Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
Zafer Toprak, “Adam Smith’ten Maynard Keynes’e Türkiye’de İktisadi Düşünce,” Aydınlanma ve Ekonomi, içinde, Yayına hazırlayan: Taner Berksoy, İstanbul; Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi Yayını, 2009, s. 28-32. Adam Smith’ten Maynard Keynes’e Türkiye’de İktisadî Düşünce Zafer Toprak Türkiye Sosyal Bilimler Derneği iktisat biliminin çığır açan düşünürlerinden John Maynard Keynes (1883-1946)’in İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi adlı tanınmış yapıtının yayınlanışının 70. yayın yılında Keynes’in ölümünün 60’ıncı yılını anmak üzere 1-2 Aralık 2006’da Ankara’da uluslararası bir sempozyum düzenledi. Bu toplantıda Keynes’in uluslararası iktisat ve siyaset dünyasındaki yeri ve Keynes iktisadının Türkiye’de yansımaları ele alındı. Türkiye Sosyal Bilimler Derneği başkanı Galip Yalman açış konuşmasında neoliberal hegemonyanın sarsılmaya başladığının işaretlerinin , başta birçok Latin Amerika ülkesi olmak üzere, dünyanın değişik bölgelerinde görülmeye başladığını vurguladı. Sempozyumun 1980’den günümüze neoliberal politikaların yol açtığı ekonomik ve toplumsal olumsuzlukları en derinden yaşamış bir ülke olan Türkiye’de ekonomik büyüme, gelir bölüşümü, devletin ekonomideki rolü, ülke ekonomisinin dünya ekonomisiyle bütünleşme biçimleri gibi temel meselelerin ele alınış biçimini etkileyerek, tartışma gündeminin genişletilmesini sağlayacak bir katkı yapacağı düşüncesinde olduğunu söyledi. Galip Yalman, özellikle bu süreçte yaşanan finansal krizler ve yapısal reformlar sarmalında ekonomik ve toplumsal eşitsizliklerin keskinleştiği, buna karşın neoliberal reçetelerin öngörülenin aksine yatırım ve tasarruf eksikliği sorunlarını çözemediği bir ölçüde Türkiye’nin kırılganlıkları ve dışa bağımlılığı artmış bir ekonomi özelliği gösterdiğini vurguladı. Türkiye’de radikal iktisat çevreleri, 2008 krizinden iki yıl önce, Türkiye’de karşılaşılan sorunların çözümlerini neoliberal hegemonyanın belirlediği tartışılmaz 1 doğruların dar çerçevesinin dışına çıkarak tartışmaya başlamanın önemli olduğu kanısındaydı. Bu çok anlamlı bir toplantıydı. Zira 1970’lerin ortalarından beri Keynes gündemden düşmüştü. 1974’te Keynes’in en büyük rakibi Hayek, İktisat Nobeli’ni Gunnar Myrdal ile paylaşıyor, ve “altın çağ” ya da “muhteşem 30 yıl” diye bilenen ikinci dünya savaşı ertesi refah ekonomisi son buluyordu. 70’li yılların ortalarında iktisat literatüre yeni bir terimle tanışıyordu. Bu “stagflasyon”, yani enflasyonla durgunluğun bir arada oluşuydu. Dünya ekonomisi resessionist bir evreye girmişti. Bu bir anlamda Keynes’in Hayek’e yenik düştüğünün ilanıydı. Ardından Şikago okulunun ve özellikle Friedman’ın öncülüğünde neoliberal iktisat politikaları revaç buldu. Reaganism ve Teacherism Amerika’da ve İngiltere’de egemen konuma geldi. Türkiye de bu süreçe katılarak 24 Ocak kararları ve onu destekleyen 12 Eylül’le “deregulasyon” denilen uygulamalara başladı; neoliberalizmi benimsedi. Türkiye iki dünya savaşı arası izlenen iktisat politikalarında “sağlam para” ve “denk bütçe” ilkelerinden ödün verilmemiş, bu nedenle ülkede para ve kredi piyasaları güdük kalmıştı. Osmanlı döneminin borçlanma süreci ve özellikle Cihan Harbi’nde enflasyonist politikalar Cumhuriyet yöneticilerini ürkütmüş ve kapitülasyonların kaldırılışı ertesi kimi kez resesyon pahasına Türk parasının kıymetini koruma kaygısı egemen olmuştu. Nitekim 1930 tarihli Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu belki de, 1980’lere kadar Türkiye’nin kaderini çizecek bir yasa olarak tarihe geçecekti. Sabit kur politikası ancak 1980’lerde Turgut Özal’la birlikte terk edilebildi ve serbest kur politikasına geçildi. İkinci Dünya Savaşı sonrası Keynesgil iktisat politikalarının giderek güç kazandığı bir ortamda, Demokrat Parti büyüme için genişletici bir para kredi politikasının gerekli olduğuna inandı. 1950’de DP iktidarının daha ilk günlerinden itibaren kredi muslukları açıldı. Özel sektöre öncelik verme ve hızlı büyüme kaygısıyla ekonomi kısa sürede olabildiğince ısındı. Ve bilindiği gibi 1954 ertesi Türkiye darboğaza girdi. Dış finans çevrelerinin önerilerine uzun süre kulak asılmadı. Ancak 1958 İstikrar Tedbirleri’ye Türkiye parasının değerini düşürdü ve dış kredi olanakları buldu. Bu günkü terimle “deregüle” olmuş bir ekonomide tekrar “regülasyon” gündeme geldi. 2 Türkiye’de Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulup planlı döneme geçilinceye kadar iktisat politikaları günübirlik belirleniyordu. Her ne kadar 1936 yılında iktisat öğrenimi için ayrı bir fakülte, İktisat Fakültesi, İstanbul Üniversitesi bünyesinde kurulmuşsa da, iki savaş arası “karanlık çağ” diye bilinen evrede Türkiye’yi yönetenler sezgileriyle yollarını kestirmeye çalışmışlar, somut gelişmelere göre hareket etmişlerdi. Nitekim dünya ekonomisinin “küresizleştiği”, ülkelerin kendi ekonomilerini dünya ekonomisinden bağımsız bir biçimde düzlüğe çıkarma girişimlerinin hakim olduğu bir evrede, birçok gecikmiş ülke kendi “milli iktisat”larını uygulamaya sokmuştu. Latin Amerika’da olduğu gibi Türkiye’de de devlet giderek ekonomide ağırlığı koymuş, “devletçilik” 1931’de önce Cumhuriyet Halk Fırkası / Partisi’nde, ardından 1937’de anayasada ilke olarak kabul edilmişti. Aslında devletin ekonomiye müdahalesi Cihan Harbi yıllarda tüm savaşan ülkelerde gündeme gelmişti. Nitekim İttihatçı hükümetler “milli iktisat” anlayışlarıyla devleti bilfiil etkin bir konuma getirmişlerdi. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde alının kararlar, Ahmet Hamdi Başar’ın daha o tarihlerde kullandığı “iktisadî devletçilik” terimi doğrultusunda devleti Smith’gil bir serbest piyasa ekonomisinin ötesine çekerek ekonomide bilfiil aktör konumuna getiriyordu. Kısa bir süre sonra, 1925’te kurulacak olan Devlet Sanayi ve Maadin Bankası bu anlayışın somut örneğiydi. İşte tam o yıllarda Keynes’in de yıldızı parlıyordu. Keynes, Cihan Harbi ertesi Almanya’ya yüklenen savaş tazminatının dünya ekonomisini olumsuz etkileyeceğini vurgulamış ve bu vesileyle 1919’da yazdığı Barışın İktisadi Sonuçları [Economic Consequences of the Peace] o yıllarda büyük yankı uyandırmıştı. Nitekim bu kitap Cumhuriyet’in ilk yıllarında eski harflerle Türkiye’de de yayınlanmıştı. Ancak 20. yüzyıl iktisat literatürüne damgasını vuracak olan İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi [The General Theory of Employment, Interest and Money] 1929 buhranının etkilerinin somut olarak görüldüğü bir evrede gündeme gelecekti. Klasik ve neoklasik iktisat politikalarında “düşük istihdam” diye bir sorun yoktu. Klasiklere göre para “tarafsız”dı; gerçekleri gizleyen bir peçeydi. Sadece mal ve hizmetlerin değişimine aracılık ediyordu. Bu nedenle klasik iktisatçılar para konusunda miktar teorisine inanıyor ve para arzındaki yükselişin, ekonomi zaten tam istihdamda olduğundan, enflasyona neden olacağını düşünüyorlardı. Bu nedenle liberal politikalar sonucu devletin ekonomiden uzak durmasını salık veriyor, 3 ve ekonomideki zaman zaman gündeme gelen çarpıklıkların maliye politikası araçlarıyla düzeltilemeyeceği kanısını paylaşıyorlardı. Klasik ve neoklasik iktisatçıların “tarafsız” para anlayışına karşı Keynes ünlü Genel Teori’sinde paranın “taraflılığı”nı gündeme getirecekti. Her para artışının aynı oranda enflasyona neden olması söz konusu değildi. Para talebinin yalnız işlem değil, aynı zamanda ihtiyat ve spekülasyon gerekçeleriyle de olabileceğini söylüyordu. Keynes’e göre sorun efektif talepte; efektif talebin yetersizliğinde saklıydı. Ekonominin durağanlaştığı bir evrede, özellikle depresyon dönemlerinde devlet “telafi edici” politikalar izleyerek talepteki yetersizliği giderebilirdi. Enflasyonist ortamlarda bunun tersi söz konusuydu. Kısaca enflasyonist ve deflasyonist ortamlarda devletin izleyeceği para ve maliye politikaları önemliydi. Türkiye o yıllarda bu tür tartışmalardan epey uzaktı. Monetarist anlayış Türkiye’de de hakim konumdaydı. Bu nedenle “denk bütçe sağlam para” ilkesi İkinci Dünya Savaşı’nın “savaş ekonomisi”ne kadar devam etti. Bu arada Almanya’dan kaçan profesörler Türkiye’de iktisat bilimine büyük katkıda bulunmuşlar, ancak anglosakson iktisadından çok Türkiye’ye o günlerde “içtimaî iktisat” diye bilinen sosyal içerikli bir iktisat anlayışını getirmişlerdi. Bu Türkiye’deki “halkçılık” anlayışıyla da bağdaşıyordu. Alman iktisatçılar, Almanya’dan kaçmalarına rağmen Alman ekolünün temsilcileriydiler ve “tarihsellik” iktisat anlayışlarına egemendi. Nitekim bu tarihlerde asistanlarının çevirileriyle yayınladıkları eserleri en azından teori kadar iktisat tarihi içeriyordu. Türkiye’de iktisadî düşünceye İkinci Meşrutiyet yıllarına kadar büyük ölçüde Adam Smith’in görüşleri hakimdi. Tabii birçok alanda olduğu gibi Adam Smith in görüşleri de dolaylı bir biçimde Türkiye’ye ulaşmıştı. Zira Adam Smith’in ünlü eseri Milletlerin Zenginliği ancak 1948-1955 arası Hasan Ali Yücel’in Dünya Klasikleri arasında Türkçe’ye kazandırılacaktı. [Adam Smith, Milletlerin Zenginliği, cilt 1-4, çeviren Haldun Derin, Ankara; Milli Eğitim Basımevi, 19481955. Bu dört cildin yeni bir baskısı İş Bankası Kültür Yayınları’nca yapılmıştır: Adam Smith, Milletlerin Zenginliği, çeviren: Haldun Derin, sunuş: Gülten Kazgan, İstanbul; Türkiye İş Bankası Kültür Yayını, 2006.] Tekrar Keynes’e dönersek, Keynes’ni kuramına en güçlü itiraz Avusturya İktisat Okulu’nun dahî çocuğu diye bilinen Friedrich August von Hayek’ten geldi. 1944 yılında yayınladığı Kölelik Yolu 4 [The Road to Serfdom] adlı eseri sosyalizme karşı tavrı ve Soğuk Savaş döneminde siyasî söylemi nedeniyle epey yankı uyandırmışsa da neoliberal politikaların benimsendiği 1980’li yıllarda taçlandırıldı. İlginçtir, tüm bu tartışmalar Batı’da sürüp giderken Türkiye bunlardan ne kadar haberdardı ! Keynes’in klasik eseri İstihdam, Faiz ve Para Genel Teorisi ancak otuz üç yıl sonra, 1969 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi öğretim görevlisi Asım Baltacıgil tarafından Türkçe’ye çevrilebildi. [J. M. Keynes, İstahdam, Faiz ve Para Genel Teorisi, çev: Asım Baltacıgil, İstanbul; Fakülteler Matbaası, 1969.] Kitapta, “çevirenin notu” olarak Asım Baltacıgil, İngiltere, Batı Almanya ve hatta A.B.D. gibi memleketlerde son yıllardaki ekonomik gelişmelerin mucizeye dayanmadığını, fakat Keynes doktrininin uygulamasından başka bir sonuç olmadığını hatırlatıyordu. Ona göre Keynes doktrini çağımızın en büyük bilimsel ileri atılışlarından biriydi. Bundan böyle, Asım Baltacıgil sayesinde Türkiye Keynes’i klasik eserini Türkçe okuyabilecekti. Ardından yine Asım Baltacıgil, Michael Steward’ın Keynes Devrimi adlı ünlü eserini Türkçe’ye kazandırdı. [Michael Steward, Keynes Devrimi, İstanbul; Minnetoğlu Yayınları, ty.] Asım Baltacıoğlu bu kitabı “bu ağır teorinin iyice kavranması ve anlaşılması için ‘izahname’ ” olarak çevirme gereği duyduğunu söylüyordu. İlginçtir Keynes’in klasik eseri kısa sayılabilecek sürede ilk baskısını tüketmiş ve yeni baskı yapmıştı. Keynes Türkiye’de tabii Asım Baltacıgil’in çevirilerinden önce de biliniyordu. Hatta Türkiye’deki Alman hocalar iki savaş arası kimi eserlerinde zaman zaman Keynes’e gönderme yapmışlardı. Ancak, Keynes’in görüşleri ayrıntılı bir biçimde Türkiye’de ilk kez Osman Okyar tarafından kağıda geçirilmişti. Osman Okyar, Serbest Fırka’nın kurucusu liberal Fethi Okyar’ın oğluydu. O tarihlerde herkes çocuğunu Fransa, Almanya ya da İsviçre’ye okumaya gönderirken Fethi Okyar’ın Osman Okyar için tercihi İngiltere’den, Cambridge Üniversitesi’nden yana olmuştu. Osman Okyar Cambridge’de Keynes’in öğrencisi oldu. Türkiye’ye dönüşünde de İktisat Fakültesi’nde Keynes üzerine bir doktora tezi yazdı. Tez 1947 yılında savunuldu. Ancak 1954 yılında Neo-klâsik Teoriden Keynes Teorisine başlığı altında yayınlanabildi. [Doçent Dr. Osman Okyar, Neo-klasik Teoriden Keynes Teorisine, İstanbul, İktisat Fakültesi Yayını, 1954.] Kitabın önsözünde Osman Okyar şunları yazıyordu: 5 “Neo-klâsik teoriden Keynes teorisine” ismini taşıyan bu etüd 1947 senesinde doktora tezi olarak İstanbul Üniversitesi iktisat Fakültesi’ne takdim edilmiştir. Bu etüdde, 1930 yılında iktisadî düşüncede vuku bulan ehemmiyetli değişmenin mahiyetini ve ana hatlarını belirtmeğe çalıştım. İngiliz İktisatçı Keynes’in tesiri altında iktisat nazariyesi tamamen yeni bir veçhe almış ve neticede millî gelir, millî bütçe, yatırım gibi mefhumlar nazarî ve tatbikî iktisatta büyük yer almıştır. Türkiye’deki akademik muhitin ve iktisatla ilgilenlerin, teorik inkişafları takip ve tahlil etmelerine yardım edebilmiş olmak benim için en büyük sevinç vesilesi olacaktır. Tezin hazırlanmasında bana büyük ölçüde yardım eden İktisat Üniversitesi eski Maliye ve İktisat Profesörü ve halen Frankfurt Üniversitesi profesörlerinden sayın F. Neumark’a kalbî teşekkürlerimi teyit etmek isterim. Ülkeyi yönetenler Keynes’ten pek nasiplenmemiş olsalar da iktisat eğitiminde Keynes, 1950’li yıllarda yer almaya başladı. Sabri Ülgener İktisat Fakültesi’nde Keynes’i kapsıyordu. Keza Burhan Zihni Sanus’un iki ciltlik Para Ekonomisi Keynes’e yer veriyordu. [Burhan Zihni Sanus, Para Ekonomisi, 2 cilt , İstanbul; İstanbul Matbaacılık T.A.O., 1956.] Ancak Keynes iktisadının Türkiye’de yaygın bir biçimde tanınmasına vesile olacak kişi Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi profesörü Sadun Aren oldu. İlk baskısı SBF yıyını olarak çıkan İstihdam, Para ve İktisadî Politika, Mülkiye kadar diğer eğitimi kurumlarında da temel referans kitabı oldu. Kamu kurumlarınının sınavları için Sadun Hoca’nın kitabı temel başvuru eseri oldu. Nitekim kitabın yeni baskıları Bilgi Yayınevi tarafından yapıldı. Aslında makro iktisat Keynes’in icadıydı. Milli Gelir, ekonomik büyüme, gelir bölüşümü, bütçe ve maliye politikaları başta olmak üzere makro iktisadın birçok unsuru Keynes’le gün yüzüne çıkmıştı. Keynes, Avrupa’da olduğu kadar ABD’de de 1970’lerin sonuna kadar, Reagan’ın seçilişine kadar hakim konumdaydı. Uzun yıllar Demokratlar da Cumhuriyetçiler de Keynesgil politikalar izlediler. Ancak 1970’li yılların stagflasyon gerçeği Keynes’i tahtından indirdi. Keynes’i iktisadî düşünce alanında tahtından indiren Cambridge Üniversitesi’ndeki yakın dostu Hayek’ti. Hayek, Cambridge ertesi, gerek LSE’de, gerekse Şikago’da öğretim üyeliği evrelerinde görüşlerinden taviz vermedi. Görüşleri o denli gündem dışında idi ki ABD ye gitmeye karar verdiğinde bir tek Şikago Üniversitesi kendisine iş teklifinde bulunmuştu. Hayek, stagflasyon, yani enflasyon-işsizlik sarmalı karşısında işsizliğe göğüş gerilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Düşük istihdam ortamında kamu açıklarının erdemli olduğu görüşü yanıltıcıydı. Sınırlı bir enflasyona katlanarak 6 istihdam sorununun çözümlenebileceği düşüncesi yanlıştı. Hayek’e göre ekonomideki dengesizlikler büyüyerek ileride önlenmeye çalışılan işsizlikten daha büyük oranda işsizlik yaratacaktı. Böylece siyasetçiler, enflasyonu unutup işsizliği önlemek adına tekrar enflasyona başvurmak zorunda kalacaklardı. Sonuç olarak stagflasyon sarmalı giderek büyüyordu. Kısa dönemde enflasyonla önlenebilecek işsizlik uzun dönemde yanlış kaynak dağılımı yüzünden daha da artacaktı. Hayek’i Türkiye’ye kim getirdi ? Ünlü eseri Kölelik Yolu hangi tarihte Türkçe’ye çevrildi ? Bu kitabın ilk sekiz bölümü 1947-1948 yıllarında, Aydın Yalçın’ın tavsiyesi ve talebi üzerine Turhan Feyzioğlu tarafından çevrilerek Siyasal Bilgiler Okulu Dergisi’nde yayınlandı. Eserin geri kalan yedi bölümü ise , Prof. Dr. Yıldıray Arslan tarafından çevrildi ve 1995 yılında Liberal Düşünce Topluluğu tarafından yayınlandı. [Friedrich . A. von Hayek, Kölelik Yolu, çevirenler: Turhan Feyzioğlu & Yıldıray Arsan, Ankara; Liberte Yayınları: 1, 1999. 1. baskı: 1995 :Liberal Düşünce Topluluğu] Aynı yıl, yanı 1995’te Hayek’in başka bir kitabı da Türkçe’ye çevrildi. [Friedrich A. Hayek, Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük, çev: Mustafa Erdoğan, Ankara; Türkiye İş Bankası Yayını, 1995.] Son olarakak, yine Liberte Yayınları arasında çıkan Eamonn Butler’in Hayek başlıklı kitabını zikredelim. [Eamonn Butler, Hayek – Çağımızın İktisat ve Siyaset Felsefesine Katkısı, çeviren: Yusuf Ziya Çelikkaya, Ankara; Liberte Yayınları, 2001.] 1980’lerin neoliberalizminin neoklasik iktisatla yakın bağı vardı. Neoklasik iktisat neoliberalizmin devletin küçültülerek ulusal ve uluslararası mal ve sermaye piyasalarında serbest piyasaların egemen kılınması tercihlerine kuramsal destek sağlıyordu. Bu nedenle kimi çevrelerde neoklasik iktisatla neoliberalizm özdeşleştirilir olmuştu. Neoliberalizmin yükseldiği bir evrede neoklasik iktisat da hakim bir konum elde etmişti. Böyle bir ortamda kalkınma iktisadı ve Keynesgil iktisat geri çekilmiş, alanı neoliberalizme barıkmıştı. Keynesgil iktisadın Marksizmle gizil ilişkisi nedeniyle Marksist kuram ve emperyalizm kuramı da tarihin çöplüğüne atılmıştı. Tarihçiler yakın bir döneme kadar genellikle uzun bir 19. yüzyıl ertesi [17891914] kısa bir 20. yüzyıldan söz ediyorlardı. Bu yüzyıl Cihan Harbi ile başlıyor, Sovyetler Birliği’nin 1991’de çözülüşüne kadar devam ediyordu. Oysa son dünya bunalımı nedeniyle 20. yüzyıl 2000’li yıllara sarkmış gözüküyor. Birçok tarihçi tekrar siyasetten iktisada dönerek kırılma noktasını 1991’den 2008’e kaydıracağa benzer. Bu bağlamda sarkacın tekrar Keynes’ten yana savrulduğu gözlemlenebilir. Hatta ABD de Obama’nın aldığı kimi “devletçi” önlemler sosyalizm olarak niteleniyor. 7 Türkiye’ye dönersek, ülkemizde iktisadi düşünce bağlamında 19. yüzyıldan bu güne izlenen evreler dört dönemden geçmişe benziyor. Bunlardan ilki Tanzimat’la birlikte gündeme gelen Smith’gil iktisat. Serbest ticaretin vurgulandığı, yabancı sermayeye kapıların ardına kadar açık olduğu bir evre... İkinci dönem ise Jön Türklerin Alman iktisatçısı Friedrich List’ten esinlendikleri “milli iktisat” diye nitelenen evre. Bu süreç dünyada 19. yüzyıl küreselleşmesinin ardından 1914-1945 tarihleri arasında yer alan “karanlık çağ”a rastlıyor. Cihan Harbi ertesi bağımsızlık kazanan Cumhuriyet Türkiyesi’nin ekonomik alanda da bağımsız bir iktisat politikası uyguladığı ve kısmen sanayileşme atılımının yer aldığı evre. Üçüncü dönem ise önce bilinçsiz, sonra bilinçli bir biçimde Keynes’gil politikaların uygulamaya sokulduğu “ithal ikameci” çizgide “karma ekonomi” adı altında yaşanan 1947-1980 dönemi. Demokrat Parti’nin kısa soluklu serbest piyasa modeli ertesi gündeme gelen müdahaleci, planlı ekonomi Türkiye’yi “regüle” edilen [regulation] bir ülke konumuna sokmuş. Son olarak 24 Ocak 1980 paketiyle Turgut Özal’ın Hayek’ten esinlenen “deregulation”, diğer bir deyişle devleti dışlayan ve piyasayı egemen kılan pazar ekonomisi dönemi, bir başka deyişle neoliberal evre. Tabanı hangi yıl göreceği bilinmeyen 2008 krizi, Türkiye’nin bir kez daha “regülasyon”dan yana savrulacağının ve Keynes’in, belki neo-keynesgil modeller çerçevesinde bir kez daha gündeme geleceğinin habercisi olabilir. ________________________ 8