Zafer Toprak, “II. Meşrutiyet’te Toplumsal Proje: Tesanüd, Meslek ve Milli
İktisat,” Osmanlı, cilt 3 – İktisat, editör: Güler Eren, Ankara; Yeni Türkiye
Yayınları, 1999, s. 571-586.
II. Meşrutiyet’te Tesanüd, Meslek ve Milli İktisat
II. Meşrutiyet ictimaiyyatının en gözde sözcüğü "tesanüd"dür. Solidarizm ya da
yaygın kullanımıyla tesanütçülük (dayanışmacılık) İttihatçı ideologların gündeme
getirdikleri ve Tek-Parti Türkiyesi'ne açılımı olan bir toplumsal öğretidir.
Tesanütçülük I. Dünya Savaşı yıllarında dergilerin "ictimaiyyat" sütunlarında
yoğun bir tartışma ortamı bulursa da, daha 1908 ertesi "ilm-i ictimaî" ve "ilm-i
servet" ders kitaplarında görülmeye başlanır. Başlangıçta "meslek-i teavün" olarak
Türkçeye çevrilen solidarizm, II. Meşrutiyet ve Tek-Parti yıllarında genellikle
"tesanütçülük" diye bilinir. Bir ara, dil devrimi ile birlikte "bağlılık"a dönüşür.
Bugünkü toplumbilim kitaplarında ise "dayanışmacılık" solidarizmin karşılığı
olarak kullanılır. Solidarizm, III. Cumhuriyet Fransası'nın bir anlamda resmi
ideolojisidir. Radikal Parti'nin benimsediği bir öğretidir. Filozof-politikacı, bir ara
başbakan, Léon Bourgeois başta olmak üzere, Alfred Fouillée, Alexandre
Millerand, Charles Seignobos, Ferdinand Buisson, Charles Gide, Gustave Geffroy
gibi birçok düşünürü çevresinde toplamıştır.
Solidarizm, 19. yüzyıl ekonomist ve sosyalist öğretilerinin toplumsal sorunu
saptamalarına rağmen tutarlı bir çözüm getiremediklerini ileri sürer. Ekonomistler,
çabanın bireyi yükselttiğini, gayretin onu güçlü kıldığını, rekabetin bir ayıklama
ve ilerleme unsuru olduğunu vurgularlar; ancak "bırakın yapsınlar, bırakın
geçsinler" düsturuyla adaleti yadsırlar. Kollektivistler ise, salt maddi kaygılarla,
adalete arka çıkarlar, toplumu mutluluğu paylaştıracak bir güç olarak görürler,
insanın tek varlık nedeni özgürlüğünü yitirmesine yol açacak sözde bir adalet
sitesini (cité de justice) otoriter yöntemlerle kurmaya kalkışırlar. Solidarizm, her iki
öğretinin sakıncalarını giderecek adaletle özgürlüğü aynı potada bağdaştıracak,
ekonomizmle sosyalizmi uzlaştıracak bir çözüm peşindedir. Diğer bir deyişle,
teşebbüs serbestiyeti ve mülkiyetin dokunulmazlığına gölge düşürmeksizin
liberalizmle sosyalizm arası bir "orta yol" arar. Solidarizm, ekonomide devlet
müdahaleciliğini öneren, çalışanları ve güçsüzleri gözeten sosyal mevzuatı
gündemine alan, toplumsal yaşamda sınıf çatışmasının gereksizliğine inanan,
çelişkiden arınmış, uzlaşma esasına dayalı organik dayanışmayı (tesanüdü)
benimseyen, laik eğitimi savunan, pasifist, uzlaşmacı bir öğretidir. Var olan
1
toplumsal yapıyı veri olarak alan solidarizm kapitalizmin doğurabileceği sosyal
adaletsizlikleri parlamenter yoldan gidermeyi amaçlar. Evrimci, ahlâkçı, Bentham
faydacılığını Fransa'ya yansıtan bir düşüncedir. Solidarist çevrelerde sosyalizme
dost bir tavır alınır. Ancak, toplumsal değişiklik solidarizmin gündeminde yoktur.
Öte yandan, eşitsizliğin kaynağına inilmeksizin, sosyal adalet ilkesi benimsenir.
Bazı çevreler, solidarizmi bir tür liberal sosyalizm olarak nitelerler. Fakat
sosyalizmin politik silahı sınıf çatışması solidarizmde yerini işbirliği ve dayanışma
ilkelerine bırakır.
Solidarizm I. Dünya Savaşı'nın kargaşa ortamında İttihatçı çevrelerde kısa sürede
yandaş bulur. Cemiyet'in yarı resmi yayın organı Yeni Mecmua, "tesanütçülük" adı
altında solidarizme geniş yer ayırır. Tekin Alp on iki kez makalelerine
"Tesanütçülük" başlığı atar. Gökalp'in geliştirdiği "halkçılık" solidarizmden
esinlenir. Gökalp'e göre, solidarizm "ictimaî halkçılık"tır. Siyasal demokrasinin
siyasal düzeyde gerçekleştirdiği eşitliği iktisadi alanda uygulamaya çalışır' diğer bir
deyişle, solidarizmde "iktisadi sınıflar"ın kaldırılması amaçlanır. Gökalp,
bireycilikle toplumculuk arasında "tezat" ya da bugünkü deyişle çelişki olmadığını
ileri sürer. Bireycilikle toplumculuğu uzlaştırarak her ikisini de aynı potada eriten
yeni bir toplumsal öğretide, tesanütçülükte karar kılar. Solidarizm, Gökalp'e göre
Türk hukukun doğasında vardır. Bu nedenle tesanütçülük "milli bir meslek", ulusal
bir öğretidir. Özellikle, geleneksel Osmanlı toprak hukuku bunun somut kanıtıdır.
Bireyciler salt bireysel ya da özel mülkiyeti, toplumcular ise toplumsal ya da kamu
mülkiyetini benimserken, tesanütçüler her iki mülkiyet ilişkisini de gündemlerine
almışlardır. Osmanlı Arazi Kanunnamesi'nde "tasarruf" ferdi, ya da bireysel
mülkiyeti, "rakabe" ise ictimaî, ya da toplumsal mülkiyeti ifade eder. Gökalp,
tesanütçülerin uzlaştırıcı mülkiyet ilişkilerini salt toprağa hasretmediklerini, üretim
aracı niteliği taşıyan diğer "mülk"lere de yaydıklarını ileri sürer: Örneğin, ormanlar,
sular, madenler, demiryolları, gemiler gibi fabrikalar da, toprak örneği bu iki
mülkiyet ilişkisi ışığında ele alınmalıdır. Bir fabrika işletilmez, atıl bırakılırsa bu
fabrika üzerindeki özel mülkiyet "sâkıt" olur; kalkar. Türk hukukuna göre, ferdi
tasarruf bir tapu, yani "içtimaî bir memuriyet" niteliğindedir. Birey üretim
araçlarını gereğince kullanmazsa, tıpkı toprakta olduğu gibi devlet müdahale etme
gereği duyar. Çünkü tüm üretim araçlarının "rakabesi", gerçek sahipliği devlete
aittir. Bireylerin bu üretim araçlarında ancak "tasarruf" hakları bulunur. Bu nedenle
devlet, gerek görürse, bireylere ait tasarruf bedellerini ödeme koşuluyla, rakabesi
kendisine ait olan toprak ve fabrikaları istimlak edebilir. Bu yolla tüm üretim
araçlarını toplumsallaştırmak (içtimaîleştimek), ya da"nâ-ehil ellerden alıp ehliyetli
ellere vermek" mümkündür. Nitekim, solidarizmden esinlenen gerçek halkçılık, kişi
özgürlüğüyle toplumsal adaleti, özel mülkiyetle toplumsal mülkiyeti uzlaştırmayı
amaçlar.
2
Gökalp'in solidarizmi sosyal devlete yönelik öğeler içerir. Liberal, ya da
"jandarma" devlet Gökalp için yetersizdir. Devlet toplumsal hayata katılmalı,
düzenleyici, yönlendirici işlevler üstlenmelidir. Bu nedenle toplumsal mülkiyet
kaçınılmazdır. Gökalp'in deyimleriyle "fertçilik"le "ictimaîcilik" telif edilmeli,
"ferdi mülkiyet"le "ictimaî mülkiyet" birlikte ele alınmalıdır. Bu bağlamda kişi
özgürlüğüyle toplumsal adalete eşit ağırlık tanımak gerekir. Gökalp, toplumsal
adaleti gerçekleştirmek için, Batı iktisatçıları ve toplumbilimcileri arasında yaygın
kullanımı olan "artık değer"den yola çıkar. "Fazla temettü", Fransızca "plus
value"nün o günkü Türkçesidir. Toplumsal mülkiyetle birlikte kamu
girişimlerinden (cemiyet teşebbüslerinden) doğacak artık değerler topluma mal
edilecektir. Toplumsal adaletin gerçekleşmesi uğruna bu gelirle " mağdur sınıflar"
sefaletten kurtarılacak, bu kesitin geleceği güvence altına alınacaktır. Sosyal
güvenlik, genel sigorta, hayır cemiyetleri toplumsal mülkiyetten kaynaklanan
fonlarla finanse edilecek, tüm Osmanlı çocuklarına parasız yatılı eğitim olanakları
devletçe sağlanacaktır.
Gökalp'in gündeme getirdiği solidarist öğreti Fransız toplumbiliminden esinlenir.
Nitekim "tesanüd" (solidarité) Durkheim'ın baştacı ettiği bir kavramdır.
Meşrutiyet'in ilk yıllarında, "ilm-i içtimaî" sözcüğüyle Osmanlı aydını Fransız
toplumbilimiyle tanışır. Bu arada, Alman sosyal demokrat fikir hareketinin ilk
etkileri Osmanlı aydın çevrelerinde görülmeye başlar. Dönemin bir diğer düşünürü
Tekin Alp, ekonomik ve toplumsal düşüncede sosyal demokrat görüşlere geniş yer
veren bir İtihatçıdır. "İçtimai siyaset" ilk kez Tekin Alp'in yazılarıyla geniş yankı
uyandırır. Gökalp'in "fazla temettü" adını verdiği topluma ait paya Tekin Alp
"tezayüd-i kıyem" der. Artık değer, Tekin Alp için sosyal siyaset gereğidir: "Ferdi
mülkiyet" yanısıra "cemiyet mülkiyeti"nin benimsenmesi toplumdaki eşitsizliklerin
giderilmesi için zorunludur. Solidaristler, ya da tesanütçüler, Tekin Alp'e göre,
sosyal siyaset yanlısıdırlar: Bireyciler (endividüalist) ya da liberaller, artık değer
hasılatını bireysel mülkiyete, ferdi mülkiyete verirler. Oysa, sosyal siyaset
yandaşları artık değere salt bireysel mülkiyet açısından bakamazlar. Bireyin
elindeki servetin önemli bir kısmı topluma aittir ve her ne surette olursa olsun
toplumun huzur ve refahını, toplumun gelişmesini sağlamaya hasredilmelidir. Bu
nedenle solidaristler, bireysel mülkiyetle birlikte toplumsal mülkiyeti, cemiyet
mülkiyetini gündeme getirirler. Esasen, artık değer bireyden değil toplumdan
kaynaklanır ve bu nedenle doğrudan doğruya topluma ait olmalıdır.
Türkiye'de solidarizmin tartışıldığı dönemde kuzeyde, Çarlık Rusyası yıkılmış,
yerine toplumsal mülkiyet esası üzerine kurulu yeni bir düzen kurulmuştur.
Osmanlı solidaristleri, sosyalizmle aralarındaki farkı vurgulamakta gecikmezler.
3
Tekin Alp'e göre, sosyalistler "Ferdi mülkiyet"i tümüyle yatsımış, "cemiyet
mülkiyeti"ni benimsemişlerdir. Tekin Alp, bu tür tek tip mülkiyet ilişkisinin de
başarı şansı olmadığını ileri sürer: Rusya'da birtakım idealistler bireysel mülkiyeti
inkâr ederek toplumsal düzeni alt üst etmişlerdir. Oysa yapılması gereken
toplumsal düzeni çökertmeksizin, bireysel mülkiyet yanısıra toplumsal mülkiyeti
kabul etmektir. Solidarizm evrimci bir öğretidir. Kurulu düzeni veri olarak alır.
Toplumsal düzeni sarsacak kökten dönüşümlerden kaçınır. Tekin Alp'e göre,
solidarizm yürürlükteki ve geçerli hukuki ve toplumsal örgütte "inkılâb"a
başvurmaya gerek görmez. Hukuki ve toplumsal düzen aynen devam etmeli, ancak,
toplumsal düzenin işleyişi aksadığı ya da düzende çarpıklıklar doğduğu zaman
doğal akışa müdahale etmelidir. Diğer bir deyişle, düzenin devamı ve korunması,
liberalizmde olduğu gibi herşeyin doğal akışına bırakılması, bireyin iktisadi
faaliyetinin hiçbir sınırlamaya tabi tutulmaması anlamına gelmez. Doğal akış,
bireyin özgürlüğünü sağlasa da, zamanla toplumda yer alan muhtelif "halk
tabakaları" arasında çıkar çatışmalarına, derin uçurumlara neden olur. Liberalizm
bireyin gelişmesine ortam hazırlar, ancak talih ve tesadüfün etkisiyle toplumsal
düzende çarpıklıklar doğar. İşte bu aşamada devlet devreye girer: Devlet bireyin
çıkarının değil, toplum düzeninin koruyucusudur. Bu nedenle, toplumsal düzen
çözülmeye başladığı anda devlet müdahale etmeli, toplumsal sınıf ve tabakalar
arasında doğal gelişmeden kaynaklanan çarpıklıkları gidermeli, toplumda düzeni,
dengeyi, bütünlüğü, türdeşliği olanaklar ölçüsünde korumaya çalışmalıdır.
Ancak, bu konuda ifrata kaçmamak gerekir. Solidarizmde devlet müdahalesinin
sınırı vardır. "Ferdi büsbütün ortadan kaldıran, devleti ikâme etmek isteyen
"sosyalizm, toplumu tekdüze bireylerden oluşan bir organizmaya dönüştürmek
ister. Bu nedenle bireysel mülkiyeti, şahsiyeti yok edip, her şeyi devlete irca eder,
toplumsal hayattaki doğal farkları gidermeyi amaçlar. Oysa toplum, kendine özgü
hayat tarzı, farklı yetenek ve beklentileri olan sayısız bireyden oluşur. Yeknesak,
tekdüze bir halk kitlesi toplum değildir. Solidarizm, kişi özgürlüğü ile sosyal
adaleti bağdaştırarak bu sorunun üstesinden gelir. I. Dünya Savaşı solidarizmin
gereğini bir kez daha kanıtlamıştır. Tekin Alp'e göre, savaşın nedeni içtimaî
darwinizmdir: Birçok ülkede toplumsal sömürü geniş boyutlar kazanmış,
imparatorluklar çıkar kaygısıyla birbirleriyle kapışmışlar, gücü ellerine geçiren
sınıflar emperyalist emeller peşine düşmüşlerdir. Tüm bu gelişmeler dünyayı bir
barut fıçısına dönüştürmüş, küçük bir kıvılcım bu fıçıyı uçurmaya yetmiştir. Tekin
Alp, bu tür savaşların solidarizmle önlenebileceğini savunur. İnsanlar, zümreler,
muhitler, sınıflar, meslekler için genel çözüm çatışmaktan değil uzlaşmaktan geçer.
Bu kategorilerde yer alan farklı öğeler işbölümü gereği birbirleri için gereklidir.
Uyum içersinde çalıştıkları vakit bir organizmanın bütünselliğini oluştururlar.
4
Tekin Alp'e göre Çarlık Rusyası'nı deviren Bolşevikler bu gerçeği görememişlerdir.
Sınıfları uzlaştıracaklarına sınıf çatışmasını körüklemişlerdir. Burjuvaziye savaş
açacaklarına, mevcut düzeni çökerteceklerine, solidarizmi uygulayıp muhtelif
zümreler arasında işbölümü ilkelerince düzeni sağlasalar, ve yalnız toplumdaki
çarpıklıklara neden olan "içtimaî darwinizm"i ortadan kaldırsalar, Bolşevikler,
yeryüzünde temelleri solidarizm üzerinde yükselen ideal yurdu, cité idéale'i
yaratmayı başarabilirler.
Ekim Devrimi ertesi, İttihatçılar Rusya'daki Müslümanlarla yakından ilgilenirler.
Müslüman unsur arasında da toplumsal sınıf farklılıkları oluşmuştur. Rusya'daki
"Türk şubeleri"ne seslenme gereği duyan Ziya Gökalp, "Rusya'daki Türkler Ne
Yapmalı ?" başlıklı yazısında, sosyalizmin etkin olduğu Rus aleminde bu akımdan
esinlenen Türklerin gereksiz yere kardeş kanı döktüklerini, oysa Türk şubelerinin
bu tür aşırılıklardan kaçınması gerektiğini, sınıf mücadelesini bir kenara bırakıp,
tüm halkı hoşnut kılacak solidarizm öğretisini izlemelerini önerir.
Böylece, solidarizm sosyalizme bir alternatif olarak geliştirilirken, öte yandan
kapitalizmin ve milliyetçiliğin doğurabileceği toplumsal sorunlara da çözüm
getireceği ileri sürülür. Bu bağlamda solidarizmin sosyal adaletçi yönü
gündemdedir.
Tekin Alp'e göre, uygarlıkla kapitalizm uyum içersinde gelişirler: "Bir millet
medeniyet sahasında ne kadar yükselirse kapitalizm dahi o derece kesb-i kuvvet
eder." Milliyetçilik ise "muhtelif memleketlerde tezahür ettiği şekilde kapitalizmin
kuvetini tezyid ve takviye etmekten başka bir şeye yaramamış"tır. Savaş diğer
ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de servet dağılımında büyük değişikliklere neden
olmuştur. Sermaye birikimi sonucu yüzlerce şirket ortaya çıkmıştır. Kısa bir süre
sonra diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de büyük girişimler küçük üreticiliği
ortadan kaldıracak, bir yanda "güzide, zengin, münevver ve mesut bir zümre-i
kalile (azınlık zümre)", öte yanda "proleter denilen ve her türlü mahrumiyetlere
katlanmaya, her tülü eza ve cefaya mahkum olan milletin ekseriyet-i azimesi
(büyük çoğunluğu)" arasındaki uçurum giderek açılacaktır. Bu nedenle,
milliyetçilikten, ulusal uyanıştan yalnız kapitalist denilen azınlık zümresi
yararlanmış olacaktır. Tekin Alp, milliyetçilik bu şekilde gelişirse karşısında
sosyalizmi bulacağını söyler. Sosyalizmin ifratçılığından kaçınmak için,
kapitalizmin olumsuz etkilerini gidermek gerekmektedir. Türkiye'nin geçmekte
olduğu aşamaları daha önce yaşamış olan ileri Batı ülkeleri, uzun deneyimler
sonucu nasyonalizm ile sosyalizm arasında, her iki akımın olumlu yanlarını içeren,
olumsuz yönlerini dışlayan üçüncü bir toplumsal öğretide karar kılarlar. Adını
tesenütçülük ya da solidarizm koyarlar.
5
Tekin Alp'e göre, 1. Dünya Savaşı'nın solidarizm için çok müsait bir ortam yarattığı
kanısındadır. Savaşla birlikte liberal iktisat politikaları bırakılmış, devletler iktisadi
hayata yoğun müdahale gereği duymuşlardır. Savaşın neden olduğu iktisadi
çöküntü, savaş ertesi liberal politikalarla giderilemez. Devlet, savaşta olduğu gibi,
savaş sonrası da ülke iktisadıyla yakından ilgilenecektir. Ülkelerin yeni baştan imar
edilmeleri gerekir. Üretimin arttırılması, tüketimin kısılması, ödemeler dengesinde
açık verilmemesi kaygıları ekonomiye doğrudan müdahaleye ortam sağlar. Ayrıca
devletler "harp istikrazları"yla gelecek nesilleri boçlandırmışlardır. Nihayet, yüz
binlerce harp malulü, dul yetim ve göçmen devletçe gözetilmelidir. Tüm bu
görevler, devletleri solidarizmin ilkelerini benimseyerek, toplumsal çöküntülere yer
vermeksizin ekonomileri toparlamaya sevk etmektedir. Devletlerin iktisadi hayata
müdahaleleri solidarizm gereğidir.
Solidirazm döneme damgasını vurmuş bir toplum felsefesidir. Toplumsal
örgütlenme aşamasında solidarizm meslekçi bir yapıya dönüşür. Korporatist bir
dünya görüşü olan meslekçilik, Türkiye'de II. Meşrutiyet'in siyasal, ekonomik
ve toplumsal kargaşa ortamında yeşerir. Milli Mücadele yıllarında, TBMM'nin
ilk aylarında seçim sistemi seçiminde tartışılır. Cumhuriyet'in ilk yıllarında
toplumbilimciler arasında ve Meslek dergisi sayfalarında etkinlik kazanır.
1908 Jön Türk Devrimi ertesi, Trablusgarp, Balkan ve Dünya Savaşları Osmanlı
Devleti'ni siyasal çöküntünün eşiğine getirir. Yüzyılların Osmanlı toplumsal
düzeni çözülmeye başlar. Ayrılıkçı çabalar imparatorluğun dört bir yanında
etkinleşmeye başlar. Milliyetçiliğin toparlayıcı, bütünleyici, birleştirici yönü
Osmanlı Türk unsuruna kalan topraklar üzerinde direnme gücü verir. Milli
iktisat ekonomiyi "kozmopolit" yapısından arındırır. Tenesüntçülük, ya da
solidarizm, toplumsal dayanışmaya zemin hazırlar. Meslekçilik ise, ülke
yönetimini küçük üretici orta tabakalara yaslar.
Meslekçilik, II. Meşrutiyet yıllarının toplumsal çöküntüsüne bir çözüm arayışıdır.
Klasik iktisattan esinlenen Osmanlı liberalizmine bir tepkidir. Osmanlı
meslekçiliği, yüzyılların fütüvvet ve lonca geleneğiyle, o günlerde Osmanlı
düşüncesinde etkinlik kazanan ve Fransız korporatizminin sosyo-psikolojik
temelini oluşturan dayanışmacı, solidarist yaklaşımın bir bireşimidir. II.
Meşrutiyet ile birlikte geleneksel Osmanlı zanaatı kökten dönüşümlere uğratılır.
Lonca örgütleri kaldırılır. küçük üreticiliğin "çağdaşlaştırılması" amaçlanır. 25
Şubat 1910 günlü Esnaf Cemiyetleri Talimatnamesi kethüdaların görevlerine son
verir; Şehremaneti'nin denetimi altında küçük esnafı cemiyet çatısı altında
örgütler. Talimatnamenin yayınlanışından I. Dünya Savaşı'nın ilk yılına değin
6
İstanbul'da elli esnaf cemiyeti kurulur. Bir üst düzeyde, Esnaflar Cemiyeti tüm
bu cemiyetleri bünyesinde toplar.
Selanik'in yitirilişi ertesi Merkez-i Umumi'nin İstanbul'a nakli, İttihat ve
Terakki'nin karar organlarında Müslüman-Türk esnaf etkinliğini arttırır. İstanbul
tüccarı "kozmopolit"tir. İttihat ve Terakki'nin omuz verdiği milli iktisatla
bağdaşmaz. Cemiyet'in, özellikle İstanbul örgütü uzun yıllar esnaf cemiyetlerine
yaslanır. I. Dünya Savaşı yıllarında kentin temel kaygısı iaşe sorununa esnaf
örgütleri aracılığıyla çözüm getirilir. Esnaf cemiyetleriyle İttihat ve Terakki
organik bağ kurar. Cemiyetlerin başına İttihatçı "kahya"lar atanır; İttihat ve
Terakki için gereken "fedailer" esnaf arasından seçilir. Meşrutiyet yılları boyunca
İttihat ve Terakki, esnaf örgütlerini, benimsediği uluslaşma süreciyle uyumlu
kılmaya çalışır. Mebusan Meclisi'ne verilen önergelerin birinde fütüvvet ilkelerinin
esnaf yaşamına, günün koşullarıyla bağdaşacak şekilde uyarlaması önerilir.
Merkez-i Umumi üyesi Ziya Gökalp esnaf örgütlerinin tarihsel gelişimiyle
yakından ilgilenir. Baha Sait, Ankara'ya gönderilir; esnaf örgütlerinin evrimi ve
Ahilerin son Ahubabalarının kurumları inceletilir.
Esnafın evrimi konusunda bir süre sonra İttihat ve Terakki bünyesinde görüş
ayrılıkları doğar. Meşrutiyet yıllarında İstanbul esnafını fiilen denetleyen
Cemiyet'in İstanbul murahhası Kemal Bey (Kara Kemal) Osmanlı'nın geleceğini
sermaye birikiminde ve "teşkilatlanma"da görür. Milli iktisada küçük üreticilikle
çözüm getirilemeyeceğini savunan Kemal Bey, esnaf kuruluşlarının gücünden
yararlanarak anonim şirketlerin kurulmasını önerir. Kemal Bey, II. Meşrutiyet'in
ilk yıllarında hamal esnafı kahyalığı yapar. I. Dünya Savaşı yıllarında önce
esnaf cemiyetleri aracılığıyla Heyet-i Mahsusa-i Ticariyye'yi yönetir, sonra
İstanbul Mıntıkası İaşe Müdürlüğü yapar ve nihayet, savaşın son yılında İaşe
Nazırlığı'na getirilir. Savaş döneminde "milli" milli anonim şirketlerin kurulmasına
önayak olan Kemal Bey, esnaf üzerindeki etkinliğini Cumhuriyet'in ilk yıllarında
da sürdürür. Kemal Bey, esnaf için pragmatik çözümler önerir. Küçük üreticiyi
daha büyük ölçeklerde örgütleyerek ülke ekonomisinde etkin kılmayı amaçlar.
Oysa, Ziya Gökalp'in başını çektiği meslekçi çözüm, toplumun tüm kesitlerini
kapsayan ve kuramsal yönü ağır basan bir açılımdır.
Meslekçilik, her şeyden önde küçük üreticiliğin korunmasından yanadır. Ahlâk
sosyolojisinden esinlenir ve dönemin "ictimaî iktisat" beklentileriyle Osmanlı
loncalarına özgü meslekî dayanışmayı harmanlar. Osmanlı'yı çöküntüye sevk eden
ahlâk bunalımıdır: Savaşın neden olduğu ekonomik çöküntü, spekülatif girişimler
sonucu oluşan aşarı kârlar, toplumsal sefalet yanı sıra "harb zenginleri"nin
ortaya çıkışı, Ziya Gökalp ve çevresince ahlâk yetersizliğinden kaynaklanır.
7
Gökalp, korporatist düzen özleminden ilk kez, 19l5 başında, İslam Mecmuası'nda
söz eder. İttihatçı düşünür artık Durkheim'in sosyolojisini benimsemiştir. Fransız
üstadının korporatif eğilimlerini geleneksel Osmanlı lonca korporatizmiyle
pekiştirir. Ulusal düzeyde meslek örgütlerine yaslanan korporatif bir düzen önerir.
Durkheim'in Türk sosyologları üzerindeki etkisi büyüktür. Belli başlı eserleri
Türkçeye çevrilmiştir. 1910'lu yıllardan beri toplum felsefemize damgasını vuran
Durkheim, korporatizm konusunda Saint Simon, Proudhon ve Louis Blanc'dan
esinlenir. Eserlerinde işlevsel temsile ağırlık veren bir siyasal sisteme yönelir.
Durkheim'e göre, korporasyon siyasal örgütün temelini ya da belli başlı
temellerinden birini oluşturur. Korporasyonlar devletin temel siyasal birimleri,
temel ayrımlarıdır. Sanayi toplumun gelişmesiyle eski siyasal yapının giderek
gücünü yitirdiğini savunan Durkheim, bölgesel ayırımın önemini kaybettiğini,
bireyin bölgesel ayırıma bağlantılarını her geçen gün biraz daha yitirdiğini ileri
sürer. toplum bugünkü gibi yan yana konmuş bölgeler toplumu olmaktansa,
geniş bir ulusal korporasyonlar sistemine dönüşmelidir. Durkheim'in önerdiği
korporatif modelde korporasyonlara zorunlu üyelik uygulanacak, ayrı mesleğe
mensup olmaktan doğan bir dayanışma, "entellüktüel ve ahlâki türdeşlik"
sağlanacaktır. Durkheim'den esinlenen Gökalp de kendi toplumunun evrimini bu
doğrultuda görür: "İctimaî nev'iler"de, Türk ulusunun camia toplum (camiavî
cemiyet) türüne mensup olduğunu, gelecekte korporatif toplumlar (hey'i
cemiyet) arasında yer alacağını savunur.
Camia toplumu, kentlerde toplumsal işbölümü sonucu esnaf korporasyonlarından
oluşmuş, yerel derebeylerin egemenliğinden kurtularak kendi kendini yönetmeye
başlamış, aynı zamanda derebeyine karşı merkezi otoriteyle birleşmiş bir "millet"
türüdür. Korporatif toplum türünde ise toplumsal yapı başkentte ulusal nitelikte,
hiyerarşik biçimde örgütlenmiş esnaf korporasyonlarından oluşur. Her iki toplum
modeli de loncalar üzerine kurulmuştur. Ancak camia toplumunda loncaların
etkinliği yöreseldir. Bunların eylem alanı camia ile sınırlıdır. Korporatif toplumda
ise korporasyonlar seçtikleri temsilcileri başkente gönderilen ve burada oluşan
konfederasyon meclisleri ulusal nitelik kazanarak ülkeyi yönetirler.
Gökalp, ekonomik gelişimin son evresi olarak gördüğü "milli iktisat" dönemini
ulusal düzeyde örgütlenmiş esnaf korporasyonlarının yöntemiyle noktalar. Milli
iktisatta, cemaat ile şehir ekonomiler kaynaşır. Oluşturulacak bir "milli iktisat
nezareti" ulusun bir ekonomik organizmaya (uzviyet-i iktisadiyye) dönüşümünü
sağlayacaktır. Bu amacı gerçekleştirebilmek için Nezaret, esnaf korporasyonlarını
şehir düzeyinden çıkararak millet düzeyinde örgütleyecektir.
8
Meslek örgütlerinin egemenliğine dayalı bir halkçılık Gökalp'in özlemini
duyduğu toplumsal düzendir. Gökalp'e göre, toplumların evriminde sınıflı
toplumları meslek devri izleyecektir. Sınıf devri, siyasal halkçılığın, diğer bir
deyişle siyasal demokrasinin egemen olduğu bir dönemdir. Türkiye tarihinde
Tanzimat ve Meşrutiyet bu dönemleri simgeler. Meslek devrinde ise siyasal
halkçılığın yok edemediği "iktisadi tabakalar" ortadan kaldırılır; sınıf adı verilen,
büyük burjuvazi, küçük burjuvazi ve gündelikçilerden oluşan tabakalar meslek
devriyle son bulur. Böylece toplumda içtimaî halkçılık egemen olur ve "semiyye,
kast, tarik, ocak, sınıf diye birtakım inhisarcı yahut imtiyazlı zümre ve tabakalar"
artık görülmez. Gökalp'in meslekçiliği, toplumu bir organizmaya benzetir.
Meslek zümreleri bu organizmanın hayati görevler üstlenmiş organlarıdır.
Toplumun gelişiyle işbölümü ve uzmanlaşma derinleşir. Meslek örgütleri
arasında giderek daha sıkı bir dayanışma doğar. Toplum bireyleri meslek
zümreleri aracılığıyla birbirlerine bağlanırlar. Ziya Gökalp ve çevresi, meslek
zümreleriyle birlikte meslek ahlâkını da gündeme getirir. Aile iktisadının yerini
milli iktisadın alışıyla, bireysel sermayeler milli sermayelere dönüşür. Yeni
bir meslek çevresi doğar. Meslek ahlâkı giderek toplumda belirleyicilik kazanır.
Bundan böyle, meslektaşlar arasında mesleklerinin "hayat ve bekası" için bir dizi
görevler gündeme gelir. Bu görevler bireyi mesleğine sıkı sıkıya bağlı
hissettirir, kişisel çıkarların ötesinde meslekî hedeflere yöneltir.
Savaş yıllarında meslek ahlâkını işleyen İsmail Hakkı (Baltacıoğlu),
meslektaşlar arasında maddi ve manevi dayanışmanın Türkleri ahlâki çöküntüden
kurtaracağını, onlara daha "ictimaî ve mefkurevî bir seciye" kazandıracağını
savunur. Böylece birey yalnızlıktan kurtulacak, meslek çevresi bireyin tüm
yaşamını düzenleyecektir. I. Dünya Savaşı yıllarında savaşan ülkelerde hükümetler
olağanüstü önlemlere başvurmuş, yasalar, tüzüklerle ekonomiye yoğun bir
biçimde müdahale etmişlerdir. Zorunlu ihtiyaç maddelerinin dağıtımını çoğu
kez, pazar mekanizması yerine, yönetimler üstlenmiştir. Ancak, savaş
ekonomilerinde elde edilen sonuçlar ülkeden ülkeye fark etmektedir. Örneğin
Türkiye'deki ekonomik kargaşa Almanya'da yoktur. Oysa Türkiye savaş
ekonomisinde Almanya'yı örnek almış, benzer kurusal düzenlemelere gitmiştir.
Necmettin Sâdık (Sadak)'a göre, Almanya'daki başarının nedeni, bu ülkede
yıllardır oluşturulmakta olan "teşkilat"; var olan "inzibat"tır. "Teşkilat" ve
"inzibat" ise bir ulusu oluşturan "ictimaî vicdan"a bağlıdır. Örneğin bir tüccarın
fahiş fiyatla mal satmasını, ya da bir memurun yasa dışı yollarla ticarete
atılmasını mevzuatla önlemek güçtür. Bu konuda etkin olacak denetim bireyin
vicdanı, ve bu vicdanı yönlendirecek, nüfuzu altında bulunduracak, en ufak bir
sapmaya şiddetle karşı koyacak olan ulusun vicdanıdır. Osmanlı toplumu her
9
şeyden önce bir ahlâk sorunuyla karşı karşıyadır. Ülkenin genel ahlâkında bir
buhran görülmektedir. Savaş yıllarında buhran ticareti de etkilemiştir. Kişisel
çıkarlar ulusal ve genel çıkarlara üstün geldiğinden, diğer bir deyişle güçlü bir
ahlâk anlayışı bulunmadığından, ticarette spekülatif girişimler ve istifçilik
ortaya çıkmıştır. Ahlâk buhranı "harp zenginleri" denilen türedi bir sınıfın
doğuşuna neden olmuştur. Ülke ekonomisine çeki düzün verebilmek için genel
ahlâk sorununa en kısa ürede çözüm bulunmalıdır. Ancak, Necmettin Sâdık'a
göre, genel ahlâkın oluşumu, meslek ahlâkının gelişimine bağlıdır. Osmanlı
toplumunda meslekî zümreler, korporasyonlar ya da esnaf örgütleri yeterince
gelişmediği için meslek ahlâkı a oluşmamıştır. Ülkede genel ahlâkı yükseltmek
için önce korporasyonları, "meslek sınıfları"nı geliştirmek gerekir.
II. Meşrutiyet meslekçileri arasında, yaşanan ahlâk buhranını sanayi toplumunun
sorunu olarak görenler de vardır. Bu konuda, Durkheim'le aynı doğrultuda
görüşler benimsenir. A. Midhat (Metya)'ya göre, Avrupa'da sanayi devrimi ve
Fransız devrimiyle başlayan toplumsal dönüşüm üzerinden bir buçuk yüzyıla
yakın bir süre geçmiş olmasına karşın, uygarlık ahlâki ve hukuki kargaşadan
henüz kurtulamamıştır. Oysa sanayileşmeyle orantılı olarak kişisel çıkarcılık
gelişmektedir. Sonuç olarak ekonomi büyüdükçe genel ahlâk çöküntüye
uğramaktadır. A. Midhat çözümü ahlâkın esası olan özveri (gayrendişlik) ve
toplumsal dayanışma (içtimaî tesanüd) duygularını güçlendirmekte bulur. Bu
nedenle biran önce meslek zümrelerin örgütlemesini özendirmek ve
kolaylaştırmak gerekir. Aile nasıl aile hukuku ve faziletlerinin beşiği olmuşsa
meslek ahlâkı ve teamül de meslek zümrelerinden doğacaktır. A. Mithat'a göre
tarih meslek ahlâkı örneklerine birçok kez sahne olmuştur: Roma
İmparatorluğu'nda "collegia"lar, Orta Çağ'da korporasyonlar bunun somut
örnekleridir. Osmanlı toplumunda da benzer bir örgütlenme yaşanmıştır.
Devletin bunca bunalımlara karşın, yüzyıllardır bu denli zinde bir direniş
gösterebilmesinin temel nedeni Osmanlı esnaf geleneğidir. Ancak, III. Selim'le
başlayan, Tanzimat'la doruk noktasına varan "Avrupalılaşma" akımı, esnaf
örgütlerini de çökerterek ulusal ekonominin kaynaklarını kurutmuştur. Osmanlı II.
Mahmut önemine kadar dışarıdan sınırlı birkaç kalem mal satın alırken, "boyunbağı
taktığımız günden itibaren" Avrupalıların ve "kozmopolit" bir takım ellerin
iktisadi esareti altına girmiştir. Osmanlı, artık fesinin püskülünden kundurasının
çivisine varıncaya değin her şeyde Avrupa'ya haraç vermektedir.
İşbölümü sonucu toplumsal yaşamın karmaşıklaştığını, mesleklerde
uzmanlaşıldığını kaydeden A. Midhat, hükümetlerin ihtiyaçları gereği gibi
anlayamadıklarını, gelişmeleri yakından denetleyemediklerini ileri sürer. Bu
nedenle çıkarılan birçok yasa ve yönetmelik toplumdaki mevcut dengeyi bozar,
10
yakınmalara neden olur. Oysa meslek örgütlerinin oluşturulmasıyla meslekî
teamüller ve hukuki esaslar doğrudan doğruya kollektif bilincin, maşeri vicdanın
ürünü olacaktır. Nitekim Avrupa'da bu doğrultuda önemli adımlar atılmış,
yasama örgütünde meslekî temsil (représentation professionnelle) ilkesi
tartışılmaya başlamıştır.
Meslekî temsil ilkesini İttihatçılar Milli Mücadele'nin ilk yıllarına geliştirirler.
Halka Türk Karl Marx'ı diye tanıtılan Kör Ali İhsan'ın meslekî temsil programı,
Ekim 1920'de Büyük Millet Meclisi komisyonunda (Encümen-i Mahsus) görüşülür
ve seçimlerde meslekî temsilin uygulanması kabul edilir.Anadolu'da Yeni Gün'de
Yunus Nadi, "hayat-ı milliyyemizde hakiki bir inkılab" tümcesiyle meslekî temsili
savunur. Muhittin (Birgen)'e göre ülkede ne teşekkül etmiş bir sınıf savaş, ne de
olgunlaşmış bir meslek tesanüdü vardır. Mademki, bunların yeniden kurulması
gerekmektedir, bugün ihtiyaca yetmeyen ve doğaya aykırı olan sınıf savaşı yerine
meslek dayanışmasını oluşturmak gerekir. Kör Ali İhsan programını İstanbul'da
hazırlamıştır. Tasarının ilk şekli karma bir korporatif yapı önerir: Toplumsal ve
iktisadi meslek temsilcilerinden oluşan meclis yanı sıra demokratik seçimle
işbaşına gelmiş bir meclis vardır. Ancak, Ankara'da ikinci meclis kaldırılır; meslek
temsilcilerinden oluşan tek meclisle yetinilir. Bu meclis toplumdaki iş bölümünün,
dayanışmanın bir simgesidir. Meclis komisyonunda, çiftçiler ve çobanlar, tüccarlar,
denizciler,madenciler, ırgatlar, serbest meslekler, sanatkârlar, memurlar ve askerler
olmak üzere toplam dokuz meslek gurubu oluşturulur. Kör Ali İhsan'a göre
Türkiye'de Batı benzeri toplumsal sınıflar yoktur. Batı'da emperyalizm, kapitalizm
ve istibdat, asilzadelere, ruhanilere, büyük endüstriye ve bankerlere dayanır.
Ülkeler bu sınıfların çıkarlarına göre yönetilirler. Türkiye'de ise bu tür kristalleşmiş
sınıfların olmayışı sınıf sorununun çözümünü kolaylaştırır.
Meslekî temsilciler, toplumsal sınıfları Türkiye'nin gündemine almamalarına
karşın, meslekî temsili zaman zaman sosyalizme benzetirler ve kuzey yamaçtaki
sovyet modeliyle paralellik kurarlar. Muhittin (Birgen)'e göre meslekî temsil
"Rusya'da uygulanan usulün aynıdır"; tek fark, meslekî temsilde sınıf mücadelesi
yoktur, meslek dayanışması vardır. Zaten Türkiye'de sınıf savaşı da yoktur. Bu tür
bir savaş, niteliği açısından da doğaya aykırıdır. Öte yandan Muhittin'e göre, sınıf
kavgası yerine "say" ya da emek ilkesini konduğu için bir anlamda sosyalizm de
kabul edilmiş olur. "Meslekî temsil esasen ... sosyalizmin müessesesidir." Amacı
ülkenin bütün yönetimini tek olarak çalışanlara, say erbabına vermektir. Meslekî
temsilciler, Türkiye'de meslek dayanışmasının da olmadığı kanısındadırlar. Kör Ali
İhsan'a göre dünyada Türkiye kadar tesanüdden, dayanışmadan yoksun bir ülke
yoktur. Bu nedenle meslek dayanışması gündemdeki ilk maddedir.
11
Meslekî temsil, Batı'daki demokratik seçim sistemine alternatif olarak
geliştirilmiştir. Batı demokrasisi I. Dünya Savaşı ile birlikte önemli ölçüde
yıpranmıştır. Meslekî temsilcilere göre demokratik seçim sistemi oligarşik
egemenliği gideremez. Meslekî örgütlenme gerçekleşmedikçe egemenlik belirli
çevrelerin denetiminde kalacaktır. Halk mesleklere göre sınıflandırılmadıkça ve
demokratik seçim sistemi yerine meslekî temsil sistemi koymadıkça, egemenlik
gerçekten halkın olmayacaktır.
Meslekî seçim halkı kategorilere ayıracak bir Cemiyetler Kanunu gerektirir. Ülkeyi
yönetecek ulusal kurumların, ülkede mevcut çalışma mesleklerini, oranlarına uygun
olarak temsil edecek tarzda oluşturulması gerekir. Seçim sistemi de buna göre ıslah
olmalıdır. Böylece meslekler gelişirler ve ülkede meslekî ve bilimsel güçler
yekdiğerine karşı görev ve konumlarını bilirler.
Anadolu'da Yeni Gün'de yazan Yunus Nadi'ye göre, halk hükümeti demokrasi
demek değildir. Meslekî temsilciler teoride değil pratikte halkı hâkim kılacaklardır.
Yönetimi şu ya da bu sınıfa değil, tüm halka devretmek gerekir. Türk halkının
yaşamında partilere yer olmadığını savunan Yunus Nadi, değişik mesleklerde
çalışan insanların birbiriyle mücadele etmediklerini, aksine birbirlerini
tamamladıklarını ileri sürer: Rençperler eker, marangoz ambarı, çilingir arabayı
yapar, hamal taşır, fırıncı pişirir, terzi diker... Kısaca yaratılıştan kurulmuş bir
düzen, bir ahenk vardır. Bu nedenle tüm insanları belli ve sayılı mesleklerde
toplamak ve seçimleri en âdil oranlarda bu ilkeler ışığında yaparak "hayatı Meclis'e
taşımak" gerekir.
Meslekî temsil, Meclis komisyonunda kabul görmesine karşın Mustafa
Kemal'ce benimsenmez. Ancak, meslekçilik zaman zaman tekrar gündeme
gelir. Mahmut Esat (Bozkurt), Hakimiyet-i Milliyye'de egemenliğin üreticilere
devredilmesini savunur; Yeni Türkiye'nin gerçekleştirmesi gereken temel
dönüşümlerden birinin lonca örgütlerinin yeniden kurulması olduğunu ileri
sürer. Ziya Gökalp, meslekçi görüşlerini Cumhuriyet'in ilanı arifesi
yayınladığı Türkçülüğün Esasları başlıklı yapıtında ayrıntılandırır. Korporatif
dönüşümlerin zorunluluğunu vurgular. Yöresel esnaf loncalarının yerine merkezi
"milli loncalar" önerir. Gökalp'in meslekî temsil modelinde kentlerde tüm
loncaların temsilcilerinden oluşacak birer "merkez heyeti" yer alır ve buna "iş
borsası" adını verir. İş borsasının görevi o kentteki loncaların ortak işlerini
görmek ve kentin ekonomik yaşamını düzenlemektir. Böylece kentsel düzeyde
yatay örgütlenme gerçekleştirilir. Loncalar ayrıca dikey olarak bir üst düzeyde,
ulusal düzeyde örgütlenirler. Kentlerde, örneğin debbağ loncaları kurulur, bunlar
kendi aralarında bir federasyona giderek başkentte bir "debbağ federasyonu
12
merkez-i umumisi" oluştururlar. Tüm loncaların devlet merkezinde bir genel
merkez kurmalarını öneren Gökalp, bu genel merkezlerin seçtikleri temsilcilerin
bir araya gelip loncalar konfederasyonunu oluşturmalarını ve konfederasyonun
millet meclisi üyelerini seçmelerini salık verir. Gökalp'in millet meclisi kama bir
korporatif modeldir. Durkheim'in mekanik dayanışma -organik dayanışma
kavramlarından esinlenerek, millet Meclisi'nde mekanik dayanışmayı
simgeleyecek liva mebusları yanı sıra organik dayanışma temsilcileri olaak
meslekî mebuslara yer verir. Liva mebusları genel seçimlerle gelirlerken,
meslekî mebuslar hey'etleri tarafından, diğer bir deyişle işbölümü esası üzerine
kurulu meslekî zümreler tarafından seçilirler. Gökalp, Cumhuriyet'in ilk
seçimlerinde Büyük Millet Meclisi'ne elli adet meslekî mebusun gönderilmesini
önerir. Meslekçilik ve siyasal boyutu meslekî temsil, Cumhuriyet'in ilk yıllarında
Muhittin (Bilgen) ve çevresince Meslek dergisinde ele alınır. 1925te yayınlanan
ve Takrir-i Sükun Kanunu'na kadar 38 sayı çıkan Meslek dergisinin yazarları
arasında, 1919'da Kör Ali İhsan'la birlikte meslekî temsil programını hazırlayan
Memduh Şevket (Esendal) da yer alır. Meslek dergisi, daha önce meslekçilerden
farklı olarak toplumsal sınıfları bir olgu olarak benimser. Ancak, bunları devlet
bünyesinde oluşturulacak meslekî kuruluşların bağrında eritmeyi amaçlar. Diğer
bir deyişle, Meslek Marx'tan kaynaklanan tarihsel maddecilikle Durkheim'in
spiritüalizmini uzlaştırma çabası içindedir. Meslek bu yeni bireşime iktisatçılık
adını verir. Siyasal partilere ve demokratik seçim yöntemlerine dayalı bir seçim
sisteminin yetersizliğini vurgulayan Meslek, devletle birey arasında meslek
kuruluşlarının geliştirilmesini önerir. Parlamentarizm, Meslek'e göre iflas
etmiştir; parlamentarizmin yerine almakta olan meslekî temsilde kooperatifler,
işçi ve işveren sendikaları, ticaret ve sanayi odaları ve benzeri ekonomik
örgütler önem kazanır. Almanya'da kurulan İktisat Meclisi bunun somut
örneğidir. Bundan böyle "siyasi parlamento" yerini "iktisat parlamentosu”na
bırakmaktadır. Meslek'in bu konudaki çabaları sonuçsuz kalmaz. Nitekim bir süre
sonra istişarî nitelikte Ali İktisat Meclisi kurulur.
Türkiye tarihinde meslekçilik, halkçılık ve tesanütçülükle (dayanışmacılık /
solidarizm) birlikte değerlendirilmelidir. Çoğulcu demokrasi öncesi ulus devlet
oluşumunda bu üç kavram belirleyici bir nitelik taşır. Türkiye'de milliyetçiliğin
gelişimi bu kavramlar ışığında değerlendirildiğinde gerçekçi bir konuma
oturtulabilir. Türkiye'nin demokrasi sorunları ancak bu üç kavramın izdüşümlerinde
beliren korporatif beklentilerin aşılmasıyla çözüm bulur.
Milliyetçilik ve Korporatif Devlet
13
Türkiye'de milliyetçilik dendiğinde ilk akla gelen isim Ziya Gökalp'tir. Ancak
"milliyetçilik" İttihatçı ideologun ender kullandığı bir sözcüktür. "Milletçilik"
sözcüğünü tercih eder. "Milletçilik", "Milletçilik ve Beynelmilliyetçilik",
"Milliyetçilik ve Cemaatçilik" Yeni Mecmua'da konu ile ilgili yazılarının
başlıklarıdır. Milletçilik, Gökalp için, ulus-devlet (nation-state, état-nation) diye
bilinen devlet modelini açıklayıcı bir kavramdır. Dar anlamda milliyetçiliğin
siyasal boyutlarını zorlar. Milliyetçiliğin bağrında yeşerdiği maddi ortamı açıklar.
Gökalp'te, düşünce akımı olarak Türk milliyetçiliği Türkçülük olarak ifade edilir.
Ya da daha soyut bir düzeyde ele alındığında "milliyet mefkuresi" olarak karşımıza
çıkar. Türkçülük, Gökalp'in düşünce sisteminde bugünkü anladığımız
milliyetçilikten çok daha kapsamlı bir fikir hareketidir. Siyasal boyutu ötesinde
toplumsal boyutu da olan bir düşünce yumağıdır. Gökalp'e göre, II. Meşrutiyet'le
birlikte bir "siyasi inkılâb" gerçekleşmiştir. Siyasal devrim için "hürriyet, musavat,
uhuvvet" türü meşrutiyetin ruhunu simgeleyen "kuvvet fikir"lerin yayılması
yeterlidir. "Kuvvet fikir" Gökalp'in Alfred Fouillée'den esinlendiği bir kavramdır.
İnkılâbın ikinci aşaması "ictimaî inkılâb"dır ve 1910'lu yılların başında Gökalp,
Osmanlı için bir toplumsal devrim öngörmektedir. "İctimaî inkılâb"da bu kez
"kuvvet his"lerin gelişme ve yükselmesi gerekir. "Kuvvet his" yine Alfred
Fouillée'nin sözlüğünden kaynaklanır.
Gökalp, toplumsal devrimi şu şekilde tanımlar: Eski hayatı beğenmeyerek, yeni bir
hayat yaratmak. Yeni hayatla, "yeni iktisat", "yeni aile", "yeni estetik", "yeni
felsefe", "yeni ahlâk", "yeni hukuk", "yeni siyaset" amaçlanmaktadır. Eski hayat
tüm bu alanlarda yeni bir yaşam tarzı yaratmakla sona erer ve "yeni hayat" Osmanlı
için kurtuluş yoludur. Gökalp'e göre yeni hayat, milli bir yaşam tarzıdır. Sonradan
kendi de belirttiği gibi Türkçülük adını alacaktır. Görüldüğü gibi Türkçülük,
Gökalp'te salt bir siyasal platform olmaktan çıkmakta; bir toplumsal dönüşüm,
kendi deyimiyle bir "ictimaî inkılâb" anlamına gelmektedir.
Gökalp "Milliyetçilik ve Beynelmilliyetçilik" başlıklı makalesinde Türkçülüğün
toplumsal içeriğini açık bir biçimde dile getirir: Türkçülüğün esası "halkçılık ve
milletçilik mefkureleri"dir. Toplumsal evrimin değişik evrelerinde halkçılıkla
milletçiliğin birlikte görüldüğünü kaydeden Gökalp, halka değer verilmediği
zamanlarda millete de aynı gözle bakıldığını, halk güçlenince millet fikrinin de
aynı oranda pekiştiğini söyler. Bu nedenle halkçılıkla, milletçilik arasında sıkı bir
dayanışma, kendi deyişiyle "tesanüd" vardır. Gökalp'e göre, halkçılıkla milletçilik
aynı fikrin, "musavat mefkuresi"nin iki farklı tecellisinden ibarettir. Toplumların
içsel eşitliğini, yani "dahili musavat"ını halkçılık; dışsal eşitlik ya da "harici
musavat"ını milletçilik sağlar. Bir toplumda tabakaların ya da sınıfların bulunması
14
"dahili musavat"ın bulunmadığını gösterir.Bu nedenle Türkçülüğün dayanak
noktalarından halkçılık tabaka ve sınıf farklarını kaldırarak, toplumun farklı
zümrelerini yalnız iş bölümünün doğurduğu meslek zümrelerine indirger. Gökalp
halkçılığı şu düsturla özetler: "Sınıf yok, meslek var". Görüldüğü gibi, Gökalp'in
önerdiği ulus-devlet modeli, meslek zümrelerinden oluşan bir devlettir. Diğer bir
deyişle korporatif bir devlet modeli gündemdedir.
Gökalp, korparatif bir ulus-devlet önerisini ilk kez İslam Mecmuası'nda işler. Bu
yazıda Osmanlı lonca geleneğiyle Durkheim'in korporatif iş bölümü ilkesi aynı
potada örtüşür. Cihan Harbi yıllarında Gökalp'in önerisi korporatif bir düzendir.
Büyük ölçüde Durkheim'in görüşlerinden esinlenen Gökalp, korporasyonu siyasal
örgütün temeli ya da belli başlı temellerinden biri olarak görür. Devletin temel
siyasal birimi, temel ayrımı korporasyonlardır. Durkheim'e göre, sanayileşen
toplumlarda, eski siyasal yapı giderek çözülür; bölgesel ayırım önemini yitirir;
bireyin bölgesel ayırıma bağlantısı her gün gevşer. Zamanla toplum yan yana
konmuş bölgeler toplumu olmaktansa geniş bir ulusal korporasyonlar bütününe
dönüşmelidir. Korporatif toplum modelinde, korporasyonlara zorunlu üyelik
uygulanmalı; aynı mesleğe ait olmaktan kaynaklanan bir tür dayanışma,
Durkheim'in deyimiyle "entellektüel ve ahlaki türdeşlik" sağlanmalıdır. Gökalp,
çizdiği ulus-devlet modelinde, Durkheim'in korporatif devlet modelinden esinlenir:
Türk ulusu camia toplum türüne dahildir ve gelecekte korporatif toplumlar arasında
yer alacaktır.
Camia toplumu kentlerde toplumsal iş bölümü sonucu esnaf korporasyonlarından
oluşmuş, yerel derebeylerin egemenliğinden kurtularak, kendi kendini yönetmeye
başlamış, aynı zamanda derebeyine karşı merkezi otoriteyle birleşmiş bir "millet
türü"dür. Korporatif toplum ise, başkentte ulusal nitelikte örgütlenmiş esnaf
korporasyonlarından oluşur. Gerek camia toplumu, gerekse korporatif toplum
loncalar üzerine kurulmuştur. Ancak camia toplumunda loncaların etkinliği
yöreseldir. Bunların yaşam ve eylemleri toplulukla sınırlıdır. Bu nedenle camia
toplumundaki loncalara camia korporasyonları denir. Korporatif toplumda ise
korporasyonlar, başkentte seçtikleri temsilciliklerden oluşan konfederasyon
meclisleriyle ulusal nitelik kazanırlar.
Gökalp'in korporatif ulus-devlet modeli iktisadi konularda yazdığı makalelerde de
belirgindir. İktisadiyyat Mecmuası'nda önerdiği "Milli İktisat Nezareti" esnaf
korporasyonlarını kent düzeyinden bir üst düzeye çıkararak ulus düzeyinde
örgütleyecektir. İktisadi yaşamın en son aşaması milli iktisadı ulusal düzeyde
örgütlenmiş esnaf korporasyonları yönlendirecektir. Milli iktisat, cemaat ve şehir
ekonomilerini bütünleyecektir. Gökalp, korporatif ulus-devlet modelini
15
Cumhuriyet'in ilan edildiği yıl yayınlanan Türkçülüğün Esasları başlıklı yapıtında
da ayrıntılı bir şekilde ele alır. Türkçülüğün esasları korporatif dönüşümlerin
zorunluluğunu vurgular. Yöresel esnaf loncalarının yerine merkezi milli loncalar
önerir. Gökalp'in modelinde kentlerde bütün loncaların temsilcilerinden oluşan
birer merkez heyeti vardır. Buna "iş borsası" adını verir. Bu örgütün görevi kentteki
loncaların ortak işlerini görmek ve kentin iktisadi yaşamını düzenlemektir. Böylece
kentsel düzeyde yatay örgütlenme gerçekleşir. Loncalar ayrıca dikey olarak, ulusal
düzeyde örgütleneceklerdir. Kentlerde, örneğin debbağ loncaları kurulacak, bunlar
kendi aralarında federasyona giderek başkentte bir Debbağ Federasyonu Merkez-i
Umumiyyesi oluştururlar. Böylece tüm loncaların devlet merkezinde bir genel
merkezi bulunur. Lonca genel merkezlerinin seçtikleri temsilciler biraraya gelip
loncalar konfederasyonunu kurarlar. Konfederasyonun Millet Meclisi üyelerini
seçerler. Gökalp'in ulus-devletinde karma bir korporatif model hakimdir. Burada
büyük ölçüde Durkheim'in dayanışma, solidarite üzerine yapmış olduğu ayırım
geçerlidir.
Millet Meclisi'nde mekanik dayanışmayı simgeleyecek olan "liva mebusları" yanı
sıra, organik dayanışma temsilcileri olarak "meslekî mebuslar" yer alacaktır. Liva
mebusları genel seçimlerle gelirken, meslekî mebuslar heyetleri tarafından, diğer
bir deyişle iş bölümü esası üzerine kurulu meslekî zümreler tarafından seçilirler.
Gökalp, Cumhuriyet'in ilk seçimlerinde, Büyük Millet Meclisi'ne elli adet meslekî
mebusun gönderilmesini önerir. Gökalp'in ulus-devleti, meslekî örgütlerin
egemenliği esası üzerine kurulu bir halkçılıktan kaynaklanır.
Toplumun evrimi, Gökalp'e göre determinist bir çizgide gelişir. Sınıflı toplumları
meslek devri izler. Sınıf devri siyasal halkçılığın, diğer bir deyişle siyasal
demokrasinin egemen olduğu bir dönemdir. Osmanlı toplununda, Tanzimat ve
Meşrutiyet dönemleri bu amaca yönelik girişimlerdir. Meslek devri ise, siyasal
halkçılığın yok edemediği iktisadi tabakaları ortadan kaldırmayı amaçlar. Gökalp'e
göre, sınıf adı verilen ve "büyük burjuvazi", "küçük burjuvazi" ve
"gündelikçiler"den oluşan bu tabakalar meslek devri ile son bulacaktır. Meslek
devrinde "ictimaî halkçılık" ya da toplumsal halkçılık egemen olacaktır. Toplumda
"semiyye, kast, tarik, ocak, sınıf" gibi birtakım "inhisarcı", ayırımcı zümre ve
tabakalar bulunmayacaktır. Görüldüğü gibi, Gökalp Türkçülüğünün temel dayanak
noktalarından biri halkçılıktır. Halkçılık toplumun bireylerini bir diğerine bağlayan
meslek zümrelerinin sınıf ayırımı yerine geçirilmesini önerir. Toplum bir
organizmaya benzetilir. Meslek zümreleri bu organizmanın hayati görevler
üstlenmiş organlarını oluştururlar. Toplum geliştikçe, iş bölümü ve uzmanlaşma
derinleşir. Meslek örgütleri giderek daha sıkı bir dayanışmaya girerler. Toplum
düzenli, dengeli bir yapıya kavuşur.
16
Türkçülüğün diğer boyutu, Gökalp'e göre milletçiliktir. Milletçilik her milletin
kendi başına bir devlet olmasını gerektirir. İmparatorlukların varlığı milletlerin
uluslararası hukuk açısından eşit olmadıklarını gösterir. İmparatorluk birçok
milletin tek yönetim altında yaşaması demektir. İmparatorlukta bir dil, bir din, bir
örf hakim olduğu için, imparatorluğu oluşturan milletlerden yalnız biri kültürel
bağımsızlığa sahiptir. Diğerleri bundan mahrumdur. Milletlerin uluslararası
hukukta eşit haklara sahip olabilmeleri, imparatorlukların çözülmesine ve
milletlerin kendi başlarına buyruk devlet olmalarına bağlıdır. Halkçılık "sınıf yok,
meslek var" düsturuna karşı milletçiliğin düsturu "imparatorluklar yok, milli
devletler var" olacaktır. Diğer bir deyişle, ulusal bağımsızlık Gökalp
milliyetçiliğinin temel dayanak noktalarından birini oluşturur.
______________________________________
17