Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                

Bağımsızlık sürecinde Ukrayna-Rusya İlişkileri

2004, Derl. E. Büyükakıncı, Değişen Dünyada Rusya ve Ukrayna, Ankara, Phoenix Yayınevi, pp. 401-436.

Bağımsızlık Sürecinde Ukrayna-Rusya İlişkileri Erhan BÜYÜKAKINCI* * Doç. Dr., Galatasaray Üniversitesi İ.İ.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. “Moskova, Rusya’nın kalbi, St-Petersburg, başı, Kiev ise anasıdır.” Eski bir Rus deyişi Giriş Soğuk Savaş sonrası dönemde bağımsızlığa doğru yelken açan ülkeler için doksanlı yıllar, büyük dönüşümlerin yaşandığı bir dönem olmuştur. Söz konusu ülkeler, Rusya Federasyonu ile Ukrayna olduklarında, bu ilişkinin anlamı ve yapısı çok büyük bir önem kazanmakta. İkili ilişkilerde değişim süreci, özellikle SSCB’nin dağılmasıyla birlikte farklı bağımsız yapılar olarak ortaya çıkmalarıyla bir gerçeklik olmuştu. Eski Avrasya imparatorluğunun kalbini oluşturan Rusya ve Ukrayna, eski SSCB’nin askeri potansiyelinin, sanayiinin, doğal kaynaklarının, işgücünün ve altyapısının en büyük paydasına sahipti. Günümüzde, demografik ve yüzölçümü olarak Rusya Federasyonu, Avrupa’nın en büyük devleti durumundadır; yaşlı kıta üzerindeki en büyük askeri güç konumundadır. Rusya’nın Avrupa güvenliği açısından önemi ve uluslararası ilişkilerdeki aktör konumu yadsınamaz. Her ne kadar Rusya artık SSCB’nin dünya politikasındaki rolünü devam ettirmiyorsa da, kendine özgü politik çıkarları ve söylemleriyle dünya politikası için eskiyi pek de kolay unutamayacak, dolayısıyla jeopolitik ve jeostratejik tutkularını dış politikasına yansıtacak bir aktör olarak tanımlanmalıdır. Rusya’nın ardından Ukrayna’ya baktığımız zaman, Doğu Avrupa coğrafyasındaki en büyük nüfusu, toprak yüzölçümünü ve ordusunu görmekteyiz; aynı zamanda ilgili bölgenin en geniş ekonomisi ve eski SSCB coğrafyasındaki Rusya’nın ardından gelen en büyük teknolojik güç konumundadır. Ukrayna, Avrupa kıtası ile Rusya arasında tam anlamıyla bir coğrafi köprü ya da bir “tampon bölge” konumunda olduğundan, ülkedeki tüm siyasal ve yapısal değişim süreci Batılı ülkelerce yakından izlenmektedir. Kyiv yönetimlerinin uluslararası ilişkilere bakış açıları, her iki taraf açısından çok büyük bir önem taşımaktadır. Hem Ukrayna, hem de Rusya açısından baktığımızda, Soğuk Savaş sonrasında Avrupa coğrafyasına katılan yeni aktörler olarak bölgenin güvenlik sorunsalına yeni bir boyut kazandırdıklarını eklememiz gerekiyor; pazar ekonomisine geçişin getirdiği yapısal belirsizlikler, iç politikadaki meşruluk sorunları ve demokratikleşme sorunsalı, toplum içi dinamiklerin devlet kontrolünün dışında gelişmeleri, Batılı ülkeler için belirli endişeleri de birlikteliğinde getirmekte. Bu Komünizm sonrasındaki dönüşüm sürecinin uzaması ve belirsizleşmesi, bu büyük potansiyellere sahip iki ülke için uluslararası ilişkilerde farklı bir gündemin ortaya çıkmasını sağlayabilir. İşte bu noktada iki ülke arasındaki ilişkiler çok özel bir anlam kazanıyor. İki ulus-devlet arasındaki etnik, dilsel, kültürel sorunlar ile tarihe bakış açısındaki farklı yorumlamalar, doksanlı yıllarda sınırlar konusu, orduların paylaşımı ve nükleer silahlar gibi tartışmalarla bir kenara bırakılmış gibi görünüyor. Ancak bu iki devlet SSCB’nin dağılması gibi beklenmedik bir sonuca hazırlıklı değillerdi ve dolayısıyla kendi aralarındaki ilişkilerin hangi model çerçevesinde geliştirilebileceklerini kendi açılarından tam olarak bilemiyorlardı. Bu sonuç, onların birbirlerine yönelik tutumlarında belirli bir güven bunalımıyla yüklü hareket etmeleri sonucunu doğurmaktaydı. Çalışmamız, Rusya ve Ukrayna arasındaki ilişkilerin ana sorunlarına değinirken, bunların çözümlerini tartışmayı ve orta ve uzun vadeli olarak ikili ilişkilerin nasıl bir zemin üzerinde gelişebileceğini irdelemeyi amaçlamaktadır. I- Rusya için Ukrayna’nın bağımsızlığının anlamı A- Ukrayna ve Rusya arasındaki farklılıklar Ukrayna terimi, Slav dillerinde “sınır” ya da “uç” anlamına gelen sözcüklerden türetilmiştir. Çarlık Rusyası döneminde, Rusya anavatanını istilacılardan korumakla görevli Don Kazaklarına buralardaki toprakları kullanma yetkisi verilmişti. Rusya açısından bu bölgenin jeopolitik bir değerlendirmesini yapmak gerekirse, bu toprakların anavatana göre sınır bölgesinde yer aldığını ve tarihte de Doğu Avrupa’ya doğru açılan bir uç alanı olarak görüldüğünü söylemek olası. Tarihsel açıdan ele alındığında, Ukrayna’nın hem Rus uygarlığından esinlenmiş, hem de Doğu Avrupa kültürleriyle karışmış, birçok göçmen toplulukların kültürel etkisi altında kalmış, ancak bölgedeki büyük güçler tarafından hep bir mücadele alanı olarak değerlendirildiğini de belirtmeliyiz. Her ne kadar günümüz Ukrayna’sı kendi jeopolitiğini Doğu Avrupa kapsamı içersinde tanımlamak isteyerek eskisinden farklı yapılara ait olduğu arayışını duyumsattırsa da, Rus kültür öğelerinin etkisinden kurtulması pek kolay olmayacak gibi görünüyor. Tarih boyunca, Ukrayna’nın dış dünyayla iletişimi hep bölgesel güçler aracılığıyla - Polonyalılar, Ruslar ve Almanlar - olmuştur; bu ilişki, her zaman söz konusu yabancı güçlerin çıkarlarının süzgecinden geçmiş ve bu süreç, ulusal bilinçlenmenin komşuların algılamaları doğrultusunda gelişmesini sağlamıştır. Günümüz Ukrayna’sı, hem dış dünyayı tanımak, doğru algılamak gerçekliğinde yaşamaktadır, hem de kendi iç dinamiklerini ve ulusal kültürünü tanımlamak ve yerleştirmek zorunluluğunu duyumsamaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Ukrayna birçokları için bir terra incognita konumundadır. Çarlık Rusya’sı döneminde, St-Petersburg merkezli baskıcı yönetim anlayışı her zaman için Ukrayna ulusçuluğunun gelişmesine ve dolayısıyla da ayrılıkçı eylemlerin ortaya çıkmasına engel olmaya çalışmıştı; bu süreci tıkama çabaları, Çarlık döneminin son bölümünde Ukrayna kökenli aydınlarda belirli bir hoşnutsuzluk zemini yaratmıştı. 1917 yılında Çarlık rejiminin çökmesiyle birlikte, Ukraynalı aydınlar ve seçkinler topluluğu, Mykhailo Hruşevski başkanlığında ulusal bir konseyin (Rada) oluşturulması kararını almışlardı. Ekim Devrimi sürecinde, Bolşevikler Ukrayna’da köylülere toprak vaadinde bulunarak kendileri lehine epey bir sempati ortamı oluşturabilmeyi başarmışlardı, ancak aynı yıllarda Mahno’nun önderliğinde güçlü bir anarşist hareket gücünü göstermekteydi. 1918 yılında, Avrupa devletleri Bolşeviklerin Ukrayna’daki bağımsızlıkçı oluşumları tanımalarını, dolayısıyla da Doğu Avrupa’daki Galiçya, Bukovina ve Chełm bölgelerini içeren, başkentinin Kyiv olacağı bir cumhuriyetin ortaya çıkmasını arzuluyorlardı. Bunun karşılığında bu bağımsız olarak kabul edilecek olan yeni devletin, Avusturya ve Almanya’ya buğday üretiminin bir bölümünü aktarmayı kabul etmesi isteniyordu. Ancak Rada’nın kendilerinden istenilen buğdayı tedarik etmekte zorlanması, bağımsızlıkçı güçlerin yerlerini H. Skoropadski yönetimine bırakmalarına neden olmuştu. Bütün bu gelişmelere rağmen, Ukrayna’nın söz konusu dönemdeki yönetim erkleri hiçbir zaman Kyiv’de toplanamamıştı. Kasım 1918’de, doğudaki Ortodoks Ukraynalılarla ve Bolşeviklerle uzlaşı içinde olmak istemeyen Uniatların Uniatlar ya da “Birlikçiler”, Vatikan’daki Papa’nın ruhbani önderliğini kabul eden ve dinde kurumsal birliği ya da sözcük anlamıyla “tekliği” ilke olarak kabul eden Katolik oluşumlardır; bölgenin coğrafi konumu gereği Ruthenlerin çoğunluğu bu tarikata dahildir. çoğunlukta yaşadıkları Batı Galiçya topraklarında ayrı bir Ukrayna yönetiminin ortaya çıktığı görülmekteydi; söz konusu bölge uzun dönem Avusturya-Macaristan imparatorluğu yönetiminde kaldığından, siyasal eğilimler daha çok Orta Avrupa kültürü etkisindeydi. Aynı dönemde H. Skoropadski, milliyetçi sosyalist S.Petliura’nın gelişiyle iktidarını yitirecek ve Ukrayna toprakları 1919 yazına kadar Polonyalılarla işbirliği yapan Petliura yönetiminde kalacaktı, ancak bu yeni yönetim ulusal topraklar üzerinde tam bir denetim sağlayamayacaktı. Batılı güçlerin Beyaz Ordu’ya verdikleri desteği çekmeleri ve N. Mahno denetimindeki anarşistlerin örgütlenmedeki başarısızlıkları, Ukrayna’da Bolşeviklerin yeniden tek seçenek konumuna gelmelerini sağlamaktaydı; 1919 yılı içersinde Bolşevikler Ukrayna köylülerini toprak vaadiyle yanlarına çekmeyi başardılar. 1920 Baharında, Petliura ve onu destekleyen Polonyalılar Ukrayna topraklarından kademeli olarak dışlanmışlardı. 1921 Martında Bolşevik güçler ile Polonyalılar arasındaki savaşın bitimi Riga Antlaşması’yla sonuçlandırıldığında, Varşova yönetimi Ukrayna’nın Bolşeviklerin denetimi altına girmesini kabul etmek zorunda kalmıştı. Ukrayna, bu tarihten 1922 Aralık ayında imzalanan Birlik Antlaşması’na kadar sosyalist bir cumhuriyet yapısına büründü, sonra da Birlik Antlaşması’yla SSCB’nin ayrılmaz parçalarından biri oldu. 1924 yılında SSCB içindeki cumhuriyetlerarası sınırlar belirlenirken, ülkenin doğusunda yer alan, zengin maden yataklarıyla ünlü Şahti bölgesi Rusya’ya aktarıldı. 1920’li yıllarda, Moskova yönetimi, Birinci Dünya Savaşı’nın ekonomik yapılar üzerindeki yıkıcı etkilerini onarmak üzere yeni bir ekonomik program (NEP) benimsemişti. Bu bağlamda yerel halkların ekonomik programa desteğini almak isteğindeki Sovyet yönetimi, Lenin’in uluslar politikası çerçevesinde, Ukrayna’daki ulusal dillerin ve kültürlerin korunması ve geliştirilmesi için girişimlerde bulunmaya başladı, ancak bu olumlu süreç, etkisini 20’li yılların sonlarından itibaren yitirmeye başladı. 30’lu yılların sanayideki büyümeyi hedefleyen kollektifleştirme politikaları, ülke içindeki şiddetin genelleşmesine yol açtı. 1932-33 yıllarındaki Büyük Kıtlık döneminde Ukrayna nüfusunun önemli bir bölümünü yitirdi ve 30’lu ve 40’lı yılların “Stalinci terör” anlayışı milyonlarca insanın ölümüne, sürgününe ve göç ettirilmesine neden oldu. Bunları izleyen İkinci Dünya Savaşı yılları, Nazi Almanya’sının Ukraynalılara ve Yahudilere yönelik etnik temizlik politikalarına tanıklık etti. Öte yandan, Moskova yönetimi, kendi ideolojik eğilimleri çerçevesinde oluşturduğu seçkinler sınıfını belirli aşamalarla tırpanlamakta ve komünist kadrolara gönül vermiş politika-cıları tasfiye etmekteydi. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde, Doğu Avrupa’daki Sovyet zaferi aynı zamanda Doğu Polonya (Ukraynaca adıyla L’viv ya da Lehçe Lvov bölgesi) ile Ruthenya bölgesinin Ukrayna SSC topraklarına dahil edilmesine yol açtı. Doğu Polonya toprakları, 1944 sonrasında Litvanya, Beyaz Rusya ve Ukrayna sınırları içine dahil edildi. 1940’lı yılların sonlarına doğru, Ukrayna’daki burjuva ulusçuluğu taraftarları, Stalin’in en başta gelen hedefleri arasına girerken, 60’lı ve 70’li yıllarda da Ukrayna’daki muhalif hareketler gizli polis teşkilâtının girişimleriyle bastırılmıştı. Bunlara ek olarak, Ukrayna dili ve kültürü, yoğun bir Sovyetleştirme ile Ruslaştırma sürecine girmişti; sembolik olsa da Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin egemen bir aktör konumunda olduğu Moskova tarafından dünya politikasına benimsettirilmek istense de, merkezi idarenin zorunlu sanayileşme ve hızlı kentleşme politikaları ve modern eğitim ve sosyal sistem yönlendirmeleriyle bu topraklarda yeni bir siyasal sınıf ve bürokratik yapılar ortaya çıkmıştı. 1954 yılında Ukrayna prenslerinin Rusya’yla bütünleşmelerine ilişkin Pereyaslav Antlaşması’nın 300. yıldönümü nedeniyle, Sovyet lider N. Hruşçev, dostluk ve kardeşlik işareti olarak Kırım’ı Sovyet Rusya’dan alıp Sovyet Ukrayna’sına devretmişti. Moskova’nın Ukrayna üzerindeki baskıları ve güdüm politikaları, Brejnev döneminde de süregelmişti. Gorbaçov döneminde Ukrayna Komünist Partisi Birinci Sekreteri olan Şçerbitski, kısmen de olsa şeffaflık ve yeniden yapılanma politikalarının bu ülkede de geçerli olması için çaba sarf etmişti. 1986 baharında, Kyiv’in sadece 100 km kuzeyindeki Çernobil nükleer santralında yaşanan kaza, SSCB’nin dağılmasına etki edecek sürecin en önemli işaretlerinden biri olarak değerlendirilmektedir. Bu dönemde, Komünist yönetime karşı halk nezdindeki tepkiler ve gösteriler artmaktaydı; özellikle siyasal muhalif hareketler arasında Rukh önde gelmekteydi. 16 Temmuz 1990 tarihinde Ukrayna Parlamentosu ülkenin egemenliğini ilân etmiş ve diğer egemen devletlerle, özellikle de Orta Avrupa ülkeleriyle Moskova’nın güdümü dışında ilişkilere girmeye başlamıştı. B. Tarasyuk, “Ukraine in the World”, Derl. L. A. Hajda, Ukraine in the World, NYC, Harvard Univ. Press, 1998, s. 9. 1991 Ağustosundaki Moskova’daki darbe girişiminden sonra, Ukraynalı Komünistler ulusçu hareketleri desteklemeye başladılar ve Verkhovna Rada (Yüksek Kurul), 24 Ağustos 1991 tarihinde bağımsızlık ilânını kabul etti. Aralık 1991’de gerçekleştirilen referandum ile bu karar %90’ın üzerinde bir oyla kabul edilmiş oldu. Bağımsızlığın halkoyuna sunulması örneği, Sovyet sonrası coğrafyasında yalnızca Ukrayna'da yaşanmış bir gelişme olduğundan, bu hareketinin önderleri açısından Moskova’ya karşı bir başarı da söz konusuydu. Öte yandan, Leonid Kravçuk % 61.5 oy alarak ilk Ukrayna cumhurbaşkanı olarak seçilmişti. “Yeni uluslararası düzen” adıyla biçimlenen yeni dönem, yapısal anlamda aslında birçok sorunun da ortaya çıkmasına neden olmaktaydı. Uluslararası sistemi ilgilendiren güvenliğe ilişkin temel sorunlar yanı sıra yeni bağımsız cumhuriyetlerin yeni komşularıyla ikili ilişkilerini meşru zeminlerde tanımlama güçlüğü yaşamaları, bu yeni karmaşanın en önemli özellikleridir. Batılı ülkeler, özellikle ABD, Sovyet sonrası geçiş döneminin en önemli sorunlarından olan nükleer silahsızlanma sürecine duyarlılık göstermekteydi. Rusya’daki Batıcılık ile Avrasyacılık arasında gidip gelen iç politika tartışmaları, ekonomik sorunlar, devletin meşruiyet tartışmaları ve ortaya çıkan yeni aktörler sorunsalı, Ukrayna’yı da doğrudan etkilemekteydi. Bu etkileşim, Kravçuk’un realizm ile idealizm arasında gidip gelen siyasal manevralarına olumsuz etki yapmaktaydı; ekonomik reformlar Kravçuk’un siyasal önceliklerinde ikinci sırada yer almaktaydı. Rada’daki siyasal partiler ile siyasal erk arasında uzlaşma ve anlaşma çabalarının olmayışı, siyasal atmosferin istikrarsızlığına neden olmaktaydı. 1994 yılındaki ikinci cumhurbaşkanlığı seçimleri, barışçıl bir ortamda gerçekleştirilmiş ve yeni siyasal seçkinlerin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Kravçuk’un karşısında cumhurbaşkanlığına seçilen Leonid Kuçma’nın başlıca önceliği ekonomiydi. Ancak cumhurbaşkanı ile Rada arasındaki ilişkilerin gerginliğinin Kuçma döneminde de sürmesi ve yürütme ve yasama organları arasındaki ilişkileri düzenleyecek Komünizm sonrası yeni bir anayasal zeminin yokluğu, bu istikrarsız yapıları geçerli kılmaktaydı. Rusya’ya nükleer silahların devredilmesi konusunda yaşanan tartışmalar, üçüncü tarafların müdahil oldukları bir çerçevede çözümlenmiştir. Öte yandan, Kyiv yönetimi, 1994 yılında Barış İçin Ortaklık BİO programına katılmayı benimsemiş, 1995’te de Avrupa Konseyi’ne üyeliğe kabul edilmiştir. Kuçma döneminin en önemli siyasal başarılarından biri olarak, 28 Haziran 1996 tarihinde kabul edilen yeni Anayasa’yı gösterebiliriz. Öte yandan, ağustos 1997’de değeri epeyce erimiş olan karbovanetsin yerini yeni bir para birimi alacaktı: Hryvna B- Bölgesel ve uluslararası platformlarda Ukrayna kendi jeopolitik konumunu nasıl tanımlamaktadır? Ukrayna’nın gerçek anlamda bağımsızlığını elde etmesi ve uluslararası sisteme katılması, Ukrayna ulusu için yeni bir sayfa açmaktaydı, çünkü Ukrayna toplumuyla yöneticilerinin artık başka başkentlerin güdümünden uzakta, kendi çıkarlarını kendi koşulları ve değerleri içersinde tanımlamaları gerekiyordu. Bu yeni süreç, aynı zamanda bir öz bilinçlenme aşamasını da gerekli kılmaktaydı. Bu açılardan bakıldığında, Ukrayna’nın kendi jeopolitik çevresini ve dünya politikasındaki konumunu ivedilikle tanımlaması gerekiyordu. Aslında Kyiv hükümetlerinin ülkenin jeopolitik konumunu ve devletin dış politika çıkarlarını ve önceliklerini tanımlamaları, eski rejimden devralınmış çok karmaşık bir yapı içersinde söz konusuydu. İktidardaki siyasal seçkinler, eski federal merkezden bağımsız kendi devletlerinin çıkarlarını kendi araçlarıyla tanımlayabilme araçlarından yoksundu. Bu sorunsalın en önemli çıkış noktası, Rusya’ya olan bağımlılık derecesiydi. Her ne kadar bağımsız Ukrayna’nın ilk yöneticileri, eski Komünistler olsalar da, dış politika söylemlerini Rus bağımlılığına alternatif olabilecek jeopolitik seçeneklere yönelmeyi tercih etmişlerdi. Dolayısıyla Orta Avrupa seçeneği özel bir alternatif olarak yorumlanmaktaydı. Peki gerçekten Ukrayna bir Orta Avrupa ülkesi midir? Tarihsel ve kültürel ilişkiler ve coğrafi çıktılar göz önünde bulundurulduğunda, bu soruya siyasal çerçevede olumlu yanıt vermek olanaklı değildir. Kyiv yönetiminin ülkeyi böyle bir coğrafyaya dahil etmek isteği, Moskova’nın etki alanından uzaklaşmak ve uzun vadeli çıkarlarına uygun bir siyasal-kültürel değerler topluluğuna katılmak arzusuyla eşanlamlıdır. Yeni bir stratejinin oluşturulabilmesi için ön şart, ulusal çıkarların, jeopolitik konumun ve toplumun temel değerlerinin açık ve net bir biçimde tanınmalanmasıdır. Doksanlı yıllardaki siyasal gelişim sürecine baktığımız zaman, Ukrayna’daki siyasal seçkinlerin bu tanımlamayı bir ölçüde başarabildiklerini söyleyebiliriz. Ukraynalı yöneticilerin ülkenin jeopolitikasını tanımlarken benimsedikleri “çok-vektörlü” (mnogo-vektorniy) yaklaşım modelini şu açılardan özetlemek olanaklıdır: Ukrayna dış politikasında birincil olarak sunulan ve büyük heyecanlar yanı sıra büyük çelişkilerde içeren “Batı vektörü”. Bu çerçevede Batılı ülkelerle olan ilişkiler, daha çok stratejik ortaklık bağla-mında değerlendirilmekte ve uygar uluslar ailesine katılmak gibi önemli bir utkuyu içermektedir. Dolayısıyla, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleriyle olan özel ilişkiler ve işbirliği olanakları da değerlendirilmektedir. 1992 yılında Ukrayna ile Polonya arasında imzalanan ve Varşova yönetiminin 1939 yılında kendisinden koparılmış Galiçya-Volhynia bölgeleri üzerindeki egemenlik haklarından vazgeçtiğini kabul ettiği Dostluk Antlaşması, Ukrayna dış politikası seçenekleri çerçevesinde önemlidir; Kravçuk ve Kuçma’nın da benimsedikleri bu yaklaşım, ülkenin Orta Avrupa’nın jeopolitik değerleri kapsamında değerlendirilmesini, dolayısıyla da söz konusu bölge ülkeleriyle sıkı işbirliğinin kurulmasını amaçlamaktaydı. Bu bağlamda, 1 Haziran 1996 tarihinde Ukrayna Orta Avrupa Girişimi’ne üye olmayı başardı ve bunu bölge ülkeleriyle imzalanan birçok dostluk antlaşmaları izledi: Ukrayna-Romanya Dostluk Antlaşması (Mayıs 1997), Ukrayna-Polonya-Romanya ve Ukrayna-Moldova-Romanya üçlü ilişkilerinin güçlendirilmesi anlaşmaları, Ukrayna’nın Baltık ve Karadeniz güvenlik şeritlerinin birleştirilmesine yönelik girişimlerine destek verildiği ve Baltık ülkelerinin NATO’ya üyeliğinin desteklendiği 1997 Mayıs Tallinn Bildirisi. L A. Hajda, Ukraine in the World, Harvard Uni. Press, 1998. Rukh hareketi ile öteki milliyetçi demokratların muhalif oldukları “merkezci yaklaşım”, Ukrayna’nın Batı’yla bütünleşmesinin başarısız olacağına inanmakta ve Rusya’yla özel ilişkilerin geliştirilmesine sıcak bakmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Rusya Ukrayna güvenliği için kaçınılmaz bir aktördür. Rusya’nın dışındaki diğer BDT üyeleriyle işbirliği, Ukrayna dış politikası için yeni bir açılım olarak değerlendirilmektedir. Bu çerçevede, “özel işbirliği” kavramı bölgesel güvenlik politikalarının Rusya’nın yer almadığı bir zeminde geliştirilmesi düşüncesine dayanmakta ve GUUAM girişimleriyle somutlaşmaktadır. Bu açılım aynı zamanda BDT’nin Sovyet sonrası alanda uluslarüstü bir güce dönüşmesi yönündeki Moskova’nın çabalarına karşı bir tepki olarak yorumlanmaktadır. Kimi yazarlar, bu açılımı BDT’ci yaklaşım olarak değerlendirirler-ken, ikinci vektörle birlikte daha geniş bir çerçevede de incelemektedir. “Güneydoğu açılımı” vektöründe; özellikle Karadeniz havzasına ilişkin işbirliği zeminleri, bu çerçevede Türkiye ve Ortadoğu ülkelerine yönelik beklentiler devreye girmektedir. Bu bağlamda coğrafi konumunun getirdiği avantajlar sayesinde çeşitlendirilmiş bir dış politika zemini ile ekonomik ilişkiler alternatifi bu doğrultuda ortaya çıkmaktadır. Hiç kuşku yok ki, tüm bu dış politika açılımları ülkenin tarihsel ilişkileri ve jeopolitik konumuyla yakından ilgilidir. Bu bağlamda, Ukrayna dış politikasının temel dış politika önceliklerini şöyle sıralamak olanaklıdır: Ukrayna’nın egemen ve bağımsız bir ülke olarak konumunun güçlendirilmesi; Siyasal kurumlar ile sosyo-kültürel değerlerin demokratik bir zemin üzerine kurulması ve ulusal kimliğin bütünlükçü yapısının sağlanabilmesi için gerekli aşamaların yerine getirilmesi; Ukrayna’nın uygar Avrupa devletleri arasındaki yerini alması ve Avrupa ve Avrupa-Atlantik kurumlarıyla bütünleşmesi için gerekli iki ve çoktaraflı hukuksal düzenlemelerin tamamlanması; Batı Avrupa yanı sıra ABD ile özel ortaklık ilişkilerinin geliştirilmesi ve Ukrayna’nın ulusal çıkarlarının küresel anlamda kabul edilmesi için çaba gösterilmesi; Rusya Federasyonu ile eşitlikçi bir zemine oturması gereken, karşılıklı ilişkileri geliştirebilecek çokboyutlu işbirliği sürecinin yaratılması; Stratejik anlamda özel bir konuma sahip komşu devletlerle (Polonya, Baltık devletleri, Türkiye, Gürcistan, Azerbaycan ve eski Visegrad grubu ülkeleri) özel ilişkilerin gelişitilmesi ve Baltık Denizi - Karadeniz bölgesinden Kafkaslar ve Orta Asya’ya doğru uzanan coğrafi eksende bir “istikrar zinciri”nin oluşturulması; Avrupa ve Avrasya ulaşım koridorları ile Ortadoğu-Orta Asya-Çin-Karadeniz-Batı Avrupa çizgisindeki enerji ürünleri taşıma şebekelerine etkin katılım. II- Bağımsızlık süreci ve ikili ilişkilerdeki temel sorunlar 1991 yılında bağımsızlık ilânıyla birlikte, Ukrayna kendisini yeni uluslararası düzenin gerçekliklerinden çok kolay bağışık kılamıyordu. Kendi ulusal çıkarlarını ve jeopolitik tanımlamasını yapması gereken devletin önde gelen liderleri, ilk aşamada Batılı ülkeler ve kurumlarla girişilebilecek ilişkilere sıcak bakmışlardı. Eski hegemon merkeze yönelik ilişki düzeyi daha çok ekonomik ve siyasal gerekçelere bağlıydı; nitekim ülkenin coğrafi konumu da bu sorunsalı desteklemekteydi. Ukrayna’nın bağımsızlığının ilk dönemine göz attığımızda şu dört temel sorunun Rusya’yla olan ilişkilerine egemen olduğunu görüyoruz: Ukrayna’daki nükleer silahların sökülmesi ve Rusya’ya nakli; Karadeniz Filosu’nun paylaşılması ve Kırım’ın hukuki statüsüne dair ikitaraflı görüşmeler; Ukrayna’da yaşayan on bir milyondan fazla Rus nüfusun azınlık haklarının tanınması ve geliştirilmesi; Rusya’nın Ukrayna’nın bağımsızlığına yönelik algılamalarındaki değişim süreci ve Ukrayna’nın BDT’ye yönelik bakış açıları. Ukrayna-Rusya ilişkilerindeki bu temel sorunların ardında karşılıklı anlayış ve güven eksikliğinin yattığını vurgulamalıyız; bunun ötesinde, tarafların birbirlerini meşru, egemen ve eşit düzeydeki aktörler olarak tanımalarındaki isteksizlikler de söz konusuydu. A- Ukrayna’nın nükleer silahlardan arındırılması 1991 Aralıkta imzalanan Minsk Antlaşması ile Almatı Deklarasyonu ile devletlerin ardıllığı hukuku çerçevesinde nükleer silahların mülkiyetinin SSCB’nin de jure “mirasçısı” olarak Rusya Federasyonu’na devredilmesi ilkesi benimsenmişti. SSCB sonrasında nükleer silah barındıran eski Sovyet cumhuriyetleri, Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya ve Kazakistan’dı. Minsk yönetiminin silahların devrine yönelik politikası Moskova’yla uyumlu olduğu ve Kazakistan’daki silahların nükleer profili de düşük düzeyde olduğu için, Rusya açısından bu iki ülkeyle temel bir sorun yaşanmamaktaydı. Ancak Kyiv yönetimi, Rusya karşısında kendi bağımsızlık ve egemenlik söylemini meşru ve sürekli kılabilmek için, nükleer silahların devri konusunu pazarlık sürecine dökmeyi ve bu çerçevede de Batılı ülkelerin de dikkatlerini çekmeyi amaçlamıştı. Bu bağlamda, Ukrayna’nın çıkarları şu noktalarda yoğunlaştırılabilir: Jeostratejik açıdan tarafsız devlet statüsünü benimseyerek dış çevresine yönelik güven eksikliğinin vurgulanması; Sovyet sonrası aşamada ulusal kimliğin tam olarak oluşurulması için temel şart olan toprak bütünlüğünün güvence altına alınması ve iç politikadaki dinamiklerin istikrarlı kılınması; Batılı ülkeler ve kurumlarla güvenlik sorunlarına ilişkin olarak siyasal ve ekonomik alanlarda görüşme sürecinin geliştirilmesi. Minsk ve Almatı Antlaşmalarının ardından, Beyaz Rusya, Kazakistan ve Ukrayna’daki nükleer silahların sökülmesi girişimleri, hem Moskova, hem de Batılı ülkelerce desteklenmekteydi, ancak her birinin amacı farklıydı. Ukrayna’daki Çernobil faciası ile Kazakistan’daki Semipalatinsk nükleer deneme alanındaki çevre sorunları, dünya politikasında olumsuz etkiler yapmıştı. Eski SSCB’den geriye kalan 27 bin nükleer silahın güvenliği garanti altına alınsa bile, kaza riski yüksek olarak kabul edilmektedir. Nükleer silahların yaklaşık üçte ikisi stratejik, geri kalanı ise, taktik silahlardan oluşmaktadır. R. Sakwa, Russian Politics and Society, Londra, Routledge, 1996, s. 306. Bu üç eski Sovyet cumhuriyeti, BDT güdümü altında silahların sökülmesi işlemlerinin kontrolünü ve Rusya’nın bu sürece desteğini kabul etmişlerdir. Almatı Zirvesinde, Beyaz Rusya ve Ukrayna 1968 tarihli Nükleer Silahsızlanma Antlaşması - NPT’yi nükleer olmayan devlet statüsü çerçevesinde imza koymayı kabul etmişlerdir. Bu süreçte, Ukrayna’daki nükleer güç yanlısı lobiler, Kravçuk yönetimine baskıda bulunarak bağımsızlıkçı politika söylemi çerçevesinde silahların devrinin askıya alınması çabasına girişimişlerdi. Nitekim bu baskılar Kyiv yönetimi üzerinde etkisini göstermiş ve belirli bir karşılık olmaksızın silahların devrine yönelik politikası yerini pazarlık politikasına bırakmıştı; bu süreçte özellikle Batı’nın ilgisini çekmek amacıyla nükleer silahların devri konusunun araç olarak kullanılması gündeme gelmiştir. 23 Mayıs 1992 tarihli Lizbon Protokolü ile Beyaz Rusya, Ukrayna ve Kazakistan START1 Antlaşması’na taraf olurlarken, NPT’yi benimsemişlerdi. Ancak 1992 yılının ortalarına gelindiğinde, tüm taktik silahlar Rusya’ya gönderilirken, Ukrayna ve Kazakistan stratejik silahların sökülmesini durdurmuşlardı; buna karşılık Rusya’dan ve diğer ilgili ülkelerden özel garanti ayrıcalıkları istemekteydiler. Beyaz Rusya ve Kazakistan, START1 Antlaşmasını hemen onayladıkları halde, Rus Devlet Duma’sı 4 Kasım 1992 tarihinde, Verkhovna Rada ise kasım 1993’te belirli şerhlerle onaylamışlardı. Bu noktada, 1992 yazından itibaren Ukrayna dış politikasındaki değişime dikkat çekmek gerekiyor; özellikle BDT dışındaki alternatiflere yönelme arzusu, pragmatik bir dış politika söylemini gündeme getirmişti; bu çerçevede Batılı ülkelerle yakın ilişkiler kurarak eski Sovyet alanına olan bağımlılıktan sıyrılma düşüncesi, hem iç politika çıktıları, hem de ekonomik öncelikler açısından Ukraynalı liderler için önemli bir çıkış noktası olarak değerlendiriliyordu. İç politika arenasında, nükleer silahlar, ulusal egemenliğin bir parçası olarak değerlendirilmekteydi ve özellikle milliyetçi eğilimli politikacılar ile eski Komünistlerin öncelikli araçları olarak tanımlanıyordu. Orta Avrupacı dış politika söylemini benimseyen Kravçuk yönetimi, nükleer silahlar konusunu özellikle Amerikan desteğini yanına çekmek amacıyla kullanmıştır. Ancak Ukrayna ve Rusya arasındaki bu konuya ilişkin görüşmeler süreci, Moskova’nın bazı konuları görmezlikten gelmesi nedeniyle ilerleyemiyordu. Sonuç olarak Clinton’un arabulucu olmasıyla, Amerikan, Rus ve Ukraynalı liderler 1994 ocak ayında Moskova’da “Üçtaraflı Bildiri”yi imzalayarak bu çokboyutlu soruna çözüm getirebilmişlerdir. Ana metin için bkz. “Trilateral Statement by the Presidents of the US, Russia, Ukraine”, Derl. L A. Hajda, Ukraine in the World, NYC, Harvard Uni. Press, 1998, ss. 313-316. 5 Aralık 1994 tarihinde de Rada, NPT Antlaşması’nı onaylamıştır. Ukrayna-Rus ilişkilerinde nükleer silahlara dair görüşmeler sürecine baktığımızda, iki ana perspektif görmemiz olasıdır: İlk olarak, Kyiv yönetimi silahları elinin altında tutarak Moskova karşısında eski Sovyet taşınmazları ve kamu malları ile borçların ardıllığı konusunda pazarlık gücünü yitirmek istemiyordu. Bu çerçevede 1992 yılında Ukrayna’nın kendi nükleer santrallarında yakıt olarak kullanmak istediği “yüksek zenginleştirilmiş uranyum”un Rusya’ya devredilmiş olan nükleer silah başlıklarından üretilmesi söz konusuydu. Ancak Rusya, bunları devralırken, başlıklardan ayrıştırılan uranyumu kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda Batılı ülkelere, özellikle de ABD’ye satınca, kendi ekonomik reformlarında zorlanan Kyiv yönetimi Moskova’dan kendi kamu mallarının başkalarına satılması gerekçesiyle tazminat talebinde bulundu. Wazhinton ve Moskova yönetimleri arasında 31 Ağustos 1992 tarihinde nükleer silahlardaki uranyumun barışçıl amaçlarla kullanılmak üzere endüstriyel uranyuma dönüştürülmesine ilişkin özel bir sözleşme imzalanmıştır. Aslında bu noktada Kravçuk yönetimi sıcak kaynak girdisi yaratma çabasındaydı. Öte yandan ülkedeki nükleer santraller Rusya’dan ithal edilen yakıtlarla işletilirken, kendi uranyumu üzerinde hak talebinde bulunmayı bu dönemde bir devlet politikasına dönüştürdü. İşte bu nedenle, 1992 yazında Kyiv yönetimi stratejik silahların nakli durduruldu ve daha önce gönderilmiş olan silahlara dair tazminat hakkı Rusya’dan resmen istendi. Bu söylem değişikliği, uluslararası çevrelerde olduğu kadar Moskova’da da pek sıcak karşılanmamıştı. 1993 Haziran ayından itibaren, Clinton yönetimi Rus merkezli bakış açısını terk ederek Ukraynalı liderlerle birebir ilişkilere girmeyi tercih etti ve Lizbon Protokolü’nün uygulanabilmesi için Ukrayna yönetimine bir takım güven arttırıcı önerilerde bulundu. 1994 yılı başında üç ülkenin lideri bir araya gelerek, Sovyetler döneminde Ukrayna’da konuşlandırılan nükleer başlıklı silahların Rusya’ya devrinden doğan zenginleştirilmiş uranyuma dair tazminat konusunun çözümlenmesine karar verdiler. “Üçtaraflı Bildiri”’ye ek bir protokol ile Rusya belirli bir tazminat ödemek ve ücretsiz olarak nükleer santraller için yakıt tedarik etmek durumundaydı. İkinci nokta ise, daha çok siyasal bir nitelik taşımaktadır; Moskova’nın eski Sovyet alanındaki hegemonik arayışları başta Ukraynalı liderleri rahatsız etmekteydi. “Yakın Çevre” söyleminin Yeltsin tarafından ilân edilmesi, bu tartışmanın çıkış noktası olarak sunulmaktaydı. İşte bu açıdan bakıldığında, nükleer silahları elinde tutan bir Ukrayna’nın Rusya karşısında bağımsız ve egemen bir ülke olması şansı güçleniyordu. Nükleer devlet statüsünün uluslararası arenada getireceği avantajlar, özellikle Ukraynalı milliyetçiler açısından çok cazip bir dış politika girdisi olarak tanımlanmaktaydı. Washington yönetimi, nükleer silahların devriyle birlikte Ukrayna’nın güvenlik koşullarının güçleneceğini savunarak Moskova’yla olan ilişkilerinin olgunlaşması aşamasına katkıda bulunmak istiyordu. Bu noktada, 1994 Üçtaraflı Bildirisi ile birlikte, Amerikan desteğinin somut olarak Ukrayna yönetiminin arkasında olması Kravçuk yönetimi açısından çok önemli bir kazanç olarak nitelendirilebilir. N. Schadlow, “The Denuclearization of Ukraine: Consolidating Ukrainian Security”, Derl. L A. Hajda, Ukraine in the World, Harvard Uni. Press, 1998, ss. 271-286. Nitekim bu sorunun aşılmasının ve “nükleer olmayan devlet” statüsünün kabulünün hemen ardından Ukrayna, Batılı kurumlara kabul edilmeye başlanmış ve Batı’nın desteğini daha somut olarak yanına çekmeyi başarmıştı. B- Karadeniz Filosu’nun paylaşımı ve Kırım’da topraksal egemenlik sorunu SSCB’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan “devletlerin ardıllığı sorunu”, yeni bağımsızlık sürecinde gayrimenkullerın paylaşılması ve bunun güvenliğe dair boyutunun tartışılmasını gündeme getirmekteydi İşte bu noktada, Ukrayna toprağı olan Kırım’da konuşlandırılmış olan Karadeniz Filosu’nun doğrudan Ukrayna devredilmesi yerine Rusya ile arasında paylaştırılması ve buna paralel olarak Kırım’ın egemenlik sorununun gündeme getirilmesi söz konusuydu. Karadeniz Filosu ile Kırım’ın egemenliği sorunları, aslında tek taraflı olarak iki ülke arasında bir sorun olmaktan çok, bölgesel uzantıları olan bir konudur. Bunları ele geçirecek olan tarafın, Karadeniz’e, Kafkaslar’a ve uzun vadede Hazar havzasından gelecek petrol akışına dair avantajları olacaktır. Dolayısıyla bu konu sadece kısa vadeli bir paylaşım olmaktan çok uzun vadeli avantajlara yönelik bir savaşım olarak görülmelidir. Karadeniz Filosu sorunu, şu üç temel başlıkla özetlenebilir: Savaş gemilerinin Rusya ve Ukrayna arasında paylaştırılması; Kırım limanı Sivastopol içinde ve çevresindeki Rus deniz üssünün hukuki statüsünün açık ve net bir biçimde belirlenmesi; Kırım yarımadasının egemenliği konusunun tanımlanması. Aslında, gemilerin paylaşımı sorunu temel bir konu olmamıştı, çünkü bir zamanlar “eski Sovyet donanmasının mücevheri” olarak adlandırılan Karadeniz Filosu’nun 1995 yılındaki envanteri, en yenisi 17 yaşında olan yaşlı ve küçük 635 gemiyi kapsamaktaydı. Öte yandan, deniz üssüne yönelik tartışmalar, daha çok Sivastopol limanı ile burada yaşayan binlerce Rus denizcisi ve ailesinin durumu üzerinde yoğunlaşmaktaydı; bu dönemde buradaki Rus nüfusun 50 ilâ 70 bin arasında olduğu tahmin edilmekteydi. J. Buntin, “The Decision to Denuclearize: How Ukraine Became a Non-Nuclear Weapon State”, Kennedy School of Government-Case Program Papers, 1997. Ekonomik krizlerle boğuşan Ukrayna yönetimi, buradaki üsse bağlı olarak yaşayan Rus nüfusun ülke dışına çıkartılması tartışmasını gündeme getirmemekteydi, çünkü bölgedeki ekonomik etkinlikler ülke için hayati önem taşımaktadır. Bu paylaşım sorunu, 1992-1997 yılları arasında gerçekleştirilen ikitaraflı görüşmelerle aşılmaya çalışılmıştır, ancak tüm bu sorunun gerisinde yatan temel çıkış noktasının Kırım olduğu bilinmektedir. 1954 yılında dostluk işareti düşüncesiyle Hruşçev tarafından Sovyet Rusya’dan Ukrayna’ya bağlanılan Kırım’da % 60’lara varan Rus varlığı ile önemli bir deniz üssünün bulunması tartışmanın egemenlik boyutuna taşınmasını sağlamaktadır. Araştırmacı ve Ukrayna eski dışişleri bakanı B. Tarasyuk’a göre, 1954 yılında yarımadanın Ukrayna’ya devrine salt bir “armağan” olayı olarak bakılmamalıdır; işin ekonomik boyutu egemenlik devri tartışmalarının en önemli bölümüdür. Tarasyuk’a göre, Kırım yarımadası Rusya’dan değil, Ukrayna’dan gelen kaynaklarla (elektrik, su, iaşe, vs.) ayakta durmaktadır.” B. Tarasyuk, a.g.m.., s. 11. Rus milliyetçileri Kırım’ın Rusya’ya iadesini savunurlarken, bölgenin gerek askeri yapıdan kaynaklanan niteliği, gerekse turizme dayalı ekonomik potansiyeli nedeniyle yitirilmemesi gereken bir coğrafya olarak görmektedirler. Bu çerçevede Kırım’daki etnik sorunlar, Filo paylaşım görüşmelerine paralel olarak canlanmakta ve ayırımcı hareketlerin etkinliklerini arttırmaları söz konusuydu. 1992 Temmuz ayında gerek Kırım Meclisi’nde, gerekse Ukrayna Rada’sındaki oturumlarda Kırım’ın Ukrayna’nın egemenlik sınırları içersinde kalması, ancak burada belirli bir kültürel ve ekonomik özerkliğin geliştirilmesi ilkeleri benimsenmişti. Karadeniz Filosu’na yönelik ikitaraflı görüşmeler sürecine dönersek, 1992 ocak ayında Rusya’nın hem filonun tamamının mülkiyetine, hem de Sivastopol üzerinde egemenliğine yönelik iddialarda bulunduğu görülmekteydi. Nisan 1992’de Kravçuk yönetiminin Kırım’da Ukrayna deniz üssünün kurulacağını ilân etmesi, gerginlikleri karşılıklı olarak tırmandırmıştı. Öte yandan Sivastopol’daki gemilere hangi ülkenin bayrağının asılacağı tartışmaları da gündemdeydi. İkili görüşmelerin ilki, 29-30 Nisan 1992 tarihleri arasında Odessa’da yapıldı ve ana görüşme konusu filonun paylaşımıydı; taraflar, Karadeniz Filosu’nun yönetiminin Rus ve Ukraynalı temsilcilerden oluşan ortak bir komisyona bırakılması üzerinde anlaşmaya vardılar. Bu ön uzlaşmayı kabul eden Dagomys anlaşmasının haziran ayında paraf edilmesinden sonra, ağustos ayında Yeltsin ile Kravçuk Kırım’da bir araya gelerek “Yalta Anlaşması” adı verilen bir metni benimsediler. 3 Ağustos 1992 tarihinde imzalanan bu anlaşma şu üç temel unsura dayanmaktaydı: a) Karadeniz Filosu, BDT’nin askeri komutasından çıkartılacak ve Ukrayna ile Rusya’nın ortak kontrolünde olan bir kurulun güdümüne bırakılacak; b) eşgüdüm dönemi üç yılla sınırlı olacak ve bu tarihten sonra nihai paylaşımın esaslarının belirleneceği ayrı bir anlaşma hazırlanacak ve kabul edilecek; c) Filodaki Rus denizcilerin Ukrayna hükümetine bağlılık yemini etmeleri geçersiz sayılacak. Tüm bu uzlaşılara rağmen, 1992 eylül ayında Kyiv hükümeti Rusya’ya nota çekerek Yalta anlaşmasının çiğnendiğini ve Sivastopol’deki donanma akademisinin kendi yönetimine ait olduğunu belirtmiştir. Mart 1993’te Ukrayna Savunma Bakanlığı’nın yayınladığı duyuruda, Rada’nın Yalta uzlaşmasının geçerliliği askıya alma durumunu görüşmesi için bakanlık düzeyinde başvuru yapıldığı bildirilmekteydi. Ancak bu konuda Rus Devlet Duması ile Rada’nın çekişmeli tutumlar sergiledikleri bilinmektedir. 9 Temmuz 1993 tarihinde, Rus parlamentosu özel bir oturumda 166’ya karşı sıfır oyla Sivastopol’ün Rusya Federasyonu’nun bir parçası olduğuna ve 1954’teki Kırım’ın egemenliğinin devri konusunun meşru olmadığına dair bir karar benimsemiştir; dolayısıyla bu çerçevede filonun paylaşımı konusunun tartışılması yasama düzeyinde anlamsızlaşıyordu. Ancak Yeltsin, parlamentonun bu tutumunu tepkiyle karşılamış ve sorunun kademeli olarak çözümlenmesi gerektiğini vurgulamıştır. Öte yandan, Kravçuk ise Rus parlamentosunun kararını uluslararası hukukun çiğnenmesi ve Ukrayna’nın iç işlerine ve toprak bütünlüğüne müdahale olarak nitelendirmiştir. Üçüncü taraf olarak Washington yönetiminin Rus parlamentosunun kararını tektaraflı ve yakışıksız olarak nitelendirdiğini ve Sivastopol’ün hukuken Ukrayna’ya bağlı olarak tanıdığını görüyoruz. İki ülke parlamentoları arasında yaşanan ve Ukraynalı ve Rus gemi mürettebatları arasındaki bir dizi gerginliklerden sonra, 12 Nisan 1994 tarihinde ilgili taraflar Ukrayna Savunma Bakanlığı’nda tekrar görüşmelere başladılar; taraflar, Rusya’ya Karadeniz Filosu’nun bir bölümü ile Ukrayna topraklarında kiralık üs vermeyi öngören bir anlaşma taslağıyla çalışmalarını sonuçlandırdılar. İlgili taslak, Moskova’daki BDT zirvesinden hemen sonra Yeltsin ve Kravçuk tarafından imzalandı. Bu taslak anlaşmaya göre, Karadeniz Filosu’nun % 80-85’i Rusya’ya bırakılırken Ukrayna’ya belirli bir tazminat hakkı ödenecekti. Öte yandan, Rusya filoyu Sivastopol’da tutmayı sürdürecek ve Ukrayna’da Kırım’daki iki limana üslerini kuracaktı. Sonuç itibariyle, Kravçuk ilk kez bu anlaşmayla Sivastopol’u Ruslara kiralamak konusunda anlaşmıştı; Ukrayna’nın bu denli tavizkâr olmasının ardındaki asıl neden, Kravçuk yönetiminin ülke içinde karşı karşıya kaldığı ekonomik krizdi ve bu krizin içeriğinin önemli bir bölümünü Ukrayna’nın Rusya’ya olan yüklü borçları oluşturuyordu. Ukrayna’daki ekonomik duruma ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. J. Sherr, “Ukraine’s new time of troubles”, Journal of Slavic Military Studies, C. 12/2, Temmuz 1999, ss. 48-88. O dönemde Ukrayna’nın Rusya’ya enerji ürünlerine dair borcu, 3.2 milyar dolarlık bir miktara çıkmıştı. Ancak bu tartışmaların yanı sıra Ukrayna’da başkanlık seçimi gündemdeydi ve Rusya bu seçimler olana dek herhangi bir anlaşmayı imzalamayı reddediyordu. Öte yandan 1994 yılı ocak ayında Kırım’da yapılan ilk seçimlerde Yuri Meşkov adında Kırım Cumhuriyetçi Parti üyesi lider başkanlığa seçilirken, Rusya yanlısı söylemleriyle dikkatleri çekmekteydi. Meşkov, Kırımlılara yönelik çifte vatandaşlık hakkının hukuken tanınması ve Ukrayna-Kırım arasında özel ilişkilerin eşitlikçilik bazında kurulmasını talep etmekteydi. Ancak 1995 martında Verkhovna Rada, 1992 tarihli Kırım özerk anayasasını yürürlükten kaldırarak yerel başkanlık kurumunun işlerliğine son vermiştir. Ukrayna’da başkanlık seçimini Kuçma’nın kazanması Karadeniz Filosu sorununun çözümü konusunda bir umut doğurdu, zira Kuçma doğu Ukrayna doğumlu, Rus asıllı bir Ukraynalı idi ve Ruslarla uzlaşı düşüncesine, ulusçuluk ve bağımsızlıkçılıktan yana olan Kravçuk’tan daha açık görünmekteydi. Başkan ve bakanlar yasal olarak göreve başladıkları andan itibaren Rusya ile olan ilişkilerin normalleştirileceği mesajını verdiler. Nitekim Kuçma, Kırım’da sayılan oyların % 80’inden fazlasını elde etmişti; Kravçuk’un buradaki oy oranı ise sadece % 5 idi. Kuçma ve Yeltsin, Karadeniz Filosu Komutanlığı’na ortak bir mektup yollayarak bundan sonraki anlaşmalarda askerlerin, memurların ve Kırım halkının görüşlerinin de alınacağını belirttiler. Ancak 1995 nisan ayından itibaren, Ukrayna yönetiminin farklı bir yöntem benimseyerek bu konu üzerinde bağımsız bir hakemin olması gerektiğine dair söylemini görmekteyiz. Nitekim aynı ay içersinde, Kyiv yönetimi Washington’a çağrıda bulunarak üçtaraflı görüşme sürecinin tekrar canlandırılmasını ve Filo ve Kırım konularına ilişkin sorunun çözümlenmesinde arabuluculuğu üstlenmelerini istemiştir. 1995 Mayıs ayında Amerikan başkanı B. Clinton’un Kyiv ziyareti sırasında bu talep yinelendiği halde, Moskova’nın sıcak bakmaması nedeniyle Amerikalıların doğrudan bir yanıt vermedikleri dikkat çekmektedir. Bu girişimlerin ardından, Rus hükümetinin Ukrayna’ya karşı enerji borçlarını talep etme söylemini tekrar gündeme getirmesi de taktik olarak ilginçtir. Bu süreç sonrasında, Haziran 1995’te Soçi’de bir araya gelen Yeltsin ve Kuçma, Karadeniz Filosuna dair görüşmeleri sonucunda, her ne kadar yürürlüğe girmemiş olsa da, bir anlaşmayı parafladılar. İki taraf prensipte filonun paylaşımında anlaştılar ve buna göre Rusya, gemilerin %81.7’sini alırken Ukrayna’ya da %18.3’ü kalacaktı. Öte yandan, Rusya Sivastopol’ü üs olarak kullanacak, genel olarak enerji yardımı ve alacaklarından vazgeçme biçiminde Kyiv’e kira ödeyecek, Ukrayna bu geniş üssün bir bölümünü, kendisine kalan küçük donanma için kullanma hakkına sahip olacaktı. Liderler bu gelişmelerin ardından aralarında stratejik ortaklık konusunda anlaştıklarını da açıklamışlardır T. Felgenhauer, “Ukraine, Russia and the Black Sea Fleet Accords”, Princeton Uni. Press, WWS Case Study 2/99. Soçi uzlaşmasının ardından Ukrayna’daki ulusçu çevrelerin rahatsızlıklarını dile getirmeleri sonucunda, Kuçma yönetimi Yeltsin karşısında aşırı tavizkâr olmakla suçlanmıştı. Bunun sonucu olarak Soçi uzlaşmasının hükümleri, iki liderin 1996 ekimindeki görüşmeleri sonucunda ertelenmiş ve yeni bir çalışma kurulunun oluşturulması düşüncesi benimsenmiştir. Bunun yanı sıra, Kuçma 1996 kasımında Kuçma, Sivastopol’u ülke topraklarında yabancı askerlerin konuşlandırılması ve yabancılara üs kiralanması sorunu olarak anayasacıların tartışmasına sundu. Nisan 1997’de uzlaşma çabalarında tekrar yoğunlaşma olunca, taraflar tekrar görüşme masasına oturdular ve müzakereler sonucunda Ukrayna Başbakanı P. Lazarenko ile Rus meslektaşı V. Çernomırdin, 28 Mayıs 1997 tarihinde hazırlanan ortak metne imza attılar. Bu anlaşmayla, Karadeniz Filosu’nun taraflar arasında yarı yarıya paylaşılması ve yeni gemilerin Rus tarafında kalması söz konusuydu. Rusya, Sivastopol ve çevresini 20 yıllığına yıllık 97.75 milyon dolar karşılığında kiralayacak ve Ukrayna’ya nükleer silahların nakli için 200 milyon dolarlık kredi açacaktı. Bu ödemelerin, Ukrayna’nın 3 milyar dolarlık enerji borçlarından düşürülmesi kararlaştırılmıştır. S. Sachs, “Ukraine and Russia reach Black Sea Fleet Accord, but Joke indicates deal may not be final”, Newsday, 13 Haziran 1997, s. 28. Ukrayna kendi donanmasının, Rus Karadeniz Filosu ile stratejik tatbikatlarda yer almasını kabul ediyordu ve bu anlaşmayla, Yeltsin Duma’nın Sivastopol için talep ettiği özel hukuki statü istemini reddetti. Bu çerçevede Rusya, Sivastopol kentiyle ve Kırım’ın Ukrayna’nın egemenliği altında olduğunu kabul etmiş oluyordu. T. Felgenhauer, a.g.y.. Büyük bir çatışmaya dönüşebilme potansiyeli olsa da tüm bu süreçte, Karadeniz Filosu sorunu aslında iki ülke açısından bir güvenlik sorunu ya da etnik bir olay olmaktan çok, siyasal ve ekonomik çıkarlara bağlıdır. Bugün için sorun çözülmüş gibi gözükmektedir ve Rusya ile Ukrayna’nın geriye kalan öteki sorunları çözerek, ilişkilerini normalleştirme şansı bu sorunun yatıştırılması ile bağlantılı olacaktır. J. Sherr, “Russia-Ukraine Rapprochement? The Black Sea Accords”, Survival, C. 39, no.3, Güz 1997, ss. 33-50. C- Ukrayna’da Rus varlığına yönelik tartışmalar 1- Doğu Ukrayna bölgelerinde Rus azınlıkların statüsü sorunu Ukrayna iç politikasındaki temel tartışmalardan başlıcası, ülkenin doğusuyla batısı arasındaki bütünleşme sorunsalıdır. Nitekim ülkenin coğrafi konumuyla etnik açıdan demografik yoğunlaşmaları, bu sorunsalı provoke etmektedir. Ukrayna devleti, komşularıyla istikrarlı bir ilişki sürecine girmedikçe, içsel anlamda ayrılıkçılık söylemlerinin gündeme damgasını vurması kaçınılmaz olacaktır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, yaklaşık yirmi beş milyonluk bir Rus nüfusu kendilerini bir günde anavatan Rusya topraklarının dışında bulmuştu. Bu Rus topluluklarının hukuki statüsünün ne olacağı tartışmaları, hem Rusya’daki iç politika gündemini meşgul etmekteydi, hem de Rusya’nın yeniden dünya çapında bir aktör konumuna gelebilmesi için bir araç olarak görülmekteydi. Moskova yönetimi, bu toplulukların haklarının korunması ve geliştirilmesi ve anavatan ile olan bağlarının güvence altına alınması için birçok arayış içersine girdi; Moskova için bu topluluklar, içinde yaşadıkları ülkelerin içişlerine müdahale etmek için bir araç olarak görülebilirdi ya da BDT örgütsel düzlemde daha da güçlendirilerek bu ilişkilerin düzenlenmesi için kullanılabilirdi. 1993 yılından itibaren Yakın Çevre söyleminin resmileştirilmesi, bu iki seçeneğin de devlet katında politika olarak işlerlik kazanmasına yol açmıştı. Buradaki ana gerekçe, Yakın Çevre alanındaki Rus azınlıkların güvenliğinin sağlanmasının tamamen Rus devletinin sorumluluğunda olduğu düşüncesiydi. Öte yandan, toprakların-da önemli derecede Rus nüfus barındıran yeni cumhuriyetlerde Rusya’nın böyle bir dış politika söylemi benimsemesinden açıkça rahatsızdı ve kendi içişlerine müdahale edilmesi mantığını meşru görmemekteydiler. Ukrayna’da, büyük kentlerin dışında Kyiv, Kharkiv, Odessa gibi büyük kentlerde önemli bir Rus nüfusu bulunmaktadır. Hatta bazı kentlerde Rusların oranı, Ukraynalıları geçmektedir. Bu gruplar, hem büyük kentlerde ekonomik anlamda çok önemli bir potansiyele sahiptir, hem de bürokrat ve teknokrat olarak ülke yönetiminde etkindirler. Rus varlığının yoğunlukla yaşadığı iki ana bölge bulunmaktadır: Doğu eyaletleri ve Kırım. Ruslar, ülke nüfusunun yaklaşık % 22’sini oluşturmaktadır ve bu rakam, Dış Ruslar olarak tanımlanan eski Sovyet alanındaki Rus varlığının neredeyse yarısına tekabül etmektedir. SSCB’nin dağılmasının hemen ardından, doğu eyaletleri ve Kırım’daki Rus kökenli milletvekilleriyle işadamlarının girişimleri, Moskova ile Kyiv arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi yönünde olmuştu. Bu çabaların bir sonucu olarak, 1993 temmuzunda iki yönetim, “Don Havzası (Donbas) Serbest Ticaret Bölgesi” kurulmasına ilişkin bir anlaşma imzaladılar; her ne kadar bu girişim, yerel bazda olsa bile, Ukraynalı liderler bu bölgelerdeki ayrılıkçı düşüncelere engel olmak ve bunlara yapıcı işbirliği alternatifleri sunma çabasındaydı. Ancak Don havzası ile Kırım’da önde gelen Rus lobileri eylül 1993’te referandum düzenleyerek Ukrayna’dan ayrılmak ve Rusya Federasyonu’na bağlanmak konusunu halkoyuna sunmak çabasına girişmişlerdi. Kyiv yönetiminin buna karşılığı, referandumun ertelenmesi ve bunun yerine 1994 martında genel seçimlerin gerçekleştirilmesi yönünde politikalar izlemek olmuştu. Doğu ile batı eyaletleri arasındaki siyasal ve kültürel kaynaşma sorunları, Ukrayna’daki ulus-devlet olma sürecine bağlı temel konulardan birisidir. Bu farklılaşmanın ilk işaretleri, 1991’teki bağımsızlık referan-dumun ve ilk cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerde ortaya çıkmıştı; doğu eyaletlerindeki seçmenler, bağımsızlık karşıtı oylar kullanırlarken, seçimlerde Rusya yanlısı adaylara yönelmekteydiler. Doğu eyaletlerinin özellikle Rusya’yla ekonomik bağımlılıkları da bu süreçte etkiliydi. Ukrayna’nın doğu eyaletleri olarak adlandırılan bölge, ekonomik coğrafya terminolojisinde Don Havzası (Donets baseni – Donbas) olarak anılmaktadır; Rusya sınırı boyunca uzanan bu bölge Don (Donets) ırmağı havzası çevresine yayıldığından Rusya ile Ukrayna topraklarına doğru genişlemiş, kendi içinde bütünlükçü bir ekonomik yapıya sahiptir; bu havzaya Ukrayna tarafında Donetsk ve Luhansk oblastları girmektedir. Doğu eyaletlerinin Rada’daki temsili, toplam sandalye sayısının üçte birine yakındır; dolayısıyla bölgenin hem ekonomik, hem de siyasal konumu, iç ve dış politika çıktılarına etki yapmaktadır. Bunların dışında, Ukrayna’daki Rus nüfusun yaklaşık % 80’i, bu doğu eyaletlerinde ve çoğu da ağır sanayi merkezi olan kentlerinde yaşamaktadır (Donetsk, Harkiv, Luhansk), 1989 yılına ait son Sovyet nüfus sayımına göre, Donbas bölgesinin nüfusunun % 51’i Ukraynalı ve % 44’ü Rus kökenliyken, esas dramatik olan husus yerel nüfusun sadece yaklaşık %32’sinin Ukraynacayı kendi ana dili olarak nitelemesiydi. O. Bekar, “Ukrayna bağımsız kalabilecek mi?”, Avrasya Etüdleri, Yaz 1994, no. 2, p. 76. Yerel politikacıların çoğunluğu, dil ve kültür politikala-rının bu bölgedeki önemine vurgulama yaparken, anavatan Rusya ile ilişkilerin hayati olan niteliğine ve dolayısıyla Rusça’nın ülkede ikinci resmi dil olarak kabul edilmesi gerekliliğine dikkatleri çekmişlerdir. Donbas bölgesindeki dil sorunun dışındaki ikinci temel konu, komşu Rusya ile ekonomik ilişkilerdir. Geniş anlamda Rus ve Ukrayna sınırları içinde yer alan Don havzası, ağır sanayi kompleksleri ve madencilik sektörünün ön planda yer aldığı bir bölgedir; bağımsızlık sürecinin başlarında bu bölgedeki işletmelerde üretim düşmesi sorunu yaşandığından, istihdam sorunları patlak vermişti. Öte yandan, bölgede genelindeki kömür madenleri, Sovyet döneminden kalan bir statüyle Moskova’dan idare edilmekteydi. Kömür madenlerinin işletilmesine dair bu idari sorun, yöneticiler açısından birçok dezavantaj yaratmaktaydı. Doğu eyaletlerindeki siyasal oluşumlar daha çok Rusya yanlısı söylemler üretmektedir; bunların arasında, Donbas Hareketi, Ukrayna Halk Kongresi, Slav Birliği Partisi, Luhansk merkezli (Don) Kazaklar Birliği yer almaktadır. Bu söylemlerin yapısal zemini, BDT ile ekonomik bütünleşmenin gerçekleştirilmesi, Ukrayna’da federal idare yapısının benimsenmesi ve Rusça’nın ikinci resmi dil olarak tanınması gibi düşüncelere dayanmaktadır. Öte yandan, çifte vatandaşlığın kabul edilmesi, Donbas eyaletlerine özerkliğin verilmesi ve tüm ülkedeki Rusça konuşan topluluklara siyasal ve sosyal hakların tanınması, bu istekler arasında yer almaktaydı. 1993 yılında Luhansk’ta toplanan yerel kongre, Rusça’nın kendi eyaletlerinde resmi dil olarak kabul edilmesi yönünde karar benimsemişti. Bunu takiben, bu eyaletlerden gelen yoğun baskılar karşısında, Kravçuk şubat 1994’te bir kararname yayınlayarak bu eyaletlerin Rusya ile olan ekonomik ilişkilerinde özerklik statüsünün tanınmasını kabul etmek durumunda kaldı. Ibid., ss. 76-77. Nisan 1999’da Rus sınırına yakın Lysychansk kentinde belediye meclisi Rusça’yı resmi yazışma dili olarak ilân ederken, bunun gerekçesini yerel nüfusun % 81.5’inin anadili olarak Rusça olarak açıklamaktaydı. Ancak dil sorunu ülke genelinde de söz konusudur; Ukrayna genelinde de etnik olarak Ukraynalı olanlar arasında da Rusça’nın anadil olarak nitelendirilmektedir. Ülkenin doğusundaki sanayileşmiş ve ekonomik anlamda Rusya’ya bağımlı bölgelerinde Rus nüfusun yoğunlaşması karşısında, batı eyaletleri ise tamamen Ukrayna ulusçuluğun temel izlerini taşımaktadır. Buralarda Orta Avrupa’ya yönelik kimliksel duyarlılık dikkatleri çekmektedir; siyasal ve dinsel açılardan Ukrayna’daki Orta Avrupa yanlısı hareketlerin merkezi olan L’viv, aynı zamanda Ukrayna ulusçuluğunun merkezi olarak da tanınmaktadır. Buralardaki ulusçu eğilimler yavaş yavaş radikal hareketlere doğru kaymakta olduğundan, Rus kültürel varlığı sadece Sovyetlerden kalma bir unsur olarak değerlendirilmektedir. Ülkenin bütünlüğü sorununa karşı verdikleri tepki, daha çok doğu eyaletlerine yönelik yoğunlaşmaktadır. Bu bölgelerdeki etkinlikleriyle dikkatleri çeken Rukh Partisi, Batı’yla bütünleşme söyleminin BDT ve Rusya yanlısı seçeneklere alternatif olabileceğini ve bu yüzden de ülkenin bir an önce NATO’ya girmesi gerektiğini savunmaktadır. S.L. Larrabee, “Ukraine’s Balancing Act”, Survival, C. 38, no. 2, Yaz 1996, s. 146. İç politika kapsamında Ukraynalı-Rus ayırımının coğrafi çerçevede gelişmesi, hem siyasal davranışların ekonomik ve kültürel gerekçelerle farklılaşması ve dolayısıyla çatlaması, hem de kendilerinin öncelikle anadil olarak Rusça konuştuğunu söyleyen ve sayıları % 50’lere ulaşan “Ukrayna vatandaşları”nın Rus kültürüne olan sempatisinde çelişkilerin ortaya çıkması sonucunu doğuracaktır. D.D. Laitin, Identity in formation: the Russian-speaking population in the Near Abroad, N.Y.C., Cornell Uni. Press, 1998, ss. 291-292. Nitekim 1994 temmuzdaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kravçuk’un doğu eyaletleri ile Kırım’dan çok düşük oylar alarak ikinci dönem için seçilememesi, yerine Rusya yanlısı gibi görünen L. Kuçma’nın özellikle buralardan ve ülkenin orta bölgelerinde aldığı destekle cumhurbaşkanlığına seçilmesi, bu farklılaş-manın en iyi göstergesiydi. Ancak doğu eyaletlerindeki siyasal seçkinler, anavatana bağlanmak yerine Ukrayna içinde kalmalarının kendilerine farklı ayrıcalıklar getireceğinin farkındadır. Her ne kadar çifte vatandaşlık hakklı ile geniş özerkliğin tanınması, Rusça’ya resmi dil statüsünün verilmesi gibi sürekli talepler, buralardaki seçmen davranışlarının siyasal adaylar karşısındaki tutumlarını etkileyecek gibi görünmektedir. 2- Kırım’daki Rus nüfusun varlığı Kırım’ın hukuki statüsü, bölgesel anlamda ikili ilişkilerin en karmaşık sorunu olarak ortaya çıkmaktadır; bu sorunun Doğu eyaletlerinden farklı olarak değerlendirilmesi birçok etkene bağlıdır. Yarımadadaki demografik dengeler, uzun bir tarih dilimi kapsamında değişikliklere uğradığından, Ukrayna’nın ülke egemenliği açısından önemli bir soruna dönüşmüştür. Günümüzde, Kırım yarımadası Rus nüfusun çoğunluğu nedeniyle Ukrayna-Rus ilişkilerindeki algılama sorunlarını da körüklemektedir. SSCB’nin dağılması sonrasında yarımada nüfusunun % 68’i Ruslardan oluşmaktaydı. Nisan 1993’te Kyiv yönetimi Kırım’a gerek idari, gerekse anayasal düzeyde özerklik verilmesini kabul etmiştir. Ocak 1994’te Kırım’da gerçekleştirilen ilk cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Rusya yanlısı Y. Meşkov’un merkezci Mykola Bahrov karşısında kazanması, Ukrayna’dan ayrılma söylemlerinin gündeme gelmesine yol açmıştı. Nitekim Rusya yanlılarının bu seçim başarısı, Karadeniz Filosu’nun paylaşımı görüşmelerinde Rus tarafına güç katarken, Ukraynalılara yönelik baskılarını da arttırmıştı. Öte yandan, Kırım konusu Moskova yönetimi için yalnızca Karadeniz Filosu sorunuyla ilişkilendirilemez; bunun ötesinde yabancı askerlere kendi topraklarında üslenme ayrıcalığı vermek istemeyen Ukrayna yönetimini bu aşamada tavizler vermeye zorlamaktaydı ve Rusya bu avantajı kullanma kararlılığındaydı. Her ne kadar yarımada sakinleri, 1 Aralık 1991 tarihindeki referandumda Ukrayna’nın bağımsızlığı yönünde oy kullanırlarken, 1994 sonrasında Moskova’nın Kırım’ın Rusya Federasyonu’na bağlanması yönünde baskılarını arttırdığını görüyoruz. Ukrayna’daki ekonomik sorunların da tırmanış göstermesi bu ayrılıkçı söylemleri de güçlendirmekteydi. Kırım Parlamentosu, 20 Mayıs 1994 tarihinde kendi anayasasını kabul ederek, Ukrayna devleti karşısında özerkliğini ilân etmişti. Kravçuk, Kırım yasama organının bu kararını reddederek, siyasal anlamda kopma hedefini içeren bu girişimleri durdurmayı amaçlamaktaydı. Kravçuk’un bu kararı Moskova tarafından tepkiyle karşılanmıştı. 1995 yılında, Kyiv yönetimi Kırım’daki ayrılıkçı girişimleri kademeli olarak bertaraf etmeye başlamıştı; yerel başkanlık sisteminin yürürlükten kaldırılması, yerel temsilcilerle görüşmelerin başlatılması, II. Dünya Savaşı öncesinde burada yaşamakta olan Tatarların yarımadaya dönüşlerinin teşvik edilmesi gibi bir dizi kararlı adımlar atılmaktaydı. Öte yandan, Çeçen sorunuyla uğraşan Rus yönetimi, Kırım sorununa yoğunlaşma becerisinden uzaklaşmaya başlamış ve dolayısıyla Ukrayna’ya yönelik baskılarını azaltmıştı. Bu dönemden sonra özel bir sürecin gelişmediği dikkatleri çekmektedir. Rusların Kırım’a ilgi duymalarının başka bir gerekçesi de, ekonomik kazanımlardır; Akdeniz iklimine yakın iklim şartlarından faydalanan bölgenin, özellikle Yalta çevresinin turistik öneminin çok büyük olması ve buradaki işletmecilerin çoğunluğunun Ruslardan oluşması, biriken sermayenin Ukrayna ekonomisine aktarılmak yerine Rusya’ya kazandırılması niyetini oluşturmaktaydı. Buna karşın, Ukrayna yönetimi de, bölgenin şarapçılık, turizm gibi avantajlarının farkında ve bunu Ruslara kaptırmak niyetinde değildir. Kırım konusu kapsamında başka bir nokta ise, Stalin döneminde Almanlarla işbirliği yaptıkları suçlamasıyla toprakları ellerinden alınarak Sibirya ve Orta Asya’ya (özellikle Özbekistan’a) sürülmüş olan Kırım Tatarlarının Gorbaçov tarafından itibarlarının iade edildiği 1987’den itibaren ülkelerine dönmeleri olmuştur. S. Stewart, “The Tatar Dimension”, RFE/RL Research Report, C. 3, no. 19, May 1994, s. 22. Her ne kadar sayı olarak çok önemli bir yüzdeye sahip olmasalar da, Rus nüfusla Tatarlar arasında ayırımcılık, toprak paylaşımı gibi konulara dayanan gerginliklerin yaşanması, Ukraynalı yetkililerin girişimleriyle kontrol altına alınmaktaydı. Sayıları 250 bin civarında olduğu tahmin edilen Tatar azınlığın varlığı, gerek Ukrayna içinde belirli tartışmalar doğurmaktaydı, hem de Ukrayna-Rus ilişkilerinde belirli bir rahatsızlık yaratmaktaydı. Öte yandan, Kyiv yönetimi, Tatarların topraklarına geri dönüşlerini özel olarak desteklemekteydi, çünkü egemenlik tartışmalarında yarımadadaki Rus varlığının oranının azaltılması, Rus ayrılıkçılığı bakışına karşı Ukraynalı-Tatar işbirliği alternatifinin getirilmesi ile geleneksel olarak daha çok tarımla uğraşan bu etnik grubun üretimlerinin desteklenmesi, ülke içindeki birlik arayışlarını güçlendirecek argümanlar olarak değerlendiriliyordu. Bu çerçevede Tatarlar, üniter bir devlet yapısından yana tavır koyduklarından, Ukrayna’daki milliyetçi ve merkezci partiler Tatar siyasal oluşumlarına destek olmuşlardır. Ancak her ne kadar topraklarına geri dönmeleri hızlansa da, Kırım’a yerleşen, ancak başka cumhuriyetlerde doğmuş olan genç nüfus, buralarda kalma eğilimi göstermemekte, Türkiye ve Batılı ülkeler doğru göç etmektedir. Kırım’da etnik yapı (yüzdesel olarak) O. Bekar, a.g.m.. 1783 1897 1937 1989 1993 Kırım Tatarları 83 34 21 1.5 9.6 Ruslar 5.7 ? 47.7 67 61.6 Ukraynalılar 2.9 ? 12.8 25.8 23.6 D- BDT içersinde bütünleşme sorunları ve Rusya’nın iç politika kaygıları SSCB’nin dağılmasının ardından bağımsız cumhuriyetlerin teker teker ortaya çıkmaları, Rusya’nın Batılı ülkelerle olan ticari ilişkilerini de doğrudan etkilemişti; özellikle Ukrayna’nın Moskova’nın ticari anlamda nüfuz alanından çıkması, Rusya açısından çok önemli bir kayıptı. Bağımsızlığın ilk yıllarında, Kravçuk yönetimi tüm komşu devletler ile bölge ülkeleriyle birebir düzeyde dostluk, iyi komşuluk konularında anlaşmalar imzalarken, Moskova’nın bu girişimlere soğuk baktığı, dolayısıyla özel bir anlaşmaya imza atmayacağı ortaya çıkmıştı. 1993 yılından itibaren Avrasyacı söylemin Rus dış politikasına egemen olmasıyla, Rusların bağımsızlıkçı tonlar benimsemiş Ukraynalı liderlere tepkileri sıkça gündeme gelmeye başlamıştı. Bu aşamada Moskova’nın endişeleri, eski Sovyet cumhuriyetlerinin BDT alanından ayrılmaları ve başka partnerler aramaya özenmeleri üzerinde yoğunlaşmaktaydı. Avrasyacı dış politika söylemi kapsamında, BDT temel araç olarak görülmekteydi, ancak Kyiv yönetimi BDT’yi uluslararası hukuk açısından tüm üye devletlerin çıkarlarını tanımlamak adına görev üstlenemeyeceği görüşündeydi. Kravçuk, ülkesinin 1992 Taşkent Kollektif Güvenlik Antlaşması’na katılmayacağını, çünkü BDT’nin kendi bağımsızlıklarının güçlendirilmesi açısından önemli bir engel oluşturduğunu ileri sürmekteydi. Ukrayna, BDT içersindeki gümrük birliği girişimlerine ortak üye olarak katılabileceğini ilân etmişti. Doksanlı yılların sonlarına gelindiğinde, BDT alanı içersinde üç grup oluşmuştu: Rusya’nın çevresinde toplanmış olanlar, Ukrayna ile birlikte bağımsızlık yanlısı söylemler benimseyenler ve bu ikisinin arasında kalanlar. Birinci grup ülkeler, Rusya’yla bütünleşme politikası izlemektedirler (Beyaz Rusya ve Tacikistan gibi); ikinci grupta GUUAM ülkeleri yer almaktadır. Üçüncü grupta yer alanlar ise, sorunlara göre özel tavır benimseyen cumhuriyetlerdir ve bunlardan başlıcaları aktif tarafsızlık politikası izlediğini belirten Türkmenistan’dır. Bu çerçevede, Ukrayna’nın BDT’nin olası bir kollektif güvenlik örgütüne dönüşebilme riskine ve Rusya’nın güneybatı komşusuna yönelik tutkularına karşı Batılı güvenlik örgütleriyle sıkı ilişkilere girdiğini görüyoruz. Bu arayışlar hiç kuşkusuz Rusya’nın tepkilerine neden olmaktadır. Bunun ötesinde, BDT çerçevesinde Rusya’nın yer almadığı işbirliği seçeneklerinin de yaratılması, ortak bir politikaya dönüşmüştür. 1- Ukrayna’nın Batılı örgütlerle olan ilişkilerine karşı Rusya’nın duyarlılığı Ukrayna, Batı dünyası ile Rusya arasındaki uygarlık çizgisinin üstünde kaldığı sürece, bölgesel güvenlik çıkarlarının çakışma noktasında kalmayı sürdürecek ve dolayısıyla dışsal etkenlerin belirleyiciliğine açık olacaktır. Bağımsızlığının başından itibaren her ne kadar ekonomik krizler ve etnik-kültürel sorgulamalar ulusal gündemini oluşturmuş olsa da, bölgesinde bir istikrar adası olarak dikkatleri çekmektedir. Ancak orta vadede uygarlıklar arası çizgide çatışmacı bir sürece doğru kaymamak için, dünya politikasıyla bütünleşmesini Avrupa güvenlik mimarisine dahil olmakta bulmaktadır. Ülkenin bu coğrafyaya ait olma çabasının ardında, ulusal istikrarını kalıcı kılmak arzusu yatmaktadır. Ukrayna’nın Avrupa güvenliğine katkısı ne olabilir? Avrupa ile Rusya arasında (Avrupalıların gözünde) tampon bölge konumunda olmak ya da Rusya’ya göre Batı’nın jeopolitik oyunlarına maruz kalmak, devletin başındakileri birçok dış politika girdisiyle baş başa bırakmakta. Gelecek yıl hepsi de NATO üyesi olacak Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine komşu, elli milyonluk nüfusuyla Ukrayna’nın bölgesel sorunların çözümüne katkı yapması bu süreçte önem kazanmaktadır. Bu bölgede, Ukrayna’nın güvenli, istikrarlı, demokratik, Avrupa kurumları ve ekonomisiyle bütünleşmiş bir ülke olması, yeni tehdit kaynaklarının bertaraf edilmesi açısından çok önem taşımaktadır. Nitekim Ukrayna’nın yakın çevresinde bu tehditleri barındıran ülkelerin olması, Batılı ülkelerini düşündürtmektedir. Bu açıdan bakıldığında, istikrarlı bir Ukrayna’nın Batı’nın politikalarıyla uyumlu bir aktör olması ve ekonomisini güçlendirmesi, Avrupa’dan ve Amerika’dan gelecek sürekli yardımlara ve desteklere bağlıdır. Her ne kadar Rusya ile arasındaki sorunları birer birer çözerek dostane ilişkiler kurmaya çalışsa da, NATO ve AB’nin genişlemesi, Ukrayna dış politikasının en önemli çıkış noktalarından biri olmuştur. Devlet yönetiminin dünya politikasıyla bütünleşmesi ilkesini bu temel olaylarla ilişkilendirmesi, daha çok iç politikasındaki endişelerini aşabilmek amacıyla örtüşmektedir. Özellikle Birleşik Avrupa düşüncesi, Ukraynalı liderler için çok önemli bir cazibe merkezidir, ancak AB’nin bu ülkeye bakışı, olası bir adaydan çok özel statüde değerlendirilebilecek bir ortak olarak gelişmektedir. Kravçuk dönemi Ukrayna’sının NATO ile askeri-siyasal alanda geliştirdiği adımların, operasyonel işbirliğinden daha az bir derinliğinin olduğunu söylemek gerekiyor. Her ne kadar Ukrayna, 8 Şubat 1994 tarihinde BİO Programına katılan ilk BDT ülkesi olsa da, Batılı güvenlik kurumlarıyla siyasal ilişkilerini geliştirmesi, Rusya-NATO ilişkilerine paralel olmuştur. NATO’nun genişleme dalgası, 2004 yılında Ukrayna sınırında biterken, AB genişlemesi de 2007 yılında bu komşuluk olgusunu tamamen çeşitlendirecektir (Polonya, Slovakya ve Romanya). Bu genişlemeler, Ukrayna için birçok kısıtlamaları da birlikteliğinde getirecektir; ekonomik ayrıcalıklar ile dolaşım kolaylıkları artık geçerli olmayacağından, bu kurumlarla ayrıcalıklı statüde ilişkilere girmesi şart olmuştur. Öte yandan, Batılıların gözünde Ukrayna hâlâ eski Sovyet coğrafyasının ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirilmektedir ve bunun psikolojik ağırlığı, daha çok Ruslara avantajlar getirmektedir. Kuçma ve ilk savunma bakanı V. Şmarov, ulusal askeri sanayii kompleksinin canlandırılabilmesi için Rusya ile işbirliğine gitmek zorundaydılar; ordunun kurulabilmesi ve kısa vadede bir askeri doktrin oluşturulabilmesi için yeni adımların ivedilikle atılması gerekiyordu; varolan Sovyet askeri düşüncesiyle modern bir ordu kurma hedefi arasında gidip gelen yöneticiler, doksanlı yılların sonlarına kadar belirsiz tavırlarını sürdürdüler. Örneğin doksanlı yıllarda Ukrayna’nın Rusya ile olan sınırlarında askeri birlikler yer almamaktaydı; böyle bir oluşuma gidilmemesinin düşünsel gerekçesini, eski Sovyet savunma sistemi mantığına psikolojik olarak dahil olmak açıklamak olasıdır.. Y. Bilinsky, “Ukraine, Russia, and the West: An Insecure Security Triangle”, Problems of Post-Communism, Ocak-Şubat 1997, ss. 27-33. 1997 Temmuzundaki Madrid Zirvesi’nde, NATO üyesi ülkelerin liderleri ile Ukrayna cumhurbaşkanı Kuçma, “NATO-Ukrayna arasında özel ortaklığa ilişkin Şart”’a imza koydular. Şart, NATO’nun Ukrayna’daki bağımsızlık ve egemenlik süreciyle hukuk devleti yapısı ile demokratik kurumlarının gelişimine, toprak bütünlüğünün tanınmasına katkıda bulunacağını teyid ederken, NATO-Rusya Kurucu Senet’inde belirtilen hususlardan bazılarını içermekteydi; kriz yönetimi, barış amaçlı operasyonların gerçekleştirilmesi, kitle imha silahlarının ortadan kaldırılması, silah ticareti ve teknoloji transferine ilişkin birçok konuda karşılıklı danışma sürecinin desteklenmesini amaçlarken, Ukrayna’ya “ayrıcalıklı ortak” statüsünün tanınmasıyla yeni Avrupa güvenliğinin inşasında özel bir rol vermeyi taahhüt ediyordu. R. Kennedy, “An American View”, Derl. D.E. Albright ve S.J. Appatov, Ukraine and European Security, Londra, Macmillan Press, 1999, ss. 226-228. 1992’den beri her iki Ukrayna cumhurbaşkanı da, Avrupa güvenliği kapsamında ABD’nin öncelikli konumunu kabul etmiş görünmekte-dirler. Bu süreçte Ukrayna’nın Avrupa bütünleşmesinde yer alabilmesi için ABD ile olan ilişkilerin sıkı tutulması, liderlerin temel olarak benimsedikleri bir nokta olmuştur. Çatışan kutuplar arasında tampon bölge olarak nitelendirilmek yerine uzlaşıya ve karşılıklı anlayışa açık toplumlar arasında bir “köprü” rolünü üstlenmek düşüncesi, özellikle Kuçma dönemindeki siyasal söylemlerde kendisini göstermiştir. Ancak iç politikaya baktığımız zaman, siyasal yelpazenin Rusya yanlılarıyla karşıtları arasında bölünmesi dikkatleri çekmektedir. NATO’nun genişlemesi sonrasında, Ukrayna’nın kendisini bir güvenlik boşluğunda bulmaması için bu kurumla ilişkilerini daha yapısal zeminlere oturtması şart gibi görünmektedir. Bu aşamada, Ukrayna’nın başarı şansı, hem Batılıların karşısında büyük ölçüde kendi inandırıcılığına ve adımlarına bağlıdır, hem de Rusya’yla çatışmak istemeyen Batılı ülkelerin Kyiv’e olan tavırlarının nasıl geliştirecekleri sorusunun yanıtına dayanmaktadır. 2- BDT içinde, ama “Rusya’sız” alternatif arayışları Ukrayna’nın Güney Kafkasya’daki cumhuriyetlerle ekonomik ilişkilerini geliştirme arzusu, Kyiv yönetiminin eski Sovyet alanı içersinde işbirliğine yönelik yeni partnerler arayışının bir parçası olarak algılanmalıdır; bu noktada ortak bir altyapı dilini konuştukları halde, özellikle Rusya’ya karşı daha bağımsızlıkçı tonların geliştirilebilmesi amacı da bunun temel özelliğidir. Bu çerçevede 90’ların ikinci yarısından itibaren Moldova, Gürcistan ve Azerbaycan ile özel görüşmelerin gerçekleştirildiği görülmektedir. Başlangıçta GUAM gruplaşması olarak adlandırdığımız bu süreç, eski Sovyet alanında bağımsızlık ve egemenlik söylemlerinin güçlendirilmesine yönelik siyasal, ekonomik ve stratejik bir bağlaşıklık modeli üzerine kurulmuştu. İlk görüşmeler, 1996 yılında Viyana’daki AKKA Konferansı sırasında gerçekleşmiş ve 10 Ekim 1997 tarihinde, Avrupa Konseyi’nin Strasburg’taki toplantısı gerekçesiyle bir araya gelmiş olan Azerbaycan, Gürcistan, Moldova ve Ukrayna cumhurbaşkanları, ikili ve bölgesel işbirliğine yönelik uzlaşmalarını ve çıkarlarını bütünleştirme çabalarını ilân ederek ilgili gruplaşma niyetlerini açıklamışlardır. Strasburg Ortak Bildirisi’nde, dört ülkenin cumhurbaşkanı Avrasya-Transkafkasya Ulaşım Koridoru (TRACECA) girişiminin önemini vurgularken, “daha istikrarlı ve güvenli bir Avrupa için, egemenlik, toprak bütünlüğü, sınırların dokunulmazlığı, karşılıklı anlayış, işbirliği ve demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı” gibi ilkeleri benimsediklerini ilân ediyorlardı. 24 Nisan 1999 tarihindeki NATO’nun ellinci yıl toplantısı münasebetiyle toplanan AAOK (EAPC - Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi) zirvesinde, GUAM grubu Özbekistan’ın katılımıyla genişlemiştir; bu yeni katılım Karadeniz havzasına yoğunlaşmış bir işbirliği ve ortak güvenlik politikaları arayışında Orta Asya coğrafyası gerçekliğini de katmaktaydı. 6 Eylül 2000 tarihinde BM’in New York’taki Yeni Binyıl Zirvesi sırasında, GUUAM ülkelerinin cumhurbaşkanları bir araya gelerek çoktaraflı işbirliği zeminlerinin çeşitlendirilmesi ilkesini benimsemişlerdi. Ancak bu noktada şunu iyi vurgulamak gerekiyor; ilgili devlet başkanlarının özel olarak bir araya gelmek yerine Batılı kurumların şemsiyesi altında GUUAM’a dair stratejileri görüşmeyi tercih etmeleri, hâlâ Rusya’yı kışkırtmaktan çekinmeleri olarak açıklanabilir. GUUAM düşüncesi, kendi içersinde birçok dinamik sorunun çözüm çabalarına dair perspektifleri içermektedir; Avrupa ile Asya arasındaki ulaşım koridorlarının oluşturulması projeleriyle ilgili coğrafyanın küresel ekonomik bütünleşme çerçevesine sokulması, bölgesel ve özellikle BDT içi güvenlik sorunlarına yönelik işbirliği girişimlerinin önerilmesi, enerji ürünlerinin taşınmasına ilişkin varolan şebekelere alternatif güzergahların ve araçların gündeme getirilmesi ve NATO ile ilişkilerin özel bir statü bağlamında geliştirilmesi gibi açılımlar, temel perspektiflerdir. Bu tartışma forumu içerisine Rusya’nın özellikle dahil edilmemesi, ilgili ülkelerin daha bağımsızlıkçı bir dış politika söylemi benimserken, güçlerini ve düşüncelerini birleştirerek ortak hareket etme zemini yaratma çabası sonucunu doğurmuştur. Ancak Rusya’nın bu girişimlere ve güç birliği arayışlarına karşı tepkisi, BDT’nin ilgili coğrafyadaki etkinlik-lerinin zayıflatılmasının sakıncalar doğuracağı yönünde olmuştur, halbuki Ukrayna ile birlikte öteki GUUAM üyeleri de BDT’nin uluslarüstü bir yapıya dönüştürülmesine karşı dururlarken, bu örgütün yalnızca ekonomik konularla sınırlandırılması ilkesini benimsemektedirler. GUUAM üyesi ülkelerin devlet başkanlarının bir araya geldikleri toplantılarda ilân ettikleri bildirilerde, küresel güvenlik sorunlarına yönelik duyarlılık da dikkatleri çekmektedir. Uluslararası terörizm, petrol ve doğal gaz dağıtım ve taşıma şebekelerinin güvenliği, iç etnik sorunlar gibi konulara değinmeleri ve bu çerçevede özellikle Batılı güvenlik örgütleriyle sıkı ilişkilere girişilmesi söylemini benimsemeleri, hem bu liderlerin kendi coğrafyalarını Batılıların gözünde cazip kılmak arzusunu göstermekte, hem de Rusya’sız seçeneklerin gündeme getirilmesi çabasını gözler önüne sermekte. Bunu yaparken, birbirlerine yönelik eğemenlik ve bağımsızlık ilkelerinin tanınması, özellikle sınır sorunlarının bertaraf edilmesi, iç güvenliğe yönelik etnik ayrışmalar ile devtlet dışındaki aktörlerin yarattıkları sosyo-ekonomik istikrarsızlıkların önüne geçilmesi hedeflenmektedir. Tüm bu karmaşa unsurlarının ana gerekçelendirilmesinin ardında, eski SSCB’nin dağılma sendromu ile Rusya’nın neo-emperyal diyebileceğimiz uzantıdaki beklentileri ile kendini bölgede tekrar tek meşru aktör olarak kabul ettirme çabası bulunmaktadır. Bu çerçevede, iç istikrarsızlık unsurlarına yönelik barış güçlerinin ortak olarak oluşturulması (ki bunlara Rusların dahil edilmemesi ilkesi de söz konusudur) ve kendi ülkelerindeki çatışma potansiyeli olabilecek sorunlarda işlevsellendirilmesi, ancak uluslararası örgütlerin meşru kabul etmesi şartına bağlı olduğundan, BM, NATO, AGİT, AKKA Ortak Danışma Grubu, Avrupa Konseyi, BAB gibi kurumlarla ilişkiler sıkılaştırılmıştır. GUUAM ülkelerinin özellikle NATO ile olan birebir ilişkileri dikkatleri çekmektedir; AAOK, BİO gibi programlara etkin katılımlar gerçekleştirildiğinden, Batılı ülkelerle olan askeri işbirliği politikaları özellikle 90’ların ikinci yarısından itibaren ivme kazanmıştır. NATO’nun ellinci kuruluş yıldönümü toplantısı nedeniyle 24 Nisan 1999’ta Washington’da düzenlenen GUUAM Devlet Başkanları Zirvesi’nde yukarıda zikredilen ilkelere yönelik ortak tutum hukuki bir zemine kavuşturulduktan sonra, savunma bakanları ağustos ayında Ukrayna’nın Tysovec kentinde bir araya gelmişler ve ortak bir protokoe imza atmışlardır. Öte yandan, Amerikan Kongresi bu girişimlere destek vermek üzere fonlar oluşturma kararı almıştır. 2000 Yılı Savunma ve Güvenlik Yardımı Yasası ile birlikte, Kongre bu ülkelere ve Ermenistan’a yönelik “bağımsızlığın ve toprak eğemenliğinin güçlendirilmesi” amacıyla özel fonların oluşturulması kararına varmıştır. Beyaz Saray ve Amerikan Kongresi, GUUAM grubuna üye ülkelerin bağımsızlıklarını ve egemenliklerini güçlendirebilmeleri, insan haklarına saygının yerleştirilmesi için özel bir yardım stratejisi izlenmesi konusunda hemfikirdir. Yasama organı, yönetimin 2001 Mali Yılı bütçesinden 5 milyon dolarlık bir Dış Askeri Yardım desteği, 2 milyon dolarlık nükleer caydırıcılığa ve dışsatımların denetlenmesine yönelik yardım, 500 bin dolarlık IMET yardımı ile 1 milyon dolarlık anti-terör yardımı vermesii uygun bulmuştur. 2002 Bütçe yılında bu rakamların arttırılması söz konusuydu. Ancak söz konusu yardımlar, (Freedom Support Act) Özgürlüğü Destekleme Kanunu’nun 907 nolu fıkrası gereğince belirli şartlara tabi kılındığından, Azerbaycan’a yönelik yardımlarda sınırlamalar söz konusudur. Sonuç olarak, GUUAM’ın, her ne kadar sosyo-ekonomik yapıları biraz farklı olsa da, ekonomik ve siyasal sorunları birbirlerine benzer olan ülkelerin daha çok siyasal ve güvenlik amaçlarıyla bir araya gelmeleriyle ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu girişimin orta vadede kalıcı anlamda örgütsel bir yapıya kavuşturulması, su anda birçok belirsizlikler içermektedir. Dolayısıyla GUUAM’ın söylem olarak dış ilişkilerle beslenmesi, Rusya karşısındaki konumunu güçlendirmesi açısından gereklidir. Öte yandan, Moldova’daki son seçimlerde Rusya yanlısı eski Komünist liderlerin iktidara gelmeleri, Özbekistan’ın 2002 yılı itibariyle gruba katılım düzeyini askıya alması, Ukrayna’daki başkanlık seçimlerinin galibinin kim olabileceğinin hâlâ belirsiz olması, GUUAM’ın geleceği hakkında birçok tartışmayı gündeme getirmektedir. III- Yeni binyıl eşiğinde Rus-Ukrayna ilişkileri A- İkili ilişkilerde sınır sorunları Rusya-Ukrayna sınırlarının kesinliğini kabul eden bir antlaşma zemini olmadıkça sınırların meşruiyeti konusu temel bir sorun olmayı sürdürecektir. Kimi siyaset bilimciye göre, BDT platformu bu sınır sorunlarının tartışılabilmesi için çok önemli bir ortam özelliğini taşımakta. Sınır sorunlarının kapsamına baktığımızda, Karadeniz sahilindeki sınır çizgisinin belirlenmesi ve özellikle de Kerç Boğazı ile Azov Denizi’nin paylaşılması sorunu özel olarak yer almaktadır. Verkhovna Rada, 24 Ağustos 1991 tarihinde bağımsızlık ilânını benimserken, Rusya’nın ilk tepkisi Ukrayna’yla olan sınırlarının meşruluğunu tartışma konusu yapmak olmuştu; nitekim bu yaklaşım Ukrayna’da Rus karşıtı görüşlerin yaygınlaşmasına neden olmuştu. 1992 yılında, milletvekilleri A. Sobçak ile A. Rutskoy’un öncülük ettikleri bir Rus heyeti devletlerarası sınırlar ile Kırım ve Don havzasına ilişkin müzakerelerde bulunmak üzere Kyiv’e gitmiş ve burada yaptıkları görüşmelerde Kırım ve Odessa oblastı için yerel referandumların düzenlenmesini talep etmişlerdi B. Tarasyuk, a.g.m., s. 11. Ancak SSCB’nin dağılmasından önce Moskova ve Kyiv yönetimleri, 1990 tarihli her iki ülkenin toprak bütünlüğüne ve vatandaşlarına yönelik haklara ilişkin bir antlaşma imzalamışlardı, ancak bu antlaşmada sınırların kesin belirlenmesine ilişkin çözümler yoktu. Halen Kerç Boğazı ile Azov Denizi’ne ilişkin devletlerarası ve karasuları sınırları sorunları çözüme kavuşmamıştır ve bu sorunun temeli Don Havzası’nın ekonomik paylaşımına bağlıdır. T. Kuzio, “The East Slavic Conundrum”, Derl. T. Kuzio, Contemporary Ukraine, N.Y., M.E.Sharpe, 1998, ss. 232-233. 1997 Mayısında imzalanan dostluk antlaşması, ikili ilişkilerin normalleştirilmesi yolunda atılmış önemli bir adımdır, ancak bir ilk adım olsa bile, temel sorunların kolaylıkla çözülmesinin olanaklı olmadığını göstermektedir. B- Rusya-Ukrayna ilişkilerinde “boşanma sendromu” tartışması Rusya hâlâ Ukraynalılar için büyük bir muamma durumundadır. Ukraynalı seçkinler, günümüzde bile Pereyaslav ruhunun karmaşık etkisi altındadırlar ve Rusya karşısında kendi ülkelerinin özel çıkarlarını açık ve net olarak tanımlayamama güçlüğü içersindedirler. Öte yandan, Ukraynalılar Rusya’yla olan ilişkilerin gidişatı konusunda tam anlamıyla bölünmüş durumdadır; Rusya’daki aşırı ulusçu eğilimler belirli siyasal söylemleri endişeye sürüklerken, milyonlarca Ukrayna vatandaşı Rusya’yla özel ilişkilerin kurulması gerektiğine inanmaktadır. T. Kuzio, Ukrainian Security, Londra, Praeger Books, 1995, ss. 4-14. Bu özel ilişki modeli, hiçbir biçimde “iltihak” mantığını içermemektedir, tam tersine yakın kültürel ve ekonomik işbirliği olarak algılanmaktadır. Moskova yönetimi, Ukrayna’daki bağımsızlık sürecini “”geçici bir olgu” olarak nitelendirmekteydi, ancak Ukrayna’nın “Rusya’dan uzak yaşayamayacağı” düşüncesi, Soğuk Savaş sonrası büyük güç kaymalarının yaşandığı uluslararası ve Avrupa dengelerinde artık pek geçerli görünmemektedir. Doksanlı yılların sonlarına gelindiğinde, Rusya’nın Ukrayna’daki iç politik gelişmelere olan ilgisi yavaş yavaş azalmaktaydı; nitekim bu ilgi azalma süreci 1999 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendisini iyice göstermişti. Rusya medyasının Ukrayna cumhurbaşkanlık seçim kampanyasına olan ilgisi epey sönüktü; Rus siyasal partilerinin hiçbirisi de bu seçimlere yönelik özel bir söylem benimsememişti. Halbuki 1994 seçimleri sırasında Kuçma yanlısı destek mesajları, basın ve yayın organlarında çok yoğun olarak işlenmişti. Öte yandan, Ukrayna toplumu Sovyet sonrası gelişimini sürdürürken, “Rus faktörü” bu olgunlaşma sürecini kamçılayan bir etkendi. 1999 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, önceki seçimlerden farklı bir atmosferde cereyan etmişti; adayların söylemlerinde artık Batı yanlılığı-Doğu yanlılığı ya da bağımsızcılık-Rusyacılık ikilemleri söz konusu değildi. Yeni tartışma, statükocularla yeni alternatifler arayışı arasındaydı. Ukraynalıların gözünde, Rusların iki ulus arasındaki “boşanma süreci”nin kabul edilmediğine ilişkin kanı yaygındı ve bundan asıl sorumlu olan tarafın Rus yetkilileri olduğuna yönelik inanç söz konusudur. 1991 yılı sonundaki nice boşanma süreçleri arasında neden Rus-Ukrayna ayrılığı çok özel bir nitelik taşımaktadır? Şu nokta unutulmamalıdır ki, Ruslar açısından Ukrayna’sız bir büyük Rusya ideali söz konusu olamaz. Bu algılama biçimi, Ukrayna’nın Rusya için basit bir sorun olmadığını, hepsinden de daha önemlisi Rusya’nın kendisine ait bir sorun olduğu izlenimini vermektedir. Söz konusu “boşanma sendromu”, aslında Ukrayna’nın 1991 ağustosunda kendi bağımsızlığı ilân etmesiyle başlamış ve bu sürecin sadece SSCB’ye yönelik bir başkaldırı değil, “Büyük Rusya” düşüncesine karşı bir girişim olduğunu göstermiştir. 1997 Sonbaharında Rusya’da Kamuoyu Araştırmaları Merkezi’nin gerçekleştirdiği bir yoklamada deneklerin % 56’sı Ukraynalılarla Rusları “tek bir halk” olarak nitelendirirken, bu rakam 1993 yılında % 63 oranındaydı. R. Solchanyk, “Ukraine, Russia and the CIS, Derl. L.A. Hajda, Ukraine in the World, N.Y.C., Harvard Univ. Press, 1998, s. 21. Aynı kamuoyu araştırmaları, Ukrayna’daki ayrılıkçılık düşüncesini yapay ve geçici olarak nitelendirmektedir. Rusya’daki birçok akademik araştırma merkezleri, yaptıkları çalışmalarda Ukrayna’daki ayrılıkçılık düşüncesininin gelişimini, Çarlık Rusyası’ndan ayrılmaları için Polonyalı milliyetçiler tarafından desteklenmiş tarihçi M. Hruşevski’nin önderliğindeki bir grup aydının girişimleriyle karşılaştırmaktadır. Öte yandan, birçok Rus politikacı, bu ayrılık sürecini Rus hükümetine mal etmektedir. Kuçma ise, bu “boşanma sendromu” konusunda “Ukrayna-Rusya ilişkilerinin karmaşık yapısı içersinde siyasal ve psikolojik nitelikte bir sorun” yorumunu yapmaktadır. Ibid., s. 20. Yeltsin’in, altı kez ertelendiği halde, 1997 baharında gerçekleştirdiği resmi ziyaret, birçok açılardan iki ülke arasındaki ilişkilerin iyileşmesi ve gelişmesi doğrultusunda önem taşıyordu. Söz konusu ziyaret sonucunda, Dostluk, İşbirliği ve Ortaklığa ilişkin Antlaşma’nın imzalanması yanı sıra iki cumhurbaşkanının 31 Mayıs 1997 tarihli ortak bildirisi ile 28 Mayıs 1997 tarihinde paraf edilmiş on dört tane hükümetlerarası anlaşma bulunmaktaydı; bunların arasında en önemlisi, Karadeniz Filosu’nun paylaşımına, hukuki statüsüne ve finansmanına yönelik olan anlaşmaydı. Ancak Rus Devlet Duması, Kuçma ve Yeltsin’in imzaladıkları ve Ukrayna Rada’sının 14 Ocak 1998 tarihinde onayladığı dostluk antlaşmasını onaylamayı reddetmektedir. İkili ilişkiler çerçevesinde en önemli sorun, Rusya’nın Ukrayna’daki ekonomik çıkarlarına ilişkin görünmektedir. İki ülke arasındaki ticaret hacmi, Ukrayna-Almanya dış ticaret hacminin altı katından da fazladır; ancak Ukrayna’nın Rus enerji ürünlerine olan bağımlılığının müzakere edilmesi, Moskova’yla özel bir fiyat görüşmesi şartlarına bağlı gibi görünmektedir. Günümüzde, Rusya Ukrayna’nın petrol gereksiniminin % 90’ını, doğal gazının % 60’ını tek başına karşılamaktadır. Ukrayna’nın dış ticaret kapsamında enerji ürünlerine yönelik bağımlılığını azaltabilmesi ancak mal takasıyla olanaklı gibi görünmektedir. İki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler gün geçtikçe daha da sınırlı bir görünüm almıştır. Kuçma’nın cumhurbaşkanlığı döneminde, ikili ticari ilişkiler beş milyar dolarlık bir gerileme sergilerken bu miktar 1990’ların başıyla karşılaştırıldığında üçte birlik bir kayıp anlamına gelmekteydi. Ukrayna, Rusya’nın başlıca ticari ortakları arasındaki ayrıcalıklı konumunu yitirmiş görünmekte ve üçüncülük için Beyaz Rusya ile yarışır durumdadır. Karşılıklı yatırımlar da kayda değer düzeyde değildir. Ukrayna cephesine baktığımızda, 1997 ve 1998 yılları verileriyle Rusya ile % 44 ve % 46’lık bir dışalım potansiyeline sahipken, aynı dönemlerdeki dışsatım oranları, % 37 ile % 31’dir. Ukrayna’ya ilişkin sayısal veriler için bkz. DEIK Ukrayna Raporu, İstanbul, DEIK Yay., 2002. (www.deik.org) Bisnis web sayfası. www.bisnis.doc.gov/bisnis/country/uk2.htm Ukrayna’nın dışalımları (milyon ABD$) Ibid. 1997 1998 2001 Rusya 8.182 (%44) 7.377 (%46) 7.042 (%34.4) Almanya 1.386 (%7) 1.342 (%8) 1.678 (%8.2) ABD 934 (%5) 880 (%6) 552 (% 2.7) Toplam 18.546 16.107 15.775 Ukrayna’nın dışsatımları (milyon ABD$) 1997 1998 2001 Rusya 6.936 (%37) 5.155 (%31) 4.533 (%21.5) Almanya 687 (%4) 769 (%5) 885 (%4.2) Çin 1.200 (%6) 767 (%5) 674 (%3.2) Toplam 18.970 16.457 17.091 Rus kamuoyundaki borçlar konusuna yönelik tepkilerde önemli değişiklikler söz konusudur; Kyiv yönetiminin doğal gaz borçlarına ilişkin sorunu bir an önce çözümlemekteki isteksizliği, Rusların daha fazla taviz vermemeye itmekteydi ve bu da daha önce dile getirilen kardeşlik söylemlerinin ana ilkelerine ters düşmekteydi. Nitekim böyle bir tepki sürecinde Rusya’nın içinde bulunduğu mali sıkıntılar çok önemli bir gerekçedir. 1995 yılındakilerin dışında, 1997 yılından beri birikmiş olan “yeni enerji borçları”, 1,8 milyar ABD$’ına ulaşmıştı; bu birikmenin ana gerekçeleri, Rus elektrik bedelindeki stopajın artması ve başlıca doğal gaz dağıtım şirketleri Gazprom ile ITERA’nın transit ücretlerinin dışında metreküp fiyatları arttırmasıydı. Ukrayna’nın doğal gaz transit ücretlerini çok yüksek tutması Örneğin, Ukrayna yönetimi, 100 kmden 1.000 m3 başına 1.09 ABD$ isterken, Beyaz Rusya’nın talep ettiği transit ücreti 55 cent idi. ve milyonlarca dolarlık doğal gazın kaçak olarak hattan çekilmesi, Rus gaz dağıtıcılarının farklı güzergâhlara yönelmesine neden olmuştu; Beyaz Rusya, Karadeniz yoluyla Mavi Akım projelerinin gündeme gelmesi yanı sıra Rus limanlarındaki stoklama olanaklarının arttırılması söz konusuydu. Öte yandan, Ukrayna da Rus doğal gazına olan bağımlılığı azaltma çabasına girişmişti, ancak 1999 yılında Türkmenistan ile yapılan görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanması, Rusya’nın orta vadedeki tek seçenekliliğini zorunlu kılmaktaydı. Putin yönetimindeki Rusya’nın Ukrayna’ya karşı söz konusu borçların ödenmesine ve doğal gaz naklinin daha güvenilir kılınmasına ilişkin katı bir politika izlemesi söz konusu. Hatta bu konuda Putin’in Rusya’nın Kyiv büyükelçisi olarak eski başbakan ve Gazprom başkanı Viktor Çernomırdin’i başkanlık görevine geldikten hemen sonra ataması dikkatleri çekmektedir. Sonuç olarak…. Ukrayna-Rusya ilişkilerinin günümüzdeki tartışmaları, daha çok Moskova ile Kyiv arasındaki çatışan çıkar ve algılama noktalarında yoğunlaşmaktadır. Hiç kuşkusuz her iki ülke için bağımsızlığın ilk on yılı, tarafların aralarında diyalog kurabileceklerini ve her ne kadar zor olsa da sorunları çözmek yolunda çaba sarfedebileceklerini göstermiştir. Günümüz Ukrayna’sı, hâlâ ulus-devlet oluşumu sancılarını yaşayan, kendi jeopolitik çıkarlarını ve dış politika önceliklerini tartışan bir ülke konumundadır. Ukrayna bugün jeopolitik bir ikilem yaşamaktadır: Avrupa-Atlantik işbirliğinin tam yetkin bir üyesi olarak batılı ulusların arasına katılmak ya da yeniden bir Avrasya imparatorluğu özlemindeki “Büyük Rus Kültürü”nün bir parçası olmak. Moskova ve Kyiv yönetimlerinin öncelikleri ve arayışları hâlâ farklı bir noktada. Her ne kadar Rus seçkinleri ve aydınlarının büyük bir bölümü, “Slav kardeşliği” düşüncesi kapsamında Ukrayna’yla devlet düzeyinde girişilecek bir ilişki modeline pek sıcak bakmasalar da, geride kalan on yıllık süreç, fiziksel ve psikolojik anlamda kurumsal ayrılmanın zeminini hazırlamıştır. Öte yandan, Ukrayna yönetimi, Rusya ile arasında gelişen ilişki modelini olağanlaştırmak gayretindedir; halbuki Rus politikacılar, belirli bir bağımlılık ilişkisi çerçevesinde “Slav birliği” düşüncesini pek de akıllarında terk etmiş görünmemektedirler. Ukrayna’nın Rusya’ya olan ekonomik bağımlılığı ile Ukrayna vatandaşlarının Rusya’ya yönelik özel sempatileri göz önüne alındığında, Kyiv yönetimlerinin işinin pek de kolay olmadığını söylemeliyiz. Bu aşamada Batı ile ilişkiler, de jure ayrılık sürecini desteklemek için Ukrayna’nın önündeki en önemli araç konumundadır. 23 PAGE 1