Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
19’UNCU ASIRDA OSMANLI DEVLETİ’NİN BULAŞICI SALGIN HASTALIKLARA KARŞI KURUMLAŞMASI VE TIBBIN BİLİM İLE BULUŞMASI Nil SARI 19’UNCU YÜZYILA GİRERKEN Yüzyıllar boyunca zaman zaman tekrarlayan, yavaş yavaş yayılıp bir ara şiddetlenen, bir süre söndükten sonra yeniden salgın yapan bulaşıcı hastalıklar tarih boyunca insan hayatının bir parçasıydı. Çiçek ve hıyarcıklı veba gibi hemen bulaşan, hızla yayılan, ürkütücü biçimde ölüme yol açarak insan nüfusunu kırıp geçiren bazı hastalıkların etkenleri tanınmasa da bulaşıcılıkları biliniyordu. Cüzzam ve frengi gibi yavaş ilerleyen, yıllarca kalıcı olabilen, mağdurlarını yaşayan ölülere dönüştüren kronik bazı hastalıkların da bulaştığı biliniyordu. Mesela, bulaşıcı olduğu bilinen cüzzam hastalığına yakalananların toplum ile temaslarının kesilmesi amacıyla cüzzamlı evlerinde tecrit edilmeleri, hasta ile sağlıklı insan temasının kesildiği en eski tecrit kurumu olarak tüm dünyada mevcuttu. Selçuklu ve Osmanlı döneminde de cüzzam hastalığının bulaşıcı olduğu biliniyor ve şehir dışlarına yaptırılan cüzzamhanelerde hastalar tecrit ediliyordu. Cüzzamlı aileler topluma karışmaz, tekke sakinleri gibi münzevi bir ömür sürerdi. Sultan II. Beyazıt ve Kanuni Sultan Süleyman cüzzam hastalarının halk arasına karışmasını yasaklamıştı. Cüzzam hastalarının şehir dışında iskân ettirilmesiyle halk korunur, tedavisi olmadığından (kabil-i ilâç değildir) kopup düşen el ve ayak parmakları ve açık yaralarıyla cüzzamlıların korkutucu görünümlerinin başkalarınca gözlenmesi de engellenmiş olurdu. Tıp 19’uncu yüzyılda bilim ile kucaklaşmadan önce bütün dünyada olduğu gibi Osmanlılar da gözle görülemeyen bazı canlıların bulaşıcı salgın hastalıklara neden olduğundan haberdar değildi. Salgın yapan hastalıkların bulaşıcı olduğu bilinse de bulaşma yolları bilinmiyor, hastalıklar pis havaya atfediliyordu. Tedavileri de yoktu. Hastalıkların yayılımını önleme, hiç olmazsa azaltma çabasıyla Osmanlı Devleti XIX. yüzyılda sağlık alanında teşkilatlanmaya, yeni sağlık kurumları açmaya ve yasal düzenlemeler yapmaya başladı. Tüm dünyayı etkileyen- pandemi yapan- bulaşıcı salgın hastalıklara karşı Avrupa’da alınan önlemlerin Osmanlı topraklarında uygulanmasıyla ilgili çalışmaların idari merkezi devletin başkenti olan İstanbul şehriydi. 2 Görsel: Haseki Nisa Hastanesi'nin tüberküloz koğuşu ARKHE 3 ARKEOLOJİ VE SANAT TARİHİ YENİ TIBBIN OKULU TIBHÂNE-İ AMİRE’DE “HAYVAN BİLİMİZOOLOJİ” EĞİTİMİ 19’uncu yüzyıla girildiğinde insan vücudunun dışına veya içine yerleşerek yaşamını sürdüren asalaklar, mesela parazit solucanlar; bitler, pireler, keneler, sinekler toplumda yaygın sağlık sorunlarına yol açmaya devam ediyordu. Sinekler, başta sıtma olmak üzere pek çok hastalığı bulaştıran taşıyıcılardı. Böceklerin-haşeratın ve kemirgenlerin yanı sıra sığırlar, koyunlar, keçiler, domuzlar, köpekler, atlar ve kümes hayvanları tarih boyunca hastalık yapan bakteri ve virüsleri insana bulaştırmıştı. Avrupa’da gelişen yeni tıp biliminin ülkeye devlet kanalıyla aktarılması ve bir kurum çatısı altında yürütülmesi gerektiğini düşünen Osmanlı hekimbaşısı Mustafa Behçet Efendi’nin öncülüğünde 1827 yılında Tıbhâne-i Amire kuruldu. Türkiye’de zooloji eğitimi, günümüz modern tıp okullarının başlangıcı olan bu okulda verilen tıp eğitimi bünyesinde başlatıldı. İnsana hastalık bulaştıran hayvan ve böcek örnekleri 1839 tarihinden itibaren Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de kurulan ve Numunehane adı verilen mekânda sergilenmeye başlandı. İleriki yıllarda tıp zoolojisi (tıpta hayvan bilimi) ve parazitoloji (asalak bilimi) modernleşen Osmanlı tıbbının öncelikli çalışma alanlarından olacaktı. TAHAFFUZHANE’DE YOLCULARIN TECRİT EDİLMESİ Ticaret, yolculuk, savaşlar, göçler ve hacılar salgınların hızla yayılmasına yol açıyordu. Sıçan ve farelerin hastalığı olan ve pirelerle insana bulaşarak art arda salgın yapan veba hastalığı bulaştığı bölgelerde toplu ölümlere sebep olmaktaydı. Osmanlı Devleti’nin sınır komşusu Dubrovnik Cumhuriyeti daha 1377 yılında bulaşıcı hastalıklara karşı bir dizi önlem almış, salgınların hüküm sürdüğü bölgelerden gelen tüm yolcuları belirlenen bir zaman zarfında tecrit ederek dünyadaki ilk karantina uygulamasını başlatmıştı. Osmanlı-Dubrovnik sınırından kıyıya kadar bütün Dubrovnik bölgesine yayılan bir koruma ağı işlevi gören ve mükemmel işleyen bir karantina düzeni kurmuşlardı. XIX. yüzyılda kolera salgınları can almaya başladığında Osmanlı Devleti ilk karantinayı 1831’de İstanbul’da ortaya çıkan kolera salgını nedeniyle geçici olarak uyguladı. Osmanlı Devleti’nin ilk karantina teşkilâtı olan Meclis-i Tahaffuz ise 1838 tarihinde kuruldu. Bulaşıcı hastalıklarla mücadeleyi tek bir çatı altında yürütecek olan bu Meclis’in, belirli kurallar çerçevesinde bulaşıcı hastalıklardan koruma, salgınları önleme ve sosyal düzeni sağlama görevini üstlenen uzman kişilerin bir araya geldiği bir kurum olarak hizmet vermesi tasarlandı. Sıhhiye Meclisi, Karantina Meclisi ve Karantina Nezareti gibi çeşitli isimlerle de anılan Meclis’in başkanı dışındaki üyeleri Avrupalı yabancılardı. Meclis’te görevlendirilebilecek konunun uzmanı Osmanlı tebaası hekimler bulunamamıştı. 4 Görsel: Tebhirhane Memuru (Müessesât-ı Hayriye-i Sıhhiye Müdüriyeti, İstanbul, 1327- 1911) Karantina Meclisi’nin kurulmasıyla hastalık görülen köy, kasaba ve şehirlere giriş-çıkışlar denetim altına alınmaya başlandı. Bulaşıcı hastalık olan bölgeden kara ya da deniz yoluyla gelen yolcular belirlenen ayrı bir yerde, belirli bir süre zorunlu olarak bekletilerek tecrit edildi. Fakat tecrit edilenler için konaklama yerleri, tecrit edilenlerin malları ve hayvanları için büyük ambarlar gerekiyordu. 1838 yılında Kuleli Kışlası’nda hizmete açılan Kuleli Tahaffuzhanesi Osmanlı Devleti’nin ilk karantinahanesi olarak tarihe geçti. Yolcular ve eşyaları karantina süresi olan on beş gün burada bekletilirken eşyaları da tütsülenerek dezenfekte edilirdi. “Koruma evi” anlamındaki tahaffuzhane ismiyle anılan karantina binaları ihtiyaç duyulan vilayetlerde arka arkaya açıldı. Tahaffuzhanelerde yolcular önce sağlık muayenesinden geçirilir, hasta olduğundan şüphe edilenler tedavi edilmeye çalışılırdı. Sıhhiye Meclisi’nin denetiminde Osmanlı coğrafyasında çok sayıda açılan karantinahaneler aynı zamanda Avrupa ülkelerinin Osmanlı’ya siyasi baskı kurduğu mekânlar olarak da hizmet görmekteydi. Karantina süresince tecrit edilen ve ücret ödeyerek bekleyen tüccarlar ve hacılar bu durumdan oldukça şikâyetçiydi. Özgürlükleri kısıtlanan tüccarların zarar etme kaygısı ile halkın durumun vahametini kavrayamamasının sebep olduğu direncin yanı sıra yöneticilerin yanlış yönlendirilmesi karantina uygulamalarını zora soksa da yararı büyüktü. 19’uncu yüzyılın sonlarına gelindiğinde kalabalıklaşarak kirlenen şehirlerde ve askeri kamplarda kolera ve tifüs salgınları devam ederken, karantina uygulamaları sonucunda, yüzyıllarca insanları telef eden veba salgınları hızını kesmişti. ARKHE 5 ARKEOLOJİ VE SANAT TARİHİ Görsel: Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'de tesis olunan Telkihhane’de yeni usül çiçek aşısı hazırlanması (İÜ. NEK. Albüm No: 90535-1) 6 ARKHE 7 ARKEOLOJİ VE SANAT TARİHİ Görsel: Hamidiye Etfal Hastanesi'nde Bakteriyolojihane (İÜ. NEK. Albüm No: 90870-24) TELKİHHANE-İ ŞAHANE’DE ÇİÇEK AŞISI ÜRETİMİ İlacı olmayan çiçek hastalığından insanları korumak amacıyla Osmanlı’da aşıcı kadınların uyguladığı insandan insana çiçek aşısına şahit olan İngiliz büyükelçisinin hanımı Lady Mary Wortley Montagu 1717’de çocuklarını da aşılatmış ve görüp yaşadıklarını Batı dünyasına tanıtmıştı. Şahsi ve isteğe bağlı olarak kadınların geleneğe dayalı yürüttüğü bu aşı uygulaması Türk usulü çiçek aşısı olarak tarihe geçecekti. İnekten süt sağarken inek çiçeği bulaşmış kadınların çiçek hastalığına yakalanmadığını öğrenen İngiliz doktor Edward Jenner sekiz yaşındaki bir erkek çocuğunu 1796 tarihinde inek çiçeği ile aşılayarak hastalığa bağışıklık kazandırdığında ne hastalığın etkeni, ne de aşının nasıl olup da hastalıktan koruduğu henüz bilinmiyordu. Osmanlı döneminde 1800’lü yıllardan itibaren yapılmaya başlanan inek çiçeği aşısı 1839’dan sonra Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’nin görevleri arasında yer aldı. 1845-1847 yıllarında İstanbul’un civar köylerindeki çiçekli ineklerden hazırlanan aşılarla çocuklar aşılandığında tam başarılı olunamamıştı. Avrupa’dan satın alınan aşılar tüplerle taşınıyor ve çiçek aşıları bozulmasın diye en hızlı yoldan ülkeye getirtiliyordu. Avrupa’dan ithal edilen aşılar Tıbbiye’den diğer vilâyetlere de gönderiliyordu. Tedavi edilemeyen bulaşıcı hastalıklardan korunmada en önemli gelişme, aşı ve serum üretecek kurumların oluşturulmasıydı. Özel bir çiçek aşısı müessesesi olan Établissement Vaccinogène (Telkîh-i Cederî Ameliyathanesi) 1880 yılında İtalyan hekim Dr. Giovanni Battista Violi tarafından İstanbul’da açıldı. Osmanlı Devleti Avrupa’dan getirilmekte olan aşı tüplerine büyük meblağlar ödüyordu. Bir defaya mahsus olarak harcanacak bir meblağla İstanbul’da aşı üreten bir Telkihhane (aşı evi) kurulabilirdi. 1892 tarihinde Sultan II. Abdülhamid'in iradesi alınınca Tıbbiye’nin Tufeylât-ı Hayvaniye (Parazitoloji) Laboratuvarı'nda çiçek aşısı hazırlanmaya başlandı. Tıbbiye’nin bahçesine inşa edilen devletin resmî aşı evi Telkihhane-i Şâhâne 1894 tarihinde açıldı. Böylece, Avrupa’dan çiçek aşısı ithali sona ermişti. 8 Uzak vilayetlerin de İstanbul’daki Telkihhane’de üretilen aşıdan yararlanacağı düşünülmüştü. Fakat uzak vilayetlere tüplerle gönderilen aşılar gideceği yere varıncaya kadar yolda bozuluyordu. Sonuçta çocuklar aşılanamıyor ve her yıl birçok çocuk çiçek hastalığından ölüyordu. Çare olarak, uzak vilâyetlere de birer aşı evi yapılması ve buralara usta aşıcıların gönderilmesi gerektiğine karar verildi. 1898’de, Telkihhane içinde bir Dershane açılarak çiçek aşısının hazırlanmasının ve uygulanmasının öğretildiği teknik elemanlar yetiştirilmeye başlandı. Yetişen aşıcılar uzak vilayetlerdeki aşı evlerine gönderilecekti. DÂÜLKELP AMELİYATHANESİ’NDE KUDUZ AŞISI ÜRETİMİ 1885 yılında Pasteur bulduğu kuduz aşısını kuduz köpeğin ısırdığı bir çocuğa uyguladı. Ertesi yıl Sultan II. Abdülhamit, Mekteb‐i Tıbbiye‐i Şahane hocalarından Dr. Alexander Zoeros Paşa, Dr. Hüseyin Remzi Bey ve Veteriner Hekim Hüseyin Hüsnü Bey’den müteşekkil üç kişilik bir bilim kurulunu (Osmanlı Heyet‐i Fenniyesi) Paris’teki Pasteur Enstitüsüne gönderdi ve Pasteur’e birinci dereceden Mecidiye Nişanı ile birlikte 10.000 Frank bağış yaptı. Pasteur Enstitüsü’nde kuduz aşısının üretilmesini ve uygulanma usulünü öğrenen Bilim Kurulu üyeleri kuduz aşısıyla aşılanmış iki ada tavşanı ile yurda döndüler. Demirkapı’daki Tıbbiye bahçesine yapılan kuduz laboratuvarı Dâülkelp Ameliyathanesi (Kuduz Tedavihanesi) 1887 tarihinde hizmete girdi. Burada kuduz aşısı üretildi ve kuduz hastaları tedavi edildi. Zoeros Paşa burada ayrıca tıp öğrencilerine kuduz dersi veriyordu. İleriki tarihlerde İstanbul’a uzak vilayetlerde de dâülkelp laboratuvarları kurulacaktı. ARKHE 9 ARKEOLOJİ VE SANAT TARİHİ Görsel: 1884'de Roma sergisinde teşhir edilen çiçek aşısı araç-gereçleri (İÜ. NEK. Albüm No: 90513-3) Görsel: Mekteb-i Tıbbiye-i Şahâne Zooloji Müzehânesi (İÜ. NEK. Albüm No: 90558-17) 10 11 ARKHE ARKEOLOJİ VE SANAT TARİHİ FRENGİNİN YAYILMASINI ÖNLEMEK İÇİN KURULAN FRENGİ HASTANELERİ BULAŞICI HASTALIKLARA MAHSUS HASTANELERİN VE KOĞUŞLARIN AÇILMASI 1843 tarihinde İstanbul’da görülen çiçek salgınında hastanelerin yetersiz kalması Bezmiâlem Valide Sultan’ın Vakıf Gureba Hastanesi’ni yaptırmasına yol açmıştı. Bulaşıcı hastalık nedeniyle açılan ilk ihtisas hastanesi ise zührevi hastalıkların tedavisine mahsustu. Bulaşıcı hastalıklarla ilgili tıbbi bilgiler geliştikçe mimari de etkileniyordu. Karantina binaları ve bazı hastaneler pavyon şeklinde münferit yapılar olarak, bazıları da takılıp sökülebilen geçici barakalar olarak inşa ediliyordu. Hastanelerin en uç noktalarına bulaşıcı hastalıklara mahsus koğuşlar açılıyordu. Mesela, 1890’da İstanbul’da, Haseki/ Hamidiye Nisâ Hastanesi’nde ve 1899’da Hamidiye Etfal (Çocuk) Hastanesi’nde birer koğuş verem hastalarına tahsis edildi. Hamidiye Etfal Hastanesi’nde, kızıl, tetanos, difteri, tifo gibi diğer bulaşıcı hastalıklar için de ayrı ayrı pavyonlar inşa edilmişti. Osmanlı coğrafyasında bulaşıcı hastalıklara mahsus en yaygın açılan hastaneler frengi ve kolera hastaneleriydi. Görsel: Karantina İskelesi (İÜ. NEK. Albüm No: 779-84-5) 12 19’inci yüzyılın başlarında Osmanlı-Rus savaşlarıyla, özellikle de Kırım Savaşı’ndan (1853-56) sonra Avrupalıların İstanbul’a yerleşmesiyle frengi vakaları artmaya başlamıştı. Yine bu tarihlerde açılan genelevler frenginin ailelere yayılmasını hızlandırmaktaydı. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşıyla birlikte frengi daha da hızla yayılarak uzun süreli salgınlar yaptı. Frenginin genelevlerde çalışan kadınlar aracılığıyla yayılmasını önlemek ve hastalıkla mücadele amacıyla 1880 yılında genelev kadınlarını muayene ve zührevi hastalığa yakalananları hastaneye nakil zorunluluğu getirildi. İstanbul’da eğlence yerlerinin ve meyhanelerin bulunduğu ve yabancıların yerleştiği Beyoğlu semti aynı zamanda fuhuş bölgesiydi. 1883 yılında genelevlerde çalışan kadınların sağlık kontrolü için Altıncı Daire-i Belediye Nisa Hastanesi (Beyoğlu Nisa Hastanesi) faaliyete geçti. Kastamonu yöresinden İstanbul’a çalışmaya gidenlerin genelevlerden aldıkları frengiyi memleketlerine döndüklerinde evlerine taşımasıyla hastalık Anadolu’ya yayıldı. Seyyar sağlık görevlilerince yürütülen frengi tedavisi yetersiz kaldığından yataklı tedavi kurumlarına ihtiyaç duyulmuştu. 1882 yılından itibaren “frengi hastalığının yayılmasını önlenmek için” Karadeniz bölgesinden başlayarak salgını takiben iç bölgelere doğru frengi hastaneleri açıldı. 19’uncu yüzyılın sonlarında frengi salgınları Osmanlı coğrafyasının merkezden uzak bölgelerine yayılmıştı. Anadolu’da, Balkanlarda ve Orta Doğu’da çok sayıda frengi hastanesi- bazısı da gureba hastanesi adı altında- faaliyete geçti. Hastanelere yatırılan frengi hastaları, tedavi edilemeyen yaraları, çökmüş burun ve yaralı dudakların ürkütücü görüntüleriyle gözden ırak olurken, cinsel yolla bulaşan bu hastalığın mağdurları olarak da toplumdan soyutlandılar. KOLERA SALGINLARINDA AÇILAN BELEDİYE HASTANELERİ 19’uncu yüzyıl aynı zamanda kolera ile mücadeleyle geçti. 1831 tarihinde İstanbul’da görülmeye başlanan kolera Batı dünyası için de yeni bir hastalıktı. Kolera, şiddetli kusma, ishal, kasılma ve morarmalarla hastaları eritiyordu. 1865 yılında görülen kolera salgının arkasından ilk belediye hastanesi olan Altıncı Daire-i Belediye Hastanesi yabancıların yoğunlukta olduğu Beyoğlu’nda hizmete girdi. Sadece tecrit yöntemi ile koruyucu sağlık uygulamaları yetersiz kalıyordu. 1870’li yıllardan sonra Pasteur ve Koch gibi Avrupalı bilim adamları bakterilerin hastalık yaptığını kanıtlamıştı. Mikroplar havadan, sudan, topraktan, yiyecek ve içeceklerden, giysi ve diğer eşyalardan bulaşıyordu. Hastalık yapan mikroplar yok edilmeliydi. Bilime dayalı koruyucu hekimliğin gelişmeye başladığı 19’uncu yüzyılın son çeyreğinde, salgın hastalıklara sebep olan mikropları yok etmek için dezenfeksiyon yöntemleriyle mikroplardan arındırma (tathir ve tanzif) uygulamasına başlandı. Yiyecek ve içecekler ısıtılıp kaynatıldı, içme suları filtreden geçirildi, giysi ve eşyalar ilaçlandı. Karantina istasyonlarına ve hastanelere alınan otoklav ve etüv gibi cihazlarla mikroptan arındırma işlemleri yapıldı. 1893-95 kolera salgınında İstanbul’da Gedikpaşa, Üsküdar ve Tophane’de birer Tebhirhane inşa edildi. “Buhar haline getirme” anlamına gelen tebhir kelimesi 19’uncu yüzyıl sonlarında bulaşıcı hastalıkların etkeni olan mikro-organizmaların basınçlı su buharı ile yok edilmesi anlamında kullanılıyordu. Hastalığın bulaşmış olabileceği giysilerin ve eşyaların büyük bir etüvde su buharıyla temizlendiği yere tebhirhane adı verilmişti. Tebhirhane binasında bulaşık ve temiz eşyanın bulunduğu iki bölümün arasına yerleştirilen büyük etüv makinasının iki ayrı kapağı vardı. Kapaklardan biri kirli, diğeri temiz bölüme açılırdı. Hasta evinden alınan bulaşık eşya ile temizlenen eşya ayrı görevliler ve ayrı araçlarla taşınırdı. Tebhirhane memurları kendilerini bulaşık eşyalardan koruyan özel iş elbiseleri giyer ve püskürtücü olan pulverizatör cihazı ile püskürttükleri mikrop öldürücü kimyasal dezenfektan maddeler ile bina ve sokakları mikroptan arındırmaya çalışırdı. 10-20 sene arayla salgın yapan, pis-kokuşmuş havaya atfedilen koleraya sebep olan basili 1884 yılında Koch bulduktan sonra kapalı kanalizasyon sisteminin, temiz su temininin, çöplerin toplanmasının önemi iyice anlaşılmıştı. Kirli atık sular içme suyuna karışmamalı, sebze ve meyveler kirli suyla yıkanmamalıydı. Koleranın yayılmasını engellemek için sular bakteri bilimine uygun olarak analiz edilmeliydi. Bulaşıcı hastalıklarda bakteri incelemeleri yapılarak hastalık etkeninin tayini gerekmekteydi. 1893 yılında patlayan kolera salgını, salgın hastalıklardan korunmaya yönelik kurumlaşmanın devamına yol açtı. Bakteriyolojik tetkik ile hastalığın teşhisini koyacak bir laboratuvara ihtiyaç vardı. Demirkapı’daki Tıbbiye’nin bahçesine bir Bakteriyoloji Laboratuvarı (Bakteriyolojihane-i Şahane) inşa edildi. 1894 yılında kurumun başına getirilen Dr. Maurice Nicolle askeri tıp ve veterinerlik öğrencilerine bakteriyoloji eğitimine başladı. Tıp mezunlarının bakteriyoloji ihtisası için Avrupa’ya gönderilmesine gerek kalmamıştı. İnsana bulaşan hastalıkların yanı sıra ekonomiyi etkileyen hayvan hastalıklarıyla da ilgilenen Dr. Nicolle, Veteriner Adil Bey ile birlikte sığır vebası etkeninin süzgeçten geçtiğini ve bir virüs olduğunu kanıtladı ve sığır vebası serumunu üretti. 1895 yılında difteri serumu üretimine de geçildi. Bakteriyolojihane’nin kurulması Türkiye tarihinde tıp uygulamaları ile bilimin kucaklaşmasındaki en önemli gelişmeydi. İleriki tarihlerde hastanelerde ve diğer vilayetlerde de bakteriyolojihaneler kurulacaktı. ARKHE SU BUHARIYLA MİKROPTAN ARINDIRMA YERİ: TEBHİRHANE BAKTERİYOLOJİHANE’DE SULARIN TAHLİL EDİLMESİ, AŞI VE SERUM ÜRETİMİ 13 ARKEOLOJİ VE SANAT TARİHİ 1893-95 kolera salgınında İstanbul’un on belediye dairesinden her biri geçici birer kolera hastanesi açtı. Cerrahpaşa’da kurulan kolera hastanesi daha sonra kalıcı oldu ve günümüzde Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi olarak hizmet veriyor. Diğer hastanelerde ise kolera hastalarına özel koğuşların tahsis edilmesiyle hastalar tecrit edilerek tedavi altına alındı. Asker arasında görülen kolera vakaları için takılıp sökülebilen (prefabrik) seyyar hastaneler yaptırıldı. Bazı hastanelerin bahçelerine çadırlar dikildi. Kolera hac mevsiminde, savaşlar ve göçler sırasında büyük salgınlar yapmaya devam etti. Görsel: İstanbul Gedikpaşa'da Tebhirhane (İÜ. NEK. Albüm No: 90921-4) 14 15 ARKHE ARKEOLOJİ VE SANAT TARİHİ COVİD-19 SALGINI HAFIZAMIZI TAZELEDİ Osmanlı dönemi antibiyotik çağı öncesiydi. Bulaşıcı hastalıklara neden olan mikroorganizmalar ve etkileri 19’uncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren tanınmaya başlandı, aşılar ve serumlar üretildi, ama ilaç tedavisi yoktu. Antibiyotik çağı Alexander Fleming’in 1928 yılında küften elde edilen penisilini keşfetmesiyle ve penisilinin bakterileri öldürdüğünü fark etmesiyle başladı. Penisilin ilk defa 1941 yılında bulaşıcı hastalıkların tedavisinde kullanıldı. Enfeksiyon hastalıklarının tedavisinde antibiyotiğin başarısı milyonlarca insanın hayatını kurtardı. Türkiye de rahatladı, eski karantina binaları yıkıldı ya da işlevleri değiştirildi, bulaşıcı hastalıklara mahsus hastaneler dönüştürüldü, intaniye servisleri daraltıldı ve aşı üretimi durduruldu. 1960’lı yıllardan itibaren tüm dünya gibi Türkiye de aşıların ve antibiyotiklerin verdiği rahatlıkla salgınlarda yaşanan zorlukları hafızasından silmeye başlamıştı. İnsanların bulaşıcı hastalıklardan artık korunduğu düşünülmekteydi. Ama öyle olmadı. 1980’lerden bu yana AIDS, SARS, Kuş Gribi, Domuz Gribi, MERS, Ebola, Zika ve Covid-19 tedavisi olmayan bulaşıcı hastalıklar olarak hayatlarımızı tehdit etmektedir. 16 Osmanlı döneminde salgın yapan bulaşıcı hastalıklara ne oldu? Cüzzama neden olan basili 1873’te Gerhard Armauer Hansen keşfetse de ancak 20’inci yüzyılın ortalarından itibaren tedavi edilebildi ama ortadan kalkmadı. Robert Koch 1882’de tüberküloz hastalığının etkeni olan basili buldu, ayırıp üretti. 1950’li yıllardan bu yana verem gözetim altında tedavi edilebilse de çok sayıda insanın hayatını almaya devam ediyor. Verem aşısı BCG yararlı olsa da tam bir koruyuculuğu yoktur. 1884 yılında Robert Koch koleranın etkeni olan basili buldu. Günümüzde geliştirilen kolera aşıları ve antibiyotik tedavisi etkili olsa da çevre temizliğinin bulunmadığı ülkelerde koleradan ölümler devam ediyor. 1894’te Alexandre Yersin ve Şibasabura Kitasato veba basilini keşfetti. 19. yüzyılın sonlarından itibaren üretilmeye başlanan veba aşılarının etkinliği kesin olarak ölçülemedi. Veba yirminci yüzyılın ortalarından bu yana etkili antibiyotiklerle tedavi edilebiliyor olsa da hala veba vakaları görülmektedir. Fritz Schaudinn ve Erich Hoffmann frengiye sebep olan bakteriyi 1905 yılında tanımladı, ancak frengi hastalığının tedavisi penisilinin kullanımıyla 1945 yılından sonra yaygınlaşabildi. Frengi insan sağlığını tehdit etmeye devam etmektedir. Çiçek hastalığının etkeni olan virüsü 1906’da tespit eden Enrique Paschen, 1908’de bu virüsün çiçek hastalığına sebep olduğunu ileri sürdü. İlacı olmayan çiçek hastalığı aşı sayesinde ortadan kalkabilmiştir. Çiçek hastalığı yok oldu diye 1983 yılından bu yana aşı uygulaması durdurulduğundan aşılanmamış olanlar bir gün çiçek virüsüne maruz kalacak olurlarsa tarih tekerrür edecektir. 1918-1920 yıllarında hüküm süren, ilacı ve aşısı olmayan, dünyada 60 milyon insanı öldürdüğü tahmin edilen İspanyol gribinin üstünden yüz yıl geçti. Havadan yayılan Covid-19 salgını ülkeleri bir bakıma yüz yıl öncesinin bulaşıcı hastalıklardan korunma şartlarına geri götürdü. Osmanlı döneminde uygulanan tecrit, temizlik ve mikroptan arındırma uygulamaları salgının hızını kesecek koruyucu önlemler olarak bugün de önemini korumaya devam ediyor. Halen, virüs salgınlarına karşı yaygın virüs guruplarını etkileyecek anti-viral ilaç bulunmuyor. Geliştirilecek güvenli aşılar dünya nüfusunun büyük çoğunluğuna ulaşmadığı sürece, tarihte olduğu gibi, Covid-19 ve benzeri salgınlar bizim de hayatımızın bir parçası olmaya devam edecektir. Bu süreçte yeni kurumların ve uygulamaların oluşturulmasıyla Covid-19 ile birlikte, ama korunarak yaşamayı öğrenmek durumundayız. SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA Sarı N., İzgöer A.Z., Tuğ R. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Belgeleri Işığında II. Abdülhamid Devrinde Kurulan ve Geliştirilen Hastaneler - Hospitals Founded and Improved During the Reign of Sultan Abdülhamid II. İstanbul 2014. Sarı N., İzgöer A.Z., Eryüksel A. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Belgeleri Işığında II. Abdülhamid Devrinde Kurulan Sağlık ve Sosyal Yardım Kurumları II. İstanbul 2019. Sarıyıldız G. “Karantina Meclisi’nin Kuruluşu ve Faaliyetleri”, Belleten, c. LVIII, sa. 222, Ankara 1994, s. 329-376. Unat EK. Osmanlı İmparatorluğunda Bakteriyoloji ve Viroloji. İstanbul 1970. Uludağ O. Ş. “Son Kapitülasyonlardan Biri Karantina”, Belleten, c. II, sa. 7-8, Ankara 1959, s. 445-467. ARKHE Görsel: Asker ve ahaliden ısırılmış olan kimselerin tedavi edildiği Dâülkelb Pavyonu (İÜ. NEK. Albüm No: 91016-8) 17 ARKEOLOJİ VE SANAT TARİHİ Ünver AS. Türkiye’de Çiçek Aşısı ve Tarihi. İÜ Tıp Tarihi Enstitüsü Yay. No: 38, İstanbul 1948. Yıldırım N. İstanbul’un Sağlık Tarihi, İstanbul 2010.