Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
T.C. MİMAR SİNAN GÜZEL SANATLAR ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ANTİK KARYA BÖLGESİNİN MYLASA (MİLAS) KENTİ HİNTERLANDINDA BİR BİZANS YAPISI: YAPIM TEKNİĞİ, TARİHLEME VE İŞLEV ÜZERİNE İNCELEMELER YÜKSEK LİSANS TEZİ CEM ARDIL Sanat Tarihi Anabilim Dalı Batı Sanatı ve Çağdaş Sanat Programı Tez Danışmanı: Doç. Dr. Günder VARİNLİOĞLU HAZİRAN 2020 Cem ARDIL tarafından hazırlanan “Antik Karya Bölgesinin Mylasa (Milas) Kenti Hinterlandında Bir Bizans Yapısı: Yapım Tekniği, Tarihleme ve İşlev Üzerine İncelemeler” adlı bu tezin Yüksek Lisans tezi olarak uygun olduğunu onaylarım. Doç. Dr. Günder Varinlioğlu Bu çalışma, jürimiz tarafından Sanat Tarihi Anabilim Dalında Yüksek Lisans tezi olarak kabul edilmiştir. Danışman : Doç. Dr. Günder Varinlioğlu Üye : Prof. Dr. Gülgün Köroğlu Üye : Doç. Dr. Mine Esmer Bu tez, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Lisansüstü Tez Yazım Kılavuzuna uygun olarak yazılmıştır. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Lisansüstü Tez Yazım Kılavuzuna uygun olarak hazırladığım bu tez çalışmasında;  Tez içindeki bütün bilgi ve belgeleri akademik kurallar çerçevesinde elde ettiğimi,  Görsel, işitsel ve yazılı tüm bilgi ve sonuçları bilimsel etik kurallarına uygun olarak sunduğumu,  Başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda ilgili eserlere bilimsel normlara uygun olarak atıfta bulunduğumu,  Atıfta bulunduğum eserlerin tümünü kaynak olarak gösterdiğimi,  Kullanılan verilerde herhangi bir değişiklik yapmadığımı,  Ücret karşılığı başka kişilere yazdırmadığımı (dikte etme dışında), uygulamalarımı yaptırmadığımı,  Bu tezin herhangi bir bölümünü bu üniversite veya başka bir üniversitede başka bir tez çalışması olarak sunmadığımı beyan ederim. Cem Ardıl Aileme… ANTİK KARYA BÖLGESİNİN MYLASA (MİLAS) KENTİ HİNTERLANDINDA BİR BİZANS YAPISI: YAPIM TEKNİĞİ, TARİHLEME VE İŞLEV ÜZERİNE İNCELEMELER ÖZET Bu çalışmanın konusu, Anadolu’nun güneybatısındaki Antik Karya bölgesinin Mylasa kentinde yer alan bir yapıya ait kalıntıların mimari ve mekânsal özellikler bağlamında incelenmesi üzerinedir. Yapı, Mylasa kentinin yaklaşık 5 km kuzeyinde bulunan bir ova üzerinde yer almaktadır. Yapı hakkında daha önce kapsamlı bir araştırma yapılmadığı için, işlevi ve ne tür bir yerleşim alanının parçası olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Ancak yapı, çalışma içerisinde ‘Kale Mevkii Yapısı’ olarak adlandırılmış ve mevcut konumu Antik yerleşimlere göre belirlenerek Karya haritası üzerinde gösterilmiştir. Kale Mevkii Yapısı’ndan günümüze yalnızca dört tane taşıyıcı ayak ulaşmıştır. Bu ayakların kare bir mekân oluşturacak şekilde bir araya geldikleri gözlemlenmektedir. Bu mekânın dış duvarları günümüzde mevcut olmamakla beraber, kubbe formunda bir örtü sistemine sahip olduğu belirlenmiştir. Bu kare mekân yapıdaki tek mekân değildir; zemin kotta yer alan bazı duvar kalıntıları, mekânın başka alanlara genişlediğini göstermektedir. Ancak, genişleyen bu alanlar yaşanmış olan yıkımlar ve günümüzdeki modern yapılar sebebiyle belirlenemediğinden, yapının plan tipolojisi tam olarak anlaşılamamıştır. Bu sebeple, çalışma içerisinde, yapının genişleyen alanları da göz önünde bulundurularak, benzer mekânsal özellikleri bulunan yapılar ile birlikte ele alınmıştır. Taşıyıcı ayakların ve örtü sistemi başlangıcının detaylı rölöve çizimi yapılarak, inşada kullanılan taş, tuğla ve harç belgelenmiş ve inşa teknikleri sunulmuştur. Bu malzeme kullanımı ve inşa teknikleri, Batı Anadolu’da Roma hâkimiyeti ile başlayan ve Erken Bizans dönemine dek sürdürülmüş kullanım ve teknikler ile ilişkilendirilmiştir. Böylece, bu tez kapsamında, Kale Mevkii Yapısı’nın, sahip olduğu mimari özellikleri üzerinden benzer yapılarla karşılaştırılarak, inşa edilmiş olabileceği dönem aralığı ve işlevi hakkında önerilerin yer aldığı bir çalışma sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: Karya, Mylasa (Milas), Roma ve Bizans Mimarisi, Yapım Teknikleri ve Malzemeler A BYZANTINE STRUCTURE IN THE HINTERLAND OF MYLASA IN ANCIENT CARIA: STUDIES ON CONSTRUCTION TECHNIQUE, DATE AND FUNCTION ABSTRACT The subject of this study is to examine the architectural and spatial characteristics of the ruins of a building in the city of Mylasa located at Ancient Caria in Southwest Anatolia. The building is situated on a plain approximately five kilometers North of Mylasa. Because the remain of the building had not been the subject of comprehensive investigation, its function and the type of settlement where it belongs were unknown. In this study, it is referred as ‘Kale Mevkii Building (Yapısı)’ and its current location vis-a-vis ancient settlements has been shown on the map of Caria. From Kale Mevkii Yapısı, only four piers forming a square space are extant today. The exterior walls of this spatial unit do not survive, while the remains suggest that the square unit was covered by a dome. The surviving spatial unit is not the only space of the building. The remains of walls at the ground level suggest that this space extended into multiple directions. However, the form of these additional interior units could not be precisely determined due to the poor state of preservation and the modern construction impeding further analysis. Therefore, it is not possible to suggest a plan type for remains. Instead, the building is evaluated in comparison to the other buildings having similar spatial features. The surviving piers and the parts which are extant a little above the springing of the dome have been documented in the field by means of scaled drawings. Building materials such as stone, brick, and mortar and the techniques employed in construction have been examined. These materials and construction techniques are associated with those employed in Western Anatolia, starting with the Roman domination until the Early Byzantine period. Thus, through architectural comparisons of the Kale Mevkii Yapısı with similar structures, this thesis intends to offer suggestions regarding the function of the building and the period in which it was built. Key Words: Caria, Mylasa (Milas), Byzantine and Roman Architecture, Building Techniques and Materials ÖNSÖZ “Antik Karya Bölgesinin Mylasa (Milas) Kenti hinterlandında Bir Bizans Yapısı: Yapım Tekniği, Tarihleme ve İşlev Üzerine İncelemeler” adlı yüksek lisans tezini yazmama vesile olan, maddi ve manevi her türlü desteği sağlayan Prof. Dr. Olivier Henry’ye teşekkürü bir borç bilirim. Tez metninin yazım sürecinin başından sonuna dek ümidini kesmeden sabırla takip eden, ‘doğru olan bilgiye’ nasıl ulaşmam gerektiği konusunda her zaman yol gösteren danışman hocam Doç. Dr. Günder Varinlioğlu’na yürekten teşekkür ederim. Tezin saha çalışmasında, yapıyı tanımla/anlama konusunda yardım ve fikirlerini esirgemeyen Doç. Dr. Ayşe Henry’ye teşekkür ederim. Mimari çizimlerin hazırlanmasında sahada aynı yükü paylaştığım Sezi Yüksel’e teşekkür ederim. Mimari plastik eserleri belgelememe yardımcı olan Élisabeth Goussard ve Talha İnanç’a teşekkür ederim. Bu süreçte manevi desteklerini hiç esirgememiş olan Cansu Can, Ertuğrul Uçar ve Kenan Deniz Budak’a teşekkür ederim. Tez sürecinde yaşanılan zorluklar aşikârdır: Bu süreçte yaşadığım tüm zorluklara rağmen yanımda olmuş, desteğini esirgememiş ve her şeyin üstesinden gelmemi sağlamış olan sabırlı aileme teşekkürü bir borç bilirim. Cem Ardıl Haziran 2020 İÇİNDEKİLER Sayfa ÖZET……………………………………..…………………………………………. v ABSTRACT …………………………………………………………………….… vii ÖNSÖZ ……………………………………………………………………..…….. ix İÇİNDEKİLER………………………………..…………………………………… x KISALTMALAR…………………………………..………...…………………… xi RESİM LİSTESİ……………………..………………………………………… xii 1. GİRİŞ: ………………..……………...…………………………………..…… 1 1.1 Çalışmanın Amacı …...………………………..…………………………….1 1.2 Çalışmanın Yöntemi ve Kapsamı …………………………………………..2 2. ANTİK KARYA BÖLGESİ VE MYLASA (MİLAS): GENEL HATLARIYLA SİYASİ TARİHİ VE COĞRAFYASI ……………………………………………6 2.1 Karya ……………………………….…………..……..……….………….... 6 2.2 Milas ……………………………………………………………………… 15 3. YAPININ ADLANDIRILMASI, KONUMU VE ÇEVRESİ …….…………. 22 4. SEYAHATNAMELER VE BİLİMSEL YAYINLAR ……………………… 26 5. KALE MEVKİİ YAPISI’NIN PLAN VE STRÜKTÜREL ÖZELLİKLERİ...28 5.1 B Mekânı ……………………………………………………….……… 28 5.2 C Alanı ………………………………………………………………… 29 5.3 E Alanı ………………………………………………………………… 30 5.4 A-D Alanları ve Sonuç ………………………………………………… 31 6. KALE MEVKİ YAPISININ İNŞA TEKNİĞİ VE MALZEME ÖZELLİKLERİ…………………………………………………………………… 33 6.1 Kale Mevkii Yapısı’nın İnşa Tekniği: Duvar Örgüsü ......................……….. 33 6.2 Malzeme Kullanımı ve Değerlendirme ……………………………………... 36 6.2.1 Tuğla …………………………………………………..……………… 36 6.2.2 Taş ………………………………………………………….……….... 38 6.2.3 Harç …………………………………………………………….…….. 40 7. ROMA’DAN BİZANS’A MALZEME VE İNŞA TEKNİKLERİ ………. 42 7.1 Roma: Temel İnşa Malzemeleri ve İnşa Tekniklerinin Ortaya Çıkışı ……… 42 7.2 Değişen Batı Anadolu Kıyıları ………………………….……………….. 53 8. KALE MEVKİİ YAPISI’NIN MALZEME KULLNIMI, YAPIM TEKNİĞİ VE PLANININ DEĞERLENDİRİLMESİ……………………………..…..… 63 8.1 Planının Değerlendirilmesi ……………………...……….……………… 63 8.2 Malzeme Kullanım ve Yapım Tekniğinin Değerlendirilmesi ………………71 9. SONUÇ …………………………………………………………………………. 80 RESİM LİSTESİ …………………………………………………………………. 87 KAYNAKLAR …..……………………………………………………………… 152 EKLER …………………..………………………………………………………. 160 ÖZGEÇMİŞ ....……………………………………………………….……..…… 179 x KISALTMALAR AST: Araştırma Sonuçları Toplantısı bkz.: Bakınız cm.: Santimetre çev.: Çeviren der.: Derleyen Ed.: Editör Eds.: Editörler Kat. No.: Katalog Numarası km.: kilometre KST: Kazı Sonuçları Toplantısı M.S.: Milattan Sonra M.Ö.: Milattan Önce m.: Metre No.lu: Numaralı s.: Sayfa vd.: Ve diğerleri Yay. hz.: Yayına Hazırlayan xi RESİM LİSTESİ Sayfa Resim 1: Karya haritası …………………………...……………………………….. 87 Resim 2: Milas kenti …………………………………………...……...………….... 88 Resim 3: Gümüşkesen Mezar Anıtı, Milas …………………………...…………..... 89 Resim 4: Milas ovasının doğusunda yer alan Roma dönemine ait su kemeri ..……. 89 Resim 5: Baltalı Kapı, Milas ……...…………………...…………………………... 90 Resim 6: Milas’taki Roma ve Augustus Tapınağı …………………………………. 91 Resim 7: Milas-Halikarnassos, Milas-Labraunda ve Milas-Herakleia güzergâhı….. 92 Resim 8: Kale Mevkii Yapısı’nın Milas Ovası’ndaki konumu……………...……… 93 Resim 9: Karya haritası üzerinde Kale Mevkii Yapısı’nın konumu ………….……. 94 Resim 10: Yapının 1-3 No.lu ayakları arasına örülmüş duvar ve çevresinde yer alan…. modern yapılaşmanın zemin planı üzerinde gösterimi ………………………..……. 95 Resim 11: 1 ve 3 No.lu ayaklar arasına örülmüş modern duvar …..……………….. 96 Resim 12: Yapının batı yönündeki köy evinin duvarında yer alan kesme taşlar I ..... 97 Resim 13: Yapının batı yönündeki köy evinin duvarında yer alan kesme taşlar II ... 97 Resim 14: Kale Mevkii Yapısı’nın zemin planı ………………………….……….... 98 Resim 15: Yapının kare mekânındaki tüm ölçüler …………………………………. 99 Resim 16: 1 No.lu taşıyıcı ayağın batı yönüne bakan cephesi ………….…………. 100 Resim 17: Pandantif başlangıcının detay fotoğrafı …………………….………..... 101 Resim 18: 2 ve 4 No.lu taşıyıcı ayakların batı yöne bakan cepheleri …………….. 102 Resim 19: 2 No.lu taşıyıcı ayağın batıya doğru devam eden duvarı ...…………..... 103 Resim 20: 4 No.lu taşıyıcı ayağın batı cephesi ve iki ayrı duvar nişi ……………... 104 Resim 21: 4 No.lu taşıyıcı ayağın batı yönüne bakan cephenin çizimi …………… 105 Resim 22: 4 No.lu taşıyıcı ayağın kuzey yöne devam eden duvarı ………………. .106 Resim 23: 3 ve 4 No.lu taşıyıcı ayakların kestiği ve iki farklı daire içerisine alınan… kısımların plan üzerinde gösterilmesi …………………………...………………... 107 Resim 24: 3 No.lu ayağın 1,50 m yükseğinde batıya yönelen kemer başlangıcı.... ………………………………………………………………………………...…... 108 xii Resim 25: 4 No.lu taşıyıcı ayakta doğuya yönelen kemer başlangıcı …………….. 108 Resim 26: 3 ve 4 No.lu ayakların alt kotundaki kemerler ………………………… 109 Resim 27: 3 No.lu ayaktaki hafif eğimli duvar ………………………………...…. 110 Resim 28: 3 No.lu ayaktaki hafif eğimli duvarın detay fotoğrafı ….…………..….. 110 Resim 29: 3 ve 4 No.lu ayaklar arasındaki kısmı yeniden düzenleme önerisi …… 111 Resim 30: 2 No.lu taşıyıcı ayağın güney yöne bakan duvar cephesi ….……….….. 112 Resim 31: 1 No.lu taşıyıcı ayağın güney yöne bakan kaba yonu taş örgü cephesi ... 112 Resim 32: 4 No.lu taşıyıcı ayağın cephesindeki kiriş yuvası ….………………….. 113 Resim 33: 1 No.lu ayağın kare mekâna bakan cephesindeki kiriş yuvası ………… 113 Resim 34: Yapıdaki tuğla uzunluklarını gösteren grafik ………………………….. 114 Resim 35: Taşıyıcı ayaklarda belirlenen bazı tuğla formları I …………………….. 114 Resim 36: Taşıyıcı ayaklarda belirlenen bazı tuğla formları II ………..………….. 115 Resim 37: Yapıda kullanılmış küçük devşirme kesme taşlar I ….……………….. 115 Resim 38: Yapıda kullanılmış küçük devşirme kesme taşlar II ................................ 115 Resim 39: 1 No.lu ayağın güney yöne bakan cephesi …………………………..… 116 Resim 40: Milas’ın doğusunda yer alan ve Roma döneminde inşa edildiği düşünülen… su kemerine ait taşıyıcı ayağın duvar cephesi …………………………..………… 116 Resim 41: Su kemerinin Gen Antik dönemde onarım gördüğü düşünülen ayak….. cephesi……………..…..……………………….…………………………………. 117 Resim 42: Ayak cephelerinin belirlenmiş bazı kısımlarındaki harç detayı I ……… 118 Resim 43: Ayak cephelerinin belirlenmiş bazı kısımlarındaki harç detayı II .…… 118 Resim 44: Etrüsklerin M.Ö. 750 yılında İtalya yarımadasındaki kent konumları ve o… dönemdeki komşuları ………………...………………..……………..…………... 119 Resim 45: Yarımadanın güney kısmındaki Helen kolonileri …….……..………… 120 Resim 46: Kesme taş kullanılarak örülen dolgulu, çift örgülü, atkılı ve bölmeli duvar… çeşitleri ………………………………...…………………………………………. 121 Resim 47: Opus caementicium tekniği …………………………………………… 121 Resim 48: Portunus Tapınağı, Roma ………………………………...…………… 122 Resim 49: Opus Incertum duvar örneği ..……………...…………………………. 122 Resim 50: Villa dei Sette Bassi’den bir duvar örneği …………………………….. 123 Resim 51: Montagnola olarak adlandırılan Etrüsk mezarı ………………………... 124 Resim 52: Porticus Aemilia’nın restitüsyon çalışması (M.Ö. 2. yüzyıl) ………… 125 Resim 53: Porticus Aemilia’nın günümüzdeki kalıntılar ………………………… 126 xiii Resim 54: Roma’daki Tabularium (devlet arşivlerinin saklandığı yapı) ……..…… 127 Resim 55: Domitianus Sarayı …………………………………………..………… 128 Resim 56: Asia Minor haritası (1875) ….…………………………………………. 129 Resim 57: Opus reticulatum duvar, Alexandria Troas ………….……………….. 130 Resim 58: Opus incertum duvar, Alexandria Troas…….…………………………. 130 Resim 59: Humeitepe Hamamı, Milet ……………………………..….………….. 131 Resim 60: Humeitepe Hamamı’nın örtü birimindeki tuğla sırası detayı …………. 131 Resim 61: Faustina Hamamı (caldarium), Milet ………………………….……… 132 Resim 62: Faustina Hamamı, Milet: Tuğla ve kaba yonu taşların kullanıldığı .… beşik tonoz başlangıcı …………….…..……………………………….….….…… 132 Resim 63: Domitianic Liman Hamamı, Efes ……………………………………... 133 Resim 64: Erken Bizans döneminde duvar yapımı ………….………..…...….….. 133 Resim 65: Kale Mevkii Yapısı’nın zemin planı …………………….….………… 134 Resim 66: Hierapolis’teki Kent Bazilikası, Philadelphia’daki Aziz Ioannes Kilisesi… ve Sardis D yapısının zemin planı …………..……………………………………. 135 Resim 67: Ephesos’taki Aziz Ioannes Kilisesi’nin zemin planı .……..….….…… 136 Resim 68: Kale Mevkii Yapısı’nın plan gelişimi veya önerisi değildir; yalnızca …… metin.. içerisinde geçen bir olasılığın belirtildiği zemin planıdır (I) …….….……. 137 Resim 69: Kale Mevkii Yapısı’nın plan gelişimi veya önerisi değildir; yalnızca…… metin içerisinde geçen bir olasılığın belirtildiği zemin planıdır (II) ………….…... 138 Resim 70: Kale Mevkii Yapısı’nın plan gelişimi veya önerisi değildir; yalnızca…..… metin içerisinde geçen bir olasılığın belirtildiği zemin planıdır (III) …………….. 139 Resim 71: Ruggieri’nin çizmiş olduğu Kale Mevkii Yapısı’nın zemin planı ...….. 140 Resim 72: A. Kızıl tarafından yayınlanan Kale Mevkii Yapısı’nın zemin planı .... 141 Resim 73: Sebastopolis Antik Kenti’ndeki Roma Hamamı’nın zemin planı …...... 142 Resim 74: Sinop ilinde Balatlar Kilisesi olarak tanınan, Geç Antik dönemde inşa ….. edilmiş hamam kompleksinin zemin planı ……………………………………….. 142 Resim 75: Kale Mevkii Yapısı’nın taşıyıcı ayakları ……………………………... 143 Resim 76: 1 No.lu ayakta yer alan dokuz sıra tuğla beşik kemer başlangıcı …...... 143 Resim 77: 1 No.lu ayaktaki pandantif başlangıcı ……………………………...… 144 Resim 78: Sardis D yapısının taşıyıcı ayakları …..……….………………...….… 144 Resim 79: Sardis D yapısının güneydoğu yönünde yer alan taşıyıcı ayak cephesi ….. ………………………………………………………………………………….…. 145 xiv Resim 80: Kale Mevki Yapısı 1 No.lu taşıyıcı ayağının batı yöne bakan cephesi ve… dokuz sıra kemer başlangıcı ……………………………………………………… 146 Resim 81: Kubbe ve kemerler arasına konumlandırılmış, tuğlaların bir diğerine……. kenetlenerek örüldüğü tek sıra kemerin başlangıç fotoğrafı ………………….….. 147 Resim 82: Kubbe ve kemerler arasına konumlandırılmış, tuğlaların bir diğerine……. kenetlenerek örüldüğü tek sıra kemerin başlangıç çizimi ..…………...………….. 148 Resim 83: Philadelphia’daki Ioannes Kilisesi’nin taşıyıcı ayakları ...………….... 149 Resim 84: Eğrilen iki kemer arasındaki boşluğun kapatılma yöntemi: Kale Mevkii… Yapısı (solda) ve Philadelphia’daki Ioannes Kilisesi .………………..…………… 149 Resim 85: Ephesos’taki Ioannes Kilisesi’ne ait bir pandantif başlangıcı ….…….. 150 Resim 86: Kale Mevkii Yapısı ve Ephesos’taki Ioannes Kilisesi’ne ait pandantif…... başlangıçlarının karşılaştırması ……………………………………..…………..... 150 Resim 87: Side’deki mezar anıtı …………………………………..……………… 151 Resim 88: Mimari plastik eserlerin yapıya olan konumlarını gösteren zemin planı… …………………………………………………………………..…….……….….. 161 Resim 89: Sütun başlığının ön yüzü …………………………..…….……....……. 166 Resim 90: Sütun başlığının arka yüzü ………………………………….…...……. 166 Resim 91: Sütun başlığı sol yüzü ………………………………………........…… 167 Resim 92: Sütun başlığı …………………...……...………………………..…...... 167 Resim 93: Sütun başlığının sağ cephesi …………………………..…………....… 168 Resim 94: Sütun başlığı çizimi ..……………………………….…..…………….. 168 Resim 95: Sütun başlığı ………………………………..……………….……...… 169 Resim 96: Sütun kaidesi görünüş çizimi I ……………………………….……..... 169 Resim 97: Sütun kaidesi görünüş çizimi II ………………………..…….……….. 170 Resim 98: Sütun kaidesi fotoğrafı ………………………………….…….….…… 171 Resim 99: Sütun gövdesi görünüş çizimi ...………………………….…….……... 171 Resim 100: Sütun gövdesi fotoğrafı ..……………………………….……….…… 172 Resim 101: Sütun gövdesi görünüş çizimi .…………………….……..……..…... 172 Resim 102: Sütun gövdesi fotoğrafı ..………………..……………….…………... 173 Resim 103: Sütun gövdesi görünüş çizimi …………..………….............................173 Resim 104: Sütun gövdesi fotoğrafı ….……………..……………….……….…... 174 Resim 105: Sütun gövdesi görünüş çizimi ..……………………….…..……..….. 174 Resim 106: Sütun gövdesi fotoğrafı ….………………..…………….…….……... 175 xv Resim 107: Sütun gövdesi görünüş çizimi ……..……………...……….……..…. 175 Resim 108: Sütun gövdesi fotoğrafı ….……………...………………………...…. 176 Resim 109: 1 No.lu ayağın batı cephesindeki mermer blok ….…..……..……...… 176 Resim 110: 1 No.lu ayağın batı cephesi duvarındaki mermer blok …………..….. 177 Resim 111: Zemin planı üzerinde 1 No.lu ayağın doğu cephesindeki devşirme eser… ……………….….………………………………………………………………….177 Resim 112: Tanımlanamamış mimari plastik eser …………………….…..…...… 178 xvi 1. GİRİŞ 1.1 Çalışmanın Amacı Antik Mylasa kentinin Helen, Roma ve Bizans dönemlerinde sürekli olarak iskân edildiği Antik dönemlere ait yazılı kaynaklardaki bilgiler ve modern araştırmalar ile belirlenmiştir (İlyada, II, 865-870; X, 425-430; Strabon, XIV, 2, 23; Ruggieri, 2005, s. 40). Ancak kentin, bu farklı dönemlere ait iskân hareketlerini, arkeolojik veriler ile destekleyerek inceleyebilmek mümkün değildir: Kentin yalnızca Sodra Dağı’nın eteklerinden ovaya doğru gelişim gösterdiği bilgisi mevcuttur. Bu belirsizliğin en temel sebebi, Antik kentin modern yerleşim altında kalmış olmasıdır. Bu sebeple, Mylasa’nın Antik dönemlere ait dini, askeri, kamusal, sivil yapıların ve yolların oluşturduğu kent dokusu bilinmemektedir. Mylasa’da sınırlı sayıda Antik dönemlere ait yapı kalıntısı yer almaktadır. Roma dönemine ait örnekler şöyledir: Su kemeri, Baltalı Kapı, Gümüşkesen ve Uzunyuva Mezar Anıtları. Bizans dönemlerine tarihlenen yapı kalıntısı ise yok denecek kadar azdır: Bu döneme ait olduğu düşünülen yapılar, Bizans dönemlerinde inşa edilmemiş, sadece onarım geçirmişlerdir. Kent içerisindeki belirli alanlarda yapılan sondaj çalışmaları, kurtarma kazıları ve ovaya dağınık halde yayılmış olan kalıntılar, kenti ve sınırlarını anlamaya yeterli değildir. Dolayısıyla, Mylasa’nın Antik dönemlere ait yapıları hakkındaki bilgiler, yapılarla sınırlı kalmıştır. Antik Mylasa kentinin kuzey doğu yönünde, kente yaklaşık 5 km uzaklıkta, ova üzerinde bir yapıya ait kalıntılar tespit edilmiştir. Tezin ana konusu olan bu yapının mimari ve mekânsal özelliklerinin detaylı bir biçimde belgelenip tanıtılması amaçlanmıştır. Bu bağlamda, yapıda kullanılan inşa malzemeleri ve yapım tekniklerinin belirlenerek benzer kullanımları bulunan yapılar ile karşılaştırılması; böylece, yapının hangi tarih aralığında inşa edilmiş olabileceğini belirlemek hedeflenmiştir. Yapının işlevi bilinmemektedir; bu sebeple, mekânsal özellikleri benzer yapılarla bir arada değerlendirilerek, yapının işlevi belirlenmeye çalışılmıştır. Bu çalışma sonucu yapı hakkında sunulan fikirler, öneriler ve değerlendirmeler ile 1 Mylasa kentinin, Erken Bizans dönemlerine ait yapılar hakkında bilgi eksikliğine katkıda bulunulması amaçlanmıştır. 1.2 Çalışmanın Yöntemi ve Kapsamı Milas’ın Kırcağız Köyü’ndeki Kale Mevkii olarak adlandırılan bölgesinde T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün izniyle, 16.07.2018 - 30.07.2018 tarihleri aralığında arazi çalışması yapılarak, yapı, rölöve ve fotoğraflar ile belgelenmiştir. Bu çalışmada yapının plan ve taşıyıcı ayaklarının görünüşleri 1/20 ölçeğinde çizilmiştir. Ardından mimari çizimler dijital ortamda (AutoCad 2017 programında) yapılmıştır. Kale Mevkii Yapısı ile ilişkili olabilecek bir kalıntı veya kalıntı grubunun varlığını belirleyebilmek için, yapı yakınlarında çevre taraması yapılmıştır. Yapının etrafı tarım arazileriyle çevrili olduğu için yalnızca iki modern köy evi tespit edilmiştir. Bu evlerin duvarlarında yer alan kesme taş eserler fotoğraflar ile belgelenmiştir. Bu tez çalışmasından önce, Kale Mevkii Yapısı’nın zemin planı yalnızca Ruggieri (2011) ve Kızıl (2011) tarafından çizilerek belgelenmiştir. Bu tez çalışması ile ilk defa, yapının taşıyıcı ayaklarının ve örtü sistemi başlangıcının rölöve çizimleri yapılarak hem mimari hem de mekânsal özellikleri benzer yapılar ile karşılaştırılmış, fikir, öneri ve değerlendirmelerde bulunulmuştur. Ayrıca, yapının inşa edilmiş olabileceği dönem aralığı, yapıda kullanılan malzemeler ve inşa teknikleri ile belirlenmeye çalışılmıştır. Malzeme kullanımı ve inşa teknikleri, yapıların inşa edildiği dönemleri ve işlevlerini kesin olarak belirleyen yöntemler değildir. Ancak, geriye yalnızca dört taşıyıcı ayağı kalmış ve hiçbir Antik yerleşim birimi ile bağlantısı tespit edilememiş bir yapının anlaşılması ve tanıtılması için, bu yeterli derecede belirleyici olmayan yöntemin uygulanması gerekmiştir. Yapının belgelenmesinin ardından yayın taraması yapılmıştır. Araştırma, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kazı ve Araştırma Sonuçları Toplantıları’ndaki raporların taranmasıyla başlamıştır. Bu raporlarda, Anadolu’daki birçok bölge gibi Karya bölgesi ve Mylasa kentinde de yapılmış ve halen yapılmakta olan kazı ve araştırmaların, verilere dayandırılarak ortaya konan sonuçları yer alır. Kazı sonuçları 1980, araştırma sonuçları ise 1983 yılından günümüze dek düzenli olarak listelenmektedir. Bu raporlar ile Karya bölgesi ve Mylasa kentini kapsayan sonuçlar incelenerek, bölge ve kentteki Roma ve Bizans dönemlerine ait olduğu düşünülen yapı kalıntıları ve yerleşim 2 birimleri hakkında fikir sahibi olunmuştur. Bu raporlar içerisinde yalnızca 2011 yılında A. Kızıl tarafından yapılmış olan yüzey araştırması, Kale Mevkii Yapısı ve çevresinden bahsetmektedir. Bunun dışında, A. Akarca (1954), F. Rumscheid (2005) ve V. Ruggieri (2011), yapının işlevi hakkındaki fikirlerini dergi makaleleri ve kitaplarda yayınlamıştır. Bu araştırmacıların fikirleri tez metni içerisinde değerlendirilmiştir. Mylasa kentinin Helen-Roma dönemlerindeki siyasi tarihi ve anıtsal yapı örnekleri için A. Akarca’nın Milas; Coğrafyası, Tarihi ve Arkeolojisi (1954) kitabı referans olarak kullanılmıştır. Karya bölgesi ve Mylasa kentinde, Hristiyanlığın yayılması ile birlikte tespit edilen yeni yerleşimler, mimari yapı kalıntıları, yazıtlar, tarihi ve idari bilgiler için, V. Ruggieri’nin La Caria Bizantina: topografia, archeologia ed arte: Mylasa, Stratonikeia, Bargylia, Myndus, Halicarnassus (2005) kitabı temel referans olmuştur. Kale Mevkii Yapısı’nda kullanılan malzeme ve inşa teknikleri, Roma döneminden Bizans dönemine dek geniş bir kullanım alanını kapsar. Bu kullanımları Karya bölgesi özelinde inceleyen bir yayın yoktur; bu sebeple, Batı Anadolu kıyılarındaki benzer yapı örnekleri, tanımlama ve karşılaştırma yapabilmek için referans alınmıştır. Öncelikle, malzeme ve inşa tekniklerinin Roma’daki ortaya çıkış süreci için J-P Adam’ın Roman Building: Materials and Techniques (2005) kitabı incelenmiştir. Roma’nın Batı Anadolu’daki hâkimiyeti ile birlikte, yapıların taşıyıcı ve örtü sistemlerindeki malzeme kullanımı ve inşa teknikleri değişmiştir. Bu değişimi bölgesel olarak da ele alan Krautheimer’in Early Christian and Byzantine Architecture (1986) ve L. Lancaster’in Innovative Vaulting in the Architecture of the Roman Empire: 1st to 4th Centuries CE (2015) kitapları temel referans olmuştur. Kale Mevkii Yapısı’nın mimari ve mekânsal özelliklerinin, Batı Anadolu kıyılarında yer alan Ephesos’taki Ioannes Kilisesi, Philadelphia’daki Ioannes Kilisesi ve Sardis D yapısı ile benzerliğinin ele alındığı kısımlarda ise, N. Karydis’in Early Byzantine Vaulted Construction in Churches of the Western Coastal Plains and River Valleys of Asia Minor (2011) ve H. Buchwald’in Form, Style and Meaning in Byzantine Church Architecture (2001) kitapları referans olarak kullanılmıştır. Tez metninin tamamında kullanılan mimari terimlerin tanımları için ise, D. Hasol’un Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü (2012) kitabı kullanılmıştır. 3 Tez metni dokuz bölüm başlığına ayrılmıştır: İlk bölümde tezin amacı, yöntemi, kapsamı ve metnin tüm başlıkları tanıtılmıştır. İkinci bölümde, Karya bölgesi ve Mylasa kentinin coğrafi özellikleri belirtilmiştir. Ayrıca Karya ve Mylasa’nın Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerini kapsayan özet niteliğinde siyasi tarihi anlatılarak, belli başlı mimari örneklerden söz edilmiştir. Üçüncü bölümde, tezin konusu olan yapı adlandırılmış ve yapıya günümüzde nasıl ulaşılabileceği açıklanmıştır. Yapının mevcut konumu ve bölge içerisindeki Antik yerleşimlere olan mesafesi, haritalar üzerinden belirtilmiştir. Dördüncü bölümde iki farklı içerik yer alır: Mylasa ve Labraunda kentlerini ziyaret etmiş gezginler ve Kale Mevkii Yapısı’ndan söz eden bilimsel yayınlar. Bu başlıkta yapı ile ilişkili olabilecek, Mylasa’dan Labraunda kentine Kutsal Yol güzergâhını kullanarak ulaşan gezginlerin notları belirtilmiştir. Yapı hakkında değerlendirmeler içeren 20. ve 21. yüzyıldaki bilimsel çalışmalara bu başlıkta yer verilmiştir. Beşinci bölümde, öncelikle yapının mevcut kare mekânı tanıtılmıştır. Yapının dış sınır duvarları günümüze ulaşamadığı için, mekânın genişlediği düşünülen alanları harf ile isimlendirilerek ayrı başlıklar ile ele alınmıştır. Ardından örtü sisteminin korunmuş kalıntıları olan pandantif ve kemerlerin yapısal özellikleri açıklanmıştır. Altıncı bölümde, Kale Mevkii Yapısı’nın taşıyıcı sistemini meydana getiren malzeme ve teknikler anlatılmıştır; yani, taşıyıcı ayakların merkezinde ne tür malzemeler kullanıldığı ve ayak cephelerinde yer alan duvar örgüleri ele alınmıştır. İnşa malzemeleri olan taş, tuğla ve harç çeşitli tanımlamalar, karşılaştırmalar ve değerlendirmeler ile bu başlıkta belirtilmiştir. Yedinci bölümde, Roma ile başlayan ve Bizans dönemlerine dek sürdürülmüş malzeme kullanımı ve inşa teknikleri iki alt başlıkta özetlenmiştir. İlki, çeşitli inşa malzemelerinin ve yapım tekniklerinin Roma’da ortaya çıktığı süreçtir. İkincisi ise, bu malzeme ve tekniklerin Roma hâkimiyeti ile birlikte Anadolu’ya taşınmasıdır. Her iki süreçte, malzeme kullanımı ve inşa tekniklerinin tarihi gelişimi belli başlı yapı örnekleri üzerinden ele alınmıştır. Böylece, Kale Mevkii Yapısı’nda kullanılan malzeme ve inşa tekniklerinin neden bu dönemler ile ilişkili olduğunun açıklanması hedeflenmiştir. Sekizinci bölümde, Kale Mevkii Yapısı’nın zemin planı, malzeme kullanımları ve yapım teknikleri, Batı Anadolu kıyılarında yer alan Philadelphia’daki Ioannes Kilisesi, 4 Sardis D yapısı ve Ephesos’taki Ioannes Kilisesi ile karşılaştırılmıştır. Kale Mevkii Yapısı’nın zemin planının diğer yapı örnekleri ile karşılaştırılmasındaki sorunlar gündeme getirilmiştir. Ardından, Kale Mevkii Yapısı’ndaki duvar örgüleri ve örtü sistemine ait kemer ve pandantif başlangıcı, örneği verilen yapılar ile karşılaştırılmış ve yapının örtü sistemi anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Sonuç bölümünde, yapıdaki malzeme kullanımı, yapım teknikleri ve mevcut durumu hakkında genel bir değerlendirme yapılmıştır. Batı Anadolu’da Roma ile birlikte değişen malzeme kullanımı ve inşa teknikleri, Mylasa kentindeki yapı örnekleriyle belirtilmiştir. Mylasa kentindeki bu değişim evresinde, Kale Mevkii Yapısı’nın önemi gündeme getirilmiştir. Yapının işlevi ve tarihi üzerine değerlendirmelerde bulunulmuştur. Ekler bölümünde, yapı yakınlarında yer alan mimari plastik eserler, her ne kadar yapıya ait olup olmadıkları bilinmese de, yapısal özellikleri, çizim ve fotoğraflarla belgelenmiştir. 5 2. ANTİK KARYA BÖLGESİ VE MYLASA (MİLAS): GENEL HATLARIYLA SİYASİ TARİHİ VE COĞRAFYASI 2.1 Karya Antik Karya bölgesi Anadolu’nun güneybatısında yer alır. Bölgenin sınırlarını kuzeyde Büyük Menderes Nehri (Meander), doğuda Akçay (Harpasos), Babadağ ve Akdağ (Salbakos), güneyde ise Dalaman Çayı (Indos) belirlemektedir (Umar, 1999, s.1; Küçükeren, 2005, s. 17) (Resim 1). Bölge ayrıca; kuzeyde Antik İyonya ve Lidya, doğuda Frigya ve Pisidya, güneyde ise Likya bölgelerine komşudur. Karya’nın batısında ise tümüyle Ege Denizi yer alır; bu kıyı kesimde pek çok yarımada, girintili çıkıntılı koylar ve doğal limanları barındırmasıyla kıyı Karya ya da Karya’nın kıyı kesimleri olarak adlandırılır. Bölgenin bu kıyı kesimi Yunan, Roma ve Bizans dönemlerinde deniz yoluyla yapılan ticaretler sayesinde birçok kentin kurulup gelişmesine olanak sağlamıştır; örneğin, Halikarnassos (Bodrum), Iasos (Kıyıkışlacık) ve Knidos (Datça) bu kentlerden bazılarıdır (Peschlow, 2014, s. 17; Serin, 2013, s. 192). Karya’nın iç kesimleri ise, ovalık alanı az ve büyük oranda dağlıktır. Bu bakımdan Antik dönemlerde ovalık alanları zirai faaliyetler ile kıyı bölgelere nazaran daha az gelişim göstermiş; dağlık alanlar ise ovalık alanlara nazaran ekonomik olarak daha fakir kalmıştır. Bölgenin kuzey kısmında yer alan ve günümüzde Beşparmak adıyla bilinen Latmos Dağı, jeolojik yapı itibarıyla birçok farklı tür mineralleri barındıran kayaçların bulunması bakımından önemlidir. Latmos Dağındaki Herakleia mermer ve taş ocakları Arkaik dönemden Roma’nın Geç İmparatorluk dönemine dek faal kalmış ve hem bölge içindeki yapılarda kullanılmış hem bölge dışına ihraç edilmiştir (Sodini, 2014, s. 361; Peschlow, 2014, s. 156-158). Bölgede iskân hareketlerine dair bilinen en eski izler Latmos Dağları’nda yer almaktadır: Tarih öncesi çağlara ait birçok kaya resmi, bölge tarihinin ne denli eskiye uzandığını göstermektedir (Peschlow, 2014, s. 51-55). Karya ismi yazılı kaynaklarda 6 bu kadar eskiye gitmemektedir: Bölgenin ismi Hitit ve Mısır metinlerinde “Karkisha”, “Karakisa” ya da “Karkiya” ve Pers kayıtlarında “Karka” olarak anılır. M.Ö. ikinci binde Anadolu’nun batı ve güneyinde yaşamış olan Luviler ise bölgeye, “Karuwa” yani Doruklar Ülkesi demiştir (Küçükeren, 2005, s. 18; Durusoy, 2013, s. 65). Nitekim isim Helen dilinde Karya (Καρία)’ya dönüştürülmüş ve Helen kaynaklarında bölgeden ilk bahseden Homeros olmuştur (İlyada, II, 865-870; X, 425-430). Karya bölgesi, Helenlerin boyunduruğu altına girmeden önce Kar ve Leleg kavminin iskân alanındaydı (Texier, III, XV). Batı Anadolu kıyılarına M.Ö. 12. yüzyılda başlayan Dor ve Akha göçleri, bölgede ikamet eden bu yerli kavimleri kısmen de olsa yerinden etmiş ve bölge, farklı kökeni bulunan birçok halkın bir arada yaşamasına sahne olmuştur. Bu tarihlerdeki göçlerin Karya’nın kıyı kesimlerindeki kentler olan Halikarnassos ve Miletos civarlarına olduğu arkeolojik buluntular ile belirlenmiştir (Mansel, 2011, s. 93-98). Bölge tarihini önemli ölçüde değiştiren iki büyük kolonizasyon hareketi Helenler tarafından yapılmıştır: M.Ö. 750-650 ve 650-550. İki farklı evrede yapılan bu koloni hareketlerinin ikinci evresi Batı Anadolu kıyılarını kapsar. Bu evrede bölge içerisinde Yunan kent devletleri kurulmuştur (Tekin, 2016, s. 72-79). Karya bölgesinin tümüyle tek bir egemenliğin altına girmesi M.Ö. 6. yüzyılda Lidyalılar tarafından gerçekleştirilmiştir (Henry, 2010a, s. 71; Roosevelt, 2017, s. 4952). Pers Kralı Kyros, Lidya Krallığının başkenti Sardis’i M.Ö. 546 yılında ele geçirmiş ve Batı Anadolu’daki Pers egemenliği başlamıştır (Mansel, 2014, s. 265). Persler Anadolu’nun batı kıyılarındaki kentlerde kurmuş oldukları satraplık merkezleriyle bölgeyi idare etmiştir. Bu dönemde Karya, birçok Batı Anadolu kenti gibi Lidya satraplığının bir bölümü olarak Pers İmparatorluğu’na dâhildir (Roosevelt, 2017). M.Ö. 5. yüzyılın başlarında Batı Anadolu’daki kent devletleri Pers yönetimine karşı bağımsızlık ayaklanması başlamış ve kısa sürede Batı Anadolu kıyılarındaki birçok kente yayılmıştır. Ayaklanma ilk etapta başarılı olmuştur; M.Ö. 478-477 tarihinde Atina’nın önderlik ettiği, 300 kadar kent devletiyle Delos Deniz Birliği adı verilen bir ittifak kurulmuştur (Tekin, 2016, s. 106). Karya’daki kent devletleri bu birlik ve ittifaka katılanlar arasındadır. Ancak, birliği yöneten Atina zamanla güçten düşmüş, Persler birçok kenti tekrar ele geçirmiş ve Karya bölgesi, Batı Anadolu’daki birçok kent gibi tekrar Pers egemenliği altına girmiştir (Mansel, 2011, s. 277-281). 7 Karya M.Ö. 331 yılına dek Pers boyunduruğu altındaki Hekatomnos Hanedanı tarafından Mylasa kentinden yönetilmiştir (Vitale, 2019, s. 278). Perslerin bölge idaresini sağlaması için atadığı bu hanedan, yönetim merkezini bir süre sonra Mylasa’dan Halikarnassos kentine taşınmıştır. Hekatomnos Hanedanın en bilinen ismi, aynı zamanda Halikarnassos kentine yaptırmış olduğu mezar anıtı ile de Satrap Maussollos’tur. Maussollos, zamanın önde gelen mimar ve heykeltıraşlarını Karya’ya çağırarak birçok yapı faaliyetlerinde bulunmuş ve bölgeyi Helen mimarisiyle de özdeşleştirmiştir. Hekatomnid dönemi yapılarının – şüphesiz ki – en önemli örnekleri Labraunda kentinde yer alır: Andron B “Maussollos’un Andronu”, Zeus Tapınağı, Doğu Stoa, Oikoi Binası ve Andron A (Hellström, 2007, s. 85-154). Büyük İskender M.Ö. 334 yılında Perslere karşı mücadele başlatmak için Anadolu’ya doğru yola çıkmış ve sırasıyla şu güzergâhı izleyip kentleri ele geçirmiştir: Ilion, Sardis, Ephesos, Miletos ve Halikarnassos. Karya’nın başkenti Halikarnassos’ta direnişle karşılaşan Büyük İskender, kenti kuşatarak teslim olmasını sağlamıştır. En nihayetinde Büyük İskender, Karya’daki Hekatomnos Hanedanlığı’na son vermemiş, satraplık yönetimini Hekatomnos’un kızı Ada’ya vererek yönetimin devam etmesini sağlamıştır (Tekin, 2019, s. 3-7; 2016, s. 127-132). Büyük İskender’in ölümünün ardından (M.Ö. 323) kurmuş olduğu imparatorluk dağılmış ve imparatorluk, komutanları arasındaki egemenlik mücadelelerine sahne olmuştur. Bu dönemde Batı Anadolu’nun birçok bölgesi gibi Karya da İskender’in halefleri arasında paylaşılmıştır: Örneğin, M.Ö. 3. yüzyılda Pleistarkhos Karya topraklarının önemli bir bölümüne egemen olmuş ve başkenti Herakleia olarak belirlemiştir (Peschlow, 2014, s. 24). Karya, sonraki dönemlerde, aynı zamanda rakip hanedanlar olan Lysimakhos, Seleukos ve Ptolemaioslar’ın egemenlik mücadelelerine sahne olmuştur.1 Ardından, büyük bir alanda egemenlik kurmuş olan Seleukos, kontrol altına aldığı Pergamon’u idare etmesi için bir yönetici görevlendirmiştir. Pergamon, Seleukos kontrolündeki Batı Anadolu’da yeni bir düzen içerisinde yeni bir devlet olarak doğmuştur. Zaman içerisinde birçok mücadele vermiş ve güçlenmiş olan Pergamon kenti, M.Ö. 261 yılında Seleukoslar’ı yenilgiye uğratıp bağımsız bir kent Karya bu dönemde (M.Ö. 281) Lysimakhoslar’ın egemenliğinde olup kısa süre sonra Seleukoslar’ın kontrolüne geçmiştir. Bu hanedanlar Anadolu için birçok kez savaşmış olsa da hiçbiri Anadolu’nun tamamına uzun süre ve kalıcı olarak egemen olamamıştır (Tekin, 2016, s. 141-158; Schuler, 2019, s. 14-27; Grabowski, 2019, s. 28-39). 1 8 olmuştur: Karya bu dönemden M.Ö. 180’li yıllara dek Pergamon devletinin egemenliğinde kalmıştır (Akurgal, 2014, s. 383). Anadolu’da yüzyıllar süren bu egemenlik mücadeleleri süreci büyük bir idari istikrarsızlığı yansıtır. Anadolu için bu istikrarsız dönem, İtalya yarımadasındaki bir köyden yükselerek yarımadanın tamamını ele geçiren Roma’nın, zaman içerisinde Anadolu’ya dek uzanıp, bölge üzerinde söz sahibi olmasıyla sonuçlanmıştır. Seleukosların bölgede sürmekte olan mücadeleleri sebebiyle, Anadolu’daki birçok krallık Roma’dan destek istemiş, bölgeden uzaklaştırılmasını talep etmiş ve Roma’ya, bölge üzerinde müdahale yetkisi vermiştir. Seleukoslar Anadolu’dan çekilmeye başladığı sırada, Roma Cumhuriyeti Anadolu’yu dilediği gibi paylaştırmıştır; örneğin, bu dönemde Roma, Karya ve Likya’yı Rodos devletine bağışlamıştır. Ancak, Rodos bu dönemde Karya ve Lidya’yı idare edebilecek güçte değildir ve Karya’daki birçok kent (Mylasa, Kaunos, Alabanda ve Euromos) Rodos’a karşı bağımsızlık için ayaklanmıştır. Bu ayaklanmalar sonucunda Roma senatosu M.Ö. 167 yılında Karya kentlerine bağımsızlıklarını geri vermiştir (Umar, 1999, s. 15). M.Ö. 133 yılında Pergamon Kralı III. Attalos sahip olduğu krallığı vasiyet yoluyla Roma’ya bırakmıştır. Böylece M.Ö. 129 yılında Batı Anadolu’daki Pergamon toprakları üzerinde Roma’nın doğudaki ilk eyaleti olan Provincia Asia kurulmuştur (Tekin, 2016, s. 151-157). Bu dönemden itibaren Roma, Anadolu’daki varlığını ve topraklarını sürekli olarak genişleteceği süreç başlamıştır.2 Karya’nın Anadolu’daki Roma egemenliğine karşı tutumu şu olmuştur: Aristonikos’un Anadolu’daki Roma egemenliğine karşı başlatmış olduğu isyana (M.Ö. 131) Karya’nın Myndos kenti başta direnmiştir. Halikarnassos ve Mylasa kentleri ise, Roma’nın isyanı bastırmak için gönderdiği Konsül Licinius Crassus ve ordusunu desteklemiştir (Umar, 1999, s. 1516). Pontos kralı IV. Mithradates Anadolu’daki Roma egemenliğine karşı üç ayrı savaş vermiştir: M.Ö. 88-85, 83-81 ve 74-63. Karya kenti Stratonikeia ilk savaşta Mithradates’e karşı direnmişse de sonradan katılmıştır. Kaunos ve Knidos kentleri ise, Mithradates’e destek amacıyla katılmıştır (Ergin, 2013, s. 79). Roma’nın Anadolu’da vermiş olduğu bu mücadeleler ile Anadolu üzerindeki egemenliği pekişmiştir: Asia eyaleti bu dönemde idari ve vergi birimlerine ayrılmıştır. Bu tarihten kısa bir süre sonra Roma’nın Anadolu’daki genişlemesine karşı Anadolu’nun vasal krallıkları direniş göstermemiştir; ancak, Roma’ya karşı direnen krallar da olmuştur; Aristonikos ve Mithradates. Bu konu hakkında daha kapsamlı bilgi edinmek için bkz. Ergin, 2013. 2 9 Karya bölgesinin, Konsül Sulla idaresinde Asia eyaletine dâhil edildiği düşünülmektedir (Marek, 2019, s. 263). Bir başka görüş ise, Karya’nın, Asia eyaleti kurulduğundan beri (yani M.Ö. 133 yılından beri) Asia vilayetine tabi olduğudur. Nitekim birçok Asia vilayeti gibi Karya da idari bölgelere bölünmüştür: Karya’nın bu dönemdeki idari ve yargı merkezleri Alabanda ve Mylasa kentleridir (Peschlow, 2014, s. 25). İstikrarsızlığın ve karmaşanın uzun yıllar sürdüğü Batı Anadolu kıyılarında, IuliusClaudius Hanedanlığı ile birlikte gelişme ve refah dönemi başlamıştır: Bu refaha dayanak olarak bölgede inşa edilen yapılar gösterilebilir. M.S. 2. yüzyılda Karya’nın metropolisi Aphrodisias’tır. Aphrodisias kentinde, Roma’nın imparatorluk döneminde birçok yapı inşa edilerek, kente anıtsal bir görkem kazandırılmıştır: Tapınak, agora, bouleterion (meclis binası), tiyatro, stadyum ve hamamlar (Dalgıç ve Sokolicek, 2017, s. 269). Aphrodisias, Halikarnassos, Kaunos ve Knidos gibi denize kıyısı olması sebebiyle ticari refahı yüksek kentler arasında değildir; kent, Karya’nın iç kesiminde yer almaktadır.3 Önceki dönemlerde, Karya bölgesinde denize kıyısı olan kentler ekonomik refah bakımından bölgenin iç kısımda yer alan kentlere nazaran daha üstündü. Ancak, Aphrodisias örneğinde de görülüyor ki, Iulius-Claudius Hanedanlığı döneminde refah ve zenginlik Karya’nın iç kesimlerine de taşınmıştır (Blid, 2016, s. 10). M.S. 2. yüzyılın başlarında inşa edildiği düşünülen Euromos’taki Zeus tapınağı, bölgedeki Roma dönemi inşa faaliyetlerine anıtsal bir örnek niteliğindedir (Anabolu, 2001, s. 37, 85 ve 86). Halikarnassos’ta da benzer bir refah durumu hâkimdir. Vitruvius, Halikarnassos’taki stadyum, tiyatro, tapınak ve heykellerin bu dönemdeki zenginliğinden bahsetmektedir (II, 8, 13; Poulsen, 2011, s. 426-427). Karya’nın iç kesimlerinde yer alan Stratonikeia kentinin de kamusal ve dini yapılaşma bakımından bu dönemde refah içinde olduğu görülmektedir (Söğüt, 2018, s. 433).4 Sonuç olarak, Karya bölgesinin kıyı ve iç kesimlerindeki kentlerde, Iulius-Claudius Hanedanlığı döneminde yaşanan barış ve yönetimdeki istikrar yapılaşma ile kendini gösterebilmektedir. M.S. 4. yüzyılda Diocletianus, imparatorlukta idari, askeri ve ekonomik reformlar uygulamıştır (Mitchell, 2016, s. 88-91). İmparatorluk eyaletleri yeniden düzenlenmiş ve Karya, M.S. 305 yılında ayrı bir eyalet yapılarak idari merkezi yeniden Aphrodisias 3 4 Kentin en yakın deniz kıyısına olan uzaklık mesafesi yak. 140 km.dir. Mylasa kentinin bu döneme ilişkin yapı faaliyetlerine bir sonraki başlıkta değinilecektir. 10 olarak belirlenmiştir (Peschlow, 2014, s. 26). M.S. 311/313 yıllarında yayımlanan ferman ile Hristiyanlık resmi din olarak kabul görmüş ve imparatorluk sınırları içerisindeki bölgeler resmi olarak da Hristiyanlaşma sürecine girmiştir (Koch, 2007, s. 7). Hristiyanlığın yayılmasıyla (M.S. 4.-5. yüzyıl) Anadolu’da yoğun bir kilise yapım süreci başlamıştır.5 Bunun Batı Anadolu kıyıları ve Karya için de geçerli olduğu, arkeolojik kazı ve araştırma çalışmaları ile görülmektedir. Örneğin Labraunda Kuzey ve Batı Kilise Kompleksleri, Bargilya A ve B Kiliseleri, Knidos C ve E Kiliseleri, Kaunos Bazilikası, Iasos Akropol ve Myndos Bazilikaları bu döneme tarihlenen örnekler arasındadır (Ruggieri, 2005; Özcan, 2012; Serin, 2013; Peschlow, 2014; Blid, 2016). Bu dönemde kentsel yaşam, hâlihazırdaki birçok pagan kökenli ve Helenistik geçmişe sahip kentte devam etmiş ve Hristiyanlar, kendi ihtiyaçları doğrultusunda birçok yapı faaliyetinde bulunmuştur. Karya’nın Hristiyanlık öncesi pagan kutsal alanları olan Lagina, Sinuri ve Labraunda gibi kentler, Ruggieri’ye göre (2009) “…kutsal bir çehreye sahip olduklarından Hristiyanlar tarafından da kullanılmaya devam edilmiştir…” (s. 216). Dahası, Erken Bizans dönemine tekabül eden bu süreçte Alakışla (Kissebükü), Torba Köyü (Halikarnassos yakınları), Manastır Dağ, Aspat (Strabilos), Tavşan Adası, Kara Adası ve Iasos çevresinde yeni yerleşim yerleri tespit edilmiştir (Özcan, 2012, s. 588; Serin, 2013, s. 200). Dolayısıyla, Hristiyanlık ile birlikte M.S. 4.-5. yüzyıllarda Karya’da kırsal ve kentsel bölgelerde yeni yerleşim alanlarının ortaya çıktığı ve buna bağlı olarak yapılaşmanın arttığı söylenebilir. 6 Önemli bir husus ise, Karya ahalisinin Hristiyanlık inancına karşı muhalif bir tutum içerisinde olmasıdır. Örneğin, M.S. 5. yüzyılda bölgenin metropolisi olan Aphrodisias’ta nüfusun büyük çoğunluğunun Hristiyanlık inancını hâlâ kabul etmediği bilinmektedir (Blid, 2016, s. 11). Bu dönemde kentteki Aphrodite Tapınağı kiliseye dönüştürülerek kentteki pagan inanca sahip olanlara yönelik radikal adımlar da atılmıştır (Peschlow, 2014, s. 27; Dalgıç ve Sokolicek, 2017, s. 276-279). Konu hakkında görüş bildiren uzmanlar Karya’daki kırsal kesimin Hristiyanlaşmasının 6. yüzyıl sonlarına dek sürmüş olabileceğini belirtmiştir (Ruggieri, 2009, s. 213; Bu genel ifade birçok uzman tarafından desteklenmektedir: Daha fazla örnek ve detay için bkz. Ousterhout, 2019, s. 101; Krautheimer, 1986, s. 106-110; Mango, 1978, s. 35. 6 Bu durumun imparatorluk sınırları içerisindeki birçok bölgede benzer olarak yaşandığı da söylenebilir (Liebeschuetz, 1999 s. 8). 5 11 Peschlow, 2014, s. 27). Buna ek olarak, bu dönemde Karya’daki kentlerde Musevi cemaatlerin de yer aldığı bilinmektedir (Poulsen, 2011, s. 426; Akarca, 1954, s. 62). Dolayısıyla Karya, Erken Bizans dönemlerinde farklı türden dinsel toplulukların yer aldığı, aynı zamanda Hristiyanlığa karşı muhalefet içerisinde olan bir bölgedir. Bu sebeplerden dolayı Hristiyanlığın bölgede tam olarak ne zaman başladığını söyleyebilmek zordur; ancak, yayılmasının Geç Antik dönemin sonlarına dek sürdüğü sonucuna varılabilir. 7 Hristiyanlık, resmi olarak kabul edildikten sonra kurumsallaşma sürecine girmiş ve imparatorluk sınırları içerisindeki bölgelerden birçok piskoposun katıldığı konsiller düzenlenmiştir. M.S. 325 Nicaea (İznik), 431 Ephesos ve 451 Khalkedon’da (Kadıköy) düzenlenen konsillere Karya bölgesinden birçok piskopos katılmıştır.8 Karya’nın piskoposluk hiyerarşisinde ne seviyede bir bölge olduğu bilinmemektedir; ancak, söz konusu tarihlerde bölgede yer alan piskoposların büyük çoğunluğunun monofizit olduğu belirlenmiştir (Ruggieri, 2005, s. 48-50). Bu husus önemlidir; çünkü İsa’nın doğasının belirlenmesi ve yorumlanması üzerine olan tartışma, imparatorluk içerisindeki bölgeleri ve kilise kurumunu uzun süre meşgul etmiş bir vakadır. Bu tartışma İznik konsilinden Khalkedon konsiline dek sürmüş, ancak sonlandırılamamıştır. Kadıköy konsilinde alınan kararlar neticesinde Monofizitlik ve Nasturilik inancı hükümlü ilan edilmiştir (Ostrogorsky, 2015, s. 55). Bu mahkûmiyete rağmen, Karya’daki Aphrodisias, Alinda, Alabanda ve Latmos dağlarındaki yerleşimlerde idare ve yargı, Monofizit inancına sahip piskoposlar tarafından yönetilmiştir (Ruggieri, 2009, s. 208-210). M.S. 6. yüzyıl Anadolu’nun batı kıyılarındaki kentler için felaketler çağıdır. Örneğin M.S. 536-537 yılında yaşanan iklim felaketi mahsul yetersizliğine, tahıl kıtlığına ve toprak sahiplerinin borçlarını ödeyememesine dek varan birçok olumsuz sonuca sebep olmuştur. Bir diğer felaket ise hem Doğu hem de Batı Akdeniz’i etkilemiş olan veba salgınlarıdır (Horden, 2005, s. 140-142). Kaydedilen veba salgınlarının dördü M.S. 6. yüzyılda yaşanmıştır: 541-43, 571-74, 590-92, 597-601 (Mitchell, 2016, s. 558 ve 561). M.S. 541 yılındaki meşhur Iustinianus vebası Anadolu kentlerini ekonomik ve yaşamsal anlamda derin bir bunalıma sokan ve gerileme yaşatan felaketlerden yalnızca biridir. Bu felaketlerden söz eden dönem yazarlarının eserlerinde Karya’nın ismi 7 8 Mango (2011) “…Putperestlikten Hristiyanlığa geçiş, her yerde yavaş oldu…” (s. 70). Karya’daki kentlerden konsillere katılan piskoposların listesi için bkz. Ruggieri, 2005, s. 48-50. 12 geçmez; ancak, komşu ve kıyı Karya kentlerinin ticari faaliyetlerde bulunduğu birçok kent olumsuz etkileri yaşamıştır. Dolayısıyla söz konusu felaketlerin bu dönemlerde Karya'yı olumsuz manada etkilememiş olması düşünülemez. Bir diğer felaket ise depremdir. M.S. 550’li yıllarda Kos adasını yıkan büyük bir deprem kaydedilmiştir: Bu deprem ile Karya’nın kıyı kentlerinde büyük oranda yıkım yaşandığı belirtilmiştir (Ruggieri, 2009, s. 214).9 Dolayısıyla, M.S. 550’li yıllardaki bu deprem her ne kadar Karya’nın kıyı kentlerini etkilemiş olduğu söylense de, etkisi bölgenin tümünde hissedilmiş olmalıdır. Dahası, bu tarih, birçok kent içerisindeki yapının yıkılmış ve aynı zamanda onarımına başlanmış olduğu tarihi yansıtıyor olabilir. Dolayısıyla, M.S. 6. yüzyılda yaşanan beşeri ve doğal felaketler Batı Anadolu kentlerini olduğu gibi Karya’yı da ticari ve üretim anlamında duraklama dönemine sokmuş olmalıdır (Blid, 2016, s. 11-12). M.S. 7. yüzyılda başlayan Sasani ve Arap istilaları Anadolu’nun birçok bölgesi gibi batı kıyılarındaki kentler için de yıkım, değişim ve gerilemeye sebep olmuş diğer önemli olaylar dizisidir (Laiou ve Morrisson, 2007, s. 43). Karya’da, Sasani akınları hakkında hiçbir arkeolojik veya tarihsel veriye rastlanmamıştır; aksine, Ruggieri (2009), bölgede yapılmış olan sualtı araştırmalarıyla ticaretin bu dönemde bozulmadan devam ettiği söylemektedir (s. 211). Ancak, 7. yüzyılda başlayan Arap akınları, Anadolu’daki kentlere Sasani akınlarından daha fazla zarar yaşamasına sebep olmuştur. Yaşanan Arap akınları hakkında, Karya için, bir takım tarihi ve arkeolojik veriler yer alır. M.S. 672 yılında Arap ordusu Karya’daki bazı kıyı kentlerini üs olarak kullanmıştır: Bu kentlerden biri Rodos’tur. Dahası, Knidos ve Iasos kentlerinde üzerinde Arapça yazıların olduğu taş ve seramik parçalarının bulunması, söz konusu istilanın Karya’nın kıyı kesimlerini kontrol altına aldığını göstermektedir (Ruggieri, 2009, s. 211 ve 217-218; Özcan, 2012, s. 587). Kentlerin yaşadığı deprem, kıtlık gibi doğal afetlere beşeri dış müdahaleler de eklenince, yalnızca ekonomik veya sosyal yaşam değil, aynı zamanda idari ve politik olarak da refah ve istikrar sağlanamamıştır (Haldon, 2003, s. 111-117). Tüm bu sebepler ile birlikte 7. yüzyıldan itibaren kentlerin görünümü oldukça değişmiştir. Örneğin istilalar sebebiyle kentler, savunma maksadı güderek askeri görünüme Geç Antik dünyada yaşanan bir depremin, kent ve yaşayanlar üzerinde nasıl bir etki bırakabileceğini anlayabilmek için, M.S. 526 yılında Suriye ve Antakya’da yaşanan bir deprem ile 300.000 insanın ölmesi, depremin nasıl bir yıkım yarattığının anlaşılması bakımından önemlidir (Mitchell, 2016, s. 555). 9 13 bürünmüştür; bir diğer tabiri ile Geç Antik dönem polisleri orta Bizans kastronlarına dönüşmüştür (Haldon, 2003, s. 459-461; Mango, 2011, s. 69). Kimi kentler ise terk edilmiştir; örneğin, Haldon, Karya’daki Knidos kentinin söz konusu sebeplerden dolayı 7. yüzyılın ortalarında terk edildiğini belirtir (2013, s. 110). Bu değişime önemli bir örnek teşkil eden diğer Karya kenti ise Aphrodisias’tır. Pagan kökenli/çağrışımlı Aphrodite’ten türeyen ve Roma’nın en gözde merkezlerinden biri olan kentin ismi, 6. Ekümenik Konsili (M.S. 680’deki III. Konstantinopolis Konsili) ile birlikte, Stauropolis (Haçkent) olarak değiştirilmiştir (Roueché, 2007, s. 186-187; Koch, 2007, s. 229). Dolayısıyla kentin pagan geçmişi silinmiş ve ismi Hristiyanlaştırılmıştır. Bu değişim Karya bölgesi için de geçerli olabilir. Köklü bir Helen ve Roma, yani, pagan geçmişi olan bölgenin metropolisinin ismi Haçkent olarak değiştirildiyse, bu mesele yalnızca metropolisi değil, tüm bölgeyi etkilemiş olmalıdır. Dolayısıyla, Anadolu’daki birçok bölge gibi Karya bölgesi de M.S. 7. yüzyılda toplumsal ve idari sınıfı değiştirilmiş bir bölgedir. Nitekim bölgenin geçmişinde gerek sanat ve mimari gerek politik ve felsefi olarak ün salmış kentlerinin ne fiziksel ne de sosyal ve idari görünümünden bu tarih itibariyle artık söz etmek mümkün görünmemektedir. M.S. 7. ve 8. yüzyılda yaşanan Arap istilaları sebebiyle yalnızca kentler değil, ordu ve idare sisteminde de köklü değişim yaşanmış thema adı verilen idare birimleri kurulmuştur. Anadolu’daki araziler askeri nizama uygun bölgelere dönüştürülmüştür. Karya, bu idari düzenlemeler içerisinde Kibyrrhaioton Thema’sı içerisindedir (Ostrogorsky, 2015, s. 89 ve Harita III). Aphrodisias bu dönemde de tüm Karya’nın hem idari hem de dini merkezi unvanına sahip olan kenttir (Peschlow, 2014, s. 28). 10. yüzyılda VII. Konstantinos’un (Porphyrogenitus) 20 Batı Anadolu kentini içeren listesi – ki İmparator’un kendisi bu kentlerin bulunduğu liste ile Thrakesion Themasını kastetmiştir – Karya bölgesindeki Stratonikeia, Alinda, Alabanda ve Priene kentlerini içermektedir. Söz konusu listedeki kentlerin neden ve neye göre seçildiği konusunda kesin bir bilgi olmaması sebebiyle, bu dönemdeki Karya kentleri hakkında yorum yapılamamaktadır (Foss, 1977, s. 471). Karya bölgesi 10. yüzyıl itibariyle canlanmış ve bu canlılık 13. yüzyıla dek sürmüştür. Bölgede yer alan kentlerde ve kırsal alanlarda 13. yüzyıla dek kesintisiz bir şekilde dini ve askeri yapı faaliyetleri ağırlıklı yapılaşmanın devam ettiği bilinmektedir (Serin, 2013, s. 200). Karya’da bu dönemde ön plana çıkan bölge Latmos, kent ise Herakleia’dır. Peschlow (2014), bunun sebebinin, 7. yüzyıldaki Arap akınları 14 sebebiyle bulundukları bölgeyi terk eden birçok keşişin Latmos’a yerleşerek, manastır hayatlarını bu bölgede 13. yüzyıla dek sürdürmüş olduğu fikriyle açıklamaktadır (s. 175-209). Latmos’un birçok farklı yerinde keşişlerin yaşamından kalma izler vardır: Yediler Manastırı bunlar arasında en bilinen örnektir. 1204 yılında yaşanan Latin işgali ile idare merkezi İznik’e taşınmış ve imparatorluğu Laskarisler yönetmiştir: Karya’da bu dönemde yoğun sivil, savunma ve dini yapı faaliyetlerinin yaşandığı bilinmektedir (Peschlow, 2014, s. 189). Bu dönemde bölgeye karşı yaşanan Türk akınları, 13. yüzyıldaki manastır alanlarının savunma yapıları ile bir arada olmasına sebep olmuştur. Saldırılar sebebiyle bu dönemlerde savunmayı güçlendiren birçok önlem alınmıştır. Dolayısıyla bu dönemdeki keşiş yaşamının ve yaşanılan bölgelerin askeri görünüme büründüğü söylenebilir. Son olarak, bu dönemde inşa edilen yapılarda ileriki yıllarda başkent Konstantinopolis’i de etkileyecek olan inşa üslupları gelişmiştir. Latmos’ta, önceki dönem mimari üsluplarından ayırılan ve bu döneme has olan kesme taşların etrafını tuğla ile çevreleme (kasetleme) tekniğinin örneklerini bölgede yer alan yapılarda görmek mümkündür. 10 1278 yılında Karya bölgesi tümüyle Menteşeoğulları Beyliği tarafından eline geçmiştir. 2.2 Milas Milas’ın kuzeyinde Bafa Gölü, Latmos (Beşparmak) Dağları ve Çomak Dağ; doğusunda Ak Dağ ve Marçalı Dağları; güneyinde Kerme Körfezi; batısında Bodrum Yarımadası ve Mandalya Körfezi yer alır. Kent, Antik dönemlerde taş ve mermer ocaklarındaki üretim ile ünlenmiş Sodra Dağı’nın eteklerindeki tepelik alanlar üzerine kurulmuştur (Resim 2). Bu dağın önünde bir iç ova yer alır ve kent, zaman içerisinde bu ovaya doğru genişlemiştir (Akarca, 1954, s. 1; Rumscheid, 1996, s. 133; Strabon, XIV, 2, 23). Karya bölgesinin kuzey ve güney sınırlarını kabaca Büyük Menderes Nehri ve Dalaman Çayı belirler. Bu su yolları Karya’nın iç kesimlerindeki birçok akarsuyu ve ırmağı beslemektedir; örneğin, Sarıçay (Kybersos), Akçay (Harpasos) ve Çine Çayı (Marsyas). Mylasa kentinin konumu, Sarıçay ırmağının ağzına oldukça yakın bir Herakleia bölgesinde, Laskaris stili olarak adlandırılan mimari üslubunun örnekleri için bkz: Buchwald, 2001c, s. 199-233; Mercangöz, 1990, s. 135-136; 1992, s. 88. 10 15 yerdedir; bu sebeple, kent içerisinden geçen ve ovanın verimliliğinin arttıran doğal su kaynağı olarak kent için büyük önem taşır (Magie, 2003, s. 63; Durusoy, 2013, s. 63). Milas, Antik dönemlerde Moulassa, Mulassa, Milaso gibi birçok isimle anılmıştır (Durusoy, 2013, s. 65). Kentin Helen dilindeki ismi ise Mylasa ya da Mylassa’dır: Bu ismin Kar ve Leleg kavimlerine ait dillerden geldiği düşünülmektedir (Umar, 1999, s. 56). Bunun yanında, kentin isim kökeninin Anadolu olması, yer ve bölge adlarında yer alan (ss), (tt), (nt), (nd) ve (asa)’lı adlar ile de açıklanmaktadır. Yer, bölge ve kent adları belirten bu eklerin Yunan diline Anadolu’nun batı ve güney bölgelerinden taşındığı fikri uzmanlar tarafından belirlenmiştir (Mansel, 2011, s. 22-23). Mylas(s)a, yani Milas kenti -köyü, -kasabası, -kenti anlamını verecek şekilde Helen dilinde kullanılmıştır (Küçükeren, 2005, s. 187). Henry (2010a), Karya’nın siyasi tarihini Lidya’nın M.Ö. 6. yüzyılda Karya’yı topraklarına katmasıyla başlatır (s. 71). Akabinde Lidya Persler’e yenilmiştir ve Batı Anadolu’daki birçok bölge ile birlikte Karya’da da Pers egemenliği başlamıştır. M.Ö. 392-91 yılında Lidya satraplığı Persler tarafından üç bağımsız birime ayrılmıştır: Bunlardan biri Karya’dır. Pers İmparatoru, Karya satraplığını yönetmesi için Mylasalı Hekatomnos hanedanlığını görevlendirmiştir. Hekatomnidler döneminde Karya’nın ilk başkenti Mylasa kenti olmuştur. Bu dönemde, başta Mylasa olmak üzere, Karya’daki birçok kente politik, ekonomik ve mimari gelişim konusunda büyük yatırımlar yapılmış, Helenistik dünyada önemli bir yer edinmiştir (Baran, 2002, s. 1823; Henry, 2010a, s. 75-79). Mylasa’nın siyasi tarihi, dönemlere ayrılarak detaylı bir şekilde incelenebilir; ancak, aynı yöntemle kent sınırlarının ova üzerindeki gelişiminden bahsedebilmek oldukça zordur. Bunun en temel sebebi, günümüz Milas ilçesinin Antik kalıntıların tam üzerinde olmasıdır. Antik kentin kalıntıları ovanın her yerine yayılmış hâldedir; bu sebeple, kentin sınırlarını belirlemek mümkün değildir. Dahası, Mylasa’nın ne tür bir savunma yapısına sahip olduğu bilgisi de sınırlıdır. Günümüze yalnızca birkaç taş sırasının yer aldığı bir sur yapısı ulaşmıştır. Sodra Dağının eteklerinde yer alan ve surlarla çevrili olduğu düşünülen Hıdırlık tepesinin, Helen döneminde kentin akropolisi ve iç kalesi olduğu düşünülmektedir (Akarca, 1998, s. 122). Dolayısıyla, Mylasa’nın yalnızca Helen ve Roma değil, aynı zamanda Bizans dönemlerindeki kent sınırlarının gelişimi veya değişimi de bilinmemektedir. 16 Mylasa’da, Hekatomnidler döneminde Zeus Karios (Karyalı Zeus), Zeus Labraundos ve Zeus Osogos olarak adlandırılmış üç farklı tapınağın yer almasıyla kent, Karya’daki en önemli dini merkezlerden biri olmuştur. Bu tapınakların konumu şöyledir: Zeus Labraundos tapınağı kente 14 km uzaklıkta yer alan Labraunda kentindedir; Zeus Osogos tapınağı Mylasa yakınlarındadır; Zeus Karios (Karyalı Zeus) tapınağının konumu henüz belirlenememiştir; ancak, kentin güneyindeki Beçin bölgesinde olduğu tahmin edilmektedir (Umar, 1999, s. 59-60 ve 63; Henry, 2010a, s. 79). Mylasa, Zeus Labraundos tapınağına Kutsal Yol ile bağlanmıştır. Kutsal yoldan Strabon da bahsetmektedir (XIV, 2, 23). Bu yol, büyük oranda dinsel törenler için kullanılmıştır. Ancak söz konusu yolun, Strabon’un ziyaret ettiği dönemde dinsel temaya sahip olduğu, yolun aynı zamanda, Mylasa’daki taş ocaklarından Labraunda’ya yapı malzemeleri taşıma amacıyla inşa edilmiş olabileceği hakkında da görüşler yer alır (Hellström, 2007, s. 145). Kutsal yol, her ne kadar Mylasa-Labraunda arasındaki 14 km.lik mesafeyi ön plana çıkarsa da, Alinda ve Alabanda güzergâhına doğru devam etmektedir. Yolun, Labraunda’daki Zeus kültü için hazırlanmış dinsel temasının yanı sıra, çeşitli dönemlerde Mylasa’nın kuzey Karya’nın iç kesimlerine açılan ticari ve askeri işleve sahip bir yol olabileceği de düşünülmektedir (Baran, 2010, s. 123; Blid, 2016, s. 207). Büyük İskender’in ölümünün ardından yaşanan egemenlik mücadelesi Batı Anadolu kıyılarındaki birçok kentte olduğu gibi, Mylasa’da da istikrarsız bir yönetim sürecinin yaşanmasına sebep olmuştur. Kent, M.Ö. 230 yılında Seleukosların egemenliği altına girmiştir. M.Ö. 167 yılında ise Roma senatosunun müdahaleleriyle bağımsızlığı verilen Karya kentleri arasında Mylasa da vardır. M.Ö. 2. yüzyılda Karya bölgesi Roma tarafından idari bölgelere bölünmüştür: Bu dönemde Karya’nın iki idari merkezinden biri Mylasa’dır (Vitale, 2019, s. 278). Dolayısıyla Mylasa, hem Helen hem de Roma dönemlerinde idari anlamda ön planda olan bir kenttir. Iulius-Claudius Hanedanlığı döneminde Karya’da gerek kıyı gerek iç kesimdeki kentlerde genel anlamda bir refah yaşanmıştır: Mylasa, bölgenin denize kıyısı olmayan, nispeten iç kısmında yer alan bir kenttir. Kentin bu döneme ait olan üç anıtsal yapı şöyledir: Gümüşkesen Mezar Anıtı, Baltalı Kapı ve su kemeri. Kent merkezinde yer alan Gümüşkesen mezar anıtı kare planlıdır; harç kullanılmadan kesme taş ve mermer ile inşa edilmiştir (Resim 3). Anıtın yapım tarihi olarak M.S. 2. yüzyıl önerilmiştir (Anabolu, 2001, s. 39). Su kemeri ise, ova üzerinden kentin doğusundaki 17 Ak Dağa dek uzanır (Resim 4). Su kemeri iki katlıdır ve kaba yonu taşlar ile inşa edilmiştir. Bu kemerin yapım tarihi olarak birçok görüş yer alsa da, M.S. 2. yüzyıl önerilmiştir (Ruggieri, 2005, s. 56-58). Mylasa kentinin kuzeyinde Roma’nın imparatorluk dönemine tarihlenen diğer anıtsal yapı ise, Baltalı Kapı’dır (Resim 5). Yapı, kapının kemer kilit taşı üzerinde yer alan çift balta motifi sebebiyle bu ismi almıştır. Yapımında kullanılan malzemeler ve yapım tekniği ile Gümüşkesen Mezar Anıtı arasında benzerlikler tespit edilmiş ve bu sebepten dolayı yapım tarihi olarak M.S. 2. yüzyıl önerilmiştir (Akarca, 1954, s. 57; Bean, 1980, s. 20-22; Durusoy, 2013, s. 137). Baltalı Kapı’dan günümüze yalnızca 5 m genişliğindeki giriş kısmı/açıklık kalmıştır. Bölge üzerinde çalışmalar yürüten araştırmacılar söz konusu kapıyı hem kutsal yol hem de kentin doğusunda yer alan su kemeri ile ilişkilendirmiştir. Dahası, Baltalı Kapı’nın kent surlarının bir parçası olabileceği de ileri sürülmüştür. Ancak, söz konusu iddialar hiçbir tarihsel metin veya arkeolojik veri ile doğrulanamamıştır. Konu ve iddialar hakkında, yalnızca, Baltalı Kapı’nın Mylasa-Labraunda arasındaki kutsal yol güzergâhında olduğu ve kapının kente giriş sağladığı fikri kabul görmüştür (Küçükeren, 2005, s. 189; Durusoy, 2013, s.77 ve 137). Son olarak, Milas’ı 17.-18. yüzyıllarda ziyaret etmiş olan George Wheler, Jacob Spon ve Richard Pococke Mylasa’daki Roma ve Augustus tapınağından söz etmiş ve belgelemiştir (Bean, 1980, s. 23; Ruggieri, 2005, s. 214-216). Ancak, bu tapınağa ait çizimler dışında hiçbir kalıntı günümüze ulaşamamıştır (Resim 6). Söz konusu örneklerin her birinin yapım tarihi için M.S. 2. yüzyıl önerilmiştir. Bu anıtsal yapılar sebebiyle kentin bu dönemde refah içerisinde olduğu düşünülebilir. Ancak, M.S. 3. yüzyılda Batı Anadolu’da yaşanan Got istilası, bölgedeki birçok kente gerileme dönemi yaşatmıştır. Bu döneme ilişkin yazılı kaynak veya arkeolojik veriler Mylasa için sessiz olsa da, gelişiminde duraklamaya gitmiş olabileceği tahmin edilebilir. Hristiyanlık ile birlikte piskoposluk kayıtlarında 4. yüzyıla ait hiçbir piskopos ismine Mylasa için rastlanmamıştır. 5. ve 6. yüzyıllara tarihlenen piskoposların isimleri şöyledir: Ephraem (?), Cyrillus (geç 5. yüzyıl?), Paulus (5. veya 6. yüzyıl sonu?), Parigorius (5. yüzyıl ya da daha geç), Basilius (6. yüzyıl) (Ruggieri, 2005, s. 50). Buna karşın, Karya’nın diğer kentlerindeki piskopos isimleri 325 İznik konsili ile başlamaktadır. Ancak, Mylasa kenti 4. yüzyıl piskoposluk kayıtlarında yoktur; Mylasa 18 çeşitli sebepler ile bu dönemde piskoposluk bölgesinden çıkarılmış olabilir (Ruggieri, 2005, s. 40). Kentin Geç Antik ve Bizans dönemlerine tarihlenebilmiş yapısı yoktur. Bunun en temel sebebi şudur: Yeterince araştırma yapılmamış olması ve Antik döneme ait kalıntıların modern yerleşimler tarafından yok edilmiş olması. Bu dönemlere ait olduğu düşünülen yapı kalıntısı ve mimari plastik eserlerin dönem ile olan ilişkileri ise tahminler üzerine kurulmuştur. Mimari yapı kalıntılarından biri, yazmış olduğum tezin konusu olan Kale Mevkii Yapısı’dır. Bu yapının Bizans dönemi ile olan ilişkisini tezin sonuç kısmında tartışıyorum. Roma’nın imparatorluk döneminde inşa edildiği düşünülen Baltalı Kapı hakkında bazı görüşler – her ne kadar elde bu konuyu destekleyecek bir veri sunmamış olsalar da – Bizans döneminde inşa edilmiş olabileceğidir (Durusoy, 2013, s. 77). Baltalı Kapı’nın günümüze az bir kısmının ulaşması, konu hakkında kesin yargılara varmayı engellemektedir ve Bizans döneminde inşa edilmiş olduğu yalnızca bir iddia olarak kalacaktır. Kentin doğusunda yer alan su kemerinin bazı kısımlarının ise, Erken Bizans dönemlerinde onarım geçirdiği belirlenmiştir (Ruggieri, 2005, s. 56-58). Söz konusu onarım bilgisi, su kemerinin Erken Bizans dönemine dek kullanıldığı sonucundan fazlasını vermez. Dolayısıyla, Mylasa’daki Bizans dönemlerinde mimari yapı örnekleri, bahsedilmiş sebepler ile sessizliğini korur: Bu döneme ait örnekler yalnızca onarımlardan ibarettir. Mylasa’nın Bizans dönemlerindeki yapı faaliyetlerinin belirsizliği sebebiyle, kent ile bağlantılı yakın yerleşimler bize, Mylasa’nın, Erken Bizans dönemindeki durumu hakkında fikir verebilir. Mylasa, kuzey ve güney yönlerinden iki ayrı yolun birleştiği bir kavşak noktasındadır. Bunlar Mylasa-Halikarnassos ve Mylasa-Labraunda güzergâhında yer alan yollardır (Resim 7). Labraunda kentinde yapılmış olan kazılar sonucu, kentin Erken Bizans döneminde dini ve kamu binalarının yapımı/onarımı, sikke ve seramik buluntuları ile yaşamın etkili bir biçimde devam ettiği belirtilir. Helen dönemlerinde önemli bir kült merkezi olan Labraunda, bu statüsünü Roma döneminde de önemli ölçüde korumuştur (Blid, 2016, s. 15 ve 203-204). Ruggieri, Karya’da, geçmişinde kutsal çehreye sahip olan pagan kentlerin, Hristiyanlar tarafından kullanılmaya devam edildiğini ifade etmiştir (2009, s. 216). Bu ifade, Labraunda gibi paganlar açısından kutsal olan kentteki kilise yapımlarıyla da desteklenebilir. Dahası, Mylasa-Labraunda arasındaki kutsal yol ile sağlanan dini ve ticari kullanım aktivitelerinin, kent için hayati bir faktör olduğu belirtilmektedir (Blid, 2016, s. 207). 19 Bu noktada, Labraunda’daki kentsel yaşam gereksinimlerinin büyük oranda Mylasa üzerinden sağlandığı fikri de benimsenmiştir. Mylasa’nın Erken Bizans dönemindeki kentsel yaşamı ve yapı faaliyetlerinin hangi boyutta olduğu hakkında verinin olmaması sebebiyle, kentin, bu dönemlerde yaşamsal, ticari ve siyasi olarak ne eksik ne de geri kalmış bir görüntü çizdiği düşünülmemelidir. Çünkü ticari aktivitelerini büyük oranda Mylasa güzergâhında yer alan kutsal yola borçlu olan Labraunda, Mylasa’da uzun süreli gerilemeye veya kentin var olmamasına sebep olacak herhangi bir olaydan etkilenir ve bunun da kent yaşamına yansıması beklenirdi. Ancak, arkeolojik veriler Labraunda için Erken Bizans döneminde böyle bir görüntü çizmemektedir; dolayısıyla, Mylasa da Labraunda’ya benzer bir kentsel gelişim ve yaşamın sürdüğü bu dönem için düşünülebilir. Diğer güzergâh ise Mylasa-Halikarnassos’tur. Bu güzergâh, 19. yüzyılda her iki kenti de ziyaret etmiş gezginler tarafından belirtilmiş ve kullanılmıştır. Halikarnassos Erken Bizans döneminde gelişim içerisinde olan bir kenttir (Poulsen, 2011, s. 438-439). İki kent arasında yer alan bu yol üzerinde günümüzde Bodruma bağlı olan Torba köyünde sivil, kamu ve idari yapıların bulunduğu yeni yerleşim yeri keşfedilmiştir (Ruggieri, 2005, s. 122-136). Erken Bizans dönemine ait olduğu düşünülen bu yapılar, bu dönemde Mylasa-Halikarnassos yolunun kullanımına ve güzergâhtaki iskân hareketlerine işaret eder (Poulsen, 2011). Güzergâhın önemi tek taraflı olamaz: Refah ve gelişim, yolun her iki yönünü etkileyen kentlerde görülmesi sebebiyle yeni yerleşimlerin kurulmasına ön ayak olmuştur. Sonuç olarak, Mylasa yukarıda adı geçen kentlerin geçiş güzergâhında yer alır (bkz. Resim 7). Arkeolojik veriler veya yüzeyde yer alan buluntular hususunda Mylasa, Antik kalıntıların günümüze ulaşabilmesi konusunda her ne kadar diğer kentler kadar talihli olmasa da, Erken Bizans dönemi boyunca kentin var olmadığını düşündürtecek hiçbir veri yoktur. Aksine, her iki güzergâhta bulunan kent ve yollar, kullanılmaya ve gelişmeye devam etmiştir. M.S. 6. yüzyılda batı Anadolu’yu sarsan deprem ve vebaların yanı sıra, Batı Anadolu’da 536-537 yılında yaşanan iklim felaketi mahsul yetersizliğine, tahıl kıtlığına sebep olduğundan bir önceki başlıkta bahsedilmiştir (Mitchell, 2016, s. 561). Verimli bir ova üzerine kurulmuş ve tarımın önemli bir yer tuttuğu Mylasa da, iklim felaketinden olumsuz yönde etkilenmiş olduğuna şüphe yoktur. M.S. 550’li yıllarda Kos adasında yaşanan depremin, Karya’nın kıyı kentlerinde olduğu gibi Mylasa kentinde de kısmi yıkımlara sebebiyet vermiş olabilir. Tüm kıyı Anadolu’yu etkileyen 20 Arap ve Sasani akınlarını, tekrara düşmemek adına, yalnızca, Mylasa kenti üzerinde de olumsuz ekonomik ve idari sorunlara sebebiyet vermesinin kaçınılmaz olduğunu belirtmekle yetineceğim. Çünkü Karya kıyılarının, Araplar tarafından ele geçirilip üs olarak kullanıldığı bir dönemde Mylasa’nın refah durumu ne kadar iyi olabilir? Yine de, belirtmeliyim ki, söz konusu akınlara dair Mylasa’yı doğrudan alakadar eden hiçbir tarihsel veri ve arkeolojik buluntuya rastlanmamıştır. M.S. 787 yılında ikinci İznik konsiline katılan piskoposluk listelerinde yüzyıllar sonra Mylasa’nın ismi yer alır: Kentin bu tarihteki piskoposu Gregorius’tur. Bu dönemden itibaren Mylasa’nın piskoposluk koltuğundaki isimler şöyledir: Xenophon (870), Philippus (879), Joannes (10.-11. yüzyıl) ve Leo (11. yüzyıl) (Ruggieri, 2005, s. 50). 1204 yılında Konstantinopolis Haçlılar tarafından işgal edilmiş ve idare Nicaea’ya taşınmıştır (Nicol, 2016, s. 1). Bu işgalden sonra Latmos bölgesinde sükûnet sağlandığını ve bölgenin geliştiği düşünülmektedir (Peschlow, 2014, s. 208). Mylasa’ya yakın kentler ve çevresinde yapılmış olan araştırmalarda Herakleia, Iasos ve Labraunda gibi kentlerde, 13. yüzyıla dek yapılaşmanın devam ettiği görülmesi, bu sükûnet ve refahı doğrulamaktadır (Buchwald, 2001c, s. 261-296; Serin, 2013, s. 200; Blid, 2016, s. 206). Bu imar faaliyetleri Mylasa ve çevresindeki refahı açıklamaktadır; ancak, Mylasa için hiçbir yapı bu döneme tarihlenememiştir. Konstantinopolis 1261 yılında işgalcilerden geri alınsa da Anadolu’nun güneybatı kıyılarındaki kentler için güvenlik sorunu ortaya çıkmıştır (Nicol, 2016, s. 51; Peschlow, 2014, s. 209). Bölge, 13. yüzyılda Türk boyları tarafından sürekli olarak tehdit altında olmuştur. Bu dönem savunma yapıları ön plana çıkmıştır. Arazinin elverişli olduğu vadi ve dağlık alanların belirli noktalarına küçük kale ve kuleler yapılmıştır. Bu askeri alanlar korunması gerektiği düşünülen stratejik eksenler ve güzergâhlar üzerine kurulmuştur: Bunlardan biri Ioniapolis-Mylasa güzergâhıdır. Ioniapolis’e birkaç km.lik mesafede olan Kadıkalesi ve Mersinet İskelesi bu savunma yapılarından birkaçıdır. Ancak, bu savunma yapılarının önemi Mylasa kenti ve güzergâhı ile değil, Latmos Dağları’ndaki dini yerleşimlere giden yolun güvenliği ve kontrolü içindir (Peschlow, 2014, s. 183-184). Sonuç olarak, Mylasa son dönemlere dek varlığını sürdürmüş olmalıdır. 1278 yılında Karya bölgesinin tümüyle Türklerin eline geçmesiyle Menteşe Beyliği merkezini Mylasa’ya kurmuştur (Ayönü, 2016, s. 67). 21 3. YAPININ ADLANDIRILMASI, KONUMU VE ÇEVRESİ Muğla'nın Milas ilçesine bağlı Kırcağız köyünde yer alan yapı, uzun yıllar yerel halk tarafından kale zannedilmiştir; bu sebeple, yapının bulunduğu bölge 'kale mevkii' olarak adlandırılmıştır. Yapının işlevi askeri veya savunma yapısı olan kale değildir; ancak, mevkinin bu isimle anılmasından dolayı, yapı, tez içerisinde ‘Kale Mevkii Yapısı’ olarak adlandırılacak ve yerel halk tarafından verilen isim kullanılmaya devam edilecektir. Günümüzde Kale Mevkii Yapısı’na ulaşım şu şekildedir: Milas ile Labraunda Antik Kenti arasında bulunan asfalt yol takip edilir ve Kırcağız köyünün ikinci girişine varılır. Ardından asfalt yolun solunda, köyün batı yönünde yer alan dar ve toprak yollardan 100-150 m devam edildikten sonra ilk sağa dönülür. Bu yola 350-400 m kadar devam edildiğinde batı yönünde, etrafta o denli sık olmayan ağaçlık bir alan yer alır. Yapı bu ağaçlık alan içerisindeki 108 parsel No.lu arsada yer almaktadır (Resim 8). Yapının yer aldığı mevki herhangi bir Antik yerleşim alanı içerisinde yer almaz: Günümüzde dahi Kırcağız köyünün yerleşim alanında değil, köyün tarım arazisi içerisindedir. Kale Mevki Yapısı’nın yakınlarında yer alan modern ve Antik yerleşimlere olan uzaklık mesafesi şöyledir: Milas ilçe merkezine 5 km, Kırcağız köyüne 1,5 km, Kargıcak köyüne 4,5 km; Antik yerleşimlere ise Labraunda’ya 8 km, Euromos’a 15 km, Iasos’a 19 km ve Herakleia’ya 28 km.dir (Resim 9). Yapıya en yakın Antik yerleşim merkezi Mylasa’dır; ancak, Mylasa kentinin Helen, Roma veya Bizans dönemlerinde yapının bulunduğu mevkiye dek genişlediğine dair hiçbir veri yoktur.11 Kentlerin etrafını çevreleyen sur duvarları ile kentlerin sınırları dönemsel olarak belirlenebilir (Mango, 2011, s. 70). Ancak, Mylasa’nın bir sur yapısının var olup olmadığı dahi bilinmemektedir: Sur duvarı olduğu düşünülen duvar kalıntıları bulunsa da, tam olarak kentin hangi alanlarını çevrelediği bilinmemektedir Günümüz il ve ilçelerindeki artan yapılaşmaya rağmen, Milas ilçesinin sınırları bugün dahi bu mevkiye erişememiştir. 11 22 (Rumscheid, 1998, s. 395-396).12 Yine de, Mylasa’nın, Helen döneminde Sodra dağının eteklerinde gelişim gösterdiği bilinmektedir. Bu noktadan Kale Mevkii Yapısı’nın bulunduğu mevkiye dek oldukça geniş bir alan söz konusudur; bu sebeple, kentin veya eğer var ise kent surlarının Kale Mevkii Yapısı’nın bulunduğu mevkiye dek ulaşması mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla, Kale Mevki Yapısı’nın Mylasa kenti ve – eğer var ise – surlarının dışarısında gelişim göstermiş bir yerleşim alanına ait bir yapı olduğu söylenebilir. Euromos ve Labraunda kentleri, Antik Çağ’ların belirli dönemlerinde, Mylasa’ya bağlı veya Mylasa’nın etki alanında olan yerleşim yerleridir (Texier, III, XV). Meseleye bu açıdan bakıldığında, Kale Mevki Yapısı’nın Mylasa’nın etki alanında bir yerleşim yeri olduğuna şüphe yoktur; ancak, bu durum da yapının konumu ve Mylasa ile olan ilişkisini açıklamaya yeterli değildir. Yapının bulunduğu mevki, Mylasa’ya oldukça yakın bir kırsal yerleşimi temsil ediyor olabilir mi? Öncelikle, yapının etrafında veya yakın çevresinde Antik yerleşim yerini çağrıştıracak başka yapı kalıntısı yoktur. Buna rağmen bazı açıklama ve değerlendirmelerde bulunacağım. Köy yerleşimini tanımlamadan önce, köy tanımının, bir bölgeden diğerine ve bir çağdan başka çağa farklılık gösterebileceğini belirtmek gerekir. Örneğin Ortaçağ’da bir köyün büyüklüğü, ekonomik seviyesi, nüfusu, devlet nezdinde statüsü ve vergilendirme yöntemi Erken Bizans dönemindeki bir köyden oldukça farklı olabilir. Suriye’nin kuzeyindeki bir köy, Balkanlar’da dağlık alandaki köy ve Karya’da denize kıyısı olan bir köyden farklı refah/gelişim seviyesinde olabilir. Dahası, Antik dönemlerde köylerin nüfusları birkaç yüz kişi olabileceği gibi birkaç bin kişi de olabilir (Laiou, 2005, s. 38). İşte tüm bu farklı tanımlardan dolayı, Serin’in vurgu yapmış olduğu Laiou’nun temel köy tanımı referans alınmıştır: “…Köy, kendi toprağına ve ekonomik mekânına sahip kırsal bir topluluğu barındıran yerleşim yeridir…” (2013, s. 195; 2005, s. 36). Bu tanımdaki ‘kendi toprağına sahip olmak’ ifadesini, Mylasa ve Kale Mevkii Yapısı’nın bulunduğu yakın konum ile birlikte değerlendireceğim. Milas ilçesi ve Kale Mevkii Yapısı arasındaki mesafe yaklaşık 5 km.dir.13 Bu noktada, Kale Mevkii Yapısı’nın bulunduğu alanın, Antik dönemde Mylasa’ya ait tarım arazileri içerisinde olup olmadığı sorgulanmalıdır. Ancak, bu soru Milas’a 19. yüzyılın ortalarında gelmiş olan Texier bu husustan bahseden ilk kişidir (III: XV). Antik dönemlerde bu mevkiye gelen başka bir yol var ise, mesafe çok daha kısa olacaktır; çünkü bugünkü yol güzergâhı günümüz/modern gereksinimlere göre hazırlanmıştır. 12 13 23 cevapsızdır: Çünkü Mylasa kentinin Antik dönemlerde ne kent sınırı ne de ekilebilir tarım alanlarının genişliği bilinmektedir. Bu mevki, tarım alanları içerisinde yer alır; ancak, günümüzdeki Milas geçimini tarım ile sağlayan bir kent değildir; bu sebeple, bu alandaki tarımı Milas’a bağlı köyler yapmaktadır; dolayısıyla, günümüz tarım alanlarını Antik Mylasa’nın tarım alanları gibi düşünmek yanıltıcı olabilir. Yine de, Antik, yakın geçmiş veya modern dönemlerde kenti ziyaret etmiş kişilerin “Milas, tarıma oldukça elverişli bir ovaya sahiptir” diye ifade ettiği tarım arazilerinin, yapının da dâhil olduğu bu ova olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Mylasa, Sodra eteklerinde gelişim göstermiş ve önündeki ova tarım alanı olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla, yapının bulunduğu mevki, büyük bir ihtimalle Mylasa’ya ait tarım alanları içerisindeydi. O halde, Mylasa’nın tarım arazisi içerisinde olan bir yerleşim yeri, Laiou’nun tanımındaki kendi bağımsız mekân ve toprağına nasıl sahip olabilir? Bu açıdan değerlendirildiğinde, yapının bulunduğu mevkide yer alacak olan Antik köyün Mylasa’dan bağımsız kendi mekân ve etki alanını kurabilmesi pek mümkün değildir. Çünkü köyler; sadece küçük, kente göre nispeten geri kalmış kırsal yerleşim yerleri değildir; iyi organize olmuş, komşuluk ilişkileri bulunan, iskânı belirli bir siteme göre kurulmuş, topluluğu/ahalisi ve mıntıkası olan yerleşim birimleridir (Laiou, 2005, s. 36). Dolayısıyla, bu yerleşim yerlerinin köyü tanımlayan etkenleri bağımsız olarak sağlayabilmeleri için belirli bir mesafe kendi etki alanına sahip olması gerekir. Örneğin, Doğu Makedonya’da bazı köylerin mıntıkası/etki alanı 15-20 km2.ye ulaşabiliyor iken, her köy bu genişlikte bir etki alanına sahip olmasa da, köy için yeterli bir alan gerektiği açıktır (Laiou, 2005, s. 40). Bu sebeplerden dolayı, yapının bulunduğu mevkide yer alacak olan bir köyün, Mylasa’dan bağımsız olarak kendi mekân, ekonomi ve yetki alanını kurabilecek potansiyelinin olduğunu düşünmüyorum. Ancak, yapının bulunduğu bu mevki ve yapı, Mylasa’nın etki alanında gelişim göstermiş küçük yerleşim biriminde yer alan yapıyı veya yapı gruplarından birini temsil ediyor olmalıdır. Yapının konumu hakkında belirtilecek son husus, yapının, Mylasa-Labraunda arasındaki Kutsal Yol’a olan yakınlığı ya da yolun tahmini güzergâhında bulunuyor olmasıdır. Burada olasılık ifadesinin kullanılmasının sebebi, Kutsal Yol’un tüm güzergâhının henüz belirlenememiş olması ve yolun Kale Mevkii Yapısı ile ilişkilendirilebilecek kısmının varsayımlar/tahminler üzerine kurulmuş olmasıdır (Durusoy, 2013, s. 82/Harita 3.13). Bu varsayımların en önemli sebebi günümüz 24 karayolunun Mylasa-Labraunda Kutsal Yolu’nun tam üzerinden geçiyor olduğu düşüncesidir (Baran, 2010, s. 125). Yapının bulunduğu mevkiinin ne tür bir yerleşime ait olduğu ve Mylasa ile olan bağlantısı tam olarak belirlenememiştir. Takdir edilmelidir ki, tek bir yapıya ait dört taşıyıcı ayak ile bunu belirleyebilmek oldukça zordur. Tüm bu sebepler ile mevkiyi, yakınlığından dolayı Mylasa ile ilişkilendirdim ve Mylasa’ya bağımlı bir yerleşim yeri olarak değerlendirdim. Bu nedenle, tezimde yapıyı, Mylasa hinterlandında yer alan bir Bizans yapısı olarak isimlendirdim. Bugün, yapının yakın çevresinde terk edilmiş birkaç ev ve mevsimlik kullanılan birkaç odalı köy evleri dışında yapılaşma yoktur. Ancak, yapı içerisine ve hemen yakınına günümüzde terk edilmiş iki adet köy evi inşa edilmiştir (Resim 10). Köy sakinleri ile yapılan sohbet sonucunda, bu yapıların en az iki kuşak önce inşa edildiği anlaşılmaktadır. Yapının doğu yönündeki köy evi, yapının 1 ve 3 No.lu taşıyıcı ayakları arasına örülmüştür (Resim 11): Bu ayakların doğu cepheleri modern ev içerisinde kalmış ve beyaz sıva ile kaplanmıştır. Kuzeybatı yönünde inşa edilen bir diğer köy evinin yapı ile fiziksel teması bulunmamaktadır. Ancak her iki köy evinin de duvarlarında düzgün kesilmiş kesme taşlar tespit edilmiştir (Resim 12-13). Dahası, 2 No.lu ayağın doğu cephesine bitişik, yerden 1,5 m yüksekliğinde briketten üstü açık kare bir oda inşa edilmiş ve söz konusu cephe büyük oranda kapanmıştır. Yapının kuzey ve doğu yönünde meyve bahçeleri yer almaktadır. Bahçeyi sulamak amacıyla yapıya 3 m uzaklıkta bir kuyu açılmıştır: Bu kuyu çevresindeki kırık tuğla ve seramik parçaları tanımlanamayacak vaziyette olsa dahi gözlemlenebilmektedir. Son olarak, taşıyıcı ayakların yüksekliğini aşan iki ağaç, 2 ve 4 No.lu ayaklar arasında yer almaktadır: Bu ağaçlar neredeyse bütün yapıyı örtmektedir. Ağaçların kalın gövdeli dallarının bir kısmı 2 No.lu ayağın batı yönüne devrilerek yıkıma sebep olmuş ve ayağın bu cephesini büyük oranda örtmüştür. Yapı içerisinde bulunan irili ufaklı bu ağaçların yapıya zarar verdiği tespit edilmiş ve ağaçların budanması önerilmiştir. Tüm bu sebepler ile yapı havadan görüntülenememiş ve taşıyıcı ayaklara ait dört cephe fotoğraflanıp belgelenememiştir. Yapı içerisine ve çevresine hâlen dökülmekte olan hafriyat, zemin kotunu yükseltmektedir. Yapı hakkında daha fazla bilgi edinebilmek için, yapının içerisinde ve çevresinde öncelikle geniş çaplı bir temizlik, sonrasındaysa kazı çalışması veya jeofizik alan taraması yapılması gereklidir. 25 4. SEYAHATNAMELER VE BİLİMSEL YAYINLAR Kale Mevkii Yapısı’nın, Mylasa-Labraunda arasındaki Kutsal Yol’a olan yakınlığından söz etmiştim. Yapının ne Mylasa ne de Labraunda kenti ile bağlantısının henüz tespit edilememesi sebebiyle her iki kenti ve Kutsal Yol’u ziyaret etmiş gezginleri kronolojik olarak değerlendireceğim. Kutsal Yol ile ilgili Antik dönemlerden sonra yazılmış en erken bilgiler 19. yüzyılda bölgeyi ziyaret eden seyyahlara aittir. Avusturyalı Anton Prokesch Von Osten 1827 yılı Nisan ayında Milas kentine gelip, Labraunda’yı ziyaret etmek için Kutsal Yol’u kullanmıştır. Von Osten, Bizans köprüsü olarak tanımladığı bir köprü üzerinden, onarım görmüş bir Roma yolunu takip edip Kargıcak Köyü ve Labraunda’ya ulaştığını belirtmiştir. Yol boyunca birçok su kuyusu ve kaya mezarı bulunduğunu belirten seyyah, yolun aşağı tarafında dört köşeli bir yapı gördüğünü belirtmiştir (Durusoy, 2013, s. 280-281). Bu yapının Kale Mevkii Yapısı olabileceği akla gelse de, bu konu hakkında herhangi bir mevki, koordinat vermemiş veya detaylı bir tasvir yazmamıştır. 1840 yılının Mart ayında Milas’a gelip söz konusu güzergâhı kullanan bir diğer isim İngiliz Arkeolog Charles Fellow’dur. Kente vardığı vakit yoğun yağmur yağışı olduğunu ve kentin büyük bir bölümünün sular altında kaldığını yazmış ve doğrudan Labraunda’ya gitmiştir (Hellström, 2011, s. 36-37). Notlarında Kale Mevkii Yapısı ile ilişkilendirilebilecek hiçbir detaya rastlanmamıştır. 1844 yılında Milas’a ulaşan Fransız Arkeolog ve Tarihçi Philippe Le Bas, söz konusu güzergâhta ilgi çekici bulduğu birçok anıtsal yapının gravür ve planlarını çizmesiyle gezginler arasında oldukça önemli bir yer tutar. Çizmiş olduğu gravürler arasında ne yazık ki Kale Mevkii Yapısı bulunmamaktadır: Le Bas daha çok Labraunda kentinde yer alan anıtsal yapılar hakkında şahsi fikirlerini yazıp, onları belgelemeyi tercih etmiştir (Hellström, 2011, s. 37-40). Fransız W. H. Waddington (1851 ya da 1852), İskoç Arkeolog R. Murdoch Smith (1857) ve Fransız Epigrafist Georges Cousin (1889) Milas ve Labraunda kentlerini ziyaret etmiş diğer gezginlerdir (Hellström, 2011, s. 41-44; Durusoy, 2013). Sözü edilen gezginler Milas ve çoğunlukla Labraunda kentinin anıtsal yapıları 26 hakkında yazmışlardır. Kutsal yol hakkında ise, her bir gezgin, yol boyunca gördükleri su kuyuları, kaya mezarları ve kutsal yolun Antik dönem izlerinden detaylıca bahsetmişlerdir (Baran, 2010, s. 125). Sonuç olarak, Milas ve Labraunda’yı 19.yüzyılda ziyaret olan etmiş seyyahlar Kale Mevkii Yapısı’ndan söz etmemiştir. Bunun birçok sebebi olabilir; örneğin, MilasLabraunda arasında yer alan yol günümüzdeki güzergâhtan çok farklı bir yerde yer alıyor olabilir ya da Kale Mevkii Yapı kalıntıları seyyahların ilgisini çekmemiş veya varlığından haberdar olmamış olabilirler. Kale Mevkii Yapısı hakkındaki bilimsel yayınlar 19. yüzyıl seyahatnameleri kadar sessiz değildir. Yapı 1950’li yıllarda Aşkıdil Akarca tarafından ziyaret edilmiştir. Akarca, yapıda kullanılmış malzemeler ve yapım tekniği hakkında kısaca değerlendirmede bulunmuş ve yapıyı kilise olarak tanımlamıştır (Akarca, 1954, s. 91). Vincenzo Ruggieri ise, Kale Mevkii Yapısının zemin planını üstünkörü çizip, yapıda kullanılan inşa malzemelerini dayanak göstererek, yapıyı, Geç Antik döneme tarihlemiş ve termal yapı olabileceğini söylemiştir (Ruggieri, 2011, s. 506-508). Frank Rumscheid ve Abuzer Kızıl, 2005 yılında yapmış oldukları saha araştırması sonucunda yapıyı haç planlı kubbeli Bizans kilisesi olarak tanımlamışlardır (Rumscheid, 2005, s. 187; Kızıl, 2011, s. 425-426 ve 434-435). Nitekim 1950’li yıllardan itibaren bir takım araştırmacılar Kale Mevkii Yapısı hakkında fikirlerini sunmuştur. Tezin 8. ve 9. bölümünde bu fikirleri değerlendirdim ve tartıştım. 27 5. KALE MEVKİİ YAPISININ PLANI VE STRÜKTÜREL ÖZELLİKLERİ Kale Mevkii Yapısı’ndan günümüze dört taşıyıcı ayak ulaşmıştır; bu sebeple yapı, ilk etapta tek mekânı olan bir yapı izlenimi verir (Resim 14). Bu mekân kareye yakındır: Dıştan kuzey-güney doğrultusundaki uzunluğu 12,30 m, doğu-batı doğrultusu ise 11,26 m.dir (Resim 15). Ancak yapının tek bir mekândan ibaret olup olmadığı sorusu belirsizdir ve aşağıda tartışılmıştır. Yapının zemin planı hakkında verilecek olan açıklamaları daha anlaşılabilir kılmak için, kare mekânın genişleyebileceği kuzey, güney, doğu ve batı yönleri A, C, D ve E harfleri ile işaretlenmiştir. Bu harfler, o yöne bakan duvar cephelerinin bulunduğu alanı temsil etmektedir. B olarak işaretlenen kare mekân ise, yapının iç mekânını ve merkeze bakan ayak cephelerinin tümünü temsil etmektedir. 5.1 B Mekânı Planda B olarak işaretlenen kareye yakın dörtgen mekânın ölçüleri şöyledir: Kuzeygüney doğrultusundaki uzunluğu 7,35 m, doğu-batı doğrultusunda ise 7,30 m.dir. Bu dörtgen mekân yaklaşık olarak 7,30 m çapında bir kubbe ile örtülmüştür. Yapıda dört kemer vardır; ancak, bu dört kemerden yalnızca iki tanesinin izi tespit edilebilmiştir; izi olmayan kemerlerin ölçüleri ise, izi var olan kemerlerin ayaklar arasındaki hesaplanmış mesafelerinden yola çıkarak belirlenmiştir. 14 Kubbe, büyük olasılıkla, taşıyıcı ayaklar arasındaki bağlantıları da sağlayan bu dört kemer ile taşınmaktaydı. Kemerlerin yapısal özellikleri ise şöyledir: Kuzey kemeri genişliği (yani 3 ve 4 No.lu ayaklar arasındaki) 2,12 m, güney yöndeki 2,19 m, doğu yöndeki 2,10 m ve batı yöndeki 1,32 m.dir. Kemerler yarım dairesel, yani beşik kemer formdadır. Kemer başlangıcı veya kemerin ayak üzerinde oturduğu üzengi/yastık tuğla ile örülmüştür. Günümüze dokuz adet tuğla sırasının ulaştığı bu kısımda, tuğlalar, 4 cm.lik derz aralıkları bırakılarak konumlandırılmıştır (Resim 16). Bu kısımda kullanılan tuğlaların Yapının yalnızca 1 ve 4 No.lu ayaklarda kemer eğimleri görülmektedir, diğer ayakların üst örtü birimleri ise tamamen yıkılmıştır. 14 28 ölçüleri – taşıyıcı ayaklardaki tuğla şeritlerde yer alan ölçülere uyum sağlayarak – 26 cm ila 32 cm arasında değişmektedir. 1 No.lu ayağın 4,40 cm.deki yüksekliğinde kuzey ve batı yönlerine eğrilen iki kemer başlangıcı yer alır: Bu kemerlerin arasındaki alan pandantif ile kapatılmıştır (Resim 17).15 Pandantifin yalnızca bir bölümü (2/3 sıra) günümüze ulaşabilmiştir ve bu kısım tuğla ile örülmüştür. Tuğlalar, kabaca V şeklinde konumlandırılmıştır: Bu şeklin arasındaki boşluk tuğlaların yatay konumlandırılarak doldurulduğu görülmektedir. Dolayısıyla, yapıda, kubbeye geçiş elemanı olarak pandantif kullanıldığı söylenebilir. Strüktürün üst kotunda yaşanan yıkım sebebiyle, pandantifin tam olarak formu ve kubbe ile olan ilişkisi belirlenememiştir. Kubbe, pandantif ve kemerler üzerine doğrudan mı oturmaktadır (dome on pendentive) yoksa kubbe, devam eden bir pandantif ile birleşip mi alanı örtmektedir (a dome with continuous pendentives; yelken tonoz sail vault olarak da isimlendirilebilir) sorusu Kale Mevkii Yapısı için cevaplanamamıştır. 5.2 C Alanı Yapının 2 ve 4 No.lu taşıyıcı ayaklarının batı cephelerinin yer aldığı alanı kapsamaktadır (Resim 18). Çizimde de belirtildiği üzere, kemerlerin her iki ayağın ortasında yer alan bir diğer taşıyıcı unsur üzerine oturması gerekmektedir; ancak, yüzeyde böyle bir taşıyıcı unsura ait olabilecek herhangi bir kalıntıya rastlanmamıştır. 2 No.lu ayağın üst örtü sistemi ve cephesi tümüyle yıkılmış olduğundan bu ayağın yapısal sisteminden bahsedilememektedir. Ancak, 2 No.lu ayağın zemin kotunda batı yönünde 12 cm devam eden bir duvar kalıntısı vardır (Resim 19). Bu kalıntı yapının batı yönüne doğru genişlediğini göstermektedir. C alanındaki mekânın sınırlarını veya formunu gösteren bir kalıntı yoktur: C alanı, kare formlu bir mekân olabileceği gibi, B alanına giriş için düzenlenmiş dikdörtgen bir giriş holü de olabilir. C alanındaki 4 No.lu ayağın batı cephesinde biri freskli olmak üzere iki tane duvar nişi vardır (Resim 20-21).16 Freskli duvar nişleri gerek mekân gerek izleyici ile doğrudan Diğer ayakların bu kotunda pandantif izi bulunmaz; ancak bu, diğer ayaklarda da tekrarlanmış olmalıdır. 16 4 No.lu ayakta, 2 No.lu ayaktaki gibi batı yönüne devam eden herhangi bir duvar kalıntısına rastlanmamıştır. 4 No.lu ayağın bu cephesine 3 m uzaklıkta modern köy evi ve iri gövdeli bir ağaç vardır. Dolayısıyla cephenin bu yöne devam edebilecek bir duvar kalıntısı yıkılmış, yok edilmiş veya zemin kotu altında kalmış olabilir. Nişlerin yapısal özellikleri “Kale Mevkii Yapısı’nın İnşa Tekniği: Duvar Örgüsü” başlığında tartışılmıştır. 15 29 ilişkili cephe unsurlarıdır ve izleyici ile diyalog halindedirler.17 Freskli nişler aynı zamanda cephelerdeki görsel etkiyi arttıran unsurlar oldukları için yapıların iç mekân süsleme programı içerisinde değerlendirilir (Ousterhout, 2016, s. 249-250). 2000’li yılların başında yapıyı ziyaret etmiş olan Ruggieri, freskli nişin varlığından söz etmiş ve bu ayakların batıya doğru devam ettiğini belirtmiştir (2011, s. 507-508). Dahası, Ruggieri (1998), Karya’daki freskler hakkında “…Freskli sıva, yapılarda, özellikle girişte, doğu kısmındaki duvar üzerinde ve batı kısmında yaygındır…” (s. 167) ifadelerini kullanmıştır. Bu bilgiler ile Kale Mevkii Yapısı’ndaki C alanının yapının iç mekânının parçası olduğunu, kare mekâna giriş işlevi üstlendiğini düşünüyorum. 5.3 E Alanı 3 ve 4 No.lu ayakların kuzey cephesini kapsayan bu alanı betimlemek ve belgelemek arazi şartlarından dolayı oldukça zor olmuştur.18 Bu alanda plan gelişimi açısından iki önemli unsur yer alır: İlki, 4 No.lu ayağın kuzey cephesinde aynı yöne devam eden duvar kalıntısıdır (Resim 22). 4 No.lu ayağın zemin kotundaki duvar kalıntısı, ayağa bitişik ve 72 cm uzunluğundadır. Aynı kottaki tuğla şeritler yalnızca taşıyıcı ayağı çevrelemekte ve bu duvar kalıntısında devam etmemektedir. Dolayısıyla, bu noktada, duvarın ayaktan çıkarak devam etmesi bize yapının yalnızca batıya değil, aynı zamanda kuzeye doğru da genişlediğini gösterir. İkinci unsur E ve B alanlarının kesiştiği kısımdadır; yani, 3 ve 4 No.lu ayakların arasındaki kısımdır. Bu kısım iki bölümde ele alınacaktır ve zemin plan üzerinde I ve II olarak işaretlenmiştir (Resim 23). 3 No.lu ayakta zeminden yaklaşık 1,50 m yükseklikte batı yöne, 4 No.lu ayakta ise benzer kotta doğuya yönelen iki ayrı kemer başlangıcı yer alır (Resim 24-25).19 Bu beşik kemerlerin açıları takip edildiğinde her iki ayağın ortasında bir noktada birleştiği belirlenmiştir (Resim 26). Dolayısıyla her iki taşıyıcı ayak arasında bir diğer taşıyıcı unsurun yer aldığı bir diğer nokta burasıdır.20 Fresklerde yer alan imgeler çok çeşitli olabileceği gibi, yapının fonksiyonu ile bir bütün halindedir; yani, freskler dini nitelikler taşıyan bir yapıda bulunuyor ise hem litürjinin hem de dinin mesajını taşır ve vurgular (Ousterhout, 2016, s. 249-251). 18 E alanına bakan duvar cephelerindeki yıkım, dökülen hafriyat sonucu yükselen zemin, küçük-büyük birçok ağaç, açılan iki adet kuyu, zeminde sürekli olarak belli bir seviye su birikintisinin olması, köy evi ve meyve bahçesini barındırması sebebiyle bu alanı betimlemek oldukça zor olmuştur. 19 Bu, diğer ayaklarda yaşanan yıkımdan dolayı tespit edilememiş bir detaydır. 20 Bu kısım dökülen hafriyat ile yükseltilmiş olduğundan zeminde hiçbir iz yer almamaktadır. 17 30 Plan üzerinde I olarak belirtilmiş kısımda, 3 No.lu ayağa bitişik duvarın, hafif eğimli bir başlangıç yaptığı belirlenmiştir (Resim 27-28). Bu eğimin açı derecesi hesaplanamayacak kadar yıkıma uğramıştır. Yine de, zemin planında I olarak işaretlenmiş kısım yarım daire bir duvar ile örülmüş/çevrelenmiş olabileceğini belirtmeliyim; yani, bu kısım zemin planı üzerinde Resim 29’daki gibi düzenlenmiş olabilir. II olarak adlandırılan kısım ise, B alanına (yani kare mekâna) bir diğer giriş olabilir (daha önceki giriş kısmı, zemin planı üzerinde C olarak işaretlenen alan idi). Bu düşüncenin sebebi, 4 No.lu ayağın doğu cephesinde, aynı yöne uzanan, zemin kotundan 1,65 cm yükseklikte, 62 cm uzunluğunda ve 35 cm genişliğinde kabaca yontulmuş ince uzun bir taşın yer almasıdır (bkz. Resim 22 ve 25). Bu taş, yarım daire kemerin hemen başlangıcında yer alır ve ilk bakışta kapı lentosu olduğu izlenimi verir. Ancak, ayaklar arasındaki mesafe hesaplandığında taşın bu mesafeyi karşılamadığı belirlenmiştir. 21 3 No.lu ayaktaki taşın devam etmesi gereken yönde herhangi bir kırık izine de rastlanmadığı için bu malzemenin kapı lentosu işlevinde olduğu düşünmüyorum. Bu taşın altında, duvarın yaklaşık olarak 15 cm içerisinde devam eden düzgün formda bir boşluk yer alır; bu, kapı lentosunun oturduğu yer olmalıdır. Bu kısımda kapı lentosu olarak kullanılacak malzeme yerinden sökülmüş taş veya mermer bir eleman olabileceği gibi günümüze ulaşamamış ahşap da olabilir. Sonuç itibariyle Plan’da II olarak isimlendirilen kısım, yapının B alanına (yani merkezi kare alana) geçişi sağlayan kapı olarak işlevlenmiş olabilir. 5.4 A-D Alanları ve Sonuç A alanı 1 ve 3, D alanı ise 1 ve 2 No.lu ayakların doğu ve güney cephelerinin bulunduğu alanları kapsamaktadır. Bu cephelerin ortak özelliği tümüyle kaba yonu taşlar ile örülmüş olmalarıdır; yani, bu alanda yer alan taşlar, B mekânındaki iç cephelerde yer alan taşlara nazaran daha büyük ve nispeten düzenlidir. Dahası, bu duvar cephelerinde tuğla şeritler yer almamaktadır (bu konu bir sonraki başlıkta tartışılmaktadır). A alanı uzun yıllar köy evi olarak kullanılmış ve ayaklar arasına duvar örülmüştür. D alanı da iki tarla sınırı arasında kaldığı için 20. yüzyıla ait bir duvar ile ayaklar 3 ve 4 No.lu ayaklar arasındaki mesafe 493 cm.dir. 3 ve 4 No.lu ayakların arasında, kemerlerin de oturması gereken diğer taşıyıcı unsura olan mesafesi ise yaklaşık 2,30 m-2, 50 m.dir. 21 31 birbirinden ayrılmış ve zemin kotu yükseltilmiştir. Duvar örgülerinden dolayı bu alanların yapının dış mekânını temsil ettiğini düşünüyorum. Strüktürlerin hiçbir kotunda, yapının bu alanlar ile ilişkilendirilebilecek kemer eğimi ve duvar kalıntısına rastlanmamıştır. Bu sebepler ile B mekânının A ve D alanları ile olan ilişkisi belirlenememiştir. Sonuç olarak, yapının, yalnızca kare mekânını (B) meydana getiren kısmın örtü sisteminden bahsedilebilmektedir: A, C, D ve E alanlarının üst örtüsüyle ilgili hiçbir veri korunmamıştır. B mekânı, dört geniş beşik kemerin, pandantif ve kubbeyi taşıdığı bir strüktürel sisteme sahiptir. Kubbenin ve pandantiflerin formunu belirlemek için kalıntı yoktur. Strüktürün bu kotunda yalnızca kemer ve pandantif yapımında kullanılan malzemelerden söz edilebilmektedir: Tuğla, taş ve harçlı moloz. Yapıdaki kare mekân, yapının tek mekânı değildir. Yapı, zemin planında da belirtildiği üzere, C ve E alanlarının bulunduğu yönlere doğru genişlemektedir; dolayısıyla, kare mekâna iki ayrı giriş vardır. Genişleyen bu kısımlar küçük birer oda veya hol olabileceği gibi, kare mekân ile eş ölçülere sahip mekânlar da olabilir. Bu durum, yukarı kısımlarda belirtilmiş olan sebepler yüzünden belirlenememiştir. B alanının, A ve D alanlarının bulunduğu yönlere doğru genişlediği korunmuş kalıntılar üzerinden tespit edilememiştir. A alanındaki 20. yüzyıla ait köy evi ve duvar, D alanındaki tarla sınırlarını belirleyen duvar ve yıkımlar, yapının bu alanlara genişleyip genişlemediği sorusunu yanıtlamayı engellemektedir. 32 6. KALE MEVKİİ YAPISI’NIN İNŞA TEKNİĞİ VE MALZEME ÖZELLİKLERİ 6.1 Kale Mevkii Yapısı’nın İnşa Tekniği: Duvar Örgüsü Kale Mevkii Yapısı’nda kullanılmış inşa malzemeleri taş, tuğla, az sayıda devşirme eser ve harçtır. Yapıda iki farklı duvar örgüsü yer alır: Zemin planında B harfi ile işaretlenen kare mekânda yer alan duvar cepheleri ve (x) olarak işaretlenen duvar cepheleri (bkz. Resim 23). B alanında; yani, kare mekânda yer alan duvar cephelerindeki taşıyıcı ayakların alt kotlarında strüktürlerin sınırlarını belirlemek ve yükünü taşımak üzere benzer boyutlarda taşlar kullanılmıştır; ancak, taşların geneli arasında ebat ve şekilsel uyumsuzluk ön plana çıkmaktadır. Farklı boyutları bulunan kaba yonu taşlar her seviyede harç ile hazırlanmış düz zemin yatağı üzerine yatay olarak yerleştirilerek örülmüştür. Şekil ve ebat farklılıkları sonucu meydana gelen boşluklar ise tek tük tuğla ve iri ufaklı harçlı moloz taş ile doldurulmuştur (Resim 30). Bazı ayak cephelerinin üst kotlarında ise, kaba yonu veya şekilsiz/amorf taş kullanımının arttığı, buna bağlı olarak harç kullanımının yoğun olduğu görülmektedir.22 Harcın belirli kısımlardaki bu yoğun kullanımı ekonomik ve rasyonel bir yaklaşımdır: Harç, taşa nazaran daha hafif bir malzeme olduğu için, cephelerdeki taş kullanım miktarını azalttığı ve yükü hafiflettiği için tercih edilmiştir. Bu duvar örgüsünde yer alan taşların şekil ve ebat farklılıklarının bir diğer açıklaması ise şudur: Her bir taşıyıcı ayak, zemin planı üzerinde düzgün kare şeklinde değil kabaca biçiminde (L şeklinde); yani, köşe yapacak şekilde düzenlenmiştir. Bu ayakların köşe yapan kısımlarının ölçüleri birbirinden farklıdır. Bu sebeple, taşıyıcı ayaklarda kullanılan taş ve tuğlaların ebatları, sözü edilen yerlere uygun olacak şekilde düzenlenmiş veya tercih edilmiştir. Bu tercih ve düzenleme, malzemeler arasında şekil Ousterhout (2016) “…Tipik bir Bizans inşaatında… …hem tuğla hem de taş sıralarında görülen herhangi bir bozukluk harç kullanılarak maskelenirdi” (s. 151). 22 33 ve ebat farklılıklarına, malzemelerin kullanım miktarının bir cepheden diğerine sürekli olarak değişmesine sebep olmuştur. B alanında yer alan cephelerdeki bir diğer önemli unsur ise, her bir taşıyıcı ayağın cephesindeki, ayak gövdesini büyük oranda dolaşan tuğla şeritlerdir. Bu şeritlerin ayakların merkezine doğru devam mı ettiği yoksa yalnızca cephe unsuru mu oldukları kesin olarak belirlenememiştir (Bu başlığın ileri kısmında konu tekrar ele alınacaktır). Ayakların hem alt hem üst kotunda iki ayrı tuğla şerit vardır (Resim 18 ve 24). Şeritler genelde üç sıra tuğladan oluşmaktadır; ancak, bazı kısımlarda dörtlü sıra da görülmektedir. Cephenin alt ve üst kotlarındaki tuğla dizileri arasında kalan kısım muntazam olmayan bir görünüme sahiptir: Bu kısımlar farklı ebatlarda ve biçimlerde birçok küçük taş ve tek tük tuğla ile örülmüştür. Tuğla şeritler ve kaba yonu taşların duvar örgüsündeki bu düzenli tekrarı almaşık örgü düzenini yansıtmaktadır. Tuğla, yapısı gereği kırılgan ve yüksek kütleli malzemeleri tek başına taşıyabilecek dayanıklılığa sahip bir malzeme değildir.23 Duvar örgüsünde, tuğlaların şeritler halinde düzenlenmesi için bir düzen ve sistem olması gerekir. Kale Mevkii Yapısı’nda, tuğla kalınlığına paralel olarak derz aralıkları düzenlenmiş (3,5-4 cm) ve üçlü/dörtlü şeritler meydana getirilmiştir. Taşıyıcı ayakların farklı kotlarında tekrarlanan tuğla şeritler, aynı zamanda kesme taş veya irili ufaklı taş kullanımını azaltmış, taşıyıcı bedenin yükünü hafifletmiştir. Son olarak, yapının B mekânı ve C alanındaki duvar cepheleri ince ve gri renkte bir sıva tabakasıyla kaplanmıştır. Yapının duvar örgüsündeki ikinci örgü, planda (x) olarak işaretlenen duvar cephelerinde yer almaktadır. Bu duvar cephelerindeki taşların ebatları, B mekânının iç cephelerindeki taşlara nazaran daha büyük ve nispeten düzenlidir; kesme taşların ebatları ve biçimleri daha düzenli olduğundan, bu cephelerdeki harç kullanım miktarı daha azdır (Resim 30-31). Bu cepheler tümüyle taş örgüdür24 ve sıva ile kaplandığına dair herhangi bir iz yoktur. Dolayısıyla şu sonuca varılabilir: (x) ile işaretlenmiş cepheler kaba yonu taş duvar örgü, B mekânı ve C alanında yer alan duvar cepheleri ise, almaşık örgü düzenine sahiptir. Bu malzeme ve işçilik farkı, yapının iç ve dış mekân ayrımından kaynaklanıyor olabilir. Duvar örgüsündeki bu malzeme kullanımı ve örgü farklılığının sebebi, bu cephelerin yapının dış mekânı olmasıyla da Tuğlanın hafif ve kırılgan bir yapıya sahip olması, kilolarca ağırlıktaki taşlar ile birlikte kullanımını ancak belli bir miktar harç payı bırakıldığı takdirde elverişli kılmaktadır (Vitruvius, II, 3, 1-4). 24 Yapıya yalnızca bu cephelerden bakıldığı takdirde, yapı, bir savunma yapısı izlenimi vermektedir: Bu sebepten ötürü yapı, yerel halk tarafından ‘kale’ olarak adlandırılmıştır. 23 34 açıklanabilir. Ek olarak, bu cephelerde tuğla şeritlerin yer almaması, tuğlaların, ayakların merkezine erişmediğini; yani yalnızca cephe unsuru olarak yer aldığını, dolayısıyla ayakların merkezlerinin harçlı moloz dolgu olduğunu düşünüyorum. Kale Mevkii Yapısı’nın yalnızca 4 No.lu ayağının batı cephesinde yer alan bir unsur ise, ayak cephesinin tam merkezinden başlayıp güney yöne doğru eğim gösteren tuğla ile örülmüş hafifletme kemeridir (bkz. Resim 18 ve 21). Kemer, güney yöne doğru eğim göstermektedir ve her bir tuğla için harç ile hazırlanmış zemin yatağına, tuğlaların eğimli açı ile konumlandırılmasıyla örülmüştür. Rölöve çalışmasıyla kemerin açısı hesap edilmiş ve bir diğer taşıyıcı ayağa ulaşmadığı tespit edilmiştir. Bu nedenle, her iki taşıyıcı ayağın ortasında bir sütun veya bir diğer taşıyıcı ayağın yer aldığı öngörülmektedir (bkz. Resim 18). 4 No.lu taşıyıcı ayakta yer alan bir diğer unsur ise, cephenin alt ve üst kotlarında yer alan iki ayrı duvar nişidir (bkz. Resim 20-21). Nişler dikdörtgen formlu ve üst kısmı yarım daire kemerlidir. Alt kottaki duvar nişi iki tuğla şerit arasında yer almaktadır ve fresklidir. Sıva üzerinde kırmızı ve sarı renkteki boya izleri günümüzde görülebilmektedir. Yukarı kotta yer alan nişte herhangi bir boya pigmentine rastlanmamıştır, büyük olasılıkla nişin üzeri sadece sıva ile kaplıydı veya resim programı günümüze ulaşamayacak derecede tahrip olmuştur. Her iki nişin hemen üzerinde tuğla ile meydana getirilmiş yarım daire hafifletme kemerleri; aşağı kotta yer alan niş üzerinde çift sıra yarım daire, yukarı kotta yer alan niş üzerinde ise üç sıra yarım daire olarak düzenlenmiştir. Yapıdaki taşıyıcı ayak cepheleri bir arada değerlendirildiği vakit, birbirini tekrar eden örgüye nazaran, bu cephe, nişler ve kemerler ile hareketlendirilmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Dahası, B mekânında yer alan cepheleri kaplayan 2 cm kalınlığındaki ince sıva tabakası, nişlerin bulunduğu cephe üzerinde net bir şekilde görülmektedir (bkz. Resim 21). Bu sıva tabakası odaların direncini arttıran türden kalın hidrolik değil, yalnızca duvar cephesini örten ince bir sıva tabakasıdır. Sıvanın hâlâ görüldüğü cephelerde herhangi bir boya izine rastlanmamıştır; ancak, sıva kimi cephelerde renk değiştirmiş ve dökülmüştür. Yapı hakkında belirtilecek son husus iskele kirişi yuvalarıdır. Bu yuvalar, işçilerin üzerinde çalışabilmesi için ahşap iskelelerin oturtulduğu yerlerdir (Akyürek, 2018, s. 63). Duvar cephelerinde farklı tiplerde kiriş yuvalarıyla karşılaşılabilir; örneğin işçiler, iskeleyi kaldırıp kiriş yuvalarını kapatabileceği gibi, kirişlerin duvarın içerisinden geçerek her iki taraftan dışarı çıkan, açık bırakılmış örnekleri de yer alabilir 35 (Ousterhout, 2016, s. 199-200). Kale Mevkii Yapısı’nda yukarıda tanımları verilen her iki tip iskele deliği örneği de bulunmaktadır (Resim 32-33). Sonuç olarak, yapıda kullanılan malzemeler ve bir araya getiriliş yöntemleri arasında genel bir uyum vardır. Duvar örgüsünde şekil, ebat ve tür bakımından birçok taşın yer alması, yaptıranların ekonomik sıkıntı içerisinde yer aldığına işaret etmektedir. Her ne kadar duvar cephelerinde düzensiz taş örgü yer alsa da tuğla şeritlerin cephelerin farklı kotlarında iki defa tekrarlanması, yapının, planlı ve sistemli bir inşa faaliyeti ürünü olduğunu göstermektedir. Tümüyle kaba yonu taş örgü olan cepheler, yapının dış mekânı/dış cephesi olabileceği gibi, sözü edilen kısımların taşıyıcı ayaklara sonradan dâhil edilmiş, güçlendirilmiş cepheler olabileceği ihtimali düşük de olsa değerlendirilmelidir. Hem ekonomik hem de rasyonel sebeplerle açıklanabilen bu kullanımlar Kale Mevkii Yapısı’nın inşa kimliğini meydana getirmektedir. 6.2 Malzeme Kullanımı ve Değerlendirme 6.2.1 Tuğla Kale Mevkii Yapısı’ndaki tuğlalar, almaşık duvar örgüsü içinde hatıllarda, aynı zamanda pandantif ve kemer örgülerinde içinde taş parçaları barındıran bir harç ile kullanıldığı gözlemlenmiştir. Taşıyıcı ayakların belirli kısımlarındaki tuğla boyutları şöyledir: Ayakların hem alt hem de üst kotlarında yer alan şeritlerdeki tuğlaların uzunlukları 8 cm.den 32 cm.ye dek değişmektedir; bununla birlikte, bu kısımlardaki her bir tuğlanın kalınlığı ise 3,5 ila 4 cm.dir (Resim 34). 25 Yapıda 4 No.lu ayak cephesinde iki farklı kotta iki ayrı niş üzerinde yer alan yarım daire kemerlerdeki belirlenebilmiş tuğla uzunlukları şöyledir: Alt kottaki nişe ait tuğlalar 12,5 ila 15 cm; üst kotta yer alan niş üzerindeki tuğlalar ise 8 ila 12,5 cm arasında değişmektedir. Bu tuğlaların her birinin kalınlığı ise 4 cm.dir. 4 No.lu taşıyıcı ayağın merkezinde yer alan ve güney yöne doğru eğim gösteren hafifletme kemerindeki tuğlaların boyutları ise 24x4 cm.dir. Derz dolguları, yapının tümünde 3,5 ila 4 cm.dir, yani tuğlalarla neredeyse aynı kalınlıktadır. Resimde boyutları verilmiş tuğlalar, taşıyıcı ayakların aşağı ve yukarı kotlarında yer alan üçlü veya dörtlü şeritler ve hafifletme kemerlerindeki tuğlaları kapsamaktadır. Cephelerde tek tük yer alan, ancak sayıları oldukça fazla olan kırık tuğlalar hesaba katılmamıştır. 25 36 Yapıdaki tuğlalar hem kare hem de dikdörtgen formludur: Bu bilgiye bazı ayakların köşelerindeki tuğlaların hem uzun hem de kısa kenarının görülmesiyle erişilmiştir (Resim 35-36). Bu kısımlardaki dikdörtgen formlu tuğlalar 13x26 cm ve 16x32 cm boyutlarındadır; kare tuğlalar26 ise, 13x13 cm ve 15x15 cm boyutlarındadır. Bunun yanında – her ne kadar bu ölçülere sahip tuğlaların yapının genelini yansıtmadığı öngörülse de 28x11 cm ve 26x19 boyutlarında tuğlalar da tespit edilmiştir. Yapıda formları tespit edilebilmiş bu tuğlaların formlarının dikdörtgen olduğu görülmektedir. Yani, boyutlarındaki 13x13-15x15 tuğlalar, 13x26-16x32 boyutlarındaki dikdörtgen formu bulunan tuğlaların bölünmüş/kırılıp yeniden kullanıma hazırlanmış hâlleri olabilir. Ancak, örneğin verilmiş bu tuğla boyutları, yalnızca tespit edilebilmiş olan örneklerdir. Bunu yanında 10 ila 15 cm arası değişen uzunluklarda 143 adet tuğla tespit edilmiştir; bu oran 15 ila 20 cm arasında ise 211 adettir (bkz. Resim 34). Dolayısıyla, bu tuğlaların formları bilinmemektedir ve formu belirlenen tuğlalar yapının genelini bu yüzden yansıtmıyor olabilir. Dahası, tuğla uzunluklarındaki bu denli farklılıkların olması, tuğlaların yeniden kullanıma hazırlanmış olmalarından kaynaklı olmalıdır. Çünkü tuğla istenilen her ölçü ve formda üretilebileceği gibi satın alındıktan, devşirildikten veya üretildikten sonra tekrar tekrar düzenlenip – yıllar sonra dahi – istenilen ölçülerde parçalara ayrılıp/kırılıp yeniden kullanılabilir malzemedir (Adam, 2005, s. 104-114 ve 293-294). Yapıdaki tuğlaların boyutlarında ve formlarında bir standart olmadığı gözlemlenmiştir. Tuğla boyutlarındaki bu farklılıklar her ne kadar birçok sorunun cevabını kesin olarak vermese de, birçok konuya da açıklık getirmiştir. Örneğin, her bir ayak cephesindeki üçlü/dörtlü şeritlerde yer alan tuğla uzunluklarının 8 cm.den 32 cm.ye dek değişmesi, tuğlanın benzer uzunluklarda üretilememiş veya satın alınamamış olmasıyla açıklanamaz. Eğer tuğlalar yapı için üretilmiş veya satın alınmış olsaydı, duvar cepheleri önceden hesaplanmış olacağı için, o kısma uygun tuğla üretilmiş olurdu ve ölçüler arasında bu denli düzensizlikler olmazdı. Örneğin Buchwald, Alaşehir’de bulunan Aziz Ioannes Kilisesi’ndeki tuğlaların yapı için üretilmiş olabileceği fikrine, tuğla uzunluklarındaki düzen ile varmıştır (2001a, s. 304). Dolayısıyla Kale Mevkii Yapısı’ndaki tuğla boyutlarındaki düzensizliğin sebebi, tuğlanın yapı için üretilmediği, devşirildiği ve kullanılmak istenilen alana göre yeniden Bu kare formlu tuğlalar ayaklardaki tuğla şeritlerde değil, freskli niş üzerinde yer alan yarım daire kemerdeki tuğlalardır. 26 37 düzenlenmiş olmalıdır. Bu devşirme işlemi farklı yapı veya bölgeden değil tek bir yapı/yerden getirilmiş olmalıdır: Çünkü tuğlalarda gözle görülür renk ve tür farklılığı olmadığı gibi, büyük çoğunluğunun 4 cm kalınlığında olması bu görüşü desteklemektedir. Dolayısıyla, yapıda kullanılmış tuğlaların devşirme malzeme olması sebebiyle – aynı zamanda belirli bir uzunluğu yansıtmaması sebebiyle – diğer yapılarla ve çeşitli dönemlerde kullanılmış tuğlalar ile karşılaştırılamamıştır. Değerlendirilecek son husus ise derz dolgularıdır. Roma’nın imparatorluk döneminde taş sıraların yer aldığı cephelerde derzler ince, 1-2 cm kadar; tuğla şeritlerin yer aldığı cephelerde ise tuğladan daha ince düzenlenirdi (Adam, 2005, s. 276; Mango, 1978, s. 10). Erken Bizans döneminde ise derz aralıkları tuğla kalınlığına oranı 1:1 veya bu orana yakın düzenlenmiştir (Mango, 1978, s. 14). Örneğin başkent Konstantinopolis’teki derz aralıklarının standart ölçüsü 5 cm kadardır; bunun yanında, taş sıralarındaki derz aralığı tuğla sıralara göre bu dönemde de daha incedir (Ousterhout, 2016, s. 151). Dolayısıyla, Kale Mevkii Yapısı’nda gerek hatıllarda gerek kemerlerdeki tuğla ve derz dolgularının 3,5 ila 4 cm olarak düzenlenmesi; yani, yapıdaki tuğla kalınlığına paralel düzenlenmesi bu konuda bir uyumun bulunduğunu gösterir. Bu uyum ve devşirme tuğlalar Erken Bizans dönemindeki kullanımlarla ilişkilendirilebilir ölçü ve kullanımlardır. 6.2.2 Taş Yapıda kullanılmış taşlar, az sayıda kullanılmış kesme taş, kabaca şekillendirilmiş taşlar ve moloz taşlar olarak kategorize edilebilir; ancak, kesme taşların az kullanımı devşirme malzeme olmalarından kaynaklanmaktadır ve geneli yansıtmamaktadır (Resim 37-38). Duvar örgüsünde yaygınlıkla kaba yonu taş kullanılmıştır. Yapıda tercih edilmiş olan inşa malzemeleri yapının ekonomik kaynaklarıyla ilişkilendirilebilir ve açıklanabilir. Örneğin, taş ocaklarından taş temin etmek zaman alan ve zahmetli işçilik gerektiren bir işlem olduğundan maddi değeri yüksektir (Adam, 2005, s. 141 ve 229). Dahası, taş ocağından yalnızca kesme taşlar değil, kabaca yontulmuş taş ve taş parçaları da temin edilebilmektedir. Ancak, bu temin gerçekleşse dahi, bu taşların, en azından aynı cins ve renk olması gerekir. Kale Mevkii Yapısı’nda kullanılmış taşlar arasında önemli derecede renk ve tür farklılığı vardır. Mylasa kenti ve yakınlarının (Herakleia ve Miletos gibi) oldukça zengin taş ve mermer ocaklarına sahip bir bölge olduğu Arkaik dönemden beri bilinmektedir. Örneğin, kentteki taş ve 38 mermer üretimi hakkında yazılmış olan en erken kaynakta şu ifadeler yer alır: “…Fakat Mylasa ’ya gelince… Bir tepe ve en iyi beyaz mermer ocağı bulunan bir dağ yükselir… …Tapınakların yapımı ve diğer genel yapıtlar için bol miktarda ve kolay çıkartılabilen bir taş kaynağıdır…” (Strabon XIV, 1, II, 23). Verilmiş olan doğrudan alıntıda Mylasa’da Roma döneminde mermer ve taş üretimi yapıldığı bilgisine erişilmektedir. Ancak hiçbir kaynak, Mylasa’da, Erken Bizans dönemi ve sonrasında ocakların üretiminin devam ettiği bilgisini vermemektedir. Sonuç itibariyle, Kale Mevkii Yapısı’ndaki taşlar arasında herhangi bir düzen yer almaması, ancak yapının ekonomik yetersizliği ile açıklanabilir. Taşlar Kale Mevkii Yapısı’na birçok yapı veya bölgeden getirilmiş olmalıdır; dahası, yapının temel inşa malzemeleri olan tuğla ve taşlardaki bu düzensiz ölçü ve taş tipleri sebebiyle, yapının, ikinci sınıf bir yapı olduğu söylenebilir. Kale Mevkii Yapısı’nda kullanılmış taş malzemeyi, Mylasa kentinin doğusunda yer alan M.S. 2. yüzyılda inşa edildiği düşünülen su kemerinin duvar örgüsünde kullanılmış taşlar ile karşılaştırmak gerekir. Bu yapının karşılaştırma için seçilmesinin iki sebebi vardır: İlki, yapıya olan yakın konumudur (yaklaşık 4 km), ikincisi ise duvar örgüsünde kullanılan taşların türsel ve renksel benzerliğidir. Bu benzerlik Kale Mevkii Yapısı’nın zemin planı üzerinde (x) ile işaretlenmiş 1 No.lu ayağın güney cephesindeki duvar ve su kemerinin taşıyıcı ayaklarında açıkça görülmektedir (Resim 39 ve 40). Dahası, su kemerinin Erken Bizans dönemlerine dek kullanımının devam ettiği öngörülmektedir. Bu, su kemerinin bazı taşıyıcı ayaklarındaki onarımlarda tuğla kullanımıyla açıklanmaktadır (Resim 41) (Ruggieri, 2005, s. 56-58). Bu benzerliklerden çıkarılacak sonuç ise varsayımlar üzerinde kuruludur. Çünkü su kemerindeki ayak cephelerinin geneli kaba yonu kesme taş örgüdür, onarımlarda tuğla kullanılması Erken Bizans dönemiyle ilişkilendirilmiştir. Ancak, ayak cephelerinde tuğla (hatıllar halinde bile olsa) kullanılması kesin bir yapım tarihi belirtmez: Bu kullanım Roma’nın erken dönemlerinden Bizans’ın erken dönemlerine dek sürdürülmüş bir uygulamadır. 27 Yani su kemeri, eğer M.S. 2. yüzyılda inşa edildiyse, Erken Bizans dönemini kapsayan bir tarih aralığında onarıldıysa ve bu onarılan kısımlarda tuğla kullanılmışsa, Kale Mevkii Yapısı’nın ayak cepheleri su kemerinin onarım geçirdiği bu cephelerle ilişkilendirilebilir. 27 Bu konu tezin 7. Bölümü’nde açıklanmaktadır. 39 Yine de, su kemerinin Erken Bizans döneminde onarıldığı tahmin edilen cepheleri arasında malzeme ve işçilik olarak büyük benzerlik vardır. Eğer su kemerinin bu dönemdeki onarımı ispat edilebilirse, bu, Kale Mevkii Yapısı’nı tarihleme konusunda referans olarak kullanılabilir. Dahası, Mylasa’daki yapılarda kaba yonu taşlar ve üçlü tuğlar şeritlerin yer aldığı başka bir yapı henüz bilinmemektedir. Son olarak, Kale Mevkii Yapısı’nda kullanılmış farklı renklerdeki ve türlerdeki kaba yonu taşlar, Mylasa’daki Roma yapılarından sökülüp kullanılmış olabilir. Bu sebeple, yapıdaki malzeme tercihi ve inşa tekniği, su kemerinin Erken Bizans döneminde onarım görmüş bazı ayak cepheleri aynı dönemlere işaret ediyor olabilir. 6.2.3 Harç Yapıda tek tip harç kullanılmıştır ve içerisinde şu malzemeler yer almaktadır: İri taneli tuğla kırıkları, çakıl taşları ve kum, bağlayıcı olarak da kireç (Resim 42-43).28 Yapının duvar nişlerinde kullanılan harçta ise, yapıdaki genel harç kullanımına nazaran daha küçük boyutlarda agregaların (kum ve çakıl taşı) tercih edildiği gözlemlenmiştir. Harç içerisinde yer alan bu agregaların kullanımı uzun yıllardan beri bilinen ve Vitruvius tarafından da önerilmiş bir uygulamadır. 29 Ousterhout (2016), kireç ile birlikte bu agregaların kullanılma sebebini, kireci sertleştirmek ve kuruduğu vakit olası bir çatlamayı engellemek olduğunu söylemektedir (s. 149). Dahası, harç içerisinde tuğla kırığı ve tozu gibi agregaların kullanılması ile harca özel bir yoğunluk, sertlik kazandırıldığı ve harcın bir beton sertliğine ulaştığı hakkında fikirler yer almaktadır. Bu sayede dayanıklılığı yüksek, aynı zamanda hidrolik etkiye de sahip bir harç elde edilmektedir (Ousterhout, 2016, s. 149). Dolayısıyla, Roma döneminden beri bilinen ve uygulanan, Bizans döneminde de sürdürülen harç içerisinde birçok farklı agrega kullanımı Kale Mevkii Yapısı’nda da görülmektedir. Dahası, yapıdaki duvar cephelerinde iri taneli tuğla kırığı agregası kullanılmasından dolayı harçta pembemsi bir renk hâkimdir; ancak, bazı duvar cephesi ve kotlarında bu renk yoğunluğu değişmekte ve pembeye nazaran harca daha çok grimsi bir renk hâkim olmaktadır. Bunun sebebi, duvarın örme işlemi esnasında rastgele karıştırılan agregaların miktarı olmalıdır. Çünkü harç içerisine agrega karıştırma işlemi duvar ve tonoz gibi birimlerin Yapıda kullanılmış harç üzerinde herhangi bir analiz yapılmamıştır; bu sebeple, harç hakkında kesin ifadeler kullanılmamış, yalnızca gözlemler ve çeşitli karşılaştırmalar ile bir takım bilgilere ulaşılmıştır. 29 “Hatta nehir ya da deniz kumu kullanıldığında, üç ölçüde dövülüp elenmiş pişmiş tuğla kırığı ilave edilecek olursa, harç tam da kullanıma uygun kıvama gelmiş olacaktır.” (Vitruvius, II, 5, 1-3). 28 40 yapımı esnasında rastgele serpilir ve yapıma başlanır (Macdonald, 1982, s. 150). Dolayısıyla, yapıda, farklı türden harç kullanıldığı düşünülebilir; ancak, yapıda tek tür harç kullanılmıştır. Yapıyı 2000.li yılların başında ziyaret etmiş olan V. Ruggieri (2011), yapıdaki harç kullanımı hakkında şunları söylemiştir: “…Harç sıkı, sert görünümlü ve gri renge sahiptir; içerisinde çok miktarda kırık tuğla parçaları ve çakıl taşları barındırmaktadır…” (s. 507-508). Dahası, harç içerisinde bir çeşit volkanik kül olarak da adlandırılan sert ve siyah lapilli (taş) parçalarının bulunduğunu söylemiştir. Ruggieri’nin bir diğer önemli beyanı ise, nişlerin bulunduğu duvar cephesinde ve yapının genelindeki harç kullanımına atıfta bulunarak, yapıda, hidrolik sıva kullanıldığını söylemiş olmasıdır. Ruggieri, bu düşüncelerini destekleyecek herhangi bir fotoğraf, analiz veya veri sunmamıştır, yalnızca gözlemlere dayanarak fikirlerini belirtmiştir. Bu konunun irdelenmesindeki asıl neden, Ruggieri’nin hidrolik harç kullanımından kaynaklı yapının bir termal yapı olabileceğini söylemiş; yani, işlevini belirlemeye çalışmış olmasıdır. Öncelikle, 2018-2019 yıllarında yapmış olduğum arazi çalışması sonucu, harç içerisinde iri taneli tuğla parçaları, çakıl taşları ve kum gibi agregaların kullanımı dışında, harç içerisinde, volkanik herhangi bir malzeme gözlemlemedim. Yapının korumasız ve bakımsız olması sebebiyle, bazı cepheler yağmur, rüzgâr gibi birçok doğal dış etkene maruz kalmıştır. Dolayısıyla bu cephelerin bazılarında oksitlenme meydana gelmiştir ve aynı agregalardan meydana gelmiş olan harç, farklı renklerde veya değişime uğramış halde görülebilir. Yukarıda da belirtildiği üzere, harç içerisinde yer alan kırık tuğla parçaları, tüm yapıda aynı oranda yer almamaktadır. Yapının bazı kot ve cephelerinde, harç içerisinde yer alan agregaların miktarı da değişmektedir. Bu da farklı türden harçların kullanıldığı izlenimini vermiş olabilir. Sonuç itibariyle, harçta, hidrolik etki elde etmek için iri taneli tuğla parçası ve tozu kullanılmıştır. Dahası, yapılarda kullanılmış harç üzerinden yapının fonksiyonunu belirlemek sağlıklı olmayan bir yöntemdir. Bunun sebebi, yapıya yaklaşık 8 km uzaklıktaki Labraunda Antik kentinde yer alan Geç Antik dönem kilise ve hamam yapısında aynı agregaların kullanıldığı harcın, iki farklı işleve sahip yapıda kullanılmış olmasıdır (Blid, 2016, s. 20, 85 ve 91). Bu sebeple harç, tamamıyla yapının fonksiyonunu göstermez; sağlam yapılar inşa etme isteği ile de tercih edilebilir. 41 7. ROMA’DAN BİZANS’A MALZEME VE İNŞA TEKNİKLERİ 7.1 Roma: Temel İnşa Malzemeleri ve İnşa Tekniklerinin Ortaya Çıkışı İtalya yarımadası, Roma’nın cumhuriyet döneminden önce çeşitli Latin topluluklarının, Helenlerin ve Etrüsklerin iskân alanıydı. Bu kavim ve topluluklar yarımadanın batısındaki Latium, Campania ve Etruria bölgelerine yerleşmişlerdir (Resim 44-45). M.Ö. 8. yüzyılda Etrüskler – Roma’ya da sınır olan – Etruria bölgesine yerleşerek, bölgeye şehirleşme anlamında diğer kavim ve topluluklardan daha ileri bir kent devlet düzeni kurmuştur. Roma’nın Etrüskler ile olan ilişkisi, diğer kavim veya topluluklardan daha yakındır; bu sebeple, Etrüsk ve Roma’nın siyasi ve mimari etkileşimine kısaca değineceğim (Tekin, 2016, s. 182-187). M.Ö. 7. yüzyılda, yarımadadaki en büyük askeri ve siyasal güç Etrüsklerdi; bu sebeple, birçok topluluk üzerinde egemenlik kurmuş ve bölgedeki sınırlarını düzenli olarak genişletmiştir. Bu kavim, M.Ö. 616 yılında Roma’yı da egemenliği altına almış ve M.Ö. 510 yılına kadar yönetmiştir (Tekin, 2016, s. 187-189). Etrüskler idari, mimari ve kent düzeni oluşturabilme konusunda Roma’dan daha ileri bir seviyedeydi ve az gelişmiş olan Roma’yı kendi düzenleriyle kentleştirmeye başlamışlardır. Bu dönemde Roma’nın etrafı surlarla çevrilmiş, kanalizasyon sistemi kurulmuş ve ticari bir merkeze dönüştürülmüştür (Diakov ve Kovalev, 2011, s. 46-47). Romalılar, kendilerine ilham olacak kent düzeninin temelini ve birçok farklı işlevdeki yapı örneğini bu dönemde deneyimlemiştir. Nitekim Roma’yı yöneten Etrüsklü Tarquinius ailesinin yönetimine M.Ö. 510 yılında Roma aristokrasisi tarafından son verilmiş, Roma’daki Etrüsk egemenliği son bulmuş ve cumhuriyet yönetimine geçmiştir. Dolayısıyla, Romalıların Etrüsklerle idari, mimari ve diğer birçok alandaki etkileşimi bu tarih aralığında başlamıştır (Stamper, 2005, s. 8; Şenel, 2013, s. 202-203; Demircioğlu, 2019, s. 17). Etrüsk ve Yunanlıların yarımadaya hâkim olduğu dönemlerdeki temel inşa malzemesi kesme taştır. Yapıların ana birimi olan duvarlar, taşların birçok farklı şekillerde 42 yontulup ve bu yontma işlemine göre geliştirilen yöntemlerle örülürdü. Düzenlenmiş bu taşlar ile duvar yapımı şöyledir: Öncelikle, iç dış duvar olmak üzere bir diğerine paralel olacak şekilde kesme taşlar ile iki ayrı duvar örülür. İki ayrı cephenin sabitlenmesi ve birbirine bağlanabilmesi için duvarın her iki cephesi dikine yerleştirilmiş bir diğer kesme taş (atkı taşı/kenet taşı) ile bağlanır ya da iç kısım dolgu (kerpiç, moloz taş) malzemeleriyle doldurulup duvar yapımı tamamlanır (Resim 46) (Akarca, 1998, s. 112-113; Fırat, 2016, s. 4-12). Bu duvarların en önemli özelliği cephelerdeki taşların belirli bir biçimi olması, harç kullanılmadan örülmüş olmaları ve bir duvarın diğerine taş ile bağlanmasıdır. Bu malzeme kullanım ve duvar örme yöntemleri hem Helen hem de Etrüsk etkisi altındaki bölgelerdeki yapılara işlevi fark etmeksizin – sivil yapılar hariç – sıklıkla uygulanmıştır. Dolayısıyla, düzenlenmiş taşlar ve bu teknik ile örülen duvarlar yarımadaya Helenler ve Etrüskler tarafından taşınmıştır (Adam, 2005, s. 192). Yapım yılı kesin olarak belirlenememiş, ancak, Etrüsklü yöneticilerin Roma’dan kovulmasından hemen sonraki bir tarihe (M.Ö. 525-509) atfedilen Capitoline tepesindeki Jupiter Optimus Maximus tapınağı, Romalıların en erken tarihli yapı örneğidir. Bu tapınağın önemi, yapımında kesme taş kullanılması ve formunun Etrüsk tapınaklarının bir benzeri olmasıdır (Stamper, 2005, s. 6; Ward-Perkins, 2003, s. 11). Bu örnek, Roma’nın, Etrüsklerden mimari anlamda etkilendiğinin başlangıç evresidir. M.Ö. 4. yüzyılda inşa edilmiş Perugia ve Roma’daki kent surları, Helen tipini; yani, benzer boyutlardaki taşlar ile düzenli sıralar halinde örülen duvar örneklerini temsil eder. Bu malzeme kullanımı ve yöntem ile duvar yapımı cumhuriyet dönemi boyunca devam etmiştir. Dahası, Vitruvius, Helenlerin bu duvar yapım tekniğine emplekton (örgülü duvar) olarak isimlendirdiğini ve bu duvar yapım yönteminin Romalılar tarafından da uygulandığını belirtmesiyle, Romalıların geçmişindeki uygarlıklardan yapım yöntemlerini öğrendiği anlaşılmaktadır (II, 8, 7). Dolayısıyla, Roma mimarlığının ilk evreleri (malzeme tercihi ve inşa teknikleri) Helen-Etrüsk etkisiyle başlamış ve uzun yıllar uygulanmıştır (Adam, 2005, s. 191-192 ve 196-199). Romalı inşa ustaları, zaman içerisinde, örgülü duvar yapım yöntemine kendi özgünlüğünü yansıtmıştır. Duvar gelişimin bu aşamasında, gelişime önemli etki etmiş ve yön vermiş olan harçtan bahsedeceğim. Harç, kireç içerisine kum, çakıl ve tuğla kırığı gibi farklı türden birçok âtıl materyal karıştırılabilen bir bağlayıcıdır (Hasol, 2012, s. 200). Harç içerisinde farklı türden materyallerin karıştırılıyor olması, harcın, 43 aynı zamanda bir gelişim evresi olduğunu gösterir. Örneğin, inşa malzemelerini – her ne kadar farklı ihtiyaçlar doğrultusunda olsa da – bağlama gereksinimi Eski Çağ’larda da vardır (Naumann, 2019, s. 57; Wright, 2005, s. 85); ancak, bu kullanım, Romalıların kullandığı harca göre oldukça ilkel ve aynı amaçlar için üretilmemiş veya kullanılmamış türdendir. Çünkü harç, kerpiç gibi ilkel yapılarda toprak ve samanı su ile kararak da elde edilebilir/bağlayıcı özellik kazandırılabilir bir malzemedir (Hasol, 2012, s. 200). Harcın gelişimine en etkili katkı Romalılar tarafından yapılmıştır: Kireç içerisine, bir çeşit volkanik kum/toz olan pozzolana karıştırıldığında, kireçle birleşerek su karşısında sertleşme yeteneği kazanan oldukça dayanıklı bir bağlayıcı elde edilmiştir (Hasol, 2012, s. 384). Vitruvius, De Architectura adlı eserinde bu kullanımından bahseden ilk kişidir. 30 Puzolanik harca bu isim, İtalya’daki Pozzuoli kentinden gelir ve yarımadanın – Roma’ya da oldukça yakın – Campania ve Latium bölgelerinde çok miktarda bulunduğundan temin edebilme sorunu yaşanmamış ve yoğun miktarda kullanılmıştır (Adam, 2005, s. 142). Sonuç itibariyle, kireç, önceleri yalnızca basit bir bağlayıcı maddeyken, Romalılar, yapmış olduğu bu katkı ile terimin içeriğini değiştirmiş, suya dahi dayanıklı bir bileşen meydana getirmişlerdir. Harçtaki bu değişim, duvar gelişimine nasıl yansımıştır? Öğrenilmiş/geleneksel kesme taş örgülü duvar tekniğinin kullanımına ek olarak Romalılar, opus caementicium duvar tekniğini geliştirmişlerdir. Opus caementicium nedir? Caementa/caementicium, işlenmemiş taşın adıdır. Yani bu malzeme, düzenlenmiş taşın tam zıt manada olanıdır (Vitruvius, II, 4, 1). Caementa, kireç, kum ve puzolan ile karıştırıldığında opus caementicium, yani Roma betonu ortaya çıkar ve aynı zamanda bir duvar tipinden bahsedilmiş olunur (Adam, 2005, s. 129). Opus caementicium terimi Romalılar tarafından kullanılan bir terim olmamıştır; Vitruvius bu terimi kullanmamış ve düzenlenmemiş taşlar ile örülen harçlı duvarlar; yani, caementiciae structurae demiştir (II, 4, 1; Lancaster, 2015, s. 20-21). Opus caementicium duvarlarının yapım yöntemi tümüyle bir yenilik değildir. Duvarlar hâlâ Klasik ve Helenistik yöntemlerde olduğu üzere, iç ve dış duvarı oluşturup aradaki kısmın doldurulduğu yöntemdir; değişimin en önemli kısmı ise şudur: Bu yöntemde iç ve dış duvar atkı taşı bağlanmıyor, duvarlar, puzolanik harç ile tutturulmuş moloz “Bu toz, kireç ve moloz taşla karıştırılınca her türlü yapıyı dayanıklı kılmakla kalmaz, denizde kurulacak iskeleler bile onun sayesinde suyun altına sağlam oturmasını sağlar” (Vitruvius II, 2, 1-6). 30 44 taşlar, yani opus caementicium ile doldurularak bağlanıyordu. Ancak, Roma betonu akışkan bir bileşendir; dolayısıyla, bu bileşenin sabitlenmesi gerekmiştir. Romalı yapı ustaları bunun için şu çözümü geliştirmiştir: Önce bir diğerine paralel ahşap bir kalıp meydana getirerek iç kısmını opus caementicium ile doldurmuşlardır. Ardından – beton henüz yaş iken – duvar cephesini farklı formu bulunan birçok çeşit taş ile kaplayıp beton duvar yapımını deneyimlemişlerdir (Resim 47) (Vitruvius, II, 8, 7-8; Adam, 2005, s. 200-202). Önceki kısımlarda, Roma duvar yapımına özgünlüğünü yansıtmıştır ifadesi ile belirtilmek istenen tam olarak budur: Deneyimler sonucu elde ettiği bağlayıcı ile kendi geliştirmiş olduğu çözümleri duvarlara uygulayabilmiştir. Forum Boarium’daki Portunus Tapınağı (M.Ö. 120-80) en erken opus caementicium (Roma betonu) kullanım örneklerindendir (Resim 48). Tapınağın form ve mimari detayları (tapınak podyumu, ön cephesi, İyonik sütunları) Helen ve Etrüsk etkisi altında gelişim göstermiş geleneksel bir Roma tapınak örneğidir (Stamper, 2005, s. 6265). Yapımında kesme taş ve mermer kullanılmıştır; ancak, bu tapınağın diğerlerinden farkı, tapınağın temelinde yaklaşık üç metre yüksekliğinde opus caementicium kullanılmış olmasıdır. Yapının temelindeki bu kullanım, betonun temele katacağı sabitlik ve ağır yükü taşıyabilme potansiyelinin görülmesinin yanında, baskıyı zeminde dağıtması ile Romalıların, mermer ve kesme taş temelli inşaları da terk edip, opus caementicium’a yönelmesine neden olan önemli bir etken olarak görülmektedir (Adam, 2005, s. 200-202; Stamper, 2005, s. 65). Dolayısıyla, opus caementicium yapıların yalnızca duvarlarını değil, yapıların temellerine dek ulaşmış ve geleneksel yöntemlerin değişime etki etmiştir. Bu beton, duvar yapımının yeniden yorumlanmasını sağlayarak, farklı türden duvar örgülerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Opus caementicium duvar yapımında önce duvarın çekirdeği oluşturulur ve cepheler farklı ebatları bulunan taşlar ile kaplanırdı. Bu cepheler örgüde yer alan taşlara göre isimlendirilmiştir. Örneğin Opus incertum, düzensiz veya farklı ebatları bulunan küçük taşlarla duvar cephelerinin kaplandığı tekniğin adıdır (Resim 49). Opus reticulatum ise, küçük kare taşların cephede diyagonal bir şekilde bir araya getirilmesidir. Bunun yanında geleneksel isodom örgüye oldukça benzer kesme taşların yan yana dizilmesiyle oluşturulan opus vittatum 45 örgüsünün kullanımına da, imparatorluk sınırları içerisinde devam edilmiştir (Fırat, 2016, s. 16).31 Bir diğer etken ise, taş duvar örgülere tuğlanın eklenmesidir. Tuğla, inşaatlar için yeni bir malzeme değildir ve tarihsel olarak uzun bir kullanım süreci yer alır. 32 İtalya yarımadasındaki en erken tuğla örnekleri Roma’nın cumhuriyet dönemi öncesine dek uzanır (Lancaster, 2015, s. 42-43). Ancak, tuğlanın kullanıldığı bu erken örnekler üretildiği malzeme, yöntem ve yapılarda kullanıldığı birimler bakımından Roma’nın M.S. 1. yüzyıldaki üretim ve kullanımıyla mukayese edilemeyecek derecede farklıdır. Örneğin, erken dönem tuğla örnekleri büyük oranda güneşte kurutulmuş terracotta, çamur ve kerpiçten üretilmiştir (Wright, 2005, s. 87). Ancak, M.Ö. 4. yüzyıl itibariyle tuğlalar atölyelerde pişirilmeye başlanmıştır: Roma döneminde hem güneşte kurutulmuş hem pişmiş tuğla kullanım örnekleri vardır. Pişmiş tuğla, kerpiç tuğlaya nazaran yoğun ısı ve neme daha dayanıklıdır; dolayısıyla, pişmiş tuğla ile örülmüş duvarlar daha gelişmiş bir üretimin ürünüdür (Gerding, 2006, s. 355-356). Bu farklılığa Helenlerin tuğla kullanımları da dâhildir: Helenler, tuğlaları yalnızca çatılarda ve duvar cephelerinde dekoratif malzeme olarak kullanmaktadır (Dodge 1984, s. 10-14).33 Bu farklılığı, gelişimi ve tuğla kullanımındaki artışın sebeplerini, aralarında bağlantı olduğunu düşündüğüm şu konular ile birlikte açıklayıp, örneklendireceğim: Tuğlanın üretim işlemi, yapıların hangi birimlerinde kullanıldığı, artışa neden olmuş teknik ve siyasi etkiler. Ousterhout (2016) tuğla yapımını şöyle açıklar: “Süreç, çamur haline getirilen kilin ocaktan çıkarılmasıyla başlar, kil, sığ bir çukura konulur ve çapa ya da ayaklar aracılığıyla suyla karıştırılırdı. Ardından bir geceden bir haftaya kadar değişebilen bir süre için öyle bırakılırdı… …üç kişilik bir atölye günde 4.000 tuğla hazırlayabilirdi…” (s. 144). Bu doğrudan alıntı ile birlikte tuğla üretiminin, taş ve mermer ocaklarındaki zahmetli ve masraflı işçiliği düşünüldüğünde, daha ucuz ve asgari zahmetle üretilebilir bir malzeme olduğuna şüphe yoktur. Dahası, tuğla, nehir ve kil yataklarının olduğu her yerde üretimi gerçekleştirilebilir. 34 Bu sebeple, tuğla üretiminde bulunacak bir Bu duvarların Roma’daki örneklerinin listesi için bkz. Adam, 2005. Tuğlanın, M.Ö. 2 binli yıllarda inşa edilmiş Sümer ziguratlarından M.Ö. 4.-5. yüzyıla tarihlenen Maussollos’un sarayına dek kullanıldığı uzun bir tarihsel süreç vardır (Roth, 2006, s. 220-221; Vitruvius, II, 8, 10; Naumann, 2019, s. 52-53). 33 Kroisos (M.Ö. 6. yüzyıl) ve Maussollos (M.Ö. 4.-5. yüzyıl) sarayları bu kullanımlara örnek olarak verilebilir (Vitruvius, II, 8, 10). 34 İtalya yarımadası, verimli arazileri ve zengin akarsu kaynakları ile tuğla üretimine oldukça elverişli bir bölge oldu göz ardı edilmemelidir. 31 32 46 bölge veya kentin üretimi gerektiren bu altyapıya kesinlikle sahip olması gerekir. Sonuç olarak, tuğlanın, inşa programlarına dâhil edilip, kullanımının artmasında temin edilebilirlik durumu, üretimindeki kolaylık ve asgari zahmet önemli etkenlerdir. Ek olarak, Roma imparatorluğu sınırları içerisindeki bölgelerde tuğla boyutları arasında uyum yoktur: Bu boyutsal farklılık yarımadanın sınırları içerisinde dahi böyledir. Örneğin, Roma şehrinde 25-29x3-3,5 cm boyutlarında iken, yarımadanın kuzeyindeki kentlerde tuğlalar daha kalındır. Bunun yanı sıra, Romalıların yaklaşık 60 cm boyutunda ‘bipedales’ olarak adlandırılan tuğlaları da vardır (Kâhya, 1991, s. 20). Tuğla, birçok ölçü ve formda (üçgen, kare, dikdörtgen ve dairesel) üretilebilir bir malzemedir (Adam, 2005, s. 104-114; Vitruvius, II, 3, 4). Farklı form ve ölçülerde üretilebiliyor olmasının önemi şudur: Duvarlar uzun yıllardan beri kesme taşlar ile örülmekteydi ve bu duvarları, beşeri veya doğal sebepler sonucu yaşadığı yıkımların ardından onarmak oldukça zahmetli bir işlemdir. Tuğla ise, istenilen ölçü ve formlarda üretilebildiği için, yeniden onarımlara veya eklemelere yönelik kolayca üretilebilir ve kullanılabilir. Örneğin, Pompeii’de M.S. 62 yılında yaşanan büyük depremde hasar gören hamamların duvar cepheleri tümüyle tuğla ile yeniden onarılmıştır ve örülmüştür. Dahası, deprem sonucu yıkım yalnızca hamamlarda değil, sivil ve kamusal birçok yapıda da görülmüştür. Onarılan bu yapıların büyük çoğunluğunda kaba yonu taş ve tuğla kullanılması, tuğlanın, M.S. 1. yüzyılda kullanılan önemli bir alternatif onarım malzemesi olduğunu gösterir (Adam, 2005, s. 303-304). M.S. 1. yüzyılın sonlarına doğru opus incertum ve reticulatum vd. duvar örgülerinin yanında, örgüde taş ile birlikte tuğlanın da kullanıldığı yeni cepheler ortaya çıkmıştır. Bu, tuğlanın ilk defa duvar örgülerinde kullanıldığı tarih değildir; tuğlanın yüzyıllardan beri kullanıldığı belirtilmiştir. Fakat M.S. 1. yüzyıl itibariyle, tuğlanın üretim ve duvarlardaki kullanımında – önceki dönemlerde olmadığı kadar – standartlaşacak süreç başlamıştır. Tuğla, öncelikle duvarların cephelerinde kullanılmıştır: Cephelerin köşe noktalarında ve ardından duvar boyunca devam eden çoklu şeritler halinde düzenlenmiştir (Resim 50) (Adam, 2005, s. 277-279 ve 290292). Duvar cephelerindeki bu tuğla ve taş almaşıklığına opus mixtum adı verilmiştir (Ousterhout, 2016, s. 143; Hasol, 2012, s. 32). Opus mixtum duvar tipi, yüzyıllar boyu süren geleneksel kesme taş işçiliğinin yanında, alışılmışın dışında bir uygulamadır. Benzer veyahut farklı ebattan taşları tuğla ile birlikte beton duvar merkezinin kaplaması olarak kullanmak, duvarcılık anlayışına önemli derecede etki etmiştir. 47 Örneğin bu yöntemde, farklı örgü düzenlerini belirleyen taşlar ile birlikte tuğla da aynı cephe örgüsünde kullanılmış ve yeni duvar tipleri ortaya çıkmıştır: Opus mixtum incertum, opus mixtum vittatum, opus mixtum reticulatum. Dolayısıyla opus mixtum duvar tipi, yapı duvarlarına adapte edilmiş ve uzun yıllar kullanılacağı dönem başlamıştır. Tuğlanın duvarlar dışındaki diğer kullanım alanı ise, yapıların örtü sistemidir: Kubbe, tonoz ve kemer. Bu birimlerin – tıpkı duvar örneklerinde olduğu üzere – İtalya yarımadasının Helen ve Etrüsk hâkimiyeti altındaki bölgelerde, bu uygarlıklara ait Roma öncesi örnekleri vardır. Ancak, bu erken örneklerde kullanılan malzeme tuğla değil, kesme taştır. Bu örneklerden günümüze birkaç sur ve mezar yapısı ulaşmıştır. İtalya’da Casal Marittimo ya da Montagnola olarak adlandırılan mezar yapısı bunlardan biridir (Resim 51). Yapıda, kesme taşlar üst üste konumlandırılarak kubbe denemesinde bulunulmuştur; ancak, üst kotlarda istenilen form yakalanamadığı için kubbe merkezine bir destek ayağı konulmuş ve örtü desteklenmiştir (Adam, 2005, s. 321). Bu kubbe denemesi her ne kadar başarısız da olsa, Roma öncesine tarihlenen ve yarımadadaki en erken örneklerden biri olduğu için bahsedilmiştir. Kemer ve tonozların erken örnekleri ise daha çok sur duvarlarındaki pencereler, koridorlar, mezar yapıları ve kent kapılarındadır. Bu birimler kemer taşı (voussoir) ile örülmüştür.35 Örme işleminin en temel ve basit anlatımı şöyledir: İki yanda bulunan sütun veya taşıyıcı ayak arasındaki açıklığı, kemer taşlarını bir diğerini destekleyecek şekilde konumlandırarak örme/örtme. Kemerin yarım daire formunu tam olarak sağlayabilmek için ahşap yapı iskeleleri kurulur, yarım daire çember veya yay merkezlenir ve yapım tamamlanır (Hasol, 2010, s. 242 ve 250; 2012, s. 155). İtalya’nın Magna Graecia bölgesinde Romalıların Paestum olarak adlandırdığı kentteki surların pencereleri, bu kemer yapımına yarımadanın güneyinden verilecek erken örneklerden biridir. Bu taş kemerlerin diğer örnekleri ise şöyledir: Lucania’daki liman giriş kapısı (M.Ö. 4. yüzyıl), Falerii Novi’deki Jüpiter kapısı (M.Ö. 3. yüzyıl), Paestum’daki Siren kapısı (M.Ö. 3. yüzyıl), Pompeii’deki Nolan kapısı (M.Ö. 200) (Adam, 2005, s. 319320 ve s. 333-340). Bu yapılar, Romalıların, bir zamanlar Helen ve Etrüsk hâkimiyeti altında olan bölgelerden örtü sistemlerinin yapımını öğrenip uygulamış olduğu, Adam’a göre (2005) “…belki de bizzat Helen veya Etrüsklü mühendisleri inşaatlarda Yunanlıların önemli taş kemer örnekleri Anadolu’da yer almaktadır; bu sebeple, bu örneklere bir sonraki başlık olan ‘Değişen Batı Anadolu Kıyıları’nda değinilmiştir. 35 48 çalıştırdıkları…” örneklerdir (s. 319). Taş kemer ve tonoz yapımı cumhuriyet döneminde sıklıkla uygulanmıştır. İmparatorluk döneminde ise, bazı kentlerde devam etmiş bazı kentlerdeki kullanımlarında önemli derecede azalma olmuştur (Macdonald, 1982, s. 149). Azalmanın sebebi ise, örtü sistemlerinin yapımında taş yerine tuğla kullanılmaya başlanmasıdır. Kemer ve tonozlardaki tuğla kullanımından söz etmeden önce, yarımadadaki taş kemer ve tonoz örneklerinin varlığına ve yoğun kullanımına, değişimi görebilmek için değinilmiştir. Bu malzeme değişikliğinin ekonomik ve teknik kazanımları vardır: Malzemenin ucuza mâl olması ve asgari miktardaki zahmetin, tuğlanın üretim ve temin kolaylığı ile ilgili olduğuna değinmiştim. Teknik kazanımları ise şöyledir: Örtü sistemlerinde taş yerine tuğla kullanılması, örtü ve geçiş birimlerinin daha hafif olacağı anlamına gelir. Örtünün hafif olması ise, daha kolay bir inşa veya onarım demektir: Bu da hem teknik hem de ekonomik bir avantaj veya kazanımdır. Tuğlanın Roma betonu ile birlikte; yani, sonradan katılaşan maddeler ile kullanılması, üst örtü birimlerinde istenilen geometrik formların – kesme taşa nazaran – daha kolay verilmesini sağlar. Üst örtü birimlerinde yaşanacak herhangi bir teknik problem, yıkım, çökme veya ekleme, tuğla ile daha ucuz, hızlı ve kolaydır. Dahası, tuğla, farklı ebatları bulunan taşlara nazaran, düz formu ile harç bağlantılarını, kuvvetin bir tuğladan diğerine aktarılması konusunda hem teknik düzen getirmiştir hem de yapıma hız kazandırmıştır. Çünkü düzensiz şekil ve ebatları olan taşlar, tuğlaya nazaran daha fazla harç gerektirir. Sonuç itibariyle, yapıların üst örtü birimlerinde tuğla ve opus caementicium birlikteliğinin inşaatlara katmış olduğu ekonomik ve teknik kazanımlar, imparatorluk döneminde kesme taş kullanımını azaltmış ya da karşısına önemli bir alternatif malzeme birlikteliği olarak çıkartmıştır (Lancaster, 2015, s. 45). Yapımı M.Ö. 174 yılında tamamlanan Tiber nehrinin kıyısındaki Porticus Aemilia (depo binası), Roma betonu ve tuğla ile kemer ve tonozların yapıldığı en erken örneklerden biridir. Günümüze çok az bir kısmı ulaşabilmiş olan yapının tahmini restitüsyonu hazırlanmıştır (Resim 52). Yapının kalıntı ve restitüsyonu incelendiğinde, taşıyıcı ayaklarının çekirdeği ve örtü birimlerinde Roma betonunun kullanıldığı, duvar cephelerinin ise taş ile kaplandığı görülür (Resim 53). Bu malzeme kullanım ve inşa yöntemiyle, yapı, değişen duvar yapımlarına da erken örnek olarak gösterilebilir. Dahası, yapının üst örtü sistemi beşik tonoz ile örtülmüştür: Yapı, örtü sisteminde opus caementicium’un kullanıldığı en erken beşik tonoz örneklerinden biridir (Adam, 2005, 49 s. 143; Lancaster, 2015, s. 208). Ayrıca bu yapı, yukarı kısımlarda sözü edilen tuğla ve harcın yapımlara kazandırdığı hıza önemli bir örnektir. Böylesine büyüklüğe sahip bir yapının her bir odasının duvarlarını, pencerelerini, kemer geçişlerini ve örtü sistemini kesme taş ile örmek oldukça zaman alacak ve maliyeti yüksek olacak bir işlemdir. Opus caementicium ve tuğla ile yapım çok daha kolay, ucuz ve hızlı olduğuna şüphe yoktur. Capitoline tepesindeki Tabularium (devletin resmi arşiv binası), opus caementicium’un, yapının örtü sistemi ve duvarlarında kullanılan bir diğer erken döneme ait yapı örneğidir (Resim 54). Duvar cepheleri bu kez taş ile değil, büyük oranda tuğla ile örülmüştür. Kemerler, Roma’ya özgü tüf taşlarıyla yapılmış ve hollerin üzeri beşik ve pavilion tonozlar ile örtülmüştür. Beşik tonozlar, yarım daire şeklinde basit olarak düzenlenmiştir: Tonozların merkezinde kemer taşı kullanılmamış, sanki ‘kemer taşı’ varmış gibi basitçe opus caementicium ile örülmüştür. M.Ö. 13-11 yılında inşa edilmiş olan Roma’daki Marcellus tiyatrosundaki duvarların merkezi opus caementicium dolgu, cepheleri ise tuğla örgüdür. Yapının tonozlarında sistemli bir şekilde Roma betonu kullanılmaya devam edilmiştir. Dolayısıyla, örtü sisteminde beton kullanarak tonoz yapımının benimsenip, kullanımına devam edilmesi bakımından oldukça önemli örneklerdir (Lancaster, 2005, s. 5, 35, 59 ve 89; Macdonald, 1982, s. 9-10; Stamper, 2005, s. 85). Roma’daki Colosseum (M.S. 80) opus caementicium ve tuğlanın kullanıldığı bir diğer anıtsal yapıdır. Bu yapıyı diğerlerinden ayıran özellik, örtü sistemine ait birimlerin (beşik kemer ve tonozların) oturduğu duvarlar veya destek kısımlarında taş yerine tuğla kullanılmış olmasıdır: Çünkü yapıların bu birimleri önceleri tümüyle taş ile meydana getirilirdi (Lancaster, 2015, s. 39). Roma kentindeki yapıların üst örtü birimlerinde opus caementicium ve tuğlanın kullanıldığı diğer örnekleri şöyledir: Castra Praetoria (M.S. 21-23), Domus Aurea (M.S. 64), Augustus Mozolesi (M.S. 1. yüzyıl), Munatius Plancus Mozolesi (M.S. 1. yüzyıl), Domus Tiberiana (M.S. 1. yüzyıl), Domitianus Sarayı (M.S. 1. yüzyıl) ve Trajan Pazarı (M.S. 2. yüzyıl başları). Bazı örneklerin açıklamaları şöyledir: Domitianus Sarayı’ndaki hollerin beşik kemer ve tonozların yapımında moloz taş ve tuğla kullanılmıştır (Resim 55). Trajan Pazar’ındaki revaklar, pencereler, iç mekânlardaki nişlerin üzerindeki beşik kemer ve tonozları taşıyan destek birimlerinin yapımında tuğla kullanılmıştır. Sonuç olarak, tuğla, cephelerdeki onarım ve tek tük kullanımlarına nazaran, yapıların yalnızca 50 duvarlarında değil, aynı zamanda örtü ve geçiş birimlerinde de kullanılmıştır. Bu kullanımın M.Ö. 2. yüzyıl ile başladığı ve M.S. 1.-2. yüzyıl itibariyle örneği verilmiş bu anıtsal yapılar ile kullanımının düzenli hâle geldiği söylenebilir (Macdonald, 1982, s. 41-95; Adam, 2005, s. 289-90 ve 319-400; Lancaster, 2015, s. 39-67; 2005, s. 1-21). Ancak, her ne kadar tuğlanın yapılardaki kullanım miktarında büyük bir artış yaşanmış ve destek birimleri gibi strüktürün bazı kısımlarında daha önce olmadığı şekliyle kullanılıyor olsa da, tuğla, hâlâ yapıların birincil inşa malzemesi değildir. Çünkü yapıların ana birimi olan duvarlar veya üst örtü birimleri tümüyle tuğla ile örülmüyordu: Duvar cephelerini kaplama, çeşitli onarım veya eklemelerde kesme taşlar ile birlikte kullanılıyordu. Cephelerin tümüyle tuğla ile örüldüğü yapı örnekleri ise, M.S. 4. yüzyıldan itibaren görülecektir: Örneğin, Trier’deki Konstantin Bazilikası’nın dış cepheleri tümüyle tuğla ile örüldüğü en erken örneklerden biridir (Adam, 2005, s. 301). Yukarıda verilmiş olan örnekler, tuğla ve opus caementicium’un yapılardaki kesme taş kullanımına alternatif diğer malzeme birlikteliğinin olduğu örneklerdir. Genel anlamda da – bazı bölgelerin hâlâ geleneksel kesme taş kullanımından vazgeçemediğini belirterek – tuğlanın duvarlardaki taş kullanımını azalttığı söylenebilir. Dolayısıyla Roma betonu ve tuğla birlikteliği, Roma yapılarındaki duvar ve örtü sistemlerindeki malzeme tercih ve yöntemlerini önemli ölçüde değiştirmiştir. Değişen duvar ve üst örtü birimlerindeki inşa malzemelerini ekonomik ve teknik kazançlarıyla birlikte, belli başlı anıtsal örnekler üzerinden kullanımındaki artışa değindim. O halde, tuğlanın M.Ö. 2. yüzyıldan beri yapılarda kullanılırken, neden M.S. 1. yüzyıldaki üretimde büyük bir artış olmuştur? Malzemenin üretim ve kullanımının artışındaki sebepler, yalnızca inşaatlardaki kolaylıklar veya farklı formlarda birimler üretmekle açıklanamaz. Dahası, inşaatlarda kullanılacak malzemelerin, yapı ustalarının kontrolünde veya tercihinde olduğuna dair hiçbir veri bulunmamaktadır. Ancak devletin, yani yönetim ve karar mekanizmasının tuğla üretiminde büyük bir rolü bulunmaktadır. Tuğlanın, düşük üretim maliyeti, onu zamanla kâr getiren bir yapım malzemesine dönüştürmüştür. Bunu, üretimin kontrol ve denetiminin M.S. 1. yüzyılda devletin çeşitli departmanları tarafından denetlenip vergilendirilmesi ve üretimin bizatihi olarak imparatorun tekeline geçmesi ile anlamak mümkündür. Çünkü malzemenin yoğun miktarda üretilip kullanılmaya başlanması, aynı zamanda denetlenebilir olmasını gerektirmiştir. Dahası, imparatorluk sınırları 51 içerisinde büyük arazileri bulunan kişilere, kil yataklarının olduğu yerlerde üretim merkezleri kurulması konusunda bir takım haklar verilmiştir. Bu, tuğla üretim ve kullanımının devlet eliyle teşvik edilmesi olarak da yorumlanabilir. Dahası, tuğla üretimi gerçekleştiren toprak sahipleri, ileriki zamanlarda inşaatlarda kullanmak amacıyla tuğla stokları yapıyor ve bu durumun pazarını dahi oluşturuyordu (Lancaster, 2015, s. 66-69; Macdonald, 1982, s. 150). Dolayısıyla tuğla, M.S. 1. yüzyılda imparatorluk projesi hâline gelmiş ve malzemenin kârlı geliri sayesinde üretimi M.S. 1. yüzyılda büyümesindeki siyasi etkidir. Sonuç itibariyle, Roma’nın cumhuriyet dönemi mimarisi Etrüsk ve Yunan uygarlıklarının etkisiyle şekillenmiştir. Yapı duvarlarında gelenek haline gelen kesme taş kullanımı, M.Ö. 3. yüzyıl itibariyle farklı kullanımlara evrilmiştir: Kesme taşlar, önceleri kabaca düzenlenmiş taş parçaları ile daha sonraki dönemlerde ise tuğla ile bir arada kullanılmaya başlanmıştır. Bu değişim imparatorluk sınırları içerisindeki tüm bölgeleri içermez; yalnızca başkent Roma’daki anıtsal örnekler üzerinde durulmuştur. Ayrıca, söz konusu değişimi imparatorluk sınırları içerisindeki kentler ile bir arada ele alıp, tarihsel bir sıraya koymak oldukça zordur. Çünkü ortaya çıkan yeni inşa malzemeleri veya teknikler her ne kadar revaçta da olsa, değişim ve dönüşüm hızını dizginleyen yerel malzeme kullanım gelenekleri olmuştur. Bu geleneklerin terk edilmesi veya kullanımındaki azalma imparatorluk sınırları içerisindeki tüm bölgelerde farklılık gösterir (Dodge, 1984, s. 10). Bu sebeple, kullanımının azaldığı söylenen kesme taş malzemesi, hiçbir dönem tamamıyla kullanımdan çıkmamıştır, imparatorluk sınırları içerisinde sürekli olarak bir istisna kent yer almıştır: Örneğin, bir sonraki başlıkta değinilecek olan Anadolu’nun batısındaki bazı kentler. Yine de, bu, taş kullanımına önemli derecede bir limitin geldiğini ve tuğlanın, yapılarda temel inşa malzemesi haline geleceği sürecin başlangıcı olduğu gerçeğini değiştirmez (Dodge, 1984, s. 10; Adam, 2005, s. 104). İnşa malzemelerindeki değişim önce duvarları sonra da üst örtü birimlerine olan bakış açısını değiştirmiştir. Bu değişim duvar ve üst örtü birimleri için daha az maliyet ve iş gücü anlamına geldiği gibi, onarımlarda kolaylık ve farklı formlarda birimler üretebilmenin de önünü açmıştır. Örneğin, farklı formda tonozlar ve daha geniş kubbeler yapabilmeyi mümkün kılmıştır. Eğer duvar ve üst örtü birimlerine olan bakış açısı değişmeseydi; yani, yapılara Roma’nın cumhuriyet dönemindeki gibi bakılmaya devam edilseydi, Pantheon gibi devasa bir kubbe kesme taşlar ile inşa edilebilir miydi 52 sorusunun sorulması gerekir (Kleiner, 2009). Bu değişimdeki tek etken Romalı yapı ustaları değildir: Roma, geçmişindeki uygarlıklardan ve egemenliği altına aldığı birçok bölgeden inşa teknikleri öğrenmiştir. Ancak, Romalı yapı ustaları değişimin oldukça önemli bir sebebi olarak anılmalıdır; çünkü Roma, öğrenmiş olduğu yöntemleri geliştirip Ward-Perkins’in de (2003) belirttiği gibi “…imparatorluğun başkentinde uygulayabilecek kadar cesaretli ve empirik yapı ustalarına sahiptir” (s. 9798). Deneyimler yoluyla elde ettiği puzolanik harç ile opus caementicium duvarlar, daha geniş kubbe ve tonozlar yapabilmişlerdir. Tüm bu sebepler ile Roma, kendisinden önceki uygarlıklardan daha ileri inşa düzeyindeki yapılarını birçok farklı bölgede kabul ettirip, inşa edebilmiştir (Lancaster, 2015, s. 43). Bu bölgelerden biri Roma’nın doğudaki ilk eyaleti olan Provincia Asia’dır. 7.2 Değişen Batı Anadolu Kıyıları Anadolu’nun batı kıyılarında Antik Troya, Misya, İyonya, Lidya ve Karya bölgeleri yer alır (Resim 56). Bu bölgelerdeki iskân izleri tarih öncesi dönemlere dek uzansa da, bölgede, dini, askeri, kamusal ve sivil yapılar ile özgün bir kent dokusu meydana getiren Helenlerin mimari anlayışına kısaca değinilecektir. Helenler, Anadolu’nun Batı kıyılarına kurmuş oldukları koloniler ile bölgede, kendi inşa disiplinleriyle farklı işlevi bulunan birçok yapı inşa etmiştir (Akurgal, 2014, s. 200-205). Helen inşaatlarını belirleyen ana unsur, Batı Anadolu’da iskân ettikleri yerlerdeki zengin taş ve mermer ocaklarıdır (Sodini, 2014, s. 361). Arkaik, Klasik ve Helenistik dönem yapılarında işlevi fark etmeksizin, bu taş ocaklarından kesme taş ve mermer temin edilmiş, inşa teknikleri de bu çerçevede gelişim göstermiştir. 36 Anadolu’nun batı kıyılarında kesme taş ve mermerin kullanıldığı, Helenlere ait birçok yapı örneği bulunmaktadır. Didyma’daki Apollon, Pergamon ve Priene’deki Athena Tapınağı, Labraunda’daki Andron yapısı, Asos ve Latmos Herakleia kentlerindeki surlar ve daha birçok stoa, bouleuterion ve tiyatro örnek olarak gösterilebilir. 37 Helenlerin inşa disiplinleri etraflıca ele alınmayacaktır; ancak, Batı Anadolu kıyılarında inşa ettikleri yapılarda Arkaik, Klasik ve Helenistik dönemlerindeki yapı duvarlarında taşların çeşitli şekillerde düzenlenmesiyle birçok farklı örgülü duvar tekniği kullanılmıştır: Bu örnekler için bkz. Akarca, 1998, s. 109-113 ve Fırat, 2016, s. 4-13. 37 Örnekleri birer birer sıralamak yerine şu kaynaklar incelenebilir: Akarca, 1954 ve 1998; Lawrence, 1996; Peschlow, 2014; Akurgal, 2014. 36 53 kullandıkları düzenlenmiş taş ve mermerlerin, duvarlarda harçsız bir şekilde kullanıldığı bu noktada belirtilmelidir. Anadolu’daki Roma döneminin başlangıcı oldukça kapsamlı bir konudur; bu sebeple, bölgedeki siyasi tarihe kısaca değineceğim. Roma yönetimi, M.Ö. 129 yılında Provincia Asia adıyla sınırları Anadolu’nun batısında eyalet kurmuş ve başkentini Ephesos olarak belirlemiştir (İplikçioğlu, 2015, s. 101-105; Tekin, 2016, s. 221).38 Asia vilayetinin kuruluş tarihi Roma’da cumhuriyet, Anadolu’da ise yüksek seviyede Helenistik dil ve kültür çağının yaşandığı döneme denk gelir (Tekin, 2019, s. X). Bu dönemde Anadolu’daki siyasi belirsizlikler had safhadadır. Bunun sebebi, bağımsız kent devletleri ve vasal krallıkların bölge üzerindeki egemenlik mücadeleleridir. Roma, siyasi belirsizliğin yaşandığı bu dönemde bölge üzerinde ilk eyaletini kurmuş olmasına rağmen, bölgeyi bu egemenlik mücadeleleri sebebiyle tümüyle kontrol edememiştir. Ancak Roma, Helenistik yaşayışa tanıklık etmiş, krallıkların önemli bölümünü zaman ilerledikçe egemenliği altına almış, Anadolu üzerindeki nüfuzunu arttırmış ve genişleme sürecini başlatmıştır. Bu genişlemeye paralel olarak iskân hareketleri de başlamıştır. Anadolu, büyük oranda İmparator Augustus (Octavianus) döneminde Roma egemenliği altına girmiştir. Tezimin “Karya” başlığında, Anadolu’nun Iulius-Claudius hanedanlığı ile başlayan refah ve yoğun yapılaşma dönemi geçirdiğinden bahsederken, Karya’daki anıtsal yapı örneklerinden bazılarına değinmiştim. Bu dönemdeki refah ve imar faaliyetlerinin tüm Asia kentlerinde üst seviyede benzer olarak sürdüğünü söylemek mümkündür (Anabolu, 2001, s. 9). Roma bu dönemde Anadolu’daki Helenistik mimari anlayışını (malzeme kullanım ve inşa yöntemlerini) devam ettirmiştir. Örneğin, Ancyra’daki Augustus Tapınağı formu itibariyle Helenistik tiptedir, Aphrodisias’taki Aphrodite Tapınağı oktagonal formda ve iyonik düzende inşa edilmiştir. Helen dönemine ait tapınak formlarının devam ettirilmesi dışında, bu yapıların temel inşa malzemesi kesme taş ve mermerdir. Bu geleneğin devam ettirilmesindeki önemli etkenlerden biri, Anadolu’daki doğal taş ve Roma’nın Anadolu ile ilişkisi M.Ö. 129 yılından öncesine, M.Ö. 205 yılına dek uzanır. Paragrafta bahsedilmek istenen hâkimiyettir: Hâkimiyet, Pergamon kralı III. Attalos’un ölümünden sonra (M.Ö. 133) vasiyeti üzerine krallığı Romalılara bırakmasıyla resmi olarak gerçekleşmiştir. Böylece, Pergamon kenti, Roma’ya bağlı ilk doğu eyaleti olan Asia kurulmuştur. Roma, zaman içerisinde, Anadolu’daki diğer krallıkları vesayet ve mücadeleler sonucu hâkimiyeti altına almış ve Roma’ya bağlı eyaletler olarak ilan etmiştir (Ergin, 2013, s. 51-55). 38 54 mermer ocaklarının çokluğudur. Arkaik dönem ile başlayan bu kullanım, Asos, Alexandria Troas, Herakleia kentlerinde M.S. 6. yüzyıla dek devam etmiştir (Strabon XIV, 2, 23; Akurgal, 2014, s. 214; Peschlow, 2014, s. 156-158; Ward-Perkins, 1981, s. 273 ve 296). Anadolu’daki Roma yapılarında düzenlenmiş taşların kullanıldığı duvar, kemer ve tonozların en önemli özelliği harç kullanılmadan, geleneksel yöntemlerle inşa edilmiş olmasıdır. Bu, kesme taşların bir diğeri üzerine konumlandırılıp, paralelindeki duvara kenet taşı ile bağlanarak meydana getirilen geleneksel Helen duvar tipinin, Roma döneminde de sürdürüldüğü yöntemdir. Kemer ve tonoz yapımı ise, bir diğerine paralel kesme taş ile meydana getirilmiş iki taşıyıcı unsurun arasındaki açıklığı (taşıyıcı ayak, sütun, duvar) kemer taşı ile örmek veya örtmektir (Hasol, 2010, s. 250). Anadolu’da kesme taş ve mermer ile inşa edilmiş duvar, kemer ve tonoz örneklerini su kemeri, tiyatro, hamam, gymnasion, şehir kapıları ve mezar yapılarında görmek mümkündür. Bazıları şöyledir: Mylasa’daki Baltalı Kapı, Nikaia Lefke Kapısı ve Hierapolis Kent Kapısı; Smyrna kentindeki Agora’nın beşik ve kaburga tonozlu hol ve odaları; Myra’daki kemerli mezar yapısı; Tyana’daki su kemeri ve Pergamon’daki İlyastepe Tümülüsü (Anabolu, 2001, s. 32-46; Akurgal, 2014, s. 214-465; Pirson, 2019, s. 79). Asia eyaletinin kurulduğu ve Roma’nın Anadolu’da büyük oranda hâkimiyet sağladığı ve imar faaliyetlerinde bulunduğu bu tarih aralığından bahsederken (yaklaşık M.Ö. 2. yüzyıl M.S. 1. yüzyıl) şu hususa değinilmelidir: Bu tarih aralığında Roma şehri ve Asia kentlerindeki kesme taş kullanımı benzer bir şekilde sürmüştür. Ancak Roma, aynı zamanda tuğla ve geliştirmiş olduğu opus caementicium ile farklı tekniklerde duvarlar örüyor ve üst örtü birimleri inşa ediyordu (ör. Porticus Aemilia). Bu tarih aralığında, Asia’da tuğla dizileri olan duvarlar, tuğla-harç birlikteliği ile örülmüş kemer veya beşik tonoz örnekleri yoktur. Var olan yapı örnekleri tıpkı Roma’nın cumhuriyet dönemi ve öncesinde olan, taş ile inşa edilmiş örneklerdir. Dolayısıyla, Batı Anadolu’daki inşa malzemelerinin değişim sürecine başlamadan önce, bölgeler arasındaki inşa farklılıkları ve yapı ustalarının deneysel tecrübelerindeki gelişim seviyesinin ne denli farklı olabileceğini belirtmek gerekmiştir. Roma’nın Anadolu üzerindeki kontrolünün genişlemesi ile paralel bir şekilde, yani, İmparator Octavianus dönemi itibariyle, opus caementicium duvar tipi, Batı Anadolu’da kullanılmaya başlamıştır. Bu duvarın en belirgin özelliği içerisinde 55 volkanik arazilerden temin edilmiş bir çeşit kum/toz olan puzolan içermesidir. İtalya yarımadası puzolan materyaline çok miktarda sahiptir; ancak, Batı Anadolu kıyıları puzolanaya erişim sağlanabilecek volkanik alan bakımında oldukça fakirdir. Bu eksiklik sebebiyle Batı Anadolu kıyılarında Roma betonuna eş değer kalite ve sağlamlıkta harç üretilememiştir (Ward-Perkins, 1981, s. 273).39 Bu durum, her ne kadar Roma ile eş değer sağlamlıkta harç yapmaya engel olsa da, dönemin en ileri duvar yapım yöntemi olan opus caementicium’un uygulanmasına engel olmamıştır. Bu eksikliğe karşın, Anadolu’daki inşa ustaları kireç içerisine çakıl taşı, tuğla kırığı ve tozu ekleyip, Roma betonuna eş değer kalitede harç elde etmeye çalışmışlardır (Ousterhout, 2019, s. 88). Harcı daha da sertleştiren bu uygulama Vitruvius tarafından da önerilmiştir. 40 Anadolulu yapı ustaların ürettiği bu kireç harcı, Roma betonu ile eş tutulmadığı takdirde kaliteli olarak tanımlanmıştır (Anabolu, 2001, s. 10). Dahası, puzolan içermemesi sebebiyle harçlı moloz (harçla karıştırılmış moloz taş) olarak da anılır. Bu harcın duvarlarda kullanıldığı en erken örnek Ephesos kentindeki Caius Sextilius Pollio (M.S. 4-14) Su Kemeri’dir. Anadolu’daki opus caementicium (harçlı moloz dolgu) duvarlar ile birlikte farklı tipte duvar örgüleri görülmeye başlanmıştır. Örneğin, Alexandria Troas’daki bir yapıda opus reticulatum tekniği ile örülmüş duvar kalıntısı (Resim 57) ve Alexandra Troas’daki hamam yapısında düzensiz taşlar ile örülmüş duvar kalıntısı (Resim 58) bu yapıma örnektir. Opus reticulatum vd. duvar tipleri Roma’nın aksine, Batı Anadolu’da tam olarak yerleşip uzun yıllar kullanılan duvar tipleri olmamıştır; ancak, farklı duvar tipleri bölgeye ulaşmıştır (Ward-Perkins, 1981, s. 273-274). Zaman içerisinde, düzenlenmemiş veya kabaca düzenlenmiş taşlar ile duvar yapımı Batı Anadolu’da sıklıkla uygulanmaya başlanmıştır: Birçok hamam, su kemeri, tiyatro, gymnasion, amfitiyatro ve köprü duvarlarında bu yeni malzeme kullanılmıştır.41 Anadolu’da 1. yüzyıl itibari ile birlikte daha önce olmadığı kadar harçlı inşaatlar başlamıştır (Anabolu, 2001, s. 10). Harç, Anadolu için yeni kullanılan bir malzeme değildir; oldukça uzun bir geçmişi vardır (Naumann, 2019, s. 57). Ancak, Roma ile birlikte içerisindeki agregaların değişmesine ve kullanım alanlarının çoğalmasına dek değişmiş ve gelişmiştir. Bu harç ile birlikte duvar ve üst örtü sistemlerinde Anadolu’da, Roma betonu ile kıyaslanabilecek harcın üretildiği tek bölge, volkanik alanlara sahip olması sebebiyle Kilikya’dır (Ward-Perkins, 1981, s. 275). 40 “…Hatta nehir ya da deniz kumu kullanıldığında, üç ölçüde dövülüp elenmiş pişmiş tuğla kırığı ilave edilecek olursa, harç tam da kullanıma uygun kıvama gelmiş olacaktır…” (II, 5, 1-3). 41 Daha fazla örnek için bkz. Anabolu, 2001 ve Akurgal, 2014. 39 56 kullanılmaya başlanan diğer inşa malzemesi tuğla olmuştur. Tuğla da Anadolu’nun aşina olduğu ve Helen dönemlerinde düzenli olarak kullanılmış bir malzemedir. Ancak, Helen yapılarındaki tuğla kullanımı Roma’nın imparatorluk dönemi kullanımlarından farklıdır; Helen tuğlaları duvar cephelerinde ve çatılarda dekoratif amaçlı kullanımlar ile sınırlı olduğu belirtilmiştir (Dodge, 1984, s. 10-14). Roma dönemi ile birlikte tuğlaya duvarlarda şu işlevler kazandırılmıştır: Duvarın kalınlığını belirleyen ve şeritler halinde düzenlenip strüktürün ağırlığını taşıyan. Üst örtü sistemlerinde ise kemer, farklı türde tonozlar ve kubbe yapımında tuğla kullanılmaya başlanmıştır. Bu, Batı Anadolu için daha önce olmadığı türden yeni bir uygulamadır: Çünkü Roma dönemi öncesinde bu birimler tümüyle taş ile örülmektedir (WardPerkins, 1981, s. 276-277). Tuğla – Roma şehrinde olduğu gibi – Batı Anadolu’daki yapılarda da üst örtü birimlerinden önce duvarlarda yer almıştır: Ephesos kentindeki Celsus Kütüphanesi (M.S. 113-114), tuğlanın duvarlardaki en erken örneğidir. Tuğlanın örtü sistemlerinde kullanıldığı erken yapı örnekleri de Ephesos ve Miletos kentlerindedir. Miletos kentindeki Humeitepe (M.S. 1-2. yüzyıl) ve Faustina (M.S. 2. yüzyıl) Hamamları’nın beşik tonozları tuğla ve moloz taş ile örülmüştür (Resim 59-60 ve 61-62). Ephesos kentindeki Vedius (M.S. 147-149) ve Liman Hamamı (M.S. 2. yüzyıl) tuğlanın hem duvar hem de örtü sistemlerinde kullanıldığı diğer erken örneklerdir (Resim 63) (Dodge, 1984, s. 13; Ward-Perkins, 1981, s. 273). Pergamon Asklepieion’unda M.S. 2. yüzyıla tarihlenen dairesel planlı ve kubbeli bir tapınak vardır: Bu yapı, Roma’daki Pantheon’dan doğrudan model alınarak inşa edilmiştir (Akurgal, 2014, s. 216). Yapı, Miletos ve Ephesos kentindeki hamamların yarım daire formlu tonozlarından farklı olarak çapı yaklaşık olarak 24 m olan kubbe ile örtülmüştür. Kubbe yapımında harçlı moloz taş ve tuğla kullanılmıştır. Bu örneklerdeki örtü sistemleri korunmuş hâlde günümüze dek ulaşamamıştır; ancak, arkeolojik kazılar sonucu örtü sistemlerine ait parçaların bulunması, bu birimlerin tuğla ile örüldüğünü göstermiştir (Lancaster, 2015, s. 46). Bu, örtü sistemlerinde kullanılan malzeme değişiminin önemli bir aşamasıdır: Çünkü kemer, tonoz ve kubbe yapımlarında tuğla ve harçlı molozun kullanılacağı süreç M.S. 2. yüzyıl itibari ile Anadolu’nun batı kıyılarında başlamıştır. Batı Anadolu’da M.S. 1. ve 2. yüzyılda yapıların duvar ve üst örtü birimlerinde düzensiz taşlar ile tuğlanın bir arada kullanılması ve bunun Roma şehri ile eş zamanlı yaşanması tesadüf değildir. Duvarlardaki malzeme değişiminde ekonomik ve teknik 57 etkenlerin yanında siyasal bir takım etkenler de yer alır. Tuğlanın yapılara kazandırdığı teknik ve ekonomik avantajlar örtü sisteminin hafiflemesi, yapımın hızlanması, yaşanan yıkımlar sebebiyle yapıları yeniden onarmanın ve bir takım eklemelerde bulunmanın daha ucuz ve kolay olduğuna değinmiştim. Batı Anadolu’daki geniş toprak arazilerine sahip yerel ve variyetli aileler ise, bu değişim sürecine etki eden bütünün diğer önemli parçasıdır. Bu ailelerin bazı üyelerinin siyasi olarak Roma’daki yöneticilere yakın olduğu, aynı zamanda Roma senatosu içerisinde yer aldığı bilinmektedir. Bu ailelerdeki bazı isimler şöyledir: Pergamonlu Ti. Claudius Celsus Orestianus ve Ephesoslu Cusinius Messalinus. Yapılan arkeolojik çalışmalar sonucu bu isimlere aynı zamanda tuğla üzerinde yer alan damgalarda rastlanmıştır. Dolayısıyla, bu kişilerin bizatihi olarak tuğla üretim faaliyetlerinde bulunduğu ya da tuğla üretimine katkı sağlayacak bir faaliyetin içerisinde olduğu açıktır. Roma yönetimi ile yakın ilişkilere sahip bu kişilerin, Roma şehrinde kullanımı giderek artan tuğlayı Batı Anadolu kıyılarına taşıyarak, M.S. 1.-2. yüzyıldaki kullanımını ve yaygınlaşmasını sağlamış olmaları kuvvetle muhtemeldir (Lancaster, 2015, s. 67). Dahası, terracotta ve kerpiç tuğlanın İran, Suriye ve Mısır gibi imparatorluğun doğu bölgelerindeki kentlerde oldukça eskiye dayanan kullanım gelenekleri vardır: Bu kullanım, yapıların hem duvarları hem de örtü sistemleri için geçerlidir (Motlagh, 2010, s. 43; Ward-Perkins, 1981, s. 67). İmparator Trajan M.S. 114-116 yılları arası Pers savaşı için Anadolu’nun doğusuna intikal ettiğinde, maiyeti içerisinde mimar ve mühendisler de vardır. Bu mimar ve mühendislerin doğu bölgelerinde tuğla ile örülmüş duvar ve üst örtü sitemlerini görüp, öğrenip, imparatorluğun diğer bölgelerine de taşımış olmaları, tuğlanın kullanımındaki artış ve kullanıma gösterilecek bir diğer sebeptir (Lancaster, 2015, s. 9 ve 65). Dolayısıyla, Batı Anadolu’daki yapılarda tuğla ve beton gibi yeni malzemeler kullanarak yeni inşa yöntemlerinin ortaya çıkması, bölgeye doğudan ve batıdan hem politik ilişkiler hem de keşif ve gözlemler sonucu taşınmış ve kullanımındaki artışa sebep olarak gösterilebilmektedir. Sonuç olarak, Batı Anadolu’da M.S. 1.-2. yüzyıllarda duvar ve üst örtü birimlerinde yaşanan malzeme ve inşa tekniğindeki değişimler birçok etken ile açıklanabilmektedir. Bu değişim önce Roma’da yaşanmış akabinde Anadolu’ya taşınmıştır. Ancak, şehir Roma ve Batı Anadolu’daki beton ve tuğlanın ilk kullanıldığı örnekler arasında yüzyıllar vardır; eş zamanlı olarak yaşanan her iki bölgede de artan yoğun tuğla üretimidir. Roma, hâkimiyet kurduğu bölgelerden farklı malzeme kullanımları ve inşa 58 yöntemleri öğrendiği gibi, geliştirmiş olduğu kullanım ve yöntemleri de birçok bölgeye taşımaktadır: Batı Anadolu’da inşa edilen köprü, yol, su kemerleri vd. buna örnektir. M.S. 2.-3. yüzyıldaki yapıların duvar ve örtü sistemlerinin yapımında kullanılan malzeme ve yöntemler Erken Bizans döneminde de devam ettirilmiştir (Ousterhout, 2019, s. 81). Bu, yapıların erken ve geç imparatorluk dönemi arasındaki malzeme ve inşa yöntemleri arasında bir benzerlik ortaya koyar. Bu benzerliği Ward-Perkins (1958), Roma’nın erken veya geç dönemlerinde inşa edilmiş yapıların görünüş ve inşa tekniklerinde önemli farklılıkların olmadığını belirterek, “…Iustinianus’un Sarayı (M.S. 6. yüzyıl) Ostia’daki herhangi bir yapıdan (M.S. 1.-2. yüzyıl) farklı görünmez…” olarak ifade etmiştir (s. 52 ve 78). Bu benzerliğe rağmen, Batı Anadolu’daki yapı duvarlarında yer alan tuğla ve harç ile İtalya’daki kullanımlar arasında önemli birkaç fark vardır. Örneğin, İtalya’daki duvarlarda tuğlalar yalnızca cephe unsuru iken, Batı Anadolu’daki tuğla şeritler duvarın merkezine dek ulaşır ve iki duvarı bağlar.42 Anadolu’daki harcın İtalya’daki kullanımlardan farkı ise, içerisinde puzolan tozunun yer almamasıdır. Analiz gerektiren bu farklılıklar bölgeleri bir diğerinden ayırsa da yüzyılları ayırmamaktadır (Ward-Perkins, 1981, s. 277-278). Krautheimer (1986) bu dönemdeki değişen duvarları şöyle açıklar: “…Erken Bizans döneminde Batı Anadolu’daki beton dolgu duvarlar yerini şekilsiz veya kaba yonu taş ve tuğla sıraların yer aldığı duvarlara bırakmıştır…” (s. 106). Bu duvarların yapımı şöyledir: Duvarın merkezi harçlı moloz ile doldurulur, cepheler ise, taş ve tuğla sıraların duvar boyunca uzatılmasıyla örülür (Resim 64). Yapı duvarlarını Erken Bizans döneminde bu yöntem ile örmek kesin bir kural değildir: Çünkü bazen tuğla şeritler duvarın farklı kotunda iki kez tekrar ederken, bazen de yalnızca düzenli taş sıralarının olduğu duvar cepheleri vardır (Ousterhout, 2019, s. 88). Dahası, her ne kadar tuğla şeritler duvarların merkezine ulaşıp, iki duvarı birbirine bağlıyor tanımı yapılmış olsa da, tuğlaların sadece duvar cephelerinde yer aldığı örnekler de vardır: Örneğin Ephesos kentindeki Aziz Ioannes ve Azize Meryem Kiliseleri’nin (M.S. 6. yüzyıl) dış duvarları (Karydis, 2011, s. 27). Bu durum kesme taş kullanımı için de örneklenebilir. Tuğla kullanımındaki artış ile kesme taş kullanımı azaltmış olsa da, bu dönemde duvarlarda kesme taş kullanımına örneklenecek birçok yapı vardır ki Asos, Yani, opus caementicium duvarlarda duvarın merkezi tümüyle beton ile dolduruluyor iken, Asia’daki duvarlarda yer alan şeritler duvarın merkezinden geçerek her iki cepheden de görülebilmektedir. 42 59 Alexandria Troas, Herakleia gibi bölgelerde M.S. 6. yüzyıla dek kesme taş kullanımın sürdüğünü belirtmiştim. Dolayısıyla, Erken Bizans dönemi duvarlarındaki malzeme kullanım ve inşa yöntemlerini kesin ifadelerle tanımlayabilmek ve tarihleyebilmek oldukça zordur. Çünkü Batı Anadolu kıyılarında devamlı olarak istisnai bir durumla karşılaşılabilmektedir. Buna rağmen, Batı Anadolu’daki kesme taş duvarlar yerini merkezi harçlı moloz dolgu, cepheleri ise şekilsiz veya kaba yonu taş ve tuğla sıralara bırakmaya başladığı söylenebilir. 43 Devşirme malzeme, Erken Bizans döneminin en belirgin kullanım özelliklerindendir. Roma ve Helenistik yapılardan yalnızca kesme taş değil, farklı işlevi bulunan tüm mimari plastik eserler ile birlikte tuğla da devşirilmiştir (Ousterhout, 2019, s. 92). 44 Batı Anadolu’da 1.-2. yüzyıllardaki yoğun tuğla üretimine nazaran, Erken Bizans dönemindeki tuğla üretimi hakkında çok az veri olsa da, tuğla, Romalıların ürettiği şekliyle devam etmiştir (Ousterhout, 2016, s. 144). Bu, önceki bölümde de değinilmiş olan üretim ve vergilendirme işlemidir; yani, tuğla üretimi 4.-6. yüzyılda da imparatorun kontrolündeydi; üretim, yerel arazi sahipleri tarafından yapılıyor ve karşılığı olarak vergi ödeniyordu; ancak, bu üretimin boyutu hakkında bilgi oldukça azdır (Bardill, 2004, s. 10 ve 13). Bu üretim ve vergilendirme sistemindeki benzerlik, Roma ve Bizans tuğla boyutları arasında görülmez. Batı Anadolu’da tuğla boyutları 27-34x4,5-5 cm arasında iken, başkent Konstantinopolis’te 30-40x3-6 cm arası değişmektedir (Kâhya, 1991, s.20). Bir diğer görüş de benzer oranlardadır: Başkentteki tuğla uzunlukları 32’ye 36 cm, kalınlıklarının ise 3,5 ila 5 cm arasında değişir (Ousterhout, 2016, s. 146). Ek olarak, tuğlanın bu dönemde devşirilen malzemeler arasında yer alması, Roma dönemindeki üretim yoğunluğu ile kıyaslanamaz; bu sebeple, üretiminin yerel ve küçük atölyelerde sürmüş olduğu düşünülmektedir (Karydis, 2011, s. 29). Erken Bizans döneminde duvarlarda sıklıkla kullanılan taş, tuğla ve harç, aynı zamanda kemer, tonoz ve kubbe gibi geçiş ve örtü birimlerinin yapımında da kullanılan başlıca inşa malzemeleri olmuştur. Bu dönemde Batı Anadolu kıyılarındaki Bu taş ve tuğla almaşıklığı, Anadolu’nun batı kıyılarından başka bölgelerinde de uygulandığı için Asiatic kullanım/duvarlar olarak da isimlendirilmiştir. M.S. 3. yüzyıla tarihlenen Aspendos Su Kemeri, Pergamon’daki Kızıl Avlu, Konstantinopolis Hipodromu ve Bithinya’daki Kent Surları bu almaşık duvar yapımının yayılmasına örnektir (Ward-Perkins, 1981, s. 277; Peschlow, 2017, s. 204). 44 Örneğin Karya’daki Knidos E, Bargilya A ve B, Labraunda’daki Kuzey ve Batı Kiliseleri, kentteki diğer yapılardan temin edilen kesme taşlar ile inşa edilmiştir (Özcan, 2012, s. 587). 43 60 örtü sistemlerinin yapımında basit formlar (beşik kemer, beşik ve yelken tonoz) tercih edilmiştir (Krautheimer, 1986, s. 238). Tonozlar, tuğla sıraların yarım daire açı (radyal) ile dik veya yatay olarak konumlandırılmasıyla örülüyordu. Bu yöntem ile birçok beşik kemer ve tonoz örülmüştür (Karydis, 2011, s. 155). Bu tonozlardaki önemli bir husus ise, tonozun ahşap bir çerçeve ile merkezlenip merkezlenmediğidir. Örneğin ahşap çerçeve ile tonozun yarım daire formu ve boyutu kolaylıkla ayarlanabilir. Ancak merkezleme kullanılmadığında, tonozun istenilen yarım daire açıyı yakalayabilme ve çerçeve olmadan kemer karnının – yani kemer kilit ‘taşının’ yer aldığı kısmın – çökme sorunu ortaya çıkmıştır (Ousterhout, 2016, s. 231 ve 234). Bununla ilgili çeşitli çözümler geliştirilmiştir: Örneğin kemer karnı, tuğlalar sanki ‘kemer kilit taşı’ işlevindeymiş gibi düzenlenerek tonoz örülmüştür (Lancaster, 2015, s. 61-63). Ahşap çerçeve kullanılmadan da tonozlar meydana getirilebilir; ancak, bu yöntem ile ağır, geniş ve taşıyıcı unsurlar arasındaki mesafeyi tonoz ile örtmek, çökme ihtimali sebebiyle zordur; bu sebeple, kalıpsız, ancak daha küçük boyutlarda tonozlar ilk etapta inşa edilmiştir. Ahşap merkezleme olmadan tonoz yapım işlemi ise şöyledir: Eğimli (pitched) ya da yatay tuğla sıralar her bir sırada belli bir miktar harç kullanarak dizilir ya da bir diğerine kenetlenerek, tonozun diğer ucuna dek konumlandırılır (Ousterhout, 2016, s. 234; Lancaster, 2015, s. 58). Örneğin, Ephesos’daki Azize Meryem Kilisesi’nin tonoz örtüsü, tuğlaların tonoz karnına dik bir şekilde yerleştirilmesiyle meydana getirilmiş bir beşik tonoz örneğidir. Sonuç olarak, tonozlar, tuğlaların yatay veya eğimli açılarla konumlandırılmasıyla Erken Bizans döneminde benzer formlar farklı teknikler ile örülebilmektedir. Erken Bizans dönemindeki yapıların örtü sistemlerinde tuğla ön plana çıksa da, bu birimler ender olarak tümüyle tuğla ile örülüyordu. Tuğla, bu birimlerde çoğunlukla taş ve harçlı moloz ile birlikte kullanılıyordu. Tonozun tümüyle tuğla ile örüldüğü ender Erken Bizans örneklerinden biri Ephesos’taki Aziz Ioannes Kilisesi’dir (Karydis, 2011, s. 69-80). Bu yapının dış duvarları harçlı moloz ve tuğla, iç mekândaki örtü sistemini taşıyan payeleri ise geniş kesme taşlar ile örülmüştür. Yapının naos mekânını, beşik kemerlerin taşıdığı tuğla ile örülmüş pandantif üzeri kubbe ile örtüldüğü düşünülmektedir (Karydis, 2011). Dolayısıyla, Batı Anadolu’da örneği verilmiş bu yapıların bazı taşıyıcı birimleri, ayaklar arasındaki bağlantıları sağlayan kemerler, örtü sistemine geçiş birimleri ve örtü sistemlerinde yoğun olarak tuğla yer 61 alır. Bu birimlerin büyük oranda tuğla ile düzenlenmesi, tuğlanın kullanım oran ve alanının artması bakımından, Bizans mimarisindeki tuğla kullanımını şekillendirecek erken örnekler arasındadır. Bunun yanında, yapıların taşıyıcı sistemi, hâlâ, tümüyle kesme taş ile örülebilmektedir. Erken Bizans döneminde Batı Anadolu’daki Ephesos, Sardis, Philadelphia, Priene ve Hierapolis kentlerinde, taşıyıcı ve örtü sistemlerinde kaba yonu veya kesme taş, tuğla ve harcın kullanıldığı örnekler yer almaktadır.45 Bu örneklerdeki yapıların taşıyıcı ayakları devşirme kesme taş ve ayak çekirdekleri ise hem kesme taş hem de harçlı moloz ile doldurularak örülmüştür. Bu ayakların desteklediği örtü sistemleri de tuğla ve harçlı moloz ile meydana getirilmiştir. Sonuç olarak, Roma şehrinde M.S. 2. yüzyıl ile birlikte artan tuğla üretimi eş zamanlı olarak Anadolu’nun Batı kıyılarında da görülmektedir. Bu artışa sebep olan ekonomik, politik ve teknik etkenler belirtilmiştir. Tuğla, yapıların önce duvarlarında sonra ise örtü sistemlerinde kullanılmıştır. Bu kullanımdaki en önemli faktör Roma betonu dayanıklılığına erişmek üzere geliştirilmiş, içerisinde kırık tuğla parçaları ve çakıl taşları olan harç olmuştur: Çünkü sonradan katılaşan maddeler ile örtü birimlerinde istenilen geometrik formların verilmesi daha kolaydır. Kesme taş kullanımına alternatif olarak kaba yonu taş, tuğla ve harcın kullanıldığı opus mixtum yöntemi sıklıkla kullanılmıştır: Böylece duvarlar incelmiş, hafiflemiş ve tuğla şeritlerin yer almasıyla birlikte cephelerdeki şekilsiz taş kullanımına bir düzen gelmiştir. Tuğlanın örtü birimlerinin yapımında kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, duvarlardaki incelme, hafiflik ve form değişikliği örtü ve geçiş birimlerinde de görülür. Bu sayede mekânlar birçok farklı tonoz formu ile (yelken tonoz, çapraz tonoz, pandantif üzeri kubbe) örtülebilmiştir. Bu örneklerin bazılarının taşıyıcı ve örtü sistemi, bir sonraki başlıkta Kale Mevkii Yapısı ile karşılaştırılacağından, tekrara düşmemek için burada yalnızca değinilmiştir. 45 62 8. KALE MEVKİİ YAPISI’NIN MALZEME KULLANIMI, YAPIM TEKNİĞİ VE PLANININ DEĞERLENDİRİLMESİ 8.1 Planın Değerlendirilmesi Kale Mevkii Yapısı’ndaki kare mekân, birbiriyle bağlantılı dört taşıyıcı ayaktan meydana gelir. Bu kare mekân dıştan 12,30x11,26, içten 7,30x7,35 m boyutlarındadır. Kare mekân (B) yaklaşık olarak 7,30 m çapında bir kubbe ile örtülmüştür (Resim 65). Bu, yapının tek mekânı değildir: Yapı, zemin planında belirtilen C ve E olarak işaretlenmiş alanların bulunduğu yönlere doğru genişlemektedir; ancak, genişleyen bu alanlarındaki mekânların sınırlarını veya boyutlarını gösteren bir kalıntı yoktur. A ve D alanlarına doğru genişleyip genişlemediği ise, o yönlerde bulunan köy evi ve duvar sebebiyle belirlenememiştir. Dolayısıyla, Kale Mevkii Yapısı kare formlu bir yapı değil, günümüze kare mekânı ulaşmış bir yapıdır. Yapının genişleyen alanları; yani, C ve E alanları küçük birer oda veya hol olabileceği gibi, kare mekân ile eş ölçülülere sahip mekânlar da olabilir. Bu eksik verilerden dolayı, yapının plan tipolojisini belirleyebilmek mümkün olmamıştır. Kale Mevkii Yapısı’ndaki kare mekânın genişleyen alan ve sınırları tümüyle belirlenememiş olsa da, yapıyı, Hierapolis’teki Kent Bazilikası (M.S. 6. yüzyıl), Sardis’teki D yapısı (M.S. 7. yüzyıl), Ephesos ve Philadelphia’daki Ioannes Kiliseleri (M.S. 6. yüzyıl) ile birlikte ele alarak, karşılaşılan sorunlar hakkında değerlendirmelerde bulunacağım. 46 Bu yapıların tercih edilmesindeki sebepler şöyledir: Batı Anadolu bölgesinde yer almaları, mimari ve mekânsal özelliklerindeki benzerlikler. Sardis, Hierapolis, Philadelphia ve Ephesos’taki kiliselerin, Hristiyanlığın resmi din olarak kabul edildiği M.S. 313 tarihinden itibaren, imparatorluk sınırları içerisindeki bölgelerde yaygın olarak inşa edilmiş olan ahşap çatı ile örtülü, çok nefli, bazilikal planlı kiliselerden farklı bir iç mekân formu bulunur. Bu, uzunlamasına dikdörtgen 46 Yapıların bulunduğu kentler hakkındaki tarihi bilgilere bir sonraki başlıkta değinilmiştir. 63 bazilikanın en az iki kare mekân veya birime bölündüğü formdur (Resim 66-67). Sardis D yapısı, Hierapolis Kent Bazilikası ve Philadelphia’daki Ioannes Kilisesi uzunlamasına dikdörtgen planlıdır; Ephesos’taki Ioannes Kilisesi ise, latin haçı planlı bir bazilikadır. Sardis, Hierapolis ve Philadelphia’daki kiliselerin ana ibadet alanı (naos) kare mekânlara bölünmüştür; Ephesos’taki Ioannes Kilisesi’nde ise, naos kısmı gibi transept kolları da kare mekânlara bölünmüştür. Bazilikalar (dikdörtgen) içerisindeki bu merkezi (kare) mekânlar, bağımsız taşıyıcı ayaklar (payeler) ile meydana getirilmiş ve bu mekânlar, kubbe veya tonoz ile örtülmüştür. Yapıların taşıyıcı sistemi arasındaki bağlantılar, yapımında tuğla ve harçlı moloz malzemenin kullanıldığı kemerler ile sağlanmıştır. Örtü sistemine geçişlerde ise, kubbe veya tonoz, kemerler üzerine doğrudan oturabildiği gibi pandantifler ile de taşınabilmektedir (Buchwald, 2001b, s. 209-210; Ousterhout, 2019, s. 189-194). Batı Anadolu bölgesindeki bu yapıların, bazilikal plandaki merkezi mekânlarının varlığına ilişkin bir hipotezden bahsedilmelidir. Başkent Konstantinopolis’teki Kutsal Havariler Kilisesi ve Ephesos’taki Aziz Ioannes Kilisesi’nin mekânsal olarak yeniden tasarlandığı çalışmalar aynı yıl başlamıştır: M.S. 535 ya da 536. Krautheimer’e göre, Kutsal Havariler Kilisesi’nin yapımı M.S. 550, Ephesos’taki Ioannes Kilisesi ise M.S. 565 yılında tamamlanmıştır (1986, s. 242). Latin haçı planlı bazilika olan bu iki yapının naos, transept kolları ve bema kısmında, bağımsız payeler ile merkezi mekânlar meydana getirilmiştir. Bu merkezi birimler kubbe ile örtülmüştür. Bu iki yapının inşa tarihini referans göstererek, Kutsal Havariler Kilisesi’nin plan formu ve iç mekânlarındaki merkezi birimlerin, Ephesos’taki Ioannes Kilisesi’ne ilham olduğu fikri birçok uzman tarafından belirtilmiştir (Buchwald, 2001b, s. 210; Kratheimer, 1986, s. 210). Bu düşünceye karşı alternatif olarak gösterilebilecek, benzer plan şeması ve iç mekân özellikleri bulunan ve M.S. 6. yüzyılın ilk yarısı veya daha öncesine tarihlenebilecek bir diğer yapı örneği Batı Anadolu kıyılarında yoktur. Dolayısıyla, Ephesos’taki Ioannes Kilisesi inşa tarihi itibariyle, mekânsal özellikleri bakımından Batı Anadolu bölgesinde birçok kilise yapısına ilham olmuş veya kilise yapılarında merkezi vurgunun yayılmasına öncülük etmiş olabilir. Böylece, Sardis’teki D yapısı, Hierapolis’teki Kent Bazilikası ve Philadelphia’daki Ioannes Kilise yapılarının, neden, bazilikal (dikdörtgen) plan formu içerisinde bir diğerine eşit (kare) veya oldukça yakın ölçülerde merkezi mekânlara sahip olduğu fikri açıklanabilir. Bu sebeple, Kale Mevkii Yapısı’ndaki kare mekânın bir kiliseye ait olabileceği ihtimali üzerine, yapıyı, Batı 64 Anadolu bölgesinde içerisinde kare mekânları olan Sardis, Philadelphia, Hierapolis ve Ephesos’taki bazilikalar ile bir arada değerlendirilmesi gerekmiştir. Son olarak, Hristiyanlığın kabulü ile birlikte (M.S. 313), imparatorluk sınırları içerisindeki kilise mimarisinde merkezi birimlerin yer aldığı örnekler, M.S. 5. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle görülür.47 Merkezilik (kare), dıştan, kareye yakın dikdörtgen veya dikdörtgen alanlar içerisinde payeler veya sütunlar ile sağlandığı gibi, altıgen, sekizgen, dairesel, trikonkhos ve tetrakonkhos gibi çokgen bir geometri sergileyen kilise plan şemalarında da sağlanmıştır (Ousterhout, 2019, s. 175). Ancak, çokgen planlı kilise örnekleri Batı Anadolu bölgesinin aksine, başkent Konstantinopolis, İtalya, Yunanistan, Balkanlar ve Suriye bölgelerinde yer alır (Buchwald, 2001b, s. 205-206). Dahası, Kale Mevkii Yapı kalıntılarında, yapıyı, çokgen planlı kiliseler ile ilişkilendirebilecek herhangi bir verinin olmaması sebebiyle de bu plan şeması değerlendirilmemiştir. Kale Mevkii Yapısı’nın mevcut kare mekânı, Batı Anadolu bölgesindeki bu kiliselerin hem merkezi (kare) mekânlarına hem bu mekânları meydana getiren taşıyıcı ayaklarındaki malzeme kullanımları ve yapım tekniklerine benzese de, iki husus önemle belirtilmelidir. İlki, belirtilen yapılar kilisedir; yani, işlevi bilinmektedir ve kilise mimari gelişiminde bir aşamayı temsil etmektedir; Kale Mevkii Yapısı’nın işlevi bilinmemektedir. İkincisi ise, söz konusu yapıların plan tipolojisi büyük oranda belirlenmiştir: Yapılar, bazilikal planda kare mekânları olan ve bu mekânları kubbe veya tonoz ile örtülü kiliselerdir. Kale Mevkii Yapısı’nın planı tam olarak anlaşılamadığı için, belirtilen yapılar ile – her ne kadar benzer mimari ve mekânsal özellikler yer alsa da – doğrudan karşılaştırıldığında belirli bir sonuç alınamamakta ve Kale Mevkii Yapısı’nın zemin planı varsayımlar üzerine temellenmektedir. Örneğin, Kale Mevkii Yapısı, C harfinin yer aldığı yöne doğru, 2 ve 4 No.lu ayaklarda yer alan duvar kalıntılar sebebiyle genişlediği belirlenmiştir. Dolayısıyla C alanı, eğer B mekânının ölçülerine eşit bir mekân olduğu kabul edilirse, iki tane yan yana kare mekânı bulunan bazilikal plan elde edilir (bkz. Resim 65). Kale Mevkii Yapısı’nda dört taşıyıcı ayak ile meydana getirilmiş bir kare mekân mevcuttur; ancak, ikinci kare mekânı taşıyan iki ayakla ilgili kalıntı bulunmamaktadır. Bu ayaklar ya günümüze Örneğin Ayatekla Kutsal Alanı’nda (Kilikya bölgesi) bulunan kubbeli kilise (M.S. 5. yüzyılın ikinci yarısı) ve Gerizim Dağı’ndaki çokgen (sekizgen) planlı Theotokos Kilisesi (M.S. 5. yüzyılın ikinci yarısı). 47 65 ulaşmamıştır ya da hiç var olmamıştır. Bunun yanında, yapının C alanı gibi E alanı da bulunduğu yöne doğru genişlediği tespit edilmiştir. Genişleyen bu alanlardaki mekânların ölçü ve sınırları bilinmese dahi, bu durumda, uzunlamasına dikdörtgen zemin planından söz edilmez: Çünkü uzunlamasına dikdörtgen form bozulmuştur; yani, yapı sadece uzunlamasına değil yanlara da genişlemektedir. Dolayısıyla, Kale Mevkii Yapısı’nı uzunlamasına dikdörtgen formu bulunan Philadelphia’daki Ioannes Kilisesi ve Sardis’teki D yapısının zemin planları ile ilişkilendirebilmek mümkün değildir (bkz. Resim 66).48 Bu noktada, yapının genişleyen E alanına ek olarak, A ve D alanlarının da genişlediği kabul edilirse ve yapı eğer kilise ise, bu yönlerdeki mekânların formlarından bahsedilmelidir. Yani, bahsi geçen olasılıklar kabul edildiği takdirde, B ve C mekânlarının meydana getirdiği bazilikal plana, A alanına apsis (doğu yönde bulunması sebebiyle), E ve D alanlarına transept kolları eklemek mümkündür (Resim 68). Ancak bu, olmayan kalıntılar üzerinden mekân ve alanlara sınırları bilinmediği hâlde işlev vermek olur ve yüzeydeki kalıntılara dayanarak söylenemez. Genişleyen alan sınırlarındaki belirsizlik, bu yönlerdeki mekânların formları hakkında farklı öneriler sunmayı mümkün kılmıştır. Örneğin, yapının bir kilise kalıntısına ait olduğu ve kare mekânın C ve E alanları gibi, A ve D alanlarının bulunduğu yönlere de genişlediğinin kabul edilmesi gerektiği tekrar belirtilmelidir. Böylece, A alanı apsis, B mekânı naos, C alanı bir diğer kare mekân, E ve D alanları ise, bir önceki öneride belirtildiği gibi transept kolları olarak değil, uzunlamasına dikdörtgen koridor, yani nef olarak düzenlenmiş olabileceği önerisi de sunulabilir. Böylece yapı, uzunlamasına dikdörtgen formda iki kare mekânı bulunan ve en az üç nefi olan bazilikal planlı kiliseye de benzetilebilir (Resim 69). Dolayısıyla, yapıdaki genişleyen alan sınırlarının belirlenememiş olması sebebiyle, yapı, bazilikal planda kare mekânları olan kubbeli kiliseler ile varsayımlar üzerine temellendirerek karşılaştırılabilir. Sonuç olarak, Kale Mevkii Yapısı’nda, Sardis, Hierapolis, Philadelphia ve Ephesos’taki kiliselerde bulunan ve benzer olarak meydana getirilmiş bir merkezi mekân mevcuttur. Ancak, bu merkezi mekânın, örneği verilen bazilikalardaki iki tane yan yana kare mekânlarından biri mi olduğu, yapının işlevinin bilinemmesi ve yeterli verinin olmaması sebebiyle belirlenememiştir. Sardis’teki D yapısı ve Philadelphia’daki Ioannes Kilisesi’nin zemin planları günümüzde dahi kesin olarak anlaşılamadığının da belirtilmesi gerekmektedir (Karydis, 2011, s. 11-17; Ousterhout, 2019, s. 194). 48 66 Yapı, yalızca bu gruptaki kiliselerin zemin planlarıyla değil, farklı kilise plan tipleriyle de karşılaştırıldığında da aynı sorunlarla karşılaştırılacak ve benzer varsayımlar içeren sonuçlar elde edilecektir. Bu sebeple, yapının plan tipolojisi ile ilgili önerilerde bulunulması için öncelikle daha fazla veriye ihtiyaç vardır; aksi takdirde, kare mekân hakkında sorulan sorular ya cevaplanamayacak ya da birçok varsayım içeren cevabın olması şekliyle sonuçlanacaktır. Merkeziliğin vurgulandığı birçok yapının planı Kale Mevkii Yapısı ile ilişkilendirilebilir. Bu sebepten olacak ki, yapıyı ziyaret eden F. Rumscheid, yayınlamış olduğu makalede yapıyı haç biçimli kubbeli kilise (Kreuzkuppelkirche) olarak tanımlamıştır (2005, s. 187). Rumscheid, yapının zemin planını çizmemiş ve bu tanımlamasını destekleyecek herhangi bir veri sunmamıştır. Dahası, yapının devam eden alanlarını tespit edip mi bu sonuca vardığını yoksa yapının kare mekânı – yapının tek mekânıymış gibi algılayıp – içerisine yerleştirdiği haçtan mı bu kanıya vardığını belirtmemiştir. Kreuzkuppelkirche, kapalı yunan haçı planlı kiliseleri tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Ancak, bu plan tipini sağlayabilmek için kare mekâna ek olarak, iç mekânda daha birçok birimin olması veya tespit edilmesi gerekir (Ousterhout, 2016, s. 31-32 ve 346).49 Dolayısıyla, yapının A, C, D ve E alan sınırlarının ve bu alanlardaki mekânların formlarının bilinmemesi, bu konu hakkında yüzeyde herhangi bir verinin de olmaması ile yapıyı kapalı yunan haçı planı ile özdeşleştirmek pek mümkün görünmemektedir. Paragrafın başında merkeziliğin vurgulandığı birçok yapı planı Kale Mevkii Yapısı ile ilişkilendirilebilir vurgusu bu sebeple yapılmıştır: Yapıdaki merkezi (kare) mekân sebebiyle, yapı, haç planlı kiliseler ile kolaylıkla ilişkilendirilebilmektedir. Ancak, bu yanıltıcı olabilir. Yapının öncelikle dış duvar sınırlarının bilinmesi, eğer var ise diğer taşıyıcı unsurların tespit edilmesi gerekmektedir; aksi takdirde, ya varsayımlar üzerine bir plan oluşturulacaktır ya da var olan bir kilise plan tipine benzetilmeye çalışılacaktır. Örneğin, eğer yapının A alanı apsis ve B alanı naos, C alanı narteks, E ve D alanları nef olarak düzenlenmiş ise, yapının zemin planı haçvari naoslu kilise tipine de benzetilebilir (Resim 70). 50 Bu kilise plan tipinde kare formlu naos, haç biçiminde ve dört ayağın taşıdığı kubbe ile örtülüdür; naos, iki yandaki nef, narteks ve bema kısmından sütun veya bir diğer taşıyıcı ayak ile ayrılmaktadır. Korunmuş kalıntılar bu plan tipini sağlamaz; ancak, 49 50 Kapalı yunan haçı planlı yapılarda, yapının naosu dokuz bölmeye ayrılmıştır. Naosu haç biçimli kilise. 67 kare mekânın genişleyen alan sınırları varsayımlar üzerine temellendirilirse, Kale Mevkii Yapısı’ndan haçvari naoslu kilise plan tipinin elde edilmesi de ihtimaller arasındadır. 2000’li yıllarda yapıyı ziyaret eden V. Ruggieri yapının zemin planını çizmiş ve yayınlamıştır; ancak, yapının plan tipolojisi hakkında hiçbir sonuca varmamış ve herhangi bir öneride de bulunmamıştır (Resim 71). Ruggieri’nin çizmiş olduğu planda, iki taşıyıcı ayak arasında yer alan duvar yapıya ait değildir (2011, s. 507). Bu duvar, 20. yüzyılın ikinci yarısında arazi sahipleri tarafından örülmüştür. Yine de Ruggieri, yapının Resim 65’te de belirtilen, C yönüne doğru genişlediğini belirtmiştir; ancak, yapının E alanına da genişlediğini, A ve D alanlarına da genişliyor olabileceğini – yapıda kısa süre vakit geçirmiş olması sebebiyle – tespit edememiş olmalıdır. Dolayısıyla, yapıyı bu plan ile değerlendirmek yanıltıcıdır. Kale Mevkii Yapısı, 2011 yılında A. Kızıl tarafından yürütülen bir yüzey araştırmasında belgelenmiştir: Yapının mimari özellikleri kısaca tanıtılmış, zemin planı çizilmiş ve kalıntıların bir Bizans kilisesine ait olabileceği belirtilmiştir (Resim 72). Bu planın çizmiş olduğum zemin planı ile arasındaki tek fark, Kızıl’ın yapının 3 No.lu taşıyıcı ayağının A olarak işaretlenen alana doğru devam ettiğini belirtmiş olmasıdır (bkz. Resim 65 ve 72). O yönde bulunan modern ev kalıntısı sebebiyle bunu belirleyememiş olabilirim ya da 2011 tarihinde yapının bu noktasının incelenmesi daha elverişli olabilir. Ancak, Kızıl tarafından yapılan bu tespiti plan üzerinde belirtmemiş olmam, yapının zemin planı ve genişleyen alanları hakkında yapmış olduğum tanım ve belirtmiş olduğum önerilerin yanlış veya eksik olduğu anlamına gelmez. Çünkü yapının zemin planı hakkındaki tanım, öneri ve fikirler, bu alanların da genişliyor olabileceği ihtimali hesaba katılarak belirlenmiştir. Son olarak, yapının kare mekânı dört yöne de genişliyor olabilir; ancak, genişleyen alan sınırlarındaki belirsizlik, planın bu nokta da dahi anlaşılmasına fayda sağlayacak düzeyde değildir. Yapıdaki dörtgen mekân, birçok kilise plan tipine ait olarak yorumlanabileceği gibi, birçok oda, hol ve salonu olan bir hamam kompleksinin günümüze ulaşabilmiş tek kare mekânı olarak da değerlendirilebilir. Ancak, yüzeydeki veriler – yine – kesin veya belli bir sonuç vermeyecektir. Örneğin, Tokat ili Sulusaray ilçesinde bulunan Sebastopolis Hamamı, kazı çalışmalarıyla kademeli olarak ortaya çıkarılmış bir yapı kompleksidir. Hamam kompleksinin kuzeybatı yönünde dört bağımsız taşıyıcı ayağı bulunan kare bir mekân tespit edilmiştir (Resim 73). Bu kısım, ilk etapta işlevi 68 belirlenemediğinden ‘sütunlu bölüm’ olarak adlandırılmıştır (Kohl, 2011, s. 565). Yapılmış olan kazılara rağmen, kare mekânın örtü sistemi anlaşılamamıştır. Nitekim hamamın diğer birimlerinin işlevi belirlenmiş ve bu kare mekânın hamamın frigidarium, yani, soğuk su ile yıkanma salonu olduğu anlaşılmıştır (Ful, 2017, s. 165174; Yegül, 2011, s. 311). Bu hamam kompleksindeki kare mekân, zemin planı üzerinde Kale Mevkii Yapısı’na oldukça benzemektedir; ancak, yalnızca dört taşıyıcı unsurun meydana getirdiği kare bir mekân ile yapıyı hamam kompleksinin bir parçasıymış gibi göstermek doğru değildir. Çünkü böyle bir öneride bulunabilmek için diğer birimlerin varlığının da tespit edilmesi gerekmektedir. Benzer olarak, Sinop ilindeki Balatlar Kilisesi veya hamam kompleksine ait kare formlu odalar da örnek olarak gösterilebilir (Resim 74). Yapılmış olan arkeolojik kazılar sonucu, hamam kompleksinin Geç Antik dönemde inşa edilmiş olduğu ve yapının 20. yüzyıla dek kullanıldığı tespit edilmiştir. Hristiyanlığın resmi bir din olarak kabul edilmesiyle birlikte yapının çeşitli birimlerinde dönüşümler yaşanmıştır: Örneğin, hamamın ana sıcak salonu (caldarium) kiliseye, ılıklık odası (tepidarium) avluya ve soğuk su ile yıkanma salonu (frigidarium) mezarlık alanına çevrilmiştir (Köroğlu ve Tok, 2018, s. 122-123). Yapı kompleksine ait birimler, Geç Antik dönemden 20. yüzyıla dek çeşitli onarım ve eklemeler geçirdiği için, Kale Mevkii Yapısı’ndaki merkezi mekânı, bir diğeri ile bağlantılı bu hol ve odalar ile doğrudan ilişkilendirmek güçtür. Dahası, Kale Mevkii Yapısı’na ait kalıntıların, yapının, söz konusu örneklerdeki gibi birçok oda veya salonu bulunan bir hamam kompleksine ait bir yapı kalıntısı olduğunun düşündürtecek bir veri ve yapının etrafında buna dair bir iz yoktur. Yine de, Kale Mevkii Yapısı’nın genişleyen alan sınırlarının bilinmemesi sebebiyle, yapı, kilise planı tiplerine benzetilebileceği gibi, bir hamam kompleksinin günümüze ulaşabilmiş tek kare mekânı olabileceğini belirtmek gerekmiştir. Sonuç olarak, Kale Mevkii Yapısı’nın genişleyen alan sınırlarının bilinmemesine rağmen, mekânsal özellikleri benzerliğinden dolayı farklı kentlerdeki kilise yapılarıyla bir arada değerlendirilmeye çalışılmıştır. Ancak, eksik veriler bunu mümkün kılmamış ve karşılaştırmada yaşanan sorunlar belirtilmiştir. Sardis’teki D yapısı ve Philadelphia’daki Ioannes Kilisesi’nin dış sınır duvarları günümüze ulaşmamış olmasına rağmen kubbeli bazilikalar oldukları düşünülmüştür. Bu düşünce, Sardis’teki D yapısındaki taşıyıcı ayakların varlığı, Philadelphia’daki Ioannes Kilisesi’nde ise aynı hizada olması gereken ayaklara olan kemer eğimleri ile 69 desteklenmiştir. Ancak, Kale Mevkii Yapısı’nın kare mekânını meydana getiren dört taşıyıcı ayak yalnızca birbiriyle ilişkilidir. Yapıdaki kare formun dışında bir yön ile ilişkili herhangi bir taşıyıcı unsurun varlığını düşündürtecek kemer eğimi yoktur. Yapının genişlediği alanlar ile olan ilişki, zemin kotunda o yöne doğru devam eden duvar kalıntılarıdır. Bu duvar izleri takip edilip, mekânların sınırlarını ve işlevlerinin ne olduğunu belirleyebilecek kadar veri sunmaz; bu sebeple, yapının planı anlaşılamadığı gibi, söz konusu kilise yapılarıyla da doğrudan ilişkilendirilememiştir. Yine de, Kale Mevkii Yapısı’ndaki merkezi mekânın, M.S. 6.-7. yüzyıllar arasına tarihlenen Hierapolis, Sardis, Philadelphia ve Ephesos’taki bazilikaların, kubbe ile örtülü merkezi mekânlara benzer olduğu belirtilmiştir. Ancak, Kale Mevkii Yapısı’nın işlevinin bilinmemesi ve planının tam olarak anlaşılamamış olması sebebiyle, kilise planlarıyla doğrudan karşılaştırılıp, belirli bir döneme ve plan tipine işaret eden önerilerde bulunulamamış, yalnızca varsayımlardan söz edilmiştir. F. Rumscheid’in yapı hakkında belirtmiş olduğu kapalı yunan haçı plan, söz konusu plan tipini karşılayacak mekânların izleri olmadığı için değerlendirilememiştir. V. Ruggieri’nin çizmiş olduğu zemin planı, modern duvarı yapıya ait olarak göstermesi ve yapının genişleyen alanlarını tespit etmemiş olması sebebiyle, plan, irdelenip geliştirilemez. Kale Mevkii Yapı kalıntılarında dört taşıyıcı ayak ile vurgulanan merkezi plan formu, birçok yapı ile ilişkilendirilebileceğini belirtebilmek için, birçok kare mekânı olan yapı kalıntısı incelenmiştir. Bu doğrultuda, Kale Mevkii Yapısı’ndaki kare mekân, Tokat ili Sulusaray ilçesindeki Sebastopolis Hamamı’nda yer alan bir kare oda ile benzer bulunmuştur. Böylece, Kale Mevkii Yapısı’nın bir hamam kompleksine ait bir kare mekân kalıntıları olabileceğini de belirtmek ve bunu metin içerisinde değerlendirmek hedeflenmiştir. Ancak, belirli bir sonuç yine alınamamıştır: Çünkü Kale Mevkii Yapısı’nın etrafında başka bir yapı kalıntısına dair iz yoktur. Dolayısıyla, yapıyı hamam kompleksleri ile de doğrudan ilişkilendirebilmek için daha fazla veriye ihtiyaç vardır. Bu sebeple, Kale Mevkii Yapısı’na ait yüzeydeki veriler ya sorulan soruları cevaplayacak kadar yeterli değildir ya da birçok cevabın varsayımlar üzerine temellendirilmesinden sebebiyle yapının planı anlaşılamamaktadır. 70 8.2 Malzeme Kullanımı ve Yapım Tekniğinin Değerlendirilmesi Kale Mevkii Yapı’sından günümüze ulaşan dört taşıyıcı ayak kare formundadır ve cephelerinde iki farklı duvar örgüsü yer alır (Resim 75). İlki taş ve tuğla ile örülmüş almaşık örgü, ikincisi ise kaba yonu taş örgüdür.51 Duvar cephelerindeki taşlar arasında ebat uyumu yoktur: Duvarların alt kotunda geniş kesme taşlar kullanılmışken, üst kotlarda – alt kotlara nazaran – daha şekilsiz/amorf taşlar kullanılmıştır. Buna bağlı olarak duvar cephelerindeki harcın kullanım miktarı da değişmiştir: Düzgün taşların kullanıldığı kısımlarda harç miktarı az, ebatları farklı taşların kullanıldığı kısımlarda ise harç miktarı fazladır. Duvar cephelerinin alt ve üst kotunda iki ayrı tuğla şerit vardır: Şeritler üçlü/dörtlü sıra düzenlenmiştir. Bu tuğla şeritler kaba yonu taş örgü cephelerde yer almaz; bu sebeple, tuğla şeritlerin ayakların merkezine ulaşmadığı, yalnızca cephe unsuru olarak kullanıldığı fikrini benimsedim. Sonuç olarak, taşıyıcı ayakların merkezi harçlı moloz dolgu iken, cepheler tuğla şeritler ve birçok farklı ebatta kaba yonu taş ile örülmüştür. Taşıyıcı ayaklar arasındaki bağlantılar beşik kemerler ile sağlanmıştır: Bunlardan yalnızca iki tanesinin izi tespit edilebilmiştir. Kemer başlangıcı veya kemerin ayak üzerine oturduğu üzengi tuğla ile örülmüştür: Bu kısımdan günümüze dokuz adet tuğla sırası ulaşmıştır (Resim 76). Dolayısıyla, kemerin ayak üzerine oturduğu bu kot hem tuğla hem de kaba yonu taş ve harçlı moloz ile düzenlenmiştir. 1 No.lu ayakta iki farklı yöne eğrilen iki kemer başlangıcı yer alır: Bu kemerlerin arasındaki alan tuğla örgü pandantif ile kapatılmıştır (Resim 77). Yıkımlar sebebiyle pandantifin formu belirlenememiştir; pandantifin formunun anlaşılamaması sebebiyle kubbe ile olan ilişkisi de anlaşılamamaktadır. Yani, kubbenin pandantif ve kemerler üzerine doğrudan mı oturduğu (dome on pendentive) yoksa devam eden bir pandantif ile birleşip mi (a dome with continuous pendentives ya da sail vault) alanı örttüğü anlaşılamamıştır. Bu konuları, aralarında benzerlikler olduğunu düşündüğüm M.S. 5.-7. yüzyıllar arasına tarihlenen Ephesos’daki Aziz Ioannes Kilisesi, Sardis’teki D yapısı ve Philadelphia’daki Aziz Ioannes Kilisesi ile birlikte değerlendireceğim. Değerlendirme için bu yapıların seçilmesinin sebebi – Ephesos’taki Ioannes Kilisesi hariç – dış sınır Bu örgü farklılığı sebebinin iç ve dış mekân ayrımından kaynaklanmış olabileceğini tezimin ‘Kale Mevkii Yapısı’nın İnşa Tekniği: Duvar Örgüsü’ başlığında belirtmiştim. 51 71 duvarları günümüze ulaşmamış, yalnızca taşıyıcı ayaklarının (payeler) ulaşmış olmasıdır. Bu ayaklar ve taşıdığı örtü sistemleri benzer malzeme ve yöntemlerle inşa edilmiştir. Dahası, bu ayakların taşıdığı çeşitli formlardaki kubbe veya tonozların – her ne kadar aynı boyutlarda olmasa da – kare mekânları örtmesi, Kale Mevkii Yapısı ile ilişkilendirmemdeki ana unsurlardan biri olmuştur. Sardis, Geç Antik dönemde Lydia bölgesinin başkenti olmuş ve bu özelliğini M.S. 7. yüzyılda başlayan Arap akınlarına kadar korumuş bir kenttir. Kent, her ne kadar Batı Anadolu’nun ticari bakımdan zengin kıyılarında yer almasa da, zengin kıyı kentlere olan yakın konumu ve Anadolu’nun güney ve iç kısımlarına açılan güzergâhlar üzerinde bulunması vesilesiyle, stratejik olarak önemli ve ekonomik refahı yüksek bir kent olmuştur. Bu refah, Erken Bizans döneminde kentte yeni yerleşim alanlarının açılması ve bu alanlardaki yapı faaliyetlerinin sürmesiyle kendini göstermiştir. Ancak, arkeolojik veriler, Arap akınları sonrası kentte gözle görülür bir küçülme ve kent yaşamının her alanında gerileme yaşandığını göstermiştir (Foss, 1977, s. 475-477). Kale Mevkii Yapısı ile yapım teknikleri karşılaştırılacak olan Sardis kentindeki D yapısı, kentin Erken Bizans dönemlerindeki genişleyen alanlarında yer alır. Yapının işlevi ve yapım tarihi, kentin bu alanında kazıların yapılmamış olması sebebiyle kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, her ne kadar apsis kısmı ve dış duvarları günümüze ulaşmamış olsa da, yapının, dikdörtgen bazilikanın altı taşıyıcı ayak ile iki eşit boyuttaki kare mekâna bölündüğü ve iç mekânları yelken tonoz ile örtülü bir kilise olduğu düşünülmektedir (Resim 66). Yapım tarihi olarak, Arap akınlarından önce bir tarih; yani, M.S. 7. yüzyıl başları önerilmektedir (Foss, 1976, s. 1-20 ve 39; Karydis, 2012, s. 116; Buchwald, 2015, s. XIX). Sardis’teki D yapısının altı taşıyıcı ayağından beş tanesi günümüze ulaşabilmiştir (Resim 78). Bu taşıyıcı ayakların merkezi harçlı moloz dolgu, cepheleri ise kesme taşlar ile örülmüştür. Kesme taşların kentteki diğer yapılardan getirilen devşirme kullanımlar olduğu düşünülmektedir. Yapının ayak cephelerinde düzgün kesme taş kullanıldığı için derz aralıkları incedir (Karydis, 2012, s. 117-121). Kale Mevki Yapısı’nın taşıyıcı ayaklarında kullanılan malzeme ve yapım yöntemi bu ayaklara oldukça benzerdir. Sardis’teki D yapısının güneydoğu yönünde yer alan taşıyıcı ayağın kalıntılarıyla Kale Mevki Yapısı’ndaki 1 No.lu ayağın kalıntıları birbirine yakın ölçülerdedir. Her iki yapıdaki taşıyıcı ayaklar kare formundadır. Ayakların pandantif başlangıcına kadar 72 olan yükseklik ve genişlik ölçüleri ise şöyledir: D yapısındaki ayağın yüksekliği yaklaşık olarak 6,5 m, genişliği 4 m.dir; Kale Mevki Yapısı’ndaki 1 No.lu ayağın yüksekliği 6,28 m, genişliği ise 3,40 m.dir. Sardis D yapısının bu ayağında kemer başlangıcı itibariyle malzeme kullanımı değişmiştir: Ayak cephelerindeki kesme taş kullanımından farklı olarak, kotun bu seviyesi itibariyle tuğla ve harçlı moloz kullanılmıştır (Resim 79). Kemer başlangıcı 20-25 sıra tuğla ile örülmüştür (Karydis, 2011, s. 109). Kale Mevkii Yapısı’nın 1 No.lu taşıyıcı ayağının kemer başlangıcı itibariyle malzeme kullanımı benzer olarak değişmiştir; ancak, kemer başlangıcından geriye yalnızca dokuz tuğla sırası kalmıştır (Resim 80). Kale Mevkii Yapısı ve Sardis D yapısındaki tuğla sıraları, başlangıç kısımları ulaşmış beşik kemer başlangıçlarını ve ayaklar arasındaki bağlantıları sağlayan ana kemerlere aittir. Sardis’teki D yapısında kubbeye pandantiflerle geçilmemiştir. Kubbe, beşik kemerlerin üzerine doğrudan değil, ana kemer ve kubbe arasına tek sıra olarak düzenlenmiş ikincil bir kemer üzerine oturmaktadır (Resim 81-82). Bu tek sıra kemer, iki farklı yöne eğrilen iki kemer arasındaki alanının, tuğlaların yatay veya bir diğerine kenetlenerek konumlandırılmasıyla düzenlenmiştir (Karydis, 2012, s. 132). Kale Mevkii Yapısı’nda ise, eğrilen iki kemer arası Sardis D yapısındaki gibi yatay, birbirine kenetlenecek şekilde değil, dik veya V şeklinde konumlandırılarak kapatılmıştır (bkz. Resim 77). Bu veri, Kale Mevkii Yapısı’ndaki pandantifin formunu ve kubbe ile olan ilişkisini öğrenmemizi sağlamaz. Çünkü 2 veya 3 tuğla sırası, bu alanı anlamlandırabilmek için yeterli değildir. Ancak, eğrilen kemer aralarının farklı yöntemler ile kapatıldığı tuğla örgü olan bu başlangıç kısmı, her ne kadar farklı form ile düzenlenmiş olsa da, örtü sistemi başlangıcında benzer amacı (ikincil kemer) taşıması bakımından değinilmesi gerekmiştir. Kale Mevki Yapısı ile karşılaştırılacak diğer yapı Philadelphia kentindeki Aziz Ioannes Kilisesi’dir. Philadelphia Antik kenti günümüz Manisa ilinin Alaşehir ilçesindedir. Antik kentin büyük bir bölümü modern yerleşimin altında kalmıştır; bu sebeple, yapının yalnızca üç taşıyıcı ayağı günümüze ulaşabilmiştir (Resim 83). Yapının zemin planı varsayımlar üzerine kurulmuştur. Günümüze ulaşan üç taşıyıcı ayaktaki kemer eğimleri, aynı hizada olması gereken ayakların varlığını ortaya çıkarmıştır. Böylece, yapının dikdörtgen bazilikanın iki eşit boyutta kare mekâna sahip olabileceği fikri benimsenmiştir. Ayaklardaki üst örtü başlangıç kalıntılarıyla, yapının örtü sistemi tam olarak anlaşılamamıştır: Yapının kare mekânları ya pandantif üzeri 73 kubbe ya da yelken tonoz ile örtülü olduğu düşünülmektedir. Antik Philadelphia’nın kent sınırları tam olarak bilinmese de, Ioannes Kilisesi kalıntılarının Erken Bizans kentinin tam merkezinde olduğu, bu sebeple, kentin katedrali olabileceği önerilmiştir. Yapım tarihi hakkında kesin bir veri yoktur; ancak, yapının planı ve örgü teknikleri sebebiyle M.S. 6. yüzyıl önerilmiştir (Karydis, 2011, s. 16-17 ve 130-133; Buchwald, 2001a, s. 302). Philadelphia’daki Ioannes Kilisesi’nin kuzeydoğu yönündeki taşıyıcı ayağı, diğer iki ayağa göre nispeten daha iyi korunmuştur. Kare formlu ayağın korunmuş yüksekliği 14 m, genişliği ise 6,70 m.dir. Ayağın merkezi harçlı moloz dolgu, cepheleri ise kesme taşlar ile örülmüştür. Bu kesme taşların devşirme kullanımlar olduğu düşünülmektedir (Buchwald, 2001a, s. 302). Kale Mevkii Yapısı bu noktaya kadar Sardis D Yapısı ile olduğu gibi Aziz Ioannes Kilisesi ile de benzerdir. Kale Mevkii Yapısı ve Sardis D yapısında olduğu gibi, Ioannes Kilisesi’nin kemer başlangıcı da tuğla ile örülmüştür. Yapının bu kotundaki tuğla boyutlarının belirli bir düzen göstermesi sebebiyle, tuğlaların yapı için üretilmiş olduğu düşünülmektedir: Tuğla boyutları 70x70 cm.dir. Kale Mevki Yapısı’nın kemer başlangıç kotundaki tuğla boyutları ise 13x26-16x32 cm arasındadır. Tuğlalar arasındaki bu büyük boyutsal farklılığa rağmen, Ioannes Kilisesi’nin kemer başlangıcındaki tuğla kalınlıkları ve derz aralıkları oranı Kale Mevkii Yapısı ile benzerdir: 1:1. Ioannes Kilisesi’nde eğrilen iki kemer arasındaki alan, tuğlaların yatay olarak konumlandırılmasıyla kapatılmıştır. Bu, Sardis D’deki gibi tuğlaları bir diğerine kenetleyerek değil, aralarında belirli bir derz aralığı bırakarak uygulanmıştır (Resim 84). Ancak, bu kalıntı da kemerler arasındaki bu alanın kubbe ile olan ilişkisini anlamlandırmaya yetmemiştir. Çünkü bu alandaki tuğla sıralar kubbe ile bütünleşip mekânı örtebileceği gibi, kubbeye geçişte pandantif olarak düzenlenmiş olabileceği de belirtilmiştir (Buchwald, 2001a, s. 304). Söz konusu iki yapı arasının bu alanı üzerine kurulabilecek benzerlik varsayıma dayanmaktadır. Kale Mevki Yapısı’nda bu alan tuğlaların hem dik hem de yatay olarak, yani V şeklinde konumlandırılmasıyla kapatıldığı hatırlanmalıdır. Dolayısıyla, eğrilen iki kemer arasındaki alan, Kale Mevkii Yapısı’nda yatay şeritler olarak düzenlenmişse, bu iki yapının örtü sisteminin benzer olduğu önerilebilir. Örtü sisteminin başlangıcı benzerdir; ancak, formları hakkında kesin bir şey söyleyebilmek, eldeki eksik veriler sebebiyle oldukça zordur (bkz. Resim 84). 74 Ephesos kenti Roma’nın imparatorluk dönemlerindeki önemini Erken Bizans döneminde de korumuştur. Bu önemini sağlayan etkenlerden biri kentin limandır. Bu liman gerek Anadolu’nun batı kıyılarına gerek içlerine açılan ticaretin taksim noktalarından biridir. Kentin ticari öneminin yanında, M.S. 431 ve 449 yıllarında toplanan konsillerle de, bölgenin piskoposluk hiyerarşisindeki isminin ilk sırada olduğu görülür. Ephesos kentine 3-4 km uzaklıkta Ayasuluk olarak adlandırılan tepe üzerinde Aziz Ioannes Kilisesi yer alır. Kilise önceleri ahşap çatı ile örtülü latin haçı planlı bir bazilikadır. Iustinianus döneminde yapının transept kolları ve naosu altı ayrı kubbe ile örtülmüştür: Sonradan eklenen bu kubbeler, kesme taş örgü duvardan bağımsız ayaklar ile taşınmaktadır (Foss, 1977, s. 473). Bu yapı tümüyle ele alınmayacaktır; yapının yalnızca taşıyıcı ayaklarından ve bir yüzey araştırması sonucu transept kollarından birine ait olduğu düşünülen pandantif başlangıç kalıntısından söz edilecektir. Ephesos’taki Aziz Ioannes Kilisesi’nin kubbe ile örtülü mekânlarındaki taşıyıcı ayakların merkezi harçlı moloz dolgu, cepheleri ise düzgün kesme taşlarla örülmüştür. Düzgün kesme taş kullanımı sebebiyle derz aralıkları ince bırakılmıştır. Yapının kemer başlangıcı itibariyle malzeme kullanımı değişmiştir. Yukarıdaki örneklerin aksine, bu yapıdaki örtü sistemi tümüyle tuğla ile örülmüştür: Yapı, bu özelliği ile ender Erken Bizans örnekleri arasındadır (Karydis, 2011, s. 69-80).52 Yapının transept kollarındaki beşik kemerlerinden birine ait olduğu düşünülen bir pandantif başlangıcı yer alır (Resim 85). Bu pandantif başlangıcı eğrilen iki kemer arasının, yukarıda örnekleri verilen diğer yapılardan farklı olarak kapatıldığı bir form sunar. Bu örnekte iki farklı yöne eğrilen beşik kemerlerin arası, tuğlaların yatay olarak konumlandırılıp (11 sıra), bu yatay sıraların iki yönde eğimli üç sıra tuğla ile çevrelenmesiyle kapatılmıştır; yani, kabaca V şekli elde edilmiştir. Bu, iki farklı yöne eğrilen beşik kemerlerin üzerine konumlandırılmış üç sıra tuğlanın ikincil bir diğer kemer olduğu belirlenmiştir (Resim 86). Böylece kubbe, beşik kemerlerin üzerine doğrudan değil, beşik kemerlerin üzerinde yer alan üç tuğla sırası üzerine oturmaktadır. Bu, Kale Mevkii Yapısı’ndaki pandantif başlangıcının, daha çok ve düzgün sıralarının korunmuş formu olabilir. Ancak bunu, yıkımlar sebebiyle veya günümüze ulaşan birkaç sıra tuğla ile belirleyebilmek mümkün değildir; yine de, Kale 52 Kale Mevkii Yapısı’nın örtü sistemi hem tuğla hem de kaba yonu taşlar ile birlikte moloz dolgudur. 75 Mevkii Yapısı’nın örtüye geçiş sistemindeki korunmuş kalıntılara en yakın formun bu olduğu söylenebilir. Ephesos Ioannes Kilisesindeki bu pandantif başlangıcının kubbe ile olan ilişkisi belirlenememiştir; yani, kubbenin pandantif üzerine oturup oturmadığı bu kalıntı ile dahi anlaşılamamıştır. Yatay tuğla sıraları çevreleyen birkaç sıra eğimli tuğla ile örtüye geçilen bu yöntemin bir benzeri, Ioannes Kilisesi’nin vaftizhanesinin güneydoğudaki odasının duvarında da uygulanmıştır. Bu geçiş tekniği – her ne kadar kubbe veya pandantif ilişkisini kesin olarak belirleyen etkenlerden biri olmasa da – bölgedeki Erken Bizans dönemi örgü tekniklerinin anlaşılması bakımından önemli bir ayrıntı olduğunu vurgulanmıştır (Karydis, 2011, s. 84). Ancak bu geçiş tekniğinin, yapılarda, M.S. 2. yüzyıldan beri kullanıldığını belirtmek gerekir. Örneğin, Batı Anadolu’nun güney kıyılarındaki (Pamfilya bölgesi) Side kentinin doğu nekropolündeki bir mezar anıtında, eğrilen kemer araları benzer şekilde kapatılmıştır (Resim 87). Bu mezar anıtı mekânsal olarak Kale Mevkii Yapısı’ndan farklı bir form sunar: Yapının 6,25x5,35 m ölçülerindeki iç mekânı her yönden yarım daire apsis ile genişletilmiştir (trikonhos, üç yapraklı yonca planlı): Kale Mevkii Yapısı’ndaki iç mekân ise, kareye yakın 7,30x7,35 m ölçülerindedir (Mansel, 1960, s. 403-406). Ancak, yapıdaki kare mekânı meydana getiren duvarlar ve örtü sisteminde kullanılan inşa malzemeleri ve yapım tekniklerinin, Kale Mevkii Yapısı’na olan benzerliği sebebiyle, bir arada değerlendirilmesi gerekmiştir. Yapıyı örten tonozların formu tam olarak anlaşılamamıştır; ancak, ana mekân yelken tonoz, genişletilen alanların ise beşik tonoz ile örtüldüğü düşünülmektedir (Lancaster, 2015, s. 85). Yapının günümüze ulaşan duvarları örtü sistemi başlangıcına dek kesme taşlar ile örülmüştür; ayrıca, duvar cephesi boyunca devam eden üç sıra tuğla şerit yer alır. Bu duvar cephelerine nazaran örtü sistemi başlangıcı itibariyle malzeme tuğla ve harçlı moloz olarak değişmiştir. Ana mekânı örten kemer ve pandantifler tuğla örgüdür. Yapıda eğrilen iki kemer arasının kapatıldığı yöntem, Ephesos’taki Ioannes Kilisesi’nin transept kolları ve aynı yapının vaftizhanesinin güneydoğu odası ve Kale Mevkii Yapısı’na benzerdir (Karydis, 2011, s. 92). Yani, iki farklı yöne eğrilen beşik kemerlerin arası, tuğlaların yatay olarak konumlandırıldığı ve bu yatay sıraları iki yönde eğimli (V şekli) tuğla sıralarıyla kapatıldığı yöntemdir. Side’deki mezar anıtının yapım tarihi kesin olarak belirlenememiştir: M.S. 2. yüzyıldan erken 5. yüzyıla dek geniş bir zaman aralığı önerilmektedir (Lancaster, 2011, s. 85). Bu örnek, Ephesos’taki 76 Ioannes Kilisesi ve vaftizhanesi ile örtü sistemine geçişte kullanılan tekniğin ender erken örnekleri arasındadır. 53 Dolayısıyla, örtü sistemine geçilen bu teknik üzerinden Kale Mevkii Yapısı için belirli bir tarih önerilememektedir; bunun sebebi, söz konusu tekniğin M.S. 2. yüzyıldan 6. yüzyıla dek geniş bir kullanım alanının olmasıdır. Yukarıda, Kale Mevkii Yapısı’nda iki farklı yöne eğrilen iki kemerin arasındaki alanın kapatıldığı formları gösteren üç kilise ve bir mezar yapısı doğrudan karşılaştırılmıştır. Bu yapıların örtü sistemindeki belirsizlik hâlâ devam etmektedir (Ousterhout, 2019, s. 194; Karydis, 2011, s. 92). Bu bilinmezliğin Kale Mevkii Yapısı açısından önemi şudur: M.S. 4. yüzyıl itibariyle, Krautheimer’in (1986) “…Batı Anadolu kıyılarında beşik tonozun yerini pandantifle taşınan kubbe veya pandantifli kubbe/yelken tonozların aldığını…” belirttiği oldukça geniş, ancak bir o kadar yerinde tespiti vardır (s. 238).54 Dahası, yelken tonozlar pandantif üzeri kubbeden daha önceki dönemlere tarihlenebilen örtü sistemleridir (Lancaster, 2015, s. 72). Yani, Kale Mevkii Yapısı’nın örtü sistemindeki kemer, pandantif ve kubbe bağlantılarının belirlenmesi, belirli bir dönem aralığını işaret edeceği için önem arz edebilirdi. Bu sebeple, Kale Mevkii Yapısı’ndaki örtü sistemi başlangıcı, kubbeye pandantifle geçilen Erken Bizans dönemi kullanımları ile ilişkilendirilebileceği gibi, M.S. 2. yüzyıldan beri kullanılan ve Erken Bizans dönemlerinde de sürdürülmüş yelken tonoz örneklerinden biri ile de ilişkilendirilebilir. Ancak, Kale Mevkii Yapısı’ndaki pandantif başlangıcı Ioannes Kilisesi’ndeki (Ephesos) gibi devam ediyor ve pandantifle taşınan kubbe ile örtülüyor ise, M.S. 2. yüzyıl kadar geri bir tarihe gidilmez. Çünkü örtü sistemine geçişlerdeki pandantiflerin bu formlarda düzenlendiği örnekler Erken Bizans dönemlerine tarihlenmektedir. Kale Mevki Yapısı’nın taşıyıcı ayak ve örtü sistemlerinde kullanılan malzeme ve yöntemler, Sardis D, Ephesos ve Philadelphia’daki örnekler ile her ne kadar benzer olsa da, bazı farklılıklar yer alır. Örneğin, Kale Mevkii Yapısı’ndaki ayak cephelerinde, örneği verilen yapıların ayaklarında bulunmayan tuğla şeritler vardır. Dahası, Kale Mevki Yapısı’ndaki taşıyıcı ayaklarda, bu yapılardaki kadar düzgün Ephesos’taki I No.lu teras evi (M.S. 2. yüzyıl) ve Side’nin batı nekropolünde bulunan mezar anıtı (M.S. 170), bu tekniğin kullanıldığı diğer erken döneme ait örneklerdir (Lancaster, 2015, s. 79 ve 84). Bu yapı örneklerindeki kare mekânları meydana getiren taşıyıcı unsurların, Kale Mevkii Yapısı’ndan farklı olması sebebiyle değerlendirmeye alınmamıştır. 54 Bu değişimdeki önemli kullanımlardan biri ise, M.S. 2. yüzyıl ile geçiş ve örtü sistemlerinde yoğun olarak kullanılmaya balanmış olan tuğladır. Ancak, tuğlanın kullanım alanı çok çeşitlidir ve genel kullanımları içerisinde dönem belirtmez. 53 77 kesme taşlar kullanılmamıştır. Ancak bu durum, ayakların yapım tekniğiyle değil, taşların yapıda kullanılmak üzere kentteki diğer yapılardan temin edilmiş olmasıyla alakalıdır. Kale Mevkii Yapısı’nda örneği verilmiş yapılardaki taşıyıcı ayakların cephelerinde her ne kadar düzgün olmasa da kentteki diğer yapılardan getirilen devşirme taşlar kullanılmıştır. Bu yapılardaki devşirme kesme taş kullanımı Erken Bizans kullanımlarıyla ilişkilendirilmiştir; Kale Mevkii Yapısı’ndaki kullanımlar da Erken Bizans dönemine ait olabilir. Dolayısıyla, örtü sistemi başlangıcındaki malzeme kullanımı ve teknikler Kale Mevkii Yapısı’nı tarihlemek için yeterli bir veri sunmamış, M.S. 2. yüzyıldan 6. yüzyıla dek geniş bir zaman aralığı ile karşılaşılmıştır. Örneği verilen kilise yapılarındaki ayaklarda tuğla şeritlerin olmaması Kale Mevkii Yapısı ile bir arada değerlendirmeye engel değildir. Çünkü Kale Mevkii Yapısı’nda tuğla şeritlerin olmadığı kaba yonu taş örgülerin olduğu cepheler de vardır; ayrıca, tuğla şeritler, duvar yapım teknikleri hakkında tarih veren veya belirli bir dönem belirten cephe unsurları değildir. Tuğla şeritlerin ayak ve duvar cephelerindeki kullanımı Roma döneminde başlamış ve Bizans dönemlerinde birçok farklı bölge ve yapıdaki kullanımı uzun süre devam etmiştir (Ousterhout, 2019, s. 88). Örneğin, M.S. 6. yüzyıla tarihlenen Ephesos’taki Aziz Ioannes Kilisesi’nin taşıyıcı ayaklarının merkezi harçlı moloz dolgu, cepheleri ise kesme taştır. Ancak, aynı yapıya 7. yüzyılda eklenen skeuophylakion yapısındaki ayakların merkezi harçlı moloz dolgu iken, cepheleri ise kaba yonu taşlar ve tuğla şeritler ile örülmüştür (Karydis, 2011, s. 9 ve 46). Dolayısıyla, Kale Mevkii Yapısı’nın ayaklarındaki tuğla şeritler, kullanımı Roma’dan Bizans’a kadar sürmüş olan cephe unsurlarıdır. Son olarak, Kale Mevkii Yapısı’nın merkezi harçlı moloz dolgu, cephesi devşirme kesme taşlarla örülmüş tuğla şeritleri olan taşıyıcı ayakları, Roma’nın erken dönemlerinden Bizans’ın erken dönemlerine dek birçok yapı ile ilişkilendirilebilir malzeme kullanım ve örgü yöntemleri arasındadır. Ancak, Batı Anadolu kıyılarında yer alan bu yapıların ayaklarının taşıdığı örtü ve geçiş sistemlerindeki malzeme kullanımı ve inşa yöntemleri ile bir arada değerlendirmeye değer benzerliklerdir. Yapıların belirlenmiş alanlarını karşılaştırmadaki amaç, Kale Mevkii Yapısı’nın işlevini doğrudan belirlemek değildir; çünkü malzeme kullanımı ve yapım teknikleri yapıların işlevini belirlemez. Kale Mevkii Yapısı’nın nasıl bir örtü sisteminin olduğunu anlamlandırmak ve ardından Batı Anadolu’daki yapıların örtü sistemlerinin gelişimindeki evrenin hangisine ait olabileceğini tespit etmek hedeflenmiştir; ancak, 78 yüzeydeki veriler belirli bir dönem değil, oldukça geniş bir dönem aralığına işaret etmektedir. Dahası, Philadelphia’daki Aziz Ioannes Kilisesi’nin yapım tarihi, arkeolojik veya tarihsel verilerle belirlenememiştir. Buna rağmen, yapının plan formu, duvar ve örtü sistemlerindeki malzeme kullanımı, geçiş ve örtü birimlerindeki yöntemler sebebiyle Sardis D ve Ephesos’taki Ioannes Kilisesi ile ilişkilendirilmiş ve yapım tarihi olarak kentteki Pers yıkımlarından (M.S. 617) önce bir tarih önerilmiştir (Buchwald, 2001a, s. 317).55 Kale Mevkii Yapısı’nın ayaklarındaki devşirme kesme taş kullanımı, merkezindeki harçlı moloz dolgu, ayaklar arasındaki bağlantıların beşik kemerler ile sağlanması ve üst örtüye geçiş siteminde pandantif kullanılması – ki bu pandantif formunun Ephesos’taki Ioannes Kilisesi ile oldukça benzerdir – sebebiyle örneği verilen yapıların yapım tarihi ile ilişkilendirilebilir. Bu yapılardaki taşıyıcı ayaklar ile meydana getirilen kare mekânların, benzer malzeme ve yöntemler ile örtülmesi de oldukça dikkat çekicidir; ancak, yapının plan tipolojisinin belirlenememesi, yapıyı diğerleri ile tümüyle ilişkilendirip tarihleme önerisi sunmaya engel olmuştur. Bu, söz konusu yapıyı tarihleyen tek etken değildir ve diğer etkenler 9. Sonuç bölümünde belirtilmiştir; ancak, malzeme kullanımı ve yapım tekniğindeki benzerlikler bu başlıkta ele alındığı için değinilmesi gerekmiştir. 55 79 9. SONUÇ Batı Anadolu’da Helen dönemlerine ait dini, kamusal ve askeri yapıların başlıca inşa malzemesi mermer ve kesme taştır. Farklı şekillerde düzenlenmiş taşlar ile birçok farklı örgü tekniği yapı duvarlarında harç kullanılmadan uygulanmıştır (Akarca, 1998, s. 107-117). Anadolu’daki Roma hâkimiyeti ile birlikte, yapıların ana birimi olan duvarlar kesme taş ve mermer ile örülmeye devam edilmiştir (Ward-Perkins, 1981, s. 273 ve 296). Bunun yanında, İtalya yarımadasında ortaya çıkan opus caementicium duvar tekniği, Roma’nın Anadolu’daki hâkimiyetine paralel olarak yapılarda kullanılan bir diğer duvar tekniği olmuştur. Opus caementicium duvar tekniğinin en belirgin özelliklerinden biri, harç içerisine karıştırılan puzolan tozudur. Ancak bu toz, Anadolu’nun batı kıyılarında, İtalya yarımadasında bulunduğu miktarda yer almaz; bu sebeple, opus caementicium duvar yapımı Anadolu’daki yerel imkânlar çerçevesinde uygulanmıştır. Bu da, harç içerisine çakıl, moloz taş ve tuğla kırığı gibi bir takım agregalar eklenmesiyle mümkün olmuştur. Dolayısıyla kesme taş ile örülmüş duvarlar, Helen dönemlerinden Roma’nın geç dönemlerine dek geniş bir dönem aralığını yansıtırken, opus caementicium tekniğinin uygulandığı duvarlar Roma dönemi ve sonrası ile ilişkilendirilir. Batı Anadolu’da opus caementicium tekniği ile duvarlarda değişim veya dönüşümün yaşandığı bir süreç başlamıştır ve bu değişim sürecindeki malzeme kullanımına tuğla da eklenmiştir. Tuğla hiç olmadığı kadar çok ve yapıların örtü birimlerinde daha önce olmadığı şekliyle kullanılmaya başlanmıştır. Yapıların taşıyıcı ve örtü sistemlerindeki değişim sürecini, Anadolu’daki kentlerin birçoğunda kronolojik olarak incelemek mümkündür. Örneğin, Ephesos’taki Celsus Kütüphanesi ve Liman Hamamı (M.S. 2. yüzyıl), duvar ve örtü sistemi başlangıcındaki tuğla kullanımı, kentteki ve Batı Anadolu’daki en erken örnekler arasındadır. Bölgede bu kullanım birçok yapıda devam etmiş ve süreç, Iustinianus döneminde Ephesos’ta Ayasuluk Tepesi’ndeki Ioannes Kilisesi’ne eklenen kubbe ve üst örtüye geçiş birimlerinin tümüyle tuğla ile örülmesine dek ilerlemiş ve malzemenin yapılardaki kullanım alanı genişlemiştir. 80 Mylasa’da, Roma dönemi ile birlikte değişen malzeme kullanımı ve inşa teknikleri evresini gösterebilmek anlamlandırabilmek için, ve Kale Mevkii Yapısı’ndaki mimari özellikleri yapıyı, su kemeri ve Baltalı Kapı ile birlikte değerlendireceğim (bkz. Resim 4-5 ve 75). Su kemeri ve Baltalı Kapı’nın inşa tarihi olarak M.S. 2. yüzyıl önerilmiştir. Baltalı Kapı harç kullanılmadan, kesme taş ve mermer ile inşa edilmiştir. Kapıdaki beşik kemerin oturduğu iki taşıyıcı ayak harç kullanılmadan kesme taşların üst üste konumlandırılmasıyla meydana getirilmiştir. Beşik kemer ise, özel olarak hazırlanmış kemer taşların bir diğerini destekleyecek şekilde konumlandırılmasıyla, harçsız olarak örülmüştür. Aynı yüzyıl içerisinde inşa edilen Mylasa’nın doğusundaki su kemerinde kullanılan malzeme ve yapımında uygulanan yöntemler ise farklıdır. Su kemerinin taşıyıcı ayakları – Baltalı Kapı’nın aksine – merkezi harçlı moloz dolgu (opus caementicium), cepheleri kaba yonu taşlar ile kaplanmıştır. Yapıdaki her bir yarım daire kemer için özel olarak hazırlanmış kemer taşları üretilmemiş, kaba yonu taşlar kullanılmıştır. Bu sebeple, kemerlerdeki her bir yarım daire açıyı sağlayabilmek için, kaba yonu taşlar arasına her seferinde belli bir miktar harç payı bırakılması gerekmiştir. Baltalı Kapı’daki kesme taş ve mermer ile örülmüş harçsız duvarlar, Helenistik dönem kullanımlarının Roma döneminde de devam ettirildiği uygulamalardır (Akarca, 1954, s. 76-89; Rumscheid, 1996, s. 130133). Ancak, su kemerindeki merkezi harçlı moloz dolgu ayakları kaba yonu taşlar ile kaplama yöntemi ve su kemerinin işlevi bir Roma buluşudur; bu, herhangi bir geleneğin parçası değil, bir buluşun Anadolu’ya taşınmasıdır. Burada belirtilmek istenen şudur: Aynı yüzyıldaki malzeme kullanım ve inşa yöntemlerindeki farklılıkların yapıları tarihleme konusunda referans olamayacağı ve Mylasa’daki inşaatlarda kullanılan malzeme ve yöntemlerin M.S. 2. yüzyıl itibariyle değişmeye başlamış olmasıdır. Bu, Helenlerin malzeme kullanım geleneklerinin terk edilmeyerek, Roma’ya özgü farklı malzeme kullanım ve yöntemlerin kente adapte edilmesidir. Roma ile birlikte, yapıların önce taşıyıcı sonra örtü birimlerinde kullanılmaya başlayan tuğlayı, Mylasa’daki yapılar üzerinden kronolojik olarak incelemek mümkün değildir: Çünkü kentte, bu süreci inceleyecek yeterli sayıda örnek yoktur. Mylasa’daki su kemerinin taşıyıcı ayaklarındaki kaba yonu kesme taş örgü duvarlara nazaran, bir taşıyıcı ayağının cephesinde tuğla şerit yer alır (bkz. Resim 41). Bu alanın tuğla ile düzenlenmesinden ötürü su kemerinin Geç Antik dönemde onarım gördüğü fikri 81 benimsenmiştir (Ruggieri, 2005, s. 56-58). Ancak, şeritteki tuğlalar belirli bir standardı yansıtmayacak derecede küçük, ince, kırık ve düzensiz konumlandırılmıştır; buna ek olarak derz aralıkları, herhangi bir standart kullanım ile değerlendirilecek bir düzen içerisinde de değildir. Bu örnek, onarımdan ibarettir ve tuğlanın duvar cephelerinde şeritler halinde düzenlendiği kentteki iki yapıdan biridir. Diğeri ise, Kale Mevkii Yapısı’dır: Yapı, Roma ile birlikte değişen ve Erken Bizans dönemlerine dek sürdürülmüş birçok kullanımı barındırır. 56 Öncelikle, Kale Mevkii Yapısı’nın taşıyıcı ayaklarının merkezi harçlı moloz dolgu, cepheleri ise kaba yonu kesme taş ve tuğla ile örülmüştür. Bu, Roma ve sonrasındaki dönemlere ait kullanımlara işaret eder. Yapıdaki tuğla şeritler, kentin doğusundaki su kemerine göre daha düzenlidir. Üçlü veya dörtlü olarak düzenlenmiş şeritlerdeki tuğlaların kalınlıkları ve derz aralıklarında bir uyum vardır (1:1). Dahası, tuğla şeritlerin tüm ayak cephelerinde iki kez tekrar eden bir düzen içerisinde yer alması, yapının planlı ve sistemli bir inşa faaliyeti olduğunu göstermektedir; yani, su kemeri örneğinde olduğu üzere, onarımdan ibaret değildir. Böylece ayak cephelerinde – her ne kadar taşlar arasında ebat farklılıkları yer alsa da – bir almaşık örgü düzeninden bahsedilebilir; ancak, bu taş-tuğla almaşıklığını su kemerindeki kullanım için söyleyebilmek oldukça zordur. Dahası, Kale Mevkii Yapısı’ndaki tuğla kullanımı şeritler ile sınırlı değildir: Yapının duvar cephelerindeki hafifletme kemerlerinde, ayaklar arası bağlantıları sağlayan beşik kemerlerde ve örtü sistemine geçiş birimi olan pandantiflerde de kullanılmıştır (bkz. Resim 17 ve 20-21). Yapı, gerek ayak cepheleri gerek örtüye geçiş sistemindeki alanlarda tuğlanın kullanıldığı, korunmuş yüksekliği yaklaşık 6,30 m olan Mylasa’daki tek yapı kalıntısıdır. Bu düzenli tuğla kullanımına dayanarak Akarca (1954), yapıyı “…tuğla kuşaklı, fresklerle süslü bir kilise…” olarak tanımlamıştır (s. 91). Tuğla kuşaklar bir yapının işlevini belirlemez; ancak, yapıların tümüyle taş ve mermer ile inşa edildiği Mylasa kentinde, Kale Mevkii Yapısı’ndaki bu tuğla kullanımları araştırmacılara doğrudan Bizans dönemleriyle ilişkilendirebileceğini düşündürmüştür. Dolayısıyla, Kale Mevkii Yapısı’nın, bu değişim veya dönüşüm sürecinin Mylasa’daki önemli örneklerinden biri olduğu bu noktada söylenebilir. Bu meselenin irdelenmesindeki sebep şudur: Mylasa kentinin gerek Roma gerek Bizans dönemlerine tarihlenen yapılar üzerinde sınırlı sayıda çalışma vardır. Malzeme kullanımı ve inşa tekniklerindeki bu değişim veya dönüşüm meselesine, Kale Mevkii Yapısı’nın da dâhil edilerek incelendiği veya gündem edildiği yayın yoktur. 56 82 Kale Mevkii Yapısı’nın örtü sistemindeki tuğlaların belirli bir döneme ait kullanımlar ile doğrudan ilişkilendirilememesinin sebebi, pandantif ve kubbe formunun anlaşılamamış olmasıdır. Korunmuş kalıntılar üzerinden değerlendirme yapılmaya başlandığı vakit, yalnızca varsayımlardan bahsedilebilmektedir. Örneğin, eğer Kale Mevkii Yapısı’ndaki tuğla örgü pandantifin formu Ioannes Kilisesi’ndeki (Ephesos) pandantifin formu gibi devam ediyor ve kubbe ile örtülüyorsa, yapının örtü sistemi Erken Bizans dönemi ile ilişkilendirilebilir ve tarih önerisinde bulunulabilir (bkz. Resim 85). Ancak, Kale Mevkii Yapısı’ndaki pandantif formu belirtilen örnekteki gibi değil de M.S. 2. yüzyıldan beri uygulandığı şekliyle ise; yani kubbe, devam eden bir pandantif ile birleşiyorsa – yelken tonoz ile örtülü ise – (bkz. Resim 82), önerilen tarih M.S. 2. yüzyıldan Erken Bizans dönemine dek geniş bir aralığa yayılacaktır. Dolayısıyla, eksik veriler ve anlaşılamamış örtü sistemi sebebiyle yapıdaki kullanımlar belirli bir tarihi yansıtmaz. Tarihleme konusunda bir başka husus ise, Kale Mevkii Yapısı ile mimari ve mekânsal özellikleri bir arada değerlendirilmiş olan Sardis’teki D yapısıdır. Bu yapının inşası, tarihi veya arkeolojik veriler ile belirlenememiştir. Erken Bizans döneminin önerilmesindeki tek sebep, yapının örtü sistemi başlangıcında tuğla kullanılması veya örtü birimlerindeki formlar değildir; tarihleme önerisi, öncelikle yapının kent içerisindeki konumuna dayanmaktadır. D yapısı, kentin Erken Bizans döneminde genişlediği düşünülen alanlarda yer almaktadır (Foss, 1976, s. 39; Buchwald, 2015, s. XIX). Dahası, kentin Erken Bizans dönemlerinde bölgedeki siyasi, politik ve ekonomik önemini koruduğu, Arap akınlarına kadar kentte refah yaşandığı, söz konusu istilaların ardından kentin çöküş içerisine girdiği bilgileri mevcuttur (Foss, 1977, s. 474-477). Bu bilgi ve verilere dayanarak Sardis’teki D yapısının inşa tarihi için, Arap akınlarının yaşattığı ekonomik ve idari yıkımlar sebebiyle, akınlardan sonra değil önce bir tarih önerilmiştir. Ancak, Mylasa’nın Erken Bizans dönemi hakkında piskopos isimleri listesi dışında herhangi bir bilgi yoktur. Kentin yalnızca Erken Bizans dönemindeki sınırları veya genişleyen alanları değil, Helen dönemlerindeki sınırları dahi bilinmemektedir. Mylasa’nın kent sınırları hakkındaki bu belirsizlikler, Kale Mevkii Yapısı’nın konumunun da anlaşılamamasına yol açmış en büyük etkendir. Dolayısıyla, Kale Mevkii Yapısı’nı Sardis D yapısında olduğu gibi, malzeme kullanımındaki değişimler dışında tarihsel veya arkeolojik veriler ile konumunu 83 anlayabilmek, işlevi ve inşa tarihi hakkında önerilerde bulunmak günümüzdeki bilgiler ile mümkün değildir. Son olarak, yapının temel inşa malzemeleri olan taş ve tuğlaların, kentteki diğer yapılardan getirilen devşirme kullanımlar olması Erken Bizans dönemini; harç içerisindeki kum, çakıl ve tuğla kırığı gibi agregalar ise belirli bir dönemi değil, Roma döneminden Bizans dönemlerine dek olan kullanımları işaret eder. Yapıdaki taş ve tuğlaların devşirme olması, derz aralıklarının tuğla kalınlığına paralel olarak 3,5-4 cm düzenlenmesindeki uyum ve kare mekânı örten sistemi her ne kadar Erken Bizans dönemlerini işaret etse de, yapıyı, bu dönem ile doğrudan ilişkilendirebilmek için yeterli değildir. Yapıdaki kare mekânı ve genişleyen alanları arasındaki ilişki yüzeydeki kalıntılar ile anlaşılamamıştır. Örneğin, Kale Mevkii Yapısı’nın kare mekânı, bir kiliseye ait naos olabilir mi sorusu sorulduğunda, kare mekânı destekleyen birimlerin sınır ve formunun bilinmemesi, bu konuyu irdeleyebilmenin önünde büyük bir engel olmuştur. Yani, genişleyen alanlardaki bu birimler hol veya koridor olarak düzenlenmişse ve kare mekân bu birimlerden sütun veya ayaklar ile ayrılmışsa, bu alandaki birimlerin kare mekân ile ilişkili birimler olduğu ve yapının kare mekânın naos olduğu öne sürülebilir. Ancak, kare mekânın naos olup olmadığının anlaşılabilmesi için öncelikle merkezi mekâna bu işlevi kazandıracak ikincil mekân veya birimlerin tespiti gereklidir. Dahası, bir yapının yüzeydeki veriler ile kilise olup olmadığını tanımlayacak başlıca birim hol, koridor, kare veya dikdörtgen bir mekândan ziyade, kiliselerin ‘genellikle’ doğu yönünde bulunan bema ve apsis olarak düzenlenmiş alan ve mekânlarıdır. 57 Apsisler büyük oranda yarım daire formludur; ancak yüzeyde buna dair bir kalıntı veya iz yoktur; dahası, apsisin olması gerektiği doğu yönünde modern ev ve duvar bulunduğu için, yüzeyde var olabilecek tüm izler de yok edilmiştir. Kale Mevkii Yapısı hamam kompleksinin günümüze ulaşmış bir bölümü olabilir mi? Yüzeydeki dört taşıyıcı ayaktan bir yapının hamam olup olmadığı tespit edilebilir mi? Hamamlar – en küçük örnekler dâhil – işlevi farklı birçok oda, salon ve avlunun bulunduğu yapılardır (Yegül, 2011, s. 171-178 ve 240-241). Kale Mevkii Yapısı’nın Burada anlatılmak istenen, bir kilisenin hol veya koridorlara mutlaka sahip olması gerektiği değildir; kilise, tek nefli bir formda da olabilir; ancak, yüzeydeki veriler ile bir yapının kilise olarak tanımlanabilmesi için, ikincil mekânların yanı sıra apsis kısmının mutlaka olması gerektiğidir. 57 84 kare mekânı hamam kompleksine ait bir birim olarak belirtilecekse, öncelikle diğer oda ve hollerin tespit edilmesi gerekmektedir. Hamamların çok işlevli sıcak ve ılık odaları dışında en belirgin ve önemli özelliği hypocaust, yani ısıtma sistemleridir (Vitruvius V, 10, 1). Kale Mevkii Yapısı’nın temelinin bilinmemesi sebebiyle bu konu aydınlatılamaz. Ancak, yapıyı tabandan ısıtmanın yanında Romalılar, içi boş duvarlara yerleştirdikleri borularla yapıyı ısıtmanın başka yollarını da keşfetmişlerdir (Yegül, 2011, s. 109). Ancak, Kale Mevkii Yapısı’nda bu ısıtma sisteminin inceleneceği bir duvar kalıntısı yoktur; yalnızca, ayakların merkezi harçlı moloz dolgu olan dört taşıyıcı ayak vardır. Dahası, yapıda, hamamları büyük ölçüde tanımlayan kullanımların izi yoktur. Örneğin, duvar ve tonozlara içerideki ısı, buhar ve neme karşı dayanıklılık kazandırılması için iki kat sıva çekildiği bilinmektedir (Vitruvius V, 10, 3). Oysa Kale Mevki Yapısı’nın duvarları, izi hâlâ görülen ince bir sıva tabakasıyla kaplanmıştır. Bazı hamamların yapım teknikleri Kale Mevkii Yapısı’na benzemektedir: Örneğin, Ephesos’taki Liman Hamamı ve Miletos’daki Faustina Hamamı’nın taşıyıcı duvarlarında kesme taş, örtü sisteminin başlangıcından itibaren ise harçlı moloz ve tuğla kullanılmıştır. Duvar veya taşıyıcı ayak fark etmeksizin, merkezi harçlı moloz dolgu, cepheleri ise taş kaplı bu birimlerin hamam yapılarında da uygulandığı belirtilmiştir (Yegül, 2011, s. 184). Bir önceki başlıkta değinilen Ephesos’taki Ioannes Kilisesi, Sardis D yapısı ve Philadelphia’daki Ioannes Kilisesi’nde de bu benzer malzeme kullanımı ve inşa yöntemleri uygulanmıştır; ancak, bu yapılar kilisedir. Dolayısıyla, malzeme tercihi ve yapım yöntemleri ile yapıların işlevleri belirlenemez. Kale Mevkii Yapısı’nın işlevinin anlaşılabilmesi için, öncelikle, yapı civarında kapsamlı bir temizlik ve ardından kazı çalışması veya jeofizik alan taraması yapılarak, yapının genişleyen alan sınırlarının belirlenmesi gerekmektedir. Böylece, yapının işlevi hakkında tartışılacak konu başlıkları belirli bir temele dayandırılabilecektir. Yapının işlevi ve tarihi belirlenebilirse, aynı zamanda, bulunduğu konumun ne tür bir yerleşim alanının parçası olduğu hakkında fikir sahibi olunacak ve konumunun, Mylasa kenti ile olan ilişkisi değerlendirilebilecektir. Dolayısıyla, Kale Mevkii Yapısı’nın işlevi ve inşa tarihinin belirlenmesi, Mylasa kentinin de Roma veya Bizans dönemleri hakkında daha geniş bilgiler elde edilmesini sağlayacaktır. Çünkü yapıdaki bu malzeme kullanımı ve inşa teknikleri, bu dönemleri daha fazla aydınlatacak potansiyel kullanımları barındırmaktadır. Örneğin, eğrilen iki kemerin arasının tuğla 85 örgü pandantif ile kapatıldığı yöntem; yani, yatay tuğla sıraların iki yönde eğimli tek sıra tuğla ile çevrelenmesiyle kapatıldığı teknik (V şekli), Batı Anadolu bölgesindeki Ephesos’taki Ioannes Kilisesi ve Side’deki mezar anıtı gibi prestijli ve variyetli kişilere ait yapılarda kullanılmıştır. Bu, Kale Mevkii Yapısı’nın işlevini veya yapım tarihini belirlemez; ancak, örtüye geçişte kullanılan bu teknik ile yapıyı, Batı Anadolu bölgesindeki diğer örnekler ile benzer anıtsallığa sahip olabileceği fikrini gündeme getirmemi sağlamıştır. Son olarak, yapılan bu çalışmada sunulan tüm sayısal ve görsel veriler ile birlikte, çalışma içerisinde verilen fikir ve öneriler de ilerleyen zamanlarda yapı hakkında edinilecek bilgi ve çalışmalara temel olacak niteliktedir. 86 RESİM LİSTESİ Resim 1: Karya haritası (Kaynak: Henry, 2010a, s. 69). 87 Resim 2: Milas kenti (Kaynak: Google Earth, erişim tarihi 02.01.2020). 88 Resim 3: Gümüşkesen Mezar Anıtı, Milas (Fotoğraf: C. Ardıl, 2014). Resim 4: Milas ovasının doğusunda yer alan Roma dönemine ait su kemeri (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). 89 Resim 5: Baltalı Kapı, Milas (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). 90 Resim 6: Milas’taki Roma ve Augustus Tapınağı (Kaynak: Ruggieri, 2005, s. 218). 91 Resim 7: Milas-Halikarnassos, Milas-Labraunda ve Milas-Herakleia güzergâhı (Kaynak: Hellström, 2007, s. 9). 92 Resim 8: Kale Mevkii Yapısı’nın Milas Ovası’ndaki konumu (Kaynak: Google Earth, erişim tarihi 03.05.2020). 93 Resim 9: Karya haritası üzerinde Kale Mevkii Yapısı’nın konumu (Kaynak: C. Ardıl ve E. Goussard, 2019). 94 Resim 10: Yapının 1 ve 3 No.lu ayakları arasına örülmüş duvar ve çevresinde yer alan modern yapılaşmanın zemin planı üzerinde gösterimi (Çizim: C. Ardıl, 2019). 95 Resim 11: 1 ve 3 No.lu ayaklar arasına örülmüş modern duvar (Fotoğraf: C.Ardıl, 2019). 96 Resim 12: Yapının batı yönündeki köy evinin duvarında yer alan kesme taşlar I (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). Resim 13: Yapının batı yönündeki köy evinin duvarında yer alan kesme taşlar II (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). 97 Resim 14: Kale Mevkii Yapısı’nın zemin planı (Çizim: C. Ardıl, 2019). 98 Resim 15: Yapının kare mekânındaki tüm ölçüler. Ölçüler belirlenen iki nokta ile (A-B) üçgenleme yöntemi ile alınmıştır; bu sebeple, 1-3 cm.lik hata payı yer alabilir (Çizim: C. Ardıl ve S. Yüksel). 99 Resim 16: 1 No.lu taşıyıcı ayağın batı yönüne bakan cephesi (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). 100 Resim 17: Pandantif başlangıcının detay fotoğrafı (Fotoğraf: C. Ardıl, 2018). 101 Resim 18: 2 ve 4 No.lu taşıyıcı ayakların batı yöne bakan cepheleri (Çizim: C. Ardıl, 2019). 102 Resim 19: 2 No.lu taşıyıcı ayağın batı yöne doğru devam eden duvarı (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). 103 Resim 20: 4 No.lu taşıyıcı ayağın batı cephesi ve iki ayrı duvar nişi (Fotoğraf: S. Yüksel, 2018). 104 Resim 21: 4 No.lu taşıyıcı ayağın batı yönüne bakan cephenin çizimi (Çizim: C. Ardıl ve S. Yüksel, 2018). 105 Resim 22: 4 No.lu taşıyıcı ayağın kuzey yöne devam eden duvarı (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). 106 Resim 23: 3 ve 4 No.lu taşıyıcı ayakların kestiği kısım iki farklı daire içerisine alınmıştır ve I ve II olarak gösterilmiştir (Çizim: C. Ardıl). 107 Resim 24: 3 No.lu ayağın zeminden 1,50 m yükseğinde batıya yönelen kemer başlangıcı (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). Resim 25: 4 No.lu taşıyıcı ayakta doğuya yönelen kemer başlangıcı (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). 108 Resim 26: 3 ve 4 No.lu ayakların alt kotundaki kemerler (Çizim: C. Ardıl). 109 Resim 27: 3 No.lu ayaktaki hafif eğimli duvar (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). Resim 28: 3 No.lu ayaktaki hafif eğimli duvarın detay fotoğrafı (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). 110 Resim 29: 3 ve 4 No.lu ayaklar arasındaki kısmı yeniden düzenleme önerisi (Çizim: C. Ardıl, 2019). 111 Resim 30: 1 No.lu taşıyıcı ayağın güney yöne bakan kaba yonu taş örgü cephesi (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019) Resim 31: 2 No.lu taşıyıcı ayağın güney yöne bakan duvar cephesi (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). 112 Resim 32: 4 No.lu ayağın cephesindeki kiriş yuvası. Bu yuva örneğinde, iskele kaldırıldıktan sonra, yuva tekrar yamanmış/kapatılmıştır (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). Resim 33: 1 No.lu ayağın kare mekâna bakan cephesi. Bu kiriş yuvası örneğinde, yuva duvarın içerisinden geçerek her iki taraftan da dışarı çıkmaktadır (Fotoğraf: C. Ardıl, 2018). 113 Resim 34: Grafikteki rakamlar 1, 2, 3 ve 4 No.lu taşıyıcı ayaklardaki tuğla sayısını ve toplamı göstermektedir: Renkli çubuklar her bir ayağı ve üzerindeki rakamlar ise o ayaktaki tuğla sayısıdır. Örneğin, sarı çubuk 4 No.lu taşıyıcı ayağın simgesidir. 4 No.lu ayakta 13 tane 32 cm, 20 tane 30 cm, 29 tane 28 cm uzunluğunda tuğla vardır. Toplam tuğla sayısı ise mavi çubuk ile gösterilmiştir. Örneğin, tüm ayaklarda toplam 73 tane 28 cm uzunluğunda tuğla bulunur (Kaynak: C. Ardıl). Resim 35: Taşıyıcı ayaklarda belirlenen bazı tuğla formları I (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). 114 Resim 36: Taşıyıcı ayaklarda belirlenen bazı tuğla formları II (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). Resim 37-38: Yapıda kullanılmış küçük devşirme taş bloklar I-II (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). 115 Resim 39: 1 No.lu ayağın güney yöne bakan cephesi (Fotoğraf: C. Ardıl, 2018). Resim 40: Milas’ın doğusunda yer alan ve Roma döneminde inşa edildiği düşünülen su kemerine ait taşıyıcı ayağın duvar cephesi (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). 116 Resim 41: Su kemerinin Geç Antik dönemde onarım gördüğü düşünülen ayak cephelerinden biri (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). 117 Resim 42: Ayak cephelerinin belirlenmiş bazı kısımlarındaki harç detayı I (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). Resim 43: Yapıda kullanılmış harç II (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). 118 Resim 44: Etrüsklerin M.Ö. 750 yılında İtalya yarımadasındaki kent konumları ve o dönemdeki komşuları. Wikipedia içinde. Erişim Adresi (20 Nisan 2020): https://en.wikipedia.org/wiki/History_of_Italy#/media/File:Etruscan_civilization_ma p.png 119 Resim 45: Yarımadanın güney kısmındaki Helen kolonileri. Wikipedia içinde. Erişim Adresi (20 Nisan 2020): https://en.wikipedia.org/wiki/History_of_Italy#/media/File:Magna_Graecia_ancient_ colonies_and_dialects-en.svg 120 Resim 46: Kesme taş kullanılarak örülen bazı duvarlar çeşitlerinin plan ve kesitleri: Dolgulu (a), çift örgülü (b), atkılı (c) ve bölmeli duvar (d) (Kaynak: Akarca, 1998, s. 109). Resim 47: Opus caementicium ve ahşap kalıp tekniği (Kaynak: Yegül ve Favro, 2019, s. 124). 121 Resim 48: Roma, Portunus Tapınağı (M.Ö. 120?) (Kaynak: Stamper, 2005, s. 64). Resim 49: Opus incertum duvar örneği. Erişim adresi: http://www.maquetland.com/article-1924-rome-la-maconnerie-techniques-deconstruction 122 Resim 50: Villa dei Sette Bassi’den bir duvar örneği. Duvarın merkezi betondur. Duvar kaplaması olarak hem taş hem tuğla şeritler kullanılmıştır (Kaynak: Adam, 2005, s.140). 123 Resim 51: Montagnola olarak adlandırılan Etrüsk mezarı. Wikipedia içinde. Erişim adresi (5 Mayıs 2020): https://fr.wikipedia.org/wiki/Tomba_della_Montagnola#/media/Fichier:Tumulo_dell a_montagnola,_sesto_fiorentino.jpg 124 Resim 52: Porticus Aemilia’nın restitüsyon çalışması (M.Ö. 2. yüzyıl) (Kaynak: Macdonald, 1982, Levha No. 1a ve 1b). 125 Resim 53: Porticus Aemilia’nın günümüzdeki kalıntılar. Wikipedia içinde. Erişim adresi (20 Nisan 2020): https://en.wikipedia.org/wiki/Porticus_Aemilia#/media/File:Testaccio__porticus_Aemilia_1120517.JPG 126 Resim 54: Roma’daki Tabularium (devlet arşivlerinin saklandığı yapı) (Kaynak: Macdonald, 1982, Levha No. 11). 127 Resim 55: Domitianus Sarayı (Kaynak: Macdonald, 1982, Levha No. 38). 128 Resim 56: Asia Minor haritası (1875). Erişim adresi: https://www.davidrumsey.com/luna/servlet/%20detail/RUMSEY~8~1~28534~11204 27:AsiaMinor 129 Resim 57: Opus reticulatum duvar, Alexandria Troas (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). Resim 58: Opus incertum duvar, Alexandria Troas (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). 130 Resim 59: Humeitepe Hamamı, Milet (Fotoğraf: H. Frébault, 2019). Resim 60: Humeitepe Hamamı’nın örtü birimindeki tuğla sırası detayı (Fotoğraf: H. Frébault, 2019). 131 Resim 61: Faustina Hamamı (caldarium), Milet (Fotoğraf: H. Frébault, 2019). Resim 62: Faustina Hamamı, Milet: Tuğla ve kaba yonu taşların kullanıldığı beşik tonoz başlangıcı (Fotoğraf: H. Frébault, 2019). 132 Resim 63: Domitianik Liman Hamamı, Ephesos (Kaynak: Dodge, 1984, s. 14). Resim 64: Erken Bizans döneminde duvar yapımı (Kaynak: Ousterhout, 2019, s. 89). 133 Resim 65: Kale Mevkii Yapısı’nın zemin planı (Çizim: C. Ardıl). 134 Resim 66: Yukarıdan aşağı: Kent Bazilikası planı, Hierapolis; Philadelphia’daki Aziz Ioannes Kilisesi planı; Sardis’teki D yapısı planı (Kaynak: Ousterhout, 2019, s. 196). 135 Resim 67: Ephesos’taki Aziz Ioannes Kilisesi’nin zemin planı (Kaynak: Ousterhout, 2019, s. 195). 136 Resim 68: Kale Mevkii Yapısı’nın plan gelişimi veya önerisi değildir; yalnızca metin içerisinde geçen bir olasılığın belirtildiği zemin planıdır (I) (Çizim: C. Ardıl). 137 Resim 69: Kale Mevkii Yapısı’nın plan gelişimi veya önerisi değildir; yalnızca metin içerisinde geçen bir olasılığın belirtildiği zemin planıdır (II) (Çizim: C. Ardıl). 138 Resim 70: Kale Mevkii Yapısı’nın plan gelişimi veya önerisi değildir; yalnızca metin içerisinde geçen bir olasılığın belirtildiği zemin planıdır (III) (Çizim: C. Ardıl). 139 Resim 71: Ruggieri’nin çizmiş olduğu Kale Mevkii Yapısı’nın zemin planı (Kaynak: Ruggieri, 2011, s. 507). 140 Resim 72: A. Kızıl tarafından yayınlanan Kale Mevkii Yapısı’nın zemin planı (Kaynak: Kızıl, 2011, s. 435). 141 Resim 73: Sebastopolis Antik Kenti’ndeki Roma Hamamı’nın zemin planı (Kaynak: Ful vd., 2015, s. 386). Resim 74: Sinop ilinde Balatlar Kilisesi olarak tanınan, Geç Antik dönemde inşa edilmiş hamam kompleksinin zemin planı (Kaynak: Köroğlu ve Tok, 2018, s. 123). 142 Resim 75: Kale Mevkii Yapısı’nın taşıyıcı ayakları (Fotoğraf: O. Henry, 2008). Resim 76: 1 No.lu ayakta yer alan dokuz sıra tuğla beşik kemer başlangıcı (Fotoğraf: C. Ardıl, 2018). 143 Resim 77: 1 No.lu ayaktaki pandantif başlangıcı (Fotoğraf: C. Ardıl, 2019). Resim 78: Sardis D yapısının taşıyıcı ayakları. Erişim adresi: https://ids.lib.harvard.edu/ids/view/400955128 144 Resim 79: Sardis D yapısının güneydoğu yönünde yer alan taşıyıcı ayak cephesi (Kaynak: Karydis, 2011, s. 108). 145 Resim 80: Kale Mevki Yapısı 1 No.lu taşıyıcı ayağının batı yöne bakan cephesi ve dokuz sıra kemer başlangıcı (Çizim: C. Ardıl). 146 Resim 81: Kubbe ve kemerler arasına konumlandırılmış, tuğlaların bir diğerine kenetlenerek örüldüğü tek sıra kemerin başlangıç fotoğrafı (Kaynak: Karydis, 2011, s. 111). 147 Resim 82: Kubbe ve kemerler arasına konumlandırılmış, tuğlaların bir diğerine kenetlenerek örüldüğü tek sıra kemerin ve yelken tonozun başlangıç çizimi (Kaynak: Karydis, 2012, s. 132). 148 Resim 83: Philadelphia’daki Ioannes Kilisesi’nin taşıyıcı ayakları. Erişim adresi: https://manisa.ktb.gov.tr/TR-152043/stjean-kilisesi.html Resim 84: Eğrilen iki kemer arasındaki boşluğun kapatılma yöntemi: Kale mevkii Yapısı (solda) ve Philadelphia’daki Ioannes Kilisesi (Kaynak: C. Ardıl, 2018; sağdaki fotoğraf ise, Buchwald, 2001a, s. 322). 149 Resim 85: Kale Mevkii Yapısı (solda) ve Ephesos’taki Ioannes Kilisesi’ne ait pandantif başlangıçlarının karşılaştırması (sağda). Resim 86: İki farklı yöne eğrilen beşik kemerlerin, kubbe ile arasına örülmüş üç sıra tuğla kemer (Kaynak: Karydis, 2011, s. 75). 150 Resim 87: Side’deki mezar anıtı (Kaynak: Mansel, 1960, s. 420). 151 KAYNAKLAR Adam, J. P. (2005). Roman Building: Materials and Techniques. London and New York: Taylor and Francis. Akarca, A., Akarca, T. (1954). Milas; Coğrafyası, Tarihi ve Arkeolojisi (1. bs.). İstanbul: İstanbul Matbaası. Akarca, A. (1998). Yunan Arkeolojisinin Ana Çizgileri I: Şehir ve Savunması (3. bs.). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Akurgal, E. (2014). Anadolu Uygarlıkları (1. bs.). Ankara: Phoenix Yayınevi. Akyürek, E. (2018). Alakent Kilisesi: Konumu ve Mimarisi. E. Akyürek (Ed.). Alakent Kilisesi: Myra’da Bir Bizans Yapısı (12.-13. Yüzyıllar) (s. 59-112) içinde. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları. Anabolu, U. M. (2001). İstanbul ve Anadolu’daki Roma İmparatorluk Dönemi Mimari Yapıtları (1. bs.). İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları. Ayönü, Y. (2016). XIII. Yüzyılın İkinci Yarısı ve XIV. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Menteşe Beyliği’nin Güneybatı Anadolu’daki Faaliyetleri. A. Çevik ve M. Keçiş (Ed.), Uluslararası Batı Beylikleri Tarih, Kültür ve Medeniyeti Sempozyumu-II: Menteşeoğulları Tarihi, 25-27 Nisan 2012-Muğla (s. 47-66) içinde. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Baldoni, D., Franco, C., Belli, P., ve Fede, B. (2004). Carian Iasos (1. bs.). İstanbul: Homer Kitabevi. Baran, A. (2010). Labraunda Kutsal Yolu ve Antik Dönem Çeşme Yapıları. Mylasa Labraunda / Milas Çomakdağ: Güney Ege Bölgesi’nde Arkeoloji ve Kırsal Mimari (s. 121-138) içinde. İstanbul: Milli Reasürans Sanat Galerisi. Baran, A. (2011). The Sacred Way and the spring houses of Labraunda sanctuary. L. Karlsson ve S. Carlsson (Eds.), Labraunda and Karia, Proceeding of the International Symposium Commemorating Sixty Years of Swedish Archaeological Work in Labraunda. The Royal Swedish Academy of Letters, History and Antiquities Stockholm, November 20-21, 2008 (s. 51-98) içinde. Uppsala: Uppsala Universitet. Bardill, J. (2004). Brickstamps of Constantinople Volume I: Text (1. bs.). Oxford: Oxford University Press. Barker, E. (1995). Bizans Toplumsal ve Siyasal Düşünüşü (2. bs.). Ankara: İmge Kitabevi. Baskıcı, M. (2016). Bizans Döneminde Anadolu: İktisadi ve Sosyal Yapı (900-1261) (2. bs.). Ankara: Phoenix Yayınevi. 152 Baş, B. (2016). Bir Hıristiyan Mezhebi Olarak Aryüsçülük (1. bs.). İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları. Bean, G. E. (1980). Turkey Beyond the Meander (2. bs.). New York: Norton. Blid, J. (2016). Labraunda 4: Remains of Late Antiquity (1. bs.). İstanbul: Swedish Research Institute. Brown, P. (2017). Geç Antikçağ Dünyası (1. bs.). İstanbul: Alfa. Buchwald, H. (2001a). The Church of St John the Theologian in Alaşehir (Philadelphia). Form, Style and Meaning in Byzantine Church Architecture, Part One: Individual Building (s. 301-318) içinde. Aldershot: Ashgate. Buchwald, H. (2001b). Western Asia Minor as a Generator of Architectural Forms in the Byzantine Period, Provincial Back-wash or Dynamic Center of Produstion? Form, Style and Meaning in Byzantine Church Architecture, Part Two: Architectural Forms in Asia Minor (s. 199-234) içinde. Alderhot: Ashgate. Buchwald, H. (2001c). Lascarid Architecture. Form, Style and Meaning in Byzantine Church Architecture, Part Two: Architectural Forms in Asia Minor (s. 261296) içinde. Alderhot: Ashgate. Buchwald, H. (2015). Churches EA and E at Sardis. Archaeological Exploration of Sardis Reports 6, Cambridge, Massachusetts. Dalgıç, Ö., ve Sokolicek, A. (2017). P. Niewöhner (Ed.). The Archaeology of Byzantine Anatolia: From the End of the Turks (s. 269-279) içinde. New York: Oxford University Press. Davies, N. (2011). Avrupa Tarihi (2. bs.). İstanbul: İmge Kitabevi Yayınları. Decker, J. M. (2016). Bizans Savaş Sanatı (1. bs.). İstanbul: Doruk Yayımcılık. Demircioğlu, H. (2019). Roma Tarihi I. Cilt: Cumhuriyet (7. bs.). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Diakov, V. ve Kovalev, S. (2011). İlkçağ Tarihi Cilt II: Roma (2. bs.). İstanbul: Yordam Kitap. Diehl, C. (2018). Bizans İmparatorluğu Tarihi (1. bs.). İstanbul: İnkılâp Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret AŞ. Dodge, H. (1984). The Use of Brick in Roman Asia Minor. Yayla V (s. 10-15) içinde. Durusoy, E. (2013). From an Ancient Road to a Cultural Route: Conservation and Management of the Road Between Milas and Labraunda (Yüksek Lisans tezi). Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığı Tez Merkezi veri tabanından edinilebilir (Tez No: 338542). Ergin, G. (2013). Anadolu’da Roma Hâkimiyeti: direniş ve düzen (1. bs.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Fırat, M. (2016). Antik Çağ’da Taş Duvar İşçiliği (1. bs.). İstanbul: Türk Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü Yayınları. Foss, C. (1976). Byzantine and Turkish Sardis. Cambridge: Harvard University Press. Foss, C. (1977). Archaeology and the “Twenty Cities” of Byzantine Asia. American Journal of Archaeology, Col. 81, No. 4 (s. 469-486) içinde. Boston: Archaeological Institute of America. 153 Ful, D., Tekin, M., Hanoğlu, C., Akın, E., Susam, T., ve Yaprak, S. (2014). Sebastopolis Antik Kenti 2013 Yılı Kazı Çalışmaları. 36. KST, 1.Cilt 02-06 Haziran 2014 Gaziantep (s. 475-490) içinde. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü. Ful, D., Tekin, M., Hanoğlu, C., Akın, E. ve Susam, T. (2015). Sebastopolis Antik Kenti 2014 Yılı Kazı Çalışmaları. 37. KST, 1.Cilt 11-15 Mayıs 2015 Erzurum (s. 379-390) içinde. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü. Ful, D., Tekin, M., Hanoğlu, C., Akın, E. ve Susam, T. (2016). Sebastopolis Antik Kenti Kazı ve Restorason Çalışmaları. 38. KST, 2.Cilt 23-27 Mayıs 2016 Edirne (s. 315-330) içinde. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü. Ful, D., Tekin, M. ve Akın, E. (2017). Sebastopolis Antik Kenti Kazı Çalışmaları. 39. KST, 2.Cilt 23-27 Mayıs 2017 Bursa (s. 165-174) içinde. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü. Gerding, H. (2006). Early use of fired brick in Hellenistic and Roman architecture. C. Mattusch, A. Donohue ve A. Brauer (Eds.). Common Ground: Archaeology, Art, Science and Humanities - Proceedings of the 16th International Congress of Classical Archaeology, Boston, August 23-26, 2003 (s. 355-358) içinde. Oxford. Haldon, J. F. (2003). Byzantium in the Seventh Century: The Transformation of a Culture. Print. Cambridge: Cambridge University Press. Haldon, J. F. (2017). Bizans Tarih Atlası (1. bs.). İstanbul: Alfa. Hasol, D. (2010). Mimarlık ve Yapı Sözlüğü: İngilizce-Türkçe / Türkçe İngilizce (4. bs.). İstanbul: Yem Yayın. Hasol, D. (2012). Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü (12. bs.). İstanbul Yem Yayın. Hellström, P. (2007). Labraunda: Karya Zeus Labraundos Kutsal Alanı Gezi Rehberi (1. bs.). İstanbul: Ege Yayınları. Hellström, P. (2011). The rediscovery. L. Karlsson ve S. Carlsson (Ed.). Labraunda and Karia, Proceeding of the International Symposium Commemorating Sixty Years of Swedish Archaeological Work in Labraunda. The Royal Swedish Academy of Letters, History and Antiquities Stockholm, November 20-21, 2008 (s. 19-49) içinde. Uppsala: Uppsala Universitet. Henry, O. (2010a). Karia, Karialılar ve Labraunda. Mylasa Labraunda / Milas Çomakdağ: Güney Ege Bölgesi’nde Arkeoloji ve Kırsal Mimari (s. 69-80) içinde. İstanbul: Milli Reasürans Sanat Galerisi. Henry, O. (2010b). Labraunda Nekrapolü. Mylasa Labraunda / Milas Çomakdağ: Güney Ege Bölgesi’nde Arkeoloji ve Kırsal Mimari (s. 93-106) içinde. İstanbul: Milli Reasürans Sanat Galerisi. Horden, P. (2005). Mediterranean Plague in the Age of Justinian. M. Maas (Ed.), The Cambridge Companion to the Age of Justinian (Cambridge Companions to the Ancient World, (s. 134-160) içinde. Cambridge: Cambridge University Press. Doi: 10.1017/CCOL0521817463.006 154 İplikçioğlu, B. (1993). Ephesus Yazıtları Işığında İmparator Diocletianus’a Kadar Roma Şövalye Sınıfı ve Asia eyaletindeki Resmi Görevlileri (1. bs.). Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. İplikçioğlu, B. (2015). Hellen ve Roma Tarihinin Anahatları (3. bs.). İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları. Jacob, X. (1990). Les Turcs au Moyen-Age: Textes-Byzantins (1. bs.). Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. Kadıoğlu, M., Görkay, ve Mitchell, S. (2018). Roma Dönemi’nde Ankyra (2. bs.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Kâhya, Y. (1992). İstanbul Bizans Mimarisinde Kullanılan Tuğlanın Fiziksel ve Mekanik Özellikleri (Doktora Tezi). Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığı Tez Merkezi veri tabanından edinilebilir (Tez No: 21829). Karlsson, L. (2011). The forts and fortifications of Labraunda. L. Karlsson ve S. Carlsson (Ed.). Labraunda and Karia, Proceeding of the International Symposium Commemorating Sixty Years of Swedish Archaeological Work in Labraunda. The Royal Swedish Academy of Letters, History and Antiquities Stockholm, November 20-21, 2008 (s. 217-252) içinde. Uppsala: Uppsala Universitet. Karydis, N. (2011). Early Byzantine Vaulted Construction in Churches of the Western Coastal Plains and River Valleys of Asia Minor (1. bs.). Oxford: Archaeopress. Karydis, N. (2012). A monument of early Byzantine Sardis: Architectural analysis and graphic reconstruction of Building D. Anatolian Studies, 62, (s. 115-139) içinde. Doi: 10.1017/S0066154612000063. Kızıl, A. (2002). Uygarlıkların Başkenti Mylasa ve Çevresi. Milas: Milas Reklamcılık ve Matbaa. Kızıl, A. (2011). 2010 Yılı Muğla İli, Milas İlçesi Ören ve Selimiye Beldelerinde Arkeolojik Yüzey Araştırmaları. 29. AST, 3. Cilt, 23-28 Mayıs 2011 Malatya (s. 425-438) içinde. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü. Kleiner, E. E. D. (2009, 15 Eylül). Technology and Revolution in Roman Architecture dersi [Video]. Erişim Adresi: https://www.youtube.com/watch?v=Gsb3tenNQ4 Kohl M., Matoğlu M. ve Alkan, A. (2011). Tokat-Sulusaray/Sebastopolis: Temizlik Çalışmaları ve Ziyaretçiler İçin Bir Gezi Güzergâhı Oluşturulmasında İlk Adımlar. 33. KST-4.Cilt, 23-28 Mayıs 2011 Malatya (s. 559-568) içinde. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü. Köroğlu, G. ve Tok, E. (2018). Sinop Balatlar Kazısında Ortaya Çıkarılmaya Başlanan Erken Bizans Dönemi Döşeme Mozaikleriyle İlgili İlk Veriler. Journal of Mosaic Research, 11, (s. 121-135) içinde. Doi: 10.26658/jmr.440580. Krautheimer, R. (1986). Early Christian and Byzantine Architecture (4. bs.). New Haven: Yale University Press. Küçükeren, C. C. (2005). An Anatolian Civilisation in the Aegean: Karia (Karuwa / Karka / Karkişa / Krk) (1. bs.). İstanbul: Ekin Yayın Grubu. 155 Lancaster, C. L. (2005). Concrete Vaulted Construction in Imperial Rome: Innovations in Context (1. bs.). Cambridge, U.K: Cambridge University Press. Doi:10.1017/CBO9780511610516 Lancaster, C. L. (2015). Innovative Vaulting in the Architecture of the Roman Empire: 1st to 4th Centuries CE (1. bs.). New York: Cambridge University Press. Doi:10.1017/CBO9781107444935 Laiou, A. E. (1977). Peasant Society in the Late Byzantine Empire: A Social and Demographic Study. Princeton, New Jersey: Princeton University Press. Doi: 10.2307/j.ctvd58rd7 Laiou, A. E. (2005). The Byzantine Village (5th-14th Centuary). J. Lefort, C. Morrisson ve J.P. Sodini (Eds.). Les Villages dans l’Empire byzantin (IV-XV siecle), Réalités Byzantines, 12, (s. 31-54) içinde. Paris: Lethielleux Laiou, A. E., Morrisson, C. (2007). The Byzantine Economy. Cambridge: Cambridge University Press. Doi:10.1017/CBO9780511816727 Lawrence, A (1996). Greek Architecture (5. bs.). New Haven: Yale University Press. Liebeschuetz, W. (1999). Antik Kentin Sonu. J. Rich (Yay. haz.), Geç Antik Çağda Kent (s. 1-47) içinde. İstanbul: Homer Kitabevi. Macdonald, L. W. (1982). The Architecture of the Roman Empire I: An Introductory Study (Göz. geç. bs). New Haven ve London: Yale University Press. Magdalino, P. (2012). Ortaçağda İstanbul: Altıncı ve On Üçüncü Yüzyıllar Arasında Konstantinopolis’in Kentsel Gelişimi (2. bs.). İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları. Magie, D. (2003). Anadolu’da Romalılar 3: Batı Anadolu Kent Devletleri (1. bs.). İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları. Mango, C. (1978). Byzantine Architecture. Milano: Electa Editrice. Mango, C. (2011). Bizans: Yeni Roma İmparatorluğu (2. bs.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Mansel, A. F. (1960). Side’de İki Mezar Anıtı. Belleten, Cilt: XXIV – Sayı: 95- Yıl: 1960 Temmuz (s. 403-440) içinde. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Mansel, A. F. (2014). Ege ve Yunan Tarihi (10. bs.). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Marek, C. (2019). Anadolu’daki Roma Eyaletlerine Genel Bakış. O. Tekin (Ed.). Hellenistik ve Roma Dönemlerinde Anadolu: Krallar, İmparatorlar, Kent Devletleri (s. 262-275) içinde. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Mercangöz, Z. (1990). Bafa Gölü, Kirselik’teki Manastır Kilisesi. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji - Sanat Tarihi Dergisi V, (s. 117-145) içinde. İzmir: Ege Üniversitesi Basımevi. Mercangöz, Z. (1992). Kapıkırı Adasındaki Manastır Kilisesi Üzerine Düşünceler. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji - Sanat Tarihi Dergisi 6, (s. 73-97) içinde. İzmir: Ege Üniversitesi Basımevi. Mitchell, S. (2016). Geç Roma İmparatorluğu Tarihi: M.S. 284-641 (1. bs.). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. 156 Müller-Wiener, W. (2016). İstanbul’un Tarihsel Topografyası: 17. Yüzyıl Başlarına Kadar Byzantion-Konstantinopolis-İstanbul (4. bs.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları Naumann, R. (2019). Eski Anadolu Mimarlığı (6. bs.). Ankara: Türk Tarih Kurumu. Nicol, D. M. (2016). Bizans’ın Son Yüzyılları 1261-1453 (1. bs.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Ostrogorsky, G. (1981). Bizans Devleti Tarihi (1. bs.). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Ostrogorsky, G. (2015). Bizans Devleti Tarihi (8. bs.). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Ousterhout, R. (2016). Bizans’ın Yapı Ustaları (1. bs.). İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları. Ousterhout, R. (2019). Eastern Medieval Architecture: The Building Traditions of Byzantium and Neighboring Lands. New York, NY: Oxford University Press. Ötüken, Y. (1990). Bizans Duvar Tekniğinde Tektonik ve Estetik Çözümler. Vakıflar Dergisi XXI, (s. 395-410) içinde. Özcan, H. Ö. (2012). Kıyı Karia’da Erken Hıristiyanlık Dönemine Genel Bir Bakış. Z. Demirel vd. (Ed.). Uluslararası Katılımlı XV. Ortaçağ ve Türk Dönemi Kazıları ve Sanat Tarihi Araştırmaları Sempozyumu, Cilt 2, 19-21 Ekim 2011 Eskişehir (s. 587-602) içinde. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları. Peschlow-Bindokat, A. (2014). Latmos’ta Bir Karia Kenti: Herakleia: Şehir ve Çevresi (2. bs.). İstanbul: Homer Kitabevi. Peschlow, U. (2017). Nicaea. P. Niewöhner (Ed.). The Archaeology of Byzantine Anatolia: From the End of the Turks (s. 203-216) içinde. New York: Oxford University Press. Poulsen, B. (2011). Halikarnassos during the Imperial period and Late Antiquity. L. Karlsson ve S. Carlsson (Ed.). Labraunda and Karia, Proceeding of the International Symposium Commemorating Sixty Years of Swedish Archaeological Work in Labraunda. The Royal Swedish Academy of Letters, History and Antiquities Stockholm, November 20-21, 2008 (s. 425-444) içinde. Uppsala: Uppsala Universitet. Roosevelt, C. H. (2017). Gyges’ten Büyük İskender’e Lydia Arkeolojisi (1. bs.). İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları. Roth, L. M. (2006). Mimarlığın Öyküsü: Öğeleri, Tarihi ve Anlamı (3. bs.). İstanbul: Kabalcı Yayınları. Roueché, C. (2007). From Aphrodisias to Stauropolis. Bulletin of the Institute of Classical Studies, Volume 50, Issue Supplement, 91, March 2007 (s. 183– 192) içinde. Doi: 10.1111/j.2041-5370.2007.tb02388.x Ruggieri, V. (1998). Denizden, Görüntüler: Asya Minor’de Bizans Resim Sanatı. F. Berti, D. Bernardi ve A. Ricci (Yay. haz.), Antik Türkiye / Turchia Antica (s. 156-171) içinde. İstanbul: Vehbi Koç Vakfı, Logart Press. Ruggieri, V. (2005). La Caria Bizantina: topografia, archeologia ed arte (Mylasa, Stratonikeia, Bargylia, Myndus, Halicarnassus). Catanzaro: Rubbettino. 157 Ruggieri, V. (2009). The Carians in the Byzantine period. F. Rumscheid (Ed.), Die Karer und die Anderen: Internationales Kolloquium an der Freien Universität Berlin 13. Bis 15. Oktober 2005 (s. 207-218) içinde. Bonn. Ruggieri, V. (2011). In Margine a Mylasa (Milas) Bizantina: Disjecta Membra. Orientalia Christiana Periodica içinde, 77(2), 503-531. Rumscheid, F. (1996). Milas 1995. XIV. AST, I, 27-31 Mayıs 1996 Ankara (s. 123140) içinde. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Rumscheid, F. (1998). Milas 1996. XV. AST, II, 1998 Ankara (s. 393-408) içinde. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Rumscheid, F. (2005). Zur Herkunft der neuen karischen Inschrift aus der Region von Mylasa. Kadmos, 44, (s. 187) içinde. Berlin: Walter de Druyter. Rumscheid, F., Kızıl, A. (2006). Ein neu gefundenes Pfeilerkapitell aus dem frühhellenistischen Mylasa. Istanbuler Mitteilungen, 56, (s. 207–214) içinde. Taşdöner, K. (2017). Anadolu’da Roma Eyaletleri: Augustus Dönemi (1. bs.). İstanbul: Bilge Kültür Sanat Yayın Dağıtım Sa. ve Tic. Ltd. Şti. Tekin, O. (2016). Eski Yunan ve Roma Tarihine Giriş (11. bs.). İstanbul: İletişim Yayınları. Tekin, O. (2019). Anadolu: Hellenistik ve Roma Dünyalarının Kesiştiği Coğrafya. O. Tekin (Ed.), Hellenistik ve Roma Dönemlerinde Anadolu: Krallar, İmparatorlar, Kent Devletleri (s. X) içinde. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Texier, C. (2002). Küçük Asya: Coǧrafyası, Tarihi ve Arkeolojisi: Vol. III. Ankara: Enformasyon ve Dökümantasyon Hizmetleri Vakfı. Türker, Ç. A. (2018). Research into the Early Christian and Byzantine Periods on the Valleys that Reached the Hellespont I: Byzantine Architectural Sculpture in Çanakkale (1. bs.). Ankara: Bilgün Kültür Sanat Yayınları. Serin, U. (2013). Karya'daki Geç Antik ve Bizans Dönemi Yapı ve Yerleşimleri Üzerine Bazı Gözlemler. METU Journal of the Faculty of Architecture, 30(1) (s. 191-211) içinde. Ankara: Middle East Technical University. Stamper, J. W. (2005). The Architecture of Roman Temples: The Republic to the Middle Empire. Cambridge: Cambridge University Press. Sodini, J. P. (2014). Küçük Asya (1. bs.). C. Morrisson (Yay. haz.). Bizans Dünyası Cilt I: Doğu Roma İmparatorluğu 330-641 (s. 361-383) içinde. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Söğüt, B. (2018). Geç Antik Çağ’da Stratonikeia. T. Kaçar ve C. Şimşek (Ed.). Geç Antik Çağ’da Lykos Vadisi ve Çevresi (s. 429-458) içinde. İstanbul: Ege Yayınları. Şenel, A. (2013). Siyasal Düşünceler Tarihi (4. bs.). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. Şenel, A. (2014). İnsanlık Tarihi: Kemirgenlerden Sömürgenlere (3. bs.). Ankara: İmge Kitabevi. Umar, B. (1999). Karia: Bir Tarihsel Coğrafya Araştırması ve Gezi Rehberi. İstanbul: İnkılap Kitabevi Yayın Sanayi ve Tic. A.Ş. 158 Vitale, M. (2019). Asya Eyaleti. O. Tekin (Ed.). Hellenistik ve Roma Dönemlerinde Anadolu: Krallar, İmparatorlar, Kent Devletleri (s. 276-301) içinde. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Ward-Perkins, J.B. (1958). Notes on the Structure and Building Methods of Early Byzantine Architecture, (T. Rice, ed.). The Great Palace of the Byzantine Emperors, 2, (s. 52-104) içinde. Edinburgh Ward-Perkins, J.B. (1981). Roman Emperial Architecture. New Haven: Yale University Press. Ward-Perkins, J.B. (2003). Roman Architecture. Milan: Electa Architecture. Wright, G.R.H. (2005). Ancient Building Technology Volume 2 Materials: Part 1: Text. Boston: Brill. Yegül, F. (2011). Roma Dünyasında Yıkanma (1. bs.). İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları. Yegül, F., ve Favro, D. (2019). Roman Architecture and Urbanism: From the Origins to Late Antiquity. Cambridge: Cambridge University Press. Doi:10.1017/9780511979743 159 EKLER Ek A: Mimari Plastik Eserler Kale Mevkii Yapısı yakınlarında 11 adet mimari plastik yer alır (Resim 88). Bunlardan üç tanesinin işlevi belirlenememiştir: Bunun dışında iki sütun başlığı, beş sütun gövdesi ve bir sütun kaidesi bulunmaktadır. Bu eserler çizim ve fotoğraflar ile belgelenmiştir. Öbek halinde bir arada duran bu eserler, etrafı tarlalarla çevrili yapıya büyük ihtimal ile yakın çevreden getirilmiştir; dolayısıyla, bu eserlerin yapıya ait olup olmadığı bilinmemektedir. Bu eserlerden yapıyı 2000’li yıllarda ziyaret eden V. Ruggieri ve A. Kızıl da söz etmiştir. Araştırmacılar herhangi bir veri veya detaylı açıklamada bulunmadan mimari plastik eserlerin Roma dönemine ait olduğu belirtmişlerdir (Ruggieri, 2011, s. 506-508; Kızıl, 2011, s. 426). 160 Resim 88: Mimari plastik eserlerin yapıya olan konumlarını gösteren zemin planı (Çizim: C. Ardıl, 2019). Mimari Plastik Katalog Katalog no: I Resim: 89, 90, 91, 92 ve 93. Türü: Sütun başlığı ya da çifte sütun (yassı paye) başlığı? Malzeme: Mermer. Tarih: Ölçüler: Yükseklik 38 cm; genişlik 74 cm. Tanım: Başlığın abaküs kısmı, arka yüzün sol üst ve sağ alt kısmı, sol yüzü neredeyse yarısı ve sağ yüz tamamıyla olmak üzere deforme, kırık durumdadır. Başlığın ön yüzünü iki bölüme ayıran 19,5 cm genişliğinde 30 cm uzunluğunda kalın bir şerit yer alır. Bu şeridin sağ ve sol kısımlarında birbirini tekrar eden iki bezeme yer alır; ancak, bezemenin ana unsuru olduğu anlaşılan yapraklar detayları işlenmeden bırakılmıştır, 161 yaprak uçları kırık ve kesin bir tespitte bulunmak yanıltıcı olabilir A. Ç. Türker (kişisel iletişim, 24 Nisan 2020). Katalog no: II Resim: 94 ve 95. Türü: Sütun başlığı. Malzeme: Taş. Tarih: Ölçüler: Yükseklik 38 cm; başlık çanağı çapı 39 cm; başlık tablası uzunluğu 50 cm, genişliği 44 cm, kalınlığı 10,5 cm. Tanım: Eserin üzerinde yoğun müdahale izleri yer alır ve hiçbir bezeme yoktur. Katalog no: III Resim: 96, 97 ve 98. Türü: Attika-ion tipi sütun kaidesi. Malzeme: Taş. Tarih: Ölçüler: Yükseklik 35 cm; genişlik 52 cm; plinthos 9 cm; torus 7,5 cm; astragal 1,5 cm; trochilos 6,5 cm ve ikinci torus kısım 3 cm yüksekliğindedir. Tanım: Kırık bir vaziyettedir ve yarısı günümüze ulaşabilmiştir. Kaidenin plinthos, torus, scotia ve ikinci bir torus şeklinde bölümlenmesiyle eser Attika-ion tipi olarak adlandırılmaktadır (Vitruvius III, 5, 1-3; Türker, 2018, s. 270). Eserin cephesinde ve tepe noktasında hiçbir motif olmaması sebebiyle tarihlenememiştir. Katalog no: IV Resim: 99 ve 100. Türü: Sütun gövdesi. Malzeme: Mermer. Tarih: - 162 Ölçüler: Yükseklik 67 cm; çap 53 cm; anathyrosis 12 cm; ortadaki pergel deliği çapı 2 cm, derinliği 1,5 cm; gövdedeki yuvanın genişliği 9 cm, uzunluğu 7 cm, derinliği 7, 5 cm. Tanım: Sütun gövdesi parçası yere sabittir. Zemin altına ne kadar devam ettiği bilinmemektedir. Yivsizdir ve üzerinde hiçbir bezeme izi yoktur. Gövdenin çapı üstte 53 cm, zemine en yakın yerde 51,5 cm.dir. Katalog no: V Resim: 101 ve 102. Türü: Sütun gövdesi. Malzeme: Taş. Tarih: Ölçüler: Yükseklik 45 cm; çap 37,5 cm; anathyrosis 5 cm; ortadaki pergel deliği 7 cm, derinlik 7 cm; gövdedeki yuvanın genişliği 7 cm, uzunluğu 9 cm, derinliği 8 cm. Tanım: Sütun gövdesi parçası yere sabit değildir. Ancak, üst kısmı büyük oranda hasar görmüştür. Yivsizdir ve gövdesinde hiçbir bezeme yer almamaktadır. Katalog no: VI Resim: 103 ve 104. Türü: Sütun gövdesi. Malzeme: Taş. Tarih: Ölçüler: Yükseklik 60 cm; çapı 42 cm; anathyrosis 12 cm; pergel deliği çapı 3 cm. Tanım: Sütun gövdesi parçası yere sabit değildir. Gövdenin bedeni ve alt kısmı tamamıyla kırık vaziyettedir. Yivsizdir ve gövde üzerinde hiçbir bezeme izine rastlanmamıştır. Katalog no: VII Resim: 105 ve 106. Türü: Sütun gövdesi Malzeme: Mermer. 163 Tarih: Ölçüler: Yükseklik 36 cm; çapı 50 cm; anathyrosis 8 cm; pergel deliği çapı 13 cm; zıvana yuvalarının her ikisinin de 2 cm derinliğinde oyulmuştur; gövdedeki yuvanın uzunluğu 14 cm, genişliği 12 cm, derinliği 9 cm. Tanım: Sütun gövdesi yere sabit olduğundan toprak altında kalan kısmı belirlenememiştir. Yivsizdir ve herhangi bir bezeme izine rastlanmamıştır. Katalog no: VIII Resim: 107 ve 108. Türü: Sütun gövdesi Malzeme: Taş. Tarih: Ölçüler: Yükseklik 72 cm; çapı 43 cm. Tanım: Sütun gövdesi yere sabit değildir. Gövdenin alt, üst ve cephe kısımları kırılmıştır. Bu sebeple üst kısmındaki anathyrosis belirlenememiştir. Katalog no: IX Resim: 109 ve 110. Türü: Blok parça. Malzeme: Mermer. Tarih: Ölçüler: Yükseklik 47 cm; genişlik 51cm. Tanım: 1 No’lu taşıyıcı ayağın batı cephesinde yer almaktadır. Yerden yaklaşık olarak 2,5 m yükseklikte bulunmaktadır. Oldukça düzgün kesilmiş kare şekle sahip mermer blok parçasıdır. Cephesinde 2 cm derinliğinde kurşun akıtma yuvası bulunmaktadır. İşlevi belirlenememiştir. Katalog no: X Resim: 111. Türü: Malzeme: Mermer 164 Tarih: Ölçüler: Uzunluk 190 cm; yükseklik 27 cm. Tanım: 1 No’lu taşıyıcı ayağın doğuya bakan cephesinde yerden yaklaşık 3,5 yükseklikte yer almaktadır. Eser, yapıda kullanılan malzemeler ele alındığında devşirme olduğu anlaşılmaktadır. Görülen yüzünde kırık herhangi bir kısmı olmadığı gibi herhangi bir motif izi de yoktur. Katalog no: XI Resim: 112. Türü: Malzeme: Taş. Tarih: Ölçüler: Uzunluk 27 cm; yükseklik 5 cm. Tanım: Eserin ön yüzü basit. Üst yüzeyinde kademe şeklinde bir yükselti yer alır ve her iki yanı da kırıktır. Üzerinde farklı forma oyuklar yer almaktadır. 165 Resim 89: Sütun başlığının ön yüzü (Çizim: C. Ardıl ve H. Frébault, 2018). Resim 90: Sütun başlığının arka yüzü (Çizim: C. Ardıl ve H. Frébault, 2018). 166 Resim 91: Sütun başlığı sol yüzü (Çizim: C. Ardıl ve H. Frébault, 2018). Resim 92: Sütun başlığı (Fotoğraf: C. Ardıl, 2018). 167 Resim 93: Sütun başlığının sağ cephesi (Fotoğraf: H. Frébault, 2018). Resim 94: Sütun başlığı çizimi (Çizim: C. Ardıl ve H. Frébault, 2018). 168 Resim 95: Sütun başlığı (Fotoğraf: C. Ardıl, 2018). Resim 96: Sütun kaidesi görünüş çizimi I (Çizim: C. Ardıl ve E. Goussard, 2018). 169 Resim 97: Sütun kaidesi görünüş çizimi II (Çizim: C. Ardıl ve E. Goussard, 2018). 170 Resim 98: Sütun kaidesi (Fotoğraf: E. Goussard 2018). Resim 99: Sütun gövdesi görünüş çizimi (Çizim: C. Ardıl ve H. Frébault, 2018). 171 Resim 100: Sütun gövdesi fotoğrafı (Fotoğraf: C. Ardıl, 2018). Resim 101: Sütun gövdesi görünüş çizimi (Çizim: C. Ardıl ve H. Frébault, 2018). 172 Resim 102: Sütun gövdesi fotoğrafı (Fotoğraf: C. Ardıl, 2018). Resim 103: Sütun gövdesi görünüş çizimi (Çizim: C. Ardıl ve H. Frébault, 2018). 173 Resim 104: Sütun gövdesi fotoğrafı (Fotoğraf: C. Ardıl, 2018). Resim 105: Sütun gövdesi görünüş çizimi (Çizim: C. Ardıl ve H. Frébault, 2018). 174 Resim 106: Sütun gövdesi fotoğrafı (Fotoğraf: C. Ardıl, 2018). Resim 107: Sütun gövdesi görünüş çizimi (Çizim: C. Ardıl ve H. Frébault, 2018). 175 Resim 108: Sütun gövdesi fotoğrafı (Fotoğraf: C. Ardıl, 2018). Resim 109: 1 No.lu ayağın batı cephesindeki mermer blok (Çizim: C. Ardıl, 2018). 176 Resim 110: 1 No.lu ayağın batı cephesi duvarındaki mermer blok (Fotoğraf: C. Ardıl, 2018). Resim 111: Zemin planı üzerinde 1 No.lu ayağın doğu cephesindeki devşirme eser (Fotoğraf: C. Ardıl, 2018). 177 Resim 112: Tanımlanamamış mimari plastik eser (Fotoğraf: C. Ardıl, 2018). 178 ÖZGEÇMİŞ 1993 yılında Edirne’nin Adasarhanlı köyünde doğan Cem Ardıl liseyi Çanakkale Anadolu Lisesi’nde tamamladı ve 2012 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nde eğitime başladı. 2017 yılında mezun olan Ardıl, aynı yıl, MSGSÜ - Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne bağlı Batı Sanatı ve Çağdaş Sanat Programı’nda Yüksek Lisans eğitimine başladı. Ardıl, 20142019 yılları arası Labraunda Antik Kenti’nde Doğu Hamamı, Doğu Kilisesi, Kuzey Stoa, Nekropol ve Akropol alanlarında kazı ve belgeleme; 2016-2017 yıllarında G. Varinlioğlu yönetimindeki Boğsak Arkeolojik Yüzey Araştırması’nda mimari ve seramik yüzey araştırması çalışmalarında bulunmuştur. E-Posta: ardlcem@gmail.com 179