Academia.edu no longer supports Internet Explorer.
To browse Academia.edu and the wider internet faster and more securely, please take a few seconds to upgrade your browser.
…
148 pages
1 file
Atatürk Ansiklopedisi, 2022
Millî Türk Cemiyeti’nin temeli, 1914 yılında I. Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre önce atılmıştır. Ancak cemiyet savaş koşulları içerisinde etkili bir yapıya dönüşememiştir.23 Kasım 1918 tarihinde, İstanbul’da yeniden ve daha güçlü bir biçimde örgütlenmiştir.Cemiyetin kurucuları Darü’l-Fünun Öğretmenlerinden Halil Nimetullah Öztürk, Vefa Lisesi Müdürü Mehmet Sadi, Yazar ve Şair Halit Fahri Ozansoy, Millî Savunma Cemiyeti Genel Sekreteri Servet, Öğretmen Hıfzı Tevfik Gönensay ve Öğretmen Rıza İzzet Beylerdir.Millî Türk Cemiyeti, Millî Savunma Cemiyeti ile organik bir bağa sahiptir. Kuruluş yeri ve genel merkezi, geçici olarak da olsa İstanbul Divanyolu’nda bulunan Millî Savunma Cemiyeti Genel Merkezi’nin belirtilmiş olması bunun en açık delilidir. Yine aynı şekilde Millî Savunma Cemiyeti Genel Sekreteri Servet’in, cemiyetin üyelerinden biri olması her iki cemiyet arasında da kuvvetli bir ilişki olduğunu işaret etmektedir.
Özet Bu çalışmada, Türk milliyetçiliğinin, Osmanlı Devleti'nde başlayan modernleşme hareketleriyle bağlantısı üzerinde durulacaktır. Yeni Osmanlılar, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki'nin Türk milliyetçiliğinin gelişmesi üzerindeki etkilerine değinilecektir. Türk milliyetçiliği, Cumhuriyet dönemiyle sınırlandırılmayacaktır. Abstract This study will examine the connection between the Ottoman modernization process and Turkish nationalism. The research highlights the emergence of Turkish nationalism with the contribution of political thoughts of Young Ottomans, Young Turks and policies of the Community of Union and Progress. Also, the study will examine the main parameters of Turkish nationalism in the Republican era. This period will be classified as Kemalist Nationalism, Turkism, the Turkish-Islam Thesis and Ulusalcılık (neo-nationalism.)
Ulus nedir ? kültürel olarak ulus , siyasal topluluklar olarak ulus , siyasi ideolojiler , liberalizm , Marx ( ders notları ve kaynak kitaplardan düzenlenmiştir. )
Atatürk Ansiklopedisi, 2023
Bartın Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti, Millî Mücadele döneminde Bartın ve çevresinde özellikle halkın örgütlenmesi, bilinçlendirilmesi, her çeşit yeni gelişmeden haberdar edilmesi, Mustafa Kemal Paşa önderliğinde gelişen Millî Mücadele ile bağlantının sağlanabilmesi ve Bartınlı yurtseverlerin bir millî direniş çatısı altında bir araya getirilebilmesi amacıyla kurulmuştur. Mondros Mütarekesi’nin ardından Fransızlar tarafından Zonguldak’ın 8 Mart 1919 tarihinde işgal edilmesi ve Bartın sahillerinin de İtilaf Devletleri gemilerinin tehdidi altına girmesi, yöre insanını tedirgin etmiştir. Düşman karşısında durabilmenin en önemli yolunun örgütlenmeden geçtiğini gören Bartınlı yurtseverler Samancıoğlu Galip Bey başkanlığında Temmuz 1918’de kurulmuş olan İlim ve İrfan Derneği’nin etrafında özellikle mütarekeden sonra daha sıkı bir biçimde kenetlenmeye başlamışlardır. Bu dernek ilerleyen zamanlarda kurulmuş olan Bartın Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti’nin ilk nüvesini oluşturmuştur. 1918 yılı ortalarında kurulan bu önemli derneğin yönetim kurulu üyeleri Avukat Hasan Bey, Doktor Cevdet Bey, Komisyoncu Şükrü Efendi ve Veznedar Tüccardan Ünyelizade Kazım Efendi’den oluşmaktaydı.
Türkiye'de Siyasi Partiler ve Milliyetçilik , 2021
History Home Science Department within the framework of doing research, we investigate the issues we found in research on the period of the formats we determine if certain headings and titles. Indeed, a certain sequence to reveal an academic study on an event or phenomenon in this process we must follow. The most important issue and needs to be addressed at this point is to make the reference scan. Archives, Basic Reference Works, Primary and Secondary Sources, Encyclopedias, Digests, İnscription, Press and Journal, etc. we can count many more resources, we are seeing a compass to task this way. Indeed, in this study we ‘’Republic of Turkey Resources’’ under the title, if you do an academic researcher working on a History of the Republic should monitor the way in which we have discussed and which resources should refer to them. Key Words: Republic, Reference, Archive, Media, Documentary.
Eğer Türkiye Türklerinin iç hastalıkları sıralanacak olsa en baĢa her halde "annemizin güvenli etekleri" diye yazardık. Ġlkokuldan itibaren bize verilen eğitim (öğrenim değil) kafamıza bilgi diye öyle garip inançları dolduruyor ki mezun olduktan sonra bunları unutup hayatı öğrenmek için bir 15 yıl daha gerekiyor: 1) Biz Türkler Anadolu"ya Orta Asya"dan geldik, 2) Türk zeki, çalıĢkan, korkusuz, merttir, 3) Diğer milletler aptal, tembel, korkak ve namerttir, 4) Çanakkale ve KurtuluĢ SavaĢı"ndan muzaffer çıktık, 5) ġehitler ölmez, vatan bölünmez, 6) …
Büyümeye korkan çocuklar gibi Richard Bach"ın küçük yaratıkları misali bu inançlara tutunuyor birçok insan. Ama kendi kendilerine de bir yandan soruyorlar: 1) Neden Orta Asyalılar gibi çekik gözlü değiliz? 2) Zeki ve çalıĢkan isek neden bir süper güç değiliz? 3) Aptal, tembel, korkak ve namertlerin ülkeleri neden bizimkinden daha adil ve zengin? 4) Çanakkale savaĢını kazandıysak Ġstanbul nasıl iĢgal edildi? 5) KurtuluĢ SavaĢı bir zafer ise neden 3 milyon kilometre kare toprak kaybettik? 6) Vatan bölünmez ise neden dedelerimizin doğduğu topraklara gitmek için vize almamız gerekiyor? 7) Vs vs.
ĠĢte bu eğitimi unutmak için gereken 15 yılı olmayan insanların sırtlarını dayayacakları koca bir dağa ihtiyaçları var. Ama dağ ararken çok derin bir çukur buluyorlar: Cevabı verilmemiĢ sorular çukuru! Genel Türk kimliği değil ama bu insanların Türklük algısı iĢte böylesine kırılgan, böylesine fakir, adeta karĢılıksız bir çek gibi. Kürtlerden, Ermenilerden, diğer Anadolu insanlarından bahsedildikçe bu çukur üzeri kapatılamaz bir hal alıyor. Anadolu"da yaĢamanın kendine sunduğu binlerce kimliksel öğeden ödü kopan genç geniĢ ufuklar değil içine girip saklanacağı bir siper arıyor. Ġçinde kendisinden baĢka kimseye yer olmayan ve bir kere saklandı mı kıpırdayan her Ģeye ateĢ edebileceği bir siper.
Ancak böyle bir siper ona aradıklarını verebilir: 1) BaĢkalarının eleĢtirilerine maruz kalmamak, 2) Sorunlara barıĢçı çözüm arayanlarla alay edebilmek, 3) Bir "tanrı kadar" muktedir, bir çocuk kadar masum olabilmek.
Çünkü Ġnternet kafelerde oynadığı oyunlarda "ölse" bile yeniden jeton atarak "dirilmeye ve kaderine karĢı koymaya" alıĢmıĢ bir insan için hataların bedellerinin : 1) Para ve vakit kaybıyla, 2) BaĢarısızlıkla, 3) Günahla, ayıpla, ödendiği gerçek dünya yaĢanması çok zor bir yer.
Bursa"da Kürtlerin yanı sıra uzun saçlı erkekleri, rock müzik dinlenen bar ve kafeleri de hedef alan saldırılarda Türk ırkçılarının ellerinde (Alman yoldaĢları gibi) bira ĢiĢeleri olması bir rastlantı mı?
www.derindusunce.org Fikir Platformu 20 Irkçı olmasa ya alkolik ya da esrarkeĢ olacak olan bu gençlerin temsil ettiği sorun temelde ırkçılık değil sığınacak bir yer, bir madde, bir "kimlik".
Almanya"da bir Türk iĢçisinin evini içinde çocuklarıyla birlikte yakan Neo Nazi Alman gencinin annesi gazetecilere dert yanıyordu:
"Elbette evde her zaman söylüyoruz Türklerden nefret ediyoruz diye. Bu gidip Türkleri yakmak için bir sebep değil ki".
Ġnsan evladını telefonda nasıl kucaklayıp koklayamazsa nefret ettiği bir insanı da kelimelerle dövemez. Türkiye"de hükümet üyeleri de dâhil birçok insanın bilinçsizce kullandığı hastalıklı bir ifade var : "Sözün bittiği yer".
Bu son derecede tehlikeli bir ifade. Zira sözün yetmediği noktada nöbeti beden ve fiziksel temas alır: 1) ġehit annelerinin hıçkıra hıçkıra ağlayıĢını saatlerce televizyonda göstermek, 2) Cenazelerde "kanı yerde kalmayacak" diye haykırmak, 3) "Savaşmak için daha ne bekliyorsunuz, niye saldırmıyorsunuz?" diye muhalefet yapmak, 4) Seçimlerde "vatan satılıyor" diye pankartlar taĢımak, 5) "Misyonerler hepimizi Hıristiyan yapacak" diye raporlar hazırlatmak, 6) "Yahudiler GAP"tan arazi satın almış" diye ortalığı karıĢtırmak bunları söyleyenleri, gösterenleri katil yapmaz. Ama iç dünyası bir kelebek kanadı kırılganlığındaki gençlere Ģunu dedirtir :
"Madem siz yapmıyorsunuz, biz gerekeni yaparız" .
Bir grup insanın faĢizme boyun eğmesi için bazı özel koĢullar gereklidir doğal olarak. Bunların baĢında da panik duygusu gelir. Koskoca bir milletin korkudan tir tir titreyen bir hayvan sürüsü gibi davranması için elbette adım adım yürürlüğe konacak bir plan yapılır. Sırasıyla:
1. Bölünme, irtica, terör, ABD, komünizm, siyonist komplo gibi bir takım dıĢ tehditler icad etmek veya mevcut tehditleri abartmak suretiyle yoğun bir tehdit algısı oluĢturmak, 2. Tehditler karĢısında sağlıklı düĢünmeyi, çözüm aramayı engellemek için KanalTürk veya Hürriyet"in yaptığı gibi bir bilgi kirliliği üretmek, 3. Türkiye"nin özel koĢullarında tam demokrasi olmayacağını savunmak, 4. Halkın cehaletini bahane ederek bireysel hakları devletçe verilen (=geri alınabilir) bir lüks gibi göstermek.
(Hürriyet hakkında ayrıntılı bilgi için T. Suat Demren"in "Türkiye"nin Hürriyet Gazetesi Sorunu" adlı makalesine başvurulabilir.) FaĢizmi 1930′ların Avrupası"nda oluĢmuĢ ve orada sıkıĢıp kalmıĢ gibi görmek büyük hata olur. Adı konmasa da dünyada bir çok ülke faĢizm ile yönetilmekte.
Türkiye"de bir çok insan milletimizin gelenek ve inançları dolayısıyla faĢizme karĢı bağıĢıklık kazandığını düĢünüyor. Oysa meselenin Türk veya Müslüman olmakla ilgisi yok. Korkmakla ilgisi var. (Bkz. Onun adı asker, canı neler ister? ) Korkan insan sürü psikolojisine kolayca kapılabiliyor. Herhangi bir gruba aĢırı, nedensiz bağlılık duyabiliyor, bu bağlılık diğer gruplara nefret ve kötü niyet duygularını da beraberinde getiriyor.
Güzel bir faĢizm tarifinden alıntıladığım ġekilsel ve örgütsel özellikler de Türkiye"de pusuda bekleyen bu tehlikeye iĢaret ediyor:
Türkiye de geçmiĢte bir çok bakımdan bu siyasî duruma uygun biçimde yönetildi. Daha önce Milliyetçilik, Militarizm ve Kemalizm konuları altında yazdığımız onlarca yazıda bu konulara ayrıntılarıyla giren makaleler yayınladık. Ancak bugün en büyük tehlike MHP-CHP ekseninden gelmekte. « Türk Milliyetçiliğinin intiharı: CHP ile MHP birleĢsin! » adlı makalemizde bu iki partinin ateĢle oynadığını ve korku/tehdit söylemleri ile bindiğimiz dalı nasıl kestiklerini anlatmıĢtık. Ancak Ģu an için tehlike daha da büyük. Zira silah taşıyan devlet memurları amirlerine itaat etmekte zorlanıyorlar sanki. Ergenekon soruĢturması konusunda AKP"nin göster(e)mediği dirayet kısa vadede siyasî geleceğine ama uzun vadede bütün Türkiye"ye çok ağır bir bedel ödetebilir.
Türkiye"nin özel bir ülke olduğunu, "özel koşullarının" ve "özel coğrafyasının" bizi farklı davranmaya ittiğini düĢünerek aldanıyoruz. Panama, Mısır, Fas, ABD, israil, Ermenistan veya Rusya"dan daha özel değiliz. Bütün bu ülkelerde halk bir takım yapay tehditler ile korkutularak baskı altında tutuluyor. Ülke kaynakları medya, silah ve petrol tüccarları tarafından paylaĢılıyor. ABD"de mevcut demokrasi ciddi biçimde tehdit edilirken diğerlerinde bir demokrasinin oluĢması engelleniyor. Bu tür süreçlerin sonu sadece felaket olabilir. Irak ve eski Yugoslavya bu konudaki en güçlü iki kanıt.
Bayburtlu bir dostum Ģu fıkrayı anlattı bir akĢam:
Üç ortak bir inşaat yapmışlar. Bir süre sonra bina çökmüş. Birinci enkaza bakarak dövünüyormuş: "Ah demirlerim, gitti demirlerim". İkinci de "ah çakıllarım, ziyan oldu hepsi". Üçüncü mırıldanmış: "iyi ki fazla çimento koymamışım yoksa hepsi heba olacaktı!"
Bir çok insan hâlâ AKP"nin temel faydasını anlamakta zorluk çekiyor ve çimentosunu Türkiye"den esirgiyor. Oysa AKP muhtıralar, kapatma davaları ile
Bir siyasi söylem düĢünün ki herkes arkasından koĢsun:
Ogün Samast gibi kayıp çocuklar, Ġstanbul"un zengin semtlerinin gençleri, Tesettürlü MHP ve BBP yandaĢları, Üniversite rektörleri ve dekanları, Ordu mensupları, gazeteciler, ….
Gerçek hayatta bir araya gelemeyecek bu insanlar kuramsal alanda güya ayni ideolojiyi destekliyorlar: Türk Milliyetçiliği.
Türk Milliyetçiliği bir nevi Nuh"un Gemisi: Her türden bir çift alıyoruz ki soyları tükenmesin! Sefalet içinde misin? Türkiye"nin Ġran olmasından mı korkuyorsun? Ġsrail ve ABD"ye kızıyor musun? Çuvalın intikamını mı almak istiyorsun? YalapĢap öğrenilmiĢ bir Ģanlı Türk tarihi mitolojisi peĢinde misin? AKP yüzünden rantların tehlikeye mi girdi?
Bunların hepsinin çözümü Türk Milliyetçiliği"nde. CHP ile MHP"nin koalisyon hazırlıklarına girmeleri ne kadar da anlamlı. Milliyetçi söylemleriyle çıkarları riske girmiĢ veya aĢağılanmıĢ, kendine güvensiz kesimleri çekmeye çalıĢan iki partinin iĢbirliği yapmasından daha doğal ne olabilir?
Aslında Türk Milliyetçiliği"ne uygun zemin hazırlayan uzun bir süreç var elbette. Ama bugünkü milliyetçilerin garip davranıĢlarını açıklamak için 1800"lere kadar uzanmaya gerek yok. Alın size hepimizin okuduğu tarih dersi:
www.derindusunce.org Fikir Platformu 26 1) "… Çanakkale"nin geçilmez olduğunu dünyaya gösterdik", 2) "Mustafa Kemal Ġstanbul açıklarındaki düĢman filosuna bakarak "geldikleri gibi giderler" dedi"
Madem geçilmezdi, nasıl geçtiler de geldiler Ġstanbul"a? Tuna"dan? Volga"dan? Fatih gibi karadan mı yürüttüler gemileri?
"… Biz o savaĢta yenilmedik, yenilmiĢ sayıldık!"
Türk askeri yenilmez olduğu için Birinci Dünya savaĢını da kaybetmiĢ olamayız değil mi? Zaten kaybettiğimiz bir muharebe olduysa da ya Ermeniler bizi arkadan vurmuĢtur ya da Sırplar.
Tarih dersi geçmiĢten DERS çıkarmak için değil de propaganda yapmak için kullanılınca ortaya türlü gariplikler çıkıyor: "Türk Milleti Atatürk"ün arkasında bir bütün oldu düĢmana karĢı" Peki Antep"i, MaraĢ"ı Fransızlara karĢı savaĢan Kürtlerin baĢı kel mi? Onca Ģehit veren Çerkezlerin, Abazaların? Ġstiklâl MarĢı"mızın sözlerini yazan Mehmet Akif"in Arnavut olduğunu yüksek sesle söyleyemeyecek miyiz artık?
ĠĢte bu KurtuluĢ SavaĢı mitolojisi yüzünden Türkiye"de insanların bir kısmı milliyetçiliği koruyucu bir çatı veya ait olunması gereken bir sürü gibi algılıyor. Sürüden ayrılanı kurt kapar! Türk Milliyetçiliği artık bir kirli çıkı. Ġçine o kadar çok Ģey dolduruluyor ki sanki bir folklor haline geldi. Cumhuriyet mitinglerine Ģöyle bir bakmak yeterli :
1) Ne AB ne ABD, 2) Gül"e hayır, 3) AKP"ye hayır, 4) Yabancı sermayeye hayır…
Nerede o kendine güvenen, dünya"yı fethetmeye hazırlanan Türk Milliyetçiliği? Tersine korkak Türklerin söylemi olmuĢ. "Biz kendimize yeteriz! ABD Dolar"ı yasaklansın"
Milliyetçilik ne istemediğini bilenlerin hareketi olmuĢ. Olabilecek kötü Ģeylere, komplo teorilerine kilitlenmiĢ, geleceği düĢünemeyen, daha güzel bir Türkiye ile ilgili hayal kuramayanların hareketi.
Milliyetçiler projesiz çünkü ödleri kopuyor. Türkiye"nin hiç bir sorunu için akılcı bir proje üretecek durumda değiller:
Sorunları ve çözümleri millî-etnik aidiyet çerçevesinde gören milliyetçiler gerçek sorunları ve çözümlerini ister istemez erteliyorlar:
1) Aksayan demokrasimiz, 2) Tekleyen hukuk sistemimiz, 3) Henüz kuramadığımız sosyal adaletimiz
Hep ikinci plana itiliyor. Sanki yağmur yağınca Kürtler de ıslanmıyor, trafikte Ermeniler de bunalmıyormuĢ gibi ayni geminin yolcusu olduğumuz insanları ötekileĢtiriyorlar.
Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için "ötekine" ihtiyacı var. ÖtekileĢtireceği bir grup bulamazsa kendi içinden "zayıf" bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Hıristiyanlar, EĢcinseller, komünistler… TSK"nın ve ATO"nun (Sinan Aygün) peĢ peĢe paranoyak misyoner raporları hazırlaması rastlantı olabilir mi?
Bu ÖtekileĢtirme ihtiyacı milliyetçiliğin amip gibi bölünmesine yol açıyor. Ötekini bertaraf edip de Türk Türk"e
Kalıcı çözüm siyasi liderlerde veya medya kuruluĢlarında, üniversitelerde değil. Bu yazıyı yazan ve okuyanlar gibi Türkiye"yi çok seven "normal" insanların her biri çözümün bir parçasını ellerinde tutuyorlar, tıpkı bir puzzle gibi.
Türkiye"yi çok seven insanların büyük siyasi teorilere, ideolojilere ihtiyacı yok.
Gerçek hayatımıza uymayan bu ırkçı söylemleri elimizin tersiyle geri çevirmeliyiz. Kainat, Kayyum (17) Yaratıcısından özekleĢtirilip tabiata; ara aĢamalarsa "sebeplere" dönüĢmüĢtür. Ateizm tesadüf değildir. Birey özerkleĢme sonrası "kim olduğu ve nereden geldiği" sorularına dair "ezelden beri" cevabını verecektir. Egzistansiyalizm"in (varoluĢçuluk felsefesi) bütün anlamsızlığına rağmen, böylesi bir bağlam içinde tek kaçınılmaz cevap olduğunu hatırlamak gerekir. Yere inen güneĢ misalı yaratıcının yani tanrının ezeliyeti, ezeli olarak hükmettiği mahluklarının kendilerine kaymıĢtır.
YaĢadığı bu parçalanmayla atomizasyon olmuĢ modern insan artık hayatının anlamını yitirecek, yabancılaĢmaya ve onun neticesinde de saldırganlaĢmaya ve kendinden olmayana da düĢmanlık etmeye baĢlayacaktır. Modern insan yitirdiği aidiyetlerden sonra her Ģeye yabancı ve düĢmandır. O yüzden de özerkleĢir özerkleĢmez, ilk iĢi "tabiata hakim olmayı" denemek olacaktır.
Aslında bütün bu dönüĢümler, dizginlerinden boĢanan bir insanın sağa sola yalpalamasından baĢka bir Ģey değildi. Ya da ipinden kurtulmuĢ bir sandalın, baĢka bir tabirle özerkleĢmiĢ sandalın, bundan böyle rüzgar ne taraftan eserse hedefsiz bir Ģekilde okyanusta yol alması ve okyanusta tek baĢına kalmasıydı ya da bir kayaya çarpıp parçalanması ve felaketini hazırlamasıydı.
Bencillik kapitalizmle kurumsallaĢacak, onun dehĢeti karĢısında sosyalizm onu istihaleye tabi tutacaktı. Nitekim yaĢanan felaketler karĢısında adeta boğulan insan, karĢısına çıkan ilk akıma, yılan da olsa sarılacaktı. Nitekim denize düĢüp boğulmaya baĢlayan modern insan, yılana sarıldı. Ama maalesef sosyalizm, kapitalizmi istihale ederken aynı zamanda onu aklamıĢ olacaktı. Sosyalizmin kapitalizme karĢılık önerdiği Ģeyin kapitalizmden nicelik olarak farkı olsa da nitelik olarak hiçbir farkı yoktu. Niteliksel bir fark yok derken kastettiğim Ģey her iki tarafın da güçlü olanın kazanacağına olan inancı ve Sosyal Darwinizme olan teslimiyetleridir. Bununla birlikte hayat bir mücadele yahut yaĢamak direnmek olduğu için değil, insanlar öyle olduğuna inandıkları için bu uygarlık mücadeleyle yoğrulmuĢtur. Eğer Tanrı yoksa mutlaka, ama mutlaka tanrılar vardır. Ve tanrılar mutlaka, ama mutlaka kavga ederler. Kainatı bir mücadele meydanına çeviren, Tanrıyla (vahiyle) bağlantısını koparmıĢ bakıĢ açısının kainata sürdüğü boyadır.
Bunun yanında yazın baĢında belirttiğimiz ilk model ya da felsefe öğretisinin paradigmasında insan önce birey olmuĢ, bireyselleĢen insan kendini tanrılaĢtırmıĢ, toplumlarda uluslaĢarak aynı Ģekilde kendine tapmaya baĢlamıĢlardır.
Aslında Ġslam, bir Hızır gibi böyle bir zamanda Batı"nın imdadına yetiĢme konumundaydı. Ne var ki sanayi Ģoku, belki batılı kitlelerden çok, bizim zavallı aydınlarımızı çarpmıĢtı. Binbir bunalım içinde batı"nın sanayi devrimi büyüsüne kapılan (kendi toplumuna yabancılaĢmıĢ) sınıf, artık Ġslam"a inanmıyorlardı ki, onu Batı"nın sorunlarına çare olarak takdim edebilsin! Zaten o esnada Tekke ve zaviyeler de görevlerini yerine getiremiyordu. Ġhtimal, 7-8 asır Ġslam"a cephe almıĢ bir Batı, belki Ġslam"ın diriltici nefesiyle dirilmeyi hak etmemiĢti ve Allah Batı"ya böyle bir diriliĢi o an için nasip etmemiĢti. Kim bilir belki de bu diriliĢ Ģimdilerde gerçekleĢir.
TeĢekkür : Sayın Mücahit Bilici"nin ve Sayın Ali Bulaç"ın makaleleri, Sayın Mehmet Yılmaz Bey"in teĢvik ve destekleri, Derin DüĢünce Grubu üyeleri ve yorumcuları ile yaptığımız tartıĢmalar bu yazı için bilgi ve ilham kaynağı olmuĢtur.
Galatasaray Üniversitesi ĠletiĢim Fakültesi"nde araĢtırma görevlisi olan Tolga Çevikel doktora tezi kapsamında Pakvizyon sitesi ile yaptığı röportajda çok temel bir soru sormuĢ:
"Ulusalcı/Kemalist ya da milliyetçi blog yazarları neden yok (ya da çok az) sizce?"
Bu soruya net bir yanıt verebilmek için önce politik bloglar âlemine genel olarak bakmak gerekiyor. Ġnternet gerçekten çok kaliteli yazıların bulunabildiği bir ortam haline geldi.
Gazeteler ve televizyon kanalları ister istemez büyük Ģirketlerle, Ģirketler de politikacılarla iyi geçinmek zorunda olduklarından 4cü kuvvet denen basın demokrasideki yerini dolduramıyor her zaman. Tabi hükümet karĢıtı/yanlısı gazeteler birbirini dengelese bu sorun bir yere kadar çözülecek ama Türkiye"nin durumu biraz özel: SaflaĢma daha çok darbe yanlısı/karĢıtı gibi oluyor son zamanlarda.
Uzun zamandır kaliteli yazıları ile öne çıkan birçok site var. Dikkat çekici olan ise bütün bu sitelerin arasında Tolga Çevikel"in dediği gibi iki veya üç siyasî duruĢun ağırlıkta olması. Hızlı bir sınıflandırma yapacak olursak:
1. Liberaller, 2. Muhafazakâr-demokratlar, 3. Liberalizm-sosyalizm sentezcileri.
Kendisini "Kemalist" veya "milliyetçi" diye tarif edenler ile ulusalcılar garip bir Ģekilde görünmez vaziyetteler bu düĢünce platformunda. Neden? Aslında bu sorunun yanıtı biraz "görünen" sitelerde saklı. Meselâ Uçan Balık, Anlama Çabası, Üçüncü Dalga veya Çağatayca gibi sağlam fikirleri ve güçlü argümanları olan sitelere bakın. Veya Liberal DüĢünce Topluluğu, 3H Hareketi ya da Toplum ve Politika Enstitüsü gibi makale yazmakla yetinmeyen, toplantılar, seminerler düzenleyen, Ġngilizce makaleler yayınlayan gruplara.
Diğer yandan profesyonel gazetecilik veya araĢtırmacılık yapan, makaleleri düzenli olarak gazete ve dergilerde yayınlanan hatta kitap yazan aydınların siteleri var. Bunların arasında Ġslâm, Kürt sorunu ve laiklik konusundaki çalıĢmalarıyla Mustafa Akyol, Balkan savaĢları ve Birinci Dünya SavaĢı üzerine çalıĢan Tuncay Yılmazer"in sitesi Gelibolu"yu Anlamak sayılabilir.
Bu siteleri ve grupları gözlemleyerek ne söylenebilir? Türkiye"nin siyasî düĢünce hayatına dâhil olmak için söylenmeye, yazılmaya, paylaĢılmaya ve tartıĢılmaya değer düĢüncelere sahip olmak gerekiyor.
Ġkinci önemli nokta ise yazmanın söylemekten çok daha zor oluĢu. Telefonda veya bir kahvede öylesine beyan ettiğimiz fikirlerimizi yazmaya baĢladığımız andan itibaren "fikir parçacıklarını" belli bir yapı içine oturtmak gerekiyor: Neden-sonuç iliĢkileri, çıkarımlar, baĢka kaynaklara referanslar… Fikirleriniz genel olarak iyi ve/veya ilginç olsa bile hepsini birleĢtirip kendini okutan bir yazıya dönüĢtürmek kolay bir iĢ değil. Önce kaynak araĢtırma ve teyid, arkasından da Ģekil olarak inĢa etme aĢaması geliyor.
Tabi bu çabayı düzenli olarak harcamak hiç de hafife alınabilecek bir özveri değil. Ġnsanın küçücük de olsa ülkesine, barıĢa, insanlığa faydalı olabilecek bir Ģeyler yapma arzusu taĢıması gerek. O zaman Kemalistlerin resmî felsefesi olan pozitivizmin penceresinden baktığınızda "özveri" gibi görünen karĢılıksız çalıĢma bir mutluluk kaynağına dönüĢüyor. Zira "verme hakkı" insanı insanlaĢtıran ve öyle kalmasını sağlayan bir olgu.
Kemalist, ulusalcı, milliyetçi grupların bu fikir mutfağında varlık göstereMEmesinin iki sebebi bu iĢte. Yani; 1) Fikir üreteMEmek, 2) Kendilerini sıkıĢtırdıkları "ben" merkezli korku, nefret ve suçluluk üçgeninde Türkiye sevgisine yer kalmamıĢ olması.
Bu iki iddia da oldukça güçlü. Hatta bazıları tarafından bir suçlama/aĢağılama olarak bile algılanabilir. Böyle bir yanlıĢa düĢülmemesi için her ikisini de açıklayacağız.
Politika alanında fikir üretebilmek için insanın önce siyasî bir projesi olması gerekiyor. Yani "2008 Türkiye"si Bizim kuĢağın devlet anlayıĢı mitolojik roma tanrılarından Janus"u hatırlatır. Bir yüzü devletin topluma borçlu uzviyetiydi; yani devletin ebediliği toplumun, milletin ebediliği demekti. Diğer yüzü ise malumunuz ters istikametiydi. II. MeĢrutiyetin cicim aylarında taĢralardan seçilerek inkılapçı sıfatıyla gelen Ġttihatçılar padiĢahın Ģereflendirdiği ilk yemekte elini eteğini öpüp daha sonra da Fransa"daki gibi "inkilab-ı kebir"in" temsili resimlerinde olan bakire bir kıza benzetilen bir devletin, cumhuriyetin temsilcileri olmaya kendilerini adamıĢlardı. Bu da Jakobenlikten baĢka neydi? Devlet iyiydi ama kötü olan kumpaslar tarafından yönetiliyor olmasıydı. Kısaca biz iyiydik sadece bu gladyatörlerin savaĢıydı. Shmitt"in önerdiği üzere hükümranlık için savaĢın gerekliliğine inanılır ve dahası bu savaĢın sonu olmayan, ebedi bir savaĢın olması istenir. DüĢman yoksa savaĢta, hükümranlıkta yoktur. Ez cümle: "Halk içinde muteber bir ne sen yok devlet gibi Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi." Cümlesinin aykırı düĢünenlerdendiler. Emperyal güçlerin elinde kukla olan bu sözde vatansever güçlerin ne Türkiye"ye nede diğer ülkelere hiçbir faydası yoktu. Kuvay-ı Milliye, yurtseverlik kisvesi altında kliĢeleĢmiĢ(kalıplaĢmıĢ) mantalitelerini kullanan Zaloğlu Rüstem Pehlivanlar oldukça geleceğin Bush çocuklarını doğurmaya aday olarak vazifelendirileceklerdir. En azından Ģu gerçeği artık kabul edelim. Bu ilkede siyaset iki ana damar üzerinden yürüyor. Topluma karĢı devleti korumak; devlete karĢı toplumu korumak. Ama üçüncü yolu inĢa ettiğini sanan biz avam"lar(Strauss"a göre halk üç tabakadır: hükema, ümera, avam(halk)): "Her ikisi de aziz kavramlar niçin bunları ayrı algılıyoruz ki her ikisinde de ahenk mümkündür ve olmalıdır" diyoruz. Ġlk kavramda düĢünenler donanımlarını(hardware) mayınlardan, kanas, glock marka tabancalardan kendilerini hazırlarlarken(örn; Atabeyler, Ümraniye gece konu baskını ), ikinci kavramda hem fikir olanlar ise cumhuriyetçilik, laiklik elden gidiyor feveranı içine düĢmüĢ zümredir.
Tarihimizin en büyük ihaneti, III. Selim"in devleti ayağa kaldırmak için giriĢtiği hamlelere kendi çıkarları için direnen ve uzunca bir süre devlet dizginlerini ele geçiren çetelerin ihaneti idi. ġayet o çok değerli tarih kesitini, kurumlarımızı yenileyerek geçirse idik, belki 19. yüzyılın trajik çöküĢü yerine, Rus Ġmparatorluğu gibi kontrollü bir güç sahibi olacaktık. En büyük ihanetlerden biri olan Balkan rezaleti, kendisini devletle bir tutan komitacıların yani çetelerin marifeti değil miydi? Ha bugünün çeteleri, ha dünün komitacıları… Eline silahı alıp "Ya devlet baĢa, ya kuzgun leĢe" diye devleti ele geçirmeye kalkanların dünyası, bütün tarih boyunca değiĢmeden bugüne kadar gelmiyor mu? Dünün Halaskâr Zabitan"ı ile bugünün Ümraniye Çetesi arasında ne fark var? Önceki bize koca Balkanları kaybettirdi. Bugünkü ne kaybettirecek? ġayet önlem alınmaz ise Türk toplumunu düĢman kamplara ayıracak ve çatıĢtıracak bölünmeyi bu çetelerin beslendiği ve bu çetelerin beslediği iklim baĢaracak.
KarĢımızda çıkar sağlamayı amaçlayan basit bir "organize suç örgütü" değil, "devlet üzerinden güç ve çıkar sağlamaya çalıĢan yasadıĢı örgütler" var. Silahlar, bombalar, iliĢkiler hep yasadıĢı; ama bu yasadıĢılık bir ideoloji ile hayat buluyor. Bu sözde ideoloji saplantı delileri Ulusalcı cephenin tanınmıĢ isimleri gözaltında tutulurken, yayın yasağı olmasına karĢın gazeteler, kimi unsurları birbiriyle çeliĢse de çeĢitli iddialar ortaya attı. Ġddialara göre, Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk"u öldürmek için çete için Glock bir tabanca ve 2 milyon YTL aranıyordu. Çete ünlü isimlere suikastlar yaparak Türkiye"yi darbe ortamına sürüklemek istiyordu. Darbenin planlanan tarihiyse 2009′du. Ankara"da Sıhhıye Otoparkı"nda bulunan 700 kiloluk patlayıcı dolu minibüs çeteye aitti. Çete panik yaratmak için üç bombalı minibüsün Ġstanbul"da dolaĢtığı iddialarını yaymıĢtı. Henüz doğrulanmıĢ bu iddialar, çetenin ne kadar derin olduğunu gösteriyor. Ergenekon soruĢturmasında basına yansıyan iddialara göre örgüt Kürt kökenli iĢadamları, siyasiler, üst düzey bürokratlar ve ünlü isimlere suikast düzenleyecek, bombalı eylemler yapacaktı. OluĢacak keĢmekeĢ ortamı darbeye zemin hazırlayacaktı Zaten Nokta dergisinin patlattığı darbe haberinden sonra kimse kimseye güvenemez olmuĢtu. Herkeste bir metafor hastalığı tutmuĢ gidiyordu. Sarıkız ve ayıĢığı darbe giriĢimi her Ģeyi ortaya koymuĢtu. Ġstanbul"da haftalarca önce gerçekleĢen polisi alarma geçiren üç bomba yüklü araç ihbarı ile BaĢbakan Recep Tayyip Erdoğan"ın güzergâhında bombalı araç bulunduğu iddiaları da örgüt iĢiydi. Muzaffer Tekin, patlayıcılarla ilgili olarak sayfalar dolusu bilgi verdi ve diğer zanlılarla olan iliĢkilerini tek tek anlattı. Sonrada Sabah gazetesinde "Gözdağı vermek için Sıhhiye"de çok katlı otoparka "patlayıcı madde yüklü" araç bırakıldı, endiĢeyi körükleyen "Üç bomba yüklü minibüs dolaĢıyor" dedikodusu yayıldı, Diyarbakır"da kendi adamları Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Hareketi BaĢkanı"na silahlı saldırı düzenleyip PKK saldırdı dediler. Gözaltına alınan bir kiĢinin otomobilindeki belgelerde Ģifreler yer aldı. Örgüt hedefteki kiĢileri, "tavĢan", tetikçileri ise "çiftçi" olarak ĢifrelemiĢ. Bu kiĢinin üzerinde yedi kroki çıktı" denildi. Gazetelerdeki bir diğer iddiaya göre Fethullah Gülen"e yakın emekli bir albay hedefteydi. Pendik"te 10 Ocak 2007 günü ruhsatsız tabanca ve 81 mermi ile yakalanarak gözaltına alınan Kuvay-i Milliye Derneği BaĢkan Yardımcısı Murat Çağlar"ın, Gülen cemaati ile iliĢkisi olduğunu düĢündükleri emekli bir albayı öldürmek istediği iddia edildi.
Polisin "Ergenekon terör örgütü" olarak kayıt altına aldığı oluĢumdaki isimler Susurluk"tan DanıĢtay saldırısına, Hrant Dink"in öldürülmesinden 301′den yargılanan kimi yazarların tehdit edilmesine kadar birçok olayda boy gösterdi "Vatansever", "ulusal", "milli" gibi adlarla örgütlenen irili ufaklı birçok yapının bileĢimi olan Ergenekon"un son operasyonla büyük yara aldığı düĢünülüyor. Ancak ortaya çıkan iliĢkiler yumağına karĢın eksiklik olduğuna inananlar da var. Muzaffer Tekin, Veli Küçük ,Oktay Yıldırım ,Ümit Oğuztan, Bekir Öztürk ,Taner Ünal, Kemal Kerinçsiz, Sevgi Erenerol ,Fikri Karadağ, Alparslan Arslan. Fikret Emek gibi ilk 11 de yeralan takımı görünce bunların yedeğinin olduğuna kanım giderek artmaya baĢladı. Zira bunlar madalyonun ön yüzü;arkasında kimbilir ne bürokratlar ne elitler ne generaller ne de dıĢ mihraklı politler vardır demekten de kendimi alamıyorum.
Ergenekon Gladio"nun Türkiye"deki yapılanması olarak kabul ediliyor. Ergenekon"un faaliyet alanları yurtdıĢı ve yurtiçi olmak üzere ikiye ayrılıyor. Ergenekon"daki kiĢilerin, Türkiye"deki mevcut rejimin gerçek hámisi olduğuna yürekten inandığı belirtiliyor. "Ġç düĢmanları" pasifize etmek hatta ortadan kaldırmak için yapmayacağı ve yapamayacağı hiçbir faaliyet olmadığı kaydediliyor. Ergenekon ile ilgili ilk ciddi araĢtırmayı ise Can Dündar ile Celal Kazdağlı, aynı adı taĢıyan kitaplarında ortaya koydu. Kitapta Alparslan TürkeĢ, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Korkut Eken"in yanı sıra bir çok ülkücü kökenlinin de bu mekanizmada yer aldığı iddia edildi. Ergenekon"un içinde taĢeron mafya yapılanmaları da ortaya çıkıyor. Bu kimi zaman Alaattin Çakıcı, kimi zaman ise Sedat Peker olabiliyor.
Bir nevi Yeniçeri ideolojisi taĢıyan bu muhalif silahlı gruplar bürokrasinin yüksek tepelerinde mevzi tutmuĢ, kodaman bürokratlarla iĢbirliği yapmaksızın kazan kaldırıyor ve diğer yandan da payitaht bölgelerinde iktidar denkleminin merkezine münhasır taĢra mıntıkalarda ( sauna, atabey ) görülüyor ve asayiĢi haleldar(bozmak) ediyorlar. DeĢtikçe siyah maskeli güçler, Jakobenler, Ulusalcılar çıkan bu kiĢileri gördükçe ruhlarına fatiha okuyasım geliyor. Devlet ağacını bu iklim çürütüyor; çeteler zayıflayan ağacın içine yuva yaparak çürümeyi yani dağılmayı hızlandırıyor. Kuvvetle hatırlayalım: Devlet bir savaĢ alanı değil, barıĢ içinde birlikte yaĢama formu. Birlikte yaĢamak ise ancak ve ancak demokrasi ile mümkün.
Ahir zaman eĢkıyaları ürür, kervan yürür. Yeni barkotlu, numaralanıp tasnif edilmiĢ bu Ģebekeler evcilleĢtirilip artık sisteme konsantrasyonu sağlatılmalı. Yık-Kır-Böl artık yerine DüĢün-Anla-Uygula düsturu kulağımıza küpe olsun. Yeni menfezlerde virajlara takılmamak üzere….
Amerikan Ordusundan subayların katkılarıyla hazırlanan DireniĢle Mücadele -Kontrgerilla rehberi"ni okuyorum Ģu aralar. Vietnam"dan Irak"a ABD"nin iĢgal ettiği ülkelerde öğrendiklerini bir doktrin olarak sunan son derecede teknik, operasyonel bir yapıt.
Bir "Field Manual" (= el kitabı) biçimine tasarlanmıĢ olduğundan ideoloji ve politika gölgesinde değil daha çok iĢgal subaylarının günlük sorunlarını çözmeye yönelik hazırlanan eserde en çok dikkatimi çeken noktalardan biri Ģu oldu:
DireniĢ savaĢlarını izleyen barıĢ dönemlerinde ortaya çıkan çeteleĢme süreci. Öyle ya, düĢman ülkeyi terk etmiĢ, sıcak savaĢ sona ermiĢ. Herkesin silahları bırakıp "normal" bir iĢ tutması gerekmez mi?
Ortadoğu"da, Balkanlarda ve Türkiye"de tekrar eden bir Ģema var aslında. KurtuluĢ mücadelesi boyunca savaĢanlar barıĢ döneminde genel olarak Ģu iĢlere yöneliyorlar:
1) Siyaset (kurtarıcı -Kurucu rolüyle) 2) Yeni rejimin ordusunun lideri (Rejimin muhafızı rolüyle), 3) Yeni ülkenin gizli servisi (iç düĢmanlara karĢı ülkeyi korumak için), 4) Arazî, çek senet, vb mafyası.
Bir anlamda bunların hepsine "ihtiyaç" var, 4cü de dâhil. Neden? SavaĢ yeni bitmiĢ. Sınırlar yer değiĢtirmiĢ. Etnik temizlikler, zorunlu göçler yaĢanmıĢ. Bir önceki devletin tapu vb kayıtları tahrip olmuĢ. Kaymakam, vali gibi yerel yetkililer ya ölmüĢ ya da yenileriyle değiĢtirilmiĢ. Yeni bir anayasa yapılmıĢsa bile kimse neyi nasıl uygulayacağını bilmiyor.
Böyle bir ortamda devletin boĢ bıraktığı her alanı dolduran, güçlünün zayıfa diĢ geçirebilmesi için ideal aracılar elbette çeteler, mafyalar. Ancak esas sorun Ģu:
Arazi mafyasının baĢı ile filan bakan aynı köyden, silah arkadaĢı, ideolojik olarak yakınlar. Birçok ortak dostlarını Ģehit vermiĢler. Gizli servisin ikinci adamı çek mafyasından birinin kızıyla evli. Bir diğerinin oğlu askerliğini filanın yanında yapıyor… Ve bunların hepsi de aynı ideolojiye inanmıĢ, aynı ortak düĢmanlara karĢı hayatlarını tehlikeye atmıĢ insanlar. Hepsi kendilerini "vatanın gerçek sahibi" kabul ediyor.
Özetle ülkenin meĢru yöneticileriyle en tehlikeli mafyaları arasında sıkı bağlar, çıkar iliĢkileri, ortak dost ve düĢmanlar fakat aynı zamanda kuyruk acıları, iç kavgalar oluĢuyor. Susurluk, ġemdinli, bitmek bilmeyen darbeler ve muhtıralar bu çerçevede ele alındığında daha okunaklı bir manzara çıkıyor kanaatimizce.
Gene bu sebeple Atatürk sadece bir "kurtarıcı" olarak rahmetle anılan bir komutan olması gerekirken baĢörtüsü yasağına gerekçe oluyor. Hem de hiç bir zaman telaffuz etmediği, yazmadığı ilkeleriyle.
Geçenlerde bir Kemalist Latife Hanım"ın baĢörtüsünden o kadar rahatsız olmuĢ ki fotoğraftan kesip çıkarmıĢ onu. Hâlâ vefat etmiĢ bir insandan baĢka kimseden medet umaMAmak, sırtını kendi halkına dayayaMAmak ne acı.
Ancak en çarpıcı fotoğraf kanaatimizce Ergenekon davası sanıklarından Veli Küçük ile DanıĢtay cinayetinden sonra yakalanan Alpaslan Arslan"ın birlikte çektirdikleri hatıra fotoğrafı.
"Aklı olanlar için bunda iĢaret çok" Sinirlilik ve saldırganlık, KıĢkırtıcı konuĢma ve doğabilecek sonuçlara karĢı umursamazlık, KiĢisel çıkar yada zevk için yalan söyleme, aldatma ve kanunsuz iĢler yapma, Kendini bĢkasının yerine koyamama, Sorumluluk üstlenmekten kaçmak, Acıma duygusunun olmaması.
Psikopatlar hasta olduklarını kabul etmediklerinden tedavileri zor. Aile baskısı ile bir tedaviye baĢlansa da ilaçlarını almadıkları için belirtiler yeniden kolaylıkla baĢ gösterebiliyor. Bazı psikopatlar fizyolojik olarak sağlıklı olmakla beraber alkol ve/veya uyuĢturucunun etkisiyle bu davranıĢları sergilemiĢ olabiliyorlar. Bu maddelere olan bağımlılık ortadan kalktığında sorun büyük ölçüde çözülüyor. Ancak yapısal bozukluğu bulunanların kalıcı biçimde tedavi edilmeleri Ģimdilik mümkün görünmüyor. Depresyona karĢı kullanılan ilaçlar ile bazı sakinleĢtiriciler hastanın ailesine geçici bir rahatlama sağlasa da tedavi etmekten çok uzak.
Sonuç CHP"li ve MHP"li seçmenler insanlık tarihinin gelmiĢ geçmiĢ en büyük liderlerine, Baykal ve Bahçeli"ye sahip oldukları için ALLAH"a ne kadar Ģükretseler azdır. Bahçeli"nin bulunmaz kalitelerinin farkında olan mahkemelerimiz de yıllardır kendisine karĢı son derecede anlayıĢlı davranmıĢlardır. Meselâ geçenlerde Sevimli lider Sayın Bahçeli"nin Can Dündar"a bizzat anlattığına göre 1978′de Bahçeli beyaz Renault"sunu ülkücü gençlere ödünç vermiĢ ve aracın bagajındaki portakal sandığından 2 makineli tüfek çıkmıĢ. Konu, Adana MHP davasında gündeme gelmiĢ ama Bahçeli"nin ifadesi alınmamıĢ bile. 12 Eylül"de hemen bütün siyasi dernekler kapatılırken Bahçeli"nin Üniversite Akademi ve Yüksekokullar Asistanları Derneği"ne dokunulmamıĢ.
ALLAH Devlet"imize zeval vermesin.
Türkiye katliamlar tarihine 27 Temmuz Güngören katliamı da eklendi…Ġnsanları önce bir merkezi alanda toplayıp ondan sonra da olabildiğince çok canın ölmesini ve sakat kalmasını arzulayan barbar ve alçak bir zihniyet 17 kiĢiyi katletti,yüzlerce insanı yaraladı…Açık konuĢalım,bu topraklarda belki neredeyse hepimiz tarafından yaratılan bir katliam iklimi var…Bu topraktan o iklimin ürettiği kan çiçekleri bitiyor…Çiçekler büyüyünce koparıyoruz,ama kökler aynen kalıyor,o kökler kendini katliam ikliminin Ģartlarında yeniden büyütüyor ve yeniden kan çiçekleri baĢımıza musallat oluyor…Bu çiçekler kanla besleniyor,kan kokuyor ve ortalığı kana boyuyor… Evet,bunu yaratan bizleriz…Güngören katliamı sonrası verdiğimiz tepkilere bakıyorum…Her tarafa,balkonlara,meydanlara bayraklar asılıyor…Ansız,apansız bir canilikle katledilen 17 insan bir anda bu menfur olayın öznesi olmaktan çıkartılıyor.Böylece tüm o insanlar bir kez daha öldürülüyor…Bu insanlar o bayraklar için kendini feda etmiĢ Ģehitler olarak anılıyor…Böyle bir dil kaplıyor her tarafı… "Bayrak" "Toprak" "Vatan" "Devlet" için ölen Ģehitlerimizdir artık Aleyna"lar,Taha"lar,ġeyma"lar...Yalan bu sözler,bin kere YALAN YALAN YALAN… Bu ülkenin insanları varoldukça,sağ kaldıkça,yaĢadıkça,yaĢattıkça bu ülkenin toprakları kutsaldır…Ancak Türk insanının kutsal yaĢam hakkı sürdükçe Türk bayrağı kutsaldır…Türk insanı yaĢamıyorsa,Türk bayrağı hiçbirĢeydir…Bu ülkenin insanları yaĢamadıkça bu ülkenin toprakları taĢ ve kilden ibarettir…Bu ülkenin insanları bazı sahte "kutsal"lar için basit birer aygıt olarak feda edildikçe,katledildikçe balkonlarda,direklerde dalgalanan bayraklar sadece çaputtan,bir bez parçasından ibarettir…Bizler yani bu ülkenin insanları;O taĢlar ve killer,o çaputlar ve bezler,birbirimize kırdırılmamıza bahane yapılsın diye,birbirimize karĢı katliam silahı olarak kullanılsın diye hayatta var değiliz…Topraklar,bayraklar gibi yalan edebiyatlarla katledilmek ve katletmek için gelmiyoruz dünyaya…Bizler barıĢ içinde,mutlu ve huzurlu birarada varolalım diye var o bayraklar,bu topraklar…Bizler burada bir ortak insanlık zemininde yaĢayalım diye burayı vatan belledik,bizim vergilerimizle bizlerin güvenliğini ve huzurunu sağlasın diye varolan bir yapılanmayı devlet belledik…Güngören"de apansızın hain bir pusuda ölmek ve ardımızdan bu yalan edebiyatlar sürsün,alçak bir zihniyet egemenliğini bizim cesetlerimiz üzerinden sürdürsün diye değil…Bu ülkenin insanlarının kanı ve canı üzerinden "bayrak" "toprak" "vatan" "devlet" edebiyatı yapan zihniyet bu ülkede talep gördükçe,alkıĢlandıkça daha çok öleceğiz,daha çok öldüreceğiz… "Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır" gibi kana susamıĢ,insanlıkdıĢı sözleri bu ülkenin okullarına "özlü söz" diye astıkça daha çok ölümler göreceğiz… Açık söylüyorum,eğer ölen insanlar için bir nebze kalbimizden üzüldüysek balkonlardaki,meydanlardaki o bayraklar derhal inmelidir.Tüm Güngören ve tüm Ġstanbul katledilen yurttaĢlarımızın resimleriyle donatılmalıdır…O insanların daha bir hafta önceye kadar tebessüm eden yüzleri,capcanlı gözleri hepimizi utandırmalıdır.Asılan o bayraklar bu insanlarımızı katleden zihniyete hizmet etmektedir…Öte yandan katliamın sonrasında "ulusal lanet" mitingleri düzenleyelim gibi teklifler getirildi…Ben ise artık bu katliamdan sonra "ulusal" denen kelimenin bizlere yaĢattığı lanetler üzerine düĢünelim diyorum…Bu "ulusal" yada "milli" gibi soyut,içi özellikle boĢaltılmıĢ kelimelerin arkasına sığınarak bu ülkenin tarihinde kaç somut canın,kaç insanımızın gittiğini düĢünelim…Ne uğruna öldüler bu insanlar,ne uğruna?
Bunu sadece Türk devlet zihniyeti bağlamında da söylemiyorum.Devlet zihniyetine muhalif olma iddiasındaki siyasi grupların büyük çoğunluğunun bu zihniyetten özsel olarak bir farkı yok…Katliam olur olmaz "PKK yaptı bu eylemi" diye atılıp ateĢi körükleyenlerin ahlaksız zihniyetini yukarıda anlattım.Fakat PKK hareketinin bu insansız ve vicdansız yola asla baĢvurmayacağını kim söyleyebilir? Ahlak ve vicdan sahibi hiçbir Kürt aydını ve siyasetçisi bunu söyleyemez.PKK"nin kendi yarattığı sahte ve yalan "kutsal"lar adına bu ülkenin insanlarını feda edilecek birer aygıt olarak gören o berbat zihniyete sahip olmadığını kimse iddia edemez…PKK dıĢında da birçok sözde muhalif grup bundan ne kadar farklı? Sadece "vatan" "bayrak" "devlet" demeyip baĢka yalan "kutsal"lar uyduruyorlar ve insan hayatını baĢka yalanları bahane ederek hiçe sayıyorlar.Onlar da ölümleri ve öldürmeleri kutsuyor.Zaten o sebeple bu ülkede Türk devlet zihniyeti hep dimdik ayakta kalıyor.Muhalifleri en az o zihniyet kadar insansız,vicdansız ve ahlaksız bir bakıĢ açısına sahip olduğu için… ĠĢte Aleyna"ların,Taha"ların,ġeyma"ların apansızın canını alan,hepimizin yarattığı bu katliam iklimidir…Resmi ve gayrıresmi tüm kolektivist ideolojilerden besinini alan ve hepimizi çepeçevre kuĢatan kan çiçekleri bitiyor bu ülkede her cenahta…Bu kuĢatmayı yarabilmek,bu zihniyeti tasfiye edebilmek,Türk"üyle,Kürt"üyle bu kan çiçeklerinin köklerini yok edebilmek hepimiz için ahlaki bir görev olmalıdır…Yoksa "O mu yaptı bu mu yaptı" gibi ahmakça ve aptalca tartıĢmaların arasında daha çok katliamlar yaĢayacağız,daha çok insanlar,canlar kaybedeceğiz…
Irkçılık bir düĢünce değildir, saygı değil acıma ve Ģefkat gerektirir. Yaralı bir hayvanın saldırganlığı gibi bir refleks halidir. Yanan bir binanın 10cu katından kendini aĢağıya atan insan "bu benim kararımdı, düşmeseydim inecektim" diyemez.
Kürtlere devlet eliyle yapılan haksızlıkları dile getirdiğimiz yazıların altına yorum bırakan bazı okuyucular düĢünce olduğunu sandıkları bu panik halini dile getirdiler: 1) Ama "onlar" da kaçak elektrik kullanıyor, 2) Kürtler "bizim" gibi uygarlık kuramadılar, 3) Vs.
Oysa bu zavallı çocuklar övünüp durdukları "Ģanlı" tarihimizin sadece "Ģanlı" kısımlarını öğrendiler. Daha doğrusu tarih dersi adı altında beyinleri yıkandı okullarda. Meselâ "kahraman" Türk ordusunun aslında devĢirilmiĢ Hıristiyan çocuklardan oluĢtuğunu bilmezler. Osmanlı padiĢahlarının büyük bir kısmının annesinin Türk olMAdığını da. Ermeni asıllı Koca Sinan"sız tasavvur edemeyeceğimiz Osmanlı mimarisi ile gurur duyarlar da onun mezarının açılıp kafatasının ölçüldüğünü bilmezler. Türk Musikisi"nin yazılı notaya geçiĢinde Yahudi ve Ermeni bestekârların oynadığı rolden haberleri yoktur. Selçukluların da en büyük veziri, büyük reformcu Ebu Ali el-Hasan et-Tusi Nizamülmülk خواجه( ظام لکن م ال سی )طو Türk değildir, hatta ihtimal Kürttür. Tıpkı Sokulluların Sırp kökenli bir aileden gelmesi gibi bütün "yabancı" kökenler aslında Türklerin dıĢ ögeleri kolayca bünyelerine katabilen esnek devlet yapıları kurabildiğinin ıspatı değil midir? Türklerin kurdukları devletlerin kültür zenginliğine açık oldukları asırlarda ilerlemeleri, Türk milliyetçiliğinin güçlendiği 1900′lerde ise rezil ve sefil olmaları da aklı olanlar için büyük iĢarettir.
Dedik ya ırkçılık siyasî bir duruĢ, bir düĢünce ve değerler manzumesi değildir. Bir ruh hâlidir. Kıskandığı kardeĢlerini pencereden taĢlayan çocuk gibidir ırkçı. Bilgiden yola çıkılarak varılmıĢ bir tercihi ve siyasî projesi yoktur. Akıl ve mantıkla yapacağınız izahlara omuz silkecektir her seferinde. "Bana ne! Bana ne!". Kulaklarını kapatıp annesinin nasihatlerini duymamamak için avazı çıktığı kadar bağırır: "istemiyoruuuum!" Aklın sesini bastırır nefsinin sesiyle.
Irkçı ne istediğini değil ne isteMEdiğini bilendir. Kürtler elektrik hırsızı(!), ermeniler vatan haini(!), yahudiler komplocudur(!). Irkçı baktığı her yerde iç düĢman görür. Neyi yıkması gerektiğini bilir. Ama neyi inĢa edeceğıni bilemez.
Hiç bir Kürtün, Ermeninin bulunmadığı yerlerde ırkçı uzun saçlılara, küpelilere saldırır. Olmadı Fenerbahçe/Glatasaray için ölür ve öldürür. Gittiği çay bahçesinde herkes onun kız kardeĢine bakıyormuĢ gibi gelir, kavga çıkartır.
Onun için maçlarda "mezar taĢımda Trabzonum yazacak" diye Ģarkı söyler. Kanı sarı-kırmızı akar ya da sarı lacivert. Herkes BeĢiktaĢlı olunca uymaz ona. ÇarĢı grubu olur. Ya da gruba girmez, öteki olur.
Ġnsan kendisiyle, geçmiĢiyle ve toplumla böyle sağlıksız bir iliĢki kurarsa bu "kaynama noktasında" kalması imkânsızdır. Irkçı her geçen gün daha da ırkçı olmak isteyecektir. Asimilasyonu, köy boĢaltmayı, iĢkenceyi hatta toplu imhayı, soykırımı gitgide benimseyecektir. Hatta ırkçı arkadaĢlarını yeterince "sert" bulmayacak, onları liboĢlukla, hümanistlikle suçlayacaktır. En vatansever kendisidir. Onun kadar kimse vatanını sevemez! Irkçı aĢırı yüksek hızla viraja giren bir araba gibidir. YavaĢlamadığı takdirde ya ölerek ya da öldürerek çıkacaktır o virajdan.
Bu keskin viraj 3 aĢamalıdır: 1) Kendine yalan söyleme (kanı ve soyuyla gurur duyma görüntüsündedir), 2) Kendini korkutma (öteki nefreti görüntüsündedir), 3) Eylem (vatan kurtarma görüntüsündedir).
Hırant Dink"i öldüren zavallının ruh hâlini analiz ettiğimiz "O gün bebek nasıl katil oldu?" adlı yazımız bu konuda düĢünmek isteyen okuyucularımıza fayda sağlayabilir. Tek katlı, küçücük, turuncu badanalı bir ev… Kapının önüne öfke içinde mahallenin delikanlıları birikmiĢ, "çıkın dıĢarı! diye bağırıyorlar. Kapı açılıyor, evden bir genç çıkmaya çalıĢıyor; arkasından ev ahalisi onu tutmaya çalıĢıyor; kızkardeĢinin "çıkma abi!" diye yalvarıĢları, kapı önünde birikenlerin "gâvur!" diye bağrıĢları bugüne kadar geliyor.
Geçen haftanın tuhaf iĢlerinden biri "Ġstanbul"un KurtuluĢ Günü etkinlikleri çerçevesinde" bazı camilere asılan tuhaf mahyalardı. Minareler arasında birden bire "ne mutlu Türküm diyene", "milli birlik esastır", "ordumuza Ģükran borçluyuz", ve "önce vatan" gibi laflar beliriverdi. Akabinde, bunun Diyanet ĠĢleri BaĢkanlığı"nın değil de, Ġstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü"nün marifeti olduğunu da öğrendik.
Bu mahyaları çoğu yorumcu gibi benim de yanlıĢ bulmamın sebebi, klasik deyimle tam bir "dini siyasete alet etme" örneği olmaları. Zaten ne garip memlekettir Ģu bizimkisi ki, din özgürlüğünü savunanları "dini siyasete alet ediyorsunuz" diye suçlayan ve susturan devletlûlar, kendi resmi ideolojilerini din üzerinden topluma empoze etmekte hiç bir sakınca görmez. Bir mahyalara el atmadıkları kalmıĢtı, sonunda onu da akletmiĢler.
Aslında pek çok insanın "canım ne varmıĢ bunda, milli değerlerimizi camilerde ifadenin ne zararı var" diyeceğine eminim. Buna karĢı iki Ģey söyleyeyim. Birincisi, bir siyasi sloganın gerçekten "milli" olanı (yani tüm milletçe benimseneni) dahi camiye yakıĢmaz. Çünkü camiler sadece bir millete değil, tüm insanlığa hitap eden evrensel bir ilahi mesajın ifade bulduğu kutsal mekanlardır.
Ġkincisi, söz konusu sloganlar "milli" dahi değil, düpedüz ideolojik. Atatürk"ün, zamanında tüm toplumu birleĢtirme niyetiyle söylediği "ne mutlu Türküm diyene" sözü bile, bugün ne yazık ki Kürt kimliğini tanımamayı veya bastırmayı savunan çevrelerin sloganı haline gelmiĢ durumda. Ġstedikleri kadar, "bunun etnik anlamı yoktur, sadece vatandaĢlık bağını ifade eder" deyip dursunlar. Ortada "Bulgaristan Türkleri," "Yunanistan Türkleri," daha nice "soydaĢımız" ve hatta "Adriyatik"ten Çin"e Türk dünyası" var iken, ve 80 yıllık asimilasyon politikasının yaraları ortadayken, Kürtleri ikna etmeleri pek mümkün değil.
Benim söz konusu sloganlar içinde en yanlıĢ ve bir camiye en yakıĢmaz bulduğum ise Ģu "önce vatan" lafı.
Bir düĢünelim, buna inanan bir insan nasıl davranır. Diyelim ki o her Ģeyin üzerinde tuttuğu vatanın orduları, baĢka bir ülkeyi iĢgal etti ve halkına zulmediyor. Veya diyelim ki bu vatan üzerinde oranın "yüksek menfaatleri" için bir takım insanların malları gasp ediliyor. Yahut masumlar hapse atılıyor, mahkumlara iĢkence yapılıyor, dini kurumlara (camiye, kiliseye, sinagoğa, vesaireye) baskı uygulanıyor.
Eğer "önce vatan" diyorsanız ve bu zulümlerin "vatan için" lazım geldiğine inanıyorsanız, bunlara ses çıkarmaz, hatta belki alkıĢ tutarsınız. Çünkü "vatan"dan daha yüksek bir değeriniz yoktur.
SunuĢ : Geçenlerde Fransız DıĢ iĢleri Afrika"nın genç elitlerini Paris"te topladı. Bakanların, valilerin, iĢ adamlarının çocukları. Fransa"nın asırlardır yaptığı propagandanın önemli bir parçası bu operasyon. Paris"in ıĢıklarıyla gözleri kamaĢtırmak, etnik bölünmeye maruz kalmıĢ kara kıtanın gençlerini Fransızcanın Ģemsiyesi altında birleĢtirmek. Gelin görün ki bu sefer iĢler biraz ters gitti. Afrikalı gençler aralarında Türkçe konuĢmaya baĢladılar. O da yetmedi, Fransa"nın "arka bahçesinden" gelen bu çocuklar kendilerine ayrılan lüks otellere gitmek yerine Paris"teki Türk arkadaĢlarının evlerine gittiler kalmaya.
Fethullah Gülen kimilerinin çok sevdiği, kimilerinin ise korktuğu hatta nefret ettiği bir insan. Ġster sevin ister korkun, hakkını teslim edin derim: Gülen "küreselleĢme" kelimesinin anlamını bilen ve bu anlamı kullanabilen az sayıdaki insandan biri.
Diğer yandan Gülen hareketine dahil olan sıradan insanlar Türkiye"nin müzmin bir hastalığına hedef oluyorlar sürekli: Niyet okuma. Türk Milliyetçiliği yaptığını söyleyenlerin yanı sıra kimileri yeterince Türkçü olmadıklarını, ümmetçilik hatta bazen de Kürtçülük yaptıklarını söylüyor. Bu kadar büyük sayıda insanı bu kadar geniĢ bir suç listesiyle itham etmek kanaatimce gerçekçi değil.
Gülen cemaati hakkında bilgi sahibi olmak istediğimde paranoyak kitaplar ve makaleler okumak yerine çok daha basit bir Ģey yapıyorum, cemaatten tanıdıklara açıp soruyorum. Mertçe. Dobra dobra.
Dünya hızla değiĢiyor, yeni olgular ve anlayıĢlar doğuyor. "Muasır medeniyet" hedefiyle ve "inkılapçılık" okuyla yola çıkmıĢ bir Cumhuriyet"in bunlara gözlerini kapaması düĢünülemez. Aksi takdirde Cumhuriyet bizzat kendi "temel nitelikleriyle" çeliĢmiĢ olur.Oysaki muasır medeniyetin 20. yüzyılın ikinci yarısında ürettiği kimi değerler, nedense bizim Cumhuriyet"imize pek uğramadı. Bazı aydınlarca benimsenmesi, toplumda belirli bir ilgi uyandırmasına karĢın, devlet katında pek itibar görmedi. Bunların baĢında da "çoğulculuk" geliyor. Bir toplumda değiĢik siyasi ve felsefi fikirlerin, farklı dini ve etnik kimliklerin uyum içinde var olabileceğini, bunun "tek tip" toplumdan daha ideal bir yapı oluĢturacağını kabul eden çoğulculuk düĢüncesi, devlet katında kabul görmek bir yana "tehdit" sayılıyor.
Bu tehdit algısının en yalın ifadelerine muhtemelen bugünlerde duyacağınız ve zaten onyıllardır duyageldiğiniz bayram mesajlarında rastlayabilirsiniz. Devlet büyüklerimiz bu mutad mesajlarda bize sık sık "birlik ve beraberliğin önemi"nden söz ederler. "Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan Ģu günlerde…" diye baĢlayan ve hepsi birbirine benzeyen nice konuĢma dinleriz. Ardından "iç ve dıĢ düĢmanlara" yönelik uyarılar gelir…
Ben tüm bu resmi ezbere aykırı bir Ģey söyleyeyim: Bizim "birlik ve beraberliğe" ihtiyacımız yok; "çoklukta beraberliğe" ihtiyacımız var… Türk toplumunun, farklı kimlikler, fikirler ve dünya görüĢleriyle dolu bir "çokluk" olduğunu anlamamız ve "beraberlik" kültürünü bu gerçekliğin üzerine inĢa etmemiz gerek. Bu kültürün anahtar kelimeleri ise "hoĢgörü" ve "uzlaĢı" olmak zorunda… Türkiye"nin iç çatıĢmalarının çoğu, ilk baĢtan beri var olan ve dahası giderek de büyüyen "çokluk"u bir türlü kabullenemeyiĢimizden geliyor. Cumhuriyet kurulurken Kürt vatandaĢların varlığını kabul edemedik ve onları "birlik"e zorlayarak, yani kendilerini inkar etmelerini isteyerek, aksi yönde bir tepkinin doğmasına neden olduk. Laikçi-dindar çatıĢmasında da aynı problem var: "Laikçi" denen kesimin ve özellikle de asker/sivil bürokrasinin toplum için belirlediği bir "meĢru dindarlık dozajı" var; ideal bir vatandaĢın bayramlarda tebrikleĢmesi, oruç tutması, belki arada bir camiye gitmesi, ama bundan daha fazla dindar olmaması gerek. Hele de kılık-kıfayet konusunda "çağdaĢ" olmak zorunda. Yoksa "iç tehdit" haline geliyor. (Gayrımüslim olması da iyi değil; o zaman da "yabancı" oluveriyor.)
Öte yandan bazı dindarlar da din-dıĢı saydıkları yaĢam biçimlerini tehdit olarak algılıyor, sokakta bira içen veya gece klübünde dans edenlere "ahlakımız elden gidiyor" diye tepki gösteriyorlar. Kollektif bir "biz"in varlığına inandığımız için, bu "biz"in içindeki her türlü farklı görüĢ ve yaĢam biçiminin sonuçta hepimizi kendine benzeteceğini sanıyor ve bu korkuyla karĢı-atağa geçiyoruz. Çok farklı görüĢlerin, dindarlıkların ve din-dıĢılıkların bir arada yaĢayabileceği, nedense aklımıza pek gelmiyor.
Dahası bir de bunu aklımıza getirenleri "kökü dıĢarda fikirlerle bizi bölmeye çalıĢmakla" suçluyoruz.
Oysa bu da yanlıĢ… Müslümanlar açısından çoğulculuğun kökü hiç de "dıĢarıda" değil; Kuran"ın "Sizin dininiz size, benim dinim bana" ilkesini (109:6) veya sufilerin "kesrette vahdet" (çoklukta birlik) düsturunu hatırlamak yeterli. "Laikçiler" açısındansa sormak gerek: Eğer çoğulculuk "kökü dıĢarda" olduğu için kötüyse, sanki milliyetçilik veya laikliğin "kökü içerde" mi? Batı"dan gelen fikirleri, otoriter bir anlayıĢa uydurulabilirse sahipleniyor, özgürlükçü bir anlayıĢı zorluyorsa mı kötülüyorlar? Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ibadetlerin ve ezanın türkçeleĢtirilmesi mevzuu, milli bir tez Ģeklinde kurgulandı. BaĢta yalnızca ibadet dilinin türkçeleĢtirilmesi teziyle sınırlı olarak yürütülen programlar, sonraları giderek dinde reform faaliyetlerine dönüĢtü.
Oysaki bu hadise kimilerinin zihninde "Türk kafasını Arap kafasının köleliğinden kurtarmak " gibi oldukça garip bir his ve heyecan ile belirmiĢti. Bir baĢkası meseleyi, Türk Milli Dini olarak ideolojik bir uslupla ele aldı. Bir diğeri Ġslamı millileĢtirmek Ģeklinde algıladı. Bir baĢkası Allah her dili bildiğine göre, dini sadece Arapça ile sınıflandırmanın Allah"a cehalet isnat etme manasına geldiği gibi filozofhane (!) bir tavırla anladı. Bir diğeri Kuran"ın tercüme edilemeyiĢini iddia edenlere karĢı "Bunun anlamı; Kuran"ın manası yoktur " (!) demektir Ģeklinde yorumladı….vs…vs… Her nasıl anlaĢıldı ve tatbik edildi ise de Ģunu ifade etmek lazımdır ki, tek parti ve milli Ģef dönemine kadar bilindiği Ģekliyle bu faaliyetler hiçbir Ģekilde "kanun müeyyidesi" ile yürütülmemiĢtir. Yine de mesele belli ölçüde milletin özgür iradesi ve toplumsal kabulune bırakılmıĢtır. Fakat tek parti e milli Ģef dönemi bilindiği gibi, bu meseleye karĢı direnenlere engizisyon mahkemelerini kurmuĢ, her türlü cezai müeyyideye, hatta teröre dahi müracaat etmiĢtir. Ve Demokrat Parti gelene kadar da bir " Devlet Terörü " halinde cezai müeyyidelerle tatbik edilmeye çalıĢılmıĢtır.
Evet bu bir " ulusallaĢtırma " projesiydi. Ama nedense yalnızca ve Ģiddetle dini Ģeaire karĢı yürütüldü. Hukukta, siyasette, bilimde, sanat ve sporda, müzik, edebiyat ve hatta Ģiirde, günlük yaĢamın neredeyse bütün ritüellerinde yabancı kelime, kavram ve kullanımlar vardı. Ve bunların varlığı nedense Türkçüleri ve milliyetçileri bir türlü rahatsız etmiyordu ki bunlara karĢı herhangi bir tedbire baĢvurulmuyordu. Medeni hukukumuz, ceza ve borçlar hukukumuz neredeyse bütünüyle dıĢarıdan ithal edilmiĢti. Tanzimat da Cumhuriyet de her Ģeye rağmen müesseseleĢirken gözünü Batı"ya dikmiĢti. Ulusal programcılar bundan hiç rahatsızlık duymadılar. Türk"ün aklını Batı"nın tasallutundan kurtarmayı ve korumayı hiç düĢünmediler. Bu kavramlar ve yabancı müesseseler kültürümüzü, beynimizi, kimliğimizi ve sosyal yapımızı yabancılaĢtırmıyor muydu ?
Halbuki bu sahalar ibadet diline göre bizi siyasi ve sosyo-kültürel açıdan daha fazla kuĢatıyordu. Ġbadet dili adından da anlaĢıldığı üzere daha özel bir alanla sınırlıydı. Yani doğrudan hiçbir siyasi propaganda empoze etmiyordu. Üstelik bin yıllık bizim kendi öz değerlerimizle iyiden iyiye kaynaĢmıĢ idi. Öyleyse bu dil etrafında koparılan fırtınanın anlamı ne idi ? ĠĢin doğrusu birileri dinin özünden ve kendisinden rahatsızlık duyuyordu. Fakat bu rahatsızlığını ibadet dili üzerinde polemik ve demogoji üreterek dile getirmeye çalıĢmaktaydı. Açıktan ve doğrudan dine karĢı tavır almaya cesaretleri olmadığından mücadele alanlarını farklı sahalara kaydırarak sürdürmek istemektedirler.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi nedense yalnızca ibadet dili üzerinde polemik yapılıyor. Bir hukuk sistemini, bir sanat anlayıĢını, bir spor, müzik, ya da siyasete dair ithal bir kavramı veya sistemi böylesine mübtezelce kamuoyu önünde kıyasıya tartıĢmaya açtıklarını hiç müĢahade, hiç tanıklık ettiniz mi? bizim güreĢimiz var futbol bize ait değil, ya terk edelim veya ulusal geleneklerimize uyduralım dendiğini duydunuz mu? Sporun, müziğin ve hatta Ģiirin dili nasıl evrenselse ibadetin dili de evrenseldir. Öyle olduğu içindir ki dini Ģeairden sayılmıĢtır.
Kuran dili etrafında sürüp giden safsatanın, aslında 1400 yıllık bir geleneği, namaz ibadetini yıkıp tahrip etmek, müminlerin arasına fitne ve iftiralar sokmak gibi ulvi gayeleri vardır (!). Ayrıca bu nevi tartıĢmalarla, din ve dinle ilgili mukaddesatla, diledikleri gibi oynayabilecekleri daimi bir tartıĢma ortamını oluĢturma hedeflerinin bulunduğunu üzülerek ifade edelim.
Birileri sürekli dini ve manevi değerlerimizden viraj alma niyetinde, bunu biliyoruz. Dolayısıyla kendi ideolojilerini inĢaa etmek için dini, politik ihtiraslarına alet etmekten çekinmiyorlar.
Elbette Kur"an belagattan ibaret bir kitap değildir. Her ne kadar nazım ve belagat yönünden muciz ise de, hikmet ve ahkam yönüyle de mucizdir.
O cahil toplumdan, kıyamete kadar insanlığa örnek olacak bir nesil ve toplum inĢa etmiĢtir. Ahlakı itikadı, hukuku ve insaniyetiyle eĢsiz bir nesil… insani ve hukuki bir medeniyet kurmuĢtur. SAADET ASRI… Kur"an insanı, toplumu ve ahlakı birden kucaklayan hukuki esaslarla gelmiĢtir. Ve bu hukuki dili kati surette harfi tercümeye tabi tutamazsınız. Zira hukuki dil oldukça teknik bir dildir. Bugün milletlerin ellerindeki hukuk müdevvenatını, diğer bir dile aktarırken çok defa, çok teknik olan lafız ve kavramlar asli lisanıyla korunarak aktarılırlar. ġerh ve yorumlar düĢmeden, bu teknik lafız ve kavramlar, mana ve ifade kaybına uğratmadan tercüme etmek hemen hemen imkansızdır. Kur"an"da öyle teknik ve hukuki kavramlar ve lafızlar vardır ki, bazen bir lafza, bir sayfa Ģerh düĢme ihtiyacı duyarsınız. Bu yüzden tercüme dil teknikleri ne kadar geliĢirse geliĢsin, Kur"an"ın sahip olduğu bilimsel, edebi, tarihi, kültürel, hukuki ve fikhi dili ve kavramları hakkıyla tercüme etmeyı mümkün bulamayacaktır.
Sadece kelime ve kavramları değil, Kur"an"ın insana tabiata, kozmik düzene, topluma, sosyal değiĢim vee vakıaya, tarihsel ve beĢeri süreçlere, kafir, mümin ve münafık tiplemelere yaptığı literal vurguları nasıl tercüme edeceksiniz ?
Bütün bu vurgular aĢkın içerikleri ve her asra hitap eden farklı manaları ile harfi bir meal ve tercüme gibi kısır bir dilde nasıl ifadesini bulacak ?
Sosyolojik ve psikolojik tipleme ve örneklemeler ile vermek istediği tarihsel ve evrensel mesajları, tarihi medeniyelere yaptığı tek kelimelik göndermeleri hangi tercüme nevinde dile getireceksiniz ?
Öyle olur ki Kur"an bazen getirdiği kısacık bir cümle ile nazil olduğu toplumda devrim meydana getirmiĢtir. Siz bu sosyal, beĢeri ve tarihi devrimi ne tip cümleler ile ve hangi toplum modeline takdim edeceksiniz ?
HerĢeyi bir kenara bırakın, sadece " ALLAH " lafzının cahili Arap zihniyetinde ihsas ettiği değiĢim ve dönüĢümü hangi tercüme dilinde bir tek kelime ile hülasa edeceksiniz ?
Sade bir müslüman bile, "ALLAH" lafzını duyunca 99 ismiyle ve bilinen sıfatlarıyla O"nu zihninde idrak etmektedir. Bütün bu güzel isim ve sıfatlara sahip olan O Yüce Zat"ı mesela bir " TANRI " kelimesiyle izah etmeye imkan var mıdır. ? Sorular, sorular, sorular… Evet Kur"an-ı Kerim Kainat"a, ins, cins bütün varlığa meydan okuyor ! "Yoksa "Onu kendisi uydurmuĢ" mu diyorlar? De ki: "Öyleyse, iddianızda tutarlı iseniz haydi onunkine benzer bir sûre ortaya koyun ve Allah"tan baĢka çağırabileceğiniz kim varsa hepsini de yardımınıza çağırın."
Kaldı ki tercüme ayetlerin de hıfzedilmesi ve ezberlenmesi külfetlidir. Hatta tecrübe edenlerin de bildiği gibi, tercümesini ezberlemek, Arapça aslını ezberlemekten çok daha zor ve meĢakkatlidir. O halde meseleyi polemik malzeme yapanların derdi üzüm yemek olmadığı ortadadır. Bunu herkes biliyor. basit basit meseleleri sloganlaĢtırıyorlar. TartıĢma ortamları alabildiğince sihatsiz, bilimsel ve entelektüel zeminden ve derinlikten yoksun.
Yani meseleyi bir reform Ģeklinde algılayan ve takdim edenler var. Felsefi, sosyal ve kültürel açıdan bu tartıĢmaları bir reform olarak değerlendirmeye imkan yok. Zira herhangi bir fikir, inanç ve ahlak sistemini reforme etmek demek, o sistemi bütün muhteva ve Entelektüel unsurlarıyla masaya yatırarak ona yeni bir elbise giydirmek ve onu ihya etmek demektir. Reform, özü bozulmuĢ deforme olmuĢ bir Ģeyi aslına döndürmek, düzeltmek ve ıslah etmek demektir. Halbuki Kur"an aslı bozulmadan bize kadar ulaĢmıĢtır. Dolayısıyla bu teĢebbüs bir reform değil, Kur"an"ın aslını deforme etmeye yönelik bir teĢebbüstür. Yani reform meselesi öyle basit bir olgu değildir. Ġddia sahipleri ya reform kavramının mana ve muhtevasını bilmiyor veya buna kafaları ve Entelektüel birikimleri yetmiyor! Öyleyse buna "reform" diyemeyeceğimize göre ne diyeceğiz?Kanaatimce bu nevi giriĢimler her fikir ve inanç sisteminin maruz kaldığı bid"at ve modern hurafelerden öteye geçmemektir. ĠĢinn garip tarafı, bid"atlarla kıyasıya mücadele edenlerin, modern çağın en büyük bid"atını bizzat kendileri yerleĢtirmek ve dayatmak istemeleridir. Bu çeliĢkiyi içlerinde nasıl barıdırıyorlar anlamak mümkün değil.
TartıĢmanın farklı boyutlarından biri de ibadet kavramının anlamaya indirgenmesidir Ġddia Ģu : Namaz da okunan ayetler tercüme edilirse manaları anlaĢılacağından daha huĢulu namaz kılınmıĢ olur ! Gerçekten de öyle mi.? O zaman araplar, diğer müslüman halklara göre daha huzurlu ve huĢulu namaz kılıyorlar demektir. Bu iddianın tutar tarafı var mı sizce? Bugün milyonlarca insan namaz da manasını anlamıyor dahi olsa büyük bir huzur ve huĢu hissediyor. Eğer huzur ve huĢu hissedemiyorsan sorunu dilde değil, kendinde aramalısın.
Birkaç yıl önce yeni müslüman olmuĢ bir batılıdan dinlemiĢtim : Bir taraftan yeni müslüman olmuĢ bu kutlu insanın bu ince duygu ve hislerini düĢünüyor. Diğer taraftan da bu duygular üzerinde polemik üretmeye ömür adamıĢ zavallıları! Duygu ve manadan uzak olduktan sonra namazda okuduğunu anlamıĢ olmakla, anlamamıĢ olmak arasında ne fark var ki ! Namazda anlamak esastır diye hiçbir yerde ve eserde bir mecburiyet söz konusu değildir. Ayrıca ibadet kavramının sırf bir anlamaya indirgenmesi, ibadet gerçeği ve kulluk psikolojisi açısından oldukça eksik bir yaklaĢımdır. Oysaki namazda önemli olan namazla bütünleĢmek, kimin huzurunda ve niçin durduğunun Ģuuru ve bilincinde olmaktır. Bu da manayı anlamakla sınırlı bir Ģey değildir. Ġbadet kavramı içinde büyük manalar barındıran bir kavramdır. Ġnsanın yalnızca aklına hitap etmez. Kalbini, hissini ve bütün manevi letaifini kucaklar. Onu anlamak ile sınırlandıranlar, ibadeti rasyonel bir fenomene indirgiyorlar. Diğer bir açıdan, her Ģeyi akıl ve teakkul çerçevesinde yoklayan pozitivist bir tavra irca ediyorlar. Bu da modern çağın en büyük hastalıklarından ve vehimlerinden biridir.Pozitivist yaklaĢımlar insanları ve toplumları alabildiğince maddileĢtiriyor.. ġahsen ben ibadeti anlamaya indirgeyen yaklaĢımlarda da böyle gizli ve sinsi bir pazarlık seziyorum.
Türkiye"deki yerleĢik milliyetçilik anlayıĢını eleĢtiren yazılar yazdığımda bazı okurlar tarafından "meseleyi çarpıtmakla" suçlanıyorum. Gelen mesajlar, MHP ideolojisinin veya "Atatürk milliyetçiliğinin" ırkçı olmadığını, "ne mutlu Türk olana" demediğini, her vatandaĢı etnik kimlik farkı gözetmeksizin " Türk" saydığını övünerek vurguluyor.
Ġyi ama zaten Türk milliyetçiliğindeki problem ırkçılık değil ki… Onun tam zıddı olan asimilasyonculuk.
Eğer Türkiye ırkçı bir ülke olsaydı, vatandaĢlar arasında ırki köken ayrımı yapılır, bunlara göre farklı toplumsal kategoriler yaratılırdı. Nazi Almanyası bunun feci bir örneğiydi. 1936 yılında yayınlanan Nürnberg Kanunları "Alman ırkı"ndan olan vatandaĢları diğerlerinden ayırıyor, Almanlara özel haklar verirken diğerlerine kısıtlamalar getiriyor, iki taraf arasındaki "karıĢık evlilikleri" de yasaklıyordu. Pek çok Yahudi, "biz Musevi inancına sahip Almanlarız" diye ısrar eder, yani asimile olmak isterken, Naziler "hayır, siz ayrı ve aĢağı bir ırksınız" diye dayatıyordu.
Türkiye hiç bir zaman böyle olmadı. Gerçi 30′lu yıllarda bazı "kafatasçı" tezler resmi destek gördü, ama bu geçici bir heves olarak kaldı. Ġlerleyen yıllarda Nihal Atsız gibi bazı ideologlar ırkçılık yapmayı sürdürdüler, ama bu çizgi MHP içinde bile tutunamadı, marjinal kaldı.
Bu sebeple, "ırkçı TC" gibi suçlamalar getirenler haksızlık yapıyor, "biz ırkçı değiliz" diyen milliyetçiler de doğru söylüyor.
Gelgelelim, ırkçı olmamak, hakça bir sistem kurmak için yeterli değil. Bir de insanların kimliklerine saygı göstermeniz, onları oldukları gibi kabul etmeniz gerek.
Türk milliyetçiliği, iĢte bu açıdan biraz sorunlu. Irkçılık yapmayıp her vatandaĢı "Türk" diye kucaklıyor, fakat o vatandaĢ "bir dakika, ben Kürdüm" dediğinde ortalık birden buz kesiyor.
Bu durumda Türk milliyetçiliğinin ikinci argümanı devreye giriyor: "Olur mu canım, sen de Türksün, çünkü Türk demek Türkiye vatandaĢı demek, sen de vatandaĢsın ya iĢte."
Ancak bu pek ikna edici bir telkin değil. Çünkü "Türk" olmanın sadece "Türkiye vatandaĢlığı" anlamına geldiğinde ısrar edenler, bir taraftan da "Adriyatik"ten Çin"e Türk dünyası"ndan, Yunanistan veya Bulgaristan"daki Türklerden, "tarihteki 16 Türk devleti"nden söz ediyorlar. Buradan da belli ki Türklük, "Türkiye vatandaĢlığı"ndan farklı bir Ģey. Bir etnik kimlik.
Durum bu iken "ben de Türküm" demek, Kürtler için "kendini inkar" anlamına geliyor. Nitekim ben bugüne kadar kendi iradesiyle "ne mutlu Türküm diyene" diyen tek bir Kürtle bile tanıĢmadım. Ama "ben bir Kürt olarak Türkiye"de özgürce yaĢamak istiyorum" diyenini çok gördüm. Çoğu bunu diyor zaten.
Türk milliyetçilerinin önündeki kritik soru, bu talebi kabul edip etmeyecekleridir. Eğer ederlerse, Bulgaristan veya Yunanistan"daki Türkler için (haklı olarak) savundukları hakları Türkiye"deki Kürtlere de teslim etmiĢ, yani adil ve ilkeli davranmıĢ, Türkiye"nin barıĢ ve huzuruna da büyük katkıda bulunmuĢ olurlar. Yok kabul etmezlerse, o zaman 80 yıldır denenmiĢ ve sadece iç çatıĢma üretmiĢ olan asimilasyon politikasını zorlayarak meseleyi çıkmaza sürüklerler.
ĠĢin en tehlikeli yanı ise, asimilasyondan umudunu kesen milliyetçilerin öteki uca savrularak ırkçılığa yönelmesi, "madem Kürt olmakta ısrarlısınız, o zaman gidin bu ülkeden, Türk olmayana burada yer yok" demesidir. Böyle bir eğilimin varlığını gösteren rahatsız edici iĢaretler var zaten.
Peki ya Kürt tarafı? Oradaki milliyetçilik daha da beter. Çünkü orada asimilasyonculuktan gelen, iyi-kötü de olsa bir "birlikte yaĢama" iradesi de yok. Olabildiğince "ayrıĢma" talebi var. Öcalan"ın Kürtler için ayrı "savunma gücü" kurma yönündeki fantazilerinde gözüktüğü gibi.
www.derindusunce.org Fikir Platformu 107
Ġlker BaĢbuğ son konuĢmasında Kinyas Kartal"ı referans vererek: "Ayrılık tohumu giren tarladan nifak ve nefret çıkar" dedi… Kinyas Kartal"la ilgili dün bizim gazetede çıkan haberde epeyce eksik ve özensiz bir tanıtma metni vardı… Kartal bir Kürt aydını ve politikacısı olarak ciddi zulümler görmüĢ birisi… 1900 yılında Çarlık Rusyası"nda doğmuĢtu Kartal. Çünkü ailesi oraya sürgün edilmiĢti. Eğitimini orada aldı. 1922 yılında Van"a döndü. Dört yıl sonra 1926′da bulunduğu il olan Van"dan, diğer birçok Kürt ileri geleniyle birlikte sürüldü. Bir süre Ġzmir"de ikamete mecbur edildi. Hatta yan yana, aynı kelepçeyle bağlı olarak sürüldüğü isim ise Said Nursi"ydi. Kartal birkaç yıl sonra sürgün yasağı kalkınca Van"a yeniden döndü. 1938′de resmî dilde "Dersim Olayları" olarak anılan aslen çok feci bir katliam olan o hadiselerden sonra, bir daha sürüldü Kinyas Kartal. Alakalı ya da alakasız her kıpırdanmadan sonra "önderlik" etme potansiyeli olduğu düĢünülen Kürt ileri gelenleri sürülüyordu zaten. Ardından 27 Mayıs darbesi sonrası da Sivas Kampı"na sürüldü… Sürgünde doğdu ve hayatında sadece Kürt olduğu için üç kez sürgün edildi… Kinyas Kartal"ın hikâyesi cumhuriyet tarihi boyunca Kürt kimliğini bir nebze ifade etmiĢ (hatta bazen hiç etmemiĢ) her Kürt aydınının, politikacısının hikâyesidir… Kinyas Kartal ki çok nüfuzlu ve zengin bir ailenin evladıydı. Sonrasında milletvekilliği yaptı. Alt sınıflardan, maraba ailelerden gelip Kürt kimliğini ifade etmek isteyenler çok daha ağır zulümler yaĢadılar… BaĢbuğ"un bahsettiği ayrılık tohumları bu sistematik zulüm politikalarıyla atıldı zaten… Bugün bu devletin ordusunun baĢı, bu devletin sadece kimliği sebebiyle sürdüğü ve acılar çektirdiği bir adamdan alıntı yapıyor… Fakat bu alıntı bir özrü de içermeli. Bu topraklarda yaĢayan herkesin devleti olması gereken Türkiye devleti geçmiĢte zulmettiği yurttaĢlarından özür dilemelidir… Bu onurlu bir devletin yurttaĢlarına karĢı ahlaki borcudur… Öte yandan bu bahsettiğim sistematik inkâr ve asimilasyon politikalarına rağmen, Türk devlet dilinde Kürtleri varlık olarak dıĢlayan bir söylem yoktu bugünlere kadar… Ġnkâr ediliyorlardı. "Onlar da Türktür" deniyordu vs… Kürtlerin var olduğu artık dayanılmaz bir realite olarak kabul edildiği zaman da "KurtuluĢ SavaĢı"nda Türk, Laz, Çerkes, Kürt beraber savaĢtık, bu ülkeyi beraber kurduk" söylemi dillerden düĢmüyordu… Devletin resmî aydınlarının söylemi de bu yöndeydi… Son dönemde ise bu söylemde bir kırılma yaĢanmaya baĢlandı… Bir Türk generalinin nasıl bu toplumun tam ortasına "nifak" soktuğunu bir süredir yazıyorum. Geçen hafta birçok gazeteci de bu meseleyi yazdı… "KurtuluĢ SavaĢı"nda Kürtler bizimle savaĢmadı. Bu ülkeyi beraber kurduğumuz yalandır" söylemini her yerde dillendiren bu generalden daha beter olan kimi "akademisyen"ler de var bu ülkede… General Pamukoğlu gibi toplumun arasına nifak sokmayı iĢ edinmiĢ bir baĢka adam da Orhan Çekiç adlı bir "tarihçi"… Maltepe Üniversitesi"nde Atatürk Ġlkeleri ve Ġnkılâp Tarihi Bölüm BaĢkanı… Bunun yanı sıra tıpkı Pamukoğlu gibi Ģehir Ģehir gezen bir nasyonalizm misyoneri… Bu kiĢi "KurtuluĢ SavaĢı"nda Kürtler savaĢmadı" söylemini daha da ileri götürüyor… "Ne beraber savaĢması. Biz KurtuluĢ SavaĢı"nda Rumların yanında, Ermenilerle ve Kürtlerle savaĢtık" diyor… Orhan Çekiç"in -tıpkı Pamukoğlu gibi-istisnai bir örnek olduğunu kimse sanmasın… Onlar gibi inanan, öyle düĢünen çok sayıda kendine Kemalist diyen gazeteci, akademisyen, general, yargıç, savcı vs. var… 2010′lar boyunca çok daha sık konuĢacağımız Türk bölücülüğünün habercisi bu patolojik açıklamalar… Orhan Çekiç meczup olarak kabul edilen bir isim değil. Aynı zamanda Harp Akademileri Stratejik AraĢtırmalar Enstitüsü"nde de üye olan, Türk subaylarına "eğitim" veren biri Çekiç… Yazdığı kimi kitaplar "ders kitabı" olarak okutuluyor… Bu felaket gidiĢe dur demek zorundayız… "Bu ülkeyi hep beraber kurduk" söyleminden "KurtuluĢ SavaĢı"nda Kürtlerle beraber değil Kürtlere karĢı savaĢtık" söylemine giden tehlikeli bir gidiĢat sözkonusu bu ülkenin kendine Kemalist diyen aydın sınıfının zihninde… Ġlker BaĢbuğ bu ülkeyi Yugoslavya olmaya götürecek nifak ve nefret tohumları için uzaklara bakmasın… Geleceğin Türkiye"sinin subayları bu nefret söylemleriyle yetiĢiyorsa bu ülke gerçekten yokuĢ aĢağı gidiyor demektir… Bu faĢist zihniyetin "eğitim" anlayıĢıyla, bu ülkenin harp okullarından, akademilerinden ancak Ratko Mladiç gibi askerler yetiĢir… Türkiye"nin bütünlüğü bağlamında büyük bir tehlikedir bu…
Ġnsana ait tüm değerlerin yıkıldığı bir dünyada yaĢamaktayız. Artık kimse insan nedir sorusunu sormuyor. Onun mahiyeti, içi, duyguları, düĢüncesi, bakıĢ açısı, hayalleri artık önemli değil. Modern çağın tüketim bataklığında eskiden kalma bir söylence neredeyse… Ġnsan artık monotonlaĢtırılan, ĢuursuzlaĢtırılan, kendi olmaktan çıkarılan sadece alıĢveriĢ yapan bir tüketim nesnesi haline dönüĢtürülmüĢ durumda. Ölümüne kadar nasıl ve ne Ģekilde yaĢayacağı da neredeyse matematiksel olarak kurgulanmıĢ… Bu dünyada büyük devletler, Ģirketler ve güçlü insanlar her Ģeyin insanların mutlu olması için kurgulandığını ifade ederler. Oysa gerçek böyle değil. Açıkçası insan hiç bu kadar ihmal edilmemiĢti. Bu denli nesneleĢtirilmemiĢti. O yüzdendir ki bugün insanlık ciddi bir bilinç bulanıklığı yaĢamaktadır. Ġnsanların kendilerini sorgulamalarına bile müsaade edilmemektedir.
Bugün her Ģeyden evvel insanı konuĢmamız gerekmektedir. Özellikle ülkemizde önemli addettiğimiz tüm meselelerin en baĢına insanı yerleĢtirmeliyiz. Onun değerlerini, iç dünyasını, kontrol mekanizmalarını, rasyonel ve irrasyonel taraflarını, alıĢkanlıklarını, huylarını, hayallerini, cismani arzularını, sabrını, gönlünü, vicdanını, aĢkını, Ģevkini, enerjisini vs. yani insana ait ne varsa önce bunları konuĢmalıyız. Ġnsanı yeni baĢtan tanımlamalıyız. Onu kâinatın merkezine yerleĢtirmeli ve değerini, itibarını yüceltmeliyiz. Türkiye"de bugüne kadar yaĢanan tüm sosyal, siyasal hatta ekonomik krizlerin ardında insanın sürekli gözden düĢürülmesi ve onun mahiyetinin idrak edilmemesi yatmaktadır. Ġnsan Türkiye"de anlaĢıldığı gibi bir varlık değildir. Yani insan= Türk demek değildir.
Ġnsan denildiğinde akla Türk"ten baĢka bir Ģey gelmediğinden dolayı olsa gerek bugüne kadar burada yaĢayan insanların varlığı hep göz ardı edildi.
Ġnsanı hesaba katmaksızın felsefesi çizilen her türlü düĢünce sisteminin iflas edeceği bir gerçektir. Öylede olmuĢtur. Bugün atladığımız en önemli sorundur bu. Onun için bugün Türkiye" de örneğin yargı reformundan, sivil anayasadan, Kürt açılımından, Alevi ve baĢörtüsü meselesinden önce insanın konuĢulması ve anlaĢılması gerekmektedir. Ġnsanı tanıdıkça onu evrenle bütünleĢtirdikçe, yüreğine doğru indikçe bir Kürt"ün Alevi"nin ve Müslüman"ın taleplerini daha iyi kavrayacağımız ve anlayıĢla karĢılayacağımız aĢikârdır. Felsefeleri incelemeden, sanat hakkında hüküm vermeden, edebiyat hususunda görüĢ belirtmeden, hayatı hatta din ve felsefeyi tanımadan önce "insanı" tanımak gerek. Eğer insanı tanıyacak olursak onun için en iyi dini de seçebiliriz" der Dr. Ali ġeriati… "Ġnsani standartları" devreye sokmalıyız;
Ülkemizde "insani standartların" yerine "Türkiye standartları" gibi bir anlayıĢın yer etmiĢ olması insanların özgürleĢmelerini yani insanlaĢmalarını sürekli engellemiĢtir. Farklı kesimlerin her türlü insani talepleri maalesef bu "Türkiye standartları" engeline çarpmıĢtır. Türkiye standartları diye bir kavram bahane edilerek burada yaĢayan farklı kesimlerin hak talepleri sürekli geri çevrilmiĢtir. Gerçekte geri çevrilen insan ve değerleriydi. Yani ihmal edilen insanlıktı.
Ġnsanın gözden kaçtığı, giderek yok sayılmaya baĢlandığı ortamlarda ve dönemlerde mutlaka insanlığımızı öne çıkartmak mecburiyetindeyiz. Küçük, kullanılıp atılan ve her gün değiĢen bilgi ve düĢüncelerle dolduruluyoruz. Bu yüzdendir ki gittikçe kalıcı düĢünceden ve derinlikten uzaklaĢıyoruz. Artık insanın, "insan" olabilmesinin yolunun özgürleĢmekten geçtiğini ancak bu sayede insanlaĢacabileceğini idrak etmemiz gerekmektedir. Yıllardır darbelerle, darbe zihniyetinin ürettiği düĢünce kalıplarıyla bu topraklarda yaĢayan insanların özgürleĢmelerine mani olundu. Oyuncak muamelesi yapıldı insanlara… Oysa insanın anlaĢıldığı bir ülkede herkes özgür, fikir ve düĢüncelerini serbestçe ifade edebilir. Ġnsanın tanındığı, değer verildiği bir ülkede ne baĢörtüsü, ne Kürtçe dil yasağı nede Cem evleri sorunu yaĢanır. Ancak bizim ülkemizde yaĢanıyor. BaĢörtüsü hala yasak, Kürtçe hala sorun, Alevi"lerin, yığınlarca problemi hala güncelliğini korumakta. Hz. Muhammed(a.s.) "Arap olmayanın Arap"a, Arap"ında Arap olmayana bir üstünlüğü yoktur" derken kendisinden binlerce yıl sonra vuku bulacak Ģovenizm, farklı inanç, kültür, mezhep, ırk ve dil karĢıtı birtakım zihniyetlerin varlığını dikkat çekiyordu. Dünyaya varlığımızı gerçekleĢtirmek, insanlaĢmak yani özgürleĢmek üzere gönderildiğimizi ifade etmekteydi peygamber. Onun için her Ģeyden evvel insanı ve değerlerini sahip çıkmak sünnetlerin en büyüğüdür. Seri, tek tip üretim tarzına yapılan her itirazın kesinlikle insani ve ahlaki olduğu akıllardan çıkarılmamalıdır.
Ġnsan Ģüphesiz evrensel tablonun en önemli rengidir. Ġnsanın gözden düĢürüldüğü, gündeme alınmadığı ve nesneleĢtirildiği bir ortamda onun derinliğine inmeden, duygularını, hayallerini, umutlarını, değerini ve kutsanmıĢlığını takdir etmeden gelecek adına hiçbir projenin hayata geçirilemeyeceğinin bilinmesi gerekir. Bu bakımdan sürekli yitirilen insanı ve onun en temel vasıflarını, sevgiyi, içtenliği, hoĢgörüyü, aĢkı kısacası evrensel tablonun en önemli rengini ortaya çıkarmak için gayret sarf etmeliyiz. Ġnsanı nerede olursa olsun, ona ait olan her Ģeyi dedikodu malzemesi haline getirmeden, yeniden tanımaya, anlamlandırmaya, içine/yüreğine inmeye, evrenin tüm renklerini onunla bütünleĢtirmeye ihtiyacımız var. Bu kadar kavganın, gürültünün ve koĢuĢturmanın içinde daha fazla geç kalmadan bunu baĢarmak durumundayız. Bu argümanda haklılık payı var, çünkü "Türk" kelimesinin tarihte "Osmanlı Müslümanı" anlamına geldiğini gösteren pek çok örnek mevcut. Sırplar bugün bile hala (etnik olarak düpedüz Slav olan) BoĢnaklar"a " Türk" diyebiliyorlar. Gelgelelim, Osmanlı"ya ve Ġslam"a ait olan herĢeyden kopmak azmiyle yola çıkan sevgili Cumhuriyet"imiz, Türklüğün bu geniĢ çerçevesini epey daraltmıĢ, yok GüneĢ Dil Teorisi, yok Türk Tarih Kongresi diye zorlayarak, kökeni Orta Asya"ya uzanan epey etnik temelli yeni bir "Türklük" inĢa etmiĢ durumda. Okullarda "Milli Tarih" diye bunu öğretiyoruz. Bu zihniyetin vardığı en son noktayı da, Mümtaz Soysal"ın "etnik mübadele" teklifinde açıkça görebiliyoruz.
"Türklüğün" vaziyeti bu iken, bunun çatısı altına girmek pek çok Kürt için "asimilasyon"dan baĢka bir Ģey ifade etmiyor.
Dolayısıyla, "Türklüğün" Kürtleri de gerçekten kucaklaması için biraz "açılması" gerekiyor.
Kürt sorununu tartıĢa tartıĢa, aslında oldukça bariz olan, ancak pek az kimsenin telaffuza yanaĢacağı bir noktaya varmıĢ durumdayız: Türkiye resmi ideolojisinin en önemli iki unsurundan biri olan "Atatürk milliyetçiliği"nin artık miadını doldurmuĢ olması.
Nedir Atatürk milliyetçiliği diye sorarsanız, cevabı hepimizin çok iyi bildiği o ünlü sloganda bulabilirsiniz: "Ne mutlu Türküm diyene!" Bununla kast edilen, Türkiye vatandaĢı olan herkesin kendini "Türk" addetmesi ve bununla mutlu olması gerektiğidir.
Peki Atatürk neden böyle bir slogan üretme ihtiyacı duydu ve "Atatürkçü" devlet de bunu 80 küsur yıldır memleketin her bir karıĢına kazıma ve her bir vatandaĢına bağırta bağırta söyletme gereği gördü dersiniz?
Çünkü Atatürk, devraldığı Osmanlı bakiyesi topraklar üzerindeki herkesin Türk olmadığının çok iyi farkındaydı. Sonraki nesillerin "Cumhuriyet çocukları" aynı gerçekten bihaber yaĢadılar, çünkü zihinleri "Kürtlük" gibi "zararlı" kavramlardan itinayla temizlemiĢti. Ama Nisan 1920′de Büyük Millet Meclisi kürsüsünden konuĢurken "Meclis-i âlinizi teĢkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değidir, yalnız Laz değildir; fakat hepsinden mürekkep (oluĢan) anasır-ı Ġslamiye"dir" diyen Mustafa Kemal PaĢa, Türkiye toprakları üzerindeki farklı "anasır"ın (unsurların) bilincindeydi. Yeni kurulacak sistemde bu çoğulluğun nasıl yönetileceği üzerinde de zihin jimnastiği yapmıĢ, mesela 1922 yılında Kürtlere "bir çeĢit özerklik" verilebileceğinden bile söz etmiĢti.
Ancak ne olduysa oldu, Milli Mücadele günlerinde "Türk ve Kürt kardeĢliği" temasını dilinden düĢürmeyen Mustafa Kemal PaĢa, Cumhuriyeti kurar kurmaz bu söylemi terk etti. Artık ağzından "Kürt" lafı duyulmaz oldu. Çünkü yeni kurulan devletin "mütecanis" (homojen) bir millete ihtiyacı olduğuna, bunun "tek kimlikli" olması gerektiğine, bu kimliğin de "Türklük" olacağına karar vermiĢti.
Peki Kürtler ne olacaktı? Onlar "eğitilecek" ve aslında Türk olduklarına ikna edileceklerdi. Aynen fazla dindar addedilen vatandaĢların "çağdaĢ" olmaya ikna edilmeleri, bugün bile hala "ikna odaları"nda baĢörtülerini çıkarmaya zorlanmaları gibi.
Bu dayatma karĢısında Kürtler tepki gösterdi, bazıları isyan etti. Buna karĢı devlet de sertleĢti ve kan döke döke bugünlere geldik. Kürtlerin çoğu "Atatürk ilke ve inkılaplarına göre eğitilmeyi" reddetti ve reddetmeye devam ediyor. Ankara"daki hesap, Diyarbakır"a uymuyor. Atatürk milliyetçiliği bitmiĢtir derken, iĢte bunu kast ediyorum. 1920′lerin ortasında baĢlatılan asimilasyon projesi baĢarılı olamamıĢtır. Bu taraflı bir yorum, bir ideolojik hüküm değil, bir durum tespitidir. Ben, devlete göre toplumu değil topluma göre devleti tanzim etmek gerektiğine inanırım, dolayısıyla söz konusu projeyi felsefi açıdan zaten yanlıĢ buluyorum. Ama baĢarılı olsaydı, " baĢarılı olmuĢtur" derdim. OlamamıĢtır. BaĢarılı olan tek Ģey, toplumun kendi dinamikleriyle (ortak Müslümanlık bilinciyle, karıĢık evliliklerle, ekonomik iliĢkilerle vs.) kısmen gerçekleĢtirdiği entegrasyondur.
Dolayısıyla bugün Kürt sorununu tartıĢırken bozuk plak gibi "Atatürk, Cumhuriyeti Ģu esaslar üzerine kurmuĢtur", "Ne mutlu Türküm demiĢtir, konu bitmiĢtir" gibi laflar etmenin hiçbir anlamı yoktur. Atatürk kendi devrinin popüler siyasi anlayıĢlarına göre bir yol tutturdu, yolun sonunu göremeden de bu dünyadan göçtü. Biz ise yolun sonundayız. Ve eğer yeni bir yola " açılamaz" isek, batağa iyice saplanıp kalacağız.
"Allah, "Ey İblis! Ellerimle yarattığıma saygı ile eğilmekten seni ne alıkoydu? Büyüklük mü tasladın, yoksa üstünlerden mi oldun?" dedi.
İblis: "Ben ondan üstünüm, çünkü beni ateşten, onu ise topraktan yarattın Her türlü soy, nesep ve kavmiyetçilik gibi cahilliye duyguları ve içgüdüleri kaldırarak yerine fazilet ve kardeĢliğe dayalı ve üstünlüğün sadece Allah"a yakınlıkta arandığı bir düsturun ikamesi beĢeri aklın baĢarabileceği bir Ģey değildir. Bunu ancak ve ancak ilahi mesaj baĢarabilirdi. Nitekim, Ġslam"ın ırkçılık konusunda getirmiĢ olduğu devrim, tüm zamanların ve tüm mekanların en büyük ve en anlamlı devrimidir dersek abartmıĢ olmayız.
Irkçılık, toplumları sınıflandırmada (bölmede) kan ve etnik kökene önem veren bir yaklaĢım tarzı. Evet ırkçılıkta üstünlük davası vardır. ÖtekileĢtirme ve ayrımcılık vardır. Dahası kendinden olmayana düĢmanlık vardır. Yukardaki ayetlerden de anlaĢıldığı üzere yaratıldığı madde ile övünen, kendini üstün sayan ve karĢısındakini düĢman bilen iblis ilk ırkçı varlıktır.
Benzeri bir yaklaĢımla, kendi ırk ve milletinden olanları üstün, baĢka ırk ve milletten olanları aĢağı görmek, Ģeytanî bir bakıĢ açısıdır denilebilir.Türkiye"de de, bu bakıĢ açısı tahmin edilemeyecek kadar çok fazla ve hatta çoğu kimse bu hastalıklarının farkında dahi değiller. Her ne kadar Türkiye"de ırk ayrımına yol açacak biyolojik bir ayrıĢma (örneğin farklı deri rengi, kafatası yapısı, vs.) yoksa da ırkçılığın bir baĢka versiyonu olan "etnik milliyetçilik" çoğumuzun kılcal damarlarına kadar iĢlemiĢtir. Nasıl iĢlemesin ki, milliyetçiliği anayasanın değiĢmez ilkesi olarak benimsemiĢ bir millî devletin millî eğitim çarkından geçmiĢ bir nesil elbette müspet milliyetçilik ile etnik (menfi) milliyetçilik arasındaki farkı idrak edemezse, bu hastalığın pençesine düĢecektir farkında dahi olmadan. Hatta Türkiye"de Ġslami kesimde dahi milliyetçiliğe karĢı ciddi bir tavır alındığı söylenemez. Maalesef insanımızın çoğu müspet milliyetçilik fikrinin kapısından girip "menfi milliyetçilik" fikrine kayabiliyorlar ve çoğu kez bunun farkına dahi varamıyorlar.
Türkiye"yi ve tüm Türkiye halkını sevmek manasındaki müspet milliyetçilik anlayıĢı, meĢru ve makul bir anlayıĢtır. Bunda bir sorun yok. Ancak Nihal Atsız ya da Ogün Samast"ların anladığı tarzda, Türkiye"nin tümünü değil, sadece etnik yönden Türk olan vatandaĢları seven, dahası içerde ve dıĢarıda fark etmez, diğerlerine de düĢman olan bir milliyetçilik anlayıĢı "etnik milliyetçiliktir" ve ırkçılığın baĢka bir tezahürüdür.
ĠĢin acı tarafı ise, sadece "içerdekilere düĢmanlara" değil, dıĢ dünyaya ve özellikle batıya, kısaca kendinden olmayan her Ģeye düĢman olan bu Türkçülerin, Batıdan ithal edilmiĢ yani kökü dıĢarıda olan bir ideolojinin üzerinde oturuyor olmaları. Çünkü etnik milliyetçilik bir baĢka tabirle ırkçılık modern batıda, ortaya çıkmıĢ, buradan bizim topraklara ve de tüm Ġslam topraklarına yayılmıĢtır. Zira 20. yüzyılın baĢlarına kadar Osmanlı topraklarında ne Türkçülük, ne de Kürtçülük vardı.
Necip Fazıl Kısakürek "arabacıdan araba, türkçüden de türk olmaz " diyerek olayın trajikomik tarafını da göstermiĢtir bizlere.
Bu bakımdan, ırkçılık illetinin nasıl bir hastalık olduğunu, bu hastalığın nasıl seyrettiğini, nasıl bir tahribat yaptığını ve geride nasıl bir enkaz bıraktığını ve nasıl bir Ģeytani oyun olduğunu anlayabilmek için öncellikle, ırkçılık ideolojisinin arka planına ve batıdaki teorik geri planına gitmek gerekiyor.
Irkçılığın teorik geri planı Platon"a (Eflatun) kadar dayanır. Platon teorilerini geliĢtirirken; kafasında hayal ettiği Ģehir veya devletin, adalet ve estetiğine dayandırır. Platon"a göre adalet, "devletin çıkarıdır " ve bu da Ģehirde sert ve katı bir sınıf farklılaĢmasının sağlanması ve Ģehirdeki değiĢimin durdurulması anlamına gelmektedir. Platon"a göre Ģehirde üç sınıf vardır: bekçiler (askerler), yardımcıları ve para kazanıcılar. ġehrin değiĢmesini durdurmak yada Platon"un kendi ifadesiyle "ġehrin Tanrısal Formu"nu korumak; Ģehirde görevleri belirlenmiĢ herkesin, sadece kendi iĢleriyle meĢgul olmasına bağlıdır. Dahası sınıflar arası yatay geçiĢ yapılabilir ancak dikey geçiĢ yapılamaz. Misal olarak iki iĢçi kendi aralarında yer değiĢtirebilirler yani doğal yerlerini değiĢtirmesinde bir sakınca yoktur. Ancak iĢçi sınıfından biri kesinlikle bekçi ya da baĢka bir sınıfa mensup olamaz. Alt sınıftan üst sınıfa geçiĢ ve bu denli değiĢim Ģehrin çökmesi demek olur. KiĢi iĢçi sınıfındansa iĢçi olarak kalmaya mahkumdur. Aksi taktirde estetik ve adalet bozulur ve toplumda adaletsiz bir yapılanma zuhur eder! Çirkinliklerinden arınmıĢ bir dünya kurulamaz ! K. Popper"e göre, Platoncu bu yaklaĢım estetik ile ilgilidir ve bütün çirkinliklerinden arınmıĢ bir dünya kurma tutkusu onu böyle düĢünmeye sevk etmiĢtir. Filozofa göre öyle bir toplum inĢa edilsin ki, o toplum her yönüyle mükemmel olsun. O toplumda saygısızlık, zulüm, pislik, sefalet, olmasın… (1) Ancak Platon"un bu "Tanrısal Formu" nasıl gerçekleĢecektir? Bu konuda Platon"un önerdiği proje; tarih boyunca despot ırkçılara ilham olmuĢ akıl dıĢı projedir.
ĠĢte proje :
[Platon'a göre] yönetici sınıfın kendisini üstün bir ırk olarak hissetmesi çok önemlidir. Platon "bekçilerin (askerlerin) ırkı saf tutulmalı" derken (ve böylece bebek cinayetlerini savunurken), o zamandan beri tekrar edilen ve hayvanları büyük bir dikkatle çiftleştirirken kendi ırkımızı ihmal ettiğimiz yönündeki ırkçı argümanı geliştirmektedir. Bu prensiplerin, deneyimli bir hayvan yetiştiricisi tarafından köpeklere, atlara veya kuşlara uygulanan çiftleştirme yöntemi gibi, üstün ırkın yetiştirilmesi için de uygulanmasını istemektedir. "Eğer onları bu şekilde çiftleştirmezseniz, kuşlarınızın veya köpeklerinizin ırkının çabukça dejenere olacağını düşünmüyor musunuz" diye sorar Platon, ve sonra da şu sonuca varır; "bu prensipler insan ırkı için de geçerlidir". Yani bir askerden veya muhafızdan istenen ırksal özellikler, bir çoban köpeğinden istenen özellikler gibidir. "Savaşçı sporcularımız… bekçi köpekleri gibi uyanık olmalıdırlar" demektedir Platon ve devam etmektedir; "elbette, bekçilik yapmak için doğal uygunlukları göz önünde bulundurulduğunda, cesur bir gençle iyi besili bir köpek arasında fark yoktur. (2) Burada Platon"un karĢılaĢtığı baĢlıca sorun askerlere ve yardımcılarına hem yırtıcı hem de yumuĢak bir karakter verilmesi gerektiğidir. Ancak bu problemin de müthiĢ çözümü bulunmuĢtur. Hepimizin malumudur ki iyi yetiĢtirilmiĢ köpekler, tabiatları gereği dostlarına ve tanıdıklarına oldukça yumuĢak, fakat düĢmanlarına ve yabancılara karĢı da oldukça yırtıcıdır. Buna göre askerler de köpekler gibi dost ve tanıdıklarına yumuĢak ve düĢmanlarına yırtıcı olmalıdır. Yine Platon"a göre yöneticiler yırtıcılık ve yumuĢaklık karakterlerini harmanlayarak devleti istikralı tutabilirler. Platon"un bu konudaki önerisi de jimnastik ve müzik faaliyetlerinin beraber yapılmasıdır. Jimnastik yırtıcılık eğilimleri, müzik de yumuĢaklık eğilimleri güçlendirecektir. Dolayısıyla askerlerin hem jimnastikle hem de müzikle ilgilenmeleri gerekmektedir. (3) Adaletli ve estetik toplumu inĢa etmek için neler yapılması gerektiği sorulduğunda Platon"un "Sokrates"i Ģu ĢaĢırtıcı karĢılığı verir: "Bir şehri ve insanlarını, karakterlerini tuval diye alacaklar ve her şeyden önce tuvallerini temiz yapacaklar. " "Peki, bu Görüldüğü üzere "tuval temizleme" yepyeni bir toplum var etmek için varolan tüm kurum ve geleneklerin kökünün kazınılması demektir. Yani günümüz tabiriyle (bu denli faĢist uygulama olmasa da) beyaz türklerin, bizleri adam etme uğruna uygulamaya çalıĢtığı "Toplum Mühendisliği Projesinin" değiĢik bir karĢılığıdır. Tuval temizleme projesiyle iĢe yaramayan fertler yada topluluklar saflaĢtırılacak, ayıklanacak, sürülecek ve de gerekirse öldürülecektir. Toplum Mühendisliği projesi de ana tema olarak benzer hedefler güder. ĠĢe yaramayanlar ötekileĢtirilir, ikinci sınıf muameleye tabi tutulur, gerekirse tehcir edilir ve hatta faili meçhul neticesinde ensesine sıkılır. Yeter ki devlet korunsun! Tuval temizleme projesi, akıl dıĢıdır ve tabiat kanunlarına uymayan bir çılgınlıktır. Bir çeĢit nevroz ya da histeriye dönüĢebilecek tehlikeli bir heyecandır.
Sonuç olarak Platon, kafasındaki adalet ve estetik duyguların tatmini için aĢağı ırkların tasfiyesi ve devre dıĢı bırakılmasını teorileĢtirmiĢ ve her türlü tiranlık ideolojisinin bilimsel açıdan fikir babası olmuĢtur. Platon"dan sonra Hegel gelmiĢ ve o da tasfiye projelerini modern kılıklarda takdim etmeyi baĢarmıĢtır.
Platon"dan Hegel"e kadar geçen süreçte kabile ve kavmiyet duyguları adeta uykudadır ve satıh altı olmuĢtu. Daha çok ümmetçilik ön plandadır. Ancak Hegel"le birlikte ırkçı damarlar tekrar uyanıĢa geçmiĢ, kavmiyetçilik batılı aydınların gündemine gelmiĢ ve dünya çevrelerini geniĢ ölçüde etkilemiĢtir.
"Allah, kendi zatını geliştirmek ve kemale ulaştırmak için, insanı araç olarak kullanır. İnsanlık medeniyetinin gelişme tarihi, Allah"ın, olgunlukta zirveye ulaşmak için giriştiği bir yolculuktan başka bir şey değildir." gibi ve buna benzer görüĢleri bulunan Hegel"in, kanaatime göre; doğruluğu ne yerde ne gökte kimsenin ispat edemeyeceği, insan aklının ve gönlünün yatmadığı, son derece çürük ve sakat olan görüĢ ve tezlerini batı dünyası maalesef ciddiye alacaktır ve bu çürük fikir tohumları geride büyük bir vahĢet ve enkaz bırakacaktır.
Hegel, Germen ırkının "seçilmiĢ bir ırk" olduğunu, çünkü onun "damarlarındaki kanın asil bir kan" olduğu, diğer ırkların ise geri ve düĢük ırklar olduğunu savunuyordu.
Hegel Germen ırkının dünya üzerindeki misyonunu yerine getirebilmesi için güçlü bir devlete sahip olması gerektiğini vurgular. "Ulusal devlet tözsel, ussal ve anlık gerçekliği içinde ruhtur," demektedir. Hegel"e göre ancak yüksek ırklar devlet kurma gücüne sahiptirler. Bir ulusun veya bir ırkın en yüksek amacı kendini korumaya yarayacak güçlü bir araç olmak üzere "yüce" bir devlet kurmaktır. Kendini bir devlet haline getirememiĢ ulus tıpkı vahĢi Ģartlar altında yaĢayan topluluklar gibi kesin olarak tarihten yoksundur. Böylece kurulmakta olan devlet totaliterci olmalı, yani gücü uyruklarının hayatlarını her yönüyle etkilemeli ve her türlü faaliyet kontrol altında tutulmalıdır. Bu yaklaĢıma göre devlet bir halkın hayatındaki bütün faaliyet alanlarının, yani sanatın, hukukun, ahlâkın, dinin ve bilimin merkezi olmalıdır. (5) Görüleceği gibi Hegel daha sonra insan soyunun baĢına dünyayı cehenneme çevirecek ırkçı faĢizm ve komünizmin, despot ve totaliter rejimlerin tohumlarını atmakta, K. Popper"in ifadesiyle "tarihin gelmiş geçmiş en büyük şarlatanlığı"na soyunmaktadır. (6) Hegel, bir taraftan balkondan Jena sokaklarında Napoleon"un geçiĢini seyrettikten sonra "Dünya Tin"ini (ruhunu) at üzerinde geçerken gördüm" diyerek despotlara tapacak kadar alçalırken, diğer taraftan da Germen kanının en asil kan olduğunu iddia ederek Germen toplumunu putlaĢtıracak kadar ırkçılaĢıyordu. Onun Batı toplumlarının ırkçı ve ulusçu eğilimler taĢımasında, hatta kavimci duygularının kıĢkırtılmasında çok büyük etkisi olmuĢtur.
Evet böylesi bir ırkçılık hastalığı, 20.yüzyılın baĢlarından itibaren bizim topraklarımıza ve hatta çoğu insanımıza da bulaĢmıĢtır. Bu hastalığa bulaĢanlar her ne kadar hastalıklarını kabul etmeseler de, hastalıklarının farkında dahi olmasalar da, güneĢ balçıkla sıvanmıyor ve güneĢe gözlerini kapayan sadece kendine gece yapıyor maalesef… Beyaz Türkler ya da Türkçüler (adı her ne ise); batı topraklarında bir virüs misali doğup, büyüyen ve oradan tüm dünyaya yayılan ırkçılık adlı amansız hastalık karĢısında, biraz daha Ģanslılar. Çünkü onların bu amansız hastalıkla mücadele etmek için, muhtaç oldukları kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur! 1974′ten sonra ise Rumlarla Türkler arasında ayrıĢma olmuĢ ancak Türkiye"den gelen yoğun göç Kıbrıs Türk kültürünü radikal bir biçimde etkilemiĢ. Kıbrıslı Türklerle Türkiyeli Türkler arasında belirgin bir gerginlik var. Kıbrıslı Türkler kendilerini adanın sahibi olarak görüyor, Türkiye"den gelenlere "kara sakallı" diyor, garsonluk vb. gibi aĢağı(!) meslekleri tercih etmiyor ve geleceğini Ġngiltere baĢta olmak üzere yurtdıĢında görüyor.
Kıbrıs Türkleri genel olarak iki ana eğilime sahip. Birincisi Türkiye yanlısı, kendisini Türk olarak tanımlayan ve Rumlarla anlaĢma konusunda daha az istekli kesim. Ġkincisi ise Türkiye"yi KKTC üzerinde bir yük hatta iĢgalci olarak gören, kendisini Kıbrıslı olarak tanımlayan ve Rumlarla anlaĢma ve hatta bir arada yaĢamak isteyen diğer kesim. 1974 sonrası göçmenlerin çoğu birinci kesimi, "öz Kıbrıslılar" ise çoğunlukla ikinci kesimi oluĢturuyor.
Türkiyeli göçü öylesine adaya sinmiĢ ki Hataylılar Derneği"ne rastlamak bile mümkün. Bu da çoğu kırsal kökenli Türkiyeliler ile Anglo-Sakson adabı almıĢ Kıbrıslı Türkler arasında kültürel gerginliğe neden oluyor. Sonuçta Kuzey Kıbrıs"ın nüfusu 250.000 iken bir o kadar Kıbrıslı Türk de yurtdıĢına "göçmüĢ". Böyle giderse KKTC"de öz Kıbrıslı kalmayacağı halk arasında konuĢulan konular arasında.
Türkiye"den her yıl yaklaĢık 700 milyon TL KKTC"ye gidiyor. Bu da adada ĢiĢmiĢ bir refahın oluĢmasını sağlıyor. Zira çalıĢanların çoğu memur. Ortalama refah Türkiye"nin çok çok üzerinde. Hemen hemen her hanenin arabası var ve Türkiye"den gelen benzin Türkiye"deki gibi vergilendirilmediği için çok ucuz. Memurluk dıĢındaki çalıĢanlar da Türkiye Ģartlarına göre çok iyi maaĢ alıyor. Kıbrıs"taki pahalılık ise kapıların açılmasıyla son bulmuĢ ve fiyatlar kesinlikle Türkiye ortalamasının üzerinde değil.
Kıbrıs"taki refah ile Kıbrıs sorununun getirdikleri birbirine karıĢınca ilginç görüntüler ortaya çıkıyor. Örneğin Kıbrıs"ta büyük bir su sorunu var. Musluk suyu ağıza alınmayacak kadar kötü bir tada sahip zira deniz suyunun yalnızca tuzdan arındırılmıĢ olmasından kaynaklanıyor. Tarım ve özellikle de su sıkıntısından dolayı narenciye çok zor durumda. Su kesintilerine çözüm herkesin kendi evine su deposu yaptırması olurken elektrik kesintilerinin çözümü ise her evin kendisine jenaratör alması olmuĢ.
Her gün 10.000 Kıbrıslı Türk adanın güneyine çalıĢmak için geçiyor. Ancak Türkiye kökenlilerin Rum kesimine geçmesi çok zor. Bu da Türkiyelilerin daha çok KKTC"ye tutunmasına, öz Kıbrıslıların ise KKTC ile olan bağlarının zayıflamasına neden oluyor.
Üniversitelere yapılan yatırım ise tutmuĢ ve sonuçları alınmaya baĢlanıyor. KKTC"de 6 üniversite bulunuyor. YaklaĢık 30.000 öğrenci Kuzey Kıbrıs"ta okuyor ve bunların 11.000′ı Kıbrıs Türkü iken geri kalanın büyük çoğunluğu Türkiye"den gelmiĢ. Üniversitelere yapılan yatırım hem insan kaynağı hem de ekonomiye katkı açısından çok verimli. Eğer bu çizgide giderse kampüsler adanın simgelerinden birisi olabilir.
Göçmenlerin sosyal entegrasyonu sosyal bilimler açısından önemli bir araĢtırma konusudur ancak bu konuda bugüne kadar çoğunlukla yabancı göçmenler incelenegelmiĢtir. Kuzey Kıbrıs belki aynı etnik kökenden gelenlerin entegrasyonunun incelenmesi açısından ilginç bir örnek olabilir.
2004 yılında Annan Planı referandumunda Türk tarafının "Evet"ine rağmen Rumların hayır demesi Türkiye"nin o zamana kadarki uluslararası pozisyonunu biraz olsun iyileĢtirdi. Bu sayede Türkiye topraklarını "iĢgal" ettiği bir birlik ile üyelik müzakerelerine devam edebiliyor.
Sınır kapılarının açılması ise iki toplum arasındaki iliĢkileri daha da yoğunlaĢtırdı. Rum tezini savunan pek çok gözlemci bunun iki toplumun birarada yaĢayabileceğinin bir kanıtı olduğunu belirtiyor.
Çözüm yolunda en önemli iki sorun mülkiyet ve Türkiye göçmenleri.
Rum tarafı Türklerin el koyduğu malların Rumlara geri verilmesi ve Türkiye göçmenlerinin vatandaĢlıklarının geri alınması gerektiğini söylüyor. 1974 sonrası kuzeyde toplaĢan Türkler ganimet mantığıyla hareket ederek bugün bile açıkça kimsenin konuĢmaya cesaret edemediği hareketler gerçekleĢtirmiĢ. El konulan mülkiyetlerin tazminatı Türk tarafının önündeki en büyük sorunlardan birisi.
Türkiye göçmenlerinin geleceği ise meçhul. Her ne kadar Annan Planı"na göre 50.000 göçmen Türkiyeliye vatandaĢlık verilecekse de geri kalanının ne olacağı ve olası çözümde bu rakamın ne kadar oynayacağı belli değil. Kuzey Kıbrıs"ta 100.000′e yakın Türkiye göçmeni bulunuyor. 1949 Cenevre Konvansiyonu"na göre toplu göç bir suç ve Rumlar Türkiye"yi "kolonicilik" yapmakla suçluyorlar.
1974′te Kuzey Kıbrıs"ta oluĢan yeni durum yarı hukuki/hukuksuz bir yapının burada hüküm sürmesine yol açtı. Türkiye"nin bölgedeki askeri varlığı da buna eklenince Kuzey Kıbrıs Türkiye"nin bir nevi çöplüğü haline geldi. Bu boĢluktan faydalananlar ve bu çözümsüzlükten çıkar elde edenler bu tavırlarını bugün de sürdürüyor.
Sarıkız ve AyıĢığı darbe giriĢimlerinin ana gerekçelerinden birinin AKP"nin Kıbrıs"ı "satması" olduğunu anımsarsak Türkiye "establishment"ının Kıbrıs"a verdiği önemi daha iyi anlarız. 30.000 askerin bulunduğu ve uluslararası arenada tanınmayan böylesi bir boĢluğu değerlendirecek asker-sivil "yetkililer" bilindiği üzere ülkemizde bolca mevcut.
Türk Mukavemet TeĢkilatı gibi yeraltı örgütlerinin karanlık pek çok yönünün bulunması kaçınılmaz. Artık Türkiye"de pek çok insan derin devlet örgütlenmesinin Kıbrıs üzerinden gerçekleĢtiğini ve Kıbrıs"ın derin devlet açısından kritik bir öneme sahip olduğunu biliyor. Türkiye"deki Ergenekon soruĢturmasının, eğer kararlılıkla üzerine giderse, Kıbrıs"a sıçraması önümüzdeki dönemde kaçınılmaz olacaktır.
Sakin, rahat ve açık fikirli Kıbrıs Türkünün mizacı ile geçmiĢte yaĢanan olayların nasıl biraraya geldiği ise bir baĢka tartıĢma konusu. Acaba dıĢarıdan gelenler bu adaya kin ve nefret taĢıyor gibi bir düĢünceye kapılmamak elde değil. Umulur ki önümüzdeki dönemde siyasal ve sosyal sorunlar çözülür ve bu cennet ada barıĢ ve huzura kavuĢur.
Türkiye"de ırkçılık eskiden marjinal bir görüĢtü. Milliyetçilerin hemen hepsi, Türkiye vatandaĢlarını "Türk soylular" ve "ötekiler" diye ayırmaz, aksine "etle tırnak gibiyiz" diyerek yapıĢtırmak, asimilasyon yoluyla da olsa tek bir "kardeĢlik" potasında eritmek isterdi.
Son zamanlarda ise durum değiĢmeye baĢladı. Kürt kimliğinin asimile olmayıĢı karĢısında ezberi bozulan, PKK terörü karĢısında ise (biraz anlaĢılır Ģekilde) tepesi atan milliyetçiler arasında Kürt düĢmanı bir ırkçılık baĢgösterdi. Bunun sadece "milliyetçi" denince akla gelen klasik adreslerde değil, NiĢantaĢı"nda veya Kordonboyu"nda çağdaĢ çağdaĢ gezinirken askeri darbe yolu gözleyen kimi "Beyaz Türkler" arasında da yaygınlaĢtığını biliyorum.
DüĢünce kuruluĢu SETA"nın geçenlerde açıkladığı önemli araĢtırma, bu eğilimin artık "marjinal" demeyi çoktan aĢtığını gösteriyor. "Bir Kürt ile yakın arkadaĢ olabilir misiz" sorusuna "hayır" cevabını veren "Türk" oranı yüzde 20′yi buluyorsa, karĢımızda ciddi bir sorun var demektir. (Aynı sorunun tersine "hayır" cevabı veren "Kürt" oranının sadece yüzde 7′nin altında olması ise, Türk ırkçılığının Kürt ırkçılığının önünde gittiğinin göstergesi.)
Geçenlerde email kutuma öfkeli bir mesaj düĢtü. Epey "Türkçü" olduğu anlaĢılan bir okur, beni "Kürtlerin gerçek yüzünü gizlemekle" suçluyor, sonra da uzun bir "Kürt isyanları listesi" veriyordu. Buna göre Kürtler 19. Yüzyıl ortalarından beri sürekli isyan ederek, Osmanlı"ya ihanet etmiĢ, "Kürdistan kurmak" için Türk kanı dökmüĢtü.
Oysa Türk ırkçılarının nefret dolu duygularını okĢayan bu tablo, gerçeklere pek uymuyordu.
Evet, Osmanlı"nın son 80 yılı içinde bir dizi "Kürt isyanı" çıkmıĢtı, ama bunların hiç biri "Kürtçü isyanı" değildi. Bir baĢka deyiĢle, isyan edenler, Osmanlı"dan koparak bir "Kürt devleti" kurmak için ayaklanmamıĢtı. Mesele, Tanzimat"la birlikte baĢlayan merkezileĢme programına ve özellikle de getirilen yeni vergilere ve merkezden atanan yöneticilere gösterilen tepkiydi. Kaldı ki, Prof. Dr. Musa Çadırcı"nın "Tanzimat Dönemi"nde Anadolu Kentlerinin Sosyal ve Ekonomik Yapıları" baĢlıklı kitabında anlattığı gibi, bu tepki sadece Kürt beldelerinde değil, imparatorluğun baĢka yerlerinde de ortaya çıkmıĢtı. Örneğin Trabzon"dan gelen Ģiddetli tepkiler karĢısında, Ģehrin önde gelenlerinin "öteden beri vergi vermemeye alıĢmıĢ olmaları"nı göz önünde bulunduran Osmanlı hükümeti Tanzimat reformlarını ertelemek zorunda kalmıĢtı.
Bu dönemdeki "Kürt isyanları" ise hem ayrılıkçı değildi, hem de Kürtler arasında bile sınırlıydı. Nevzat Kösoğlu"nun da geçenlerde Star"da yayınlanan söyleĢisinde belirttiği gibi, Bedirhanlıların bir oğlunun ayaklanmasının ardından aĢiretin ileri gelenleri Ġstanbul gazetelerine ilan vermiĢti, "Bu haininin aĢiretimizle ilgisi yoktur" diye. Osmanlı"nın Hilafet makamı, dindar Kürtler için inkar edilemez bir otoriteydi. 19. Yüzyıl Kürt isyanlarının en büyüğünün lideri ġeyh Ubeydullah dahi "benim derdim paĢalarla, ama Halife"ye bağlıyım" diyordu.
Her Türk Sevr"in gölgesinde büyür. Tarihin tozlu sayfalarında kalmıĢ bu antlaĢmayı dünyada hatırlayan pek kimse kalmamıĢsa da, biz onunla yatar, onunla kalkarız. Bu milli korku sayesinde de darbe yapan generallere, parti kapatan hakimlere veya iki çift dürüst laf edeni (mesela Hülya AvĢar"ı) soruĢturan savcılara alkıĢ tutarız. "Helal olsun, bizi yine Sevr"den esirgediniz" deriz, bizi aslında sadece demokrasi ve özgürlükten esirgeyen adamlara.
"Sevr paranoyası"nın temel iĢlevi budur. Demokrasi görünümlü otoriter rejimimizi korumaya yarar. Ama bir de yan iĢlevleri vardır ki, bunların baĢında "geçmiĢten bugüne Kürt ihaneti" hikayesini beslemek gelir. Son dönemde dozu giderek artan, en çok da Canan Arıtmanımsı (yani kentli, çağdaĢ ve faĢist) Türkler arasında salgın gibi yayılan bu hikayeye göre, Sevr AntlaĢması"nda Doğu vilayetlerinde muhtemel bir Kürdistan"dan bahsedilmesi, Kürtler ile "dıĢ mihraklar" arasındaki kadim iĢbirliğinin ispatıdır.
Bilindiği üzere Türkiye"de devletin ve toplumun değiĢimine iliĢkin en önemli tartıĢma eksenlerinden biri, söz konusu değiĢimin "iç" mi yoksa "dıĢ dinamikler"den mi beslendiğidir. Ve temel dinamiğin dıĢarıdan geldiğiithal edildiği-konusunda oldukça yaygın bir görüĢ vardır. Yani 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyıl baĢında Osmanlı"da baĢlayıp Cumhuriyet Türkiye"sinde sürdürülen reform hareketlerinin kaynağı Batı"dır. "BatılılaĢma-çağdaĢlaĢma" olarak yaĢanan süreçte yurttaĢlık kavramı, tarih, ırk ve milliyetçilik anlayıĢı, Latin alfabesi, Medeni Kanun, Ceza Kanunu, ordunun organizasyonu, askeri marĢlar, "çağdaĢ yaĢam tarzı" gibi birçok kurum, uygulama ve pratik ithal edilip yeni bir toplum, yeni bir ulus ve yeni bir insan -adeta bir mühendislik hesabıyla-inĢa edilmeye çalıĢıldı. Aslında Batı"daki modernite modelinin ıĢığı o kadar güçlüydü ki, "devleti kurtarmaya" çalıĢan Türk modernleĢmeci elitinin bu ıĢık karĢısında gözlerinin kamaĢmaması ve bu ıĢık tarafından cezbolmaması mümkün olmadı.
Yani özellikle Batı karĢısında yenilgiye uğramıĢ, imparatorluğu koruyamamıĢ ve ağırlıkla asker kökenli bu seçkin zümrenin Batı"ya öykünmesi bir bakıma "düĢmanının" kılığına girip, onu taklit etmesi, onun silahlarıyla savaĢması sonucunu doğurdu. DıĢarıya karĢı dıĢarıyı taklit ederek savaĢ vermeye çalıĢan seçkin zümre, içeriye yani topluma karĢı da aynı tarzda bir savaĢ verdi.
Daha sonraki yıllarda da "dıĢarısı" ya da "dıĢ dinamikler" gündemden hiç düĢmedi. Ġçerideki toplumun bu mühendislik faaliyetlerine rağmen ya da bu mühendislik faaliyetleri altında sürdürmeye çalıĢtığı kendi hikayesi ise dıĢarısı karĢısında "tarih dıĢılık", "gericilik", "bölücülük" gibi sıfatlara layık görüldü. Dolayısıyla, bu zümrenin sahip olduğu askeri güç ve ideolojik tahakküm araçları sayesinde, "içeri" bakmaya, içerideki dinamiklere önem vermeye çalıĢanlar önleri kesilerek kısa sürede devre dıĢı bırakıldı.
Sesini yükseltmeye ve alternatif bir güzergah sürdürmeye çalıĢan bu kesimler de kendi hikayelerini yaĢamaya çalıĢsalar bile, sonunda kendi hikayeleri üzerine düĢünemez oldular. Kendi hikayelerini, baĢarılarını ve baĢarısızlıklarını da "dıĢarısı" vasıtasıyla anlamlandırır oldular. Avrupa hayranlığı ve Avrupa nefreti, aĢağılık ve üstünlük kompleksi toplumun adeta genel ruh haline damgasını vurdu. Futbol tribünlerine yansıyan "Avrupa Avrupa duy sesimizi" sloganlarından dünyada "baĢarılı Türk" listelemelerine; "kahpe Avrupalı" tanımlamalarından Avrupalı kadınların Türk erkeklerine duyduğu hayranlıklara; "Avrupa"dan alınmıĢ mal" ya da "diploma"nın kıymetinden "yabancılara ayıp oluyor beyler" ya da "yabancılara rezil olduk" Ģablonlarına; "bütün dünyanın Ģapka çıkarttığı -ya da parmak ısırdığı-askeri baĢarılarımızdan" "Türk"ün Türk"ten baĢka dostu yoktur" veciz tespitlerine uzanan bir yelpazede beğenilme arzusu ve beğenilmeme korkusu, ortalama Türk ruh halinin iĢaretleri haline geldi.
Siyasal ve ideolojik tercihler de bu ruh hali üzerinde kuruldu. Örneğin Avrupa Birliği"ne girmek ya da girmemek üzerine yapılan tartıĢmalar bu kompleks ruh halini yansıttı. Avrupa ya düĢmanımız oldu ya da bütün sorunlarımızı çözecek ve de vazgeçilmeyecek kutsal bir idealimiz oldu.
Mühendislik projelerini bozan, kontrol dıĢına çıkan iç dinamiklere tahammül edemeyen generaller her darbe öncesi ABD"den destek ve onay aldılar. Yeni bir siyasal giriĢimde bulunmak isteyenler ABD"nin ne diyeceğine hep kulak kabarttılar. Atlantik"i aĢıp ikna turlarına çıktılar. Bizimkiler oralara gidip sadaka dilenirken, Atlantik ötesinden gelen her türlü Gladio, kontrgerilla ve de Ergenekon benzeri gayri resmi terör örgütleri de memlekette "millicilik" oyunu oynadı.
Futbol kültürü, sahaya altı tane "yabancı" futbolcunun sürülüp, maçlara baĢlamadan önce "milli" güveni tazelemek üzere "milli marĢ"ın çalındığı bir gösteriye dönüĢtü.
Milli futbol maçları sloganlarla uluslararası savaĢ iliĢkisine dönüĢürken, uluslararası iliĢkiler bol tezahuratlı futbol maçlarına döndü.
"DıĢ dinamik" bugünlerde yeni bir tezahür altında kendini gösteriyor. Ġçerideki sorunu yıllardır çözmek bir yana, tersine azdıran ve Kuzey Irak"ta "gol" ve "skor" isteyen bir savaĢ diline sıkıĢmıĢ olan anlatı, "iç dinamikleri" gene eziyor; "içerideki" memleketin insanlarının, gencecik insanlarının sadece ölüsünü kutsuyor… DıĢarıda kaleler fethetmeye bakıyor sadece… "DüĢmanın" gücüyle karĢılaĢtırılamayacak devasa boyuttaki bir güçle zafer kazanmaktan gurur duyuyor; "Zap düĢmek üzere" diye anons ediyor. "Yaralı PKK"lılara Irak"tan yardım eli" diyerek, "dıĢarıdaki" zaferin skorunu düĢürecek "dıĢ güçler"den Ģikayet ediyor… Toplumsal hayatı bir mühendislik operasyonunun sahası olarak gören bu savaĢ ve skor dili gene "dıĢarıya" gidiyor. DıĢarıda savaĢ yaparken, "dıĢarıda" beğenilip beğenilmediğine, "yabancıların ne dediğine" dikkat kesiliyor. ġimdiye kadar hep olduğu gibi, "dıĢarıdan" alacağı, "dıĢarıda" sağlayacağı meĢruiyet eĢliğinde iç dinamikleri bir kere daha ezmek ve yeni 28 ġubatları dayatabilmek için güç topluyor… Gayet "ulusalcı" görünümünün altında, Amerikan izni ve istihbaratıyla savaĢ yapıyor… Düne kadar Ak Parti"yi "Amerikan uĢağı" olarak görenler, Büyük Ortadoğu Projesi uğruna "vatanı satanlara" karĢı orduyu darbe yapmaya çağıranlar, Ortadoğu"daki bütün halkları ve Türkiye dahil olmak üzere bütün ülkeleri bu proje içinde basit bir piyon olarak gören Amerikan planı karĢısında susuyorlar… Sadece susuyorlar… Ve iĢin trajik tarafı "iç dinamikler"in siyasal temsilcileri kendi dinamiklerinin bir kere daha dumura uğramasına neden olacak bu oyuna esir düĢüyorlar, "dıĢarı"dan baĢka referansı olmayanların iĢbirlikçiliğini yapıyorlar.
Bölünmeye karĢı amansızca, bitmez tükenmez bir mücadele verdiğini iddia eden bu dilin sahipleri ve ortakları -dıĢarıdan geçerek-içerideki dinamiklere karĢı açtıkları savaĢla birlikte bu toplumdaki yaraları ve bölünmeyi daha da derinleĢtiriyorlar… Bütün bu göç eden nüfus ve onların çocukları 1927′de sayıldığında 13.648.270 kiĢi olarak bulunmuĢtur. [1] Burada dikkat çeken iki husus vardır: Birincisi, bu nüfusun mevcut nüfus içindeki yüzdesidir. Bu nüfus patlamasını bu günkü rakamlarla karĢılaĢtırırsak, bu gün 70 milyonuz ve aniden değilse bile yıllar içinde bir yerlerden 20 milyon kiĢinin geldiğini düĢünün. Bu insanların bugünkü Ģartlarda bile düĢebilecekleri Ģartları düĢünebiliyor musunuz? Yiyecek fiyatları ve kiralar olağanüstü artar. Gelenler mevcut vatandaĢların yapmaya talip olmadığı iĢleri yapmak zorunda kalır, daha açık bir söyleyiĢle köleleĢir. Göçmenlik psikolojisi yerleĢiklerden daha uyanık olmayı beraberinde getirir ve bir göçmen hayata bir yerleĢikten daha fazla sarılır ama yerleĢik değerlerinden kurtulduğu için suç iĢlemeye meyilli de bir hale getirebilir vs.vs… Ġkinci husus, bu göçmenlerin hepsinin Müslüman olmakla beraber hepsinin Türk olmamasıdır. Yani bu göçmenlerden Çerkez, Çeçen, Arnavut, Makedon, Bosna-Hersekli, Gürcü vb.gibi göç eden unsurlar Müslüman olmakla beraber Türk değildiler. Ama onları Türk yapan Ģey bıraktıkları ülkelerdeki Ģartlar oldu ve arkalarına bile bakmadan daha birinci nesilde gönüllü bir Ģekilde TürkleĢtiler. Doğal bir Ģekilde Müslümanlık bunda en büyük etken oldu. Çünkü nihayetinde kendi memleketlerinden dıĢlanmaları da belli oranda Müslüman oldukları için gerçekleĢmiĢti. Din temelli bir ayrıĢma sebebiyle memleketlerinden olan bu insanlar, kendilerine yer veren bu ülkeyi çabucak bağırlarına bastılar. Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da devam eden göçler ve antlaĢmalara baktığımızda Türkiye Cumhuriyet"i yöneticilerinin de aynı son dönem Osmanlı yöneticileri gibi din temelli homojenizasyon politikaları uyguladığını görürüz. Yani her dine eĢit mesafede durması beklenen laik devlet anlayıĢı yoktur. Din temelli bir politika ile, Müslümanlar kabul edilir, gayri Müslimler dıĢlanır. Yani Müslümanlardan müteĢekkil homojen bir devlet kurulmaya çalıĢılır.
Anadolu"ya gelenler bu durumda iken Anadolu"dan gidenlerin, yani gayri Müslimlerin nüfus büyüklüğü hakkında ise farklı kaynaklardan elde edilen bilgiler oldukça tutarsızdır. Burada da önemli husus, gidenlerin hepsi gayri Müslim olmakla beraber hepsi gayri-Türk değildi. Yani gidenlerin küçük de olsa bir kısmı Türk"tü ama Hristiyandılar. DüĢman kuvvetleri ile iĢbirliği yaptıkları gerekçesi ile 1915′te Ermeniler, KurtuluĢ SavaĢı sırasında da Rumlar Anadolu"dan kitleler halinde zorunlu göç yapmıĢlardır. Göç ve iç çatıĢmalar sırasında her iki grup da önemli kayıplar vermiĢtir. En düĢük tahminlere göre 2,5 milyon Rum ve Ermeni"nin göç ettiği, bir milyona yakınının da öldüğü belirtilmektedir. Shaw (1998), Osmanlı Ġmparatorluğu"nun 1918′de gayri-Müslimlerin Anadolu topraklarından çıkartılması politikasının yanlıĢlığını kavrayıp, geri dönmek isteyenlere Osmanlı tabiiyetini kabul etmeleri koĢuluyla yardımcı olduğunu ve bu dönem içinde binlerce Ermeni ve Rum"un döndüğünü, aralarında yine binlerce kadın ve çocuğun Müslümanlığa geçerek TürkleĢtiklerini söylemektedir. Bütün bu geliĢmeler ve zorunlu göçler Anadolu"da dini açıdan görece homojen bir nüfus yapısı oluĢmasında önemli ölçüde rol oynamıĢtır.
Öte yandan "TürkleĢenler" grubunda önemli oranda çocuk yaĢ grubunda olan bir baĢka grup daha vardır. Rum ve Ermeni kız çocukları, çatıĢmalarda sahipsiz kaldıkları için ( ya da bu durum gerekçe gösterilerek) Türk ailelerin yanına evlatlık olarak verilmiĢlerdir. Erkek çocukların akıbeti ise tam olarak bilinmemektedir. Mübadele sözleĢmesinden sonra Türk ailelerin yanındaki Hıristiyan çocukların ev ev dolaĢılarak Yunanistan"a gönderilmek üzere toplandıklarını anlatılmaktadır. Ġstanbul"da, Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu kentlerinde yetiĢmiĢ olanlar, hemen her ailede Ermeni dadı, evlatlık, hizmetçilerin bulunduğuna iliĢkin gözlemlerini ve deneyimlerini aktarmaktadır. Resmi bir heyetle Hıristiyan çocuklarının toplatılmasında hedef grubun daha çok erkek çocukları olması muhtemeldir. [2] Ferhunde Özbay"a göre, korunmaya muhtaç bu çocuklar, kızlar evlatlık alınma, erkekler ise askeri okullara gönderilmek suretiyle dönemin koĢullarında iyi niyetli uygulamalar olarak değerlendirilebilirse de Osmanlı"nın devĢirme geleneğinin bir devamı niteliğindedir. [3] Sonuç olarak, Özbay ve Yücel"e göre, Cumhuriyet hükümetlerinin Osmanlı muhacir politikasını önemli bir değiĢikliğe gitmeden sürdürdüklerini söylenebilir. Yani Cumhuriyet"in ilk yıllarındaki milli kimlik arayıĢı çerçevesinde ve devletin yönlendirmesi ile oluĢan bu politikada nüfus dini açıdan homojenleĢtirilmeye çalıĢılmıĢtır. Özetle, Türkiye"de hükümetlerin zorunlu göç politikası açıktır: Balkanlardan "Türk soyundan gelme Müslüman" göçünü teĢvik etmek, Müslüman olmayanları (Hıristiyan Türkler de dahil olmak üzere), bütünüyle dıĢlamak, Sünni ve Hanefi Müslüman Rumeli muhacirlerini tercih ederken, Orta Asya, Orta Doğu ve Afrika"dan gelen Türk ve/veya Müslümanları "vatandaĢ" olarak benimsememek Bu göç politikası, hem II: Abdülhamit"in Ġslamcı, hem de Atatürk"ün laik Türk kimliğinin oluĢturulmasında önemli bir rol oynamıĢtır. [4] Diğer taraftan Cumhuriyet"in kurulması ile beraber, Ġstanbul"dan Ankara"ya orta sınıf, eğitimlilerin göç etmesi Ankara nüfusu içinde önemli yapı değiĢikliklerine yol açmıĢtır. "BaĢkentli" olma kavramı geliĢtiren bu yeni "sahipler" sadece Ankara"nın değil, yeni kurulan Türkiye"nin de sahibidirler. Burada önemli olan husus, bu defa ülke içinde ikinci kez göç eden"beyaz Müslüman" olarak tanımlanabilecek bu göçmenler en fazla ikinci kuĢak muhacirlerdir. Öte yandan Türk Müslüman muhacirlerin özellikle Ġstanbul, Ġzmir, Ankara gibi Ģehirlerde nüfusa katılması ile "kentli" nüfusun yeniden tanımlanmıĢ olması bir baĢka önemli konudur. Çünkü bu yeni tanımlama iki grubu dıĢlayan bir tanımlamadır. Birincisi büyük kentlerin yerli nüfusudur. Çünkü "yerli" nüfus geçmiĢe, yani Osmanlılığa, toprağa ve dine bağlı olduğu ölçüde ve yeniliklere ayak uyduramadıkları gerekçesi ile dıĢlanmaktadır. Ġkinci grup ise gayri-Müslimlerdir. Onlar da Türk Müslüman olmadıkları için dıĢlanırlar.
Özbay ve Yücel"e göre, sonuç olarak 1850′lerden günümüze kadar çoğunluğu zorunlu göç türünde olan bu nüfus hareketleri devletin bir Müslüman ülke olarak "BatılılaĢma" projesinde önemli bir yer tutar. Gayri-Müslimlerin azaltılması, TürkleĢtirilmesi ve Avrupa kültüründen gelen Müslümanların göçler yoluyla arttırılması projesi, bir yüzyılı aĢkın bir süre içinde gerçekleĢtirilmiĢtir. Ve halen de bu politikalar kapsamında Türkiye Cumhuriyeti genel bir politika olarak doğudan Müslüman muhacir kabul etmemekte ve bu politikaları bir anlamda sürdürmeye devam etmektedir.
Bu makaleden çıkarılması beklenen en önemli sonuç ise Ģudur: Bugünkü Türkiye"de yaĢayan "Türkler" dediğimiz nüfus, aslında Türk olmayan ama Türk kültürel havzasının etkisi altındaki unsurları da barındırmaktadır ve bu unsurlar
Hameara publishing, Israel, 2023
International Journal of Contemporary Research and Review, 2018
International Journal of Engineering Research and Technology (IJERT), 2013
Bulletin du centre d'études médiévales d'Auxerre| …, 2011
Indonesia Symposium On Computing 2015, 2015
Frontiers in Psychology, 2013
A Ludwik Zamenhof nel centenario della morte. Atti del convegno Roma 11 dicembre 2017. Conferenze 141, 2018
Papers of the American Research Center in Sofia , N.1, 2017
Εφημ. ΕΘΝΟΣ, 2010
Nature Reviews Clinical Oncology, 2009
Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2016
Geochemistry, Geophysics, Geosystems, 2002
Chemical Communications, 2021
Kidney International Reports, 2020
Frontiers in bioscience, 2023
Fundamina: a Journal of Legal History, 2018
International Journal of Physical Sciences, 2012