kurucu öğret­ men ve öğrencileri buraları cennete çevirdikleri için mi, milliyet duyguları zayıf insanlar olarak teşhir edilmeye kal­ kışılıyor? Bu burumların hayatını mistik sıfatıyla değersiz göstermeye kalkışan okur - yazarlar hangi işleriyle, hangi çölü vatanlaştırdılar? Yeni pedagojinin ilkelerine göre mil­ liyet duygusu lafla değil, işle gelişir... Enstitülerde elde edi­ len başarıların büyük payı bu kurumlarda, birçok zorluk­ ları göze alarak çalışan fedakâr öğretmenlere aittir... Bu kurumlarda canla başla çalışan yüksek okul mezunu olma­ yanların değerlerini düşürmeye çalışanlar... diploma imti­ yazı yaratmaya çalışanlardır. Köylerde çetin şartlar içinde iyi niyetle, bozgunculuk yapmadan iş başarmak için sade­ ce diplomaya güvenmek yetmez. Bir gün gelir de, köy ens­ titülerine sadece diploma veya kura esasına göre ve nok­ taya nöbetçi diker gibi nöbet usulü ile öğretmen tayinine kalkışılırsa, doğru olmaz. Eğitim teşkilatı bu derece mi­ haniki, bilinçsiz tayin usullerinden kurtarılmalıdır... Ensti­ tülerde görev alan arkadaşların % 90’ı yukarıda hatırala­ rı yazılı meslektaş gibi çalışmıştır. Köy enstitülerinde çalış­ ma ölçüsünün ne olduğu bu yazıda gösterilmiştir. Böyle ış görenler nereden mezun olurlarsa olsunlar, bu kurumlarda tutunabilirler. A ksi takdirde 3 veya 5 diplomaya da sahip olsalar sırıtır kalırlar... Memlekete hizmet etmiş olanların haklarını inkâr etmek, en büyük ve iğrenç yıkıcılıktır. Mesleğin mensubu olanlar bu hatayı işlemekten sakınmalı­ dırlar. Çünkü enstitüler hem akla-karanın çabuk belli ol­ duğu, hem de çalışkan ve şerefli insanların değerlendirildi­ ği yerlerdir... Devletin hangi teşkilatında çalışan memuru­ na bu derece önemli ve ağır vazifeler gösterilmiş, ondan bunları süratle yapması istenmiştir? (Yazarın notu: Köy öğretmenlerinin görevleri). Yüzyıllar boyunca ihmal edilmiş köyü canlandırmak amacıyla köy öğretmenlerinin omuzları­ na yükletilen bu işleri göreceklere milletçe yardım edilmiyecek olursa, onlar kolay kolay başarılabilir mi? Sadece ce­ bindeki diplomasına güvenerek köye gidecek bir öğretmen bunların altından kalkabilir mi? Bu vazifelerin çoğu top­ lumsal işlerdir. Onun için milletçe, elbirliği ile yapılmaları gerekir. İş eğitimi almış, çalışma tekniğini bilen, iş vası­ talarına sahip, köyü canlandırma ülküsüne inanan, toplum hesabına alınteri dökebilen, köyden kaçmıyan öğretmen ol­ madıkça, 4274 sayılı kanunun bu maddesinde yazılı hu­ suslar gerçekleştirilemezdi... Kanunun bu maddesinde ya­ zılı hükümlerden hangisi, niçin istenilmiyor? Bu cihet açık­ ça söylenmelidir. Köy öğretmenleri bu vazifeleri yaptıkla­ rı için değil, yapmadıkları takdirde suçlandınlmalıdırlar... Köy enstitüsü mezunu öğretmenlere, enstitüde iken katıl­ dıkları çeşitli işlere göre, bunları gidecekleri köy okulların­ da uygulamaları için, iş aletleri, koşum ve geçim hayvan­ ları, araba, at gibi taşıt vasıtaları verilir. Onlar köylere giderken yalnız diplomalarını götürmezler. Bir öğretmene verilen ...vasıtaların köy için o derece önemi ve değeri vardır ki, birçok köylerde köyün bütün ailelerine ait iş vasıtaları bir araya toplansa onların topu öğretmene veri­ len vasıtalar kadar tutmaz. İş vasıtaları bu kadar eksik ve kıt olan bir köyün canlanmasına imkan var mıdır? Böyle köyde teknik ilerleme mümkün olabilir mi?... Uluorta ko­ nuşanların çoğunu, öğretmenleri işbaşında görmemiş olan­ lar, sanattan veya iş pedagojisinden anlamıyanlar, ömrün­ de bir iş aletini kullanarak herhangi bir iş yapmamış olan­ lar, bir iş görme şartlarının neler olduğunu bilmiyenler, köyü canlandırma vasıtası olarak sanat ve işin değerini bilmiyenler teşkil eder... Bir sanatı bilen öğretmen ve onun eliyle köye giren iş vasıtaları köy için faydalıdır. Yalnız onların değerlerini, niçin faydalı olduklarını ömrün­ ce bir tek eşyayı tekniğine uygun olarak yapmamış olan­ lar, kafaları herşeyi nazari düşünmekten başka bir işe yaramıyanlar tayin edemezler. Etmiye kalkacak olurlarsa, gü­ lünç duruma düşerler, iş pedagojisi tarihinde birer karika­ tür olarak kalırlar... insanlara iş gördürmek istiyenler üçe ayrılırlar: 1) Yapılacak işin nasıl yapıldığını bilmiyerek esir ve köle çalıştırır gibi adam çalıştırmaya kalkışanlar, 2) Yapılacak işin tekniğini, önemini, değerini bilen bir şef sıfatıyla iş gördürenler. 3) Görülecek işin türlü bakımlar­ dan değerini ve toplum hayatına yapacağı iyilikleri kestirebilenler. İkinci ve üçüncü gruba mensup kimseler, ensti­ tü mezunlarından memnundurlar. Köy enstitüsü mezunla­ rı birinci gruba girenlerin idaresinde, hem kendileri, hem de memleket için faydalı olamazlar. Bu noktanın açıkça anlaşılması lazımdır... Çünkü pedagoji tarihinde bu zihni­ yetle idare edilen insanların emeklerinden fayda elde edile­ mediğini gösteren binlerce misal vardır... Yurt yoksul in­ sanların değil, varlıklı ve mesut insanların yurdu haline gelmeli; onun her tarafından neşe, sağlık ve bahtiyarlık jışkırmalıdır. Bu ülküye yaklaşmanın ana şartlarından biri, köye iş yapmasını bilen öğretmeni ve iş araçlarını sok­ maktır... Uygulanmıyan bilgi boş ve lüzumsuz bilgidir. Bilmek demek yapmak demektir... İlgili kitabı veya der­ giyi okuyarak, tabiatı veya sosyal hayatı inceliyerek bilgi edinemiyorsak; kitabda yazılanı veya öğretmenin anlattı­ ğını aynen ezberleme yolunu tutmuş, iskolastiğin esiri ha­ line gelmişiz demektir. Köy enstitülerinde yetiştirilen ço­ cuklar, ¡skolastiğe köle olmaktan kurtarılmaya uğraşılmış­ tır... Üzerinde önemle durulması gereken bir nokta daha var: Ziraat işleri ile meşgul olacak öğretmenin diğer işleri ihmal edeceği. Genç öğretmenlere bu yanlış kanaati aşı­ lamaya çalışanlar, son zamanlarda türediler. İçlerinde milli eğitim teşkilatında mühim mevkilere ulaşmış kişilerin de bulunduğu bu grup, enstitülerin bağrına sokularak öğren­ ciler arasında propaganda yapmaktadır. Bunlar köy öğ- retmenlerirıin günlük boş saatlerini, mevsimlere göre boş kalacakları zamanı, öğretmenler ziraat işlerinden el çeker­ lerse köy okulunun medreseye döneceğini, tabiatın içinde yapılan tarım işlerinin eğitsel değerini hesaplıyamıyacak derecede mesleki bilgileri kıt insanlardır... Köy öğretmem ziraat işinden vazgeçerse, sadece ders okutan, köylü ile bü­ tün bağlarını koparan, onunla mukadderat birliği kuramıyan, boş vakitlerini tavla veya iskambil oynamakla geçiren tembel bir yaratık haline gelir. Ziraat işinin öğretimle be­ raber yürütülmesi için öğretmenin de köylüler gibi çalışr ması gerekir... Enstitü mezunu köy öğretmenleri, ziraat işinden vazgeçirilirse, hem enstitüler, hem de köy okulları te melinden yıkılırlar. Tarım işlerinden uzak kalan okul, kö­ yü canlandıramaz... Ziraata dayanmıyan, onun yerine sade­ ce maaş veya ücret şeklinde belli bir paraya bağlanan öğ­ retmen, maddi yönden de bu işten çok zararlı çıkar. Var­ lık, sanat ve ziraatle sağlanır... Şunu da açıkça ve insafla, samimi olarak, hatırlamak lazımdır ki, bu gençler, 18 - 20 yaşında iken hayata atılmaktadırlar. Son zamanlarda onla­ rın aleyhine durmadan mugalata yapanların bir kısmı, bu noktayı göz önünde tutmadan ve kendilerinin o yaşlarda ne gibi işler başarabildiklerini hiç hatıra getirmeden uluorta konuşmakta veya yazıp çizmektedirler. Köy öğretmenlerini başarısızlıkla lekelemeye yeltenenler, lütfen onların bulun­ dukları köylere giderek müspet bir eser meydana getirsinler de, onları da görelim. Köyde misafir sıfatıyla kalma­ ya bile dayanamıyan bu ana kuzularının melemeleri görül­ memiş samlmamalı! Bu gibiler hakikati göremiyecek ka­ dar gözleri kararmış kötümser kişiler oldukları için, akıl­ larınca memlekette menfi bir hava yaratarak, enstitülerde operasyon yapacaklarmış. Bunlar o derece ehliyetsiz dok­ torlardır ki, yapmayı tasarladıklarına hakikaten girişirler­ se bu operasyon, sağlam bünyeli, hiçbir hastalığı olmayan bir kimseye yanlış teşhis konarak tatbik edilen tehlikeli t bir ameliyattan başka bir şey olmıyacaktır... Köyü canlan­ dırma davası eski okulla yeni okul davasıdır. Okul artık yenileşmelidir. . . » Yazar kitabının sonundaki «sonuçlar» bölümünde de şöyle der: «...Kitapta köyde eğitim ve öğ­ retim problemlerinin ne kadar sert, ne derece donuk mese­ leler olduğu etraflı şekilde anlatılmaya çalışıldı. Bu dava karanlıktan aydınlığa çıkarılmak ve çözülmek istenince, binbir çeşit engelle karşılaşılacağı misallerle gösterildi. Bu problemlerin çözülmesi herşeyden önce, vuzuhsuzluktan kurtarılarak berraklaştırılmalarına bağlıdır. Bilinmeyen me­ seleler çözülmeye teşebbüs edilince, köy çevresinden veya dışarıdan gelerek çoğu menfi etkilerin neler olabileceği ön­ ceden kestirilmelidir. . . » Bundan sonra köy çocuğunun eğitim hakları konusuna değinerek şöyle der: «...B u hak­ ları açıkça söylemek, istemek, gerçekleştirmeye çalışmak komünizm yapmak değildir. Bunları fikir olarak ortaya koymak, bu fikirlerin gerçekleşmesi için emek harcamak sadece yurttaşlık ve insanlık vazifesini yapmak demektir. İleri cemiyetler bu gibi problemlerle uğraşırlarken Türki­ ye’de ilköğretimi gerçekleştirmeye çalışanları komünist­ likle itham etmeye kalkışmak pedagoji tarihimiz için bir leke teşkil etmez mi? Tiirk toplumunu, Türk yurdunu se­ venler, halkı okur - yazar bir hale getirmekle, onu sadece medeni milletler seviyesine yükseltmenin şartlarından biri­ ni gerçekleştirmeye uğraştıklarına kanidirler. Bu yol millet­ çe yürünecek bir yoldur. Yolcuları hiçbir sıfat yürüyüşle­ rinden alıkoyamıyacaktır. Türk halkı, okuma yazma bil­ memek damgasından sıyrıldıkça, kimlerin kendisinin iyili­ ği için çalıştığını ve hakikatin ne olduğunu öğrenecektir...» Bundan sonra bu yolda ileride karşılaşılacak zorlukları inceliyerek şöyle der: «...Yakın zamana kadar eğitim teşki­ latında çalışan idarecilerin pek çoğu için herşeyi tamamen meçhul olan köy aleminden gelen mütevazi bir öğretmeni dinlemek, ondan birşeyler öğrenilebileceğine inanmak akla bile getirilmiyordu. Yüksek mevki işgal eden bir zatla köy öğretmeninin doğrudan doğruya temasa gelmesi, bunların fikir alışverişine kalkışmaları, otoriteyi sarsıcı bir karşılaş­ ma telakki ediliyordu. Bu hal, demokratlaştırılmamış eği­ tim teşkilatının en bariz vasfını gösterir. Böyle bir durum hem eğitkenler, hem de idare makamlarında bulunanlarla, köy okulları arasında her türlü fikir akımlarını sağlıyacak bir kanalın yaratılmamış olduğunu anlatır... Köyle idare makamları arasındaki tıkanık kanal açılınca, köy alemin­ den yeni ve manalı sesler gelecektir... Bu yolun daima açık ve işlek bir yol olması şarttır... Köy eğitmen ve öğretmen­ lerinin görevleri, ...köy okulunun amaçları üzerinde, hem köylerde çalışanlar, hem de eğitkenler ve idareciler arasın­ da anlaşma birliği sağlanmış değildir... Bu olmayınca, bun­ dan demagoglar kendi hesaplarına ve kötü maksatlar için istifadeye kalkışırlar... Demagoglar bu gibi hallerden fay­ dalanarak mugalatalara ve işi kökten sarsacak teşebbüsle­ re fırsat bulunca, bilhassa müteaddit siyasi partilerin bu­ lundukları toplumlarda, günlük politika peşinde koşan yı­ kıcı insanlar da böyle fırsatlardan faydalanarak değersiz kanaatlerini ileri sürmeye, bulanık suda balık avlamaya başlarlar. O zaman, en bayağı politikacılık, bundan daima uzak kalması gereken okulların bağrına kadar sokulur... Onu tavizler vererek önlemeye kalkışmak, kurban üstüne kurban vermeyi ve sonunda da yapılan bütün iyi işleri demagoji düşkünlerine teslim etmeyi icabettirir... Eğer köylü halk arasında yaşıyan ve henüz kıymetini kaybetme­ miş olan çeşitli değerler canlandırılarak, bunlardan eğitim ve öğretim sırasında sistemli ve metodlu bir şekilde istifa­ de etmenin yolları bulunacak olursa yalnız bu iş bile şehir­ le köy arasındaki korkunç uçurumu kapatmak için önem­ li bir vasıta olabilir. Bu fikre inananlarla onun gerçekleş­ tirilmesini türlii sebeplerle isiemiyenler arasındaki anlayış ayrılığını ortadan kaldırmak meselesi de çözülecek dava­ lardan biridir... İlgililer arasında türlü sebepler yüzünden köy okulları teşkilatı üzerinde de fikir ayrılıkları bulundu­ ğu bazı vesilelerle ve zaman zaman kendini göstermekte­ dir. Mesela ilgililerden bazıları, sadece memleketin öz dert­ lerini bilmemek yüzünden köy bölge okulları meselesini bir nevi utopia telakki ederek, ileride çözülmesi lazım gelen bir dava sanmaktadırlar. Aynı kişiler, karakter ve nüfus bakımından büyük köylerden daha geri durumda olan, mesela 700 -1000 nüfuslu ilçe merkezlerini bir an önce ortaokula kavuşturma işini bütün meselelerden daha önem­ li telakki ederek ön plana geçirmek istemektedirler... Halk idaresi ülküsüne bağlanılan bir toplumda yurttaşlar görev­ lerde olduğu gibi, nimetlerden faydalanma meselesinde de eşit haklara kavuşmalıdırlar ki, içtimai düzeni sarsıcı farklar ortadan kalksın. Köy insanları için herhangi bir okulun açılmasını istemek neden tabii görülmüyor da, ka­ saba eşrafının isteğini yerine getirmeye uğraşmak meziyet olarak gösterilmek isteniyor?... Köy bölge okullarıyla il­ gili bir isteği ve düşünceyi açıklamak, sadece toplumsal eğitbilim prensiplerinden birini anlatmak, sosyal hayat ba­ kımından düzen sağlayıcı kurumların çoğalmasını istemek, demektir... Köy okulu hayat ve iş okulu olacaktır... Bu fikrin gerçekleştirilmesi meselesi ona inanmak veya inanır görünmek kadar kolay bir iş değildir... İş okulunu ger­ çekleştirebilmek için çocuğa göre iş şekillerini, o işlerin öğ­ renilmesi ve öğretilmesi ile ilgili usulleri bilmek gerekir A k ­ si takdirde çalışmalar hemen işçilerin çalışmaları gibi mi­ hanikileşir. Bu bakımdan köy enstitüleri ve yüksek köy enstitüsü için çözülmesi icabeden yüzlerce problem vardır. Enstitülerin en modern esaslara göre kurulmuş uygulama okullarını bu amaçları gerçekleştirmeye elverişli birer laboratuvar haline sokmak lazımdır. Uygulama okulu bir ensti­ tünün kalbi, beyni gibidir; oradaki çalışmalar durdu mu, enstitü ölmüş demektir. Uygulama okulu gece gündüz et­ kin durumda olmalıdır. Bu da ancak enstitülerin kadroları­ nı işinin ehli öğretmenler ve uzmanlarla kuvvetlendirmek sayesinde mümkün olabilir... Karakteri keskin çizgilerle belirtilmeye çalışılan yeni köy okulunun yaratılabilmesi için, herşeyden önce enstitü ve bölge okullarını yüksek köy enstitüsü mezunlarıyla beslemek lazımdır. Onların yetişme tarzları, köyü yadırgamayışları, köy çocuğunun psikolojisi­ ni iyi bilmeleri, işi sevmeleri, kendilerine verilecek roller için yetecek meziyetlerdir... Enstitülere öğretmen tayin ederken menşe meselesine bağlanarak öğretmenler arasın­ da fark yaratmak, bir kısım öğretmenlerin gizli roller oy­ namalarına göz yummak veya bu gibileri hoş karşılamak, bu kurumlara kin, gayz nefret, öç alma gibi zehirleri so­ kar. .. Köy okullarının yapımı en çetin davalardan biridir... Önümüzdeki yıllarda köylerde irili ufaklı en az 25.000 okul binası yaptırmak lazımdır. Bu meseleyi yalnız para kuvvetiyle halletmeye kalkmak memleket realitelerini gör­ memek demektir. Köylerde okul yapımım ilgili kanunla­ rın hükümlerini tatbik ettirerek başarmayı ‘köylü için zu­ lüm’ telakki eden yanlış zihniyete sahip olanların düşün­ celerine uymak bu işi baltalamak istiyenlere katılmak de­ mektir. Eğitim işlerinin günlük politika manevralarıyla çözülemiyecek oldukları anlaşılmıyacak olursa, esaslı tedbir­ ler bulmak kolaylaşır. Yapım meselesi de dahil olmak üze­ re köyde eğitim davası her türlü politika oyunlarının üs­ tünde milli bir dava olarak kalmalıdır... Köylerde açılan ve önümüzdeki yıllarda sayıları süratle artacak olan çeşit­ li öğretim ve eğitim kurumlarını, okul işletmelerini, işlikle­ rini, kooperatiflerini denetlemek, bu kurumlarda türlü gö­ revleri üzerine almış olanlara vaktinde yardımda bulunmak, malzeme sağlamak meseleleri; alışılmış teftiş usullerine gö­ re çalışıldığı takdirde yürütülemezler. Müfettişler sadece menfi olaylar peşinde koşarlarsa, korkulan ve ürkülen bi­ rer tahkikatçı olarak kalır, bu işlere hız veremezler... Köy­ de eğitim meselelerini denetleme işi ampirik usullerle, pe­ dagojiye vukuju olmayan ve bir eser yaratmamış olan in­ sanların saptıyacakları indi talimat maddeleriyle yürütülme­ ye kalkılırsa, bundan müspet sonuçlar alınamaz. Eğitim teşkilatımızın tarihi incelenirken, rastlanan en büyük ha­ talardan biri, yetkili makamlarda bulunmuş olanlardan ba­ zılarının, karakteri zayıf müfettişleri, direktif vermek su­ retiyle ve tamamen şahsi emellerine göre çalıştırma yoluna sürüklemiş olmalarıdır. ‘Kelle getirmeye memur edilen’ bir müfettişle onu böyle bir cinayet için alet olarak kullananlar, bir meslek için yüz karasıdırlar. Kanunların, yönetmenlik­ lerin, tüzüklerin, pedagoji ilkelerinin değerlerini hiçe saya­ rak, otorite sahiplerinin isteklerine göre teftiş yapan, ra­ por yazan müfettiş, eğitim kurumlarına en büyük kötülü­ ğü yapan, herkesin nefretini üzerine çeken bir yaratıktır. Devlet kadrolarında böylelerine asla yer vermemek en bü­ yük hizmetlerden biridir... Köy okul veya enstitülerindeki tarımsal veya teknik çalışmaları, bunlardan hiç anlomıyan birinin denetlemesinden fayda elde edilemez. Tıpkı bunun gibi öğrencilerin kendi kendilerini idare etmeleri, onlara bilgiyi iş vasıtasıyla öğretme, öğretimde yakın yurt­ tan hareket etme gibi pedagoji ilkelerinin uygulandığı müesseseleri, bu prensipleri herhangi bir okulda bizzat tatbik etmemiş kimselerin, eğitbilimsel esaslara uygun olarak denetlemelerine imkan yoktur... Köyde eğitimi denetleme meselesi, imtiyazlı bir takım insanların hiçbir sorumluluk yiiklenmeksizin okullara yılda bir iki defa uğramakla hallediverecekleri iş değildir. Denetleyici de tıpkı denetlenen gibi kendi kesim veya bölgesinin aksak giden işlerinden sorumlu tutulmalı; bölgesindeki kurumların gelişmesini sağlayıcı tedbirleri bizzat alabilme yetkisine sahip olmalı­ dır... Köylerde ilköğretim kurumlarında öğrenim gördük­ ten sonra hayata atılan yüzbinlerce vatandaşın okulda öğre­ tilenleri unutmamaları, kendi kendilerini sürekli olarak ye- üşürmeleri meselesi, hiç el sürülmemiş davalardan biridir. Onları bol basın vasıtalarıyla, radyonun düzenliyeceği özel servislerle beslemek lazımdır... Bu mesele başlıbaşına bir pedagoji problemidir... Köylerde açılan ve açılacak olan eğitim kurumlarındaki öğrencilerin, kelime hâzinelerini zen­ ginleştirmek, onların yazı dilini kavramalarım temin etmek amacıyla serbest okuma saatlerinde okuyacakları kitapları iyi seçme ve hazırlama meselesi, köyde eğitimi gerçekleştir­ me davasının ana şartlarından biridir. Genel olarak çok okuyan, okuduğunu anlıyarak iyi düşünebilen bir nesli sü­ ratle yetiştirmeye mecburuz. Bugün korkunç örneklerine şahit olduğumuz türlü anlaşamamazlıkların asıl sebebi, ay­ dın zümre denilen kümeleri teşkil eden insanlarımızdan pek çoğunun ders kitaplarından başka eserleri hiç okumamış ol­ maları, kültür seviyelerini yükseltecek faydalı gazete veya dergileri sürekli olarak takip edememeleridir. Okuma ile ilgisini kesenlerde görülen bir ruh haleti de, okuyanlara karşı bunların duydukları antipati veya kindir. Piyasada serbestçe satılan, çeşitli sanat ve kültür konularıyla çağımı­ zın en önemli problemlerini aydınlatmak üzere tam yetkili uzmanlar, ünlü sanatçılar tarafından yazılan eserleri oku­ dukları için, hoşlanılmıyacak sıfatlarla kirletilmek veya suç­ landırılmak istenenlere karşı gösterilen antipati, kültür tarihimizde bir leke olarak kalacaktır, Hele okuma düşman­ larının -belli amaçlar güderek- henüz okumaya başlıyan köy enstitüsü öğretmen veya öğrencilerine karşı takındıkları ta­ vır, memleketin kültür hayatı için en büyük felaketlerden biridir. Kültür seviyesi düşük insanların, bu bakımdan yükselmek istiyenlere karşı çeşitli ithamlarla saldırışları önlenmiyecek olursa, eğitim kurumlarımızda ortaçağ karan­ lığı gibi korkunç bir manzara ile karşılaşmamız mukadder­ dir. En hür düşünme yerleri olması gereken eğitim kurumlarını böyle bir karanlık basacak olursa, oralarda hür tefek­ kürden, toleranstan, birer realite olan memleket meseleleri­ ni inceleme ve araştırma yolu ile çözmeye çalışmaktan eser kalmıyacağı gibi; bu kutsal yuvalarda terör alabildi­ ğine at oynatacaktır. Serbest okumaya değer verilmiyen eği­ tim kurumlarında, kitap yakan, kitaplıklara kilit vurabilen, okunmaları istenilmiyen gazete veya dergileri okuyan öğren, çileri eşkiya takip eder gibi kovalıyan, gaddar kara cahil­ ler peyda olur; toleranstan eser kalmaz; jurnalcilik, hafiye­ lik makbul sayılan hizmetler arasında yer alır; müstebitler kahraman kesilirler. Böyle okuldan nefret edilir; öğretmen ve idarecilerine kin beslenir. Böyle okul, geriliğe bütün ka­ pılarını açar; Cumhuriyete hizmet eden bir kurum olamaz. Bilakis o, Cumhuriyetin getirdiği değerlerin hepsini çürü­ tür; onu temelinden yıkan bir vasıta haline gelir... Genç nesle mensup olanlar, bilim, sanat ve teknikle ilgili değer taşıyan bütün ünlü eserleri, tekrar tekrar', manalarını iyice kavrayıncaya kadar okumalıdırlar. Sağlam ve köklü Cum­ huriyet idaresini kurmanın, demokrasiyi geliştirip yaşat­ manın ana şartı budur. Herhangi bir sebeble okumaktan mahrum kalanlar, ekmek ve sudan mahrum kalmış olanlar derecesinde sıkıntı, acı duyabilmelidirler. Bireyleri, kültür denilen gıda ile beslenmiyen cemiyetler için, yaşama hakkı tanınmıyacak bir çağın ve uygarlığın içine girmeye mecbur olduğumuzu unutmamalıyız. Aydınları serbest okuma alış­ kanlığı kazanamıyan toplumlarda, düşündüğünü yazan, fi­ kirlerini açıklayan insan da pek az olur. Böyle insanların kıt olduğu yerde, fikir hayatı canlanamaz. Toplumun en önemli işleri kanaatim saklıyan, esen rüzgarlara göre fikir değiştiren kişilerin elinde kalır. Bu gibiler asla prensip ada­ mı olamazlar; günlük politika havasına göre istikamet de­ ğiştirirler. öğretmenlik mesleği fikirsiz, prensipsiz insanlarla kuvvetlenemez.. Köyü canlandırmayı sağlıyacak bütün ted­ birlerin başında geleni, bu uğurda ter dökerek köyün için­ de çalışacak elemandır. Bu olmadıkça para, alet, vasıta hiç­ bir işe yaramaz. İşinin ehli, köyde çalışma şartlarına da­ yanıklı eleman elde edilmedikçe sağlam hiçbir teşkilat ku­ mlamaz; kurulsa bile faydalı olamaz. Köy enstitülerinde ve okullarında on yıldanberi gece gündüz demeden, tabiat­ tan ve sosyal hayattan gelen engellere göğüs gererek çalı­ şanlar, işte eleman denilen bu değeri yaratmak için savaş­ mışlardır. Ondan köylerin ve memleketin topyekun kalkın­ ması için geniş ölçüde faydalanma yolunu bulamamak bü­ yük bir beceriksizlik, affedilmez bir ihmalcilik olur. M em­ lekete hizmet için yetiştirilen yeni nesilleri bu görevlerinden alıkoymaya, işliyen kafaları durdurmaya, alın terleriyle meydana getirdikleri kültür merkezlerinden faydalanmak­ tan, vatandaşları men etmeye kimsenin hakkı yoktur. Kül­ tür toplumun ortak malıdır; her yurttaşın ondan faydalan­ ma hakkı vardır. Yukarıki fıkralarda saptanan problemle­ ri söylemek, yazmak, ders konusu olarak okutmak kolay­ dır. Fakat yapmaya, gerçekleştirmeye sıra gelince, mesele birdenbire güçleşir. Bunları gerçekleştirme yolunu tutan­ ların karşısına dikilenler çıkar; baltalayıcılar her türlü vası­ talara başvurarak işi durdurmaya çalışırlar, müteşebbisleri lekelemeye kalkarlar. Ülküye candan bağlı olanların bun­ lardan korkmamaları, yılmamaları lazımdır. Hakiki cumhu­ riyetçi, milliyetçi ve demokrasi ilkelerine inanan vatandaş haline gelmek bu demektir. Demokrasi idaresinde ülkü sa­ hipleri, bundan mahrum olanlarla demagoglardan, zorba­ lardan, bilgisizlerden, dar görüşlülerden daha cessur, daha canlı davranamazlarsa, köyü canlandıramaz, memleket da­ vasını çözemezler. İnsanoğlunun kazanacağı en büyük za­ fer, korkuyu yenmesiyle elde edilecek zaferdir...» Yukarıda verdiğimiz örnekler, Tonguç’un 1946’dan sonra köy enstitülerine karşı girişilen saldırılar ve Milli Eğitim Bakanlığındaki enstitüleri yıkma çalışmaları üzerine neler düşündüğünü gösterir. Ayrıca bunlara bakarak şu gerçeği de belirtebiliriz: Tonguç, Sirer’in kendisine «köy enstitüleri üzerinde Meclise taviz olarak girişilecek operas­ yona ses çıkarmıyacaksın» demesinden bir yıl kadar sonra, Canlandırılacak Köy kitabının 2. baskısına yaptığı ekler­ le girişilecek operasyonu da, tavizciliği de yerden yere vur­ muş, bu konudaki düşüncelerini açık açık söylemekten zerre kadar çekinmemiş, Sirer’in kendisinden istediğinin tam aksini yapmıştır. Bunu yaparken, Tonguç’un henüz Bakanlığın resmi bir görevlisi olduğunu, aksi şekilde dav­ ranmakla, yani susmakla, bu resmi görevinin rahatlıkla devam edebileceği konusunda uyarılmış bulunduğunu, ama onun bu gündelik çıkarlarını düşünmeden karşısındakilere en ağır karşılıkları vermekten çekinmediğini görüyoruz. Sonradan onu «ekmek parası için sustuğu», «korktuğu» gibi suçlamalarla eleştiren bazı solcu yazarlar acaba İlk­ öğretim Kavramı ve Canlandırılacak Köy adlı kitaplarında onun susmadığını gösteren, ama verdiği karşılıkların da belli bir düşünce planında kalması çabası içinde hazırladı­ ğı bölümleri okumak yorgunluğuna katlanmışlar mıdır? Bunlardan haberleri var mıdır? Yoksa onların susmamak­ tan kastettikleri çok başka türlü, en ufak bir şekilde orta­ mı bulunmıyan sonu belirsiz eylemlere girişilmesi midir? O zaman bu çok bilmiş kişilerin o çağlarda kendilerinin ne yaptıklarını açıklamaları gerekir; Tonguç’un yukarıda ör­ neklerini verdiğimiz yazılarıyla bütün aydınlara, bu halkı seven bütün düşünürlere köy enstitüsü sorununu benimse­ yip ortak, milli bir sorun olarak gerici ve çıkarcılara karşı savunmaları, korumaları için yaptığı çağrıyı niye karşılık­ sız bıraktıklarını sormak gerekir. Koşulların elverişsizliğin­ den mi ürkmüşlerdi, yoksa köy enstitüsü gibi bir girişime inançları mı yoktu, kitapta yerini mi bir türlü bulamıyor­ lardı? 1946 - 50 arasında maddi durumu çok iyi bir memur olan Tonguç, susmaktan çekinmediği halde, 1950’den sonra, yani bakanlık emrine alındığı, açıkta kaldığı zaman herhalde konuşmaktan hiç de çekinecek değildir. Ama ar­ tık o zaman onun yukarıda örneklerini verdiğimiz nitelik­ teki konuşmalarının bile artık anlamı, önemi kalmamıştır. Toplumdaki siyasal gelişme o kadar ters yönlerdedir ki, yeniden böyle bir atılıma girişmek, tozdan dumandan fer­ man okunmadığı bu gericilik ortamında kalkışılacak geçer­ siz, tutarsız, yararsız bir monologa kalkışmaktan başka bir anlam taşımaz. 1946 - 50 arasında belki bir ilerici cephe­ nin oluşması ve köy enstitüleri sorununun bu cepheye be­ nimsetilmesi umudu henüz vardı; ama 1950’den sonra bu küçük umut ışığı da sönmüştür; oturup olayların gelişmesi­ ni beklemekten başka yapacak birşey yoktur. ■ Uyanış ve Örgütlenme Tonguç’un 1950- 1960 döneminde yayınlanmış yazı­ ları pek azdır. Bunların hemen hepsi yukarıdaki gibi doğ­ rudan doğruya köy enstitüsü sorunu ile ilgili tartışma ve suçlamalara karşılık sayılacak nitelikte değildirler; daha çok -mesleki konular, eğitbilim sorunlarıyla ilgilidirler. Ba­ zı kitap eleştirileri, gezi notları şeklindedirler. Bunların in­ celenmesi şu dikkate değer sonucu verir: Tonguç bu çağ içinde köy enstitülerinden yetişmiş olan genç öğretmenle­ rin çalışmaları ve örgütlenmeleriyle yakından ilgilidir. On­ ların özelükle bu çağda birdenbire gelişmeye başlıyan ede­ biyat alanındaki çalışmalarını sevinçle izler, özel mektup­ larla onları bu yolda desteklemeye, onlara güç vermeye çalı­ şır. öğretmen örgütlerinin gelişmesini sevinçle karşılar. Sa­ yısı pek az olan yazılarını da daha çok bu yeni meslek örgütlerinin organlarında, dergilerinde yayınlar. Bunların, hele büyük kentlerin dışında kurulmuş ve gelişmekte olan lan ona umud verir. Örneğin Göller Bölgesi Köy öğret­ menleri Demeğine ve bu kuruluşla ilgili İsparta’da yayınla­ nan Demet dergisine yakın ilgi gösterir. Bu yepyeni bir ge­ lişimdir. Anadolu sanki ağır bir uykudan yavaş yavaş uyanmaktadır. Köy enstitüleri sorununun ve ilerici akımla­ rın geleceği bu uyanışa bağlıdır. Tonguç zaten Babıali bası­ nından ve orta sınıfın kaypak aydınlarından hiçbir zaman fazla birşey beklememiştir. Bunların bu karanlık dönem içindeki davranışları Tonguç’un onları değerlendirirken ne kadar haklı olduğunu kanıtlamıştır. Gelecek Anadoluda, köylerde, kasabalarda tutunup örgütlenecek, düşüncelerini korkmadan açıklıyabilecek yeni kuşaktadır. Bu kuşak vu­ rulan darbeye dayanabilmiş, cephe çökmemiş, silkinmiş ve davranmaya başlamıştır. Ezilen sınıfın sesi yükselmeye baş­ lamaktadır. Ona göre geleceğin dürüst basını da böyle do­ ğacaktır. Ankara’da yine öğretmenlerin yayınlamaya baş­ ladıkları Köy ve Eğitim Dergisi yeni bir ilgi ve sevinç kay­ nağı olur. Hele Mahmut Makal, Talip Apaydın, Fakir Baykurt gibi enstitü çıkışlı yazarların edebiyat alanında büyük ilgi uyandırmaları, bu yoldan ülkenin gerçeklerini, köyün perişanlığını ve nasıl sömürüldüğünü kamuya duyurmaya başlamaları onca iyi belirtilerdir. Mektuplarıyla onları kut­ lamaktan, desteklemekten kendini alamaz, işte nihayet o 1947’lerde yazdığı gerçekleşmektedir'26*: «...Canlanmaya başlıyan köyün sesini dinliyelim. Bu ses, bir çoklarımızın henüz iyice alışmadığımız bir sestir. Onu duydukça belki hoşlanmadığımız anlar da olacaktır. Fakat bu sese alışma­ mız lazımdır. Çünkü o kalabalıktan, 17 milyondan, pek çok okur yazarlarımızın meçhulü olan bir alemden geliyor, is­ tesek de istemesek de, beğensek de beğenmesek de onu din­ lememiz lazım. Çünkü (sevsek de, sevmesek de o köy bizim köyümüzdür)...» Ve o ses duyulmaya başlar. Enstitülü genç yazarlar, ülkenin en önemli edebi armağanlarını ka­ zanmaya başlarlar. Gündelik gazetelerin baş köşelerinde (26) C a n la n d ırıla c a k K öy, 1. H a k k ı T o n g u ç, R e m z i K ita b ­ eyi, 1947, İs ta n b u l, s. 512. en çek okunan yazarlar olurlar. Tonguç onlara şöyle seslenir(27): «...(Yunus Nadi Roman Armağanı) için açılan yarış­ mada birincilik kazanan eseri senin yaratmış olmanı du­ yunca pek sevindim. Bu başarıdan ötürü seni tebrik ede­ rim. Köydeki gerçek yaşayışı bir sanat eseri haline soka­ rak ortaya sermen, pek durgun ve çok kısır fikir hayatımı­ zı biraz olsun dalgalandırmaya yarıyacaktır sanıyorum. Ha­ reket, canlılık, kıpırdanış, daima durgunluktan, sessizlikten hayırlı olduğu için eserin üstüne yazılacakların çoğu fay­ dalı olacaktır. Bu türlü hareketler kalıp biçiminde yargıla­ malar yapmaya alışkın yazarları onun dışına çıkmaya zor­ layacaktır. Ezbere yazıp çizenlerle, konuşanlar çıkacak olursa böylelerine de kulak asmadan doğru bildiğin yolda ilerler gidersin...» Yahut(?8): «...(Yarbükü) adlı kitabını aldım. Çok teşekkür ederim. Bu sırada ev değiştirme yü­ zünden birçok işlerim olduğu için eserini ağır ağır, keyfini çıkara çıkara okuyamadım. Pek acele okumuş olhıama rağ­ men çok beğendim. Köyün en büyük dertlerinden birini cidden iyi arılatmış, onunla ilgili problemleri başarı ile or­ taya sermişsin. Köyün romanı yazılmalı diye oturup vaaz verenler oturup okusunlar Yarbükü'nü. İyi çalışıyorsunuz, öbür arkadaşlarınız bir yandan, sen bir yandan, Türk köy­ lüsünü ortaya çıkarıp seriyorsunuz. Gelecek iyi niyetli ça­ lışmaları şimdiden hazırlıyorsunuz. Seni tebrik ederim...» 1950’de de köylü aydının ilk güçlü sesi, Mahmut MakaFın «Bizim Köy» kitabı Türk düşünce alanında yankılar yap­ tığı zaman ona şöyle yazmıştı(29): «...Varlık’ta çıkan yazı­ larını okuyorum. Köyün içyüzünü olduğu gibi aksettiren (27) T o n g u ç’a K ita p , İm e c e y a y ın la rı, İ s ta n b u l 1961, s. 68, F a k ir B a y k u r t’a y a z ılm ış 1.7.1958 g ü n lii m e k tu p . C28) a.g .e. s. 69. T a lip A p a y d ın ’a y a z ılm ış 12.2.1959 g ü n ­ lü m e k tu p . (29) T o n g u ç’a K ita p , İm e c e y a y ın la rı, İs ta n b u l 1961, s. 53. M a h m u t M a k a l’a m e k tu p , 8.2.1950. bu yazılar köy davasını ele alacak olanlar için bir ayna vazifesi görecek, onları yanlış yollara sapmaktan kurtara­ caktır. Bu bakımdan çalışmaların memleket için çok hayır­ lı olacaktır. Benim gibi düşünen bazı arkadaşlar Bizim Köy’ü okuduktan sonra hep beraber seni takdirle andılar. Çamsakızı çoban armağanı kabilinden bir sandık yaparak onu posta ile adresine göndermeyi uygun buldular. Bu ar­ kadaşlar, eğitim yolu ile köyiin canlandırılmasına hizmet etmiş eğitkenlerdir. Senin yetişmeni, iş hayatına atıldıktan sonra giriştiğin yazıcılıkta başarı göstermeni candan iste­ dikleri ve bundan memleket hesabına hayır gördükleri için seninle yakından ilgilenmektedirler. Bu ilgiyi iyi niyetle ka­ bul edeceğini sandıkları herşeyden çok sağlığını istemek­ tedirler. Bu sebepten yapmaları mümkün olan herhangi bir yardımı esirgemiyeceklerdir... İşinde büyük başarılara ka­ vuşmanı candan diler, gözlerinden öperiz, yiğit arkadaş. ..» Burada şunu da belirtmek isteriz: Bu karanlık dönem içe­ risinde hiçbir olay Makal’ın 1950’de yükselen erkek sesi kadar Tonguç’u sevindirmemiş, duygulandırmamış, güçlendirmemiştir. Onun bu çıkışında Tonguç yaptığı bütün he­ sapların, kurmaya çalıştığı sistemin doğruluğunun somut bir kanıtını görüyordu. İşlenen toprak nankör çıkmamış, ürününü vermiş; hem de beklenenden çok erken vermişti. Tonguç bu ilk ürünü diğerlerinin izleyeceğini, iki kere iki­ nin dört ettiği gibi biliyordu. Direnme gücü artmış, iradesi bilenmişti. 22.1.1953’de bir dostuna yazdığı mektupta şöy­ le der(30): «...M eslekte başarı göstererek vatana hizmet et­ miş insanların soğukkanlı olmamalarına hayret ediyorum. İnsan vicdanına karşı kendini sorumlu duymadığı müddet­ çe fırtınaları sükunetle karşılayabilmelidir. ..» 1959’a doğru işler artık hiç de gerici - tutucu iktida­ rı hoşnut edecek şekilde gelişmiyordu. Bunca baskıya, yı­ kıcılığa, kötülüğe karşı, bütün ülkede, yer yer enstitülü öğ(30) T o n g u ç’a K ita p , İm e c e y a y ın la rı 1961, İs ta n b u l, s. 55. retmenlcr dayanışma örgütleri kuruyorlar, bakanlığın hak­ sız işlemlerine başkaldırıyorlardı. Köy enstitülerinde siste­ mi bozmak için elden gelen herşey yapılmıştı ama, kapıla­ ra bir kilit vurup bu kurumlan ortadan kaldırmak, maddi varlıklarıyla da yok etmek olanağı bulunamamıştı. Bütün çabalara rağmen, yine de o havadan biraz birşeyler kal­ mıştı bu okullarda. Hani baskı biraz kaldınlıverse herşey eskiye dönüverecek gibiydi. Sistem direniyordu. Tonguç yıllarca önce, daha kuruluş çağlarında birçok girişimlerin, ilkelerin en zor yıkılacak, bozulacak şekilde saptanmasına dikkatle çabalardı. Örneğin şu enstitülerin yerlerinin seçi­ mi işi, hatta yapıların düzenlenmesi, genel durum planları­ nın yapılmasında bile bu ilke göz önünde tutulmuştu. Bu­ nu anladıkları için değil midir ki, bu kadar hiddetlenmiş­ ler; bunları soruşturma konusu bile yaparak Danıştay’a kadar götürmüşlerdi. Nitekim 1950- 1960 arasında, ensti­ tüleri kapatıp, yapıları bir başka amaçla kullanmaya çok çalışıldı ama; hiçbir olanak bulunamadı. Bu şekilde bir ya­ tılı okul, hem de enstitü ilkelerinin bazılarının zorunlu ola­ rak uygulanması gerektiği birer yatılı okul olarak buraları kullanmanın dışında hiçbir çözüm bulunamıyordu. Son çö­ züm olarak buraları Milli Savunmaya devretmeyi, kışla yapmayı denediler, olmadı. Cılavuz Köy Enstitüsü (Kars) bu yönden incelendi, elverişli bulunmadı. Köy enstitülü öğretmenlerin gittikçe güçlenen bir bas­ kı gücü durumuna gelmesi üzerine Bakanlık 1958 - 1959’da yeni bir yıldırma kampanyasına girişti. Bu defa köy ens­ titüsü çıkışlı genç öğretmenler soruşturmalarla bunaltılma­ ya çalışılıyor, gereksiz yere nakil ediliyor, cezalandırılıyor, bakanlık emrine alınıyordu. Ama bu kere basın sessiz kal­ madı. 1946’larda işin o yaygın ve her kişiyi ürküten antikomünist kampanya ile birleştirilerek kamunun nasıl ya­ nıltıldığını hiç olmazsa birkaç büyük gazete artık anlamış­ lardı. Koşullar 1946’dan farklı idi. Bir kısım basın enstitü- lü öğretmenleri savunmaya başladı. O zaman politikacılar da biraz davranmak gereğini duydular, örneğin İnönü’nün sesi duyuldu'30: «...K öy enstitüleri dolayısıyla kıymetli un­ surların ekmekleriyle uğraşılmasın. Köy enstitüleri müna­ kaşası bugünlerde yenilendi. Bizim bu enstitülere ne kadar canla başla sarıldığımızı bilirsiniz. Bugün için tek dileğim şudur: Kıymetli unsurların fikirleri yüzünden ekmekleri ve meslekleri ile uğraşıldığını işitiyoruz. Pek müteessir oluyo­ rum. Bu insanlara şefkatle muamele edilsin...» diyordu. ■ 27 Mayıs ve Tonguç Tonguç 27 Mayıs 1960’dan önceki öğrenci hareket­ lerini sevinç ve umutla karşıladı. 1946 - 1950 yıllarında CHP iktidarı tarafından her türlü geri atılıma vicdansızca alet edilmiş gençlik uyanıyor, ilerici ve çok önemli bir bas­ kı gücü durumuna geliyordu. Sonra 27 Mayıs’ın coşkunlu­ ğu geldi. Tonguç’un bu günlerdeki düşünce ve duygularını dostlarına yazdığı mektplardan öğreniyoruz'321. 27 Mayıs’ın coşkunluğu içinde bile aydınların bundan sonra nasıl davranılacağı konusunda başarılı olamıyacaklarından, bu ileri­ ci gelişimi değerlendiremiyeceklerinden, doğru yolu bulamıyacaklarından kaygılanıyordu. O klasik orta sınıf okur­ yazarına karşı duyduğu güvensizlik hiç azalmamıştı: «...Şimdi ne olacak? İşte asıl büyük problemle şimdi alın alma gelmiş durumdayız. Işık tutacak insanlar kıt. Atatürk devrimlerini ortaya atanlardan sağ kalanlar kocadı. Yeni düzene temel teşkil etmesi gereken ilkeleri ileri sürüp sa­ vunacaklar ortaya çıkabilecek mi? Ayrıca kötülük ve geriliğin timsali olan diktatörlüğün icra vasıtası olanlar 15.8.1959 (3-’i T o n g u ç’a 77, 78. 11.6.1960 (3iı g ü n k ü U lu s g a z e te si, s. I. K ita p , İm e c e y a y ın la rı, İ s ta n b u l 1961, s. D o s tla rın a y a z d ığ ı 7.6.1960, 10.6.1960 v e g ü n lü m e k tu p la rd a n . alaşağı edildi, fakat maya olduğu gibi duruyor...» ve «...Heyecanlı ve ümitli günler birbirini kovaladı. Gençler­ le beraber Kızılay meydanına biz de koştuk. Atatürk bul­ varında tarihte eşi az bulunan levhalar gördük. Bir gece silah sesleriyle uyanınca, güneşin ilk ışıklarıyla beraber bir zulüm idaresini çökerten genç harbiyelileri silahları elle­ rinde kapımızın önünde görmek saadetine kavuştuk. On­ dan sonra mutlu günlerin sevinci içinde çalkalandık. Ce­ naze töreninden döner dönmez sana bu mektubu yazma­ ya başladım. Tam dört saat ayakta önümden ağır adımlar­ la geçen Cumhuriyetin koruyucularını doya doya seyret­ tim. Kızlı - erkekli yeni bir kuşak, omuzlarında taşıdıkla­ rı şehitleriyle beraber A nıt kabre doğru öyle bir aktı ki, insanoğlu için bu levhayı görmek saadeti kadar zevkli hiç­ bir şey olamaz... Sabah saat 4. Benim odayı biliyorsun. Pencereden ufuklara bakınca uzaklarda Atatürk Orman Çiftliğinin silüeti bir höyüğün arkasında görülür. Ortalık yeni aydınlanıyor, ışık adamın sıkıldıkça kendini attığı, se­ vindikçe koşup eğlendiği yeşillikleri belirtmeye başladı. Bu manzaraya bakarak gelecek günlerle ilgili hayaller kuruyo­ rum çayımı içerken. «İhtilali üstün başarı ile sonuçlandıranlar yeni Tür­ kiye’yi nasıl kuracaklar? Ülkücülerin bugün yurdun her ta­ rafına serptikleri ak güllere kara sinekler konacak mı, di­ yorum içimden. Tarihin hiçbir devrinde eline bu derece ■sınırsız bir yetki geçmemiş olan Anayasa komisyonu yeni Cumhuriyete sağlam temeller atabilecek mi? Yoksa mak­ yajlı yüzler sureti haktan görünerek ülkücülerin arasına katılıp habis ruhlarının kirleriyle bu bir daha ele geçmez fırsatı zehirliyecekler mi acaba?... Karşımdaki tabiat çok güzel, sabahın ışıkları çok parlak. İyimserliğim üstümde olduğu için kötülüğe iyiliğin üstün geleceğine hük­ mediyorum ve işte şimdi ülkücü aydınlara büyük işlere el atmak sırası geldi diyorum...» 27 Mayıs devriminden sonra Tonguç’un çok önenı verdiği bir çalışması da yeni Anayasa için hazırladığı ilköğ­ retimle ilgili bölümün taslağıdır. Devrimin hemen ardın­ dan, Tonguç, kendisine göre Anayasaya girmesinde yararlı gördüğü düşünlerini yazmış ve bir taslak halinde yakın arkadaşlarına incelenmek üzere göndermiştir03’. 13 mad­ delik bu taslak, daha sonra Anayasa tasarısını hazırlamak­ la görevli Komisyon Başkanı Sıddık Sami Onar’a da tarafı­ mızdan gönderilmiş ve sayın İnönü’ye verilmiştir. Tonguç’un bu taslağım aynen alıyoruz: «/. İlköğretim mecburi ve parasızdır. Yedi yaşına basan kız - erkek her çocuk onbeş yaşını bitirinceye kadar laik ilkokula, teknik okullara ve kurslara devam etmeye mecburdur. 2. Mecburi öğrenim çağında bulunan her çocuk öğre­ nim süresince aşağıdaki haklara sahiptir: a. Hayat okuluna mahsus ilkeleri uygulıyabilecek öğ­ retmenlere kavuşmak, b. Sağlık koruyucu imkânlar elde etmek, c. Modern bir okul binasında okumak ve eğitilmek, d. Kitaplıklardan öğretim araçlarından faydalanmak, e. Öğrenim süresi içinde taşıt araçlarından parasız fay­ dalanmak. 3. İlk eğitim - öğretim kurumlarının amacı, öğrencile­ ri Türkiye'nin içtimai ve iktisadi bünyesine en uygun bir yolda cumhuriyetçi, laik yurttaşlar olarak yetiştirmektir. 4. İlköğretim kurumlarında sınıfların öğrenci sayısı elliden fazla olamaz. Bu kurumlara devam eden öğrenciler yılda en az ik'ıyüz gün öğrenim görürler. Günlük öğrenim süresi beş ders saatinden az olamaz. (33) T o n g u ç’a K ita p ve Ö zel A rşiv . T o n g u ç ’a K ita p , İm e ­ ce y a y ın la rı, İs ta n b u l E k in b asım ev i, 1961, s. 190-191. 5. Mecburi öğrenim çağında bulunan çocuklar devlet okullarından başka okul veya dersanelere devam edemez­ ler. 6. Bakılmaya muhtaç kimsesiz çocuklar mecburi öğ­ renimi tamamlayıncaya kadar devletçe eğitilirler. 7. İlköğretim masrafı devlet, özel idare, belediye ve köy bütçelerine konulacak ödeneklerle ve devletçe kabul edilen yardımlarla karşılanır. 8. Her normal Türk yurttaşı hangi zümreden olursa olsun istidat ve kabiliyetine göre, her derecedeki okullarda öğrenim görmek hakkına sahiptir. 9. Her öğretmen modern eğitim ilkelerine göre «öğ­ retme hürriyethne sahiptir. 10. Mecburi öğretim kurumlarında devletin resmi di­ linden başka dille öğretim yapılamaz. 11. Yetişkin halktan okuma yazma bilmiyen her yurt­ taşın okur yazar duruma gelmesini sağlıyacak halk eğitimi kurumlarına başvurmak hakkıdır. 12. Köylerde ve köy karakterinde olan kasabalarda­ ki halk, oturduğu yerlerin ihtiyaç ve özelliklerine en uygun laik öğretim kurumlarına başvurmak hakkına sahiptir. 13. Siyasi partiler mecburi öğretimin, halk ve meslek eğitiminin, sanat ve bilim alanındaki çalışmaların hızını engelliyecek teşebbüs ve hareketlerde bulunamazlar.» Bir Anayasa için oldukça ayrıntılı sayılabilecek bu düşünlerin tartışılması Tonguç’un 27 Mayıs devriminden sonraki başlıca isteği idi. Ne yazık ki, üzerinde durulma­ mıştır. İşte Tonguç’un son düşünleri, duyguları bunlar oldu. 23 Haziran 1960’da öldüğü zaman mutlu bir insan­ dı. Tataratmaca köyünden bir köylü delikanlısı çıkmış, önemli bir eğitim girişimini yönetmek olanağını bulmuş, bunu sınıfından kopmadan başarmış, köylü sınıfının bilinç­ lenmesi, haklarına kavuşması için giriştiği çabalarla köylü­ lerine yardım etmiş, kurduğu örgütün bu bilinçlenme yo­ lunda başarılı olacağım gösteren birçok belirtiyi ölmeden görmüş ve düşünlerinden, ilkelerinden dönmeden, yolun­ dan sapmadan, eğilmeden, bütün hayatı boyunca bir tek yönde, bir tek doğrultu üzerinde dimdik yürüyebilmişti. Mutluluk bu değilse nedir? Köy Enstitüleri Konusundaki Eleştiriler. Başlangıçtan günümüze kadar köy enstitüleri konu­ sunda yapılmış eleştirilere toplu olarak bakarken, daha çok bu eleştirilerin siyasal ve toplumsal yönü üzerinde duracak, eğitbilimsel yönlerini ikinci planda bırakacağız. Bu ba­ kımdan iziiyeceğimiz yol ve sıra da bu amacımıza uygun olacaktır. Eleştirileri üç büyük grupta toplıyacağız: 1. Sağ­ cıların eleştirileri, 2. Köy enstitülülerden gelen eleştiriler, 3. Solcuların eleştirileri. Bütün bu eleştirilerin, hangi gruptan gelirse gelsin, ba­ zı ortak özellikleri vardır. Bu özelliklerden birincisi eleşti­ rilerin ciddi, uzun sürmüş, bilimsel yöntemlerle yapılmış araştırma ve incelemelere dayanmamasıdır. Köy enstitüle­ ri gibi gerek düşünce ve gerekse eylem alanında geniş ve çok yönlü çalışmalarla gelişmiş bir akım üzerinde doğru eleştirilere varabilmenin ilk koşulu, yorucu, sabırlı, titiz ve bilimsel bir çalışma ile konuyu incelemek, yalnız yayınlan­ mış bazı yazı ve kitapları okumakla yetinmemek, yayın­ lanmamış belgeleri bulup incelemek, o çağı yaşamış olan­ larla uzun konuşmalar yapmak, yapılanlarla yapılanlardan kalmış olanları, yani eylemi yerinde incelemek olmalıydı. Ancak bundan sonradır ki, yazıların, denemelerin, giri­ şimlerin altındaki anlamı, amaçlan bulup çıkarabilmek ola­ nağı bulunurdu. Şunu üzülerek söyliyelim ki, Türkiye’de bunu hiçbir kişi yapmamış, böyle bir çalışmayı göze alma­ mıştır. Eleştiriler incelenince vanidığı savında bulunulan sonuçlara, yargılara insanın aklını durduracak bir hafiflik ve umursamazlıkla varıldığı görülür. İkinci özellik, eleştiri­ lerde objektif olunamamasıdıı. Çoğu kez kişisel kırgınlık­ lar, kızgınlıklar, doyumsuzluklar, kısacası kişisel nedenler ve belirli siyasal topluluklara bağlı olmanın sonucu ön yar­ gılar, bu eleştirileri bilimsel değerden yoksun kılar. Eleştiri­ lerde o günün koşulları içinde, eleştiricinin kendi siyasal amaç ve hesaplarına, bağlı olduğu siyasal topluluğun çıkar­ larına göre de sonuçlara varılmaktadır. Bütün bu özellikler Türkiye’de köy enstitüleri konu­ sunda yapılmış eleştirilere, bilimsel niteliklerinin azlığın­ dan, hatta yokluğundan ötürü değer vermemeyi gerektiren özelliklerdir. Zamanla bu eleştirilerden iz kalmıyacak, ileri­ de yapılacak incelemelerde bunların birçoğuna değinmek gereği bile duyulmıyacaktır. Böyle olduğu halde, eleştiriler konusunu niçin başlıbaşma ve önemli bir bölüm olarak işle­ meye çalıştık? Bunun nedeni bu eleştirileri bilimsel değer yönünden önemsememizden değildir. Zaten çoğu çağların siyasal koşullarına ve belli siyasal amaçlara göre yapılmış bu eleştirilerin, çağlarının siyasal olayları ve bu olayların köy enstitüsü konusu üzerindeki etkileri bakımından önem­ li roller oynamış olmalarıdır. Bu durum bugün de süre gitmektedir; köy enstitüleri düşünü ve eylemi hayat süre­ sini tamamlayıp tarihe gömülmüş bir girişim değildir; canlı­ dır ve yaşamını sürdürmektedir. Ve bugün de belirli siya­ sal amaçlarla girişilen ,objektiflikten uzak eleştiriler, ya­ şamını sürdüren bu düşün ve eylem üzerinde, onun gelişi­ mi ve olgunlaşması üzerinde, olumsuz etkiler yapabilmek­ tedirler. Eleştiriler konusuna verdiğimiz önem bundan ötü­ rüdür. Eleştirileri toplu olarak incelerken uyacağımız yöntem şu olacaktır: Birbirine benziyen eleştirilerden örnekler vermekle yetineceğiz, hepsini teker teker ayrıntıları ile incelemiyeceğiz. Bu, bizi tekrarlardan kurtaracaktır. Eleşti­ rilerin ana çizgilerini doğrudan doğruya o eleştirileri ya­ panların ağızlarından aktaracağız. Bunlara verilmiş karşı­ lıklar varsa, onları da belirttikten sonra kendi düşünlerimi­ ze geçeceğiz. Eleştiriler konusunu en objektif bir şeküde ancak böyle göz önüne serebileceğimizi sanıyoruz. Eleştirilerin çoğunda iyi niyetten uzaklık, objektif ola­ mamak gibi özellikler o kadar belirli, söylenenlerin yalnız bir takım siyasal amaçlarla ortaya atıldığı gerçeği o kadar açıktır ki, ortaya gülünç durumlar da çıkar. Örneğin bir takım sağcılar yaptıkları ve ciddi olduğunu iddia ettikleri eleştirilerinde köy enstitülerinin komünistlerce kurulduğu sonucuna varırlar. Öte yandan bir kısım solcular da yine çok büimsel olduğunu söyledikleri incelemelerinde enstitü­ lerin faşistlerce kurdurulduğunu ortaya atarlar. Aynı ko­ nuda yapılan iki bilimsel (!) araştırma, böyle birbirinin tam zıddı iki ayrı sonuca varırsa, herhalde kullanılan yöntem­ lerin bilimselliğinden şüphe etmek gerekir. Hatta Türki­ ye’nin dış politikasındaki değişmeler büe varılan sonuçla­ rın niteliğini değiştirecek roller oynarlar. Dış politika gere­ ği hangi devletler gurubu ile aramız bozulmuşsa, içeride bir kısım kişiler, o devletler grubunun ideolojisinin etkisi ile köy enstitülerinin kurulmuş olduğu savını ortaya atmak gereğini duyarlar. Örneğin Sovyetler Birliği ile dış ilişkilerimizin bozulduğu ve bütün dünyada antikomünist kampanyanın çok şiddetlendiği 1946 sonrası çağında, köy enstitülerinin komünistlerin etkisiyle kurulduğu tezi yaygaralarla ortaya atılmış, birkaç yıl önce, Kıbrıs olaylarından sonra Türkiye’- de Amerika’ya karşı duygu ve davranışlar güçlendiği çağda da köy enstitülerinin Amerikalıların etkisi ile kurulmuş ola­ bileceği gibi, o güne kadar hiç söylenmemiş ve hiçbir kişi­ nin aklına gelmemiş bir düşün piyasaya sürülmüştür. Bü­ tün bunlar bir bakıma sevindiricidir: Bunlar, Türk düşün hayatında köy enstitüleri girişiminin hâlâ önemli bir yer tuttuğunu, hâlâ günün konusu olduğunu, tarihin raflarına kaldırılmış, hayat süresini tamamlamış, geçmişe ait bir eğitim atılımı olmadığını gösterir. O, daha yaşamaktadır, gelişmekte, büyümekte, Türk düşün ve siyasal hayatını etkisi altında tutmaktadır. İşte bu düşünlerledir ki, biz de eleştirileri incelerken, ağırlığı bunların pek az olan bilimsel içeriklerine, özellik­ le eğitbilimsel yönlerine değil, tarihsel bakımdan oynadık­ ları role ve bu rolün önemine bakarak daha çok siyasal amaç ve sonuçlarına vereceğiz. 7. Sağcıların Eleştirileri Anadolucular, ırkçı - turancılar, sağcı üniversite ho­ caları, sağcı düşünür ve yazarlar bu gruba girerler. Bunlar çoğu kez birbirleriyle işbirliği yaparak köy enstitülerine karşı çalışmışlardır. Eleştirilerinde bilimsel içeriğin azlığı, sözlerinin, düşünlerinin ve savlarının gündelik siyasal amaç­ larına ve eylemlerine göre ayarlanmış olması, özellikle bu grup için doğrudur. Bilimsellik perdesi altında bu grubun temsilcisi olan üniversite hocalarının bile ortaya attıkları düşünler, bir takım siyasal amaç ve girişimler göz önünde tutularak hazırlanmıştır. Bu grup, enstitüleri yıkma orta­ mının hazırlanmasında, yıkma işlemine girişecek siyasal topluluğun ortaya çıkmasında, bu topluluğun ideolojisinin saptanmasında ve yıkma işleminin sözde bilimsel bir ta­ kım örtülerle gizlenmesinde işbirliği yaparak, kendi açıla­ rından başarı ile çalışmıştır. Söyledikleri hep aynı şeyler- dir. 1940’dan günümüze kadar söyleyip yazdıklarında hiç­ bir değişiklik ve yenilik olmamıştır. Zaten gerçek inceleme ve eleştiri yapmak amacından ve iyi niyetinden yoksun ol­ dukları için, yeni birşeyler bulup söylemeleri, düşün haya­ tına katkıda bulunmaları da beklenemez. ■ Halil Fikret Kanat Daha eğitmen deneyi sırasında ilk tepki ve eleştiriler sağcı meslektaşlardan gelmeye başlamıştır. Klasik eğitbilim esaslarına göre yetişmiş aydınlar için yapılmakta olan işle­ rin benimsenmesi çok zordu. Üstelik Tonguç’un giriştiği işe karşı tepkiler gelmesinin bazı kişisel nedenleri de vardı. Bunu hazırlıyan koşullar daha 1931 - 1933 yıllarında orta­ ya çıkmıştı. Kirby’e göre(l) «...(Tonguç) eğitimde (progres­ sif cereyanı) daha iyi anlıyabilmek için Kerschensteiner’e başvuruyor... 1931 -1933 yıllarında çıkan (Mürebbinin Ruhu), (Muallim Yetiştirme Meselesi ve Kerschensteiner) adlı eserler bu çalışmasının mahsulüdür. Bu eserlerin ana­ litik değeri az olmakla beraber, burada kısaca tartışılmaya değerler, çünkü Türk eğitiminin terakkisinde anlaşılması zor trafik bir rol oynamışlardır. Dar anlamı ile pedagojik olan bu eserleri tercüme etmekle Tonguç, o zamana kadar «pedagog» diye tanınan ve sayılan zatların tekelindeki ala­ na tecavüz etmiş oluyordu... (Mürebbinin Ruhu) ocağın en nüfuzlu üyelerinden birinin otoritesine doğrudan doğruya meydan okur gibi...» Kirby’nin burada kastettiği otorite, eğitim doktoru ve Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji öğret­ meni Halil Fikret Kanat’tır. Devam edelim: «...(Mürebbi­ nin Ruhu), liberal ve ileri eğitimci Kerschensteiner*i doğru­ dan doğruya kendi ağzından konuşturan ilk teşebbüsdür... öğretmen Okulu öğrencileri ve öğretmenleri bunları (ya(i) T ü rk iy e d e K ö y E n s titü le ri, F a y K irb y , İm e c e y a y ın ­ l a n , A n k a r a 1962, s. 94, 95. zarın notu: Kerschensteiner’in düşniilerini ve iş prensibini) sadece Halil Fikret Kanafın kaleminden ve gözünden geç­ tiği şekilde biliyordu. Daha sonra 1942’de çıkan (Milliyet İdeali ve Topyekun Milli Terbiye) adlı eserinde açıkça görüldüğü gibi, Kanat, Kerschensteiner’in alman eğitim sis­ temine getirmeye çalıştığı liberal ve demokratik fikirlerin eğitim meselelerinde manasız şeyler olduğu fikrinde idi... » Böylece daha başlangıçta eğitim alanında girişilecek geniş çapta bir çalışmanın, kendilerini eğitbilim otoritesi sayan­ ları küçük düşürecek vc onların düşünlerine dayanmıyacak şekilde yürütüleceği gibi bir kanı bu otoritelerde yerleşmişti. Böylece eğitbilim teoricilerinin Tonguç’a cephe almaları için gerekli ortam hazırlanmıştı. Tonguç’un deyimi ile «ulema» kendisini kenara itilmiş hissediyordu. Bundan sonra Kanat, yapılan çalışmalarda ve hatta yıkma çağında, kendi düşünlerinin ve ilkelerinin ağır basması, dinlenmesi, uygulamaların bunlara göre yapılması için çeşitli yollar­ dan çaba gösterdi. Bir eğitbilim otoritesi pozuyla bakanlara raporlar verdi, verdirdi, makaleler yazdı. Kendi düşünle­ rine yatkın Kızılçullu Köy Enstitüsü Müdürü Emin Soysal’la bu yolda işbirliği yaptı, düşünlerini ve ilkelerini ona uygulatmaya çalıştı. Hatta yazdığı birkaç gazete makalesin­ deki düşünlere dayanarak bütün köy enstitüsü sisteminin kendisi tarafından bulunduğu savını Emin Soysal aracılığı ile yaymaya çalıştı. Bu yokla bütün umutlan kesüdikten sonra da Kanat - Soysal İkilisi köy enstitülerini kötülemek için ellerinden geleni yaptılar. Kanat’ın ve kendisi gibi dü­ şünenlerin ilkeleri, köy enstitülerine vermek istedikleri hava ve çabaları, oldukça ayrıntılı olarak Kirby’in «Türkiye’de Köy Enstitüleri» kitabında bulunabilir'21. Biz eğitbilim ay­ rıntılarına girmeden, sadece Kirby’nin şu düşünlerini bu­ raya aktaracağız. Ona göre Kanat’ın eğitim fikri: «Kemalizme aykırı bir ideolojinin ifadesidir. Bu görüşün en son ifadesini H.F. Kanafın (Milliyet İdeali ve Topyekun Milli Terbiye) adlı eserinde buluruz...» Bundan sonra Kirby bu eserden Kanat’m okullarda yapılacak istihsal çalışma­ ları üzerindeki şu düşünlerini alıyor(J): «...B u kadar kıy­ metli ve bu derece önemli bir devrede genç istidatların (er­ ginlik çağında) istihsal ve fayda gibi, daha ziyade hodbinlik temayüllerini tatmine müteveccih gayeler altında ezilmesi çok tehlikelidir. Böyle bir terbiye genç ruhlarda, belki ha­ yatlarının sonuna kadar, objektif kıymetlerin canlanma­ sına ve ahlaki değerlerin teşekkül etmesine mani olur...» Kirby’ye göre, Kanat’m kafasında «Yeni köy öğretmeni­ nin başlıca fonksiyonu, köylü arasında yabancı bir ulusçu­ luk idealizmini aşılamaktır... Kanat’ın istediği eğitim SS.leri yaratmaktır.» Kanat’a göre Türkiye’yi bir takım «insanüstü idealistler modernleştirecektir...» Halbuki Tonguç’a göre «...Y eni eğitimin hedefi tek bir idealist ve­ ya insan - üstü yetiştirmek değil, modern bir işbölümü meydana gelmesini kolaylaştırmaktır. Bu, Kemalist devri­ min özleyiş ve ihtiyaçları ile ahenk halinde olacak şekilde çeşitli şahsiyetler ve meslek adamları yetiştirmek demektir. Bu, sadece yazılı tarihe kendi damgasını vuracak adam yetiştirmek değil, aynı zamanda adı tanınmıyacak, fakat toplum hayatında büyük bir rol oyna­ yan ‘halk’ı da yetiştirmektir...»w. Görülüyor ki, Kanat ve ondan yana olanların düşünlerinin temelinde, totaliter re­ jimlerin üstünlüğü, bu rejimlerle bir ülkenin kalkınabilece­ ği, bunun için de bu rejimlerin körükörüne aracı olabile­ cek üstün özellikleri olan idealistleri yetiştirmenin modern eğitbilimin amacı olması gerektiği gibi görüşler vardı. Bun­ lar ekonomik sorunları ekonomik toplumsal koşulların kişi­ nin ve kişinin eğitimi üzerinde yapabileceği etkileri önemse­ miyorlardı. Hatta bunlara göre maddi problemlerle uğraş - mak, insanları aşağılatıcı, eğitimi bozucu bir çaba idi. Modem bir eğitim sisteminde bunların sözünü etmek bile yanlıştı. Bütün bu temel görüşlerin, siyasal ideoloji olarak, geniş ölçüde o çağda pek moda olan faşist felsefe ve ideolojilerden esinlendikleri ortadadır. Bu noktadan hareket edince, Kanat ve arkadaşlarının girişilen eğitim ça­ lışmalarından beklediklerinin, klasik eğitbilim ilkelerine kendi ideolojilerinin gerektirdiklerini de ekliyerek, öğretmen okulları kurmak olduğu anlaşılır. Bu bakımdan köy ensti tülerini öğretmen okullarından ayıran ve onlara köy ensti­ tüsü özelliklerini veren bütün ilke ve uygulamaların karşı­ sında idiler ve bu ilke ve uygulamaları bozmanın, değiştir­ menin savaşına giriştiler. Bu grubun eğitim alanındaki dü­ şünleri ileride, 1946’ya doğru, enstitüleri yıkma çabalarına girişecek CHP içindeki Anadoluculann çalışmalarına esas olmuştur. Kirby(5) bu düşünleri ve çalışmaları «eğitim ala­ nında antikemalist görüşler» diye belirtir ve şöyle yazar: « ...Burada... bu zümrenin (Yazarın notu: Anadolucuların) resmi pedagogu olan... H.F. Kanat’ın fikirlerini hülasa edeceğiz: Onun köy enstitüleri fikrinin asıl babası olduğu yolunda yaratılan efsane, Atıadolucu grubun iki maksadı için icadedilmişti: a) t. H. Tonguç’un idaresi al­ tında şekil almış olan enstitülerin tahrif edilmiş ve yanlış yolda yürütülmüş eğitim müesseseleri olduğunu ispat et­ mek, b) imkan bulununca köy enstitülerini birer öğretmen okulu şekline sokm ak... K anafm ‘Milliyet İdeali ve Topyekun Milli Terbiye’ adlı eseri anadolucu fikirlerin organı olan dergilerde alkışlarla karşılanmıştı. Bu eserin başarısı, Almanya’da hakim olan nasyonal sosyalist görüşleri eğitim meselelerine Kemalizm görüşünün aynı gibi gözükecek şe­ kilde adapte etmesi olmuştur. Her ikisinin de dıştan ulus­ çu oluşu ve her ikisinin de devletçi görünüşü, Kanat’ın bu işini kolaylaştırmıştır. Fakat eser dikkatle incelendiği za­ m an... Kanat’m fikirlerinin ilham kaynağının Türkiye için­ de değil, dışında olduğunu gösterir. Eserin adındaki ‘topyekün’ terimi bile rıazi terimidir. Kanat... ustalıklı bir metodla Atatürk ve Kemalizm aleyhine fikirleri peçeliyerek kuvvetle ileri sürmeye muvaffak olmuştur. Bu metodla... nasyonal sosyalist sistemini sanki Kemalizmin aynı gibi ala­ rak ve onu esas tutarak komünizm aleyhine kimsenin itiraz edemiyeceği fikirleri serbestçe kullandı ve bunları naziliğin doğruluğunun ve üstünlüğünün delili olarak ileri sürdü. Kanat’a göre, Birinci Cihan Harbinden sonra Alman ve Türk toplumlarının karşılaştıkları meseleler aynıdır... Türk ulusçuluğunun özlediği, fakat gerçekleştiremediği herşeyi, sınıf mücadelesini yoketmek, devletçiliği kurmak, inkı­ lapçı olmak, maddi yükseliş, hatta halkoyu ile Hitler’i başa getirmek anlamında cumhuriyetçilik amaçlarının hepsini nasyonal sosyalizm gerçekleştirmiştir. O halde Türkiye, A l­ manya gibi ileri ve yüksek bir toplum olmak istiyorsa ora­ daki siyasi, ekonomik ve eğitimsel metodları uygulamalı­ dır... Ona göre Türkiye’nin bütün eğitim davası, gençliği ulusal ideal ile aşılamak araçlarının uygulanması mesele­ sinden başka birşey değildir. 1935’de Kurun Gazetesinde çıkan makalelerinin, 1937’de Saffet Arıkan’a sunduğu la­ yihanın temelindeki eğilim görüşü şimdi açıkça anlatılmış oluyor...» Bundan sonra Kirby, Kanat’ın CHP’yi nazi par­ tisine benzetmek yolunda, kılık değiştirerek ülkenin duru­ munu inceliyecek parti müfettişleri yetiştirilmesi düşününe değinerek şöyle der: «...Bir pedagogu gülünç düşürecek böyle safdilce fikirlerle tavsiye edilen metod her çeşit to­ taliter rejimlerde görülen hafiyelik teşkilatından başka birşev değildir. Nitekim Kanat, bunun zaruri olduğunu şu satır­ larla anlatıyor: (...Vatan ve millet mefhumlarına tamamen yabancı oldukları için yaşadıkları memleketlerin havasını... ifsat etmeye mütemayil bulunan yahudi ırkını göz hapsi al­ tında bulundurmak bakımından inkılapçı memleketlerin bidayette bu neviden gizli teşkilatlar kurması hiç de lü­ zumsuz sayılmaz. Sonr.a yeni rejimin ortaya attığı ideal­ lerin etrafa ve bilhassa gençler arasında kök salmasına mani olan her türlü tenkitlerin ve muhalefet fikir ve hare­ ketlerinin önüne geçilmesi de son derece lüzumlu ve fayda­ lıdır)... Bu parçalar bize Kanat’ın ne çeşit bir eğitim iste­ diğini, neden eğitim müesseselerinde (fikir hürriyeti ve ka­ naat serbestliği safsatasını) bir (felaket) saydığını yeter de­ recede anlatır. Kanat, Soysal idaresindeki Kızılçullu’nun bu esasları gerçekleştirmeye çalıştığını belirterek...» Böylece CHP içinde iktidarı ele geçirerek enstitüleri yıkma işlemine girişecek olan Anadolucular kendi eğitbilim ideologlarını bulmuş oluyorlardı. Sirer’in yürüttüğü ve sonrakilerin sürdürdüğü yıkma işlemleri Kanat - Soysal İki­ lisinin düşünlerine göre yürütüldü. Kirby’e göre, daha «...7943 Şubatında toplanan 2. Maarif Şûrası Kemalist ve antikemalist eğitim görüşlerinin çarpışma sahnesi oldu... Liberal görüşlü ciddi aydınların direnmesi olmasaydı, bü­ tün Türk vatandaşlarının kanlarının muayene edilmesi, okullarda Türk tarihinden başka tarih okutulmaması, kla­ siklerin tercümesi işinin durdurulması gibi ırkçılara mah­ sus fikirlerin Şûra’ya kabul ettirilmesi belki de mümkün olacaktı. Fakat hiç değilse bir (başarı) elde edilmişti. Şûra­ ya üye olmadığı halde hayli faaliyet gösteren Soysal ile de­ lege olarak gelen Kanat, köy enstitüleri hakkında bilgisi bulunmıyan birçok liberal üyelere bunların modern peda­ goji prensiplerine aykırı olduklarını, iptidailiğe dönmeyi temsil ettiklerini inandıracak telkinlerde bulunmaya mu­ vaffak olmuşlardı...» ■ «Ulema» Kanat’m görüş ve düşünlerine benzer eleştiriler aym çağda (1937 - 1946) ve daha sonraları, günümüze kadar daha birçok düşünür, yazar ve üniversite hocası tarafından ileri sürülmüştür. Bunların arasında en fazla göre çarpan kişiler olarak Prof. Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu, Prof. Müm­ taz Turhan, Prof. Osman Turan, Doçent Nurettin Topçu gibi sağ eğilimliler sayılabilir. Bunlar yazdıkları yazılarla yıkma işine girişmiş CHP ve DP politikacılarına gerekçe­ ler hazırlamışlar, yol göstermişlerdir. Bütün bu «Bilim Adamlan»nın eleştirileri, esasın­ dan birbirine benzemekle beraber aralarında bazı farklar da vardır. Örneğin Kanat, bütün vatandaşların bir ilköğretim çarkından geçirilmesinden yanadır; ama bunun için yetiş­ tirilecek öğretmenlerin yetiştirilme tarzı ve uygulanacak eği­ tim ilkeleri yönünden yukarıda gördüğümüz çeşitten dü­ şünleri vardır. Bazıları, örneğin Prof. Mümtaz Turhan, bu kadar geniş bir ilköğretim çalışmasına bile karşıdırlar. Ona göre üstün yetenekleri olan çocuklar bulunup çıkarılmalı, bunlardan üstün yetenekli uzmanlar yetiştirilmelidir. Türki­ ye’yi bir uzmanlar ordusu kalkındıracaktır. Bunun yerine yaygın bir orta dereceli öğrenim sistemi kurmak zararlıdır; niteliği düşürür. Sağcı düşünürlerin herşeyden önce yay­ gın bir ilköğretimin gerekliliği konusundaki düşünleri bu iki uç arasında değişir. Ama hepsinin ortak olarak benimse­ dikleri eleştiri, köy enstitülerine özeliklerini veren bütün yeni ilkelere karşı olmalarıdır: Enstitülerin kentlerden uzak­ ta kurulmaları yanlıştır, iş eğitimi ilkesi yanlıştır, zararlı­ dır, öğrencilere tarım ve sanat öğretilmesi gereksizdir, on­ ların yeterince kültür dersi görmemesine yol açar, köy öğ­ retmenine okuldaki öğretme görevi dışında köyün toplum­ sal ve ekonomik sorunlarıyla ilgili görevlerin verilmesi doğ­ ru değildir, enstitülerde ders kitabı dışında bol kitap oku­ tulması, öğrencilerin kendi kendilerini yönetmesi gibi bir ilkenin uygulanması, onların yönetime katılmaları, tartışma özgürlüğü gibi demökratik ilkelerden yana değillerdir, kültür derslerinde, özellikle tarih öğreniminde uygulanan yöntemler yetersizdir, öğrenciler yeterli derecede «milliyet­ çi» olarak yetişmemektedirler, enstitülerdeki genel yaşama tarzı ahlak kurallarına aykırıdır, enstitülerin aynı zaman­ da tarım üretimi yapılan bir çeşit devlet çiftliği gibi eko­ nomik fonksiyonu olan kurumlar olmaları eğitbilim ilke­ lerine aykırıdır v.b.... Bu gruptan olan bazı kişiler daha sonraları, siyasal olaylar özledikleri yönde gelişince, köy enstitülerinin «komünist yuvaları» olduğunu açık açık id­ dia edeceklerdir. t MAnadolucular CHP’li Anadolucular bu «bilimâdamlamnm eleştiri­ lerini benimsiyerek onların gösterdikleri yolda yıkma iş­ lemlerine girişirlerken, kendilerini köy enstitülerine karşı kişiler olarak göstermemeye, enstitülere açıkça cephe al­ mamaya, yıkma işlemlerini de düzeltme, «bazı hataları gi­ derme» gibi göstermeye çabalamışlardır. Örneğin Sirer’in köy enstitülerinin ana ilkelerini nasıl bozduğunu, sonra da bunu övünerek partisi iktidardan düştükten sonra nasıl anlattığını ve DP’li Milli Eğitim Bakanına sözde nasıl akıl verdiğini kendi ağzından dinlemek ilginçtir'61: «...K öy enstitülerinin öğretmen okulu haline getirile­ ceği haberinde bir yanlışlık olacak. Çünkü bu enstitüler dört vıldanberi birer öğretmen okulundan başka bir şey de­ ğillerdir. Kuruluşlarının ilk yıllarında enstitülerin öğret­ menden başka köye lüzumlu diğer elemanları da onun şah­ sında veya ondan ayrı olarak yetiştirmeleri düşünülmüştü.. Fakat daha ilk tecrübelerle bunun mahzurları anlaşılm,ş ve bu sistem 1 946-1947 ders yılı başından itibaren terk olunmuştur. (Yazarın notu: Bu yıllar, Sirer’in Bakanlık (6> 7.3.1951 g ü n k ü U lu s g a z e te si, «K öy E n s titü le rin e D air» b a şlık lı y azı, y a z a n : R e ş a t - Ş e m s e ttin S ire r. yaptığı yıllardır)...» Sonra Bakan olarak 24.12.1946’da Mecliste yaptığı bir konuşmadan söz açan Sirer: «...K öy enstitülerinde çocuklara ziraat gösteriyoruz. Sanat öğreti­ yoruz. Gaye enstitüde okuyan çocuğa öğretmenlikten baş­ ka bir de köyde demircilik yahut marangozluk yaptırmak değildir... öğretmenin böyle yetişmesinde işin... terbiyevi kıymeti olacağı için, bunları öğretiyoruz...» Bundan sonra kendisinin hazırlattığı ve 10.10.1947’de yürürlüğe giren yeni öğretim programına deyinen Sirer: «...B u türlü ders­ lerin okutulduğu ve uygulamaların da yapıldığı bir kuru­ mun ancak bir öğretmen okulu olmaktan başka birşey olamıyacağı aşikârdır...» der. Enstitüleri nasıl öğretmen oku­ luna çevirdiğini böylece övünerek anlatan Sirer, daha sonra Tevfik lleri’ye şöyle 'yol gösterir: «...Bugünkü iktidar ens­ titülerimizde bir takım değişiklikler yapmaya kalkamaz mı? Yapmak isterse bunlar ne olabilir? Doğru veya yanlış enstitülerin bugünkü özelliklerinden şu dördü üzerinde du­ rulabilir: 1. Enstitülerin manevi havası: Yıllar vardır ki, köy enstitülerimiz Türkiye'nin her nevi ve dereceden bü­ tün okullarına örnek teşkil edecek surette derin bir milli şuurun, ateşli bir yurt sevgisinin ve vazife ahlakının mih­ rakları haline gelmişlerdir. Milli Eğitim Bakanı elbette bu havayı değiştirmiyccek, bozmıyacak, ellerinden geldiği ve güçlerinin yettiği kadar kuvvetlendirmeye çalışacaktır... 2. Öğretim süresi ve ders konuları: Öğretim süresinin bir yıl daha uzatılması ve ders konularının da genişletilmesi mümkün ve doğrudur... Kültür derslerinin konularını ge­ nişletmek, toplumbilim gibi bazı derslerin müfredatını da düzeltmek, böylelikle öğretmen adaylarını genel bilgi ba­ kımından daha kuvvetli yetiştirmek mümkün olacaktır. Bir­ kaç yıl önce düşünülmüş ve kararlaşmış olan bu düzeltme­ ler yapıldığı takdirde bunu yapanlar da enstitülerimize hiz­ met etmiş olmak şerefini kazanacaklardır...» (Yazarın nötu: Köy enstitülerinin öğrenim süresinin altı yıla çıkarıl- ması için 1948 yılında bazı çalışmalar yapılmıştır. Enstitü öğrencilerinin kültür yönünden zayıf olduğu gerekçesiyle kalkışılan bu işin ardındaki gerçek amaçlar başkadır, ö ğ ­ renim ilkelerini Tonguç’un düşününün aksine ve iş ders­ lerinin zararına olarak teorik derslere kaydırmak gibi bir amacın yanı sıra şöyle bir pratik amaç da güdülmüş ola­ bilir: 1946’dan sonraki iktidarlar köylerde okul yapımının hızını azaltmışlardır. Halbuki enstitüler Tonguç zamanında­ ki tempoları ile mezun vermektedirler. Bu, yeni görev ve­ rilmesi gereken öğretmen sayısı ile hazır olan köy okulu sayısı arasında bir uygunsuzluk yaratmaktadır. Öğrenim süresi uzatılırsa hiç olmazsa birkaç yıl mezun sayısı dü­ şecek, sıkıntılı durum biraz olsun giderilecektir. Şüphesiz ki, politikacılar böyle bir nedeni açıklıyamazlardı; o za­ man oy kaygısıyla okul yapım işlerinin yavaşlamasına göz yummuş olduklarını kabullenmiş olacaklardı. 1948’de öğ­ renim süresinin arttırılmasına kalkışıldığı zaman durumun, o zaman Talim Terbiye Kurulu Üyesi bulunan Tonguç’a sorulmak zorunda kalındığını ve onun da olmsuz bir karşı­ lık verdiğini gösteren ilginç bir belge vardır'7’: İlk Öğretim Genel Müdürlüğünün 12. Mayıs 1948 ta­ rih ve 2046 sayılı yazısı incelendi. Köy enstitülerinin öğrenim süresinin beş yıldan altı yıla çıkarılması için bu yazının 2 ve 3. maddelerinde belir­ tilen mucip sebepler, bilimsel esaslara uyularak yapılmış sistemli tetkiklere dayanmamaktadır. Bunun en basit deli­ li Köy Enstitüsü mezunu öğretmenlerin, köylerde henüz haklarında kesin hüküm verilebilecek bir zaman içinde ça­ lışmamış bulunmalarıdır. Onların birkaç yıllık çalışmaları öğretmen okullarından çıkan genç öğretmenlerin durumları ile karşılaştırılacak olursa köye yerleşip müspet işler gör­ en ö z e l a rş iv : 14.5.1948 g iin k ii 2,5 s a y f a lık b elg e. T o n ­ g u ç, T a lim T e rb iy e K u ru lu Ü y esi o la r a k im z a la m ış ve B a ş k a n lığ a y a z ılm ıştır. me, öğrenci devamını sağlama, öğretimi yeni metodlara isti­ nat ettirme, çocuk velileriyle iyi geçinme, tarım ve teknik işlerini uygulama, yapım ve onarım işlerine katılma gibi meseleler başta gelmek üzere, daha birçok alanlarda hangi­ lerinin başarı gösterdikleri açıkça ve yüzlerce misalle mey­ dana çıkacaktır. Onun için enstitü mezunları hakkında hü­ küm verirken mesnedi sağlam olmayan mütalaalardan sa­ kınılarak objektif hareket edilecek olursa karşılaşılan me­ seleleri çözmek için daha faydalı bir yol tutulmuş olur. İlk öğretim Genel Müdürlüğüne ait yazının 4. maddesin­ de belirtilen bir nokta da köy okullarından enstitülere ge­ len öğrencilerin bilhassa bilgi bakımından zayıf oldukları­ dır. Bunları yetiştiren öğretmenlerin köy enstitüsü mezunu olmadıkları meydandadır. Ve bu hal enstitüler açıldığın­ dan beri sürüp gelmektedir. Bu durum şimdiye kadar öğ­ retmen okullarının öğrenim süresini değiştirmek, yani ço­ ğaltmak için bir sebep olarak ele alınmadı. Köy enstitülerinde öğrenim süresini beş yıldan altı yı­ la çıkarmak için acele karar almayı gerektiren sebep, ilişik yazının 5. maddesinde açıklanan yedek subaylık meselesi­ dir. Burada şu hakikati ifade etmek gerekir: Yedeksubay okulundaki enstitü mezunlarının bilgi se­ viyeleri hakkında hüküm verirken köy enstitülerinin mua­ dili olan diğer okullardan bu kuruma gelerek onlarla bera­ ber yoklanmış olan öğrencilerin durumları ile onlarınkini karşılaştırarak yetkili uzmanların yüzde nispetine göre ve belgelere dayanarak hüküm vermeleri gerekir. Öğretmen yetiştirme işi ileri kültürlü milletlerin çok uğraştıkları önemli bir konudur. Büyük milletlerin eğitkenleri bu meselede şu kanaate varmışlardır: öğretmen yetiştir­ me meselesi, biri öğretmen okulunda, diğeri iş başında iken yetiştirme olmak üzere iki safhalıdır. Bunlardan biri yapı­ lıp öteki yapılmıyacak olursa öğretmenlerin istenilen ve özlenilen şekilde yetiştirilmeleri mümkün olmamaktadır. Bizde bunun ikinci safhasına henüz el sürülmemiştir. Öğret­ menlerimizin istenilen başarıyı göstermeyişlerinin hakiki se­ bebi budur. Bu derdin çaresi de öğretmen yetiştiren kurumların öğrenim sürelerini arttırmak değildir. Bu yanlış yolu tutmak hem çok pahalıya malolur, hem beklenen sonucu vermez, hem de mesela köy enstitüleri söz konusu olunca en az ikibin köyün, yani yüzbin çocuğun okula kavuşması­ nı bir yıl geciktirir. Bu menfi olayların yaratacağı havayı ve tepkileri de hesaba katmak yerinde bir hareket olur. Köy enstitülerinde öğrenim süresinin altı yıla çıkarıl­ ması, ilgili ve sorumlu dairesince istenildiğine ve 3803 sayı­ lı kanun da buna müsait olduğuna göre, bu işin mucip se­ bepleri şunlar olabilir.' 1. İlişik yazının 5. maddesinde açıklanan sebep. 2. 4274 sayılı kanunun 10. maddesinde köy öğret­ menleri için saptanan görevlerin çok ve önemli olması. Bunları gerçekleştirebilecek iktidara sahip öğretmen aday­ larının köylerde çok uygulama yapmaları gerektiği. 3. Köylerde çoğu tek başlarına çalışan enstitü me­ zunlarının müteaddit sınıflara devam eden kalabalık bir öğ­ lenci kitlesi karşısında kalmaları. 4. Köy enstitülerinin bünyeleri icabı, bu kurumlardaki öğretmen adaylarının zamanlarının mühim bir kısmı­ nı tarım ve teknik alanlarındaki pratik çalışmalara ve uy­ gulamalara ayırmak ihtiyacı karşısında kaldıkları. 5. Son yıllarda bilinen sebepler yüzünden okul yapımı hemen hemen durmuştur. Öğretmen adaylarının etkin yar­ dımlarına başvurulmadıkça bu işin ilerletilemiyeceği gün geçtikçe daha iyi anlaşılmakta olduğundan zamanın bir kıs­ mının bu işe ve uygulama bahçelerini tanzime ayırmak ge­ rektiği. Enstitülerin öğrenim süreleri altı yıla çıkarılırken bu noktalar göz önünde tutularak gerekli tedbirler alınacak ve öğretim programlarıyla yönetmenliklerde buna göre de­ ğişiklikler yapılacak olursa katlanılacak fazla masrafla, kayıp edilecek zaman göze alınabilir. Düşüncelerimin öze­ ti bunlardan ibaret bulunduğunu saygılarımla arzederim. öyle anlaşılıyor ki, köy enstitülerinde girişilen boz­ ma işlemlerini zaman zaman Talim Terbiye Kuruluna ka­ bul ettirmek, onaylatmak gerekiyordu. Nitekim Sirer’in uygulamaya koyduğu öğrenim programı da 10.10.1947 gün ve 405 sayılı Talim Terbiye Kurulu kararı ile kabul edilmiştir. Bu gibi işlemler sırasında, konu ile olan eski ilgisinden ötürü, üye olarak Tonguç’un düşününe de baş­ vurmak formalite gereği zorunlu oluyordu. Onun ise her zaman bu gibi değişikliklere karşı çıkması, bozma işlemini az da olsa yavaşlatıyordu. Bu, iki yönden bizce önemlidir: Birincisi Tonguç’un üyelikten öğretmenliğe naklinde rol oynamış olabilir, İkincisi Tonguç’un susmadığını, kendi olanakları içinde çatışmayı sürdürdüğünü gösterir. Sirer’in yazısına devam edelim. 3. Enstitülere şehirler­ den de öğrenci alınması konusunu inceliyen Sirer çeşitli nedenler sıralıyarak buna karşı olduğunu açıklıyor. 4. nok­ ta Sirer’e göre Köy enstitülerinin adı sorunudur. Ona göre «...K öy enstitüleri adı; Cumhuriyet idaresi tarafından kö­ ye ve köylüye karşı saygı ve sevginin ve köyün kalkınması davasına bağlılığın bir nişanesi olmak üzere köy öğretmen okullarına verilmiştir. Bu kurumların öğretmen sınıfların­ da şehirli çocuklar bile okutulsa (Yazarın notu: Bu deyiş Sirer’in bir önceki maddede şehir çocuklarının buralara alınmasına karşı olduğunu söylerken pek de dürüst olma­ dığını, gevşekliğini gösteriyor), bu adı muhafaza etmekte zarar yoktur... Dokunmanın zararlarından birisi şudur ki, bir gün Demokrat Parti iktidarı devreder de bu kurumlara gene ilk adları verilirse o zaman bu değişikliği yapmış olan­ lar lüzumsuz ve yanlış bir iş yapmış olmak ilhamı ile inci­ tilirler. Buna ne luzum var?...» Sirer’in bu makalesinde sağ düşünür ve politikacıların izledikleri taktiğin bütün öğelerini bulmak olanağı vardır. Köy enstitülerinin özellikleri bozulacak, ama bu açıkça söylenmiyecek, düzeltiliyor izlenimi verilecektir, köy ensti­ tülerinden yana olunduğu kanısı uyandırılacaktır. Sirer yıkma yolunda yaptıklarını övünerek anlatırken, kendisin­ den sonrakilere öğütler de verir, yol gösterir. Bu kadar iyi niyetli bir muhalif politikacı az bulunur. Bakanlığın ya­ bancısı İleri’ye Bakanlığı iyi tanıyan bir yıkıcı olarak yar­ dım eder, hatta onun partisinin ileride suçlanması olanağı­ nı bile düşünür, buna üzülür, bunun olmamasını sağlamak için İleri’ye akıl verir. Kısacası Sirer, örnek bir muhalif­ tir. Bu makale, 1946’da CHP’yi ele geçirenlerle DP ara­ sında hiçbir fark görülemiyeceğine, bunların birbirlerinin de­ vamı olduklarına iyi bir kanıttır. Sirer’e göre işleri ileride sızıltıya meydan vermiyecek şekilde öyle sinsice yürütmelidir ki, hiçbir kişi ne yapıldığını anlamasın. Fakat pek ateş­ li ve kendisinden öncekilerden değişik şekilde davranmak heveslisi İleri, Sirer ve bütün sağcılar açısından, ne yazık ki, bu örgütleri tutmamış ve açıkça, doğnıdaıi doğruya köy enstitülerine karşı saldırıya geçmesi ile uzun bir süre köy enstitülerinin baş yıkıcısı sanılmıştır. Bu bir bakıma iyi ol­ muştur; çünkü Sirer’in sinsi yöntemleriyle işi sürdürseydi, daha çok uzun bir süre kamu aldatılabilir, köy enstitülerin­ den yana olması çok daha gecikebilirdi. Ileri’nin kaba ve açık yıkma yöntemleridir ki, bu süreci hızlandırmıştır. ■ Aşırı Sağ CHP ekolünün geleneksel kurnazlıkları ile yetişmiş po. litikacılar, eğilim ve eylemlerini böyle maskeliyerek işlerini sürdürürlerken, aynı sağ hareketin bir başka kolu, yine taktik gereği olsa gerek, enstitüleri ve kurucularını kamu­ ya karşı alabildiğine kötü göstermek çabası içinde idiler. Bunların arasında Fahri Kurtuluş ve Fethi Tevetoğlu gibi birkaç politikacı ve basında kalemlerini bu işe adamış bir yığın yazar ve gazeteci sayılabilir. Aslında milli eğitim so­ runlarıyla ne meslekleri, ne bulundukları görevler ve yetiş­ meleri bakımından ciddi bir ilişkileri olmamış bu gibiler, «ulema»nm ve Sirer, Banguoğlu gibi meslekten gelme poli­ tikacıların köy enstitülerini eleştirme ve yıkma işlemini bilimsel(!) bir takım cilalamalar, perdelemelerle örterek belli bir düşün seviyesinde yutulur duruma getirme çabalarına karşılık, konu üzerindeki bilgisizliklerinin de etkisiyle bu işi son derece basite indirgemişlerdir. Onlara göre köy ens­ titülerini komünistler kurdurmuştur, kurucular da komü­ nisttir! Sorunu bu kadar basit alıp, yola bu ön yargıdan çıkınca, bu gibilerin yaptıkları, yıllar boyunca sürecek bir komünistlik suçlaması edebiyatını, çoğu zaman da sövme, hakaret etme seviyesinde yürütmek olmuştur. Bunların po­ litikacı olanlarının milletvekili olarak, yani dokunulmazlık kalkanı arkasında iken ölçüyü ne derece kaçırdıklarını, mil­ letvekili olamadıkları sürelerde de nasıl derin bir sessizliğe büründüklerini 1946’dan günümüze kadar gelen dönemde izlemek ilginçtir. Nihal Atsız, Necdet Sançar, İlhan Darendelioğlu gibi ırkçı - turancıların, Necip Fazıl Kısakürek gibi profesyonel gazetecilerin zaman zaman katıldıkları bu kam­ panya, köy enstitüleri konusunun kamu önünde her orta­ ya çıkışında şiddetlenir. Ciddi eleştiriler olarak içlerinde cevaplandırılması gereken hiçbir nokta bulunmıyan bu çe­ şit saldırılar, yirmi yılın üstünde bir süreden beri en ufak bir yenilik ve değişiklik olmadan sürer gider. Belirli siyasal amaçlarla ve iyi niyetten uzak olarak girişilmiş bütün bu sövgü, iftira ve hakaretler yığını arasında eleştiri olarak ka­ bul edilebilecek ve ciddi karşılıkları gerektirecek düşünler son derece azdır. Bu tarzın en karakteristik örnekleri şu kaynaklarda bulunabiliri8’. Bu çeşit kişisel saldın ve suçla­ malar için kullanılan kaynaklar şöyle sıralanabilir: 1. Bundan önceki bölümde değindiğimiz Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yaptırılmış güdümlü soruşturmalar. Bu soruşturmalardan özellikle Fethi Isfendiyaroğlu ve Ali Uygur adlı Bakanlık müfettişlerinin yaptıkları soruşturma­ lar bu gibi politikacılara ve gazetecilere iletilmiş ve tek yönlü olarak kullanılmıştır, kullanılmaktadır. Bu soruştur­ maların doğruluk derecesi, tarafsızlık derecesi üzerinde bir kanı edinebilmek için tanıkların birçoğunun hangi koşullar içinde ifade verdiklerini, bu çeşit ifade vermekte çıkarları olup olmadığını, bu ifadelerin müfettişlerce ne derece ta­ rafsızlıkla değerlendirildiğini, suçlananların savunmalarını bilmek gerekir. Geçen bölümde biraz değindiğimiz bu konu, da, elimizdeki belgelere dayanarak şu kanıya vardığımızı söyliyebiliriz: Soruşturmalar tarafsızlıkla yapılmamıştır, önyargılarla işe girişilmiş ve bu önyargıları doğrulamak için güdümlü bir soruşturma yapılmış, olaylar, tanık ifade­ leri amaca göre zorlanmıştır. Üstelik bunlar basına ve po­ litikacılara iletilirken, suçlananlarla ilgili, onlardan yana olan birçok ifadeler, olaylar gizlenmiştir. 2. Tonguç’la aşırı sol kişiler ve bu kişilerin düşünleri arasında ilişki kurma çabaları: Bugüne kadar hiçbir suç­ layıcı Tonguç’un hayatı boyunca, herhangi bir aşırı sol ör­ gütle ilişkisi olduğu konusunda hiçbir belge bulamamıştır. Bu gibi suçlamacıların gizli güvenlik arşivlerini bile incele­ mek olanağını buldukları, yayınladıkları belgelerden anla­ şılmaktadır. Aşağıdaki kitaplar buna örnek olarak gösteri­ lebiliri9’. Aşırı solun bütün davranış ve örgütlenmelerinin (8) T ü rk iy e ’de S o s y a ü s t v e K o m ü n ist F a a liy e tle r F e th i T ev eto ğ lu , A n k a r a 1967; K öy E n s titü le r i v e K oç F e ­ d e ra sy o n u , içy ü zleri, A n k a ra , 1966; K ö y E n s titü le ri ve so lcu lu k , M u s ta fa D e m ir, 1959. C9) T ü rk iy e ’de S o sy a list v e K o m ü n is t F a a liy e tle r, F e th i T ev eto ğ lu , A n k a ra , 1967; v e S o lu n 94 Yılı, A ç la n Say ılg a n , A n k a r a 1967. Tonguç’un yaşadığı çağ boyunca nasıl adım adım izlendiği düşünülünce, böyle bir ilişki olsaydı, mutlaka bu arşivlerde b u n a a it bir kayıt bulunurdu, yargısı öne sürülebilir. Suç­ layıcılar sadece bazı yakıştırmalar yapmış ve kendilerine göre bazı ilişkileri değerlendirmişlerdir. Kendilerince bunla­ rın en tutarlısı olarak ileri sürülen, Tonguç’un köy enstitü­ leri sistemini Etem Nejat’tan aldığıdır'10’. Onların mantı­ ğına göre, komünist olan Etem Nejat da bunları Mosko­ va’dan almıştır, o halde Tonguç Moskova’nın istediklerini yapmıştır, demek ki o da komünisttir! Bilimsel bir araştır­ ma için en ufak bir geçerliği olamıyacak bu çocukça dü­ şünlerin üzerinde, bilimsel değerleri olduğu için değil, si­ yasal alanda gerçek değerlerinin yokluğuna rağmen önemli etkiler yapmış oldukları için biraz duracağız: Tonguç’un, Etem Nejat’ın eğitim alanındaki düşünlerine verdiği öne­ mi, Etem Nejat’ın bu düşünlerinden nasıl yararlandığını kendi yazılarından öğrenebiliriz'11’. Daha önce de bu konu­ ya değindik (Bak: Bölüm 2). Bu konuda Tonguç’un gizle­ diği hiçbir şey yoktur. Tonguç köy enstitüleri sisteminin esaslarını bulmaya çalışırken, her çeşit siyasal eğilimi olan düşünür ve eğitimcinin düşünlerinden yararlanmaya çalış­ mıştır. Etem Nejat da bunlardan biridir ve hiç şüphesiz ki, eğitim alanında Türkiye’nin gerçeklerine en uygun, en el­ verişli, en yararlı düşünleri ileri süren değerli bir eğitimci­ dir. Onun bu düşünleri ileri sürdükten sonra (veya o zaman bile olsa ne fark eder?) komünist olması onun eğitbilim ala­ nındaki düşünlerinin mutlaka komünistlerin düşünlerinin aynı olduğu anlamına gelmez. Araştırıcı, eleştirici ona der­ ler ki eğitbilim alanındaki bu düşünleri alıp, bunların si­ yasal doktrin yönünden analizini yapabilsin, vakıalar ve (10) a .g . e se rle r. (11) C a n la n d ırıla c a k K öy, t . H a k k ı T o n g u ç, R em zi k ita b evi, İ s ta n b u l 1947, s. 176 - 188 v e s. 237 - 245. v e E ğ itim A n sik lo p ed isi v e p e d a g o ji S ö zlü ğ ü , B ir y a ­ y ın ev i İ s ta n b u l 1953, E te m N e ia t m a d d e s i, s. 135-136. kişinin yaşantılarına bakarak onun düşünleri üzerinde yar­ gılara varmasın, doğrudan doğruya o düşünleri inceliyebüsin, eleştirebilsin. Ama bizim üstatlar tam bir ortaçağ kafası skolastik görüşle düşünlerin kendi içeriklerini değil, bu düşünleri ortaya atan kişilerin yaşamlarını alıp buna göre ahkam çıkarmayı yeğ tutarlar. Tonguç’un «Canlandırıla­ cak Köy»ünde köy enstitüleri sistemine esas olan ilkeleri saptarken yararlandığı düşünleri anlatan bölümlerde yalnız Etem Nejat’ın adı geçmez; orada II. Mahmut, Esat efendi, Saffet Paşa, Namık Kemal, Ahmet Mithat, M. Satı, Emrullah efendi, Ziya Gökalp, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Mustafa Necati, Hamdullah Suphi, Vasıf Çınar, Reşit Ga­ lip gibi yerli düşünürlerimizin eğitim alanındaki düşünleri de vardır. Şimdi aynı yöntemi kullanarak, örneğin, M. Satı siyasal görüşleri bakımından arap milliyetçisi idi ve Tonguç da onu eğitbilim alanındaki bazı düşünlerinden ya­ rarlandı diye Tonguç arap milliyetçisi idi mi diyeceğiz? Yahut Ziya Gökalp’ın adını geçirdiği için İttihatçı, II. Mahmut’u andığı için padişahçı, Hamdullah Suphi’nin sö­ zünü ettiği için aşırı milliyetçi olduğunu mu kabul edece­ ğiz? Tonguç’un yine bir takım arkadaşlıklarından, akraba­ lıklarından hareket ederek aşın solcu olduğu sonucunu çı­ karmak aynı derecede bilim dışı bir davranıştır. Bu ko­ münistlik suçlamasına burada gereğinden fazla önem ver­ diğimizi sanıyoruz; aslında bu konuda yapılması gereken hiç umursamamaktır. Varsınlar yaygaraya devam etsinler! Savlarını ispat etmek onlara düşer. 20 yılı aşkın bir süredenberi de aklı başında hiçbir kişiyi inandıracak şekilde bu savlarını belgeliyememişlerdir. Burada bu nokta üzerin­ de, kullandıkları inceleme yönteminin yanlışlığını, zayıflı­ ğını belirtmek için durduk. Aynı şekilde köy enstitülerinde Tonguç ve arkadaş­ larının ahlaksızlığı teşvik ettikleri, bir takım yolsuzluklar yaptıkları, kişisel çıkar sağladıkları şeklindeki suçlamalar bilimsel araştırmalarda, üzerinde durulmaması gereken nok­ talardır. Bunlar da, tarafsız olmayan kişilerin, bilimdışı yöntemlerle; örneğin, olayları değiştirme, yazıları makas­ layıp, kendi amacına göre birleştirme; birinci, ikinci ağız­ dan tanıklıkların ne koşullar içinde yapıldıklarını dikkate almadan ve ifadeleri de belirli amaçlara göre değiştirip yorumlıyarak değerlendirme gibi yollarla vardıkları, hiç­ bir bilimsel inceleme değeri omayan sözüm ona eleştirilerdir. Yalnız burada şu noktayı belirtmek gerekir: Aşın sağcılar köy enstitülerinin sistem olarak sınıf bilincini uyan­ dırmak bakımından kendileri açısından ne kadar tehlikeli olduğunu kavramışlardır. Tedbirlerini de ona göre almış­ lar, o çağda ve hâlâ geçer akça olan komünistlik suçlama­ sını. çıkarlarım savundukları sınıfların yararına olarak başarı ile kullanmışlardır. Bu bakımdan, yani enstitülerin köylü çocuklarında sistemin niteliği gereği sınıf bilincini uyandıracağı konusunda, solun hayret edilecek derecede bir anlayışsızlık içinde bulunduğunu söylemek gerekir. Bu­ na ileride de değineceğiz. Sol, bu anlayışsızlık içerisinde köy enstitüleri konusundaki taktiğini de hiç şüphesiz ki doğru ayarjıyamamıştır. Eleştirilere kaynak olan Bakanlık soruşturma rapor­ larından kendi çaplarında en seviyeli olmak istedikleri bir­ kaç ömeği bunların nasıl kullanıldığı konusunda bir fikir vermek bakımından alıyoruz:(12) «...60 No. lu belge: Y ük­ sek Köy Enstitüsüne alınacak öğrencilerin müsabaka imti­ hanında sorulan soruları ihtiva etmektedir. Soruların birisi şudur: (iş ilkesine dayanan eğitim insanı nasıl saadete gö­ türür, kendi hayatınızda başarılı bir iş görmenin tadını en çok ne zaman duydunuz, iş insan için neden bir saadet kaynağıdır). Bu soru Hakkı Tonguç’un materyalist ve marksist zihniyetini tamamen ifade etmektedir. İşin bir sa­ 02) K ö y E n s titü le r i v e K o ç F e d e ra s y o n u , A n k a r a 1966. s. 139, 143, 145. adet kaynağı olması ve insanı saadete götürmesi zihniye­ tinin hangi memleketlerde benimsendiğini ve tatbik edildi­ ğini açıklamaya bile lüzum yoktur. Yalnız iş ve maddiyat­ tan zevk alan, her türlü manevi ve kutsal bazlardan mah­ rum olan insanlar yetiştirmenin Cumhuriyet kurulalıdanberi bizim milli talim ve terbiyemizde yeri yoktur. Binaen­ aleyh Hakkı Tonguç’un taşıdığı ve köy enstitülerinde tat­ bik ettiği zihniyetin bu soru tam bir ifadesidir...» Yine ay­ nı kaynakta köy enstitülerinde okutulmuş kitapların liste­ si kanıt olarak öne sürülmektedir: «Uyandırılmış Toprak, Ekm ek ve Şarap, Ana, Şahika, Reaya ve Köylü, Sarı Esir­ ler, Gölgeler Ordusu, Minka Abla, Sünger Avcısı, Fontamara, Resim öğretmeni, Değişen Dünya...» «...64 No. lu belge: Arif iye müzik öğretmeni... siyasi bakımdan emni­ yetçe takip edildiğini göstermektedir. Bu öğretmen Arifiye Köy Enstitüsünün kuruluş zamanlarından itibaren Hakkı Tonguç zamanında bu enstitüye tayin edilmiş bulunmakta­ dır. Hakkı Tonguç’un tam manasıyla itimadını ve şahsi dostluğunu haiz bir kimsedir.» İşte «müthiş vesikalar» bu niteliktedir! Komünistlik konusunda söylenecek son söz şudur: Köy enstitülerinde, enstitü sisteminin gereği olarak bir ko­ münistlik eylemi, örgütlenmesi olmamıştır. Sistemin getir­ diği özgür düşünme ve konuşma gibi ilkelerin etkisiyle, bü­ yük çoğunluğu yoksul köylü sınıfından gelen köylü genç­ lerin de sınıf bilinci kendiliğinden uyanmıştır. Ama sınıf bi­ lincinin uyanması ile komünist örgütlenme arasında dağlar kadar uzaklık vardır. Fakat bu sağ düşünürlere komünist ilkelerin yayılması gibi gelmiş veya bu oluşumu böyle an­ lamayı siyasal çıkarlarına uygun bulmuşlardır. Sayıya vu­ rulduğu zaman, köy enstitülerinden çıkanlar arasında ko­ münistlikten yargılanarak hüküm giymiş olanlar son dere­ ce azdır ve köy enstitülerinde bu yönden bir istatistik araş­ tırması yapılırsa, Türkiye’deki birçok okullardan ve de hatta harbokulundan çok daha geride kalır. Sağcıları asıl ürküten de sistemli bir komünizm propagandası ve örgütü olmadığı halde, enstitü sisteminin ilkelerinin hazırladığı ko­ şulların sonucu olarak çok sayıda köylü aydının sınıf bi­ lincine kavuşması olayıdır. Diğer iki konuda da son söz olarak şunlar söylenebi­ lir: Köy enstitülerinde bağnaz burjuva ahlak ilkelerinin dı­ şında, insancıl, açık, yaldızsız, yapmacıksız bir ahlak orta­ mı yaratılmaya çalışılmıştır. Gelenekleşmiş şekillere ve gö­ rünümlere uyarak, gizli olarak ne yapılırsa yapılsın bunu ahlak dışı saymayan tutucu - gerici düşünürler, yepyeni bir ahlak inanışının yaygınlaşması karşısında tedirgin ol­ muşlardır. öm eğin kız - erkek karma okullarda, dış görü­ nüşe uymak ve gizli davranmak şartıyla bir takım ilişkile­ rin gelişmesinden haberi olmayan veya olmamak işine ge­ len tutucuya, enstitülerde birbirine yakınlık duyan kız - er­ kek öğrenciler okulu bitirdikten sonra evlenecekleri zaman, bunların ev kurmalarına okulca yardım edilmesi ahlaksız­ lık gibi gelmiştir. Çünkü burada gizli kalmış, gizlenmiş, üzerinde konuşulmıyan bir ilişki değil, doğal, normal yön­ de ve gerçek ahlak kurallarına göre gelişip sonuçlanmış bir ilişki söz konusudur. Yolsuzluk suçlamalarına gelince: Köy enstitülerinde diğer okullardan fazla yolsuzluk olayı ol­ duğunu gösteren herhangi bir sayı yoktur. Yolsuzluk bu­ lunduğu suçlamalarının ana kaynaklarından birisi Emin Soysal’dır Bu konu onun tarafından çok işlenmiştir. Nede­ ni de Emin Soysal’ın kendisinin müdürlükten bir takım yolsuzluk suçlamalan sonucu ayrılmak zorunda kalmış ol­ masıdır. Bir ikinci neden olarak, şu durumun enstitülerde yolsuzluk suçlamalarının çıkmasını kolaylaştırdığı söyle­ nebilir: Çok süratli iş görmek zorunluğu, kurumlann çok kısa zamanda ve savaş yıllarının zorlukları içinde kurulma­ sı, bazı yerlerde alım satım işleri ile ilgili formalitelerin tam yapılamamasına yol açmıştır. Bunda bu formalitelerden anlıyan eleman azlığının da rolü vardr. Bu formalitelerin noksanlığı sonradan bazı kötü niyetlilerin yolsuzluk suçla­ malarında bulunmalarını kolaylaştırmıştır. Sağcı düşünür, yazar ve politikacıların eleştirilerinin birçoğuna, Tonguç yeri geldikçe kitaplarında karşılık ver­ meye çalışmıştır. Bazı örneklerini geçen bölümde verdiği­ miz bu karşılıklar onun «İlköğretim Kavramı» ve «Can­ landırılacak Köy» adlı kitaplarında bulunabiliri13’. ■ Cav it Orhan Tütengil Sağcılarla ilgili sözlerimize son vermeden önce aslın­ da bu gruba katılamıyacak ve genel tutumu bakımından köy enstitülerinden yana olan ve bu konuda değerli çaba­ lar harcamış sayın Cavit Orhan Tütengil’in bazı düşünleri­ ne değinmek istiyoruz. Kendisine burada yer vermemizin nedeni, yaptığı bazı eleştirilerin sağcıların yaptıklarına olan yakınlığından ötürüdür. Bütünüyle köy enstitülerin­ den yana olan Tütengil 1948 yılında bazı eleştiriler ileri sürmüştür. Bu eleştiriler sonradan Prof. Fmdıkoğlu gibi köy enstitülerine karşı bir kişi tarafından kullanılmıştır04’. Tütengil şöyle diyor05’, °6’: «...Kabarık istatistikler elde etmek zihniyetinin, çe­ şitli sahalarda bizi adeta hadiseleri zorlamaya götürdüğü, keyfiyetin kemiyete feda edildiği bir vakıadır. Umumi bazı sebepler köy enstitüleri için de varitse, bunlara hususi bazı sebepleri de katmalıdır... Talebeler yetişmeden üst sınıfla­ 03) İlk ö ğ re tim K a v ra m ı, 1. H a k k ı T o n g u ç, İlk ö ğ re tim K a v ra m ı, R e m z i k ita b e v i 1946, İs ta n b u l, v e C a n la n ­ d ır ıla c a k K öy, 1. H a k k ı T o n g u ç, R e m z i k ita b e v i 1947, İs ta n b u l. 04) K ö y E n s titü le rin in D a y a n d ığ ı E s a s la r, P ro f . F ın d ık oğlu, C u m h u riy e t g a z e te s i, 20.12.1948. (15) K ö y E n s titü le r i Ü z e rin e D ü şü n c ele r, C. O rh a n TUte n g il 1948. 04) K ö y E n s titü le rin d e T a m a m la y ıc ı K u rs la r, C. O rh a n T ü te n g il, İ ş M ecm u ası, s a y ı 88, 1948. ra geçmişler, nihayet mezun da olmuşlardır. Kabarık me­ zun sayısı elde etmek için yapılan gayretkeşlikler bir yana, kusur yetişmiyen talebede değildir. Topu topu yılda iki saat matematik dersi görebilmiş bir öğrenciden sınıfına ait bilgileri istemek ne dereceye kadar haklı olurdu?...» Tütengil’e göre bir kursa alınmak ve eksikleri giderilmek üzere köylerdeki görevlerinden çağırılan öğretmenler ince­ lenince bunların bazılarının müfettiş raporlarına bakılınca «...Öğretim ve terbiye metodlarını iyice kavrıyamamış ve talebe yetiştirememiş... muhitine hiç bir bakımdan örnek olamamış., enstitüde aldığı yapıcılık ve yaratıcılık kudreti sönmüş, ilkmektep hocasına lazım bilgiden, kendisini yetiş­ tirme için lazım okuma itiyadından mahrum yetişmiş...-» oldukları görülüyor. «.. .Ekilen şey biçildiğine göre Enstitü mezunlarının kursları da eğer doğru ise kendilerinden zi­ yade enstitülerin yüksek idaresiyle ilişiği olanlara aittir. Bunu göz önüne almıyarak bu gibi raporların söylentileriy­ le kusurları büyültmek ve asıl (köye hoca yetiştirme dava­ sı olarak enstitü meselesini) menfi ve yıkıcı bir tenkide mevzu yapmak çok büyük insafsızlık olur. İşte (Köy Ensti­ tüleri Üzerine Düşünceler) adını taşıyan eser, bu insafsız hareketle mücadele için yazılmıştır.. . » Yine Tütengil’e gö­ re enstitü çıkışlı köy öğretmenlerinin hizmetlerinin ödeme şekillerinin farklı oluşu, yani az maaş ve maaşın yamsıra öğretmenin tarım ve sanat çalışmalarından gelir sağlaması sistemi de düzeltilmeli, hizmet bedelleri maaş şekline so­ kulmalıdır. Bu fark «...sosyal adalet bakımından tevil gö­ türmez bir haksızlıktır...» Görüldüğü gibi Tütengil, bu eleştirilerinde şu nokta­ lar üzerinde durmaktadır: Çok kısa bir süre içinde çok sa­ yıda öğrenci yetiştirilmesi niteliğin düşmesine yol açmıştır. Köy enstitülerinde kültür derslerine önem verilmemiştir, öğrenciler kültürsüz yetişmiştir. Köy enstitüsü çıkışlı köy öğretmenlerine diğer öğretmenler gibi hizmetlerinin karşılı­ ğı yalnız maaş olarak ödenmelidir. îyi niyetle yapılan bu eleştiriler öne sürülürken konunun dar bir açıdan, yalnız öğrenim açısından görüldüğünü sanıyoruz. Eleştirici kısa zamanda niçin çok sayıda öğrenci yetiştirümesi gerektiğini de belirtmeliydi. Kültür dersleri konusundaki bazı aksak­ lıklara değinirken enstitülerde uygulanmaya çalışılan kül­ tür anlayışından da söz etmek gerekirdi. Yine hizmetlerin yalnız maaş şeklinde ödenmemesini, köye öğretmeni bağla­ mak, ona diğer öğretmenlerde olmayan kazanç olanakları sağlamak, memurluğun maddi bağımlılığından kurtar­ mak gibi amaçlarla önemli bir ilke olarak ortaya atıldığı belirtilebilirdi. Bize göre Tütengil bu eleştirilerini o çağın toplumsal ve siyasal koşullarını göz önünde tutmadan yap­ mıştır; sorunu yalnız eğitim ve öğrenim açısından ele al­ mıştır. Tütengil’in eleştirilerinden daha önemli bir nokta, bu iyi niyetli eleştirilerin köy enstitülerine temelden karşı kişiler tarafından nasıl sömürüldüğüdür. Böylece Tütengil’in kendisine göre aksaklık saydığı bir takım durumların düzeltilmesi amacı ile yaptığı eleştiriler, köy enstitüleri sis­ teminin bütününe karşı bu gibiler tarafından kullanılmış­ tır. Buna benzer örnekler ileride de tekrarlanacak, ileri dü­ şünlere açık aydınların günün siyasal koşul ve akımlarım göz önünde tutmadan yaptıkları bazı eleştirilerin, onların ana amaçlarının nasıl tersine bir amaca hizmete yaradığı­ nın başka örnekleri de görülecektir. 2. Köy Enstitülülerden Gelen Eleştiriler: Köy enstitülerinde öğretmen ve yönetici olarak çalış­ mış yahut enstitülerde öğrenim yapmış bazı kişüer, enstitü­ lerdeki görevlerinden ayrıldıktan veya okullarım bitirdik­ ten sonra türlü nedenlerle enstitüleri kötülemişler, enstitü kurucularına kişisel olarak saldırmışlar ve bazı eleştiriler yapmışlardır. Bu nedenlerin büyük çoğunluğu kişiseldir. Enstitülerdeki çalışmalarda başarısızlık, buralardaki görev­ lerden uzaklaştırılma gibi nedenler öğretmen ve yöneticile­ rin davranışlarında, 1946’dan sonra köy enstitülerine karşı olan Milli Eğitim Bakanlığından ilgi ve takdir görerek mes­ leğinde ilerleme, yükselme olanakları bulma, politikaya gir­ me ve burada yer kapma gibi nedenler de öğrencilerin eski okullarına karşı çıkmalarında birinci derecede rol oynamış­ lardır. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu davranışlar, her­ hangi bir mesleki dergide köy enstitülerini eleştiren bir makalecik yazarak hiç olmazsa avrupada öğrenimini sürdür­ me olanağı elde etmekten, siyasal alanda geniş çaplı bir kampanyada baş rolü oynamaya kadar derece derece de­ ğişir. Bütün bu davranışları ayrıntılarıyla ve tam olarak incelemek yerine, yine yöntemimize uyarak karakteristik birkaç örnek vermekle yetineceğiz. Yalnız bu gibiler tara­ fından yapılan eleştirileri anlıyabilmek için onları bu yola iten kişisel nedenleri de iyi bilmek gerekir. Bunun için eleştirilere değinirken bu kişisel nedenleri de biraz açıkla­ mak zorunluğunu duyacağız. Enstitülüler tarafından enstitülere karşı girişilen bu gibi çabaların en önemli sonucu, siyasal amaçlarla enstitü­ lere karşı çalışmalar içinde bulunan kişilerin enstitülülerin yaptıkları eleştirilerden geniş ölçüde yararlanmaları olmuş­ tur. İçeriden gelen bu eleştiriler, bu gibiler tarafından ken­ di savlarının en değerli kanıtları sayılmıştır. Böylece ens­ titülülerin eleştirileri enstitülerin yıkılmasında çok işe yara­ mıştır. Hatta bu şekilde sistematik saldırılara girişmiş olan­ lar, enstitülerin baş yıkıcıları sayılacak duruma düşmüş­ lerdir. ■ Bir örnek: Sabri Kolçak Tipik bir ömek eski Kayseri - Pazarören Köy Ensti­ tüsü Müdürü Sabri Kolçak’m tutumudur. Elimizdeki çok sayıda belge ve mektuplara göre, Sabri Kolçak’ın Müdür­ lük süresi içinde, Pazarören Köy Enstitüsünde sürekli ola­ rak öğretmenler arasında kişisel anlaşamamazlıklar, ge­ çimsizlikler, kavgalar çıkmış, Bakanlık bunlan gidermek için sürekli çaba harcamış, Tonguç ilgililere uzun kişisel mektuplar yazarak, Enstitüye giderek, bu geçimsizlikleri, tatsızlıkları gidermek için çaba harcamış ve enstitüde bir türlü karşılıklı anlayış ve güvene dayanan bir çalışma ha­ vası sağlanamamıştır. Aynca yine bu belgelerin incelenme­ sinden, bir okul için gerekli maddi koşulların, yani okulun temizliği, düzeni gibi konulardaki durumun da yeterli ol­ madığı anlaşılmaktadır. Bütün bunlar Sabri Kolçak’m ba­ şarılı bir yönetici olmadığı izlenimini uyandırmaktadır07'. Öğretmenlerin, Okul Müdürünün, Müdür yardımcısının birbirlerinden yaptıkları şikayetler ve okulun genel duru­ mu üzerine Tonguç’un Kolçak’a yazdığı mektuplardan bazı bölümleri durumu göstermesi bakımından buraya aktarı­ yoruz: 2.4.1941 günlü mektuptan: « ...Enstitünüzün en mühim ihtiyaçlarını normal bir şekilde karşılıyacak bazı işlerin süratle yapılmalarına dair bugün resmi bir yazı gönderiyoruz. Bu emirde yazılı... esaslı bina ve tesisleri çok acele ikmal etmeniz lazımdır. Bu gibi zaruri, önemli iş­ leri ikmal etmedikçe tedrisatı ve terbiye işlerini normal ola­ rak yürütmeye imkan yoktur... Enstitülerin kuruluş devir­ lerinde bütün arkadaşların başta siz olmak üzere çok sıkı ve işleri planlıyarak çalışmanız lazımdır. Sizin ayrı bir vazifeniz daha vardır: O da idarenize verilen elemanları içten bir arzu ile ve ibadet edercesine çalışmaya sevketmektir. Bu emir vermekle olmaz. İnsanları iç alemlerinden ya­ pı) ö z e l a r ş iv : K a y se ri - P a z a r ö r e n K ö y E n s titü s ü n d e S a b ri K o lç a k ’ın M ü d ü rlü ğ ü s ıra s ın d a ç ık a n o la y la r­ la , ilg ili o la r a k m ü f e ttiş le rin v e ö ğ re tm e n le rin , E n s ­ t i t ü M ü d ü rü n ü n I l a k k ı T o n g u ç a y a z d ık la rı özel m e k tu p la r , T o n g u ç u n k a r ş ılık la r ı v e b u n la r la ilg ili b e lg eler. kalamak ve mukaddes bilinen gayeye doğru sürüklemek lazımdır. Enstitü Müdürleri bu bakımdan çok faydalı ol­ malıdırlar. Müessese arı kovanı gibi işlemeli ve balım ya­ pabilmeli!...» Bir başka mektuptan (tarihsiz): «...Karde­ şim Sabri Kolçak, mektubunu aldım, sonuna kadar oku­ dum. Yalçını da (Müdür yardımcısı) dinledim. Enstitüyü gören müfettiş Hayrullah örsün intibalarını da öğrendim. Şimdi diğer ilgililerin şikayetlerini de bilen bir insan sıfa­ tıyla sana bugün yazılması lazım gelen en mühim nokta­ ları yazıyorum: ...Yapılan işler azımsanacak bir halde de­ ğildir. Bunların meydana gelmelerinde... hepinizin hisse­ niz vardır. Fakat iş müesseselerin manevi cephesini kurma­ ya gelince yapılan hatalar da inkar edilemiyecek şekildedir. Mesela talebenin maddi ihtiyaçlarının en mühimleri temin edilmeden... sîzlerin pedagojik dediğiniz hareketleri ön plana almak, zorla da olsa onları tatbike çalışmak asla doğru değildir. Reform mutlaka tedrisi sahada olmaz... Maarif Müdürü veya Müfettiş kim olursa olsun, Vekaleti temsil eden insanlar sıfatıyla onlara karşı, (ifade veremem, yapamam, kabul edemem, istifa ederim) gibi sözler söyle­ m ek yalnız çocukça sayılacak şeyler değildir, o tarz hare­ ketin nezaket, arkadaşlık hukuku, amire itaat, işbirliği gibi insani kıymetleri ilgilendiren tarafları vardır ki, onların yı­ kılışı çocukluk ve hata kelimeleriyle, ifade edilemez. Hele başkalarına ait mektupları açmak gibi usullere başvurmak çok karanlık işlerdir. Hatayı anlıyarak veya ikaz edildiği zaman idrak ederek tashihi cihetine gitmek büyük ve saygı­ ya değer bir meziyettir. Biz sîzlerden ve yetiştireceğiniz ta­ lebeden bunları bekliyoruz... Eğer muvaffak olamazsanız ve bu muvaffakiyetsizlik en küçük ve ehemmiyetsiz bir takım hadiseler yüzünden olursa onun cevabı (istifa ederim) değildir. Onun için şimdi meseleleri bir hülasa edelim: a) Pedagojik müfrit hareketlerden önce müessesenin günlük hayatı ile ilgili işleri normal bir şekilde yürütmek lazımdır, b) idare işini üzerine almış olan insanlar ister müdür, ister muavin olsunlar, onların çok sabırlı, temkinli, soğukkanlı olmaları elzemdir, c) resmi işleri resmiyetin icablarına gö­ re şahsiyata dökmiyerek ve kime karşı olursa jest yapmaya girişmiyerek karşılamak gerekir, d) müessesenin mesul amiri müdürdür, kendi kendine selahiyetler icat ederek onu başka birinin temsile kalkışı çok gayrı tabii bir harekettir. Temas ettiğim noktaları göz önünde tutarak çalışmanızı rica eder, muvaffakiyetler diler, gözlerinizden öperim...» Bu mektuba 26.6.194l ’de Sabri Kolçak şu cevabı verir: «...M uhterem Müdürüm, beni sıfıra müncer eden, fakat haklı mektubunuzu aldım. Cevap vermek zorundayım: Her kötü göz için güneş dahi çirkin görülür. Size ulaştırılan haberlerin ne kadar izam edildiğini zaman gösterecektir. Maarif Müdürünüz M ... U...nun benimle bu kadar el al­ tından oynadığını bilmezdim. Müfettişi doldurup doldurup üzerime saldırtması insani ve mesleki ahlaka sığmaz. Gele­ lim temizlik meselesine: Sizin on dört enstitünüzden hiç de­ ğilse onunda, ben kaniyim ki, aynı derecededir... (idareni­ ze verilen insanları çalıştırmak vazifenizdir) diyorsunuz. İzaha muhtaç noktalar var: Çalışılmıyor muymuş, çalıştı­ rılmıyor muymuş?... Maksat beni yere vurmaksa bu ka­ dar gayri insani yollara lüzum yoktur... Netice yine biz koş­ tuk; bizim haysiyetimiz ve gençliğimizle oynandı. Ve yine kötü olan biziz. Müfettişimizin de sarahaten ifade ettikleri gibi (biz boyacılığa ve bugün için zaruri olmayan teferruat­ ta) önem vermedikçe iş yapmış sayılmamakta devam edi­ leceğine kaniyiz. Hülasa her enstitüde işlerin aşağı yukarı ne manzara arzettiğini biliyoruz... Sonsuz saygılarımın ka­ bulünü rica eder, ellerinizden öperim. Not: Her hareket, sizin bu memleket için bizden istediğiniz her hareket yapı­ lacaktır. Müsterih olmanızı istirham ederim...» Bu mek­ tuba karşılık Tonguç uzun bir mektupla ilk mektubunda­ ki düşünlerini tekrarlamış ve şöyle yazmıştır: (30.6.1941): «...B u müesseseleri idare vazifesini üzerlerine almış olan arkadaşların türlü türlü insanlarla, türltü türlü şart­ lar içinde konuşmayı ve anlaşmayı bilmeleri zaruridir. Sa­ dece kitabi bilgilere dayanarak hiç kimseyle anlaşmaya im­ kan yoktur. Her meseleden bir izzeti nefis ve müdahale da­ vası çıkarmak o meselenin bizzat sizin tarafınızdan çıkma­ za sokulmasından başka birşeye yaramaz... Başka enstitü­ lerin aynı durumda olduğunu tahmin edişiniz ve bunu da bir kıymet ifade ediyormuş gibi yazışınız cidden üzerinde tashihler yapılması mutlaka elzem olan bir haleti ruhiyeyi ifade eder. Farzediniz ki, dediğiniz gibi olsunlar. Onlardaki hatayı sizin makul bularak devam ettirmenize bir sebep teşkil eder mi? Nerede kaldı ki diğer yerlerde mevzuu ba­ his nokta tamamen halledilmiş bulunmaktadır. Ve onlar da halletmemiş olsalar aynı muameleyi onlara da tatbik et­ mekte asla tereddüt etm em ... Tek başınıza ve yalnız kendi düşüncelerinize tabi olarak işleri bugünkünden daha iyi ve düzgün yürütmenize imkan olmadığını kati surette bilme­ lisiniz. Bu müesseseler bütün öğretmenlerin, bunlarla ilgi­ li maarif mensuplarının ve talebenizin müşterek mesaisi, fikir birliği ile en iyi şekilde idare edilirler... Birçok müşgül şartlar içinde olduğunuzu biliyorum. Onun için diğer yerler­ den istediklerimizi sizden aynen istemiyoruz... Sizden is­ tediklerimizi K arttaki enstitüde çalışanlardan da istemiyo­ ruz... Mesele kurulmuş olan bir müessesenin hergün bir noksanını gidererek onu tekamül ettirmektir. Bu büyük işe yardımcı olabilecek her türlü elemanın yardımından fay­ dalanmak en tabii yollardan biridir. Evvelce yazmış oldu­ ğum ve sizin de yakında halledileceğini bildirdiğiniz işleri en kısa zamanda bitirmenizi tekrar rica ediyorum...» Bu bölümlerin Sabri Kolçak’ın kişiliği ve yönettiği Enstitüdeki durum üzerinde yeterli bir fikir verdiğini sanı­ yoruz. Durum Tonguç’un bütün rica ve yardımlarına rağmen bir süre daha böyle gitmiş ve sonunda Sabri Kol­ çak enstitü müdürlüğünden ayrılmıştır, 1943’de enstitüle­ rin yönetimini eleştiren bir broşür yayınlamış ve 1946’da bir kitap çıkarmıştır081. ilginç olan nokta, bu kitaptan da sistemli bir enstitü düşmanı olan Prof. Fındıkoğlu’riun nasıl kendi amacı için yararlandığıdır091. Fındıkoğlu, yazısına şöyle başlıyor: «...Ortada bir müddet evvel atılmış yanlış ve pek masraflı adımların tas­ hihine doğru giden ciddi hareket görülüyor.» (Yazarın no­ tu: Ciddi hareket denilen şey, 1946’dan sonraki CHP ikti­ darının giriştiği bozma, yıkma çalışmalarıdır). Bundan son­ ra bir takım dolambaçlı sözlerle köy enstitüleri çalışmala­ rından «fikrin hareket ve heyecandan sonra ortaya çıktığı­ nı», yani yapılan işlere düşünülmeden girişildiğini belirten yazar şöyle diyor: «...Bugünlerde köy enstitülerinin yeniden halk efka­ rını işgal etmeye başladığı zaman çıkmış güzel bir eser eli­ me geçti. Eserin sahibi 1938’de köy enstitüsü davasına ka­ rışmış ve çalışmış genç bir maarifçidir... Böyle bir eserin hiç değilse 1940 sıralarında çıkması; enstitü davasını yü­ rüten birinci ve ikinci sınıf hükümet adamlarınca Frenk ta­ biri ile yastıkbaşı kitabı yapılmış olması ne kadar iyi olur­ du. Maamâfih kitabın müellifi enstitülerin istikametlendirilmesindeki yanlışlıkları vakit vakit alakalı şahıs ve dairele­ re bildirmiş, hatta 1943’de büyük bir cesaretle (herşeyin üstünde sağa sola kıvrılmadan, yalpa yapmadan davamızın iyi muallim yetiştirmek olduğunu) iddia eden bir broşür de neşretmiştir... Fakat bu gibi fikirler müellifin ifadesiyle daima (sinsi bir terör) ile ve (davayı kısırlaştırma) tehdit­ leriyle boğulmuştur. Bununla beraber eser, ...muayyen bir hareketin aksaklık göstermesinden sonra da olsa faydalı­ lığını gene muhafaza ediyor .. .Birkaç senedenberi görebil­ ( 18) İlk ö ğ re tim in (19) T em el D a v a la rı, S a b ri K o lç a k , 1946. K öy E n s titü le rin in D a y a n d ığ ı E s a s la r. C u m h u riy e t g a z e te s in in 22.3.1947 g ü n k ü s a y ıs ın d a y a y ın la n a n m a k a le . P ro f . F ın d ık o ğ lu . diğim enstitülerden edindiğim fikir, genç maarifçi Sabri Kolçak’ın eserinde bütün delilleriyle adeta bir tez haline sokulmuştur: Köy enstitüsü, ilk nüvesi 1848’de atılan mual­ lim mektebi davasını doksan sene sonra lüzumsuz, aşırı ve çok zararlı bir heyecanla yürütmeye çalıştı. Kültürü Türk köyüne götürme davası ne kadar kutsi ise, bu heyecan ve onun idare ettiği yanlış hareket de o kadar kötü olmuştur. Neden? Zira köy enstitücüleri Türk köylüsünü kültür ni­ metlerinden istifade ettirme işine büsbütün başka bir renk vermişlerdir... Türkiye’nin Devlet teşkilatı içinde bir Da­ hiliye Vekaleti, bir Ziraat Vekaleti, bir Sağlık Vekaleti, hat­ ta bir Maarif Vekaleti yokmuş gibi davranılmış ve he­ men acayip bir enstitücülük hareketine girişilmiştir... Fa­ kat müellifin ifadesiyle (bir iki insanın kendi alemlerine kapanarak bir milletin büyük çaptaki davalarına eksiksiz bir hal şekli bulması mümkün müdür?) Bir defa tasarla­ nan çalışma şekli, bizi bu tasarlamaya sevkeden asıl birinci davayı çok aşmıştır. Dava, köylünün okutulması, gerçek­ leştirilmek istenilen hedef ise selim akıl sahiplerinin anlıyamıyacağı, büsbütün başka bir meseledir. O kadar ki bu (başka meseleler) için beyhude emekler ve enerjiler sarfın­ dan dolayı (asıl mesele) kenarda kalmış... muallim bizzat kültürden mahrum kalmıştır. Bu mahrumiyet, köy çocuğu­ nun kendi ailesini artık bir anane ve manevi değerler ocağı görmemesi kastiyle büsbütün hazin bir şekil almakta da gecikmemiştir. Fakat acaba zavallı çocuğun hocalıktan başka olan işlerde durumu ve terbiyesi ne halde? Enstitü­ ler köylerde zirai inkilaplar yapacaklardır. Fakat bundan Ziraat Vekaleti teşkilatının haberi yoktur. Enstitüler takip edilen esrarlı plana göre, Türkiye’yi bir anda teknikleştireceklerdir, fakat bundan ne İktisat Vekaletinin, ne de Maa­ rif Vekaletinin teknik öğretimle alakalı dairesinin bile ha­ beri vardır... Böylece enstitüler (kendi sınırlarını aşarak kendilerine lazım olmıyan işlerle uğraşmışlar) kanunun bahşettiği şaşırtıcı müsaadelerle adeta devlet içinde devlet edasını takınmışlardır. Hülasa, (sanki köy davası, tek ba­ şına köy öğretmeninin kolayca başaracağı, içinden çıkaca­ ğı basit bir şeymiş gibi, köy konusu ile ilgili bulunmaları lazım diğer bazı Bakanlıkların vazifeleri de ona yükletilmiştir). En acı nokta şimdiye kadar bu ocaklardan yetiş­ miş olanların bilgi ve kültürden nasip alamamalarıdır. Te­ menni edelim ki Başvekilin gazetecilerle yaptığı son görüş­ mede (köy enstitüleri öğrencilerinin milli duyguları kuvvet­ li olarak yetiştirilmelerine ehemmiyet veriyoruz. Yüksek tahsilli 60 öğretmeni yeniden bu müesseselerde görevlendir­ dik) tarzındaki beyanatı, aksaklıkların birini ve en mühimmini şimdiden düzeltsin... Köy enstitülerinin bundan sonra Türkiye'ye yalnız Türfdden ve köylüsü kentlisiyle gözönüne alınacak Türkiye bütününden hayır geleceğini dü­ şünen, idealist, hiç değilse muallim mekteplerinin yetiştir­ diği ve aralarında çok fedakar, yiğit unsurlar bulunan köy hocası nesli kadar şuurlu unsurlar yetiştireceğini umabili­ riz. Sabri Koçağın bundan beş ay kadar evvel ortaya attı­ ğı şu güzel temenninin gerçekleşmeye başladığını görür gibi olduğumuzu söylemekle yanılmadığımızı düşünüyoruz: (Köy hocasını, onun göreceği işi karikatür haline düşürmek­ ten, onu köylü karşısında kepaze olmaktan süratle kurtar­ manın yollarını aramalıyız... Kendisini alakadar etmiyen meşguliyetlerden kurtarılması lazım gelen köy öğretmeni gündüzleri normal olarak talebelerini okutsun, geceleri mektebin salonunu yetişkinlere açsın... Bizim anladığımız manadaki misyoner ruhlu, idealist ve kuvvetli öğretmeniyle yeni köy mektebimiz, camiin yanında, başka bir hayatın, milli ve insanı iştiyakların mihrakı olsun). Bizde her neden­ se fikir harekete, düşünce işe rehberlik edemiyor. Fikirler umumiyetle hadiselerin aksamasından sonra ortaya atıl­ maktadır. ..» işte Fındıkoğlu, başarısız Enstitü Müdürü Kolçak’ın yazı ve kitaplarından kendi amaçları için böyle yararlan­ maktadır. Ondan kendi amacı gereği ilköğretim sorununa yön verebilecek ve «birinci ve ikinci derece hükümet adam­ larının» akıl almaları gereken bir eğitbilimci yaratma ça­ bası içindedir. Bu arada da kendisinin ortaya attığı dü­ şünlerde o çağın sağ bilim adamlarının, Tonguç’un deyimi ile «ulema»nm eleştirilenin ana çizgilerini bulmak olanağı vardır. Bunlara göre ilköğretim sorunu köylüye yalnız okuma - yazma öğretecek idealist köy öğretmenini öğret­ men okulu koşullan içinde yetiştirmeye indirgenmelidir. Bunların düşünemedikleri, bu öngördükleri yol çıkmaz olduğu için, iflas ettiği için 1935’de yeni yollar aranmasına girişilmek zorunda kalındığı ve köy enstitülerine vânldığı. ğıdır. Onlan en çok korkutan, öğretmeni, onun çevre ile olan ilişkilerini ekonomik ve toplumbilimsel açılardan dü­ şünüp değerlendirmektir. Onlara göre bu tamamen eğitbilim dışı bir iştir. Hele gerekli ekonomik ve toplumsal koşüllan hazırlıyarak, süregelmiş ekonomik ve toplumsal yapı ve düzensizliği yenileştirme, değiştirme gibi süreçlerde öğ­ retmenden yararlanmak, onlarca sanki o yüce, pek yukarı­ larda sınıfın dışına çıkmaması gereken öğretmenlik mes­ leğini, yeryüzüne indirip kire bulamak gibi birşeydir. Bir de bütün bu gibi eleştirilerde bu işlerin planlanmasında «ulema»ya danışılmamış olmasının verdiği kızgınlığı, kır­ gınlığı sezebiliriz. Ama damşılsaydı söyliyecekleri ne var­ dı? Köy enstitüleri gibi koskoca bir deneme geçirildikten sonra bile bu kişilerin ne bayat yollar gösterdikleri yuka­ rıdaki yazıda pek açık şekilde beliriyor. Zaten onlar daha 1935’lerde tükendikleri, çaresiz kaldıkları için değil midir ki, ulema dışında insanlar aranmış, sorunun çözümünde on­ lardan yardım istenmiştir. Bütün bu bayat, tutucu, geçer­ siz, tutarsız düşünleri bir tutam da politika i!e karıştırıp, üzerine «milli duygulan kuvvetli öğretmen, tek çözümü köylüsü kentüsi ile Türk’den beklemek» gibi o çağın politL ka koşullan içinde gönül okşıyacak yuvarlak deyimlerle süslediniz mi «ulemanın» yıkıcı politikacılara bu çalışmalannda vurduğu payandanın ana çizgileri belirmiş olur. Bunun yanısıra öğrencilerin kültürsüz yetiştikleri, diğer Bakanlıklann bu girişimden haberleri olmadığı gibi teme­ linden haksız ve gerçeklere aykırı abartmalar da işi süs­ lemeye yarar, öğrencilerinin büyük çoğunluğunun kültür­ süz yetiştikleri savı gerçeğe aykırıdır ve bunu gösterecek belge, sayı veremezler. Üstelik de onların kültür kavramı eskimiştir, neredeyse kitabilik, ukalalıkla eşdeğerdir. Baltacıoğlu’nun uzun yıllar önceki deyimi ile «ukala ve enayi muallimler yetiştirmek» anlayışıdır. Devletin diğer örgüt­ leriyle işbirliği için bütün bu süre içinde çok uğraşılmış­ tır. Hele Sağlık ve Tarım Bakanlıklarını çalışmalara kat­ mak, onlarla işbirliği yapmak için ta Devlet Başkanı sevi­ yesinden aşağıya kadar yapılmış birçok girişimler vardır. Bunun bazı örneklerini geçen bölümlerde gördük; İnönü’­ nün tarımcı yetiştirmek için Tarım Bakanını nasıl zorladı­ ğı gibi. Ama bu alanda başardı olunamamıştır. Bunun, ya­ ni bu Bakanlıkların hareketsizliğinin bir çok nedenleri var­ dır. Çok kısa ve yuvarlak olarak şu söylenebilir; O çağda bir ülke sorununu çok geniş, ve bütünüyle kapsıyacak şekil­ de ele almayı sağlıyabilecek koşullar yalnız Milli Eğitim Ba­ kanlığı içinde ortaya çıkmıştır. Yukarıdaki örnekte bizce asıl düşündürücü olan nok­ ta, Fındıkoğlunun eleştirileri değildir; «ulema» zaten baştanberi bu, tutum içinde idi; ondan başka birşey beklemek de safdillik olurdu. Üzerinde durulması gereken, enstitü çalışmalarında emeği olduğu halde, örneğin bir S. Kolçak’ın kendi emeklerinin de baltalanması ile sonuçlanacak bu yolu niçin seçtiğidir. En aşın belirtilerini biraz sonra Emin Soysal’m davranışında göreceğimiz bu gibi cephe de­ ğiştirmelerin enstitü hareketi içerisinde çok şiddetli ve sar­ sıcı olmasının bazı psikolojik nedenleri olsa gerektir: Ensti­ tülerin kuruluşunda çalışan kadro klasik öğretmen okulla­ rından yetişmiştir. Bu kadrodakilerin bir kısmına enstitü girişiminin ilkeleri, niteliklerini anlatmak, kabul ettirmek çok zor olmuştur. Klasik okul yöneticiliği ile yeni eğitbilim ilkelerinin uygulandığı bir okulun yöneticiliği arasında bü­ yük ayırımlar vardır; yöneticinin bambaşka nitelikleri ol­ ması, örneğin öğretmen ve öğrencilerin de katıldıkları de­ mokratik bir yönetim uygulaması, çok hoşgörülü olması v.b... birçok özelükleri bulunması gerekir. Buna bir de olağanüstü çalışma koşullan, kuruluş döneminin eğitbilimsel olmayan, yapı, kurulma işleri, bunları savaş yıllannın zorlukları içinde ve çok kısa bir zamanda yürütme zorunluğu gibi zorluklar eklenince, enstitü yöneticilerinin kendi kişiliklerini değiştirecek, geliştirebilecek, önce kendi kendi­ lerini eğitebilecek, hemen hemen üstün yeteneklerde kişi­ ler olması gerekir. Ancak bunu yapabilenler enstitülerde başarılı olmuşlardır. Yetenekleri, kişilikleri buna el vermiyenler ne olmuştur? Bunların da herhangi bir klasik oku­ lun çalışmalarıyla karşılaştınlmıyacak derecede çok çalış­ tıkları, başarılı olmak için çok çaba harcadıkları gerçek­ tir. îşte bu olağanüstü çabaya rağmen, bir yönetici yine de enstitü hayatının gerektirdiği bir kişiliği geliştiremez ve başka bir deyimle başarısız bir yönetici olursa, verdiği emeğin, olağanüstü çabanın karşılığım göremeyince bu­ nun ondaki tepkisi çok zorlu olmakta, çoğu kez karşı cep­ heye geçmekle kişiliğindeki dengeyi bulmaya çalışmakta, emeklerini değerlendirdiği sanısına kapılmaktadır. Örne­ ğin bir Sabri Kolçak’ın da klasik bir okul çerçevesi içinde iyi bir yönetici olmasına yetecek nitelikleri bulunduğu halde, olağanüstü bir çaba göstermesine rağmen (ki gösterdiğine hiç şüphe yoktur) enstitü yöneticisi olarak başarılı olama­ ması kendisini sistemin bozukluğuna, bu sistemi düzeltecek kişinin de kendisi olduğuna inanmaya itmiştir. Aynı düşün­ ler Emin Soysal için de ileri sürülebilir. Soysal’ın durumu da daha başlangıçtanberi, her zaman göstermeye çalışma­ sına, ve kendisinin de inanmasına rağmen, enstitüleri en iyi anlıyan değil, hiç anlamıyan, kişiliğinin özellikleri, genel dünya görüşü, inançları bakımından anlamasına da hiçbir zaman olanak bulunmayan bir kişi oluşudur. Bu gibilerin trajedisi kendilerini yeterince tanıyıp değerlendiremiyerek, köy enstitüsü girişimi içinde çalışabileceklerini sanmaları­ dır. ■ Emin Soysal Nedenleri ne olursa olsun Emin Soysal, köy enstitü­ lerine karşı giriştiği kampanya ile ylkma ve bozma işlemi­ nin baş aktörlerinden birisi olarak tarihe geçmiştir. Kurucu olmak savında bir kişinin, tarih içinde yıkıcı olarak dam­ galanması, eylem ve girişimlerinin gönlünde yatan amacın bu kadar tersine yönde oluşu, kendisi yönünden bir ikinci kişisel trajedi olsa gerektir. Soysal’a ve çabalarına daha ön­ ce 6. bölümde değinmiş, bunların başlıbaşına ayrı bir in­ celeme ve araştırma konusu olacağını bildirmiştik. Bu ba­ kımdan burada yine ayrıntılara girmiyeceğiz. Sosyal’ın davranışının kişisel nedenlerini H. Âli Yü­ cel şöyle açıklıyor'201: «...Çalışmasını ve becerikliliğini tür­ lü vesilelerle takdir ettiğim Emin SoysaFa, teftişlerimin bi­ rinde saati olmadığını bir sözünden anlayınca, kolumdaki saati çıkarıp verecek kadar yakınlık ve muhabbet göstermişimdir. Ancak kendisine karşı beslediğim bu takdir ve mu­ habbet; talebe paralarını, Vekaletin sarih emrine rağmen şahsen tahsil ve sarf, intizamsız hesap tutturma, ambar defterinde tahrifat, Devlet parasından ödenmiş senetlerin usulsüz mahsup edilmesi ve buna göre defter tanzim ve ib­ razı gibi maddeler ileri sürerek yapılan ihbar üzerine, du­ (20) D a v a m , H a ş a n - A li Y ttcel, U lu s B asım ev i, A n k a ra 1947, s. 100, 101. rumunu Başmüfettiş Hikmet Türk ve Müfettiş Hayrullah örs’e tetkik ettirmeme mani olamamıştır. 10.8.1942’de müfettişlerin gösterdiği lüzum üzerine uhdesinden müdür­ lüğü alınmıştır. Daha sonra Müdürler Encümenince 5274 sayılı kanunun 51. maddesinin 3. fıkrasına göre köy ensti­ tülerindeki işlerden çıkarılmak suretiyle tecziyesine karar verilmiştir. Kararın tarihi 22.7.1943, numarası 125’dir. Bunlara ve daha sonra yapılmış bakanlık emri ve nakil muamelelerine işaret etmem, bu yapılan işlemlerin o zaman İlköğretim Umum Müdürü olan Tonguç tarafından yapıldı, ğı düşüncesiyle, ona şahsi infiali olduğunu tahmin ettiğim içindir.» Emin Soysal’a göre köy enstitüleri fikrini ilk defa son­ radan kendisinin yakın akrabası olan Halil Fikret Kanat or­ taya atmıştır: 24.3.1935’de Kunın gazetesinde yazmaya başladığı, «Yarının Muallimleri Nasıl Yetiştirilmeli» başlık­ lı dört makale ile. Soysal’a göre Kanat’ın bu makalelerinde­ ki esaslar bugünkü köy enstitülerinde henüz daha kısmen uygulanabilmektedir. Kanat’ın bu makalelerine ve diğer kitaplarındaki ana düşünlerine daha önce değindik. Soysal bundan sonra şöyle der(21): «...B u makalelerin yazıldığı sırada llktedrisat Umum Müdürü Reşat Şemsettin de Türk maarifi yönünden önemli teşebbüslerde bulunmuştu(22). (20 K ö y E n s titü le r i T a rih ç e s i v e K ız ılç u llu K ö y E n s ti­ tü s ü , E m in S o y sal, B u rs a Y e n ib a sım e v i 1943, s. 28. (22) H a k k ı T o n g u ç d a n d a h a önce İlk ö ğ re tim G enel M ü­ d ü rlü ğ ü y a p m ış o la n S ir e r’in b u g ö re v d e k i ç a lış m a ­ la r ı k o n u su n d a T o n g u ç ’u n (C a n la n d ırıla c a k K öy) k ita b ın d a (s. 437) b ir n o t v a r. T o n g u ç, ilk ö ğ re tim so ru n u n u in celem ek için C H P g ru b u n c a özel b ir k o ­ m isy o n k u ru ld u ğ u n u v e b u n u n b ir r a p o r h a z ır la y a ­ r a k 11.1.1935’de G ru p B a ş k a n lığ ın a v e rd iğ in i a n la t­ t ı k t a n s o n ra ra p o r u a y n e n a lıy o r. R a p o ru n b ir b ö lü ­ m ü n d e ş u sö z le r v a r d ır : « ...M u a llim m e k te p le ri m ü f re d a t p ro g r a m la rı ile ilk m e k te p m ü f r e d a t p ro g ­ r a m la n ve te rb iy e m e to d la n a r a s ın d a b ir a h e n k v e te s a n ü t v ü c u d a g e tirm e k la z ım d ır. B öyle b ir te s a n ü d ü n o lm a d ığ ı te f ti ş ra p o r u n d a n s e ra h e tle an la şıl- Doğrudan doğruya köy mektepçiliğini alakadar eden bir raporu ilgili yerlere vermişti. Hatta o sırada bir terbiye mütehassısını da köylere sırf görüşünden istifade etmek üzere göndermişti. Maalesef Reşat Şemsettin’in bu teşeb­ büsü anlayışsızlıklar yüzünden ve kısmen de beyinler henüz bu sert ve mudil mevzua yatkın olmadıklarından akim kal­ mıştır. Şevket Raşit Hatipoğlu da Dönüm mecmuasında 1932’denberi köy mevzuuna daha ziyade ekonomik olmak­ la beraber köy maarifi yönünden de yer veriyordu... Fakat bütün bunların arasında köy maarifi ve öğretmeni meselesi­ ni köy enstitülerini hedef tutarak selahiyetle, derin ve iha­ talı bir görüşle alacağı istikameti bütün hatları ile göste­ ren yazı, Fikret Kanafın yukarıya aldığımız makaleleridir. Köy Enstitüleri fikri başta tamamen Halil Fikret Kanat’indir...» Bu kitap 1943’de Soysal Enstitü Müdürlüğünden ayrılmak zorunda kaldıktan sonra yazılmıştır. Henüz bu kitabında enstitülere ve Tonguç’a doğrudan doğruya saldırı yoktur. Fakat bunların hazırlığını görebiliriz. CHP’nin anadoluculan ve köy enstitülerine karşı olan politikacılardan Reşat Şemsettin Sirer ve Şevket Raşit Hatipoğlunun isim­ lerinin anılması, bunlara köy eğitiminde yol göstermiş in­ sanlar olarak yer verilmesi, Soysal’ın kısa bir süre sonra işbirliği yapacağı politikacılara yanaşma çabalarıdır. Bun­ dan sonra Soysal fikrin realize edilmesini kendisinin Kızılçullu Köy Enstitüsünün başına getirilmesine bağlıyarak şöyle der(23): «...Eğitmen işlerine başladığımız gündenberi llktedrisat Umum Müdürlüğü yapan Hakkı Tonguç da eğitmen işinden sonra köy öğretmen okulları, köy enstitüm a k t a o ld u ğ u g ib i to p la n tıla rım ız d a h a z ır b u lu n a n ilk te d r is a t u m u m m ü d ü rü R e ş a t d a b u c ih e ti te s ­ lim e tm iş tir...» R e ş a t Ş em sed d in in b u k o m isy o n c a b a ş a r ılı b ir g e n e l m ü d ü r sa y ılm a d ığ ı b u ifa d ed e n a n la ş ılıy o r. B u d u ru m , o n u n d a h a s o n ra k i o lu m su z d a v ra n ış la rın d a b ir k iş ise l n e d en o la r a k ro l o y n a m ış o lab ilir. OD a.g .e. s. 33. 35. leri işini düşünüyor ve benimsemiş bulunuyordu. Kendisiy­ le gece gündüz sık sık buluşuyoruz. Köylerde yalıyor, sa­ bahlara kadar sıtma tutmuş gibi köy işleri üzerinde düşü­ nüp konuşuyoruz. Bir gün evime geldi. İzmir’deki Ameri­ kan kolejinin satın alınmasından, köy enstitülerinin kurula­ cağında bahis açtı. Başladığımız 70 binanın artık bittiğini, eğitmen tecrübesinin muvaffakiyetle tamamlandığını ilh... konuştuktan sonra kolej kurağında açılacak yeni tip öğret­ men okulu müdürlüğüne gitmemi ileri sürdü. Kendisine bu iş öteki gibi değildir, uzun zaman ister, ilmi ve zor bir iş­ tir. Müfredatı yok, talimatı yok. Ona göre yetişmiş eleman­ ları yok. Beni gönderirseniz yarın Vekil değişir, sen değişir­ sin. Sizden sonrakiler klasik usullerle, köhne kanunlara gö­ re hareket ederler. Ben de yanarım. O zaman şayet muvaf­ fak olmazsam kendimi denize atmam gerek orada, de­ dim. Son derece heyecanlanan, sevgili dostum (o zaman) Hakkı Tonguç, Emin bu bir memleket işi. Biz böyle isti­ yoruz. Farzet ki sen bu işte muvaffak olmadın, cephede ölür gibi öldün. Ne çıkar. Hayat nedir ki? Bu işi behemahal yapalım! Bu kadar dik, net ve keskin sözden sonra böyle düşünürsek mesele yok, pekala, dedim. Bu söz bana munis gelmişti. Hakkı Tonguç’un o zamanki hamleleri can­ dandı ve tam hedefe matuftu...» Bundan sonra Kanat’ın düşünlerini kendisinin uyguladığından bahseden Soysal, şöyle der: «...İşbaşına gelirken Fikret Kanat’la bir gün ge­ ce saat 13’e kadar işin fikriyatı üzerinde konuştuk. Bir de­ fa da Hakkı Tonguç’la şakalaştık o kadar...» Kirby ise Soysal ’ın Müdürlüğe gelişini ve Tonguç’un aslında buna karşı olduğunu şöyle anlatır04’: « ...Mahmudiye’de ikinci eğitmen kursundaki idarecilik görevinin sona ermesinden önce Soysal, deneylerde daha fazla çalışmasının doğru olmıyacağmı belirten bir takım şahsiyat özellikleri gösterme(X) T ü rk iy e d e K ö y E n s titü le ri, F a y K irb y , İm e c e y a y ın ­ la rı, A n k a r a 1962, s. 135. ye başlamıştı. Fakat ödevine eninde sonunda son verilmesini zaruri kılan sebepler, bir müddet için böyle bir karara va­ rılmasını... imkansız kılıyordu. Birçok halleri ile Emin Soy­ sal kendini köy eğitimi meselesinde en yüksek otorite ola­ rak görüyor ve öyle göstermeye muvaffak oluyordu. Bu, onun İlköğretim Genel Müdürünün potansiyel bir rakibi olarak görülmesine sebep olduğu için Tonguç’un böyle bir zatın deneyde otorite yerinde devam etmesine göz yum­ mak istememesi, pek kolaylıkla kıskançlığa veya korkuya verilebilirdi... Bu yüzden Bakan ilk ve belki de biricik de­ fa olarak Tonguç’un kararına müdahale etmiştir...» Bundan sonra Soysal 1945’de yayınladığı bir kitabın­ da köy enstitülerini eleştirmeye başlamış ve Tonguç’a kar­ şı çok ağır kişisel saldırılara geçmiştir051. Daha sonra mil­ letvekili olarak Mecliste yapacağı konuşmalarda ileri süre­ ceği suçlamaların esasları bu kitapçıkta bulunabilir. Ona göre 1945’e kadar Tonguç’un yönetimi altında ilköğretim alanında yapılmış işlerin hepsi yanlış, bozuktur. Örneğin eğitmenler yeterli derecede yetiştirilmeden köylere gönde­ rilmeye başlanılmıştır. Eğitmen kursları daha ziyade ensti­ tülerin işlerine yarıyan birer angarya müessesesi halini almış­ tır. Eğitmenler enstitü binalarının yapılmasında amele ola­ rak çalıştırılmaktadır. Gezici başöğretmenler beklenen gö­ revlerini yapamamaktadırlar; çünkü bunlara verilen yol pa­ raları azdır. Gezici başöğretmenlik organı disiplinli ve faydalı bir şekilde işletilememiştir. Köy enstitülerine gelin­ ce: Bunlar son derece acele kurulmuş kuramlardır. Yerleri iyi seçilmemiş, fazla paraya, emek ve enerjiye malolmuşlardır. Talebe toplanırken bazen zorla, bazen yalvararak top­ lanmış, bir kısım talebeler bu yüzden kaçmıştır. Seçilen ta­ lebelerin durumu icabı bazı enstitüler adeta bir darüleytam manzarası da gösterirler (Yazarın notu: Çok yoksul ço(2 5 ) İlk ö ğ re tim O la y la rı v e K öy E n s titü le ri, E m in S o y ­ sal, U y g u n B asım ev i, B u rs a 1945. cuklarm öğrenci olarak alındığını kastetse gerek. Gerçek­ ten de kendisinin enstitüsüne varlıklı köylülerin çocukları­ na öncelik vererek öğrenci aldığını gösteren belirtiler var­ dır. Tonguç’un Hasanoğlan’da, Yüksek Kısım öğrencileri arasındaki solculuk - sağcılık çatışmalarını incelerken ver­ diği rapor, ki 5. bölümde buna değinmiştik, bu yönden ilginçtir. Orada Tonguç’un bazı sağcı öğrencilerin kökeni konusunda, bunların varlıklı köylü ailelerinden gelme ço­ cuklar oldukları sözleri bununla ilgilidir; kastedilenler Kızılçullu’dan gelme, Soysal’ın eski öğrencileridirler). Köy enstitülerinin talebe mevcudu fazladır. Hem öğretim ve eğitim bakımından, hem de bina bakımından gerekli hazır­ lıklar yapılmadan fazla miktarda talebe alınmıştır. Sanat öğretmenleri yetersizdir. Yeteri derecede istihsal enstitüler­ de yapılamamaktadır. Genel bilgi dersleri zayıftır, kültür­ süz yetişmektedirler. Meslek dersleri aynı şekilde zayıftır. Sanat öğretimi zayıftır. Tarım dersleri zayıftır, bilgisizle­ rin elindedir. Sağlık durumu ve temizük meselesi çok bo­ zuktur. Köy enstitüsü mezunlarının köylere yerleştirilmesin­ de bir sürü zorluklar çıkmış ve bunlar giderilememiştir. Bunlar köylerde başarı kazanamamışlardır. Enstitülerde ve köylerde yapılan bina işleri plansızdır, usulsüzlükler var­ dır, bilgisizlikler vardır. Bu arada şehir ve kasaba ilkokul öğretmenleri ihmal edilmiş, ikilik yaratılmıştır. Soysal daha sonraları 1946- 1948 yılları arasında Meclis’teki konuş­ malarında daha da ileri gitmiştir. Enstitülerin ahlaksızlık yuvası olduğunu, komünistlik propagandası yapıldığını ileri sürmüştür. Soysal’a göre sistemdeki ve uygulamadaki bü­ tün bu aksaklıkların, bozuklukların bir tek nedeni vardır: Hakkı Tonguç. Adı geçen kitabında «1937’den beri ilk­ öğretim Otoritesi ve Köy Enstitüleri» başlığı altında Ton­ guç’un yetersizliğini kanıtlamaya özel bir bölüm ayırıri26’. Ömek olarak birkaç pasaj vereceğiz: « ...Yetkili zat (Torı- guç)... İlköğretim Genel Müdürlüğüne geçtiği zaman sade­ ce elişleri (mukavvadan apartman, plastilinden tavşan, kır­ mızı kağıttan horoz ilh... yapma işi) öğretmenliğinden kal­ ma bazı pratik anlayışı ve maharetlerinden başka köy iş­ lerine aid hemen hiç denecek derecede görüş ve malumat sahibi değildi... hatta 1940 tarihine kadar bu müesseselerin (köy enstitüleri) ne olacağını, nasıl bir müessese oldu­ ğunu bile öğrenememişti. Soranlara yanlış ve hakikate ay­ kırı bir takım malumat verirdi... Öyle ki, müesseseleri görmeye geldiği zaman da bu umum müdür sıfatı ile ken­ disinden herhangi bir mesele hakkında aydınlatıcı malu­ mat alınamazdı... Tonguç dairesini bir saat gibi işletmek şöyle dursun, bir çok işleri, muameleleri karıştırır. Karış­ tırıcılığının bazıları da bilgisizliğinden ileri gelir...v.b...» Şimdi bir de aynı Emin Soysal’ın Müdürlükten ayrıl­ madan önce Tonguç’a yazdığı özel mektuplarına bu açı­ dan bir göz atalım'271: «...Sayın hocamız!... İlk tedrisat Umum Müdürlüğünü deruhte etmişsiniz. Enstitünün başına geçtiğiniz zaman (Yazarın notu: Gazi Eğitim Enstitüsü) ne kadar sevindimse bu vaziyete ondan daha çok memnun oldum dersem samimi hissiyatımı ifade etmiş olurum... Sayın hocam, ben sîzlere vaziyeti teferruatı ile bildirdikçe siz iş sarsılıyor sanıyorsunuz. Hayır, asıl kervan sizin him­ metinizle yürüyor... saygı ve sevgilerimi yollarım, yurdum için değerli olan hocam... Hiç merak etme. Ölürüm bunu da yapacağım. Yeter ki, siz orada olunuz.. Derler ki İslam dinini Muhammet ilham etti, Ömer kurdu, Hüseyin tesbit etti kanıyla. Müsaade buyurun bu ideolojinin kan döken ve veren Hüseyinlerinden biri de ben olayım... Ben herşeye rağmen, herşeyden üstün olarak seni severim... işle bera­ ber kardeşlik, sevgi, gönül verdiniz. Bu benim en mahrem ça) ö z e l a rş iv : E m in S o y salın T o n g u ç a y a z m ış o ld u ğ u 29.7.1935, 11.8.1936, 13.8.1936, 13.10.1938, 20.12.1938, 30.12.1938, 10.1.1940 g ü n lü m e k tu p la rd a n . hazinemdir. Ve bu hazine benim idealimin temelidir... Onun için onunla yaşıyorum. Hakkı Tonguç’a ok atacağı­ ma kalbime kurşun sıkarım... Sevgili hocam, kuzum ho­ cam yalvarırım sana ufak tefek şeylere kızıp orayı terketme. Daha yapacağımız çok iş var... Sensiz bu işler olmaz..» Soysal’m mektupları incelendiği zaman, yazış şeklin­ deki laubalilik, kişileri kötülemedeki ölçüsüzlük, birlikte çalıştığı kişileri sık sık Bakanlığa şikayet etme, okulun yönetimi ile ilgili bütün ayrıntıları yukarıya duyurma alışkanlığı, buna karşılık mali bakımdan yeni yüklerle ya­ pılabilecek işlere girerken yukarıya sormadan bunlara gi­ rişmek ve üst kademeleri zor durumda bırakmak gibi dav­ ranışlar dikkati çeker. Bu eğilimler zaman zaman, hiçbir diğer enstitü müdüründe göriimedik derecede o kadar ar­ tar ki, insan Tonguç’un ve Yücel’in bir Okul Müdürü ola­ rak kendisi ile bu kadar uzun bir süre nasıl işbirliği yapa­ bilmiş olduklarına şaşar. Mektuplarında herhangi bir dü­ şün sisteminin belirli bir düzeyde işlenip ortaya atılması de­ ğil, kişisel kızgınlıklar, gündelik çekişme ve takışmalar uzun uzun anlatılır. Şu bölüm çok tipik bir örnektir*28’: «...Evvela Ruhi, sonra soyadı ile lakabı arasında pek sathi bir nispet olan A ... K .. .ünüz (Yazarın notu: Bu mektupta adı geçen kişilerin adlarını kullanılan ağır deyimlerden ötürü açıkça yazmayı doğru bulmadık) geldiler... Konuş dedin konuştum. Anladım ki benim makaleyi neşredinceye kadar Kültür Bakanlığı akla karayı seçmiş. Başlığını da değiştirmişler. (Yazarın notu: Burada Soysa?m Bakanlı­ ğın bir dergisine yayınlanmak üzere gönderdiği bir yazısı söz konusudur). Mahkemeye vereceğim. İkinci makale müdürler encümeninde okunmuş. O araba duyurun (Yaza­ rın notu: Burada Bakanlığın yüksek görevlilerinden birisi söz konusudur) bende ideal iş zemine, zamana ve idare128) Ö zel a rş iv : E m in S o y sa l’m H . T o n g u ç’a y a z m ış ol­ d u ğ u 15.3.1939 g ü n k ü m e k tu p . ye, siyasete göre değişmez. Nam ve şanına hemen bir bro­ şür neşrederim. Ve derim ki, Türkiye maarifinin, Atatürk devrinin mektepçiliğinin yegane katil madrabazı bu adam­ dır. Mukaddes Türk köylüsünün cahil kalmasının yegane müsebbiblerindendir, bu zeki görünen ahmak. Çünkü zeka başka, desise ve hilekarlık başkadır. Bu alim görünen cahil, bu ahlaklı görünen ahlaksız, ahlakı kasap dükkanında ari­ yan madrabaz, eğer yeniden İslam felsefesini yaşatmak, ümmet devrinin kuru, eşek d ..., yalancı kapalı, kaba ah­ lakını ikame etmek istiyorsa böyle bir sisteme karşı gurur­ la ahlaksızlığımı ilan ederek (çünkü ben ahlakı tamamen başka ve bu milletin hayatını yükseltecek mebdelerde arı­ yorum. Kurmaya ve fiilen yaşamaya çalışıyorum, ki asıl ahlak odur) o yabanı yadellere, yedi kat yerin dibine ge­ çiririm. Öyle beni şu veya bu gürültü ile korkuturum san­ masın. O benim ırkımın, milletimin, yurdumun kültür düş­ manıdır. Bilmiyenler bilsinler. Ben bilirim, müdrikim. Bu millet Atatürk devrinde ve onaltı yılda cehaletten çoktan kurtulurdu. Kültür kaatilleri engel ve sebep oldular. Bun­ ları böyle yazacağım. Bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbürgün. Soyguncular, dalavereciler. Fikri karakteri olmıyan madrabazlar. Sebep oldular ırkımın cahil kalmasına. Şurayla murayla kimse bana dolma yutturamaz. Ve beni öyle N ... B ... gibi bir enayinin, okuduğunu anlamaz ena­ yinin, makalemi ilan etmekten başka birşeye yaramıyan yar zıları ile ürkütemezler. Söyleyin ona arabdan... (Yazarın notu: Bir sözcük okunamadı) olur da, T ürk’den pedagog ol. maz mı? Çok rica ederim duysun bunları...» Olaylar isteklerine göre gelişmeyince, ömeğin bir ya­ zısı basılıp basılmaması için tartışma konusu yapılınca böyle bir tepki gösteren Soysal’ın Müdürlük görevinden alınmasından sonraki davranışları, bu örnekten sonra daha iyi anlaşılabilir sanıyoruz. Eldeki belgelerden anlaşıldığına göre Tonguç, bütün bu olumsuz davranışlarına rağmen, ondan sonuna kadar yararlanmak yolunu tutmuştur. Bunun doğru bir davranış olup olmadığı tartışılabilir. Belki de Soysal sorununu daha başlangıçta çözümlemek, daha sonraki birçok olumsuz ge­ lişmenin önlenmesini sağlardı. Tonguç’un kendisine yazdığı şu mektuptaki düşünleri sanırız ki Soysal konusunda sonu­ na kadar Tonguç’un izlediği davranışın ana çizgilerini vermektedir(29): «Kardeşim Emin, mektubunu aldım. İşlerimin çokluğuna rağmen şu noktalar üzerine dikkatini çekmeyi faydalı buldum: 1. Şahıslar hakkında pek merhametsizce ve o insanların bulundukları şartları, yaratılıştan getirdik­ leri şeyleri gözetmeksizin, tamamen hissi hareket ederek bir hücum etmen var ki, senin gibi, insanları idare etmek, ye­ tiştirmek ve onlara iyi kıymetler aşılamak vazifesini üzeri­ ne alan bir kimseye bunu hiç yakıştırmam. Bu tarzdaki boş, gayesiz ve kendine antipatiden başka bir şey temin etmiyecek olan şeylerle zihnini yormamanı tavsiye ederim. 2. Birçok insanlarda olduğu gibi sende bir huy var ki o da: İçinde bulunduğun veya elinden tuttuğun işle herkesi kendin kadar alakalı görmek istiyorsun, başka insanların da işi senin kadar anladıklarını ve ehemmiyetini kavradık­ larını zannediyorsun. Ondan sonra da bu kanaatlar üze­ rine mütalaa yürüterek boş yere asabileşiyorsun. Bu mantalite ile hareket ettiğin için bazen insanlara haksızca is­ natlarda bulunacak kadar ileri gidiyorsun. İş denilen şey muayyen şartlar içinde yapılır. Babayiğit adam da bu şart­ ları yene yene işi başarır. Bu, dünya kuruldu kurulalı böy­ le olagelmiştir. Ve böyle gidecektir. Bizim gibi mutavassıt insanın nasibi budur. Süperyör olabilir de herşeyi kendi istediğin gibi yaptıracak iktidarı eline alabilirsen o zaman işin şekli başkalaşır. O zaman da Kızılçullu’da okul direk­ törlüğü yapmaya lüzum görmezsin. 3. Bu söylediğim hal­ (29) Ö zel a rş iv : H a k k ı T o n g u ç’u n E m in S o y sal’a y a z m ış o ld u ğ u 8.11.1938 g ü n k ü m e k tu p . ler insanı evhamlı yapar, insanın enerjisinin boş yere ak­ masına sebep olur. îşine güveniyorsan, onu seviyorsan, yapmaktan zevk alıyorsan ne yaygaraya, ne temetduha, ne de 24 saatte bir başkalarının taktirine ihtiyaç vardır. Baş­ ka insanlar beni takdir etmiyorlar, bana istediğim kadar yardım etmiyorlar diyerek, onlara birer kara damga bas­ maya uğraşmak o kadar boş bir mesaidir ki, bundan hiç­ bir fayda elde edilemiyeceği gibi kültürlü bir adama da yakıştıramam. İnsan denilen mahlukun bilhassa düşünce alemini kefşetmek ve ona göre teşhislendirmek kolay bir iş değildir. 4. Her bakımdan ileri kıymetler taşıyan bir tip iş adamına muhtacız. Fakat bir kısım insanlar bu hale gelemiyorlarsa, bunlar senin yaptığın gibi tahkir etmekle, kü­ fürle bu hale gelebilirler mi sanıyorsun? Bu metodlarla bu işin temin edilemiyeceği binbir tecrübe ile anlaşıldığı için senin idarene verilen okul açılmıştır. O ideal insan tipini yaratabilmenin ne kadar şumüllü bir mesaiye bağlı olduğu­ nu da görüyorsun. Bir hamlede elde edilebilecek bir gaye olsaydı senin orada didinmene lüzum kalmazdı. 5. Bana birçok mektupların gelmiş olması ve benim onlara göre ba­ zı kanaatlara varmış olmam üzerinde zihin yormana acıdım. Bu sözler beni hiç tanımadığını anlatır. İşin aslı ile ilgisi bulunmıyan hiç kimsenin (seninkiler de dahil) ne sözü ve ne de yazısı benim kafamda bir saniyeden fazla yer tutmaz. Beni yalnız işin kendisi ilgilendirir, tıpkı piyesin mevzuu gibi. Aktörlerden biri rolünü çok muvaffakiyetli, öteki or­ ta derecede, bir diğeri de muvaffakiyetsiz bir şekilde oy­ namış, bu hali ben tabii görebilecek kadar nefsimi terbiye edebildiğime kaniyim. 6. Okulla ilgili ve buradan halledil­ mesi gereken işlerin halli için lazım gelen tedbirleri alıyo­ ruz. Bu hususlarda da çok ölçüsüz söylenmiş bir takım sözlerin var. Fakat bunlar nihayet şahsıma isabet edebile­ cek oklar oldukları için onlara hiç üzülmeden geçebilirim. Çünkü oku attırmamak lazımken kendi elimle verdiğimi düşünebilecek haldeyim. 7. Yeni bir iş evvela insanların zihinlerine ve kalplerine sokulur. Ondan sonra insanlar da o iş için yapılması lazımgelen fedakarlığı yapmaya amade bir hale gelebilirler. Onlardan ancak bundan sonra bu iş uğrunda herşey istenilebilir. Veyahut yeni yapılacak işle o iş etrafında kendilerinden fedakarlık istenilecek insanların başka cephelerden alakaları olur; iş karşılıklı menfaatler temin edilmek suretiyle yürütülür. Bizim yapmakta oldu­ ğumuz iş bir idealin gerçekleştirilmesi olduğu için insanları ona karşılıklı menfaatlerle bağlamak hem imkansız, hem de güçtür. Sen yeni tip öğretmen okulunun ne olduğunu bilen, anlıyan ve bu sebeple de onun tahakkukuna canla başla çalışabilecek adamları çok mu zannediyorsun? Hiç şüphesiz hayır. O halde sempatisiz, bir iş etrafında nasıl adam toplıyabilirsin?... Hülasa bu işe bağlı insanların ço­ cukça hareketleri bırakarak derli toplu, yalnız gayeyi göze­ terek çalışmalarının uygun olabileceğine kaniim. Ben bu işleri böyle bir hava içinde yapmayı düşünüyorum. Ve an­ cak bu takdirde her türlü fedakarlığı göze alırım. Senden de bize bu tarzda yardımcı olmam isterim. İzmir’e gelme tasavvurum olduğu için daha fazlasını orada konuşuruz. Gözlerini çok çok öperim. Arkadaşlara selam ve saygılar... İlköğretim Genel Direktörü Hakkı Tonguç...» Sayısı bir hayli fazla olan bu örnekleri çoğaltmıyo­ ruz. Bu kadarcığı bile Soysal’m saldırılarının herhangi bir düşün ve ilke ayrılığına dayanmaktan çok, kişisel nedenler­ le olduğunu göstermeye yeter de artar. Ayrıca yazıları ve hele mektupları okunup incelenince kendisinin herhangi bir felsefi veya eğitbilimsel sisteminin de olmadığı, düşünle­ rinin bir birlik göstermediği anlaşılır. Yine burada da önem­ li olan yukarıda enstitülerle ilgili olarak yaptığı eleştirile­ rin yıkma döneminde bütün bir sağ cephe tarafından be­ nimsenip kullanıldığıdır. Böylece Soysal enstitülerde çalı­ şıp, enstitülere karşı girişilen işlemlere olanak ve koşul ha- zırlâmak bakımından en etkili ve en talihsizce örneği ver­ miştir. ■ Tonguç’un Karşılığı Tonguç’un evrakı arasında bulunan, işbaşından ayrıl­ madan önce hazırladığı anlaşılan, bazı eleştirilere karşılık niteliğinde olan, ama bir polemiğe girmemek için yayınlan­ madığı bir makalesinden bazı bölümleri eleştirilere karşılık olarak buraya alıyoruz'301: «...İlköğretim işlerini tenkit edenleri ve tenkit şekillerini ikiye ayırmak icabediyor. «Bunlardan birinci bölüme girenler, memleketin bu davası üzerinde yürekleri titriyen iyi kalpli insanlardır. On­ lara tenkit şeklinde de olsa işlerimizi destekledikleri, bu işi daha dikkatle yürütmemize yardım ettikleri için önce te­ şekkür ederim... Onların uyandırıcı fikir ve görüşlerine karşı cevaplarımı, Köy Enstitüleri broşürü ile İlköğretim gazetesinde yayınlanan yazılarımla vermeye çalışıyorum... Bazı noktalara en uygun cevabı olaylar verecektir. İşleri­ min çokluğu bundan fazlasını yapmam için vakit bırakmı­ yor. «İkinci bölüme giren tenkitçilerin bu işi iyi niyetle yap­ tıklarına inanmadığım, özel maksatlar güttüklerini bildi­ ğim için şimdiye kadar bu gibilere cevap vermemek yolunu tuttum. Eğer şahsımla ilgisi asla bulunmıyan bazı sözleri bana isnat etmeselerdi, eğer benim kanaatlarım olmayan bir takım bayağı düşünceleri benim düşüncelerim gibi gös­ termeye kalkmasalardı, eğer yapmadığım işleri yapmışım gibi göstermeselerdi, eğer davaya ihanet etmek yolunu tutmasalar ve hakikata uymayan sözleri yazıya dökmeseler(30) Ö zel a rş iv : T o n g u ç’u n , İlk ö ğ re tim İ ş le ri v e B u n la rı T e n k it E d e n le re C ev ap b a şlık lı 7 s a y f a lık m a k a le si, ta r ih s iz , f a k a t iş b a şın d a b u lu n d u ğ u s ır a d a y a z ıld ığ ı a n la ş ılıy o r. 1945-1946 y ılla rın d a y a z ılm ış o lm a sı g e ­ re k . di onlara cevap hazırlamak için bir dakikamı bile harca­ mazdım. Fakat bu saydığım işlere girişenler; türlü türlü maksatlarla şuraya veya buraya verdikleri jurnallerin para etmediklerini anladıktan sonra geçer akça sandıkları şu metoda başvurdular: Haksız ve yersiz ithamlarını bilim gi­ bi kutsallaşmış bir değerin terimleriyle maskeliyerek, ma­ kale veya kitap şekline sokup ortaya çıkmak, ulemalık yo­ luyla emellerine erişmek istivenler zaman zaman türerler. Bilim boyasına bulanarak, millet' hesabına hareket ettik­ lerini söyliyerek sahte pehlivanlar gibi ortaya atılır ve hasımlarını yıldırarak başkalarına (gördünüz mü, nasıl kuv­ vetliyim ben) demek isterler. Ruh marazına tutulmuş ba­ zı insanlar da bunların yazılarını okuyunca (yahu, ne müt­ hiş bir yazı yazmış, rezil etmiş, herif artık ayakta dura­ maz) diye zevklenirler. Korkutulmak istenilen susarsa onun susuşu saldırganın haklı olduğu kanaatim kuvvetlendirme­ ye başlar. Yazılanlar yalanlanmadığına veya reddedilmediğine göre demek ki yazan haklı imiş, sözü kulaktan kulağa dolaşmaya başlar. İşte bunları da düşünerek susmayı uygun bulmadım. Kendimden ziyade hakikata uymayan yazıları okuyacaklar hesabına cevap vermeyi bir vicdan borcu bil­ dim. Yine işlerimin çokluğu bu işe fazla vakit ayırmama engel oldu. Elimde bol vaktim olsaydı ikinci kategoriye giren tenkitçilerin yazılarının tamamen aksini gösteren, vaktiyle bana yazdıkları mektupları neşrederek kendi im­ zalarıyla cevaplamak yolunu tutardım. Vesika olarak sak­ ladığım bu yazıları tasnif ederek neşre vakit bulamıyorum. Bu sebepden dolayı şimdilik kısa kesmeye, cevapların bir kısmını olayların seyrine bırakmaya, okuyucuları fazla ra­ hatsız etmemeye mecburum. Şu başlangıçtan sonra hemen ana konuyu aydınlatmaya geçiyorum: «7. Kötü niyetli tenkitçiler, ilköğretim alanında yapı­ lan işleri kendime malettiğimi, halbuki onları kendilerinin yapmış olduklarını ileri sürüyorlar. Bu işleri başıma buy­ ruk olarak yaptığımı hiçbir yerde ne söyledim, ne de yaz­ dım. «İlköğretimin ana ilkeleri B. Millet Meclisince kabul edilen kanunlarla saptanmıştır. Bu ilkeleri gerçekleştirenler, en ıssız köydeki eğitmen ve öğretmenden Milli Eğitim Bakanına kadar bu alanda yer alan çalışkan ve düriist ha­ reketli insanlardır. Onların arasında bir yerim varsa, bu sadece 26 yıldanbeıi süregelen meslek hayatımın icabıdır. «Resmi işlerimde her işi ilgililere sorarak, onların mü­ talaalarını alarak yürütmeyi ana ilkelerden biri sayarım. Fakat işe engel olacak mütalaalara, hele onlar samimi­ yetten uzak oldukları taktirde, asla uymam. Böyle bir gaf­ let gösterdiğim zaman onun doğurduğu sonuçlara çok üzü­ lürüm. İşlerime istikâmet veren fikirler, o işlerin ehli olan iyi niyetli arkadaşlar tarafından ortak mal olarak yoğurulan fikirlerdir. Bu ortaklıkta, kötü niyet sahiplerinden gay­ rı herkesin hissesi vardır. «Milyonlarca insanın katılmasıyla hızını ve manasını bulan ve gözümüzün önünde cereyan eden bir iş için, bu hakikati görmeden, herkesin payını kabul etmeden (bunu yalnız ben yazıyorum, fikir benimdir) diyebilmek için in­ san nasıl bir ruh hastalığına tutulmuş bulunmalıdır... «2. Tenkitçilerin özel maksat güdenleri, yıllarca önce yayınlanan kitaplarımın değersizliğini belirtmek için hayli enerji tüketiyorlar. Bu hareketlerinde okuyuculara samimi hizmet amacını gütselerdi, onları neşir edildikleri zamân incelerler, tartışma yoluna o zaman girerlerdi, sanırım. Böy­ le yapmayıp da işlerine geldiği vakit bu konuyu ele ala­ rak sözde kitap tenkidi yapmalarının hangi manaya gele­ ceğini takdir etme işini okuyucuların vicdanına bırakıyo­ rum (Yazarın notu: Burada kastedilen Soysal olabileceği gibi köy enstitülerine karşı bir yazı serisine başlangıç ol­ mak üzere -Köy Enstitülerini İncelemeden Önce- başlığı altında bir seri makale yay ılıyarak Tonguç’un 1938’de ya- yitilanmış Köyde Eğitim adlı kitabını 1944’de eleştiren M ü­ nir Raşit Öymen de olabilir(31). Öymen bu yazılarında, ana çizgileriyle, Tonguç*u bilimsellikten uzak olmakla, bilimsel gerçeklere aykırı olarak köy ve kent ayrılığı gütmekle suç­ lamaktaydı. Kitabın yayını ile bu yazıların çıkması arasın­ da geçen süre gerçekten düşündürücüdür. Öymen’in, daha önceki yıllarda köy enstitüleri sorunu bir çok defalar düşün hayatında ön plana çıktığı halde eleştirilerini 1944*de yap­ maya başlaması, bu davranışın bu yıllarda Soysal ve onun­ la aynı paraleldeki siyasal çevrelerle işbirliği içerisinde yü­ rütülen bir kampanyanın bir bölümü olduğu izlenimini ver­ mektedir). «Komisyon halinde yazılan bazı okul kitaplarında ilgi­ lilerin adları belirtilmediğini bir suç gibi ortaya atanların böyle olmasını o zaman komisyonda çalışanların çoğunluk­ la istemediklerini hatırlamaları lazım. Hatta yalnız bu nok­ tayı değil, niçin istemediklerini de!... «Benim kitaplarıma bir vesika olarak alınmış bazı parçaların sahiplerini belirtmemiş isem bu da kendilerinin o tarihlerde böyle bir şeyi istemeyişlerindendir. Çünkü o vakitler bazı kimseler bu işlerin gelişme şekline göre müte­ madiyen poz değiştiriyorlardı. «Bu nokta o kadar önemlidir ki, bugün sahte peygam­ ber gibi eğitmenleri korumaya kalkan bir İlköğretim M ü­ fettişi, onlarla beraber kursa gitmekten çekindiği için onun tepesine bir Bakanlık müfettişi dikmek zorunda kalınmış­ tı. Kısacası o zamanlar şimdiki gibi işleri benimsiyerek sahneye çıkmak hevesinde olanlar bol değildir. Onun için bazı insanlar sonu ne olacağını kestiremedikleri bu işin mensubu olarak görünmeyi, adlarının uluorta, şuraya bura(3D (K ö y E n s titü le rin i İn c e le m e d e n ö n c e ) (K ö y v e K ö y ­ lü ) , (K ö y iin İ ç v e D ış H a y a tın ın B ü tü n lü ğ ü ) b a ş ­ lık lı m a k a le le r, V a k it g a z e te si, 24 k a s ım 1944, 3 a r a lık 1944 v e 7 a r a lık 1944 g ü n k ü y a z ıla r, M ü n ir R a ş it Ö y m en (p e d a g o ji v e to p lu m b ilim ö ğ re tm e n i). ya yazılmasını islemiyorlardı. Bunda benim ne suçum olur? Istenilmiyen bir şeyi niçin yapayım?... «Şimdi insan kendi kendine şu soruyu sormak zorun­ da kalıyor: Tamamen şahıslara ait olan bu meselelerin (İlköğretim Olayları!) ile ilgisi nedir?... Bunların cevabını toptan, yazımın sonunda vermeye çalışacağım. «3. Meslektaşların verecekleri bulunçlu hükümleri hi­ çe sayan tenkitçiler, benim türlü menşelerden gelme öğ­ retmen ve müfettişlere karşı tarafgirlik yaptığımı, bu yüz­ den işlerin bozuk gittiğini ileri sürerek bir kısım insanları tahrik etmeye kalkıyorlar. Görevini iktidarı nispetinde ya­ pan, ülkü ve ilkelerimize ihanet etmiyen, ödevi özel emel ve ihtirasları için alet etmiyen her meslektaşa aym sevgi ve saygıyı göstermeye çalışırım... Am a görevini yapamıyanı yakalayınca yakasını bırakmam, böylelerini suçlarına göre cezalandırmadıkça rahat edemem. Tembele, sahte kahramana, başkalarına fenalık yapmaktan zevk alanlara, ahlak değerlerine saygısızlık gösterenlere önce bu durum­ larını düzeltmeleri gerektiğini söylerim. Buna rağmen yanlış yolda yürümeye devam edecek olurlarsa onlarla dostluk ilgi­ lerimi keserim. Bu gibilerin işe zarar vermemeleri için elim­ den gelen her tedbiri almaya çalışırım. Bu hareketimden dolayı suçlu telakki edildiğim zamanlar olduğunu bilirim. Bundan başka türlüsünü yapmak elimden gelmez. Hırsıza, karaktersize tavizat vermem. Hiç kimsenin ekmeğine en­ gel olmayı aklımdan geçirmem, kötünün bile hapishanede çürümesini de istemem. «Tenkitçilerden öyleleri çıkar ki, benim resmi göre­ vimi yaparken, bunun verdiği selahiyete dayanarak çete teşkiline kalkıştığımı, türlü işlere kendi akrabalarımı yer­ leştirdiğimi yazacak kadar ileri giderler. En çok nefret et­ tiğim bu iki şeydir. Hayatta dostlarımla özel konuşmala­ rımdan başka hiçbir işin etrafında bir klik yaratmaya kalk­ mam. Bunu yapanlar olduğunu sezersem o kliği dağıtmayı vazife bilirim. (Yazarın notu: Burada 6. bölümde verdi­ ğimiz pasaj vardır). «Burada bir noktayı açıklamak isterim. İşlerin icab ettirdiği şekilde bir iş etrafında birbiriyle iyi anlaşabilecek insanları toplıyarak, kötülere meydanı boş bırakmamayı haz ve zevk duyarak yaparım. Bu sayede fena insanlardan başkalarına gelebilecek fenalıkları önlemek yolu bulunmuş oluyor. Biz buna çetecilik değil, işbirliği yaratma diyo­ ruz. «5. İlkokul öğretmenleriyle ilgili işlerden, mesela yapı sandığı ve mesken bedeli meselesini ele alarak, onlara ko­ ruyucu bir melek gibi görünmek istiyenlerin hallerini bir an için gözümün önüne getirmeye çalışıyorum... Bu işler yapılalı şu kadar yıl oldu, Anadoluda öğretmenler yer yer güzel ve modern evlere yerleşmeye başladılar, sandık işi­ ni tenkit etmek istiyenler bunu zamanında yapıp bitirdiler. Acaba bu öğretmen koruyucu melekler o zaman nerede idi­ ler? Gökten yere inmek bu kadar uzun sürüyor dem ek!... Vah zavallı insanlar, koruyucularına ne kadar geç ve güç kavuşuyorlar!... «6. İlköğretim olaylarının böyle bozuk gitmesi se­ bepleri bunlarla bitmiyor. Daha neler var neler... Mesela benim vaktiyle müdürlüğünü yaptığım M. Eğ. Bk. lığı Okul Müzesinin eşyası Hasanoğlan Köy Enstitüsüne veril­ diği için bu işler bozuk gidiyor. Hem bu işin hesabı da ve­ rilmiş. Bu da ilköğretim olayları üzerinde etkili imiş! Ya bu alanda çalışanların aldıkları harcırahlar, işte onlar da günü gelince hesabı sorulacak ve ilköğretim davasını doğ­ ru yola sokmak için düzenlenecek işler arasında. Kötü ten­ kitçiler istatistik sıkıntısı içinde bunalıyorlar. Hele onları bir elde edebilseler, o zaman ne müthiş hakikatları mey­ dana çıkaracaklarmış. Türk milleti bunlardan ne kadar çok faydalanacak. Neler neler... «Ait olduğu makama hesabı verilmemiş bir tek işim olduğunu bilmiyorum. Varsa selah'ıyetliler istesinler. Her zaman bunu vermeye hazırım. Vicdanıma karşı hesabını vermekten çekindiğim tek iş yoktur. «7. Köy Enstitülerinde her iş, (ziraat, sanat, öğretim) bozuk gidiyormuş. Öğretmenlerin çoğu bilgisiz, iktidarsız öğretmen okulları mezunları imiş. Öğrenciler cahil ve eh­ liyetsiz olarak hayata atılıyorlarmış. Hasanoğlan Köy Ens­ titüsü uydurma bir kurummuş. Öğrencileri Ankarctda kah­ vede vakit geçiriyorlarmış. Tenkitçilerden bazıları bunlarla o kahvelerde buluşup konuşmuşlar bile. Bütün bunlar mil­ let ileride zararını çekeceği için şimdiden ortaya atılıyormuş. «Enstitülerin mezunları meydanda. İç bünyeleri her­ kesin görebileceği bir durumda. Yerli ve yabancı birçok iyi kalpli insanlar tarafından sık sık ziyaret ediliyorlar ve her türlü teftişe kapıları açık. Bilenler, görenler hükümle­ rini versinler. İftira edilmemek şartıyla herkesin görüşüne saygı gösteririz. Fakat onların yüzlerine çamur sıvamak istiyenlere de meydanı boş bırakalım mı? Birkaç kişinin ih­ tirası sönsün veya yatışsın diye elimiz kolumuz bağlı mı duralım?... «Bu yazıyı niçin yazdığımı da kısaca açıklamak iste­ rim. Kötü niyetli bir takım insanlar yukarıda tasvir etme­ ye çalıştığım iğrenç metodla bazen emellerine kavuşurlar, onun için uyanık bulunmalı, bu bir... Bunların emelleri ne­ dir? Yapılanları bozmak veya yapılmakta olanların seyir­ lerini değiştirerek işleri kendi isteklerine göre şekillendir­ mek, bu iki... Onların isteklerini niçin biz de istemiyoruz? Geri fikirlere dayandıkları için, bilimsel esaslara uymadık­ larından dolayı. Onlara uyarsak memleketin ileri hamlele­ rini destekliyemeyiz, geriliği yenemeyiz, büyük halk kitle­ lerini hızla rejimin ülkülerine doğru yürütemeyiz, dar ve basit düşünceler, şahsi ihtiraslar içinde bunalır kalırız. İki ayrı inanış ve düşünüş tarz: buna derler işte. Bu da üç... «Genç öğretmen arkadaşlar! «Nereden mezun olursanız olun, nerede iş görürse­ niz görün, hayatınız boyunca bu iki türlü düşünce tarzına rastlıyacaksınız ve birine uyacaksınız. Ya ileriliğin ya da geriliğin temsilcisi olacaksınız. Size nazaran daha tecrü­ beli bir meslektaşınızın bu sebepden şu tavsiyesini çok gör­ meyin: Vicdanınızın emrine uyunuz! «Köy enstitülerinde çalışan arkadaşlar! «Kötü niyetli tenkitçi, görüyorsunuz ya, hep Köy Ens­ titüleri etrafında dolaşıyor. Bu dikkatten kaçmaması gere­ ken bir noktadır. Eğitimle ilgili başka alanlarda tenkit edi­ lecek taraflar yok mu? Mesela öğretmen okullarının duru­ mu hepimizi tatmin edici mi? Bundan niçin laf açılmıyor? Bu sorular insana tenkitçinin niçin köy enstitüsü konusu­ na dokunduğu araştırma ihtiyacını hatırlatıyor. Sizin ço­ ğunuz bunu sebebini de bilirsiniz. «Yukarıya sıraladığım şekilde tenkitler yapanlar ara­ sında bir iki yıl öncesine gelinceye kadar, beni görünce sa­ yın hocam diyerek elimi sıkanlar, hocam diye hitap ede­ rek mektup yazanlar, taraftarı olduğum fikirlere inandıkla­ rını söyliyerek rolü genişçe işleri istiyenler ve kabul ede­ rek bu işlerde çalıştıktan sonra ayrılanlar, biz ölünceye ka­ dar ülkü arkadaşıyız diyenler de var. Şu hayat denilen şe­ yin ne müthiş safhaları olduğunu görüyorsunuz. Bu insan­ lar neden bu kadar değişiyorlar? tnsanoğulları işle şahsi ihtirasları niçin birbirine bu kadar karıştırarak işin payını veremiyor da ihtirasları etrafında dönüyorlar? Neden özel amaçlı emeller uğruna kutsallaştığını sandığımız değerler çiğneniyor? Bu yazıyı aynı zamanda şu soruları cevaplıyamadığım ve insanlığımıza acıdığım için yazdım. Belki kö­ tü yola sizler gibi henüz sapmamış olanlarınız, kötüleri sapak başında iken yakalıyarak, onlara daha asil ve in­ sanlığa yakışır kararlar verdirirsiniz. Ümit kesilmiyen bir alemin içinde yaşıyoruz. ..» Tonguç’un yayınlanmamış bu yazısında bizce en il­ ginç nokta, onun eleştirilere girişilmesinde rol oynıyan kişisel nedenlerin de ardındaki ideolojik ayrılıkların ve nedenlerin farkında olduğunu belli etmesidir. İlericilik - ge­ ricilik ayırımı bu yönden ilginçtir. Aynca eleştirilerin ni­ çin öncelikle köy enstitüleri konusunu ele aldıklarına yine bu açıdan değinmesi önemlidir. ■ M. Şükrü Koç Bir başka grup olarak öğrenimlerini enstitülerde yap­ mış öğrencilerin hayata atıldıktan sonra çeşitli nedenlerle enstitüleri eleştirmeleri konusu, ele alınabilir. Bunların bir­ çoğu mesleklerinde ilerleme, yeni öğrenim olanakları sağ­ lama amaçlarıyla Bakanlığın hoşlandığı şekilde eleştiriler yapmak yoluna zaman zaman gitmişler yahut siyasal ha­ vayı kollıyarak eleştirmek veya savunmak konusunda bu havaya göre yön değiştirmişlerdir. Bu gibilerin yön değiş­ tirmelerinin derecesine paralel olarak yıkılış döneminde az veya çok zararları dokunmuştur. Bu örneklerin en tipik­ lerinden birisi M. Şükrü Koç’tur. Kızılçullu Köy Enstitü­ sünden çıkan ve orada Emin Soysal’ın öğrencilerinden biri­ si olan Koç, daha sonra girdiği Hasanoğlan’daki Yüksek Köy Enstitüsünde sağcı grubun liderlerinden olmuş, bu­ nun için de yedeksubay okulunda çavuş çıkmak v.b. tehli­ kelere uğramadan meslek hayatına atılma olanağını bul­ muştur. Koçun, bundan sonra köy enstitüleri konusundaki davranışları günün koşullarına, siyasal duruma, kendisinin beklediklerine göre yön değişiklikleri gösterir. Örneğin Koç’un bu sapmalarından aşın sağcılann köy enstitülerini kötülemek için nasıl yararlandıklarını 1966’da yayınlanmış «Köy Enstitüleri ve Koç Federasyonu» adlı kitapta şöyle görebiliriz(32): Burada Ali Uygur’un bir dergide çıkmış ya­ zısından alınmış bazı pasajlar vardır. Tonguç için anma tö­ reni yapılmasını eleştiren Uygur şöyle yazıyor: «...Fakat Şükrü Koç Kızılçullu Köy Enstitüsünden Emin Soysal’ın Müdürlüğü zamanında mezun olmuş, ora­ dan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsüne öğrenci olarak geçmiş, Hasanoğlan’daki mücadele faaliyetine katılmıştı. Hakkı Tonguç ve o zamanın okul idarecilerinin tutumun­ dan aciz kalarak nefsi bunalan ve en son çareyi T.B.M.M. ve o zamanın Meclis Başkanı rahmetli Kazım Karabekir’e bir mufassal raporla müracaat etmekte ariyan mücadeleci gençlerin faaliyetini Şükrü Koç bilmektedir. Bunların B.M .M .’e bu müracaatı üzerinedir ki Milli Eğitim’de Vekil değişikliği yapılmış, Tonguç vazifesinden uzaklaştırılmış­ tır. Köy Enstitülerinde işlenmekte olan facia daha o za­ man görülerek, tedbirleri rahmetli Reşat Şemsettin tara­ fından alınmıştır... Şükrü Koç Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünde işlenen faciaların ortasında bulunmuştur. Eğer Şükrü Koç isterse bu söylediklerimizin doğru olduğu hakkında o zamanki arkadaşlarından ve halen bir vilayet­ te Milli Eğitim Müdürü olan Hüseyin A tmacdyı konuştur­ mak mümkündür, Hüseyin Atmaca bugün her ne kadar köy enstitülülerin (çıktığın yuvaya ihanet ediyorsun) baskısı altında katiyen konuşmamak kararında ise de bizim onu yazı ve raporlarıyla konuşturmak imkanımız mevcuttur. Şükrü Koç’u Devrim Ocaklarının enstitüler hakkında tertip ettiği açık oturumda köy enstitülerinin açılmasını müda­ faa eden grubun içinde karşımızda görerek üzülmüştük. İki gün süren tartışmanın sonunda bizim ortaya koyduğu­ muz şaşmaz deliller müvacehesinde Şükrü Koç’un vicda­ nından kopup gelen sese tabi olarak bizim tarafımıza alın­ (32ı K öy E n s titü le r i ve K oç F e d e ra s y o n u , A n k a ra , 1966 s. 156, A li U y g u r’u n T ü rk Y u rd u d e rg is in in te m m u z 196S’d e ç ık m ış 6. s a y ıs ın d a k i b ir y a z ıs ın d a n n a k il. mamak istediği görüldü. Gerçi bu açık oturumdan sonra Ş. Koç’un köy enstitülülerin hücum ve baskısına maruz kal­ dığı ve öğretmen federasyonu seçiminde köy enstitülülerin desteği ile federasyon başkanı seçildiği bir vakıadır amma, Hakkı Tonguç’un ne olduğunu en az bizler kadar bilen Şükrü Koç’un ona anma töreni tertip ettirmesine akıl er­ dirmek güçtür...» Buradan anlaşılan şudur: Şükrü Koç ve Hüseyin At­ maca, Yüksek Köy Enstitüsünde öğrenci iken sağcı gru­ bun içinde bulunmuşlar, hatta Meclis reisine durumu bil­ dirir «rapor»lar vermişlerdir. Bu raporlar, bu gibi belgele­ ri o zaman görme olanağı bulunan eski müfettiş Ali Uy­ gur ve bunun aracılığı ile sağcılar tarafından bilinmekte­ dir. 1960’dan sonra, bir süre ileri derecede köy enstitüsü savunucusu olmayı uygun bulan Koç’un, bu eylemlerini et­ kisiz kılabilmek için, sağcılar bir çeşit siyasal baskı uygu­ lamakta, onun eskiden köy enstitülerine ve Hakkı Tonguç’a karşı bir kişi olduğunu gösteren belgeleri açıklamak­ la onu tehdit etmektedirler. Bu, köy enstitülülerin bazıları­ nın bir kurnazlık sayarak yaptıkları yalpalamaların günün birinde kendilerini ne kadar kötü duruma düşüreceğini gös­ teren iyi bir örnektir. Uygur’un, Koç’un bazı davranış­ ları konusundaki sözleri maalesef doğrudur: Sözü edilen açık oturumlarda biz de bulunduk ve gerçekten de Koç’un sağcıların kendisiyle ilgili eski belgeleri açıklamak tehdidi altında, içerisinde bulunduğu köy enstitülüler grubunu zor durumda bırakacak dönüşleri nasıl yaptığını yakından gör­ dük. Bu çeşit sapmalara bir kere girildikten sonra, aynı dönmeler, gerilemeler, yön değiştirmeler ne yazık ki bü­ tün bir yaşam boyunca sürmektedir, yahut kişi buna zorlanmaktadır. Zaman zaman köy enstitülerinin baş savunucularından gözükme çabası içindeki Koç’un böyle bir dönemde iken Tonguç’un üzerindeki bazı düşünlerini alalım0” . Tonguç’la ilgili bir anı anlattıktan sonra: «...Onun nasıl bir ülkü adamı, ne çetin bir iş eri, ne yaman bir ileriyi gören kimse olduğunu anlamak için pek çok ölçüler vardır. Am a unu­ tulmasın ki, bir karlı kış gününde ayağına postal geçirmiş bir genel müdür bir dağın başında üç çocuğun babasını ik­ na ettiği zaman çocuklar gibi sevinmişti. Üç vatandaş da­ ha kazanacağız diyordu. Bir dev adam ki, gücünü ve değe­ rini en az anlıyan bizim milletimiz oldu...» diyor. Şimdi Koç’un bu gücü ve değeri ne kadar iyi(!) ve erken(!) anla­ dığını gösteren şu satırlara da bir göz atalım: Koç 1954 yılı Mayıs ayından sonra «Köy ve Eğitim» dergisinde yaz­ dığı bir seri makalede köy enstitülerini inceler, birçok özel­ liklerini över. Ama bir arada da şöyle demeği uygun bu­ lur04’: «...K öy enstitülerinin kaderine hakim olan bazı ida­ reciler zamanında bir taassup dalgası esmişti: Köylü çocuk­ larını şehirle, şehir hayatıyla temas ettirmede kısıntılı dav­ ranmak. Mümkünse ettirmemek. Esasen kasaba ve şehir­ lerden uzak kuruluşlar oldukları için böyle bir taassubun itibar kazanmasına yardım eden faktörler mevcut olamaz­ d ı... Köy enstitülerinde öğrenci mevcutları çok kalabalık idi. Her yıl yüzlerce çocuk alınıyor, bir o kadarı mezun ediliyordu. Bu çokluk kavramı birçok eğitim idarecilerinin kafasına yerleşmişti. Zaruretler, şartlar, davaya olan heye­ canları bu tertip bir yola gitmelerine sebep oluyordu. Bu ise çocukların, öğretmenlerin iç münasebetlerinde, birbir­ lerini tamma ve anlamalarında, öğretim vetiresindeki yer­ lerini bulmalarında hepsine de aynı imkanları vermemek gibi bir neticeye yol açıyordu. İçlerinde daha az zeki, daha az insiyatif sahibi, kabiliyetli, daha az sosyal olan çocukla(33) T o n g u ç ’a K ita p , İm e c e y a y ın la n İs ta n b u l 1961. s. 258, 259 v e D e m e t d e rg isi, s a y ı 87, T o n g u ç Ö y k ü sü b a şlık lı y azı, Ş ü k rü K oç. (34) K ö y v e E ğ itim D erg isi, a ğ u s to s 1954, s. 14 ■ 15. K öy E n s titü le r i v e K işilik G elişim i, Ş ü k rü K oç. rıtı da bulunduğu bir toplulukta muayyen ve mahdut maddi imkanların bulunduğu bir eğitim çevresinden aynı derecede nasiplenmek ve faydalanmak mümkün olamazdı sanı­ rız...» O dönemde Bakanlık bu gibi eleştirilerden pek hoş­ lanıyor, bunlan yapanların ilerleme olanakları artıyordu. Koç da eğitbilimci olmanın yollarını bu ulemalık özentileri ile zorluyordu. Birkaç yıl sonra, ülkenin gçnel havası ikti­ dara karşı olmaya başlayınca da daha uzak amaçlara gö­ re çabalarını yeniden ayarlıyacak, bu defa köy enstitüle­ rini savunacak, 1946 sonrasının düzeltmecilerine veryansın edecekti. Yine 1954 yılına bakalım(35): «...Şimdi bu eğitim kurumlarının üstün ve zayıf yönlerini, ileri ve geri taraflarını kısaca sıralıyalım: 1. Fizik çevre: Kuruluş ve binalar bir düzen, yeknesak ve prototip değildir. 2. Maddi imkanlar ve kolaylıklar hepsinde tam ve mükemmel değildir. 3. Öğ­ rencilerin giyim, gıda ve eğlence ödenekleri cömertçe ve­ rilmemektedir. 4. Diğer okulların sahip oldukları birçok imkan ve maddelerden mahrumdur. 5. Öğrenciler bambaşka esaslara göre seçilip alınmaktadır. 6. Öğretmen ve ida­ reciler çok kere en iyiler arasından seçilmemişlerdir. 7. Faaliyet ve ders konuları çok çeşitli ve muhteliftir. 8. Ge­ leneksel bir program ve müfredat dışı bir anlayışla dersler uygulanmaktadır. 9. Tecrübecilik, inceleyicilik ve araştırı­ cılık temayüllerine yer vardır, 10. Tüzük ve yönetmenlikler, idare tarzı müşterek olarak hzırlanır, uygulanır. 11. Öğ­ rencilik yıllarında realitenin içine girip onlarla karşıkarşıya kalmak vardır. 12. Bazı tefrit ve ifrat fikirlere, taassublara yer verilebilmiştir. 13. Öğretme ve müşahede direkt oluyor ve zenginleştiriliyor. 14. Öğrenci mevcutları nor­ malden fazla kalabalık idi. 15. Öğretmen, usta öğretici, öğrenci ve müstahdem aynı hayatı paylaşıyordu. 16. Oku( 35) K öy ve E ğ itim d e rg isi, a ğ u s to s 1954, s a y ı 7, s. 12, 13. yan ve okutanların müşterek bir dünya görüşleri vardı. Bu görüş homojen bir idealizm ve taassup derecesine varan bir inanç yaratıyordu. 17. Enstitüler ilerici, yenilikçi ve devrimci idiler. 18. Kendini bulma, arama ilkesi esas ola­ rak kabul edilmişti. 19. İstihsal ile istihlaki ayarlama, mak­ satlı öğrenme, ekonomik planlama fikri vardı. 20. Köylü (cemiyet ile kurum arasında) samimi ve yakın münasebet­ ler, içiçelik, birlikte yaşama fırsat ve tesirlenme imkanları vardı... Ancak bu faktörlerin hangisinin, hangi derecede ve ne kadar öğrenci üzerinde müessir olduğu, müspet etkile­ meye yardım ettiği, hangisinin başarısızlıklara sebep ve kaynak teşkil ettiğini anlamak ve bunu genelleme halinde söyliyebilmek çok zordur...» Koç 1956’da ise şöyle yazıyor(36): «...K öy enstitüleri için hazırladıkları bir (ağıt) sayısı için yazı yazmak güç. Fakat yerinde bir vazifedir. Köy enstitülerinin kuruluşunu ve lağvım eğitim tarihimiz içinde önemli bir oluşum kabul ediyoruz. Kuruluşu sebebsiz ve dayanıksız değildi. Tarihi, kültürel, politik ve sosyal faktörleri sağlamdı... Fakat 5-6 yıl gibi çok kısa bir şekillenme devresi içinde köy enstitü­ lerine yüklenilen aktif fikir ve iş vazifeler o kadar çok ve ağır olmuştu ki, gelişme ve denenme çağında bulunan bir eğitim kurumu bu kadar ağır sorumlulukları kaldıramaz­ dı. Konusunu çok şumüllü tutmuş, imkanların dışına çık­ mış olmak gibi bazı istidatların görülmesi şu veya bu fel­ sefi okullara bağlanmaktan değil, bu işe karışanların faz­ laca idealist olmalarından ileri gelmişti, Hergünkü sosyal ve ekonomik gelişme safhalarını izah ederken, ihmal edil­ miş bir vatanın süratle kalkındırılması için radikal tedbir­ lerin zaruri olduğu, geçici sıkıntılara katlanmak gerektiği ileri sürülmektedir. Bu pek de doğru bir vakıadır... 4274 sayılı kanunla kendisine yükletilen ağır vazifeler, köy ensti­ (36) D e m e t d e rg isi, s a y ı 37, 1956, (K ö y D a ir) b a şlık lı m a k a le , Ş ü k rü K oç. E n s titü le rin e tüleri fikrinin gelişme safhasında bir duraklamaya sebep ol­ muştur. Her konuda olduğu gibi bu fikirde de çok çabuk genelleme (generalizasyon) yaptık. Doğulu bir kafa ile ba­ tılı bir fikri uygulamaya çalışırken olayın gösterdiği ve ev­ renselleştirecek kadar bilimsel veya köklü olduğunu bil­ mediğimiz belirtilerini derhal prensip ve kurallar haline getirmek istedik. Bunun en açık bir örneğini o zamanki Genel Müdür sayın Hakkı Tonguç teşkil eder. Köy ensti­ tülerine alınan gençlerin birer sanat öğrenerek yetiştirilme­ si fikri esasında güzel, psikoloji ve sosyoloji ile birlikte öğrenme ilkelerine de uygundur. Ancak kehdileri bu fikri nereden edindiğini sorduğumuz zaman, (jeeple anadoluda geziyorduk. Yolda bir kadın gördük. Elinde bir pulluk de­ miri vardı. Üç günlük yoldan sonra varabileceği bir köye bu demiri biletmeye gidiyordu. Anladık ki, köylere birer demirci lazım. Bu düşüncenin neticesi olarak öğretmenle­ rimizin aynı zamanda bir demirci, bir marangoz olmaları­ nı da sağlamalıyız) demişlerdir... Devlet eliyle köylere fen­ ni kovan, tarım aracı, atebrin gönderildiği devirler de ol­ muştur. Fakat gönderilen madde ister bir eşya ister bir fikir olsun, karşıdaki insanlardan bunlara aid ihtiyaç, ilgi ve motif olmadıkça kabul edilip öğrenilemez. Biz ise kar­ şıdaki insanların yalnız birer alıcı olduklarını kabul, onla­ rın yalnız alıcı değil, etki ve tepki yapabilen kimseler bu­ lunduğu vakıasına daha az dikkat ettik...» 1960’dan sonra kendisini köy enstitülerinin baş sa­ vunucularından biri olarak ilerici ve gericilere kabul ettir­ meyi başaran Koç, bakalım bu defa ne diyor(37) Ona göre, (kendi deyimi ile) köy enstitülerinin Sosyo-Ekonomik, Sosyo-Politik ve pedagojik anlamları vardır, Örneğin: « ...o yıl­ lardaki ihtiyaçları karşılıyacak sayıda, ekonomik ve sosyal kalkınmanın gerektirdiği vasıfta meslek mensubu köy eko(.37) Y ön d erg isi, s a y ı 17. 11. n is a n 1962, K ö y E n s titü le ­ rin in G erçek A n lam ı, M. Ş ü k rü K oç. nomimize arzedilecekti...» Sosyo - politik açıdan ise, «...4274 sayılı kanun, halk yığınlarının kendisi hakkında karar verebilir bir seviyeye çıkarılması ve toplumun dinç, sağlam kuvvetlerinin ortaya konması için çıkarılmış bir devrim kanunu idi...» ve «...K öy enstitülerinin en çok iş­ lenmiş olan, pedagojik yönü daha belirgindir. Kısa zaman­ da milli hudutlarımızı aşan bir üne kavuşmasında, enstitü­ lerin pedagojik anlamı çok etkili olmuştur...» dedikten sonra, enstitülerin kentlerin dışında ve 1000’i aşan mevcut­ larıyla kurulmuş olmasının ,alınan çocukların kabiliyet ve gelişme durumlarına göre buralarda yetiştirilebilmesinin, toplum hizmeti görebilmek için bir ortak ülkü verilebilmesinin başlıca özellikler olduğunu belirtiyor ve diyor ki: «...İş ilkesi buralardaki eğitimin temel felsefesine dahildi. Yaratıcı tipte, teşebbüs sahibi, kafası ile birlikte eli, kolu ve duyguları da işliyen insan yetiştirmenin denen­ miş metodu «iş içinde eğitim» idi... Yapılan eserler hem öğrenme, eğitilme aracı olmuş, hem de ihtiyaçları karşılıyan unsurlar olarak hizmete girmiştir. ..» Koç’un düşünleri üzerinde uzun boylu durmayı gerek­ li görmüyoruz. Zaten kendisi yaptığı eleştirilerin zaman zaman tam zıddı düşünler açıklamakla ortada birşey bı­ rakmamıştır. Bu eleştirileri yaparken o çağın sağcı yazar ve öncelikle üniversite mensuplarından esinlendiği söylene­ bilir. ■ Saldırganlar Koç’un aksine «ulemalık» seviyesinde kalamamış, ba­ sit ve bayağı şekilde enstitülere saldırmış, onları lekeleme­ ye kalkmış, «sosyo - politik» kaypaklığı da başaramıyarak, doğrudan doğruya en aşırı sağcılarla işbirliği yapmış, uzun boylu üzerlerinde durulması gerekmiyen bazı enstitü çıkış­ lılar daha vardır. Bunlar uygun dönemlerde aşırı sağ der­ gilerin sayfalarında boy gösterip kaybolurlar; kendilerinden aşırı sağ yararlanır. Bir ara, 1961’den sonra «Hüryol» gibi İzmir gazetelerinde türeyen Kemal Fedai Coşkuner adlı es­ ki köy enstitülü bir ömek olarak gösterilebilir. Yazıp söy­ lediklerinde aşırı sağcıların o zamana kadar ortaya attık­ larının dışında, yani komünistlik, ahlaksızlık, yolsuzluk suç­ lamalarından başka ilginç bir nokta yoktur. Şüphesiz ki her topluluğun içinden o topluluğa saldıranlara hizmet arzedenler çıkar. (Bu kişinin yazılarına bir örnek olarak bak:(38)). ■ İbrahim Türk Örneği Bazı enstitülülerin de Bakanlık tarafından yaptırılan güdümlü soruşturmalar sırasında bu soruşturmaların ama­ cına (bilinçli veya bilinçsiz olarak) nasıl hizmet ettiklerini bir iki örnekle anlatalım'39’: «...53 No. lu belgede Hatay İli Altınözü İlçesinde gezici başöğretmen bulunan ve Ha­ sanoğlan Yüksek Kısmından mezun İbrahim Türk, Yüksek Kısımda iken kitap tanıtma saatlerinde (Sosyalizm Müca­ deleleri Tarihi), (İnsanlığın Kurtuluşu), (Demokrasi ve Sos­ yalizm) gibi kitapların başta bulunduğunu ifade etmektedir ki, bu kitapların mahiyeti üzerinde durmaya lüzum yok­ tur. İbrahim Türk bu ifadesinin bir yerinde -öğrenciler top­ lanmış Başkan seçiyorlardı. Bu seçimde sol tarafı tutan öğ­ renci grubunun seçimi kaybetmesi üzerine, koro halinde üstadlarının, yani Nazım H ikm efin şiirlerini okudular. İdare buna kulak asmadı. İsimlerini Bakanlığa verdik- diyor... İbrahim Türk, bu yazısında, Yüksek Köy Enstitüsünde milli inanışların yıkılmaya çalışıldığından, Kari Ebert ile birlikte (38) H ü ry o l g a z e te si, İz m ir, 11.9.1961, H â lâ m ı K öy E n s ­ ti tü l e r i ? , K e m a l F e d a i C o şk u n er. (39) K öy E n s titü le r i ve K oç F e d e ra s y o n u , A n k a ra , 1966 s. 140 v e 146. A li U y g u r’u n y az ısı. Hasanoğlan’a Sabahattin A li’nin de sokulduğundan, enstitü dahilinde öğrencilerin birbirlerini komünist olmaya ikna et­ meye matuf münakaşalar yaptıklarından, enstitüde her ak­ şam öğrencilere Aydınlık mecmuasından yazılar okutturulduğundan (bu dergi solcu neşriyat yapar), Enstitü Müdürü ...nin ilmi çalışmalar yapan öğrencilere otçu, taşçı, böcekçi gibi isimler takmakla ilmi çalışmalarla alay ettiğinden, öğ­ rencilerin elinde komünist partisinin manifestinin dolaştığın­ dan, bundan da idarenin haberdar olduğundan, enstitü mü­ dürü ...nin gözleri önünde solcu ...nın solcu fikirleri içine alan sözleri koro halinde söylettiğinden ve Hakkı Tonguç’un enstitüde bir öğrenci topluluğu önünde -analarınızın, ba­ balarınızın vaziyetini gözünüzün önüne alın, bunlara yapı­ lan muameleyi reva görüyor musunuz?- diye solcu fikir­ leri kamçılıyan bir konuşma yaptığından bahsetmektedir ki, Hakkı Tonguç’un enstitülerde takip ettiği gaye buradan da anlaşılmaktadır. ..» ■ Şevket Gedikoğlu Örneği Enstitülülerden gelme bir başka eleştiri tipi, enstitü­ lerin kuruluşuna iyi niyetle katılmış, olanca gücü ile çalış­ mış, fakat amaçlan ve enstitü sistemini tam olarak anlıyamamış bazı yöneticilerin, sonradan, iyi niyetle, enstitü düşmanlan tarafından sömürülebileceğini düşünmeden yaptıklan bazı açıklamalardır. Bunlara örnek olarak eski Kayseri Pazarören Köy Enstitüsü Müdürü Şevket Gedikoğlu’nun bazı yazılan gösterilebilir. Gedikoğlu’nun Müdür bulunduğu sırada, sistemin hümanist karakterini, hoşgörü­ ye dayanan özgürlüklerini tam olarak anlıyamadığını gös­ teren bazı belirtiler vardır. Örneğin okula alınmış ve öğre­ nimini başarı ile sürdürmüş bir öğrencinin anasının ermeni olduğunun bir rastlantı sonucu anlaşılması üzerine, bunu önemli bir sorun sayarak, Tonguç’a ne yolda hareket etme­ si gerektiğini soracak kadar, enstitü müdürleri içerisinde nasyonalist eğilimler gösteren bir kişidir440’. Ayrıca başın­ da bulunduğu enstitü, serbest okuma ve tartışma bakımın­ dan durgun sayılacak ve bu konuda müdürün en fazla kay­ gılara, korkulara sahip olduğu bir enstitüdür. Kirby, Ge­ dikoğlu’nun düşünleri üzerinde şunları yazıyor441’: «...Kanat’ın talebesi olan bir enstitü direktörünün, yani Şevket Gedikoğlu’nun Kanat ve SoysaFı müdafaa yolunda köy enstitülerinin kuruluşunu anlatış tarzı efsanenin gelişme ve yayılmasının mükemmel bir örneğini verir. Gedikoğlu’nun enstitülerin tarihini anlatışını okuyucuların taktirine bıra­ kırken şunu da nakletmek isteriz ki, onun köy enstitüle­ rini yakından bilen biri oluşuna bakarak gerçeğe aykırı olan bu izahı enstitüler üzerinde incelememizi hazırlarken ensti­ tülerin köy öğretmen okulu olarak başladığı sanısına düş­ memize sebep olmuş, fakat başarılarını, amaçları ve nazari temelleriyle izah etmemizi mümkün kılan ipucunu bulduğu­ muz zaman bu fikrin asılsız bir efsaneden başka birşey ol­ madığı meydana çıkmıştır. Gedikoğlu’nu okuyucuların tak­ tirine bırakarak...» Kirby’nin burada sözünü ettiğini Gedikoğlu’nun bir kitabıdır442’. Bu kitapta Gedikoğlu yukarıda değinilen Kanat’ın Kurun gazetesinde çıkan makaleleri üzerinde geniş bilgi vermektedir. Sonuç olarak, enstitülüler tarafından yapılmış eleştiri­ lerin de sağcılannki gibi, derinliğine yapılmış ciddi incele­ me ve araştırmalara dayanmadığı, yani nitelik bakımından üzerinde uzun boylu durmayı gerektirecek eleştiriler olma­ dığı söylenebilir. Bunların da önemi eylem bakımından, (40) ö z e l a rş iv : Ş e v k e t G ed ik o ğ lu n u n H a k k ı T onguça y a z d ığ ı m e k tu p la r. (41) T ü rk iy e d e K ö y E n s titü le ri, F . K irb y , im e c e y a y ın ­ la rı, A n k a r a 1962, s. 143. (42) N için E ğ itm e n K u rs la rı v e K ö y E n s titü le r i? Şev­ k e t G edikoğlu, 1949. köy enstitülerini yıkma ve bozma çalışmalarına yardımcı olmaları yönündendir. 3. Solcuların Eleştirileri Daha önceki iki grubun eleştirileri geçmişi ilgilendirdi­ ği, geçmişteki eylemler üzerinde etkili oldukları halde, sol­ dan gelen eleştriler herşeyden önce bugünün sorunudur; günümüzdeki gelişmeler ve köy enstitüsü sisteminin gele­ ceği bakımından önem taşımaktadır. Aynca nitelik bakı­ mından, bunların da çok ciddi, çaba harcanarak yapılmış inceleme ve araştırmalara dayanmamakla beraber, diğer iki grubun eleştirilerine kıyasla çok daha seviyeli olduğu bir gerçektir. Bütün bu özelliklerinden ötürü sol eleştirile­ rin üzerinde dikkatle durulması gerektiği kanısındayız. Soldan gelen eleştirileri süre bakımından üçe ayıra­ rak incelemek istiyoruz: A) 1946’dan önce, B) 1946 - 1960 arası, C) 1960’dan sonrası. Böyle bir ayırımı şunun için gerekli buluyoruz: Bu dönemlerde solcuların eleştirilerini söyleyebilme, yazabilme ve açık olarak belirtebilme olanak­ ları birbirinden farklıdır. 1946’dan önce solcuların, yine çoğukez yazı ile olmamakla beraber bir dereceye kadar eleştirme olanakları vardı. 1946- 1960 döneminde sus­ mak zorunda idiler; hiçbir olanakları yoktu. 1960’dan son­ ra ise yazma, söyleme ve düşünlerini açıkça belirtebilme olanakları diğer dönemlere kıyasla çok genişledi. Soldan gelen eleştirilerin hepsini bir birlik altında toplıyamayız. Bir defa solun düşünür ve yazarlarının sayı bakımından büyük bir kısmı, köy enstitülerini bizim an­ ladığımız anlamda anlamakta ve savunmaktadırlar. An­ cak küçük, ama etki alanı bakımından güçlü bir bölüğü­ dür ki enstitüleri eleştirmektedirler. Bunların arasında da bir eleştiri birliği yoktur. Çeşitli yönlerden ve açılardan so­ runu deşmeye çalışmaktadırlar. Bu kişilerin eleştirilerinin eylem bakımından en önemli yanı, öncelikle 1960’dan son­ ra giriştikleri bu gibi çalışmaların, yine 1960’dan sonra büyük çapta hız ve güç kazanan, yeni kuşakların uyanma­ sı, bilinçlenmesi süreçi içinde, bunların köy enstitüsü sis­ temini ilericiliğin bir sloganı olarak benimseme, savunma eğilimlerini zayıflatması gibi olumsuz etkiler yapabilmeleri olanağıdır. Böylece, eğer bu gibi sınırlı sol çevrelerden ge­ len eleştiriler üzerinde durulmazsa, köy enstitüleri konu­ sunda, bu konuyu yaşantıları ile bilmiyen ,öğrenmeye çalı­ şan yeni kuşakların, yanlış kamlara ve görüşlere varma­ ları sonucu, sol hareketin eylem ve teori açısından, köy ens­ titüleri düşünü ve enstitülülerin eylemlerinden uzak kalma­ sı, bunlardan yararlanamaması gibi bizce hiç de istenilmiyen bir tehlike ortaya çıkacaktır. Bazı solcu yazarlarca is­ tenilen de budur, demeye dilimiz varmıyor. 1946’dan önce solcuların köy enstitüleri konusundaki düşünleri, eleştirileri ve bu girişim karşısındaki davranış­ ları taktik olarak ne idi? Bunu anlıyabilmek için önce çok kısa olarak 1946’dan önceki Türk solunun durumuna de­ ğinmek gereği vardır. ■ 1946’dan Önce Sol 1946’dan önceki solun ve bir sol hareketin gelişmesi için gerekli ortamın durumunu kısa ve öz şekilde görebil­ mek için iki araştırıcıya başvuralım. Behice Boran şöyle diyor(43): «...Egemen sınıfların önce tek, sonra da çok partili iktidarının düşünce ve söz hürriyetine müsaade etmemesi kendi görüş ve politikalarına aykırı düşen her fikir ve sözü milli menfaatlere aykırı, vatan ihaneti, solculuk, komünizm, diye susturması, memleketin sosyal, ekonomik ve politik sorunlarının serbestçe tartışılmasını, eleştirilmesini, incelen­ di) T ü rk iy e v e S o sy alizm S o ru n la rı, B eh ic e B o ra n , Güııy a y ın la n , İ s ta n b u l 1968, s. 39, 40. meşini önlemiştir... Türkiye’nin tutarlı, sistemli bir fikriya­ tı -ideolojisi- dahi meydana getirilememiştir. Halkçılık, dev­ rimcilik, devletçilik, laiklik birbirinden kopuk, yüzeyde, şek­ len kabul edilip tekrarlanan ilkeler olarak kalmıştır. Tür­ kiye’nin şartlarına özgü bir sosyalist fikir akımı meydana gelememiş, Türkiye’ye sosyalizmi götürecek yöntemler araştırılıp ortaya çıkarılamamıştır. Milliyetçilik, demokra­ si, laiklik v.b. düşünce ve kavramlar gibi sosyalizm de Türk toplum hayatının yarattığı ve etkilediği bir fikir akımı ola­ rak değil, batıdan gelen bir düşünce sistemi olarak bir kı­ sım aydınlar arasında benimsenmiş, tartışılmıştır. Bu ay­ dınların ise işçi sınıfı, yoksul köylü kitleleri ve kentlerin, ezilen küçük zenaatkâr ve esnaf sınıfıyla doğrudan doğ­ ruya teması ve ilişkisi yoktu. Bizim egemen sınıflar sosya­ list aydınlarla işçi - emekçi halk kitlelerini birbirinden uzak tutmakta, kendi çıkarları açısından kurnaz ve titiz dav­ ranmışlardır. Bu şiddetli baskı rejimi altında sol akım kendi içinde farklılaşıp gelişmeden, bir yandan zaman za­ man takibata uğrayan bir yeraltı faaliyeti olarak yürümüş, öte yandan da sanat, edebiyat ve sosyal bilimler alanların­ daki ve dağınık olarak da daha başka alanlardaki aydınlar arasında bir fikir akımı olarak tutunmuş, fikir, sanat, ede­ biyat yayınları, dergileri halinde ifadesini bulmuştur...» Bu sözlere bakarak Türk solunun bazı özellikleri şöy­ le sıralanabilir: Sosyalizm Türkiye’ye dışardan gelmiş bir akımdır, asıl ilgilenmeleri gereken emekçi sınıflara yayılamamıştır, sosyalist fikir akımı Türkiye’nin koşullarına öz­ gü değildir. Bir başka araştırıcı, Mete Tuncay da şu sonuçlara vanyor(44): «...T ürk solculuğu 1 908-1925 yılları arasında siyasi iktidar mücadelesi açısından bakılırsa besbelli ki kü­ çük ve önemsiz bir hareket olmuştur. Salt bir tarih merakı(44) T ü rk iy e ’de S ol A k ım la r (1908 - 1925), M e te T u n çay , B ilg i y ay ın e v i, A n k a r a 1967, s. 197. m karşılamanın ötesinde bu konuyu araştırmaya değer kı­ lan, asıl fikri planda yapılan denemelerdir. Sosyalist teo­ riyi gözden geçirprek memleket gerçeklerine uydurmaya çalışan ilk solcularımız, bu pratik amaçlı çabaları sırasın­ da Türkiye’deki siyasetin oluşumunu anlamak bakımın­ dan bize pek çok şey öğretmişlerdir. Fakat uzun vadeli he­ deflerine yaklaşamamalarından başka, kısa vadeli olarak düşündüklerinin de gerçekleştirilmesinde -yani Türkiye’nin özel mülkiyete dayalı bir burjuva kapitalizmi yoluna gir­ mesinin önlenmesinde- başarısızlığa uğradıkları açıktır. Bu durumu sol harekete önderlik eden sorumluların iyi çö­ zümleme yapmış olsalar bile taktik kararlarında yanılmış olmalarıyla açıklamak .mümkündür. Ancak meselenin da­ ha derinde bir kökü de olabilir: Bu ülkede uygulanmak is­ tenilen teorik solcu görüş acaba ne kadar akıllıca hareket edilirse edilsin, doğmalarına sadık bir davranışı anlamsız, revizyon yapmaya hazır bir tutumu ise faydasız bırakacak kadar Türk toplumunun yapısına yabancı bir kuruluşta mıdır...» Burada Türk solunun bazı özellikleri daha ortaya çık­ maktadır: Türk solu başarısızdır, etkili taktikleri bulama­ mıştır, cılız ve siyasal eylem açısından önemsiz kalmıştır. Yazar ayrıca şöyle diyor(45): «...Türkiye’de solcu düşünüş bütün dönemlerinde başka ülkelerden esinlenmiştir...» Yine aynı yazar Anadoludaki sol hareketleri incelerken(46) fikir bakımından bu hareketleri üç gruba ayırıyor: «...B i­ rinci grubun solculuğu, sözlüğü gelişi güzel kullanmaktan ibaret görülmektedir... (yani Yeşilordu cemiyeti ile resmi TKP). İkinci grubda (yani Yeşilordu’nun Nazımbey kolu ile THİF’nın birinci dönemi -Yazarın notu: THİF’den ka­ sıt halk iştirakiyun fırkasıdır-) feodalite, burjuvazi, prole­ tarya koalisyonu ilkindeki gibi bir hareket noktası olarak alınmakta, fakat zamanla antiemperyalist mücadele tasfiye edilince antikapitalizmin de ağır basacağı, bu durumun sosyalizmin gelişmesine yol açacağı umulmaktadır... Üçüncü grubun bu orta duraktan farkı (gizli TKP ile Sup­ hi’nin teşkilatı ve T H tP nin ikinci dönemi) bir özlemi ger­ çekle karıştırarak dinci feodal unsuru geri plana atması, ve onun yerini sosyalist bilinçlenme süreci içinde bulunan emekçilerin doldurduğunu farzetmesidir...» 1925 yılından sonra yazarın ifadesiyle'47’: «...Ankara hükümetini özel sektör kapitalizminin yol açacağı acıları çektirmeden bir dönem atlatmak, bir hamlede sosyalizme yaklaştırmak istiy e n ...» sol hareket, yani: «...klasik olarak bir komünist partisinin bir kapitalist burjuva hükümetine karşı tipik tav­ rı olmayan bu davranış...» artık değişmiştir. Mete Tunçay’ın Türk solunun en ucu, en sol kanadı için yazdığı bu düşünler sanıyoruz ki, ılımlılar için de doğ­ rudur, hatta günümüz solunun içinde bulunduğu zorlukla­ rın köklerini de bu parçalarda bulma olanağı vardır. Tunçay’ın yazdıklarına bakarak bir özelliği daha ortaya çıka­ rabiliriz: Türk solu gerçekçi değildi, taktik hesaplarında Türkiye’deki gerçek siyasal güçleri, sınıfların ağırlığını, gücünü dikkate alırken yanılmalar içindeydi. 1946’dan önce, köy enstitülerinin kuruluş çağında, enstitü kurucularının kendilerine karşı durumlarını ayarla­ mak zorunda oldukları sol, bu özellikleri gösterir ve konu­ muz bakımından bizce bunların en önemlileri, başarısızlığı, gerçekçilikten uzak oluşu, taktiklerini yanlış ayarlaması­ dır. ■ Uluslararası Sol Türkiye’deki solun durumu bu iken, uluslararası so­ lun konumuz bakımından önemli özelliklerine de değinmek (47) a.g.e. s. 196. istiyoruz. Bunun önemi vardır; çünkü dışarıdan esinlenen bir düşünce akımı olarak, dışarıdaki solun tutarsızlık ve başarısızlıklarının içeridekileri de etkilemiş ve arttırmış ol­ ması gerekir. Yine en uç sola, dışarıdaki komünizme bir göz atalım (48): «.. .Bu çelişki (Yazarın notu: Sovyet devriminin köylerde karşılaştığı zorlukları inceliyen Deutscher’in söz ettiği çelişki kollektivist bir ekonomi ile köylülerin ekonomik bireyciliği arasındaki çelişkidir) ancak iç savaşın sonlarına doğru toprak ağalarının geri gelme korkusundan kurtulan köylüler zorla bireyciliği ileri sürdükleri zaman belirgin olarak ortaya çıktı... Bu tarihten itibaren 1920’leri ve 1930’ları kapsıyan on yıllık bir süre boyunca köyle kent arasındaki çatışma ve iki devrim arasındaki çarpış­ ma SSCB iç politika sahnesine egemen olmuş, ve bu çatış­ manın sonuçları Sovyet tarihinin tümünü etkilemiştir...» Bu satırları, dışarıdaki sol denemenin en aşırısının bi­ le köy ve köylü sorununa doyurucu bir çözüm bulama­ mış olduğunu anlatmak için aldık. Teorik ve pratik alanda herhangi bir ülkenin solcularının, uluslararası sosyalizm­ den köy ve köylü sorunu yönünden kopya edilebileceği işe yarar hazır bir reçete, belirli ve etkili bir taktik yoktu. O çağda, örneğin Çin gibi köylü sınıfına dayanan aşın sol denemelerin de bulunmadığım burada belirtmek gerekir. Yine aynı eserden(49): «¿...Cebri kollektivizasyonun tek akla yakın alternatifi köylülerin isteği ile kurulmuş bir kollektif yada kooperatif düzen olabilirdi. Bu alternatifin SSCB için ne kadar gerçekçi olabileceğini şimdi kimse kestiremez. Kesin olan tek şey, cebri kollektivizasyonun Sovyetler Birliğinin henüz atlatamadığı bir tarımsal yeter­ sizlik mirası bıraktığı ve köyle şehir arasında bir düşman­ lığa yol açtığıdır... Köylünün ülkenin siyasal ve toplumsal (48) B itm e m iş D ev rim , ts a a c D e u tsc h e r, H a b o ra k ita b e v i, İs ta n b u l, 1969. s. 38. (49) a.g.e. s. 72 73. hayatındaki ağırlığı bütün bu olayların sonucu olarak bü­ yük ölçüde azaldı. Köylüler toplumun yeni endüstiriel ku­ ruluşuna da tam anlamıyla katıştırılamamışlardır. Kolhozların gerisinde hâlâ o eski bireysel tarım, en küçüğünden ve en ilkel çeşidinden olmak üzere sürüp gitmektedir...» Türkiye’de birçok solcuların köye, köylüye güvensiz­ lik duyması, bir devrini taktiği yönünden ona öncelik ta­ nıyamamasının nedeni, bu konuda teorinin kendisindeki olumsuz tutumun yanısıra, pratik alanda da başarısız kalın­ mış olmasıdır. Bütün bu nedenlerin bazı marksistlerin köy enstitüsü girişimini eleştirmelerinde etkileri olmuştur. Dı­ şarıdan gelen düşünsel etkiler, bazı marksistlere köylü sı­ nıfının devrim bakımından güvenilemez, geri bir sınıf ol­ duğunu telkin ediyordu. Uluslararası sol hareketin güçlenmesini dünya çapın­ da zorlaştıran bir ikinci neden de Stalinizm idi. Bütün Stalin dönemi boyunca SSCB, dış ülkelerdeki sol hareketlerle yalnız kendi çıkarları açısından ilgileniyordu. Hatta, SSCB nin dış çıkarları gereği olarak, ilişki kurmuş olduğu ülke­ lerde gerici - tutucu iktidarlarla bile anlaşmaya girmekten, bu yolda o ülkelerin sol hareketlerini harcamaktan çekin­ miyordu. Çin Komünist Partisi’ne karşı Çan Kay Şek’in tutulması, Almanya’da nazizme karşı solcuların birlik ola­ rak çıkmasının enternasyonal kanalı ile önlenmesi ve na­ zizmin iktidara gelmesinin böylece kolaylaşması gibi tak­ tikler, birçok eski marksistlerce ana doğrultudan sapma olarak kabul ediliyordu. SSCB’nin dış ülkelerdeki sol hare­ ketlerin çıkarlarını ikinci plana iterek, SSCB’nin kendi çı­ karları açısından bunları kullanma politikası, dış düşünsel etkilere açık marksistlerin, bilerek veya bilmiyerek, yapılan telkinlerin etkisiyle, tutumlarını kendi ülkelerinin ve ken­ di topluluklarının gerçeklerine uymayan, çoğu kez kendi­ lerini başarısız kılan durumlara düşecek şekilde ayarlama­ ları ile sonuçlanıyordu. Bu gibilerin, ülkelerindeki girişil- miş birçok ilerici atılımlarm da böyle bir durumda yanlış ve gerçekçi olmayan açılardan değerlendirecekleri ortada idi. O çağda hiçbir kişinin Mao hareketinden de, yani köylüye dayanarak önemli bir devrim yapılmakta olduğundan da haberi yoktu; zaten marksistlerce bu işlerde otorite sayı­ lan SSCB teoricileri de Mao hareketini ciddiye almamak­ ta inat ediyorlardı. Bunlara göre, Mao’nun, «Çin devrimi kentten köye değil, köyden kente yayılacaktır», sloganı saçmalığın ta kendisi idi. Onların yanılgı ve tarihsel atla­ maları o derecede idi ki; Mao, Çan Kay Şek’i yenip, ikti­ dara elkoyduğu zaman bile, Moskova’dakiler ona Çan Kay Şek’Ie anlaşmasını öğütlüyorlardı! Ve Mao’ya(30): «...sat­ ranç tahtasının önemsiz köşelerinden birine yerleştirilmiş bir garip piyon gözü ile bakılıyordu...» Teorik bakımdan diğer ülkelerin bazı marksistlerinin köy ve köylü sorunu konusunda böylece gerçekleri göremiyecek derecede, dış etkilerin de altında gözlerinin bağlanmış olduğunu kabul etmek gerekir... ■ 1946’dan Önce Türk Solu ve Köy Enstitüleri Bunu incelemeden önce şu noktayı belirtmek gerekir: Türk solu dediğimiz zaman, düşünsel ve siyasal bir birliği kastetmiyoruz. «Türk solu» deyiminin içinde eylem bakı­ mından bağımlı ve bağımsız gruplar, kişisel kalmış olanlar, düşünce bakımından da en bağnaz ve koyu marksistlerden sol revizyonistlere kadar geniş bir cephe anlaşılmalıdır. Ama bunların hepsi üzerinde uygulanan baskı o kadar şid­ detli idi ki, aralarındaki bu önemli eylem ve ilke, düşünce ayrılıklarını ayrı ayrı saptamak, görmek olanağı bile kal­ mıyordu. İşte bu bir eylem ve düşünce birliği göstermiyen solun bir çok kişileri köy enstitüleri deneyini önemli bir sol hareket olarak görmüşler, benimseyip desteklemeye çalış­ mışlardır. Biz bunlara fazla değinmiyeceğiz. Daha sonraki gelişmeler bakımından şüphede olanların önemi vardır. Bu gibiler yukarıda açıklamaya çabaladığımız nedenlerle köy enstitüleri hareketine karşı bir çekingenlik, bir güvensizlik duymuşlardır. Bunu gösteren, 1946 öncesine ait önemli yazılı belgeler yoktur. Belki de bu gibiler, bu çeşit düşün­ lerini yazıya dökmeyi çeşitli taktik hesaplarla uygun bulma­ mışlardır. Bunlarca, alışkın olmadıkları ve hem teorik bil­ gilerine ve hem de pratikteki uygulamalardan duyup işit­ tiklerine göre böyle köylü sınıfına yönelmiş bir hareket pek ciddiye alınamaz, bundan olumlu sonuçlar beklenemezdi. Bu tutucu sınıftan işe başlamak yanlıştı, kitapta yeri yok­ tu. Hele bu işe girişenlerin, örneğin Tonguç’un, kitap ve yazılarında onların alışkın oldukları deyimleri, varsayım­ ları, bütün bir «tarz» ı kullanmamasını küçümseme ile kar­ şılıyorlar, bunu yazarın bilgisizliğine veriyorlar, ama bütün bu düşünlerini de geniş çapta yazıya döküp açıklamayı he­ saplarına uygun bulmuyorlardı. Oysa, etkin işler yapması gereken bir sola düşen, 1) Gerekli uyarmaları yaparak marksizmi bilmediklerini san­ dıklan hareket yöneticilerini aydınlatmak, onlara yol gös­ termek, 2) Hareketin içine kanşarak bu hareketten kendi taktiklerine göre yararlanmak olmalıydı. Tonguç’un sol harekete karşı tutumu ne idi? Herşeyden önce bir sol aydın olarak Tonguç’un bütün hoşgörü­ sü ile her türlü sol düşüne ve aydına yakınlık duyduğu, say­ gı beslediği söylenebilir. Gençliğindenberi ülkedeki ve dı­ şarıdaki sol hareketleri ilgi ile izlediği bir gerçektir. Ensti­ tülerin kuruluş çağında da Türk solunun düşünlerinden ve sol aydınların emeğinden yararlanmak istemiştir. Bu açı­ dan sol hareketi incelediği ve sol aydınlarla ilişki kurmak istediği zaman şu gerçeklerle karşılaşmıştır: Yukarıda eleş­ tirilerine değindiğimiz sol aydınların, genellikle, kendisinin karşısında bulunduğu sorunlar bakımından söyliyebildikleri pratik değeri olan birşeyler yoktur. Kendisinin de bil­ diği, çok teorik, çok klasik, kalıplaşmış, bir sol aydına ilk bakışta çekici gelen, ama günün koşulları içinde sorunla­ ra bir çözüm getirmiyen uzun konuşmalar, kendisine ders olarak sunulmaktadır. Bu yönden karşısmdakileri deştikçe hayal kırıklığı artar ve günün birinde, solun önemli kişile­ rinden biri ile yaptığı bir konuşmadan sonra, kanısını ya­ kın çalışma arkadaşlarına şöyle açıklar: Bunların ülkenin gerçek durumundan bu derece habersiz olduklarını bilmi­ yordum! Ve onların uyarmalar yaparak köy enstitüsü ku­ rucularını aydınlatmak taktikleri böylece suya düşer. Bü­ tün bu teori yığını içerisinden Tonguç’a verebilecek, onun işine yarıyacak pratik bir takım öğütler bulup çıkarama­ mışlardır. Tonguç’un sol aydınların emeğinden yararlanmak is­ tediğini söylemiştik. Gerçekten de sol aydınlardan istiyenleri gerek köy enstitülerine, gerekse Yüksek Köy Enstitü­ süne öğretmen ve profesör olarak atamış, bunlardan yarar­ lanmaya çalışmıştır. Yalnız bu konuda ölçüsü şu olmuş­ tur: Bu sol aydınlar kişilik ve eylemleri bakımından sol ha­ reketlere aşırı duyar bir iktidarın köy enstitülerine karşı bir durum takınmasına yol açmıyacak nitelikte olmalıdır­ lar. Böyle davranması zorunlu idi. İktidarla girdiği bir sessiz anlaşmaya dayanarak işleri yürütüyordu. Hem bir­ kaç sol aydından ötürü işin bütününü tehlikeye atamazdı, hem de yaratılışı gereği açık davranmaya, iktidarın bilgisi dışında, gizli işlere aracılık etmemeye kendisini zorunlu gö­ rüyordu. Buna rağmen sol aydınlardan yararlanma konu­ sunda iktidarın o çağdaki tahammül sınırlarını bir hayli zorladığı söylenebilir. Ama ana ilkesi, işin bütününü teh­ likeye atmamak idi. Sınırı ona göre çizmeye özel bir dik­ kat göstermiştir. Bu bakımdan aşağıdaki anı ilginçtir'51’: (51) F o ru m d e rg isi, H iirre m A rm a n , s. 344, 1.8.68. Hürrem Arman, 1943 - 1944 ders yılmda Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünde D il-T arih Coğrafya Fakültesi­ nin dört değerli öğretim üyesinin de çalıştırılmasını Tonguç’a önerdiği zaman (Yazarın notu: Söz konusu olanlar, Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif Başoğlu, Pertev Boratav ve Behice Boran’dır), Tonguç’un kendisine: «...K im onlar­ dan da faydalanmak istemez? Sen Ankara'ya daha yeni geldin, burada esen rüzgarları bilmiyorsun. Onların atan­ ması zaten başlıyan tepkileri çoğaltır. Yürürlükte olan dü­ zen ve enstitüler konusunu birkaç yıl evvel de konuştuk. İşi bu açıdan al ve ayaklarını toprağa bas...» dediğini an­ latır. Tonguç’un sınıf bilincini uyandırma taktiği ile bazı solcuların bu konudaki düşünleri birbirinden pek farklı­ dır. Bir kısım solcular enstitülerdeki görevleri sırasında en basit anlamda propaganda taktiğini denemeye kalkmışlar­ dır. Böyle bir taktiğin o günün koşulları içinde kendi açıla­ rından yarar yerine zarar getireceğini hesap edememişler, enstitülerde bir takım olaylara ve bu olayların sonucu so­ runun bütünü ile ilgili, Tonguç tarafından zorlukla çözümlenebilen komplikasyonlara yol açmışlardır. Pazarören’deki Fikret Madralı olayı, Çifteler’deki Asiye Eliçinin ka­ rıştığı olay bunlara ömek olarak gösterilebilir(52). Bu gibi olaylarda öğretmenlerin gözden çıkarılması gerekmiştir. Bu defa da kızmışlar, küsmüşler, bu gelişimi o günün siyasal ve toplumsal koşulları açısından değerlendirememişler, işi enstitü yöneticilerinin ve Tonguç’un ilericiliğinden, sistemin ilerici karakterlerinden şüpheye vardırmışlardır. Bu olay­ larda sonraki sol eleştirilerden bazılarının köklerini bul­ mak olanağı da vardır. Bu kaba taktik denemelerinin kar­ şısında, Tonguç’un uyanma, aydınlanma ve sınıf bilincine erişmeden anladığı, çok daha fazla o günün koşullarına ve (52) Ö zel a rş iv : B u o la y la rla ilg ili b e lg e v e m e k tu p la ş ­ m a la r. eğitbilim ilkelerine uygundur. Ona göre eğiticinin görevi, hiçbir karışma ve baskı ile yön verme girişimi olmadan, öğrencinin ilgilendiği konuları her yönü ile kendi kendine inceliyebilmesini sağlıyacak okuma, düşünme, konuşma ko­ nularında en geniş özgürlük ortamı yaratmaktır. Böyle bir ortam içerisinde, o kendi yolunu kendisi bulur, burada eği­ timciye düşen, olsa olsa, kendisine başvurulduğu zaman bazı uyarmalar ve açıklamalar yapmak olur. Şüphesiz ki bu taktik, o günün koşullarına uygun olduğu gibi, dürüst, açık ve meşruiyet çerçevesi içindedir, nicelik bakımından ise çok geniş bir kitleye seslenir. Yürütme gücünü aldığı İnönü’ye her türlü düşünün tartışılabileceği özgürlük orta­ mı ilkesini kabul ettirebilir, nitekim ettirir; ama ona tek bir düşün sistemini, tek yönlü olarak enstitülerde uygula­ mayı kabul ettirme olanağı elbette yoktur. Böyle bir işe ise gizlice girişmek, hem ahlak anlayışına aykırıdır, hem de akılsızcadır; çünkü böyle bir çabanın gizli kalabileceği düşünülemez. Bazı solcular, doğmatik ve sindirilmemiş bilgileriyle sistemin içindeki ilericiliğin asıl bu gibi ilke ve yöntemle­ rinde olduğunu anlıyamamışlar, kendi kaba ve çocuksu yöntemlerine göre birkaç kişiyi cephelerine çekmek baha­ sına binlerce öğrencinin manevi gelişimini sağlıyan bir sis­ temin bütününü nasıl tehlikeye attıklarını görememişlerdir. Ama bu, o çağ solunun en zayıf yanıdır; teorik planda ağızlarından bal akan, kalemlerinden kan damlıyan bügiç bir kısım solcular, eyleme geçtikleri zaman, hayret edilecek derecede çocuklaşır beceriksizleşir, akıllan durdu­ racak basitlikte girişimlere kalkışırlar ve bunlardan ciddi bir sonuç çıkacağına safçasına inanırlar. Bu bilgiç teorisyenlerin eylemdeki bu çeşit tutumlarının nedeni, bunların aslında ezilen ve sömürülen sınıflardan değil, varlıklı orta sınıftan gelme aydınlar olmalarından ötürü olsa gerektir; ezilen sınıflarla ilişki kurmakta, onları etkilemekte son de­ rece yanlış davranırlar ve başarısızdırlar; çünkü bu sınıf­ ları tanımazlar. Çıkarlarını savunmaya çalıştıkları ezilen sı­ nıflarla aralarındaki yabancılık, onların teorik bilgilerinin parlaklığı ile eylem sırasındaki davranışları, taktikleri ara­ sında tipik bir çelişme ile sonuçlanır. Makale ve kitap yaz­ maktaki başarıları ile, örgütlenme, bu örgütleri yönetme ve eylemde amaçların ulaşma yönünden beceriksizlikleri halk­ tan kopukluğun sonucudur. Toplumsal- analizleri ne kadar doyurucu ise, bu analizlerden pratik sonuçlar çıkarmaya sıra geldiği zaman o derede zorluğa uğrarlar, yanlış taktik­ ler verirler. Bu durumlarıyla olanca iyi niyetlerine rağmen, çoğu kez eylem içinde kendilerine, savundukları düşünlere ve kendilerine inanıp bağlananlara istemeden zarar verir­ ler. İşte bu gibiler enstitülerde davranışları ile olumsuz et­ kiler yapacak duruma geldikleri zaman Tonguç, işe karış­ mak ve genellikle onları enstitülerdeki görevlerinden almak zorunluğunu duymuştur. ■ «Köy Tetkikleri Bürosu» Önerisi Kamudan ve iktidardan gelebüecek tepkiler onu, kişi­ sel dostu Sabahattin Ali’nin enstitülere girmesini önleme­ ye, Yücel tarafından Bakanlık emrine alındıkları zaman Bakanlık Disiplin Kurulunda bu karara karşı oy kullanan tek üye olacak kadar değer verdiği Dil - Tarih Coğrafya Fakültesinin üç öğretim üyesine Yüksek Köy Enstitüsünde öğretim görevi vermemeye itmiştir. Bu olaylardan uzun bir süre sonra, 1962 yılında, Niyazi Berkes(53) o zaman kendi­ lerinin enstitülere sokulmamalarına çok kızdığını, bunu ge­ ricilik olarak yorumladığını, ama yıllar geçince ve o gü(33) N iy a z i B e rk e s ’le A n k a ra d a 1962 y ılın d a özel k o n u ş­ m a. nün koşullarını soğukkanlılıkla düşününce Tonguç’un doğ­ ru hareket ettiğini anladığını, ona hak verdiğini, taktik olarak yanüş davrananların kendileri olduğunu sandığını bize anlatmıştır. Yine bu çağ ile ilgili ilginç bir belge, bu Fakültedeki solcu öğretim görevlilerinin köy enstitülerinden yararlana­ rak bir «köy tetkikleri bürosunun» teşkilini bakanlığa önermek için verdikleri rapordur(54). Pertev Boratav. Behi­ ce Boran, Niyazi Berkes, Mediha Berkes tarafından imza­ lanmış olan bu raporda özet olarak şöyle denmektedir: «...Vekilliğiniz tarafından kurulmuş olan (köy enstitüleri) memleketimizin kültür hayatında büyük bir terakki teşkil edecek ve onbeş yıl içinde en hayırlı inkılaplarımızdan bi­ rini tahakkuk ettirecek bir teşebbüs olacağına hiç şüphe yoktur. Bu vesile ile ilim hayatımızın da doğrudan doğru­ ya sosyal hayatımız üzerinde yapılacak olan bu faaliyetler­ den müstefid olması imkanını düşünerek bu husustaki fi'kirlerimizi bir plan halinde makamınıza takdim etmeye ce­ saret ediyoruz.» ve «mahalli tetkikler üzerine müstenid ilim ihtiyacı» üzerinde durularak «inkilaptan beri halka doğru harekelin uyandırdığı köy alakası çok taktire değmekle be­ raber, herhangi ilmi araştırma terbiyesinden mahrum olan­ ların bu sahada şimdiye kadar yığdıkları materiel metodsuz toplanmış, sübjektif ve noksan olmaktan öteye geçememiş­ tir. Köy realitesinin anlaşılması için hakiki ilmi prensipler­ den hareket etmek ve modern cemiyet ilminin metotlarını sıhhatle kullanmaktan başka çare yoktur. Bu bakımdan bu araştırmaların teşkilatlandırılması zaruridir. Ancak böyle bir teşkilat devamlı ve sistemli bir surette köylerle teması temin edebilecektir» denilerek, bir «köy tetkikleri bürosu kurulması» öngörülmektedir. «Bu büronun... enstitülerden hem köyler hakkında malumat menbaları, hem de yapacaM ö z e l a rş iv : 18.6.1940 g ü n lü M a a rif V ek illiğ in e y a z ıl­ m ış, a ltı s a y f a lık belg e. ğı mahalli tetkiklerde yardımcı vasıtalar olarak istifade eder... Köy sakinlerinin iktisadi hayatı, sosyal bünyesi, kültür hayatı ve her nevi ihtiyaçları hakında şayanı itimat, ilmi malumata malik değiliz... Bu noktaların nasıl tetkik edileceğine dair işlenmiş, tecrübe edilmiş ve başka mem­ leketlerde semere vermiş metod ve araştırma teknikleri eli­ mizde mevcuttur.. . » Bu tetkiklerin nasıl yapılacağının an­ latılmasından sonra önerilerini şöyle özetlemektedirler: «.. .a) Köy kalkınma davasını emniyet ve süratle başarmak için Türk köyünün realitesini ilmi metodlarla tanımak, b) Perakende, mahalli olan ve problemleri Türk içtimai bünyesinin çerçevesi içinde mütalaa etmiyen tetkiklerin ye­ rine bize köyü bütün cemiyet tekamülü içindeki değişmele­ ri ve cemiyetin bütünü ile olan münasebetleri bakımından tetkik etmek, c) Memlekette köy tetkikleri meselesi ile ala­ kadar müessese ve fertlerle irtibat tesisi suretiyle bu sahada yapılan işleri bir merkez etrafında toplamak ve bu suretle perakende teşebbüsleri verimli bir hale getirerek kıymet­ lendirmek, d) Bu suretle elde edilen mutaların ilmi tasnif, mukayeseli izahı yolu ile Türk köyünün realitesini aydın­ latacak olan sosyolojik kanunlara varmak...» Bundan sonra öneri sahipleri bir örgüt taslağı sun­ maktadırlar. Bu taslağa göre Büronun merkezi Ankara ola­ cak, büro Ankara köylerini inceleme konusu yapacak, ay­ rıca köy enstitüsü açılmış bölgelerde de diğer inceleme alanları seçecektir. Büro Dil - Tarih Coğrafya Fakültesinde olacaktır, büronun bilimsel çalışmaları Fakülte Sosyoloji Araştırma Merkezi ve Folklor Arşivi tarafından ortak ola­ rak düzenlenecek ve yürütülecektir. Kadroda köy enstitüle­ rinden bu alanda çalışacak elemanlar da bulunacaktır. Bu önerinin doğruluğu ve yararlılığı şüphesiz ki tar­ tışma götürmez. Tartışılması gereken konu, 1940’da bu­ nu gerçekleştirme olanağının olup olmadığı ve gerçekleşti­ ği, bilimsel sonuçlar da (ki bunların neler olacağını öngör­ mek zor değildir) ortaya çıkıp, köy sorunu apaçık ortaya döküldüğü zaman ne olacağıdır. Bu, genel nitelikleri bakı­ mından içindeki ilerici aydın azınlığına rağmen, bir burju­ va iktidarı olan o günkü iktidara, taktik olarak, apaçık ya­ pılacak sol uyarmalarla ezilen sınıfların yararına işler yap­ masının kabul ettirilebileceğine inanmak demektir ki, solun bu taktiği, gelişen koşullar içinde 1925’de iflas etmiştir. O halde, soyut olarak hiç bir noktasına karşı çıkılamıyacak böyle bir önerinin pratik eylem açısından o günün ko­ şullarını tam değerlendirmeden yapıldığı ve genel niteliği bu olan bir iktidarla bir sessiz anlaşma sonucu çoğu kez o iktidara rağmen bir takım atıhmlar yapmaya çalışan Ton­ guç ve arkadaşlarını zor duruma düşürmekle sonuçlanabi­ leceği hesaplanmış mıdır? Bu öyle bir iktidardı ki, «İlmi araştırma terbiyesinden mahrum olanların... yığdıkları metodsuz toplanmış, sübjektif ve noksan materyal» yerine en biümsel yöntemlerle sonuçlara varıp apaçık önerinizi yap­ tınız mı, yani aynı zamanda iktidarın gözünü de kendi çı­ karları açısından açtınız mı sizi zor işbaşına getirir ve zor bu bozuk düzeni düzeltme olanağı verirdi. Böyle açık ve bilimsel uyarmaların sonu hep bu olmamış mıydı? Kadro hareketi böyle sonlanmamış mıydı? 1940’larda ana so­ run, bilimsel araştırmalar yaparak iktidarı «tenvir etmek», aydınlatmak değil, ezilen sınıflan uyandıracak mekanizma­ yı kurabilmek için iktidan bir köşesinden ele geçirmekti. Böylece sanıyoruz ki, bu güzel rapor ve öneri 1940’da ya­ nıtsız kaldı. Ancak 1945’e değin, mekanizma kurulup, ör­ güt biraz oturduktan sonra, Tonguç bu yönde sayılabilecek işlere girişmiştir: Yüksek Köy Enstitüsünde burada görevli bazı üniversite hocalannm önderliği ile bilimsel inceleme­ lere büyük önem vermiş, öğrencileri D il-T arih Coğrafya Fakültesinin bazı derslerine yollamış, bir ortak çalışma or­ tamı hazırlamaya ve geliştirmeye çalışmıştır. ■ Sol Eleştirilerin Özeti 1946’dan önce solun bir bölümünün köy enstitüleri konusunda çoğunlukla yazıya dökülmemiş eleştirileri şöyle özetlenebilir: Köy enstitüleri bilimsel yöntemlerle yapıl­ mış araştırmalar sonucu kurulmamışlardır, köylü gibi as­ lında tutucu bir sınıfa yönelerek ondan işe başlamak dev­ rim stratejisi açısından tartışma götürür, köy enstitülerinin kalkınmış köy ereği sonucu toplumsal gelişim, köyün belli bir gelişme döneminde, kendi kendine yetebilir bir birlik durumuna getirilmesiyle dondurulmuş olacaktır, köy eko­ nomisi ister istemez tarıma dayanır, bu ise sanayileşmeyi önler, öğretmene ev ve toprak verilmesi, ona maaş dışında kazanç olanakları sağlanması onu küçük mülkiyetten ya­ na yapacak, zamanla sömürücü sınıflara katacaktır, bir bur­ juva hükümetine yardım edilerek bir takım toplumsal dü­ zeltmelere girişilmesi devrim stratejisi açısından yanlış­ tır; bu gibi yüzeysel düzeltmeler gerçek devrimin gelmesini geciktirir v.b. gibi... İşte 1946’lara doğru Türkiye’nin bazı sol kişileri ve toplulukları tarafından ağızdan ağıza yayı­ lan, ama açıkça sistemli olarak yazılamıyan veya yazıl­ ması doğru bulunmıyan başlıca eleştiriler bunlardır. Bun­ lara teker teker karşılık vermiyoruz; bu kitabın çeşitli bö­ lümlerinde karşılıkları vardır. Kısacası, 1946’dan önce bir kısım sol, köy enstitüleri girişimi ile ezüen sınıfların uya­ rılması ve uyanması konusunda alınabilecek sonuçlan an­ lamış, kavramış değildi. Hatta bu açıdan, solcuların bütün geniş ve teorik bilgi ve kültürlerine rağmen, sağcıların on­ lardan çok daha uyanık ve anlayışlı olduklan söylenebi­ lir. Tonguç’a gelince, onun sol düşünlere açık bir kişi oldu­ ğu ortadadır. Onun için en önemli nokta, soldan gelecek önerilerin koşullara ve ülke gerçeklerine uymak ve uygu­ lanabilir olmak gibi nitelikler taşımasıydı. O zaman bun­ ları benimseyip, yürütmekten çekinmezdi. Oysaki solun baş­ lıca zaafı da bu gibi nitelikleri bir türlü tutturamaması, ey­ leme girememesi, eylemede başarılı olamamasıydı. Bu ba­ kımdan kuruluş döneminde soldan yararlanma olanakları sınırlı oldu. Bu ise solun bazı çevrelerinin kızgınlığına ve enstitüleri kıyasıya eleştirmesine yol açtı. Böylece Ton­ guç 1946’dan önce soldan büyük bir yardım ve destek, anlayış görmedi. Ama kendisi sol hareketlere anlayış gös­ terdi, onları desteklemeye çalıştı, fakat yanlış taktiklerle de solun kendi işlerini bozmasına olanak bırakmadı. ■ 1946 -1960 Dönemi 1946- 1960 döneminde solun konuşabilmek ve yaza­ bilmek olanakları çok sınırlanmış, bütün sol hareket şid­ detli bir baskı altına alınmıştı. Bu nedenle bu dönemde sol­ dan köy enstitüleri konusunda fazla bir ses gelmedi. Yal­ nız bazı sol aydınlar, olanak buldukça insafsızcasına saldı­ rılan köy enstitülerini sınırlı sayıdaki yazılarıyla savunma­ ya çalıştılar. ■ 1960'dan Sonra Sol Eleştiriler Soldan gelen asıl önemli eleştiriler 1960’dan sonra­ dır. Bu eleştirilerin köy enstitüsü sorununun günümüzdeki ve gelecekteki gelişimi bakımından önemi vardır. Herşeyden önce sol eleştiriler, sol düşünlere açık yeni kuşaklarca dikkatle izlenmektedir; bunların etkisi aydınlar üzerinde geniş ve önemli olmaktadır. 1960’dan sonra, günümüze kadar solun büyük bir bölümünün köy enstitülerini benimsediğini, tuttuğunu, sol sloganlar arasına aldığını görüyoruz. 1960’dan sonra ile­ rici yazarların, düşünürlerin, bilim adamlarının köy ensti­ tüleri konusunda yazdıkları olumlu yazılar, açık oturum ve törenlerde yaptıkları konuşma ve tartışmalar ciltler tu­ tar. Bu gelişmelere önümüzdeki bölümde genel olarak de­ ğineceğiz. Burada üzerinde duracağımız, bir kısım sol ay­ dınlardan gelen eliştiriler olacaktır. Bunların daha çok ki­ şisel düşünler olduğu, herhangi bir sol kuruluş veya örgü­ tün köy enstitüleri konusuna sistemli ve kararlı olarak cephe almadığı izlenimi, ilk bakışta uyanmaktadır. 1960’dan sonraki eleştirilerden söz açarken kronolo­ jik sıraya uyacağız. ■ Turhan Tokgöz (İlhan Baş göz) ile Tartışma İlk önemli eleştiri Turhan Tokgöz (İlhan Başgöz) ta­ rafından yapılmıştır. Bu eleştiri şu bakımdan da önemlidir: Başgöz 1946’dan önceki sol hareketlere etkin olarak karış­ mış bir aydındır; 1960’dan sonra yaptığı eleştirilerinde 1946 öncesi eleştirilerin izlerini bulmak olanağı da vardır. Bu eleştiriler Yön dergisinde karşılıklı tartışma şeklinde ge­ lişmiştir. İlgili yazılar sırasıyla şöyledir<55). Bu tartışmada Turhan Tokgöz’ün ileriye sürdüğü baş­ lıca eleştiriler şunlardır: «...K öy enstitülerini tutan aydınların fikirleri, kurul­ muş bir yapının izahı ve savunulması etrafında dönmeye devam etmektedir. Meseleyi böyle ortaya koymak tutucu ve hazıra konucu bir davranıştır, yaratıcı olmaktan uzak­ tır. 1940’larm enstitü hareketi eğitim yoluyla sosyal ve eko­ (J5) Y ön d e rg isi, V a rın ın K ö y E n s titü le ri, D r. T u rh a n T okg öz, y ıl 1, s a y ı 36, 22.8.1962, s a y f a 9. a .g . d e rg i. D iiniin v e Y a rın ın K ö y E n s titü le ri, E n g in T o n g u ç y ıl 1, s a y ı 38, 5.9.1962, s. 16, a.g .d . E ğ itim in G ücü v e K ö y E n s titü le ri, D r. T u rh a n T o k g ö z y ıl 1, s a y ı 45, 24.10.1962, s. 12, a .g . d e rg i. E ğ itim in G ücü, E n g in T o n g u ç, y ıl 2, sa y ı 56, 9.1.1963, s. 12. a .g . d e rg i. T e k B a ş ın a K ö y E n s titü s ü Y e tm e z , D r. T u rh a n T okgöz, y ıl 2, sa y ı 70, 17.4.1963, s. 7. a .g . d e rg i. E n g in T o n g u ç ’u n M e k tu b u , y ıl 2, s a y ı 73, 9.5.1963, s. 2. nomik bünyede değişmeler ariyan bir harekettir. Devrimci­ liğini, halkçılığını kaybeden yorulmuş iktidar o yıllarda toplumda esaslı değişmelere varabilmek için başka kuv­ vetleri seferber etmeye cesaret edememiştir. Söz gelimi üre­ tim tekniğini, üretim ve dağıtıma hakim olan iptidai usul­ leri değiştirmeyi düşünmemiş, imparatorluk artığı toprak ve mülkiyet düzenine dokunamamış, halkla sağlam bağlar kurup onun yaratıcı gücünü harekete getirememiş, milli ge­ lirin bölüşülmesinde çalışanların hakkını koruyamamıştır. Bunun için bütün bu tedbirlerin ahenkli bir değişmesiyle birlikte varılabilecek sosyal değişmeyi eğitimden beklemeye kalkmıştır. Enstitü hareketinin diri ve hamleci yönü bu­ radan geldiği gibi büyük eksiği de buradan gelmektedir. Eğitim tek başına sosyal yapı değişmeleri için yeterli bir vasıta değildir...» Bundan sonra köy enstitüsü programı eğer gerçekleşseydi ve mesela 50.000 öğretmen köylere gönderilseydi köyde önemli bir değişiklik olur muydu so­ rusunu inceliyen yazar, buna olumsuz karşılık vermekte ve: « ...köylümüz göndermeden inanmaz, evet doğrudur... ama göndermekle de toprak sahibi olunur m u ... makina temin edilir mi?...» diyerek alt toplumsal ve ekonomik yapı de­ ğişiklikleri olmadan herhangi bir eğitim sistemi ile önemli bir ilerlemeye varılamıyacağmı söylemektedir. Bundan son­ ra yazar, sistemde öngörülen şekilde öğretmenlerin köyler­ de ekonomik bir çalışmada bulunamıyacaklannı, çünkü bütün ekonomik düzenin, örneğin bu öğretmenlerin gübre ihtiyacım bile sağlıyacak durumda olmadığını, öğretmen ürününü elde etse bile bu ürünü değerlendirecek dağıtım vasıtaları, yol sistemi v b ... bulunmadığını, bunların düşü­ nülmediğini ileri sürerek Reşat Ş. Sirer’in Bakanlığı zama­ nında yapılmış bir anketten söz açmakta ve enstitülü öğ­ retmenlere ayda 20 lira aylığın ayda 200 liraya çıkmasını mı istersiniz, yoksa size verilmiş üretim araçlarını mı mu­ hafaza etmek istersiniz diye sorulduğu zaman, öğretmenle- rin 200 lirayı istediklerini belirterek şu sonuca varmakta­ dır: bunun manası enstitü hareketinin dayandığı temel fikrin enstitülü öğretmenler tarafından reddedilmesinden başka birşey değildir... Yerinde sayan bir köyün içine öğ­ retmeni tek başına kapıp koyuvermek, sonra ondan köyün bütün şartlarını değiştirmesini istemek eğitime taşıyamıyacağı kadar büyük yük yüklemek demektir.. . » Bundan son­ ra önce alt yapı değişikliklerinin yapılmasını gerekli bul­ makta ve, «öğretimin asıl işi ve gereği ondan sonra orta­ ya çıkacaktır. İyi yetişmiş eğitimciyi bu şartlar öncülük et­ meye zorlıyacaktır...» Yazara göre bugün Türkiye’de bu şartlar yoktur ve yazının yazıldığı günlerde köy enstitüleri­ nin yeniden kurulması için çaba sarfedenler yanlış yolda­ dırlar. Bunun köy enstitüleri kurulmamalıdır anlamına gel­ mediğini, elbet bu köklü kurumlara kavuşacağımızı söyliyerek, «...Türkiye'nin zinde kuvvetleri bugün her gün­ künden daha kuvvetli olarak enstitülerin kurulması için gerekli tarlayı temizlemeye yönelmişlerdir... Teklif edilen kalkınma felsefesi üzerinde yazılanlar gösteriyor ki, (Yaza­ rın notu: Sosyalizm kastediliyor) tutulan yol enstitü hare­ ketinin temelinde yatan eksiği tamamlıyacaktır. Eğer köy enstitüleri bir daha kurulacak olursa, diğer müesseseleri du­ ran veya geri geri çalışan bir Türkiye’de kurulmıyacaktır. O halde bugün enstitüyü tutan aydına iki ödev düşmekte­ dir: Biri enstitülerin kurulması için bugün İsrar etmemek, fakat onun daha güzel imkanlar içerisinde kurulabilmesi için gerekli temeli hazırlamaya çalışmak, İkincisi böyle bir temel üzerine oturacak köy enstitülerinde ne gibi bün­ ye, program, ders ve öğretim kadrosu yenilikleri yapılabi­ leceğini araştırmak...» Bundan sonra enstitülere yeni gö­ revler olarak nelerin akla gelebileceğini inceliyen yazar, köy enstitülerinin çevrelerindeki on köyün kalkınma merkezleri haline getirilmesi üzerinde durmakta, «bölgenin üretim ve dağıtım kooperatifleri köy enstitülerince kurulup idare edi­ lebilir, aynı çevrenin makina ve aletlerinin bakım ve tamir merkezi köy enstitüleri olabilir, çevrede yeni yerleşme yer­ lerinin seçilmesi, küçük köylerin burada yeniden kurul­ ması işinde... enstitü öncülük edebilin demekte, gönüllü çalışma ve imece örgütleri merkezlerinin köy enstitüleri ola­ bileceğini ileri sürmekte, enstitüde bölgenin halk eğitimi merkezinin, verici radyo ve" sinemanın sağlık merkezinin kurulabileceğini belirterek «...daha ileri giderek denilebilir ki üniversitenin memleketle bağ kuramamış, havada salla­ nıp duran fakülteleri lağvedilerek enstitülerin yüksek kıs­ mı haline getirilir, enstitü üniversiteyi de memleket gerçek­ lerine bağlamak için güzel bir geçit görevi görebilir...» sözlerini eklemektedir. İlk yazısında yazar sözlerini şöyle bitirir: «...Enstitü­ leri böyle düşünmek hayal kurmak değildir, unutmıyalım ki 27 mayıs devrimi kendisinden evvel kurulmuş böy­ le yapıları bulsaydı çıkmaza diışmiyecekti. ..» Tokgöz, ikinci yazısında «...enstitü toplumunun otu­ racağı maddi çevre eğitimcinin eliyle düzenlenmiştir. Bura­ da insanların birbirleriyle... makinayla, tabiatla münase­ betleri. .. ve bunlardan doğacak güçlüklerin halli hususun­ da eğitimci ...kendi görüşlerini tatbik edecek güce sahip­ tir. Kısaca enstitü topluluğunda eğitimci kanun koyandır... Ancak bu düzenli toplumun yapma bir toplum olduğunu unutmayalım...» der. öğrenci enstitüyü bitirip toplum içe­ risine gönderilince toplumun bu durumda olmadığını, top­ lum içerisinde enstitü hareketine güç veren bütünün bir­ denbire parçalanmakta olduğunu, enstitü görüşünün bu an­ dan itibaren gücünü kaybettiğini, bunun genel olarak «eğitimin güçsüzlüğü» olduğunu bildiren yazara göre: «...köyü enstitü topluluğu olmaya yaklaştıracak etkenler, daha çok eğitimin dışında kalan sosyal müesseselerde top­ lanmıştır... Üretim, dağıtım, teknoloji, idare, hukuk gibi diğer insan münasebetlerini ayarlıyan kuvvetler gibi müesse- selere eğitimin tesiri olmayacağını kimse iddia edemez. A n ­ cak onlar eğitimle atbaşı beraber gitmiyorsa, eğitim bütün bunların gelişimine yardım etme vazifesinden fazlasını yük­ lenmiş olur. O vakit eğitim güçsüzdür... Eğitimcinin bunla­ rı düşündüğü ve adı geçen miiesseseleri reformlara zorladı­ ğı da doğrudur...» Fakat bunda başarılı olunamadığını be­ lirten yazar, köy enstitüsü mezunu öğretmenleri «...eğiti­ min sihirli deyneği ile köyün çehresini değiştirecek kahra­ manlar olarak taklim etmenin» kendisine göre lüzumu ol­ madığını ve bunun doğru da olmadığını söyler. Ve sonra, «...Bununla köy enstitüsü mezunlarını küçük gördüğüm, beğenmediğim sanılmasın. Bence bu kuşak halk kitlelerine inen köy enstitüleri içindeki eğitimin gücünü gösteren en iyi ölçüdür...» demektedir. «Fikir, sanat ve edebiyat ala­ nımızın, halk için mücadele hareketinin böyle diri bir kuv­ vete kavuşmasını kim küçümsiyebilir? Ben enstitü hareke­ tinin Türk köyünü kalkındırabileceği hususundaki efsanede gerçeğin ve hayalin payını ayırmaya çalışıyorum...» Üçüncü yazısında Tokgöz daha evvel yazdıklarına ek olarak köy enstitülerinde ideal bir toplum düzeninin ger­ çekleştirildiğini, eğitimcinin burada bütün müesseseleri (toplumun bütün müesseselerini) istediği gibi düzenlemek olanağını bulduğunu, öğrencinin enstitüde bunun için ba­ şarı ile eğitildiğini, bir bakıma eğitimin vazifesinin burada biteceğini, fakat «...Türkiye’nin özel meseleleri köy enstitü­ leri kurucularını daha ileriye gitmeye zorlamıştır. Ata­ türk reformlarının ekonomik alandaki başarısızlıkları eği­ timciyi köyün ekonomik değişmesi ile eski değerlerin te­ mizlenmesi işiyle, maddi uygarlığın eğitimci tarafından ku­ rulması işiyle de uğraşmaya zorlamıştır. Çıkmaz işte bu noktada başlamaktadır...» Çünkü yazara göre: «...enstitü kurucuları köyü modern köyler haline getirecek güce sahip değildir... Eğitimci köyde toprakla insan, vatandaşla iş, işle servet arasındaki bağı istediği gibi düzenliyemez... Enstitü sistemine başarı sağlıyan temel, köyde bu yüzden daha ilk adımda kaybolmaktadır... İlk yazımdanberi İsrar­ la üzerinde durduğum radikal reformlar köyün bünyesini süratle değiştirebilmek için işe karışmazsa eğitimci ne yapsa etse başarısızlıktan kurtulamıyacak, modern bir eği­ timin köyde gerçekleşmesi mümkün olmıyacaktır... Ensti­ tü sistemi köyde başarı kazanabilmek için köyde bünye de­ ğiştirici reformlara işte bunun için muhtaçtır... Bunlarsız enstitü görüşü dayandığı temeli kaybetmektedir. Bu eksi­ ğin enstitü denemesinin kabahati olmadığını söylerken En­ gin Tohguç belki haklıdır, fakat köy enstitüsü hareketi... köyü eğitim yoluyla kalkındırma işi olarak ilan edilmiştir. Enstitü kurucuları köydeki başarısızlıktan bunun için so­ rumlu tutulmaktadırlar ve eğitim yoluyla köyün kalkınma­ sını beklemek ancak köyün kalkınması için ciddi ve ener­ jik operasyonları göze alamıyacakların seçebileceği zarar­ sız bir formüldür... Eğitimin köyde ancak diğer bünye değiştirici tedbirlerle tamamlanabildiği takdirde başarılı ola­ bileceğini söylüyorum. Bu tedbirlerin 1946'larda tatbik edilmediği açıktır...» Yazar bundan sonra bugünkü koşul­ lara değinir: «...Üretim ve dağıtım sisteminin toplum de­ ğişmesindeki büyük rolü, modern teknolojinin bünye değiş­ tirmek için zarureti, kazancın ve iş hayatının âdil ölçülere göre düzenlenmesi gibi 1946’larda tartışılması dahi yapılamıyan önemli problemler su yüzüne çıkmıştır... Köy ensti­ tüleri yarın kurulursa yeni bir ortam içinde kurulacaktır, çünkü enstitünün temelinde yatan görüş, onu yemlik istiyen, ciddi reform istiyen kanada sıkı sıkı bağlanmıştır...» Başgözün bu eleştirilerine o zaman verdiğimiz karşı­ lıklar da şöyle özetlenebilir: «Sayın yazar köy enstitüleri sisteminde başarıya ulaşılamamış olmasını, toplumun müesseselerinde buna paralel reformlar yapılmamış olması­ na bağlıyor. Bu doğru bir gözlemdir. Yalnız bunun ardın­ dan bütün bu tedbirlerin ahenkli bir şekilde çalışmasıyla varılabilecek sosyal değişmenin eğitimden beklenilmeye kalkışıldığını yazan ve bunu köy enstitüsü hareketinin bü­ yük eksiği, bir eğitim felsefesi eksiği olduğunu belirten ya­ zarın bu son hükümlerine katılamıyorum... Enstitüler kuru­ lurken toplumdaki sosyal adaletsizlikler olduğu gibi dura­ cak, toprak reformu gerçekleştirilmiyecek, üretim araçları sağlanmıyacak, kooperatifçilik geliştirilmiyecek; köye her­ şey i bilen bir genç yollanacak (baka baka tarla sahibi olacak; yahut gübre sahibi olacak) gibi basit düşüncelerle hareket edilmediğini kesinlikle iddia edebiliriz. 1946 öncesi devleti idare edenlerin yalnız eğitim alanında değil, her alanda toplumsal reformlara girişmek istedikleri, ama bu alanların birçoğunda kadro yokluğu ve sosyal adalelin (S) sini duymamış bir emekçi kitlesine dayanamamak yüzün­ den bu reformlardan birçoğunun başarılamadığı bir çağdır. Köy enstitüsü sisteminde ekonomik gelişme, toprak ve üre­ tim araçları meseleleri, kooperatifçilik gibi konulara pür bir eğitim sisteminde bulunanlara nazaran ne kadar bir ge­ niş yer verildiği görülür. Sistem daha başındanberi eko­ nomik gelişmenin hizmetinde eğitim olarak düşünülmüş­ tür. Bu tip yeni öğretmenin tek başına kaldığı taktirde de başarılı olamıyacağı çok iyi bilindiği için, Cumhuriyet ta­ rihinde pek az rastlanan bir şekilde diğer Devlet örgütle­ riyle işbirliği yapmak, onları da reform yapmaya zorlamak amaçları güdülmüştiir. Bilhassa Sağlık, Tarım, İçişleri Ba­ kanlıklarıyla çok sıkı işbirliği imkanları aranmıştır. Yaza­ rın eğitim felsefesi eksiği dediği nokta, köy enstitüsü siste­ minde alabildiğine işlenmiştir ve sanırım sistemin en güçlü yanıdır.. .» Bundan sonra Tokgöz’ün başarısızlığa kanıt ola­ rak ileri sürdüğü ankete değinilmekte, bu anketin normal koşullarda değil, köy enstitülerine karşı sistemli yıkma ha­ reketlerine girişilmiş bir çağda yapıldığı üzerinde durul­ makta, bu bakımdan tarafsız bir anket olmadığı, bu anke­ tin enstitülülerin başarısı bakımından bir ölçü olarak kul- lamlamıyacağı, başan için başka ölçüler kullanmak gerektiği üzerinde durularak: «...Onaltı yıldır bu öğretmenler bu onaltı yılın şartları içerisinde kendilerine sadece acı ve dert getireceğini bile bile şahsen çıkardıkları dergilerle, kur­ dukları derneklerle, herşeyi göze alarak sistemin ilkelerini savunmaktadırlar...» denerek halen birçok köylerde bir­ çok öğretmenin de başarılı bir şekilde çalıştıkları üzerinde durulmaktadır. «Yazar, önce sosyal bünye değişmesini ger­ çekleştirebilecek bütün kuvvetler bu yönde seferber edil­ melidir, dedikten sonra, gerekli şartlar yaratılınca bu şart­ lar iyi yetişmiş eğitimciyi öncülük etmeye zorlıyacaktır, di­ yor. Evet, kitapların yazdığına göre öyle olması gerekir. Am a gerçekte aksi olmuştur. İyi yetişmiş eğitimcinin sosyal bünye değişmesini gerçekleştirecek kuvvetleri seferber et­ mekte çevresinde ve kamu oyunda önemli hizmetleri olmuş­ tur ve olmaktadır. Mesela sosyalist hareketin des­ teklenmesinde bu öğretmenlerin yardımı yok mudur? Hem o mutlu an gelinceye, yani şartlar yaratılıncaya kadar eğitim hareketine dur, yerinde bekle demek mümkün müdür? Çeşitli alanlardaki toplumsal gelişmeleri bu kadar kesinlikle durdurabilir veya hızlandırabilir miyiz?... Tok­ göz köy enstitüsü savunucularının tutucu bir davranışla sa­ dece eskiyi savunmakla yetindiklerini, sisteme yeni birşey katmadıklarını söylüyor. Bu savunucuların bence en eksik tarafları eski sistemin savunmasını ve açıklamasını yeterin­ ce yapamamış olmalarıdır. Bu savunucuların arasında konu­ yu, bilimsel bir şekilde, derinliğine, bir eğitimci gözüyle inceliyenlerin bulunmaması bir talihsizlik olmuştur... Dünün köy enstitülerine yeni birşeyler katmaya gelince... köy ens­ titüsü sisteminin bir özelliği var: Bu sistem ana ilkeleri ha­ riç, ayrıntılarıyla önceden hazırlanmış bir hazır reçete değil­ dir. Uygulama sonuçlarına göre hassasiyetle yönetilen bir oluştur. Şimdiden sonrası için de bu özelliğe aykırı davran­ mamak, sistemin bundan sonra sıhhatli gelişmesi için ge­ reklidir... Bütün iyi niyet ve düşünce çabalarırta rağmen söylenmiş ve yazılmış olanların dışında yeni birşeyler bula­ bilen de pek çıkmamıştır. Sayın yazarın öne sürdüğü yeni vazifeleri bu düşünceme örnek olarak göstereceğim. Bu vazifelerin hepsi, bir tek eksiksiz, eski sistem içerisinde dü­ şünülmüştür... yalnız bu konular bile daha ilerisini keşfe­ debilmek için aşılması ve gerçekleştirilmesi gerekenin ne kadar çetin olduğunu göstermektedir. Sistem elbette ki geç­ mişteki şekliyle aynen uygulanmıyacak, değişecek ve geli­ şecektir... Bugünkü şartlar içinde kurulacak köy enstitüle­ rinin köy enstitülerinden başka herşeye benziyeceği inancı­ na katılıyorum. Yalnız... işçiler, devrimci basın, gençlik ve aydınlar aynı isteği öne sürmektedir. Bütün bu güçlere durun, bekleyin demek ne dereceye kadar yapılabilir? Bu işin sözcülüğünü yapanlar, zaten bu güçlerin önünde değil, çoğu kez ardındadırlar, onların dürtüsü ile harekete gelmek­ tedirler. Dürtüyü durdurabilirler mi, durdurmaları doğru olur mu? İtiraf etmeli ki bu konuda bir karara varmak çok güçtür. Köy enstitülerinin bir ilkesi de mümkün olanı yap­ maktı. Bu ilkenin faydası çok görülmüştür. Acaba işe giri­ şilmesi için mevcut olan dürtüyü frenlememe ve ne elde edilirse kazançtır diye düşünmek mi doğru yoldur?...» İkinci yazıdan: « ...Tartışmamız şu noktaya dayandı: Eğitim tek başına bir toplumu kalkındırmaya yeterli midir? Eğitimin gücü nedir? Yalnız başına eğitim bir toplumu kalkındırmaya yetmez. Peki yalnız ekonomik gelişme ile bu başarılabilir mi? İnsan ilintilerini ayarlıyan kurumlan eğilim, ekonomi, hukuk vs., gibi bölümlere ayırmamız as­ lında sunidir. Toplumun bütün bu kurumlan birbirine girift bir şekilde bağlıdırlar ve birlikte gelişirler... Am a bu kurumların gelişme hızları birbirinden farklı olabilir. Zaman zaman ortaya çıkan bu hız farkını çeşitli etmenler, örne­ ğin siyasal koşullar saptar... Eğitim görevini (üretim, da­ ğıtım, teknoloji, idare, hukuk vs. gibi) kurumlara etkili olmak sözleriyle sınırlamak eğitimin rolünü küçümsemek oluyor bence. Eğitim yalnız yardımcı değildir. Diğer kurumların gelişmesi, hatta kurulması için varlığı kaçınılmaz olan bir öğedir. Ben önce vatandaş yetişsin, ardından herşey gelecek de demiyorum. Bütün bu kurumlar birbirinden ayrılmadan, birlikte gelişir diyorum. Eğitimi de ekonomisi d e... Hareketin öncüleri hiçbir zaman, hiçbir yerde ekono­ minin görevini eğitime devrederek köyü yalnız eğitimin si­ hirli deyneği ile kalkındırmak iddiasında bulunmamışlar­ dır. Bu ve (enstitü hareketinin köyü kalkındıracağı efsane­ si) gibi deyimler sadece sistemi iyi taruyamıyanların zihin­ lerinde çöreklenmiş yanlış anlamalardır... Peki köy enstitü­ sü sisteminde bazı aydınları rahatsız eden ne?... Eğitim kavramı değişmiştir artık. Eğitim okumak değil, uygula­ mak, üretici olmaktır. Ekonomi ile eğitim arasında sıkı bağlar kurulmuştur. Bu ekonominin görevlerinin eğitim ta­ rafından aşırılması demek değildir... Genel olarak bu yeni eğitim kavramını yadırgıyoruz, eğitimin yalnız okuma yaz­ ma işi olmaktan çıkması, derslikten taşması ürkütüyor bi­ zi. ■■ Bir çelişme var burada. Hem eğitimi ekonomiyi hiçe saymakla, hem de ekonomik bir çaba olmakla suçluyoruz... Bazı batılılar ise olumlu bir tutumla köy enstitüleri sisteminde eğitimle diğer toplumsal kurumlar çekişmesinin en verimli bir çözümünü buluyorlar ve sistemden şöyle ya­ rarlanmayı düşünüyorlar: Memleketin yeni ekonomik plan­ lamasında ve kaçınılmaz birşey olan toprak ve tarım re­ formunda köy enstitülerini temel birim ve başlıca reform aracı veya kanalı yapmak. Eğitim dursun, beklesin demek­ ten daha olumlu bir davranış değil mi bu? Sistemi kuranlar yalnız eğitimle herşeyin çözüleceğine inanacak kadar saf­ diller miydi? Yani Tokgöz'ün deyimi ile (bu idealist yöne­ ticilerin bu hareketi besliyebilecek çevreyi hazırlıy ab ilecek­ lerine inanıyorlar) mı idi? 1943’de yönetici İnönü bu ide­ alistlere şöyle diyor: Enstitüleri çok kısa sürede kırka çıkar­ mak için tedbir alın, bu savaş yılları fırsattır. Savaştan sonra bu işleri bize yaptırmıyataklardır. Yapılandan da ne kalacağı bilinmez. Yöneticiler de, idealistler de bastıkları zeminin kaypaklığını böylesine biliyorlardı. Tarihsel ger­ çek bu! Ne yapmalılardı? O çağın koşulları onlara eğitim alanında ileri atılış yapma olanağını vermişti, önce diğer reformlara girişilsin, ki onları başarma olanağı çok zayıf­ tı, eğitim beklesin mi demelilerdi? Yoksa bozuk yapıyı zorlıyacak kuşaklar mı yetiştirmeye çalışmalıydı? O çağın eği­ tim hamleleri olmasaydı bu sosyal sorunları böyle derin­ liğine tartışan kuşaklar olmazdı. O çağın yöneticileri eğiti­ min dışında sosyal ve ekonomik reformlar düşünmemişler midir? Ben düşünmüşlerdir, istemişlerdir, yapamamışlardır, diyorum. Tokgöz yapmak istememişlerdir, gerekli bulma­ mışlardır demeye getiriyor. Yapamazlardı, yapamamaları­ nın en büyük nedeni de gücü küçümsenen eğitimin kısırlı­ ğına bağlı idi. Kiminle yapacaklardı, kime dayanacaklardı? Tokgöz bu öğretmenlerin klasik eğitimci sırasına düştükle­ rini yazıyor. Kaçı düştü kaçı düşmedi? Ne o ne ben kesin bir sayı veremeyiz bu konuda. Am a onun da yazdığı gibi eğitim meselelerinde sayı önemli değildir. Azımsanamıyacak kadarı klasik eğitimciliğe düşmemiştir. Çeşitli baskılara rağ­ men. Eğitim tarihinde az rastlanan bir olay bu. Devlet tutmıyacak, geri güçler tepeliyecek, ve onaltı yıl direnecek. Klasik eğitimle yetişmiş olanların daha da iyi koşullar içinde kaçı direnebildi? Eğitim sisteminin rolü yok mu burada?... Aslında biz oralarda ne olduğunu (Yazarın notu: Anadolu köyleri kastediliyor) aydınlığımıza yakışır şekilde bilmiyo­ ruz, incelemek gerekliliğini de duymuyoruz. Hangi sosyo­ log, hangi ekonom, hangi politikacı, hangi aydın Akçaviran, Temelli, Güzelhisar’da ne olduğunu biliyor?... Aslın­ da biz Ankara’nın 10 km. ötesinde ne olup bittiğini bilim­ sel olarak bilmeden büyük sözler söylüyoruz... Bir de şu var: Ekonomi ile teorikçinin değerini belirtmek için eği­ timci ile uygulayıcıyı küçültmek, savunmaya çabaladığımız davaya çok şey kaybettirir. Kirby’nin bir gözlemi de şu: Köy enstitülerinin gericilik için ne büyük bir tehlike oldu­ ğunu gericiler ileri aydınlardan çok iyi kavramışlardır, di­ yor...» Son yazının da özeti şu: «...K öy enstitüsü hareketi yalnız öğretmenle köyü her bakımdan kalkındırmak iddia­ sında değildi. Amaç, kalkınma çabalarında kullanılacak kö­ ye gerekli her türlü elemanı yetiştirmekti. Bu programın sa­ dece küçük bir kısmı uygulanabilmiştir. Kurucuların hiçbiri toprak reformuna, ekonomik dü­ zensizliklerin yok edilmesine karşı insanlar değillerdi. Bi­ lakis reformların gerekli olduğunu sözleriyle, yazılarıyla her zaman savunmuşlardır. Ülküleri köy enstitüsü çıkışlıların bu reformların gerçekleştirilmesinde önemli bir rol oyna­ malarını görmekti. Am a tarihsel gelişim bu noktaya varıl­ masına engel olmuştur... O günden bugünedek hiç kimse­ nin köy enstitüleri tek başına yeter diye bir iddiası yok. Bunu defalarca belirttim... Bugün köy enstitülerini savu­ nanları yeni düşünlere kulaklarını tıkıyan ve donmuş bir kalıp gibi savunan kişiler olarak taktım etmek haksızlık­ tır... Ben sadece köy enstitüleri sistemine verilecek yeni yönlerin ancak yeni uygulama ve denemelerle saptanabile­ ceğini, sistemin niteliğinin bunu gerektirdiğini, spekülatif düşünlerle davaya bir yenilik kazandırılamıyacağmı söyle­ dim. Nitekim bu konuda yeni düşünler ortaya atanların söylediklerinde hiç bir yenilik yok. Keşke olsa!... Bugün köy enstitülerini savunanlar davanın ölüm kalım mücadele­ sini yapmaktadırlar. Geri güçler köy enstitüsü düşününü toplumdan temelinden kazımak çabası içindedirler. Biz bu­ nun savaşını veriyoruz. Bugün problem, köy enstitülerinin temel ilkelerini topluma mal edebilmek savaşında başarı kazanmaktır. Tokgöz de bize bugünkü mücadele içinde pratik yararı olmayan soyut öğütler vereceğine ve en kö- tiisü herhalde farkında olmadan, köy enstitülerini över gö­ rünüp köy enstitüleri ilkelerini benimseme yolunda olanla­ rın zihinlerini bulandıracak bir yol tutacağına, gelsin mü­ cadelemize katılsın. Köy enstitüleri davası için bugün otu­ rup öğüt verenlere değil, bu toplumun kargaşası ve türlü tehlikeleri içinde bu işin mücadelesini yapacaklara ihtiyaç var. Hem insan böyle gerçek mücadelenin içinde bulunur, bunun güçlüklerini yaşarsa, o zaman köylünün eğitimi yo­ lunda başlarına gelmedik bela kalmamış kişilere de (ciddi ve enerjik operasyonları göze alamıyanlar, zararsız formül­ leri seçenler) gibi sıfatları kolayca yakıştırmaya dili var­ maz. Onların tutumlarının yazılarının altına gerçek adları­ nı bile yazmaktan çekinen öğüt vericilerin tutumlarından çok daha enerjik olduğunu kabul etmek zorundayız...» Tokgöz’le olan tartışmanın özeti budur. Öyle sanı­ yoruz ki bu köy enstitülerinin tarihinde soldan gelen ilk açık ve ayrıntılı eleştiridir; bu bakımdan önemlidir. Eleş­ tirinin ana düşünü galiba şudur: Bir toplumda alt yapı iliş­ kileri değişmedikçe, daha doğrusu üretim araçlarının mül­ kiyetinde köklü değişiklikler yapmadıkça herhangi bir eği­ tim sistemi ile o toplumda köklü bir değişiklik yapma ola­ nağı yoktur. Bu temel düşüne şüphesiz ki karşı çıkılamaz. Anlaşamamazlık şuradan çıkmaktadır: Eleştiriciler köy enstitüsü kurucularını da bu temel ükeye inandıklarını bil­ memekte, anlamamaktadırlar. Bunun birinci nedeni kuru­ cuların, bu inançlarını bir kısım solcuların anlıyacakları dille ve deyimlerle, terimlerle yazmamaları, daha doğrusu eylem içinde bunu yapmayı uygun bulmamalarıdır. Böylece bu solcular insanların düşünlerini belirli ve alışkın ol­ dukları marksist deyim ve terimler dışında değersiz bul­ dukları, dikkatle incelemek gereğini duymadıkları için ku­ rucuların marksizmi bilmedikleri, kendilerinin yıllar sonra ve o ağdalı, çarpıcı söyleyiş tarzlarıyla söyledikleri bir ta­ kım ana ilkeleri ilk defa ortaya attıkları, bunların enstitü kurucularınca öğrenilmesi gerektiği kanısına kapılmışlardır. Kurucuların taktikleri gereği yapmadıkları teorik söyleşi­ ler bazı solcularca onların bilgi noksanlığının kanıtı sayıl­ mıştır. Çehresinin ana hatları bir burjuva iktidarı olan bir iktidarla, onun bir bölüğü ve çağında siyasal gücü yüksek bir bölüğü olan ilerici aydın kanatla, işbirliği yaparak bir sessiz anlaşmaya girmiş kişiler, elbette böyle bir durumda bulunmıyan ve teorik tartışmalarını taktik eylem hesapla­ rına girmeden açıklıyabilen solcu teorisyenlerinkine eşit rahatlıkta konuşma ve yazma olanaklarına sahip değiller­ dir. Yukarıdaki tartışmaya geriye dönüp baktığımız za­ man benzeri bir durum görürüz: Tokgöz teorik düşünlerini rahatça ve hiçbir taktik hesap yapmadan yazabilir, ama karşında o zaman eylem içinde olan kişinin durumu böyle değildir. İkinci neden, alışkın oldukları terim ve deyimleri bulamıyan solcuların yorucu ve derin incelemelere girmek çabasına katlanmamalandır. Böylece temel görüşler gözle­ rinden kaçmaktadır, hatta Tonguç’un bilinçli olarak kullan­ dığı «Canlandırılacak Köy» deyimi bile onlarca «Kalkın­ dırılacak Köy» olup çıkmaktadır. Bu kaba dikkatsizlikle gözden kaçırdıkları şey, işte tam o aradıkları noktadır: Tonguç; hiçbir zaman köyü eğitim yoluyla kalkındırma sa­ vında değildir, canlandırma, uyandırma savındadır. Yalnız eğitim yolu ile köy maddi yönden kalkınmıyacak, yani alt yapı devrimleri gerçekleşmiyecek, köylü canlanacak, alt yapı devrimlerinin gerçekleşmesini istemeye başhyacaktır. Daha iyi anlıyacaklan deyimle «köylüde sınıf bilinci uya­ nacak» tır. «Siyasal ağırlığı duyurmaya», «bir baskı gücü» olmaya başhyacaktır. Ekonomik devrim, alt yapı değişik­ liği için hiçbir istek ve baskının gelmediği bir toplumda eline geçen olanaklardan yararlanarak Tonguç’un uygula­ maya çalıştığı devrim taktiği budur. Bunu o zaman böyle­ ce açıklıyamazdı. Sadece bazı ipuçları vermiş, ama solun bir kısmı taktiği ve amacı anlamamak, anlıyamamak konu­ sunda eşi az bulunur bir beceriksizlik göstermiştir. Bunu her topluluktan daha iyi, 1908’denberi alt yapı devrimleri amacıyla atılıp atılıp sırt üstü yere verilen, başarının mani­ velasını bir türlü keşfedememiş, ezilen sınıflarda bir sınıf bilinci uyandırmayı bir türlü hızlandıramamış, en belirgin özelliği başarısızlığı olan Türk solu anlayıp, dört elle sa­ rılmalıydı. Belirttiğimiz gibi, alışkın oldukları kalıpların dışındaki hareketleri küçümseme ve ciddi olarak incele­ mekten kaçınma alışkanlığı da bir başka neden olsa ge­ rektir. Örneğin yukarıdaki tartışmada yenilik olarak ileri sürülen doğru düşünlerin hemen hepsi, eğer esaslı incele­ meler yapmış olsaydı, eleştirici tarafından 4274 sayılı ka­ nunda ve bu kanunun izahnamesinde bulunabilirdi. Yine in­ celeme eksikliği için gösterilecek başka örnekler şunlar olabilir: 1946 öncesi CHP iktidarlarının yapısı bizim ve bu çağı inceliyen bilim adamlarının anladığımız şekilde anlamayınca, yani CHP iktidarının içten homojen olmadı­ ğı, 1946’da gücü gittikçe azalan bir ilerici topluluğun bir süre CHP içinde iktidarda bulunduğu (buna Behice Bo­ ran bürokrat aydın tabaka, Yıldız Sertel milli burjuvazi­ nin ilerici kolu, Doğan Avcıoğlu müliyetçi devrimciler di­ yor) anlaşılmıyarak, CHP iktidarı homojen bir tutucular iktidarı imiş gibi kabul edilince, Tonguç’un durumunu an­ lamak çok zorlaşır. O zaman onu tamamen gerici - tutucu bir iktidarla oturup iş görmüş, bundan da bir hayır çıka­ cağına inanmış bir saf ve bilgisiz kişi olarak kabul etmek zoru vardır. Bu yanılgıya düşenler olduğunu da ileride gö­ receğiz. Yani 1946 öncesinin siyasal yapısı iyi değer­ lendirilmeyince Tonguç ve arkadaşlarının davranışları ve amaçlan konusunda da yanlış yargılara varılır. Bir de solcu eleştiricilere şunu sormak gerekir: 1935 1946 çağında kendi programlan, kendi taktikleri ne idi ve ne derece başarılı olabildiler? Toplumda ne gibi ilerleme sağladılar? Alt yapı devrimlerine yönelebilme konusunda ezilen sınıflarda sınıf bilincini ne ölçüde uyandırabildiler? Tonguç, öyle sanıyoruz ki, bu çağdaki tarihsel bir takım koşulların gelişiminden ve bazı siyasal güç dengelemelerin­ den yararlanarak, eline geçen olanaklar onu gerektirdiği için, eğitim yolundan giderek tabana inebilmeyi, ezilen sı­ nıflan bilinçlendirebilmeyi bir ölçüde başarmıştır. Köy ens­ titülerinin başarısı veya başarısızlığı dendiği zaman bunu anlamak gerekir. Tonguç hiçbir zaman, en geri ve tutucu bir takım iktidarlar işbaşına gelecek, ama benim de kurul­ masına emeğimi kattığım eğitim düzeni, bu iktidarlann is­ teğinin, yönünün tam aksine, hiç bozulmadan köylerde sü­ rüp gidecek ve kendisinden beklenilen öğretim ve toplum­ sal görevleri en ideal şekliyle yapmaya devam edecek, de­ memiştir. Halbuki solcular onun böyle dediğini sanmışlar­ dır. Ve böyle bir şeyin olamıyacağmı ispatlamaya kalk­ mışlardır. Güdülen asıl büyük amaçlar bakımından biz köy ens­ titüsü hareketinin son derecede başarılı olduğu kanısında­ yız. Aynı başarı ölçülerine vurulduğu zaman, Tonguç’a toplumbilim, ekonomi bilimi ve marksizm dersi verenlerin başarıları nedir? Çoğunluğu köylü olan geri, feodal ilişki­ lerin sürüp, gittiği toplumda; üretim ilişkilerinin mülkiye­ tinde değişiklikler yaparak, alt yapıyı değiştirmek, kısaca­ sı sosyalizme gitmek için eylem olarak, strateji ve taktik olarak ne yapılması gerektiği konusunda, değil 1935 - 1946 döneminde, bugün bile solun şöyle dörtbaşı mamur, uy­ gulanabilecek bir programı yoktur. Halbuki yalnız bununla da iş bitmez, bunu bir de uygulayıp başarıya götürmek gibi işin pratik tarafı ortaya çıkar, öyle sanıyoruz ki, sol­ culara düşen görev köy enstitüsü hareketini bu yönden derinliğine incelemek, onda alınacak dersler ve öğrenilecek yöntemler olup olmadığını araştırmaktır. Ortada bir köy enstitüsü hareketi ve gerçeği vardır. Bu bir olgudur. Bir tarihsel gerçektir. Marksist yöntemi bu gerçeğin, bu olgu- nun niçin olmaması gerektiğini ispatlamak için değil, nasıl olduğunu, nasıl geliştiğini incelemek için kullanmak gerçek solcuların yolu olmalıdır. Bu, herhangi bir tarihsel ola­ yın, bir hareketin niçin olmaması gerektiğini anlatmaya ça­ lışmaktan, böyle bir ters yola girmekten çok daha olumlu bir davranış ve çalışmadır. Dialektik materyalizm, vukua gelmiş olayları yadsımak, bunların yanlış şekilde olduğunu kanıtlamak için kullanılamaz; böyle bir amaç yönetimin tabiatına aykırıdır. Bir tek gerçeğin bile dikkatli bir ilerici aydının gözünden kaçmaması gerekirdi: Niçin en fazla direnebilen, en ağır baskılara rağmen bir türlü parçalanamıyan, susturulamıyan topluluk köy enstitüsü çıkışlı öğretmenler­ dir? Bunun bilimsel yorumu nasıl yapılabilir? Bunun gibi daha bir yığın soru bulmak olanağı vardır. Bu gibi incele­ melerden, belki de (bize fazla iyimser diyenler çıkabilir) solun bugün içinde bulunduğu taktik bunalımı konusunda yararlanılabilecek ip uçları yakalanabilir. Acaba çoğunluğu köye dayanan toplumlarda devrimci taktiği olarak köylü sınıfını önemsemek daha geçerli değil midir? Birçok yeni gelişimlerin de bu açıdan üzerinde durmak gerekir mi? Bü­ tün bunları herhangi bir savı veya yöntemi ortaya atmak için söylemiyoruz; sadece köy enstitülerini şimdiye kadar bazı solcuların yaptığı gibi küçümseme ile olumsuz yön­ den değil, olumlu yönden inceleyerek bazı yeni ve ilginç sonuçlara varılabileceğini sandığımız için söylüyoruz. Bu arada İlhan Başgöz’ün daha sonra, 1968’de yayın­ ladığı bir kitabından da konu ile ilgisi bulunduğu için kı­ saca söz açmak istiyoruz'56’. Bu, Cumhuriyet çağının 1940’a kadar olan dönemini kapsamakta ve bu süre içeri­ sindeki eğitim hareketlerini incelemektedir. Bu arada ya­ zarlar köy eğitimine, eğitmen denemesine ve dolayısıyla (5«) T ü rk iy e C u m h u riy e tin d e E ğ itim v e A ta tü r k , D r. İ l ­ h a n B a şg ö z, H o w a rd W ilson, D o s t y a y ın la rı, A n k a r a 1968. köy enstitülerinin başlangıç çalışmalarına oldukça geniş öl­ çüde yer vermişlerdir. Bu konuda birçok olumlu kanılar ileri sürerken, Kirby’nin «Türkiye’de Köy Enstitüleri» ki­ tabından da yararlandıkları görülmektedir. Başgözün bu kitabından da bazı bölümleri aktarıyoruz071: «...Tonguç eğitimin amaçlarını böylece belirttikten sonra, ekonomik sistemin devlet örgütü ve eğilim arasındaki ilişkilerin ince­ lenmesi konusuna sürüklendi. Tonguç'a göre Türk eğitimi­ nin amacı iş yapanlar arasında yeni bir işbölümü yarat­ m aktı... Köylünün Türkiye'de rejimin yalnız mihrak nok­ tası olmakla kalmayıp kurulacak bütün eğitim sisteminin yönünü ve işini tayin edecek başlıca âmil olması .lazım­ dır... T onguna göre eğitim probleminin iki yönü vardı. 1. Türk köylüsüne ekonomik işte farklılaşmanın yollarını aç­ mak, 2. Bu yol açıldıktan sonra daraltıcı hayat şartların­ dan kurtulmuş olan köylünün tutacağı yolda Türk eğitim­ cilerinin onları izlemesi... Tonguç’un eğitimi böyle geniş bir meslek yol göstericiliği olarak anlaması iki önemli so­ nuç hazırlıyordu: Ekonomik gelişmede eğitim bir manivela ödevi görebilecekti, ulusal kalkınmada iş yükümlülüğüne demokratik anlamda olanak bulunacaktı...» Kirby’den alınmış veya esinlenmiş olan bu satırlardan sonra yazar­ lar, eğitmen hareketini geniş olarak anlatarak «...eğitmen­ lerin köylerde yüklendikleri çok yanlı ve ağır görevdeki başarı dereceleri ciddi olarak eleştirilebilir...» diyorlar. Bundan sonra kendilerine göre bunun nedenlerini sayıyor­ lar: «...köyde sosyal ve ekonomik değişmeyi modernleşti­ recek, hızlandıracak idari, mali, ekonomik tedbirler alın­ mamışsa, eğitmenin tek başına bu işin altından kalkması olası değildir. Genellikle Türkiye’nin idari mekanizması, özel olarak da eğitmenleri desteklemekle görevli Bakanlık­ lar eğitmeni köyde gereği gibi besliyecek, onu başarıya götürecek koşulları hazırlıyamamışlardır. Ziraat Bakanlığı yüklendiği araçları ne zamanında, ne de bütünüyle yerine getirmiştir... Türkiye'nin küçük köylerinin durumu eğit­ menlerin başarılı bir ekonomik çalışmayla geçimlerini sağ­ lamalarını da engellemiştir... Yerli ağaların politik ve eko­ nomik baskısı altında bulunan köylerde ise eğitmenin du­ rumu daha da zorlaşmaktaydı. Bununla beraber eğitmen­ lerin köydeki çalışmalarında karşılaştıkları güçlükler giderilemiyecek cinsten değildi. Devletin köyde ciddi bir re­ form anlayışı olsaydı, bu eğitmenler çok yönlü bir köy kalkınması hareketinin beslediği bir kuvvet olarak köyle­ re gönderilebilselerdi, kuşkusuz eğitmen denemesinden el­ de edilecek sonuç çok farklı olurdu...» Yazarlar daha son­ ra Tonguç’un «İlköğretim Kavramı» kitabından şu sözleri de alıyorlar(58>: «...Köylerin kültürel ve genel hayatlarında ileri bir seviye yaratabilmek yalnız klasik anlamdaki öğret­ menlerle mümkün olmaz. Köy hayatı bir bütün olarak ele alınmaz da şimdiye kadar olduğu gibi yalnız klasik kültür bakımından işlenmek ve bu vasıta ile bir ilerilik yaratıl­ mak istenirse bu çalışmadan olumlu sonuç alınamaz... Köylere öğretmen yetiştirirken bir yandan öğretmeni çok yanlı işler görebilecek biçimde forme etmeye çalışmak, diğer yandan da öğretmenle birlikte köye giderek diğer iş sahalarında çalışacak elemanı yetiştirmek için gerekli ted­ birleri almak gerekir. Bunun için alınacak tedbirlerin esas ilkelerini kuramdan çok realiteden çıkarmamız lazımdır... Köyde hukuki, mali, iktisadi kurumlar şehirdekinden ta­ mamen başka şekiller almaktadır... Şunu da önceden özel­ likle kabul etmemiz gerekir ki, yeni ve orijinal işler gere­ cek bir kurumun örgütünün bütün detaylarını işin içinde çalışmamış olanların isabetle saptamaları esası olası değil­ dir. Örgütün belirecek biçimini dikkatle yapılacak deneme­ nin sonucundan beklemek gerekir...» Ve yazarlar şöyle diyorlar: « ...Y eni eğitim hareketinin ilköğretmen okulları­ nın yerini almakla kalmayıp Türkiye’nin hayatında önemli sosyal değişmeler yapmaya gebe olduğunun görülmesi çe­ şitli ideolojilere sahip fikir adamlarını harekete geçirdi. Eğitim Bakanlığının içindeki çeşitli gruplar da hamleyi kendi kontrollarına almaya uğraştılar.. ,<59>». Böylece Kanat’m düşünlerine değinmekte ve « ...Okulun köyün iş ha­ yatı ve ekonomisiyle ilgisinin niteliği üzerinde ise Kanat ga­ yet belirsiz konuşuyor...» ve kitabın son sözünde «-...aynı yıllar boyunca (YüceVin Bakanlık yılları 28. Aralık 1938 5 Ağustos 1946) İsmail Hakkı Tonguç ve Rüştü Uzel İlk ve Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü yapmışlardır. 10.11. 1938’de Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü ise devletin bütün ‘gücünü ve kendi otoritesini eğitimcilerin desteğine vermiştir. Bu devir Türkiye’de eğitim seferberliği devri ola­ rak anılmaya hak kazanmıştır. Denemeleri yapılıp ilkeleri aranan köy eğitimi çabaları 1940’dan itibaren köy enstitü­ lerinin kurulmasına varmış, bunlar yoluyla eğitim Tür­ kiye’de sosyal ve ekonomik bünyeyi doğrudan doğruya etkiliyecek bir giıç kazanmıştır... Eğitim Bakanlığının böyle dinamik bir çalışma havasına girmesi Türkiye’de onu ya çok sevilen ya çok nefret edilen bir Bakanlık haline getir­ miştir. Çeşitli gruplar, sosyal sınıflat ve fikir temsilcileri fikirlerinin en iyi yayıcısı ve yardımcısı veyahut en tehlike­ li düşmanı olarak Milli Eğitim Bakanlığını görmüşlerdir. Bu sebepledir ki, Türkiye çok parti devrine girip devrimlerden tavizler vermeye başlayınca hücum edilen Eğitim Bakanlığı ilk hedef olmuştur. Bu kitabın yazarları Türk eğitiminin en verimli devri planlarının dışında kalmış oldu­ ğu için yaptıkları işin eksik kaldığı kanısındadırlar. Çünkü birçok bakımlardan Türk eğitimini en iyi bir biçimde bu devir temsil etmektedir...» demektedirler. Bu kitabında Başgöz’ün Yön’deki eleştirilerine göre soruna daha ciddi incelemelerle, daha olumlu, daha ger­ çekçi bir açıdan ve daha anlayış göstererek baktığını sanı­ yoruz. Adı geçen kitabın hangi koşullar içinde yazıldığını bilmiyoruz. Bu bakımdan ortak bir çalışma olan bu incele­ mede Başgöz’ün ortak düşünlere ve sonuçlara katılma dere­ cesini bilememekle beraber yukarıdaki gözlemimizi belirt­ meyi de bir borç biliriz. ■ Tahir Alangu Kirby’nin «Türkiye’de Köy Enstitüleri» kitabı yayın­ landığı zaman, Tahir Alangu’nun yaptığı eleştirilere de değinmek istiyoruz. Alangu’nun köy enstitüsü konusundaki düşünleri daha sonra Kemal Tahir’in eleştirileri incelenir­ ken tekrar söz konusu edilecektir. Alangu, «Türkiye’de Köy Enstitüleri» kitabı yayınlandığı zaman yazdığı bir ya­ zısında özetle şu düşünleri ileri süreri60’: «Yayırılayıcıları bir iki yerde çıkmış yazılarımdan, bir açık oturumdaki konuşmalarımdan edindikleri ön yargılara dayanıp -eh hadi bakalım, bu kitaba da bir diyeceğiniz ola­ maz ya diyerek F. Kirby’nin... eserini gösterdiler...» Bun­ dan sonra yazar, enstitüleri savunanların bu kitabı bir sa­ vunma aracı olarak Ortaya sürdüklerini belirtiyor ve kendi durumunu şöyle belirliyor: «...Benim düşüncelerim ve ye­ rim, araştırma ve sorunu bütün yönleriyle anlama orta­ mının olduğu sürede. ve cephe tutanların dışında, ama so­ ğukkanlı ve bilimsel ortamın yok olduğu, cephelerin kav­ gaya giriştikleri yerde elbette bu davayı devrimci ilkelerle savunanların yanıdır... Kirby’nin yeni çıkan kitabının asıl büyük önemi bu davranıştaki enstitü araştırıcılarının gerek­ li olduğunu ortaya koyuşundadır. Bu davranışta olanlar, sayın yazar kadar olumlu, büyük çaba istiyen eserler or­ taya koyarlar, veya benim gibi yeri ve zamanı geldikçe or(«) V a ta n g a z e te s i, 15.9.1962 T a h ir A la n g u , B e k le n e n K i­ ta p : (T iirk iy e d e K ö y E n s titü le r i) . laya nedenler atar, tartışırlar... Bir düşünce enstitü hare­ keti ölçüsünde köylere, asıl temel bünyeye inmeye istidat­ lı olunca tarihi oluşmanın bir sonucu olarak, çevresinde bir çatışma, tarafların kümelenme, eski tarikatçı dayanışması­ na benziyen bir -müridizmin- ortaya çıkışını anlıyorum. Am a hiç olmazsa enstitü çıkışlılara bizim gibi düşünenleri de hoş karşılama yeteneğinin, hoşgörürlüğünün aşılanabil­ diğim ummak isterdim...» Görülüyor ki, yazar, böylece kendisini bilimsel yönden enstitüleri eleştirenler arasına koymakta, enstitülerin de bu çeşit eleştirileri hoşgörü ile karşılamamalarından yakınmaktadır. Bundan sonra kitabda şimdiye kadar bu konuda söylenenleri aşan, bu sorunu artık bıktırıcı gevelemeler seviyesinden kurtarıp olumlu tartışmalar seviyesine ulaştıran bir değer olduğunu belir­ terek. Kirby’nin «bilimin ışığını bu dolambaçlı ve gitgide karışıp derinleşen labirentin içinde ulaşabildiği köşelere kadar götürdüğünü» yazdıktan sonra incelemenin yıkılış döneminde yapıldığını belirterek «bu havanın ülkücü bir eğitimciyi -bir sosyologu değil- götürdüğü üzüntü havası ki­ tabın her yerinde görülmektedir... Sonunda ortaya çıkan eserde batılı bir araştırıcı çabası bizim ülkücü öğretmenle­ re vergi ateşli ve devrimci tutkunlukla birleşmiş...» de­ mektedir. «Am a asıl önemli yanı, derinden gelen ve eserin bilimsel değerini çok aşan etkileyici yanını belirtmek ola­ caktır. Kesin olarak bugün için köy enstitüleri davasının F. Kirby ölçüsünde, niteliğinde bir lideri olmadığını söyle­ meliyim...» Bütün bu güzel ve ikilemli sözlerden anlaşılan şudur: Aslında Kirby, Alangu’nun düşünlerine ve inançlarına uy­ mayan bir takım sonuçlara varmıştır. Bu sonuçlan eleş­ tirebilmek ve çürütebilmek için Alangu başlangıçta şu yo­ lu izliyor: Kitabı över görünerek onun bilimsel değerini azaltmak. Bilimselliği aşan ülkü ve duygularla yazıldığını ortaya atmasının nedeni budur. Ama bunu, Alangu apaçık söylemiyor da, kendisine vergi ikircikli sözlerle maskeliyerek anlatmaya çalışıyor. Bundan sonra yazar, «Türkiye’nin tarihi, politik, sosyal temellerine inmeden bu sorunun çözülemiyeceğini kabul eden yazarın yaptığı araştırma, bu ileri eğitim denemesinin daha başlangıçtan nasıl tasfiye edilmemiş karşı kuvvetlerin üstüne oturtulduğunu göste­ riyor. Temel hazırlıkların yapılmadığı bir alanda tek kade­ menin bir politika aracı olarak enstitüleri ele alıp birden­ bire terkedişindeki nedenleri bir dereceye kadar araştırmış sayılabilir...» der. Burada, 1946 öncesinin siyasal koşul­ larını toplumbilimsel yöntemle incelemeden işe girişenle­ rin hepsinin yaptığı gibi, Alangu’nun da yapma - yıkma konusunda aynı eksik ve basit sonuca vardığını görüyo­ ruz. «.. .fşi bu ölçüde derinlere indirince bu kurumların ne dünkü ne bugünkü politik düzende yenilenip kurulamıyacağını elbette anlamamazlık edemezdi. Am a Türkiye’nin eğitim davasının gelecekte ancak bu yoldan giderek gelişe­ bileceğini söylemekle bu yanılgısını telafi ediyor...» Evet yazarin dediği gibi bugünkü politik düzende kurulamaz, ama dünkü politik düzende kurulmaması gerektiğini söy­ lemek, bilim dışıdır. Çünkü kurulmuştur, işlemiştir, başarı­ lı olmuştur. Bu bir tarihsel gerçek iken, kurulmaması ge­ rektiğini söylemenin bilimsel davranışla ilgisi yoktur. Bir­ kaç defa söylediğimiz gibi, bilim adamına düşen, bu ger­ çeğin ne gibi etkenlerle ortaya çıktığını incelemektir, or­ taya çıkmaması gerektiğini kanıtlamaya çalışmak değil! Bundan sonra 1946’dan önceki köy enstitülerinin eleş­ tirilmesi sayılabilecek şu satırlar var: «...Bugünün Türkiyesi artık başlangıçtaki o perişan çabalamayı, yerine iyice oturtulmamış - iş, tarım - teorik - dersler kargaşalığını ra­ hatça atacak deneme ve imkanlara sahiptir... » Buradan an­ laşıldığına göre Yazar, bizim ve Kirby’nin sistemin en il­ ginç yanı olarak kabul ettiğimiz eğitbilim ilkelerini ve uy­ gulamasını «perişan çaba» saymaktadır. Bu ilkeleri kaldı- rmca, yazarın 1946’dan sonraki Sirer tarafından düzeltil­ mişi!), yani öğretme okulları karakteri verilmeye çalışıl­ mış şekilden yana olduğu anlaşılıyor ki, o zaman kendisi­ ni köy enstitüler sisteminden yana bir kişi gibi göstermeye çalışmasının içten olmadığını kabul etmek gerekir. Bundan sonra enstitülerin yıkılışı konusunda, kendi düzeltilebilecek kusurları yüzünden değil, dışarıdan gelen etkenlerle yıkıl­ dılar şeklinde düşünen Kirby’i eleştiriyor: «...Reformcula­ rın yaptıkları işin gerçeğini ya kavrıyamadıklarını, yada bir başka zorluğun gelip aşılamıyacak derecede önümüze dikildiğini düşünmek zorundayız. Yoksa köy enstitülerine karşı olan kuvvetler, toplumun ve kadroların her yerinde hazır kuvvetler halinde bekliyorlardı. Bunların güçlerini bil­ meden mi bu harekete girişildi, bir hesap yanlışlığı mı var, yoksa gelişen diinya şartları birden bunları devrimci kuvvetlerin karşısına mı çıkardı? Köy enstitüsü hareketine girişenlerin en yüksek kademeden gerçekleri görmedikleri­ ni, köye bu yönelişin bir temel reforma gitmek demek ol­ duğunu anlıyamadıkları, sonraki gelişmelerden çekinerek güç zaptedilen karşı kuvvetleri salıvermediklerini mi dü­ şünmeliyiz? Bu bilmece elbette birgün çözülecektir. Fay Kirby işte tam bu noktada delilleri derlediği halde ke­ sin sonuçlara ulaşamamış...» yargısına varıyor. Yazarın burada, kendince «derlenmiş delilleri» gördüğü halde, ke­ sin sonucu açıklamadığını görüyoruz. Kesin sonucun ona göre bu işe girişenlerin ileride ne olacağını bilmedikleri, hesap yanlışlığı yaptıkları şeklinde çıkacağını sonraki tutumundari biliyoruz; ama bu kanısını şimdilik açıklamıyor. «Çözülmemiş bilmece»yı ileride Kemal Tahir’e kendince çözdürecektir. Bundan sonra yazar, «...Şim di enstitü sorunu ile uzaktan yakından ilgili olanların karşısına şu soru çıkı­ yor: 1. Köy enstitüleri her köye bir öğretmen hazırlıyacak köylü nüfusunu okutarak memleketin kalkınma amaçlarına ayak uydurmaya yatkın, okur - yazar yurttaşların yetiştiril­ mesini amaç edinen bir kültür gelişmesi mi sağlıyacak, 2. Yoksa bu kurumlar yeni Türkiye’nin devrimci ilkelerine ve Atatürk devrimlerini temele oturtmak davasını gerçek­ leştirecek kökten bir hareketin öncülüğünü mü yapacak?... Herşey bu kararlardan birini verdikten sonra başlıyacaktır. Geçmişi araştırırken bile...» diyerek yazısına son veri­ yor. Yazarın bu şekilde bir soru sorması köy enstitüsü sis­ teminden hiçbir şey anlamamış olduğunu gösterir, eğer yazar böyle bir soru sormasının ardında özel bir amacı giz­ lemiyorsa: B,u oldukça kapah, açıklıktan yoksun, ikilemli bir ya­ zıdır; ama bundan sonra yapılan bazı eleştirilerin kayna­ ğını göstermesi bakımından üzerinde durulmaya değer. Daha sonra Kemal Tahir’in eleştirilerine kaynak olan bilgi ve düşünlerin Alangu tarafından verildiği herkesçe bilinen bir gerçektir. Peki Alangu bunları nasıl ve nereden edin­ miştir? Yukarıdaki yazısının başında enstitü sorununu inceliyenleri ikiye ayırıyordu: «olumlu ve büyük’çaba istiyen eserleri ortaya koyanlar» ve «yeri ve zamanı gelince ortaya nedenler atıp, tartışanlar». Ve kendisinin ikinci gruba gir­ diğini belirtiyordu. O halde Alangu’nun vardığı sonuçlar ve kanılar esaslı bir inceleme sonucu elde edilmiş değil­ dir. Bu sonuçlara varırken sanırız ki, Alangu bazı yüzey­ sel gözlemlerine birinci derecede dayanmaktadır. Kendisi 1946’dan sonra, yani bize göre yıkılış, onun gibi düşünen­ lere göre iş - tarım - teorik dersler kargaşalığının çözümlen­ diğin) dönemde kısa bir süre bir köy enstitüsünde öğret menlik yapmıştır. Bu öğretmenlik görevinin sona erişi nor­ mal koşullar içinde olmamıştır: Bir öğrenci ile arasında ge­ çen bir olaydan sonra birkaç saat içinde çalıştığı enstitü­ den ayrılmak zorunda kalmıştır. Burada köy enstitülerine karşı sistemli çabalara girişmiş olanlarda, çok ilginç ola­ rak hemen her zaman rastladığımız duygusal bir motifin tekrarlandığını görüyoruz. Böylece Kirby’nin kitabının ya­ yınlanması ile Köy Enstitüleri düşününün kamuca benim­ senmesi yolunda çok önemli bir adım atılmış olduğunu gö­ ren Alangu, kendisi gibi «ortaya nedenler atıp tartışanlar» için de artık «yer ve zamanın geldiği» kanısına varmış ve kolları sıvamış, «olumlu ve büyük çaba sarfederek eserler ortaya koyanlar»ın yanısıra işe girişmiştir. Kemal Tahir’in daha sonraki eleştirileri işte bu eski ve kısa süreli, düzeltil­ miş enstitü öğretmeninin ortaya attığı bilgilere dayanmak­ tadır. Alangu’nun yukarıdaki yazısının başında belirttiği «cephelerin kavgaya giriştikleri yerde elbette bu davayı devrimci ilkelerle savunanların yanında» olduğu şeklindeki ifadesi de içtenlikten uzaktır. Kendisi kolları sıvadığı za­ man, enstitülüler kavganın ortasında idiler. Kemal Tahir’e yanlış ve noksan bilgileri verip onu yanılttığı ve birçok devrimcinin aklını çelen, onları şaşırtan «Bozkırdaki Çe­ kirdek» romanının yayınlanmasına önayak olduğu zaman da kavga sürüyordu. Kavgaya katılmak ve kavgada tuttu­ ğunu iddia ettiği yanı desteklemek, bilimsel çalışma ve ça­ bada bulunamama, bilimsel olamama demek de değildir; kavganın kendisi içten kişi için bilimsel davranış demektir. Kavganın özü bilimseldir. Eleştirileri incelerken sık sık yalnız soyut planda dü­ şünlere ve savlara karşılık vermiyerek eleştiricilerin eylem­ deki davranışlarına ve bunların sonuçlarına, nedenlerine dönmemiz belki okuyucunun dikkatini çekmiştir. Biz eylem, kavga ve düşün alanı diye iki ayrı plan kabul etmiyonız. İlerici aydının bir tek planı vardır ve eylemi ile düşünü bir­ birini yadsıyamayacak şekilde bir birliktir. Bu bakımdan düşünleri incelerken, eylemi de belirtmek ve varsa, ikisi arasındaki tutarsızlıkları, uygunsuzlukları belirtmek zorun­ dayız. Bir ilkeye, bir sisteme eylemde yardımcı, ama düşün­ de karşı olmak gibi bir bölünme insan kişiliğine aykırıdır. Düşünde karşı olanların eylemde sadaka verir gibi yardım lütfetmelerine enstitülüler sadece gülerler. Alangu mertçe söylemelidir: Düşün alanında da, eylemde de enstitülerin ve köy enstitüsü ilkelerinin karşısmdadır. Ve biz şunu apaçık ortaya atıyoruz ki, kendisi Kemal Tahir üzerindeki etkileriyle 1960’dan sonra köy enstitüsü sorununa, bunun kamuca benimsenip, devrimsel sloganlar arasına katılması­ na, yaygınlaşmasına en çok zarar veren kişi olmuştur. Eleş­ tirileri açık değildir, duygusal nedenlerle, art düşünler ve amaçlar güdülerek ortaya atılmıştır. En çok kınanacak yanı, kendisini köy enstitülerinden yana imiş gibi göste­ rip, enstitüleri kötülemesi ve kötületmesidir. Bunları her­ hangi bir hoşgörüşsüzlüğün, eleştirilere dayanıksızlığın et­ kisiyle söylemiyoruz. Bu kitapta en sağdan gelen, en kişi­ sel, bizi en fazla duygusal yönden etkilemesi gereken, en çirkin eleştirileri, suçlamaları, yalanlan, nasıl soğukkanlı­ lıkla karşıladığımız, ortadadır. Bunlar hiç olmazsa açıkça «karşı» olduklanm söyliyen kişilerdir. Ve bize göre en çirkin yöntemleri kullanan yüz «karşı» kişi, bizim safta ol­ duğu şaşırtmasıyla bozgunculuklara yol açan bir kişiden yeğdir. Tahir Alangu herşeyden önce ikiliği bırakıp, kendi­ sinin eylem ve düşün alanında köy enstitülerine karşı bir ki­ şi olduğunu açıklamalıdır. Bunun nedenlerini de açıklar ve bu nedenler tartışılır. Açık, mert kişilere yakışan budur. Alangu düşünlerini yine Kirby’nin «Türkiye’de Köv Enstitüleri» kitabını inceleme aracılığıyla Yön dergisinde de açıklamıştır*60: Aynı ikircikli tutum burada da vardır. Önce kitabı övdükten sonra «Kirby’nin eseri enstitülerin kendileri kadar önemlidir. Çünkü yıkılan bu kurumlar her­ kesin aklında kalmış, birbirini tutmayan, çoğu değişen şart­ larla birlikte eskimiş, güçlü bir eleştiri karşısında değerlerini koruyamıyacak anılara göre değil, aslında büyük bir plan gerekçesi niteliği taşıyan bu kitabın eleştirilmiş bütününe (ti) Y ön d e rg isi, y ıl 1, s a y ı 39, 12.9.1962, s. 18 T ü rk iy e d e K öy E n s titü le ri, T a h ir A la n g u . dayanarak yeniden kurulabilir,» demekte ve «...Kirby’nin eseri bütünü ile bizim tek parti idaremizin böyle bir eğitim devr'ımine hiç de yatkın olmayan düzeninde kurulduğundan başlangıcı ve bitimi karanlıklarda kalmış bir devrimci okulu olduğu gibi değil de, olması gerektiği gibi anlatıyor...» dedikten sonra, «..Bugüne kadar ortaya konulan düşünceler bu okulların ve eğitim sisteminin öncülerin elinde mükem­ melliğe erişmiş, tam kişiliğini bulmuş, yine aynı nitelikler­ le kurulması gerekli imişler gibi göstermektedir... Kirby’ nin kitabını birçok bölümlerde ülkücü özlemle olmakta olanı olması istenilenle içiçe karıştırırken bilimsel çizgiden ayrılır gibi gördüğünü» belirtmekte ve «ama kitabın bü­ tününü göz öniine alınca onun da yalnız olanı değil, olma­ sı gerekeni bir sosyal araştırıcının sınırlarını aşarak, düşün­ celerini uygulayan bir eğitimci gibi göstermek çabasına düş­ tüğünü, yabancı araştırıcılar ve uzmanlar içinde bir eği­ tim sistemini kendine böylesine malederek, öncülerin gay­ retlerini ve çalışmalarını değerlendirip, onları aşarak, asıl amaçlara yöneltenine rastlıyabileceğimizi sanmıyorum...» diyen yazar, bu karışık, karanlık ve dolambaçlı yollardan Kirby’nin köy enstitüleri üzerindeki olumlu yargılarını çü­ rütme çabasına düşmektedir. Ona göre köy enstitüleri ger­ çeği Kirby’nin anlattığı gibi değildir, Kirby bilimsel sınır­ lan aşmış ve gerçeği olduğu gibi değil, kendisinin olmasını istediği gibi göstermiştir. Köy enstitüleri sistemini ve eyle­ mini anlatırken kendi sistemini anlatmıştır. Ülküsünü açık­ lamıştır. Noksanları tamamlamış ve bu noksan, ne idüğii belirsiz sistem yerine anlaşılabilir, yeni bir sistem kurul­ muştur. Yani sözü Alanguvari kıvırttırmadan, sağından solundan çekip bükmeden söyliyecek olursak: Köy enstitü­ leri sistemi yanlıştır, uygulama zamansızdır, toplumsal koşullara göre buna girişilmemesi gerekirdi, ama kurucu­ lar, bu gerçekleri anlıyacak kapasiteden ve bilgiden yok­ sundular, demek istemektedir. Objektif olmak savında bir kitap eleştiricisinin işini bu derece dolambaçlı yollar­ dan gördüğü ve bu derece inatla, bilimsel bir çaba oldu­ ğunu, bütünüyle yürüdüğü inceleme yolunu ve vardığı so­ nuçlan yadsıyamadığı bir kitabın konusu olan sorunu gerçektekinden başka türlü göstermeye çabalaması az rast­ lanılır bir olaydır. Eleştirici herşeye razıdır; ama tek şu köy enstitüsü girişimi doğru idi, büinçle yürütüldü, önemli ve olumlu sonuçlar verdi, denmesin! Bir kitap eleştiricisi konu üzerinde bu kadar inatla taraf tuttu mu o artık eleş­ tirici olmaktan çıkar, ona bir görev düşer, kolları sıvayıp o konuyu bilimsel olarak bir de kendisinin incelemesi, bi­ limsel antitez olarak ortaya çıkarması. Ama eleştiricimiz böyle bir eyleme girmiyecek kadar bulutların üstündedir, sorunlara ve çabalara bu kadar yüksekten bakma yargıla­ ma yetkisini kendinde bulmaktadır. Yahut da sinizmi, ikircikliği böyle açık bir tutuma elvermez. Ne nedenle olur­ sa olsun, böyle bir işe kendisi girişmiyecek, Kemal Tahir’i bunu yapmak için uyaracaktır. Yine kapalı, ard düşünlü ki­ şiliğine uygun olarak bir taktik daha uygular: Kirby’i ken­ disinin köy enstitüsü sistemi ve uygulaması konusunda ku­ rucuları çoktan aştığına, bu işi daha iyi başarabileceğine inandırarak, Türkiye’de eyleme sokmak ve belki de bu eylem içerisinde eskitmek, harcatmak köy enstitülülerle bir­ birine kırdırtmak hesabına ve çabasına girişir; bunun için de kurucuların çalışmalarını bilinçsiz olarak yaptıklarına inandırmaya çalışır: « ...Bundan sonra köy enstitüleri üze­ rinde dağınık bilgilerin, karşıt düşüncelerin birleştiricisi, te­ mel ilkelerin şüpheye yer vermiyecek nitelikte tasvir edil­ diğini, belirtmeliyim. Topluma seslenme, uyarma amacı gü­ den bu kitap her çeşit kalkınmanın neden eğitimle birlik­ te yürümesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Yazar... köy enstitülerinin batıya geçiş hareketinde temele yönelen bü­ yük devriminin hazırlayıcısı oluşunu iyice kavramış görünü­ yor. Bu büyük anlamı kavrayınca köy enstitüleri- tıin yaşama ve çalışmalarından ürkenlere hak vermek gerekiyor. Bu ölçüde bir Atatürkçülük, Atatürk’ün kendi­ sinden sonra kimsenin el atamadığı bir işti... Köy enstitü­ lerinin öncülerinin meseleyi bu çapta düşünüp ele aldıkla­ rı hiçbir zaman görülmemişti. Yıkılışının nedenlerini anlıyamayışlarını, romantik sızlanışlarının nedenlerini de bu­ rada aramak lazımdır. Am a bu öncülerin ortaya koyduk­ ları eserin kendinde, ne sonuç vereceğini iyice tasarlıyamadıkları ilkelerinde bu temel reformlara yöneliş, Türk toplumunu büyük bir tarihi engelden atlatış nitelikleri vardı. Köy enstitülerini yaşarken bunun farkında olan eğitimci yoktu. Am a birçok politikacının bunun farkına vardıkları, bunu iyice bilerek yıktıkları... belli oluyor...» Bundan sonra «köy enstitülerinin eğitim alanındaki başarıları tartışılabilecek birşeydir» diyerek bu noktada da şüpheleri olduğunu belirten Alangu, «...kuruluşları ile öz­ gür olan bu enstitülerin içindeki insanlara verdikleri yeni adam vasıfları üzerinde pek durulmamıştır. . . » sözleriyle gerçeğe aykırı bir sonuca vardıktan sonra; ...eski ve tö­ reye bağlı köye yeni insanı göndermek olumlu bir iş miydi, sorusunu sormakta, «...olaylar köye yönelişin yalnız okul­ la yürütülemiyeceğini, bunun bir rejim meselesi olduğunu açıkça gösterdi. Bu meselenin işin ta başından koyulmayışı ve çözülmeyişi etkileri ta günümüze ulaşan bir çatlağı ortaya koydu. Köy enstitüsü eğitimindeki ikilik ve bunla­ rın enstitü çıkışlı kimselerde yansıyan ikizli davranışları...» demektedir. Burada birçok solcuların yaptıkları eleştirinin bir tek­ rarım görüyoruz: Rejim sorunu, yahut başka bir deyimle alt yapı değişikliği çözümlenmeden, köy enstitüsü dene­ mesine girişmek, yetiştirilen öğrenciyi, tutucu güçlerin ege­ men olduğu köye yollamak ve ondan burada bir eylem beklemek doğru mudur? Daha doğrusu önce rejim ve alt yapı sorununu çözümlemek, sonra eğitimde köy enstitüsü işi gibi bir atılıma geçmek daha akıllıca değil midir? Ey­ lemden uzak, kafalarının işleyiş tarzı daha çok teorik tartış­ malara yatkın sol aydınların yanıldıkları nokta bizce şu­ dur: Bunlar sanki 1935’lerde köy enstitüsü kurucularına yukarıdaki soru sorulmuş ve bu iki yoldan birisini seçme­ leri söylenmiş, onlar da bilgisizlikten ötürü birinci yolu seçmişler gibi bir noktadan işe girmektedirler. Bu kişilerin önünde o zaman böyle bir bağımsız davranış, bir öngörme olanağı yoktu. Tarihsel olaylar onlan birinci yolda yürü­ me olanakları ve koşulları içine getirmişti. Ya bu yolda gi­ deceklerdi, yahut hiçbir şey yapmıyacaklardı. Bu iki şık tartışılabilir. Sanırız ki, yürünmüş yol, hiçbirşey yapma­ maktan daha yararlı sonuçlar vermiştir. Sorun şu nokta­ dan da önemlidir: Kurucular dışında iktidarı ellerinde tu­ tanların bazıları böyle bir soruyu kendi kendilerine sorsa­ lardı, ki bizim kişisel kanımız sormuş oldukları şeklinde­ dir, karşılığını sol eleştiricilerin istedikleri şekilde verebilir­ ler miydi? Çünkü teorik olarak neyin doğru olduğunu sapta­ mak başkadır, bunu eyleme geçirebilmek yine başkadır. İkinci yolu tutmak için, bunlar eylem içinde kişiler ola­ rak toplumsal güçleri, siyasal durumu hesaba katmak zo­ runda idiler. Bunların da ikinci yola gitmeye elverişli olma­ dığı ortadadır. Asıl bu noktada köy enstitülerinin önemi belirmektedir. Bize göre kurucular tarafından tamamen bi­ linçli, iktidarı elinden tutanlar tarafından da kişisel olarak, topluluklar olarak derece derece bilinçli bir şekilde, günün birinde ikinci yola gidebilmenn toplumsal ve siyasal ko­ şullarının hazırlanabilmesi için köy enstitüleri işine girişil­ miş, birinci yola gidilmiştir. Enstitü öğrencisinin bir yığın pürüzlerle karşılaşacağı kendi inançlarına uymayan köy or­ tamına gönderilmesi de bilinçlidir; amacın bir gereğidir. Ama bu açıkça söylenip yazılamazdı. Bazı solcular bunun da yazılmasını beklemişlerse, hiçbir zaman eylemde başa­ rılı olamıyacak kadar saftırlar. Eğer Türkiye’de ikinci yola gidilebilseydi, bunun koşullan bulunsaydı, tarihsel gelişim böyle olsaydı, zaten köy enstitüsü g i r i ş i m i n e, gerek yoktu; bizim anladığımız devrim hızlandırıcısı anlamında köy enstitüsü girişimine... Alt yapı devrimleri gerçekleştikten sonra, bu anlamda bir eğitim sistemi üzerinde kafa yor­ mak, bunu gerçekleştirebilmek için iktidarlarla türlü hesap ve anlaşmalara girmek gerekmez, sorun, yalnız birkaç ileri eğitbilim ilkesinin alt yapı devrimlerini gerçekleştirmiş bir toplumun okullannda uygulanması kolaylığına indirgene­ bilirdi. Bu noktadan eleştiri yapanların bir kısmı özlemle­ riyle gerçek tarihsel gelişimi karıştırmakta ve özlemlerini gerçekleştirme olanağı bulamamalarının hırsını bu tarihsel gelişimin olmaması gerektiğini bu gelişimin bilinçsiz oldu­ ğunu ispata çalışarak çıkarmaktadırlar. Alangu şöyle devam ediyor: « ...Eğitim vasıtasıyla canlandırılacak köy, öğretmeni köy toplumunu yerinden oynatacak bir manivela bir üstün öncü olarak kabul edi­ yordu. Töreye bağlı eski köyün üstünden yapılacak bir dü­ zeltme çalışmasına yönelişti bu. Köy üstün vasıflı öğret­ meni bağrına basacaktı. Devlet zoruyla köylere yerleştirilen öğretmenlerin birkaç yıl içinde bahtlarına terkedilişlerini gördük...» Bunlar yüzeyel yargılardır. Bir kere «üstün ön­ cü» ne demektir? Başka öncülere öğretmenin üstün kabul edildiği mi söylenmek istenmektedir? Böyle ise yanlıştır. Öğretmenin başka öncülere üstün görüldüğünü hiçbir kişi söylememiştir. Ama bu başka öncüler nerededir? Bunlar kimlerdir? Ayrıca köy enstitüsü hareketi «üstün öğretmen yetiştirme» hareketi de değildi. Köylüye yanyacak her türlü elemanı, daha açığı köyde sınıf bilincinin uyanmasına yardım edecek, toplumsal çelişkileri, ekonomik farklılaşmayı, meslekleşmeyi hızlandıracak, alt yapı devrimlerine geçme sürecini çabuklaştıracak her türlü elemanı ye­ tiştirme programı idi. Başlangıçta daha çok öğretmenlerle ilgili bölümü gerçekleştirilebildi. Ama siyasal olaylar, özel­ likle dış olayların gelişmesi programının sürdürülmesi için gerekli iç siyasal koşullan değiştirdi. Bu çok daha sonralan olabilir ve program daha da ilerletilebilirdi. Erken olması sistemin ve güdülen taktiğin hatası değildir. Bu gelişmenin sonucu olarak öğretmen köyde çabucak desteksiz kaldı. Burada eleştiriciler şunu da kanştınrlar: Amaçların eylem­ de bulunulan çağlarda yukandaki gibi açıklanması olanağı yoktur. Bu, öğrencilere de böylece anlatılamazdı. Ama onlan bir manevi güçle, bir ülkü ile güçlendirerek köylere göndermek gerekiyordu. Böylece öğrencilere söylenip aşı­ lanan idealizm havası ile sol araştıncılarm yetinmemeleri, bu konuda daha derinliğine, daha dikkatli çalışmalar yap­ maları, hatta yayınlanmamış bazı yazı ve belgeleri görmeleri işin içinde bulunanların bilgilerine başvurmaları daha ciddi ve doğru sonuçlara varmaları için gereklidir. Aksi halde ku­ rucuları gerçekçilikten uzak, saf ve enayi idealistler san­ maları gibi bir yanılgıya kolayca düşerler. Alangu şöyle diyor: <.. .Görülüyor ki, köy enstitüleri­ nin yıkılışlarına yananlara katılmıyoruz. Yıkılan değiştiri­ lecek, düzeltilecek, kendi kuruluşu içinde eskidiği er geç anlaşılacak bir denemeydi... Yaşaması gereken şey, köy enstitüsü düşüncesi hiçbir zaman ölmedi. Ses çıkarmadan bir köşede bekliyenler onu yaşattılar, Türkiye’de üzerinde en çok tartışılan ve düşünülen bir soru haline getirdiler. Ve bu vesile ile şunu iyice belirtmeliyim: Enstitüleri düşündük­ leri gibi kapandıkları yerden tekke açar, mürid toplar gibi bir çıkmaza sokmayı değil, gelişimini kapatıldığı günden bugüne yürütmüş, düşüncede geliştirmiş konular olarak düşündüğümü... söylemeliyim...» Biz de şunu söylemeliyiz ki, bu konularda da eleşti­ riciye katılmıyoruz. Köy enstitülerinin daha kuruluş döne­ minde yıkılışı pek çok zararla hiç olmazsa bugün eldeki köy enstitüsü çıkışlı, ilericilik savaşının en önünde döğüşen ilerici aydınların sayısının birkaç misli daha fazla ol­ maması ile sonuçlanmıştır. Sistemde bundan sonra ne gibi yenilikler, değişiklikler yapılması gerektiği sistem ne kadar uzun süre uygulanabilse, o kadar daha fazla deneylere, gözlemlere dayanarak söylenebilecekti. Nitekim bizim inan­ cımız, ana ilkelerde yapılacak değişikliklerin bugün de baştan değil, deneme başlayabildikten sonra uygulamalara bakarak saptanmasıdır; bu köy enstitülerinin baş ilkelerin­ den birisidir. Şu kadar yıl sonra bu konu hâlâ ölü değilse, üzerinde bu kadar tartışma yapılıyorsa bu ilkeye göre uy­ gulamada geliştirildiği içindir. Enstitü ülküsünün ölme­ mesi ve kamuya maledilmesi de bir köşede oturup yıllarca ses çıkarmıyanlar uykularından uyandılar diye değil, bu ülküye gerçekten inanmış kişiler kapatıldığı günden beri bunun mücadelesini verdikleri, örgütlendikleri içindir. Bun­ dan sonra da köy enstitüleri düşünü ve sistemi bu gibiler tarafından geliştirilip yaşatılacaktır; ulema tarafından değil! Enstitülülerin enstitüleri eski ilkelerine göre kurma düşünü de eleştiricinin sandığı gibi bir müridlik, bir bağnazlık sonu­ cu değildir. Eski ilkelerin yerine daha iyileri söylenemediği, bulunamadığı ve en önemlisi eski ilkelerin çoğunun hâlâ doğru ve geçerli olduğu nedeniyledir. Çünkü eski ilkelerin yanlışlığını, noksanlığını, eleştirici gibi düşünenler laf et­ mekteki, bilgiçlik taslamaktaki bütün ustalıklarına rağmen, bilimsel olarak ispatlıyamamışlardır, ama bunların doğru­ luğunu gösteren bir yığın bilimsel inceleme, araştırma var­ dır ve daha bir yığm da yapılmaktadır. Eleştirici gibiler köy enstitüsü ilkelerini savunanları müridlikle suçhyacaklanna, beğenmedikleri ilkeleri niçin beğenmediklerini ciddi olarak incelemeye ve göstermeye çalışmalıdırlar; tabii bizim inancımızın aksine gerçekten köy enstitülerinden ya­ na iseler! Şimdi 1960’dan sonraki eleştiriler içinde etki alanı ve gücü bakımından üzerinde durulması gereken en önem­ li eleştiriye geliyoruz. Bir eğitim sistemini ve hareketini eleştiren çalışmalar arasında en fazla önemi bir romana vermek aslında garip bir davranıştır. Ama ne yapalım ki, bu gariplik böyle bir işi roman aracılığı ile yapmaya giri­ şenlere aittir. Bu gibi eleştiriler için bütün dünyada alışıl­ mış yol, bilimsel araştırma yoludur. Ama bizde her düşünü ve her hareketi her türlü şekil ve kalıp içerisinde inceleyip, ciddi sonuçlara varabileceklerine inanan kişilerin varlığı, bizi de köy enstitüleri konusunda büyük savlarla yazılmış bir romanı incelemek gibi bir duruma düşürüyor. ■ Kemal Tahir ve «Bozkırdaki Çekirdek» » Sözünü edeceğimiz eser, Kemal Tahir’in «Bozkır’daki Çekirdek» adh romanıdır46” . Romanın kapak arkasında şu ilginç tanıtma yazısı var: «Bizdeki toplumsal ve siyasal şartlar içinde köy enstitüleri köylü çocuklarının çile çekme ve azla yetinme yatkınlıklarından yararlanarak en ağır iş­ lerde gaddarca çalıştırılıp sömürülmelerinden başka bir sonuç veremezdi. Nitekim bu deneme son hesaplaşmada biz Türk aydınlarının halk düşmanlığımızı değilse bile, halka hiç acımadığımızı ispatlamıştır. Bozkırdaki çekirdek işte bu çapraşık dramın romanıdır...» Böylece şimdiye kadar ne sağcıların, ne de solcula­ rın ileri sürmedikleri değişik bir savla ortaya atılan ro­ mancının görüşlerini incelemek ve romanı da okuyucuları­ mıza tanıtabilmek amacıyla, önce roman üzerinde yazıl­ mış iki eleştiri yazısından bazı bölümleri aktaracağız. Bu arada şunu da söyliyelim: Köy enstitülü romancı ve sanat­ çılar bugüne kadar bu roman konusundaki düşünlerini ge­ niş şekilde ve aracısız olarak açıklamamışlardır. Bizim bil­ diğimiz bunda iki neden vardır: Birincisi böyle bir polemiğe girerek romanın istemiyerek reklamını yapma ve etki ala(62) B o z k ırd a k i Ç ek ird ek , K e m a l T a h ir, R e m z i K ita b e v i, İ s ta n b u l 1967. mm genişletme kaygısı, İkincisi edebiyat sanatçıları olarak bir «meslektaşa» karşı çıkmanın bazı kişilerce kıskançlık sayılabileceği düşünü. Bizce bu nedenlerin ikisi de aşın ve gereksiz bir inceliğin sonucudur. Roman bu gibi inceliklere yer bırakmıyacak derecede köy enstitüsü sorununa zararlı olmuştur. Enstitülü sanatçılann romanı uzun boylu eleştirmeyişleri yanlıştır, birçok köy enstitüsü taraftannın başlan­ gıçta yanılmasına, hatta romanın sürümüne yardımcı ol­ masına yolaçmıştır. Enstitülü sanatçılar böyle incelik ör­ nekleri göstereceklerine, romanı daha baştan eleştirip ar­ kadaşlarını uy arsalardı, çok daha tutarlı davranmış olur­ lardı. Köy enstitülerini savunan çevrelerde romanın etkisi çok olumsuzdur, örneğin bu çeşit eleştirilerden kaçman Vedat Günyol bile sert bir eleştirmeye girmiştir^31. Bu eleştirinin özetini hem roman üzerinde bilgi vermek, hem de Günyol’un düşünlerini görmek bakımından veriyoruz: Atatürk’ün Türk köylüsünün okuyup aydınlanmasını, dostunu düşmanından ayırdeder hale gelmesini başlıca öz­ lemlerinden biri saydığını belirten Günyol «...K öy enstitü­ sü düşüncesinin kaynağında Türk köylüsünü, canı kanı ba­ hasına sömürenlerden temizlediği ana yurduna daha bir bi­ linçle sahip kılma isteği yatar...» diyerek söze başlamak­ tadır. «...köy enstitülerinin kuruluşundan bu yana 28 yıl geçti. Daha kurulur kurulmaz gerici çevrelerin temsilcileri kara aydınlarca birer komünist yuvası diye saldırıya uğ­ radılar. Bu saldırıların ardında yüzyıllarca köylünün sır­ tından geçinmiş bir soyguncu sınıfın çıkarları kendini du­ yuruyordu bütün ağırlığıyla. Amaç belliydi; köylünün uyanmasını istemiyorlardı... Tonguç’un anısına sunulan «Tonguç’a Kitap» adlı eserin başında İnönü... köy enstitü­ (6i) Y eni U fu k la r d e rg isi, K ö y E n s titü le r i ve B ir R o m an , V e d a t G ünyol, s a y ı 134, cild 17, 22 37. te m m u z 1968, s. sü düşüncesinin uygulanmasını doğrudan doğruya Tonguç’­ un kişiliğine ve çabasına bağlamakladır. Bu bakımdan köy enstitüleri ile ilgili tartışmalar son hesaplaşmada Tonguç’un tutumu ve düşüncesi üstünde toplanmaktadır. Devrim Tür­ kiye’sinin Atatürk’ten sonra düşünce ve eylemi bir arada yürütmüş bir numaralı adamı olan Tonguç’un başarısı kıs­ kanç ve kötü ruhlu birçok politikacımn... düşmanlığını çekmiştir üstüne. Bugüne kadar Tonguç’un kişiliğinde köy enstitülerini kötüliyenler... çıkarcı, sağ çevrelerin insanla­ rıydı. Bugün sol çevrelerin bir başka yönden hiç de sağlam belgelere dayanmıyan bir takım savlarla, enstitülere, dola­ yısıyla Tonguç’a karşı çıktıkları görülüyor... Bu saldırının temsilcilerinden biri, belki de başlıcası, romancı Kemal Ta­ hindir. Rom ancı... romanında bir köy enstitüsünün kuru­ luş serüvenini anlatırken düşüncelerini önce bir romancı olarak seçtiği, konunun işlenişi, vardığı yön ve sonuç yo­ luyla burada kendine sözcü olarak seçtiği, müfettiş Şefik Ertem’e söylettiği sözlerle açıklıyor. Şefik Ertem, bay Alangu’ya bakılırsa (bak: Varlık Yıllığı 1968, s. 48 - 56) -enstitülere saldıranlarla onu savunanlar dışında, eskiden varlığı hiç hissedilmiyen, ağız kapatılan, ancak son yıllarda bu sorunun temellerini kurcalamaya başlıyan bir yeni gerçekçidir. İşte Kemal T ahir Şefik Ertemin-bu yeni bir gerçekçi - kişiliğinde köy enstitüleri sorununu ele alıyor ve ona karşı güvensizliğini dile getiriyor. Aslı aranırsa Boz­ kırdaki Çekirdek böyle bir güvensizliği dile getirmekten da­ ha öte bir eser, köy enstitülerini maskara etmek için yazıl­ mış bir roman niteliğini taşımaktadır... Kemal T ahir bu çapraşık dramın önce kaynağına götürüyor. Ankara1nın yüksek politika çevreleri diye nitelenen bir partinin genel sekreterlik odasındayız. Genel sekreterle bir milletvekili, bir paşa, bir de başbakan adayının tartışmalarından öğre­ niyoruz ki, köy enstitüleri Nazi Almanyasının dünyaya ka­ bul ettireceği bin yıllık düzene bir ortam hazırlamak, köy­ leri -köy liderleriyle yahutta öğretmenlerle bozulmaktan kurtararak devlete, yani tek parti rejimine bağlı tutmak amacıyla kurulmuş, Buna göre köy enstitüleri gerçekte Türk köylüsünü okutup aydınlatmak, Tonguç’un deyimi ile çağımız uygarlığının nimetlerine kavuşturmak değil, tek parti rejimini sürekli kılmak düşüncesiyle ortaya çıkmış. Daha açıkçası, İnönü -ebedi şeflik tutkusuyla köyü köylü­ yü değiştirmeden- köy çocuklarını köylülüklerini kaybetmiyecek biçimde yetiştirecek- sadece doğayla boğuşacak -yetenekte- kendine yeterli bir düzeyde tutup -yine ağamn, yine mütegallibenin buyruğunda bırakacak bir eğitim yolu seçmiştir... Bütün bu savları ortaya atmak için -yeni ger­ çekçilik- adına bile olsa olayları böylesine ters yönden de­ ğerlendirmek ve mantığı zorlamak insanı şaşırtıyor doğ­ rusu, Evet, Kemal T ahide göre İnönü böylesi bir düzen getirmek istemiştir köy enstitülerini kurarken ve bu işte de Tonguç’u (şu Bulgaryalı, dülger kalfası kılıklı Tonguç zibidisini) maşa olarak kullanmıştır. Am a artık bu koşullar tersine dönmüştür, ikinci Dünya Savaşı son bulmaktadır. Hitler yenilgiye uğramış ve enstitüler -komünist yuvasıolmuştur. Onun için yüksek politika çevreleri bu zararlı kurumlan kapatmaya karar vermişlerdir... İnönü bir dev­ let adamıdır herşeyden önce -toplumun kabul etmediği, ya­ da pek yakında kabul edeceği kesinlikle bilinmiyen- hiçbir şeyi sürgit tutamaz. Nasıl olsa halk köy enstitülerini tut­ mamıştır, İnönü de parçalanmasına göz yumacaktır. (Bu­ rada da insanın şaşmaması elden gelmiyor. Çünkü sağcı­ lar daha baştanberi enstitüleri komünist yatağı diye suçla­ yıp kapanmalarına sevinirken Kemal Tahir de birer nazi yuvası diyerek aynı sevinçe katılıyor). ...Kem al Tahir bize Tonguç’un ağzından onun köy enstitüsü üstündeki düşün­ cesinin özünü (!) veriyor: (tnsam değiştirmeye değil, maddi eser vermeye dayamr enstitü anlayışı)... İşte bütün roman Tonguç’a yakıştırılan bu düşüncenin sakatlığını gösterme yolunda harcanmış zorlama bir çabamn ürünüdür. Bu sa­ katlık kuruluş günlerindeki olayların bir açmaza itilen ge­ lişimi yanında roman kişilerinin tartışmalarında gösteril­ miştir... Şefik Ertem'in yaptığı eleştirinin çıkış noktası Tonguç'un «Canlandırılacak K öy» adlı eseridir. Kitaptan aldığı şu cümle ona göre eserin ana ilkesini özetlemektedir: Rejimi yarı aydınların suikastından koruyacak tedbirleri hiç ihmal etmemek lazımdır. Bunun için de köy kaynağından hayata daha kuvvetli bağlarla bağlı, çağımız uygarlığının işlerini başarmaya daha yatkın taze elemanı bol bol alarak ve onu karakterini bozmıyacak müesseselerde yetiştirerek bu kabil insanların Cumhuriyeti besliyecek ve gürbüzleşti­ recek, memleketi saadet yuvası haline getirecek hakiki iş adamlarını yetiştirmek lazımdır... 233 sayfalık koca kitap­ tan seçtiği bu tek cümle üstüne büyük dehası ile yüklenen Şefik Ertem başlıca şu noktalar üzerinde duruyor 1. Ona göre buradaki rejim sözü tek parti yönetimi anlamına gel­ mektedir. Tonguç tek partinin adamıdır, bu yönetimi ayak­ ta tutmak için de onu yarı aydınların, her kimlerse bunlar (öyle diyor Şefik Ertem) suikastından koruyacak yetenek­ te, rejime körü körüne bağlı köy öğretmenleri, yani rejimşörler, yani köle ruhlu bir takım insanlar yetiştirmektir, 2. Bu rejimşörler, -hayata daha kuvvetli bağlarla bağlı- köy çocuklarından seçilecek. Burada Şefik Ertem soruyor: Ne­ dir bunları hayata daha kuvvetli bağlıyan bağ? Yine kendi veriyor cevabını: İlkellikleri mi, diyor alaylı alaylı. 3. Şe­ fik Ertem için sorunun asıl can alıcı noktası şu: Onların karakterini bozmıyacak müesseselerde yetiştirmek sözü. Bunun da -değiştirmek kesinlikle söz değil- demekten başka anlamı yoktur. 4. Ya peki çağımız uygarlığı ne de­ mek oluyor? Sanki çağımızda uygarlık tekmiş gibi. Dün­ yanın en azından üçe bölünüp -birbirinin gırtlağına sarıl­ mış- olduğu bir çağda böylesi bir sözü ancak -akıldanelerisöyliyebilir... 1. Canlandırılacak Köy adlı kitabı en azın­ dan ortaokul çıkışlı bir okurun iyi niyeti ile okuyunca gö­ rülür ki, Tonguç’un rejimden anladığı şey, cumhuriyet re­ jimidir. Tonguç’a göre -bir cemiyet içinde en büyük fela­ ketlerden biri o cemiyetin fertleri arasında müminsiz put­ ların türemesi ve çoğalması, cemiyetin ekseriyetini teşkil eden insanların iş yapma, başarabilme kabiliyetlerini ve şahsiyetlerini kaybederek sürüleşmesidir. Cumhuriyet bu trajediye asla meydan vermiyen bir hükümet şekli olduğu için mukaddestir- Görülüyor ki, Tonguç insanların kişilik­ lerini yitirerek sürüleşmesine karşıdır. Onun düşündüğü eğitim insanları dikta rejimlerinin kölesi birer rejimşör ola­ rak değil, tam tersine kişilik sahibi yaratıcı birer varlık olarak yetiştiren eğitimdir. Nitekim -köylü okutulmazsa, köylünün arasına yeni kıymetler yayılmazsa inkılap şehrin dışına çıkamaz ve kökleşemez- diyor, inkilabın ruhu cum­ huriyetçilik ve devletçiliktedir, Tonguç’a göre. Cumhuriyet­ çilik ve devletçilik demek insanla hayat, hayatla tabiat, cemiyetle fert, fertle devlet, vatandaşla hükümet arasında­ ki münasebetleri memleket realitlerine göre kurmak, bu ana prensiplere dayanarak üzerinde yaşanılan tabiatın un­ surlarından azami şekilde faydalanabilmek, ardı ardına ve hiç tükenmiyen hayat imkanları yaratmak (Kemal Ta­ bide inat), fertlerin yapamıyacakları ve hatta tahayyül bile edemiyecekleri iyi ve güzel şeyleri tahakkkuk ettirmek de­ mektir... Yeni köylü tipine gelince: o da cumhuriyetin dö­ nemine gelinceye kadar idarecilerin ve münevverlerin esir muamelesi yaparak ezdikleri, soydukları, harcadıkları ve devlet idaresine hiçbir surette iştirak ettirmedikleri... ya­ bancılara birççk imtiyaz vererek onlarla beraber emmek yolunu tuttukları (Tonguç daha 1930’larda bugün adına komprador dediğimiz satılmışların tanımını yapmış) köy­ lünün -köyden başlıyarak ta Kamutaya varıncaya kadar devletin bütün şubelerinin idaresine... iştirak- edebilecek insan tipidir... Kemal Tahidin böylesine açık ve seçik bir dille ortaya konan düşüncelere aldırmazlık edip değişmez ve kesin bir önyargı ile olayları değerlendirmeye kalkışı ve Tonguç’un köy enstitüsü anlayışında insanı değiştirme diye birşey olmadığını ileri sürüşü her türlü insafı aşan bir do¡anlamadır. 2. (Onları hayata bağlıyan daha kuvvetli bağ) Tonguç’un kafasında her insanı büyüdüğü toprağa bağlıyan, yani edilgin (Kemal T ahir*in deyimi ile ilkel) bir bağ değil tam tersine kahramanlara özgü, etkin bir bağdır. Toprağını ve insanlarını canlandırma isteğini bir ülkü, bir alev gibi içinde duyanlara özgüdür. Çünkü Tonguç?a gö­ re köyü ancak kanını ve iliklerini istiyerek köyün içine akıtabilen kahramanlar canlandırabilir- 3. Tonguç’un ens­ titü anlayışının köyü değiştirmek olmadığı yolundaki sava gelince, temelinden yersiz bir sav bu. Bakın Tonguç ne di­ yor kitabında: -köyün canlandırılması demek memleketin bünye değiştirerek ve sağlam bir temele dayanarak can­ lanması demektir. Köyün canlanabilmesi, köylülerin ve bu temel üzerinde yaşıyan insanların herşeyden evvel tabiatı emebilecek insanlar haline gelmeleriyle mümkündür. A v ­ rupalılaşmak bu demektir. Avrupanın felsefesi, ilmi, sanatı ve morali bu gayenin tahakkuku için çalışır. Avrupalılaşmış insan demek tabiatı ve mukadderatı yenebilen insan demek­ tir. Tabiatı emebilmenin birinci şartı yeni ve kadir insan tipleri yaratmaktır-... 4. Bu sözler Tonguç’un -çağımız uygarlığı- dediği Avrupa uygarlıklarından ne anladığını da açıkça meydana koyuyor. Oysa çağımız uygarlığı sözü Ke­ mal Tahir’i çok rahatsız etmiş. Romancının -akıldanesibay Alangu «Varlıksın adı geçen yıllığında özellikle bu konuya eğilmiş. Çağımız uygarlığı neymiş? Neredeymiş? O tarihlerde... uygarlık üçe ayrılmışmış. Birbirlerinin gırtlağına sarılmış bir durumdaymışlar. Hangi uygarlığa yö­ nelecekmişiz. Faşistlerin, kapitalist demokrasilerin yoksa sosyalistlerin m i?... Burada Kemal T ahir’in avukatlığını yapan bay Alangu’rıun uygarlık ile politik rejimleri, politik iktidarları aynı şey sayacak kadar gülünç bir yanılgıya düşmesi çok yükseklerden konuşma üslubunun normal bir sonucudur. Buna kimse şaşmaz. Tonguç’un çağımız uy­ garlığı dediği batı uygarlığıdır. Yani kaynağını humanizma kültüründen alan, dünyayı ve insanı durmadan değiştirip elemeye yönelen bir kültürdür. Nitekim Tonguç kitabının önsözünde -köyün yüzyıllardan beri... yaşama gücünden çok şeyler yitirmiş olmasının başlıca nedenlerinden biriolarak -Osmanlılaşmış münevverin- yarı aydının rehberlik ettiği Türk cemiyetinin garbi Asya medeniyetinden ayrı­ larak Avrupa medeniyetine geçmemiş olmasında görüyor.. Gelelim Şefik Ertem’in karşı düşüncelerine: 1. Bay Alan­ gu’nun da üstünde durup aydınlığa çıkarmak istediği ana düşünce şu: Köyün temeldeki yaşama düzeni değişmedikçe okuma yazma ile görülecek bir işi yoktur köylünün. -So­ run memleketin ekonomik, sosyal, hatta politik özellikleri­ ne dayanmaktadır-... Yani demek istiyor ki, Şefik Ertem, sosyalist bir toplum düzeni kurulmadan... memleketi sa­ dece eğitim yoluyla düzeltmeye, köyü canlandırmaya kal­ kışmak büyük bir aldatmacadır. Onun için (maarifçilerin toplum karşısındaki asıl ödevleri kanunlar gibi toplum is­ teklerinin ardından gidip onları karşılamaktır)... İlk bakış­ ta çok doğru, her solcunun yürekten katılabileceği bir dü­ şünce gibi görünen bu sav, Türkiye’nin 1930’lardaki (hat­ ta bugünkü) gerçeğini hesaba katmıyan bir ayrılık taşıyor Köy Enstitülerinin kurulduğu yıllarda Türkiye tek parti re­ jimi gibi faşist eğilimli bir yönetim altındadır. Kabul. Böy­ le bir ortamda Tonguç gibi ilerici, aydın, namuslu, yani solcu bir eğitimciye köyü aydınlatacak insanları yetiştirme görevi veriliyor. Köyün temeldeki yaşama düzeninin değiş­ mesini mi beklemesi gerekirdi işe koyulmak için? Yoksa bu düzenin değişmesine karınca kaderince önayak olmak için eline verilen olanaklardan yararlanması mı? Tonguç da en azından Kemal Tahir kadar bilmez miydi asıl sorunun temeldeki değişiklik sorunu olduğunu? Yine bilmez miydi ki -köylünün geçimi yola konmadıktan sonra ne yapılsa boştur. Bu yapılmadıkça o cahil kalmaya, esir olmaya mahkumdur. («Canlandırılacak Köy »den: Yazarın notu).. Kemal Tahir kalkınma bir bütündür. Ya toptan olur ya olmaz demek istiyor. Bunu Tonguç da istiyordu, biz de istiyorduk, istiyoruz yürekten. Am a böyle bir isteği kim gerçekleştirecekti? Buna ne bir eğitimcinin gücü yeterdi ne de bir romancının. Romancı gibi eğitimcinin de toplum kar­ şısındaki görevi bir bakıma toplum isteklerinin ardından değil, önünde gitmek değil midir?. 2. Köy enstitüleri uy­ gulamasında eğitimcilerin dayandığı biricik dayanak -köylü çocuklarını çile çekme ve azla yetinme yatkınlıkları-dır... Köy çocukları köle gibi çalıştırılmıştır. Bu uygar memle­ ketlerin çoktan yasa dışı ettikleri korkunç bir angarya­ dır. Burada da bir dolanlama ile karşı karşıyayız. Kemal Tahir bir marksçı olarak sorunu M arksın yabancılaşma kavramı açısından ele alıp değerlendirmeye kalkmışsa da kavramı yerine oturtamamış. Marks anlamında yabancılaş ma ekonomik bakımdan üretim araçlarından yoksun ve sö­ mürülen bir sınıf derecesine düşürülen işçi sınıfının üret­ tiği malları satın alıp onlardan yeterince yararlanamaz du­ ruma gelmesidir... Daha açık söylemek gerekirse köy ço­ cuklarının köleler gibi çalıştırılıp meydana getirdikleri enstitüler kurdun kuşun malı olacak, parsasını başkaları... toplıyacaktır.sKöy enstitülerinin gelişimini yakından izle­ mek fırsatını bulmuş ve bay Alangunun etkisinde kalma­ mış olsaydı köy enstitülerinin parsasını yine köy çocuk­ larının töpuladığını görür ve bu güzelim kurumlara yaban­ cılaşan biri varsa onun da bay Alangu gibi bir yılı aşkın bir süre çalıştığı bir enstitüden bir sabah herkes uykuda iken tasını tarağını toplayıp uzaklaşmak zorunda kalan ve bu yüzden köy enstitülerinin amansız düşmanı kesilen bir kimse olduğunu anlardı. Angarya sorununa gelince: Köy okulları ve enstitüleri teşkilatı kanununun tartışmaları sı­ rasında enine boyuna üstünde konuşulmuş bir sorudur bu. Burada Çanakale Milletvekili Ziya Gevher Etilinin so­ runu kökünden çözümliyen şu sözlerini beraber okuyalım: Umumi hizmet, millet hizmetini yapmak için cemaatin bu mükellefiyeti üzerine almasını kabul etmemiz bir angarya değil, bir vazife, bir vecibedir... 3. Köy enstitüleri konu­ sundaki tersliklerden biri de çocukları yalnız doğa ile boğuşacaklarmış, çevredeki insanlardan hep yardım, hep iyi­ lik göreceklermiş gibi yetiştirmek... hem de onları yap­ mak zorunda kalacakları korkunç savaşa silahsız sürerek... düşüncesidir. Kemal Tahir «Bozkırdaki Çekirdek» te do­ ğayla uğraşmada başarıya ulaşan, ama düşman bir çevre­ nin insanlarıyla savaşta yenilgiye uğrıyan bir köy enstitüsü kurma ekibinin hazin, hazin olduğu kadar da gülünç serü­ venini anlatarak, enstitü düşüncesinin tutarsızlığını göster­ meye çalışmıştır... Ve romanın sonuna doğru -...Bozkır­ daki çekirdeğin özünü aramaya gelen Emine Güleç çoktan umutsuzluğa kapılmıştır. Aradığı herşeyi Anadolu insa­ nında ayrıntısız eksiksiz bulmak şöyle dursun, aradığı şeye artık güveni kalmamıştır. -Çekirdeği olsa bozkır hiç yeşer­ mez mi?- diyen Şefik Ertem’in sözü bozkırın karşısında büsbütün korkunçlaşmıştır-. Hiçbir köy enstitüsüne ayak bastığını sanmadığım Kemal Tahir insana yer yer gerçek duygusu veren o yapım işleriyle ilgili teknik bilgileri... büyük bir ihtimalle Süleyman Edip Balkır’ın «Yeni Hızla Köye Doğru» (1939) adlı kitabından, geriye kalan pek ço­ ğu gerçeğe uymayan öğrenci tiplerini, düzmece öğretmen • öğrenci ilişkilerini, entrikaları bay Alangu’nun hesaplı ta­ nıklığından bol bol alarak köy enstitülerine olan güven­ sizliğini dile getirmek amacıyla yazmış bu romanı. Ve or­ taya aslında bir eylem olabilecekken ölçüyü kaçırıp eylemsizleşen (Ahmet Mithat efendi geleneğine uygun) ardı ar­ kası gelmez konuşmalarla dolu bir eser bırakmış ortaya. Oysa düşünse, kendinin de inanmıyacağı kulaktan dolma bir takım yanlış bilgilerle kafasına saplanmış olan bir dü­ şünceyi ispatlamaya kalkmayınca, yani romancılığına dö­ nünce... gerçekten ustalığa varabiliyor.» Vedat Günyol’un romanı eleştirisi burada bitiyor. Yi­ ne roman üzerinde yapılmış bir başka eleştiri Hürrem Arman’mdır(64). Bu yazıdan da bazı bölümleri almayı gerekli görüyoruz. Hürrem Arman, Günyol’un söylediklerinin dı­ şında özetle şöyle diyor: «...Kem al Tahir köy enstitülerini kurduktan ve 1946 dan sonra da kapanmalarını sağlıyan Halk Partisinin ya­ pışım ve daha birçok şeyleri biliyor ama, köy enstitüleri­ ni bilmiyor ve Tonguç’ü hiç tanımıyor... » Arman bundan sonra enstitüleri yıkma düzenlerine değinerek: «...roman­ cımızın bu vurma tertipleri 1946’lardan sonraki uygula­ malardan alınmıştır... Am a biz olayların içinde yaşıyan ki­ şiler olarak bu tertipleri daha 1943’lerde sezmeye başlamış­ tık. Fakat Tonguç hepsini kesinlikle biliyordu...» diyerek bir anısını anlatmakta ve «romancımızın bütün bunların (Yazarın notu: Vurma tertiplerinin) dışında köy enstitüle­ rine ve Tonguç’a aid bütün bu yorumları yanlış...» demek­ tedir. Arman’a göre «.. .Halk Partisinin yapısını gerçekten bilen romancımız bu parti ağalarının ve kurtlarının köy enstitülerini kapalı, kendine yeterli ve dolayısıyla sosyal gelişmeyi ve bilinçlenmeyi önleyici veya geciktirici kurum­ lar olarak düşünüp destekledikleri temeline dayanıyor. Tonguç’un bunlara alet olduğunu ve enstitülerin de zorun­ lu olarak bu tutumda olabileceği yargısına varıyor. Yanlış­ ların çoğu bu önyargıdan doğuyor...» Bundan sonra ırk­ çı - turancıların enstitülere sızma çabalarında olduklarına ve bunun kendilerince de bilindiğine değinerek, «...ama Tonguç hem içtekileri hem de dıştakileri bütün kişilikle­ (64) F o r a m d e rg isi, K ö y E n s titü le r i v e B o z k ırd a k i Ç e k ir­ d ek , H ü rre m A rm a n , s a y ı 344, 1.8.1968, s. 15 - 17. riyle tanıyordu. Ve romancımızın yorumunun ve yakıştır­ malarının tam tersine bunların paralelinde ve emrinde de­ ğil, ödevden ayrılıncaya kadar karşılarında olarak eylemle­ rini her yönden etkisiz kılmayı başarmıştı...» diyor. Bun­ dan sonra yalnız doğa ile savaş savının yanlışlığına değinen Arman: «...Bir kere doğa ile yapılan organize insan sava­ şının hele bizim gibi toplumlarda tutucu, çıkarcı çevre ve kişilerle çatışmıyacağını iddia etmek gülünç olacak kadar yersizdir... Hele mezunlar köylere gittikten sonra köylüye de sirayet eden direnme gücünün ağa, eşraf dede, tefeci vurguncu işbirliğini, geleneksel bürokrasiyi alışılmamış bir biçimde alttan sarsmasından doğan tepkilerin yarattığı ça­ tışmalardan romancımızın hiç haberi yok gibidir...» di­ yor. «...Esasen romanda ne halk, ne de köylü vardır. Bir takım dejenere insanlar, istifçiler, deliler, dervişler, agavatlar, esrarkeşler, ukalalar, jurnalciler sahnededir... -ka­ palı ve kendi kendine yeterli bir köylü milleti ülküsü yakış­ tırması- isnat ve iftiralarını yapabilmesini (Yazarın notu: Kemal T ahir kastediliyor) en iyimser bir düşünüşle... bil­ gisizliğine ve önyargılı tutumuna bağlıyoruz... Enstitüler­ deki hayatın gaddarca... iftirasının tam tersine, her yönüy­ le insanca, zevkli, renkli ve bulunanların hepsine unutul­ maz mutluluklar veren bir durumda olduğunu romancı­ mızdan başka herkesin bildiğini de kesinlikle söylemeliyiz. Köylerimizin durumu karşısında köy enstitülerine -ahırdiyen, oralarda çalışanları toplama kamplarındaki gestapo ajanı düzeyinde görenlere üzülerek şaşmaktan başka birşey denilemiyeceği kanısındayız... Romandaki iddialar da­ ha 1942’lerde toplumcu aydınlarla da tartışılmış konular­ dır. Gerçeklerin içine giren incelemeci aydınlar durumu kavramışlardır. .. Bunlarla romancımızın tezinin hiç de ori­ jinal olmadığını, daha o günlerde halledilmiş konular oldu­ ğunu belirtmek istiyorum. Böyle de oba düzene göre ters işliyen bu kurumların tutmıyacağımn bilinmesi gerekirdi- denirse bunun cevabı şu olur: Bunu daha o vakitler biz de biliyorduk. Hele Tonguç derinliğine biliyordu. Ne yapılırsa kârdır diyorduk. Elimize geçmiş olanakları kullanmamayı öğütliyebilecek aklı başında bir kişi çıkabileceği kanısında değildik. ..» Bundan sonra Tonguç’la ilgili bölümlere değinen Ar­ man şöyle diyor: «...Romancımız Tonguç’u hiç bilmiyor ve tanımıyor. Tonguç hakkında sadece iki doğru bilgisi var: Çok sigara içtiği ve hünerli ellere sahip olduğu... Eğer onu biraz tanımış olsaydı yukarıda özetlediğimiz fikirler ve yapılan yorumlarla (Yazarın notu: Kemal Tahir tarafından ileri sürülen fikirler ve yapılan yorumlar) hiçbir ilgisi ol­ madığını anlardı. Hele yakıştırmaya çalıştığı bilimsel top­ lum felsefesinin tam karşıtı olan ve faşizme kadar vardır­ mak istediği -idealist bir anlayıştan Tonguç’un ne kadar uzakta olduğunu bilirdi. Tonguç toplumların tarihsel geli­ şim kanunlarını derinliğine biliyordu... Tonguç «bizdeki toplumsal ve siyasal şartları, tek partinin yapısını, kişisel özelliklerine kadar zorunlu incelemelerle tanıyordu. Top­ lum yapısının ve zamanın özelliklerine ve gerçeklerine gö­ re uygulama aşamalarını belirlemede de usta bir uygulayı­ cı idi... «Halkın gerçek temsilcilerinden kurulu Meclise ve yönetime kavuşmadan hiçbir şey çözümlenemez, tabana bunun bilincini vermek gerekir, yaptığımız iş bunun ilk adımı olabilirse ne m utlu»... diyen... bir kişiydi. Eline bir olanak geçmişti... Tonguç romancımızın aksine insanın bu­ lunduğu heryerde «bozkırda da bir çekirdek olduğuna» inanırdı değil, kesinlikle inanırdı...» Bundan sonra Arman romancının Tonguç’u romanında anlatış şekline değiniyor; bunlardan Tonguç’u tanıyan bir kişi olarak sadece hayret duyduğunu belirterek şöyle diyor: «...Ben 1930’dan 1960, 23 Haziranına kadar, 'yani ölüm döşeğine kadar 30 yıl Tonguç’la beraber bulundum... Bu 30 yıl içinde Tonguç’u insan ilişkilerinin her biçiminde gördüm. Halk Partisi ge­ nel sekreteriyle, mebuslarla, halkla, köylüyle, öğrencilerle, öğretmenlerle, bakanlarla, yabancı devlet adamlarıyla ve devlet reisiyle... Mutlu ve kederli olduğu zamanlarda gör­ düm. Güldüğünü gördüm, kızdığını gördüm, selam verişini, selam alışını gördüm. Am a «Prusya subayı tavrını, günlük emre geçmiş teğmen mutluluğunu, kasıntılı bir davranışı­ nı» hiç görmedim. Bütün bunlarla anlatılmak istenen bir Tonguç hiç görmedim. Ve kesinlikle söylüyorum ki, gören de yoktur... Bir önyargıya kapılıp köy enstitülerini hiç bil­ meden orijinal görünmek, bilgiçlik, derinlik hevesiyle onları «küçük ülkü» ve Tonguç’u «küçük ülkücü» olarak nitele­ mek ise bu kurumlara ve Tonguç’a bugüne kadar yapılmış isnat ve iftiraların en yersizi ve bilinçsizidir. En yüzeyde bir araştırma bile köy enstitülerinin ne olduğunu y e ne ol­ madığını, Tonguç’un bir «ülkücü» değil, bir gerçekçi halk adamı, usta bir alt yapı geliştiricisi, uygulayıcısı, bir fikir ve aksiyon adamı olduğunu gösterir... Tohumu inkâr eden bozkırdaki çekirdek ancak espriler uğruna ellerine kelep­ çeler vurulma nedenleriyle çelişmelere düşen felsefe öğret­ meni gibilerini ıslatabilecek gerçek bir ahmak ıslatan olarak kalacaktır kanısındayım...» Bundan sonra 1968 Varlık Yıllığında Tahir Alangu’­ nun romanı inceliyen yazısına değinen Arman bu yazıdan bazı parçalar vererek «...Alangu köy enstitülerini kuran­ ların, buradan çıkanların, bu kurumlan savunanların, bun­ ları kapatanlar memlekete en büyük ihaneti yapmışlardır diyen gerçek aydınların bu konuda birşey bilmediklerini, tarafsız olmadıklarını, toplum konularının cahili oldukla­ rını ancak romancı ile kendisinin herşeyi, en doğruyu bil­ diklerini söylemek istiyor. Alangu’ya göre «köy enstitüle­ ri düşüncesi çevresinde birleşenler, çalışanlar köy ve köylü­ nün gerçekten değiştirilmek istendiğini, değiştirildiğini san­ mışlar, bunu sürekli olarak iddia etmişlerdir.» Köy ensti­ tülerini kuranlar, özellikle Tonguç bu iki yazarımızın iddia­ larının aksine bu kurumların toplumun genel düzeniyle zıt­ laşmalar içinde olduğunu daha baştan itibaren biliyorlar, tek parti içindeki faşist, ağa, bezirgan, dede, bürokrat itti­ fakının tüm dışında ve onlara rağmen ve de ne yaptıkla­ rını iyice bilerek, yurdumuzda bugüne kadar görülmemiş bir gerçekçilikle ve tutumla bir alt yapı örgütünü kurmuş­ lardı. Örgüt hiç tavizat vermeden işliyebildiği kadar işliyecek ve alınabildiği kadar sonu alınacaktı. Nitekim öyle ol­ du. Tonguç daha 1937’lerde, istediğimiz nitelikte on bin öğretmen yetiştirelim, bakalım bir Bakan koltuğunda ra­ hat oturabilir mi? diyordu...» Bundan sonra Alangu’nun köy enstitülerinde çalışma ve anormal koşullar içinde ayrıl­ masına değinen yazar, «...bu olay ve yıllıktaki fikirleri bir araya getirilince romancımızı yanıltanlardan birinin de ken­ disi olduğu kanısı doğuyor. Am a Tonguç’a piyon diyecek kadar küçülmesinin nedenlerinin bu olayla bile açıklanamıyocağını söylemeliyiz... Bu yazımızda romandaki yorum ve yanlışlıkların ayrıntılarına değinmedik. Romanın köy enstitülerinin yeniden ele alınarak değerlendirilmesine bir vesile olmasını dilemekleyiz. Buna bir başlangıç olarak sa­ yın Kemal T ahir’i bir açık oturuma davet ediyor ve olum­ lu cevabını bekliyoruz...» Arman’m bu eleştirisinden başka kısa olarak burada Ahmet Köklügiller’in aynı paraleldeki bir çalışmasına da değinmek isterizt65): «...Bunca önemli sorun varken böyle bir tartışmanın gereği yoktur...» diyerek Kemal Tahir’in yaptığının eylem açısından anlamsızlığına ve zararına değiniyor. Ayrıca başka bir açıdan da romanı şöyle eleştiriyor: «Köylü ve ara tabakaların köy enstitülerini tutmadığı görüşü... yan­ lıştır. Buradaki ara tabakalar sözüyle kimin, hangi sınıfın anlatılmak istendiğini bilmiyoruz. Eğer bu sözle köylüyü (65) F o n u n d e rg isi, B o z k ırd a k i Ç e k ird e k Ü stü n e , A h m e t K ö k ltiğ iller, s a y ı 354 v e 356, 1.1.69 v e 1.2.69. sömüren kasaba eşrafı kastediliyorsa Alangu ile beraberiz. Elbette bunlar enstitüleri istemezler. Köylünün köy ensti­ tülerini istemediği nereden, hangi deneyden çıkarılıyor? Yukarıda «Bozkırdaki Çekirdek» de Şefik Erdem’in ağzın­ dan verdiğimiz yargıları doğruluyan bir köylü tepkisi yok­ tur. Sayın Kemal Tahir’in tablosunu çizmeye çalıştığı ens­ titü hayali bir enstitüdür... Kemal Tahir böyle yapmasa da romanını gerçek bir enstitü ortamına dayandırsaydı, gerek­ li incelemeleri yapsaydı, romandaki temel yanılgılara düş­ mezdi... Köylünün köy enstitülerini tutmadığı, bu hayali enstitü ortamının içinde yer alan birkaç kişinin karşı koy­ masına bağlanmak isteniyor. Karşı koyan bu kişiler ger­ çekte halkın ve köylünün, giderek sayın Alangu’nun iddia ettiği gibi «toplumun yerini tutar, onu temsil edebilir»ler mi?...» diye bir soru soran Köklügüler romanda halk ke­ simi olduğu ileri sürülen kişileri inceliyerek diyor ki: «...B ozkırdaki çekirdekte enstitülerin karşısına çıkan tep­ ki budur. Bu tepkinin ise görüldüğü gibi halkla, köyle ilyisi yoktur... Çünkü bu tiplerin hepsi bir kasaba ağasının adamları sayılabilecek kriminel, anormal tiplerdir... Bunlar feodal yapının cumhuriyet devrinde varlığını sürdüren feo­ dal yapının artıklarıdır. Bütün halkı ve köyü bu kişilerin davranışları açısından görmek yanlış olur, haksızlık olur. .. Enstitülerin kurulmasında görev alanlar, oralarda çalışan­ lar bilirler ki, çatışma hep feodal artıklardan gelmiştir...» Bundan sonra köylünün çocuğunu enstitülere aldırmak için nasıl uğraştığını anlatan yazar, kendisinin de enstitüde oku­ duğunu ve gerek öğrenim yıllarında ve gerekse bundan son­ ra, köylüden enstitülere karşı hiçbir söz duymadığını, ama kasaba eşrafından, toprak ağasından, çirkin politikacıdan köy enstitülerinin komünist yuvası olduğu savını çok duy­ duğunu belirtiyor. Aktardığımız bölümlerin, roman ve roman çevresinde­ ki düşün ve eleştiriler konusunda okuyucuya yeterli bilgi verdiğini sanıyoruz. Romana karşı çıkanların 'düşün eleştirilerine bizim ekliyeceklerimiz şunlar olacaktır: ve ■ «Bozkırdaki Çekirdek»e Karşılık Herşeyden önce bu roman, derinliğine, tarafsız, objek­ tif, ciddi ve disiplinli bir incelemenin, araştırmanın sonu­ cu, ürünü değildir. Bunun için de gerçekçi bir roman de­ ğildir, hayalidir. Ne köy enstitüsü sorunu, ne bu sorun çevresinde gelişen olaylar, ne Tonguç’un kişiliği ve düşün­ leri gerçekçi bir açıdan belirtilmiştir. Burada romancı ken­ di roman anlayışı olduğunu ileri sürdüğü düşünlere karşı davranmış; az emekle çok iş elde etmek istiyerek, olayla­ ra, kişilere ve hatta kendi romancı kişiliğine saygısızlık sayılabilecek kötü bir çalışma yapmıştır. Kemal Tahir, Talip Apaydın’a yazdığıt66) bir özel mektubunda kendi roman anlayışını şöyle açıklıyor: « ...Yavaş yavaş şu inanca geldim ki, romancı aslında hiç­ bir olayla, hiçbir düşünceyle, hiçbir kişiyle ne beraber, ne de bunlara karşı bulunacak... Yoksa belli bir tarih süresi içinde yaşıyan romancının elbette kendisine göre inançları, dostları, düşmanları, karşı yada beraber olduğu olaylar, düşünceler, kişiler, hatta toplumlar olacak... Bunlar bizim roman konumuza yanaştığımız sırada, bize göre, bize doğ­ ru işliyecek şeyler... Bir kere konuyu alıp giriştik mi, bu kişiliğimizi ilgilendiren yanların romanı yeterinden çok etkilemesinin yüzde yüz önüne geçmeliyiz. Romanda, bir bakıma gazete olaylarından ibaret olan meselelerden kur­ tulup sahici insanı bulmak ancak böyle mümkün ola­ cak...» dedikten sonra kendisinin bir romanını eleştiriyor ve «...Ben İskender’in insan olarak çok önemli dramını (66) Y a z a rın n o tu : K e m a l T a h ir v e ro m a n ı k o n u su n d a t a r tı ş ır k e n K . T a b irin k e n d isin e 11.9.1959 v e 10.1.1960 g ü n lü m e k tu p la r ım g ö s te re n v e b u n la r d a n y a r a r ­ la n m a m ı s a ğ lıy a n T a lip A p a y d ın a te ş e k k ü r ed e rim . bir yana bırakmış— , eşkiyalık meselesiyle ilgilenmiştim. Karşı olduğum bir düşünceyi, bir görüşü fukara İskender’­ in kişiliğinde çürütmeye çabalamıştım. Böyle davranmak, bana, bizim bu günkü meselelerimizden birini, çok dar bir çerçeve içinde kendimce aydınlatmak, doğrulamak kolaylı­ ğını belki verdi ama, bütün insanlık çapında bir insan dra­ mını işlemekten beni alıkoydu... Romanda büyük, ömür­ lü şaşmaz insan dramlarını bulabilmiş büyük ustalarımız bu işi böyle yapmışlar... Sahici sanatçılar, bir dünya gö­ rüşünün savunmasını kitaplarındaki kişilere kendi düşün­ celerinin söylevlerini çektirmekle yapmıyorlar, bir bakıma kendi kişilikleri, bir bakıma kendi kişiliklerine rağmen, bir türlü ayrılamadıkları GERÇEK S A Y G ISIY L A yapabili­ yorlar... Romancılar... bugün roman üzerinde çok düşün­ meli, senin sözünle, romanı katiyen kolaya almamalıdırlar. Roman hiçbir zaman kolay bir iş olmamıştır... Çağımızın sahici büyük romancılarından Faulkrıer, «romancı olma­ nın yolu, yüzde doksan dokuz kabiliyet, yüzde doksan do­ kuz disiplin, yüzde doksan dokuz çalışmak» diyor. Dene­ miş, başarmış bir sanatçıya inanmak lazım... Bizim belki, Faulkner’in kastettiği anlamda kabiliyetimiz yoktur ama, herkes için kendini disipline sokmak ve çok çalışmak müm­ kündür. Biz, hiç değil, mümkün olanı yapalım...» Ama Kemal Tahir «Bozkırdaki Çekirdek» çalışmasın­ da «mümkün olanı» yapmamıştır. Kendisinin roman anla­ yışı ölçülerine vurulduğu zaman «Bozkırdaki Çekirdek» romanının alacağı not, koskocaman bir sıfırdır. Kendi ölçü­ lerini kullansaydı, varacağı sonuç böylesine yanlış, böylesine gerçek saygısından uzak, böylesine güdük olmazdı. Yazann bu kadar köksüz ve yüzeysel bir incelemeye, dost­ larını ve belki de kendisinin önyargılarım da yüksek doz­ da katarak yaptığı çalışma, belki köy enstitüleri konusun­ daki düşünlerini, kamlarını belirten zayıf ve önemsiz bir makale olabilirdi; ama bir roman asla! Bir önemsiz ve önyargılarla dolu makale içerikliği ile işe başlayıp, bunu bir roman yapacak kadar şişirince bü­ tün tipler, özellikle kurucular, aslında ciddi ve disiplinli çalışan, kişiliğini incelediği konudan elinden geldiğince yalıtabilmiş bir romancının kolayca bulabileceği dra­ matik unsurlardan (ki bunlar köy enstitüsü sorunu içinde bol bol vardır) yoksun, havada, yüzeysel, cansız tipler ola­ rak kalıyor. Ama romancının bütün eserlerinde bu hüma­ nizmden uzak, insancıl olmayan, soğuk, insanlara karşı düşmanca, kahramanlarını yerin dibine batırdıkça zevkle­ nen sadist davranışa rastlanır. Kemal Tahir, büyük sanat­ çıların aksine, insanlar küçüldükçe kendisini yukarıda sa­ nıyor herhalde! Yarattığı kişilere karşı bu kadar sevgi dı­ şında duygular besliyen bir büyük sanatçı yoktur. Daha doğrusu tiplerine sevgi, yakınlık, bir ılıklık duyamıyan bü­ yük sanatçı yoktur. Bizce bu çok önemli bir etkendir ve deha denilen şeyi olağanlıktan ayırdeden başlıca noktalardan biridir. İşte bu küçük fark sonucu, hapishane gibi hiç şüphesiz insan kişiliği ve iyi niyeti üzerinde küçümsenemiyecek yıkıcı et­ kileri olan bir ortamda, Nazım Hikmet gibi bir sanatçı bü­ tün bir Türk halkının yaşantısını, dramını, değerlerini ılık ılık, sıpsıcacık insan sevgisiyle bulup çıkarır, bir Kemal Ta­ hir de sadece kriminel tipler keşfeder, bunları halk sanır ve bu kriminel kişiler yüzkarası işler yapıp, küçüldükçe, o da kendini bu duruma düşüren insanlığı küçülttüğünü sanıp kinini, acısını gidermeye çalışır. Gerçek sanatçının orijinal olmak için olayları, kişi­ leri, yorumları bu denli zorlaması için bir neden yoktur. Gerçek sanatçı farkında olmadan orijinaldir. Ama Kemal Tahir şöyle der(67): « ...Bence roman insanlara bir tek in­ sanın bizzat o insan tarafından da bilinmiyen bir yönünü, tıpkı avın yüzü gibi hiç görmediğimiz bir yüzünü aydınla(67) A d ı g e ç e n m e k tu p la r . tacak... Bu hiç görmediğimiz sözü büsbütün bilinmez kar­ şılığı değil, belli bir tarih süreçi içinde, belli bir çevrede, belli sosyo - ekonomik baskılar altında hepimizin duyup yaşadığımız şeyleri, yeni, gerçek oluşu içinde yeni bir açı­ dan yeniden değerlendirilmesi...» Aslında doğru olan bu düşünü, orijinal olabilmek tutkusu içinde o derece abartır ki, ortada gerçek kalmaz. İşte o zaman, köy enstitüleri bir faşist girişim, Atatürkçülük bir orman kanunu, İttihat Terakki hareketi bir gericilik, Abdülhamitçilik ilericilik, Kurtuluş Savaşı halka rağmen yürütülmüş br zorba aydın­ lar savaşı, v.b... olup çıkar. «Bozkırdaki Çekirdeklin ne derece iyi bir roman olduğu, yahutta roman olup olmadığı konusunda daha çok şey söylenebilir ama, bizi asıl ilgilen­ diren bu değildir. Bu konuda şunu söyliyerek, asıl bizi ilgi­ lendiren noktalara geçmek istiyoruz: Bu roman bir «gerçe­ ğe saygısızlık» ve bir «romanı kolaya alma» ömeği olarak Türk edebiyatında kalacaktır. Enstitülere karşı çıkmaya yazan dürten bir takım kişi­ sel nedenlerin dışında (bunların arasında roman konusunda köy enstitülü romancılarla yaptığı bir tartışmanın acı anı­ sı da bulunmuş olabilir) ne gibi bir düşün etkeni vardır? Biz bu sorunun karşılığını en iyi Tahir Alangu’nun, (şu hiç­ bir edebiyat eleştiricisinde görülmemiş bir acele ve ilgi ile ortaya atılıp Kemal Tahir’in her yaptığını övüp göklere çı­ karmayı eleştiricilik gereği sanan Alangu’nun) roman ilk defa tefrika edileceği zaman yayınladığı tanıtma yazısında bulduğumuzu sanıyoruz468’: Alangu yazının yarıya yakın bir bölümünde Kemal Tahir’in çalışmalarını her zamanki alışkanlığı ile göklere çıkardıktan sonra şöyle diyor: «...Kemal Tahir şekilci bir dinin çok yüzeyde kalan, gittikçe zayıflıyan ve ters birik­ meleri etkileyici baskısı altında kalmış, devletten ve dün­ (48) C u m h u riy e t g a z e te si, 13.12.1964. K e m a l T a h irin G e r. ç e k A n la y ış ı v e S on R o m a n ı, Ta,bir A lan g u . yadaki gelişmelerden gelecek olumlu yollara götürücü duy­ gu ve düşüncelerden mahrum, kendi ilkel ve töresel yapısı içinde kapanacak çürüyen köyün... devrimlere yönelen ileri bir toplumun yapısına temel olarak alınamıyacağını köv serisindeki bütün romanlarında göstermişti...» (Yazarın notu: Burada sözü geçen romanlar, köyü gö­ rerek yaşayarak değil, hapishaneye düşmüş köylüleri gözliyerek yazılmış, çoğu da suç ve suç işlemelerle ilgili roman­ lardır; bunların köyü ne derece yansıttığı üzerinde çok tar­ tışılabilir. Bunlar olsa olsa köyün tek bir yönünü yan­ sıtmaktadırlar, ama hiçbir zaman köyü bütünü ile ve ana sorunlarıyla vermemektedirler. Kemal Tahir yalnız hapis­ hanede karşılaştığı tiplere bakarak köylüyü ve köyü tanı­ dığım sanıyorsa yanılıyor, bunlara bakarak köy ve köylü sorunu üzerinde doğru sonuçlara varabileceğini sanıyorsa daha da yanılıyor). Alangu, romancının bugüne kadar çık­ mış romanlarını köyü ve kenti anlatan iki seriye ayırdıktan sonra, «...şehir serisindeki romanlarında da kişilerini bü­ tün vasıflarıyla köylü insanından üstün olarak anlatışı ya­ zarın kendi zevkine veya bağlanışına bağlı bir özellik ve­ ya bir saplantı.da değildir...» diyor. Ve «onun köylü insa­ nını ve şehirli insanını iki büyük koldan iki büyük roman serisi halinde inceler ve tanımlarken, ortaya çıkan ve bütün eserlerini iki kalın çizgi halinde karşı karşıya getiren bu karşıtlığın üzerlerinde önemle durmak gerekiyor. Köylü insanın genişlemesine bütün toplum gelişmelerinden dı­ şarı düşmüş kapalı ve donmuş yapısı içindeki çürüyüşünü anlatırken, şehirli insanına gelince bütün olumsuz davra­ nışlarını göstermekle birlikte sağlam yönleri ve ileriye sıç­ rayışlarına dikkatle işaret etmesi, onun roman anlayışında temel bir görüşe dayanmakta. Toplumun bütün ileri geliş­ melerinin çıkış noktasını ancak şehirlide aradığı görülmek­ tedir... Bir gerçekçi olarak o köylüyü ileriye yönelen Türk toplumunda bir tek yerde güvenilir ve olumlu Şay- maktadır: Şehirli ile birleştiği, onun önderliğini kabul et­ tiği, er olarak askerlikte subay komutası altında onun etki­ si altında bulunduğu yerlerde. Ona göre Türk toplumunda umut verici bütün gelişmeler ilkel ve töreye bağlı köy­ lülükten kurtuluşta, Türkiye’nin kalkınmasının gerektirdi­ ği yeni vasıfları kazanabilmesinden sonra başlıyacaktır. Bü­ yük kitlesi köylü olan bir memlekette tarih ve toplum ge­ lişmelerinin dışında kalmış bu büyük kitlenin baskısı altın­ daki bir ülkede... töreye sıkı sıkıya bağlanmış köyü bugün­ kü yapısı ile savunmanın bir gerçekçi için mümkün olamıyacağını çok iyi bilmektedir. Bundan dolayıdır ki roman­ larında köylüyü ancak töre dışındaki yerlerde umut ve gü­ ven verici vasıflarda tasvir edebiliyor. Eğitimden geçtiği, devlet ve kanun düzenine bağlanarak şehirliye koşulduğu; onun etkisi altında yürüdüğü yerlerde... Kemal Tahir bazı romancıların aksine (Yazarın notu: Alangu herhalde bu­ rada köy enstitülü romancıları kastediyor, onların köyün değişmemesini savunduklarını sanarak, onların söyledikle­ rinden hiçbir şey anlamadığını, yahutta onların bu roman­ larını köyün değişmesi gerektiğini belirtmek için yazdıkları gerçeğini görmemezlikten geldiğini belli ediyor) köyü de­ ğişmesi gerekmiyen ve ebediyyen değişmiyecek bir toplum birimi olarak kabul etmemekte... Kemal Tahidin statik kö­ ye karşı oluşunda yalnız bir sanatçı sezgisi değil bilimsel bir doğruluğun varlığı da meydandadır. Bizde töresel kö­ yü yüçeleştirmede tıpkı meşrutiyet devri hürriyetçilerinde olduğu gibi zorluk karşısında «kolaya kaçma ve düşlere sığınma» eğiliminin varlığını bu ölçüde ortaya koyunca Ke­ mal Tahidin iki koldan yürüttüğü roman çalışmalarında köylü ile şehirlinin birleştiği önemli bir dönemeçteki köv enstitüleri meselesiyle karşılaşmaması imkansızdı... Nite­ kim Kemal T ahir Cumhuriyet Gazetesinde tefrika edile­ cek «Bozkırdaki Çekirdek» romanında bu konuyu olumlu ve olumsuz bütün çatışmalarıyla ortaya koyacak, kurulu­ şunun temelinde var olan büyük yanılmaların nedenlerim tartışacaktır. ..» öyle sanıyoruz ki, sorunun anahtarı bu tanıtma yazı­ sında kolayca bulunabilir. Burada Kemal Tahir - Tahir Alangu çiftinin ortak ürünü sayılabilecek «Bozkırdaki Çe­ kirdek» romanının temel görüşü apaçık ortadadır. Bu te­ mel görüş, bu ikilinin ana felsefesi, köy enstitüleri konu­ sunu, hatta köylünün eğitilip uyandırılması konusunu diye­ biliriz, benimsemelerine, bu konuda olumlu bir sonuca var­ malarına engeldir. Yukarıdaki tanıtma yazısında belirtilen ana görüşün, yalnız «Bozkırdaki Çekirdek» romanı bakı­ mından değil, Kemal Tahir’in bütün yapıdan bakımından önemli olduğunu, bu ana görüş deşilince onun bütün ro­ manlarında vardığı, gerçekleri ve tarihi altüst eden, garip toplumsal ve siyasal sonuçların niçin ve nasıl çıkarıldıkları bakımından birçok ipuçları yakalanacağını sanıyoruz. Köy­ lüde herhangi bir değer olduğuna inanmıyan, köylü sınıfı ile hiçbir ileri hareket yapılamıyacağını söyliyen, köylünün ancak «şehirliye koşulduğu» zaman, yani güdüldüğü, bi­ linçsizce, nereye sürüklendiğini anlamadan yönetildiği za­ man işe yarayabileceğini öne süre bu ikilinin, bunun tam aksini savunan, «köylüye dayanmadan hiç bir hareketin başarılı olamıyacağım, hiçbir örgütün tutunamıyacağını, ulusun asıl cevherinin çoğunluğu, halkı teşkil eden köylüde saklı olduğunu» ortaya atan Tonguç’u hiç anlamaları ola­ nağı beklenebilir mi? İkilinin bu ters çıkış noktasının üstü­ ne, bir de Tonguç’u statik köyü savunur, köyün daha son­ raki ve daha ileri toplumsal dönemlere geçmesine karşı bir kişi saymaları yanılgısı eklenince, elbette köy enstitülerinin karşısında olacaklardır. Bu yanılgı da önemlidir; köy ens­ titülerinin köydeki farklılaşmayı, ekonomik ve toplumsal çelişmenin artmasını, yani süreci hızlandıracak bir etmen olduğunu, bunu da daha ileri toplumsal şekillere geçmeyi sağlıyacağmı, enstitü düşününün temelinde yatan dünya gö­ rüşünün, toplumsal şekillerin statik kalması değil, sürekli bir evrim inancı olduğunu da gözden kaçırınca, ikili büs­ bütün yanılmıştır. Onların statik köy kalkınması görüşü olarak enstitülere yamamak istedikleri düşün, tam tersine, enstitüleri böyle olmadığı için ortadan kaldırmak istiyen anadolucuların görüşü idi. İkili, ciddi araştırma ve incele­ melere girmeden, önyargı ile işe koyulduğu için anadolucularm statik, değişmez köy ülküsünü köy enstitüleri görüşü sanmıştır. Ama bu yanılgıya düşmeseler bile, köy enstitü­ lerine yine karşı olurlardı; çünkü kendi ana görüşleri o kadar halka karşıdır ki, halka dönük bir hareketi benimsiyemezlerdi. Bu halka karşılık, bu şehirli üstünlüğüne ina­ nış değil marksizme, değU Atatürkçülüğe, en basit anlam­ da bir halkçılığa, en basit bir hümanizme bile aykırıdır ve yıllarca marksist sanılmış bir romancının bu derece sağda olduğunu görmek insanı hayretler içinde bırakmaktadır. Bunu anladıktan sonra ciddi olarak Kemal T ahir-T ahir Alangu’yu sol eleştiriciler içinde değil, sağ eleştiricilerin içinde incelemeyi düşündüğümüzü belirtmek isteriz. Ayrıca «şehirli» ile kastettikleri nedir? Bugün köylü deyimi bile başlıbaşına bir sınıfı kapsamakta yetersiz kal­ maktadır. Varlıklı, orta, varlıksız köylü, hatta toprak iş­ çisi deyimlerini kullanmak çoğu kez gerekmektedir. Hele çeşitli sınıfların bulunduğu kenti başlıbaşına bir sınıf imiş gibi «şehirli» deyimi ile ortaya atmak, marksizme filan de­ ğil, en basit toplumbilim ilkelerine aykırıdır. Nedir «şehir­ li» kimdir? Orta sınıf aydın mıdır? İşçi sınıfı mıdır? Kapi­ talist midir? Bunların karşılığı yok. Şehirliye koşulacak köylü bu sınıfların hangisine koşulacaktır? Daha doğrusu şu çürümüş köylüyü bu sınıfların hangisinin gütmesini doğ­ ru bulmaktadır pek bilgiç ikilimiz? Bunu korktukları için mi söyliyemiyorlar yoksa şehirde sınıf farkları bulunduğuna mı inanmıyorlar? Kaldı ki, sormak gerekir: «eğitimden geçtiği, devlet ve kanun düzenine bağlanarak şehirliye ko- şulduğu...» sözünün altındaki amaç nedir? Buram buram faşizm kokmuyor mu bu söz? Kastettikleri köylünün devlet ve kanun düzenine koşulmasını sağlıyacak eğitim ne mene bir eğitimdir ki, kafaları işletmeden, gözünü açıp köylü sı­ nıfının tarihsel yerini almasını sağlamadan, kimin Devleti ol­ duğu belirlenmiyen bir devlete ve hangi sınıfların çıkarları için yapıldıkları söylenmiyen bir takım kanunlara bağlana­ rak şehirliye gözü kör, kulağı sağır, sığır gibi koşacaktır0 Nazilerin de faşistlerin de söyleyip özledikleri, bazı ülke­ lerde de hâlâ sürdürmeye çalıştıkları düzen, bu devlete ve kanunlara köylü sınıfını bağlayıp, şehirliye koşmak için ku­ rulmamış mıdır? Bizim bildiğimiz Devleti kuran ve kanun­ ları yapan sömürülmekten kurtulmuş sınıfların içinde önde gelenlerinden birisidir köylü sınıfı, ileri toplumlarda, ko­ şulan değil! Hadi Tahir Alangu farkına varamıyor diyelim, bu noktadan çıkınca en sağın sağına nasıl düştüklerini, ya Kemal Tahir? Nasıl bir marksisttir ki o, köylü sınıfım hiçe sayıyor, hem de çoğunluğu köylü bir ülkede ve yarar­ lı bir iş yaptığına inanıyor. Belki diyeceklerdir ki «biz töresel, değişmiyen, statik köye karşıyız, devrimci, değişmiye hazır köye değil.» O zaman köyü ve köylüyü değiştirme amacı güden bir eğitim hareketini böyle sorumsuzca leke­ lemeye çalışmamak gerekir gerçek devrimci olarak. Ve böyle bir özür öne sürüyorlarsa, bu özüre aklı birazcık çalı­ şan insanları inandırabilmek için, en azından, bozkırda çe­ kirdek vardır, diyebilmek gereklidir. Köylü sınıfının köle olmaması gerektiğini, bu yönde de sınıf olarak bir takını ilerici atılışlar yapabileceğini kabul etselerdi, en azından bunu söylerlerdi. Bozkırı çöl sanan, sınıf çatışması içinde köylü sınıfının tarihsel gelişimini ve davranışını, görevini kabul edemiyen, onu sınıfsal açıdan ne kastedildiği belirsiz bir «şehirli»nin boyunduruğu, önderliği altına sokan, adı marksiste çıkmış kişilere bu kaba yanlışlarını göstermek zorunda kaldığımız için gerçekten üzülüyoruz. Tonguç’a göre ise çekirdeğin en hası vardır bozkırdıı, Türkiye’nin geleceği, evrimi bakımından da öylesine filiz­ lenip sürebilir ki bu çekirdek! Hem de ikilimiz gibi «şe­ hirli» aydınların hiç hoşlanmıyacakları şekilde, onların üs­ tünlüğünü ve öncülüğünü kabul etmiyecekleri şekilde! Bu değil mi İkiliyi bu kadar telaşa düşüren, şu Tonguç’un «yan aydın» sözüne bu kadar sinirlendiren? Alangu ve Kemal Tahir o kadar yanlış bir noktadan işe koyulmuşlar ki, bu onları eğitim görüşü olarak Halil Fikret Kanat’m bile sağma düşürmüş. O hiç olmazsa köylü sınıfını toptan yadsımıyor, «devlete ve kanunlara körükörüne bağlı» köylü aydınlar yetiştirmeyi ön görüyordu. Kemal Tahir’in Bozkırdaki Çekirdek’e temel olan görüşleri, Alangu’nun yorumuna ba­ kılırsa, marksizmle filan değil, doğrudan doğruya sağ ile ilgilidir. Sanatçı bunu ister bilinçli, ister bilinçsiz olarak yapmış olsun, en aşırı sağcılara yakışır bir inceleme örneği vermiştir bu romanı ile. Alangu’nun söylediklerine baka­ rak, yalnız bu roman üzerinde değil, Kemal Tahir’in bütün yapıtları üzerinde yeni değerlendirmeler yapılırsa çok ilginç sonuçlar çıkacaktır sanıyoruz. O zaman herbirinde bir baş­ ka şaşkınlık duyduğumuz bu romanların gerçekten bir sis­ teme bağlı olduğunu göreceğiz. Bizim bu yapıtlarda şaş­ kınlık duyduğumuz, bizi rahatsız eden sonuçlar, bunların hep marksist bir dünya görüşü ile yazıldığını sanarak bakmamızdandır. Görüş açısını değiştirince, bunlara Tahir Alangu gibi bakınca, sanıyoruz ki, herşey yerli yerine otu­ racaktır. O zaman ne «Yorgun Savaşçı»da Kurtuluş Sa­ vaşım yapanların sadece subaylar olduğuna, halkın bulun­ madığına şaşacak, ne «Kurt Kanunu»nda devrimleri koru­ maya çalışırken Atatürk’ün ahlaksal yönden düşürüldüğü duruma üzülecek, ne «Devlet Ana »da devlet kurucusu olan bir avuç üstün insana devlet kurdurulmasına ve bu devletin başhca özelliği olarak da, genişleme, yayılma (em­ peryalizm) övücülüğüne güleceğiz. Aslında yanlış olan, bu ana görüşlerden yola çıkan Kemal Tahir’le değişmez övü­ cüsü Alangu’nun yaptıkları değil, bizim onların bulunduk­ ları yeri bilmememizdir. Bu yer de herhalde sol değildir. Gerçek yerlerini bilirsek, bu köylü, daha doğrusu halk düşmanlığı, üstün «şehirli», daha doğrusu üstün insan teo­ rilerine, bu romanlardaki insan sevgisizliğine, boyunduru­ ğa koşulacak sınıflar bulup çıkarma eğilimlerine, devletin kuruluşundan, kurtuluş savaşına kadar her önemli çabada ve eylemde halka rağmen bunları başarmış üstün kişiler arama tutkusuna, OsmanlI’nın genişleyip yayılmasının bu kadar övülmesine ne isim vermemiz gerektiğini de bulup çıkarmamız kolaylaşacaktır. Çünkü bunlar bilinen, belli motiflerdir, hangi siyasal doktrinin motifleri oldukları da ortadadır. Türkiye’de hiçbir kişi bugüne kadar, sol göste­ rip sağ vurmada bu ölçüde başarılı olmamıştır. Köylü sınıfı için bu kadar olumlu(!) kanılan ve bu kadar hayırlı(!) koşulma planları olanların bir de enstitü­ lerde köylü çocuklannın dayanıklılığından yararlanarak on­ lara angarya yaptırıldığı savını ortaya atmalanndaki iç­ tensizliğe ve okuyucunun anlayış yetisinden bu kadar şüphe ettiklerini gösteren böyle bir yanıltma girişimine ne diyeceğimizi bilemiyor, bunu da okuyuculara bırakıyoruz. 1960’dan sonra köy enstitüsü sorununun gelişmesine bu romanla verilen zarar, hemen hemen 1946 - 1950 dö­ neminde Sirer - Soysal İkilisinin verdiği zararla karşılaştırı­ labilir. Bu zararın büyüklüğü ileride daha da iyi anlaşıla­ caktır. Köy enstitüsü sistemini benimsemiş ve benimsemek­ te olan yeni kuşakların ve hatta köy enstitülülerin saflan arasına bir şüphe, yanılgı ve ikilik tohumu atılmıştır bu ro­ manla. öyle sanıyoruz ki, ileride köy enstitülerinin tarihini yazanlar tarafından Kemal T ahir-A langu İkilisinin kona­ cağı yer, Sirer - Soysal İkilisinin yanı olacaktır. ■ Köy Enstitüleri Amerikalılardan mı Alındı? Eleştiri olmaktan çok bir dikkati çekme niteliğindeki bir düşün de llhami Soysal tarafından ortaya atılmıştır469’. «...K öy enstitülerinden önce Mustafa KemaFin Kur­ tuluş Savaş kadroları eğitmen kurslarını, hatta bölge köy okullarını denemişlerdir. Burada neden gerekmiştir bilmi­ yoruz ama, eğitim konusunda, köycülük konusunda dünya­ nın en ileri ülkelerinden biri olmıyan Amerika Birleşik Devletler?ne Türk milli eğitiminden bazı eğitimciler köy­ cülük eğtimine gönderilmişler. Yıl 1 9 3 2 -3 3 . Köy ensti­ tülerinin ilk kuruluş hazırlıkları bu eğitimcilerin yurda dö­ nüş sıralarına rastlamıştır, yıl 1936 - 37 madde bir. Mad­ de iki: Daha köy enstitüsü adı konmadan ilk denemeleri yapmak için satın alınan ilk köy enstitüsü bina ve arazisi İzmir yakınında Kızılçulluk’daki eski Amerikan koleji bina ve arazisidir. Bu bina... Amerika’lılardan oldukça ucuz bir fiyata satın alınmıştır. Madde üç: Köy enstitüleri üzeri­ ne yapılmış ve ünü duyulmuş tek bilimsel araştırma vardır: Sonradan bir Türk’le evlenerek Türk vatandaşı olmuş sa­ bık bir Amerikalı araştırmacının, F. Kirby Berkes’in araş­ tırması vardır... Bunları hiçbir önyargımız olmadan çok ga­ ribimize gitmiş bir gözlem olarak yazıyoruz. Yoksa açık ve seçik olarak inanıyoruz ve sonuna kadar da savunacağız ki, köy enstitüleri bu ülkede, bu ülkenin şartlarına, şimdiki öğ­ retmen okullarından da, imam hatip okullarından da çok daha yatkın gerçekten devrimci kadrolar yetiştirecek okul­ lardı...» Bu gözleme karşı vereceğimiz karşılık şudur: Bu üç olayın birbiri ile bir bağlantısı yoktur, köy enstitülerinin kuruluşunda da Amerikan parmağı olmamıştır. Köy ensti­ tülerinin kuruluşuna esas olan düşünler ve çalışmalar (M) İm e c e d e rg isi, E n s titü le r s a y ı 85, 1 m a y ıs 1968. Ü stü n e , llh a m i S o y sal, «Canlandırılacak Köy» kitabında apaçık yazılmıştır. Ora­ da belirtilenlerin dışında gizli bir Amerikan etkisi aramak boşunadır. fl Asiye Eliçin Köy enstitüleri konusunda bir başka eleştiri, Asiye Eliçin tarafından yapılmıştır™. Asiye Eliçin’in 1943 yılın­ da öğretmen olarak bulunduğu Çifteler Köy Enstitüsündeki solculuk olayına adı karışmış ve enstitüden ayrılmıştır. Yazar bu yazılarında özetle ve daha önceki eleştirilerde gördüklerimize ek olarak şöyle diyor: «...K öy enstitüleri­ ni bir iki kahramanın yaratması bir deneyin de yok etme­ si inancı sosyal, ekonomik, politik koşulları yoksamak, bunları ikinci derecede etken saymak büyük bir yanılgıdır.» Hemen söyliyelim ki, bu düşün elbette doğrudur. Zaten Tonguç da hiçbir zaman enstitüleri kendisinin kurduğunu söylememiş, her zaman bunun kollektif bir çalışma ürünü olduğunu, işi bir tek kişiye bağlamanın yanlış bir tutum ve anlayış olacağım ileri sürmüştür. Örneğin şöyle der: «...Bir noktayı açıkça belirteyim ki, köy enstitüleri, bazı­ larının iddia ve zannettikleri, sürekli olarak etrafa yayma­ ya çalıştıkları gibi, bir tek şahsın verdiği ilhamla meyda­ na gelivermiş kurumlar değildir. Esasen bu mümkün de değildi. Onlar Türk eğitmen, öğretmen ve aydınlarının müşterek çalışmalarından, millet enerjisinden doğmuş tam manasıyla milli kurumlardır».. .<-71). Tonguç ölümüne kadar bu düşünde direnmiştir. Bizim de bu kitapta yapmaya ça­ baladığımız işte o «sosyal, ekonomik, politik koşullan» in­ (70) A n t d e rg isi, S o s y a lis t A ç ıd a n K ö y E n s titü le ri, K ö y E n s titü le r i Ü stü n e , A siy e E liç in , s a y ı 124, 125, 126, 13.5.1969, 20.5.1969, 27.5.1969. (71) C a n la n d ırıla c a k K öy, 1. H a k k ı T o n g u ç, R em zi K ita b ­ eyi, İ s ta n b u l 1967, s. 575, 576. celemek değil midir? Ama şu da yadsınamıyacak bir ger­ çektir ki, Tonguç yapılan işlerden birinci derecede sorum­ ludur. Bu koşulların sonucu olarak, kendisinden öncekile­ rin düşünlerinden, denemelerinden yararlanarak bunların hepsini toparlayıp uygulamak işi ona düşmüştür. Burada bir savaştan sonra kazanan tarafa komuta etmiş generalin zaferdeki payı tartışılırken, bu konudaki kanısı kendisine sorulduğu zaman verdiği şu karşılığı tekrarlamak gerekir: «Kazanamn kim olduğunu bilmiyorum. Ama kaybetseydik, sorumlu ben olacaktım». Eliçin bundan sonra CHP iktidarımn 1938’den önceki durumuna bir göz atmaktadır: «...H alk Partisi iktidarı A tatürk devrimciliği yanına Osmanlı devlet düzenini de ak­ tarmış, yani Osmanlının köylüyü sömürmek temel prensi­ bini de birlikte kabullenmişti... Böylece eski kapıkulu, ye­ ni yönetici olan yönetici memur kadrosu, üst tabakaların temsilcileri olan toprak ve köy ağası, köy ve kasaba mütegallibesi, alır satar Osmanlı burjuvazisi ile bir iç koalis­ yon yapıp, bu ortaklarına Büyük Millet Meclisinde ayrı ay­ rı temsilcilik hakkı tanıyarak... Meclisten dışarı bıraktık­ ları emekçi halkın, köylünün üstüne kurulmuştur (müşte­ rek saltanat)... Yapılacak reformlara ses çıkarmamaları için bürokrat devrimciler koalisyon ortaklarına gerekli çı­ kar yolları sağlamış, seslerini kısmışlardır... Reformlar ko­ nusunda bu yolda taviz bile vermemeyi sağladıkları gibi, gerektiğinde taviz bile almayı elde etmişlerdir...» Görülüyor ki yazar da, birçok inceleyiciler gibi CHP içinde ileri düşünlere açık bir grubun bulunduğunu ka­ bul ediyor, hatta bizim «ilerici aydınlar» dediğimiz bu kişilere «bürokrat devrimciler» adını veriyor. Şüphesiz ki bu deyimin doğruluğu tartışma götürür, ama bizim konumuz yönünden önemli olan böyle bir grubun varlığinın kabul edilmesidir. Bundan sonraki ekonomik ve siyasal gelişmeleri anla­ tan yazar, bu arada sol aydınların insafsızca ezildiğini, Türk devriminin ideoloji noksanlığını belirterek, yeni Cumhurbaşkanı İnönü’nün «dümeni büsbütün kapıkulu devletçiliği yönüne kırdığını...» söylüyor, «...ivedilikle ele alınacak iş kapıkulu yönetiminin... temel kaynağı olan devlet hâzinesine bol vergi kaynaklan sağlayıp yönetim or­ dusunu, tam doygun, emre başeygin bulundurmaktı... M il­ li Şef bürokrasi koalisyonunda hakim görünürse de ger­ çekte o ortaklarının da patronluk gücünün gereğinde kendininkinden az olamıyacağını pekala fark etm ektedir... Cumhuriyetin getirdiği reformlarla köylünün vergileri bile rahatça verebilecek duruma yükseltilemediği... onun için köyü daha zengin bir ürün ambarı ve değişen koşullara uyup teknik silahları kullanabilecek kadar okur yazar bir asker deposu haline getirecektir... Sözün kısası, Milli Şef, meseleyi, yani hâzineye gelir sağlama yollarını enine bo­ yuna düşünüp hesapladı... ve tek çıkar yolun köylüyü tezelden eğitmek olduğuna karar verdi... Hem de bu eği­ tim eski tarz ölü bir eğitim değil, köylüyü etkileyici, üre­ tici, hem kendine yeterli, hem de durmadan arttırılacak vergileri verebilecek kadar yeterli kılacak bir eğitim olma­ lıydı... Milli Şef bu kesin kararını verince, Milli Eğitim ailesinden bu işle görevlendireceği eğitimci ve yöneticilerini büyük bir dikkat ve titizlikle seçer...» Burada hemen şunu belirtmek istiyoruz: Yalnız vergi gelirini artırmak için köy enstitüsü denemesine girildiği tezi bize biraz tutarsız görülüyor: Bir defa şu herkesçe bilinen bir gerçektir ki, eğitim ekonomik açıdan en verim­ siz, en az gelir sağlıyan ve en uzun vadeli yatırımdır. An­ latıldığına göre çok sıkışmış ve kötü olan ekonomik duru­ mu çok kısa zamanda düzeltebilmek için vergi toplayabil­ mek amacıyla eğitimde reforma ve geniş yatırımlara giriş­ mek, bize pek dolambaçlı ve çok geç sonuç verecek bir yol olarak görülüyor. Tarihte de hiçbir burjuva hüküme­ tinin direkt olarak vergi gelirlerini düşünerek böyle bir işe girdiğini gösteren bir örnek görmüyoruz. Orta sınıf ikti­ darlarının eğitim atılımlanna girişmelerine yol açan elbet­ te bir takım ekonomik neden ve zorlamalar vardır. Ama bunlar yazarın yukarıdaki basitleştirici görüşüne sığdınlamaz kanısındayız. Eylem açısından da yazarın yanıldığı bir tarihsel gerçek var: İnönü Cumhurbaşkanı olduğu za­ man eğitim hamlesi çoktan başlamıştı 1935-36’da. Yani eğitim alanında böyle bir sistemli çalışmanın kararını ve­ ren İnönü değildir. Ayrıca bu işi yönetecek kişiler de yine o yıllarda seçilip işbaşına getirilmişlerdi, bu seçimde de İnönü birinci derecede etkili değildi. Yani onun 1938’den sonra işe girişmeye karar verdiği ve Bakanlığa bakarak işine gelenleri yönetici olarak seçtiği savı doğru değildir. Bunu daha önceki bölümlerde ayrıntılı olarak gördük. Eliçin şöyle devam ediyor: «...Hem en belirtelim ki, eğitim görevlileri artık belirli şekilde üç gruba ayrılmıştır: a)... şartlanıp sınırlanmamış, gerçekten ileri fikirli, çok az sayıdaki devrimciler, köktenci, reformculardır... Kendi ekmekleri bahasına doğruları savunan fedailerdir bunlar... Adı Cumhuriyete çevrilen bu yeni osmanlı düzenine, onun kalıplarına sığmıyacak kadar büyük ve çaplı kişilerdir. O yüzden bunlar tez elden eğitim ailesinden atılarak polisin takibine teslim edilmişlerdir (Yazarın notu: Eleştiricinin sayın eşi, çok değerli Emin Türk Eliçin şüphesiz ki bun­ lardandır). b) İkinci gruptakiler ise, ılımlı, gözlerimi ka­ parım, vazifemi yaparım diyen, milli şefin müsaadesi nis­ petinde ilerici ve reformcu, askerce emre uyarlı, Osmanlı­ lık ruhu ile şartlanmış çalışkan insanlardır (Yazarın notu: Bu gruba da Tonguç ve arkadaşları giriyor)... c) Üçüncü grup ise birinci grubun tam karşıtıdır. Burada yetersizlik kompleksi ile türlü olumsuz saplantılara düşmüş... ruhen hasta insanlar vardır... İlerici uca ateş püskürürlerse de ortacılara sadece diş bilemekle yetinirler. Gelecekte orta grubun meydana getirdiği köy enstitülerini yıkmak için koalisyon ortakları bu torbanın ağzını açacaklardır... iş­ te planın uygulayıcı elemanlarını Milli Şef zaten işbaşında olan ikinci gruptan seçmiştir...» Bize göre ise Eliçin Tonguç’u böyle bir gruba sokarken yanılmaktadır. Bunun 2. ve 5. bölümlerde doğru olmadığım göstermeye çalıştık. Ayrıca birinci gruba soktuğu kişilerin özelliklerini sıralar­ ken de bazı noksanlar olduğunu sanıyoruz. Bundan sonra Eliçin, Tonguç’u incelemeye geçiyor ve şu yargıya varıyor: «O, iyi insanların saflığına, dürüst­ lüğüne, insanseverliğine sahip bir kişidir. O, Milli Şefin, kaskatı, sevisiz, çıkarcı hesabına yumuşaklık, insancıllık katarak uyandırdı, beşeri öz ve erkeye kendini insanca kaptırıp sınıfının sınırlarını aşmış saygıdeğer bir kişidir. Am a osmanlı memur şartlanmışlığını zedeliyerek kazan­ dığı değeri gerektiği zaman koruyamamış, kendine ve eseri­ ne yapılan saldırılara gür bir inanış ve cesaretle savaş aça­ mamıştır. Saldırılara karşı suçluluk kompleksi içinde pis­ miş, ekmeğini yitirmek korkusuyla ve kendi eliyle önce eserinin ve sonra da kendisinin kurban verilmesine seyirci kalmıştır. Bu cesareti gösterse idi, kurtarabilecek mi idiydi kendini ve enstitüleri? Hayır, kesin olarak hayır. Ama böyle yapsaydı gerçekten kabuğunu kırmış bir yiğit, bir kahraman olarak eğitim tarihine geçecekti. Ve onu put­ laştırmak için bugün sarfedilen çabalar boşa gitmiyecekti.» Bu konudaki düşünlerimizi de 5. ve 6. bölümlerde açıklamıştık. Bundan sonra Eliçin şöyle diyor: «...Ortamsız bir ortamda kurulan köy enstitüleri (Yazarın notu: Burada şunu sormak gerekir: Enstitüler bir takım ekonomik, siya­ sal, toplumsal koşulların ve etkenlerin sonucu kurulmuş olduğuna göre bir ortam olduğunu kabul etmek gerekiyor, o zaman ortamsız ortam ne demek?) yüzyıllardır uyutu­ lan köylünün özündeki erkeyi uyandırmaya başlamıştı. Bu erke... yöneticileri dahi belirli sınırlarının hayli ilerisine sürükledi, Hakkı Tonguç’un belirli bir görüşün yöneticisi olarak emir kulluğunun sınırını -hümanizması, iyi insan, iyi eğitimci oluşu yüzünden bu uyanıştan heyecanlanarakaşmış olması saygıya değer. ( Yazarın notu: Yani aslında bilinçli olarak bu işe girmemiş, sınırları zorlamamış da sonradan heyecanlanıvermiş, öğrencilerin uyanan erkesini görünce!). Tonguç’u olduğu yerde ve olduğu gibi değerle­ mek onun için daha faydalıdır. Eğer onu bulunmadığı yer­ de, olmadığı şekilde putlaştırırsak hiçbir ciddi eleştiriye dayanmaz yıkılıverir...» Elbette hiç kimseyi bulunmadığı yerde aramamak, putlaştırmamak doğrudur, ama eleştiriyi de gerçekten «ciddi» yapmak şartıyla. Yoksa dayanama­ yıp yıkılıveren ciddiyetten uzak eleştiriler olur. Bundan sonra yazar «Milli Şef komşu ülkelere gön­ derdiği eğitimcilerden kurulu inceleme heyetlerinin göz­ lemlerinden de yararlanarak 1940’da köy enstitülerini bu eğitmen kursları temeli üstüne kurmayı uygun buldu...» (Yazarın notu: Burada yine bir tarihsel yanılma var: Kom­ şu ülkelere incelemeye giden heyetler değil, Tonguç’tur ve bu gezi de «Milli Şef» zamanında değildir, Atatürk zama­ nındadır)... «...M illi Şef çeşitli meyvalardan yapılan kon­ yaktı salata gibi çeşitli sosyal düzenlerden uluorta örnek­ ler almanın kendi olanaksızlığına olanak kazandıracağını sanıyordu. Bu onun hem sosyal bilimlere yabancılığının, hem de osmanlı paşalığının gereği idi... Böylece... hasta toplumun birkaç sosyalist hapla derdinden kurtulmayı düş­ lendiğini. ..» belirten Eliçin, şöyle diyor: «Oysa köy ensti­ tüleri daha esaslı şekilleriyle köklü bir devrimin ilk ağız­ da kalkınma planına alacağı bir kuruluştur, (Yazarın no­ tu: Peki bu kadar bilinçsizce, bu kadar çeşitli sosyal düzen­ lerden karmakarışık alınmış da nasıl en güzel bir devrime yakışan bir kuruluş oluveriyor bu köy enstitüleri?)... Çün­ kü bu kuruluş belirli bir ekonomik sistem şeklinin sonucu olan bir sosyalist düzenin doğal malıdır. Ve ancak o dü­ zenin ortamında gelişme olanağı bulabilir... Böylece milli Şef batı malının yanma bir de sosyalist malını ortakların­ dan saklıca çalkara kuruvermiştir. (Not: Eğer böyle ise pek iyi yapmış!)... Köylüyü ve köyü daha çok sömürme amacını güden bu ikinci ordu kuruluşu devlete askerden çok daha ucuza maledilecektir... Ondan sonra sosyalizm sömürücüsü Milli Şefin hâzinesine... altın akacak, ortak­ larına başeğdiren kuvvet ve sosyal kanunlara kazık atmak şerefi doğacaktır... Kısaca ana hatlarına değindiğimiz bu tasarım... bir sosyalizmi sömürme fikri idi... Paşa eğitim görevlilerine, özellikle Hakkı Tonguç’a köy enstitülerini kurma görevini verirken asıl amacını ustaca gizlemiştir. Haşan Ali, Tonguç gibi bütün reformcu aydınların kuşku­ suz benimsiyeceği, destekliyeceği gerçek ve normal yüzüy­ le konulmuştur ortaya tasarı. Parola köy için köyü kalkın­ dırmak olunca... insani büyük duygular uyandı her aydının içinde. . .» Burada yukarıdan beri öyle bir ifade var ki, şu so­ nuca varılıyor: Sistemi kuran, bütün ayrıntıları ile saptıyan İnönüdür, yöneticilere yalnız uygulaması kalmıştır, bu da yanlıştır. Eliçin şöyle devam ediyor: «...M illi Şefin bütün so­ rumluluğu ta baştan sevgili Genel Müdürüne yüklemesi bir rastlantı değil. İyi insanların saflığını taşıyan Tonguç ba­ bayı onore etmiştir bu güven. Artık sevdiği bu davaya tüm gücünü verecektir o ... Koalisyon bozulup ortaklık dağılmak üzere. Şimdiye değin uzaktan tuttuğumuz eğiti­ min sağ kanadına taviz vermek zorundayım. Bu duruma göre de sen çekil ortalıktan, Hasan-Ali de öyle yapsın... Enstitüleri uzun taksitlere bölerek harcayıp kurtarmayı ta­ sarlıyorum... Sana bir kulluk emri daha: Eline vurdurma­ dan ver lokmanı. İtaatli bir kapıkulu olduğunu bundan böy­ le de unutma. Bu iş politika ve huzur işidir. Nöbeti dev­ ralabilmek için askerce çekilmeli. Herşey ortaklarla aramız­ daki huzuru korumaya bağlı. Göreyim sizi. Sonra beni siz bile kurtaramazsınız... Paşa Çankaya kalesine pusmuş, ka­ pı kuluna kazan kaldıranlara Haşan-A li’yi, Hakkı Tonguç’u açık hedef dikmiştir. Paşa artık onların desteği olmaktan vazgeçtiği gibi kendilerini ve eseri sözle olsun savunacak müsaadeyi bile vermemiştir. Onlar da tutsak oldukları kul­ luk kapısını onun yüzüne çarpmak cesaretini göstereme­ mişlerdir. Yaratılan terör havasında tam terörize olmasaydılar, bir ihanetle kendilerini kolayca harcatmazlar, sal­ dırgan güçlere de zaferi o kadar ucuza maletmezlerdi. Bu­ nun önemli bir faydası da o zaman halkta yaratılan olum­ suz kanıtların bugüne kadar sürmemesi olurdu... Güzel, duygusal bir ortamda kapı rezelerini zorlıyarak yerinden oynatan Tonguç baba, fırtınalı havada o kapının arkasına sinmiştir. Bu bir suç değil ama, kahramanlık da değildir. Bu bir insanlık halidir. Onun yaptığı iyi işleri unutturmıyan, gönüllerdeki sevgisini azaltmıyan bir beşeri davranış­ tır. Onu eleştirirken dahi içimizi dolduran saygı ve sevgi kendi yeri içinde en iyi, en dürüst, çalışkan ve halksever oluşundan değil midir?...» Eliçin’in eleştirisinin özeti burada bitiyor. Daha önce bu eleştirilerle ilgili olarak kitabın başka bölümlerinde yaz­ dıklarımıza ve özeti yaparken koyduğumuz kısa notlara ek olarak şunları belirtmek isteriz: Eliçinin eleştirisinde, bütü­ nüyle göz önüne alındığı zaman bize göre şu kusurlar var­ dır: Birincisi, bazı olayların gelişimi sırası ve nitelikleri bakımından karıştırılmış, bu karışıklık varılan sonuçların yanlışlığına yol açmıştır. İkincisi, sorunu kişisel ve sübjek­ tif yönlerden değil de materyalist bir açıdan inceliyerek si­ yasal, ekonomik, toplumsal koşulları bulup çıkarmak sa­ vma rağmen, eleştiri bütünüyle bu amaca varmaktan uzak kalmıştır. Kişisel ilişki ve yaşantıların etkisiyle sübjektif ve duygusal bir tutumla, olayların gelişmesinde kişilere fazla öncelik ve önem verilmiş, böylece yazar, eleştirdiği köy enstitülülerden de daha az objektif davranarak işi değerlendirebilmekten uzak kalmıştır. Eliçin’in eleştirileri üzerinde başka ilgililer iıe düşü­ nüyorlar? Bildiğimiz kadarı bu konuda bir tek yazı çıkmış­ tır. O da Hürrem Arman'mdır'721. Arman da bizim gibi ilk uygulamaların heyecanlana­ rak değil, bilinçle yapıldığı üzerinde durarak, «...sadece hümanizma ve iyi insan, iyi eğitimci oluş, bütün yurdu kaplıyan köy enstitüsü örgütünün ve uygulamalarının hiç­ bir noktada çelişmiyen aşamalara ulaşmasını sağlıyamazdı.. Tonguç için söylenen bu vasıfların başına, hele köy ensti­ tüleri söz konusu olduğu zaman, toplum yapımızı ve yürü­ tülen düzenin niteliklerini bilen, gerçekçi, bilinçli ve geldi­ ği sınıftan kopmamış sıfatlarını da koymak gerekir...» diyor, köy enstitüleri konusunda yapılacak ciddi araştır­ maların Tonguç’un ve köy enstitülerinin gerçekten ciddi bir eleştiriye sonuna kadar dayanabileceğine ve yıkıhvermek bir yana, bugünkünden daha da çok yol gösterici bir değer kazanacağına inanmakta olduğunu belirtiyor ve Tonguç’ıin ayrıldıktan sonraki tutumu konusunda da şöyle ya­ zıyor: «...Tonguç’un bütün hayatı ayrıntılarına kadar or­ tadadır. Bulunduğu hiçbir ödev onun için bir kulluk ka­ pısı olmamıştır. Hayatı bunu ispatlıyan olaylarla dolu­ dur. Bu hayatı bilnıiyenler, örneğin Yücel bakan olunca -sizin köy konusunda ne düşündüğünüzü bilmediğimdenkaydıyla istifa ettiğini, 1942’de her kapıkulunun en yüksek özlemi olan milletvekilliğini reddettiğini ve Milli Şefe temel konularda yaptığı çıkışları ve daha birçok şeyi bilmeyince, soyut ölçüler doğru da olsa yanılmaya mah­ kumdurlar... Asiye Eliçin’in köy enstitüsü günlerinde (72) İm e c e d e rg isi, s a y ı 99, 1.7.1969, K öy E n s titü le r i ve T o n g u ç Ü z e rin e İn cele m e, H ü rre m A rm a n . kendisinin de adının karıştığı Çiftelerdeki bir tek olayla da olsa, (fırtınasız, güzel ve duygusal bir ortam) olmadığını bilmesi gerekir. Buna benziven, benzemiyen binlerce olay en küçüğüne kadar dönüp dolaşıp ona dayanıyordu... 1946’dan sonra birkaç kişi hariç onu herkes terketmişti. Sürekli bir baskı ve polis takibi altında idi... Köy enstitü­ lerine ve kendisine yönelen saldırılar onu o günlerin en tehlikeli ve korkunç adamı olarak tanıtıyordu. Yapısının sağlamlığı, işine güvenci ve o kendisini ölünceye kadar yalnız bırakmıyan birkaç arkadaşı olmasaydı ya kişisel kahramanlığı seçer yada hem de kolayca kapıkulu olurdu. O 1946'dan sonra hep işini tamamlamaya çalıştı... Saldırı­ lara karşı çıkmayı önerenlere her zaman şunları söylü­ yordu: Bu saldırılar tabiidir. Bunlar olmasaydı işin mahi­ yetinden ve köklülüğünden şüphe etmek gerekirdi. Bütün bunlar yapılan işin büyüklüğünü gösteriyor. Eser eninde sonunda kendisini savunmayı başaracaktır. Toplum taba­ nına bir kazık çakılmıştır. Bunu güç çıkarırlar. Biz çirkeflerle uğraşma, vakit kaybetme yerine olumlu işlerle uğra­ şalım. Ve ölünceye kadar olumlu işlerle uğraştı... Ben de o tarihlerde kendisine birşeyler yapmayı önerenlerdenim. Bu konu üzerinde o günlerde de çok düşündük. Bugün de düşünüyorum. Gerçekten çirkef saldırılara nasıl ve hangi gerekçelerle karşı çıkılabilir, doğrular kamuya nasıl anlatılabilirdi? Örgüt yok edilmiş, bütün yapılar, en yakın görünenlerinki de kendisine kapanmıştı. Bir tek gazetede, dergide bir tek satır yazısı çıkamazdı... Sonra ne diyecek, nasıl savunacaktı doğruları? Örneğin (bu kurumlan düze­ ninize, size rağmen kurduk işlettik, tabana bir kazık çak­ tık. Feryadınız sömürü düzeninizin elden gideceğinden korkmanızdandır) mı diyecekti? Yoksa (iftiralarınız bir tarafa, işler temelde sizin yorumladığınız gibi değildi) diye­ rek kendisine ve esere ihanet mi edecekti?... Tan matbaa­ sının tahribi ile gelen demokrasi iki sosyalist partiyi ka­ patmış, üyelerini zindanlarda çürütmüştü. Fikir özgürlü­ ğünü yok eden kanunlar çıkarılmıştı. Demokrasi faşizmin ve sömürü düzeninin bir maskeleme aracı olarak kullanı­ lıyordu. Böyle bir ortamda örgütsüz, araçsız, sadece kişi kahramanlığına dayanan doğru çizgide bir savaşı bekle­ mek, istemek, hayalin de ötesinde bir utopia, bilimsellik­ ten de uzak bir kişi görüşü olmaya mahkumdur... Bu ko­ nuda sadece daha önceden niçin tertipler alınmadığı ko­ nusu tartışılabilir ve eleştirilebilir kanısındayım. Kısa bir süre sonra Tonguç’un görüşünde haklı olduğu anlaşıldı. Orada burada bizzat eser kendisini savunmaya başlamıştı. Saldırı salyaları halkı, aydınları bu konu üzerine düşün­ meye, tartışmaya yöneltti. Mahmut Makal’ın en kritik bir zamanda çıkan (Bizim Köyfü eserin kendini savunmasının ilk bileşkesi ve hatta bir karşı savaşın başlangıcı oldu. Bunu diğerleri ve yüzlercesi izledi. (Bizim Köy) çıkınca ve Makal tutuklanınca Tonguç’un bilinçli sevincine tanık olanlar ve onun (ilk bomba patlamıştır arkası sökün eder, bunu artık kimse durduramaz) deyişini görenler onun ki­ şisel bir kahramanlık için ve hiçbir şey için ilkelerinden vazgeçmiyeceğini kesinlikle bilirler. Tonguç’un asıl insan­ lık halleri bunlardır. Tabana çakılan kazık iyi çakılmıştır. Daha başkalarının da özlemi içindeyiz...» ■ Adnan Çemgil Asiye Eliçin’den sonra yine aynı paralelde olmak üzere, CHP’nin iki yönlü davranışını ve ortanın solu ha­ reketini inceliyen bir başka yazar, Adnan Cemgil’de köy enstitülerine değiniyor(73): «...B u arada köy enstitüleri de (73) F o r a m D erg isi, C H P ’n in Z ig z a g la n , A d n a n C em gil, s a y ı 367, 15.7.1969. kuruldu. Bu kuruluş, iyi niyetli, ülkücü öncülerinin aşırı iyimserliğine ve Türk toplumunun topyekun kalkınmasın­ da başlıca rolü oynıyacağına olan inançlarına rağmen gü­ zel bir ütopyaydı elbet. Türkiye'nin temel yapısını değiştir­ meden, köklü dönüşümler yapmadan, değil topyekun kal­ kınma, köyü bile kalkındırmak mümkün olamazdı. Köy enstitülerinin çok tuhaf ve talihsiz bir durumu vardı. Milli Eğitim Bakanı ve bu enstitülerin davasını yürüten idealist eğitimciler, karşılarında, en büyük engel olarak devletin öteki organlarını bulmaktaydılar. Köy enstitülerinden çıkan kafaları aydınlanmış çocuklar, öğretmen olarak köylere gittikleri zaman, hükümetin temsilcilerini karşılarında bu­ luyorlardı. Halk Partisinin hamurundaki, yapısındaki değiş­ mez ve eşine az rastlanır bir çelişkinin belirtisi olarak bu çocuklar, Eğitim Bakanlığınca yayınlanan klasik kitapları okudukları için kovuşturmaya uğruyor, evleri basılıyor, iş­ lerinden atılıyorlardı...» Cemgil’in düşünleri, görüldüğü gibi daha önce ince­ lediğimiz bazı eleştirilerdekilere benzemektedir. Soldan gelen, içlerinde bazı doğru gözlemler bulun­ makla beraber, ciddi ve yorucu bir araştırmanın, ürünü ol­ mayan materyalist yöntem ve kuralların doğnı ve yerinde kullanılamamasından doğan bir çok yanlış-sonuçlara ulaşan, hiçbir zaman tam bir mantık ve analiz birliği gösteremiyeıı eleştirileri, köy enstitülüler bir takım taktik düşünlerle ve kaygılarla uzun bir süre hoşgörü ile karşılamışlar, çoğu kez karşılıksız bırakmayı bütün solun çıkarları açısından uygun görmüşlerdir. Ama, eleştirici bir kısım solcuların davranış ve tutumu bu gibi taktik kaygılardan uzaklık, yap­ tıklarının eylem açısından nereye varacağını görememe, yalnız teorik planda ne kadar bilgiç olduklarını göster­ me amacı gütme, köy enstitülüleri sola karşı savunma zo­ runda bırakmalarının zararlarını anlıyamama şeklinde, so­ lun ta baştan beri gelen yanlış çabalarını sürdürme yönün­ de gittikçe gelişince, enstitülerden gelen tepkiler de sertleş­ meye başlamıştır. Nitekim asıl amacı köy enstitülerini eleş­ tirmek olmayan, buna yalnız değinen Cemgil’in yukarıda aktardığımız düşünleri bile, yine Hürrem Arman(74)ın tep­ kisine yol açmıştır: «...sayın yazarın (elbet) sözcüğü ile perçinlemeye ça­ lıştığı, tartışmaya bile gerek olmadığını söylemek istediği yargısının tüm yanlış olduğunu hemen ve kesinlikle belirt­ mek isterim... Kurucuların ve özellikle Tonguç’un bu kurumların (Türk toplumunun topyekun kalkınmasında baş­ lıca rolü oynıyacağına) inandıkları görüşü ne kadar yanlış­ sa, bunların bir (utopia) oldukları yargısı da o kadar ger­ çek dışı bir yakıştırmadır. Önce, Tonguç ve hatta o’nun ilkelerini uygulıyan ikinci üçüncü derecedeki kurucuların -en azından sayın Cemgil kadar- yürürlükte olan düzen içinde, köy enstitüleriyle (topyekün bir kalkınmaya) ulaşılamıyacağını bildiklerini saptamak gerekir. O günlerdeki gerçekçi tutum ve uygulamaların üstünkörü bir incelemesi bile bunu açıkça ispatlar... Ütopya yakıştırmasına gelince» diyen Arman, köy enstitüleri ile gerçekleşen işleri, okul öğrenci öğretmen niceliği bakımından belirttikten sonra, «...köy enstitülerinin ele geçmiş bir fırsatla uygulanışı, al­ dığı sonuçlar üzerine, vurulması, yıkılması ve yok edilişi de, düzene karşı ve olumlu bir tutum içinde olduklarının kesin bir ispatıdır. İkinci Dünya Harbi bitiminde durumun karanlık olduğunu pek çokları bilmiyor, fakat köy ensti­ tülerini kuranlar ve özellikle Tonguç biliyordu... 1946’lardan bugüne kadar, sürülen, kıyılan öğretmenlerin büyük çoğunluğu köy enstitüsü çıkışlı veya oralarda çalışmış olanlardır. Öğretmen örgütlerini kuranlar, işbirlikçi ve kar­ şı devrimci güçlere, devrimcilerle elele savaşanlar vet sert tepkilerle karşılananlar, gene onlardır. Türkiye İşçi Parti(74) İm ece d e rg isi, Ü to p y a , H ü rre m 1. E y lü l 1969. A rm a n , s a y ı 101, sine İstanbul’da yapılan ilk baskında yaralanan bir Y ü k­ sek Köy Enstitüsü mezunu idi... Bütün bunlar herkesin bildiği gerçeklerdir. (Utopya)larla bu sonuçlara varılabi­ lir miydi? Eğer bu yargı ile; o günkü düzende; o düzenin örgütleri olmayan enstitülerin kurulmasına girişmemek, ele geçen bu fırsatı kullanmamak gerekirdi, denmek isteni­ yorsa, bu çok gülünç olur. O vakit, bütün devrimci güç­ lerin, aynı düzenin yürürlükte olduğu bugün de savaş ver­ melerine gerek yoktur, onlar da ütopyalar peşindedir, gi­ bi bir sonuç çıkar ki, sayın yazar kendi kendini de inkar etmiş olur... TIP, Köy Enstitülerini ve Yüksek Köy Ens­ titüsünü yeniden kurmayı programına almıştır. Bu bir ütopya mıdır?...» Bundan sonra Arman, öğretmenlerin köylerine gittik­ leri zaman «hükümetin temsilcilerini» karşılarında bulma­ larının «çok tuhaf ve talihsiz bir durum» olarak nitelen­ mesi üzerinde durmakta, «...B u köy enstitülerinin «çok tuhaf ve talihsiz bir durumu» oluşundan değil, köy ensti­ tüleri ve mezunlarının tutumunun, uygulanan düzenle zıt­ laşmasından geliyordu. Biz, o günlerde bu biçim çatışma­ ların daha da çoğalmasını, hızlanmasını istiyor ve özlüyord uk... Bu bir tuhaflık» veya «talihsizlik» değil, sosyal kanunların bir gereğidir... Son yıllarda bazı yazar ve de­ ğerli sosyalistlerimizin, yazarlarımızın ve onlara katılan, sayıları çok az da olsa, bazı kişilerin, derinliğine inceleme­ ler yapmadan, belledikleri bazı kalıplara göre, köy ensti­ tüleri ve Tonguç üzerinde uluorta, sosyalizmin bilimine de aykırı düşen, yargılar ortaya attıkları görülüyor. Bunun nedenlerini bilmiyor ve anlamıyor değiliz. Oysa bunlar­ dan; yurdumuzda kurulmuş ve on yıl süre ile, kendi içinde çelişmesiz, uygulamalar yapmış ve bugün de etkili sonuç­ lar almış bulunan bu kurumlardan, sosyalist örgütlenme ve eylem için, nasıl faydalanılacağını araştırmalarını bekle­ m ek ve istemek hakkımızdır. Eylemin kolayını değil, güç olanını seçmek gerekir. Asıl sosyalistçe ödevin bu oldu­ ğu kanısındayız. Buna yönelinmediği sürece «ütopyamdan da öte, bilime de ters düşer ve olumsuzluk batağına sapla­ nırız. » Arman’ın Adnan Cemgil’e karşılığının özeti budur. ■ Son Söz Köy enstitüleri konusundaki eleştiriler bölümüne son vermeden önce şu noktayı belirtmek isteriz: Eylem açısın­ dan, sağcılar solculardan çok daha başarılı, etkili ve kendi eylem amaçlarına yardımcı olacak eleştiriler yapmışlardır. Sağcılar eleştirilerini yaparlarken, her zaman, o sırada köy enstitüsü düşünü çevresinde gelişmekte olan sorunları ken­ di yönlerinden göz önüne alarak işe girişmişlerdir. Bu nok­ ta çok önemlidir. Çünkü köy enstitüsü sorunu yaşamını sürdüren bir girişimdir. Bu sonın konusunda düşünlerini açıklıyacak olanların, hele eylem alanında etkin olmak savında iseler, kendi taktikleri bakımından işe girişmeleri gerçekçiliğin gereğidir. Solda bu hesap yoktur. Yersiz, za­ mansız, o süreç içinde kendilerine zararı dokunacak, hatta bindikleri dalı kesme anlamına gelebilecek eleştirelere gi­ rişmektedirler. Bu konuda söylenecek son söz, her iki taraftan ve enstitülülerden gelen eleştirilerin, niteliklerindeki tutarsız­ lıktan ötürü, sisteme yeni hiçbir şey katmadıkları gibi, bü­ tün aydınlar için pek de iyi bir not sayılamıyacak bir göz­ lemimizi açıklamak olacaktır. Bunun da nedeni, hiçbir kişinin ciddi, bilimsel araştırmalara girişmek çabasını göze alamamış olmasıdır. 1960'dan Sonraki Gelişm eler Bu bölümde amacımız, 27 Mayıs 1960’dan sonra köy enstitüsü konusu ile ilgili olayların ve gelişmelerin tam, ayrıntılı bir tarihini vermek değildir. Amacımız, bu olay ve gelişmelerin ana çizgilerini, ana doğrultularını belirle­ mek, biraz da köy enstitülerini savunanları kendi görüşle­ rimize göre eleştirmektir. 27 Mayıs 1960’tan sonra köy enstitüsü konusu bir­ denbire, su yüzüne çıkmış, kamuoyunu geniş ölçüde il­ gilendirmiş ve basında o çağın başlıca konularından biri ol­ muştur. Bu son derece ilginç bir gelişimdir ve herhangi bir topluluk ve kuruluşun böyle bir amaçla sistemli bir çaba­ ya girmesinden önce, kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Bize göre bu, köy enstitüsü sisteminin toplumsal bir gereksinme olarak kendisini duyurduğunu, 1946 - 1960 döneminde köy enstitülerine karşı yapılmış olumsuz propaganda ve ka­ muyu yanıltma kampanyasının, bir bakıma kamuyu uyar­ dığım, dikkatleri bu konu üzerine çektiğini ve çözümlen­ memiş bir sorunun çözümü olarak, konuşma, yazma ola- naklannın ortaya çıkacağı 27 Mayıs sonrasına kadar ka­ mu bilincinde sessiz sedasız işlenmiş olduğunu gösterir. Cumhuriyet çağında, bu şekilde baskı altına alındığı hal­ de, aradan bu kadar uzun zaman geçtikten sonra, kendili­ ğinden, bir patlama ile yeniden düşün hayatında yüzeye çıkan bir başka ilerici düşün azdır sanırız. Daha sonra başlangıçtaki bu spontane, kendiliğinden olan gelişmeyi hızlandıran çabalar, çalışmalar, örgütlen­ meler ve bazı olaylar ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeyi hızlan­ dıran ilk olaylar Tonguç’un 1960 Haziran’ında ve Yücel’in 1961 Şubat’ındaki ölümleridir. Bu iki olay, hem basında köy enstitüsü konusunun tekrar tazelenmesine yolaçmış, hem de enstitülülerin bir araya gelme, toplanma ve örgüt­ lenme sürecini hızlandırmıştır. Ayrıca Milli Birlik Komi­ tesi üyeleri ile yapılan konuşmalarda(1) köy enstitüleri ko­ nusundaki düşünlerinin sorulması da geniş ilgi çekmiştir. Köy enstitülülerin toplanma, örgütlenme ve eyleme geçme çalışmaları ise iki yönde gelişmiştir: Bunlardan bi­ rincisi dergi ve kitaplar yayınlıyarak, diğer dergilere ve gazetelere yazılar yazarak yürütülen basın çalışmaları, İkincisi ise meslek kuruluşları olarak güçlenme ve örgüt­ lenme çabalarıdır. Her iki çaba da köy enstitülüler dışın­ daki basın ve yeni toplanıp örgütlenmeye başlıyan ilerici yazarlar tarafından geniş ölçüde desteklenmiştir. ■ İmece Dergisi Enstitülülerin basın alanındaki çalışmalarının önem­ li bir girişimi 1961 Martında yayınlanmaya başlıyan «İme­ ce» Dergisidir. Bugün de yayınını sürdüren bu dergi, ço­ ğunluğu köy enstitüsü çıkışlı öğretmenlerin, eski köy ens­ titüsü öğretmen ve yöneticilerinin bir araya gelmesi ile ku­ tu O g ü n le rd e Y a ş a r K e m a l’in M illi B irlik K o m ite si Üy e le ri ile C u m h u riy e t g a z e te s in d e y a p tığ ı rö p o r ta jla r. rulmuştur. Derginin maddi olanakları bu grup tarafından ve yurdun her yerine yayılmış eski enstitülü öğretmenle­ rin güvenlerine ve ilgilerine dayanılarak, bunların da ka­ tılmalarıyla sağlanmıştır. Bu önemli bir olaydır. Şimdiye kadar yurd çapında birkaç bin kişilik bir topluluğun, yal­ nız belirli ilkeler çevresinde toplanarak, onların güveni ka­ zanılarak, böyle bir basın girişimi için, çok sınırlı maddi olanaklarına rağmen ve hiçbir maddi çıkar da sağlanamıyacağı daha başlangıçta söylendiği halde, maddi yönden des­ teklerinin sağlanması örneğini bilmiyoruz. İş bu kadarla da kalmamış, İmece, uzun bir süre, alışılagelmiş dağıtım ve bayi sisteminin dışında, her ilçede gönüllü olarak bu işi yapan enstitülü bir temsilcisinin çalışmasıyla o ilçedeki abone ve okuyucularına dağıtılmıştır. Aynı sistem dergi­ nin yaptığı kitap yayınları için de aksaklık olmadan işle­ miştir. Dergi ve kitap yayınlarının fiatları konusunda ya­ pılacak bir araştırma bu yönden de alışılmışın dışında, çok değişik ölçüler kullanıldığı gösterir. Bütün bunlar, kendi­ liğinden gelişiveren bir örgütlenme örneği olması, kollektif bir çalışmanın gerçekleştirilebilmesi, fiat - kâr ve sömü­ rücü dağıtım sistemini bir kenara itebilme olanaklarının bulunabilmesi gibi yönlerden bizim basın tarihimiz bakı­ mından ilginçtir sanırız. Ayrıca konumuz açısından da bu gelişmeler şunu gösterir: Köy enstitülüler 1946-1960 dö­ neminde yılmamışlardır, yıldınlamamışlardır, bir takım il­ kelere sıkı sıkıya bağlılıkları sürmektedir. Bu sonuçta, köy enstitüleri sisteminin payı olmadığını söylemek haksızlık olur. Enstitülerin başarısı tartışılırken göz önüne alınması gerekli gelişimler ve ölçülerdir bunlar, kanısındayız. Başlangıçtaki dayanışma sürdürülebilmiş ve en güze­ li, İmece topluluğunun içinde, köy enstitüleri konusunda çeşitli görüşleri temsil eden kişilerin bulunmasına, bunların zamanla gruplaşmalarına rağmen, sürdürülebilmiştir. Bu düşün ve ilke ayrılıklarını, bunlara bağlı gruplaşmaları do­ ğal karşılamak gerekir; her yaşayan, gelişen düşün toplulu­ ğunun içinde zamanla çelişmelerin, düşün ve ilke ayrılıkla­ rının belirmesi toplumbilim kurallarının gereğidir; o top­ luluğun dinamizmini gösterir Hatta kişisel kanımız, İme­ ce topluluğu içinde bu ayrılıkların daha da güçlü olması sağlanabilseydi, köy enstitüsü akımının gelişimi açısından bu çok yararlı olabilirdi şeklindedir. 1946’danberi köy enstitüleri konusunda önemli birşey söylememiş olan İnönü, îmece’nin ilk sayısına bir başya­ zı vermek gereğini duymuştur. Bu başyazıdaki şu sözler anlamlıdır(2): «...B u kurumların en verimli devirlerine,ayak bastık­ larından itibaren aşıtlarından ve hedeflerinden yoksun bir hale düşürülmeleri memleket için gerçek bir talihsizlik ol­ muştur. Bu büyük kayıp yanında insana teselli veren çok önemli tek konu, enstitülerden yetişenlerin büyük çoğun­ lukla idealist olduklarının anlaşılmış olmasıdır. Güçlükler­ le dolu insafsız günlerin çetin sınavlarını idealistler yüz akıyla geçirmişlerdir...» Bu ve basında yayınlanan bir­ çok yazılar, kamunun köy enstitüleri konusundaki çekin­ genliğinin giderilmesine yaramıştır. İmece’nin bir başka ilginç çabası, kendisinden sonra yayın hayatına atılan ilerici dergileri eylem olarak destek­ lemesi olmuştur. Örneğin 20.12.1961’de yayınlanmaya başlıyan Yön dergisi başlangıçta İmece örgütünden ve İmece temsilcilerinden, abonelerinden geniş ölçüde yarar­ lanmıştır. Bunun da bizim basınımızda az rastlanır bir davranış olduğunu sanıyoruz. Böylece yalnız manevi alan­ da değil, eylem olarak da köy enstitülülerle Türkiye’nin diğer ilerici aydınlan arasında bir köprü kurulmaya, bir işbirliği yaratılmaya çalışılmıştır. Bunda da başanlı olun­ muştur. Yön Dergisi’nin ilk sayısında yayınladığı bildiriyi (2) İm e c e d e rg isi, İm e c e y e B a ş la rk e n , İ s m e t İn ö n ü , s a y ı 1, m a r t 1961. birçok köy enstitülü aydının imzalamasıyla, köy enstitülüler, Türk düşün hayatında önemli bir rol oynayacak olan, Yön girişimine katılmışlardır. Bu bildirinin konumuzla il­ gili bölümü şöyledir01:«.. .Devletçilik demokratik rejimin sadece bir şekilden ibaret kalmasını önleyip demokrasinin kütlelere malolmasını sağlıyacak temel müdahale vasıtası­ dır. Planlı bir eğitim seferberliğine girişmek, köy enstitü­ leri ile açılan yolu genişletmek, milyonlarca köylü ve işçi çocuğunu eğitim alanında ve memleketin idaresinde her­ kesle eşit imkanlara kavuşturmak, yetişkinlerin eğitimi yo­ luyla kütlelere yükselme fırsatı hazırlamak, ancak şuurlu bir devletçilikle mümkündür...» Böylece ilk defa olarak köy enstitüsü sistemi geniş bir ilerici aydın topluluğunun çalışma ilkeleri arasına girmiş oluyordu. ■ Bazı A çık Oturumlar Yine kamuoyunda konuya ilgi uyandıran önemli bir olay, Türk Devrim Ocaklarının İstanbul’da 23 -24.12. 1961’de düzenlediği köy enstitüleri, daha doğrusu «Mem­ leketimizin Bugünkü İhtiyaç ve Durumu Karşısında 3803 Sayılı Kanunla Kurulan ve Tanımlanan Köy Enstitülerinin Yeniden Kurulup Kurulmaması» konulu açık oturumdur. Bu açık oturumda ilk defa olarak köy enstitülerini savu­ nan bir grupla tam karşı tezi savunan aşın sağcı bir grup karşı karşıya getirilmiştir. Konusu aynı olan bir ikinci açık oturum, yine Türk Devrim Ocakları tarafından 6 - 7 Ocak 1962’de Ankara’da yapılmıştır. Bu açık oturumlar genellikle düşünlerin bilimsel bir şekilde, objektif olarak tartışılıp, herhangi bir sonuca ulaşılmasına olanak bırakmıyan normal dışı koşullar içinde yürümüştür. Aşın sağ­ cıların dinleyici olarak salona doldurdukları çoğunluğu imam - hatip okulu ve polis koleji öğrencileri olan bir top­ luluk, enstitüleri savunanlara sürekli olarak sataşmış, gü­ rültü çıkarmış, açık oturum salonlarım miting alanına çe­ virmişlerdir. Köy enstitülü grup, enstitülerin yeniden açıl­ ması tezini savunmuş, aşın sağcılar ise eski suçlamalarını tekrarlamışlardır. Önemli olan, bu oturumlarda varılan so­ nuçlardan çok, konunun kamuoyunda yeniden dikkati çek­ miş olmasıdır. Gençlik kuruluş ve örgütlerinin konuyu be­ nimsemeleri, destek olmaları, öğrenmek istemeleri de ikinci ilginç noktadır. ■ Tonguç İlkokulu ve Yılanların Öcü Ayrıca Balıkesir’in Burhaniye ilçesinde bir İlkokula Tonguç adının verilmesi (ve birkaç yıl sonra 11 Meclisinin baskısıyla kaldırılması), Fakir Baykurt’un «Yılanların Öcü» romanının filme alınması ve bu filmin gösterilmesi sıra­ sında çıkan karışıklıklar, sağcıların saldırıları, konunun Cumhurbaşkanına kadar yansıması ve Cemal Gürsel’in açıkça filmi savunması, Tonguç ve Yücel’in ölüm yıldönümleri, köy enstitülerinin kuruluş yıldönümü anma tö­ renleri gibi olaylar, yine bu yıllarda köy enstitüleri konu­ sunun kamuoyunda canlı tutulmasına yardımcı olmuşlar­ dır. ■ İmece Yayın Kooperatifi Temmuz 1962’de İmece Yayın Kooperatifi adı al­ tında, daha geniş çapta yayma girişebilmek için bir örgüt­ lenmeye girişilmiştir. 1962 Ağustos ayında İmece Dergisi yayını olarak Fay Kirby’nin «Türkiye’de Köy Enstitüleri» kitabı yayınlanmış, geniş yankı uyandırmış, konu ile ilgili birçok aydının yeni bilgiler edinmelerini sağlamıştır. Diye­ biliriz ki, İmece dergisinin yaptığı en başarılı hizmetlerden birisi bu olmuştur. 1962 yılının son üç ayı içerisinde dış basında da İmece dergisinin savunduğu düşünler ilgi uyandırmış, ör­ neğin Paris’te yayınlanan «Orient» Dergisinde «Türkiye Cumhuriyetinde Toplumsal Akımlar» başlıklı bir yazıda lmece’ye de geniş yer verilmiştir. ■ Yeniden Kurma Tasarısı Bu arada daha önce değindiğimiz açık oturumlarda okunmak üzere, köy enstitülerinin yeniden kurulmasında ne gibi ana ilkelerin uygulanması gerektiği konulu bir tas­ lak üzerinde durmak isteriz. Bu taslak imece Dergisinde yayınlanmıştır44’: Bü yazıda ilk olarak köy enstitüleri de­ nemesinin nedenleri üzerinde durulmuş, bu kurumlarda yalnız öğretmen değil, her türlü meslek erbabının yetiştiril­ mesinin düşünüldüğü belirtilmiş, ve şöyle denmiştir: «...Türkiye’nin köy gerçekleri onbeş yıllık demokrasi süresince de değişmemiştir. Tutulacak eğitbilimsel yolun bugün de aynı olması gerekir...» Bundan sonra eski köy enstitüsü ilkelerinin bu bakımdan yeniden geçerli olması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Özet olarak şuhlar öne sürülmektedir: Halen ilköğretmen okullarına çevrilmiş olan köy enstitülerine %75 oranında alınmış köy çocukları ora­ nını hemen % 100’e çıkarmak, her enstitünün kadrosunu 1000- 1500’e ulaştırmak, bütün ilköğretmen okullarına kız ve erkek öğrenci alarak eşit eğitim konusundaki bağ­ nazlığı tekrar bırakmak, bu okullarda okuyan kız erkek bütün öğrencilerin ana babalarına okulların kapılarım aç­ mak, okulların çalışmalarını görmelerini, hatta bu çalışma­ lara katılmalarını sağlamak, bırakılmış tarım alanlarını tek(4) İm ece d e rg isi, K öy E n s titü le r i Y eniden N a sıl P la n la ­ n a b ilir ? , s a y ı 9, 1.1.1962. rar ele alarak kültürün yanısıra tarım kültürü ile de öğren­ cileri bezemeye önem vermek, aynı şekilde kapatılmış olan işükleri de açarak iş eğitimine yeniden önem vermek, klasik bir kültür edinmek için gerekli olan ve yersiz şüphe ve ta­ salarla ortadan kaldırılan serbest okuma, müzik, resim, beden eğitimi, türlü elişleri, folklor çalışmaları, edebiyat, diğer toplu araştırma inceleme gezileri, toplu tartışma gibi çalışmaları yeniden önemle ele almak, öğrencilerin okul hiz­ metlerine ve okul yönetimine katılmasını sağlıyarak eski­ ye kıyasla çok artmış olan disiplin bozukluklarını önlemek, köyç öğretmen yetiştirecek okullarda kurulacak yapılara, tarımsal tesislere öğrenci emeğini katmak, böylece teknik ve tarım çalışmalarının verimsiz uygulamalar şeklinde değil, üretici olmasını sağlamak, sağlık kollarım yeniden açmak, bunların müfredatını köyün ihtiyaçlarını göz önünde tuta­ rak düzenlemek, sınıfta kalan öğretmen ve sağlık memuru adaylarını harcamayıp bunları ülkenin başka iş alanlarında kullanacak şekilde hayata hazırlamak, köy enstitülerinin kuruldukları köylerle kopmuş olan ilgilerini yeniden kur­ mak, köyü ve okulunu, köy okulunun öğrencilerini öğret­ men adayı için uygulama konusu yapmak, okulun kesimine giren bölgeyi okul için bir inceleme ve araştırma alanı olarak kabul edip, öğretmen adayını bu kesimin özellikleri­ ne göre yetiştirmek, böylece eğitimde yerelliği gözetmek, Yüksek Köy Enstitüsünü enstitülere öğretmen yetiştirecek vc köy eğitimi problemlerini bilimsel olarak inceleyip araş­ tıracak şekilde ve bir yönetmenlikle değil, kanunla yeniden açmak, öğretmen yetiştiren okulların mezunlarıyla ilgisini yeniden kurmak, bu okulu bitirmiş köy öğretmenini görevi başında desteklemek, onları izlemek, okulu bitiren yeni öğ­ retmene örnek çalışmalar yapabümesi için gerekli sanat araçları, tarım araçları ve bu amaca uygun yeterlikte top­ rak vermek, okulu bitiren yeni öğretmeni köye küçük de olsa seçkin eserlerden bir kitaplıkla göndermek, teftiş ve denetleme işlerini gezici başöğretmenler ve köy enstitüsü öğretmenlerinin katılmasıyla yararlı ve yapıcı bir duruma getirmek, köy okullarının yapımında halkın gücünden faydalanmak, bunun için önemli hizmetlerimizi başarabil­ mek amacı ile yüzyıllardır halkça sürdürülen ulusal imece geleneğimizi canlandırmak, köy okulunu sadece dershane değil, mutlaka işlikli ve uygulama bahçeli yapmak, küçük köy, oba, kışlak vs. nin öğretmene kavuşabilmesi problemi­ ni eğitmen sistemini yeniden canlandırarak çözmek, bu ça­ lışmaların sadece MUli Eğitim Bakanlığı ile değU, Tarım, Sağhk, içişleri, Milli Savunma Bakanlıklarıyla işbirliği ya­ parak yürütmek, bu işleri başarabilmek için 3104, 3238, 3004, 4274 sayılı'kanunları yeniden ele almak, eğitim iş­ lerimizin düzenlemesinde ülkemizin koşullarına inmeden ve­ rimsiz olmaya mahkum projeler öne süren yabancı uzman­ ların söylediklerinin değil, geçirmiş olduğumuz, dünya öl­ çüsünde değer taşıyan eğitbilimsel deneylerimizin sonuçla­ rını önemle göz önünde tutmak... Bu çalışma taslağı İstanbul’daki açık oturumda okun­ du. Ama bu gibi ciddi konularda karşı tarafı olumlu sonuç­ lar çıkabilecek bir tartışmaya götürmek olanağı bulunama­ dı. Her zamanki komünistlik, yolsuzluk, ahlaksızlık suçla­ malarının dışında, eğitbilim görüşü olarak aşın sağcılar, Prof. Mümtaz Turhan’ın ağzından, her vatandaşa ilkokul ilkesi yerine, üstün yetenekleri olanları toplayıp, bunlardan yüksek nitelikte uzmanlar yetiştirilmesini, böylece birkaç binlik uzmanlar topluluğunun Türkiye’nin her sorununu çözeceğini öne sürüyorlardı. Iş, yaygın ilköğretimin gerekli olup olmadığının tartışılmasına takılıp kalınca, yukarıdaki çalışma taslağına varmak, bunu tartışmak olanağı da bulu­ namadı. Bu taslak eski köy enstitüsü sisteminin ana ilke­ lerinin yeniden uygulanmaya başlanması anlamına geliyor­ du. Buna benzer istekler bazı basın organları ve bazı mes­ lek kuruluşları tarafından da öne sürülmüştür. Örneğin Tür­ kiye Köy öğretmen Demekleri Federasyonu, «Köy Öğ­ retmenlerinin Eğitim Görüşleri» başlığı altında Milli Eği­ tim Bakanına verilen bir muhtırada aşağı yukarı aynı istek­ leri öne sürüyordu^. Bir dereceye kadar, bu gibi yeniden kurulma istek ve baskılarını kolaylaştıran bir ortam gelişmişti: İlerici ay­ dınlar, ilerici basın, bir kısım öğrenci ve gençlik kuruluşları, önemli öğretmen meslek örgütleri bu düşünü ortaya atı­ yorlar, kamuoyu da bunu destekliyordu. Enstitülerin yeni­ den kurulması düşünü, kalkınmanın başlıca ilkeleri arasına alınmıştı aydın vatandaşça. Devlet Planlama Örgütü konu­ yu inceliyerek olumlu sonuçlara varıyordu. Bu baskı kar­ şısında bir kısım yönetici ve politikacılar doğrudan doğ­ ruya enstitülere karşı cephe almamak, hatta onlardan ya­ na davranır gibi görünmek, siyasal olayların gelişmesini beklemek, ilerici görüşlere karşı çıkmamak gereğini duyu­ yorlardı. Bir bakıma 1935 - 36’lardakine benzer bir siya­ sal denge havası var gibiydi. Bir kısım ilerici güçler bir eği­ tim hamlesine girişilmesi için baskı yapıyorlardı, ortada da eğitim planı olarak en akla yakın köy enstitüleri sistemi vardı. Mantık açısından buna karşı çıkmak zordu. Hem si­ yasal alandaki ibrenin ne yana sapacağı da daha henüz belli değildi. Ortada alışılmamış etmenler vardı; Milli Bir­ likçiler, Ordu gibi... Bakanlık yöneticileri de aynı havanın ve hesapların içinde idiler. İşte bu bekleyiş ve iki yanı kollayış havası içerisindedir ki, bazı eski köy enstitülerinde bir kısım ilerici öğretmenler kendi çaplarında olumlu işle­ re girişmeye başladılar; uygulamalı çalışmalara önem veril­ mesi, tarım alanlarına gidilmesi, kültürel çabaların, özgür okuma ve tartışma yönüne kaydırılması gibi... Öğrenciler bunları destekliyorlardı. Onlar da, aralarında anlatıla gelen geçmiş bir çağın, efsaneleşmiş bir dönemin özlemi vardı sanki. Bakanlık bu gibi yeni gelişmelere göz yumuyor ve zaman zaman da destek olmak gereğini duyuyordu. Böylece, örneğin Hasanoğlan’da «Yılanların Öcü» filmini öğren­ cilere göstermek, Fakir Baykurt’u onlarla konuşturmak ola­ nağı bulunuyor, okul yöneticileri bu çalışmaları onayla­ mak zorunda kalıyorlardı. Bu hava, ibrenin kesin olarak belirli bir yönü göstermesine, koalisyon hükümetlerinin sonuna kadar kapanıp açılarak böylece gidecek, fakat on­ dan sonra siyasal alanda ağır basan yön belli olunca po­ litikacısı da, yöneticisi de gerçek yüzlerini belli edecekler­ di. O zaman, köy enstitülerinin bir kısım eski öğretmenle­ ri yeniden sürülecek, okullardaki bu gelişmeleri benimse­ miş öğrenciler bile okullarından atılacak, öğrenimlerine son verilecekti. O çağın kararsız havasını ve tutucu politi­ kacıların bile köy enstitüsü konusunda nasıl olumlu ko­ nuşmak gereğini duyduklarını bir iki örnekle belirtelim: Hasanoğlan Öğretmen Okulunu 1.4.1962 günü denet­ lemeye gelen çağın Başbakan yardımcısı Akif Eyidoğan orada öğretmenlerle şöyle konuşuyordu(6): «...Eski köy enstitülerine dönülmedikçe kurtulamayız...» dedikten son­ ra, okul yöneticilerinin eski programlarla şimdikiler ara­ sında sadece tarım uygulamaları yönünden bazı küçük farklar olduğu savına karşılık, «...İyi ama birşey daha ek­ sik. O zaman öğrenci bütün yıl elimizde kalıyordu. Sonra şimdi olmayan sanat dallan da vardı...» diyerek halen ta­ rım alanındaki çalışmaları da yeterli bulmadığını belirte­ rek, «...enstitülerin döner sermayesi öğrenci emeğinden faydalanılarak çok ileri bir duruma getirilebilseydi, dev­ let bütçesinden hiç para alınmıyacak olduğu için yıkıcı kuvvetlerin bu okulların işlerine de karıştırılmasına engel olunabilirdi...» düşününü ileri sürmüştür. Biz de tanığı olduğumuz bu konuşmasının ertesi gün basında çıkması üzerine, bir açıklama ile bazı sözlerini değiştirmek zorunda (6 ) İm ece d e rg isi, m a y ıs 1962, sa y ı 13, s. 33. kalan Eyidoğan’ın durumu ve tutumu bu çağ için tipiktir. Bir başka örnek Yön dergisinde yayınlanmış Ekrem Alican’la yapılan bir konuşmadır0': «...K öy enstitülerine ge­ lince, eğitim meseleleri ihtisasımın dışında kalmakla bera­ ber, bu okulların kuruluşundaki prensipler sanırım ikidir. İlk prensip eğitimin pratik çalışma ile birlikte yürütülerek istihsale yöneltilmesi, ikinci prensip köy çocukları vasıta­ sıyla köylünün okutulması ve yetiştirilmesi. Her iki pren­ sibi de tamamen tasvip ediyorum. Yalnız köy enstitülerin­ den çok şikayet edildi, geleneklerimize aykırı tatbikat üze­ rinde duruldu. Bunları da göz önünde tutmak lazım. Önem­ li olan yukarıdaki iki prensibin uygulanması. İsim üzerin­ de durmamalı...» demektedir. Bu iki örneğe, Tahsin Banguoğlu gibi enstitüleri yıkma işleminde önemli rol oynamış bir kişinin, yukarıda sözünü ettiğimiz açık oturumlardan birine katılıp enstitüleri canı yürekten savunur görünme davranışını da katarsak, o günkü hava anlatılmış olur sanınm (81. İşte bu hava ve bu siyasal koşullar içindedir ki ensti­ tüleri savunanlar, sonradan bazı solcular tarafından eleşti­ rilecek olan enstitülerin yeniden kurulmasını savunma tak­ tiğini yürütmeyi doğru bulmuşlardır. Bu, o günkü siyasal gelişmelerin büyük bir olanakla sağ yönde olacağını bile­ mediklerinden, anlıyamadıklanndan ötürü değildir; bunun böyle olacağını gösteren birçok belirtiler, gittikçe yoğunla­ şarak ortaya çıkmaya başlamıştı. Buna rağmen bu takti­ ğin, koalisyon hükümetlerinin sona ermesine kadar uygu­ lanması onlara doğru gözüküyordu. Siyasal güçler denge­ sinde beklenmedik değişiklikler olabilir ve bu değişiklikler sonucu ilerici düşünlere, uygulamalara yer vermek zorun­ da kalacak bir hükümetle bir anlaşmaya girmek olanağı (7) Y ön d e rg isi, 9.5.62, s a y ı 21, s.' 9, E k re m A lic a n la k o ­ n u şm a . (8) T ü rk iy e M illi G en çlik T e şk ila tı, 23-24, 12.1962 d e Ista n b u ld a y a p ıla n a ç ık o tu ru m u n z a b ıtla rı. çıkabilirdi, tıpkı 1935 -3 6 ’lardaki gibi... O zaman yine ne yapılabilirse kâr olurdu. Bu olanak koalisyon hükümetle­ rinin sona ermesi ile kesinlikle ortadan kalkmıştır. Kanı­ mız odur ki, bu taktik doğru idi, eğer koalisyon hükümet­ lerinin sona ermesinden sonra aynı taktik sürdürülse idi hatalı olurdu. Bu da yapılmamıştır; o noktadan sonra köy enstitülerinin ancak ilerici iktidarlar işbaşında olduğu za­ man kurulmasının doğru olacağı savunulmaya, anlatılma­ ya başlanmıştır. O noktaya kadar olan, yeniden kurulma­ sını savunma ve bunun için sözle, yazı ile, örgütlerle, mi­ tinglerle, yürüyüşlerle, açık oturumlarla baskı yapma takti­ ğinin bir nedeni daha vardır: Biraz da gerçekleşmiyeceği bi­ line biline ileri sürülen bir istek, köy enstitülüleri bir ara­ ya getirmeye, toplu tutmaya, örgütlemeyi hızlandırmaya yaramıştır. Sonradan bu taktiği eleştirenlerin, her zaman olduğu gibi eylemle ilgili bu önemli noktayı da gözönüne almadıkları görülür. Ayrıca eylem açısından köy enstitülüler dışında gittikçe artan bir güçle köy enstitülerinin tek­ rar kurulmasını ortaya atıp savunan diğer aydınlara, si­ yasal alanda güçler dengesinin ne yana kayacağı her kişinin kolayca anlıyabileceği biri şekilde belirmeden, bu taktiğin tersini söylemek, erken ve köy enstitüleri sisteminin bunlarca benimsenmesini durdurucu, yavaşlatıcı nitelikte ola­ bilirdi. Bu hesaplar yapılarak koalisyon döneminin sonu­ na kadar, köy enstitülerinin yeniden kurulması gereklidir, sloganının yürütülmesi, kanımıza göre yararlı olmuştur. ■ İçerde Düşün Ayrılıkları Olayları İmece çevresinde anlatmaya devam ederken bundan sonraki gelişmelerin anlaşılabilmesi için imece top­ luluğunun iç düşünsel yapısı ve bir takım gruplaşmalara değinmek zoru vardır. Bu gruplaşmalar aynı zamanda, ta başlangıçtanberi, yani köy enstitülerini kuruluş yıllarından bu yana, içerideki çekişmelerin ve düşün ayrılıklarının bir bakıma bu dönemde de şekillenmesi anlamına da gelir. İmece topluluğu başlangıçta ana ilkeler çevresinde toplan­ mış, ama bazı önemli noktalarda kesin bir anlaşmaya va­ rabilmek olanağını bulamamış bir topluluktu. Derginin ilk dört sayısı İstanbul’da çıkarılmış, burada dergiyi yöneten­ lerle diğer kurucular arasında aslında önemsiz ve kişisel gözüken bir takım sürtüşmelerin çıkması üzerine Ankara’­ ya nakledilmiştir. O gündenberi de Ankara’da çıkmaktadır. Dergiye genel havasını ve yönünü veren ilkelerin saptan­ masında her zaman, kurucu sayılan 14 kişinin de düşü­ nü alınmaya çalışılmış, önemli anlarda her birinin kanıla­ rına başvurulmuştur. Kısa bir süre sonra kurucular arasın­ da iki eğilim belirmiştir: Bunlardan birincisine göre dergi bir araştırma, inceleme ödevi yapmalı, köy sorunlarını bi­ limsel olarak inceliyerek yeni taslaklarla ortaya çıkmalıdır, bu yoldan da bütün enstitülüleri bağlayıcı ve eğitici, yetiş­ tirici bir rol oynamalıdır. Gündelik polemiklere girmeme­ lidir. Dergiyi uzun bir süre Ankara’da yönetmiş olanların savunduğu ikinci eğilime gelince: Yalnız inceleme ve eğit­ me görevi bu çağın koşullarınd karşılık vermez, dergiye bağlanmış enstitülüleri de doyurmaz. Bugün önemli olan birinci derecede eylemdir, gündelik olayları kendi açısından yorumlamak, bunlara etkili olmaya çalışmalı, köy ensti­ tüsü düşününün kamuya maledilmesinde ve geliştirilme­ sinde etkin bir rol oynamalıdır. Bunu yaparken de enstitülü olup da köy enstitüleri konusunda tutucu sayılabilecek, kamunun bu kadar ilgilendiği bu konuyu kişisel yükselme­ leri açısından sömürmeye kalkanlara karşı cephe almalı, ön­ ce enstitülüler arasında bir ana ilke birliği sağlamaya ça­ lışmalıdır. Bu ikinci eğilimi anlıyabilmek için biraz geriye dönmek gerekmektedir. Kökleri Soysal hareketine ve onun eleştirilerine kadar varan bir grup, ta baştanberi köy ens­ titüleri sistemini değişik şekilde anlamaktadırlar. Bunlara göre sorun, sadece ileri bazı eğitbilim ilkelerinin uygulan­ maları gereken bir öğretmen yetiştirme programıdır. Bun­ lar işin toplumsal, siyasal ve ekonomik yönünü ikinci plana itmekte, amaç olarak ileri eğitimi ilkelerine göre öğretmen yetiştirme diyebileceğimiz bir amaca, işi indirgemektedir­ ler. Siyasal görüş ve inançlar bakımından da, bu gibiler, enstitüleri bizim anladığımız genişlikte anlamış olanların karşısındadırlar. Bu çatışmanın siyasal sonuçları da olmuş­ tur; tutucu inançlılar, 1946’dan önceki Çifteler ve Eski­ şehir aşırı solculuk suçlamaları olaylarının kışkırtıcıları, yaratıcılarıdırlar. Bu olayların köy enstitüsü konusunun ge­ lişimindeki olumsuz etkilerini daha önce görmüştük. Bu gruptan olanlar her zaman genel siyasal havanın kendi ki­ şisel çıkarları açısından değerlendirmesini yaparak, köy enstitüsü üzerindeki kanılarını ona göre değiştirmişlerdi. Bunların örneklerini de daha önceki bölümlerde gördük. Bu gibiler, 1960’dan sonra işler köy enstitüsü düşününden yana gelişince, yine köy enstitülerinin savunucusu olmuş­ lar ve köy enstitülüler arasına katılmışlardır. Ama bunlara göre sorun bir mektepçilik, bir iyi okulculuk sorunudur, işte imece topluluğu içinde en başta olan gruplaşmada, bu gibilere karşı tutulacak yol arasında da anlaşmazlık çıkmıştır, inceleme ve eğitme çalışmalarına öncelik veril­ mesini savunanlara göre, bu gibilere karşı hiçbir çatışmaya girmemelidir; bu, birliğin bozulmasına, gücün azalmasına yol açabilir. Halbuki diğer kuruculara göre ise, köy ensti­ tüsü sistemini yeni koşullara uydurabilmek, geliştirebilmek için, önce bu sözde köy enstitülülerin fikren tasfiye edilme­ leri gereklidir. işte kurucular arasındaki bu taktik düşün ayrılığı, derginin kendisinden bekleneni tam olarak yapamamasına yol açmıştır. Birincilerin istediği inceleme ve yeni tasarılar getirme çalışmaları yapılamamış, köy enstitülüleri çeşitli nedenlerden ötürü bu yola itmek olanağı sağlanamamış, İkincilerin istedikleri, eylemde daha etkin olmak, ilkeler yönünden bir temizlemeye ve görünürde değil, gerçek bir birliğe gitmek yolunda -da birincilerin bu gibi atılından önlemeleri yüzünden etkili bir şekilde yürünememiştir. Boy­ lerce köy enstitülüleri bir araya getirmek, toplu tutmak, ör­ gütlenmelerini kolaylaştırmak gibi görevleri başarı ile yü­ rüten dergi, enstitülüler dışındaki aydmlann ondan bekle­ diklerini, köy enstitüleri sistemini yeni koşullann ışığında yorumlamak, açıklamak ve geliştirmek çalışmalarını ger­ çekleştirememiştir. Tutucu diyebileceğimiz enstitülüler bir­ çok tertiplere rağmen, İmece dergisinin yönetimini hiçbir zaman ellerine geçirememişler, dergi, ilerici gruptan çeşitli kişilerin arasında yönetim bakımından zaman zaman el değiştirmiş, ama yukarıdaki ana taktik konusunda hiçbir zaman tam bir ortak kanıya varılamamış, bu da dergiyi ya­ rı felçli bir durumda bırakmıştır. Tutucu grubun başarıla­ rı daha çok mesleksel örgütlenme alamnda olmuş, bunlar özellikle 1962’den sonra meslek kuruluşlarının en önemlile­ rinin yönetimlerini ele geçirmişler, ama buralarda köy ens­ titülerini savunma ve ilkelerini geliştirme bakımından kay­ pak davranmışlardır. Çoğunlukla bir takım siyasal partileri kollamışlar, ancak örgütün tabanından gelen dürtüler so­ nucu, istemiyerek sert atılımlara girişmişler, böylece bu ör­ gütlerin yönetimlerini kişisel siyasal gelişimleri için basa­ mak olarak kullanmışlardır. Bu durum, bu gibilerin etkin politikaya girerek, bu örgütlerin başından ayrılmalarına kadar sürmüştür. Bu çekişmeler sürüp giderken, imece yöneticileri, ba­ zı kuruculardan gelen yatıştırma çabalarına rağmen, bir iç eleştiri çabasına zaman zaman girişmişlerdir. Türkiye’nin 1960’dan sonra çok hızlı gelişmekte olan toplumsal ve si­ yasal bilinçlenmesi süreci içinde, 1960’dan önce söylenemiyenlerin bugün söylenmesi yeterli değüdir, köy enstitüle­ ri konusunda daha bir açıklığa, yeni yorumlara girmek gerekir, bunun da yolu iç eleştirilerden ve gerekirse iç dü­ şünsel tasfiyelerden geçer, gibi düşünlerle yapılan bu iç eleştirilere bir iki örnek verelim: Ömeğin İran’da Köy ensti­ tülerine benziyen eğitim kurumlan bulunduğu şeklinde ya­ zılar yayınlamış olan Rauf Inan’a karşılık, bunların köy enstitüleri ile ana ilkeler bakımından hiçbir benzerlik­ leri olmadığını öne süren ve böyle bir sonuca ancak köy enstitülerinin ana ilkelerini iyi bilmemekle varılabileceğini kanıtlıyan Fay Kirby’nin İnan’ı eleştiren yazıları Imece’de yayınlandı01. İkinci örnek olarak Öğretmen Demekleri Milli Federasyonu yöneticüerinin köy enstitüleri konusun­ daki kaypak tutumunun eleştirilmesi gösterilebilir00'. Özel­ likle bir Unesco toplantısı sırasında köy enstitüleri konu­ sunu uyutmak istiyen sağcıların oyununa bile büe gelmiş olmaları ve Başkan Şükrü Koç’un bunu sağlamak için verdiği bir önerge üzerinde duruluyordu. Fakat bu gibi çı­ kışlar en sonunda bir kısım kurucuların, birliğin parçala­ nabileceği, gündelik polemiklere girilmemesi gerektiği gibi sert tepkileriyle karşılanınca, derginin etkinlik çabaları yi­ ne sonuçsuz kalmıştır. Bunun dışında, dergi genel siyasal durumun ne yö­ ne doğru gelişeceği belli oldukça, köy enstitüleri konusun­ daki olumsuz kanılarını daha bir rahatlıkla ortaya vur­ maya başlıyan ve köy enstitülülere,onların örgütlerine kar­ şı bir tavır takınan tutucu Milli Eğitim Bakanlarını eleştir­ mekte ve onlara karşı örgütlerin girmiş oldukları mücadele­ yi desteklemekte etkili olmuştur. Bu arada şunu da söylemek gerekir: İmece dergisi bu­ güne kadar ayrı ayrı beş altı yönetici grubu tarafından çı­ karıldığı halde, ana ilke ve doğrultusu bakımından bir bü­ tünlük gösterir. Noksan olan, kanımızca, derginin birleş­ ti) İm ece d e rg isi, İ r a n d a K ö y E n s titü le r i V a r M ıd ır? F a y K irb y , s a y ı 26, 27, 28, 29, 30. H a z ira n - e k im 1963. (io) İm ece d erg isi, O la y la r - Y o ru m la r, s a y ı 29, e y lü l 1963. tirme, eğitme görevinin dışında, 1960’dan sonra köy ensti­ tüleri konusundaki gelişimler üzerinde yeter derecede etki­ li olmaması, kamuyu doyuracak yeni yorumlar, açıklama­ lar getirememesidir. 1967 yılında bu durumu düzeltmek, yeni bir hız vere­ bilmek için girişilmiş, bize göre bugünden sonraki gelişme­ ler açısından da önemli, fakat gözden kaçmış ve o zaman­ ki yöneticiler tarafından sürdürülememiş yeni bir atılım gö­ rüyoruz: Uç ay kadar süren bu gelişimin ilk yazısının özeti şudur00: 27 Mayıs’tan sonraki gelişmeler anlatıldıktan sonra «...köy enstitüleri aydın kamu oyunda bir ülkü ola­ rak. benimsenmiş, hatta bir partinin programına bile gir­ mişti ama, köy enstitülerinin ne olup olmadığı acaba doğ­ ru olarak anlaşılabilmiş miydi? Konuyu pek dar açıdan ele alıp çağdaş eğitbilim ilkeleriyle biraz tatlandırılmış bir öğ­ retmen yetiştirme sorununa indirgiyenler vardı. Üstelik böyle anlamak işlerine de geliyordu. Kimsecikleri ürkütüp küstürmeden hem ilerici geçinmek, hem de politika alanın­ da kişisel yükselmeleri için konuyu basamak yapmak ola­ nağı bulunuyordu. Böylelerinin anma toplantılarında, açık oturumlarda boy gösterip, aydın güçlerin önünde konu­ nun sahibi gözükme çabaları, gerçek ülkücülere tiksinti veriyordu. Ötevandan konuyu politika alanında şimdilik sömürmeyi, köy enstitüleri ülküsüne inanmış bir öğretmen topluluğunun desteğini sağlayıp, bunların sırtından yayıl­ mayı, bu iş bittikten sonra konuyu bir kenara atıvermeyi tasarlıyan pek bilgiç kişiler vardı. Bunlara göre kitapta ye­ ri yoktu köy enstitülerinin. Pek iyi bildiklerini sandıkları kurallara göre kurulmaması gereken kuruluşlardı. Hem za­ ten kurucuların ekonomi, politika, toplumbilim konuların­ ım İm e c e d e rg isi, T o n g u ç ’u n Y ıld ö n ü m ü n d e K ö y E n s ti­ tü le r i G erçeği, E n g in T o n g u ç, s a y ı 74, h a z ir a n 1967. ( y a z a r ın n o tu : B a şy a z ı o la r a k h a z ır la n a n b u y a z ıy a İm e c e ’n in g e le n e ğ in e u y u la r a k y a z a r im z a sı k o n m a ­ m a s ı g e re k ird i.) daki bilgileri ne kadarcıktı ki? İlericiliği kimseciklere kap­ tırmayan bu pek bilgiçler son zamanlarda işi köy enstitü­ lerini faşizmin savunucularını yetiştirmek için kurulmuş okullar olarak niteliyecek derecede cıvıtmışlardı. Daha kö­ tüsü böylelerinin etki alanı önemli idi... Biz dergi olarak bunların hepsini izledik. Ve birlik bozulmasın, dağılma ol­ masın, birbirimizi vurmıyalım kuruntuları içindekilere uyup sustuk. Sonuç ne oldu? Köy Enstitülerinin gerçek an­ lamı yeni yetişen kuşaklara yeterince anlatılamadı. Ülkü­ müz çarpıtıldı, donduruldu, en değerli aydınların zihnine şüphe tohumları ekildi. Konuşmanın sırası gelmedi mi da­ ha? Konuyu çıkarları için kullanmak istiyenler, ilericilik adına alttan alta baltalıvanlar, bölünme olmasın, cephe zayıflamasın diye düşünüyorlar mı? Neden çekiniyoruz? Daha ne kadar bekliyeceğiz yanlış düşünlerin karşısına çıkmak için? Neden korkuyoruz? Bizim bildiğimiz, köy enstitüleri ülküsü verimli bir düşün tarlasıdır. Am a orada buğdayın başağı ne kadar kolay dolgunlaşırsa, asalaklar da o kadar çabuk boy atar. Asalakları ayıklamanın sırası gelmedi mi daha? Hiç kimse korkmasın, tarla boş kalır di­ ye. Sürüp temizlendikçe daha gür, daha güçlü boy verecek­ tir ürün. Şu tarlayı derinliğine bir sürmeye, bu yıldönü­ münde de cesaret edemiyecek nıiyiz?...» deniyordu. Bu arada şunu da söylemek gerekir: O yıllarda köy enstitülülerin bir bölüğü, özellikle soldan gelen daha önce­ ki bölümde incelediğimiz eleştirilerin bir süre çok etkisin­ de kalmışlardı. Kitaplardan çıkarılma, tumturaklı, bilimsel görünme çabasıyla yazılmış bir kısım eleştiriler, sol dokt­ rinlerle yeni tanışan, bunlarda düşün ufuklarını genişlete­ cek yeni olanaklar bulan bazı eski öğrencilere çekici geli­ yordu. Bu eleştirilerde, teorinin yanlış uygulandığını, yanlış sonuçlara varıldığını anlıyamıyorlardı. öyle ki bu yanlış yorumlara kapılarak, enstitülerin «yetim yurtlarına» ben­ zediğini bile açık oturumlarda söyleyecek kadar şaşıran köy enstitülüler çıkmıştır. Eski öğrencilerin yanıldıklarını anla­ maları birkaç yıl sürecektir. Bazı eski enstitü müdür ve yöneticileri de bu havaya kapılmışlardı. Bunda, yanılma­ nın yanısıra, bir takım kişisel siyasal hesaplar, bazı siyasal topluluklara hoş görünme isteklerinin de rolü vardı. Bu gibilerden de anma törenlerinde ortaya çıkarak enstitülerin özünde hiçbir ekonomik içerlik bulunmadığı, kurucuların da zaten ekonomiden anlamadıkları savım ileriye sürenler olacaktı. ■ İşe Köylüden Başlamak Bundan sonra iki ay dergide yalnız köy enstitüsü ko­ nusu bakımından değil, bütün solun zorlukları, gelişememesi ve taktiği bakımından üzerlerinde çok dikkatli durul­ ması gerektiğine inandığımız iki yazı yayınlandı. Ama bu yazılar da gereken ilgiyi çekmedi, 27 Mayıstan sonraki sol hareket, henüz içerisindeki parçalanma, bozulma doğru taktikleri bulamama ve başarısızlık eğilimlerini daha ortaya vurmamıştı. Bu yazıları, verdiğimiz önemden ötürü geniş olarak özetliyeceğiz(12): «...27 Mayısın getirdiği o güçlü belgeye, anayasaya sahip çıkıyoruz, biz imeciler. Onun temel felsefesinden ta­ rihimizin ulusal kaynağına, köylüye bakıyoruz... Cumhuri­ yet tarihinde köye dönük aydının anlamlı bir deneyi var: Köy enstitüleri. Köye dönük bir eğitim uyandırma eylemi... Halk uyandı mı ne yaman işler yapar, bunu köy enstitüle­ ri öğretmiştir bize... Uyanmış uluslar, asıl halk kaynakla­ rı, sadece bir azınlığı değil, halk kaynakları halk yararına uyandırılmış uluslar sözlerini dinletebiliyorlar, onurla dün(.12) İm e c e d e rg isi, N e İm e c e s i? , b a şy a z ı, s a y ı 75, te m ­ m u z 1967. v e : İm e c e d e rg isi, U lu s a l K u r tu lu ş S a v a ­ şı ve K ö y lü ler, C ey h u n A tııf K a n su , a ğ u s to s 1967, s a y ı 76. yadaki yerlerini alıyorlar... Türkiye’nin sesi dünyanın en eski uygar toprağının, en eski insanlık tarihinin, en eski in­ sancı kültürlerinden birinin sesi olacaktır. İmece bu ulusal tarihin derinliğindeki bu güce inanıyor. Bu gücün uyanma­ sını halkın uyanmasına bağlıyor... Neden anayasamızın te­ mel felsefesinden ilk baktığımız Türk köylüsü oluyor? Ta­ rihimizin ulusal kaynağı köylüdür, derken neyi söylemek istiyoruz?... Kurtuluş Savaşı herşeyden önce Anadolu köy­ lüsünün kurtuluş savaşıdır. Ordularımızın özü Anadolu köylüsü olmuştur... Kurtuluş savaşı bilip şanlı ulusal kur­ tuluş ordusunun köylü erleri köylerine dağıldığında, tarih­ sel açıdan Türk toplumunun niteliği yine köylü olarak kal­ mıştır. Cumhuriyetin sorunu aslında bir köylü sorunudur. Bugün de Türk toplumunun özü, batıdan doğuya, güney­ den kuzeye, ulusal kültürü, ulusal üretim güçlerini, ulusal yaşama gücünü bağrında saklıyan Türk köylüsüdür. Daha somut bir örnek: Türkiye’de tek dereceli seçimlerle işliyen bir halk yönetiminde... demokrasiyi işletip döndüren oyla­ rın ezici çoğunluğu köylü oylarıdır. Halk yönetiminin oy toprağı, seçici toprağı, tarihimizin, kültürümüzün de top­ rağı olan köylüdür. Ulusal tarihin, kurtuluş savaşının, dev­ rimin ve halk yönetiminin rüzgar gülü bize bir tek top­ lumsal yön göstermektedir: Köylü! Bu yönün ağırlığını ve özelliğini hesaba katmayan bir siyasal hareket, bir değişim, bir dönüşüm çabası, bir ekonomik kalkınma, bir eğitim ve kültür davranışı, başında yozlaşmaya, havada kalmaya, kendisini ulusal toprağın besleyici gücünden koparmaya yargılıdır... Türkiye’nin bugünkü iki ana sorunu, ulusal bağımsızlık ve toplumca kalkınma sorunu, köy ve köylü hesaba katılmadan başarılamaz. Nasıl ki ulusal kurtuluş sa­ vaşı Türk köylüsünün kan ve can katkısı, gönül ve değer katkısı olmadan başarılamazdı... Türkiye’nin ulusal ba­ ğımsızlık ve kalkınma sorunu, doğrudur, ilk yankısını yurt­ sever aydınlarda bulmaktadır ama, gerçekleşme gücü köy­ lülerin elindedir... Ulusal bağımsızlık derken bir konuya değinmeliyiz:... Emperyalizm batı kapitalizminin yavrula­ dığı bir devdir. Bu devle ancak batı uygarlığının temel güç­ leri kazanılarak çarpışılabilir... Emperyalizme karşı ol­ mak, batı uygarlığının tarihsel uyanış değerlerine karşı ol­ mak değildir. Böyle olursa emperyalizme de karşı çıkıla­ maz. İnsanın ve kafanın özgürlüğü iki batı uygarlığı ilke­ sidir ki, emperyalizmle savaşta bütün ezilmiş halkların eşit olarak kullanacakları batılı silahlardır bunlar. Köylü kay­ nağına yönelmiş bir devrim ve köylülüğü ulusal bağımsızlık ve toplumca kalkınma yönünde birleştiren bir ulusal kurtu­ luş kareketi, kendi halk ağacının tarihsel dallarına özgür­ lük kavramını, bilim kavramını, hayat kavramını, insan kavramını, akıl kavramını, ve herşeyden önce demokrasi kavramını aşılamak zorundadır. Ulusal bağımsızlığın ve toplumca kalkınmanın köylüye dayanması, özüne köy­ lüyü katması tarihsel bir zorunluluktur; vazgeçilmez bir ilkedir. Bu aslında bir demokratik oluşumdur, bir özgürlük oluşumudur. Ulusal kurtuluş hareke­ tinin içine ve ta ortasına köylüyü koymak de­ mek, Türkiyenin tarihsel gücünü ortaya çıkarmak, ulu­ sal bağımsızlığın ve toplumcu bir kalkınmanın gerçek yö­ nünü belirlemek demektir. Köylülüğün kurtuluşu tam ba­ ğımsızlığa bağlıdır. Toplumcu bir kalkınma da tam bir bağımsızlığa bağlıdır. Bu yüzden ulusal bağımsızlık ve toplumcu bir kalkınma, köylülükten yanadır ve köylüler yararınadır... Dikkat edile, yeryüzürıdeki bütün gerçek bağımsızlık hareketleri bir yerde köylü toprağından, köylü kaynağından, köylü adına, köylü yararına ve köylülere dayanarak fışkırmışlardır. Kim ki bağımlıdır, kim ki ezil­ miştir, kim ki geri kalmıştır., savaş onun adına, onun ya­ rarına ve onun gücüyle yapılacaktır... Ne imecesi diye soralım yeniden, ve açıkça yanıtlıyalım; Ulusal bağım­ sızlığı, toplumcu kalkınmayı ulusal tarihimizin özü olan köylü temeline bağlamak için imece! Biz ulusal kurtuluş bayrağı altında Mustafa Kemalin köylülen ile birlikle top­ lanıyoruz, imecemiz ulusal bağımsızlığadır, ulusal kurtu­ luşadır... Bu imece herşeyden- önce köylüce bir imece olacaktır. Ulusal tarihimizin gerçeği budur.» Bundan sonraki yazıda Ceyhun Atuf Kansu özetle şöyle diyor: « ...A z gelişmiş ülkelerde gerçek bağımsızlık birimi köylüdür... Nerede bir ulusal kurtuluş savaşı oluyorsa, ora­ da ulusal kurtuluş ordusunun özü köylü oluyor... Bu savaş­ ların vurucu, savaşıcı giicii yurtsever aydınlarla birlikte köylülerdir. Bu köylüler bağımsızlıkla birlikte, toplumsal bir değişim, gerçek bir kurtuluş adına savaşmaktadırlar... Bağımsızlık savaşının gerekleri, bütün bu halk, bilhassa köylü kitlelerini seferber etmeye, onları harekete geçirme­ ye yaramıştır. Bu tarihi bir zorunluluktu... Bundan sonra... bu çeşit ulusal kurtuluş savaşlarının oluşumu sırasında ve ardından gelen, gelmesi gereken temel toplumsal değişim, toprak düzenindeki değişimdir... Bir anlamda ulusal kur­ tuluş savaşlarında köylüler toprakları için savaşmaktadır­ lar... Yani halkçı bir toprak düzeni için... Köylüler... bu savaşın ardından bir köylü düzeni, bir halk düzeni geleceği umuduyla kurtuluş ordusunun yaman savaşçısı olmuşlar­ dır. .. Köylü ulusal kurtuluş ordusunun öziinü kurup ulusal kurtuluş savaşını vermişse, onun tarihsel hakkı bu savaşın sonuçlarından devrimci bir düzenle yararlanmaktır. Köylü­ nün katıştığı tarihsel kurtuluş savaşlarının dokusunda, köylüce değişimlerin, dönüşümlerin özlemi vardır... Köylü, kurtuluş savaşı devletinin temel birimidir ve ekonomik si­ yasetin yöneleceği sınıftır... Ne var ki ulusal kurtuluş sava­ şımızın tarihinde Anadolu köylümüzün bu katkısı iyi iş­ lenmemiş, iyice ortaya çıkarılamamıştır. Mustafa Kemal’in deyimi ile köyde, evinde, tarlasında ve bu savaşa vuru­ şanlar kadar varlıklarıyla da katılan insanların, halk insan­ larının katkısı, tarihsel bir yöntemle değerlendirilememiş tir. Ulusal kurtuluş savaşı ve devriyi tarihimizin en büyük eksiği budur... Cephede olsun, cephe gerisinde olsun ulu­ sal kurtuluş savaşlarının temel örgütü köylülere dayanmak­ ta, devrimci güçler ordu halinde köylüyü örgütlemektedir­ ler. Taban üretici güçlere dayandığı için bu örgütler ister istemez devrimci bir nitelik kazanmaktadırlar... Yalnız şu tarihsel gerçeği gözden uzak tutmamalı: Ulusal kurtuluş sa­ vaşlarında çoğu zaman yönetici kadroyu burjuva katları kurmaktadır. Türk ulusal kurtuluş savaşında bu kadro yurt­ sever aydın burjuvalar, subaylar aracılığıyla kurulmuştur. Kuvayi milliye çoğu bölgede bir aydın subay hareketi ola­ rak doğmuş, köylü bu çekirdeğin çevresinde örgütlenmiş­ tir... Başta yola ulusal kurtuluş savaşı kavramıyla ve köy­ lü ile birlikte çıkılıp, bağımsızlık elde edildiğinde, köylü temelinin unutulması, kurtuluş savaşını bir burjuvazi ege­ menliğine döndürebilir. Bunu önlemek için ulusal kurtuluş savaşlarının devrimci doğrultuda, kendi ana yatağında ak­ ması gerekir...» Bunun için de feodal kalıntıların silinmesi, köklü bir toprak reformu yapılması, tefecilik sisteminin yasaklanma­ sı ve kooperatifçiliğin geliştirilmesi gerektiğine değinen ya­ zar, şöyle diyor: «...B u değişimleri yapamıyan bir ulusal kurtuluş savaşı, köylülüğün üzerinde gelişen ve zamanla köylülükten kopan karmaşık burjuvazide, ne değin devrim­ ci olurlarsa olsunlar aydın orta katlarda, ulusal bağımsız­ lığın halkçı gelişimine yön vermenin gücünü ellerinden ka­ çırırlar. İşin daha kötüsü işe avdın, devrimci, yurtsever ve köylü ile başlamış bir ulusal kurtuluş hareketi, kendi ana toplumsal toprağından uzaklaştıkça, önceleri ulusal burju­ vazi niteliğinde olan yönetici kadrolarda, gitgide kurtuluş savaşının savaştığı emperyalizmle göbek bağı kurup kan­ lanan aracı başlangıcındaki duruma düşmek sakıncası beli­ rir. Bağımsızlık aracı burjuvazinin emperyalizm dostluğun­ da bağımlılığa dönüşür. Dış yardım filan derken bir komp­ rador burjuvazi türeyiverir... Bağımsızlığın temeli onun için köylünün yaşantısına inen köklü değişimler, dönüşüm­ lerdir. Ulusal kurtuluş savaşının ulusal bağımsızlık kavra­ mında temel motif ekonomik bağımsızlıktır. Bu ekonomik bağımsızlık hem köylünün emeği ile gerçekleşebilir, hem de en çok köylünün kalkınmasına yarar... Ulusal bağım­ sızlık aslında bir köylü türküsüdür. Onun gerçek yaratıcı­ sı köylüdür ve gerçek sahibi de köylü olmalıdır. ..» İşte bu yazılarla köy enstitüleri girişiminin ana ilke­ lerinden kalkarak, o günlerde solun içerisindeki tartışma ve ayrılmaların başlangıç belirtileri arasında ve bu tartış­ maların sonuçsuzluğu, kısırlığı, yozluğu ortasında, Imece’de, Türkiye’nin hâlâ değişmemiş toplumsal yapısının ge­ reği olarak, bu yapı değişmedikçe her eylemde köylüyü ön plana almanın gereği, bunun geliştirilip bir taktik olarak oluşturulması, ayrıntılarının tartışılması için böyle bir baş­ langıç yapılmaya çalışılmıştır. Amaç, bu bakış açısından Imece’nin Türk düşün hayatına etkin bir şekilde yeniden girerek katkıda bulunması idi. Ama bu girişim sanırız ki hem geç, hem erkendi. Geçti; çünkü çekimserlikler, dergi çevresindeki çekişmeler nedeniyle en değerli yıllar, solun yeni örgütlenmeye çalıştığı yıllar, yitirilmiş, sol aydınlar ara­ sında yankı uyandırabilecek bir yeni görüş, bir savla orta­ ya çıkılamamıştı. Erkendi; çünkü örgütlenip kendine göre bir takım ilkeler ve taktiklerle eyleme geçmiş olan solun, bu ilke ve taktiklerinin çoğunun tutarsızlığı henüz iyice or­ taya dökülmemişti. Böylece, hem ortamın uygun olmayı­ şından, hem de o sıralardaki İmece yöneticilerinin bu kam­ panyayı sürdürememelerinden ötürü, bu ilginç girişim, sürüp gitmedi. Ancak 1969 yılı içerisinde dergide yeni bir gelişme eğilimi görülecek, uzun yıllar, soldan gelen eleştirilere kar­ şı açıkça çıkmayan enstitülüler, artık onlara karşı da, onla- n n yaptıklan haksız yorumları karşılamak için cephe al­ maya başlayacaklardır. Bu yönde çalışmaya devam edilir­ se yalnız köy enstitüleri konusunda değil, bütün sol hare­ ket açısından yararlı olacak yeni sonuçlara varılabileceğini umut ediyoruz. Bu, sola karşı çıkmak değildir; solun için­ deki, sola zarar veren yozlaşmalara karşı çıkmaktır. Bu noktanın hiç gözden kaybedilmemesi gerekir. Bu yozlaş­ maların verdikleri zararların, bilimsel sosyalizmi ve bunun teorilerini iyi öğrenerek, köy enstitüleri sistemini bunların ışığında ve ölçüsünde, gerçekçi bir yönden inceliyecek enstitülüler tarafından en iyi şekilde önleneceğine, giderileceği­ ne inanıyoruz. Çünkü onlar tabandan, asıl ezilen sınıflardan gelmektedirler, asıl söz konusu olan sınıfların bilinçlenmiş aydınlandır, gerçeklerden ve tabandan uzak, önerileri ve yorumlan çoğu kez gerçeklere uymayan, tabana inemiyen, havadaki orta sınıf aydınlanndan çok daha olumlu yeni yollar gösterebilirler. Ve de kendi sınıflannın kavgasına kendilerinin sahip çıkmaları gereklidir. Bunlann yapılma­ sıyla Türk solunun yine takıldığı noktadan kurtanlması yo­ lunda önemli bir adım atılmış olur. Buüun daha 1962’lerde yapılması gerekirdi, o günden bu yana, yok yere, siya­ sal tarihimiz bakımından çok değerli yıllar yitirilmiştir. 1960- 1969 döneminde ülkenin birçok kentlerinde ve hatta bazı ilçelerinde, köy enstitülüler, İmece paralelinde dergiler çıkarmışlardır. Bunlann yerel etkileri, köy enstitülüleri bir araya getirme ve örgütleme, savaşa sürme yönle­ rinden, çok olumludur. ■ Kendi Basın Organlarını Yaratma Ezilen sınıfların aydmlannın, piyasadaki basın organ­ larına gereksinme duymalarına yer bırakmıyacak, bunların, kavgalann en kritik döneminde ilerici aydınları yüzüstü bı­ rakma alışkanlıklarından bu aydınlan kurtaracak, bağım- sız ve kendi ortak maddi olanaklarına dayanan, dergi, ki­ tap yayınına girişebilecekleri örgütleri kurmaları Tonguç’un başlıca ülkülerinden birisi idi. Bir baskı grubu olabilme­ nin baş koşullarından birisi olarak bunu görüyordu. Ensti­ tülerde dergi çıkarabilme yeteneklerinin öğrencilere kazandırılabilmesi için büyük çabalar harcanmıştır. Hatta Tonguç, Hasanoğlan’da matbaa kurdurarak, öğrencilerin işin tekniğini de tanımalarını sağlamaya çalışmıştı. 19461960 döneminde Tonguç’un defalarca kendi iş arkadaşları­ nı bir araya getirerek dergi, gazete çıkarmaya, kitap yayın­ lan yapmak üzere kooperatif kurmaya çabaladığını görü­ yoruz. Bu çabalara bir ömek olarak Tonguç’un güvendiği ar­ kadaşlarına 14.9.1946’da, yani işbaşından ayrıldıktan kısa bir süre sonra gönderdiği bir mektuptan söz açmak isteriz(13): «Ankara: 14.9.1946, Kardeşim...: «İnançları ve fikirleri bakımından işbirliği yapabile­ cek durumda olan arkadaşlarla, buna katılacaklara yük olmıyacak derecede sermaye katmak suretiyle bir «Yayın Kooperatifi» kurmayı düşündük. Ankara’da bulunan ar­ kadaşlardan şimdilik 8 - 1 0 kişi, bu maksatla bankaya 1000 lira kadar bir parayı da yatırdı... Kooperatifin amaçları şunlardır: 1) Ortaklarının muhtaç oldukları kitap, dergi, ders araçları, gramafon, radyo, fotoğraf makina ve malze­ mesi gibi yayın vasıtalarını bir elden ve piyasa fiatından daha ucuz olarak sağlamak, 2) Ortakları tarafından hazır­ lanacak makale, kitap, broşür gibi yazıları basarak yayın­ lamak, 3) İlkokul öğretmen ve öğrencilerinin, köy enstitü­ leriyle öğretmen okulları öğrencilerinin, ilkokulu bitirerek hayata atılan gençlerle millet ve akşam okullarında okuma yazma öğrenenlerin eğitimini sağlıyacak dergi ve kitapları yayınlamak, 4) Sermayesi elverişli bir duruma gelince koo­ peratifin amaçlarını gerçekleştirmeye yetecek vasıfta bir basımevi kurmak. «Kooperatife ortak olmanın şartları: 1) Her biri 20 lira değerinde bulunan hisse senetlerinden en az bir tane­ sine sahip bulunmak ve bu parayı üç ay içinde iki taksitte ödemek, 2) İdareci, öğretmen, müfettiş sıfatıyla milli eği­ tim alanında çalışmakta olmak veya bu hizmetlerde evvel­ ce çalışmış bulunmak, 3) Eğitim işlerine bağlılığı, eğitimsever bir kişi olduğu birinci ve ikinci fıkralarda yazılı or­ taklık vasıflarını taşıyan iki arkadaş tarafından tastik edil­ miş olmak. «.Kooperatifin kurulup işletilmesini sağlıyacak miktar­ da bir sermaye bu maksatla şimdilik bir arkadaş adına bankada açılan cari hesapta toplanacak, ortak olacaklar­ dan kendilerine gönderilecek ana statü hakkmdaki mütalaa­ ları istenecek, bu mütalaalara göre statüye son şekli veril­ dikten sonra resmi işlemi yaptırılacak, kooperatifin resmen kurulması sağlanacaktır. «Bu işe teşebbüs etmiş olan arkadaşlarla beraber sen­ den istediğimiz şudur: Kendin de dahil olmak üzere gü­ vendiğin arkadaşlara bu meseleyi yukarıda yazılı esaslara göre anlatarak kooperatife ortak bulmak ve onlardan ala­ cağın paraları (Ankara - Ziraat Bankasında Ferit Bayır adına açılan 13735 numaralı hesaba) göndermek ve keyfi­ yeti bir mektupla bize bildirmek. Kooperatif resmen kuru­ luncaya kadar bu işten güvenilmiyecekleri haberdar etme­ mek. Mesleki hayatımızın gelişmesine yardım edecek, ha­ yata yeni atılmış meslektaşlarımızı destekliyecek, tecrübe­ lerle yuğurularak yetişmiş ve olgunlaşmış bulunan arkadaş­ ları da fikirlerini geniş alanlara yayma imkanına kavuştu­ racak olan bu teşebbüsü iyi niyetle karşılıyacağınıza güven­ diğim için bu mektubu yazıyorum. Sevgilerimle birlikte göz­ lerinizi çok çok öper, cevabınızı beklerim kardeşim. Hakkı Tonguç (Yazarın notu: Enstitü yöneticilerince gerçekleştirilemiyen bu girişim, köy enstitüsü çıkışlı öğretmenlerin bir araya gelmesi ile 1960’dan sonra İmece Yayın Kooperatifi olarak ve daha da gelişmiş bir şeküde kurulabilmiştir. Ay­ rıca yine öğretmenler topluluğunun sahip olduğu TÖYKO matbaası işinde de Tonguç’un ta 1946’lardaki bir özleminin yine köy enstitülüler tarafından gerçekleştirilmesini görüyo­ ruz). Bu çalışmaları başarıya ulaşamadı. Enstitülerde çalış­ mış da olsalar, orta sınıf aydınlarını böyle kollektif çalış­ malara sürmek pek zordu. Bunu da başarma olanağını güçlenen enstitülüler bulacaktı. 1953 - 1960 yılları ara­ sında, yerel ve az sayıda dergi yayınları olarak enstitülülerce girişilen yayın çalışmaları, 1960’dan sonra yukarıda an­ lattığımız çapa ulaştı. Bu, yavaş, ama kökleri sağlam bir gelişme idi. Böylece Tonguç’un ezilen sınıfların bilinçlen­ miş aydınlarının seslerini bağımsız olarak duyurabilmeleri için kendi basın organlarını kurmaları ilkesi yavaş yavaş gerçekleşme yoluna girmiş oluyordu. ■ Meslek Kuruluşları 1960’dan sonraki gelişmeler içerisindeki ikinci önem­ li çalışma alanı, meslek kuruluşları ve örgütlenmeleridir. Bu konunun şimdiye kadar yapılmış köy enstitüleri araş­ tırmalarında üzerinde az durulmuş bazı yönleri vardır. Bir­ çok araştırıcıların gözünden kaçmış bir noktadır bu! Ton­ guç’un bütün yazılarında ve çabalarında bu mesleksel ör­ gütlenme ve bu yoldan bir baskı grubu durumuna gelebilme ilkesi önemli bir yer tutar. Daha 1933’de klasik okulu eleş­ tirdikten sonra*14' okulun yeni okul olabilmesi için şu koşu­ lu öne sürüyor: «.../# mektebi muallimi, kendi kendini ye(<4) İ ş ve M eslek T erb iy e si, İs m a il H a k k ı, A n k a r a 1933, s. 156. tiştiren, terbiye eden bir muallim olacaktır. Bu hale gele­ bilmesi muallim birliklerini işbirliği haline getirmekle müm­ kün olabilecektir. Muallimler bir teşkilat yaparak mesleki tekamüllerine, kültüre hizmet etmedikleri müddetçe mekte­ bin yukarıda tenkit ettiğimiz vasıflarını terketmesine im­ kan yoktur...» Daha sonra ise şöyle yazıyor'15’: «...A nka­ ra’da Büyük Millet Meclisi hükümeti kurulduğu günden itibaren, Muallimler Cemiyeti üyesi veya öğretmen sıfa­ tıyla bulundukları yerlerde cereyan eden her türlü sosyal karakterli hareketlerde ilkokul öğretmenleri aktif rolleri üzerlerine almışlardı... Muhafazakâr kuvvetler baş kaldır­ mak istedikleri zaman onlarla mücadele etme, mitingler hazırlıyarak irticaya karşı koyma, spor bayramlarını ve müsabakalarını hazırlama, vilayetlerde balolar tertipleme­ nin revaçta olduğu yıllarda baloları canlandıran elemanı teşkil etme, halkevlerinin her türlü hizmetlerinde çalışma gi­ bi. öğretmenlerin topluluk içinde böyle dinamik rol sahibi olmalarını hoş görmiyenler, evvela Muallimler Cemiyetle­ rini lağvettirmek suretiyle onların teşkilatlanmalarını önle­ diler. Sonra yer yer bazı öğretmenlerin şüpheli insanlar gibi gizli gizli takip ettirildikleri söylenmeye başlandı. Bunu hisseden ve anlıyan öğretmenler pedagojik mahiyette bile olsa, her türlü yenilik hareketlerinden el etek çekerek, yer­ lerini günlük ve şahsi menfaate müstenit politika gütme hevesinde olanlara terkettiler. Bu olay IstanbuPda ve bü­ yükçe Anadolu şehirlerinde gelişmeye başlayan ecnebi uz­ manların bile dikkatlerini çeken her türlü yeni pedagoji ha­ reketlerine son verdi. Ondan sonra Maarif Vekilliği gerçek­ leştirmek vazifesiyle mükellef olduğu büyük pedagoji me­ selelerinde çevreden, yani gerçekteki alemden gelecek sağ­ lam ve köklü fikirlerden mahrum kaldı. Maarif Vekilliğine gelen bazı Vekillerin hafiye kullandıkları, bazı müfettişle(15) C a n la n d ırıla c a k K öy, 1. H a k k ı T ongııç, R e m z i K ita b evi, İs ta n b u l, 1967, s. 405-406. ri direktif vermek suretiyle rapor vermeye mecbur tuttuk­ ları öğretmenler arasında söylenmeye başlandı. Bu korkunç zihniyet bütün etkin unsurları ürküttü. 1929’dan 1935 yı­ lına kadar devam eden bütün çalışmalar yukarıda bariz va­ sıfları belirtilen dekor içinde cereyan etti. Vekilliğin zihni­ yetini, ilgilileri saran bunaltıcı havayı anlamak ve anlata­ bilmek için bu dekoru çizmeye lüzum vardı. Çünkü başka türlü hızla başlanmış hareketlerin birkaç yıl içinde niçin durakladığını, hangi olaylar yüzünden mahiyetini değiştir­ diğini kavramak mümkün olamaz. Pek yakın tarihimizi ilgilendiren bu noktaları açıklamayı... lüzumlu buluyorum. Çünkü 1935 -3 6 ders yılına tekaddüm eden yılların peda­ goji hareketleri bütün açıklığı ile belirtilmiyecek ve aynı za­ manda onları idare eden zihniyet göz önüne serilmiyecek olursa ilköğretim hamlesinin manasını, mahiyetini, şümu­ lünü, dayandığı prensipleri, bağlandığı ülküyü anlatmak mümkün olamaz...» ve(16) 1924 yıllarındaki gelişmeleri in­ celerken de şöyle yazıyor: «...Öğretmenlerin dağınık kuv­ vetler halinde değil, bir teşkilata bağlı bulunmaları da yeni fikirleri etrafa yaymaya ve onlara zemin hazırlamaya yar­ dım edecekti. Muallimler Cemiyeti bu maksada hizmet etti. Mustafa Kemal ve İsmet Paşa bu cemiyet vasıtasıyla en ileri fikirleri yaydılar...» Tonguç Muallimler Birliğinin ku­ ruluşunu da şöyle anlatıyor: «...Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Harbinden yenilerek çıkınca, esasen vaktin­ de ödenmiyen muallim maaşları büsbütün düzensiz bir şe­ kil almıştı... Tıpkı bunun gibi üzücü bir mesele daha var­ dı: Sık sık ve makul bir sebeb olmaksızın öğretmenlerin yerlerinin değiştirilmesi. Zor durumda olan öğretmenler bu gibi işlerini yola koymak, haksız muamelelerle karşıla­ şınca hak aramak, fırsat ve imkan bulurlarsa meslek ba­ kımından kendi gelişmelerini sağlıyacak mahiyette tedbir­ ler almak maksadıyla yer yer muallim cemiyetleri kurmuş­ lardı. Ankara’da Büyük Millet Meclisi teşekkül ettikten sonra bu cemiyetler merkezi Ankara’da bulunmak üzere bir de Türkiye Muallimler Birliği meydana getirmişlerdi. Kur­ tuluş Savaşları sırasında halka Müdafai hukuk cemiyetleri­ nin amaçlarını anlatmak ve benimsetmek için muallim ce­ miyetleri çok çalışmışlardı. (Yazarın notu: 27 Mayıs 1960 dan sonra da 27 Mayıs hareketi için çalıştıkları gibi!) Bu cemiyetleri idare edenler bir taraftan bu milli dava için çalışırken, diğer taraftan da üyelerini yetiştirmek ve memle­ ket meseleleri etrafında uyanık bulundurmak amacıyla her fırsattan faydalanarak konferanslar, müsamereler tertip ederlerdi. Muallimler Cemiyeti bulunan bir şehire fikrinden, görgüsünden ve tecrübesinden faydalanılacak bir zat geldi mi cemiyet ona konferans verdirir, üyelerinin istifade etme­ lerini sağlamaya çalışılırdı...» Görülüyor ki, daha başlangıçta, mesleksel örgütlen­ me sorunu, meslekten olanların maddi haklarını savunmak, yalnız mesleksel dayanışma sağlamak bakımından değil, doğrudan doğruya o mesleğin ileri bir duruma getirilmesi, ülkenin o meslekle ilgili sorunlarının çözümlenmesinde mes­ leksel örgütlerin etkin olarak rol oynamaları genişliğinde ele alınıyordu. Meslek örgütlerinin düşünlerini almadıkça, Tonguç’a göre, Bakanlığın eğitim konularında doğru ka­ rarlara varabilmesi olanağı yoktu. Mesleksel örgütlenme so­ rununu bu açıdan ele almaya ise, değil 1935’in yöneticileri, 1960 sonrasının her çeşit siyasal çevreden gelen Milli Eği­ tim Bakanlarının hiçbiri hazır değüdi; bunu doğrudan doğ­ ruya meslek örgütlerinin siyasal hayata karışması sayıyor­ lardı hâlâ! Yukarıdaki pasaj, Tonguç’un 1935 öncesi CHP iktidarlarını eleştirmesi yönünden de ilginçtir. İşte bu gibi ana düşünlerden çıkarak, Tonguç, öğretmenler arasında da­ yanışma, onları maddi yönden bağımsızlığa kavuşturma, baskı gücü durumuna getirebilme gibi amaçlarla, işbaşında bulunduğu sürece, onlarda bu gibi örgütlenmelere gitme alışkanlığını uyandırmaya çalıştı. Savaş yıllarının bu gibi örgütlenmeleri son derece kısıtlayıcı ortamı içinde, bunu kendi Genel Müdürlüğünün bir girişimi olarak gerçekleştir­ mek için uğraştı. Örneğin 4274 sayılı kanunla kurulması ön­ görülen Köy öğretmenleri Sağlık ve İçtimai Yardım San­ dığı, Köy öğretmenleri Tekaüd Sandığı, İlkokul öğretmen­ leri Yapı Sandığı, İlkokul Öğretmenlerine Mahsus Sağlık ve İçtimai Yardım Teşkilatı gibi kuruluşları bu amaç içe­ risinde değerlendirmek gerekir. Ayrıca Tonguç kendisinin bu konuya çok önem verdiğini gösteren makaleler de yaz­ mıştır07*. Önemli olan, öğretmenin ekonomik yönden elden gel­ diği kadar bağımsız kılınması idi. Ancak o zaman baskı gücü olabilirlerdi. Köy öğretmeninin yalnız maaşa değil de, maaş dışı kazanç olanaklarına bağlanması ilkesini de bu yönden değerlendirmek gerekir. Bunlar, öğretmenin ekonomik dayanışma ve bağımsızlığını sağlıyacak, böylece onu ekonomik bağımlılığından ötürü hükümetin, dolayı­ sıyla siyasal güçlerin dümensuyunda gitmekten kurtaracak, onun bir baskı gücü olmasını sağlıyacak koşullardı. Bu nok­ ta, özellikle öğretmenin az maaş, maaş dışı çok kazanma olanağı ile köylere gönderilmesindeki asıl nedeni, ne yazık ki, köy enstitüsü çıkışlı öğretmenlerin kendileri de anlıyamamışlar, maaş dışı kazancı bırakıp daha fazla maaşa geç­ mek kolay ve daha çıkarlı gözükmüş, 1946’dan sonra bu­ nu, onları bağımlı kılmak amacıyla seve seve yapacak olan Sirer gibilerin çalışmalarını bu yönden desteklemek gafleti­ ni göstermişlerdir. Bunu yaparken, kendilerini günümüze kadar gelmiş ve hâlâ sürüp giden bir ölçüde bağımlı kıldık­ tı?) İlk ö ğ re tim D erg isi, İlk o k u l Ö ğ re tm e n le ri İç in Y a p ­ tı r ıla c a k E v le r, t. H a k k ı T o n g u ç, c ilt 8, s a y ı 149-150, s. 1963, y ıl: 15 ş u b a t - 1 m a r t 1944. İlk ö ğ re tim D e rg isi, İlk o k u l ö ğ re tm e n le rin e M a h su s S a ğ lık v e İ ç tim a i Y a rd ım T e şk ila tı, İ. H a k k ı T o n ­ g u ç c ilt 8, s a y ı 151-152, s. 2000, y ıl 15 m a r t - 1 n i­ s a n 1944. larının farkında değillerdi. Bu yolu tutmasalar, köyde ken­ di ekonomik güç ve çabalarına dayanarak kök salabilselerdi ; ki Sirer’den önce bunu yapabilen pek çok köy öğ­ retmeni vardı, şu son yılların ünlü «öğretmen kıyımı» kampanyası bile Bakanlık tarafından bu kadar başarılı bir şekilde yürütülemezdi. Bu gafletin sonucudur ki, 1946’dan sonra az maaş, çok kişisel kazanma olanağı diye özetliyebileceğimiz köy enstitülerinin belli başlı ilkelerinden birisi köy enstitülüler tarafından hiç savunulmamıştır. Bunu ya­ parken bindikleri en önemli dalı kestiklerinin farkında de­ ğillerdi. İşte Tonguç’un, sonradan Arman’ın anlattığı, «onbin bu nitelikte öğretmen yetiştirelim, bakalım bir bakan kol­ tuğunda rahat oturabilir mi?» sözünün altındaki düşünler ve amaçlar bunlardı. Tonguç’un düşün ve çalışmalarına son vermeden önce ilginç bir belgeden söz açmak istiyoruz. Ankara Muallim­ ler Birliği yasasının saptanması veya değiştirilmesi amacıy­ la yapılmış olması gereken çalışmalarda, bu birlikte etkin görevler almış olan Tonguç’un «Muallimler Birliğinin Faa­ liyeti Aşağıda Yazılı Mevzulara Dair Olmalıdır» başlıklı bir önergesi var(16): « .../. Pedagojinin ehemmiyetini umu­ ma tanıtmak, 2. Terbiye meselelerine (gaye, vasıta = metod, kabiliyetler) e dair daimi tetkikat, taharriyat ve tecrübe­ ler yapmak ve mekteplerimizin hayatına hakim olması la­ zım gelen pedagojik esasları hazırlamak, 3. Terbiye etmek işini vatandaşların refahını temine hadim bir hale getir­ mek, 4) Diğer teşekküllerle teşriki mesai ederek gayelere mümkün olduğu kadar az zamanda ulaşmak, 5) Muallimle­ rin içtimai ve iktisadi vaziyetlerini takviye etmek (meslek tahsili ve hukuku, muallimler ve mesken meselesi, hasta muallimler, muallimlerin çocuklarını himaye)...» Tonguç’­ un eğitim anlayışı, mesleksel örgütlenmeyi geniş anlamda (18) ö z e l a rş iv . T o n g u ç’u n e ly a z ısı ile y a z ılm ış n o t. aldığı, bundan bekledikleri gibi konular bakımından bu bel­ genin çok ilginç olduğu kanısındayız. Buna ekli olarak bulunan, «Ankara Muallimler Birliği Yasası» başlıklı ve 3.8.1930 günlü belgede ise Birliğin amaçları çok daha sı­ nırlı ve yumuşak deyimlerle saptanmış: özet olarak: «A... Tesanüdü arttırmak, B. Muallimlerin umumi ve mesleki bilgilerini arttırmak... C) Musiki ve resim gibi bedii ihtiyaçlarını tatmin etmek, D) Bedeni sıhhatlerini... temin... E) Hasta ve muhtaç muallimlere ve ailelerine yar­ dım, F) Muallimleri tasarruf ve iktisada teşvik, G) İstidat­ lı çocukların tahsillerine devamları için teşebbüs... F) Fa­ kir mektep talebesine yardım...» Tonguç’un önerilerinin çoğunluk tarafından onaylanmadığı yahut yasa formalite­ leri bakımından sakıncalı bulunduğu anlaşılıyor. ■ Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu Bu şekildeki bir tarihsel gelişimin sonucu olarak, 27 Mayıs 1960’dan sonraki düşün özgürlüğü koşulları içinde, cnstitülü öğretmenler geniş mesleksel örgütlenmelere gitmek olanağını buldular. 1960’dan sonra gittikçe önem kazanan Türkiye ö ğ ­ retmen Dernekleri Milli Federasyonunun kuruluşu, Türki­ ye’deki çeşitli Muallim Cemiyetlerinin 1926’da Ankara’da Muallimler Birliği olarak federe olmalarına kadar götürülebilir. 1935’de bu çalışmalar durduruldu, 2. Dünya Savaşı sonuna kadar da bu durum sürdü. 1946’da çok partili si­ yasal düzene geçildikten sonra, 1947’de ülkede 100’e yakın öğretmen demeğinin kurulduğu görüldü. Bunlardan 30 ka­ darı 15.8.1948’de Ankara’da toplanarak Türkiye Öğret­ menleri Yardımlaşma Demeğini kurdular. Bu kuruluş 12.7.1969 günü Ankara’da yaptığı 22. Kurultayında ken­ di kendisini feshedene kadar Türkiye Öğretmen Demekle­ ri Milli Federasyonu adı altında devam etti. İşte bu Fede­ rasyon 27 Mayıs’tan sonra gittikçe daha yoğun bir şekilde köy enstitülü öğretmenler tarafından yönetilmiştir. Örgütleşmeye karşı ilgileri ve o bir zamanlar Tonguç’un çok üs­ tünde durduğu sayı üstünlüğü sonucu, Federasyon 1960 ve özellikle 1962 - 1969 döneminde köy enstitülülerin dü­ şünlerini savunmuştur. Federasyonun 22 yıllık çalışmaları­ nı, feshedilmesi üzerine yazdığı bir yazıda M. Emiralioğlu şöyle özetliyor0” : «7. Bağlı 600’e yakın derneğin yönetim kurullarıyla Türkiye’nin her ilçesinde öğretmen ve halk ara­ sındaki bağıntıları kurdu. 2. Unesco Milli Komisyonuna 10 temsilci ile katılarak bu kuruluşta eğitim ve öğretmen so­ runlarına eğilinmesini sağladı. 3. Milli Eğitim Şûralarına katılarak eğitimin... devrimin tamamlanması yolunda et­ kili olması yollarını gösterdi. 4. Bir ahlak kongresi toplıyarak, Türkiye’nin içinde bulunduğu bunalımın ahlak kuralla­ rından mı, siyasi ve sosyal düzenin bozukluğundan mı ileri geldiğinin tartışılmasına olanak hazırladı. 5. Uluslararası öğretmen kuruluşlarına katılarak bunların kongrelerinde Türkiye’yi temsil ve Türk eğitiminin esaslarına hizmet etti, 6. Çalışma Bakanlığı Çalışma Meclislerine üye göndererek öğretmen ve devlet memurlarının da sendika kurma is­ teklerini... savundu, ...iktidarları demokratik yollardan baskı altına aldı. 7. İstanbul Burgaz Adada öğretmenler için dinlenme kampı kurup işletti. 8. Türkiye’nin her ye­ rinde öğretmen ve öteki vatandaşlara türlü konularda kon­ ferans, açık oturum, sergi, gezi, araştırma gibi eylemler göstererek halk eğitimi hizmetinde bulundu. 9. 27 Mayıs milli devriminin halka anlatılıp benimsetilmesi için... hiz­ mete girdi. 10. Seçim Kurullarına öğretmen alınması, K u­ rucu Meclise öğretmen temsilcisi gönderilmesi ve Kurucu Meclis üyelerinin seçimine üyeleri olan dernek başkanla(1?) İm e c e d e rg isi, T iirld y e ö ğ r e t m e n D e rn e k le ri M illi F e d e ra s y o n u , M e h m e t E m ira lio ğ lu , s a y ı 100, cild 0, A ğ u s to s 1969, s. S0 - 32. rıyla katılarak yeni devletin kurucuları arasında yer aldı. 11. Onüçbin kişilik öğretmen kadrosuyla Türkiye’nin ilk büyük eğitim mitingini ve TÖS ile birlikte ve otuz binden fazla temsilcinin katılmasıyla Ankara’da Türkiye’nin en bü­ yük eğitim yürüyüşünü düzenliyerek yönetimin eğitim ve diizen bakımından gösterdiği aksaklıkları kamu oyunun bi­ lincine yerleştirdi. 12. Gerici ve tutucu Milli Eğitim Bakanı­ nın tutumuna karşı durmuş, buna rağmen tutumunu değiştirmiyen bu Milli Eğitim Bakanının görevden uzaklaştırıl­ ması teziyle ortaya çıkmış, Başbakanla oturduğu müzakere­ leri kendi görüşüne uygun kararlara vardırmış, Bakanı dü­ şür tmüştür. 13. Öğretmenlerin geçmiş mc aş haklarının alın­ ması kampanyasını açmış, intibaklarını sağlıyan kanunun Meclisimizden çıkmasını sağlamış, intibaktan yararlanan öğretmenlerin yeni hamlelere girişilmesi için yaptıkları ba­ ğışlarla... etkinliğini arttırmıştır. 14. Karşı devrim hareket­ lerinin güçlenme ve eylem çabaları göstermesi üzerine Devrimci Güç Birliği kuruluşunu sağlıyacak ilk olanakla­ rı hazırlamıştır. 15. Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı için­ de yer almıştır. 16. Devlet tarafından tedavi için yurt dışı­ na gönderilemiyen hasta öğretmenleri yabancı ülkelerde tedavi ettirmiştir. 17. Atatürkçü kuruluşları bir araya geti­ rerek Atatürkçülüğün ne olup ne olmadığı konusunda kesin görüşler saptamış... 18. Öğretmenin düşünce ve fikrinden dolayı kınanamıyacağını, bu nedenle cezalandırılamıyacağını, eziyete sokulamıyacağını savunmuş, aksi tutumlarla savaşmıştır. 19. Sol fikirlerle sosyalist düşüncelerin de birer düşünce olarak saygı ile karşılanıp dikkatle incelenmesi ve bunların da öğrenilmesi gerektiği kanısını kamu oyuna maletmiştir. 20. Kıbrıs davasını milletle birlikte ele almış, gerekli kültür ve fikir çalışmaları için para yardımında bu­ lunmuştur. Ve bütün bu sayılanların hepsinden daha de­ ğerli ve önemli olarak Türkiye’nin en büyük kamu perso­ nel sendikası olan TÖS’ü kurmuş, geliştirmiş ve sosyalist bir Türkiye’nin doğmasına büyük katkıda bulunacak bu organa tüm giiciinü ve görevini devrederek tarihteki şerefli yerini almıştır. ..» İşte uzun süre, içerisinde etkin olarak çalışmış Emiralioğlunun T. Öğretmen Dernekleri M. Federasyonunun ça­ balan üzerindeki düşünleri bunlardır. Buna bir nokta ekle­ mek istiyoruz: Federasyon, köy enstitüleri gibi ileri bir eği­ tim sistemini zaman zaman başarılı bir şekilde savunmuş­ tur. Federasyonun 1960’dan sonraki çalışmaları konusunda eleştiri olarak neler söylenebilir? Genellikle ve uzun bir sü­ re Federasyonun Başkan ve yöneticilerinin bir kısmı, yuka­ rıda İmece Dergisi çevresindeki çekişmeleri anlatırken de­ ğindiğimiz, köy enstitülülerin tutucu grubundan gelmiştir. Bunlar, köy enstitüleri ve ileri eğitim ilkeleri konusunda bazen susmayı veya sapmalar yapmayı siyasal çıkarları­ na uygun bulmuşlardır. Bu davranışları diğer yöneticiler ve en önemlisi taban tarafından iyi karşılanmamış, öncelikle örgütün tabanı, zaman zaman düşün ve eylem olarak iyi temsil edilmediği duygusuna kapılmıştır. Şükrü Koç ve Hayrettin Uysal’ın başkanlık dönemleri kısmen bu hava içinde geçmiştir. Bunda Federasyon olarak çalışma olanak­ larının Sendika olanaklarına göre daha kısıtlı olduğu özürü ileri sürülebilir, ama bir kısım yöneticilerin koşullar ve ola­ naklar kendilerini buna zorlamadan da bazen çekingen ve tutucu davrandıkları gerçektir. ■ Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) Federasyondan sonra öğretmenlerin giriştikleri en önemli örgütlenme hareketi Türkiye öğretmenler Sendika­ sı (TÖS) nın kuruluşudur. Yasa olanakları açısından sendi­ ka, Federasyona göre daha geniş çalışma sınırları olan bir örgüttü. Ayrıca yukarıda da değindiğimiz durum, Federas­ yonun yöneticilerinin buradan siyasal hayata sıçramalarının hemen neredeyse gelenek haline gelmesi ve bunun yarattığı sakıncalar, yeni bir örgütlenmeye gitmeyi gerektiriyordu. Böylece 5.7.1965’de TÖS kurulmuştur. Her iki örgüt, 12.7. 1969’a kadar bazen gerçekten tam bir işbirliği yaparak çalışmış, TÖS’ün iyice güçlenip köklenmesi üzerine, iki ayrı örgütte toplanmanın sakıncaları düşünülerek, Fede­ rasyon kendi kendisini feshetmiş ve bütün öğretmenler TÖS’te toplanmışlardır. Sendika olarak örgütlendikten sonra öğretmenlerin baskı grubu olarak güçleri artmıştır. TÖS kamuoyuna sesi­ ni sık sık duyuran önemli bir ilerici kuruluş durumuna gelmiştir. TÖS döneminde en önemli gelişme, bize göre bilinç­ lenme alanında olmuştur. Özellikle son iki yıl içerisinde bu alanda TÖS’ün gösterdiği gelişme, çok dikkati çekicidir. ■ Devrimci Eğitim Şûrası 4 - 8 Eylül 1968 günlerinde Ankara’da TÖS’ün top­ ladığı Devrimci Eğitim Şûrası, yasaların gereği olduğu hal­ de 1962’den beri toplanmıyan Milli Eğitim Şuralarının bir öğretmen meslek kuruluşu tarafından gerçekleştirilmesidir. Bu şûrayı toplamakla TÖS, örgüt olarak, yalnız öğretmen­ lerin kişisel haklarını savunmakla yetinmiyeceğini, Türki­ ye’nin Milli Eğitim sorununun gerçek sahibinin kendisi ol­ duğunu, buna elkoyduğunu, sendikacılığı bu anlamda aldı­ ğını göstermiştir. Şûrada bütün eğitim sorunları, genişliğine incelenmiş ve kararlara varılmıştır. 1962’den beri yasalara aykırı olarak Şûra’yı toplamıyan Bakanlık, şüphesiz ki bu kararları uygulayacak değildir; ama kamuoyu, ülkenin eği­ tim sorunlarına Bakanlığın mı, yoksa öğretmen meslek ör­ gütünün mü ciddi olarak eğildiği konusunda herhalde ay­ dınlığa varmıştır. Şûra tutanaklarını kapsıyan ve Şûradan sonra TÖS tarafından yayınlanmış olan kitabın00* önsözünde şöyle de­ niyor: «...Bugünkü eğitim böyle bir görevi başaramaz (Ya­ zarın notu: Görevden kastedilen çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmaktır). Bugünkü eğitim verim gücü azalmış, düşmüş, yorulmuş, kokup bulaşmaz bir eğitimdir. Bugünkü eğiti­ min ulusal niteliği ve kimliği kalmamıştır. Çünkü bugünkü eğitim geniş ölçüde dış etkiler altındadır. Toplum ve ülke isteklerine cevap verecek bir planlamadan yoksundur. Fır­ sat eşitsizliği içindedir. Bugünkü eğitim kasıtlı bilgi sınır­ laması içindedir. Bu sınırlama kör insanların yetişmesine yaramaktadır... Bu niteliklerinden dolayı bugünkü eğitimin niteliklerini gözde büyütmeden önce, onun topluma daha yararlı çalışmasını sağlamalıyız. Acaba bugünkü koşullar içinde «Eğitimde devrim» söz konusu olabilir mi? Bir «Eğitim Reformu» eğitim kurumlarının daha etkin çalışma­ sına yol açabilir mi? Önce eğitimi, sonra toplumu düzelte­ lim biçimindeki düşünceleri geçerli saymak mümkün ol­ madığı için 4 Eylül 1968’de toplanan ve çalışmaları beş gün süren Devrimci Eğitim Şûrası, «Devrim İçin Eğitim» ilkesini saptamıştır.. .» sözleriyle Şûranın amacı ve ana ilke­ si belirtilmiş olmaktadır. «...Devrimci Eğitim Şûrasından sonra yapılan tipik eleştiri şudur: Siz bir meslek kuruluşu değil misiniz? Niçin sınırlarınız dışına çıkıyorsunuz? Öğretmen sorunlarını, mes­ lek sorunlarını bırakıp, devrim için eğitim ve düzen tartış­ malarına dalmak politik faaliyetlere dalmak demektir. Böy­ le diyenlere öğretmenlerimizin cevabı kısa ve kesindir: Ger­ çi Şûrada öğretmen ve meslek sorunları da ele alınmıştır (çünkü bunlar da asıl sorunun bir yanıdır), ama Türk öğ­ retmeni sadece bu sorunlar içine kapanıp kalmıyacaktır. Biz. çağımız içinde genişliyen eğitimin sorumluluğunu anlı(20) D ev rim ci E ğ itim k a r a 1969 s. 6 Ş û ra sı, T Ö S y a y ın la rı N o. 4, A n ­ 7. yoruz. Onu yüklenerek halkımıza karşı görevlerimizi yap­ mak istiyoruz. Türkiye'yi sömürten, onu bu yüzden yoksul ve geri bırakan koşullara daha fazla boyun eğmiyelim, di­ yoruz. Politik faaliyetin «iktidarı ele geçirmek» olduğunu yasalar bulanık da olsa çizmiştir. Biz iktidara gelmek için çalışmıyoruz. Bu yönde bir çabamız yok. Am a iktidara gel­ me hakkı olan halk kitlelerini demokratik bilinçe kavuş­ turmak, onları bu yönde uyarmak, bilinçlendirmek de eği­ timin ve eğitimcilerin görevidir. Bu yüzden yaratılmak iste­ nen «politik faaliyet» taassubuna asla boyun eğmiyeceğiz...» Bu satırlardan da anlaşılıyor ki, şimdiye kadar hiç­ bir meslek kuruluşunda ve sendikada görmediğimiz bir öl­ çüde, öğretmenler kendi mesleksel ve kişisel haklarının ve çıkarlarının savunmasının üstüne yükselerek sorunu çok geniş bir açıdan, ülkede sömürünün kaldırılması, ülkenin kalkınması, uygar ve tam bağımsız bir ülke olması için ola­ naklar bulma açısından, ele almaktadırlar. Bu, henüz. Tür­ kiye’de hiçbir meslek kuruluşunun, hiçbir Sendikanın eri­ şemediği bir noktadır. Uzun yıllar, «Politikaya karışma­ mak» sözü altında, çalışan sınıfların ve aydınların ülkenin düzeni konusunda, değil etkinlik, tartışmalardan bile uzak tutulması alışkanlığına artık karşı çıkılmaktadır; bunun o basit anlamı ile «politika yapmak» olmadığı, ülkenin ger­ çek sahiplerine, çalışanlara düşen bir görev olduğu tezi or­ taya atılmaktadır Bu noktaya erişilmesinde köy enstitü­ sü uygulamasının birinci derecede rol oynadığını da burada hemen belirtmek zorundayız. Aldatıcı «siyasete bulaşma­ mak» kavramının karşısına çıkan ve meslek güçlerini ileri­ cilikten yana, devrimden yana kullanacaklarını, ülkenin so­ runlarına sahip çıkacaklarını söyliyenler ve bunu kamu oyuna duyurmayı başaranlar köy enstitülü öğretmenlerdir. Meslek kuruluşlarına bu dinamizmi, bu anlayışı ve bu ce­ sareti işte köy enstitülerinden yetişmiş olan bu öğretmen­ ler getirmişlerdir. ■ TÖS Kongresi ve Bilinçlenme Bu ana ilke ve düşünleri daha da geliştirilmiş olarak TÖS’ün 7-9 Temmuz 1969’da toplanan Olağan Genel Ku­ rulunda okunan çalışma raporunda bulmaktayız. Çok önemli bir atılım saydığımız bu rapor üzerinde durmak iste­ riz*20. Biz bu raporu geniş anlamdaki sendikacılık anlayı­ şının, öğretmenin bilinçlenmesinin, sorunlarına sahip çık­ masının, görevlerini bilinçli bir şekilde saptamasının çok önemli bir belgesi olarak niteliyoruz. Bizce, bu, 1936’da gi­ rişilen çabaların amaca doğru ilerlemede, erişebildiği en son noktadır. Ve 1936-1969 yılları bir bütün olarak düşü­ nüldüğü zaman, bu gelişimin başlangıçta kararlaştırılan doğrultudan bu noktaya kadar gelinmiş olması, uygulanmış sistemin doğruluğunu, başarısını da gösterir. Köy enstitüle­ rinin başarılı olup olmadığının tartışmasını yapanlar, ölçü olarak bu gelişimi böylece değerlendirirlerse, başarının de­ recesini olumlu bir şekilde kavrıyabilirler. Burada bilinç­ lenmiş halkın sesi, aydın öğretpıen topluluğunun çalışma­ larında duyulmaktadır. Geleceğin umudu bu sestir. Bu rapordan bazı bölümleri aktarıyoruz: «...Bütün ilişkileri temelinden bozuk olan bir Dünyada yaşıyoruz...» diyen yöneticiler şöyle diyorlar: «Apaçık görülüyor ki, Dünya şimdi kabaca iki kesimdir: Sömüren kesim, sömü­ rülen kesim. Gelişmiş kapitalist ülkeler sömürmekte, geri bırakılmış ülkeler sömürülmekte... Bunun bir tek çaresi vardır; o da devrimdir. Devrim, tarihsel koşulların olgun­ laştığı dönemlerde olur. Tarihsel koşullar olgunlaşmamış­ sa devrim olmaz. Bugünkü durum tarihsel koşulların iyice olgunlaştığını göstermektedir. Yalın gözle bakıldığı zaman kolayca sezilmiyen, fakat aslında evlerimizin kilerine kadar (2i) T Ö S Y ö n etim , Y ü rü tm e , D e n e tim , O n u r K u ru lla rı 1967 - 1969 Ç a lışm a R a p o ru , D ev rim c i Ö ğ re tm e n in S a v a şı, 2. O la ğ a n G enel K u ru l 7 9 te m m u z K a y ­ seri, s. IX -X XI1. giren yeni sömürgecilik kapitalizmin son evresidir. Alın te­ rimiz, emeğimiz, yeraltı, yerüstü servetimiz, altınımız, gü­ müşümüz beyin ve kol gücümüz, görünür görünmez kü­ çücük çaylardan çıkıp birleşe birleşe, dev ırmaklar halinde sömürgeci ülkelerin kasalarına akmaktadır, insanlığın buna dayancası kalmamıştır!... Dünyada bir mevsim değişikli­ ğinin tam eşiğinde bulunmaktayız. Dünya bugünkü üretim biçiminden daha ileri bir üretim biçimine geçecektir. Kö­ leciliğe kıyasla derebeylik, derebeyliğe kıyasla kapitalizm, kapitalizme kıyasla sosyalizm birer ileri üretim biçimidir­ ler. Eskiyen, dönemini dolduran gider, yenisi gelir. Bütün bilimlerin anası olan tarihin kuralı budur. Bağımsızlıkçı, de­ mokratik ve uyandırılmış halkın özgür kararma dayanan sosyalizme açık olan Anayasamıza kızanlar; «Türkiye sos­ yalist olacaktır» denildiği zaman cin ifrit kesilenler, boş yere çırpınmaktadırlar. Onların dediği değil, tarihin dediği olacaktır. Yalnız Türkiye değil, bütün Dünya sosyalist ola­ caktır. Güya bunu durdurabilmek içindir N A TO ve CENTO! Bunu durdurabilmek içindir halkımızın dikkatini sap­ tıran vurumlu kırımlı maçlar ve SPOR - TOTO! Bunun için Akdeniz’de 6. filo! Bunu durdurmak için öldürdüler Bolivya’da Che Guevara’yı! Bunu durdurmak için « Voice of America»dan, «Free Eurone Radio»dan ve kapitalizmin bilcümle kanallarından yapılan propaganda! İkili anlaşma­ lar, üsler, tesisler, uzmanlar, barış gönüllüleri bunun için! Bunun için kültür emperyalizmi! Bunun için Türk Eğitimi­ nin Bütçe ve Planlama Müdürlüğünde dört tane Amerikalı uzman! Bunun için 1962 taslağı! Bunun için öğretmen kı­ yımı! Bunun için sözüm ona milliyetçi kuruluşlar çıkartıla­ rak öğretmenlerin parçalanması! Bunun için devrimci işçi­ lerin, işsizlerin horlanması, köylülerin ve gençlerin tutuk­ lanması! Bunun için sendikamıza baskılar! Bunun için her yaptığımız toplantıya polis! Yayınladığımız her bildiriye mahkeme! Bunun için mahkeme koridorları, hapis cezala­ rı!... Biz yarısı parçalanmış, birbir kandırmaca ile dikkat­ leri dağıtılmış, yarısı TÖS’de birleşmiş 130.000 öğretmen, halk çocuklarıyız. Her biri bir dağın başındaki, yazılarda­ ki yamaçlardaki köylerden, yoksul kasaba ve kent ailele­ rinden çıkıp geldik. A z okuduk, çok okuduk; ama okuyup akı karayı seçtik. Belki bugiin dünyanın en çok çile çeken öğretmenleriyiz... Fakat halkın halini de biliyoruz: İşçile­ rimiz çalışıp çabalıyorlar, ellerine geçen asgari gündelikler daha geçenlerde açıklandı; 14,5 lira ile 18 lira arasında değişiyor. Örgütleri var, Amerika’nın etkisi altında bir eği­ tim ve yönetim yaparak, hepsini ters yönde şartlandırıp uyutuyor... Köylülerimiz ki nüfusun % 72’sini meydana ge­ tirirler. Hemen hepsi de hâlâ çok ilkel bir tarımla uğraşır­ lar. Fakat % 90’ı toplam tarım gelirlerinin % ancak 48’ini paylaşırlar. Geri kalan % 52’yi ise % 10 kadar büyük ve büyüğe yakın çiftçi (yani ağalar) alır!... Onlar su yerine ağu içen, onlar yunusu biçare, baştan ayağı yare... Sınıflı bir toplumda ve dünyada kimden yana olduğumuzu sap­ tamak bizim için zor değildir. Biz işçiden, işsizden ve köy­ lüden yanayız. Biz topyekûn sömürülen halktan yanayız. Bunun için de devrimciyiz. Devrimci olmanın ilk koşulu budur. Biz öğretmeniz, devlet memuruyuz, ama egemen sınıf­ ların uşağı ve çocuk avutucusu değiliz. Ulusumuz, elimize 6 517 802 öğrenci vermiş. Onları okutalım diye yoksul bütçesinden bir yılda harcadığı para 3 milyarı aşkındır. Gerçi bu para hem çok azdır, hem de çoktur. Bu kadar parayla, bu kadar toplumsal zorunluklarla kimden yana ol­ duğumuz ve ne yapacağımız apaçık önümüze serilmekte­ dir. Biz, içerdeki egemen sınıfların; ve onların dışardaki eklentilerinin yüce çıkarları için halkın gözünü külleyici, tutucu, uyutucu bir eğitimin uygulayıcıları olamayız. Dü­ şüncelerinde içtenliğe ermiş, çağdaş toplumbilim ve ekono­ mi politik açısından sınıfının bilincine varmış hiçbir öğret­ men, yüzyıllardır halkımızı iliklerine ve inançlarına kadar sömürmüş olan bir düzenle birlik olamaz! Halkımız, Mus­ tafa KemaFin komutluğunda başarıya erdirdiği Birinci Ulu­ sal Kurtuluş Savaşı’nı, tıpkı çağdaş ulusal kurtuluş savaş­ ları gibi tamamlamak ve devrimini başarıya erdirmek istek ve özlemindedir. Bizim başta gelen görevimiz; ona, İngil­ tere’nin ve Amerika’nın coğrafyasıyla, ineklerin ve sinekle­ rin anatomisini öğretmekten önce, geniş anlamıyla (politik bilinç) kazandırmaktır. Görevimizin ve halkımızla ilişkileri­ mizin özü budur. Türkiye’yi, Mustafa Kemal’in açtığı ışıklı yolda ve yönde üretim ve yönetim aşamalarına ulaştırabilmek için, egemen sınıfların kitap yasaklarıyla, bilgi sınırlamasıyla bugüne kadar «sır» gibi sakladığı bu bilinci halkımıza kazandırdığımız gün, dünyanın dönüşü değişecektir... Bizden içeriksiz, muhtevasız, sarı bir eğitim istiyorlar. Vaktiyle halkın sorunlarına sırt dönmüş Divan Edebiyatı gibi içi boş bir Divan Eğitimi tutturmamızı isti­ yorlar.. Ülkemizin en önemli işi olan politika ile uğraşma­ yı, dar bir anlama ve kapsama tıkarak onu herkesten kaçı­ ranlar, öğretmensiz, öğrencisiz, işçisiz, köysüz ve bucak­ sız bir «tek kale» oynamak istiyorlar. Bir avuç mutlu ve zengin azınlığın uğraştığı, nasıl bir politikadır bu?... Gi­ riştiğimiz «devrim için eğitim» eyleminde ne kadar haklı ve tutarlı olduğumuzu bugün tarih denizinde bazı gafil balıklar bilmesinler, zararı yok, o denizde halk da vardır, halk bil­ mektedir. .. Elin ağzı torba değildir, ipini çekip büzemeyiz. (Töstüler AmerikcFnın düşmanıdır. Onu koğup Rusya’yı getirecekler!). Buna kadar uzatıyorlar suçlamalarını. Bun­ ların kafası «Ya Amerika, ya Rusya!» şemasına göre çalış­ maktadır. İkisinden biri olmazsa biz adam olmayız gibi bir aşağılık duygusu içinde kıvranmakta olanların kafasıdır tam bu! Bu kafa Mustafa Kemal’in Sivas kongresinde yere ser­ diği manda kafasıdır... Devletin yönetiminde rol alacak olan yüksek öğrenim öğrencileri içinde işçi ve köylü çocuk­ larının oranı devede kulak kadar azdır. Gelecek yıllardaki kavgamız çok çetin olacaktır. Ülkenin yönetimi çalışan halkın hakkıdır. Eğitimi bir ticaret fırsatı sayanlarla, bun­ dan böyle soyut bir eşitlik için değil, «işçi ve köylü çocuk­ larına öncelik/» ilkesi için savaşacağız. Bu ilkeyi, bu hak­ kın sahibi olan halka en ince ayrıntısına kadar anlataca­ ğız... Biitün bu haksızlıklardan kurtulmanın, sorunlara çözüm getirmenin, bilimsel ölçülere ve çağdaş pedagojiye, ulusal çıkarlarımıza uygun, gerçekten milli bir eğitim hiz­ meti yapabilmenin baş koşulu, örgütümüz yoluyla meslek­ taşları birleştirmek, böylece yasama ve yürütme organları üzerinde baskı grubu olabilmektir. Bu zor iş, hepimizden bıkıp usanmaz bir direnç istemektedir...» Sendika Başkanı Fakir Baykurt’un Kongreyi açış ko­ nuşmasından aldığımız bu kısa bölümler, Tonguç ve arka­ daşlarının köyden getirebilmek için ömürlerini harcadıkla­ rı sesten örneklerdir. Bu, sömürülen, yönetime katılmak için hakkını ariyan bilinçlenmiş halkın sesidir. Köylü sını­ fı, Türkiye’de sesini duyurmaya başlamıştır. Köy enstitü­ leri girişimi başarılı olmuştur. Bu açış konuşmasından sonra okunan ve yukarıda özetlenmiş ana ilkelerden çıkarak, bütün eğitim ve öğret­ men sorunlarının incelendiği çalışma raporları eylemde il­ ke olarak «devrim için eğitim» sloganı ile sonuçlanmakta­ dır. Ana ilkelerde bu kadar tutarlı olan bu raporda yer yer, küçük de olsa bu ilkelerle tam bağdaşmıyan bazı bölümle­ rin de bulunması, raporun eleştirilebilecek yanıdır. Bu, bel­ ki de çeşitli bölümlerin çeşitli kişiler tarafından yazılmış ol­ ması ve sonradan da gözden kaçması sonucudur; pek önem­ li de değildir, raporun genel havasını değiştirmez, ama bu küçük noktayı da belirtmemiz gereklidir, örneğin şu bö­ lüm'221: «...Örgütlenmiş öğretmen gücünün ulusal kurtuluş ve kalkınma eyleminde öncülük rolii oynadığı, oynıyacağı görüşü doğru değildir. Öncülük, politik örgütlerin, yani par­ tilerin görevidir. Hiçbir sendikanın iktidara geldiğini, ya­ bancıları yurttan attığını, köklü reformları yaparak anti­ demokratik engelleri ortadan kaldırdığını, kalkınmayı ba­ şardığını bilmiyoruz. Bu eylemleri siyasal partiler halinde ör­ gütlenmiş, halk başarmıştır... Sendikalar bu eyleme bilinç ve eğitim katkısı yapmak suretiyle yardımcı olabilirler... Yürürlükteki kanunlar partilerle sendikaların organik ilişki­ ler kurmalarını yasaklamıştır... Bunlardan birisi, sendika­ lar, partilerin yan kuruluşlarıdır «görüşüdür». Sendikalar partilerin yan kuruluşları değildir. Bunun açık yada örtülü olarak benimsenmesi bir sendikayı ikiye, ya da üçe bölebi­ lir. Sendikalar, hele bizim sendikamız, halkı kurtuluş ve kal­ kınma amaçlarımıza doğru uyandırır ve bilinçlendirirken, bunu gelecek seçimler için değil, milletin geleceği için yap­ malıdır. Örgüt dışı hiçbir kurum ve merciden dolaylı do­ laysız direktif kabul etmemek suretiyle bağımsızlığını titiz­ likle korumalıdır.» Buradaki düşünler teker teker ele alındığı zaman doğ­ rudur, hele bunların yazılmasına yol açan nedenler bilinir, TÖS içerisindeki çekişmelerin önlenmesi, TÖS’ü yasalar önünde suçlu düşürebilecek davranışlardan korunulması amacıyla yazıldıkları düşünülürse bu davranış haklı da gö­ rülür. Ama yine de bütün rapora özelliğini veren o geniş devrimci görüşe, sendikacılık anlayışına gölge düşürebile­ cek, günlük çatışma ve koşulların gereği olan bu gibi dü­ şünler söylenmiyebilirdi. Bir başka örnek'23’: «...Halkımız bizden ne bekliyor öyle ise? Sanıyoruz ki, onun önüne düşiip, bütün ilişkileri temelinden bozuk bir düzeni bizzat değiştirmemizi mi? Acaba bizim değiştirdiğimiz düzen onun bildiği bilmediği bütün ihtiyaçlarım eşitlik ve adalet içinde karşılamaya ye­ tecek midir? Bizim için bu soruya da evet demek kolaydır. Herkes önceleri böyle demiş, ama bütün politik yetkileri kuşandıktan sonra dediklerini unutmuş, değişmiştir. Zaten biz böyle bir iyilik etmeye kalksak da halk inanmıyor ar­ tık. Okumuşun canı tatlı olur, bizim önümüze düşemezsiniz, diyor. Bizim halka yapabileceğimiz en gerekli hizmet, eğitim hizmetidir. Yeni bir eğitim, yenilikçi bir eğitim, in­ sanı değişiklikçi yapan, devrimci yapan bir eğitim. Uyandı­ ran, bilinçlendiren bir eğitim. Bu dünyanın «yalan» olmadı­ ğını kavratan, bu dünyada hakkının bu kadarcık olmadığını sezdiren, bu kadar yoksulluk ve geriliğin doğal olmadığını bildiren, gösteren, inşam eyleme yönelten bir eğitim. Dev­ rimi, düzen değişikliğini halkımız kendisi yapacak. Mec­ lislerimize gelip kendisi oturacak ve konuşacak. Bunu yap­ tıracak bir eğitim. Bu yüzden bizim halkla ilişkilerimizin temel amacı, bir eğitim ilişkisi, bir uyandırma ilişkisidir. ..» Yine teker teker ve soyut olarak doğru sayılabilecek bu düşünlerle, eğitimin amacım ve TÖS’ün görevlerini çok geniş bir açıdan ve çok etkin düşünerek anlattıktan sonra, bir öğretmen - halk ayırımı yapmak, bu etkinliği azaltıyor ve açıyı daraltıyor. Köy enstitülü öğretmen halkın dışında mıdır? Halktan ayrı mıdır? Kendisi de halk değil midir? Bir üçüncü ömek olarak04*: «...Son zamanlarda par­ lamentoya getirilen ve daha sonra geri çekilen bazı anti­ demokratik kanunlar, mahkeme kararı ile vatana ihanetten hüküm giymiş olanların affı etrafında çok güvenilen çevre­ lerle eskiden beri güvenemediğimiz çevrelerin işbirliği yap­ mış olmaları gençlere ve kamuoyuna pek çok şey öğretmiş­ tir. ...Bu arada güvenilen kişilerle çevrelerinin insanı hay­ rete sürükliyen davranışları da, gerçeklerin bütün çıplaklı­ ğıyla görülmesine engel olmaktadır... t, B u bölümde «çok güvenilen çevreler», «güvenilen kişilerle çevrelerinin» gibi iki deyimlemeye değinmek istiyoruz. TÖS raporunun ge­ nel havasım veren, onu değerli yapan, toplum - bilimsel ve ekonomi politik açısından bakınca, raporu yazanların bu sözleri ana ilkelerine uygunsuz düşmektedir. O açıdan, on­ ların da o «çevrelere» ve «kişilere» hiç güvenmemeleri gerekirdi. Aynca bu şekilde bir yanlış değerlendirmedn hareketle, kendilerinin sendika - siyasal parti ilişkileri konu­ sundaki kamlarına da uymayacak bir ön - bağlantıyı be­ lirlemenin hiç gereği yoktu. Bu küçük uyarma ve eleşürileri rapor üzerindeki çok olumlu kanımızı bir kere daha belirterek yapıyoruz. Bu küçük çelişmelerin belirtilmesini görev sayıyoruz. Bunların hoşgörü Ue karşılanmasını dileriz. Bir çeşit kendi kendini eleştiri olan bu gibi uyarmaların 1960’dan sonra yapama­ masından köy enstitüleri sorununa ne kadar zarar geldiğini TÖS yöneticileri de bilirler. Oysa ki, kendi kendini eleştiri, köy enstitüsü sisteminin başlıca ükelerinden biri idi. Raporda, öğretmenin bilinçlenmesinin köy enstitüleri yoluyla olduğu şöyle anlatılıyor*25': «.. .İşçi ve köylü çocuk­ ları yıllar boyu... halk gibi aldatıldılar. Köy enstitüleri de­ nemesi bu kandırmacayı ve oyunu sahneye koyanlarla, oynıyanları biz köylü çocuklarına açık seçik anlattı. Bundan sonrası için Anayasa ve İnsan Hakları Evrensel Bildirisi­ nin bize tanıdığı hakları santim santim ve adım adım kul­ lanarak hedefimize varacağız. ..» Çalışma raporunda öğretmen yetiştirme sorunu ince­ lenirken köy enstitüleri konusunda özetle şöyle söylenmek­ tedir*26'; bunları da köy enstitülülerin 1969’da köy enstitü­ leri konusundaki düşünlerini, anlayışlarını belirtmek bakı­ mından buraya alıyoruz: «...B u sayılar köy enstitülerinin nicel yanıdır. Asıl önemli yam enstitülerin devrimci ya­ nıdır. Bu gerçeğin bazı çevrelerce iyi bilinmediği, yanlış değerlendirildiği gözden kaçmamalıdır. Biz burada köy enstitülerinin devrimci niteliği üstünde durmayı, dev­ rimci eylem için gerekli görmekteyiz. Köy enstitüleri daha (25) a.g .e. s. 103. (26) a-g-.e. s. 134, 136, 136. kuruluş dönemini tamamlamadan ve ilk mezunlarını verir vermez yıldırımları üstüne çekti. Sömürücü güçler hemen harekete geçerek türlii kararlarla önce sistemi bozdular, sonra da yıktılar. Doğal saymak gerekir bu olayı. Çünkü her düzen kendisini yaşatacak kurumlan kendisi getirir, biçim­ ler. Sömürü düzenleri eğitimi, sömürüyü sürdürme aracı olarak kullanır. Eğitimin bütün boyutlarıyla uygulanabil­ mesi, bu eğitimin üstüne oturacağı ekonomik ve sosyal ya­ pının değişmesine, yeniden düzenlenmesine bağlıdır. Yeni yapı kendi kadrosuyla kuramlarını birlikte getirir. Siyasal ve doğal çevreye egemen olacak kuşkuları yetiştirir. Yarı feodal yada kapitalist yapı üstünde devrimci eğitim rahat­ lıkla yapılamaz... Köy enstitüleri yukarıda örneklerini sı­ raladığımız kapıkulu yetiştirmeyi amaç edinen teokratik eğitim, yada klasik eğitim kurumlarına ters düşen devrimci eğitim kurumlarıydı. Devrimci eğitim insanın insanı değil, insanın doğayı sömürmesi ilkesine dayanan eğitimdir. İn­ san yerine doğayı sömürmek yeni üretim biçimi ve ilişki­ leri ile olur. Bu yüzden devrimci eğitimden geçen kişi, bozuk düzenin emrinde uşak değil, sömürüye baş kaldı­ ran, siyasal ve doğal çevreyi egemenliği altına alan, çevreyi bilinçli olarak değiştirebilen kişidir. Köy enstitülerinin kent­ lerin dışında kurulmuş olması önemli bir noktaydı. Kişi üstünde etkin olan çevre değişmezse kişi değişmezdi. Köy feodalitesiyle kent kapitalizmi dışında yapılan eğitim, bo­ zulmamış köy çocuklarının yeniden yaratılmasını sağlıyor­ du. Faşizmin dünyayı kana boğduğu dönemde köy enstitü­ lerinin başına geçen halk adamı İsmail Hakkı Tonguç ses­ siz ve kansız bir devrim savaşına girişmişti. Eğitimle üre­ tim, teori ile pratik kucak kucağa uygulama alanına kon­ muştu... Devrimci eğilim budur, ilericilik budur... Köy enstitüleri bir yandan halkın, bir yandan da kültürün kay­ nağına inerek, yıllar yılı çürüyen halk potansiyelini ortaya çıkarıyor, devrimci yöntemle derliyor, işliyordu...» Görü- yonız ki, enstitülü öğretmenin köy enstitülerini değerlendi­ rişi, 1960 hatta 1967’den öncesine göre, duygusallıktan uzak, toplumbilimsel ve sınıfsal açıdan olma yolundadır. ■ Öğretmen Kimdir? Raporda «Öğretmen Kimdir?» başlığı altında da şu ilginç satırlar var(27): «...Dünya görüşü bu olan devrimci ve ilerici öğretmenlerin bir araya gelmesi ile kurulmuş olan TÖS de tabandan gelme eğilime uyarak üyelerinin kişisel çıkarlarından çok, yurt sorunlarına eğilmeyi yapısının ge­ reği saymıştır. (Yazarın notu: Gerçekten de çalışma rapo­ runda, bu sorunlara geniş ölçüde değinilmiştir: örneğin halkla ilişkiler, başka örgütlerle ilişkiler, anlatıldıktan son­ ra, yurt sorunları ayrı bir bölüm olarak ele alınıyor ve genç­ lik ve üniversite, tarım politikamız, toprak reformu, sağlık davamız ve ilaç rezaleti, doğum kontrolü, dil devrimi, gi­ bi konular geniş olarak, ana ilke ve görüşün ışığı altında inceleniyor, açıkça görüş ve kanılar belirtiliyor). Halkın içinden gelmiş ve halkın gerçeklerini iyi bilen insanlar olarak, daha iyi beslenmeye, daha iyi meskenlerde barına­ rak, daha iyi giyinmeye çalışmadık. Halk gibi beslendik, halk gibi barındık, halk gibi giyindik... Halkı varlıkla yok­ luk, açlıkla tokluk sınırında çabalıyan Türkiye’nin bozuk düzenine oturaklı ve kravatlılar bir yenilik, bir çözüm ge­ tiremediler. Sorunlarımıza çözüm getirecek kuşakları biz yetiştiriyor, biz eğitiyoruz. Biz onlara kişisel çıkarlarının ve oturaklı kişi görünmenin önemli olmadığım, insan ola­ nın öncelikle halkı sevmesi ve onun sorunlarına çıkar yol araması gerektiğini öğretiyoruz... Kılığı kıyafeti ve yaşan­ tısıyla halka benziyen tek tutarlı grup biziz, biz halkız... Biz, aldığımız 600 lirayı bile kuru ekmekle doyunan hal­ kımızın karşısında gönül rahatlığıyla yiyemiyen, lokmaları (27) a.g .e. s. 138, 139. boğazında düğümlenen gerçekçi halk çocuklarıyız. Taban­ dan ve halkın içinden geliyoruz, köylerde vazife yapıyo­ ruz... Öğretmen halk çocuğudur. Çünkü ağalar, işbirlikçi­ ler, patronlar uzun yıllardır, para getirmiyen, insanı büyük şehirlerin lüks apartmanlarında, yaz gelince Avrupada yada Boğaziçinde yaşatmıyan bir mesleğe tamah etmediler. Sevgili evlatlarını öğretmen okullarına gönderip öğretmen yapmaya kıyamadılar. Bundan dolayı öğretmen okullarına biz dolduk. Biz ilkokulu, ortaokulu bitirdikten sonra baba­ sının evinde yiyecek ekmek ve giyecek elbise bulamayan ezilmiş halk çocuklarıyız, öğretmen olduktan sonra geldi­ ğimiz ortamın sorunlarını unutmadık. Bu sorunların için­ de yaşadık... Türkiye’de 1960’dan bu yana insanı iyi tar­ tan bir ortam kurulmuştur. Halk da, köylü de, öğrenci de, işçi de artık hem yöneticileri, hem bizi iyi tanıyor. Kamuoyunun şaşmaz terazisinde tartıldığımız zaman biz ağır basarız. Bunu bilmiyorlarsa öğrensinler. Bugün öğrenmezlerse yarın çok daha güç koşullür içinde nasıl olsa öğrenecekler... Biz sınıfsal yerimizi halkımızın ara­ sında ve yanında görüyoruz. Yerimizden ve sınıfımızdan memnunuz. Biz emeği ile geçinen emekçileriz. Bundan do­ layı da emekten yanayız. Paranın yoğunlaşmış emekten başka birşey olmadığını bize öğretmediler ama, biz biliyo­ ruz. Bu kadar çalıştığımız halde paramızın neden olmadığı­ nı da anlıyoruz artık. Bugüne kadar emeğimizi çalıp bizi çocuk bakıcısı gözüyle görenler, çocuklara ABC öğretme­ nin ötesinde işlerine karışmamamızı arzu edenler, çağımız­ da yenik düştüler. Biz çocuklarımıza herşeyi öğretiyoruz. İç ve dış sömürünün çarklarının nasıl çalıştığını, sabah­ tan akşama kadar çalışan işçilerin neden aç olduklarını, öğ­ retmenlerinin niçin oturaksız kişiler olduğunu ve oturaklı­ ların nereden geldiğini yeni kuşaklar iyi biliyorlar. Üniver­ sitede reform isteğinin tabanında bu yatıyor... Tarihi gö­ revimizi en güç koşullar altında bile başaracak, Türkiye’yi kurtaracağız■■■ Biz eğitimi geleceğin Türkiyesini hazırla­ mak için en olumlu yatırım alanı olarak görüyoruz. Bütün bu sıkıntıya bundan katlanıyoruz. Türkiye’yi kuracak kad­ roları parasız, pulsuz ve oturaksız kişiler olarak yetiştiri­ yoruz...» Ve rapor, gelecek konusundaki şu gerçekçi düşünlerle sona eriyor(2i): «İki üç yıldır yüze çıkan belirtilerden an­ lıyoruz ki, 1969 seçimlerinden sonra ülkemiz daha kritik bir döneme girecektir. Devrimci bilgisi ve bilinci yükselmiş gençlik ile gün geçtikçe uyanan emekçi halk kitleleri yüzyıl­ lardır alınmamış haklarını elde etmek için ağırlıklarını iyice duyuracaklar, onların bu etkinlikleri, çaresizlik ve bu­ nalım içinde olan egemen sınıfları hırçınlaştıracaktır. Ta­ rih sahnesinden çekilmesi gereken bir sınıfın, elindeki poli­ tik yetkileri emekçi sınıflara devretmesi kolayca başarıla­ cak bir dönüşüm değildir. Eskimiş sınıflar direnecek ve yönetime aday olan sınıf ve tabakalar birçok zorluklarla karşılaşacaklardır. Bu yüzden zaman zaman idarenin ve bütün egemen güçlerin iç ve dış ittifaklarıyla faşistleştiğini göreceğiz. ■■ Bunun için ilk yapılacak iş örgütümüzü sağ­ lamlaştırmak ve sağlama bağlamaktır. Sağlamca tutunma­ dan ve yerleşmeden hiçbir ilerleme sağlanamaz. İki seferdir başı koparılan bir örgüt için bunun etkin çarelerini ara­ mak bir zorunluktur. Bunun çaresi kendimizde ve halkımızdadır. Halkın bilinçli desteğini sağlamış öğretmenlere ve onların örgütüne kimse dokunamaz...» En ileri şekil ve sonuçlarını TÖS’de bulan örgütlenme çalışmaları, 1960 - 1969 döneminde, daha önce kurulmuş örgütlerin de çalışmalarını sürdürmeleri şeklinde sürüp git­ miştir. Bunlardan bazıları, yöneticilerinin siyasal kişisel çıkarlar beklemiyen tutumlarıyla, T. Öğretmen Demekleri Milli Federasyonunun bu nedenlerle gücünün ve soluğunun kesildiği günlerde, daha ilerici, daha dürüst bir tutumla iti- ci güç rolü oynamışlar, Federasyonu da kendi kendisini dü­ zeltmeye itmişlerdir. Bunların arasında öncelikle merkezi İsparta’da bulunan Göller Bölgesi Köy öğretmenleri Derne­ ğini ve merkezi İzmir’de bulunan Köy öğretmenleri Fede­ rasyonunu saymak gerekir. Enstitülülerin yayın ve örgütleme çalışmaları dışında, köy enstitüleri konusuyla geniş olarak ilgilenmiş Yön, Ant, Türk Solu, Farum, Yeni Ufuklar gibi dergileri burada ha­ tırlatmak isteriz. Bunlara daha birçok isimler eklenebilir. ■ Sosyalist Türkiye Kitap yayını olarak, yine enstitülülerin dışında belirt­ mek istediğimiz bir yayın, Ali Faik Cihan’ın «Sosyalist Türkiye» kitabı clacaktır(29). Bu kitapta köy enstitüleri ko­ nusunda şu düşünler vardır: «...Eğitimin maddi uygarlığı yaratma terbiyesi olduğu gerçeği Kemalizmin bünyesinden çıkmıştır. İş içinde, iş vasıtasıyla, iş için terbiye köy enstitüleri sisteminde uygulanan temel ilkelerdir. Bu il­ keler varlığın esasını ruh ve fikirden önce varlığı mad­ de ve devinimde gören maddeci anlayışa dayanır. Uygarlık maddi bir değişimdir, öğrenilmeden önce yapı­ lır...» gibi bir girişle yazar temel felsefeyi kendisine göre açıkladıktan sonra şöyle der: «...Toplumcu eğitimin esası 1. Hakkı Tonguç'un uygulamaya giriştiği, fikir ve esasları­ nı koyduğu köy enstitüleri sistemidir. Her Türk köyü bir eğitim enstitüsüdür. Kurulacak yeni ve büyük köyler Anadoluda uygarlığın başlangıcı olacaktır. Okul, gerçek eğitim ortamı olan köydür. Eğitim, kalkınmanın ve geliştirilecek uygarlığın dürtücü bir kuvvetidir... Tarım ve endüstri eği­ timin içindedir. Onun içindir ki, eğitim genel yönetimin çe­ lişik bir kolu değil, onun tamamlayıcısıdır.. Toplumcu eği(M) S o s y a lis t T ü rk iy e , A li F a ik C ih an , D e v rim c i Y a y ın ­ la r K o o p e ra tifi, İs ta n b u l, s. 82, 83. timin öğrencisi tüm halkdır. Uygarlık yaparak öğrenecek, sonra yaptığını yorumlıyacak, yani uygarlık bilinci arta­ caktır... Eğitimin kendisi üretimi finanse edecektir. Artık köy kendi kendini kalkındırabilir...» Bu şekilde, köy ens­ titüleri konusu, yayınladığı zaman gürültü koparan,toplattı­ rılan, hakim olan yazarı yıllarca görevinden alman, mah­ kemeye verilen ve bu dönemde, sosyalist teorilerin Türki­ ye’nin gerçeklerine uygulanması ve stratejik amaçların sap­ tanması yolunda bir aşama olan bir kitaba ve o amaçlar arasına girmiştir. ■ «TIP Pogramı» Buna paralel ikinci bir önemli gelişim, Türkiye İşçi Partisinin programına köy enstitülerinin şu sözlerle alın­ mış olmasıdır*W): «...Türkiye İşçi Partisi köyü bütünü ile kalkındırabilecek inançlı elemanları aynı ülkü içinde yetiş­ tirmek amacıyla köy enstitülerini yeniden kuracaktır. Tür­ kiye İşçi Partisi, köy enstitülerinin köyde eğitim meselesini çözmek için memleket gerçeklerine en uygun ve yüzde yüz milli bir çözüm yolu olduğuna inanır. Yeniden kurulacak bu enstitülerde eskiden olduğu gibi iş eğitimi, demokratik eğitim, eşine eğitim ilkeleri uygulanacak ve bu okulların, bölgelerinin meseleleriyle ilgilenen, onlara çözüm yolları ari­ yan kurumlar olmaları sağlanacaktır. Köy Enstitülerine öğ­ retmen yetiştirmek amacıya aynı ilkelere uygun olarak öğ­ retim yapan bir Yüksek Köy Enstitüsü kurulacaktır...» Böylece ilk defa olarak, önemli ilkeleriyle ve adı belirtile­ rek köy enstitülerinin kurulması bir siyasal partinin progra­ mına girmiş bulunmaktadır. Bu arada enstitülerin kuruldu­ ğu çağda iktidarda bulunmuş CHP’nin durumuna değinmek ilginçtir: Ortanın solu hareketi başladıktan sonra bile ve(30) T ü rk iy e tş ç i P a r t is i P ro g r a m ı, E r s a M a tb a a c ılık , İ s ­ ta n b u l 1964, s. 138. rilen demeçler, programlar,seçim bildirileri v.b. gibi yayın­ larda, köy enstitülerinin adının geçirilmemesine özellikle dikkat edilmekte, bazen, herhalde kaçınılmaz olduğu anlar­ da köy enstitülerinin bazı ilkeleri, o da, köy enstitülerinin ilkeleri olduğu belirtilmeden, benimseniyormuş gibi gös­ terilmektedir. CHP’ııin ortanın solu hareketinin ana ilke­ lere uyan bir iç yapıyı hâlâ kazanamamış olmasını, hâlâ süren ikircikli davranışını göstermesi bakımından bu dav­ ranış ilginçtir. ■ <Türkiye’de Eğitim Sorunu ve Sosyalizm» İşçi Partili Milletvekili Yusuf Ziya Bahadınlı tarafın­ dan yayınlanan bir kitapta da köy enstitülerine geniş öl­ çüde değinilmektedir01*: «...Tarihte Türk çocuğuna ilk kez bir fırsat çıkıyordu. Bu fırsatı sonuna kadar yurt sa­ vunmasındaki bir erin duygululuğu içinde kullanmak ge­ rekliydi... Bu tarihsel fırsatı köylü olarak, halk olarak bir yere kadar kullandık, hakim sınıflar bu fırsatı elimizden alana kadar. Bu durum pek açık bir gerçekken bu gerçeği bir faşist davranış olarak niteliyen sosyalist yazarlarımız çıktı...» sözleriyle bazı sol aydınların köy enstitüleri ko­ nusundaki eleştirilerine çatan yazar, Kemal ta h ir ’in «Boz­ kırdaki Çekirdek» romanından bazı bölümleri düşüncesi­ ne örnek olarak göstermekte, ve şöyle yazmaktadır: «...Binlerce köylü çocuğunun emeği, alın teri ve bilgisi, hayatı boşa harcanmamıştır. Çünkü köy enstitülerinin temelinde yatan şeyin, halk ve emek’in sözü ediliyorsa köy odalarında bugün ve köylümüz halk olmanın, eme­ ğin bilincine varıyorsa bugün, bunda köy enstitülerinin payı vardır. Sınıf kavramı biraz da köy enstitüleri ha­ reketiyle yurt düzeyine yayılmıştır... 1968’lerde Çin’de, (3i) T iirk iy ed e E ğ itim S o ru n u ve S o sy alizm , Y u su f Z iy a B ah a d ın lı, H ü r y ay ın ev i, A n k a r a 1968, s. 44-55. Fransa’da, Amerika’da, Türkiye’de ve pekçok ülkede bütün dünya gençliğinin elde etmek istediği şeylerden bazıları 25 yıl önce köy enstitülerinde uygulanmak­ ta idi...» Bundan sonra köy enstitülerinin bazı özellik­ lerini ve yıkılışı anlatan yazar, Tonguç’un bazı düşünlerine değindikten sonra, şöyle diyor: «...Açınız sosyalizmle ilgi­ li kitapları, açınız Türkiye İşçi Partisi’nin programını, açı­ nız Mehmet Ali Aybar’ın (Bağımsızlık, Demokrasi, Sos­ yalizm) adlı kitabını, Tonguç’u bulacaksınız hepsinde. Tonguç ne teoride, ne de pratikte yanılmamıştır... Tonguç sosyalistti. Sosyalist olduğu için de gerçekçi idi ve ayakla­ rını toprağa sıkı basıyordu. Serüven peşinde değildi, ne yapabilecekse onu yapmaya çalıştı...» ■ Türkiye’nin Düzeni Doğan Avcıoğlu da «Türkiye’nin Düzeni» kitabında köy enstitülerine değinmiştir0” . «...K öy enstitüleri köy bir­ likleri, kombinaları, kooperatifler ve toprak reformu çer­ çevesinde bu teşebbüsü hayata geçirecek olan gerçekten devrimci ve orijinal bir hareketti. Burada köy enstitüleri­ nin büyük değeri üzerinde duracak değiliz...» dedikten sonra, köy enstitülerinin bazı niteliklerine ve köy enstitü­ lerine karşı gelen tepkilere değinen yazar, «...toprak re­ formu gibi köy enstitüleri de aşağıdan henüz hissedilir bir tepki gelmeden kurtuluş savaşının milliyetçi - devrimci kad­ rosunun güçlü hakim sınıflar aleyhine giriştikleri şerefli bir devrim hareketidir. İnönü ve etrafındaki milliyetçi - dev­ rimci kadro, Milli Şefin, Türk milletine bırakacağım iki eserden biri, demesine rağmen bu konuda da yenik düş­ müştür. ..» OD T ü rk iy e ’n in D üzeni, D o ğ a n A vcıo ğ lu , B ilg i y a y ın ev i, A n k a r a 1968, s. 238, 239. Bu birkaç örnekten görüldüğü gibi, ilerici aydınlar, 1960’dan sonra köy enstitüsü konusu ile yakından ilgilen­ mişlerdir, örnekleri çoğaltmıyoruz. Varılan sonuçlar büyük çoğunlukla olumludur. ■ Genç Kuşağın Eleştirileri Bu olumlu sonuçlara rağmen, 1960’dan sonra köy enstitüleri düşünü tabu olmaktan kurtulup kamuoyunun malı olurken, zamanla ilerici aydınların kafasında bazı şüpheler, doyumsuzluklar, karşılıksız kalmış sorular be­ lirmiştir. 1960’dan sonraki siyasal büinçlenme çok hızlı ol­ muştur. Daha sonra üzerinde duracağımız nedenlerden ötü­ rü, köy enstitülüler, bu hızlı siyasal bilinçlenmeye ayak uyduracak şekilde köy enstitülerinin yeni siyasal kavram ve gereklere göre yorumunu yapamamışlardır. Bu, köy ens­ titüleri konusunda düşün hayatımızda bir boşluk yaratmış­ tır. Bu boşluğu, yanlış yorumlarıyla konuyu bilmiyen, in­ celemek çabasına da girmiyen, geçen bölümde değindiği­ miz bazı sol aydınlar doldurmuştur. Bu durumun sonucu olarak, şüphe, doyumsuzluk ve yanlış anlamalan daha da kolaylaştıran koşullar ortaya çıkmıştır. Sosyalist düşün­ lerin ve formüllerin çekiciliği altında ileri sürülmüş bu yan­ lış yorumlar, özellikle bir kısım genç aydınlan, yeni kuşak­ lan ve hatta bazı köy enstitülüleri etkisi altında bırakmıştır. Böylece, kanımızca 1960’dan sonra, özellikle 1967 - 1969 yıllannda, köy enstitüleri konusunun bazı yanlış yorumcu­ lar tarafından ilerici akımların dışına itilmesi tehlikesi belir­ miştir. Ama bu tehlike çok sürmiyecektir, sürmemiştir. Enstitülüler, 1960’dan hemen sonra girişmeleri gereken ça­ lışmaya yavaş yavaş girmektedirler. Soruna bakış açılannı, yorumlannı, amaçlarını, eylemlerini gelişen siyasal bilinç­ lenmeye, toplumbilim kurallara göre ayarlamaya başlamış­ lardır. TÖS’ün çalışma raporu, İmece dergisinin 1969 yılı ortalarından sonra girdiği yön, bu bakımdan önemli atılımlardır ve umut vericidir. Ayrıca, yeni yetişen kuşakla­ rın, üniversite öğrencilerinin, haksız ve yanlış yorumları doğrularından ayırt edebildiklerini gösteren belirtiler de var­ dır. Ama aynı gençler ve öğrenciler, köy enstitülülerin so­ runu ele alışlarındaki tutumu da haklı olarak kınamakta­ dırlar. Daha az duygusallık, daha az anı, daha az edebi­ yat, daha çok bilimsel bakış, daha çok yeni düşün ve öneri istemektedirler. Daha kısası, konunun toplumbilimsel açı­ dan yorumunu istemektedirler. Enstitülüler bunu yapmak zorundadırlar. Bunu yapacak ciddi çalışmalara girmiyecek olurlarsa, konuyu bayatlatırlar, eskitirler. Köy enstitü­ leri sorununa toplumbilimsel, maddeci bir dialektikle bak­ mak zorundadırlar. Ahlı vahlı, anili, şiirli, ağlamalı, dövünmeli törenlerin, yazıların çağı geçmiştir. Bunu daha 1961 - 1962’lerde çok söyledik, ama dinletemedik. Kolay yolu tutmak yüzünden kaybedilen en az beş yıldır. Türki­ ye’deki siyasal bilinçlenmenin başdöndürücü bir hızla geliş­ tiği, durgun çağların otuz yılına bedel bir beş yıldır bu! Bu söylediklerimizi doğruluyan, yeni kuşağın haklı dileklerini ve soruna nasıl gerçekçi bir açıdan baktığını gös­ teren bir konuşmanın bazı bölümlerini aktaracağız. Son yıl­ larda genç kuşak, buna benzer çok konuşmalar yapmış işe bilimsel açıdan bakmanın gereğini defalarca belirtmiştir. Bu örnek, ayrıca genç kuşağın, öyle körükörüne yanlış yo­ rumcu aydınların etkisinde kalmadığını göstermesi bakı­ mından da ilginçtir. Genç bir üniversiteli, köy enstitüleri konusunda, yıllar yılı usta marksist geçinmiş nice kişiler­ den çok daha doğru yargılara varabilmektedir; bu umut vericidir. Bunlar dar görüşlü solcuları aşmışlardır. Türki­ ye’nin ve ilerici akımların geleceği bakımından bu önemli bir gelişimidir. Genç bir üniversite öğrencisi, Dursun Bila, bir tören­ de köy enstitüleri konusunda şöyle konuşuyor'33’: «...Bilin­ diği üzere insanlık tarihi sosyal mücadeleler tarihidir. Tarih sahnesinde cereyan eden bu mücadelenin oyuncuları sos­ yal sınıf, tabaka ve zümrelerdir. Tarihi akış içerisinde üre­ tim biçiminin gerektirdiği devrim aşamalarında kimi sı­ nıflar tarihin motoru olur, devrimci görevi yüklenir. Kimi sınıf ve .tabakalar da tutucu olur, tarih tekerleğini geri çe­ virmeye çalışırlar. Bu süre içerisinde mücadele bu sınıf ve tabakaların liderlerini çıkarır ortaya. Bu devrimci, inançlı ve cesursa, kendini kavgasına verdiği devrime adamış ise tarihe damgasını vurur, unutulmaz bir isim olur...» Bun­ dan sonra Tonguç’un kişiliğine olumlu açıdan değinen ko­ nuşmacı, köy enstitülerini kuranların onu aynı zamanda yıkanlar olduğunu belirterek şöyle demektedir: «...O hal­ de sorun kişileri çok aşmaktadır ve sınıflar arası kavganın bir ürünü ve sonucu olarak ele alınmak icap eder... Çün­ kü köy enstitüleri bir noktadan sonra günün hakim sınıfla­ rını rahatsız etmişti. Nitekim bu eserin mimarlarından Tonguç, bütün varlıkları ve hayat imkanlarını saklıyan kö­ ye, halka dönmek, bu tükenmez kaynaktan kuvvet, ilham ve fikir almak, temele dayanmak ve bu mukaddes varlığı teşkilatlandırarak ona devletin bünyesinde hakiki yerini vermek amacındaydı. O halde köy enstitüleri bir devrimi değil, fakat devrim için eğitimi ifade eder. Elbetteki bu gi­ rişim sömürücü sınıfları rahatsız edecekti. Nitekim iç ve dış şartların zorlaması ile Amerikan emperyalizmine avuç aç­ ma politikasını benimsemiş olan zamanın iktidarı ve Milli Şef bu büyük eseri yerle bir etti. Peşinden gelen DP iktida­ rı ki, kendini sosyalist zanneden bazı zavallı popülistlerin (33) D u rsu n B ila, S iy a s a l B ilg ile r F a k ü lte s i ö ğ re n c isi v e F ik ir K u lü p le ri F e d e ra s y o n u ü y e si, 23. h a z ir a n 1969’d a, S iy a s a l B ilg ile r F a k ü lte s in d e y a p ıla n T o n g u ç ’u a n m a to p la n tıs ın d a y a p tığ ı k o n u şm a . A y n c a TÖS g a z e te s in in 5 te m m u z 1969 g ü n k ü s a y ıs ın d a d a yay ın lf ljım ı ş t ı r . gözünde bu iktidar değişimi sözüm ona bir devrimdir, köy enstitüleri ve onun mimarlarının isimlerini de yok etti... Köy enstitüleri denemesinin öğrettiği bir gerçek de şudur: Köylülerin kurtulması yalnızca bir eğitim meselesi değildir, bir devrim meselesidir. Ancak eğitimin devrim mücadele­ sindeki rolü de inkar edilemez. Devrim, eğitim ve sınıfsal bilinçlenme karşılıklı ilişki içerisindedir. Zaten Tonguç’un büyüklüğü de bu gerçeği kavramasında, bunu bilerek ey­ lemde bulunmasındadır. Buralardan varacağımız sonuç şu. dur ki,, köylülerin kurtulması ancak devrim ile mümkün­ dür. Ne köy enstitüleri, ne de 27 Mayıs hareketi devrim de­ ğildir. İlerici, radikal girişimlerdir. «Devrm bir üretim biçiminden daha ileri bir üre­ tim biçimine geçiştir. Eğitim ancak devrimin yapılmasını yaklaştırabilir. Süreci hızlandırabilir. Bütün bunlar gösteri­ yor ki, Türkiye halkının kurtuluşu, halkın devrim yapması ile mümkündür. Yani Türkiye’nin milli demokratik bir ülke olmasıyla mümkündür. Bunun dışındaki girişimler po­ pülistçe girişimler olmaktan öte bir anlam taşımazlar... Ta­ rihin akışı durdurulamaz... Tonguçlar tükenmemiştir. O Tonguçlar ki Anadoluda fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirme çabasındadırlar... Ve bu kavga meyvalarını vermeye başlamıştır. Onların yetiştirdiği genç nesil bütün zorluklara göğüs gererek, polis kurşunu ile vurula­ rak, ama yılmadan bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi vermektedir... Verdikleri kavga işçinin - köylünün kavga­ sıdır. Mustafa Kemal’in, Hasan-Ali’nin, Tonguç’un müca­ delesidir... Bu durumda, devrimci kuruluşlara düşen gö­ rev, yalnızca salonlarda anma törenleri ile yetinmek değil, tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye’nin yaratıl­ ması kavgasına tüm gücüyle ve inançla katılmaktır. A ta­ türkçülük budur, Tonguç’u anmak budur, gerçek halkçılık budur. Ve bu kavgada aydın zümrenin, özellikle gençlik ve öğretmen örgütlenin sorumlulukları büyüktür. Kanımca TÖS, T. Öğretmen Dernekleri Federasyon gibi örgütlere düşen görev, siyaset sahnesine çıkmak, siyaset dışı kalma aldatmacasına kanmamaktır. Etkin baskı grupları olarak yılmadan, usanmadan Anayasanın tanıdığı bütün direniş metodlarına başvurarak bu kavgada yerlerini almaktır. So­ runları sınıfsal gözle incelemeli ve onun gerektirdiği müca­ deleyi vermelidirler. Tonguç’un izinde fiilen devrim için eği­ tim görevini yerine getirmelidirler. Biz gençler olarak iz­ lerinde yürüdüğümüz, kolkola mücadele verdiğimiz dev­ rimci öğretmenlerin, bu mücadelede kendilerine düşeni Ton­ guç misali yerine getireceklerine eminiz ve onlara inanıyor ve güveniyoruz. Bir büyük şairimizin dediği gibi: Ölenler döğüşerek öldüler, güneşe gömüldüler. Vaktimiz yok onların matemini tutmaya. Vaktimiz varsa eğer, tüm gücümüzle emperyalistlerin, işbirlikçilerin, uşaklarının ve çirkin politikacılarına üzeri­ ne...» Dursun Bila gibi genç aydınların düşünlerine, eleştiri­ lerine önem vermek gerektiği kanısındayız. Çünkü onlar, 1960’dan sonra köy enstitülülerin çabalarında noksanlığı duyulan noktalara dikkati çekmektedirler. 1960’dan sonra köy enstitülüler, kavgalarının anlatıl­ masında, yorumlanmasında niçin gecikmişlerdir? Çok hızlı gelişen siyasal bilinçlenmeye neden ayak uyduramamışlar, ancak 1968’den sonra bu yola girebilmişlerdir? Bu sorula­ rın karşılıkları incelenmeye değer. ■ Duraklama Nedenleri ve Eski Yöneticiler Köy enstitülü öğretmenlerin sosyalist öğretiyi 1960’dan sonra çok kısa bir sürede öğrenebilmeleri ve özel te­ rim, deyim ve sözcüklerle konuşabilmelerini geciktiren bi­ rinci önemli etken, eski köy enstitüsü yöneticilerinin duru­ mudur. 1960’dan sonra kısa bir süre içinde Yücel’in ve Tonguç’un ölümleri, köy enstitüleri akımının düşün yönün­ den başsız kalmasına yol açmıştır. Daha önce köy enstitü­ lerinde çalışmış olan yöneticilerin ve özellikle müdürlerin durumu ise incelemeye değer. Hem enstitülerde çalıştıkları dönem bakımından, hem de 1960’dan sonraki davranışları bakımından böyle bir inceleme bizi ilginç, ve şimdiye kadar üzerinde durulmamış bir takım sonuçlara, gözlemlere gö­ türür. Bu konuda doğru yargılara varabilmek için, işe baştan başlamak, kuruluş yıllarında köy enstitülerinin yönetici kad­ rosuna ve bu kadronun düşün ve inanç içerikliğine bak­ mak gerekir. Bir çeşit aşırı keıfdi kendine eleştiri demek olan böyle bir inceleme bugüne kadar yapılmamıştır. He­ men başlangıçta söyliyelim ki, köy enstitüsü yönetici ve öğretmenlerinin kuruluş çağındaki büyük hizmetlerini yad­ sıyacak değiliz. Noksanlığını aradığımız şey, bu yöneticile­ rin 1960’dan sonra, kendilerine düşen öncülük görevini ni­ çin yapamadıkları, bu yetersizliğin köklerinin neler olduğu­ dur. Konuyu inceliyen her kişi, başta Tonguç olmak üzere, onların kuruluş çağındaki hizmetlerini değerlendirmiştir, örneğin Tonguç «Canlandırılacak Köy» kitabında, «Köy Enstitüsü Öğretmenleri» başlığı altında onların insanüstü çabalarını belirtmeye çalışmıştır04*: ...15. 10. 1946 tari­ hinde 620 öğretmenin köy enstitülerinde görevli olduğunu söyledikten sonra, «..enstitülerde elde edilen başarıların bü­ yük payı bu kurumlarda birçok zorlukları göze alarak çalı­ şan fedakâr öğretmenlere aittir...» der. Bundan sonra öğ­ retmenlerin çalışmalarını anılara da dayanarak anlatarak şunları yazar: «...Enstitülerde çalışan öğretmenlerin % 90'ı (34) C a n la n d ırıla c a k K öy, 1. H a k k ı T onguç, R em zi K ita b ­ eyi, İB tanbul 1947, s. 602-609. yukarıda hatıraları yazılı meslektaş gibi çalışmıştır. Köy enstitülerinde çalışma ölçüsünün ne olduğu bu yazıda gös­ terilmiştir. Böyle iş görenler nereden mezun olurlarsa ol­ sunlar bu kurumlarda tutunabilirler .. .Eğer onların bu ola­ ğanüstü gayretleri, fedakârlıkları olmasaydı köy enstitüleri kurulmaz, canlı birer karakter alamazlardı. Enstitü öğret­ menlerinin içinde ülküye bağlı olmıyanlarm sayısı pek az­ dı. Onun için bu gibiler genel gidişe ve gelişmeye engel ola­ mıyordu...» Aynı şekilde Kirby de «Enstitü Direktörleri» başlığı altında05’ şöyle bir değerlendirme yapar: «...Ensti­ tü direktörlerinin yepyeni çeşitte idareciler olduğunda, ens­ titülerin dostları da düşmanları da birleşirler. Tonguç’un ve enstitülerin kendilerine yüklediği önemli ödevlerin zor­ laştırdığı şartlar altında onların böyle yeni tip adamlar haline geldiğini görmek mümkündür. Bu başarılı direk­ törleri meydana getiren birinci unsur, insiyatifsizliği, hare­ ketsizliği, hiyerarşi istibdadını yaratan, meşrulaştıran temel­ lerin ortadan kaldırılması olmuştur... Bu birinci unsur köy enstitüsü direktörlerinin ikinci bir özelliğine yol açtı: Za­ man ve paranın irrasyonel şekilde israf edilmemesine dik­ kat etmek zorundaydılar... Enstitü direktörlerinin kırtasi­ yecilik engellerini yenerek çalışmalarının üçüncü bir sebe­ bi, sadece başaramadıkları şeylerden sorumlu olacaklarını bilmeleri idi...» Doğru olan bu yargılar, bize göre enstitülerin ilk kuru­ luş dönemi olan, maddi koşulların yaratılması dönemi için tam olarak geçerlidir. ikinci döneme ki, 1946’ya doğru çalışmaların ağırlık noktası artık buraya kaydırılmıştır, asıl manevi enstitü ortamının yaratılması konusuna gelince iş biraz karışır. Tonguç’un yukarıdaki satırları biraz (yarıresmi) bir değerlendirmedir ve Kirby de daha başka kanıla­ ra varmasını sağlıyacak belgeleri görmemiştir. Ayrıca Ton(35) T U rkiyede K ö y E n s titü le ri, F a y K irb y , İm e c e y a y ın , la n , A n k a r a 1962, s. 204, 205. guç’un herşeyden önce eylemi ve taktik sorunları göz önün­ de tuttuğunu düşünürsek, 1946- 1960 gibi, bölünmelerin çok kritik ve zararlı sonuçlara yol açabileceği bir dönemde, onun yayınlanmış yazılarında, birlikte çalıştığı köy enstitü sü öğretmen ve yöneticilerini eleştiren bir tek satıra yer vermemesini daha iyi anlarız. Tonguç’la köy enstitüsü yöneticileri arasındaki yazış­ maların, sayısı birkaç yüzü bulan mektupların, belgelerin(36) incelenmesi sırasında ilk göze çarpan nokta, enstitü yöneticilerinin dünya görüşleri, ideolojileri, hatta enstitü­ lerin amaçları bakımından aynı görüş ve inançlarda ol­ madıklarıdır. Hiç açıklanmamış bu durum, kuruluş döne­ minde büyük zorluklar yaratmıştır. Maddi ortamın hazır­ lanması çalışmalarında bile, Tonguç’un bu uyarsızlığı gi­ dermek için nasıl çabaladığı, ne zorluklar çektiği böyle bir incelemede hiç şüpheye yer bırakmıyacak şekilde görül­ mektedir. Köy enstitüleri yöneticileri bütünüyle, klasik okul­ lardan yetişmiş, klasik bir eğitim almış, yönetici olduk­ tan sonra, eğitimi sırasında hiç düşünmediği bir takım so­ runlarla karşılaşmış, sorumluluk mevkiinde iken yetiştiril­ meye ve kendi kendisini yetiştirmeye çalışan, çağının en iyi, en işe yarar öğretmen kadrosu idi, Ama bütün bunlar, onların klasik eğitim almış oldukları gerçeğini değiştirmi­ yordu: Bu kadro kendi eğitildiği okulların ilkelerinin tam tersine ilkelerle yürütülecek okullar kurma işinde kullanıla­ caktı. Ortak bir yanları vardı: Duygusal, hatta romantik bir ülkücülük, ülkeye, halka hizmet ülküsü ve soyut bir halkçı­ lık ve köycülük inancı. Bu bulanık kavramlar, bazılarında ilerici düşün ve felsefelere açık bir düşün ortamı, bazıla­ rında da sağ milliyetçiliğe varan bir duygusal yapı hazır­ lamıştı. Tonguç, onların ortak özelliğini kullanmaya çalış­ tı; o bulanık köycülük, halkçılık, vatana hizmet ülküsünü (36) Ö zel a rş iv . T o n g u ç la e n s titü m ü d ü rle ri v e ö ğ re tm e n ­ le r i a ra s ın d a k i çok s a y ıd a m e k tu p la r, b a z ı b e lg e ler. okşadı, canlı tuttu, bu noktadan onları uyararak işe sürdü, îşte sonradan bir kısım aydınlarca eleştirilen o «aşın duy­ gusallık», «o mistisizm» bu zoruluğun gereği olarak kaldı ve gelişti. Maddi ortam yaratılıp, iş eğitbilimsel ilkelerin tam olarak uygulanmasına, manevi ortamın tamamlanması­ na gelince, yöneticilerin inanç ve ideoloji yapısındaki ay­ rılıklar, uyuşmazlıklar, iyice su yüzüne vurmaya başlamış­ tı. 1946’da hep beraber iş başından ayrıldıkları zaman, du­ rum bu yönde gelişiyordu. Böylece bir sorunun varlığı ve kısa bir süre içinde ön plana bütün önemiyle çıkacağı bun­ dan sonra açıklanmadı; bunun üzerinde durulmadı. Çünkü artık bunun pratik bir önemi kalmamıştı. Oysa ki, yine yukarıdaki belge ve mektuplar gösteriyor ki, Tonguç, bu sorunu kökten ve çok radikal olarak çözmenin ilk hazır­ lıkları içindeydi. Köy Enstitülerinin gerçek manevi ortam­ larıyla kurulup işletilmesinin tek koşulu olarak, bütün yö­ netim ve öğretim kadrosunun Yüksek Köy Enstitüsü çıkış­ lı, elden geldiğince köy enstitüsü ilkelerine göre yetiştiril­ miş, yepyeni ve değişik bir kafa formasyonu almış, genç enstitülü öğretmenlere bırakılmasını öngörüyordu. 1946’dan sonra daha birkaç yıl Tonguç işbaşında kalabilseydi, öyle sanıyoruz ki, kurucu yöneticiler ve öğretmenler hemen tamamen tasfiye olacaklardı. 1945 - 1946 yıllarında, Yük­ sek Köy Enstitüsünde okuyan öğrencilerin staj için gön­ derildikleri enstitülerde, Yüksek Köy Enstitülerinden çıkan yeni öğretmenlerin atandıkları enstitülerde, müdür ve yö­ neticilerle aralarında çıkan olaylar, anlaşamazlıklar, çekiş­ meler konusunda elimizde çok belge vardır ve bunlar patlıyacak büyük bir çatışmanın ilk belirtileri niteliğindedir. Yine eldeki belgeler Tonguç’un bu çatışma ve anlaşmaz­ lıklarda hemen her zaman, enstitü çıkışlıları tuttuğunu, bu­ nu en yakın Enstitü Müdürü çalışma arkadaşlarına karşı da böyle yaptığını, tek çözümü enstitü çıkışlıların çoğala­ rak, yönetimi almalarında gördüğünü belirtmektedir. Bu konuyla ilgili belge ve mektupları şimdilik açıklamayı doğnı bulmuyoruz. Yukarıdaki yargılarımızı, o çağı çok iyi bilen Sabahat­ tin Eyüboğlu’nun şu sözleri de doğrulamaktadır*37' : «...D e­ diği dedik okullardan yetişmiş bir kadroyla Tonguç tıasıl öğrencilerin, hem de ezilmeye alışmış, boyun eğmiş köylü öğrencilerin okul yönetiminde ağır basmalarını; gün geçtik­ çe daha fazla söz sahibi olmalarını nasıl sağladı? Kimi beş vakit namazını kılan, kimi her işi için Yukarıdan buyruk bekleyen, kimi köylü dayaktan anlar diyen ve ister iste­ mez görevlendirilen öğretim ve yönetim üyeleri öğrenciye söz hakkı veren bir eğitim devrimirıe nasıl katılabildiler?..» İşte bu yönetici kadro, 1960’dan sonra, Yücel ve Tonguç’un ölümleriyle, birdenbire köy enstitüsü akımına yeni bir yön vermek, amaçlan belirlemek gibi, öyle sanıyo­ ruz ki, geçen süre içinde hiç düşünmediği bir görevle karşı karşıya kalıyordu. Yukandaki durum da iyice bilinmediği için, köy enstitülüler onları hiç tartışmasız akımın yeni yö­ neticileri olarak benimsiyorlardı. Bu kadronun, 1960’dan sonra bu görevi başan ile yerine getirdiği söylenemez. Bir kısmı zaten yıllarca önce etkinlikten vazgeçmiş, köşesine çe­ kilmişti. Bunlar 1960’dan sonra da olayların gelişmesin­ den uzakta kaldılar. Anılarını yazmakla yetindiler. Bu da değerli bir katkı idi elbet; ama yeterli değildi. Aranan, gereksinen düşün önderliği idi. Geri kalanlar, 1960’dan sonra etkih olarak akımın önüne düşmeye çalıştılar. Ama toplayıcı, birleştirici, yol gösterici olarak görevlerini başan ile yapamadılar. Zaman zaman enstitülüler içersinde belirli gruplan tutmak, onlara dayanarak fazla etkin olmak, yo­ luna saptılar. Akımın gündelik aynntılan içinde boğuldular. Hatalanm anlayıp, kendilerini çekmeleri, çabalarını düşün­ (37) Y eni U fu k la r d e rg isi, S a b a h a ttin E y u b o ğ lu , D ln o v e M u tlu b ir Y a k ış tırm a , c ilt 17, s a y ı 194, te m m u z 1968. sel yönde yoğunlaştırmaları, köy enstitülerini kamuoyunun ve ilericilerin istedikleri, onları doyuracak şekilde yorumla­ maya koyulmaları ancak son yıllarda görülmeye başlandı. Bu gecikme çok değerli birkaç yılm yitirilmesi ve gündelik taktiklerde, çalışmalarda eski öğrencilerinin içinde onlann bir bölüğü ile beraber diğerlerine karşı çekişmeleri, örgüt­ lerde seçimlere etkin olarak karışmaları, görev almaları sonucu otoritelerinin azalması ile sonuçlandı. Bir kısmı ise yeni yonım ve öneriler getirmek şöyle dursun, bazı solcu­ ların 1960’dan sonra giriştikleri yanlış eleştiri ve yorumla­ rın çekiciliğine kapılarak, onlara katıldılar, yanılgılarını «köy enstitülerinde ekonomik içerlik olmadığını» söyliyebilecek kadar ileri götürerek, bir zamanlar enstitülerde yaptıkları çalışmaları yadsıyacak kadar şaşkınlaştılar. 1960’dan sonra kamuoyunda köy enstitüleri konusunda bir takım doyumsuzluldar ve şüpheler uyanmasında eski yö­ neticilerin bu yetersiz durumunun etkisi büyüktür. Sonun­ da köy enstitülüler, kendilerinden çok şey bekledikleri eski yönetici ve öğretmenlerinin bu beklenenleri veremiyecek durumda olduğunu anlıyarak, işe kendileri el koydular, ör­ gütler içerisindeki önemli görevlere kendileri geldiler ve akım takıldığı noktadan kurtarılır gibi oldu. Böylece Ton­ guç’un 1946’da tasarlamaya başladığı tasfiye de bir bakı­ ma gerçekleşmiş oluyordu. Köy enstitüsü akımına bağlılıklarından şüphe etmedi­ ğimiz bu eski yöneticilerin 1960’dan sonraki tutumlarını ve bunun sonuçlarını bu şekilde saptamak zorunda kaldığımız için üzgünüz. Ama gerçek budur. Ve bu gerçek, 1960’dan sonra siyasal bir baskı gücü durumuna gelen köy enstitülü­ lerin ne yönde eyleme sürülecekleri, gündelik taktiklerin ne olacağı konusundaki başarısızlıklar ve beceriksizlikler için de geçerlidir. Ayrıca bu eski yöneticilerin kendi arala­ rında da bir araya gelememeleri, anlaşamamaları, eskiden de tam bir görüş ve ideolojik inanış birliği içinde olmadık- lannı gösteren, bir başka kanıttır. Hatta bazen çeşitli hizip­ lerin başına geçerek, karşılıklı çekişmişler ve birleştirici değil, parçalayıcı bir rol bile oynamışlardır. Etkin olarak gündelik çalışmaların içine girmekle Tonguç’un bu konudaki düşünlerini de ne kadar az ve yanlış anlamış olduklarını göstermişlerdir. Tonguç, ta baştan beri öğrencilerin «kendi kendilerini yönetmeleri» ilkesini uygula­ maya çalışmış ve kendisini, yöneticileri bu bakımdan arka plana çekmek çabaları göstermiş, arkadaşlarını da bu ilkeye inandırmak için uğraşmıştır. Bu, temel felsefesinin, bilinç­ lenmiş halkın kendi kendini yönetmesi düşününün, doğal bir gereği idi. İşbaşında bulunduğu süre içinde de çalışma arkadaşlarını zaman zaman bu yola gitmeleri için sert şekil­ lerde uyarmaktan da çekinmemiştir. ■ Teorik öğreti Noksanı Bir ikinci etken, geçen bölümde ayrıntıları ile incele­ diğimiz bazı solcuların haksız ve yanlış yorumlarının bir kısım köy enstitülüleri etkilemiş ve onları yanıltmış olma­ sıdır. Aşın sağcılann savlannm aksine, köy enstitülerinde sistemli bir sosyalizm öğrenimi yapılmamıştır. Enstitülerde özgür okuma, özgür düşünme ortamı yaratılmaya ve öğ­ rencinin kendi yolunu kendi yargılanyla bulmasına çalışıl­ mıştır. Günün koşullan bunu gerektiriyordu, eğitim ilkeleri böyle idi. Nitekim yukanda değindiğimiz TÖS raporunda bu nokta en iyi şekilde anlatılmaktadır: «.. .Paranın yoğun­ laşmış emekten başka birşey olmadığını bize öğretmediler amma, biz biliyoruz...» Böylece dialektik açıklama ve yo­ rumlara, özgür düşünme ve tartışma alışkanlıkları gereği açık olan, bunlarla ilgilenen, fakat doğrudan doğruya böyle bir öğreti ile yakından ilgilenmemiş bir kısım enstitülülere bu yeni açıklama ve yorumlar çok çekici gelmiştir. Ama öğretiyi tam bilmedikleri için, söylenenlerin eleştirisi­ ni yapamamışlar, doğru olmadığım baştan sezememişler ve bir süre için bunların çekiciliğine katılmışlardır. Böylece inandıktan akımı kötülemek yanılgısına bile düşmüş olan­ ların, zamanla, bu dış çekicilikten kurtularak, o gösterişli yorumlann yanlışlıklarım anlamaya başlamalan, bunların yerine kendileri yeni ve doğru yorumlar yaparak, köy ens­ titüleri akımım tekrar savunmaya başlamalan olumlu bir gelişmedir. ■ Köyden Kopma Yine köy enstitülülere bağlı bir üçüncü etken, şudur: 1946- 1960 döneminde, köy enstitüsü uygulaması bozu­ lurken, bilinçli veya bilinçsiz olarak, yöneticiler Tonguç’un çok korktuğu bir uygulamaya girişmişlerdir: Enstitülü öğ­ retmenleri köyden ayırmak. Genellikle en değerli enstitülülerin kentlerde görev almalarıyla sonuçlanan bu süreç, bunlann bir kısmım köy koşullarından ciddi olarak uzaklaştırmıştır. Kentlerde yerleşen, kentlerin sorunlarını gün­ delik yaşantılarında duyan ve zamanla tekrar köylere gön­ derilmek, dönmek korkusu içlerinde uyanmaya başlıyan bu gibilerin bir çeşit sınıf değiştirme sürecine uğradıkları söy­ lenebilir. Köylü sınıfından çok, kent aydın orta sınıfı özel­ liklerini gittikçe benimsiyen bu gibilerin görüş ve davra­ nışlarında, bu ekonomik değişikliğin önemli yansımaları olmuştur. 1960’dan sonraki örgütlerde yöneticilerin çoğun­ luğu bu gibilerden çıkıyordu. Bunlar, köylerde yaşayıp kök salmış köy enstitülülere göre daha tutucu, daha çekingen ve biraz da politikacıların oyunlarını, dönüşlerini, kaypaklı­ ğını, bir çeşit hüner sayma eğiliminde idiler. Bunların ara­ sından köy enstitülülere hiç yakışmıyacak bu gibi davranış­ ları benimseyip taklit etmeyi, içinde bulundukları sınıf de­ ğiştirme sürecinin bir gereği sayanlar ve bu yöntemleri ça­ lıştıkları meslek örgütlerinde uygulayarak, bu örgütleri ba­ samak olarak kullanmaya kalkanlar çıkmıştır. 1960’dan sonraki örgütlerde, asıl itici gücün tabandan, köydeki öğ­ retmenden gelmesi, zaman zaman kentteki örgüt yöneticile­ rin davranışlarının bunlarca yetersiz ve kaypak bulunması bu gelişmenin sonucudur. Bir nevi yabancılaşma diyebile­ ceğimiz bu değişiklik, örgütlerin çalışmalarının zaman za­ man duraklamasına, kaypaklaşmasına ve tabandan gelen dalganın itişi ile örgütlerin isteksizce üeriye doğru yuvarla­ nır gibi gitmesine yol açmıştır. Bu durumdaki enstitülüle­ rin, yani bir çeşit sınıf değiştirme işlemine uğramış olanla­ rın incelenmesi eğitbilimsel yönden de önemli sonuçlara bizi ulaştırır sanıyoruz. Bu süreç içinde bulunanlar, Tonguç’un köy enstitülü öğretmen niteliklerinden gittikçe uzak­ laşarak, onun «kentli yan aydın» dediği tipin özelliklerini gitgide almaktadırlar. Ama bu çeşit incelemelere hiç kim­ se girişmek çabasını göze almamaktadır. Bu süreçin varlı­ ğını bilmek şöyle bir pratik sonuca da bizi ulaştırmalıdır: Her köy enstitülü artık tipik köy enstitülü değildir ve bu gibilerin sayısı gittikçe de artacaktır. Bu bilinirse, kentler­ de bazen orta sınıftan gelmiş aydınların, köy enstitülülerin bazılarından çok daha iyi olarak köy enstitüleri sistemini anlamaları, savunmaları gibi başlangıçta insana ters gelen bir tutumu da anlamak kolaylaşır. Kanımız odur ki, gelecek günler içinde köy enstitülü olmayan, ama geliştirdiği kişi­ liği ile kendi orta sınıfına karşı çıkarak ezilenlerin yamnda yer alan, onlan savunan orta sınıfın ilerici aydınını, ters yönde sınıf değişikliğinin çabası içinde, köylü sınıfına ya­ bancılaşmaya başlıyan ve yeni sınıfının çıkarları açısından tehlikeli olabilecek girişimlerde yan çizen bir kısım eski köy enstitülülerden yeğ tutmak gerekecektir. Bu süreç bir bakıma doğaldır; geri güçler tarafından bozulmuş ve top­ lumun ana gelişme doğrultusunun değişmesi ile yanda kal­ mış bir uygulamanın kıyısından köşesinden yozlaşma belir­ tileri göstermesi beklenmelidir. Eylem açısından önemli olan, bundan böyle köy enstitüleri akımının her köy enstitülüyüm diyenle eşdeğer olmadığıdır. Bizim bu gibilerde en çok dikkatimizi çeken değişiklik belirtileri şunlardır: Ensti­ tülerde verilen yalın açık ve kısa konuşma alışkanlığının yitirilmesi, bunun yerine yan aydının tipik süslü, ikircikli, kaypak, gösterişli ve uzun konuşma şeklinin benimsenmesi. Davranışlarda kaypaklık, dönüşlere açık kapı bırakmak, özgür tartışmadan, kendi kendini eleştiriden kaçmak, bun­ lara karşı hoşgörüsüzlük, çirkin anlamında gündelik politi­ ka, içerliksiz politika ile aşın bir ilgi, bu çeşit politikada etkin olma eğilimi, köy enstitülü oluşdan politikada yarar­ lanmaya kalkmak, bunun getirdiği olanaklan (seçilme gibi) politika pazarında satışa çıkarmak, ereğine kavuşunca da ortam çok elverişli olmadıkça köy enstitüsü akımı konu­ sunda susmak. ■ Öğrenci Hareketleri Yine 1960 sonrası döneminde köy enstitüleri konu­ sunda ilginç saydığımız çalışma ve çabalar arasında, bütün dünyada başlamış olan öğrenci hareketleriyle, köy enstitüle­ rinde uygulanan, öğrencilerin kendi kendilerini yönetme­ leri ilkesi arasında, paralellikler kurulmak istenmesine de­ ğinmek isteriz. Bu ilke ve bunun uygulanışı konusundaki bilgiler 4. bölümde verilmiştir. Avrupa’da öğrenci hare­ ketleri başladığı zaman, Paris’te bulunan Abidin Dino, ba­ zı benzerlik ve paralelliklere dikkati çekmiştir081. Hatta ona göre yalnız bu ilke yönünden değil, öğrencileri bu hareket­ lere iten bütün etkenler ve istekler yönünden, köy enstitü­ leri sisteminin özel bir önemi vardır. Dino şöyle yazıyor: «...Özellikle Paris’te günlük olayların çelişik akıntıları içinde... devrimci eğitim imecesinden söz açmak için va­ U3) A n t d e rg isi, D ev rim c i E ğ itim İm e ce si, A b id in D ino, s a y ı 75, 4.6.1968, s. 7. kit erken mi? Bence bu alanda geri dönülmez adımlar atıl­ mıştır. Eğitim derken elbet önce okullar akla gelir. Oysa birdenbire eğitim kabından taşmış, memleketin tümüne ya­ yılmış bulunuyor. Memleket çapında yayılan şey, aracısız demokrasidir, siyasettir, siyasi eğitimdir... Bu bir bilinç­ lenme salgınıdır, ne olursa olsun bilinçlenme!... Yeni eği­ tim imecesi sadece bilenlerin bilmiyenlere bilgi değerlerini aktarması sorunu değil. Yeni eğitim imecesi, değerleri, doğruları, bilgileri hep birlikte arayıp bulma kararını yan­ sıtıyor. Eğitim imecesi bir devrimdir, özde ve yöntemde bir devrim... Eğitim imecesine göre eğitim ocakları ile çalışma ocaklarının (işyerlerinin) örgensel bağlantıları gözetilecek, kurulacaktır. Bilginin paylaşılması ilkesi uğruna ve eğitim­ de halkın eşit koşullara kavuşması için gerekli ekonomik ko­ şullar sağlanacaktır. Engellerin ortadan kaldırılması siyasi bir sorundur ve bu yüzdendir ki, eğitim imecesi, ekonomik ve siyasi değişikliklerin bir parçasıdır. Dinamik etkisi olan bir parçası!... Fransa’daki eğitim imecesinin baş ilkelerin­ den biri, ki bu da pedagojik bir öz taşıyor, öğrenci - öğret­ men ilişkilerinin toptan gözden geçrilmesidir. Programla­ rın düzenlenmesinde, tartışmalı derslerin verilişinde, imti­ han sisteminin değiştirilmesinde, sözün kısası bütün teknik sorunlarda, öğrenclerle eğitimcilere eşit söz hakkı veri­ lecek, yetki verilecek... Üst yapı sorunları ile alt yapı so­ runlarını tek bir savaş safında toplama düşüncesi örgütle­ niyor... Birkaç satırla özetlemeye çalıştığım bu oldukça başdöndürücü olaylar, ister istemez... tek bir insanı can­ landırıyor: Tonguç! Evet, Tonguçun fakir Türk köylü sı­ nıfı için öngördüğü bütün kültür imecesi ilkeleri, bugün Fransız toplumunun içinde gümbür gümbür patlak ver­ miş bulunuyor... Bizde ise artık köy enstitüleri değil, kent ve köy enstitülerinin yeni örgütleri üzerinde, Tonguç’ça bir düşünmenin, fakat uygulamada yeni koşulla­ rın gereklerini yerine getirmenin zamanıdır. Hem de ace­ le! Yoksa 40 yıllarında Türkiye'de alılan bir devrimin tohumları başka yerde gelişip yeşerecek, yeni çağın önün­ de sil baştan seyirci kalacağız. Oysa ki bu alanda, hiçbir memlekette bulunmıyan, öğrenci eğitimci birliğini yaşa­ mış binlerce kişilik Tonguç’çu bir kadro var..» Bu yazı üzerine düşünlerini açıklamak gereğini du­ yan Sabahattin Eyüboğlu, özellikle öğrencilerin kendi kendilerini yönetimi sorunları üzerinde durarak şöyle ya­ zıyor09*: «...K im i solcularımız köy enstitülerini kötülüye, ya da küçümsiye dursunlar, Dino kişisel, ya da doktriner önyargılara kapılmadan gerçeğin bam teline parmağını basmıştır. 1968'de Sorbonne öğrencilerinin isteklerine 1940 yıllarının Türkiye Cumhuriyetinde şu ya da bu adam nasıl karşılık verebilir? Verebilmiş, verebilmesi olağandır da. Bugün yeniden P A R A 'nın tuzağına düşen Yeni Tür­ kiye'de yarınki Dünya'ya ışık tutan birşeyler olmuştur... Dönelim Dinoya ve Dino’nun yirmi yıldır gurbetlerde unutmadığı ve yüreğinin gözüyle gördüğü yanıbaşımızda oturup da ukalaca bakıp kötüledikleri Köy Enstitülerine! Tonguç'la sık sık ele aldığımız konulardan biri şuydu: Edilgin «passif» olmaya alıştırılmış öğrenciyi nasıl etkin (aktif) bir duruma ve tutuma getirebiliriz? Yalnız öğrenci­ lerin yönetecekleri, öğretmenlerini, yönetmenlerini kendi­ lerinin seçecekleri yepyeni okul düşleri kurmuşuzdur Ton­ guç'la. Am a Tonguç'un köy enstitülerinde bu düşler ger­ çekleşme yoluna tutmuşlardı bile... Dediği dedik öğretmen ve yönetmen nerdeyse tutunamaz olmuştu Köy Enstitüle­ rinde...». Bundan sonra bu gelişimin nedenlerini inceliyen yazar, şöyle diyor: «Uzun sözün kısası Köy Enstitü­ lerinde gençlik kendi yetiştikleri kurumu kendileri yönet­ me, denetleme yolundaydılar. Dünyanın bir köşesinde na­ (39) Y eni U f u k la r D e rg isi, D in o v e M u tla B ir Y a k ış tır, m a , S a b a h a ttin E y ü b o ğ lu , cU t 17, s a y ı 194, te m m u z 1968. sılsa gerçekleşmiş bu yarınlara çevrik eğitim İM ECE1sini Abidin Dino’nun Paris olayları karşısında hatırlaması Köy Enstitülerine de, Paris olaylarına da ayrı bir ışık tutmak­ tadır... Dirıo bu yaklaştırmayı Paris sokaklarında yaptığı günlerde, IstanbuVda nice ilerici geçinen aydınlarımız Köy enstitülerinin Faşistlerce kurulmuş, ama nasılsa sola yö­ nelmiş bir kurum olduklarını ileri sürüyorlardı...» ■ Siyasal Partilerde Yine 1960 sonrası döneminde belirtilmesi gereken bir konu, köy enstitülülerin siyasal partiler içindeki du­ rumudur. Kurucu Mecliste öğretmen meslek örgütlerinin temsilcileri olarak bir kısım köy enstitülülerin görev yap­ masından sonra, enstitülülerden siyasal partilere girerek daha sonraki dönemlerde milletvekili seçilenler artmıştır. Halktan geldikleri için seçim propagandası sırasında halkla kolayca ilişki kurabilmek, köylere kadar geniş öl­ çüde yayılmış öğretmen arkadaşlarının ve meslek örgüt­ lerinin desteğini sağlamak gibi yönlerden, bir takım ko­ laylıkları olan enstitülüler, siyasal partilerce de başarılı adaylar sayılmışlardır. Böylece 1960’dan sonra hemen her partide köy enstitülü milletvekillerinin bulunduğunu görü­ yoruz. Bunlar elbette Meclis çalışmalarında eğitim sorunla­ rıyla yakından ilgilenmişlerdir. Yalnız birçok meslek grup­ larının aksine olarak, çeşitli partilerde bulunan köy ensti­ tülü milletvekilleri hiç olmazsa, öğretmenlerin kişisel so­ runları, maddi çıkarları söz konusu olduğu zaman bile etkili bir baskı grubu meydana getirememişler, sistemli bir çalışma yapamamışlardır. Çeşitli partilerde bulunan bu kişilerin bu gibi klasik anlamda «sendikal» sorunlarda bile bir araya gelememelerinden sonra, köy enstitüleri ko­ nusunda bir araya gelebilmeleri hiç şüphesiz ki beklene­ mez; bu konuda birbirinden çok ayrı görüşleri olan parti­ lerin temsilcileri olmalarıda buna engeldir. Böylece mil­ letvekili köy enstitülüler, kişisel bazı çabşmaları dışında, bizim konumuz bakımından önemi bir varlık göstereme­ mişlerdir, göstermelerine de koşul ve olanaklar zaten ol­ dukça engeldir. ■ Köy Kalkınma Enstitüleri Tasarısı Bu alanda burada belirtilmesi gereken, en fazla yan­ kı uyandırmış çalışma, henüz siyasal güçler dengesinin ne yanda oynıyacağının tam olarak bilinmediği ve köy enstitülerinin yeniden kurulup kurulmamasının kamuo­ yunda tartışıldığı bir dönemde Aydın CHP Milletvekili Şükrü Koç ve bazı arkadaşlarının önerdikleri bir yasa tasarısıdır. Bunun metni yayınlanmıştır.*40' Köy Kalkınma Enstitüleri Kanun Tasarısı başlığını taşıyan bu tasan, 150 kadar CHP milletvekili ve senatörüne de imzalattı­ rıldıktan sonra başkanlığa verilmiş ve diğer partiler ta­ rafından desteklenmediğinden yasalaşamamıştır. Tasarı­ nın başlıca özellikleri şunlardır. İlk dikkati çeken köy enstitüleri adının kullanılmamış olmasıdır. O zamanlar bu isim konusu gerek köy ensti­ tülüler arasında, gerekse onlann dışında tartışma konu­ su olmuş, bir kısım kişiler ismin hiçbir önemi olmadığım, bir kısmı da isimden vazgeçilemiyeceğini, ismi savunmanın sistemin bütününü savunmak demek olacağını ileri sür­ müşler, birinciler tarafından da bağnazlıkla suçlanmışlar­ dı. imzalayanların sayısını çoğaltabümek kaygısıyla isime önem verilmediği anlaşılıyor. Birinci maddeden anladığımıza göre, amaç yalnız öğ­ retmen değil, köye yanyacak her türlü iş erbabını yetiştir­ mektir. öğrenim süresi altı yıldır. Ayrıca yüksek dereceli (40) İm e c e d e rg isi, K öy K a lk ın m a E n s titü le r i K a n u n T a ­ sa rıs ı, s a y ı 20, clld 2, a r a l ık 1962, s. 26-27. enstitüler açılması öngörülmektedir, öğrencilerin bu ensti­ tülere % 90 oranında köy ilkokulu çıkışlılardan, geri ka­ lanların da nüfusların 5000’i geçmiyen kasaba ilkokulların­ dan alınması istenmektedir, öğrenim süresinin birbuçuk ka­ tı süreyle mecburi hizmet yükümü vardır. Mezun olanlara âlet, araç verilir, donatım bedeli ödenir. Öğretim program­ ları Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılır. Bu enstitü­ lerde öğretmenlerle beraber usta uzman öğreticiler de gö­ revlendirilir. öğreticilerin çalışma süreleri bütün bir hafta boyuncadır, bu süre içinde okuldan ayrılamazlar. Bunlara maaş tutarının % 50’si oranında bir ek ödenek verilir. Bir yönetim kurulu enstitüyü yönetir. Bu kurulda okulun yö­ neticileri vardır. (Yazarın notu: öğrenci yoktur), öğretim aralıksız devam eder, öğretmen ve öğrencilerin 45 günlük izinleri vardır. Her enstitünün bir kesimi vardır. Buranın Milli Eğitim, Tarım ve Sağlık Müdürlükleriyle işbirliği ya­ parlar. Her enstitü kendi kesiminde bulunan her ilde en az 20 kalkınma merkezi kurar. Bu kalkınma merkezleri ensti­ tülerin uygulama yerleridir. Buralardaki tesisler enstitüler tarafından kurulur. Kalkınma merkezleri bucak seviyesin­ dedir ve Bucak Müdürü Yüksek Kalkınma Enstitüsünü bi­ tirmiş olan bucaklarda kurulurlar. Her kalkınma merke­ zinde aşağıdaki hizmet ve meslek erbabı görevlendirilir: Bölge Okulu: 8 yıllık bu okulun son 3 yılı mesleki orta­ öğretim verir. En az onbeş yataklı Sağlık Evi ve köy heki­ mi, Halk Eğitim Ocağı ve halk eğitimcisi, Teknik Tarım Merkezi ve teknisyen tarımcı, Hayvan Sağlığı ve Bakım Merkezi ve hayvan sağlığı memuru, Tarım Araçları ve Sanatları Atelyesi ve tarım uzmanı ve ekonomisti, bölge­ nin özelliğine uygun istihsal kooperatifleri, Fidanlık ve Ormanlama Merkezi, Köy İnşaat ve Planlama Bürosu ve fen memuru. Kalkınma enstitüsü mezunları öncelikle bu merkezlere atanırlar. Köy Kalkınma Enstitülerinin her tür­ lü alım - satımlarıyla, inşaat, onarım ve tesis masrafları 2490 sayılı kanun hükümlerine bağlı değildir. Enstitü Mü­ dürleri ikinci derecede itâ amiridirler. Enstitüler kendi me­ zunlarım görev başında yetiştirmeye devam ederler. Öğre­ tim Kurulu üyeleri kendi kesimlerindeki Kalkınma Merkez­ lerinin müşavirleridirler. Ayrıca Köy Kalkınma Enstitüle­ rinde bir döner sermaye idaresi kurulur. Bu da 2490 sayılı kanuna tabi değildir. Ayrıca bu enstitülerde istihsal ve is­ tihlak kooperatifleri kurulur. Bütün bölümleri açılmış bulu­ nan ve şartlan uygun olan enstitülerde Yüksek Kalkınma Enstitüleri açılır. Bunlarda şu bölümler bulunur: öğretmen­ lik, Sağlık, Tanm , Sanat, Akademik bölümler. Aynca bu bölümlerin de altbölümleri vardır. Akademik bölüm üni­ versite ve diğer yüksek okullara hazırlayıcı mahiyettedir. Yüksek okul ve üniversite giriş imtihanını başan ile veren­ ler mezun olduklan enstitü bütçesinden ayrılacak burs kar­ şılıkları döner sermaye tarafından kullanılmak üzere öğre­ nimlerini parasız devam ettirirler. Halen 6 sınıflı ilköğretmen okulu olarak çalışan kurumlar, Köy Kalkınma Ensti­ tülerine çevrilir... Görüldüğü gibi bazı köy enstitüsü ilkelerinin benim­ senmiş olduğu tasan, şüphesiz ki yasalaşamıyacağı biline­ rek yapılmış bir girişimdir; Meclis’teki siyasal denge, yasa­ laşmaya engeldi. Yalnız böyle bir girişimin, konunun kamu­ oyunda canlı tutulması, Mecliste konuya dikkatin çekilmiş olması noktalarından yararlı olduğu söylenebilir. Bize göre 1960’dan sonra köy enstitüleri ile ilgili başlıca gelişmeler bunlardır ve bu gelişmeler konusundaki düşünlerimiz, eleştirilerimiz yukarıda belirtilmiştir. Sonuç Kurtuluş savaşıma sağlam dayanağı ve başarısının en önemli nedeni olan emekçi sınıfların ve bu arada köylü sınıfının, siyasal alandaki güçsüzlükleri, sınıfsal ağırlıkları­ nı bir türlü duyuramamaları bu savaştan sonra da sürdü. Sol akımların ezilmesinden sonra, genel niteliklerine göre bir orta sınıf iktidarı olan iktidarın yalnız bir bölüğü, «ile­ rici aydınlar» diyebileceğimiz bir topluluk, kemalist ilke­ lerin çerçevesi içinde ilerici atılımlara yatkınlık gösteriyor­ du. Bunlar, yetişmeleri, inançları ve sınıfsal durumları bakı­ mından alt yapı değişikliklerinden çok, üst yapı kurumlarında, özellikle eğitim alanında yenilikler yapmak eğilimin­ de idiler. Emekçi sınıfların güçsüzlüğü, sola gösterilen hoş­ görüsüzlük, iktidarın ilerici aydın kanadının da gitgide burjuvalaşması, bunların iktidar ortaklan olan eşraf - ağa tüccar topluluklannın ekonomide izlenen politika sonucu gitgide güç kazanmaları, ilerici aydınları iktidarı saplandı­ ğı çıkmazlardan üst yapı değişiklikleri yaparak kurtarma denemeleri ile yetinmeye iten diğer etmenlerdi. Evrimimi­ zin bir özelliği olarak ilerici çabaların yukarıdan aşağıya yürütülmesine elverişlilik, iktidarın tutucu koalisyon ortak­ larının üst yapı değişikliklerinin kendi ekonomik çıkarları­ na önemli bir zarar getirmiyeceği inançları da eğitim ala­ nında atılımlara girişmede kolaylık sağlıyordu. Köy enstitüleri denemesi, iktidarın ilerici aydın kana­ dının eğitim alanında atılımlara girişmeyi yukarıdaki ne­ denlerle gerekli gördüğü bir dönemde, elverişli koşulların toplumcu bir görüşle doğru olarak değerlendirilmesi sonu­ cu, onlarla bir anlaşmaya girerek yürütme gücü kazanıl­ ması ile başarılmış ilerici bir eğitim atılımıdır. Bu alanda yürütme gücü elde edenlerin inançları, dünya görüşleri, eğitim anlayışları bu çabanın klasik bir okuma - yazma kampanyası sınırlarım aşmasına yolaçmıştır. Eğitim ala­ nında böyle bir işe girişebilme olanağından emekçi sınıf­ lan bilinçlendirmek, onlann siyasal alanda sınıfsal ağırlık­ larını koyabilmelerini sağlıyacak koşullan hazırlamak ama­ cıyla yararlanılmıştır. Bunun için alt yapı değişikliklerini kolaylaştırma bakımından en etkili üst yapı kurumu olan eğitimin görevleri, bilinen sınırlarının dışına taşırılmış, kit­ le halinde sınıf bilincini uyandıracak ortamı hazırlıyan bir sistem uygulanmıştır. Başka bir deyimle, köy enstitüleri atı­ lımı bir «devrim için eğitim» hareketli olarak gelişmiştir. İkinci Dünya Savaşının dış ve iç koşullan, hareketi yönetenlerle iktidann ilerici aydın kanadına, bu nitelikte bir eğitim atılımını diğer iktidar ortaklarının isteksizlik ve hoşnutsuzluklarına rağmen sürdürebilme olanağını kısa bir süre için sağlamıştır. Devrimci gelişmeyi hazırlıyan ve hızlandıran yön­ temler içerisinde köy enstitüleri uygulamasının en önemli özelliği, toplumsal yapımızın gereği olarak emekçi sınıflann en yaygınına ve en ağır koşullar içinde bulunanına, köylü sınıfına yönelmiş oluşudur. Bu ana ilkesi ile ülkemi­ zin o çağdaki ileri ve sol akımlarından farklılık gösterir; toplumsal yapımız değişmediği sürece de en kötü durum­ da olan köylü sınıfına dayanmadan ileri atılımlann başarı­ lı olamıyacağı görüşüne dayanır. İktidarın ilerici aydın kanadının, bu inanç ve amaç­ taki yöneticileri eğitim atılımmı uygulama ile görevlendir­ meleri ve çalışmalarını desteklemeleri, klasik eğitim anla­ yışında olan bürokrat eğitimcilerin eğitim alanında ortaya çıkmış başarısızlıkları sonucu beliren bir zorunluktur; ikti­ darın kaçınamadığı bir çeşit sessiz anlaşmadır. İkinci Dünya Savaşı içindeki elverişli koşullar sava­ şın sona ermesi ile hızla kaybolmuş, ilerici aydın kanat kendi içinde daha da burjuvalaşırken eşraf - tüccar - ağa ortaklarının ekonomik güçlerinin artması ve bazı dış etki­ ler sonucu, çok partili siyasal hayata geçme olayı ile şekil­ lenen duraklama ve gerileme dönemine girilmiştir. İlerici aydın kanadın iktidardan düşmesi üe köy enstitüleri atı­ lımı da durdurulmuştur. Çok kısa bir süreden yararlanılmış olmasına rağmen, yukarıda belirttiğimiz amaç bakımından köy enstitüleri gi­ rişimi başarılı olmuştur. Geri bıraktınlmışlığımızın başlan­ gıcından bu yana, ilk kez, ezilen sınıflardan kitle halinde bilinçlenmiş ve bilinçlenmeye elverişli aydınlar çıkmış, bun­ lar genellikle sınıflarından kopmadan direnebilmişler, örgütenmişler, bugüne kadar etkilerini sürdüren ve sürdür­ mekte olan bir baskı gücü durumuna gelmişlerdir. Böylece, siyasal alanda, ezilen sınıfların güçlerini duyuramamaları sonucu yüzyıllardanberi süregelen boşluğun doldurulması için ilk adımlar atılmıştır. Bu sonuç, tarihsel bir olanak­ tan doğru bir şekilde yararlanıldığını gösterir. Başarıyı sağlıyan sistem ise, devrimsel süreci hızlandırabilecek bir yöntem olup olmama bakımından tartışma konusu yapılmıştır, hâlâ da yapılmaktadır. Klasik şemalarda ve örneklerde benzerinin bulunmaması, köylü sınıfı gibi devrim açısından sınıfsal ağırlığı bir kısım aydınlarca za­ ten tartışma konusu yapılan bir sınıfa yönelmiş olması, genel nitelikleri bir orta sınıf iktidarı olan bir iktidarla iş­ birliğine girişilerek yürütülmesi, bu atılımın devrimci yön­ tem ve strateji bakımından anlaşılmasını, yorumlanmasını, değerlendirilmesini, evrimimizdeki yerine doğru olarak otur­ tulmasını zorlaştırmıştır, özellikle, azınlıkta kalan bazı sol düşünür ve yazarlar yüzeysel yargılarla yanlış değer­ lendirmeler yapmışlar; hatta yanılgılarım köy enstitüsü ha­ reketini devrimsel gelişme çizgisinin dışında saymaya ka­ dar vardırmışlardır. Kurtuluş savaşı başlangıcında önemli bir akım olarak öncelikle kentlerde ve orta sımf aydınlan arasında geliş­ meye başhyan sol akım ise, bu savaştan sonra ve günü­ müze dek bütün iktidarlar ve bütün iktidar ortaklan tara­ fından şiddetle ezilmek istenmiştir. Bunun sonucu olarak sol akım hızla gelişme, emekçi sınıflara ulaşma, etkili bir siyasal güç olabilme, siyasal alanda bu sınıfların etkinli­ ğini sağlama amaçlarına tam bir başarı ile ulaşamamıştır. Fakat yok olmamış, çok zor koşullar içinde, yavaş, ama sağlam bir gelişmeyi başarmış, hele düşün ağırlığı bakımın­ dan ülkenin düşün hayatını sürekli olarak birinci derecede etkilemiştir. 1960’dan sonra, çok zor koşullar içerisinde sürdürülmüş bu çabalann sonuçları pratik alanda da alın­ maya başlanmış, bugün içinde bulunduğumuz duruma erişümiştir. Şu kesin bir gerçektir ki, Türk sol akımının büyük çoğunluğu köy enstitüsü atılımınm yarattığı bilinçlenmiş köylü aydın kitlesinin anlamını ve önemini kavramıştır. Böylece, çabalarını klasik yöntemlerle sürdüren, ama yok olmamayı ve gelişmeyi de başaran sol hareket, büyük kent­ lerin dışında, bütün ülkeye dağılmış, kökleri bir emekçi sınıfa sağlamca varan, dayanıldı ve çok sayıda bir aydın kitlesi ile işbirliğine girme olanağına ilk kez kavuşmuştur. Sol akımın değişik strateji ve taktiklerle gelişen bu iki kolu, 1960’dan sonra genel çizgileriyle aynı paralele girmiş, bir- birinde destek ve anlayış bulmuştur. Köy enstitüleri uygu­ laması ile köylü sınıfından getirilmiş ve sınıflarından kop­ mamış aydınlar sol hareketin sağlam bir tabana oturması konusunda yeni olanaklar kazandırırlarken, kentlerdeki solcu aydınlar, geniş teorik bilgileri, yayınları ve öğretici çabalarıyla birincilerin teorik konularda yetişmelerini sağ­ lamışlardır. Bu işbirliği sonucunda sol akım yeni bir hız ve güç kazanmıştır. Alt yapı değişikliklerini kolaylaştırma amacı güden geniş ve gerçek anlamı ile köy enstitüsü atılımı, hiç şüphe­ siz ki tarihsel gelişimimize ve toplumsal özelliklerimize bağ­ lı, çok özel bazı koşulların bir araya gelmesi ile gerçekle­ şebilmiştir. Bizde yahut başka geri bıraktırılmış ülkelerde benzer koşulların tekrar ortaya çıkması, başka bir deyişle genel niteliği bir orta sınıf iktidarı olan bir iktidarın ben­ zer özellikleri taşıyan bir ilerici aydın kanadı bulunması ve bunun bir takım nedenlerle bu anlamda bir eğitim atılımını desteklemek zorunluğunu duyması olasılığı çok az­ dır. Bu bakımdan, iktidarda orta sınıfların bulunduğu geri bıraktırılmış ülkelerdeki devrimci çabalarda, bir köy ensti­ tüleri girişiminin her yerde ve her koşulda devrimi kolay­ laştırıcı bir stratejik yöntem olarak uygulanabileceğini söy­ lemek doğru olmaz. Köy enstitüleri denemesinden bu amaçla yararlanmak olanaklarını araştırırken hazır reçete­ ler ileri sürmek yerine, her dönemin kendi koşullarını doğ­ ru değerlendirerek ona uygun yöntemler uygulamak şek­ lindeki ana kuraldan ayrılmamak doğru yol olsa gerek­ tir. Köy enstitüleri olayı bize biraz da bunun örneğini ve dersini vermektedir. öteyandan, geçirdiğimiz köy enstitüsü uygulamasın­ da, emekçi sınıfları bilinçlendirirken karşılaşılacak sorun­ lar ve zorluklar, devrimci strateji ve taktik yönlerinden öğ­ renilecek çok önemli noktalar vardır. Böyle bir öğretinin bütün ayrıntıları ile çıkarılabilmesi için bilimsel yöntemi doğru kullanarak bu konuda daha birçok inceleme, araş­ tırma ve tartışmaların yapılması gereklidir. Köy enstitüleri konusu, gerçek bilimadamlan için daha pek az el sürül­ müş, birçok nitelikleri karanlıkta, önemli ve verimli bir çalışma alanıdır. Bizim bu sınırlı çalışmamız ile yaptığımız ise, konu­ nun ana çizgilerini belli bir açıdan şöylece bir aydınlatma denemesinden daha fazla birşey değildir. İçindekiler Ö n sö z 7 1. G iriş □ □ □ □ □ □ 1935 Y ılın d a E ğ itim Ç a lış m a la rın a ö n e m V e ril­ m e s in i G e re k tire n N e d e n le r A n ad o lu İh tila li ... İk tid a r ın İle ric i K a n a d ı K em alizm ... ... İlk ö ğ re tim Ç ık m azı ve T o n g u ç S onuç 2. T o n g u ç’u n □ □ □ □ □ □ □ □ □ O Q □ □ □ □ □ □ □ □ □ 3. 17 K işiliğ i v e A tılım ı T o n g u ç’u n Y a şa m ı K işiliğ i K ö y lü lü ğ ü S ım f G üvenci ... Ü lk e n in G e rç e k le ri S ın ıf B ilinci ö ğ r e tm e n O k u lu n u n E tk is i Y erli D ü şü n ü rle rin E tk is i E th e m N e ja t N a fi A tu f K a n su Sol A k ım la r ................................................. Y ab an cı Ü lk e ve D ü şü n ü rle rin in E tk ile ri A lm a n y a ... S o v y e tle r B irliğ i ... ... P e sta lo z z i, K e rs c h e n s te in e r ve D ew ey A sıl K a y n a k ...................... C H P ve Y a n K a la n D e v rim T o n g u ç İş b a ş ın d a ... K işiliğ in d ek i B a ğ ım sız lık B a k a n lık — C H P İliş k ile ri T o n g u ç’u n T o p lu m sa l v e S iy a s a l D ü şü n le ri 17 25 31 32 36 45 48 48 50 51 55 55 56 56 60 61 65 67 81 83 87 104 107 111 119 126 131 137 □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ 4. H ü m a n is t Ö ğ re tm e n E ğ itim e Y eni G ö re v le r E k o n o m ik F a r k lıla ş m a M eslek E ğ itim i T ü rk iy e iç in T a s a n la r ........... D ü şü n S is te m in in A n a Ç izg ileri G erçek çi A çıdan. K öy « C a n la n d ırıla c a k K öy» T o p lu m sal, E k o n o m ik S o ru n la r ve E ğ itim T a s a n , E y le m ve S o n u ç la n S o sy al D ev let Ü lk ü sü ... D in K o n u su : T a v iz siz L a ik lik B a tıc ılığ ı K em alizm im e c e ve B edensel Ç a lışm a S iy a s a l E y le m le r S onuç S is te m O la ra k K ö y E n s titü le r i □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ Q □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ '□ □ K öy O k u lla n ... U y g u la m a d a E riş ile n K ad em eli ö r g ü tle m e Y ü k se k K ö y E n s titü s ü K öy ö ğ re tm e n in in G ö re v le ri B a lta la y ıc ıla ra K a rş ı C e z a B ölge O k u lla n .................... K ö y lü lerle O r ta k iş le tm e le r B edensel Ç a lışm a Y ü k ü m ü ö ğ r e tm e n e A ra z i A ta p ia la r G ezici B a ş ö ğ re tm e n le r ilk ö ğ re tim M ü fe ttiş le ri K öy E n s titü s ü B ö lg e le ri ö z g ü r O k u m a .................... G ö re v lile r iç in K öyde Ç a lışm a İş b a ş ın d a Y e tiş tirm e ... C e z a la r ve G enel H ü k ü m le r K o o p e ra tifle r ... ö ğ r e tm e n in G ü v en liğ i K ö y lü y ü ö r g ü tle m e T a rım S ig o rta s ı Y eni E k s e n ... C eza v e A r m a ğ a n la r K öy E n s titü le rin d e Ç a lışm a E s a s l a n K öylü He İş b irliğ i ... Y ü k se k K ö y E n s titü s ü Y eni Y ö n etim Y ö n te m i ... D üzenle Ç elişm e ve U y g u la m a S is te m in Ö nem li İlk e le ri ve E s a s l a n 139 141 147 }51 155 161 164 170 173 178 201 202 206 207 208 211 217 222 223 224 225 226 227 229 231 232 233 234 235 236 237 238 241 241 242 242 242 243 244 245 246 246 250 256 256 258 260 264 □ □ 5. G erçek leşen : B ilin çle n m iş K ö y lü A y d ın S o n u ç la n D e ğ e rle n d irirk e n İ s m e t İn ö n ü , K öy E n s titü le r i v e H a k k ı T o n g u ç □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ Q □ □ □ 1. 268 269 271 İlk İlg ile r İn ö n ü T o n g u ç İliş k ile ri ... İn ö n ü , K öy E n s titü le ri ve T o p ra k R e fo rm u T o n g u ç’a g ö re İn ö n ü İ lk K o p m a ... Ç em b er D a ra lıy o r B ir Ş iir Ve İk i P iy e s ............ Ç ifte le r «Solculuk» O lay ı H a s a n o ğ la n «Solculuk» O lay ı K ö y lü n ü n G eçim i E s e f I ş ık O lay ı S a ğ ın G üçlen m esi Y eni R e jim in O lu m su z E tk ile ri O rd u d a H o şn u ts u z lu k Y eni O r ta k lık la r T o n g u ç ’u n T u tu m u G ü v en lik S o ru n u ! S o n a D o ğ ru 271 275 280 289 291 292 296 301 305 308 314 315 318 323 329 329 331 342 343 6. 1946’d a n S o n ra s ı ve T o n g u ç ’u n B u D ö n em d ek i D a v ra n ış ı 346 □ □ □ Q □ □ □ □ □ □ 7. S a ğ K a n a t İ k tid a r d a Y ık m a Ç a lışm a la rı ... T on g u ç İç in S o ru ş tu rm a la r D iğ e r Y ık m a Y ö n te m le ri B a sım n T u tu m u ... Y ık m a İşin d e E n s titü lü le r T o n g u ç ’u n T u tu m u S a ld ırıla ra K a rş ılık la r v e S a v u n m a U y a n ış ve ö rg ü tle n m e 27 M ay ıs ve T o n g u ç K öy E n s titü le r i K o n u su n d a k i E le ş tirile r 346 351 352 361 365 368 373 378 400 405 410 1. □ □ □ □ □ S a ğ c ıla rın E le ş tir ile ri: H a lil F ik r e t K a n a t «U lem a» A n a d o lu c u la r A ş ın S a ğ .................... C a v it O rh a n T ü te n g il 413 414 419 421 427 435 2. □ □ K öy E n s titü lü le r d e n G elen E le ş tir ile r: B ir ö r n e k : S a b ri K o lç a k E m in S o y sa l 437 438 449 □ □ □ □ □ 3. Q 0 □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ □ T o n g u ç ’u n K a rş ılığ ı M. Ş ü k rü K oç S a ld ırg a n la r ............ İb ra h im T ü rk ö r n e ğ i ... Ş e v k e t G ed ikoğlu ö r n e ğ i S o lc u la rın E le ş tirile ri: 1946’d a n ö n c e Sol U lu s la ra ra s ı Sol ... 1946’d a n ö n c e T ü r k Solu ve K ö y E n s titü le ri «K öy T e tk ik le ri B ü ro su » ö n e r is i Sol E le ş tir ile rin ö z e ti 1946 - 1960 D önem i ... 1960’d a n S o n ra S ol E le ş tir ile r ............ T u rh a n T o k g ö z (İlh a n B a şg ö z) ile T a r tış m a T a h ir A la n g u ........... K e m a l T a h ir v e « B o z k ırd a k i Ç e k ird ek » « B o z k ırd a k i Ç ek ird e k » e K a rş ılık ............. K öy E n s titü le r i A m e rik a lıla rd a n m ı A lın d ı? A siy e E liç in A d n a n C em g il S on Söz 8. 1960’d a n S o n ra k i G elişm e le r □ im e c e D e rg is i □ B azı A ç ık O tu ru m la r ............ ... □ «T onguç» ilk o k u lu ve « Y ıla n la rın ö c ü » □ im e c e Y ay ın K o o p e ra tifi □ Y eniden K u rm a T a s a rıs ı □ iç e rd e D ü şü n A y rılık la rı □ iş e K ö y lü d en B a ş la m a k □ K endi B a sın O rg a n la rın ı Y a r a tm a □ M eslek K u ru lu ş la rı □ T ü rk iy e ö ğ r e tm e n D e rn e k le ri M illi F e d e ra s y o n u □ T ü rk iy e ö ğ r e tm e n le r S e n d ik a sı (T Ö S ) □ D ev rim ci E ğ itim Ş û ra s ı □ T Ö S K o n g re si ve B ilin çlen m e □ ö ğ r e tm e n K im d ir? □ « S o sy a list T ü rk iy e » □ T lP P ro g r a m ı ........... □ « T ü rk iy e ’de E ğ itim S o ru n u ve S o sy alizm » □ « T ü rk iy e ’nin D üzeni» □ G enç K u şa ğ ın E le ş tir ile ri .................... □ D u ra k la m a N e d e n le ri ve E s k i Y ö n e tic ile r Q T e o rik Ö ğ re ti N o k sa n ı □ K öyden K o p m a □ ö ğ r e n c i H a re k e tle ri □ S iy a s a l P a r tile r d e ........... □ K öy K a lk ın m a E n s titü le r i T a s a rıs ı 9. Sonuç 461 469 476 477 478 480 481 484 487 492 496 497 497 498 518 532 548 559 560 570 574 575 576 579 580 580 587 587 594 600 603 609 612 613 616 625 628 629 630 631 632 636 643 644 646 649 650 653 ANT'ın Belgesel Kitapları • • • • • • • • 0 0 0 • 0 • • 0 • • • • • 0 • • • 0 K E M A L İS T D E V K tM İD E O L O J İS İ, E m in T ü r k E liğin, 15 L ira . S O S Y A L D E V R İM L E R , U L U S A L S A V A Ş L A R , N e h ru ’d a n I n d r a G a n d h i’y e h a p is h a n e m e k tu p la rı, 15 L ira . O S M A N L IL A R IN Y A R I S Ö M Ü R G E O L U Ş U , T e v fik Ç av d ar, 7,5 L ira . G İZ L İ B E L G E L E R L E B A R IŞ G Ö N Ü L L Ü L E R İ, M üslim ö z b a lk a n , 10 L ira . P E N T A G O N İZM , J u a n B osch, 5 L ira . G E R İ B IR A K T IR IL M IŞ T Ü R K İY E , D r. S e d a t ö z k o l 5 L ira . H İL A F E T V E Ü M M E T Ç İL İK S O R U N U , M eh m e t E m in B o z a rsla n , 12,5 L ira . O S M A N L I T O P L U M Y A P IS I. D r. M u z a ffe r S en cer, 10 L ira . Z A P A T A , R o b e rt P . M illon, 5 L ira . M A V I G Ö Z L Ü D E V (N a z ım H ik m e t ve s a n a tı) Z e k e riy a S e rte l, 10 L ira . (T ü k en d i) D İN L E Y A N K E E , W rig h t M ills, 10 L ira . T Ü R K İY E ’D E İL E R İC İ A K IM L A R Y ıldız S e rte l, 15 L ira Ç İZ G İL İ D Ü N Y A F e r r u h D o ğ an , 5 L ira . M İL L İ K U R T U L U Ş C E P H E S İ, D o u g la s B rav o , 5 L ira . D Ü Z E N İN Y A B A N C IL A Ş M A S I, Id r is K ü ç ü k ö m er, 7,5 L ira , (T ü k en d i) A N A R Ş İZ M D uclos — C ohn B e n d it 7,5 L ira . R O M A N G İB İ S a b ih a S e rte l, 15 L ira . S İY A H İK T İD A R S to k e ly C a rm ic h a e l 7,5 L ira Y A Ş A N T IM Y ev tu çen k o , 5 L ira N A Z IM H İK M E T İN P O L E M İK L E R İ K e m a l S ü lk e r, 7,5 L ira . S A B A H A T T İN A L İ D O S Y A S I K e m a l S ü lk e r, 7,5 L ir a G E R İL L A N E D İR A lb e rto B ayo, 5 L ira . S A V A Ş A N IL A R I (3. B a s k ı) C he G u e v a ra , 10 L ira L İD E R L E R D İY O R K İ, A bdi İp e k çi, 10 L ira . M A R K S İZ M İN T E M E L K İT A B I E m ile B u m s , (T o p la tıld ı) G E R İL L A G Ü N L Ü Ğ Ü C he G u e v a ra 10 L ir a (T o p la tıld ı) T ü r k i y e 'd e c u m h u r i y e t d ö n e m i n i n e n b ü y ü k h a r e k e t l e r i n d e n biri, h iç ş ü p h e s i , « k ö y en stitü leri» d e n e m e sid ir. Ç H P d ö n e m in d e k u ru lu p y i n e C H P d ö n e m i n d e fiilen y ık ıla n k ö y e n s titü le ri b a ş ı n d a n b e ri t u t u c u ç e v re le rin ş id d e tli sa ld ırıla rın a u ğ r a r k e n , ö z e llik le 1 9 R 0 'ta n s o n r a b u d e n e m e n in d e v rim a ç ıs ın d a n y e rin in v e n ite liğ in in n e o l­ d u ğ u so l ç e v re le rd e d e g e n iş şe k ild e ta rtışılm a ğ a b a şla n m ıştır B u k o n u d a le h te v e a le y h te b ir ç o k y a z ı v e e leştiri çık m ıştır. A n c a k , « k ö y e n stitü le ri» v e b u e n s titü le rin k u r u c u s u o la n İsm ail H a k k ı T o n g u ç ü z e r in e e n b e lg e s e l b ilgileri v e r e b ile c e k v e m e s e l e n i n d o ğ r u k o n u l m a s ın a y a rd ım e d e c e k 'k iş i, h iç ş ü p h e s iz . İsm ail H a k k ı T o n g u ç u n ö z e l arşiv in i d e ğ e r le n d ir m e k o la n a ğ ın a d a s a h ip b u lu n a n o ğ lu E n g in T o n g u ç 'tu r . E n g in T o n g u ç , 1 9 2 8 y ılın d a A n k a r a 'd a d o ğ m u ş , ç o c u k lu ğ u v e g e n ç liğ i k ö y e n stitü lerin in k u ru ld u ğ u d ö n e m d e g eçm iştir. A n k a ra v e H a m b u rg ü n iv e rs ite le rin d e tıp v e u z m a n lık ö ğ re n im i g ö re n E n g in T o n g u ç , 1 9 6 0 - 1 9 6 4 y ılları a r a s ı n d a A t a t ü r k İ l k ö ğ r e t m e n O k u l u 'n d a (esk i H a s a n o ğ la n K ö y E n s titü s ü ) ö ğ re tm e n lik v e o k u l h ek im liğ i y a ­ p a r a k e n s t i t ü l e r i y ı k a n la r ı n d e y i m i ile « d ü z e l t i l m i ş » ( !) b ir k ö y e n s t i t ü s ü n ü y a k ı n d a n t a n ı m a k o l a n a ğ ı n ı b u l m u ş t u r . 1 9 6 1 - 1 9 6 4 y ılla rı a r a ­ s ın d a . k ö y e n stitü lü le rin y a y ın la m a y a b a şla d ık la rı i m e c e D e rg isi n in ü ç y ö n e t i c i s i n d e n b iri idi. Y a z a r , b u k i t a b ı n d a , k ö y e n s t i t ü l e r i n i n k u r u l u ş v e y ık ılış o r ta m ın ı, T o n g u ç 'u n C H P v e İ n ö n ü ile ilişk ile rin in iç y ü z ü n ü , k ö y e n stitü le ri ü z e rin e o y n a n a n o y u n la rı b e lg e le rle a ç ık la ­ d ık ta n s o n r a T o n g u ç 'a v e e n s titü le re s a ğ 'd a n v e s o l'd a n g e le n e le ş ­ tirileri k e n d i g ö r ü ş l e r i n e g ö r e c e v a p l a n d ı r m a k t a d ı r . E s e r, c u m h u r i y e t ta rih in in b u e n b ü y ü k e ğ itim d e n e m e s i ü z e rin e sağ lık lı y a rg ıla ra v a rm a k iste y e n le r için b a şv u ru la c a k b aşlıca k ay n ak lard an b iri o la c a k tır.