İLKBAHAR 2019 / 39
HASAN TAHSİN VE İLK KURŞUN /YÜZ YIL ÖNCE BU GÜNLERDE/ YILDIZ ALBÜMLERİ/İZMİR’İN EN ESKİ ADI
2019
KUVAYI
MİLLİYE
RUHU
Gazeteci Hasan
Tahsin’in, İzmir’in
işgalinin ardından,
ilk kurşunu
sıkmasıyla
başlayan direniş
halesi, günlerin
birbirine
eklenmesiyle tüm
yurt genelinde
destansı bir hal
aldı. Mustafa
Kemal Atatürk’ün,
19 Mayıs 1919’da,
Samsun’a
çıkmasıyla
harlayan Kuvayı
Milliye ateşi daha
da büyüdü. 9 Eylül
1922 tarihine
gelindiğinde,
Konak’ta başlayan
işgal yine Konak’ta
son buldu. Türk
Ordusu, 9 Eylül
1922 tarihinde,
İzmir’e girdi ve
kurtuluş coşkusu
yurdumuzu sardı.
ilkbahar
Fotoğraf: Serdar Alakuş
Şimdiki zamanda, şimdiki zamanın hikâyesini yazmak için çıktığımız yolculuğumuzda, geleceği daha sağlam
temeller üzerine inşa etmek için, yaşanan tüm zamanları bilmek ve deneyimlenen olumsuzlukları, yaşamın
lehine dönüştürmek için adımlar atmak; şehrimizi ve Cumhuriyet’imizi daha dinamik kılacaktır.
Antik dönemin düşünürlerden Efesli Herakleitos, “Yaşam durmaksızın akar, hiçbir şey kalıcı değildir ve aynı
suda iki kez yıkanılmaz” diyordu.
Anadolu toprakları bundan yüz yıl önce bir daha tekrarlanmayacağına söz verdiğimiz, kötü bir deneyim
yaşadı. Binlerce yılın birikimi olan Anadolu Uygarlığı, 1. Dünya Savaşı’nın ardından, yetinmek bilmeyen ve
daha fazla kaynak sömürmek isteyen devletler tarafından işgal edildi. Şehrimiz Konak bu sürecin, 15 Mayıs
1919’da başladığı ve 9 Eylül 1922 günü son bulduğu yer olarak tarihe geçti.
Hemşehrimiz Herakleitos’un binlerce yıl önce dediğiyle; kalıcı olmadı.
Şehrimizin evrensel dünyaya armağanı şair Atilla İlhan, zamanı; görünmez bir mezarlık olarak niteliyor!
Zamana, Anadolu’nun ve şehrimizin işgali perspektifinden baktığımızda, bizler o mezarlığı görebiliyor ve
orada yatanın emperyalizm olduğunu biliyoruz…
Sizlere yandaki sayfada bir fotoğraf karesi sunuyoruz. Cumhuriyet Meydanı’ndaki, Atatürk Anıtı’nın
üzerinde yer alan kabartmanın fotoğrafı, diğer tanımıyla, bir kahramanlık öyküsünün kesiti. Bir başka
evrensel değerimiz Nazım Hikmet’in, Kuvay-ı Milliye Destanı’nda dile getirdiği: “Onlar ki toprakta karınca,/
suda balık,/havada kuş kadar çokturlar;” dedikleri…
Yine aynı destandaki satırlarıyla, “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan/Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/bu
memleket bizim./Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak/ve ipek bir halıya benzeyen toprak,/bu
cehennem, bu cennet bizim” diye nitelenen kahramanlarımız kalplerimizde yaşıyor.
Boşuna değildir, “İzmir’in Dağlarında Çiçekler Açar” deyişimiz… Umudun ve direncin en destansı örneğini
veren, bir 9 Eylül sabahıyla birlikte ülkemize özgür günleri müjdeleyen şehrimiz üzerine yazılan bu
dizelerin peşi sıra yürüyoruz ve yürüyeceğiz!
Çünkü, “Her Şey Çok Güzel Olacak” diye inananlarız.
Dergimiz KNK’nın ilkbahar sayısında, yüz yıl önce topraklarımıza yapılan saldırıyı ve buna karşı oluşan
Kuvayı Milliye ruhunu dosya konusu olarak işledik. Akademisyenler ve tarihçilerin kaleme aldığı yazıların,
“bir daha asla” deyişimizin yapı taşlarından olması, aynı senaryolara kalkışılmaması ve barışın sonsuza
kadar sürmesine kaynaklık etmesi isteğimizdir.
KNK’nın ilkbahar sayısında gelenekleri binlerce yıl öncesinin kültürüyle beslenen şehrimizin farklı
figürlerini de bulacaksınız. Roma Dönemi’nin evlilik geleneklerinin günümüzde de uygulandığına tanık
olacak; fotoğrafın icadından kısa süre sonra pozlanan semtlerimize doğru yolculuğa çıkacak; hemşehrimiz
olmasından gurur duyduğumuz Halikarnas Balıkçısı’nın İzmir günlerine gidecek; İzmir’in dağlarında açan
çiçeklerin peşi sıra özgürlüğe doğru koşmaya davetlimiz olacaksınız.
Birbirinden ilgi çekici konuların yer aldığı KNK İlkbahar 2019 sayısını, şehrimize dair hissedilen aidiyet
bağını daha da güçlendirecek nitelikte hazırladık.
Birlikte yürüyeceğimiz yolun her geçen gün daha da aydınlık olacağına yönelik inancımla, esenlikler dilerim.
Abdül BATUR
Mimar
Konak Belediye Başkanı
YILDIZ ALBÜMLERİNDEKİ
NOSTALJİ HEYKELİ
SERHAN KEMAL SAYGI
GÜLTEKIN GENÇ
8
İZMİR’İN UNUTULAN ŞEHİDİ:
SÜLEYMAN FETHİ BEY
EMİN ELMACI
BİR ARADA
YAŞAMA SANATI: DARAĞAÇ
ZEYNEP YAVUZCEZZAR
14
100 YIL ÖNCE
BU GÜNLERDE
AHMET GÜREL
18
KNK HABER / SERGİ
38
40
İZMİR’İN DAĞLARINDA
ÇİÇEKLER AÇAR
MAHMURE NAKİBOĞLU TEZER
42
Konak Belediyesi Adına Sahibi
ABDÜL BATUR
Mimar
Konak Belediye Başkanı
Yayın Koordinatörü
OZAN YAYMAN
(Sorumlu Yazı İşleri Müdürü)
Halkla İlişkiler
EMİNE KALABALIK
Editörler
İPEK YAŞAR ÖZBAŞARAN
DİYAR SARAÇOĞLU
Kültür Sanat
ABDULLAH TUNALI
Görsel Tasarım
BİRGÜL ARICA
Hukuk Danışmanı
MİNE GENÇ
Yönetim Yeri: İzmir Konak Belediyesi
Dokuz Eylül Meydanı No:6 Basmane / İZMİR Tel: +90 232 484 53 00 www.konak.
bel.tr
BASIM: İhlas Gazetecilik AŞ. Tel: +90 212 454 30 00
YAYIN TÜRÜ: Yerel Süreli – Üç ayda bir yayımlanır, para ile satılamaz
Yayımlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Baskı Tarihi: Mayıs 2019
6
Kapak Fotoğrafı: LÜTFÜ DAĞTAŞ
4. Sayfa Fotoğrafı: MERVE ERGİN
HAYAT
İZMİR DİYE AKTI
İFFET DİLER
66
r
e
l
i
k
e
d
n
i
iç
ANADOLU’DAKİ
YUNAN SAVAŞ MAKİNESİ
ENGİN BERBER
HASAN TAHSİN ULUSUN
ONURUDUR
MİSKET DİKMEN
26
HASAN TAHSİN
VE İLK KURŞUN
AHMET MEHMETEFENDİOĞLU
32
İZMİR LİMAN KALESİ’NDEKİ
ARMALAR
CENK BERKANT
İZMİR’İN EN ESKİ ADI
MUAMMER İREÇ
46
ŞEHRİMİZİN ANTİK ÇAĞ’DAKİ
EVLİLİK RİTÜELLERİ
AKIN ERSOY
68
BESİM AKIMSAR TUHAF ADAMDIR
DUYGU YAYMAN
56
50
HALİKARNAS BALIKÇISI’NIN
İZMİR YILLARI
ŞADAN GÖKOVALI
İZMİR FESTİVALİ
EBRU KAŞLI
36
76
1940’LARDA
İZMİR’DE REKLAMLAR
MEVLÜT KAYA
58
80
İzmir Belediyesi’nin
Kemeraltı’ndaki ilk
binasının açılış töreni
Yıldız Albümlerindeki
Nostalji Heykeli
DR. SERHAN KEMAL SAYGI | APİKAM MÜDÜRÜ
UZM. GÜLTEKİN GENÇ | APİKAM ARAŞTIRMA GÖREVLİSİ
İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı; 2019 yılının ilk
aylarında Kent Ansiklopedisi Biyografi Cildi, Antik İzmir
Masalları, Hey İzmirli Karikatürlerle İzmir, İzmir’in Güzel Yaban
Çiçekleri, 150. Yılında İzmir Belediyesi Tarihi, Uluslararası Göç
ve Mübadele Sempozyum Bildiri Kitabı ve Yıldız Albümleri’nde
İzmir olmak üzere, kent kültürü ve tarihi açısından son derece
değerli kitaplar yayımladı. Ve basımını gerçekleştirdiği kitap
sayısını 123’e çıkardı. Bu yazıda değerlendireceğimiz, Yıldız
Albümleri’nde İzmir adlı çalışma ise kentin görsel tarihi
açısından önemli fotoğrafları, İzmirlilerle buluşturuyor.
Fotoğraf, görüneni hızla kaydetmesi, kolay çoğaltılıp yayılması
ve uygun koşullarda uzun süre saklanabilir olması nedeniyle;
ortaya çıktığı ilk yıllardan itibaren insanlık tarihinin en önemli
buluşlarından biri olarak görülmüştür.
8
Torbalı Naime Çiftliği
Mektebi öğrencileri
İcat edildiği 1839 yılından bugüne hızla
gelişerek, görsel belleğin oluşmasını
sağlayan önemli unsurlardan biri olan
fotoğraf; devlet yönetimleri kadar,
kurumların ve kişilerin vazgeçilmez
dokümanlarından biri haline gelmiştir.
1850’lerin sonundan itibaren Avrupa’da
yaygınlaşan resmi devlet fotoğrafçılığı
kısa sürede dünyanın farklı
coğrafyalarına da yayılmıştı. Osmanlı
coğrafyasında ise fotoğraf makinasının
icadı ve fotoğraf konusundaki
gelişmeler şaşkınlıkla izlenmekteydi.
Sultan II. Mahmud’un kendi portresini
yaptırdığı dönemlerde; Takvim-i
Vekâyi fotoğrafın bulunuşunu haber
veriyordu. Buna rağmen henüz bir
fotoğrafhane bulunmasa da, 1839 yılı
bitmeden batılı seyyah fotoğrafçıların
imparatorluk coğrafyasında çektiği
görüntüler, elden ele dolaşmaya
başlamıştı. II. Abdülhamid’le birlikte,
Osmanlı’da, fotoğrafçılığın yeni
bir evreye girdiği görülmektedir.
Sarayda fotoğraf stüdyosu kurduracak
derecede fotoğrafa ilgi duyan Sultan
II. Abdülhamid, fotoğrafçılığın saray
himayesinde gelişmesini sağlamıştır.
İmparatorluk dâhilinde yapılan açılışlar,
imar çalışmaları, eğitim alanındaki
yenilikler, zirai faaliyetler, askeri
alandaki vb. çalışmalar fotoğraflar
aracılığıyla kendisine ulaştırılmış,
böylelikle padişah ülke genelinde olup
bitenler konusunda kısmen de olsa
bilgi sahibi olmaya çalışmıştır. Ayrıca
fotoğraflardan albümler hazırlanarak
batılı devletlere hediye edilmiş,
böylelikle Osmanlı coğrafyası hakkında
batıda hâkim olan kötü düşüncelerin
değiştirilebileceği düşünülmüştür.
Fotoğrafın yaygın olarak kullanılması
sonucu Yıldız Sarayı’nda oldukça
kapsamlı ve zengin bir fotoğraf
koleksiyonu oluşmuştu.
FOTOĞRAF İLE OLUŞAN GÖRSEL
BELLEK
Yıldız Sarayı Koleksiyonu ya da II.
Abdülhamid Fotoğraf Arşivi olarak
bilinen, içerisinde imparatorluğun
hemen her bölgesine ait fotoğrafların
bulunduğu bu eşsiz koleksiyon, Yıldız
Sarayı Kütüphanesi’nde yer alan diğer
tüm arşiv malzemeleriyle birlikte,
Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra,
İstanbul Üniversitesi’ne devredilmiştir.
Üniversiteye bağlı Nadir Eserler
Kütüphanesi’nde bulunan koleksiyon,
resmi verilere göre 911 albüm
içerisindeki, 36 bin 585 fotoğraftan
oluşmaktadır. Albümlerde yer alan
fotoğrafları dini ve sivil mimari
unsurlar, fabrika, çiftlik vb. sanayi ve
zirai kuruluşlar, sivil ve askeri eğitim
kurumları, bayındırlık faaliyetleri,
envanter ve demirbaş tespitleri, imalat
ve satış katalogları, silah katalogları,
seyahatlere ilişkin tespitler, şahıslar,
Osmanlı sınırları içindeki çeşitli
yerleşim birimleri ve Amerika’dan
Japonya’ya kadar dünyanın farklı
yerlerinden alınmış görseller
olarak tasnif etmek mümkündür. II.
Abdülhamid’in bu albümler arasından
bir seçki yaparak, ABD ve İngiltere’ye
hediye olarak gönderdiği bilinmektedir.
Söz konusu albümler, Osmanlı
batılılaşması hakkında olumlu bir
izlenim uyandırarak, batıdaki Osmanlı
algısını değiştirmek amacıyla hediye
edilmişti.
Körfez’den Konak
9
İZMİR’DEKİ İLK FOTOĞRAF STÜDYOLARI
Seyyah fotoğrafçılar aracılığıyla fotoğrafla tanışan İzmir’de,
bir süre sonra fotoğraf stüdyoları açılmaya başlamıştır.
Spiro Calighéris, F. W. Crabow, Rubellin ve Oğlu, N. Zambat,
J. Zilpoche ve Ch. Bükmeciyan, Sp. Caligheri, PCB. Chichlian,
Auguste Michel, Nisso J. Minerva, N. Pantzopoulos, D. Zade,
Dhiamandopulo Kardeşler, Jules Lind, Xenophon Karacalos
ve Tatheos Nerssesyan’a ait fotoğraf stüdyoları bunlardan
bazılarıdır.* Stüdyolar, tıpkı İstanbul Pera’da olduğu gibi
gayrimüslimlerin ikamet ettiği Frenk Mahallesi ve Gül Sokak
civarında yoğunlaşmıştır. Levantine Heritage Foundation’a
bağlı olarak çalışan Fabio Tito ve arkadaşları 2010 yılında
yayınladıkları bir araştırmada 1860-1922 yılları arasında İzmir’de
Levantenlere ait 62 fotoğraf stüdyosunun olduğunu tespit
etmişlerdir.** Yıldız Albümleri’nde yer alan İzmir fotoğraflarının
önemli bir bölümünün Frenk Sokağı’nda stüdyosu bulunan
Rubellin ve stüdyosu Gül Sokağı’nda olan J. Zilpoche tarafından
çekildiği anlaşılmaktadır. Bunların dışında Sebah & Joaillier ve
Guillaume Berggren imzalı görseller de koleksiyona girmiştir. Bir
grup fotoğrafın ise kimler tarafından çekildiğine dair bilgi notu
bulunmamaktadır.
10
İzmir Saat Kulesi
İspartalı İskelesi (Göztepe)
Yıldız Albümleri’nde yer alan
İzmir fotoğrafları
şehrimizin görsel tarihine
ilişkin perspektif sunuyor.
YILDIZ ALBÜMLERİ’NDE İZMİR
Yıldız koleksiyonunda yer alan fotoğrafların ortaya
çıkmasından sonra Edirne, İstanbul, Manisa, Bursa,
Gaziantep vb. kentlerin fotoğraf albümleri hazırlanmış,
çeşitli sergiler düzenlenmiştir. “Yıldız Albümleri’nde
İzmir” adlı kitap, bu tür çalışmaların oluşturduğu
farkındalık sayesinde meydana getirilmiştir. İstanbul
Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi’nde bulunan,
Yıldız Koleksiyonu Kataloğu incelenerek İzmir ve
yakın çevresine ait 192 adet fotoğraf tespit edilmiş,
bunların tümü alınarak konularına göre tasnif edilmiştir.
19. yüzyıla ait daha önce bilinen ve bir bölümü de henüz
keşfedilmemiş İzmir görüntülerinden oluşan ve yedi bölümü
içerir kitapta; şehrin kamusal merkezi olan Konak Meydanı ve
çevresi, Kemeraltı, Kordon, Rıhtım, Liman, Gümrük, Göztepe
sahili, İnciraltı, Karantina mevki, Karşıyaka, Bayraklı, Bostanlı
gibi çevre semtlerle birlikte Kervan Köprüsü, vapur iskeleleri,
okullar, camiler, hastaneler vb. görsellere yer verilmiştir. Özellikle
Kemeraltı’nda bulunan ve 1891’de yapımı tamamlanan belediye
binasının açılış günü çekilmiş olan fotoğraflar, kent kültürü ve
İzmir Belediyesi’nin tarihi açısından son derece önemlidir.
11
Kordon’dan bir kesit
İZMİR’İN YAKIN ÇEVRESİ DE
ALBÜMDE
12
Yıldız koleksiyonu İzmir’in fotoğraf
tarihi açısından bir başka önemli şeyi
de ortaya çıkarmıştır. Bugüne kadar
gördüğümüz 19. yüzyıl İzmir’ine ilişkin
fotoğraflar daha çok kentin merkezine
odaklanırken, albümlerden İzmirKasaba Demiryolu Hattı’na ait ayrıntılı
görseller çıkmıştır. İzmir-Kasaba
demiryolu güzergâhındaki istasyonların
ve yerleşim birimlerinin izlenebildiği
görseller büyük olasılıkla hattın bilinen
ilk fotoğraflarıdır. Ayrıca İzmir’e bağlı
bazı kaza ve köylere ait fotoğraflar da
albümlere girmiştir. Özellikle Torbalı’ya
bağlı Tepeköy Çiftlikat-ı Hümâyunu
ile ilgili görseller dikkat çekicidir. II.
Abdülhamid’in özel mülkiyetindeki
Tepeköy çiftliklerine ait fotoğraflar,
çiftliklerdeki sosyokültürel yaşantı,
eğitim alanındaki yeniliklerin taşradaki
yansımaları, zirai modernleşme ile cami,
mektep, havuz ve çeşme gibi eserler
hakkında bilgi edinmemizi sağlayan
görsel belgeler olarak değerlendirebilir.
Yine Bayındır, Ödemiş, Selçuk’un
çeşitli yerleşim bölgeleri ve Efes
harabelerine ait fotoğraflar, söz konusu
yörelerin geçmişten bugüne geçirdiği
dönüşümlerin izlenebilmesi açısından
son derece mühimdir.
İzmir’in, Yıldız Albümleri fotoğraf
koleksiyonunda kayıtlı olmayan
ve 19. yüzyıla tarihlenen pek çok
görüntüsünün olduğu bilinmektedir.
Yer, zaman ve tarih bağlamında kentin
kozmopolit özellikleri ve sosyoekonomik
yapısı hakkında fikir vermesi açısından
yeterli nitelikte olan fotoğrafların tümü
İzmir kent tarihi açısından geleceğe
aktarılan somut birer belge niteliği
taşımaktadır. Fotoğrafları doğru bir
şekilde betimlemek amacıyla başta
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, ulusal/
yerel gazete koleksiyonları olmak üzere,
pek çok yazılı kaynaktan faydalanılan
çalışmanın, İzmir’in görsel tarihi
açısından önemli bir yer tutacağını
düşünüyoruz.
Şehrimizin geçmişine
dair iz sürmemize olanak
tanıyan fotoğraflar,
birer anıt niteliğinde.
Hamidiye Sanayi Mektebi (Konak Mithatpaşa Mesleki ve
Teknik Anadolu Lisesi)
KAYNAKLAR
*Semra Daşçı, “18931896 İzmir Ticaret
Yıllıkları’nda Adı Geçen
Sanatçılar ve Sanatla
İlgili Meslekler Üzerine
Bir Değerlendirme”,
İnsan ve Toplum
Bilimleri Araştırmaları
Dergisi-Journal of the
Human and Social
Science Researches,
2012, Cilt.1, Sayı:3–
Volume 1, Issue: 3, s. 49.
**http://www.
levantineheritage.com/
data9.htm (Erişim:10
Mayıs 2017)
Hamidiye Sanayi
Mektebi Mızıka
Takımı
13
BİR ARADA
YAŞAMA SANATI:
DARAĞAÇ
ZEYNEP YAVUZCEZZAR
14
Çocukluğumun mutlu pazar günlerinde,
annem daha hepimiz uyurken erkenden
kalkıp hazırladığı kurabiyeleri fırına
atar, evi saran o sıcacık kurabiye
kokusu, açık pencerelerden giren
güneşle bir olur, evi huzurla doldururdu.
Annem, kahvaltıdan önce elime bir tepsi
enfes kurabiyelerinden tutuşturur, beni
komşularımıza gönderirdi: “Anneciğim,
apartman şimdi kurabiye kokmuştur.
Komşulara dağıt da gel, kahvaltıda
yesinler.”
O sabahlar fırınımızdan çıkan mutluluğu
kapıları çalıp tüm komşularımızla
paylaşır, topladığım gülümsemelerle eve
geri dönerdim.
Bugün dünya daha karmaşık bir hal
alırken biz de bir bir kabuğumuza
çekilmeye başladık. Sokakta yürürken
gözümüzün değdiği her göz, ayrı bir
dert gizliyor; yüzler gün geçtikçe yer
çekimine yenik düşüyor. Yeniçağda
birliktelik duygusu, lafımızın arasında
artık ‘bir zamanlar’ ile birlikte anılıyor.
Bu sabah erkenden kalkıp, annemden
öğrendiklerimi yazdığım tarif defterimi
karıştırdım.
Üzerlerine parça çikolata serpiştirdiğim
kurabiyeleri soğuyunca bir saklama
kabına, özenle yerleştirdim; çocukluk
anımı ve kocaman gülümsememi yanıma
alıp yola çıktım.
Alsancak - Halkapınar hattındaki
tramvaydan, Üniversite durağında indim.
Fabrikaların, depoların, tamir ve bakım
atölyelerin arasında yürümeye başladım.
Burası, İzmir’in en eski yerleşim
yerlerinden ve ilk sanayi bölgelerinden
biri: Umur Bey Mahallesi.
Önceleri Darağaç olarak bilinen bu
mahalle, İzmir’de görmeniz gereken en
ilginç yaşam alanlarından biri.
Ziyaretimden önce, bir zamanlar
kentin sanayi belleğinde önemli bir
yere sahip, şimdilerde ise terk edilmiş
fabrikaları araştırırken şöyle bir bilgiye
rastlamıştım:
“…Darağacı Bölgesi [Darağaç Mahallesi,
şimdiki adıyla Umur Bey Mahallesi],
kentin sanayi mıntıkası haline gelmiştir.
Bu bölgede tamamı yabancılara ait
buharlı değirmenler, sigara ve okul
kâğıdı fabrikası, bıçkı atölyeleri,
Havagazı Fabrikası (1860), Buz
Fabrikaları, Prina Fabrikası, Pamukyağı
ve Makarna Fabrikası kurulmuştur.” *
Aklımda bu bilgilerle yürüdüğüm uzun
bir yolun sonundan köşeyi dönüyorum.
Karşılıklı dizilmiş iki katlı evlerin
duvarlarında gördüğüm resimler
ve baharla birlikte balkonları çiçek
açmış, rengârenk bir sokağın başında
duruyorum.
Tamir ve bakım atölyelerinin arasında,
mahalle sakinleriyle iç içe yaşamlarını
ve çalışmalarını sürdüren bir grup
sanatçı ile tanışmak için atölyelerden
birine giriyorum.
Tuğçe, Ali, Cem, Cenkhan ve Fatih, iki
katlı evin bahçesinde kurulu sofranın
etrafında oturmuş; Ayşegül de yaptığı
ıspanak yemeğini tabaklara koymak
üzere masaya bırakıyor. Tanışma
faslında çantamdan çıkardığım
kurabiyeleri masaya, onlardan aldığım
gülümsemeleri de hafızamda ‘mutlu
eden anılar’ bölümüne koyuyorum.
Anılarım arasına bir de şunu
ekliyorum: “Sahip olduğumuz en güzel
geleneklerden birinin hâlâ yaşadığını
görmek.” Ayşegül, “Misafirimiz ile
başlayalım” diyerek yemek koymak
üzere önce benim tabağımı alıyor.
Mahalleye taşınan ilk sanatçıyla birlikte,
2013 yılında başlamış hikâyeleri. Yıllar
içinde yavaş yavaş diğerlerinin de bu
bölgeye yerleşmesiyle artan sanatçı
atölyeleri, sanayi atölyeleriyle bir arada,
bu bölgeye yeni bir kimlik kazandırmış.
Mahallenin bir zamanlar uğrak yeri
olan sokaklarından, insan hikâyelerini
hâlâ benliğinde tutan terk edilmiş
fabrikalarından ve mahalle sakinleriyle
kurdukları diyaloglardan beslenen
sanatçılar, 2016 yılından itibaren
yaşadıkları alanları güncel sanat
üretimlerini sergiledikleri alanlara
dönüştürmüşler:
“Üretimlerimizde, mahalle yaşamının
dinamiklerini ve sakinleriyle
kurduğumuz sosyal ilişkilerle oluşan
yaratıcı işbirliklerini bir arada
deneyimliyoruz.”
Taşındıktan kısa süre sonra bu
mahalle için hissettikleri aidiyet
duygusunun, yalnızca kendilerini
temsil eden atölyelerinden değil; aynı
zamanda mahalle esnaf ve sakinleriyle
kurdukları samimiyetten geldiğini,
sofrada konuşulanlardan anlıyorum.
Tuğçe ve Fatih, ıspanaktan tabaklarına
azıcık koyuyor. Çünkü az önce mahalle
muhtarı Fatma Analarına çaya gitmiş,
onun yaptığı börekle midelerini bir
güzel doldurmuşlar. Onların aksine iyice
acıkmış olan Cenkhan, tabağını ikinci
kez doldururken birlikteliğin ve birlikte
üretmenin zamanla ortaya çıkardığı
‘Darağaç’ı anlatıyor:
15
“Mahallede yaşayan komşularımızın
fikirleri, üretimleri ve destekleriyle
birlikte ortaya çıkardığımız sergiler
bütünü, Darağaç. Adını mahallemizin
eski adından alıyor. 2016 yılında ikisi
mahalle esnafından oluşan toplam
15 sanatçı ile mahallenin birbirini
kesen iki sokağında, ‘DARAĞAÇ | bu
arada’ isimli ilk sergiyi gerçekleştirdik.
Sergi sonrasında mahalle ile yeni
tanışanlardan gelen geri bildirimler
ve sene boyu devam eden diyaloglar,
ikinci serginin zeminini hazırladı.
2017’de ‘bkz. darağaç’ adını verdiğimiz,
25 sanatçının işlerinden oluşan karma
sergi, mahallenin altı sokağına yayıldı.
2018’de ise 10’u şehir dışından toplam
28 sanatçının katılımıyla ‘Darağaç III’ü
gerçekleştirdik.”
Bahsettiği sergilere izleyici olarak
ben de katılmıştım. Sanatçıların
atölyelerine, mahalle sakinlerinin
evlerine, oto tamirhanelerine ve
sokaklara yerleştirilmiş işler, o
günlerde mahalleyi kocaman bir
sergileme alanına dönüştürmüştü.
Alıştığımız sergi mekânlarından farklı
bir atmosfere sahip olmasının yanı
sıra, hissettiğim birliktelik duygusu
hafızamın ‘umut vadeden anılar’
bölümünde yer etmişti. O günlerde
sanat, farklı dili konuşan insanları bir
araya getirmiş, farklı dertler gizleyen
gözlere hayatı aynı pencereden
göstermişti.
Bireysel üretimlerine buradaki
atölyelerinde devam eden sanatçılar,
geçen üç senede mahalleyi bir
sergileme alanı olarak izleyiciye
açmakla kalmamış; aynı zamanda çeşitli
sergilere de ev sahipliği yapmış. 2018’in
Nisan ayında, ‘Ölü Kuşlar Görüyorum;
Desenler ve Nesneler’ isimli sergisini
mahalleli ile buluşturan Ali anlatıyor:
“Aynı sene İzmir merkezli video ve
film gösterimi oluşumu Monitör’ün,
Francis Alys ve Ege Berensel’in işleri
ile oluşturduğu Perdenin Arkasında
sergisi; bu yılın başında İzmir Ekonomi
16
Üniversitesi Mimarlık Fakültesi
2. sınıf öğrencilerinin, mahallede
yaşayan sanatçı bir çiftin yaşam alanı
senaryoları için yaratıcı çözümler
ürettikleri karma sergisi ve Dokuz
Eylül Üniversitesi Sanat ve Tasarım
Fakültesi yüksek lisans öğrencilerinin
işlerinden oluşan Penetration sergisi
ile mahallenin sakinleri ve kentin
sanatseverlerini bir araya getirdik.
Nisan ayında ise Londra’dan Rosie
Hearne, Arada Yaşam adını verdiği
illüstrasyon sergisi ile misafirimiz oldu.”
Sohbetimiz sırasında içeri giren,
Tuğçe’nin alt komşusu olduğunu
öğrendiğim Hüseyin Ağabey, mahallede
oto tamirhanesi olan bir kaporta ustası.
Darağaç’ın ortaya çıktığı günden bu
yana, onların hem destekçisi hem de
çok sevdikleri ağabeyleri olmuş.
Hüseyin Ağabey masaya otururken
Tuğçe onun için bir tabak hazırlıyor.
Tanışmamız sırasında siması hiç
yabancı gelmiyor; bir sergi açılışında,
tamirhanesinde sergilenen işleri bize
onun anlattığını hatırlıyorum.
Çalışmalarıyla mahallenin günlük
hayatına renk katan mural sanatçısı
Cem, beni doğruluyor:
“Hüseyin Ağabey ekibin işlerinin sıkı
takipçisi. Aralarından seçtiği işlerle
kendi koleksiyonunu oluşturdu. Biz
de ‘Darağaç III’ için kendi atölyesinde
sergilemesini rica ettik. Atölyesinde, ilk
girişte solda asılı duruyorlar.”
Ayşegül elinde bir demlik çayla
merdivenlerden iniyor. Kurabiye ve çay
faslına geçerken bu sene planladıkları
projeler hakkında konuşuyoruz:
“Bu yıl Kültür için Alan’ın desteğiyle,
sene sonuna kadar sürecek bir etkinlik
takvimi hazırladık. Merkezimizde bu yıl
dördüncüsü yapılacak olan ‘Darağaç_IV’
sergisi var. Planlarımız arasında olan
‘Darağaç_Konuşma’ serisi, iletişim
odaklı üretim pratiği için tartışma ve
deneyim paylaşımı ortamı yaratıyor.
Sakinlerle kurulan diyalogdan doğan
‘Darağaç_Sokak’ta ise mahallenin
günlük hayatına dâhil olacak bir sokak
sanatı etkinliği planlıyoruz. Mahallede
güncel sanat üretimi devam ederken
‘Darağaç_Okul’ ile bu üretimi yerinde
deneyimleyen mahalledeki çocukların,
kültür-sanat aktiviteleri için ortam
yaratıyoruz. Darağaç’ın geçen dört
senesini kapsayacak ‘Darağaç_Kitap’
ile de üretimlerimizi ve etkinliklerimizi
arşivlemeyi hedefliyoruz.”
Bu keyifli akşamın sonunda
masadakilerin toplanması için herkes
Ayşegül’e yardım ederken planladıkları
bu etkinlikleri mahallelinin nasıl
karşıladığını soruyorum. Tuğçe
gülümseyerek cevaplıyor:
“Mahalle sakinleri yaptığımız
etkinliklere ‘bayram’ diyor. O
günlerde bayrama hazırlanır
gibi hevesle hazırlanıyorlar, en
güzel kıyafetlerini giyip gelenleri
karşılıyorlar.”
Bir yerlerde birliktelik duygusunun
hâlâ yaşıyor olduğunu görmek, içimi
umutla dolduruyor.
Defterime bu sene için planladıkları
etkinlikleri hevesle not ederken
tarihler için sosyal medya hesaplarını
takip etmemi hatırlatıyor Fatih.
Ali Kanal, Ayşegül Doğan, Cenkhan
Aksoy, Cem Sonel, Fatih Altan ve
Tuğçe Akay’a bu güzel tanışma
ortamı, sohbet ve nefis ıspanak
yemeği için tek tek teşekkür
ediyorum.
Dilerim bu seneki etkinliklerine
katılabilir; kentin merkezinde
birlikte yarattıkları bu bambaşka
dünya sayesinde, çekildiğimiz
kabuklarımızda alacağımız küçücük
nefeslerin ne kadar iyi geldiğini
yeniden hatırlayabilirsiniz.
https://daragacizmir.blogspot.com/
Facebook: daragacizmir
Instagram: daragacizmir
* “İzmir-Tarih Projesi Tasarım Stratejisi Raporu”, İzmir
Büyükşehir Belediyesi, Beşinci Basım, İzmir, 2017, s. 23
Sergi mekanları
17
AHMET GÜREL
ATATÜRK ARAŞTIRMACISI
Şehrimiz 100 yıl önce,
15 Mayıs 1919 günü
emperyalist kışkırtmalar
sonucu Yunanistan Ordusu
tarafından işgal edildi.
Mustafa Kemal Atatürk
önderliğinde başlayan,
Anadolu’daki kurtuluş ve
bağımsızlık mücadelesi 9
Eylül 1922’de, işgalcilere
ilk kurşunun sıkıldığı şehir
olan İzmir’de son buldu.
Kazanımın dikkat çeken
unsurlarından birisi de
Türk Ordusu Komutanı
Mustafa Kemal Atatürk’ün,
mağlubiyete uğrattığı ülke
Yunanistan’ın Başbakanı
Venizelos tarafından,
Nobel Barış Ödülü’ne aday
gösterilmesi oldu.
100 YIL ÖNCE
18
30 Ekim 1918 tarihinde, İtilaf
Devletleri’nin İstanbul Hükümeti’ne
imzalattıkları Mondros Ateşkes
Antlaşması’nın her maddesi adeta
Osmanlı Devleti’nin sonunu ilan
etmiştir. Antlaşmanın 7. maddesi ise
ileride Anadolu’da yapılacak işgallerin
altyapısıydı. Bu maddede; “İtilaf
Devletleri, güvenliklerini tehlikede
gördükleri her stratejik noktayı
işgal hakkına sahiptirler” denilerek,
Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu
planlamışlardı.
Balkan Savaşları’nda uğradığı bozguna
bakarak Osmanlı Devleti’nin gücünü
hafife alan İngiltere, önce İzmir’i
sonra da Batı Anadolu topraklarını
vaat ederek Yunanistan ve İtalya’yı
savaşa sokmuştu. Savaşın bitmesine
bir yıl kala Dünya Savaşı’na giren
Yunan Başbakanı Venizelos, Mondros
Antlaşması imzalanır imzalanmaz
fırsatı kaçırmamış, Anadolu’nun batı
kısmının Makri’den Erdek’e kadar
Yunanistan’a bırakılmasını istemiştir.
30 Aralık 1918 tarihinde yapılan “Barış
Kongresi Huzurunda Yunanistan”
adlı memorandumda bu isteğini de
yinelemiştir.
03-04 Şubat 1919 tarihlerinde toplanan
‘On’lar Şürası’nda da bu ısrarını
sürdüren Venizelos, söz konusu bölgede
1 milyon 132 bin Rum’a karşılık
sadece 943.000 Müslüman yaşadığını
ileri sürmüştür. Yunanlılara ait arazi
meselelerini tetkik için kurulan yanlı
komisyon, bölgenin Yunanistan’a
verilmesini, 30 Mart 1919 tarihinde
teklif etmiştir. İngiltere, Akdeniz’deki
çıkarlarına zarar verebilir düşüncesiyle,
İzmir’in işgali konusunda İtalya’yı
devre dışı bırakmıştır. İngilizler,
bu tutumlarıyla, asıl olanın kendi
ülkelerinin çıkarları olduğunu ve
önceden İtalya’ya verdikleri sözün
hiç bir değerinin olmadığını bir kez
daha ispatlamışlardır. Türkler için
‘Kara Gün’ün senaryosu buna göre
9 Eylül 1922
Türk Ordusu İzmir’de
BU GÜNLERDE...
kurulmuş, Yunanistan’ın İzmir’e ve
Batı Anadolu’ya çıkarılmasına yeşil ışık
yakılmıştır.
İngiliz Amiral Calthorpe, 3 Nisan
1919 günkü raporunda, İzmir’in işgali
konusunda şunları yazmıştır:
“…Ümit etmek isterim ki, Helen
Krallığı Ege Denizi’nin doğu kıyılarına
yayılmayacaktır. Bu ümidimiz
geçmişteki zulüm idaresinden
kurtulmak emellerine duyduğumuz
sempatinin şiddetinin eksikliğinden
değil, ama bu hareketin ilgili
taraflarından hiçbirinin mutluluğuna
hizmet edeceğine inanmamış,
belki bunun tam tersine inanmış
olmamızdandır.”
Lord Harding, İngiliz Harbiye
Nezareti’nin 23 Ekim 1919 tarihinde
sorduğu bir soruya verdiği cevapta;
“İtalyanların da, Yunanlıların da
İzmir’e çıkmamalarını” tercih edeceğini
bildirmiştir.
12 Nisan 1919 günü, Yunan Başbakanı
Venizelos, Rumlara Türklerin katliam
yaptığını iddia ederek, Fransız
Başbakan’ı Clemenceau’ya verdiği bir
notayla durumu protesto etmiştir.
Oysa tüm İtilaf Devletleri’nin bir
bahane peşinde olduklarını bilen
Türk yetkilileri, halkını tahriklere
kapılmamaları konusunda sürekli
olarak uyarmıştır.
İngiliz Başbakanı Lloyd George,
5 Mayıs 1919 tarihinde yapılan
toplantıda, Ege’deki Rumlara karşı bir
katliam yapılacak olursa, bunu ancak
Yunan askerlerinin önleyebileceğini
öne sürerek, Yunanistan’ın İzmir’e
çıkmasına izin verilmesini önermiştir.
Fransa Başbakanı Clemenceau ile
ABD Başkanı Wilson bu öneriyi
desteklemişlerdir. Üstelik de ABD
Başkanı Wilson; “Yunan birliklerinin
derhal İzmir’e çıkarılmasını” istemiştir.
Böylece, sonuçları çok ağır olacak olan
bir karar, bir iki dakika içinde oldu bitti
ile alınmıştır.
19
Yunan Kralı Konstantin’in İzmir’e gelişi
15 Mayıs 1919, Yunan askerinin İzmir’e çıkışı
20
İngiliz Genel Kurmay Başkanı General
H. Wilson, alınan kararı Başbakan Lloyd
George’tan öğrendikten sonra; “İzmir’in
işgali bir diğer savaşın başlaması
demek olacaktır” diyerek endişesini
belirtmiştir.
Venizelos’un, Türklerin durumdan son
anda haberdar edilmeleri konusundaki
önerisini, ABD Başkan Wilson da
desteklemiş ve ayrıca bu konunun
son derecede gizli tutulması da İngiliz
Amiral Calthorp’tan istemiştir.
21 Nisan 1919 günü, İstanbul
Hükümeti’ne verilen bir notada;
Samsun yöresinde güvenliğin kalmadığı;
bu duruma seyirci kalınamayacağı ifade
edilmiş ve hedef saptırılarak dikkatler
Karadeniz’e doğru çevrilmiştir.
Tam da bu sırada Yunan Başbakanı
Venizelos, İzmir’de yaşayan 30 bin
Rum’un hayatının tehlikede olduğunu
ileri sürerek; Yunan askerinin İzmir’e
çıkışını kendince yasallaştırmıştır.
Bu düzmece haberlerle, sıra İtilaf
Devletleri’nin Mondros Antlaşması’nın
7. maddesini yürürlüğe koymaya
gelmişti. Artık, Yunan askerleri
tarafından İzmir işgal edilebilirdi.
İzmir’in Yunanlılarca işgal edileceği
haberini sürekli yalanlayan İzmir Valisi
Kambur İzzet, İngilizler’e başvurarak
işgalin Yunanlılar tarafından değil,
İngilizler tarafından yapılmasını
istemiştir. Ancak İstanbul Hükümeti’nin
olacaklar karşısında kayıtsız kalışı,
çaresizlik içinde işgale boyun eğmesine
neden olmuştur.
İzmir’de yaşayan Levantenlerin,
Yunanistan’ın İzmir’i işgaline tepkileri
bariz biçimde görülmektedir. İzmir’de
yaşayan H.Q. Whittall, İzmir Ticaret
Odası’na 22 Şubat 1919 tarihinde
gönderdiği yazıda:
“Bu ilin Rumları, eski efendilerini
kesinlikle ayaklar altına alacak, …
onların duygu ve geleneklerini o
biçimde çiğneyeceklerdir ki, yasal
olmayan tüm bu davranışları zorbalık
niteliğinde olacaktır” denilmiştir.
Öte yandan, diğer bir İngiliz tüccar
olan Davit Forbes, Sir George Riddell’e
29 Mart 1922 tarihinde gönderdiği
mektubunda ise şöyle demiştir:
“İzmir kentinde, her iki yan da
çirkin olaylar çıkarıyor, ama bunun
nedeni, Türkleri ürküten, Yunan
propagandasıdır. Bu ülkeyi veya
herhangi bir bölüğünü bu sırada
Yunanistan’a vermenin korkunç bir hata
olacağı kanısındayım.”
İzmirli Levantenlerin bu protestolarına,
İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri
vekili Amiral Richard Webb de
katılıyor ve Dışişleri Bakanlığı’na
2 Nisan 1919 tarihinde gönderdiği
‘oldukça gizli’ telgrafında, İzmir’in ve
Aydın ilinin büyük bir bölümünün
Yunanistan’a verilmesinin, gelecekteki
belaların tohumlarını serpeceğini
belirtiyordu. Bunun da özellikle İslam
dünyasındaki İngiliz çıkarlarına zarar
getireceğini, Yunanistan’ın bu bölgeyi
yönetemeyeceğini; esasen bunu selfdeterminasyon ilkesine de kanıt
olacağını vurgulamış ve telgrafına şöyle
son vermiştir:
“Tüm Levant’ın barışı ve güveni
tehlikededir; korkarım ki, kanlı bir
savaşı yatıştırmak ve düzeni yeniden
kurmak işi biz İngiltere’ye düşecektir.”
16. yüzyıldan beri İzmir’de yaşayıp,
ticaret yapan Levantenlerin İzmir’in
işgali öncesi şikâyet ve öngörülerini
yukarıdaki paragraflardan izledik.
Kapitülasyon ayrıcalıklarıyla İzmir
ve çevresinde yaşayan Levantenlerin,
İzmir’in işgali sırasında da
Yunanistan’ın yanlışları konusunda
kendi ülkelerine şikâyetleri devam
etmiştir. İstanbul Hükümeti ve onların
işbirlikçilerinin İzmir ve Anadolu’nun
işgaline karşı koymadığı tepkiyi,
Levantenlerin koyması çok ilginçtir ve
de tam bir çelişkidir.
İZMİR MÜDAFAA-İ HUKUKU
OSMANİYE CEMİYETİ
‘İzmir Müdafaa-i Hukuku Osmaniye
Cemiyeti’, Mondros Ateşkes Antlaşması
sonrasında, 1 Aralık 1918 günü
kurulmuştur. Cemiyet, Nurettin
Paşa’nın İzmir Valisi ve Kolordu
Kumandanı bulunduğu sürece faydalı
çalışmalar yapmıştır. Bu cemiyetinin
düzenlediği ‘Büyük Redd-i İlhak
Kongresi’, Ulusal Kurtuluş Savaşı’
öncesinde yapılan önemli bir kongredir.
Kongreye çağrı telgrafının altında Vali
Nurettin Paşa’nın imzası konulmuş ve
kongre başkanlığına Vali Nurettin Paşa
seçilmiştir.
Kongre, 165 delegenin katılımı ile 17
Mart 1919 Pazartesi günü saat 10.00’da
İzmir Beyler Sokağı’ndaki ‘Millî Sinema
Salonu’nda açılmıştır; 20 Mart 1919
günü kongrenin aldığı karar metni, İtilaf
Devletleri’nin İstanbul’daki Yüksek
Komiserleri’ne telgrafla bildirilmiştir.
Bu metinde özetle, şöyle denmiştir:
“…Biz, çeşitli halk sınıflarının delegeleri,
Türk halkının millî iradesine uyarak
kongre hâlinde toplandık. Oy birliğiyle
kabul edilen aşağıdaki istekleri bütün
insanlığın vicdanına arz ederiz: Batı
Anadolu kıyılarında, Türk unsurun
diğer unsurlara göre nüfus çoğunluğu
vardır. Türk unsurunun üretici, öteki
unsurların ise ancak mübadeleci
durumunda bulunması yüzünden,
kıyılardaki ticaret kapılarının elden
çıkması, Türk ırkının ekonomik yönden
esir durumuna düşürülmesi anlamına
gelecek ve bu yüzden ırklar arasında
çıkacak çatışma, gelecekteki barışı
zorlaştırdıktan başka, ülkenin doğal
zenginliklerini de yok edecektir…”
Kongrenin ertesi günü “Alemdar”
gazetesinde İzmir’de bir kongrenin
toplandığı ve Paris’e beş kişilik bir heyet
gönderilmesinin kararlaştırıldığı yer
almıştır. Kongreden sonra padişaha bir
heyet gönderilmiş ve heyeti kabul eden
padişah, ilk fırsatta İzmir’e geleceğini
vaat etmiştir.
4 Mart 1919 tarihinde Damat Ferit
Paşa kabinesi iş başına geçmiş, Kambur
Ahmet İzzet Bey’i, İzmir Valiliği’ne 8
Mart 1919 günü tayin etmiştir. Yeni
vali, görevine başlar başlamaz, İzmirli
Türk aydınlarının örgütlenme çabasını
kösteklemiş; hatta dernek yöneticilerini
Vilâyet Konağı’na çağırarak, onlara:
“Herkes sizi ittihatçılık ve Bolşeviklikle
suçluyor. Devletin bu nazik günlerinde,
İzmir’de huzuru bozmanıza izin
veremem” şeklinde gözdağı vermiştir.
İzmir’de olup bitenler halk arasında
süratle duyulmuştur. Vali Konağı’nın
etrafında toplanan gençler, valiye nota
veren İngiliz yetkililerinin etrafını
sarmış ve onlara şöyle seslenmişlerdir:
“Ölmedik, biz büyük bir milletiz. Uykuda
gibi görünüyorsak da uğraş içinde
bulunuyoruz. Ülkemizin peşkeş
çekilmesini kabul edemeyiz. Bir
takım karışıklıklar olacaktır. Biz
ölebiliriz, ama başkaları da beraber
ölecektir.”
Günlerdir tedirgin olan halkta
gerilim ve öfke son kerteye varmış,
öğretmen Mustafa Necati’nin çağrısı
üzerine gençler ‘Mekteb-i Sultanî’de
toplanmışlardır. ‘Mukavemet
Cemiyeti’ gençlerinden Köprülü
Kazım, “Savaşa yarar herkes
silahlarıyla dağa çıksın, savaşalım…”
çağrısında bulunmuştur.
‘Müdafaa-i Hukuku Osmaniye
Cemiyeti’ ile ‘Türk Ocağı’ üyeleri,
kentin tanınmış kişileri, aydınlar
gelinen bu duruma bir çare bulmak
amacıyla bir araya toplanmışlardır.
Bunların arasında; asker olarak,
Albay Süleyman Fethi Bey, Albay
Kâzım Bey, jandarma subaylarından
Mümin Bey yer almıştır.
İzmir için bu tarihi toplantıya İzmir
eşrafından; Moralızâde Hâlit Bey,
Ragıp Nurettin Bey (Ege), Eczacı
Ferit Bey (Eczacıbaşı), Fesçizâde
Halim Bey, Kahvecizâde Hamdi Bey,
Dr. Hüsnü Bey (Menekşeli) ve Osman
Nuri Bey katılmışlardır.
Toplantıda; vilâyet memurlarından
Enver Bey (Özgen), Mekteb-i Sultanî
Müdür Yardımcısı İsmail Habib Bey,
Mekteb-i Sultanî öğretmenlerinden
Mustafa Necati Bey, Kemal Bey,
Ahmet Nailî Bey ve matematik
öğretmeni Nazmi Bey yer almıştır.
Gazeteci olarak da; Anadolu Gazetesi
sahibi Haydar Rüştü Bey (Öktem),
aynı gazetenin yazarlarından Reşat
Bey, Köylü Gazetesi sahibi Mehmet
Refet Bey, Mevlevi Şeyhi Nurettin
Efendi, Ahenk Gazetesi sahibi Nazmi
Bey, aynı gazetenin başyazarı
Mehmet Şevki Bey, Hukuk-u Beşer
Gazetesinin sahibi ve Başyazarı
Hasan Tahsin Beykatılmışlardır.
İlk konuşmayı yapan öğretmen
Mustafa Necati Bey, Yunanlılara
karşı koymak için bir direnme
örgütü kurulması gerektiğini ileriye
sürmüştür. Toplantı sonucunda;
“İlhakı Red Heyet-i Milliye” komitesi
oluşturulmuştur.
Albay Kazım Bey, 15 Mayıs 1919
tarihinde izinli olarak İzmir’de
bulunurken, İzmir Yunanlılar
tarafından işgal edilmiştir. Kazım
Özalp, o gün yaşadıklarını şöyle
anlatmıştır:
“Biraz sonra İzmir’in Yunan askerleri
tarafından işgal edileceğine dair,
metropolit tarafından kilisede Rumlara bilgi
verildiğini ve konsoloslar tarafından tebligat
yapıldığını, İzmir Maliye Müfettişi Muvaffak
Bey’den haber aldık.
Güneş batmadan yarım saat önce her şey
anlaşılmıştı. Bu gece (14-15 Mayıs gecesi)
sabaha karşı Yunan kıtaları İzmir’e çıkacaktır.
İtilaf Devletleri buna izin vermiş ve tebligatta
bulunmuşlardır.
Bu kara haber herkes üzerine yıldırım tesiri
yaptı. Halk adeta ölüm havası seziyormuş gibi
heyecanlıydı. Karşılaşan bakışlar birbirinde
destek arıyorlardı. 14 Mayıs akşamının
güneşi koyu renkler içinde ağır ağır batarken
İzmir’de karanlık bir hüzün çöküyordu. Böyle
zamanlarda iradesinin doğal seyrine uyan
halk, o tesir altında Hükümet Meydanı’nda
toplanmaya başladı. Biraz sonra bu toplantı
İzmir Sultani Mektebi binası içerisine
taşındı. Orada Ragıp Nurettin Bey’in
konuşmasından ve galeyan eden halkın
içinden konuşan vatanperverlerin heyecan
veren nutuklarından sonra, valiye bir heyet
gönderilmesine karar verildi. Daha önce
Park Kıraathanesi’nde gördüğüm kişiler
bu toplantıda çok etkili konuşmalarla halkı
uyardılar.
Dönemin İzmir Sokakları
Sarıkışla
21
Vali İzzet Bey, İzmir Sultani Mektebi
binasında toplantı yapıldığını haber
alınca, toplananların dağıtılması
gerektiğini, aksi halde okulun itilaf
gemileri tarafından topa tutulacağı
haberini gönderdi. Bu tehdide hiçbir
kimse aldırmadı. Halk, Yunanlılar’ı
İzmir’de görmeye katiyen tahammül
edemiyor, bu manzarayı görmemek
için her türlü fedakârlığa hazır
bulunuyorlardı.
Vali İzzet Bey’e giden heyet, çok
geçmeden dönmüştü. Vali, yarım saatlik
bir konuşmada işgal sırasında sükûnet
ve sağduyunun korunması ve İtilaf
Devletleri’ni gücendirecek bir nümayişe
meydan verilmemesi nasihatinde
bulunmuştu. Bu nasihat bize
durumumuzun ne kadar feci olduğunu
ortaya koyuyordu. Halk, memur ve bazı
subaylar yine Park Kıraathanesi’nde
toplanarak durumu tartışmışlardır. Bu
görüşmelerde ileri sürülen fikirlerin
özeti şuydu:
‘Vali ve kumandandan hiçbir şey
beklenemez. Bunların bütün mesaisi
halkın heyecanını kırmayı hedef
tutmuştur. Halka, Yunan işgaline karşı
alçakça bir itaat teklif ediyorlardı.
İstanbul hükümeti de kendisini İtilaf
Devletleri’ne gözü bağlı bir halde teslim
etmiştir. Buna göre geleceğe ait planları
büsbütün başka bir görüş yönünde
yapmak gerekir.
…O akşam, memleketin hamiyetli ve
coşkun gençleri bağırarak, tekbirler
getirerek, heyecanlı sözler söyleyerek,
İzmir sokaklarını dolaşıyor ve halkı
toplantı yeri olan Yahudi maşatlığına
davet ediyorlardı. Evimizin kapısına
gelen ülke gençleri heyecanlı sesleriyle
haykırıyorlardı; ‘Vatanını seven Yahudi
maşatlığına gelsin.’ Evde bulunan bütün
kardeşlerimle beraber maşatlığa gitmek
üzere ayrılırken, annemiz ağlayarak
bizleri gitmeye teşvik ediyordu.
Kadın-erkek, büyük-küçük bütün
İzmir halkı bir nehir gibi sokaklardan
akıyor, ağlayarak ve haykırarak gece
karanlığında maşatlığa koşuyordu. İşgal
görecek bir şehrin matemi ile karışan
korkunç bir karanlık ortalığa büsbütün
dehşet veriyordu.
Yahudi maşatlığı halk ile dolmuş, ateşler
yakılmıştı. Kırmızı alevler gökyüzüne
anlamlı bir ifade vermişti. Her yüzde
endişe ile dehşet birbirine karışmış bir
halde parlıyordu.”
Maşatlık mevkiinde düzenlenen bu
miting, cemiyetin yaptığı en önemli
etkinliklerinden biri olmuştur.
Fakat mitingi düzenleyen aydınlar
hazırlanmak için yeterli zaman
bulamamışlardı. Bu nedenle, miting
düzensiz gelişmiştir. Halk, bilinçsiz bir
topluluk hâlinde, parkın geniş alanına
yayılmış, her biri ötede beride, bir taşın,
bir tümseğin üstüne çıkmış, birçok
konuşmacı hiçbir hazırlığı olmaksızın
ve diğer konuşmacıların ne dediğini
bilmeksizin kendi çevresindeki halka
konuşmuşlardır.
Bu konuşmacılar arasında; Mekteb-i
Sultanî’den öğretmen Vasıf Bey, Mustafa
Necati Bey, Mehmet Şevki Bey, Hasan
Tahsin Bey, eski Müftü Rahmetullah
Efendi de vardır. İzmir Müftüsü
Rahmetullah Efendi, mitingdeki
10 Eylül 1922, Mustafa Kemal Atatürk’ün İzmir’e girişi
22
konuşmasında vatan sevgisinin
imandan olduğunu açıklamış ve
konuşmasını şöyle bitirmiştir:
“Kardeşlerim... Ciğerlerinizde bir soluk
nefes kaldıkça, damarlarınızda bir
damla kan kaldıkça, anavatanımızı
düşmanlara teslim etmeyeceğinize
Kuran’a el basarak benimle birlikte
yemin edin...”
O gece toplanan binlerce Türk,
heyecanlı söylevler dinlemişler; bağırıp
çağırmışlar; ancak seçilen delegelerle
yabancı temsilciliklere gidip protestoda
bulunmak ile dışarıdaki ve Türkiye’deki
bazı ilgililere telgraflar çekmekten
daha fazlasını gerçekleştirme imkânını
bulamamışlardır.
Mustafa Necati, Moralızade Halit,
Ragıp Nurettin Beyler bir bildiri
hazırlamış ve bildirileri basarak
halka dağıtılmışlardır. Tarihsel değeri
olan ‘Reddi İlhak Heyet-i Milliye’nin
bildirisinde şunlar yer almıştır:
“Ey Bedbaht Türk!
Wilson ilkeleri adı altında hakkın
zorla elinden alınıyor ve namusun
parçalanıyor. Buralarda Rumların çok
olduğu ve Türklerin Yunan katılmasını
memnuniyetle kabul edeceği söylendi.
Bunun sonucunda güzel memleketin
Yunan›a verildi. Şimdi sana soruyoruz:
Rum senden daha mı çoktur? Yunan
egemenliğini kabul ediyor musun?
Artık kendini göster. Tüm kardeşlerin
Maşatlık’tadır. Oraya yüz binlerle toplan
ve ezici çoğunluğunu bütün dünyaya
orada göster. Burada zengin, fakir,
âlim, cahil yok. Yunan egemenliğini
istemeyen ezici bir kitle vardır. Bu sana
düşen en büyük görevdir. Geri kalma,
düş yıkımı ve kötü kaderine yanmak
yarar getirmez. Binlerle, yüz binlerle
Maşatlık’a koş ve Milli Heyetin emrine
uy.”
Büyük direniş sürerken, Köylü
Gazetesi’nde, Vali Kambur İzzet
Bey’in “Bazı kötü niyetliler, İzmir›in
Yunanlılar tarafından işgal edileceği
tarzında söylentiler çıkarmışlardır.
Tekzip olunur” şeklindeki metni
yayınlanmıştır.
İzmir Müftüsü, Rahmetullah Efendi,
İzmir Valisi İzzet Efendi’nin işgale
karşı çıkılmaması emri üzerine de
kızarak; “Vali Bey... Bu sakalım kanunla
kazınabilir, ama bu alnıma işgalciyi
selamlamanın kara lekesini sürerek
huzuru ilahiye çıkamam” deyip,
toplantıyı terk etmiştir. İşte Yunan
işgaline karşı ilk isyan bayrağını
çekenlerden biri olan Rahmetullah
Hocanın, ‘Milli Mücadele’ye çok
yararları olmuştur.
Kazım Özalp, o gün yaşananları
anlatmaya şöyle devam etmiştir:
“Bir taraftan da halkın bir kısmı,
başlarında terhis edilmiş yedek
subaylar olduğu halde, polis
karakollarındaki silah deposuna
hücum ettiler, kapıları kırarak silah
ve cephaneleri aldılar. Oradan askeri
hapishaneye giderek; İttihatçılık,
Rumlara saygısızlık, yabancılara karşı
gelmek gibi bahanelerle siyasi görüşten
tutuklanmış olan aydınları tahliye
ettiler. Genel hapishanede bulunanlar
da 15 Mayıs sabahı hapishane kapılarını
kırarak çıkmışlardır.
Maşatlıkta devam eden mitingin
kararlarını hükümete tebliğ ve işgal
kararını protesto etmek için, müftü
ve diğer ileri gelenlerden kurulu bir
heyetin seçilmesi kararlaştırılmıştır.
Heyet, kararları hükümete tebliğ
etmeye giderken ortalık aydınlanıyor,
kader saati yaklaşıyordu. Bununla
beraber şehrin içinde başarılı bir
savunma imkânı yoktu. Bu, olsa olsa bir
gösteri hareketi olabilirdi. Asıl itibariyle
silah alanlar kısmen şehir dışına
çıkmakta, kısmen de aldıkları silahı her
ihtimale karşı evlerinde saklamak üzere
götürmekteydiler.
Kolordu kumandanı, subayların
sabahleyin kışla çevresinde
bulunmalarını emretmiş ve işgale
karşı önlem almamıştı. Subaylardan
bazıları İzmir’i terk ettiler. Büyük kısmı
emir bekler bir halde bulunuyorlardı.
Bu hale göre kolordunun direnişte
bulunmayacağı kesindi. Hatta
kumandanlık, siyasi mahkûmları
çıkaran ve depolardaki silahları alan
halka karşı durulması için emirler
bile vermiştir. Jandarma ve polis de
aynı yolda emirler almışlardı. Övünçle
açıklamam gerekir ki, ne subaylar
ne askerler, ne jandarmalar ve ne
de polisler bu gibi emirlere önem
vermemiş ve halkla aynı fikirde
olduklarını resmen göstermişlerdir.
Bütün bu fedakâr duygulara rağmen
halkı şehir içinde çarpışmaya sevk
etmek uygun değildi. Çünkü düşmanın
denizden ve karadan bütün harp
vasıtalarıyla yapacağı hücuma
karşılık verecek esaslı bir teşkilat
kurulamamıştı. Eğer kolordu birlikleri
tam kuvvetiyle direnişe katılsalardı,
derhal silahlı halk ile takviye olunup
ve bir kumanda altında, savunma
önlemleri alınırdı. Bununla beraber
şehir içinde çarpışmayı kabul etmek çok
doğru olamazdı.
İzmir’de yapılan bu hareketin, bütün
Anadolu’da direniş yaratmak için ve
civar kazalarda toplanacak silahlı
kuvvetlerin katılımıyla İzmir’in
kurtarılmaya çalışılmasını temin etmek
yönünden faydası da ortadadır.
Güneş doğarken, İzmir limanının
açıklarında zalim bir hayal gibi harp
gemileri görünmeye başlandı. Şehir
içinde savunma imkânı olmadığı
açıkça anlaşılıyordu. Silahını alıp şehir
dışına çıkanlar, yakın ilçelerde halkı
ikaz etmek ve memleketi savunmaya
hazırlamak için, harekete karar verdiler.
Bunların bir kısmı en yakın kaza
merkezi olan Menemen’e gideceklerdi.
Ben, yedek subay olan kardeşim ile
beraber, Menemen’e gitmeye karar
verdim. Orada jandarma kumandanı
olan diğer kardeşim Asım ile ilçe
kaymakamı da eski arkadaşlarımdan
olup sonradan Menemen’in işgali
sırasında Yunanlılar tarafından şehit
edilen Kemal Bey bulunuyordu.
Bunların çabasıyla ilçe içinde bir
hareket meydana getirilebileceğine
inanıyordum.”
‘İlhakı Red Heyet-i Milliye’ komitesinin
İzmir’deki çalışmaları, kentin Yunan
işgalcilerinin eline geçmesi yüzünden
çok kısa sürmüştür. Cemiyet, 16-17
saat sonra, çalışmalarına son vererek,
merkezlerini İstanbul’a taşımak
durumunda kalmıştır. Üyelerinin bir
bölümü de Denizli’ye gitmiştir.
Bu durum Yıldırım Orduları Müfettişi
Cemal Paşa’nın, Havza’da bulunan
Dokuzuncu Ordu Müfettişi Mustafa
İsmet İnönü
ve Venizelos
savaşın ardından
bir arada
Kemal Paşa’ya gönderdiği telgrafta şu
cümleden yer almıştır:
“…İzmir Müdafaa-i Milliye ve
Redd-i İlhak Cemiyeti Denizli’de
bulunmaktadır, Efendim.”
İZMİR’İN İŞGALİ
Yunanlılarla işbirliği içinde olan İngiliz
ve Fransız filoları komutanları, 14
Mayıs 1919 Çarşamba günü, İzmir’de
Vali Konağı’na giderek Vali İzzet Bey’e
İzmir’in işgal edileceğini bildirmişlerdir.
İzmir Metropoliti Hrisostomos, saat
16.00’da, Venizelos’un ‘İzmir’in
Yunanistan’a katıldığına’ dair mesajını
okumuştur. İngiliz Amiral Calthorpe,
saat 22.00’de İzmir valisine ikinci kez,
15 Mayıs 1919 sabahı, Yunan askerinin
karaya çıkacağını bildirmiştir.
İngilizler; Uzunada’yı, Fransızlar;
Foça’yı, İtalyanlar; Karaburun, Akşehir,
Selçuk’u, Yunanlılar; Yenikale’yi 14
Mayıs 1919 günü işgal etmişlerdir.
15 Mayıs 1919 Perşembe günü
sabahı, İngiliz, Fransız, ABD ve İtalyan
gemilerinin koruyuculuğunda Yunan
Ordusu’na mensup 12 bin asker,
İzmir’i işgale başlamıştır. Yunan
çıkarma birliklerinin içinde, her biri
200 kişiden oluşmak üzere İngiliz,
Fransız, İtalyan ve Amerikan birlikleri
de yer almıştır. Yerli Rumlar, Yunan
askerlerini bayraklarla karşılarken,
İzmir Metropoliti Hrisostomos, etrafta
koşarak, “Türkleri öldürün” diye
bağırmaya başlamıştır.
23
24
15 Mayıs 1919 sabahı saat 08.00
sularında, Yunan İşgal Kuvvetleri
Komutanı Albay Zafiriou, Yunan
birlikleri İzmir’e çıktığı açıklayarak,
“Askerlerin dinî inanışlara, adap ve
geleneklere saygılı davranacaklarına
herkes emin olsun” konusundaki
bildirisi okunmuştur. Fakat bu bildiriye
uyulacağı yerde, İzmir Metropoliti
Hrisostomos’un rıhtıma çıkan askerleri
takdis etmeye başlaması halk üzerinde
çok acı bir etki yapmıştır.
İzmir içinde yürüyüşe geçen Yunan
birliklerine yerli Rumların tezahürat
yapması, İzmir’de ortamı aniden
germiştir. Hukuk-u Beşer Gazetesi’nin
Yazı İşleri Müdürü Osman Nevres
(Hasan Tahsin), sinirlerine hâkim
olamayarak Yunan alayının önünde
yürüyen ‘Sancaktar’ı vurmuş ve kendisi
de hemen orada Yunan askerlerince
şehit edilmiştir. Yol kenarına toplanmış
bulunan ve olanı biteni kavramaya
çalışan çoluk çocuk, yaşlı, genç yüzlerce
Türk, işgal askerleri tarafından
hunharca katledilmişlerdir.
Sarı Kışla’da komutanları tarafından
karşı konulmaması emrini alan Türk
askerleri de Yunanlılar tarafından şehit
edilmiştir. Daha sonra Hükümet Konağı
ve diğer resmi daireleri basılarak
buralardaki memur subay ve erleri
türlü eziyetlerle gemilere götürüp,
orada günlerce aç bırakmışlardır.
Bunlardan bir kısmı da dipçik vuruşları
altında zorla, ‘Yaşasın Venizelos’
diye bağırmağa zorlanmış, boyun
eğmeyenler derhal şehit edilmişlerdir.
Sarıkışla’da esir alınan Türk askerleri
arasında yer alan, Kordon’daki özellikle
yerli Rum ahalinin tüm zorlamalarına
rağmen ‘Yaşasın Venizelos’ diye
bağırmayı ret eden Albay Süleyman
Fethi Bey, 22 süngü darbesi ile şehit
edilmiştir. Bütün bu olaylar uygar
ulusların temsilcilerinin gözleri önünde
ve onların izniyle yapılmıştır. Yunanlılar
ilk gün, Konak’ta 400 Türk’ü şehit etmiş,
çevre köy ve kazalardaki olaylarla
birlikte iki gün içinde 5.000 kadar Türk
hunharca katledilmiştir.
Amiral Calthorpe olayı haber alır
almaz duruma el koymuş ama çok geç
kalmıştır. Öte yandan olaylar, tüm
engellemelere ve sansür yasağına
rağmen tüm ülkede şimşek hızıyla
duyulmuştur.
16 Mayıs 1919 tarihinde, İstanbul’da
çalışmalarını sürdürmeye başlayan,
‘İzmir Müdafaa-i Hukuku Osmaniye
Cemiyeti’, İstanbul’daki İtilaf Devletleri
ve ABD’nin temsilcilerine şu protesto
telgrafını çekmiştir:
“Avrupa, on milyon Müslüman ve
Türk’ün idam ve imhasına karar
vermişse, milletimiz buna uymayacak
ve vatan uğrunda, kahramanca
çarpışarak ölmeye hazır bulunacaktır.
Tarihe, bütün bir milletin varlığını
savunmak için nasıl öldüğünü
gösterecektir...”
İzmir’in işgali, Türk halkında ‘işgale
karşı koyma’ şuuru uyandırmış ve
yurdun her yerinde protesto mitingleri
yapılmaya başlanmıştır. Bu tepkilerin
ardından, Türk halkı, ‘Kuvay-ı Milliye’
olarak adlandırılan bölgesel direniş
örgütlerini kurarak, yörelerinde
düşmanla mücadeleye başlamışlardır.
MUSTAFA KEMAL SAMSUN’DA
İzmir’in Yunanlılar tarafından
işgali ile Mustafa Kemal Paşa’nın
Anadolu’daki görevine başlamak
için İstanbul’dan ayrılması aynı
tarihe rastlamıştır. İzmir’i Yunanlılar
tarafından işgale başladığı sırada,
İstanbul Hükümeti’ne veda ziyareti
yapan Mustafa Kemal Paşa, elim
haberi orada öğrenmiştir. Şaşkın
vaziyette olan hükümet üyelerine;
‘Ne yapmayı düşünüyorsunuz?’ Diye
soran Mustafa Kemal Paşa, ‘protesto
edeceğiz!’ Cevabını almıştır. “Bu
lâzımdır, doğrudur. Ancak böyle bir
protesto ile Yunanlılar’ın İzmir’den geri
çekilişlerine veya İngilizler’in onları
geri çekeceklerine ihtimal veriyor
musunuz?” Diye tekrar sormuş ve “daha
kesin tedbirler düşünülmeli” diyerek
hükümet üyelerini uyarmıştır. Ertesi
gün, sorumluluk bölgesi olan Samsun’da
asayişi sağlamak üzere İstanbul’dan
ayrılmıştır.
Kurtuluş Savaşı’nı başlatan bu azim,
Amasya Genelgesi’nin aşağıda verilen
1. ve 3. maddelerindeki kararlıkta
yatmaktadır:
“Vatanın bütünlüğü ve milletin istiklâli
tehlikededir. Milletin istiklâlini, yine
milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”
MUZAFFER TÜRK ORDUSU
İZMİR’E DOĞRU
Amasya Genelgesinden sonra, Erzurum
ve Sivas kongreleri gerçekleşir,
Ankara’da Meclis açılır, Meclis ordusu
ardından düzenli orduya geçilir, hedef;
İzmir’in kurtulması idi, İzmir, Türk
ordusu ve Gazi Mustafa Kemal için bir
“Kızıl Elma” olmuştu.
Zafer için, 30 Ağustos günü saat
14.00’de, Başkomutan Mustafa Kemal
Paşa tarafından, Türk Ordusu’na hücum
emrini vermiştir. Gazi, Zafertepe’den
bizzat yönettiği meydan savaşından
sonra, savaş sahasını gezerken, binlerce
düşman cesedini birbiri üzerine yığılmış
olarak görmüş ve bu korkunç manzara
karşısında şunları söylemiştir:
“Bu manzara insanlığı utandırabilir!
Fakat haklı vatan savunmamız için
buna mecbur olduk. Türkler başka
milletlerin vatanında böyle bir harekete
kalkışmazlar.”
Savaş artıkları arasında yırtılmış ve terk
edilmiş bir de Yunan bayrağını gören
Başkomutan, eliyle bayrağın yerden
kaldırılmasını işaret ederek, şöyle
konuşmuştur:
“Bayrak bir milletin bağımsızlık
işaretidir. Düşman da olsa hürmet
etmek gerekir. Kaldırıp topun üzerine
koyunuz.”
Türk ordusu, geçtiği her yerde, yakılan
ve içinde insanlar ile yakılan köyleri,
tecavüze uğrayan kadınları, doğmamış
bebeklere yapılanları gördükçe, “bunlar
mı bize medeniyet getirecekler”
demişler ve durmadan hedefleri olan
İzmir’e doğru adeta koşmuşlardı.
Mareşal Mustafa Kemal, yapılan tüm
mezalime karşı, düşmanına karşı
neden barış düşünüyor, hiç mi intikam
düşünmüyor? Hayır! Onun savaşırken
de barış düşündüğünün hepimiz
biliyoruz. İşte onun barış isteminin
kanıtını, Temsilciler Heyeti Başkanı
Rauf Bey’e Alaşehir’den çektiği şu
telgrafta göreceğiz.
“İzmir’de hiçbir sebep ve nedenle
yabancı müdahalesine izin
verilmeyeceği ve azınlıkların
hukukunu Türk Ordusu’nun en iyi
koruyacağını dostlarımızdan… Yunan
ordusunun yaptığı gibi İzmir’de ve
diğer yerlerde yangın çıkartmaktan
ve adam öldürmekten kaçınmalarını…
Bu hususları gerektiği tebliğ edilmesi
uygundur.”
Muzaffer Komutanın İzmir’e girerken
tuttuğu not aşağıdadır:
“15 Mayıs 1919, İzmir’in işgali… Ben
aynı günde İstanbul’u terk ettim. O kara
günde Karadeniz’deydim. 3 sene ve 4 ay
sonra da bugün Akdeniz’deyim.”
10 Eylül 1922 günü, Gazi, arabasıyla
İzmir’e doğru ilerlerken; “Bir rüya
görmüş gibiyim” diye mırıldanmış ve
İzmirliler tarafından büyük bir sevinç
ve coşkuyla karşılanmıştır. Hükümet
Konağı ile Konak Vapur İskelesi
arasında büyük bir kalabalık oluşmuş,
meydan büyük bir kalabalıkla dolmuştu.
Alkışlar ve “Yaşa Mustafa Kemal Paşa”
sesleri göklere yükseliyordu. Gazi, bir
ara Hükümet Konağı’nın balkonundan
kendisini çılgınca sevgi gösterisinde
bulunan İzmirlileri selamlarken, onlara
şöyle seslenmiştir; “Başarı benim değil,
sizin, milletindir.”
O gün İzmir Valiliği’nin önünde atının
kuyruğuna bağladığı Yunan bayrağını
yerlerde sürükleyen Süvari Üsteğmen
Çolak İbrahim’i gören Gazi, emir çavuşu
Ali Metin’le, ona şu haberi yollamıştır:
“Bayrağı yerde sürümesinler. Bu bizim
adaletimize yakışmaz.” Bunun üzerine
Yunan Bayrağı atın kuyruğundan
çözülmüştür. Bu olay, Gazi’nin, on gün
içinde Yunan Bayrağı’na ikinci saygı
gösterisidir.
girdin. İşte, sen İzmir’e ilk gün zaferinle
böyle girdin.”
O gece, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın
Karşıyaka’daki İplikçizade Köşkü’nde
kalması planlanmış ve ona göre
hazırlıklar yapılmıştır. Bu yapılan
seçimde Yunan Kralı Konstantin’in
12 Haziran 1921 tarihinde bu köşkte
kalmış olmasından kaynaklanan
duygusal bir eğilim de rol oynamıştır.
Ruşen Eşref Bey, İplikçizade Köşkü’ne
gelirken yolda yaşananları ve köşkün
önünde gördüklerini şöyle anlatmıştır:
“İki yanının sarmış bir coşkun halk
arasından geçtin. Evin merdiven
taraçasına çıktın. Seni yerlere eğilerek;
Seni el çırparak; Seni dualar ederek
karşılayan kadın, erkek kalabalığın
önünde durdun.
Seni içeri davet ediyorlardı. Sen
duruyordun. Yerde yatan örtüyü
sordun. O, ipekten kocaman bir
düşman bayrağıydı ki üzerine basılarak
geçilecek bir yol halısı gibi böyle
serilmişti.
Kadın-erkek oradaki İzmirliler:
‘Buyurunuz, geçiniz. Bizim
öcümüzü yerine getiriniz! Yabancı
kral, bu evden içeri, bizim bayrağımıza
basarak geçmişti. Siz, lütfedin. Bu
karşılıklı o lekeyi silin! Burası sizin
şehrinizdir. Bu ev sizin evinizdir. Bu hak
sizindir’ diye yalvarıyorlardı.
Sen, o yerde serili bayrağın önünde,
bulunduğun noktada kaldın. Sana
ağlaşarak yalvaran kadınlara, erkeklere
tatlılıkla baktın:
‘O, geçmişse hata etmiş. Bir milletin
bağımsızlığının sembolü olan bayrak
çiğnenmez. Ben onun hatasını tekrar
edemem’ dedin. Onu yerden kaldırttın
ve bembeyaz mermerlere basarak içeri
YUNANLILAR ATATÜRK’Ü BARIŞ
ÖDÜLÜNE ADAY GÖSTERİR
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA,
KARŞIYAKA’DA…
VENİZELOS İLE TEMAS
Tarih 27 Ekim 1930, her iki ülke
arasında Anadolu’da meydana gelen
ölüm-kalım savaşı biteli henüz sekiz yıl
olmuştu. Yunan Başbakanı Venizelos,
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın daveti
üzerine Türkiye’ye gelmiştir. Gazi,
eski düşmanı, konuk Yunan Başbakanı
Venizelos’a şöyle hitap eder:
“Geçmişimizde kalan kötü olaylar bir
daha tekrarlanmayacaktır.”
30 Ekim 1930 günü, Ankara’da
taraflarca “Türkiye-Yunanistan Ticaret
Antlaşması” imzalanır. 1931 yılında,
Yunanistan’a ziyarete giden Başbakan
İsmet Paşa, Yunanlılar tarafından
stadyumlarda karşılanmıştır.
12 Ocak 1934 günü, Yunanistan Eski
Başbakanı Eleftherios Venizelos,
kendisini askeri ve diplomatik alanda
yenilgi üstüne yenilgiye uğratan Türkiye
Cumhurbaşkanı Atatürk’ü, ‘Nobel Barış
Ödülü’ne aday göstermiştir. Yunan
Başbakanı Venizelos’un Nobel Ödül
Merkezi’ne yazdığı adaylık teklifine bir
göz atalım:
“Nobel Barış Ödülü Komitesi’nin Sayın
Başkanı - Oslo-Norveç
…Mustafa Kemal Paşa’nın ulusal
hareketinin düşmanlara karşı 1922
yılındaki zaferinden sonra Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşu, gelecekteki
barış için yeni ve korkulu tehlikeler
ortaya çıkaracak, bu hoşgörüden
yoksun ve yerleşmemiş bu duruma
kesin biçimde son vermiştir.
…Hak ve din kavramlarının
karıştırıldığı teokratik bir rejim altında
çökmekte olan bir imparatorluğun
yerini ulusal, çağdaş, canlılık ve hayat
dolu bir devlet almıştır. Büyük reformcu
Mustafa Kemal Paşa’nın itici gücüyle,
sultanların mutlakıyet rejimi kaldırılmış
ve devlet açıkça laik olmuştur.
…Düşmanlık içinde geçen uzun
yüzyıllar boyunca Türkiye ile kanlı
savaşları sürdürmüş biz Yunanlılar,
eski Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini
alan bu ülkedeki köklü değişikliğin
etkilerini ilk olarak duyabilme fırsatını
elde ettik. Küçük Asya felaketinin
hemen ertesinde, savaştan bir ulusal
devlet olarak çıkmış ve yeniden
sağlığına kavuşmuş Türkiye ile anlaşma
olanağını görerek, ona elimizi uzattık
ve o da bunu içtenlikle kabul etti
ve sıktı. Barış isteğini besledikleri
takdirde, en tehlikeli anlaşmazlıkların
ayırdığı halklar arasında anlaşma
olanağı için bir örnek oluşturacak bu
yakınlaşmadan, iki ülke için olduğu
kadar, Yakındoğu’da barış düzeninin
korunması için de yalnızca olumlu
sonuçlar ortaya çıkmıştır. İşte; barış
sorununa bu değerli katkıyı sağlayan
kişi, Türkiye Cumhuriyeti Başkanı
Mustafa Kemal Paşa’dır.
Yakındoğu’da barış yolunda yeni
bir çağ açan Yunan-Türk anlaşmasının
imzalandığı dönemde, 1930 yılındaki
Yunan Hükümeti’nin başkanı sıfatıyla,
şimdi Nobel Barış Ödülü Komitesi’nin
seçkin üyeleri önünde, Mustafa
Kemal Paşa’nın adaylığını, bu onur
ödülüne layık olarak önermekten şeref
duymaktayım.
En derin saygılarımın kabulünü rica
ederim, Sayın Başkan.” 12 Ocak 1934
12 yıl önce, Anadolu’yu kanlı işgale
uğratan, Yunan Başbakanı Venizelos,
“Düşmanlık içinde geçen uzun
yüzyıllar boyunca Türkiye ile kanlı
savaşları sürdürmüş biz Yunanlılar”
diyebiliyorsa, bunda Atatürk’ün savaş
değil, hep barışı düşünmesinden
kaynaklanmaktadır. Bu barış vurgusu;
Venizelos’un yukarıdaki “Nobel Barış
Ödülü Teklifi”nde şöyle yansımaktadır;
“İşte; barış sorununa bu değerli katkıyı
sağlayan kişi, Türkiye Cumhuriyeti
Başkanı Mustafa Kemal Paşa’dır.”
“Günümüzde bu dostluk niye devam
etmiyor?” Sorusunu kendimize
sormamız gerekmektedir. Yunanlı
öğrencilere, hala; “Anadolu bizimdir”
diye öğretiliyorsa, “Küçük Asya
Felaketi”ni hatırlatmak gerekir. İzmir
Atatürk Müzesi’nde, Türkçe ve İngilizce
yazılı olan Eleftherios Venizelos’un,
Atatürk’ü‘Nobel Barış Ödülü’ne aday
gösteriş yazısını, hepimiz okuyup,
öğrenmeliyiz. Yunanlılar, bu dostluğu
hiç bilmiyor, inancındayım. Savaşan
iki liderin kurduğu barışı, tekrar tesis
etmemiz gerekiyor.
Kötü olayların tekrarlanmaması
dileğimle, iki ülkeye barış dolu günler
diliyorum.
25
PROF. DR. ENGİN BERBER
EGE ÜNİVERSİTESİ
ANADOLU’DAKİ
YUNAN SAVAŞ MAKİNESİ
Birinci Dünya Savaşı’nın galibi olan devletlerin, Paris Barış(!) Konferansı’nın 6 Mayıs tarihli oturumunda
verdikleri izinle Yunan Ordusu 15 Mayıs 1919 günü İzmir, dolayısıyla Anadolu’ya çıkmış/çıkarılmıştı. Daha
ilk gün, vilayet konağı önünde atılan kurşunlardan, Türk halkının asla kabul etmeyeceği anlaşılan bu haksız
ve hukuksuz işgalin neden ve sonuçları hakkında doğru, yanlış ve/veya eksik çok şey yazıldı ve söylendi.
Bu yazı komuta kadrosu, örgütlenme şeması ve niteliğine hiç değinmeden; Ankara’yı kalıcı merkez edinmiş
ulusal iradeyi (hükümetleri ve ordusuyla TBMM) boğmak isteyen Yunan savaş makinesini (Küçük Asya
Ordusu), ötekinin gözünden tespit etmeği amaçlamaktadır. (Anadolu ve Doğu Trakya’daki Yunan Ordusu’nun
komuta kadrosu, idari bağları ve niteliğini analiz etmek, bir başka yazının konusudur ki, neredeyse hiç
bilinmemektedir) Bunu, resmi ve de konuyla ilgili en yetkili/bilgili olması beklenen Yunan kaynakları:
Genelkurmay Başkanlığı Ordu Tarihi Müdürlüğü’nün yayımladığı kitaplar üzerinden yapacağız. 18 Eylül 1922
günü sona eren Anadolu’daki Yunan işgali, operasyonel (harekât) anlamda üç döneme ayrılabilir. Yunan savaş
makinesini izlediği strateji ve taktiksel düzeyde kavramak, bu üç dönemden ilk ikisine bakarak anlaşılabilir.
26
İZMİR’İN İŞGALİNDEN YUNANİSTAN
GENEL SEÇİMLERİNE
Yunan Ordusu, 15 Mayıs 1919’dan 1
Kasım 1920’ye uzanan 17,5 aylık bu ilk
dönemde, Ege Denizi’ne dökülen: BüyükKüçük Menderes ve Gediz nehirleriyle
Bakırçay’ın yardığı vadiler boyunca
ve genelde, İzmir-Aydın ve İzmirKasaba demiryolu hatlarını kullanmak
suretiyle doğu ve kuzey istikametinde
ilerledi. Karşısında başta kadro ve silahmühimmat olmak üzere, her bakımdan
zayıf askeri birliklerin destek verdiği
milli kuvvetleri (Kuvayı Milliye) buldu.
Çoğu 1919 yılında Balıkesir, Alaşehir
ve Nazilli’de toplanmış kongrelerle
oluşturulmuş milli heyetlerin nakdi ve
ayni yardımlarını alan milli kuvvetler,
bazı yerlerde (Bergama, Aydın, ÖdemişKelas, Nazilli gibi) kayda değer başarılar
elde etseler de sürekli takviye alan
düzenli bir orduyu durdurmaları
mümkün değildi. Nitekim İngiliz Generali
Milne’in, güya taraflar arası çatışmaları
önlemek amacıyla çizdiği hattın (3
Kasım 1919) batısında kalan araziye
yerleşmek isteyen Yunan Ordusu’nun, 22
Haziran 1920 günü başlattığı bir harekât
sonucu Ödemiş-Kelas Cephesi çökecekti.
Daha kötüsü, Yunan Ordusu’nun
aynı harekâtta, galip devletlerin Sevr
Antlaşması’yla (10 Ağustos 1920)
Anadolu’da Yunan egemenliğini
bıraktığı arazinin (Antlaşmanın 69.
Maddesi ile Ödemiş Kazası’nın küçük
bir kısmı dışında İzmir Sancağı’nın
tümüyle Manisa ve Aydın sancaklarının
bir kısmını da içine alan, yaklaşık 1
milyon kişinin yaşadığı 17 bin 452
kilometrekarelik bir arazi Yunanistan’a
bırakılmıştı.) ötesine geçmiş olmasıydı.
Ancak bu durum, Kuvayı Milliye’nin
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ve Türk
Devrimi’nin gerçekleşmesindeki öncü
rolünü ortadan kaldırmaz.
Şöyle ki, İstanbul’daki geleneksel iktidar
odağının (Padişah ve bağlı hükümetleri)
vaktiyle kapattığı ve bu zor günlerde,
ulus adına söz söylemesi gereken en
yetkili kurul olan Meclis-i Mebusanı
açmak için harekete geçmediğini
gören halk, kongreler toplamak ve
heyetler oluşturmak suretiyle geleceği
hakkında bizzat karar vermek iradesi
göstermişti. Bunun “ulusal egemenlik”
ve de temsil yetkisine sahip seçilmiş
kurullar oluşturma bağlamında,
“demokratik” kazanımlar olduğu açıktır.
Söz konusu kurullar tarafından finanse
edilip donatıldıkları için, meşruiyeti
tartışılmaz olan milli kuvvetler
aynı zamanda, Yunan Ordusu’nu
yavaşlatıp oyalayarak, geride düzenli
ordunun (TBMM Ordusu) kurulması
kolaylaştırmışlardı. (Bu kuvvetlerden
bazı müfrezelerin -Kuvayı Seyyare’nin
bir kısmı gibi- düzenli ordunun parçası
olmaya direndiklerini, bu nedenle zor
kullanıldığını unutmamak gerekir)
Son olarak, efe ve zeybekler milli
kuvvetlere önderlik, anlaşmazlıklarda
arabuluculuk ve gösterdikleri cesaretle
devlet gözündeki yerini düzeltirlerken,
ulus gözündeki saygınlığını da
pekiştirmiştir.
15 Mayıs’ta İzmir’e çıkarılan Birinci
Yunan Tümeni, yaklaşık 9 bin asker ve 2
bin 867 hayvandan oluşuyordu. Birinci
Kolordu’ya (A Soma Stratou) bağlı bu
tümenin birlikleri: 4 ve 5 numaralı
piyade alayları ile 1/38. Efzon Alayı idi.
Bunlara ek olarak 2 dağ topçu bölüğü
3. Dağ Ameliyat birimi de getirilmişti.
Günde 22 ton yiyecek tüketen bu işgal
gücüne güvenliği ihlal eden olaylar; bazı
birliklerin iç kesimlere gönderilmesi
Aydın, Nazilli, Menemen, Kasaba,
Ödemiş, Tire, Ahmetli ve Akhisar’ın
işgali nedeniyle yeni birliklerin
katılması gerekti. Haziran ayının
ortalarına doğru, Anadolu’daki Yunan
Ordusu şu birliklerden oluşuyordu:
Birinci Tümen (4, 5 ve 1/38. Alay),
8. Girit Alayı, 5. ve 6. Akdeniz Alayı,
3. Süvari Alayı, bir jandarma taburu
ve bir ihtiyat taburu olmak üzere,
toplam 21 tabur. Bunların altı tanesi
İzmir’de, altı bölük Ayvalık’ta, iki tabur
Manisa ve Nif’te (Kemalpaşa), bir tabur
Turgutlu’da, bir tabur Bayındır ve
Ödemiş’te, bir tabur Tire’de, bir tabur
Aydın’da, bir tabur Nazilli’de, üç tabur
kırsalda ve bir tabur da demiryolu
hattının güvenliği için kullanılıyordu.
Günlük yiyecek tüketimi 44 tona
yükselen Yunan Ordusu, 17 bin 461
asker ve 3 bin 666 hayvandan ibaretti.
Milne Hattı’nın çizilmesinden sonra,
Anadolu’daki Yunan Ordusu’nun
kumandanlığına getirilen Korgeneral
Miliotis Komninos (25 Aralık 1919)
bir emirle kendisine bağlı birlikleri
2 kolordu (Karargâhı Gaziemir’de, 1.
Tümeni Aydın, 2. Tümeni Bayındır’da
olup Menderes ve Gediz vadilerini tutan
1. Kolordu ile karargâhı Manisa’da,
13. Tümeni Turgutlu, Akdeniz Tümeni
Bergama’da olup Bozdağ-Ayvalık
çizgisini tutan İzmir Kolordusu) ve
bir tümen (İzmir bölgesi Rumlarından
teşkil edilmeye çalışılan “İzmir” isimli
bu tümenin bir süvari alayı ve ağır
topçu bataryası da olacaktı) olarak
örgütledi. Bu haliyle 2 bin 400 subay, 57
bin 38 asker ve 22 bin 585 hayvandan
oluşan Küçük Asya Ordusu, günde 130
ton yiyecek tüketir hale gelmişti.
Yunan Ordusu’nun
Anadolu’ya çıkmasından
beri Selanik’te
bulunan Genelkurmay
Başkanlığı’nın, Birinci
Dünya Savaşı galibi
devletlerin isteği üzerine
28 Şubat 1920’de İzmir’e
gelmesi, 22 Haziran’da
başlayacak ilk kapsamlı
Yunan harekâtının işaret
fişeği gibiydi.
Mayıs sonunda, İngiliz Başbakanı
tarafından Londra’ya davet edilen
Venizelos, 19 Haziran’da Genelkurmay
Başkanı’na, Bandırma’ya uzanan
demiryolu hattının işgal edilip
edilemeyeceğini sormuş, ertesi gün
olumlu yanıt almıştı. Harekâttan bir
gün önce Yunan Ordusu; 1. Kolordu
(2. Tümeni Bayındır’dan Ödemiş’e
geçmişti) ile İzmir Kolordusu’na ek
olarak, karargâhı Ayvalık’ta bulunan
Bağımsız Tümen, 1 süvari tugayı,
değişik ihtiyat taburları ve karargâh
bölüklerinden oluşuyordu.
3 bin 443 subay, 98 bin 182 asker ve
29 bin 940 hayvanı bulunan bu ordu,
27
günde 254 ton yiyecek tüketmekteydi.
Ordunun konuşlanmasına gelince;
Karargâhını Alaşehir’e nakleden
1. Kolordu’nun 1. Tümeni Büyük
Menderes Vadisi’nde, 2. Tümeni Küçük
Menderes Vadisi’nde, 13. Tümeni
Gediz Vadisi’nde; İzmir Kolordusu’nun
Akdeniz Tümeni Ayvalık ve Bergama’da,
İzmir Tümeni Manisa Bölgesi’nde,
Ayvalık Tümeni Manisa-Turgutlu
Bölgesi’nde; karargâhı Turgutlu’da olan
Süvari Tugayı’nın 1. Alayı İzmir, 3. Alayı
Turgutlu’daydı.
22 Haziran’da, İzmir Kolordusu’nun
İzmir ve Akdeniz tümenleri ile 13.
Tümen’in 5/42. Efzon Alayı’ndan
bir müfreze Akhisar ve Soma (kuzey
istikametine); 1. Kolordu ve 13.
Tümen’in geri kalanı da Alaşehir
istikametine (güneye) yürüyüşe
geçmişti. İzmir Kolordusu aynı gün
Akhisar, ertesi gün Soma’yı; 1. Kolordu
ise iki gün sonra Alaşehir’i işgal
etmişti. Dört günlük bir aradan sonra,
İzmir Kolordusu 29 Haziran’da İzmir,
Akdeniz ve 13. Tümen ile kuzeydeki
Bandırma’ya doğru yürümeye başladı.
İlk gün Giresun, ertesi gün Edremit ve
Balıkesir işgal edildi. 1 Temmuz’da işgal
edilen Bandırma’ya aynı gün denizden,
Gümülcine Tümeni’nin iki alayı da (15.
ve 27.) indirildi. Böylece 10 gün içinde
gösterilen hedeflere varılmış, Bandırma
demiryolu hattının ve Doğu Trakya’da
konuşlandırılmış Yunan birliklerinin
güvenliği sağlanmıştı. Süvari Tugayı’nın
desteğinde 7 Temmuz’da yeniden
yürüyüşe geçen Akdeniz Tümeni, ertesi
gün Bursa’yı işgal edecekti.
YUNANİSTAN GENEL SEÇİMLERİNDEN
BÜYÜK TÜRK TAARRUZUNA
Yunan Ordusu, 1 Kasım 1920’den 26
Tablo 1. Yunanistan’da, Başbakan Venizelos’un İktidarını Kaybettiği Genel Seçimler Yapıldığında
Yunan Ordusu (14 Kasım 1920 itibariyle)
Ağustos 1922’ye uzanan 20 aylık bu en
uzun ve ikinci dönemde, Ege Denizi’ne
dökülen nehir ve çayların kaynaklarına
ulaşmakla kalmamış, onları aşıp
Anadolu platosuna tırmanmaya
başlamıştı. Ankara yakınlarına kadar
devam eden bu zor ve yıpratıcı
tırmanışı, beş basamakta ele almak
gerekir.
BASAMAK 1:
ARALIK 1920 SALDIRISI
(BİRİNCİ İNÖNÜ SAVAŞI)
Eskişehir yönünden her an yapılması
olası bir Türk saldırısını boşa çıkarmak
amacıyla Bilecik-Bozüyük bölgesinde
topladıkları kuvvetleri dağıtacak güçlü
bir keşif saldırısı yapılması kararı
verilmişti. Bu keşif saldırısı, Bursa’da
konuşlu 3. Kolordu’nun (önceki İzmir
Kolordusu) 5. ve 10. tümenleriyle
(önceki Akdeniz ve İzmir Tümeni) 2.
Kolordu’nun 3. Tümenine bağlı 2/39.
Efzon Alayı tarafından icra edilecekti.
Kolordu, Bozüyük-Bilecik hattı ile
eğer gerekli olur ise İnönü’yü işgal
etmek niyetindeydi. Eşzamanlı olarak
1. Kolordu’nun 2. Tümeni, Uşak’tan
Banaz’a hücum edecekti. Üçüncü
Kolordunun yapacağı saldırının dokuz
günde sonuçlanması planlanmıştı.
Üç kol halinde, 6 Ocak günü yürüyüşe
geçen Yunan birlikleri, 10 Ocak’ta Türk
birlikleri ile temas sağladılar. Yunan
kaynaklarının “Avgin Savaşı” (Bir köy
olan Avgin, Bilecik’in güney doğusunda
ve kentin tren istasyonundan 37
kilometre uzaktaydı) dediği çatışmalar
çok şiddetli oldu. Yunan Ordusu
ertesi gün, yola çıktığı Bursa’daki
ana üssüne dönüş yürüyüşüne geçti.
Resmi kaynakları yazmasa da, milli
kuvvetlerden daha çetin bir cevize
çattıkları ortadaydı.
BASAMAK 2:
MART 1921 SALDIRISI
(İKİNCİ İNÖNÜ SAVAŞI)
28
12 Mart 1921’de, Küçük Asya Ordusu
Genel Karargâhı, Türk kuvvetlerini
yok edip demiryolu hatlarının
buluşması nedeniyle önemli olan
Eskişehir (kuzeyde) ve Afyon’u
(güneyde) ele geçirmek için, yeni
bir saldırı gerçekleştirmeğe karar
verdi. Bu amaçla güneyde 1. Kolordu
Uşak’tan önce Dumlupınar, ardından
Afyon’a; kuzeyde 3. Kolordu Bursa’dan
Eskişehir’e doğru yürüyecekti. Üçüncü
Kolordunun saldırı da kullanacağı
kuvvet 42 bin 285 asker ve 15 bin 650
hayvan olup günlük yiyecek tüketimi
52; Birinci Kolordu 27 bin 350 asker
ve 11 bin 693 hayvan kullanacak olup
günlük yiyecek tüketimi 36 tondu.
İki kolordunun toplam gıda tüketimi
günlük 88 tona ulaşmakta olup 3.
Kolordu’nun harekât derinliği 125
kilometre; 1. Kolordu’nun harekât
derinliği ise 95 kilometreydi.
Üç piyade tümeni ile Süvari Tugayından
oluşan 3. Kolordu, solunda Süvari
Tugayı olduğu halde üç kolda yürüyüşe
geçti. Birinci Tümeni’nin 4. Piyade ve
1/38. Efzon Alayı (Buldan-Menderes
bölgesinde) ile 13. Tümeni’nin 3.
Piyade Tümeni’ni (Uşak’ta) oldukları
yerde bırakan 1. Kolordu ise 23
Mart sabahı solda 2. ve sağda 12.
piyade tümeni olmak üzere iki kolda
yürüyüşe geçmişti. Türk Ordusu, Yunan
Karargâhının beklediği gibi, saldırıyı
kuzeyde yine İnönü civarında; güneyde
ise Afyon’un hemen batısındaki
Dumlupınar yükseltilerinde karşıladı.
Kuzeyde 3. Kolordu iyi örgütlenmiş,
berkittiği mevzileri tutma
konusunda kararlı Türk kuvvetleri
karşısında yıpranmaya başlayınca,
ordu karargâhı saldırının kesilip
Bursa’nın doğusundaki güvenli hatta
dönülmesini emretti. Güneyde ise
Yunan kaynaklarının “Afyon Karahisar
Savaşı” dediği çetin çarpışmalar sonucu,
1. Kolordu kente girmeyi (28 Mart’ta)
başarmıştı. Ancak bu kolordu, ordu
karargâhının orada kalınmaya devam
edilmesi yolundaki emrine uymayı,
Türk kıtalarının Eskişehir, Kütahya ve
Afyon’da giderek artan gücü nedeniyle
reddetti. Bu bağlamda Kolordu, Çay’da
bulunan 13. Tümeni’ni önce Afyon’a
çağırdı, ardından arkasını kollaması için
Dumlupınar’a gönderdi. Bazı birliklerini
kenti çevreleyen yükselti ve demiryolu
yakınlarında konuşlandırsa da, 1.
Kolordu Karargâhı 11 Nisan’da yine
Uşak’ta bulunuyordu.
Tablo 2. Yunan Ordusu’nun Örgütlenme Çizelgesi ve Gıda Tüketimi (3 Temmuz 1921)
Tablo 3. Ankara Saldırısı Öncesi Yunan Ordusu ve Konuşlanışı
BASAMAK 3:
TEMMUZ 1921 SALDIRISI
(KÜTAHYA-ESKİŞEHİR
SAVAŞLARI)
Resmen yazılmasa da kuzeydeki
başarısızlık; güneydeki Pirus
Zaferi’nden (Yıkıcı büyüklükte
kayıplar pahasına kazanılan zaferdir
ki verilen kayıplar nedeniyle zaferin
anlamsızlaştığını belirtmek için
kullanılır) sonra Yunan Ordusu
dikkatini kuvvetlenmek ve birliklerini
yeniden düzenleme işine vermişti.
Diplomatik girişimlerden sonuç
alınabileceğini düşünmeyen askerler,
zor kullanmak suretiyle çabuk sonuç
almak istiyorlardı. Ordu karargâhına
29
ulaşan bilgiler, Türklerin tren yollarının
birbirine bağladığı (kuzey-güney
istikametindeki) Eskişehir-KütahyaAfyon aksını, kesinlikle elde tutmak
istedikleri yönündeydi.
Yeni sınıfları silah altına alan Yunan
Ordusu, 55 bin askerle takviye edilmişti.
Şöyle ki, haziran ayında 9 bin 970
asker ve 2 bin 860 hayvandan oluşan
12. Tümeni Anadolu’ya getirildi.
Anadolu Rumlarından 19 bin 500 kişiyi
askerlik hizmetine alındı ve 2. Kolordu
yeniden düzenlendi. 3 Temmuz 1921
tarihi itibariyle Anadolu’daki Yunan
Ordusu’nun mevcudu 6 bin 159’u subay,
193 bin 994’ü asker olmak üzere, 200
bini geçmişti. 55 bin 483 hayvanı da
olan bu ordunun günlük gıda tüketimi,
250 tona ulaşmıştı.
16 Haziran günü İzmir-Karşıyaka’da,
Yunan Kralı Konstantin başkanlığında
gerçekleştirilen bir toplantıda, ordunun
hazırladığı harekât planı konuşulup
onaylandı. Bu plana göre, söz konusu
aksın ortasındaki (ki henüz Türklerce
berkitilmemişti) Kütahya’dan yapılacak
güçlü bir saldırı ile cephe yarılacaktı.
24 Haziran’da, Küçük Asya Ordusu
Karargâhı İzmir’den ayrılıp Uşak’a
geldi. Kuzey Sektörü Tümenlerine
verilen görev, Aynagöl-Yenişehir
hareketle İnönü bölgesindeki Türk
kuvvetlerini oyalamak; geri çekildikleri
takdirde takip edecek göstermelik
bir saldırı düzenlemekti. Üçüncü
Kolordunun görevi güneye inerek,
Tavşanlı üzerinden Kütahya’ya
saldırmaktı. Kolordunun izleyeceği
yol, 160 kilometre uzunluğunda dar,
kayalık ve ormanlık olduğundan
son derece zorluydu. Dokuzuncu
Tümenden ayrılmış 5 piyade taburu
büyüklüğünde bir özel kuvvet,
Uşak’tan kuzeye doğru önce Gediz’e
ve oradan Kütahya’ya ilerleyecek
ve güzergâhında olabildiğince çok
Türk kuvvetini, Kütahya istikametine
yönelmekten alıkoyacaktı. İkinci
Kolordu da Dumlupınar’dan kuzeye
hareketle Altuntaş üzerinden
Kütahya’ya ilerleyecekti ki kat edeceği
mesafe 80 kilometreydi. Birinci
Kolordu, Kütahya’nın kuzeyindeki
Türk kuvvetlerini yandan vuracak ve
İnönü’deki Türk kuvvetlerinin çekilme
hattına yerleşerek onları kuşatmış
olacaktı.
Bursa üs bölgesinden üç kol halinde
çıkan Yunan Ordusu’nun kuzeydeki
kolu, İnönü’deki Türk kuvvetlerini
mevzilerinde tutmak, yerinde
sabitlemek istiyordu. Ortadaki kol
(1. Kolordu) güneyinden geniş bir
kavis çizerek, bir türlü kırılamayan
İnönü’deki Türk savunma hattının
arkasına dolaşmaya çalışıyordu.
Güneydeki (3. Kolordu) kol ise UşakDumlupınar hattından, birbirine paralel
olarak kuzeye yürüyen 9. Tümenden
bir özel kuvvet (Gediz istikametine)
ve 2. Kolordu (Altuntaş istikametine)
ile eşgüdüm halinde, Kütahya’yı işgal
edecekti.
Aynı anda General Gidas
kumandasındaki Güney Sektörü
Tümenleri, doğu istikametine hücum
edecekler ve Afyon’un batısındaki
(Dumlupınar Sırtları) Türk direnişini
kırarak kenti işgal edeceklerdi. Süvari
Tugayı’na, 2. Tümen ile eşgüdüm
halinde, Eyret-Seyitgazi Hattı’nda
bulunarak, Afyon’u kuzeyden örtme
Bir Yunan ağır topuna bakım yapılıyor (Elmalıdağ/Eskişehir)
30
ve bu yönden başlayacak olası
Türk hücumlarını durdurma görevi
verilmişti.
Türk Ordusu, sayı ve malzeme
bakımında üstün Yunan Ordusu’nun,
8 Temmuz günü kuzey ve güney
sektöründe başlattığı saldırı karşısında
tutunamadı. Eskişehir-Kütahya-Afyon
aksı kaybetmiş olsa da nispeten düzenli
şekilde Sakarya Nehri’nin doğusuna
çekildiğinden, hem yok olmadan
kurtulmuş, hem de yeni bir savunma
hattı kurmak için zaman ve fırsat
bulmuştu.
BASAMAK 4:
AĞUSTOS-EYLÜL 1921
ANKARA SALDIRISI
(SAKARYA SAVAŞI)
Büyük birlikleriyle kuzeyde EskişehirSeyitgazi, güneyde Afyon bölgesinde
bulunmakta olan Yunan Ordusu’nun,
Ankara istikametinde harekâtını
devam ettirmesi, 16 Temmuz 1921
günü Kütahya’da, Kral Konstantin’in
başkanlığında hükümet mensuplarının
da hazır bulunduğu ve harekâtın
gerekliliği, yapılabilirliği ve ikmal
konusunda endişelerin yüksek sesle dile
getirildiği bir toplantıda kararlaştırıldı.
Ana ikmal üsleriyle (Afyon ve Bursa/
Mudanya) Ankara arasındaki mesafenin
çokluğu, Porsuk ve Sakarya nehirlerini
geçen köprülerin yokluğu, demiryolu
hatları ve yolların bozukluğu, yağmur
mevsiminin yaklaştığı ve saldırının
ön safında yer alacak 9. ve 10. Piyade
tümenlerin iklim koşullarına uygun
giydirilmediği biliniyordu. Ancak Sevr
Anlaşması’nın uygulanabilmesi, yani
Anadolu’daki Yunanistan’ın bekası,
Türk Ordusu ve onu ayakta tutan her
şeyin yok edilmesine bağlıydı. Bu
sebeple Ankara’ya uzanan demiryolu
hattı ile kentteki silah atölyeleri ve
ana ikmal depoları tahrip edilip TBMM
dağıtılmalıydı.
Yaklaşık bir ay devam eden hazırlık
sürecinde, ihtiyaç duyulan gıda
ve mühimmat Eskişehir’e taşınıp
depolandı, demiryolu şebekesi ve yollar
onarıldı. İkmal konusunda kilit öneme
sahip demiryolu istasyonları: Uşak,
Dumlupınar ile Mudanya limanıydı.
Uşak ve Dumlupınar’dan Kütahya’ya
uzanan yollar şoseydi. Ancak
Kütahya’dan Eskişehir’e uzanan 90
kilometre uzunluğundaki yol topraktı.
Mudanya’dan cepheye ikmal ise dört
adımda yapılıyordu:
-Mudanya limanından Bursa’ya
demiryoluyla 30 kilometre.
-Bursa’dan demiryolu istasyonu
Karaköy’e (Bozüyük yakınında) bozuk
yoldan kamyonla 100 kilometre.
-Karaköy’den Eskişehir’in batısındaki
Alpiköy Tren İstasyonu’na 105
kilometre; Türklerin patlayıcı
kullanarak tahrip ettikleri bu hat, 20
günde olağanüstü bir çaba sonucu
onarılmıştı.
-Karaköy’den Haymana Ovası’nda
kamyonla 200 kilometre; Mudanya
limanından Haymana Ovası’ndaki İnler
Katrancı’ya olan mesafe 435 kilometre
idi.
13 Ağustos günü Yunan Kolorduları,
Eskişehir’in doğusundaki Seyit GaziHamidiye- Alpiköy hattında yerlerini
alıp ertesi gün yürüyüşe geçtiler. Sağ
tarafta, Süvari Tugayı’nın kolladığı 2.
Kolordu vardı. Ortadaki 1. Kolordu,
Eskişehir-Hamidiye yolu üzerinden;
Kuzeydeki 3. Kolordu ise Porsuk
Nehri vadisinden, Eskişehir-Ankara
Demiryolu hattı boyunca ilerliyordu.
Bu kolordunun, hattın kuzeyinden
ilerleyen 3. Tümeniyle 11. Tümenin
16. Piyade Alayı, Türk cephesine
ilk çarpan birlikler olacaklardı.
Yunan Kolorduları 23 Ağustos günü
Sakarya’nın doğusuna geçip bir kısmı
güneye doğudaki Haymana Ovası’na
(Yunanlılar bu ovaya, “Tuzlu çöl”
(Almira Erimos) ismini vermişlerdir.);
bir kısmı da kuzeydoğuya yönelerek,
Ankara’yı kıskaç içine alacak şekilde
açıldılar. 24 Ağustos’ta Yunan Ordusu,
tüm cephede saldırıya geçti. Üç hafta
devam eden kanlı çarpışmalar sonucu
Türk Cephesi biraz geri itilip arkasını
verdiği yön değişse de (doğudan
güneye) yarılamadı. Verilen kayıpların
ağırlığı ve savaşma hevesinin tükenmesi
nedeniyle ordu karargâhı, EskişehirKütahya-Afyonkarahisar hattına geri
çekilme emri verdi. Yunan Ordusu’nun
yerleştiği arazinin genişliği 100 bin
kilometrekare, Türk Ordusu’nda
korumak zorunda kalacağı cephenin
uzunluğu 700 kilometreyi buluyordu.
Kaynaklar:
Engin Berber, Sancılı Yıllar: İzmir 1918-1922 Mütareke ve Yunan
İşgali Döneminde İzmir Sancağı, Ankara: Ayraç Yayınevi, 1997.
Küçük Asya Harekatı’nda Levazım ve Ulaştırma (1919-1922),
[Avefodiasmoı kaı Metaforaı kata tin Mıkrasıatıkın Ekstrateıan],
Atina: Ordu Tarihi Müdürlüğü Yayınları, 1969.
Th. A. Amelidis, Küçükasya Savaşı 1913-1923, (Mıkrasıatıkos
Polemos), Selanik: Vanias Yayınları, 1988.
Tablo 1: Küçük Asya Harekatı’nda Levazım ve Ulaştırma (19191922), ss.104-105 ve Alaşehir-Bursa-Uşak Harekâtı (Haziran-Kasım
1920), [Epıheırıseıs Filadelfeıas-Prousıs-Ousak], Atina: Ordu Tarihi
Müdürlüğü Yayınları, 1956, s. 311 vd.
Tablo 2: Küçük Asya Harekatı’nda Levazım ve Ulaştırma (19191922), s. 130
Tablo 3: Küçük Asya Harekatı’nda Levazım ve Ulaştırma (19191922), ss. 145-146-148.
Motosikletli bir Yunan devriye kolu (1920)
Antik Yunan Tapınağı harabelerinde 12. Tümen’den süvariler
(Afyon Sinanpaşa, 1921)
31
HASAN TAHSİN
VE İLK KURŞUN
DR. ÖĞR. ÜYESİ AHMET MEHMETEFENDİOĞLU
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ
32
1972 yılında İzmir Gazeteciler Cemiyeti
başkanı rahmetli Sabri Süphandağlı’nın
öncülüğünde başlatılan Hasan Tahsin
Anıtı yaptırma kampanyası, bazı
çevrelerce tepkiyle karşılandı. Bu
çevreler İzmir’in Yunanlılar tarafından
işgal edildiği gün olan 15 Mayıs 1919’da
ilk kurşunu gerçek ismi Osman Nevres
olan Hasan Tahsin’in atmadığını
ileri sürüyorlardı. Çok açıkça ifade
edilmemesine rağmen basına da
yansıyan çok sert tartışmalarda bu
düşünceyi ileri sürenleri bu davranışa
yönelten iki neden vardı.
Birincisi; 15 Ekim 1914 tarihinde
Romanya’nın başkenti Bükreş’te
Charles Roden ve Noel Buxton
kardeşlere suikast girişiminde
bulununcaya kadar ateşli bir İttihat
ve Terakki yanlısı olan ve TeşkilatMahsusa’nın ilk kadrolarında önemli
görevler üstlenen Hasan Tahsin’in, 1916
yılına kadar hapis yattığı Romanya’daki
hapishaneden kurtulduktan sonra
acımasız bir Enver ve Talat Paşa
düşmanı kesilmesi. İkinci olarak da,
1918 yılının başlarında yine özel bir
görevle geldiği İzmir’de yayımladığı
Hukuk-u Beşer ile Sulh ve Selamet
gazetelerinde çoğu kendine ait olan bazı
baş makalelerde “Sosyalist” olduğunu
söylemesi ya da ima etmesiydi.
1972–73 yıllarında İzmir basınında
süren hararetli tartışmalar sonunda,
Genel Kurmay Başkanlığı’nın, İzmir
Garnizon Komutanlığı’na gönderdiği
12 Aralık 1972 tarihli yazısında”… 15
Mayıs 1919 günü Yunanlılara atılan
ilk kurşunun, gazeteci Hasan Tahsin
tarafından atıldığının kabul edilmesi
gerektiği…” belirtilmesine rağmen,
anıtın adı “İlk Kurşun Anıtı” olarak
değiştirildi.
Karşıt görüşte olanlar, zaman
zaman kırıcı olmaktan çekinmezken,
Hasan Tahsin’in ilk kurşunu attığını
savunanlar daha ağırbaşlı davranmışlar,
bir takım önemli ve ciddi kanıtlarla
kamuoyu önüne çıkmaya ve onları
kendi yanlarına almaya çalışmışlardır.
Ama bu çabalar, kısa yaşamı boyunca
birbiri ardına gelen talihsizliklerden
kurtulamayan Osman Nevres Recep’i,
ölümünden tam 53 yıl sonra, aynı kötü
yazgının kurbanı olmaktan kurtarmaya
yetmemişti.
O günlerden geriye Hasan Tahsin’in
savunucularının üç kitabı kalmıştır.
Bunlardan ilki önce Demokrat İzmir
Gazetesi’nde uzun bir tefrika olarak
yayınlanan ve daha sonrasında da
Milliyet yayınlarından ödüllü bir kitap
olarak çıkan Nurdoğan Taçalan’ın,
“Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken”
kitabıdır. Kitap çok kısa bir zamanda
Kurtuluş Savaşı ve Hasan Tahsin’e
ilişkin yapılan çalışmalarda temel
bir kaynak olmuştur. Nurdoğan
Taçalan’ın bu çalışması hala değerini
korumaktadır.
Zeynel Kozanoğlu’nun, İzmir Gazeteciler
Cemiyeti Yayını olarak çıkan “Anıt
Adam Osman Nevres” ile Prof. Dr. Bilge
Umar’ın Bilgi Yayınları arasında çıkan,
“İzmir’de Yunanlıların Son Günleri” adlı
kitaplar ise, Hasan Tahsin’in hayatına
ilişkin tüm yayımlanmış bilgileri
toplayıp, onun ilk kurşunu atan kişi
olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu.
Zeynel Kozanoğlu’nun kitabının, Hasan
Tahsin’in, Bükreş Hapishanesi’nden,
kız kardeşlerine yazdığı mektuplardan
dokuzunu gün ışığına çıkarması
bakımından önemi vardır.
Prof. Dr. Bilge Umar’ın yapıtında ise,
Hasan Tahsin ve İzmir’in işgali, kitabın
büyük bir bölümünü kaplamakta,
İzmir’de ilk kurşunun kimin tarafından
atıldığı konusunu her yönüyle
incelemektedir. Bu iki kitap konuya
ilişkin yapılan çalışmalarda temel bir
kaynak olarak kullanılmaktadır.
İşin ilginç yanı kurşunu kimin attığına
yönelik bu tartışmaların yapıldığı ve
her iki tarafın da ellerindeki belge ve
kaynaklarla olayı kendileri açısından
ispat etmeye çalıştıkları o dönemde,
araştırmacıların bu tartışmalara
büyük yardımı dokunacak bir kitabı,
dolayısıyla güçlü ve güvenilir bir
tanığı gözden kaçırmış olmalarıdır.
Söz konusu yapıt, Asaf Gökbel’in, 1964
yılında, Aydın’da el dizgisi olarak
bastırdığı, “Milli Mücadelede Aydın”
adlı kitabıdır. Dizgi yanlışlarıyla dolu,
kötü baskılı ama her açıdan çok değerli
olan bu kitap, dağıtımı iyi yapılamadığı
için gerekli ilgiyi görememiş, büyük
bir bölümü yazarın elinde kalarak
unutulup gitmiştir. Uzun süre çok zor
bulunan bu kitabın sadeleştirilmiş yeni
baskısı geçtiğimiz yıllarda yeniden
yapılarak araştırmacıların hizmetine
sunulmuştur. Gökbel’in daha önce
yayımlanan ve Aydın tarihinin çeşitli
dönemlerini anlatan üç kitabı daha
vardır. Ayrıca Asaf Gökbel, İzmir’in
işgalinden hemen sonra silaha sarılan
bir yurtseverdir. İşgalden az önce
Sarıkışla’dan kaçan Teğmen Zekai
(Kavur) Bey’le birlikte, Yörük Ali Efe’yi,
Yunanlılara karşı direnmenin gereğine
ve onun çetesinde savaşan bir kişidir.
Kendisini kısaca tanıtmaya çalıştığımız
Asaf Gökbel, Milli Mücadele’de Aydın
adlı kitabının ilk baskısında, 15 Mayıs
1919’daki işgal günü, Hasan Tahsin ve
ilk kurşunun atılması konusunda, hiçbir
kaynak göstermeden bize şu bilgileri
vermektedir:
“Askeri Kıraathane’nin köşesinde siyah
elbiseli, iyi ve temiz giyinmiş esmer
bir genç tek başına durmakta, Yunan
Askeri’nin cakalarını ve yerli Rumların
çılgınlıklarını dikkatle takip etmektedir.
Bu esmer delikanlının heyecan içinde
olduğunu, sinir nöbetleri, asabi
buhranlar geçirdiğini fark etmek için
çok dikkatli olmaya lüzum yoktur.
Hükümet Konağı’nın tramvay yoluna
bakan kapısında, elinde bir Rus mavzer
tüfengi ile bekleyen genç bir jandarma
eri vardır.
Karşı köşedeki esmer gencin gözüne, bir
aralık bu jandarma takılıyor. Göz göze
geliyorlar. Ona sesleniyor:
— Arkadaş oradan savul. Sana
bir zarar dokunmasın diyor. Bu ihtar
üzerine jandarma eri, tüfengini arkasına
gizleyerek kendini kapının siperine
atıyor. Bu sırada Karantina (Yalılar)
cihetine gidecek olan Yunanlılar, Kışla
Meydanı’nda işlerini bitirmişler, tekrar
yürüyüşe geçmişlerdir. Önde yine
serseri kılıklı Rum palikaryası var.
Kolbaşı tam Askeri Otel önüne gelince,
saatlerdir köşe başında bekleyen esmer
delikanlının tabancasını çekmesiyle
ateş etmesi bir oluyor. Patlayan tek
bir silah ve atılan tek bir kurşundur.
Bayrak taşıyan iri Rum palikaryası yere
yuvarlanmış, elindeki kocaman Yunan
bandırası çamurlara bulanmıştır.
Bu silah sesini, nereden ve kimler
tarafından atıldıkları belli olmayan
birkaç silah sesi daha takip ediyor. Hiç
beklenilmeyen ve umulmayan bu olay
bir kargaşalık, bir panik doğuruyor.
Kemeraltı Caddesi’ni dolduran sivil halk
bir tarafa, Askeri Otel’in önüne kadar
gelmiş olan Yunan öncüleri de yüzgeri
ederek karma karışık bir halde rıhtıma
doğru kaçışıyorlar…”
Asaf Gökbel’in yukarıya aldığımız
satırları 1970’li yıllarda yazılmış
olsaydı, üzerinde durmaya değer yanı
bulunmayacaktı. Çünkü 1970’ten sonra,
yapılan araştırmalarla Hasan Tahsin’in
kimliği, hayattaki kız kardeşlerinden ve
özellikle Avrupa’da bulunduğu yıllarda
kendisini tanıyan arkadaşlarından
alınan bilgilerle büyük ölçüde ortaya
çıkarılmış, etiyle kemiğiyle, güçlü ve
güçsüz yanlarıyla bir insan olarak
kamuoyuna mal edilmiş bulunuyordu.
Oysa 1964’lerde, Hasan Tahsin’in
soluk bir iki fotoğrafı, kulaktan dolma
bir yaşam öyküsü ile Hamza Osman
Erkan’ın, Cemal Kutay’ın duygusal yanı
çok ağır basan ve büyük yanlışlıklarla
dolu birkaç yazısı vardı.
Tarihçilerimiz, yazarlarımız ve o
yıllarda tartışmaya katılan taraflar
Hasan Tahsin’i, Yunan birliğinin önüne
Pasaport ya da Gümrük’te mi, yoksa
Konak Meydanı’nda mı çıkaracaklarına
henüz karar verememişlerdi. Silah
olarak, bomba, tüfek ve tabancadan
hangisini kullanması gerektiği
konusunda da aynı kararsızlık
içindeydiler.
İşte böyle bir ortamda Gökbel: “Askeri
Kıraathane’nin köşesinde, sinir
nöbetleri geçirerek bekleyen, yaklaşan
Yunan birliğinin başındaki sivil Rum’a
tabancasıyla ateş ederek, atından
aşağı cansız yere yuvarlanan, iyi, temiz
giyimli esmer bir genç”ten söz ederken,
Hasan Tahsin’in gerçek bir portresini
çizmektedir. Birkaç satıra sığdırılan
ve 1964 yılında yazılan bu bilgilerin
doğruluğu, 1970 yılında, Hasan
Tahsin’in kız kardeşi Melek Gökmen
ve yakınlarıyla yapılan görüşmelerden
sonra kanıtlanmıştır.
Bu bilgileri, kaynak göstermediği için
güvenilir saymasak bile Asaf Gökbel
yine kaynak göstermeden Hasan
Tahsin’in yaşam öyküsüyle ilgili
Osman Nevres’in kimliğini
kullandığı silahçı Hasan Tahsin
olarak verdiği bilgilerle, bizi yeniden
şaşırtmaktadır. Gökbel, yine kitabının
ilk baskında yer alan dipnotunda
şunları yazmaktadır:
“Asıl ismi Nevres Recep olan Hasan
Tahsin, Totrakanlıdır. Orta tahsilini
Selanik’te Fevziye Mektebi’nde
yaptıktan sonra siyasi ilimler tahsili
için Paris’e gitmiştir. Türk-İtalyan Harbi
esnasında Paris’te bulunan Nevres
Recep, bir gün Olimpiya Sineması’nda,
Türkler aleyhinde gösterilen bir filmi
seyrederken bazı İtalyan gençlerinin
yaptıkları taşkın tezahürlerden sonra
müteessir olarak tabancasını çekip
sinema perdesine ateş etmek suretiyle
hıncını alacak kadar ateşli ve asabidir.
Daha sonra Balkan Harbi afetini
başımıza açan Buxton (Lord Buxton,
Gladston’un İngiltere’de açtığı Türk
düşmanlığı davasını devam ettiren bir
adamdı. Senelerce Bulgarlardan daha
Bulgar görünmüş Büyük Bulgaristan
fikrini müdafaa için çalışmıştır. Lord
Buxton, Makedonyalıların Bulgar
olduğu nazariyesini müdafaa ediyordu)
biraderlere Romanya’da tertip ettiği
bir suikast neticesinde yakalanarak
uzun müddet hapis kalmış ve Birinci
Dünya Harbi’nde Türk Ordusu’nun
Romanya’ya girmesini müteakip
kurtularak mütakereden sonra (Hasan
Tahsin) müstear adıyla İzmir’e gelip
Frenk Mahallesi’nde açtığı yazıhanede
Hukuk-u Beşer Gazetesi’ni çıkarmaya
başlamıştı.”
Hasan Tahsin’in bu yaşam öyküsü
Totrakanlı (Romanya’da bir şehir)
olarak gösterilmesi dışında tümüyle
doğrudur ve günümüzde de geçerlidir.
33
Bunun yanında, Charles Roden ve Noel
Buxton kardeşlerle ilgili olarak verdiği
bilgilerle, Hasan Tahsin’in, İzmir’de
Frenk Mahallesi’nde tuttuğu bir
yazıhanede, Hukuk-u Beşer’i çıkarttığını
belirtmesi ilgi çekicidir. Gökbel’in,
Buxton’larla ilgili satırları, kitabının
çıkmasından birkaç yıl sonra Türkçeye
çevrilecek olan, Dimitri Kitsikis’in,
“Yunan Propagandası” adlı kitabıyla
doğrulanacaktır. Hasan Tahsin’in,
Frenk Mahallesi’nde yazıhane tuttuğu
ise, başta Nurdoğan Taçalan olmak
üzere bazı araştırmacıların, 1960’lı
yılların sonu ve 1970’li yılların başında
Hukuk-u Beşer ile Sulh ve Selamet
Gazeteleri’ni daha detaylı incelemesi
ve kız kardeşi Melek Gökmen ve ailenin
diğer üyeleriyle yapılan görüşmelerden
sonra kanıtlanacaktır.
Asaf Gökbel, ilk kurşun konusuna,
kitabının bir başka yerinde, yeniden
değinmekte, üstelik bu kez kaynak da
göstermektedir. Kitabın ilk baskısında
yer alan bu bölümü olduğu gibi
aktarıyoruz:
“… Tekirdağ Milletvekili Sayın Rahmi
Apak, “İstiklal Savaşı’nda, Garp Cephesi
Nasıl Kuruldu adlı eserinde” şu satırlara
yer verir:
“Bu silahı Hasan Tahsin isminde bir
34
gencin patlattığını ve kendisinin de
orada Yunan askerleri tarafından
öldürüldüğünü” kaydeylemesine
rağmen, temas ettiğimiz bazı İzmirliler,
‘Hasan Tahsin’in cesedini şimdiki
umumi mağazalarla deniz gHalen
İstanbul’da, Tepebaşında Bristol
ve Sirkeci’de, Osmaniye Otelleri’ni
işletmekte olan Bay Ömer Lütfi
Bengü’ye bir mektup yazarak hadisenin
nasıl cereyan ettiğini bildirmek
suretiyle milli mücadele tarihine bir
hizmette bulunmasını kendisinden
rica ettim. Ömer Lütfi Bey ricamı
kabul ederek uzun bir mektupla bana
ve sorularıma cevap verme lütfünde
bulundu. Çok kıymetli olan mektubun
hülasası şudur:
24. Nisan. 1948
Aziz ve Muhterem Asaf Gökbel
Beyefendiye,
15 Mayıs 1335 Perşembe günü
sabahleyin, şimdiki saat hesabiyle 8.309 raddelerinde Yunan işgal kuvvetleri
İzmir Rıhtımı’na çıkarak Kordon
Boyu’nu takiben Kışla ve Hükümet
istikametine doğru yürüyüşe geçtiler.
Bunların etrafını birçok yerli Rumlar
sarmıştı. Metropolit Hrisostomos bir at
üzerine binmiş olduğu halde hem alayın
Cumhuriyetin
ilk yıllarında
Hasan
Tahsin’in
ilk kurşunu
sıkmasından
sonra kaçışını
temsil eden
bir çizim:
“Ahirette
şahidim ol
nine!”
önü sıra gidiyor, hem de “Kopsi, kopsi”
(Kesiniz, kesiniz) diye bağırıyordu.
Bunların, Kordon’dan itibaren Hükümet
ve Kışla Meydanı’ndan, Saat Kulesi’ni
geçerek müessisi bulunduğum
Askeri Otel ve Kıraathane’nin önüne
gelinceye kadar Türkler’e zulmettikleri
muhakkaktır.
Alayın en önünde, elinde bayrak
taşıyan bir Efzon askeri vardı. Kolbaşı
tam Askeri Kıraathane’nin önüne yani
Hükümet Konağı’nın o zamanki tramvay
caddesine bakan kapısı ile Askeri
Kıraathane ve Evliyazade Oteli’nin
bulunduğu mahalle geldiği zaman,
Ekmekçibaşı Oteli’nin balkonundan
atılan bir silahla bayrak taşıyan Efzon
askeri vurulup yere serildi. Bu silahı
atan o sırada, Ekmekçibaşı Oteli’nde
odabaşılık yapan Boşnak İbrahim
isminde bir kahramandır. Uzun
namlulu mavzer tabancasıyla ateş
etmiş ve ilk kurşunda Yunanlıyı yere
sermeye muvaffak olmuştur. Boşnak
İbrahim daha evvel benim otelimde
ve hizmetimde çalışmış, sonra benden
ayrılarak, Ekmekçibaşı Oteli’ne
kapılanmıştı. Kahraman, yiğit ve atıcı
bir adamdı. Yunan işgalini müteakip
İzmir’den kaçarak Bursa’ya gitmişti.
İkinci silah, yine benim müsteciri
bulunduğum Askeri Kıraathane’nin,
Yalılar tarafına bakan caddenin
köşesinden atılmıştır. Birkaç Yunan
askerini yere seren bu kahraman da,
mütakereden sonra İzmir’e gelerek
(Hukuk-u Beşer) Gazetesi’ni çıkaran
ve vaktiyle Romanya’da, Buxton
biraderlere suikast yapan meşhur
Hasan Tahsin Bey’di. Tabancasını
son kurşununa kadar boşaltan Hasan
Tahsin, orada şehit düşmüş ve cesedi
Yunanlılar tarafından sürüklenerek
parça parça edilmiştir.
Katliam esnasında Yunanlılar, beş
Türk’ü kıraathanede öldürdükleri
gibi, otelimde de Edremitli Fehmi
Bey isminde bir sivil ile bir subayı
süngüleyip şehit ettiler. Otelimin
eşyasını, depolarımdaki kahve, şeker
gibi ticaret emtiasını yağmaladılar.
19 Mayıs 1335 pazartesi günü bazı
dostlarımın yardımıyla Basmahane
İstasyonu’ndan trene binerek, Bandırma
tarikile İstanbul’a kaçtım…”
Ömer Lütfi Bengü’nün, Asaf Gökbel’e,
1948 yılında yazdığı bu mektupla,
ilk kurşun atan adayların arasına,
ilk kurşun tartışmalarının yapıldığı
günlerde adı başka hiçbir kaynakta
geçmeyen Boşnak İbrahim de
katılmaktadır.
Ne var ki, mektupta görülen bazı
mantık aksamaları, bizi Boşnak İbrahim
konusunda kuşkuya düşürmektedir.
Çünkü Askeri Kıraathane’den aşağı
yukarı 100 metre kadar içerde bulunan
Ekmekçibaşı Oteli’nin balkonundan
uzun namlulu bir silahla da olsa Yunan
bayraktarını vurmak, birçok bakımdan
olanak dışıdır. Mektupta belirtildiği
gibi, ilk kurşun Yunan birliğinin
öncülerinin Askeri Kıraathane’nin
önüne geldiği sırada atılmışsa,
Ekmekçibaşı Oteli’nin balkonunda
siper alan kişinin görüş açısından
çıkmış olması gerekir. Çıkmadığını
düşünsek bile buradan yapılacak bir
atış, Yunan bayraktarından çok, Askeri
Kıraathane önündeki kaldırımda
birikmiş İzmirli Türklerin vurulmasına
yol açabilecektir. Ayrıca, işgalci
Yunan birliğinin ilerleyişini heyecan
ve üzüntü içinde izleyen Ömer Lütfi
Bengü’nün, Kemeraltı Caddesi’nin
100 metre içerisindeki bir yapının
balkonunda duran kişiyi görmesi,
elinde tuttuğu uzun namlulu mavzer
tabancasını ayırt etmesi akla yakın
gelmemektedir. Bu durum ancak, o
balkondan ateş edileceğini bilmesiyle
mümkün olabilirdi. İşgalin ertesinde,
ikisi de İzmir’den uzaklaştıklarına
göre birbirleriyle görüşmüş olmaları
da düşünülemez. Anlaşılan Ömer
Lütfi Bengü, olaydan çok sonraları,
bu olayı başkalarından ya da Boşnak
İbrahim’in kendisinden dinlemiştir.
Ayrıca mektupta, Ömer Lütfi Bengü’nün,
Boşnak İbrahim’in ateş ettiğini
gözleriyle gördüğü konusunda bir
kesinlik de yoktur. Bizim bu konudaki
en iyimser yaklaşımımız, Boşnak
İbrahim’in, ilk kurşunun atılmasından
sonra silaha sarılan yurtseverlerden biri
olabileceği biçimindedir.
Hasan Tahsin ise, mektupta belirtildiği
gibi, Kıraathane’nin köşesinde
durduğuna göre, Ömer Lütfi Bengü’nün
görebileceği bir yerdedir. Üstelik Hasan
Tahsin’in sürüklenerek parça parça
edildiğini belirtmekle, cesedin deniz
kıyısına nasıl gittiği sorusuna da açıklık
getirmektedir.
Asaf Gökbel de bizimle aynı düşünceleri
paylaşmış olacak ki, mektubun
Boşnak İbrahim’le ilgili bölümünü
önemsemeden, konuyu şu satırlarla
noktalamaktadır:
“Hükümet kapısında nöbet bekleyen
genç jandarma erinin, Askeri
Kıraathane’nin köşesinden, Yunan
bayraktarına silah atarken gördüğünü
fakat şahsen tanımadığını evvelce
yazdığımız esmer delikanlının, Hukuk-u
Beşer Gazetesi sahibi Hasan Tahsin
Bey’den başka kimse olmadığı tahakkuk
ediyor.
Bu makalede 1970’li yılarda çok sert
tartışmaların yaşanmasına neden ilk
kurşun tartışmalarında
gözden kaçan bir kaynak
o yıllardaki bilgi ve
kaynaklar doğrultusunda
değerlendirilmeye
çalışılmıştır. Aradan geçen
zaman süreci içersinde
ortaya çıkan yeni bilgi
ve belgelerle farklı bakış
açılarını yine dile getiren
makale ve araştırmalar
yayımlanmaktadır.
Hatta günümüzde Hasan
Tahsin’in tabancasından
çıkan kurşunlar sonrasında
işgal günü İzmir’de
yaşanan gelişmelerden
dolayı onu, “savaş suçlusu”
ilan etmeye çalışan ifadeler
de görülmektedir.
Ama şu değişmez bir
gerçek ki İzmir’de Hasan
Tahsin’in tabancasından
çıkan “ilk kurşun” Türk
bağımsızlık savaşının
başlangıcı olmuştur.
* Bu makele daha
önce İzmir Tarih
Toplum Dergisi,
sayı:6, Ekim 2009’da
yayınlanmıştır.
Makalede kullanılan
görsel malzeme
yazarın kişisel
arşivinden alınmıştır.
Hasan Tahsin anıtının yapım aşaması
35
HASAN TAHSİN
TÜM ULUSUN ONURUDUR
MİSKET DİKMEN
İZMİR GAZETECİLER CEMİYETİ BAŞKANI
Atılan o ilk kurşun, Anadolu’nun
özgürlüğü, bağımsızlığı için başlayacak
mücadelenin de kıvılcımlarından biri
oldu. O ilk kurşun, direnişi tetikledi.
Hasan Tahsin orada şehit edilse
de, halka verdiği güç ve ruh ile
Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlandı.
Hasan Tahsin o kurşunu
atarken sadece 31 yaşındaydı.
Aslında sonun
başlangıcıydı İzmir’in işgali.
Aynı günlerde, Mustafa Kemal Paşa
yanında kurmay heyetiyle birlikte
Anadolu’ya geçerek, İzmir’de başlayan
direnişin örgütlü bir harekete
dönüştürülmesi sürecini başlattı.
Ve bu süreç sonunda, İzmir’de başlayan
mücadele, yine İzmir’de, 9 Eylül
1922 tarihinde noktalandı. Hükümet
konağına çekilen Türk Bayrağı’yla,
Atatürk’ün ifade ettiği gibi: “Geldikleri
gibi gittiler”...Bu gidişte; ilk kurşun, Milli
Mücadele’nin simgesi oldu, ilk kurşunun
atıldığı kent olan İzmir de, direnişin ve
aydınlığın...
“Haberciyi öldürebiliriz; ancak
bildirdikleri söylenmiş ve duyulmuş
kalacaktır”.
Bundan 100 yıl önce, 15
Mayıs 1919 tarihinde işgalci,
emperyalist güçlere karşı
ilk kurşunu atarak, Kurtuluş
Savaşı’nın ateşleyicilerinden
biri olan Hasan Tahsin bir
gazeteciydi. Fikirlerini yazıyla
ifade eden bir gazeteci
olarak ulusuna yapılan
zulüm karşısında diliyle,
fikirleriyle mücadele etmekle
kalmamış, ilk kurşunu
atanlardan biri olarak, ulusal
kurtuluş savaşına giden yolu
açanlardan olmuştu.
36
Hasan Tahsin. Gerçek adı Osman
Nevres. Vatansever bir gazeteci.
Ülkemizin düşman işgali sırasında
yaptığı konuşmalar ve hazırladığı
bildirilerle direnen, halkı gazetesi
Hukuk-u Beşer ile bağımsızlık yolunda
aydınlatan, bununla yetinmeyerek
düşmana ilk kurşunu sıkan ve orada
şehit edilen Hasan Tahsin, bundan 100
yıl önce attığı kurşunla sözünü eyleme
dönüştüren, tarihe malolmuş ender
insanlardan biriydi. Hasan Tahsin
ve İlk Kurşun cumhuriyetimizin tüm
ilkelerinin sembolüdür. O ilkeler de
gerçek gazetecilerin şiarıdır. İzmir
Gazeteciler Cemiyeti’nin de temelini
oluşturur. Cemiyetimizin önceliğidir.
Laik ve demokratik cumhuriyet,
evrensel insan hakları, özgür basın
ve özgür hukuk vazgeçilmezimizdir.
Bu temel evrensel hak ve özgürlükler,
cemiyetimizin tarihsel mücadele
alanlarıdır. Çünkü biz ulusun
bağımsızlığının, basın, düşünce
ve anlatım özgürlüğünün bedelini
yaşamlarıyla ödemiş gazetecilerin
geleneğinden geliyoruz.
Hasan Tahsin sadece biz gazetecilerin,
İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin değil,
İzmir’in, İzmirlilerin tüm ulusun
onurudur. Milli Mücadele ruhunun
sembolüdür. Ülkemiz tarihinin işgalle
en karanlık ve kurtuluşla en aydınlık
günlerinin yaşandığı, ilk ve son
kurşunların atıldığı bu aydınlık, güzel
kentte, şehit gazeteci Hasan Tahsin
ve meslektaşlarını onurla, minnetle
anıyoruz.
Fotoğraf: SİNAN KILIÇ
37
İZMİR’İN
UNUTULAN ŞEHİDİ:
SÜLEYMAN
FETHİ BEY
DR. ÖĞR. ÜYESİ MEHMET EMİN ELMACI
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ
38
Miralay Süleyman Fethi Bey, her günkü
gibi 15 Mayıs 1919 tarihli o “kara gün”
sabahı da İzmir’in Karantina denilen
semtindeki evinden çıkıp işine gitmek
için hazırlanmıştı. Eşi Edibe Hanım,
birkaç gün önce hasta olmasından dolayı
düşmanın İzmir’i işgal ettiği böyle bir
günde işine gitmemesi yönünde onu
uyarmaktaydı.
Fethi Bey’in, eşi Edibe Hanım’a cevabı
kısa olmuştu:
— Ben askerim! İşime böyle bir günde
gitmezsem, başka ne zaman gideceğim!
Süleyman Fethi Bey’in ölüm haberini ise
İzmir’deki Ahenk Gazetesi’nin, 25 Mayıs
1919 tarihli sayısında verdiği, “Mayıs’ın
15. günü yaralanmış olan Ahz-ı Asker
Heyeti Reisi Miralay Süleyman Fethi
Bey’in vefat ettiğini büyük bir üzüntü ile
işittik. Cenab-ı Hak ebedi merhametine
kabul etsin” haberi ile öğrenmekteydik.
Süleyman Fethi Bey kimdi? Neden
ölmüştü?
Bu sorulara vereceğimiz yanıt, kurtuluş
tarihimizde onurlu, vatansever ama aynı
zamanda üzerinde yeterince durulmamış
kahraman subaylarımızdan birini ortaya
çıkartacaktır.
1874 yılında babasının İstanbul’daki
görevi nedeniyle Üsküdar’da doğan
Süleyman Fethi Bey’ in babası, dönemin
önemli mutasavvıflarından Mehmet İzzi
Efendi idi.
Mehmet İzzi Efendi, Eminönü’nde,
Aydınoğlu Dergâhı’nın da postnişliğini
yapmakta ve Talat ve Enver Beylerin de
ziyaret ederek saygılarını gösterdikleri
bir kişiydi.
Küçük yaşlarından beri babasının
eğitiminde yetişen Süleyman Fethi, 1891’de,
Kuleli Askeri Lisesi’ne başlamıştı. 1900
yılında, Harp Akademisi’nin ardından,
ileride canını vermekten kaçınmayacağı
ülkesi için hizmete başladığı yer olan
5. Ordu’ya, Piyade Kurmay Yüzbaşı
rütbesiyle bölük komutanı olarak
atanacaktı.
Balkanların en zor anlarında, 19061909 tarihlerinde, Selanik’te kurmay
subaylığı da yapan Süleyman Fethi
Bey belirli görevler sonrasında, 1911’de
Hicaz bölgesi tümenine, 1912’de
Cidde’ye atanarak bölgedeki isyanların
bastırılması ve güvenliğin sağlanması
noktasında önemli görevlerde
bulunacaktı.
1914 tarihinde Harbiye
Nezareti teşrifat
temsilciliği ve genel
müdürlüğü de yapan
Fethi Bey, daha sonra
kendisini Mustafa
Kemal Paşa ve İsmet
Bey ile de tanıştıracak
olan, Diyarbakır’daki
2. Ordu 4. Kolordu 40.
Tümen Komutanlığı’nda
bulur. Burada Fethi
Bey’in ordu komutanı
Mustafa Kemal Paşa,
kolordu komutanı ise
İsmet Bey’dir.
Süleyman Fethi Bey, Ruslar ile önemli
mücadelelerde bulunduğu bu dönemde,
ağır bir romatizma hastalığı geçirerek
yarı felç durumunda İstanbul’a
gönderilmiştir. 25 Ekim 1917 ile
12 Nisan 1918 tarihleri arasında
Almanya’nın Wiesbaden kaplıcalarında
tedavi görmüştür. Wiesbaden’den yurda
döndüğünde Türkiye, tarihinin en kötü
günlerini yaşamaktaydı.
Savaşta yenilmiş ve büyük devletler
tarafından parçalanmak üzereydik.
İşte bu acı günlerde Süleyman Fethi
Bey, 1918 Nisan’ında, İzmir’e, 4.
Kolordu Ahz-ı Asker Heyeti Reisliği’ne
atanacaktır.
İzmir’deki günlerinde, 17. Kolordu
Komutanlığı yaparken aynı zamanda
valiliği de yürüten ve işgal haberlerine
karşı vatansever İzmirliler ile direnişi
örgütlemekte olan Nurettin Paşa’nın,
İngiliz ve Yunanlıların baskıları sonucu
görevden alınmasıyla da Süleyman
Fethi Bey, 29 Nisan 1919 tarihinde yeni
komutan Ali Nadir Paşa gelene kadar
17. Kolordu Komutanlığını da vekâleten
yürütecektir.
Süleyman Fethi Bey işgal söylentileri
döneminde İzmir Müdafaa-yı Hukuk-u
Osmaniye Cemiyetine de üye olmuştu.
Vekâlet ettiği kolordu komutanlığı
döneminde Urla ve Bornova’da
çatışmalara neden olan yerli Rumları,
Yunan Kızılhaçının tahrik ettiğini
belirtmiş ve bunun önlenmesini
istemişti.
Yerli Rumların bölgedeki
taşkınlıklarından dolayı jandarma
sayısının arttırılmasını isteyen
Süleyman Fethi Bey ayrıca bu gibi
durumlarda mutlaka Yunanlılara
müdahale edilmesini de önermişti.
Sağlam mantığı nedeniyle nelerin
olacağını önceden kestirebilen
Süleyman Fethi Bey’in İzmir’deki ilk
vatansever onurlu çıkışı, şımaran
bazı Yunan askerlerinin, 12 Nisan
1919 tarihinde, Kordon’da demirli
Averoff Zırhlısı’ndan izinsiz olarak
kıyıya çıkmalarında yaşanacaktır.
Yerli Rumların gösterileri altında
zafer gezisine dönüşen askerlerin bu
gezisini Süleyman Fethi Bey önleyecek
ve Harbiye nezaretine durumu
bildirecektir.
Yunanlıların
işgalin provası
olarak gördükleri
bu olayı önleyen
Süleyman Fethi
Bey’in vatanseverliği,
Yunanlıları ve yerli
Rumları rahatsız
edecek ve onu kara
listeye alacaklardır.
Sonuçta, 1919 yılının
15 Mayıs’ında o kara
günde Yunan Ordusu,
İzmir’i işgal etmişti.
Alsancak İskelesi’nden
çıkış yapan Yunan
askerlerinin, Konak
Meydanı’na gelişi
sevinç
gösterilerinden
dolayı uzun
bir zaman
alacaktır.
Süleyman Fethi Bey
Hükümet Konağı önüne gelen Efzun
Alayı’na, aralarında Hasan Tahsin’in
de bulunduğu bir grup Türk tarafından
ateş açılmıştı. Açılan ateşle önce
panikleyen ve kaçan Yunan askerleri
kısa zamanda toparlanmış ve ateşe
karşılık vermişlerdi.
Belediye Konağı ile sivillerin kaçıştığı
Kemeraltı ve Tramvay Caddesi girişi ve
civarındaki kahve ve oteller ile hemen
önündeki Süleyman Fethi Bey’in de
olduğu Sarıkışla Binası yaklaşık bir
saat ateş altında kalmış ve mezalim
başlamıştı.
Kışla binasında beyaz bayrak ile teslim
olan Ali Nadir Paşa ve Süleyman Fethi
Bey ile birlikte askerlerimiz Yunan
askerleri tarafından hakaretlerle ve
onur kırıcı davranışlarla karşılaşmış
ve “Zito Venizelos” diye bağırmağa
zorlanmışlardı.
Esir alınan diğer subay ve eratla birlikte
Süleyman Fethi Bey de bu davranışlara
maruz kalmıştı. Bir Yunan subayının,
‘Yaşasın Venizelos” demesini istemesi
bardağı taşıran damla olur. Herkesin
sözünü dinlediği subay, Süleyman
Fethi Bey’in yanıt vermeden gözlerinin
içine bakmasından rahatsız olmuştu.
Süngüyle arka arkaya vurulan darbeler,
Süleyman Fethi Bey’i yıldırmamış ve
ağzından o kelimeler dökülmemişti.
Üniformasını, kalpağını çıkartmak
istemelerine, rütbelerini sökme
çabalarına ve Türk Bayrağı’nı çiğneme
önerilerine direnen Süleyman Fethi Bey
için son darbe bir Efzun erinin, göğsüne
sapladığı süngüsü olacaktı.
Tam yirmi iki kez vurulan süngünün
açtığı yaralardan kan akarken,
yine de düşmanının karşısında
dimdik durabilmek için insanüstü
bir çabayla son gücünü harcamıştı.
Oracığa yığılmıştı ancak bazı İtalyan
subaylarının araya girmesi ile bir
İtalyan Hastanesi’ne kaldırılmıştı.
İtalyanlar bile bu Üsküdarlı Kurmay
Albay Süleyman Fethi Bey’in destan
kahramanlarına yaraşır yiğitliği
karşısında saygı duymuşlardı. Birkaç
gün sonra 23 Mayıs 1919’da, Süleyman
Fethi Bey’in şehit olması haberi tüm
İzmirlileri üzüntüye boğmuştur.
Bugün İzmir’de bir mahalleye ve bir
okula ismini veren Süleyman Fethi
Bey’in mezarı Narlıdere Şehitliği’ne
taşınmış, mezar taşı Agora Müzesi’ne
konulmuştur. O “kara gün”de
üzerinde olan üniforması ise İstanbul
Beşiktaş’taki, Deniz Müzesi’nde
sergilenmektedir. Tek yapılması
gereken bu unutulmaya yüz tutan
vatanseverin onurlu davranışının
gençlerimize anlatılmasıdır.
39
Milli Mücadelenin 100. yılı, Anadolu işgalinin başlayıp sona erdiği
Konak’ta, işgalin ve direnişin tüm süreçlerinin anlatıldığı, kapsamlı
bir sergiyle ele alındı.
MUCİZEVİ YOLCULUK…
Anadolu’nun, yüz yıl önce
Konak’ta başlayıp, Konak’ta
biten işgalinin izdüşümünü
içeren, “Milli Mücadelenin
100. Yılında, İşgalden
Kurtuluşa: Bir Milletin
Mucizevi Yolculuğu” temalı
sergi, İzmir Resim Heykel
Müzesi Kültürpark Sanat
Galerisi’nde, tarihe not
düşmek amacıyla kapılarını
açtı.
40
Konak Belediyesi tarafından
düzenlenen ve küratörlüğünü Prof.
Dr. Engin Berber’in yaptığı sergide, 15
Mayıs 1919 tarihinde başlayan İzmir’in
işgali ve işgal öncesi süreç ile Milli
Mücadele dönemi gözler önüne serildi.
Konak Belediyesi’yle beraber İzmir
Valiliği, TBMM Kütüphanesi, İzmir İl
Kültür ve Turizm Müdürlüğü, İnönü
Vakfı, Ödemiş Yıldız Kent Arşivi ve
Müzesi, Balıkesir Kent Müzesi ve
İzmir Antikacılar Derneği’nin de
destek verdiği sergide, Cem Üsküp
koleksiyonu ile Remzi Uluhan Hasdal
koleksiyonundan da yararlanıldı.
Sergide, Milli Mücadele dönemine ait
200’e yakın orijinal doküman yer alıyor.
İzmir’e ayak basan işgal ordusunun
şimdiye kadar gün yüzüne çıkmayan
fotoğrafları da sergi kapsamında
bulunuyor. İzmir’e yönelik işgali
planlayanların toplantı notları, Milli
Mücadele kahramanlarının hayat
hikâyeleri, İnönü Vakfı Pembe Köşk
Müzesi’nden gelen Buhara Cumhuriyeti
tarafından İsmet Paşa’ya hediye edilen
altın kılıç, İstanbul halkının hediye ettiği
1925 tarihli altın kakmalı kılıç ve İsmet
Paşa’nın dürbünü serginin en öne çıkan
objeleri oldu.
BAYRAK, KUMAŞLAR BİRBİRİNE
EKLENEREK YAPILDI
Sergide yer alan en önemli unsur ise
işgale direnen halkın, bulduğu tüm
kırmızı kumaşları birbirine ekleyerek
diktiği Türk Bayrağı oldu. Türk Ordusu
süvarileri, 9 Eylül 1922 günü Mimar
Kemalettin Caddesi’nden geçerken, bir
binadan diğerine asılı büyük ebattaki
Yunan Bayrağı’nı görüyor. O sırada
sergide yer alan Türk Bayrağı bölgeye
getiriliyor. Bayrak, farklı farklı kırmızı
kumaşların dikilmesiyle yapılıyor
çünkü o dönem Yunan askeri, halk
Türk Bayrağı dikiyor diyerek, kırmızı
kumaşı yasaklamış durumda. Halk bu
durumu bildiği için kumaşları birbirine
ekleyerek ve üzerine bir çarşaftan
ay yıldız yaparak, Türk Bayrağı’nı
oluşturuyor.
BAŞKAN BATUR:
ATATÜRK SAYESİNDE VARIZ
Konak Belediye Başkanı Abdül Batur da
İzmir’in, işgalin başladığı ve kurtuluşun
simgesi olan bir kent olduğunu
belirterek, “15 Mayıs 1915’te Hasan
Tahsin’in ilk kurşunu attığı Konak
Meydanı’nda işgal kuvvetleri tarafından
kentimiz işgal edildi. Ulu Önderimiz
Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş
Savaşı’nı başlattığı bir başka çok
önemli tarih 19 Mayıs 1919. Kurtuluş
Mücadelesi’nin sonu yine İzmir’de 9
Eylül tarihinde son buluyor. Hasan
Tahsin’in ilk kurşunu attığı yer ve 9 Eylül
İzmir’in kalbi Konak’ta gerçekleşiyor”
dedi. Milli değerlerin hatırasının çok
önemli olduğunu ve unutulmaması
gerektiğini vurgulayan Başkan Batur,
“Bizim olmazsa olmazımız Ulu Önderimiz
Mustafa Kemal Atatürk’tür. Onun
değerlerinden, onun Cumhuriyetinden
hiçbir zaman vazgeçmeyeceğiz. Onun
bize gösterdiği yolda yürümeye devam
edeceğiz. ‘Yurtta Barış, Dünyada
Barış’ diyen Ulu Önderimiz Mustafa
Kemal Atatürk’ün değeri git gide
daha iyi anlaşılıyor. Bugün varsak,
nefes alabiliyorsak bunun en büyük
mimarı Ulu Önderimiz Mustafa Kemal
Atatürk’tür, başka şey aramaya gerek
yoktur” diye konuştu.
İşgale
direnen
halkın
bulduğu
tüm krmızı
kumaşları
birbirine
ekleyerek
diktiği
Türk Bayrağı
BARIŞ DİLİNİN SERGİSİ
Serginin küratörü Prof. Dr. Engin
Berber, hazırlık süreci bir yılı bulan
serginin nefret söylemi ekmek için
değil, barış iklimini yaygınlaştırmak
için oluşturulduğunu söyledi. Prof.
Dr. Berber, devletlerin yaşamlarında
yıl dönümlerinin önemli olduğunu
aktararak, “Yüzyıllar bu dönümlerin
önemlilerindendir. İzmir’in işgali kötü
izler bıraktı. Bu işgal Ortadoğu’yu
da ilgilendiriyordu, çünkü ekonomik
boyutu büyüktü. Hiçbir hukuki
dayanağı olmayan, haklı gerekçesi
bulunmayan işgal, travmalar yarattı.
Egemen güçlerin dayatmasıyla halklar
birbirine düşürüldü. Yunanistan’daki
egemen sınıfların girişimiyle ve sıradan
Yunanlıların hiçbir ilgisi olmaksızın
yapıldı. Paris’te tezgahlandı ve Anadolu
topraklarında sahnelendi” dedi.
Prof. Dr. Engin Berber, Milli Mücadelenin
100. Yılında, İşgalden Kurtuluşa: Bir
Milletin Mucizevi Yolculuğu Sergisi’nin,
yüz yıl önce Anadolu topraklarındaki
senaryonun bir daha tekrarlanmaması
için farkındalık yaratmak amacıyla
hazırlandığını söyleyerek, “Bu serginin
dili barış dilidir” açıklamasını yaptı.
Milli Mücadele sırasında Buhara Cumhuriyeti’nce gönderilen üç kılıçtan İsmet Paşa’ya
hediye edilen kılıç
Sergi küratörü Engin Berber Konak Belediye Başkanı Abdül Batur ve konuklara
sergi sürecini anlattı
41
PROF. DR. MAHMURE NAKİBOĞLU TEZER
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ
İZMİR’İN DAĞLARINDA
ÇİÇEKLER AÇAR
42
Dağ Lalesi
Şimdi bahar
vaktidir… Şehrimizin
çevresini saran
eşsiz güzellikteki
doğal örtü, bizleri
kendisiyle eşleşmeye
çağırıyor. Buluşmaya,
ülkemizde yer alan
12 bin çiçek türünün
2 bin 250’sinin,
İzmir’de yer aldığını
bilerek gitmenizi
öneriyoruz. Bu
tavsiyemizi; önceden,
sizlere suflesini
verdiğimiz bir müjde
olarak kabul etmenizi
dileriz.
İzmir, kendisini çevreleyen Yunt, Aydın,
Yamanlar, Nif Dağı ve Bozdağlar ile
körfeze uzanan etekleri aracılığıyla, kuş
bakışı biçimde, adeta inci bir gerdanlık
gibi görünür. İzmir’in dağları yazın
başka kışın daha bir başka güzelliktedir.
Şehrimizi çevreleyen dağlar üzerinde,
merkezde göremediğimiz kar
manzaralarını seyrederiz. Ya da
günübirlik geziler ile Belkahve ve
Bozdağlar kar manzarası için tercih
olur.
Başı dumanlı göğsü çimenli dağlar,
güç timsali heybetli duruşlarıyla,
kucaklarında açan güzel, mis kokulu
çiçekleriyle, yüzyıllar boyunca ilham
kaynağı olmuştur. Nice şarkılar, şiirler
yazılmış; dağlara seslenmiş insanoğlu,
sevgisini; aşkını; kederini anlatırken…
Dağları ve ovaları özellikle baharda bir
başka güzeldir İzmir’in… Alıp başınızı
Bozdağlar’a, Gündalan Yaylası’na
çıkarsanız eşsiz güzellikler karşılar sizi.
Ülkemiz dağları, ovaları ve ırmakları
ile bir cennet mekandır. Dağların
zirvesinden, geniş ufuklardan kuşbakışı
seyir, doyumsuz bir zevk verir insana.
Bir bahar günü başınız bulutlara
değercesine Nif Dağı’nın zirvesinden,
hafif sisler içinde bir tül perde
arkasından bakar gibi İzmir Körfezi’ni
seyrederken bir başka keyif alırsınız.
DAĞLARIN ARASINDAN OVAYA
DOĞRU
Dağlarda karların erimeye başlayıp,
karsularının beslediği eteklerinde,
rengarenk açarak hemen başını uzatır
karlar arasından çiğdemler, güzel
çiçekleri ile… Süs bitkisi, yumrularıyla,
ekonomik ve tıbbi değerleri olan çiğdem
türleri de yer alır İzmir dağlarında.
Çiğdemleri dağ laleleri takip eder;
doğanın uyanmaya başladığını, baharın
gelişini müjdelerler. Değerli halk
ozanımız Aşık Veysel’in; “Çiğdem der
ki ben elayım/ Yiğit başına belayım/
Hepisinden ben alayım/ Benden ala
çiçek var mı?” diyen dizelerindeki gibi
baharda çiçekler birbiri ile konuşur,
güzellikleri ile birbirleriyle yarışırlar
adeta…
Dağ çiçeklerini dağların dışında başka
yerde göremezsiniz. Bu güzel çiçekler
mesken edinmiştir dağları. Ancak dağ
yürüyüşlerinde, mis kokuları güzel
görüntüleri ile karşılarlar sizi… Eğer
nadide bir çiçek ile karşılaşmışsanız,
mutluluğunuz katlanır, özellikle biz
botanikçiler altın bulmuş gibi seviniriz…
Heyecanla, en güzel resmini çekmek için
uğraşırız çiçeklerin. Dağlar ve çiçekler,
salt güzelliklerinin yanı sıra bir çok şey
söylerler…
Gündalan Yaylası’nda gelincikgiller
familyasından endemik dağ lalesi
ile karşılaştığımda bu duygularla
çekmiştim fotoğrafını. Bana en güzel
pozlarından birini verdi.
NİF DAĞI’NDAKİ ŞAKAYIK
Çantanızı sırtlayıp dağlara çıkarsanız
bu güzelliklerden nasibinizi almanız
olasıdır. Örneğin Şakayık sadece
dağlarda görebileceğiniz, güzelliği
ile büyülendiğimiz bir başka çiçektir.
Şakayık çiçeğini, Nif Dağı ‘nda
görebilirsiniz…
Büyük kantaron, (yılan otu, acı ot)
heybetli güzelliği ile karşılar sizi
Bozdağ Gündalan Yaylası’nda… Ama ne
yazık ki rastlamakta zorlanabilirsiniz,
çünkü bu şifalı bitkimizin nesli
tükenmek üzere. Ben sadece bir
tanesini bulup resmini çekebilmiştim.
Merak ediyorum acaba hala yerinde mi?
Çoğalmaya devam ediyor mu?
Mor çiçekli kedi nanesi, dağ yollarının
yamaçlarında yer alan bir başka güzel
dağ çiçeğidir Doğal güzelliğinin yanı sıra
tarihi dokusu ve antik kentleri ile de
tanınan İzmir’in, yerleşim alanlarında
ve antik kentlerin içinde de çok değerli
endemik bitkiler bulunmaktadır.
Efes harabelerinde bulunan çan çiçeği
(Campanularaveyi), Lidya Ugarlığı’nın
başkenti Sard harabelerinde güzel
kokulu dağ reyhanı (Ziziphorataurica)
bunlardan bazılarıdır. Son derece
çekici güzellikleriyle, bazı botanikçiler
tarafından, “işveli güzel” olarak
adlandırılan ve yumrularından salep
elde edilen orkidelerle de karşılaşırız
İzmir’de. Ne yazık ki yumruları
toplanarak nesli tehlikeye düşen
türlerimizden biridir orkideler.
Çoğu, yerleşim alanlarının altında
kalarak yok olmaktadırlar. Dokuz
Eylül Üniversitemizin kampüsünde
bulduğumuz bu güzeli hemen korumaya
aldığımızın altını çizmek isterim.
ENDEMİK TÜRLER
Anadolu orkidemiz sadece Anadolu’da
bulunan bir tür. 12 bin çiçekli bitki
türü ile Türkiye, dünyanın sayılı
ülkelerinden biridir.
İzmir’de bu zenginlikten
kendi payına düşeni almış ve
2 bin 250 civarında bitkiye ev
sahipliği yapmaktadır.
İzmir adaçayı (Salviasmyrnaea)
Gelincikler (Papaverargemone),
Keten bitkisi (Linumaretioides),
Arap sümbülü (Muscariaucheri),
Bozdağın mitolojik
ismini taşıyan Yayla Çayı
(Sideritistmolea), Peygamber
Çiçeği (Centaureazeybekii), Acı
Çiğdem (Colchicummicaceum),
Deliçay (Stachys tmolea), Sarı
kaside (Scutelleriaorientalis)
gibi 146 endemik bitki yer alır
İzmir’de. Bu bitkiler çoğunlukla
İzmir’in dağlarının yüksek
kesimlerinde ve yaylalarda
yoğunlaşırlar.
43
DÜNYADA TEK
İzmir Adaçayı dünyada sadece İzmir’de bulunan korumaya alınmaz
ise nesli tükenme noktasına gelmiş, İzmir’in sembolü olan bir
bitkimizdir.
İzmir Adaçayı dışında İzmir adı ile anılan Kuduzotu
(Alyssumsmyrnaeum), sığır kuyruğu (Verbascumsmyrnaeum),
Deli Çay (Stachyscreticasubsp. smyrnaea), Yabani Kereviz
(Smyrniumrotundifolium) türleri de İzmir’de bulunur.
Ege’nin ve İzmir’in dağları sadece güzellikleriyle değer katmamış insanlara. İzmir
ilklerin şehri olmuş hep; Milli Mücadele yıllarında ilk kurşunun atıldığı şehir olmuş.
Yine işgal güçlerine karşı ilk direniş hareketini başlatan efelerin de sığınağı,
barınağı olmuş Ege’nin başı dumanlı, göğsü çimenli dağları… Anadolu’nun işgalden
temizlenerek, bağımsızlık ateşinin yakıldığı şehirdir İzmir. Bu nedenle İzmirliler,
özgürlüğün, bağımsızlığın kıymetini bilir ve canı pahasına onu korur.
Dağ Çayı
Sarı Çiğdem
44
Sarı Kaside
Mor Çiğdem
Şakayık
İzmir Adaçayı
Arı Salebi
KAYNAKÇA
Nakiboğlu, T M (2018) İzmir Florasının Güzel Yaban Çiçekleri
(TheBeatiful Wild Flowers of İzmir). İzmir Büyükşehir Belediyesi
Ahmet Priştina Kent Kitaplığı ve Müzesi Yayınları, No 123.
Gemici, Y.(1986)Batı Anadolu Tersier Florası IX .Biyoloji
Kongresi,21-23 Eylül 1988 Sivas.
IUCN ( 2001) . IUCN RedListCategoriesandCriteria: Version 3.1.
IUCN SpeciesSurvivalCommission. IUCN, Gland, Switzerlandand
Cambridge, UK.
Kedi Nanesi
Anadolu Orkidesi
Lale
Dağ Reyhanı
Centiyan
45
46 En eski İzmirli’ye ait gravür çalışması
İZMİR’İN YANLIŞ BİLİNEN EN ESKİ ADI
VE ANITINI KORUYAMADIĞIMIZ EN ESKİ
“İZMİRLİ”
ARŞ. GÖR. MUAMMER İREÇ
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ
Anadolu arkeolojisinin en üretken
isimlerinden biri olan Ekrem Akurgal
İzmir sözcüğünün kökeni ile ilgili “Eski
Çağ’da Ege ve İzmir” kitabında şu
tespitleri yapmaktadır:
“…Smyrna sözcüğü Yunanca olmayıp,
Ege yöremizdeki birçok yer adı gibi
Eski Anadolu kökenlidir. Nitekim MÖ
2000 yılının başlarına ait Kayseri’deki
Kültepe yerleşmesinde elde edilen
metinlerde Tismurna diye bir yer adına
rastlanmaktadır. Tismurna’daki “ti”
Sedat Alp’ın belirttiği gibi bir ön ek olup
şahıs ya da yer adına işaret etmektedir.
Anlaşılan Hellenler ya da onlardan önce
Bayraklı Höyüğü’nde oturanlar ön eki
atmışlar ve asıl adın kendisini “Smurna”
sözünü kullanmışlardır.
Böylece kent büyük bir olasılıkla MÖ
3000 ya da en geç MÖ 1800 sıralarında
Smurna adı ile anılıyordu” Akurgal’ın
tespitini dayandırdığı isim olan Sedat
Alp konuyla ilgili olarak “Smyrna’daki
-urna Eski Anadolu dillerine ait bir
ek olmalıdır. Smyrna Koloni çağı
tabletlerinden tanınan Tismurna’yı
anımsatıyor. Tismurna’daki Ti elemanı
eski substrat bir dile ait örnek olabilir.
Bu düşünce doğru olduğu takdirde
Eski İzmir’in Hitit Çağı’ndaki adının
Tismurna olması olasıdır.”
Sümerolog E. Bilgiç –urna ile biten
yerleşim adlarını incelerken, bu ekin
“güney-batı Anadolu yerli kavimlerinde”
yer adı olarak görüldüğünü ve bugünkü
Smyrna’da varlığını korumaya devam
ettiğini yazmaktadır. Bilgiç’in mukayese
yapmak için yazdığı bu filolojik
görüşleri, Akurgal ve Alp tarafından
dönüştürülerek kullanılmıştır.
Tismurna-Smyrna eşitliği bu iki ismin
ortak hipotezi olarak zaman içerisinde
bir kabule dönüşmüştür. İçinde
bulunduğumuz ve bilgiye ulaşmanın son
derece kolaylaştığı İnternet Çağı’nda
bu kabul internet sitelerinde, İzmir’in
geçmişi ile ilgili her türlü yayında
kendine yer bulmaktadır. Birkaç örnek
sıralanırsa; Kültür Bakanlığının İzmir
ile ilgili internet sayfasında TismurnaSmyrna eşitliği “İzmir Sözünün
Kökeni” başlığı altında verilmekte,
Akurgal’ın ifadeleri tekrar edilmektedir.
Panaztepe’de Bulunan Kurşun
Külçenin/Ağırlığın Madencilikteki Yeri
ve Önemi’ni yayınlayan A. Erkanal,
Tismurna-Smyrna eşitliği önerisine
değinerek “Bayraklı-Tepekule’nin
metinlerde geçen Tismurna ile
bağdaştırılması olasıdır” ifadesini
kullanır. E.T. Tulunay mitik kahraman
Pelops’u incelerken; “Bugün Anadolu’da
pek çok kentin adı, Yunan öncesi yerli
dillere aittir; en iyi bilinen ör. Tismurna
=Smyrna= İzmir’dir” demektedir. Fakat
bu denli yayılmış olan bu kabulün
esasında bilimsel bir geçerliliği yoktur.
Bu hipotezi ortaya atan isimlerin
“otorite” olarak görülmelerinden
olsa gerek, bu eşitliğe bugüne kadar
çok az şüpheyle yaklaşılmış ve pek
sorgulanmamıştır. Hatta yaygın bir
kabul gördüğü için bir “Galat-ı meşhur”
haline gelmiştir.
ANADOLU, YAZI VE İZMİR
ADININ KÖKENİ
Anadolu’nun yazıyla tanışmasını
sağlayan Asur Ticaret Kolonileri ya
da Karum Çağı’nda (MÖ 1900-1750)
tüccarlar, ticari malların olduğu
kentlere gitmekte ya da bölgedeki
küçük kentlerin sakinleri Kayseri’deki
Kültepe (4000 yıl önceki adı Kaneš)
gibi merkezlere mallarını götürerek
Asurlu tüccarlara satmaktaydılar.
Asur ülkesi kabaca günümüzde Irak’ın
Kuzeyi ve Suriye’nin kuzeydoğusunda
yer almaktaydı. Ülkenin başkenti
bugün Selahaddin iline bağlı Eş-Şarkat
ilçesinde yer almaktadır.
Kültepe’de bulunan
çiviyazılı tabletler
sayesinde bu bölgeyle
Orta Anadolu arasındaki
ticari ve kültürel ilişkiler
hakkında önemli bilgiler
edinilmiştir. Binlerce yıl
toprak altında kaldıktan
sonra 20. yüzyılda
okunmaya başlayan bu
tabletlerde, bölgeler
arası ticaret ağında yer
alan fakat bugün yeri tam
olarak saptanamamış çok
sayıda yerleşimin ismi de
geçmektedir. Tismurna
sözcüğü bugüne kadar
okunabilmiş Asurca 33
metinde geçer ve bu
atıflar sıklıkla bakır ya da
yün ticaretiyle ilişkilidir.
Asurlu tüccarların
erişim alanı içerisinde
olan yerleşimlerin,
Orta Anadolu’da ya da
çevresinde yer aldığı
kesindir.
Fakat tam olarak nerede oldukları
henüz tespit edilememiştir.
Araştırmacılar uzun süreden beri
Tismurna’nın Çorum dolayları, Bolkar
Dağı ya da Tuz Gölü’nün çevresinde
olduğuna yönelik önerilerde
bulunmuşlardır. Fakat bunların hiçbiri
ispatlanmış değildir.
47
Binlerce yıllık birikimin gelecek kuşaklara
aktarılması açısından kültürel mirasın tanınması,
sahiplenilmesi ve korunması son derece önemli
bir vatandaşlık ödevidir.
Ersin Doğer; S. Alp ve E. Bilgiç’in
konuyla yazdıklarına yer vererek
Tismurna-Smyrna eşitliği konusunda
şüpheli bir yaklaşım sergilemektedir.
Batı Anadolu’ya seferler düzenleyen
Hititlere ait çiviyazılı metinlerde
Tismurna’nın bir yer adı olarak
geçmiyor oluşunu vurgulayarak,
“Tişmurna’nın günümüz İzmir kentiyle
ilgisi olmadığı, aynı adı taşıyan
Anadolu’da başka kentlerin de var
olduğu düşünülebileceği” sonucuna
varmaktadır.
48
Türkiye arkeolojisinin
sembol isimlerinden
Muhibbe Darga,
Tismurna-Smyrnaİzmir eşitliği konusunda
sorgulayıcı bir
yaklaşım gösteren tek
kişidir. Görüşlerini
Fransız Asurbilimci
C. Michel’den bir
temellendirme yaparak
sunan Darga, TismurnaSmyrna eşitliğini
inandırıcı bulmadığını
belirtmektedir.
Tismurna’nın
lokalizasyonu için
çevresinde olduğu
Durhumit kentinin
yerinin tayin edilmesinin
kritik olduğunu
vurgulamakta, kendisine
en yakın önerinin
Alişar-Sivas hattının
güneyindeki bölge
olduğunu yazmaktadır.
Buna ek olarak yerleşimin MalatyaElazığ arasında bakır cevherinin
çıkarıldığı Ergani-Maden’den çok uzakta
olamayacağını düşünmektedir.
Bütün bu veriler tam yeri net olmasa da
Tismurna’nın Orta Anadolu civarında
bir yerleşim olduğunu açık bir şekilde
göstermektedir. Bir toplumsal hafıza
aracı olan ve bilgi aktarımını sağlayan
yazıyla, MÖ 2000 yılının başlarında
İzmir ve genel olarak Batı Anadolu
henüz tanışmamıştır. Asurlu tüccarların
bu dönemde bölge ile herhangi bir ilişki
kurduklarına dair bir kanıt yoktur.
Bugüne kadar Batı Anadolu’da hiçbir
çivi yazılı tablet bulunamamıştır.
Mevcut yazılı kaynaklar gözetilerek,
Karum Çağı’na ait bir yer ismi olan
Tismurna’nın kendini sonraki kuşaklara
ve zamanlara taşıdığı söylenemez.
Çünkü İzmir’e, Ege coğrafyasına
ait değildir. Bu yüzden bu yerleşim
adının Tismurna’dan “bir şekilde”
Smyrna’ya dönüşmesinin, yazıyla takip
edilebileceği bir tarihsel gerçeklik, bir
süreç söz konusu değildir. Muhibbe
Darga’nın “Tişmurna ile Smurna/
Smirna, Ege şehrinin aynı kökten
geldiğini, etimolojik benzetmelere
dayanarak, nazari olarak dahi algılamak,
yukarıda sunduğumuz yazılı verilerin
ışığında, kanımızca pek de inandırıcı
gelmiyor” ifadesi aslında durumun en
yalın özetidir.
Bir yer ismi olarak İzmir’in geliştiği
Smyrna, yazılı kaynaklarda Ersin
Doğer’in de belirttiği gibi MÖ 7.
yüzyıldan geriye gitmemektedir.
Antik yazarların efsanelerle süslediği,
amazonlarla ilişkilendirdiği bu
sözcüğün, Tismurna’yla dilsel ve
arkeolojik açıdan ispatlanmış hiçbir
bağlantısı bulunmamaktadır.
MİRA KRALI TARKASNAVA YA
DA ADINI BİLDİĞİMİZ EN ESKİ
“İZMİRLİ”
Antik dönemden beri Smyrna/İzmir’de,
bugün Torbalı ve Kemalpaşa arasında
ormanlık alandaki bir kaya üzerinde,
elinde bir mızrak tutarak ayakta
duran bir figürün nakşedildiği bir
kabartmanın varlığı bilinmektedir. MÖ
5. yüzyılda yaşamış tarihçi Herodotos
bundan 2500 yıl önce bu kabartmanın
Sesostris adında bir Mısır firavununa
ait olduğunu ve üzerinde Mısır
hiyeroglifleriyle “Ben bir omuz vuruşta
bu ülkeyi yendim ve aldım” yazdığını
söylemektedir. Fakat bugün Karabel
Kaya Anıtı olarak isimlendirdiğimiz
bu anıt ne bir Mısır firavununa
aittir ne de üzerinde Herodotos’un
uydurduğu yazılar yer almaktadır.
1998 yılında İngiliz hiyeroglif uzmanı
David Hawkins anıtın üstündeki
yazıtta Mira Kralı Tarkasnava ifadesini
okuyabilmiş, bu ifadeler dışında
kralın babasının ve dedesinin adının
geçtiğini tespit etmiştir. Fakat baba
ve dede ismi aşınmadan ötürü net bir
şekilde okunamamıştır. Bütün Batı
Anadolu için tarihsel açıdan son derece
önemli olan bu bilgi, İzmir’in en eski
yazısının Anadolu hiyeroglifleri adı
verilen ve Anadolu’ya has bir sistemde
yazıldığını ortaya çıkarmıştır. Bugünün
il sınırlarıyla İzmir’de, temsili sureti
ve adı bilinen ilk kişi Tarkasnava’dır.
Bu yüzden yaklaşık 3200 yıl önce
yaşadığı tahmin edilen bu kişiyi en
eski “İzmirli” olarak kabul etmek
yanlış olmaz. Fakat anıt bugüne kadar
hiçbir zaman böyle bir bilincin parçası
olarak görülmemiştir. Gereken önem
ve koruma önlemleri de alınmamıştır.
Bu yüzden Mira adlı ülke tarihin
tozlu sayfalarına karışmış olsa da
ismini binlerce yıl sonraya taşıyan
Tarkasnava’nın anıtı yıllar içerisinde
defalarca çeşitli tahriplere maruz
kaldı. Üzerine asit döküldü, delinmeye
çalışıldı ve nihayetinde Mart ayında
defineciler tarafından gövde ve bacak
kısımları parçalandı. Binlerce yıl doğal
koşullara dayanan İzmir’in en eski kaya
anıtlarından biri böylece kültürel miras
yağmacılarının kurbanı haline gelmiş
oldu.
Binlerce yıllık birikimin gelecek
kuşaklara aktarılması açısından kültürel
mirasın tanınması, sahiplenilmesi
ve korunması son derece önemli
bir vatandaşlık ödevidir. Dünya’nın
bütün gelişmiş ekonomileri özellikle
de Avrupa ülkeleri bu durumu çok
net bir şekilde kavradığı için kültürel
kimliklerinin bir parçası haline
getirmişlerdir.
Arkeolojik geçmiş
açısından Türkiye’nin
en zengin illerinden
biri olan İzmir, kültürel
mirasın korunması ve
geçmişe sahip çıkma
konusunda öncü bir
pozisyon edinmelidir.
Sadece İzmir sözcüğünün
tarihsel derinliği ve kent
hafızasının binlerce yıl
geriye gidiyor oluşu
bile kültürel zenginlik
açısından İzmir’i
farklılaştırır, üstün
kılar. Batının en doğusu,
doğunun en batısındaki
en önemli kent olan
İzmir’e yakışan, geçmişi
sahiplenen ve yüzü
geleceğe dönük bir
kentlilik bilincidir.
Defineciler
tarafından
tahrip
edildikten sonra,
Karabel Anıtı
KAYNAKÇA
Armağan Erkanal, “Panaztepe’de bulunan Kurşun Külçenin /
Ağırlığın Madencilikte Yeri ve Önemi”, Hacettepe Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Dergisi 23, 2006, 1-20.
David Hawkins, Tarkasnawa King of Mira, ‘Tarkondemos’, Boğazköy
Sealings and Karabel, Anatolian Studies 48, 1998, 1-31.
Ekrem Akurgal, Eski Çağ’da Ege ve İzmir, İzmir, 1993.
Ekrem Akurgal, Eski İzmir I: Yerleşme Katları ve Athena Tapınağı,
Ankara. 1994.
Elif Tül Tülünay, Pelops’un Gizemi: Antik Kaynaklara Göre Tunç
Çağı’nda Anadolu’dan Yapılan Göçler ve Olympia Zeus Tapınağı
Tasvir Programı Hakkında Yeni Görüşler, İstanbul. 1998.
Emin Bilgiç “Anadolu’nun İlk Yazılı Kaynaklarındaki Yer Adları ve
Yerlerinin Tayini Üzerine İncelemeler”, Belleten 39, 1946, 381-423.
Ersin Doğer, İzmir’in Smyrna’sı: Paleolitik Çağ’dan Türk Fethine
Kadar, İstanbul, 2006.
Gojko Barjamovic, A Historical Geography of Anatolia in the Old
Assyrian Colony Period, Kopenhag. 2011
Muhibbe Darga 2009. “İzmir-Smyrna-Tişmurna Eşitliği Hakkında
Görüşler”, Yukarı Denizin Kıyısında Urartu Krallığı’na Adanmış Bir
Hayat: Altan Çilingiroğlu’na Armağan, (Ed. H. Sağlamtimur, E. Abay,
A. Erdem, A. Batmaz, F. Dedeoğlu, M. Erdalkıran, M. Bilge Baştürk, E.
Konakçı) İstanbul.
Sedat Alp, Hitit Çağı’nda Anadolu: Çiviyazılı ve Hiyeroglif Yazılı
Kaynaklar. Ankara. 2000.
Karabel
Anıtı’nın, 1998
yılından sonraki
hali
49
ŞEHRİMİZİN ANTİK ÇAĞ’DAKİ
EVLİLİK RİTÜELLERİ
NE DE BENZİYOR GÜNÜMÜZE…
Gelinin, evlilik töreni hazırlığı
DOÇ. DR. AKIN ERSOY | SMYRNA ANTİK KENTİ KAZI BAŞKANI
50
Antik Çağ’da İzmir’de gençlerin
evliliklerinde günümüz evliliklerinde
rastlayabileceğimiz detaylara rastlamak
hiç de sürpriz değildir. Antik Çağ’da
kentin caddelerinde, alışveriş için
geldikleri Agora’da, yürüyüşe çıktıkları
limanda (Kemeraltı), piknik için
gittikleri Kaleon (Yeşildere) ve Meles
(Halkapınar) boyunda tanışan, bakışan
veya sevgilerini yaşatan gençlerin
birbirlerine bağlılıklarını “duvarlarataşlara” yazdıklarına şahit olmaktayız.
Nitekim Smyrna Agorası duvarlarında
aşıkların özellikle genç erkeklerin
aşık oldukları genç kadınların adlarını
yazdıkları görülmektedir. Genç
erkeklerin bazen sevdiklerinin adını
kimi zaman doğrudan değil ama şifreli
olarak yazdıkları dikkat çekmektedir.
Aşıklar belki de sevdiklerinin
isimlerinin deşifre edilmesini
istemedikleri için ebced veya isopsefik
olarak bilinen, ismi oluşturan harflerin
her birinin sayısal karşılığının aritmetik
toplamını yazarak şifrelediler. Bu
örneklerden birinde isminin harflerinin
toplamı 1308 olan bir kadını seviyorum
yazısı tespit edilmiştir ki, bu genç
kadının adı Tykhe olmalıydı.
Yazan ve yazılanın aşklarını bir evlilikle
taçlandırıp taçlandırmadıklarını ve
kaç yaşında olduklarını bilmiyorsak
da bildiğimiz şey genç erkeklerin 2730 yaş, genç kadınların ise 16-20 yaş
aralığında evlendikleridir. İzmir, Roma
egemenliğindeki farklı etnik ve dini
grupların birlikte yaşadıkları yerel
dillerin yanı sıra Latince ve özellikle
Yunancanın yaygın olarak konuşulduğu
ve kökleri gereği Yunan kültürünün
baskın olduğu kentlerden biriydi.
Dolayısıyla Roma egemenliğinde
ve Roma vatandaşı olsalar dahi
Yunan geleneklerinin gençlerin
evliliklerindeki etkisini görmezden
gelmek mümkün değildir. Bu anlamda
Roma egemenliğine İzmir’in girmesinin
ardından kökleri İtalya’ya dayanan
Roma vatandaşı aileler ile Roma
vatandaşı olmasına rağmen Yunan
kökenli yerli ailelerin çocukları
arasındaki evlilik törenleri hakkında
bildiklerimizi özet olarak burada konu
edecek, konu edeceğimiz evliliklerin
MÖ 1. yüzyıldaki bir tarihte geçtiğini
varsayacağız.
Antik Çağ’ın günlük yaşamına ilişkin
modern çalışmalar Yunan kültürel
coğrafyası içindeki gündelik hayat
konusunda Klasik Dönem Atina’sını,
Romalıların gündelik hayatı için ise
başkent Roma’nın Cumhuriyet ve
İmparatorluk Dönemi’ndeki yaşantılar
üzerine çoklukla bilgiler üretmektedir.
Bu anlamda, yazının başındaki bilgiler
dışında İzmir’deki günlük hayatı bu iki
merkezdeki törenlere dayandırarak bu
metinde bir okuma yapacağız.
İtalyan kökenli Romalılarda geçerliliği
olan evlilik evin babasının izni ile her
ikisi de Roma vatandaşı olan çiftler
arasında yapılırdı. Evlilik iki devlet
arasında diplomatik antlaşmalar
olması halinde doğal olarak diğer
ülke vatandaşları ile de yapılabilirdi.
Roma kanunlarında birçok detay
olmakla birlikte temel olarak evliliğin
iki şekli vardı. Birincisinde gelin kendi
ailesinden çıkıp kocasının ailesinin
kütüğüne geçerdi. Böylece kocasının
ailesindeki görümcelerinin haklarına
sahip olurdu. İkincisi tanıklar önünde
yapılanıydı. Bu evlilikte gelin kocasının
kütüğüne geçmez kendi ailesi içindeki
evlilik öncesindeki pozisyonunu
korurdu. Bu evlilikte boşanma kolaydı
ve Romalıların çoğunlukla seçtikleri
evlilik tipiydi. Boşanma, eşlerin
karşılıklı anlaşarak veya erkeğin tek
taraflı isteği ile olabilirdi. Bu durumda
kadına çeyizi geri verilirdi. Çeyizin geri
verilmesi koşulu bu tip evlilikte kolay
boşanma söz konusu olduğundan kadın
için bir güvenceydi ve evliliğin kolayca
sona ermesine engel teşkil ederdi.
Gençlerin sevgilerinin ilk resmi töreni
olan Nişan töreni bugün olduğu gibi o
gün de yapılırdı. Günümüzde yaşanan
sahnelere şaşırtıcı benzerlikler
gösterirdi. Delikanlı ailelerin ve
şahitlerin huzurunda, genç kadına bir
yüzük hediye eder ve kız bu yüzüğü
sol elinin dördüncü parmağına takardı.
Nişan hediyesi bir miktar şarap veya
zeytinyağı veya bir arazi parçası da
olabilirdi.
Düğün günü için daha çok dini ve resmi
bayramlara denk gelmeyecek şekilde
Mayıs ve Haziran aylarında bir gün
seçilirdi. O gün gelince, bir gece önce
gelin adayı o zamana kadar kullandığı
giysilerini ve oyuncak gibi çocukluk
hatıralarını Roma inancında “evin
koruyucu tanrısı” olduğuna inanılan
Lar tanrısına ve evin devamlılığını
simgeleyen “ocak tanrıçası” Vesta’ya
adardı. Düğün günü Gelin uzun bir
tünik (tunika recta) giyer ve tünik
pamuklu bir kuşak (cıngulium)
ile belden bağlanırdı. Bu kıyafetin
üzerine bol kıvrımlı sarı ve kırmızı
bir manto veya şal (palla) giyilirdi.
Günümüzde olduğu gibi saçın yapılması
da önemliydi. Ekonomik durumuna
göre ya bir kuaföre (tonstrinae) gidilir
veya kuaför çağrılır ya da yeterince
zengin bir ailenin kızı ise bu işten
anlayan bir hizmetkâr tarafından gelin
başı yapılırdı. Saçlar altı uzun örgü
halinde yapılır ve kurdele (tutulus)
ile bağlanırdı. Gelin örülü saçlarının
üzerine bizzat kendisinin topladığı
çiçeklerden bir taç yapar, bunun
üzerine kırmızı bir duvak (flammeum)
örterdi. Duvak geleneği aslında yüzün
örtünmesinden kaynaklanmaktaydı
ve kökeni MÖ 2. bin yıllarına kadar,
Asur geleneklerine dayanmaktadır.
Evlilik yüzüğü
Gelin başı
hazırlığı
51
52
Roma dönemi çifti
Bildiğimiz “yüz görümlülüğü” de bu
gelenekten gelmektedir. MÖ 4. yüzyılda
Yunanlılar ve Romalılarda gelinler
saydam peçeler kullanıyorlardı. Moda
renk kırmızı idi ve Romalılar alev
kırmızısını tercih ediyorlardı.
Böylece Damat adayı gelmeden önce,
bu evliliğe Tanrıların onay verip
vermediğini görmek üzere, gelinliğini
giymiş olan Gelin adayının ailesi
tarafından bir kurban kesilir, bir Augur
“kahin/bilici” tarafından kurbanın iç
organlarına bakılarak Tanrıların görüşü
alınırdı.
Damat adayının gelin evine gelmesi
ile aileler huzurunda bir evlilik
antlaşması yapılır ve ardından
gelinin refakatçısı olan yaşlı bir
kadının huzurunda birbirlerinin sağ
ellerini tutar veya dokunurlardı. Bu
dokunuş, evlenen çiftin birlikte iyi
bir yaşam süreceklerinin bir işareti
olarak yüzüklerde, resimlerde
ve kabartmalarda çokça tasvir
edilmiştir. Yüzük iki gencin birlikte
bir yaşam süreceklerini işaret eden
“iki elin birbirine dokunduğu” şekilde
biçimlendirilmiş bir yüzük olurdu.
MÖ 3. yüzyıldan itibaren Yunanlılar
ve hemen sonrasında Romalılar “aşk
damarının” başparmak hariç üçüncü
parmaktan, yani yüzük parmağından
geçip doğrudan kalbe ulaştığını
düşündüklerinden yüzüğü bu parmağa
takmaya başladılar. Hatta doktorlar
dahi Antik ve Orta Çağlarda birçok
kere ilaçlarını bu sağaltıcı parmakla
karıştırıyorlardı. Romalılar altın yüzük
takma ayrıcalığını sadece toplumun bir
kısmına ve belirli kişilere tanımışlardı.
Ancak bu ayrıcalık İustinianus
zamanında, MS 6. yüzyılda, Roma
vatandaşlarının tümüne tanındı. 860
yılında Papa I. Nikolas nişan yüzüğünün
evlenme arzusunu bildirmek üzere
takılmasının zorunlu olduğu kararını
aldı. Evliliğin kutsallığı ve boşanma
yasağının savunucu olan Papa, evliliğin
fedakârlık gerektirdiği düşüncesiyle
altından başka yüzüğün de kabul
edilmeyeceğini kararlaştırmıştı.
Bu karar evlilikte altın yüzüğün
kullanılması geleneğini başlattı.
Tersine İslam hukuku altın, gümüş gibi
değerli madenlerden yapılan evlilik
yüzüklerini erkeklere yasaklamışsa
da, israf ve lüks anlamı taşımadığı ve
örfen zaruret olduğu görüşü nişan ve
nikâh yüzüklerinin takılmasına cevaz
vermiştir.
Gelinin evinde ailecek öğle yemeği
yenir ve ardından Gelin, Damat evine
doğru anne ve babası yaşayan üç erkek
çocuğunun tuttuğu meşaleler eşliğinde,
şarkılarla, misafirler, tanıdıklar,
arkadaşlar eşliğinde yola çıkardı.
Yolda gençler gelinin kendilerine ceviz
vermelerini isterlerdi. Ceviz vermekle
damadın çocukluktan çıktığına
inanılırdı. Yeni evine yaklaşan Gelin,
Damat evine en yakın ilk dört yol
ağzında yanında getirdiği üç sikkeden
birini bir taş üzerine bırakır, eve
girdikten sonra elinde tuttuğu ikincisini
iç avluda (Atrium) Damat’a verir,
üçüncüsünü ise yeni evinin Lar’ına veya
evliliğin devamlılığını sağlaması için
Tanrıça Vesta’yı temsil eden yeni evinin
ocağının üstüne veya yanına bırakırdı.
Sikkeler evliliğin bereketi, ailenin
mutluluğunu ve kutsallığını sembolize
ederlerdi. Damat ise eve gelen Gelin’e
“su ve ateş” sunardı ve böylece Gelin
yeni evine kabul edilmiş olurdu. Gelin
ayrıca evin kapısına yağ sürer ve
kapı eşiğinden atlatılırdı. İlk gecenin
ardından ertesi gün kurban kesilir,
ilerleyen günlerde arkadaşlara, akraba
ve tanıdıklara yemekler verilirdi.
Tüm evliliklerin bu törenler
kapsamında gerçekleştiğini
varsaymamak gerekir. Gelinin
birden fazla evlilik yapmış, dul veya
boşanmış olması evlilik törenlerinin
farklılaşmasını sağlardı.
Cumhuriyet Dönemi’nin son yüzyılı,
yani MÖ 1. yüzyıl kadının en saygın
olduğu dönem olarak kabul edilir.
Özellikle yüksek tabakadan evli kadın,
yapmış olduğu resmi evlilik kapsamında
kocası ile toplum içinde eşit görülürdü.
Kocası ile birlikte evde veya dışarıda
yapılan tören ve şenliklere katılırdı.
Evli kadınlar iyi eğitimliydiler.
Roma evi
53
54
El ele olmalarının
evlilik işareti sayıldığı,
dönemin evli bir çift
Tiyatro’ya Stadium’a ve Hamam’a
gidebilirdi. İmparatorluk Dönemi’nde
ise kadın ve evlilikler saygınlığını
yitirmiştir. Savaşlar, farklı halkların
gelenekleri, sosyal tabakalar arasındaki
geçişkenlikler, lükse düşkünlük, politik
entrikalar geleneklerin çözülmesine
ve boşanmanın yaygınlaşmasına,
genel olarak aile yaşamının çöküşüne
neden olmuştur. Ancak yine de Roma
toplumunun her sosyal tabakasında
birbirine sadakatle bağlı olan,
geleneklerine bağlı aileler yok değildi.
Yunan geleneğinden gelen ailelerdeki
evlilik ritüellerini ise şöyle tasvir
edebiliriz. Düğün günü tanıklar önünde,
bir yanda Damat adayı diğer yanda
Gelin adayının vasisi, ki çoklukla
babası olacaktır, hukuki değeri olan bir
antlaşmaya imza atarlardı. Antlaşma
çerçevesinde kızın getireceği çeyiz (ki
bu ziynet eşyası, elbise, köle ve para
pazarlığı olabilirdi) konuşulurdu.
Bu anlaşma ile Baba, kızı üzerindeki
haklarını Damat’a aktarmış olurdu.
Ocak-Şubat ayları düğün günü için
çoklukla uygun bulunurdu. Damat’ın
ve Gelin’in evleri çiçekler, çelenkler,
zeytin ve defne dalları ile süslenirdi.
Kurban Yunan geleneğinde de vardı
ve birbirleriyle “kutsal izdivaç”
(hierosgamos) yapmış olan ve aile
birliğini temsil eden, Olimposlu Tanrılar
Zeus ve Hera ile Afrodit’e kurbanlar
sunulur ve dualar edilirdi. Gelin o
güne kadar giydiği giysileri ve bazen
de saçlarını keserek Tanrılara adardı.
Saç kesme onun gençliğe veda edişini
simgelerdi. Ardından Gelin ve Damat
adayı için dinsel anlamı olan yıkanma
töreni gerçekleştirilirdi. Bu amaçla
üzerinde düğün sahneleri işlenmiş
amfora benzeri özel (Loutrophoroi)
testilerle su taşınırdı.
Bu törenlerin ardından kız evinde
kutlama yemeği yenir, daha sonra
Gelin adayı öküz, katır veya atların
çektiği bir arabaya çeyizi ile birlikte
biner, annesinin elinde bir meşale
olmak üzere ailesi, arkadaşları ve
tanıdıklarının da ellerinde meşalelerle
olduğu bir alay halinde gelin adayının
yeni evine doğru yola çıkılırdı. Evin
kapısında Damat’ın annesi elinde bir
çıra ile Gelin adayını karşılar ve Gelin
adayına yemesi için bir ayva sunulur,
kapıda veya eve girdikten sonra evin
ocağının yanında, çiftin başına hurma,
incir, ceviz gibi çerezler ve bozuk para
dökülürdü. Sonrasında düğün yemeğine
geçilir, ana-babası yaşayan bir genç
tarafından bereketliliğin simgesi olarak
kabul edilen susam ekmeği misafirlere
dağıtılırdı. Düğün gecesini takiben Gelin
çeyizini Damat’a verir, çift arkadaş ve
yakınlarının hediyelerini kabul ederdi.
Sonuç olarak Yunan ve Roma
geleneğinde bazı detaylardaki
farklılıklara karşın benzer evlilik
törenleri ile karşılaştığımızı ve bu
düğünler ile günümüz düğünleri
arasında da şaşırtıcı benzerlikler
olduğunu söylemek mümkün
görünmektedir. Okuyucumuzun
günümüz örf ve adetlerinden
birçoğunu bu yazımızda
bulacağını ve hatırlayacağını
sanıyorum.
Dama oynayan gençler
Dönemin temsili bir sokağı
Smyrna-İzmir kazılarında
bulunan toplanmış
saçları ve topuzu,
başının üstündeki defne
yapraklarından
taç ve çelengiyle, dönemen
gelin başı
KAYNAKÇA
Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 2010.
Bahattin Aras, Roma Hukukunda Evlenme ve Boşanma (Divortium), Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 2017, 215-242.
Dilar Tamer, Augustus Çağında Cinsel Suçlar, Homer Kitabevi İstanbul 2007.
Hilary J. Deighton, Eski Roma Yaşantısında Bir Gün, Çev: Hande Kökten Ersoy, Homer Kitabevi, İstanbul 1999.
Horst Blanck, Eski Yunan ve Roma’da Yaşam, Çev: İslam Tanrıkut, Arion Yayınevi, İstanbul 1999.
Kudret Emiroğlu, Gündelik Hayatımızın Tarihi, Dost Kitabevi, Ankara 2001.
Ö. Selçuk Gür, Antik Dünyada Günlük Yaşam, Simge ve Akdeniz Yayınevi, Antalya 2005.
55
İZMİR LİMAN KALESİ’NDEKİ
ARMALAR
DR. ÖĞR. ÜYESİ CENK BERKANT
MUĞLA SITKI KOÇMAN ÜNİVERSİTESİ
56
İzmir MÖ 8 bin yıllık geçmişi ve
Anadolu’nun Batı kıyısında stratejik
konumu sebebiyle önemli bir liman ve
ticaret kenti olarak tarih sahnesinde
yer almıştır. İzmir’in ilk kalesi Büyük
İskender’in haleflerinden Antigonos
Monophtalmos ve Lysimakhos
tarafından Pagos Dağı’nın üzerinde
inşa ettirilen Kadifekale’dir (Yukarı
Kale). Yazımıza konu olan İzmir
Liman Kalesi (Aşağı Kale) ise kent
Bizans hâkimiyetindeyken 1231-1235
yılları arasında iç limanın ağzında
yeniden inşa edilen kaledir. Bu kale
tarih boyunca Hisar Kalesi, Ok Kalesi,
Aziz Petrus Kalesi ve Liman Kalesi
gibi isimlerle anılmıştır. XIV. yüzyılın
başlarında İzmir önlerine gelen Türkler,
1317 yılında Aydınoğlu Mehmet Bey’in
önderliğinde kenti ve Kadifekale’yi
zapt etmiş fakat Liman Kalesi’ni ele
geçirememişlerdir. Kentin yönetimi
Aydınoğlu Mehmet Bey tarafından
oğlu Umur Bey’e bırakıldıktan sonra
henüz ele geçirilememiş olan Liman
Kalesi’nin fethi ancak 1329 yılında
gerçekleşmiştir. Umur Bey’in İzmir’de
inşa ettirdiği donanma ile Ege Denizi’ne
hâkim olması Batı’da tepkilere neden
olmuştur. Devrin Papası VI. Clemens’in
organize ettiği Haçlı Donanması
Liman Kalesi’ni 1344 yılında yeniden
ele geçirmiştir. Kalenin 1402 yılında
Timur tarafından düşürülmesine kadar
sürecek zaman zarfında Haçlı Güçleri ve
Rodos Şövalyeleri kalenin yönetimini
üstlenmişlerdir.
Timur 1402 yılında Ankara Savaşı’nda
Yıldırım Bayezid’i mağlup edip,
Anadolu’da ilerlemesini sürdürmüş,
İzmir kentini ve Liman Kalesi’ni ele
geçirdikten sonra kentin yönetimini
tekrar Aydınoğulları’na bırakmış ve
İzmir’den ayrılmıştır. Aydınoğulları’nın
İzmir ve çevresindeki hâkimiyeti
II. Murat’ın 1426 yılında kenti ele
geçirmesiyle birlikte sona ermiş ve
İzmir kesin olarak Osmanlı idaresine
geçmiştir. Timur akınlarıyla harap olan
İzmir’in Liman Kalesi, Fatih Sultan
Mehmet Dönemi’nde tamir ettirilmiş,
ancak 1869-1870’te kalenin artık
bir işlevinin kalmaması sebebiyle
yıktırılmıştır.
Yazımıza konu olan armaların
bulunduğu iki adet mermer levha
günümüzde İzmir Arkeoloji Müzesi’nde
sergilenmektedir. Bu mermer levhaların
kaledeki 1392 ve 1398 onarımlarına
ait olması kuvvetle muhtemeldir.
Rodos Şövalyeleri’nin gelenekleri
incelendiğinde yönettikleri birimlerde
yapılan herhangi bir onarım veya
yeniden inşa faaliyetinden sonra
ilgili alana armalı yazıtlar diktikleri
bilinmektedir.
Genelde mermer olan
bu armalı yazıtlarda
soldan sağa öncelikle
Rodos Şövalyeleri’nin
o dönemdeki Büyük
Üstadı’nın arması,
Rodos Şövalyeleri’ni
simgeleyen sembolik
bir Latin Haçı ile yan
yana verilir. Hemen
ardından hiyerarşiye
göre kale kumandanı ya
da üst düzey şövalyelerin
armaları yer alırdı.
İlk mermer levhayı
incelediğimizde en başta
bir kalkan içerisinde üç
adet üç kuleli kaleyle
ifade edilen, 13771396 arasında Rodos
Şövalyeleri’nin Büyük
Üstatlığı’nı yapmış Juan
Fernando Heredia’nın
arması, hemen yanında
harap vaziyette ve yine
bir kalkan içerisinde
Rodos Şövalyeleri’ni
simgeleyen Latin Haçı ile
yan yana verilmiştir.
Bunların yanında yeryüzündeki ilk
Papa Aziz Petrus’a İsa tarafından
verildiği düşünülen iki adet anahtarla
(birbirlerine çapraz vaziyette)
karakterize edilmiş Papalık arması
bulunmaktadır. En sağda ise Rodos
Şövalyeleri’nin Amirali Napolili
Domenico d’Alemagna’nın yine bir
kalkan içerisinde verilmiş 8 adet
(üst sırada 3, orta sırada 2 ve en alt
sırada 3) karatavuk (Turdus Merula)
kuşuyla temsil edilen arması yer alır.
Alt sırada ise yukarıdakilere göre daha
küçük verilmiş birer kalkan içerisinde
Fransa’nın güneyindeki Provence
Bölgesi’ne, Orta Çağ’da hâkim olmuş
Baux Hanedanı arması ve Kıbrıs
Krallığı’nı temsilen Lusignan Hanedanı
arması yer almaktadır. İkinci mermer
levha ise en başta Papalık arması,
hemen yanında Lusignan arması ve en
sonda ise Domenico d’Alemagna’nın
armasını içermektedir.
Rodos Şövalyeleri, İzmir Liman Kalesi
düştükten sonra Bodrum’da Aziz
Petrus’a adadıkları yeni bir kale inşa
etmişlerdir. Rodos Şövalyeleri’nin
organizasyon yapısı incelendiğinde
bunun Bodrum Kalesi’ne yansımaları
şövalyelerin organizasyon içindeki
dil gruplarını temsil eden kuleler
ve kalenin zaman içinde ihtiyaçlar
doğrultusunda onarılan veya yeni
inşa edilen bölümlerindeki duvarlar
üzerinde yerleştirilmiş 250 adetten
fazla armalı mermer levha karşımıza
çıkmaktadır. Bodrum Kalesi örneğinden
yola çıkacak olursak İzmir Liman
Kalesi’nin sadece Rodos Şövalyeleri
yönetiminde olduğu döneme ait onlarca
armalı yazıt kalenin bulunduğu bölgede
toprak altında ya da İzmir’deki tarihi
yapıların herhangi birinin unutulmuş
bir köşesinde bizi bekliyor olabilir.
Kaynakça
Baykara, T., (1974), İzmir Şehri ve Tarihi,İzmir.
Berkant, C., (2019), “Bodrum Kalesi’ndeki İtalyan Şövalye
Armaları”, Orta Çağ’da Anadolu’da Kültürel Karşılaşmalar:
12-15. Yüzyıllarda Anadolu’da İtalyanlar Sempozyum
Bildirileri, Ankara, s. 79-98.
Delaville Le Roulx, J., (1909),“L›occupation chrétienne à
Smyrne (1344-1402)”, Florilegium Melchior de Vogüe, Paris.
Hasluck, F. W., (1911), “Heraldry of the Rhodian Knights,
Formerly in Smyrna Castle”, The Annual of the British School
at Athens, C. XVII, Atina, s. 145-150.
Kuyulu Ersoy, İ., (2001), “İzmir (Mimari)”, TDVİslam
Ansiklopedisi, C. XXIII, İstanbul, s. 526-529.
Sağlam, H. S., (2019), “Anadolu’daki Armalı Ceneviz
Yazıtları”, Orta Çağ’da Anadolu’da Kültürel Karşılaşmalar:
12-15. Yüzyıllarda Anadolu’da İtalyanlar Sempozyum
Bildirileri, Ankara, s. 99-130.
İzmir Liman Kalesi ve şehrin 1472
yılında, Venedikliler tarafından kısa
süreliğine ele geçirilişini yansıtan
gravürler
57
HALİKARNAS
BALIKÇISI’NIN
İZMİR YILLARI
ŞADAN GÖKOVALI | MANEVİ OĞLU
58
Balıkçı, İzmir’e kadarki yaşamını “Mavi
Sürgün”de yazmıştı, sonrasını yazmak,
mukadderatın bana yüklediği görevdi.
Yıl: Milattan Sonra 1973. Aylardan
Ekim.
Yer: ABD’de Holywood; saat: 23.30. TSİ
ertesi gün 09.30.
Film için değil, Uluslararası Yayın
Semineri için bulunuyorum Yeni
Dünya’da.
Sabah otelden ayrılırken yazdırdığım
üzere, 23.30’da odamdaki telefon çaldı.
Eşim Tülay, Bornova’daki Tarım İl
Müdürlüğü’ndeki mesaisine tam bir saat
önce başlamıştı. Ben, eşime soracağım,
yanıtı birer cümle veya sözcük olacak
sekiz soruyu yazmıştım. Son sorum:
-Balıkçı?
Cevap:
-Maalesef.
Almaç (ahize) elimden düştü. Dünya
başıma çöktü. ABD’de gezdiğimiz
her eyaletten anmalık olarak aldığım
bilumum müskirat ve mükeyyifat
(alkol ve tütün ürünleri) imdada hazır
bekliyordu. Hava karardı. Gökyüzünde
aklı karalı bulutlar arasında şimşekler
çakıyor, arada bir Balıkçı’nın sureti
görünüyordu. Sesi bazen, bebesini
uyutmaya çalışan ananın ninnisi gibi,
bazen gök gürültüsü gibi çınlıyordu:
“Şadan, şimdi anlatacaklarımı
yazacağım ama, sen bilmiş ol, bilgileri
gerektiği gibi kullan.”
17 Nisan 1890’da Girit Resmo’da
(Rethimno) başlayan yaşam öyküsünün
Bodrum’da bitişi, “Mavi Sürgün”ün
sonunda yazılıydı:
“Ayrılık günü geldi. Sabahtı. İzmir
komutanı, bir kamyonu emrime verdi.
Ama yolculuk etmek isteyenlerin
hepsini aldım. Kamyon, diktiğim
ağaçların arasından geçti. Yokuşbaşı’na
vardı. Yirmi beş ya da yirmi yedi yıl
önce, iki jandarma muhafazasında,
oradan ilk sefer Bodrum ve Arşipel’i
görmüştüm. Yine baktım! Çocuklar,
deniz kıyısında, büyüdükleri evin
damını seçince ağladılar. Dönemeci
döndük; artık ne Bodrum görünüyordu,
ne de Arşipel!
İşte o kadar…”
Sonrası bana kalıyordu. Mukadderatın
bana yüklediği görevdi bu.
Ustamla paylaştıklarımın bir kısmını
“Ben Halikarnas Balıkçısı Doğdum
Sevdim Öldüm” kitabımda anlattım.
Balıkçı’nın İzmir’e göçtüğü yıl, Ula
Atatürk İlkokulu öğrencisi idim.
Bizim oralarda, “Ali Karnıaç” adlı,
evliyamsı bir adamdan söz edilirdi.
Bir avcının onu Palamutbükü’nde
gördüğünü söylediği gün, bir başkası
aynı gün Çökertme’de eliyle balık
tutarken gördüğünü söylerdi…
Üniversitede okumak için İzmir’e
geldiğim 1958 yılı güzüne dek,
Balıkçı’nın İzmir yıllarını kendisinden
öğrendim, gazete koleksiyonlarından
ve özellikle, “Sarı Kızım” dediği İsmet
Abla’dan dinledim ve onun muhteşem
kitabı, “Anılar Akın Akın”da okudum.
Balıkçı ailesinin Bodrum’dan ayrılma
kararı vermesi kolay olmamıştı. Öyle
ya; en büyüğü (İsmet) 17 yaşında üç
çocuğu (Aliye ile Suat) okul çağındaydı.
Balıkçı, çocuklarının mutlaka yabancı
dil öğrenmesini istiyordu. Bodrum’da
ortaokul bile yoktu; İstanbul çok
uzaktı. İzmir, daha yakındı ama, oraya
nasıl gidilir; orada yaşama şansı nasıl
bulunurdu? Çözüm önerisi, Balıkçı’nın
yâr-i vefakârı Naci Sadullah’tan geldi.
Naci Sadullah, Balıkçı’nın, “Sarı Kızı”
İsmet’e yazdığı 30.8.1943 tarihli
mektupta özetle söylüyordu:
“Cici İsmetula,
Kocaman sevimli harflerle yazılmış
mektubunu aldım, insana fena haberleri
bile hoş gösterecek kadar tatlıydı.
Gönlüne, başına ve eline sağlık.
… Zira, sen gelip ablanın evinde
kalarak tahsiline devam edebilirsin.
Kaldı ki, vaziyet gelip hepinizin buraya
yerleşmesine fevkalade müsaittir.
Burada şu anda boş bulundurulan
kocaman, müstakil bir ev var… Evin
garba (batıya) bakan bütün pencereleri,
çamların yeşil dantelleri arasından,
babanın çok sevdiği mavi denizi
seyretmektedir.
… Baki cevabını mümkün mertebe
süratle vermen ricasiyla senin,
Karakız’ın (Aliye), Suat’ın, eğer
oradaysa Sina’nın gözlerinden öper,
babana, annene, dayına ve halalarına
saygı ve sevgilerimizi sunarız.”
Kadim dostu Naci Sadullah’ın (Danış)
sunduğu cömert öneri, Balıkçı
Ailesini İzmir’e gelmek hususunda
cesaretlendirecektir.
Biraz gecikmeyle de olsa aile,
Balıkçı’nın, “Mavi Sürgün”ün sonunda
açıkladığı gibi, İzmir’in yolunu
tutacaktır.
İZMİR’E GELİR GELMEZ
Cumhuriyet Dönemi Türk basınının
kurucularından Sedat Simavi’nin,
“Röportaj Kralı” ünvanını taktığı
Naci Sadullah (Danış); Halikarnas
Balıkçısı’nın İzmir’de iş aramasına
gerek kalmayacağını, iş(ler)in onu
bulacağını kendi adı gibi biliyordu.
Gerçekten de Balıkçı, İzmir’e gelir
gelmez, çeşitli cephelerde iş savaşımına
girdi.
Bu cephelerden her biri, kitabı
yazılacak önem ve değerdedir. Ben,
bir dergi yazısının sınırları içinde;
Bodrum’un yarattığı, Bodrum’u yeniden
kuran eylem adımının İzmir (Konak)
yıllarından kayrak taşları koymayı
çalışayım istiyorum.
Bitkileme:
Genel kabul gören söylemle, “İzmir’i
yeniden yaratan adam” İzmir Belediye
Başkanı Dr. Salih Behçet Uz, Cevat
Şakir’in, Bodrum’u yeşertme gayretinin
farkındadır. Fırsat yaratarak, ondan
fikir almaktadır. Yerine gelen Belediye
Başkanı Reşat Leblebicioğlu, İzmir’i
mesken tutan Halikarnas Balıkçısı ile
sıkı bir iş birliğine girer.
Balıkçı’nın Kültürpark’ın
ağaçlandırılmasına katkısı
abartılmamalı.
59
O daha çok; yöre iklimine uygun bazı
endemik bitkilerin seçiminde katkılı
olmuştur:
Dünya endemiği, “Yaradılışın Güneybatı
Ege’ye İmtiyazı” Günnük (Lyquidamber
orientalis), Apollon’un kutsal ağacı
Defne (Laurus nobilis), Sabırlık (Ferula),
Narteks, Güzel gölge ağacı Bella sombra,
dallarından kırmızı ampüller sarkan
Arettirina, köpek balığı kuyruğu dikenli
Columnea Crusiata gibi ağaçların
çoğunu Bodrum, Yamanlar, Bozdağ
vb’den getirtmiştir. (Bu fidanlar, İzmir
Belediyesi kamyonlarıyla taşınırken,
Vali Kazım Dirik’in bu taşıtlara el
koyduğu, fıkra gibi anlatılır.) Balıkçı,
özellikle Kozak Yaylası’ndan fıstık çamı
(Pinus pinea) fidanlarını önemsemiştir.
Bu ağaçların meyvesinin satışından
elde edilecek parayla, çamların bakımı
sağlanacaktır… Sincaplara ziyafet, işin
bonusu.
Hele bir bitki var ki; ben ona,
“Kokusunu gizleyen ağaç” diyorum.
Yanına vardığınızda kokusunu
duyamıyorsunuz ama, kokuyu
duyduğunuzda hangi ağaçtan geldiğini
kestiremiyorsunuz.
Belediye Başkanı Ahmet Piriştina’nın
ricası üzerine, bu ağaçların yakınına
kurulan bahçe-orman karışımına,
“Hamikarnas Balıkçısı Bitkiliği” adını
önerdim ve kabul gördü. O sempatik
alana, Bihrat Mavitan imzalı Balıkçı
büstü dikildi ve Balıkçı’yı anlatan bir
yazı konuldu. Bugün Kültürpark’ta
yaklaşık 750 türde 10 bin kadar ağaç
var. (İsterseniz saymaya çalışın!..)
Gazeteciliği:
Şimdiki gençler, “Dad-ı Hak” kavramını
nereden bilsin?
“Allah vergisi” demektir bu.
Bazı kişilerde doğuştan şairlik, ses
sanatçılığı vb. gibi yetenekler vardır.
Hani derler ya; “Gazeteci olunmaz,
doğulur!”
Naci Sadullah böyle bir kalem ustasıydı.
Ben, müptedilik (yeni başlamışlık)
döneminde, Naci Sadullah’ı (Danış)
böyle bir usta olarak belledim. Akbaba
Dergisi ile Demokrat İzmir’deki yazıları,
yılan izi görüntüsü verirdi. Lâfı açar,
bir süre dolaştırdıktan sonra, başladığı
yere döner ve çarpıcı bir finalle bitirirdi
röportaj ve köşe yazılarını.
İşte bu Naci Sadullah, tanıştıkları
günden itibaren, Balıkçı’nın yâr-i
vefakârı idi. Dostlukları Tan
Gazetesi’nde başlamış; giderek
yoğunlaşmıştı. Bu ilişki, Bab-ı Âli’de hoş
sadalar bırakmıştı.
Sözleyin, Naci Bey bir gün Balıkçı’yı
yazı yazar ve sigara dumanıyla görünce
acımış;
- Seni bu dertten kurtaracağım, demişti.
Ertesi gün, bir buçuk metre
uzunluğunda bir Sivas ağızlığı getirmişti
Balıkçı’ya. Bizimki; ağızlığın bir ucunu
ağzına koyup, sigarayı öbür ucuna
geçirmeye çalışmış. “Sigara kaçıyor, ben
kovalıyordum” diye anlatırdı. Naci’nin
kendisine sigarayı bıraktırmak için
böyle yaptığını sanmıştı. Sonunda Naci
Sadullah, sigarayı yakıp takıvermiş
ağızlığına: Sen sağ, ben selamet!
Balıkçı:
- Allah Allah, dünyada ne akıllı
insanlar var yahu, diye hayıflanmıştı.
İlk torunu Cevat ile
İzmir’deki evinin önünde
60
Naci Sadullah, bir yazısı yüzünden
suçlanınca, kaçıp soluğu Bodrum’da
Balıkçı’nın evinde almış. Evin kapısı
çalınca, Naci Bey apar topar tavan
arasına kaçar ama orada rahat duramaz,
aşağıya bağırırmış:
- Cevat, kimmiş gelen?
Yalnız Naci mi? “Solcu” diye yaftalanan
veya nereye sürgün edilmek istendiği
sorulan aydınlar, söz birliği etmişçesine
Bodrum’u tercih edermiş. Yüksek
mercilerde bulunan kişiler, bu genel
isteğin, Cevat Şakir’in Bodrum’da
bulunmasına bağlamakta gecikmemiş!
İşte bu Naci Sadullah; Balıkçı’yı İzmir’e
gelmeye teşvik etmekle kalmamış;
onlara ailece kalabilecekleri mekan ve
Balıkçı’ya çalışacak imkan yaratmakta
gecikmemiş.
İZMİR BASININA İVME KATTI
Tarih sayfalarını çevirdiğimizde
Halikarnas Balıkçısı’nın, İzmir’e gelir
gelmez, buranın yerli gazeteleriyle
İstanbul’un gazete ve dergilerine
oluk gibi yazılar akıttığını görüyoruz.
Bu yazılarda Balıkçı; eski Anadolu
kültüründen altın sayfalar sunuyordu
okura.
Bu yazılarda engin bir bilgi, inanılmaz
sentez gücü ve müthiş şiirsel bir dil
çıkar karşımıza.
Beni asıl şaşırtan; İzmir’e gelişinden
birkaç yıl sonra (5 Mart 1950’de)
Demokrat İzmir Gazetesinde tefrika
edilen bir tarih-kültür yazı dizisi oldu.
Genç kardeşim Yaşar Aksoy, anası
seçkin tarih öğretmeni Zehra Aksoy’un
dosyaladığı gazete kesiklerinden
haberli kıldı beni. Dizi “Eski İzmir
Şehri” başlığıyla başlıyor, sonraları
“Eski İzmir” başlığıyla 38 gün sürmüş.
(Kolaylaştırma: Ben bu yazı dizisini
“Sonsuzluk Sessiz Büyür” adlı kitabın
başına koydum.) Balıkçı, yenileyin
yerleştiği şehrin kadim tarihiyle ilgili
taptaze bilgiler aktarıyordu bize;
üstelik, gerekli harita ve benzeri
görselleri bizzat kendisi çizerek.
Bu yazıları okuyunca; “Yaşadığı yeri
tanımak”, “yaşadığı coğrafyanın
kitabını yazmak” gibi kavramlar yer etti
kafamda.
Bilgi Yayınlarında çıkan “Bütün
Eserleri” dizisinde, Balıkçı’nın o dönem
yazılarından derlediğim birkaç kitap yer
aldı.
Bu vesileyle, bu araştırmalarım
sırasında bana İzmir Milli Kütüphane
gazete koleksiyonlarını açan Milli
Kütüphane müdürlerine, Yaşar Aksoy,
Bergama’ya hareket öncesi
tura katılanlar ile birlikte
Efdal Sevinçli, Argun Ataoğuz,
Zeki Pordoğan kardeşlerime
teşekkür borcum vardır. O
zamanlar Milli Kütüphane
gazete koleksiyonlarından
fotokopi çekme olanağı
olmadığı için; yazıları ya teybe
okuyup sonra deşifre ediyor
veya, onları elle yazmaları için
andığım kardeşlerimden yardım
rica ediyordum. Peki, “Ya
görseller?” diye soracaksınız.
İşte onları da, İzmir’in
deklanşöre basma ustası Zeki
Pordoğan fotoğraflarını çekip
bana sunuyordu.
Kızı İsmet ile,
Pasaport İskelesi’nde
61
Bu yazılarda mesela biz, Antep
fıstığının, çam fıstığının ne denli
önemli Anadolu ürünleri olduğunu;
Agave’nin (Agave sisalana), Doğa’nın
Anadolu’ya bahşettiği ayrıcalık olan
Günnük (Lyquidamber oriantalis) ve
daha nice bitkinin sağlık ve ekonomi
açısından önemini öğreniyorduk. Yine
Balıkçı, Ege’ye gelen göçmenlerle ilgili
röportajlar yapıp yayınlıyor, daha o
zamanlar İzmir’de sahnelenen tiyatro
ve opera eserlerinden söz ediyordu.
Sadık bir öğrencisi olarak bendeniz,
Balıkçı’nın ağzından çıkan her tümceyi
belleğime kaydediyordum. En çok da;
inandığımız yalanların gerçek yüzünü,
Anadolu antik kültürünün Yunanistan’a
üstünlüğünü, olaylar arasındaki ilişki
ve çelişkileri kavrayıp göstermesine
hayran oluyordum. Kaç kez yazdım;
1960’lı yılların ortalarında Turizm ve
Tanıtma Bakanlığı’nın, İzmir’de açtığı,
o zamanki adıyla “Tercüman-Rehber
Kursu”nu izlemem, önümde yepyeni
ufuklar açtı. Sıradan bilgi ile bilimsel
bilginin ne olduğunu fark etmek, ne
denli önemli!
KALEMİ İZMİR’DE PARLADI
XX. yy. Dünya biliminin bayrak ismi Carl
Sagan’a göre, ellerimiz, “Vücudumuzdan
dışarı doğru uzanan beynimiz” ve yazı
ise” Bilgilerimizin vücutlarımız dışında
taşınması”dır. Latinlerin bunu “Verba
volant scripta manent” (Söz uçar yazı
kalır) özlü sözüyle değerlendirdikleri
bilinir.
İlk(el) insan, mağara duvarlarına,
kayalara kömürle, taşla yazdı
düşüncelerini.
İnsanlık tarihinde yıldızın parladığı
anlardan birinde matbaanın
bulunuşuyla “kitap” yaratıldı.
Her aydın gibi Halikarnas Balıkçısı da
“güzellik karşısında duyduğu heyecan”ı
geniş kitlelere kalıcı olarak duyurmak
amacıyla, üst üste koysan, boyu kadar
tutacak yazılı eserler bıraktı.
Ama şöyle geriye bakalım:
Balıkçı’nın “kitaplar serisi”, benim
doğduğum yıl, 1939’da başlıyor.
Adamımız, o yıl, Zekeriya Sertel’in
her hafta birer tane yayınlanan, “Cep
Kitapları”na ciddi boyutta katkıda
bulunuyor. Bu katkı içinde, “Ege
Kıyılarından”, “Ege’nin Dibi” gibi
öykü kitaplarıyla 20’ye yakın çeviri
(bazılarını kendisi yazdığı halde,
“tercüme” diye yayınlatmış!) var.
Balıkçı’nın oylumlu kitaplarının yayını,
kendisi İzmir’e geldikten sonra ivme
kazanıyor.
Bunlar arasında, Bodrum’dayken
kaleme almaya başladığı ilk romanı,
“Aganta Burina Burinata” ile ilk öyküler
toplamı olan, “Merhaba Akdeniz” başı
çekiyor.
Buracıkta açık edeyim:
Cevat Şakir Bodrum’da, “Halikarnas
Balıkçısı” oluyor ama, Halikarnas
Balıkçısı’nın öykü, roman, düşün
kitaplarını yayınlayıp Türkiye çapında
üne kavuşması İzmir’de, İzmir’de hep
oturduğu Konak’ta gerçekleşiyor. Bu
“Tuğla” kitapların hemen hepsi, önce
İzmir’deki dostlarıyla bir arada
gazetelerde tefrika edilip, daha sonra
kitap olarak gün görmüştür. İşte Turgut
Reis, Uluç Reis, Deniz Gurbetçileri,
Ötelerin Çocukları vb.
“Uluç Reis”in ayrı bir serüveni var.
Roman bir gazetede tefrika edilirken
(dizi olarak yayınlanırken), gazetenin
binası kundaklanıyor. Yazar üç kuruş
telif hakkı almış veya almamışken,
gazetenin sahibi, sigortadan, servet
sayılabilecek bir tazminat alıyor.
YAPITLARI DERLENİYOR
“Düşün Yazıları”, ustamızın gönüldeşi
Azra Erhat’a mektuplarından, düşün
ağırlıklı olanlarından bir seçme. Azra
Ana, hazırladığı kitabı bir İstanbul
ziyaretimde bana okuttu; adını birlikte
koyduk. Eser Balıkçı’nın “Bütün
Eserleri” dizisinin 6. Kitabı olarak okura
sunuldu.
“Anadolu’nun Sesi”, önce bir İstanbul
Gazetesinde “Tarih ve Helenizm”
başlığıyla dizi yazı olarak yayınlandı.
Sonra, kitaplaştırmak benim için
çok zor olmadı. Değerli meslektaşım
Hüsamettin Ünsal, “Anadolu’nun
Sesi, üniversitelerimizde okutulmalı,
Türkiye’nin dünyada tanıtımı amacıyla
kullanılmalı” demişti. Kitap, Anadolu
Uygarlığı üstüne düşünülmesi yolunda
önemli işlev gördü.
“Ötelerin Çocukları”, önce “Ötelerin
Çocuğu” adıyla basıldı. Balıkçı, “Çocuğu”
değil, “Çocukları” olması gerektiğini
söyleyerek, çok üzülüyordu. Sonraki
basımlarda bu yanlışlığı düzelttim. Bu
arada iki sinema notu: Metin Erksan
ustamızın, “Knidos Afroditi” öyküsünü
filme çekmek istiyordu. Türkan
Şoray ise “Ötelerin Çocuğu”ndan
bir film yapmayı çok arzuluyordu.
Bu amaçla beni İstanbul’a çağırdı;
evinde kendisi ve Rüçhan Atlı beyle
heyecanlı bir görüşmemiz oldu ama, o iş
gerçekleşmedi.
MAVİ SÜRGÜN’DEKİ ŞİİRSEL DİL
62
“Mavi Sürgün” Türk Edebiyatı’ndaki ilk
otobiyografi kitaplarındandır. Balıkçı
bu kitabında, çocukluğunda başlayarak
İstanbul’daki çocukluk ve Bodrum’daki
sürgün dönemini, kendine özgü şiirli
dille anlatır. Kitap, Bodrum’dan İzmir’e
yola çıkışla biter. Mutluyum ki; bu
ölümsüz eseri, yazarının sağlığında
kendi görüş ve uyarılarını dikkate
alarak yeniden hayata geçirdim. (Aganta
Burina Burinata’dan sonra en fazla yeni
baskı yapan kitabı.)
“Deniz Gurbetçileri”ni ben tape edip
İstanbul’a gönderdim. Akıllılık edip,
Balıkçı’nın bu eser için yaptığı özgün
çizimleri geri istedim; şükür bana geri
geldi; birkaçını kendimde alıkoyarak,
kalanları Balıkçı’ya iade ettim.
“Altıncı Kıta AKDENİZ”, Balıkçı’nın
Akdeniz uygarlığı konusundaki Türkçe,
İngilizce ve Fransızca olarak kaleme
aldığı yazı ve mektupların toplamıdır.
Fransızca yazılar, başta Fransa ve
İtalya olmak üzere Avrupa ülkelerinde
büyük yankı uyandırdı. İngilizceleri
ben, Fransızcaları –kendisi de rehber
olan- eşim Zir.Yük.Müh. Tülay Gökovalı
dilimize çevirdi. Diyebilirim ki; bu
kitaptan sonra Türk aydınları arasında
Akdeniz için, “Mare Nostrum” (Bizim
Deniz” ve “Ex oriente lux” (Işık doğudan
gelir) kavramları yaygın bir kabul
gördü.
DEMOKRAT İZMİR’DEKİ DİZİLER
Balıkçı’nın, çeşitli konulardaki anıdenemelerini Demokrat İzmir’de tefrika
ettiği yazılar toplamı “Bulamaç” adıyla
romanlaştı. Kitap, Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden
Prof.Dr. Ömer Faruk Huyugüzel’in
öğrencisi Sevilay Öğüt’e mezuniyet
tezi olarak verdiği görevle ortaya
çıktı. Değerli kızımız Sevilay, İzmir
Milli Kütüphane’de dirsek çürüterek,
tefrikayı el yazısıyla toplamış. Bazı
eksikliklerini ben tamamladım. Belgesel
değerini gözeterek, yazımın aslına
dokunmaktansa, kitabın sonuna,
“Bulamaç Sözlüğü” hazırlayıp ekledim.
Kitap, 430 sayfa ile, Balıkçı’nın en
oylumlu kitapları arasında yer aldı.
Kitabın yayınlanıp yayınlanmaması
konusunda, o yıllar Bilgi Yayınevi’ne
danışmanlık yapan sevgili kardeşim
Hüseyin Yurttaş ile epeyce kafa
yorduk. Bilgi Yayınevi sahibi Ahmet
Tevfik Küflü’nün de uygun görmesiyle
“Bulamaç”, belgesel olarak Balıkçı
Logic’inde yerini aldı.
Türk aydınına, batının “Yunan”
diye bellediği insancıl söylencelerin
Akdeniz’e, dolayısıyla Anadolu’ya
ait olduğunu öğreten, “Tanrılar” ve
“Efsaneler”, benim gözden geçirmemle
yeniden yaşama kavuştu.
Balıkçı’nın yaşarken hazırladığım,
“Ege’den” adlı öyküler seçkisini kendisi
pek beğenmişti. Kitap, Bilgi’nin “Bütün
Eserleri” dizisinde, “Ege’den / Denize
Bırakılmış Bir Çiçek” adıyla gün gördü.
Üstadın, dört sayfalık, “Parmak
Damgası” öyküsü, TV’de ilgi devşiren
dizi olunca, aynı isimli bir seçki
daha hazırlamam gerekti. Bunu,
Balıkçı’nın daha önce yayınlanmış ve
yayınlanmamış öykülerden yaptığım
seçkiler izlendi. “Dalgıçlar”ı, ABD’de
geçmiş diye tefrika edilen yazısında
kitaplaştırdım. “Arşipel” ise, Balıkçı
çalışmalarında bana pek fazla yardımcı
olan Argun Ataoğuz’un, Milli Kütüphane
belgeliğinden derlediği yazıları bir
araya getirdi.
“İmbat Serinliği”nin hikâyesi oldukça
ilginç:
Reklam Prodüksiyon’un İzmir
Radyosu’nda yayınlanan, “Halikarnas
Balıkçısı’ndan Merhaba” programında
konuşuyordu. Ajans sahibi Tayla
Kıyat’ın bir yardımcısı, bu konuşmaların
metinlerini biriktirmiş. Bir vesileyle
elime geçen bu metinlerin fotokopilerini
alıkoyup, kitaplaştırdım.
“Hoşbulduk Selim Dede”, Balıkçı’dan
benim yaptığım çocuk kitabıydı;
lEfes ziyareti
63
İzmir Tüccarlar Kulübü’nde
konuşma yaparken
bir başkasının derlemesi imiş gibi
yayınlandı. Bu ve Hüseyin Yurttaş ile
yaptığımız öyküler, Bilgi’nin “Çocuk
Yayınları” arasında yer aldı.
“Kitapları” konusunu şöyle
noktalayabilirim:
“Sunabildiklerim, Balıkçı Deryası’ndan
damlalardır…”
TURİZME YENİ BİR SAYFA:
BALIKÇI İZMİR’DE REHBER
“Halikarnas Balıkçısı bana ne zaman
rehberlik edebilecekse, Türkiye’ye o
zaman gelmek isterim.”
(Fransa Cumhurbaşkanı Pompidou)
“… Ortada ‘Turizm’ lâfı bile yokken, bu
işe tek başıma başladım ve yıkılıncaya
dek devam ettim.”
(Pir-i Rehberan Halikarnas Balıkçısı)
64
Balıkçı’nın İzmir’i mesken tutması,
kendi yaşamında değil, Türk turizminde
yepyeni bir sayfanın açılmasına; başka
bir söyleyişle, “Rehberlik” diye bir
mesleğin doğmasına vesile olmuştur.
Bilimsel olarak, şöyle söylemek uygun
olacaktır:
“Halikarnas Balıkçısı’nın öncülüğünde,
turist rehberliği, birkaç çapulcunun
elinden alınıp, Türk gençlerinin de
yönelebileceği, öğretmenlik gibi kutsal
sayılabilecek meslekler arasındaki
şerefli yerini almıştır.
Yıllarca üniversitelerde ve Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın düzenlediği,
“Turist Rehberliği” kurslarında, bu
mesleğin tarihçesini okutmuş bir
akademisyen olarak bilir, bildiririm:
Rehberliğin geçmişi, daha doğrusu
başlangıcı, pek de iç açıcı, övünülecek
gibi değildir. Bu meslek, çoğu Malta’dan
kaçmış, kem küm Fransızca bilen
kişilerin, gelen turistleri gemiden
alıp, bir hana veya Kapalıçarşı’ya
götürülmesi sanılıyordu. Bu kişiler,
yabancıları adeta taciz ediyor, onlara
yaranmak için Türkleri kötülüyordu.
Bodrum’dan, “Halikarnas Balıkçısı”
olarak dönen ustamız gibi dünya ve
yabancı dil bildiği için, İzmir’deki birkaç
gemi acentesi tarafından kapışılmaya
başladı. Bu kuruluşlar, özel konuklarını
Efes, Milet, Bergama gibi kültür
merkezlerini gezdirecek ideal kişiyi
bulmuşlardı. İşte ben bunu, Türkiye’de,
Türk rehberliğin başlangıcı olarak
alkışlıyorum.
Zaman yelpazesine yayılmış olarak
Balıkçı’nın rehberlik ettiği kişiler
arasında Pompidou’dan Belçika Turizm
Organizasyonları Başkanı Ullo’ya, İran
Kraliçesi Süreyya’ya kadar nice ünlü
vardı.
Ben yazarınız, Balıkçı’nın nice Efes
ve Bergama turunda kendisine asiste
ettim; bazı yerlerde tarihsel bilgileri
bana anlattırırdı; beni yetiştirmenin bir
yöntemiydi bu. Şunu diyordum:
“Balıkçı’yı dinleyen, kendisini öteki
kişilerden ayırır…”
Balıkçı’nın rehberlik yaşamı,
Türkiye’deki rehberliğin tarihidir.
TARİHSEL ANI
Onun, kutsallaştırmaya çalıştığı
rehberlikle ilgili son anısı, tarihsel bir
önem taşır:
Fransız grubu Efes’te gezdiriyordu.
Kuretler Caddesinde, Hadrianus
Tapınağı diye bilinen (aslında, bu
imparatorun gözdesi Antinoous’a ait)
tapınağın önünde, İyonya uygarlığını
anlatıyor; coştukça coşuyordu. Kendi
deyişiyle, “bittabi kendisini ekonomize
etmiyor”du. Birden, “yürek durmasıyla,
grubun önünde boylu boyunca yıkılmak
skandalını irtikap etti. Bittabi, lafı
kesmek acı oldu” ona. Düşünün; adam
bayılıyor ama, sözü kesmek acı geliyor
ona.
Kendisinden dinlediğim gibi
anlatıyorum:
“Gözlerimi açtım. Gökyüzü masmavi,
bulutlar bembeyazdı. ‘Öte dünya böyle
ise, ölümün korkulacak şeyi yok’ diye
düşündüm. Birden iki melek eğildi
üstüme. Beyaz yüzlü melekler. Onlardan
birisi, Fransızca:
- Com ile bau! (‘Ne güzel adam!) dedi.
Tanrı’nın melekleri niçin Fransızca
konuşuyor diye düşündüm. Meğer
onlar, gezdirdiğim Fransız grubun
doktoru ile hemşiresi imiş…”
Tam bu günlerde, İstanbul’da yepyeni
bir anlayışla kurulan Miltur Seyahat
Acentesinin başına getirilen ünlü turizm
uzmanı Halûk Demirel’den bir mektup
geldi Balıkçı’ya. Gruplarına rehberlik
etmesini istiyordu. Balıkçı, Efes’teki
bayılma hadisesini aktardıktan sonra,
mektubunu şöyle bitiriyordu:
“Gezilere ve gruplara rehber için size
Şadan Bey’i tavsiye ederim, yürek
emniyetiyle. Çünkü kendisi gruplara
önderlikte tecrübelidir. Ama bundan
çok daha önemlisi, ezberlenmiş
bilgileri kuru kurusuna anlatan kişi
olmamasıdır. Gruplara iştirak edenler
zaten mektep ve tahsil görmüş kişiler
oldukları için, gezide gene baştan
öğrenciliğe pek istekleri olmaz, doğal
olarak. Şadan Bey heyecanlı bir kişi
olarak, sevdiği yerleri göstermek ve
anlatmaktan zevk duyar. Heyecanla
samimiyetin büyük bir sirayet gücü vardır. Derler
a; aktör ya da artist seyircileri yetiştirir. Yetiştirilen
seyirci ve dinleyicilerin heyecanları da artisti ya
da aktörü geliştirir ve yetiştirir. Şadan Bey’i size,
bu işin bir virtüözü olarak tavsiye ederim. Bir
Ostrak ya da Menuhin, Bach’ın ya da Mozart’ın
bir piyesindeki ‘do’ları, ‘re’leri tam olarak ‘do’, ‘re’
diye verir, ama onlara daha derin bir anlayış verir.
Şadan’ın böyle bir virtüözlüğe üstün bir istidadı
vardır.
Samimi saygılarımla candan Merhabalar.
Cevat Şakir
30 Temmuz, 1972”
MİMOZA ÇİÇEKLERİ GİBİ…
Balıkçı’nın kültürüne, Anadolu’ya ve hayata
bakışıyla ilgili bir anıyla bağlamak isterim yazıyı.
Bodrum Ortaokulu öğrencileri, Halikarnas
Balıkçısı’na bir mektup yazarak, Bodrum’la ilgili
unutamadığı bir anısını anlatmasını rica ettiler.
Balıkçı, onlara şu cevabı yazdı:
“Bodrum’da yaşadığım çeyrek yüzyılın her an’ı
benim için unutulmaz anıdır. İlle de bir örnek
vermem istenirse, şunu anlatayım:
Prosper Mérimée’den “Karmen”i çeviriyordum.
Romanın bir yerinde İspanyol kızı Karmen, tütüncü
dükkanından, saçına mimoza demeti takmış olarak
çıkıyordu.
‘Benim Bodrumlu kızlarım niçin saçlarına mimoza
çiçekleri takmasınlar?’ diye düşündüm.
Mimoza tohumları ısmarladım. Kasabanın uygun
yerlerine diktim. Çiçekler, sevinç çığlıkları
gibi açmıştı. Bir gün Tepecik Kahvesi önünde
oturuyordum. Önümden bir gelin alayı geçti.
Fukara Bodrum kızlarına mimoza buketleri
takmışlardı. – Yaşayın bre kızlar! diye haykırdım.
Onlar için yetiştirmiştim mimoza çiçeklerini…
Hep dostlarıyla bir arada
Efes Antik
Kenti’nde
Fotoğraflar APİKAM ARŞİVİ
65
ANI
HAYAT
İZMİR DİYE AKTI…
İFFET DİLER
Hatırladım dedi sabah!
Suyu sormuştum. Hani giderdik su
almaya. O zaman çok güzel bahçe ve bir
kadın vardı. Bilirsin sen.
Omuz silkti önce. Unuttum. Sonra
gazeteye bulmacasına döndü. Her gün
çözdükçe bir siyah atladıkça mutluluğu
karıştırıyor. Doksan yaşında kabul
etmese bile.
Göztepe Kilise Sokağı’nda yaşanan
cümle çocukluk, gençlik günleri… Evler
kadar yaşlanıyor insanlar İzmir’de.
Gökdelenler göçmen kuşların önüne
dikilse bile insanlar hâlâ bir yerden
diğerine koşuyor. Kimi aşk kimi ekmek
uğruna taşınıyor.
Anneannem anne hatırına, babam
mübadele gücüne çıkmış.
66
Güzelyalı Sahili
İzmir gözleri uzaklara bakan iç çeken
kent.
İzmir sokakları su, yeri göğü bir
zamanlar tutkulu manolya kokan kent.
Eski bilinenden de yaşlı artık.
İnsanlar geldikçe diğerleri gidiyor,
çekiliyor hayat. İçeri daha da kapalı…
Burada doğanlar çıkınla tabelaya
taşınanları görmeye dayanamıyor.
Önceleri kurabiye kokan pencereler,
camlar şimdi göz kesilmiş meraktan.
Özlemekten bıkmayan nice insan
ahşap, taş konakların yıkılışına bakıyor
umarsız.
Su almaya Hasiba Hanım’a giderdik
anne kız. Gülsüm ya komşuda ya
kırlangıç seyrinde balkonumsu Rum
evinde. Dışı kireç salonu odası çivit
mavi. Arada sobadan kül ayıklar
çamaşır yıkardık beraber. Bahar kapıda
madem buz maviyi kaldırır İngiliz
kumaşı pardösü. İnce beyaz çizgili.
Yıpranmış yerlerini onarır dolabına
asardı. Hazır olsun kızı İnciraltı’na
balık yemeğe götürür belki o da. Malum
bunlar genç önce kendileri gezerler.
Babalarını yeni kaybettiler gözleri
sokakta bunların. Tenekeyi kapar
kireç söndürür evi elden geçiriverirdi
Gülsüm.
Bizim Hasiba Hanım lazların akrabası.
Kalabalık dip komşu. Şimdi apartman
seksen altı sokak. Kiliseye İtalyanlar
gelir pazarları ayin için. Onların…Ve
çocukların… Adı merak kalan duvar, çan
sesi…
Karşıda Göztepe tepesi arkalarda
İtalyan bahçesi, Cemo yerlerde yatıyor
ölüvermiş o aşk güzelliği. Birbirine
yaslanıvermiş gıcırtılı evler. Deprem
titrettikçe İzmir’i beşik misali ses verir
bu çatılar. Ondan gıcır da gıcır. Yoksa
bu kadar yeni her saat her saniye yeni
nerede o zamanlar. Düşünsenize şaşal
yok daha. Komşuya Amerikan kız
kolejinin yakınlarındaki su tadına aşina
olmaya…
Çamlar tatlı rüzgârla sallanıyor bakar
mısınız? Dario Moreno boza satarmış
esintilerde. Başka çocuğun düşüyse
dondurma. Yedi kardeşler. Metin,
fıstıklı, çikolatalı kaseye bolca. Kaşık
kaşık merdivendeki yastıkta…
Bileğim kadar kalın saçlar tarasan
olmaz örsen ayrı dalga. Denizden
çıkmış, kaptanı yine yormuşlar.
Göztepe iskelesi renk cümbüş içinde
şampiyonluk kutluyor. Her yer su yine.
Yıkamışlar pırıl pırıl ahşap iskele mazot
koksa bile deniz içinde adeta. Tramvay
çat pat dedikçe madamlar çığlık.
Karışıyor zaman, insan… Belleği
hırpalanıyor durdukça. Sesler gece hiç
durmadı. Silahlar susmadı. Öldü mü
öğrenciler.
Gasssttteeee! Günaydın, Cumhuriyet
bir de Tercüman alalım bugün.
İnciraltı mısır kokmaz uzunca yıllar.
Unutulur o izler. Anneler çığlık bu
ülkede. Oğlu için imza toplayan, eşine
boy büken, karakolun kapısında göz
göz olan anneler.
Kendini sevmeyen evine hayatı
misafir eder mi? Korkusuzca açılır mı
insaf kapıları?
İzmir burası ürkek ve girişken.
Çelimsiz serçe. Bir o kadar ilk kurşun.
Beklenmedik Arap Deresi, hırçın
Çatalkaya… Mahur şarkılar Rumca
düetler… Hamursuz oruçlar…
Babamla Atıf’taydık bugün… Konak
Meydanı’ndan bineceğiz troleybüse…
Son baskı Akşam Gazetesi paltonun
derin cebinde. Taş, Çetin Altan…
Birbirine paskalya yumurtası,
gülüşler… Karanlık indirmeden
gidelim… Yamaçlardan ot topladık
hardal, arapsaçı, radika… Yanına
tulum peyniri Kemeraltı’ndan.
Ayakkabı kırmızı Mustafa Şık
yapmış… Giritli, Giritliyi pek bırakmaz
buralarda. Yağmur esiyor yüzümüze.
Biletçi sabah saatlerinde alaca kalkana
ikram ediyor dönüşü.
Karanfil’in gözlerinde Arap Fırını
Sokağı’na özleyerek iç çekiş. Sanırsın
ses Mısır’dan, Yavuz Sultan Selim bile
hisseder… Öyle derin… Yoksul…
İzmir unutuşun, gidenlerin iz bıraktığı
göçleri…
Bazen ölüm süslüyor bazen Sinagogdaki
nikâh bağlıyor diğerine.
Kurabiye, ekmek, boyoz sofranızdaki
yudum, rakının rokanın, güzel sevmenin
hatırı…
Şimdi yavaş yavaş kızların ayakları suya
değer bir pelikan ne işin var dercesine
arkasını döner…
Yine gider gelen…
Ölmek İzmir işi…
Yaşamak ve direnmek de…
Argon, Enis, Saim Altıneş, Erdoğan
Berktay…
Unuttuğum kadarsın su!
Öyle çok!
Öyle derin!
Fotoğraf: APİKAM ARŞİVİ
67
68
EBRU KAŞLI
Kentler nasıl
zenginleşir?
Ekonomik zenginlik
midir bir kenti
tanınır kılan?
Limanından kalkan
yük gemilerinin
sayısı mıdır ticaret
hacmini belirleyen?
Ya da bütün bu
maddi kazanımlar
ne kadar katma
değer sağlar bir
kente? Bütün bu
soruların yanıtlarını
ekonomistlere
bırakalım…
Benim gözümde; bir kentin sesi,
görüntüsü, yaşanabilir kriterlere sahip
olması kültür ve sanat etkinlikleri ile
bütünleşir. Bu düşüncemin oluşumunda
Güzel Sanatlar Fakültesi’nde aldığım
eğitimimin ve sonrasındaki iş hayatımın
büyük etkisi var elbette... Çalıştığım
yıllarda iki tam sayfasını kültürsanat haberlerine ayıran Cumhuriyet
Gazetesi’nde kültür-sanat muhabiri
olarak görev almam bu sürecin
başlangıç noktası olmuştur. Kültürsanat muhabiri olarak birçok etkinliği
haberleştirmek için koşuşturmak, hem
Giselle Balesi
69
70
eğlenceli hem de zordu. Evet; ‘eğlence’
ve ‘zor’ tanımları yan yana tuhaf bir
ikili oluşturuyor. Ama yaşamadan
anlamak ve hatta anlatmak da bir o
kadar güç.
Diğer muhabir arkadaşların
imrenen bakışları eşliğinde, bu tür
eğlenceli haberlere koşarken tek
düşünceniz sahnedeki sanatçının
konsantrasyonunu bozmadan size
verilen kısa süre içerisinde en güzel
fotoğrafı yakalamak, performans
öncesi ya da sonrasında kısa bir
sohbet ile bir-iki sorunuza yanıt
alabilmek, seyircinin yorumlarını
gözlemleyebilmek vs. Takip ettiğiniz
etkinliğin niteliğine göre eserler
ve sanatçılar hakkındaki bilginizi
de ortaya koyarak haberinizi
hazırlamak. Bitti mi? Elbette hayır...
Bir diğer önemli süreç ise haberi
verdikten sonra, ulusal baskıda
yer almasını sağlamak. İstanbul’un
yoğun kültür-sanat etkinlikleri
için hazırlanan haberlerin yanında
olabilmek yoğun bir mücadeledir.
Berlin Filarmoni Orkestrası
Hazırladığınız haberiniz hem fotoğrafı
hem metni ile bağırabilmeli “ben de
buradayım” diye. Zorlukları bunlarken,
o konserleri dinleyebilmek, bale, opera
ve tiyatro eserlerini izleyebilmek,
sergilerde tabloların, heykellerin
arasında kaybolmak tabii ki eğlenceli ve
büyük bir zenginlik.
Kültür-sanat etkinlikleri ile kentin
yükselen sesini, yaptığımız haberlerle
halka duyurmaya çabalarken kenti bu
tür etkinliklerle zenginleştirmek için
organizasyonları gerçekleştirenler neler
yaşıyor hiç düşündünüz mü?
İKSEV Başkanı Filiz Eczacıbaşı Sarper
ile yaptığımız sohbette, bir kente
festival kazandırmanın zorlu ve keyifli
yolculuğunu konuştuk. Sarper, İKSEV’in
1985 yılında kurulurken, İzmir’i
kendi adıyla anılan uluslararası bir
festivalle tanıtmanın en önemli amaçları
olduğunu söylüyor:
Viyana Senfoni
Orkestrası
İzmir Kültür Sanat ve
Eğitim Vakfı’nın (İKSEV)
otuz iki yıldır düzenlediği
’Uluslararası İzmir Festivali’,
kentin sesi, rengi ve görsel
şöleni olarak İzmir’in
en büyük zenginliğidir.
Her türlü zorlu süreçlere
rağmen, düzeyini sürekli
yükselterek en önemli
orkestraları, sanatçıları,
opera, bale ve tiyatro
gösterilerini İzmirlilerle
buluşturmayı başaran
önemli bir festivaldir İzmir
Festivali. Kente kazanımları
sadece gerçekleştirilen
organizasyonlar ile de
sınırlı değildir.
“İKSEV, bir grup İzmirli sanatseverin
girişimiyle kültür ve sanatın
araştırılması, incelenmesi, öğrenilmesi,
öğretilmesi, korunması ve kitlelere
yaygınlaştırılması için her türlü
girişimde bulunmak amacıyla
kurulmuştur. Vakfın kurulmasından
hemen sonra İzmir Festivali ile
başladığımız etkinliklerimiz, İzmir
Avrupa Caz Festivali, Dr. Nejat F.
Eczacıbaşı Ulusal Beste Yarışması
ile devam ediyor. Çok önem
verdiğimiz eğitim çalışmalarımızı
‘Gençler Ustalarla Buluşuyor’ projesi
kapsamında aralıksız sürdürüyoruz.
Ulusal ve uluslararası çapta ustalık
sınıfları ve atölyelerle pek çok
gencimizin kendi alanlarında en iyilerle
çalışmalarını sağladık. MÜZİKSEV,
alanında ilk olan konseptiyle geleneksel
çalgılarımızı koruyup tanıtmasının yanı
sıra bahçesindeki konser salonuyla
özellikle genç sanatçılarımıza yönelik
hizmet veriyor. Bir ses arşivi oluşturma
çabamız devam ediyor. 1987 yılında ilk
Uluslararası İzmir Festivali düzenlendi
ve aralıksız sürüyor. Efes Antik Tiyatro,
uluslararası sanat etkinliklerine İzmir
Festivali ile açıldı. O tarihten bu
yana kentimizin ve çevresindeki
tarihi mekânları kültür-sanat
etkinlikleri ile bütünleştirerek
tanınırlığa katkı sağlamayı
hedefledik.”
İzmir Festivali sayesinde;
kendi dallarında dünyanın en
önemli isimlerini izleyebildik.
Ray Charles, Joan Baez, Chris
de Burgh, Sting, Elton John,
Jose Careras, Brayn Adams,
James Brown, Yo-Yo Ma,
Itzhak Perlman gibi yıldızları;
Barışnikov ve Maurice Béjart
yönetiminde bale toplulukları
ile büyük orkestraları İzmir’de
görebildik. Bütün bu isimleri
İzmirli sanatseverlerle
buluştururken neler yaşandı
peki?
Sarper, ilk festivalin hazırlık
aşamalarındaki telaşı, çabaları,
destekleri ve festival sonrası
geri dönüşleri anlatırken halen o
günkü heyecanını yaşıyor.
İlk festivalin starı Ray Charles’ı İzmir’e
getirmek nasıl bir deneyimdi anlatıyor:
“İlk Uluslararası İzmir Festivali’nin
programını yaparken İstanbul
Festivali’nden destek aldık. Bu
destek birkaç yıl sürdü. Paylaştığımız
programlar hâlâ oluyor tabii. Heyecan
çok fazlaydı. Doğrusunu söylemek
gerekirse pek çok kişi İzmir’de böyle bir
festivalin uzun ömürlü olmayacağına
inanıyordu. Çabamızı geçici bir heves
olarak görenler çoğunluktaydı. O
dönemde şartlar çok farklıydı. Şimdi
tek telefonla halledebildiğimiz işler
imkânsız görünüyordu. Örneğin Ray
Charles için gereken limuzin İzmir’de
yoktu. İstanbul’dan getirtmek zorunda
kalmıştık.
Uzun yıllar İstanbullu ses-ışık
firmalarıyla çalıştık çünkü İzmir’de
o yıllarda uluslararası ölçekte bir
konserin teknik gereksinimlerini
karşılayacak firma bulunmuyordu.
İlk festivalin açılış konserinden sonra
başlayan güzel geri dönüşler, festival
sonuna kadar sürdü. Ray Charles gibi
bir dünya devini İzmir’e getirmek
büyük bir olaydı. Efes Antik Tiyatro, ki
o yıllarda Efes’te gece ışıklandırması
yoktu, tarihinde ilk kez böyle bir
konsere sahne oldu. Kulisi, sahneyi
hazırlamak, sanatçıyı getirmek, seyirciyi
almak sonra tiyatroyu boşaltmak,
her şey ilkti. Ama başarıyla altından
kalktık.”
Filiz Eczacıbaşı Sarper
71
Kolay değil elbet. Bir ay boyunca
süren uluslararası bir sanat festivali
programı yaparken, sanatseverlerin
ilgisini çekebilecek değişik dallarda
etkinlikler bulup, davet etmek uzun
uğraşılar gerektiriyor. Dünyanın farklı
yerlerinde sanat festivallerini düzenli
takip etmek, nitelikli programlar
bulmak önemli. Programa karar
72
verdikten sonra bütün altyapısıyla,
sahnede görünen kısmı ve görünmeyen
sahne arkası kısmı ile kente taşımak...
Bütün bu emek, kentte festival havasını
yaratabilmek için. Soruyoruz Sarper’e;
bir festival kente ne kazandırıyor? İzmir
Festivali’nin kente kazanımlarını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
“Bir kentin adını taşıyan, kültürsanat festivalinin olması her şeyden
önce o kentin uygarlık düzeyinin
göstergesidir. Kent halkının gelişmiş
sanat beğenisini, aydın dünya görüşünü
temsil eder bu festivaller. Adını taşıdığı
kenti, ülkesini sanat yoluyla tanıtır.
Kültürel katkılarının yanı sıra sosyal
ve ekonomik katkıları da söz konusu
tabii. Örneğin Kuşadası tatillerini İzmir
Festivali döneminde yapan yabancı
izleyicilerimiz var. Her yıl festival
tarihlerini e-posta yoluyla sorup
öğreniyorlar. Efes Antik Tiyatro’daki
konserlere, opera ve bale gösterilerine
özel uçaklarla insanlar geldi. 2012
yılında değerli şef Herbert Blomstedt
yönetimindeki Viyana Filarmoni
Gennadi Rozhdestvensky
Ray Charles
Orkestrası özel bir turne yaptı. Çok
lüks bir yolcu gemisinde takipçileriyle
yapacakları bu tur sırasında
Uluslararası İzmir Festivali’nde Efes’te
konser yapmak istediklerini bildirdiler.
10 Temmuz 2012’de, 1500 seçkin
konukla geldikleri Efes Agora’da
unutulmaz bir konser verdiler. Efes tabii
ki adını duyurmuş bir antik kent ama
bir sanat mekânı olarak son 33 yılda
hatırı sayılır bir tanınırlığa ulaştı. Antik
Efes’in yanı sıra Selçuk Meryem Ana
Evi, İzmir St. Polycarp Kilisesi, kentin
tarihi Agorasını İzmir’in ilk kurulduğu
yer olarak bilinen Bayraklı Ören Yeri,
Ana Tanrıça’nın Kenti Metropolis’i
ve Büyük İskender’in İzmir’i yeniden
kurduğu Kadifekale’yi kentin sanat
mekânları arasına kattık. Bergama
Asklepion Tiyatrosu, Çeşme Kalesi ve
Efes Celsus Kütüphanesi, Efes Odeon
da etkinlik mekânlarımız arasında
yerini aldı. Vakfımız kurulduğundan bu
yana hemen her döneminde kültür ve
sanatın beşiği olmuş İzmir’i dünyaya
yine ‘Kültür, Sanat ve Turizm Kenti’
olarak tanıtma uğraşısı içindedir. Bu
amaç doğrultusunda bu tür tarihi
mekânlarımızı sanatsal etkinliklerle
canlandırmak için uğraşıyoruz. Hem
konuk ettiğimiz sanatçılarımız için
büyülü atmosferlerde sanatlarını
sunmaları, hem de izleyenler için bu
mekânlarda muhteşem performanslar
izleyebilmek gerçekten unutulmaz
bir deneyim oluyor. Turistlerin de
yoğun ilgi gösterdiği bu mekânlardaki
etkinliklerimizle, İzmir’in tanıtımına
da önemli bir katkı sağladığımızı
düşünüyorum”
Peki, festival programını oluştururken
kent kültürünün katkısı, yönlendirmesi,
sanatseverlerin talepleri, beklentileri,
çevresel faktörler, mekânlar vs. ne
kadar etkili oluyor?
“Bu söylediklerinizin hepsi festival
programını oluştururken dikkate
alınması gereken konular. Biz
festivallerin öncü bir tarafının olması
gerektiğine de inanıyoruz. Müzikte
yenilikler yaratan, dünyanın beğenip
dinlediği sanatçıları, orkestraları,
bale topluluklarını ağırlıyoruz.
Festivallerin, o kentin insanlarının
sanatsal beğenisinin yükselmesinde
katkısı olması gerekir. Etkinliklerinizin
niteliğinden ödün vermemek önemlidir”
Festivaller birçok şehir için ise marka
olmak, tanınmak ve turist çekmek
için önemli bir fırsat. Dünyanın birçok
ülkesi, çağdaş sanattan klasik müziğe,
edebiyattan sahne sanatlarına varan
farklı disiplinlerdeki sanat festivallerini
başkentlerine sıkıştırmak yerine, farklı
şehirlere yaydıkları festivaller, bienaller
ve etkinlikleri kitlelerle buluşturuyor.
Fakat bu durum ülkemizde bambaşka
bir şekilde karşımıza çıkıyor. Ülkemizin
her köşesinin, hem tarihsel hem de
niteliksel açıdan bu kadar zengin bir
kültür-sanat geçmişi ve ilişkisi varken,
bütün etkinliklerin yeri ne yazık ki
İstanbul’da sıkışmış gibi görünmekte.
73
Oysaki dünyanın değişik yerlerinde
sadece festivalleri ile ünlenen birçok
kent biliyoruz. Dünyanın en büyük
film festivallerinden biri Fransa’nın
Cannes şehrinde. Dünyanın en önemli
sahne sanatları festivallerinden biri ise
Birleşik Krallık’ın başkenti Londra’da
değil, Edinburgh’ta. Çağdaş sanat
alanında en önemli bienal ise yine
İtalya’nın Venedik şehrinde. Sarper,
İzmir Festivalimizin de otuz iki yıllık
geçmişi ile uluslararası festivaller
arasında önemli bir yere geldiğini
anlatıyor.
74
“Gerçekleştirdiği programlarla
niteliklerinden ödün vermeyen,
yurtdışında da önemli ölçüde tanınan
bir festival. Uluslararası İzmir Festivali
2003’ten beri Avrupa Festivaller Birliği
üyesi. Festival etkinliklerini tarihi
mekanlarda yaptığı için de ayrıcalıklı
bir yere sahip. Bu özelliği ile 2018
Avrupa Kültür Mirası yılında EFA’nın
öne çıkardığı on festival arasında yer
aldı. Uluslararası İzmir Festivali, Avrupa
Festivaller Birliği yönetim kurulunda
ve Avrupa Parlamentosu Kültür
komisyonunda yönetim kurulu başkanı
düzeyinde temsil ediliyor ve Avrupa’nın
kültür politikalarının belirlenmesinde
söz sahibi oluyor.”
Biraz da sahne arkasına dönelim... Biz
izleyenlerin göremediği neler yaşanıyor
festivalin mutfağında?
“Her festivalde çok önemli topluluklar,
orkestralar, solistler ağırladık.
Sanatçılar turnede de olsalar alıştıkları,
rahat ettikleri ortama yakın bir ortam
istiyorlar. Bize değişik gelse de onlar
için olağan talepler bunlar. Doğal
olarak kuliste rahat etmek isterler.
Elton John, kulisinde antika halılar ve
eşyalar, özel bir duş istemişti. Efes Antik
Tiyatro’ya özel hazırlanmış bir duş
kabini götürmüştük. Hafif yiyecekler
ve meyveleri tercih etti. Sahnede
içeceği diyet kolanın kutusunun isim
görülmeyecek şekilde sarılması da
taleplerinin arasındaydı. Kullandıkları
marka içki, su, kahve gibi talepleri
oluyor. Yemek konusunda çok seçici
olanlar var. Örneğin Sting özel aşçısı
ve mutfak kamyonu ile gelmek istedi.
Buna gerek olmadığını taleplerini
karşılayabileceğimizi söyledik.
Karşıladık da. Çok mutlu ayrıldı.
Birçoğu da yerel lezzetleri tatmak
istiyor. Örneğin Joshua Bell zeytinyağlı
yemeklerimize bayılmıştı. İtzhak
Perlman balıklarımızı ve mezelerimizi
çok beğenmişti. Yıllar içinde talepleri
istediği gibi karşılanmadığı için
mutsuz ayrılan hiçbir sanatçımız
olmadı. Ama bunca yılda en ilginç
talep hangisiydi derseniz sanırım
üç kez festivalimize katılan Paco De
Sting
Lucia’nın kuliste ve kalacağı odada
elinin ulaşabileceği her yerde kül tablası
bulunmasını istemesiydi diyebilirim.
Geçen yıllar içinde pek çok ilginç olay
yaşadık, anılar biriktirdik. 15. Festivalde
Elton John, Efes’te konser vermek için
bize başvurdu ve festivalimize katılmak
istediğini bildirdi. Programımız
tamamlanmıştı. Ancak teklif çok cazipti.
Microsoft sponsorluğunda yapılacak
bu konser dünyada İnternet’ten naklen
yayınlanan ilk konser olacaktı. Bir
dünya devini ağırlamanın yanı sıra
Efes’in ve İzmir’in tanıtımını da en
güzel şekilde yapabilecektik. Zorlu bir
süreçti. Naklen yayın için teknik altyapı
kurulması gerekiyordu, onlarca adam
günlerce çalıştı. Antik bir mekânda
çalışmanın kısıtları var o yüzden zorlu
oldu. Çalışanlar için bir sahra çadırı
kurdurmuştuk. Yemek ve dinlenme
saatlerini burada geçiriyorlardı. Konser
günü yüzlerce mumun aydınlattığı
Efes Tiyatrosu’nun görüntüsü eşsizdi.
Elton John’un ofisinin daha sonra bize
bildirdiğine göre o yıl bu konserin
DVD’si İngiltere ve Avrupa’da en
çok satılan Noel armağanı oldu. 10.
Festivalde St. Petersburg Filarmoni
Orkestrası sanatçılarını getiren
uçağa bagajlar yüklenirken bazı
valizler ve çalgılar unutulmuş. Bunlar
bir sonraki uçağa verilmiş ancak
konsere yetişmedi. Çalgıları alelacele
temin ettik. Ancak bazı sanatçıların
giysileri yoktu. Teknik ekibimiz için
hazırladığımız siyah tişörtleri günlük
pantolonlarının üzerine giydiler.
Konsere öyle çıktılar. Seyircilerimize de
bir açıklama yapmıştık. 21. Festival’de
bir uçak aksiliği daha yaşadık. Robin
Gibb Londra’da havaalanına giderken
yolda bir kaza oluyor ve yol kapanıyor.
Uçağını kaçırıyor. Ancak ondan sonraki
en yakın uçak bir başka havaalanından
kalkıyor. Hemen oraya gidiyorlar. Biz
elimiz yüreğimizde bekliyoruz. Konser
Çeşme Açık Hava Tiyatrosu’nda. Uçak
konser başladıktan üç dakika sonra
indi. Flarmonia İstanbul ve Gibbs’in
vokalleri çok neşeli ve hareketli bir
gösteri sundu. Ekibimiz Gibbs’i uçağın
kapısından aldı ve eskort eşliğinde
adeta uçarak konsere getirdi. Gerek
havaalanında gerekse yolda emniyet
güçlerimizin desteğini unutamayız.
Şaşırtıcı olan onca telaş ve tantanaya
rağmen Robin Gibbs’in sahneye hiçbir
şey olmamış gibi gayet sakin ve rahat
çıkmasıydı. Ravi Shankar ilkinde
İstanbul konserinden sonra ağır bir
mide rahatsızlığı geçiriyor ve doktorlar
kendisine yolculuk izni vermiyorlar. O
nedenle konserini yapamadık. Bu anılar
ilk aklıma gelenler. Ancak güzel bir
ekip çalışması ile her türlü zorluğu aşıp
yerini güzel anılara bırakıyoruz.”
Bütün etkinlikler planlanıp,
gerçekleşene kadar yaşanan heyecanı
nasıl tarif edersiniz, en unutulmazı
hangi etkinlik oldu diye sorduğumuzda;
“Hazırlık aşamasında başlayan heyecan,
festivalin son etkinliği bitene kadar
sürer. Her etkinlik için farklı bir
heyecan, en iyiyi yapma arzusu vardır.
Bu ilk günden bu yana böyle. Hiç
değişmedi. Ama en unutulmazı hangisi
derseniz, benim için ayrım yapmak zor.
Bana göre hepsi unutulmaz. Her birinde
çok emek çok özveri var” diye yanıtlıyor
Sarper.
Bu yıl festivalin otuz üçüncüsünü
gerçekleştirmek için hazırlıklarınıza
devam ederken, yıllar geçtikçe halkın
ilgi düzeyini ve gençlerin ilgisi hakkında
değerlendirmesi ise;
“Festivallerin kendi seyircisini
yetiştirmek gibi bir işlevi de var. İlk
yıllardaki gibi değil artık. Yetişmiş bir
izleyicimiz var. Bugün ‘Festivaller Kenti
İzmir’ konuşuluyorsa bunun yolunu
açtığımızı düşünüyorum. Avrupa’nın
aksine bizim gençleşen bir izleyici
kitlemiz var. Ayrıca hem İzmir Festivali
hem de Caz Festivali’nde onlarca genç
arkadaşımız gönüllü olarak çalışıyor. Bu
ilgi de bizi umutlandırıyor.”
Festival programına dâhil etmeyi en çok
hayal ettiğiniz sanatçı ya da etkinlik var
mı diye merak edip soruyoruz...
“Sevinçle söyleyebilirim
ki bu güne kadar hayal
edip de getiremediğimiz
bir sanatçı olmadı.”
Tabii ki festivallerin kente yerleşmesi
için, desteklenmesi önemli. Yerel
yönetimin yıllar geçtikçe destekleri
nasıl gelişti?
“İKSEV kurulduğu günden bu yana yerel
yönetimlerden destek gördü ve görüyor.
İzmir Valiliği ve İzmir Büyükşehir
Belediyesi vakıf kurucularımız arasında
yer alıyor. Yerel yönetim her zaman
elinden gelenin en iyisi ile destek oluyor
bize bu konuda şükran borçluyuz”
Kültür ekonomisi kapsamında
festivaller, kent ekonomisine
ve tanıtımına çok büyük katkı
sağlamaktadır. İKSEV’in gerçekleştirdiği
Uluslararası İzmir Festivali de kentin
en önemli etkinliği olarak bugüne kadar
gelmiş, hem kentlinin hem de yurtdışı
konukların ilgiyle beklediği ve izlediği
kültürel bir zenginliktir.
Yazımızın başında “kentler nasıl
zenginleşir?” diye sormuştuk... İşte
kentler, kültür sanat alanındaki nitelikli
organizasyonların kentlinin estetik
ruhuna dokunabilmesi ile zenginleşir.
Bu zenginliğimizi daha da artıracak
yeni festival programlarını merakla
beklerken, İzmirimizin zenginliğine
katkı sağlayan İzmir Kültür Sanat
ve Eğitim Vakfı’nın tüm değerli
yöneticilerine teşekkür ediyoruz.
33. Uluslararası İzmir Festivali hakkında detaylı
bilgiye http://www.iksev.org/tr/izmir-festivali
linkinden ulaşabilirsiniz.
75
BESİM AKIMSAR
TUHAF ADAMDIR!
“Tuhaflık”; kâğıda, kaleme ve yazıya duyduğun
karşılıksız aşka kendini vermen, memleketin kültür
dünyasında kapladığın alana paha biçilemezken senin
beş parasız kalman anlamına geliyorsa evet;
Besim Akımsar, tuhaf adamdır!
DUYGU YAYMAN
“Mehmet Efendi tuhaf adamdır.
Aklına eseni yapar. Kimseyi dinlemez.
Ara sıra ıslık çaldığı olur. Ona bir iş
verdiniz, değil mi? Canı çekerse yapar.
Hevesli değilse oralı bile olmaz. Üstüne
varırsanız hiç dinlemez, alır başını
gider. (...)”
76
Elimde boyutu küçük, içi derin
bir kitap... İnsanın içini çabucak
anlatıveren, etkisi uzun süren cinsten…
1959 Kasım’ında İzmir’de Gutenberg
Matbaası’nda basılmış. Kovan Kitabevi
Yayınları’nın ikinci kitabı. Yazarı,
yayıncısı Besim Akımsar. Tuhaf adam
olan Mehmet Efendi ya da kitaptaki
diğer hikâye kahramanları, çeşitli
yanlarıyla Akımsar’ın tezahürü aslında.
Bu ismi akılda iyi tutmak gerektiği
için söylüyorum: Besim Akımsar da
hakikaten tuhaf adamdır. O kadar
tuhaftır ki hem gazeteci hem edebiyatçı
hem yayıncı hem de sohbet adamı
olarak İzmir’in kültür tarihini oluşturan
(“tarihe geçen” değil, bizzat o tarihi
yapan) kişilerden biridir ama meşhur
tabirle; “bilen bilir”!
Oysa adının sınırlı bir çevrede
yaşıyor olması anlaşılır gibi değil!
Çünkü Besim Akımsar tuhaf adamdır.
Babadan kalan ticarethaneyi batırmış,
“ipsiz sapsızlar” sıfatıyla gazeteci
olmuş, 1940’larda yayınladığı Kovan
dergisinde ve yayınladığı kitaplarda
Yaşar Kemal’den Çetin Altan’a, Behçet
Necatigil’den Nahit Ulvi Akgün’e, Samim
Kocagöz’den Özdemir Asaf’a Turgay
Gönenç’ten Şükran Kurdakul’a dek Türk
edebiyatının ustalarını müjdelemiştir.
Bol keseden dağıttığı parayı saymayı
da tutmayı da bir türlü becerememiş,
kendisi batsa da İzmir kültür hayatını
kalkındırmıştır. Olayları kavrayışı,
son derece zeki akıl oyunlarıyla ifade
edişi, kara mizah tarzı ile İzmir basın
tarihinde köşelerin ve röportajların
en özgün üslubudur o. Meyhane
sohbetlerinin vazgeçilmez ismidir. İşte
bu yazı, o “tuhaf” adamın hikâyesidir.
“Az hizmet etmedik,
memleketin kültür
yaşamına!”
“15 yaşımdan itibaren damarlarımda
yazı yazma ve şiirle uğraşma mikrobu
dolaşmaya başladı. Çocuk dergilerine,
gazetelerin edebiyat sayfalarına
yazmaya başladım. Üstünüze afiyet,
şiirle de uğraşıyordum. Amacım
gazeteci olmaktı. O zamanlar biraz
ipsiz sapsızlar, işsiz güçsüzler gazeteci
olurdu. Biz de kendimizi o yöne layık
bulduk.”
Besim Akımsar, 13 Ocak 1985 tarihli
Yeni Asır’da Yaşar Aksoy’a verdiği
röportajda kendini anlatmaya böyle
başlıyor. Eşi Emel Akımsar’ın bize
söylediğine göre ise, Besim Bey’in
gazeteciliği doğuştan. Öyle ya! Akımsar,
başka türlü nasıl, anlattığı gibi bir
tutkuyla bağlanabilirdi yazıya: “Efendim
galiba bizde babamızdan miras kalma
bir tüccarlık eğilimi var ki 30 yaşımıza
kadar sözüm ona ticaretle uğraştık. Ne
mi sattım? Keçiboynuzu, kuru üzüm,
incir, bakliyat ve hububat gibi şeyler.
Gazi Bulvarı’nda dükkânımız vardı.
Şanımıza yaraşır biçimde batırdık
ticarethaneyi. Bir yandan gazetecilik bir
yandan tüccarlık yürümez tabii.”
Ticaretin sadece bu biçimi değil,
Akımsar’ın yürütemediği. Yayıncılığın
her aşamasında fark yaratıyor da konu
akçeli işlere gelince, orada kalıyor:
“Yaşantımın esas esprisi galiba
hasbelkader Kovan dergisini
yayınlamakla başlıyor. Yıl 1943,
Ağustos ayı. Konak Sineması’nın
bulunduğu yerde salaş bir han vardı.
Birinci katta tek başıma bir oda
tutarak çocukluk yıllarımdan beri
peşinde koştuğum büyük hülyama
kavuştum ve Kovan isimli bir edebiyat
dergisi yayınlamaya başladım. (…)
1959’da Kovan Yayınları’nı kurdum.
O yıllar, Alsancak’taki bir apartmanın
zemin katında, bir odada Gutenberg
Matbaası’nı çalıştırıyordum. Küçük bir
pedallı makinemiz var, iyisi mi kitap
yayınlayalım, dedik ve başladık bir sürü
kitap basmaya. Hem editörüm hem
dizgici hem baskıcı hem dağıtımcı hem
de hiçbir zaman postadan gelmeyen
paraların alıcısı! Turgay Gönenç
kardeşim çok güzel kapaklar yaptı
kitapçıklarımıza. Ama onun güzelim
kapakları bile Kovan Yayınları’nı
batmaktan kurtaramadı. Herkes ‘Yaşşa
Besim!’ diyordu ama biz battıkça
batıyorduk. Sonunda matbaa da elden
gitti. (...) Kovan Yayınları’nı çıkarırken
kitapçı dükkânı açma girişimimiz de
oldu. Önce Birinci Beyler Sokağı’nda
iki ayrı yerde, sonra Kokaryalı’da
(Güzelyalı) dükkân açtım. Kitapçılık o
zamanlar yürek isterdi. Herkes benim
dükkâna doluşurdu. Gelen çıkmazdı
bir daha. Bana afakanlar basardı. Kaçıp
giderdim dükkândan. Çok kitap sattık,
epey entelektüel hediye ettik bu vatana
amma velâkin bizim karnımız aman
aman doymadı hiç. Sonunda o tezgâhı
da kapatmak zorunda kaldık. (...)
İşsiz kaldığım yıllarda, hemşirenin
Kokaryalı’da bir evi vardı, tüm
kitaplarımı oraya taşımıştım. Bütün
gün o evde vakit geçiriyordum. Tabii
tüm dostlar da benle beraber… Lagara
lugara gidiyoruz, kafamız yüksek...
Bol sohbet... Edebiyat, sanat, kültür,
dünya nizamları falan filan... Giren
çıkan belirsiz eve. Pencere ve kapı
ardına kadar açık. Birer ikişer kitaplar
yürümeye başladı. Kitap çalınır mı?
Belki iftihar edilecek bir şey amma
daha sonra çuvalla kitap yürütmeye
başladılar. Çuvalın biri çıkıyor, öteki
giriyor eve. Eş dost ve bu arada gerçek
hırsızlar yağma ettiler kitaplarımı.
Gördünüz mü? Az hizmet etmedik, bu
memleketin kültür yaşamına!”
Yaşar Kemal, şiirleriyle Kovan’da
Akımsar’ın ironiyle söylediği bu söz
doğru. Tek partili dönemin, İkinci
Dünya Savaşı’yla kararan yılların
İzmir’inde kültür hayatının üçlü
sacayağından biri oluyor Kovan. 2004’te
kaybettiğimiz İzmirli şair, yazar Şükran
Kurdakul’un değerlendirmesiyle
diğerleri; İzmir Kültür gazetesi ve İzmir
Halkevi’nin Fikirler dergisi. Kurdakul,
İzmir Kent Kültürü dergisine verdiği
röportajda, Kovan’daki yazarların
son derece özgürlükçü olduğunu,
Besim Akımsar’ın da iyi bir öykü
yazarı olduğunu söylüyor. “Akımsar’ın
1971’lere kadar İzmir kültür hayatına
yazar olarak, yayıncı olarak, daha sonra
kitabevi sahibi olarak, editör olarak çok
büyük katkısı olmuştur” diyor.
Bu yılın şubatında kaybettiğimiz bir
başka İzmirli şair, yazar ve ressam
Turgay Gönenç’ten dinleme şansımız
oluyor, 40 küsur yıl ayrılmadığı dostu
Besim Akımsar’ı. Yıl 1958. Yer, Mimar
Kemalettin Caddesi’ndeki Gutenberg
Matbaası. Nahit Ulvi Akgün, Gönenç
ile Akımsar’ı tanıştırıyor. Saygılı, yaş
farkı gözetmeyen, ince esprilerle yüklü
konuşması, Gönenç’in dikkatini çekiyor.
Matbaa, basın ve yazın dünyamızdaki
ünlülerin İzmir’e geldiğinde uğradığı ilk
yer oluyor. Uğrak yerleri, Akımsar’la bir
hareket ediyor; önce kitapçı dükkânı,
sonra Güzelyalı’daki ev. Hava Eğitim
Komutanlığı’nda askerliğini yapan
Ahmet Piriştina da Güzelyalı’daki
kitabevinin müdavimlerinden. Gönenç,
10 Ağustos 1943 - 1 Ekim 1947
arasında 36 sayı yayınlanan Kovan
dergisinin önemini şöyle özetliyor:
“İstanbul’daki yazarların şiir ya da
yazılarını yayımlamak istediği bir
dergi olmuş. Türk edebiyatında çok üst
düzeydeki yazarların da ilk ve önemli
şiirleri Kovan’da yayınlandı.”
Kemal Sadık Göğçeli adıyla Yaşar
Kemal, Çetin Altan, Behçet Necatigil,
dergide ilk şiirleri yayınlananlardan.
Diğer yazarları arasında kimler mi var?
Necdet Öklem, Nahit Ulvi Akgün, İlhan
İleri, Necati Cumalı, Orhan Arıburnu,
Şükran Kurdakul, Özdemir Asaf, Kemal
Bilbaşar, Naim Tirali, Mehmed Kemal,
Rüştü Şardağ, İbrahim Zeki Burdurlu,
Mehmet Metin (Metin Eloğlu), Mustafa
Şerif Onaran...
77
Turgay Gönenç imzalı kitap kapakları
Okurların, yeni kitapları dört gözle
beklediği 1950’lerde, Kovan Yayınları
pek çok kitap basıyor. Kemal Bilbaşar’ın
“Ay Tutulduğu Gece”, Nahit Ulvi
Akgün’ün “Birisi” ve “Karanlıkta Bir
Ağaç”, Kafka’nın “Mezar Bekçisi”,
Gorki’nin “26 Erkek ve Bir Kız”, Upton
Sinclair’in “Sanayi Kralı’ (Halikarnas
Balıkçısı’nın çevirisiyle), Ionesco’nun
“Yeni Kiracı”, Ferzan Gürel’in “Evcilik
Oyunu” ve Turgay Gönenç’in ilk kitabı
“Bozgunda” bunlar arasında. Gönenç,
yayınevi kadrosuna bu süreçte dâhil
oluyor. Nahit Ulvi Akgün’ün 1960
Ocak’ında çıkan yeni şiir kitabının
kapak tasarımını yapıyor. Kitabın
ismine de Gönenç’in karar
vermesini istiyorlar. Karanlıkta Bir
Ağaç böyle yayınlanıyor.
Gönenç, cep kitapları hazırlıyor
Kovan’a: “Sürekli yayın esprisini
‘60’lardan sonra beraber
geliştirdik. İnce, küçük kitaplar
yaptık. Bazılarını Can Yayınları
da yapmak istedi sonra. Hatta
aralarından biri, Kafka’nın
‘Bir Köpeğin Araştırmaları’
kitabıdır. Belli bir kapak olacak,
renkler değişecek önerisini ben
getirmiştim, ekonomik olsun diye.”
Kitapçılık bir tutku...
Evine konuk
olduğumuzda eşi
Emel Akımsar ile
çocukları Hikmet
ve Yamaç Akımsar
bu duygusunu,
“Raftan kitap
aldı mı önce
koklardı. Hangi
ağaçtan yapıldığını
söylerdi. O kâğıdın
gramajını ezbere
bilirdi” diye
özetliyordu.
78
Sabah Postası’nı bir fincan
kahveye verdi.
1947’de Anadolu Gazetesi’nde
gece sekreterliği, yazı işleri
müdürlüğü, 1948’de Sabah
Postası’nda imtiyaz sahipliği
ve köşe yazarlığı, 1950’lerde
Hafta dergisi yazarlığı, 1960’ta
Yorum dergisi yayıncılığı,
1970’lerden itibaren Vatan
ve Dünya gazetelerinin İzmir
temsilciliği ve Vatan’ın köşe
yazarlığı, Basın Şeref Divanı
üyeliği... Emel Akımsar, eşinin
“Bütün dünyası gazete üzerineydi”
diye tanımladığı gazetecilik
sürecini böyle özetliyor. Sabah
Postası’na, klasik bir Besim
Akımsar parantezi açıyor: “Sabah
Postası’nın imtiyazını aldı ama
başa çıkamadı. Bir-iki sayı çıkardı.
Orhan Rahmi Gökçe’yle kahve
içmişler, bir kahveye vermiş
imtiyazı. En azından rakı parasını
çıkarsaymış...” Sabah Postası’ndan önce
de pek çok gazete çıkarıyor Akımsar.
Eşinin, “Yıl 1, sayı 1” dediği cinsten...
Akımsar 1972’de emekli oluyor ancak
‘60’larda yönetim kurulu üyesi olduğu
İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin Bayram
gazetesine ‘90’ların sonuna kadar, arada
bir de Yeni Asır’a yazıyor.
Gazeteciler Sendikası’nın
kurucularından Akımsar, tek işçiyi
sigortasız bir saat bile çalıştırmıyor.
Ekonomik sıkıntıda da olsa iki saat
fazla çalışana mesai ücretini ödüyor.
Yüksek Ticaret’te, (kendi ifadesiyle
‘alçak ticaret’te) okumuş olsa da ticareti
hiç beceremiyor. Sofrada tüm hesabı
ödeyen de o; Güzelyalı’da müstakil
bir ev alınacak bedele Kovan dergisini
çıkaran da…
Günün sorunlarına, çalkantılarına farklı
bir bakış sunan gazete yazılarında Halit
Ziya’nın, Refik Halit’in, Falih Rıfkı’nın
anlatımlarına rastlanırdı. Yazdığı az
sayıda öyküyle edebiyat dünyasına
da imzasını atmıştı. Turgay Gönenç’in
değerlendirmesiyle, hiç de yabana
atılacak bir öykücü değildi. Kendisi
değil ama onu tanıyanlar, öykülerini çok
önemserdi.
Emel, Hikmet ve Yamaç Akımsar.
Besim Akımsar,
1920’de Çeşme’de
geldiği dünyaya, 12
Temmuz 2001’de
veda etti. Eşinin
tabiriyle, “Özenli bir
derbederlik” içinde
yaşadı.
Geride tek öykü kitabı, arşivlere geçen
yüzlerce yazısı, tatlı anıları ve İzmir
kültür tarihinde yeri doldurulmaz bir
boşluk bıraktı.
Babıâli’nin transfer
tekliflerine, İzmir
sevdası nedeniyle
reddeden bir
gazeteciydi, Akımsar.
Keskin kalemi, ironi
ve mizah gücüyle
basında fırtına
gibi esmiş, pek çok
gazeteciye hocalık
yapmıştı.
Yakın dostu Turgay Gönenç
79
1940’LARDA
İZMİR’DE REKLAMLAR
ÖĞR. GÖR. MEVLÜTW KAYA
GİRESUN ÜNİVERSİTESİ
80
Tarih boyunca çeşitli topluluklara ve
kültürlere mesken olmuş İzmir şehri,
Doğu ve Batı arasında önemli bir
geçiş noktasıdır. Konumu itibarıyla,
en eski dönemlerden bugüne dek
iktisadi açıdan önem arz eden bu
kıyı şehri, bulunduğu coğrafyanın
gözdesi olmuştur. Gelir kaynakları,
çağlar boyunca çok çeşitli olan İzmir,
nitelikli bir ihracat-ithalat merkezi
durumundadır. Osmanlı döneminin
son yıllarında başından geçen işgal ve
ardından 13 Eylül 1922’de gerçekleşen
yangın hadisesi, şehirde ciddi bir
tahribata neden olmuştur. Ancak İzmir,
halkın ve yetkililerin üstün çabalarıyla,
dayanışma ve istikrarıyla, maruz
kalınan işgalin ve yangının bıraktığı
tahribatın üstesinden, beklenenden
çok daha kısa bir sürede gelmiştir. Bir
yandan yangın bölgelerinin onarımı ve
yeniden inşa süreci, öte yandan yolların,
ortak kullanım alanlarının ve çeşitli
tesislerin halkın hizmetine sunulması,
İzmir’in yüzünü yeniden güldürmüştür.
İzmir’de işgal ve yangın döneminde
gerçekleşen tahribat, 1940’lara doğru
önemli ölçüde giderilmiştir. Dönemin
basınında, çeşitli tesislere ve iş
yerlerine ait reklamlardan da şehirdeki
gelişmeler hakkında fikir edinebilmek
mümkündür.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren
Türkiye’de yerli üretim, üzerinde
önemle durulan konulardandır.
1940’ta İzmir’de, yerli pamuktan ve
yünden üretilen kumaşların kalitesine
ve yerliliğine vurgu yapan reklamlar
bulunmaktadır.
İzmir’de matbaa işlerine dair,
cumhuriyetin ilk yıllarında bolca
reklam bulunmaktadır. Bir yandan
basın-yayın, öte yandan çeşitli kurum
ve kuruluşlara mühür ve diğer teknik
işlerde hizmet veren matbaa tesisleri,
özellikle 1928’de gerçekleştirilen Harf
İnkılabından itibaren hızla yayılmıştır.
Bu tür reklamlar, İzmir’deki matbaa ve
basın yayın sektörünün faaliyetlerine
Anadolu, 8 KANUNU SANİ 1940
Anadolu, 10 AĞUSTOS 1941
örnek teşkil etmektedir.
Bugün olduğu gibi, geçmiş dönemlerde
de pek çok kişinin umut bağladığı
piyango çekilişleri, 1940’larda İzmir
halkının adeta coşkuyla katıldığı
etkinliklerden biri haline gelmişti.
Konuya dair, Zafer Piyangosu’nun
basında yer alan duyurularından biri
şöyleydi:
“Zafer Piyangosu Otomatik kürelerle
bugün 18.30’da İzmir Fuarı’nda
çekilecektir. Sayın İzmir halkı bu çekiliş
merasimine davetlidir. Milli Piyango
İdaresi” (Anadolu, 30 Ağustos 1940).
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren
şehirde giderek artan makineleşme,
tamircilik sektörünü de beraberinde
getirmiştir. Tuz Tüccarı Nuri Ergünenç,
Şükrü Uğur Ticarethanesi ve Fehmi
Anadolu, 8 KANUNU SANİ 1940
Bencan Makine Tamirhanesi gibi
işletmeler, 1940’larda basında
çıkan araç-gereç, makine üretimi ve
onarımına yönelik reklamlara birer
örnek teşkil etmektedirler.
İzmir’de eğlenceler, gündelik yaşamın
önemli bir parçasıydı. Başta sinema
olmak üzere halk, günlük işlerin verdiği
yorgunluğu atmak üzere eğlenceye
de vakit ayırmaktaydı. Zaman zaman
sinemaların, halk arasında merak
uyandıracak ölçüde dikkat çekici
etkinlik ilanlarıyla basında yer aldığı
görülmektedir. Filmin ya da benzer
etkinliğin adı ve konusu hakkında bilgi
verilmeden “sürpriz” başlığıyla basında
ilan veriliyordu.
Halkevleri 1932’den sonra, özellikle
1940’larda ülke genelinde çeşitli
kollarda örgütlenmiş, sosyal, ekonomik,
tarihi ve kültürel konularda kendi
içinde görev dağılımı yapmıştı. Kısa
sürede gerçekleştirdiği faaliyetlerle
halka; tarih, edebiyat, tiyatro, arkeoloji,
köycülük, eğitim, araştırma, sosyal
dayanışma ve yardımlaşma gibi
alanlarda pek çok hizmetler vermişti.
“Temsil Kolu” tarafından hazırlanan
piyesler de bu faaliyetlerin bir
parçası olarak halk için sergileniyor,
öğretici oluyor, bazen de güldürürken
düşündürüyordu. 1941’de İzmir’de bir
temsil ilanı basında şöyle yer almıştı:
“Raşid Rıza Tiyatrosu
Bu akşam Halkevinde üçüncü temsil. O
Gece! Piyes 3 perde. Nakleden: X
Bay Atladı
Komedi bir perde. Temsilden
sonra otobüs vardır. Heyet İzmir
temsillerinden sonra Karşıyaka Melek
Sineması’nda temsiller verecektir.”
(Anadolu, 18 Nisan 1941).
Anadolu, 30 AĞUSTOS 1940
Anadolu, 8 KANUNU SANİ
1940
Anadolu,
3 KANUNU SANİ
1940
Anadolu,
18 NİSAN 1941
Anadolu, 3 NİSAN 1942
81
1940’larda İzmir’de
yaygın eğlence
sektörlerinden biri
de gazinolardı. Şehrin
çeşitli yerlerindeki
gazinolarda
gerçekleşecek olan
eğlence faaliyetlerine
dair bilgilendirmeler,
birkaç gün önceden
basında yer alıyordu.
Ülke genelinde olduğu
gibi, İzmir’de de eşsiz
sesiyle sevilen Safiye
Ayla, Hamiyet Yüceses
gibi sanatçıların,
ayrıca yerli ve yabancı
bazı orkestraların
bu gazinolarda
verdikleri konserler
oldukça coşkulu
geçmekteydi. Şehir
Gazinosu, Kültürpark
Kışlık Gazinosu, Fuar
Gazinosu ve İnciraltı
Plaj Gazinosu’nun
basında çıkan reklamları
İzmir’de eğlence sektörü
hakkında fikir vermesi
bakımından önemlidir.
Anadolu, 19 BİRİNCİ TEŞRİN
1940
Anadolu, 13 MART 1941
82
Anadolu, 16 MAYIS 1942
83
84