Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
NAZLI ELİF GEYVELİ HÜNER TUNCER İSMET İNÖNÜ’NÜN DIŞ POLİTİKASI (1938-1950) DEĞERLENDİRMESİ Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olan Hüner Tuncer 1998 yılında Tarih Doçenti ünvanını almış, bir dönem Dışişleri Bakanlığı’nda diplomat olarak görev aldıktan sonra da çeşitli üniversitelerde öğretim üyeliği yapmıştır. Çok sayıda makalesi ve kitapları bulunan Hüner Tuncer bu kitabında 1938-1950 yılları arasında Türk Dış Politikasını İsmet İnönü ile özdeşleştirerek kişisel yorumlarını da ekleyerek anlatmaktadır. Kitap ‘’Giriş’’ kısmı ile yazarın kişisel görüşü ve olayları nasıl bir perspektiften anlatacağına dair oldukça çok ipucu vermektedir. Yazar subjektif bir anlatımla okuyucuya belli fikirleri empoze ettirmeye çalışmakta ve sadece kendi görüşü doğrultusunda olayları kabule iten bir anlatım benimsemektedir. Yazar tarihi kişiliklerden bahsederken sıklıkla başlarına sıfatlar getirerek o kişileri yücültme amacı gütmekte ki bu kitabı bir nevi methiyeye çevirmektedir. Sıklıkla ‘’Büyük Atatürk’ümüz’’ tabiri kullanılmaktadır ki bu kitabın Türk milletine bir armağan olmadığı düşünülürse Türk Dış Politikası ile ilgili bir kitapta iyelik eklerinin kullanılması oldukça tuhaf bir durum yaratmaktadır. Öye yandan kitap bir nevi İsmet İnönü’nün haklılığını ortaya koyma gayesi ile yazılmış gibi sıklıkla ünlem işaretleri ile çıkışlar yapmakta ve ona teşekkürler sunmaktadır. Birkaç örnek cümle vermek gerekirse sayfa 24’te ‘’ Türkiye’miz başta Atatürk’ümüze ve İnönü’ye çok şey borçludur!’’ ya da sayfa 23’ten alınan bu metindeki gibi: ‘’ İşte, İnönü’nün kendi ağzından Atatürk-İnönü uyuşmazlığının perde arkası! ’’. Ki burada anlatılan Atatürk tarafından İsmet İnönü’nün başbakanlık görevinden alınıp yerine Celal Bayar’ın atanması ve sonrasında Atatürk’ün hastalığında İsmet İnönü’nün onu ziyarete gitmemesidir. Kitap bu konuyu işlerken kendi içinde çelişmekte önce Atatürk’ün İsmet İnönü’yü görevden aldığını sonrasında ise İnönü’nün kendi isteğiyle görevden ayrıldığını söylemektedir. Ziyarete gitmemesinin nedenini de ‘’bilmediğimiz bir nedenden ötürü’’ diyerek geçiştirmekte ardındansa birbirlerini çok sevdiklerinden bahsetmekte ve keşke kucaklaşsalardı gibi tamamen profesyonellikler uzak niyetlerle giriş kısmını sonlandırmaktadır. Kitap birinci bölümü ile İkinci Dünya Savaşı öncesi Türk Dış Politikası hakkında genel bir çerçeve çizmektedir. Döneme baktığımızda Türkiye içinde bulunduğu ekonomik zorlukları aşmak için hem batılı devletlere hem de Sovyetler Birliği’ne ihtiyaç duymaktaydı. Özellikle 1933/36 yılları içerisinde Sovyetlerle yakın bir işbirliğine girilmişti ki bunda şaşılacakta bir şey yoktu. Çünkü revizyonist Almanya ile İtalya ve antirevizyonist İngiltere ile Fransa arasında dörtlü bir pakt imzalanacağına dair söylentiler ortaya çıkmıştı. Türkiye özellikle balkanlardaki sınırından tehdit algılamaktaydı bunun içinde paktlarla balkanları güvenceye almak istemekteydi. Ama 1934’te İtalya Arnavutluk’un Durazzo limanına girdi. 1935’te habeşistan’a saldırdı. Bu gelişmeler Türk-İngiliz yakınlaşmasına sebeb oldu. İtalyan tehdidine karşı bir Akdeniz Paktı düşüncesini doğurdu. Böylece Türkiye olası bir İtalyan saldırısı karşısında İngiltere’ye güvenebilecekti. Aynı yıllarda Almanya ile ilişkilerde oldukça sıcaktı. Hitler almanya’sı Türkiye’nin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmaktaydı. Ama Berlin-Roma Mihveri’nin 1936’da kurulması ardından İtalya’nın 1939’da Arnavutluk’u işgali ile Türk-Alman ilişkileri de soğudu. İkinci Bölüm İnönü’nün cumhurbaşkanlığa gelişinden ve dış politikasından bahsetmektedir. Bu bölüm Atatürk’ün ölümünü oldukça şiirsel bir dille anlatarak başlamakta ardından iki liderin dış politikalarının kıyaslaması yapılmaktadır. İnönü’nün Atatürk’ün politikalarından ayrılarak batı ittifakının bir parçası olduğu tek parti rejiminin giderek totaliterleştiği pek çok tarihçi tarafından ileri sürülmesine rağmen Tuncer bunu dönemin konjonktürüne bağlamaktadır. Öte yandan İnönü’nün dış politikanın tek belirleyicisi olduğunu, CHP kurultayının sadece kararlar açısından bilgilendirildiğini, TBMM’nin de sadece kararların yasalaşmasında sembolik bir yetkisinin bulunduğunu ve ‘’İnönü’nün bazı sınırları aşmamak üzere ve kendi politikasını tehdit etmemek koşuluyla karşıt görüşlere izin vermektedir’’ diye söylemesine rağmen dönemi diktatörlük olarak niteleyenlere karşı Tuncer’in tek argümanı ‘’onun İsmet İnönü olduğu göz önüne alınmalıdır’’ olmuştur. Dış İşleri Bakanı olan Numan Menemencioğlu’nun da dış politikada etkisi yadsınamazdır. 1944’te görevinden ayrılana kadar İnönü ile yakın çalışma içinde olmuştur. Kendisi Sovyetlere oldukça temkinli yaklaşan birisidir. Üçüncü bölüm 1939 yılında Türk Dış Politikası başlığını taşımaktadır. Şu ana kadar ki dönemi bir toparlarsak; 1935’te İtalya Habeşistan’ı sömürgesi yapmış, 1936’da Almanya askersizleştirilmiş Ren bölgesine askerlerini sokmuş, 1938’de Avusturya’yı ‘’anschluss’’ ideali ile topraklarına katmış, 1938’de İngilizlerin ‘’yatıştırma politikası’’ ters tepmiş ve Almanya kendisine verilen Südet bölgesiyle yetinmeyip tüm Çekoslavakya’yı işgal etmiştir. Ve bu sırada herkesi şaşkınlığa sürükleyen bir olay cereyan etmiş Alman-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık paktı imzalanmıştır. Gizli maddeyle de Polonya ve Baltık bölgesi aralarında paylaşılmıştır. Böylece doğu cephesini güvence altına alan Almanya Polonya’ya saldırmış, Sovyetlerde aynı anlaşmaya dayanarak Beyaz Rusları koruma bahanesiyle Polonya’ya girmiştir. Böylece Polonya tarih sahnesinden silinmiş Almanya ve Sovyetler arasında paylaşılmıştır. Ardından sovyetler baltık ülkelerine karşı harekete geçmiş. Estonya, Litvanya, Letonya ve Finlandiya’yı kendisine bağlamıştır. Bu gelişmelerden Türkiye oldukça rahatsızdır. Almanya’nın Çekoslavakya’ya inmesi, ‘’hayat sahası’’ politikası Türkiye’yi batıya itmiştir. Aynı zamanda İtalya’nın Ege’deki emelleri de Türkiye’yi İngiltere’ye yaklaştırmaktadır. Ama o dönemde İngilizler hala İtalya’yı kendi taraflarına çekebilme umudu taşıdıkları için doğrudan Türkiye lehine adım atmaktan kaçınmaktadır. Taaki 1939’da İtalya’nın Arnavutluk’u işgaline kadar. Bu işgalle Türkiye’nin güvenlik bölgesine basılmış oluyordu. Böylece hızlı bir Türk-İngiliz yakınlaşması başlarken Almanların amacıda Türkiye’nin karşıt gruba katılmasını önlemek üzerinden şekillendi. Balkanların güvenliği için Romanya ile anlaşmaya varıldı. Romanya ve Türkiye bağımzsızlıklarını tehdit eden eğilimlere karşı birlikte savunma oluşturmak için birleşen gruba katılacak ve balkan antantı müttefiklerine de aynı yolda hareket etmeleri için ısrar edecekti. Akdenizdeki İtalyan tehdidine karşı da İngilizlerle anlaşmaya varıldı. İngilizlerin güvencesine karşılık, İngiltere Akdeniz’de saldırıya uğrarsa Türkiye bazı yükümlülükler üstlenirken batıdan bir saldırı durumunda Türkiye tarafsız kalıcaktı. Türkiye bu dönemde bir denge politikası izleyerek tarafsız değil savaş dışı kalmak üzerine tüm politikasını şekillendirmiştir. Doğrudan Almanya’yı da karşısına almaktan kaçınmış her iki tarafla da güven tazelemiştir. Almanya ile silah anlaşmaları, ihaleler yapmıştır. 12 Mayıs 1939’da Türk-İngiliz Ortak Deklerasyonu yayınlanmıştı böylece Akdeniz’de bir savaş durumunda iki devlet karşılıklı olarak yardımlaşacaktı. Aynı doğrultuda bir deklerasyonda Fransa ile Hatay sorununun çözümünden sonra yapılmıştır. Lakin tüm bu deklerasyonlara rağmen Türk-Alman ticari ortaklığı devam etmiştir. Sovyetlerle ise aramız giderek bozulmaktadır. SSCB yeni bir yardımlaşma anlaşması için Türkiye’den içlerinde boğazların ortaklaşa denetlenmesini de içeren pek çok istekte bulunmuş haliyle de olumsuz cevap almıştır. Bu durumda Türkiye siyasi yalnızlığından kurtulmak için 1939’da Fransa ve İngiltere ile Üçlü İttifak Antlaşmasını imzalamıştır. Böylece batı blokuna bağlanmıştır. Anlaşmayla Türkiye batıdan bir devletin saldırısına uğrarsa İngiltere ile Fransa Türkiye’ye yardıma gelecek, Türkiye ise savaş eğer Akdenize sıçrarsa İngiltere ile Fransa’ya yardım edecekti. Bu antlaşmanın yanında ekonomik ve mali anlaşmalarda imzalanmıştır. Öte yandan Almanlarla krom satışı karşılığında silah alımımız devam etmektedir. Dördüncü Bölüm 1940 yılında Türk Dış Politikası’nı anlatmaktadır. 1940 yılında Almanya Danimarka, Norveç, Belçika, Hollanda’yı işgal etti. Ardından Fransa’ya saldırdı kıtadaki ingiliz askerlerini korumak için hükümet birliklerini geri çekince Fransa kıtada yalnız kaldı ve ateşkes istedi. Sovyetlerde bu fırsatı değerlendirip kendisine bağladığı baltık ülkelerini Sovyet topraklarına kattı. Ardından balkanlara yönelen Sovyetler Romanya’dan Besarabya’yı almıştır. Almanya da İngiltere’ye yönelmiş hava bombardımanına başlamıştır ama etkili olamamıştır. İtalya ise 1940’ta Fransa’ya savaş ilan ederk harbe katılmış Sudan ve İngiliz Somalisi’ne saldırmış, Yunanistan ile Girit’i de almıştır. Ardından Mısır’a karşı harekete geçmiştir. 27 Eylül 1940’ta İtalya, Japonya, Almanya arasında üçlü pakt imzalanmıştır. Böylece herkes kendi bölgesinde yeni düzenin liderliğini üstlenmiş birbirlerine de bir saldırı karşısında destek sözü verilmişti. SSCB’de kasım ayında bu paktta yer almak istiğini dile getirmiş dünyanın dörde bölünmesini önermiştir. Lakin Almanya ile bu paylaşımda anlaşamamış ve dışarıda kalmıştır. Bu ayrılık Almanlarla Sovyetleri karşı karşıya getirecektir. Mısır’da ise İngiliz güçleri italyanları geri püskürtmüştür. Balkanlarda Rus-Alman rekabetinin kızışması ve Balkan antantı’nın giderek çözülmesi ile birebir anlaşmalara yönelen Türkiye Bulgaristanla Ortak Beyanname yayınladı. Böylece taraflar birbirlerinin bağımsızlıklarına saygı göstereceklerini kabul ettiler. Ama bu Bulgaristan’ı Türkiye’den bir tehdit gelmeyeceği konusunda rahatlatmış böylece gönül rahatlığıyla Mihver güçlerine katılma kararı alabilmiştir. Beşinci bölümde 1941 yılını anlatılmaktadır. 1941 yılı başında İngilizlerin temel amacı İtalyanları Kuzey Afrika’dan atmaktı. Bunun içinde karşı saldırıya geçtiler ve oldukça başarılı oldular. İngiltere’nin bu ağır savaş yükü ekonomisinide çok etkilemişti, yardım elide ABD’den ‘’ödünç Verme ve Kiralama Yasası’’ ile geldi. Bu yasa ile Türkiye’ye de yardım verilmesi kabul edildi ancak İngiltere üzerinden verilmesi kararlaştırıldı. Balkanlarda da hareketlilik sürmekteydi. Bulgaristan ardından da Yugoslavya Üçlü Pakt’a katıldı. Ama Yugoslavya’da ki Alman yanlısı hükümetin gitmesi üzerine Almanya Yugoslavya’ya savaş ilan etti. Mora’da Alman işgaline uğradı böylece Almanya bütün Balkanlar’a Ege Denizi’ne ve Doğu Akdeniz’e egemen oldu. Doğu Afrika’da ise durum tam tersiydi İngiltere orada ilerleyişini sürdürmüş İtalyanları bölgeden temizlemişti. Böylece Doğu Afrika Muharebeleri 1941’de sona erdi. Almanların Sovyetlere savaş ilanının ardından İngiltere, Sovyetler, ABD arasında ortak hareket anlaşmaları yapıldı. Böylece birbirlerine her türlü yardımı yapmayı ve düşmanla ayrı barış anlaşmaları imzalamamayı kabul ettiler. Daha sonra ABD ile İngiltere tarafından Atlantik Beyannamesi açıklandı. Beyanname, halkların güç yoluyla ellerinden alınmış olan egemenlik ve kendi kendini yönetme haklarını geri istemektedir. Nazi diktatörlüğünün yıkılmasından sonra ABD ve İngiltere tüm ulusların kendi sınırları içerisinde güvenlik içinde varlıklarını sürdürebilmelerini mümkün kılacak bir barışın gerçekleşmesi için çalışacaklarını bunun için de uluslararası bir sistemin kurulmasını ve söz konusu ulusların da silahsızlandırılması gerektiği görüşündedirler. Kasım ayında Kırım’ın Almanların eline geçmesi ile ABD ve İngiltere hemen SSCB’ye yardım etme kararı aldılar. Ama Baltıklar, Norveç ve Danimarka, Alman işgali altında olduğundan, boğazlarda Türk-Alman saldırmazlık Paktı nedeniyle kapalıydı. Doğu Asya’da Japonya vardı. Bu yüzden müttefikler kendilerine bir yol bulmak için İran’ı işgal ettiler. Böylece Basra körfezinden yardım ulaştırılmış olucaktı. 7 Aralık günü de Japonların Pearl Harbor’da bulunan Amerikan üssüne ani bir saldırı yapmalarıyla ABD de savaşa girdi. Balkanlarda ki Alman ağırlığı SSCB’yi Türkiye’ye yaklaştırdı. 1941 yılında da Ortak Demeç yayımlandı. SSCB Türkiye’ye toprakları üzerinde herhangi bir emelinin olmadığını ve Almanya’ya karşı bir savaşa girerse SSCB’nin tam tarafsızlığına güvenebileceğini söyledi. Almanya’nın Ankara büyükelçisi Von Papen’de Türk sınırına saygı gösterileceğini ve Türk sınırından 60 km geride duracaklarını bildirdi. Ortadoğu’da karışıktı. Irakta Alman yanlısı bir darbe olmuştu. İngiltere de Irak’ı ve petrollerini kaybetmemek adına hemen Basra’ya asker çıkardı. Irak’ta Almanya’dan yardım istedi. Ama Almanya’nın bölgeye girebilmesi için Türkiye’nin geçit vermesi gerekiyordu. Almanlar bunu sağlamak için bize Trakya’dan toprak ve Ege adalarını teklif ettiler ama Türkiye kayıtsız kaldı. Böylece İngilizler Irak’ı işgal etti. Türkiye Almanya ile 1941 Haziran’ında Dostluk ve Saldırmazlık Paktı imzaladı. Böylece Almanlar SSCB ile savaşırken sağ kanadını güvence altına almış oluyordu. Bu Paktla doğrudan ya da dolaylı olarak birbirlerinin aleyhine yönelik her türlü davranıştan kaçınacaklardı. Türkiye bu Paktı imzalarken İngiltere ile ittifakın kendisine yüklediği yükümlülüklere bağlı kalacağını ifade etti. Bu Paktın hemen akabinde, tam dört gün sonra, Almanya Sovyetlere saldırdı. Böylece Türkiye hem Alman hem de SSCB tehdidinden kurtulmuş oldu. Tarafsızlığını da her iki tarafa bildirdi. Almanya ile imzalanan Pakt ABD’yi kızdırmıştı Türkiye’ye yaptığı yardımı kesti. 10 ağustos’ta SSCB İngiltere’nin arabuluculuğuyla Türkiye’ye Boğazlar’a yönelik herhangi bir saldırgan niyetinin olmadığını, Montreux Boğazlar sözleşmesine saygı göstereceğini, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü kabul ettiğini ve Türkiye’nin bir Avrupa devleti tarafından saldırıya uğraması durumunda her yardımı yapacağına dair güvence verdi. Türk kromu üzerindede rekabet sürmeye devam ediyordu. 1939 yılında imzalanmış olan anlaşmayla İngiltere tüm kromu almaktaydı. Ama anlaşmanın süresi bitmekteydi. Almanların amacıda bu anlaşmanın uzatılmasını önleyerek kromu kendisinin almasıydı. Türk tarafı sadece savaş malzemesi karşılığı krom satışına razı oluyordu. Almanlar krom karşılığı ağır top satışına razı olunca Türkiye 1942 yılına kadar kromun İngilizlere söz verildiğini ancak 1943’te satışa başlanabileceğini söyledi. Bu durum müttefikleri çok rahatsız etti. Müttefikler Türkiye’nin ittifakın gereklerini yerine getirmesini ve Almanya’ya savaş açmasını istiyorlardı. Öte yandan boğazlardan Alman sahil koruma gemisi ile İtalyan yardımcı savaş gemisinin ticari gemi görünümüyle geçişi SSCB tarafından protesto edilmekteydi. SSCB Türkiye’nin bir an önce savaşa girmesini böylece bir kısım Alman tümenlerinin Balkanlara kayması ile rahatlayabileceğini düşünmekteydi. Bu görüşü diğer müttefiklerde paylaşmaktaydı. Ama Türkiye Almanya’nın savaşta yenilmesi durumunda SSCB’nin çok güçlenerek savaştan çıkacağından endişe etmekteydi. Lakin o dönemde Türkiye’nin bu korkusu müttefiklerce desteklenmemekteydi. Altıncı bölüm 1942 yılını anlatmaktadır. 1 Ocak 1942’de Mihver devletlerine karşı savaşa katılan 27 devlet temsilcisi Washington’da bir araya gelerek Atlantik beyannamesi’ndeki tüm ilkeleri benimsediklerini belirtmiş ve bunu Birleşmiş Milletler Beyannamesi ile dünyaya ilan ettiler. 11 Ocak 1942’de Churchill ile Roosevelt aralarında bir anlaşmaya vardılar. Öncelikle Almanya yenilgiye uğratılıcak sonra da sıra Japonya’ya gelecekti. Pasifik’te Japon yayılması Mercan Denizi savaşı ile ABD tarafından durduruldu. Ardından da Guadalcanal Savaşı ile Japonların savaşı son buldu. Kuzeyde ise Almanlar Kırım’ı aldıktan sonra Kafkaslara girmiş, Maikop petrol bölgesini ele geçirmiş böylece Sovyet nüfüsunun 1/3’ünün oturduğu toprakları, kimya endüstrisinin 1/3 ünü kömür ve elektrik kaynaklarının da yarısını ele geçirmiş oluyordu. Sovyet orduları da Stalingrad’a çekilmişti. Yoğun bir Alman baskısı altındalardı. SSCB bu baskının azalması için hemen yeni bir cephe açılmasını isterken ABD ve İngiltere Almanların doğuda tutulduğu sürece ikinci bir cephenin açılmasını aceleye getirmiyorlardı. Hitler Stalingrad’ı düşürüp SSCB’ye bir prestij darbesi vurmak istiyordu. Ama tam tersi oldu. Sovyet zaferiyle sonuçlandı. Mart’ta Kafkaslar Almanlardan temizlendi. İngilizlerde Akdeniz’de egemenlik sağlamayı başardı. General Eisenhower komutasındaki Amerikan güçleri Cezayir, Tunus ve Libya’yı ele geçirdi. Bu süreçte Türkiye her iki taraftan da silah sağladı. ABD’den beklenen silah ve askeri malzeme yardımı istenilenin altında kaldı, SSCB ile ilişkiler iki Rus ajanının Von Papen’e suikast girişiminde bulunmasının ardından ajanların mahkum edilmesi ile gerildi, Almanya’ya bir parti krom sağlandı. Tüm bunlarla Alman ilerleyişinin durdurulmasından sonra SSCB Türkiye’ye döndü. Artık SSCB’nin gözünde Türkiye’nin bedel ödeme vakti gelmişti. Churchill Balkanlar’da cephe açılmasını istiyordu ama ABD kaynakların dağıtılmasını ve malzemelerin Balkanlarda İngiliz nüfuz alanını oluşturmak için kullanılmasını istemiyordu. Türkiye ise Churchill’in Balkanlarda düşündüğü temizleme operasyonuna araç gereç eksikliğini bahane ederek katılmamaya çalışıyor, üslerini de kullandırtmamaya çalışıyordu. Türkiye, SSCB’nin olası yayılmasına karşı müttefiklerin Almanya’yı tümüyle yıkmamalarını, Orta Avrupa’da güçlü bir devlet kalmalı görüşünü savunuyordu. Türk hükümetine göre Almanya’nın yıkılmasının ardından SSCB’nin yayılmasına karşı koyacak hiçbir güç kalmayacaktı. Türk tarafının bir diğer kaygısı ise kendisinin dışarda bırakılması idi. Yedinci bölüm 1943 yılını anlatmaktadır. 1943 yılında Stalingrad zaferi gerçekleşmiş, Kuzey Afrika müttefik ordularınca ele geçirilmişti. Bu ortamda Churchill ile Roosevelt arasında Washington konferansı toplandı. İtalya’nın işgali, ikinci cephenin Fransa’da açılması, savaş sonrası barışı koruma sorumluluğu görüşüldü. Temmuzda İtalya’ya bir güç çıkarılarak Mussolini hapsedildi. Almanya’da kuzey İtalya’yı işgal ederek Mussolini’yi kurtardı. Roma’ya girdi. Böylece İtalya fiilen ikiye bölünmüş oldu. Müttefikler ancak 4 Haziran’da Roma’ya girebildi. İngilizlerin Rodos çıkartması başarısız oldu ve Almanların eline geçti. Adada kalan İngiliz birliklerinin tahliyesi Türkiye işbirliği ile sağlandı. Ocak 1943’te Casablanca Konferansı Roosevelt, Churchill, De Gaulle, Fas Sultanı’nın katılımıyla gerçekleşti. Alınan karar Mihver Güçlerinin kayıtsız şartsız teslim olmasıydı. Türkiye açısındansa konferansta ABD Türkiye’den elinin eteğini çekmekte yine yardımlarını İngiltere üzerinden yapmaya dönmekte Türkiye ile ilgili konuları da tamamen İngiltere’ye bırakmaktaydı. Türkiye ise dış politikasındaki tek seçeneğin İngiltere olmasını istemiyordu. Adana Görüşmeleri de İnönü-Churchill arasında yapılmıştı. Churchill’in amacı Türkiye’yi savaşa sokmak ve üs elde etmekti. Türkiye’nin amacı ise savaşa girmemek ve ihtiyacı olan savaş malzemelerini alabilmekti. Türkiye savaş sonrası Sovyetlerden çekindiğini çok yanlı anlaşmaların Türkiye’yi koruyamayacağını ileri sürüyordu. Churchill ise savaş sonrası Sovyetlerin yorgun olacağını kendi yaralarıyla uğraşacağını söylüyordu. Ama aksi bir durumda Sovyet yayılmasına karşı çıkacağını bu güvenceyi de asıl savaşa katılırsa sağlanacağını söylemekteydi. Türkiye ise savaşa girdiği takdirde Almanya’nın Ege Adalarından boğazlara saldırıya geçebileceğinden endişe duymaktaydı. Savaşa girdiği takdirde verilecek askeri mühimmatlar Türk taraflarınca yetersiz kabul edilmekte ve tekliflere kayıtsız kalmaktadır. Aynı zamanda verilecek yardımların taşınmasıda demiryollarının belli bir tonajın üzerinde yük taşıyamadığı için de büyük bir sorun oluşturmaktaydı. İngilizler ABD’nin desteğiyle Türkiye’ye yaklaşık 80 milyon dolarlık askeri yardımda bulundu. Türkiye’nin izlediği Tuncer’e göre tarafsız bana göre ise savaş dışı kalma tutumu müttefiklerin gözünde kendi davalarına zarar vermekteydi. Türkiye, Balkanlar üzerinden Avrupa’ya girmeye çalışan müttefiklerin önünde bir engeli oluşturuyordu. SSCB’de Türk-Sovyet ilişkilerinin ancak Türkiye’nin savaşa girmesiyle düzelebileceğini vurgulamaktaydı. Ağustos 1943’te Quebec Konferansı Sicilya’nın müttefiklerce işgalinden sonra toplandı. Burada ikinci cephenin Fransa’da Normandiya’da açılması ve bunun hazırlığının ABD tarafından üstlenilmesi kararlaştırıldı. Türkiye’den hava üsleri elde etmek ve Almanya’ya yapılan krom sevkiyatının durdurulması için baskı yapılması da görüşüldü. Lakin Türkiye bu istekleri reddetti. Almanya’da İngiltere’nin elinden Ege Adalarını geri aldı. Ekim ayında Moskova Konferansı yapıldı. Savaş sonrası suçluluların yargılanması için mahkeme kurularak Avrupa’nın Nazizm ve Faşizmden temizlenmesine karar verildi. Molotov gündem dışı olmasına rağmen Türkiye’nin savaşa katılması gerektiğini yineledi. Sovyetlerin Türkiye’yi ısrarla savaşa sokma isteği kitapta sadece SSCB’nin üstlendiği yükün Türkiye’nin savaşa girmesiyle azalacağı fikri etrafında dönmektedir. Oysa Türkiye’nin savaşa girmesi hem kitapta da bahsedildiği gibi Sovyetlerin ağır savaş yükünü azaltacak hem de savaş sonunda kendi nüfuz bölgesi olarak gördüğü Balkanlarda Batılı müttefiklerinin konuşlanmasını önleyebilecekti. İkinci cephe de müttefiklerce Balkanlarda açılmayacaktı. İngiltere de aynı mantıkla kendi nüfuz alanı olarak görmek istediği Balkanlarda ikinci cephenin açılmasını istemekteydi. Aynı zamanda ABD ve İngiltere Türkiye’nin savaş için gerekli askeri malzemeden yoksun olduklarının bilincindelerdi, Türkiye’nin savaşa girmesi kendilerine yeni bir savaş maliyeti yükleyecekti. Bu nedenle Sovyetlerin bu isteğine karşı çıkmışlardı. Molotov savaşa katılmadığı sürece Türkiye’ye askeri yardım yapılmamasını istemiştir. Bu ortamda müttefikler arasında Kasım’da gizli bir protokol imzalanmış 1943 yılı bitmeden Türkiye’nin savaşa girmesi ve havaalanlarının müttefiklerce kullanılmasının sağlanması kararlaştırılmıştır. Birinci Kahire Konferansı Kasım’da toplandı. Türkiye’den İngiltere adına hava üsleri ile Türkiye’nin bir ay içinde savaşa katılması istendi. Aksi halde yardımların kesileceği uyarısında bulunuldu. Türkiye ise yeterince yardım yapılmadıkça bu taleplerin karşılanmayacağını üs vermekle savaşa katılmak arasında bir fark bulunmadığını söyledi. İngiltere olası bir Alman saldırısı için avcı uçağı önerildiyse de Türkiye kaynaklarını savaş sırasında tüketip savaş sonrasında SSCB karşısında güçsüz bir duruma düşmek istemediğinden reddetti. Öte yandan İngiltere’nin tüm müttefikleri de ancak kendileri saldırıya uğradıktan sonra savaşa girmeyi kabul etmişlerdi. Türkiye’de bu aşamadan sonra prensipte savaşa girmeyi kabul ettiğini ama hazırlıksız olduğu için savaşa katılamadığı savını ileri sürecektir. Kitapta bahsedilmemesine rağmen Türkiye Sovyet ısrarlarının arkasında Türkiye’nin savaşa girmesi akabinde Alman işgaline uğramış bir Türkiye’nin Sovyetlerce ‘’kurtarılması’’ ya da güçsüz düşmüş bir Türkiye istenmesinden kaynaklandığını düşünmektedir. Türkiye sık sık savaş sonrası Sovyet yayılmasından endişelendiğini dile getirse de İngilizler bu düşünceyi Türkiye’yi savaşa çekme aracı olarak kullanmayı seçecekler ‘’yayılmacı arzuları varsa bile Türkiye bunları savaş dışı kalarak değiştiremez’’ diyeceklerdir. Kitapta olmamasına rağmen Menemencioğlu Kahire’den ayrılmadan önce İngiliz dış işleri bakanı’na ‘’…Teklifiniz Türkiye’yi harcamaktır. Hem de sırf Rusları memnun etmek için lüzumsuz ve faydasız harcamaktır. Ordumuzun taarruz kabiliyeti olmadığı ve buna sebeb de Adana vaatlerinin yerine getirilmemiş olduğu aşikar iken üzerimize Alman kuvvetlerini çekmek intihar olur… Ruslar Almanları dövsün İstanbul’u kurtarsın diye mi ümide düşeceğiz? O zaman Ruslar İstanbul’u benim için mi kurtarır?’’ demiştir. Buradan da Türkiye’nin, Sovyetlerin bizim savaşa girmemiz yönündeki ısrarının altında sadece savaş yükünü azaltmak için istemediğinin düşünüldüğü anlaşılmaktadır. 28 Kasım 1 Aralık 1943 tarihlerinde Tahran Konferansı gerçekleşti. İkinci cephenin Mayıs 1944’e kadar açılması, Türkiye’nin savaşa katılması ve uluslararası bir örgütün kurulmasına karar verildi. Türkiye’nin savaşa katılımının sağlanması için boğazların statüsünün değiştirilebileceği, savaş sonrası barış masasına Türkiye’nin oturtulmayacağı ve yardımların kesileceği tehdidinde bulunuldu. Aralıkta İkinci Kahire Konferansı toplandı. Konferansta İnönü Almanların henüz yenilmediğini ve kendilerine ağır darbeler indirebileceğini müttefiklere anlatmaya çalıştı. Kitapta İnönü’ye hiç muhalefet olmadığı, herkesin İnönü’nün arkasında olduğu, CHP parti grubunun ve meclisin dış politikada hiç söz almadığı ki bunu da istemedikleri imajı verilmeye çalışılsa da gerçekte Kamuoyu, Türkiye’nin savaş hazırlıklarına başlamasına ve müttefik baskıları karşısında bir saldırı gerçekleşmeden savaşa girilebilme ihtimaline çok sert karşı çıkmaktaydı. Hatta CHP içerisinde dahi İnönü’nün Kahire’ye gitmesine karşı çıkanlar vardı. O kadar ki dönemin Ankara’da ki İngilliz büyükelçisi hükümetine bir uyarı iletmiş, Türkiye’nin dış baskılar altında halihazırdaki hazrılıksız konumunda savaşa girmesi konusunda mecliste saraçoğlu ve İnönü’nün karşısında yer alacak etkili vekiller bulunduğunu ve gelişmelerin ters gitmesi halinde sonucun Müttefikler ve İnönü açısından kötü olabileceğini söylüyordu. Türk Dış Politikasında birinci dönem Sovyetlerden ve Nazilerden gelebilecek askeri tehdide karşı düşünülmüştü ikinci dönem ise İkinci kahire Konferansıyla başladı ve amaç Sovyetlerin Doğu Avrupa’da ki emellerini engellemek idi. Sekizinci bölüm 1944 yılına ayrılmaktadır. Haziran 1944’te Normandiya Çıkartması yapılmış, Paris kurtarılmış, Brüksel ve Amsterdam’a giren müttefikler Ren Nehrini aşarak Alman topraklarına girmişlerdi. Sovyetler’de Doğu cephesi’nde genel bir saldırıya girişerek Balkanlar ve Orta Avrupa’ya girmişlerdir. Sovyetlerin Romanya ve Bulgaristan’ı ele geçirdiğini gören İngilizler Yunanistan’a asker çıkararak orayı elde tutmak istemiştir. Bu Türkiye’de sevinçle karşılanmış Balkanların Sovyetlere terk edilmediğinin İngilizlerin de bölgede olacağını göstermiştir. Sovyetler Finlandiya, Macaristan ve Yugoslavya’yı da işgale başlamıştır. 21 Ağustos-9 Ekim 1944’te bir toplantı yapılmış Birleşmiş Milletler Anayasası’nın oluşturulmasına karar verilmiştir. Stalin ve Churchill görüşmüş balkanların iki devlet arasında nüfuz bölgelerine bölünmesine karar verilmiştir. Bu anlaşma tarihe yüzdeler anlaşması olarak geçmektedir. Bu anlaşmayla Romanya Sovyetlere, Yunanitan İngilizlere bırakılmış, Macaristan ve Yugoslavya eşit paylaşılmış, Bulgaristan ise %75 Sovyet %25 İngilizlere bırakılmıştır. 1 Kasım’da İngilizler Yunanistan’a yerleşti. Sovyetlerde Varşova’ya girdi. Almanlardan kurtulan Balkan Devletleri şimdi de Sovyetlerin eline düşmüştü. Bu gelişmeler yaşanırken müttefiklerle ilişkilerde istenildiği gibi gitmiyordu. İngiltere’nin reddedilen istekleri nedeniyle hem ABD’den ‘’ödünç verme ve kiralama’’ yardımları hemde İngiliz yardımları son bulmuştu. SSCB ile de gerginlik had safhadaydı. Boğazlardan ‘’refaket gemisi’’ olduğu öne sürelen Alman gemilerinin geçişine izin verilmesi hem Sovyetler hem de İngilizlerce protesto edilmişti. Londra’nın ısrarıyla bir Alman gemisi aranmış ve geminin ticaret gemisi şeklinde kamufle edilmiş bir Alman savaş gemisi olduğu anlaşılmıştır. Almanya’nın da bu saatten sonra gerilemesiyle tüm Alman gemileri artık aranmaya başlamıştır. Almanya’ya gönderilen kromun satışının durdurulması ABD ve İngiltere tarafından istenmiş durdurulmazsa Türkiye’ye ekonomik ambargo ve abluka uygulanacağı söylenmiştir. Türkiye’de Nisan 1944’te krom ihracatının durdurulacağını açıklamıştır. Müttefiklerle aranın düzeltilmesi yolunda da Menemencioğlu’nun istifası sağlanmıştır. Almanya ile de ilişkiler kesilerek Türkiye Birleşmiş Milletler’e girebilmenin yolunu açmıştır. Dokuzuncu bölüm 1945 yılını anlatmaktadır. Bu yıl 4-11 Şubat Yalta Konferansıyla başlamaktadır. Konferans savaş sonrası dünya düzenini belirlemek amacıyla toplanmıştır. Konferansta Birleşmiş Milletler’in kurulması için San Francisco’da bir konferansın toplanmasına da karar verildi. Ancak bu konferansa 1 Mart 1945’e kadar Almanya ve Japonya’ya savaş ilan eden devletlerin katılabileceği kararlaştırıldı. Yalta’da kısaca; SSCB Uzakdoğu’da belli nüfuz alanları karşılığında Japon savaşına katılacak, Almanya üç işgal bölgesine ayrılacak ama Berlin ortak işgal altında bulunacak, Almanya savaş tazminatı ödeyecek, BM Güvenlik Konseyi’nde ABD, SSCB, Çin, Fransa ve İngiltere sürekli üyeler olup veto yetkisine sahip olacak, boğazların statüsü SSCB lehine değiştirilecek kararları alınmıştır. Müttefikler arasında tam bir uzlaşı sağlanamayan Polonya gibi konular ise sonraya bırakılmıştır. ‘’Kurtarılan Avrupa Demeci’’ Churchill, Roosevelt, Stalin tarafından yayınlanmış ve bu üç devlet Avrupa uluslarının siyasal ve ekonomik sorunlarını ‘’demokratik usullerle’’ çözmelerine yardım etmeyi ve her ulusun kendi hükümet biçimini kendi istediği gibi seçme hakkına saygı göstereceklerini duyurmuşlardır. Türkiye 23 Şubat 1945’de BM Beyannamesini imzalayarak Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmiştir. SSCB ve Türkiye ilişkilerinde Boğazlara gelirsek, Sovyetler güçsüz bir Türkiye’nin Boğazlar’ı kendisine yöneltilecek bir saldırı durumunda istese dahi kapalı tutamayacağından endişe etmekte bu nedenle de Boğazlar’ı Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine kapalı tutmak istemektedir. Bu amaçla 1925 Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nın feshi ile Sovyet tehdidi kendini iyice hissettirir olmuştu. Türkiye Sovyet dostluğunu geri kazanmak için adımlar atmaya başladı. Molotov ve Sarper görüşmesi gerçekleşti ama burada yeni bir paktın yapılabilmesi için Sovyetler kabul edilemez isteklerde bulundu. Örneğin Türk-Sovyet sınırının Sovyetler lehine değiştirilmesi, Boğazların ortaklaşa savunulması ve bunu sağlamak için Sovyetlere üs verilmesi, Montreux sözleşmesinin değiştirilmesi hususunda ikili uzlaşıya varılması. Türk hükümeti ilk iki öneriyi reddetti, son öneri içinse Montreux Sözleşmesinin uluslararası bir anlaşma olduğunu değişikliğin bütün taraflarca görüşülmesi gerektiğini ileri sürdü. 25 Nisan 26 Haziran 1945 de San Francisco Konferansı toplandı. BM anayasası ve Uluslararası Adalet Divanı’nın statüsü belirlendi. BM anayasasında örgüte katılım için demokratik bir rejime sahip olunması gerektiği kararlaştırıldı. Böylece Türkiye’de de çok partili sisteme geçişin ilk adımları atıldı. 17 Temmuz 2 Ağustos arasında Postdam Konferansı toplandı. Nazizmden Almanya’nın temizlenebilmesi için ‘’Nürnberg Mahkemeleri’’ oluşturuldu. Batılı devletler işgal bölgelerinde kendi demokrasi anlayışları doğrultusunda yönetimler oluşturmaya karar verdiler. Boğazlar konusu gündemdeydi. Stalin boğazlarda üs ve Montreux’un karadenize kıyısı olan devletlerce yeniden düzenlenmesini istiyordu. Müttefikler ise boğazlar sorununun tüm dünyayı ilgilendirdiğini dile getiriyorlardı. Sorunun Postdam’da çözülemeyeceği anlaşılmıştı her devletin görüşlerini Türkiye’ye ayrı ayrı bildirmesi kararlaştırıldı. 29 Nisan 1945’te İtalya teslim oldu, 30 Nisan’da Hitler intihar etti, 2 Mayıs’ta Almanya teslim oldu, 6 Ağustos’ta Hiroshima, 9 Ağustos’ta Nagasaki’ye ABD atom bombası attı haliyle 14’ün de Japonlar teslim oldu. Böylece savaş bitti. Son bölüm olan onuncu bölüm 1945-50 yıllarında Türkiye’nin ABD ve SSCB ile ilişkileri başlığını taşımaktadır. Savaş ertesinde Türkiye düştüğü yalnızlıktan kurtulmak için ABD’nin yanında yer almayı seçmiştir. Burada yazar tüm duygusallığı ile şu açıklamaları yapmaktadır ‘’Bu bence savaş koşullarının Türkiye’ye dikte ettiği durumdan kaynaklanmaktaydı. Oysa 1950 mayısında işbaşına gelen DP iktidarında, Türkiye’nin körükörüne Batı’ya bağımlı bir duruma getirilmesi, DP yöneticilerinin istek ve iradeleriyle gerçekleştirilmiş ve Batı’ya bağımlı bir dış politika ne yazık ki ülkemizi bugüne değin benimsenen bu yanlış dış politika tercihi nedeniyle çok olumsuz gelişmelerle karşı karşıya bırakmıştır!’’. Öncelikle kitabın konusu 1950 yılı ile sınırlı tutulmuşken yazar tamamen siyasi görüşleri nedeniyle seçimden başarıyla çıkan DP iktidarını ve sonrasını karalamaya yönelik bir tutum içine girmiştir ki bu oldukça yanlıştır. Öte yandan ileri sürdüğü fikirler açıklanmamış havada bırakılmıştır. Yazar batı yanlısı politikaların İnönü döneminde başlanmış olması fikrinin okuyucuya antipatik gelebileceğini düşünmüş olacak ki sonraki döneme suçlamalarda bulunarak İnönü’yü aklama çabası içerisine girmektedir. Halbuki bu çok gereksizdir. İki kutuplu bir sisteme giden düzende Sovyetlerle beraber yürüyemeyeceğimiz bellidir bu durumda ABD ile ortak bir yola girmek oldukça mantıklıdır. Yazar bu tür suçlamalarda bulunarak İnönü’yü yücültmekten çok antipatikleştirmektedir. Öte yandan belli bir dönemi sadece belli bir şahsı yücültme gayesi ile yazmak oldukça yanlıştır. Yaşanan olayları gerçeğe uygun olarak anlatmak burada asıl amaç olmalıdır kitapta ki gibi belli olayları tamamen silip atmak yerli yersiz suçlamalarda bulunmak okuyucuları daha çok rahatsız etmekte, dönemin siyasetini beğenip beğenmeme hakkı okuyucuya bırakılmalıdır. Batı’ya bağımlılığın hangi iktidar döneminde daha da arttığı başlı başına bir tartışma konusunu oluşturup bu tarz cümlelerle geçiştirilebilecek bir konu değildir. Öte yandan dışa bağımlılık konusunu açıp İnönü döneminin dışa bağımlılığına hiç değinmemek iki yüzlülükten başka bir şey olmamaktadır. Konumuz İnönü olduğuna göre kitapta verilmeye İnönü dönemi ekonomideki dışa bağımlılığımızı anlatmak sanırım bana düşüyor. Öncelikle 1930’lardan beri (1938 hariç) her yıl fazla veren dış ticaret bilançosu ilk kez 1947’de açık verdi ve bu açık daha sonrasında hızla artmaya devam etti ki 1954 yani DP döneminde azalmaya başlayacaktır. Bu dış açıkların arkasında ise 1948 tarihli Marshall planı yatmaktadır. Planın amacı Batı Avrupa açısından bu bölgeyi dünya ticaretine açmak Türkiye açısından ise Türkiye’yi Batı Avrupa’nın gıda ve hammadde sağlayıcısı yapmaktı. Önce Amerikan raporları gelmeye başladı ve devletçiliğin terk edilip, Karabük demir çelik fabrikasının satılması, lokomotif yerine tarım aletlerinin yapılması ve hatta gübre fabrikalarının bile yapılmaması tavsiye ediliyordu. Yapılması gereken iş yerli ve yabancı sermaye için eşit haklar tanıyan teşvik yasası çıkarılmalıydı. Uzun yıllar sonra hiçte anti amerikancı sayılmayan Süleyman Demirel bile ‘’ o rapora bakılsaydı Türkiye’nin elinde bugünkü sanayi olmazdı’’ diyecektir. Bu raporların arkasından Marshall Planı aynen bu raporların önerdiği yönde gelişti. Trama öncelik verildi, ABD’den çok sayıda traktör alındı, demiryolu yapımı durduruldu. Karayolları rıhtım gerek ihracatın gerekse o dönemde üsler kurmaya başlayan ABD ordusunun kullanacağı tesislere başlandı, sınaileşme terk edildi. 1947’de IMF ve Dünya Bankasına üye olundu. 1945-48 döneminde Türkiye’nin gerek ihracat gerek ithalatında İngiltere ve ABD yüzde 40-50 pay almıştır. Daha önce Arapların yanında yer alan Türkiye 1948’de Filistin Uzlaştırma komitesine olumlu oy vererek Arapları küstürmüş, yine 48’de bir ABD vatandaşını Fener Rum Patriği olarak getirmiştir. 49’da Asya Devletler Kongresine katılmamış. Tüm yüzünü batıya dönmüştür. Yazarın dediğinin aksine İnönü dönemi Batılılaşması Batı ile sıkı dış ilişkiler kurmak olarakta yorumlanmıştır. 1945’in Boğazlar konusuna gelirsek ABD boğazların her zaman tüm ticari gemilere açık bırakılmasını, Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin savaş gemilerinin geçişine her zaman izin verilmesini, barış zamanında ise savaş gemilerinin serbestçe geçişini önermekteydi. Sovyetler ise Boğazların sadece Karadeniz’e kıyısı olan devletlerce düzenlenmesini, karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerinin hiçbir şekilde boğazlardan geçişine izin verilmemesini, ticaret gemilerinin her zaman serbest geçişine izin verilmesini, güvenliğin SSCB ile Türkiye tarafından sağlanmasını istemekteydi. Bu nota hem müttefikler hem de Türkiye tarafından olumsuz karşılandı. Türkiye’yi SSCB’nin egemenliğine sokan bir anlaşma olduğu söylendi. SSCB’nin bu isteklerde ısrar etmesiyle ABD ve İngiltere Türkiye’nin yanında yer aldıklarını duyurdular. Türkiye hem SSCB’nin siyasi baskısı hem de ekonomik sıkıntılarla boğuşmaktaydı. ABD’de ‘’Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu’’ ile Türkiye’ye verilen araç gereçleri mülkiyetine geçirme izni verdi. 1947’de İngiltere Yunanistan ve Türkiye’ye yaptığı yardımları devam ettiremeyeceğini açıkladı ve bu sorumluluğu ABD’ye devretti. Böylece Truman Doktrini doğdu. ‘’Silahli azınlıkların ya da dış baskının boyunduruk sağlama çabalarına direnen özgür insanları destekleme’’ olarak adlandırdıkları bu doktrinle Yunanistan’a 300 milyon Türkiye’ye de 100 milyon yardım yapılması kararlaştırıldı. Bu yardımlar Başkan’ın bilgisi ve onayı olmadan yapılan amaç dışında kullanılmayacak, yardımın amacına uygun kullanılıp kullanılmadığını denetlemek için de ABD tarafından denetlenecek ve devletler yardımın nasıl kullanıldığına ilişkin raporlar sunacaklardı. Ancak bu yardım bize faydadan çok zarar getirdi gönderilen malzemenin bakımı 400 milyonu buluyor, yedek parçaları sadece ABD’den temin ediliyordu. Haliyle bu durum her ne kadar yazar bundan bahsetmekten hoşlanmasa da ABD’ye olan bağımlılığımızı arttırdı. Üstelik yardım olarak alınan malzemenin bakım ve yedek parçası için dolar ihtiyacı doğdu ve ABD’den ekonomik yardım istendi. Tabiki bu yardım da yine ABD’nin cebine girdi. Bu şekilde ABD’ye olan borcumuz arttı. ABD borcun 4,5 milyonunun ödenmesi karşılığında kalan borcunda silineceğini açıkladı. Saraçoğlu ise yaptığı açıklamasında : ‘’Biz bu parayı vermekle borcumuzun yalnızca maddi kısmını ödüyoruz. Bir de manevi kısmı vardır ki onu da ABD’nin bulunduğu saflarda yanında olmak suretiyle ödemeye çalışacağız’’ dedi. Bu konu üzerinde durulmayı hak eden bir konu bence yazarımız da burada tam bağımsız dış politikadan ayrıldığını söylemektedir. Burada ABD ekonomik zekasını da ortaya koymaktadır yaptığı askeri yardımın karşılığını misliyle çıkarmakta üstelikte uzun yıllar kullanılacak bu malzemelerin bakım ve yedek parçasını da sadece kendisi yaparak Türkiye’yi kendisine bağımlı hale getirmektedir.1948 Marshall Planını da kitaba göre açarsak Avrupa devletlerinin ABD yardımını istemeden önce ekonomik gereksinmeleri doğrultusunda ortak bir ekonomik iyileştirme programı belirlemelerinin öngörüldüğü bu plan çerçevesinde önce kendi aralarında işbirliğine gitmeleri kalan açığında ABD tarafından kapatılması söz konusuydu. Bu amaçla Ekonomik İşbirliği Konferansı yapıldı. Türkiye başta planın dışında bırakılmıştı ama Türkiye’nin yoğun ısrarlarıyla dahil edildi. Sonuç kısmında yazar dış politikada İsmet İnönü’nün tek karar verici olduğunu vurgulamakta, Demokrat Parti’ye yine suçlamalarda bulunmakta ve okuyucuyu İsmet İnönü’yü takdirle anma mecburiyetinde bırakmaktadır. Yukarıda yer yer değindiğim gibi yazar tarihi bir önemi anlatırken objektiflikten uzaklaşmakta olayları kendi bakış açısına göre yorumlamakta ya da yok saymaktadır. Bu konudaki görüşlerimi yer yer anlattığım için tekrar değinmeyeceğim. Döneme gelirsek İkinci Dünya Savaşı dönemini anlatmaktadır. Objektif bir şekilde baktığımızda görece başarılı olduğumuz söylenebilir. Bu süreçte asıl amacımız olan savaşa girmemeyi başarmıştık. Yer yer zorlandığımız zamanlar olsa da her iki taraftan da ekonomik yardımlar ve ticari anlaşmalar imzalamayı da başarmıştık. Ama bu politika savaşın sonlarına doğru zararlarda getirdi. Özellikle SSCB ile aramızın açılması sonucu Boğazlar sorunu bizi oldukça zorlu günlere itti. Kısa süreli bir yalnızlığa mahkum olduk. Bu sürecin kısa süreli olmasında savaş sonrası düzende ABD ve SSCB’nin politikalarının çakışması etkili oldu. Bizde bu sayede yanlızlığımızdan kurtulup ABD’nin yanında yerimizi aldık. SSCB karşısında destek bulabildik.