Ayhan KAYA
Prof. Dr. İstanbul Bilgi Üniversitesi
Avrupa’da Popülist Sağın Yükselişi:
Popülizm Nedir?
Giriş
Bu makale, çeşitli sosyal-ekonomik ve finansal
sıkıntılar nedeniyle, korkunun ve önyargının etno-kültürel ve dinsel olarak farklı olan “ötekilere”
karşı tırmandığı Avrupa Birliği’nde, popülist hareketlerin ve siyasi partilerin mevcut durumunu
daha iyi anlamak için teorik tartışmaları tasvir
etmek üzere tasarlanmıştır. Bu çalışmanın temel önerisi, AB’de süregelen sosyal-politik-ekonomik ve finansal değişikliğin sebep olduğu,
bilinmeyene, yani örneğin Islama, Müslüman-
lara, mültecilere ve göçmenlere yönelik korkunun; bireysel temsilciler tarafından korkuyu
aşmak için muhtemel olarak kültürel/dinsel/uygarlıksal tözselleşmeye (reification) ve siyasi radikalleşmeye dönüştürüleceği yönündedir. Bu
bağlamda mevcut çalışma, yükselen popülist
hareketleri beş AB ülkesinde (Almanya, Fransa,
Yunanistan, İtalya ve Hollanda) ve Türkiye’de
karşılaştırmak için bir dizi teorik araçlar sunan
ve halihazırda devam eden çalışmanın (CoHERE Projesi kapsamında Çalışma Paketi 2)
5
AKADEMİK BAKIŞ
ilk kısmını oluşturmaktadır.1 Makale, teorik bir
perspektiften çağdaş popülizm eylemlerini detaylı bir biçimde ele alarak başlayacaktır. Buradaki amaç Avrupa’da yükselen popülizmin temel etkilerinin karşılaştırılması için bir dizi teorik
araç bulmaya zemin hazırlamaktır. Bu çalışma,
popülist siyasi partiler ve hareketler üzerinden, kamusal alanda yayılan Avrupa mirası
görüşlerini tanımlamayı ve “korku siyasetinin”
Avrupa mirasına ve kimliğine ait bu görüşlerle
nasıl ilişkilendiğini araştırmayı hedeflemektedir.
Bununla birlikte, bu makale temelde popülizmin mevcut durumunu anlamak için literatürde
kullanılan teorik açıklamalara yoğunlaşacaktır.
Popülizm Nedir?
1967 yılında, aralarında Ernest Gellner, Isaiah
Berlin, Alain Touraine, Peter Worsley, Kenneth Minogue, Ghita Ionescu, Franco Venturi ve Hugh Seton-Watson’un da bulunduğu
araştırmacılar, London School of Economics
(LSE)’de popülizme odaklanan bir konferans
düzenlediler. Bu önemli konferansı takiben,
Ghita Ionescu ve Ernest Gellner (1969) tarafından gelişmeler Latin Amerika, ABD, Rusya,
Doğu Avrupa ve Afrika’ya birçok katkıyı da içeren oldukça açıklayıcı bir kitapta düzenlendi.
Kitabın hala anlamlı olan önemli sonuçlarından
biri de “popülizm insanlara tapıyor” önermesiydi (Ionescu ve Gellner 1969: 4). Buna karşın,
her bir popülist vakanın özgül özelliklerini göstermek haricinde ne konferans ne de derleme
kitap bahsedilen yinelemenin ötesinde bir fikir
birliği oluşturabildi. Kavramın çok daha kapsamlı ve karşılaştırmalı bir analizini oluşturmak
için gerçekleştirilen ilk denemelerin birisinde
Gellner ve Ionescu şöyle yazmıştır:
“Popülizmin önemine ilişkin bugün hiçbir
şüphe yok. Fakat basitçe hiç kimse tam
olarak ne olduğundan emin değil. Bir doktrin ve bir hareket olarak değişken ve anlaşılması zor. Her yerde ortaya çıkıyor, fakat
çeşitli ve çelişkili şekillerde. Altında yatan bir
birlik var mı? Yoksa bir isim çok sayıda bağlantısız eğilimi mi kapsıyor?”
CoHERE, Eleştirel Miras, adlı Ufuk 2020 araştırması
hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. http:// http://cohere-ca.ncl.ac.uk/.
1
18
Çığır açan bu konferansın dikkate değer sonuçlarından birisi de Isaiah Berlin’in konferans
sırasında araya girerek yaptığı açıklamadır
(1967:6):
“Sanıyorum hepimiz tüm popülizm biçimlerini her yerde kapsayacak tek bir formülün
çok yardımcı olmayacağı konusunda hemfikiriz. Formül ne kadar kapsayıcı olursa, o
kadar az tanımlayıcı olur. Formül ne kadar
zengince betimlenirse, o kadar dışlayıcı
olur. İçerim arttıkça, uzantısı küçülür. Çağrışım ne kadar büyük olursa, anlam o kadar
küçük olur. Bu durum bana tarihsel yazım
açısından neredeyse apriori bir hakikat gibi
görünüyor.”
Popülizmin tanımı açısından bugünün bilim
dünyasındaki gidişat, 1960ların sonlarındakinden pek de farklı değildir. Konuyla ilgili birçok
çalışma yapılmış ve yayınlanmıştır. Fakat kavramın kapsamlı bir tanımından ziyade, araştırmacılar daha çok popülizmin farklı yönlerini
vurgulayan bir dizi unsuru listelemiştir; örneğin:
anti-elitizm;
anti-entelektüalizm;
düzen
karşıtlığına ilişkin pozisyonlar; din ve geçmişle kurulan yakınlık; ırkçılık; yabancı düşmanlığı;
anti-Semitizm; İslam karşıtlığı; göç karşıtlığı;
sosyal, kültürel ve ekonomik olarak homojen ve organik bir toplum imajını teşvik etme;
içinde yaşadığımız dünyayı anlamak için yoğun
olarak komplo teorilerinin kullanımı; liderin sıra
dışılığına olan inanç, fakat aynı zamanda lideri
halka daha da yakınlaştıran sıradanlığına olan
inanç; devletçilik; ve halkın kutsallığı (Ghergina,
Mişcoiu and Soare, 2013: 3-4).
Cas Mudde yakın zamanlarda yazdığı bir makalede, Brexit’in ardından ve Donald Trump,
Marine Le Pen, Geert Wilders, Almanya için
Alternatif, Beş Yıldız Hareketi, JOBBIK, İsveç Demokratları, Gerçek Finler ve çok daha
fazlasının yükselişi ışığında, popülist kitlelerin
mantığını sorgulamış ve şu soruyu sormuştur:
Kızgınlıklarını besleyen nedir? Tartışmaların
çoğu, hangi yakın tarihli olayın –Büyük Durgunluk ya da Avrupa mülteci krizi– sağ popülizmin
yükselişini körüklediği çevresinde dönmüştür.
Bu doğrultuda Mudde’nin ikinci sorusu da söz
konusu kızgınlığın ekonomik ya da aslen kül-
türel olup olmadığıdır. Mudde’ye göre her iki
olay da olguyu açıklar nitelikte değildir, çünkü
olgu olayları zaten öncelemektedir. Bu noktada okuyucuya, 1999’da ulusal oyun %30’unu
alan aşırı-sağ Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ)
ve 2002’de başkanlık seçiminde ikinci tura kalan Jean-Marie Le Pen örneklerini verir. Dolayısıyla, yakın tarihli ekonomik krizin ve mülteci
krizinin bunda bir rol oynadığını iddia edebiliriz,
fakat bunlar en çok birer katalizör olabilirler,
yine de bize nedenleri vermezler. Nihayetinde, toplumsal bir kavram olarak kızgınlık; sınırlı kaynaklar üzerinde rekabet eden kaybedenlerin, yılgınlık içinde öfke, korku ve nefret
gibi yaygın duygularla tepki gösterdiklerini bir
önerme olarak bize veriyorsa, o halde son otuz
yılda Avrupa halkının hoşnutsuzluğunu tetiklemiş sanayisizleşme, işsizlik, artan etnik-kültürel
çeşitlilik, çokkültürlülük, 11 Eylül sonrası terör
saldırıları gibi bir takım başka faktörlerin de olduğunu söyleyebiliriz (Berezin, 2009: 43-44).
Avrupa’da ve dünyanın diğer bölgelerinde
popülizmin tipolojilerini analiz eden çeşitli yaklaşımlar bulunmaktadır. En yaygın olanı, popülist oyu sosyo-ekonomik faktörlerle
açıklayan yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre,
popülist duygular, neoliberal ve post-endüstriyel politikalar üzerinden işçi sınıfı gruplarını
işsizlik, marjinalleşme ve yapısal dışlanmışlık
durumlarına hapseden modernleşme ve küreselleşmenin zararlı etkilerinin belirtileri olarak ortaya çıkmaktadır (Betz, 1994; ve 2015).
Yine bu yaklaşıma göre, “modernleşmenin ve
küreselleşmenin kaybedenleri” dışlanmalarına
ve marjinalleştirilmelerine tepki olarak anaakım
siyasi partileri ve söylemlerini reddederken,
göçmenlere karşı da etnik bir rekabet hissi üretirler (Fennema, 2004). İkinci yaklaşım, (özellikle
sağ-kanat için) popülizmin kaynaklarını “uzak
geçmişle ilgili mitlere dayanan etnik-milliyetçi
duygulara” atıfta bulunarak açıklama eğilimindedir. Bu yaklaşım, küreselleşme, İslam, Avrupa Birliği veya mülteciler gibi dış düşmanların
meydan okumaları ve tehditleriyle yüzleşmenin
tek yolunun, homojen bir etnik yapıyı vurgulamak ve geleneksel değerlere dönerek ulusu
güçlendirilmek olduğunu savunur (Rydgren,
2007). Üçüncü yaklaşım, popülist hareketlerin
ve siyasi partilerin yükselişi konusunda farklı
bir duruşa sahiptir. Söz konusu yaklaşım, siyasi parti ve hareketlere dış faktörlere bir tepki
olarak atıfta bulunmaktansa; popülist liderlerin
ve partilerin kendi bileşenlerine hitap etmek
için kullandıkları stratejik araçları vurgular (Beauzamy, 2013). Bu yaklaşımların eklektik bir
kullanımı, popülist hareket ve partilerin artan
popülerliğinin arkasındaki mantığı analiz etmede muhtemelen daha makul bir yol sunacaktır.
Bununla birlikte, ilk yaklaşımın Batı ve Güney
Avrupa bağlamında daha uygulanabilir olduğu,
ikincisinin ise Doğu Avrupa popülizmine daha
uygun olduğu iddia edilebilir. Üçüncü yaklaşım,
popülist lider ve partilerin örgütsel kapasite ve
tarzlarına odaklandığı için, muhtemelen her
türlü çağdaş popülizmi anlamamızda faydalı
olacaktır.
Mabel Berezin (2009), yeni Avrupa sağının temel analitik yaklaşımlarını açıklamak için farklı
bir sınıflandırma yapmaktadır. Avrupa popülizmlerinin nüanslarını yakaladığı iki analitik
eksen olduğunu iddia eder: kurumsal eksen
ve kültürel eksen. Kurumsal eksende, yerel
örgütsel kapasiteler, ulusal düzeyde gündem
belirleme kapasiteleri, politika önerme kapasiteleri ve işsizlikle ilgili konularda ulusal düzeyde uzlaşmak, öncelikli soruşturma konularıdır.
Kültürel eksen ise, küreselleşmenin zararlı etkilerine yanıt verebilecek entelektüel repertuarlar,
bunların yabancı düşmanı, ırkçı, İslamofobik
söylemleri barındırmaya hazır olmaları ve envanterlerinin hafıza, mit, geçmiş, gelenek, din,
sömürgecilik ve kimliği kullanma kapasitesi ile
ilgilidir. Bugünün Avrupa popülizmini analiz etmek için bu iki eksenin kullanılması, araştırmacıya yerel ve ulusal düzeydeki başarı ve/veya
başarısızlığı anlamak için uygun araç setleri
sağlayabilir. Bu eksenler aracılığıyla; Avrupa’da
belirli şehirlerde popüler hale gelen kaç tane
popülist parti olduğunu, bunu ülke çapında
neden başaramadıklarını ve bununla birlikte
kültür, geçmiş (veya geçmişler), din ve mitler
gibi rasyonel olmayan unsurların popülist partilerin güçlerini sağlamlaştırmaktaki rolünü anlamaya çalışabiliriz.
Sağ popülizmin, liderlerin kriz algısı oluşturmak
için ekonomik ve kültürel kızgınlığı karıştırmak
gibi her iki eksenin unsurlarını da harmanlayabil-
19
AKADEMİK BAKIŞ
diği zaman ulusal düzeyde başarılı olduğu görülüyor. Sadece, sosyoekonomik hoşnutsuzluk
(işsizlik ve yoksulluk), göç ve entegrasyon gibi
kültürel kaygılarla bağlandığında, sağ-kanat
popülistler kendilerini diğer ekonomik eleştirmenlerden ayırabilmektedirler. Sağ popülistler
kültür, uygarlık, göç, din ve ırktan faydalanırken; sol popülistlerin toplumsal sınıfla ilişkili etmenlere yatırım yapmayı tercih etmesi de bu
nedenledir. Ernesto Laclau’nun (2005a) belirttiği gibi, memnuniyetsizliklerinçoğul olduğu ve
farklı memnuniyetsizliklerin bir arada varolması
konusunda geleneksel sistemin yetersizliğinin
artması, popülist kırılmaya neden olan koşulları yaratmaktadır. Bu kırılma, her ülkenin almış
olduğu tarihsel yola bağlı olarak bazen sağ ve
bazen de sol popülizm olabilmektedir.
Avrupa ve ötesindeki popülist partiler aynı
zamanda farklı siyasi hayallere ve farklı geleneklere dayanmakta, farklı ulusal kimlik anlatıları inşa etmekte ve günlük yaşamdaki farklı konuları vurgulamaktadır. Ruth Wodak’ın
(2015: 2) başarılı bir şekilde işaret ettiği üzere,
Avusturya, Macaristan, İtalya, Romanya ve
Fransa örneklerinde olduğu gibi, Avrupa’daki
bazı partiler kendilerini faşist ve Nazi geçmişiyle ilişkilendirerek destek
almaktadır. Hollanda, Danimarka, Polonya, İsveç ve
İsviçre örneklerinde olduğu
gibi bazı partiler de İslam
tehdidi algısıyla meşruiyet
kazanmaktadır. Bazıları ise,
örneğin Amerika ve Evanjelik/Hristiyan örneğinde gördüğümüz üzere köktenci bir
söylemi desteklemektedir.
Finlandiya ve Yunanistan
örneklerindeki gibi, bazıları
meşruiyetini Avrupa şüpheciliği yoluyla ortaya koyarken, Türkiye örneğinde
olduğu gibi bazıları da meşruiyetlerini muhafazakâr bir
ideoloji ile içerde ve dışarda
tanımlanamayan düşmanlardan kaynaklı bir tehdit
algısıyla
geliştirmektedir
(Kaya, 2015). Farklı ulusal
20
düzenlemelerdeki popülist partilerin, bileşenlerini harekete geçirmek için patika-bağımlı bir
söylem ve retorik kökeni izledikleri iddia edilebilir.
Mesele ne olursa olsun, Avrupa halkı şu sıra
gündelik hayatta karşılaştığı en önemli zorluklar hakkında ortak bir görüşe sahip gibi görünüyor. AB’ye üye 27 ülkenin devlet ve hükümet
başkanları ile AB Konsey ve Komisyon başkanları, Birliğin mevcut durumunu tespit etmek ve
AB-27’nin İngilteresiz ortak geleceği hakkında
görüşmek üzere 29 Haziran 2016 tarihinde
Bratislava’da bir araya geldi. Bratislava toplantısı, takip eden altı ay boyunca AB-27’nin ana
önceliklerini ortaya koyan ve aşağıdaki hedeflere ulaşmak için somut önlemler sunan “Bratislava Deklarasyonu” ile sonuçlandı: 1) göç, 2)
iç ve dış güvenlik ve 3) genç işsizliği ve radikalizm dahil, ekonomik ve sosyal kalkınma. AB
Konsey başkanı Donald Tusk tarafından daha
önce ana hatlarıyla belirtilmiş olan söz konusu başlıklar, genellikle Avrupa vatandaşlarını
en çok ilgilendiren konuları yansıtıyor. Grafik 1,
Eurobarometre 2016 Anketi verilerine dayanarak, Avrupa vatandaşlarının önemli olarak önceledikleri konu algılarını göstermektedir.2
Bkz. European Parliamentary Research Service Blog
https://epthinktank.eu/2016/10/03/outcome-of-the-informal-meeting-of-27-heads-of-state-or-government-on-16-september-2016-in-bratislava/most-important-issues-for-eu-citizens/, 4 Ağustos 2016 tarihinde
erişildi.
2
Küresel ekonomik kriz ve belirsizliğin hâkim olduğu bir ortamda, yükselen neo-popülist hareketler ve Avrupa şüpheciliği aynı madalyonun
iki yüzüdür. Bu durum, politikadaki güvenilirliğin azalmasının ve popülist hareketlerle geleneksel partilerin “üstesinden gelme” eğiliminin,
Avrupa demokrasisi için faydalı olup olmadığı
sorusunu ortaya koyuyor. Popülizmin şaşırtıcı
özelliklerinden birisi de sol-merkez-sağ politik
spektrumun geleneksel konseptlerine tam olarak uymamasıdır. Örneğin, Latin Amerika’da
popülist hareketler, genellikle kentsel işçi sınıfının güçlü desteğini alan politik solla ilişkilendirilmiştir. Buna karşın Avrupa’da popülist
hareketler, köylü ve işçilerin milliyetçi mit ve ideolojileri desteklemesiyle beslenen, daha ziyade
sağ-kanat bir olgu olarak değerlendirilmiştir.
Fakat sol-kanat popülist hareketler, sağ-kanat
milliyetçi ideolojinin unsurlarını içerebildiğinden,
hatta Avrupalı faşist ve Nazi hareketler politik
gündemlerinde belirgin sosyalist unsurlara sahip olduğundan, kesin bir ayrımdan söz etmek
mümkün değildir (Howard, 2000). Bununla
birlikte solcu popülistleri sağcılardan ayıran
belirgin özelliklerden birisi, içinde yetiştikleri
sosyalist öğretilerden beslenen bir fikir olarak
insanları yeniden eğitme düşüncesine olan güvenleridir. Sol popülizmin aksine, sağ popülizm
insanların sözde sağduyusuna güvenmektedir.
“Popülizm” teriminin özgün bir tanımı yoktur.
Edwards Shils’in II. Dünya Savaşı’ndan sonraki müdahaleleri üzerine, bazı araştırmacılar
popülizmi bir ideoloji olarak kabul etmektedir
(Mudde, 2004, 2007, 2016b). Bazıları popülizmi, çeşitli siyasi partilerin plebisitler, referandumlar ve halka açık konuşmalar aracılığıyla iktidarı üretmek ve sürdürmek için şekillendirdiği
bir strateji olarak okumaktadır (Weyland, 2001;
Barr, 2009). Popülizmin, “halk” ile daha güçlü
bir bağ kurmak gerektiğinde yine popülist bireyler tarafından araçsallaştırılan yarı-zamanlı bir olgu olduğu varsayımına dayanan diğer
araştırmacılar, popülizmi bir söylem olarak
tanımlar (Wodak, 2015; Hawkins, 2010). Öte
yandan, Gramscici bir yorumla yaklaşan bazıları ise popülizmi bir politik mantık olarak ele
almaktadır (Laclau 2005a, 2005b). Ufuk açıcı
çalışmasında Peter Worsley (1969: 247); popülizm, ne belirli bir bölgeye özgü bir hadise
ne de politikanın herhangi bir ideolojik yönüne
özgü bir kaledir, diye açıklar. Popülizm daha ziyade çeşitli politik kültürlerin ve yapıların bir yönüdür. Nihayetinde Marksist araştırmacı Worsley’i takip eden diğerleri de popülizmi bir politik
stil olarak tanımlar (Taguieff, 1995; ve Moffitt,
2016). Pierre-Andre Taguieff de (1995: 10, 41)
aşağıdaki alıntı ile pozisyonunu açıkça ortaya
koymaktadır:
“Popülizmi kavramsallaştırmanın tek yolu,
belirli bir sosyal ve politik hareketlenme türü
belirlemektir ki bu da terimin, politik eylem
ve söylemin sadece bir boyutunu gösterebileceği anlamına gelir. Belirli bir politik rejim türü içermez, belirli bir ideolojik içeriği
tanımlamaz. Çeşitli ideolojik bağlamlar için
uygun bir politik stildir… Dolayısıyla, bir
demokrasi ya da diktatörlüğün popülist bir
boyutu veya yönelimi olabilir, bir politik tarza
sahip olabilirler.”
Sosyalizm, komünizm, çevrecilik, feminizm,
sosyal demokrasi veya faşizmin aksine; popülizm hala tam teşekküllü bir ideoloji olmaktan
uzaktır, çünkü henüz uluslararası kabul görmüş ve homojen bir şekilde tanımlanmış norm
ve değerler dizisi taşımamaktadır. Daha ziyade mevcut olan, popülizmin Avrupa’dan Latin
Amerika’ya veya Orta Doğu’ya uzanan ulusal
ve bölgesel belirtileridir. Bu nedenle, bir liderin
ya da siyasi partinin ideolojisi, örneğin Komünizm, Sosyalizm, İslamizm, Milliyetçilik, Faşizm
ya da Ekolojizm olabilirken, söz konusu lider ya
da partinin kullandığı söylem veya strateji veya
politik mantık veya politik stil yine de popülist
olabilir.3
Popülist partiler tarafından kullanılan siyasal
iletişim stratejileri, toplumu “gerçek halk” ve
“yozlaşmış elit” olarak ayırır ve siyasetin halkın
genel iradesinin bir ifadesi olması gerektiğini
belirtir. Mevcut akademik yaklaşım, popülizmi
dört genel eylem ve tartışma modeli üzerinden
tanımlar. Popülist partiler:
1. Mevcut kurumsal düzenlemelere karşı
çıktığı varsayılan bir sağduyuya işaret
Popülizmin bir ideoloji ve bir stil olarak ele alınmasına
ilişkin daha fazla tartışma için bkz. Tarchi (2013).
3
21
AKADEMİK BAKIŞ
eder. Muhalefette genellikle doğrudan
demokrasinin daha güçlü unsurlarına
çağrıda bulunurlar, örneğin referandumlar yoluyla;
2. Kendilerini manda altına alınmış bir
siyasal düzenin muhalifleri olarak
görürler ve ülkenin siyasal elitlerini
yozlaşmış, kendi hizmetlerinde ve halkın sorunlarından kopuk olmakla suçlarlar;
3. Siyasete eleştirel yaklaşan ya da apolitik olan nüfus gruplarını harekete geçirmek için dikkat çekici sıra dışı pozisyonları kullanmaya çalışırlar ve
4. Genellikle dost-düşman tartışmalarını
kullanarak ve politik meseleleri belirgin
bir şekilde basitleştirerek, siyaseti kutuplaştırma ve kişiselleştirme eğilimindedirler (Mudde, 2004).
Avrupa’daki popülist partilerin çoğu, Avrupa
bütünleşmesi için mevcut olan kurumsal çerçeve koşullarını reddetmektedir. Araştırmacılar genellikle popülist partilerin pragmatik ve
post-ideolojik olduklarını ya da ideolojik olmadıklarını kabul eder. Bununla birlikte, bir referans doktrininin yokluğu ya da açıkça reddedilmesi, popülist söylemde belirgin bir ilkeler özü
olmadığı anlamına gelmez. Popülizmin sembolik özü aşağıdaki üç ilkeyi içerebilir (Taggart,
2000; ve Franzosi, Marone ve Salvoti, 2015):
1. Genellikle organik bir yapı olarak atfedilen “halk” kavramının sürekli kullanılması, politik düzenin elitist tasvirine karşı “sıradan vatandaşları” siyasi
meşruiyetin biricik kaynağı olarak konumlandırır;
2. Aynı zamanda siyasal sınıfın bir bütün
olarak reddedilmesine de vurgu yapan
anti-elitizm. Mecazi olarak bir “kast”
olarak düşünülen tüm siyasi ve sosyal
kurumlar ile bunların politikacılar, bürokratlar, gazeteciler ve bilim insanları
da dâhil olmak üzere profesyonelleşmiş tüm unsurlarına yönelik öfke; ve
22
3. Temsili demokrasinin geleneksel kurumlarının kınanması. Bu nedenle
temsili kurumlar, egemenliğin gerçekte halkın elinde olduğu ve politikacıların basitçe uygulayıcıları olduğu, “aşağıdaki” “gerçek” demokrasinin fark
edilmesine engel teşkil eder.
Tüm yönleriyle bu üç ilke hem liderlik hem de
politik aktivistler tarafından sergilenen tek tip
bir tutumun ortaya çıkmasına yol açar. Popülizm de genellikle belirgin bir “demokratiklik”
(democraticism) biçimi olarak ortaya çıkmaktadır (Shils, 1956; ve Meny ve Surel, 2002).
Temsili demokrasi kurumlarına karşı mücadele,
geleneksel olarak “doğrudan demokrasi” anlayışına dayanan söylem ve sloganlar üzerinde
toplanır. Fransa, Almanya, Yunanistan, İtalya,
Hollanda ve Türkiye ile ilgili olarak bu makalede tasvir edilecek tüm siyasi parti ve hareketler, popülizmin bahsedilen tüm özelliklerini taşımaktadır. Edward Shils’in (1956) çalışmasına
atıfta bulunan Peter Worsley (1969: 244), popülist politikaların açığa çıkardığı bu demokratiklik biçimini etkili bir biçimde özetlemektedir:
“[Shils] için popülizm, iki temel ilkenin katılımını içerir: (a) halkın iradesinin, geleneksel
kurumlar gibi diğer tüm standartlara olan
üstünlüğü; (b) İnsanlar ve liderler arasında, kurumların aracılığı olmadan kurulacak
“doğrudan” bir ilişkiye duyulan istenç. Yaygın görüşe göre, bu tip popüler katılım tarzlarına genel olarak; yozlaşmamış, basit ve
sıradan halkın erdemlerine olan yarı-dinsel
bir inanç ile “akıllı” verimsize, kibirliye, aristokrat, zengin ve boş gezene karşı duyulan
güvensizlik eşlik eder…: iktidar, mülk, kültür ve yetiştirme tekeline sahip olduğuna
inanılan köklü bir yönetici sınıf tarafından
topluma dayatılan düzene karşı öfkeli bir
ideolojidir. Bu yaklaşıma göre popülizm,
“fazla eğitimli” olanlara karşı bir güvensizlik
hissiyatı içerirken, hükümetin yasama organına ve herhangi bir kurumuna özerklik
vermez. Kamu hizmetinden nefret eder ve
politikacıya düşmandır.”
Popülizmin tanımı hakkında yapılan akademik tartışmalar çoğunlukla Laclau (2005b) ve
Essex Okulu’nun eserlerine övgülerini sunar
(Stavrakakis, Yannis ve Giorgos Katsambekis, 2014). Essex Okulu’nun dışında iki işlevsel
kriter vurgulanabilir: Popülizme yönelik söylem-odaklı bir yaklaşım, incelenen söylemsel
uygulamanın; ilk olarak “halk” düğüm noktası
üzerinden açıklanıp açıklanmadığının ve ikinci
olarak da sunduğu toplum temsilinin, toplumu
elit, düzen, güç bloğu bir tarafta; “halk”, ezilen ve imtiyazsız olan diğer tarafta, muhalif iki
kampa bölerek ne derece antagonist olduğunun belirlenmesi üzerine kuruludur. Bu iki koşul
aynı anda gerçekleştiğinde, söz konusu partiyi
ya da hareketi “popülist” olarak adlandırabiliriz (Stavrakakis ve Katsambekis, 2014: 123).
“Halk” ve düşmanlarının inşa edildiği terimler
çoğu zaman apriori olarak belirlenmiştir: halk
“gerçek”, “iyi”, “homojen” ve her zaman haklı
olmalıdır; bununla birlikte “düzen”, “yozlaşmış”,
“kötü” ve haksız olmalıdır (Katsambekis, 2016;
Mudde, 2007). Paul Taggart’ın “halkı”, “yerin/
kültürün kalbi” (the heartland) olarak kavramsallaştırması, popülistlerin halk ile ne kastettiğini anlamamıza yardımcı olabilir. Taggart’a
göre, “heartland”, “popülist hayallere göre, erdemli ve birleşik bir nüfusun yaşadığı” bir yerdir (Taggart, 2000: 95). Popülist propaganda
içerisinde halk ne gerçektir ne de her şey dahil
bir kavramdır, daha ziyade bütün nüfusun mitsel ve inşa edilmiş bir alt kümesidir (Mudde,
2004). Başka bir deyişle, nasıl ki millet, milliyetçiler için hayali bir cemaatse, popülistler için de
“halk” hayali bir cemaattir. Macaristan Başbakanı Victor Orban için sadece Hristiyanlar olabildiği gibi, Fransa’nın Marine Le Pen’i için de
sadece Hristiyanlar olabilir. Öyleyse Jan-Werner Müller’in de (2016) haklı bir şekilde önerdiği
gibi, popülistler ortak bir siyasal saflık kurgusu
yardımıyla, gücü ele geçirmeye çalışan farklı
bir elit kategorisi olarak tanımlanabilir. “Halk”
ve “düşman” arasındaki Manichean ikilemi,
1967’de yapılan London School of Economics’te düzenlenen Popülizm Konferansı’nda
Isaiah Berlin (1967: 16) tarafından son derece
başarılı bir şekilde açıklanmıştır:
“halkın düşmanları; kapitalistler, yabancılar,
etnik azınlık ya da çoğunluklar, her kim olursa olsun belirtilmelidir. Bunlar belirlenmelidir. Halk herkes değildir. Halk, belirli türden
bir herkestir ve halkın kendisini gerçekleştirmesini engelleyerek veya halka komplo kurarak veya olabilecek herhangi bir biçimde,
kendilerini soluk olanın ötesine bir şekilde
yerleştirmiş belirli insanlar vardır. Halk belirlenmelidir. Aynı şekilde düşman da. Nasıl
tesis edilmiş olursa olsun, halk toplumun
tamamı değildir.”
Popülist sağ, “saf halk” ile Yahudiler, Müslümanlar, etnik azınlıklar veya yozlaşmış elitler
gibi düşmanlar arasında kurduğu antagonizmden beslenmektedir. Avrupa’da, halkın saflığı
argümanı daha ziyade eşitlik ilkesini reddeden ve özellikle göçmen ve azınlık gruplarına
yönelik dışlama politikalarını savunan etno-dinsel bir temelde tanımlanır. Ulusal varyasyonlara rağmen popülist parti ve hareketler, göçe
muhalif olmalarıyla; ulusal/Avrupalı kültürünü
koruma kaygılarıyla; küreselleşmeye, AB’ye,
temsili demokrasiye, ana akım siyasal partilere karşı keskin eleştirileriyle ve etnik/dinsel/
ulusal Benliğe göre “kültürel açıdan farklı”
olanları sömürmeleriyle tanımlanabilirler. Güçlü
bir lidere sahip olma vurgusu da dünyadaki
popülist hareketler arasında oldukça yaygındır.
Popülistler basitçe, düzene ait siyasi partilerin,
liderler ve destekçileri arasındaki bağa zarar
verdiklerini, homojen insanlar içinde yapay bölünmeler yarattıklarını ve kendi çıkarlarını halkın
çıkarlarının üzerine koyduklarını iddia ederler
(Mudde, 2004: 546).
Göç sorunu, Avrupa’daki tüm radikal partilerin
program ve söylemlerinde merkezi bir yer tutmaktadır. Örneğin 2000li yılların ikinci yarısında
yapılan bir ankete göre, bu tür popülist partilerin seçmenleri ülkelerinin sadece az sayıda
göçmeni kabul etmesi gerektiğini veya hiç kabul etmemesi gerektiğini belirtmiştir: Avusturya’da bu oran seçmenlerin yüzde 93’ü (genel
olarak yüzde 64’e karşılık); Danimarka’da yüzde 89’u (yüzde 44); Fransa’da yüzde 82 (yüzde 44); Belçika’da yüzde 76 (yüzde 41); Norveç’te yüzde 70 (yüzde 63); ve Hollanda’da
yüzde 63 (yüzde 39) olarak verilmiştir. Aslında,
altı ülkedeki popülist parti seçmenlerinin yalnızca yüzde 2,5’undan azı daha fazla göç görmek istemektedir (Rydgren, 2008: 740). Avrupa’da göç konusunda, özellikle son on yılda
23
AKADEMİK BAKIŞ
yerleşik Müslüman topluluklarına yönelik daha
belirli bir düşmanlık biçimi görülmektedir. Çok
sayıda seçmen, aynı zamanda bu partilere seçim potansiyeli sağlayan artan çeşitlilik ve göç
konusunda endişelidir. Göç karşıtı duygular,
genellikle Müslüman karşıtı duygularla beraber
gözlenmektedir. Örneğin, 1994’te Müslümanların milli güvenliğe bir tehdit olduğu görüşünü
destekleyen Danimarka Halk Partisi seçmenleri yüzde 35 iken; bu rakam 2007 itibariyle yüzde 81’e (yüzde 21’lik tüm oylara karşılık olarak)
yükselmiştir (Goodwin, 2011: 10). Endişe yalnızca ekonomik şikayetlerden kaynaklanmıyor,
fakat bu partilere verilen destek ve göçmenlere
karşı duyulan düşmanlık temel olarak kültürel
tehdit kaygısıyla ilerliyor. “Ötekilere” yönelik
ayrımcı ve ırkçı söylem, Avrupa’da demokrasi
ve sosyal uyum için açık bir tehdit oluşturuyor.
Bu bakımdan, Norveç’te 22 Temmuz 2011’de
hükümete, sivil halka ve İşçi Partisi gençlik örgütü üyelerinin Ütoya Adası’ndaki yaz kampına
düzenlenen terörist saldırılar, aşırılığın neden
olduğu tehlikeler için üzücü bir hatırlatmadır.
Fail, 32 yaşındaki Norveçli aşırı sağcı Anders
Behring Breivik, yıllarca internet forumlarındaki tartışmalara katılmış ve Avrupa’da İslam’a
ve göçmenlere karşı görüşlerini dile getirmiştir. Şimdilerde bazı eleştirel sesler, toplumsal
hafızamızda hala yaşayan Nazizm, Faşizm ve
Franco rejimlerinin geçmiş deneyimlerine benzeyen aşırı sağcılığın ve popülist hareketlerin
yükselişini sorgulamaktadır. Üstelik, popülist
sağın Avrupa siyasetindeki yükselişi demokrasiye bireysel haklar, toplumsal haklar ve insan
hakları temelinde meydan okumaktadır. Örneğin, Hollanda, Almanya ve Birleşik Krallık’ta
yapılan vatandaşlık sınavları tek ve baskın bir
kültür perspektifinden tasarlanır ve bana göre
siyasal ve bireysel hakları tekil bir kültür anlayışına ve kabulüne bağladığı ölçüde, söz konusu
hakları baltalamaktadır (Kaya, 2012).
Avrupa’nın popülist sağ partileri, Donald
Trump’ın 8 Kasım 2016’da Amerikan seçimlerini kazanmasından ve İngiltere’nin Avrupa
Birliği’nden ayrılma kararından sevinç duymuş;
bunları hem kendi göçmenlik hem AB, hem de
İslam karşıtı tutumları için bir zafer olarak görmüş; ve Fransa, Danimarka, Hollanda, Maca-
24
ristan, Almanya ve İsveç gibi ülkelerde benzer
sonuçlar almak için ahdetmişlerdir. Nihayetinde Avrupa halkı, popülist söylemler tarafından yorumlanan ve takdir edilen biz/onlar, saf
halk/yozlaşmış elit, imtiyazlı/imtiyazsız benzeri
düşmanca ikilemlerdeki gibi, çeşitli Manichean
anlayışlar arasında giderek kutuplaşmakta ve
dünyanın geri kalanından pek de farklı durmamaktadır.
Çağdaş Popülizmin Özellikleri
Moffit (2016: 29) popülizmin günümüz dünyasındaki üç temel özelliğini başarılı bir şekilde
sınıflandırır: 1) elitlere karşı halka seslenme; 2)
kaba tavırlar; 3) kriz, çöküş veya tehdit.” Cas
Mudde (2007) popülizmi “toplumu nihayetinde
‘gerçek halk’ ve ‘yozlaşmış elit’ olarak iki homojen ve karşıt gruptan oluşturan ve siyaseti halkın genel iradesinin bir ifadesi olması gerektiğini iddia eden zayıf-merkezli bir ideoloji” olarak
tanımlar. Zayıf-merkezlidir çünkü Komünizm,
Sosyalizm, Feminizm ve Ekolojizm gibi katı yani
tam teşekküllü bir ideoloji olarak nitelenemez.
Dünyanın Kartezyen dualiteye dayanan “saf
halk” ve “yozlaşmış elit”, veya “iyi” ve “kötü”,
veya “inanlar” ve “kafirler”, veya “çoğunluk” ve
“azınlık”, veya “dost” ve “düşman” şeklindeki
Manichean ayrımı; sosyal sınıf ve politik ilişkiler
fark etmeksizin tüm topluma hitap eder ve aynı
zamanda politikacılara, güçlü ve zenginlere
karşı toplumda duyulan derin şüpheye işaret
eder. Daniel Şandru (2013) dikkatimizi önemli
bir tesadüfe çekmektedir. Görünüşe göre popülizm terimi 20. Yüzyılın ikinci yarısında bazı
düşünürler ideolojinin “sonunu” ilan etmeye
başladığı zamanlarda ortaya çıkmıştır. Kısa bir
süre içinde yeniden inceleneceği gibi, bu aynı
zamanda, dünya siyasetindeki sınıf temelli ideolojik bölünmelerin yerini etno-kültürel, dinsel
ve kimliğe dayalı söylemlerin aldığı bir süreçtir. Popülizmin, halk egemenliğini ve çoğunluk yönetimini desteklemesi bakımından bazı
demokratik unsurlara ya da Shils’in tanımıyla
(1956) “demokratiklik” unsuruna sahip olduğu
iddia edilebilir. Aslında, elit karşıtlığına ve halkın
iradesine tutunarak, popülizm de tarihte ilerlemeci şekiller almıştır (Mudde, 2004; 2007). Sofistike kurumları ve bürokratik jargonu bırakan
popülist siyasetçiler, “halkı” temsil eden politik
olarak sezgisel ve karizmatik liderlerin yüklendiği yalınlıkla ve doğrudanlıkla gurur duyarlar.
Halka doğrudan seslenerek, popülizmin aynı
zamanda, marjinal grupların siyasal katılımlarını
da arttırdığı söylenir.
Isaiah Berlin’in (1967: 3) haklı bir şekilde işaret ettiği gibi, “popülizm, seçilmiş grubun içsel
değerini, filozofların aydınlanmış kozmopolitanizminin dışsal değerine karşıt olarak vurgular.”
Araştırmalar popülist partilerin; dinamizmleri,
taban ağları ve sosyal medya taktiklerindeki
ustalıkları ile, genç seçmenlerin ve hoşnutsuz
işçi sınıfının siyasete yeniden katılımında özellikle etkili olduğunu göstermiştir (Köttig et al.,
2017; Goodwin, 2011; Strabac et al., 2014;
Kaya ve Kayaoğlu, 2017). Benzer bir şekilde
popülizm, anaakımana akım siyasi partiler ve
elitler tarafından temsil edilemediğini hisseden
kesimlere ses verebilmekte ve bu suretle bilinçli ya da bilinçsiz olarak anaakım partiler tarafından ele alınmayan veya siyasi gündemde
ilgi görmeyen belirli konuları da ele alabilmektedirler.
Popülist liderlerin “halka” seslenişleri dışında
başka bir benzerlikleri daha vardır: “kaba tavırlar.” Moffitt (2016) popülist siyasetçilerin kamusal alanda; sert, rasyonel, teknokratik, entelektüel ve politik olarak doğru olmaya karşıt olarak;
argoyu, küfrü, siyasi yanlışlığı, aşırı demonstratif ve renkli olmayı tercih ettiklerini haklı olarak
bize hatırlatıyor. Buradaki mantık, halka kendilerini basitçe onlardan biriymiş gibi göstermek
ve halkın değerlerine, kodlarına, normlarına ve
önceliklerine yakın olmaktır; diğer elitist politikacıların halkla asla sahip olamayacakları bir
yakınlık kurmaktır. Popülist liderler içinde bulundukları çevreye uyum sağlamak için; doğru
dili, lehçeyi, aksanı, mimikleri, beden dilini, jestleri ve giyinme yollarını kullanma eğilimindedir.
Tüm bu seçimler genellikle kültürel olarak özeldir ve siyasi ve kültürel olarak büyük yankı yaratmaktadır (Ostiguy, 2009). Örneğin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ülkedeki tozlu sokaklarda,
mezarlıklarda veya yoksul mahallelerde, ünlü
kareli ‘prestogal’ ceketiyle kravatsız bir biçimde yaptığı yürüyüşler, halka seslenişini göstermenin bir yoludur.4 Popülist politikacıların bu
4
Bkz. “Erdoğan ‘makes his own fashion,’ Turkey’s se-
tür edimsel eylemleri halka bir çeşit “sıradanlık”
göstermek için sahnelenir. Fakat bu, popülist
liderlerin edimsel eylemleri sadece “sıradanlık” için sahneledikleri anlamına gelmez; aynı
zamanda destekçilerine belirli erdemlere sahip
sıra dışı liderler olduklarını gösterecek diğer
icraatlarda da bulunurlar; örneğin, erkek liderler için erkeklik ve erkekliklerini, kadın liderler
için kadınlık ve annelik duygusunu kanıtlamak
gibi (Mofitt, 2016: 66). Silvio Berlusconi’nin
ünlü kadınlarla kaçamakları, Erdoğan’ın “Uzun
Adam” lakabı ve Vladimir Putin’i üstsüz bir şekilde avlanırken gösteren tabloid resimler buna
örnek olarak verilebilir. Sıra dışılığın edimsel
eylemleri bazen dinsel çağrışımlara da sahip
olabiliyor. Hugo Chavez kendini Simon Bolivar’ın reenkarnasyonu olarak sunmuş; Berlusconi bir dönem kendisini siyasetin İsa Mesih’i
(Moffitt, 2016: 63); George Bush ise kendisini
bir keresinde kurtarıcı yani Mesih ilan etmiştir
(Singer, 2004). Popülist liderler, sıra dışılıklarını
halka gösterme konusunda başka bir ortaklığa
da sahiptir; yani temsil ettikleri insanlar adına
düşmanlara karşı gösterdikleri daimî çabaları.
Sabit bir paranoyayla, düşmanları tarafından
öldürülecekleri beklentisini dile getirirler. Chavez’in takıntısı, Kolombiya oligarşisi tarafından
zehirleneceği yönündeydi (Halvorssen, 2010).
Diğer popülist liderlerin ölüm tecrübesine ilişkin
eylemleride benzer şekilde, Erdoğan’ın halka
seslenişlerde sıklıkla tekrarladığı cümle: “Ben
bu yola kefenimi giyerek çıktım” şeklindedir. 5
Düşmanın elinde ölme tehdidi veya kurgusu,
popülist liderler arasındaki ortak bir kinayedir.
Üçüncü bir özellik olarak, popülizm itici gücünü; içsel veya dışsal bir unsur ya da içeride
veya dışarıdaki bir düşmandan kaynaklanan
kriz, çöküş ve tehdit algısından alır (Taggart,
2000; Moffitt, 2016). Küresel finansal kriz,
mülteci krizi, göç krizi, köktendinci İslam krizi,
Minare krizi, başörtüsü krizi, haşema krizi, her
mi-official agency says,”
http://www.hurriyetdailynews.com/erdoganmakeshis-own-fashion-turkeys-semi-official-agency-says.
aspx?pageID=238&nID=76826&NewsCatID=338
Bkz. “Erdoğan challenges Turkey’s most popular whistle-blower,” Hurriyet Daily News, 21 Şubat 2015,
http://www.hurriyetdailynews.com/erdogan-challenges-turkeys-most-wanted-whistleblower.aspx?pageID=238&nID=78651&NewsCatID=338
5
25
AKADEMİK BAKIŞ
türlü askeri tehdit veya diğer birçok kriz; popülist politikacılar tarafından, insanları kendi çıkarları için tetikte tutmak adına dile getirilmekte
ve mütemadiyen vurgulanmaktadır. Çünkü popülistlerin kendi bileşenleriyle, radikal bir şekilde basitleştirilmiş söz konusu terim ve siyasi
tartışma alanlarından en azından biri aracılığıyla
iletişim kurması çok daha kolaydır. Dolayısıyla, popülist politikacıların beslendikleri krizlere
sürekli olarak yatırım yapmaları da şaşırtıcı değildir. Latin Amerika’daki popülist politikacılar
zaman zaman emperyalist komplolara atıfta
bulunur; Geert Wilders, Hollanda ulusunun
sosyal, ekonomik ve politik refahı karşısında artan İslamlaşmayı yakın bir tehdit olarak kullanır.
Popülist liderler, mevcut sorunları, hatta imal
edilen sorunları, krizleri, çöküşleri veya tehdidi
mütemadiyen dramatize ederek ve skandallaştırarak halk desteğini koruma eğilimindedir
(Wodak, 2016; Albertazzi, 2007). Dramatize
etmek ve skandal yaratmak; kendilerini bilgili,
kurtarıcı, sorun çözücü ve kriz yöneticisi olarak
gören popülist liderlere, bileşenlerinin popülist
politik tarzın yararına daha fazla güven duymalarını sağlayacak bir dizi atıfta bulunur (Wodak,
2016: 11).
İdeolojinin Sonu ve Popülizmin Doğuşu?
Popülizmin bir ideoloji olup olmadığı tartışması, üzerinde biraz daha durmayı gerektiriyor.
Daniel Bell (1965) gibi bazı araştırmacıların
1960larda ideoloji yaklaşımının güncelliğini yitirdiğini ilan etmesiyle, popülizm teriminin kullanımı çağdaş siyasette popülerliğinin arttırmaya
başladı. İdeolojinin sonu paradigması, sosyal
bilimlerde sınıf temelli analizin itibarını sarsmak
ve aynı zamanda kimliğe dayalı kültürel analizin önemini arttırmak için gerçekleşen neoliberal bir girişim gibi görünüyor. Bu bağlamda,
esasen sosyal, ekonomik ve politik olguların
kültürelleştirilmesi, etnikleştirilmesi, dinselleştirilmesi ve uygarlaştırılmasına yönelik neoliberal girişimlerin yoğunlaşmasına paralel olarak
popülizm teriminin popülerleştiğini görmek
oldukça dikkat çekicidir (Dirlik, 2003). Dolayısıyla, ideoloji kavramının tarihine göz atmakta
fayda var. Terim ilk olarak, 1796’da Fransız
filozof Destutt de Tracy (1754-1836) tarafından, bilinçli düşünce ve fikirlerin kökenini açı-
26
ğa çıkarmak için gelişen “yeni bir fikir bilimine”
(kelimenin tam anlamıyla bir IDoloji [idea-logy])
atıfta bulunmak için kullanılmıştır. De Tracy’nin
bu bilimi ayrı bir disiplin olarak ortaya koyarken
beklentisi, ideolojinin nihayetinde biyoloji ve
zooloji gibi yerleşik bilimlerle aynı statüye sahip
olmasıydı. Bununla birlikte, 19. yüzyılın ortalarında Karl Marx daha kalıcı bir anlam vererek,
terimi kitleleri yanlış bilince götüren bir inanç ve
düşünce dizisi olarak tanımladı. Marx daha da
ileri giderek; ezilen sosyal sınıflara gerçekliğin
baskın tanımını veya hakikatin baskın rejimlerini
kabul ettiren ve aslında statükoyu doğallaştıran bir yol olarak ideolojinin “itaati” de doğal
kıldığını söylemiş ve ideolojinin işlevini yeniden
tanımlamıştır. Marx aslında ideolojinin “egemen
sınıfın” fikirlerini; yani, sınıf sistemini koruyan ve
sömürüyü sürekli kılan fikirleri ifade ettiğini kastetmektedir. Marx ve Engels ([1846] 1970: 64)
erken dönem çalışmaları Alman ideolojisi’nde
aşağıdakileri yazmıştır:
“Her dönemde egemen sınıfların fikirleri
egemen fikirlerdir; yani toplumun egemen
maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda toplumun egemen entelektüel gücüdür. Maddi
üretim araçlarını denetim altında tutan sınıf,
aynı zamanda düşünce üretim araçları üzerinde de kontrol sahibidir.”
Burjuva ideolojisi, kapitalist üretim söz konusu olduğunda, sömürülen sosyal gruplar arasında tabi kılındıkları ve sömürüldükleri düzeni
fark etmelerini engelleyen bir aldatmaca veya
yanlış bilinç yaratır. Bununla birlikte Marx, tüm
siyasi görüşlerin ideolojik bir karaktere sahip
olduğuna inanmadı. Sınıf sömürüsü ve baskı
süreçlerini ortaya çıkarmaya çalışan eserinin
bilimsel olduğunu belirtti. Marx’a göre bilim ve
ideoloji arasında, hakikat ve yanlış arasında kesin bir ayrım yapılabilir. Bununla beraber, Vladimir Ilyich Lenin (1988) ve Antonio Gramsci
(1971), söz konusu ayrımı, yalnızca “burjuva
ideolojisine” değil, fakat aynı zamanda “sosyalist ideolojiye” ya da “proleter ideolojisine” de
atıfta bulunarak – Marx’ın absürd olarak addedeceği bir bağıntıyla – yönlendirmiştir.
İki savaş arası dönemde totaliter diktatörlüklerin ortaya çıkışı Karl Popper ([1945] 1966) ve
Hannah Arendt (1951) gibi düşünürleri, ideolojiyi, uyum ve itaati mümkün kılan bir toplumsal
kontrol aracı olarak görmeye teşvik etmiştir.
Soğuk Savaş’ın terimi liberal kullanımıyla, hakikat tekelinde karşıt düşünce ve inançlara
tahammül etmeyi reddeden ideoloji, “kapalı”
bir düşünce sistemi olarak kabul gördü. Nihayetinde Louis Althusser ideolojinin, “yanlış bir
bilinç” ya da dünyanın işleyişi konusunda hatalı
bir anlam dünyası oluşturan önceki Marksist
perspektifinden uzaklaştı. Althusser’e göre
(2001), düşüncelerimizi, hayallerimizi ve inançlarımızı şekillendiren dile bel bağladığımız ölçüde, “varoluşun gerçek koşullarına” erişmemiz
mümkün değildir. Bununla birlikte; topluma,
ekonomiye ve tarihe yönelik titiz bir “bilimsel”
yaklaşımla; bahsedilen “gerçek koşullar” olmasa bile en azından bize karmaşık tanıma süreçleriyle esasları öğretilen belirli bir ideolojinin,
metotlarını algılamaya yaklaşabiliriz.
Althusser, aynı zamanda, geleneksel devlet
aygıtları (hükümet, idare, ordu, polis, mahkemeler ve cezaevleri) ile ideolojik devlet aygıtları (eğitim, aile, medya, kilise, kültür ve iletişim araçları) arasında bir ayrım yapmaktadır.
Geleneksel devlet aygıtlarının aksine ideolojik
aygıtlar; daha az zorlayıcı, daha az merkezi
ve daha heterojendir; aynı zamanda bunların
kamusaldan ziyade özel varlık alanına eriştiği
düşünülmektedir. İdeolojik devlet aygıtlarını,
devlet aygıtlarından ayıran temel unsur ideolojidir: “baskıcı devlet aygıtı şiddetle çalışırken, ideolojik devlet aygıtları ideolojiyle çalışır”
(Althusser 2001: 97). Althusser’in söz konusu
ideoloji anlayışı, Chantal Mouffe, Ernesto Laclau, Slavoj Žižek ve Fredric Jameson da dahil
olmak üzere birçok önemli Marksist düşünürü
etkilemiştir.
‘İdeolojinin sonunun’ sanayileşme sonrası dönemin belirleyici unsuru haline geldiğini ve bu
vesileyle, popülist siyasi söylemlerin etno-kültürel, dinsel ve kimlik temelli retorik ile birleşerek popülerleştiğini 1960larda ilk olarak söyleyen Amerikalı sosyolog Daniel Bell’di (1965).
Bu argümanın arkasındaki mantığa göre, artık
yorumlanacak yeni bir büyük teori (grand theory) ve ideoloji kalmamıştı. Bell’e göre etik ve
ideolojik sorular önemsiz hale gelmişti, çünkü
çoğu batı toplumunda, partiler basitçe daha iyi
seviyelerde ekonomik büyüme ve maddi refah
vaadiyle güç yarışına girmekteydi. Başka bir
deyişle, ekonomi siyasete üstün gelmişti. Siyasi ideal ve ideolojilerde ortaya konacak hiçbir
şey kalmadıysa, bildiğimiz haliyle tarihin bittiği
de iddia edilebilirdi. Soğuk Savaş çağındaki iki
karşıt kuvvetten birinin, kapitalizmin, diğerine
karşı zafer kazandığına tanık olan Francis Fukuyama (1989), “tarihin sonunu” ilan etmekte
tereddüt etmemiştir. Savını, tarihi daimî bir fikir
mücadelesi olarak gören Hegelci paradigmadan türetmiştir. Tarih fikir mücadelesinden oluşuyorsa; diyalektik döngüyü devam ettirecek,
kapitalizme karşıt bir rakip fikri kalmadığından;
tarihin gerçekten de sona erdiğini iddia etmek
mümkün olmaktaydı.
Ulus-devlet, Batı, proletarya, yüksek kültür, teleolojik düşünce, ilerleme ve bütünlük gibi modernitenin üst anlatılarına göre, geleneksel, dini
ve etno-kültürel olana bağlılık nihayetinde yerini daha rasyonel, laik ve evrenselci toplumsal
kimliklere bırakacaktır. Oysa gerçekleşen tam
tersiydi (Hall, 1993: 274). İdeolojik yüzleşmeye dayanan geleneksel politik işaretlerin kaybı,
ulusal kimliklerin etno-kültürel ve dinsel kimliklere bölünmesine yol açtı. Yerel ve özel kimliklerin yükselişi; evrensel hakikatin, aydınlanmanın, rasyonalitenin, laikliğin ve ilerlemenin nihai
anlatılarının çözülmesi anlamına gelmektedir.
Popülizm çağında, kimliği; geleneksel, yerel,
özgün ve mitsel olarak (yeniden) kavramsallaştırma çabasının yeni bir eğilim olduğu görülmektedir. Modern toplumların bir Manichean
ve/veya Kartezyen ikili karşıt düşünce tarzına
hapsolduğu anlaşılmaktadır. Sanki dünya iyi ve
kötü, çoğunluk ve azınlık, Hristiyan ve Müslüman, laik ve dinsel ve benzeri olarak bölünmüş
gibi. Bizi bu ikilikten kurtarabilecek üçüncü bir
pozisyon var mı? Aslında, bu soru felsefe ve
kültürel çalışmalar gibi birçok alan için hayati
öneme sahiptir. Örneğin, Emmanuel Levinas
(1986, 1987, 1998), her zaman “benlik” ile
“öteki” arasındaki ilişkiyi düzenlemesi beklenen
bu “üçüncü” partiyi aramıştır. Ve bu “üçüncü”
partinin “adalet” ten başka bir şey olmadığını iddia etmiştir. Öte yandan, Homi Bhabha,
Stuart Hall, Paul Gilroy, Mike Featherstone,
27
AKADEMİK BAKIŞ
Felix Guattari ve Gilles Deleuze gibi düşünürler, kültürel çalışmalarda mevcut olan bu ikililiği, üçüncü mekânı ya da ‘üçüncü kültürü’
tanıtarak parçalama eğiliminde olmuşlardır
(Bhabha, 1990; Guattari, 1989; Gilroy, 1987).
Felix Guattari’nin (1989: 14) tanımıyla üçüncü
mekân bir “heterojenleşme sürecidir.” Guattari, “hedefimizin yeni vatandaşlık sözleşmeleri
yaparken, bireysel kültürleri beslemek; yani tekilliğin, istisnaların ve nadirliğin mümkün olan
en az seviyedeki baskıcı koşullar altında bir
arada olabildiği bir devlet düzeni kurmak olduğunu” savunmaktadır. Bu formasyonu “siyah
ve beyazın belirsiz olduğu, güzel olanın çirkinle, içerdekinin dışarıdakiyle, iyi olanın kötüyle,
benliğin ötekiyle birlikte bulunduğu; ‘ortanın
dahil edildiği’ bir mantık olarak” tanımlar (Guattari, 1989: 14). Bu noktada, William Connolly
(2003) anlamlı bir müdahalede bulunarak; çeşitli bağlamlarda kimlik politikalarını sorgular
ve kimlik ile farklılıklar arasında daha geniş bir
alanda kurulan bağlantıyı belirler.
Connolly; kimlik, farklılık, özgürlük, demokrasi, küresel politika, agonistik saygı, bir arada
yaşama, laiklik, teizm, non-teizm, liberalizm ve
komüniteryanizm gibi birçok konu ve kavramı
ele alır. Bunu yaparken de genellikle Nietzsche,
St. Augustine, Hobbes, Heidegger, Levinas ve
Derrida’nın eserlerine atıfta bulunur. Verimli bir
şekilde “üçüncü mekânın” teorik yapısını gösterdiği “belki-nin temelinde” (the ground of the
perhaps); aşağıdaki yapı etrafında inşa edilen
alternatif bir bakış açısı sunmaya çalışır:
“varlığa tanrısal olmayan bir saygı; farklılığın
kimlikte mevcut olması; kişisel ve kolektif
kimlik arasındaki problemli ilişki terimleri; olumsallık deneyimi ile küreselleşmenin
olumsallıklarına karşı siyasal dikkatliliğe
teşvik edici yollar olarak, çatışma ve karşılıklı
bağımlılık için agonistik bakımın kimlik/farklılık, demokrasi ve jenealoji temelinde geliştirilmesi ve modern zamanın sonlarındaki
bölgesel demokrasiyi desteklemek ve
güçlendirmek için, bölgesel olmayan
demokratikleşmenin aktivasyonu” (Connolly, 2003: 220).
Her türlü kişisel ve kolektif kimliğe ışık tutarak,
28
tanrısal kaynaklı olmayan etik bir ilhamı yine
bunun için evrensellik talep etmeden benimser. Böylesi bir pozisyon, “hem inancı özel alana kapatmak isteyen laiklik düşüncesiyle hem
de insanları tek bir doğru inancın altında birleştirmeyi hedefleyen tanrısal odaklı bir vizyonla”
ilişkisini kırma yolunda, kamusal yaşamda etik
kaynakların çoğullaşmasına güçlü bir destek
anlamına gelir (Connolly, 2003: xxi). Tanrısal
olmayan etik ilham, etik-politik yaşamı; evrensel bir inancın ortak itirafından ya da iyi argümanın varsayılan gücünün oluşturduğu uzlaşmadan ziyade, taraflar arasındaki müzakere
ve uzlaştırmaya bağlamayı amaçlar. Popülist
politikacıların iddialarının aksine, Connolly haklı olarak gerçek bir kimliğin olmadığını, çünkü
her bir kimliğin kendine özgü, ilişkisel ve inşa
edilmiş olduğunu belirtir. Kimlik, spesifik bir
sosyal ve tarihsel bağlamda, söylemsel olarak
şekillendirilmiş dinamik ve etkileşimli bir sosyal
süreç aracılığıyla inşa edilmiştir ve sürekli olarak ekonomik ve güç ilişkileriyle iç içedir (Eisenstadt, 2000).
Bireysel veya kolektif bir kimlik, bir dizi farklılıkla ilişkili olarak kendisini oluşturur. Bir birey
ya da bir grup, “ötekilik” olarak ortaya çıkan
bu farklılıkların bazılarını düzeltme, düzenleme
veya dışlama baskılarına maruz kalır. Demokratik rejimin kalitesi, bu baskılara verilen cevabın kabulüne bağlıdır. Connolly’nin (2003) bu
bağlamda başvurduğu felsefi tartışmalardan
biri “agonistik saygı” ya da bazı eleştirilerin
adlandırdığı şekliyle “agonistik demokrasidir.”
Agonistik erdemi, insanların farklı nihai kaynakları onurlandırmasına, farklılık karşısında
karşılıklı saygı geliştirmesine ve vatandaşlar
arasındaki politik bağımlılığı doğrulayacak nitelikte politikalar belirlemek için daha büyük
meclisleri müzakere etmeye izin veren bir sivil
erdem olarak tanımlamaktadır. Michael Walzer
(2002) de, Connolly’ün “agonistik çoğulculuk”
tartışmasına denk düşecek şekilde, karşılıklı
saygı ve tanıma arayışında kimlik politikalarının
önemine atıfta bulunur. Walzer aynı zamanda,
ötekilerin ötekiliğinin Devlet tarafından resmi
olarak tanınmasının altını çizer:
“Kimlik politikaları yalnızca bazen doğrudan
devlete yöneliktir – belirli bir toprak parça-
sına sahip bir grubun, özerklik veya ayrılık
talep etme durumu gibi. Gruplar göçmen
toplumlarındaki gibi dağıldığında, saygı talep etme eylemi çoğunlukla sivil toplumda
gerçekleşir… Kadın ve erkekler, vatandaşlar olarak değil ama daha ziyade işçiler
veya inanç sahipleri veya komşular olarak
oldukları kişiden gurur duyarlar… [kimlik
politikasının] yararları politik olmaktan çok
ilişkiseldir... Modern çoğulcu toplumlarda
kimlik politikaları, üyeleri yoksul ve nispeten
güçsüz olan zayıf grupların en önemli ve en
sorunlu politikasıdır. Onlara saygı duymanın
en iyi yolu, onların kolektif zayıflıklarına değinmek gibi görünüyor… Bu veya o grubun
ortak tarih ve kültürünün devlet destekli
kutlamalarına ihtiyacımız olabilir: bayramlar,
medya programları, müze sergileri vb. …
Saygıyı teşvik etmek, hedeflememiz gereken şeydir ... (Walzer, 2002: 40-41).
Bu nedenle, göçmen toplulukları, Müslüman
azınlıklar, otokton azınlıklar veya sosyolojik/antropolojik olarak tanımlanmış diğer azınlıkların
ötekiliğinin resmi olarak tanınması, bu grupları
içinde bulundukları çoğunluk toplumuna kendilerini daha çok dahil etmeye teşvik edebilir.
Bu görüşe göre, söz konusu grupların müzelerde, medyada, politikada ve diğer meşru iletişim alanlarında daha eşitlikçi bir şekilde temsil
edilmesi, Avrupa’da birbirine bağlı toplumların
oluşumuna muhtemelen katkıda bulunacaktır.
Bilimsel İnceleme Konusu: Lider mi Parti mi?
Lidere mi yoksa partiye mi odaklanılacağına
karar vermek, popülizm incelemelerinde merak uyandıran konulardan birisidir. Kapsamlı
bir araştırmaya dayanarak Moffitt (2016), bu
seçimin genellikle çalışılan bölge ya da ülke
temelinde yapıldığı sonucuna varır. Literatür, lidere odaklananların Latin Amerika, Afrika veya
Asya-Pasifik popülizmi temelinde çalışmalara eğilimli olduklarını, partilere odaklananların
ise daha ziyade Avrupa popülizmi temelinde çalışmalar yaptığını göstermektedir. Hugo
Chavez ve Alberto Fujimori Fernando Collor
gibi Latin Amerikalı popülist liderler, Michael
Sata ve Raida Odinga gibi Asya-Pasifikli popülist liderler, bu bölgelerde popülizmden bah-
sedildiğinde akla gelen isimlerdendir. Bu bağlamda, lider Recep Tayyip Erdoğan’ın imajının
ve karakterinin partinin önüne geçmesi nedeniyle, Türkiye de bu ilk kategoriye uyar. Ancak
Avrupa’daki popülist hareketler sorgulandığında, çoğu zaman öne çıkan İngiltere’de UKIP,
Fransa’da Ulusal Cephe, İtalya’da Beş Yıldız
Hareketi veya Macaristan’da JOBBIK gibi siyasi partilerdir. Bununla birlikte, son zamanlarda söz konusu siyasi partilerin liderlerinin
de partilerinden öncelikli olduğu algısı yaygın
bir gözlem olarak ortaya çıkıyor. Nigel Farage, Haziran 2016’daki Brexit referandumuyla
ilgili olarak kesinlikle çok popülerleşti. Marine
Le Pen, Fransa ve Avrupa’da her zaman belirli
bir popülerliğe sahipti. Geert Wilders’in Hollanda’daki popülerliğinin, Özgürlük Partisi’ninkinden de çok daha fazladır. Bölge ne olursa
olsun, inceleme altındaki her durum için çok
açık olan bir şey var: bir parti veya hareket olmadan popülizmi hayal etmek mümkünken,
çağdaş popülizmi liderlik olmadan hayal etmek
oldukça zordur.
Sonuç
Bu raporun amacı, nedenler ve yanıtlarla ilişkilendirmek üzere teorik ve ampirik analize
dayalı bir literatür araştırması yapmaktı: hangi faktörler artan sayıda vatandaşın sağ veya
sol popülist partileri desteklemesine neden
oluyor? Sıklıkla, söz konusu popülist partilere
ait iştiraklerin, siyasi protestocular, tek sorun
odaklı (single–issue) seçmenler, “küreselleşmenin kaybedenleri” veya etno-milliyetçiler
olduğu tahmin edilmektedir. Ancak, durum
bundan daha karmaşıktır. Popülist parti seçmenleri anaakım elitlerden hoşnutsuz, onlara
karşı güvensiz ve en önemlisi de göçmenliğe,
yükselen etno-kültürel ve dinsel çeşitliliğe düşmandır. Ekonomik olarak güvensiz hisseden
bu vatandaşların düşmanlıkları da temelde
göçmenlerin ve azınlık grupların, kendi ulusal
kültürlerini, sosyal güvenliklerini, toplumu ve
yaşam tarzlarını tehdit ettiği düşüncesinden
kaynaklanıyor. Bu gruplar, popülist partilerin
destekçileri tarafından, ulusun sosyal, politik,
kültürel ve ekonomik birliği ile homojenliğini tehdit eden bir güvenlik mücadelesi olarak
algılanıyorlar. Bu vatandaşların temel kaygısı
29
AKADEMİK BAKIŞ
yalnızca devam eden göç ve mülteci krizi değil; aynı zamanda çoğunlukla Batı Avrupa ülkelerine yerleşmiş Müslüman kökenli insanlar
hakkında da endişeliler. Müslüman karşıtı düşünce, popülist sağ yanlıları için önemli bir
destek faktörü haline geldi – tüm Müslüman
kökenli insanların etnik, kültürel, dinsel, politik
ve ekonomik olarak homojen olduğu algısına
dayanan bir düşünce. Bu, göçmen sayısının
azaltılması veya sınır denetlemelerinin sıklaştırılması gibi yalnızca göçmen temelli endişelere
başvurmanın yeterli olmadığı anlamına gelir.
Popülist partiler, kötüleşen ekonomik koşullara,
göçle ilgili kamusal tutuma, Müslümanlara ve
İslam’a yönelik tutum ve önyargılara ve anaakım elitlerin bu sorunlara verdiği yanıttan duyulan kamusal memnuniyetsizliğe yatırım yapıyor
gibi görünüyor. Benimsedikleri görüş ve fikirler,
marjinal bir azınlığın fikirleri olarak göz ardı
edilemez. Bu partiler siyasette kalıcı göürnüyorlar. Göç ve yükselen etnik-kültürel çeşitlilik
konusundaki endişenin, Müslümanların varlığı
ve uyumu konusundaki kaygıların ve anaakım
seçkinlerin bu konulardaki performanslarından duyulan memnuniyetsizliğin azalması pek
muhtemel değil. Mathew Goodwin’in (2011)
araştırmasında belirttiği üzere, bu zorluğun
kalıcı niteliği muhtemelen en iyi şekilde dönemin ve son zamanların bulguları üzerinden
yansır; bu da bize popülist sağ partilerin eski
kuşakların özel mülkiyetinde olmadığını gösterir. Bu tür partilere oy verenlerin, aynı zamanda
çocuklarının oy verme alışkanlığını da etkilediğine dair kanıtlar vardır. Örneğin, Fransa’daki
Ulusal Cephe lideri Marine Le Pen’e verilen
desteğin yüzde 37’sinin, uzun süredir devam
eden kronik işsizlik durumundan etkilenen 35
yaş altı seçmenlerden geldiği bilinmektedir.
Bu inceleme aynı zamanda, popülist bir siyasal
tarzın; kültürel, etnik, dinsel ve uygarlıksal terimlerle, meşru olarak sunulandan fayda sağlayan neoliberal yönetim biçimlerinin yükselişiyle
birlikte yaygınlaştığını ileri sürmüştür. Batı’daki
kültürel-dinsel söylem üstünlüğünün, toplumların dini farklılıkları içerisindeki birçok sosyal,
politik ve ekonomik çatışmayı şekillendirmesi
de muhtemeldir. Göçmenlerin ve göçmen soyundan gelenlerin karşılaştığı yoksulluk, dış-
30
lanma, işsizlik, okuma yazma bilmeme, siyasi
katılım eksikiliği ve entegrasyon isteksizliği gibi
birçok sorun, basmakalıp bir şekilde Batı’nın
laik norm ve değerleriyle ihtilaflı görülerek, İslami geçmişlerine atfedilmektedir.
Referanslar
Albertazzi, Daniele (2007). “Addressing at the
People – A comparative study of the Lega
Nord’s and Lega dei Ticinesi’s political rhetoric and style of propaganda,” Modern Italy,
12/3: 327-347.
Althusser, Louis (2001). Lenin and Philosophy
and other essays. New York: Monthly Review
Press.
Andeweg, Rudy B. and Gallen A. Irwin (2005).
Government and Politics of the Netherlands.
London:Palgrave.
Arendt, Hannah (1951). The Origins of Totalitarianism. New York: Schocken Books.
Barr, Robert R. (2009). “Populists, Outsiders
and Anti-Establishment Politics,” Party Politics 15 (19): 29-48.
Beauzamy, Brigitte (2013). “Explaining the
Rise of the Front National to electoral prominence: Multifaceted or contradictory models?” in R. Wodak, M. Khosravinik and B.
Mral (eds.), Right –Wing Populism in Europe:
Politics and Discourse. London: Bloomsbury:
177-190.
Bell, Daniel (1965). The End of Ideology: On
the Exhaustion of Political Ideas in the 1950s.
New York: Free Press.
Berezin, Mabel (2009). Illiberal Politics in Neoliberal Times: Culture, Security and Populism
in the New Europe. Cambridge: Cambridge
University Press.
Berlin, Isaiah (1967). “To define populism,” Interventions made by Isaiah Berlin during the
panels in the London School of Economics
Conference on Populism, 20-21 May 1967,
available at the Isaiah Berlin Virtual Library,
http://berlin.wolf.ox.ac.uk/lists/bibliography/
bib111bLSE.pdf
Betz, Hans-Georg (1994). Radical Right-Wing
Populism in Western Europe. New York: St.
Martins’ Press.
Betz, Hans-Georg (2015). “The Revenge of
the Ploucs: The Revival of Radical Populism
under Marine Le Pen in France,” in Hanspeter Kriesi and Takis S. Pappas, eds., European
Populism in the shadow of the great recession. Colchester: ECPR Press: 75-90.
Bhabha, Homi K. (1990). “The Third Space.
Interview with Homi Bhabha”, J. Rutherford
(der.), Identity, Community, Culture and Difference, London: Lawrence and Wishart: 207221.
Connolly, William (2003). Identity/Difference.
Minneapolis: University of Minnesota.
Dirlik, Arif (2003). “Global Modernity? Modernity in an Age of Global Capitalism,” European
Journal of Social Theory 6 (3): 275-292.
Eisenstadt, Shmuel N. (2000). “Multiple Modernities”, Daedalus, Vol.129, No. 1 (Winter) :
1-29.
Fennema, Meindert (2004). “Populist Parties of
the Right,” ASSR Working Paper 04/01 (February), Amsterdam School for Social Science
Research.
Franzosi, Paolo, Francesco Marone and Eugenio Salvati (2015) “Populism and Euroscepticism in the Italian Five Star Movement,” The
International Spectator, 50:2: 109-124.
Fukuyama, Francis (1989). “The End of History,” National Interest 16.
Gellner, Ernest (1964). Thought and Change.
London: Weidenfeld and Nicolson.
Ghergina, Sergiu, Sergiu Mişcoiu and Sorina
Soare (eds.), (2013). Contemporary Populism:
A Contoversial Concept and Its Diverse Forms.
Cambridge: Cambridge Scholars Publishing.
Gilroy, Paul (1987). There Ain’t no Black in the
Union Jack. London: Hutchinson, 1987.
Goodwin, Matthew (2011). “Right Response:
Understanding and Countering Populist Extremism in Europe,” Chatham House Report
(September).
31
AKADEMİK BAKIŞ
Gramsci, Antonio (1971). Selection from the
Prison Notebooks. London: Lawrence & Wishart.
Köttig, Michaela, Renate Bitzan and Andrea
Petö (eds.) (2017). Gender and Far Right Politics in Europe. London: Palgrave.
Guattari, Felix (1989). “The Three Ecologies,”
New Formations 8 (Summer): 131-147.
Laclau, Ernesto (2005a). “Populism: What’s in
a Name?” in Francisco Panizza, ed., Populism
and the Mirror of Democracy. London: Verso:
32–49.
Hall, Stuart (1993). “The Question of Cultural
Identity,” S. Hall et al. (der.), Modernity and Its
Futures. Cambridge: Polity Press.
Hall, Stuart (1991). “Old and New Identities,
Old and New Ethnicities,” in Anthony D. King
(ed.), Culture, Globalization and the World-System. London: Macmillan Press.
Halvorssen, Thor (2010). “Behind Exhuman of
Simon Bolivar in Hugo ChavezS Warped Obsession,” Washington Post, July 25.
Hawkins, Kirk A. (2010). Venezuallea’s Chavismo and Populism in Contemporary Perspective. New York: Cambridge University Press.
Howard, Marc Morjé (2000). “Can Populism
Be Suppressed in a Democracy? Austria, Germany, and the European Union,” East European Politics and Societies, Vol. 14, No. 2:
18–32.
Ionescu, Ghita and Ernest Gellner (1969). Populism: Its Meanings and National Characteristics. Weidenfeld & Nicolson.
Katsambekis, Giorgos (2016). “Radical Left
Populism in Contemporary Greece: Syriza’s
Trajectory from Minoritarian Opposition to
Power,” Constellations, doi: 10.1111/14678675.12234
Kaya, Ayhan (2012), Islam, Migration and Integration: The Age of Securitization. London:
Palgrave.
Kaya, Ayhan (2015). “Islamization of Turkey
under the AKP Rule” Empowering Family, Faith and Charity,” South European Society and
Politics, 20/1, p.47-69,
Kaya, Ayhan and Ayşegül Kayaoğlu (2017
Forthcoming). “Individual Determinants of anti-Muslim prejudice in the EU-15,” Uluslararası
İlişkiler Dergisi.
32
Laclau, Ernesto (2005b). On Populist Reason.
London: Verso
Lazaridis, Gabriella and Khursheed Wadia,
eds. (2015). The Securitization of Migration in
the EU: Debates since 9/11. London: Palgrave.
Lenin, Vilademir Illich (1988). What is to be
Done? London, New York: Penguin.
Le Pen, Marine (2012). Pour que vive la France. Paris: Éditions Grancher.
Levinas, Emmanuel (1986). “The Trace of
the Other” in M. Taylor (ed.), Deconstruction
in Context. Chicago: University of Chicago
Press: 346-359.
Levinas, Emmanuel (1987). Collected Philosophical Papers, çev., A. Lingis, The Netherlands: Kluwer Academic Publishers.
Levinas, Emmanuel (1998). On Thinking of the
Other: Between Us. London: Athlone Press.
Marx, Karl and Friedrick Engels ([1846] 1970).
The German Ideology. London: Lawrence &
Wishart.
Moffitt, Benjamin and Simon Tormey (2014).
“Rethinking Populism: Politics, Mediatisation
and Political Style.” Political Studies 62, no. 2:
381–397
Moffitt, Benjamin (2016). The Global Rise of
Communism: Performance, Political Style and
Representation. Stanford, California: Stanford
University Press.
Mouffe, Chantal (2013). Agonistics. London:
Verso.
Mudde, Cas (2004). “The Populist Zeitgeist”,
Government and Opposition. Volume 39, Issue 4: 541- 563.
Mudde, Cas (2007). Populist Radical Right
Parties in Europe, Cambridge University Press.
Mudde, Cas (2016). “How to beat populism:
Mainstream parties must learn to offer credible solutions,” Politico (25 August), http://www.
politico.eu/article/how-to-beat-populism-donald-trump-brexit-refugee-crisis-le-pen/
Mudde, Cas (2016b). On Extremism and Democracy in Europe. London: Routledge.
Müller, Jan-Werner (2016). What Is Populism? Pennsylvenia: University of Pennsylvania
Press.
Contemporary Populism. Cambridge: Cambridge Scholars Publishings: 53-83
Taggart, Paul (2000). Populism. Buckingham:
Open University Press.
Taguieff, Pierre-André (1995). “Political Science Confronts Populism: From a Conceptual
Mirage to a Real Problem,” Telos 103: 9-43.
Taguieff, Pierre-André (1988). La force du préjugé: Essai sur le racisme et ses doubles. Paris: la Découverte.
Tarchi, Marco (2013). “Populism and Political Scence: How to get rid of the ‘Cinderlla
Complex’”, in S. Ghergina et al. (eds.), Contemporary Populism. Cambridge: Cambridge
Scholars Publishings: 114- 139.
Ostiguy, Pierre (2009). “The High-Low Political
Divide: Rethinking Populism and anti-Populism,” Political Concepts Working Paper Series, 35.
The Guardian (2011). “UK riots were product
of consumerism and will hit economy,” says
City broker, 22 August.
Popper, Karl ([1945] 1966). The Open Society
and Its Enemies: Vol. 1: The Spell of Plato (5th
ed.). Princeton, NJ: Princeton University Press.
Walzer, Michael (2002). “Equality and Civil Society” in S. Chambers and W. Kymlicka (eds.),
Alternative Conceptions of Civil Society (Princeton: Princeton University Pres): 34-49.
Rydgren, Jens (2008). “Immigration Sceptics,
Xenophobes or Racists? Radical Right-Wing
Voting in Six West European Countries”, European Journal of Political Research, 47: 737–
65.
Weyland, Kurt (2001). “Clarifying a contested
Concept: Populism in the Study of Latin American Politics,” Comparative Politics 34 (1):
1-22.
Rydgren, Jens (2007). “The Sociology of the
Radical Right,” Annual Review of Sociology,
33: 241-262.
Wodak, Ruth (2015). The Politics of Fear:
What Right-Wing Populist Discourses Mean.
London: Sage.
Shils, Edward A. (1956). The Torment of Secrecy: The Background and Consequences of
American Security Policies. Glencoe, Ill.: Free
Press
Wodak, Ruth and T. A. van Dijk, eds. (2000.)
Racism at the Top. Parliamentary Discourses
on Ethnic Issues in Six European States. Austria, Klagenfurt/Celovec: Drava.
Singer, Peter (2004). The President of Good
and Evil, New York.
Worsely, Peter (1964). The Third World. London: Weidenfeld and Nicolson.
Stavrakakis, Yannis and Giorgos Katsambekis
(2014). “Left-wing populism in the European
periphery: the case of SYRIZA,” Journal of Political Ideologies, 19:2: 119-142.
Worsely, Peter (1969). “The Concept of Populism,” in Ghita Ioenscu and Ernest Gellner,
eds., Populism: its meanings and national
characteristics. Weidenfeld and Nicolson:
212-250.
Şandru, Daniel (2013). “The Ideological Components of Populism,” S. Ghergina et al. (eds.),
33