Ftb
T.C.
BOLU ABANT İZZET BAYSAL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TARİH ANA BİLİMDALI
TÜRKİYE CUMHURİYET TARİHİ BİLİM DALI
MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ DÖNEMİNDE TÜRK DIŞ POLİTİKASI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Hazırlayan
Osman DÜZEYLİ
Danışman
Dr. Öğr. Üyesi Arda BAŞ
BOLU 2019
iii
ETİK UYGUNLUK BEYANI
Yüksek Lisans Tezi olarak sunduğum “Milli Birlik Komitesi Döneminde Türk
Dış Politikası” başlıklı çalışmanın yazılmasında, bilimsel ve etik kurallara uyulduğunu,
başvurulan kaynaklardan yapılan alıntıların adlarının bilimsel kurallara uygun olarak
metin içinde, dipnotlarda ve kaynaklarda gösterildiğini, kullanılan verilerde herhangi bir
tahrifat yapılmadığını, tezin tamamının ya da bir kısmının bu üniversite veya başka bir
üniversitede bir tez çalışması olarak sunulmadığını beyan ederim.
Osman DÜZEYLİ
24.06.2019
iv
ÖN SÖZ
Askeri darbeler, demokrasilerin bir unsuru değildir. Demokrasilerin başlıca
unsuru seçim yolu ile iktidarı belirlemektir. Askerler, farklı nedenler ile çeşitli
zamanlarda yönetime el koymuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun 37. yılında
askeri darbe ile tanışmıştır. 27 Mayıs 1960’da gerçekleşen darbenin sonuçları siyasal
yönden etkisini sürdürmektedir. Araştırmacıların birçoğu Türkiye’de yaşanan 27 Mayıs
1960, 12 Mart 1971 ve 11 Eylül 1980 askeri darbelerini genellikle iç politikaya etkileri
bakımlarından incelemişlerdir. Bu çalışma, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk darbesi
olan 27 Mayıs’ın 15 Ekim 1961’e kadar ki süreçte, Türk dış politikasında yaşananları
incelemeyi amaçlamıştır.
Çalışmamın fikir aşamasından, bir yüksek lisans tezi olmasına dek benden
mesleki
bilgisini
esirgemeyen,
umutsuzluğa
kapıldığımda
beni
yönlendiren,
başaracağımdan ilk günden itibaren şüphesi olmayan tez danışmanım kıymetli Hocam,
Dr. Öğr. Üyesi Arda Baş’a şükranlarımı bir borç bilirim. Onun yardımları olmasa bu
çalışmanın meydana gelmesine imkân yoktu.
Lisansüstü eğitimin benim için doğru bir tercih olduğunu ve benim bu yola
girmem için beni teşvik eden eğiten ve desteklerini esirgemeyen BAİBÜ Tarih
Bölümünde görev yapan tüm hocalarıma teşekkür ederim.
Çalışmam boyunca çaresizliğe, yanılgıya, umutsuzluğa düştüğüm her anda
yanımda olan, bu yola birlikte çıktığım en zor ve en güzel günlerde sırt sırta verdiğimiz
kıymetli dostum Bahadır Pakyürek’e deneyimlerini benden esirgemeyen ihtiyacım
olduğu her an tavsiye ve içtenliği ile yanımda olan Kinem Tokdemir’e teşekkürü borç
bilirim. Memleketimden uzakta geçen 7 yıl içerisinde benden ve başarımdan hiçbir
şüphesi olmayıp maddi ve manevi tüm desteklerinden dolayı Babam Yusuf Düzeyli’ye
Annem Nurgül Düzeyli’ye Abim Mazlum Düzeyli’ye ve kardeşim Azra Rojin
v
Düzeyli’ye teşekkürü bir borç bilirim. Onların destekleri olmasaydı çalışmam asla
tamamlanmazdı.
Osman DÜZEYLİ
24.06.2019
vi
ÖZET
MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI
Osman DÜZEYLİ
Yüksek Lisans Tezi
Tarih Anabilim Dalı
Tez Danışmanı: Dr. Öğr. Üyesi Arda BAŞ
Haziran 2019, 202+XII Sayfa
Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde, Demokrat Parti iktidarına karşı 1957’den
itibaren örgütlenen bir grup asker, gizli cunta faaliyetleri yürütmüşler ve 27 Mayıs 1960
günü askeri darbe ile Türkiye’deki iktidarı ele geçirmişlerdir. Darbe sonrasında, Org.
Gn. Cemal Gürsel’in başkanlığında bir hükümet ve üyeleri askerlerden oluşan Milli
Birlik Komitesi kurulmuş ve komite, hükümet, 27 Mayıs 1960’dan 15 Ekim 1961’e
kadar 1 yıl 8 ay görev yapmışlardır. Bu süre zarfında Türkiye’nin iç ve dış politikasında
birçok değişiklik yaşanmıştır. Söz konusu dönemde Dışişleri Bakanlığı görevine Selim
Rauf Sarper getirilmiştir. Sarper, görev yaptığı süre boyunca Türkiye’nin diğer ülkeler
ile olan ilişkilerinin yönetilmesine öncülük etmiş, darbe sonrası kurulan hükümetin
diğer devletler tarafından meşruiyetinin tanınmasında etkin olmuştur. Sarper, Türk Dış
Politikasının belirlenmesinde önemli bir karar mercii olmuştur. Darbe sonrasında, Türk
dış politikasındaki karar verici kimselerinin, Soğuk Savaş’ın yumuşamaya başladığı bu
dönemde izleyecekleri uluslararası veya bölgesel politikaların neler olacağı merak
konusu olmuştur.
Anahtar kelimeler: Dış Politika, Askeri darbe, 27 Mayıs 1960, Milli Birlik
Komitesi, Cemal Gürsel, Selim Sarper.
vii
ABSTRACT
NATIONAL UNITY COMMITTEE PERIOD TURKISH FOREIGN
POLICY
Osman DÜZEYLİ
Master Thesis
Department of History
Thesis Advisor: Phd. Arda Baş
June 2019, 202+XII Page
In Turkish Military Forces, a group of soldier who have organized since 1957
against Democrat Party goverment , carried out secret junta activities and captured
rulership in Turkey at 27 May of 1960 via military coup. After the coup a government
was formed under the leadership of coup leader cemal gürsel and also National Unity
Committee which consisted of soldiers was formed for retaining governance.
Committee and government performed a duty from 27 may of 1960 to 15 september of
1961, a year and 8 mounths. During that period, lots of changings happened in Turkey's
external and domestic policies. Selim Rauf Sarper was appointed as a Foreign Affairs
Minister. Sarper,while he was in charge, has leaded to direct Turkey's relations with
other countries andwas affective at gaining legitimacy for after coup government in the
eyes of other states. Moreover Sarper was decision marker, apart from government and
committee for determining foreign policy. It had became mystery what after coup
government's decision makers are going to do in regional or international policies while
cold war soften. At this period, changins in Turkey's foreign policy, reasons and results
of this changins were offered to readers in this work with using different sources.
viii
Key words: Foreign Policy, Military Coup, 27 May of 1960, National Unity
Committee, Cemal Gürsel, Selim Sarper.
ix
Daima hayata karşı dik duruşu,
güzel gülüşü ve dürüstlüğü ile hatırlayacağım,
Dayım Miraç Şenoğlu’na.
x
İÇİNDEKİLER
ONAY SAYFASI............................................................................................................ ii
ETİK UYGUNLUK BEYANI...................................................................................... iii
ÖN SÖZ ......................................................................................................................... iv
ÖZET ............................................................................................................................. vi
ABSTRACT.................................................................................................................. vii
İÇİNDEKİLER ...............................................................................................................x
KISALTMALAR LİSTESİ........................................................................................ xiii
GİRİŞ ...............................................................................................................................1
I. BÖLÜM
1.
27
MAYIS
1960
ASKERİ
DARBESİ
VE
CEMAL
GÜRSEL
HÜKÜMETLERİNİN KURULMASI ...............................................................10
1.1. DP Dönemi Türk Dış Politikası ve 27 Mayıs’a Giden Süreç.............................11
1.1.1. Mehmet Fuat Köprülü Dönemi.................................................................11
1.1.2. Fatin Rüştü Zorlu Dönemi ........................................................................16
1.1.3. TSK İçerisinde Demokrat Parti İktidarına Karşı Askeri Örgütlenmeler ..21
1.1.4. 9 Subay Olayı ve Cuntanın Örgütlenme Faaliyetinin Yavaşlaması .........24
1.1.5. Cemal Gürsel ve Cemal Madanoğlu’nun Cuntaya Katılmaları ................26
1.2. 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi ...........................................................................29
1.3. Cemal Gürsel Hükümetinin Kurulması Süreci ..................................................33
1.4. Milli Birlik Komitesi Üyelerinin Belirlenmesi...................................................35
1.5. Cemal Gürsel Hükümetlerinin Kurulması..........................................................42
1.5.1. Hükümetlerin Yapısı.................................................................................42
1.6. Selim Sarper’in Dışişleri Bakanlığına Getirilmesi .............................................48
xi
II. BÖLÜM
2. MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI ....................52
2.1. Hükümet Programında Dış Politika ...................................................................52
2.2. Türkiye’de Dış Politika Tartışmaları .................................................................62
2.3. Darbe Öncesinde Türk-ABD İlişkileri ...............................................................69
2.3.1. 27 Mayıs Askeri Darbesi Ve ABD İlişkisi ...............................................76
2.4. Darbe Sonrasında İlk Temas .............................................................................86
2.5. ABD Basınında 27 Mayıs Askeri Darbesine İlk Tepkiler..................................90
III. BÖLÜM
3. MBK DÖNEMİNDE İKİLİ İLİŞKİLER ...................................................92
3.1. MBK-ABD İlişkileri ..........................................................................................92
3.1.1. Arşiv Belgelerine Göre Darbe Sonrasında Türk-ABD İlişkileri .............92
3.1.2. Türkiye Açısından 1960 Yılı Türk-ABD İlişkileri ..................................99
3.1.3. Ekonomik Temelde 1960 Yılı Türk-ABD İlişkileri ..............................103
3.1.4. 1960 Yılı ABD Başkanlık Seçimleri .....................................................106
3.1.4.1. ABD Büyükelçiliğinde Değişim ...............................................110
3.1.5. 1961 Yılında Türkiye-ABD İlişkileri .....................................................113
3.1.5.1. Savunma Stratejileri Bakımından İlişkiler ................................113
3.1.5.2. Yassıada Yargılamaları Etkisinde Türkiye-ABD İlişkileri .......122
3.2. MBK-Sovyetler Birliği İlişkileri ......................................................................128
3.3. MBK-Fransa İlişkileri ......................................................................................134
3.3.1. Cezayir Bağımsızlık Sürecindeki İlişkiler ..............................................136
3.3.1.1. Türk Basınında 1954-1961 Yılları Arasında Cezayir
Bağımsızlık Savaşı....................................................................141
3.4. MBK-Orta Doğu İlişkileri ................................................................................146
3.5. MBK-Ortak Pazar.............................................................................................165
3.6. MBK-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs ..............................................................171
IV. BÖLÜM
4. SONUÇ ....................................................................................................................178
xii
KAYNAKLAR ............................................................................................................184
EKLER
Ek 1: 27 Mayıs 1960 Günü Kurmay Albay Alparslan Türkeş Tarafından
Radyoda Okunan Darbe Bildirisi ..................................................................199
Ek 2: ABD Elçisi Raymond Hare’in Selim Sarper İle Yassıada Yargılamaları
Konulu Görüşmelerinin 4 Nisan 1961 Tarihli Raporu..................................200
Ek 3: ABD Başkanı John F. Kennedy’nin Yassıada Yargılamaları Hakkındaki
Endişelerini İçeren Dean Rusk Tarafından Raymond Hare’ye Yollanan
Telgraf ...........................................................................................................202
Ek 4: İngiltere Büyükelçisinin BAC’nın Hatay Konusundaki Açıklamalarından
Sonra, Selim Sarper İle Görüşmesi Hakkında...............................................203
Ek 5: 29 Aralık 1960 Günü İskenderun’da, Atatürk Heykelinin Bombalanması
Hakkındaki İngiliz Dışişleri Arşiv Belgesi ...................................................204
xiii
KISALTMALAR LİSTESİ
ABD
: Amerika Birleşik Devletleri
BAC
: Birleşik Arap Cumhuriyeti
BCA
: Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi
CHF
: Cumhuriyet Halk Fırkası
CHP
: Cumhuriyet Halk Partisi
CIA
: Central Intelligence Agency
DP
: Demokrat Parti
FRUS
: The Foreign Relations of the United States Archives
İTC
: İttihat ve Terakki Cemiyeti
KUR MEC TD
: Kurucu Meclis Tutanak Dergisi
MBK GNKTT
: Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanağı
MBK
: Milli Birlik Komitesi
MİT
: Milli İstihbarat Teşkilatı
NA FO
: National Archives Foreign Office
SCF
: Serbest Cumhuriyet Fırka
SKB
: Silahlı Kuvvetler Birliği
TBMM TD
: Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanak Dergisi
TBMM ZC
: Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi
TBMM
: Türkiye Büyük Millet Meclisi
TCF
: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
TSK
: Türk Silahlı Kuvvetleri
TM TD
: Temsilciler Meclisi Tutanak Dergisi
MDD
: Milli Demokratik Devrim
GİRİŞ
İlkel insan topluluklarının mülkiyet kavramını icat etmesi ile başlayan süreç
devamında dış politika kavramının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Dış politika, Türk
Dil Kurumunun sözlüğünde “Bir devletin sınırları ötesindeki devletlere uyguladığı
siyaset” olarak adlandırılmaktadır. Dış politika anlaşılacağı üzere bir devletin
sınırlarının dışarısında kalan bölgelere karşı izlediği politikaya verilen isimdir. Dış
politikanın yanı sıra, devletlerin birbirleri ile yürüttükleri dış politika faaliyetlerinin
tümüne “Uluslararası İlişkiler” ismi verilirken, “Diplomasi” ise bahsi geçen faaliyetler
gerçekleşirken uyulan kurallara veya kaidelerin tümüne verilen isimdir (Kürkçüoğlu
1980: 311-312). Bahsi geçen tüm bu kavramlar hakkındaki bilimsel çalışmalar, I.
Dünya Savaşı sonrasındaki döneme rastlamıştır. Bunun nedeni ise İnsanlık tarihinin
sadece cephede değil cephe gerisinde de büyük kayıplar yaşamış olmasıdır.
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılması sonrasında Milli
Mücadele dönemi başlamıştır. Savaş sonrasında 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr
Anlaşması çerçevesinde Osmanlı orduları terhis edilmiş, ordunun elindeki tüm askeri
materyallere el koyulmuş, ülkedeki tüm stratejik noktalar, İtilaf Devletleri tarafından
işgal edilmiştir. İşgal süreci sırasında Osmanlı toprakları, Sevr anlaşmasın gereği galip
devletler tarafından paylaşılmış ve Doğu Anadolu’da İtilaf devletlerinin mandası altında
bir Ermeni devletinin kurulması kararlaştırılmıştır. Osmanlı Devleti’nin ömrünün
tamamladığını öngörenler tarafından Milli Mücadele başlamıştır. Bu dönemde, ülkenin
geleceği için çeşitli tartışmalar meydana gelmiştir. Bu tartışma konularından ilki, İngiliz
veya ABD mandası altında Anadolu’da bir Türk devletinin kurulmasıdır. İlerleyen
süreçte, Anadolu’daki Milli Mücadele hareketi içerisinde bulunan Halide Edip, Dr.
Adnan gibi önemli kişiler Erzurum ve Sivas Kongreleri yapılana kadar ABD
mandasında kurulabilecek bir Türk Devletine inanmaktaydılar. Bir diğer tartışma
konusu ise Misak-ı Milli ile genel hatları belirlenen bağımsızlık mücadelesidir. 23
2
Temmuz-9 Ağustos 1919 Erzurum ve 4 Eylül 1919 Sivas kongreleri alınan kararlar
açısından Milli Mücadele’nin dış politikasının hedefleri belirlemiştir.
Misak-ı Milli’nin kabul edilmesi sonrasında, İstanbul 16 Mart 1920’de İtilaf
Devletleri tarafından işgal edilmiştir (Gönlübol, Ülman vd 1993: 13). İstanbul’un işgali
sonrasında, Anadolu’daki Milli Mücadele hareketi merkezi Ankara olan Türk
bağımsızlık savaşı başlatılmıştır. Milli Mücadele’nin, biri askeri diğeri siyasi olmak
üzere iki ayrı kolu bulunmaktaydı. İtilaf devletleri, Osmanlı Devleti’nin paylaşılması
konusunda hem fikir oldukları için Sovyetler Birliği ve ABD, Ankara hükümetine
destek verebilecek iki devletti. ABD’nin Wilson ilkelerinden dolayı, Şark Meselesine
karşı yaklaşımı bilinmekteydi. Sovyetler Birliği ile ise durum daha farklıydı. I. Dünya
Savaşı’na katılan Rus Çarlığının, Ekim 1917’deki devrim ile yıkılması sonrasında
kurulan Sovyetler Birliği, ortak düşman olarak gördüğü İtilaf devletlerine karşı Ankara
Hükümeti’ne silah ve para yardımı yapmıştır (Gönlübol, Ülman vd 1993: 19). Ankara
Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa önderliğinde yürüttüğü Kurtuluş Savaşı’nı İngiliz
destekli Yunanistan ordularına karşı 26 Ağustos 1922 günü başlatılan ve 30 Ağustos
1922 günü sona eren başarılı taarruzu ile mağlup etmiştir. 9 Eylül 1922 günü İzmir’in
Yunan işgalinden kurtarılması ile tamamlanan Kurtuluş Savaşı sonrasında barış
görüşmeleri başlatılmıştır. 20 Kasım 1922’de İsviçre’nin Lozan kentinde başlayan
görüşmelerde Türk heyetine Dışişleri Bakanı olarak İsmet Paşa (İnönü) başkanlık
etmiştir. İtilaf devletlerinin anlaşmaz tutumu nedeni ile görüşmelere 4 Şubat 1923’te ara
verilmesine
rağmen,
24
Temmuz
1923
tarihinde
Türkiye
Cumhuriyeti’nin
bağımsızlığının tescili olan Lozan Barış anlaşması imzalanmıştır.
Milli Mücadele’nin sona ermesi ile Yeni Türk Devleti’nin dış politikada
uğraşması gereken meseleler tam anlamıyla Lozan’da çözülememiştir. Bağımsızlığı
zedeleyen Kapitülasyonlar, Yabancı Okulların varlığı, Ermeni devletinin kurulması gibi
önemli konularda taviz verilmemiştir. Musul1 ve Hatay2’ın anavatana katılması konuları
Türkiye ile İngiltere ve Fransa arasında çözümlenmek üzere masada bırakılmıştı.
1
2
Musul Meselesi ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Kemal Cemal (2007). “Birinci Dünya Savaşı
Sonrasında Musul Meselesi.”. Atatürk Yolu Dergisi. 40: 643-691.
Hatay Meselesi ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Dayı Esin (2002). “Hatay Devleti ve Hatay'ın
Anavatan'a Katılması.” Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi. 19: 331-340.
3
Türkiye’nin, İngilizler tarafından işgal altında tutulan Musul’u askeri bir hareket ile geri
alması olası bir durum değildi. Hatay meselesi ise Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal
Atatürk tarafından oldukça önemsenmiştir. 1 Kasım 1936’da Mecliste söz alan
Cumhurbaşkanı, Türkiye ile Fransa’nın yakın ilişkiler kurduğundan bahsetmiş ve Hatay
sorununun çözülmesi için Fransa’nın samimiyetine güvenildiğinden bahsetmiştir
(TBMM ZC. İ 1. C 1. 01.11.1936: 6-7). Fransa ise Hatay’ın Suriye’ye bağlı bir toprak
parçası olduğunu açıklamış ve meseleye karşı yaklaşımını belli etmiştir. Hatay
meselesinin, Milletler Cemiyeti tarafından çözüme kavuşturulmaktan başka çözüm yolu
bulunamamıştır. Türk ve Fransız tarafları Milletler Cemiyetinin önerdiği çözüm planına
göre 3 Temmuz 1938’de bir araya gelerek Hatay’ın bağımsız bir devlet olması
konusunda anlaştılar. Bağımsız Hatay devleti ise 29 Haziran 1939’da aldığı karar
çerçevesinde Türkiye Cumhuriyetine katıldı. Lozan’da çözülmeyen bir diğer sorun olan
Boğazlar meselesi ise 22 Haziran 1936’da toplanan Montreux konferansında çözüme
ulaştırılmıştır. Konferans sonucunda 20 Temmuz 1936’da Montreux Boğazlar
Sözleşmesi3 imzalanmış ve bu sözleşme Lozan anlaşmasındaki Boğazlar Sözleşmesinin
yerini almıştır. Montreux’un imzalanması ile Boğazlar sorunu da barışçıl bir yöntem ile
halledilmiştir.
Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde, Türkiye’nin öncülüğünde bölgesel
paktlar kurulduğu gözlemlenmektedir. 1922 yılında İtalya’da Ulusal Faşist Partisi, 1933
yılında Almanya’da ise Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’nin iktidara gelmesi ve bu iki
partinin de savaş yanlısı açıklamaları I. Dünya Savaşı sonrasında kurulan barış
düzeninin bozulacağının bir göstergesi olmuştur.
İtalya lideri
Mussolini’nin
Balkanlar’da ve Akdeniz’de İtalya’nın çıkarları doğrultusunda bir savaşa girebileceğini
sıkça dile getirmesi, Türkiye tarafından endişe ile karşılanmıştır. Türkiye yaklaşan
savaşta tek başına kalmamak, bölgesel barışı korumak, hatta mümkün ise savaşı
engellemek için 9 Şubat 1934 tarihinde Balkan Antantının4 kurulmasına öncülük
etmiştir. Balkanlar’daki sınır güvenliği meselesi kurulan Balkan Antantı ile halledilince,
3
4
Montreux Boğazlar Sözleşmesi ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Doğru Sami (2013). “Türk
Boğazlarının Hukukî Statüsü : Sevr ve Lozan’dan Montrö’ye Geçiş”. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi. 2 (15): .123-169.
Balkan Antantı ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Soysal İsmail (1983). Tarihçeleri ve Açıklamaları ile
Birlikte Türkiye'nin Siyasal Antlaşmaları.Cilt 1 . Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
4
sıra Türkiye’nin doğu ve güney doğu sınırlarının korunması, Orta Doğu’da da barışın
devam ettirilebilmesine gelmiştir. Türkiye, İran ve Irak kendi aralarındaki sınır
problemlerini görüşmek için 2 Ekim 1935’de Cenevre’de bir araya geldiler ve Sadabat
Paktının5 kuruluş sürecini başlattılar. İran ve Irak arasındaki Şattülarap sınır
anlaşmasının çözülmesi ve Afganistan’ın da katılması ile 8 Temmuz 1937 günü Sadabat
Paktı kuruldu. Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de vefa etmesine kadar ki süreçte Türkiye,
Musul ve Hatay meseleleri (Hatay Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye’ye katılmıştır.)
çözüme kavuşturulmakla birlikte, Boğazların Montreux sözleşmesi ile Türkiye’nin
kontrolüne geçmesi sağlamıştır. Bunların yanı sıra, Avrupa’da yaklaşmakta olan II.
Dünya Savaşı öngörüldüğü için Balkanlarda ve Orta Doğu’da var olan barışın
sürdürülmesi adına bölgesel paktlara imza atılmıştır. Genel itibari ile Atatürk dönemi
Türk Dış Politikasının “Yurtta Sulh Cihan’da Sulh” ilkesi ile yönetildiği söylenebilir.
Almanya’nın, 1 Eylül 1939 günü Polonya’ya saldırması ile başlayan II. Dünya
Savaşı, Türkiye’yi oldukça etkilemiştir. Türkiye savaşa dâhil olmaktan yana değildi.
1923’de kurulmuş olan Türkiye’nin böylesi büyük bir savaşa girmesi, için ne ekonomisi
ne de askeri gücü bulunmamaktaydı. Bu nedenle Türkiye’nin dış politikasını yönetenler,
“Denge Oyunu” oynamak zorunda kalmışladır. 1939-1942 yılları arasındaki süreçte
Almanya, Avrupa’da yapılan savaşlarda galip gelmiş ve 6 Nisan 1941 günü
Yunanistan’ı işgal etmiştir. Yunanistan’ın ve Bulgaristan’ın 1941 yılı itibari ile işgal
edilmesi karşında, Türkiye, Almanya ile komşu olmuştur. Toprakları bir Alman saldırısı
karşısında hemen işgale uğrayacağı bilen Türkiye, Almanya karşısında savaşa girmeyi
böylesi bir dönemde asla göze alamazdı. Almanya ile Türkiye arasında 18 Haziran
1941’de bir dostluk anlaşması imzalanmış ve böylece Alman tehlikesi geçici de olsa
rafa kaldırılmıştır. Almanya ile bahsi geçen bu görüşmeler sırasında Almanya,
Balkanlar’da savaşı kazanmaktaydı. 1943 yılı itibari ile Alman ordularının Sovyetler
Birliğine karşı askeri harekâta girişmesi, Türkiye’nin, Müttefik devletler tarafında
savaşa girmesinin önemini arttırmıştır. Türkiye’nin Müttefik devletlerin yanında savaşa
5
Sadabat Paktı ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Soysal İsmail (1983). Tarihçeleri ve Açıklamaları ile
Birlikte Türkiye'nin Siyasal Antlaşmaları.Cilt 1 . Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
5
girmesi için 30-31 Ocak 1943 ‘de Adana görüşmeleri6 ve 4-6 Aralık 1943 tarihlerinde
II. Kahire Konferansı7 yapılmıştır. Türkiye bu görüşmelerde savaşa katılmamak için
ordusunun yetersiz donamına sahip olduğu argümanını kullanmış ve Türkiye’nin bu
aşamada savaşa katılmasının oldukça sakıncalı olduğu Yunanistan ve Yugoslavya gibi
yenilebileceği söylenmiştir (Deringil 2012: 146).
Türkiye, müttefik devletlerin tüm baskılarına rağmen fiilen savaşa dâhil
olmamış, Alman ordularının yenilmesine kesin gözü ile bakıldığı 2 Ağustos 1944’de
Almanya ile 6 Ocak 1945’de ise Japonya ile olan tüm diplomatik ilişkilerini kesti. Bu
geç gelen savaş ilanlarının nedeni savaş sonrasında kurulacak olan yeni düzende
Türkiye’nin de yer alması isteğidir. 4 Şubat 1945-11 Şubat 1945 tarihleri arasında
yapılan Yalta konferansında, alınan bir karar gereği kurulacak olan Birleşmiş Milletlere
kurucu üye sıfatı ile katılmanın şartı Japonya ve Almanya’ya savaş ilan etmek olduğu
için bu savaş ilanları yapılmıştır.
Türk hükümetinin, 21 Mayıs 1945 günü başlayan bütçe görüşmelerin de, tek
partinin sert bir şekilde parti içi muhalefet ile karşı karşıya kaldığı görülmektedir.
Adnan Menderes, Feridun Fikri Düşünsel, Hikmet Bayur, Emin Sazak görüşmeler
sırasında söz alarak eleştirilerini dile getirmişlerdir. Görüşmeler sırasında bütçe
açığından dolayı devletin dış borçlarının arttığını, ülke içerisinde tırmanan hayat
pahalılığı, savaşın başından beri önlenemeyen karaborsa, vergi adaletsizliği, gibi
konular Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) yönetiminin eleştirildiği bazı önemli konular
olmuştur (TBMM TD. B 58. O 1. 25.05.1945: 196-233). 29 Mayıs 1945 günü bütçe
oylaması yapılmış ve 368 kabul oya karşı 5 kişi red oy kullanmışlardır. Bütçeye
olumsuz oy veren beş vekilden dördü Demokrat Parti’nin (DP) kurucuları içerisinde yer
alacaklardır (Eroğlu 1998: 28).
CHP yönetimi, Adnan Menderes, Celal Bayar, Mehmet Fuat Köprülü ve Refik
Koraltan tarafından sıkça eleştirilmekle birlikte bu vekiller, Ahmet Emin Yalman gibi
6
7
Adana Görüşmeleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Deringil Selim (2012). Denge Oyunu. İstanbul:
Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
2. Kahire Konferansı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Tuncer Hüner (2012). İsmet İnönü'nün Dış
Politikası (1938-1950) İkinci Dünya Savaşı'nda Türkiye. İstanbul: Kaynak Yayınları.
6
dönemin etkili gazetecileri tarafından yazılan yazılar ile de desteklenmekteydiler (Lewis
2015: 407-408). Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na muhalefet eden dört milletvekilli,
Dörtlü Takrir olarak adlandırılan bir önergeyi 7 Haziran 1945’de CHP meclis grubuna
sunmuşlardır. Takrir, 12 Haziran 1945 günü CHP içerisinde tartışıldı ve reddedildi
(Ahmad 1976: 13). Dörtlü Takrir’in reddedilmesi sonrasında, CHP yönetimine
muhalefet eden milletvekilleri, Tan ve Vatan gazetelerinde partilerini ağır bir şekilde
eleştirmeye devam etmişlerdir. CHP içerisindeki muhalefeti durduramamış, Başbakan
Saraçoğlu bu nedenle çalışma arkadaşlarının sundukları eleştirilere, 5 Eylül 1945 günü
basın yolu ile cevap vermiştir (Ahmad 1976: 15). Menderes ve Köprülü’nün CHP’den
parti disiplinine aykırı bir şekilde hareket ettikleri gerekçesi ile 21 Eylül 1945 günü
partiden ihraç edilmeleri, DP’nin kurulmasında ilk adım olmuştur.
Menderes ve
Köprülü’nün ihraçlarını, 27 Kasım günü ise Koraltan’ın CHP’den ihracı takip etmiş
böylece Dörtlü Takrir’ de imzası bulunan tüm vekiller, CHP dışında kalmışlardır.
Celal Bayar ve diğer vekillerin CHP’den uzaklaşmaları sonrasında Aralık
1945’de yeni bir parti kurulacağı söylentileri, basında geniş yer bulmuştur. Tanin
gazetesi yazarı Hüseyin Cahit Yalçın, bir muhalefet partisi kurulacak ise bu partiyi
kuracak en doğru kişinin Bayar olduğunu dile getirerek başladığı yazısının devamında,
eğer böyle bir parti kurulur ise Türkiye’nin geleceğinde önemli bir rol oynayacağını
belirtmiştir (Tanin 5 Aralık 1945). Menderes, Koraltan ve Köprülü’nün ihraçları
sonrasında Bayar’da 3 Aralık 1945 günü CHP’den istifa etmiştir (Anadolu 4 Aralık
1945). CHP’deki bu ayrılıklar 7 Ocak 1946 günü DP’nin resmen kurulmasına neden
olmuştur (Cumhuriyet 8 Ocak 1946). Yeni kurulan partinin tüzüğü ve programı 9 Ocak
1946 günü gazetelerde yayınlandı ve böylece Türkiye, 1930’dan 1946’ya kadar devam
eden Tek Parti rejiminden, çok partili yaşama geçiş sağlanmıştır. DP’nin parti programı
genel hatları ile CHP’nin parti programına Atatürk inkılap ve düşünceleri bakımından
temelde benzerlik göstermekteydi. DP parti programında, liberalizmi iktidar olmaları
halinde benimsenecek ekonomik sistem olarak benimsenmekle birlikte, dernek kurma
özgürlüğü ve özel sektörün desteklenmesi ve özel mülkiyetin güvence altına alınması
konularına değinmiştir. Dış politikada ise CHP’nin yürüttüğü dış politikaya aykırı
unsurlara yer vermemiş programın 18. Maddesinde, uluslararası ilişkilerde; askeri ve
7
iktisadi eşitlikler çerçevesinde barışçıl bir dış politika izlenmesi gerektiği vurgulanmıştır
(Vatan 9 Ocak 1945).
DP’nin kurulması Türk ve Dünya basınında olumlu tepkilere neden olmuştur.
DP’nin kurulduğu günlerde Londra’da bulunan gazeteci Yalman, DP’nin kurulmasının
İngilizler açısından Orta Doğu ve Türkiye’de istikrarın sağlanmasında önemli bir etken
olarak görüldüğünü, böylece Türkiye’nin komşularına da iyi bir örnek teşkil edeceği
değerlendirilmelerinin yapıldığını dile getirmiştir (Vatan 19 Ocak 1946). Dönemin
başbakanı Saraçoğlu ise bir muhalefet partisinin bulunmasının halkın, CHP’ye olan
inancının artmasına neden olduğunu dile getirir (Cumhuriyet 7 Mart 1946).
DP’nin kurulması sonrasında, CHP yeni bir politika izlemek zorunda kalmıştır.
DP’nin parti programı siyasi olarak CHP’ne göre daha liberal bir çizgi izlediği için
CHP’de de yenilik gerekmekteydi. Şubat 1946’dan itibaren CHP, 10 Mayıs 1946’da
gerçekleştireceği kurultayı öncesinde, öğrencilere örgütlenme hakkı, üniversitelere
özerklik, basın suçlarının affedilmesi, köylülerin ödemeye zorlandığı bazı vergilerin
kaldırılması ve işçilere sigorta yapılmasının zorunlu kılınması gibi kamuoyunu
kazanmaya yönelik adımlar, dört ay içerisinde atıldı. 10 Mayıs 1946 günü, CHP
olağanüstü kurultaya giderek, yönetimini yeniden belirlemiş, 8 yıl önce getirilen
partinin daimi şeflik makamı yine olağanüstü olan bu kurultayda kaldırılmıştır (Ulus
10–12 Mayıs 1946). CHP bu adımlara atarak, DP’nin liberal programına karşı kendi
politikalarında düzenleme yapmıştır.
DP, 1946 seçimlerinde karşılaştığı yenilgi sonrasında 14 Mayıs 1950’de
yapılacak seçimler için çalışmalara başlamıştır. Seçimlerde CHP iktidar olmasına
rağmen, DP halk içerisinde desteğini arttırmaya devam etmiştir. 1946–1949 arasında
geçen süreçte CHP ve DP mecliste görüşülen hemen her konuda büyük tartışmalar
meydana gelmiş, Başbakan Peker, sıkça DP’yi yıkıcı faaliyetler yürütmek ile
suçlamıştır. Peker’in, 1947’de görevden alınması sonrasında başbakanlığa getirilen
Hasan Saka, Peker’e daha bir ılımlı çizgide siyaset yürütmeye çalışmıştır. Başbakanlıkta
yapılan
değişim
mecliste
var
olan
siyasi
gerginliği
sona
erdirmediğinden,
Cumhurbaşkanı İnönü 12 Temmuz 1947’de 12 Temmuz beyannamesi adı verilen metni
8
yayınlamıştır. Cumhurbaşkanı, beyannameye göre partiler üstü bir konuma geliyor,
partilerin arasında uzlaştırıcı bir role bürünmüştür (Toker 1970: 265).
DP’nin 1950 seçimleri için yaptığı propagandalar genel olarak; kırsal alanlardaki
küçük üretici kesimin dertlerini dile getirmiş, yol vergisi kaldırılacağını, işçilere grev,
toplu sözleşme, sendikalaşma hakkı tanıyacağını ve milli koruma kanunu kaldırılacağını
vaatleri arasında sıralamıştır. Yapılan her mitingde halkın büyük coşkusu karşısında
verilen bu vaatler, DP’nin CHP karşısında geniş halk kitlelerine, halkın her kesiminden
insana ulaşmasında yardımcı olmuştur. CHP ise tek parti döneminden kalma,
bürokrasiye güvenme eğiliminden vazgeçmemiştir. II. Dünya Savaşı’nın getirdiği
ekonomik bunalım, CHP’nin sivil-asker bürokratlar, büyük toprak sahipleri ve
sanayicilere dayanan seçmen kitlesinin bozulmasına ve DP’ye kaymasına neden
olmuştur. CHP’lilere göre grev çağ dışı bir eylem olduğundan işçiyi yoksullaştırıyor
söylemleri ile işçileri kendisinden uzaklaştırmakla beraber, II. Dünya Savaşı’na
girilmemesinin
yararlarından
bahsediyordu.
CHP’nin
çalışmalarına
bizzat
Cumhurbaşkanı İnönü’nün katılmış olması da 12 Temmuz beyannamesine aksi bir
durum oluşturmaktaydı. İnönü, DP başkanı, Bayar gibi köy köy gezmesine rağmen
seçmenlerin tercihi DP’den yana idi. Dönemin basınından sadece Akşam ve CHP’nin
gayri resmi yayını olan Ulus gazeteleri hariç nerede ise tüm gazetelerde DP’yi
desteklemekteydiler. DP’nin, halk tarafından destek gören söylemleri karşısında
argüman geliştiremeyen CHP, tek parti iktidarının yılgınlığını taşıyan seçmen tarafından
iktidardan indirilmiştir (Çavdar 1996: 17-18-19-20). Seçimlerden önce değiştirilen
seçim yasasına göre seçimler artık çoğunluk sistemi ve açık oy gizli sayım yerine, liste
usulü çoğunluk sistemine ve kapalı oy açık sayım yerine bırakmıştır. Seçimler öncesi
getirilen yeni seçim yasası sayesinde DP’nin kazandığı milletvekili sayısı yükselmiştir.
27 yıllık CHP iktidarına son veren seçimler, 14 Mayıs 1950 günü8 yapılmış,
seçmenlerin seçime katılım oranı %89.3’lük bir oranla oldukça büyük olmuştur. DP
seçimlerde oyların %55.2’sini alırken CHP’de ise bu oran 39.6’da kalmıştır. DP 416
milletvekili ile iktidar olurken, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi CHP ilk defa
8
14 Mayıs 1950 Türkiye genel seçimleri hakkında ayrıntılı bilgi için
(https://global.tbmm.gov.tr/docs/secim_sonuclari/secim3_tr.pdf. 01.04.2019 tarihinde erişildi.)
bkz.
9
muhalefete geçmiş ve sadece 69 vekil ile TBMM’de temsil edilme hakkı kazanmıştır.
1950 seçimleri Türkiye siyasi tarihinde bir dönüm noktasıdır. 27 yıllık CHP iktidarı,
yapılan seçimler sonucunda yerini DP’ye bırakmıştır. 1950 seçimlerine kadar siyaset,
Türkiye’de etkili olan sivil-bürokrat ve askerlerden oluşan seçkinlerin elinde
bulunmaktaydı (Keyder 2015: 147). Seçim kanununda değişiklik yapılması, 1950
seçimlerinin özgür bir ortamda yapılmasına olanak sağlamış, halk tek parti döneminde
çektiği sıkıntılardan dolayı CHP’yi iktidardan indirmiştir.
Bu tez, 27 Mayıs askeri darbesi sonrasında Türkiye’de askeri darbe ile iktidara
gelen Milli Birlik Komitesi’nin, iktidarı sivil siyasilere devrettiği 13 Ekim 1961
seçimlerine kadar ki süreçte Türk Dış Politikasındaki faaliyetlerini okuyucuya aktarmak
amacıyla hazırlanmıştır. Çalışma hazırlanırken,
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivinin
yanı sıra, Amerikan ve İngiliz dışişleri arşivlerinden ve dönemin süreli yayınlarının yanı
sıra yazılan hatıratlar ile dönem hakkında hazırlanmış çalışmalardan da yararlanılmıştır.
Bu çalışmanın eksik yanı, hazırlandığı süreçte Türk Dışişleri Arşivinin araştırmacılara
kapalı olması nedeni ile bu arşivde bulunan belgelerden yararlanılamamış olmasıdır.
I. BÖLÜM
1. 27
MAYIS
1960
ASKERİ
DARBESİ
VE
CEMAL
GÜRSEL
HÜKÜMETLERİNİN KURULMASI
Seçimlerin, DP tarafından kazanıldığına kanaat getirildiği ilk saatlerde Mehmet
Fuat Köprülü daha Dışişleri Bakanı olacağını dahi bilinmezken Fransız bir gazeteciye
açıklama yapmıştır. Köprülü, açıklamasında, yeni tesisler kurmayı düşünmediklerini ve
bütçe belirlendikten sonra yabancı sermayenin Türkiye’ye gelmesi için çalışacaklarını
belirtmiştir (Cumhuriyet 17 Mayıs 1950 ve Birand, Dündar ve Çaplı 1991: 65).
Köprülü’nün bu açıklamasından da anlaşıldığı üzere Türkiye, DP iktidarı döneminde,
dış politika alanında Milli Şef döneminde ki devletçilik anlayışına göre farklı bir
uygulama olarak yabancı sermayeyi desteklemeyi kabul etmiştir.
DP listesinden seçilen tüm milletvekilleri 20 Mayıs 1950 günü TBMM’de bir
araya gelmişlerdir. Yeni iktidarın oluşturacağı hükümet bugün belirlenmiştir. Menderes
ve Köprülü mecliste bulanan bir komisyon odasında baş başa kalarak hükümeti
oluşturmuşlarıdır. DP’nin genel başkanı sıfatını taşıyan Bayar, Cumhurbaşkanı
yapılırken, Başbakanlık için uygun görülen ilk isim Köprülü olmuştur.
Bayar’ın
Cumhurbaşkanı adayı yapılması aynı gün yapılan DP grup toplantısında kesinleşince,
Menderes, Bayar’ı ziyaret ederek başbakanlığa Köprülü’yü yardımcılığına ise kendisini
önermiştir. Bayar, Menderes’in bu önerisini geri çevirerek, başbakanlık için Menderes’i
Dışişleri Bakanlığı için Köprülü seçtiğini belirtmiştir. Başbakanın belirlenmesi
sonrasında Bayar DP genel başkanlığından da istifa etmiş, DP grubu ilerleyen süreçte
Başbakan Menderes’i DP Genel Başkanı olarak seçmiştir (Birand, Dündar ve Çaplı
1991: 72-74).
11
1.1. . DP Dönemi Türk Dış Politikası ve 27 Mayıs’a Giden Süreç
1.1.1. Mehmet Fuat Köprülü Dönemi
Menderes’in başbakanlığa, Bayar’ın isteği ile getirilmiş olması beklenen bir
sonuç değildi. Dörtlü takriri CHP grubundan sunan Koraltan, Köprülü, Bayar ve
Menderes’in içerisinde yaşça en küçük olan Menderes’ti ve Bayar’ın Cumhurbaşkanı
olması durumunda Köprülü’nün başbakan olması beklenmekteydi. Menderes’te
kendisinden ziyade başbakan olarak Köprülü’yü Bayar’a önermişti. Ancak Bayar,
seçimini Menderes’ten yana kullanmıştır. Köprülü, seçimler sonrasında başbakanlığa
getirileceğini, belirli bir geçiş süreci tamamlanıncaya dek Menderes’i başbakanlığa
hazırlayacağını bekliyordu (Köymen 1981: 13). Köprülü, başbakanlığa ve parti
başkanlığına Menderes’in getirilmesi sonrasında gazeteci Emin Yalman’a serzenişte
bulunmuştur. Köprülü, Yalman’a ayrıca parti başkanlığının da Menderes’e verilmesini
eleştirmiş, en azından parti başkanı ve Dışişleri Bakanı olarak görev alabileceğini
belirtmiştir (Yalman 1970: 220). Yassıada yargılamaları sırasında, Tarık Güryay,
Menderes’e 1950 seçimleri sonrasında nasıl bir görev dağılım yaptıklarını sormuştur.
Menderes başbakanlığa Bayar’ın isteği üzerine getirildiğini aktarmış ve bunun nedeni
olarak Bayar’ın Köprülü’ye kendisine güvendiği kadar güvenmemesi olabileceğini de
belirtmiştir (Güryay 1971: 97-98). DP’nin 4 kurucu isminden biri olan Refik Koraltan
ise anılarında, kurucu üyelerin seçildikleri makamlara nasıl aday olduklarından
bahsetmiştir. 15 Mayıs 1950 günü Adana’dan Ankara’ya dönen Koraltan, Köprülü’nün
önce Cumhurbaşkanı olmak istediğini bu olmayınca başbakanlık için kendisini
önerdiğini söylemiştir. Menderes’in kendi fikrini sorduğundan bahseden Koraltan,
Dışişleri bakanlığı için Köprülü’yü kendisinin aday gösterdiğini söylemiştir (Koraltan
2013: 161-164). Koraltan ve Yalman’ın aktardıklarına bakıldığında Köprülü’nün,
kendisi için Dışişleri Bakanlığı görevini istemediği anlaşılmaktadır. Köprülü,
Cumhurbaşkanlığını, Başbakanlığı, parti başkanlığını istemiş ancak Dışişleri bakanlığı
ile yetinmiştir.
12
Menderes hükümeti9 kurulduktan sonra, hükümet programı, 29 Mayıs 1950 günü
Başbakan Menderes tarafından mecliste okunmuştur. 27 yıllık tek parti iktidarı
sonrasında, Türkiye’nin yeni iktidarının dış politika izleyeceği yol açıklanır. DP,
Birleşmiş Milletler başta olmak üzere, İngiltere, ABD, Fransa ile olan müttefikliğin
devam ettirileceği belirtilmiştir. ABD ile olan sıkı dostluk bağlarının devam ettirileceği
ve tüm ülkelerin ve milletlerin bağımsızlıklarına ve toprak bütünlüklerine saygılı
olunacağı taahhüttü verilmiştir. Türkiye’nin coğrafi konumu nedeni ile öneminin
vurgulandığı programda Marshall yardımları ve Truman Doktrini kapsamında yapılacak
yardımlar için teşekkür edilmiştir. Yakın ve Orta Doğu’da barışın sağlanmasında
konusunda Türkiye’nin iyi niyetleri dile getirilmiş, Türkiye’nin söz konusu bu
bölgelerde barışı sağlamak için üzerine düşen görevlerden kaçınmayacağı belirtilmiştir
(TBMM TD. B 3.O 1. 29.05.1950:31). DP’nin hükümet programından da anlaşılacağı
üzere, CHP iktidarındaki, batı eksenli dış politika anlayışında hiçbir değişiklik
bulunmamak birlikte, Türkiye’nin gerektiği halde Orta Doğu ve Yakın Doğu’daki
mevcut çatışma bölgelerinde görev almaya hazır olduğu da söylenmiştir.
Köprülü’nün entelektüel birikimine rağmen, bir hariciyeci olmaması atandığı
görevine uygun olup olmadığı hakkında tartışmalara neden olmuştur. DP iktidarından
bir önceki CHP hükümetinde bakanlık görevinde bulunmuş olan Nihat Erim, 2 Haziran
1950 günü günlüğüne Köprülü hakkındaki görüşlerini kaleme almıştır. Erim, DP’nin
izleyeceği dış politikanın ne olacağı konusunda endişeli olduğunu belirtirken,
Köprülü’nün meseleleri yüzeysel gören bir yapıya sahip olduğunu ve NATO’ya
Türkiye’nin kabul edilmesi için ABD’ye ve İngiltere’ye baskı uygulayabileceğinden
bahsetmiştir (Erim 2005: 456). Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam isimli
çalışmasında, Türkiye’nin Kore Savaşı’na dâhil olma sürecinden yola çıkarak,
9
1. Adnan Menderes Hükümeti; Başbakan Adnan Menderes, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Samet Ağaoğlu, Devlet Bakanı F. Lütfi Karaosmanoğlu, Adalet Bakanı Halil Özyörük, Milli Savunma
Bakanı Refik Şevket İnce, İçişleri Bakanı Rükneddin Nasuhioğlu Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü,
Maliye Bakanı Halil Ayan sonrasında Hasan Polatkan, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Avni Başman
sonrasında Ahmet Tevfik, Bayındırlık Bakanı Fahri Belen sonrasında Kemal Zeytinoğlu, Ekonomi ve
Ticaret Bakanı Zühtü Hilmi Velibeşe, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Nihat Reşat Belger sonrasında
Ekrem Hayri Üstündağ, Gümrük ve Tekel Bakanı Nuri Özsan, Tarım Bakanı Nihat İyriboz, Ulaştırma
Bakanı Ahmet Tevfik İleri sonrasında Seyfi Kurtbek, Çalışma Bakanı Hasan Polatkan sonrasında
Ahmet Hulusi Köymen, İşletmeler Bakanı Mehmet Muhlis Ete. Ayrıntılı bilgi için bkz. Neziroğlu İrfan
ve Yılmaz Tuncer (2013). Hükümetler, Programları ve Genel Kurul Görüşmeleri (22 Mayıs 1950 – 20
Kasım 1961). Cilt 2. Ankara: Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı Yayınları.
13
Köprülü’nün tarihçilik alanında yaptığı çalışmaların haricinde ne bir devlet adamı ne de
bir politikacı olarak görülemeyeceği hakkında ağır eleştirilerde bulunmuştur (Aydemir
2016: 301).
Erim ve Aydemir’in yaklaşımlarına karşı olarak, Köymen ise hocası olan
Köprülü’nün birkaç hatası haricinde Dışişleri bakanlığının son derece başarılı olduğunu
savunur. Köymen’in söz ettiği bu hatalara verdiği örnekler ise; ABD’nin Kore Savaşı
için Türkiye’den bir bölük asker istemesine rağmen savaşa bir tugay gönderilmesi ve
İstanbul’un fethinin 500. Yıl dönünü kutlamalarına katılmayarak, İngiltere Kraliçesi’nin
taç giyme törenine katılması ve burada yaptığı Kıbrıs hakkında ki açıklamasıdır.
Köprülü burada, Türkiye’nin dâhil olduğu bir Kıbrıs sorununun olmadığını, bu sorunun
İngiltere ve Yunanistan arasında olan bir sorun olduğu dile getirmiştir (Köymen 1981:
13). Gazeteci Metin Toker’de Köprülü’nün vurdumduymaz bir tavır ile bakanlık
görevini yürüttüğü hakkında eleştirilerde bulunmuştur. Toker, 1951 yılında Paris’te
bulunduğu sırada Köprülü ile Kıbrıs hakkında bir görüşme yaptığını aktarır. Yunanların,
Kıbrıs’ın Yunanistan’a devri için görüşmeler yaptığını, bu konuda Türkiye’nin ne
yapacağını sorması üzerine Köprülü; “ Sıkma sen canını ben o konuyu biliyorum”
cevabını vererek soruyu geçiştirmeye çalıştığından bahseder. Toker ise konunun
geçiştirilemeyecek kadar önemli olduğunu söylemesi üzerine, Köprülü; “Üzme canını.
Ben biliyorum işi” dediğini aktarmıştır (Toker 1991: 215).
Köprülü, bakanlık görevi sırasında kendi partisi içerisinden de eleştirilere hedef
olmuştur. DP’nin kuruluşunda önemli bir yere sahip olup, Köprülü ile aynı kabine de
bakanlık görevinde bulunan Samet Ağaoğlu da Köprülü’yü farklı nedenlerden dolayı
eleştirmiştir. Samet Ağaoğlu, Köprülü’nün başbakanlığa getirilmemesinden dolayı
kırgın olduğunu, bir nevi başbakanlığın onun dedesinden kalma bir hak olarak
gördüğünü dile getirmiştir. Ağaoğlu, Köprülü’nün sıklıkla işini ihmal ettiğini, sadece
davetlerde boy gösterdiğini, bu nedenle de bakanlıktaki tüm işlerin bürokratlar
tarafından yürütüldüğünü, elçilerin Köprülü ile konuşması gereken meseleleri, başbakan
ile görüşmek zorunda kaldıklarını belirtmiştir. Köprülü’nün bu vurdumduymazlığı
yüzünden DP içerisinde hizipleşmeler başladığını söyleyen Ağaoğlu, 27 Mayıs
sonrasında DP’ye açılan yolsuzluk davalarının kaynağında Köprülü olduğunu iddia
14
etmiştir (Ağaoğlu 2004:164-165 aktaran Avcı 2014:84). Cihat Baban’da Politika
Galerisi isimli çalışmasında Köprülü’nün Menderes tarafından geri plana itilmeye
çalışıldığından bahsetmiştir. Menderes, Roma’daki Türk elçiliğinde verilen bir davet
sırasında Köprülü’ye davetlilerin yanında “Hoca sen üniversiteden devlet adamı
çıktığını hiç gördün mü? Politika bir Allah vergisidir, okuma işi değil, sezgi işidir, sanat
gibi bir şeydir” Sorusunu yöneltmiş, Köprülü ise bu soruya karşı, “Herhalde bu sözün
meclisten dışarı?” cevabını vermiştir. Menderes, Köprülü’nün bu sorusuna “Hadi senin
istediği gibi olsun” cevabını vermiştir. (Baban 2009: 358-359).
DP’nin kurucularından olan Köprülü, bakanlığı sırasında sıkça yukarıda
belirttiğimiz konularda eleştirilerle karşılaşıyordu. Parti içerisinde bir güç savaşı olduğu
görülmekteydi. DP’nin 1950’de iktidara gelmesi ile DP içerisinde 3 ayrı noktanın güç
odağı haline geldiği görülmektedir. Bunlardan ilki Çankaya köşkünden tüm partiyi idare
etmeye çalışan Bayar’dı. Bayar, kendisinin Cumhurbaşkanı yapılması sonrasında
başbakanlığa ve parti başkanlığına kimin geleceğini işaret etmiştir. DP içerisindeki
diğer bir güç odağı ise, partinin de başkanlığına getirilmiş olan Başbakan Menderes’ti.
Menderes ilk hükümetin kurulması sürecinde, Bayar’a Köprülü’yü başbakan olarak
önermesine rağmen Bayar’ın onu işin başına geçirmesine karşı çıkmamış, gerektiğinde
Bayar’a dahi karşı koymasını bilmiştir. Parti içerisindeki son odak ise, milletvekillerinin
oluşturduğu parti grubu idi. Bayar’ı, Menderes’i ve hükümeti eleştirebilecek tek kurum
olan parti grubu 1950-1954 arasında etkinliğini yitirmeden görevine devam etmiş
olmasına rağmen 1954 seçimleri sonrasında gelen yeni vekiller öncülleri gibi parti
yönetimini eleştirmekten uzak durmuşlardır. Bunun nedeni ise DP’nin 1954
seçimlerinde, CHP’ye karşı aldığı büyük galibiyettir. Bu galibiyetin mimarları ise Bayar
ve Menderes’tir.
Bahsi geçen bu güç dengeleri içerisinde Köprülü daima geri plana itilmiş,
mecliste dahi dış politika tartışmalarını başbakan Menderes yürütmüştür. Bu
tartışmaların en güzel örneği ise 1950 yılının son günlerinde yaşanmıştır. 11 Aralık
1950’de meclis içerisinde Kore’ye asker yollanması hakkında verilen gensoru önergesi,
meselenin muhatabı olan Köprülü adına değil Menderes adına verilmiştir (TBMM TD.
15
B 17. O 1. 11.12.1950: 136-137). Anlaşılacağı üzere Köprülü bakanlığı döneminde
muhalif partiler tarafından da geri plana atılmaya çalışılmıştır.
Köprülü’nün bakanlığı döneminde, dış politikada birçok olay meydana gelmiştir.
Öncelikle DP iktidarının daha 1. yılını doldurmadan, 25 Temmuz 1950 günü Kore’de
başlayan savaşa Türkiye dâhil olmuştur (Milliyet 26 Temmuz 1950). DP yönetimi
Türkiye’nin NATO’ya üye olunmasında önemli bir basamak gördüğü, Kore savaşına
dâhil olunması sonrası verilen ilk açıklamada da NATO üyeliğinin önemi üzerinde
durmuştur Menderes’in, 6 Ağustos 1950 günü basına verdiği demeçte Türkiye’nin
NATO’ya dâhil olmasının barışın ilk şartı olarak gördüğünü dile getirmiştir (Milliyet 7
Ağustos 1950). NATO’nun kuruluş amacı, Kuzey Atlantik ülkelerinin Sovyetler
Birliğine karşı olası bir savaşta korunmasıydı. 1951 yılından ABD’den, Türkiye’yi
ziyarete gelen bir heyet ile Bayar görüşmüştür. Heyetin başında ise dönemin ABD
Dışişleri bakan yardımcısı George Mc Ghee vardır (Birand, Dündar ve Çaplı 1991:92).
1951 yılı itibari ile ABD’nin dış politikasında görülen değişiklikler, Orta Doğu’nun
Sovyetler Birliğine karşı savunulmasında Türkiye’nin önemini ön plana çıkarmıştır.
Türk Dışişleri Bakanı Köprülü 20 Temmuz 1951’de TBMM’de yaptığı konuşmasında,
Türkiye’nin Orta Doğu savunmasında NATO üyesi olduğu takdirde aktif bir politika
izleyeceğini şu sözler ile dile getirir; “Orta Şark müdafaasının gerek stratejik, gerek
ekonomik bakımlardan Avrupa’nın korunması için zaruri bulunduğuna kaniiz. Bu
itibarla, Türkiye, Atlantik Paktına iltihak edince, Orta Şarkta bize düşen rolü müessir bir
surette: ifa ve gerekli tedbirleri müştereken ittihaz için alâkalılarla derhal müzakereye
girmeye amade olacaktır” (TBMM TD. B 102. O 1. 20.07.1951: 232). Köprülü’nün bu
açıklamasından sonra Türkiye’nin NATO’ya tam üyeliği için girişimler başlamıştır.
NATO Bakanlar konseyinin 16-20 Eylül 1951 tarihlerinde Ottawa şehrinde
yaptığı toplantılar sonrasında Türkiye ve Yunanistan’ın üye olarak davet edilmelerine
karar verilmiştir. Bu davet sonrasında Türkiye 18 Şubat 1952’de resmen NATO üyesi
olmuş ve Kuzey Atlantik konseyinin 20-25 Şubat 1952’de Lizbon’da gerçekleşen
toplantılarına Türkiye tam üye sıfatı ile katılmıştır (Gönlübol, Ülman vd 1993:231-235).
Lizbon’daki toplantılara katılan heyetin başında Köprülü bulunmaktaydı (Milliyet 20
Şubat 1952). Türkiye’nin NATO’ya katılması ve 9 Ağustos 1954’te kurulan Balkan
16
Paktı10 Köprülü’nün Dışişleri bakanlığı döneminde yaşanmış olan gelişmelerdir.
Köprülü ile alakalı verilen tüm alıntılarda vurdumduymaz, işini önemsemeyen,
getirildiği göreve uygun biri olmadığı eleştirilerine rağmen onun görev yaptığı yıllarda
Türk dış politikasının (özellikle milli bir amaç olarak görülen NATO’ya üye olması
gibi11) askeri, ekonomik ve stratejik birçok konuda başarı gösterdiğini görmezden
gelemeyiz.
DP’nin 1954 seçimlerinden oy oranını artırması ile CHP’ye karşı yeniden bir
başarı elde etmiş olması ve bu başarının Menderes tarafından tamamen sahiplenilmesi
(Baban 2009: 356) Köprülü ve Menderes arasındaki çekişmeyi tırmandırmış, Köprülü,
Menderes tarafından geri plana atılmak istenmiştir (Uzman 2013: 188). Menderes’in
Köprülü’ye karşı davranışlarının yanı sıra özel yaşamındaki bazı olaylar da Köprülü
tarafından tasvip edilmez (Baban 2009:358). Köprülü, parti programına aykırı hareket
ettiğine inandığı Menderes’i eleştiren ve 1954 seçimleri sonrasında Menderes’in
muhalefete karşı sert tavrı nedeniyle 15 Nisan 1955’de Dışişleri bakanlığından istifa
etmiştir (Çalışoğlu 2016: 532). Devam eden süreçte yeniden Dışişleri bakanlığına
getirilen Köprülü DP’nin muhalefete karşı sert tavır alması nedeni ile yeni Dışişleri
bakanlığından ayrılmıştır (Milliyet 21 Haziran 1956). Bakanlık görevinden istifası
sonrasında parti içerisinde kalarak durumun düzeltilmesini bekleyen Köprülü,
eleştirileri dinlenmediği için 7 Eylül 1957’de partisinden istifa etmiştir. Köprülü istifa
gerekçesinde 4.Menderes Hükümetinin programına aykırı bir şekilde seçimleri erken
tarihe çekmesi olarak göstermiştir (Milliyet 8 Eylül 1957).
1.1.2. Fatin Rüştü Zorlu Dönemi
Köprülü’nün istifasından sonra,
Dışişleri bakanlığına, Fatin Rüştü Zorlu
getirilmiştir. Zorlu, 1910 yılında İstanbul’da doğmuş, çocukken babasını kaybetmiştir.
Eğitim yaşamına 6 yaşında Galatasaray Mektebinde başlamıştır. 1927 yılında
10
Balkan Paktı ile ilgili Ayrıntılı Bilgi İçin bkz. Sakin Serdar ve Salep Mustafa (2012). Balkanlar'da
Güvenlik Arzusu: Türkiye-Yunanistan-Yugoslavya İlişkileri ve Balkan Paktı. Ankara: Berikan
Yayınları.
11
NATO’ya üye olmak, dönemin idarecileri tarafından milli bir amaç olarak görülmekteydi. Fuad
Köprülü 16 Kasım 1955 günü TBMM’de yaptığı konuşmasında bu konu üzerinde durmuştur. Ayrıntılı
bilgi için bkz. TBMM Zabıt Ceridesi. Cilt 5. Devre 10. İçtimai 1. 16. 11. 1955. s. 143.
17
Galatasaray Lisesin mezun olup, 1928 yılında dişçi olmak istemesine karşın annesinin
ısrarı ile Paris’te Siyasal Bilgiler Yüksek Okuluna kayıt oldu. Buradaki eğitimini
tamamladıktan sonra Cenevre’de Hukuk fakültesini kazanır. 1932’de ise Türk Dışişleri
Bakanlığının yaptığı sınava girerek, bakanlıkta memur olma hakkını kazanır Zorlu
Dışişlerine memur olması ile birlikte hayat arkadaşını da bakanlıktaki görevi sayesinde
tanımıştır. 30 Ağustos 1934’de Dolmabahçe’de yapılan davetle Fatin Rüştü ile dönemin
Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın kızı Emel Aras ile evlenmiştir (Günver 1985: 1121).
Zorlu’nun bakan damadı olması nedeni ile bakanlıkta hem iyi hem de kötü
olarak popülerliği artmıştır. 1935’de askerlik görevini tamamladıktan sonra bakanlığın
siyasi dairesindeki görevini sürdürür. 1939’da 2. Dünya Savaşı başladığı sırada
Paris’teki Türk konsolosluğunda görev yapmakta olan Zorlu, Almanya’nın Fransa’yı
işgal etmesi üzerine kurulan Vichy yönetimi12 ile Türkiye arasında köprü olur. İşgal
yıllarındaki Fransız-Türk ilişkilerindeki katkısından dolayı Fransızlar tarafından Legion
d’honheur (Onur Nişanı) nişanı ile ödüllendirilmiştir. 1941 yılında abisi Rıfkı Zorlu’nun
yerine Sovyetler Birliği’nin geçici başkenti olan Kurbişev’e (Günümüzde Samara kenti)
tayin oldu. 1943 yılında ise Beyrut’a başkonsolos olarak atandı. Beyrut’taki
başarılarından dolayı Cerdes isimli nişan ile ödüllendirilen Zorlu, 1943’de Dışişleri
Bakanlığı’nın Ticaret müdürü oldu. 1950 yılına kadar bu konumda çeşitli çalışmalara
imza attı ve 1951 yılında Dışişleri Bakanlığı’nın Milletlerarası İşbirliği teşkilatına
atandı. Bu atamadan 1 yıl sonra NATO daimi temsilcisi görevine getirildi. 1954 yılına
kadar bu görevde kaldı. 1954 seçimleri öncesinde Menderes’in ricası üzerine DP
listesinden Çanakkale milletvekili adayı oldu ve böylece bakanlıktaki günleri sona erdi
(Günver 1985: 22-46) .
Zorlu, 1954 seçimleri sonrasında kurulan IV. Menderes Hükümetinde13
Başbakan Yardımcılığına ve Devlet Bakanlığı görevine getirildi. Zorlu, Dışişleri
12
Vichy Fransa’sı. 1940 yılında işgali Almanya ile iş birliğinde olan Fransızlar tarafından Güney
Fransa’da kurulan geçici Fransız yönetimi. 1944’de Fransa’nın müttefikler tarafından kurtarılması ile
yıkılmıştır.
13
IV. Menderes Hükümeti hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Neziroğlu İrfan ve Yılmaz Tuncer (2013).
Hükümetler, Programları ve Genel Kurul Görüşmeleri (22 Mayıs 1950 – 20 Kasım 1961). Cilt 2.
Ankara: Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı Yayınları.
18
Bakanlığının en alt biriminden itibaren görev yaptığı için hükümette Dışişleri’nin başına
getirilmesini beklemekten doğal bir düşünce yoktu. Yukarıda da belirttiğimiz gibi çeşitli
ülkelerde ve uluslararası kuruluşlarda görev yapmıştı. Zorlu’nun deneyimlerini,
bağlantılarını bir Dışişleri Bakanı olarak kullanmasından tabii bir şey olamazdı ancak
Köprülü’nün 1950’den 1954’e kadarki süreçte Dışişleri Bakanı olması, DP içerisindeki
ağırlığı ve görevinden alınması durumunda oluşabilecek sorunlar yüzünden Zorlu’nun,
Dışişleri Bakanı yapılması için beklenilmesi gerekmekteydi. Bu süreçte Köprülü’nün
bakanlıktan kendisinin istifa etmesi beklenmiş, bu arada da Zorlu, Kıbrıs sorunu için
kurulan özel komisyonun başına getirilmiştir (Milliyet 26 Mayıs 1954). Komisyon,
Türklerin Kıbrıs adası üzerinde en az Yunanlar kadar hak sahibi olduğu iddiasını
benimsetmek, Kıbrıs sorunun çözümü için ada Türklerine destek sağlamak amaçlarının
yanı sıra Menderes Hükümeti’nin Kıbrıs davasında izleyeceği politikayı da oluşturmak
niyeti ile kurulmuştur (Bağcı 2014:109). Komisyon, Türkiye’nin adadaki haklarını
duyurmak amacıyla “Beyaz Kitap” adı verilen bir çalışma yayınlamış, bu çalışmanın
yayınlanması ise Köprülü’nün bakanlığı döneminde Türk Dışişlerinde çift başlılığa
neden olmuştur (Önal 2014: 165). Komisyon çalışmalarına 1955’de, Londra’da ki
görüşmeler de sürürken 6-7 Eylül Olaylarının yaşanması hem uluslararası alanda hem
de DP içerisinde tartışmaların çıkmasına neden olmuştur.
6-7 Eylül olayları, Köprülü, Karaosmanoğlu ve Mükerrem Sarol’un başında
bulunduğu muhalif grubun, DP yönetimine sert eleştiriler yapılmasına neden olmuştur.
Muhalif DP’liler parti yöneticilerini basına baskı yapmakla eleştirip “İspat Hakkının”14
verilmesinden yana tavır göstermişleridir. Bu tartışmalar 19 DP’li vekilin partilerinden
ihraç edilmesine neden olmuş, ayrılan bu vekiller Hürriyet Partisi’ni kurmuşlardır.
Başbakan Menderes, var olan durumdan kurtulmak ve yeni bir hükümet kurmak
amacıyla istifa etmiş, Bayar, 8 Aralık 1955’de yeniden Menderes’e hükümeti kurma
görevini vermiştir (İnönü 2001: 646-647). Zorlu’da istifa eden bakanlar içerisinde yer
14
İspat Hakkı. Demokrat Parti’nin 1954 yılında çıkardığı 6334 sayılı “Neşir Yolu ile veya Radyo İle
İşlenecek
Bazı Cürümler Hakkında Kanun’a karşı muhalefet tarafından başvurulan dayanak. Ayrıntılı Bilgi İçin
bkz. Kubilay Çağla (2014). “Demokrat Parti Döneminde Basında İspat Hakkı Tartışmaları”. İletişim:
Araştırmaları Dergisi. Cilt 12. Sayı 1. S.11-43.
19
almıştır. Getirilen yeni yasalarla iktidar, çeşitli meslek gruplarını erken emekliye sevk
edebilme, radyoyu muhalefet partilerine kapatma hakkı kazanmıştır. Bu yeni
düzenlemelere basından eleştiri gelince, Hüseyin Cahit Yalçın ve Bedii Faik
tutuklanmış, Nihat Erim’e ise para cezası kesilmiştir (Birand, Dündar ve Çaplı 1991:
110). Basına karşı bu denli sert müdahalelerde bulunulması, birçok yargıcın görev
sürelerinin dolmadan emekliye sevk edilmesi ve sendikaların kapatılması karşısında
Köprülü, Dışişleri Bakanlığından istifa etmiştir (Milliyet 20 Haziran 1956).
Köprülü’nün istifasından sonra Zorlu’nun iş başına geleceği güne kadar Dışişleri
vekâleten Ethem Menderes’e verilmiştir (Milliyet 21 Haziran 1956).
Köprülü’nün bakanlıktan ayrıldığı 1956 yılından sonra, 1957’deki genel
seçimlerinden sonra kurulan 5. Menderes Hükümetinin15 Dışişleri Bakanı Zorlu
olmuştur. Zorlu, bir hariciyeci olarak, yıllardır içerisinde bulunduğu bakanlığın aksayan
noktalarını iyi bildiği için bakanlık içerisinde yenileşme başlatmıştır (Önal 2014:172).
Dışişleri Bakanlığının deneyimli yeni bakanını göreve geldiğinde üzerinde çalıştığı ilk
konu ekonomi olmuştur. Ekonomik sıkıntılar, kısa vadeli çözümlerle halledilmeye
çalışılmıştır. Bu çözümlerin başında yabancı devletlerden ve uluslararası kuruluşlardan
kredi almak geliyordu. Zorlu, sıkıntılı ekonomik süreci atlamak amacıyla ABD, OECD
ve IMF'den çeşitli krediler alınmasında ön ayak olmuş, ABD ile ekonomik ilişkileri
geliştirmeye çalışmıştır (Önal 2014: 173). Zorlu’nun ekonomik sıkıntıları dış borçlar ile
kapatmaya çalışması, İnönü tarafından da eleştirilmiştir. İnönü’ye göre Zorlu için dış
politika para demekti. Metin Toker’de İnönü’nün bu eleştirisini “Zorlu’ya göre batı bize
muhtaçtı. Batı bizi yanında tutmak için gerekir ise tüm borçlarımızı silmeyi kabul
edecekti” sözleri ile desteklemeye çalışmıştır (Toker 1991: 276-277). İnönü ve Toker’in
eleştirilerinde hak payı bulunmakla birlikte, Zorlu dönemin şartlarına göre, ağır bir
ekonomik krizin eşiğindeki Türkiye’yi bulunduğu zor durumdan geçici de olsa
çıkarmak için uğraştığını da unutmamak gerekmektedir. Zorlu’nun bu girişlerim sonucu
29 Temmuz 1958’de OECD’den, 1 Ağustos 1958’de ise İngiltere’den 10 Milyon
dolarlık kredi alınıyordu. Kredilerin alınmasına karşı Hürriyet Partisi 8 maddelik bir
15
5. Menderes Hükümeti hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Neziroğlu İrfan ve Yılmaz Tuncer (2013).
Hükümetler, Programları ve Genel Kurul Görüşmeleri (22 Mayıs 1950 – 20 Kasım 1961). Cilt 2.
Ankara: Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı Yayınları.
20
iktisadi gelişim programı hazırlanması gerektiği eleştirisi ile karşı çıkmıştır (Milliyet 1
Ağustos 1958). Hürriyet Partisi’nin önerisi uzun vadeli bir planı kapsamaktaydı ancak
yukarıda da belirttiğimiz gibi Türkiye ekonomik olarak bir dar boğazdan geçiyordu.
Ekonomik bunalımın yanı sıra 1958’de Irak’ta gerçekleşen askeri darbe, Zorlu
için başka bir sorun olmuştur. Orta Doğu’nun Sovyetler Birliği’nin olası yayılmacılığına
ve Mısır merkezli Nasırcı Arap Milliyetçiliğine karşın korunması için 24 Şubat 1955’de
kurulan Bağdat Paktı, meydana gelen askeri darbe sonrasında çökmüştür. 15 Temmuz
1958 günü Türkiye’de toplanacak olan paktın misafirleri Menderes tarafından
havalimanında beklenirlerken, Irak Kralı Faysal ve Başbakanı Nuri Said gerçekleşen
darbe sonrası öldürülmüşlerdir. Irak’ta gerçekleşen darbe sonrasında Menderes Irak’a
askeri müdahaleyi düşünürken Ürdün Kralı Hüseyin, Türk büyükelçisi Mahmut
Dikerdem’i görüşmek için çağırmış eğer Türkiye, Irak’a müdahale ederse Ürdün’ünde
müdahale edebileceğini belirtmiştir (Birand Dündar ve Çaplı 1991: 148-149). Ancak,
ABD ve İngiltere’nin yeni Irak yönetimini tanıması bu savaş ihtimalini ortadan
kaldırmıştır. Türkiye Irak’ta kurulan cunta yönetimini 1 Ağustos 1958 günü resmen
tanımıştır (Milliyet 1 Ağustos 1958).
Irak’ta gerçekleşen askeri darbe sonrasında yaşanan gelişmelere Menderes ve
Türk heyetinin Londra’ya giderken başlarından geçen uçak kazası16 eklenmiştir. Kıbrıs
sorunu için görüşmeler devam erken, Londra’ya giden Menderes ve ekibini taşıyan uçak
yoğun sis nedeni ile düşmüş, dönemin Turizm Bakanı Ali Server Somuncuoğlu ve
heyetten 13 kişi daha yaşamını yitirmiştir (Birand Dündar ve Çaplı 1991: 152). Uçak
kazası nedeni ile Zorlu görüşmeleri kesmemiş ve Kıbrıs’ın bağımsızlığı için önemli olan
Londra Konferansının sonunda bir anlaşma ile dağılmasında başarı elde etmiştir
(Günver 1985: 93). Menderes doktor gözetimindeyken, Zorlu anlaşmanın maddelerinin
her iki taraf içinde adil olmasına uğraşmış ve başarmıştır.
Zorlu bakanlık görevi sırasında Türkiye’nin uluslararası her alanda, Yunanistan
ile eşit muamele görmesine dikkat etmiş, Türkiye’nin yararına gördüğü meselelerde
16
Uçak kazasıyla alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. (https://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/160218_
arsiv_odasi_adnan_menderes. 15.04.2019 tarihinde erişildi.)
21
karşı taraf ile tartışmaktan çekinmemiştir (Günver 1985: 100). Ortak Pazar’a,
Türkiye’nin dâhil olması için ilk girişimi 1959 yılında yine Zorlu yapmıştır. Ortak Pazar
başvurusu için 1958’den itibaren hazırlık yapmış ve Yunanistan ile birlikte Türkiye’nin
de başvurusu için çalışmıştır. Zorlu, Ortak Pazar’a ekonomik bir mesele olarak
bakmaktan daha çok siyasi bir mesele olarak bakmıştır (Günver 1985: 105). Bakanlığı
döneminde Türk Dışişleri tarihi açısından birçok başarıya imza atan Zorlu’nun Kıbrıs
bağımsızlığındaki çalışmalarından ayrıca bahsedeceğiz. 27 Mayıs 1960 gününe kadar
görevini sürdüren Zorlu, darbenin gerçekleşmesi ile görevinden alınmıştır.
1.1.3. TSK İçerisinde Demokrat Parti İktidarına Karşı Askeri Örgütlenmeler
DP’yi iktidara getiren 1950 seçimlerinin gerçekleşmesinin ardından DP’nin ordu
içerisindeki desteğini kaybetmesi ise uzun sürmemiştir. DP’nin bu desteği
kaybetmesinde birçok neden bulunmakla birlikte bu nedenler arasında en çok dikkat
çeken ise ezanın Türkçe okunmasına son verilerek Arapça okunmasına geri
dönülmesidir. MBK üyesi olan Cemal Madanoğlu, ordunun önceden DP’ye sempati ile
yaklaştığını ancak ezanın Arapça okunmasının askerler tarafında Atatürkçülüğe karşı
atılmış bir adım olarak görüldüğünü dile getirmiştir (Birand Dündar ve Çaplı 1991:
112). Ezanın Arapça okunmasının yanı sıra DP yöneticilerinin muhalefet lideri İnönü’ye
karşı tutumları da askerler tarafından tepki ile karşılanmaktaydı. İnönü Milli Mücadele
döneminden kalan en önemli kişiydi ve askerler onun şahsını bir muhalefet lideri olarak
görmek yerine emirlerine itaat edilmesi gereken bir orgeneral olarak görmekteydiler
(Birand Dündar ve Çaplı 1991: 113). DP’nin iktidara geldiği 1950 seçimleri öncesi
kendisini destekleyen askerlere orduda ıslahat, çalışma koşullarında yapılacak
düzenleme sözlerinin tutulmaması da ordudaki DP destekçiliğinin azalmasına neden
olmuştur. DP seçimler sonrasında oy verme hakkı olmayan askerlere sırt çevirdi
düşüncesi ordu içerisinde yayıldı. Aynı günlerde, geçim sıkıntısı da çeken subaylar,
komutanlarına da kabahat buluyorlardı. Genç subaylara göre generaller, kendi
makamlarını koruma eğilimde olduklarından siyasilere karşı çıkmıyorlardı (İpekçi ve
Coşar 2012: 16). Marshall Planı çerçevesinde yabancı askerlerin, Türkiye’ye gelerek
Türk ordusunda eğitim vermeye başlamaları da askerler tarafından hiç hoş
22
karşılanmamıştır. 1950’ye kadar Türk ordusunda yabancı subayların eğitim vermesinin
bir örneği dahi yoktu.
Ordu’nun DP iktidarına karşı faaliyetleri en alt seviyelerde iken, 1955 yılındaki
Cumhuriyet bayramı kutlamalarında bir olay meydana gelir. 29 Ekim 1955 günü
kutlamaların yapıldığı alanda, Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes, Genelkurmay
Başkanı İsmail Hakkı Tunaboylu’yu parmağı ile işaret ederek yanına çağırması üzerine,
Tunaboylu; “Sen kimi çağırıyorsun? Nasıl Çağırıyorsun?” diyerek bağırınca, iki tarafta
zor sakinleştirilmişlerdir. Tunaboylu’nun karşılaştığı muameleyi bir hakaret olarak
kabul eden kolordu komutanları, Genelkurmay başkanının yanına gelerek emir verirse
tüm hükümet erkânını Celal Bayar başta olmak üzere tutuklamak istediklerini
söylemişlerdir. Tunaboylu ise askerleri sakinleştirmiştir (Birand Dündar ve Çaplı 1991:
118-119). 1955’de yaşanan bu olayda açık bir şekilde göstermektedir ki ordunun
içerisinde DP iktidarına karşı bir hırs beslenmekteydi.
DP iktidarını, deviren 27 Mayıs askeri darbesine kadar, TSK içerisinde birçok
örgüt kurulmuştur. Bu örgütlerin, 1954 öncesindeki faaliyetleri ne olduğu hakkında
kesin bir bilgimiz yoktur (Aydemir 1993: 316). 1952 yılında ise amacı sadece DP’yi
iktidardan indirmek olmayıp, toptan sivil iktidarlara karşı Türkçü eğilimli bir cunta
kurulmuştur.
Bu
cuntanın
başında
Harp
Okulu
öğrencisi
Muzaffer
Özdağ
bulunmaktaydı. Bu cunta 27 Mayıs 1960 gününe kadar açığa çıkmamış, dağılmamış ve
askeri darbeye katılmıştır (Özdağ 1997: 75). Muzaffer Özdağ’ın kurduğu cuntadan
sonra, DP’yi iktidardan devirmek amacıyla kurulan cunta 1954’de Tuzla Uçaksavar
Okulu’nda kurulmuştur. Topçu Yüzbaşı Dündar Seyhan, aynı birlikte görev yaptığı
Yüzbaşı Orhan Kabibay ile bir sohbet esnasında ülkenin gidişini beğenmedikleri ve bu
kötü gidişi durdurmak amacıyla ilk defa “ihtilal” yapma fikrini konuştuklarını
aktarmıştır (Birand Dündar ve Çaplı 1991: 112 ve İpekçi ve Coşar 2012: 17-18).
Kabibay ve Seyhan’ın kurdukları bu örgüte daha sonra iki Yüzbaşı arkadaşları da
katılmışlardır. Cunta yaptığı ilk toplantısında Seyhan’ı genel sekreter olarak
seçmişlerdir (Özdağ 1997: 7). Tuzla Uçaksavar okulunda kurulan bu cunta, daha fazla
üye bulmak amacıyla çeşitli birliklerde ve okullarda örgütlenme faaliyeti yürütmüştür.
23
Seyhan, 1955 yılında Harp akademisinde öğrenim görmeye başladığı sırada,
Binbaşı Faruk Güventürk’e ihtilal yapabilecek bir örgüt gerektiğini ve bu örgütü birlikte
kurmayı teklif etmiştir. Güventürk’ün cevabı olumlu olmuştur. Seyhan aslında Tuzla’da
kurulan örgütünün üyesiydi ancak örgüte yeni üyelere almadan önce, Kabibay ile
aralarında aldıkları karara göre sanki Tuzla’da kurulan cunta hiç kurulmamış gibi
davranmıştır. Bu sayede hem örgüte yeni katılımlar sağlanacak hem de olası bir
çözülme durumunda Tuzla’da kurulan cunta ortaya çıkmamıştır. 1955’de kurulan bu
ikinci cuntada Orhan Erkanlı ve Suphi Gürsoytrak’da alınmışlardır. Harp okulunda
kurulan bu cunta, çalışmalarını okulun dışında da sürdürmüştür. 1955’in son aylarına
doğru örgüt adını “Atatürkçüler Cemiyeti” olarak belirlemiş, başkanlığa Güventürk,
genel sekreterliğe Seyhan getirilmişlerdir. Cuntanın çalışma düzeni hücre yapılı
teşkilatlanma olacak ve yeni alınacak üyeler çekirdek kadrodan en fazla iki kişiyi
tanıyabileceklerdir. Cuntanın ilk hedefi ise TSK içerisindeki kilit noktaları ele geçirmek
amacıyla atamaların yapıldığı makamları ele geçirmektir (Özdağ 1997: 77).
İstanbul’daki Harp Okulu’nda bahsedilen örgütlenme devam ederken, Ankara’da
ise farklı bir grup asker bir araya gelerek, ülkenin içerisinde bulunduğu siyasi durumu
tartışmaktaydılar. Kurmay Binbaşı Talat Aydemir, Kurmay Yarbay Osman Köksal 1956
yılının Eylül ayında İstanbul’daki örgütlenmeden habersiz bir şekilde Ankara’da başka
bir örgütlenmeyi kurmuşlardır. Köksal ve Aydemir’e Kurmay Yarbaylar Sezai Okan ve
Adnan Çelikoğlu’ da katılmışlardır. Bu dört kişilik örgüt kendi örgüt yapısını belirlemiş,
DP’nin Atatürk devrimlerinden ayrıldığını bu nedenle ordunun iç hizmet kanununa
dayanarak iktidara el koyması gerektiğine kanaat getirmişlerdir. Ankara’daki
örgütlenmenin çekirdek yapısında bulunan Aydemir sayesinde bu cunta, İstanbul’da
bulunan Yüksek Kumanda Akademisi içerisinde de örgütlenmiştir (Özdağ 1997: 79-80).
Aydemir’in bu çalışmaları yürüttüğü sırada Dündar Seyhan ile temasa geçmesi
birbiri ile hiçbir bağlantısı olmayan Ankara ve İstanbul örgütlenmelerinin ilk teması
olmuştur. Aydemir, Seyhan’a içerisinde bulunduğu faaliyetlerden bahsetmiş Seyhan’ı
kendi örgütlenmesine davet etmiştir. Seyhan yine çekirdek yapısında bulunduğu Tuzla
örgütlenmesinden bahsetmeden Aydemir’in önerisini kabul etmiş ve Kabibay’ında bu
örgütlenmeye girmesi için Aydemir’i ikna etmiştir. Seyhan ve Kabibay’ın, Aydemir’in
24
örgütlenmesine
sızmaları
ile
Ankara’daki
bu
örgütlenme
ile
İstanbul’daki
örgütlenmenin birleşmesinde hiçbir sorun kalmamıştır. İki örgütünde çekirdeğinde
bulunan askerler Eylül 1957’de yaptığı son toplantı öncesinde defalarca bir araya
gelmişler ve idare yapılarını, hedeflerini belirlemişlerdir. Cunta, 1957’de yapılacak
seçimlerde, eğer DP iktidara gelip izlediği politikalardan geri adım atmaz ise darbe
yapılacağı kararına varmıştır (Özdağ 1997: 80-87). Ankara ve İstanbul’daki askeri
örgütler böylece Eylül 1957’de bir çatı altında toplanmışlardır.
Bir araya gelen askeri örgütlenme 1957 yılında Suphi Gürsoytrak ile Faruk
Güventürk’ü olası bir darbe karşısında İnönü’nün tavrının ne olacağını öğrenmek için
CHP ile ilişki kurma emri verir. Gürsoytrak, darbeden sonra senatoda görev yapacak
olan CHP’li Ekrem Özden ile temasa geçer. Gürsoytrak, ordu içerisinde bir grup askerin
hazırlıkta olduklarını ve İnönü ile görüşmek istediklerini Özden’e belirtir. Özden ise bu
isteğin İnönü’ye ulaştırılacağını söyler. Ankara’dan başka bir grupta İnönü ile temas
sağlamak için görevlendirilmiş olsalar da İnönü bu iki isteği de geri çevirmiştir (Seyhan
1966: 63-64 aktaran Özdağ 1997: 93).
1.1.4. 9 Subay Olayı ve Cuntanın Örgütlenme Faaliyetinin Yavaşlaması
Cunta, 1957 itibari ile hücre çalışmalarına devam etmektedir. Askeri
örgütlenme, yeni üyeler bularak hem üye sayısını arttırmaya çalışmakta hem de böylece
ordu içerisindeki önemli noktaları ele geçirmeye çalışmaktadır. Kurmay Binbaşı Samet
Kuşçu ile Güventürk ve Binbaşı Ata Tan Kuşçu’nun isteği ile Kasım 1958 günü bir
araya gelirler. Kuşçu, darbe yanlısı görünerek, yanındaki subaylardan teşkilatları
hakkında bilgi almaya çalışmıştır (Koraltan 2013: 37-39). Güventürk, Tan ve Kuşçu
birlikteyken Osman Köksal’da bulundukları yere gelmiş ancak Kuşçu hakkında Sadi
Koçaş tarafından uyarıldığı için masaya oturmamıştır. Güventürk ve Tan’dan pek bir
şey öğrenemeyen Kuşçu daha sonra, Albay İlhami Barut ile görüşmeye çalışmıştır.
Barut ile yaptığı görüşmede isim almaya çalıştığı için Barut’u şüphelendirmiştir.
Barut’un şüphelenmesi üzerine Kuşçu, 20 Aralık 1958 günü emekli Tümgeneral Kazım
Demirkan ile temasa geçmiş, ertesi güne randevu almıştır.
25
21 Aralık 1958 günü Demirkan’ın evine giden Kuşçu bir grup askerin darbe
hazırlığında olduklarını ihbar etmiştir. Demirkan’ın yanından ayrılan Kuşçu gazeteci
Mithat Perin’in yanına giderek ona da aynı şeyleri söylemiştir. Kuşçu’nun ihbarı 23
Aralık günü Menderes’in eline ulaşmış ve Kuşçu’nun İlhami Barut’u konuşturması için
görevlendirilmesine karar verilmiştir. 24 Aralık akşamı Kuşçu’nun evine davet edilen
Barut gelmeden önce eve dinleme cihazları yerleştirilmiştir. Evin balkonunda Baş
komiser Muzaffer Us kayıt cihazının yanında saklanmıştır. Barut, Kuşçu’nun devamla
örgütlenme hakkında soru sormasından şüphelenip evi terk etmiştir (İpekçi ve Coşar
2012: 53-62).
Kuşçu, İçişleri Bakanı Namık Gedik, Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin ve
komiser Us’un onu bekledikleri otele gitmişlerdir. Burada ses kaydını dinlerler ve
kaydın iyi olmaması, Barutçu’nun kayıtta sesinin iyi çıkmaması nedeni ile kayıt işe
yaramazdır. Kuşçu tutuklanmasından korktuğu için odadan kaçar. Birinci Ordu
karargâhına giden Kuşçu, orada yedek subaylık görevini yapan Zeki Müren’den
arabasını ister ancak Müren’in arabası orada değildir. Geçen süre zarfında sakinleşen
Kuşçu tekrar Park Otel’e Bakan Gedik’in odasına döner. Kuşçu kaçtıktan sonra
emniyeti alarma geçiren Gedik, Kuşçu’nun tutuklanmasını emreder. Kuşçu ifadesi
sırasında çelişkili ithamlarda bulunduğu için ihbar ettiği subaylar ile birlikte
tutuklanacaktır ancak emniyet müdürlüğünden de kaçmayı başarır. Polisleri atlatan
Kuşçu Amerikan Başkonsolosluğuna sığınır. Kuşçu’nun konsoloslukta verdiği ifadede
neler anlattığı bilinmemektedir. Amerikan yetkililer kendilerine sığınan Kuşçu’yu
dinledikten sonra emniyete teslim etmişlerdir (İpekçi ve Coşar 2012: 63-65).
Tutuklanan subaylar ordu içindeki örgütlenmenin ayrı hücrelerindendirler. Bu nedenle
sorgulama esnasında itiraf etseler de birbirlerinin örgüt üyesi olduklarını bilmedikleri
için örgütün tümünün çökmesine imkân yoktu. Subaylar sorgulama sırasında hiçbir açık
vermediğinden örgüt için bir sorun çıkmaz. Tutuklanan 9 subaydan sadece Kuşçu,
orduyu isyana teşvik suçundan ceza alır.
Tutuklanan 9 subayın sorguları devam ederken, Milli Savunma Bakanı olarak
atanan Ethem Menderes’e Orhan Erkanlı, Suphi Gürsoytrak, Rıza Akaydın ve ismi
okunamayan bir subayında darbe hazırlığında olduklarını belirten bir ihbar mektubu
26
gelmiştir. İsmi okunamayan subay Dündar Seyhan’dır. Bakan Ethem Menderes, gelen
ihbar üzerine ismi geçen askerlerin sorgulanmasını istemiştir. Bakanın emir subayı
Adnan Çelikoğlu’ da örgütün üyesidir ve adı geçen subayları önceden bilgilendirmiştir.
Subaylar ağız birliği yaptıkları için hiçbir sorun ile karşılaşmadan sorgulamalar
sonrasında serbest kalmışlardır (İpekçi ve Coşar 2012: 71-72).
Yapılan bu tutuklamalar nedeni ile örgüt faaliyetlerini yavaşlatacaktır.
Sorgulamalarda örgüt üyelerinin konuşmayacaklarına dair inançları sabit olan örgüt
üyeleri yine de tedbiri elden bırakmamış, daha dikkatli davranmışlardır. 9 Subay olayı
aslında örgütün kendilerine çeki düzen vermesine hücre yapılanmalarında daha dikkatli
olmalarını sağlamıştır (Ekincikli ve Şahin 2018: 51). 9 Subay olayında tek ceza alan
asker olan Kuşçu, 1983’de Cüneyt Arcayürek’e subayları ihbar etmesindeki amacının
solcu olduklarından şüphe etmesi olduğunu söylemiştir. Kuşçu, Başbakan Menderes’in
Uçak kazasında ölen yaveri Muzaffer Ersü’nün da darbecilerin arasında olduğunu
ölümü sonrasında kasasından çıkan belgelerin Menderes tarafından imha edildiğini
iddia etmiştir (Arcayürek 1984: 263). Hükümet ise 9 Subay olayını tutuklamalardan 3
hafta sonra radyodan duyurmuş, hükümete karşı bir komplo kurulduğundan
bahsedilmiştir (Birand Dündar ve Çaplı 1991: 144).
1.1.5. Cemal Gürsel ve Cemal Madanoğlu’nun Cuntaya Katılmaları
9 Subay olayından sonra, örgütün önündeki en büyük sorun bir liderinin
olmayışıdır. Örgütün ilk olarak liderliğe DP’nin Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin’i
düşündüğü bilinmektedir. Faruk Güventürk, örgütün başı olarak seçildiği için Şemi
Ergin’e liderleri olma teklifini götüren kişi olmuştur. Güventürk, eğer Ergin tarafından
ihbar edilme ihtimali doğar ise Bakanı öldürmeyi de göze almıştır. Teklifini açıklayan
Güventürk, Ergin’den hayır cevabı almıştır ancak, Ergin kendisine “Siz isterseniz
yapın” yanıtı da vermiştir (Birand Dündar ve Çaplı 1991: 141-142). Ergin’in, 9 Subay
Olayı sonrasında istifa etmesi onu liderlik adayları arasında çıkarmıştır.
Ergin’inden sonraki aday 1958 yılında Kara Kuvvetleri Komutanlığına atanan
Cemal Gürsel’dir. Gürsel ordu içerisinde sevilen, iyi kaplı ve yumuşak bir yapıya
sahiptir. Ordu içerisinde kendisine “Cemal Ağa” denmekteydi. Bir asker aileden gelen
27
bu orgeneralin aklında 1960 yılında sevk olunacağı emeklilik sonrasında İzmir’deki
evinde yaşamak vardır. Maddiyata önem vermeyen, basit ve sade bir yaşantı süren
Gürsel’in, başta darbecilerle de hiçbir bağlantısı yoktur (Aydemir 1993: 321-323).
Örgüt için Gürsel oldukça iyi bir adaydır. Çünkü Gürsel’in örgütün lideri olması
halinde, kritik noktalara istenen atamalar yapılabilecek, ordu içerisinde sevilen bir sima
örgütün başına geçecek ve bu lider bir orgeneral olacaktır. Gürsel’e liderlik teklifini
iletme görevi Sadi Koçaş’ın olmuştur. Koçaş, NATO manevralarına katılmak üzere
Gürsel ile birlikte 30 Ocak 1959 günü Federal Almanya’ya gitmiştir. 4 Şubat 1959 günü
Gürsel ile Koçaş bir araba seyahatinde yalnız kalmışlar, arabadaki Amerikan Subay’ın
Türkçe bilmediğinden emin olan Koçaş, uzun bir sohbetin sonunda örgütlenmelerinden
bahsederek başlarına geçmelerini istemiştir. Koçaş ve Gürsel’in yaptığı bu görüşme
sonrasında TSK içerisinde DP iktidarını devirmek isteyen örgüt 4 Şubat 1959 günü
aradığı lidere kavuşmuştur (Özdağ 1997: 119-122).
Gürsel, bu görüşmede Koçaş’a hazırlıklı olmaları gerektiğinden bahsederek,
kara kuvvetleri komutanının yanlarından gerekir ise başlarında olacağını belirtmiştir.
Olası bir aksilik durumunda Gürsel’in deşifre olmaması için ona “Faik bey ” kod adının
verilmesi kararlaştırılmış, Gürsel, Koçaş’ın isteği doğrultusunda Ankara’ya döner
dönmez Erkan Şubesi’nin başına Osman Köksal’ı atamıştır. Köksal’ın atamasını izleyen
günlerde örgüt üyesi olup, Ankara dışında görev yapan Suphi Karaman, Alparslan
Türkeş, Kadri Kaplan ve Orhan Kabibay Ankara’da çeşitli görevlere atanmışlardır
(İpekçi ve Coşar 2012: 84-85). Gürsel’in örgüte katılması ile örgüt üyeleri istedikleri
noktalara arkadaşlarını atayacak güce erişmişlerdir. Cumhurbaşkanlığı muhafız alayına
Köksal, Ethem Menderes’in isteği üzerine atanmış, Köksal’dan doğan boşluğu Karaman
doldurmuştur. Böylece gerekli atamaların yapılması ile örgüt Ankara’da darbe gecesi
ele geçirilmesi önemli noktaları ardı ardına ele geçirmiş oluyordu.
Gürsel’in emekliliği öncesinde zorunlu izne sevk edilmesi ise örgüt üyeleri
arasında endişeye neden olmuştur. Bunun nedeni ise 3 Nisan 1960 günü Yeşilhisar
olaylarıdır (Milliyet 4 Nisan 1960). İnönü’yü, Kayseri ilinin Yeşilhisar ilçesine
sokmamakla görevlendirilen iki binbaşı ve bir albay kendilerine verilen emri
uygulamazlar ve emre itaatsizlikten tutuklanırlar. Gürsel ise tutuklanan askerlerin
28
bırakılması için araya girmiştir. DP ile yakınlığı bilinen Orgeneral Suat Kuyaş ise
tutuklanan askerin tahliye talebini ret etmiştir. Bu olaya üzülen Gürsel ise emeklilik
tarihine kadar izne çıkmak istediğini Milli Savunma Bakanlığına iletmiştir. 3 Mayıs
1960 günü Gürsel’in izin talebine olumlu cevap verilmiştir. Örgüt izin haberi sonrasında
derhal darbe yapmayı önermişse de Gürsel onları yatıştırmış, Ethem Menderes’e bir
uyarı mektubu bırakarak İzmir’e gitmiştir (İpekçi ve Coşar 2012: 115-116).
Gürsel, Ethem Menderes’e bıraktığı mektupta17, Kayseri olayları ile başlayan
sürecin halkta derin yaralar ve DP’ye karşı hoşnutsuzlara neden olduğundan bahsedip,
bu durumun küçümsenmemesini, DP hükümetinin kurtarılması için gerekli tedbirler
alınması gerektiğini dile getirmiştir. Gürsel mektubunda alınması gereken tedbirleri 12
ayrı maddede sıralamış, bu maddelerin başına da Cumhurbaşkanı Bayar’ın istifa etmesi
gerektiğini yazmıştır. Gürsel’e göre yaşanan bütün fenalıklar Bayar’ın başının altından
çıkmaktaydı (Aydemir 1969: 430).
Gürsel’in Ankara’dan ayrılması sonrasında örgüt lidersiz kalmıştır. Örgütün
çekirdek kadrosunu oluşturan askerler bir araya gelerek farklı isimler üzerinde
tartışmışlardır. Bu isimler; Tuğgeneral Rafet Yıldırım, Orgeneral Fahri Özdilek,
Orgeneral Cevdet Sunay ve Korgeneral Cemal Madanoğlu. Yıldırım ve Sunay isimleri
örgüt tarafından kabul görmez. Örgüte üye olan Muzaffer Yurdakuler, Özdilek ile
görüşmesi için yollanmıştır. Yurdakuler’ın, Özdilek ile görüşmüş ancak Özdilek teklifi
kabul etmemiştir (İpekçi ve Coşar 2012: 117-120). Özdilek’ten olumlu cevap
gelmeyince örgütün tek adayı olan Madanoğlu’na liderlik teklif etmekten başka şansı
kalmamıştır. Gürsel İzmir’e gitmeden önce Madanoğlu’nu örgüte önermiştir (İpekçi ve
Coşar 2012: 122).
Gürsel’in emeklilik tarihinden önce izne çıkarılması, örgüte ağır bir darbe
niteliği taşımaktaydı. Örgütün faaliyetlerini daha önceden fark etmiş olan Cemal
17
Cemal Gürsel’in, Ethem Menderes’e bıraktığı mektubun tam metni için bkz. Aydemir Şevket Süreyya
(1969). Menderesin Dramı. Ankara: Remzi Kitabevi. Aydemir’e göre mektup Ethem Menderes
tarafından Adnan Menderes’e okunmuş, ikisinin arasında aldığı karara göre de gizli tutulmuştur. Aynı
olay ile alakalı yazılan çalışmalarda ise Ethem Menderes’in Adnan Menderes’e mektubu okuyup
okumadığı bilinmemektedir.
29
Madanoğlu ise örgüte dâhil olmanın yollarını aramaktadır. Madanoğlu, Gürsel’e
orduevinde bir veda gecesi düzenleyerek hem Gürsel’i ona göre hak ettiği gibi
uğurlayacak hem de örgüte kendisi ile temasa geçmesi için bir mesaj yollayacaktır.
Örgüt, Kore’de birlikte görev yapmış oldukları için Kabibay’ı, Madanoğlu ile
görüşmesi için 14 Mayıs 1960 günü Madanoğlu’na yollamıştır. Kabibay’ın görüşme
esnasında çekingen tavrını fark eden Madanoğlu, Kabibay’ı rahatlatmış, konuşması için
ikna etmiştir (Birand Dündar ve Çaplı 1991: 175). Madanoğlu, Kabibay’ı örgütün en
ince ayrıntısına kadar işleyişini öğrenmek için aynı günün akşamı evine davet etmiştir.
Kabibay, örgütün Ankara’daki vaziyetini iyi bilen Erkan Acuner ile birlikte
Madanoğlu’nun evine giderler. Acuner’in verdiği bilgilerden sonra Madanoğlu örgütün
en azından darbe sırasında başına geçmeyi kabul etmiştir (İpekçi ve Coşar 2012: 120123). Darbe sırasında örgütün nasıl hareket edeceği, hangi noktaları ele geçireceği
örgütün 18 Mayıs 1960 gününden 26 Mayıs 1960’a gecesine kadar yaptıkları
toplantılarda karara bağlanmıştır. 26 Mayıs günü Başbakan Menderes’in Yunanistan’a
yapacağı gezinin iptal edilmesi üzerine 27 Mayıs 1960 günü sabahı örgüt harekete
geçerek darbeyi gerçekleştirmiştir.
1.2. 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi
DP, 1954 seçimleri sonrasında getirdiği düzenlemeler ile muhalefetin üzerinde
baskı kurmaya başlamıştır. DP’ye oy vermemiş olan Kırşehir ili Ankara’ya bağlanarak
ilçe yapılmış, muhalefet radyodan uzaklaştırılmış, gazetecilere hapis cezaları verilmeye
başlanmıştır. İnönü, var olan siyasi ortam ile alakalı Kasım Gülek’e “Bu hadiseler
oluyor bunlar çok can sıkıcı hadiseler, bizim bu konuştuklarımız her kışlanın her
odasında konuşuluyor” der (Birand Dündar ve Çaplı 1991: 111). 1954 seçimlerinden
itibaren, ordu içerisinde DP’ye karşı örgütlenmeler olduğundan bahsetmiştik. İnönü,
Gülek’e söylediklerinde haksız değildir. 1954 itibariyle gerilen siyasi ortam, 1957
seçimlerine kadar varlığını sürdürmüştür. DP, 1957 seçimlerinden sonra da iktidarı
elinde bulundurduğu için muhalefetin her kesimine karşı baskı kurmuş ve giderek
baskısını ağırlaştırmaya devam etmiştir. CHP, 1955 yılında DP’den ayrılanların
kurduğu Hürriyet Partisi ile 24 Kasım 1958’de birleşti (Milliyet 26 Kasım 1958). DP,
30
muhalefetin hamleleri karşısında Vatan Cephe’sini kurmuş, halkı Vatan Cephesinde
toplanmaya çağırmıştır. Yıllardır süren siyasi gerginlik halka da yansımış,
kahvehaneler, camiler ve mezarlıkların dahi ayrılmıştır (Demirel 2011: 316).
Bahsettiğimiz bu siyasi gerginlik ortamında İnönü’nün 3 Nisan 1960’da
Kayseri’yi ziyaret etmek istemesi gerginliğin artmasında etkili olmuştur (Milliyet 4
Nisan 1960). Şubat 1960’tan itibaren özellikle Yeşilhisar ilçesinde çıkan olaylarda
DP’liler ile CHP’liler birbirlerini yaralamışlardır. Gerginliğin yüksek olduğu bu ilçeye
İnönü’nün ziyaret kararı alması ve DP yönetiminin bu ziyareti engellemek için kolluk
güçleri yolu ile baskı kurması 27 Mayıs 1960 gününe kadar devam edecek olan
olayların başlangıcı olmuştur. Yeşilhisar olaylarından sonra, Ankara’da ve İstanbul’da
hemen hemen her gün DP karşıtı öğrenci gösterileri başlamıştır. DP karşıtı gösterilerin
başlaması ile DP yeniden kendisine karşı olan muhalefeti hukuk ve kolluk güçlerinin
yardımı ile bastırma yoluna giderek 18 Nisan 1960 günü Tahkikat Komisyonunu18
kurmuştur (Milliyet 19 Nisan 1960). Komisyon her türlü siyasi faaliyeti yasaklamış,
komisyon üyesi olan DP’lilere yasama ve yargı yetkileri verilmiştir. Komisyon, elinde
bulundurduğu yetkilere dayanarak 28 Nisan 1960 günü öğrenci eylemelerinin bir türlü
engellenemediği Ankara ve İstanbul’da sıkıyönetim ilan etmiştir (Milliyet 29 Nisan
1960).
5 Mayıs 1960 günü ise DP iktidarına karşı “555K” ismi verilen öğrencilerin
katıldığı protesto gösterisi yapılmıştır. İstanbul’da 2 Mayıs 1960 günü İstanbul’da
başlayan NATO toplantısından dönen Bayar ve Menderes’i protesto etmek için
öğrenciler, 5. ayın 5. günü saat 5’de Kızılay’da parolası ile gizlice sözleşmişlerdir.
Gösteri sırasında Menderes aracından inip kalabalığın içine girmiştir. Kalabalığın
içerisinde Menderes “Ne istiyorsunuz?” sorusunu çevresindeki öğrencilere yöneltmiş,
kalabalıktan birisi ise “Hürriyet istiyoruz” cevabını verince Menderes, “Hürriyet olmasa
bir Başvekil'e bunları söyleyebilir misiniz" diye bağırmıştır. Bayar, ise Bakan Gedik’e
göstericilerin dağılmadıkları takdirde dağılmaları için ateş açılmasını emretmiştir
(Birand Dündar ve Çaplı 1991: 177). Bayar’ın ateş açılması emri o gün uygulanmaz.
18
Tahkikat Komisyonu ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Esen Selin (2010). “18 Nisan 1960
TarihliTahkikat Komisyonu”. Mülkiye Dergisi. Cilt 34. Sayı 267. S.167-192.
31
Sıkıyönetim ile gösterileri bastırmaya çalışan DP geri adım atmaz. 19 Mayıs kutlamaları
sıkıyönetim tarafından ve olası protestoları engellemek adına yasaklanır. 19 Mayıs
kutlamalarının yasaklanması ise Harp Okulu öğrencileri tarafından hoş karşılanmaz ve
21 Mayıs günü Ankara Sıhhiye’deki ordu evinden 300 kadar Harp Okulu öğrencisi
Kızılay’a doğru sessiz bir yürüyüş başlatır. Öğrencilere subaylarında katılması ile sayı
1000 kişiyi geçmiştir. Askerlerin yaptığı bu yürüyüş DP’li yöneticiler tarafından dikkate
alınmaz hatta kimi DP üyeleri yürüyüşün kendi partilerine destek vermek amacıyla
yapıldığını söylemiştir (Akalın 1999: 26). Nisan 1960’dan itibaren başlayan siyasi
gerilim ortamına, 1954’den itibaren TSK içerisinde örgütlenen askerler son vermek
amacıyla 27 Mayıs 1960 günü askeri darbe yapmışlardır (Milliyet 28 Mayıs 1960).
İnönü tekrar haklı çıkmıştır. 18 Nisan 1960 tarihinde mecliste yaptığı konuşmada İnönü,
askeri darbenin olabileceğine dikkat çekmişti (TBMM ZC. İ 58. C 1. 18. 04. 1960: 207).
Ankara’da darbecilerin merkez olarak kullandığı bina Harp Okulu binası
olmuştur. Darbeciler, hangi noktaları ele geçireceklerini kararlaştırmışlardır. Albay
Alparslan Türkeş, ilk olarak ele geçirilmesi planlanan Ankara’daki devlet radyosunu ele
geçirmiş ve darbe bildirisini okumuştur. Bildiri de askeri hareketin hiçbir parti ve
zümreye karşı yapılmadığı, partilerin içerisine düştükleri anlaşmazlık halinin
giderilmesi için askerin yönetime el koyduğu, DP hükümetine üye olanların şahsi can
güvenlikleri için askerlere sığınmaları gerektiği ve en kısa sürede adil bir şekilde
seçimlerin yapılacağından kuşku duyulmaması gerektiği söylenmiştir. Türkiye’nin
müttefiki olan ülkelere ise NATO ve CENTO’ya bağlılık sözü verilmiş, askeri hareketin
BM anayasasına uyacağı bütün anlaşmalara sadık kalınacağı sözü verilmiştir (BCA
030-01-00-00-00-40-236-18 27 Mayıs 1960). Türkeş tarafından bildiri okunurken, Ulus
semtinde çıkan çatışmada, Teğmen Ali İhsan Kalmaz vurularak öldürülmüştür (Birand
Dündar ve Çaplı 1991: 196).
Cumhurbaşkanı Bayar’ı tutuklayacak olan Osman Köksal muhafız alayının
komutadır. Bayar, Cumhurbaşkanlığı köşkünün etrafındaki hareketliliği görünce
odasına çıkıp direnme kararı almıştır. Bayar’ı tutuklamaya gelen Tümgeneral
Burhanettin Uluç, Bayar’ın odasına girmiş, Cumhurbaşkanı intihar girişiminde bulunsa
da başarılı olamamıştır ve Bayar tutuklanmıştır (Birand Dündar ve Çaplı 1991: 204 ve
32
Hekimoğlu 1975: 135). Başbakan Menderes ise bir gün önce gittiği Eskişehir’de idi.
Menderes, darbeyi Polatkan’ın telefonu ile öğrenmiş, Eskişehir’den Kütahya’ya doğru
otomobil ile yola çıkmıştır. Kütahya’ya varınca Albay Muhsin Batur tarafından
tutuklanmıştır (Özdağ 2009: 231-233).
İçişleri Bakanı Namık Gedik ise yollanan askerler tarafından tutuklanmadan
önce evindeki evrakları yakmış, evine gelen askerlere karşı koymadan teslim olmuştur.
Gedik’in götürülmesi araç bulunamayınca, Gedik’i bir kum kamyonuna bindirmişler ve
Harp Okuluna götürmüşlerdir (İpekçi ve Coşar 2012: 188-189). Bakan Gedik, 29 Mayıs
1960 günü Ethem Menderes ile birlikte kaldıkları oda da Ethem Menderes’in uyumasını
fırsat bilerek, camdan aşağı atlayarak intihar etmiştir (İpekçi ve Coşar 2012:223).
Darbe’nin liderliğine getirilen Cemal Gürsel ise darbenin gerçekleştiği günü sabahında
İzmir’deydi. İstanbul’dan bir uçak Gürsel’i almak için İzmir’e yollanmış, Gürsel bu
uçak ile 27 Mayıs günü öğlen vakti Ankara’ya gelmiştir (Hekimoğlu 1975: 138).
Gürsel’in getirilmesi sonrasında tutuklanan DP’li yöneticilerin Yassıada’ya
götürülmelerine Gürsel’in emri ile karar verilmiştir. Hükümet üyeleri ve tutuklanan
generaller, 1 Haziran 1960’dan 18 Haziran 1960’a kadar farklı kafileler ile Yassıada’ya
yollanmışlardır (Güryay 1971: 49). V. Menderes hükümetinde görev Gümrük Bakanı
olarak görev yapan Hadi Hüsman, “Hatırladıklarım ve Düşündüklerim” isimli
hatıratında, Yassıada’ya yolculukları sırasında ağır hakaretlere ve şiddete maruz
kaldıklarını yazmıştır. Hüsman’ın aktardığına göre Zorlu uçaktan indirilirken
tekmelenerek yere düşürülmüş ve etraftaki askerler tarafından yerde darp edilmiştir.
Lütfi Kırdar ve Nedim Öktem’de aynı muameleye maruz kalmışlardır (Hüsman 1975:
242 aktaran Koraltan 2013: 208-213).
Darbe gerçekleştikten 2 ay sonra 8 Temmuz 1960 günü MBK “27 Mayıs İnkılap
Hareketi Niçin Yapıldı?” başlıklı bir yazı yayınlamıştır. Yayınlanan yazıda DP partizan
bir devlet idaresi kurduğu için eleştirilerek bu partizanlık nedeni ile halkın arasında
kutuplaşmalar olduğu dile getirilmiştir. Bu kutuplaşmanın babayı oğluna, kardeşi
kardeşe düşman ettiği hatta bazı yerlerde camilerin, kahvelerin ve mezarlıkların dahi
ayrılmasına yol açtığına dikkat çekilmiştir. DP’li olanlara devletin imkânlarının seferber
33
edildiği olmayanların ise görmezden gelindiği, halka eşit davranılmadığından
bahsedilmiştir. DP yönetiminin kamuda rüşvete, adam kayırmaya neden olduğuna eğer
bu haksızlıklara karşı çıkan memurlar olursa işlerinden atıldıkları söylenmiştir. Yaşanan
hayat pahalılığının, artan dış borcun tek sorumlusunun DP olduğu söylenmiş, yapılan
çoğu yatırımın hatalı, işinin uzmanı olmayan kişiler tarafından sadece belirli bir
zümreyi zenginleştirmek adına yapıldığı belirtilmiştir. DP yöneticileri eleştirdikleri ya
da onlardan sadece farklı düşündükleri için birçok gazetecinin, aydının hukuksuz
yollarla hapse atıldıkları, dile getirilmiştir (BCA 03-01/40-236-18. 8 Temmuz 1960).
MBK saydığı bu nedenlerden dolayı askeri darbe yapıldığını halka anlatarak, askeri
yönetimi aklamaya çalışmıştır.
Askeri darbeye iç politika da yaşanan olayların neden olduğu kadar dış politika
izlenen yolunda etkili olduğunu belirtmek gerekir. Soğuk Savaş ortamında, Orta
Doğu’da yaşanan askeri darbeler incelendiğinde de aynı sonuca kolaylıkla varabiliriz.
Nisan 1960’dan itibaren Türkiye’deki siyasi ortamın gergin olduğu bir gerçek olmakla
birlikte, darbe gerçekleşmeseydi 1961 yılında genel seçimler yapılacağı da
unutulmamalıdır. Askerler, seçim ile iş başına gelmiş olan bir iktidarı devirmeyi
kendilerinde bir hak olarak görmüşlerdir. Darbeyi gerçekleştiren MBK, darbe
sonrasında yarı asker yarı sivil bir yönetim kurarak, Türkiye’yi 15 Ekim 1961’e kadar
bu yönetim şekli ile idare etmiştir.
1.3. Cemal Gürsel Hükümetinin Kurulması Süreci
Darbenin yapıldığı güne kadar, gizli faaliyetlerde bulunan cuntacılar, iktidarı ele
geçirdikten sonraki adımlar için gerekli bir program hazırlamamışlardı. Darbe
öncesinde aralarında kararlaştırdıkları bir takım esaslar vardı ancak, ülke yönetmek emir
komuta zincirine benzemeyen karmaşık bir yapıya sahipti. MBK üyelerinden olan
Orhan Erkanlı’ya göre “ Dosyalı Darbe olamazdı. Darbelerin ilk ve değişmez hedefi
iktidarı ele geçirmek ve askeri yönetimlerinin güvenliğini sağlamaktır” (Fırat 1997: 23).
Orhan Erkanlı’nın bahsettiği süreç 27 Mayıs günü sonrasında yaşananlarla birebir
örtüşmektedir. MBK üyeleri, Irak, Suriye ve Mısır’da iktidarda bulunan askerlerin
34
kurdukları cunta yönetimin aksine, iktidarda kalmayı amaçlamıyorlardı. MBK iktidarda
bulunduğu süre içerisinde derhal bir anayasa hazırlamak ve seçimlerin yenilenmesinden
yanaydılar. Melek Fırat’a göre MBK üyeleri darbeyi; “Daha sağlıklı bir demokrasiyi
yaşama geçirebilmek adına 1946’dan beri devam eden çok partili yaşamı sona
erdirmişlerdi” (Fırat 1997: 22). Darbe bildirisine bakıldığında hareket, hiçbir zümreye
karşı yapılmamıştı. Ancak yapılan uygulamalardan görmekteyiz ki hareketin en önemli
gayesi DP iktidarını devirmekti. Askerler, bu hedeflerini gerçekleştirene dek uyum
içerisinde hareket etmişlerse de sonrasında yaşanan tasfiyeler bize iktidarı ele geçiren
cuntanın içerisinde fikir ayrılıklarının olduğunu görmekteyiz.
MBK üyeleri, iktidarı ele geçirdikten sonra, yaptıkları darbeyi hukuksal bir
zemine oturtma ihtiyacı duymuşlardır. Darbe günü Ankara’da yapılan çok sayıda
tutuklamayı gereksiz gören Tümgeneral Cemal Madanoğlu, birçok tutuklunun derhal
salınmasını istemiştir. Madanoğlu’na göre; iktidarı asker devralmamalı darbeyi
gerçekleştirdikten hemen sonra iktidarı sivillere devretmeliydi. Madanoğlu, Sıtkı Yırcalı
ve Şemi Ergin’e tutuklananların bir listesini vermiş ve gereksiz tutuklananların salı
verilmesini istemiştir; “Biz bakanlar kurulunu ve Tahkikat Komisyonu üyelerini
tutuklayacaktık. Lakin yanlış bir iş yapılmış, buraya bir takım insanları doldurmuşlar,
Kötü işlere karışmayanları bırakmak gereklidir” (Özdağ 2009: 241). Darbenin
gerçekleşmesi öncesinde cuntacılar, iktidarlarına hukuksal bir zemin kazandırmak
amacıyla DP ile ilişkisi olmamış, hiçbir partiye sempatisi olmayan profesörlerden bir
danışma meclisi oluşturmayı kararlaştırmışlardır. Danışma meclisi ile alakalı, darbe
gününe kadar hiçbir çalışma yapılmamış, darbe gecesi Madanoğlu’nun inisiyatifi ile
komşusu olan Prof. Dr. Nedim Ergüder sıkıyönetim komutanlığına getirilmiştir. Nedim
Ergüder’den bir liste hazırlanması istenmiştir. Listedeki akademisyenler, ilk önce geçici
bir anayasa hazırlayarak, darbenin hukuksal bir zemine oturtulmasına yardımcı
olacaklar daha sonra ise 1961 Anayasasını hazırlanmıştır (Özdağ 2009: 236-237).
Aydemir’e göre 27 Mayıs’ı darbeden ayıran ona bir ihtilal kimliği kazandıran özelliği
bir anayasa hazırlanması ve hukuksal bir alt yapının oluşturulması idi. Anayasa
Komisyonu olarak toplanan akademisyenler 28 Mayıs 1960 günü “Anayasa Komisyonu
Raporu” sunarlar. Bu rapor Aydemir’e göre “Bu belge bir dayanaktır ki, ona ihtilalin
beratı veya meşruluğunun fermanı diyebiliriz” (Aydemir 1993: 357). Komisyonun
35
hazırladığı rapor tamamlandıktan sonra MBK üyeleri, hukuksal bir zeminde darbe
yaptıklarını ilan etmişlerdir. MBK üyeleri ayrıca, yaptıkları çalışmalar sayesinde darbe
yaptıkları için yargı önünde hesap verme yollarını da kapatmışlardır.19 Aydemir’e göre
böylesi bir hukuksallığa oturtulmuş hareketin yanlış olduğunu savunmak, yanlış bir iş
olacaktır. Eğer, komisyon raporuna karşı çıkılacak ise onun gibi hukuksal bir zeminde
gerçekleştirilmesi gerekmekteydi.
Darbenin Hukuksal zemininin hazırlanması sonrasında Türkiye’yi bir buçuk yıl
yönetecek olan geçiş dönemini sürdürecek olan hükümetin kurulma aşmasına
geçilmiştir. Darbe gününe kadar gizlilik esasıyla çalışmalarını yürütmüş olan darbeciler
artık iktidarı ele geçirdikleri için ortaya çıkmalıdırlar. Geçici Anayasa’nın hazırlanıp,
Temsilciler Meclisinin kurulması sürecine dek, yasama ve yürütme organı olarak görev
yapacak olan Milli Birlik Komitesi ve Cemal Gürsel Hükümetleri kurulacaktır.
1.4. Milli Birlik Komitesi Üyelerinin Belirlenmesi
Darbenin gerçekleştirilmesi sonrasında MBK, iktidarı sivil yönetime bırakana
kadar iktidarda kalacaktır. Konumuz olan MBK yönetiminin dış politikasını anlatmaya
geçmeden önce dış politika uygulamalarında önemli sözü olan Milli Birlik
Komitesinden bahsetmemiz gerekmektedir.
Darbeden dolayı tutuklamalar, diğer ülkelerle bağlantıların kurulması devam
ederken, iktidarın sahibi olan Milli Birlik Komitesinin üyelerinin kimler olduğu ve bu
komitenin yapısının, yetkilerinin ne olacağı hakkında tartışmalar meydana gelmiştir. Bu
neden ile komitenin tam manasıyla teşkil edilmesi ihtiyacı doğmuştur. MBK
üyelerinden olan Orhan Erkanlı, komite’nin kuruluş aşaması hakkında bize önemli
bilgiler vermektedir. Erkanlı; “Memleket radyo tebliğleri, telsiz ve telefon emirleriyle
yönetilmekteydi. MBK denilen hükmi şahsiyet, Türkiye’de iktidarı ele geçiren kişiler
kimlerdi? Herkes bunu merak ediyor, birbirine soruyor, fakat cevap alamıyordu.
19
Komisyon Raporu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Aydemir, Şevket Süreyya.(1993)İkinci Adam.
Cilt3.S.468-472.
36
Aslında bu soruların cevabı yoktu biz dâhil kimse hakiki durumu bilmiyordu” (Erkanlı
1972: 18) demektedir. Erkanlı’nın da bahsettiği gibi bir otorite bulunmaktaydı fakat
otoritenin kim olduğu sorusuna net bir cevap yoktu. Darbeyi gerçekleştiren grup
harekâtın başladığı gün, İstanbul ve Ankara’da çeşitli görevlerde bulunmaktaydılar.
Darbenin başarılı olması sonrasında grubun üyeleri Ankara’ya dönmüşlerdi. Komite
vasfına bürünmüş olan topluluk, Başbakanlık binasında çalışmalarına devam
etmekteydi. Orhan Erkanlı ve arkadaşları İstanbul’dan geldikleri için Ankara’daki ilk
çalışmalara
katılamamışlar,
Başbakanlık
binasına
geldiklerinde
ise
kapıdaki
nöbetçilerce tanınmadıkları için içeri dahi zar zor girebilmişlerdi. Bina içerisinde ben
komite
üyesiyim
diyen
çalışmaların
yapıldığı
salona
istediği
gibi
erişim
sağlayabildiğinden dolayı, başbakanlıkta bir kargaşa ortamı hâkimdi.
Darbenin liderliğine getirilen Cemal Gürsel bu sorunu ortamı dağıtmak için
askerlere kıtalarına dönmeleri emreder. Ancak Erkanlı bu olayı; “bardağı taşıran son
damla” olarak dile getirmektedir (Erkanlı 1972: 19). Erkanlı’ya göre Gürsel burada
daha darbenin ilk günlerinde bir tasfiye girişiminde bulunmuştur. Erkanlı’nın
aktarımına göre; “Komite bu haliyle çalışamaz ve memlekette hizmet göremez. Komite
üyelerinin sayılarını ve isimlerini tesbit etmek, halka açıklamak zorundayız. Millet
kendisini idare edenleri bilmek mecburiyetindedir. Dışarda komite üyesi olarak kendini
tanıtanlar bir çok yolsuzluk yapmaktadırlar der ve rütbe ast üst ilişkisi göz edilmeksizin,
27 Mayıs gününe kadar gördüğü hizmet, 27 Mayıs’ın başarılmasına verdiği hizmet ve
kişisel değerleri esasları öz önünde bulundurularak bir komite kurulması fikrini ortaya
atmışlardır”(Coşar, İpekçi 2012:237). Cemal Gürsel’in darbenin tamamlanması
sonrasında verdiği “kıtalara dön” emrinin tehlike olarak görülmesi, genç subaylar
tarafından komitenin oluşturulması fikrine yol açmıştır. Burada dikkat çeken en büyük
ayrıntı ise genç subayların yaptıkları hareketin idaresine kendilerini koymalarıdır. Hatta
kurulacak olan bu komitenin üyelerinden olan Muzaffer Özdağ, Fransız İhtilal komitesi
gibi komite üyelerinin kıyafetlerinde rütbe dahi belli olmaması için uzun bir giysi
giymelerini önermiştir (Akgün 2009: 113).
Komite üyeleri belirlenirken darbe çalışmalarına 1956’dan bu yana katılanlardan
bazıları darbe esnasında yurt dışında görevli olduklarından dolayı komitede yer
37
alamayacaklardır. Erkanlı bu konuda “ Kendilerinin mutlaka komiteye alınacaklarından
emin olan 1955-1956 yıllarından beri bizimle çalışan bazı arkadaşlarımız mecburen
komite dışında kaldılar. Zira hiçbiri 27 Mayıs günü Türkiye’de değildi, yabancı
ülkelerde vazifeli idiler, bu arkadaşlar bizi sonuna kadar affetmediler. 22 Şubat 1962 ve
21 Mayıs 1963 ayaklanmalarını tertiplediler, bir kısmı asıldı, bir kısmı kenara itildi”
(Erkanlı 1972: 21-22) sözlerini dile getirir. Komite üyeleri seçilirken dahi bir tasfiye
yapıldığı görülmektedir. Havacı ve Jandarmaların da komiteye dâhil olması fikrinin
kabul edilmesi sonrasında yine Erkanlı’nın aktarımına göre kendisinin kâtipliğini
yaptığı bir seçici kurul oluşturmuştur. Bu kurul çalışmalarını 6 -7 saat sürdürdü ve
MBK üyelerini belirlemiştir. Erkanlı toplantıyla alakalı; Gürsel’in kendileri tasfiye
etmemesi ya da Gürsel’in komite tarafından tasfiye edilmemesi ve Atatürk’e bile
verilmemiş yetkilerin Gürsel’e verilmesinin birer hata olduğunu söyle ve yapılan bu
hatalar yüzünden ülkenin halen sıkıtı çektiğini belirtir (Erkanlı 1972: 20-21). Komite
seçicileri yaptıkları, 6-7 saatlik çalışmaları sonrasında, MBK’yi oluşturmuşlardır. 38
Subaydan oluşan bu komitenin 32 üyesi karacı askerlerden oluşurken, 3 havacı 2
denizci ve 1i jandarmadır. Komite üyelerinin protokoldeki yerleri ve ele aldıkları
yetkileri ise oldukça karışık bir halde karşımıza çıkmaktadır. Üyeler, bakan üstü bir
statüye sahip olduklarından o günkü protokole göre genelkurmay başkanından da üstün
bir konuma erişmişlerdir (Özdağ 2009: 270).
Kurulan bu komite Temsilciler meclisinin kurulmasına dek meclis görevi
görecek, meclisin kurulmasından sonra bir nevi meclis ve bakanlar üstü bir senato
görevi üstlenecektir. 15 Ekim 1961 günü yapılacak olan seçimlere kadar ülke
yönetiminin en üst karar organı olarak Milli Birlik Komitesi görev yapacaktır.
Komitenin oluşturulması sonrasındaki süreçte ise bazı fikir ayrılıklarından dolayı
çatışma çıktığı bilinmektedir. Komite üyelerinin siyasal eğilimleri ve yönetimde kalma,
seçimlerin hemen yapılması taraftarlığı komite içerisinde sorun yaratmıştır. Komitenin
içerisinde bulunan CHP eğilimli üyeler, 14’ler20 grubunu oluşturanlara göre derhal
20
14’ler Grubu. MBK içerisinde diğer MBK üyelerine nazaran daha genç, düşük rütbeli ve çeşitli siyasal
eğilimleri bulunan kişilerdir. 14’ler grubuna dahil olan kişiler; Alparslan Türkeş, Numan Esin,
Muzaffer Özdağ, Muzaffer Karan, Orhan Erkanlı, Orhan Kabibay, Münir Köseoğlu, Mustafa Kaplan,
Şefik Soyuyüce, Fazıl Akkoyunlu, Rıfat Baykal, Dündar Taşer, İrfan Solmazer, Ahmet Er. Ayrıntılı
38
seçimlere gitme taraftarıydılar. 14’ler grubunda ise Muzaffer Karan dışındaki kişiler ise
Turancı eğilimleri ile ön plana çıkıyorlardı. 8 Haziran 1960 tarihli Fransız Le Monde
gazetesinin haberine göre, Türkeş’in liderliğini üstlendiği grup radikaller olarak
yansıtılırken, Özdağ’da bu grup hakkında radikaller olarak bahsetmektedir (Özdağ
2009: 268). Akalın ise 14’lerin radikal olarak anılmalarını Sovyetler Birliği’ne
bağlamaktadır. Akalın; Ankara’da bulunan Sovyet Büyükelçisi Rijov Cemal Madanoğlu
ile olan bir görüşmesi sonrasında gazeteci Metin Toker’e “Türkeş takımının
tavsiyelerinin Rijov ile aynı olması bu takımın ne kadar hatalı olduğunu
göstermektedir” der (Akalın 1999: 190).
14’lerin Sovyetler Birliği ile hiçbir bağları bulunmamaktadır. Onların
radikalliklerinin kaynağı ise askeri iktidarı kurma isteklerinden kaynaklanmaktaydı.
14’ler’deki anlayış iktidarı ele geçirdikten sonra, hemen sivillere devretmemek, çeşitli
reformlar gerçekleştirmek ve Atatürkçü devrimlerin halen karşılık bulmadığı taşrada
oturtulması idi (Weiker 1967:157). Bu grubun üyeleri yaşça diğer üyelere göre daha
genç kişilerdi. Grubun içerisinde olan Muzaffer Özdağ, Orhan Erkanlı ve Numan Esin
hukuk eğitimi almış kişiler olarak ön plana çıkmaktaydılar. Komite’nin içinde aldığı bir
karara göre basına yaptıkları toplantılar hakkında bilgi vermeleri yasaktı. Ancak komite
üyelerinin demeçler vermeleri hakkında hiçbir yasaklamanın bulunmuyor olması, kimi
zaman verilen demeçlerde farklılıkların olmasına neden olmaktaydı. 14’ler grubu
Amerikancı çizginden daha çok bağımsız bir Türk Dış Politikası istemekteydiler. Orhan
Erkanlı yurt gezileri sırasında ABD’nin, emperyalist bir politika izlediğinden bahsetmiş,
Türkiye’nin de bundan nasibini aldığından söz etmiştir (Özdağ 2009: 343). Erkanlı’nın
bu demeci basında oldukça yankı bulmuş, Ahmet Emin Yalman, Vatan gazetesinde
“Amerika ile olan Münasebetlerimize Dair Bir Münakaşa” isimli yazısında Erkanlı’yı
eleştirmiştir. Yalman yazısında, ABD’yi farklı konularda eleştirebiliriz, ancak
Türkiye’yi sömürdüklerini söylemek yanlış olur diyerek Erkanlı’ya karşı çıkar (Vatan
30 Eylül 1960). Komite içerisinde bir Amerikan aleyhtarlığı bulunduğunu söylemek
doğru değildir. ABD ile olan ilişkiler oldukça normal, herhangi bir bozulma olmadan
devam etmektedir. Akalın’ın Fransa’nın Türkiye Elçisi Spitzmüller’e dayandırarak
Bilgi İçin Bkz. Özdağ Ümit (1997). Menderes Döneminde Ordu Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali.
Boyut Yayıncılık: İstanbul.
39
belirttiği bilgiye göre, Alparslan Türkeş elçiye; arkadaşlarının ve kendisinin arzusunun
az
gelişmişlik
seviyesinden
kurtulmak
olduğunu
tam
manasıyla
Türkiye’yi
Batılaştırmak taraftarı olduklarını aktarır(Akalın 1999: 189).
Komite içerisinde ast üst ilişkisine dayalı bir hiyerarşi bulunmamaktaydı, ancak
söz konusu olan bu kişiler, askerlerdi ve kendilerinden rütbece ve yaşça küçük 14’lerin
ön planda olmalarına ve sıkça basına demeçler vermelerinden rahatsızlık duydular. Seçil
Karal Akgün’e göre demokrasiye inanmayan 14’ler tasfiye edilmişti (Akgün 2009: 144
145). Tasfiyenin nedenleri Başbakan Cemal Gürsel tarafından basına verilen bir
röportajla duyurulmuştur (Milliyet 14 Kasım 1960). Alman araştırmacı Weiker’e göre
yaşlı askerler kendilerine karşı saygısızlık yapıldığını kanısındaydılar ve söz edilen genç
subaylar, eski rejimin alışkanlıklarını göstermekte, Ankara’nın gece yaşamında boy
göstermeye başlamışlar, verdikleri farklı demeçlerle de özellikle dış politika
konularında geçici hükümetin dışişleri bakanını sıkıştırmaktaydılar (Weiker 1967: 156
157).
Ümit Özdağ’ın aktarımına göre 14’ler grubu tasfiye edileceklerini tahmin
etmişlerdi.
Orhan Erkanlı ise grubun bir toplantısında MBK’ deki diğer üyeleri
Meclisin alt katında toplantı yaparlarken kuruşuna dizmeyi dahi teklif etmiştir.
Erkanlı’nın bu teklifi 14’ler tarafından ciddiye alınmamıştır. Bu süreçte başlayan kurucu
meclis çalışmaları sırasında Erkanlı, Cemal Gürsel’i ziyaret etmiş, kurulacak olan
meclisin
çoğunluğunun
CHP’lilerden
oluşturulamaya
çalışılmasından
şikâyetçi
olmuştur (Özdağ 2009: 370 371). MBK’nin arasında güvensizlik ortamının varlığı
nedeniyle, çalışmaların imkânsızlaşması bu tasfiyenin kaçınılmaz olduğunun göstergesi
olmuştur. 14’ler olarak tasfiye edilen MBK üyeleri bu haberi 13 Kasım 1960 günü
Cemal Gürsel’in tebliği ile duymuşlardır. Tasfiye olanlar yurt dışındaki çeşitli görevlere
yollanmışlardır. Tasfiye 14’ler grubundan gizli yapılmasına rağmen, CHP ileri gelenleri
tarafından bilinmektedir. Bunun en büyük göstergesi 18 Kasım 1960 tarihli Akis
Dergisi’nin sayısında, tasfiyenin en ince ayrıntısına kadar anlatılıp, tasfiye edilen üyeler
hakkında hicivli bir üslub kullanılarak yazılar yayınlanmasıdır (Akis 18 Kasım 1960:
11-19). Akis dergisi, CHP’nin lider İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker’in
40
başyazarlığın da CHP’yi destekleyen bir dergi olarak yayınlanmaktaydı. Tasfiye
sonrasında 14’ler askeri ataşelik görevlerine gönderilmişlerdir.
14’ler tasfiyesinde en önemli unsur, erken bir seçime gidilmesinden yana
olmamaları, çeşitli reformların askeri yönetim tarafından yapılması gerektiğini
savunmaları idi. Bu tasfiyenin nedeni, genç subayların çeşitli görüş farklılıklarının
bulunması ve bu farklılıkların, diğer MBK üyelerince kabul edilmemesine rağmen açık
bir sözlülükle dile getirmeleridir. MBK’nin kuruluş sebebi emir komuta zinciri dışında
gelişmesine rağmen, komite yine askeri alışkanlıklarını devam ettirmektedir. 14’ler
grubu, 14 Kasım 1960 günü tasfiye edildikten sonra, 15 Ekim 1961 seçimleri öncesinde
ABD’nin Ankara Büyükelçiliğinden ABD Dışişleri bakanlığına yollanan bir
değerlendirme de mercek altına alındıkları görülmektedir. 14’ler grubu yurt dışındaki
görevlerine yolladığı süreçte birbirleri ile olan bağlantılarını kopartmamışlardır (Akalın
1999: 188-191).
Türkiye’de yapılacak seçimler sonrasında 14’lerin bir darbe gerçekleştirebilme
ihtimalinin tartışıldığı 2 Eylül 1961 tarihli belge de ABD’liler genel değerlendirmelerde
bulunarak Türkiye’nin geleceği hakkındaki görüşlerini aktarmışlardır. ABD’lilere göre
ordu mensuplarının çoğu ve neredeyse tüm Türk halkı şaibenin olmayacağı seçimlerle
kurulacak bir sivil yönetimin özlemi içerisindedirler. Seçim sonrasında, Türk ordusunun
kurulacak yeni sivil iktidar döneminde yer alacağı konumun ne olacağı hakkında genel
bir kanı bulunmamasına rağmen temel hedef olan, sivil iktidarın kurulmasında kamuoyu
hem fikirdir. Bu durumların varlığı da bize seçimler sonrasında askeri bir darbe
gerçekleşmesi ihtimalinin ne kadar zayıf olduğunu göstermektedir. ABD elçisi Hare21
yaptığı bu değerlendirmelerden sonra Türkeş’in, yurt dışından Türkiye iç siyasetine etki
etmeye çalıştığı ve elinde bulundurduğu askeri gücün büyüklüğünün bilinmediğini
belirtir. Türkeş’e bağlı olan askerlerin çoğunun genç subaylar olabileceğini belirten
Hare, kararsız genç subayları kendi yanına çekebileceğinden bahsetmiştir (FRUS 1961-
21
Raymond Hare. Warren sonrasında ABD’nin Türkiye Büyükelçiliği görevine atanmıştır. Kariyeri
boyunca Amerikan Dışişlerinde bulunduğu çeşitli görevlerin haricinde ABD’nin Suudi Arabistan,
Yemen, Lübnan ve Türkiye Büyükelçisi olarak görev aldı. Özellikle 1964’de Kıbrıs’ta yaşanan gerilim
sırasında Türkiye’nin adaya askeri birlik göndermesine mani olarak olası bir Türk – Yunan savaşını
önledi. 1994’de hayatını kaybetti.
41
1963: 707-708). Elçi Hare’nin değerlendirmesine bakıldığında MBK’den tasfiye
edilmesi ve Yeni Delhi’ye askeri ateşe olarak yollanmış olmasına rağmen Türkeş,
MBK’ne karşı, ordu içerisinde çalışmalar yürütmektedir. Elçi Hare’nin elindeki verileri
hangi kaynaklardan sağladığı bir soru işareti olmakla beraber, kuvvetle muhtemel,
Hare’ye Türkeş’in faaliyetleri hakkında CIA22’de MAH23’da bilgi sağlamış olabilir.
Hare elinde bulunan verilerin ışığında yakın zamanda Yassıada yargılamalarının
sonuçları göz önüne de alındığı Türkiye’de Alparslan Türkeş’in önderlik edeceği bir
darbe gerçekleşme ihtimalinin olmadığı değerlendirmesini yapar (FRUS 1961-1963:
708). 14’ler grubunun MBK’den tasfiyeleri sonrasında da Türk ordusu içerisinde
cuntacı faaliyet yürüttükleri görülmektedir. 1961 seçimleri sonrasında Türkiye’de
Alparslan Türkeş’in ya da herhangi bir 14’ler üyesinin giriştiği darbe girişimi
bulunmamaktadır. 14’ler grubunun ardılı olarak orta çıkan Talat Aydemir’in önderlik
ettiği grubun giriştiği darbe harekâtı ise 14’ler grubundan ayrı bir cuntacı yapılanmadır.
Talat Aydemir’in kendisi de çalışmamızın önceki bölümlerinde söz edildiği gibi
MBK’nin gerçekleştirdiği 27 Mayıs askeri darbesinde görev almıştı ancak darbe
gerçekleştiği sırada Güney Kore’de bulunan Türk Tugayında albay rütbesiyle görev
yaptığı için MBK üyesi olamamıştır. Talat Aydemir ve ekibinin darbe girişiminde
bulunmalarının nedeni MBK’nin 27 Mayıs sonrasındaki süreçte askeri darbenin
gerekliliğini yerine getirmemiş olup, iktidarı sivillere erken devretmesidir.24
22
Merkezi Haber Alma Teşkilatı. Orijinal dilinde Central Intellıgence Agency. Kısaltması CIA. 1946’da
ABD devlet Başkanı Truman tarafından kurulan Amerikan İstihbarat kurumudur. Amerikan Toprakları
haricindeki yerlerde istihbarat faaliyeti yürütmenin yanı sıra ABD Başkanının izni ile askeri ve
casusluk operasyonları yapma yetkisine sahip olan Amerikan Kurumudur. Ayrıntılı Bilgi için bkz.
(https://www.cia.gov/about-cia/history-of-the-cia/index.html.
28.02.2018 tarihinde erişildi.) Ve
CIA’nın Operasyon faaliyetleri ile alakalı bilgi için bkz. (https://www.washingtonpost.com/world/
national-security/black-budget-summary-details-us-spy-networks-successes-failures-and-objectives/
2013/08/29/7e57bb78-10ab-11e3-8cddbcdc09410972_story.html?noredirect=on&utm_term=.
a537f5bd3c4a. 28.02.2018 tarihinde erişildi.)
23
Milli İstihbarat Teşkilatı. Kısaca MİT. Eski adıyla MAH. Türkiye Cumhuriyetinin İstihbarat
faaliyetlerini yürütmek ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanının vereceği izinle Türkiye’nin
dışında casusluk ve askeri operasyonlar yapma yetkisine sahip kurumdur. 1927’de Milli Emniyet
Hizmeti Risayeti (- veya telaffuz farklılığı nedeni ile Milli Amele Hizmeti Risayeti)olarak kurulmuş, 6
Temmuz 1965 yılında çıkarılan 644 sayılı Milli İstihbarat kanunu ile Milli İstihbarat İsmini almıştır.
Ayrıntılı bilgi için bkz. İlter, Erdal.(2002) Milli İstihbarat Teşkilatı Tarihçesi. Ankara: Mit Basım Evi.
24
Talat Aydemir’in önderlik ettiği başarısız iki darbe girişimi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Aydemir
Talat (2010). Hatıratım. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Ve . Demir Yeşim (2017). Albay Talat
Aydemir’in Darbe Girişimleri. İstanbul: Andaç Yayınları. Ve. Çakmak Diren (2008). “Türkiye’de
Asker-Hükümet İlişkisi: Albay Talat Aydemir Örneği”. Akademik Bakış . Cilt 1. Sayı 2. Ss. 35-68.
Ankara.
42
1.5. Cemal Gürsel Hükümetlerinin Kurulması
1.5.1. Hükümetlerin Yapısı
MBK’nin oluşturulması ile birlikte Gürsel’in başkanlık etmesi şartıyla, bir
hükümet kurulmuştur. 29 Mayıs 1960 günü kurulan bu hükümet25 Kurucu Meclisin
oluşumuna kadar MBK, meclis görevi ve bakanlar kurulunun üzerinde bir yapıda
çalışmalarını yürütecekti (Yeni İstanbul 29 Mayıs 1960). I. Gürsel Hükümetinin
kuruluşunu anlatmadan önce kurulan Gürsel hükümetlerinin yapısını kavrayabilmek
adına askeri hükümet kavramının ne olduğundan bahsetmemiz gerekmektedir. Askeri
hükümet; herhangi bir ülkede askeri bir iktidarın oluşturduğu asker kökenli veya asker
olan kimselerin oluşturduğu hükümetlerdir. Gürsel hükümetleri sadece asker veya asker
kökenlilerden oluşan bir yapıya sahip değildi. Gürsel hükümetlerinde görev alanların,
beşi asker veya asker kökenli olan kimselerdi. Hükümetlerin, diğer üyeleri ise, kendi
uzmanlık alanlarında ön plana çıkan teknisyen, bürokratlardı. Cemil Koçak, bu
dönemde kurulan hükümetlerin yapısıyla alakalı olarak; “Açıktır ki bu hükümetler, daha
sonra siyasi literatüre girecek olan bir tanımlamayla, ağırlıklı olarak teknokratlar
hükümetiydi. Hükümet bir anlamda asker ve sivil bürokrasinin ezici bir ağırlık taşıdığı
birleşime sahipti” aktarımında bulunur (Koçak 2010: 16). 27 Mayıs’ı yakın
dönemindeki askeri darbelerden farklı kılan bir noktada kurduğu hükümetlerin bu
teknokrat yapısıdır, diyebiliriz.
Kurulan Hükümetlerin yetki ve sınırları değerlendirildiğinde, 1924 anayasasının
491. sayılı yasada yapılan düzenleme ile Gürsel hükümetlerinin sınırı çizilmiştir.
Yasaya göre hükümet başkanı olan Cemal Gürsel, MBK başkanlığı ve başbakanlık
görevlerini üstlenmekteydi (Koçak 2010: 18). Hükümetin geçici anayasaya göre yasama
yetkisi yoktu. Hükümet’in MBK’ne yasa önerme gibi bir hakkı bulunmaktaydı. MBK,
istediğinde herhangi bir bakanı görevinden alabilirdi, ancak hükümete yeni bakan
atayamaz bu işi Devlet Başkanı Cemal Gürsel gerçekleştirebilirdi. Siyasi tarafsızlık
ilkesi gereğince hükümet üyeleri 27 Mayıs 1960 günü hiçbir siyasi partiye üye
25
1. ve 2. Cemal Gürsel Hükümetlerinin programları ve hükümet üyeleri hakkında bilgi için bkz.
https://www.tbmm.gov.tr/yayinlar/hukumetler/hukumetler_cilt_2.pdf.
43
olmamalıydılar. Bu şekilde de siyasi tarafsızlık sağlanabileceği düşünülmüştür. Burada
anlayacağımız üzere herhangi bir siyasi geçmişi olan kişi eğer darbe günü hiçbir siyasi
partiye üye değil ise bakan yapılabilmekteydi (Koçak 2010: 19). Bakanların hepsi
MBK’ne karşı sorumlu olup, bakanların seçimi MBK ve Devlet Başkanı tarafından
yapılırdı. MBK’nin hazırladığı yasalar, direkt olarak, bakanlar kuruluna görüştürülmeye
yollanırdı. I. Cemal Gürsel Hükümeti’nin değiştirilmesiyle alakalı olarak Orhan Erkanlı
yapılan komite toplantılarında güçlü ve faal bir hükümet kurulması fikrinin hâkim
olmasına bağlamaktadır (Erkanlı 1972: 30). Cemal Gürsel, Erkanlı’ya göre komiteyi
pasifleştirmek isteğine sahip olduğundan hükümetin yeni bakanlarının kendisi
tarafından seçilen siviller olması gerektiğini söylerken, Erkanlı ve arkadaşları
askerlerden oluşan karma bir hükümet taraftarıydılar. Komite içerisindeki bazı üyelerin
siyasal eğilimleri de bu tartışmalarda ortaya çıkmış, sonuç olarak I. Gürsel
Hükümetinde değişim uygulanmıştır.26
Erkanlı,
hükümetler
ile
alakalı,
Gürsel
tarafından
pasif
bir
yapıya
büründürüldüğünden bahsetmiş; “Komite içindeki ve dışındaki generallerden bazılarına
sivil idare kurulduktan sonra Silahlı Kuvvetlerde önemli kumanda mevkileri vaat
edilmişti. Gürsel ile bu generallerin menfaat ve hesapları bazı noktalarda birleşiyordu.
Sert tartışmalardan sonra 9 bakanın değiştirilmesi, yeni bakanların siviller arasından
Gürsel tarafından seçilmesine karar verildi. Yeni bakanların eskilerinden farkı yoktu,
esasen bozukluk bakanların şahsiyetlerinden, iyi veya kötü oluşlarından gelmiyordu.
Kurmuş olduğumuz devlet düzeni sakat ve yanlıştır” demektedir (Erkanlı 1972: 30).
Söz konusu tarafların hiçbiri şuanda yaşamadığından Gürsel’in, Erkanlı’nın bahsettiği
gibi düşüncelerinin olup olmadığını bilemiyoruz, ancak söz konusu hükümetler kurulan
düzene göre MBK’ne ve başbakana bağlı olduğu için hangi tarafı önemseyeceklerini
bilemiyorlardı. MBK’nin içerisinde ise Hükümetler’in icraatlarını ortaya koydukları
işleri önemsemeyen davranışlar sergileyen üyelerde yok değildi.
26
Bakanlar kurulunda yapılan değişiklikler ile II. Gürsel Hükümeti (25. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti)
kurulmuştur. II. Gürsel Hükümeti ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. (https://www.tbmm.gov.tr/
yayinlar/hukumetler/hukumetler_cilt_2.pdf. 23.05.2019 tarihinde erişildi.)
44
Kurulan hükümetlerle alakalı çoğu araştırmacı ve dönemin şahitleri yaptırım
güçlerinin düşük olan hükümetler olduklarında hem fikirdirler. MBK üyesi Orhan
Erkanlı kurulan hükümetlerle alakalı olarak, MBK ile Hükümet arasında kurulan
irtibatın hızla kopmaya başladığından söz eder. MBK başkanı olan Gürsel’in ise
başbakan olması nedeniyle komiteye aldırmadığı düşünmektedir. Bu durumun bakanlar
açısından yorumlayan Erkanlı; “Şaşkın bir vaziyet içerisindeydiler, komite ile Gürsel
arasında gerginleşen hava tabii olarak onları rahatsız ediyor, ümitsizliğe düşürüyordu.
Bakanlar Kurulu haklı olarak kimin kulu olacağını kestiremiyor, en küçük
sorumlulukları dahi komite üzerine atarak gününü gün etmekle vakit geçiriyordu”
(Erkanlı 1972: 28). Bu aktarım, Erkanlı’nın penceresinden bakıldığında kısmi bir
doğruluk payı taşımaktadır. Yukarıda da bahsi geçtiği üzere Hükümetlerin başbakana
mı MBK’ne mi karşı sorumlu oldukları tam bir netlik kazanmış değildi. Bu durumun
varlığı, ileride aktaracağımız bölümlerde özellikle dış politikada oldukça sorun
yaratmıştır.
Koçak’a göre, Bakanlar kurulu kendisini ülke yönetiminin ana gövdesi olarak
görmekteydi. Ancak, MBK ve Bakanlar Kurulu arasında geçerli bir irtibat kanalı
oluşturulmamıştı. İrtibat ancak hem bakanlar kurulu hem de MBK üyesi olan askerlerce
sağlanabilmekteydi. (Koçak 2010: 24). MBK’nin gündeminde olan bir konudan
genellikle Bakanlar Kurulunun haberi olmuyor, bu durumdan bir sorun doğuyorsa bile
MBK istenmezse çözümü bulunmuyordu. Bu meseleye verilecek bir örnek konunun
anlaşılmasında yarar sağlayacaktır. Bakanlar kurulunun 63. toplantısında konuşanlara
bakıldığında MBK’nin desteklediği bir subay içeriğini kendi oluşturduğu bir program
olan “Olaylar ve Yankıları” programını radyondan yayınlamaktadır. Subay bu programı
hazırlarken, hükümetin yayınlamış olduğu programdan tamamen bağımsız bir şekilde
kendi oluşturduğu içeriğe göre yayın yapmakta ve bu yayın hükümeti bazen zor
durumlara sokabilmekteydi. Toplantıda Dışişleri Bakanı Selim Sarper; “Radyo’da adı
Olaylar ve Yankıları olan bir siyasi neşriyat yapılıyor. Bu neşriyatın eğilimi , Dışişleri
Bakanlığı’nın takip ettiği siyasi tutumla tamamen mutabık değildir. Hatta birçok
noktalarda tamamen aykırıdır. Bu “Olaylar ve Yankıları” kim hazırlar, kim okur, kimin
mesuliyeti altında okunur? Devlet mesuliyeti midir, hükümet mesuliyeti midir, yoksa
bakanın şahsi mesuliyetinde midir? Yoksa gayri mesul müdür?” sorusunu MBK üyesi
45
olan bakanlara ve başbakan yöneltir. Basın ve Turizm’den sorumlu bakan Cihat Baban
ise “ Davul bakanın boynunda, tokmak başkasının elinde. Cevabını verir” Yine aynı
toplantıda Söz dergisinde yayınlanmış olan bir karikatür konu oluyor. Bu karikatürde
İran Şahı Rıza Pehlevi’yi aşağılayıcı unsurlar bulunduğunu söyleyen Selim Sarper,
“İran evvela bizimle dost bir memlekettir. Sonra bir müttefikimizdir. Ondan sonra da,
böyle müttefik bir devletin başkanı hakkında tezyifkâr propaganda ve neşriyat ve
karikatür yapmak, bizim milli necabetimizle de kabil-i telif değildir. Kaldı ki, Türk ceza
Kanunu’nun ceza tehditti altında da bulunmaktadır” der. Bu iki örnekten de anlaşılacağı
üzere bahsi geçen önemli konularda yapılacak yayınların içeriği dahi bakanlarla
paylaşılmamıştır. Selim Sarper bu programın içeriğinin değiştirilmesini talep etmişse de
Cihat Baban programın MBK’nin direktifleri doğrultusunda yayınlanmakta olduğunu
böyle bir talebin MBK tarafından gerçekleştirilebileceğini şu sözlerle kaydeder; “Devlet
Başkanı emir verdiler. “Bu türlü işlerin başında olan arkadaşlar, kıtalarının başına
dönsünler” diye Kıtaların başına dönmesi icap edenlerin içinde bu levazım üst teğmen
arkadaş (Programı hazırlayanı kast etmekte) da vardı. Dönecek zannediyorum, emirden
sonra Milli Birlik Komitesinin kararı ile ayrılmamış bulunmaktadır. Böylece elimizde
olmayan bir politikanın, siyasi neticesidir. Ne karar verilirse, ona göre hareket ederiz”
der (Koçak 2010: 891-892).
Yukarıda ki örneklerde de görüldüğü üzere MBK herhangi bir konuda dilediği
gibi davranma özgürlüğüne sahiptir. Aynı toplantıda Selim Sarper “ Kolektif Hariciye
vekilliği olmaz… Yegâne kolektivite, hükümet işidir. Meclis beğenmezse bizi düşürür”
der. Bu programlar devlet radyosunda yayınladığı için devlet ağzı ile dış politika
ilanında bulunmuş gibi bir algı oluşmaktadır. İran Şahı’nın darbenin ilk günlerinde
Yeşilköy havaalanında verdiği demeçte hareketin doğru bir hareket olduğu ile alakalı
bir demeç vermiştir. (Milliyet 30.04.1960)
Bu demecin verilmesi sonrasında söz
konusu karikatürün çıkması da MBK ve hükümet arasındaki irtibat sorunu göz önüne
sermektedir. Bu sorunun sonuçlarından biri de elbette hükümetlerin pasif, arka planda
kalmış bir yapıya sahip olmalarına neden olmuştur.
Hükümetlerin zayıflığı konusunda bir başka neden ise, 27 Mayıs Darbesi
sonrasında kurulan rejimin geçici mi, kalıcımı olacağı sorunu idi. Hükümet üyeleri olası
46
bir hesap sorma ile karşı karşıya kalmaktan çekinmekteydiler. 1. Cemal Gürsel
Hükümetinde görev alan bakanların bir kısmının tasfiyesi sonrasında bu konunun
bakanlar kurulunda hiçbir şekilde konuşulmaması, yapılan tasfiyeden haberdar oldukları
gibi bir algı oluşturmaktadır. Cemil Koçak bu hipotezi öne sürerek, yapılan tasfiyenin
en az 1 ay öncesinde hükümet üyelerinin ve MBK bu tasfiyeden haberdar olabileceğini
söylemektedir. Tasfiyenin nedeni kesin olarak bilinmemektedir zira, tasfiyeden önceki
bir ay boyunca hiçbir bakanlar kurulunda tutanak tutulmamıştır (Koçak 2010:30).
Bakanlar kurulunun her ikisinde de yer alan askeri kanat üyesi Sıtkı Ulay, yapılan
toplantılarda sıkça geçici bir idare olduklarının altını çizen konuşmalar yaptığı göze
çarpmaktadır. MBK üyesi de olan Sıtkı Ulay, burada bir en azından bir kısım MBK
üyesinin hükümetle alakalı olan görüşünü yansıtmaktadır. Kurulmuş olan hükümet her
seferinde gidici olduğunu belirtmektedir. Bakanlar kurulunun 19. toplantısında NATO
ve ABD’ye karşıda bu hükümetin, hatta bu iktidarın geçici olduğu belirtilmiştir. Bu
geçicilik havasının estiği hükümet ise bazı köklü reformlar yapma adımları atmaktan da
geri durmuyordu. Kalıcı sayılacak tek reform örneği, Devlet Planlama Teşkilatının
kurulmasıdır.
27 Mayıs sonrasında hükümetin önünde bulunan en büyük sorun olarak
Yassıada yargılamaları ön plana çıkmaktadır. Askeri iktidarın önündeki en büyük
sorunlardan biri Yassıada yargılamaları sonucunda karar verilmesi muhtemel olan
idamlardır. Hükümetin yaptığı toplantılarda kararların, infaz edilmesi sürecinde askeri
hükümetin iktidar da olmasından yana bir hava olduğu görülmektedir. Kurulacak olan
yeni sivil hükümete böyle bir yükümlülük vermekten yana olmayan askeri hükümet
içerisinde bu tartışma, 2. hükümet toplantısı sırasında gerçekleşmiştir. Başbakan Gürsel,
toplantı esnasında kendi kanaatini açık bir şekilde ifade etmiş ve tutuklananlardan 150
kişinin asılabilir olduğunu söylemiştir. Gürsel, MBK tarafından böylesi bir karar
vermemesi için engellenmiş olabilir mi bilinmez ama Dışişleri bakanı Selim Sarper bu
görüşe itiraz etmiştir. Sarper’in buradaki hassasiyetinin nedeni bu sayıda yapılacak olan
idamlar sonrasında oluşacak olan Türkiye algısından çekincesidir (Koçak 2010: 30).
İdamların yaratacağı sonuçların yanında, MBK’nin DP üyelerinin yargılanması
konusunda önünde bazı çekinceleri bulunmaktaydı. Bunların ilki; darbe bildirisinde
47
MBK hareketin herhangi bir kuruma karşı yapılmadığı ifade ettiğinden bahsetmiştik. Bu
nedenle MBK, devrilen iktidarı da yargılayamazdı. Bu sorun DP üyelerini yargılamak
için kurulan mahkemede asker üyelerin olmaması ile aşılmıştır. Diğer bir sorun ise,
mahkemenin alacağı kararlardan dolayı, DP’lilerin en fazla oy tabanına sahip olduğu
kitle olan köylülerden gelebilecek olan tepkilerdi. Köylüler gerçekleşen darbeyi şehirler
deki kitlere göre daha soğuk karşılamıştı.(Weiker 1967: 37). Köylülerin tepkilerini
çekmemek adına DP’lilerin kirli çamaşırları dökülmeliydi. MBK hareketini bir ihtilal
olarak görenler, onların dini istismardan uzak duran, çağdaş kimseler oldukları
görüşünü öne sürmektedirler. Yassıada davalarının içeriğine bakıldığında darbeciler ve
Akis dergisi gibi darbeyi destekleyen yayınlar, kişilerin özel yaşamlarında yaşadıkları
her olayı ortaya dökmek gibi bir ihtiyaç duymuşlardır. Bunun en güzel kamuoyunda ve
basında Bebek Davası adı verilen davadır. Bu davanın görülmesi sırasında olayın
tarafları Akis Dergisinde kinayeli, alaycı ve sert bir tavırla eleştirilmiş, böylesine hassas
bir mesele yüzünden ortaya çıkabilecek sonuçlara aldırılmadan dergini kapak sayfasına
bir karikatür ile taşınmasıdır.27
Darbe sonrası kurulan hükümetler, teknokrat hükümet sisteminin üyeleri
vasfında üyeleri olan, yasama yetkisinin bulunmadığı, kurulacak olan kurucu ve
temsilciler meclislerinin var oldukları süreçlerde dahi MBK’nin siyasi gölgesinde
kalmış olup yukarıda da bahsettiğimiz nedenlerden dolayı askeri hükümet özelliklerine
sahiptirler. Üyelerinin sivil olması bu hükümetlerin askeri bir komitenin baskısı altında
yürütme faaliyeti yapmaya çalıştıkları gerçeğini göz ardı etmemize neden değildir.
Darbe sonrasında kurulan I. ve II. Cemal Gürsel Hükümetleri askeri hükümetlerdir.
Askeri hükümetlerin uygulamış oldukları kanunların birçoğu bir önceki iktidar
tarafından çıkarılmış kanunlardı. Darbe gerçekleşen bir ülkede, kurulan yeni askeri
iktidar, böyle bir yola başvurabilir ancak şunu da belirtmemiz gerekmektedir ki, bu
davranışın siyaseten ne kadar doğru olup olmadığı tartışılabilecek bir konudur.
27
Söz konusu kapak resmi için bkz. .Akis. 31 Ekim 1960
48
1.6. Selim Sarper’in Dışişleri Bakanlığına Getirilmesi
Darbenin gerçekleşmesi sonrasında cuntacılar, darbenin Amerikalılar tarafından
nasıl karşılanacağını kestirememekteydiler. Darbecilerin en fazla çekindikleri nokta ise,
5 Mart 1959’da imzalanıp 9 Mayıs 1960’da TBMM tarafından yürürlüğe koyulan Türk
Amerikan Karşılıklı Güvenlik anlaşmasıdır. Bu anlaşma mecliste görüşülürken
içerisinde yer alan “Türkiye’nin siyasal bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne karşı
yapılacak her türlü tehdidi, gayet ciddi bir biçimde ele almayı üstlenir. ABD doğrudan
veya dolaylı saldırılara tecavüzlere, yıkıcı faaliyetlere karşı Türkiye’ye müdahale yahut
yardım edebilir” ifadeleri, muhalefetin tepkisi ile karşılanmıştır (Akalın 1999: 67). O
dönemki tartışmalarda Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, dolaylı tecavüz konusunda
takdirin Amerikalılarca yapılacağını belirtmiştir (Aydemir 1969: 331). CHP’lilerin
iddiası bu anlaşmanın siyasal yaşama baskı unsuru olarak imza edildiğidir. DP’nin bu
anlaşmada ana muhalefete ABD’nin baskısıyla bir siyasal yaptırım uygulanmaktan daha
ziyade ekonomik sebepler daha ön plana çıkmaktadır (Akalın 1999: 65).
Türkiye’de gerçekleşen darbe nedeniyle, ABD’nin, Türkiye’ye askeri bir
müdahale hakkının olup olmadığı konusunda darbeciler Dışişleri Bakanlığı Genel
Sekreteri Sarper’in bilgisine başvurma gereği duymuşlardır (Özdağ 2009: 203).
ABD’nin Latin Amerika ve Mısır’daki darbelere karşı yaklaşımı da MBK üyelerinin
olası bir ABD askeri müdahalesinden çekindikleri görülmektedir (Akalın 1999: 69).
Sarper, darbenin gerçekleştiği gece evinden bir askeri araçla alınarak darbecilerin
karargâhına götürülür. Burada kendisi ile yapılan görüşmede imzalanan anlaşmada
ABD’nin darbeye karşı müdahale gerçekleştirme için bir hakkının olup olmadığı
sorulur. Sarper böyle bir hakkın anlaşmada yerinin olmadığını kurmay albaylar, Sezai
Okan ve Sami Küçük’e söyler (Akalın 1999: 181). Sarper, bu görüşmede darbe
bildirisinde NATO ve CENTO’ya bağlı olunduğunun açıklanmasının doğru bir karar
olduğunu belirtir (Fırat 1997: 31).
Darbe sonrasında kendilerini başta Amerika olmak üzere tüm Dünya’ya
anlatmak zorunda olan darbeciler, 35 yıllık diplomatlık geçmişi bulunan Sarper’e
kurulacak olan geçici hükümette Dışişleri Bakanlığı yapmasını teklif etmişlerdir.
49
Sarper’in bu göreve getirilmesi önceden darbeciler tarafından kararlaştırılmış olma
ihtimali oldukça düşüktür. Sarper’in bu göreve getiriliş sürecinde yazar Hulusi Turgut,
Cemal Gürsel’in İzmir’den dönerken Sarper’in Dışişleri Bakanlığı için adını not
ettirdiğinden bahseder (Özdağ 2009: 235). Sarper’in kızı Ayşe Sarper ise Gürsel’in
araya girmesiyle onu kıramadığından dolayı bu görevi kabul ettiğini aktarmaktadır
(Akalın 2000: 17). Gürsel, İzmir’den Ankara’ya dönerken emir subayına yazdırdığı
öncelikli emirlerinden birinin de Sarper’in Dışişleri Bakanı olarak atanmasıdır
(Hekimoğlu 1975: 140 ve Akalın 1999: 181). Gürsel’in Ankara’ya gelmesi ve Radyo’da
yapılan darbe hükümetinin bakanlarının kimler olduğu hususundaki anonslardan sonra
Sarper, Gürsel ile görüşerek Dışişleri Bakanlığı görevini kabul etmek istediğini
belirtmek gerekir. Sarper’in bakanlık teklifi gecikmeli bir şekilde kabul etmesi bir
soruna neden olmuştur. Ankara radyosunun yaptığı bakanlar anonsu birkaç defa
tekrarlanmış, yukarıda da bahsettiğimiz üzere Dışişleri Bakanlığına Fahri Korutürk’ün
getirildiği belirtilmiştir. Bir düzeltme anonsunun yapılmasının oluşturabileceği kötü
intibahtan dolayı bir çare aranmaktadır. Dışişleri Bakanı’nın değiştirilmesi nedeni ile
Türkeş hemen devreye girer ve yapılacak yeni anonsta Sarper’in isminin direkt olarak
hiçbir açıklamaya yer verilmeden geçmesinin daha mantıklı ve pratik olduğu konusunda
Gürsel’i ikna eder. Sarper’in fikrini değiştiren husus ise askeri bir hükümet
kurulmamasıdır. Kurulacak olan Hükümette, iki asker bakan bulunurken yer alan diğer
isimler konularında uzman kimselerdir (Özdağ 2009: 257).
Sarper ismi o güne dek Türk Dışişlerinde partizanca bir tavır gütmeden verilen
görev ne olursa olsun layığı ile yapan bir kimse olarak ön plana çıkmaktadır.
Diplomatlık
kariyerine
bakıldığında
Selim
Sarper’in
dönemin
önde
gelen
diplomatlarından olduğunu görmekteyiz. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılı 1923’de
dışişleri bakanlığında göreve başlayan Sarper, 1944’e kadar Moskova’da ikinci kâtiplik,
Berlin’de Konsolosluk ve Bükreş’te müsteşarlık görevini yürütmüştür. 1944 yılına
gelindiğinde Sarper, Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi olarak görev yapmaktaydı.
Diplomasi tarihimizde ünlü Molotov-Sarper görüşmesi Selim Sarper’in Moskova
büyükelçiliği görevinde olduğu yıllarda yapılmıştır. Sarper, Dışişlerinde diplomat
olarak görev yaptığı yıllar içerisinde Amerikan ve İngiliz meslektaşları ile sıkça
görüştüğü bilinmektedir. Sarper, Moskova’dan sonra yeni kurulmuş olan Birleşmiş
50
Milletlerde Türk delegelerin başına geçmiştir. Devam eden süreçte Dışişleri
Bakanlığının genel sekreteri Melih Esenbel28 Washington büyükelçisi olunca Sarper
ondan boşalan makama atanmıştır (Akalın 2000: 13-15).
Sarper, ilk başta bakanlık görevini geçmişteki kariyerine, ağırlıklı olarak
askerlerden oluşan bir hükümette görev almasının gölge düşürebileceğinden ve darbenin
ona bakanlık telif edildiği saatlerde tam anlamıyla başarılı olmaması gibi nedenlerle geri
çevirmiştir (Fırat 1997: 31). Bu nedenle ilk açıklanan hükümet listesinde Dışişleri
Bakanı olarak Fahri Korutürk’ün adı geçmiştir. Sarper teklifi geri çevirirken olduğu
görevde devam etmesinin daha hayırlı olacağını söyler. Konuşmanın sonunda Sarper,
Dışişleri bakanlığına geçerek, yabancı ülke elçilerini çağırıp yeni yönetimi tanımalarını
istemeleri için çalışma yapması gerektiğini söyleyerek karargâhtan ayrılır. Burada
görüldüğü üzere, 10 yıllık DP iktidarı yıkılalı birkaç saat olmasına rağmen bürokrasi
yeni iktidara hızlı bir şekilde hizmet etmeye devam etmiştir (Özdağ 2009: 203).
Selim Sarper ilk iş olarak Dışişleri Bakanlık binasına dönmüş ve gerekli
düzenlemeleri yapmıştır. Darbenin gerçekleşmesi esnasında Dışişleri Bakanlık
binasında çatışma gerçekleştiğinden birçok kurşun izi bulunmaktaydı. Sarper derhal bir
radyo anonsu yaptırtarak, Dışişleri memurlarını görev başına çağırtmış, yabancı ülkelere
yönelik çalışmalara başlamıştır (Fırat 1997: 31). 28 Mayıs günü ise Türkiye’nin
Amerika Büyükelçisi F. Warren29 ile darbenin liderliğine getirilmiş olan Cemal Gürsel
arasındaki ilk görüşme Sarper’in girişimi ile sağlanır. Sarper bu görüşmede ikili
arasında tercümanlık yapar.
28
Melih Rauf Esenbel. 1915’de İstanbul’da doğdu. 1939’da Paris’teki Türk Başkonsolosluğundaki
görevine atanması ile Türk Dışişlerindeki kariyeri başlamıştır. 1957’de Dışişleri Bakanlığının Genel
Sekreteri, 1960 da Washington Büyükelçisi olmuştur. 30 Mart 1975’de Türkiye Dışişleri Bakanı
olmuştur.
Ayrıntılı
Bilgi
İçin
bkz.
(http://www.mfa.gov.tr/sayin-melih-rauf-esenbel_inozgecmisi.tr.mfa 13,12,2018 tarihinde erişildi.)
29
Fletcher Warren. 1896’da ABD’nin Teksas Eyaletinin Wolfe şehrinde doğdu. 1. Dünya Savaşı
yıllarında Leon Springs Kampında eğitim alırken yaralandı. Haziran 1921’de Teksas Üniversitesinde
mezun olup aynı yıl Washington’da Konsolosluk sınavını kazandı. İlk görev yeri olarak Küba
Havana’ya
atandı.8
Ocak
1992’de
öldü.
Ayrıntılı
bilgi
için
bkz.
(https://www.ci.greenville.tx.us/DocumentCenter/Home/View/993. 17.04.2018’de erişildi.)
51
Konuşma başlamadan önce Sarper, Gürsel’e elçinin resmi bir ziyarette
olmadığını bu nedenle ABD’nin yeni rejimi şimdilik resmen tanımadığını belirtir.
Gürsel, neden darbe yaptıklarını anlatır, Latin Amerika’da gerçekleşen darbelerden
örnekler vererek konuşmasını devam ettirir. Elçi Warren Latin Amerika askeri darbeleri
konusunda deneyimli bir diplomattır zira Türkiye’den önce Venezuela’da elçilik
görevinde bulunmuştur. Warren görüşme esnasında Gürsel’e gerçekleşen darbenin Batı
Dünyasında
yaratacağı
etkiyi
kestiremeyeceğini
hatta
bir
ihtimal
Amerikan
Kongresi’nin üzerinde olumlu bir etkisinin de olmayabileceğini belirtir. Görüşmenin
yapılmasının asıl nedeni elçi Warren’e göre, Gürsel’in Amerika’dan yapılmasını istediği
para yardımı konusunun açılmasıdır. Gürsel’in elçi Warren’a aktardığına göre, darbe
gerçekleştiğinde hazinede bulunan para 23 Milyon liradır. Memur maaşlarının ödenmesi
için ise 180 milyon liraya ihtiyaç duyulmaktadır. Gürsel direkt olarak bu paranın
Amerika tarafından karşılanmasını ister. Elçi ise para yardımı konusunda elinden geleni
yapacağını söyler ve ekler; “ yardımı ele almadan önce bazı hususların aydınlığa
kavuşturulması gerekir” Elçi’nin burada ki kastı ABD’nin MBK’yi tanıyıp
tanımayacağıdır (FRUS 1951-1960: 845).
II. BÖLÜM
2. MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI
2.1. Hükümet Programında Dış Politika
MBK tarafından 30 Mayıs 1960 günü oluşturulan 1. Cemal Gürsel Hükümeti,
programını 11 Temmuz 1960 günü ilan etmiştir. Bakanlar Kurulunun 2. birleşiminin ilk
oturumunda hükümet dış politikayla alakalı izleyeceği yol belirlemiştir. Askeri
hükümetin hazırlamış olduğu Hükümet programı 1957’de sivil hükümet tarafından
belirlenen hükümet programından daha kapsamlı, daha anlaşılır bir program olduğunu
görmekteyiz. I. Gürsel Hükümetinin dış politikasını belirleyen önde gelen isim olan
Sarper’in programın hazırlanışında kariyerinden dolayı daha kapsamlı bir program
hazırlatmış olabileceği ihtimal dâhilindedir. Askeri Hükümetin programında dış politika
genel konuları; ABD, Sovyetler Birliği, NATO, Ortak Pazar, Orta Doğu ülkeleri ile
ilişkilerin yanı sıra Cezayir meselesi, Kıbrıs ve OECD ile olan ilişkileridir. Dış
Politika’da yeni hükümet eski DP iktidarına göre ABD’den daha fazla yardım ve
yardım güvencesi alması, bu yakınlığın sadece ABD ile sınırlı olmaması MBK’nin
hoşuna giden bir durumdur (Koçak 2010: 70).
MBK’nin, icraatlarından dolayı, Türk sol hareketinde geliştirilen Milli
Demokratik Devrim Tezine ne kadar aksi bir çizgide olduğunu görmekteyiz. Teze göre
ülke içerisindeki “ilerici” kısmın üyesi olan askerler, daha demokratik bir ortam
oluşturmanın yanı sıra, dış politikada bloklaşma siyasetinden uzak daha bağımsız bir dış
politika yolu çizme iddiasındaydılar. Bunun yanı sıra sermayeci sınıftan uzak duran bir
askeri iktidar, Türkiye’yi daha özgürlükçü ve çağdaş bir ülke yapma ihtimaline sahipti.
53
MBK’nin, Türkiye’yi yönettiği bir buçuk yıllık süreç sonrasında MDD30 (Milli
Demokratik Devrim) tezinden uzak, DP’ye göre dış politikada özellikle Batı ve ABD
dünyasına karşı daha olumlu ve onaylayıcı bir çizgide ilerlediği görülmektedir (Koçak
2010: 70). Programda Türkiye’nin Dış politikada daha özgür hareket etme isteği, ileriki
başlıklarda görüleceği üzere pratikte kendisine yer bulamamıştır.
MBK’nin darbe bildirisinde NATO ve CENTO’ya bağlıyız sözü, yeni
hükümetin izleyeceği dış politika hakkında bize ipuçları vermektedir. Hükümet
programında dış politikamız isimli başlık altında yer alan ilk sözcüklerde bu iddiamızı
destekler niteliktedir. Program metninden alıntılar sunarak ve bir önce ki DP
hükümetinin programında yer alan dış politika görüşü ile karşılaştırarak konunun daha
iyi anlaşılmasında yararı olacağı düşüncesindeyiz. “ Dış politikada İnkılap
Hükümetimizin vazife başında bulunduğu müddetçe takip edeceği siyasetin ana hatları,
daha 27 Mayıs 1960 sabahının ilk saatlerinden itibaren Türkiye radyoları ile memleket
umumi efkârında ve bütün cihana ilan edilen prensiplere dayanmaktadır” (MBK
GNKTT. B 2. O2 11.7.1960).
Programın daha ilk cümlelerinde NATO ve CENTO’ya bağlılık vurgusunun
yapılması, yeni kurulan hükümetin tüm Dünya’ya bir mesaj verme ihtiyacından dolayı
meydana gelmiş olabilir. 1957’de DP’nin ilan ettiği son hükümet programından farklı
olarak I. Gürsel Hükümeti’nin dış politikadaki gayesi, “her şeyden evvel Türk
Milleti’ne karşı gösterilen hürmet ve itimada uygun bir siyaset takip etmektir. Türkiye,
kimseye karşı düşmanlık hisleri beslemez. Uzatılan her dost eli sıkar. Kendisine karşı
gösterilen hakiki ve samimi dostluğa aynen mukabele eder”
sözleri ile dile
getirilmektedir (MBK GNKTT. B 2. O 2. 11.7.1960). Gürsel Hükümetinin bize göre
30
Milli Demokratik Devrim. 1960’ların 2. Yarısında Türkiye İşçi Partisi içerisinde yaşanan
hizipleşmelerden sonra taraflar 2 ayrı devrim teorisi ortaya koymuşlardır. Bunlardan ilki Mehmet Ali
Aybar’ın öncülük ettiği Sosyalist Devrimin, İşçi Sınıfı ile Burjuvazinin çatışmasından meydana
geleceğine inanılan Sosyalist Devrim teorisi iken, diğer teori ise MDD olarak dile getirilen teoridir. Bu
teori Mihri Belli tarafından kavramsallaştırılmıştır. MDD’ ye göre devrim; genç askerlerin
gerçekleştireceği ilk darbe ile başlayıp, Proleterlerin bu darbeden sonra şiddet içermeyen bir şekilde
iktidara gelmelerini dile getirmiştir. 1960 darbesi Mihri Belli ve çevresi tarafından MDD’nin ilk
aşaması olarak kabul edilmiştir. Ayrıntılı Bilgi İçin bkz. Şener Mustafa (2015). Türkiye Solunda Üç
Tarzı Siyaset – Yön MDD ve TİP. İstanbul: Yordam Kitap. Veya Bora Tanıl (2016). Cereyanlar Türkiye'de Siyasi İdeolojiler. İstanbul: İletişim Yayınları.
54
anlatmaya çalıştığı, dış politikada hiçbir güç odağını karşısına almayı istememesidir.
Türkiye’nin dış politikada kendisine takınılan tavra göre tavır takınacağını ilan etmesi
bir önceki hükümet programından oldukça farklı düşünceler içerisinde hazırlandığının
en önemli göstergelerindendir. Programda insanlığın en önemli meselesi olarak adil,
devamlı ve sağlam bir barışın sağlanması olduğu dile getirilmiş böylesi bir barışın
kurulması
için
ise
devletlerin
bağımsızlıklarına
saygı
gösterilmesi
ile
gerçekleştirilebileceği belirtilmiştir. Böylesi bir barışın sağlanmasında ise Türkiye’nin
kendi üzerine düşecek görevleri yerine getireceği ifade edilmiştir.
Demokrat Parti’nin son hükümet programında ise Dünya’da barışın sağlanması
yolu ise batı dünyasına bağlanmaktadır. Soğuk Savaşın şiddetlendiği bir dönemde ilan
edilen bu program elbette ki döneminin koşullarından etkilenmiş olmalıdır. DP
yönetimini her türlü koşulda batı yanlısı olduğunu söylemek bir hata olacaktır. Ancak
burada gözümüzden kaçırmamamız gereken bir nokta ise, son DP Hükümetinin ülke
menfaatlerini NATO ve kendi değimi ile Hür milletlerin menfaatlerine bağlamış
oluşuydu. DP’nin hükümet programında, “ Hür milletlerin adil bir sulh nizamı bulmak
ve bunu kabul ettirebilmek gayretlerinin, teessürle ifade edelim ki, henüz bir neticesi
alınmamıştır. Nitekim Türkiye hür milletler camiası içinde bütün hüsnüniyeti ve
imkânları ile adil bir sulh gayesine hizmet etmek için mevkiini almış bulunmaktadır ve
dünya hadiseleri muvacehesinde bundan böyle de bu mevkiini muhafaza etmek azim ve
kararındadır” gibi ifadeler bulunmaktadır (TBMM ZC. İ 10.C 1. 04.12.1957: 6-7-8). DP
Hükümetinin son programından da anlaşılacağı üzere DP, Türkiye’nin en büyük sınır
komşusu olan Sovyetler Birliği ile kurulacak diyalogunun ölçütü olarak, müttefiklerinin
yaklaşımlarına göre hareket edeceğini belirtmektedir.
Yukarıda da bahsi geçtiği üzere Cemal Gürsel hükümeti Soğuk Savaş koşulları
içerisinde belirli bir taraftan yana olmadıklarını belirtmiş, ancak bunun yanı sıra NATO
ve CENTO’ya bağlılıklarını belirtmişlerdir. NATO ve CENTO’ya bağlılık sözü darbe
sonrasında Amerika’nın müdahale etmesinden çekinildiği için verilmiş bir söz değildir.
27 Mayıs darbesini gerçekleştirenler, Türkiye’nin geleneksel dış politika eğilimlerinin
farkındadırlar. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren (-Osmanlı İmparatorluğunun
son dönemi de bu tanıya uymaktadır.) yüzünü batıya dönmüştür. DP ile MBK’nin dış
55
politika yaklaşımlarındaki farklılıklar ilkesel ayrılıklardan dolayı değil, bakış açılarının
farklılıklarından dolayı meydana gelmiştir. MBK’nin NATO’ya olan algısı DP’nin
algısına göre farklıdır. MBK yönetimi NATO’ya stratejik savunma bağlamında bir
kurum olarak bakmaktadır. NATO’nun DP’nin son Hükümeti gibi “ mensup bulunduğu
müdafaa cephesinin emniyetini korumak gayesi” (TBMM ZC. İ 10. C 1. 4.12.1957: 9)
gibi bir anlayış gütmemektedir. MBK’ne göre NATO ile olan ilişkiler, “ bu dost ve
müttefik memleketlerle münasebetlerimizi her saha eşitlik ve egemenlik esasları
dairesinde yürütmek ve geliştirmek, dış siyasetimizin başlıca prensiplerindendir” (MBK
GNKTT. B 2. O 2. 11.7.1960) bağlamında yürütülmek istenmektedir. Anlaşılacağı
üzere MBK tarafından kurulan askeri hükümetin NATO algısı, diğer NATO üyelerin
gösterdiği algının aynısı olması gerektiğidir.
İki program arasındaki bir başka farklılık (MBK’nin ki söylemde kalmasına
rağmen) ise Sovyetler Birliğine karşı olan bakış açısıdır. 1957’de hazırlanmış olan DP
programında Sovyetler Birliğine karşı bakış açısı NATO, Bağdat Paktı ve müttefik
ABD’nin bakış açılarına göre şekillenmiştir. DP’nin programında Sovyetlere karşı bakış
açısı şu sözlerle dile getirilmiştir; “Sovyet Rusya ile olan münasebetlerimize gelince, Bu
münasebetlerin mensup bulunduğumuz müdafaa topluluklarından tecrit edilerek
mütalaasına imkân yoktur. NATO ve Bağdat teşekkülleri azası olarak vaziyeti mütalaa
edip hissedeceğimiz emniyet nispetinde ve müttefiklerimizle aynı seviyede olmak üzere
Rusya ile olan münasebetlerimizi devam ettirmek kararındayız.” (TBMM ZC İ.10.C.1.
4.12.1957: 7-8-9). Programda yer alan bölüme göre DP iktidarında Türkiye, bağlı
bulunduğu anlaşmaların haricinde kuzeyindeki en büyük komşusuna karşı hiçbir
diplomatik ilişki geliştirmemekte kararlıdır. DP yöneticileri Sovyetler Birliği’ni olağan
bir tehdit olarak algılamaktan daha çok bir düşman olarak algılamaktadır.
DP’nin dış politikasında, Türkiye’nin Orta Doğu devletleri ile yakınlaşan
Sovyetler Birliği’nin faaliyetlerini yakından takip ettiğini belirterek, müttefiklerine karşı
uyarılarda bulunurken, Sovyetler Birliği’ne karşı sert bir tavır takınmaktan geride
durmamaktadır. DP’nin programı içerisinde bulunan şu satırlar “ Bölge dışı bir devletin
Orta – Şark’ta emniyet ve istikrarı esaslı olarak tehlikeye düşürecek şekilde üsler
teşkiline teşebbüs etmesi ve bundan muvaffak olmuş gibi görünmesi yalnız Orta – Şark
56
devletlerini değil dünya sülhünü korumak için hareket eden diğer bütün memleketlerin
de haklı olarak endişeye sevk etmiştir. Bu vaziyet karşısında Türkiye çok uyanıktır.
Müttefiklerini ve dostlarını diğer alakalıları da elinden geldiği kadar ikaza çalışmakla
vazifesini yapmaktadır.”(TBMM ZC. İ 10 .C 1. 4.12.1957:9). Sovyetler Birliği’nin
tehlikeli bir unsur oluşturduğundan bahseder. DP yönetimi, dış politikasında Sovyetler
Birliği’ne karşı atılacak her adımını NATO’ya dolayısıyla Batılı devletlerin yaklaşımına
göre şekillendirecektir.
DP’nin bu yaklaşımında belirtmemiz gereken bir nokta bulunmaktadır. 2.Dünya
Savaşından itibaren Türkiye, Sovyetler Birliğin’den olası bir saldırı tehditti ile karşı
karşıya kalmıştır. Bu tehditte iki örnek vermemiz gerekir ise; yukarıda da bahsettiğimiz
gibi, savaş sonrasında Sovyetler Birliği Dışişleri bakanı Molotov tarafından bizzat
yapılan toprak talebi ve 1957’de yaşanan Suriye Krizi31 örnekleri verilebilir. Suriye
Krizi sırasında Türkiye, kuzeyinde olduğu gibi güneyinden de gelebilecek bir Sovyetler
Birliği tehlikesi ile karşı karşıya kalabilirdi. Sovyetler Birliği’nin Suriye’ye karşı olan
iyi yaklaşımı, Türkiye’de kuşatılmışlık hissi ile karşılık bulmaktaydı. Balkanlarda
gerçekleşen Komünist yayılmacılığının adım adım ilerlediği Türkiye deneyimlediği için
Suriye’de de böyle bir durum oluşmasında bir tehdit algılaması oldukça doğaldır.
Aslında buradan bakıldığında meselenin tek taraflı olmadığı da açıktır. Arapların
Sovyetler Birliği’ne yakınlaşma hamleleri karşısında, DP iktidarında Türkiye, Bağdat
Paktı ve Orta Doğu komutanlığı gibi hamlelerle karşılık vermiş bu karşılıklı
restleşmeler Arap ve Türk taraflarında gerilimin artmasına neden olmuştur (Baş 2012:
106). Böylesi bir ortamın varlığı söz konusu iken DP’li yöneticiler, Sovyetler Birliği ile
olan
ilişkilerindeki
hamlelerini
NATO
ekseninde
geliştirmek
mecburiyetinde
kalmışlardır. Bir yandan da bu NATO eksenli tavır Türkiye’nin sınır güvenliği
açısından da DP’liler tarafından tercih edilen bir gelişmedir.
MBK hükümetlerin dış politikada NATO ile alakalı bölümünde, “ NATO, hür ve
müstakil yaşamak ve insanlığın ve medeniyetin gerçek prensiplerini savunmak azminde
bulunan Batı memleketlerinin Birleşmiş Milletler Anayasası’na uygun olarak kurdukları
31
Ayrıntılı bilgi için bkz. Baş, Arda.(2010). “1957 Suriye Krizi ve Türkiye”. Hıstory Studies. Sayı 4.
S:89-109.
57
bir savunma teşkilatıdır. Eski ve kuvvetli bağlarla bağlı bulunduğumuz ve Atatürk
inkılâpları neticesinde kendilerine daha da yaklaşmış olduğumuz bu dost ve müttefik
memleketlerle münasebetlerimizi her sahada eşitlik ve egemenlik esasları dairesinde
yürütmek ve geliştirmek, dış siyasetimizin başlıca prensiplerindendir” (MBK GNKTT.
B 2 O 2. 11.7.1960) İfadeleri yer almaktadır. Dışişleri bakanlığına getirilen Sarper, daha
program açıklanmadan 1 Haziran 1960 günü Türk basınının karşısına geçerek yaptığı
basın toplantısında; Türkiye’nin NATO’ya olan bağlılığını açıklamıştır (Ahmad ve
Ahmad 1976:217). Program hazırlanana dek yaşanan gelişmeler, Türkiye’deki MBK
yönetiminin, anti Amerikancı bir hareket olmadığını açıklamasına rağmen yukarda da
belirttiğimiz gibi yeni yönetim sıkça NATO’ya bağlı olduğunu dile getirme gereğinde
bulunmuştur.
DP’nin son programında NATO’yu stratejik bir savunma paktından daha fazlası
olarak görmesi askeri hükümetin programında yer almamıştır. Bu farklılıkla birlikte
askeri hükümet, DP’nin NATO’yu iktisadi bir yapıya büründürülmesi fikrinden de geri
planda kalmıştır. DP Hükümeti, “ NATO Konseyinde bir yandan askeri ve siyasi
yardımlaşmaların daha müessir bir hale ifrağı görüşülürken diğer taraftan da iktisadi
sahadaki iş birliğinin artırılması hususunun da konuşulması takarrür etmiş
bulunmaktadır. Hükümetimiz bu çalışmaların azami randıman verebilmesi için elinden
gelen gayreti sarf edecektir.” (TBMM ZC. İ 10. C 1.4.12.1957: 8-9) ifadeleri ile
NATO’yu iktisadi bir yapı olarak da görme niyetindedir.
Kurulan hükümet tüm dış yardımı ABD ve Batılı devletlerden beklemektedir.
NATO’yu sadece stratejik bir savunma paktı olarak algılamakta ve bu pakt içerisinde
diğer devletlere nazaran daha eşit bir şekilde bulunma yanlısıdır. Askeri Hükümetlerin
dış politikasında Sovyetler Birliği’ne karşı takındığı tutum ise DP’nin tutuma göre
farklıdır. Yukarıda bahsettiğimiz üzere DP iktidarı Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerini
NATO ekseninde şekillendirmişken, Yeni Türk Hükümetinin Sovyetler Birliği’ne karşı
olan yaklaşımı daha esnektir. Askeri hükümet Sovyetler Birliği’ne öncelikle komşu bir
devlet olarak değerlendirmektedir. Hazırlanan yeni hükümet programında Sovyetler
Birliği ilişkileri ile alakalı olarak şunlar ifade edilmiştir. “ diğer komşu memleketler, bu
arada hususiyle büyük kuzey komşumuz Sovyetler Birliği ile münasebetlerimizi
58
karşılıklı saygı esasına müstenid iyi komşuluk çerçevesinde ilerletmeyi samimiyetle
arzu etmekteyiz. Ancak dünyada istikrar ve barışın kurulması ve gerginliğin izalesi
yolunda sarf edilegelen gayretlerin semere edilmesi ile arzumuzun tahakkuku
kolaylaşmış olacaktır” (MBK GNKTT. B 2. O 2. 11.7.1960). Görüleceği üzere DP’de
bulunan NATO eksenli bir Sovyetler Birliği’ne karşı Türk dış politikasından daha çok
Sovyetler Birliği’ni komşu bir devlet olarak gören, Soğuk Savaşın getirmiş olduğu ani
çatışma korkusundan uzak bir şekilde komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesinden tavrı
bulunmaktadır. Askeri Hükümetin, NATO’ya karşı bir tavrının bulunmadığını
belirtmiştik ancak, MBK’nin darbe öncesinde belirlediği esaslarında da yer alan daha
özgür bir dış politika izleme istediğinin de Sovyetler Birliği’ne karşı olan yaklaşım
içerisinde görebilmekteyiz.
MBK hükümetinin dış politikada Orta Doğu siyasal yaşamına bakış açısında ise
imzalanmış olan paktların varlığı öncelikle hatırlatılmakla birlikte, Arap ulusunun
bağımsız ve istikrarlı devletler kurmasını umut ederken, var olan devletler ile daha iyi
ilişkiler geliştirilmesinden yana bir yatkınlık olduğu görülmektedir. MBK’nin iktidarı
sonrasında gerçekleşen süreçte Türkiye Orta Doğu’ya karşı yaklaşımında bir değişim
gösterme yatkınlığındadır. MBK hükümetinin hazırladığı programda yer alan şu ifadeler
Türkiye’nin
Orta
Doğu
politikasında
bir
vermektedir. Programda yer alan; “Türkiye,
değişim
olabileceğinin
sinyallerini
Bilhassa Orta Doğu ve Yakın Doğu
memleketlerine karşı yakınlık duymaktadır. Bu arada Arap memleketlerinin hürriyet ve
istiklal içinde refah yolunda ilerlemelerinde devam etmelerini kuvvetle arzu etmekteyiz.
Bu münasebetle şunu da belirtmek isteriz ki, Birleşik Arap Cumhuriyetini32 ve Irak ile
mevcut ananevi dostluk bağlarımızın daha da kuvvetlendirilmesi hususunda, bu iki
komşumuzla karşılıklı anlayış içinde bulunduğumuzu görmekten büyük bir memnuniyet
duymaktayız.” (MBK GNKTT. B 2. O 2. 11.7.1960). İfadeleri ile darbeden önce
Türkiye ile sorun yaşamış ülkeleri kast ederek, var olan sorunların devam ettirilmemesi
temenni edilmektedir. DP’nin son dış politika programında Suriye ile olan sorunda aracı
rol üstlenen Suudi Arabistan’a teşekkür ederken, Suriye yönetiminden bahsetmemiş
32
1 Şubat 1958 günü Mısır ile Suriye siyasi bir birleşme gerçekleştirmiş, bu birleşme sonrasında Birleşik
Arap Cumhuriyeti kurulmuştur. Ayrıntılı bilgi için bkz, İslam Ansiklopedisi.Cemal Nasır maddesi ve
Arap Baas Sosyalist Partisi. Kamel S. Abu Jaber.1970. Ankara: Altınok Matbaası.
59
olması dikkate değerdir (TBMM ZC. İ 10. C 1. 4.12.1957: 9). İran ile olan ilişkilerde bir
problem olmaması askeri hükümeti dış politikada rahatlatan bir unsur olmuştur. İran
Şahı’nın darbenin gerçekleştiği ilk günlerde darbeyi destekleyen bir demeç vermiş oluşu
Türkiye’deki yeni iktidarın elini rahatlatmıştır.
Her iki programında aynı görüşleri yansıttığı konu Kıbrıs konusudur. Kıbrıs’ın
statüsü hakkındaki tartışmalarda yaşanan değişime rağmen her iki Türk hükümeti de
Kıbrıs
sorununun
çözülmesi
için
özveri
göstermiş,
adanın
Yunanistan’a
bırakılmamasından yana olmuşlardır. 1957’de DP’nin hükümet programı hazırlanırken
Zurich ve Londra anlaşmaları33 imzalanmamışlardır. DP’li iktidar programında Kıbrıs
sorununun çözümü için “ Türk – Yunan dostluğunu korumak ve bu ihtilafı ortadan
kaldırmak için azami hüsnüniyet göstermiş ve Kıbrıs’ın taksimine razı olmak suretiyle
yapabileceğimiz fedakârlığın hududuna varmış bulunuyoruz. Türkiye’nin emniyetinin
ve adadaki Türk cemaatinin istikbal ve inkişafının korunması için aldığımız bu kararlı
durumu muhafaza olunacağını bir kere daha teyit ederiz” (TBMM ZC. İ 10. C 1.
4.12.1957: 9) ifadeleri yer almıştır. DP hükümeti programı hazırlanırken adadaki
gerilim yüksek değildi. Yunanistan’ın Kıbrıs’a sahip olmaması için ya taksim ya da
İngiltere’nin ada da tam bir kontrol sağlamasından yana bir tavır Türk kamuoyunda
geniş yer bulmaktaydı. Zorlu yönetimindeki Türk dışişleri, Kıbrıs’ın bağımsız ve
yönetiminde her iki ulusunda söz hakkının bulunduğu bir yönetim halini alması için
mesai harcamışlar ve darbe öncesinde Kıbrıs bağımsız bir devlet olma yolunda ciddi
adımlar atılmıştır. Türk kamuoyundaki taksim tavrı Zorlu ve ekibinin başarılarıyla
birlikte değişim göstermiştir. Darbenin gerçekleşmesi sonrasında Menderes ile yakın
ilişkileri bulunan dönemin Kıbrıs Türk cemaati lideri Dr. Fazıl Küçük’ün gözden
düşmesi de kaçınılmaz olmuş, Kıbrıs Barış Harekâtı34 sonrasında bağımsız bir ülke
olarak Kıbrıs Türk Cumhuriyetini kuran Rauf Denktaş ismi ön plana çıkmaya
başlamıştır. Darbe sürecine dek Kıbrıs’ın bir devlet olması fikrinin geliştirilmesi
nedeniyle MBK yönetimi hazırladığı programda Türkiye’nin Kıbrıs politikasında hiçbir
değişiklik yapmaz. Programda “ Kıbrıslı soydaşlarımızın, Kıbrıs Cumhuriyeti
33
Anlaşmalar Hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Koçak, Cemil (2010). 27 Mayıs Bakanlar Kurulu
Tutanakları. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.
34
Kıbrıs Harekâtı ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Eroğlu Hamza (2002). Kıbrıs Türk Cumhuriyetini
Yaratan Tarihi Süreç ve Son Gelişmeler. ATAM. C 18. Sayı 54. Sf:735-793)
60
bünyesinde, milletimizden ve hükümetimizden başları dik olarak şeref ve vakarla
vazifelerini yerine getireceklerine, mesuliyetlerini alacaklarına ve refah ve saadet içinde
yükselip ilerleyeceklerine inanıyoruz” (MBK GNKTT. B 2. O 2. 11.7.1960) ifadeleri
yer almıştır. Kıbrıs konusunda yaşanan gelişmelere göre MBK hükümetinin, konuya
olan yaklaşımında değişim gözlenmektedir. Bu süreç Kıbrıs’ın 16 Ağustos 1960’da
bağımsız bir devlet olarak kurulmasına kadar devam edecektir. Kıbrıs’ın bağımsız bir
devlet olması sürecine çalışmamızın sonraki bölümlerinde detaylı bir şekilde
bahsedilecektir.
Askeri yönetimin hazırlamış olduğu programın, DP’nin hazırlamış olduğu
programa göre daha kapsamlı olduğundan bahsetmiştik. Darbe öncesinde var olan
tanınmama çekingenliğini atlatan Gürsel hükümeti, DP’nin aksine programına, Latin
Amerika ülkeleri ile ilişkiler, bağımsızlıklarını kazanmak için mücadele veren yerler
(ülkeler), Yugoslavya ile ilişkiler, dış borçlar konusunda farklı alanlarda da hükümetin
izleyeceği politika hakkında satırlara yer vermiştir. Burada dikkat etmemiz gereken söz
konusu konular hakkında DP iktidarı döneminde, hiçbir girişimin olmadığını söylemek
yanlış olacaktır. Gürsel Hükümetinin içerisinde bulunduğu konum DP’nin bulunduğu
konuma göre oldukça farklıdır. Gürsel Hükümetinin tanınma, yok sayılmama yani
meşruluğunu sağlama amacı bulunmaktadır. Meşruluğunun yanı sıra, geçici bir
hükümet olup olmayacağı programın ilan tarihinde daha tam bilinmediğinden, birçok
alanda fikirlerini beyan etmek zorundaydılar. Söz konusu olan bu hususlara da kısaca
değinmemiz gerekmektedir.
27 Mayıs darbesini gerçekleştiren askerler kendilerini, Atatürk’ün mirasçısı
olarak
görmekle
beraber,
Kurtuluş
Savaşı’nı
emperyalizme
karşı
yapılan
başkaldırışların ilki olduğu anlayışına sahiptiler. Bu anlayışın varlığı nedeniyle de
bağımsızlık hareketlerine destek verme eğilimindeydiler. Programda bu konu hakkında
izlenecek yeni yol haritasını askeri hükümet şöyle çizer; “ Bütün milletlerin barış ve
huzur içinde bağımsızlıklarına kavuşmaları, Türkiye’nin en fazla değer verdiği
ülkülerden biridir. Bu itibarla, henüz bu amaca ulaşamamış olan memleketlerin
karşılıklı anlaşmalar yoluyla gayretlerinin barış içinde gerçekleşmesini görmekten
memnun olacağız. Bu arada, nazarımızı bilhassa Afrika Kıtasına çevirmek isteriz.
61
Bazıları ile daha yakından siyasi münasebetler kurduğumuz Afrika memleketlerinin
refah ve huzur içinde gelişmeleri en halisane temennimizdir” (MBK GNKTT B 2. O 2.
11.7.1960) Buradan anlaşıldığı üzere Gürsel Hükümeti bağımsızlık hareketlerinin adil
bir şekilde, uluslararası arenada çözülmesinden yana bir tavır takınmaktadır. 2. Dünya
Savaşı sonrasında bağımsızlıklarına uzun iç savaşlar sonrasında kavuşan Afrika ulusları
hakkında da görüşler, savunulan programın hazırlandığı 1960 yılı itibariyle Kongo ve
Cezayir’de bağımsızlık mücadeleleri devam etmekteydi.
Latin
Amerika
ülkelerinin
milletlerarası
siyaset
alanında
önemlerinin
yükseldiğini programında kaydeden Gürsel Hükümeti, bu ülkelerle karşılıklı dostluk
kurma isteğindedir. Bunun yanı sıra, dış borçların ödenmesi konusunda gerekli
çalışmanın yapılacağından bahseden programın içeriğinde OEEC, Avrupa Para Birliği,
Avrupa İktisadi İşbirliği, Ortak Pazar gibi uluslararası organizasyonlar hakkında da
bölümler bulunmaktadır.
Gürsel Hükümeti, DP’nin NATO ve CENTO ekseninde geliştirilen dış
politikasından farklı olarak, önceden imzalanmış tüm anlaşmaların gerekliliğini yerine
getireceği sözü ile birlikte, Türkiye’nin gördüğü alaka nazarında bir tavır sergileyeceği
iddiasındadır. Sovyetler Birliği ile kurulacak olan ilişkiler, DP programında NATO ve
Batılı müttefiklerin geliştireceği ilişkilere göre şekillendirilmişken, Gürsel hükümetinin
dış politikasında Sovyetler Birliği’ne karşı olan yaklaşımında ilk göz önüne alınan,
NATO veya müttefiklerin yaklaşımlarından ziyade, komşuluk ilişkisidir. Bu ülke ile
olan ilişkiler komşuluk çerçevesinde NATO prensipleri göz önüne alınarak, karşılıklı
saygı ve kültürel işbirliği alanında yaşanacaktır. Anlaşılacağı üzere Gürsel Hükümetinin
Sovyetler Birliği’den maddi bir beklentisi bulunmamaktadır. Kıbrıs konusunda sürecin
getirildiği noktaya sahip çıkılmakta ve sürecin işleyişine mani olacak davranışlardan
kaçınılmaktadır. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere her iki programın hazırlanma
süreçlerinde uluslararası siyaset oldukça farklı noktalarda olup, DP seçimle iş başına
gelmiş ve meşruluğunu demokratik seçimlere dayandırmış bir hükümet iken Cemal
Gürsel’in başında bulunduğu askeri hükümet, meşruluk iddiasını tüm Dünya’ya başta
müttefiklerine kabullendirme zorunluluğundadır.
62
2.2. Türkiye’de Dış Politika Tartışmaları
27 Mayıs 1960’da askeri darbe ile iş başına gelen MBK ve MBK’nin kurduğu
Gürsel Hükümeti dış politika konusunda DP iktidarından farklı bir yol haritası izlemek
istemiştir. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, Türk yöneticiler bu yeni dönemde, NATO
ve CENTO eksenli Dış Politika anlayışına karşı aşırı farklılıklar göstermeden dengeli
bir politika izleme yolunu seçmeyi istemiştir. Askeri darbeyi gerçekleştiren kadrolar,
anti Amerikancı bir tavra sahip olmamakla birlikte, Türkiye’nin dış politikada daha
özgür hareket edebilme kabiliyetinin artırılması gerekliliğinin üzerinde durmuşlardır.
Bahsi geçen bu değişim isteği 6 Ocak 1961’de çalışmalarında başlayan Kurucu Mecliste
yapılan görüşmelerde ve dönemin basınında da kendisine yer bulmuştur.
DP iktidarını Dış Politikada izlediği yol nedeni ile sıkça eleştiren Forum Dergisi,
askeri darbeden 9 ay sonra 15 Aralık 1960 günü “Dış Politikamız Üzerine” başlıklı bir
makaleyi okuyucusuna sunar. Makale 27 Mayıs sonrasında Türkiye’nin İç politikada
yaşanan gelişmelerinin önemini vurgulayarak başlayıp, darbenin gerçekleştiği günden
bu yana dış politika hakkında tartışma yapılmadığına dikkat çeker. Kendisine Dış
politika hakkında tartışmaların başlatılması görevini addeden Forum dergisinin ilk dile
getirdiği dış politika sorunu Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki anlaşmazlıklardır.
Makalede Türkiye’nin Batı ittifakında yer almasının temel nedeninin Sovyetler
Birliği’nin yayılmacı dış politikası olduğu söylenir. Bu nedenle de Türkiye’nin NATO
eksenli bir Dış Politika izlemesinin doğal bir sonuç olduğu vurgusu yapılır (Forum
Dergisi 15 Aralık 1960).
Bir başka problem tespiti ise 1947 sonrasında Dünya siyasetinde kendisini
göstermeye başlayan Bağlantısızlar hareketi ile alakalıdır. Menderes Hükümetleri
1950’den itibaren Bağlantısızlar hareketi ile mesafeli ilişkiler geliştirmiştir. Bunun
nedeni ise Batılı müttefikleri gibi Menderes hükümetinin de Bağlantısızlar hareketini
Sovyetler Birliği’nin çıkarlarına hizmet eden bir yapı olarak görmesidir. Bu görüş
makalede eleştirilmekle beraber, Bağlantısızlar hareketinin, Sovyetler Birliği’nin
amaçlarına hizmet etmediğini amaçlarının kendi siyasal ve ekonomik bağımsızlıklarını
elde etmek olduğu söylenir. DP iktidarı döneminde, Bağlantısızlar hareketi ile iyi
63
ilişkiler geliştirmesi gereken yerde 1955’deki Bandung Konferansında Batılı
müttefiklerinin adeta sözcülüğünün yapılması eleştirilmiştir. Bandung Konferansındaki
tavrın Türkiye ile Bağlantısızlar hareketi arasında gelişen ilişkilerde belirleyici olduğu
söylenmekle beraber, Türkiye’nin Bağlantısızlar ile iyi ilişkiler geliştirmesi için
Cezayir’in bağımsızlığı meselesi ve Kongo’da gerçekleşen iç savaş bir fırsat olarak
görülmektedir. Türkiye’nin bu iki meselede de alacağı tavrın Bağlantısızlar hareketi
üyelerinde mevcut olan kötü imajını giderebileceği hakkında telkinlerde bulunulmuştur
(Forum Dergisi 15 Aralık 1960).
Bağlantısızlar Hareketi ile alakalı çözüm önerilerinin sıralandığı yazının
devamında Türkiye’nin sömürgecilik vasfı taşıması muhtemel tüm organizasyonlardan
uzak kalması gerektiği Orta Doğu halklarına karşı Bağdat Paktında yapılmış olan
yanlışların yeniden yapılmaması gerektiği uyarısında bulunulur. Türkiye Orta Doğu
devletleri ile arasını düzeltmeli Batı yanlısı politika izlerken komşusu olan Arap
devletlerinin Sovyetler Birliği’ne kaymasını da önlemek için bu devletlerle yakın
diplomatik ve ticari ilişkiler geliştirmelidir vurgusu yapılırken aynı temennilerin Asya
ve Pasifik devletleri içinde geçerli olduğu belirtilir (Forum Dergisi 15 Aralık 1960).
Yukarıda bahsettiğimiz üzere, bu makale de Türkiye’nin Dış Politikasında var
olan sorunlar ve bu sorunlara karşı izlenmesi gereken problemler tartışılmıştır.
Makalede ağırlıklı olarak değinilen Bağlantısızlar hareketini kapsayan bir politika
oluşturulmamış olması bir hatadır. Türkiye bir bağımsızlık savaşı sonrası kurulduğu için
Bağlantısızlar hareketi tarafından rol model alınma ihtimalinin barındıran bir devletti
ancak Türkiye’nin bahsi geçen 1950 ve 1960 arasında var olan Sovyetler Birliği
tehdidine karşı yapabileceklerinin sınırlı olduğunu da unutmamak gerekmektedir.
Türkiye Soğuk Savaşın en uç noktalarda yaşandığı bu dönemde müttefiklerine rağmen
dış politika hamleleri yapabilecek bir ülke konumunda değildi. Bu nedenle
Bağlantısızlar hareketi ile olan ilişkileri, sınırlı bir dostluk ve duygusal bağ olarak öne
çıktı. Bağlantısızlar tarafından da Batı yanlısı olarak nitelendirildi ve dışlandı (Fırat
1997: 2).
64
Türk basınında dış politika tartışmalarının yürütüldüğü bu dönemde iktidarda
bulunan Gürsel hükümetinin dış politikası yönlendiren, belki de dış politika anlayışını
var eden tek kişi Selim Sarper’dir diyebiliriz. Çalışmamızın önceki bölümlerinde de
bahsedildiği üzere Sarper, diplomatlık geçmişi ve Batılı meslektaşları muhatapları ile
kurduğu yakın ilişkilerden dolayı dış politika oldukça etkiliydi. 13 Şubat 1961 günü
Gürsel hükümetinin gerçekleştirdiği bakanlar kurulu toplantısına konu olan kurucu
mecliste dış politikanın tartışılacak olmasından dolayı rahatsızdır. Bakanın bu
rahatsızlığının nedeni ise, işine karışılacak olması veya hassas bir dönemden geçen
Türkiye’nin dış politika gibi önemli bir konuda fikir ayrılıklarına hazır olmaması
olabilir. Sarper, göreve geldiği günden beri böylesi tartışmalara girişmekten kaçınmış,
MBK’nin de kendisinin haberi olmadan dış politika hakkında söylemlerde
bulunmasından şikâyetçi olmuştur. 22 Şubat 1961 günü Kurucu Meclis’te Dışişleri
Bakanlığına tahsis edilecek yeni dönem bütçe görüşmeleri sırasında dış politika
hakkında gelebilecek sorular olabileceğini bunları cevaplamak için, kapalı oturum talep
edebileceğini bundan çekinmesine rağmen, bu yola başvurmaktan başka çaresi olmaya
bileceğini söyler (Koçak 2010: 890).
19 Şubat 1961’de yapılan bakanlar kurulunda yine bütçe görüşmeleri sırasında
dış politika hakkında sorular sorulması ihtimali konuşulur. Sarper bakanlığının bütçe
komisyonu çalışmalarında yapılan bir tartışmayı aktararak gazetelere dış politika
hakkında demeç verilmemesi gerektiğini belirtir. Dönemin Milliyet gazetesi yazarı
Ömer Sami Coşar İran Türkleri hakkında bakandan bir izahat istemiş, Sarper’de
meseleye uzak olmadığını göstermek amacıyla soruyu cevaplamıştır. Buraya kadar
Sarper’in şikâyetçi olduğu bir nokta bulunmamaktadır. Toplantı kapalı yapıldığı için
Sarper İran Türkleri hakkında geniş bir bilgi verir. Sarper’in aktarımına göre
görüşmeden bir gün sonra, Yeni Sabah gazetesinde Sarper’in soruya verdiği cevabın
yayınlanmış olması İran’ın Türkiye büyükelçisinin tepkisine neden olmuştur (Koçak
2010: 925). Sarper’in şikâyetçi olduğu durum kapalı bir toplantıdan dışarıya bilgi
çıkmış olmasıdır. Sarper’in dış politika konusunda aşırı korumacı davrandığı
söylenebilir ancak Sarper’in aktardığı örnekteki gibi darbe sonrasında oluşturulan
kurucu meclis üyelerinin de dış politika konusunda hassas davranmayarak, kapalı
oturumlar sonrasında basına bilgi aktardıkları görülmektedir.
65
Bakanlar kurulunda iki defa bahsi geçen Dışişleri Bakanlığının bütçe
görüşmeleri 22 Şubat 1961 tarihinde gerçekleşir. Yeni yılda bakanlıkların bütçelerinin
ne olacağı ile alakalı yapılan bu meclis görüşmeleri, darbe sonrasındaki süreçte
bakanlıkları ve dolayısıyla devletin izleyeceği politikalar hakkında belirleyici
tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Meclis görüşmesinde Sarper’e soru sormak,
Dış Politika hakkında tavsiyelerde bulunmak amacıyla birçok kurucu meclis üyesi
konuşma yapmıştır. İlk konuşmayı yapacak olan gazeteci Sami Derviş Taşman35dır.
Taşman konuşmasında Yugoslavya’dan alınacak göç bedellerinin neden halen
dağıtılmamış olmasını Sarper’e sorarken, dış politikada daha şeffaf olunması, dış
politika ile alakalı yapılan tartışmalardan ve alınacak kararlardan meclisinde haberinin
olması gerektiğini söyler (KUR MEC TD. B 4. O 2. 22.02.1961: 190).
Taşman’dan sonra kürsüye çıkan Bülent Ecevit36 oldukça uzun bir konuşma
yapmıştır. Ecevit konuşmasının başında 27 Mayıs askeri darbe bildirisinde bulunan
NATO ve CENTO vurgusunu doğru atılmış bir adım olarak değerlendirirken,
devamında DP iktidarı dönemindeki dış politika anlayışını değerlendirir. Ecevit,
Türklerin Anadolu’ya ayak basmasından sonra Batılı devletlerle olan ilişkilerini bir
kader birliği içerisinde hissettiklerini ancak batılı olarak kabul görmediklerini Kurtuluş
Savaşından sonra yaşanan gelişmeler neticesinde Türkiye’nin Batılı devletler tarafından
kabul gördüğünü belirtmiştir. DP iktidarının son yıllarında ise Batılı devletler ile olan
ilişkilerde büyük değişimler ve gerilemeler olduğunu belirtmiştir. DP iktidarında
35
Sami Derviş Taşman. 1922 yılında günümüzde Türkiye sınırlarının dışında kalan Vodina kentinde
doğdu. CHP genel merkezinde basın danışmanı olarak görev yaptı. 1947’de Ant Gazetesinde yazarlık
yapmaya başladı. 1955’de gazetenin ismini Yeni Ant olarak değiştir. 27 Mayıs Darbesi sonrasında
Kurucu ve Temsilciler meclislerinde görev yaptı. Ayrıntılı Bilgi İçin Bkz. (http://bgc.org.tr/
haber/tasman-vefat-etti.html. 17.05.2018 tarihinde erişildi.)
36
Mustafa Bülent Ecevit. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Huzur-u Hümayunda hocalık yapan
Kurdizade Mustafa Şükrü Efendinin Torunu ve TBMM VII. ve VIII. Dönem Kastamonu
Milletvekilliği yapmış olan Fahri Ecevit’in oğlu olarak 1925 Yılında İstanbul’da doğdu. İlk ve Orta
Okul Eğitimini İstanbul’da tamamladıktan sonra 1944 yılında İstanbul’da bulunan Robert Kolejinden
mezun oldu. Ankara Üniversitesi Hukuk bölümünden mezun olan Ecevit, 1946-1950 yılları arasında
Türkiye’nin Londra Elçiliğinin Basın Ataşeliğinde kâtip olarak çalıştı. 1950 yılında CHP’nin yayın
organı olan Ulus gazetesinde yazarlık yapmaya başladı. 1957'de Rockefeller Foundation Fellowship
bursunu kazanıp ABD’de bulunan Harvard Üniversitesinde 8 Aylık Orta Doğu ve Sosyal Psikoloji
alanlarında eğitim aldı. 1957 seçimlerinde CHP’den ilk kez milletvekili oldu. 27 Mayıs askeri darbesi
sonrasında kurulan Kurucu Meclis’te görev aldı. Siyasal kariyeri boyunca 9 defa milletvekilliği yapan
Ecevit, 4 defa da Türkiye Başbakanlığı görevini üstlendi. 5 Kasım 2006’da Ankara’ya yaşamını yitirdi.
4 adet şiir kitabı bulunan Ecevit’in 12 adette Türk Siyasal yaşamı ile alakalı kitapları bulunmaktadır.
Ayrıntılı bilgi için bkz. Erdoğan Aras (2006). Ecevit / Umut Adam. Karma Kitaplar: İstanbul.
66
Türkiye artık batılılar için sadece askeri amaçların ön planda tutulduğu bir devlet
statüsüne konmuştur der. Bu gerilemenin durdurulması ilişkilerin eski haline dönmesi
için 27 Mayıs askeri darbesinin bir fırsat yaratığını belirtir. Söz ettiğimiz
değerlendirmeleri yaptıktan sonra Türkiye’nin bağımsızlık hareketlerini desteklemesi
gerektiğinden bahseden Ecevit bu hareketlerle yakın ilişkiler kurulmasının DP
dönemindeki bir başka yanlıştan geri adım atılması manasına geldiğini belirtir.
Türkiye’nin batılı dostları ile Orta Doğu ve bağımsızlığına kavuşmak isteyen
uluslararasında bir köprü olması gerektiğini belirten Ecevit hem Türkiye’nin hem de
Orta Doğu ve Bağımsızlık davalarını savunan halkların bağımsız kalabilmenin tek şartı
olarak Batılı devletlerle iyi ilişkiler geliştirilmesi olduğunu söyler. DP’nin Dış
Politikadaki bir yanlışının da bağımsızlığı zedeleyen ittifaklar olduğunu söyleyen
Ecevit, Bağdat Paktını işe yaramamakla, NATO’yu ve ABD ile yapılan ikili anlaşmaları
kolektif barıştan ve eşitlikten uzak olarak eleştirir. Türkiye’nin NATO’yu kapsayan bir
Dış Politika inşa etmesi gerektiği söyleyen Ecevit Dış Politikanın konuşulabilir bir
yapıda olup sorunlarının şeffaf bir şekilde mecliste tartışılabilir olması gerektiğini
belirterek konuşmasına son verir (KUR MEC TD. B 4. O 2. 22.02. 1961: 190-195).
Ecevit’ten sonra söz alan Ömer Sami Coşar37’da gelecek dönemde Dış
Politikanın konuşulabilir olmasından bahseder. NATO kapsamında Türkiye’ye
yerleştirilen Füze sistemlerinin maliyetlerinin ABD tarafından karşılanması gerektiğine
dikkat çeken Coşar, füzelerin kullanılması hakkında Türkiye’ye de tam veto hakkı
verilmesi gerek bir anlaşma yapılmasını söyler. Füzelerin yerleştirildiği diğer ülkeler
İngiltere ve İtalya’nın böyle anlaşmalara sahip olduğunu belirten Coşar, vatan
menfaatinin diğer tüm meselelerden önce geldiğini belirterek konuşmasını tamamlar
(KUR MEC TD. B 4. O 2. 22.02.1961: 195-196).
Bütçe görüşmelerinin son söz alan isim hali ile Sarper olur. Sarper, konuşmasına
11 Temmuz 1960’da ilan edilen hükümet programını hatırlatarak başlar ve kendisinin
37
Ömer Sami Coşar. 1919’da İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesinden mezun olduktan sonra 1941
yılında Anadolu Ajansında gazeteciliğe başladı. Son Posta, Cumhuriyet, Milliyet, ve Yeni İstanbul
gazetelerinde muhabirlik ve yazarlık görevlerinde bulundu. 1950 ve 1960 yılları arasında dış politikayla
alakalı yazıları ile ön plana çıktı. 1984 yılında Mersin’de vefat etti. Ayrıntılı Bilgi için Bkz. Eken
Ahmet (2002). “Bir Sürgünün Hikayesi”. Virgül Dergisi. İstanbul.
67
de hükümetinin de dış politika anlayışının programla birlikte ilan edildiğine dikkat
çeker. Dış Politikadaki amaçlarının “yurtta sulh cihanda sulh” olduğunu belirten Sarper,
bu amacın gerçekleşmesi için sadece Türkiye’ye değil bütün dünya uluslarına da görev
düştüğünden bahseder.
Konuşmacıların dikkat çektiği Bağımsızlık mücadelelerine destek verilmesi
gerekliliği hakkındaki düşüncelerini şu sözler ile dile getirir; “ Memleketimiz, istiklal ve
hürriyet için didinen bu milletlere karşı yakınlık hissetmektedir. Bütün temennimiz,
onların serbestçe inkişafına mani olan faaliyetlere tevessülden içtinap olunmasından ve
ancak serbest iradeleri neticesinde arzu edecekleri ve şüphesiz ki, muhtaç oldukları
iktisadi ve bilhassa teknik yardımda bulunulmasından ibarettir”(KUR MEC TD. B 4. O
2. 22.02.1961: 200). Sarper bu sözleri dile getirmeden önce Birleşmiş Milletlerin
bağımsızlık mücadeleleri ile alakalı faaliyetlerine dikkat çekerek bu faaliyetlerin
Türkiye
tarafından
destekleneceğini
belirtmiştir.
Sarper
burada
bağımsızlık
mücadelelerine sempati duyduklarını kabul ederken BM’nin atacağı adımların haricinde
de adımlar atılmayacağını belirtmektedir.
Konuşmasının ilerleyen kısımlarında 27 Mayıs sonrasında izlenecek dış
politikanın temel anahtarlarının dürüstlük ve samimiyet ilkelerine dayanacağını
söyleyen Sarper, Türkiye’nin de diğer devletler gibi izleyeceği dış politikadaki temel
hedefinin milli çıkarlar olacağını da belirtir. Bakan Selim Sarper konuşmasının
devamında NATO ile ilişkiler hakkında geçmişte olduğu gibi şimdide hiçbir değişim
olmadığını belirtirken, diğer NATO üyelerine göre Türkiye’ye eşit bir tavır
takınılmaması hakkında ise gerek görüldüğünde mukavemet edildiğini ve edileceğini
belirtir. Orta Doğu ülkeleri ve Latin Amerika ülkeleri ile olan ilişkiler hakkında ise
yakın dostluk ilişkileri geliştirilmek istediğinden bahseden Sarper, amaçlarının yine
yurtta sulh cihanda sulh olduğunu belirtir (KUR MEC TD. B 4. O 2. 22.02.1961: 200 202).
Sarper, konuşmasında Yugoslavya ile olan ilişkilere üstün körü bir şekilde
değinmekle birlikte kendisinden önceki konuşmacıların özellikle şikâyetçi oldukları Dış
Politika tartışmalarının ve sorunlarının açık bir şekilde tartışmaya açılması hakkında
68
hiçbir görüş bildirmemiştir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere Selim Sarper Türkiye
Dışişleri Bakanı olarak göreve başladığı günden itibaren, dış politika hakkında mecliste,
basında ve farklı mecralarda konuşulmamasından yana bir tavır sergilemiş, bakanlık
görevi boyunca da uygun görmediği adımlara karşı tavrını göstermiştir. Şubat 1961’de
yaşanan bu süreçte Selim Sarper Türkiye’nin dış politikasını tek başına yönetmeye
devam etmiştir.
Selim Sarper, Şubat 1961’deki kendisince bu zor süreci geçici olsa da atlatmıştır.
Forum dergisi 15 Mart 1961 tarihli sayısında yeniden Dış Politika hakkında bir makale
yayınlamış, bu makale bir önceki makaleye nazaran birçok konuya değinen bir makale
olmuştur. Bu makaleden de anlaşılmaktadır ki Türk basını dış politika konusunda yeni
çalışmalar üretmek, fikirlerini gerekli mercilere duyurmak ve en önemlisi Türkiye’nin
dış politikasına etki etmeyi istemektedir. Makalenin adı “ Gene Dış Politikamız” olup,
Aralık ayında yine Forum dergisinde çıkan makaleyi hatırlatarak dış politika hakkında
tartışma açılması gerektiğine dikkat çekip, Türkiye’nin gelecekteki süreçte Sovyetler
Birliği ve Çin Halk Cumhuriyetine karşı takınması gereken tavırlardan bahsedilmiştir
(Forum Dergisi 15 Mart 1961).
Sarper, Gürsel Hükümetindeki bakanlığı süresince MBK ile dış politika
konusunda defalarca tartışma yaşamış, kendisinden habersiz atılan adımlardan rahatsız
olmuştur. Türkiye’nin Dışişleri Bakanlığını kabul ettiği günden itibaren birden fazla
sorunla boğuşan Sarper MBK’nin kendisini kimi zaman ezip geçmesinden rahatsız
olduğu için Haziran ayında istifa kararı alır. 4 Haziran 1961 günü Dışişleri bakanlığı
konutunda istifa dilekçesini hazırlayarak Cumhurbaşkanlık Köşküne yollamıştır (Akis
10 Haziran 1961). İstifanın nedeni Selim Sarper’e sorulduğunda sağlık sorunlarını
bahane etmesine rağmen çalışmamızda belirttiğimiz üzere, Sarper, MBK ile dış politika
konularında anlaşmazlıklar yaşamaktaydı. Elbette bu sorun sadece Dışişleri Bakanlığını
kapsamayan bir sorun olmakla birlikte, dış politikada yaşanan olaylar yüzünden Sarper
nezdinde ağır sorunlara neden oluyordu. Sarper’in bu istifa girişimi basında olduğu gibi
ABD’li yetkililer dikkat çekici olmuştur. Sarper’in istifasını geri alması için ABD
Dışişleri Bakanı Rusk’ın isteği ile görevlendirilen, ABD Büyükelçisi Hare ile bir
görüşmesi olmuştur. Hare bu görüşmede Sarper’in istifasının NATO camiası için üzücü
69
ve olası aksiliklere neden olabileceğinden geri almasını telkin eder (Akis 10 Haziran
1961). Sarper istifasını, Hare ve devlet başkanı Gürsel ile olan görüşmeleri sonrasında
geri alsa da bu istifa girişimi dış politika konusunda MBK ile görüş ayrılığı
yaşandığının açık bir göstergesidir.
2.3. Darbe Öncesinde Türk-ABD İlişkileri
Türkiye’de askeri darbenin gerçekleşmesi sonrasında, ABD ile yeni Türk
hükümetinin ilk teması yukarıda değindiğimiz gibi 28 Mayıs 1960 günü ABD
büyükelçisi Warren ’in Cemal Gürsel ve Selim Sarper ile görüşmesiyle sağlanmıştır.
Görüşme de Türkiye’de askeri darbe gerçekleştirenlerin Amerikan karşıtı olmadığı
vurgulanmış, ABD ile müttefiklik ilişkisinin daha sıkı bir şekilde geliştirilmesi
gerektiğini MBK lideri Gürsel tarafından dikkat çekilmiştir. Bu görüşme öncesinde elçi
Warren ’la görüşen Dışişleri Bakanı Sarper, MBK içerisindeki etkisini güçlendirmek
için Amerikalı diplomattan yardım istemiştir (FRUS 1951-1960:845).
DP iktidarı yıllarında Türkiye ABD ilişkilerini etkileyen önemli faktörlerden biri
ABD başkanı Eisenhower38 tarafından oluşturulan Eisenhower doktrinidir39. 5 Ocak
1957’de ortaya çıkan doktrin ABD’nin Orta Doğu’da İngiltere’nin nüfuzunu kaybetmesi
üzerine daha etkin olması amacını taşımaktaydı. Orta Doğu’da İngiltere’nin gerilemesi
Sovyetler Birliği’nin bölgeye hâkim olması için bir fırsat yaratmaktaydı. Süveyş Krizi
sırasında Sovyetler Birliği Mısır’a gönüllü asker yollayacağını ilan etmesi, İngiltere,
Fransa ve İsrail’e ültimatomlar vermesi Arap devletleri tarafından takdir ile
38
Dwight D. Eisenhower. 14 Ekim 1890’da ABD’nin Teksas Eyaletinin Denison şehrinde dünyaya
gelmiştir. 1915 yılında West Point Askeri akademisinden tankçı Teğmen olarak mezun oldu. 1. Dünya
Savaşı sonrasında Yüzbaşı oldu. 2. Dünya Savaşı sırasında Tuğgeneral Rütbesinde ABD’nin
Avrupa’daki ordularının başkumandanlığına atandı ve 2. Dünya Savaşının gidiş hattını değiştiren
Normandiya çıkarmasını planlayıp yönetti. 1948 yılında Amerikan ordusundan Orgeneral rütbesi ile
emekliye ayrıldı. 1951 yılında NATO genel komutanı olarak görev yaptı. 1952’de bu görevinden istifa
edip 1953’de ABD’nin 34. Devlet başkanı oldu. Bu görevi 1961 yılına dek sürdü. 28 Mart 1968’de
Washington’da öldü. Ayrıntılı Bilgi İçin bkz. (https://www.whitehouse.gov/about-the-whitehouse/presidents/dwight-d-eisenhower/ 17.04.2018 tarihinde erişildi.)
39
Eisenhower Doktrini tam metni için bkz. (https://www.eisenhower.archives.gov/education/bsa/
citizenship_merit_badge/speeches_national_historical_importance/eisenhower_doctrine.pdf.
17.04.2017 tarihinde erişildi.)
70
karşılanıyor, Sovyetler Birliği’ ne karşı, Arap devletlerinin sempatisini yükseltiyordu
(Gönlübol ve Ülman 1993: 287 288). Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu’da nüfuz alanı
bulmasını engellemek amacıyla Eisenhower, ABD kongresine, Orta Doğu devletlerinin
bağımsızlıklarını koruyabilmelerine yardım etmek için ABD’nin ekonomik ve askeri
yardımlar yapmasını istemiştir. Verilecek bu yardımlar sadece maddi yardımlar da
olmayacaktır. Taraflardan birinin talebi, olması halinde komünizm tehditti altında olan
herhangi bir ülkeye ABD askerinin silahlı çatışmalara müdahale için yollanmasını da
içermekteydi. Kongre Başkan Eisenhower’ın isteğini değerlendirmiş ve 9 Mart 1957’de
ABD senatosu Başkan’a istediği yetkileri vermiştir (Gönlübol ve Ülman 1993:288).
Doktrin, ABD’nin Orta Doğu siyasetinde bir dönüm noktası olmuştur. Orta Doğu’da
Sovyetler Birliği’nin nüfuzunun artmasına karşı atılan bu adım Türkiye-ABD
ilişkilerinde yeni bir dönemin kapılarını açmıştır. ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik olası
bir askeri müdahalesinde Türkiye topraklarının Jeopolitik durumu önem kazanmıştır.
Bu önemin bir getirisi olarak Türkiye’de bulunan ve 1954 yılında NATO kapsamında
inşa edilen İncirlik üssü ve diğer askeri üsler yenilenmiş, bu üslerin artık NATO
kapsamı dışında da kullanımına izin verilmiştir. Türkiye, Eisenhower doktrinini kabul
etmesi Arap devletleri ve Sovyetler Birliği ile gerginlik yaşayacağı yeni bir sürece
girmesine neden olmuştur (Merih 2006: 184). Türkiye doktrinle birlikte ABD’nin Orta
Doğu siyasetinde vazgeçemeyeceği ortağı olmuş, 1954 yılı itibariyle azalan ABD askeri
yardımları yeniden çoğalmıştır.
1950 – 1957 yılları arasında Batılı müttefikleri ile iyi geçinen, bölgesinde Batılı
müttefikleri ile stratejik savunma çalışmalarında ön planda yer alan, Türkiye ile ABD
ilişkileri daima sıcak ve yakından olmuştur. Kıbrıs meselesi gibi özel hassasiyet
gösteren meseleler dışında DP-ABD ile olan ilişkilerine daima özen göstermiştir.
Menderes hükümetleri döneminde, Türkiye dışişlerinde hâkim olan dış politika
yaklaşımının önceliği güvenliğin sağlanmasıydı. Batı cephesinde yer almak bu anlayışın
bir getirisi olarak yorumlanabilir. Bunun yanı sıra Müttefiklerden sağlanacak olan
ekonomik yardım da, Batı cephesinde yer alan Türkiye için önemli bir yarar sağlamıştır.
Değişen uluslararası ilişkiler Türkiye’nin Müttefiki olduğu ülkelerinde dış politika
yaklaşımlarını değiştirmiştir. ABD’nin ve Batılı devletlerin Sovyetler Birliği’ ne karşı
yaklaşımlarının değişmesi, Türkiye’de oldukça endişe ile karşılanmıştır. DP, Sovyetler
71
Birliği’ ni sadece kendisine karşı değil tüm dünyaya karşı oluşabilecek bütün tehditlerin
merkezi olarak görmekteydi. Menderes hükümetleri, Büyük Okyanustan Asya ortalarına
kadar uzanacak bir güvenlik çizgisinin tamamlanması noktasında, bölgesel bir oyuncu
olarak üzerine düşeni yapmaktan daha fazlasını gösterme niyetindedir (Seyidi 2011: 23-4). 1956 -1957 yıllarına gelindiğinde ise Dünya’da yaşanan siyasal gelişmeler
Türkiye’nin dış politikasında değişim göstermesine neden olmuştur. Bu değişimin en
büyük nedeni Sovyetler Birliği ile ABD arasında yaşanan diplomatik olaylardır.
Almanya’nın, 7 Mayıs 1945’de müttefik devletlere teslim olmasından sonraki
süreçte Dünya iki ayrı kutuplu bir siyasal yaşam eksenine girmiştir. Batılı devletlerin
liderliğini üstlenen ABD ile Doğu Bloğu olarak adlandırılan Sovyetler Birliği üyesi
devletlerarasında her an silahlı çatışmalara dönebilme ihtimali olan bir gerginlik süreci
başlamıştır. Bu sürece “Soğuk Savaş”40 ismi verilmiştir. Sovyetler Birliği’nin 25 Aralık
1991’de dağılmasına kadar devam eden Soğuk Savaş’ta Sovyetler Birliği ve ABD
silahlanmaya önem göstermişlerdir. Silahlanmanın nedeni ise her iki ülkenin olası bir
savaşta birbirlerine üstün gelme ihtiyacından ileri gelmektedir. Teknolojik gelişmeleri
hızla devam etmesi, Sovyetler Birliği ile ABD’nin karasal sınırlarının uzaklığının
önemini yitirmesine neden olmuştur. Nükleer Silah geliştirilmesinde başlayan yarış ise
“Dehşet Dengesi” ismi verilen sürecin başlangıcına neden olur. Dehşet Dengesi,
Sovyetler Birliği ve ABD’nin ellerinde bulunan silahlarla, birbirleri ile yapacakları bir
savaşta, dünyanın yok olma ihtimalini doğurduğu için Soğuk Savaşta yeni bir dönem
olan Yumuşama dönemini getirmiştir. Yumuşama dönemi incelendiğinde her iki lider
ülkenin
var
olan
sorunlarını
müzakere
ederek
çözme
eğiliminde
oldukları
görülmektedir. Söz konusu bu dönem 1945’den itibaren devam eden psikolojik savaşın
gerginliğini azaltacak, iki kutuplu dünya devletlerinin birbirleri ile sosyal, kültürel ve
ekonomik ilişkiler geliştirmelerine imkân tanıyacaktır.
40
Soğuk Savaş’ın başlangıç tarihi ile alakalı net bir tarih hakkında kesin bir görüş birliği olmamakla
birlikte 2.Dünya Savaşının sona ermesi sonrasında gelişen olaylar (Almanya’nın Müttefik devletler
arasında paylaşılması gibi) Soğuk Savaşın başlangıcı kabul edilebilir. Soğuk Savaş Dönemi ile alakalı
ayrıntılı bilgi için bkz. Gaddıs, John Lewıs (2015). Soğuk Savaş Pazarlıklar, Casuslar, Yalanlar,
Gerçek. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Ve Acar Cemal (2007). Soğuk Savaş – Süper Güçlerin
Hakimiyet Kavgası. İstanbul: Ötüken Neşriyat. Veya Merih Turgay (2006). Soğuk Savaş ve Türkiye
(1945 - 1960). İstanbul: Ebabil.
72
Yumuşama döneminin başlamasının tek nedeni silahlanma yarışı değildir.14
Şubat 1956’da başlayan Sovyetler Birliği Komünist Partisinin 20. Kongresinde alınan
kararlar artık Sovyetler Birliği’nin “barış ile rekabet” ve “ barış için bir arada yaşama”
politikalarına geçmesini sağlamıştır (Akalın 1999:92). Sovyetler Birliği’nin dış
politikasında değişim göstermesinin yanı sıra Doğu Blok’u ülkelerinin yavaş yavaş
Moskova merkezli sosyalizmden uzaklaşarak kendilerine özgün sosyalist yaklaşımlar
geliştiriyor olmaları da yumuşama döneminin bir başka nedenidir. Sovyetler Birliği’nin
artık kapitalist devletleri yıkma politikasından geri adım atıp, sosyalizmi dünya barışı
içerisinde inşa etme kararı alması Batılı devletlerin Sovyetler Birliği üyesi ülkeleri yeni
bir ticari pazar olarak görmelerine neden olmuştur. Türkiye’nin yaşanan bu gelişmeler
içerisinde kendi dış politikasında değişim göstermesi gerekliliği duyulmuştur.
Türkiye’nin de yeni ticari ilişkiler geliştirmesi açısından Sovyetler Birliği ülkeleri ile
ithalat ve ihracat yapması yararına olacaktı. Burada belirtmemiz gereken en önemli
unsur ise 1956 yılında gerçekleşen bu yumuşama döneminin başlangıcı sadece Avrupa
kıtası ile sınırlı kalmış olmasıdır.
Türkiye, Batılı müttefikleri tarafından yumuşama döneminde Sovyetler
Birliği’nden geri durduğu için eleştirilirken bir noktayı gözden kaçırmamalıyız.
Avrupalı devletler ile Sovyetler Birliği arasında bir yumuşama olduğu doğrudur ancak
bu yumuşamanın Orta Doğu için geçerli olup olmadığını da bilmekte yarar vardır.
Sovyetler Birliği batıya karşı yumuşak bir tutum sergilerken, Orta Doğu’da Soğuk
Savaş koşularına uygun uygulamalara devam etmekteydi. Bunlara örnek vermek gerekir
ise Suriye’nin Sovyetler Birliği desteğini alan Mısır ile birleşerek kurduğu Birleşik Arap
devletinin varlığı ve Irak’ta 14 Temmuz 1958’de meydana gelen Sovyetler Birliği
destekli askeri darbe41 olabilir. Görüldüğü üzere Türkiye’nin 1958 ve 1959’da güney
sınırlarında meydana gelen bu hadiselerden dolayı Sovyetler Birliği’ne karşı tutumunu
hızlıca değiştirmesine imkân bulunmamaktadır.
41
Irak’ta 1921’de İngiltere desteği ile Faysal bin Hüseyin tarafından kurulmuş olan Haşimi ailesinin
monarşisine karşı yapılan darbe. Darbeyi gerçekleştirenler Irak ordusunda görevli General Abdülkerim
Kasım ve Albay Abdüsselam Arif’tir. Darbeci Iraklı askerler 1952’de Mısır’da yaşanan Hür Subaylar
darbesinden etkilenmişlerdir. Darbe sonucunda Kral II. Faysal, kralın amcası Prens Abdülillah ve
birçok monarşi mensubu öldürüldü. Yaşanan Darbe sonrasında İngiltere ve ABD bağımsızlıkları
tehlikeye girdiği gerekçesi ile Ürdün ve Lübnan’a askeri birlikler yolladı. Ayrıntılı bilgi için bkz.
Bozkurt Abdülgani (2016). “Monarşiden Cumhuriyete 1958 Irak Darbesi” .Orsam. C. 8 S. 76. Sf. 4043. Ankara.
73
Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne karşı bakış açısını kolay değiştirememesi ve
askeri yardımlar konusundaki taleplerinin nedeni ise Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu’da
arttırdığı etkinliğine bağlayabiliriz. Sovyetler Birliği’nin Süveyş krizini fırsat bilerek
Orta Doğu’da atılımlarda bulunması, Türkiye ve ABD tarafından ciddi bir tehdit olarak
algılanmıştır. Bu bağlamda bakıldığında Türkiye, ABD dış politikasında önemli bir yer
arz eden Komünizmin Ortadoğu’da yayılmasına engel olma anlayışına sahipti.
Sovyetler Birliği’nin bu siyasi atılımları ABD’nin ve Türkiye’nin ortak paydada
buluşmasına neden olmuş, Türk – Amerikan ilişkilerinde 1959 yılı en iyi yıl olarak
tarihe geçmiştir. Bu yıl içerisinde ABD Başkanı Eisenhower geniş bir heyetle
Türkiye’yi ziyaret etmiş, Türk halkı bu ziyarete oldukça ilgi göstermiş ve ziyaret
sonrasında 5 Mart 1959 yılında Türkiye ABD ile ikili anlaşma imzalamıştır (Seydi
2001: 4). 1959 yılında imzalanan bu anlaşma göre Türkiye olası bir saldırıda ABD’nin
tam desteğini alıyordu.
1959 yılı itibariyle Türk - Amerikan ilişkileri müttefiklik ve bölgesel stratejik iş
birlikleri gibi kavramlar içerisinde devam ederken, Türk Dışişleri bürokratlarının
ABD’den başka bir alternatif oluşturmaya çalıştıklarını gözlemliyoruz. Türk Dışişleri,
değişen dünyada artık iki kutulu dünya politikasının sona erdiğinin farkına varmış,
Sovyetler Birliği ile de ilişkilerin en azından komşuluk ekseninde yeni bir dönem
açılması gerektiğini göz önüne aldılar. Prof. Dr. Çetin Yektin, bir çalışmasında Türk
Dışişlerinin o dönemki Sovyetler Birliği yakınlaşmasına dair bir anekdot aktarmıştır.
Yetkin, çalışmasından gazeteci Kemal Bağlum’dan alıntılar yaparak meseleyi bizlere
açıklamaya çalışmıştır. Yetkin;“ Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 1959 sonlarına
doğru Amerika’dan 20 milyon dolarlık ek bir yardım istemi için Washington’a gelmişti.
Zorlu Amerika’nın Türkiye’ye karşı takındığı yeni durumdan söz ederken Bizim en
büyük hatamız kayıtsız şartsız Amerika’ya tabi olmamız. Böyle bir politika sonsuza
kadar devam edemez. Türkiye sırtını Amerika’ya dayamakla hiçbir sonuca varamaz.
Türkiye NATO ve Amerika’nın yanı sıra Üçüncü Dünya ülkeleri ve Sovyetler ile belli
ölçüde ve Türkiye çıkarları doğrultusunda yeni bir politika izlemek zorundadır. Bu
girişimlerin özellikle Amerika’yı rahatsız ettiğini biliyorum.” (Yetkin 1995: 62-63).
Zorlu’nun bu sözlerinden de anlaşıldığına göre Türkiye, Amerika ile yollarını keskin bir
şekilde ayırmadan, dış politikasında yeni atılımlar niyetindedir. Sovyetler Birliği ile
74
Türkiye’nin yakınlaşma süreci 27 Mayıs askeri darbesi öncesinde sözünü ettiğimiz bu
fikirlerle gelişmiştir.
Sovyetler Birliği haricinde söz konusu meselenin diğer bir odağı olan Üçüncü
Dünyacı Hareketlerdir dönmekte yarar görmekteyiz. ABD ile olan ilişkiler oldukça iyi
giderken, Türkiye Dış Politikasında, Üçüncü Dünya devletleri 42 ile de geliştirilebilecek
yeni ilişkilere yer verme ihtiyacı duydu. Soğuk Savaş döneminde yumuşama
başlamasının bir getirisi olarak Türkiye’de, müttefikleri gibi söz konusu bu devletlere
yavaşta olsa ilişki kurmalıydı. Üçüncü Dünya Devletleri topluluğu ile Sovyetler
Birliğine’ye karşı tüm müttefiklerinin yaklaşımlarının değişmesi Türkiye’nin de söz
konusu devletlerden uzak durmaması gerektiği manasına gelmekle beraber, Türkiye’nin
özellikle üçüncü dünya hareketiyle ilişkiler geliştirmesinin önünde oldukça büyük
engeller bulunmaktaydı. 1955 yılında Bandung’da gerçekleşen konferanstaki Türk
delegelerinin tutumunun yol açtığı tartışmalar bu engellere örnektir. Türkiye delege
heyeti başkanı Fatin Rüştü Zorlu Konferans boyunca, Tarafsızlık ilkesinin aslında
komünist odaklara yardım edecek bir tehlike olduğundan bahsetmiştir. (Akşam 25
Nisan 1955) Hindistan başkanı Nehru’nun başlıca amacı liderlik bunalımında olan
üçüncü dünya ülkeleri içerisinde öncelikle kendi ülkesini öne çıkarmaktı. Nehru,
toplantı boyunca söyleminde sadece NATO üyesi devletlerin sömürgecilikten dolayı
suçlu olduklarını ileri sürerken, Fatin Rüştü Zorlu Sovyetler Birliği yayılmacılığının da
bir sömürgeleştirme hareketi olduğunu ileri sürmüştür. Zorlu’nun bu tavrı sayesinde
toplantıda sadece Batılı devletlerin yaptığı sömürgecilik hareketi kınanmayıp, tüm
dünyada var olan sömürgecilik hareketi kınanmıştır (Seyid 2011: 5). Türkiye Bandung
Konferansı sırasında izlediği politika ve ortaya koyduğu tavırla Batı ittifakının yani
NATO’nun bir nevi temsilcisi olarak yer almış olması, 1958’e gelindiğinde Türkiye’nin
Bağlantısızlar hareketi olarak isimlendirilen bu yapı ile olan ilişkilerin güçlendirilmesi
konusunda oldukça büyük bir engel teşkil etmiştir.
42
Ayrıntılı Bilgi için Bkz. Sönmezoğlu, Faruk (2009). Bağlatısız Üçüncü Dünyadan Çevre Ülkelerine.
“İstanbul: İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi”. Yada: Şahin, Mehmet. Sarı, Buğra. (2017) 19601980Dönemi Türkiye’nin Üçüncü Dünya ve İslam Ülkeleriyle İlişkisi.İstanbul: “Akademik Ortadoğu
Dergisi”. Cilt 11. Sayı 2.
75
Bağlantısızlar hareketi ilişkilerinde iyileşmenin ilk adımı olarak, Türkiye
Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın TBMM’de 1 Kasım 1959’da yaptığı konuşma
sayılabilir. Bayar bu konuşmasında, Arap halklarının bağımsızlık mücadelelerinin
desteklenmesinden
bahsederek
dolaylı
olarak
Bağlantısızlar
hareketine
de
göndermelerde bulunarak ilişkilerin iyileştirilmesi konusunda ilk adımı atmıştır
(TBMM ZC. İ 1. C 1. 1.11.1958: 6-11). Bayar’dan sonra Dışişleri Bakanı Zorlu
Hindistan devlet başkanı Nehru’yu Türkiye’ye davet ederek bağlantısızlarla Türkiye
arasında buzları eritmeye çalışmıştır. Bu ziyaret oldukça önemsenmiştir. Nehru’nun
Türkiye’yi ziyaret ettiği dönemde DP karşıtı gösterilerin yükseldiği döneme denk
gelmiştir. Bağlantısızlar ile kurulabilecek olan yeni ilişkiler darbenin gerçekleşmesi ile
kesintiye uğramıştır. Bandung konferansında yaşananlar her ne kadar da Türkiye’nin
önünde engel olsa da bu girişim ABD’den bağımsız bir dış politika izlemek için yapılan
çalışmalardandır.
1959’de İmza edilen Türk–Amerikan Garanti anlaşması, (İkili anlaşma olarak da
bilinmektedir.) Türkiye ile Amerika arasındaki bağların artık müttefiklik ilişkisinden bir
adım öteye bir nevi kader birliğine taşımıştır. Bu anlaşmaya Türkiye’deki muhalefet
“dolaylı tecavüz” tabiri nedeni ile sert bir şekilde karşı çıkmıştır. CHP ve diğer DP
muhalefeti
söz
konusu
tabirin,
kendilerine
karşı
atılmış
bir
adım
olarak
yorumlamışlardır. Dönemin Türk basınında çıkan bir yazıdan görmekteyiz ki DP karşıtı
muhalefetin bakış açısı şöyle görülmekteydi; “Akla gelen ve gelmiş olan ihtimal, ister
istemez şu oluyor: Acaba bazı DP sözcüleri de İran Hükümdarının düştüğü telaşın
içinde midir? Bunların kanaatince DP silahsız olarak ve en meşru şekilde haklarının
kendisine tam olarak iadesini isteyen bir çoğunluk kitlesini dahi, icabında Milletlerarası
Komünizme bağlı diye gösterip Birleşik Amerika’nın müdahalesini davet etmek
kararında mıdır ” (Akis 10 Şubat 1960: 23). Anlaşılacağı üzere bu anlaşmadan dolayı
Türkiye’de DP muhalefeti oldukça sert bir tavır takınmıştır. Devam eden süreçte
yükselen siyasal gerginlikler sonrasında meydana gelen askeri darbe DP iktidarının dış
politikasını rafa kaldırmıştır.
76
2.3.1. 27 Mayıs Askeri Darbesi ve ABD İlişkisi
27 Mayıs askeri darbesi ile ABD’nin herhangi bir ilişkisinin bulunup
bulunmadığı darbenin gerçekleşmesinden bu yana tartışılan bir konudur. Dönemin ABD
belgeleri incelendiğinde, Mayıs 1960 başında Washington ile Ankara’daki ABD
büyükelçiliği arasında sıklaşan görüşmelerden anlaşılmaktadır ki ABD’li yöneticiler
Türkiye’de olası bir darbeden şüphe duymalarından dolayı Türk ordusunun meselelere,
eylemlere karşı bakış açısını öğrenmeyi istemektedirler. 1 Mayıs 1960 günü İstanbul’da
bulunan ABD Dışişleri Bakanı Herter’e43 Washington’dan yollanan bir telgrafta
Türkiye’de yaşanan olayları ile Güney Kore’de yaşanmış olaylarla kıyaslamalar
yapılırken, Başbakan Menderes’in muhaliflerine karşı takındığı sert tavrı nedeni ile
eleştirilmektedir. Telgrafta Türkiye’de meydana gelen olayların nedeni olarak;
“
Türkiye’de son günlerde meydana gelen olayların uzun dönemdeki köklerinin
Menderes’in muhalefet hoşgörüsüzlüğünde ve Bayar-İnönü kişisel düşmanlığında
aramak gerektiği” (FRUS 1958-1960: 834-835) belirtilmiştir. Telgrafın devamında
ABD’li yetkili çekincelerden bahsetmektedir. Bu çekincelerin başında Menderes’in
muhalefet liderlerine karşı daha sert tavır alabileceği ve Türkiye’de meydana gelen
olayların dolaylı olarak anti Amerikancı bir tavır alabileceği ve CHP’nin yer altına
çekilip sivil itaatsizlik yapmaları için halkı yönlendirebileceğidir. Ancak çekinceleri
gideren nokta ise eylemler sırasında Türk ordusunun eylemcilerin yanında tavır almıyor
oluşudur (FRUS 1958- 1960: 834-835). 6 Mayıs 1960 günü Büyükelçi Warren
tarafından ABD Dışişleri bakanlığına yollanan diğer bir telgrafta 1 Mayıs günü yollanan
telgrafı destekler niteliktedir.
43
Cristian Herter. 28 Mart 1895’de Paris Fransa’da doğdu. Fransa’da bulunan École Alsacienne’de (Alsas
Okulu) 1901 -1904 arasında eğitim gördü. Eğitimine 1904 ve 1911 arasında ABD New York’ta
bulunan Browning School’da devam etti. 1911 – 1915 yılları arasında Harvard Üniversitesindeki
eğitimini tamamladıktan sonra 1916’da İç Mimarlık üzerine Yüksek Lisans yaptı. Amerikan
Dışişlerinde 1917 yılında çalışmaya başladı. Berlin ABD başkonsolosluğunda görev yaparken Mainz
şehrinde olası casus olduğu şüphesiyle tutuklandı. 1919 Paris Barış Konferansına ABD delegesi olarak
katıldı. 22 Nisan 1959’da ABD Dışişleri Bakanı oluncaya kadar ABD Dışişlerinde çeşitli görevlerde
bulundu ve 30 Aralık 1966’da Washington’da yaşamını yitirdi. Ayrıntılı Bilgi İçin bkz.
(https://eisenhower.archives.gov/Research/Finding_Aids/pdf/Herter_Christian_Papers.pdf. 22.04.2018
tarihinde erişildi.)
77
Büyükelçi Warren telgrafta Türk Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile bir
telefon görüşmesi yaptığından bahseder. Zorlu ile yaptığı görüşmesinden dolayı Warren
bazı değerlendirmelerde bulunur. Warren’in aktarımına göre Bakan Zorlu, Mayıs 1960
itibariyle başlayan protestoların gün geçtikçe azaldığını belirtir. Elçi Warren, halkı
galeyana getiren İsmet İnönü olmamakla beraber bu işi yapanların Coşkun Kırca ve
İnönü’nün damadı Metin Toker gibi “ ilkesiz” adamlar olabileceğini söyler. Fatih Rüştü
Zorlu’nun kendisinden İsmet İnönü ile Amerikan gazetecilerinin görüştürülmemesini
rica ettiğini söyleyen Warren bu ricayı yerine getirmek için gazetecilerle iletişim
kurduğundan bahseder. Gazeteciler, Warren’e; “ ABD basınının üyeleri olan bizler,
işimizi nasıl yapacağımız konusunda sizden gelecek herhangi bir yönlendirmeye gerek
duymuyoruz.” cevabını verdiğini Washington yönetimine iletir (FRUS 1958-1960:836837). Zorlu, İsmet İnönü’nün basınla yapacağı bir söyleşi de vereceği demeçler
doğrultusunda Türk halkını, DP yönetimine karşı kışkırtabileceğinden çekinmektedir.
Görüşmenin devamında Warren, Zorlu’ya ABD yönetiminin meydana gelen olaylar
karşısında ki tavrının tarafsızlık olduğunu, yabancı bir ülkenin bu tür siyasal sorunların
çözümünde yardımcı olamamasının en doğrusu olduğunu söyler. Warren ve Zorlu
arasındaki görüşmenin Warren tarafından anlatıldığı bu telgrafta ABD yönetiminin
olaylara dahil olmak istemediğini açıkça söylediği görülmekte. Bunun nedeni olarak ise
yaşananların iç politikası meselesi olmasına bağlar. (FRUS 1958-1960: 837).
Görüldüğü üzere ABD’li elçi Zorlu’ya bahsettiği “tarafsızlık” tavrı ile bu yaptığı
çelişmektedir. Elçinin gazetecilere İnönü ile görüşmemelerini söylemesi belki de
Warren’in kendi inisiyatifinden dolayı olmuş olabilir. Telgrafta, Türk ordusu ile alakalı
olarak Elçi dönemin Genel Kurmay Başkanı Erdelhun’un gösterilere karşı tavrından
bahsetmiş olması da Türk ordusunun DP muhalifleri ile iş birliği içerisinde olmadığı
değerlendirmesi yapısına neden olmuştur. 27 Mayıs hareketinin Türk ordusundaki emir
komuta zinciri dışında meydana geldiğini bildiğimiz üzere, Warren’in bakış açısı,
meseleyi sadece komuta kademesi üzerinden değerlendirerek yanlış bir değerlendirme
yaptığını gösterir.
Elçi Warren tarafından 10 Mayıs 1960 günü ABD Dışişleri Bakanlığına başka
bir telgraf gönderilmiştir. Gönderilen bu telgrafta, elçi Warren’in bazı CHP’liler ile
78
temas kurduğunu bize göstermektedir. CHP’li Turhan Feyzioğlu44, Bülent Ecevit ve
dönemin CHP genel sekreteri İsmail Rüştü Aksal45 tarafından görevlendirilen Osman
Okyar46 ve Coşkun Kırca47 ile Warren 4 Mayıs 1960 ile 10 Mayıs 1960 arasında çeşitli
görüşmelerde bulunmuştur. Warren bu görüşmeler hakkında CHP’lilerin meydana gelen
olaylar yüzünden Türkiye’nin doğu illerinde yaşanması muhtemel olaylardan
çekindiklerini dile getirmekle birlikte, DP yönetimine karşı ABD hükümetinin başta
Amerikan yardımlarını kesmek gibi çeşitli yaptırımlarda bulunması gerektiğini
söylediklerini kaydeder. CHP’liler görüşmenin devamında var olan siyasal gerginliğin
çözümü için serbest seçimlerin yapılması gerektiğini ABD elçisine belirtir. ABD elçisi
ise CHP’lilere ABD’nin Türkiye’de yaşananları bir iç politika meselesi olarak
değerlendirdiğini söyleyerek ABD’nin bu konuda tarafsız olduğunu belirtir (FRUS
1958-1960:840-841). Bu görüşmede de görüldüğü üzere ABD’li elçi olaylar karşısında
ABD’nin tarafsız olduğunu CHP’lilere de belirtmiştir. CHP’lilerin ise ABD
büyükelçisine DP iktidarını bir nevi şikâyet ettikleri gözlemlenmektedir. ABD elçisi
tarafsız olduklarını söylemesine rağmen hem iktidar da bulunan DP yöneticileri ile hem
de muhalefet partisi CHP ile Türkiye’deki olaylar konusunda görüşmekten geri
durmamıştır.
44
Turhan Feyzioğlu. 1922 yılında Kayseri’de doğdu. İlköğretimini Kayseri’de ,Ortaokul eğitimini
İstanbul’daki Galatasaray Lisesinde tamamladı. İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra 1955’de
en genç Profesör olarak Profesör unvanını aldı. 1957 yılında CHP ile seçimlere katıldı ve Sivas
Milletvekili oldu. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra kurulan Gürsel Hükümetinde Eğitim
bakanlığı yaptı. Bülent Ecevit önderliğindeki CHP içindeki Orta’nın solu tartışmaları sonrasında
muhalifleri ile birlikte Güven Partisinin kurucularından oldu. 1981’de aktif siyasetten çekildi. 24 Mart
1988’de yaşamını İstanbul’da yitirdi. Ayrıntılı Bilgi İçin bkz. (https://m.timeturk.com/turhanfeyzioglu/biyografi-808174. 25.04.2018 tarihinde erişildi. )
45
İsmail Rüştü Aksal. 1911 yılında Sakarya’da doğdu. 1930’da İstanbul Erkek Lisesi, 1933 yılında ise
Ankara Hukuk Fakültesinden mezun oldu. 1946 seçimlerinde CHP’den Kocaeli Milletvekili oldu.
1949-1950 yılları arasında Türkiye’nin Maliye bakanlığı görevini üstlendi. 1989 yılında vefat etti.
Ayrıntılı bilgi için bkz. (http://www.maliye.gov.tr/maliye-bakanlari. 25.04.2018 tarihinde erişildi.)
46
Osman Okyar. 1917 yılında İstanbul’da doğdu. Asker ve devlet adamı Ali Fethi Okyar’ın oğludur.
Otaokul eğitimini Galatasaray lisesinde tamamlamış, Üniversite Eğitimini Cambridge Üniversitesinde
İktisat alanında tamamladı. Ünlü İktisatçı Keynes’in öğrencisi olan Okyar, iktisat alanında doktora
yaptı. 1951 yılında Doçent 1964 yılında Profesörlük unvanlarını aldı. 2002 yılında yaşamını yitirdi.
Ayrıntılı bilgi için bkz. Sayar Ahmed Güner (2005). İktisat Metodolojisi ve Düşünce Tarihi Yazıları.
Ötüken Neşriyat: İstanbul.
47
Coşkun Kırca. 27 Mart 1927’de İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi ve İstanbul Hukuk fakültesi
mezunu olan Kırca, Forum Dergisi, Yeni Gün Gazetesi, Akis Dergisi, Vatan Gazetesinde çeşitli
görevlerde çalışmıştır. Yaşamının büyük bir bölümünü Türk Dışişleri bakanlığında diplomat olarak
çeşitli görevler alarak geçiren Kırca 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonrasında kurulan Kurucu Mecliste
üyelik görevi de üstlenmiştir. 05.10.1995’den 30.10.1995’e kadar Türkiye’nin Dış,şleri Bakanlı olarak
Görev almıştır. 24 Şubat 2005’de İstanbul’da yaşamını yitirmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz.
(http://www.mfa.gov.tr/sayin-coskun-kirca_nin-ozgecmisi-_ekim-1995_.tr.mfa. 25.04.2018 tarihinde
erişildi.)
79
CHP’liler ile ABD büyükelçiliği arasında söz konusu görüşmeler yukarıda da
belirtildiği gibi 4 Mayıs 1960 ile 10 Mayıs 1960 tarihleri arasında gerçekleşmiştir.
Amerikan Arşiv belgeleri içerisinde 5 Mayıs 1960 tarihini taşıyan bir belge de CIA
Başkanı Allen Dulles48, CHP’li yöneticilerin gelecek hakkında korku içerisinde
olduklarını ve ABD’li yetkililer ile Amerikan elçiliğine sığınmayı tartıştıklarını söyler.
CHP’ye karşı var olan durumdan DP içerisindeki 130 milletvekilinin de şikâyetçi
olduklarını belirtir (FRUS 1958-1960: 836). Söz konusu belge ABD Ulusal Güvenlik
Konseyi Toplantı notlarından biridir.
Akalın, çalışmasında “CHP’liler Sığınma talebinde bulundular mı?” başlığı
altında CHP yöneticilerine karşı olası bir şiddet veya baskı ortamında ABD
büyükelçiliğine sığınma talebi edip etmediklerini tartışmıştır. Araştırmacı Akalın, Metin
Toker ve Coşkun Kırca ile sözlü mülakat yaparak bu görüşmeyi ve sığınma talebinin
olup olmadığı hakkında okuyucusunu aydınlatmaya çalışmıştır. Metin Toker verdiği
mülakatta elçiliğe sığınma talebinin olsa olsa maksatlı bir saptırma olabileceğini o
dönem endişeli olan tarafın CHP’li yöneticiler olmayıp DP yöneticileri olduğunu söyler.
Elçi Warren hakkında ise “durum değerlendirmesi yaparken ne kadar eften- püften
kaynaklara dayandığı adeta dedikodulardan yararlandığını, muhataplarının temsil
niteliğini pek araştırmadığı anlaşılıyor ”der. Kırca ve Okyar’ın İnönü’nün bilgisi
haricinde ABD’li elçi ile görüşmüş olabileceklerini söyler. Coşkun Kırca ise verdiği
mülakatta sığınma konusunda hakkında şunları; “ CHP liderleri değil ama bazı
CHP’lilerin İsmet Paşanın tevkif edilmesi ihtimali karşısında, İsmet Paşanın bilgisi
dışında, eğer bir iltica talebi olursa kabul edilir mi diye Elçiliğin bazı yetkilileri ile
konuştuklarını duydum. Yine duyduğuma göre ABD elçiliği böyle bir talebin kabul
edilmeyeceğini söylemiş” söyler. Ekonomik yardımların kesilmesi konusunda ise böyle
bir şey söylemediğini, ABD’nin demokratik dünya’nın lideri olarak DP iktidarına
48
Allen Dulles. 7 Nisan 1893’de Amerika’nın New York şehrinde doğdu. Princeton üniversitesinden
mezun olup 1916 yılında Amerikan Dışişlerinde diplomat olarak göreve başladı. Diplomatlık görevinde
Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde görev yaptıktan sonra, 23 Ağuston 1951’de CIA başkan yardımcısı
olarak atandı. 26 Şubat1953’de CIA başkanı oldu. 1961 seçimlerinde John F. Kennedy’in başkanlığa
gelmesi sonrasında, Beyaz Saray ile olan ilişkileri bozuldu ve 29 Kasım 1961’de görevinden istifa etti.
1963’de John F. Kennedy’in öldürülmesini araştıran komisyonda görev yaptı. 29 Ocak 1969’da
Georgetown’da öldü. Ayrıntılı Bilgi İçin bkz.(https://www.nytimes.com/1969/01/31/archives/allen-wdulles-cia-director-from-1953-to-1961-dies-at-75-allen-w.html 11.12.2018 tarihinde erişildi.)
80
yardımı kesmesi gerektiğini söylediğini belirterek bu yardımdan kastının ekonomik
yardımlar olmadığını belirtir (Akalın 1999: 129-130-131).
Amerikan Arşiv belgelerini ve Akalın’ın çalışmasından aktardığı bilgilere göre
CHP’li yöneticilerin, ABD Büyükelçisi Warren ile 1960 Mayıs ayının başlarında
sıklıkla temas kurdukları görülmektedir. Elçi Warren, Mayıs ayı başında temas kurduğu
Zorlu’ya da CHP’lilere de sıkça ABD’nin Türkiye’de var olan siyasi duruma
karışmayacağını söylemesi ABD’nin olaylar karşısındaki tutumunun net olduğunu bize
göstermektedir. ABD yönetiminin meseleye tarafsız yaklaşıyor olması Warren’in
Zorlu’nun ricası üzerine Amerikan gazetecileri aramasına da CHP’li yetkililerle
görüşmesine de mani olmamıştır. Warren’in bu davranışı, kendi inisiyatifinden dolayı
gerçekleşmiş olabilir.
Darbenin gerçekleşmesinden sonra 3 gün sonra yani 30 Mayıs günü Amerika
resmen yeni hükümeti tanımıştır. 25 Mayıs 1960’da ABD’de yapılan, Operasyonlar Eş
Güdümlü Heyeti’nin toplantısında CIA Başkanı Allen Dulles’in isteği üzerine Jones
isimli bir görevli Türkiye’deki siyasal ortam hakkında bir sunum yapar. Jones,
Ankara’dan rapor edilen bilgiyi aynen sunar. Toplantının devamında başka bir görevli
söz alarak elçi Warren hakkında övgü dolu cümleler kurar, elçinin oldukça inisiyatif
kullandığını belirtir. Cüneyt Akalın’a göre elçi Warren Mayıs ayı boyunca yolladığı
raporlarda mevcut durumu iyimser bir şekilde çarpıtmıştır (Akalın 1999: 134).
Türk basınında da darbe sonrasında ABD’nin darbeden haberdar olmadığı
hareketin tam manasıyla Türkiye’nin iç meselelerinden dolayı yapıldığı ile alakalı
haberler veya değerlendirme makaleleri kendilerine yer bulmuştur. Burada, ister istemez
aklımıza gelen ilk soru darbe gerçekleştikten sonra MBK yöneticilerinin Türk basınına
müdahale edip etmediğidir. MBK’nin basın kurumlarına yapacakları haberlerden dolayı
etki edip etmediği hakkında bir belge bulunmadığı için kesin bir şekilde MBK basına
etki etti veya etmedi diyemeyiz. Türkiye basınında çıkan birçok haberde ABD’nin
yaklaşan askeri darbeden haberdar olmaması elçi Warren’e bağlanmıştır. Bunlara örnek
vermek gerekir ise, çoğunlukla DP iktidarına muhalif yazıların bulunduğu Akis
Dergisinin 9 Haziran 1960 günü çıkan sayısında “Amerika’nın Trajedisi” başlıklı bir
81
yazı olabilir. Türkiye’de görev yaptığı yıllar boyunca Akis Dergisi çevresi ABD
büyükelçisi F. Warren hakkında; DP’nin dostu, DP’yi ABD’ye yanlış tanıtıyor gibi
birçok eleştiri sunmuştur. Bahsi geçen yazının başında da bu eleştirilerin hatırlatılmıştır.
Yazının devamında Warren’i iş görmemezlik veya kasti olarak yolladığı raporları
saptırmakla suçlamıştır. “Bir Büyükelçinin burnunun dibinde cereyan eden hadiselerden
böylesine habersiz kalabileceğine inanmak hakikaten müşküldür. Kaldı ki Tahkikat
komisyonunun kurulmasının hemen akabinde bizzat Ekselans Warren’e Menderes’in
Türkiye’de rejimi değiştirdiği, on beş kişilik bir sivil cunta idaresi kurduğu, Türk
Milletinin böyle bir idareyi asla kabul etmeyeceği ve sonuna kadar uğraşacağı en açık
şekilde anlatılmıştır. Buna rağmen Ekselansın kendi Dışişleri bakanlığına bu derece
hatalı raporlar göndermesi dalalet değilse mutlaka gaflettir.” (Akis 9 Haziran 1960: 13).
Burada dikkat etmemiz gereken başka bir husus ise ordunun önde gelen
komutanlarının başta Genelkurmay başkanı Rüştü Eldelhun’un DP hükümetine olan
bağlılığı şaşırtma unsuru olarak ön plana çıkabilir. MBK hareketi, önce de belirttiğimiz
üzere, komuta kademesi dışında gelişmiş bir yapıya sahiptiler. En rütbeli askerler
Orgeneral Cemal Gürsel ve Tümgeneral Cemal Madanoğlu idi. Anlaşılan DP iktidarı da
Amerikan
büyükelçisi
de
komuta
kademesi
dışından
böylesi
bir
darbeyi
gerçekleştirebilecek bir yapının oluşması ihtimali üzerinde hiç durmamışlardır. Bahsi
geçen insanlar yaşadıkları süreç içerisinde Türkiye’nin çevresinde yaşanan darbeler
hakkında gerekli değerlendirmeyi yapamamışlardır. “ Ortadoğu ve Balkan bölgelerinde
yaşanan tüm bu hükümet darbelerinin ortak özellikleri bulunmaktadır: Ordunun genç
subayları tarafından planlanmış ve gerçekleştirilmişlerdir. Hükümet darbesini
gerçekleştirenler arasında kısa bir süre sonra baş gösteren anlaşmazlıklar kimi başarılı
kimi başarısız yeni darbe ve yeni darbe girişimleri ile sonuçlanmıştır. Amaç ülkeyi geri
kalmışlık sürecinden kurtaracak ekonomik ve sosyal reformları gerçekleştirmektir”
(Fırat 1997:19) 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren önemli isimlerden Sami Küçük, ABD
ile bir temas yapılıp yapılmadığı hakkında, “ Kesinkes yapılmadı. Küçük Rütbeliyiz
vesselam bir Kenan Evren durumunda değilsiniz ki Amerika’nın en büyüğünü çağırıp
konuşsanız!” MBK üyelerinden Orhan Erkanlı ise, “ Dış Kaynakların etkisi maalesef
askerler iktidarı ele aldıktan sonra gerçekleşmiştir” (Fırat 1997: 20) der.
82
Türkiye’de gerçekleşen darbede, ABD desteğinin olup olmadığı konusunda
farklı bir alandan bakmamız gerekir ise bu alan kesinlikle iktisadi ilişkiler olmalıdır.
Darbenin gerçekleşmesinden sonraki ikinci gün, ABD elçisi Warren ile Gürsel’in
yaptığı ilk görüşmede, Gürsel para talebinde bulunmuştu (FRUS 1951-1960: 845). Bu
talebin karşılığını 1960’ın darbe sonrasındaki günlerde ve 1961 yılı boyunca kat ve kat
aldığını görmekteyiz. David A. Baldwin Dış Yardım ve Amerikan Dış Politikası isimli
çalışmasında, “ Dış yardım, dış politika kapsamı içinde ele alınmalıdır. Dış yardım,
devlet yönetiminin en önde gelen tekniklerindendir. Başka bir değişle bu yolla bir ulus
öteki ulusları istediği yöne çekmeye çalışır. Dış yardımın başka bir amacı, dost
hükümetlerin iktidarda kalmalarına yardımcı olmaktır” der. (Yetkin 1995: 61)
DP iktidarının son günlerinde ABD yardımlarının azaldığı ve kimi araştırmacıya
göre siyasi bir manevradan daha çok bir blöf olarak, Menderes Sovyetler Birliği’ne bir
gezi düzenleyeceği bilinmektedir. 27 Mayıs öncesinde yaşanan Kongo, Küba ve
Endonezya’da meydana gelen değişimler kendileri ile beraber, bu ülkelerin dış
politikalarında da değişimler getirmiştir. 27 Mayıs hareketinin ABD karşıtı bir tavır
takınmamış olması ABD’nin söz konusu yardımları arttırarak, Türkiye’de kurulmuş
olan yeni rejimin Sovyetler Birliği karşısında güçlendirilmesinden taraf olduğunun da
göstergesidir denilebilir. Darbe sonrasında, MBK’nin Menderes döneminde kullanılan
sert, otoriter metotlarına karşı, daha demokratik metotlar kullanacağı ön görülmesi ABD
yöneticilerinde sempatisini kazanmasına yardımcı olmuştur diyebiliriz (Sander
1979:200). İlerleyen bölümlerde geniş olarak yer vereceğimiz, Warren’in mektubunda
Amerikalı bürokratların yeni rejime mesafeli yaklaştıklarının bunun nedeninin ise
MBK’nin özellikle dış politikada daha özgür hamleler yapma eğilimi içerisinde
bulunmalarıdır. ABD’li yöneticiler, MBK’nin genel tavırlarında Türkiye’yi, ABDNATO ve CENTO merkezli siyasetinden çıkarmak gibi bir düşüncelerinin olmadığını
değerlendirdiklerinden 1959’da imzalanan Türk- Amerikan anlaşmasının verdiği
müdahale hakkını kullanma ihtiyacı duymamışlardır diyebiliriz. Prof. Dr. Çetin
Yetkin’de Türkiye’de Askeri Darbeler ve Amerika isimli çalışmasında bu konuya atıfta
bulunmuştur. CIA Başkanlarından Allen Dulles’in Washington Post dergisine yazdığı
bir mektuptan alıntı yaparak Amerika’nın görüşünü bizlere aktarmaktadır. “Komünist
83
tehlikesi baş gösterdiği zaman yardım için yazılı bir davet bekleyemeyiz, biz gelmeli ve
yardım etmeliyiz” (Yetkin 1995: 73)
27 Mayıs öncesi Türkiye’de özellikle 1960 yılının Nisan ayında başlayan
olaylara ve MBK’nin iktidarı eline almasına, ABD’nin bir Komünist tehdit olarak
algılamadığı anlaşılmaktadır. Eğer ABD Türkiye’de yükselen siyasi tansiyonun
Komünist faaliyetler sonucu meydana geldiğini algılasaydı müdahale etme kararı
alabilirdi. Komünist faaliyet dışında ABD’nin onaylamadığı bir siyasal çizgiye yönelim
tehditti bulunması dahi ABD’nin Türkiye’deki askeri harekete müdahale etmesine bir
neden teşkil edebilirdi. Yukarıda da belirttiğimiz 1959 Türk–Amerikan ikili
anlaşmasında da olası bir karışıklık durumunda Türkiye’ye askeri müdahale hakkını
olduğunu bilmekteyiz. ABD’li yetkililerin, Türkiye’deki cunta yapılanmasından
haberdar olup olmadıkları ise bir başka problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Yukarıda
belirttiğimiz gibi MBK üyeleri bu konu hakkında verdikleri her demeçte ABD ile bir
bağlantılarının olmadığını söylemişlerdir. ABD’nin MBK hareketi ile bağlantısının
olmaması, cunta faaliyetlerinden de haberdar olmadığı anlamına gelmez. Orta Doğu’da
27 Mayıs öncesi gerçekleşen darbelerde, ABD’nin rolü yadsınamaz. Bu süreçte
Menderes yönetimi Orta Doğu’da gerçekleşen darbelerin arkasında muhtemelen,
Sovyetler Birliği yönetimi olduğu kanısındaydı (Seydi 2011:8). DP iktidarı olası bir
darbeden Amerikalılar tarafından uyarılmamışlarda olabilir. 27 Mayıs hareketi
içerisinde görev almış ve MBK üyesi olan Suphi Gürsoytrak; ABD’nin Türk ordusu
içerisinde en küçük birime dahi girdiğini belirtmiştir (Yetkin 1995: 71). Böylesine güçlü
bir istihbarat ağına sahip olan ABD’nin 27 Mayıs askeri darbesi öncesindeki
çalışmalardan haberdar olup olmadığı bilinmemektedir. Bu nedenle de elimize yeni
veriler geçene dek ABD’nin 27 Mayıs darbesinden önce haberdar olup olmadığını
DP’yi uyarıp uyarmadığı hakkında kesin bir yargıya ulaşamayız.
27 Mayıs askeri darbesinde ABD bağlantısının olup olmadığı en azından
ABD’nin haberdar olup olmadığı dönemin Türk basınında da tartışılmıştır. 10 Kasım
1961 tarihinde Ulus gazetesinde bir yazı dizisi başlar. Bu yazı dizisinde yazar Kamil
Bülent imzası kullanır. Yazı dizisinin adı ise “CIA- Amerikan İstihbarat Ajansı”dir.
Yazar yazı dizisinin 45. bölümünde İran’da Musaddık’a karşı ayaklananların Komünist
84
aleyhtarı çevreler oldukları49 için CIA tarafından desteklendiklerinden bahsederken, 49.
bölümde ise Mısır’da 1952’de Hür Subaylar tarafından50 gerçekleştirilen darbede de
Amerikalıların etkili olduğunu belirtmiştir. Bu yazı dizisinin bizim için en önem arz
eden noktası ise 30 ve 31. Sayılarında “CIA’nın İçyüzünün Öyküsü” isimli kitaptan bazı
alıntılar yapmış olmasıdır. Bu alıntıların birinde; “CIA Menderes’in zalimane idaresi
karşısında Türk ordusunda kaynaşma başladığını çok evvelden haber almış ve
Washington’a bildirmişti. İhtilalden bir hafta evvel Washington’a gönderilen
telgraflarda, hükümet darbesinin yakın olduğu belirtilmekteydi. CIA’nın yanıldığı tek
nokta Cemal Gürsel konusunda oldu. CIA, Kara Kuvvetleri komutanı olan Cemal
Gürsel’in politikadan tamamen uzak kaldığını hesaplarken, general ihtilalin liderliğini
üzerine alıyordu. CIA ‘nın Türk ihtilal hareketini evvelden öğrenmiş olması, CIA
düşmanlarının, Teşkilatın ihtilalde faal bir rol oynamış bulunduğunu düşünmelerine yol
açtı ” (Yetkin 1995: 75). Ulus gazetesinin yanı sıra, 27 Mayıs askeri darbesini başından
beri savunan Yön dergisinde de ABD’nin 27 Mayıs darbesinde bir payının olup
olmadığı “27 Mayıs ihtilalinde CIA’nın Parmağı Var mı?” başlıklı yazı dizisinde
tartışmaya açılmıştır (Yetkin 1995: 75). Türk basınından bu iki örnekten de anlaşılacağı
üzere Amerika’nın 27 Mayıs darbesiyle ilişki içerisinde olup olmadığı bir soru işareti
olarak kalmıştır.
Amerikalı bürokratlar, 27 Mayıs 1960 askeri darbesini büyük bir şaşkınlıkla
karşılamışlardır. Belgelerde yukarıda da bahsi geçtiği üzere elçi Warren’in darbe
öncesinde yaptığı bilgilendirmeler, merkezi yanıltmış olabilir. Bunun yanı sıra MBK
üyelerinin beyanatları da dikkat etmemiz gereken bir noktadır. MBK üyeleri verdikleri
demeçlerde Amerikalılar ile bir temasın olmadığı hakkında güvence verirken, Suphi
Gürsoytrak’ın aktarımına göre Türk ordusu ve istihbarat birimlerinde birçok Amerikan
haber kaynağının da bulunduğunu belirtmektedir. ABD’nin, Türk istihbarat teşkilatı
olan Türk Milli Emniyetinde51 oldukça etkili oldukları da bir gerçektir.
49
İran’da 19 Ağustos 1953 yılında Devlet Başkanı Muhammed Musaddık’a karşı yapılan darbe. Ayrıntılı
bilgi için bkz. Arıkan, Pınar (2016) “İran Musaddık ve Darbe” . Orsam. C 8. S 76. Sf. 19-21. Ankara.
50
1952 Yılında Suriye’de Kral Faruk’a karşı gerçekleştirilen darbe. Ayrıntılı Bilgi için bkz. Özdemir,
Ahmet Yusuf. (2016) “ 1952 Mısırda Hür Subaylar Darbesi”. Orsam. C 8. S 76. Sf. 33- 35. Ankara.
51
Türk İstihbarat Teşkilatı olan MİT’in önceki ismi. Ayrıntılı Bilgi İçin bkz. İlter Erdal.(2002) Milli
İstihbarat Teşkilatı Tarihçesi. Ankara: Mit Basım Evi.
85
Uğur Mumcu’nun 9 Nisan 1987 günü Cumhuriyet gazetesindeki yazısında DP
iktidarında Türk Milli Emniyeti Reisliğini görevini vekâleten sürdüren Ahmet Salih
Korur52’un Yassıada Mahkemesi Tutanaklarına geçen şu sözlerinde Amerikalıların Türk
İstihbaratındaki etkisi açık bir şekilde görülmektedir. Milli Emniyet Reisliğini vekaleten
sürdürdüğü 1957 yılında Ahmet Salih Korur, Amerikalı servis şefini makamına
çağırarak, “Hiçbir memurumuzla temas etmeyeceksiniz. Hiçbir memurumuza para
vermeyeceksiniz.” dediğini söyler ve kendi memurlarına da “ Siz benim
memurumsunuz. Amerikalılar ile alakanız yok.”Sureti katiyete Amerikalılardan para
almayacaksınız” Sözlerini sarf ettiğini mahkemede beyan eder. Mahkeme başkanı aynı
oturumda Adnan Menderes’inde savunmasını ister. Adnan Menderes’te Ahmet Salih
Korur’u doğrular. “Böyledir beyefendi. Yavaş yavaş yardımı kestik. Bizim servise
mensup olan memurlar, doğrudan doğruya Amerikalılardan para alıyorlar gibi vaziyete
düşmeyi önleyelim dedim.”(Cumhuriyet 9 Nisan 1987). Türk İstihbaratında bu kadar
etkili olan Amerika’nın 27 Mayıs hareketinden haberdar olup olmadığı elbette ki tüm
belgelerin açığa çıkmasıyla öğrenilecektir.
Darbeden önce planlanan Menderes’in Moskova gezisinden Washington
yönetiminin kendilerine danışılmış olmasına rağmen, bir rahatsızlıklarının olduğu
bilinmektedir. Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu’nun çabalarıyla gelişen bu sürecin,
NATO ve CENTO merkezli dış politika siyasetinden tam manasıyla çekilme manevrası
olmadığı bilinmelidir. Soğuk Savaş döneminde yumuşamanın başladığı dönemin
koşullarında Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile ilişki geliştirmeye çalışması doğaldır.
Menderes’in Moskova ziyareti dolayısıyla 27 Mayıs askeri darbesinin gerçekleştiğini
söylemek kolaycı bir yaklaşım olacaktır. Unutulmamalıdır ki Türkiye NATO ve
CENTO kapsamında Batılı devletler için sahip olduğu stratejik konumu itibari ile de
vazgeçilmezi oldukça zor bir müttefiktir. İleriki süreçlerde yeni belgelerin
araştırmacılara açılmasıyla belki de Amerika’nın 27 Mayıs darbesi öncesinde oynadığı
bir rolün olup olmadığı ne kadar etkili olup olmadığını öğreneceğimizi tahmin ediyoruz.
52
Ahmet Salih Korur (1905-1982). 1950 seçimleri sonrasında Başbakanlık Müsteşarlığı görevine
getirilmiş ve 27 Mayıs 1960’a kadar bu görevini sürdürmüştür. Ayrıntılı bilgi için bkz.
(https://www.mit.gov.tr/tarihce/ikinci_bolum_G3.html#korur . 05.04.2018 tarihinde erişildi.)
86
2.4. Darbe Sonrasında İlk Temas
MBK’nin Türkiye’de iktidarı geldiğinde yukarıda genel hatları ile bahsettiğimiz
bir dış politika mirası almıştır. Darbe’nin gerçekleştiği ilk saatlerde Washington ile
temas kurulması için darbeciler gerekli ayarlamaları yapmış olmakla birlikte darbe
bildirisinde ki NATO ve CENTO’ya bağlılık vurgusu ABD’li yöneticilere darbecilerin
anti Amerikancı bir tavır takınmadıklarının göstergesi olmuştur. 27 Mayıs sabahında
ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Warren Amerikan belgelerine göre gizli ve öncelikli notu
ile Washington’a bir telgraf yollamıştır. Elçi Warren telgrafında; Türk Silahlı
Kuvvetlerinin olağanüstü bir örgütlenme ile DP iktidarına karşı bir askeri darbe
gerçekleştirdiğinden bahseder ve darbeye karşı Türkiye’de bir muhalefetin olmadığını
belirtir. Ankara’da yaklaşık 50 kişinin öldüğünden bahseden elçi, darbecilerin ABD
karşıtı bir tavır içerisinde olmadıklarını, darbenin nedenlerini tamamen Türkiye’nin iç
politikasından dolayı gerçekleştiğini belirtir (FRUS 1958-1960:844). Warren’in
telgrafından da anlaşılacağı üzere darbe bildirisindeki NATO ve CENTO vurgusu
ABD’liler tarafından oldukça iyi karşılanmıştır. Amerikan elçisine göre darbe oldukça
iyi örgütlenen cuntacılar tarafından gerçekleştirilmiş olup, Ankara, İzmir ve İstanbul
gibi kentlerde askerler asayişi hızla sağlamışlardır. Burada dikkat çeken bir husus
Amerikan elçisinin Bayar, Koraltan ve dönemin Türk Genelkurmayının başkanı olan
Eldelhun’un tutuklandığından hızlı bir şekilde haberdar olmasıdır. Telgrafta Başbakan
Menderes’in durumu hakkında hiçbir bilgiye yer verilmemiştir. Darbeye karşı bir
organizasyon olmadığından bahseden elçinin bu kadar iyi bilgilendirmeyi MBK
tarafından mı edindiği bilinmemektedir.
Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Melih Esenbel 28 Mayıs 1960 günü, ABD
makamları ile temas sağlamaya çalışmıştır. Müsteşar Yardımcısı Dillion’a Türkiye’nin
bütün mevcut yükümlülüklerini yerine getirmeyi amaçladığını bildirir (FRUS 19581960:844). Elçi Warren’in yolladığı telgraftan sonra Türkiye Büyükelçisi de
gerçekleştirilen darbenin ABD karşıtı bir tavra sahip olmadığını, Türkiye’deki yeni
iktidar sahiplerinin geçmişte yapılmış olan tüm anlaşmalara da sadık kalmaya çaba
gösterecekleri teminatı da verilmiştir. Darbeyi yapanlar ABD karşıtı bir hareket
olmadıklarını sıklıkla dile getirme gereksinimi duymuşlardır.
87
Esenbel’in Amerikan makamları ile iletişime geçmeye çalıştığı 28 Mayıs 1960
tarihinde Amerikan elçi F. Warren MBK Başkanı Gürsel tarafından Genelkurmay’a
davet edilmiştir. Bu görüşme Amerika’nın Türkiye’deki en büyük temsil makamının
yeni iktidarla yaptığı ilk görüşmesidir. Görüşmeye Sarper’le birlikte katılan Warren,
Cemal Gürsel hakkında, “Kendisini daha önce görmüştüm ama yakından tanımıyordum.
Türkleri iyi tanımayan biri onu Alman sanabilir. Yavaş konuştu, akla uygun şeyler
söyledi, dikkatli konuşmaya özen gösterdi. Daveti arkadaşçaydı ve bu şartlar içerisinde
beklenebilecek her türlü misafirperverliği gösterdi. ”görüşlerini belirttikten sonra,
darbenin oldukça başarılı bir sonuç aldığından bahseden Warren, bu konuda Cemal
Gürsel’i tebrik eder. Görüşme sırasında Warren bu görüşmenin gayri resmi bir görüşme
olduğunu belirtme ihtiyacı duymuştur (FRUS 1958 1960: 845). Gürsel görüşmede,
askeri darbenin neden yapıldığı hakkında geniş bilgiler verir. Elçi Warren, kariyerinde
Türkiye’den önce görev yaptığı Latin Amerika ülkelerinde gerçekleşen darbelerden
sonra yaşanan süreçler hakkında Gürsel’i bilgilendirir ve darbenin Amerika ve İngiltere
başta olmak üzere Batılı devletler tarafından nasıl karşılanabileceği hakkında kesin bir
görüşünün olmadığını belirtir. Warren yaşanan askeri darbenin ABD Kongresinde
Türkiye’ye ekonomik yardımlar hususunda olumlu bir sonuç yaratmayabileceğini de
belirtir. Gürsel, Warren ve Sarper’in yaptığı bu ilk görüşme, Warren’in de baştan
belirttiği gibi gayri resmi bir görüşme olduğundan kısa sürmüştür. Bu görüşmenin asıl
niteliği karşılıklı olarak iki tarafından birbirinin nabzını yoklamış olmasıdır. Askeri
darbe sonrasında bürokratik makamlar içerisinde yaşanan ilk temaslar bunlardır.
Yaşanan bu temastan sonra, ABD, Türkiye’deki yeni iktidarı tanımadan önce, 31
Mayıs 1960 ve 8 Haziran 1960 günlerinde, ABD başkanına dış politika, strateji ve ABD
güvenliği konularında danışmanlık yapan ABD Güvenlik Konseyi53 iki toplantı
gerçekleştirmiştir. Bu toplantıların notlarında Türkiye’de yaşanan askeri darbe sürecinin
nasıl gerçekleştiği ve sonrasında ABD’nin atacağı adımlar hakkında önemli veriler
bulunmaktadır. İlk toplantıda CIA yetkilisi Robert Amory Türkiye’de gerçekleşen darbe
hakkında şu değerlendirmelerde bulunur; “ Darbe İstanbul’daki Harp Okulu üyeleri
tarafından aylardan beri planlanmaktaymış. Değişikliğin ardındaki güçler kıdemli
53
Ayrıntılı bilgi için bkz. Erhan, Çağrı .(2001) ABD’nin Ulusal Güvenlik Anlayışı .Ankara : “ Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Dergisi”. S. 56. C. 4. Sf. 77-93.
88
subayları son anda devreye sokan genç subaylardır. Genç Subaylar Menderes’in
muhalefeti yok etmesine karşı çıkıyorlardı.
İnönü darbenin aktif bir yürütücüsü
değildir, ama kendisi ile fikir alışverişi olabilir. Tutuklu bulunan hükümet üyeleri
yargılanabilir ama görülen cezalandırmada kanlı bir yola girilmeyecektir. Askeri
yönetime dikkate değer bir karşı muhalefet olmadı fakat Kürtler, mevcut karışıklıktan
yararlanmak üzere herhangi bir ayaklanma girişimde bulunabilirler.
Yeni kurulan
hükümet sağlam, dengeli, iktidara hakim görünmektedir.”. Amory’in yaptığı
değerlendirmeye göre, darbe İstanbul Harp akademisi öğrencileri tarafından
tasarlanmıştır. Bahsi geçen bu süreçte, Sovyetler Birliği destekli Türkiye içerisinde bir
Kürt milliyetçi ayaklanmasından endişe duyulmuşsa da bu gerçekleşmemiştir. Toplantı
notunun sonunda Türkiye’deki yeni iktidarın Batı ittifakı içerisinde kalacağına
inanıldığıyla alakalı bir değerlendirme bulunmaktadır. (FRUS 1958-1960: 848-849).
Amerika’nın Türkiye’deki askeri rejimi tanımadan 2 gün öncesinde yani 8
Haziran 1960 günü yapılan ABD Ulusal Güvenlik Konseyi toplantı notunda
Türkiye’deki yeni rejimin Sovyetler Birliği tehdidi altında bulunduğuna dikkat
çekilmiştir. Sovyetler Birliği’nin Cemal Gürsel’i Moskova’ya davet etmesi bu tehdide
delil olarak gösterilmiştir. Sovyet yöneticilerin, girişimleri karşısında Selim Sarper’in
bizzat yeni Türk iktidarı ile ABD’nin işbirliği içerisinde olduğu konusunda ABD’li
yetkililerden bir destek mesajı yayınlamasının iyi olacağını talep ettiği de görülmektedir
(FRUS 1958- 1960: 849). Darbe’nin ilk saatinden itibaren cuntacılar NATO ve CENTO
vurgusu yapmışlar ve verdikleri her demeçte Batı İttifakına karşı Türkiye’nin
tutumunun değişmeyeceğini vurgulamalarına rağmen, ABD Türkiye’deki yeni iktidara
ilk günlerde mesafeli davranmışlardır.
ABD Türkiye’deki yeni iktidarı 11 Haziran 1960 günü Başkan Eisenhower
tarafından yayınlanan mesajla resmen tanımıştır. Eisenhower’ın açıklama mektubundan
önce, belgeye ABD Dışişleri Bakanı Herter’in imzası bulunan bir not bulunmaktadır.
Notta Herter Türkiye’deki yeni iktidarın resmen tanınmasının Selim Sarper tarafından
istendiğini belirtir. Bu istek gerçekleştirilir ise Sarper’in yeni hükümette karşı
konumunun güçlendirileceğinden bahseder (FRUS 1958-1960: 850). Selim Sarper’in
talep ettiği destek mesajı sonrasında resmi tanımanın gelmesi Türk diplomatın,
89
Amerikan bürokrasisinde ve ne kadar etkili bir şahıs olduğunun göstergesidir. Sarper bir
yandan kurulan yeni Türk hükümetinin ABD tarafından tanınıp, Sovyetler Birliği
karşısında Türkiye’nin ABD desteğinden yoksun olmadığını göstermeye çalışırken, bir
yandan da Hükümet içerisindeki konumunu güçlendirmeye çalışmıştır. Eisenhower’in
tebrik mesajına; Askeri hükümetin, iktidarı eline geçirdiği günden itibaren en kısa
sürede seçimleri yapıp iktidarı sivillere devredeceğini söylenmesinin Türkiye’nin tüm
dostları tarafından memnuiyetle karşılandığı belirterek başlar. Türkiye’deki yeni
iktidarın NATO ve CENTO’ya bağlılığını bildirmesinin büyük bir memnuiyet kaynağı
olduğunu belirten başkan Eisenhower, devam eden süreçte Türkiye ile Amerikan
ilişkilerinin kardeşlik ve iş birliği çerçevesinde yürütüleceği hakkında teminat verir
(FRUS 1958- 1960: 58-60). Amerika ile birlikte aynı gün İran, İngiltere, Fransa ve
Pakistan yeni Türk hükümetini tanıdıklarını açıklamışlardır (Tercüman 11 Haziran
1960).
Türkiye’de askeri darbeyi gerçekleştiren cuntacılar, başarılı oldukları anda
itibaren, ABD ile iletişim kurmuşlardır. Elçi Warren’in Washington’a yolladığı ilk
telgraftan da anlaşıldığı üzere daha Başbakan Menderes tutuklanmadan önce MBK
üyeleri tarafından bilgilendirilmiştir. Darbecilerin bildirisinde NATO ve CENTO’ya
bağlılık vurgusunun yapılması, darbe karşısında, Batılı müttefiklerin oluşturabilecekleri
çeşitli ön yargıların önüne geçilmesini sağlamıştır. ABD Ulusal Güvenlik Konseyinin
yapmış
olduğu
değerlendirmelerde
darbeciler
hakkında,
bazı
yanlış
değerlendirmelerinin olmasının yanında Türkiye’nin Sovyetler Birliği eksenine kayma
ihtimalinin olmadığını hakkındaki görüşlerinde haklı çıkmışlardır. Sovyetler Birliği’nin
darbe sonrası atabileceği adımlara karşı Selim Sarper’in de önerisi üzerine ABD
Türkiye’de yeni kurulan hükümeti 11 Haziran 1960 günü tanımıştır. Türkiye’deki yeni
iktidarın 15 günlük bir süreç sonrası resmen tanımış olması da bir çekingenliğin
göstergesidir. MBK’nin en büyük amaçları DP’yi devirmekti. Tam anlamıyla bir gizlilik
ile bu amacı gerçekleştirdiklerinden ABD’nin bu konuda geç kalmasının nedeni olarak
anlaşılabilir. Bahsi geçen şaşkınlık ve çekingenlik süreci, 15 günlük bir zaman
diliminde sona ermiş, Türk–Amerikan ilişkilerine Türkiye’deki darbe müttefiklik
ilişkileri bağlamında hiç bir zarar vermemiştir.
90
2.5. ABD Basınında 27 Mayıs Askeri Darbesine İlk Tepkiler
Bir NATO üyesi olup, Batının bir parçası olan Türkiye’de gerçekleşen askeri bir
darbe ABD basını tarafından da oldukça şaşırtıcı bir etki yaratmıştır. Darbe öncesinden
itibaren bakıldığında ABD basını Türkiye’de yaşanan siyasal olayları oldukça yakından
takip etmekteydi. Türkiye’de yükselen ve gerginleşen siyasal ortam ile alakalı
Amerikan basınında sıkça haberler çıkıyor, değerlendirmeler yapılıyordu. Amerikan
basınının söz konusu olan bu ilgisi Nisan 1960’da Türkiye’de yaşanan gelişmelerden
dolayı yükselmiştir. The New York Times gazetesinin 23 Nisan 1960’dan 3 Mayıs
1960’a
kadar
olan
sayılarında
Türkiye’de
yaşanan
olaylarla
alakalı
çeşitli
değerlendirmeler bulunmaktaydı. Bunlar genel olarak Başbakan Menderes’in muhalif
kesimlere karşı baskı kurmasının yanlışlığı bu yanlışı sürdürür ise muhaliflerin şiddete
başvurabilecekleri ve İnönü’nün Anadolu gezisi sırasında politikadan uzak duran, Türk
ordusunu politikaya çekmesinin olası bir sonucu olarak askeri bir darbenin gerçekleşip
gerçekleşmeyeceği hakkındadır (Sander 1979:199).
Gazetede yapılan değerlendirmelere göre Amerika Türkiye’de gerçekleşecek bir
askeri darbe karşısında müdahaleci bir tavır yerine Güney Kore’de Syngman Rhee’e
karşı gerçekleşen darbede de olduğu gibi olayların iyiye gitmesi için bekleyecektir. 28
Mayıs 1960 günü çıkan The New York Times gazetesinde editör A.H. Sulzberger’in
imzasını taşıyan değerlendirme makalesi Amerikan basının Türkiye’deki askeri darbeye
karşı bakış açısını anlamamız için bize ipuçları sunmaktadır. “Güçlü Komünizm karşıtı
tutumunu sürdürecek olan yeni yönetim NATO ve CENTO’ya bağlı olduğunu ilan
etmiştir. Ayrıca Diktatörlük kurma hevesinde olmadıklarını ve en kısa zamanda özgür
seçimlerin yapılanacağını belirtmişlerdir”(The New York Times 28 Mayıs 1960). Bu
alıntıdan anlaşılacağı üzere ABD Basınının, Türkiye’de gerçekleşen darbeye bakışı
MBK’nin ileri ki süreçte Sovyetler Birliği’ne karşı takınacağı tutuma göre
şekillenecektir.
Times dergisinin darbeden bir hafta sonra okurlarına sunduğu değerlendirmede
cuntacıların nedenlerini paylaşmakla beraber, MBK’nin bir kurtarıcı olarak ortaya
çıktığını belirtmektedir. “Menderes, eleştiri kurumunu kısıtlar ve eski cumhurbaşkanı
91
olan İsmet İnönü’nün başkanlığındaki muhalif CHP’yi durdurmadan rahatsız ederken,
ordunun genç subayları da bütün bu hareketleri gittikçe artan bir huzursuzluk içinde
seyretmekteydiler. General Gürsel, iktidara gelince Menderes’in koyduğu bütün
kısıtlamacı tedbirleri kaldırmak için şevkle çalışmaya başladı” (The New York Times 6
Haziran 1960).
ABD basınını etkileyen bir demeçte Cemal Gürsel tarafından verilmiştir.17
Haziran 1960 günü Cemal Gürsel’in Milliyet gazetesinde yayınlanan ve Amerikan AP
ajansına verdiği demeçte de NATO vurgusu yaparak, Amerikalılara mesaj vermiştir. “
Kanaatimize göre sadece Türkiye’yi değil, aynı zamanda NATO müttefiklerimizin sağ
kanadını da kurtardık” der (Milliyet 17 Haziran 1960). Çalışmanın önceki bölümlerinde
paylaştığımız gibi DP dış politikasında NATO’nun Büyük Okyanus’tan Asya’ya kadar
ulaşan bir savunma paktı olması için büyük çabalar sarf etmişti. Yeni iktidar sahipleri
ise meşruluklarını kabullendirmek için Amerikalılara, NATO’nun tehlikeye düştüğünü
bir nevi darbenin NATO’yu kurtardığını söylemişlerdir.
Menderes hükümeti 1959 yılı yılı itibari ile ABD gazeteleri tarafından yakından
değerlendirilmiş, darbe gerçekleşme ihtimali göz önünde bulundurulmamasına rağmen
DP’nin izlediği yolun yanlış olduğu değerlendirilmesi yapılmıştır. Darbenin
gerçekleşmesi sonrasında ise MBK’nin NATO ve CENTO’ya bağlı kalma tavrı takdir
edilmiştir. ABD basınına göre sadece Türkiye’de aktörler değişmiştir. Yeni Türkiye
iktidarının dış politikada NATO – ABD ekseninden çıkmayacağı değerlendirilmelerinin
yapılmış olması ABD’nin Orta Doğu politikasının çökmesi veya NATO’nun sağ
kanadının olası bir Sovyetler Birliği eksenine kayma ihtimalinin bulunmaması ABD’yi
rahatlatmıştır. ABD’nin resmi olarak Türkiye’deki yeni iktidarı tanıması, ABD
medyasında var olan soru işaretlerini de silip atmıştır.
III. BÖLÜM
3. MBK DÖNEMİNDE İKİLİ İLİŞKİLER
3.1. MBK-ABD İlişkileri
3.1.1. ABD Arşiv Belgelerine Göre Darbe Sonrasında Türk-ABD İlişkileri
Gürsel hükümetinin resmen tanınması sonrasında, ABD arşiv belgelerinde
Türkiye ile ilgili ilk belge, 19 Haziran 1960 tarihlidir. Bu belge CIA’in MBK hakkında
ki bir değerlendirme raporudur. Raporun başlığı ise “Türkiye’nin Kısa Vadedeki
Geleceği” dir. Rapor CIA çalışanları tarafından sunulduğu güne kadar ki süreçte
yaşanan olayların olası sonuçlarını değerlendirmek amacıyla kaleme alınmıştır. Raporda
CIA, MBK’nin, devam eden süreçte; “Türkiye’de MBK’nin Nasır rejimine benzer bir
askeri rejim kurmayacak” değerlendirmesi yapmaktadır. Bunun nedeni elbette ki
MBK’nin, iktidara geldiği ilk günden beri, uygun koşullar sağlandığında seçimle
iktidarın sivillere devredileceği hakkında demeçler vermiş olmasıdır. CIA çalışanları,
MBK’nin Türkiye’de askeri alanda bir tasfiye yapma ihtimalinden bahsetmişlerdir. Bu
tasfiye gerçekleşirse Türk ordusunun kapasitesinde bir azalma yaşanmayacağı
değerlendirmesi rapora not düşülmüştür. Türk ordusunda Amerikalıların tahmin ettiği
bir tasfiye işlemi yaşanmıştır. Bu tasfiyenin nedeni ise, ordu komuta kademesindeki
yığılmadır. Birçok üst rütbeli asker emekliye sevk edilince EMİNSU54 isimli derneği
kurmuşlardır (FRUS 1958-1960: 857).
54
EMİNSU: Emekli İnkılap Subayları Derneği. MBK Döneminde Askeri tasfiye için bkz. Özdağ, Ümit
(1997). Menderes Döneminde Ordu- Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali. İstanbul: Boyut Kitapları.
93
CIA yetkililerinin yazdığı raporda MBK’nin dış politikada geliştirebileceği
yaklaşımlarla alakalı olarak uzun bir paragraf değerlendirme yapıldığı görülmekte.
MBK Türkiye’de iktidara geldikten sonra ekonomik ve siyasi nedenlerden dolayı
Güney Kore’de görev yapan Türk tugayındaki asker sayısında küçülmeye gitmiştir.
Rapordaki değerlendirme de Güney Kore tugayındaki değişiklik Gürsel hükümetinin,
Menderes hükümetine nazaran dış politikada daha bağımsız ve ABD etkilerine daha
kapalı bir yol izleme eğiliminden dolayı yapıldığı söylenmektedir (FRUS 1958-1960:
857) .
Türkiye, 17 Eylül 1950 günü Kore55’de bulunan çatışmalı ortamı ortadan
kaldırabilmek amacıyla müttefik devletlerle birlikte Kore’ye asker yollamıştır. Savaşın
sona ermesiyle de Kore’de bir Türk tugayı barışın koruması için, BM çatısı altında
Kore’de kalmıştır. 1960 Mayıs’ında askeri darbe gerçekleşene kadar da Türk Askeri
Kore’de bir tugay olarak BM barış gücü sıfatıyla görev yapmıştır. Darbe sonrasında,
Kore’deki Türk tugayında küçülme yaşandığında ABD’li bir gazeteci MBK sözcüsüne
“Kore’deki Türk tugayının bir bölüğe indirilmesi kararı, Hariciye tarafından
Amerikalılara bildirilmiş midir?” sorusunu yöneltir. MBK sözcüsü, bu soruya “ Evet,
Amerikalılar bunu iyi karşıladılar” cevabını verir. Gazeteci, Kore’de askeri bulunan
diğer ülkeleri kast ederek, bir bölükle katılan başka ülke olup olmadığını sorar. MBK
sözcüsünün bu soruya yanıtı şu şekilde olmuştur; “ Yunanistan, Siyam, Filipinler ve
Hollanda hiç asker bulundurmamakta, Fransa üç kişi ile temsil edilmektedir. Amerika
başlarda beş tümen bulunduruyorken, tümen sayısını ikiye indirdi. Biz ise 5500 kişilik
bir tugayla başladık ve bu böyle gitti. Konuyu Kore Kuvvetleri Komutanı ve BM Genel
sekreteri ile de görüştük”. Amerikalılar tarafından yukarıdaki belge de bahsi geçtiği
üzere Türkiye’nin Kore Tugayı hakkında yaptığı çalışma özellikle de Eisenhower’ın
Kore’yi ziyaret edeceği bir zamanda yapılmış olması soru işaretlerine neden olur
(Akalın 1999: 170). Ancak Kore tugayı hakkında yapılan değerlendirmeden önce bu
mesele ile ilgili CIA raporunda, Türkiye’nin, batı ittifakı ile olan bağlarından ödün
vermeyeceği, ekonomik alanda yaşanacak olan gelişmeler sayesinde, Türk-ABD
ilişkilerinin iyi yönde gelişebileceği hakkında görüş bildirilmiştir. Sovyetler Birliği’nin,
55
Kore Savaşıyla alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Tuğtan Mehmet Ali (drl).(2013). Kore Savaşı Uzak
Savaşın Askerleri. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
94
darbeden dolayı ortaya çıkan koşullardan yararlanmaya çalışmasına rağmen MBK’nin
en fazla Menderes hükümetinin Sovyetler Birliği’ne yaklaştığı kadar yaklaşacağı
değerlendirmesi rapor da yer almıştır (FRUS 1958-1960: 857).
CIA, yaptığı değerlendirmede Türkiye’nin yeni iktidar sahiplerinin Menderes
hükümetlerine göre daha farklı bir dış politika izleyeceği değerlendirmesi yaptığını
görmekteyiz. MBK’nin, daha bağımsız bir dış politika izleme eğilimi ABD’liler
tarafından da yapılan değerlendirme de dile getirilmiştir. İlk temasın başladığı, 28
Mayıs 1960 gününden itibaren ABD’li yetkililer, yeni Türk iktidarına karşı tedbirli bir
şekilde yaklaşmışlardır. MBK’nin, Batı ittifakından kopmak gibi bir yöneliminin
olmadığını kabul etmelerine rağmen MBK üyelerinin bağımsız dış politika takip etme
arzusu ABD’nin tedbirli yaklaşmasına neden olmuştur.
ABD, MBK iktidarını tanıdıktan iki ay sonra 11 Ağustos 1960’da ABD elçisi
Warren, Türkiye’de darbe sonrasında yaşanan süreç hakkında geniş değerlendirmelere
yer verdiği bir mektup kaleme almıştır. Warren tarafından yazılan bu mektup, ABD’li
bir bürokratın, Türkiye’de yaşananlara bakış açısını sunmakla kalmayıp, yaptığı
değerlendirmeler sayesinde dönemin Türk-ABD ilişkileri hakkında bize ipuçları
sunmaktadır. Elçi Warren, mektubuna 28 Mayıs 1960 günü görüştüğü Selim Sarper’in,
Cemal Gürsel hakkında yaptığı değerlendirmenin, hatalı olduğu görüşünü belirterek
başlar. Sarper, Amerikalı elçinin aktarımına göre Gürsel’e parlak bir beyine sahip değil
demiştir. Warren, iki aylık süreç sonrasında, Sarper’in bu değerlendirmesine karşı
çıkarak, Gürsel’in gerçek bir lider olduğundan bahsedip bir devlet başkanı gibi hareket
ettiğinden söz etmektedir. Yaşanan süreç içerisinde MBK’nin oldukça zor bir görev
üstlenen genç subaylardan oluşmuş bir kurum olduğundan bahseden Warren’e göre,
MBK’nin Gürsel’den sonra ki en önemli üyesi Albay Alparslan Türkeş’tir (FRUS 19581960: 869). Warren ’in değerlendirmesine bakıldığında, bakan Sarper’in ABD’li
bürokratlar üzerindeki etkisinin ne kadar büyük olduğu anlaşılmaktadır. Sarper’in
darbenin ilk günlerinde yapmış olduğu girişimler, MBK ile alakalı vermiş olduğu
bilgiler Amerika’nın komiteye bakış açısını kısa bir süre zarfında da olsa etki altına
aldığını söylemek yanlış olmaz.
95
Warren ‘in mektubunda, dikkat çeken diğer bir değerlendirmesi ise Gürsel
hükümeti ile alakalı olandır. Warren, kabine üyelerinin alanlarında başarılı kimseler
olduklarına dikkat çekerek, ortalamanın üzerinde bir kabine yorumunu yapmıştır.
Kabine içerisinde “sağlıksız” olarak nitelendirdiği kişilerin de bulunduğundan bahseden
Warren, Daniş Koper ve Cihat İren isimlerini üzerinde durarak, bu iki ismin iyi birer
ABD dostu ve hayranı olduklarından bahseder. Hükümetin karşısında başarması zor
işler olduğundan bahseden Warren, bu işleri; Yeni Anayasa, eski iktidarın yargılanması,
toprak reformu, okuma yazma seferberliği, iktisadi saha da yapılması gereken planlama
olarak sıralamıştır. Kurulan hükümetin, ABD’ye dost bir hükümet olduğunu belirten
Warren, Gürsel hükümeti ile Menderes Hükümeti’ni de kıyaslamıştır (FRUS 19581960: 869) Elçi Warren ’in aktardıklarına bakıldığında, darbenin gerçekleşmesinden bir
buçuk ay geçmesine rağmen darbenin asıl nedenlerini kavrayamadığını görmekteyiz.
Warren CHP’nin darbeden sorumlu olduğunun yanı sıra kurulan geçici hükümette de
etkisinin fazla olduğunu belirtir.
Warren mektubunda Türkiye’nin bu yeni süreçte mali yardıma çok ihtiyacı
olduğundan bahseder. “Gürsel hükümeti, vermeye kendimizi hazırlandığımızdan daha
fazla yardıma ihtiyaç duyduğunu söylerse ki öyle yapacağını sanıyorum, elimizden ne
kadarı gelir?” sorusunu Washington’a yöneltmiştir (FRUS 1957-1960: 870). Elçinin
kurduğu cümledeki çaresizliğin nedeni Sovyetler Birliği’nin 500 milyon dolarlık düşük
faizli bir kredi vermek amacıyla Türkiye ile temasa geçmiş olmasıdır. Söz konusu faiz
ile verilen borç miktarı gerçekten de Gürsel hükümetinin geri çevirmekten zorlanacağı
bir miktardır. Darbe’nin gerçekleştiği gece, memur maaşlarını ödeyemeyecek kadar zor
durumda olan bir hazine devir alan MBK bu sorunun halledilmesi için her fırsatı
değerlendirmek zorundaydı. Elçi Warren’de ABD’nin geçmiş tecrübelerine atıfta
bulunarak, Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nden ekonomik yardım almasını kendileri için
bir yenilgi olacağını belirtmiştir. Gürsel hükümetinin olası bir devrilme durumunda
olabilecekler hakkında kesin bir yargıya varılamayacağını söyleyen Amerikan elçisi,
böylesi bir durumdan Sovyetler Birliği’nin yararlanmasının, batı dünyasının
yararlanmasından daha kolay olacağını söyler. Müttefiklerin, Gürsel hükümetine karşı
anlayışlı olması gerektiğini belirten Warren, Menderes hükümetiyle kurulan ilişkilerin,
Gürsel hükümetiyle de kurulması gerektiğini belirtmiştir (FRUS 1957-1960: 870).
96
Warren yaptığı değerlendirmede Türkiye’nin ekonomik bunalımının Sovyetler
Birliği tarafından kullanılmaya açık olduğuna dikkat çekerek Batı dünyasının,
Türkiye’ye belki de en fazla destek vermesi gereken zamanın şimdi olduğunu
Washington yönetimine anlatmaya çalışmaktadır. Cemal Gürsel’in Resmi Gazetede
bulunan bir demecinde Amerika’ya karşı açık bir mesaj verdiğini görmekteyiz. Gürsel
gazetede, “ Birçok yerlerden bana avuç dolusu yardım teklifleri geliyor. Ama bu
yardımı Amerika’nın yapması daha iyi olur zannediyorum.” (Resmi Gazete 23 Temmuz
1960) demecini vererek Amerika’yı uyarmaktadır. Gürsel’in demecinde ki “birçok”
yerden kastı anlaşılacağı üzere Sovyetler Birliği’dir. Türkiye’ye kredi sağlamak isteyen
Sovyetler Birliği, Warren tarafından bir tehdit olarak algılanmaktadır.
Elçi Warren, mektubunun devamında, Türkiye’nin darbeden sonraki siyasal
yaşamına dair de değerlendirmelerde bulunmuştur. Kariyerinde birçok darbeye şahitlik
etmiş olan elçi, Türkiye’deki askeri darbe sonrasında gelişen siyasal yaşam hakkında ki
düşüncelerini “Aydınlar ve askerler arasında Menderes’e ve DP önde gelenlerine
beslenen kinin bir benzerini dünyanın hiçbir yerinden görmedim” (FRUS 1957-1960:
870) sözleri ile Washington’a aktarmaya çalışmıştır. Başka koşullarda tarafsız ve ılımlı
yargılamadan yana olacak kişilerin Menderes, Polatkan, Bayar, Koraltan ve Zorlu’nun
idamından yana dolduklarını bu ruh halinin devrimci duygulardan daha ileri olduğunu
söylemiştir. MBK’nin darbe nedenlerine bakıldığında öne çıkan argümanlarından
birinin DP iktidarının basını sindirmeye yönelik faaliyetleri olduğunu görmekteyiz.
Warren mektubunda, DP yanlısı on dört gazetecinin mahkûm edildiğinden bahsederek,
Gürsel hükümetinin DP Hükümeti kadar baskıcı olduğunu belirtmiştir (FRUS 19571960: 870). 11 Ağustos 1960 günü Warren tarafından, Washington’a yollanan bu
mektup ABD’nin Türkiye politikasının oluşturulmasında etken olmuştur. Amerika’nın
yeni Türk yönetime karşı izlenecek yeni dış politikanın temel hatlarını 5 Ekim 1960
günü tarihli Ulusal Güvenlik Konseyi’nin 461. oturumunda belirlenmiştir (FRUS 19581960: 884-887).
Toplantıda, ABD’nin darbe sonrasında iktidarı eline alan yeni rejimin karşısında
ki temel sorunu olarak Gürsel Hükümeti’nin ABD ve NATO’ya iş birliğinin önceki
hükümete göre nasıl olacağı çıkmıştır. Darbeden sonra yaşanılan sürece bakıldığında,
97
Gürsel hükümetinin, ABD ile temel işbirliğini sürdürme taraftarı olduğu ancak
Menderes hükümetinden farklı olarak, ülke çıkarları konusunda daha bağımsız
davranacağın hakkında bir değerlendirme yapılmıştır. Hükümet değişikliğinin ABD ve
OECD ülkeleri açısından bir fırsat olabileceği belirtilmiştir. Yeni hükümetin, ülke
içerisinde yapacağı yatırımlar konusunda, Eylül 1960’da OEEC ve IMF ile Türkiye
arasında yapılan anlaşma göz önüne alınarak, yeni bir istikrar rejimi oluşturulabileceği
belirtilmiştir. Türkiye’nin AET üyeliği konusunda da yardımcı olacak bu hamle
ABD’nin çıkarları doğrultusunda değerlendirildiğinde oldukça yararlı görülmektedir.
Şöyle ki, eğer Türkiye bahsi geçen bu süreçten istikrarlı bir büyüme ile çıkarsa Doğu
Bloğunun pazarlarına bağımlı hale gelme tehlikesinden uzaklaşacak bu sayede
Sovyetler Birliği’nin mevcut tehlikesinden bir adım daha uzaklaşabilecektir (FRUS
1958- 1960: 888).
Ekonomik temelde yapılan bu değerlendirmelerin yanı sıra Türkiye’nin,
Sovyetler Birliği’nin komünizm tehlikesinden uzaklaştırılması, yıkıcı faaliyetlere
direnme kabiliyetinin arttırılması, NATO ve CENTO’yla geliştireceği ilişkilere
bağlanmaktadır. Türkiye NATO ve CENTO ile işbirliğini arttırdıkça Türk Silahlı
Kuvvetlerine yapılacak yardım miktarı artacak böylece Türkiye’nin Sovyetler Birliği
karşısında
manevra
kabiliyeti
yükselecektir.
Türkiye’nin
böylesi
bir
eksene
yönlendirilmek istenmesinin yanı sıra, ülke içerisindeki komünist faaliyetlere karşıda
sıkı bir denetim kurması gerektiği raporda yer almıştır (FRUS 1958-1960: 889).
Türkiye’nin büyüyen askeri potansiyeli de göz önüne alınarak bu potansiyelin
güçlendirilmesi için doğru ekonomik yatırımlara yöneltilmesi ABD tarafından bir görev
olarak sahiplenilmiştir. Rapor Türkiye’ye karşı izlenecek ABD politikasını belirlerken,
bir bakımdan da Gürsel iktidarının, ülke yönetiminde neler yapması gerektiği hakkında
da hedefler belirlemektedir. ABD’nin, söz konusu tavrı yeni hükümeti dolaylı yoldan da
olsa kendi istediği dış politika eksenine çekme eğiliminden kaynaklanmaktadır.
ABD, DP iktidarı döneminde olduğu gibi dış politikasında kendisini uygun
gördüğü hamlelerde bulunan bir Türkiye tercih etmektedir. Sovyetler Birliği, Türkiye
ilişkileri haricinde, diğer dış politika meselelerinde de ABD eksenine çekilmek
istenmiştir. ABD’li diplomatın, Kıbrıs sorunu hakkında yaptığı değerlendirme, bu
98
yönelimin güzel bir göstergesidir. Kıbrıs konusundaki Türk–Yunan anlaşmazlığına hem
iki ülkenin ilişkilerine, hem de Batılı devletlerin çıkarlarına ters düşmeyecek bir
çözümün bulunması için Türkiye’nin yönlendirilmesi gerektiği raporda yer almıştır.
Buradan anlaşılacağı üzere Amerika’nın Kıbrıs sorununa bakış açısı her iki taraf için
adil ve hakkaniyetli bir çözümden daha çok NATO kapsamındaki ülkelerin
çoğunluğunun çıkarına göre bir çözümden yanadır. ABD’nin kendi çıkarlarını göz
etmesinden dolayı bu anlayışla karşılanacak bir durumdur. Amerika Kıbrıs’ta bir
çözümden yanadır ancak Türkiye’nin çıkarının korunması noktasında tarafsız bir
yaklaşım sergilemekteyken ABD’nin Türkiye’den beklentisi kendi çıkarını korumasıdır.
ABD raporunda yer alan Kıbrıs konusundaki görevin yanı sıra Türkiye’ye Orta Doğu ile
alakalı birçok görev düşmektedir. Raporda Türkiye’nin İsrail ve İran ile iyi ilişkiler
kurmasına dikkat çekilmiş ve özellikle Arap devletlerine geliştireceği ilişkilerde tarihsel
bağlarını kullanarak Batı ittifakının aracısı rolünü üstlendirilmesi gerektiği ifade
edilmiştir (FRUS 1958-1960: 889). Rapora bakıldığında Türkiye’nin ekonomiden, dış
politika konularına, problemlerine kadar geniş bir çerçevede değerlendirildiği
görülmektedir. ABD’nin 1960 yılı itibariyle oluşturduğu bu politikada Türkiye’ye
biçilen görev, DP döneminde biçilen görevinden farksızdır. Türkiye’nin görevi
ABD’nin çıkarlarını kendi çıkarıymışçasına korumasıdır. Söz konusu olan bu sürecin
işleyişinde Türkiye’nin güçlendirilmemesi veya Amerika’ya tam bağımlı hale
getirilmesi gibi bir yaklaşımın bulunmadığını belirtmek gerekmektedir. ABD Soğuk
Savaşın başından 1960’a kadar Türkiye’ye askeri, sosyal ve ekonomik birçok yardımda
bulunmuştur. ABD’nin bunu NATO üyelerinin çıkarları doğrultusunda yaptığı
bilinmektedir. Soğuk Savaşın başından beri finanse ettiği Türkiye’nin IMF OEEC gibi
kurumlardan desteklenmeye başlanması istenmektedir. Böylece Türkiye hem AET ile
başlattığı süreçte elindeki kozunu güçlendirecek hem de Avrupalı devletlerle
yakınlaşacaktır. ABD’nin burada ki çıkarı ise elbette ki Türkiye’ye yaptığı yardımlarda
azaltmaya gitmektir.
Belgelerde ilk başta Amerika’nın Türkiye’deki yeni iktidar sahiplerinin siyasal
eğilimlerini, ABD ve Batılı devletlere karşı olan bakış açılarını tanımaya çalıştığı
görülmektedir. Kore’deki Türk tugayında küçülmeye gidilmesi konusunda Türkiye’nin,
Batı ittifakından ayrılma yönelimi gösterildiği gibi bir algı oluşturmasına rağmen, ABD
99
Türkiye’deki yeni iktidarın Batı ittifakından ayrılmak gibi bir niyetinin olmadığını hızlı
bir şekilde anlamıştır. ABD’nin, Türkiye’deki yeni iktidarın Batı karşıtı olmadığını
hızlıca kavramasında çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Bu sebeplerin başında Sarper’in
Gürsel hükümetinde Dışişleri Bakanı olarak görev atanması olabilir. Darbe’nin ilk
saatlerinde Amerikan elçisi ile iletişime geçilerek darbenin ABD karşıtı bir tavır
taşımadığının bildirilmesi ve darbe bildirisinde yapılan NATO ve CENTO vurgusu da
endişeleri yatıştıran etkenler olduğunu belirtebiliriz. Bunların yanı sıra NATO Genel
komutanı Norstad’ın Türkiye ile ABD arasında iyi bir köprü görevi gördüğünü
unutmamak gerekir. ABD Başkanı Eisenhower, 4 Ağustos 1960 günü Gürsel’e yolladığı
telgrafında Norstad’ın Gürsel ve hükümeti hakkında iyi Amerikan dostları olduğunu
söylediği ve bunun memnuniyet ile karşıladığını, kararlaştırılan yardımlar hakkında
kendisinin elinden geleni yapacağı konusunda hiçbir şüphe olmaması gerektiğini
belirtmiştir (BCA 030-01/41-246-6). Darbe’nin, ilk saatlerinden itibaren ABD ile olan
ilişkiler süreci oldukça başarılı bir şekilde yürütülmüş, bu sayede 1959 Amerikan–Türk
karşılıklı anlaşmasında bulunan Türkiye’ye askeri müdahale hakkını kullanılmasının
önüne geçildiği söylenebilir.
3.1.2. Türkiye Açısından 1960 Yılı Türk-ABD İlişkileri
ABD ve Türkiye arasındaki ilişkilerini Türkiye açısından kavramamız için ilk
olarak 4. Bakanlar Kurulu Toplantısının tutanağını inceleyeceğiz. Gürsel hükümetinin
4. Bakanlar Kurulu toplantısı, Başbakanlık Bakanlar Kurulu Toplantı salonunda 17
Haziran 1960 günü gerçekleştirilmiştir. Toplantıda Türk–ABD ilişkileri ile alakalı ilk
konuşma Dışişleri Bakanı Selim Sarper tarafından yapılmıştır. Sarper, gelecek Eylül
1960 veya Ekim 1960 aylarında Kanada’da NATO’nun geleceği ile alakalı yapılması
öngörülen bir Toplantıdan bahseder bu toplantıya ABD başkanı Eisenhower’ın
katılabileceğini belirterek böylesi bir durumda Türkiye’nin de Devlet Başkanı
tarafından temsil edilmesi gerektiğini söyler.
Sarper’den sonra Devlet Bakanı Şefik İnan toplantı sırasında söz alarak, çeşitli
ülkelerin büyükelçileri tarafından ziyaret edildikleri söyler ve İsviçre elçisi ile arasında
geçen bir diyalogdan bahseder; “Kendilerine ne düşündüğümüzü, ne yapmak
100
istediğimizi umumi olarak izah ettik. İsviçre Sefiri ile kendi aramızda konuştuk. Bizim
için bunlar tamamıyla Avrupalı. Bunlar, Mısır’a falan benzemiyorlar ve bundan evvelki
hükümetlere de benzemiyorlar. Eski Dışişleri bakanı Zorlu derdi ki “bize yardım edin”
Fakat biz bu mevzulara temas etmezdik. Fakat siz söylemeden arz edeyim ki yardım
artık bize vecibe oldu ”der (Koçak 2010: 175 176). Bilindiği üzere Türkiye’de, askeri
darbe gerçekleşmeden önce Irak, Suriye ve Mısır gibi ülkelerde de askeri darbeler
gerçekleşmişti. İsviçre elçisi Şefik İnan ile görüşmesinde “Mısır’a falan benzemiyorlar”
sözü ile Türkiye’deki cuntacıların fikir yapılarının farklı olduğunu kabul etmiş
görülmektedir. Menderes hükümetleri döneminde, Türkiye ile İsviçre arasında
ekonomik yardım taleplerinin görmezden gelindiğini ancak Gürsel hükümetinin böyle
bir yaptırım ile karşı karşıya kalmayacağını belirtilmesi dikkat çekicidir. Bakan İnan,
konuşmasının devamında ABD yardım heyeti başkanı ile yaptığı görüşmeden de
bahseder. Amerikan heyetinin başkanı İnan’a; “Peşinen söyleyeyim her türlü Amerikan
yardımını bekleyebilirsiniz. Vecibemizdir. (Görevimizdir.) Bundan sonra ne kadar
süratli çalışırsak, yardım da o kadar süratli gelecektir. Biz memleketin çıkardığı
hükümeti pek tutmuyorduk. Yardım edeceğiz” dediğini bakanlar kurulunda aktarır
(Koçak 2010: 175-176). ABD yardım heyeti başkanı, yardım konusunda oldukça
cömert olacaklarını belirtir. Hızlı bir şekilde bu yardımların Türkiye’ye ulaşmasının
anahtarının işbirliğinden geçtiğini belirtmiş, bu sözlerinin devamında “Memleketin
çıkardığı Hükümeti pek tutmuyorduk” sözleri ile Türkiye halkının oyları ile seçilen DP
yönetimi ile aralarında problem olduğunu söylemiştir.
Gürsel
hükümetinin
özellikle
1960
yılında
yaptığı
Bakanlar
Kurulu
toplantılarında, ABD ile ilişkiler kısımlarında ağırlıklı olarak ekonomik yardımlar
hakkında olduğu görülmektedir. Bunun nedeni elbette Gürsel hükümeti darbe
sonrasında Menderes hükümetinden iyi bir hazine devralmadıkları içindir. Gürsel
hükümetinin 8. Bakanlar kurulu toplantısında Dışişleri Bakanı Sarper, Federal Almanya
ve ABD’nin dahil olduğu bir ekonomik yardım meselesi hakkında bilgilendirmede
bulunur.
101
Sarper’in bakanlar kurulunda yaptığı aktarımına göre, dönemin Almanya Federal
Cumhuriyeti Başbakanı Konrad H. Josef Adenauer56 ülkesinde görev yapan Türkiye
Büyükelçisini makamına davet ederek, Kore’de bulunan Türk askeri tugayında
küçülmeye gidilmesi hakkında “Türkiye’nin garbe (batı) karşı siyasetinde bir değişiklik
var. Söylentiler dolaşıyor” sözleri ile Türk Büyükelçisinden durum hakkında bilgi
istemiştir. Sarper, büyükelçiden bu konu hakkında bilgi isteneceğini tahmin ettiğinden
kendisine bazı direktifler vermiş, elçide Başbakan Adenauer’in sorusunu bu direktiflere
göre cevapladığı hakkında bilgi veren Sarper, konuşmasının devamında “ İşin hulasası
(özeti) Almanlarda böyle bir hassasiyet var. Bizim her türlü ihtiyacımıza karşı bize
yardım edecek bir memlekettir Almanya. Amerika’da da aynı hassasiyet mevcuttur. O
da Kore birliğini göndermememiz 3.500.000 dolar meselesini reddedişimiz, Orta Şark
(ODTÜ) Üniversitesi’nde 350.000 dolarlık yardımı kabul etmeyişimiz dolayısıyladır”
(Koçak 2010: 260) demiştir. Anlaşılacağı üzere, Alman Devlet Başkanı da Türkiye’deki
yeni iktidarın dış politika bakımında Batı karşıtı bir tavrının olup olmadığından dolayı
çekimserdir. Sarper’in bahsettiği yardımların Türkiye’nin ihtiyacını karşılamadığı için
reddedildiği anlaşılmaktadır. Bu yardımların reddedilmesi de dolaylı olarak Federal
Almanya’da kuşku uyandırmıştır. Sarper konuşmasının devamında Federal Almanya ve
ABD hakkında ki düşüncelerini şu sözler ile dile getirir. “ Biz bir değişiklik olmadığını,
yalnız iktisadi istiklalimizi istirdada (Geri Almaya) çalıştığımızı, dostlarımızdan gelecek
yardımları kaçırmayacağımızı ifade ettim. Ama tereddütleri devam etmektedir. Orta
Şark’a vereceğimiz 350.000 dolarda bilhassa Beyaz Saray’ın alakası var. Bizim
meslekte biraz kıskançlık ve tazyik havası vardır. Var… Ama biz bu adamlara
muhtacız… Bir müddet bunları hüsnü idare etmek mecburiyetindeyiz. Şimdi bunların
hassasiyetlerini tahrik edecek yola girersek, kendilerine kâfi derecede izahat vermezsek,
zararlı oluruz. Kendi ayaklarımızın üzerinde duracak hale gelinceye kadar, Almanya ve
Amerika’ya muhtacız” (Koçak 2010: 260). Önceden de belirttiğimiz üzere, Gürsel
hükümeti dış politika da önceki hükümete göre daha serbest adımlar atma niyetindedir.
Bir devletin dış politikasında ne kadar özgür olacağı ise elinde bulunan imkânlar
56
Konrad Hermann Josef Adenauer. 1876 yılında Prusya İmparatorluğunun Köln şehrinde doğmuştur.
Liseden mezun olduktan sonra Freiburg, Münih ve Bonn'da Hukuk ve Ekonomi hakkında Eğitim
görmüştür. 1918 yılında Prusya senatosu daimi üyesi olmuş, 2. Dünya Savaşı Sonrasında Köln belediye
başkanlığı yapmış ve 1950’de kurucusu olduğu Hıristiyan Demokratik Birliğinin lideri olarak Federal
Almanya’nın ilk Şansölyesi (Başbakan) seçildi. Ayrıntılı Bilgi için bkz. William Charles (2000).
Adenauer The Father of the New Germany. John Wıley & Sons INC : New York.
102
doğrultusundadır. Selim Sarper devletin imkânlarının kısıtlı olması nedeniyle ABD’ye
karşı izlenecek politikada imkânların el verdiği derecede daha ölçülü bir tavrın
sergilenmesinden yanadır. Bakanlar kurulu üyelerinin içerisinde Sarper’in savunduğu
ölçülü yaklaşım gerekliliği politikasına karşı muhalif bir tavır alan görülmemektedir.
Bakanlar kurulu içerisinde kesin bir şekilde dış politika konusunda keskin bir
tavır bulunmamakla birlikte, Sarper’in toplantıda öne sürdüğü fikre belki de bir ekleme
ihtiyacı duyulduğu görülmektedir. Gürsel hükümetinin dış politika da izlenecek yol ile
alakalı genel kanısı, toplantı sırasında Selim Sarper’den sonra söz alan Gürsel
Hükümeti’nin Çalışma Bakanı Cahit Talas’ın belirttiği gibi olacaktır demek yanlış
olmaz. Talas; “Amerikalıların bu hükümetin, geçmiş hükümet gibi, dostlarımızın her
istediğini kabul edecek bir hükümet olmadığını bilmesi lazımdır. Bizim de kendilerine
tekliflerimiz olacağını ifade etmeliyiz”
(Koçak 2010: 260) sözleri ile izlenecek
politikanın
geliştirilmesinden
eşitlik
temelinde
olması
yana
tavır
aldığını
göstermektedir.
1960 yılında yapılan Gürsel Hükümetinin Bakanlar Kurulu toplantı tutanakları
içerisinde ABD – Türkiye ilişkileri konusunda elimizde bulunan veriler bize
göstermektedir ki Gürsel Hükümeti özellikle Kore konusunda serbest adımlar atmaları,
ABD tarafında şüphe uyandırmıştır. Maddi sıkıntılar ise ABD’den ve Batılı
müttefiklerden gelecek yardımlar sayesinde aşılabileceği için maddi yardımlar
konusunda kapılar daima açıktır. ABD’nin ODTÜ’ye aktarılmasını istediği yardımın
kabul edilmeme sebebi bu genel pencerenin dışında tutulmalıdır. Sarper’in yaptığı
konuşmadan anlaşıldığı üzere bu yardımın ve 3.500.000 dolarlık kısmının kabul
görmeme nedeni, Türkiye’nin ihtiyacını karşılamayacak oluşudur. Yukarıda da
bahsettiğimiz üzere ABD Türkiye’ye yapılacak yardımlar konusunda cömert bir tavır
alma noktasındadır ancak bu yardımın hepsinin kendi bütçesinden çıkma taraftarı da
değildir. ABD, Türkiye’nin olası bir Sovyetler Birliği yardımı alma konusunda endişesi
içerisindedir. Gürsel’in Resmi Gazete de yer alan demeci ve Sovyetler Birliği
yetkililerinin darbeden sonraki süreçte Türk makamları ile sürekli yardım konusunda
temasa geçiyor olmaları da bu endişeyi güçlendirmiştir. Gürsel hükümeti ne de ülke
idaresinin tam manasıyla elinde bulunduran MBK’nin Sovyetler Birliği’nden yardım
103
almak gibi bir düşüncesi yoktur. Türkiye’deki yeni iktidar Batı Müttefikliği ekseninde
sadece daha serbest bir dış politika izleme taraftarıdır.
3.1.3. Ekonomik Temelde 1960 Yılı Türk-ABD İlişkileri
ABD ve Türkiye arasındaki ilişkilerde, en önde gelen gündem maddesi
ekonomik temeldeki ilişkiler olmuştur. Gürsel hükümetinin DP iktidarından devraldığı
ekonomik mirasın kötü olma sebeplerinden biride dış yardımların doğru şekilde
değerlendirilmemesidir. Bahsettiğimiz yardımların ilk başta kabul görmemesinde bir
diğer sebep alınacak kredilerin nerelerde değerlendirileceğine karar verilememesidir. 22
ve 24 Haziran 1960 günü Cumhuriyet Gazetesinde, Amerika’dan alınacak yardımlar
konusunda yer alan bir haber, yardımların kabulünde daha yavaş davranılmasının
nedenini gözler önüne sermektedir. Gazetenin Washington kaynaklı haberinde ABD’nin
Türkiye’ye 400 Milyon dolarlık bir kredi sağlayabileceğinden bahsederken kredinin
planlama dairesi tarafında yapılacak çalışmalar sonrasında verileceği belirtmektedir
(Cumhuriyet: 22-24 Haziran 1960). Türkiye’nin 27 Mayıs 1960 itibariyle, dış yardıma
ihtiyaç duyduğu bir gerçektir. Gürsel Hükümeti ve MBK bu dış yardımın ABD
tarafından karşılanmasından yana olup, alınacak yardımların en etkili şekillerde
harcanması için bir planlama yapılması gerektiğinin de farkındandırlar. Bu konuda ki
hassasiyet dönemin basınında da kendine yer bulmuştur. Gürsel Hükümetinin dış
yardımlar konusunda izlediği politika Forum Dergisi’nde yer alan iki makalede oldukça
ayrıntılı bir şekilde incelenmiş ve bu politikanın takdire şayan olduğu vurgulanmıştır.
Bahsi geçen Makalelerin ilki 15 Temmuz 1960 günü okuyucuya sunulmuştur.
Makale de, Gürsel hükümetinin devir aldığı kötü hazinenin nedeni kolaycı bir
yaklaşımla sadece DP iktidarına bağlanmıştır. Konu hakkında şu sözlere yer verilmiştir;
“ Sabık iktidarın bu husustaki tutumu herkesçe malum idi. Sabık hükümet, mevkiinde
kalabilmek ve rey toplayabilmek için, çeşitli bölge ve vilayetlerde gösterişli yatırımlar
yapmak ihtiyacını hissediyordu. Bu
yatırımların iktisadi zaruretlere dayanıp
dayanmadığı, uzun vadede rantabl olup olmadıkları haizi ehemmiyet değildi. Mühim
olan ve matlup olan, iktidar başının, şuraya veya buraya giderek, halka ihsanlar
dağıtması gösterişli işlerin yapıldığını veya yapılacağının ilan etmesi ve tertip edilen
104
törenler vesilesi ile Demokrat Partinin propagandasının yapılabilmesi idi. Bütün
gayretler bu uğurda seferber ediliyordu, bu arada dış yardım ve kredilerden aynı maksat
uğrunda faydalanmak isteniyordu. Bu yüzden, dışarıdan gelen her yardım , mahiyeti ve
şartları ne olursa olsun, kabul ediliyordu. Bu yardımlar, mantıki olan ve bir birini tutan
bir programa göre sarf edilmediğinden, bunların ne şekilde ve ne zamanlarda
ödenebileceği hususu katiyen hatıra gelmiyordu” (Forum 15 Temmuz 1960).
Makaleden anlaşılacağı üzere, ABD yardımlarının DP döneminde, plansız şekillerde
harcanması nedeni ile ülkeye yarar sağlamadığı eleştirisi yapılmış, Gürsel hükümetinin
bu yardımları almadan önce miktarına, kapsamına ve yararına göre değerlendirmekte
olması Forum Dergisi tarafında takdire şayan sayılmıştır.
Dönemin Türk basınında yayınlanan makalede ise, 27 Mayıs sonrasında kurulan
hükümetin, ekonomik durumu önemli bir mesele olarak değerlendirdiğini ve ülke
aydınlarının bu konular hakkında çalışmaları için ön ayak olduğu belirtilmiştir. 1 Ekim
1960 günü yayınlanan makalenin başlığı “Fikir Karışıklığıdır”. Makalede geçen“ Dört
aydır yapılan tartışmalar ziyadesiyle umumi ve muğlak temalar üzerinde cereyan
etmektedir. Buna rağmen, bu pek umumi ve pek muğlak tartışmaların da (daha fazla
uzamamak ve müşahhas plana bir an önce intikal etmek şartı ile) faydasız olduğu
söylenemez.
Gerçekten,
bu
tartışmalar
sayesinde,
Türk
aydınlarının
büyük
çoğunluğunun, siyasi partiler bakımından değişik kanaatleri ne olursa olsun, planlı bir
kalkınmaya ve sosyal reformlara inanmış oldukları meydana çıkmıştır. Bu çok hayırlı
bir sonuçtur. Kalkınma konusundaki fikir temayüllerimizin hayli umumi ve muğlak
kalmasının bir sonucu olarak, memleketin günlük idaresinde olsun, bazı uzun vadeli
projelerin ortaya atılışında olsun bu umumi temayüllerle çelişme halinde düşen bazı
tatbikata ve görüşlere de rastlanmaktadır” (Forum 1 Ekim 1960). Anlaşılacağı üzere
devlet yatırımlarının, bir planlama esasına göre yapılmasından yana bir tavır sadece
Gürsel hükümetinde değil dönemin aydınlarında da bulunmaktadır.
Askeri darbeden sonra Türkiye’de, devlet eli ile yapılacak yatırımların
planlanması için kurulan Devlet Planlama Teşkilatı57 Gürsel Hükümeti ve MBK’nin
57
Devlet Planlama Teşkilatı (DPT). Günümüzde Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı. Türkiye'de
1960'dan itibaren ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın hızlandırılması, uygulanan politikalar
105
planlama işini ne kadar önemsediklerini göstermektedir. DPT’nin kurulması sonrasında
ki süreçte ABD yardımlarının hangi kaleme ne kadar harcanacağının saptanmış
olmasına rağmen Türkiye ekonomisinde DP dönemine nazaran bir duraklama olduğu
görülmektedir. 1 Aralık 1960 günü Forum Dergisi’nde yer alan “Dış Ticaret Açığı”
başlıklı haberin başında önceki Eylül ayında Türkiye’nin dış ticaret karnesi verilmiştir.
Haberde dolar kurunun değişim göstermesinin dış ticarete verdiği zarardan
bahsedilmiştir. Bu zarardan bahsedildikten sonra Dış Ticaret açığının DP yönetiminin
son yılı kabul edilebilecek 1959 yılına göre arttığı ile alakalı şu sözlere yer verilmiştir; “
1959 yılında dış ticaret açığı 254 milyon lira veya 87 milyon dolar civarında idi. 1960
yılındaki gelişmeler endişe uyandıracak mahiyette görülüyor, şöyle ki bulunduğumuz
sene içerisinde, dış ticaret açığının geçen yıla nazaran bir misli artmış olması durumu ile
karşı karşıya bulunuyoruz” (Forum 1 Aralık 1960). Her ne kadar Eylül 1960’daki ticaret
açığı, bir ay sonra 15 milyon dolarlık bir düşüş yaşamasına rağmen bu durumun
getirdiği zararlardan kaçınılamamıştır.
Akis Dergisi de 31 Ağustos 1960 günü yayınlanan sayısında aynı konuları içeren
“Yardım” başlıklı bir makaleyi okuyucularına sunmuştur. Makalenin başında elçi
Warren ’in bir basın toplantısında verdiği Türkiye ile ABD arasında 1948’den 1960’a
kadarki yardım miktarları ile alakalı bilgiye yer verilmiştir. Warren’in verdiği rakam
tam olarak 2 milyar 800 milyon dolardır. Makalede Türkiye’ye DP döneminde yapılan
yardımların yarar sağlamama sebebi iktisadi bir plan çerçevesinde yardımların
verilmemiş olmasına bağlanmış ve burada Amerika’nın da suçluluk payı olduğu şu
sözlerle dile getirilmiştir; “ Her ne olursa olsun 12 yıl içinde 3 milyar dolara yaklaşan
yardım az değildir. Vasati olarak her yıla hemen hemen 400 milyon dolar düşmektedir
ki Amerika’nın bu gayreti ancak teşekkürle karşılanabilir. Bununla beraber Amerika’nın
Türkiye’ye yapmış olduğu ve yapmağa devam ettiği yardımın aksak notlarını da
bilmekte fayda var.
Türkiye’ye Amerikan iktisadi yardımı doğrusunu söylemek
gerekirse, pek o kadar başarı kazandırmamıştır. Yardımın en iyi şekilde kullanılmış
arasında uyum sağlanması ihtiyacı duyulmuştur. 1961 Anayasası ile iktisadi, sosyal ve kültürel
kalkınmayı demokratik yollarla gerçekleştirmek ve Türk hükümetlerinin ekonomik kalkınma
planlarında farklılık göstermemeleri için bir kurum gerekmekteydi. Bahsi geçen amaçlar doğrultusunda
30 Eylül 1960 tarihinde Başbakanlığa bağlı Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuştur. Ayrıntılı bilgi için
bkz.
(http://www3.kalkinma.gov.tr/PortalDesign/PortalControls/WebContentGosterim.aspx?Enc=
51C9D1B02086EAFBF2AFC1F8C2259011 16.04.2018 tarihinde erişildi. )
106
olduğu söylenemez. Gerçekten de Amerikan hükümeti eski iktidarı bir iktisadi plan
dairesinde hareket etmeğe sevk etmekten daima çekinmiştir. Amerikan yardımının
gayesi Türkiye’nin uzun vadeli kalkınma davalarına çare bulmaktan çıkmıştır (Akis 31
Ağustos 1960: 30). Yazının devamında, Türkiye’nin ABD için stratejik önemi
vurgulanarak, geçmişte yapılan hatalara yeniden düşmeden devam edilmesi gerektiğine
yer verilmiştir. Türkiye’nin Ortak Pazara üye olmadan önce 10 yıllık bir hazırlık
sürecinden geçmesi gerektiği de belirtilerek bu hazırlık süreci zarfında, ABD’nin askeri
yardımlar hariç yıllık 300 milyon dolar tutarında ekonomik yardım sağlaması gerektiği
vurgulanmıştır. Makaleler karşılaştırıldığında, Akis Dergisi yapılan yardımların doğru
değerlendirilmemesinden sadece DP’li yöneticileri değil ABD’liler de sorumlu
tutmuştur. DPT’nin kurulması ve yeni ABD yardımlarının, yapılan planlar çerçevesinde
değerlendirilmiş olması da Gürsel hükümeti döneminde Türkiye ekonomisinin
sorunlarını çözmemiştir.
Yukarıda bahsi geçen dış ticaret açığının çoğalmasının getirisi olarak ekonomik
durgunluk, vergilerde artışa gidilmesi, askeri ücret ve memur maaşlarına yapılacak
zamlarında kesinti olarak ilerleyen süreçte karşımıza çıkmıştır. 31 Aralık 1960 günü
Cumhuriyet gazetesinde Türkiye’nin Amerika ve Avrupa’dan alacağı 88 milyon
dolarlık yeni bir kredi olduğundan bahsedilir. Bu kredi haberi doğrudan Türkiye
ekonomisinde bir duraklama olduğu algısı yaratmıştır (Cumhuriyet 31 Aralık 1960).
MBK ve Gürsel Hükümetleri döneminde alınan yardımlara ve yapılan tüm planlama
programlarına
rağmen
Türkiye
ekonomisinde
1960
yılı
itibariyle
ilerleme
sağlanmamıştır.
3.1.4. 1960 Yılı ABD Başkanlık Seçimleri
Türk basının askeri darbe sonrasında, Türkiye–ABD ilişkilerini yakından takip
ettiği bu dönemde ABD’de yapılacak olan başkanlık seçimleri Türkiye’de oldukça ilgi
görmüştür. Başkan Eisenhower’ın 8 yıllık başkanlık görevi sonrasında partisinden aday
olamadığı yaklaşan Amerikan başkanlık seçimleri iki yeni adayın yarışına sahne olur.
107
Cumhuriyetçi Partinin adayı Richard Nixon58, başkan Eisenhower’in yardımcılığı
görevini görüyordu. Cumhuriyetçi Partinin muhafazakâr kanadının adayı olarak
Eisenhower’a karşı giriştiği adaylık yarışını kazandı ve partisinin adayı oldu. Demokrat
Partinin adayı ise güçlü iki rakibini saf dışı bırakan John Fitzgerald Kennedy59
olmuştur. Nixon yıllarca Eisenhower’ın yardımcılığını yürüttüğü için seçimlerden galip
çıkmasına kesin gözüyle bakılmaktaydı. Kennedy ise özellikle dış politika konularında
alışılmış ABD çizgisine aykırı demeçler veren, bir senatördür. 1957’de Fransa’nın
Cezayir politikasını ağır bir şekilde eleştirmesi, Amerika’daki işçi sendikalarının
haklarının savunmasında ön plana çıkışı olabilir (Akis 20 Temmuz 1960: 30-31).
Katolik olduğu için Amerikalı seçmenler tarafından soru işaretleri ile karşılanmasına
rağmen Kennedy önce partisindeki adaylık yarışını daha sonrada Başkanlık seçimini
kazanmayı başarmıştır.
Yumuşamanın başladığı bu dönemde, ABD’de yapılacak olan bu seçim dünya
siyasetinde önemli olması nedeniyle, dünya basınında olduğu gibi Türkiye basınında
dikkatini çekmiştir. Akis Dergisi başkanlık seçimleri başlamadan önce aday belirleme
döneminden itibaren seçim sürecinin tamamını yakından izlemiştir. Akis, 3 Ağustos
1960 günü yayınlanan sayısında Cumhuriyetçi aday Nixon’un aşırı anti-komünist
eğilimlerinin olduğunu ve bu eğilimlerini saklamak çabası içerisinde bulunduğunun
Amerikan seçmenlerinin gözünden kaçmadığını yazar. Makalenin devamında;“
Kaliforniya’da siyasi hayata atıldıktan sonra, hiçbir ciddi fikir meselesi ve memleket
58
Richard M. Nixon. 9 Ocak 1913’de ABD’nin Kaliforniya Eyaletinin Yorba Linda şehrinde doğdu. 2.
Dünya Savaşı sırasında Pasifik cephesinde görev aldı. Ordudan ayrıldıktan sonra Cumhuriyetçi
partinin adayı olarak 1947’de Kaliforniya temsilcisi olarak Temsilciler Meclisine seçildi. 1960’de John
F. Kennedy’e karşı başkanlık seçimlerinde aday oldu. ABD başkanı olarak 1968’de göreve seçildi. 22
Nisan 1994’de yaşamını yitirdi. Ayrıntılı bilgi İçin bkz. (https://www.whitehouse.gov/about-the-whitehouse/presidents/richard-m-nixon/ . 17.04.2018 tarihinde erişildi.)
59
John Fitzgerald Kennedy. ABD’nin 35. Devlet Başkanı. 29 Mayıs 1917’de ABD’nin Massachusetts
eyaletinin Brooklyn şehrinde dünyaya geldi. 1940'ta Harvard Üniversitesi'ni bitirdi. İngiltere’nin 2.
Dünya savaşına hazırlıksız yakalanmasının nedenlerini ele aldığı bitirme tezi, sonradan Why England
Slept (1940; İngiltere Neden Uyudu) adıyla yayımlandı ve büyük ilgi gördü. ABD’nin Londra
Büyükelçisi olan Babası Joseph P. Kennedy’nin sekreterliğini yaparken 1941’de Amerikan Ordusunda
gemi kaptanı olarak görev aldı. 1945’de ordudan gazi olarak terhis oldu. 1947 yılından 1953'e kadar
Temsilciler Meclisinde Demokrat Partinin Massachusetts temsilcisi olarak yer aldı. Daha sonra
1953'ten 1960 yılına kadar ABD Senatosu'nda görev aldı. 1957 yılında Profiles in Courage (Cesaret
İçindeki Profiller) isimli kitabıyla Pulitzer Ödülü kazandı. 1960’da ABD tarihinin ilk ve tek Katolik
başkanı oldu. 1963 yılında Sosyalist eğilimli bir fanatik olan Lee Harvey Oswald öldürüldü. Ayrıntılı
Bilgi İçin bkz. (https://www.whitehouse.gov/about-the-white-house/presidents/john-f-kennedy/.
17.04.2018 tarihinde erişildi.)
108
davası üzerine eğilmemişti. Gerçekten Hür Dünyanın istikbali, Dulles dış politikasından
tamamen sıyrılmasına ve bilhassa gelişmemiş memleketlerin bağımsızlık, demokrasi ve
kalkınma davalarında onlara ciddi surette yardımcı olmasına bağlıdır. Bu iş ise Nixon
gibilerinin becerebileceği iş değildir” değerlendirmelerinde bulunulur. (Akis 3 Ağustos
1960: 33-34) Nixon’un seçimleri az bir farkla kaybetmesinin belki de en önemli
nedenleri Demokrat Parti seçmelerinin tamamına samimi gelmemesi olabilir. Bu
değerlendirmeden de anlaşılacağı üzere Nixon’ın başkanlık seçimlerinden, Türk
basınına göre de galip ayrılmaması tercih edilmekteydi.
Seçim döneminin devam ettiği süreçte adaylar, Küba’da kurulmuş olan Castro
yönetimine karşı nasıl bir tavır izleyeceklerini açıklamaları seçmenler üzerinde oldukça
etkili olmuştur. Adaylar televizyon da karşı karşıya geldikleri her oturumda Küba
meselesi üzerine tartışmışlardır. Nixon, Kennedy’in Küba yaklaşımını sorumsuzlukla
itham ederken, Kennedy ise Nixon’un savunduğu silah politikasından dolayı
eleştirmekteydi. Kennedy, Küba konusunda müzakereden yana olup, Nixon’a devlet
başkan yardımcılığı döneminde başlatılmış olan silah programları üzerinden
yüklenmiştir. Bu programların, maliyetlerinin çok olmasına rağmen Sovyetler
Birliği’nin gerisinde kaldıklarını söylemiştir. Nixon’un bu sorulara elle tutulur bir cevap
verememiş olması Kennedy’i başkanlığa bir adım daha yaklaştırmıştır (Akis 31 Ekim
1960: 30-31).
Amerikan Başkanlık seçimleri 8 Kasım 1960 günü sona ermiştir. Kennedy ve
rakibi Nixon birbirlerine olduk yakın oy oranları almış, seçimlerden ise bahsettiğimiz
üzere John F. Kennedy galip ayrılmıştır. Akis Dergisi seçim sonuçları ile alakalı
ayrıntılı bir makaleyi 11 Kasım 1960 günü okuyucusuna sunmuştur. Makaleye göre
Kennedy’e destek beklenmeye çoğu güney eyaletinden iyi oy oranları kazanmış, seçim
sonucu Batı dünyasında beklenilen bir sonuç olarak algılanmıştır. Kennedy’nin partisi
Demokrat parti aldığı yüksek oy oranı sayesinde Amerikan senatonsun da en fazla
temsil hakkını da elde etmiş oluyordu (Akis 11 Kasım 1960). Kennedy’nin başkanlığı
Batılı devletler tarafından oldukça iyi karşılanmıştır. Soğuk Savaş sürecinde
çatışmasızlık ve sert tartışmaların yaşanmadığı süreçte iyileşmeye gidilen böylesi hassas
bir süreçte Nixon gibi, oldukça sert Sovyet karşıtı söylemleri bulunan birinin ABD
109
başkanı olması tercih edilmemiştir. Kennedy’nin başkan seçilmesi Türk basınında,
ABD’nin Roosevelt60 dönemindeki daha güçlü dönemine dönüleceğinin sinyalleri
olarak algılanmıştır (Akis 14 Kasım 1960: 24-25).
Forum dergisi ise Kennedy’nin başkan seçilmesi sonrasında okuyucularına
“ABD’nin Yeni Başkanı” isimli bir makale sunarak aktarmıştır. ABD’nin yeni
başkanının iktidara gelişinin en büyük nedeni olarak ABD’nin Eisenhower döneminin
son sürecinde uluslararası ortamda yitirdiği saygınlık olduğunu belirten makalede,
Kennedy’nin
Dışişlerinde
ve
Savunma
bakanlığında
yapacağı
değişikliklerin
Amerika’yı yeniden güçlendireceği değerlendirmesi yapılmıştır (Forum 15 Kasım
1960).
Türk basını görüldüğü üzere ABD’deki başkanlık seçimini yakından takip
etmiştir. Dönemin gazete ve dergileri incelendiğinde adaylık yarışlarının başladığı ilk
süreçten itibaren Türk basınında ABD’nin yeni başkanının tercihen Kennedy olması
eğilimi bulunduğu görülmektedir. Kennedy rakibi Nixon’a göre var olan uluslararası
durumu daha sakinlikle yönetebilecek bir lider olduğunu ilerleyen süreçlerde tüm
dünyaya göstermiştir. Kennedy’nin iktidarda olduğu dönemde (özellikle Türkiye’ye
etkileri açısından) yaşanan Domuzlar körfezi çıkarması61, Kennedy dönemindeki
sorunlara diplomatik yaklaşımla çözme eğilimine aksi bir durum teşkil etmesine rağmen
Küba Füze krizinin62 sonlandırılmasında Kennedy’nin izlediği diyalogla sorunu çözme
60
Franklin D. Roosevelt. 30 Ocak 1882’de New York Hyde Park’ta dünyaya gelmiştir. ABD’nin 32.
Başkanı olan Roosevelt bu görevi en uzun süre (1933- 1945 23 Yıl)bu görevde kalan Amerikan
başkanıdır. Görev süresi devam ederken ölmüştür. Ayrıntılı bilgi için bkz. (https://www.whitehouse.
gov/about-the-white-house/presidents/franklin-d-roosevelt/. 17.04.2018 tarihinde erişildi.)
61
Domuzlar Körfezi Çıkarması; ABD başkanı Eisenhower döneminde başkan yardımcısı Richard Nixon
ve CIA yetkilileri tarafından planlanmıştı. Nixon başkan seçileceğine kesin gözü ile baktığından bu
operasyondan dönemin ABD başkanı Eisenhower ı haberdar dahi etmemiştir. ABD başkanlık seçimleri
sonrasında John F. Kennedy’nin başkanlığa seçilmesi CIA’i operasyonu yapmaktan alıkoymadı. John
F. Kennedy’nin CIA tarafından daha saldırgan bir tutum sergilemesi için zorlandığı da söylenebilir.
Kennedy başarlılı olacağından şüphe duymasına rağmen operasyonun yapılmasına engel olmadı.
Domuzlar Körfezi ABD’nin Soğuk Savaş döneminde gerçekleştirdiği başarısız bir kontrgerilla faaliyeti
olarak tarihe geçti. Ayrıntılı Bilgi İçin bkz. Zepezauer Mark (2001). CIA’nın Büyük Operasyonları.
Kaynak Yayınları: İstanbul
62
Küba Füze Krizi;1960 yılı itibariyle Küba lideri Castro ile Sovyetler Birliği lideri Khrushchev arasında
başlayan yakınlaşma sonucunda Sovyetler Birliği, Küba yönetimine özellikle askeri alanda tam destek
verme kararı aldı. Bunun bir sonucu olarak Sovyetler Birliği Küba’ya uzun menzili füzeler yerleştirme
kararı alır. Sovyetler Birliği gemileri Küba’ya ulaşmadan önce ABD donanmasının Küba’yı abluka
altına alması ile başlayan uluslararası krizi Küba Füze Krizi ismi verilmiştir. Kriz, Kennedy ve
110
yaklaşımı ABD halklarının başkan seçiminde ne derece doğru bir karar verdiğinin
göstergesi olmuştur.
3.1.4.1. ABD Büyükelçiliğinde Değişim
Seçimlerde, John F. Kennedy’nin başkan olması ile Amerikan Dışişleri bakanlığı
başta olmak üzere birçok kurumda görev alan bürokratlar değiştirilmiştir. Bu
değişiminden Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Warren ’da etkilenmiştir. Elçi Warren
Türkiye’de görev yaptığı süre boyunca başta Akis dergisi çevresi olmak üzere Türk
basını tarafından defalarca eleştirilmiştir. Bu eleştirilerin başında DP liderlerine
yakınlığı gelirken, görevini suiistimal ettiği, işini gereğince yapamadığı gibi örnekler
sıralanabilir. Elçi Warren Türkiye’de görev yaptığı süre boyunca DP yöneticileri ile
yakın ilişkiler kurmuştur.
Warren darbe öncesi 4 Nisan ve 27 Mayıs 1960 günleri arasında Türkiye’de
bulunan siyasal durumu merkeze bildirirken iyimser davranmış, hazırladığı raporlar
nedeni ile Türkiye’de yaşanan siyasal hareketliliğin Washington tarafından tam manası
ile anlaşılamamasına neden olmuştur (Akalın 1999: 134). Askeri darbe öncesinde Türk
ordusunun komuta kademesinin başında bulunan Genelkurmay başkanı Eldelhun’un ve
ordunun defalarca DP iktidarının yanında olduğu ile alakalı verdiği demeçler, Warren’a
yaşanan olaylar sonucunda bir askeri darbe çıkabilme ihtimalini görmesine engel olmuş
olabilir. Warren, askeri darbe sonrasında yeni kurulan hükümet ile de yakın temaslar
kurmuş, özellikle ekonomik yardımlar hususunda elinde geleni yapacağı hakkında söz
vermiş ve yeni hükümetin ABD tarafından kabul görmesinde etkili bir rol oynamıştır.
11 Kasım 1960 günü ABD’nin Türkiye Büyükelçiliğinde Amerikan Haberler
Bürosu çalışanı Doğan Poyraz, çeşitli basın organlarını arayarak, Büyükelçi Warren’in
bir basın toplantısı düzenleyeceğini ve bu basın toplantısının da bir veda toplantısı
olacağı ile ilgili bilgi verir. Toplantı Türkiye basını tarafından oldukça ilgi görür.
Khrushchev arasındaki görüşmeler sonrasında silahlı bir çatışma gerçekleşmeden çözülür. Ayrıntılı
bilgi için bkz. Sander Oral. (1979) Türk Amerikan İlişkileri 1947-1964. Sevinç Matbaası: Ankara.
111
Toplantı da elçi Warren’in konuşması bittikten sonra soru cevap kısmına geçilir. İlk
soru 5 Kasım 1959 günü Ankara Çankaya ilçesinde gerçekleşen bir trafik kazasıyla
alakalıdır.
63
Toplantı da Yarbay’ın yargılama sonrasında aldığı cezanın hukuki bir
kifayetsizlik olduğu vurgulanmış, Morrison’un ordudan ihraç edilmesinin yetersiz
olduğu üzerinde durulmuş ve elçini bu konu hakkındaki görüşleri istenmiştir. Büyükelçi
Warren ise Yarbay’ın en ağır cezayı aldığını savunmuştur. Soruyu soran muhabir yeteri
kadar açıklama yapılmadığından şikâyetçi olsa da konu üzerinde fazla durulmadan
geçilmiştir(Akis 14 Kasım 1960).
Toplantının devamında Büyükelçi’ye ABD’nin Türkiye’ye yeni ekonomik
yardımlar yapıp yapmayacağını ve yardımların miktarının ne olacağı sorulur. Elçi
sorusunun cevabında, Amerikan yardımının kongre tarafından tespit edildiğini ve bağlı
bulunduğu hükümetin 1947’den beri Amerikan halkının arzusuna uyarak bol miktarda
yardım yaptığını söyler (Akis 14 Kasım 1960). Elçi toplantıda ABD’nin Türkiye’ye
yapacağı yardımlar hakkında bilgi vermekten kaçınmıştır. Akis Dergisi de Warren’in
veda toplantısı hakkında yazılan makale de Warren’in toplantıda önemli bilgiler
vermediği kayda düşülür ve “ihtilal tam zamanında patlak vermiş ve Türk – Amerikan
münasebetlerini Menderes–Warren çiftliğinin elinden kurtarmıştı” (Akis 14 Kasım
1960) değerlendirmesi yapılır. Elçi Warren’e karşı askeri darbe sonrasında Türk
kamuoyunda ters bir yaklaşım izlendiği aşikârdır. DP dostluğu ile suçlanan elçinin,
darbe sonrasında ki süreçte Türkiye’de görev yapması bir hayli zor olacaktı. Her
halükarda Kennedy yönetiminin başa gelmesiyle birlikte ABD Dışişleri eski bakan
63
Yarbay Morrison, kaza sonrasında yaptığı basın toplantısında aracının farlarının zayıf olduğundan
dolayı kazanın gerçekleştiğini ve alkollü olmadığını söyler. (Akşam Gazetesi 10 Kasım 1959)
Yarbay’ın NATO kuralları gereği göreve gidiyorsa Amerikan Mahkemeleri yargılayacaktır. Kaza
sonrası alınan ifadesinde Yarbay görevli olduğunu söylemesi üzerine Ankara’daki Amerikan askeri
mahkemesi tarafından serbest bırakılır. Ancak Yarbay yaptığı bir basın toplantısın da Ankara
Üniversitesinde görevli olan Prof.Dr. Grant H. Redford’ u görmeye gittiği söylemesi Yarbay’ın kaza
anında görevli olup olmadığı hakkında soru işaretleri yaratmıştır. Yarbay’ın devam eden süreçte
Amerikan askeri mahkemesinde tutuksuz olarak yargılanır. Davada şahit olarak dinlenen Türkiye
Cumhurbaşkanlığı muhafız alayın da görevli askerler Yarbayın kaza anında alkollü olduğunu ve aracını
hızlı kullandığını söylemelerine rağmen Yarbay sadece ordudan ihraç edilerek serbest kalır. Kazada
Yarbayın arabasıyla çarptığı askerlerden Er Hamza Şahin yaşamını yitirmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz.
Sancaktar Caner (2011). Demokrat Parti Dönemi Türk Dış Politikasına Marksist Yaklaşım. “Bilge
Strateji”. Cilt 3. Sayı 3. Ss 25 98. İstanbul. Ve Oğur Yıldıray (2016). Bir zamanlar Ankara’daki
Amerika. (http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/yildiray-ogur/589831.aspx. 17.04.2018 tarihinde
erişildi.)
112
Dulles döneminde göreve getirilenlerin tekrar merkeze çekildiği göz önüne alındığında
Warren’in Türkiye günleri zaten sona ermişti.
Türkiye’nin yeni ABD büyükelçisi olarak Şubat 1961’de Raymond Hare64
atanacaktır. Hare’nin atanmasıyla askeri darbe sonrasında bozulan Türk Amerikan
ilişkileri Kıbrıs’ta siyasal gerilimin yeniden yükseldiği 1964 yılına kadar eski eksenine
geri dönecektir (Fırat 1997: 45). Raymond Hare’in, ABD’nin Türkiye Büyükelçisi
olarak atanması hem Selim Sarper’ce hem de Türk basını tarafından iyi karşılanır. Akis
Dergisi 20 Şubat 1961 tarihli sayısında elçi atamasını şu sözler ile değerlendirir; “
tayinin resmen bildirilmesi, 1 numaralı müttefikimizin Ankara’da artık son derece mahir
bir diplomat tarafından temsil edileceğini bilmenin doğurduğu sevincin izharına yol
açtı. Nitekim Dışişleri Bakanı Selim Sarper haftanın sonunda kendisiyle görüşen bir
Akis muhabirine bu tayinden dolayı şahsen duyduğu iyi hisleri ifade etti. Tayin
başkentte başarılı bir tayin olarak karşılandı. Gerçi Hare talihsiz selefi Warren’den pek
parlak bir miras devralmayacaktır ama karşılıklı iyi niyetle mevcut samimi dostluk
hisleri Ankara’daki Amerikan Büyük Elçiliğini tekrar başkentin sıcak sempatik
köşelerinden biri yapacaktır” (Akis 20 Şubat 1961: 17).
ABD başkanlığına John F. Kennedy’nin seçilmesi ile Amerikan Dışişlerinde
yaşanan kadro değişiminden dolayı Warren mevcut görevinden istifa etmiştir. ABD’li
diplomatın Türkiye kariyeri sırasında yaşanan süreçte askeri darbe gerçekleşmiş,
Türkiye’deki demokratik yaşam kesintiye uğramıştır. Askeri darbenin gerçekleşmesi
sonrasında Türk–ABD ilişkilerinde yaşanan çekingenlik süreci, Warren’in MBK
yönetimi ile kurduğu yakın ilişkiler sayesinde iki ülke ilişkileri zarar görmeden
atlatılmıştır. Büyükelçi Hare döneminde de MBK ve Gürsel hükümeti (15 Ekim
1961’de yapılan seçimler sonrası iktidara gelen hükümetler de dahil olmak üzere) ABD
64
Raymond Hare. 1901’de ABD MartinSovyetler Birliğiurg’da Dünya’ya geldi. Grinngel College’de
eğitim gördü ve 1924 yılında mezun oldu. Kariyeri boyunca Amerikan Dışişlerinde bulunduğu çeşitli
görevlerin haricinde ABD’nin Suudi Arabistan, Yemen, Lübnan ve Türkiye Büyükelçisi olarak görev
aldı. Özellikle 1964’de Kıbrıs’ta yaşanan gerilim sırasında Türkiye’nin adaya askeri birlik
göndermesine mani olarak olası bir Türk – Yunan savaşını önledi. 1994’de Washington’da Hayatını
kaybetti. Ayrıntılı bilgi için bkz. https://www.nytimes.com/1994/02/10/obituaries/raymond-hare-92state-dept-official-envoy-and-arabist.html . 20.04.2017 tarihinde erişildi.
113
Büyükelçisi ile yakından ilişkiler geliştirmiş, 1964 yılında Kıbrıs konusunda yaşanan
gerginliğe kadar Türk ABD ilişkileri sorunsuz bir şekilde devam etmiştir.
3.1.5. 1961 Yılında Türkiye-ABD İlişkileri
MBK’nin Türkiye’de idareyi ele alması sonrasındaki en büyük sorunlarından
biri ekonomik yardım arayışı idi. Gürsel hükümetinin, Ocak 1961’e kadar
gerçekleştirdiği tüm toplantılarda para sıkıntısına çareler arandığı görülmektedir.
Türkiye’nin ABD ile 1960 yılı itibariyle yapılan görüşmelerde de bu nedenle ekonomik
yardım talepleri ön plana çıkmıştır. 1961 yılı itibari ile ekonomik yardımların yanı sıra
Sovyetler Birliği’ne karşı savunma stratejileri, 1961 Anayasasının Türk halkı tarafından
oylanması, sabık iktidarın Yassıada da yargılanması konuları iki ülke ilişkilerinde
önemli konular olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu başlık altında Türk-ABD ilişkilerinde
1961 yılı incelenmiştir.
3.1.5.1. Savunma Stratejileri Bakımından İlişkiler
Soğuk Savaş döneminin güvenlik stratejileri gereği Doğu ve Batı Blokları
arasında ağır yıkım gücüne sahip çeşitli füze sistemleri oluşturulmuştur. Batı ittifakının
bir üyesi olan Türkiye’ye Sovyetler Birliği’nden gelebilecek herhangi bir saldırı
karşısında önleme ya da karşılık verme görevlerini yerine getirmesi amacıyla füze
sistemleri yerleştirilmiştir. 1961 yılı itibariyle Gürsel hükümeti ve Kennedy hükümetleri
arasında yapılan çeşitli görüşmelerde Türkiye’ye birbirinden farklı füze sistemlerinin
yerleştirildiği görülmektedir. Füze sistemlerini Türkiye ve ABD arasındaki ilişkiler
bazında değerlendirmeden önce bilinmesi gereken, füzelerin Türkiye’de varlığı
Türkiye’nin
Sovyetler
Birliği
ile
olan
ilişkilerinde
her
zaman
dezavantaj
oluşturduğudur.
Türkiye ile ABD arasında, Türk topraklarına füze sistemlerinin yerleştirilmesine
dair ilk girişim Jüpiter isimli füze sistemlerinin Türkiye’ye yerleştirilmesi ile olacaktır.
Sovyetler Birliği Sputnik isimli uydusunu 4 Ekim 1957’de dünya yörüngesinden uzaya
çıkarmayı başarması, Dünya tarihinin en önemli teknolojik gelişmesi olmasının yanı
114
sıra Sovyetler Birliği’nin elinde kıtalar arası hedefleri vurabilecek kadar güçlü bir füze
sistemi olduğunun da habercisi oluyordu. Bu gelişme ABD açısından oldukça büyük bir
yenilgi olmakla kalmıyor, Sovyetler Birliği’nin bu alandaki üstünlüğünü kabul
etmesinin yanı sıra yeni güvenlik stratejileri geliştirmek zorunda kaldığını apaçık ortaya
seriyordu. Sputnik başarısından sonra başlayan süreçte, dönemin ABD Dışişleri Bakanı
Dulles Aralık 1957’de NATO konseyinde bir konuşma yapmıştır. Bakan konuşmasında,
Sovyetler Birliği’nin elinde bulundurduğu teknolojiye atıfta bulunarak sorunun
öneminden bahseder ve NATO konseyinin kabul etmesi dâhilinde ABD’nin müttefik
ülke topraklarına füze sistemleri yerleştirmeye hazır olduğunu ilan eder. Füze
sistemlerinin yerleştirilmesi yanı sıra ABD’li uzmanların, füzelerin kullanılması
konusunda müttefik devletlerdeki askerlere gerekli eğitimi sağlayacağı da bakan
tarafından dile getirilir. Füze sistemlerinin eğitimi ve diğer yapılması gerekenlerin ABD
ile söz konusu ülke arasında yapılacak anlaşma ile gerçekleştirileceği belirtilir (FRUS
1955 – 1957: 102).
ABD’nin NATO konseyinde yaptığı bu teklif İngiltere, İtalya ve Türkiye
tarafından kabul görmesi ile füze sistemlerinin yerleştirilmesi süreci başlamış olur.
Başbakan Menderes, 9 Aralık 1957 günü yaptığı açıklamada NATO kapsamında
Amerikan füzelerinin Türk topraklarına yerleştirilmesini kabul ettiğini söylemiştir. Bu
füzelerin kullanılması için gerekli eğitimi almaları için seçilen Türk subaylarının
Amerika’ya yollanacağı da belirtilmiştir (Ülman Gönlübol: 1993:316). Adnan
Menderes’in
bu
açıklaması
ABD
Dışişleri
bakanının
NATO
konseyindeki
konuşmasından önce yapılmış olması dikkat çekmektedir. Füzelerin Yunanistan ve
Türkiye’ye aynı dönemde yerleştirilmesi planlanmış, yerleştirme kararı 1957’de
alınmasına rağmen 1959 yılına kadar bu işlem gerçekleştirilememiştir. Bunun nedenini
Türkiye ile Yunanistan arasındaki Kıbrıs anlaşmazlığında dolayıdır. Kıbrıs’ta siyasal
sorunların 1957’den itibaren yükselmesi nedeniyle füzelerin yerleştirilmesi işlemi
uzamıştır (Sander 1979: 183).
Füze sistemlerinin yerleştirilmesi öncesinde ABD İtalya, İngiltere ve Türkiye ile
karşılıklı anlaşmalar imzalamış, sistemlerin yerleştirilmesinde yapılacak olan tüm
masrafların ABD tarafından ödenmesi karara bağlanmıştır. Türkiye ile ABD arasında
115
yapılan anlaşma, 25 Ekim 1959 günü imzalanıp, TBMM’ye görüşmeye sunulmadan
yürürlüğe girmiştir (Sander 1979: 185). Yapılan anlaşmanın içeriğine bakacak olursak,
füzelerin ateşlenmesi, NATO kapsamında görevlendirilen ABD’li subaylarca yapılmış,
ABD’ye nükleer başlıklı füzelerin kullanımı durumunda veto hakkı tanınmıştır. Füze
sistemlerinin Türkiye’ye yerleştirilmesi, Türkiye için savunma stratejileri bakımından
oldukça yararlı bir adım olarak görülmektedir. Türkiye’nin bu füze sistemlerinin
yerleştirilmesi sonrasında nitelikli iş gücüne ihtiyaç duyması ve geliştirilmesi gereken
bir ulaşım sahasının bulunması nedeni ile ABD’de dış yardım alınmıştır (Sander 1979:
186). Füzelerin Türkiye’ye yerleştirilmesi anlaşılacağı üzere sadece savunma amaçlı
olmamış bunun yanı sıra ABD’de çeşitli maddi yardımlar alınmıştır.
Füze sistemlerinin Türkiye’ye yerleştirilmesi, Sovyetler Birliği tarafından açık
bir tehdit unsuru olarak algılanmıştır. Sovyetler Birliği füze sistemlerinin yerleştirilmesi
ile alakalı ilk protesto mesajını 29 Nisan 1959 günü Moskova radyosundan yapılan bir
yanınla açıklamıştır ve Türkiye’yi tehdit etmiştir (New York Times 30 Nisan 1959).
Füze sistemleri çeşitli nedenlerden dolayı eski teknoloji barındırmaktaydılar. İlk
saldıranın Sovyetler Birliği olduğu bir askeri hareketlilikte ABD önleyici bir saldırıda
bulunur ise avantaj ABD’den yana olacaktır (Sander 1979:184-185-186). 27 Mayıs
askeri darbesi öncesinde yaşananlar bu olaylar da görüldüğü üzere NATO kapsamında
Türkiye’ye füze sistemlerinin yerleştirilmesi güvenlik stratejileri ve bu sistemlerin
sayesinde alınan ekonomik yardımlardan kazanılan kazanç azımsanamayacak kadar
azdır. Elbette Sovyetler Birliği’nin füze sistemlerine karşı aldığı sert tavrı görmezden
gelmeyiz. Füze sistemlerinin yerleştirilmesi sonrasında ortaya çıkan en büyük ihtiyaç
ise ABD’nin olası saldırı durumunda bombalamak amacı ile Sovyetler Birliği
hedeflerinin belirlemesidir. Bu ihtiyacın giderilmesi için yine Türkiye’de bulunan
NATO
askeri
üsleri
ABD’liler
tarafından
kullanılmıştır.
Füze
sistemlerinin
yerleştirilmesi ve bahsedeceğimiz U2 olayı Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile olan
ilişkilerinde oldukça büyük sorunlara neden olmuştur.
Türkiye toprakları, Soğuk Savaş döneminde jeopolitik konumu nedeni ile NATO
üyesi Batı ittifakı ülkeleri için oldukça önem arz eden bir bölgede bulunmaktaydı. Füze
sistemlerinin yerleştirilmesi sonrasında yaşanan U2 olayı, ABD’nin Türkiye topraklarını
116
Sovyetler Birliği’ne karşı casusluk faaliyetleri için nasıl kullandığının açık bir
göstergesidir. 1949’da Sovyetler Birliği’nin nükleer füze üretmesiyle, ABD’nin bu
alandaki üstünlüğü kaybolmuştur. ABD, Sovyetler Birliği topraklarında olası bir önleme
saldırısı yapabilmek için casusluk faaliyeti yapma ihtiyacı duymuştur. Bu sayede,
Sovyetler Birliği’nin olası bir saldırısına karşı ABD’nin hangi hedefleri bombalayacağı
öğrenilecektir. Anlaşılacağı üzere iş sadece Sovyetler Birliği’ndeki önceden belirlenen
bazı hedefleri vurmak ile bitmemekte, Sovyetler Birliği tarafından yapılabilecek olası
misilleme saldırısını da durdurmaktı. 1957 yılı itibariyle, özellikle Türkiye topraklarında
bulunan NATO üsleri kullanılarak yapılan casusluk faaliyetleri gerekli istihbaratı
sağlamak için hızla çoğalmıştır. ABD’li yetkililer bahsi geçen bu casusluk faaliyetleri
için Sovyetler Birliği’nin kullandığı savaş uçakları tarafından vurulamayacak, Sovyetler
Birliği’nin elinde bulunan radar sistemlerince saptanamayacak uçaklara ihtiyaç
duyarlar. Bu uçakların üretimi Lockheed isimli bir şirket tarafından yapılmıştır (Sander
1979:191- 192).
Yapılan casus uçak faaliyetlerinde Sovyetler Birliği toprakları üzerindeki
hedeflerin fotoğrafları çekilerek, haritaları oluşturulmaya başlanmıştır. ABD’liler
ellerindeki verileri kullanarak, Sovyetler Birliği’ne karşı yapılabilecek saldırıların nasıl
ve hangi bölgelere yapılacağı hakkında bilgi toplamışlardır. Sovyetler Birliği’ne karşı
yürütülen istihbarat faaliyetlerinin Türkiye topraklarındaki merkezi Adana’da bulunan
İncirlik askeri Üssü olmuştur (Sander 1997: 192). ABD’nin bu istihbarat faaliyetlerinin
Sovyetler Birliği tarafından fark edilmesi 1 Mayıs 1960 günü gerçekleşmiştir. U2 uçağı
pilotu Gary Powers sabah saat 9’da casusluk faaliyeti yapmak amacıyla, Adana İncirlik
askeri üssünden havalanmış, 1 saat sonra pilot ile merkez arasındaki iletişim kesilmiştir.
ABD’li yetkililer uçak ile olan iletişimin kopması üzerine, resmi bir açıklama ihtiyacı
duymuşlardır.
117
Açıklama Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA65) tarafından yapılmıştır.
Açıklamada uçağın görevinin gökyüzünde gerçekleşen hava burgacı hareketlerinin
incelemek için havalandığı ve pilotunun bildirdiğine göre oksijen yetersizliği ikazından
sonra kaybolduğu yer almıştır. NASA’nın 1 Mayıs 1960 tarihli açıklamasından sonra 3
Mayıs 1960 tarihinde Sovyetler Birliği lideri Nikita Khrushchev66 tarafından yapılan bir
açıklamada ABD’nin bir casus uçağının, Sovyetler Birliği hava sahası içerisinde
casusluk faaliyeti yaptığı için düşürüldüğü ilan edilmiştir. 5 Mayıs 1960 günü Sovyetler
Birliği liderinin yaptığı açıklamaya karşı ABD Savunma Bakanlığı bir açıklama yapar.
Bakanlık, oksijen yetersizliği yüzünden pilotun baygınlık geçirmiş olma ihtimalinden
bahsedilirken uçağın Sovyetler Birliği hava sahasına otomatik pilot tarafından
yönlendirilmiş olabileceği söylenmiştir. Açıklamalar birbirini izlerken, ABD’liler
tarafından atlanılan tek noktanın uçağı kullanan pilotun sağlığından haberdar olmaması
göze çarpmaktadır. Sovyetler Birliği yönetimi yaptığı açıklamalarda pilotun sağlığı ile
alakalı herhangi bir bilgi vermekten özenle kaçınmıştır. Sovyet yetkililerin pilotun sağ
olduğu açıklaması üzerine, ABD uçağın casusluk faaliyeti yaptığını kabul etmek
zorunda kalmıştır (Sander 1997: 193-194).
Sovyetler Birliği bu gelişmeler üzerine, ABD uçaklarının faaliyetlerine üslerini
açarak kolaylık sağlayan ülkeleri ikaz etmiş ve herhangi bir saldırıya karşı farklı
ülkelerde bulunan bu üslerin Sovyetler Birliği tarafından güdümlü füzelerle
65
Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi . Kısaca NASA. 29 Temmuz 1958 yılında ABD başkanı D.
Eisenhower tarafından ABD’nin uzay çalışmalarını yürütmesi amacıyla kurulmuştur. Kurumun askeri
amaçlardan daha çok barışçıl uzay keşifleri için kurulduğu söylenmektedir. Ayrıntılı Bilgi İçin bkz.
(https://history.nasa.gov/factsheet.htm. 29.04.2018 tarihinde erişildi.) Veya Dick J. Steven (2010).
Nasa’s Fırst 50 Years: Hıstorıcal Perspectıves. CreateSpace Independent Publishing Platform: USA
Carolina.
66
Nikita Khrushchev. 15 Nisan 1894 günü Rus İmparatorluğuna bağlı olan Ukrayna’nın Kalinovka
şehrinde doğdu. İlkokul mezuniyetini aldıktan sonra boru tesisatçısı olarak çalışmaya başladı. 1917
Bolşevik devrimi öncesinde, işçi teşkilatlarına katıldı. 1918 yılında Bolşevik Partiye üye oldu. 1922’de
Yuzovka şehrinde yarım kalan eğitimine devam etti. 1929’da Moskova’da bulunan Stalin
Akademisinde Metajur alanında eğitim gördü. 1938’de Bolşevik Partisinin en önemli kurumlarından
olan Politbüro ’da yer aldı. 1943 yılında Stalingrad Kuşatmasında Sovyetler Birliği ordularına
kumandanlık yaptı ve 1953 yılında Stalin’in ölümü sonrasında Bolşevik Parti genel sekterliğine
getirildi. 27 Mart 1958’den 14 Ekim 1964’e kadar Sovyetler Birliği merkezi komite 1. Sekreteri olarak
Sovyetler Birliği devlet başkanlığı yaptı. 11 Eylül 1971 günü Moskova’da öldü. Ayrıntılı Bilgi için bkz.
Edt. Smith Jeremy Lllic Melanie (2009). Soviet State and Society Under Nikita Khrushchev. Basees
Routledge Serieson Russian and European Studies , Taylor & Francis Group: London. Ve
Khrushchev, Sergei (2000).Nikita Khrushchev and the Creation of a Superpower. The Pennsylvania
State University Press: Pennsylvania.
118
vurulacağını ilan etmiştir. U2 olayında baş aktörlerden biri olan Türkiye için bu açıkça
bir tehdittir. Türk hükümetinin bu uçuşlardan haberdar olup olmadığı bilinmemektedir.
18 Mayıs 1960 günü Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir habere göre Türkiye, söz
konusu hadiseye karışan uçağın Pakistan Peshawar’dan havalanıp, Norveç’e uçuğunun
bilgi dâhilinde olduğu söylenmiştir (Cumhuriyet 18 Mayıs 1960: 1). U2 hadisesi Türk
basınında da tartışma konusu yapılmıştır. Cumhuriyet Gazetesinin 17 Mayıs 1960 tarihli
sayısında M. Piri imzası taşıyan bir makale yayınlanmıştır. Makalede 1. Dünya Savaşı
sırasında Goeben ve Breslau gemilerinin yarattığı sorunlar nedeni ile Osmanlı
İmparatorluğunu savaşa nasıl soktuğu hakkında bir hatırlatma yapılarak, ABD’nin
Türkiye’yi yapacağı açıklamalar sayesinde bulunduğu zor konumdan çıkarması
istenmiştir (Cumhuriyet 18 Mayıs 1960). Yaşanan hadiseler sonrasında ABD Dışişleri
bakanı Herter tarafından uçuşların durdurulduğunu ve zaten uçuşların devam etmesi
halinde Ocak 1961’de Eisenhower’in başkanlığı Kennedy’e devretmesiyle bu uçuşların
doğal olarak sona ereceği açıklanmıştır (Cumhuriyet 29 Mayıs 1960).
ABD’nin casus faaliyetlerinde U2 uçaklarını 1965’e kadar kullandığı
bilinmektedir. Dönemin Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel tarafından 7 Şubat
1970’de yapılan bir basın toplantısında U2 uçuşlarının, 28 Aralık 1965 günü
durdurulduğunu açıklaması ile ulaşmaktayız (Sander 1979: 196). Füze sistemlerinin
Türkiye’ye yerleştirilmesi sonrasında yaşanan bu olay bize göstermektedir ki Türkiye
Sovyetler Birliği tarafından olası bir saldırı tehditti ile karşı karşıyadır. Khrushchev ’in
3 Mayıs 1960 tarihli açıklamasında güdümlü füzeler ile vururuz tehditti durumun
önemini gözler önüne sermektedir. Burada dikkat çekmek istediğimiz husus ise füze
sistemlerinin Sovyetler Birliği’nden gelebilecek herhangi bir saldırıya karşı Türkiye’nin
savunmasında ne derecede önem arz ettiğidir.
Türkiye’de askeri darbe meydana geldikten sonra, MBK’nin yapılmış olan tüm
uluslararası anlaşmalara bağlı kalacağından bahsetmiştik. Bu anlaşmalardan biri de hiç
kuşkusuz 29 Ekim 1959’da imzalanan ABD füze sistemlerinin Türkiye’ye
yerleştirilmesi hakkındaki anlaşmadır. Füze sistemlerinin Türkiye’ye 1959 yılında
yerleştirilmesinden 2 yıl sonra 1961’de halen daha Sovyetler Birliği, ABD ve Türkiye
arasından konu edildiğini görmekteyiz. ABD’nin Türkiye Büyükelçiliğinde elçilik
119
müsteşarı olarak görev yapan Crowles tarafından 5 Şubat 1961’de ABD Dışişleri
bakanlığına bir telgraf yollanmıştır. ABD’li müsteşar, 3 Şubat 1961 günü Türkiye
Dışişleri Bakanı Sarper’in Sovyetler Birliği’nin Türkiye büyükelçisi Rijov yaptığı bir
görüşmeden bahsetmektedir. Elçi Rijov, Sarper’e ABD’nin, NATO kapsamında
yerleştirdiği füzelerin, Türkiye’yi tehlikeli bir yola sürüklediğinden bahsettikten sonra
Sovyetler Birliği’nin bu gelişmelerden hoşnut olmadığını belirten bir nota verdiğini
belirtmiştir. Sarper, ABD’li müsteşara verilen Sovyetler Birliği notasının tehdit
içermediğini söylemekle birlikte, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin füze
sistemlerinin varlığı ve U2 hadisesinden dolayı karmaşık bir hale geldiğini belirtmiştir.
Bakan Sarper, Sovyetler Birliği’nin verdiği notaya resmi bir cevap verilmediğini
söyleyerek, verilecek cevabın kendi kişisel görüşlerine göre bazı noktalar dikkate
anılarak verileceğini ifade etmiştir. Sarper’in kast ettiği bu unsurlar genel olarak:
“Türkiye’yi yönetenlerin asla Türk halkını tehlikeye sokmayacakları, NATO
üyeliğinden dolayı kurulacak bütün savunma sistemlerinin kabul edebileceği, söz
konusu savunma sistemlerine komşularından bulunan kitle imha silahları nedeni ihtiyaç
duymaktadır. Bu sistemlere karşı yapılacak herhangi bir girişimi egemenliğine karşı
yapılmış olarak görecektir. Nükleer silahların varlığı bir küresel sorundur. Bu silahların
gerekli şartlar altında yok edilmesinden Türkiye mutlu olacaktır” şeklinde sıralamıştır
(FRUS 1961-1963: 692).
Görüşmenin devamında Sarper, Sovyetler Birliği elçisi Rijov ’un Türkiye’de
giriştiği faaliyetlerden bahsetmektedir. Sarper’in Crowles’e aktardığına göre Sovyetler
Birliği elçisi bazı genel konular üzerinde konuşmak amacıyla MBK üyelerini ziyaret
etmektedir. Bu görüşmelerde Rijov, Sovyetler Birliği’nin ABD ile olan ilişkilerinde
yeni seçilen ABD hükümetiyle birlikte gelişme kaydedildiğinden ve ileriki süreçte
Sovyetler Birliği ve ABD arasında bir anlaşma yapılabileceğini ve Türkiye’nin bu
anlaşmanın dışında bırakılacağını söylediğini belirtir. Türkiye’nin bu duruma karşı
izlemesi gereken yolun ise, Sovyetler Birliği ile iyi bir iletişim kurmasından ve bir
anlaşma imzalamasından geçtiğini belirtir (FRUS 1961-1963: 692-693). Rijov’un
faaliyetlerinden Cemal Gürsel’in haberdar olduğu belirten Sarper’in aktarımına göre
Gürsel, Rijov’a çok sinirlenmiş ve ona mani olunmasını istemiştir. Gürsel’in bu isteğine
120
rağmen, Sarper bu girişime engel olmuştur. Bunun nedeni olarak ise Sovyetler Birliği
ile Türkiye arasında bir diplomatik kriz yaşanabileceğidir (FRUS 1961-1963: 693).
Elçi Rijov’un Türkiye’ye Sovyetler Birliği notasını verdiği günlerde, Türk
yetkililer ile ABD’liler arasında füzeler hakkında bir görüşme yapılmıştır. Bakan
Sarper, NATO Başkomutanı General Norstad’ı, Gürsel’in isteği üzerine 12 Mayıs 1961
günü telefonla arar. İki saat kadar süren bu görüşmede Sarper ile Norstad Türkiye’de
bulunanlar Jüpiter füze sistemlerinin Polaris isimli başka bir füze sistemi ile
değiştirilmesi hakkında bir konuşma geçer. Jüpiter füzelerinin artık demode oldukları
hakkında geçen konuşmada Sarper, Polaris sisteminin, Sovyetler Birliği’ne karşı daha
caydırıcı
olduğunu
kabul
etmiş,
Jüpiter
sistemleri
ile
alakalı
çalışmaların
sonlandırılmasını Türk yöneticiler tarafından kabul edilmez olduğunu da belirtmiştir
(FRUS 1961-1963: 699). Jüpiter sistemlerinin, Türkiye’de bulunmasının sadece
stratejik avantaj getirmesinin yanında, sosyal ve ekonomik avantajlarının buldurduğu da
görmezden gelinemez. Jüpiter füze sistemlerinin Türkiye’ye getirilmesi sonrasında ülke
içerisindeki ulaşım ağlarının geliştirileceği, Sovyetler Birliği’nden gelebilecek füze
saldırılarına karşı savunma görevi göreceği, bunların yanı sıra ABD’den ekonomik
yardımlar alınacağı da bilinmektedir. Jüpiter füzelerinin askeri anlamda ne kadar
demode olurlarsa olsun Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülke için varlığı dahi avantaj
sağlamaktadır.
ABD Dışişleri Bakanı C. Herter, NATO Başkomutanı General Norstad’da
bulunduğu bir grubun Türkiye’ye Orta Menzilli Balistik Füzelerin yerleştirilmesi
hakkında, Haziran 1961’de bir görüşme yapmışlardır. Görüşme, Herter ile Norstad’ın,
Selim
Sarper’le
ayrı
ayrı
yaptıkları
konuşmalarda
nelerin
konuşulduğunun
anlatılmasıyla başlar. Herter, Viyana’da 3-4 Temmuz 1961 tarihinde füze sistemleri ile
alakalı yapılacak görüşmeler öncesinde yaşanan süreçten bahsetmiştir. ABD’nin
Savunma Bakanlığı Yardımcısı Nitze ise Viyana görüşmelerinde Sarper’in füze
sistemlerinin sökülmesi ile alakalı bir yaklaşımı hoş karşılamayacağını belirtmiştir.
General Norstad’da, Nitze’nin bu görüşünü destekler. Herter, toplantının devamında
General Norstad’a Türkler söz konusu füzeleri kendi istedikleri zaman kullanabilirler
mi? Sorusunu yöneltir. Norstad füzelere biçilen ömür süresi tamamlanan kadar Türk
121
yetkililerin füzeleri kullanmak için gerekli donanıma sahip olamayacaklarını, Sovyetler
Birliği karşısında ABD desteğinden yoksun kalma korkusu yaşarlarsa füzeleri ateşleyen
kilidi zorla ele geçirmeye çalışabilecekleri söyler. NATO Başkomutanı, Sovyetler
Birliği’ne karasal yakınlıklarını bulunan Yunanistan ve Türkiye için ABD yardımından
uzak kalma korkusunun bulunduğunu da belirtir. Yunanlıların ve Türklerin neden
böylesi bir korkuya sahip olduklarını anlamadığı söyleyen Norstad, bu korkuyu aşmaları
için iki ülke yöneticilerine de güven verdiğini, füze programlarından vazgeçme
fikrinden uzaklaşıldığını göstermek için programlara devam etmenin en doğru yol
olacağını söylemiştir (FRUS 1961-1963: 702-703).
Temmuz ayında yapılacak olan görüşmelerin, gidişatına göre Türkiye’de
bulunan füze sistemlerinin sökülmesi durumunun, pazarlık konusu olma ihtimali
üzerinde yürütülen tartışmalarda ABD, Sovyetler Birliği ile geliştireceği ilişkiler için
Türkiye ve Yunanistan’da bulunan füze sistemlerini sökmeyi göze almaktadır. Daha
öncede bahsettiğimiz gibi bu füze sistemleri hem Türkiye hem de Yunanistan’ın, toprak
bütünlüğünün Sovyetler Birliği’ne karşı savunulmasında oldukça gerekli silahlardır.
General Norstad’ın toplantıda söylediklerinden, füze sistemlerinin yerleştirilmesinden
önce Türk askerlere verilmeye başlanan füzelerin kullanılması ile alakalı eğitiminde
aslında işe yaramayacağını görmekteyiz. ABD’li yöneticilerin müttefikleri olan Türkiye
ve Yunanistan’ın güvenliği söz konusu olmasına rağmen meseleye ne kadar faydacı
yaklaştıklarını görmekteyiz. Elbette bu füze sistemleri Türkiye ve Yunanistan
topraklarında varlıklarını sürdürmüşlerdir, ancak bunun yine ABD’nin çıkarı
doğrultusunda yapıldığını söyleyebiliriz.
Türkiye’ye yerleştirilen, ABD yapımı füze sistemleri geçerliliğini Soğuk Savaş
döneminin sonuna kadar kaybetmemiştir. Türkiye, Soğuk Savaş döneminin bu önemli
krizinin ortasına çalışmamızın önceki bölümlerinde de bahsettiğimiz gibi jeopolitik
konumu yüzünden düşmüştür. Füze sistemlerinin, Küba’da bulunan Sovyet yapımı
füzelerin sökülmesi tartışmalarında, Türk basınında bir beyanata rastlamamaktayız.
Füze sistemleri hakkında ki tartışmalar, ilk olarak Amerikan basınında dile getirilmiştir.
Bunun altında yatan temel sebep Türkiye toplumunun söz konusu gelişmelerden uzak
tutulması ve bir haber olması olabilir (Gerger 1983: 77-78). Sonuç olarak Türkiye’nin,
122
NATO kapsamında bahsi geçen füzelere sahip olması, Sovyetler Birliği tehditti
karşısında ülke topraklarının savunulması noktasında oldukça gerekli bir hamledir.
Dönemin şartları Türkiye’nin, Sovyetler Birliği füzelerine karşı korunmasında başka bir
şans tanınmamıştır. MBK ve Gürsel hükümeti iktidarı döneminde söz konusu olan füze
tartışmaları bahsettiğimiz gibi cereyan etmiştir.
3.1.5.2. Yassıada Yargılamaları Etkisinde Türkiye-ABD İlişkileri
Türkiye’de gerçekleşen askeri darbe sonrasında DP hükümeti üyelerinin tümü
tutuklanmıştır. Tutuklanan DP yöneticileri, askeri darbeye kadar iktidarda kaldıkları
süreçte, işledikleri addedilen suçlardan dolayı yargılanmak için Marmara denizindeki
Yassıada’ya yollanmışlardır. Yassıada’daki yargılama hazırlıkları devam ederken, 12
Haziran 1960’da kabul edilen bir yasa ile yargılamaları yapması için Yüksek Adalet
Divanı kurulmuştur. Yargılamalar öncesinde kurulan, Yüksek Soruşturma Kurulu
yapacağı soruşturmaların sonucunda tutuklu olan kişilerin hangi suçları işlediklerine
karar verecek böylece yapılacak yargılamalar öncesinde son adım atılmış olacaktır.
Çıkartılan yasa gereği Yüksek Adalet Divanı yapacağı yargılamalar sonrasında vereceği
kararların hiçbirinin temyiz imkânı olamayacak, ölüm cezalarında ise MBK’nin
vereceği onay geçerli olacaktı. 6 Ekim 1960 günü MBK’nin kararıyla, Yüksek Adalet
Divanı başkanlığına Yargıtay 1. Ceza Dairesi başkanı Salim Başol getirilirken Yüksek
Adalet Divanı başsavcılığına ise Yüksek Soruşturma Kurulu üyesi Altay Ömer Egesel
getirildi. Yassıada yargılamaları67 14 Ekim 1960 günü başlamıştır.
ABD Büyükelçisi Raymond Hare ile Selim Sarper arasında yargılamalar
hakkında, 4 Nisan 1961 günü durum değerlendirmesi yapılmıştır. Hare’nin aktarımına
göre Sarper Türkiye’nin önünde iki önemli sorun bulunmaktadır. Bu sorunlardan ilki
ekonomik durum bir diğeri ise Yassıada Yargılamalarıdır. Sarper, ABD elçisine Cemal
Gürsel ve İsmet İnönü’nün yargılamaları yakından takip etiğini söyler ve mahkemenin
67
Yassıada yargılamaları ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Apuan Recep Şükrü (2008). Menderes 27
Mayıs'tan Yassıada Mahkemelerine. İstanbul: Timaş Yayınları. ve Aydemir Şevket Süreyya (1969).
Menderes’in Dramı. Remzim Kitapevi: İstanbul. Ve Perin Nihat (2011). Zindana Tıkılan İktidar 27
Mayıs ve Yassıada Günleri. Doğan Kitap: İstanbul. Ve Öymen Altan (2018). Umutlar ve İdamlar 1960
1961. Doğan Kitap: İstanbul. Ve Yassıada Mahkemesi davalarının tutanakları için bkz.
http://212.174.157.46:8080/xmlui/discover. 07.05.2018 tarihinde erişildi.
123
en iyi şekilde sonuçlanacağını düşündüklerini aktarır. Mahkemede verilecek önemli
sonuçların (-Sarper’in burada bahsettiği önemli sonuçlar verilebilecek olan idam
kararlarıdır.) MBK’nin vereceği karara bağlı olduğunu söyleyen Sarper, mahkemenin
bağımsızca hareket etmeye özen gösterdiğini ve Gürsel tarafından mahkemede alınacak
kararlar hakkında devreye girmesinin Salim Başol’un istifasına yol açabileceğini
belirtir.
Sarper’in konuşmasından sonrasında elçi Hare, Gürsel’in mahkemeye baskı
yapmasının ABD tarafından istenmeyeceğini söyler. Elçi konuşmanın devamından konu
hakkındaki kendi kişisel düşüncelerinin aktarır. Yassıada yargılamalarının ve
yargılamalar sonucunda verilecek kararların Türkiye’nin bir iç meselesi olarak
değerlendiren elçi, bazı iç meselelerin dış meselelerle de örtüşebileceğini de belirtir.
Yargılamalar sonrasında verilmesi muhtemel idam cezalarının Amerikan halkının
tepkisini çekebileceğini belirten elçi bu durumun ABD hükümetini de zor durumda
bırakabileceğini söyler. Hare’yi dinleyen Selim Sarper konuyu anladığını belirtir ve
Hare’nin Gürsel ile yapacağı ilk görüşmede Yassıada mahkemeleri hakkında
konuşmamasını tavsiye eder (FRUS 1961-1963: 693- 694). Elçi Hare’nin aktarımlarına
göre Yassıada’da gerçekleşen yargılama sürecinin ABD tarafından endişe ile takip
edildiği açık bir şekilde görülmektedir. Mahkemenin verebileceği ömür boyu hapis veya
uzun süreli hapis cezaları seçeneklerinden daha çok idam cezası üzerinde durulması da
bize elçinin bahsettiği verilecek idam cezalarının tepki çekebilme ihtimalinden
dolayıdır.
Selim Sarper ile Büyükelçi Hare arasında yargılamalarla alakalı ikinci görüşme
7 Ağustos 1961 tarihinde gerçekleşmiştir. Sarper’e, 7 maddeden oluşan bir not kâğıdı
hazırladığını söyleyen Hare, Yassıada hakkında yapılacak görüşmede daha net
olabilmek açısından bu yolu izlediğini aktarmıştır. Selim Sarper’e görüşme sırasında bu
7 madde Hare tarafından okunmuştur. Hare’nin, ilk okuduğu madde, Yassıada
Mahkemelerinin bir iç sorun olarak algılandığıdır. Bu iç sorunun, bir dış soruna
dönüşebilme en azından etki edebilme gibi bir ihtimalin olduğunu da ima eden Hare,
konunun Sarper ve arasında karşılıklı olarak anlayışlı bir şekilde tartışıldığını belirtir.
Hare, Yassıada hakkında yaptıkları tüm görüşmelerde resmen görevlendirilmediğini ve
124
sadece müttefik bir devletin temsilcisi olarak kişisel görüşlerinden bahsettiğini söyler.
Elçi notunun üç, dört ve beşinci maddelerinde; Türkiye’nin demokrasi yolunda
ilerlediği süreç bakımından diğer ülkelere örnek teşkil ettiğini ve 1960’da gerçekleşen
darbenin kansız bir şekilde gerçekleştiğini ve bundan Hür Dünya’nın (Hare’nin, Hür
Dünya’dan kastı Batı Bloğudur.) olumlu yönde etkilendiğini, verilecek ölüm cezalarının
bu imaja zarar verebileceğini belirtir. Altıncı madde de kendisinin yukarıda
sıraladığımız maddelerden daha farklı düşünmediğini ve bu düşüncelerin karar
mercilerine iletildiğini belirtir. Son madde de ise ABD’nin bu konudaki resmi görüşünü
açıklamamış olmasının bu konunun ABD tarafından önemsenmediği gibi bir algı
oluşmasına neden olmadığı hakkındadır (FRUS 1961-1963: 705-706). Elçi Hare’nin
Sarper’e iletmiş olduğu not içerisinde öncelikle göze çarpan nokta elçinin, Sarper ile
yaptığı tüm görüşmelerde resmi bir görevlendirme olmadan bulunduğunu defalarca
vurgulamış olmasıdır. Yassıada hakkında verdiğimiz bir önceki metinde de elçi Hare,
kendi kişisel düşüncelerini dile getirdiğini sıkça vurguladığını görmekteyiz. Hare’nin
Sarper ile Yassıada hakkında görüşmelerde bulunması ABD’li yöneticilerin
yargılamaları önemsediklerinin bir göstergesidir.
ABD’nin Yassıada yargılamaları ile alakalı resmi görüşünü ortaya koymama
sebebi bu nokta da bir soru işareti olarak karşımıza çıkmaktadır. Bizce ABD, Hare’nin 4
Nisan 1961 günü Washington’a yolladığı telgrafta bu sorunun cevabı bulunabilir. Hare
Türkiye’deki yargılamalar sonucunda çıkması muhtemel idam cezalarının Amerikan
halkı tarafından tepki çekebileceğini ve bu tepkiden dolayı da ABD hükümetinin
etkilenebileceğini bir 4 Nisan 1961 tarihli belgede belirttiğini görmüştük. ABD,
Yassıada yargılamalarından çıkabilecek idam kararlarından dolayı kendi kamuoyundan
tepki çekmemek için resmi bir görüş açıklamamış olabilir. ABD’nin, idamlara karşı
olduğu ile alakalı bir açıklama yapmasında hem Gürsel hükümeti ile ilişkilerine hem de
batı dünyasındaki Gürsel hükümeti imajına zarar verebilme potansiyeli de göz önünde
bulundurulmalıdır. ABD, bu sıkıntılı durumdan kurtulmanın çaresini resmi bir
açıklamadan uzak durarak Hare aracılığı ile yapılacak gayri resmi görüşmelerle birlikte,
Yassıada yargılamaları sürecini kontrol altında tutmaya çalışmıştır. Elçi Hare’nin
vurguladığı bir başka nokta ise yargılamaların Türkiye’nin bir iç meselesi olduğunu
125
söylemiş olmasıdır. Meseleye bu açıdan yaklaşıldığında da ABD’nin yeni Türk iktidarı
ile arasındaki ilişkileri bozmamaya özen göstermiştir.
Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamları öncesinde
Hare ile Sarper’in son görüşme, 15 Eylül 1961 günü gerçekleşmiştir. ABD elçisi
Hare’ye Dışişleri bakanı Dean Rusk’tan68 başkan Kennedy’nin gerçekleştirilecek
idamlar
hakkında
gelmiştir.69
Telgrafta
Dışişleri
Bakanı
Rusk,
Hare’ye
gerçekleştirilecek idamlardan dolayı Kennedy’nin çekincelerinden bahsetmiştir. Hare,
telgrafı alır almaz, bir görüşme ayarlamak için Sarper’i arar (FRUS 1961-1963: 709).
Sarper, Rusk’ın mesajının aynısının Türkiye’nin Washington’daki elçiliğine de
yollandığından bahseder. Elçi Hare, Sarper’e idamlar hakkında yapabileceği herhangi
bir şey olup olmadığını sorar. Sarper elçinin sorusuna, idamlar hakkında ne kendisinin
ne ABD elçinin yapabileceği hiçbir şey olmadığını bu nedenle vicdanlarını rahat
tutmaları gerektiği cevabını verir. Sarper görüşmelerinin devamında Hare’ye geçen
hafta boyunca iki defa hem MBK’de hem de Bakanlar kurulunda bu konunun
görüşüldüğünü Kuvvet Komutanları ve Cemal Gürsel’in idamların ertelenmesinden
yana olduklarını söyler. Komitenin vereceği karar öncesinde ikiye bölündüğünü
söyleyen Sarper, artık MBK’nin bu konuda alacağı kararın dış etkenler tarafından
yönlendirilemeyeceğini ve komitenin çoğunluğunun idamlara karşı tavır aldığını
belirtir. MBK’nin kararını beklemekten başka çare olmadığını Hare’ye aktaran Sarper,
idamla yargılananların, af edilmesinden yana olan kendisi ve arkadaşlarının ölüm
tehditti almalarına rağmen geri adım atmayacaklarını söyler. Var olan sorunun iki taraf
arasında olduğunu bu tarafların birinin eğiliminin mantık ve tecrübeden yana olduğunu
diğer tarafın ise kaba kuvvetten yana tavır aldığını söyler. Sarper, görüşmenin sonunda
68
David Dean Rusk. 9 Şubat 1909’da ABD’nin Georgia eyaletinde doğdu. 1940’da Amerikan ordusunun
istihbarat dairesinde Yüzbaşı olarak görev almadan önce sırasıyla 1931’de Davidson Kolejinde orta
öğretiminin tamamladı. 1934’de Oakland, California'daki Mills College'da doçent olarak işe başladı.
Devam eden süreçte California-Berkeley Üniversitesi'nde hukuk eğitimi aldı ve Mills Fakülte Dekanı
olarak görev yaptı. 1940’da orduya yazıldı ve istihbarat dairesinde çalışmaya başladı. Orduya girdikten
sonra Amerikan Dışişlerinde etkili pozisyonlarda görev aldı. 1961’de iyi anlaşmamalarına rağmen
Kennedy Hükümetinin Dışişleri bakanı olarak görev yaptı. 20 Ocak 1994’de yaşamını yitirdi. Ayrıntılı
Bilgi için bkz.(https://history.state.gov/departmenthistory/people/rusk-david-dean 09..05.2018 tarihinde
erişildi.)
69
Telgrafın tam metni için bkz. (https://www.jfklibrary.org/Asset-Viewer/Archives/JFKPOF-125005.aspx 09.05.2018 tarihinde erişildi. )
126
konuştukları ile alakalı herhangi bir sızıntı olması halinde bunun bir felaket olacağını
belirtir (FRUS 1961-1963: 709-710).
Bu görüşme sonrasında yaşananlara bakacak olur isek Sarper komitenin idam
kararına
karşı
tavrın
çoğunlukta
olduğunu
söylemesine
rağmen
idamların
gerçekleştiğini görmekteyiz. Sarper MBK’nin idamlar konusundaki tavrında yanılmış
olabilme ihtimalinin bulunmasının yanı sıra MBK’yi etkileyen başka bir faktöründe
devreye girmiş olabileceği ihtimalide göz önünde bulundurulmalıdır. MBK’yi etkileyen
bu faktör 27 Mayıs askeri darbesinin üzerinden bir yıl geçtikten sonra, Türk ordusu
içerisinde kurulmuş olan Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) adı verilen cuntacı harekettir.
SKB kurulma nedenleri, Milli Birlik Komitesinin amacından sapmaması, yapılan
tasfiyeler sonrasında ordu içerisinde ortaya çıkan grupları birleştirmek ve bu grupların
emir
komuta
kademesinin
dışına
çıkmasına
mani
olmaktır.
Bu
hedefleri
gerçekleştirmenin yanı sıra hızlı bir şekilde ordu içerisindeki siyaseti de bastırarak,
Türkiye’de seçimlerin yenilenmesi gibi amaçlara sahip olan bu yapılanmaya dönemin
Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’da üye olmuştur (Börüklüoğlu 2017: 21).
MBK ile SKB arasındaki ilk çatışma 3 Haziran 1961 günü Hava Kuvvetleri
Komutanı olan Orgeneral İrfan Tansel70’in Washington’a yapılan ataması üzerine
meydana gelmiştir. SKB üyesi olan İrfan Tansel’in tasfiyesi ile MBK ordu içerisindeki
ağırlığını yeniden kazanacaktı ancak, SKB’nin elinde bulundurduğu Hava Kuvvetlerine
bağlı olan savaş uçakların 28 Haziran 1961 günü Ankara’da havalandırması ve SKB’nin
Genelkurmaya verilmesi için hazırladığı 6 ültimatom sonrası MBK geri adım atmak
zorunda kaldı (Hale 1996: 127). Böylesine güçlü bir etkiye sahip olan SKB’nin varlığı
MBK üyelerini idamlar konusunda etki altında almıştır. Dönemin tanıklarından
Emanullah Çelebi 2010 yılında verdiği bir röportajda idamlardan dolayı Talat Aydemir
ve SKB’yi sorumlu tutmuştur. Emanullah Çelebi röportajda; “ Komite üyesi arkadaşım
Ahmet Yıldız geldi yanıma. ‘Silahlı Kuvvetler Birliği (Talat Aydemir cuntası) jandarma
70
Orgeneral İrfan Tansel. 1909 yılında İstanbul’da doğdu. 1930 yılında Harp Okulu’ndan asteğmen
rütbesi ile mezun olmuş, 1956 yılında Tuğgeneral, 1958 yılında Tümgeneral rütbesine yükselmiştir.
Askeri darbenin gerçekleşmesi sonrasında İzmir Valiliğine getirilmiş, 3 Ağustos 1960 tarihinde Hava
Kuvvetleri Komutanlığı’na atanmıştır. 14 Eylül 1999 tarihinde hayatını kaybetmiştir. Ayrıntılı bilgi için
bkz.(https://www.hvkk.tsk.tr/trtr/Türk_Hava_Kuvvetleri/Türk_Hava_Kuvvetleri_Komutanları/Biyograf
iler/ArtMID/445/ArticleID/76/Orgeneral-İrfan-TANSEL. 09.05.2018 tarihinde erişildi.)
127
okulunda bir toplantı yaptı. Beni çağırdılar, seni de istiyorlar’ dedi. Gittim. ‘İdamlar
hakkında ne düşünüyorsun’ diye sordular. Düşüncem belliydi: 15 kişinin idamını
istendi. İlla ki bir ders verilecekse Celal Bayar’ın idamına oy veririm. Çünkü onun da
yaş haddinden dolayı cezası müebbet hapse çevrilir. Aydemir, ‘Yassıada’nın kararlarını
uygulayacaksınız. İdamlar olmazsa ihtilal yaparız! Ya idamlar ya ihtilal!’ Peki, bizim,
MBK’nin kuvveti yok muydu? Ne kuvveti? 23 kişiyiz. Silahlı Kuvvetler Birliği diyor ki
‘Hepsini asın ya da ihtilal yaparız!’ Reyimi idamların lehine kullandım.” sözleri ile
Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamlarında SKB’nin faaliyetine dikkat çekmektedir.
MBK’nin önde gelen diğer bir ismi Sami Küçük ise idam kararları hakkında; “Adnan
Menderes’in idamından bir gün sonra Meclis’te komisyon odasında otururken kapı
açıldı. Mehmet Özgüneş içeriye girdi. “Albayım çok vicdan azabı çekiyorum.
Biliyorsunuz ben idamlar aleyhindeydim. İdamların karara bağlanacağı günden önce
Harp Okulu Komutanı Talat Aydemir telefon açtı. Meclis’in Dikmen kapısı yakınında
benimle görüşmek istediğini bildirdi. Buluştuk. Beni tehdit etti. Yüce Divan’ın aldığı
idam kararlarının Silahlı Kuvvetler Birliği olarak yerine getirilmesini, idamların
yapılmasını istiyoruz” dedi. Korktum ve oyumu değiştirdim”71 sözleri ile Talat Aydemir
ve SKB’nin idamlar konusunda baskı kurduğunu öne sürmektedir.
ABD başkanı John F. Kennedy’nin kişisel girişimine rağmen DP’li 3 yöneticinin
idamları 16-18 Eylül 1961 günleri arasında gerçekleşmiştir. Yukarıda gördüğümüz
üzere, ABD’li yöneticiler resmi bir tavır takınmamış olmalarına rağmen yargılamaları
elimizdeki veriler ışığında 1961 yılı itibari ile yakından takip etmişlerdir. Mahkeme
sonucunda 15 DP yöneticisi idam kararı alsalar da (Celal Bayar yaş haddinden dolayı)
infazı gerçekleşen 3 kişi dışında hiçbirinin infazı gerçekleşmemiştir. İnfazların
gerçekleşmesi ile Türkiye’deki DP iktidarının bitirdiğini ilan etmiştir tabirini
kullanmamız yanlış olmayacaktır. Aktarımlarımızdan görüldüğü üzere idamların
durdurulması için ABD yapabileceği oranda müdahil olmuştur. ABD’li yöneticiler
yukarıda da belirtildiği üzere kendi kamuoyundan gelebilecek tepkilerden çekinmiş
olabilirler ya da DP yöneticilerine nazaran Gürsel Hükümetinin, meşru bir hükümet
71
Röportajın tam metni için bkz.(http://t24.com.tr/haber/mendereslerin-idami-icin-ozur-diliyo,7881710.
05.2018 tarihinde erişildi.)
128
olarak görüp, Yassıada yargılamalarına bir devletin özellikle müttefik bir devletin kendi
problemi olarak değerlendirmiş olabilirler.
3.2. MBK-Sovyetler Birliği İlişkileri
Türkiye’nin kuzey komşusu Sovyetler Birliği ile olan ilişkileri 1923’den 1939’a
kadar ki dönemde oldukça yakın ve dostane bir şekilde ilerlemiştir. Yeni kurulan
Türkiye bağımsızlık savaşı sırasında ortak düşman görülen emperyalistlere karşı
savaştığı için Sovyetler Birliği’nden askeri, ekonomik yardımlar ve siyasi destek
almıştır. Kurtuluş Savaşının bitmesi ile devam eden süreçte ise Türkiye-Sovyetler
Birliği arasında ekonomik ve sosyal alanlarda birlikte bazı çalışmalar yürütülmüştür.
Sovyetler Birliği’nin kurucu Lideri olan Lenin72’in 21 Ocak 1924’de ölmesi ile birlikte
yürütülen dostluk ilişkileri Stalin73’in lider olması ile sekteye uğramış ise de dostane bir
şekilde devam etmiştir. 2. Dünya Savaşı’nın bitmesi ile birlikte, iki ülke arasındaki
72
Vladimir İlyiç Ulyanov. Ya da Lenin: 22 Nisan 1870, Çarlık Rusya’nın Simbirsk (Günümüzde bu şehrin
adı Lenin’in soy adından dolayı Ulyanovsk’dir.) şehrinde dünyaya gelmiştir. Ulyanov ailesinin genç
çocukları Çarlık rejimine karşı sürdürülen muhalefetin içerisindeydiler. Lenin’in abisi Aleksandr İlyiç
Ulyanov1886'da Narodnaya Volya isimli Sosyalist partiye üye oldu. Aleksandr partisinin üyeleri ile
birlikte Çar 3. Aleksandr’a suikast girişimde bulunmuştur. Bu başarısız suikast girişimi sonrasında
idam edilmiştir. Abisinin idam edilmesi Lenin’in yaşamına yön vermesinde önemli bir rol oynamıştır.
1891 yılında avukatlık eğitimi gördüğü St. PeterSovyetler Birliğiurg Üniversitesinden mezun olmuştur.
Üniversite’den ayrıldıktan sonra 1985’de İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği isimli bir örgüt
kurmuştur. 1905’de Rusya’da gerçekleşen Demokratik devrime kadar sürgünde yaşamış bu yıllarda
Avrupalı Sosyalistler ile temasa geçmiştir. 1917’de Bolşeviklerin Çar 2. Nikolay’ın devrilmesinden
hemen önce Nisan 1917’de Rusya’ya geri dönmüştür. Lenin’in liderliğini üstlendiği Bolşevik Partisi
Sovyetler Birliği’nin kurucu olmuştur. 21 Ocak 1924’de yaşamını yitirene kadar Lenin farklı konular
ele aldığı 94 makale 17 kitap ve 5 derleme yayınlamıştır. Ayrıntılı Bilgi için bkz. Service Robert.
(2014). Lenin. İstanbul: Abis Yayınevi.
73
Yosif Visaryonoviç Cugaşvili. Ya da Josef Stalin : 18 Aralık 1978’de Çarlık Rusya’nın Gori kentinde
doğdu. Tiflis’te Lenin’in yazdığı eserlerden etkilenerek Marksist Leninist harekete katıldı. 1903 yılında
Bolşevik hareketine katıldı. 1905 yılında Rusya’da gerçekleşen devrimden sonra Kafkaslarda Bolşevik
hareketin örgütlenmesinde yer aldı. 1913’de Çarlık askerleri tarafından yakalanıp Turhansk bölgesine
sürgün edildi. 1917’de Bolşeviklerin Çarı devirmesi sürecinde sürgün edildiği bölgeden ayrılarak St.
Petersburg’a geldi. Bolşevik Hareketinin yayın organı olan Pravda’nın başına geçti. Devrim sonrasında
kurulan hükümette Milliyetler Halk Komiseri görevini üstlendi. 1922’de Sovyetler Birliği Komünist
Partisi Genel Sekreteri seçildi.21 Ocak 1924'te Lenin’in ölümü sonrasında Bolşevik Parti içerisindeki
iktidar savaşından galip ayrılarak Sovyetler Birliği’nin 2. Devlet Başkanı oldu. 2. Dünya Savaşında
Alman ordularının Stalingrad şehrine kadar gelmesi ve savaşın Almanya’nın yenilgisi ile sonuçlandığı
süreçte Sovyetler Birliği ordusu başkumandanlığını yaptı. 5 Mart 1953’de Sovyetler Birliği Devlet
Başkanlığı görevini yürütmeye devam ederken Moskova’daki konutunda öldü. Ayrıntılı Bilgi için bkz.
Murphy Jack T. (1998). Stalin. İstanbul: Bilim ve Sosyalizm Yayınları. Veya. İberieli Sandro. (2017).
Stalin'in Gerçek Yaşamı. İstanbul: Cinius.
129
ilişkilerde çeşitli sorunlar yaşanmıştır. Sovyetler Birliği’nin 2. Dünya Savaşından sonra,
Türkiye’den toprak ve boğazlarda üs, taleplerinde bulunmuş olması, Türkiye ve
Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerde krize neden olmuştur.
1950’de DP’nin Türkiye’de iktidara gelmesi sonrasında başlayan süreçte ise
Türk-Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler mesafeli olmuştur. Türkiye Batı eksenli dış
politikasının yanı sıra NATO üyeliği ile de Sovyetler Birliği karşındaki kampta yer
alarak kuzey komşusunu karşısına almıştır. Bunun nedenleri ise genel olarak; Kore
Savaşı, Sovyetler Birliği’nin uzun menzilli balistik füzelere sahip olması, Türkiye’nin
jeopolitik konumudur. Türkiye, NATO üyesi bir devlet olarak, Sovyetler Birliği ile
ilişkilerinde müttefikleriyle birlikte hareket etmesi oldukça doğaldır.
Soğuk Savaşın devam ettiği 1959 yılına gelindiğinde ise iki kutuplu dünya ’da
büyük sorunların varlığı devam etmesine rağmen Türkiye dış politikasında yeni
arayışlar içerisine girmiştir. DP iktidarı bu dönemde bir yandan müttefiki ABD ile olan
ilişkilerine aynı şekilde devam etmek isterken diğer bir taraftan ise Sovyetler Birliği ve
Bağlantısızlar üyeleri ile de ilişkiler geliştirmek isteğindeydi. Türkiye Dışişleri artık
Sovyetler Birliği’nden gelen her adımı arkasında başka niyetler olup olmadığını
aramaktan vazgeçip komşusu ile yeni ilişkiler kurma isteğindedir (Seyidi 2011: 5).
Türkiye’nin Dış Politikasında değişimler göstermesi gerekliliği dönemin basını
tarafından da açıkça dile getirilmiştir. Forum Dergisinin 15 Aralık 1959’da çıkan
sayısında yazar Mümtaz Soysal yazdığı makalesinde, Soğuk Savaşın yeni bir döneme
girdiğinden bu yeni dönemde Türkiye’nin yaşanacak gelişmelerden uzak kalmaması
gerektiği işaret eder. (Forum 15 Aralık 1959).
Basında da dile getirilen bu yaklaşım değişikliği ihtiyacı bizzat hükümet
üyelerince hatta bu konudaki en yetkili kişi tarafından da dile getirilmiştir. Dönemin
Türk Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, 1959 yılının sonlarına doğru gazeteci Kemal
Bağlum’a; “Bizim en büyük hatamız kayıtsız şartsız Amerika’ya tabi olmamız. Böyle
bir politika sonsuza kadar devam edemez. Türkiye sırtını Amerika’ya dayamakla hiçbir
sonuca varamaz. Türkiye NATO ve Amerika’nın yanı sıra Üçüncü Dünya ülkeleri ve
Sovyetler ile belli ölçüde ve Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda yeni bir politika
130
izlemek zorundadır. Bir yıldan beri Adnan Beye bunu telkin ediyorum. Adnan bey bu
ısrarlarım karşısında Sovyetlerle ekonomik alanda işbirliği yapılmasını ve Üçüncü
Dünya Ülkelerinin lideri durumunda bulunan Hindistan ile ilişki kurulmasını kabul etti.
Ben de Başbakan Menderes’in Moskova’yı ziyaret etmesi için gerekli girişimlerde
bulumdum” (Yetkin 1995: 63) sözleri ile Türkiye’nin dış politika da yeni adımlar atma
niyetinde olduğunu belirtir. Zorlu’nun bu sözlerinin Hindistan ile alakalı kısmının 20
Mayıs 1960’da gerçekleşen Hindistan Başkanı Nehru’nun ziyareti (Milliyet 23 Mayıs
1960) ile karşılık bulduğunu söyleyebiliriz.
Menderes’in Sovyetler Birliği başkenti Moskova’ya yapacağı ziyaret ise
yaşanacak uçak kazası nedeni ile gerçekleşmez. Bu ziyaret öncesinde, Türkiye’nin
Sovyetler Birliği ile kurulacak ilişkilerinde başlıca sorunlar ise ABD tarafından Türk
topraklarına yerleştirilen Jüpiter Füze sistemlerinin varlığı ve U2 casus uçağı krizidir.
Bu sorunlara rağmen diplomatik bir nezaket ile iki ülke arasında samimi adımlar
atılması gündeme gelmiştir. Menderes’in ziyaret talebi Sovyetler Birliği’nin o günlerde,
Batı ülkelerine yaptığı ziyaretlerin bir sonucu olarak görülebilir. Bakan Zorlu, ABD’nin
Ankara büyükelçisi Warren ile 30 Ocak’ta yaptığı görüşmesinde Başbakan nezdinde
gerçekleştirilecek bu ziyaretin Türkiye’nin Soğuk Savaşın yumuşamasında üstüne düşen
bir görev olduğunu ve görüşmelerin NATO kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini
söyler (Seyidi 2011:7). Türkiye, Sovyetler Birliği ile ilişkiler geliştirmek isterken ABD
gibi önemli bir müttefikini kaybetmekten çekinmektedir. Menderes, Temmuz ayında
yapılması planlanan Moskova ziyareti ile hem ABD ve müttefiklerinin Sovyetler Birliği
ile ilişkiler geliştirmekte geri kaldığı eleştirilerinden kurtulacak hem de olası bir
ekonomi kapsamlı anlaşma ile Türkiye’nin ABD haricinde yeni alternatiflere sahip
olmasının yolunu açmayı hedeflemiştir.
Bu ziyaretin gerçekleşmesi halinde elde edilecek olan bu kazanımların haricinde
Menderes, Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler geliştirerek iç politikada sıkça karşı karşıya
kaldığı Irak darbesi korkutmasından da sıyrılmayı planlamaktadır. Menderes ve DP
yönetimi, Irak’ta yaşanan askeri darbenin arkasında Nasır ve dolaylı olarak Sovyetler
Birliği olduğu düşüncesinde idi. Türkiye’de olası bir Sovyetler Birliği destekli darbe
hareketi olduğunda, Menderes hükümeti ABD’ye güvenebilirdi.(Seyidi 2011:8).
Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne gerçekleştireceği bu ziyaret ABD haricinde komşusu
131
İran’da da merak uyandırmıştır. Fatin Rüştü Zorlu bu gelişmenin gerçekleşme ihtimalini
önceden tahmin ettiğinde Türkiye’nin İran Büyükelçisi Mahmut Dikerdem74 ’den daha
sonra özel olarak görevlendirdiği Selim Sarper’den ziyaretin asıl amacının Şah’a
açıklanmasını istemiştir. Sarper, Şah’a Başbakan Menderes’in bizzat görevlendirmesi
ile gidip mesajını iletmiştir (BCA 030-18-01-02/158-36-3). İki Türk diplomatın ikna
edemediği Şah’ı Menderes 26 Nisan 1960’daki CENTO toplantısında bizzat ikna
etmeye çalışmıştır (Seyidi 2011: 10). İran Şahının çekincesinin nedeni Sovyetler
Birliği’nin İran üzerinden nüfuz alanı oluşturarak Orta Doğu’da söz sahibi olmaya
çalıştığı düşüncesidir. Adnan Menderes’in Temmuz ayında yapmayı planladığı
Moskova ziyareti 27 Mayıs 1960’da Askeri darbenin gerçekleşmesi nedeni ile hayata
geçemez.
27 Mayıs askeri darbesinin gerçekleşmesi sonrasında, MBK tarafından kurulan
Gürsel Hükümetinin, Sovyetler Birliği ile geliştireceği ilişkiler büyük bir merak konusu
olmuştur. 31 Mayıs 1960 günü Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Khrushchev tarafından
yayınlanan mesajda Türkiye’deki yeni iktidarın tanındığı ilan edilir (Fırat 1997: 46).
Sovyetler Birliği, Türkiye’de meydana gelen askeri darbeyi Türkiye ile yeni ilişkiler
geliştirmek için bir fırsat görmüştür. Bunun nedeni ise; Sovyetler Birliği, 27 Mayıs
askeri darbesinden önce, başta Orta Doğu’da olmak üzere çeşitli ülkelerde yaşanan
askeri darbeleri o ülkelerle ilişkiler geliştirmek hatta o ülkelerin dış politikalarını kendi
eksenine çevirmek için çaba sarf etmiştir. Askeri darbenin gerçekleştiği ülkenin bu sefer
Türkiye olması Sovyetler Birliği için ayrı bir önem taşımaktaydı. Türkiye NATO’nun,
ABD’nin ve Batılı Müttefiklerinin Sovyetler Birliği’ne karşı girişilmesi muhtemel
askeri hareketliliklerde ilk sınır noktası olma özelliği sahipti. Bu nedenle Sovyet
yöneticiler, Türkiye ile sıkça yakın temas kurma ihtiyacı duymuşlardır.
74
Mahmut Şerafettin Dikerdem.1916 yılında İstanbul’da doğmuştur. 1935 yılında Galatasaray Lisesinden
mezun olan Dikerdem,1938 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu.1942
yılında Cenevre'de devletler hukuku doktorası yaptı. Üniversiteden mezun olduktan sonra Türk
Dışişleri Bakanlığında çeşitli görevlerde yer almıştır. 1976 yılında Dışişleri Bakanlığı Merkez Yüksek
Danışmanlığı görevini yürütürken emekli oldu. 3 Ekim 1993’de İstanbul’da yaşamını yitirdi. Türk
Dışişlerinde görev yaptığı yıllar ile alakalı bir çok hatıratını yayınlamıştır. Ayrıntılı Bilgi İçin Bkz. Der.
Güler Zeynep Suda. (2013). Mahmut Dikerdem Salon Veririz Sokak Alırız. İstanbul: Yazılama
Yayınevi.
132
Sovyet basını ise Türkiye’de gerçekleşen askeri darbeyi iyimserlikle
karşılamıştır. Türkiye ile olan ilişkilerde DP iktidarı döneminde göreceli olarak
normalleştirmeye başlamış olan Sovyetler Birliği yönetimi için askeri darbe bir geri
adım nedeni olmamıştır. Moskova Radyosu 21 Haziran 1960 günü yaptığı yayında
Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında, 1920’li yılların sonunda iki ülke arasından var
olan, iyi ilişkiler yeniden dile getirilir. Bu dönemde yapılan çalışmalardan meydana
gelen fabrikalara dikkat çekilerek, yapılacak olan yeni anlaşmalardan dolayı iki
tarafında
fayda
sağlayabileceği
belirtilir
(Akalın
1999:
158-159).
Moskova
Radyosu’nun 25 Haziran 1960 günü yaptığı yayında, Türkiye’nin dış borç ihtiyacına
dikkat çekmiştir. Yapılan yayında, Türkiye’nin Batılı devletlerden alacağı kredilerin
faizlerinin yüksek olduğunu ve vadelerinin kısa olduğuna işaret edilerek Sovyetler
Birliği’nin sağlayacağı kredinin daha az faizli ve uzun vadeli olacağı belirtilmiştir
(Akalın 1999: 159). Sovyetler Birliği, Türkiye’deki yeni iktidarla iyi ilişkiler kurma
yolunu Türkiye’nin ihtiyaçlarına cevap vermekte bulduğunu gözlemlemekteyiz.
Sovyetler Birliği, bahsi geçen ekonomik yardımları vererek, Türkiye ile iyi ilişkiler
kurmayı hedeflemiş olabilir.
Sovyetler Birliği üyesi yetkililerin, Türkiye ile olan ilişkilerin geliştirilmesi için
ilk girişim devlet başkanı Khrushchev tarafından gerçekleştirilmiştir. Khrushchev,
içeriğinin daha sonra kamuoyuna duyurulacağı yeni yönetimi tanıma sonrasındaki
mesajını 28 Haziran 1960 günü Cemal Gürsel’e yollamıştır (Cumhuriyet: 1 Eylül 1960).
Khrushchev yolladığı mesajda Türkiye tarafsız olabilir ise iki ülke arasında yakın
ilişkiler kurulabilirdi. Bu durum her iki ülkeye yarar sağlayacak bir gelişme olmakla
beraber, Türkiye’nin yaptığı askeri harcamaları böylece azaltabileceğinden ve bu
tasarrufu halkının refahı için harcayabileceğini belirtmiştir. Sovyetler Birliği lideri
mesajının devamında ise Türkiye’nin bağlı bulunduğu ittifaklar çerçevesinde bağımsız
bir dış politika izleme arzusunun Sovyetler Birliği tarafından desteklendiği söylenilmiş,
eskiden var olan Türk Sovyet dostluğunun yeniden canlandırılması temennisi
vurgulanmıştır (Gönlübol Ülman vd. : 1993:418 ve Cumhuriyet: 1-2 Eylül 1960).
Khrushchev’ın mesajına bakıldığında Sovyetler Birliği ve Türkiye arasında, darbe
sonrasındaki süreçte ilişkilerin geliştirilmesinden yana bir tavır alındığını görmekteyiz.
Sıkça başvurulan Atatürk dönemi Türk-Sovyetler Birliği ilişkilerine geri dönme
133
çağrısının da yinelendiği görülmektedir. Sovyetler Birliği’nin Türkiye ile bağlı
bulunduğu ittifaklara rağmen yakın ilişkiler kurma isteği dönemin şartlarında
değerlendirildiğinde oldukça büyük bir adımdır. Mayıs 1960’da Sovyetler Birliği, U2
krizinden dolayı Türkiye topraklarına füze saldırısı yapabileceği sinyali vermiştir.
Sovyetler Birliği liderinin mesajına Başbakan Cemal Gürsel, 8 Temmuz 1960
günü cevap verir. Gürsel mesajında Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında
geliştirilebilecek tüm ilişkilerde bir engel bulmadığını, Türkiye’nin üyesi olduğu
ittifakların sadece savunma amaçlı olduğu vurgusu yapmıştır.. Türkiye’nin askeri
harcamalarının azaltılması konusunda ise Gürsel’in verdiği cevap sorunun, sadece
Türkiye’ye özelinde olmadığını belirtmek olmuştur. Bu sorunun çözümü tüm
Dünya’daki silahların azaltılması ile gerçekleşeceği belirtilmiş, iki ülke arasındaki
münasebetlerin iyileştirilmesi yolunun karşılıklı güven ortamının kurulmasıyla
sağlanacağı belirtmiştir (Gönlübol Ülman vd 1993: 418).
Gürsel’in mesajına
bakıldığında ise Türkiye’deki yeni iktidarın daha temkinli adımlar ile Sovyetler
Birliği’ne yaklaştığı görülmektedir. Gürsel Hükümeti ile Sovyetler Birliği arasındaki ilk
temaslar böylece sağlanmıştır.
Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler, 1960 yılının sonuna kadar
sertleşmeden uzak bir dengede devam etmiştir. 4 Ekim 1960 günü BM çalışmaları için
New York’ta bulunan Türk Dışişleri Bakanı Sarper ile Sovyetler Birliği lideri
Khrushchev arasında bir görüşme gerçekleşir. Bu görüşme Gürsel hükümetinin
Sovyetler Birliği yönetimi ile olan ilk yüz yüze görüşmesidir. Sarper, BM çalışmaları
tamamlanıp Türkiye’ye döndükten sonra görüşme ile alakalı gazetecilere şu demeci
verir; “Khrushchev ile ilk kez karşı karşıya geldim. İlk kez görüştük. Görüşmeler önce
tereddütlü başladı sonra samimiyet havası içinde geçti. Rusya bize yardım teklifinde
bulunmuştu. Hiçbir ayrıntıya girmedik. Alacağımız yardımı teraziye çarpmadan kabul
edemeyiz. Gırtlağa kadar borç içindeyiz. Bunların miktarı ve kredi şekilleri mühimdir”
(Akalın 1999: 160). Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye sıklıkla borç verme teklifinde
bulunduğunu gözlemlemekteyiz. Sovyetler Birliği, Türkiye ile ilişkiler geliştirmenin
yolunu bize göre Türkiye’nin ihtiyaçlarına cevap vermeden geçtiği gibi bir algı ile
hareket etmektedir. Ancak Sarper’inde açıklamasına baktığımızda, yine de temkinli
adımlar attığını görmekteyiz. 1960 yılı itibariyle Türkiye ve Sovyetler Birliği arasındaki
134
ilişkiler aktardığımız gibi ekonomik yardım taleplerine Türkiye’nin temkinli yaklaşması
doğrultusunda gerçekleşmiştir. 1961’e kadar devam eden bu süreçte Türkiye ve
Sovyetler Birliği’nin yakın komşuluk ilişkileri kurmamış ancak herhangi bir sorunda
yaşanmamıştır.
3.3. MBK-Fransa İlişkileri
Türkiye’de gerçekleşen askeri darbe Türk–ABD, Türk–Sovyet ilişkilerinde
değişimler yaşattığı gibi Türk-Fransız ilişkilerinde de değişimlere neden olmuştur. Bu
dönemde Türk-Fransız ilişkilerinde iki önemli konu üzerinde durulmuştur. Bunlar;
Cezayir’in bağımsızlık mücadelesi ve Türkiye’nin Ortak Pazar’a üye olmasıdır.
Çalışmamızın başında da belirttiğimiz üzere MBK idaresi dış politika da bağımsızlık
mücadelelerine destek vermeyi istemiş ve bu doğrultuda MBK yöneticileri çeşitli
beyanatlar vermişlerdir.
Avrupa ülkeleri, 1950’li yılların sonunda Soğuk Savaşın etkilerinden
kurtulamadığından dış politikaların etkin değillerdi. Avrupa ülkelerinden doğan bu
boşluğu ABD doldurmaktaydı (Akalın 1999: 137). Avrupalı ülkelerin genel
yaklaşımları bu şekilde iken Fransa diğer Avrupalı ülkelere göre daha farklı bir örnek
teşkil etmektedir. DP’nin iktidara geldiği günden itibaren Fransız elçilerin merkeze
yolladıkları raporlarda laiklik ve Türkiye’deki Kürtler hakkında bilgiler içerdiği dikkat
çekmektedir. DP’nin iktidara geldiği 1950 yılından bir sene sonra Türkiye’de
Atatürk’ün heykel ve büstlerine karşı yapılan saldırıları yorumlayan dönemin Fransa
büyükelçisi J. Lescuyer; “Bu eğilimlerin her şeyden önce gelenekçi çevrelerin
tepkisinden kaynaklandığını açıkça bilmeliyiz. Fakat çoğunluğunu Atatürkçü sınıfların
oluşturduğu demokrat yöneticiler, şimdilik rejim için yakın bir tehlike oluşturmayan bu
eğilimleri, rejimin tehlikeye girmesi halinde, sert bir biçimde durdurmayı ihmal
etmeyeceklerdir” (Şahinler 1996: 261) cümleleri ile durumu Fransa Dışişleri Bakanına
izah etmekteydi.
Fransız elçinin, dikkat çektiği nokta laiklik üzerinedir. Şahinler’in yukarıda
bahsi geçen çalışmasından yaptığımız bu aktarım ve benzeri birçok rapor
135
bulunmaktadır. Fransız elçilerin kendi ülkelerine yolladıkları raporlardan anlaşıldığına
göre hassasiyet duydukları meselelerin özellikle DP iktidarında başında Türkiye’deki
laikliğin pratikte nasıl hayata geçirildiği gelmektedir.
Fransız Büyükelçilerin, bir diğer hassasiyet noktası Türkiyeli Kürtlerin
silahlanmasıdır. 9 Haziran 1952 günü Fransız büyükelçi, J. Saint Hardouın’ın merkeze
yolladığı raporunda “ Doğudaki bölgeler Kürtlerle doldu. Bu halk Ağrı, Bingöl, Bitlis,
Diyarbakır, Hakkari, Muş, Siirt, Tunceli, Van olmak üzere dokuz kentte yeniden
çoğunluğu sağladı.
Demokrat hükümet, Kürtlerden sağladığı önemli sayıda oy
nedeniyle, bu bölgelerde çok tehlikeli bir durumla karşı karşıya kaldı. Bundan iki yıl
önce silah kaçakçılığı ile uğraşan milletvekili Hasan Oral, kaçakçı olduğu ortaya çıkınca
Demokratların safına geçti. Böylelikle Kürtler kendi çıkarları doğrultusunda Demokrat
Parti’de birleştiler” der. Aynı rapor ’da Kürtlerin, olabildiğince ödün koparmak
amacıyla DP’yi desteklediklerinden bahsedilmektedir (Şahinler 1996: 265). Fransız
elçinin raporunda yer verdiği bu bilgilerden Fransızların DP iktidarı döneminde
Türkiyeli Kürtler hakkında hassasiyet gösterdikleri görülmektedir.
Fransız ihtilalnin bıraktığı siyasi miras nedeniyle Fransız diplomatların laiklik
konusunda hassasiyet göstermeleri oldukça normal karşılanabilir bir davranıştır.
Türkiye’de gerçekleşen ve temelinde Siyasal İslamcı eğilimleri barındıran toplumsal
olaylara karşı yukarı ’da aktardığımız tepkileri vermeleri de bu nedenle normaldir.
Araştırmacı Walter F. Weiker’in 1960 Türk İhtilali isimli çalışmasında yer verdiği,
Fransız bir Albayın Dijon Üniversitesinde gerçekleşen bir toplantıda sunduğu rapor
bizlere Fransızların Türkiye’deki laiklik hakkındaki görüşleri açık bir şekilde gözler
önüne sermektedir. Weiker’in aktarımına göre Albay, Türkiye’deki laiklik hakkında;
Atatürk’ün ölümünden sonraki 12 yıl içerisinde devam etmemiştir der (Weiker 1967:
208). Fransızların bu bakış açısında söz konusu mesele değerlendirildiğinde Türkiye’de
laik bir cumhuriyet 1950’lerde bulunmamaktadır.
Türkiyeli Kürtler hakkında kaleme alınan satırlar ise 1950’li yıllardan itibaren
Kürt milliyetçi hareketinin Fransa başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde nüfuz
sahası oluşturmaya başlamasından dolayı olabilir. Çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde
136
Cezayir hakkındaki gelişmeleri aktarırken Fransa ile Türkiye’nin, Kürtlerin lobi
faaliyetleri hakkında karşı karşıya geldiğinden bahsedeceğiz.
27 Mayıs askeri darbesi sürecinde, Türkiye’de görev yapan Fransa Elçisi
Spitzmuller,
Fransa’nın
Washington
büyükelçiliğinden
gelen
bir
raporu
değerlendirirken, Menderes’in kıskanç bir şekilde otoriteye düşkün olduğunu belirtir.
Elçi Spitzmuller, 24 Mayıs 1960 günü Fransa’ya yolladığı bir telgrafta Fatih Rüştü
Zorlu’yu kaynak göstererek DP hükümetinde Mayıs ayında Türkiye’de yaşanan
toplumsal olaylara karşı sertlik yanlısının, Celal Bayar olarak tanımlar ve Bayar’ın
tavrının tüm Hükümet’e ve meclise etki ettiğinden bahseder (Akalın 1999: 138).
Türkiye’de meydana gelen askeri darbe, 28 Mayıs 1960 günü Fransız basınında
değerlendirilmiştir. Fransız basınının, önde gelen gazetesi Le Monde Türkiye’de
yaşanan askeri darbeyi okuyucularına şu sözler ile aktarır; “Profesörler tarafından
desteklenen Üniversite gençleri, başta İstanbul, sonra Ankara ve ülkenin önemli
kentlerinde sokaklarda gösterilere başlamıştır. Hiç kimse, Ankara “Harbiye” Okulu
kadar disiplinli ve askeri geleneklere bağlı bir okulun, idarecilerinin, yani silahlı
kuvvetlerin liderlerinin esasını onaylamadıkları genel bir gösteriye kalkışabileceklerini
tasavvur edemez. Orgeneral Gürsel, yeni rejimin demokratik ve laik olacağını
onaylıyor. Türkiye’de yeni rejim şekillenmeye başlamıştır. Hukukçu ve genç üniversite
mensuplarından oluşan bir komisyon gece gündüz çalışarak yeni anayasayı hazırlıyor “
(Le Monde 28 Mayıs 1960 aktaran: Akalın 1999: 151).
Le Monde gazetesi,
okuyucularına aktardığı haberde, askeri darbenin harbiye ‘de şekillenmiş olduğunu
belirtirken, komuta kademesi dışında böyle bir hareketin şekillenmesine ihtimal
vermemektedir. Bilindiği üzere, MBK’ni oluşturacak olan hareket, emir komuta zinciri
dışında gelişmekle birlikte, darbenin yaklaştığı son anlarda Orgeneral Gürsel ve Cemal
Madanoğlu’nu hareketin içerisine alınmışlardır. Bu nedenle Le Monde’nin, darbeyi
gerçekleştirenler hakkında tam bir bilgi sahibi olmadıkları anlaşılmaktadır.
3.3.1. Cezayir Bağımsızlık Sürecindeki İlişkiler
137
Fransa, Cezayir topraklarını kendi himayesi altına almak için 14 Haziran
1890’da General Louis de Bourmont’u görevlendirmiştir. Fransızların, Cezayir
sahillerine çıkarma yaptıktan sonra giriştikleri kanlı saldırılar sonucunda Cezayir 5
Temmuz 1890’da Fransa tarafından işgal edilmiştir. Fransız işgaline karşı Cezayirliler
birleşerek bir direniş hareketi başlatırlar ve bu hareketinde önde gelen iki isim
bulunmaktadır. Bunlar; Hacı Ahmet ve Emir Abdülkadir’dir. Bu iki liderin başında
olduğu Cezayirli direnişçiler, Fransız işgaline karşı 17 yıl süren ilk karşı koyma olayını
gerçekleştirmişlerdir. Fransızlar bu ilk işgal karşıtı direnişin üzerinden gelmiş olsalar da
Fransız hâkimiyeti devam ettiği sürece bu bölgede, isyanlar defalarca yeniden patlak
vermiştir. İşgal altındaki Cezayir’in, demografik yapısını değiştirmek amacıyla 1939’da
başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden insanlar getirilmiş ve böylece
bölgenin demografik yapısı değiştirilmeye çalışılmıştır (Nam 2012: 163-164).
Fransa, 1 Kasım 1954’den 19 Mart 1962’ye kadarki süreçte, Cezayir’de yaşanan
toplumsal olaylarla karşı karşıya kalmıştır. Bu olayların başlangıcı 8 Mayıs 1945
günüdür. Almanya’nın 2. Dünya Savaşını kaybetmesi üzerine Cezayir’in Setif, Kharat
ve Guelma şehirlerinde gösteriler yapılarak, müttefik devletlerin başarısı kutlanmak
istenmiştir. Cezayirliler, bu gösterileri düzenlemeden önce Fransız yetkililerden izin
almış olmasına rağmen, Fransız kolluk güçleri ile aralarında çatışmalar çıkmıştır. Bahsi
geçen şehirlerde, Fransızlarında kalabalık kitleler halinde yaşıyor olmaları çatışmaların
dozunu yükseltir ve Cezayirlilerin üzerine tank ve uçak savar ile ateş açılır. Açılan ateş
ve çeşitli şiddet eylemleri sonrasında, 40.000 Cezayirlinin yaşamını yitirdiği
bilinmektedir (Nam 2012: 171). Yaşanan bu olaylar Cezayirliler tarafından Setif
Katliamı olarak anılmaktadır. Setif Katliamı, Cezayirlilerin, Fransızlar ile olan
ilişkilerinde bir kırılma noktası olmuş, 1954 yılından Cezayir’in tam bağımsız bir ülke
olacağı sürecin de başlangıcı olmuştur. Setif olayı sonrasında Cezayirli milliyetçiler yer
altına çekilmiş ve Fransızlardan gizli olarak bağımsızlıklarını elde etmek amacıyla
faaliyetler yürütmüşlerdir.
Türkiye’nin ise 1954 yılı itibariyle, Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinde
çekimser bir tavır takındığı gözlemlenmektedir. Türkiye, NATO kapsamında müttefiki
olan Fransa’ya karşı, o dönemin şartlarında halen, bir iç mesele olarak algılanan Cezayir
138
hakkında resmi kanalları kullanarak açık bir destek vermesi mümkün değildi. Bunun
yanı sıra Kıbrıs hakkında var olan siyasal gelişmeler nedeni ile Cezayir’in
bağımsızlığına destek vermesi bir gereklilik olarak önümüze çıkmaktadır. Türkiye,
Kıbrıs’ın bağımsız birleşik bir devlet olarak ya da sadece adanın kuzeyinde kurulacak
olan bağımsız bir Türk devleti çözümlerinde başarıya ulaşması için bir emsale ihtiyaç
duyulmaktaydı. Cezayir’in bağımsızlığı konusunda, Kıbrıs meselesi haricinde elbette
göz önünde bulundurulması gereken tarihsel bağlardır.
Cezayir’in Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyetinde geçmişinin bulunması
Türkiye’nin Cezayir meselesi konusunda çekimser kalmasını zorlaştıran bir faktör
olarak göze çarpmaktadır. 1957 itibari ile Türk Dışişlerinde görev yapan bazı
diplomatlar, “Fransa müttefikimizdir. Ancak Cezayirliler de kardeşimizdir” Anlayışı ile
hareket etmişlerdir. Bu yaklaşımın bir getirisi olarak, 17 Kasım 1957’de Türk
ordusunda görevli bulunan General Naci Sezen başkanlığındaki bir grup asker,
“Ardahan” isimli bir gemi ile Cezayir’e ulaştırılması için Libya’nın Tripoli isimli
limanına askeri malzeme bırakmışlardır (Nam 2012: 180).
Türkiye, Cezayirli direnişçilere askeri yardım yapmasıyla müttefik bir devletin
hem iç işlerine müdahil oluyor, hem de müttefikine karşı doğrultulacak olan silahları
temin ediyor olarak görülmektedir. Türkiye’nin Cezayir bağımsızlığına verdiği destek
asla söylemde kalmamış yapılan silah ve askeri malzeme sevkiyatları ile eyleme
dönüşmüştür. General Sezen’in başında bulunduğu sevkiyat haricinde başka bir
sevkiyat yapıldığı bilgisine Alparslan Türkeş’in anılarında rastlamaktayız. “ Bizden
önce Demokrat Parti iktidarı, Fransız sömürgeciliğine karşı savaş veren Cezayir
kurtuluş hareketine sahip çıkmamıştı. Biz bundan üzgündük. Cezayir’i dost bir ülke
olarak görüyorduk. Halkını kardeş bir ülke olarak biliyor, sömürgeciliğin esaretinden
kurtulup, bağımsızlığa, özgürlüğe kavuşmasının hakkı olduğuna inanıyorduk. Bunun
için Libya Elçiliği ile irtibat kurduk. Onlar, ihtilal yöneticileri ile temasımızı sağladı.
Kendilerinin temsilcilerini kabul edeceğimizi bildirdik. Cezayir heyeti, bizden ısrarla
silah ve cephane yardımı isteğinde bulundu. Bu dileklerini kabul ettik, silah sevkiyatını
Libya üzerinden yaptık. Giden savaş malzemeleri arasında silah, cephane ve top da
vardı. Eğer yanılmıyorsam 20.000 tüfek ve 2.000 adet de top gönderdik. ” (Turgut 1995,
Aktaran: Koçak 2010: 175). Belirtilen rakamların belki de altında bir silah sevkiyatı
139
MBK döneminde Cezayir’e sağlanmış olsa da yardım yapıldığı bir gerçektir. Bahsedilen
tüfek ve top sayısının oldukça ciddi rakamlar olması nedeni ile de Türkiye’nin böylesi
bir yardımda bulunmasının Fransa tarafından tepkiye yol açması doğaldır.
MBK’nin iktidarda olduğu dönemde, hükümet düzeyinde Cezayir hakkında ilk
tartışmaya Bakanlar kurulunun 4. Toplantısında rastlamaktayız. Dışişleri Bakanı Selim
Sarper toplantı esnasında söz alarak; “ İki Cezayirli Albay, Libya pasaportu ile birisi,
Tunus pasaportuyla da diğeri bana geldiler. Dediler ki, burada bir büro tesis etsinler,
neşriyatta bulunsunlar. Buna pek taraftar olmadık. Fransızların bu husustaki hassasiyeti
malum. Fransa’nın aleyhinde memleketimizde hasmane neşriyat bulunmalarına
müsaade edilemez. Ancak Fransızlara bunu söylerken bir şey çıtlatmak mümkündür.
Paris’te Kürdistan faaliyetinin en kuvvetli merkezi vardır. Fransızlara deriz ki “ biz
bunlara müsaade etmedik, ama Türkiye aleyhinde bu faaliyeti de siz durdurun” (Koçak
2010: 175-176). Sarper’in söylediklerinden anlaşılmaktadır ki Türkiye DP döneminde
ki Cezayir’e el altından yapılacak olan askeri sevkiyatlar ile destek vermeye devam
edecektir. Cezayirli askerlerin Türkiye’de yapmak istedikleri gazete yayınına Türkiye
izin vermez iken, bunun karşılığında Fransa’da yayın yapan Kürt milliyetçilerinin
yayınlarının durdurulmasını tavsiye edecektir. Selim Sarper’in dış politika konusundaki
bu iki meseleyi birbirine bağlaması onun şahsi yeteneğinden ileri gelmektedir.
Gürsel hükümetinin 19 Temmuz 1960 günü gerçekleştirdiği 16. Bakanlar Kurulu
toplantısında yine Cezayir konusu gündeme gelmiştir. Toplantı sırasında söz alan
Adalet Bakanı Abdullah Gözübüyük; “Muhterem arkadaşlarımızın bizi şu noktalarda
aydınlatmasını rica ediyorum. Cezayir milli hükümetini tanımaya varan bir
davranışımız var mıdır? Böyle bir şey yoksa memleketimizdeki Cezayir Milli Hükümeti
mensuplarının buradaki faaliyetleri hangi hukuki düzen içinde cereyan etmektedir?
Üçüncüsü de Fransa, NATO’nun bir üyesidir. Dolayısıyla, bir müttefikimiz olması
bakımından, acaba bu müttefik ve dost hükümet, bu davranışlarımız karşısında bize
zarar verecek eylemlerde bulunur mu?” (Koçak 2010: 366). Sorusunu yöneltir.
Toplantı salonu içerisinde bulunan sorunun muhatabı Dışişleri Bakanı Sarper söz
alarak; “ Bu mevzuda nihai karara varmazını zorlaştıran mesele de zaten adliye vekilim
140
arkadaşımızın zihnindeki tereddütleridir. Vereceğim cevap, bir daire-i faside olacaktır.
Bir defa FLN75 (Ulusal Kurtuluş Cephesi) ulusal bağımsızlığa inansa da, NATO üyesi
hiçbir devlet tarafından tanınmış değildir. Ancak FLN’nin faaliyetlerini belirli hukuki
kurallar
içerisinde
açıklamak
mümkündür.
FLN
üyeleri
Tunus
elçiliğinde
bulunmaktadırlar ve ben hiç biri ile irtibata geçmedim. Bizim vekâletin basın işleri ile
meşgul olan daire ile görüşmek istemişler. Kendilerini ne reddet ne de kabul et dedim.
Fransızlar on onbeş gün önce bana geldiler ve şikâyette bulundular. Bende Bu Kürtlerin
birtakım faaliyetleri var. Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz diye sordum. “ Bilsek
mani olurduk” dedi. Ben bu malumatı sizin ikinci bürodan aldım. “Oradan malumat
alın” dedim. Bunun üzerine daha fazla konuşmadan çekip gitti.
Bunlar ile
münasebetlerimizin ayarını kaybedersek, benim çekincem, hukuki mesnetlere
dayanmaktan bizi meneder. Fransızlar Amerikalılara benzemez. Gayet alıngandırlar.
Hala muazzam bir devlet olmak iddiasındadır. ” (Koçak 2010: 366). Cevabını verir.
Yukarıda geçen konuşmalardan anlaşıldığı üzere Sarper, Fransızların Cezayir
konusunda Türkiye’nin üzerine gelebileceklerine dikkat çekmekle birlikte, Fransa’da
bulunan Kürt milliyetçilerinin faaliyetlerini Cezayir sorununa dâhil ederek Fransızların,
Türkiye üzerine gelmesine engel olmaya çalışmaktadır. Diplomaside adalet ve eşitlik
sloganını dile getiren Gürsel hükümetinin Dışişleri bakanının yaptığı bu diplomatik
manevralar, MBK’nin söylemleri ile çelişmediğini bir göstergesidir. Devlet Başkanı
Gürsel, Cezayir’in bağımsızlığına destek verdiği, hatta Türkiye’nin her iki taraf arasında
yapılacak görüşmelerde arabulucu olabileceğini belirttiği konuşması da MBK’nin
Cezayir konusunda ki tavrının arkasında olduğunu bize göstermektedir. Gürsel’in
yukarıda bahsi geçen açıklaması temel olarak 15 Eylül 1960 günü MBK tarafından
yayınlanan bir bildiriye dayanmaktadır. Bu bildiride MBK, Türkiye’nin devam etmekte
olan ve gerçekleşmesi muhtemel tüm bağımsızlık hareketlerine destek vereceğini ilan
etmiştir (Cumhuriyet 16 – 18 Eylül 1960). MBK’nin ve Gürsel’in bu açıklamaları,
75
Ulusa Kurtuluş Cephesi. Fransızcada kısaca FLN. 1 Kasım 1954’de Ahmed Ben Bella öncülüğünde
Cezayir’i Fransız işgalcilerden kurtarmak amacıyla mücadele eden küçük grupların birleştirilmesi ile
kuruldu. Sosyalist söylemlere sahip olan FLN, 1962’de Cezayir’i bağımsızlığını kazanmasının baş
aktörü olmuştur. 1962’den 1989’a kadar legal alanda siyaset yürütmüştür. (Ayrıntılı Bilgi İçin Bkz.
https://www.britannica.com/topic/National-Liberation-Front-political-party-Algeria.
11.10.2018
tarihinde erişildi.)
141
Fransa tarafından hayretle karşılanmış olsa da Arap devletleri tarafından Türkiye’nin bu
tutumu takdir edilmiştir (Akalın 1999: 176).
Fransızlar, MBK’nin bu açıklamalarına kadar ki süreçte, Türkiye’de bulunan
seçilmiş iktidar ile Cezayir konusunda dengeli bir siyaset izlerken, bu söylemlerin
karşısında, Türkiye’nin FLN ile arasındaki ilişkileri sorgulamaya başlamıştır. Fransa
Elçisi Spitzmuller 20 Eylül 1960 günü kaleme aldığı bir rapor ile Türkiye’deki
gelişmeleri Paris’e aktarırken, Fransız devletinin isyancılar olarak nitelendirdiği FLN
hareketinin Türkiye tarafından desteklenmesini şiddetle eleştirmiştir (Akalın 1999:
176). Elçi Spitzmuller raporunda; Türkiye’nin Cezayir’e meselesi karşısındaki yeni
tavrını eleştirmekle birlikte, Fransa’nın MBK yönetimine karşı bakış açısını yeniden
değerlendirmesi tavsiyesinde bulunmuştur. (Akalın 1999: 312).
Cezayir sorunu, MBK tarafından verilen demeçlerde dile getirilirken, Türk
kamuoyunda da Cezayir’in, bağımsızlık mücadelesine verilen destek sıkça dile
getirilmiştir. Sıkıyönetimin devam ettiği, 1 Aralık 1960’da Türkiye Milli Talebe
Federasyonu76 (TMTF) tarafından Cezayir için iki ayrı sessiz yürüyüş düzenlenir. 1
Aralık’tan 15 Aralık 1960’a kadarki süreçte Cezayir’de 55 Müslüman öldürülmüştü.
TMTF bu ölümler sonrasında, yürüyüş yapma kararı alır. Sayıları yaklaşık 3000 olan
öğrenci grubu, ellerinde pankartlar ve Türk Cezayir bayrakları ile önce Taksim’deki
heykele oradan da Fransız konsolosluğunun önüne yürümüşlerdir. Ankara’da ise yine
TMTF üyesi öğrenciler bir araya gelerek, Fransız Kültür derneği önünde toplanarak,
Fransız başkonsolosluğuna gidilmiş, burada Cezayir’de yaşanan katliam protesto
edilmiştir (Akis 19 Aralık 1960). Sıkıyönetimin, 27 Mayıs 1960’dan itibaren devam
ettiği, Ankara ve İstanbul’da öğrencilerin öncülüğünde yapılan bu eylemlerin,
Cezayir’in bağımsızlık mücadelesine, Türkiye kamuoyunun verdiği destek için güzel bir
76
Türk Milli Talebe Federasyonu veya Türk Milli Talebe Birliği. 1916 yılında İttihat Terakki Fırkası
üyeleri tarafından kurulmuş öğrenci derneğidir. 1916-1920 yılları arasında ilk faaliyetlerini yürütmüş
olan dernek, 1920’deki savaş koşulları nedeni ile kapandı. 2. Defa 1926’da kuruldu ve 1936’ya kadar
Turancı, Milliyetçi, Muhafazakar zihniyete sahip bir şekilde varlığını sürdürdü. 1936’da Ülkede ki bir
çok dernek gibi TMTF’de kapatıldı. 1946’da yeniden açılan dernek 1965’de yine kapatılıp aynı yıl
tekrar açıldı. 1980’e kadar devam eden süreçte, “Vatandaş Türkçe Konuş” gibi çalışmalar yürüten
dernek 1980 askeri darbesi ile kapatıldı. 2008 yılında Yeniden kurulan derneği çalışmaları
sürmektedir. (Ayrıntılı Bilgi İçin Bkz. http://www.mttb.org.tr/sayfalar/tarihce/94 . 11.10.2018 tarihinde
erişildi.
142
örnek teşkil etmiştir. MBK Cezayir’in hakkında izlediği, siyasetin Türkiye halkı
tarafından desteklendiği gösterir.
3.3.1.1 Türk Basınında 1954-1961 Yılları Arasında Cezayir Bağımsızlık Savaşı
Cezayir meselesi, Türk basını tarafından yakın bir şekilde takip edilmiştir.
Türkiye’nin, bağımsızlık mücadelelerine yakından ilgi gösteriyor olması ve tarihinde bir
bağımsızlık mücadelesi deneyimi olması bunların yanı sıra Cezayir ile olan tarihsel ve
kültürel bağlarının bulunması bu konudaki hassasiyetin nedenleri olarak sıralayabiliriz.
Türkiye’de yayın yapan gazete ve dergiler birbirlerinden farklı açılarda Cezayir
meselesine değinmişlerdir. DP iktidarı döneminde, yayın hayatına başlayan Zafer
Gazetesi DP hükümetinin yayın organı gibi çalışmıştır. Gazetede dış politika
konusundaki makaleler Mücahit Topalak tarafından yazılmıştır. Topalak, 1955 yılı
itibari ile Cezayir konusunda yaptığı değerlendirmelerde Cezayir meselesini, Fransa’nın
bir iç meselesi olarak okuyucularına yansıtmıştır. Türkiye’nin NATO üyeliğinden
dolayı Fransa ile müttefik olmasına dikkat çeken Topalak, Cezayir sorunun çözümü ile
alakalı hiçbir görüş belirtmemekle birlikte Cezayirli Müslüman liderler hakkında hiçbir
bilgi vermemiştir (Sönmez 2010: 292 - 293). Topalak, Cezayir meselesinin çözümü
hakkında bir görüş bildirmez iken, meselenin uzamasının SB’nin yararına olduğuna
dikkat çeker (Sönmez 2010: 295).
Zafer Gazetesi tam manasıyla zıt çizgilere sahip olan, Ulus Gazetesi ise Cezayir
meselesi hakkında okuyucularını bilgilendirmeye çalışmıştır. 27 Mayıs 1960 askeri
darbesine kadar ki süreçte hükümetin, Cezayir hakkındaki politikalarını ağır bir şekilde
eleştirmiştir. 1957 yılında o dönemin var olan siyasi statükosu içerisinde, devam eden
bağımsızlık mücadelelerini değerlendiren Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Türkiye’nin
bağımsızlık mücadelelerinden yana taraf olması gerektiğine vurgu yapmıştır. DP
hükümetini Fas, Tunus ve Cezayir’in bağımsızlık mücadelelerine seyirci kalmakla
eleştirirken; “Şimdi Cezayir’de cereyan eden kurtuluş savaşı karşısında ne
düşündüğümüz malum değildir” sözleri DP iktidarına yüklenmiştir (Sönmez 2010:
296). Yakup Kadri haricinde aynı gazetede Cezayir ile alakalı Bülent Ecevit ve Ahmet
Şükrü Esmer’de görüşlerini bildiren yazılar yazmışlardır.
143
Gazete Politikası gereği iktidar’a da muhalefet’e de mesafeli duran Hürriyet
gazetesi de Cezayir meselesini yakından takip eden yayın kuruluşlarından biri olarak
karşımıza çıkmaktadır. Hürriyet Gazetesinin “Hadiseler Arasında” isimli bölümünde
yazar ismi verilmeden, dış politika meselelerine değinilmektedir. Darbe sonrasında,
Cezayir’e muhabirler göndererek, birinci el kaynaklardan haber elde etmeye çalışan
Hürriyet gazetesinde, Şükrü Kaya ve Feridun Bellisar dış politika meseleleri üzerine
yazılar yazmışlardır. Şükrü Kaya’ya göre Cezayir meselesinin çözümü Fransa
bağlamaktaydı. Kaya; Cezayir’de Müslümanların gerçekleştirdikleri birer şiddet eylemi
olmasının yanı sıra, bu şiddetin polis eli ile bastırılması gerekmektedir (Sönmez 2010:
206). Feridun Bellisar ise, meselenin Birleşmiş Milletler oturumlarında dile getirilmesi
nedeni ile müttefik devletlerin zorda kaldığını belirterek, meselenin çözümünün,
Fransa’nın Tunus ve Fas’a tanımış olduğu bağımsızlığı Cezayir’e tanıması olarak dile
getirmiştir. 27 Mayıs sonrasın da meydana gelen gelişmeler hakkında 21 Kasım 1960
günü bir yazı yayınlayan Bellisar, Türkiye’nin NATO üyesi olması nedeni ile Cezayir’i
açık bir şekilde destekleyemediğinden bahseder. Bellisar’ın dikkat çektiği bir başka
nokta ise, Fransız diplomatlar ve Cezayir’de yaşayan Avrupalılar tarafından desteklenen
“ De L’arme Secret” isimli bir örgütün varlığıdır. Bu örgütün Cezayir’de, Müslümanları
öldürmekteydi. Bellisar’a göre bu cinayetler sorunu daha çıkılmaz bir hal aldırmaktaydı
(Sönmez 2010: 307).
Gazetelerin haricinde, Türkiye’de yayınlanan dergi çevrelerinde de Cezayir’in
bağımsızlık mücadelesi geniş bir tartışma alanı bulmuştur. Bu dergilerden ilk olarak
değerlendireceğimiz
Forum
dergisidir.
Dergi
Osman
Okyar’ın
editörlüğünde
basılmaktaydı. Dergide birden fazla yazar dış politika meseleleri hakkında görüşlerini
okuyucularına ulaştırmaktaydı. 1960 yılı itibariyle neredeyse her sayıda Cezayir
sorununa değinilen dergide, De Gaulle’ün Fransa’da iktidara gelmesini önemli bir
gelişme olarak görülmüş ve Cezayir’de yaşanan olayların Fransa’da meydana gelen
birçok siyasal bunalımın nedeni olarak analiz edilmiştir. Forum dergisinde 1 ve 5 Aralık
günü Cezayir hakkında çıkan imzasız makalelerde, Cezayir sorunun çözümünün
Cezayir halkı tarafından belirlenmesi gerektiğine vurgu yapılmıştır (Forum 1-5 Aralık
1960).
144
Haluk Ülman, Forum dergisinin 1 Aralık 1960 günü çıkan sayısında “Cezayir
Çıkmazı” isimli bir makale yayınlar. Makalesinde Ülman, Moskova ve Pekin’in
Cezayirli Milliyetçilere silah yardımında bulunmaya başlaması nedeni ile sorunun artık
bir Fransız iç meselesi olarak değerlendirilemeyeceğine dikkat çekerken, yapılması
gerekenin Cezayir’de milli bir hükümet kurulması olduğunu belirtir. ABD başkanı
seçilen John J. Kennedy’nin, Cezayir’in bağımsızlığından yana olmasının da gelecekte
Fransa’nın elini kolunu bağlayan bir etken olarak gören Ülman 4 soru sorarak meseleyi
tartışmaya açar. Bu sorular; Yapılacak bir referandumda Cezayir’i yönetebilecek
Cezayirli bulunup bulunmayacağı, Kurulması planlanan bu milli hükümetin
milliyetçiler ve Fransız ordusu tarafından kabullenip kabullenilmeyeceği, Fransız
ordusunun referandum sürecinde, Cezayir’deki varlığının devam edip etmeyeceği ve
Cezayir’de yaşayan Avrupalıların statülerinin ne olacağıdır. Bu soruları tartışmaya açan
Ülman, meselenin çözümünün Cezayirli milliyetçiler ile De Gaulle arasında yapılması
gereken görüşmelere ve bu görüşmeler sonucunda alınacak kararlara bağlamıştır
(Forum 1 Aralık 1960). Forum dergisinin Cezayir meselesine bakış açısı yukarıda
aktardığımız üzere Cezayirlilerin kendi kaderlerini tayin etmeleri üzerine kuruludur.
27 Mayıs darbesinden sonra yayın hayatına başlayan Yön Dergisi, yukarıda
bahsettiğimiz Forum dergisi gibi meseleye çözüm önerileri sunmanın yanı sıra Cezayir
meselesini emperyalizme karşı olan savaşta bir cephe olarak görmektedir. Bunun nedeni
ise elbette ki dergi kadrolarının sol görüşlü kimselerden kurulmuş olmasıdır. Cezayirli
Müslümanların lideri olan, Ahmet Ben Bella’nın diğer liderlere göre daha Sosyalist
söylemelerde bulunması nedeni dergi Ben Bella’yı daha ön plana çıkarmıştır. Derginin
yazarlarından
olan
Doğan
Avcıoğlu
“Sosyalist
Cezayir”
başlıklı
yazısında,
Cezayirlilerin mücadelelerinde, Sosyalist söylemler içerdiklerini ve bağımsızlıklarını
kazandıklarında, sosyalist bir ekonomiye sahip devlet kuracakları iddiasında
bulunmuştur (Sönmez 2010:309). Meseleye, 1962 yılında bağımsız Cezayir’in
kurulduğu günden baktığımızda Avcıoğlu’nun iddiaları tam manasıyla boşa
çıkmaktadır.
145
CHP’ye yakınlığı ile bilinen Akis dergisi ise, 1954 yılından itibaren DP
hükümetine muhalefet ettiği için, kimi zaman yayınları durdurulsa da Cezayir
hakkındaki yayınlarını sürdürmüştür. Derginin “Dünya’da Olup Bitenler” isimli
kısmında Cezayir haberleri, Akis yazar kadrosu tarafından Türkiye’nin dış politikasında
göz önüne alınarak yorumlanmış ve okuyucuya sunulmuştur (Sönmez 2010: 297).
Akis’te 1960- 1961 yılları arasındaki Cezayir haberleri incelendiğinde, yazarların
yaptıkları yorumların savaşın gidiş hattına göre şekillendiğini görmekteyiz. Askeri
darbenin gerçekleşmesi sonrasında, Cezayir hakkında yapılan açıklamalar dergi
tarafından olumlu karşılanmıştır. Tüm bu olumlu yaklaşımlara rağmen Türkiye, Eylül
1960’da yapılan BM Genel kurulu oylamasında çekimser oy kullanmış, bu Akis
yazarları tarafından, eleştiri ile karşılanmıştır (Akis 25 Eylül 1960). Türkiye’nin
çekimser oy kullanması, Cezayir meselesinde söylemler ile eylemler arasında çeliştiğini
göstermektedir. Akis dergisinde, Türkiye’ye sunulan eleştirilerin yanı sıra Cezayir 1961
yılında yapılan referandumda bağımsızlık taraftarlarının evet oyu kullanmış olmaları
sorunun çözümü için, tarafların bir araya gelip masaya oturmaları gerektiği ve Fransa
başkanı De Gaulle’nin meseleyi çözebilecek tek insan olduğu yorumu ile okuyucuya
sunulmuştur (Akis 28 Ocak 1961). Burada sıraladığımız yayınların haricinde Kim
Dergisi, Akis ve Forum dergilerine yakın bakış açılarından meseleyi değerlendirirken,
Sebillürreşad ve Büyük Doğu dergisi soruna, daha Siyasal İslamcı yaklaşımlar ile
değerlendirmiş, dönemin Türkçü olarak değerlendirebileceğimiz Toprak Dergisi de
diğerlerinden farklı yaklaşımlar geliştirmekten uzak kalmıştır (Sönmez 2010: 304-308) .
Cezayirli milliyetçiler, 1961 yılında Türkiye’de topraklarında yaşanan iç savaşı
anlatan bir basın bülteni yayınlamışlardır. Bu bültenin Ankara’da yayınladığı bilinmekle
birlikte, hangi kurumlara ne sayıda ulaştığı hakkında bir bilgiye ulaşılamamıştır
(Sönmez 2010: 312). Cezayirli milliyetçilerin 1954’den beri Cezayir’de yaşananları,
Avrupa basının kaynaklarından öğrenen Türkiye’de böyle bir çalışma yapmaları önemli
bir gelişmedir. Bültene milliyetçiler, 1961 yılı itibari ile Cezayir savaşının sekizinci
yılına girdiğinden bahsederek başlamışlardır. Metinin devamında genel olarak,
teknolojik ve sayıca üstün olan Fransız ordusuna karşı, 3000 milliyetçinin Cem’an
şehirde
başlattıkları
mücadelenin
haklılığının
tarih
tarafından
verileceğini
söylemişlerdir. Devam eden ve güçlenen mücadeleleri karşısında, Fransa’nın korkuya
146
kapıldığını ve hareketi dağıtmak için her yolu denediğini belirten Cezayirliler,
Fransızların yaptığı her hareketin boşa çıktığını söylemişlerdir. Fransızlar tarafından
1954’den beri 1 milyondan fazla Cezayirlinin öldürüldüğü, on binlerce esire işkence
yapıldığı, 2 milyondan fazla Cezayirlinin ise toplama kamplarında insanlık dışı
koşullarda alı koyulduğunu aktarmışlardır. Tüm bu yaşananlara rağmen Cezayirli
milliyetçiler, Fransa ile sorunun karşılıklı diyalog ile çözülmesinden yana oldukların
bildirmişlerdir. (Cezayir Misyonu Ankara, Cezayir Bülteni 1961. Aktaran Sönmez
2010: 312 – 313).
1954 yılında başlayan Cezayir olaylarına, DP hükümeti döneminde gösterilen
yaklaşımlardan dolayı eleştirel bakılmıştır. DP iktidarında, Türkiye’nin özellikle BM
toplantılarında çekimser oy kullanmasından dolayı eleştirilmiştir. MBK’nin, 27 Mayıs
1960’da askeri darbe ile iktidara gelmesi Cezayir meselesinde söylemde farklılıklara
neden olmuşsa da BM kurullarındaki çekimserlikten yana oy kullanımı değişmemiştir.
Bu süreçte, Ortak Pazar’a üye olma, Kıbrıs ve alınması gerekli görülen dış borçlar
konularının varlığı Türkiye’nin bir nebze de olsa, Cezayir meselesinde elini kolunu
bağlamıştır. Siyasal iktidarın yeni değişim gösterdiği, dış borç ihtiyacı duyan Türkiye
için Fransa karşısında diretmesi pek gerçekçi bir yaklaşım gibi durmamaktadır. Cezayir
meselesi ile alakalı yapılanlar da bu görüşlerimizi destekler niteliktedir.
3.4. MBK-Orta Doğu İlişkileri
Türkiye’de 27 Mayıs 1960’da gerçekleşen askeri darbenin Orta Doğu’da
meydana gelen askeri darbeler sürecinden ayrı tutulamayacağından çalışmamızın önceki
bölümlerinde bahsetmiştik. 1950 – 1960 yılları arasında Türkiye’nin en büyük kara
sınırı olan iki devlet Irak ve Suriye’de askeri darbeler meydana gelmiş, Türkiye’de
iktidar sahibi olan DP, meydana gelen bu darbelerin, bir domino etkisi aratmasından
çekinmiştir. Türkiye’de gerçekleşen askeri darbe Arap ülkelerinde meydana gelen
darbelere göre farklı özellikler taşımasına rağmen içinde bulunduğu dönem ve darbe
sonrasında izlenen yollar açısından benzerlikler içermektedir. Benzerliklerin yanı sıra
Orta Doğu veya Latin Amerika ülkelerinin herhangi birinde, ABD’nin veya Sovyetler
147
Birliği’nin desteğini alıp ordu içerisinde güçlenen herhangi bir grup oldukça kolay bir
şekilde iktidarı ele geçirmeyi doğal bir hak olarak görmüştür. Bu nedenle DP iktidarının
bahsi geçen dönem içerisinde, var olan siyasi durumda Türkiye’de askeri bir darbenin
meydana gelmesinden çekinmeleri oldukça doğaldır.
Türkiye’de gerçekleşen darbeden sonra MBK’nin farklı Orta Doğu ülkeleri ile
olan ilişkilerine göz atmadan önce DP iktidarı ile Orta Doğu ülkelerinin ilişkilerine göz
atmakta yarar görmekteyiz. DP iktidarı döneminde Türkiye’nin Orta Doğu ülkeleri ile
olan ilişkilerinde farklı etkenler göze çarpmaktadır. Bu etkenlerden ilki Türkiye’nin
NATO’ya giriş sürecinde yaşanan siyasal gelişmelerdir. DP iktidarı, Türkiye’nin
NATO’ya giriş sürecini bir milli politika görüşü olarak benimsemiştir (Gönlübol Ülman
1993:311). Türkiye’nin NATO üyesi olmak için gösterdiği bu çaba karşısında
İngiltere’yi bulmasına neden olmaktaydı. Türkiye için İngiltere’nin biçtiği rol, Orta
Doğu ülkelerinin Sovyetler Birliği’ne karşı savunulmasında baş aktörlerden biri olması
idi. İngiltere, 2. Dünya Savaşından sonra kurulan siyasal düzende Orta Doğu’nun
Sovyetler Birliği’ne karşı savunulmasında bir gereklilik görmüştür. İngiltere bu nedenle
1950-1951 yılları arasında Orta Doğu Komutanlığını ve 1952-1953 yılları arasında Orta
Doğu Savunma Organizasyonu projelerini ortaya atmıştır. Türkiye, İngiltere’nin
çıkarlarına göre bu iki organizasyonda kilit ülke olarak yer almalıydı. Bunun nedeni ise
oldukça basitti. İngiltere’nin Türkiye yerine bu meselede kendi yanında görebileceği
hiçbir ülke bulunmamasıydı. İngiltere’nin bağımsızlığında etkisinin tartışılmaz olduğu
İsrail 1945’den 1950lere kadar ki süreçte tüm Arap devletleri ile çatışma halindeydi.
Kurulacak olan pakta hiçbir Arap devleti dışarıda kalmamalıydı. İsrail’in var olacağı bir
pakta Arap devletleri olmayacağı için İsrail’in bu pakt içerisinde liderlik bir yana var
olması dahi sorun yaratacaktı (Yeşilbursa 2007: 38). Mısır’da iktidarda bulunan
Nasır’ın Süveyş kanalını millileştirmesi, Mısır’ın İngiltere’nin Politikasına uymamasına
neden oluyor böylece İngiltere’nin tek seçeneği olarak Türkiye karşısına çıkıyordu.
Mısır’ın, İngiltere karşısında uzlaşmaz tavrı Türkiye’nin önemini ileri plana çıkarırken,
Türkiye’deki iktidar ise Orta Doğu üzerinde bahsi edilen bu organizasyonun NATO
çatısı altında yapılabileceğinden yana tavır alıyordu. İngiltere bu nedenle Türkiye’nin
NATO üyeliğine Kore Savaşına kadar ki süreçte karşı çıkmıştı.
148
Kore Savaşında, Türkiye ordusunun gösterdiği başarı, Türkiye’nin NATO
üyeliği konusunda eline önemli bir avantaj geçmesine neden olur. İngiliz idareciler
Türkiye’yi artık Orta Doğuda önemli bir faktör olarak görmeye başlamışlardır. İngilizler
Türkiye’nin stratejik ve askeri önemini göz önünde bulunduran 5 maddelik bir
değerlendirme de bulunurlar. Bu değerlendirmeye göre İngilizler, Türk ordusunda halen
1914 yılından kalma hassasiyetlerin devam ettiğini belirtirken, Türk ordusunun
geliştirilebileceğini
söylerler.
Türkiye’nin
artık
bir
Doğu
ülkesi
olarak
değerlendirilmesinin yanlış olduğunu dile getiren raporda, askeri bir ittifaka Türkiye’nin
dâhil olmasının temel koşulu olarak eşitlik talep edeceğini öne sürerler (Bağcı 2014:
45). Türkiye’nin NATO üyesi olması sonrasındaki süreçte Orta Doğu’da Sovyetler
Birliği’ne karşı geliştirilen tüm siyasi ve askeri ittifak girişimlerinde ön planda olduğu
bilinmektedir. 1953 yılında Orta Doğu ülkelerini gezip, çeşitli temaslarda bulunan ABD
Dışişleri Bakanı Dulles ve Amerikan Bürokrat Harald Stassen Türkiye’nin bölge için
önemini yeniden dile getirmişlerdir. Dulles’in, Ankara’da Türk Hükümeti ile yaptığı bir
görüşmeden sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da kurulacak olan herhangi bir organizasyon
‘da çeşitli çekincelerinin olmasına rağmen, liderlik pozisyonunda görev alabileceğinden
bahseder (Bağcı 2014: 48). ABD’li bakanın Türk hükümeti ile Mayıs ayında yaptığı bu
görüşmelerden sonra, Türkiye Balkanlar’ın ve Orta Doğu’nun Sovyetler Birliği’ne karşı
savunulmasında etkin şekilde, yer aldığı görülmektedir.
Türkiye’nin ABD ve İngiltere tarafından tabiri yerinde ise onaylanması
sonrasında, Türkiye’nin girişimi ile iki bölgesel askeri pakt kurulur. Bunlardan ilki olan
Balkan Paktının77 28 Şubat 1953’de (Milliyet:29.02.1953) Yugoslavya, Yunanistan ve
Türkiye’nin katılımı ile kurulur. Paktın amacı Balkanlar’da Sovyetler Birliği’nin
yayılmasını önlemekti. 5 Mart 1953’de Stalin’in ölümü (Milliyet:05.03.1953)
sonrasında Sovyetler Birliği’nin siyasetinde değişimler meydana gelmiş ve Yugoslavya
ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler Paktın amacına aykırı bir hal almaya
başlamıştır. Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan Kıbrıs sorunu nedeniyle gerilen
ilişkiler, paktın asıl sonunu hazırlayan sebep olmuştur.
77
Balkan Paktı ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Sakin Serdar (2012). Balkan Paktı Türkiye-YunanistanYugoslavya İlişkileri. Ankara: Berikan Yayınevi.
149
Türkiye’nin girişimi ile kurulan diğer bölgesel pakt ise Bağdat Paktıdır78. Bağdat
Paktı’nın amacı Balkan Paktı ile aynıdır, Orta Doğu’da Sovyetler Birliği yayılmacılığını
önlemektir. Bağdat Paktı 24 Şubat 1955’de Irak ve Türkiye’nin imzalamış olduğu
dostluk anlaşmasını temel alarak kurulmuştur. Irak ve Türkiye’nin kurmuş olduğu Pakta
İran, Pakistan ve İngiltere’de katılım göstermiş, İngiltere’nin Pakta yer alması, başta
Mısır olmak üzere diğer Arap devletleri tarafından protesto edilmişken, Sovyetler
Birliği tarafından da paktın tepkiye ile karşılanmasına neden olmuştur. 1958’de Irak’ta
gerçekleşen askeri darbe sonrası Irak’ın paktan çekilmesi, paktın merkezinin ve isminin
değişmesine neden olur. CENTO ismini alan pakt, NATO tarzı askeri işbirliği içerikli
bir pakt olmamakla beraber, pakt üyeleri arasında ticareti geliştirmek amacı
taşımaktaydı. CENTO varlığını 1979’a kadar sürdürmüştür. Türkiye’nin bölgesel
paktlar kurarak bu paktlardan CENTO’da Arap devletlerine liderlik yapmaya çalıştığı
göze çarpmaktadır.
Mısır’ın izlediği uzlaşmaz tutum nedeni ile NATO üyesi ülkelerin Orta Doğu’da
etki alanları bir türlü büyümüyordu (Bağcı 2014: 45). Türkiye bu süreçte Mısır ile
NATO üyeleri arasında yaşanan hadiseleri yakından takip ediyor, Mısır’a olası bir
müdahalede yer almayı amaçlıyordu. Türkiye, Mısır’daki Nasır rejimini Sovyetler
Birliği ile işbirliği yapma ihtimalinden dolayı devamlı olarak kendisine bir tehdit olarak
görüyor (Ülman 1966: 272) bu nedenle 1956’da yaşanan Süveyş krizinde de Mısır’a
askeri müdahale yapılmasından yana bir tavır alır. Krizin gelişimi incelendiğinde Türk
Dışişlerinin bir hata yaptığı karşımıza çıkmaktadır. Türkiye, Mısır’ın mevcut
durumundan ötürü rahatsız olduğu için ABD nezlinde, Mısır’a yaptırım uygulanmasını
talep etmiştir. ABD Aswan’da yapılmakta olan baraj inşasına verdiği finansmanı geri
çekmesine karşılık Mısır, Süveyş kanalını millileştirmiştir. Mısır’a askeri müdahalenin
başlaması sonrasında Türkiye kendisini bir çıkmazın içerisinde bulmuştur. Bağdat
Paktı’nın bir üyesi olması nedeni ile Türkiye Orta Doğu’da böylesi bir askeri
hareketliliğin içerisinde bulunmamalıydı. Bunun yanında İngiltere’nin yine Bağdat
Paktından dolayı müttefiki olan Türkiye, askeri bir hareketlilikte İngiltere’ye yardım
etmek zorundaydı. Öte yandan da 1954’de İngiltere ve Mısır arasında imzalanan İngiliz
Mısır anlaşmasına taraf bir ülke olduğu için arabuluculuk faaliyetinde bulunması şarttı
78
Bağdat Paktı ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Umar Ömer Osman (2013). Bağdat Paktı. Ankara:
Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları .
150
(Baş 2006: 107-108). Mısır’a askeri müdahale bulunan devletlerin arasında, İsrail’in
bulunuyor olması Türkiye’nin, Arap Devletleri karşısında prestijini sarmaya neden
olacaktır. Türk Dışişleri Bakanı Zorlu, Orta Doğu’da yaşanan bu sıcak günlerde
Bankong’taki BM toplantısında “Orta Doğudaki memleketler Bağdat Paktına katılmış
olsalardı mevcut durum bu hale gelmezdi. Mısır’a yapılmış olan saldırı oldukça
üzücüdür. Ancak Fransa ve İngiltere meselenin BM’de çözülmesinden yana
olduklarından takdir edilmelidirler”(Cumhuriyet: 17 Kasım 1956) açıklamasını yapar.
Türkiye Süveyş Krizinde ABD’nin tutumuna göre tavır alarak, BM görüşmelerinde
ABD’yi desteklemiş bu tutumu nedeni ile de Arap devletlerinin tepkisi ile karşı karşıya
kalmıştır.
Filistin meselesi nedeni ile İsrail ile olan ilişkilerinde gerginlik yaşayan Türkiye,
Telaviv’de bulunan Türk Büyükelçisini geri çekme kararı alır (Milliyet: 24.11.1956).
Türkiye’nin buradaki amacı bize göre; hem Filistin meselesindeki tutumu nedeni ile
İsrail’e tepki göstermek hem de Süveyş krizinde Arap devletlerinden üzerine topladığı
baskıyı dağıtmaktır. Türkiye’nin bu hamlesinin Arap Dünyasında yaratması beklenilen
tepki ile karşılanmadığını da belirtmek gerekir. Suriye’de yayın yapan Elif-Ba isimli
gazete’de Türkiye’nin İsrail ile ilişki içerisinde olması dahil eleştirilmiş, Türkiye’nin
NATO devletlerine göre bir Orta Doğu politikası izliyor olması, Türk elçinin geri
çağrılmasını gölgede bırakmıştır (Baş 2006: 114). Türkiye’nin Orta Doğu’da ABD ve
İngiltere ekseninde takip ettiği politikaları devam eden süreçte de Arap Devletleri
tarafından eleştiriye maruz kalmıştır.
1957’de meydana gelen Suriye Krizi sırasında Türkiyeli yöneticilerin Irak,
Ürdün ve ABD’liler ile yapmış olduğu görüşmeler (Milliyet 25 Ağustos 1957) yine
Araplar tarafından tepki ile karşılanmıştır. Krizin devam ettiği günlerde Türkiye’nin
Suriye sınırına askeri yığınak yapması hem Sovyetler Birliği tarafından hem de Suriye
tarafından tepki ile karşılanır. Sovyetler Birliği devlet başkanı Khrushchev, basına
verdiği bir röportajda “Türkiye, Suriye ile savaşması için ABD tarafından
kışkırtılmakta. Böyle bir savaşta Türkiye bir gün bile dayanamaz. Sovyetler Birliği
bölgedeki çıkarlarını korumak amacıyla askeri kuvvet kullanmaya hazırdır”
(Cumhuriyet 9 Ekim 1957) açıklamasını yapar. Suriye ise Türkiye’yi BM’ye şikayet
ederek, bir gün sonra Türkiye’ye nota verir (Milliyet 10 Eylül 1957). Suriye, Türkiye’ye
151
verdiği nota da Türkiye’nin sınırlarına asker sevkiyatı yapmasını kışkırtıcılık olarak
lanse ederken, Türkiye Suriye’ye karşı nota vererek, kışkırtıcılık suçlamasının kabul
edilemeyeceğini, sınıra yaptığı askeri sevkiyatın nedeninin savunma amaçlı olduğunu
ilan eder (Milliyet 17 Eylül 1957). Türkiye’nin sınırına asker sevkiyatı yapması
Sovyetler Birliği’nin olası bir saldırısına karşı kendisini savunmak amacıyla yapılmış
bir hamle olarak ilan edilir. Türkiye ile Suriye arasındaki gerginlik Sovyetler Birliği’nin
girişimi ile yumuşatılacaktır. Sovyetler Birliği Bakanlar Kurulu Başkanı Nikolai
Bulganin79, Sovyetler Birliği’nin Ankara büyükelçiliği kanalı ile Ankara’ya Suriye veya
başka bir Arap devletiyle Sovyetler Birliği arasında gizli bir anlaşma olmadığını bildirir
ve Sovyetler Birliği’nin Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak istediğini belirtir (Cumhuriyet:
27 Ekim 1957). Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı tavrının yumuşaması sonrasında,
Suriye Krizi BM çatısı altındaki görüşmeler ile yumuşamaya başlar. Selim Sarper’in
temasları ile Suriye’nin BM’de Türkiye aleyhindeki şikâyeti geri alınır. Suriye ile
Türkiye arasındaki sorun böylece hal olur (Baş 2006: 127).
Devam eden süreçte Türkiye Suriye’de genişlemekte olan Sovyetler Birliği
etkisine şüphe duymaya devam etmiştir. Irak ve Ürdün’ün 14 Şubat 1958’de birleşerek
Federal Arap devletini kurmaları bölgede yeni ve güçlü müttefiklerinin olması nedeni
ile hoş karşılanır (Milliyet 15-17 Şubat 1958). Türkiyeli yöneticiler, Sovyetler
Birliği’nin güney sınırlarında da komşusu olmasından çekinmekteydiler. Olası bir
Sovyetler Birliği – ABD (ya da NATO) savaşında Sovyetler Birliği’nin güney ’deki
nüfuzunu kullanması Türkiye’nin aleyhine olabilirdi. Suriye’ye karşı olan şüpheci
yaklaşım 21 Şubat 1958’de Suriye ile Mısır’ın birleşerek Birleşik Arap devletini
kurmasına (Milliyet 22 Şubat 1958) kadar devam edecektir. Türkiye kurulan yeni Arap
devletini 11 Mart 1958 de resmen tanımıştır (Milliyet 22 Şubat 1958). Suriye’deki
krizin ortadan kalkması sonrasında, Türkiye için iyi olmayan bir diğer gelişme Irak’ta
yaşanacaktır.
79
Nikolai Bulganin. Rus asker ve siyasetçidir. 30 Mart 1895’de Rus Çarlığına bağlı Novgorod isimli
şehirde doğdu. 1917’de Bolşevik Partiye katıldı. 1918’de ÇEKA isimli Polis teşkilatında görev
yapmaya başladı. 1937’de Rusya Sovyet Cumhuriyetinin Başbakanlığına getirildi. 1947’de 2. Dünya
Savaşındaki başarılarından dolayı Mareşallik unvanını hak etti. 1955’de SOVYETLER BİRLİĞİ
Başbakanlığı görevine getirildi. 1958’de Başbakanlıktan istifa etti 1960’da emekliğe ayrıldı. 24 Şubat
1975’de Moskova’da öldü. Ayrıntılı bilgi için bkz. (https://www.britannica.com/biography/NikolayAleksandrovich-Bulganin (01.11.2018 tarihinde erişildi.)
152
14 Temmuz 1958’de Irak’ta bir askeri darbe meydana gelmiştir. Suriye ve
Mısır’ın birleşmesi sonrasında Batı yanlısı politikaları nedeni ile eleştirilen Irak
Başbakanı Sait Nuri’ye karşı protesto eylemleri artmaya başladı. Birleşik Arap
Devleti’nin kurulması sonrasında, Arap Dünyasında milliyetçilik hızla yükselmiştir.
Milliyetçiliğin yükselmesi, Nuri Sait’e olan karşıtlığında artmasına neden olmuş, Irak
ordusu içerisinde örgütlenen bir Cunta hareketi 14 Temmuz 1958 günü Bağdat’ta
yönetimi ele aldı. Darbecilerin ilk işi ise, Başbakan Nuri Sait ve Kral 2. Faysal’ı
öldürmek oldu (Milliyet:15.07.1958) Bağdat Paktı’nın en önemli üyelerinden olan Irak,
doğal olarak paktan ayrılmış oluyordu. Türkiye bu darbe ile Orta Doğu’da Sovyetler
Birliği’ne karşı oluşturulan savunma hattındaki önemli bir ortağını kaybetmiştir.
Türkiye’nin girişimleri ile kurulmuş olan Bağdat Paktı, Irak’ın ayrılmasıyla ve ilerleyen
süreçte merkezinin Tahran’a taşınmasına rağmen istenilen etkiyi yaratamamıştır. DP’li
yöneticiler tarafından bugünlerde, Irak’a askeri bir müdahale kararı alınması tartışılmış
olsa dahi ABD’nin böyle bir karara destek olmaması nedeni ile bu tartışmalar rafa
kaldırılmıştır (Ahmad ve Ahmad 1976: 181). Sovyetler Birliği’nin Irak’ta iktidarı ele
alan askeri rejimi desteklemesi, Türkiye’nin bölgeye askeri bir müdahale yapmasını da
imkânsız kılmıştır. Sovyetler Birliği, Türkiye’ye iki ayrı nota vererek, Irak’a askeri
harekât düzenlemeye çalışmakla suçlar. Başbakan Menderes, Sovyetler Birliği’nin
notasına karşılık, Türkiye’nin Ora Doğu’daki gerginliği arttıracak herhangi bir harekete
girişmeyeceğine dair güvence verir (Cumhuriyet 26 Temmuz 1958).
Yukarıda bahsettiğimiz Arap Dünyasındaki krizlerin varlığı nedeni ile 1956’da
Filistin meselesi nedeni ile diplomatik ilişkilerin dondurulduğu İsrail ile Türkiye
arasında karşılıklı yakınlaşmalar yaşanmıştır. Süveyş krizi nedeni ile ki ülkenin Orta
Doğu’daki tehdit algısı birbirine benzer çizgilerde buluşmuştur. İsrail, Sovyetler
Birliği’nin Batı karşıtı olan Arap devletlerini desteklemesi (Suriye, Mısır, Irak) nedeni
ile bu devletleri kendisine bir tehdit olarak algılamıştır. Suriye gibi dengesiz siyasal
iktidara sahip olan ülkelerde Sovyetler Birliği’nin etkisi artırıyor olması, İsrail ve
Türkiye gibi Batı bloğunda kendisine yer edinen ülkeler için bir sorun yaratmıştır.
Filistin meselesi nedeni ile İsrail ve Türkiye arasında kopartılan, karşılıklı iş birliği
Suriye Krizi’nin varlığından ötürü yeniden kurulmaya başlanmıştır. Türkiye’nin ve
153
İsrail’in istihbarat kanalları bu dönemde bir birlerine yardımcı olmaya başlamış,
karşılıklı olarak bilgi alışverişinde bulunmuşlardır. Burada belirtmemiz gereken önemli
bir nokta ise İsrail’in Türkiye’ye karşı tam manası ile dürüst olmadığıdır. İsrailliler,
Türk yetkililere geçtikleri haberlerde Suriye’nin Türkiye’ye karşı askeri önemler
aldığını, abartılı bir şekilde lanse edip Türkiye’yi Suriye’ye karşı ağır askeri önemler
alması için yönlendirmişlerdir. Türk yetkililerin kendi sınırlarında yaptığı keşiflerde,
İsrail’den gelen bilgilileri doğrular nitelikte kanıtlara ulaşılamamış olmasına rağmen
Türkiye, Suriye’ye karşı sert önlemler almaktan geri durmamıştır (Baş 2018: 20).
Türkiye’nin İsrail ile duraksayan ilişkilerinin düzeltilmesinde bir diğer önemli
nokta İsrail’in İran ile olan yakın işbirliğidir. Türkiye’nin Bağdat Paktı (İlerleyen
süreçte CENTO) nedeni ile müttefiki olan İran; Suriye’de yaşanan kriz, Birleşik Arap
Devletinin kurulması ve Orta Doğu’da Sovyetler Birliği’nin gün geçtikçe nüfuzunu
arttırması gibi nedenlerden dolayı İsrail ile yakın ilişkiler içerisindedir (Baş 2018: 26).
İran’ın mevcut durumundan dolayı Türkiye’nin İsrail ile işbirliğinin Bağdat Paktına
zarar verip vermeyeceğinden dolayı bir çekincesi bulunmayacaktır. Türkiye’nin İsrail
ile ilişkilerini yeniden onarmasında yukarıda sıraladığımın etkenlerin haricinde
bahsedebileceğimiz son etken, Arap devletlerinin Kıbrıs hakkında yapılan BM
oturumlarında ve oylamalarında Yunanistan ile birlikte hareket etmesidir (Baş 2018:
26). Süveyş krizinin sonrasında yaşanan süreçte İsrail, Türkiye’den diplomatik destek
beklemiştir. ABD’nin Süveyş krizi sırasında İsrail’den desteğini çekmesi İsrail’i
uluslararası alanda yalnız bırakmıştır. Türkiye, ABD’nin İsrail’e silah vermesi yönünde
yönünde destek sağlarken, İsrailli diplomatlar benzer şekilde hareket ederek, özellikle
Kıbrıs sorununda BM’de Türk diplomatları ile birlikte hareket etmişlerdir (Öztürk 2004:
150). Eisenhower Doktrini’nin ABD’nin yeni Orta Doğu politikasını yönetmesi, İsrail
tarafından soğuk bir şekilde karşılanmıştır. İsrail’in doktrini soğuk karşılamasının
nedeni, Eisenhower Doktrinin kapsamında Arap devletlerinin güçlenmesinden
çekinmeleri idi. Genel çerçeveden bakıldığından İsrail ve Türkiye arasındaki ilişkiler,
İsrail’in kurulduğu günden itibaren karşılıklı çıkar amaçlı, güvenliğin ve ticaretin ön
plana çıktığı ilişkiler olmuştur.
154
1958 yılına gelindiğinde İsrail ve Türkiye ilişkilerini geliştiren unsurlar göz
önüne çıkmaktadır. Suriye ile Türkiye arasında yaşanan kriz, Irakta yaşanan askeri
darbe ve Sovyetler Birliği’nin Mısır başta olmak üzere çeşitli Arap devletleri ile yakın
ilişkiler geliştirmesi konuları sıralanabilir. Bu çerçevede Türkiye ile İsrail’in arasında
bir çevresel pakt girişimi olmuştur. İsrail tarafından ortaya atılan Periferik ismi verilen
bir çevresel pakt ile Suriye’nin yayılmacı politikasına karşı, Türkiye ve İsrail
birbirlerine askeri taahhütler verecek böylece de Arap devletleri tarafından çevrilmiş
olan İsrail’e bölgede güçlü bir müttefik kazandıracaktı. İsrail bu kurulacak olan pakta
İran ve Etiyopya’nın da dâhil edilmesini istemişti (Öztürk 2004:151). Bu anlaşmanın
yapılmasında en etkin kişi İsrail Dışişleri Bakanı Golda Meir80 olmuştur (Baş 2018: 31).
Bahsi geçen anlaşma, Arap devletlerinin tepkisi çekmemek amacıyla DP hükümetinden
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Meir arasında geçen gizli görüşmelerde kaleme
alınmıştır.81 Türkiye’de askeri darbenin gerçekleştiği 27 Mayıs 1960’a kadarki süreçte
Türk–İsrail ilişkileri güvenlik ve ticaret konseptli devam etmiştir. ABD’nin Eisenhower
doktrini uygulamaya başlaması, Cemal Abdül Nasır’ın liderliğindeki Mısır’ın Suriye ile
birleşmesi, Süveyş Kanalının Mısır tarafından millileştirilmesi, Sovyetler Birliği’nin
Orta Doğu ülkelerine yakın ilgi göstermesi ve 1958’de Irakta meydana gelen darbe DP
yönetiminin Orta Doğu politikasında etkili olmuş unsurlardır. Yukarıda da
bahsettiğimiz üzere DP’nin Orta Doğu’ya karşı geliştirdiği politikalarında, ABD’nin
etkisi büyük olmuş, yaşanan her olaya ve gelişmeye DP yönetimi öncelikle bir NATO
üyesi olarak yaklaşmıştır. Bağdat Paktı ile her ne kadar başarısız olmuş olsa da bölgede
öncü devlet gibi davranma girişiminde bulunmuştur.
Türkiye’de DP iktidarının devrilmesi sonrasında, Türkiye Dış Politikasında
yaşanan değişimlerden Orta Doğu ülkeleri ile olan ilişkilerde de değişimler meydana
gelmiştir. MBK’nin kurduğu, Gürsel hükümetinin ilan ettiği hükümet politikasında,
Arap devletleri ile olacak ilişkiler için ayrı bir paragraf bulunmaktadır. Programda
Türkiye’nin yeni dönemde Arap devletleri ile kurulacak olan ilişkiler hakkında
80
Golda Meir veya Golda Mabovitch. 1898’de Kiev Ukrayna’da doğdu. 8 Aralık 1978’de Kudüs’te öldü.
İsrail devletinin ilk Dünya’nın 3. kadın başbakanıdır. 1969’da İsrail başbakanı olmuştur. Yaşamını ve
siyaset yıllarını anlatan iki kitap kaleme almıştır.
81
İsrail ile Türkiye arasında yapılan Periferik anlaşması ile alakalı detaylı bilgi için bkz. Baş Arda (2018).
“1958 Türkiye İsrail Periferik Anlaşması”. Tarihin Peşinde. Yıl:2018. Sayı: 20 S. 17-39.
155
temennilerde bulunulmuştur. İlgili paragrafta; “Türkiye’nin bağlı bulunduğu ittifakların
haricinde BM prensiplerine uygun olarak, ilişkilerini geliştirme azmindedir. Bu arada
Arap memleketlerinin hürriyet ve istiklal içinde refah yolunda ilerlemelerine devam
etmelerini kuvvetle arzu etmekteyiz. Bu münasebetle şunu da belirtmek isteriz ki,
Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) ve Irak ile mevcut ananevi dostluk bağlarımızın daha
da
kuvvetlenmesi
bulunduğumuzu
hususunda,
görmekten
bu
büyük
iki
bir
komşumuzla
memnuniyet
karşılıklı
anlayış
duymaktayız
içinde
ibareleri
bulunmaktadır” (Koçak 2010: 99). Hükümet programından yapmış olduğumuz alıntıdan
da anlaşılacağı üzere Irak ve BAC ile yakından ilişkiler kurulması temenni
edilmektedir. Irak’ta BAC’de Türkiye’nin sınır komşusu olan devletlerdi ve Irak’ta
gerçekleşen darbe, Türkiye’nin İsrail ile geliştirdiği ilişkiler nedenleri ile her iki devlet
ile arasına bir mesafe girmiştir. MBK Türkiye’nin daha önceki dönemde yapmış olduğu
anlaşmaları, bağlı bulunduğu ittifakları, göz önüne alarak bağımsız bir dış politika
izlemek istediğinden bahsetmiştik. Sovyetler Birliği ile geliştirilmek istenen komşuluk
temelli ilişkiler, Türkiye’nin sınır komşusu olan Irak ve BAC ile de geliştirilmek
istenmiştir.
27 Mayıs Askeri Darbesinin, Türk Dış Politikasında yenilikler getireceği açık bir
şekilde Hükümet programında gözler önüne serilirken, Türkiye’nin Cezayir
meselesindeki tutumu ve 1961’de ilan edilen anayasanın yarattığı özgürlük ortamı
sayesinde artık dış politika meseleleri, Türkiye’deki gündelik yaşamda konuşulabilen
meseleler halini alması yaşanacak değişimlerin göstergeleri olmuştur. Dönem itibariyle
bloklar arasında yaşanan çatışma, yumuşamaya başladığından Batı bloğu içerisinde yeni
konular gündeme gelmiştir. Bu konuların başında Türkiye ile Yunanistan arasında
yaşanan Kıbrıs uyuşmazlığı ön plana çıkmıştır. Türkiye, 1950’li yıllarda izlediği batı
eksenli dış politikasının bir getirisi olarak, bağımsızlığını yeni kazanmış devletlerin
dahil olduğu platformlarda yalnız kalmıştır. Bu yalnızlığın giderilmesi için ilk olarak
Arap devletleri ile olan ilişkilerin düzeltilmesi gerekmekteydi (Oran 2009: 784-785).
1950’den 1960 yılının Mayıs ayına dek devam eden Batı eksenli Dış Politika
anlayışının değiştirilmesi sürecinin ilişkilere yansıması elbette zaman almıştır.
156
MBK, Türkiye’de iktidara geldiği andan itibaren, başta NATO’ya ve önceki
hükümetlerin imzalamış olduğu uluslararası anlaşmalara bağlılığını bildirdiğinden Orta
Doğu politikasında oldukça radikal kararlar almamıştır. MBK yönetimi sırasında
Türkiye’nin, Orta Doğu’da en iyi ilişkileri, geçmiş Türk hükümetleri dönemlerinde de
olduğu gibi İran ile kurulmuştur. DP hükümetinin son günlerinde Sovyetler Birliği’ne
karşı izlediği politikasında değişimler göstermesi, İran açsından Türkiye ile ilişkilerde
arasında soru işaretleri yaratmıştı. Çalışmamızın önceki bölümlerinde belirttiğimiz gibi
Türk diplomatlarının gayretleri sayesinde bu soru işaretleri giderilmişti. 27 Mayıs günü
Türkiye’de iktidarı ele alan MBK’ni resmi bir şekilde olmasa dahi tanıyan ilk ülke İran
olmuştur. 29 Mayıs 1960 günü İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi, Yeşilköy
havaalanında yeni Türkiye rejiminin İran tarafından tanındığını bildirmiştir. Rıza
Pehlevi; Türkiye ile olan dostluk ve bağlılıklarının önemini belirterek, Türk Silahlı
Kuvvetlerinin hareketinin, kendisine göre doğru olduğunu dile getirmiştir (Cumhuriyet
31 Mayıs 1960). İran Şahı’nın Türkiye’de yapmış olduğu bu açıklamalar elbette resmi
bir açıklamadan ziyade gayri resmi olmasına rağmen MBK’nin iktidarı ele geçirmesi ilk
defa İran tarafından tanındığı anlamına gelmektedir. İran ile Gürsel Hükümeti
arasındaki ilişkiler açısından bu erken tanınma oldukça değerlidir. İran, kendisini
çevreleyen diğer Arap devletlerine nazaran Batı bloğuna en yakın ülke olmasının yanı
sıra,
Türkiye
ile
işbirliğinin
Sovyetler
Birliği’ne
karşı
kendi
topraklarının
savunulmasında önemli bir nokta gördüğü bilinmektedir.
MBK yönetiminin, İran tarafından tanınması sonrası iki ülke arasındaki ilişkiler,
normal bir şekilde devam etmiştir. Elimizdeki verilere bakıldığında 1961 yılının Şubat
ayında Türk, İran ilişkileri hakkında bir ayrıntı göze çarpmaktadır. Dönemin Türk
Hükümetinin, 13 Şubat 1961 günü gerçekleştirdiği toplantıda İran Şahının Türk
basınında çıkan bir karikatürü bakanlar arasında tartışılır. Dışişleri Bakanı Selim Sarper
Adalet Bakanı Ekrem Tüzemen’e bir soru yöneltmek için söz alır. Selim Sarper; “
Adalet bakanı arkadaşımın bir husus hakkında noktai nazarını almak istiyorum.
Yanılmıyorsam, dost bir devletin başkanını küçük düşürücü ve hakaret edici neşriyat,
bizim Ceza Kanununuzda yer bulmuş bir suçtur. Söz mecmuasında, İran Şahı’nın bir
karikatürü vardır. Acayip bir karikatür. Şah acayip bir koltuğa oturtulmuş. Kucağında
veliaht, elinde bir kitap. Tahran Üniversitesi’nin nümayişleri ve birkaç gün kapanmış
157
olması münasebetiyle, o hava içinde yapılmış bir karikatürdür. Altında İran Şahı’nın
istikbali okunuyor diye de bir yazı var. İran, evvela bizimle dost bir memlekettir. Sonra
bir müttefikimizdir. Ben harekete geçilmesini resmen teklif etmiyorum. Ancak,
arkadaşımın mütalaasını almak istiyorum. Karikatürün, Söz mecmuasının 13 Şubat
(1961) tarihli nüshasında neşredilmiş olduğunu zannediyorum” der (Koçak 2012:892).
Adalet bakanı ise meselenin görüşüleceğini belirtir. Selim Sarper’in çalışmamızın
önceki bölümlerinde, Dış politika meselelerinin konuşulması, konusunda gösterdiği
hassasiyet gösterdiğini belirtmiştik. Bu örnekte de olduğu gibi Sarper, olası bir
tartışmanın, diplomatik bir kriz yaratma ihtimalinden dahi çekince duymaktadır. 27
Mayıs darbesi sonrasında basını özgür bıraktığını belirten MBK ve MBK’nin
oluşturduğu hükümet, “Rus Casuslar” yazı dizisinin kaldırılması meselesindeki gibi
burada da basına baskı kurma ihtimalleri üzerinde tartışmaktadırlar. 1961 yılı itibari ile
İran’da Komünist çevreler ve Dindar kesim, Pehlevi yönetimine karşı birlikte hareket
etme yoluna gitmişlerdir. 1961’de bu iki kesim, Şah rejiminin son bulması amacıyla
Tudeh ve Rastakhiz isimli partileri desteklemeye, Jale isimli meydan da büyük
gösteriler düzenlemeye başlamışlardır.82 Selim Sarper’in bahsettiği gösteriler Jale
meydanında gerçekleşen gösteriler olup, Türkiye’de 27 Mayıs’ı hazırlayan süreçte
önemli görülen, DP karşıtı gösterilerdeki eylemlere argümanların dile getirildiği
eylemlerdir.
İran ile geçmiş hükümetler döneminde geliştirilmiş olan yakın ilişkilerin,
Birleşik Arap Cumhuriyeti ile geliştirilen ilişkilerden oldukça uzak bir noktada
seyrettiğini belirtmekte yarar vardır. DP iktidarın da Türkiye ile BAC arasındaki
ilişkiler ne kadar zorlu bir süreci kapsamış ise MBK’nin yönetimi ele aldığı günden
itibaren de iki devlet arasındaki ilişkilerde hiçbir farklılık olmadan devam etmiştir.
Türkiye hükümetinin bakanlar kurulu yapmış olduğu 16. Toplantısında Orta Doğu
siyasetinde izlenmesi gereken yolu tartışırken, bakanların söylemlerinden anlaşıldığı
üzere, sürecin sancılı geçeceği bir gerçektir. 19 Temmuz 1960 günü gerçekleşen
82
İran’da 1979’da meydana gelen, İran İslam devriminin temelleri 1961 yılı itibariyle başlayan bu
gösterilere dayanmaktadır. Ayrıntılı Bilgi İçin Bkz. Abrahamian Erwand (1982). “İran Between Two
Revolutions”. Prıncenton University Press: New Jersey. Ya da. Abraham Edward (2009). “Modern
İran Tarihi”. İş Bankası Kültür Yayınları: İstanbul.
158
bakanlar kurulu toplantısında, Dışişleri Bakanı Selim Sarper, Adalet bakanının Cezayir
meselesi hakkındaki sorusunu yanıtladıktan sonra, Mısır’da iktidarda bulunan, Özgürlük
Birliği Partisinin (Kimi kaynaklar da Milli Birlik Partisi) Temmuz 1960’daki
kongresinde aldığı kararlara değinir. Toplantı da Bakan Sarper; “ Bu kongrede bir karar
alındı. Burada diyorlar ki Hatay’ın ve Arap âleminden koparılmış olan parçaların,
alınmış olan toprakların geri alınması için iktiza eden maddi, manevi ve siyasi
hazırlıklar yapmak lazımdır. Biz Araplarla aramızın düzelmesi için eforlar sarf ederken,
devlet programındaki Hariciyenin beyanatıyla bu adamları muhafaza ile yaptığımız bu
eforların karşılığı, Mısır’dan bize böyle geri geliyor. Tabii bu Mısır için bir hayaldir.
Bizim arkadaşlar sefire bir şey yazdılar ve Nasır’ı da protesto ettiler” der (Koçak 2010:
367-368). Sarper’in beyanatından çıkarım yapıldığında, BAC’nin Türkiye’ye karşı
izlediği siyasetinin oldukça rahatsızlık verici olduğu ortadadır. Hatay meselesi ile
alakalı, 30 Temmuz 1960 günü Gürsel, İskenderun’da bir basın açıklaması yaparak
Türkiye’nin konu hakkındaki resmi görüşünü dile getirmiştir. Gürsel; Hatay’ın
Türkiye’nin bölünmez bir parçası olduğunu ve eğer başka bir devletin Hatay ile alakalı
bir planı varsa bu plana Türk ordusunun karşı geleceğini belirtmiştir (NA FO
371/153048 30 Temmuz 1960). BAC’nin Hatay’ı Suriye’nin bir parçası olarak görüyor
olması, Türkiye ile BAC arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinde temel engel olarak
görülmeye devam edilmiştir. 3 Aralık 1960’da Sarper, Hatay ile alakalı basında çıkan
haberler nedeni ile bir açıklama yapmaya gerek duymuştur. Sarper, BAC albayı
Serraj’ın Hatay’ın Suriye iade edilmesi gerektiği ile alakalı açıklamasına karşılık,
protesto sayılmayacak bir dilde Türkiye ile BAC arasında geliştirilmek istenen
ilişkilerin böylesi açıklamalar nedeni ile baltalandığını ve Türkiye’nin bu ve benzeri
açıklamalar nedeni ile duyduğu üzüntüyü belirtmiştir. Böylesi açıklamaların Türkiye ile
BAC arasındaki ilişkilerin geliştirilmesini zora soktuğunu belirtmiştir. Sarper ile aynı
gün Türkiye’nin BAC büyükelçisi de benzer bir bildiriyi BAC dışişlerine yollamıştır
(NA FO 371/153048 3 Aralık 1960). BAC’nin Hatay ile alakalı yaptığı açıklamalar
nedeni ile Türkiye ile BAC arasındaki ilişkiler gerginleşirken, Arap kökenli olduğu
belirtilen bir saldırganın İskenderun’daki bir Atatürk heykeline bombalı saldırı
düzenlendiği de bilinmektedir. Atatürk heykeline yapılan bu saldırıyı düzenleyen kişi
saldırıdan sonra gözaltına alınmıştır. Yaşanan bu olay nedeni ile başta Ulusu gazetesi
olmak üzere Türk basınında ve kamuoyunda büyük bir tepki meydana gelmiştir.
159
İstanbul, İzmir, Ankara’da ve İskenderun’da halk tarafından çeşitli protesto eylemleri
düzenmiş, Ankara’da eğitim gören Arap öğrenciler ise Gürsel’e saldırıyı kınadıklarını
açıklayan bir mektup göndererek bu olayın Türk-Arap dostluğuna zarar vermek
isteyenler tarafından planlanan bir eylem olduğunu dile getirmişlerdir (NA FO
371/153048 21 Aralık 1960 ve NA FO 371/153048 30 Aralık 1960).
30 Haziran 1939’da Türkiye toprağı olarak kabul edilen Hatay’ın statüsünün
1960lar’da tartışılmaya devam ediyor olması, Türkiye açısından Mısır ile olan
ilişkilerinde temkinli yaklaşmaya neden olmuştur. Türkiye Hatay meselesi hakkında, 3
Aralık 1960’da Mısır’a nota verecek (Koçak 2010: 367), bu gerginlik süreci Mısır’ın
Suriye ile ayrılmasına kadar devam edecektir. Hatay meselesinin BAC’de yapılan
kongrede dile getirilmesi, Türkiye basınına da yansımıştır. Akis Dergisinin 27 Temmuz
1960’da çıkan sayısında, dönemin Dışişleri Bakanlığı Enformasyon Dairesi Genel
Müdürü Hasan İstinyeli ile yapılan bir röportaja yer verilir. İstinyeli Akis muhabirine
verdiği röportajda “ Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Türk ilini hiç kimseye terk etmeye
niyeti yoktur. Kaldı ki alırım demekle işler bitmez hele Türkiye’den toprak istemek
bahis konusu olunca herkesin çok iyi bilmesi gereken sonuçlar ortaya çıkar”
açıklamasında bulunur (Akis 27 Temmuz 1960). Türkiye Hatay meselesinin yeniden
gündeme getirilmesi karşısında, yaptığı açıklamalarla meseleye sert yaklaşımlar
getirmiyor, BAC ile var olan bu sürecin soğukkanlılık ile halledileceği kanısında,
Arapların haklı davalarına saygı duyuyordu (Akis 27 Temmuz 1960). Yukarıda
belirtilen noktalardan daha iyi anlaşılacağı üzere, Türkiye’nin BAC ile iyi ilişkiler
kurması oldukça zordu. Nasır rejimi, kendisine uzatılan diyalog elini itmekle kalmayıp,
elin uzatılmış olmasına karşında Türkiye’yi pişman ediyordu.
Türkiye, BAC ile olan ilişkilerini tam anlamıyla koparmadan önce farklı yollar
izleyerek, mevcut bulunan durumu yumuşatma girişimleri olmuştur. Türkiye’de iktidar
sahibi olan MBK, komşu devletler ile DP’den kalma soğuklukların giderilmesinden
yana idi. Dış politika’da yapılacak bu iyileştirmeler, MBK sonrasında Türkiye’nin
yararına olabilirdi ancak, Türkiye’deki siyasetçilerin BCA ile olan problemi tam manası
ile kavrayamadıkları gerçeği de ortaya çıkmaktadır. 22 Ocak 1961 günü Kurucu
Mecliste yapılan Bütçe görüşmeleri esnasında yapılan konuşmalarda, Türkiye’nin Arap
160
devleti ile yakınlaşmasında her iki taraf içinde çıkar sağlayabileceğin bahsedilmiştir.
Görüşmeler esnasında söz alan Bülent Ecevit, DP yönetiminin Orta Doğu siyasetini
eleştirdikten sonra: “Devrim idaresi Orta Doğu bahsinde de çok makul ve Türk halkının
hissiyatına uygun bir siyaset izlemeye başlamıştır. Bu komşu Arap devletleri ile samimi
bir dostluk siyasetidir. Temennimiz odur ki bazı Orta Doğu devletleri, Türkiye’nin
kuvvetini halkın hissiyatından alan iyi niyetini ve dostluğunu suiistimal etmesinler ve
asla, Türkiye’yi Orta Doğu üzerinde liderlik hevesine kapılmış bir millet olarak
görmesinler. Bizim tek emelimiz, Orta Doğu bağımsızlığına yeni kavuşan memleketler
bakımından tek emelimiz onlara örnek olabilmektir. Yalnız kendi tutumumuzla değil.
Bir de bağımsızlığa sadakatin, Batı ittifakı ile bağdaşabileceğini göstermek suretiyle
onlara örnek olmaktır. Orta Doğu devletleri için, hem bağımsız kalmanın, hem de Batı
ile ittifak halinde bulunmanın imkânsız olmadığını kendi misalimizle ortaya koymak
suretiyle onlara örnek olabilirsek, bu bizim için mutluluk olacaktır” ifadeleri ile Arap
devletleri ile yakınlaşmaktan söz etmiş ve Batı ittifakına dâhil olmaları gerektiğini
belirtmiştir. (TM TD. B 4. O 2 22.02.1961).
Bülent Ecevit yaptığı konuşmada, Arap devletlerine Türkiye’nin liderlik etmek
gibi bir yöneliminin olmadığından bahsetmekle beraber, Arap devletlerinin Batı
ittifakında olmaları gerektiğinin de altını çizmektedir. Elbette bu konuşma Ecevit’in
kendi düşüncelerini yansıtmakla beraber, MBK’nin bağımsız bir dış politika izleme
arzusundan uzaktır. Orta Doğu halklarının bağımsızlıklarını koruma altına almak için
Batı ittifakında yer almaları gerektiği söylemi, DP iktidarı döneminde başta CHP, Arap
ülkeleri ve Doğu Bloğu tarafından eleştirilen, Türkiye’nin Batı bloğunun sözcülüğünü
yapmasından farkı yoktur. Türkiye ile Arap devletleri arasında var olan sıkıntıların, o
günün ihtiyaçlarına karşı cevaplandığı ortadadır. Meselenin Osmanlı İmparatorlunun
dağılması sonrasında yaşanan sürece dayandığının kabul edilmemesi, iki taraf
arasındaki mesafenin açılmasına neden olmuştur.
BAC’nin Türkiye ile arasında yaşanan sıkıntılar devam ederken, kendi iç
politikasında sorunlar yaşandığını da belirtmemiz gerekmektedir. Mısır ile Suriye’nin
birleşmesi sonrasında kurulan BAC’nin kurulma sürecinde Arap Dünya’sındaki
popülerliği nedeni ile doğal olarak devlet başkanlığına Cemal Abdülnasır getirilmiştir.
161
Abdülnasır’ın liderliğinde kurulan devlet içerisinde ilk süreçte sıkıntılar yaşanmamış,
Suriye ve Mısır bir devlet olma başarısını göstermiştir. BAC’nin kurulmasının altında
yatan en önemli neden ise tüm Arap halkının bir bayrak altında güçlü bir devlet olma
idealidir. Devam eden süreçte ise BAC’nin, sadece Suriye ve Mısır toprakları içerisinde
kalması ve Abdülnasır’ın devlet yönetiminde Suriyeli, politikacılara daha az vermesi
devlet içerisinde sorunlara neden olmuştur. 15 Mart 1961’de Forum dergisinde, Mehmet
Ali Kışlalı’nın imza ile yayınlanan “Suriye’de Siyasi Durum” isimli makalesi BAC’nin
geleceği hakkında bize ipuçları vermektedir. Kışlalı makalesinin girişinde BAC’nin
kurulması sonrasında, Suriye’de hali hazırda bulunan siyasi partilerin bağımsızlığa karşı
yürütebilecekleri siyasi faaliyetlerden çekinilerek nasıl kapatıldıkları anlatarak
başlamıştır. Kurulan devlette parti olarak Abdülnasır’ın partisi Milli Birlik Partisi ve
Suriye’nin BAAS partisi kalmıştır. Abdülnasır BAAS’ın gücünü kırmak için 2 yıl
bekleyecektir. Bu iki yıllık bekleyişin ertesinde, Mısırlı Mareşal Amr’a geniş yetkiler
veren Abdülnasır onu Suriye genel valisi olarak görevlendirir. Suriye halkının tepkisi
çeken Toprak reformuna karşılık olarak, liberal önlemler alan Mareşal, Suriye’de
BAAS’ın tasfiyesi için ilk adımları da atar. Abdülnasır bir yandan kendisine rakip
gördüğü BAAS ile mücadele ederken bir yandan da Suriye’de yaşanan kuraklık ile
mücadele etmek zorunda kalmıştır (Forum 15 Mart 1961).
Abdülnasır on yıllarca ezilmiş olan Arap halkına sanayileşmiş, kendi ayakları
üzerinde duran birleşik bir Arap dünyası idealini pazarlar iken, rakiplerini tasfiye etmesi
ve ekonomik bunalım ile karşılaşması işini zorlaştırmıştır. Suriyeli Araplar 1961 yılı
itibari ile mevcut siyasi durumdan hoşnut değildir. Eylül 1961 itibaren var olan bu
hoşnutsuzluk Suriye ile Mısır arasındaki birliğin bozulmasına neden olmuştur. Merkezi
Şam’da bulunan ve içerisinde yönetim kademeleri hariç, Suriyeli Arapların
çoğunluğunda bulunduğu 1. Ordu ayaklanmıştır. Ayaklanan kuvvetler, Şam’da bulunan
radyo binasını ele geçirerek 1958’de Irak’ta yaşanan isyandan sonra Orta Doğu’da o
güne dek yaşanan en büyük askeri darbeyi başlattıklarını ilan etmişlerdir. İsyan eden
askerler Suriye’nin güney bölgelerinde bulunan, askerler tarafından desteklenirken,
Halep’te ise Abdülnasır taraftarları kontrolü sağlamıştır. Suriye BAAS’ı tarafından lider
olarak kabul edilen Albay Sarac’ın Kahire’den, Suriye dönmesi sonrasında atılan
adımlarla Suriye’nin tüm bölgelerinde BAC’nin bitişini simgeleyen olaylar olmuş,
162
Halep’te bulunan radyodan isyanı selamlayan beyanatların dile getirilmesi, artık
dönüşün olmadığını göstermektedir. Kahire yönetimi, Lazkiye şehrine komando
birlikleri yolarak Suriye’deki isyanı bastırmayı hedeflemiş olmalarına rağmen, Suriye
halkı artık Abdülnasır tarafından yönetilmek istememekteydiler. Suriyeli askerlerin 28
Eylül’de Şam’da bir hükümet kurması da ayrılığın resmen dile getirilmesi anlamına
gelmiştir. Meydana gelen bu olaylar, Abdülnasır’ın Arap Dünyasındaki büyüleyici
özelliğini ve popülerliğini sarmıştır. Kurulan yeni Suriye’nin Cumhurbaşkanlığına
Nazım el Kudsi getirilmiştir (Akalın1999: 177). Ürdün, kurulan yeni hükümeti tanıyan
ilk ülke olmuştur (Akis 2 Ekim 1961).
Abdülnasır’ın BAC’de Suriyeli politikacıları ötekileştirmesi, BAAS üyelerini
tasfiye etmeye çalışması ve en önemlisi de Suriye halkına vaat edilen refahın
sağlanmamış olması, Suriye’nin BAC’den kopmasına neden olmuştur. Ürdün BAC’nin
tüm Arap halklarını bir araya toplama gayesinden dolayı bu ülkeye kurulduğu günden
itibaren mesafeli yaklaşmış olduğundan, Suriye’nin bağımsızlığını tanıyan ilk devlet
olmuştur. Ürdün’ün BAC’ne mesafeli yaklaşmasının bir diğer nedeni ise Ürdün’ün genç
başbakanı Hazza Mecali ve 10 hükümet yetkilisinin Amman’da öldürülmesiydi.
Saldırıyı, gerçekleştirenlerin Suriye’ye kaçmış olmaları, Ürdünlüler tarafından
Abdülnasır’ın suçlanmasına neden olmuştur (Akis 7 Eylül 1960).
Suriye’nin, bağımsızlığını yeniden ele alması, Türkiye açısından sevindirici bir
gelişmedir. Suriye ile birleşmesinden dolayı bu ülkeyi bahane ederek, Hatay meselesini
yeniden orta atan Abdülnasır’ın argümansız kalmasına neden olmuştur. Kıbrıs
meselesinde, Yunanistan’dan yana tavır alan Abdülnasır’ın diğer Arap devletlerini de
etkilediği
açıktır.
Türkiye,
bir
türlü
uzlaşmadığı
Abdülnasır’ın
Suriye’den
uzaklaşmasını doğal olarak iyi karşılamıştır. 28 Eylül 1961 günü gerçekleşen Suriye
askeri darbesinden sonra kurulan, devleti ilk tanıyan ülkenin Ürdün olduğundan
bahsetmiştik. Yukarıda da bahsettiğimiz nedenlerden dolayı, 30 Eylül 1961 günü, Türk
Dışişlerinden yapılan açıklama ile Türkiye’nin, Suriye’yi tanıdığı ilan edilir Türkiye
yeni Suriye’yi tanıyan, 2. Devlet olmuştur (Milliyet 30 Eylül 1961). Bizce Türkiye’nin
gösterdiği bu refleks oldukça doğaldır. Bölge’de var olan sorunların temeli olarak
görülen Abdülnasır’ın gücünün kırılması, Türkiye’nin gelecekte yararına görülmüştür. 1
163
Ekim 1961 günü Kahire yönetiminden yapılan bir açıklamaya göre Suriye’de meydana
gelen askeri darbenin arkasında Batı ve Türkiye bulunmaktaydı. Bu nedenden dolayı
Mısır, Türkiye ile olan tüm diplomatik ilişkilerine son verir (Milliyet 2 Ekim 1961).
Mısır’ın Suriye’deki darbeden dolayı Türkiye’yi ve batı bloğunu suçladığı, bilindiği için
Mısır’ın Türkiye ile diplomatik ilişkilerini sonlandırması da oldukça normal bir refleks
olarak algılanmalıdır. Türkiye ile Mısır arasında ki ilişkiler, 1961’de gerçekleşen bu
restleşme sonrasında 1965’e kadar en düşük seviyede devam etmiştir.
27 Mayıs sonrasında Türkiye ile Irak arasındaki ilişkiler de ise DP dönemi
Türkiye’sine nazaran, değişimler görülmektedir. DP iktidarı sırasında Türkiye Orta
Doğu’lu Arap komşularına karşı günü şartlarına farklı politikalar izlemişse de Irak ile
ilişkilerin normalleştiğini gözlemlemiştik. MBK’nin iktidara gelişi ile Türkiye Irak
ilişkilerinde ki normalleşmenin ortadan kalktığı görünmektedir. Irak lideri General
Kasım, ülkesinde iktidarını güçlendirmek amacı ile Irak’ta yaşayan Kürtler ve Sovyetler
Birliği’ne yakın olan Sol görüşlü gruplar ile işbirliğine girişmiştir. General Kasım’ın
böylece Irak’taki yönetimini güçlendirmek için Sovyetler Birliği’ni arkasına almıştır.
MBK ise Irak’ta yaşanan bu gelişmeleri endişe ile takip ediyor, Irak Kürtleri ile Türkiye
Kürtleri arasında olası bir işbirliğinden çekiniyordu. Bu nedenle 1 Haziran 1960 günü
MBK harekete geçti ve 485 Kürt vatandaşı gözaltına alarak Sivas’ta bulunan bir kamp’a
yerleştirdi. 19 Ekim 1960’da ise çıkarılan bir yasa ile Sivas’a yerleştirilenler Batı
illerine zorunlu göçe tabi tutuldular (Oran 2009: 786). Irak’ta yaşana Kürtlere yeni
hakların tanınması sürecinden rahatsız olan MBK, böylece Irak’ta yaşayan Kürtler ile
Türkiye Kürtleri arasına bir set çekmeyi planlamıştır. 1962 yılında Irak Hükümetine
karşı ayaklanacak olan Barzani aşiretinin başlatacağı 1962 -1975 Kuzey Irak Kürt
Ayaklanmasının bir benzerinin Türkiye’de yaşana bilirliğinden çekinilmiştir.
Yaklaşık olarak bir buçuk yıllık bir süreçte iktidar da bulunan MBK ve Cemal
Gürsel Hükümetinin Mısır, Suriye, Irak ve İran’a karşı izlediği politikalardan bahsettik.
Elimizdeki verilerin ışığında, bahsetmemiz gereken son devlet ise İsrail’dir. DP
yönetimi öncesinde ve sırasında, Türkiye İsrail ilişkilerinden, iki devlet’ in hangi
nedenlerden birbirine mesafe koyduğundan ya da yakınlaştığından bahsetmiştik.
Türkiye’de gerçekleşen askeri darbe sonrasında, Türkiye ile İsrail arasında bulunan
164
ilişkilerde büyük değişimler meydana gelmemiştir. İsrail dönem itibari ile NATO üyesi
olan ve Orta Doğu’da laik, demokratik bir Cumhuriyet iddiasını taşıyan bu
özelliklerinin yanı sıra Arap olan tek devlet Türkiye ile 1946’dan itibaren kurmuş
olduğu yakın teması kaybetmek istememiştir.
MBK’nin Türkiye’yi yönettiği süreçte İsrail ile arasında onaylanan bir anlaşma
mevcuttur. DP yönetiminin halen iktidar’da bulunduğu 18 Mart 1960 tarihinde, İsrail ile
Türkiye arasında imzalanan bu ticaret anlaşması, 27 Mayıs günü Türkiye’de meydana
gelen askeri darbe nedeni ile yürürlüğe girememiştir. MBK iktidarı ele aldığı gün
yapmış olduğu ilk açıklamasında, imzalanmış olan tüm anlaşmalara uyacağını garanti
etmişti. Bahsettiğimiz bu ticaret anlaşması da MBK’nin kast ettiği anlaşmalardan
biridir. MBK’nin komite olarak gerçekleştirdiği, 2 Aralık 1960 tarihli genel kurul
toplantısında bahsi geçen anlaşmanın tartışıldığı görülmektedir. Toplantı tutanağında,
geçen konuşmalardan anlaşıldığı üzere, MBK halen yürürlüğe girmemiş olan bu
anlaşmayı yeni bürokratlarına inceletmek ihtiyacı duymuştur. Genel Kurulda yapılan
tartışmalara göre İsrail ile yapılan anlaşmanın; Türkiye’ye yol yapımlarında
kullanılması için asfalt malzemesi, o gün itibari ile döviz konusunda sıkıntı yaşayan
Türkiye için bir döviz kaynağı olacağı neden ile kabul edildiği görünmektedir. (MBK
GKTT B 45. O 1. 02.12.1960). Türkiye ile İsrail arasında imzalanan bu anlaşma 8
maddelik bir anlaşma olup, 2 Aralık 1960 günü yapılan, MBK Genel Kurul
Toplantısında yeni maddelerin eklenmesi ile kabul edilmiştir.
Orta Doğu ülkeleri ile Türkiye arasında daimi bir bağ olmak zorundadır.
Coğrafi, kültürel faktörlerin haricinde, tarihsel geçmiş nedeni daimi bir bağ olması
zorunluluktur. MBK dönemi Türkiye ile Orta Doğu ülkelerinin arasındaki ilişkileri bu
başlık altında aktarmaya çalıştık. Metnin başında da belirttiğimiz üzere, Türkiye’nin
Orta Doğu siyasetinin değişmesinde radikal çizgilerin var olmamasının temel nedeni,
Türkiye’nin bağlı bulunduğu uluslararası askeri ittifaklar ve anlaşmalardır. Orta Doğu
siyasetleri özelinde,
MBK yönetiminin DP yönetimi ile kıyaslandığında siyaseten
büyük farklılıklar gösterememesine rağmen, komşuluk ilişkilerini ön plana çıkardığı
gözlemlenmektedir. Mısır ile diplomatik ilişkilerin kesilmesi öncesinde elimizdeki
veriye dayanarak, Türkiye yönetimi oldukça yapıcı bir tavır takındığını söylemek
165
mümkündür. Suriye’de gerçekleşen askeri darbe ve ayrılma sonrasında ki tavrı
Türkiye’nin yeni koşullara uyum sağlamakta gecikmeyen bir devlet olma içgüdüsünden
dolayı meydana gelmiştir. Türkiye bu dönemde DP iktidarı döneminde ihmal ettiği
komşularına karşı yeni yaklaşımlar geliştirme ihtiyacı duymuş, bu yeni yaklaşımlar
sayesinde de mevcut sistem içerinde önemini yitirmeyen bir devlet olma şansını
yakalamıştır. Kıbrıs sorunun varlığı neden ile Arap devletlerini yanına çekmeyi bir
amaç belirlemiş, onların hürriyet davalarını dile getirirken Kıbrıs meselesinde
uluslararası alanda destek elde etmeye çalışmıştır. Göz ardı etmememiz gereken bir
başka nokta ise, Türkiye’deki yeni yönetimin bu dönemde siyaseten kabul edilme
ihtiyacının da varlığıdır. Batı bloğu ülkeleri sisteminde olan Türkiye’nin, izleyeceği dış
politikanın elbette kendine özgü özelliklere sahip olması gerekmiş, bu özellikler pratikte
yaşam bulurken, bağlı olunan ittifakların zarar görmemesi de gözetilmiştir.
3.5. MBK-Ortak Pazar
II. Dünya Savaşı, sonrası dönemde Avrupalı devletler birleşik bir Avrupa fikrini
dile getirmeye başlamışlardır. Dönemin, İngiltere Başbakanı Winston Churchill
“Birleşik Avrupa Devletleri” fikrinin en önde gelen savunucularındandır. Sovyetler
Birliği’nin, ekonomik olarak zor durumda bulunan Avrupa devletleri ile yakınlaşmasını
önlemek, Avrupa’nın yeniden imarını sağlamak ve böylece savaş öncesi döneme geri
dönmek amaçları ile Avrupa Birliği fikri ön plana çıkmıştır. 1947 yılında, Marshall
Planı çerçevesinde yapılan yardımlar ile ABD, Avrupalı müttefiklerini ekonomik alanda
desteklemekteydi. ABD’nin birçok Avrupa ülkesine yaptığı bu yardımlar ilerleyen
süreçte ABD’nin ekonomisi içinde sorun yaratabileceğinden, Avrupalı devletleri bir
araya gelmesi ve aralarında ticareti geliştirmeleri gerekmekteydi. 1947 yılında
Hollanda, Lüksemburg ve Belçika arasında imzalanan Benelux Ticaret sözleşmesi
Avrupa’da gümrük birliği ve ortak ekonomik sorunlar için atılan ilk adım olarak
karşımıza çıkmaktadır. Marshall Planının sonucu olarak 1948’de Avrupa Ekonomik
İşbirliği Teşkilatı (AEİT) kurulur (Ekin 1967: 279).
166
Avrupa’nın ekonomik olarak kalkındırılmasında en önemli kuruluş olan
AEİT’nin kurulmasını 1952 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Birliği’nin kurulması takip
eder. Bu birliğin üyeleri, Federal Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Lüksemburg,
Hollanda ve Belçika’dır. Bahsi geçen bu devletler, söz konusu birlik ve teşkilat
sayesinde Avrupa’da hem ekonomik kalkınmayı gerçekleştirirken hem de Sovyetler
Birliğine karşı bir nevi ekonomik savunma kalkanı oluşturmaya çabalamaktaydılar.
Yapılan bu çalışmalar sonrasında Avrupa’da tam bir ortak Pazar ekonomisinin
kurulması için 1956 yılında Belçika Dışişleri Bakanı Paul Henri Spaak83 başkanlığında
bir komite kurulmuştur (Ekin 1967: 280). Komitenin yaptığı çalışmalar sonrasında
1958’de Roma’da taraf devletler bir araya gelmiş ve 1 Ocak 1958 itibari ile Ortak
Pazar’ı kurmuşlardır. Ortak Pazar’ın amacı Avrupalı devletlerin başta ekonomi olmak
üzere, ticaret, sosyal, kültürel, nakliyat ve enerji konularında ortak bir politika
izlemeleridir. Kurulduğu dönem itibariyle özel bir kuruluş olan Ortak Pazar, sahip
olduğu fonksiyonları sayesinde de politik ve ekonomik bir yaptırım aracı olarak ortaya
çıkmıştır.
Ortak Pazar’ın, Avrupa ticaretinde ve siyasetinde oldukça önemli bir konuma
gelmesi, Türkiye’nin Ortak Pazar’a üye olma sürecini başlatmıştır. Avrupa için bu kadar
önemli olan bir kuruluşta Türkiye’nin yer almaması bir hata olarak görülmüştür.
Dönemin Türk Dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Ortak Pazar’a Türkiye’nin dahil
olması fikrinin sahibidir. 1959 yılında Ortak Pazar’a Türkiye’nin üye yapılması için
girişilen müzakereler Zorlu’nun ön ayak olması ile başlatılmıştır. Zorlu; “Derhal Ortak
Pazar makamlarına müracaat edeceğiz. Yunanistan’ın tek başına Avrupa'ya girmesine,
oraya yerleşmesine müsaade edemeyiz. İş, yalnız iktisadi değil öncelikle siyasidir.
83
Paul Henri Spaak. 25 Ocak 1899’da doğdu. 1932’de yapılan seçimlerde Sosyalist Parti’den aday oldu
ve Temsilciler Meclisine seçildi. Belçika Dışişleri bakanı olarak görev yaptığı yıllarda izlediği tarafsız
siyaset sayesinde İngiltere ve Fransa tarafından saygı duyulmasını sağladı. 1938'de Belçika'nın ilk
sosyalist başbakanı oldu ve bu görevini 1939'a değin sürdürdü. 2. Dünya Savaşı sırasında Hubert
Pierlot'nun 1940-1944 arasında Londra'da sürgüne giden hükümetinde Dışişleri bakanlığı görevini
üstlendi. 1944’de Benelüks Ekonomik Birliğinin kurulmasına ön ayak oldu. 1946’da BM’nin ilk genel
kurullunun başkanlığını üstlendi ve 1957-1961 yıllarında kuruluşunda büyük pay sahibi olduğunu
NATO’nun genel sekreterliğine getirildi. Avrupa Birliği adına yaptığı birçok çalışmasından dolayı Bay
Avrupa olarak anılmıştır. 31 Temmuz 1972’de öldü. Ayrıntılı Bilgi İçin bkz.
https://www.nato.int/cps/en/natohq/who_is_who_7296.htm
(16.01.2018
tarihinde
erişildi.)
https://europa.eu/european-union/sites/europaeu/files/docs/body/paul-henri_spaak_en.pdf. (17.02.2018
tarihinde erişildi.).
167
Atina, Ortak Pazara girer, biz dışarıda kalırsak, Yunanlılar, ileride başımıza büyük işler
açarlar” (Günver 1985:105).
Dönemin Türk Dışişleri Bakanı Zorlu, Ortak Pazar’a üye olunmasının sadece
iktisadi bir mesele olmadığı inancındadır. Türkiye ile Yunanistan arasında bulunan,
Kıbrıs sorunu nedeni ile Zorlu, Türkiye’nin hiçbir Avrupa kurumundan uzak kalmaması
gerektiğinin farkındadır. Türkiye’nin başvurusu öncesinde, Avrupa İktisadi İşbirliği
Teşkilatı’na bir istikrar rapor sunması gerektiğinden, Zorlu raporun hazırlanmasını, İkili
Ticari İşler Dairesi Genel Müdürü, Oğuz Gökmen’den ister. Söz konusu olan bu rapor
ve devamında Temmuz 1958’de Paris’te yapılacak görüşmeler eğer beklenildiği gibi
geçer ise Türkiye Ortak Pazar üyeliği oldukça iyi bir aşama kaydedecektir. Gökmen
yaptığı çalışmalar sırasında, MBK hükümetinin Ticaret Bakanlığı görevini üstlenen
Cihat İren ve aynı kabinede Devlet Bakanlığı yapan Şefik İnan ile görüşür. Dönemin
Ticaret ve Sanayi Odalar Birliği Genel Sekreteri Cihat İren, böylece Türkiye’nin Ortak
Pazar’a başvurusu için oluşturulan raporun hazırlanmasında görev almıştır. Hazırlanan
bu rapor Temmuz 1958’de Paris’te Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı’nın ilgili
komisyonuna sunulur. Zorlu, bu toplantıya o sırada Londra’da bulunduğu için
katılamamıştır (Günver 1985: 107). Toplantıda Zorlu’nun bulunmaması nedeni ile Türk
heyeti istediği sonuçları alamamış olmak birlikte, Ortak Pazar başvurusu öncesinde ilk
adım böylece atılmış olur.
Türkiye’nin Ortak Pazar’a resmen üyeliği için yapılan ilk başvuru ise 31
Temmuz 1959 günü yapılmıştır. Türkiye’nin başvurusu 11 Eylül 1959’da Ortak Pazar
bakanlar kurulu heyeti tarafından incelenmiş ve Topluluk Komisyonuna Türkiye ile
yapılacak görüşmelerin sürdürülmesi için sevk edilmiştir (Gönlübol Ülman vd. 1993:
480). Türkiye’nin, Ortak Pazar’a üyeliği 1 Aralık 1965’de kabul edilmiştir. Bu başvuru
süreci sırasında, Türkiye’de meydana gelen 27 Mayıs askeri darbesi nedeni ile
Türkiye’nin Ortak Pazar’a dâhil olması gecikmiştir. Darbe sonrasında iktidarı ele
geçiren MBK’nin Ortak Pazar hakkında nasıl bir siyaset izleyeceği merak konusu
olmuştur.
168
Darbe bildirisinde ilan edildiği üzere MBK Türkiye’nin bağlı olduğu tüm
anlaşmalara ve ittifaklardan ayrılmak niyetinde değildi. 30 Mayıs 1960 günü kurulan
Cemal Gürsel hükümeti açıkladığı programda Ortak Pazar ile başlanmış olan tüm
müzakerelere kaldığı yerden devam edileceği ilan edilir. Yeni hükümetin yapacağı
reformlar sayesinde, Ortak Pazar üyesi devletlerinde yardımları ile üyeliğin hızlanacağı
ve buna paralel olarak Türkiye’nin kalkınacağı beklendiği dile getirilmiştir (Koçak
2010: 103). Programa göre Türkiye, yapılacak olan planlamalar ile birlikte sanayi ve
tarımda kalkınmayı planlamaktadır. Ortak Pazar’a üyelik de bu önemli hedeflerde başarı
için oldukça gerekli bir adım olarak görülmekteydi. Hükümet programında bu denli
iyimser bir resim çizilmiş iken, bakanlar kurulu toplantılarında Ortak Pazar’a karşı daha
gerçekçi yaklaşımlar ve tartışmalar yürütmüşlerdir.
Ortak Pazar üyeliği için atılmış olan ilk adımdan itibaren meselenin içerisinde
bulunan Cihat İren, 16 Temmuz 1960 günü yapılan hükümet toplantısında Ortak
Pazar’a dâhil olmanın Avrupa ile yapılacak olan tüm ithalat ve ihracatlar da Türkiye’nin
büyük bir vergi kazanımı olacağını belirtir. Ortak Pazar’ın siyasi ve ekonomik
boyutlarına dikkat çeken İren, Ortak Pazar ile yapılacak olan müzakerelerin sorunsuz ve
kesintisiz bir şekilde devam etmesi amacıyla bir komisyon kurulmasını önerir. Bakan’ın
bu önerisine göre DP dönemimde müzakereleri yöneten bakanlık olan Dışişlerinden bu
iş alınarak, Ticaret, Dışişleri, İçişleri ve Çalışma Bakanlıklarından katılacak olan yeni
bürokratların var olduğu bir komisyon kurulacak ve böylece hem darbe nedeni ile
yarıda kesilmiş olan müzakerelerin başlatılması erkene alınacaktı. Devlet Bakanı Şefik
İnan’da toplantıda söz alarak getirisi ve götürüsü ile Ortak Pazar hakkında ki görüşlerini
bildirirken Türkiye’nin Ortak Pazar’a üye olması için 10 yıldan fazla bir süreç
gerektiğine dikkat çeker. İnan’a göre Ortak Pazar’a dâhil olmamak Avrupa’da kurulmuş
ve kurulacak olan tüm siyasi ve ekonomik birlikteliklerin dışında kalmak olacaktır.
İnan, konuşmasının devamında 10 yıllık bir hazırlık sürecinin gerekliliğinde ısrar etmiş
ve İren’in komisyon fikrini desteklemiştir. Konuşmaları tek tek dinleyen Cemal Gürsel,
hükümet
başkanı
olarak
öncelikle
konunun
tam
manasıyla
tartışılması
ve
müzakerelerinin yürütülmesi için komisyonun kurulmasına karar vermiştir (Koçak
2010: 352-353 354).
169
Anlaşılacağı üzere Türk hükümetinin acilen bir Ortak Pazar üyesi olmak gibi bir
düşüncesi yoktur. Öncelikle ülke menfaatine göre giriş koşullarının ne olacağı
bilinmesinde yarar görülmektedir. Türkiye’nin 10-15 yıllık bir hazırlık sürecine ihtiyacı
olduğu kanısına varlıkla birlikte bu hazırlık sürecinde Yunanistan gibi yeni üyelerin var
olan pazarı ele geçirebileceğine dikkat çekilmiş ve kurulacak olan komisyonun işinin
ehli kimselerden kurulmasına karar verilmiştir. Komisyonun yapacağı çalışmalar
sonucunda mesele hakkında uygulanacak olan politikanın oluşturulacağı dile
getirilmiştir. Türk hükümeti AET ile yapacağı görüşmelerin haricinde Ortak Pazar ile
yeni kredi imkânları da bulabileceğini düşündüğünden Ortak Pazar meselesine ayrı bir
değer vermiştir.
Hükümet haricinde, Ortak Pazar ile yürütülecek olan süreç Temsilciler Meclisi
üyeleri tarafından da önemsenmiştir. Meclisin üyelerinden Coşkun Kırca, 12 Ağustos
1961 günü Dışişleri bakanı Sarper’in cevaplaması için bir soru önergesi vermiştir.
Önerge de Kırca, Ortak Pazar ile yürütülecek olan müzakerelerin nasıl bir yol
izleneceğini sormuştur. Bakan Sarper, soruyu yazılı olarak cevaplamıştır. Sarper, yazılı
cevabında Ortak Pazar’ın nasıl ve neden ortaya çıktığını, üye devletlerin kuruma karşı
olan sorumluluklarının neler olduğunu açıklamak ile başlar. Sarper, konuşmasının
devamında, Türk mallarına uygulanacak olan vergi indirimlerinin ne miktarlarda
olduğunu, Ortak Pazar’a girildiği takdirde, Türkiye’nin alabileceği mali yardımlarının
ne miktarlarda olabileceğini belirtir. Müzakerelerin hükümet tarafından alınan karar
gereği kurulan komisyonca yürütüleceğini bildiren Sarper, Türkiye’nin 3 ayrı aşama ile
Ortak Pazar’a dâhil olacağının altını çizer. Bu aşamaların ilkinin hazırlık safhasıdır.
Türkiye Ortak Pazar’a dâhil olabilmesi için 10-15 yıllık bir hazırlık evresine ihtiyaç
duyulmaktaydı, bu aşama geçildikten sonra atılacak adımlar Sarper tarafından kısaca
özetlenmiştir. Sarper’e göre, Ortak Pazar’a Türkiye’nin üye olması dönemin şartlarında
bekletilmesi gereken bir girişimdir (TM TD. B 98. O 1. 12.08.1961).
Gürsel Hükümetinde ve Temsilciler Meclisinde çeşitli tartışmalara yol açan
Ortak Pazar meselesi, Türk basınında da yer bulmuştur. Akis dergisinin 19 Eylül 1960
günü çıkan sayısında, Ortak Pazar’a Türkiye’nin neden üye olmak isteği konusu
tartışmaya açılmıştır. Okuyucularına Ortak Pazarın tarihi hakkında bilgi veren yazı,
170
Türkiye’nin Batı ekseninde siyaset yapmak istediğinden mi, İhraç edilecek malların
üreticiliğini yapmak istediğinden mi yoksa işgücü bakımından düşük Avrupa ülkelerine
işgücü sağlamak istediği için mi Ortak Pazar’a üye olmak istediği sorularını
yöneltmiştir. Bu sorular ile birlikte Türkiye’nin Ortak Pazar’a üye devletler kadar
sanayileşmemiş ve döviz rezervinin bulunmadığına da dikkat çekilmiştir (Akis 19 Eylül
1960).
Forum dergisinden Mümtaz Soysal, 1 Eylül 1960 günü yayınlanan yazısında,
Ortak Pazar’a dâhil olması çalışmaları sırasında kurulan komisyonu açık bir şekilde
eleştirmiştir. Komisyon çalışmalarının yanı sıra, dönemin ekonomik koşulları içerisinde
Ortak Pazar’ın yürütülemeyecek bir kurum olduğunu belirtmiştir (Forum 1 Ekim 1960).
İlerleyen süreçte Ortak Pazar’ın Forum dergisi tarafından eleştirildiği görülmektedir.
Hükümetin ileri sürdüğü, 10-15 yıllık hazırlık evresinin 20-25 yıllık bir süreçte olması
gerektiği belirtilir. 20-25 yıllık bu sürecin yapılmaması durumunda, Ortak Pazar’a dâhil
olmanın hiçbir önem arz etmeyeceği belirtilmiştir. Bahsi geçen yazıda Ortak Pazar’a
MBK’nin ve Gürsel’in başkanlık ettiği hükümet döneminde girilmemesi, gelecek yeni
hükümet döneminde girilmesi gerektiğini savunulmuştur (Forum 1 Nisan 1961). Bahsi
geçen bu yazıdan bir ay sonra, yine Forum dergisi Ortak Pazar hakkında geniş bir
inceleme yapmıştır. Macit İnce’nin imzasını taşıyan yazıda, Ortak Pazarın tarihçesinden
bahsedilmiş
ve
mevcut
durumdaki
üyelerinin
ekonomik
gelişmişliklerinden
bahsedilmiştir. Yazıya göre Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu hazırlık döneminin belirli bir
süre ile kısıtlanmaması gerektiği fikri öne sürülmüştür. Ortak Pazar üyesi devletlerin,
sanayileşmiş devletler olması nedeni ile Türkiye’nin üyeliğinin birlik açısından soru
işareti yaratacağı belirtilmiştir. Türkiye’nin üyeliğinde böylesi önemli bir engel
bulunurken, bir başka engel olarak ise Cezayir sorunu nedeni ile Fransa’nın Ortak
Pazar’a Türkiye’nin alınmasına karşı çıkabileceği de dile getirilmiştir (Forum 1 Mayıs
1961).
İlk adımının 1959’da atıldığı, Türkiye’nin Ortak Pazar’a üyelik süreci Askeri
darbe nedeni ile sekteye uğramıştır. MBK üyeleri, iktidarı ele geçirdikten sonra,
Türkiye-Avrupalı devletlerle iyi ilişkiler inşa etmek istediğinden, Ortak Pazar’a üyelik
müracaatını geri çekmemişler, bu konu ile ilgilenmeleri için yukarıda bahsi geçtiği
171
üzere yeni bir komisyon dahi kurmuşlardır. Gürsel hükümetinde, Temsilciler meclisinde
ve Türk basınında geniş tartışmalara neden olan Ortak Pazar’a üyelik meselesi 12
Temmuz 1960 günü önemli bir gündem maddesi olma özelliğini yitirmiştir. Türkiye’nin
Ortak Pazar’a tam üyelik için yaptığı başvuru, ülkenin gerekli yükümlülükleri yerine
getirmesi için çok uzun süre talep ettiğinden, üye devletlerin ekonomik gelişmişliklerine
Türkiye’nin sahip olmaması nedenleri ile geri çevrilmiştir (Milliyet 12 Temmuz 1960).
Türkiye’nin, başvurusunun geri çevrilmesinde bir neden olarak Cezayir sorunun
varlığını da sayabiliriz. Ortak Pazar’ın önde gelen ülkelerinden Fransa, Cezayir
sorununda Türkiye’nin takındığı tavra karşı üyelik başvurusuna veto vermiş olduğu
söyleyebiliriz. MBK kendisini geçici bir iktidar olarak gördüğünden, Türkiye’nin
geleceğinde oldukça etkili olacak bir kuruma dâhil olmasının kendi yönetimleri
döneminden ziyade sivil hükümetler döneminde olmasını da tercih etmişlerdir.
3.6. MBK-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs
1. Dünya Savaşı’nın başlaması nedeni ile İngilizler, 4 Haziran 1878’de Osmanlı
Devleti ile imzaladıkları anlaşmayı tek taraflı bozulmuşlar ve Kıbrıs’ı işgal etmişlerdir.
1914’deki bu işgal sonrasında adada bulunan Rumlar, defalarca İngiliz yöneticilerle
görüşmeler sağlayarak adanın Yunanistan’a bırakılması manasına gelen enosis84
talebinde bulunmuşlardır.
Kıbrıs Rumları, 1925’de İngiliz makamlarına sundukları bir muhtıra ile adanın
Yunan krallığına bağlanmasını talep etmişlerdir. Rumların, Yunan krallığına bağlanma
isteği 1925’de karşılık bulmayınca 1931’de İngiliz yönetimine karşı bir ayaklanma
gerçekleştirmişler bu ayaklanma sonucunda 10 kişi ölmüş, 30 kişi yaralanmış ve 34.315
sterlinlik maddi zarar meydana gelmiştir. İngiliz yönetimine karşı gerçekleştirdikleri bu
ayaklanma başarıya ulaşamamıştır. İsyan nedeni ile İngiliz yöneticiler, adada geniş
güvenlik önemleri almışlar, bunun sonucunda da enosis talebinde bulunan Rumlar, 1950
84
Enosis. Balkan Savaşları sırasında Girit’in, Yunanistan Krallığı tarafından işgal edilmesinde kullanılan
terim. Genel anlam bakımında Yunan dilinde “İlhak” manasına gelmektir. Ayrıntılı Bilgi İçin bkz.
Göktürk Bülent Turgay. (2008). Rumların Enosis İsteklerinin Şiddete Dönüştürmesi: 1931 İsyanı
Öncesi ve Sonrası. “ÇTTAD”. S. 335-363. Ankara.
172
yılına kadar beklemeye geçmişlerdir. Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi, 15 Ocak 1950’de
bir halk oylaması düzenlemiştir. Rum Kilisesinin, düzenlediği bu oyalamaya adada
yaşayan Türkler katılmamışlardır. Rumların yaptığı bu oylama sonucunda katılımcıların
%96 enosis lehine oy kullanmışlardır. Yapılan bu oylama dönemin İngiliz makamları
tarafından tanınmadığından, Rum Başpiskopos Makarios85, 17 Nisan 1953’de Kıbrıs
valisine başvurmuştur. Piskopos Makarios 1950’deki oylamanın kabul edilmesini ya da
kendilerine yeni bir oylama hakkı tanınmasını validen talep etmiştir. Piskopos’un Kıbrıs
Valisine başvurması adada yaşayan Türkler tarafından protesto edilince, 11 Mayıs
1953’de Kıbrıs Valisi, Rumların isteğini geri çevirmiştir. Kıbrıs Rumlarının girişimleri
sonuçsuz kalıca Yunanistan, Kıbrıs sorununu 1954’de BM çatısı altına taşımıştır.
Yunanistan, BM’e yaptığı başvuruda self determinasyon86 hakkının ada halkına
tanınmasını istemiştir (Serter 2014:4). Yunanistan’ın, bu başvurusu adada sayıca üstün
olan Rumların yapılacak bir oylama sonucunda Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılacağının
bilindiğinden dolayı ortaya atılmıştır.
Yunanistan’ın yaptığı bu başvurunun karşılığı, BM anayasasında yer
almadığından bir sonuç çıkmamıştır. Dönem itibari ile de Sovyetler Birliğine karşı
kurulmuş olan NATO’nun iki önemli üye ülkesi Türkiye ve Yunanistan’ın karşı karşı
gelmesi Batı Dünyası tarafından kaygı ile karşılanmıştır. Kıbrıs’ta enosis’in hukuk yolu
ile sağlanamayacağını fark eden aşırı milliyetçi Rumlar, 1 Nisan 1955 yılında EOKA87
adı verilen örgütü kurmuşlardır. Kıbrıs Türklerine ve adada bulunan İngilizler karşı
yapılan terör eylemleri, uluslararası ortamda Rum milliyetçilerine karşı tepkilere neden
85
Mihail Hristodulu Muskos. Başpiskoposluk görevine getirilince 3. Makarios ismini alan Rum siyaset ve
din adamı. 13 Ağustos 1913’de Kıbrıs’ın Baf şehrinde doğdu. Atina ve Boston üniversitelerinde
İlahiyat eğitimi aldı. 18 Ekim 1950’de Kıbrıs Rum Ortodoks kilisesinin başpiskoposu oldu. 1959’da
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı oldu. 3 Ağustos 1977’de Kıbrıs Lefkoşa’da öldü. Ayrıntılı
Bilgi İçin bkz. Kıralp Şevki (2015). Başpiskopos Makarios ve Kıbrıslı Rum Milliyetçiliği. Heterotopia
Yayınları: Lefkoşa.
86
Self determinasyon. Herhangi bir toprak parçasında yaşayan bir veya birden fazla halkın, kendi
kaderlerini talep etmesine verilen isim.
87
EOKA. 1950 yılında Kıbrıs’ın enosis görüşüne göre Rumlara verilmesi amacıyla kurulan örgüt.
Örgütün kurucusu, Kurtuluş Savaşın da Yunan ordusunda görev yapmış olan Yeoryos Grivas’dır.
Örgüt Filistin’de İngiliz mandasına karşı mücadele veren Siyonist Irgun isimli örgütün taktik ve
stratejilerini Kıbrıslı Türklere karşı uygulamıştır. EOKA 1950-1958 yıllarında Kıbrıs’ta bulunan
İngilizlere ve Türklere karşı terör eylemleri düzenlerken, 1958’de taktik değişimine giderek, sadece
adada yaşayan Türkleri hedef almış, çeşitli terör eylemleri ile Türkleri adadan kovmaya çalışmıştır.
Grivas ve Örgüt hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Foley Charles (2012). General Grivas – Hayatım.
Kalkedon Yayınları: İstanbul.
173
olmuştur. Kıbrıslı Türkler ise İngiliz güvenlik güçleri tarafından korunmadıklarından
canlarını ve mallarını korumak amacıyla Türk Mukavemet Teşkilatı’nı (TMT)88
kurmuşlardır.
İngiltere, 1950 yılından itibaren meydana gelen olaylar karşısında, Türkiye ve
Yunanistan’ın karşılıklı çözüm bulabileceğine kararar verir. EOKA’nın faaliyetleri tepki
topladığı için Yunanistan bu fikre sıcak bakmak zorundaydı. İngiltere’nin Türkiye’yi ve
Yunanistan’ı 30 Haziran 1955’de “Doğu Akdeniz Savunması ve Kıbrıs Sorunu” isimli
bir konferansa davet etmesi de her iki tarafında artık meselede taraf ve birinci devlet
olduklarının tasdiki anlamına gelmektedir (Serter 2014:6). Devam eden süreçte 1958’de
BM tarafından ortaya atılan Macmillan Planı ve daha öncesinde 1956’da ortaya atılan
Lord Radcliffe planları Rumlar tarafından kabul görmez. Uluslararası alanda ortaya
konulan bu çalışmalar, her ne kadar Rumlar tarafından kabul görmese bile, Kıbrıs
sorunu artık uluslararası bir sorun olarak kabul görmüş ve tarafların karşılıklı
müzakereleri ile çözülebileceği anlayışının hâkim olmasına neden olmuştur. 15 Ağustos
1960’da kurulacak olan Kıbrıs Cumhuriyetinin temelleri bu görüşmeler sayesinde
atılmıştır. 16-18 Aralık 1958 tarihlerinde NATO Bakanlar konseyi toplantısı yapılmıştır.
Bu toplantılar sırasında Türk, İngiliz ve Yunan Dışişleri bakanları bir araya gelerek
Kıbrıs konusunda görüşmeler yapmışlardır. Paris’teki görüşmeler sonrasında 20 Aralık
1958’de Türkiye’ye dönen bakan Zorlu; “Müsait bir iklim teessüs etmek üzeredir.
Muhakkak ki bugünkü atmosfer, elde edilen iklimlerin en iyisidir. Ancak noktai
nazarların telifi için çalışmak lazımdır” açıklamasını yapar (Hürriyet 21 Aralık 1958).
Paris’te yapılan bu görüşmelerden sonra Türk-Yunan görüşmeleri Ocak 1959’da
yeniden başlar. Bu görüşmelerde, Zürih ve Londra’da yapılacak olan iki ayrı görüşme
planlanır. Zürih ve Londra öncesinde Türkiye’nin, taksim tezinden Yunanistan’ın ise
88
Türk Mukavemet Teşkilatı. Kısaca TMT. 1 Ağustos 1958’de EOKA’nın faaliyetleri karşısında Kıbrıs
Türklerinin nefsi müdafaası için kurulan silahlı örgüt. TMT’nin faaliyete geçtiği yıl 1958 olmasına
rağmen örgütün temelleri 1953 yılında, Türkiye Kıbrıs Büyükelçiliği görevlisi Mustafa Kemal
Tanrısevdi'nin evinde atılmıştır. Tanrısevdi, Rauf Denktaş ve Burhan Nalbantoğlu’nun 23 Kasım
1953’de yaptıkları görüşmede Kıbrıs içerisinde faaliyet gösteren tüm Türk örgütlerinin bir çatı altında
toplanması gerektiği kararına varıldı. 26 Kasım 1953’de bu karar doğrultusunda Kıbrıs’ta bildiri
dağıtıldı ancak Türkiye’nin desteklemediği bir hareketin doğru olmayacağına karar verilince 1958 dek
hiçbir yapılanmada bulunulmadı. 2 ocak 1958’de Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş’ın Türk Dışişleri bakanı
Fatin Rüştü Zorlu ile yaptıkları görüşmeden sonra TMT yapılandırıldı. Ayrıntılı bilgi için bkz. Keser,
Ulvi (2007). Kıbrıs'ta Yeraltı Faaliyetleri ve Türk Mukavemet Teşkilatı. IQ Kültür-Sanat Yayınları:
İstanbul.
174
enosis iddiasından geri adım attığını belirtmemiz gerekmektedir. Taraflar sorunun
hallolması için meseleye kendi açılarından bakmayı bir tarafa bırakmış, ortak bir çözüm
arayışına girmişlerdir. Planlanan görüşmelerin ilki Zürih’te Başbakanların katılımı ile 5
Şubat 1959’da başlamıştır. Görüşmeler 11 Şubat 1959’da Türk ve Yunan
Başbakanlarının imzaladığı ön anlaşma ile son bulur. Bu ön anlaşma, Kıbrıs sorunun
diğer tarafları Kıbrıslı Türk ve Yunan temsilcilerinin de katılımıyla Londra’da tam
manası ile yürürlüğe koyulmuştur. Anlaşmanın maddeleri genel olarak; kurulacak olan
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin nasıl bir işleyişinin olacağı, yapılacak olan seçimlerde tarafların
kaç milletvekili ile temsil edilecekleri ve hazırlanacak olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin
anayasanın nasıl yazılacağı ile alakalıdır. Anlaşmaya göre Türkiye, İngiltere ve
Yunanistan garantör devletler olarak yapılacak çalışmaların işleyişini denetleme
hakkına sahip oluyorlardı. Kurulacak devletin Cumhurbaşkanı Rum yardımcısı ise Türk
olacak bu kişilerin seçimleri kendi cemaatleri tarafından yapılacak, anayasa karma bir
komisyon tarafından hazırlanacak, İngiltere geçiş sürecinde Kıbrıs’ın kabinesine
yönetim konularında yardımcı olacak ve anayasa çalışmaları bitince Kıbrıs’ta TürkYunan genel askeri karargâhı kurulacaktır (Serter 2014: 14-16). Londra görüşmelerine
katılmak için, Türkiye’den hareket eden Adnan Menderes ve beraberindeki heyeti
taşıyan uçağın Londra yakınlarında 17 Şubat 1959 gecesi düşmesi sonucunda Türk
heyetinden 14 kişi yaşamını yitirmiştir (Hürriyet 18 Şubat 1959). Bu kazanın
yaşanmasına rağmen Zorlu beraberindeki Türk diplomatlar ile Londra görüşmelerine
devam etmiştir. Macmilian ve Karamanlis 18 ve 19 Şubat 1959’da yapılan görüşmeler
sonrasında Menderes’i hastanede ziyaret edip anlaşma metnine imza attırmışlardır
(Kuneralp 1981:119).
Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulmasını sağlayan Zürih ve Londra anlaşmaları
içerdikleri maddeler bakımından eksiklikler bulundurmakla beraber, Kıbrıs’ta yaşanan
kargaşanın, siyasal bunalımın çözülmesi için atılan en önemli adımlar olarak
görülmelidir.
EOKA’nın,
Türk
köylerine
düzenledikleri
saldırılar
Kıbrıs
Cumhuriyeti’nin kurulma döneminde son bulmuş ve EOKA 1971’e kadar faaliyet
gösterememiştir. Yaşanan can kayıplarının durması, siyasal huzursuzluğun son bulması
ve en önemlisi adada yaşayan iki milletin bir arada yaşayabilme imkânını sağlaması
nedeni ile bu anlaşmalar oldukça önemlidir. Türkiye, Kıbrıs’ta yaşayan Türkleri,
175
EOKA’nın terör döneminde de, Kıbrıs’ın bir devlet olarak teşkil edilmesi döneminde de
yalnız bırakmamıştır. Yukarıda bahsi geçen Zorlu ve Denktaş arasında yapılan
görüşmede, TMT’ye Türkiye tarafından silah sağlandığı bilinmektedir. Kıbrıs’ın
bağımsız bir devlet olarak teşkil edilmesinde Bakan Zorlu ve Yunan bakan Averof’un
katkıları görmezden gelinemez. Zeki Kuneralp anılarında, Zorlu ve Averof’un 18 Ocak
1959’da Paris’te baş başa görüştüklerini bu görüşme sonrasında bakanların birbirleri ile
samimi konuşmalar yaptıklarını aktarmaktadır. İki ülkenin delegelerinin birlikte
yedikleri yemekte, Averof kadehini kaldırarak; “Müşterek gayretlerimizin başarısına”
temennisinde bulunduktan sonra Zorlu kadehini kaldırır ve Yunan meslektaşına; “TürkYunan dostluğuna”
cevabını verir (Kuneralp 1981: 115). Londra anlaşmasının,
yürürlükte olduğu tarihlerde Türkiye’de, askeri darbe gerçekleşmesi hiçbir sorun
yaratmamıştır. MBK’nin darbe bildirisinde bildirdiği gibi darbe öncesinde yapılan tüm
uluslararası anlaşmalara sadık kalması Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasında bir sorun
yaratmamıştır.
MBK’nin Türkiye’de iktidara gelmesi ile Kıbrıs hakkında izleyeceği siyaset
merak konusu olmuştur. MBK darbeden bir gün sonra Kıbrıs hakkında yaptığı
açıklamasında Londra anlaşmasına bağlı kalınacağını bildirmiştir (Fırat 1997: 73).
Gürsel hükümetinin, hazırladığı hükümet programında, Kıbrıs ile alakalı olarak şu
satılara yer verilmiştir: “Zürih ve Londra Anlaşmalarının nihai tekemmül safhasına
ulaşmış bulunmaktayız. Kıbrıslı soydaşlarımızın, Kıbrıs Cumhuriyeti bünyesinde,
milletimizden ve hükümetimizden daima görecekleri yakın alaka ve muhabbetle,
yürekleri ferah ve başları dik olarak şeref ve vakarla vazifelerini yerine getireceklerine,
mesuliyetlerini alacaklarına, refah ve saadet içinde yükselip ilerleyeceklerine
inanıyoruz” (Koçak 2010: 98). Anlaşılacağı üzere MBK, Londra ve Zürih ile başlayan
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulma süreci karşısında aksi bir tutum taşımamaktadır. 1961
yılı Dışişleri Bakanlığının bütçe görüşmelerinde söz alan Dışişleri Bakanı Sarper Kıbrıs
Cumhuriyeti ile alakalı şu sözleri dile getirmiştir: “Güneydeki müttefikimiz genç Kıbrıs
Cumhuriyeti
ile
münasebetlerimizin
çerçevesi
mevcut
anlaşmalarla
çizilmiş
bulunmaktadır. Bu anlaşmalardaki şartlar dâhilinde Kıbrıs inkişaf ve terakki ettikçe,
bizim de kendisi ile alakamız müspet ve yapıcı bir şekilde devam edecektir” (KUR
MEC TD. B 4. O 2. 22.02. 1961). Kıbrıs konusunda, DP’nin yaklaşımına karşı yeni bir
176
yaklaşım göstermeyen Gürsel hükümeti Türk-Yunan ilişkilerinin geliştirilmesinde
Kıbrıs’ın önemini kavramış, sorunun çözülmesinin iki ülke içinde önemli bir adım
olarak görmüşlerdir (Fırat 1997: 75).
Anlaşmalar açısından Kıbrıs sorununda Gürsel hükümeti, yeni bir yaklaşım
göstermemekle birlikte, Kıbrıs Türk cemaati liderlerine karşı yeni yaklaşımlar
geliştirdikleri gözlemlenmektedir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı yardımcısı
olacak olan Fazıl Küçük’e, MBK ve Gürsel hükümeti üyeleri tarafından şüphe ile
yaklaşılmıştır. Gürsel hükümetinin 29 Haziran 1960’da yaptığı hükümet toplantısında
Ticaret Bakanı Cihat İren, Fazıl Küçük’ün ne Yunanlılar ne de İngilizler tarafından
itibar görmediğini belirterek, konu hakkında Sarper’in kendilerini bilgilendirmelerini
istemiştir. Sarper’den önce söz alan Gürsel; Burada kuvvetli adam kim? Denktaş’mı?
Sorusunu da yöneltir. Sarper ise, adaya Türk askerinin gönderilmesinden sonra,
Küçük’ün istifaya zorlanabileceğini, ancak Kıbrıs’ta yapılacak olan seçimler öncesinde
böylesi bir hamlenin doğru olmayacağını da belirtir. Rauf Denktaş haricinde toplantı
sırasında ihtiyaç durumunda adada kimin desteklenebileceği hususunda da tartışmalar
yapılmıştır (Koçak 2010: 232-233). Bakanlar kurulunda yapılan bu tartışmaların yanı
sıra, Türk basınında da Fazıl Küçük tartışılmaktaydı. Akis Dergisi yazarı Metin Toker,
açık bir şekilde Fazıl Küçük’ün, yeni düzen içerisinde devam sağlayabilecek bir lider
olmadığını dile getirmiştir. Toker yazısında; “Doktor yeni yolda yürüyebilecek bir lider
değildi. Doktor için tek çıkar yol, Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığından istifa etmek ve
hatta siyasetten tamamen çekilmekti. Hiç şüphesiz, Anavatan kendisine bu istikamete
bir baskı yapmayacaktı. Doktor içinde bulunduğu durumu anlamalıydı ifadelerini
kullanmıştır” (Akis 30 Haziran 1960). Fazıl Küçük’e karşı oluşan bu algı, onun DP
yönetimi ile geçmişte yakın ilişkiler kurmuş olmasından kaynaklanmaktaydı. Gürsel
hükümetinin asker kökenli üyelerinin Küçük’e olan yaklaşımı bu nedenle mesafeli
olmuştur. CHP’ye yakın bir çizgide yayın yapan Akis Dergisi’nin de, Küçük’e karşı
tavrının nedeni bu olabilir.
Gürsel Hükümetinin, Yunanistan ile yürüteceği ilişkiler Kıbrıs’ın geleceği için
oldukça önemliydi. 20 Ekim 1960 günü Yunanistan Dışişleri Bakanı’nın daveti üzerine
Türk Dışişleri Bakanı Yunanistan’a dört günlük bir ziyaret düzenlemiştir. Ziyaret
177
sırasında, Sarper verdiği demeçte o günlerde iki ülke arasında sıkça dile getirilen
balıkçılık ve İstanbul da yaşayan Yunanların, durumu hakkında görüşmelerde
bulunduğunu belirtmiştir (Milliyet 20 Ekim 1960). Sarper’e ziyaretinde geniş bir heyet
eşlik etmiştir. Sarper’in ekibinde eşi ve bürokratlar Vahit Halefoğlu, Pertev Subaşı,
Tanju Ülgen katılmışlardır (BCA 030-18-01-02/156-18-14). Sarper’e eşlik eden ekibin
yanı sıra, dört günlük ziyaret sırasında gazeteciler, Ahmet Emin Yalman, Bülent Ecevit,
Nadir Nadi ve Cihat Baban’da eşlik etmişlerdir (BCA 030-18-01-02/157-22-07).
Sarper’in Yunanistan ziyareti sırasında Yassıada da 6-7 Eylül olayları hakkındaki
davanın görülüyor olması da ayrı bir önem arz etmektedir. Türkiye’deki azınlıkların
ekonomik refahlarının yükseltileceği ve korunacağı hakkında fikir birliğine varılmış ve
Batı Trakya’da yaşayan Türk azınlığında Yunan devleti tarafından eş değer muamele
görmesi kararlaştırılmıştır. Sarper’in Yunan Dışişleri Bakanı ile yaptığı görüşmelerde
azınlıklar dışında Kıbrıs, Orta Doğu konularında da görüşüp fikir birliğine vardıkları
açıklanmıştır (Milliyet 23 Ekim 1960).
Londra anlaşması gereğince, 31 Temmuz 1960’da yapılan seçimlerde Makarios
Cumhurbaşkanı, Fazıl Küçük ise, Cumhurbaşkanı yardımcılığına seçilmiştir (Hürriyet 1
Ağustos 1960). 15 Ağustos 1960’ı 16 Ağustos’a bağlayan gece yarısında ise Kıbrıs
Cumhuriyeti ilan edilmiştir (Cumhuriyet 16 Ağustos 1960). Türk basınında ve
hükümetinde yapılan tartışmalara rağmen, Küçük, 1963 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti
geçerliliğini yitirene dek görevini sürdürmüştür. MBK ve Gürsel hükümeti yukarıda
belirttiğimiz üzere Kıbrıs meselesine yeni yaklaşımlar geliştirmemiş, Zürih ve Londra
anlaşmalarına bağlı kalmıştır. Türk-Yunan ilişkilerinde, normalleşmeye gidilmesi için
en önemli adım olarak görülen Kıbrıs sorunu, Gürsel hükümeti döneminde, izlenen bu
politika sayesinde geçicide olsa rafa kaldırılmıştır. Darbe sonrasında yaşanan
gelişmelerin, Kıbrıs konusunda daha önceki hükümetin kaydettiği gelişmelerin önüne
geçmesine böylece mani olunmuştur.
178
IV. BÖLÜM
4.SONUÇ
27 Mayıs askeri darbesinin gerçekleştirilmesi sonrasında cuntanın yöneticileri,
Ankara’da bir araya gelerek, Milli Birlik Komitesini ve Cemal Gürsel Hükümetini
kurmuşlardır. Kurulan bu hükümetin Dışişleri Bakanlığı görevine ise dönemin Dışişleri
Bakanlığı Genel Sekreteri Selim Sarper getirilmiştir. Gürsel’in kabinede kesinlikle
olmasını istediği Sarper’in bakanlığa getirilişi böyle olmuş, 15 Ekim 1961’de
gerçekleşecek olan seçimlere kadar Sarper, bu görevini sürdürmüştür. Sarper’de öncülü
Zorlu gibi Türk hariciyesi içerisinden yetişmiş bir bürokrattı. Bakanlığa getirilmeden
önce çeşitli elçilik görevlerinin yanı sıra NATO ve Birleşmiş Milletler gibi önemli
uluslararası kurumlarda çeşitli görevlerde bulunmuştur. MBK üyeleri, Sarper’in bu
kariyerinden ve deneyimlerinden istifade ederek, yeni yönetimlerinin diğer ülkeler
tarafından tanınmasını beklemişlerdir. Darbe gecesi yeni görevine başlayan Sarper,
öncelikle diğer ülkeler tarafından MBK meşruluğunun tanınması için çalışmıştır.
Washington’dan, Moskova’ya kadar çeşitli ülkelerdeki Türk Büyükelçilerini bu görev
için seferber etmiştir. Bakanlığı sırasında Sarper, Türkiye’nin dış politikasının
belirlenmesinde en etkili kişi olmuştur. Bir darbe hükümetinde bulunmasının da
yararlarından faydalanan Sarper, kurulan Temsilciler Meclisinde ve Kurucu Mecliste
dış politika konularının tartışılmasına engel olmuştur. Türk basınında çıkan ve
dışişlerini ilgilendiren her habere dikkat eden Sarper, seçimlerin yapılacağı 15 Ekim
1961 gününe kadar dış politikanın yürütülmesinde, belirlenmesinde tartışılmasında
kısacası kendi alanı ile alakalı tüm konulara hakim olmuştur. ABD’den alınması
gereken kredinin sağlanmasında, yeri geldiğinde NATO genel komutanı Norstad ile
olan dostluğunu kullanmış, yeri geldiğinde ise kabine içerisinde güçlenmek için yine
ABD’li yöneticiler ile olan bağlantılılarını kullanmaktan çekinmemiştir.
180
Darbe sonrasında, Türk dış politikası hakkında, gazetelerde dergilerde ve
mecliste birçok tartışma yürütülmüş ve bu tartışmalar Sarper tarafından hoş
karşılanmamıştır. Sarper belirtildiği gibi görevde kaldığı süre boyunca, Türk dış
politikasının yegâne yürütücüsü olmuştur. Oluşabilecek hiçbir tartışmaya izin vermeyen
Sarper, MBK ile fikir ayrılıkları yaşadığında istifa dahi etmiştir. Sarper’in istifasını geri
alması için dönemin ABD büyükelçisi Hare ve devlet başkanı Gürsel devreye girmiştir.
Sarper istifasını geri almış olmasına rağmen, bu olay MBK ile dış politika konusunda
yeri geldiğinde tartıştığının da bir göstergesidir.
Sarper’in,
Gürsel
Hükümet’inin
programındaki
dış
politika
kısmının
hazırlanmasında etkili olmuştur. Sarper, yılların verdiği deneyimle 1957’deki DP
hükümetinin programında bulunan dış politika hedeflerinden daha kapsamlı hedefler
belirlemiştir. DP’nin 1957 programında yer alan Batı yanlısı söylemlerine radikal
olmasa da Gürsel hükümeti programında yer verilmemiş, Türkiye’nin dış politika da
kendisine davranıldığı gibi davranacağı belirtilmiştir. İki hükümetin programları
arasında başka bir farklılık pratikte yer bulmamasına rağmen, Sovyetler Birliği ile
gerçekleştirilmek istenen komşuluk temelli ilişkilerdir. DP hükümeti, sınırları
bakımından en büyük komşusu olan Sovyetler Birliği ile ilişkileri müttefiklerinin
davranacağına göre şekillendireceğini belirtmiş olmasına rağmen, 1960’da iktidarı eline
alan Gürsel Hükümeti ise, Sovyetler Birliği ile komşuluk temelli ilişkiler geliştirmekten
çekinmemektedir. Sovyetler Birliği ile kurulacak olan ilişkilerin düzenlenmesinin yanı
sıra, Sarper daha program açıklanmadan önce 1 Haziran 1960 günü yaptığı basın
toplantısında hükümetinin NATO’ya bağlılığını yinelemiştir. Darbe bildirisinde de
bulunduğu üzere MBK’nin önceki dönemlerde imzalanmış hiçbir anlaşmadan
vazgeçmeyeceği, hiçbir ittifaktan ayrılmayacağı Türk dış politikasını yönetenler
tarafından sıkça yeniden dile getirilmiş ve bu söylem pratikte de karşılığını bulmuştur.
Gürsel Hükümetinin, batı ile olan ilişkilerde hiçbir değişikliğin yaşanmayacağı
konusunda söz verilmesinin yanı sıra, Orta Doğu politikasında DP’nin çizdiği siyasi
çizginden farklı argümanları bulunmaktadır. Hükümet, bağlı olduğu anlaşmalar ve
müttefiklik ilişkilerine zarar vermeden Arap halklarının bağımsızlık mücadelelerine
destek verilmesi gerektiği dile getirilmiştir. Bu nedenle DP döneminde ilişkilerin
181
sertleştiği B.A.C ve Irak ile yeniden ilişkiler kurulmasından yana olduklarını
belirtmişlerdir. B.A.C ile kurulması istenilen yeni ilişkiler, Abdülnasır’ın ve partisinin
Hatay konusundaki yaklaşımı nedeni ile kurulamamıştır. Irak ile ise göze çarpar önemli
bir değişiklik yaşanmadığını da belirtmek gerekmektedir.
Gürsel Hükümeti, Türk- İsrail ilişkilerinde bir değişim sağlanmasından yana
taraf olmamıştır. 1958 yılında Türkiye ile İsrail arasında imzalanan Periferik anlaşması,
Gürsel hükümeti tarafından uygulanmaya devam edilmiş olmak birlikte, yine DP
döneminde imzalanan ticaret anlaşmasının da yürürlüğe koyulması Gürsel Hükümeti
döneminde olmuştur.
Her iki programın birbirine benzerlik gösterdiği tek konu Kıbrıs hakkındadır. DP
hükümeti gibi Gürsel Hükümeti de Kıbrıs’ın bağımsız bir devlet olmasıdır. Gürsel
Hükümeti’nin programında bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması için gereken
ilginin gösterileceğine söz verilmiştir. Kıbrıs konusunda yaşanan tek değişim ise MBK
üyeleri tarafından, Menderes ile olan yakın ilişkiden dolayı Dr. Fazıl Küçük’e olan
itimadın azalmasıdır. MBK üyelerine göre Menderes’in kendileri için taşıdığı anlam
Küçük içinde aynıdır. MBK’nin iktidarı ele alması ile birlikte Küçük’e duyulan güven
azalırken, Rauf Denktaş ismi ön plana çıkartılmıştır.
Gürsel
Hükümeti’nin,
hazırlayıp
uygulamaya
çalıştığı
programın
DP
Hükümeti’nin programına göre daha ayrıntılı olduğundan bahsetmiştik. Gürsel
Hükümeti, DP programından farklı olarak, Latin Amerika ülkeleri ile de Türkiye’nin
ilerleyen
süreçte
ilişkiler
geliştirebileceğinden
bahsedilmekle beraber,
Gürsel
Hükümetinin bu programı hazırlarken geçici mi kalıcımı olduklarını bilmemeleri de bir
etkendir. Gürsel Hükümeti’nin eğer kalıcı olması gerekirse izleyeceği dış politikası
tamamen bu programda çizildiği için daha fazla ayrıntıya yer verilmiştir.
Gürsel Hükümeti’nin 15 Ekim 1961’de yapılan seçimler ile iktidarı
devretmesine kadar yaşanan süreçte, ABD ile olan ilişkileri çeşitli konu başlıkları
altında incelenmiştir. 1960 yılı itibari ile Gürsel Hükümeti’nin ABD ile olan ilişkilerde
ki ilk maddesi meşruluğunun ABD tarafından kabul edilmesi ve kısa vade de kötü
182
durumda bulunan Türkiye ekonomisine yardım edilmesidir. Gürsel Hükümeti,
ABD’den DP Hükümetine verilmesi planlanan yardım oranlarından daha fazla yardım
aldığını görmekteyiz. Türkiye’de, 27 Mayıs gecesi iktidara gelen hareketin ABD karşıtı
bir tutumu olmadığının anlaşılması ile ABD daha rahat bir şekilde Gürsel Hükümeti ile
işbirliği
içerisinde
bulunmuştur.
ABD’li
yöneticilerin
yardımlar
konusundaki
cömertliği, MBK’nin olası bir durumda Sovyetler Birliğine kaymasından endişe
duyulmuş olması da olabilir. 1960 yılında ABD başkanını değişmiş olması Türkiye ile
ABD arasında kurulan ilişkilerde bir değişikliğe neden olmamıştır.
Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler 1961 yılı farklı konular etrafında
şekillenmiştir. Bu konulardan ilki Yassıada yargılamalarıdır. ABD’de yeni başkan
seçilmiş olan Kennedy, Türk muhataplarına sıkça yargılamalar sonucunda idam kararı
verilmesinin ABD kamuoyu tarafından hoş karşılanmayacağını belirtmiştir. Yassıada
yargılamaları sürerken, birden fazla telgraf ABD tarafından mahkemeye müdahale
edilmesi için yollanmıştır. MBK’nin, sivil idarenin başına geçmesi ile orduda kurulmuş
yeni cunta SKB ise, mahkemenin idam kararı almaz ise MBK’nin meşruluğunu
kaybedeceği konusunda MBK’ne baskı uygulamıştır. Kennedy’nin bizzat yolladığı son
telgraf idamların gerçekleşeceği gün olmuş fakat, Menderes, Zorlu ve Polatkan,
SKB’nin de baskısıyla alınan karar gereği idam edilmişlerdir.
Yassıada merkezinde dönen bu tartışmaların yanı sıra, Türkiye’ye NATO
kapsamında önceden yerleştirilmiş olan Polaris füzelerinin artık ömürlerini tamamladığı
gerekçesi ile Jüpiter ismi verilen yeni füze sistemleri ile değiştirilmesi görüşmeleri
Türkiye ile ABD arasında sürdürülmüştür. ABD bu yeni füze sistemlerinin Sovyetler
Birliği’ne karşı sağladığı yararlardan ötürü vazgeçilmesi imkânsız gördüğünden Türkiye
topraklarında bulunmalarından memnundur. Gürsel Hükümeti ise hem stratejik koruma
sağlaması hem de füze sistemlerinin Türkiye olmasından dolayı ortaya çıkan para akışı
ve yatırımlardan memnun olduğu için bahsi geçen sistemler yenilenmiştir.
Darbe sonrasında Türkiye’deki yeni yönetimi tanıyan ilk devletlerden biride
Sovyetler Birliği olmuştur. Sovyetler Birliği dönem itibari ile gerçekleşen askeri
müdahalelerin
çoğunun
kendi
çizgilerine
yaklaşan
yönetimler
kurduklarını
183
gözlemledikleri için Türkiye’deki darbeyi memnuniyetle karşılamıştır. Sovyetler Birliği,
Gürsel Hükümetinin talebi olmadan kredi imkanı sağlayabileceğini belirtmesi de bu
gözlemlerinden ötürüdür. Yeni hükümetin programında dış politika konusunda
Sovyetler ile geliştirilebilecek dostluk ilkesi sadece söylemede kalmıştır. Türkiye bu
dönemde Sovyetler Birliği ile Bakan derecesinde bir defa görüşmüş, füze sistemleri
hakkında yapılan bu görüşmelerde Sovyetler Birliği’nin verdiği nota ise görmezden
gelinmiştir. 1960-1961 yılları arasında Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerinde yeni bir
gelişme yaşanmamış olmak beraber bir sorunda ortaya çıkmamıştır.
Gürsel Hükümetinin görev yaptığı dönemde tek sorun yaşadığı ülke ise Fransa
olmuştur. Fransa ile yaşanan bu sorunun başlıca nedeni elbette Türkiye’nin Cezayir’in
bağımsızlık savaşına verdiği destektir. Gürsel’in işbaşına geldiği günden itibaren,
defalarca Cezayir bağımsızlığı hakkında verdiği demeçler Fransa’nın tepkisi çekmiştir.
BM kurullarında Cezayir’in bağımsızlığının Türkiye tarafından savunulması da Fransa
ile olan ilişkilerde sorun yaratmıştır. Türk hükümeti ve kamuoyu darbeden önce de
darbeden sonraki dönemde de Cezayirlilere gizlice para ve silah yardımında
bulunmuştur. Kabine toplantılarında konu edilen bu yardımların kesilmesi için
Fransa’nın kendi ülkesindeki Kürt Milliyetçilerine verdiği desteği kesilmesine bağlı
tutulmuştur. Fransa’nın bu tutumundan geri adım atması için bir görüşmenin taraflar
arasında yapılıp yapılmadığı bilgisine sahip olmamakla beraber, Türkiye’nin yardımları
kesmediği de bilinmektedir. Türkiye’nin Cezayir’e karşı olan sağduyusu nedeni ile
Fransa, Türkiye’nin Ortak Pazar’a başvurusunda veto oyunu kullanmıştır.
Darbe sonrasında kurulan hükümet, kendi koşulları içerisinde Türkiye’nin dış
politikasında daha özgür bir çizgide davranılması hareket edilmesi gerektiğini
savunmuştur. DP’den devir aldıkları ekonominin kötülüğü ABD’den yeni borçlar
alınmasına neden olmuştur. Dışişleri Bakanlığı içerisinde gelen ve bu görevden sonra
aktif siyasete katılan Sarper sayesinde Türkiye darbe sonrasındaki zor dönemin
üzerinden
gelebilmiştir.
mücadelelerinden
sadece
Darbe
sonrasında
Cezayir
desteklenmesi
hedeflenen
desteği
istenen
görmüştür.
bağımsızlık
Atatürkçü
çizgilerinden dolayı birçok MBK üyesi, bağımsızlık savaşlarına destek vermeyi istemiş
ancak Türkiye’nin o dönemde içerisinde bulunduğu ekonomik, siyasi ve sosyal
184
konumları bu isteğe cevap verilmesini engellemiştir. Karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesi
istenen Orta Doğu devletleri ile beklenilen gelişme sağlanmamıştır. Latin Amerika
ülkeleri ile de kurulması istenen yeni ilişkiler kurulamamıştır. ABD’nin darbe
sonrasında bir askeri müdahalesinden çekinildiği için dış politika da köklü bir değişiklik
yaşanmamış olmasına rağmen, ABD ile de var olan ilişkiler geliştirilmiştir. Kıbrıs
konusunda verilen sözlerin tutulması, Kıbrıs Türkleri için oldukça büyük önem taşımış
olmasına rağmen ilerleyen süreçte yaşanan olaylar nedeni ile Türkiye’nin elinde
olmayan sebeplerden dolayı Kıbrıs’ta kurulan barış ortamı bozulmuştur. Gürsel
Hükümeti’nin görev yaptığı süreç boyunca Ortak Pazar’a Türkiye’nin alınmamış
olmasının nedeni ise Türk dış politikasını yürütenlerin Cezayir konusundaki
kararlılıklarından ötürüdür. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu dönemde iç politikada
yaşanan olaylar daha önemli görüldüğü için dış politika’da yaşananlar görmezden
gelinmiştir. Bunun nedeni ise iç politikada yaşanan olayların Türkiye tarihi açısında
halen hissedilen derin izler bırakmış olması olabilir.
KAYNAKLAR
1. ARŞİV BELGELERİ89
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi
National Archives Foreign Office
The Foreign Relations of the United States Archives
2. RESMİ YAYINLAR
Kurucu Meclis Toplantı Tutanak Dergisi
Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanakları
Temsilciler Meclisi Tutanak Dergisi
Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanak Dergisi
Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Cerideleri
3. SÜRELİ YAYINLAR
Akis
Akşam
89
Arşiv Belgelerinin, dergilerin ve gazetelerin numaraları metin içerisinde verilmiştir.
186
Anadolu
Cumhuriyet
Forum
Hürriyet
Milliyet
New York Time
Resmi Gazete
Ulus
Vatan
Yeni İstanbul
Zafer
4. KİTAPLAR, MAKALELER VE TEZLER
Ağaoğlu, Samet (1992). Siyasi Günlük Demokrat Partinin Kuruluşu. İstanbul : İletişim
Yayınları.
Ağaoğlu, Samet (2004). Arkadaşım Menderes, İpin Gölgesindeki Günler. İstanbul:
Alkım Kitabevi.
Ağaoğlu, Samet (2004). Aşina Yüzler. İstanbul: Alkım Yayınları.
Ahmad, Feroz ve Ahmad, Bedia (1976). Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı
Kronolojisi 1945-1971. Ankara: Bilgi Yayınevi.
187
Akalın, Cüneyt (1999). Uluslararası İlişkiler Ortamında 27 Mayıs Müdahalesi.
İstanbul: Galatasaray Üniversitesi Yayınları.
Akalın, Cüneyt (2000). “Tarih Dönemecinde Bir Diplomat: Selim Sarper”. İdare
Hukuku ve İlimleri Dergisi. 1 (13): 7-19.
Akalın, Cüneyt (2010). 27 Mayıs Bir Devrimdir 50. Yılında 27 Mayıs. İstanbul: Kaynak
Yayınları.
Akalın, Cüneyt. (2003). Soğuk Savaş, ABD ve Türkiye Olaylar- Belgeler (1945-1952).
İstanbul: Kaynak Yayınları.
Akgün, Seçil Karal (2009). 27 Mayıs-Bir İhtilal, Bir Devrim, Bir Anayasa. Ankara:
ODTÜ Yayınları.
Akıncı,
Abdulvahap
(2014).
“Türkiye’nin
Darbe
Geleneği:
1960
ve
1971
Müdahaleleri”. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İİBF Dergisi. 9 (1): 55-72.
Akşin Sina (1996). Ana Çizgileriyle Türkiye'nin Yakın Tarihi. Ankara: İmaj Yayıncılık.
Albayrak, Mustafa (2000). “Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları (1950 – 1960)” Atatürk
Araştırma Merkezi. 16.46.1.
Aras, Erdoğan (2006). Ecevit / Umut Adam. Karma Kitaplar: İstanbul.
Arcayürek, Cüneyt (1983). Cüneyt Arcayürek Açıklıyor. Ankara: Bilgi Yayınevi.
Arcayürek, Cüneyt (1985). Bir İktidar Bir İhtilal 1955-1960. İstanbul: Bilgi Yayınevi.
Arcayürek, Cüneyt (1985). Yeni Demokrasi-Yeni Arayışlar 1960–1965. İstanbul: Bilgi
Yayınevi.
Arcayürek, Cüneyt (1985). Yeni İktidar Yeni Dönem 1951-1954. Ankara: Bilgi
Yayınevi.
188
Armaoğlu, Fahir (1996). “Amerikan Belgelerinde 27 Mayıs Olayı”. Belleten. 227 (60):
203- 226.
Arslan, Zehra (2013). “ Siyasilerin Beyanatları Çerçevesinde 27 Mayıs Darbesine Gidiş
Süreci (27 Ekim 1957-27 Mayıs 1960)” Türk Dünyası Araştırmaları. 204: 3382.
Atabay, Mithat (2014). Türk Dış Politikası. İstanbul: Paradigma Akademik Yayınları.
Avcı, Orhan (2014). “Mehmet Fuat Köprülü’nün Dışişleri Bakanlığı”. Kırıkkale
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 2 (4): 75-97.
Avcıoğlu, Doğan (1996). Türkiye’nin Düzeni Dün Bugün Yarın. Cilt 2. İstanbul: Tekin
Yayınevi.
Aydemir, Şevket Süreyya (1993). İhtilalin Mantığı. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Aydemir, Şevket Süreyya (2016). İkinci Adam. Cilt 3. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Aydemir, Şevket, Süreyya (1969). Menderes’in Dramı. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Aydemir, Talat (2010). Hatıratım. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Aydın, Suavi Taşkın, Yüksel (2014). 1960’da Günümüze Türkiye Tarihi. İstanbul:
İletişim Yayınları.
Baban, Cihat (2009). Politika Galerisi Bir Devrin Hükümranları. İstanbul: Timaş
Yayınları.
Bağcı, Hüseyin. (1990). Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası. İstanbul: İmge
Yayınevi.
Baskın, Oran (2001). Türk Dış Politikası. Cilt 1-2-3. İstanbul: İletişim Yayınları.
189
Baş, Arda (2012). “1957 Suriye Krizi ve Türkiye”. History Studies. 4 (1): 80-109.
Baş, Arda (2016). “I. Arap-İsrail Savaşı’nın Türkiye’nin Arap Ülkelerine Yönelik
Politikasına Etkisi”. Yeni Türkiye. 86: 392-401.
Baş, Arda (2018). “1958 Türkiye İsrail Periferik Anlaşması”. Tarihin Peşinde.20: 1739.
Baş, Arda (2019). “ Soğuk Savaş Döneminde Türkiye İsrail İlişkileri (1948-1991)
“İsrailiyat: İsrail ve Yahudi Çalışmaları Dergisi. 3: 92-122.
Başgil, Ali Fuat (2014). 27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri. İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı.
Bekarlar, Faruk (2006). Kıbrıs Sorununun Doğuşu: Menderes Dönemi Türk Yunan
İlişkileri. İstanbul: Arayış Yayın Ajansı.
Bekata, Hıfzı Oğuz (1975). Dış Politika ve Türkiye. Ankara: Kardeş Matbaası.
Benigo, Ofra (2009). Türkiye-İsrail İlişkileri Hayalet İttifaktan Stratejik İşbirliğine.
Ankara: Erguvan Yayınevi.
Berber, Engin (2012). Türk Dış Politikası Çalışmaları Cumhuriyet Dönemi İçin Ulusal
Rehber. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Berkes, Niyazi (2015): Türkiye’de Çağdaşlaşma. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Bila, Hikmet (1999). CHP 1919-1999. İstanbul: Doğan Kitap.
Birand, Mehmet Ali, Dündar, Can, Çaplı, Bülent. (1991). Demirkırat. İstanbul: Milliyet
Yayınları.
Birgit, Orhan (2012). Evvel Zaman İçinde. İstanbul: Doğan Kitap.
190
Börüklüoğlu, Levent (2017). “27 Mayıs Askeri Darbesi Sonrasında Ordu İçinde İktidar
Mücadelesi Milli Birlik Komitesi ve Silahlı Kuvvetler Birliği” Osmaniye Korkut
Ata Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi. 2 (1): 13-28.
Bulut, Sedef (2009). “Üçüncü Dönem Demokrat Parti İktidarı (1955-1960) Siyasi
Baskılar ve Tahkikat Komisyonu”. Akademik Bakış. 4 (2): 125-145.
Cizre, Ümit (2002). AP-Ordu İlişkileri – Bir İkilemin Anatomisi. İstanbul: İletişim
Yayınları.
Çakmak, Diren (2008). “Türkiye’de Asker-Hükümet İlişkisi: Albay Talat Aydemir
Örneği”. Akademik Bakış. 2 (1) : 35-68.
Çakmak, Haydar (2008). Türk Dış Politikası (1919-2008). Ankara: Barış Platin Kitap.
Çakmak. Diren (2008). “Türk Siyasal Yaşamında Bir Muhalefet Partisi Örneği:
Hürriyet Partisi (1955-1958)”. Akademik Bakış. 3 (2). 153-186.
Çalışoğlu, Mehmet (2009). Mehmed Fuad Köprülü’nün Siyasi Hayatı. Basılmamış
Doktora Tezi. Erzurum: Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Çavdar, Tevfik (2004). Türkiye’nin Demokrasi Tarihi. Ankara: İmge Kitabevi.
Çiftçi, Kemal (2010). Türk Dış Politikası. Ankara: Siyasal Kitabevi.
Çolak, Filiz (2002). “Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş ve Demokrat Parti (19451950)”. Türkler. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
Demir, Yeşim (2017). Albay Talat Aydemir’in Darbe Girişimleri. İstanbul: Andaç
Yayınları.
Demirel, Ahmet (2014). Tek Partinin İktidarı Türkiye’de Seçimler ve Siyaset. İstanbul:
İletişim Yayınları.
191
Demirel, Taner (2011). Türkiye’nin Uzun On Yılı Demokrat Parti İktidarı Ve 27 Mayıs
Darbesi. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Deringil, Selim (2012). Denge Oyunu. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Dick J. Steven (2010). Nasa’s Fırst 50 Years: Hıstorıcal Perspectıves. CreateSpace
Independent Publishing Platform: USA Carolina.
Doğru, Osman (1998). 27 Mayıs Rejimi. Ankara: İmge Yayınevi.
Duman, Özkaya ve Birsel, Haktan (2012). “Demokrat Parti Dönemi Türk Dış Politikası
ve Bu Politikanın Dinamiklerine Etki Eden Dış Gelişmeler”. Atatürk Dergisi.
1(1): 299-318.
Ekincikli, Mustafa ve Şahin, Alparslan (2018). “27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi
Öncesinde Kurulan İhtilal Örgütleri ve Dokuz Subay Olayı”. Akademik Bakış.
70: 39-54.
Erer, Tekin (1965). Yassıada ve Sonrası. İstanbul: Yeni Matbaa.
Erhan, Çağrı (2001) “ABD’nin Ulusal Güvenlik Anlayışı” Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilimler Fakültesi Dergisi. 56 (4): 77-93.
Erim, Nihat.(2005). Günlükler 1925-1979. Cilt: 1-2. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Erkanlı, Orhan (1972). Anılar Sorunlar Sorumlulular. İstanbul: Baha Matbaası.
Eroğlu, Cem (1998). Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi. Ankara: İmge Kitabevi.
Erşel, Gökhan (2017). “Darbeler Arasında (1960-1980) Türkiye-NATO İlişkileri”.
International Journal of Social Science. 56: 409-416.
Esen, Selim (2010). “18 Nisan 1960 Tarihli Tahkikat Komisyonu”. Mülkiye Dergisi.
267 (34): 16-192.
192
Esin, Numan (2005). Devrim ve Demokrasi: Bir 27 Mayısçının Anıları. İstanbul: Doğan
Kitap.
Fındley, Carter V. (2015). Modern Türkiye Tarihi. İstanbul: Timaş Yayınları.
Fırat, Melek (1997). 1960-71 Arası Türk Dış Politikası ve Kıbrıs Sorunu. Ankara:
Siyasal Yayınevi.
Gaddıs, Jim. (2015). Soğuk Savaş. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Gençalp, Ebru (2017). “27 Mayıs 1960 Darbesi ve Basındaki Yansımaları”.
Uluslararası Darbe Sempozyumu. Cilt 1. Aydın: Adnan Menderes Üniversitesi
Yayınları.
Gerger, Haluk (1983). Mayınlı Tarlada Dış Politika. Hill Yayınevi : İstanbul.
Göğüş, Ali İhsan (2008). Hep İsmet Paşa’nın Yanında. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Gönlübol, Mehmet ve Ülman, Haluk (1993). Olaylarla Türk Dış Politikası. (19191973). İstanbul: Siyasal Kitabevi.
Gülen, Nejat (2010). Anılarımda 27 Mayıs ve Yassıada. İstanbul: Kastaş Yayınevi.
Günver, Semih (1985). Fatin Rüştü Zorlu’nun Öyküsü Z Zoro Gibi. Ankara: Bilgi
Yayınevi.
Gürsoy, Nilufer (2014). 27 Mayıs Darbesi ve Bizler. İstanbul: Timaş Yayınları.
Güryay, Tarık (1971). Bir İktidar Yargılanıyor. İstanbul: Cem Yayınevi.
Hale, William (1994). Türkiye’de Ordu Ve Siyaset – 1789’dan Günümüze. İstanbul: Hil
Yayınları.
193
Hasgüler, Mehmet (2000). Kıbrıs’ta Taksim ve Enosis Politikalarının Sonu. İstanbul:
İletişim Yayınları.
Hekimoğlu, Müşerref (1975). 27 Mayıs’ın Romanı. İstanbul: Çağdaş Yayınları.
Irkıçatal, Eftal (2012). “İkinci Dünya Savaşı Sonrası İngiltere’nin Ortadoğu Politikaları
İçin Kıbrıs’ın Stratejik Önemi ve Kıbrıs Meselesinin Ortaya Çıkışı” Süleyman
Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 1 (15): 31-59.
İnönü, İsmet (2001). Defterler (1919-1973). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
İnönü, İsmet (2006). Hatıralar. İstanbul: Bilgi Yayınevi.
Karatepe, Şükrü (1993). Darbeler Anayasalar ve Modernleşme. İstanbul: İz yayınları.
Karpat H, Kemal (2014). Türk Demokrasi Tarihi. İstanbul: Timaş Yayınları.
Karpat, Kemal Haşim (2011). Türk Siyasi Tarihi Siyasal Sistemin Evrimi. İstanbul:
Timaş Yayınları.
Karpat, Kemal Haşim (2015). Türk Dış Politikası Tarihi. İstanbul: Timaş Yayınları.
Kavuncu, Sibel (2013). “Nükleer Silahsızlanma Yolunda START Süreci”. Bilge
Strateji. 8 (5): 119-148.
Keser, Ulvi ve Kata, Münevver (2016). “Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Muhalif Bir Gazete,
Cumhuriyet”. History Studies. 2 (8): 15-39.
Keser, Ulvi. Kata, Münevver. (2015). “27 Mayıs 1960 Darbesinin Kıbrıs’a Yansıması;
TMT ve Nacak Gazetesi Örneği” Çağdaş Türkiye Araştırmaları Dergisi. 31
(15): 415 - 451.
Keyder, Çağlar (2015). Türkiye’de Devlet ve Sınıflar. İstanbul: İletişim Yayınları.
194
Koçak, Cemil (2007). Türkiye'de Milli Şef Dönemi (1938-1945). Cilt 1- 2. İstanbul:
İletişim Yayınları.
Koçak, Cemil (2010). 27 Mayıs Bakanlar Kurulu Tutanakları. Cilt 1-2. İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları.
Koçak, Cemil (2010). İkinci Parti - Türkiye'de İki Partili Siyasi Sistemin Kuruluş Yılları
(1945-1950.) Cilt 1-2-3. İstanbul: İletişim Yayınları.
Koçak, Cemil (2013). Tarihin Buğulu Aynası. İstanbul: Timaş Yayınları.
Koçak, Cemil (2015). Tek Parti Cumhuriyet ve Şefler. İstanbul: Timaş Yayınları.
Koçak, Cemil (2015). Tek Parti Döneminde Muhalif Sesler. İstanbul: İletişim Yayınları.
Koraltan, Refik (2013). Tek Parti Devrinden 27 Mayıs İhtilaline Demokratlar. İstanbul:
Timaş Yayınları.
Köymen Mehmet Altan (1981). “Prof. Mehmet Fuat Köprülü’nün Siyasi Hayatı”, Yeni
Forum. 48 (2):13.
Kurban, Vefa (2014). “1950-1960 Yıllarında Türkiye İle Sovyetler Birliği Arasındaki
İlişkiler” Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi. 28 (14): 227-256.
Kuruloğlu, Fehim (2017). “27 Mayıs Darbesi Sonrası Türk Dış Politikasında Yeni
Açılımlar: Ortadoğu ve Sovyetler Birliği İle İlişkiler (1960-1965)”. Karadeniz
Araştırmaları Merkezi. 54 (14): 189-206.
Kürkçüoğlu, Ömer (1980). "Dış Politika Nedir? Türkiye'deki Dünü ve Bugünü”. Ankara
Üniversitesi SBF Dergisi. 1 (35): 309-335.
Lewis, Bernard (1993). Modern Türkiye’nin Doğuşu. Çev. Boğaç Babür Tuna. Ankara:
Arkadaş Yayınevi.
195
Merih, Turgay (2006). Soğuk Savaş ve Türkiye 1945-1960. Ankara: Ebabil Yayınları.
Mütercimler, Erol, Öke, Mim Kemal (2004). Düşler ve Entrikalar, Demokrat Parti
Dönemi Türk Dış Politikası. İstanbul: Alfa Yayınları.
Nam, Mehmet (2012). “İşgalden İstiklale Cezayir”. Tarih Dergisi. 55: 155-187.
Neziroğlu İrfan ve Yılmaz Tuncer (2013). Hükümetler, Programları ve Genel Kurul
Görüşmeleri (22 Mayıs 1950 – 20 Kasım 1961). Cilt 2. Ankara: Türkiye Büyük
Millet Meclisi Başkanlığı Yayınları.
Önal, Tekin (2014). “Fatin Rüştü Zorlu’nun Siyasi Mücadelesi”. Akademik Bakış. 15
(8): 161-188.
Örnek, Cangül.(2015). Türkiye'nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı . İstanbul: Can
Yayınları.
Öymen, Altan (2013). Ve İhtilal. İstanbul: Doğan Kitap.
Öymen, Altan. (2004). Değişim Yılları, İstanbul: Doğan Kitap.
Özdağ, Ümit (1997). 27 Mayıs İhtilali - Menderese Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri.
İstanbul: Boyut Yayın Grubu.
Özdağ, Ümit (2004). Menderes Döneminde Ordu Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali.
İstanbul: Boyut Yayınları.
Özkır, Yusuf (2011). “27 Mayıs’tan 27 Nisan’a Asker-Gazeteci İlişkisi”. İş Ahlakı
Dergisi. 8 (4): 91-114.
Öztan, Güven. (2012). "Militarizm ve Anti-komünizmin Kesiştiği Nokta: Kore Savaşı".
Toplum ve Bilim. 123.1.56-75.
196
Öztürk, Recep (2004). Batı Faktörünün Etkisinde Türkiye-İsrail İlişkilerinin Politikası.
Ankara: Odak Yayınevi.
Sakin, Serdar ve Salep, Mustafa (2012). Balkanlar'da Güvenlik Arzusu: Türkiye
Yunanistan-Yugoslavya İlişkileri ve Balkan Paktı. Ankara: Berikan Yayınları.
Sancaktar, Caner (2011). “Demokrat Parti Dönemi Türk Dış Politikasına Marksist
Yaklaşım” Bilge Strateji.3 (3): 25 98.
Sander, Oral (1979). Türk-Amerikan ilişkileri 1947-1964. Ankara: Sevinç Matbaası.
Saray, Mehmet. (2000). “Sovyet Tehdidi Karşısında Türkiye’nin NATO’ya Girişi” 3.
Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Hatıraları ve Belgeleri, Ankara: Atatürk
Araştırma Merkezi.
Sarınay, Yusuf.(2002). “Türkiye’nin NATO’ya Girişi”. Türkler. Ankara: Yeni Türkiye
Yayınları.
Serter, Vehbi (1983). Kıbrıs Cumhuriyetinin Doğuş ve Yıkılış Nedenleri. İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları.
Seyidi, Süleyman (2011). “Demokrat Parti’nin Dış Politikada Alternatif Arayışı (1957
1960)”. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 14:
116.
Sönmez, Şinasi (2010). “Cezayir Bağımsızlık Hareketinin Türk Basınına Yansımaları
(1954-1962)” Z.K.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi. 12 (6): 289-318.
Şahinler, Menter (1996). Atatürkçülüğün Kökeni Etkisi ve Güncelliği. İstanbul: Çağdaş
Yayınları.
Taylak, Muammer (1977). 27 Mayıs ve Türkeş. Ankara: Ayyıldız Matbaası.
Toker, Metin (1970). Tek Partiden Çok Partiye. İstanbul: Milliyet Yayınları.
197
Toker, Metin (1991). Demokrasiden Darbeye 1957-1960. İstanbul: Bilgi Yayınevi.
Toker, Metin (1991). Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları (1944–1973) DP Yokuş aşağı
(1954– 1957). Ankara: Bilgi Yayınevi.
Toker, Metin. (1991). Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları Demokrasiden Darbeye
1957 -1960. Ankara: Bilgi Yayınevi.
Toker, Metin. (1991). Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları Yarı Silahlı Yarı Külahlı Bir
Ara Rejim 1960 -1961. Ankara: Bilgi Yayınevi.
Tunçay, Mete (1999). Türkiye’de Tek Parti Rejiminin Kurulması. İstanbul: Tarih Vakfı
Yurt yayınları.
Tuncer, Hüner (2014). 27 Mayıs’tan 12 Mart’a Türk Dış Politikası. İstanbul: Kaynak
Yayınları.
Tuncer, Hüner (2012). İsmet İnönü'nün Dış Politikası (1938-1950) İkinci Dünya
Savaşı'nda Türkiye. İstanbul: Kaynak Yayınları.
Turan, Şerafettin (1999). Çağdaşlık Yolunda Türkiye 10 Kasım 1938-14 Mayıs 1950.
Ankara: Bilgi Yayınevi.
Turan, Şerafettin (1999). Çağdaşlık Yolunda Yeni Türkiye 14 Mayıs 1950-27 Mayıs
1960. Ankara: Bilgi Yayınevi.
Türkeş, Alparslan (1996). 27 Mayıs 13 Kasım 21 Mayıs ve Gerçekler. İstanbul: Hamle
Yayınevi.
Uzman, Nasrullah (2013). “İktidardan Muhalefete M. Fuad Köprülü’nün Siyasi
Mücadelesi (1956-1966)”, Akademik Bakış: 13 (7): 185-208.
Weiker, Walter (1967). 1960 Türk İhtilali. Çev Mete Ergin. İstanbul: Cem Yayınevi.
198
William Charles (2000). Adenauer The Father of the New Germany. New York : John
Wıley & Sons INC New York.
Yalman, Ahmed Emin (1970). Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim 1945-1970.
Cilt: 4. İstanbul: Rey Yayınları.
Yeşilbursa, Behçet Kemal (2007). Orta Doğuda Soğuk Savaş ve Emperyalizm. İstanbul:
IQ Kültür Sanat Yayıncılık.
Yetkin, Çetin (1998). Soldaki Bölünmeler. İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları.
Yetkin, Çetin (1995). Türkiye’de Askeri Darbeler ve Amerika. Ankara: Ümit Yayıncılık.
Yılmaz, Türel (2010). “Türkiye-İsrail İlişkileri Tarihten Günümüze”. Akademik Orta
Doğu. 1 (5): 9-24.
Zepezauer, Mark (2001). CIA’nin Büyük Operasyonları. İstanbul: Kaynak Yayınları.,
?.(1960). Akdevrim. Ankara: Başbakanlık Devlet Basımevi.
EKLER
200
Ek 1: 27 Mayıs 1960 günü Kurmay Albay Alparslan Türkeş tarafından radyoda okunan
darbe bildirisi. BCA 030-0140-236-18.
201
Ek 2: ABD Elçisi Raymond Hare’in Selim Sarper ile Yassıada Yargılamaları
konulu görüşmelerinin 4 Nisan 1961 tarihli raporu. The Foreign Relations
of the United States Archives: Turkey 1961-1963: 693-694
202
Ek 2: Devamı
203
Ek 3: ABD Başkanı John F. Kennedy’nin Yassıada Yargılamaları hakkındaki
endişelerini içeren Dean Rusk tarafından Raymond Hare’ye yollanan
telgraf. John F. Kennedy Presidential Libray And Museum, Turkey 19611963: 16.
204
Ek 4: İngiltere Büyükelçisinin BAC’nın Hatay konusundaki açıklamalarından sonra,
Selim Sarper ile görüşmesi hakkında İngiliz Dışişlerine yazdığı telgraf. National
Archives Foreign Office 371-153048 3 Aralık 1960.
205
Ek 5: 29 Aralık 1960 günü İskenderun’da, Atatürk heykelinin bombalanması
hakkındaki İngiliz Dışişleri Arşiv belgesi. National Archives Foreign Office
371-153048 29 Aralık 1960.