Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
Skip to main content
Klasik Türk şiirinin en yaygın nazım şekli olan gazel, işlediği konular ve şairlerin bu konuları ele alış tarzı göz önünde bulundurularak başına “âşıkâne, rindâne, sûfîyâne, hakîmâne” gibi sıfatlar almıştır. Buna göre kadın ve aşkın... more
Klasik Türk şiirinin en yaygın nazım şekli olan gazel, işlediği konular ve şairlerin bu konuları ele alış tarzı göz önünde bulundurularak başına “âşıkâne, rindâne, sûfîyâne, hakîmâne” gibi sıfatlar almıştır. Buna göre kadın ve aşkın güzelliklerinin, zarif ve çapkın bir tarzda anlatıldığı gazeller “şûhâne gazel” adıyla anılmakta olup bu tarzın en önemli temsilcisi olarak ise Nedim (1681-1730) kabul edilmektedir.
Klasik Türk şiirinin tarihî seyri içerisinde vücuda getirilmiş divanlar incelendiğinde Nedim’den önce Bâkî (1526-1600), Şeyhülislâm Yahyâ (1561-1644) ve Nef’î (1572? -1635) gibi başka şairlerin de şûhâne tarzda beyitler söylediğini görmek mümkündür. Fakat Dîvân’ında doğrudan bu tarzın ismini zikrederek Sultan Osman’a sunduğu kasidenin bir beytinde, cihana “şûh tarzı” öğretmiş olmakla övünen Nef’î’deki şûhluk, bu tarzın en mühim temsilcisi kabul edilen Nedim’e göre farklılık arz etmektedir.
Bu çalışmada, Nef’î ve Nedîm’in şiirlerinden hareketle şûhluğun söz konusu iki şair tarafından nasıl algılandığı ve işlendiği mukayese edilerek değerlendirilmeye çalışılacaktır.
18th century is a significant era for Ottoman literature, culture, and art as well as political history as it includes the Tulip Period (1718-1730), the period of both decline and grandeur which lasted for twelve years. It is a source of... more
18th century is a significant era for Ottoman literature, culture, and art as well as political history as it includes the Tulip Period (1718-1730), the period of both decline and grandeur which lasted for twelve years. It is a source of bright colourful lights and amusement illuminating dreamy eyes for behind their folios of Tulip Period, which is in fact the autumn season for Turkish civilization.
A poet of this period, Hami (1679-1747) of Diyarbakir (Hami-i Amidi) had to return to his hometown in 1731 due to the tribulations when his patron Abdullah Pasha was dismissed from court, Sultan Ahmed III was dethroned after an uprising, and the ascension of Mahmud I. However, his journey was most troublesome. Some of his companions died of plagues, he was too afraid of rogues to sleep throughout the journey, and he had to use kind words for non-Muslims. The verse travelogue by the poet Hami, which includes vivid paintings picturing his journey from Uskudar, İstanbul to Diyarbakir, is a significant work as it offers a good reading about the history of the period. This travelogue exhibits historical information on 18th century as it narrates the events that took place during the travel for Uskudar to Diyarbakir in addition to its poetic expressions resulting from being composed by a poet in the literary style of mathnawi.

This study provides the analysis of the poem as a literary genre, information on its poet Hami-i Amed and his dewan, and comments on the couplets which reveal his intention in composing this work. A transcript text of this literary piece of 266 couplets is also included at the end of this study to track Hami’s story of this adventurer from Uskudar to Diyarbakir.
Öz Klasik Türk şiirini besleyen malzeme oldukça fazladır ve çeşitlilik arz eder. Söz konusu malzemenin bu denli çeşitlilik arz etmesinde ise Osmanlının siyaset arenasında çok geniş topraklara sahip olması kadar Türklerin İslam dinini... more
Öz Klasik Türk şiirini besleyen malzeme oldukça fazladır ve çeşitlilik arz eder. Söz konusu malzemenin bu denli çeşitlilik arz etmesinde ise Osmanlının siyaset arenasında çok geniş topraklara sahip olması kadar Türklerin İslam dinini kabul etmelerinin de etkili olduğu şüphesizdir. Bu bakımdan Osmanlı şiiri, bir taraftan Osmanlının hâkim olduğu coğrafyanın getirdiği unsurlardan, öte taraftan ise İslam medeniyetinin sunduğu malzemeden beslenmiştir. En yaygın adlandırma ile "divan şiiri" olarak anılan; tarihsel olarak ise XIII. yüzyıldan başlayarak XIX. yüzyıla kadar yaklaşık altı asrı müştemil edebî dönem göz önünde bulundurulduğunda, hemen öncesindeki beylikler dönemi ile Osmanlı bürokrasisinin ilk dönemlerinde Arapça ve Farsçaya karşılık, Türkçenin bir şiir dili olarak işlenip geliştirildiğine şahit olmaktayız. XVI. ve XVII. yüzyıldan itibaren ise Şeyhî, Ahmed-i Dâ'î, Ahmedî gibi Germiyanlı şairlerin şiir dili, Fars şiirinin tesirlerine daha açık hale gelmiştir. Bununla birlikte İranî gelenekten tevarüs eden pek çok husus, Türklerin İslamiyet öncesi dönemine ait olup bu gelenek mazmun, hayal dünyası ve şiir anlayışı bakımından her zaman klasik Türk şiiri üzerinde etkili olmuştur. Bu makalede de bir İran şehri olan Kirman ve onun klasik Türk şiirindeki kullanımları ile yine bu şehir dolayısıyla Türk şiirinde kullanılmış Farisî bir mecaz olan "zîre be-Kirmân" tabiri, örnek beyitlerden hareketle ve kronoloji göz önünde bulundurularak incelenmeye çalışılacaktır.

Abstract Classical Turkish poetry feeds from a great deal of various materials. Such variety exists because the Ottoman Empire ruled vast territories and it was no doubt effected from the Turks' conversion into Islam. In this respect, the Ottoman period was inspired from the elements in the geography ruled by them and the material offered by the Islamic civilization. We can define a period known as "dewan poetry" which historically spans six hundred years from 13th century to 19th century, with the period of seigneuries as its predecessor early periods of Ottoman bureaucracy when Turkish was developed into the poetic language through blending with Arabic and Persian. The language used by Germiani poets such as Seyhi, Ahmed-i Da'i, and Ahmedi became rather open to Persian influence.
Nazari ve estetik esasları itibarıyla XVI. yüzyıldan itibaren klasik bir hüviyet kazanmaya başlayan divan şiiri, kuruluş aşamasında zaman zaman klasik dönemdekinden farklı hayal, tasavvur ve mazmunlara sahne olmuştur. Sebk-i Hindî... more
Nazari ve estetik esasları itibarıyla XVI. yüzyıldan itibaren klasik bir hüviyet kazanmaya başlayan divan şiiri, kuruluş aşamasında zaman zaman klasik dönemdekinden farklı hayal, tasavvur ve mazmunlara
sahne olmuştur.
Sebk-i Hindî ekolünde olduğu gibi sonraki dönemlerde cereyan eden münferit edebî hareketler ve geleneksel sanat çizgisinde görülen kırılmalar ise bilinçli bir tercihin tezahürü olup klasik sanat anlayışından kısmi farklılıklar arz etmektedir. Esasen -keskin bir ayrım yapmak güç olmakla birlikte- klasik dönem öncesi ve sonrası Türk şiirinde görülen farklılıklar, hem manada hem de üslupta Türk şiirine ayrı bir keyfiyet ve
özgünlük kazandırmış; bu şiirin müşterek sanat telakkisine, kültür hazinesine bir çeşni katmıştır. Divan şiirinin kurucularından kabul edilen Ahmedî’nin Divan’ında tespit ettiğimiz “saç-meş’ar” münasebeti de
bu türden bir farklılıktır.
    Bu makalede divan şiirinin klişe teşbih unsurlarından olan sevgilinin saçının, dinî bir ıstılah olan meş’ar ile ne surette ilişkilendirilmiş olduğu yine Ahmedî Divanı’ndaki beyitlerden hareketle açıklanmaya
çalışılacaktır.
Research Interests:
Türklerin İslamiyet’i kabul etmesi ile Arap alfabesi Türkler arasında kullanılmaya başlanmış ve bu alfabe zamanla Türklerin hâkim olduğu coğrafyaya yayılmıştır. Türk dilinde mevcut bazı sesleri karşılamayan Arap alfabesi için ise zaman... more
Türklerin İslamiyet’i kabul etmesi ile Arap alfabesi Türkler arasında kullanılmaya başlanmış ve bu alfabe zamanla Türklerin hâkim olduğu coğrafyaya yayılmıştır. Türk dilinde mevcut bazı sesleri karşılamayan Arap alfabesi için ise zaman zaman harf eklemeleri yapılarak bu alfabenin ıslahı yoluna gidilmiştir. Bununla birlikte Türk yazısındaki reform hareketlerinin bilimsel olarak sorgulanmaya başlandığı XIX. yüzyıla kadar Arap alfabesi, geleneksel fonetik ve imla hususiyetlerini muhafaza etmiştir. XIX. yüzyıla gelindiğinde ise Türk dünyasında cereyan eden siyasi, sosyo-kültürel hadiselere ve özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısında artan basın-yayın faaliyetlerine bağlı olarak Türk toplulukları arasında alfabe tartışmaları başlamıştır. Türk basınında yaşanan alfabe değişikliği tartışmalarına paralel olarak Latin alfabesine geçmeden beş yıl önce 1339/1923 yılında Tahsin Ömer imzasıyla 40 sayfalık bir kitapçık yayımlanmıştır. Tahsin Ömer bu eserde Arap ve Latin harflerinin 3000 sene evvelki Finike alfabesine dayandığını, Finike alfabesinin ise eski Mısırlılara ait hiyeroglif yazısından meydana geldiğini belirterek söz konusu alfabelerin yazı evreleriyle birlikte karşılaştırmalı tablolarını vermiştir. Üstelik bununla da kalmayıp henüz Latin alfabesi kabul edilmemişken “Türkçemiz Latin Harfleriyle Nasıl Yazılacak?”
başlığı altında Latin alfabesine dayanan yeni bir Türk alfabesi oluşturmuştur. Azerbaycanlı Ahundzâde’den sonra, Tahsin Ömer’in alfabe önerisi Türkiye’de bir öncü olmakla birlikte her nedense gereken ilgiyi görmemiş ve bu küçük eser dil reformu üzerine araştırma yapanlardan birkaç isim dışında kimsenin dikkatini çekmemiştir.
  Bu makalede, Beyazıt Devlet Kütüphanesi 201119/494.35-1 numarada kayıtlı ve daha evvel yayımlanmamış olan “İlmî ve Tarihî Esaslara Nazaran Harflerimiz Latin Harflerinin Aynıdır” adlı Osmanlı harfleriyle yazılmış eser, yeni yazıya aktarılarak Tahsin Ömer’in alfabe değişikliği hakkındaki görüşleri değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Research Interests:
Klasik Türk Edebiyatı bünyesinde vücuda getirilen manzum ve mensur eserler kadar bu eserler üzerine yapılan şerh çalışmaları da önem arz eder. Osmanlı medeniyet dairesi içerisinde yer alan eserlerin kimi zaman okurlar için bazı... more
Klasik Türk Edebiyatı bünyesinde vücuda getirilen manzum ve mensur eserler kadar bu eserler üzerine yapılan şerh çalışmaları da önem arz eder. Osmanlı medeniyet dairesi içerisinde yer alan eserlerin kimi zaman okurlar için bazı belirsiz anlam alanları oluşturması, klasik Türk şiirinin Arapça ve Farsça ağırlıklı bir dil kullanmasından ziyade bu şiirin kültürel arka planına, hayal dünyasına, mazmunlarına özetle söz konusu medeniyet dairesine tam olarak nüfuz edememekle alakalıdır. Bu manada şerh kitaplarının zikredilen medeniyet dairesine nüfuz etmede ne denli önemli bir vazife yerine getirdikleri âşikârdır.
    Bu makalede; edebiyat tarihçisi, şair, yazar, mesnevihân, mutasavvıf ve müderris olma gibi pek çok vasfı şahsında birleştiren son dönem Mevlevîlerinden Tâhirü’l-Mevlevî (1877-1951)’nin, Nedim’in “köşk
kasidesi”ne yapmış olduğu eski harfli şerh, yeni yazıya çevrilerek araştırmacıların istifadesine sunulmuştur. Çeviri yazısı yapılan metin Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Fethi Sezai Türkmen Koleksiyonu 91 numarada kayıtlı olup Tahirü’l-Mevlevî’nin kendi el yazısıyla ve rika hattıyla yazılmıştır. Örnek olmak üzere makalenin sonuna eski harfli metinden iki sayfa alınmıştır.
Research Interests:
Özet: Kaynakların, klasik Türk şiirinde etkili olduğunu zikrettikleri edebî üslup veya tarzlardan biri de Muallim Naci’nin Esami adlı eserinde “eş’âr-ı şûhâne” olarak bahsettiği “şûhâne” tarz veya üsluptur. Klasik Türk şiirinde kadını ve... more
Özet: Kaynakların, klasik Türk şiirinde etkili olduğunu zikrettikleri edebî üslup veya tarzlardan biri de Muallim Naci’nin Esami adlı eserinde “eş’âr-ı şûhâne” olarak bahsettiği “şûhâne” tarz veya üsluptur. Klasik Türk şiirinde kadını ve aşkın zevklerini konu alan, zarif ve çapkın bir anlatımla söylenmiş gazellere “şûhâne gazel” adı verildiği bilinmekte ve bu tarzın edebiyatımızdaki en önemli temsilcisi Nedim kabul edilmektedir. Ondan sonra gelen ve bu tarzı benimseyerek “şûhâne” şiirler yazmaya çalışan bazı sanatçılar ise söz konusu şûhluğu Nedim’de olduğu gibi söyleyişte yahut ifade tarzında yakalayamadıklarından, eskilerin tabiriyle “perde-bîrûnluk”a düşmekten kurtulamamışlardır.   
Bu makalede söz konusu tarzın lügat manasından hareketle, Klasik Türk şiirinde nasıl işlendiği, hangi sanatçılar tarafından temsil edildiği ve özellikle bu tarzın en büyük temsilcisi kabul edilen Nedim’in şiirlerinde nasıl makes bulduğuna dair hususlar ana hatlarıyla incelenmeye çalışılmıştır.
Üzerinde durulan esas konu ise bu tarzın bir konu mu yoksa üslup meselesi mi olduğu ve Nedim’in edebî kişiliğinde nasıl bir hususiyet kazandığı meselesidir.
Anahtar Kelimeler: Nedim, Şûhâne Şiir, Klasik Türk Edebiyatı.
Research Interests:
Sanat taklitle başlar ve sanatçı taklitle başladığı sanat serüvenine, mevcut numunelerin daha üstününü ortaya koyma gayesiyle devam eder. Bu gaye edebî tür ve gelenekler üzerinde de etkili olmuştur. Bu manada klasik Türk şiirinin... more
Sanat taklitle başlar ve sanatçı taklitle başladığı sanat serüvenine, mevcut numunelerin daha üstününü ortaya koyma gayesiyle devam eder. Bu gaye edebî tür ve gelenekler üzerinde de etkili olmuştur. Bu manada klasik Türk şiirinin oldukça yerleşik geleneklerinden olan tanzir etme veya nazirecilik geleneği yalnızca edebî bir alışkanlık olması yönüyle değil; edebî bir ıstılah olan ibdâ yani sanatçıların yeni ve güzel bir eser vücuda getirme nedenlerini izah etme yönüyle de önemlidir. Usta şairleri izleyerek bu yolda onlar gibi şiirler yazma gayreti içerisinde olan genç şairler için bir mektep vazifesi gören nazirecilik; kimi zaman zemin şiiri geçmek arzusunda olan şairlerce edebî sahada bir meydan okumaya dönüşmüş, kimi zaman da bir dostluk nişanesi veya saygı ve beğeni ifadesi olarak nazire yazılmıştır.
    Bu çalışmada, zikredilen gayelerden sonuncusu doğrultusunda Tanzimat dönemi şairlerinden Namık Kemal ile Ziya Paşa’nın, XVIII. yüzyıl divan şairi Nedim’in “köşk kasidesi”ne nazire olarak yazmış oldukları sâkînâme ve bahâriyye türündeki şiirlere Tâhirü’l-Mevlevî’nin yapmış olduğu şerh, yeni yazıya çevrilerek araştırmacıların istifadesine sunulmuştur. Çeviri yazısı yapılan metin Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Fethi Sezai Türkmen Koleksiyonu 91 numarada kayıtlı olup Tahirü’l-Mevlevî’nin kendi el yazısıyla ve rika hattıyla yazılmıştır. Örnek olmak üzere makalenin sonuna eski harfli metinden iki sayfa alınmıştır.
    Anahtar Sözcükler: Nedim, Köşk Kasidesi, Namık Kemal, Ziya Paşa, nazire, Tâhirü’l-Mevlevî (Olgun), şerh.
Research Interests:
Latin harfleri 3 Kasım 1928 tarihli ve 1353 sayılı kanunla yürürlüğe girmeden önce pek çok ilim adamı Arap alfabesi ile Latin alfabesini mukayese etmiş; kimileri Arap alfabesinin kullanılmasının kültürel sürekliliği temin edeceği... more
Latin harfleri 3 Kasım 1928 tarihli ve 1353 sayılı kanunla yürürlüğe girmeden önce pek çok ilim adamı Arap alfabesi ile Latin alfabesini mukayese etmiş; kimileri Arap alfabesinin kullanılmasının kültürel sürekliliği temin edeceği gerekçesiyle bu alfabeden vazgeçilmemesini ileri sürerken, kimileri de Arap harflerinin okuma/yazmadaki zorluğuna, Arap harflerinin ıslahının mümkün olmadığına ve Latin harflerinin ayrı yazılmasının hem okuma hem de yazmada kolaylık sağlayacağına işaret ederek Latin harflerine geçişin elzem olduğunu savunmuşlardır.
Bu bildiride ise Tahsin Ömer’in Latin alfabesine geçmeden birkaç yıl önce 1339/1923 yılında Mahmud Bey Matbaası’nda yayınlamış olduğu İlmî ve Tarihî Esaslara Nazaran Harflerimiz Latin Harflerinin Aynıdır adlı matbu Osmanlıca risalesi tanıtılacak; Tahsin Ömer’in, risaleden hareketle Latin harflerine geçiş hususundaki görüş ve değerlendirmeleri tahlil edilecektir. Söz konusu risale Beyazıt Devlet Kütüphanesi 201119/494.35-1 kitaplık ve tasnif numarasında kayıtlı olup 40 sayfadan ibarettir.
“İfâde-i Mahsûsa” başlığı altında yazının tarihî gelişimi hakkında bilgi veren Tahsin Ömer, Arapların yazıyı 3000 sene önce Finikelilerden alarak öylece muhafaza ettiğini, asırlarca tekemmülden uzak kalmış olan bu yazıyı aynen alan Osmanlıların ise üzerinde hiçbir tadil ve değişikliğe uğratmadan kabul ettiklerini belirterek bunu bir gaflet olarak nitelendirir. “Yazının Medeniyet ve Tekemmülât-ı Beşeriye Husûsunda Îfâ Etmiş Olduğu Hizmet” başlığı altında yazının, medeniyetlerin inşasında ne denli önemli bir rol oynadığını belirten Tahsin Ömer, ilerleyen sayfalarda Eski Mısırlılara ait hiyeroglif yazısından başlayarak bu yazının evrelerini, Finike alfabesine etkisini ve Arap dünyası üzerinden bize nasıl ulaştığını harflerin karşılaştırmalı tablolarını vermek suretiyle gözler önüne serer. Özellikle Latin harflerinin üç muhtelif millete (Mısır, Finike ve Yunan) ait yazılardan ne suretle vücuda geldiğini gösterdiği mukayeseli levhalar dikkat çekicidir.
Henüz Latin harfleri kabul edilmemişken “Türkçemiz Latin Harfleriyle Nasıl Yazılacak?” başlığı altında Latin harflerine karşılık gelecek sesleri fonetik olarak da inceleyen yazar, teklif ettiği Latin harfli yazım sistemiyle risalenin sonuna örnek maksadıyla bir paragraf da eklemiştir.
Bu bildiride, Tahsin Ömer’in söz konusu risalesi tanıtılarak, medeniyetin başlangıcı kabul edilen “yazı”nın Türklerdeki tarihsel gelişim ve değişim seyri üzerinde durulacak; Arap harflerinden Latin harflerine geçiş sürecinde, Mısır, Finike, Yunan ve Araplardan hareketle genel çerçevede yazı sistemine, özelde ise harf devrimine nasıl bakıldığı irdelenmeye çalışılacaktır.

Anahtar Sözcükler: Tahsin Ömer, Hiyeroglif Yazısı (Hiyeratik/Demotik), Finike Yazısı, Arap Harfleri, Latin Harfleri.
Research Interests:
Türk tarihinde meş’ûm ve karanlık bir dönem olarak tabir edebileceğimiz millî mücadele yıllarında, İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy: “Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle yıkılamaz. Milletler ancak... more
Türk tarihinde meş’ûm ve karanlık bir dönem olarak tabir edebileceğimiz millî mücadele yıllarında, İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy: “Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle yıkılamaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatine, kendi menfaatini temin kaygusuna düştüğü zaman yıkılır.” demiştir.
        Büyük şair ümitsizliğe kapılarak adeta makûs kaderinin tecelli etmesini bekleyen millete, neredeyse tüm ülke sathını gezerek, şiirleriyle, hutbeleriyle, vaazlarıyla ve yazılarıyla heyecan, taze kan ve umut aşılamış; zulme, küfre karşı sessiz çoğunluğun yükselen sesi olmuştur.
        Şiirinin ve sanatının kaynağını teşkil eden “vatan sevgisi”, “hamaset” ve “İslam birliği” düşüncesi bu vatan şairinin sanatını, mukaddesatı addettiği vatanına ve dinine, dolayısıyla da “cemiyete ve sosyal fayda”ya hasretmiş olduğunun da bir göstergesidir.
        Bildiride Akif’in millî mücadeledeki gayretlerinden ve şiirlerinden hareketle onun sanatındaki “cemiyet ve sosyal fayda” prensibi üzerinde durulacaktır.
Research Interests:
Atasözleri ve deyimler, toplumların uzun süren gözlem, deneyim ve yaşantılarına dayandığından; ait oldukları toplumun yaşama biçiminden düşünce yapısına, değer yargılarından ahlâk anlayışına varıncaya kadar çok değişik konuları içerirler.... more
Atasözleri ve deyimler, toplumların uzun süren gözlem, deneyim ve yaşantılarına dayandığından; ait oldukları toplumun yaşama biçiminden düşünce yapısına, değer yargılarından ahlâk anlayışına varıncaya kadar çok değişik konuları içerirler. Bu nedenle bir milletin bütün kültür ve değerler dünyasının özü mesabesinde olan kalıplaşmış sözlerdir. İletişim esnasında kısa, kestirme ve etkili bir anlatımı mümkün kılan atasözleri, aynı zamanda bir milletin felsefesini de yansıtır. Bu bakımdan bu söz varlıklarının bilinmesi ve yaşatılması hayatî önem arz etmektedir. Türk dilinin bilinen en eski sözlüğü olan Divânü Lügati’t-Türk’ten günümüze değin bu söz varlıklarını yaşatma ve kayıt altına alma amacına yönelik önemli sözlükler kaleme alınmıştır. Bunların her biri Türk dili ve kültürü açısından birbirinden değerli kaynaklardır.
Bu makalede, yapılan taramalar ve araştırmalar neticesinde, bugüne kadar –bir iki yazı dışında– varlığından söz edilmemiş bir atasözü seçkisi üzerinde durulacaktır. 1337-1340 (M. 1921) yıllarında İstanbul Şehzâdebaşı’ndaki Evkâf Matbaası’nda basılan ve Tahsin Ömer tarafından kaleme alınmış olan “Darb-ı Mesellerimiz Hakkında Tahlîlî Tedkîkât” adlı risalenin, Toronto Üniversitesi Kütüphanesi’nde PN 6505 T8 035 numarada kayıtlı, eski harfli matbu nüshası kısa bir değerlendirme ilave edilerek yeni yazıya çevrilmiştir.
Tahsin Ömer’in iki buçuk sayfalık mukaddimede belirttiği üzere bu eser, memleketimizde kullanılan beş bine yakın darbımeselin birer birer tetkiki neticesinde toplanan iki yüze yakın sözün, sahip olduğu manalar itibariyle ayrı ayrı kadrolar halinde tasnif edilip, halkın çeşitli dersler çıkarması ve ibret alması amacıyla kaleme alınmış 16 sayfalık bir risaledir.
Pek hacimli olmayan bu risalenin en dikkate değer tarafı müellifinin darbımesellerimizi ahlakî mahiyetleri açısından incelemesi ve bir tasnif yöntemi ortaya koymuş olmasıdır. Diğer önemli bir yön ise risalenin mukaddimesinde sunulan tahlilî değerlendirmelerdir.
Anahtar Kelimeler: atasözü, deyim, Tahsin Ömer
Research Interests:
Bu çalışma, genel bir bakış açısıyla gül, gülün klâsik Türk şiirindeki kullanımı ve gül redifli kasidesi bulunan divan şairlerinin şiirlerinin tespit edilerek, bunlardan birkaçının incelenmesini içermektedir. Tezde, öncelikle bir bitki... more
Bu çalışma, genel bir bakış açısıyla gül, gülün klâsik Türk şiirindeki kullanımı ve gül redifli kasidesi bulunan divan şairlerinin şiirlerinin tespit edilerek, bunlardan birkaçının incelenmesini içermektedir. Tezde, öncelikle bir bitki türü olarak gülün tanımı yapılmış, Osmanlı Devleti’nde çiçek ve bahçe kültürü ve bu kültürün klâsik Türk şiirine yansımaları üzerinde kısaca durulmuş, genel anlamda gül ve gülün şiirimizdeki kullanımına değinilmiş; Necâtî, Fuzûlî, Lâmi‘î ve Hayâlî kasidelerinin incelenmesi yapılarak, Basirî, Nev’î, Sâbir Parsa ve Kütahyalı Rahîmî’nin kasideleri ile Hayalî’nin gonca kasidesi metin olarak verilmiştir.
      Bunlardan Necâtî, Fuzûlî, Lâmi‘î Çelebi ve Hayâlî kasideleri nesre çevrilerek beyitler hem anlam hem de edebî sanatlar açısından incelenmeye çalışılmıştır. Ancak sanatlar gösterilirken tüm sanatlar değil, daha çok beytin söylenmesinde esas teşkil
eden, şairin sanat gücünü ortaya koyması açısından önem arz eden sanatlar gösterilmiştir. Kasidelerdeki ortak hayal, mazmun ve imajlar ise “Gül İle İlgili Müşterek Tasavvur ve Kullanımlar” başlığı altında ele alınarak maddeler halinde verilmiştir.
Çalışma sonunda tespit edilen önemli hususlar da Sonuç kısmında belirtilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Klâsik Türk Şiiri, Gül, Redif, Kaside, Gül Redifli
Kasideler.
Research Interests:
Research Interests:
Yorumlanmamış bir metin okunmamış bir mektuba benzer. Edebî bir metni yorumlayabilmek ise öncelikle o metnin biçim ve muhtevasını oluşturan unsurların birer birer tespit edilerek açıklanmasını gerekli kılar. İşte bu amaç doğrultusunda hem... more
Yorumlanmamış bir metin okunmamış bir mektuba benzer. Edebî bir metni yorumlayabilmek ise öncelikle o metnin biçim ve muhtevasını oluşturan unsurların birer birer tespit edilerek açıklanmasını gerekli kılar. İşte bu amaç doğrultusunda hem bizde hem de Batı’da metinlerin anlam dünyasının kapılarını aralayacak pek çok çözümleme yöntemi geliştirilmiştir. Konumuz Klâsik Türk Edebiyatı metinleri olduğundan bu bildiride ana hatlarıyla: bu alanda yapılan tahlilî mahiyetteki çalışmalarda izlenen yöntem, metinleri çözmede ve anlamada kullandığımız geleneksel/çağdaş metin çözümleme yöntemleri ve karşılaşılan sorunlar ile bu noktada eksikliği hissedilen “edebî eleştiri” meselesi üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Metin, şerh, tahlil, geleneksel ve çağdaş metin çözümleme yöntemleri, tenkit.
Research Interests:
(TR) Berlin ve Viyana Yunus Emre Enstitüleri tarafından ortaklaşa düzenlenen “Türk Edebiyatına Çevrim İçi Bir Yolculuk” konferans serisi kapsamında 4. Konferansı sizlerle buluşturuyoruz. Aksaray Üniversitesi öğretim üyelerinden Dr.... more
(TR) Berlin ve Viyana Yunus Emre Enstitüleri tarafından ortaklaşa düzenlenen “Türk Edebiyatına Çevrim İçi Bir Yolculuk” konferans serisi kapsamında 4. Konferansı sizlerle buluşturuyoruz. Aksaray Üniversitesi öğretim üyelerinden Dr. Abdulmuttalip İpek “Klasik Türk Edebiyatı 15. ve 16. yy. Divan Şairleri ve Şiir Analizi” başlıklı konferansıyla konuk oluyor. Yayını Almanca ve Türkçe olarak Berlin ve Viyana Yunus Emre Enstitülerinin sosyal medya mecralarından seyredebilirsiniz.

Im 4. Teil der Vortragsreihe ''LiteraTUR 2021 - Onlinereise in die türkische Literatur'' referiert Dr. Abdulmuttalip İpek unter der Moderation von Doz. Dr. Ertuğrul Karakuş zum Thema: ''Die klassische türkische Literatur, 15.-16. Jhd. Diwan''
(TR) Berlin ve Viyana Yunus Emre Enstitüsü ortak çalışmasıyla, Türk Edebiyatının yüzyıllara uzanan serüvenini sizlere alanında uzman akademisyenlerle sunmaya devam ediyoruz. Kırklareli Üniversitesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Ertuğrul... more
(TR) Berlin ve Viyana Yunus Emre Enstitüsü ortak çalışmasıyla, Türk Edebiyatının yüzyıllara uzanan serüvenini sizlere alanında uzman akademisyenlerle sunmaya devam ediyoruz. Kırklareli Üniversitesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Ertuğrul Karakuş’un takdim ve yönetimindeki üçüncü konferansımıza, Aksaray Üniversitesi öğretim üyelerinden Dr. Abdulmuttalip İpek konuk oluyor. İpek, “15. ve 16. yüzyıl Klasik Türk Edebiyatı” başlıklı konferansında bu yüzyıllardaki edebiyat anlayışını mercek altına alıyor. 24.09.2021'de Avrupa saatiyle 18:00’de başlayacak konferansı Berlin ve Viyana Yunus Emre Enstitüsünün tüm sosyal medya ağlarından takip edebilirsiniz.


Wir, das Yunus Emre Enstitüsü Berlin und Wien, setzen unsere Onlinereise in die Jahrhunderte lange Geschichte der türkischen Literatur weiter fort. Der vom Lehrbeauftragten der Kırklareli Universität Doz. Dr. Ertuğrul Karakuş moderierte dritte Vortrag wird vom Lehrbeauftragten der Aksaray Universität Dr. Abdulmuttalip İpek referiert. In dem mit „die klassische türkische Literatur des 15. und 16. Jhds.“ betitelten Vortrag wirft Dr. İpek einen fokussierten Blick auf Besonderheiten diesen Jahrhunderten für türkische Literatur. Sie können dem Online-Seminar am 24. September 2021 um 18:00 Uhr MEZ auf allen unseren Social-Media-Plattformen folgen.
Posing a great significance for Turkish librarianship in terms of both its foundation process and collection, Yildiz Palace Library was unfortunately subjected to many attempts of pillaging and dissolution. After the March 31 Incident in... more
Posing a great significance for Turkish librarianship in terms of both its foundation process and collection, Yildiz Palace Library was unfortunately subjected to many attempts of pillaging and dissolution. After the March 31 Incident in 1909, Yildiz Palace was being pillaged to be handed down to the Action Army. When the raiders moved to the library, the head bookkeeper Sabri Efendi of Kalkandelen (Macedonian Tetovo) stood against them and told them that they would only enter the library over his dead body; his bravery saved the library from pillaging.

This study investigates the life of Sabri Efendi and his work “Su’ara Tezkireleri”, collections of biographies of poets. Sabri Efendi was born in Kalkandelen/Tetovo in Northern Macedonia in 1862 and was invited to work in the palace by Sultan Abdul Hamid II. He and his father Mustafa Ruhi Efendi, a Naskhi Sheik arrived in İstanbul in 1881. His work contains information on various works such as the biography “Hest-Bihist” by Sehi Bey which is regarded as the first work of biography genre in Turkish Literature, “Bagce-i Safa-enduz” by Esad Efendi, and “Turk Edebiyatı Tarihi’ne Dair Manzum Bir Muhtira” by Tahiru’l-Mevlevi regarded as a history of literature. There are two manuscripts: the first is recorded as the item 56/928 in Atif Efendi Library Mehmet Zeki Pakalın Collection, and the other is the item B/54-78 located in the Turkish Language Association Library Manuscripts Section.
Bütün dünya toplumlarında hakkında pek çok inanışın mevcut olduğu, kimilerinin mabutluk isnat ederek tapındığı kimilerinin ise musibet ve uğursuzluk sembolü hatta şeytan olarak gördüğü, kimi zaman savaşlar kazandıran kimi zaman ise... more
Bütün dünya toplumlarında hakkında pek çok inanışın mevcut olduğu, kimilerinin mabutluk isnat ederek tapındığı kimilerinin ise musibet ve uğursuzluk sembolü hatta şeytan olarak gördüğü, kimi zaman savaşlar kazandıran kimi zaman ise hakkında idam kararı verilen kedi; dinî, sosyolojik, kültürel, edebî ve tarihî pek çok macera geçirmiş ve birbirinden farklı yönleriyle ön plana çıkmıştır. Bazı devlet adamlarının nedimi ve musahibi olan kedi, edipler ve şairler için bir ilham kaynağı olmuş; bununla da kalmayıp bazen kara mizahın bazen de doğrudan söylenilemeyen söz ve düşüncelerin üstü kapalı biçimde anlatılmasında bir hiciv unsuru olarak önemli rol oynamıştır.
Türk Edebiyatı’nda kedinin aşk, edebî kavga, siyasî mizah ve hiciv unsuru olarak kullanılmasına genel olarak “Hirre-nâme” diye isimlendirilen metinlerde tesadüf etmekteyiz. Bu manada Sürûrî’nin hezl
türündeki şiiri, Me’âlî’nin ölen kedisi için yazdığı 21 bentten oluşan uzun mersiyesi (Mersiye-i Gürbe), Tevfik Fikret’in Rübâb-ı Şikeste ve Şermîn adlı şiir kitaplarında yer alan kedi şiirleri bunlardan sadece birkaçıdır.
Bu bildiride ise XVIII. yüzyıl divan şairlerinden Tokatlı Ebûbekir Kânî (1712-1792)’nin Münşeât’ında yer alan, kedi ağzından yazılmış nükteli bir arzuhâli ile Tanzimat döneminin en önemli şairlerinden Namık Kemal (1840-1888)’in ilk siyasî mizah dergimiz kabul edilen Diyojen’in 128 ve 133. sayılarında iki kez yayımlanan, çok beğenildiği için nazireler yazılarak bestelenilen ve dönemin sadrazamı Mahmud Nedim Paşa’yı tehzilen yazmış olduğu müseddes şeklindeki “Kedi Mersiyesi” birer mizah ve hiciv unsuru olarak değerlendirilecektir.
Anahtar Kelimeler: Mizah, Hiciv, Kedi, Ebûbekir Kânî, Namık Kemal, Hirre-nâme
Doğduğu ve yaşadığı yer kendi tabiriyle “Irak-ı Arab” olan ve kullandığı edebî lehçe dolayısıyla zaman zaman Azerî sahası içerisinde değerlendirilen Fuzûlî (öl.1556), XVI. yüzyıl şairlerinden olup şiirdeki kudreti ve şöhreti dolayısıyla... more
Doğduğu ve yaşadığı yer kendi tabiriyle “Irak-ı Arab” olan ve kullandığı edebî lehçe dolayısıyla zaman zaman Azerî sahası içerisinde değerlendirilen Fuzûlî (öl.1556), XVI. yüzyıl şairlerinden olup şiirdeki kudreti ve şöhreti dolayısıyla bütün Türk coğrafyasında sevilerek okunmuştur. Divan şairleri arasında tesirleri onun kadar geniş ve sürekli olan pek az şair vardır. Onun şiirlerine nazire olarak yazılmış çokça şiirin bulunması bu tesiri göstermesi bakımından önemlidir. Üstelik Fuzûlî, sadece klasik divan sahasındaki şairlerle de sınırlı kalmayıp tekke/tasavvuf şairleri ve saz şairleri ile günümüz şairlerini de etkilemiştir. Nitekim bu tebliğin konusunu da âşık ve melâmî bir şair olan Fuzûlî’nin bir gazeline, ondan yaklaşık bir asır sonra gelen Halvetî şeyhi Niyâzî-i Mısrî (1618-1694)’nin aynı vezin ve kafiyede; fakat Fuzûlî’nin söylediklerinin tam tersini öğütleyen, nakîza tarzında yazdığı bir cevap (reddiye) oluşturmaktadır.
Tebliğde öncelikle bu karşıtlığın anlaşılmasına hizmet edecek bazı terimler üzerinde durulacak, daha sonra ise aynı vezin, kafiye ve eda ile yazılmış olmasına karşılık, bütünüyle birbirine ters görüşlerin ileri sürüldüğü ve Niyâzî-i Mısrî’nin, Fuzûlî’ye nazire olarak yazdığı şiir -tasavvufî düşünce ve söylem de dikkate alınarak- değerlendirilecektir.
Ahmed Yesevî (1093-1166), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273) ve Yunus Emre (1238-1320) gibi mutasavvıflarla Anadolu’ya atılan tasavvuf tohumlarının filizlenerek neşvünema bulmasında ve Osmanlı irfan geleneğinin oluşmasında en önemli... more
Ahmed Yesevî (1093-1166), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273) ve Yunus Emre (1238-1320) gibi mutasavvıflarla Anadolu’ya atılan tasavvuf tohumlarının filizlenerek neşvünema bulmasında ve Osmanlı irfan geleneğinin oluşmasında en önemli isimlerden biri de hiç şüphesiz Muhyiddin İbnü’l Arabî’dir. Onun, hacim bakımından ciltler tutan ve günümüze yaklaşık 250’si ulaşan eserlerinin ilim ve irfan meclislerinde çokça okunup tartışıldığı bilinmektedir. Aynı zamanda rahmanî ilham kaynaklı, beyit sayısı binleri bulan şiirleri de mevcut olan İbnü’l-Arabî, Osmanlı şiir geleneği içerisinde hakkında en çok şiir yazılan mutasavvıflardandır. Birkaç asır öncesinden günümüze gelinceye kadar divan şairleri, tekke şairleri ve günümüz şairleri kimi zaman onun tasavvuf düşüncesine ilişkin düsturlara yer vermiş kimisi ise bütün bir şiirini İbnü’l Arabî’ye hasretmiştir.
Bu tebliğde XVII. yy. divan şairlerinden Abdurrahman Râmî Efendi’nin kaside nazım şekliyle İbnü’l Arabî vasfında yazdığı methiyesi üzerinde durulacaktır. “Der Sitâyiş-i Şeyh-i Ekber Şeyh Muhyiddîn-i Arabî” başlıklı bu şiir, aruzun fe’ilâtün / mefâ’ilün / fe’ilün vezniyle yazılmış olup 39 beyittir. Manzumenin tür olarak bir methiye; memduhun ise bir sûfî/şeyh olması dolayısıyla İbnü’l Arabî’nin vasıflarının çoğunlukla tasavvufî remiz ve ıstılahlarla övüldüğü şiirde İbnü’l Arabî’nin seyr ü sülûktaki çeşitli yönlerine atıfta bulunulmaktadır. Bu çalışmada Râmî’nin söz konusu beyitlerinin izahından hareketle, nazarlarını bir dem üzerinden eksik etmesini istemediği “Şeyh-i Ekber”in tasavvuf anlayışı ile Osmanlı irfan ve tefekkür dünyasındaki yeri üzerinde durulacaktır.