Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
Skip to main content
Katolik toplum öğretisi ya da toplumsal Katolisizm, Papa XIII. Leo'nun 1891 yılında yayınlanan genelgesi Rerum novarum ile başlayıp genellikle papalık genelgeleri tarzında günümüze kadar devam eden bir külliyata atıf yapar. Roma Katolik... more
Katolik toplum öğretisi ya da toplumsal Katolisizm, Papa XIII. Leo'nun 1891 yılında yayınlanan genelgesi Rerum novarum ile başlayıp genellikle papalık genelgeleri tarzında günümüze kadar devam eden bir külliyata atıf yapar. Roma Katolik Kilisesi'nin siyasal, sosyal ve ekonomik konulara ilişkin yaklaşımlarının ortaya konduğu ve yaklaşık yüz elli yıllık bir zaman dilimine yayılan bu genelgeler dizisinin odaklandığı konular ise, yayınlandıkları dönemin koşullarına bağlı olarak farklılık gösterir. Bu çalışma, Katolik toplum öğretisinin modern ya da Leocu olarak adlandırılan ve II. Vatikan Konsili (1962-1965) ile son bulan dönemine yoğunlaşmaktadır. Bu dönemde yayınlanan papalık genelgelerinin odak noktasını sanayileşmiş Batılı ülkelerdeki işçi sınıfının maruz bırakıldığı son derece olumsuz çalışma ve yaşam koşulları ile bu koşulların iyileştirilmesine yönelik çözüm önerileri oluşturur. Bu çözüm önerileri liberalizm ve kapitalizm ile sosyalizm eleştirileri temelinde şekillenir ve zamanla bu ideolojiler arasında bir orta yol bulma çabasına dönüşür. Başlangıçta sosyo-ekonomik bir temelden hareket eden toplumsal Katolisizm, giderek Katolik Kilisesi'nin hep düşmanca bir tavır sergilediği-demokrasi, insan hakları ve özgürlükler, sosyal adalet gibi-kimi modern ilke ve kurumlara uyum sağlama çabasına dönüşür. Bu dönüşüm son derece önemlidir. Zira Katolik Kilisesi böylelikle sadece çağa ayak uydurmakla kalmamış ama aynı zamanda çağdaş muhafazakâr düşüncenin şekillenmesine ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Batı Avrupa'nın siyasal yaşamına damgasını vuran Hıristiyan demokrasi hareketine de zemin hazırlamıştır.
20. yüzyılın en önemli Katolik filozofu ve tanrıbilimcisi olarak kabul edilen Jacques Maritain (1882-1973), aynı zamanda Roma Katolik Kilise tarafından 19. yüzyılın son çeyreğinde başlatılan ve Yeni-Thomasçılık olarak adlandırılan felsefi... more
20. yüzyılın en önemli Katolik filozofu ve tanrıbilimcisi olarak kabul edilen Jacques Maritain (1882-1973), aynı zamanda Roma Katolik Kilise tarafından 19. yüzyılın son çeyreğinde başlatılan ve Yeni-Thomasçılık olarak adlandırılan felsefi ve teolojik akımın önde gelen temsilcisidir. Thomas Aquinas’ın düşüncelerini dayanak alarak Katolisizmin felsefi, siyasal ve sosyal alanda yüzlerce yıla yayılan gerileyişine son vermeyi amaçlayan Yeni-Thomasçılık, 20. yüzyılın ortalarından itibaren Katolik öğretisinin toplum ve siyaset anlayışında dikkat çeken bir dönüşüme yol açar. Bu dönüşüme en fazla katkı sağlayan, dahası onun istikametini ve içeriğini önemli oranda belirleyen Katolik layman Maritain’dir. Maritain’in söz konusu dönüşüme yaptığı başlıca katkılardan biri Katolisizm ile çağdaş insan hakları fikri arasında kurduğu ilgidir. Maritain’in insan hakları kuramı ilkin Yeni-Thomasçılıkla Katolik Kilisesi’nin bir anlamda resmi filozofu haline gelen Aquinas’ın doğal hukuk öğretisini temel alır ve onu Thomas’ta olmayan doğal haklar öğretisiyle buluşturur. Maritain’in insan hakları kuramının bir diğer dayanağı ise, köklerini gene büyük oranda Thomas’ta bulan Hıristiyan personalizmidir. Maritain, liberalizmin ben-merkezli birey anlayışı ile toplumu ya da devleti önceleyen kolektivist ideolojilerin aşırılıklarından kişi olarak insanı ve onun değerini temel alarak kaçınmaya çalışır. Kişi olarak insan kavramı ve kişinin değeri fikri Maritain’in sadece insan hakları kuramının değil aynı zamanda siyaset, toplum ve devlet felsefesinin de temelinde yer alır.

Abstract
Jacques Maritain (1882-1973), regarded as the most important Catholic philosopher and theologian of the 20th century, was also the leading representative of the philosophical and theological movement called Neo-Thomism started in the last quarter of the 19th century by the Roman Catholic Church. Neo-Thomism, which aims to end the regression of Catholicism spread over hundreds of years in philosophical, scientific, and political spheres based on the thoughts of Thomas Aquinas, resulted in a remarkable transformation in society and political understanding of the Catholic teaching starting from the midst of the 20th century. Catholic layman Maritain was the one who contributed the most to this transformation, moreover, who significantly determined its direction and content. One of Maritain's main contributions to the mentioned transformation was the relevance he established between Catholicism and the idea of contemporary human rights. Maritain's theory of human rights was based on Aquinas' teaching of natural rights, who became the first official philosopher of the Catholic Church with Neo-Thomism in one sense, and related it to the teaching of natural rights that was not included in Thomas. Another foundation of Maritain's theory of human rights was Christian personalism, which again found its origins mostly in Thomas. Maritain tried to avoid the extremism of collectivist ideologies that prioritize society or the state with liberalism's self-centered understanding of the individual, based on the human as a person and their value. The idea that human was valuable as a person was not only in the foundation of Maritain's theory of human rights, but also the philosophies of politics, society, and government.
10 Aralık 1948 yılında ilan edilen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, insanlık tarihinin en önemli belgelerinden biridir. Öte yandan oldukça yakın bir tarihte yazılmış olmasına rağmen böylesi önemli bir belgenin nasıl... more
10 Aralık 1948 yılında ilan edilen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, insanlık tarihinin en önemli belgelerinden biridir. Öte yandan oldukça yakın bir tarihte yazılmış olmasına rağmen böylesi önemli bir belgenin nasıl ve hangi koşullarda ortaya çıktığı, ilanından sonraki onlarca yıl boyunca akademik ilginin çok uzağında kalmıştır. Ancak özellikle son yirmi yılda Batılı akademik çevrelerde Bildirge’nin taslak sürecine giderek artan bir ilgi söz konusudur ve bu alandaki literatür hızla genişlemiştir. Yaklaşık iki yıl (1947-1948) süren ve oldukça karmaşık bir bürokratik işleyişe sahip olan bu süreçte BM üyesi her devlet Bildirge’ye çeşitli derecelerde katkı sağlama olanağına sahip olmuştur. Türkiye de BM’nin kurucu üyelerinden biri olarak bu sürecin bir parçasıdır. Dolayısıyla, Türkiye de Bildirge’nin şekillenmesinde söz sahibi olma şansına sahipti. Bu çalışmada, Türkiye’nin Evrensel Bildirge’nin taslak yazımında nasıl bir rol oynadığı ve Bildirge’ye herhangi bir katkı sağlayıp sağlamadığı araştırılmıştır.
Fikri mülkiyet haklarını düzenleyen TRIPs Sözleşmesiyle ilaçlara getirilen patent koruması rejiminin, bir insan hakkı olarak sağlık hakkının korunması ve ilaçlara erişimde çıkardığı engeller son yılların sıkça tartışılan konularından... more
Fikri mülkiyet haklarını düzenleyen TRIPs Sözleşmesiyle ilaçlara getirilen patent koruması rejiminin, bir insan hakkı olarak sağlık hakkının korunması ve ilaçlara erişimde çıkardığı engeller son yılların sıkça tartışılan konularından birisidir. Tartışmaların merkezinde iki karşıt argüman yer almaktadır. Bir kesim, patentin buluş sahibinin fikri mülkiyet hakkını koruduğu ve onun yeni ilaçlar için araştırma-geliştirme faaliyetlerine imkan tanıdğı gerekçesiyle ilaçta patent uygulamasını savunmaktadır. Diğer bir kesim ise, temel ilaçlar olarak adlandırılan ilaçlarda patent uygulamasını çeşitli insan hakları belgeleriyle güvence altına alınan bir başka insan hakkının, sağlık hakkının korunması ve geliştirilmesinde bir engel olarak görmektedir. Sağlık hakkını bir insan hakkı olarak savunanlar bu hakkın güvence altına alınmasında temel sorumluluğu devletlere yüklemektedir. Buna göre, devletler bu hakkın asli unsuru olan temel ilaçlara erişimi her yurttaş için sağlamalıdır. Genelde sağlık hakkının, özelde de temel ilaçlara erişim hakkının çok boyutlu olması ve ülkelerin ekonomik kalkınmışlık derecesiyle yakından ilgili olması çözüme yönelik çabalarda engeller yaratmaktadır. Yazarlara göre de, sağlık hakkının sözde kalmaması için temel sorumluluk devletlere ve bu devletlerin ilgili kurum ve kuruluşlarına aittir. Bununla birlikte, bu Çalışmada, sağlık hakkının vazgeçilmezi olan temel ilaçlara erişim hakkından herkesin faydalanmasında sorunun başat tarafı olan ilaç firmalarının birtakım etik yükümlülükler üstlenmesinin çözüme önemli katkılar sağlayacağı vurgulanmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden yaklaşık üç yıl sonra, 10 Aralık 1948 tarihinde ilan edilen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, insan hakları fikrinin tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bağlayıcı olmamasına rağmen... more
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden yaklaşık üç yıl sonra, 10 Aralık 1948 tarihinde ilan edilen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, insan hakları fikrinin tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bağlayıcı olmamasına rağmen bu bildirgenin yayınlanmasının ardından insan hakları, düşünce ve siyaset dünyasının merkezine geri dönülemez bir tarzda yerleşmiş, uluslararası ilişkilerin ayrılmaz bir parçası olmuş ve küresel ahlâk normları haline gelmiştir. Öte yandan Evrensel Bildirge, yaygın kanaatin aksine sadece İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı yıkım ya da Yahudi Soykırımı’nın dünya kamuoyunda yarattığı infial sonucunda aniden ortaya çıkmış bir belge değildir. Yüzyılın ilk yarısında, özellikle de ikinci büyük savaş sırasında, insan haklarının uluslararası korunmasına yönelik olarak bazı devletlerin, kurumların ve kişilerin çaba ve girişimleri bildirgenin hayat bulmasında birer kilometre taşı niteliğindedir. İki bölümden oluşması planlanan bu çalışmanın ilk kısmı yirminci yüzyılın başından San Francisco Konferansı ve Birleşmiş Milletler’in kurulmasına kadar olan zaman kesitinde insan haklarının uluslararası düzeyde korunması girişimlerini ele almaktadır. Yaklaşık iki yıl süren ve oldukça çetin müzakerelerle geçen Bildirge’nin taslak metninin yazımı süreci ise, bu ilk çalışmanın devamı niteliğinde olan ikinci bir çalışmanın konusunu oluşturmaktadır.
***
The adoption of the Universal Declaration of Human Rights (UDHR) on 10 December 1948, almost three years after the end of the Second World War, has been a turning point in the historical evolution of human rights. Despite its non-binding character, the Declaration has irreversibly consolidated the issue of human rights as a focal point for the history of thought and politics. The Declaration has not only become a constant element of international relations but also contsituted the global moral norms. Unlike the general belief, UDHR is not a document which has occurred immediately after the catastrophies of the Second World War, or not a particular outcome of the public indignation caused by the Holocaust. At the first half of the 20th century, especially during the Second World War, the efforts and attempts of certain states, institutions and individuals for the international  protection of human rights turned out to be remarkable milestones for the birth of the Declaration. In the light of these data, this study composes the initial inquiry of the broader project concentrated on the evolution of the UDHR. This article overviews the initiatives taken for the protection of the human rights internationally from the beginning of the 20th century until to the San Fransisco Conference and the foundation of the United Nations in 1945. The succeeding two years of this date which has been the process of tough negotiations for preparing the draft resolution of the Declaration  could be another subject for a further article as the continuation of this study.
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, sadece ABD'nin doğum sertifikası olarak kalmamış, siyasi tarihin de en önemli belgeleri arasında yer almıştır. Bildirgenin en bilinen ve felsefi içerikli kısmı olan ikinci paragrafında, " tüm insanların... more
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, sadece ABD'nin doğum sertifikası olarak kalmamış, siyasi tarihin de en önemli belgeleri arasında yer almıştır. Bildirgenin en bilinen ve felsefi içerikli kısmı olan ikinci paragrafında, " tüm insanların yaratıcıları tarafından yaşama, özgürlük ve mutluluğun peşinde olma hakkı gibi bazı devredilmez haklarla donatıldığı " yazar. Ancak Bildirge'de, her ne kadar, tüm insanların bu haklarla donatılmış olduğu apaçık gerçekler olarak ifade edilmiş olsa da, mutluluğun peşinde olma hakkının mahiyeti ne geçmişte ne de günümüzde hiç de o kadar açık olmamıştır. Bu çalışmanın başlıca amacı da, öncelikle, " mutluluğun peşinde olma hakkı " nın böylesi bir metinde yer alma nedenini ve hakkın mahiyetini araştırmaktır. Bu araştırma da, söz konusu hakkın yer aldığı ve onu popüler kılan Bağımsızlık Bildirgesi'ni kaleme alan Thomas Jefferson üzerinden yapılmıştır. Ulaşılan sonuçlara istinaden mutluluğun peşinde olma hakkının gerçekten de bir insan hakkı olup olmadığı irdelenmiş, başka bir ifadeyle çağdaş insan hakları fikriyle ilgisi kurulmaya çalışılmıştır.
Doğal hukukun modern insan hakları kavramının felsefi temeli olduğu pek çok yazar tarafından dile getirilse de, doğal hukukun temelinin ne olduğu hiç de apaçık değildir. Bu soruna farklı yaklaşımlar, doğal hukuk geleneği içinde neredeyse... more
Doğal hukukun modern insan hakları kavramının felsefi temeli olduğu pek çok yazar tarafından dile getirilse de, doğal hukukun temelinin ne olduğu hiç de apaçık değildir. Bu soruna farklı yaklaşımlar, doğal hukuk geleneği içinde neredeyse tek ortak noktaları ‘doğal hukuk’ terimi olan çeşitli kuramlarla sonuçlanmıştır. John Wild’a göre de, insan hakları fikrinin felsefi temeli −kökenleri Platon ve Aristoteles’e kadar uzanan− doğal hukuk fikridir. Öte yandan Wild, sahici doğal hukuk kuramlarının felsefi realizmin ürünü olduğunu savunur. Onun doğal hukuk kuramı da birtakım realist −ontolojik ve epistemolojik− tezler ve ilkeler üzerine kurulmuştur. Wild, bu şekilde sadece değerlerin nesnelliğini değil, insan haklarının evrenselliğini de temellendirmeyi amaçlar. Böylece, etik bir kategori olarak gördüğü ve realist etik (ya da ahlaki realizm) olarak da adlandırdığı doğal hukuk ona göre, etiğin kendi çağında içine düştüğünü düşündüğü açmazdan çıkmasına hizmet edebilecek ve başlıca etik sorunlara yanıt olabilecektir.
Etik, felsefenin en eski disiplinlerinden biridir. Günümüzde, genellikle kamu görevlilerinin davranış ve kararlarını belirleyecek ilkeler ya da normlar olarak anlaşılan kamu etiğine ilişkin tartışmalar ise, geçmişte ahlak ve siyaset... more
Etik, felsefenin en eski disiplinlerinden biridir. Günümüzde, genellikle kamu görevlilerinin davranış ve kararlarını belirleyecek ilkeler ya da normlar olarak anlaşılan kamu etiğine ilişkin tartışmalar ise, geçmişte ahlak ve siyaset felsefesinin büyük düşünürlerince kapsamlı olarak ve ustalıkla ele alınmıştır. Ancak, kamu yönetiminde etik ilkeleri egemen
kılma çabasında bugün geçmişte dile getirilen düşüncelere ek olarak
gözönünde bulundurulması gereken önemli bir husus, düşünce yaşamımıza büyük oranda yirminci yüzyılda giren insan hakları fikridir. Oysa, insan haklarının etikle ilgisinin çoğu zaman kurulmaması ve insan haklarının devlet ya da kamu yönetimiyle kurulan çarpık ilgisi nedeniyle insan haklarının kamu etiğiyle olan güçlü bağı gözden kaçmaktadır. Bu yazıda, etik, insan hakları ve kamu yönetimi ya da devlet idesi arasındaki bu güçlü bağın serimlenmesine çalışılacak ve kamu etiğine temel olabilecek ilkelerin aslında insan hakları fikrine de kaynaklık eden insanın değerinin bilgisinden türetilen ilkeler olması gerektiği gösterilmeye çalışılacaktır. Bu doğrultuda insan haklarının, etik ile kamu yönetimi ya da kamu görevlileri arasında nasıl bir köprü oluşturduğu vurgulanacak ve bu sayede kamu etiği yazınında mevcut teorik sorunların aşılmasına katkı sağlanmaya çalışılacaktır.
İlk birkaç on yıl boyunca Avrupa bütünleşme süreci, birçok Avrupalı siyasi parti ve hareket tarafından, doğrudan karşı çıkılmamış olsa da, büyük bir şüpheyle karşılanmıştır. Örneğin 1970'lerin ortalarında İsveç'in sosyal demokrat... more
İlk birkaç on yıl boyunca Avrupa bütünleşme süreci, birçok Avrupalı siyasi parti ve hareket tarafından, doğrudan karşı çıkılmamış olsa da, büyük bir şüpheyle karşılanmıştır. Örneğin 1970'lerin ortalarında İsveç'in sosyal demokrat başbakanı Olaf Palme, yeni kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu'nu (AET) "dört C" olarak tanımlamıştı: "Kapitalist" (Capitalist), "Muhafazakâr" (Conservative), "Sömürgeci" (Colonialist) ve "Ruhbanla ilgili" (Clerical). Çünkü söz konusu örgütün Hıristiyan Demokrasi hareketinin hâkimiyetinde olduğunu düşünmekteydi. Nitekim 1957 yılında Roma Antlaşması'nın imzalanmasıyla sonuçlanan bu sürecin başlangıcında yer alan altı ülkenin başbakanları ve dışişleri bakanlarının tamamı Hıristiyan Demokrat harekete mensup idiler. Şüphesiz ki Roma Anlaşması'nın imzalandığı sırada imzacı devletlerin neredeyse tamamının hükümetlerinin şu ya da bu şekilde Hıristiyan Demokrat partilerin hâkimiyetinde olması dikkat çekicidir. Bu açıdan bakıldığında Avrupa Birliği'nin, temelleri Hıristiyan Demokrat partilerin Kıta Avrupası'nın birçok ülkesinde fiilen hegemonik bir güç olmasıyla atılan nispeten yeni bir siyasi kurumlar bütünü olduğu söylenebilir. Esasında bu partilerin AB'nin kurulmasını hem teşvik etme hem de yönlendirme konusunda gösterdikleri belirleyici etki, pek çok çalışmayla da belgelenmiştir. Dolayısıyla bu çalışmada bazı Batılı yazarlar tarafından da savunulan Avrupa entegrasyonunun, Katolik Kilisesi ve Hıristiyan Demokrat partilerin himayesi altında bir "Hıristiyan Kulübü" oluşturma süreci olduğu görüşü, tarihsel örnekleriyle ilgisinde irdelenmiş ve ayrıca Hıristiyan Demokrasi hareketi ile Avrupa Birliği'nin temel ilke ve kurumları arasındaki kimi bağlantılar serimlenmeye çalışılmıştır.
Roma Katolik Kilisesi özellikle 16. yüzyıldan itibaren felsefi, bilimsel, ekonomik ve kültürel alanda yaşanan gelişmelere ayak uyduramayarak sürekli kan kaybeden bir kurum haline gelir. Önce Rönesans ve Reformasyon ardından Aydınlanma... more
Roma Katolik Kilisesi özellikle 16. yüzyıldan itibaren felsefi, bilimsel, ekonomik ve kültürel alanda yaşanan gelişmelere ayak uyduramayarak sürekli kan kaybeden bir kurum haline gelir. Önce Rönesans ve Reformasyon ardından Aydınlanma Çağı ve bunu takip eden Fransız Devrimi Katolik Kilisesi’nin gerileme sürecinin köşe taşlarını oluşturur. 19. yüzyılda Sanayi Devrimi’nin yarattığı sosyo-ekonomik sorunlara çözüm önerileri sunmakta da başarısız olan Katolisizm, giderek liberalizm ve sosyalizm gibi yükselen ideolojiler ile pozitivizm, natüralizm ve pragmatizm gibi felsefi ekollerin gölgesinde kalır. Ancak 19. yüzyılın son çeyreğinde önce Kilise içinde ve ardından Katolik laymanlar arasında bu gidişatı tersine çevirmek için başta felsefe ve teoloji alanında olmak üzere kimi önemli girişimlerde bulunulur. Bunlardan biri de daha sonra Katolik Toplum Öğretisi olarak adlandırılacak girişimdir. Katolik Toplum Öğretisi, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın ilk yarısında özellikle işçi sınıfının sosyo-ekonomik sorunlarına çözüm üretebilmek ve Marksizme bir alternatif yaratabilmek amacıyla bir dizi Papalık genelgeleri şeklinde ortaya çıkar. Ardından bu girişim giderek kapitalizmin benmerkezci bireyciliği ile kolektivist ideolojilerin aşırılıkları arasında bir orta yol bulma arayışına dönüşür. Katolik Toplum Öğretisi, 20. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa ve Latin Amerika’da ortaya çıkan ve siyasette önemli kazanımlar sağlayan Hıristiyan Demokrasi Hareketi’nin de düşünsel temellerini atar. Bu çalışmada Katolik Toplum Öğretisi’nin mahiyeti ve ona kaynaklık eden gelişmeler irdelenmiştir.

Particularly as of the 16th century, the Roman Catholic Church becomes an institution that constantly loses ground alongside its failure to keep pace with developments taking place in the areas of philosophy, science, economy, and culture. First, the Renaissance and Reformation, then, the Age of Enlightenment, and the ensuing French Revolution form the cornerstones of the retrogression process for the Catholic Church. Failing also to present solutions to socio-economic problems created by the Industrial Revolution in the 19th century, Catholicism is overshadowed by rising ideologies such as liberalism and socialism and philosophical schools such as positivism, naturalism, and pragmatism. On the other hand, to reverse this course of events, certain significant initiatives are taken first by the Church itself and then by Catholic laymen, in the last quarter of the 19th century, in particular, in the areas of philosophy and theology. One of them is the initiative to be later called the Catholic Social Doctrine. In the late 19th century and the first half of the 20th century, the Catholic Social Doctrine emerges as a series of encyclicals of the Holy See especially to produce solutions to socio-economic problems of the labor class and to create an alternative to Marxism. Afterward, this initiative is gradually transformed into a quest to find a middle way between the egocentric individualism of capitalism and the extremities of collectivist ideologies. The Catholic Social Doctrine also lays the intellectual foundations of the Christian Democracy Movement that arises in Europe and Latin America and gains significant achievements in politics in the second half of the 20th century. Accordingly, this study examined the essence of the Catholic Social Doctrine and developments serving as its basis.
Praxis Okulu'nun başlıca temsilcilerinden hümanist Marxist Mihailo Markovic'in, insan haklarının felsefi temellerinin aslında Marx'ın erken dönem yazılarında bulunabileceğini öne sürdüğü bir inceleme.
İnsan hakları, genellikle “insanların sırf insan oldukları için sahip oldukları haklar” olarak tanımlanır. Ancak bu tanım “İnsanlar neden sırf insan oldukları için birtakım haklara sahiptir?” sorusunu da beraberinde getirir. Bunun yanıtı... more
İnsan hakları, genellikle “insanların sırf insan oldukları için sahip oldukları haklar” olarak tanımlanır. Ancak bu tanım “İnsanlar neden sırf insan oldukları için birtakım haklara sahiptir?” sorusunu da beraberinde getirir. Bunun yanıtı ise, kaçınılmaz olarak “İnsan nedir?” sorusuyla, diğer bir deyişle felsefi antropoloji ya da insan felsefesiyle ilgilidir. Bu soruya yanıt verme çabası “insan haklarının temellendirilmesi” olarak adlandırılır. Günümüze kadar pek çok düşünür bu soruya çeşitli tarzlarda yanıtlar vermişler yani, insan haklarını temellendirmeye çalışmışlardır. Oysa Richard Rorty bu makalesinde bir pragmatist olarak insan hakları temellendirmeciliğinin yersiz olduğunu ve modasının geçtiğini savunur. Rorty’e göre insan hakları kültürünü geliştirmenin ve yaygınlaştırmanın yolu tür olarak insanın ortak özelliklerini (insan doğasını) ussal olarak ortaya koymak ve buradan birtakım ahlaksal ilkeler çıkarmak değildir. Bugüne kadar bunun bir yararı görülmemiştir. Ona göre insan hakları kültürü, sadece insanların duygularına hitap eden bir eğitimle korunabilir ve geliştirilebilir.
BM İnsan Hakları Dairesi müdürü John P. Humphrey tarafından hazırlanan ilk Bildirge taslağı
Günümüzde sosyal bilimlerin belki de her zamankinden daha fazla şekilde bir değişim süreci içinde olduğu açıkça görülmektedir. Göç, terör, salgın hastalıklar, ırkçılık ve diğer pek çok konu sosyal bilim çalışmalarında ağırlıklarını... more
Günümüzde sosyal bilimlerin belki de her zamankinden daha fazla şekilde bir değişim süreci içinde olduğu açıkça görülmektedir. Göç, terör, salgın hastalıklar, ırkçılık ve diğer pek çok konu sosyal bilim çalışmalarında ağırlıklarını giderek artırmaktadır. Bir bakıma eski siyasal ve toplumsal
sorunlar varlıklarını sürdürürken bunlara sürekli yenileri eklenmektedir. Bu durum, sosyal bilimler alanında kullanılan kavramların ve ortaya konulan teorik yaklaşımların eskiye göre çok daha doğru bir şekilde ele alınmasını zorunlu kılmaktadır. Zira sorunların kapsam ve niteliğinin artmasıyla belirli
bir kavram kargaşasının ortaya çıktığı görülmektedir. Elbette belirli kavramlara yüklenen anlamlar zaman içinde değişikliklere uğrayabilir. Ancak bilim yapmak büyük oranda kavramları doğru ve yerli yerinde kullanmaya bağlı bir olgudur. Bu bakımdan, kavramlar, bilim insanı için bir anlamda pergelin sabit ayağını oluşturur. Yapılan çalışmalara nereye uzanırsa uzansın kavramlar yerli yerinde kullanılırsa ileri sürülen fikirlerin ve ortaya atılan yaklaşımların doğru hedefe yönelmesi mümkün olacaktır. Sosyal bilimlerin ilgi alanı, ele aldığı konular ve çözmeyi hedeflediği sorunlar giderek
karmaşık bir hâl almaktadır. Aynı zamanda, sosyal bilimlerin bir kriz içine girdiği, bu bakımdan
toplumlar açısından eski anlamlarını kaybettiğinden söz edilmektedir.
Kavram, olgu ve süreçleri kısa, özlü şekilde ve herkesin anlayabileceği bir tarzda ele almak sanıldığından
çok daha zorlu çabadır. Üstelik sosyal bilimlerin bir krizi içinde bulunduğu iddiasının
sıklıkla dile getirildiği günümüz dünyasında bu çaba daha da anlam kazanmaktadır. Dünyada yaşanan
krizlere somut, kalıcı ve uzun vadeli cevaplar verilmesi açısından sosyal bilimlere hâlâ ve muhtemelen
eskisinden daha fazla şekilde ihtiyaç bulunmaktadır. Ayrıca disiplinler arası çalışmaların
gün geçtikçe artması ve sosyal bilimlerin farklı alanları arasındaki ilişkinin güçlenmesi kavramların
doğru anlaşılması ve kullanılmasını gerektirmektedir.
Elinizdeki çalışma, Kamu Yönetimi disiplininin farklı veçhelerini ele alan kapsamlı bir projenin
Siyaset Bilimi ayağına yöneliktir. Bu kapsamda dört ciltlik bir kamu Yönetimi Ansiklopedisi ve
tek ciltten oluşan bir Kamu Politikaları Ansiklopedisi hazırlanmıştır. Siyaset Bilimi Ansiklopedisi
ilk cildi oluşturmaktadır. Yukarıda sözünü ettiğimiz krizler, farklı sosyal bilim disiplinlerin kesişim
noktasında bulunan siyaset bilimi açısından fazlasıyla geçerlidir. Dünyanın farklı yerlerinde siyasete
yönelik ilgisizlik ve temsil krizi yalnızca siyasal pratiklerle sınırlı kalmamakta, siyasetin bilimsel
yüzünü de doğrudan ilgilendirmektedir. Bu bağlamda, anlamları ve kapsamları herkes için farklılaşan,
başka bir ifadeyle herkesin farklı anlamlar yükledikleri kavramlarla karşılaşıldığı görülmektedir.
Bu durum, siyaset bilimi araştırmalarında bir muğlaklıkla karşılaşılması sonucunu doğurmaktadır.
Siyasetin yalnızca akademik çalışmalarla sınırlı olmaması ve gündelik tartışmaların merkezinde yer
alması söz konusu muğlaklığın iyiden iyiye artmasına neden olmaktadır.
Büyük bir özveri ve yaklaşık bir buçuk yıllık ekip çalışmasının bir ürünü olan ansiklopediler, 93
farklı kurumda yer alan 242 akademisyen ve kamu personeli tarafından yazılan 924 madde başından
oluşmaktadır. Çalışmada, kavramların siyaset biliminin en güncel tartışmaları göz önünde bulundurularak
belirlendiği dikkat çekmektedir. Bu bakımdan, oldukça kapsayıcı bir bakış açısı sergilenmiş
ve siyasetle ilgili kavramların neredeyse tamamına Ansiklopedide yer verilmiştir. Altı yüz sayfayı
geçen bu çalışma alanda önemli bir eksikliği dolduracak ve literatüre ciddi bir katkı sağlayacaktır.
Elinizdeki kitap bundan yaklaşık on yıl önce doktora tezim üzerinde çalışırken yaptığım okumalar sırasında karşılaştığım, daha doğrusu keşfettiğim bir konuya; BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin nasıl ortaya çıktığına ilişkindir.... more
Elinizdeki kitap bundan yaklaşık on yıl önce doktora tezim üzerinde çalışırken yaptığım okumalar sırasında karşılaştığım, daha doğrusu keşfettiğim bir konuya; BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin nasıl ortaya çıktığına ilişkindir. Yıllar sonra yeniden dönüp araştırmaya başladığım bu konu, başlangıçta kitabın iki bölümüne karşılık gelen iki ayrı makale olarak tasarlandı ve ilk bölümü 2017 yılında akademik bir dergide yayınlandı. Ancak araştırmalarımı sürdürdükçe konunun iki makaleye sığamayacak kadar geniş kapsamlı ve önemli olduğunun ayırdına daha fazla vardım. Dolayısıyla, yayınladığım ilk makaleyi genişletme ve planlanan ikinci makaleyi, makale formatının kısıtlarına tabi olmaksızın yazabilme düşüncesi kitap fikrinin doğmasının başlıca nedeni oldu.
İnsan haklarının bu en önemli belgesinin, en fazla dile çevrilen belge kategorisinde Guinness Rekorlar Kitabı’na girmesine rağmen en az okunan metinlerden biri olması bana hep ironik gelmiştir. Dahası insanlık tarihinin bu çok önemli belgesinin nasıl ortaya çıktığına ilişkin bilgimizin yakın geçmişte yazılmış olmasına rağmen çok sınırlı olması da oldukça düşündürücüdür. Öte yandan özellikle son yirmi yılda dünya genelinde Evrensel Bildirge’nin neden ve nasıl yazıldığına yönelik giderek artan bir ilgi söz konusudur ve bu alandaki literatür hızla genişlemektedir. Oysa Türkçe’de bu konuda yapılmış (Rona Aybay’ın 2018 yılında yayınlanan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Türkiye adlı çalışması dışında) hiçbir araştırma mevcut değildir. Dolayısıyla bu kitabın yazılmasının diğer bir nedeni, Türkiye’de Evrensel Bildirge’ye yönelik ilginin artmasına katkı sağlamak ve daha ileri araştırmaları teşvik etmektir.
Kitabın ön kapağına Hitler’in olduğu bir fotoğrafı koyma konusunda tereddüt yaşadım. Ancak en nihayetinde ön ve arka kapaktaki her iki görselin birlikte, ele alınan süreci en iyi özetleyebilecek ve birbirini tamamlayan iki görsel olduğu kanaatine vardım. Ön kapakta yer alan fotoğraf Fransa’yı işgalinden hemen sonra muzaffer Hitler’in 1940 yılındaki kısa Paris ziyaretinde Palais de Chaillot’de çekilmiştir. Bu fotoğraftan yaklaşık sekiz yıl sonra çekilen ve Eleanor Roosevelt’in 9 Aralık 1948 tarihinde, ertesi gün Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilecek olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin nihai taslağını elinde tuttuğu yer de gene Palais de Chaillot’dur. Bu iki görselin bir arada yer alması önemlidir. Çünkü Palais de Chaillot, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nden beri aslında büyük oranda unutulan insan hakları fikrinin 20. yüzyılın ortasında dünya kamuoyunun gündemine hızla ve geri dönüşü olmayacak bir tarzda girişinin sembolüdür. Nitekim özellikle ABD savaşın amacını, insanın değerini hiçe sayan Hitler tiranlığına karşı insan haklarının ve özgürlüklerin egemen kılınmasıyla ilişkilendirmiş ve bu söylem dünya kamuoyunda büyük yankı ve destek bulmuştur. Bugün Palais de Chaillot’nun önündeki geniş meydan esplanade des droits de l’homme (İnsan Hakları Meydanı) olarak adlandırılmaktadır.
İnsan haklarının yakın tarihine ilişkin yapılan çalışmalarda kayda değer bir artışın ya-şandığı son birkaç on yılda, derinlemesine araştırmaları ve polemik yaratan eserleriyle öne çıkan isimlerden biri de hiç şüphesiz tarihçi ve hukukçu... more
İnsan haklarının yakın tarihine ilişkin yapılan çalışmalarda kayda değer bir artışın ya-şandığı son birkaç on yılda, derinlemesine araştırmaları ve polemik yaratan eserleriyle öne çıkan isimlerden biri de hiç şüphesiz tarihçi ve hukukçu Samuel Moyn’dur. Moyn’un doğrudan insan haklarını konu edindiği ilk kitabı, 2010 yılında yayınlanan Son Ütopya: Tarihte İnsan Hakları2 bu alanda ezber bozan son derece önemli bir eser olarak karşımıza çıkar. Moyn’un 2014 yılında yayınlanan Human Rights and the Uses of History adlı kitabını, 2015 yılında yayınlanan ve yirminci yüzyılın ortalarında Katolikler ve Protestanlar tarafından insan haklarının nasıl ve han-gi motivasyonlarla sahiplenildiğinin konu edinildiği Christian Human Rights izler.
Oxford Balliol College’da Avrupa tarihi dersleri veren Martin Conway’in Batı Avrupa’nın Demokratik Çağı: 1945-1968 (Western Europe’s Democratic Age: 1945-1968) adlı son kitabında demokrasi, tarih araştırmalarının bir teması olarak... more
Oxford Balliol College’da Avrupa tarihi dersleri veren Martin Conway’in Batı Avrupa’nın Demokratik Çağı: 1945-1968 (Western Europe’s Democratic Age: 1945-1968) adlı son kitabında demokrasi, tarih araştırmalarının bir teması olarak karşımıza çıkıyor. 1945 ile 1968 yılları arasındaki “demokratik çağ” olarak adlandırdığı döneme odaklanan Conway, bir yandan Avrupa’nın batısında istikrarlı, dayanıklı ve son derece tek tip bir parlamenter demokrasi modelinin nasıl ortaya çıktığına ve bu demokratik yükselişin yirminci yüzyılın son on yıllarına kadar nasıl güçlü bir şekilde devam ettiğine dair yenilikçi bir açıklama sunarken, diğer yandan oldukça geniş bir literatürden yararlanarak Batı Avrupa’nın savaş sonrası demokratik düzeninin seçkinler, entelektüeller ve farklı toplumsal kesimler tarafından nasıl inşa edildiğini anlatıyor. Batı Avrupa’nın Demokratik Çağı, aslında Avrupa’da gelişen istikrar, refah ve liberal demokrasinin bir tesadüfün ürünü olmadığını, bunun İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından yapılan siyasal tercihlerin bir sonucu olduğunu gözler önüne seriyor.