HANGİ EVREN?
EVRENIMIZ TÜRÜNÜN TEK ÖRNEĞI MI,
YOKSA SONSUZ SAYIDA EVRENDEN BIRI MI?
PARALEL EVRENLER, GERÇEĞIN DEĞIŞIME UĞRADIĞI 11. BOYUT,
KOZMIK KOPYALARIMIZ, ESKI SORULARA YENI YANITLAR…
KURGUNUN BILIME DÖNÜŞÜMÜNE TANIKLIK ETMEYE NE
DERSINIZ?
T UN A E M RE N
BÜYÜK KOZMOLOJİK bilmeceyi çözüp, evrendeki her
şeyi açıklayan bir cevap bulunduğumuzu düşünün; en ufak
parçalardan en büyüğüne dek her yapıyı. Bulduğumuz çözüm
bunların birbiriyle etkileşimini ve görülemeyen olasılıkları da
göstersin. İşte bu, asırlardır her bilim insanının hayalini kurduğu şey. Ve sonunda bulmuş olabiliriz. Alışılmadık olduğu
için kabullenmesi zor ve biraz tartışmalı ama hayallerin fitilini ateşleyecek kadar güçlü olan bu cevap, paralel evrenler
modeli üzerine kurulu.
Evrenin tek başına değil, birçok alternatiften biri olarak
var olduğu, 1930’larda kuantum mekaniğinin kurucuları
tarafından fark edilmişti. Onları bu algıya götüren şey, kuramın olasılıklardan ibaret olmasıydı. Nihayetinde kuantum
mekaniğini tanımlayan matematik denklemleri, ortaya çıkabilecek bütün olasılıkların mümkün olduğunu, her birinin
kendine ait bir gerçeklik düzlemi yaratabileceğini gösteriyor. Tıpkı Schrödinger’in Kedisi adlı düşünce deneyinde
olduğu gibi. Kutu içindeki kedinin hem ölü hem de canlı
olma ihtimali varsa, o zaman bir evrende ölü, diğerinde canlı bulunabilir. Ancak yine kuramın açıklamasına göre; hepsi
gerçek olan bu senaryoların her biri birbirinden saklanmış
durumda. Yani biz bu sonuçlardan sadece birine şahit olabiliriz.
Kuantum mekaniğinin paralel evren öngörüsü herkesin
kafasını karıştırmıştı ama yıllar sonra bunun gerçek olabileceği fikri, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü teorik fizik
profesörü Alan Guth’un Kozmik Şişme kuramıyla bir kez
daha gündeme geldi. Guth, büyük patlamanın etkisinin
52
ARTIK EVREN
SÖZCÜĞÜNÜ
KULLANDIĞINIZDA BIRISI
SIZE DÖNÜP
“HANGI EVREN?” DIYE
SORABILIR.
tüm evrende aynı anda sonlanmamış olabileceğini gördü.
Onun kuramı modern fiziğin en güçlü kalelerinden biri. Bu
çalışmadan yola çıkan Stanford Üniversitesi fizik profesörü
Andrei Linde, patlamanın hala sürdüğünü gösteren bir teori
geliştirdi. Alan Guth da bu modele destek verdi ve Sonsuz
Patlama kavramıyla tanıştık. Teori, evrende patlama etkisinin henüz ulaşmadığı mikroskobik boyutta kabarcıklar olduğunu söylüyor. Etki, bu kabarcıklardan birine ulaştığında
yeni bir patlama yaratıyor ve başka kabarcıkları da tetikliyor. Yani asla sona ermeyecek olan bu sürecin bir parçası
olarak bir kabarcık evrende yaşıyor da olabiliriz.
Çoklu evrenler üzerine yapılan beyin fırtınaları, bu modele dair birbirinden farklı olası yapılar geliştirilmesiyle sonuçlandı. Sicim kuramının da başlı başına paralel evrenler
üzerine kurulu oluşu, son yıllarda fikrin neredeyse herkes
tarafından kabul görmesini sağladı. Öyle ki artık evrenin tek
ve emsalsiz olduğunu düşünmek bile kabul edilebilir bir şey
değil. İngiliz Kraliyet Gökbilimcisi Martin Rees, var olan her
şeyi anlamak istiyorsak bu kavramı git gide derinleşen algımızın başrol oyuncusu haline getirmemiz gerektiğini söylüyor. Yani artık evren sözcüğünü kullandığınızda birisi size
dönüp “Hangi evren?” diye sorabilir. Yine de çoklu evrenler
konusunda tam bir görüş birliği yok. Konuyu araştırmaya
başladığınızda karşınıza 9 farklı model çıkmasına hazırlıklı
olun. Nihai Çoklu Evren ya da Sonbiçim Çoklu Evren denilen model ise son yıllarda en çok rağbet göreni. Teoriye göre
gerçeklik; varoluşumuzu aşan, bu nedenle mevcut fikirler ya
da deneyimlerimizle tanımlayamayacağımız bir yapı.
53
HA N G I E VR E N
BENDEN KAÇ TANE VAR?
Evren sözcüğünün “var olan her şey” anlamına geldiği bir
zaman diliminde yaşarken, bir anda böyle farklı bir yapıyla
karşı karşıya kalmak kolay değil elbette. Şöyle düşünelim;
biraz daha eski bir zaman dilimine dönsek, evrenin merkezinde bulunduğumuzu, her şeyin etrafımızda döndüğünü
düşünen bilim insanlarıyla karşılardık. Galileo ve Kopernik’in çalışmaları, Güneş Sistemi’nin bir parçası olarak galaksinin ufak bir bölümünde yer aldığımızı gösterdi. Bilim
dünyasının bu yeni fikri kabullenmesi kolay olmamıştı. Paralel evrenler fikri de tıpkı o zamanlarda olduğu gibi kozmik
perspektifte esaslı bir değişim yaratıyor.
J.J. Abrams, Alex Kurtzman ve Roberto Orci tarafından
kurgulanan Amerikan bilimkurgu dizisi Fringe’de paralel
evrene geçmenin bir yolunu bulan araştırmacılar iki evren
arasında mekik dokumaya başlamışlardı. Kimi zaman kendi kozmik kopyalarıyla karşı karşıya geliyor, bazen olayların
akışını değiştirecek yanlış kararlar alıyor ve sonuç olarak
diğer evrende geri dönülemez bir felaketler zinciri başlatıyorlardı. İki evren birbiri içine geçmeye başladığında her şey
daha da içinden çıkılmaz olmuş, hangi evrene ait oldukları
konusunda kafaları karışmaya başlayan dizi karakterleri
kendilerini zihin büken bir sürecin içinde bulmuşlardı. Dizinin yaratıcılarına, sonradan eklenen paralel evrenler konusunu nasıl akıl ettikleri sorulduğunda şöyle cevapladılar:
“Aslında geçmişe doğru yapılan zaman yolculuğunu dâhil
etmek istemiştik. Ama geçmişe giden biri olayların akışında
değişiklik yaparsa, o andan itibaren gelişen farklı olayların
alternatif bir gerçeklik yaratacağını öğrendik ve paralel
evrenlere geçmiş olduk.” Çoklu evrenler modeli gerçekse
bizim de Fringe dizisindeki gibi farklı karakterlere sahip
kozmik kopyalarımızla karşılaşma ihtimalimiz var mı? Ve
zaman yolculuğu yaparak paralel bir gerçeklik oluşturma
şansımız nedir?
bulunmuyor. Dolayısıyla evrenin dili matematikten ibaret
gibi görünüyor. Matematik, sonsuzluktaki ihtimallerin
de sonsuz olacağını söylediği için tüm kalıpların birebir
tekrar ettiği ikinci bir dünyada, tamı tamına aynı olan bir
kopyanızla karşılaşma ihtimaliniz var.
Üzerinde biraz düşününce, atomlardan ve ondan da
küçük parçacıklardan oluşuyoruz. Muazzam sayıdaki
yapıtaşlarımızın başka bir yerde aynı şekilde tekrar etmiş
olması ihtimali baş döndürücü. Kuantum mekaniği, şimdiye dek verdiğimiz her bir kararın parçacıkların belli bir
kalıpla düzenlenmesine yol açtığını söylüyor. Yürürken
sola dönerseniz bu parçacıklar bir yöne, sağa dönerseniz
başka yöne doğru dizilir. “Evet” dediğimizde “hayır” seçeneğini elemiş oluruz. Bunca değişkene rağmen elimizin
altında sonsuz sayıda evrenleri içeren bir model varsa, bir
kopyamızın hayatı boyunca bizimle aynı seçimleri yapmış,
aynı sonuçları almış olması ihtimali de var. Tegmark, kozmik kopyamızla karşılaşmak için 1 milyon trilyon trilyon
ışık yılı boyunca seyahat etmemiz gerekebileceğini söylüyor. Sonsuzlukla kıyaslanınca, ilk başta çok büyük gibi
görünen bu süre sadece kısacık bir an gibi. Ama bir sorun
var: Bizim evrenimiz hiç durmadan genişliyor. Bırakalım
diğer evrenleri, uzayın genişlemesi nedeniyle yakınımızdaki galaksiler bile bizden git gide uzaklaşıyor. Bu galaksilerle aramızdaki mesafe hiç değişmeseydi ışık hızıyla mesaj
yollayıp yeterince uzun bir süre beklediğimizde hedefine
ulaşacağını bilirdik. Ancak genişleme nedeniyle bu ölçekte
bile basit bir mesajı iletmek neredeyse imkânsızken, kozmik ikizimizle karşılaşma beklentisi hayallerin ötesinde.
Ayrıca evrenin bazı bölgelerde ışıktan bile hızlı genişliyor
olması yüzünden (Einstein’ın kuramı uzayın genişlemesi
için hız sınırı koymuyor), nihai teknolojiye sahip olsak bile
onun sadece belli bir bölümünü görmeye devam edeceğiz.
Kozmik ufku oluşturan bu sınırlar görülebilir evrenin ötesine bilgi transferi yapmamıza engel oluyor. Ve o ufkun
ötesinde neler olup bittiğini de bilemiyoruz. Belki diğer
evrenlerdeki kopyalarımızla hiçbir zaman karşılaşamayacağız ama varlıkları her şeyi değiştirir. Hatta başlangıcımızın nasıl olduğu ve sonumuzun ne olacağı gibi sorular da
onların sayesinde cevaplanabilir hale geldi.
Koz m i k Kopya l a r ı m ı z
O ra l a rd a bi r yerd e h epi mi z d en
e n a z bi rer ta n e d a h a va r.
B e l ki d iğer ev ren l erd eki
kopya l a r ı mı z ı n n ered e
o ldu k l a r ı n ı h iç bi r z a ma n
öğ ren emeyeceği z a ma
va rl ı k l a r ı h er şey i d eği şti r iyo r.
EINSTEIN DİYOR Kİ...
Önce zaman yolculuğu kısmıyla başlayalım. Einstein’ın görelilik kuramına göre uzay ve zaman iç içe geçmiş homojen
bir doku. Bu durum teorik olarak zaman yolculuğuna da
göz kırpıyor ama bir şartla; sadece geçmişe gidebilirsiniz.
Yine de böyle bir yolculuğu nasıl gerçekleştirebileceğimizi
Te h l i ke l i
K a rş ı l aş m a
Am e r i ka n
bilim ku rgu d i z i si
Frin ge’d e pa ra l el
ev ren e geç men i n
bir yo lu nu bu l a n
a ra ş tı r ma c ı l a r i ki
ev ren a ra sı n d a
m e ki k d o ku maya
ba ş l a mı şl a rd ı .
54
P O P S CI. CO M
bilmiyoruz. Paralel evrenler üzerine kurulu teoriler, geçmişe gidip olaylara müdahale etmenin mevcut geleceği yok
etmeyeceğini, geçmişteki değişiklikten itibaren şekillenecek
geleceğinse paralel bir gerçeklik olarak devam edeceğini
söylüyor. Gelelim kozmik kopyalarımıza... Sadece 3-5 tane
değil, sonsuz sayıda evrenin olabileceğini düşünen bilim insanlarının yaptığı hesaplamalar, bunların her birinde farklı
fizik kanunlarının rol oynayabileceğini gösterdi. Hatta hemen yanı başımızda alternatif bir evren olabilir. Ama bize
görünmediği için bunun farkına varamayız. Bu evrenlerin
bazılarında doğa yasaları maddenin oluşumuna izin vermemiş, bazılarındaysa galaksi, yıldız ve gezegenler yine
var ama bizimkilere hiç mi hiç benzemiyor. Ve ihtimaller
sonsuzsa en azından birkaç tanesi bizim evrenimizle aynı
olmalı. Yani oralarda bir yerde hepimizden en az birer tane
daha var. Alan Guth’un deyimiyle; “Tıpkı benim gibi görünen, aynı şekilde düşünen ve davranan Alan’ı bulabileceğim
gibi, benden farklı davranmayı seçmiş olup değişik hayatlar
yaşayan kopyalarımla da karşılaşabilirim. Dahası, böyle bir
karşılaşma iki kopyanın da katıksız enerjiye dönüşerek buharlaşmasına sebep olabilir.”
Matematik Evren Hipotezi ile tanınan Massachusetts
Teknoloji Enstitüsü fizikçisi Max Tegmark, Nihai Çoklu Evren görüşüne katılan bilim insanlarından. “Bu sadece çok
ama çok büyük bir yapı değil, bunun da ötesinde; fiilen sonsuz. Ve her yöne doğru sonsuza dek uzanıyor,” diyor; “Tüm
bu sonsuz olasılıklar yalnızca matematikle açıklanabilir.”
Ona göre, gerçekliğin matematiksel olarak tanımlanmasıyla,
fiziksel olarak ortaya çıkması arasında hiçbir fark yok. Çünkü matematiği devreye sokacak bir açma-kapama düğmesi
MATEMATIK,
SONSUZLUKTAKI
IHTIMALLERIN
DE SONSUZ OLACAĞINI SÖYLEDIĞI IÇIN TÜM
KALIPLARIN BIREBIR TEKRAR
ETTIĞI IKINCI
BIR DÜNYADA,
TAMAMEN AYNI
BIR KOPYANIZLA KARŞILAŞMA
IHTIMALINIZ
VAR.
BÜYÜK BAŞLANGIÇ SORUNU
Başlangıcımızı açıklayan Büyük Patlama teorisiyle ilgili
sorun, patlamayla ilgili neredeyse hiçbir şey söyleyemiyor
oluşu. Patlayan neydi? Nasıl patladı? Patlamasına sebep
olan şey neydi? Hatta patlamanın şeklini bile tarif edemiyor. Yanıtlanması gereken asıl sorular bunlarken, biz sadece
patlamadan sonra olanlara açıklama getirebilir durumdayız.
Yaşayan en zeki insanlardan biri olarak kabul edilen ve sicim kuramı üzerinde çalışan teorik fizikçi Michio Kaku,
“Sorun şu ki fizik kanunları büyük patlama esnasında neler
olduğunu açıklayamaz. Bazıları bunu hemen kabul edebiliyor. Oysa bu durum bir fizikçinin kâbusudur. Evrenin belli
fizik kanunlarına göre işlediğini bilip, hepsini matematiğe
dökebilir durumdayız ama bu yapının en önemli parçası
55
HA N G I E VR E N
Pat layan Neydi ?
Büyük Pat lam a teorisiyle ilg ili s o run, pat la m ayla
i l gili n eredeys e hiçbir ş ey s öyleye m iyo r o luşu.
Patlama önces inde tekillik a d ı ve rile n koşulla r
vard ı . Am a onu pat latan ş ey in ne o ld uğ u
bi l i n miyor.
olan başlangıç anı erişim dışında. İşte bu kabul edilebilir bir
şey değil” diyor.
Büyük Patlama modeline göre, patlama gerçekleşmeden
önce tekillik adı verilen bir yapı vardı. Kozmolojik tekillik
tüm denklemleri geçersiz kılan, sonsuz yoğunluğa ve son derece küçük boyutlara sahip bir oluşum. Perimeter Enstitüsü
fizikçilerinden Neil Turok da bu modelin sorunlu olduğunu
düşünenlerden: “Kimsenin tekillik sorunu için bir çözümü
yoktu. Oysa evrenin bir anda karar verip Haydi şu an başlayayım diyerek bir seçim yapmış olduğunu düşünemezsiniz.
Üstelik öncesinde ne olduğuyla ilgili bilgi veremiyor oluşu
da modelin yetersiz olduğunun kanıtı. Bu, kozmolojinin en
büyük sorunlarından biriydi ama görmezden geliniyordu.”
Bunun ne kadar ciddi bir sorun olduğunu daha rahat
anlayabilmek için aynı teoriyi kullanarak bir evren yaratmayı deneyebiliriz. Tabii ki evren yaratmamız mümkün değil
ama diyelim ki bu imkâna sahibiz ve patlamayı test etmek
istiyoruz. Standart Büyük Patlama, evrende bugün ölçülen
muazzam miktardaki madde ve enerjinin en başından beri
var olduğunu ama başlangıçta küçücük bir alana sıkışmış
olduğunu söylüyor. Öyleyse kütlesi ve enerjisi bugün gördüğümüz evrene eşdeğer miktarda olan malzemeye ihtiyacımız var. Yapmamız gereken şey bu olağanüstü kütleyi bir
araya toplayıp iyice sıkıştırmak. Öyle ki hepsi sadece bir toz
zerresi kadar alana sığmalı. Bunu da başardık diyelim. Şimdi sırada bu maddeyi patlatmak var. Hatırlayalım; bu patlama sıradan değil, uzayın genişlemesine sebep olacak kadar
şiddetliydi. Peki aynı sonucu yaratmak için nasıl ve ne ile
ateşleme yapacağız? İşte bu sorunun bir cevabı yok. Çünkü az önce var olabilecek tüm maddeyi sıkıştırdık ve geriye
onu patlatacak madde kalmadı. Oysa böyle bir patlamayı
yaratabilmek için yine muazzam miktarlarda ve çok yüksek
enerjili patlayıcıya ihtiyaç var. Böylece kuramı kullanarak bir
evren yaratma deneyimiz başarısızlıkla sonuçlanmış oldu.
Çoklu evrenler modelinde, kendi evrenimizin başlangıç
koşullarına bakış açımız da dönüşüm geçirmekte. Çünkü
ortaya çıkma sebepleri ya da koşulları evrenden evrene
değişebilir. Hatta bilim insanları bu değişikliğin kaçınılmaz
olduğunu söylüyor. Bu yüzden parçacıkların oluşumu ve
56
1 1 . B oy u t
90’ l ı y ı l l a rd a ,
gel m i ş geçm i ş e n
büy ük f i z i kçi l e rd e n
bi ri o l a ra k kabul
edi l e n Edwa rd
Wi tte n M Kura m ı ’n ı
ya ratt ı ve ev re n i
10 uzay, bi r za m a n
o l m a k üze re 1 1
boy u t lu o l a ra k
res m ett i .
ilişkilerine yönelip kuantum mekaniği düzeyinde temel bir
açıklama yapmaya gerek duymuyorlar. Bazılarına göre böyle bir açıklama için duyulan beklenti bile anlamsız. Beethoven’ın, 5. senfoniyi yazarken neden başka notaları değil de
o notaları kullandığını sormayız. Bu da ona benziyor. Evrenimiz türünün tek örneği olmadığına göre neden başladığı
konusu da anlamını yitirmiş oldu. Bunun yerine, başlangıç
koşulları bizimkine benzeyen evrenler olup olmadığını sorgulayabiliriz.
Diğer taraftan, Alan Guth ve Andrei Linde’nin paralel
evrenlere açılan kuramı, Büyük Patlama’nın aksine patlama
anından hemen sonra gerçekleşenleri de açıklıyor. Şişme
Kozmolojisi’ne göre, evrenin ilk zamanlarında kısa süreli,
çok hızlı bir genişleme evresi yaşandı. Başlangıç anından saniyenin trilyonda birinin trilyonda birinin trilyonda biri kadar bir süre sonra evrenin boyutları, son 15 milyar yıl içinde
yaşanandan daha hızlı bir genişlemeyle, çok daha yüksek bir
oranda büyüdü. Linde’nin teorisi doğruysa ve bir kabarcık
evrende yaşıyorsak, tabiatı gereği bu yapının istikrarsız ve
dayanıksız olduğu da ortada. Yani, yeni bir şişme bu evrendeki her şeyi yok ederek sonumuzu getirebilir.
ONBİRİNCİ BOYUTTAKİ ‘BÜYÜK ÇARPIŞMA’
Paralel evrenler, sicim kuramının 90’lı yıllardaki büyük
atılımıyla bilim dünyasında geniş çapta ilgi görmeye başladı. Çünkü o yıllarda, dünyanın önde gelen fizikçilerinden
Edward Witten beş farklı sicim kuramı modelini tekrar yorumlayıp mükemmel bir şekilde birleştirerek M Kuramı’nı
yarattı. Fizikçilerin hayranlık ve şaşkınlıkla incelemeye aldığı bu teori, evreni 10 uzay, bir zaman olmak üzere toplam
11 boyutlu olarak resmediyor.
Her bir evrenin büyüyüp küçülebilen ve üç ya da daha
fazla boyuta sahip olabilen kozmik zarlar içinde olduğunu
hayal edin. Zarımsı yapı evrenlerin dışını çepeçevre sarıyor.
Boşlukta yüzen, uçan halılar gibi süzülen bu zarlara membran deniyor. Kopmuş bir paket lastiğine benzeyen mikro
ölçekli sicimlerse membranlara bir uçlarından tutturulmuş
haldeler. Ama paket lastiklerinin kopmamış halini andıran
sicimler de var ve bunların tüm membranlarda bulunan ortak bir özellik olduğu düşünülüyor. Hatta aynı zamanda kütleçekim kuvvetinin taşıyıcı parçacığı olan gravitonlara karşılık geliyorlar. Kapalı formlarından dolayı bir membranda
sabitlenemedikleri için evrenler arasında serbestçe hareket
etme özgürlüğüne sahipler.
Boyutların birbirinden bağımsız hareket doğrultuları olduğundan, boyut sayısı ne kadar fazlaysa o kadar geniş bir
hareket özgürlüğü ortaya çıkıyor. Kuramda kendiliğinden
ortaya çıkan bu ekstra boyutların tam olarak neye benzediklerini bilmiyoruz. Bunu bilseydik, titreşen sicimlerin
ve atom altı parçacıkların tüm özelliklerini anlayabilirdik.
Çünkü bu boyutların her biri sicimler için farklı titreşimler
yaratırken, her bir titreşim modeli de farklı parçacıkları yaratıyor. Akvaryumdaki balıklara benzer şekilde, çevremizi
sarıp dolduran üç boyutlu bir zar içinde yaşıyor olabiliriz.
Onlardan farklı olarak camın ötesini göremiyor, diğer boyutları algılayamıyoruz. Zaten evrimsel süreçte de nesneleri üç
boyutlu uzayda algılamaya hazırlandık. Daha fazla boyuta
sahip bir uzayı gözümüzde canlandırmak kolay değil. Fakat
modeli biraz daha küçülten bir örnek kullanabiliriz. Şöyle
düşünelim; üç boyutlu gerçekliği kaplayan uzayda, birbirinden bağımsızca yüzen iki boyutlu yüzeyler olsun ve bunların
her biri iki boyutlu membranlara karşılık gelsin. Açık uçlu
sicimlerin bir ucu membranlarda sabitlenmişken, diğer uçları bu membranlardaki nesneleri oraya bağlı kalacak şekilde
sıkıca tutuyor. Sicimlerden kurtulup bizim üç boyutlu gerçekliğimize ulaşamıyorlar. İşte biz de o membranlardan birinde yaşıyoruz ama bu örnekten farklı olarak bizimkisi üç
boyutlu. Sicimler bizi burada tuttuğu için üç boyut membranını aşıp ekstra boyutlara ulaşabilmemiz mümkün değil.
11. boyut, tüm boyutları içeren farklı bir gerçeklik modeli üstüne kurulu olduğundan yepyeni bir fikrin doğuşuna
öncülük etti. Membran evrenleri sahip oldukları boyut sayılarına göre gruplandırırsak; burada hepsinden var ve bir
arada süzülüyorlar. Sicim kuramına önemli katkılar yapan
İngiliz teorik fizikçi Michael Duff’ın sözleriyle ifade edecek
olursak; “Burası sadece bir membran içine yerleşmiş olup
tek başına duran bir evren değil, boyut sayıları birbirinden
farklı evrenleri barındıran, bezelyeye benzeyen dev bir sistem.” Belki artık başlangıcımızın nasıl olduğunun açıklanması konusunda bir beklentimiz kalmadı ama 11. boyut bu
soruyu hiç sormayan birine bile bazı cevaplar sunmakta.
İçlerinde Neil Turok, Princeton Üniversitesi Albert Einstein
Profesörü Paul Steinhardt ve sicim kuramına yaptığı önemli
katkılarla tanınan Burt Ovrut gibi fizikçilerin de yer aldığı
bir grup araştırmacı, bu düzlemde serbestçe hareket eden
evrenlerin bazen birbirleriyle çarpışacağını söylüyor. Böyle
bir çarpışmada ortaya çıkacak olan son derece sıcak ve yo-
TEKILLIĞIN
ORTADAN KALKIŞI, YERINE
ÇARPIŞAN EVRENLERIN GELMIŞ OLMASI,
DAHA DERIN VE
NET BIR ALGI
YARATARAK
ÖNEMLI BIR
GERÇEĞI GÜNDEME GETIRDI:
ZAMAN, BÜYÜK
PATLAMADAN
ÖNCE DE VARDI.
ğun ortam, etrafa büyük bir hızla saçılan parçacıklarla birlikte büyük patlamaya benzer bir tablo yaratıyor. Yani başlangıcımızı diğer evrenlerin çarpışmasına borçlu olabiliriz.
Burt Ovrut bunun nedenini şöyle açıklıyor: “Bunlar statik
yapılar değil, hareket ediyor, birbirlerinin yanından geçiyor
ve kimi zaman da birbirlerine çok yaklaşıyorlar. Tıpkı dünyadaki hareketli nesnelerde olduğu gibi, hareket eden her
şey bir noktada diğerleriyle çarpışma eğilimindedir. Hatta
bu risk öyle fazla ki sıkça çarpışıyor olmaları gerek.”
Çarpışan evrenler düz ya da homojen değiller. Dalgalı
oldukları için çarpışma anı bir evrenin diğerine tek seferde çarpıp onla bütünleşmesi şeklinde gerçekleşmiyor. Yine
basit bir örnekle açıklamak gerekirse, her ikisini dümdüz
uçan halılar olarak değil de dalgalanarak uçan halılar gibi
düşünelim. Ve öyle büyükler ki birbirleriyle ilk temas ettikleri an onları ortadan kaldıracak kadar güçlü bir etki yaratmıyor. Çarpışıyor, uzaklaşıyor, tekrar çarpışıyorlar. Zar yapılar çarpıştıklarında yapışmıyor, aksine ayrılma eğiliminde
oluyor. İlk temasın gerçekleştiği bölgelerde bozulma devam
ederken çarpışma da sürüyor. Bu sırada giderek düzensizleşip, bir de birbirlerine farklı zamanlarda, farklı noktalardan
çarpmış oluyorlar. Özetle döngüsel bir çarpışma yaşanıyor.
Evrenimizin patlamayla değil de Büyük Çarpışma ile başladığını söyleyen fizikçiler, durumu test etmek için kurdukları
denklemlerde her bir çarpışma döngüsünün doğum, gelişme ve ölümü içerdiğini gördüler. Hesaplar, bir döngünün
yaklaşık 1 trilyon yıl sürdüğünü gösteriyor. Evrenimiz böyle
ortaya çıktıysa, bir sonraki çarpışmaya kadar buralarda olmaya devam edeceğiz demektir.
Çoklu evren teorilerinin bir faydası da fizik kanunlarının
izini geçmişe doğru sürünce patlama anında durmak zorunda kalmayacak oluşumuz. Tekilliğin ortadan kalkışı, yerine
çarpışan evrenlerin gelmiş olması daha derin ve net bir algı
yaratarak önemli bir gerçeği gündeme getirdi: Zaman, büyük patlamadan önce de vardı. Michio Kaku, “Evrenlerin
sonsuz sayıda olması, her bir an bu dev modelin bir noktasında yeni bir patlama olduğunu gösterir. Bizim evrenimizse bu engin okyanusta yüzen küçük baloncuklardan biri”
diyor. Paul Steinhardt ise hiçlikten var olan evren modelinin
kusurlarına değiniyor: “Böyle bir başlangıç size evrenin hiçbir şeyden var olduğunu, uzay ile zamanın açıklanamayan
bir şekilde bu hiçlikten oluştuğunu söyler. Her şeyin hiçlikten doğmuş olması inanması güç, naif bir nosyon.”
Şaşırtıcı ama bu başlangıç modelini test edebiliriz. Dev
bir membranda yaşıyorsak şu anda CERN’ün parçacık hızlandırıcı laboratuarlarında gerçekleştirilen süreçlerin, bu
dev yapı içinde kendiliğinden ortaya çıkıyor olması gerek. Ve
Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda kafa kafaya çarpıştırılan
protonlara benzer şekilde, ışık hızına yaklaşan parçacıklar
çarpıştıkları anda geriye bazı izler bırakıyor olmalılar. Fizikçiler parçacık çarpışmalarından geriye kalan enkazın, içinde
bulunduğumuz membrandan dışarı taşıp etrafa saçılacağını
söylüyor. Bu enkaz, kendisiyle birlikte bir miktar enerjiyi de
sürüklediği için ölçümü yapacak dedektörler tarafından tespit edilebilir. Protonların çarpışma anından hemen önceki
enerji miktarını ölçebilir ve bunu çarpışma sonrası verilerle
57
HA N G I E VR E N
Karanlık Enerji ve Madde
karşılaştırırsak, enerjinin azaldığı yönündeki sonuçlar çoklu
evrenler modelini doğrulayan bir bulgu sunabilir. Dahası, o
zaman zar evrenler modeli de doğrulanmış olur.
KÜTLEÇEKİM KUVVETİ NEDEN BU KADAR
ZAYIF?
Çoklu evrenler modeli bu denli rağbet görünce, temel fizik
kuvvetlerini tanımlayan bazı teoriler tekrar gündeme getirilerek sorgulanmaya başlandı. Tabii ki ilk sırada kütleçekim
kuvvetini tanımlayan görelilik kuramı var. Biz yerçekimini
çok güçlü bir kuvvet gibi algılıyor olsak da işin aslı şu; diğer
kuvvetlerle kıyaslandığında şaşırtıcı derecede zayıf. Harvard
Üniversitesi’nden fizikçi Lisa Randall bu zayıflığın normal
bir durum olamayacağını düşünüyor: “Doğadaki kuvvetlerin çoğunu belli bir düzeyden de olsa anlayabiliyoruz ancak
kütleçekim kuvveti farklı davranıyor. Diğerlerine oranla
öylesine zayıf ki bunun sebebini merak etmemek mümkün
değil. Etrafa şöyle bir baktığınızda pek de zayıfmış gibi görünmez ama daha yakından bakınca sizi kendine çeken bu
koca gezegene rağmen, yanınızdaki bardağa elinizi uzatınca
o gücü kaslarınızla kolayca yenip bardağı yerçekimi etkisinden kurtarabiliyorsunuz.”
Bir buzdolabı mıknatısını, yerçekimiyle masanın üstüne
yapışmış olarak duran toplu iğnelere yaklaştırdığınızda, aynı
gücü elektromanyetik kuvvet kullanarak yenmiş olursunuz.
Çünkü elektromanyetik kuvvet, kütleçekim kuvvetinden
trilyonlarca kat daha güçlü. Aradaki farkın tam karşılığını
görmek için 1’in yanına 39 tane sıfır eklemeniz gerek. Bu
ikisi dışındaki temel kuvvetlerse güçlü ve zayıf çekirdek
kuvvetleri. Doğa bu dördünün bir arada çalışmasıyla şekilleniyor. Her birinin işlevi, etkilediği alan ve uyguladığı
BIZ YERÇEKIMINI ÇOK
GÜÇLÜ BIR
KUVVET GIBI
ALGILIYOR
OLSAK DA IŞIN
ASLI ŞU; DIĞER
KUVVETLERLE
KIYASLANDIĞINDA ŞAŞIRTICI DERECEDE ZAYIF.
güç farklı. En geniş etki alanına sahip olanıysa kütleçekimi.
Dünya ölçeğini aşarak baktığımızda yıldız kümeleri ve galaksiler gibi çok büyük kütleli yapıları bile bir arada tutup
hareketlerini belirleyebildiğini görüyoruz. Elektromanyetik
kuvvetse elektronları çekirdeğe bağlayıp atom ve moleküllerin yapısını koruyor, manyetik alan içinde elektriğin var
olmasını sağlıyor. Güçlü ve zayıf kuvvetler de yine mikro ölçekte çalışarak proton ve nötronları oluşturan parçacıkların
(kuark ve leptonlar) birbirleriyle etkileşime girmesini, atom
çekirdeğinin bozulmadan kalmasını sağlıyorlar.
Fizikçiler, kütleçekim kuvvetinin güçlü görüntüsüne rağmen son derece kırılgan oluşunun ardındaki sebebi membranlar içine yerleşmiş evrenler modeliyle incelediklerinde
şunu gördüler: Buradan kaçan yerçekimi diğer evrenlere
sızıyor olabilir. Lisa Randall’ın yaptığı hesaplamalar, böyle
bir sızıntı varsa yönünün 11. boyuta doğru olacağını gösterdi. Ama bunu hesaplamaya çalıştığında başka bir gerçeğin
daha farkına vardı. Sızıntı bizden dışarıya değil de oradan
bize doğru gerçekleşiyor da olabilir. Çünkü burada olduğundan farklı olarak, öyle bir gerçeklik düzleminde diğer fizik
kuvvetleri kadar güçlü olma ihtimali var. Ancak bize doğru
sızıp evreni doldurmaya başladığında diğerlerine oranla
güçsüz kalmış olabilir. “Böyle bir senaryoda, bir kuvvet olarak tanımladığımız kütleçekim gücünün sadece ufacık bir
parçasını görüyoruz. Ve bu da onun nasıl bu kadar zayıf olabildiğini açıklar,” diyor Randall. Peki nasıl sızıyor olabilir?
Fizikçiler kütleçekim kuvvetinin de ses dalgaları gibi yayıldığını, bu durumda sızmanın kaçınılmaz olacağını söylüyor.
Zaten Albert Einstein, onun dalgalar halinde yayıldığını göstermişti. Görelilik kuramına göre bu dalgalar ışık hızında
hareket ediyor. Bu noktada tekrar sicim kuramının kütleçe-
M a dde ka ra nlık (%29 ) ve gö r ünür ( %1 )
ola ra k ikiye ay rılıyor. Ev rende gö rdüğ ümüz
he r şey görünür m a dde s ı nı fı nda.
Göre m edik le rim izse şu nl ar :
1 . Kayıp küt le nin bir k ı s mı bar yo n kö kenl i
m a dde ; örneğin yıldız enkazl ar ı , toz bulutl ar ı
ve ka ra de lik le r gibi yıldı zl aşamayan
gökc isim le ri. Pa rç a c ık lar ı etki l eş i me
girm ediği iç in onla rı gö remiyo r uz.
2 . Ba ryon köke nli olm ayan karanl ı k madde
ise sıca k ve soğuk ola rak i kiye ay r ı l ı yo r.
Soğuk ola nı zayıf et kileş i ml i büy ük
pa rç a c ık la rda n oluşuyo r ve düşük hı zda
ha re ket ediyor. Sıca k o l anı ysa ı ş ı k hı zı nda
ha re ket edebile n, iç e riği bi l i nmeyen bi r yapı .
kim için tanımladığı iki ucu kapalı olup serbestçe hareket
eden sicimlere; yani gravitonlara dönüyoruz. Gravitonların
varlığı matematiksel olarak ispatlandı. Ve bir membrandan
diğerine hareket edebildiklerine göre kütleçekim kuvvetinin
nasıl sızdığı da açıklanmış oluyor.
Randall’ın bu fikri Pandora’nın Kutusu’nu açarak fiziğin
uzun zamandır çözülememiş soruları için diğer fizikçilerin
de 11. boyutun gizemlerine doğru çekilmesini sağladı. Dahası, gravitonların evrenler arasında yolculuk yapabiliyor
olması, bunu nasıl yapabileceğimizi çözmeyi başarırsak
kütleçekim kuvvetini kullanıp bir evrenden diğerine mesaj
iletebileceğimizi de göstermekte. Bilim insanları bunu başarmak için çok güçlü kütleçekim dalgaları yaratan bir kaynak kullanmak gerekeceğini söylüyor. Kim bilir belki de bir
gün böyle bir teknoloji geliştirip komşu evrenlerden birine
burada olduğumuzu söyleyebiliriz.
Ev reni Dold u ran
Malzeme
Ev reni n büy ük
k ı sm ı nı karanl ı k
ener ji ve
karanl ı k m adde
o luştur uyo r.
KARANLIK MADDE ve KARANLIK ENERJİNİN
MÜKEMMEL ORANI
Çoklu evrenler, karanlık madde ve karanlık enerjiyle ilgili
sorularımıza da yanıt verebilir. Galaksi oluşumlarını bir
arada tutan karanlık madde ve uzayı genişleterek galaksileri
hızla birbirinden ayıran karanlık enerji bu kozmik okyanus
içinde çok büyük öneme sahip. Karanlık madde, evrendeki toplam maddenin yüzde 80’inden fazlasını oluşturuyor.
Karanlık enerjiyse uzay-zaman dokusunun %70’ini doldurmakta.
Bizimkinden daha az miktarda karanlık enerji içeren bir
evrende çöküş yaşanması ve daha fazlasını içeren bir versiyonunda maddenin hızla birbirinden kopması kaçınılmaz
olurdu. Bizimkiyse sanki yaşama en uygun ortamı sağlamak
için kusursuz miktarda karanlık enerji içeriyor gibi. Aynı
şey karanlık madde için de geçerli. Doğru miktarda olup
BILIM, KURGU VE GERÇEK
ÇIFT YARIK DENEYI
H. G. WELLS
İngiliz fizikçi Thomas Young bir
deney tasarlayarak fotonların
davranışlarını ölçmeye karar
verdi. Deneyde ışınları çift
yarığa sahip bir levhaya
yönlendirdi ve arkaya çıkan
desenden parçacık gibi değil
de dalga gibi davrandıklarını
anladı. Ardından yapılan
deneyler parçacık olarak da
davranabildiklerini gösterdi.
Böylece hem parçacık hem
dalga gibi davranabildikleri
ortaya çıktı.
Ünlü bilimkurgu yazarı H. G. Wells
paralel dünyalar temasını işleyen ilk
yazardı. Hatta o sırada henüz bilim
dünyasında bu konuyla ilgili bir teori
bulunmuyordu. Daha sonra Hugh
Everett’in yaratacağı teoriye çok
benzeyen paralel evrenler kurgusu,
henüz dilimize çevrilmemiş olan
“Tanrısal İnsanlar” (Men Like Gods)
adlı romanda işlendi. İnsanlar paralel
evrene geçiyor, orada yaşayanlardan,
evrenlerimizin 3.000 yıl önce
birbirinden ayrıldığını öğreniyorlardı.
Üstelik bu iki evren çok geniş çaplı
bir paralel evrenler ağının parçasıydı.
1803
58
1923
SCHRÖDINGER
DENKLEMI
Erwin Schrödinger maddenin
dalga formundaki doğasını
açıklayan bir denklem yazdı.
Maddenin bir olasılık dalgası
olarak var olduğunu gösteriyor,
bir elektronun hem burada
hem orada olabileceğini
söylüyordu. Denklem, atomun
ve parçacıkların davranışlarıyla
ilgili birçok soruya cevap
sundu.
1926
KOPENHAG YORUMU
Schrödinger’in denklemi atom
altı parçacıkların dünyasını
tarif edince, bunun bildiğimiz
dünyaya hiç benzemediği
anlaşıldı ve nasıl olabileceğini
açıklamak üzere çalışan
fizikçilerden Niels Bohr,
Kopenhag Yorumu olarak
bilinen teoriyi yayınladı. Bohr,
gözlemci etkisinin parçacıkların
davranışını değiştirdiğini,
dalga gibi yayılıyorken bir anda
parçacık gibi davranmaya
başladıklarını keşfetmişti.
1927
SCHRÖDINGER’IN
KEDISI
YOLLARI ÇATALLANAN
BAHÇE
Erwin Schrödinger, Kopenhag
Yorumu’nu kendi denklemiyle
birleştirdi ve ünlü kedi deneyini
sundu: Kutudaki kedi ölümcül
bir etkiye maruz kalır ve ölme
ihtimali %50 olursa, birisi o
kutuyu açıp bakana dek kedi
hem yaşıyor hem de ölmüş
olacaktır. Gözlemci duruma
müdahale ettiği anda bu
iki ihtimalden biri gerçeğe
dönüşür.
Arjantinli ünlü yazar Jorge Louis
Borges’in Yolları Çatallanan Bahçe
adlı kısa öyküsünde, Yu Tsun adlı
kahraman, ataları tarafından yazılmış
olup anlaşılması güç bir metin buluyor,
bunu çözmeye çalışıyordu. Ama bir
yerde bahsedilen kişi ölüyor, ardından
tekrar ortaya çıkıyor ve bunun nasıl
olduğundan bahsedilmiyordu. Tsun
fark etti ki anlatılanlar farklı bir
zaman algısıyla yaşanmış, paralel
gerçekliklerden bahsedilmişti.
1935
1941
EVERETT
DEVRIMI
Hugh Everett, paralel evrenler
üzerine bilimsel bir çalışma
yayınlayan ilk fizikçi oldu.
Kopenhag Yorumu’nda ve
Schrödinger’in Kedisi’nde
bahsi geçen gözlemci
etkisinin diğer alternatifleri
yok etmediğini, her birinin
kendine özgü evrende
gerçekleşmeye devam ettiği
söyledi.
1956
KAPTAN’IN SEYIR
DEFTERI
“Kaptan’ın seyir defteri. Yıldız
tarihi bilinmiyor. Acımasız paralel
evrenler içinde kapana kısıldık.
Dört saat içinde kurtulamazsak
Mr. Spock tarafından idam
cezasına çarptırılacağım.” Uzay
Yolu dizisinin bu bölümünde
Kaptan Kirk ve ekibi kazara
paralel evrenlerden birine düşüyor,
burada kendilerinin şeytani
kopyalarıyla karşılaşıyorlardı.
1967
PARALEL DÜNYALAR
ÇARPIŞMASI
Fizikçi Michio Kaku,
Paralel Dünyalar (Parallel
Worlds) adlı kitabında,
evrenlerin çarpışmasının
Büyük Patlama’ya yol
açabileceğini ve yeni
bir evren doğuracağını
yazdı. Kaku, evrenimizin
de bu şekilde başlamış
olabileceğini söyledi.
2005
59
HA N G I E VR E N
K a rade liks e l Ç özüm
Karadeliğin iki boy u tlu ol ay u f ku , üç boy u tlu
bilgiy i tu tamayacağ ı iç i n onu n üç boy u tlu
h olo gram gör ü ntüsü nü ya ratma kta . Ol ay u f ku nu
geçerek yu tu lan h er madd e iç i n bi r h o l o g ra m
yaratılı p, bi l g i s i koru n muş o luyor.
galaksileri bir arada tutmasaydı galaksiler var olamayacak,
evren boşluktaki yıldızlar ve onların çevresinde kümelenmiş
gezegenlerle şekillenecekti. Böyle bir durumda gezegenlerin
kimyasal yapıları da farklı olur, yaşama uygun olanların gelişmesi neredeyse imkansız hale gelirdi. Diğer taraftan bu
çekim kuvveti daha güçlü olsaydı, bu sefer tüm yıldızların
içe çöküp karadeliğe dönüşmesine sebep olurdu ki yine bir
kaos evreni şekillenirdi.
Karanlık enerji, evreni genişletirken karanlık madde bu
etkiyi azaltan bir çekim kuvveti yaratıp galaksilerin dağılmadan kalmasını sağlıyor. Karanlık enerji ışıktan hızlı bir genişleme etkisi yaratıyor olsa da karanlık madde galaksilerin
etrafını bulut gibi sardığı için içlerindeki gökcisimlerinin evrenin genişlemesinden bağımsız hareket etmelerini sağlıyor.
Örneğin Samanyolu ve komşumuz Andromeda arasında
da garip bir ilişki mevcut. Uzayın genişliyor olmasıyla her
ikisi de sürükleniyorlar. Fakat yoğun karanlık madde miktarı nedeniyle birbirlerine doğru çekilmeye devam ediyorlar.
Sonsuz sayıda evrenin olduğu çoklu evrenler modelinde
her bir evrendeki koşullar farklı olacağı için karanlık madde
ve karanlık enerji miktarı da değişime uğramakta. Yani bu
evrenlerin birçoğunun yaşama elverişli olmayacağı ortada.
Özetle çoklu evrende yaşıyorsak, bu ikisinin miktarı oradaki
yaşam olasılığını belirliyor.
Membranlar içindeki evrenler teorisi ise daha ilginç bir
durumdan bahsediyor. Karanlık maddeye bu ismin verilmesinin ardında, onu göremiyor olduğumuz gerçeği var. Göremiyoruz çünkü ışıkla etkileşime girmiyor. Yanıbaşımızda
bir alternatif evren varsa bile bizim evrenimizdeki ışıkla
etkileşime girmediği için oradaki maddeyi de görme imkanımız olmayacak. Bu durumda, karanlık madde dediğimiz
şey, hemen dibimizde bulunan bir evrene ait madde olamaz
mı? Sorunun cevabı karadeliklerde saklı olabilir.
KARADELİĞİN İÇİNDE NE VAR?
Paul Steinhardt, bir evrende çok fazla miktarda karanlık
madde varsa, yaratacağı güçlü çekim etkisinin, yakındaki
evreni kendisine yapışacak kadar çekmekle sonuçlanacağını
söylüyor. Böyle bir çekim, karanlık madde miktarının en yoğun olduğu bölgede gerçekleşeceğinden iki evren birbirine
belli bir noktadan tutturulmuş gibi olur. Geri kalan kısımları
tamamen bağımsız olsa da tutturuldukları bölge bir arada
ve bazı noktalarda iç içe geçmiş olarak bulunmalarını sağlayabilir. Dahası, tam o noktada bir karadelik oluşması da
beklenebilir. Öyleyse karadelikler paralel dünyaları birbirine bağlıyor olabilir. İçlerinde Stephen Hawking’in de olduğu kalabalık bir grup, karadeliklerin bir evrenden diğerine
açılan geçitler olduğunu düşünüyor.
Karadelikler de patlama öncesindeki durum gibi fizikçilerin çaresiz kalmasına sebep olmakta. Çünkü her ikisinde
de tekillik koşulları var. Çok büyük miktarlardaki kütle kü-
60
Solucan Deliğ i
Gibi Dav ranan
Karadelik
H or tu mları
Po l o nyal ı
f i z i kç i Ni ko dem
Po pl awski ,
karadel i k l er i n
kal bi nde ho r tum a
benzer yapı l ar ı n
o lduğunu, y utul an
m addeni n bu yapı
iç i nde dö nerek
diğer taraftaki
beyazdel iğe
ul aşt ı ğı nı
düşünüyo r.
Ev renler
A ras ınd aki Geçit
Bi r karadel iği n
iç i ne düşüp ö te
taraftan başka
bi r ev rene ç ı k m a
i ht i m al i m i z var.
F i z i kç i l er,
t ı pk ı buradaki
karadel i k gi bi
o rada da bi r
beyazdel iği n
bulunduğunu,
karadel i kten
y utul an
m addeni n
beyazdel i kten
dı şar ı
püskürdüğünü
söylüyo r.
çük bir şeyin içine tıkılırsa,
oradaki uzay-zaman eğriliği
o kadar artıyor ki bir oyuk
oluşuyor ve çevresindeki
her şey bu derin oyuğun
içine çekilmeye başlıyor. Bu
“her şey”e ışık da dahil. Karadeliklerin var olduklarını
da sayıca çok olduklarını da
biliyoruz. Hatta galaksilerin
çoğu enerjilerini merkezlerinde bulunan dev karadeliklerden alıyor. Her bir karadeliğin etrafını çepeçevre saran
olay ufku adlı bölgeyi geçen cisimler içeri doğru yutulmaya
başlıyor. Bu sınır bir kez geçildi mi geri dönüş mümkün değil. Kimse buradan geçen bir cisme ne olduğunu tam olarak
bilmiyor. Ancak evren, parçacıklardan dev gökcisimlerine
ve hatta enerjiye dek her şeyi, sahip oldukları bilginin taşıyıcıları olarak gördüğü için bu bilgiyi asla yok olmayacak şekilde korumak gibi bir tutum sergiliyor. Bir karadeliğin içine
girip yutulan cisimlerin bilgileri de aynı nedenle korunmaya
devam ediyor. Bilgi sözcüğü sizi yanıltmasın. Bu noktada
kastedilen bilgi maddelerin özelliklerini; nam-ı diğer entropiyi temsil etmekte.
HOLOĞRAFİK EVREN
Karadeliklerde maksimum entropi denen bir durum var.
Entropileri üç boyutlu hacimlerine göre değil, iki boyutlu
olay ufku yüzeyine göre belirleniyor. Oysa yutulan cisimlerin
entropisi hacmiyle doğru orantılı. Ortaya çıkan bu karmaşa için “karadeliksel bir çözüm” gelişmiş: İki boyutlu olay
ufku, üç boyutlu bilgiyi tutamayacağı için onun üç boyutlu
hologram görüntüsünü yaratmakta. O esnada madde evreni
terk etmiş olsa da yaratılan hologramı sayesinde buradayken
sahip olduğu bilgi korunuyor. 0 ve 1’lerden oluşan bu kopya
görüntü, verilerin bilgisayarda depolanma şeklinden farklı
değil. Sicim kuramının kurucularından Stanford Üniversitesi teorik fizik profesörü Leonard Susskind, bilgi temelli
kuramsal görüşün öncülerinden Hollandalı teorik fizikçi
Gerard ‘t Hooft ve Holografik İlke’yi açıklamayı başaran
Arjantinli sicim kuramcısı Juan Maldacena karadeliklerde
yaşanan bu durumun evrenin tamamında geçerli olduğunu
gösteren bir teori geliştirdiler. Teoriye göre, bizim evrenimiz
iki boyutlu bir kozmik ufuktan yansıyan hologram görüntüden ibaret. Yani son derece kapsamlı bir holografik projeksiyon içinde varlık bulmuş olma ihtimalimiz var. Gölgemizle
olan ilişkimizdeki gibi, fiziksel olarak bizimkine eşdeğer bir
paralel evrende gerçekleşen her şey bir diğerinde, yani bizimkinde yansıma buluyor.
ABD, Lousiana Üniversitesi’nden Jorge Pullin ve Uruguay
Montevideo Cumhuriyet Üniversitesi’nden Rodolfo Gambini
karadelikleri kuantum yerçekimi döngüsü (LQG) adlı teori
çerçevesinde inceleyip ilginç bir sonuca ulaştılar. Araştırmacıların kurduğu denklemler, karadeliklerin kalbinde tekillik
diye bir şey olmadığını, aksine diğer yöne açılan bir kapı gibi
davrandıklarını gösterdi. Karadeliklerin paralel evrenlere
PO PSCI .CO M
61
HA N G I E VR E N
açılan geçitler olması fikri birbirinden renkli açıklamalar doğurdu. Örneğin, bir karadeliğin içine düşüp öte taraftan aynı
bizimkine benzer bir evrene çıkma ihtimalimiz var. Böyle bir
şeyin olabilmesi için tıpkı buradaki karadelik gibi, orada da
bir beyazdeliğin bulunması gerek. Beyazdelikler yapı olarak
karadeliklere benziyor olsa da maddeyi yutmak yerine dışarı
itiyor. Bazı fizikçiler, karadelikler ve beyazdeliklerin tek bir
yapı olduğunu, bir taraftan maddeyi içine çekip, diğer taraftan dışarı püskürttüğünü düşünüyorlar. Polonyalı fizikçi
Nikodem Poplawski, bir karadeliğin kalbinde hortuma benzer bir yapının hızla döndüğünü, yutulan maddenin de onun
içinde dönerek diğer taraftaki beyazdelikten dışarı fırladığını
söylüyor. Yıldızlar kendi içlerine çöküp karadeliğe dönüştüklerinde, bu muazzam kütlenin çökmesi diğer tarafta beyazdelik oluşmasına sebep oluyor. Karadelikler paralel evrenlere
açılıyorsa, o zaman bizim evrenimizin de dev bir karadeliğin
ötesindeki beyazdelikten püskürmüş olması ihtimali var.
Böyle bir durumda, bu dev karadelik de başka bir evrenin
parçası olduğu için evrenimizin, diğer evrendeki karadelikten yutulan maddeyle şekillenmiş olabileceğini görüyoruz.
Nikodem Poplawski, bizim Büyük Patlama olarak adlandırdığımız şeyin aslında başka bir evrendeki yıldızın ölümüyle
oluşan beyazdelik olduğunu söylüyor; “Böyle bir karadeliğin
diğer tarafında yaşıyorsak, evrenimizin oluşumuna olanak
tanıyan o evrenle bağlantı kurma imkanımız olabilir.”
KOMŞU EVRENDEN GELEN MESAJ
Karadelikler, evrenleri birbirine tutturan yapılar olarak içlerinden geçen maddeyi diğer taraftan dışarı fırlatıyorsa ve
öbür tarafta buna kafa yoran bizim gibi canlılar varsa, bize
bu araç vasıtasıyla mesaj iletebileceklerinin farkında oldukları an bunu denemek isteyeceklerdir. Tabii bir karadeliğe
ulaşıp, mesajı yollayabilecek teknolojiye de sahip olmaları
gerek. Zaten böyle bir şeye sahiplerse mesaj yollamak yerine içine atlayıp gelmeyi de düşünebilirler. Tüm bunlar bilimkurgu filmlerinden fırlamış bir sahne gibi geliyor olsa da
buna dair bir işaret görmüş olabiliriz. Nikodem Poplawski,
henüz kaynağını çözemediğimiz güçlü ışımaların bununla
bir bağlantısı olabileceğine dikkat çekiyor. Evrenin uzak bölgelerinde gerçekleşip bize kadar ulaşan gama ışıması patlamalarının kaynağını henüz tam olarak çözemedik. Fizikçi
bu patlamaların başka bir evrenden yollanan mesajlar olabileceğini ve eğer öyleyse mors kodu gibi çözülebileceğini
düşünüyor.
Amsterdam Üniversitesi’nin genç fizikçilerinden Cristoph Weniger de bu fikre katılan araştırmacılardan. Weniger’e göre, karanlık madde dediğimiz şey yanıbaşımızdaki
bir evrenin bize görünmeyen maddesiyse, parçacıkların
çarpışması sonucu çok güçlü ışımalar ortaya çıkıp görünmeyeni görünür hale getirebilir. 2012 yılında tamamladığı, 43
ay süren araştırmasında NASA ve ABD’nin parçacık fiziği
laboratuarı Fermilab’den elde ettiği gama ışıması patlamaları verilerini incelediğinde, içlerinde bir tanesinin olağandışı
niteliklere sahip olduğunu gördü. Diğerlerinden tamamen
farklı olan bu ışıma, mors alfabesindeki imdat çağrısına
karşılık geliyor. “Bunun gerçekten bize iletilen bir sinyal
62
NIKODEM
POPLAWSKI,
GAMA IŞIMASI
PATLAMALARININ BAŞKA
BIR EVRENDEN
YOLLANAN MESAJLAR OLABILECEĞINI VE
EĞER ÖYLEYSE
MORS KODU
GIBI ÇÖZÜLEBILECEĞINI
DÜŞÜNÜYOR.
olduğunu kanıtlayabilirsek evren hakkındaki görüşlerimiz
tamamen değişir,” diyen fizikçi, çalışmasını yayınladığında
tüm dünyadan birçok araştırmacı konuyu derinlemesine
incelemeye başladı. Lisa Randall da bu teoriyi matematiksel olarak formüle edip Weniger’in öne sürdüğü fikri doğruladı: “Sinyal, karanlık maddenin başka bir şey olduğunu
düşünenlere hiçbir şey ifade etmeyecek düzeyde. Ama onun
ne olduğunu bilen birinin gözden kaçırması imkansız.”
Randall’ın araştırmaları, karanlık maddenin altıda birine
karşılık gelen bölümün farklı bir özelliği olduğunu gösterdi.
Bu madde galaksimizin etrafını saran görülebilir diskle etkileşime giriyor, ikincil bir disk oluşturuyor. Disk şeklindeki
karanlık madde, görünen maddenin özelliklerini andırıyor.
Randall, “Daha önce kimsenin bunun farkına varmamış olması inanılmaz,” diyor; “Bu fikrin en eğlenceli kısmı, yepyeni bir dünyaya açılan bir kapı keşfetmiş olmamız.” Harvard
Üniversitesi araştırmacılarından Douglas Finkbeiner de
aynı bulgu üzerinde kendi bağımsız analizlerini yürütmekte.
“Sinyalin çok belirgin olduğunu düşünüyorum ama Fermi
laboratuarlarında kaydedilen bu patlamanın tüm ayrıntılarına sahip değiliz. Bu tür ışımaları yorumlayabilmek için daha
fazla veriye ihtiyacımız var. Örneğin patlama sandığımız kadar güçlü değilse elde ettiğimiz sonuçlar değişebilir” diyor.
Ama Lisa Randall, sonuçlar değişse de bu tuhaf sinyal sayesinde artık daha farklı bir bakış açısı geliştirdiğimizi, bunun
gelecekteki yaklaşımlarımızı etkileyeceğini söylüyor. Çünkü
daha önce farkında olmadığımız bu senaryoyu ispatlama
şansına sahibiz. Örneğin, Avrupa Uzay Ajansı ESA’nın yeni
uzay teleskopu Gaia, Samanyolu içindeki yıldızları haritalayıp mevcut teorilerin dışına taşan yıldız davranışlarının ardında karanlık madde diskinin olup olmadığını kontrol ediyor. Beklenen veriler bu teleskop aracılığıyla elde edilebilir.
ANTİMADDE NEREYE GİTTİ?
Bir diğer paralel evrenler modeli, bizim evrenimizin ağırlıklı
olarak maddeden oluşuyor olması gibi antimaddeden ibaret
bir evren de olabileceğini söylüyor. Madde ve antimadde
bir araya geldiklerinde birbirlerini güçlü bir patlamayla yok
ederek buharlaşıyorlar. Tabii antimadde de parçacıklardan
oluşuyor ama bunlar karşıt parçacıklar. Örneğin elektronun
karşıtı olan parçacığa pozitron deniyor. Bu iki parçacığın
kütleleri aynı fakat yükleri zıt.
Bugün maddenin ağırlıkta olduğu bir evrende yaşıyor
olsak da başlangıçta ortaya çıkan madde ile antimaddenin
miktarı birbirine eşitti. Patlama sonrasındaki koşullarda
madde parçacıkları, antimadde parçacıklarına karşı üstün
geldiler ve bu simetri bir kez bozulduğunda evren maddeyle şekillenmeye başladı. Peki antimadde nereye gitti?
Aslında henüz madde parçacıklarıyla tanışmamış olan
antimadde mevcut. Fizikçi Joanne Hewett, ABD Stanford
Üniversitesi bünyesindeki Ulusal Hızlandırıcı Laboratuarı
SLAC’de bu konunun ayrıntılarını araştırıyor. Hewett, B
mezonu adlı parçacığı, karşıtıyla birlikte incelemeye alarak
ikisi arasındaki farklara odaklandı. Mezonlar, parçacıkların
yüksek enerjili etkileşiminin kısa ömürlü bir ürünü olarak
ortaya çıkıyor ve saniyenin trilyonda biri kadar bir sürede
kayboluyor. Fizikçiler bunları ortaya çıkarmak için diğer
parçacıkları çarpıştırıyorlar. Evrenin başlangıç anında kısa
bir süre için ortaya çıkmış olduklarından, onların araştırılması patlama koşulları hakkında daha net bilgiler vermekte.
Araştırmada B mezonu ve karşıt parçacığının bozunma sürelerinin birbirinden farklı olduğu görüldü: Karşıt parçacık
diğerine oranla daha hızlı bozunuyor. Bu sonuç, madde ile
antimadde arasındaki ilişkiyi ve antimaddenin nereye gittiğini açıklayabilir. Neticede antimadde parçacıkları daha hızlı
bozunuyorsa madde parçacıklarının galip gelmiş olması
kaçınılmaz. Parçacıkların bozunması bir yok oluş değil, dönüşüm olduğu için yüklü mezonların bozunması elektron
ve nötrinoları ortaya çıkarıyor. Burada elde edilen sonuç,
antimaddenin bir kısmının hızlıca dönüşüm geçirdiğini gösterirken, geri kalan kısmına ne olduğunu açıklamıyor.
Uluslararası Uzay İstasyonu’nda bulunan AMS adlı par-
Gama I ş ımas ı
Pat lamaları
İ ki tür gam a
ı şı m ası
pat l am ası o lduğu
düşünül m ekte.
H er i ki si de
ç o k k ı sa sürel i
o lup o l ağanüstü
yo ğunlukta ı şı m a
yay ı yo r o l sa da
bi r i diğer i ne
o ranl a daha uzun
sür üyo r. Uzun
süreni n sebebi
aydı nl at ı l abi l m i ş
deği l . K ı sa sürel i
o l andaysa ı şı nı m ,
ç ar pı şm a sürec i ne
gi r m i ş i ki nö t ro n
y ı ldı z tarafı ndan
yay ı l abi l iyo r.
Bi rbi rl er i ne ç o k
yak l aşt ı k l ar ı nda
yo ğun küt l el er i
nedeniyl e y üksek
m i ktarda ener ji
sal ı yo rl ar. Bu
ener ji , nö t ro n
y ı ldı z l ar karadel iğe
dö nüşene dek gam a
ı şı m ası o l arak
yay ı l ı yo r.
SCHRÖDINGER’IN DENKLEMI, KIMSE ONA
BAKMIYORSA
EN BÜYÜK NESNELERIN BILE
ORTADAN YOK
OLABILECEĞINI, YER DEĞIŞTIREBILECEĞINI, TA KI BIRI
ONA BAKANA
DEK YERINE
GEÇMEK ZORUNDA OLMADIĞINI
SÖYLÜYOR.
çacık detektörü de evrenin erken döneminde oluşan kozmik
ışımaları takip ederek aynı soruya yanıt aramakta. AMS’ten
elde edilen sonuçlar, evrenin ilk zamanlarında madde ve
antimadde parçacıklarının bozunumları arasında bir fark
bulunmadığını gösterdi. CERN laboratuarlarında yürütülen
benzer bir çalışmanın geçtiğimiz günlerde açıklanan sonuçlarıysa AMS’in bulgularını doğrular nitelikte.
SCHRÖDİNGER ÇÖZÜMÜ
Kuantum mekaniğinin kurucularından Avusturyalı fizikçi
Erwin Schrödinger o ünlü denklemini yazdığında, sıkı sıkıya tutunduğumuz gerçeklik algısını ayaklarımızın altındaki
halıyı çeker gibi tek hamlede çekip atmış; atomu oluşturan
parçacıkların aynı anda birden fazla yerde bulunabileceğini
göstermişti. Olasılıkların iç içe geçtiği kuantum seviyede, bir
gözlemci bu durumu izlemeye karar verene dek son derece karmaşık bir durum mevcut. Schrödinger’in denklemi,
kimse ona bakmıyorsa en büyük nesnelerin bile ortadan yok
olabileceğini, yer değiştirebileceğini, ta ki biri ona bakana
dek yerine geçmek zorunda olmadığını söylüyor. Gözlemci
etkisi tüm diğer olasılıkları silip içlerinden bir tanesini gerçeğe dönüştürmekte. Diğer bir deyişle; izlediğimiz durumu
“algıladığımız gerçek” seviyesine taşıyoruz. Tulane Üniversitesi’nden matematiksel fizikçi Frank Tipler, kuantum mekaniğinin tuhaflıklarını makro seviyede de izleyebiliriz diyor;
“Schrödinger’in denklemine bakan biri, bunun tüm gerçekliğe yayılmış olduğunu rahatlıkla görebilir.” Albert Einstein
bu duruma bir tepki olarak; “Bakmadığım zamanlarda da
Ay’ın orada olduğunu düşünmeyi tercih ederim” demişti.
Tipler daha da şaşırtıcı olabilecek bir durumu gözler önüne seriyor: Diğer olasılıkları deneyimleyen kopyalarımızla
tamı tamına aynı yerde duruyor olabiliriz. Bu alternatif gerçekliklerin hepsinin üst üste binmiş olması mümkün. Ama
biz sadece kendimize ait olanı görüyoruz. Ünlü bilimkurgu yazarı Philip K. Dick’in Hugo Ödüllü romanı Yüksek
Şatodaki Adam’da (The Man in the High Castle) bunun
güzel bir tasvirine rastlıyoruz. Kitap, tüm olasılıkların gerçekleştiği farklı gerçeklik düzlemlerinden birini konu alarak
Hitler’in 2. Dünya Savaşı’nı kazandığı senaryo üzerinden
ilerliyor. Böyle bir evren de bizimkiyle eşzamanlı gerçekleşiyor olabilir. Ama biz burnumuzun dibinde bile olsa diğer
alternatifleri göremeyiz çünkü farkında olsak da olmasak da
her bir an o olasılıkları bizden ayıran ölçümler yapmakla
meşgulüz. Herhangi bir şeye baktığımız an, bir nesnenin
üzerine ışık tuttuğumuzda ya da hava molekülleriyle temas
halinde olduğumuzda tüm bu nesneleri ölçmekteyiz.
Kuantum mekaniği, evrenin kesin bir matematiksellikle
oluştuğunu söylüyor. Ancak bunun belirli bir geleceği yaratmak yerine, herhangi bir geleceği ortaya çıkarabileceğini de
ekliyor. Bu noktada aklınıza şöyle bir soru takılıyor olabilir:
Gözlemci illa bir insan mı olmalı? Ya da Einstein’ın sorduğu
şekliyle; “Bir farenin, kısacık bir anda yan gözle bakıp geçmesi de aynı etkiyi yaratır mı?” Peki ya bir bakterinin ya da
bir bilgisayarın ölçüm yapıyor olması sonucu değiştirir mi?
Schrödinger denklemine göre cevap basit; ölçüm denilen
süreç, bir parçacık topluluğunun (insan, bilgisayar, bakteri,
63
HA N G I E VR E N
fare…) başka bir parçacık topluluğuyla (ölçülen parçacıklar)
etkileşmesinden başka bir şey değil. Bu durumda ölçüm
yapan sistemin parçacık sayısı önem teşkil etmiyor. Özetle,
ölçümü kimin ya da neyin yaptığı fark etmez. Buna ilaveten, Schrödinger’in denklemi olasılık dalgalarının aniden
çökmediğini, değişime uğradığını da göstermekte. Örneğin,
ölçme cihazının ekranına bakıyorken oradan yayılan fotonların da tıpkı izlediğiniz parçacıklar gibi farklı olasılık dalgaları var. Bunlar gözümüzdeki çubuk ve koni hücrelerdeki
parçacıkların olasılık dalgalarıyla etkileşime geçip, birlikte
nöronlardaki parçacıkların olasılık dalgalarıyla da etkileştiklerinde incelediğimiz durum için zihinsel bir imaj yaratmış
oluyoruz. İşte burada içinden çıkılması zor bir karmaşa var
gibi görünüyor. Öyleyse bir parçacık birçok olası gelecekten
hangisini seçip izleyeceğini nasıl biliyor? Gerçekten seçiyor
mu, yoksa o anda gerçeklik dediğimiz şey bir nehir gibi farklı yönlere ayrılarak akmaya devam mı ediyor?
50’li yıllarda Princeton Üniversitesi’nde doktora yapmakta olan Hugh Everett, kuramın anlaşılabilmesi için engin bir paralel evrenler ağının gerekebileceğini göstermişti.
Everett’ten önce Erwin Schrödinger, Murray Gell-Mann gibi
bazı büyük fizikçiler paralel evrenler fikrini öne sürmüş ancak hiçbiri bunu denklemlere döküp, sonucunu bilimsel bir
çalışma olarak yayınlamamıştı. Everett paralel evrenlerin,
kuantum mekaniğinin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu gördü. Frank Tipler’ın yorumuyla; “Kuantum mekaniğini kabul
ediyorsanız ki bir yüzyıldan beridir test edilip defalarca kanıtlandığı için kabul etmemeniz sizin kaybınız olur, öyleyse
paralel evrenleri de kabullenmeniz gerek. Çünkü biri olmadan diğeri de olmuyor.” Everett’a göre, algıladığımız sonuç
burada gerçekleşirken, karmaşık olasılık dalgalarından
oluşan ağdaki diğer sonuçların her biri farklı düzlemlerde
devam ediyor. O anda tüm diğer paralel gerçekliklerde sizin birer kopyanız aynı deneyi yapıyor ve kendi ölçüm sonucunu, kendine özgü algılıyor. Çünkü mümkün olan her
şey kendine ait gerçeklik içinde var olabilir. Mümkün olup
olmaması da olasılık değerinin sıfır dışında bir karşılığı olmasıyla belirleniyor. Ancak tabii farklı sonuçların birbirine
karışmaması gerek. ABD’li teorik fizikçi ve sicim kuramcısı
Brian Greene durumu şöyle özetliyor; “Büyük ölçekli bir
ölçüm söz konusu olduğunda ölçümü yapan ve ölçülen arasındaki ilişkinin sonucu olarak, her bir olasılık için oluşan
dalgalar öyle farklı hale gelir ki birbirlerini etkilemeleri söz
konusu olamaz. Bu olduğunda tüm olasılıklar birbirinden
bağımsız olarak değişim geçirmeye başlar. Ve olası sonuçlar
arasında bir karışma olmaz. Olasılık dalgaları birbirlerini
etkileyemediği zaman birbirleri için görünmez olurlar. Her
biri diğerinin yok olduğunu düşünür. Oysa artık her bir olası
sonuç kendi başına bir evrendir.”
Her bir seçimde, elediğimiz tüm olasılıklar farklı bir
kozmik gerçeklik düzeyinde gerçekleşmeye devam ediyor.
Bu alışkın olduğumuz bir şey değil. Zaten Everett’in çalışmasının kabul görüp bilim kategorisinde ele alınması için
uzun yıllar geçmesi gerekti. Bizler, gerçekleşen her bir durumun tüm diğer alternatifleri sıfırladığını düşünürüz. Max
Tegmark, ”İki ihtimalden biri gerçekleştiğinde, diğerinin hiç
64
AYNI ANDA IKI OLASILIĞA ŞAHIT OLMAK
SAN TA BARBARA CAL IFORNIA ÜNIVERS ITES I’NDE
NA NOTEKNOLOJ I ÜZERINDE ÇAL IŞ AN F IZIKÇI ANDREW
C LEL AND, B IR S EY RELTME B UZDOL AB I KUL L ANARAK
K UANTUM ETKIL ERINI TEST ETTI.
Sey rel tme bu z d o l ab ı , gü n d el i k
nesn el er i n so n d erece soğu k
(30 0 mi l i Kelv i n ve a l tı n d a) bi r
o r ta md a i n cel en mesi n i sağl ı yo r.
Fa rk l ı ma d d el erd eki ku a ntu m
et ki l er i n i a ra ştı r ma k i steyen
f iz i kç i l er d en eyl er i n i mu tl a k
s ıf ı ra ya k ı n sı ca k l ı k l a rd a ya p ma k
z o ru n d a l a r. A ksi ta kd i rd e
kua ntu m etki l er i n i i z l eyemez l er.
Cle l a n d , sey rel tme bu z d o l ab ı n a
ç o k u fa k bi r en er j i yö n l en d i rd i ve
buz d o l ab ı n d a ki pa n el i n en er j iy i
e m m e ko nusu n d a ka ra rsı z
ka ld ı ğı n ı gö rd ü . İ ki fa rk l ı
s eç en ek a ra sı n d a gid i p gel iyo r,
bir ya n d a n en er j iy i a l ı yo r, d iğer
ta ra fta n bu n a tep ki si z ka l ı yo rd u .
ARTIK BIR
KURAMIN ÖNE
SÜRDÜKLERINE GÜVENMEK
IÇIN TÜM
IDDIALARIN
GÖZLENEBILIR OLMASINA
GEREK YOK.
KURAMIN BAŞARISI, KENDISINI IFADE
EDERKEN
KULLANDIĞI
MATEMATIĞIN
DOĞRULUĞUNA
BAĞLI.
Öl ç ü ml er pa n el i n en er j i si n i
sı fı r o l a ra k göster i rken bi r a n d a
d eği şi p en er j i d eğer i ver iyo r,
tek ra r d eği şi p d eğer i sı fı rl ı yo r ve
bu böyl e d eva m ed iyo rd u . A ma
seç en ek l er a ra sı n d a gid i p gel i şi
d e ya p tı ğı sa l ı n ı m h a reketiyl e
ö l ç ü lü p, sa n iyed e 6 mi lya r kere
ti treştiği gö r ü ld ü . C l el a n d ,
“Asl ı n d a ta m o sı ra d a bu i ki
o l a sı l ı k d a gerç ek l eşiyo rd u , ”
d iyo r. B i l i m d ü nya sı n d a ç ı ğı r
a ç a n d en ey i n so nu c u n a gö re,
h er i ki o l a sı l ı ğı n d a i z l en ebi l i r
o ld uğu o sev iyeye i n i p göz l em
ya p ma d ı kç a bu o l a sı l ı k l a rd a n bi r
ta n esi n e ta n ı k l ı k ed ebi l iyo r u z .
yaşanmadığını düşünürüz ama başka bir evrende yaşayan
kopyanız da tam o anda aynı şeyi düşünüyor” diyor. Matematiği ciddiye alıyorsak, denklemlerin bu değerleri belirleyebildiği gerçeğinden yola çıkıp, tek bir denklemi kullanarak
her bir durumun gerçekleşme olasılığına dair sonuçlar elde
edebiliriz. Peki matematiğe ne kadar güvenebiliriz?
“MATEMATİĞİ CİDDİYE AL!”
Çoklu evrenler modelini test etmek kolay olmadığı için şimdilik tüm bunları açıklayabilen tek araç matematik. Albert Einstein’ın, denklemlerde aradıkları cevapları bulamayan fizikçilere şu tavsiyeyi verdiği söylenir: “Matematiği ciddiye al!”
Herkesin matematiğe aynı oranda erişimi olmasına rağmen, bazılarımız o denklemlerde kimsenin göremediğini
görüyor. James Clerk Maxwell 1800’lerin sonunda ışığın
elektromanyetik bir dalga olduğunu anlayıp bazı denklemler kurdu ve bunlar ışık hızının saniyede 300.000 kilometre
olduğunu gösterdi. Bu değer sonradan ölçülen gerçek hıza
son derece yakın. Fakat Maxwell’in denklemleri, neye göre
saniyede 300.000 kilometre olduğunu açıklayamıyordu.
Aradan geçen uzun yıllar, farklı açıklamalar ve pek kabul
görmeyen geçici çözümlerden sonra nihayet Albert Einstein bu hızın her şeye göre aynı olduğunu buldu. Aslında
Einstein’ın kullandığı araç da farklı değildi ama Maxwell’in
bulamadığı yanıtı görmeyi başardı. Einstein’ın bile kendi
denklemlerinde göremediği bazı ayrıntılar oldu. Bunları da
karadelikleri araştıran başka fizikçiler gördü.
SİCİM GEOMETRİSİ
Paralel evrenler ve sınırsız olasılıklar, matematikle evrenin
iç içe olduğunu gösteriyor. Sicim kuramının geometrisi bunun bir kanıtı gibi. Kuram, diğer teorilerden farklı olarak,
parçacıklardan bile küçük sicimlerden bahsettiği için kullanılan geometri de alışkın olduğumuz türden değil. Örneğin
atom altı parçacıkları noktalar olarak düşünelim. Geometrik biçimlerin her birinin en küçük yapıtaşı noktalar olduğundan, aslında tüm şekiller bir noktalar kümesidir. Ama
sicim kuramında bu şekiller noktalardan değil, sicimlerden
oluşuyor. Son derece karmaşık olan sicim geometrisini kabaca şöyle özetleyebiliriz; buradaki çeşitli şekil çiftlerinden
(bunlara Calabi-Yau şekilleri deniyor) herhangi birini seçip
kullansanız da aynı yanıtı alıyorsunuz. Ancak sizi o yanıta
götüren ayrıntılar birbirinden çok farklı olabiliyor. Dahası,
diğer teorilerde olmayan bir şeyi yapıp, örneğin kütleçekim
kuvvetini öngörebiliyor. “İyi de Einstein’ın kuramı da aynı
şeyi yapmadı mı?” diye sorabilirsiniz. Hem Einstein hem
de Newton kütleçekim kuvveti için teoriler geliştirdiler
çünkü bu gücün var olduğunu biliyor, bilimsel bir açıklama
getirmek istiyorlardı. Oysa sicim kuramı, genel görelilikten
bihaber olan birinin bile kuram sayesinde kaçınılmaz olarak kütleçekim kuvvetinin açıklamasına varmasını sağlıyor.
Edward Witten, kütleçekim kuvvetine dair teoriyi sicim
kuramından önce geliştirmiş olmamızın büyük bir tesadüf
olduğunu düşünüyor: “Evrenin bambaşka bir yerinde bizim
gibi zeki bir tür olduğunu hayal edelim. Önce sicim kuramını, bunun bir sonucu olarak da kütleçekim kuvvetinin nasıl
işlediğini keşfetmiş olmaları çok daha mantıklı olurdu.”
KURAMIN ORTAYA ÇIKIŞI
Isaac Newton’ın kurduğu denklemler somut bir yapı olarak
kolayca gözlemleyebildiğimiz süreçleri ele alıyordu. Bir asır
sonra, bilim evrenin erişilmesi çok zor olan özelliklerini de
incelemeye başladı. Kuantum mekaniğiyse bu sınırları daha
da zorlayarak gözlenmesi mümkün olmayan durumları ortaya serdi. Artık bir kuramın öne sürdüklerine güvenmek
için tüm iddiaların gözlenebilir olmasına gerek yok. Kuramın başarısı, kendisini ifade ederken kullandığı matematiğin doğruluğuna bağlı. Diğer evrenlerin varlığına ilişkin tek
bir kanıtımız olmasa da ikna edici kuramlara sahibiz. Bir
de şu gerçek var ki; fizikçiler önce başka evrenlerin var olabileceğini hayal edip bunu açıklamak için paralel evrenler
üzerine teori yazmadılar. Böyle olsaydı, ortaya çıkan sonuçlar şu anki kadar ciddiye alınmayabilirdi. Mevcut çoklu
evrenler teorilerinin her biri, evrenin bilinen bazı özelliklerini açıklamaya çalışan fizikçilerin kurdukları denklemlerde
kendiliğinden ortaya çıktı. Ancak tabii ki bu evrenlerin tüm
özelliklerini, yapılarını ya da nasıl oluştuklarını tam olarak
bilmediğimiz için kimi zaman mevcut teorilere bazı yorumlar da katılıyor. Bu da kuramlarda bahsedilen paralel evrenler modelini daha rahat anlamamızı sağlıyor.
Hugh Everett’in çığır açan teorisini kullanarak bir kuantum bilgisayar yaratan Oxford Üniversitesi Kuantum
Hesaplama Merkezi profesörlerinden David Deutsch, paralel evrenler fikrini benimseyip üzerinde çalıştığı konuyu
ARAŞTIRMACILARIN
TAHMINLERINE GÖRE, BIR
GÜN DIZÜSTÜ
BILGISAYAR
BOYUTUNDA
BIR KUANTUM
BILGISAYAR
YAPILACAK
VE BU TÜM
INSAN SOYUNUN DÜŞÜNME
KAPASITESINE
EŞDEĞER IŞLEMI BIR SANIYEDEN DAHA
KISA SÜREDE
GERÇEKLEŞTIRECEK.
Simü las yond a
Old uğ u mu zu
A nlayabilir miy iz?
Bi r si mül asyo nda
yaşı yo rsak ö tesi ni
gö rebi l m ek ya
da pro gram ı n
hatal ar ı nı bul m ak
müm kün mü?
geliştirmek için kullanan bilim insanlarından. Deutsch’un
düşündüğü şuydu; “Ben bir kuantum bilgisayar yaratmak
istiyorsam, paralel evrenlerden birinde yaşayan bir kopyam
da aynı anda aynı şeyi yapmaya çalışıyor. Öyleyse neden
onla fikir paylaşımı yapmayayım? Birimiz burada gerekli hesaplamaları yaparken, diğeri de kendi üstüne düşeni yapsın.
İlk kim başarırsa başarsın, birimizin elde ettiği sonuç diğerine de yarayacaktır. Çünkü paralel evrenler modeli bunun
mümkün olduğunu söylüyor.” Deutsch’un kuantum hesaplamaları, onu çoklu evrenlerin yapısı üzerinde de çalışmaya
itti. Fizikçinin bu bağlamda gerçekleştirdiği çalışmaların
tümü dünya çapında ilgi ve takdir topluyor. Buradan yola
çıkarak yaptığı kuantum hesaplamaları, kuantum bilgisayarların yapımı için yol gösterici oldu.
BİLGİSAYARIN İÇİNDEKİ DÜNYA
David Deutsch’un teorisi, evrenin bir simülasyon olduğunu,
onu canlandıran programınsa bir kuantum bilgisayarda çalıştığını söylüyor. Fizikçi, gelişmiş kuantum bilgisayarların
bir evrenden daha katmanlı ve ayrıntılı yapıları bile içerebileceğini düşünmekte. Böyle bir yapı çoklu evrenlere eşdeğer
olabilir. Kuantum olasılık dalgaları dâhilindeki tüm olasılıkları dikkate alarak, aynı anda birden çok işlem yapabilen bu
bilgisayarların işlem hızlarını olağanüstü düzeyde geliştirme
kapasiteleri var. Şu anda yolun başındayız. Araştırmacıların
tahminlerine göre, bir gün dizüstü bilgisayar boyutunda bir
kuantum bilgisayar yapılacak ve bu tüm insan soyunun düşünme kapasitesine eşdeğer işlemi bir saniyeden daha kısa
sürede gerçekleştirecek. Tüm insan soyu derken var olduğumuz günden bu yana dünya üzerinde yürümüş ve böyle
bir bilgisayar yapılana dek yürüyecek olan herkesten bahsediliyor. Bu insanların hepsinin toplam düşünce işlemlerinin
65
HA N G I E VR E N
PARALEL
EVREN
MODELLERI
10 üzeri 35 civarında olduğu görüldü. Üstelik böyle bir bilgisayarın hesaplamaları sadece zihinsel kapasitemizi değil,
bireyler arası iletişim ve çevresel etkileri de içeriyor olacak.
Bir gün birisi böyle bir kuantum bilgisayar yapıp içinde bir evren simülasyonu yaratsa, o evrenin bizimkinden
hiçbir farkı olmazdı. Yeterince iyi yapılandırılmış bir simülasyonla insanların zihinsel süreçlerini kopyalamak
önemli bir mesele olmayacağı gibi, gelecekte ne türden
tepkiler verecekleri bile öngörülebilir. Üstelik geleceklerine
dışarıdan müdahale edilerek duruma uygun çözüm ya da
engeller de eklenebilir. Bu çılgınca geliyor olsa da benzer
bir simülasyonda yaşıyor olma ihtimalimiz var. Oxford
felsefecilerinden Nick Bostrom’un da ifade ettiği gibi; hesaplama sistemleri bu hızla ilerlemeye devam ederse geleceğin insanının böyle bir simülasyon yaratması kaçınılmaz
olacaktır. Günümüzün ilkel teknolojisiyle bile gerçeğe çok
yakın simülasyonlar yaratabiliyoruz. Gelecekte bir gün,
canı isteyen herkesin “evren yarat” adlı programı çalıştırabildiğini hayal edelim. Bunu bir kez değil, sık sık yaparlar.
Bostrom’a göre, günün birinde tüm bilinçli varlıkların nüfus sayımı yapılır da dijital olanların (simülasyon, geleceğin
bilgisayar oyunları...) sayısının daha fazla olduğu görülürse
ve aradaki fark bizim sayımızı fazlasıyla aşmışsa, o zaman
şu anda bizler de gerçek bir evrende değiliz. Evrenimiz,
geleceğin tarihçilerinin yirmi birinci yüzyılda dünyada yaşamın nasıl olduğunu görmek için yarattıkları bir program
olabilir. Nick Bostrom bu durumun bizim temel gerçeğimizi değiştirmeyeceğini de söylüyor: “Bir simülasyonun içinde yaşıyorsak bile kendi gerçekçi simülasyonlarımızı yaratabiliyoruz. Buradaki her şey o kadar gerçek ki elimizdeki
bunca veriye rağmen hala bir bilgisayardaki simülasyonda
var olabileceğimiz fikrini kabullenmekte zorlanıyoruz. Bu
da yaşadığımız evrenin bizim için son derece gerçek olduğunu, gerçeğimizin bu olduğunu gösterir.” Simülasyonda
yaşıyor olabileceğimizi kabullenmekte güçlük çekenlere,
nüktedan tavrıyla tanınan Brian Greene’in bir tavsiyesi
var: “En azından hayallerinize biraz renk katabilir, şöyle
düşünebilirsiniz. Bu simülasyonu her kim yönetiyorsa bir
gün bir köşede oturup duranlardan sıkılıp hepsinden kurtulmak isteyecektir. Dikkat çekenlerden biri olmak, daha
uzun süre yaşamak için olanak sağlayabilir.”
TASARIMCIYLA TANIŞMA
Peki böyle bir evrende yaşıyorsak bunu anlayabilir miyiz?
Brian Grene, “Bunun yanıtı, simülasyonu kimin yönettiğine
ve nasıl bir programlama yaptığına bağlı,” diyor: “Şimdilik
ona Tasarımcı diyelim. Tasarımcı bir gün bizle bu gizemi
paylaşmaya karar verebilir. Bir sabah duş alırken gözlerinizdeki köpüğü elinizle şöyle bir sıyırıp karşınızda size
gülümseyerek bakan Tasarımcı’yı görebilirsiniz. Ya da çok
daha geniş çaplı bir biçimde, dünyadaki herkese yüksek
sesle açıklanabilir. Daha geri planda kalmayı tercih edip,
kendini göstermeden, dolaylı ipuçları da verebilir.” Böyle
bir şey olana dek simülasyonun nasıl programlandığını da
programcının amacını da bilmenin bir yolu yok. Greene,
kendini geri planda tutan bir Tasarımcı’nın, simülasyonun
66
KAPITONE
ÇOKLU EVREN
Sonsuz bir evrende
koşullar kaçınılmaz
olarak tekrarlanır, paralel
dünyalar oluşur.
ŞIŞME EVRELI
ÇOKLU EVREN
Ebedi şişme, evrenimizin
de içinde olabileceği
baloncuk evrenler ağı
meydana getirir.
MEMBRAN
ÇOKLU EVRENI
Üç boyutlu bir zar
evrende yaşıyoruz ama
daha fazla boyuta sahip
olanlar da var.
DÖNGÜSEL
ÇOKLU EVREN
Zar evrenler birbirine
çarpınca büyük patlama
benzeri başlangıçlar
oluşur.
MANZARA
ÇOKLU EVRENI
Şişme kozmolojisiyle
sicim kuramı birleşiyor.
Ekstra boyutlar baloncuk
evrenleri oluşturuyor.
KUANTUM
ÇOKLU EVRENI
Olasılıkların her biri
bir paralel evrende
gerçekleşir.
HOLOGRAFIK
ÇOKLU EVREN
Evrenimiz, uzaktaki
iki boyutlu yüzeyden
yansıyan bir hologram
SIMÜLASYON
ÇOKLU EVREN
Bir kuantum
bilgisayarda gerçekleşen
simülasyondan ibaretiz.
NIHAI ÇOKLU
EVREN
Matematiksel olarak
ifade edilebilen her evrene
yer var.
“ Ta n r ı Za r At m a z”
A l be r t E i n ste i n , bu ün lü sözüyl e o l ası l ı kl a ra
d aya n a n kua ntum m e ka n iği n i e l eşt i r m i ş,
d o ğa n ı n be l i rsi z l i kl e rl e şe ki l l e n e m eyeceği n i
söyl e m i şt i . Bu ko nud a ya n ı ld ı ğı , d a h a so n ra
ya p ı l a n d e n eyl e rl e d e fa l a rca d o ğr ul a n d ı .
hatasız devam etmesi için çok daha kararlı yöntemler kullanabileceğini söylüyoe. Örneğin; anomaliler, hatalar ya da
uyumsuzluklar baş gösterince programı sıfırlayıp yaşayanların belleklerinden bunlara dair bilgileri silebilir. Fizikçi;
“Bahsettiğimiz simülasyon için böyle bir şeyin yapılması
mümkün. Dolayısıyla, bir simülasyonda yaşıyorsak teknik
aksaklıkları tespit ederek evrenin gerçek doğasını ortaya
çıkarabiliriz diye iddiada bulunmak çok da mantıklı değil.
Tüm bu delillerden yola çıkarak söylenebilecek tek şey, biz
bilim insanlarının çok çalışıp yaratıcı yeni açıklamalar bulmamız gerektiğidir.”
Görünen o ki sistemin hatalarını arayarak bir simülasyonda yaşadığımıza dair kanıt sunamayacağız. Zaten uzak
gelecekte böyle bir simülasyon yaratıldıysa, fizikçiler bu
simülasyonların sayısının asla birle sınırlı kalmayacağını
düşünüyor.
HİÇLİK EVRENİ
Tüm bu teoriler içinde en kapsamlı olanı Nihai Çoklu Evren
olarak adlandırılan model. Paralel evrenler yaklaşımlarının
tüm soruları yanıtlayabilme gibi bir iddiası var. Hiçbiri bunun için geliştirilmemiş olsa da matematiksel hesaplamalar,
süregelen sorunları çözmelerini, aranan yanıtları vermelerini sağlıyor. Nihai Çoklu Evrenler de sıkça duyduğumuz ve
bir türlü cevaplanamayan çok önemli bir soruyu yanıtladı:
“Neden bir şey var da hiçbir şey yok?” Hiçbir şey derken
kastedilen şey maddesiz, boş uzay değil. Çünkü o da bir
şey. Maddenin, uzayın, zamanın ve yasaların olmadığı mutlak ve gerçek bir hiçlik düşünün. Düşünmesi bile zor. Nihai
Çoklu Evren’de hiçlikten ibaret bir evren var. Ve kurama
göre, hiçlik son derece mantıklı bir olasılık. Bu nedenle tüm
evren tiplerini içeren bu modelde o da yer ediniyor.
Nihai Çoklu Evren’i oluşturan evrenler salt matematikten kurulu olduğu için hepsinin hesaplanabilir fonksiyonlara dayanması gerek. Dolayısıyla en çılgınca görünenin bile
üzerinde çalışmak mümkün. Bilgisayar bilimcisi Jürgen
Schmidhuber; “Bir bilgisayarı, hesaplaması mümkün olan
tüm evrenleri yaratması için programlamak, bu evrenleri
tek tek yaratacak bilgisayarları programlamaktan daha kolay,” diyor. Schmidhuber, bu durumun simülasyonla yaratılacak evrenler için de geçerli olduğunu fark etti. Peki doğanın bazı özellikleri matematiksel olarak tanımlanıyor da
bazıları tanımlanamıyorsa ne yapacağız? Teori, hesaplanabilir matematiksel fonksiyonların her zaman sonuç verdiğini, bir bilgisayar onu başarıyla uygulayıp sonuç alabiliyorsa
bunun yeterli olduğunu söylüyor. Ancak bu, mevcut fizik
yasalarımızla kozmosu tanımlayabilecek seviyeye eriştiğimiz anlamına gelmez. Çünkü evrenin çok küçük bir kısmını
inceleyebildik. Ama bu çoklu evrenler modeli olası her türlü
evreni kapsadığı için, ölçüm ve gözlemlerimiz eksik olsa da
sonuçları onaylayıp kabul ediyor. Diğer modellerse sağlam
gerekçelere, mantıklı akıl yürütme süreçlerine dayanmakta.
ERİYEN SINIRLAR, AŞILAMAYAN
ENGELLER
Popüler kültürde sıkça yer bulan paralel evrenler temasına
On Üçüncü Kat, Matrix ve Vanilla Sky gibi filmlerde defalarca rastladık. Teori, artık bilimsel araştırma sahalarının
içinde de kalıcı bir yer edindi. Tam olarak kanıtlanamayacak olsa da ipuçlarını takip ederek tatmin edici cevaplara
ulaşabiliyoruz. Sonuçları beklenen araştırma ve deneyler,
varlıklarına dair izleri de yakalayabilir. Mevcut teknolojimiz
diğer evrenlerin varlığına dair kesin kanıtlar arayabilecek
düzeyde değil. Bu açıdan hiçbir engelimiz olmasaydı bile
ölçüm ve gözlemlerimizi evrenin bizim için çizdiği sınırlar
içinde yapmaya devam edecektik.
Görünen evrenin kozmik ufukları yaklaşık 41 milyar ışık
yılına yayılıyor. Bu sınır sadece görebileceğimiz ve göremeyeceğimiz şeylerin arasına çizilmiş bir çizgi değil. Fizikçilere
göre, ufkun ötesindeki bölgeler bizden tamamen bağımsız
oldukları için bambaşka şekilde gelişmiş olabilirler. Aynı durum mikro ölçekte de geçerli. Görelilik ve kuantum mekaniğinin buluştuğu nokta Planck uzunluğu denilen, deneysel
olarak erişilebilmiş herhangi bir ölçekten 100 milyar kere
milyar daha küçük bir ölçek. Bir atomu kozmik ufku kaplayacak kadar büyütüp görünen evren boyutuna getirmiş
olsaydık, Planck uzunluğu bu evrendeki bir gezegende yaşayan sıradan bir ağacın uzunluğuna denk olurdu. Büyük
Hadron Çarpıştırıcısı bile asla bu ölçeğe inebilecek teknolojiye sahip olamayacak. Çünkü Planck uzunluğu da mikro
ölçekteki sınırlarımızı belirliyor.
Aynı sebeple sicim kuramının öngördüğü sicimlerin
varlığını da ispatlayamıyoruz. Ayrıca parçacıklar düzeyine inerek yaptığımız ölçümlerde mükemmel çözünürlük
diye bir şey yok. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, bazı
ölçümlerin kalitesine dair temel sınırlar var. Bir nesnenin
ölçümünde belli bir özelliğe ait ölçme çözünürlüğünü artırdığınız anda kaçınılmaz bir bedel ödemek zorunda kalıp
başka bir özelliğinin ölçümündeki doğruluk payının azaldığını görüyorsunuz. Bunun en güzel örneği, bir elektronun
hem hızı hem de yerini aynı anda, aynı doğruluk payıyla
belirleyemiyor oluşumuz. En net görüntüyü yakalamak için
yüksek hızlı bir objektife ihtiyaç duyulması gibi, bir nesne-
Ku antu m
B ilg isayarlar
Ev ren Yaratabilir
Dav id D eutsch,
gel i şm i ş kuantum
bi l gi sayarl ar ı n
bi r ev renden
daha kat m anl ı ve
ay r ı nt ı l ı yapı l ar ı
yaratabi l eceği ni
söylüyo r. Böyl e
bi r yapı ç o k lu
ev renl ere eşdeğer
o l abi l i r.
BILGISAYAR
BILIMCISI
JÜRGEN SCHMIDHUBER;
“BIR BILGISAYARI,
HESAPLAMASI
MÜMKÜN OLAN
TÜM EVRENLERI YARATMASI
IÇIN PROGRAMLAMAK,
BU EVRENLERI
TEK TEK YARATACAK BILGISAYARLARI
PROGRAMLAMAKTAN DAHA
KOLAY” DIYOR.
nin konumuyla ilgili hassas ölçüm yapmak için de yüksek
enerjili bir cihaza ihtiyaç var. Ama ölçümde mükemmel seviyeye ulaşmak için sonsuz enerji kullanmak gerek ki bu
da imkânsız.
Belki de kendi evrenimizle kısıtlı olduğumuzdan, en mantıklı beklenti, içinde yaşadığımız evreni anlamaya çalışmak
olabilir. Zaten ötesine uzanmaya kalktığımızda sınanamayan kuramların bölgesine erişiyoruz. Ama bilim bazen alışkın olduğumuzun dışında bir şey yaparak böyle bir çabayı
zorunlu kılıyor. Kozmik düzendeki yerimiz oldukça kısıtlayıcı bir tablo yaratıyor olsa da matematiksel hesaplamalar
daha derin bir kavrayış geliştirmemize yardımcı oldu. Max
Tegmark, “Aksi yönde gösterdiğimiz tüm çabalara rağmen,
fiziksel gerçeklik, önceki halinden çok daha karmaşık bir
şeye dönüştü ve kavramlarımızın çoğunun yanılsama olduğunu gördük” diyor.
Dar bir patikada yürürken önümüze büyük bir kaya çıksa, son derece sağlam ve ağır olduğu için kenara itemez,
üstünden atlayıp devam etmeye çalışırız. Oysa daha derine
indiğimizde o kaya da evrendeki her şey gibi atomlar ve biraz daha yakından bakarsak atom altı parçacıklardan oluşuyor. Bir atomun %99,9’u boş. Parçacıkların tamamı sadece
%0,1’ine karşılık geliyor. Ayrıca atomlar arasında da büyük
boşluklar var. Ama biz bunu böyle algılamıyoruz. Tıpkı dünyanın üç boyutlu olduğuna emin olduğumuz gibi, zamanın
da akarak gittiğini düşünüyoruz. Oysa Einstein’ın kuramı
değişimin bir yanılsama olabileceğini, zamanın uzay-zaman
yapısının bir parçası olarak asla değişmediğini, başlangıcı ve
sonu olmadığını söylüyor. Kuantum seviyede gerçekleşenler
de rastlantısal gibi görünüyor ama Everett’in çalışması rastlantı algısının bile bir yanılsama olduğunu gösterdi. Diğer
taraftan, teknolojik ve zihinsel olarak bizden daha üstün
bir varlığın yarattığı bir programda yaşıyor olma fikri, bilim
ve idealist felsefe arasındaki sınırları belirsiz hale getiriyor.
Neyin doğaüstü olduğu, neyin olmadığı konusunda da bir
karmaşa var. Çoklu evrenler fikrini bir kez benimsediğimizde, gerçeğin nerede başlayıp nerede bittiğini kestirmek
zorlaşıyor.
67