Sahibi
T.C.
Gümrük ve Ticaret Bakanlığı
Yönetim
T.C.
Gümrük ve Ticaret Bakanlığı
Esnaf ve Sanatkârlar Genel Müdürlüğü
Eskişehir Yolu TOBB İkiz Kuleler C Blok Kat:13
06530 Çankaya/ANKARA
Tel: 0312 201 67 51-52 - 0312 201 67 57
www.gtb.gov.tr
http://esnaf.gtb.gov.tr
http://ahilik.gtb.gov.tr
Sponsor
© Bütün yayın hakları T.C. Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’na aittir.
Yazı ve fotoğraflar kaynak gösterilerek kullanılabilir.
Ankara 2014
CİLT-II
BAKAN
Nurettin CANİKLİ
BAKAN YARDIMCISI
Fatih METİN
MÜSTEŞAR
Ziya ALTUNYALDIZ
MÜSTEŞAR YARDIMCISI
İsmail YÜCEL
ESNAF VE SANATKÂRLAR GENEL MÜDÜRÜ
Necmettin ERKAN
YAYIN KURULU
Prof. Dr. Yusuf KÜÇÜKDAĞ (Başkan)
Prof. Dr. İlhan ŞAHİN
Prof. Dr. Mustafa ERAVCI
Prof. Dr. Reşat ÖNGÖREN
Prof. Dr. Ali BORAN
Doç. Dr. Murat ÖNTUĞ
Doç. Dr. Caner ARABACI
Doç. Dr. İsmail ÇİFTCİOĞLU
Doç. Dr. Barış SARIKÖSE
Yard. Doç. Dr. Ayşe DEĞERLİ
EDİTÖRLER
Prof. Dr. Yusuf KÜÇÜKDAĞ
Yard. Doç. Dr. Yaşar ERDEMİR
Bekir ŞAHİN
TERCÜME
Yard. Doç. Dr. Cemile TEKİN
KOORDİNASYON
İlhan POLAT (Başkan)
Bahadır Gökhan ÖZÇELİK
Harun ARPACI
Hasan DURUKAN
Betül TOPBAŞ
SANAT DİREKTÖRÜ
Mehmet Akif TUTAR
GRAFİK TASARIM VE UYGULAMA
Gizem Müge KARS ÇUHADAR
YAPIM
FNF Reklam ve Danışmanlık
ISBN
978-605-5254-17-9
BASKI
Atalay Matbaacılık
k
AKÜ
ısaltmalar
:
Afyon Kocatepe Üniversitesi
AÜDTCF :
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
AÜİFD
:
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
b.
:
Bin
bk.
:
Bakınız
b.y.
:
Basım yeri yok
çev.
:
Çeviren
d.
:
Doğum, Doğum Tarihi
der.
:
Derleyen
DİA
:
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
DÜ
:
Düzce Üniversitesi
ed.
:
Editör
EI2
:
The Encyclopaedia of Islam (ikinci edisyon)
EÜTİD :
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih İncelemeleri Dergisi
GÜ
:
Gazi Üniversitesi
H
:
Hicrî
haz.
:
Hazırlayan
İA
:
İslâm Ansiklopedisi
İKÇÜ
:
İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi
İTÜ
:
İstanbul Teknik Üniversitesi
İÜ
:
İstanbul Üniversitesi
İSAM
:
İslam Ansiklopedisi Araştırma Merkezi
İÜEF
:
İstahnbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
İÜİFM
:
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası
Ktb.
:
Kütüphane
M
:
Miladî
MÜ
:
Marmara Üniversitesi
nr.
:
Numara
nşr.
:
Neşreden
OTAM
:
Osmanlı Tarihi Araştırma Merkezi Dergisi
ö.
:
Ölüm Tarihi
R.
:
Rumi
s.
:
Sayfa
sy.
:
Sayı
sad.
:
Sadeleştiren
SDÜ
:
Süleyman Demirel Üniversitesi
SÜ
:
Selçuk Üniversitesi
t.y.
:
Basım tarihi yok
trc.
:
Tercüme
TOEM
:
Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası
UÜ
:
Uludağ Üniversitesi
TTK
:
Türk Tarih Kurumu
VD
:
Vakıflar Dergisi
vr.
:
Varak
yay.
:
yayımlayan
YÖK
:
Yükseköğretim Kurulu
İ
A
A
n
s
i
h
k
İBN BATTÛTA
14
(ö. 770 / 1368-69)
Ortaçağ’ın en büyük müslüman seyyahı olan ve
seyahatnamesinde XIV. yüzyılda Anadolu’daki
Ahiler ile ilgili önemli bilgiler veren İbn Battûta,
17 Receb 703’te (24 Şubat 1304) Fas’ın Tanca
şehrinde doğdu. Ailesi Berberî Levâte kabilesine
mensup olup Berka’dan buraya göç etmiştir.
İbn Battûta’dan bahseden en eski müellifler
Lisânüddin İbnü’l-Hatîb, İbn Hacer el-Askalânî
ve İbn Haldûn olmakla beraber. onun hayatı ve
şahsiyeti hakkındaki bilgilerin ana kaynağı kendi
seyahatnâmesidir.
Türkler’in, Moğollar’ın, Maldivliler’in hükümdarlarıyla tanışan İbn Battûta birçok ülkede kadılık
makamına getirilmiş, Farsça ve Türkçe bilmesi
ve yolculuklarında çeşitli siyasî tecrübeler kazanması dolayısıyla kendisine bazı diplomatik görevler verilmiştir. Derviş gibi giyinmesi ve
dervişçe davranması sebebiyle de halk ve ulemâ
tarafından seviliyordu. İbn Battûta, sûfîlere ve
zâhidlere duyduğu yakınlık dolayısıyla onların
sözlerini ezberlemiştir. Sıradan biri gibi görünmesine rağmen üslubunda olağan üstü renklilik
ve sarsıcılık hâkimdir. Zaman zaman bazı sözlere inanmadığını belirtse de itimat ettiği birinden
gelen rivayeti asla reddetmez. İbn Battûta bazan
küffara karşı cihada katılmış, bazan da kendini
nimetlerden uzak tutarak bir zâhid gibi yaşamıştır. Bütün malını elden çıkarıp Şeyh Kemâleddin
Abdullah el-Gârî’nin tekkesine girmiş, fakat kendi ifadesiyle hayat onu tekrar maceraların kucağına atmıştır.
Seyahatnâmeden öğrenildiğine göre İbn Battûta,
Mağrib Sultanı Ebû Saîd el-Merînî döneminde 2
Receb 725’te (14 Haziran 1325) Tanca’dan hac
niyetiyle yola çıktığında henüz yirmi iki yaşındaydı. Kuzey Afrika sahillerini takip ederek 1 Cemaziyelevvel 726’da (5 Nisan 1326) İskenderiye’ye
vardı. Burada Şeyh Burhâneddin el-A‘rec’in telkiniyle kendisinde Hint, Sind ve Çin gibi doğu memleketlerini görme hevesi uyandı. İskenderiye’den
Kahire’ye, oradan Yukarı Mısır’a (Saîd) gitti ve
Şeyh Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’nin Humeyserâ’daki
kabrini ziyaret etti. Yukarı Mısır’dan deniz yoluyla Cidde’ye geçmek için Kızıldeniz kıyısındaki
Ayzâb Limanı’na indiyse de bölgedeki siyasî karışıklıktan ötürü Kahire’ye dönmek zorunda kaldı. Burada dikkat çeken hususların biri Ayzâb
Limanı’nın milletlerarası statüye sahip olduğu-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
nu tespit etmesi, bir diğeri Mısır Memlükleri’ni
“Etrâk” diye anması ve Memlük hâkimiyet alanını Anadolu gibi “Türk ülkesi” tabiriyle tanıtmasıdır. Kahire’de fazla kalmayan İbn Battûta
15 Şaban’da (17 Temmuz) Suriye’ye doğru yola
çıktı ve Kudüs, Aclûn, Akkâ, Sûr, Sayda, Taberiye ve Antakya gibi şehirleri dolaştıktan sonra 9
Ramazan’da (9 Ağustos) Dımaşk’a varıp ramazanı burada geçirdi.
İbn Battûta şevval ayında (eylül) Dımaşk’tan hareket eden kafileyle Hicaz’a gitti ve ilk haccını ifa
etti. 20 Zilhicce’de (17 Kasım) Mekke’den Irak’a
yönelerek Kadisiye, Necef, Bağdat, Basra, Übülle,
Abadan, Şüster (Tüster) yoluyla İsfahan’a vardı.
Şeyh Kutbeddin Hüseyin b. Şemseddin Muhammed er-Recâ’nın elinden tarikat tacı giydikten
sonra Şiraz’a geçti ve orada Şeyh Mecdüddin
İsmâil b. Muhammed’in derslerine devam etti.
Şeyh Mecdüddin’in İlhanlı Hükümdarı Muhammed Hudâbende’yi (Olcaytu Han 1314-1316)
etkilemesi ve onun Şiîlik’ten Sünnîliğe geçmesine vesile olmasıyla ilgili anekdotları, bu bölgenin evvelce çok yoğun bir Sünnî nüfusu barındırmaktayken zamanla Şiîleşmesi hususunda
bilgi vermesi açısından İran tarihi için son derece önemlidir. Yine bu bölümde verdiği, Emîr
Çoban’ın siyasî ihtirasları uğruna girdiği macera, dönemin üç süper gücü olan Altın Orda, İlhanlılar ve Memlükler arasında cereyan eden
diplomatik ilişkiler ve Ebû Saîd Bahadır Han’ın
ölümünden sonra İlhanlı topraklarının paylaşılmasıyla ilgili bilgiler de çok değerlidir. İran’dan
Bağdat’a ve arkasından Kuzey Irak’a yönelerek
Sâmerrâ ve Tikrît üzerinden Cezîre-i İbn Ömer’i,
ardından Nusaybin, Sincar ve Mardin’i gezdi.
Bu arada Artukoğulları’ndan Gâzî el-Melikü’sSâlih’ten övgüyle bahseder ve sultanın Mardin’de
medrese, zâviye ve aşhâneler açtırarak halkının
hoşnutluğunu kazandığını bildirir. Daha sonra
tekrar Bağdat’a döndü ve 727-730 (1327-1330)
yılları arasında üç defa hacca gitti.
730 (1330) yılında Cidde’den Kızıldeniz’e açılan
seyyah, fırtınalı bir yolculuktan sonra Yemen’in
Zebîd şehrine ulaştı. Cebele, Taiz, San‘a ve Aden’i
dolaşarak Resûlî Hükümdarı Nûreddin Ali b.
Dâvûd ile görüştü ve Aden Limanı’ndan hareket
edip Doğu Afrika sahillerini kapsayan gezilerine
başladı. Evvelâ Zeyla‘ ve Makdişu’ya (Somali),
ardından Mombasa (Kenya) ve Kilve (Tanzanya)
limanlarına uzanıp deniz yoluyla Yemen’in Zafâr
Limanı’na döndü ve bugünkü Uman sınırları için-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
de kalan Nezve’ye geçerek Sultan Ebû Muhammed b. Nebhân’ı ziyaret etti. Bu bölümde, Hint
Okyanusu’na bakan Kalhat gibi Yemen ve Uman
şehirlerinin ve Doğu Afrika sahilindeki Kilve ile
Makdişu’nun milletlerarası deniz ticaretinde çok
ileri bir seviyede olduğunu söyler. Uman’dan sonra Hürmüz Limanı’na geçerek Sîrâf gibi Basra
körfezinin İran kıyısındaki bölgeleri gezip tekrar
Arabistan’a döndü ve 732 (1332) yılında beşinci
haccını ifa etti.
Haccını eda ettikten sonra Hindistan’a gitmek
niyetiyle Cidde Limanı’ndan denize açılan İbn
Battûta, Kızıldeniz’de yakalandığı fırtına sebebiyle Ayzâb yakınlarındaki Re’süddevâir burnunda
karaya çıktı ve Nil boyunca ilerleyerek Kahire’ye
vardı; oradan Gazze’ye giderek Kudüs, Remle,
Akkâ yoluyla Lazkiye’ye ulaştı ve bir Ceneviz
gemisine binip “Türkiye”ye doğru hareket etti.
Alâiye’ye (Alanya) vardıktan sonra Anadolu’yu gezmeye başladı. Antalya, Isparta, Eğridir, Denizli,
Tavas, Muğla, Milas ve Barçın’a uzandı, ardından
Konya-Erzurum seyahati yaptı. Barçın’dan sonra Konya’ya geçmesi bazı araştırmacıları hayrete
düşürmüş, bu güzergâhta hiç dolaşmadığı, hatta
sadece işittiklerini anlattığı tarzında bir te’vil yapılmıştır. Ancak bu karışıklık, yani Erzurum’dan
ansızın tekrar batıya Birgi’ye gelmesi adı geçen
bölgelerde seyahat edilmediği şeklinde yorumlanamaz; bu belki de kâtip Ebû Abdullah İbn
Cüzey el-Kelbî’nin tasnifinden kaynaklanan bir
hatadır. Eretnaoğulları’na bağlı alanları gezerken
Kayseri’de, İlhanlı hükümdarının vekili olarak
hareket ettiğini söylediği Alâeddin Eretna’nın
hanımıyla görüştü. Konya’ya uğraması münasebetiyle de Mevlana’dan “şair şeyh” olarak bahseder. Birgi’den çıkarak Ayasuluk, İzmir, Manisa,
Bursa üzerinden İznik’e gider ve Umur Bey’in
Haçlılar’la yaptığı savaşa temas ettikten sonra
Osmanlılar’ın komşu beylikler arasındaki saygın
konumunu anlatır. Anadolu’nun o günkü siyasî
durumu, ticarî kapasitesi, Ahîlik müessesesi,
Hanefîliğin yaygın ve hâkim mezhep oluşuna dair
geniş bilgi verir. Daha sonra Mekece üzerinden
Sakarya vadisini geçerek, Geyve, Göynük, Bolu,
Kastamonu yoluyla vardığı Sinop’tan denize açılarak Kırım’ın Kerç Limanı’na çıkar.
Karadeniz’in kuzeyinde Deştikıpçak’ı gezerek
Sultan Muhammed Özbek Han ile görüşen İbn
Battûta, bugünkü Kazan şehri civarında bulunan eski Bulgar şehrine varmış, “Arzızulumât”a
(karanlıklar ülkesi, Sibirya) ulaşamadığını belir-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
terek orası hakkında duyduklarını nakletmekle
yetinmiştir. 10 Şevval 732’de (5 Temmuz 1332)
Bizans imparatorunun kızı ve Özbek Han’ın
üçüncü hatunu olan Beylûn’un kafilesine katılarak Ükek, Sûdak (Suğdak), Baba Saltuk (Dobruca ?) üzerinden yaklaşık bir ayda İstanbul’a gelen
seyyah İmparator III. Andronikos Palaiologos ile
görüşür; fakat herhalde adını unutmuş olacak
ki ondan “Tekfûr b. Circîs” şeklinde bahseder.
İstanbul’dan tekrar Deştikıpçak’a dönerek Özbek Han’ın ülkesini Çin’e bağlayan ticaret yoluyla Ural nehrinin Hazar’a kavuştuğu yerdeki
Saraycuk şehrine varır; sonra da kırk gün süren bir yolculukla Türkler’in en güzel şehri diye
nitelendirdiği Hârizm’e (Ürgenç) ulaşır. Burada
Emîr Kutlu Demür ile görüşür ve eşi Türâbek
Hatun’dan hediyeler alır. Ardından Ceyhun’un
kuzeydoğusundan geçerek Kât (Kâs) ve Vâbkent
üzerinden gittiği Buhara’da Hanefî fakihi
Sadrüşşerîa ile tanışıp Buhârî ve Şeyh Seyfeddin
el-Bâharzî’nin kabirlerini ziyaret eder. Buradan
Nahşeb yoluyla Semerkant’a geçen İbn Battûta
bu seyahati sırasında Çağatay Hanı Tarmaşirin’le
de konuşur; eserinde Tarmaşirin’in diğer Moğol
asilzadeleri karşısındaki durumu vb. konular ayrıntılı bir şekilde işlenmektedir (III, 27-32). Daha
sonra Horasan’ın en büyük şehri olan Herat’a ve
arkasından Câm, Tûs, Serahs, Bistâm şehirlerini dolaşıp doğuya dönerek Hindukuş dağlarına
uzanır; oradan da Gazne-Kâbil yoluyla 1 Muharrem 734’te (12 Eylül 1333) İndus vadisine gider.
Buradan Delhi Türk Sultanlığı topraklarına girer
ve 17 Safer 743 (22 Temmuz 1342) tarihine kadar Sultan Muhammed b. Tuğluk’un himayesiyle
Delhi’de kalarak onun arzusu üzerine yedi yıldan
fazla kadılık hizmetinde bulunur. er-Rihle’de Delhi Sultanlığı’nın siyasî tarihi, malî vaziyeti, istihbarat servisi, ulak sistemi gibi konularda etraflıca bilgi vermiştir.
Delhi’den ayrıldıktan sonra güneye uzanan İbn
Battûta Barcelure, Mangalore, Dehfetten gibi
güneybatı sahil şehirlerinden geçerek Kaliküt’e
varır. Aslında sultan onu Çin’e sefir olarak göndermiş, fakat İbn Battûta savaşlardan, fırtınalardan ve gezme tutkusundan başını kaldıramamıştır. Malabar sahillerindeki müslümanların
ticarî hayatlarının son derece faal olduğunu belirten seyyah buradan halkının dindar, halim
selim insanlar olduğunu, ancak kadınlarının
gereğince örtünmediklerini söylediği Maldiv
adalarına geçer; âdetlerine ve ticarî gelenekleri-
15
A
A
16
n
s
i
h
k
ne ilişkin dikkat çekici bilgiler verir. Maldiv’de
bir buçuk yıl kalır ve yine kadılık yapar. Daha
sonra Seylan adasına gidip Serendib dağına çıkarak Hz. Âdem’e ait olduğu söylenen ayak izini görür; eserinde gerek Hint dinlerine, gerekse
semavî dinlere mensup insanların kutsal saydığı
bu ziyaretgâh üzerine dinler tarihi bakımından
ilgi çekici açıklamalar yapar. Buradan ayrıldığında Bengladeş kıyılarına geçer, ülkenin tarihi
ve komşu bölgelerle münasebeti hakkında bilgi
verir. Daha sonra Berehnegar ülkesine geldiğini,
başka toplumlarda görülmeyen garip âdetlerin
bu kavimde bulunduğunu anlatır. İlk zamanlarda bazı araştırmacılar tarafından uydurmacılıkla suçlanmışsa da sonraki çalışmalarda bu
ülkenin Andaman olabileceği söylenmiştir. Buradan Cava’ya, arkasından Sumatra’ya geçer ve
Malaka Boğazı’ndan dönerek Kakula (Malezya;
Kuala Terenganu) Limanı’na ulaşır. Tekrar denize açıldığında bir aydan uzun bir süre karaya
çıkamaz ve nihayet bazılarınca efsanevî sayılan
Tavâlisî ülkesine varır. Türkçe konuşan bir prenses tarafından yönetildiğini söylediği Tavâlisî
ülkesinden Çin’e açılır ve on yedi günde Zeytûn
(Tsiatung) Limanı’na varır; resmî görevli olması
münasebetiyle el üstünde tutularak Hanbalık’a
(Pekin) götürülür. Çin’de hâkimiyet kuran Moğol
hânedanının müslüman tâcirlere iyi davrandığını söyler; kâğıt paradan ve Çin bürokrasisinden,
ayrıca Çinliler’in resim ve seramikteki ustalıkları ile ipek ticaretinden bahseder. Çin’den ayrılıp
tekrar Sumatra’ya ve oradan Cava’ya geçen İbn
Battûta
Malabar kıyılarına yöneldikten sonra Basra
körfezine gelir; Bağdat-Suriye yoluyla Mısır’a
varır ve oradan da Hicaz’a geçerek altıncı haccını ifa ettikten sonra (749/1349) tekrar Mısır’a
döner ve İskenderiye’den gemiyle 750 yılının Safer ayında (Mayıs 1349) Tunus’a gider; oradan
Sardunya adasına geçer ve sonra geldiği Cagliari Limanı’ndan Cezayir’e doğru tekrar denize
açılarak Tenes’te karaya çıkar. 750 Şâbanının
sonunda (Kasım 1349) Fas’a varan ve Sultan
Ebû İnân el-Merînî tarafından kabul edilen İbn
Battûta böylece seyahatinin birinci kısmını bitirir. Seyahatnâmenin bu kısmında Merînî Devleti
ve Sultan Ebû İnân biraz abartılı şekilde övülmekle birlikte ülkede yapılan sosyal hizmetlerin
ve imar faaliyetlerinin gerçekten çok yüksek bir
seviyede olduğu bilinmektedir.
Doğudan döndükten sonra Fas’ta bir süre kalan
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
İbn Battûta Endülüs’e geçip Marbella, Mâleka
(Malaga), Hamma yoluyla Gırnata’ya (Granada) varır ve aynı yoldan geri dönerek Merakeş’e
geçer. Bu seyahatle ilgili yazdıklarında dikkati
çeken husus Merînîler’in Endülüs’e olan yoğun
ilgileridir; girdikleri savaşlar, inşa yahut tamir
ettikleri kaleler vb. uzun uzun anlatılmaktadır.
Tekrar seyahat arzusuyla yollara düşen seyyah
Mali’ye yönelir ve Büyük Sahrâ’yı kuzeybatıdan
güneydoğuya doğru geçerek Nijer’e gidip Mense
Süleyman ile görüşür; ancak daha içerilere girmeden Merînî sultanından gelen bir emirle 754
Zilkadesinde (Aralık 1353) Fas’a dönmek zorunda kalır. Yolculuğunun bu son kısmında İç Batı
Afrika hakkında çok önemli bilgiler vermektedir.
İbn Battûta yurduna döndüğünde gezdiği uzak
ülkelerden, gördüğü garip olaylardan bahsedince sözleri alayla karşılanmış ve pek çok şeyi
uydurduğu sanılmıştır. Gırnata’da görüştüğü
Ebü’l-Berekât el-Billîfîkî de onun asılsız haberler
naklettiğini ileri sürmüştür. Seyyahın yola çıkarken derin bir kültüre sahip olmadığı ileri sürülse de gerek seyahat sırasında aldığı icâzetler ve
her sahada öğrendiği yeni bilgiler, gerekse önceki
müelliflerin verdiği bilgileri güncelleştirme çabası onu tecrübeli bir âlim haline getirmiş ve yurduna döndüğünde seçkin bir danışman olarak
sultanın meclisinde yer almasını sağlamıştır.
İbn Battûta, Marko Polo ile birlikte Ortaçağ’ın en
büyük iki seyyahından biridir ve hatta çok daha
geniş bir alanı gezmesi, üç kıtada en önemli kültür merkezlerine ulaşması sebebiyle onu geride
bırakmıştır. Ayrıca İbn Battûta gezdiği birçok ülkede sosyal hayata karışmış, evlilikler yapmış ve
hâtıralarını hiçbir şüpheye yer bırakmadan güvenilir birine yazdırmıştır. Halbuki Marko Polo’nun
seyahatnâmesine birçok hayalî hikâye katıldığı
bilinen bir husustur. Ayrıntıları asla ihmal etmeyen İbn Battûta eserinde insan unsuruna en
fazla yer veren seyyahtır. Çeşitli milletlerin giyim
kuşamı, âdetleri ve inançları hususunda ayrıntılara inmesi bazı araştırmacılar tarafından ilk
antropologlardan, bazılarınca da ilk etnologlardan sayılmasına yol açmıştır. İbn Battûta, gezdiği
ülkelerin coğrafyası ve ekonomisi hakkında da
ayrıntılı bilgiler verir. Fakat klasik bir coğrafyacı
olmadığı için mesafeleri belirtmemiş, sadece yolculuğunun kaç gün tuttuğunu kaydetmiştir. İncelediği ana unsur insan olduğundan pek çok şehri
“binaları sağlam, mescidi küçük” yahut “köhne
bir kapısı var, kalenin iç kısmı boş” tarzında kli-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
şe cümlelerle geçiştirmiştir.
Literatürde er-Rihletü İbn Battûta adıyla bilinen
eser, seyyahın kısa aralıklarla yirmi sekiz küsur
yıl süren gezilerini kâtip İbn Cüzey el-Kelbî’ye
ham metin olarak aktarması ve onun da bazan
ihtisar edip bazan küçük ilavelerde bulunmasıyla
meydana gelmiştir. Kitabın dili genelde sadedir;
Kitabın dikkat çekici bir yönü de çeşitli beldeler
hakkında azımsanmayacak sayıda beyit ihtiva
etmesidir. Seyahatnâme, bazı devlet ve müesseselerin karanlık kalan yönlerini aydınlatma
hususunda önem taşımakla beraber tarih açısından bütünüyle güvenilir bir kaynak değildir.
Meselâ müellif Hârizmşah Muhammed ile oğlu
Celâleddin’i karıştırmakta ve ilk seyahatine ait
bazı bilgileri ikinci seyahatinde görmüş gibi anlatmaktadır.
Avrupa hariç neredeyse eski dünyanın tamamını gezen İbn Battûta’nın dönemi, dolaştığı ülkelerin çoğunda Türkler’in ve Moğollar’ın hâkim
olması sebebiyle bir Türk-Moğol asrı sayılabilir.
Dünyanın yedi büyük hükümdarı arasında ilk
sıraya koyduğu Ebû İnân el-Merînî hariç diğerleri Türk veya Moğol asıllıdır; dolayısıyla verdiği
bilgiler bu milletlerin tarihi açısından çok önemlidir. er-Rihle’de Anadolu’nun o günkü durumu
hakkında ayrıntılı bilgi vardır ve eser beyliklerin
iç ihtilâfları, Umur Bey’e karşı düzenlenen Haçlı
saldırısı, Alanya’nın milletlerarası bir liman oluşu, Germiyanoğulları’na karşı duyulan güvensizlik, Eretna Devleti’nin refah seviyesi, Sinop’un
stratejik değeri, Erzurum ve Erzincan’da birbirleriyle çarpışan Türkmen kabileleri, Anadolu genelinde Hanefî mezhebinin yaygın oluşu,
İlhanlılar’ın Anadolu siyaseti, Çobanoğulları,
Ahîliğin yükselişi vb. hakkında birinci el kaynaklardandır. İbn Fazlullah el-Ömerî ve Kalkaşendî
gibi Arap kaynaklarında da Anadolu’ya dair kayda değer bilgiler yer alır, fakat bunlar İbn Battûta
kadar zengin değildir. Eserde kullanılan Türkçe
kelimeler ise henüz incelenmemiştir. Seyahatnamede Türkçe’nin tarihî gelişimine az da olsa ışık
tutacak bir hayli kelime bulunmaktadır.
Sosyal hayat, âdetler, inançlar ve töreler hakkında çok zengin malzeme ihtiva eden er-Rihle antropoloji açısından da değerli bir kaynaktır. Çünkü eserde yemek tariflerinden bayram ve matem
giysilerine, siyasetten tasavvufa kadar o dönemin
insanıyla ilgili her konuda bilgi verilmiştir. Gerek
A. L. Sarton gibi bilim tarihçileri gerekse H. A.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
R. Gibb gibi mütercimaraştırmacılar er-Rihle’nin
bu ansiklopedik yönüne dikkat çekmişlerdir.
Abdullah Abdülganî Gânim ise İbn Battûta’yı ilk
antropologlardan saymaktadır. Gânim’in de belirttiği gibi er-Rihle’nin verileri âdetler, ekonomi
ve hukukî uygulamalar bakımından ele alındığında ortaya ayrıntılı ve çok renkli bir dünya tablosu
çıkmaktadır.
İbn Battûta sosyal statüyle ilgili sembollere de
temas etmiştir. Çin’de tâcirler kazandıkları altını özel boyutlarda eriterek evlerinin kapısına
asmakta, beş kalıp altını olan tâcir parmağına tek yüzük, on kalıp altını olan ise iki yüzük
takmaktadır. Maldiv kadınlarının giyim kuşamı,
evlilik âdetleri ayrıntı biçimde anlatılır. Onu en
çok şaşırtan hususlardan biri de Türk kadınlarının statüsüdür. Anadolu’da kadınlar tıpkı bir
akıncı gibi at koşturmakta, pazar ticaretinde
ön sıraları tutmaktadır. Özbek Han’ın ülkesinde
asilzade hanımları sosyal etkinliklerde kocalarından aşağı kalmamaktadır. Onun antropolojik
mülâhazalarının en önemlisi anaerkil düzene işaret ettiği yerlerdir. İç Batı Afrika’daki müslüman
zencilerin bazı bölgelerde kurdukları düzen tamamen anaerkil esaslara dayanmaktadır. Nesep
ve miras işlerinde anne ve annenin ailesi belirleyici konumdadır ve orada erkekler babalarına
değil anneleriyle dayılarına nisbet edilmektedir.
er-Rihle’de ticaret kültürüyle ilgili olarak ahî
birliklerine temas edilmiş, bunların Kırım’dan
Konya’ya, Alanya’dan Sivas’a uzanan siyasî ve
ticarî etkinliğine dair ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Ona göre Ahîlik Mısır’daki fütüvvet sistemine benzemektedir. Bu düzenin bir benzeri de
İsfahan’da mevcuttur. Ahî kelimesinin Arapça
“ah”tan geldiğini ve “ahî” tarzında okunması gerektiğini savunanlar İbn Battûta’yı şahit göstermişlerse de eserde buna dair hiçbir işaret yoktur.
İbn Battûta, söz konusu kelimeyi Arapça “ahî”ye
anlam bakımından değil şekil açısından benzeterek izaha çalışmıştır.
Çin’de bütün iktisadî faaliyetlerin kâğıda bağlandığını, para hükmündeki kâğıt parçalarının
yıpranması veya yırtılması durumunda büyük darphâneye getirilerek değiştirildiğini anlatır. Maldivliler’in ve Koko’daki Afrikalılar’ın
mübâdele aracı “veda‘” denilen deniz kabuklarıdır. Bu adalarda büyük memurlara maaş olarak pirinç ödenmektedir. er-Rihle’yi ilginç kılan
hususlardan biri de seyyahın gezdiği ülkelerde-
17
A
A
n
s
i
h
k
ki dinar ve dirhemleri Mağrib ve Mısır dinar ve
dirhemleriyle mukayese etmesidir. Böylece çeşitli
ülkelerin para birimlerinin gerçek alım gücünü
karşılaştırmalı biçimde verir.
Türkçeye çevrilen (mesela bk. İbn Battûta Seyahatnâmesi, çev. A. Sait Aykut, I-II, İstanbul 2004)
er-Rihle üzerine yapılan en zengin şerh çeviri
Gibb’e aittir (The Travels of Ibn Battuta, I-III,
Cambridge 1958-1971).
Bu madde DİA’dan özetlenerek alınmıştır (XIX, s. 361-369).
A. Sait AYKUT
İBN
BATTÛTA SEYAHATNÂME’Sİ
(bk. er-RİHLE)
İBN BATTUTA’YA GÖRE
ANADOLU’NUN
SOSYAL-KÜLTÜREL
ve İKTİSADÎ
HAYATI İLE AHİLİK
18
Mehmet Şeker tarafından kaleme alınan ve yayımlanan bu eser (Ankara 2001), İbn Battûta’nın
gözlem ve tespitlerine göre Anadolu’nun sosyal,
kültürel, ekonomik, siyasî ve folklorik hayatı ile
ilgili bilgiler sunar.
İbn Battûta, dolaştığı Anadolu coğrafyasında yerleşim bölgelerini fizikî özellikleriyle tanıtırken,
Ahilerin gelenek ve göreneklerine duyduğu hayranlığı gizleyememiştir. İbn Battûta, Anadolu’da
Ahi tekke ve zaviyelerini ziyaret etmiş, hatta her
gittiği bölgede özellikle bu kuruluşları bulup ahilerle karşılaşmaya gayret göstermiştir. Onların
misafirperverliklerine özellikle vurgu yapan İbn
Battûta, Denizli’de Ahilerin zaviyelerine gelen misafirleri ve yolcuları ağırlama konusunda âdeta
birbirleriyle yarıştıklarına dikkati çeker. Ayrıca
İbn Battûta’nın ifadelerinden Ahilerin, ibadetlerine düşkün kimseler oldukları, mübarek gün ve
gecelerde bir araya geldikleri ve merasimlerini
icra ettikleri, Cuma namazlarını yerleşim merkezinin en büyük mescidinde kıldıkları, bayram
namazlarından önce mezarlığı ziyaret ettikleri,
daha sonra namaz için mescide geçtikleri, namazdan sonra kurbanlar kesip, mükellef sof-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ralarda yemek yedikleri, Cuma gecesi ve Aşure
günlerinde dergâh ve zaviyelerde toplanarak zikir, vaaz ve Kur’an tilaveti ettiklerini ifade etmektedir.
İbn Battûta’nın notlarından hareketle Şeker, Ahilerin üstün ahlakî özelliklerine de dikkati çeker.
Buna göre, Ahiler sadece misafire ikramda bulunan cömert insanlar değil, aynı zamanda kötülere ve kötülüklerle de mücadele eden ve huzurlu
ve güvenli bir toplum oluşturma gayretinde olan
insanlar olduklarının altını çizer.
Ahilerin giyim-kuşamları hakkında Şeker, İbn
Battûta’nın da notlarına dayanarak Anadolu’daki
Ahilere ait özel bir kıyafet olmadığını ancak sadece başlarına giydikleri külahın ortak bir başlık
olabileceğini ifade eder. Ancak Ahiler, çok süslü
elbiseler giymekten kaçınmışlardır. Sofîler nasıl
hırka giyiyorsa Ahiler de şalvar giymektedir. Ahiler arasında derece farkı olabileceği konusuna
değinen Şeker, Sivas’ta Bıçakçı Ahilerine değil
de Ahi Çelebi zaviyesine misafir olmayı tercih
eden İbn Battûta’nın “Ahî Çelebi, rütbeten Bıçakçı Ahî’nin fevkindendir” ifadesinden hareketle
Ahi reislerinin halk arasında farklı itibara sahip
oldukları ve zaviye mensubu sayısına göre halk
tarafından farklı derecelerde değerlendirildiği
yorumunu yapmaktadır.
İbn Battûta’nın vermiş olduğu bilgiler, XIV. yüzyıl
Anadolu coğrafyasını ve Anadolu insanını tanımamıza yardımcı olurken, Ahilik teşkilatına da
ışık tutmaktadır. Anadolu’nun Türkleşmesi ve
İslâmlaşmasında önemli rol oynayan Ahilik müessesesi, mensuplarının taşıdıkları üstün ahlâkî
özellikleri ve içinde yaşadıkları toplumun huzuru
ve güvenliği için gösterdikleri gayretleri sayesinde, İbn Battûta’nın övgüsüne mazhar olmuştur.
Ali TEKKOYUN
İBN KALEMŞAH
İbn Battûta’nın Konya’ya geldiği sırada bu beldenin kadısı olan İbn Kalemşah’ın adı Eflâkî’de “Ahi
Taceddin Kalemşah” olarak geçer. XIV. yüzyılın
ilk çeyreğinde Konyadaki Ahilerin başı ve Ahiler
için yaptırdığı dergâhın şeyhiydi. Misafirperverliğiyle ün yapan İbn Kalemşah hayırsever biriydi. Konya’da günümüzde Gazialemşah olarak
bilinen, belgelerde daha çok “Kadı Kalemşah”
şeklinde geçen mahallede onun adını taşıyan bir
A
A
n
s
i
h
k
i
l
mescid, dergâh ve medrese mevcuttu. Günümüzde Mader-i Mevlana veya Aktekke olarak bilinen
Karaman Mevlevihanesi, başlangıçta İbn Kalemşah tarafından Ahi Tekkesi olarak yaptırılmış ve
adına “Kalemî Zaviyesi” denmişti. Daha sonra
bazı ilaveler yapılarak mevlevihaneye dönüştürülmüştü. Bununla birlikte XVI. yüzyıl başlarında
bile Kalemi Zaviyesi ayakta idi. Harap hale geldiğinden vakıfları 1530’da Piri Halife Camii’ne bağlanmıştı.
KAYNAKÇA:
Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, (çev. Tahsin Yazıcı), II, İstanbul 1973, 336-337; İbn Battûta, Seyahatnâme, (çev: A. Sait Aykut ), İstanbul 2004, s. 412-413; Fatih Devrinde Karaman Eyaleti
Vakıfları Fihristi, (haz. Feridun Nâfiz Uzluk), Ankara 1958, s. 31;
888/1483 Tarihli Karaman Eyaleti Vakıf Tahrir Defteri, haz. Fahri Coşkun, İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk İktisat Tarihi Anabilim Dalı Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1996, s. 8384; 387 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Karaman ve Rûm Defteri
(937/1530), Tıpkı Basım, I, Ankara 1996, s. 109, s. 120; İbrahim
Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitâbeleri ile Karaman Tarihi, Ermenek ve Mut Âbideleri, İstanbul 1967, s. 229-254.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
İBN KALEMŞAH DERGÂHI
Konya’da İbn Kalemşah olarak da bilinen Kalemşahoğlu Ahi Taceddin tarafından XIII. yüzyıl
sonlarında yaptırıldı. İbn Battûta, Konya’nın en
büyük Ahi Tekkesi olduğunu ifade ettiği bu tesiste misafir edilmişti. Konya Kadısı İbn Kalemşah, aynı zamanda Ahi ileri gelenlerinden olup
bu dergâhın postnişinliğini yapıyordu. Büyük bir
yapı olmasına rağmen Osmanlı arşiv belgelerinde
adı nedense tekke veya zaviye olarak geçmemektedir. Mabet bölümü olan Kadı Kalemşah Mahallesi
Mescidi, Gazialemşah Mahallesi Mescidi olarak
günümüzde de ayaktadır. Sonradan ihdas edildiği sanılan Kalemşah Medresesi de aynı yapının
bir parçası olarak XX. yüzyıl başlarına kadar gelmiştir. Kubbeli İbn Kalemşah Dergâhı medreseyle
birlikte Cumhuriyet’in ilk yıllarında metrûk hale
gelmiş ve yıkılmıştır.
KAYNAKÇA:
İbn Battuta, Seyahatname, (çev. A. Sait Aykut), İstanbul 2004,
s. 412-413, s. 412-413; İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri ve
Kitabeleri ile Konya Tarihi, Konya 1964, s. 360-361; Mehmet Önder, Mevlâna Şehri Konya, Ankara 1971, s. 154.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
İBRÂHİM
Ahilikte sütçülerin ve dülgerler / marangozların
piri olarak kabul edilir. MÖ XVII. ve XX. yüzyıl
arasında yaşadığı tahmin edilmektedir. Kur’an’da
kendinden sıkça söz edilen büyük peygamberlerdendir. Kitab-ı Mukaddes’te Suriye’nin kuzeyinde bulunan Keldanilerin Ur şehrinde doğduğu
belirtilmektedir (Tekvin, 11 / 28). Bazı rivayetlerde ise onun Babil medeniyetinin kurulduğu
Irak’ta yaşadığı zikredilmektedir.
Hz. İbrahim’in babası Azer’dir. Kendisine peygamberlik verildikten sonra putperestlikle, özellikle ilahlık taslayan Nemrut’la mücadele etti.
Yaşadığı toprakları terk ederek Kenan diyarına
yerleşti. Hacer isimli eşinden İsmail, Sare’den de
İshak dünyaya geldi. Eşi Hacer ile oğlu İsmail’i
Mekke’ye götürmüş ve orada Kâbe’yi inşa etmiştir.
Hz. İbrahim’in öne çıkan vasıflarından biri misafirperverliğidir. Nitekim günümüzde sıkça kullanılan “Halil İbrâhim bereketi”, “Halil İbrâhim
sofrası” gibi tabirler onun cömertliğinin birer
işaretidir.
KAYNAKÇA:
Fütüvvetname-i Ca’fer Sâdık, (haz. M. Saffet Sarıkaya), İstanbul
2008, s. 239; Muallim Cevdet, İslam Fütüvveti ve Türk Ahiliği:
İbn Battuta’ya Zeyl, (çev. Cezair Yarar), İstanbul 2008, s. 338; İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, İstanbul 2004, s. 211, 214-215,
223, 228; Cağfer Karadaş, Hidayet Rehberleri Peygamberler,
Bursa 2013, s. 70-73; Mustafa Baktır, “Kur’an’da Tanıtılan Model
Şahsiyet Hz. İbrâhim (a.s.)”, I. Hz. İbrâhim Sempozyumu Bildirileri 17-18 Ekim 1997, Şanlıurfa 2007, s. 66-67, 73; Ali İhsan Yitik,
“Paylaşılamayan Ata: Hz. İbrâhim”, Bütün Yönleriyle Yahudilik
Sempozyumu 18-19 Şubat 2012, Dinler Tarihi Araştırmaları VIII,
Ankara 2012, s. 545, 547; Ömer Faruk Harman, “İbrâhim”, DİA,
XXI, Ankara 2000, s. 267.
Ahmet TÜRKAN
İBRÂHİM b. EDHEM
(ö. 161 / 778 [?])
Fütüvvet ehli tavırlarıyla tanınan, Ebû İshâk
İbrâhîm b. Edhem b. Mansûr Horasan’ın Belh
şehrinde doğdu. Anne ve babasının hac için
Mekke’de bulunduğu sırada orada doğduğunu
söyleyenler de vardır. Ailesi Arap kabilelerinden
Benî İcl’e veya Temîm’e mensuptur. Hakkında
kaynakların verdiği bilgiler çelişkilidir. Genç
yaşta zühd yoluna girmeye karar verinceye kadar Horasan’da yaşadığı anlaşılmaktadır. Mem-
19
A
A
20
n
s
i
h
k
leketinden ayrılmadan önce birçok hizmetçisi
bulunan zengin ve itibarlı bir ailenin çocuğu olduğuna dair kayıtlar, Belh hükümdarı veya hükümdarın oğlu ya da torunu olduğu şeklindeki
rivayetlerden daha doğru görünmektedir. Sahip
bulunduğu bütün dünya nimetlerinden vazgeçip
zühd yolunu seçmesi sebebiyle destanlaştırılan
hayatına dair bilgiler arasında önemli farklılıklar
görüldüğü gibi tarihî kimliğiyle menkıbelerde anlatılan şahsiyeti arasında da ciddi uyumsuzluklar gözlenmektedir.
Kaynaklarda İbrâhim b. Edhem’in zühd yoluna
girmesine sebep olan menkıbevî bazı olaylardan
söz edilmekte olup bunların en meşhuru, hizmetçisi İbrâhim b. Beşşâr’ın bizzat kendisinden
dinleyip naklettiği hadisedir. Buna göre İbrâhim
b. Edhem gençlik çağında avlanırken iki defa,
“Sen bunun için mi yaratıldın, bunu yapmakla
mı emrolundun?” şeklinde gaipten bir ses duymuş, aynı sesi üçüncü defa atının sırtındaki eyerin kaşından da işitmesi üzerine bütün malını
mülkünü terkedip zühd yoluna girmeye karar
vermiş, Abdullah b. Mübârek’in de aralarında
bulunduğu altmış kadar ilim yolcusu gençle birlikte Mekke’ye doğru yola koyulmuştur. Başlangıçta, sahip olduğu geniş imkânları geride bırakıp vatanından ayrılmak kendisine ağır gelmişse
de bir daha geri dönmemek için nefsine karşı
çetin bir mücadele vermiş ve kararında sebat etmeyi başarmıştır. Bu sıradaki ruh halini, “Birçok
acı çektim, ancak vatanımdan ayrılmak kadar
ağır geleni olmadı; nefsime karşı en şiddetli kavgayı vatan hasreti hususunda verdim” şeklinde
dile getirmiştir.
Bir müddet sonra beraber yola çıktığı gruptan
ayrıldığı anlaşılan İbrâhim b. Edhem çölde tek
başına aylarca seyahat etmiş, menkıbeye göre
bu sırada tanımadığı bir kişi ona arkadaş olup
“ism-i a‘zam” duasını öğretmiştir. İbrâhim b.
Edhem bu duayı okuyunca Hızır’la buluşmuş,
Hızır ona ismi a‘zamı öğreten zâtın Dâvud adında bir kişi, diğer bir rivayete göre İlyas olduğunu bildirmiştir. Hücvîrî ise İbrâhim b. Edhem’e
ism-i a‘zamı bizzat Hızır’ın öğrettiğini söyler. İbn
Asâkir, İbrâhim b. Edhem’in Abbâsî ihtilâlcisi
Ebû Müslimi Horâsânî’den kaçtığı için vatanından ayrıldığını belirtmektedir. Bu bilgi doğruysa
Belh’ten 129 (747) yılı civarında ayrılmış olmalıdır.
Horasan’dan ayrıldıktan sonra Şam, Irak, Hicaz
ve Rum (Anadolu) bölgelerine seyahatler yapan
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
İbrâhim b. Edhem Mansûre (el-Masîsa), Sûr,
Kayseriye (o zamanki Şam bölgesinin sahil şehri), Humus, Askalân, Beyrut, Basra, Kûfe, Mekke, Medine, Kudüs, İskenderiye, Trablus, Antakya, Tarsus, Maraş gibi şehirleri dolaşıp bostan
bekçiliği, ırgatlık, değirmencilik gibi işler yaparak elinin emeğiyle geçinmeye çalışmıştır. Hayatının en az yirmi dört yılını geçirdiği Dımaşk’ta
hemşehrisi Şakık-i Belhî ile karşılaştığında ona
memleketinde bulamadığı huzuru Şam beldelerinde bulduğunu söylemiştir. Mekke’de iken
babasının vefat ettiğini haber alınca ülkesine giderek babasının vasiyeti üzerine malını gerekli
yerlere dağıttıktan sonra kendi payını da diğer
vârislere bırakıp tekrar Mekke’ye dönmüştür.
Bazı kaynaklara göre Belh’ten ayrılmadan önce
evlenmiş, bu evlilikten bir oğlu olmuştur; Ebû İshak künyesini bu sebeple almış olmalıdır. Ancak
anlaşıldığı kadarıyla daha sonra hiç evlenmemiş,
bununla birlikte evlenip çoluk çocuk sahibi olmanın kendi bulunduğu durumdan daha hayırlı
olduğunu da açıkça ifade etmiştir.
İbrâhim b. Edhem’in kara ve deniz seferlerine
katıldığı, Bizanslılar’a karşı yapılan son deniz
seferi esnasında ismi belirtilmeyen bir adada vefat ettiği kaydedilmektedir. Ölüm yılı için değişik
tarihler verilmekle birlikte kaynakların çoğu 161
(778) veya 162 (779) yılını zikretmektedir. Defnedildiği yerle ilgili olarak da Şam bölgesi, Askalân,
Bağdat, Bizans’a ait bir ada, Sûkîn veya Sûfenen
Kalesi, Mısır, Lût kavminin helâk edildiği mahal
gibi çeşitli yerler zikredilmektedir. Ancak onun,
kız kardeşinin oğlu şair İbn Künâse’nin ‘’garp
toprağındaki mezar’’ diye tanıttığı kabrinin Şam
bölgesinde sahile yakın bir yerde bulunduğu kabul edilmektedir.
İbrâhim b. Edhem, İskenderiye’de Eslem b. Yezîd
el-Cühenî’yi ziyaret ederek onun sohbetinde bulunmuş, Mekke’de Süfyân es-Sevrî ve Fudayl b.
İyâz’la tanışıp kendileriyle dost olmuştur. Ayrıca
Sevrî ve Evzâî ile zaman zaman mektuplaştığı
anlaşılmaktadır. Bu arada Ebû Hanîfe ile de buluşmuş ve aralarında dostluk meydana gelmiştir. Hücvîrî, İbrâhim b. Edhem’in zâhir ilmini
Ebû Hanîfe’den öğrendiğini söyler. Ebû Osman
el-Esved, Süleyman el-Havvâs, Ebû Abdullah
el-Kalânisî, Şakıki Belhî, Huzeyfe el-Mar‘aşî de
İbrâhim b. Edhem’in en yakın arkadaşlarındandır. Onun sohbet meclislerinde yetişenlerden bazıları şunlardır: Ebû İshak el-Fezârî, Ali Bekkâr,
Muhalled b. Hüseyin, Ebû Yûsuf el-Gasûlî,
A
A
n
s
i
h
k
i
l
İbrâhim b. Beşşâr, Ebû İshak İbrâhim el-Herevî.
Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiînden hadis rivayet eden
İbrâhim b. Edhem’in bazı hadisleri mürsel olmakla birlikte kendisinin sika olduğu belirtilmektedir. Ebû İshak es-Sebîî, Ebû Hâzim,
Katâde b. Diâme, Mâlik b. Dînâr, Muhammed
b. Ziyâd el-Cumahî, Ebân b. Yezîd, A‘meş, Ebû
Hanîfe, Muhammed b. Aclân, Mûsâ b. Ukbe,
Evzâî, Süfyân es-Sevrî, Şakıki Belhî, Şu‘be b.
Haccâc ve babası Edhem b. Mansûr’dan hadis
almış, kendisinden de hizmetçisi İbrâhim b.
Beşşâr, Süfyân es-Sevrî, Şakık-i Belhî, Ebû İshak
el-Fezârî rivayette bulunmuştur. Hadis toplama
yolunu seçmediği için az hadis rivayet etmiştir.
Onun hadis toplama işine fazla rağbet etmemesinin çeşitli sebepleri vardır. Bunların başında,
hadis toplamakla meşgul olurken ameli ihmal
etme endişesinin geldiği söylenir. Nitekim kendisine, “Dinini korumak için ibadetin yanı sıra
ilmi de ihmal etme” diyen Ebû Hanîfe’ye, “Sen de
ilminle amel etmeyi ve ibadetle meşgul olmayı ihmal etme” diye cevap verdiği rivayet edilir. Süfyân
es-Sevrî, İbrâhim b. Edhem’i hadis toplamadığı
için tenkit etmeye kalkışınca ona, “Sen kendini
‘haddesenâ, haddesenâ’ ile meşhur ettin” diyerek
karşılık vermesi hadis toplamaktan aynı zamanda riyâ korkusuyla kaçındığını gösterir.
İbrâhim b. Edhem kurduğu sohbet meclislerinde dostlarına nasihat etmiş, uzakta bulunanların sorularına cevap yazmıştır. Öğütlerinde helâl
kazancın önemini vurgulaması dikkati çeker.
Duasının kabul edilmesi için ne yapması gerektiğini soran birine helâl yemesini tavsiye eden
İbrâhim b. Edhem, helâl kazançla çoluk çocuğun
nafakasını sağlamayı yiğitlerin işi olarak görür.
Ona göre en mükemmel zâhid kalbi en temiz, en
samimi olan ve en fazla cömertlik yapan kişidir.
Fütüvvet ehlinin tavrı olan halkın dertleriyle ilgilenerek vaktini geçirmesi ve cömertliği sebebiyle
İbrahim b. Edhem akranından üstün sayılmış;
Ebû Hanîfe, Süfyân es-Sevrî ve Şakıki Belhî gibi
önemli zatlar tarafından övgüyle anılmıştır
Gecelerini genellikle tefekkürle geçirip çok az
uyuduğu, gündüzleri ise sürekli oruç tuttuğu belirtilen İbrâhim b. Edhem zühdü farz, nâfile ve
selâmet olmak üzere üç kısma ayırır. Haramdan
kaçınma şeklindeki zühd farz, helâlinden olsa
bile az ile yetinme şeklindeki zühd nâfiledir.
Selâmet olan zühd ise şüpheli şeylerden uzak
durmaktır. İbrâhim b. Edhem’in zaman zaman
dağa çekilerek Allah ile ünsiyet kurmaya çalıştığı
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
görülmekle birlikte onun zühd hayatında kendini halktan tecrit etmek gibi bir anlayışı yoktur.
İnsanlara ulemâ meclislerine devam etmelerini,
namazı cemaatle kılmalarını, hacca gitmelerini,
cihada katılmalarını, fakat nefsin hevâsına karşı
koymayı da ihmal etmemelerini tavsiye etmiştir.
Cüneydi Bağdâdî İbrahim b. Edhem için, ‘’Bu
yolun bilgilerinin anahtarı İbrâhim’in elindedir’’
ifadesini kullanır. Kelâbâzî de onu, gaipten gelen
bir sesle uyarıldığı için “murad” vasfına sahip
olan sûfîlerden, yani Hakk’ın cezbe kuvvetiyle
kendine çektiği ve içindeki halleri müşahede ettirdiği kimselerden saymakta; bu tür bir cezbeye
tutulanlara önce kendi iç hallerinin gösterildiğini, ardından nefis ve maldan uzaklaştırıldıklarını belirtmektedir. Hücvîrî’ye göre İbrâhim b.
Edhem Hızır tarafından yetiştirilmiştir. Mevlana
Celâleddin-i Rumî de onu “manalar denizinin yüzücüleri” olarak nitelendirdiği Bâyezid-i Bistâmî,
Cüneyd-i Bağdâdî gibi sûfîlerle birlikte anar ve
Ebû Hanîfe’ye uyanların din yolunu kesen eşkıyanın şerrinden, bu sûfîlere uyanların ise hilekâr
nefsin tuzaklarından kurtulduğunu söyler.
Muahhar kaynaklarda İbrâhim b. Edhem’e nisbet edilen, ancak babasının adıyla anılan Edhemiyye diye bir tarikattan söz edilmektedir. Ayrıca
kendisi Çiştiyye tarikatı silsilesinde de yer alır;
silsileye göre İbrâhim b. Edhem, Fudayl b. İyâz’ın
halifesi, Huzeyfe el-Mar‘aşî’nin de mürşididir.
Ebû Nuaym, İbrâhim b. Edhem’in her cuma günü
sabah ve akşam on defa okuduğu, “Merhaben
biyevmi’l-mezîd ve’s-subhi’l-cedîd” diye başlayan
evrâdını kaydetmiş, Kâbe’yi ziyareti sırasında terennüm ettiği, “Hecertü’l-halka turran fî hevâkâ”
sözleriyle başlayan altı beyitlik münâcâtı yayımlamıştır. Onun genellikle tergıb ve terhîbe dair
merfû ve mevkuf rivayetlerinden elli bir tanesi
Ebû Abdullah İbn Mende tarafından bir araya
getirilmiş ve Mecdî es-Seyyid İbrâhim tarafından
neşredilmiştir.
KAYNAKÇA:
Muhammed b. Hibbân, Meşâhîrü ʻulemâ’i’l-emsâr, (yay. M.
Fleischhammer), Wiesbaden 1959, s. 183; Ebû Nasr Abdullah
es-Serrâc, el-Lüma’, 1960, s. 219, 236, 260; Muhammed b. İbrahim Kelâbâzî, Kitâbü’t-Ta’arruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf, Kahire
1960, s. 37, 168; Ebû Tâlib el-Mekkî, Kutü’l-kulûb, I, Kahire 1310,
s. 250, 266; Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Tabakatu’s-sûfiyye,
Kahire 1986, s. 27-38; Ebû Nuaym el-Isfahânî, Hilyetü’l-evliyâ
ve tabakatü’l-asfiya, Kahire 1979, VII, 367-395; VIII, 3-58, 70;
Abdülkerîm el-Kuşeyrî, er-Risâle, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1981, s. 112-113; Ali b. Osman Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb
(çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982, s. 200-203; Ali b. Hasan
b. Asâkir, Târîhu Medîneti Dımaşk, Amman, ts., II, 370-408; Abdurrahman İbnü’l-Cevzî, el-Kussâs ve’l-müzekkirîn, (yay. Ebû
Hâcir Muhammed Zağlûl), Beyrut 1986, s. 68-69; Ferîdüddin
21
A
A
n
s
i
h
k
Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1991,
s. 142-165; Ahmed b. Aybek ed-Dimyâtî, el-Müstefâd min Zeyli
Târîhi Bağdâd (yay. M. Mevlûd Halef), Beyrut 1406/1986, s. 132134; Ahmed Eflâkı, Menâkıbü’l-’ârifîn (çev. Tahsin Yazıcı), Ankara 1995, I, 220, 471-472; Hocazâde Ahmed Hilmi, Hadîkatü’levliyâdan Silsile-i Meşâyih-i Kadiriyye, İstanbul 1318, s. 116-122;
Ebü’l-Alâ el-Afîfî, et-Tasavvuf: Sevretün rû-hiyye fi’l-İslâm,
İskenderiye 1963, s. 74, 82, 92, 215, 273; Ali Sâmî en-Neşşâr,
Neş’etü’l-fikri’l-felsefî fi’l-İslâm, Kahire 1978, III, 407-430; E.
Dermenghem, Vies des saints musulmans, Paris 1981, s. 17-49;
Gulâm Ali Âryâ, Tarîka-i Çiştiyye der Hind ve Pâkistân, Tahran
1365, s. 74.
Reşat ÖNGÖREN
İBRÂHİM b. ŞEYBAN
22
(ö. 330 / 941)
Fütüvvet ehli bir sûfî olan Ebû İshâk İbrahim
b. Şeybân el-Kirmanşâhî Batı İran’ın Cibâl bölgesinde bulunan Kirmanşah’ta (Kırmîsîn) doğdu. Kirmanşahî nisbesiyle anılmakla birlikte
daha çok Şeyhü’l-cibâl olarak bilinir. Öncelikle
dinî ilimleri tahsil etmiş; Ali b. Hasan b. Ebü’lAnberî, Ebû Kılâbe er-Rekkâşî ve Muhammed b.
Cehm es-Simmerî’den hadis öğrenmiştir. Daha
sonra tasavvufa yönelen İbrahim b. Şeyban, bu
sahadaki bilgi ve tecrübesini artırmak için Dinever, Şam, Mekke ve Medine gibi merkezleri
dolaşmıştır. Seyahatleri sırasında Ebû Abdullah
el-Mağribî’ye müridi olmuş ve otuz yıl onun hizmetinde bulunmuştur. Bu arada Ebû Abdullah
el-Mağrîbî’nin önde gelen halifelerinden meşhur
sûfî İbrahim el-Havvâs’tan da istifade etmiştir.
Şeyhinin ölümünden sonra da Kırmîsin’den ayrılmayıp orada kalmış ve vefatına kadar irşâd
faaliyetlerine devam etmiştir.
İbrahim b. Şeyban’ın dindâr ve sûfî bir aile ortamında yetişmiş olduğu anlaşılmaktadır. Zîrâ babası Şeybân’ın ona ilk öğüdü; “Zâhirin âdâbına
riâyet edebilmek için ilim öğren, bâtının âdâbını
gözetmek için de takvâya yönel. Sakın hiçbir şey
seni Allah’tan alıkoymasın. Zira bir kere Allah’tan
yüz çeviren kolay kolay O’na yönelemez” şeklindedir. Böyle bir söyleme sahip olmak ileri düzeyde bir din ve tasavvuf kültürüne sahip olmayı
gerektirir. Veraın helâl yemekten ve hiç bir ayrım
gözetmeksizin bütün insanlara hizmet etmekten
ibâret olduğunu babasından öğrendiğini söyleyen
İbrahim, bu beyânıyla babasının bütün insanlara
hizmeti benimseyen fütüvvet ehli büyük bir sûfî
olduğuna işâret etmiştir.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
İbrahim b. Şeyban’ın 337 / 948 yılında vefat ettiğini söyleyenler varsa da kaynakların çoğunda
330 / 941’de öldüğü bildirilmektedir. Onun vefatından sonra da bölge halkı tarafından saygı ile
anılan iyi yetişmiş âlim, ârif ve fütüvvet ehli bir
sûfî olduğu belirtilmektedir.
İbrahim b. Şeybân hayatı boyunca sahte mutasavvıflara karşı kesin bir tavır ortaya koymuş,
onları eleştirmiş ve halkı onlara karşı uyarmıştır. Dinî yaşantıda titiz davranmayı ziyâdesiyle
önemseyen İbrahim b. Şeyban dînî konulardaki hassâsiyetinin bir ifadesi olarak ruhsatlarla
amel etmenin tehlikesine dikkat çekmiş, kitap
ve sünnete sıkı sıkıya bağlanmayı her vesileyle
hatırlatmıştır. Ayrıca tevazuun iç temizliği ile gerçekleşebileceği, kibrin ise bâtındaki bulanıklıktan kaynaklanabileceği görüşünü dile getirmiştir.
Sûfînin yaşadığı her anı ilâhî rızâya uygun bir
biçimde geçirmesi gerektiği görüşünde olan İbrahim b. Şeybân, fütüvvet anlayışının her durumda
başkalarının ihtiyaç ve taleplerini kendi ihtiyaç
ve isteklerinin önüne geçirme ilkesini, yani îsârı
dostluk ve arkadaşlığın esası olarak görür. Bu
anlayış onun fütüvvet ahlâkını benimsediğini ve
savunduğunu açıkça göstermektedir. Yine onun
bu anlayışının bir tezahürü olarak sohbetine katılan kimselerin kibir ve benlik ima eden “Benim
ayakkabım, benim ibriğim” gibi ifadeler kullanmalarını hoş görmediği, bunun yerine “Bizim
ayakkabımız, bizim ibriğimiz” şeklinde ortaklık
ifade eden cümleler kullanmalarını tavsiye ettiği belirtilmektedir. Yine onun yaptığı iyiliği başa
kakanları sefil kişiler olarak tanımladığı ifade
edilmektedir.
KAYNAKÇA:
Serrâc, el-Lum’a s. 232-234, 233, 244, 253, 336, 405; Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Tabakā,t (yay. Nureddin Şerîbe), Kahire 1986,
s.402-405; Ebû Nuaym el-Isfahânî, Hilyetü’l-evliya ve tabakâtü’lasfiyâ, X, Kahire 1979, s. 361; Abdülkerîm el-Kuşeyrî, Risâle,
(çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1981, s.128, 223, 243, 248, 410;
Ali b. Osman el-Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982, s. 250, 370; Abdullah Herevî, Tabakât, s. 477;
Sem’ânî, el-Ensâb, IV, 479; Feridüddin Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ,
(çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 2005, s. 641, 642, 643; Zehebî,
Siyeru a‘lâmu’n-nubelâ, XV, 392, 394; aynı yazar, el-İber, Beyrut,
II, (yay. Muhammed es-Saîd Besyûnî), s.53; Safedî, el-Vâfî, VI,
20; İbnKesîr, el-Bidâye, XV, 237; Abdurrahman Câmi, Nefehât,
(yay. Süleyman Uludağ, Mustafa Kara), İstanbul 1995, s. 360;
Şa’rânî, et-Tabakât, Beyrut 1994, s. 162; Münâvî, el-Kevâkib,
I, (yay. Abdülhamid Sâlih Himdân), s. 503-505; İbnü’l-İmâd,
Şezerât, II, 344-345; Nebhânî, Kerâmâtü’l-evliyâ, I, 391; Bedran,
Tehzîbü’t-Tarîh-i Dımeşk, II, 221.
Erhan YETİK
A
A
n
s
i
h
k
i
l
İBRÂHİMİYE MEDRESESİ
Şanlıurfa şehir merkezinde, Debbakhane mahallesinde Dabbakhane Camii avlusunun kuzey
tarafında yer aldığı için Dabbakhane Medresesi
olarak da bilinmektedir. Medresenin cami avlusu kapısında bulunan Arapça kitâbesinde 1136
(1723) yılında Hacı Kasımoğlu Hacı İbrahim
Efendi tarafından yaptırıldığı anlaşılmaktadır.
Medreseye, Hacı İbrahim Efendi 1139 (1726-27)
tarihinde vakfiye hazırlamış, 1142 (1729) tarihinde ise vakfiyeye zeyl eklenmiştir.
Vakfiyeye göre, Dabbakhane Camii’nin kuzeyinde
bulunan binaların yıkılarak arsasına bir medrese bina ettirilmiştir. Avlusunun batı tarafında,
üst katta bir kubbeli dershane, altında bir oda
ve bir eyvan, eyvanın bitişiğinde iki oda ve önlerinde bir havuz, kıble tarafında ise yedi adet oda
ve bunların devamında iki tuvalet, bu bölümün
üst katında da bir daru’l kurrrâ yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Vakfiye şartlarına göre, Hacı İbrahim Efendi’nin oğlu Mehmed Fazlı Efendi günlük
on akçeyle vakfın mütevellisi olup, daha sonraki
mütevellilerin de kendi neslinden olmasını, müderrislik görevi için varsa kendi neslinden ehil
birinin olmasını, yoksa âlim ve faziletli bir kişinin gece gündüz dershanede kalmak kaydıyla görevlendirmesini şart koşmuştur.
Eyvanlı, açık avlulu tipte olan İbrahimiye medresesi, kesme taşlardan iki katlı olarak inşâ edilmiştir. Halen mevcut olan Şanlıurfa medreseleri içinde iki katlı tek örnektir. Medreseye güney
cephesindeki yuvarlak kemerli ana kapıdan girilip beşik tonozlu bir koridorla avluya ulaşılır. Giriş koridorunun batısında çapraz tonozla örtülü,
zemini avlu zemininden 0.30 metre kadar yüksek bir eyvan yer almaktadır. Eyvanın batısında,
girişi eyvanın içinden olan çapraz tonozlu odanın
güney cepheye bir penceresi bulunmaktadır. Bu
odanın bitişiğindeki, medrese avlusunun batısında bulunan, birer kapı ve pencere ile avluya
açılan çapraz tonozlu iki oda, günümüzde tuvalet ve banyo olarak düzenlenmiştir. Medreseye
giriş koridorunun doğusundaki ocaklı ve çapraz
tonozlu oda, medresenin mutfağıdır. Kuzey tarafında bulunan pencere şeklindeki kemer açıklığı
sonradan kapatılmıştır. Mutfağın doğusundaki iki oda ve bir geniş salon yenidir. Bânî Hacı
İbrahim Efendi’nin vakfiyesinde bahsettiği yedi
oda, iki tuvalet ve üzerindeki dâru’l kurrâ olarak yapılan büyük odanın bu yapıların yerinde
olduğu anlaşılmaktadır. Bugünkü büyük salonun
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
kuzey doğusunda, eski yapıdan kalan bir oda
daha vardır ki medresenin doğu hududunu da
belirleyen yaklaşık 2.00 x 2.50 m boyutlarındaki
beşik tonozlu bu oda, bu bölümde bugün mevcut olmayan yapılar hakkında da fikir vermektedir. Doğudaki bir yapı ile batı taraftaki odalar
arasında kalan medrese avlusu 28.70 m olup,
doğu batı yönünde medresenin toplam cephesi
yaklaşık 35.00 m’dir. Avlunun kuzey batı köşesinde bulunan merdivenlerden medresenin üst
katına çıkılmaktadır. Merdiven başında yer alan
güney kuzey yönünde 4.45 x 5.00 m ölçülerindeki dikdörtgen planlı büyükçe oda yenidir. Bu
odanın içinden, güney batı köşesindeki kubbeli
dershaneye geçilmektedir. Dershane girişinin iç
tarafında derince bir kemer vardır. Kubbeye geçişlerin pandantiflerle sağlandığı dershane, ikisi
güneyde ikisi batıda, birisi doğuda, birisi de kuzeydeki odaya açılan altı pencere ile aydınlatılmıştır. Dershanenin içinden, doğusundaki diğer
kubbeli mekâna geçilmektedir. Güney ve kuzey
taraflarındaki iki küçük pencereyle aydınlatılmış
olan 3.40 x 3.30 m ebadındaki kare planlı bu oda
medresenin kütüphanesidir.
İbrahimiye (Dabbakhane) Medresesi’nde talebelere ayrılan odaların her birinde ihtiyaç halinde
iki kişi kalacak ve bunların masrafları için de
günde dörder akça ücret verilecektir. Talebeler
tercihen şehir dışından, yoksa şehirden kabiliyetli ve bekâr olanlardan alınacaktır. Bunlar
23
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
nü dolaştığı ve yine Mısır’a döndüğü; bazılarında
ise Babil’de doğup büyüdüğü, çocukluk yıllarında Hz. Şit’in ilmini öğrendiği ve büyüyünce peygamber olarak görevlendirildiği yazılmaktadır.
Kendisine ilahi bilgileri ihtiva eden otuz sayfa /
suhuf indirilmiştir.
Hz. İdris’in çok sayıda talebesinin bulunduğu ve
onun yeryüzünde yazı yazan, demiri keşfedip ondan aletler yapan, ziraatı geliştiren, deri ve kumaşlardan elbise dikip giyen, yıldızlar ve hesap
ilmiyle uğraşan ilk kişi olduğu belirtilmektedir.
KAYNAKÇA:
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, I, Beyrut 1987, s. 51-52; İbn Kesîr,
el-Bidâye ve’n-nihâye, I, Cize 1997, s. 234-236; Muallim Cevdet,
İslam Fütüvveti ve Türk Ahîliği: İbn Battûta’ya Zeyl, (çev. Cezair
Yarar), İstanbul 2008, s. 338; Cemal Anadol, Türk-İslam Medeniyetinde Ahîlik Kültürü ve Fütüvvetnâmeler, Ankara 2001, s. 103106; İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, İstanbul 2004, s. 103-109;
M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, I, İstanbul 2005, s. 79-84;
Cağfer Karadaş, Hidayet Rehberleri Peygamberler, Bursa 2013,
s. 55-56; Ömer Faruk Harman, “İdrîs”, DİA, XXI, Ankara 2000,
s. 478-480.
gece gündüz dersle meşgul olup, medreseye giriş çıkışları vakıf mütevellisinin bilgisi ve izni
dâhilinde olacaktır. İbrahimiye Medresesinde
1317 (1899) yılında on üç, 1319 (1901) yılında
on iki, 1321 (1903) yılında da on dört öğrencinin
örgenim gördüğü ve bu yıllarda Hacı Ramazan
Efendi’nin burada müderris olduğu belirtilmektedir. Şair Rahmi (1875-1930) bu medresede
Hacı Ramazan Efendi’den(1826-1888) edebiyat
ve Farsça öğrenimi görmüş, 1901’de medreseyi
bitirdikten sonra 1907’de Sakıbiye Medresesi’ne
müderris olmuştur.
KAYNAKÇA:
VGMA, nr. 605, s. 201; nr. 2150, s. 2; A. Cihat Kürkçüoğlu,
Şanlıurfa ili Camileri, Ankara, 2013; Mahmut Karakaş, Şanlıurfa
il ve İlçelerinde Kitabeler, Ankara 2001; Kemal Kapaklı, Halep
Vilayet Salnamesi Urfa Sancağı (1303/1326), Ankara 2013; M.
Emin Üner, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Urfa Tarihi, Ankara 2009.
Mehmet KURTOĞLU
İDRİS
24
Hz. Adem’den sonra Kur’an’da adı geçen peygamberlerin ikincisi olup, Ahilikte terzi ve yazıcıların piri olarak kabul edilir. Müfessirlerin çoğuna
göre, Hz. Nuh’un babasının dedesidir. Soy kütüğü, İdris / Ahnuh b. Yâred b. Mehlâil b. Kaynân b.
Anûş b. Şit şeklinde verilmektedir.
Bazı kaynaklarda Hz. İdris’in Eski Mısır’ın başkenti Menuf’ta doğduğu, kral manasına gelen
“Hermes” adını taşıdığı, Mısır’dan çıkıp yeryüzü-
Mehdin ÇİFTÇİ
İĞDİŞ
İğdiş sözü eski Türkçede “beslemek, yetiştirmek,
terbiye etmek” anlamındaki “igid“ filinden yapılmış bir isim olarak “beslenmiş, yetiştirilmiş,
terbiye edilmiş” demektir. Kelime Anadolu ve
İran’da iki farklı manada kullanılmıştır. Farsçada
kelime “melez insan” veya “melez at” anlamındaki kelime köklerinden gelmektedir. İran’da Selçuklular ve İlhanlılar döneminde “melez insan”
anlamında kullanılmıştır. XII. yüzyılın ilk çeyreğinde eserini yazan İbn İsfendiyar “ikdiş” kelimesini “yikdiş” şeklinde almış ve buna “melez
atlar” anlamı vermiştir. Reşidüddin Fazlullah ise
“yikdiş”i babası Türk, anası yerli kadın olanlar
şeklinde açıklamıştır.
Türk dünyasında ilk defa Yusuf Has Hâcib tarafından 462 (1069-1070) yılında yazılan Kutadgu
Bilig’de İğdiş adı birkaç yerde geçer. Bu eserde
İğdiş sözü “terbiye edilmiş adam” manasında
kullanılmıştır. Kutadgu Bilig’de bir de iğdişci
sözü geçmektedir. Hatta eserde bunlara bir bölüm ayrılmıştır. İğdişçiler kelimesi “hayvan yetiştiricileri” şeklinde açıklamıştır. Burada iğdişci muhtemelen koyun ve deve gibi hayvanları ve
özellikle atları terbiye eden kimseye denilmiş gibi
görünüyor.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Karahanlılar döneminde (840-1212) “iğdiş” şehir halkının ve ordunun yiyecek ve mal ihtiyacını
sağlamaktan sorumlu sosyal bir gruba verilen
isim olmuştur. Bu suretle İğdişler, süt, yün, yağ,
yoğurt, peynir ve kımız gibi temel yiyecekler ile
yaygı ve keçe gibi ev eşyalarını üretir veya temin
ederdi. XII. yüzyılın sonlarından itibaren Anadolu Selçuklularında da görülen iğdişler, çoğul
şekliyle Farsça kaynaklarda “igdişân”, Arapça
kaynaklarda da “egâdişe” şeklinde geçmektedir. Başlarındaki reislere de “iğdiş başı”, “emîr-i
igdişân” veya “emîrü’l-egâdişe” denmiştir. İğdişler, vergi yazmak, vergi toplamak gibi mali işlerle
de görevli idiler. Selçuklu sultanları tarafından,
devlet içinde resmî bir görevleri olup olmamasına bakılmaksızın iğdişler gibi sosyal zümreler
her zaman itibarlı tutulmuşlardı. Bazan onların
otoritelerinden zaman zaman faydalanmışlardır.
Anadolu Selçuklu kaynaklarında iğdişlerin hüviyeti, menşeleri ve görevleri hakkında ayrıntılı bilgi yoksa da onlar Anadolu Selçuklu şehir toplumunun dayandığı dört unsurdan biri idi. Anadolu
Selçuklu sultanlarının tahta çıkma, biat, karşılama, uğurlama, kutlama ve taziye törenlerine sivil
ve asker bütün devlet erkânının yanı sıra Ahîlerle
birlikte İğdişler de katıldılar. I. İzzüddin Keykavus (1211-1220) kardeşi Alâeddin Keykubad’ı
Ankara kalesine teslim olmaya mecbur ettikten
sonra onu saraydan çıkararak iğdişlerin birinin
evine naklettirip üzerine muhafız kişiler tayin etmişti. Daha sonra Alâeddin Keykubad’ın (12201237) tahta çıkarılması, Ahiler gibi İğdişleri de
çok sevindirdi. Dolayısıyla onlar bu tahta çıkarılma olayını Alâeddin Keykubad’ın sekiz yıl gibi
uzun bir süre hapiste tutulmasını bir mağduriyetin telafisi olarak değerlendirdiler. Bu hususta duydukları sevinci de Keykubad’ı karşılama,
uğurlama ve kutlama törenlerinde en etkili bir
şekilde gösterdiler. İğdişler bir başkanın emrinde kentlerde asayişi koruyacak bir milis güç de
oluştururlardı. Ayrıca kent savunmasına ve vergi
toplanmasına yardım ederlerdi.
Anadolu’da bu yüzyılda İğdiş deyimi, Müslümanlığı kabul etmiş yerlilerle Türk kadınlarının
evliliğinden doğan çocuklar için de kullanılırdı.
Müslümanlığı kabul etmiş yerli olan İğdiş, kentte yaşayan aristokratlar arasında sayılmaktadır.
İğdişler, askerî bir müfreze ve kentte düzeni
sağlayan polis gücü olarak görev yaptılar. Gerek
iğdişler gerekse iğdişbaşlarından halkın temsilcisi olarak Hıristiyan olanlara da rastlanmıştır.
Moğolların istilasında Kayseri’de iğdişbaşı Ha-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
cukoğlu adında bir Ermeni idi ve 1243’de şehri
Moğollara bu kişi teslim etmişti.
Şehirlerdeki esnafın temsilcisi olarak divanda
görev yapan iğdişbaşı kent yönetimindeki en aktif görevliydi. İğdişbaşı bu göreve bir takrir ile
başlardı. Kendisi halkın ileri gelenleri arasından seçilmiş olmakla birlikte, devlet memuru
niteliğindeydi. Bir “takrir-i iğdişan” örneğinde de
onların tüccarlar ve diğer şehirlilere vergi tarh
edip topladıkları yer almaktadır. Şehir halkının
en önde gelen temsilcisi olarak iğdişbaşının bu
görevi ne derece şehir halkının çıkarlarını düşünerek yerine getirdiği konusu fazla açık değildir.
Mevlana Celâleddin-i Rumî’nin yazdığı bir mektuptan ve XIII. yüzyılın sonlarına doğru düzenlenmiş bir resmî atama belgesinden iğdişin
görevinde daha çok bir devlet memuru gibi davrandığı ve bunun da halkın şikâyetine konu olduğu anlaşılmaktadır. Mektupta Mevlana muhibbi
Şemseddin adlı meşhur tüccardan ve onun akrabalarından Sivas iğdişbeyinin para istemekte
ve vergi toplamakta ileri gittiği belirtilmekte ve
sultandan yardım talep edilmektedir.
İğdişlerin sayıları XIII. yüzyılın sonlarına doğru
azalmış ve yaptıkları görevleri Ahiler üslenmiştir.
KAYNAKÇA:
İbn Bibi, Anadolu Selçuki Devleti Tarihi, (çev. M. Nuri Gençosman), Ankara 1941, s. 58, 208, 220; Muhammed b. Hasan b. İsfendiyar, Târîh-i Taberistân, II, (yay. Abbas İkbal Aştiyani, Tahran,
(trs) s. 123-124; Reşîdüddin Fazlullah, Târih-i Mübârek Gâzânî,
London 1940, s.358-359; Osman Turan, Türkiye Selçukluları
Hakkında Resmi Vesikalar, Ankara 1958, s. 178; Osman Turan,
Türk Cihan Hakimiyeti Mefküresi Tarihi, II, İstanbul 1969, s. 507509; Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi (12431453), I, İstanbul 1974, s. 22-24; Claude Cahen, Osmanlılardan
önce Anadolu, (çev. Erol Üyepazarcı), İstanbul 2000, s. 149-150;
Mevlana Celaleddin-i Rumi, Mevlananın Mektupları,(yay. Ahmed
Remzi Akyürek-M. F. Nafiz Uzluk), İstanbul 1937, s. 96; Faruk
Sümer, “Selçuklu Tarihinde İğdişler”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, sy. 35 (1985), s. 9-23; Tuncer Baykara, “Selçuklular
Devrinde İğdişlik ve Kurumu”, Belleten, LX/229(1997), s. 681693; Ali Ekber Dihudâ, Lugatnâme, II, Tahran 1372/1993, s. 2695.
Rıza KURTULUŞ
İHTİSÂB KANUNLARI
İhtisâb, Arapça’da hesap etmek, saymak, yeterli olmak anlamlarındaki hasb (hisâb) kökünden
türeyen bir kelimedir. İhtisâb masdarından olan
hisbe kelimesi ise genel ahlâkı ve kamu düzenini
koruma faaliyetlerini ve özellikle bununla görevli müesseseyi ifade eder. Osmanlılarda en genel
anlamıyla ihtisâb, eşya ve yiyecek maddeleri ile
25
A
A
26
n
s
i
h
k
hizmetlerin fiyatlarının tespit ve teftişi hususlarını
düzenleyen kanunlara denirdi. Bu bağlamda Fatih
Sultan Mehmed, İstanbul’u aldıktan sonra mal ve
hizmet fiyatlarında devletçe tespit edilen üst sınır
olan narh işlerinin tanzimi hususlarını teftiş etmişti. Esasında devletin mühim işlerinden biri,
narh fiyatlarını kontrol etmek, büyük şehirlerde
gıda ve zahireyi zamanında toplayıp iaşe buhranlarının önüne geçmekti.
Fiyat işlerinin düzenlenmesi hususunda yetkili kişiler genelde kadılardı. Kadının emrinde muhtesip yahut muhtesip ağası denilen bir görevli vardı.
Muhtesibin görevi, kadının verdiği kararları uygulamak ve çarşı ve pazardaki hayatın düzenini sağlamaktı. Kadıların narh yani fiyatları belirlemesi,
XIX. yüzyılın ikinci yarına kadar devam etti.
Mal ve eşya fiyatlarının tespiti, kadının başkanlığında ilgili esnafın yöneticisi ve temsilcisiyle birlikte yapılırdı. Bunu takiben özellikle büyük şehirler
için hükümdarlara mahsus kanun mecmuaları
tanzim edilirdi. Nitekim II. Bayezid döneminde
907 (1502) yılında İstanbul, Bursa ve Edirne’ye
ait ihtisâb kanunnâmelerinin tanzim edildiği dikkati çekiyor. En eski kanunnâmelerden olan bu
üç kanunnâmenin dikkati çeken özelliği, basit bir
narh defteri halinde sadece eşya isimlerini ve fiyatlarını sıralamayıp fiyatların her birinin hangi
usullerle nasıl tespit ve teftiş edildiğini vermesidir.
Ayrıca mal ve ürünlerin vasıfları, fiyat bakımından standart sayılabilecek bir esasa bağlanmıştır.
Daha sonra tanzim edilen Narh Defterleri’nden
oldukça farklı olan bu kanunların, esasları muhafaza edilmek şartıyla bilahare hem şekil ve usul
hem de bir kanunnâme olarak nümunelerinin
çıkarıldığı da görülmektedir. Bu bakımdan söz
konusu hususlar, bu üç ihtisâb kanunnâmesinin,
orijinal ve hâlis nümuneler olarak değerini bir kat
daha arttırmaktadır.
Sultan II. Bayezid’in emri ile 907 (1501) tarihinde başkent İstanbul, Bursa ve Edirne’ye mahsus
olmak üzere tanzim edilen ve Ömer Lütfi Barkan
tarafından yayımlanan bu kanunnâmeler, Topkapı
sarayı Revan Köşkü Kitapları arasında padişahlara mahsus 1935 nolu kanun mecmuasının içinde
yer almaktadır. Bu kanunnâmelerin muhtevaları
şöyledir.
Kanunnâme-i İhtisâb-ı İstanbul el-mahrûsa:
Halkın gıda ve ihtiyaç maddelerinin adlarını, icabı
halinde her ürünün türünü, fiyatlarını, kalitesini
maddeler halinde ve ayrıntılarıyla veren İstanbul
İhtisab Kanunnâmesi, yaklaşık 62 maddeden olu-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
şur. Bu maddeler sırasıyla halkın en temel gıda
ihtiyacının başında gelen etin muhtelif mevsimlerdeki fiyatını; İstanbul’un et ihtiyacı için alınmış
olan tedbirler ve celebkeşleri; ekmeğe ve ekmekçilere ait nizamlar ile ekmek fiyatlarının tespitini; taşradan İstanbul’a gelecek yiyecek fitalarına
konan narhın esaslarını; aşçı dükkânlarına ait
nizamları; kavaflara ait nizamlar ile imal edilen
muhtelif cins eşyaların çeşitleri ve fiyatlarını;
ayakkabıların dayanma sürelerini; muhtelif cins
deri ve kösele fiyatlarını; deri tüccarlarının kazançlarının hesabını; deri fiyatlarının yükselmemesi için alınan tedbirleri; fiyatların tespitinde
esas prensip ve kontrol meselesini; terziler ve
fazla ücret alan terzilere verilecek cezaları; marangoz ve duvarcıların ücretlerini; kumaşların
uzunluğu ve eni ile ilgili uyulacak prensipleri;
sarî hastalıklara karşı muhtesibin görevlerini;
narh tayininde dikkat edilecek hususları ve aylık
teftişler ilgili kanun maddelerini içine alır.
Kanunnâme-i İhtisâb-ı Bursa: Bursa ile ilgili
ihtisab kanunnâmesi, bu nevi kanunnamalerin
hangi maksatla ve hangi sebepten dolayı tanzim
edildiği ile başlar. Bunu takiben halkın en temel
gıda ihtiyacı olan ekmek fiyatlarinın tespiti; ekmek satışı esnasında tesadüf edilen yolsuzlukların çeşitleri; pide ve simit fiyatları; et fiyatları
İstanbul’a nazaran Bursa’daki et fiyatları, et satışlarındaki yolsuzluklar; meyve fiyatlarını yükseltmek için pazarcıların başvurdukları usulsüz hareketler ve pazarcıların şikâyeti; muhtelif
meyve çeşitlerinin isimleri ve fiyatları; pazardaki
malların fiyatlarının yükselmemesi için alınacak
tedbirler; sebzevatçılar ve pazarcılar arasındaki
ihtilaflar; helva çeşitleri, şerbet fiyatının tayin
edilme hususları; muhtelif kumaşların narhları;
elbise şekilleri gibi konularda uygulanacak kanun maddeleri yer alır.
Sûret-i Kanunnâme-i İhtisâb-ı Edirne: Edirne
ile ilgili ihtisâb kanunnâmesinin maddeleri, İstanbul ve Bursa ihtisâb kanunnnâmelerinin tanzimine benzer bir özellik gösterir. Bu bağlamda
kanun maddelerinde başta et fiyatları; hayvan
derilerinin türleri ve fiyatları; ayakkabı türleri ve
fiyatları; at eyerinin türleri ve fiyatları; ekmekçilerle ilgili nizamlar; aşçılar; mevsim meyveleri,
türleri ve bunlarla ilgili narhlar; helvacılar ve şerbetçiler; pamuk ve pamuk ürünleri; kuyumcular,
bakırcılar, mumcular, sabuncular gibi meslek
dallarıyla ilgili nizamlar ve prensipler yer alır.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
KAYNAKÇA:
Ömer Lütfi Barkan, “XV. Asrın Sonunda Bazı Büyük Şehirlerde
Eşya ve Yiyecek Fiyatlarının Tesbit ve Teftişi Hususların Tanzim
Eden Kanunlar I: Kanunnâme-i İhtisab-ı İstanbul el-mahrûsa”, Tarih Vesikaları, I/5 (Şubat1942), s. 326-340; Ömer Lütfi Barkan,
“XV. Asrın Sonunda Bazı Büyük Şehirlerde Eşya ve Yiyecek
Fiyatlarının Tesbit ve Teftişi Hususların Tanzim Eden Kanunlar
II: Kanunnâme-i İhtisab-ı Bursa”, Tarih Vesikaları, II/7 (Haziran
1942), s. 15-40; Ömer Lütfi Barkan, “XV. Asrın Sonunda Bazı
Büyük Şehirlerde Eşya ve Yiyecek Fiyatlarının Tesbit ve Teftişi Hususların Tanzim Eden Kanunlar III: Sûret-i Kanunnâme-i
İhtisab-ı Edirne”, Tarih Vesikaları, I/5 (İlkteşrin 1942), s. 168177; Kanunname-i İhtisabı Bursa, Ankara 1963 (Bu kanunname
aldukça eksik olarak yayınlanmıştır); Ziya Kazıcı, Osmanlılarda
İhtisâb Müessesesi, İstanbul 1987.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
malların idaresi ihtisab nazırı yerine muhtesibe
verildi. 1838 yılında baskılar sonucu bu vergiler
kısmen kaldırıldı. İhtisab teşkilatı 1854 yılında
kalkınca bu kurum tarafından toplanan vergiler
de kaldırıldı.
KAYNAKÇA:
Cengiz Kallek , “Hisbe”, DİA, XVIII, s.133 vd.; Hülya Taş,
“İhtisâb Mukâtaʻası Verilerinin Şehir Ekonomisi Açısından Anlamı: Ankara Örneği” UÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler
Dergisi, sy. 13, 2007/2, s. 412, 415; Suraiya, Faroqhi, Osmanlı’da
Kentler ve Kentliler, çev. Neyyir Kalaycıoğlu, İstanbul 1994, s.87;
İbrahim Erdoğdu, “Osmanlı İktisadi Düzeninde İhtisab Müessesesi ve Muhtesiblik Üzerine Bir Deneme”, OTAM, XI, Ankara 2000,
s. 142, 143.
İlhan ŞAHİN
İHTİSÂB RESMİ
İhtisâb, Arapça’da “hesap etmek, saymak, yeterli
olmak” anlamlarındaki hasb (hisâb) kökünden
türeyen bir terimdir. İhtisâbla ilgilenen kişi de
muhtesib (İhtisab Ağası)’dir. İhtisâbiye vergileri,
adından da anlaşılacağı gibi, başlangıçta İhtisab
Ağası adı verilen pazaryeri denetçilerine bir gelir
sağlaması için konmuş olmakla birlikte bazı hallerde saraya ait oldukları kabul edilmiş ve hazine tarafından açık artırmaya çıkarılarak iltizama
verilmiştir. Bu iltizama verilen İhtisab vergileri,
üç kalemden oluşurdu. İlki İhtisab akçesi olup,
şehir ve kasabalarda zanaat ve ticaretle uğraşan
esnafın iş yerlerinin hacmi ve gücüne göre alınırdı. İkincisi, narh kesme ve başka yerden tüccarların getirdiği malın satışa sunulması sırasında
alınan narhlık veya narh akçesidir. Üçüncü ise
esnafın kurallara aykırı davranması sebebiyle
alınan cerîmeler idi. Osmanlı vergi sistemi içinde tamamı niyabet rüsumu grubuna dahil edilen
bu tür vergiler, bâd-ı hevâ diye adlandırılan vergiler arasında idi. Bu bağlamda İhtisab ağasının
ilk işi, iltizamını aldığı yerin bütün han, hamam,
dükkân gibi iş yerlerini o yerin kadı ve sancak
beyi veya bunların vekilleriyle birlikte tespit etmektir. Akabinde beldenin durumu ve iş yerinin
gücü nispetine uygun ihtisab resmi belirleyip bir
defter hazırlardı.
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla (1826) birlikte
yeni tesis edilen Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusunun giderlerini karşılamak için yeni
gelir kalemleri bulunmaya çalışıldı. Bu bağlamda
ihtisab kurumunda da yeni düzenlemeler yapıldı. Bu düzenlemeye göre, ihtisab resmi içindeki
damga, kantariye, yevmiye-i dekakin gibi vergilerin mikdarı arttırıldı, ruhsatiyye adıyla yeni vergiler ihdas edildi ve yed-i vahide (tek el) bağlanan
M. Murat ÖNTUĞ
İHTİYARÜ’D-DİN
Ahilerin adları ile birlikte kullandıkları lakaplardan biridir. Osmanlı Beylği’nin ilk sultanlarından
Orhan Gazi (ö. 1361) de bu lakabı, bir Ahi olarak
kullandı.
Lakap, her ikisi de Arapça olan “ihtiyar” ve “din”
kelimelerinin birleşmesi ile oluşturulmuştur.
İhtiyar, iki şeyden birini diğerine tercih etmek,
seçip ayırmak, üstün tutmak, dilerse yapmak,
dilemezse yapmamak, aklın hayırlı gördüğünü
işleme gibi anlamlara gelmekte, zıddı ise kişiye
seçme imkânı bırakmama, zorlama demektir. İki
kavram birleştirildiğinde, “dinin üstün tuttuğu,
dinin seçip farklı bir şekilde değerlendirdiği” anlamına gelmektedir.
Orhan Bey’in bu lakabı kullandığını, meşhur
seyyah İbn Battûta ifade etmiştir. Bursa’ya geldiğinde, Orhan Gazi ile görüşmüştür. Battuta, Ahilerden şed kuşanan bu Osmanlı hükümdarını,
“Bursa’nın hâkimi Osmancıkoğlu İhtiyarü’d-din
Sultan Orhan Bey” olarak tarif etmiştir. Yüzü çok
güzel, çatık kaşlı, uzun boylu, göğsü ve omuzlarının arası geniş, heybetli ve vakur Orhan Gazi,
Ahilerin kâmil insan özelliklerini taşımaktadır.
Cömert, asil ve adildir. Affetmeyi seven, fethedilen yerlerde cami, medrese, kervansaray, imaret,
tekke gibi sosyal nitelikli pek çok yapı vücuda getirilmesine vesile olan birisidir. Bu vesileyle halkın ibadet, eğitim, barınma, yeme içme ihtiyaçlarını zahmetsizce karşılamaya gayret ettiği için
kendisi “İhtiyarü’d-din” diye nitelendirilmiştir.
27
KAYNAKÇA:
Doğan Yörük, “Anadolu’nun Sağ Kolu Üzerinde Bir Durak: Ereğ-
A
A
n
s
i
h
k
li”, Uluslararası Osmanlı Öncesi ve Osmanlı Tarihi Araştırmaları
6. Ara Dönem Sempozyum Bildirileri 14-16 Nisan 2011, Uşak III,
İzmir 2011, s. 1512; Esra Keskinkılıç, “Sultanî Lakaplar (veya Devletlü ve Saadetlü Lakaplar) Nicknames of the Sultans”, Acta Turcıca
Çevrimiçi Tematik Türkoloji Dergisi Online Thematic Journal of
Turkic Studies, VI/1-1, Ocak 2014, “Kültürümüzde İsim”, edi Emine Gürsoy Naskali-Hilal Oytun Altun; H. Yunus Apaydın, “İhtiyar”,
DİA, XXI, s. 575-576.
Caner ARABACI
İHVAN
28
Sözlükte “erkek kardeş, arkadaş, yoldaş, dost,
meslektaş” anlamlarına gelen “ah” kelimesinin çoğuludur. Türkçe’de daha çok “kardeşim” anlamındaki tekil kullanımı olan “ahi” kelimesi yaygınlık
kazanmıştır. İslam hiçbir ayırım yapmadan kadın
erkek bütün inananların birbirinin kardeşi olduğunu ilan etmiş (Âl-i İmrân 3/103; et-Tevbe 9/11;
el-Hucurât 49/10; el-Haşr 59/10), Hz. Peygamber
de müslümanları din kardeşliğine bağlı kalmaya çağırmıştır (Buhârî, “Nikâh”, 45, “Mezâlim”, 3;
Müslim, “Bir”, 23, 32).
Sûfîler ilk dönemlerden itibaren birbirlerine kardeş gözüyle bakmaya başlamışlar, tasavvufun giderek tarikat şeklinde kurumsal bir yapı kazanmasıyla birlikte bu durum daha da gelişmiştir. Bütün
tasavvufî zümrelerde ihvan terimine veya onunla
aynı anlama gelen “ah, fetâ, derviş, pirdaş” gibi kelimelere rastlanmaktadır.
Ahîlik’te ve fütüvvet ehli arasında da manevî kardeşlik bağına büyük önem verilmiş, hatta tasavvufta önemli bir yeri bulunan “uhuvvet”i hatırlatmasından dolayı da Ahiliğin kolayca yayılması ve kabul
görmesi mümkün olmuştur. Fütüvvetnâmelerde
Ahiliğin esasları, ahlâkî ve ticarî kuralları yazılı idi.
Buna göre fütüvvet mensupları ve Ahiler arasındaki
sevgi sırf Allah için olmalı; maddi çıkar, itibar veya
şöhret arzusu söz konusu edilmemelidir. İhvan her
zaman birbirini hayırla anmalı, karşılık beklemeden birbirlerine hizmet etmeli, kardeşinin hatalarını görmezlikten gelip ezalarına katlanmalı, ihtiyaçlarını gidermeye çalışmalı, daima saygılı, hoşgörülü
davranmalı, her zaman kardeşlerini haklı kendini
kusurlu bilmeli, insaflı olup insaf beklememeli, birbirlerinin sevinç ve üzüntülerini paylaşmalı ve sadakatten ayrılmamayı görev bilmelidir. Ayrıca Ahilerde bulunması gereken özellikler vefa, doğruluk,
emniyet, cömertlik, tevazu, ihvana nasihat, affedici
olma ve tövbe idi. Bu kurallara uymama, şarap
içme, zinan, yalan, gıybet, hile gibi davranışlar Ahilik teşkilatından ve meslekten atılmayı gerektiren
sebeplerdi.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
KAYNAKÇA:
Hâris el-Muhâsibî, er-Ri’âye, Kahire 1970, s. 366-381; Ebu Nasr
es-Serrâc, el-Luma‘, (yay. Abdülhalim Mahmud-Taha Abdülbakî
Sürur), Kahire 1960, s. 234-237, 253, 273; Ebû Tâlib el-Mekkî,
Ķūtü’l-ķulûb, Kahire 1961, II, 442-489; Kuşeyrî, Risâle (Uludağ), s. 433-439, 574-580, 746, 749; Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb, s.
426; Gazzâlî, İhyâ’, Kahire 1939, II, 154-191; Ebü’n-Necîb esSühreverdî, Âdâbü’l-mürîdîn, Tahran 1984, s. 188; Şehâbeddin
es-Sühreverdî, ‘Avârifü’l-ma’ârif, Beyrut 1966, s. 423-442; Seyyid
Sâdık-ı Gûherîn, Şerh-i Istılâhât-ı Tasavvuf, Tahran 1361, I, 115125; Süleyman Uludağ, “İhvan”, DİA, XXI, 580; Ziya Kazıcı,
“Ahîlik”, DİA, X, 540-541.
Abdürrezzak TEK
İKİZ, MEHMET LÜTFİ
(d. 1929- ö. 2007)
Kültür, Sanat ve Medeniyetimizde Ahilik (Y.
Çalışkan’la birlikte) adlı kitabın yazarıdır.
Kırşehir’de 29 Mayıs 1929 tarihinde doğdu. Babası İbrahim Ethem Bey, annesi Fatma Hanım’dır.
Kökeni, Maraş’a yerleşen Oğuz boylarına dayanır. İlk ve orta tahsilini memleketi Kırşehir’de tamamlayan Lütfi İkiz, lise tahsiline Konya’da başladı ve Ankara, Yozgat, Samsun’da devam ederek
Kayseri’de tamamladı.
Liseyi bitirdikten sonra Kırşehir’e dönen Lütfi İkiz,
Erol Güngör’ün dedesi Hafız Osman Efendi’den
Arapça ve dinî ilimler tahsil etti. Kırşehir’de Müftü Mehmet Efendi’den de özel dersler aldı. Ayrıca
Ermenekli Büyük Saffet Efendi’den icazet aldı.
Maraşlı Rahmi Eray’ın, eğitim halkasında bulundu. İstanbul’daki eğitiminden sonra memleketi
Kırşehir’e döndü.
Bursa’da askerliğini tamamladı. Askerlik dönüşü
Nevşehir Kütüphane müdürlüğüne tayin edildi.
İki yıl sonra kütüphane müdürlüğü görevine son
verildi. Bunun üzerine Almanya’ya giderek yazma eserler ve kitap restorasyonu üzerinde iki yıla
yakın kurs gördü. Almanya dönüşünde, Ankara
Türk Ocağı müdürlüğüne getirildi. Ocağın genel
Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’le birlikte
altı yıl çalıştı. Türk Ocağı müdürü iken, Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Şark Dilleri Bölümüne
devam etti. Son sınıfta iken okuldan ayrıldı. Müteakiben Kastamonu İl Halk Kütüphane Müdürlüğüne atandı. 24 Ocak 1984 tarihinde Nevşehir
İl Halk Kütüphanesi’nden, Konya Bölge Yazma
Eserler Kütüphanesi’ne Müdür olarak atandı. 19
Mart 1984 tarihinde Konya’da görevine başladı.
Nevşehir, Kastamonu, Çorum, Konya kütüphane
müdürlüklerinde bulundu. 1988 yılında Kütüphane Müdürlüğünden emekli oldu.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Ömrünü kitap ve kütüphaneye adayan İkiz, görev yaptığı kütüphanelerin koleksiyonlarının gelişmesine önemli katkılar sağladı. Konya Bölge
Yazma Eserler Kütüphanesi’nin binasının yapılmasına, kütüphanenin açılmasına ve burada kitap şifahanesinin kurulmasına öncülük etti. İkiz,
24 Ağustos 2007 tarihinde Konya’da vefat ederek
Üçler Mezarlığı’na defnedildi.
Eserleri: Türkiye Masonları, Komünist Hücrelerinin Faaliyeti, İstanbul 1963; Yusufağa Kütüphanesi Tarihçe Teşkilat ve Katalogu, Konya
1985; Konya Bölge Yazma Eserler Katalogu,
Konya 1985; Mesnevi’de İslamın Esasları, Konya 1990 (müşterek); Türk Tarihi İçinde Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Konya 2001; Kültür,
San‘at ve Medeniyetimizde Ahilik, Ankara 2001
(müşterek).
Bekir ŞAHİN
İKTİSADİ ÇÖZÜLMENİN
AHLÂK VE ZİHNİYET DÜNYASI
Sabri Fehmi Ülgener tarafından kaleme alınan
bu eser (İstanbul 1981), giriş bölümünü takiben
başlangıç bölümü ve üç bölümden meydana gelir.
Giriş bölümünde, iktisadî hayatın soyut kavramlar, modeller, hukukî ve politik çerçevelerle sınırlandırılacak kadar geniş ve bir madde dünyasından ibaret olmadığı üzerinde durulur ve kültür
tarihi araştırmalarında objektifliğin önemine
vurgu yapılır. Başlangıç bölümünde öncelikle iktisat ahlakı ve iktisat zihniyeti kavramlarından,
Ortaçağlaşmış dünya iktisat ahlâkı ve çözülme
devri zihniyetinden bahsedilir. Bu arada Ortaçağ
iktisat hayatı ve zihniyetinin büyük kısmını aksettiren esnaf ve sanat zümresi ele alınır ve bu
bağlamda Ahilik zihniyeti, loncalar ve muhtelif
toplum tabakalarının tetkiki ile Ortaçağ iktisat
ahlak ve zihniyetini izah etmenin kolaylaşacağı
görüşüne yer verilir. Böyle bir tetkikin yapılması
aşamasında kullanılacak derleme, değerlendirme yöntemleri ve Weber’in konuyla ilgili görüşleri
üzerinde özellikle durulur.
Ortaçağ iktisat ahlâkı ve çözülme devri zihniyeti
ile ilgili ilk bölümde Ortaçağ ahlâkını oluşturan
normlar, dönemin ahengini kuran ve yöneten ana
fikrin din ve ilahiyat olduğu konu edilir. Bölümde Ortaçağ ahlâkının genel çizgilerinden bahse-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
dildikten sonra iktisadî çerçevede esnaf terbiyesi
ve lonca ahlâkı ile sonrasında durgun ve kapalı
sanat anlayışı ele alınır. Ayrıca Ortaçağın durgun,
kapalı sanat anlayışının izahı bağlamında görenek ve otoriteye vurgu yapılır. İkinci bölümde
yazar, Ortaçağ sonu ve özellikle çözülme devri
zihniyetinin nasıl bir çehre ile çıktığını sorgular. Bu bağlamda ilkin hisler ve ihtiraslar, üst
tabaka, Ortaçağ ahlâkı kapsamında dünyevi ve
dinî-mistik cepheler değerlendirilir. Daha sonra
orta tabaka ve aşağısına ait değerlendirme, soyluluk hevesi, kazanma ve ferahlama gayreti ve
altın ve gümüş tutkusu eksenleri üzerinde durulur. Yazar burada, ticaret ve sanayideki gelişme
imkânlarının nereye kadar dayandığı ve daralmanın nereden ileri geldiğini tayin etmeye çalışır.
Bu bağlamda dış ve uzak pazarlarda kapanma,
iç pazarlarda ve üretimde daralış ve hayal ve hile
mahsulü kazançlar konularına değinir
Üçüncü bölümde yazar, Ortaçağ ve özellikle çözülme devri iktisadını tüketime ve sarfiyata dayalı iktisat rejimi olarak tanımlarken, bunun bir
sonucu olarak bu devri ve dağılma sebeplerini
tüketime dayalı zihniyet ve iktisat rejimi çerçevesinde irdeler. Eserin netice bölümünde özellikle üretici olarak çözülme devri Türk insanının
yüz çizgilerini ortaya koyabilmek amacıyla genel
bir portre denemesi yapılır. Yazar eserin devrin
kültür ve sanat abidelerini konuşturarak iktisat
ahlâk ve zihniyetini belirtme amacından ortaya
çıktığını belirtmiş, bu ahlâk ve zihniyet araştırmasının ileride daha zengin vesikalarla ince farklarına, renk ve ton özelliklerine kadar derinleştirilmesi beklentisini vurgulamıştır.
Birol MERCAN
İLK DÖNEM İSLAM
TOPLUMUNDA ÇALIŞMA
HAYATI EMEVÎLERDE ESNAF
VE MESLEKLER
Ramazan Altınay tarafından yazılan eser (Ankara
2006), İslam toplumunun ilk dönem sosyo-ekonomik tarihi üzerinde durur. Hz. Peygamber ve
dört halife dönemlerinden sonraki dönem olan
Emeviler dönemine ait yüzden fazla meslek tespiti yapılır ve bu mesleklerden bazılarının çalış-
29
A
A
n
s
i
h
k
ma hayatları, sosyal konumları ve geçim düzeyleri,
meslek sahipleriyle birlikte ele alınır. Eser girişi müteakip iki bölümden meydana gelir.
Giriş kısmında eserde yararlanılan şehir tarihleri, hadis kitapları, tasavvuf, ahlak ve tabakat gibi eski kaynaklar ile modern araştırmalar kısaca tanıtılır. Takiben İslamın ilk dönem ekonomik yapısını anlamak
için Kur’an, Hz. Peygamber ve sahabenin mesleklere,
geçim kaynaklarına, çalışma hayatına bakışlarına yer
verilir.
Eserin birinci bölümünde Emeviler dönemine ait
esnaf ve meslekler on iki ana başlık altında ele alınır. Ticaretle ilgili meslek erbabı içinde hurma,
sebze ve meyve satıcıları, buğday, pirinç, köle tüccarları, sirkeci, turşucu, kantarcı, sarraf, bakkallar
üzerinde durulur. Tarım, hayvancılık, ulaşım ve taşıma ile ilgili kısımda çiftçiler, çobanlar, baytarlar,
hamallar, urgancılar ve denizciler anlatılır. İnşaat ve
yapı işlerinde mühendisler, kuyucular, kanal kazıcıları, kireççiler; yeme-içme ve giyim-tekstil sanayiinde çorbacılar, kızartmacılar, tatlıcılar, buz satıcıları;
maden sanayiinde altın, gümüş süs eşyası yapanlar,
toprak, taş, porselen ve cam eşyası yapımcıları, yay,
ok ustaları ve zırh, kalkan ustaları; dinî ve ilmî eğitim ve toplumsal iletişimde öğretmenler, tercümanlar,
hikâyeciler ve halk vaizleri, beden sağlığı, bakımı ve
estetiğinde güzel koku satıcıları, eczacılar, güzellik ve
estetik uzmanları, eğlence ve sanatta şarkıcılar, davul-zurnacılar, şairler, dansçılar, ağıtçılar, toplumun
genelinde iyi karşılanmayan mesleklerde hırsızlar, dilenciler, tefeciler, kalpazanlar, büyücüler, sihirbazlar
ve çeşitli meslekler adı altında hizmetçiler, gündelik
işçiler, sepetçiler, avcılar, oduncular ve toplayıcılar
bu bölümün dikkati çeken meslekleridir. Bu meslek
grupları ve meslek erbabı, sonraki İslam devletlerinde gelişerek varlıklarını devam ettirmişlerdir. İkinci
bölümde Emevilerde bazı mesleklerdeki uzmanlaşma
hususuna değinilir. Müteakiben evde ve iş yerlerinde
kullanılan çeşitli alet ve edevatlarla ilgili bilgiler verilir. Mübadele mekânları olan çarşı, pazar yerleri ve
buraların ticarî yönleri ve buralardaki alış veriş usulleri canlı bir şekilde anlatılır.
Eser, Hz. Peygamber zamanından başlayarak Emevilerin sonuna kadar İslam coğrafyasındaki sosyal ve
ekonomik yaşam, ticarî faaliyetler, meslekler ve meslek erbabları hakkında bilgiler içermesi bakımından
önem taşır.
30
M. Murat ÖNTUĞ
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
İLYAS
Ahilik kültüründe çulhacıların piri olarak kabul
edilir. Kur’an’da adı zikredilen peygamberlerdendir. Kur’an’da, Hz. İlyas hakkında başka bir haber bulunmazken, tarih, tefsir ve kısas-ı enbiyâ
kitaplarında çeşitli rivayetler yer alır. Bu rivayetlerde onun şeceresi İlyâs b. Yâsîn b. Finhas b.
Ayzar b. Harun b. İmran şeklinde verilmektedir.
İsrailiyat türü rivayetlerden hareketle ulaşılan bu
kanaatlere göre İlyas peygamber, Kral Ahab ve
Kraliçe İzebel saltanatları döneminde yaşamıştır.
KAYNAKÇA: :
Taberî, Târih, I, Mısır, t.y., 461-66; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, Beyrut 1987, I, 161; Kurtubî, el-Camî, XV, Kahire 1967, 115;
Fütüvvetname-i Ca’fer sâdık, (haz. M. Saffet Sarıkaya), İstanbul
2008, s. 239; Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahîlik, Ankara 1974, 180-81; Yusuf Ekinci, Ahîlik, Ankara 1991, s. 30; Ali Torun, Türk Edebiyatında Türkçe Fütüvvetnâmeler, Ankara 1998, s.
296; İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, İstanbul 2004, s. 542-48;
M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, I, İstanbul 2005, 135-140;
Ahmet Lütfi Kazancı, Peygamberler Tarihi, İstanbul 2011, s. 51725; Ömer Faruk Harman, “İlyâs”, DİA, XXII, s. 160-62.
Selami ERDOĞAN
İNALCIK, HALİL
(d. 7 Eylül 1916)
İstanbul’da doğdu. Babası Kırım göçmenlerinden Seyit Osman Nuri Bey, annesi Ayşe Bahriye
Hanım’dır. İlk tahsilini Ankara Gazi Mektebi’nde,
orta öğretimini Sivas Muallim Mektebi ve
Ankara’da Gazi Muallim Mektebi’nde, lise eğitimini Balıkesir Necati Bey Muallim Mektebi’nde
tamamladı. Yüksek tahsiline 1935’te AÜDTCF’de
başladı. 1940’da mezun oldu ve aynı yıl AÜDTCF
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Yeniçağ Tarihi Kürsüsü’ne ilmî yardımcı tayin
edildi. 1942’te Tanzimat ve Bulgar Meselesi
adlı teziyle doktor oldu. Aynı yıl AÜDTCF Yeniçağ
Kürsüsü’ne asistan olarak tayin edildi. 1943’te
Viyana’dan Büyük Ricat’e Osmanlı İmparatorluğu ve Kırım Hanlığı adlı teziyle doçentliğe atandı.
1952’de Viyana Bozgun Yıllarında Osmanlı-Kırım Hanlığı İşbirliği teziyle profesörlük payesini
aldı. 1953-54 ders yılında Colombia Üniversitesi
School of International Affairs’e ziyaretçi profesör olarak davet edildi. 1956-57’de Rockefeller
Vakfı’nın bursuyla Harvard Üniversitesi’nde ‘research fellow’ olarak çalıştı. 1957’de Türkiye’ye
döndü ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi’nde Osmanlı, Avrupa ve Amerika tarihi okuttuğu gibi İdari Teşkilat Tarihi ve Devrim
Tarihi derslerini de üstlendi. 1972’de otuz yıl
çalıştığı AÜDTCF’den emekli oldu. Emekliliğini
takiben 1972’de Chicago Üniversitesi’ne imtiyazlı profesör olarak davet edildi. Yaklaşık 15 yıl
burada çalıştı ve 1986’da emekli oldu. 1990-92
arasında Harvard ve Princeton üniversitelerinde
misafir profesör olarak dersler verdi. 1992’de
Bilkent Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kurmak
üzere davet edildi. Halen görevine burada devam
etmektedir.
30 civarında kitabın ve 300’den fazla makalenin
yazarı olan İnalcık, tarih anlayışı ve metodolojisi ile Osmanlı tarihi araştırmalarına yeni bir yön
vermiş ve Osmanlı tarihinin evrensel düzeyde anlaşılmasında öncü bir rol oynamıştır. O, genelde
Osmanlı tarihinin her alanında öncü çalışmalar
yapmasına rağmen daha çok Osmanlı sosyal ve
ekonomik tarihi üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu
bağlamda araştırmalarında hem arşiv materyaline ve belgelerine hem de alan araştırmalarına
dayanan İnalcık’ın araştırma konuları ve konulara bakış açısında hocası Fuat Köprülü, Ömer
Lütfi Barkan ve Annales okulunun etkisi görülür. Teori, yaklaşım ve analizlerini bu birikimle
ortaya koyar. Esasında İnalcık araştırmalarında tarih anlayışını, kitlelerin ve halkın tarihini
yazmak olarak niteler. Ancak bunları yaparken
doktriner bir tarih anlayışının olmadığının da altını çizer. İnalcık’ın tarih yazımında görülen bir
diğer önemli özellik, konuları disisplinlerarası ve
karşılaştırmalı bir yöntemle ele almasıdır. O, bu
tarih anlayışıyla tarihçilerin kutbu sayılır.
Halil İnalcık, bu çalışmalarının yanında pek çok
projenin yürütücüsü ve bilimsel kuruluşun kurucusudur. Bunun yanında pek çok yayının editörü
ve derginin yayın kurulundadır. Ayrıca 20’den
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
fazla bilimsel kuruluşun üyesidir. Bunlara ilaveten yurt içi ve dışında 20’den fazla üniversite
tarafından fahrî doktora unvanı tevcih edilmiştir.
İnalcık’ın çalışmaları siyasî tarih, sosyal-ekonomik tarih ve doğrudan sentez eserler şeklindedir.
Başlıca eserleri şunlardır:
Eserleri:Tanzimat ve Bulgar Meselesi, Ankara 1943; Fatih Devri Üzerinde Tetkikler
ve Vesikalar, Ankara 1954; Hicri 835 Tarihli Suret-i Defter-i Sancak-ı Arvanid, Ankara
1954; Kanûnnâme-i Sultânî ber Mûceb-i Örf-i
Osmanî, Ankara 1956 (R. Anhegger ile birlikte),
The Ottoman Empire: The Classical Age, 13001600, London 1973; Gazavât-ı Sultân Murâd
b. Mehemmed Hân İzladi ve Varna Savaşları
(1443-1444) Üzerinde Anonim Gazavâtnâme,
Ankara 1978 (M. Oğuz ile birlikte); Tursun Beg,
The History of Mehmed the Conqueror, Chicago-Minnesota 1978 (R. Murphey ile birlikte); Osmanlı İmparatorluğu Toplum ve Ekonomi Üzerinde Arşiv Çalışmaları, İncelemeler, İstanbul
1993; The Middle East and the Balkans under
the Ottoman Empire, Bloomington 1993; . The
History of the Black Sea Trade: the Register of
Customs of Caffa, Cambridge 1993; From Empire to Republic: Essays on Ottoman and Turkish
Social History, İstanbul 1995; Essays in Ottoman History, İstanbul 1998; Osmanlı’da Devlet,
Hukuk, Adâlet, İstanbul 2000; Turkey and Europe in History, İstanbul: Eren, 2006; Atatürk ve
Demokratik Türkiye, İstanbul 2007.
KAYNAKÇA: :
Halil İnalcık, “Tha Shaykh’s Story Told by Himself”, Paths to the Middle East:
Ten Scholars Look Back, edited by Thomas Naff, State University of New York
Press, Albany 1993, s. 105-141; Bülent Arı, “Halil İnalcık ve Osmanlı Hukuku
Araştırmaları”, Türkiye Araştırma Literatür Dergisi, III / 5 (2005), s. 791-803;
Halil İnalcık-Bülent Arı, “Türk-İslam Osmanlı Şehirciliği ve Halil İnalcık’ın Çalışmaları”, Türkiye Araştırma Literatür Dergisi, III / 6 (2005), s. 27-56, Mahmut
Şakiroğu, “Halil İnalcık Bibliyografyası”, Tarihçilerin Kutbu: Halil İnalcık Kitabı,
İstanbul 2005, s. 523-560.
İlhan ŞAHİN
İNCE, İRFAN
Ahmet Kala ile birlikte Alâmet-i Fârika’dan
Marka’ya / 1871- (Ankara 2006) adlı kitabı hazırlayan İrfan İnce, lisans eğitimini ilahiyat alanında
Mısır’da 1988-1992 yıllar arasında aldı. 1992’de
girdiği Yüksek Lisansını, Marmara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü İslâm Hukuku Anabilim Dalında, İslâm Hukukunda İrtidat Suçu ve
Cezası adlı tezi ile 1995’te tamamladı. Hâlen Sa-
31
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
karya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Temel İslâm
Bilimleri Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak
çalışmaktadır.
KAYNAKÇA:
http://www.iince.sakarya.edu.tr/tr, (Erişim: 24 Haziran 2014)
https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezSorguSonucYeni.jsp,
(Erişim: 24 Haziran 2014).
Caner ARABACI
İPEK HANI
32
Bursa’da kent merkezinde İvaz Paşa Camii yakınındaki eser şehrin en büyük ticaret ve konaklama tesisi olup, Sultan Hanı ve Han-ı Harir isimleri
ile de anılmaktadır. İki katlı ve açık avlulu yapının
ortasında bir su tesisi ile üstünde mescidi bulunmaktadır. Yuvarlak kemerli bir niş içine alınan
basık kemerli kapısı ile üst tarafı, taş- tuğla sıralarından oluşan almaşık duvar örgüsüne sahip
olup, bu örgü tekniği bilhassa kemerlerle, üstündeki pencerenin bulunduğu alanda uygulanmıştır.
Uzun bir koridorla geçilen kareye yakın büyük
dikdörtgen avlunun etrafı dört taraftan revaklarla çevrilmiş, giriş taraftaki revak sırasının iki
tarafına üst kata çıkan bir merdiven yapılmıştır.
Sivri beşik tonozla örtülü revakları taşıyan köşelerde “L”, aralarda dikdörtgen kalın ayaklar sivri
kemerlerle birbirine bağlanmıştır. Arkadaki beşik
tonozla örtülü kare odalar dışarıdan büyük birer
pencere ile aydınlanırken kemerli birer kapı ile de
avluya açılırlar. Köşe odaları diğerlerinden daha
büyük tutulmuş, girişleri, köşelere açılan kapılarla sağlanmıştır. Yapının duvarları dıştan kaba
yonu kesme taş, avludaki ayaklarla, silmeler, saçak ve kemerler tuğla ile örülmüştür. Saçaklardaki tuğlalar testere dişi şeklinde sıralanırlar. Zemin katın kemer yüzleri üç sıra yatay kesme taş
ve arlarında dikey tuğlalarla inşa edilmiştir.
Üst katın sivri kemerlerle birbirine bağlanan revaklarının tamamı kubbelerle örtülmüş, odalar
ise alttaki gibi dairevi beşik tonozlarla kapatılmıştır. Bütün odalarda yarım daire planlı birer
ocak yer almakta, altta olduğu gibi dıştan pencere, içten revak koridoruna açılan birer kapısı
bulunmaktadır. Daha büyük olan köşe odaları da
aynı şekilde köşelerine açılan birer kapıyla dışarı
irtibatlandırılmıştır.
Avlunun ortasındaki tesisin altı şadırvan, üstü
mescid olarak düzenlenmiştir. Yüksek bir merdivenle çıkılan 12 kenarlı fevkanî mescidin üstü
kubbe ile örtülüdür. Eserle ilgili detaylı araştırma
yapan Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı vesikalarını da inceleyerek şöyle bir sonuca ulaşır: “Bütün
bu vesikalarda oda adedi bir keresinde alt üst
otuz sekizden 76, son hesaplara göre 78 oda ve iç
dış 24 üst pencereli yani 12 kenarlı bir mescidi,
altında dört oda ve şadırvan olduğu anlaşılmaktadır. Bazı odalar ahır olarak kullanılmıştır”. Hanın tamiratı le ilgili 963 (1557) tarihli bir belgede
ve daha sonra 1155 (1742) tarihli diğer vesikada
ahır, dükkânlar, çatı, saçaklar ve 16 hücre ile yakınındaki köprü için Divân-ı Hümâyun’a 16632
akçelik keşif bedelinin sunulması, bu dönemdeki
mevcut birimlerin belgelenmesi açısından ipucu
vermektedir. 1557, 1682, 1742, 1775 yıllarında
onarım gördüğü kayıtlarla belgelenmiş olan ve
zaman zaman kullanılamayacak kadar metrûk
hale gelen yapı son yıllarda köklü bir onarım görerek hizmete açılmıştır.
KAYNAKÇA:
Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimarisinde Çelebi ve II. Sultan
Murad Devri 806-855(1403-1451), II, İstanbul 1972, s.119-123;
Komisyon, Türkiye’de Vakıf Abideler ve Eski Eserler III, Ankara
1983, s.333: Albert Gabriel, Une Capitale Turgue-Brousse, Paris
1958; Kazım Baykal, Bursa ve Anıtları, İstanbul 1950.
Yaşar ERDEMİR
ÎSÂ
Ahilik geleneğinde çok seyahat yaptığından dolayı seyyahların piri olarak kabul edilir. Büyük
peygamberlerden olup, doğum tarihinin MÖ 4 olduğu tahmin edilmektedir. Otuz yaşlarına geldi-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
ğinde kendisine peygamberlik verilmiştir. İncil’de
onun dülgerlik mesleği ile uğraştığına dair bilgiler vardır. Kur’an’da adı Mesih olarak da geçen
Hz. Îsâ’nın çağrısı, muhatap olduğu toplumda
büyük rahatsızlık uyandırdığından, onun çarmıha gerilerek cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Kur’an’a göre bu planlar boşa çıkmış, Allah onu
katına yükseltmiştir.
KAYNAKÇA:
İbn Kesîr, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, V, (çev. Bekir
Karlığa-Bedrettin Çetiner), İstanbul 1989, s. 1986, 1987, 20012002; Fütüvvetname-i Caʻfer Sâdık, (haz. M. Saffet Sarıkaya),
İstanbul 2008, s. 239; Muallim Cevdet, İslam Fütüvveti ve Türk
Ahiliği: İbn Battuta’ya Zeyl, (çev. Cezair Yarar), İstanbul 2008,
s. 338; Cemal Anadol, Türk İslam Medeniyetinde Ahilik Kültürü
ve Fütüvvetnâmeler, Ankara 2001, s. 103-106; M. Asım Köksal,
Peygamberler Tarihi, I, Ankara 2004, s. 334-335; Ahmet Lütfi Kazancı, Peygamberler Tarihi, İstanbul 2011, 539-541; Ahmet Güç,
“Kur’an’ı Kerim’e Göre Hz. Meryem ve Îsâ (a.s.)”, Diyanet İlmi
Dergi, XXVIII/2 (1992), s. 80; Ömer Faruk Harman, “Îsâ”, DİA,
XII, Ankara 2000, s. 465-471.
Ahmet TÜRKAN
ÎSÂ SÜLEYMAN, EBU SELİM
(d. 1956)
Miladi XVIII. Yüzyılın İlk Yarısı Boyunca Dimaşk
Şehrindeki Esnaf ve Meslek Grupları (Amman
2000) adlı kitabın yazarıdır. Ürdün’ün es-Salt
şehrinde doğdu. 1978 yılında Ürdün Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun
oldu. 1990 yılında yüksek lisansını, 1996 yılında da doktorasını tamamladı. Halen, Ürdün’deki
Mûte Üniversitesi İnsan Bilimleri Fakültesi Tarih
Bölümü öğretim üyesidir. “Yakın Dönem Osmanlı
Tarihi” ve “Çağdaş Arap Tarihi” uzmanıdır.
Funda TOPRAK
ÎSÂR
Sözlükte “bir şeyi veya bir kimseyi diğerine üstün
tutma, tercih etme” manasına gelen îsâr ahlâk terimi olarak “bir kimsenin, kendisi ihtiyaç içinde bulunsa bile sahip olduğu imkânları başkalarının ihtiyacını karşılamak üzere kullanması,
başkasının yararı için fedakârlıkta bulunması”
demektir. Cürcânî îsârı, “kişinin başkasının yarar ve çıkarını kendi çıkarına tercih etmesi veya
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
bir zarardan öncelikle onu koruması” şeklinde
tarif ederek bu anlayışın din kardeşliğinin en
ileri derecesi olduğunu belirtir. Îsâr anlamında Türkçe’de diğerkâmlık ve özgecilik terimleri
kullanılmaktadır. Bir kimsenin cömertlikte îsâr
derecesine ulaşabilmesi için ikram ettiği şeye
kendisinin fiilen muhtaç durumda bulunması şart değildir; önemli olan, muhtaç olsa dahi
başkasını kendisine tercih edebilecek bir ahlâk
anlayışına ve irade gücüne sahip bulunmasıdır.
Fütüvvetle ilgili temel kavramlardan biri olan
îsar Kur’ân-ı Kerîm’de dört âyette (Yûsuf 12/91;
Tâhâ 20/72; en-Nâziât 79/38; el-A‘lâ 87/16) sözlük manasında, bir âyette de (el-Haşr 59/9) terim
anlamında kullanılmıştır. Kelime aynı manada
hadislerde de geçmektedir. Îsârın terim anlamına
esas olarak gösterilen âyette, bütün mal varlıklarını Mekke’de bırakarak Medine’ye göç etmek
zorunda kalan Hz. Peygamber’i ve diğer muhacirleri şefkatle kucaklayıp mal varlıklarını onlarla
paylaşmaktan çekinmeyen Medineli müslümanlar (ensar) övgüyle anılmakta, âyette onların şahsında müslüman toplumun bazı temel manevî
ve ahlâkî özelliklerine temas edilmektedir. Buna
göre müslümanlar öncelikle imanı gönüllerine
yerleştirmişlerdir; ayrıca muhacirler gibi zor durumda kalıp kendi beldelerine gelenleri severler;
din kardeşlerine kendilerinden daha fazla imkân
sağlanmasından dolayı içlerinde kıskançlık duymazlar; nihayet ihtiyaç içinde olsalar dahi onları
kendilerine tercih eder, şahsî menfaatlerinden,
zevklerinden fedakârlıkta bulunurlar.
Îsâr kavramı tefsirlerde, “âhiret saadetini elde
etme arzusuyla başkasının iyiliğini ve mutluluğunu kendine ve kendi zevklerine tercih etmek,
başkasının ihtiyacını kendi ihtiyaçlarından daha
önde tutmak” şeklinde açıklanıp bir cömertlik
derecesi olarak gösterilmektedir. Kaynaklarda
cömertliğin sehâ, cûd ve îsâr olarak başlıca üç
derecesi bulunduğu belirtilir. Buna göre bir kimsenin elindeki imkânların en çok yarısını başkasına ikram etmesine sehâ (sehâvet), çoğunu
vermesine cûd, imkânlarının tamamını başkaları
için kullanmasına da îsâr denir. Gazzâlî, cömertliği “Allah’ın ahlâkî sıfatlarından biri” şeklinde
tanımlamakta, cömertliğin en yüksek derecesinin de îsâr olduğunu ifade etmektedir. Kur’ân-ı
Kerîm’de Hz. Peygamber’in çok yüce bir ahlâka
sahip olduğu bildirildiğine göre îsâr aynı zamanda Resûlullah’ın ahlâkının da bir unsurudur.
Ancak diğer erdemli davranışlarda olduğu gibi
îsârın da belirtilen ahlâkî değeri kazanabilmesi
33
A
A
n
s
i
h
k
için maddî veya manevî bir karşılık beklenmeden
sırf Allah rızâsı ve insan sevgisinden dolayı yapılması gerekir. Çünkü iyilik karşılığında teşekkür
veya övgü bekleyen kişi cömertlik değil alışveriş
yapmış sayılır.
Kaynaklarda, bir kimsenin sıkıntı içinde bulunmasına rağmen imkânlarını başkası için kullanıp
nefsini mahrum bırakmasının câiz olup olmadığı
hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Çoğunluğun benimsediği görüşe göre mahrumiyet
ve sıkıntıya sabredebilenler için îsâr, halinden
şikâyet edecek veya başkalarına el açabilecek
yapıda olanlar için malına sahip olmak (imsak)
daha hayırlıdır. Nitekim Hz. Peygamber, bir kimsenin elindeki imkânların tamamını muhtaçlara
verip sonra da başkalarından yardım istemesini
kınamıştır. Ayrıca bir müslümanın malının üçte
birinden fazlasını vasiyet etmesini yasaklayan hüküm dikkate alınarak aile fertlerini maddî sıkıntıyla karşı karşıya bırakacak derecede tasaddukta
bulunmanın doğru olmadığı sonucuna varılabilir.
Resûl-i Ekrem konuyla ilgili hadislerinin birinde
şöyle demiştir: “Arkanda zengin vârisler bırakman, onları insanların elindekine göz dikecek
derecede yoksul bırakmandan daha iyidir. Eşinin
ağzına verdiğin bir lokma dahil olmak üzere iyilik
olarak yaptığın her harcama sadakadır”.
Îsâr kavramı genellikle malî fedakârlıklar için
kullanılmakla birlikte bazı kaynaklarda “can ile
îsâr”dan, yani kişinin sevdiği bir kimse için kendi rahatını, huzurunu, hatta hayatını feda etmeyi
göze almasından da söz edilmekte ve bunun malla îsârdan daha faziletli olduğu belirtilmektedir.
Bundan dolayı tasavvufta sevgi kısaca îsâr olarak
da tanımlanır. Çünkü en yüksek derecede sevgi,
seven kişinin gerektiğinde sevdiği için canını feda
etmeyi göze almasını sağlar. Kaynaklarda, Mısır
azizinin eşinin Hz. Yûsuf’a duyduğu derin sevgi
bunun ne kadar ulvî bir duygu olduğuna örnek
gösterilir. Uhud Gazvesi’nde İslâm ordusunun
geçici olarak bozguna uğradığı sırada bazı müminlerin Hz. Peygamber’in hayatını korumak
için kendi hayatlarını ortaya koymaları da can
ile îsâr için örnek gösterilir. Bu arada Ebû Talha
adlı sahâbînin kendini Resûlullah’a siper etmesi
ve onu korurken yaralanması özverinin en güzel
örneklerinden biri olarak anılır.
34
KAYNAKÇA:
Abdülkerim Kuşeyrî, er-Risâle, II, Kahire 1385/1966, s. 502;
Gazzâlî, İhyâ (Beyrut), III, 257, 260; IV, 299-306; Râgıb elİsfahânî, el-Müfredât, “eşr” md.; et-Ta‘rîfât, “el-îşâr” md.; Wensinck, el-Mu‘cem, “eşr” md.; Kurtubî, el-Câmi, XVIII, 23-32;
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsîri İbn Kesîr (yay. Muhammed Ali esSâbûnî), III, Beyrut 1402/1981, s. 474; Şevkânî, Fethu’l-ķadîr,
Beyrut 1412/1991, V, 232; R. Le Senne, Traité de morale générale,
Paris 1947; Mustafa Çağrıcı, Gazzâlî’ye Göre İslâm Ahlâkı, İstanbul 1982, s. 139-143; aynı yazar, “Îsâr”, DİA, XXII, 490-491.
Mustafa ÇAĞRICI
İSLAM VE TÜRK İLLERİNDE
FÜTÜVVET TEŞKİLATI VE
KAYNAKLARI
Abdülbaki Gölpınarlı tarafından kaleme alınan
ve son baskısı İstanbul’da çıkan eser (İstanbul
2011), yedi bölüm ve bibliyografyadan oluşur.
Kitabın bölüm isimleri sırasıyla şöyledir: Fütüvvet hakkında umumi bilgiler; Fütüvvetnâmeler,
mukayese, tahlil ve tenkidleri; fütüvvet erkanı;
fütüvvet ehlinin mezhebi ve inanışı; fütüvvetin tarihçesi ve yayıldığı yerler; fütüvvet erkanı hakkında bazı mülahazalar; fütüvvet ve esnaf teşkilatı.
Gençlik, yiğitlik, cömertlik anlamına gelen fütüvvet kelimesi, esas itibariyle tasavvufa dayanan fakat aynı zamanda ekonomik bir kimliği olan bir
terimdir. Fütüvveti kendine şiar edinen bir topluluğun, hicretin ikinci yüzyılında ortaya çıktığı
bilinmektedir. İlk zamandan beri kendilerinin
sûfîlerden ayırdıklarını, Melametilerle kaynaştıklarını, hatta Fütüvvetin Melametiler tarafından benimsendiğini, Melameti büyüklerinin aynı
zamanda Fütüvvet ashabından olduğu belirtilmektedir. Büyük sûfîlerin tarifine göre Fütüvvet,
kendini değil, Muhammed gibi halkı düşünmek,
halkın derdiyle dertlenmek, nefsi için istediğini
fazlasıyla başkaları için de istemek, kusur ve
ayıpları örtmek, nefse düşman olmak, yoksuldan
nefret duymamak, zengine halini arz etmek, kimseye düşman olmamak, kimseden mürüvvet ve
insaf beklememek, fakat herkese karşı mürüvvet
sahibi ve insaflı olmak, iki âlemden de geçmektir. Fütüvvet mesleğine girenlerin şeyhlerine Ahi
denmektedir. Diğer tarikat erbabının şeyhleri
gibi Ahiler de aynı zamanda birer zaviyenin reisidirler.
Fütüvvet hakkındaki sözler, anane, rivayet ve
Fütüvvet ehlinin erkânı, Fütüvvetnâme denilen kitaplarla tespit edilmiştir. Bilinen en eski
Fütüvvetnâme, hicri dördüncü asırda yazılan
Sülemî’nin Kitabü’l-Futuvve adlı eseridir. Sülemi
Tabakat-ı Sûfîyye adlı eserinde Fütüvveti şöyle
tarif ediyor: “Melâmeti şeyhlerinden bazıları da,
sizce Fütüvvet makamını kim kazanır, fetâ adını
A
A
n
s
i
h
k
i
l
kim hak eder diye sorulunca derler ki, Allah hepsine rahmet etsin, kimde Adem’in özür getirmesi,
Nuh’un sebatı, İbrahim’in vakarı, İsmail’in doğruluğu, Musa’nın ihlası, Eyyub’un sabrı, Davud’un
ağlayışı, Muhammed’in cömertliği varsa, yine
Allah hepsinden razı olsun, kimde Ebubekir’in
acıması, Ömer’in hamiyeti, Osman’ın utangaçlığı,
Ali’nin bilgisi bulunursa, sonra da bütün bunlarla beraber nefsini horlar, ayıplarını görürse o
kimse fütüvvet sahibidir, fetâ adını hak eder.”
Halide ÖZÜDOĞRU ERDOĞAN
İSTANBUL ESNAF VE
SANATKÂRLAR ODALARI
BİRLİĞİ (İSTESOB)
Fatih Sultan Mehmed’in 1453’de İstanbul’u feth
etmesi, yeni bir çağın başlangıcı oldu. Bu yeni
çağda İstanbul, hem idarî ve siyasî hem de dinî,
ticarî, ekonomik ve kültürel yönden önemli bir
merkez haline geldi. Bu bağlamda İstanbul, esnaf ve sanatkârlığın da güçlü ve fiilî bir merkezi
oldu. Osmanlı esnafının en önemli özelliği, mal
ve hizmet üretimi ile ilişkili her iş, mal ve hizmet
için ayrı birer birim oluşturmasıydı. Bu birimler,
un ve un mamulleriyle uğraşanların kendi içinde
uncu, ekmekçi, börekçi, simitçi, çörekçi dallarına ayrılmasına benzer bir şekilde esnafın her
dalda uzmanlaşması ve örgütlenmesi anlamına
gelmekteydi. Örgütlenme içinde kuralları uygulamak üzere bir idare heyeti mevcuttu. İlgili esnafın ileri gelen ustalarından teşkil edilen bu idare
heyetinde, başkan olarak esnafın seçtiği kethüdanın önemli bir yeri vardı. Kethüdanın yardımcısı durumunda olan görevli ise yine ilgili esnaf
mensubu arasında seçilen yiğitbaşıdır. Bunların
yanında Ahi Baba, duacı, çavuş gibi görevliler de
bulunur.
İstanbul esnafı, bu klâsik yapılanması içinde İmparatorluğun diğer bölgelerindeki esnaf grupları
ve zümresi için her zaman bir model olmuştur.
Bu örnek model içinde XX. yüzyılın başlarında
İstanbul’da kethüdalıklara bağlı çeşitli esnaf birimlerinin sayısı 300 civarındaydı. Kısa bir süre
sonra İstanbul esnafı, çeşitli cemiyetler halinde
teşkilatlanmaya başladı. Benzer teşkilatlanmalar, Cumhuriyetin ilk yıllarında da devam etti.
Ancak kısa bir süre sonra esnaf ve sanatkârlar,
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
yerel yönetimden alınarak merkezî yönetime
bağlandı (1925). 1943 yılına kadar devam eden
bu bağlılık, çok sıkı bir bağlılık değildi. 1943’te
kabul edilen bir kanunla Esnaf Odaları, Ticaret
ve Sanayi Odaları düzeyindeydi. Bu bağlamda İstanbul esnaf ve sanatkârları, mesleklerine göre
yeniden gruplandırıldı. Daha sonra Abdullah
Caner’in gayretleriyle Esnaf Dernekleri ve Esnaf Birlikleri yasası çıkarıldı (1949) ve yeni bir
döneme girildi. Bu bağlamda İstanbul Esnaf ve
Sanatkârlar Dernekleri Birliği kuruldu (1951).
Kurucu Başkanlığa Berberler Derneği Başkanı
Adil Vardarlı getirildi. Aynı yıl Adil Vardarlı’nın
görevden çekilmesiyle yerine Mahmut Erbil geldi.
1953’te lokantacılardan Yusuf İncegüzel, 1957’de
Abdullah Özaydın ve yine aynı yıl Hüseyin Kiremitçi, 1958’de Yusuf İncegüzel, 1960’da Şeref Özenç, bunu takiben Adil Vardarlı, 1962’de
Mecit Çetinkaya, 1969’da Hüsnü Çınar, 1984’te
Suat Yalkın ve 23 Ocak 2009 tarihinde Yönetim
Kurulu kararı ile Faik Yılmaz başkanlığa getirildi. 9 Mayıs 2010 tarihinde gerçekleşen 33. Genel
Kurul’da yeniden Birlik Başkanlığı’na seçilen Yılmaz, 11 Mayıs 2014 tarihinde yapılan 34. Genel
Kurul’da tekrar Birlik Başkanlığına getirildi.
Türkiye’nin en eski sivil toplum ve meslek kuruluşlarından olan İSTESOB’un 1950’li yıllardan
itibaren gelişmesinde ve halkla bütünleşmesinde
Abdül Ersuna’nın himmet ve gayretleri oldu. Bu
gelişme içinde İSTESOB, bugün emeğini sermayesi ile birleştirmiş esnaf ve sanatkârların üye olduğu İstanbul genelindeki 152 meslek odasının
bağlı bulunduğu bir birliktir. Kısa adı İSTESOB
olan bu birlik, gıda, tekstil, metal, ahşap ürünleri, taşımacılık ve ulaştırma gibi sektörlerin
hizmet ve imalat erbabının bağlı olduğu, aileleri ile birlikte 2 milyon insanı İstanbul genelinde
temsil etmektedir. Üyelerinin ticarî ve teknik ge-
35
A
A
n
s
i
h
k
lişimi ile eğitimlerine katkıda bulunan, her türlü
ekonomik ve sosyal hakları için mücadele veren
İSTESOB, sadece Ahilik ve Ahilik kültürü ile ilgili değil, Ahiliğin köklerinin olduğu Orta Asya
ile ilgili de öncü çalışmalar yapmaktadır. Bu bağlamda İSTESOB, evrensel düzeyde konferanslar
ve sempozyumlar düzenlemekte ve bunları bilim
dünyasının istifadesine sunmaktadır. İSTESOB,
Ahilik, esnaf ve sanatkârlarla ilgili bugüne kadar
20 civarında bilimsel eser yayımladı. Bu eserlerden ilki Cemal Kutay’ın Türk Emek Nuru / İl Çağlardan Günümüze Esnaf ve Sanatkârlar Tarihi
(İstanbul 1975, 27 s.), en sonuncusu ise Osmanlı
esnaf ve sanatkârlarıyla ilgili birçok bilimsel makaleyi ihtiva eden CIEPO 19: Osmanlı Öncesi ve
Dönemi Tarihi Araştırmaları (İstanbul 2014, I-II,
1081 s.)’dır.
KAYNAKÇA::
Sadık Göksu, Kırkambar (Ahilik Ansiklopedisi) Ahilik Tarih
öncesi’nde Başlar, İstanbul 2011; İstanbul Esnaf ve Sanatkarının
Birlik Çatısı, İstanbul 2009, s. 22-23, 28-33.
Sadık GÖKSU
İSTANBUL SARAÇHANESİ VE
SARAÇ ESNAFI
Recep Yıldırım tarafından hazırlanan yüksek
lisans tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İstanbul Araştırmaları Anabilim
Dalı’nda 2010 yılında yapılmıştır. Eklerle birlikte
87 sayfadan oluşur.
Tez, girişten sonra iki bölüm ve sonuçtan meydana
gelir. Birinci bölümde; İstanbul Saraçhanesi’nin
tarihi gelişimi hakkında bilgi verilir ve İstanbul’daki saraçhane ve saray saraçlarının XIX.
yüzyıla kadar olan durumu arşiv belgelerine göre
değerlendirilir. İkinci bölümde saraçhanede faaliyet gösteren esnaflar tanıtılır. Saraçlık mesleği,
debbağlar, saraçhanede üretimi etkileyen faktörlerden yangın ve doğal afetler hakkında bilgi verilir. Üçüncü bölümde İstanbul Saraçhanesi’nin
XIX. yüzyıldaki durumu, bu dönemde yapılan
düzenlemeler, teknolojik gelişmelerin saraçhane
ve saraç esnafı üzerindeki olumsuz etkisi arşiv
belgeleri kullanılarak ortaya konulur.
36
Selma TURHAN SARIKÖSE
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
İSTANBUL TİCARET VE
SANAYİ ODASI EYLÜL
1923-MAYIS 1926 FAALİYET
VE UYGULAMALARINA DAİR
GENEL RAPOR
1926 yılında İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası
tarafından Osmanlıca olarak yayımlanan eser,
Süreyya Atilla Sağlamçubukçu ve Ali Ulusoy tarafından Latin Alfabesiyle Türkçeye çevrilip uyarlanarak Ali Yılmaz’ın editörlüğünde yeniden yayımlanmıştır (İstanbul 2011). 973 sayfalık bu eser,
1923-1926 yıllarının ticaret ve sanayi anlayışına
yönelik faaliyetleri kapsar.
Birinci bölümde odaya kayıtlı resmî, özel, yabancı kurum ve şirketlerle ilgili bilgiler verilir. İkinci
bölüm, İstihbarat ve Yayın Şubesi ile ilgilidir. Bu
kısım, kitabın 107-727 sayfaları arasını kapsayan en geniş bölümüdür. 620 sayfalık bölümde
ticaret ve sanayiye ilişkin kanun hükümleri, tekeller ve imtiyazlar, ticaret anlaşmaları, gümrük
işlemleri, devlet-vilayet-belediye vergileri, taşımacılık, posta-telgraf ve telefon, uluslararası ticaret
ve sanayi kuruluşları, ticaret ve sanayi mallarıişlemleri, İstanbul Limanı, odanın işlemleri-komisyonları-sanayi-deniz ticareti şubeleri, istihbarat şubesinin hazırladığı istatistikler, İstanbul’da
yapılan sergiler gibi konular hakkında bilgiler verilir. Aynı zamanda odanın konular-sorunlarla ilgili görüşleri açıklanır. Dördüncü bölüm, odanın
muhasebe şubesinin işlemlerine ayrılmıştır. Gelirler, masraflar, bütçeler hakkında açıklamalar
bulunmaktadır. Beşinci bölüm, tarihçesinden,
teşkilat yapısına, işlem gören maddelere varıncaya kadar İstanbul Ticaret ve Zahire Borsası hakkında bilgi içermektedir.
Sonuç kısmı olmayan eser, dokümanter malzeme
ihtiva ettiği, dönemle ilgili görüşler de ortaya koyduğu için, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarının
hem ticarî zihniyeti-düzenlemeleri hem de devrin
iktisadî potansiyeli hakkında bilgi vermektedir.
Caner ARABACI
A
A
n
s
i
h
k
i
l
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ
İKTİSAT FAKÜLTESİ
MECMUASI
Osmanlı eğitim sistemi müfredatına iktisat dersi,
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren girmeye
başladı. İktisat eğitimi, müstakilen olmasa da
farklı programlar altında ders olarak okutuldu.
İktisadın müstakil olarak eğitim kurumlarında
okutulmaya başlanması, Cumhuriyet döneminde
oldu. Darülfünun döneminde İstanbul ve Ankara Hukuk Fakülteleri’nde iktisat eğitimi sistemli
olarak verildi. 1933 yılında gerçekleşen üniversite reformu sonrasında Hukuk Fakültesi içerisinde “İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü” kuruldu. Bu
program ile birlikte Almanya’dan iktisat hocaları
Türkiye’ye davet edildi ve bu gelen hocalar İktisat
Fakültesi’nin kurulmasında etkili oldu. 14 Aralık
1936 tarihinde İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi kuruldu. Bu derginin amacı, Türkiye’de
sosyal bilimler ve özellikle iktisat alanında bulunan eksikliklerin tamamlanması ve yeni fikirlerin ortaya atılması oldu. İstanbul Üniversitesi
İktisat Fakültesi’nin kurulması ile birlikte Fakülte Kurulu, bir dergi çıkarma kararı aldı. İktisat
Fakültesi Mecmuası’nın ilk sayısı 1939 yılında
çıktı. Dergi, 1939-2014 yılları arasında toplam
64 cilde ulaşmıştır.
Derginin ilk 50 cildi yılda dört sayı olarak çıktı.
51. ciltten itibaren ise yılda iki sayı olarak çıkmaya başladı. Bugün de aynı usul çerçevesinde çıkan derginin ilk yayın kurulunda Fritz Neumark,
Şükrü Baban, Ömer Lütfi Barkan, Sabri F. Ülgener ve Orhan Tuna gibi bu sahada duayen isimler bulundu. Bu isimler, derginin ilk 30 cildinde
sürekli olarak yayın kurulunda görev almışlar ve
ayrıca çeşitli makaleler de sunmuşlardır. Derginin bazı sayıları bilinen ve uzman şahsiyetlere
atfen armağan olarak yayımlanmıştır.
Dergi, ismi ile müsemma olarak iktisat alanındaki makalelerden oluşmaktadır. Ancak çok az
sayıda da olsa sosyal bilimlerin çeşitli alanlarından makale ve yazarlara da yer ayrılmıştır. Başta
sosyoloji ve tarih olmak üzere sosyal bilimlerin
çeşitli alanlarında makaleler yayınlanmıştır. Disiplinler arası alışveriş örneği olarak iktisat-tarihi, iktisat-sosyoloji, iktisat-hukuk gibi çeşitli
alanlar ile iktisat arasında ilişkiler kurulmuştur.
Dergide doğrudan Ahilikle ilgili yayımlanan makaleler aşağıda ki gibidir:
Samed Ağaoğlu, “Küçük San‘at Meseleleri,
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Türkiye’de ve Başka Yerlerde”, II/2 (1941); Ernst
Reuter, “Beledî Vakıfların Modern Şehir İdaresindeki Ehemmiyetleri”, III/3(1942); Ahmet
Hamdi Başar, “Bir Medeniyetin Sonu, İstanbul”
IV/3 (1943); Abdülbaki Gölpınarlı, “İslam ve
Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları” XII/4(1949-1950); Abdülbaki Gölpınarlı,
“Şeyh Seyyid Gaybî Oğlu Şeyh Seyyid Huseyn’in
‘Fütüvvet-Nâme’si”, XVII/1-4 (1955-1956); Abdülbaki Gölpınarlı, “Fütüvvet-Nâme-i Şeyh Seyyid Huseyn İbni Gaybî”, XVII/1-4(1955-1956);
Abdülbaki Gölpınarlı, “Fütüvvet-Nâme-i Sultanî
ve Fütüvvet Hakkında Bazı Notlar”, XVII/1-4
(1955-1956); Abdülbaki Gölpınarlı, “Burgazî
ve Fütüvvetnâmesi”, XV/1-4 (1953-1954); Franz
Taeschner, “İslam Ortaçağı’nda Füttüvvet Teşkilatı”, XV/1-4 (1953-1954); Halil İnalcık, “15. Asır
Türkiye İktisadî ve İçtimaî Tarihi Kaynakları”,
XV/1-4 (1953-1954); Ahmet Tabakoğlu, “Osmanlı Ekonomisinde Fiyat Denetimi”, XLIII/1-4
(1984); Salih Aynural, “XVIII. ve XIX. Yüzyıllarda
Osmanlı Esnafında Üretim Anlayışı ve Organizasyonu”, XLVI (1988).
Said OKUMUŞ
İSTANBULESNAF DERGİSİ
İstanbul Esnaf ve Sanatkârlar Odaları Birliği (İSTESOB), kurulduğu 1951 yılından beri esnafın
temeli olan Ahilik ve Ahilik kültürünün prensiplerine ve değerlerine büyük önem vermektedir.
Bu prensipler ile değerlerin pratikte ve teoride
uygulanması için bilimsel toplantılar düzenlemekte, yayınlar yapmakta ve önemli projelere
imza atmaktadır. Bu bağlamda 152 meslek odası
ile 250.000’in üzerinde üyesi bulunan İSTESOB,
toplumun sessiz çoğunluğu olan esnafı bilgilendirmek ve sesini duyurmak için süreli yayınlar
da yapmaktadır.
Bu süreli yayınlardan biri, her ay düzenli olarak çıkan İstanbulESNAF adlı dergidir. Faik
Yılmaz’ın 2009 yılında İSTESOB başkanı olarak
göreve başlamasıyla aynı yılın Eylül ayından itibaren Fikret Helvacıoğlu’nun Genel Yayın Müdürlüğü ve Sedat Yalçın’ın editörlüğünde yayın
hayatına giren ve bugüne kadar 57 sayı yayımlanmış olan İstanbulESNAF Dergisi, sadece İstanbul esnafının değil, toplumun bütün kesimine
37
A
A
n
s
i
h
k
hitap eder. Bu bağlamda İstanbulESNAF Dergisi,
İSTESOB Başkanlığının Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, ilgili bakanlıklar ve İstanbul’un yerel
yöneticileriyle olan temaslarını, birinci elden üyelerine duyuran haberlere yer verir. Ayrıca dergi,
her meslekten sorunları, haber ve röportajları,
esnafla ve toplumla ilgili dilek ve istekleri, her ay
düzenli bir şekilde okuyucusuyla buluşturur ve
böylece esnaf ve halk arasında bir köprü vazifesi
görür. Bu işlevlerinin yanında her yıl Eylül ayında
kutlanan Ahilik Haftası ile ilgili haberleri de üyelerine duyurur. Bu bağlamda Ahilik kültürü ile ilgili
bugüne ışık tutan ve yarından beklentileri ortaya
koyan makaleleri yayınlar.
Fikret HELVACIOĞLU
İSTESOB
(bk. İSTANBUL ESNAF VE
SANATKÂRLAR ODALARI
BİRLİĞİ)
İŞ ETİĞİ VE AHİLİK
38
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Felsefe Anabilim Dalı’nda Zeynep Kantarcı tarafından 2007 yılında hazırlanan yüksek lisans tezidir. Giriş dışında iki bölümden ve 83 sayfadan
meydana gelir.
Girişte olgu, değer, iyi, kötü, özgürlük, erdem, sorumluluk ve vicdan gibi etik kavramlar, ahlakın
kaynağı ve çeşitleri, ahlakî davranışın özellikleri
gibi etik problemler ile betimleyici, normatif ve
meta-etik gibi etik türler, kozmolojik, teolojik,
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
antropolojik ve sosyolojik etik temellendirmeler
hakkında genel betimleyici bilgiler verilir.
Birinci bölümde öncelikle dünyada ve Türkiye’de
iş etiğinin tarihsel gelişimi ile ücretlendirme,
performans değerlendirme, iş güvenliği, ürün güvenliği, çıkar çatışmaları gibi işletmelerdeki etik
sorunlar ve özellikleri incelenir. Ayrıca yönetim
olgusu içinde etik ilkeler, etik standartlar, etik
zeminde bir kurum kültürünün oluşturulması
ve hukuk, tıp, eğitim, rehberlik hizmetleri, insan
kaynakları gibi çeşitli iş alanlarına ait etik ilkelere yer verilir.
İkinci bölümde Ahilik ve iş etiği konusu üzerinde
yoğunlaşılır. Burada öncelikle Ahilik kavramının
etimolojik kökeni tahlil edilir ve bunun tarihsel
süreçte Orta Asya’dan başlayarak özellikle XIII.XX. yüzyıllar arasında taşıdığı anlamlar üzerinde
durulur. Bu tanımların odak noktası ise Ahilik
geleneğinin iş ahlâkı üzerine inşa edilmiş bir
sosyal kuruluş olduğudur. Ayrıca bu bölümde
kalfalıktan ustalığa geçiş töreni ve bu törende
okunan Ahilik nasihati ile fütüvvetnâmelerde
yer alan Ahiliğin davranış kalıplarına değinilir.
Bir sonraki aşamada Ahiliğin amaçları üzerinde
durularak bunlar sosyo-ekonomik açıdan kişiyi
eğitimle üretici ve yararlı hale getirmek, ahlâk
zemini üzerine kurulmuş verimli bir çalışma
ortamı oluşturmak, karşılıklı anlayış ve güvene
dayalı bir işbölümü gerçekleştirmek gibi üç ana
maddede ifade edilir. İkinci bölümün son aşamasında ise Ahi Evran’da iş etiği konusu işlenir. Bu
arada önce Ahi Evran’ın düşüncelerinin kaynağına değinilir, arkasından onun düşünce sistemi
ve özellikle de eğitim anlayışına yer verilir. Ayrıca eğitimin, sadece meslekî değil, aynı zamanda
ahlâkî, dinî ve toplumsal yönlerinin olması gerektiği vurgulanır.
Baykal BİÇER
K
A
A
n
s
i
h
k
KÂBUSNÂME
40
Değişik sanatlar hakkında bilgi veren eser, İran’ın
kuzeyinde hüküm süren Ziyârîler hanedanı (9231042) emirlerinden Keykâvus b. İskender tarafından Farsça olarak kaleme alınmıştır. Müellif
eserini tahtın varisi olan oğlu Gilan Şâh’a nasihat
amacıyla 475 (1082-1083) yazmıştır. Kâbusnâme
adının, âdet olduğu üzere dedesi Kâbus’a nisbetle
verilmiş olabileceği gibi, müellifin “Kâvus” adına
nisbetle verilen Kâvusnâme’den bozulmuş olması
da muhtemeldir. Eser, Enderznâme, Pendnâme,
Nasîhatnâme veya Kitâbu’n-Nasîhat olarak da
bilinmektedir.
Bir ön söz ve 44 konu başlığından meydana gelen
Kâbusnâme, Moğol öncesi İslam medeniyetinin
bir hülasası gibidir. Eserde dönenin siyasî, sosyal,
ilmî, iktisadî, hukukî yapısıyla ilgili bilgilerin yanı
sıra, sanat ve meslekler hakkında da genel bilgiler
verilmiştir. Eserdeki konuları vaaz ve nasihatler,
âdâb-ı muaşeret ve yaşam, terbiye ve ahlak, ilimler ve ilim tahsili, beden eğitimi, devlet adamları
ve görevleri, meslekler ve ticaret şeklinde tasnif
etmek mümkündür. Ticaret noktasından köle, ev
ve tarla satın almak, at satın almak gibi bölümler,
meslek ve sanatlar açısından şiir söyleme sanatı,
çalgıcılık sanatı, kâtiplik ve yazı yazma, avcılık,
çiftçiler ve ziraat işleri, civanmerdlik gibi başlıklar dikkat çekmektedir.
Kâbusnâme, döneminin Farsça nesrinin seçkin
örneklerinden biridir. Siyasetnâme ile aynı çağda
yazılmış olmasına rağmen, yazı ve dil özellikleri
bakımından ondan daha eskidir. Kitapta genellikle sade anlatıma yer verilir. Ele alınan konular
Kur’an ayetleri, hadisler, hikmetli sözler, darb-ı
meseller, hikâyeler, Farsça ve Arapça teşbih ve
istiarelerle daha anlaşılır kılınmıştır. Bölümleri
arasında Müslüman âlimlerle birlikte eski Yunanlı filozof ve diğer tanınmamış bilginlerden hikmetli söz ve bilgiler de aktarılmaktadır. Temsilî
hikâye ve kıssaların yanı sıra bölümler arasında
konularla ilgili gerek yazarın gerekse başka şairlerin şiirleri yer almaktadır.
Kâbusnâme, ilk olarak Rıza Kuli Han Hidayet
tarafından yayımlanmıştır (Tahran 1285). Daha
sonra çok sayıda neşri gerçekleştirilmiş olan eseri en son G. H. Yusuf elde mevcut en eski el yazma nüshasını esas alarak neşretmiştir (Tahran
1345).
Birçok dile çevrilen Kabûsnâme, XIV. yüzyıldan
itibaren Türkiye Türkçesi’ne beş defa tercüme
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
edilmiştir. Toronto’da Eleazar Bimbaum’un
elinde bulunan ilk çevirinin XIV. yüzyılın ilk yarısında yapıldığı tahmin edilmektedir. Şeyhoğlu
Sadreddin Mustafa tarafından Germiyan beyi
Süleyman Şah adına yapılan ikinci çevirinin nüshası Kahire Hidîviyye Kütüphanesi’ndedir. Yıldırım Bayezid’in oğlu Emir Süleyman’ın has adamlarından Hamza Bey’in emriyle Akkadızâde’nin
yaptığı çevirinin nüshaları çeşitli kütüphanelerde
mevcuttur. 830 (1427) yılında Mahmud b. Mehmed (Bedr-i Dilşâd) tarafından gerçekleştirilen
manzum çevirisi Sultan II. Murad’a (1421-1444;
1446-1451) sunulduğu için Muradnâme adıyla
anılmaktadır. Bu eser kısmen telif özelliği taşımaktadır. Eserin Türkçeye yapılan en son ve
en tanınmış çevirisi (835 / 1431-1432), II. Murad adına Mercimek Ahmed b. İlyas tarafından
gerçekleştirilmiştir. Bunun Türkiye ve dünya
kütüphanelerinde birçok yazma nüshası vardır.
Mercimek Ahmed’in çevirisini, Nazmizâde Murtaza Efendi 1117’de (1705) Bağdat Valisi Hasan
Paşa’nın emriyle o günün diline göre yeniden
kaleme almıştır. Eserin bir de başı ve sonu eksik Çağatayca tercümesi bulunmaktadır. Bu çeviri Orhan Şaik Gökyay tarafından yayımlanmış
(İstanbul 1944), Atilla Özkırımlı ise bu neşri
kısmen sadeleştirerek iki cilt halinde bastırmıştır (İstanbul t.y.). Mercimek Ahmed çevirisi
Abdülkurun Şirvânî vasıtasıyla 1298’de (1880)
Kazan’da yayımlanmıştır. Ayrıca Kayyum Nâsırî
tarafından Kazan lehçesine çevrilip iki defa basılmıştır (Kazan 1884, 1898).
Kâbusnâme’yi H. F. von Diez Almanca’ya (Busch
des Kabus, Berlin 1811), A. Querry Fransızca’ya
(Le Cabous Nâme, Paris 1866), Reuben Levy
İngilizce’ye (The Nasihatnama Known as
Kabusnâme, London 1951), E. Bertels Rusça’ya
(Kabu Na Me, Moscow 1953), Emin Abdülmecid
Bedevî Arapça’ya (Kitâbü’n-nasîhat el-ma’rûf
bi’smi Kâbusnâme, Kahire 1378 / 1958) çevirmiştir.
KAYNAKÇA::
Keykâvus b. İskender, Kabûsnâme, (çev. Mercimek Ahmet;
yay. Orhan Şaik Gökyay), İstanbul 1974, s. I-XVIII; aynı yazar, Müntehab-ı Kabûsnâme (yay. Saîd Nefîsî), Tahran 1320 s.
3-37; Edward Granwille Browne, A literary history of Persia:
from firdawsi to Saʻdi, II, Cambridge 1956, s. 276-287; Emin
Abdülmecîd-i Bedevî, Bahs der Bâre-i Kabûsnâme, Tahran 1335;
Zebihullah Safâ, Tarîh-i edebiyat-ı der İrân, 1339, II, s. 898-902;
Meryem es-Sâdâtu Es‘adî, “Güftârhâ-yi İktisâdî der Kâbûsnâme”,
Ittılât-ı Siyâsi-yi İktisâd, sy. 257-258 (1387), s. 122-129; Mehdi
Ferhânî Müferid, “Siyâset, Târîh ve Edebiyyât der Kâbûsnâme”,
Târîh ve Temeddün-i İslâmî, S. 3(1385), s. 55-72; Hüseyin
Hidîvcem, “Kâbûsnâme”, Hüner u Merdum, S. 109(1350) s. 1015; Zeynep Korkmaz, “Kabus-name ve Marzuban-name Çeviri-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
leri Kimindir?”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, Ankara
1966, s. 267-278; François de Blois, Persian literature: a bio-bibliographical survey: poetry of the pre-Mongol period, V, London
2004, 150-154; Rıza Kurtuluş, “Keykâvus b. İskender”, DİA,
XXV, Ankara 2002, s. 357.
Rıza KURTULUŞ
KADI
Kazalarda esnaflarla ilgili problemlerin çözümünde birinci derecede rol oynayan hukuk
adamıdır. Kaza, ticarî ve kültürel üstünlüğü ile
çevrenin merkezi olmuş bir kasaba veya şehir
ile bir topluluk merkezini çevrelemiş köylerin
teşkil ettiği idarî bir birliktir. Bundan dolayı
kazaların doğuşu, ekonomik, sosyal, coğrafî ve
kültürel şartların belirlediği tarihî bir seyir içerisinde vuku bulmuş demektir. Kaza merkezi olan
şehirlerin büyük çoğunluğu, Osmanlı öncesi devirlerde de bulundukları bölgenin siyasî, iktisadî
ve kültürel bakımdan merkezî durumda olan
yerlerdir.
Osmanlı Devleti, adlî teşkilat bakımından, birçok kaza bölgesine ayrılmıştı. Her kaza birimi
doğrudan merkeze yani Divan-ı hümayuna bağlıydı. Eyalet-sancak şeklindeki askerî teşkilattan
ayrı olarak tamamıyla sivil karakterli bir de kaza
idaresi mevcuttu. Kaza merkeziyle beraber çoğu
defa sancak sınırları içerisinde kalan bir de kaza
bölgesi bulunmaktaydı. Fakat bazı sancaklarda
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
birden fazla kaza bölgesi de olabilirdi. Sancağa
bağlı bütün köyler, idarî-askerî açıdan sancakbeyine, kazaî açıdan kadıya bağlıydılar. Kadı,
kazanın en büyük ve en önemli âmiri idi. Yargı
görevinin dışında mülkî, beledî, askerî, malî ve
noterlik konularında da geniş yetkilere sahipti.
Kadılar, en yüksek dereceli medreselerden mezun olurlardı. Mezuniyetten sonra kadıaskerliğe
müracaat eden kadı adayları görev beklerlerdi.
İlk önce mahlûl yani boş bulunan en küçük bir
kazaya atanırdı. Birkaç küçük kazada görev
yaptıktan sonra zamanla terfi ederek sancak ve
vilayet kadılıklarına getirilirdi. Görev yeri büyüdükçe gelirleri de artardı. Kadı, görevine ancak
iki sene müddetle atanabilir, iki yılın sonunda
İstanbul’a giderek mülâzemette yani maaşsız hizmette beklerdi. Bu durumda 30 yıl kadılık yapan
birisinin 10 yılı mülâzemette geçiyor demekti.
Kadılıklar, kadıların görev yaptıkları kaza bölgesinin durumuna göre belli derecelere ayrılmıştı.
Bunlar, kaza kadıları ve sancak-eyalet kadılarıdır. Kaza kadılıkları küçük merkezler olup kadıaskerler buralara doğrudan kadı tayin edebilirlerdi. Mevleviyet sayılan İstanbul, Edirne, Sofya,
Selanik, Bursa, Konya gibi büyük şehir kadılıklarına ise XVI. yüzyılın ortalarına kadar kadıaskerlerce kadı tayin edilirken, bu zamandan sonra
şeyhülislamın sadrazam vasıtasıyla yaptığı inhâ
üzerine tayin yapılmaya başlanmıştır. Mevleviyet
olan kadılıklar da kendi aralarında kadıların aldıkları yevmiyelere göre, 150, 300 ve 500 akçelik
şeklinde gruplara ayrılmıştı. Bunlara bağlı ayrıca
kazalar da vardı. Molla durumundaki büyük kadılar buralara nâibler yollarlar idi.
Kaza idaresinin başı olan kadı umumiyetle kaza
merkezi olan ve nefs tabir edilen şehirde otururdu. Kaza bölgesi içinde kalan bütün köylerin
davaları meclis-i şer‘ denilen mahkemede görülürdü. Hukukî açıdan kadı, şer‘î mahkemenin
başkanıdır. Mahkeme, kadının oturduğu konağın alt katında kurulurdu. Şayet böyle elverişli
bir konak yoksa kasabanın en büyük camisinde
yargı işleri yürütülürdü. Yargılama sabah namazından sonra başlar, öğleye kadar sürerdi.
Sicillerdeki hükümlere göre davacı veya davalının oturduğu yer mutlaka belirtilmektedir. Her
türlü anlaşmazlıklar ve cezaî müeyyideyi gerektiren suçlar kadının başkanlık ettiği mahkemede
çözümlenir; kadının hükmü olmadan hiç kimse
cezalandırılamazdı. Her türlü alacak borç ve miras davaları ile arazi ihtilafı; ehl-i örf, reaya ve
esnaflarla ilgili hemen her türlü anlaşmazlıklar
41
A
A
42
n
s
i
h
k
kadı tarafından halledilirdi. Esas itibariyle ehl-i
örf kadının denetimi altındaydı. Ayrıca ilmiye sınıfına mensup müderris, mütevelli ve diğer vakıf
görevlileri ile vakıflardan yararlananların tayin ve
azilleri kadının arzı ile mümkün olurdu. Esnaf
örgütlerinde çalışan şeyh, kethüda, ahi baba gibi
görevliler de Kadının arzıyla atanırdı. Kadı’nın
hükmünü ancak dîvân-ı hümâyûn bozabilirdi. Bu
sebeple kadının verdiği kararı beğenmeyenler divana başvurabilirlerdi.
Öte yandan kadı, bulunduğu şehrin belediye hizmetlerinin yürümesinden sorumlu en üst âmirdi.
Ayrıca şehir kethüdası, çöpcübaşı, mimarbaşı,
esnaf kethüdaları, pazarbaşı ve muhtesib gibi kişilerden müteşekkil bir çeşit belediye meclisinin
başkanı idi. Esnafın sattığı her türlü ticarî mallara mevsimine göre muayyen bir fiyat vermek
şeklinde tanımlanabilecek olan narh işleri de
kadıya aitti. Askerî görevleri arasında ise avarız
hanelerinin tespiti ve avarız bedellerinin toplanması, kürekçi bedelinin toplanması, nüzül ve
sürsat zahiresi adı altında ordunun iaşe işlerinin
halledilmesi geliyordu. Kadı, diğer tekâlif-i divaniye denilen örfî vergilerin toplanmasına nezaret
ederdi. Yine iltizam gibi bir takım malî meselelerin hallinde kadının rolü vardı. Kadının görev
alanı bunlarla sınırlı değildi. Bulunduğu kazada
asayişin temininden sorumluydu. Bunu subaşı ve
asesler vasıtasıyla yürütürdü. Kadı ayrıca bugünkü noterlerin işlevini de görmekte olup, her türlü
tasdik işi ona aitti.
Kadı’nın mahkeme işlerinde yardımcısı olan bir
kısım memurlar mevcuttu. Bunların başında
nâib geliyordu. Nâib, kadının bulunmadığı hallerde duruşmaları idare etmek, serbest dirlikler
içerisinde yer almayan köylerdeki davaların yerinde görülmesi için olay mahalline gitmek gibi
görevleri ifa ediyordu. Bundan başka kadıya yargı işlerinde yardımcı olan subaşı, muhzırbaşı ile
emrinde muhzırlar, asesbaşı ve asesler, mukayyid
gibi görevliler vardı. Ayrıca her duruşmada hazır bulunan ve kazanın doğruluğu ve dürüstlüğü
ile tanınmış ileri gelenlerinden seçilmiş bir nevi
tanık mevkiindeki şühûdü’l-hâl denilen bir heyet mevcuttu. Bazan birkaç kişi bazan da 20-30
kişi olabilen şühûdü’l-hâl, kadının kararlarının
kanuna uygun olup olmadığını takip ederlerdi.
Çünkü kadılar, her ne kadar şer‘î ve örfî hukuku iyi bilirlerse de mahallî örf ve âdetlere yabancı
olduklarından dolayı tereddüt ettikleri hususlar
da olabilirdi. Böyle durumlarda şühûdü’l-hâl ile
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
müşavere ettiği gibi, fıkhî meselelerde kaza müftüsünden veya şeyhülislamdan fetva isteyebilirdi.
Bu durum kadının karar almasını kolaylaştırırdı.
Gerçi kadı, devleti temsil ediyordu ve müftünün
görüşüne uymak zorunda değildi. Ancak müftü
bir mesele hakkında dinin görüşünü bildiriyordu
ki, bu da kadı için meşruiyet kaynağı teşkil ediyordu. Kadı sadece şer‘î değil, örfî hususlarda da
müftüden fetva sorabiliyordu.
Kadının en önemli görevlerinden birisi de kaza
ekonomisi ile doğrudan ilgili olmasıydı. Kadı,
esnaf teşkilatının işleyişinde mühim role sahipti.
Her esnaf grubunun kendi arasında oluşturduğu
lonca denilen bir teşkilatı vardı. Loncanın altılar
denilen altı kişilik ihtiyar ustalardan müteşekkil
bir yönetim kurulu mevcuttu. Bunlara nizam ustaları da denirdi. Bu altı kişi, esnafın en yaşlı ve
en itibarlı ustaları arasından lonca üyesi ustalar
tarafından seçilirdi. Altılar, kadıya ve muhtesibe
karşı sorumlu idi.
Her esnaf topluluğu, meslekî konularda tâbi
bulunacağı özel kuralları kendisi kararlaştırır
ve bunu yazılı olarak kadıya sunardı. İhtisab
Kanunnâmesi denilen bu belgeyi kadı, şer‘î ve
örfî hukuka, göreneklere uygun olup olmadığına bakar ve incelemesini tamamladıktan sonra
divana arz ederdi. Divanın tasdikinden sonra
esnaf için bağlayıcı bir belge ve bir çeşit yönetmelik halini alırdı. Aynı loncada yer alacak ustaların çoğunluğuna ait iradeyi yansıtan ihtisab
kanunnâmesinde ustalık, kalfalık gibi meslekî
unvanların nasıl kazanılacağı, çıraklık ve kalfalık
süreleri, çalışma şartları, üretilecek malın cinsi
ve kalitesi, ham maddenin temin ve dağıtımı,
dükkânların yeri, sayısı gibi konular yer alırdı.
Zaman içerisinde değişmeler olursa yine aynı şekilde kadıya müracaat edilerek belge yenilenirdi.
Kadı esnaf birlikleri arasındaki anlaşmazlıkları
karara bağlar, kanun ve nizamlara aykırı hareket eden esnafı cezalandırırdı. Şehirdeki esnaf
sayısının belirlenmesi de kadının görevleri arasındaydı.
Üretilen malların standartlara uygun olup olmadığı ve kalitesi lonca yönetim kurulu mesabesindeki altılar tarafından kontrol edilirdi. Esnaf
teşkilatı, kadının kontrolü altında faaliyet göstermekle beraber belli bir özerkliğe sahipti. Esnaf
içinde ortaya çıkabilecek anlaşmazlıklar ve davalar teşkilat içinde halledilir, mahkemeye nadiren
başvurulurdu. Lonca, üyesi olan esnafın her şeyi
ile ilgilenirdi. İçki içip, tütün kullanmasına ka-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
dar karışırdı. Orucunu ve namazını ihmal edip
etmemesine kadar gözler, lüzum görürse müdahale ederdi.
Lonca’nın altı kişilik yönetim kurulundan birisi
başkan olurdu. Buna kethüda denirdi. Kethüdayı çoğu defa esnaf seçerdi. Şayet merkezden
tayin olunacak ise esnafın onayı alınırdı. Seçim
bir yıl için yapılır, süre sonunda yenilenirdi. Kethüda seçimi kadının huzurunda yapılırdı. Esnaf
çoğunluğu kethüdadan memnun değilse kadıya
müracaat ederek yeni bir kethüda seçebilirdi.
Esnafın diğer esnaf örgütleri ile yani mal aldığı
veya sattığı zümrelerle ve kamu otoriteleri ile
olan ilişkileri kethüda doğrudan kendisi sağlardı. Kentteki bütün kethüdaların üstünde ise şehir kethüdası yer alırdı. Şehir kethüdası şehrin
diğer ileri gelenleri ile birlikte kenti ve kent çalışanlarını devlet nezdinde temsil ederlerdi.
Kethüdanın yanında ona esnafın teşkilat içi ilişkilerinde yardımcı olan bir de yiğitbaşı seçilirdi.
Yiğitbaşı loncaya gerekli olan hammaddeyi piyasadan sağlar, bunların uygunluğunu denetler ve
bu malları diğer loncaya veya dükkânlara teslim
ederdi. Tecrübeli lonca ustaları arasından seçilen yiğitbaşı, gerektiğinde kethüdanın görevlerini
de yüklenirdi. Bu tür işlerde yeni ustalar arasından seçilen ve ehl-i hibre adı verilen bilirkişiler
yiğitbaşıya yardım ederlerdi. İpekli dokumacılık
gibi uzmanlık ve kalite denetimi gerektiren üretim dallarında bilirkişinin seçimi özel önem taşırdı. Daha büyük ve gelişmiş loncalarda ise bu
görevliler loncanın fiili yönetim kurulunu oluştururdu. Kent düzeyindeki lonca hiyerarşisinin en
önemli işlevlerinden biri de devletin loncalardan
talep ettiği vergi yükümlülüklerini loncalar ve
lonca ustaları arasında dağıtmak ve daha sonra
bu vergileri toplayarak devlet temsilcilerine teslim etmekti.
Lonca sistemi, devletin uyguladığı narh politikasının en önemli yürütme ve denetim cihazını
oluşturmuştur. Esnafın iç düzeni, serbest rekabet prensibi yerine karşılıklı kontrol ve yardım
esasına ve imtiyaz ve tekel usullerine, fiyat istikrarını sağlayıcı bir anlayışa dayanıyordu. Üretilen
ve piyasaya arz edilen ürünler kadının bilgisi dahilinde idi. Narh politikasının amacı, aracıların
ortaya çıkmasını önlemek, ürünlerin üreticiden
tüketiciye en kısa yoldan ve en elverişli fiyatlarla
intikal etmesini sağlamaktı.
Şehir halkının temel tüketim ihtiyaçlarının sağlanması, kentlerdeki iktisadî hayatın canlı tutulması, devlet için yalnızca ekonomik açıdan de-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ğil, siyasî yönden de büyük önem taşımaktaydı.
Kadının kontrolündeki loncalar ise kentlilerin
iktisadî hayatlarında büyük rol oynamaktaydılar.
Sarayın, ordunun ve donanmanın temel ihtiyaçlarının düzenli bir şekilde karşılanması da devlet için önemliydi. Bu işi de loncalar vasıtasıyla
kadılar sağlardı. Diğer taraftan devlet loncalardan vergi toplamaktaydı. Kentlerdeki üretim ve
ticaret faaliyetlerinin vergilendirilmesini de esnaf
loncaları vasıtasıyla yine kadılar temin ederdi.
Nihayet geleneksel düzenin vazgeçilmez bir parçası olan loncalar vasıtasıyla devlet şehir ekonomilerini üretimden tüketime kontrol etmiş olurdu ki bu politikanın icra âmiri kadılardı.
Ayrıca Osmanlı ordularında, ordudaki askerlerin türlü ihtiyaçlarını temin etmek üzere ordu
ile birlikte saraç, demirci, arabacı, nalbant, aşçı,
bakkal ve daha birçok esnafın nöbetleşe ve silahlı olarak sefere katılmaları mecburi idi. Bunlara
orducu veya orducu esnafı denirdi. Orducu esnafının seçilmesinde de devlet, kadıları muhatap
alırdı.
Kadıların devletin ekonomik politikasının yürütülmesinde en önemli görevlerinden birisi de
narh vermekti. Kadı bu konuda geniş yetkilere
sahipti.
Osmanlı devletinin temel prensibi toplumun huzur, refah ve adalet içerisinde yaşamasıdır. Bu
sebeple devlet üretici ve tüketiciyi fiyatlar karşısında sürekli koruyan ve kollayan bir iktisat
siyaseti takip etmiş ve fiyat politikasında müdahaleci bir yaklaşımı benimsemiştir. Devlet bir
malın üretiminden nihaî tüketimine kadar her
aşamada müdahale etmekte ve kadı aracılığıyla
pazarı kontrol altında tutmaktaydı. Müdahalecilik, paranın resmî kurunun belirlenmesinde,
yılda iki defa belirlenen narhta, büyük şehirlerin iaşesi için uygulanan mubayaa emirlerinde
kendini gösterirdi. İslam ulemasının bir kısmı
narh politikasının İslam’a uygun olmadığı görüşünü ileri sürmüşlerse de büyük çoğunluk narhı
İslam’a aykırı görmemiştir. Osmanlı ekonomisinde fiyatlara tesir eden belirli unsurlar vardır.
Bunları, iktisadî zaruretler, devletin ekonomik
anlayışı ve uygulamaları, siyasî ve sosyal olaylar
ve tabii afetler olarak sıralayabiliriz. Fiyatları etkileyen bir önemli unsur ise piyasadaki para hacmidir. Piyasadaki altın ve gümüş paranın bolluğu
fiyatları düşürür, tersi olursa fiyatlar yükselirdi.
Devlet, zaman zaman yapılan sikke tashihleri ile
piyasadaki para hacmini kontrol altına almaya
çalışmıştır. Fakat madeni para devrinde özellikle
43
A
A
n
s
i
h
k
günlük alışverişlerde en çok kullanılan akçenin
içerisindeki gümüş mikdarının azaltılması doğrudan fiyatlara tesir ederdi. Devletin uyguladığı
narh politikası fiyatların oluşumunda belirleyici
en önemli unsurlardan birisidir. Devlet, iaşeci
yaklaşımı sebebiyle fiyatları uyguladığı narh politikası ile kontrol altında tutmaya çalışırdı. Ancak
mal arzının yeterli olmadığı durumlarda fiyatları
belli bir seviyede tutmak mümkün değildi. Aksi
halde bir malın resmî fiyatı, bir de piyasa fiyatı
ortaya çıkar veya kara borsacılık başlardı. Öte
yandan narh politikası daha çok halkın temel ihtiyacı olan gıda maddeleri ve giyim kuşam ve çeşitli kullanım malzemeleri için uygulanırdı. Lüks
tüketime yönelik mallar, sanat eserleri, ince kuyumculuk işlerinde fiyat kendiliğinden oluşurdu.
Fiyatları etkileyen unsurlardan birisi de uygulanan gümrük politikasıydı. Dışarıdan ithal edilen
mallardan devlet belirli oranlarda gümrük vergisi
alırdı. Alınan bu vergiler de o malın fiyatına etki
ederdi. Gerçi devlet provizyonist politikalar gereği
piyasadaki mal arzını yüksek tutmak için ithalatı kolaylaştırıcı bir politika takip ederek ithalatta
gümrük vergilerini sık sık düşürme yoluna gitmiştir.
Bu bağlamda devletin ithalat ve ihracat politikalarının uygulanmasında da kadılara önemli roller
düşüyordu. Devlet içeride halkın temel ihtiyaç
maddeleri olarak değerlendirdiği hububat başta
olmak üzere koyun, deri, bakır, demir, kurşun,
pamuk, pamuk ipliği, yapağı, balmumu ve benzeri mallara ihracat yasağı koyuyor, bu yolla piyasada herhangi bir malın sıkıntısının yaşanmamasını
sağlamaya çalışıyordu. Buna karşılık ithalata uygulanan vergilere mümkün olduğu kadar düşük
gümrük vergileri koyarak içeride mal bolluğunu
sağlama yoluna gidiyordu. İhracı yasak malların
takibi kadıların vazifesi idi. Bu konuda zaman
zaman bilhassa sahil kadılıklarına ve İran sınırındaki kazalara fermanlarla ihracı yasak mallar
listesi gönderiliyordu.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Isparta 2013; aynı eser, Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Tarihi, İstanbul 2013; Ebülulâ Mardin, “Kadı”, İA; VI, 42-46; İlber Ortaylı,
“Kadı” (Osmanlı Devleti’nde Kadı), DİA, XXIV, s. 69-73; Şenol
Çelik, “Şehir Kethüdâsı”, DİA, XXXVIII, s. 451-453.
Mehmet Ali ÜNAL
KADI KALEMŞAH
MAHALLESİ MESCİDİ
Konya’da günümüzde Gazialemşah olarak bilinen Kadı Kalemşah mahallesinde idi. XIII. yüzyıl
sonlarında inşa edildiği tahmin edilen mabedin
banisi İbn Battuta’da adı geçen Konya Kadısı Ahi
İbn Kalemşah’tır. Konya Osmanlı sınırları içine
alındığı sırada (1467) ayakta idi.
Halen ayakta bulunan ve halk dilinde Gazialemşah olarak bilinen Kadı Kalemşah Mahallesi
Mescidi orijinal yapı değildir. Fatih (1444-1446,
1451-1481) ve II. Bayezid (1481-1512)’in yaptırdıkları vakıf tahririnde Konya’da iki ev yeri, bu
mescidin vakfı olarak kaydedilmiştir. XVII. yüzyıl
ortalarında Limdeli Mehmed Ağa’nın da bu mescidde cüz okunması için vakıf kurduğu mütevelli
atamalarından anlaşılmaktadır.
KAYNAKÇA::
İbn Battûta, Seyahatname, (çev. A. Sait Aykut), İstanbul 2004,
s. 412-413; Fatih Devrinde Karaman Eyaleti Vakıfları Fihristi,
(haz. Feridun Nâfiz Uzluk), Ankara 1958, s. 28; , 64; Fahri Coşkun, 388/1483 Tarihli Karaman Eyaleti Vakıf Tahrir Defteri, İÜ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk İktisat Tarihi Anabilim Dalı Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1996, s. 64; 387 Numaralı
Muhâsebe-i Vilâyet-i Karaman ve Rûm Defteri (937/1530), Tıpkı
Basım, I, Ankara 1996, s. 8, 39; KŞS, nr. 1, s. 52; nr. 10, s. 51;
İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitabeleri ile Konya Tarihi,
Konya 1964, 360-361.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
KADI KALEMŞAH ZAVİYESİ
(bk. İBN KALEMŞAH DERGÂHI)
KAYNAKÇA::
44
M. Tayyib Gökbilgin, “XVI. Asırda Mukataa ve İltizam İşlerinde
Kadılık Müessesesinin Rolü”, IV. Türk Tarih Kongresi, Ankara
10-14 Kasım 1948, Ankara 1952, s. 433-444; İlber Ortaylı, Hukuk
ve İdare Adamı Olarak Osmanlı Devleti’nde Kadı, Ankara 1994;
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara 1984; Yaşar Yücel, “Osmanlı İmparatorluğunda Desantralizasyona Dair Genel Gözlemler”, Belleten, XXVIII/152 (1974), s. 657708; Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, İstanbul 1994; Ömer
Lütfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğunda Esnaf Cemiyetleri”,
Ömer Lûtfi Barkan’a Armağan, İÜİFM, XLI/1-4, İstanbul 1985, s.
39-46; Ömer Lütfi Barkan, “Türkiyede Din ve Devlet İşlerinin Tarihsel Gelişimi”, Cumhuriyetin 50. Yıldönümü Seminerleri, Ankara
1975, s. 86-90; Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Müesseseleri Tarihi,
KADI SİCİLLERİ
(bk. ŞER’İYE SİCİLLERİ)
KAFADAR, CEMAL
(d. 1954)
Yeniçeri-Esnaf Relations: Solidarity and Conflict adlı Yüksek Lisans tezini hazırlayan Cemal
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Kafadar, İstanbul’da dünyaya geldi. Çok kültürlü ve
dilli bir ortamda orta öğretimini tamamladı. Bu yıllarda edebiyata yatkın olan Kafadar, birçok röportajında şiir yazdığını ve eğer tarihçi olmamış olsaydı
edebiyatçı olacağının altını çizer. Çevresi ve kültürel
tabana bağlı olarak lisans eğitimini İstanbul Robert
Kollej’inde tamamlayan Kafadar, Yüksek Lisans ve
Doktora çalışmalarını Kanada’da Montreal Mc Gill
Üniversitesi’nde yaptı. 1985-1989 yılları arasından
Princeton Üniversitesi’nde Osmanlı Tarihi derslerini verdi. 1990’dan beri Harvard Üniversitesi Tarih
Bölümünde çalışmalarına devam etmektedir. 19992004 yılları arasında bölüm direktörü olarak çalışan
Kafadar’a, daha sonraki dönemde Türk tarih çalışmaları bağlamında akademik olarak “Vehbi Koç Profesörlük” pozisyonu verildi. Kafadar, Historians of
Ottoman Empire adlı çalışmanın editörlüğünü yaptı, ayrıca 2009 yılında Antalya Altın Portakal Filim
Festivali’nde jüri üyeliğinde bulunup 2010 tarihinde
Cumhurbaşkanlığınca her yıl tevcih edilen sanat ve
kültürde Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü’nü aldı.
Eserleri: Yeniçeri-Esnaf Relations: Solidarity and
Conflict, Mc Gill Üniversitesi Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Montreal 1981; Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken Dört Osmanlı: Yeniçeri, Tüccar, Derviş ve Hatun, İstanbul 2009; Between Two Worlds:
The Construction of the Ottoman State, Universty
of California Pres 1995; Türkçe Tercüme: İki Cihan
Aresinde-Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, İstanbul
2012; Suleiman the Second and His Time, edited
with Halil Inalcik, İstanbul 1993; Self and Others:
The Diary of a Dervish in Seventeenth Century, İstanbul 2010.
KAYNAKÇA::
http://en.wikipedia.org, (Erişim: 30.01.2014).
H. Mustafa ERAVCI
KÂĞITÇI
Debbağ esnafının ilişki içerisinde bulunduğu bir
diğer esnaf grubu kâğıtçılar idi. Çünkü imal edilen
kâğıtlar, yüzeyinin düzgün ve dayanıklı olması için
tutkallanırdı. Hamur halindeki kâğıt malzemesi için
karıştırılan tutkal ise hayvan artıklarından elde edilmekteydi. Keçi ve koyun artıklarından elde edilen
tutkal, açık renkli ve çok makbul idi. İstanbul’daki
kâğıthanelerde de hayvanî tutkal kullanılmaktaydı.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Koyun ve keçi derileri suda pişirilirken içine bir
mikdar şap atılarak tutkal elde edilirdi.
Beykoz’daki Kâğıthane-i Âmire’de imal edilen kâğıt
için her sene Yedikule, Eyüp, Kasımpaşa, Üsküdar
ve Tophane debbağlarından nizamları gereği vaktinde belirlenen fiyat üzerinden koyun derisi verilmesi kanun idi. Beykoz’daki Hünkâr İskelesi’nde
yeniden bina edilen kâğıt kârhanelerinde imal edilecek kâğıdın dayanaklı ve sağlam olabilmesi için
kayıt mayası denen bir sıvıya ihtiyaç olduğu ve bu
sıvının önemli bir kısmının ise koyun derisinden
elde edildiği belirtilmişti.
KAYNAKÇA::
BOA, C.İktisat, nr. l28; nr.1079; Mehmet Ali Kâğıtcı, Kâğıtçılık Tarihçesi, İstanbul 1936, s. 220; Osman Ersoy, 18.ve 19.Yüzyıllarda
Türkiye’de Kâğıt, Ankara 1963, s. 41.
Zeki TEKİN
KAHVECİ
Kahve, XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
hem evlerde hem de kahvehânelerde içiliyordu.
XVIII. yüzyılın başlarında daha yaygınlaştı. Kahve
zevki, daha Ortaçağ’da kahvesiyle ünlü Yemen’den
Mekke’ye, oradan da hacılarla Mısır’a gelen bir
yenilikti. XVI. yüzyılın sonlarına doğru bu içecek
Avrupa’da bilinmezken, Anadolu’nun ücra köylerinde bile içiliyordu. XVI. yüzyılın sonlarına doğru
ve daha sık olarak da XVII. yüzyılda en azından büyük kentlerin pazarlarında ödenen vergiler arasında kahve satışından alınan ve tahmis-i kahve denen verginin adı geçmeye başlamıştır. İstanbul’da
çok sıklıkla yaşanan yangınlar ve Kadızâdelerin
etkisiyle de XVII. yüzyılda kahve tüketimi padişah
IV. Murad’ın emriyle sık sık yasaklandı, hatta bu
yüzden kahvehaneler kapanmak zorunda kaldı.
Müteakiben taşradaki şehir ve kasabalara tütün
içilmesi, ekilmesinin yasaklanmasıyla ilgili birçok
fermanlar gönderildi. Fakat bu yasaklar İstanbul
dışında pek fazla etkili olmadı. Kahve tanelerini
kavuran ve kavrulmuş olan taneleri öğüten esnafa
tahmisçi deniyordu. Kahveciler, kahvelerini tahmisçilerden alırlardı. Tahmisçilerin dükkânları
genellikle kendi adlarıyla anılan Tahmisçiler
Çarşısı’nda yer alıyordu.
KAYNAKÇA:
Suraiya Faroqhi, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam Ortaçağdan
Yirminci Yüzyıla, (çev. Elif kılıç), İstanbul 1998, s.236,237,240;
45
A
A
n
s
i
h
k
Taha Toros, Kahvenin Öyküsü, İstanbul 1998, s.6; Ralph S. Hattox,
Kahve ve Kahvehaneler Bir Toplumsal İçeceğin Yakındoğu’daki
Kökeni, İstanbul 1998, s.10; İdris Bostan, “Kahve”, DİA, XXIV,
s.205 M. Murat Öntuğ, XVII. Yüzyılın İlk Yarısında Balıkesir Şehrinin Fiziki, Demografik ve Sosyo-Ekonomik Yapısı, SÜ Sosyal
Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Konya 2003, s. 248,
249; Tuncer Baykara, Osmanlı Taşra Teşkilatında XVIII. Yüzyılda
Görev ve Görevliler (Anadolu), Ankara 1990.
M. Murat ÖNTUĞ
KÂHYALAR KURULU
Büyük Kurul olarak da bilinen Kâhyalar Kurulu, 24 esnafın ileri geleninden oluşur. Kâhya başının görevi, mütevellilerin davranışlarını, genel
durumlarını ve loncaların toplanıp toplanmadıklarını tektik ederek, mütevelliler hakkındaki
şikâyetleri dinlemekti. Kâhyalar Kurulu, esnaf
arasında çıkan, mütevelli tarafından halledilemeyen anlaşmazlıkları, hükümete başvurmadan,
hükümetçe müdahaleye meydan vermeden hallederdi. Loncalar tarafından verilen ve Kâhyalar
Kurulu’nca onanan cezaları uygulardı. Esnafa ait
hususlarda, hükümet ve memleket ileri gelenleri
ile temas kurarak, hükümetin emir ve kararlarını esnafa bildirirdi. Buna karşılık Kâhyalar meclisinin teklif ve temennileri de idarî makamlara
iletilirdi.
KAYNAKÇA:
Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara 1997, s.
148.; Fahri Solak, Ahilik Kuruluşu, İlkeleri ve Fonksiyonları, İstanbul 2010, s. 17.
Bekir ŞAHİN
KALA, AHMET
46
(d. 1961)
Osmanlı dönemi esnafları ile ilgili birçok eseri
bulunan Ahmet Kala, aslen Rize Kalkandere Dizdaroğlu sülalesindendir. Sakarya’da doğdu. İlk,
orta ve lise tahsilinden sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girdi ve 1983 yılında mezun
oldu. 1985 yılında aynı üniversitenin İktisat Tarihi alanında yüksek lisans ve 1988 yılında doktorasını tamamladı. 1989 yılında Yardımcı Doçent,
1990 yılında Doçent ve 2002 yılında Profesör
unvanlarını aldı. 2002 yılından bugüne kadar
İstanbul Üniversitesi Türk İktisat ve İçtimaiyat
Tarihi Araştırmaları Merkezi Müdürlüğünü, 2006
yılından itibaren İstanbul Üniversitesi Sosyal Bi-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
limler Enstitüsü İstanbul Araştırmaları Anabilim
Dalı Başkanlığını, 2010’dan bugüne kadar İktisat
Fakültesi İktisat Bölümü İktisat Tarihi Anabilim
Dalı Başkanlığını ve 2011-2014 tarihleri arasında ise İktisat Fakültesi İngilizce İktisat Bölümü
İktisat Tarihi Anabilim Dalı Başkanlığını yürüten
Ahmet Kala, özellikle Osmanlı esnafı ve iktisat
tarihi alanlarındaki araştırmaları ve yayımları ile
bilinir. Bu bağlamda Kala, pekçok bilimsel dergide yayımlanan makalelerinin dışında altı önemli
eser kaleme aldı ve bilim dünyasına sundu.
Bu bilimsel çalışmaların yanında Ahmet Kala,
önemli projelerin içinde yer aldı. Bu bağlamda
Kurucu Başkanlığını yaptığı İstanbul Büyükşehir
Belediyesi İstanbul Araştırmaları Merkezi’nde
proje koordinatörü, yayın yönetmeni ve yayın
kurulu üyesi olarak önemli çalışmalara ve yayımlara imza attı. Bu çalışmalarından bir kısmı,
Osmanlı iktisat tarihinin önemli kaynaklarından İstanbul Ahkâm Defterleri serisi içinde yayımlandı. XVIII. yüzyıla ait bu serideki ahkâm
kayıtları, İstanbul’un hem esnaf ve sosyal tarihi
hem de ticaret, tarım, vakıf ve finansı ile ilgilidir. Bundan başka Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde İstanbul’un iktisadî, sosyal, kültürel,
sağlık, coğrafî ve idarî ana konularını içeren
alt başlıklardaki proje kapsamında birçok eser
müştereken bilim dünyasına kazandırıldı. Proje
çalışmalarının bir diğer kısmını ise İstanbul Su
Külliyatı adı altındaki müşterek yayımlar teşkil
eder. 34 cilt olan bu yayımlar, İstanbul suları ile
ilgili 1453’ten itibaren İstanbul Su Nazırı ve Su
Nezareti tarafından tutulmuş 500 yıllık bilgiler
içeren su defterlerinin yayınını içerir.
Bu projeler dışında Osmanlı ve Türk Dünyası
Belgeseli, Süleymaniye Projesi, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti (AKB) Projesi, Vakıf Belgelerin Çevirilerin Bilgisayar Ortamına Aktarılması
(VAYS) gibi farklı birçok projede de yer alan Ahmet Kala, Osmanlı iktisat ve sosyal tarihi ile ilgili
çalışmalarını sürdürmektedir.
Eserleri: İstanbul Esnaf Tarihi Tahlilleri İstanbul Esnaf Birlikleri ve Nizamları 1, İstanbul 1998; From Distinctive Signs to the Trademarks, Ankara 2006; Türk Sınai Mülkiyet
Hakları Tarihi, Ankara 2007; Osmanlıdan Bugüne İstanbul’un Şifalı Kaynak Suları, İstanbul
2011; Debbağlıktan Dericiliğe İstanbul Merkezli Deri Sektörünün Doğuşu ve Gelişimi, İstanbul
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
2012; İstanbul’un Kaybolan Kültür Varlıkları
Suriçi Fatih Camileri ve Mescitler-1, İstanbul
2014;
İlhan ŞAHİN
KALEMİ ZAVİYESİ
Mader-i Mevlana (Valide Sultan Camii), Mevlevi Tekkesi, Karaman Mevlevihanesi ve Aktekke Camii adlarıyla kayıtlarda yer alan zaviye,
Mevlana’nın annesi Mümine Hatun adına, onun
türbesi yakınına yaptırıldığı için Mader-i Mevlana Tekkesi olarak da bilinir. 1312-1319 yılları
arasında Kalemioğlu Ahi Muhammed Bey tarafından inşa ettirildi. Daha sonra Karamanoğlu
Mirza Halil Bey’le oğlu Alâeddin Bey bu zaviyeye
ilaveler yaptırdı. Bu durumda adı geçen yapının
esas bânisinin, Kalemioğlu Ahi Muhammed Bey
olduğu anlaşılıyor.
Kalemi Zaviyesi’nin bünyesinde Mevlana’nın annesi Mümine Hatun Türbesi’nden başka onun adıyla anılan Mader-i Mevlana Camii, Mevlevihane’nin
semahanesi ile bir medrese ve kabristan bulunuyordu. Karaman Mevlevihanesi’nin en eski
ünitesi Mader-i Mevlana Türbesi olup 1224’te
vefat eden Mevlana’nın annesi Mümine Hatun ile
ağabeyi Muhammed Alâeddin Çelebi için inşa
edilmiştir. Burada Karamanoğulları’ndan bazı
kişilerin kabirleri de bulunmaktadır. Şikârî’nin
kaydına göre Karamanoğullarından Alâeddin
Bey ve Süleyman Şah buraya defnedilmişlerdir.
Kalemi Zaviyesi, 1530’da kullanılmayacak kadar haraptı. Bunun için vakıf gelirleri Piri Halife
Camii’ne kaydedilmiştir. Daha sonra kullanıldığına bakılırsa muhtemelen XVI. yüzyıldan sonra
tamir edilmiştir. Bu yapı içindeki Mader-i Mevlana Türbesi de Osmanlı döneminde birçok defa
onarım görmüştür.
Kalemi Zaviyesi’ni Kalemi oğlu Ahi Muhammed
Bey inşa ettirdiği halde buranın ihtiyaçlarının
karşılanması için başta Karamanoğlu Alâeddin
Bey olmak üzere değişik kişiler vakıflar kurmuşlardır. Karamanoğlu Alâeddin Bey Vakfiyesi, tarihi en eski olanıdır. Bundan başka Osmanlı dönemi kayıtlarında Karamanoğlu Süleyman Bey’in
de bu zaviye için vakıf kurduğu bilgileri yer almakta ancak vakfiyesi bilinmemektedir. Tarih sırasına göre tespit edilen ikinci vakıf kuruluşuna
dair belge, Lârende Kadısı Mevlana Seyyid Mehmed Efendi Vakfiyesi’dir. Bir diğer vakfiye, nukut
vakfına dair olup, Hassa Ahır Hazinesi Kâtibi
Seyyid Mehmed Efendi Vakfiyesi adıyla kayıtlara
geçmiştir.
Kalemi Zaviyesi’nin vakıf gayrimenkulleri XV.
yüzyılda şöyleydi: bir değirmen, Lârende’ye bağlı
Selerek köyü, Subaşı Değirmeni civarında bağlar,
çayır yeri ve muhtelif toprak parçaları ile Sultan
Hamamı ve Tahıl Pazarı arasında dükkân yerleri.
KAYNAKÇA:
Fatih Devrinde Karaman Eyaleti Vakıfları Fihristi, (haz. Feridun
Nâfiz Uzluk), Ankara 1958, s. 31-32; Fahri Coşkun, 888/1483
Tarihli Karaman Eyaleti Vakıf Tahrir Defteri, İÜ Sosyal Bilimler
Enstitüsü Türk İktisat Tarihi Anabilim Dalı Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, İstanbul 1996, s. 83-84; 387 Numaralı Muhâsebe-i
Vilâyet-i Karaman ve Rûm Defteri (937/1530), Tıpkı Basım, I,
Ankara 1996, s. 109, 120; Karaman Vilâyeti Vakıfları, (haz. Seyit
Ali Kahraman), Kayseri 2009, s. 143; Yusuf Küçükdağ, “Valide
Sultan Tekkesi/Karaman Mevlevihanesi Vakıfları ile Vakfiyeleri
ve Karaman Turizminin Geliştirilmesi İçin Önemi”, Karaman
47
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Ulusal Kültür ve İnanç Turizmi Sempozyumu, 23-24-25 Mart 2012.
Hz. Mevlana’dan Yunus Emre’ye Evrensel Sevgi ve Kültürlerin
Kardeşliği Projesi, Karaman Ticaret ve Sanayi Odası, Karaman
2012, s. 183-188.
sikkeli mezar taşlarının yanı sıra çeşitli sarık
tipleri ve fesli mezar taşları bulunmaktadır. Yapı
günümüzde oldukça sağlam olup, cami-türbe
olarak kullanılmaktadır.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
KAYNAKÇA:
Mimarisi: Bugün cami-semahane-türbeyi oluşturan yapı, XVI.yüzyıl Osmanlı mimarisi özelliklerini taşımaktadır. Karamanoğulları’na ait kitâbe
bugünkü mevcut Osmanlı yapısının cümle kapısı
üzerindedir. 1817-1820 yıllarında burada yapılan bir onarıma dair hatt-ı hümayundan yapının
türbe-mescid-semahanenin yanı sıra dokuz derviş hücresi, meydan odası, şeyh evi, mutfak, kiler, kahve ocağı, ahır, samanlık ile Süleyman Bey
Hamamı ve kırk üç odalı handan müteşekkil bir
manzume olduğu anlaşılmaktadır. Manzumeden
günümüze bir avlu etrafında yerleştirilmiş mescid-semahane ve türbeden oluşan merkezî kubbeli ve üç bölümlü son cemaat revakı bulunan yapı
ile kuzeyinde yedi adet derviş hücresi, güney ve
batısında ise haziresi kalmıştır. Osmanlılar döneminde gerçekleştirilen çeşitli tadil, tevsi, tecdid ve
onarımlar sonucu yapı günümüze kadar gelmiştir.
Caminin etrafındaki hazireden günümüze batı ve
güney taraftaki bölüm kalmıştır. Burada Mevlevi
Halil Ethem, “Karamanoğulları Hakkında Vesâk-i Mahkûke”,
TOEM, Cüz:11 (1327), s.709; Ernst Diez-Oktay Aslanapa-M.
Mesut Koman, Karaman Devri Sanatı, İstanbul 1950, s.44-45;
Yılmaz Önge, “Mader-i Mevlânâ Camii”, Selamet Dergisi, sy.
111 (1962), s.10-11; İbrahim Hakkı Konyalı, Abideleri ve Kitabeleri ile Karaman Tarihi, Ermenek ve Mut Abideleri, İstanbul
1967, s. 229-254; Kerim Türkmen, Karamanoğlu Devri Kitabeleri, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi,
Konya 1989, s.99-100; Hasan Özönder, “Karaman (Larende)
Mevlevîhanesi”, Osmanlı Araştırmaları, sy. 14 (l994), s.143-152;
Mustafa Denktaş, “Karaman’daki Klasik Devir Osmanlı Camileri”, VD, sy. 25 (1995), s.130-133; Barihuda Tanrıkorur, “Karaman
Mevlevîhânesi”, DİA, XXIV, İstanbul 2001, s.447-448; Osman
Nuri Dülgerler, Karamanoğulları Dönemi Mimarisi, Ankara 2006,
s. 86-87.
Zekeriya ŞİMŞİR
KALEMŞAH MEDRESESİ
Konya’da Gazialemşah mahallesindeydi. Ahi olduğu bilinen İbn Kalemşah adlı Konya kadısı tarafından zaviye ve mescidle birlikte XIII. yüzyıl
sonlarına doğru inşa edildiği tahmin edilmektedir. Kalemşah Medresesi’nin Kanuni dönemine
kadar adı ve herhangi bir vakfı tespit edilememiştir. 1530 tarihli Karaman vilayeti vakıflarına dair
defterde yıkılan Müstevfi Celâleddin Hângâhı’nın
vakıfları Kalemşah Medresesi’ne bağlanmıştır.
1535 tarihli olduğu tahmin edilen bir başka defterde önce Kalemşah Medresesi vakıfları, sonra
bu medreseye tahsis edilen Müstevfi Celâleddin
Hângâhı vakıfları kaydedilmiştir. Bu durum Kalemşah Medresesi’nin XVI. yüzyıl başlarında, İbn
Kalemşah Dergâhı ve Mescidi’nin bünyesinde ihdas edildiğine işaret etmektedir. Taştan yapılmış
kubbeli medrese 1930’lu yıllarda yıktırılmıştır.
Kalemşah Medresesi’nin XVI. yüzyıldaki vakıfları, Konya’ya bağlı Karpuzlu Dinek köyü, Konya’da
Karun mezraası, sekiz kıta bahçe, Konya merkezinde 17 bab dükkân, Karkın mezraası, Karaaslan köyü, Sudirhemi nahiyesi, Meram ile Meydan
civarında yerler ve Meram’da bir değirmen yeridir.
KAYNAKÇA:
48
387 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Karaman ve Rûm Defteri
(937/1530), Tıpkı Basım, I, Ankara 1996, s. 33; Karaman Vilâyeti
Vakıfları, (haz. Seyit Ali Kahraman), Kayseri 2009, s. 38; İbrahim
Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitabeleri ile Konya Tarihi, Konya
A
A
n
s
i
h
k
i
l
1964, s. 361, 844-845; Mehmet Önder, Mevlâna Şehri Konya, Ankara 1971, s. 154; Caner Arabacı, Osmanlı Dönemi Konya Medreseleri (1900-1924), Konya 1996, s. 162-163.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
KALFA
Çıraklık ve ustalık arasındaki bir statüdür. Çıraklar, çıraklık süresini tamamlayıp kalfalığa
yükselebilecek bilgiye sahip olduklarında usta ve
kalfasının yardımıyla başarılı bir sınavla kalfalık statüsünü elde ederlerdi. Kalfalıktan ustalığa
yükselebilmek için en az üç yıl çalışmak lazımdı.
Üç yıl içinde hakkında şikâyet olmayan, kendisine verilen görevleri dikkatle yerine getiren, özellikle çırak yetiştirme hususunda titiz davranan,
diğer kalfalarla iyi geçinen, müşterilere karşı iyi
davranan, bir dükkân idare edebilecek duruma
gelen kalfalar, hususi bir merasimle ustalığa yükselirdi. Vakti gelince iş kurmak için yeterli parayı
temin edemedikleri zamanda bu süre çoğu kez
uzayabiliyordu. Bu durumdaki kalfalara bazan
ustaları, cemiyetin önde gelenleri, özellikle yiğitbaşıları tarafından yardım yapılmak suretiyle
vaktinde ustalık derecesini elde edebilmelerine
yardımcı olunurdu.
KAYNAKÇA:
Refik Soykut, İnsanlık Bilimi Ahilik, Ankara 1971, s. 33-34;
Sabahattin Güllülü, Ahi Birlikleri, İstanbul 1977, s. 131; Nâsırî,
“Fütüvetnâme”, (çev. Abdülbaki Gölpınarlı), İÜİFM, sy. 2 (1950),
s. 223-225; Burgazî, “Fütüvetnâme”, (çev. Abdülbaki Gölpınarlı),
İÜİFM, XV/1-4(1954), s. 124; Muallim Cevdet, “Ahilerde Ocak
Teşkilâtı”, Büyük Mecmua, VIII, s. 122; Mübahat Kütükoğlu,
“Osmanlı Esnâfında Oto-Kontrol Müessesesi”, Ahilik ve Esnaf,
İstanbul 1986, s. 57.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
maların kalite, dayanıklılık, renklerinin solmaz
olması ve kumaş toplarının belli bir arşında
yapılması için birtakım usul ve kurallar koymuştur. Bunların iyi ve sağlam ve tam top olmasından esnaf şeyh ve kethüdaları yani esnaf heyetleri sorumluydu. Ülkedeki dokuma ve kumaş
tezgâhları her zaman kontrole tabi idi. Her kime
ait olursa olsun ülke dışına çıkacak eşya için
mutlaka idarenin müsaadesi lazımdı. Bütün eşya
hükümetçe tayin edilen narh üzerinden satılırdı.
Yabancı memleketlere gönderilecek dokumaların sağlam, renkleri sabit ve ölçüye uygun olup
olmadığı iyice incelenir, miri damgasıyla damgalanır ve bu suretle bunların memleket dışındaki
rağbetlerinin muhafazasına titizce itina gösterilirdi. Halıcılığın geliştirilmesi, standartların ve
kalitenin yükseltilmesi için de devlet tarafından
bir takım tedbirler de alınmıştır. Dokumaların
desenlerine dahi müdahale edilmiş, üretimde
mümkün olduğunca kalite ve estetiğin yakalanması için çaba sarf edilmiştir. Sipariş usulü ile
yaptırılan dokumalar da örnek numunelere göre
yaptırılmıştır. Askerî ihtiyaç için yaptırılan dokumalarda malzeme seçimine bile dikkat edilmiş,
ülkedeki dokuma üretiminde modaya uygun üretim desteklenmiş, boyahanelerdeki kötü, kalitesiz boyamalar yasaklanmış ve dokunan halıların
kalitesinin düşürülmemesiyle alakalı emirler yayınlanmıştır.
KAYNAKÇA:
Ahmet Aytaç, Geleneksel Türk El Dokumacılığı Sanatı, Konya
1999; aynı yazar, “Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki Bazı Fonlar
ve El Dokumacılığı ile Alakalı Belgelere Dair”, Turansam Dergisi, V/17, Kars 2013, s. 1-10; Ahmet Aytaç, “Osmanlı Dönemi Dokuma Çeşitliliği”, Vizyon Dergisi, sy. 20, Konya 2012, s. 110-111.
Ahmet AYTAÇ
Mehmet Ali HACIGÖKMEN
KALLİMCİ, HASAN
KALİÇECİ
Çeşitli kaynaklarda, halı kelimesinin aslını teşkil eden “kalî”nin (küçültmeli şekli kalîçe) Farsça
sözlükte hem kalînin hem de bu dilde onunla aynı
anlamı taşıyan kalî (değerli bir halı çeşidi; küçük
halı, seccade) Türkçe olup kelime Türkçe’den
Farsça’ya geçmiştir. Osmanlı döneminde kaliçecilik yani halıcılık oldukça önemli bir sektördü
ve Avrupa’nın bile bu sektöre yoğun ilgisi vardı.
Osmanlı Devleti kumaş, kaliçe, kilim vb. doku-
(d. 1949)
Denizli’de Ahilik adlı eserin yazarıdır. Denizli’ye
bağlı Sarayköy ilçesinde doğdu. İlk ve ortaokulu
Sarayköy’de, öğretmen okulunu Nazilli’de okudu. 1967 yılında öğretmenliğine başladı. 1976’da
mesleğinden ayrılarak Denizli’de Hizmet adlı
günlük gazetede yazı işleri müdürlüğünde bulundu. 1977’de yeniden öğretmenlik görevine
döndü. Bu arada Anadolu Üniversitesi’nde ön lisans programını tamamladı. Mesleğinin son beş
yılında Denizli Halk Eğitimi Merkezi’nde müdür
49
A
A
n
s
i
h
k
yardımcısı olarak çalıştı. 1994 Şubat’ında emekli
oldu.
Emekliliğini müteakip bütün mesaisini çocuk
edebiyatı ve hikâye türünde eserler vermeye ayırdı. Bu süre zarfında çeşitli gazetelerde ve dergilerde çeşitli konulara ait yazılar yayımladı. Tiyatro ve roman türündeki eserleriyle çeşitli ödüller
kazandı. Folklorik derleme ve araştırmalarda
bulundu. Hâlen Denizli’de mahallî gazete ve sitelerde yazılar yazan Kallimci’nin 60 civarında
yayımlanmış kitabı vardır.
KAYNAKÇA:
Hasan Kallimci, Denizli’de Ahilik, Denizli 2011, s. 132-136.
http://www.hasankallimci.com/index.php/hayati.html/ (Erişim :
30.04.2014)
İsmail ÇİFTCİOĞLU
KANTARCI, ZEYNEP
(d. 1981)
İş Etiği ve Ahilik adlı Yüksek Lisans tezini hazırlayan Zeynep Kantarcı, Trabzon’da doğdu. İlk,
orta ve lise eğitimini Trabzon’da tamamladıktan
sonra 1999 yılında Atatürk Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde lisans eğitimine başladı. 2003 yılında Felsefe Bölümü’nden
mezun oldu ve aynı yıl Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesinde Felsefe Tarihi
alanında yüksek lisansa başladı. 2007 yılında
yüksek lisans tezini tamamladı. 2009 yılında Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde
Sistematik Felsefe ve Mantık alanında doktora
eğitimine başlayan Kantarcı, Nietzsche Felsefesinde Ahlak, Din ve Felsefe Eleştirisi başlığını
taşıyan tez çalışmasına devam etmektedir. Halen
Muş Alparslan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak görev yapmaktadır.
Baykal BİÇER
KAPAN
50
Kapan, sözlükte yakalamak, gasp etme, kapma,
zorla el koymak, tuzak, çardak, mengene, kantar,
mizan ve büyük terazi anlamlarına gelir. Latince
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
“campana” kelimesinden Farsçaya, buradan da
“kabbân” şeklinde Arapçaya geçen büyük terazi,
kantar anlamındaki kelimenin Türkçeye “kapan”
şeklinde geçtiği kabul edilmektedir. Mısır’da kantar kullanan kimseye “kabbânî”, alım satım mukavelelerine nezaret eden kuruma da “Divanü’lkabbânî” denirdi. Avrupa’da da büyük şehirlerde
tüccarların işlerini hallettikleri, mallarını satışa
arz ettikleri, depolarını bulundurdukları şehre
ait geniş han biçimi satış evleri vardı. Önemli
ticarî merkezlerde, ayrıca “şehir kantarı” denilen
bütün tacirlerin faydalanabileceği kantarlar mevcuttu. Deniz ticareti ile meşgul olan tacirler ise
büyük depolar inşa ettirmişlerdi.
Osmanlı ticarî ve ekonomik hayatında kapan kelimesi, Osmanlı Devleti’nde ticarî hammadde ve
malların tartıldığı, fiyatlarının oluştuğu ve toptan
alım satımının yapıldığı yerlerdir. Kapanlar, bu
anlamda ekonominin iaşe ve vergisel anlamda
önemli kurumlarından biridir. Kapanlar, devletin
ekonomik hayata müdahalesini yansıtan uygulama ve kurumlardandır. Özellikle bir “dev kentmetropol” veya “mide kent” görünümünde hep
dışarıdan mal alan bir kent olan İstanbul’un iaşesinin temininde kapanlar, büyük rol oynamaktaydı. Kapanlara her türlü erzak ve zahire getiren
tüccarlara, “kapan hacıları veya tüccarları” denilirdi. Kadı’nın görevlendirdiği ve kapana gelen
malların kontrolü, tartılması ve dağıtılmasına
nezaret eden görevlilere, “kapan kethüdası, emini, ümerası veya naibi” denilirdi. Kapan naibinin,
esnaf temsilcileri ile birlikte malların kontrolü,
tartılması ve dağıtımı gibi işlerin gerektirdiği kayıtları tutan kimseye “kapan kâtibi” denilirdi.
Kapan kavramı, Osmanlılarda daha ziyade un,
yağ, bal v.b. bir maddenin ismiyle Un Kapanı, Yağ Kapanı v.b. anılan ve malların tartıldığı
mekânlardan çok, söz konusu malların toptan
satışının yapıldığı borsa benzeri mekânlar şeklinde kullanılmaktaydı. Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminden yaptırılan cami, medrese,
imaret v.b. vakıf müesseselerinin masraflarını
karşılamak amacıyla bunların yanlarına kapanlar inşa ettirilirdi. Bunların en bilinenlerinden birisi, Orhan Bey zamanında Bursa’da Emir Hanı
ile Ulu Cami’nin batısındaki Kapan Hanı idi. En
meşhur kapan, Fatih döneminde yaptırılan Un
Kapanı idi. Anadolu Selçuklu Devleti’nde de kapan hanlarına benzer yerler bulunmakla beraber, bütün karakteristik özellikleriyle ortaya çıkışı Fatih Sultan Mehmed dönemindedir. Fatih’ten
A
A
n
s
i
h
k
i
l
sonra başlayan kapan uygulamasında, zahire ve
diğer önemli gıda maddelerinin devlet eliyle mubayaası söz konusu idi. Kıtlıklar, afetler ve savaşlar sebebi ile zahire ve sair maddelerin temininde
güçlük çekilmesi üzerine III. Selim döneminde,
zahirenin bir kısmının devlet bir kısmının da
tüccar eliyle temini cihetine gidilmiştir. Devletin
iaşe temininde doğrudan rol alması anlamına
gelen bu gelişme, 25 Ekim 1793 tarihinde ayrı
kadroları ve hazinesi olan bir Zahire Nezareti’nin
kurulması ile sonuçlanmıştır. Bu nezaret, gerek
kapan tüccarının gittiği bölgede bol ve ucuz mal
bulmasına ve İstanbul’a taşımasına yardımcı oluyor ve gerekse devlet adına doğrudan mubayaa
yaparak, temin edilen iaşeyi depoluyordu.
Osmanlı Devleti’ndeki temel idarî birim olan kazalarda elde edilen ürün, öncelikle orada tüketilmekte idi. Bu nedenle de kaza dışı hububat ve
sair ürünün çıkması yasaktı ve ticaret kaza içinde cereyan etmekteydi. Kazaların ihtiyacı dışında kalan ürünler, ticarete konu olabilmekteydi.
Ancak burada da öncelik, normal durumlarda
İstanbul ile Edirne, Mekke ve Medine gibi büyük kentlerdeydi. Bu durumda mal ve ürün fazlası varsa ve İstanbul’un ihtiyacını bilen Kapan
Naibi’nin bilgisi dâhilinde ilgili yerlerdeki görevlilerden bu fazlanın elinde devletin müsaadesini
gösterir bir tezkire olan kapan tüccarları marifetiyle kapan gemilerine teslim edilmesi istenebilmekteydi.
Un kapanının işlemesi için kurulan sistem şu
şekildeydi. Her üretim merkezi, bir iskeleye bağlanmış ve kapan tüccarlarının hangi kazadan
ne kadar zahire satın alacakları tahminî olarak
belirlenmişti. Çeşitli yerlerden un kapanına getirilen hububat, cinsine göre ayrılır ve kapan
defterlerine kaydedilirdi. Kapan naibinin izni olmaksızın kapan dışına çıkarılamayan hububat,
kapan naibinin nezaretinde kethüda, yiğitbaşı
gibi esnaf temsilcilerinin huzurunda fiyat belirlendikten sonra ilgili esnafa tevzi olunurdu. Yağ
ve bal kapanlarının tüccarları için taahhüt sistemi vardı. Taahhüt edilen yağ ve bal mikdarı ile
kimin nereden ne kadar temin edecekleri belirlenirdi. Tüccarlar, birbirlerinin bölgesine müdahale edemezdi. Tüm kapan tüccarlarının elinde,
bir ferman veya tezkire bulunurdu. Bu ferman ve
tezkire, ilgili yörelerin voyvodalarına gösterilirdi.
Kapan tüccarları, ürünü pazar yerlerinden veya
iskelelerden satın alırlar ve parasını üreticiye peşin öderlerdi.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Kapan tüccarlarının mallarını istenen şartlarla
yerine teslim etmeleri için bir kefil göstermeleri
gerekmekteydi. İlgili yerlerdeki kadı başta olmak
üzere diğer görevliler bu kefaleti gözetmek durumunda idi. Onun için bu kefâlet dışında müsaade alan serbest tüccarların (sürekli fermanı veya
tezkiresi olmayan) müsaade belgeleri mal teslim
olunduktan sonra ellerinden alınmakta idi. Devletin kendi sermayesi ile alım satımında, malın
alındığı yerde gemi kiralanmak suretiyle mallar
İstanbul’a yollanmaktaydı. İlgili yerdeki gümrük emini, kira mukavelesi düzenler ve kiraları
Hazine-i Âmire tarafından ödenirdi.
Osmanlı’da devlet, eskiden beri bu nevi toptan
mal alım-satımlarında vergisini tahsil edebilmek,
vergi kaçırılmasını önlemek için, alım satımları
kendi gözetimi ve denetimi yaptırırdı. Bunu sağlamak için de toptan mal alım-satımlarını belirli
yerlerde (kapan, mîzan, iskele, han, pazar yerleri
v.b.) yaptırtıyor, vergi tahsil memurları da bu yerlerde hazır bulunduğundan alım satım yapıldığında derhal vergiyi tahsil ediyor ve verginin ödendiğine dair eda tezkiresi veriyorlardı.
Abdulkadir BULUŞ
KAPLAN, HAYRİ
(d. 1965)
Ahi Evran Kitap Yazdı mı? adlı eserin yazarıdır.
Ankara Çankaya’da doğdu. İlköğrenimini Ankara
Sokullu Mehmet Paşa’da, ortaöğrenimini Ankara
merkez İmam Hatip Lisesi’nde tamamladı (1984).
Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi’nde yaptı. Mezun olduğu üniversitenin
Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde önce yüksek lisansını (1995), sonra ise Fahruddîn er-Râzî Düşüncesinde Ruh ve Ahlak konulu doktorasını verdi
(2001). Bir süre orta öğretimde öğretmen olarak
çalıştıktan sonra 1999’da Çukurova Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’ne girdi. Aynı üniversitede 2012
yılında Doçent oldu.
Eserleri: Ebu Bekr el-Ayderus, en-Necmü’sSâî, Ankara 1996; İzzüddin Ahmed el-Fârusî,
İrşâdü’l-Müslimîn, Ankara 1999; İzzüddîn elMakdisî, Sırların Çözümü ve Hazinelerin Anahtarları, İstanbul 2001; Ali el-Vâsıtî, Hülasatü’lİksir, Ankara 2001; Ahmed el-Lârî, Cilâü’s-Sadâ,
51
A
A
n
s
i
h
k
Ankara 2004; Ahi Evran Kitap Yazdı mı?, Adana
2011.
M. Murat ÖNTUĞ
KARAGÜLLÜ, MUSTAFA
(d. 1 Ekim 1928)
“Ahi Baba” unvanıyla bilinen Mustafa Karagüllü,
Kırşehir’in Medrese mahallesinde doğdu. Babası
Sıddık, annesi Sariye Hanım’dır. İlköğrenimini
Namık Kemal İlkokulu’nda yaptı. Ortaöğretimini
için Kale Ortaokulu’na girdi. Ancak sanata olan
merakından dolayı ikinci sınıfa geçtiğinde okuldan ayrılarak yeni açılan Sanat Okulu’na devam
etmeye başladı (1942). Üç sene bu okulda okuduktan sonra 1948-50 yılları arasında İzmit-Darıca’daki Deniz Topçu Alayı’nda hem çavuş hem
de alay mahkemesinde kâtip olarak askerlik hizmetini yerine getirdi. Askerden dönünce babadan
kalma han ve oteli yıktırarak yerine tek katlı, ortası havuzlu 40 dükkân inşa ettirdi (1952). Yeni
inşa edilen bu yer, “Şehir Çarşısı” adıyla bilinmekteydi. Buranın çeşitli meslek gruplarını içinde barındıran çarşı olarak inşa edilmesinde, Ahilik felsefesinin ve prensiplerinin tesirinin olduğu
anlaşılyor. Bu çarşıda üç odalı bir yazıhanesi olan
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Karagüllü, Kırşehir’in bütün ekonomik ve sosyal
sorunlarını burada tartışmakta ve çeşitli konuların uzmanı pek çok kimse ile istişarelerde bulunmaktaydı. Müteakiben Karagüllü, Ahilikle ilgili
kültürel faaliyetlerin, daha anlamlı ve şumullü
yapılabilmesi için 1960’lı yıllarda Ahi Evran-ı Velî
türbesinin etrafının açılması ve peyzajının yapılması çalışmalarına başladı. Bu arada Ankara’da
bazı bilim adamlarıyla yakın ilişkiler kurarak
Kırşehir’de Türk büyüklerini tanıtma toplantıları
düzenlemeye başladı. Bu toplantılar sonucunda
Ahilik daha fazla ön plana çıkmaya başladığından Ahilikle ilgili bilimsel toplantılar gerçekleştirdi. Daha sonra bu toplantılar “Ahilik ve Esnaf
Bayramı” adı altında her yıl üç gün olarak kutlanmaya ve bu bağlamda Türkiye’de esnaf kuruluşları da kutlamalara ilgi göstermeye başladı.
Müteakiben 1986 yılında Ahiliğin yerellikten evrenselliğe çıkarılması için yapılan çalışmalarda
öncü bir rol oynadı. Bunun sonucunda çıkarılan
bir yönetmelikle ilgili Bakanlıkların destek ve himayesinde Kırşehir merkez olmak üzere bütün
illerde Ahilik daha evrensel düzeyde kutlanmaya
başlandı.
Bugün Ahilik kültürünün canlı tarihi olan ve toplum nazarında haklı olarak “Ahi Baba” unvanıyla
bilinen Mustafa Karagüllü, hizmetlerine mukabil
pek çok kuruluşun takdirini kazandı ve ödüller
aldı. Halen Ahilik kültürünün yaşaması ve yaşatılması için konferanslar vermekte, deneyim ve
birikimini genç nesillere aktarmaktadır.
İlhan ŞAHİN
KARAMAN MEVLEVİHANESİ
(bk. KALEMİ ZAVİYESİ)
KARAMAN MÜZESİ
451 NUMARADA KAYITLI
ANONİM FÜTÜVVETNÂME
ÜZERİNDE BİR İNCELEME
52
Remzi Elver tarafından İsmet Kayaoğlu’nun danışmanlığı altında 1997 yılında SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Tarihi ve Sanatları Ana Bilim
Dalı İslam Tarihi Bilim Dalı’nda hazırlanan bir
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
yüksek lisans tezidir (Enstitüde 892 demirbaş,
SÜ Merkez Kütüphanesi’nde 2483 / 297-K371997 nr. ile kayıtlıdır).
Karaman Müzesi’nde nr. 451’de kayıtlı anonim
bir Fütüvvetnâme üzerinde hazırlanan tez, üç bölümden oluşur. Birinci bölümde fütüvvetnâmeler
hakkında genel bilgiler verilir. İkinci bölümde tezde konu edinilen Karaman Müzesi’nde nr. 451’de
kayıtlı fütüvvetnâmenin transkripli tam metni
yer alır. Üçüncü bölümde fütüvvetanâmenin genel değerlendirilmesi yapılır. Buradan anlaşıldığına göre fütüvvetnâme, 1118 (1706) tarihinde
yazılmıştır. Şeyh Mahmud b. Şeyh Kemal adına
kaleme alınan fütüvvetnâmenin Hasan Sadık er
Resmî adında bir kişi tarafından yazıldığı anlaşılmaktadır.
Aziz AYVA
KARAMANOĞLU
ALÂEDDİN BEY VAKFİYESİ
Karamanoğlu Halil Bey’in oğlu Alâeddin Bey,
Mader-i Mevlana Türbesi’yle bitişiğinde Kalemioğlu Ahi Muhammed Bey tarafından inşa edilen Kalemi Zaviyesi’ne vakfettiği gayrimenkuller
için düzenlettirmiştir. Tanzim ve tescil tarihi
769 / 1367’dir. Orijinal olarak Konya Yusuf Ağa
Kütüphanesi’nde, nr. 10389’da kayıtlıdır.
Arapça vakfiye birbirine eklenen üç beyaz kâğıt
üzerine bir hattat tarafından 47 satır olarak
yazılmıştır. Uzunluğu 2.75, eni 0.27 cm olan
kâğıdın arkasına yekpare bez yapıştırılmıştır. Üst
tarafındaki tasdik ve tescil kayıtlarıyla vakfiyeye
ait esas bölümün ilk dört satırı yer alır. Vâkıf
Alâeddin Bey’den başka kardeşi Hızır Bey Çelebi
ile vakfiye düzenlendiği sırada hayatta bulunmayan diğer kardeşi İshak Bey’in varisi olan oğulları
Gıyaseddin Efendi ve Emirşah Çelebi’nin hisselerinin de bulunduğu Bozkuş Çiftliği’ndeki Selerek
köyünün tamamı zaviyeye vakfedilmiştir. Elde
edilen gelir, öncelikle köyün imarı için harcanacak, artan gelirin onda biri zaviyede görev yapan
şeyhe ve mütevelliye verilecek, bundan sonra
artan gelir zaviyeye gelip misafir olarak kalanlara harcanacaktı. Kalemi Zaviyesi’ni inşa ettiren
bâni ile vakfiyenin sonundaki şahitler arasında
Lârendeli Nureddinoğlu Ahi Yusufoğlu Ahi Ali’nin
gösterilmesi, bu vakfın Ahilikle ilgisine işaret etmesi bakımından önem arz etmektedir.
KAYNAKÇA:
İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitâbeleri ile Karaman
Tarihi, Ermenek ve Mut Âbideleri, İstanbul 1967, s. 252-254; aynı
yazar, “Bir Hüccet İki Vakfiye”, VD, sy. 7 (1965), s. 103-105.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
KARAPINAR SULTAN SELİM
KÜLLİYESİ ARASTASI
Osmanlı Devleti’nde yeni kurulan şehirlerin
veya semtlerin çekirdeğini oluşturan külliyelerin
çevresine, özellikle caminin yakınına arasta adı
verilen çarşı da inşa edilmiştir. Bu bağlamda II.
Selim’in (1566-1574) Konya-Karapınar’da kendi
vakıf hayratı olarak inşa ettirdiği Sultan Selim
külliyesi yapılmaya başlanmadan önce arastası
da düşünülmüş ve çok sayıda dükkânın temeli
diğer ünitelerle birlikte atılmıştı. Bugün mevcut
53
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ticaret merkezi olma özelliğine sahipti. Arasta yıkıldıktan sonra da yerinde bu gelenek pazar kurularak devam ettirilmiştir. Karapınar Sultan Selim
Külliyesi’nde arastanın izleri 1990-1992 yılları arasında Selçuk Üniversitesi’nce gerçekleştirilen kazılar sırsında ortaya çıkınca, eski temelleri üzerine
1993-1996 yıllar arsında tonozlu ve kurşunlu olarak
tekrar yapılmış ve böylece eski işlevi kazandırılmıştır. Arastanın bundan sonra da bakım ve onarımına
devam edilmiş, ancak kısa süre sonra kurşun kaplamalı üst örtüsü tahrip olmuştur. Şu anda tekrar
bakıma muhtaç durumdadır.
KAYNAKÇA:
54
olmayan bu arastanın temellerini açığa çıkarmak
için 1990-1992 yılları arasında bu külliyede kazı
yapılmış ve bir arasta izine rastlanmıştır. Arastalar
genelde üstü tonoz veya çatıyla örtülü, bir sokağın
iki tarafında sıralanan dükkânlar topluluğuydu.
Kazılarda dükkânların izlerine bakılarak arastanın
yeri ve şekli gösterilmiştir. Buna göre dükkânlar,
küçük bir arasta teşkil edecek şekilde bir sokağın
iki yanında uzanmakta olup, üzerlerini kurşunla
kaplı tonoz örtüyordu. Arastanın vakfa gelir getiren bir yapı olmasından dolayı bakım ve onarımına
ayrıca özen gösterilmiştir. Dükkânların sürekli kullanılır halde tutulması için “mîmâr-ı ârâsta” adıyla
bir usta da burada görevlendirilmiştir. Arasta mimarı dışında külliyede meremmetçi olarak bilinen
usta dahi vardı. Bu ustalar vakıf dükkânların küçük çaptaki bakım ve onarımlarıyla ilgileniyorlardı.
Fakat esaslı bir tamirat söz konusu olunca külliye,
diğer üniteleriyle birlikte toplu olarak ele alınıyor,
İstanbul’dan gelen bir mimar başkanlığında onarılıyordu. Nitekim dükkânların, diğer yapılarla
birlikte 1260’da (1844) ciddi bir onarıma tâbi tutulmuştu. Bu tamirat işi önce Torunoğlu Ahmed’e,
sonra da adı geçen kişinin inşaat ile ilgili olarak
adının yolsuzluğa karışması üzerine Mehmed
Efendi’ye verilmişti.
Arasta zaman zaman tamir edilmesine rağmen
XX. yüzyılın başlarında külliyenin diğer yapıları
gibi bakımsızlıktan kullanılmaz duruma gelmiş ve
dükkânlar da terk edilmişti. Nitekim 1322 (1904)
tarihli Konya Salnâmesi’nde ayakta bulunan eserler arasında dükkânların sayılmaması, 1904’ten
önce yıkıldıklarını gösterir. Arasta bölümünün yeri
1990 yılına kadar araç parkı ve haftanın bir günü
de Karapınar’ın pazar yeri olarak kullanılıyordu.
Demek ki eskiden de Arasta sokağı Karapınar’ın
Konya Vakıflar Bölge Müdürlüğü Sanat Eserleri ve Yapı İşleri Şube
Müdürlüğü Karapınar Selimiye Külliyesi 2005 Yılı Onarım Dosyası,
nr. 1, 2; Karapınar Selimiye Külliyesi 1900-2000 Yılı Onarım Dosyası,
nr. 1, 2, 3, 4, 5; Yusuf Küçükdağ, Karapınar Sultan Selim Külliyesi,
Konya 1997, s. 69-72, 134-135.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
KASAP
Deri ve et ihtiyacını temin etmek üzere şehir ve kasabalarda kasap dükkânları bulunuyordu. Osmanlı
kasapları üç gruba ayrılmaktadır; salhanelerde hayvan kesimi ve yüzme yapanlar, kasap dükkânların
çalışanlar, sokaklarda gezerek et satan çeyrekçiler.
Kasapların kullandıkları aletler, uzun ve ışıl ağızlı,
dümdüz küt uçlu bıçak, satır, balta, bıçak, masat,
çengel, yağrık, terazi, kasap süngeridir. Kasapların
işlerini gören, onları merkezi idarede temsil eden
kasap ustalarının en ehliyetlisi olarak seçilen kasapbaşıları vardı. Kasapbaşı, yolsuzluğu önlemek, şehre
dışarıdan getirilen koyun ve keçileri rayiç fiyattan
alıp adaletli şekilde kasaplara taksim etmek gibi
görevleri vardı. Kasaplar, şehrin koyun, keçi, sığır,
öküz eti ihtiyacını karşıladıkları gibi, bu hayvanların
derilerini debbağlara, kıllarını mutaflara, iç yağlarını
ise sabuncu ve mumculara satıyorlardı.
KAYNAKÇA:
M. Çağatay Uluçay, XVII inci Yüzyılda Manisa’da Ziraat, Ticaret ve
Esnaf Teşkilatı, İstanbul 1942, s. 68-69; Priscilla Mary Işın, “Kasap
Aletleri”, Acta Turcica, (ed. Emine Gürsoy Naskali, Hilal Oytun Altu),
S.2, (Temmuz 2011), s.32-52; M. Murat Öntuğ, “XVII. Yüzyılın İlk
Yarısında Balıkesir Şehrinin Fiziki, Demografik ve Sosyo-Ekonomik
Yapısı”, (SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi),
Konya 2003, s. 250; Tuncer Baykara, Osmanlı Taşra Teşkilatında
XVIII. Yüzyılda Görev ve Görevliler (Anadolu), Ankara 1990; Yusuf
Ekinci, Ahîlik, Ankara 2011, s. 301; Yaşar Bozyiğit, Simav’da Ahilik ve
Ahiler, Kütahya 2000, s. 126.
M. Murat ÖNTUĞ
A
A
n
s
i
h
k
i
l
KASAP CÖMERT TEKKESİ
(bk. Ahi Şemseddin Zaviyesi)
KASAPLAR TEKKESİ
(bk. Ahi Şemseddin Zaviyesi)
KASIM PAŞA CAMİİ
(bk. KURŞUNLU CAMİ)
KASIMPAŞA
DEBBAĞHANELERİ
Kasımpaşa vakfına bağlı 1 Haziran 1763 tarihinde yirmi dört, Sinanpaşa vakfına bağlı on iki adet
debbağhaneden oluşmaktaydı. Bu debbağhanelerin
içinde ayrıca bir de miri debbağhaneler vardı ki,
bunların statüleri diğerlerinden kısmen ayrılmakta
idi.
Kasımpaşa debbağları, kullandıkları suları Kasımpaşa deresine akıtırlardı. Bu durum nizam kabul
edilerek üç yüz seneden beri yürürlükte idi. Fakat
Gazi Hasan Paşa debbağhanelerde kullanılan atık
suların yer altından bir lağım açılarak doğrudan
denize akıtılmasını emretmesi üzerine debbağlar
on kese harcayarak bir lağım açmışlar, bu kez de
başka yerden lağım açın denmesi üzerine altı yedi
kese harcamışlardı. Yeraltındaki lağımların palamut
talaşından çok çabuk tıkanarak bozulması üzerine
16 Haziran 1792 tarihinde arzuhal sunularak eskiden olduğu gibi Kasımpaşa derelerine atık suların
akıtılmasını talep etmişlerdi. Talebin incelenmesiyle
24 Haziran 1792 tarihinde verilen ilama göre, Sultan Bayezid, Sinanpaşa ve Kasımpaşa vakıflarına ait
olan debbağhanelerin, eskiden olduğu gibi atık sularını Kasımpaşa derelerine akıtarak vakıfların zarar
görmemesi temin edilmişti.
KAYNAKÇA:
İstanbul Belediye Kütüphanesi, Muallim Cevdet, nr. B. 10, s. 30;
BOA, MD, nr. 34, 275/575, nr. 36, 156/430, nr. 74, 96/32B, nr. 79,
126/312, nr. 104, s. 274-275; Kepeci, DHK. nr. 70, s. 374; İAD, nr. 5,
s. 12, nr. 6, s. 60, nr. 8, s. 198, nr. 11, s. 313, nr. 15. s. 188; C. Belediye,
nr. 936, nr. 1215, nr. 5699.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
tır. Karahanlılar döneminde yetişen ilk Türk dil
bilginidir. Dîvân-ü Lûgati’t-Türk 1072-1074 yılları
arasında tamamlanmış olup Ahilik kavramının aslı
olarak ileri sürülen “Akı” kelimesini ilk kullanan
kaynaklardandır.
Kâşgarlı Mahmud’un soyu İslam dinini seçen ilk
Türk kağanı Abdülkerim Satuk Buğra Han’a dayanmaktadır. O, Türkçe’yi resmî dil olarak kabul
eden Karahanlı Devleti sarayından büyük destek
görmüştür. Türk illeri arasında yıllarca dolaşmış ve
Türkçe’nin değişik lehçelerinden, ağızlarından derlemeler yaparak o dönem Türk dil varlığı üzerine
eşsiz bir kaynak bırakmıştır. Bu yönüyle Kâşgarlı
Mahmud filolog, etnograf ve bir sosyolog olarak düşünülebilir.
Kâşgarlı Mahmud, Kâşgar’da vefat etmiştir. Mezarı, 1983 yılında bulunmuş olup Doğu Türkistan’da
Kâşgar şehrine 35 kilometre uzaklıktaki Azak köyündedir.
KAYNAKÇA:
Besim Atalay, Dîvân-ü Lûgati’t-Türk Tercümesi-I, II, III, IV, Ankara
2006.
Aziz AYVA
KAVAK AHİ ZAVİYESİ
Gelibolu’ya bağlı Kavak köyündedir. Süleyman Paşa
zamanında Hacı İzzeddin isimli kişi, Kavak Ahisine Ümiz Viranı ile Kavak’taki çiftliğini vakfetmiştir.
Kavak ahisinin vefatından sonra Ahi Kulfal tasarruf
etmiştir. Onun ölümünden sonra oğulları Şaban ve
Ali’nin tasarruflarında olduğu tespit edilmektedir.
1475’ten sonra bu vakıf hakkında kayıt bulunamamıştır.
KAYNAKÇA:
BA, TD, nr. 12, s. 194-195.
İbrahim SEZGİN
Zeki TEKİN
KAVLÎ
KÂŞGARLI MAHMUD
(d. 1025?-ö. 1090?)
Kâşgarlı Mahmud, Ahi kelimesiyle ilgili bilgiler bulunan Dîvân-ü Lûgati’t-Türk adlı eseriyle tanınmış-
Fütüvvetnâmelerde fütüvvet ehli içinde yer alan
kavlîler üç kola ayrılır: kavlî, seyfî ve şürbî. Kavlî,
askerlerin dışında olup doğruluk, sebat ve vefa
dolayısıyla fütüvvet mensupları arasına katılmış
olan ve fütüvvete sevgi besleyen kişilerdir. Necm-i
55
A
A
n
s
i
h
k
Zerkûb Fütüvvetnâmes’inde, verilen söz konusunda sözde sebat eden peygamberlerle, velîler
ve salihler, yüz çeviren kafirler ve müşrikler, yüz
çevirdikten sonra tekrar ikrar veren fasıkların
varlığını beyan eder ve herhalde peygamberlikte,
ümmetlikte, şeyhlikte, müridlikte, sahiplikte, terbiyelilikte bu üç bölük vardır. Bu sözün gerçeği
de kavil vermektir der. Müridin intisap esnasında verdiği bu kavl ile fütüvvet yolunda kesin söz
verildiğini ve sözden çıkmaması gerektiğini izah
ile Peygambere ilk söz verip uyanlar kavlîliğe nispet eder. Burgâzî ise kavlîliği Hz. Ebûbekir’e isnat
eder ve terbiyenin sıdka bağlı olarak dürüst olması ve ahisine / ustasına bağlılığını ikrar etmesi
gerektiğini belirtir.
XIII. yüzyılda yazılan fütüvvetnâmelerde yer alan
bu tasnifin fütüvvet teşkilatı içinde ne kadar etkin
olduğu esasen belli değildir. Bununla birlikte kavlî
kolunun asker sınıfının dışında kalan sanatkâr
ve meslek ehlini temsil ettiği kabul edilir. Ancak
Burgâzî’nin konuyla ilgili ifadeleri, bu tasnifin
teşkilâtla ilgili bir merhale olduğu zannını verir.
Necm-i Zerkûb’un mahfil duasında “kavlîler buraya kadar okur” diye sınırlandırması, Razavî’nin
mahfil merasimi başlangıcında “Şürbî tarikınca
fükenin sağ eline tuz, sol eline bir tas su alıp duadan sonra tuzu suya salması” ifadeleri bu tasnifin
meslek grupları için söz konusu olduğu fikrine
mesnet teşkil eder. Razavî’deki bilgilerden hareketle kavlîlerin meslek ehli, zanaat sahibi esnafın
bağlandığı fütüvvet kolu olduğu söylenebilir. Aslında fütüvvet ehlindeki bu tasnifin teşkilât hayatında belirgin bir yer tutmadığı, teşkilâta mensup
herkesin kıdemlerine göre Ahi zaviyelerinde yer
alıp mahfillere iştirak ettikleri söylenebilir.
KAYNAKÇA:
Razavî, Miftâhu’d-Dekâik fî Beyâni’l-Fütüvve ve’l-Hakâik, Millet Kütüphanesi, Ali Emiri, Şerʻiyye 902, 39b; Abdülbâki Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı ve Kaynakları”,
İÜİFM, XI/1-4, 1949-1950, s. 42 ve bu makale içinde Necm-i
Zerkûb, Fütüvvetname, (Farsça metin, s.147-188, tercüme, s. 245246); Nâsırî, Fütüvvetname, (Farsça metin, s. 181-203; tercüme, s.
311-532); Franz Taeschner, “İslam Ortaçağında Futuvva (Fütüvvet
Teşkilatı)”, (çev., F. Işıltan), İÜİFM, XV/1-4, 1953-1954, s. 1519; Gölpınarlı, “Burgâzî ve ‘Fütüvvetname’si”, İÜİFM, XV/1-4,
1953-1954, s. 129-130; M. Saffet Sarıkaya, XIII-XVI. Asırlardaki
Anadolu’da Fütüvvetnamelere Göre Dini İnanç Motifleri, Ankara
2002, s. 53-54.
M. Saffet SARIKAYA
56
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
KAYA, İRFAN
(d. 1977 )
Ahi Evran ve Kırşehir’de Ahilik Üzerine Bir Din
Sosyolojisi Araştırması adlı Yüksek Lisans tezini
hazırlayan İrfan Kaya, Kırşehir’de doğdu. İlk ve
ortaokul öğrenimini Kırşehir merkezde, lise öğrenimini Mucur ilçesinde Sağlık Meslek Lisesi’nde
tamamladı. 2000 yılında İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Mezuniyeti takiben EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Ahi Evran
ve Kırşehir’de Ahilik Üzerine Bir Din Sosyolojisi
Araştırması adlı tezi ile yüksek lisansını; Sağlık,
Kültür ve Din: Gürün (Sivas) ve Çevre Köylerinde
Sağlık-Hastalık Kültürü Üzerine Bir Din Sosyolojisi Araştırması başlıklı tez ile de doktorasını
tamamladı. 2013’te Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’ne Yrd. Doç. Dr. olarak göreve
başladı.
Hayri ERTEN
KAYBOLAN MESLEKLER
Serkan Özburun’un 224 sayfalık Kaybolan Meslekler adlı kitabı (İstanbul 2006), XVIII. yüzyıl
başlarında etkin olmuş ve bugün çoğunlukla
kaybolmakta olan zanaat topluluklarının alfabetik olarak tek tek tanıtıldığı 90 adet meslek bölümlerinden oluşur.
Kitabın giriş bölümünde, XVII. ve XVIII. yüzyıl esnaf teşkilatının Osmanlı toplumundaki gelişimi
hakkında bilgi verilir. Müteakiben Tarîk-i Fütüvvet, Esnaf Nizamnâmeleri ve Esnaf Fermanlarına
A
A
n
s
i
h
k
i
l
dayalı olarak teşkilatın esnaf yaşamına getirdiği
sınırlamalarla esnaf örgütlenmesi anlatılır. Bu
idarî örgütlenmede önceleri şeyhler idareci pozisyonunda iken, XVIII. yüzyılda esnaf loncaları
kurulunca lonca ustalarının seçimle iş başına
geldiği vurgulanmakta ve sonra örgütün diğer
idareden sorumlu görevli üyelerinden nakiplerin
de seçimle işbaşına getirildiğinin altı çizilmektedir. Öte yandan meslekî yapıyı oluşturan diğer
üyelerden esnaf çavuşları, duacılar, yiğitbaşıları
ve esnaf ihtiyarlar heyetinin tanımı yapıldıktan
sonra idarî yapıyı oluşturan o günkü gündelik
ticarî yaşam şekline geniş olarak yer verilmektedir.
Günümüzde kaybolan mesleklerin tek tek tanıtımının yapıldığı kitabın hemen her sayfasında konuyla ilgili resim, tablo, minyatür ve fotoğraflara
yer verilmiş, böylece dikkat çekici bir şekil verilmeye çalışılmıştır. Ayrıca hemen her meslekle
ilgili bir belgenin fotoğrafı ile günümüz Türkçesine çevrilmiş metni de konmuştur. Eser, Osmanlı
döneminde bulunan, ancak günümüzde kaybolan meslekler konusunda önemli bilgiler içerir.
Çiğdem ÇİFTÇİ ULUSOY
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
KAYSERİ URGANCILAR
ARASTASI
Urgancılar Arastası, Kayseri şehir merkezindeki
önemli ticaret yapılarından olup, halk arasında
Cıngıllıoğlu, Pirinççiler Çarşısı olarak da bilinir.
960 (1552) yılında yapılan eser, mevcut Kayseri
Kapalı çarşıların en eskisidir; Kayseri surunun
Boyacı kapısına uzanan en önemli ticaret yolu da
bu çarşıdan geçer.
Urgancılar Çarşısı’nın girişi, sivri yüksek kemerlidir. Çarşı; karşılıklı olarak yan yana dizilmiş
dükkânlarlardan oluşur. Bazı dükkân girişlerinin
üzerinde pencere vardır. Yer döşemesinde sal taşı
kullanılır. Çarşı iki kademeden oluşur. Yüksek
kotlu kısmın, diğer kısımdan daha sonra yapıldığı
düşünülmektedir. Kayseri Kapalı Çarşı’ya bitişik
kısmı, dış örtü sisteminde daha yüksek kotta olmasına rağmen zemini aynı seviyededir. Bu nedenle sonradan yapılan kısmın tavanı ve kemerleri eski tarafa göre daha yüksektir. Daha düşük
kotta olan eski kısmın tavanları, kemerleri daha
basıktır ve pencereleri yuvarlak olarak yapılmıştır. Çarşı’nın örtü sistemi, iki kademeli olarak yapılmıştır ve Kayseri Kapalı Çarşısı’na bitişik kısmı
daha yüksek kottadır. İçten beşik tonozlu tavan,
dıştan taş kırma çatı ile örtülmüştür. Bu tonozlar
takviye kemerler ile desteklenmektedir.
KAYSERİ, MEHMET İHSAN
(d. 1947)
Türk Medeniyeti’nin Dinamiği Ahilik adlı eserin yazarıdır. Konya’da doğdu. İlköğrenimini
Hâkimiyet-i Milliye İlkokulu’nda, ortaöğrenimini
Konya Erkek Sanat Enstitüsü’nde yaptıktan sonra Selçuk Eğitim Enstitüsü’nden mezun oldu.
Konya’da yayımlanan yerel gazetelerde çalıştı ve
ulusal bazı gazetelerin muhabirlik ve yöneticiliğini yaptı. Kayseri’nin 10 civarında basılı kitabı
vardır.
KAYNAKÇA:
İhsan Kayseri, Türk Medeniyeti’nin Dinamiği Ahilik, Konya 2002;
M. Özgen Küçükkonar, “Kayseri, Mehmet İhsan”, Konya Ansiklopedisi, V, Konya 2013, s. 135.
Cemile TEKİN
57
A
A
n
s
i
h
k
Urgancılar Çarşısı, dış örtü sistemi ve yükseklik
bakımından diğer dükkân adalarından belirgin
şekilde ayrılmaktadır. Diğer dükkân adalarının
üzerileri 1870’den sonra taş tonozla kapatılmıştır.
1935’de bu tonozlar yıkılmıştır ve 1989 çarşı restorasyonunda yeniden yapılmıştır. Ayrıca Urgancılar Çarşısı’nın zemini diğer dükkânlarınkinden
daha düşük kottadır. Daha önce burada XIV. yüzyıla tarihlenen Asmalı Mescid yıkılmış, yerine bu
mescid yapılmıştır.
KAYNAKÇA:
Ali Baş, Kayseri Ticaret Yapıları Üzerine Bir Araştırma, Kayseri
1996; Mehmet Çayırdağ, “Kayseri’de Kitabelerinden XV. ve XVI.
yüzyıllarda Yapıldığı Anlaşılan İlk Osmanlı Yapıları”, VD, sy. 13,
Ankara 1981, s. 546; Osman Eravşar, Seyahatnamelerde Kayseri,
Kayseri 2000; Fernaz Öncel, Geleneksel Ticaret Dokusu İçinde
“Kayseri Hançerli Sultan Vakfı Bedesteni”nin Koruma Sorunları ve Değerlendirilmesi, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri
Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2007.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
lık çeşitlenmiş ve bu işle uğraşanlar ülkenin her
tarafında çoğalmıştır. Başta Bursa olmak üzere,
İstanbul, Edirne, Amasya, Denizli, İzmir ve Konya gibi yerlerde ipekli kumaş dokumacılığı artmıştır.
KAYNAKÇA:
Tuncer Baykara, Osmanlı Taşra Teşkilatında XVIII. Yüzyılda Görev ve Görevliler (Anadolu), Ankara 1990; Ahmet Aytaç, Geleneksel Türk El Dokumacılığı Sanatı, Konya 1999; Ahmet Aytaç, ve
diğerleri, Başbakanlık Osmanlı Arşivinde Türk El Dokumalarına
Dair Önemli Kayıtlar, İstanbul 2014; Yusuf Ekinci, Ahîlik, Ankara
2011, s. 313; Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Konya
1981, s. 115.
M. Murat ÖNTUĞ
KEÇECİ
Keçe, yün materyalin sıcak ve ıslak bir ortamda
dövülmesi neticesinde lifli yapının birbirine ke
Fernaz ÖNCEL
netlenmesi ile oluşan bir nevi kaba kumaş olarak
KAZZÂZ
58
İpek böceği kozalarını çözerek çıkaran ve dokumacılıkta kullanılacak hale getiren ve işleyen
ipekçi esnafı “kazzâz” veya “harirci” gibi adlarla
bilinirdi. İpekçi esnafı içinde yer alan ibrişimciler,
kalınca bükülmüş ipek ipliği yaparlardı. Özellikle
İran tarafında gelen ipek, Bursa’daki harirci esnafınca dokunurdu. İpek veya naylon tel üzerine
burularak sarılan çok ince 24 ayar altın ve 1000
ayar gümüş teller ile yapılan yöresel bir el sanatıdır. Altın ve gümüş tellerin sarılması sırasında,
içte kalan ipek iplik kıvrak tutularak sarma işlemi yapılır. Kazzâzlık ürünlerinin başında kolye,
küpe, bileklik, tespih ve tespih püskülleri yer almaktadır.
İpekçiliğin İran’dan Anadolu’ya gelmesi Selçuklular zamanında oldu. I. Alâeddin Keykubad’ın
Venediklilerle yaptığı ticarî antlaşmalardaki ihraç
malları arasında ham ve işlenmiş ipek de zikredilir ve bu ipekler “Türk ipekleri” adıyla tanınırdı.
İpekçilik, XVI. yüzyılın başında büyük bir gelişme
gösterir, bir taraftan ipek ticareti, diğer taraftan
ipekli dokumacılık Osmanlı ülkesinde büyük bir
iktisadî gelişmeye ön ayak olur. XVI. yüzyılın ortasına doğru Osmanlı Devleti’nin geniş topraklara
sahip olması ve zenginlik ve geçimin artmasıyla
saray adamlarının ve halkın süslü ve ağır elbiseler
giymek arzusuna uygun olarak ipekli dokumacı-
tanımlanabilir.
Selçukluların başkenti Konya’da da keçecilik
önemli üretimlerden biri idi. Selçuklular döneminde kurulan Ahilik teşkilatının; esnaf ve
sanatkârlara yönelik olumlu çalışmaları; Osmanlı döneminde yerini Loncalara bırakmıştır.
Keçeciler de loncalar arasında özel bir yere sahip olmuştur. Osmanlı Şenlikleri’nde çeşitli esnaf loncaları arasında keçecilere de yer verilmesi
önemlidir. Günümüzde keçecilik, hammaddenin
yeterli olmasına rağmen yoğun emek, zaman
harcanması, elde edilen gelirin az olması, eskiye
nazaran kullanım alanının sınırlı olması gibi nedenlerden dolayı Afyon, Şanlıurfa, Konya, Balıkesir, İzmir, Kars ve Erzurum’da biraz daha yoğun
olmak üzere birkaç il de azda olsa hâlâ devam
etmektedir.
KAYNAKÇA:
Oktay Aslanapa, Türk Sanatı El Kitabı, İstanbul 1993; Ahmet
Aytaç, “Kırgızistan’da Bir Grup Halı ve Yanışlarının Anadolu
Dokumalarıyla İlişkisi”, SÜ Selçuklu Araştırma Merkezi. I. Uluslararası Türk El Dokumacılığı Kongresi Bildirileri, Konya 2007,
s. 8; Ahmet Aytaç, “Konyalı Keçe Ustası Celaleddin Berberoğlu”,
Uluslararası Geleneksel El Sanatı Ustaları Sempozyumu, Ankara
2011; Nejat Diyarbekirli, Hun Sanatı, İstanbul, 1972, s. 47; Cavidan B. Ergenekon, Tepme Keçelerin Tarihi Gelişimi Renk, Desen,
Teknik ve Kullanım Özellikleri, Ankara 1999, s. 25.
Ahmet AYTAÇ
A
A
n
s
i
h
k
i
l
KEFİL
Müteselsil kefalet de denilen kefil, toplumsal bütünlük ile üretim ve tüketimde asırlarca süren
güven ortamının kaynağıdır. Zincirleme kefalet,
bütüncül hayat anlayışının, uygulamada somutlaşmasıdır. Zincirleme kefalet, sorumluluğun
sonuca dönük irtibatlı olan herkese kademeli
yüklenmesidir. Birinci derecede sorumlu olanın
ihmali halinde, ikinci derecede sorumlu olan devreye girmek durumundadır. Muallim Cevdet’in
İbn Battuta’dan naklen anlattığına göre, şed törenlerinde naip, yeni usta için kalfasını “meslekteki babası” olarak belirleyebilmektedir. Fakat
usta “meslek babası” olarak başka birini seçme
hakkına da sahiptir. Meslek babası olmayı kabul
etme, “kefili olma” anlamına gelmektedir. Kuşak
bağlayan, yeni ustanın yapacağı meslek ihlallerini kontrol edecektir. Usta, kötü ahlâk sahibi ise
kefalet üstlenecek olan “meslek babası” olmayı
kabul etmeyebilir. Yalnız bu, az rastlanan bir durumdur. En özel anda meslek babası, biat alır.
Biatın özel şekli vardır. Buna “Ahi tutuşu” denir.
Fütüvvet ve Ahi teşkilatındaki hiyerarşi, aslında
aynı zamanda zincirleme kefalet silsilesinin formülüdür. Şeyhü’l-meşayih bütün zümrelerin temsilcisidir. Meslekteki Gayrimüslimler de şeyhlik
harcı ödeyerek genel başkan önünde sadakat
yemini edip, Müslümanlar gibi ahitleri yerine getirmektedir. Yalnız Tanzimat Fermanı’ndan sonra
Gayrimüslimler, kendilerini şeyhler şeyhine bağlılık yükümlülüğünden kurtulmuş addetmişlerdir.
Zincirleme kefalet, hayatın her alanını kapsar.
Esnaf ve halk, dükkânının, evinin önünü, sokağını temiz tutmaya mecburdur. Sokağa süprüntü
dökülmeyecek, hayvan ölüsü, pis su atılmayacaktır. Atılırsa, halktan mahalle imamları, esnaftan esnaf kâhyaları, sonuçta hepsinden İstanbul
kadılığı sorumlu olacaktır. 1894 tarihli irade,
zincirleme sorumluluk anlayışının son devirlerde de devam ettiğini göstermiştir.
Bekâr uşakların düzeni ve kontrolünden öncelikle çalıştıkları yerlerden dolayı esnaf loncaları,
ardından bostancıbaşı ağa, yeniçeri ağası ve İstanbul kadısı sorumludur. İşsiz, serseri takımı
şehirde toplanmasın diye kefalet zinciri sıkı tutulup yerleştirilmiştir. İskelelerde ne kadar hamal-kayıkçı, hamamlarda ne kadar tellak-natır,
dükkânlarda ne kadar “bekâr uşağı esnaf, çırak”
varsa, ihtisap ağalığı ile semtin şer‘î mahkemesi
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
tarafından tayin edilen güvenilir kimseler ve her
esnafın kâhya ve yiğitbaşıları tarafından isimleri, yüz şekilleri, vilayetleri ve kefillerinin isimleri yazılıp tespit edilmekte, denetleme yapılırken
gerekirse kefaletler yenilenmektedir. Kayıtsız ve
kefilsiz hamal, tellak, natır, tellak şakirdi bulurlarsa, ihtisap ağalığına getirirler. Bunları çalıştıran hamamın hamamcısı, iskelenin hamallar
kâhyası, derhal İstanbul’dan çıkartılarak hamamı kapatılır. Ardından hamamcılar yiğitbaşısı da
cezalandırılır. Zincirleme kefalet, müeyyide uygulamasını getirmektedir.
İstanbul ve çevresinde çalışabilmek için zincirleme kefalet mecburiyeti bulunmaktadır. Gedikler,
zincirleme kefaleti kurumlaştıran, bekâr uşakları arasından kötülük yoluna sapacak olanların
ayaklarına kuvvetli bir bağdır. Gedik, aynı zamanda bir iş ve işçi sınırlamasıdır. İstanbul’un
bağ, bostan, değirmen sayısı, iş yerleri, içlerinde
çalışan amele, ırgat, yanaşma sayısıyla birlikte
tespit edilmiştir. Bunların dışında, izinle yeni gedik ihdas edilmedikçe, kimse değirmen, bostan
açıp insanları çalıştıramaz. Yapı amelesi, liman
çalışanları, fırın uşakları, hamam uşakları gibi
her grup, kendi gediği ile irtibatlı çalışmaktadır.
Her gedik mensubu, tavır, hareket, ırz bakımından zincirleme kefaletle bağlanmıştır. İhtiyaç
olursa, kâhyalar aracılığı ile devlete bilgi verilerek taşradan yeni gelen işçi, gedikte boşalan yere
girecektir.
Zincirleme kefalet ya da müteselsil sorumluluk
sivil insiyatifi, uyanık tutma düşüncesinin bir
ürünüdür. Fakat zincirleme sorumluluğun gerisinde Lonca kurumunun kendi iç denetimini
işletmek vardır. Ayrıca başta merkezî otoriteyi
temsil eden sadrazam olmak üzere devlet adamlarının denetim ve ceza sistemi işi pekiştirmiştir.
KAYNAKÇA:
Bayram Nazır, Dersaadet’te Ticaret, İstanbul 2011, s. 37, 131;
Reşat Ekrem Koçu, Tarihte İstanbul Esnafı, İstanbul 2002, s. 75,
83, 95, 135, 137, 163, 169, 175, 183, 195-196, 206; Mahkeme Kayıtları Işığında 17. Yüzyıl İstanbul’unda Sosyo-Ekonomik Yaşam
/ Socıal and Economic Life in Seventeenth-Century Istanbul
Glimpses from Court Records, Cilt 4/Volume 4, Devlet-Toplum
İlişkileri (1661-97)/State-Subject Relations (1661-97), (ed. Timur Kuran), İstanbul 2011, s. 243-244; Muallim Cevdet, İslâm
Fütüvveti ve Türk Ahîliği İbn-i Battuta’ya Zeyl, (çev. Cezair Yarar), İstanbul 2008, s. 356-366.
Caner ARABACI
59
A
A
n
s
i
h
k
KEMHACI
60
Kavsız bir kadife olan kemhanın Türkçeye ne
zaman girdiği hakkında bilgi bulunmamaktadır.
Hârizmşahların kemha sözünü söylendiği bilinmemektedir. Zemahşeri eserinde “yupka kemha”
yani yufka (ince) kemha sözünü kullanmaktadır.
Dede Korkut kitabında da “ağır atlaslardan, frengi kemhalardan” bahsedilmektedir.
Özellikle kaftan yapımında kadife kullanılır ve
buna “havsız kadife” denirdi. Bu kumaş altın ve
gümüş tellerle süslüydü. Düz renk üzerine dokunurdu. Kumaşın çözgüsünün ve atlasının ipek,
üst sıra atkısının ayrıca altın alaşımlı gümüş veya
doğrudan gümüş klaptanla dokunduğu incelemeler sonucunda ortaya çıkmıştır. En güzel ve değerli kemhalar İstanbul ve Bursa’da dokunmuştur. İstanbul’da kemhacıların 17 dükkânı ve 19
ustasının olduğunu Evliya Çelebi kaydeder. Evliya
Çelebi’nin vermiş olduğu rakam, serbest piyasa
ölçüsünde üretim yapan esnafı değil, Hassa kemhacılarını konu alabilir. Bunların sayıları oldukça
sınırlı ve seçilerek alınırdı.
1500 tarihinde yalnızca Bursa’da 1000 ipekli kumaş dokuyan tezgahın varlığından söz edilir. Bu
tezgahların bir kişilik küçük bir ev dokumacılığı şeklinde çalıştıkları düşünülmemelidir. O tarihlerde 50-60 tezgah sahibi büyük işletmelerin
varlığına şahit olunur. Bunlar, içlerinde birçok
işçiler çalışan büyük atölyeler açarak gerek iç piyasada gerekse dış piyasada aranan Türk işi ipekli kumaşlar imal etmekteydi. İstanbul’da kemha
üreten kemhacı dükkân gediği hakkında zaman
zaman mahkemelere düşen kayıtlardan bilgi elde
edilmektedir. 8 Muharrem 1214 (12 Haziran
1799) tarihinde İstanbul kadılığına intikal eden
bir davada, yeni tezgah açmak isteyenlere karşı
çıkılarak İstanbul’da olan kemhacı esnafının 432
adet tezgahları olduğu karara bağlanmıştı. Aynı
şekilde 7 Cemaziyelevvel 1222 (13 Temmuz 1807)
tarihli bir dava kaydında ise İstanbul’da üretim
yapan kemhacı esnafının 467 adet olduğu dikkati
çeker.
Kemha imal eden bir şahıs, gedik tabir edilen
tezgahlardan bir tezgaha sahip ise kumaşlardan
ancak tamgahaneyi, iki tezgaha sahip ise tamgahane ve kaba peteni, üç tezgaha sahip ise tamgahane, kaba peten ve bindallı olmak üzere toplam
üç çeşit kumaşı dokurdu. Dört tezgahı olanlar ise
bunlara ilaveten a‘lâ ve ağır iş işleyip, imal şartlarına göre fazla ve eksik olmamak üzere dokuyup,
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
bu kumaşları kemhacıbaşı ve esnaf kethüdasına
getirerek gösterirlerdi. Onlarda bu kumaşları
mengene ve damgalayıp halka satarlardı. Yabancılardan bu sanatta mahareti olmayanların köşede bucakta şirket veya tezgah satışıyla esnaf içine
karışmamaları kanun idi.
Meşhur Türk kadifelerinin en kıymetlisi olan
kemhalar, elbise yapımında kullanılan kumaşlar
içinde kalite bakımından da en ağır olanlarını teşkil ederler. Bu ağırlıklarından dolayı üste giymek
için kullanıldıklarını tahmin etmek mümkündür. Kemhalar daha ziyade erkek kıyafeti olarak
tercih edilmiştir. Kemhaların atkısı ve çözgüsü
ipek, üst sıra atkısı ayrıca altın veya gümüş kılaptanla takviyelidir. Dokumada kullanılan telin,
kumaşın kalitesini oluşturmakta çok önemli bir
yeri vardır. Simkeşhanelerde çekilen gümüş tel,
önce civa yardımıyla altınla yaldızlanır, sonra çekilirdi. Bu işlemin uygunluğunu onaylamak için
kemhacıbaşı nezaretinde yapılması nizam gereği
idi. Gümüş ve altın, değerli madenlerden olduğu için sıkı denetim altında idi. Gümüş işinden
anlamayan kimselerin araya hatırlı kimseleri sokarak karhaneye gümüş getirip, kal ettirdikleri
ve gümüşün çok mikdarda ziyan olduğu şikâyet
edilince İstanbul kadısına dışardan karhaneye
müdahale edilmemesi emredilmişti. Sırmakeşler
ve simkeşler yalnız İstanbul, Bursa ve Selanik’te
bulunuyorlardı. Bu şehirler dışında sırmakeşhane ve simkeşhane açılması yasaktı.
Osmanlı saray halkının ihtiyaç duyduğu kemhalar sadece dış ve iç piyasadan tedarik edilmezdi.
Saraya kemha dokumakla görevli Hassa Kemhacılar Karhanesi mevcuttu. XV. yüzyılda Bursa
işi kemhalar yerli ihtiyacın büyük kısmını karşıladığından saray alımlarında dış alımların az
olduğu tahmin edilmektedir. Karhaneyi yöneten
kemhacı başının maiyyetinde ne kadar usta, kalfa ve çırak çalıştığı bilinmemekle birlikte zaman
zaman eleman sıkıntısı çekildiği anlaşılmaktadır.
XVI. yüzyılda kemhalara olan ilgi azalmamış,
tam tersine daha ağır ve değerli kemhalar yapılmıştır. Kemha üretiminin ülkenin belli başlı
büyük üretim şehirlerinde yaygınlaştığı görülmektedir. Kemha üretiminin yanında doğu ve
batı ülkelerinden kemha kumaşı getirilmeye
başlanmış ve halkın dışardan gelen bu kemhalara rağbeti oranında giyim zevki açısından etkilenmeler meydana gelmiştir. Bu bağlamda motif,
desen, şekil açılarından benzerlikler artmış; bu
da zevk ve kültürde değişmeye katkı sağlamıştır.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Bu arada XVII. yüzyıldan sonra Sakız adasında dokunan bir çeşit kemha ile Venedik’te üretilen kemhalar
ülkeye girmeye başlamış ve fiyat açısından daha ucuz
olan bu ürünler halk tarafından rağbet bulmuştur. II
Mahmud’un kıyafet reformundan sonra kaftan giyilmediğinden bu kumaş varlıklı kişilerin konak ve saraylarında döşemelik kumaş olarak kullanılmaya başlandı.
KAYNAKÇA:
BOA, MD, nr. 30, s.92, nr.58, s.66; nr. 119, s. 1314, MAD, nr.24, s. 420;
Bahaeddin Öğel, Türk Kültür Tarihine Giriş, V, Ankara 1991, s. 401-402;
Fikret Altay,”Türk Kumaşları”, Sanat Dünyamız, sy. 1, Mayıs 1974; Evliya Çelebi Seyehatnamesi, II, (çev: Zuhuri Danışman), İstanbul 1969, s.
293; Özdemir Nutku, “17. Yüzyılda Saray Kumaşları”, Tarih ve Toplum,
Ekim 1985, s. 262-263; Fahri Dalsar, Türk Sanayi ve Ticaret Tarihinde
Bursa’da İpekçilik, İstanbul 1960, s. 29; İKM, nr.75, s. 93; İKM, nr. 92,
s. 80; İKM, nr. 152, s. 69; Zeki Tekin, “Kemhacı Esnafının 1242/1826
Tarihli Borçlanmaları Hakkında Bir Gözlem/Değerlendirme”, YYÜ Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, sy. 12, Van 2007, s. 50; Ümit Koç, “Klasik
Dönem Anadolu Sanayii Üzerine Bir Değerlendirme (1500-1605)”, Türkler, X, s. 774; Hülya Tezcan, “Osmanlı Dokumacılığı”, Türkler, XII, s.
406; Ahmet Tabakoğlu,”Klasik Dönemde Osmanlı Ekonomisi”, Türkler,
X, s. 678.
Zeki TEKİN
KERÂMÂT-I AHİ EVRAN
Fütüvvet ehli ve Anadolu’da Ahiliğin kurucusu olarak
kabul edilen Ahi Evran’nın efsanevî hayatından, faziletlerinden, kerametlerinden ve cömertliğinden bahseden mesnevidir. Türkçe ve manzum olarak aruzun
‘Fâilâtün fâilâtün fâilün’ kalıbıyla yazılan mesnevinin
tamamı 167 beyittir. Bir nüshası, Georg Jacob yazmaları arasında Yahya b. Halilʼe ait bir Fütüvvetnâmeʼnin
65b-71b varakları arasında yer alan bu mesnevi, ilk
defa Franz Taeschner tarafından hocası Jacobʼun
izniyle Ein Mesnevi Gülschehris auf Achi Evran
(Kerâmât-ı Ahi Evran tâbe serâhû) adı altında yayımlandı. Taeschner’in mesnevinin metnini yayımlarken
şöyle bir yol takip ettiği dikkati çekiyor. Önce Taeschner tarafından yazılan mesnevi ile ilgili kısa bir önsöz yer alıyor. Devamında yazma nüshadan hareketle
kitabın çift sayfasında mesnevinin Arap hurufatiyle
harekeli dizilmiş metni; bu sayfanın karşısına gelen
tek sayfada ise Almanca tercümesi ve yorumu veriliyor.
Almanca kısımda asıl metinde anlamı çözülemeyen
kelime veya ifadelerin (....) ile boş bırakıldığı dikkati
çekiyor. Bu bağlamda her sayfada 11 beyit var. En sonda ise metinde geçen bazı kelimelerle ilgili açıklamalar
bulunuyor.
Taeschner, yazdığı kısa önsözde birkaç noktaya işaret
eder. Bunlardan biri, eserin yazarının XIII. yüzyılın
ikinci yarısı ile XIV. yüzyılın ilk yarısında yaşayan ve
Kırşehir’de yetişen Gülşehrî (ö. 717 / 1317’den sonra)
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
olduğudur. Diğeri, dil açısından eserin XIV. yüzyıla ait olması ve Kırşehir’de yazılmasıdır. Diğer
işaret ettiği nokta, tarihî bir şahsiyet olmasına
rağmen kimliği zaman içinde efsanelere bürünen
ve kimlik tespiti giderek zorlaşan Ahi Evran ile
ilgili bu eserin, doğrudan onun yakın çevresinden çıkmış olmasıdır. Bu bağlamda mesnevi,
konu itibariyle sair kaynaklar içinde Ahilikle ilgili mümtaz bir yer işgal eder. Taeschner, kendi
ifadesiyle bu çalışması yetersiz kaldığı ve ayrıca
Raif Yelkenci mesnevinin daha doğru bir nüshasını bulduğu için birinci kısımda eksik bıraktığı
kısımları tamamlayarak mesnevinin Gülschehris
Mesnevi auf Achi Evran, den Heiligen von Kırschehir und Patron der türkischen Zünfte adı altında ikinci yayımını yapmıştır.
Ahi Evran’ın ölümü üzerine kaleme alınan mesnevinin muhtevasında, onun efsaneler içinde
kalan hayatı, özellikleri, kerametleri ve Ahilikle
ilgili bazı kurallar yer alır. Klasik tertibine uygun
bir şekilde besmeleyle başlayan eserde önce Hz.
Muhammed’den, akabinde ise Ahi Evran’dan övgüyle bahsedilir. Bu bağlamda Taeschner’in bu
yayımının, hem Ahi Evran ve mesnevisi hakkında yeni bazı araştırmaların ve yorumların yapılmasına hem de mesnevinin Türkçeye transkribe
edilerek yayımlanmasına zemin hazırladığı dikkati çekiyor. Bu araştırmalarda öne çıkan konuların ise daha ziyade Ahi Evran’ın ölümü, ölüm
tarihinin tespiti ve mesnevinin yazarının Gülşehri olup olmadığı gibi konular olduğu görülüyor.
KAYNAKÇA:
Fr. Taeschner, Ein Mesnevi Gülschehris auf Achi Evran (Kerâmât-ı
Ahi Evran tâbe serâhû), Glückstadt - Hamburg 1930; aynı yazar,
Gülschehris Mesnevi auf Achi Evran, den Heiligen von Kırschehir
und Patron der türkischen Zünfte, Wiesbaden 1955; Ahmet Kartal,
“Kerâmât-ı Ahi Evran Mesnevisi Üzerine Notlar”, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, sy. 02 (2009), s. 223-242; Hedda Reindl
Kiel, “Taeschner, Franz”, DİA, XXXIX, 368-369; Mikâil Bayram,
“Ahi Evren Kimdir?”, Türk Kültürü, XVI/191 (1978), s. 658-668;
Mikâil Bayram, “Ahi Evren’in Öldürülmesi ve Ölüm Tarihinin Tesbiti”, Tarih Enstitüsü Dergisi, sy. 12 (1982), s. 521-540.
İlhan ŞAHİN
KETHÜDA
Esnaf teşkilatlarında Ahi Baba’dan sonra ikinci
sırada yetkili kişidir. Kethüda kelimesinin, eski
İran dili Pehleviceden günümüz Farsçasına geçtiği ifade edilir. Türkçede hem bu şekilde hem
61
A
A
n
s
i
h
k
de kâhya biçiminde kullanılmıştır. Bu kelimenin
Türk devlet teşkilatına girişi XII. yüzyıldır. Ahilik’te
görülmesi ise XVI. yüzyıl sonlarına denk gelir. Bu
dönemden sonra kethüdalık, Ahi Baba’nın ardından ikinci sırada yerini almıştır. Ancak bu durum
kethüdalığın, Ahi Babalık statüsünün değişik bir
ad altında yaşadığı anlamına gelmez. Ahi Babalık,
Ahi geleneklerinden doğmuş bağımsız bir kurumun ahlakî, dinî ve siyasî liderliği olduğu halde,
kethüdalık yarı resmî bir memuriyettir. Ahi Babalıkla ilgili görevler gelenek üzere belirlenmekte,
kethüdalık ise görev ve yetkilerini siyasî otoriteden
almaktadır. XVI. yüzyıl sonlarından itibaren ortaya
çıkan bu yeni statünün, Ahi birliklerince ne derece
benimsendiği anlaşılmamakla beraber, bu birliklerle ilgili fermanların çoğunda yiğitbaşı ile birlikte,
kethüdadan da söz edilmektedir.
Kethüdaların başlıca görevleri, idarecisi olduğu esnaf zümresini merkezî idareye karşı temsil etmek
ve idarenin emirlerini üyelerine bildirmek ve uygulanmasını sağlamak, esnaf arasındaki anlaşmazlıkları kadıya intikal etmeden çözmek, esnaflığa
girişte ve yükselişteki törenlerde bulunmak, mal ve
eşyaların narhlarını belirleyen heyetin toplantılarına katılmak, haksız rekabete girilmesini önlemek
ve esnaf ve sanatkârlara gerekli ham maddeyi temin ve tevzi etmek şeklinde özetlenebilir.
Kethüdalar, genelde bir yıllığına seçilirdi. Süresi
dolan kethüdanın yeniden seçilmesi de mümkün
olabilirdi. Kethüdalık çekişmelerinde kadıların oldukça yetkili olduğu anlaşılmaktadır. İşinin fazlalığı dolayısıyla esnaf kethüdasına yiğitbaşı, sancaktar, bekçi, duacı gibi görevliler yardım ederdi.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ren Ziyârîler hanedanı (923-1042) emirlerinden
Keykâvus b. İskender’in hayatı hakkında kendisinin kitabında verdiği sınırlı bilginin dışında bir şey
bilinmemektedir. Hanımı Gazneli Mahmud’un kızı
olduğundan sekiz yıl Sultan Mevdûd b. Mes’ûd’un
sarayında hükümdarın nedimi olarak bulunmuş ve
onunla Hint seferlerine katılmıştır. Hacca gidip döndükten sonra da Şeddâdîler’den Ebü’l-Esvâr Şâvur
b. Fazl ile birlikte Anadolu’ya akınları yapmış; Sultan Mevdûd’un 441 (1049) yılında ölümü üzerine
Ziyârî tahtına oturduysa da emirliğini Büyük Selçuklulara tâbi olarak sürdürmüştür. 475 (10821083) yılında altmış üç yaşında iken Kâbusnâme’yi
tamamladıktan birkaç yıl sonra vefat ettiği tahmin
edilmektedir.
KAYNAKÇA:
Keykâvus b. İskender, Kabûsnâme, (çev. Mercimek Ahmet), yay. Orhan Şaik Gökyay), İstanbul 1974, s. I-XVIII; aynı yazar, Müntehab-ı
Kabûsnâme (yay. Saîd Nefîsî), Tahran 1320, s. 3-37; Edward Granwille Browne, A literary history of Persia: from firdawsi to Sa’di, II,
Cambridge 1956, s. 276-287; Zebihullah Safâ, Tarîh-i edebiyat-ı der
İrân, 1339, II, s. 898-902; Meryem es-Sâdâtu Es‘adî, “Güftârhâ-yi
İktisâdî der Kâbûsnâme”, Ittılât-ı Siyâsi-yi İktisâd, S. 257-258(1387),
s. 122-129; Mehdi Ferhânî Müferid, “Siyâset, Târîh ve Edebiyyât
der Kâbûsnâme”, Târîh ve Temeddün-i İslâmî, S. 3(1385), s. 55-72;
Zeynep Korkmaz, ‘’Kabus-name ve Marzuban-name Çevirileri Kimindir?’’, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, Ankara 1966, s.
267-278; Rıza Kurtuluş, “Keykâvus b. İskender”, DİA, XXV, Ankara
2002, s. 357.
Rıza KURTULUŞ
KIRAN AHİSİ TEKKESİ
(bk. AHİ KIRAN ZAVİYESİ)
KAYNAKÇA::
Muallim Cevdet, Zeyl ala fasl “al-ahiyya el- fityân et- Türkiyye” fi
er-rıhleti İbn Batuta, İstanbul 1932, s. 344; Halil İnalcık, “The Appointment Procedure of a Guild Warden (Ketkhuda)”, Wiener Zeitschrift
für die Kunde des Morgenlandes, S. 76 (1986), s. 135-142; Osman
Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında Resmi Vesikalar, Ankara 1988,
s. 13, 62; Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara 1989,
s. 127-134, 213; Tuncer Baykara, Osmanlı Taşra Teşkilatında XVIII.
Yüzyılda Görev ve Görevliler, Ankara 1990, s. 7-9; Musa Çadırcı,
Tanzimat Döneminde Anadolu Kentlerinin Sosyal ve Ekonomik Yapıları, Ankara 1991, s. 38-39,41-44, 123-125; Sabahattin Güllülü, Ahi
Birlikleri, İstanbul 1992, s. 111; Mehmet Canatar, “Kethüda”, DİA,
XXV, Ankara 2002, s. 332-334.
Mehmet Ali HACIGÖKMEN
62
KEYKÂVUS b. İSKENDER
Değişik sanatlar hakkında bilgi bulunan Kâbusnâme
adlı kitabın yazarıdır. İran’ın kuzeyinde hüküm sü-
KIRK
Başta Türk dünyası olmak üzere Orta Doğu ve
İran’da din ve inanç ritüelleri bağlamında yaygın
ve büyüleyici olarak kullanılan bir sayıdır. Kırk
sayısı ile ilgili Türk ve İslam dünyasında oldukça
zengin bir kültür ve geleneğin olduğu görülür. Bu
kültür ve gelenek Türk Ahi-fütüvvet geleneğine de
büyük ölçüde yansımıştır. Nitekim Necm-i Zerkûb
Fütüvvetnâmesi’nde, fütüvvet sahibinin kırk kötü
ahlaktan uzaklaşıp, kırk iyi ahlak ile müzeyyen olması gerektiğini ifade ile bu özelliklerden bahseder.
Bu bağlamda ahlakî olgunluğun ancak kırk yılda
tamamlanabileceği ifadesini şu şekilde izah eder:
“Eğer kişi peygamberse, ona kırk yaşında peygamberlik gelir, velî ise vilâyete ulaşır. Velî bu anlattığı-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
mız kırk güzel sıfatla sıfatlandığı zaman vilâyet
sahibi olur. Nitekim bir yerde kırk Müslüman
toplanırsa vilâyet hâsıl olur derler. Çünkü biz,
bu kırk sıfatı nefsinde toplamış birisini bulamaz
isek, kırk kişi bir araya toplandı mı elbette her
birinde bir güzel sıfat vardır, böylece de kırk kişi
bir araya gelince bu kırk sıfat herhalde toplanmış
olur ve vilâyet meydana gelir”. Burada kırk sayısı
olgunluk ve ermişlik alameti olarak yorumlanmıştır. Benzer şekilde Fütüvvetnâmelerde, şeriat,
tarikat, hakikat ve marifet kapılarının onar makamı sayılarak toplamda kırk makama ulaşılmış olur. Alevi kültüründe önemli bir motif olan
“Kırklar Meclisi”ne de imada bulunulur. Burgâzî
Fütüvvetnâmesinde bunu sema ile ilgili kısımda
ele alır ve fütüvvet erbabının yemekten sonra gülbank çekmelerini delil olarak zikreder.
KAYNAKÇA:
Razavi, Miftahu’d-Dekâik, Millet Ktb., Şerʻiyye, nr. 902, 2b-3a;
Fütüvvetname, Şerʻiyye 1009/2, 11a-b; Abdulbaki Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı”, İÜİFM, XI/1-4 (19491950), metin s.133-151, çev. s. 235-261; Abdulbaki Gölpınarlı,
“Burgâzî ve ‘Fütüvvetname’si”, İÜİFM, XV/1-4 (1953-1954),
s.136; Annemarie Schimmel, Sayıların Gizemi, (çev. M. Küpüşoğlu), İstanbul 1998, s. 265; Necdet Bingöl, “Dilimizde ‘Kırk’ Sayısı”, Türk Kültürü, XX/237, Ocak 1983, s. 26-28. H. Ziya Ülken,
“Anadolu Örf ve Âdetlerinde Eski Kültürlerin İzleri”, AÜ İlahiyat
Fakültesi Dergisi, XVII (1969), s.22.
M. Saffet SARIKAYA
KIRKAMBAR /
AHİLİK ANSİKLOPEDİSİ
Araştırıcı yazar Sadık Göksu’nun 2011 yılında
ilk baskısı yapılan ve 672 sayfadan oluşan bu
kitabı, Ahi teşkilatı ve kültürü ile ilgili ilk ansiklopedik kaynak niteliğindedir. Geleneksel, alışılmış ansiklopedi anlayışından farklı tarzda hazırlanan ve içerisinde Ahilikle ilgili birçok farklı
konu yer aldığı için kırkambar özelliği gösteren
kitap; önsöz, sunuş, giriş, 25 bölüm, ekler, kaynakça ve dizinden oluşmuştur.
Uzun yıllar halkla ilişkiler uzmanı, danışmanı
ve esnaf danışmanı olarak İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’nde görev yapmış olan Sadık Göksu;
resmî kimliğiyle pek çok defa Kırşehir’de düzenlenen törenlere katılmış ve Ahilik teşkilatının tarihî, sosyo-kültürel, ticarî, dinî, tasavvufî,
edebî vb. yönlerini yıllarca araştırmıştır. Bunun
neticesinde Ahilikle ilgili başucu kitabı niteliğindeki eserini hazırlamıştır.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Kitapta öncelikli olarak Ahiliğin insanlığın doğuşu, sosyalleşmesi ve yazıyı ilk defa kullanmasıyla
başladığı vurgulanır. Yazar, özellikle Anadolu’da
ve Mezopotamya bölgesinde farklı medeniyetlerde Ahiliği anımsatan yapılanmaların olduğunu,
bunların hepsinin insan doğasının gereği olarak
ortaya çıktığını ve en medenî hâlinin İslâm kültürüyle şekillendiğini, fütüvvetnâme yazma geleneğiyle disiplin haline geldiğini ifade eder. Tarihî
belgelerin ışığında Ahiliğin Anadolu dışındaki
İslam coğrafyasında doğuşu, gelişmesi, dinî ve
tasavvufî etkisinden sosyo-ekonomik fonksiyonu üstlenmesi, Anadolu coğrafyasında yayılması,
burada fütüvvetnâme yazma geleneğiyle zenginleşmesi, ilk fütüvvetnâmeler, bu konuyla ilgili
araştırma yapanların görüşleri, yayınlar, Ahi
Evren’in tarihî ve dinî kimliği, Ahiler üzerindeki tesiri, Ahiliğin Osmanlı yönetimine tesirleri,
Baciyan-ı Rum teşkilatı ve fonksiyonları, esnaf
pirleri, Ahi prototipi, ikrar, şedd kuşatma vb. çok
çeşitli konulara kitapta tafsilatlı olarak değinilir.
Farklı bölümlendirmelerin yapılmasına rağmen
herhangi bir ayırt edici kriterin gözetilmediği kitap, Ahilik teşkilatı üzerine araştırma yapacak
araştırıcılar için bir kaynak eser niteliğindedir.
Kitabın sonunda yer alan Dizin ise kitaptan yararlanmayı bir nebze olsun kolaylaştırmaktadır.
Sonuç olarak Ahilik teşkilatını tarihsel süreçten
sosyo-ekonomik tesirlerine, doğuşundan çözülüşüne, Ahi prototipinden benzer yapılanmalara,
İslâmiyette ve kutsal kitaplardaki göndermelere
kadar birçok konuyu bünyesinde barındıran kitap, bu konuya ilgi duyan araştırıcılara rehber
olabilecek bir özelliğe sahiptir.
Aziz AYVA
KIRŞEHİR
Ahi Evran’ın hayatının önemli bir kısmını geçirdiği ve vefat ettiği şehirdir. Bu bağlamda Ahiliğin
manevî merkezi olan Kırşehir, Kızılırmak’a ulaşan güney-kuzey doğrultulu Kılıçözü suyu vadisi
boyunda denizden yaklaşık 990 m. yükseklikte
yer alır. Selçuklular döneminden itibaren bilinen
adı Kırşehri’dir. Türkçe olan bu ad şehre kurulduğu yer ve çevrenin tabii özelliğinden dolayı verilmiştir. Bu dönemlerde aynı zamanda Gülşehri
adıyla da anılmıştır. Elvan Çelebi, ilim ve tasavvuf
erbabı babası Âşık Paşa’nın şehre gelip yerleşme-
63
A
A
64
n
s
i
h
k
siyle burasının âdeta bir gül bahçesine döndüğüne ve
dolayısıyla Gülşehri adının verilmesinde bu özelliğin
rol oynadığına işaret eder. İlhanlı ve Osmanlı kaynaklarında genellikle Kırşehri adıyla geçen şehir, muhtemelen halk ağzındaki söylenişe uygun olarak Türkiye
Cumhuriyeti döneminde Kırşehir adını almıştır.
Kuruluş tarihi bilinmemekle birlikte şehrin ortasında
yer alan ve “Kale” denilen yığma höyüğün mevcudiyeti, burasının eski bir yerleşim yeri olduğunu gösterir. Ancak bu yığma tepede herhangi bir arkeolojik
bulguya rastlanmadığından şehrin eski dönemlerine
ait ileri sürülen görüşler, bir faraziyeden öteye geçmemektedir. Bununla birlikte bölgede İlk Tunç Çağı
(milattan önce 3300-1900 / 1800)’nın izlerine rastlanır. Milattan önce 1660 yıllarında Kızılırmak kavsinde kurulan Eski Hitit Krallığı sınırları içinde kalan
bölge, bu krallığın milattan önce 1190 yıllarına doğru
Orta Avrupa’dan gelen Frig ya da Brigler tarafından yıkılmasıyla Friglerin hâkimiyetine girdi. Milattan önce
546’da ise Pers Krallığı’nın idaresine geçen yöre, bu
dönemde diğer Pers topraklarında olduğu gibi Satraplar tarafından yönetildi. Perslerin milattan önce
334-333’te Makedonya Kralı İskender’e yenilmesiyle
yöre Makedonyalıların idaresine girdi. Ancak kısa
süre sonra yöreye Kapadokya kralları hâkim oldu.
Uzun bir süre Kapadokya krallarının idaresinde kalan yöre, milattan sonra 18 yılına doğru Roma’nın idaresine geçti. Roma İmparatorluğu’nun 395’te ikiye ayrılmasından sonra ise Doğu Roma İmparatorluğu’nun
hâkimiyetinde kaldı. Bu hâkimiyet Türklerin
Anadolu’ya girmelerine kadar devam etti.
Kırşehir yöresi, 1071 Malazgird Savaşı’ndan sonra Selçuklu idaresine girdi. Ancak şehrin idaresi ve
kontrolü, başta Konya’yı merkez ittihaz eden Selçuklular olmak üzere Anadolu’daki bazı beylikler arasında birkaç defa el değiştirdi. Bir ara Danişmendlilerin
eline geçen şehir, Anadolu Selçuklu hükümdarı II.
Kılıçarslan döneminde Danişmendli topraklarının
Selçuklulara ilhak edilmesiyle (1173) tekrar Selçukluların idaresine geçti. Muhtemelen XIII. yüzyıl başlarında bir kale-şehir haline gelip siyasî önem kazandı.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Nitekim 625 / 1228’te Mengücüklerin Erzincan-Kemah kolunu hâkimiyeti altına alan Selçuklu Sultanı
I. Alâeddin Keykubad, Şebinkarahisar’ı direniş göstermeden teslim eden Mengücük hanedanından Muzaffereddin Muhammed b. Behramşah’a Kırşehir’i
dirlik olarak verdi. Muzaffereddin Muhammed ailesiyle birlikte Kırşehir’e geldi ve burada yaşamaya
başladı. Bilahare 1243 Kösedağ Savaşı’ndan sonra
Anadolu’nun yavaş yavaş Moğol-İlhanlı nüfuzuna girmeye başlamasının ardından Kırşehir’in daha çok
Malya Ovası tarafındaki kuzey bölgesiyle kuzey-batı
tarafları, Moğollarla birlikte Anadolu’ya gelen göçebe grupların kışlak mahalli haline geldi. Bu arada
Cacaoğlu Nureddin Kırşehir emirliğine getirildi (659
/ 1261). Anadolu Selçuklu Devleti’nin yavaş yavaş
çözülmeye başladığı XIII. yüzyıl sonlarına doğru şehirde Moğol-İlhanlı hükümdarları adına para bastırılmaya başlanması, şehrin giderek Moğol nüfuzuna
girmesinin yanında, ticarî ve ekonomik bir hareketliliğe sahip olduğunun da işareti olmalıdır. Hamdullah
Müstevfî, bu dönemlerde Kırşehir’i büyük imaretleri
ile güzel bir iklime sahip bir şehir olarak nitelendirmekte ve 1336 yılında merkezî idareye giden vergi
gelirini 57.000 dinar olarak belirtmektedir.
Kırşehir, Anadolu Selçuklu Devleti’nin ortadan kalkmasından ve bilahare Moğol-İlhanlı Devleti’nin dağılmasından sonra Anadolu’da ortaya çıkan beyliklerin
sınır bölgesinde yer aldı ve bu beylikler arasındaki
mücadelelerden oldukça etkilendi. XIV. yüzyıl ortalarında Eretna Beyliği’nin eline geçen şehir, Eretnaoğlu
Mehmed Bey’in ölümünden (1365) sonraki iç karışıklıklar esnasında en fazla zarar gören yerlerden
biri oldu. Ardından merkezi Sivas olmak üzere bir
devlet kuran Kadı Burhaneddin Ahmed’in idaresine girdi (791 / 1389). Kadı Burhaneddin, Osmanlı
ve Karamanoğulları sınır kesiminde yer alan şehrin surlarını tamir ettirdi. Timur’un Anadolu’ya ilk
girişi sırasında Karamanoğulları tarafından yağma
edilen şehir, Kadı Burhaneddin’in ölümünden (800
/ 1398) sonra Osmanlıların eline geçti. 1402 Ankara
Savaşı’nın (804 / 1402) ardından Timur tarafından
Karamanoğullarına verildi. Timur, Anadolu’dan çekilirken Moğollarla birlikte Orta Asya’dan Anadolu’ya
akıp gelen ve başta Yozgat çevresi olmak üzere Kırşehir yöresini yurt tutan aşiret gruplarının önemli bir
kısmını götürdü ve onlardan boşalan yaylak ve kışlak
mahallerine Dulkadıroğullarına mensup konar-göçer
Türkmen grupları gelmeye başladı. Bu durum bölgenin ve dolayısıyla Kırşehir’in Dulkadıroğullarının
idaresine girmesinde önemli bir rol oynadı. Bunun
sonucunda Kırşehir’de Dulkadır hanedanı mensupları yöneticilik yapmaya başladılar. Osmanlı hüküm-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
darı Fatih Sultan Mehmed döneminde, bu hanedandan Dulkadıroğlu Alâüddevle Bozkurt Bey
Kırşehir’de bulunmaktaydı. Osmanlılar, Memlüklere karşı Dulkadıroğulları üzerindeki nüfuz
mücadelesinde Alâüddevle Bey’i desteklediler.
Şehir, bu nüfuz mücadeleleri esnasında muhtemelen Fatih Sultan Mehmed’in hükümdarlığının
son yılları olan 1480’de Osmanlı idaresine girdi. Osmanlı idaresinin ilk yıllarında Alâüddevle
Bey’in haslarına dokunulmamıştı. Bu durum Osmanlı siyaset anlayışının bir tezahürü olmalıdır.
Kırşehir ve yöresinde Osmanlı hâkimiyeti altında önemli bir olay cereyan etmedi. Ancak XVI.
yüzyılın ortalarından itibaren suhte ve Celâlî hareketlerinden etkilendi. XVII. yüzyılın başlarında
Tavil Ahmed adlı Celâlî reisiyle kardeşi, etrafına
topladıkları adamlarla şehri ve yöresini yağma
etmişti. Bu olaylar sırasında halkın bir kısmı
yerlerini terk etmek zorunda kaldı. Bundan sonra ciddi bir olayın meydana gelmediği Kırşehir,
Sivas ve Erzurum kongrelerinin ardından gelen
Mustafa Kemal Atatürk’ün geldiği (24 Aralık
1919), büyük bir coşkuyla karşılandığı ve Millî
Mücadele öncesinde önemli görüşmeler yaptığı
yerlerden biri oldu.
Kırşehir’de eski bir yerleşim ünitesinin işareti
olarak Kale adıyla bilinen bir höyük olmasına
rağmen âbide ve kitâbelerden buranın bir şehir
olarak Anadolu Selçuklu Devleti döneminde ortaya çıktığı ve nüfus, fizikî yapı ile mimarî eserler
yönünden büyük bir gelişme gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu dönemde inşâ edilen zaviye, medrese, cami, mescid ve türbe gibi eserler, şehrin
fizikî olarak Kılıçözü’nün meydana getirdiği düzlüğe ve Kale merkez olmak üzere doğu, kuzey ve
kuzeybatı istikametine doğru yayıldığını gösterir.
670 (1272) tarihli Cacaoğlu Nureddin’in vakfiyesinde Cemâleddin Mûsâ, Muhtesib Esed ve
Haffaf Rûzbe gibi mahalle adlarına rastlanması
ve 697 (1297) tarihli Şeyh Süleyman Türkmanî
vakfiyesinde Melik Hatun Mahallesi adının geçmesi, şehrin Selçuklu ve bilahare Moğol-İlhanlı
hâkimiyetinde fizikî bakımdan oldukça geliştiğinin göstergesi olmalıdır. Buna karşılık Osmanlı
idaresinin ilk yılları olan 890 (1485) yılına ait
tahrirde hiç bir mahalle kaydının yer almaması, şehrin Eretnaoğulları, Kadı Burhaneddin
Ahmed, Karamanoğulları ile Osmanlılar arasındaki mücadelelerden nüfus yapısı ve fizikî durumunun değişecek ölçüde etkilendiğini gösterir.
Özellikle Osmanlı iskân siyaseti çerçevesinde şe-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
hirden Rumeli’ye kitleler halinde yapılan göçler
de (Mesela Eski Zağra, Bolayır) bunun bir sebebi olmalıdır. 890’da (1485)kuruluşları Anadolu
Selçuklu Devleti dönemine dayanan Ahi Evran,
Âşık Paşa, Caca Bey, Şeyh Süleyman Türkmanî
ve Şeyh Kaya gibi zaviye ve medreselerin kaydedilmiş olması ise fizikî bakımdan şehrin daha
ziyade bu tesisler etrafında şekillendiğini düşündürür. 1530 tarihli deftere göre Kırşehir’in
toplam dokuz mahallesi vardı. Buradan şehrin
fizikî bakımdan mahalleleşme sürecine 890’dan
(1485) sonra tekrar girdiği anlaşılır. Bu mahalleler Cami, Nasuh (Hacı Nasuh) Mescidi, Yakup
Dede Mescidi, Sofular, Kuşdilli, Medrese (Caca
Bey Medresesi), Ahi Evran, Âşık Paşa ve Kaya
Şeyh adıyla bilinmekteydi. Nüfusça en kalabalık
mahalleleri Nasuh Mescidi ve Ahi Evran, en az
olanını ise Kaya Şeyh Mahallesi oluşturuyordu.
992’de (1584) şehirdeki mahalle sayısı on yediye
yükseldi. Bu durum şehrin XVI. yüzyıl süresince
fizikî açıdan daha da geliştiğini gösterir. Şehirde
1530-1584 tarihleri arasında teşkil edilen yeni
mahalleler Yenice, Cedîd (Kayabaşı), Cedîd (Lala
Camii), Tabağıl, Alaybeyi, Şeyh Süleyman Sofu,
Cedîd (Killik) ve Şarkıyan adını taşımaktaydı. Bu
mahallelerden Kayabaşı, Lala Camii ve Killik’in,
maruf adları yanında Cedîd adıyla da bilinmesi,
992’den (1584) biraz önce ortaya çıkmış olduğunun göstergesidir. 1584’teki mahalleler arasında nüfusça kalabalık olanlar Âşık Paşa ve Ahi
Evran’dı. En az nüfus ise Killik mahallesindeydi.
Şehirdeki mahallelerin en önemli özelliği birçoğunun zaviye, cami, mescid, medrese gibi tesislerin etrafında kurulması ve onların adıyla bilinmesidir. Kırşehir, 1250’de (1834) toplam yedi
mahalleye sahipti. Şehrin artık temel ve merkezî
65
A
A
66
n
s
i
h
k
yerleşim birimleri olan bu mahalleler Kayabaşı,
Yenice, Kuşdilli, Âşık Paşa, Medrese, Ahi Evran ve
Nasuh Dede adlarını taşımaktaydı. Bu tarihteki
mahalle sayısının XVI. yüzyıl sonlarına göre bir
hayli azalmasında, zamanla bazı kenar mahallelerin başka mahallelerle birleşmesinin ve XVII.
yüzyıldaki Celâlî hareketleriyle tabii âfetlerin rolü
olduğu düşünülebilir. 1256 / 1840’daki mahalle
sayısı ise 1834’ten sonra teşkil edildiği anlaşılan Güldiğin Mahallesi’yle sekize yükselmişti.
Bundan sonra şehrin fizikî bakımdan çok fazla
bir değişikliğe uğramadığı anlaşılmaktadır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti döneminde ve özellikle
1960’lardan sonra kamusal ve mülkî binaların
inşasıyla şehir yeni bir fizikî değişim yaşamıştır.
Kırşehir çevresi, Türklerin Anadolu’ya geldiği erken dönemlerden itibaren yoğun bir Türk
iskânına sahne oldu. Ancak şehrin bu dönemlerdeki nüfusuna dair kesin bir bilgi mevcut değildir. Hacı Bektaş-ı Velî Vilâyetnâmesi, XIII. yüzyılın
ortalarından sonra Kırşehir emiri Cacaoğlu Nureddin döneminde şehirde 18.000 hane halkının
olduğunu belirtir. Bu rakam dönemi için oldukça
mübalağalı da olsa, şehirde önemli bir nüfus birikimine işaret eder. Osmanlı idaresinin ilk yıllarında 1485’te şehrin 1000 civarında tamamı Türklerden oluşan nüfusu vardı. Şehrin 1530 yılındaki
nüfusu 1600 civarındaydı. Bu sayı 1584’te yaklaşık 5000’e yükselmişti. Bu son tarihte toplam nüfusun 550’ye yakınını konar-göçer Yüzdepare ve
Hoca Yörükleri ile Esbkeşân (Atçeken) oymakları
teşkil etmekteydi. Nüfusun 250’ye yakını ise muhtemelen Dulkadırlı ümerasından Osman Mirzâ’ya
mensuptu. Bu durum nüfus artışında daha ziyade
dışarıdan şehre gelip yerleşmelerin önemli bir rol
oynadığının işareti olmalıdır. XVII. ve XVIII. yüzyıllardaki nüfus durumu hakkında herhangi bir
bilgi bulunmayan şehrin 1834’te 4000 civarında
nüfusu vardı. 1840’taki nüfus ise 5000’e yaklaşmıştı. Bunun XVI. yüzyıl sonlarındaki duruma
paralellik göstermesi, aradan geçen 250 yıllık zaman dilimi hesaba katıldığında durgun bir süreci
işaret eder. XIX. yüzyıl sonlarında şehrin nüfusu
8500’e ulaşmıştı.
Kırşehir, Anadolu Selçuklu Devleti döneminde
Anadolu’daki şehirler arasında önemli bir ticarî
ve ekonomik fonksiyona sahipti. Bunda şehrin
hem Ahiliğin merkezi durumunda olmasının hem
de o dönemde doğu-batı ve güney-kuzey ana yolları üzerinde bulunmasının şüphesiz önemli bir
rolü vardır. Nitekim bu faaliyetlerin bir göstergesi
olarak Kırşehir emiri olan Cacaoğlu Nureddin’in
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
1272 tarihli vakfiyesine yansıdığı kadarıyla şehirde bakkal, hayyat (terzi), kasap, haffaf (ayakkabıcı), neccar (marangoz), saktâ (eskici), ketenci, helvacı, kassâr (çırpıcı), sekkâk (bıçakçı),
bezzâz (bezci), ütabî (kumaşçı, elbiseci), saraç
gibi muhtelif meslek dallarıyla alakalı birçok
çarşı ve kuvvetli bir ihtimalle çevredeki konargöçer Türkmenlerin gelmesiyle teşkil edilen ve
Türkmenpazarı adı ile bilinen bir pazarın varlığı
dikkati çeker. Ayrıca Kırşehir’den güneye doğru
o zamanki başşehir Konya’ya giden yolun Kızılırmak üzerinde muhtemelen eski ismi Tırtıklıköprü olan Kesikköprü’nün yanında Kırşehir emiri
Cacaoğlu Nureddin tarafından 667’de (1268)
yaptırılan ve köprüye izafeten Kesikköprü adıyla bilinen bir han veya kervansaray mevcuttu.
Şehirdeki bu ekonomik canlılığın bir göstergesi olarak 697-738 (1297-1338) yılları arasında
Kırşehir Darphanesi yoğun bir faaliyet içinde
bulunmaktaydı. Yaklaşık 1309 yıllarında İlhanlı
merkezî idaresince şehirden toplanan gelirlerden
muhtelif harcama kalemlerine yapılan havalelerin yekünü 29.000 dinardı. Bütün bunlar, şehrin
Selçuklular Devleti döneminde ve özellikle XIII.
yüzyıl ortalarından sonra hareketli bir ticarî ve
ekonomik faaliyet içinde olduğuna delalet eder.
Kırşehir’in Osmanlı idaresine girmesinden sonra
yapılan sayımlarda ticarî ve ekonomik hareketliliğin göstergesi olan çarşı veya pazarların kaydedilmediği görülür. Bu durum XV. yüzyıl ortalarında bir sınır şehri olması ve tahribata uğramasıyla
açıklanabilir. Osmanlı idaresinin ilk yılları olan
1485’te şehir halkının içinde ziraatla uğraşanların bulunduğu, ayrıca “cemâ‘at-i ehl-i hırfet” adı
altında 69 kişiden ibaret bir esnaf zümresinin
varlığı tespit edilmiştir. Hangi mesleklerle uğraş-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
tıkları tam olarak belirlenemeyen bu az sayıdaki esnaf zümresi, şehrin Osmanlı öncesi ticarî
ve ekonomik faaliyetinin bir göstergesidir. 1584
yılında şehirde bir boyahane ile bir bezirhane
mevcuttu. Bu durum şehrin 1485-1584 yılları
arasında çok yavaş bir gelişmeye sahne olduğunu
gösterir. Bunda doğu-batı ve güney-kuzey istikametine doğru giden ticarî yolun giderek ehemmiyetini kaybetmesinin önemli rolü olmalıdır.
Şehrin Osmanlı döneminde ticarî ve ekonomik
bakımdan en önemli özelliği, Anadolu’da Ahilik
kurumunun kurucusu olarak kabul edilen Ahi
Evran’ın burada bulunması ve dolayısıyla pek
çok esnaf, sanatkâr ve ticaret zümresinin burası
ile geleneksel bir bağlantı içinde olmasıydı. XIX.
yüzyıl ortalarına doğru şehirdeki dükkân ve iş
yeri sayısı 100’ün üzerindeydi. Bu dükkân ve iş
yerleri, Kale’nin eteğinde ve daha ziyade bugün
Uzunçarşı denen yerle daha sonra ortadan kalkan Taşhan’da yoğunlaşmıştı. Bu dükkân ve iş
yerleri arasında terzi, bezzâz, çuhadar, çulha,
kılcı, boğçacı gibi adlar altında doğrudan doğruya tekstil ve dokuma sanayii ile uğraşanların
sayısı fazlaydı. Bunu çilingir, kalaycı, demirci,
kaynakçı, nalbant, nalçacı, zincirci gibi meslek
dalları takip etmekteydi. Bunun yanında saraç,
kürkçü, semerci ve papuççu gibi deri ve dericilik
dallarında uğraşanlar da vardı. Ayrıca şehirde en
az dört tane bezirhane mevcuttu. Bundan başka
Kırşehir’de el ve el sanatı olarak halıcılık tarihî
bir geçmişe sahipti.
Anadolu Selçuklu Devleti döneminde önemli
bir kültür potansiyeline sahip olduğu anlaşılan
Kırşehir’de birçok ilim adamı ve şair yaşamıştır.
Bunlar arasında, özellikle Türkçenin Anadolu’da
edebî bir dil durumuna gelmesinde önemli rol
oynayan ve bu konuda eserler veren Âşık Paşa
ve Gülşehri başta gelir. Yine burada söz konusu
dönemden kalma birçok tarihî eser mevcuttur.
Bunların içinde en eskilerden birini, muhtemelen
Mengücüklülerden Melik Muzaffereddin Muhammed bin Behramşah tarafından 644 (1246) yılında yaptırılan ve daha sonra ortadan kalkan Melik
Gazi Medresesi teşkil etmekteydi. Bu medresenin
hemen yanında Melik Gazi’nin hanımı tarafından
inşa ettirilen Melik Gazi Kümbeti bulunmaktadır.
Şehirde bir diğer önemli medrese, 671’de (127273) Kırşehir emiri Cacaoğlu Nureddin’in yaptırdığı Caca Bey Medresesi’dir. Melik Gazi Kümbeti
ile Caca Bey Medresesi arasında ne zaman inşa
edildiği kesin olarak bilinmeyen ve İlhanlılar za-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
manında darphane olarak kullanılan Lala (Lâle)
Camii mevcuttur. Şehirde sanat yönü ağır basan
ve daha önce bir zaviye müştemilatına da sahip olduğu anlaşılan eserlerden biri Âşık Paşa
Türbesi’dir. Aynı şekilde Osmanlı döneminde bir
zaviye müştemilatına sahip olan ve çeşitli tarihlerde tamir edilen eserlerden bir diğeri Ahi Evran Camii ve Türbesi’dir. Bunun yanında şehrin
İmaret semtinde Şeyh Süleyman Türkmanî’ye ait
bir türbe vardır. Kale olarak bilinen höyük üzerinde de Selçuklu Sultanı II. Alâeddin Keykubad
tarafından yaptırılan ve 1312 / 1893’de yeniden
inşa ettirilen Alâeddin Camii yer alır. Bu eserlerin yanında o dönemlerde Kırşehir’e bağlı olan
bugünkü Hacıbektaş kazasında Hacı Bektaş-ı
Velî’ye ait ve oldukça geniş bir müştemilata sahip külliyeyi zikretmek gerekir. Bunlardan başka
şehrin güney tarafında Kızılırmak üzerine 646’da
(1248) İzzeddin Muhammed adında bir Selçuklu
veziri tarafından yaptırılan ve muhtemelen eski
ismi Tırtıklıköprü olan Kesikköprü ve bu köprünün hemen sağ tarafından 667’de (1268) Cacaoğlu Nureddin tarafından yaptırılan ve köprüye
izafeten Kesikköprü adı ile bilinen bir han veya
kervansaray yer almaktadır. Şehrin batısında Karakurt Kaplıcası’nın yanında ise Kalender Baba
Türbesi vardır. Bunlara ilaveten Kırşehir’in yine
güney tarafında Yunus Emre’ye atfedilen bir türbe bulunmaktadır.
Kırşehir, Anadolu Selçuklu Devleti döneminde önemli bir idarî merkez durumundaydı. XV.
yüzyıl ortalarından sonra Dulkadır Beyliği’nin
nüfuz sahasına giren şehrin, bir ara bu beyliğin
hanedanına mensup kimselerin ikamet ettiği bir
yer haline geldiği anlaşılıyor. Kırşehir, Osmanlı
idaresinin ilk yılları olan 1485’te Kırşehir vilayeti adı altında Rum eyaletine bağlı bulunuyordu. Buradaki “vilayet” tabiri, muayyen bir idarî
bölgeyi karşılamak için kullanılmakta ve daha
çok Osmanlı idaresinin yeni bir bölgedeki geçiş
sürecini yansıtmaktaydı. Bu tarihte vilayetteki
toplam köy sayısı 12 kadardı. Bu köyler arasında bugün Nevşehir’e bağlı ilçe merkezi olan ve o
tarihte Hacım veya Karaöyük adı altında köy olarak kaydedilen Hacıbektaş önemli bir yerleşim
yeriydi. Köylerin dışında kırsal kesimde önemli
bir konar-göçer unsur vardı. Varsak Türkmenleri
adı ile bilinen bu unsurlar, daha çok Kırşehir’in
kuzey bölgesindeki Malya Ovası ile kuzeybatı taraflarına doğru yayılmışlardı. Bunların cemaat
veya bölük adı altındaki gruplarının sayısı 120
67
A
A
68
n
s
i
h
k
civarındaydı. Aralarında, daha sonraki yıllarda
yerleşerek bugünkü Kaman kazasının vücut bulmasında önemli bir rol oynayacak olan Kaman
adlı konar-göçer bir grup da vardı. 1530 yıllarında Kırşehir, Rum eyaletinin sancakları arasında
yer alan Bozok’a bağlı bir kaza durumundaydı.
Muhtemelen bu yıllarda Bozok sancağının merkezi Kırşehir’di. Aynı tarihte kazada vergi mükellefi
ve vergiden muaf olan erkek nüfus sayısı 9222
kişiydi. Köylerin sayısı ise 10’du. Buna karşılık
konar-göçerler tarafından teşkil edilen 115 adet
cemaat ve 27 adet bölük grubu vardı. Bunun yanında pek çoğu konar-göçerler tarafından kullanılan ve sonradan onların yerleştikleri yerler haline
gelecek olan kışlak sayısı 64’tü. Bu arada daha
çok konar-göçer unsurların ziraatçilik yaptığı
mezraa sayısı 714’tü.
Kırşehir’in idarî bakımdan bir sancak haline gelmesi, ancak 961’de (1554) gerçekleşti. Bu tarihte
Bozok sancağından ayrılan Kırşehir, müstakil bir
sancak haline getirildi ve Karaman eyaletine bağlandı. 992’de (1584) sancağın başta merkez Kırşehir olmak üzere Hacıbektaş, Süleymanlu, Konur,
Günyüzü, Dinek, Keskin ve Çiçekdağı adlarıyla bilinen sekiz nahiyesi vardı. Bu nahiyelerin her biri,
kendilerine bağlı köy ve mezraa gibi birimlerle
birlikte muayyen bir bölgeyi içine almaktaydı. Bu
tarihte sancağa bağlı nahiyeler dahilindeki köy ve
mezraa birimleri ile konar-göçer grupların toplam
sayısı 1400’ü aşmıştı. Bu durum Kırşehir’in sancak haline getirildikten sonra sınırının bir hayli
genişlediğini gösteriyor. 1057’de (1647) sancağın
Kırşehir merkez kazasından başka Dinekkeskin,
Süleymanlu, Yüzdeciyan ile birlikte Hacıbektaş
ve Konur kazaları mevcuttu. Buradaki Dinekkeskin kazası, daha önce zikredilen Dinek ve Keskin
nahiyelerinin birleşmesiyle teşkil edilmişti. Hacıbektaş ise Yüzdeciyan adıyla bilinen konar-göçer
gruplarla bir kaza meydana getirmekteydi.
Karaman eyaletine bağlı sancaklık statüsünü uzun
süre devam ettiren Kırşehir, Tanzimat’ın ilanıyla
birlikte oluşturulan ve 1841’de kaldırılan muhassıllık uygulaması esnasında Konya eyaletine bağlı
kaldı. Bu uygulama ile ilgili kayıtlarda Kırşehir’in
bir ara Niğde muhassıllığına bağlı olduğu, bir ara
da muhassıllık haline getirildiği zikrediliyor. 1867
Vilayet Nizamnâmesi’ne göre idarî teşkilattaki
yeri, Konya vilayetinin Niğde sancağına bağlı kaza
oldu. Daha sonra sancak haline getirilen Kırşehir, Konya vilayetinden alınarak Ankara vilayetine
bağlandı. 1294’te (1877-1878) sancağın merkez
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Kırşehir ile birlikte Avanos, Keskin ve Mecidiye
(Çiçekdağı) adlı dört kazası vardı. 1892 yılında
Kırşehir sancağı, bu dört kazadan başka Hacıbektaş ve Mucur nahiyelerine sahipti. 1914’te
merkez Kırşehir kazası ile Mucur, Keskin, Mecidiye ve Avanos kazalarından ibaret olan Kırşehir sancağı, 1919 yılında yine Ankara vilayetinin
sancakları arasında yer almaktaydı.
Kırşehir, Türkiye Cumhuriyeti döneminde vilayet merkezi oldu. Cumhuriyet döneminin ilk
yıllarında şehirde daha ziyade inşaat, taş işleme,
yontma atölyeleri, tarıma dayalı sanayi, makine
ve maden işletmesiyle dokuma dalında geleneksel tarzda faaliyet gösteren küçük imalathaneler
mevcuttu. 1960’lardan sonra yem, bulgur, makarna, un, mantar, kireç, tuğla ve makine takımı
alanında fabrikalar ve tesisler kurulmaya başlandı. Son zamanlarda ise en önemli sınaî tesis
olarak Petlas Lastik Fabrikası ile şeker fabrikası
hizmete açıldı. Bu tesislerin yanında şehirde Ahi
Evran Üniversitesi adıyla bir de üniversite bulunmaktadır. Nüfusu Cumhuriyetin başlarında
12.745 (1927 sayımı) iken 2000 sayımının geçici
sonuçlarına göre 88.105 oldu.
1925’te Kırşehir vilayetine merkez Kırşehir kazası ile Mucur, Mecidiye ve Avanoskazalarıyla Kaman ve Hacıbektaş nahiyeleri bağlıydı. Bu tarihte
vilayete bağlı toplam köy sayısı 335’ti. Bu köylerin 158’i merkez kaza Kırşehir’e, 37’si Mucur’a,
86’sı Mecidiye’ye ve 45’i Avanos’a bağlıydı. Kırşehir, 1954 yılında Nevşehir’e bağlı kaza ve 1957
yılında tekrar vilayet haline getirildi. Kırşehir
şehrinin merkez olduğu Kırşehir ili Kırıkkale,
Yozgat, Nevşehir, Aksaray ve Ankara ile kuşatılmıştır. Merkez ilçeden başka Mucur, Kaman, Çiçekdağı, Akçakent, Boztepe ve Akpınar adlı altı
ilçeye ayrılmıştır. 6352 kilometrekare genişliğindeki Kırşehir ilinin sınırları içinde 2000 nüfus
sayımının geçici sonuçlarına göre 253.239 kişi
yaşıyordu. Nüfus yoğunluğu ise kırktı. Diyanet
İşleri Başkanlığı’na ait 2001 yılı istatistiklerine
göre Kırşehir’de il ve ilçe merkezlerinde 133, kasabalarda 62 ve köylerde 258 olmak üzere toplam 453 cami bulunmaktadır. İl merkezindeki
cami sayısı ise yetmiş üçtür.
KAYNAKÇA:
BOA, TD, nr. 19, s. 279-338; nr. 998, s. 651-682; MAD, nr. 3832, s.
46- 47; Temettüat Defteri, nr. 795, s. 2-70; nr. 797, s. 2-20; nr. 798,
s. 1-120; TKGMA, TD, nr. 139; Felek Âlâ-yı Tebrîzî, Kanûnü’ssa‘âde (nşr. Mirkamal Nabipour, Die beiden persischen Leitfaden
des Falak ‘Âlâ-ye Tebrîzî içinde), Göttingen 1973, s. 39-41; İbn
Bibi, el Evamirü’l-Ala‘iyye fi’l-Umuri’l-Ala‘iyye (Selçuk Name),
A
A
n
s
i
h
k
i
l
(trc. Mürsel Öztürk), Ankara 1996, I-II, bk. İndeks; Reşîdüddin
Fazlullâh-ı Hemedânî, Sevânihu’l-efkâr (nşr. Muhammed Takî
Dânişpejûh), Tahran 1358/1979, s. 207; Kerîmüddin Mahmud-ı
Aksarayî, Müsâmeretü’l-ahbâr, (trc. Mürsel Öztürk), Ankara
2000, bk. Dizin; Hamdullah Müstevfî, Nuzhetu’l-kulûb (nşr. G. Le
Strange), Leiden-London 1915, s. 99; Elvan Çelebi, Menâkıbu’lKudsiyye fî Menâsıbi’l-Ünsiyye, (haz. İ. E. Erünsal - A.Y. Ocak),
İstanbul 1984, s. 102; Aziz b. Erdeşir-i Esterâbâdî, Bezm u Rezm
(trc. Mürsel Öztürk), Ankara 1990, s. 93, 131, 358, 361-362, 367,
425; Firdevs-i Rûmî, Manzûm Hacı Bektâş Veli Vilâyetnâmesi, (nşr.
Bedri Noyan), Aydın 1986, s. 191; İbrahim İsmail, Türkiye’nin
Sıhhî-i İçtimâ‘î Coğrafyası, Kırşehir Vilâyeti, İstanbul 1341/1925;
Cevat Hakkı Tarım, Kırşehir Tarihi Üzerinde Araştırmalar, I, Kırşehir 1938; Cevat Hakkı Tarım, Tarihte Kırşehri-Gülşehri, Babailer-Ahiler -Bektaşiler, İstanbul 1948; Ahmet Temir, Kırşehir Emiri
Caca Oğlu Nur el-Din’in 1272 Tarihli Arapça-Moğolca Vakfiyesi, Ankara 1959; Eduard von Zambaur, Die Münzprägungen des
Islams (nşr. Peter Jaeckel), Wiesbaden 1968, s. 192, 210; Franz
Taeschner, “Kırşehir, ein altes Kulturzentrum aus spat-und nachseldschukischer Zeit”, Necati Lugal Armağanı, Ankara 1968, s.
577-592; İlhan Şahin, “Şeyh Süleyman-ı Türkmânî Zaviyesinin
Vakıflarına Dair”, XX. Ahilik Bayramı Kongresi Tebliğleri, 1 Eylül 1984 Kırşehir, Ankara 1985, s. 57-63; İlhan Şahin, “Osmanlı
Devrinde Kırşehir’in Sosyal ve Demografik Tarihi (1485-1584)”,
Türk Kültürü ve Ahilik, XXI. Ahilik Bayramı Sempozyumu Tebliğleri: 13-15 Eylül 1985, Kırşehir, İstanbul 1986, s. 227-233; İlhan
Şahin, “Osmanlı Devrinde Ahi Evran Zaviyesinin Husûsiyetine
Dâir Bazı Mülahazalar ve Vesikalar”, Ahilik ve Esnaf, Konferanslar ve Seminer, İstanbul 1986, s. 159-174; İlhan Şahin, “Kırşehir
Tarihinin Bazı Meselelerine Dair”, II. Uluslararası Ahilik Kültürü
Sempozyumu Bildirileri: 13-15 Ekim 1999, Kırşehir, Ankara 1999,
s. 277-283; İlhan Şahin, “Ahi Evrân Vakfiyyesi ve Vakıflarına
Dair”, Türklük Araştırmaları Dergisi, S. 1 (İstanbul 1985), 325341; Erdoğan Merçil, Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, Ankara
2000, bk. İndeks; Coşkun Çakır, Tanzimat Dönemi Osmanlı Maliyesi, İstanbul 2001, s. 47, 241; Ali Saim Ülgen, “Kırşehir’de Türk
Eserleri”, VD, II, Ankara 1942, 253-261; Halim Baki Kunter, “Kitabelerimiz”, VD, II (1942), s. 431-436; W. Ruben, “Kırşehir’in
Dikkatimizi Çeken San’at Âbideleri” (trc. A. İtil), Belleten, XI/44
(1947), 603-640; XI/45 (1948), 173-193; Meir Zamir, “Population
Statistics of the Ottoman Empire in 1914 and 1919”, Middle Eastern Studies, 17/1, London 1981, s. 91, 102; Philip Remler, “New
Light on Economic History from Ilkhanid Accounting Manuals”,
Studia Iranica, XIV (1985), 157-177; Besim Darkot, “Kırşehir”,
İA, VI, 764-767; Franz Taeschner, “Kırshehri”, EI2, New edition,
V, 172-173.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Eserde yayımlanan belgeler arasında ilk dikkati
çeken 676 (1277) tarihli Ahi Evran Zaviyesi vakfiyesidir. Vakfiyede vakfın kuruluşu, vâkıfın şartları, vakfedilen köyler ve mezraalar yer almakta ve
en sonunda ise “şühûdü’l-hâl” olarak bilinen şahitler bulunmaktadır. Şecereler arasında ise Ahi
Evran’ın soyundan gelen Ahi Musa, Ahi Sinan gibi
kimselerin adları, meslekleri ve pîrleri yazılıdır.
Eserde yer alan üç berat ise Kırşehir’deki Caca
Bey, Ahi Evran Zaviyesi ve Şah Mehmed vakfıyla
ilgilidir.
Eserde belgelerin sadece transkripsiyonu ve sadeleştirilmesi değil, fotokopilerinin de bir bütünlük
içinde verilmesi, metinlerin hem kolay anlaşılması
hem de tahkiki için araştırıcılara kolaylık sağlayacak niteliktedir.
M. Murat ÖNTUĞ
KIZLARAĞASI HANI
ARASTASI
İzmir Kemeraltı’nda Halimağa Çarşısı’ndan Hisarönüne giden yol güzergâhında yer almaktadır.
Kitâbesine göre 1156 (1743) tarihinde hem III.
Ahmed (1703-1730) hem de I. Mahmud’a (17301754) hizmet eden Kızlarağası Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılan ve günümüze gelebilen nadir
örneklerden biridir.
İlhan ŞAHİN
KIRŞEHİR MÜZESİ’NDEKİ
AHİLİK BELGELERİ
(AHİ ŞECERENÂMELERİ,
BERATLAR, VAKFİYELER)
Kırşehir Müzesi’nde Ahilere ait şecerenameler,
beratlar ve vakfiyelerin tıpkıbasımları, transkripleri ve sadeleştirilmesiyle oluşan ve yayınlanan
(Kırşehir 2008) bu eser, M. Fatih Köksal, Orhan
Kurtoğlu, Hasan Karaköse ve Özer Şenödeyici
tarafından hazırlanmıştır. Yayınlanan bu eserde
toplam belgelerin sayısı 12’dir. Bunların altısı
Ahi şecerenamesi, üçü vakfiye ve üçü berattır. Şecerenamelerden biri Farsça, vakfiyelerin tamamı
Arapça, diğer belgeler Osmanlıcadır.
Arastasının alt katta bünyesi içinde kurgulandığı iki katlı yapının avlusuna çevresinde yer alan
“U” planlı arastadan üç, sokağa bakan batı cephesinden bir olmak üzere dört koridorla geçiş
sağlanmıştır. Yapının ana cephesini oluşturan batı
cephesinde, ikisi arastaya ve biri avluya geçişi sağlayan açıklıklar, üzerlerinde taş konsollarla desteklenen birer çıkma ile vurgulanmıştır. Üst kata
69
A
A
n
s
i
h
k
çıkış batı ve doğu giriş koridorlarında yer alan
birer merdivenle sağlanmıştır. Yapının ana cephesini oluşturan batı cephesi ortasında yer alan
yuvarlak kemerli girişin güney yanında yer alan
ve istiridye motifli kavsara görüntülü taş süslemeli çeşmenin 1086 (1675) tarihli olması, yapının
inşa tarihi göz önüne alındığında başka bir yapıya
ait olduğunu ve sonradan buraya monte edildiğini
göstermektedir.
Arastalı yapı, klâsik Osmanlı hanlarında olduğu gibi avlulu ve iki katlı bir plana sahiptir. İnşa
malzemesi olarak dış cephede alt katta düzgün
kesme taş, üst katta taş ve tuğla almaşık; avlu
cephelerinde ise her iki katta da taş ve tuğla almaşık olarak kullanılmıştır. İki sıra tuğla kirpi
saçak yapıyı çepeçevre dolaşmaktadır. Osmanlı
hanlarında alışılan bir uygulama olan revak kanatlarında her iki katta revak bulunması tasarımı
bu handa değişik bir uygulamayla karşımıza çıkmıştır. Batı cephede yer alan ana girişten geçilerek beşik tonozla örtülü koridorla ulaşılan kare
planlı avlu cephelerinden üst kat batı cephesi
sütunların taşıdığı kemerlerle oluşturulmuş bir
revaka sahipken, diğer cepheler alt ve üst katta
tamamen revaksızdır. Avluya doğrudan açılan alt
kat mekânları ile üst kat koridorları beşik tonozla; üst kat mekânları ise aynalı manastır tonozuyla örtülüdür. Tüm mekânların avluyla bağlantılı
birer kapı ve penceresi vardır.
Yapının 1990’lı yıllarda yapılan restorasyon sırasında, kuzey kanadı hariç tamamı temelden
yeniden betonarme olarak inşa edilmiş ve cepheler taş ya da taş ve tuğla almaşık olarak kaplanmış; avlu ortasında yer alan ve Anadolu Selçuklu
kervansaraylarından gelen bir geleneği yansıtan
köşk mescidi, Hisar Camii’ne bakan doğu cephesindeki derz süslemeleri ile kuzey kanat arasta
dükkânlarından birinde yer alan kalem işi süslemeler tamamen ortadan kaldırılmıştır.
KAYNAKÇA:
Münir Aktepe, “İzmir Hanları ve Çarşıları Hakkında Ön Bilgi”,
Tarih Dergisi, sy. 25 (1971), s. 105-154; Bozkurt Ersoy, İzmir
Hanları, Ankara 1991; aynı yazar, “Bu Bir Ölüm İlanıdır”, Ege Mimarlık, sy. 15 (1995/1), s. 47-49; W. Müller-Wiener, “Der Bazar
von Izmir”, Mitteilungen der Frankischen Geographischen Geselschaft, sy. 27/28 (1980/1981), s. 420-454.
Bozkurt ERSOY
70
KİRİŞÇİ
Yayın tutturulduğu ve çekildiği sert ipten kiriş
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
yapma zenaatına kirişçilik denilir. Yay (kavs,
kemân), tek parça veya birleşik elemanlardan
oluşmuş, ortada yer alan kabzasının iki tarafında simetrik biçimde eğilmiş iki ucu arasına kiriş
gerilen bir alettir. Ele geçmiş en eski örnekler
tek parçadır. Topkapı Sarayı Müzesi Mukaddes Emanetler Dairesi’nde bulunan ve “kavs-ı
saâdet” (kemân-ı Peygamberî) denilen 118 cm
uzunluğundaki yay, bir kamış cinsinden yapılmıştır ve tek parçadır. Osmanlı ordusunda tüfeğin yaygınlaşmasına kadar ok çok etkili bir savaş
aracı olarak kullanılmıştır.
Osmanlı ordusunun ok ve yay tedariki Cebeci Ocağı tarafından görülür, oklar Gelibolu ve
İstanbul’daki bu işle uğraşan esnaf tarafından
yapılırdı. Evliya Çelebi’nin verdiği bilgiye göre
İstanbul’da okçu esnafı 200 dükkânda 300, yaycılar ise 200 dükkânda 500 kişiden oluşmaktaydı. Ok temrenleri Edirne’de yapılırdı.
KAYNAKÇA
Bahattin Ögel, İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara
1998, s. 97; Osman Turan, “Eski Türklerde Okun Hukukî Bir
Sembol Olarak Kullanılması”, Belleten, IX/35 (1945), s. 306.
Ahmet AYTAÇ
KİTÂB-I FÜTÜVVET
(RADAVİ ? TRANSKRİPSİYONİNCELEME-İNDEKS)
Orhan Arsal tarafından Marmara Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk Dili ve
Edebiyatı Ana Bilim Dalı’nda 2010 yılında yapılan yüksek lisans tezidir.
Anadolu sahasında XIII. yüzyıldan sonraki dönemde Türkçenin söz varlığının önemli kaynaklarından biri de fütüvvetnâmelerdir. Türkçe
fütüvvetnâmeler, Türkçenin zenginliklerini gösteren önemli eserlerden bir bölümünü teşkil etmektedir. Ahi teşkilatında esnaf birliklerinin her
iş koluna ait fütüvvetnâmeleri olduğu görülmektedir. Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi,
nr. 1616, tasnif nr. 297.9’da kayıtlı ve 49 varaktan oluşan Kitâb-ı Fütüvvet ise bir iş koluna ait
olmayıp genel bir el kitabı hüviyetindedir. Kitâb-ı
Fütüvvet, sadece bir nüshası vardır. Harekeli nesihle yazılmıştır. Ayetler, hadisler kırmızı mürekkeple yazılmaya çalışılmış, ancak çoğu zaman bu
kurala uyulmamıştır. Arsal, çalışmasında ayetleri, hadisleri ve duaları orijinal metinleri ile aynen
A
A
n
s
i
h
k
i
l
yazmıştır. Ayrıca eserin dilbilgisi hususiyetleri
ayrıntılı biçimde gösterilmeye çalışmıştır. Ünlüler bölümünde ünlü uyumları, ünlü değişmeleri
ve ünlü birleşmeleri; ünsüzler bölümünde ünsüz
değişmeleri; çekim ekleri başlığı altında isim çekim ekleri ve fiil çekim ekleri verilmiştir. Çalışmada dizin oluşturulmuş ve dizinde bulunan bütün kelimeler, özel adlar, yer adları ve anlamları
yer almıştır. Arapça ibareler için ayrı bir sözlük
oluşturulmuş; bu hususlar çerçevesinde eser,
okuyucular ve araştırıcılar için daha istifadeli bir
hâle getirilmiştir.
Hayri ERTEN
KİTÂB-I FÜTÜVVETNÂME
Millet Kütüphanesi, nr. 1009/2’da kayıtlıdır. Müellifi, Mamud isimli bir şahıs olup, Medine’de yazılmıştır. Eser, fütüvvetin üç kısım olduğuna ilişkin bir hadis ile başlar. Sonrasında bu hadisin
açıklaması yapılır. Tasavvufta, Hz. Ali’nin âşığın
terk etmesi gereken dört şey ve âşıkta bulunması
gereken on özellik hakkındaki sözlerine yer verilir.
KAYNAKÇA
Mahmud, Kitab-ı Fütüvetname, Millet Kütüphanesi, nr. 1009/2,
vr.7b-12a.
Bekir ŞAHİN
KİTÂBÜN FÎ
HACERİ’L-MESÂNE
VE’L-KİLYE
Ahi Çelebi’nin böbrek ve mesane taşları üzerine
Türkçe olarak yazdığı eserdir. Bazı kaynaklarda
Risale-i Hasatü’l-Kilye Ve’l Mesâne, bazılarında
ise Risâletü’l Kilyetive’l-Mesâne veya Fâide-i
Hasat olarak geçer. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Tıp Tarihi Kürsüsü nr. 45 / 1’de kayıtlı müstensih
nüshası 25 yapraktan oluşur. Eser, ilk defa 1948
yılında S. Erkun tarafından yayımlanmıştır.
Ahi Çelebi eserini, tıbbî bitkiler üzerinde engin
bilgisi bulunan ve yaptığı idrar sondasıyla idrar
tutulmalarını tedavi eden Fatih devri ulemasından Hekim Altuncuzâde’den öğrendiği bilgilerle
yazmıştır. O, bimâristanda tabiplik yaptığını, za-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
manın ileri gelen hekimleriyle görüşüp tıpla ilgili
bilgilerini artırdığını, uygulamalar yaptığını ve
tecrübe kazandığını anlatır. Elde ettiği kazanım
ve birikimlerini insanlara ulaştırmak ve onlara
faydalı olmak için Türkçe böyle bir eser yazdığını
ifade eder.
Eser, on bölüm üzerine tertip edilmiştir. Ahi Çelebi kitabında İsmail Cürcâni, Ebû Bekir er-Râzi,
Muhammed b. Zekeriyyâ ve Galen’den gelen klasik Osmanlı tıbbına dair bilgileri süzgecinden
geçirerek aktarmış ve ağırlıklı olarak bugünkü
tıptaki genito üriner, ürodinami ve üriner sistem
taş hastalıkları üzerinde durmuştur. Konuları, klasik Osmanlı tıbbının esasını oluşturan ve
eski Yunan tıbbında “humoral patoloji”, İslam
tıbbında “Ahlât-ı Erba‘a” denilen “Hıltlar teorisi”
bağlamında değerlendirmiş, insan bedenindeki
demevî, safravî, sevdavî ve balgamî hıltların dengeli bir vaziyette bulunması konusunu bu teoriye
göre irdelemiştir. Eser, klasik bir tıp kitabı olarak hem yazıldığı hem de sonraki dönemlerde
hekimler arasında büyük ilgi görmüştür.
Ahi Çelebi, böbrek taşına genç delikanlılarda,
burûdet mizaçlı kişilerde ve semiz kişilerde çok;
zayıf kişilerde az rastlandığını söyler. Taşın, genç
delikanlıların mesanelerinde ve büyük kimselerin böbreklerinde fazla; fakat mesanelerinin
kısa ve mesane ağızlarının dar olmasından ötürü
kadınlarda daha az rastlandığını bildirir. Ayrıca
böbrekte ve mesanede oluşan taşlar için kullanılacak ilaçların tarifini verir. Taş yapan yiyecekleri
bildirir ve o yiyeceklerden perhiz edilmesini tavsiye eder. Taş düşürülmesinde müshil içmenin
veya kusmanın faydalı olacağını; çok hamama
girmekten ve cima etmekten kaçınmanın gerektiğini bildirir. Mesaneden çıkarılan taşın büyük
ise ve terkiplerle ufaltılıp çıkarılması mümkün
olmazsa, mesaneyi yarıp çıkarmanın doğru bir
uygulama olacağını söyler. Taşın büyüklüğüne,
yerine ve biçimine göre yarıp çıkarmanın nasıl
yapılacağını ve olası durumlarda cerrahın nasıl
bir tutum izleyeceğini anlatır. Böbrek ve mesane taşlarının tedavisinde edviye-i müfrede olarak
kullanılan ilaçlardan bahseder. Hatmi, kara nohut, el hummaz / kuzu kulağı, helyun / marcuna /
mercev, uskulu fenderyon / dalak otu gibi bitkilerin özelliklerinden ve bunların böbrek ve mesane
taşları üzerindeki faydalarından bahseder.
KAYNAKÇA
Kitab-ı fi Hacer el Mesâneve’l-Kilye, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Kürsüsü Kitaplığı nr. 45/1; Ali
71
A
A
n
s
i
h
k
Haydar Bayat, Osmanlı Devletinde Hekimbaşılık Kurumu ve
Hekimbaşılar, Ankara 1999; Ramazan Şeşen-Cevat İzgi-Cemil
Akpınar,Türkiye Kütüphaneleri İslâmî Tıp Yazmaları Katoloğu,
İstanbul 1984.
Meriç GÜVEN
KOÇU, REŞAT EKREM
72
(d. 1905-ö. 1975)
Tarihte İstanbul Esnafı adlı eserin yazarı Koçu,
İstanbul’da doğdu. Eğitimci, gazeteci Ekrem Reşat ile Hacı Fatma Hanım’ın oğludur. Babasının
Konya Sanayi Mektebi müdürlüğünden dolayı bir
süre Konya’da bulunan Reşat Ekrem, lise eğitimini 1921’de Bursa Lisesi’nden tamamladı. Müteakiben İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü’nden mezun oldu. Hocası Ahmet
Refik Altınay’ın ısrarıyla asistan oldu. 1933 yılındaki Üniversite reformu esnasında birçok öğretim
üyesiyle birlikte üniversiteden ayrıldı.
Koçu, üniversiteden ayrıldıktan sonra emekliliğine kadar Kuleli Askerî, Pertevniyal ve Vefa liselerinde tarih öğretmenliği yaptı. 9 Temmuz 1975
günü İstanbul’da vefat eden Koçu, Sahrayıcedit
Mezarlığı’na defnedildi.
Geçimini büyük oranda kalemi ile kazanan
Koçu’nun, tarih alanında yazılmış elli civarında
eseri ve yüzlerce makalesi bulunmaktadır. 1944’te
İstanbul Ansiklopedisi’ni fasiküller halinde çıkarmaya başlar ve XI. cildin “G” harfi ortalarına kadar yayımlar. Cemal Çaltı adlı bir kereste tüccarının maddi desteği ile çıkardığı ansiklopedinin,
büyük kısmını bizzat kendisi yazar. Bazan yazılarında Ahmet Bülent Koçu gibi takma adlar da
kullanır. Bunun yanında Koçu, Evliya Çelibi’nin
Seyahatnâme’si (ilk 5 cilt), Aşçı Dede’nin Hatıraları, Seyyid Vehbi’nin Surnâme’si, Haşmet’in
Vilâdetnâme’si, İtalyan yazar Edmondo de
Amicis’in seyahat eserini, sadeliştirerek ve kısaltarak yayımlar. Yazdığı yazıların bazılarını, bizzat
kendisi resimleyen Koçu’nun, ressamlığı yanında
şairliği de vardır.
Ahmet Refik Altınay’dan başka Ahmet Rasim’den
de etkilenen Koçu, ömrünün son yıllarında Mehmet (Koçu) adlı Anadolulu bir çocuğu evlatlık
almış ve onun kız ve erkek kardeşlerini yanına
getirtmiştir. Mirasçısı olan Mehmet, ölümünden
sonra bir depoda duran ansiklopedi fasiküllerini tasfiye edip, evdeki not ve dokümanları, Tercüman gazetesi arşivine satmış, ardından gazete
ve arşivi de dağıtılıp satılmıştır. İstanbul hayranı
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
olan Koçu, tarihi zevkle okunan, edebi, akıcı bir
üslupla anlatmıştır.
Eserleri: Hatice Sultan ile Ressam Melling,
İstanbul 1934; Eski İstanbul’da Meyhaneler ve
Meyhane Köçekleri, İstanbul 1947; Tarihimizde
Garip Vakalar, İstanbul 1952; Osmanlı Padişahları, İstanbul 1960; Topkapı Sarayı, İstanbul 1960?; Tarihimizde Kahramanlar, İstanbul
1960; Erkek Kızlar, İstanbul 1962; Esircibaşı,
İstanbul 1962; Forsa Halil, İstanbul 1962; Yeniçeriler, İstanbul 1964; Osmanlı Tarihinin Panoraması, İstanbul 1964; Fatih Sultan Mehmed,
İstanbul 1965; Patrona Halil, İstanbul 1967;
Türk Giyim Kuşam ve Süslenme Sözlüğü, İstanbul 1967; Kabakçı Mustafa, İstanbul 1968;
Kösem Sultan, İstanbul 1972; Haydut Aşkları,
1981; İstanbul’un Tulumbacıları, İstanbul 1981;
Cevahirli Hanım Sultan, İstanbul 2003.
KAYNAKÇA:
Eser Tutel, “Osmanlı Tarihinin Romancısı Reşad Ekrem Koçu”,
Popüler Tarih, Temmuz-Ağustos 2001, http://merakediyorumgrubu.blogcu.com/resat-ekrem-kocu/4995436, (Erişim: 11. 04.
2014); Semavi Eyice, “Koçu, Reşat Ekrem”, DİA, XXVI, s. 149150.
Caner ARABACI
KONYA TİCARET TEŞKİLATI
DÜNÜ VE BUGÜNÜ
Konya Ticaret Odası Kültür ve Eğitim Yayınlarının 16. kitabı olarak çıkan çalışma, Mehmet
Emin Eminoğlu tarafından hazırlandı. On dokuz
bölümden oluşan eserde İslam’ın ticarete verdiği
anlam ve önem, Kur’an ve Hazret-i Peygamber’den
örneklerle işleniyor. Ticaret tarihi ve Türklerde
ticaret, Müslümanlarda ticarî hareketler, ticaret
tarihinde Anadolu ve Konya; Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde ticaret, esnaf ve
odaların teşekkülü gibi konuların ayrıntılarıyla
ele alındığı çalışma 1997 yılında yayımlandı.
Yazar çalışmasının başına Konya dış surlarının
çizimini koyarak, 12 sur kapısının isimlerini zikrediyor. Kitabın içerisinde milattan 3 bin yıl önce
Konya başlığı altında, İslam’dan önce Anadolu ve
Konya havalisinin, Konya ile yakın komşu olan
birçok bakımdan tarihlerinin paralellik gösterdiği coğrafyaların iktisadî bakımdan hangi durum-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
da olduklarını Kapadokya örneğiyle gösteriyor.
Beraberinde, Romalılar ve Bizans döneminde
Konya ve ticaret yolları hakkında bilgiler veriyor.
Anadolu’da ticaretin gelişmesindeki en önemli
yapıların başında olan han ve kervansarayların
Selçuklu zamanındaki işlevleri, yazarın tabiriyle
bir ışık kaynağı gibi uzanan ticaret yolları üzerinde bulunan Konya’nın bu ticarete han ve kervansaraylarla nasıl yön verdiği örneklerle anlatılıyor.
Ayrıca Osmanlılar döneminde madeni paradan
kâğıt paraya (kaimeye) geçiş ele alındıktan sonra
piyasada fiyatların tespit ve uygulamaları, ihtisab
kanunları ve muhtesibin görevlerine yer veriliyor.
Şer‘î Mahkemelerden Ticari Mahkemelere bölümünde, Konya’daki esnaf gruplarından alınan
narhiyeler, esnaf grupları, İslam hukukunda
ticarî muhakeme, mahkeme defterleri ve fatura
sistemi gibi konular ilşleniyor. Müteakiben Konya Ticaret Odası’nın kuruluşu işleniyor. Son olarak ise Cumhuriyet Konyası’nda belediye, çarşıpazar ilişkileri, ulaşım ve taşımacılık ele alınıyor.
Muhammet Ali ORAK
KONYA’DAN ESNAF
MANZARALARI İNSANLAR VE
HAYATLAR
Günümüz Konya esnafı ile ilgili bu kitap, Raşit
Aker tarafından yazılmış ve 2008’de Konya’da
yayımlanmıştır. 144 sayfa olan kitapta bölümlendirmeye gidilmemiştir. Kitapta Konya’dan
seçilmiş esnafların biyografileri verilirken bu
şahısların anılarından aktarımlar yapılmış; özel
arşivlerinden alınan fotoğraflarla konular zenginleştirilmiştir. Kitapta yer alan esnaf grupları
sırasıyla şunlardır: Tenekeci, bıçakçı, şekerlemeci, makineci, berber, kadayıfçı, daktilocu, çıkrıkçı, baskülcü, demirci, saraç, keçeci, zücaciyeci,
yorgancı, kolonyacı, şapkacı, saatçi, bakkal, tandırcı, kalaycı, terzi, bakırcı, radyocu, kebapçı ve
attar. Eserde günümüze kadar gelebilmiş ancak
pek çoğunun gelecekte devamlılığı mümkün görünmeyen mesleklerin, Konya örneğinde fotoğrafı sunulmuştur.
Ayşe DEĞERLİ
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
KORALTÜRK, MURAT
(d. 1967 )
Türkiye’de Ticaret ve Sanayi Odalarının Tarihsel Gelişimi (1880-1952), adlı doktora tezini
hazırlayan Murat Koraltürk, İstanbul’da doğdu.
İlköğrenimini tamamladıktan sonra Kabataş Erkek Lisesi’ni (1984), arkasından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünü bitirdi
(1990). Yüksek Lisans tezini, 1992’de Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Tarihi Anabilim Dalında İstanbul’da Şehiriçi Ulaşımında Şirket-i Hayriye (1850-1945) adı altında
verdi. Doktorasını ise 1999’da yine aynı enstitüde Türkiye’de Ticaret ve Sanayi Odalarının
Tarihsel Gelişimi (1880-1952) adlı tezi ile yaptı
Halen Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümünde Yardımcı Doçent olarak görev yapan Koraltürk’ün yayınlanmış 20 civarında eseri vardır.
KAYNAKÇA:
Murat Koraltürk, Türkiye’de Ticaret ve Sanayi Odaları (18801952), İstanbul 2002, s. 129-130; http://isamveri.org/pdfdkm/18/
DKM182401.pdf, (Erişim: 16 Haziran 2014).
Caner ARABACI
KOYUNCU-KAYA, MİYASE
(d. 1976)
18. Yüzyıl İkinci Yarısında Osmanlı Esnafı: İstanbul ve Bursa Örnekleri adlı doktora tezini
hazırlayan Miyase Koyuncu Kaya, Ankara’da
dünyaya geldi ve ilk ve orta eğitimini aynı şehirde
gerçekleştirdi. Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde tamamladı. 2000 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nca
Ankara Şereflikoçhisar İlçesi Mehmetçik İlköğretim Okuluna İngilizce öğretmeni olarak atandı.
2001 yılında Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Bölümünde Yüksek lisans
programı çerçevesinde hazırladığı The Institution of Gedik in Ottoman Istanbul,1750-1850
başlıklı teziyle mezun oldu. Ankara Mamak
Mehmetçik İlköğretim Okulu’nda İngilizce öğretmenliği ile meslek hayatına devam ederken Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yeniçağ
Tarihi Anabilim dalında doktora çalışmasına
başladı. Beş yıllık öğretmenlik hayatından sonra
73
A
A
n
s
i
h
k
İlköğretim Genel Müdürlüğü bünyesinde İlköğretim Kitap Yazım komisyonlarında görev aldı.
Milli Eğitim Bakanlığı ve Avrupa Birliği işbirliği
ile gerçekleştirilen ve uluslararası uzmanların danışmanlığında başlatılan kitap yazım faaliyetleri
çerçevesinde İlköğretim Okullarına yönelik 4, 5,
6 ve 7. sınıf Sosyal Bilgiler ve 8. Sınıf TC İnkılâp
Tarihi ve Atatürkçülük ders kitaplarında yazar
olarak bulundu. Kitap yazım çalışmaları çerçevesinde öğretmen ve müfettişlere yönelik olarak
seminerler verdi. 2008 yılında ise 18. Yüzyıl İkinci Yarısında Osmanlı Esnafı: İstanbul ve Bursa
Örnekleri başlığındaki tezi ile doktora eğitimini
tamamladı. Daha sonra Mili Eğitim Bakanlığı
bünyesinde bulunan Atatürk Müzesi’nde Osmanlıca eserler envanter çalışmasına katıldı. 2011
yılında Milli Eğitim Bakanlığı Japon Uluslararası
İşbirliği Ajansı (JICA) işbirliği ile gerçekleştirilen
“Okul Tabanlı Afet Eğitimi” Projesi çerçevesinde
aynı yıl Japonya’da Tokyo, Aichi ve Kobe kentlerinde eğitimlere katıldı. 20 Mart 2012 tarihinde
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Tarih Bölümüne yardımcı doçent
olarak atandı. Ocak 2013- Aralık 2013 tarihleri
arasında İngiltere’de Warwick Üniversitesi Global
History and Culture Center’da 18. Yüzyıl İkinci
Yarısı Osmanlı-İngiliz Ticarî İlişkileri konusunda
post doktora çalışmasını gerçekleştirdi.
Ders kitaplarının yanı sıra Çocuğunuzu Keşfedin
ve Sınıfta Pozitif Disiplin başlıklı iki çeviri kitabı
bulunmaktadır. Daha çok XVIII. yüzyıl ikinci yarısına yoğunlaşmış olup Osmanlı esnafı, vakıflar,
şehir tarihi ve uluslararası ticaret konularında
çalışmaları vardır. İkinci doktorası olarak gördüğü ders kitabı hazırlama sürecinin devamı olarak
da tarih eğitimi ile ilgili çalışmalar yürütmekte ve
TÜBİTAK bünyesinde çeşitli faaliyetlerde görev
almaktadır.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
cephesinde yer alan basık kemerli giriş kapısı ana
caddeye açılır. Batı giriş kapısı üzerinde yer alan
kitâbeye göre arasta, 1904 tarihinde Helvacızâde
Hacı Hüseyin Efendi tarafından, Hacı Ali Usta’ya
yaptırılmıştır.
Yapı, kesme taş ve kaba yonu taştan inşa edilmiştir.
Sekiz basamaklı bir merdivenle çıkılan kuzey cephedeki giriş kapısı batıdakine göre daha küçük tutulmuştur. Batı cephesinde üç dükkân yer alır.
Arastanın iç kısmında doğu-batı yönünde uzanan
dükkânlar sıralanır. Yapının doğu bölümü yıkık olduğu için dükkân sayıları tam olarak tespit edilemese de özgün haliyle içerisinde 16 adet dükkânın
olduğu düşünülmektedir. Orta bölümünün ve
dükkânların üzeri beşik tonoz ile örtülü olup, burası dükkân sıralarına göre daha geniş ve yüksek
tutulmuş, aydınlatılması ise üst taraflara açılan dikdörtgen formlu pencerelerle sağlanmıştır.
Yapı genel özellikleri bakımından özgünlüğünü korumasına rağmen, 1998 yılında meydana gelen Ceyhan depreminde hasar görmüştür. Arastanın batı
bölümü doğu bölümüne göre daha sağlam olarak
günümüze gelebilmiştir. Doğu bölümünün üst örtüsü yıkık vaziyettedir.
Eskiden Koza’nın önemli anıtsal yapılarından birisi olan arastadaki dükkânlarda manifaturacılar ve
sarrafların ticaret yaptığı arşiv kayıtlarında geçmektedir.
KAYNAKÇA:
Komisyon, Türkiye’de Vakıf Abideler ve Eski Eserler, I, Ankara 1983,
s.43; Komisyon, Medeniyetler Şehri Kozan, Kozan 2010, s.17; Çağrı Kürşat Yüce, Kozanın Beşeri ve İktisadi Coğrafyası, Ankara 2000,
s.129.
Nurcan BAHARGÜLÜ
KÖKSAL, MEHMET FATİH
H. Mustafa ERAVCI
KOZAN ARASTASI
74
Adana ili, Kozan İlçesinde bulunan arasta, Hoşkadem Camii’nin doğu yönünde Kadirli caddesi
üzerinde, Aşağı Çarşı mevkiinde yer alır. Yöre
halkınca daha çok bedesten olarak adlandırılan,
ancak arasta özelliği taşıyan yapı uzunlamasına
dikdörtgen planlıdır. Arastanın batı ve kuzey cephesinde olmak üzere iki giriş kapısı bulunur. Batı
(d. 1961)
Ahi Evran ve Ahilik, Kırşehir Müzesindeki Ahilik
Belgeleri (O. Kurtoğlu-H. Karaköse -Ö. Şenödeyici ile birlikte) adlı eserlerin müellifidir. Kayseri’ye
bağlı Talas ilçesinde doğdu. 1979 yılında Sarız
Lisesi’ni, 1988’de de EÜ Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü’nü bitirdi. Osmaniye ve Kayseri’de bir süre
öğretmenlik yaptıktan sonra 1996 yılında Cumhuriyet Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Edebiyat
Bölümü’ne araştırma görevlisi olarak atandı. Aynı
yıl EÜ’nde yüksek lisansını tamamladı. Hacettepe
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Üniversitesi’nde Edirneli Nazmî Mecma’u’n-nezâ’ir
(İnceleme-Tenkitli Metin) isimli tezi ile 2001’de doktor unvanını aldı. 2002 yılında Gazi Üniversitesi Kırşehir Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü’ne yardımcı doçent olarak atandı. 2004’te
doçent, 2010 yılında da profesör oldu. 2002-2009
yılları arasında adı geçen bölümün başkanlığı ile
Rektörlüğe bağlı Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi müdürlüğünü yürüttü. Hâlen aynı bölümde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.
Eserleri:Devhatü’n-nukabâ: Osmanlı Toplumunda Sâdât-ı Kirâm ve Nakibüleşrâflar, Sivas 1988
(H. Yüksel ile birlikte); Kayserili Divan Şairleri,
Kayseri 1998; Yenipazarlı Vâlî Hüsn ü Dil, İstanbul 2003; Dervîş Hayâlî Ravzatü’l-envâr, İstanbul 2003; Klâsik Türk Şiiri Araştırmaları, Ankara
2005; Sana Benzer Güzel Olmaz Divan Şiirinde
Nazire, Ankara 2006; Ahi Evran ve Ahilik, Ankara
2006; Evran Manzum Piyes, Ankara 2006 (Ö. Şenödeyici ile birlikte); Kırşehir Müzesindeki Ahilik
Belgeleri, Ankara 2008 (O. Kurtoğlu-H. Karaköse-Ö.
Şenödeyici ile birlikte); Klâsik Dönem Osmanlı Nesri, İstanbul 2011 (C. Okuyucu-A. Kartal ile birlikte);
Mevlid-nâme, Ankara 2011.
KAYNAKÇA:
http://fef.ahievran.edu.tr/dosyalar/ozgecmisler/tde/fatihkoksal_cv.pdf/
erişim tarihi: 19.06.2014; http://www.kirsehirhaberdar.com/kirsehir/
prof-dr-m-fatih-koksal-kirsehir-haberdar-ailesinde-h3438.html/erişim
tarihi: 19.06.2014.
İsmail ÇİFTCİOĞLU
KÖKSAL, MUSTAFA
(d. 1960)
Ahilik Kültürünün Dünü ve Bugünü (2001) ve Ombudsman / Kamu Hakemi (2005) adlı eserlerin
yazarıdır. Kırşehir-Mucur’a bağlı Kabaca köyünde doğdu. 1980 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat
Fakültesi’nde başladığı memuriyet hizmetine, 1984
senesinden beri Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde
devam etmektedir. Bir dönem Devlet Bakanlığı Basın Müşavirliği yaptı. Meslek kuruluşlarından Türkiye Yazarlar Birliği, İLESAM ile Kızılay Çankaya
Şubesi’nde görev aldı. Basılı yedi kitabı vardır.
Funda TOPRAK
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
KREŞEVLYAKOVİÇ, HAMDİYA
(d. 1888-ö. 1959)
Esnafi i Obrti u Starom Sarajevu adlı eserin
yazarıdır. Kreşevolu tüccar bir ailenin çocuğudur. Saraybosna’da doğdu. İlkokulu, rüştiyeyi
ve ticaret meslek lisesini doğduğu yerdebitirdikten sonra Öğretmen Okulu’ndan mezun oldu.
Burada ünlü edebiyatçılardan Silvije Strahimir Kranjčević, Ljudovit Dvorniković ve Josip
Milaković’ten dersler aldı. 16 yaşındayken dergilerde halk masalları ve şiirler yazmaya başladı.
1912’den itibaren öğretmen olarak atandığı Ticaret Meslek Lisesi ve Öğretmen Lisesi’inde tarih,
coğrafya ve pedagoji dersleri vermeye başaldı.
1912’de Kratki Pregled Hrvatske Knjige u HercegBosni adlı eserini yayımladı. Bu arada Osmanlı
belgelerini toplarken o dönemde yaşayan insanlarla röportaj yaptı. Bunları bilimsel çalışmalarında kullandı. Bosna, Avusturya-Macaristan,
Almanya, Polonya, Yunanistan, İtalya, Fransa,
Hollanda, Danimarka, İsveç ve İzlanda’yı gezdi.
1920’de Monografija Štamparije u Bosnizaturskogvremena (Osmanlı Döneminde Bosna’da
MatbaalarMonografisi) adlı kitabını yayımladı.
Ardından Esnafi i Obrti u Starom Sarajevu (Eski
Saraybosna’da Esnaflar ve Sanatlar) adlı kitabını çıkardı. 1916’dan itibaren Müslüman eğitim
kurumlarından Dârülmuallimîn ve Gazi Husrev
Bey Medresesi’nde coğrafya, tarih, felsefe, pedagoji ve Almanca dersleri verdi. Bosna-Hersek
Kültür Eserlerini Koruma Enstitüsü’nde vefatına kadar bilimsel danışman olarak görev yaptı.
1939’da Zagreb’deki Yugoslavya Bilim ve Sanat
Akademisi’ne bilim üyesi olarak seçildi. 1952 yılında Bosna-Hersek Bilim Toplumu üyesi oldu.
Saraybosna’da vefat etti.
Bosna-Hersek tarihiyle ilgili çalışmalar yapan
Kreşevlyakoviç, Osmanlı tarihi ve özellikle Saraybosna hakkında arşiv araştırmaları yapması ve
Saraybosna şeriyye sicillerini gözden geçirmesi,
bu sahada kendisine öncülük rolü kazandırdı.
Türkçe ve Almanca bilen Kreşevlyakoviç’in, ilmî
dergilerde 350’yi aşkın makalesi yayımlanmıştır.
Eserleri: Kratki pregled hrvatske knjige u
Herceg-Bosni, Sarajevo 1912; Štamparije u
Bosni za turskog vremena, Sarajevo 1920; Iz
bosanske trgovine XIX. stoljeća, Sarajevo1922;
Hasanaga Beširević-Pećki, Sarajevo1920; Sarajevska čaršija, njeni esnafi i obrti za osmanlijske uprave, Sarajevo 1927; Sarajevo u doba-
75
A
A
n
s
i
h
k
okupacije Bosne 1878, Sarajevo 1937; Hamami
(javnakupatila) u Bosni i Hercegovini 1462.1916., 23. sv. Biblioteke Centralnog higijenskog
zavoda u Beogradu, Beograd 1937; Esnafi i obrti
u Bosni i Hercegovini (1463.-1878.) I. dio, Sarajevo; Esnafi i obrti u Bosni i Hercegovini II. Dio,
Mostar, Zagreb 1951; Stari bosanski gradovi,
Sarajevo1953; Kapetanije u Bosni i Hercegovini,
Sarajevo 1954; Hanovi i Karavansaraji u Bosni i
Hercegovini, Sarajevo 1957; Esnafi i obrti u starom Sarajevu, Sarajevo 1958; Kapetanijeu Bosni
i Hercegovini, Sarajevo 1980.
KAYNAKÇA:
Komisyon, Izabrana djela Hamdije Kreševljakovića objavljena
su u četiri svezka, Sarajevo 1991; Enes Pelıdıja, “Kreşevlyakoviç,
Hamdiya”, DİA, XXVI, s. 291.
Cemile TEKİN
KULOĞLANLARI
(bk. MUHTESİB)
KURŞUNLU CAMİ
Kütahya şehir merkezinde Paşam Sultan mahallesindedir. Kitâbesine göre 779 (1377-1378) tarihinde fütüvvet ehlinden Şeyh Mehmed tarafından
yaptırılmıştır. Dönemin ileri gelen Ahilerinden
olduğu anlaşılan bu zatın ismine Paşam Sultan
(Seyyid Nureddin) Türbesi’nin içinde bulunan bir
kitâbede de rastlanmaktadır. Kaynaklarda Paşam
Mahallesi Mescidi olarak geçen yapının, Kurşunlu Cami ismiyle hangi tarihten itibaren anılmaya
başlandığı bilinmemektedir. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, yapının Anadolu Beylerbeyi Kasım Paşa
tarafından 1520 tarihinde tamir ettirildiğini ve
bundan dolayı da Kasım Paşa Camii ismini aldığını belirtir.
KAYNAKÇA:
Evliya Çelebi, Seyahatname, IX, (haz. Seyit Ali Kahraman), İstanbul 2011, s. 24; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Kütahya Şehri, İstanbul 1932, s. 77; Ali Osman Uysal, Germiyanoğulları Beyliği’nin
Mimarî Eserleri, Ankara 2006, s. 178, 182-183; M. Mustafa Kalyon, Kütahya’da Selçuklu-Germiyan ve Osmanlı Eserleri, Kütahya
2000, s. 37; Halil Edhem, “Âl-i Germiyan Kitâbeleri”, TOEM, Cüz.
2 (1328), s. 126-127; Ara Altun, “Kütahya’nın Türk Devri Mimarisi”, Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılına Armağan Kütahya, İstanbul 1981-1982, s. 226, 228.
76
İsmail ÇİFTCİOĞLU
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Mimarisi: Cami üzeri kubbe ile örtülü
kare planlı harim, harimin kuzeyinde yer alan üç
bölümlü son cemaat yeri, harimin doğu duvarının kuzey ucuna yerleştirilmiş minareden oluşmaktadır.
Kesme taş ve tuğla malzemenin dönüşümlü olarak kullanıldığı cami, çeşitli onarımlar geçirerek
günümüze ulaşmıştır. Özellikle 1950’li yıllarda
gerçekleştirilen onarımlar esnasında gerek pencere, gerekse kubbe kasnağında ve kirpi saçaklarda çeşitli değişikliklere gidilmiştir.
İçerisinde sebillerin yer aldığı dar bir aralıktan
ulaşılan caminin kuzeyindeki son cemaat yeri
ortadaki birbirine ve beden duvarlarına sivri
kemerler ile bağlanan iki ayak ile üç bölüme ayrılmıştır. Yanları kapalı durumdaki son cemaat
yerinin üzeri ortada aynalı tonoz, yanlarda ise
pandandiflerle geçilen kubbeler ile örtülmüştür.
Harime yanlarında iki pencerenin bulunduğu ba-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
sık kemerli bir açıklıktan girilmektedir. Kare planlı
harimin üzeri Türk üçgenleri ile geçilen kubbe ile
örtülüdür. Dıştan kurşun kaplı kubbenin yüksek
sekizgen bir kasnağı bulunmaktadır. Harim doğu
cepheye ve son cemaat yerine açılan ikişer pencere
ile kuzey haricinde üç yönde tepe penceresi ile aydınlatılmaktadır. Güney duvarın ortasında yer alan
düşey dikdörtgen biçimli mihrabın yarım daire kemerle sonlanan nişi dairesel planlıdır. Ampir özellikler gösteren mihrap Kütahya seramikleri ile kaplanmıştır. Ahşap minberi yeni olan cami, sadedir.
Harimin doğu cephesinin kuzey ucuna bitişik olarak yapılan minarenin kare prizma şeklindeki kaidesi taş ve tuğladan almaşık teknikle, gövdesi ise
tuğladan inşa edilmiştir. Caminin içerisinden ulaşılan minarenin şerefe altı özel olarak kesilmiş iri tuğlalarla mukarnas görünümünde biçimlendirilmiştir.
Tuğla mukarnaslardan oluşturulan bu bölümde firuze, yeşil, lacivert ve mor renkli sırlı tuğlalar görülmektedir.
KAYNAKÇA:
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Kütahya Şehri, İstanbul 1932, s. 77; Ali
Osman Uysal, Germiyanoğulları Beyliğinin Mimari Eserleri, Ankara 2006, s. 178-183; Ara Altun, “Kütahya’nın Türk Devri Mimarisi”,
Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılına Armağan Kütahya, İstanbul 19811982, s. 226-228.
Mustafa ÇETİNASLAN
KURUMSAL BİR DEĞER
OLARAK AHİLİĞİN
SOSYO-KÜLTÜREL
GERÇEKLİK ALANINDA
KURUMSALLAŞMASI VE
ÜÇ BOYUTLU KÜLTÜRÜNÜN
İNŞASI
Savaş Aygener’in eseri, 2010 yılında Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, Siyaset ve Sosyal Bilimler Bilim Dalı’nda
Yüksek Lisans Tezi olarak hazırlanmıştır.
Eser, XIII. yüzyıl Anadolu’sunda Ahilik kurumunu
incelemektedir. Konuyu sosyolojik perspektiften ele
alan çalışma, sosyo-kültürel gerçekliği, mikro düzeyden makro seviyeye disiplinler arası bir yaklaşımla analiz etmektedir.
Tez, önsöz içindekiler simge ve kısaltmalar, tablo ve şema dizinleri ve girişi bölümüyle birlikte iki
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
bölüm, sonuç, kaynakça ve eklerden oluşmaktadır.
Eser, Ahilik olgusuna bakış açısını kavramsal olarak analiz eden giriş kısmından sonra birinci bölümde sosyoloji biliminden hareketle bir toplumsal
yapının özelikleri ve sosyo-kültürel gerçekliğin inşası üzerinde durulur. İkinci bölümde ise tarihî bir
olgu olarak Ahilik, sosyo-kültürel gerçeklik olarak
yeniden inşa edilir. Bu noktada Ahilikten önce fütüvvet olgusu ele alınır. Fütüvvet olgusunun kavramsal
olarak içeriği, kavramın geçirdiği aşamalar ve dinin
mistik şekli olan tasavvuf boyutu ile analiz edilmeye
çalışılır. Bu arada Ahi Evren’in hayatı ve menkıbevi kişiliği ile Anadolu Selçuklu Devleti’nde ahiliğin
üstlenmiş olduğu sosyo-ekonomik, askerî ve siyasal, dinî ve ahlaki ve eğitimde aldığı fonksiyonlar
analiz edilir. Çalışmanın sonuç bölümünde ahilik
olgusunun ahlaklı bir hayat algılamasının değerler
dizisi olarak bugünün hayat anlayışına aktarılması
savunulur.
Bünyamin AYHAN
KUŞAK KUŞATMA
(bk. ŞED BAĞLAMA)
KUŞEYRÎ,
ABDÜLKERİM b. HEVÂZİN
(ö. 465 / 1072)
Fütüvvetle ilgili görüşleri olan müellif, bugün İran’ın
Türkmenistan sınırı yakınındaki Üstüvâ yöresinde
Rebîülevvel 376 (Temmuz 986) tarihinde doğdu.
Küçük yaşta babasını kaybedince akrabalarından
Ebü’l-Kâsım el-Yemânî’nin himayesinde büyüdü. İlk
ilim tahsilini onun gözetiminde yaptı.
Kuşeyrî hesap öğrenip maliye memuru olmak amacıyla genç yaşta Nîşâbur’a gitti. Burada dönemin
tanınmış sûfîlerinden Ebû Ali ed-Dekkâk’ın sohbet
meclisini katıldı ve kendisinden etkilenerek müridi
olmak istedi. Dekkâk ona önce ilim tahsil etmesini söyledi. Bunun üzerine Kuşeyrî fıkıh, kelam ve
hadis öğrenmeye yöneldi. Bu dönemde Bâkıllânî’nin
eserlerini inceleyerek Eş’arî kelâmını benimsedi.
İlimle meşgul olduğu bu yıllarda bir yandan da mürşidi Dekkâk’ın sohbetlerine devam ederek tasavvufî
terbiyesini tamamlamaya çalıştı. Dekkâk onu kızı
Fâtıma ile evlendirdi ve medresesinde ders vermesine izin verdi.
77
A
A
78
n
s
i
h
k
Mürşidi Dekkâk’ın vefatından sonra Sülemî’yeintisap
ederek tasavvufî bilgisini ve tecrübesini arttıran
Kuşeyrî güzel hitabeti ve etkili vaazlarıyla Horasan bölgesinde büyük bir üne kavuştu. Bölgenin
yöneticisi olan Tuğrul Bey’in veziri Amîdülmülk
el-Kündürî, Mu’tezile mezhebi taraftarı olduğu için
Eş’arîkelamcılarına karşı tavır aldı ve Tuğrul Bey’i
ikna ederek Kuşeyrî başta olmak üzere önde gelen
Eş’arî âlimlerin yakalanıp hapsedilmeleri için izin
aldı. Nîşâbur’un eski kalesine hapsedilen Kuşeyrî
bir müddet sonra dostları tarafından kurtarıldı. Bu
olayın ardından bir grup âlimle Bağdat’a gitti. On yıl
Kündürî’nin baskısı altında sıkıntılı bir ömür süren
Kuşeyrî, Alparslan tarafından vezirin idam edilmesi
ve yerine Nizâmülmülk’ün getirilmesiyle rahata kavuştu. Nîşâbur’a dönerek medresesinde ders vermeye ve vaaz etmeye devam etti.
Son yıllarını refah içinde geçirdikten sonra 16
Rebîülâhir 465 (30 Aralık 1072) tarihinde Nişabur’da vefat etti. Mürşidi ve kayınpederi Ebû Ali edDekkâk’ın medresesinin haziresine gömüldü. Kabri
günümüze ulaşmıştır.
Tasavvuf, kelâm, hadis, fıkıh, tefsir, dil ve edebiyat
gibi ilim dallarında geniş bilgisi olan Kuşeyrî daha
çok bir mutasavvıf olarak tanınır. Kaynaklarda kendisine Kuşeyriyye adıyla bir tarikat nispet edilmiştir.
En seçkin öğrencilerinden Abû Ali el-Fârmedî vasıtasıyla Gazzâlî’yi etkileyen Kuşeyrî tasavvufun Ehl-i
Sünnet inancına tam anlamıyla uyduğunu göstermeye çalışmış, bu nedenle sûfîlerin tartışmalı görüşlerine kitaplarında yer vermemiştir.
Kuşeyrî fütüvvet anlayışına eserlerinde özel bir
yer ayırmıştır. Konuyla ilgili Ebû Hafs el-Haddâd,
Cüneyd-i Bağdâdî, Muhâsibî, Dekkâk ve Sülemî
gibi kendinden önceki meşhur sûfîlerin görüşlerini
aktarır. Hem bu dünyada hem de âhirette kimsenin senden dolayı bir kötülükle karşılaşmamasını,
başkasını kendine tercih etmeyi, insanların hatalarını görmezden gelmeyi, düşmanının senden dolayı
utanmamasını ve halkın senin hakkında söylediklerine kulağını tıkamayı fütüvvetin özellikleri arasında
sayar.Kuşeyrî’yegöre fütüvvetin aslı kişinin her türlü
söz ve fiilinde doğruluk üzere olmasıdır. Fütüvvet
ehlinin Kur’ân’daki örneği ise Ashâb-ı Kehf’tir. Putları kırmasından dolayı Hz. İbrahim fetâ olarak adlandırılır.Nefsinin arzularına uymayarak nefis putunu
kıran kimse de fetâdır. Kuşeyrî fütüvveti Allah için
olan fütüvvet ve Allah’ın yarattıklarına karşı gösterilen fütüvvet olmak üzere ikiye ayırır. Allah’ın hukuku gözetilerek gerçekleştirilen fütüvvet, bir kimsenin hiçbir memnuniyetsizlik göstermeden kendi
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
tercihiyle Allah’ın emirlerine itaat etmesidir. Halkın hukukuyla ilgili fütüvvet ise adaleti gözetmek,
insanları özür dilemek zorunda bırakmamak,
insaflı olmak ve intikamı terk etmektir. Kuşeyrî
bir kimsenin fütüvvetteki derecesinin o kimsenin
insanlara karşı diğerkâmlığı, hizmeti ve bu uğurda sarfettiği çabayla ölçüleceğini söyler.
Kuşeyrî’nin kitapları arasında özellikle bir tasavvuf klasiği olan er-Risâle (trc. Süleyman Uludağ,
İstanbul 2012) ve işârî metodla yazdığı Letâifu’lişârât (trc. Mehmet Yalar, İstanbul 2013) adlı
tefsiri meşhurdur. Ayrıca risaleler şeklinde 10’u
aşkın eseri vardır.
KAYNAKÇA:
Abdülkerîm el-Kuşeyrî, Risâle, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul
1981, s. 305-311; Ebu’l-Hasan Ali b. Osman el-Hücvîrî, Keşfü’lmahcûb: Hakikat Bilgisi (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982,
s. 272; İbn Hallikân, Vefeyât, III, 205; Zehebî, el-‘İber, Küveyt
1960, III, 259; Yâfiî, Mir’âtü’l-cenân, II, 91; Sübkî, Tabaķāt
(Tanâhî), III, 374-423; VII, 153-162; İbn Kesîr, el-Bidâye, XII,
107; Câmî, Nefehât (trc. Süleyman Uludağ-Mustafa Kara), İstanbul 1995, s. 621; Süyûtî, Tabakātü’l-müfessirîn, Beyrut, ts.
(Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), s. 61-63; İbnü’l-İmâd, Şezerât, III, 319;
Zebîdî, İthâfü’l-asfiyâ, s. 251; Harîrîzâde, Tibyân, III, vr. 71b-74a;
Brockelmann, GAL, I, 432-433, 556; Suppl., I, 770-772; A. J. Arberry, “Al-Qushairī as Traditionist”, Studia OrientaliaIoannı Pedersen, Kopenhagen 1953, s. 12-20; İbrâhim Besyûnî, el-İmâm
el-Ķuşeyrîsîretühû, âŝârühû, mezhebühûfi’t-tasavvuf, Kahire 1972;
Fritz Meier, “Qusayrī’sTartīb as-Sulūk”, Oriens, XVI (1963), s.
1-39; RashidAhmad, “Abu Al-Qāsim Al-Qushairi as a TheologianandCommentator”, IQ, XIII/1 (1969), s. 16-69;Yüksel Göztepe, Abdülkerim Kuşeyrî’de Hâller ve Makâmlar, (Ankara Ün.
SBE, Doktora Tezi), Ankara 2006, s. 337 vd.; Süleyman Uludağ,
“Kuşeyrî, Abdülkerim b. Hevâzin”, DİA, XXVI, 473-475.
Abdürrezzak TEK
KUTADGU BİLİG
Ahi kelimesinin kökü ile ilgili bilginin yer aldığı
Kutadgu Bilig, XI. yüzyılda Karahanlı Türklerinden Yusuf Has Hacib tarafından Doğu Karahanlı
Hükümdarı Tabgaç Buğra Han’a atfen 1069 yılında yazılan ve Orta Türkçe Devri dil özelliklerini
yansıtan Mesnevi nazım tarzında Türk edebiyatında siyasetnâme türünün ilk eseridir.
Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hâcib’in ve içinde yetiştiği çevrenin ilmî ve felsefi birikimi hakkında
çok önemli bilgiler verir. Eserde; dil, söz, ahlâk,
iyilik, adalet gibi kavramlar hakkında birçok özlü
söz yer alır.
Kutadgu Bilig’de Ahi kelimesinin kökü olduğu
bilinen “akı” kelimesi, 33 yerde geçmektedir. Bunun yanında; akı bol-, ay akı, akılık kelimeleri de
A
A
n
s
i
h
k
i
l
yer alır. Reşit Rahmeti Arat çevirisinden akı kelimesinin geçtiği örnek beyitleri aşağıdadır:
akı: cömert, eli açık, âlicenap.
tüzün erdi alçak kılınçı silig
uvutlug bagırsak akı king elig (43. beyit)
(Asil tabiatlı, alçak gönüllü ve güzel tavırlı idi;
hayâ sahibi, şefkatli, cömert ve eli açık idi).
akı bol bagışla içür hem yitür
kalı eksüse ur yana al yetür (2053. beyit)
(Cömert ol, bağışla, yedir ve içir; eğer malın eksilirse, tekrar vur, al ve eksileni tamamla).
kişi bar kalın bod boguz agrukı
köni çın bagırsak yok ol ay akı (5095. beyit)
(Etrafımda geçinen kalabalık bir insan kütlesi
var; fakat bunlar arasında, ey cömert insan doğru, dürüst ve sadık kimse yoktur.)
ukuşlug kerek hem biliglig kerek
akılık kerek hem siliglik kerek (1951. beyit)
(Bey bilgili ve akıllı olmalıdır; cömert ve yumuşak huylu olmak da lazımdır).
akılık kerek begke kodkı köngül
bu kodkı köngül birle kılkı amul (2049. beyit)
(Beye cömertlik ve alçak gönüllülük lazımdır;
alçak gönüllülük ile birlikte tabiatı da sakin olmalıdır).
KAYNAKÇA:
Reşit Rahmeti Arat, Kutadgu Bilig, III, İstanbul 1979, s. 13-14;
II. 1988.
Aziz AYVA
KUTAY, CEMAL
(d. 1909-ö. 2006)
Türk Emek Nuru / İlk Çağlardan Günümüze Esnaf ve San’atkârlar Tarihi (İstanbul 1975) adlı
eserin yazarı Cemal Kutay, Konya’da doğdu. Babası Cizre Emiri Bedirhan Bey’in on yedinci çocuğu Tahir Bey’dir. Babasının vefatı üzerine ailesine
bakmak zorunda kalan Kutay, 1929’da Konya
Lisesi’nin son sınıfından ayrılarak Ankara’ya gitti. Ortaöğrenimini sonradan Kadıköy Lisesi’nde
tamamladı. Ankara’da Hâkimiyet-i Milliye Gazetesinde musahhih olarak çalışmaya başladı.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
1932 yılında Konya’ya tekrar dönerek Yeni Anadolu Matbaası’nı kurdu ve Yeni Anadolu gazetesi
(1932-1934) ile Terbiye Postası dergisini çıkardı. 1934 yılında tekrar Ankara’ya dönerek Ulus
adını alacak olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde
çalışmaya başladı. 1940 yılında İstanbul’a yerleşerek, Turgut Bayar’la birlikte Halk gazetesini
(1941-1942) çıkardı. Daha sonra sahibi olduğu
Millet Dergisi (1946-1950) ve Hakka Doğru dergilerinde 1944-1951 yılları arasında başyazarlık
yaptı. Ayrıca Çağımız, Tarih Konuşuyor, Tarih
Sohbetleri (1966-1968) gibi dergileri yayımladı.
Fransızca, Arapça ve Farsça bilen Kutay, 4 Şubat
2006 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Çeşitli gazete ve dergilerde yazılar kaleme alan Kutay’ın 187
kitabı vardır
KAYNAKÇA:
Salhadin Gök, Bir Tarihçi Olarak Cemal Kutay, Hayatı ve Eserleri, Celal Bayar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Manisa, 1996; Komisyon, “Cemal
Kutay”, Anabiritannica Genel Kültür Ansiklopedisi, XX, İstanbul
1994, s. 48; Komisyon, “Cemal Kutay”, Büyük Larousse Sözlük ve
Ansiklopedisi, XIV, İstanbul 1986, s. 7216.
M. Murat ÖNTUĞ
KÜBREVİYYE
Ahilerle yakın ilişkisi olan Türk tarikatıdır.
Necmeddin-i Kübra (ö. 618 / 1221) tarafından
kuruldu. Otuz beş yaşında medrese eğitimini tamamlayan Necmeddin-i Kübra, Ammâr Yâsir ve
İsmail el-Kasrî tarafından irşat edildi. Kurduğu
tarikat, XIII ve XIV. yüzyıllarda Orta Asya, İran,
Hindistan ve Irak’ta yayıldı. Sultanü’l-Ulema
Bahaeddin Veled (ö. 1231), Şeyh Necmeddin-i
Kübra’nın büyük halifelerinden biriydi. Kübreviyye Tarikatı, Anadolu’ya Mevlana Celâleddin-i
Rumi’nin (ö. 1273) babası Sultanü’l- Ulema
Bahaeddin Veled ile geldi. Kübrevilerle Mevleviler arasındaki temaslar Konya’da Mevlana’nın
sağlığında da devam etti. Kübreviyye’nin kurucusu Şeyh Necmeddin-i Kübra’nın tasavvufa
dair birçok eseri bulunmaktadır. Mustafa Kara,
Tasavvufî Hayat adını verdiği eserde bunlardan
“Usûlu Aşere”, “Risâle ile’l-Hâim” ve “Fevâihu’lCemâl”i yayımladı., Eserlerinde mutasavvıfların
daha çok dünya nimetlerinden uzak kalmasını
öğütleyen Necmeddin-i Kübra, “Usûlu Aşere” adlı
eserinde “zühd” ve “uzlet” üzerinde ayrıntılı olarak durdu. Buna karşılık çalışmanın insan için
79
A
A
80
n
s
i
h
k
önemi hakkında herhangi bir fikir beyan etmedi.
Kendisi de tam bir züht hayatı yaşadı. Kübreviyye Tarikatı’nın temelinde dünyadan el etek çekme
düşüncesi yatmaktadır.
Kübreviyye dervişleriyle Fütüvvet erbabı arasındaki ilişki, Horosan’da başladı. Kübreviyye’nin
kurucusu Necmeddin-i Kübra ile fütüvvet şeyhlerinden Evhadüddin-i Kirmani’nin (ö. 1237) birbirleriyle anlaşamadıkları bilinmektedir. Horosan’da
başlayan ihtilafın daha sonra Konya’ya taşındığı görülmektedir. Nitekim Bahaeddin Veled,
Kübreviyye’den gelen fikirleriyle oğlu Mevlana’yı
derinden etkilemiş; tıpkı şeyhleri Necmeddin-i
Kübra gibi Mevlana, Konya’da Fütüvvet teşkilatını
kurmaya çalışan Şeyhi Evhadüddin-i Kirmani’ye
karşı tavır almış; onun hal ve hareketlerini beğenmemiş; bu konuyla ilgili Eflâkî birçok menkıbe
anlatmıştır. Mevlana’nın çevresindekilere: “Evhadüddin, dünyada kötü bir miras bıraktı. Bu kötü
mirasın ve bu kötü mirasla amel edenin günahı
onun boynuna” dediğini Eflâkî nakletmektedir.
Şu halde Mevlana, Evhadüddin-i Kirmani’nin
Konya’da Fütüvvet teşkilatını kurarak esnafları
tasavvuf düşüncesi çerçevesinde örgütleme çalışmalarını çok kötü bir iş olarak görmüştür.
Mutasavvıflar, kendilerine inanan devlet adamlarıyla, varlıklı kişilerin yaptırarak vakıflar tahsis
ettikleri tekke ve zaviyelerde faaliyette bulunuyorlardı. Mevlevilik de aynı yolu takip etmiş;
daha Mevlana Celâleddin Rumi’den sonra devlet
adamlarının tahsis ettiği vakıf gelirleri, hediyeler
ve nezirler dervişler ile tekkenin görevlilerine dağıtılmaya başlanmış; Sultan Veled (ö. 1231 ) başta olmak üzere Mevlana’nın eşi Kira, kızı Melike
hatunlara bunlardan tahsisat ayrılmıştır. Oysa
Ahilik, bu anlayıştan farklı olarak Fütüvvet esasları gereği üyelerinin bir meslek veya sanata sahip
olmalarını, üretmelerini ve kimseye yük olmadan
hayatlarını devam ettirmelerini öngörmüş, bunu
toplumda da yaymaya çalışmıştır. Ahiler, ehl-i tasavvuf gibi dindarlığa da son derece önem vermişlerdir. Horosan orijinli tasavvuf anlayışına uygun
olmayan ve Fütüvvet adı verilen bu yeni yapılanma, Kübreviyye’ye müntesip mutasavvıfları rahatsız etmiş, bu yüzden Ahilerle mücadeleye başlamışlardır. Özellikle Konya’da dinî hayata hâkim
durumda olan Kübreviyye’nin kolu durumundaki
Mevleviliğe bağlı olanlar, Ahiler ortaya çıkıp zaviyelerde teşkilatlanmaya başlayınca, bundan rahatsız olmuşlar; bu yüzden birtakım tatsız olaylar
meydana gelmiştir. Mevlana’nın ölümünden sonra yumuşama olmuş; bu ortamda Sultan Veled,
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Divan adlı eserinde yer yer Ahi ileri gelenlerini
övmüş; onların iyilik ve meziyetlerini mübalağalı
bir şekilde dile getirmiştir. Bu olumlu hava, kısa
sürede Ahiler’in tuttukları yolun uygar bir toplum için gerekli olduğu anlayışının yaygınlaşmasına, bunun sonucu tasavvuf erbabının Ahiler’e
sempati duymaya başlamasına zemin hazırlamıştır.
Ahiler’in Kübreviye’nin Anadolu versiyonu
olan Mevlevilikle yakın ilişkileri, Osmanlılar’ın
Konya’yı topraklarına katmasından sonra daha
da gelişti. XV. yüzyılın sonlarında Ahiler’le Mevleviler hemen her alanda artık yan yana görülmektedirler. Abid Çelebi’nin (ö. 1496) 1501
tarihli Mevlevi vakfiyesinde dönemin önemli
Mevlevi simalarından Divane Mehmed Çelebi (ö.
1529) ile birlikte birçok Ahi oğlunun şahit olarak imzaları bulunmaktadır. Yine 1509 tarihli
Şems-i Tebrizî Zaviyesi’ne ait Abdürrezak oğlu
Emir İshak Bey’in Mevlevi vakfiyesinde de Ahi
şahitler bulunmaktadır. Bu yakınlaşma, zamanla
Mevleviler’in de meslek sahibi olma konusunda
Ahiler’den etkilenmesine neden olmuş, bazı Mevlevi ileri gelenleri Ahiler gibi üretime yönelik iş
yerleri açmaya başlamışlardır. Nitekim Mevlana
Dergâhı Postnişini Seyyid Abdurrahman Efendi
oğlu Seyyid Şeyh Hacı Mehmed Arif Efendi, 1143
(1730) yılında, Konya’da Keçeciler Çarşısı’nda
bulunan çok sayıdaki keçeci dükkânını satın alarak Konya’nın keçe imalatını eline geçirmiştir.
KAYNAKÇA:
Hocazâde Ahmed Hilmi, Hadîkatü’l-Evliya, İstanbul 1979, s. 236245; Hamid Algar, “Necmeddîn-i Kübra”, DİA, XXXII, İstanbul
2006, s. 498-506; Yusuf Küçükdağ, “Ahiliğin Konya’da Kuruluşu
ve Türk Tasavvufuna Getirdiği Yeni Boyut”, Türk Tasavvuf Araştırmaları, Konya 2005, s. 12-17.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
KÜÇÜK HAMAM
(bk. SALHANE HAMAMI)
KÜÇÜKAKÇA, MUSA
(1947-2002)
Akşehir’in Folklor İncisi Sıra Yarenleri ve Akşehir Türküleri (Akşehir 1978) kitabının yazarıdır.
Antalya’nın Serik ilçesinde 1947 yılında doğdu.
İlk ve orta öğrenimini Akşehir’de tamamladı.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Öğrencilik yıllarında Akşehir’in yerel gazetesi
Pervasız’da yazarlık yapmaya başladı. Lise öğrenimi ardından 1970 yıllında bir bankada çalışmaya başladı. Akşehir’de vefat etti.
KAYNAKÇA:
Erdoğan Özbakır, Geçmiş Zaman Olur ki, İstasyon, 29 Mart
2012,http://www.istasyongazetesi.com/istasyon/Yazarlar.
aspx?HaberNo=18607; (Erişim: 06.06.2014); Mehmet Koç ,
Timur’un Akşehir Günleri, http://www.pervasiz.com.tr/timurunaksehir-gunleri-makale,423.html, (Erişim: 06.06.2014).
Caner ARABACI
KÜLAHÇI
Başa giyilen keçeden mamul başlıktır. Şeyhlerin
veya sülûkte belli bir mertebeye ulaşmış dervişlerin tarikat kıyafeti olarak kullandıkları, tarikatlara göre farklı şekil ve renklerdeki başlıkların
adıdır. Keçe külah, Mevlevi külahı, Arnavut külahı, Dede külahı, Tatar külahı gibi oldukça farklı
çeşitleri vardır. Osmanlı döneminde bir kişinin
rütbesi elinden alındığında kavuğu çıkartılır ve
külah giydirilirdi. “Külah giydirme” tabiri buradan gelmektedir. Lonca teşkilatında külahçıların
bir meslek grubu olarak yer aldıkları bilinmektedir.
Külah taşıyan kişinin manevî makamının bir
remzi olduğundan Osmanlı tarikat çevrelerinde
“tâc-ı şerif, tâc-ı edeb, tâc-ı saâdet” terkiplerinde olduğu gibi saygı ifade eden sıfatlarla birlikte
kullanılmıştır. Tasavvufun ilk dönemlerinde sûfî
kisvesi hırka kelimesiyle karşılanmıştır. Külahın
üst kısmına “kubbe”, başa geçen ve sarık sarılan
kenarına “lenger” (asabe), ön kısmına “mihrap”
adı verilir.
KAYNAKÇA:
Ahmet Aytaç ve diğerleri, Başbakanlık Osmanlı Arşivinde Türk El
Dokumalarına Dair Önemli Kayıtlar, İstanbul 2014.
Ahmet AYTAÇ
KÜLTÜR SANAT VE
MEDENİYETİMİZDE AHİLİK
Yaşar Çalışkan ve M. Lütfi İkiz tarafından tarafından kaleme alınan bu eser (İstanbul 1983), 126
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
sayfadır. Eser, Kültür Bakanlığı tarafından açılan
Ahilik kültürünü araştırma yarışması mansiyon
ödülünü almıştır.
Eser, 25 ana başlıktan oluşur. İlk kısımda; Ahi
Evran’ın menkıbeleri, hayatı, kerametleri, şahsiyeti ve inancı üzerinde durulur. Akabinde,
Ahiliğin ahlak, edep, sanat, dürüstlük anlayışından, ince zevk ve nüktelerinden çizgiler sunulur. Bunu başlıklar halinde Ahiliğin koruyucusu olarak nitelendirilen Osman Gazi’nin Orhan
Gazi’ye vasiyeti, Ahilere rehber olan hadislerden
bazıları, Ahiliğin prensipleri, Ahiliğin kıyafetleri ve renkleri, Ahiliğin menşei ve Ahilik’te orta
sandığı kısımları takip eder. Üçüncü kısımda
Ahilere ait çeşitli vakıflardan bahsedilir. Ayrıca
Fatih Sultan Mehmed’in tıp ve temizlik ile alakalı vasiyetnâmesiyle birlikte, Guraba Hastanesi
ve Hamamları, imaretler v.s. gibi konularla ilgili
kısa bilgiler verilir. Baciyan-ı Rum yolunda İsnanbul’daki kadın su hayratı anlatıldıktan sonra Artukoğulları zamanında yapılan robotlardan
bahsedilir. Ahiliğin hayattaki yansımaları ise
çerağ (çırak) olmak, terzilik, misafir, mühürcülük, Tuzcular esnafı, fırıncılar esnafı ve benzeri
meslek gurupları altında verilir. Akabinde Ahiliği
anlatan kitaplar tanıtılır. Ahilikte merasimlerin
anlatıldığı bölümde esnafların bu merasimlere
nasıl destek verdikleri belirtilir. Loncaların vazifelerinden de bahseden eser, esnafların birbirlerini nasıl kontrol ettiklerini çarpıcı ifadelerle
anlatır.
Bekir ŞAHİN
KÜLTÜREL DEĞERLERİN
KORUNMASINDA
SİVİL TOPLUM
ÖRGÜTLERİNİN ROLÜ:
AHİLİK KÜLTÜRÜ
Abdullah Ülker’in bu eseri, üç bölümden ve 69
sayfadan oluşur. Ahilik kültürünü koruma ve
yaşatmada, sivil toplum örgütlerinin ne gibi sorumluluklar alabileceğini incelemeyi amaçlayan
eserin birinci bölümünde Ahilik ve Ahilik kültürünü değerlendirmeye çalışılır. Ahi Evran, dinî
ahlakî boyut, Ahi birliklerinin yola girme, yol ata-
81
A
A
n
s
i
h
k
sı / yol kardeşi edinme (çıraklık), yol sahibi olma
(kalfalık), ustalık törenleri ile standart ve kaliteli
mal üretiminin sağlanması hakkında bilgi verilir.
İkinci bölümde tezin ikinci ayağı olan sivil toplum
ile sivil toplum kuruluşlarının işlevleri değerlendirilir. Üçüncü bölüm, tezin ana kısmıdır. Burada
kültürel değerlerin korunmasında sivil toplumun
rolü, uluslararası sivil toplum kuruluşu olarak
UNESCO hakkında bilgi verilir. Akabinde Türkiye’deki ulusal sivil toplum kuruluşlarını tanıtır.
Tanıttığı iki sivil toplum kuruluşundan ilki, Ahi
Kültürünü Araştırma ve Eğitim Vakfı, diğeri Gazi
Üniversitesi’nin bir birimi olan Ahilik Kültürünü
Araştırma Merkezi’dir.
Ülker, sonuç olarak kültürel değerlerin korunması sorumluluğunun Kültür ve Turizm Bakanlığı’na
yüklenmesini doğru bulmaz. Sivil toplum kuruluşlarının desteklenmesi, Ahilik kültürünün topluma tanıtılması için yapılması gereken çalışmalar konusunda tekliflerde bulunur. Eserin sonuna
Ahilik Haftası Kutlamaları Yönetmeliği eklenmiştir.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
XVII. yüzyıl ortalarında esnaf için tespit edilmiş
çeşitli kürk cinsleri samur kafası, samur paçası,
Çerkez zerdavası, zerdava paçası, zerdava boğazı, kakum, Rumeli sansarı, sansar paçası, sansar
boğazı, sincap, beyaz tilki boğazı, Azak nâfesi,
Azak’ın siyah bedeni, tilki paçası, Göllükesrî’den
gelen tilki nâfesi, Bosna çılkafası, Göllükesrî’den
gelen çılkafa, Cezayir çakalı sırtı, Karaman çakalı, Cezayir çakalının ablağı idi.
Kürkçülükle meşgul olan Ahilerden, biri kürk
dikenler (postîn-dûzân), diğeri satışıyla uğraşanlar (kürk-fürûşân) olmak üzere iki ayrılırdı.
Kürkçü esnafı genellikle şehir çarşılarında satış
yaparlardı. Kürk tüketimi bakımından önemli
olan İstanbul’da eski bedesten (büyük bedesten /
iç bedesten), Büyük Çarşı (Çarşı-i Kebîr / Kapalı
Çarşı) ve sokak aralarındaki esnaf içinde kürkçü esnafı bulunduğu gibi ayrıca büyük tüccar ve
toptan satıcılara ait özel Kürkçü hanı mevcuttu.
KAYNAKÇA:
BOA, BEO, Sadâret Defterleri, nr. 356, 121b; Filiz Karaca,
“Kürk”, DİA, XXVI, İstanbul 2002, s. 568-570.
Caner ARABACI
Ahmet AYTAÇ
KÜRKÇÜ
82
Kürk, tüyleri yumuşak kimi hayvanların derisinden yapılan bir nevi giyim eşyasıdır. Osmanlı
döneminde kürkten giysi yapan meslek erbabına
kürkçü denilirdi. İstanbul’da Kürkçü Hanı adıyla
XV. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilen bir han
da vardı. Usta bir debbağın elinde terbiye edilen
kürk, tüccarın eline tulum halinde gelir ve tüccarın kürkçü ustaları tarafından sırt-boyun-göbekpaça bölümleri olarak dörde bölünürdü. Sonra
da omuz, ön, yan hatlar, kol gibi giysi bölümlerine
göre hazırlanır ve buna “ferve” denilirdi. Ferveler kıymetli kumaşlarla kaplanarak kürk haline
getirilirdi. En kıymetlisi seraser kumaşla kaplananlarıydı. Seyahatlerde giyilen kürke “serhadli
kürkü”, kolsuz giyilen kürke “kaniça” adı verilirdi. Giysiler için kullanılan en kıymetli kürkler
yaklaşık değer sıralamasıyla siyah tilki, Sibirya
gri sincabı, samur, elma yanağı (tilki postlarının
yanak parçalarından yapılmış samura yakın değerde bir kürk), vaşak, zerdava ve kakum idi.
Ancak Osmanlı piyasasında farklı malî düzeylere
uygun çeşitli cins ve kalitede kürkler mevcuttu.
KÜTÜKOĞLU, MÜBAHAT S.
(d. 1932)
Osmanlılarda Narh Müessesesi ve 1640 Tarihli
Narh Defteri’nin yazarıdır. Kurtuluş Savaşı gazisi
Ârif Kemal Bey ile Emine Şadiye Hanım’ın kızları olarak 1932’de İzmir’de dünyaya geldi. İzmir
Dumlupınar İlkokulu’ndan sonra orta öğrenimini İzmir Kız Lisesi’nde tamamladı. Üniversite
hayatına 1951-52 yılında İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde başladı.
Öğrencilik yıllarında İsmail Hakkı Uzunçarşılı,
Cavid Baysun, Hamid Ongunsu, Mükrimin Halil Yınanç, Tayyip Gökbilgin, Zeki Velidi Togan,
İbrahim Kafesoğlu, Cemal Tukin, Afif Erzen,
Bahadır Alkım, Sabahat Atlan, Besim Darkot,
İsmail Yalçınlar, Sırrı Erinç gibi dönemin önde
gelen hocalarından dersler aldı. 1956 yılında
Tarih Bölümü Yeniçağ Kürsüsü’nden Osmanlı-İngiliz Münâsebâtı (Başlangıçtan XVII. Asrın
Sonuna Kadar) başlıklı tezi ile mezun oldu. Aynı
yıl, İstanbul Üniversitesi İktisat Tarihi ve İktisadî
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Coğrafya Kürsüsü’nde asistan olarak göreve başladı. Bu görevi esnasında bir taraftan Ömer Lutfi
Barkan’ın çalışmalarına yardım ederken diğer taraftan hocası Cavid Baysun’un nezaretinde doktora tezini hazırlamakla meşgul oldu. 1958 yılında Osmanlı tarihçisi Bekir Kütükoğlu ile hayatını
birleştirdi. 1961 yılında British Council bursunu
kazandı ve üç ay süre ile Londra’da doktora teziyle alakalı Public Record Office, British Library
ve India Office Library’de incelemelerde bulundu. Mart 1963’de Osmanlı-İngiliz İktisâdî Münasebetleri (Başlangıcından Tanzimat’a Kadar)
başlıklı tezi ile doktor unvanını aldı. 1963-1972
yılları arasında doktor asistan olarak görevini
sürdürdü ve Ömer Lutfi Barkan’ın başında bulunduğu Türk İktisat Tarihi Enstitüsü’ndeki çalışmalara katıldı.
Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı tarihi içinde
önemli ve geniş bir yere sahip olan Osmanlı-İngiliz ilişkileri üzerindeki çalışmalarını doktora
sonrasında da devam ettirdi. 1970 Şubat ayında gittiği Londra’da bir sene kalarak İngiliz arşiv ve kütüphanelerinde çalıştı ve 1972 yılında
Osmanlı İngiliz İktisâdî Münâsebetleri (18381850) başlıklı tezi ile doçent oldu. 1973 yılında
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü’nde Tayyip Gökbilgin’in kurucusu ve
başkanı olduğu Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi Kürsüsü’nde doçent olarak vazifeye
başladı. Tayyip Gökbilgin’in emekliye ayrılmasıyla 4 Ekim 1977 tarihinde Fakülte Kurulu’nun
kararıyla Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti
Tarihi Kürsüsü’nün başına getirildi. Bunu takiben Gökbilgin zamanında başlayan medeniyet
ve müesseselere yönelik çalışmalara bilimsel
yaklaşımı, azmi ve titizliği ile hız verdi ve önemli
projelere imza attı. Bu bağlamda mesai arkadaşları sırasıyla ilk yıllarda kürsü başkanı Tayyip
Gökbilgin’den başka Salih Özbaran; 1976’dan
sonra Mehmet İpşirli, Abdülkadir Özcan, Nezihi Aykut, Filiz Çalışkan, Arzu Terzi, İlhan Şahin
ve Zeynep Tarım oldu. Mübahat Kütükoğlu’nun
resmî kayıtlardaki son asistanı Levent Akgünlü
olmakla birlikte onun daima gönüllü asistanları
olmuştur.
1979’da profesör olan Mübahat S. Kütükoğlu,
1984 yılında Tarih Araştırma Merkezi’nin müdürlüğüne tayin edildi ve 1998 yılında emekli
oluncaya kadar bu görevi üstlendi. Her yıl Mayıs ayı sonunda geleneksel olarak düzenlediği
seminerlerle, sosyal bilimlerde disiplinler arası
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
çalışmayı ve iletişimi amaçlayan bir katılımın olmasını sağladı. Bu arada editörlüğünü üzerine
aldığı Tarih Enstitüsü Dergisi’nin düzenli olarak
çıkarttı.
Üniversitede ders verme işini ciddiye alan ve bu
konuda araştırmalar yapan Kütükoğlu, Osmanlı
Paleografya ve Diplomatiği dersi ile ilgili araştırma ve çalışmalarını genişleterek Osmanlı Diplomatiği alanındaki bilinen en doyurucu eseri
ortaya koydu. Ayrıca akademik kariyere talip talebenin en iyi şekilde hazırlanması için İlmî Araştırma Usûlleri ve İlmî Araştırma Usûlleri Tatbikatı isimli dersler, tarih bölümünde ilk defa M.
S. Kütükoğlu tarafından konuldu. Verdiği dersler, üzerinde doğrudan doğruya araştırma yaptığı
alanlar olup öğrenciye orjinal bilgiler verdi. Bu
bakımdan öğrencinin dersi ciddiye almasını beklerdi. Bu bağlamda Osmanlı Sosyal ve İktisadî
Tarihi dersi yine O’nun zamanında bir ders
olarak konuldu. Sosyal tabakaların ve esnafın
iktisadî yapılanmaya olan etkisinin konu alındığı
dersini bizzat kendine ait notlarında verirdi. Bunun yanında Osmanlı Merkez ve Saray Teşkilatı
derslerini en geniş şekilde ele alır, bir dönemde
verdiği dersleri diğer dönemde tekrar etmez, ancak iki dönem sonra aynı konuya dönerdi.
Kütükoğlu, yüksek lisans ve doktora çalışmalarını satır satır okur, tezin kurgusu konusunda talebeyi fazla serbest bırakmaz, bilimsel usullerin en
iyi şekilde öğrenilmesi için kendisi yönlendirirdi.
İlmî usullere uygun olmadığına inandığı tezleri
reddetmekte hiç tereddüt etmezdi. Çalışkanlık
ve dürüstlüğüne inanmadığı talebeyi ne seçmeli
derslerine, ne de lisans üstü programa alırdı.
Buna mukabil kendisinden istenen yardımları
asla geri çevirmez, kendi danışmanlığında olan
öğrencileri ciddiyetle takip ederdi.
Mübahat S. Kütükoğlu’nun danışmanlığında hazırlanan çalışmalar, O’nun ilgi alanları olduğu
kadar çalışılmasını teşvik ettiği proje niteliğini
taşıyan, ancak ekiplerle tamamlanacak konular özelliğini gösterirdi. Bu bağlamda Osmanlı
Devlet teşkilatı içinde teşrifatın önemine dikkat
çeken Kütükoğlu, bir seri oluşturmayı amaçlayarak teşrifat defterlerine dayalı mezuniyet
tezleri yaptırmıştır. Bir diğer önemli hedefi, Temettü defterlerinin yayınlanıp, Osmanlı sosyal ve
iktisadî yapısının buna bağlı olarak incelenmesi
ve değerlendirilmesidir. Müstakil makaleleri dışında Batı Anadolu’ya dair yaptığı çalışmalarda
kullandığı Temettü defterlerini tez konusu olarak
83
A
A
84
n
s
i
vermiş; konunun bir proje kapsamında tarihçiler tarafından ele alınması ile ilgili bir girişimde
bulunmuş; ancak destek bulunamamasından
dolayı devam ettirilememiştir. Gümrük defterleri ve uluslararası ticarî ilişkiler, desteklediği tez
çalışmalarından bir diğeri olmuş ve meslek hayatının başından beri çalıştığı bu alanda mevcut
kitaplarından başka çeşitli makaleler de yayınlamıştır.
Uzun ve meşakkatli çalışmalar sonucunda ortaya çıkan eserlerinin tamamı orjinal kaynaklar
ve bilhassa arşiv vesikalarına dayanılarak hazırlanmıştır. Osmanlı-İngiliz iktisadî münasebetlerini inceleyen çalışmaları doğrudan iki ülke arşivine dayanarak hazırlanmış ve yayınlanmıştır.
Osmanlılarda Narh Müessesesi ve 1640 Tarihli
Narh Defteri’nin hazırlanması uzun yıllar sürmüş, defterin okunup değerlendirmesi yapılırken pek çok mesleğin eski ustalarına müracaat
edilmiş ve böylece sadece erbabının bildiği ayrıntılar tespit edilerek bilim dünyasına sunulmuştur. Bugün bilinmeyen pek çok madde ismini ihtiva eden bu eser, Osmanlı kültür ve sanat
tarihi çalışmalarında kaynak olarak önemli bir
boşluğu doldurmaktadır. XV ve XVI. Asırlarda
İzmir Kazasının Sosyal ve İktisâdî Yapısı, İzmir
Tarihinden Kesitler ve XVI. Asırda Tavas Kazasının Sosyal ve İktisâdî Yapısı başlıklı kitapları için
ilk defa kullanılan kaynaklar dışında bölgede yıllarca süren alan araştırmaları yapmıştır. Uzun
çalışmalar ve araştırmaları sonucunda ortaya
çıkan bir diğer eseri, XX. Asra Erişen İstanbul
Medreseleri’dir. Bu çalışmada yenilenen şehrin
geçmişten intikal eden bütün medrese ve kalıntıları tespit edilmiştir. Osmanlı Belgelerinin Dili
sahasındaki eseri ise Kütükoğlu’nun Osmanlı
arşivini ve ihtiva ettiği belgeleri ne kadar iyi tanıdığının en güzel delilidir. Makalelerinin pek çoğu
neredeyse bir kitap hacim ve yoğunluğundadır.
Türk Tarihi Kurumu, Ahilik ve Kültür Vakfı,
Ortadoğu ve Balkan İncelemeleri Vakfı (kuruluşundaki adı: Türk-Arap İlişkileri Vakfı), TürkAmerikan İlmi Araştırmalar Derneği üyesi olan
Kütükoğlu, 16 Ekim 1998’de kendi isteği ile
emekliye ayrılmıştır. Ders verme yükü ile fakültedeki resmî ve idarî işlerinin azalması, O’nun hayatında daha da verimli bir dönemi açmış; önemli araştırma ve proje çalışmalarını tamamlama ve
yayınlama imkânı bulmuştur.
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Hayatı boyunca çalışmalarını hiç kesintisiz sabır
ve dikkatle sürdürmüş, yaptığı her işi ciddiye almış, insanî ilişkilerinde daima dürüstlüğü ve zarafeti ön planda tutmuş, ilmin ve sanatın önemine, devletin ve ülkenin bütünlüğüne inanmış bir
insan olarak Mübahat S. Kütükoğlu Osmanlı tarihinin önemli âlimlerinden birisidir. 100’ün üzerinde makale ve kitapları olan Kütükoğlu’nun,
Tarih Araştırma Merkezi müdürü olduğu sırada
gerçekleştirilen ve bildirileri kitap olarak basılan
seminerlerin sayısı 13’dür. Ayrıca Prof. Dr. Bekir
Kütükoğlu’na Armağan (İstanbul 1991). kitabı da
O’nun tarafından yayına hazırlanmıştır:
Eserleri:
Osmanlı-İngiliz
İktisâdî
Münâsebetleri (1838-1850), İstanbul 1976; Osmanlılarda Narh Müessesesi ve 1640 Tarihli
Narh Defteri, İstanbul 1983; Tarih Araştırmalarında Usûl, Ankara 2014; Osmanlı Belgelerinin
Dili (Diplomatik), İstanbul 1994; XX. Asra Erişen
İstanbul Medreseleri, Ankara 2000; XV ve XVI.
Asırlarda İzmir Kazasının Sosyal ve İktisâdî
Yapısı, İzmir 2000; İzmir Tarihinden Kesitler
(Makaleler), İzmir 2000; XVI. Asırda Tavas Kazasının Sosyal ve İktisâdî Yapısı, İstanbul 2002;
XIX. Asır Ortalarında Tavas Kazası, İstanbul
2007; Menteşe Sancağı 1830 (Nüfus ve Toplum
Yapısı), Anlara 2010; XVI. Asırda Çeşme Kazasının Sosyal ve İktisâdî Yapısı, Ankara 2010; Balta Limanı’na Giden Yol. Osmanlı-İngiliz İktisâdî
Münâsebetleri (1580-1850), Ankara 2013.
Zeynep TARIM ERTUĞ
L
A
A
n
s
i
h
k
LALA MUSTAFA PAŞA
KÜLLİYESİ ARASTASI
Ilgın’da Lala Mustafa Paşa tarafından 1576’da
yaptırıldı. Birbirine bitişik iki büyük han, açık ve
kapalı bölümlerinden oluşan arasta, merkezdeki
cami, tabhane, imaret, sıbyan mektebi, hamam ve
helâlardan oluşan külliye, Mimar Sinan tarafından yapıldı. Halk arasında kapalı çarşı olarak da
anılır.
Lala Mustafa Paşa külliyesinin kuzeyini bütünüyle
kaplayan arastanın kuzeyi ana caddeye, doğusu
ve batısı sokağa, güneyi de iç avluya açılmaktadır. Vakfiyede sınırları belirtilen birbirine bitişik
25 dükkândan söz edilmektedir. Bu dükkânlar
arastanın kapalı bölümünü oluşturmakta olup
açık bölümün muhtemelen XVII. yüzyılda kapalı
kısma eklendiği sanılmaktadır. Açık ve kapalı iki
farklı kısımdan oluşan arastaya yakın zamanda
yapılan onarımla açık kısım doğuya doğru uzatılmıştır.
Genel hatlarıyla arasta, karşılıklı olarak iki sıra
dükkânlardan oluşan 110.00x17.00 m boyutlarında bir yapıdır. Dört yöne doğru açılan kapılarla, hem dışarı hem de külliyenin diğer yapılarıyla
bağlantı içindedir. Kapılardan doğu ve batıdaki
ana giriş şeklinde düzenlenmiştir. Arastanın orta
ve batı kısmını oluşturan kapalı bölüm, eksende
yer alan bir koridorun kuzey ve güneyine karşılıklı olarak yerleştirilen dükkânlardan meydana
gelmiştir. Arastanın doğusunda aynı eksen üzerinde yer alan açık bölüm, üzeri örtülmemiş bir
koridorun yine kuzey ve güneyine karşılıklı olarak yerleştirilmiş bir dizi dükkândan oluşmuştur.
Doğu-batı yönünde kapalı kısma bağlanan açık
bölümde mekânlar daha küçük olup beşik tonozla örtülmüştür. 2010 yılındaki restorasyon sırasında bu kısmın üzeri de örtülmüştür.
KAYNAKÇA:
Ali Boran, “Ilgın ve Köylerindeki Tarihi Eserler”, Geçmişten Günümüze Bütün Yönleriyle Ilgın, İstanbul 2001, s. 24–57; aynı yazar,
Ilgın Kültür Envanteri, Konya 2013, s. 110-111.
Ali BORAN
LÂLÂ RUZBE HÂNGÂHI
86
Konya’da Ahmedek denilen garnizon yapısının
bulunduğu yerdeydi. XIII. yüzyılın başlarında inşa
edildiği tahmin edilen bir Ahi Zaviyesi’dir. Banisi,
I. Alâeddin Keykubad (1221-1237)’ın lâlâsı Abdul-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
lahoğlu Ruzbe’dir. Bu zatın Konya’da iki hângâhı
ile bir medresesi ve bir hanının mevcut olduğu
belgelerde zikredilmektedir. Hângâhlardan birisi
Konya’nın Ahmedeği’nde, diğeri ise medreseyle
birlikte Lâlâ Hângâhı olarak Konya kalesinin Ertaş kapısında gösterilmektedir. Ankara yolu üzerinde, Toprak Mahsulleri Ofisi’nin bitişiğindeki
Ruzbe / Horozlu Han da bu hayırsever tarafından
yaptırılmıştır. Bunların vakıfları da ayrıdır. Lâlâ
Ruzbe Hângâhı belgelerde Konya Ahmedeği’nin
içinde gösterilmektedir. Ahmedek, müstakil
olarak bir askerî yapıdır. İçinde farklı binaların
bulunması mümkün değildir. Öyle ise hângâhın
bunun bünyesinde yer aldığı düşünülemez.
Muhtemelen Ahmedek daha önce mevcut olan
hângâhın üzerine bina edilmiştir. Nitekim Kanuni
dönemine (1520-1566) ait bir vakıf kaydında bu
konuya açıklık getirilmiştir. Buna göre, “Hângâh
kadîmden berü Ahmedek içinde kalup âyende ve
revende munkatı‘ olmuşdur”. Yani daha önce burada bulunan hângâh, üzerine Ahmedek yapıldığı
için işlevini kaybetmiş; gelip giden kesilmiştir. Bu
durumda Lâlâ Ruzbe Hângâhı Ahmedek yapılmadan önce burada bulunuyordu. Günümüzde yeri
Mareşal Ortaokulu’nun hemen arka tarafında
Konya Büyükşehir Belediyesi Katlı Otoparkı ve
Müzesi’nin bulunduğu yer olmaktadır.
Lâlâ Hângâhı, daha XIII. yüzyılda Ahilerden alındı. Aslen bir Ahi ailenin çocuğu olup Mevleviliğiyle de meşhur Hüsameddin Çelebi’ye verildi.
Konya Osmanlı sınırları içine alındığı sırada da
Mevlevilere ait bir tekke idi. Ancak kullanılmayacak kadar haraptı. Bunun için vakıfları 7 Recep
926’da (23 Haziran 1520) Mevlana Türbesi’ne
ilhak olundu. Bundan sonra Lâlâ Ruzbe
Hângâhı’nın vakıfları şahısların eline geçti. Vakfın gelirleri hângâha gelip geçenlere hizmet verilmesi için harcanılması gerekirken vâkıfın şartlarına aykırı olarak vakıfla ilgisi olmayanların eline
geçti. Bunu önlemek için Karaman Beylerbeyisi
Hüsrev Paşa ile Konya kadısı, vakfın gelirlerinin
Konya’daki Sâhib Ata Hângâhı’na bağlanmasını
merkezden bir arzuhalle istemişler, bunun üzerine hükm-i hümayunla Lâlâ Ruzbe Hângâhı’nın
vakıfları Sâhib Ata Hângâhı vakıflarına ilhak edilmiştir. Daha sonraki Osmanlı vakıf kayıtlarında
adının geçmediğine bakılırsa XVI. yüzyılın ikinci
yarısında tamamen ortadan kalkmış olmalıdır.
Lâlâ Ruzbe Hângâhı’nın zengin vakıfları bulunuyordu. Bunlar Konya’ya bağlı Sahraniheyesi’nde
Fıkralar, Sivrice Höyük köyleri ile Taraşçı çiftliği
A
A
n
s
i
h
k
i
l
/ mezrası; Konya’da Sahtiyan Budak’ta iki, Hızır Mescid’de, Buzluk önünde, Ahmedek başı
ile Horsa Malı’nda birer parça yerdir. 1530’dan
sonra hângâhın vakıflarına yenilerinin eklendiği görülmektedir. Buna göre, Sahra nahiyesine
bağlı Karalar köyü malikânesi, Ağa yer mezraası, yine aynı nahiyeye tabi Dinek köyü, Konya
nahiyesine bağlı Boruca köyü malikânesi ile Tarak Kilisesi yakınında Lâlâ yerinde, Yenitaş’ta,
Yehdân yakınındaki Terazu’da, Sadran Balı’da
birer kıta yerdir.
KAYNAKÇA:
Fatih Devrinde Karaman Eyaleti Vakıfları, s. 22; 888/1483 Tarihli Karaman Eyaleti Vakıf Tahrir Defteri, s. 42-43; Muhâsebe-i
Vilâyet-i Karaman ve Rûm Defteri, s. 12, 13, 33; Karaman
Vilâyeti Vakıfları, s. 103; Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri,
II, (çev. Tahsin Yazıcı), İstanbul 1993, s. 180; İbrahim Hakkı
Konyalı, Âbideleri ve Kitabeleriyle Konya Tarihi, Konya 1964,
s. 793, 925; Tuncer Baykara, Türkiye Selçukluları Devrinde
Konya, Ankara 1985, s. 95; Mikail Bayram, Ahi Evren ve Ahi
Teşkilâtının Kuruluşu, Konya 1991, s. 116; Yusuf Küçükdağ,
“Konya Kalesi’nin Ahmedek Bölümüne Dair”, Konya’nın Fizikî
ve Sosyo-Ekonomik Yapısı, Makaleler, I, Konya 2004, s. 13-22;
“Osmanlı Döneminde Konya’da Ahîlik ve Ahîler”, Türk Tasavvuf Araştırmaları, Konya 2005, s. 34.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
LAMBERT, J. MALET
(d. 1853 - ö. 1931)
Two Thousands of Gild Life’ın yazarıdır. İngiltere Hull’da 1853’te dünyaya gelen Malet
Lambert, Joseph Lambert ve Jane Hudson
Lambert’in oğludur. Annesi daha küçük yaşta ölen Malet, Dublin’deki Trinity College’den
1879’da Doğa Bilimleri Diploması aldı. 1881’de
Hull’daki Newland bölgesinin papazı oldu ve
yaklaşık 30 yıl boyunca bu görevine devam etti.
1882 Şubatında bölgenin ileri gelenlerinden
Arthur Harrison’un büyük kızı Rose Harrison
ile evlendi. 1883’de yüksek lisans çalışmasını
tamamlayan Lambert, 1885’te Hukuk alanında
yaptığı akademik çalışma ile doktor unvanını
aldı. Bundan sonra resmî görevlerini yaparken,
yaşadığı bölgenin belediye ve sosyal planlamalarına katkılarda bulundu. Çalışmalarının sonucu olarak 1894’de Malet Lambert, Hull’un
kırsal alan direktörü, 1900’da York şehrinin
yöneticisi ve 1917’de Doğu Riding bölgesinin
başdiyakosu (Başpapaz) oldu. 1927’de Hull
University College’in ilk başkanı olan Lambert
1931’de öldü. Yazarın başlıca iki eseri bulunmaktadır:
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Kitapları: Gambling: Is it wrong?, Hull 1890; Two
Thousands of Gild Life, Hull 189
KAYNAKÇA:
http://en.wikipedia.org, (Erişim: 10.01.2014).
H. Mustafa ERAVCI
LÂRENDE KADISI
MEVLANA SEYYİD
MEHMED EFENDİ VAKFİYESİ
Kalemi Zaviyesi bitişiğindeki mescid için kurulmuş vakfın vakfiyesidir. Karaman Şer’iye Sicili, nr. 278, s. 19’da kayıtlıdır. Lârende kadılığı
yapmakta olan Mevlana Seyyid Mehmed Efendi,
evâil-i Receb 1011 / 10 Nisan 1690’da Ali Şahne
mahallesinde bulunan Mevlana’nın annesine ait
türbenin mescidine 1350 akçeyi nakden vakfetmiştir. Sağlam rehin ile onu on bir buçuktan işletilmek üzere borç verilecektir. Ancak paranın
kaybolmamasına azami dikkat edilecektir.
Vakıf paranın kârı mütevelli olarak tayin edilen
Şaban oğlu Derviş Mehmed Efendi’ye her sene
verilecek, o da her gün sabah namazından sonra Yasin suresini okuması karşılığında mescidin
imamına verecektir.
87
A
A
n
s
i
h
k
KAYNAKÇA:
Yusuf Küçükdağ, “Valide Sultan Tekkesi/Karaman Mevlevihanesi Vakıfları İle Vakfiyeleri ve Karaman Turizminin Geliştirilmesi
İçin Önemi”, Karaman Ulusal Kültür ve İnanç Turizmi Sempozyumu. 23-24-25 Mart 2012. Hz. Mevlana’dan Yunus Emre’ye Evrensel Sevgi ve Kültürlerin Kardeşliği Projesi, Karaman Ticaret ve
Sanayi Odası, Karaman 2012, s. 186-187.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
hiptir. Her sayısında tanınmış ilim, fikir, siyaset,
sanayi adamlarına yer veren Lonca, 2014 Bahar
sayısıyla Mart ayında 44. defa yayımlanmış bulunmaktadır. Her sayısında sanayi ile ilgili bir dosyayı
ele alan dergi, oda yönetimi değiştikçe sahip ve yönetimle ilgili değişiklikleri yaşamıştır. Fakat dergi
formatı, yayın akışı aksamadan on dört yıldır yayınını sürdürmüştür.
KAYNAKÇA:
LETAİF-İ ESNAF
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde esnaflar
arasında yaşanan olayların hikâye edildiği eserin
basım yeri ve yılı bilinmemektedir. 1860’lı yıllarda yazıldığı eserin dilinden tahmin edilmektedir.
Letaif-i Esnaf, 55 sayfadan oluşmaktadır. Tıpkı basımı Milli Kütüphanede EHT 1948 A 2950
numarasıyla kayıtlıdır. Eserde ekmekçi, kasap,
bakkal, sebzeci, pirinççi, manav,şekerci, aşçı
kadın, mektep kalfası, su yolcı , kanun ustası,
hattab, kömürcü, attar, çorapçı, tütüncü, sarrac, terzi yorgancı, berber, sahhaf, sarraf, dülger,
hammam, saatçi, kürkçü, yorgancı esnaflarına
ayrı ayrı yer verilmiştir. Eser, bu esnaflardan türediğine inanılan deyim ve atasözlerini biraraya
getiren bir antoloji mahiyetinde olmakla beraber
diyaloglarla zenginleştirilmiş, hikâye formunda
yazılmıştır. Eser üzerinde pek fazla bir çalışma
yapılmamıştır. Ancak sahaflıkla ilgili bölümü
üzerinde bir makale yazılmıştır.
Letaif-i Esnaf hem yazım formu hem de dili
açısından önemi yeterince ortaya konulmamış
Osmanlı dönemi eserlerindendir. Eserin metin
yayını ve incelemesinin yapılması hem meslek
gruplarının hem de bu meslek gruplarından günümüze kalmış deyim, atasözü ve söz varlığının
ortaya konulması açısından önem arzetmektedir.
KAYNAKÇA:
Arslan Kaynardağ, “Eski Esnaflarımızla - Bu Arada Sahhaflıkla
İlgili Bir Kitap, Letaif-i Esnaf”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Kütüphanecilik Dergisi, S. 3 (1992), s. 67-72.
Funda TOPRAK
LONCA DERGİSİ
88
İlk sayısı Bahar 2000’de Konya’da yayımlandı.
Konya Sanayi Odası’nın yayın organı olan ve üç
ayda bir yayınlanan dergi, 64 sayfalık hacme sa-
Lonca, Bahar 2000, sy. 1; Bahar 2014, sy. 44, Konya.
Caner ARABACI
LONCADAN ODA’YA
İstanbul Ticaret Odası’nın 125. Yılı anısına İlber
Ortaylı’nın genel danışmanlığı altında hazırlanan kollektif bir eserdir. Toplam 327 sayfa olup,
İstanbul’da 2009 yılında yayımlanmıştır.
Farklı yazarların makalelerinden oluşturulan kitap, dört ana bölümden meydana getirilmiştir. İlk
kısımda Tarih-Ticaret-İstanbul ana başlığı altında, tarihte İslam ve doğu coğrafyasında ticaretle
ilgili genel bilgiler verilmiştir. Bu genel girişin ardından İlber Ortaylı’nın “Osmanlı Barışı-Fatih’in
İstanbul’u” başlıklı yazısı yer alır. Ortaylı, Fatih’in
çok dinli, farklı kültür ve siyasî geleneklerden gelen yeni oluşumda, sosyal barışı sağlama yöntemi
ile ilgili bilgiler verir. O, birinci Roma çok tanrılı,
ikincisi Hıristiyandır. Üçüncüsü Müslüman olamaz mı, sorusunu sorar. Zira cihan devleti olma
sadece dinle değil, hukukla, müesseselerle, halkın
yaşayışı ve kültürle gerçekleşecektir. Ardından, Fatih dönemine kadar Anadolu’da ticaret konusunda
bilgi verildikten sonra Cengiz İlhan’ın “Mecelle ve
Hukuk Kültürümüz” başlıklı yazısı yer alır. Çağdaş ve yazılı kültürün temel kaynaklarından biri
sayılan Mecelle ile ilgili yazının ardından “Yükselen İmparatorluğun Değişen Tarihi” başlığı altında;
kapitülasyonlar, ticarî gelişmeler hakkında bilgi
verilir. Bundan sonra Mehmet Genç’in “Osmanlı Esnafı ve Devlet” başlıklı yazısı yer alır. Genç,
esnaf teşkilatlarında yönetimi oluşturma şekli
hakkında bilgi verir. Bundan sonra yer alan imzalı yazı, “İmparatorluk Ekonomisi ve İstanbul”
başlıklı Halil İnalcık’ın makalesidir. Tercüman
vb. adlarla yabancı elçiliklerle irtibat kuran Gayrimüslim ticaret erbabının, devlet için tehlikesinin
fark edildiğini belirten İnalcık, karşı tedbir çabaları hakkında bilgi verir.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Ticarî gelişmelerle ilgili yazıların ardından Orhan
Koloğlu’nun “Kapitalizme Geçişin İlk Aşamasında (1821-1875) Osmanlı Basını” başlıklı makalesi gelir. Koloğlu, ilk Türkçe gazetelerden olan
Vakayi‘-i Mısriye, Takvim-i Vekayi‘, Ceride-i
Havadis, Tasvir-i Efkâr gibi gazeteler ve onların
ticarî durumla ilgili yayınları hakkında bilgi verir.
Eserin “İmparatorluktan Cumhuriyete” başlıklı kısmında, Jön Türkler, İttihat ve Terakki ile
birlikte imparatorluğun sonu ve cumhuriyet konusu değerlendirilir. Ahmet Güner Sayar, “Modernizasyon Gerçeği Karşısında Osmanlı İktisat
Düşüncesinin Dönüşümü” başlığı altında kültürel değişimin özü hakkında bilgi verir. Ardından
kuruluşundan çok partili döneme kadar İstanbul Ticaret Odası’nın tarihî gelişimi anlatılır.
Dersaâdet Ticaret Odası Gazetesi gibi bazı yayınlardan alıntılara da yer veren eser, “Dışa Açılan
Türkiye” ana başlığı altında Menderes’ten Özal’a
ekonomi, ticaret, planlı kalkınma ve 1980 sonrası hakkında bilgi verilir.
Kitabın son kısmı İstanbul Ticaret Odası’na ayrılmıştır. Odanın, görev anlayışı, yönetiminde yer
alan şahsiyetler, fotoğrafları ile Kronolojik İTO
Tarihi ile eserin Kaynakçası verilir.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Ankara 1998, s. 286; İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, İstanbul
2004, s. 272-88; M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, I, İstanbul
2005, s. 245-58; Ahmet Lütfi Kazancı, Peygamberler Tarihi, İstanbul 2011, s. 239-57; Ömer Faruk Harman, “Lût”, DİA, XXVII,
Ankara 2003, s. 227-29.
Selami ERDOĞAN
Caner ARABACI
LUT
Ahilik geleneğinde tarihçilerin piri olarak kabul
edilir. Kur’an’da adı zikredilen peygamberlerdendir. Tevrat’a göre Hz. İbrahim’in yeğenidir.
Onunla birlikte Kenan diyarına gitmiştir. Ancak
amcasından ayrıldıktan sonra ne kadar yaşadığı
ve nerede vefat ettiği bilinmemektedir. Hz. Lut,
Hz. İbrahim’in Kur’an’da bildirilen uzun yolculuğu sırasında yanında olmuş ve Mısır’daki melikle
konuşmasında onun sözcülüğünü üstlenmiştir.
Hitabet konusundaki bu kabiliyeti, fütüvvet geleneğinde tarihçilerin piri olarak kabul edilmesine
vesile olduğunu düşündürmektedir.
KAYNAKÇA:
Taberî, Tarih, I, Mısır, t.y., s. 292-307; Fahreddîn er-Razi, Tefsîr,
XVIII, Beyrut 1981, s. 29-30; Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu
Olan Ahilik, Ankara 1974, s. 180-81; Yusuf Ekinci, Ahîlik, Ankara
1991, s. 31; Ali Torun, Türk Edebiyatında Türkçe Fütüvvetnâmeler,
89
M
M
A
A
n
s
i
h
k
MADER-İ MEVLANA CAMİİ
(bk. KALEMİ ZAVİYESİ)
MADER-İ MEVLANA TEKKESİ
(bk. KALEMİ ZAVİYESİ)
MADER-İ MEVLANA TÜRBESİ
(bk. KALEMİ ZAVİYESİ)
MAHKEME KAYITLARI
IŞIĞINDA 17. YÜZYIL
İSTANBUL’UNDA SOSYOEKONOMİK YAŞAM
Timur Kuran’ın editörlüğünde hazırlanan eser 10
cilttir. XVII. yüzyıl İstanbul mahkeme kayıtlarındaki hükümler esas alınarak hazırlanan bu seride
her bir cilt muayyen bir konuya tahsis edilmiştir.
Bu bağlamda birinci cilt, esnaf ve loncalar, Hıristiyan ve Yahudi Cemaat işleri ve diğer unsurlarla ilgili kayıtları içine alır. İkinci cilt, ticarî ortaklıklar
konusuna ayrılmıştır. Üçüncü ve dördüncü ciltler,
devlet-toplum ilişkileri ile ilgilidir. Beşinci ve sekizinci cilt arası arası vakıflar konusuna tahsis
edilmiştir. Son grup olan dokuz ve onuncu ciltler,
kredi piyasaları ve faiz uygulamaları hakkındadır.
Bu arada her konu grubu içinde önce o konuyla ilgili elde edilen bilgilerle ilgili açıklamalar yer
almıştır. Ayrıca her bir hükmün numarası, kayıt
tarihi, hangi defterin hangi varağında yer aldığı
yazılmıştır. Bunu takiben her kaydın önce Türkçe-İngilizce özeti, ardından defterdeki metnin
transkribi verilmiştir. Ayrıca 10. Cildin sonunda
Türkçe ve İngilizce Dizin verilmiştir.
Caner ARABACI
MAHMUD
AHİ YUSUF OĞLU MEHMED
92
(ö. 1575)
Osmanlı dönemi tabiplerinden Ahi Çelebi’nin oğludur. Ulema Çelebi diye de meşhurdur. Murad
Paşa Medresesi müderrisi Zeynelabidin Çelebi,
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Hayrabolu’da Rüstem Paşa Medresesi’nde amcasının oğlu Ahizâde Efendi ve Kadızâde Efendi’den
dersler aldı. Mülazemetten sonra Bursa’da Molla Hüsrev Medresesi’nde ders vermeye başladı.
Sırasıyla Hançeriye Medresesi ile Beşiktaş’ta
Hayreddin Paşa Medresesi’ne müderris olarak
atandı. Halk arasında “Allâme-i Şaşı” olarak da
bilinirdi.
KAYNAKÇA:
Atayî, Zeyl-i Şakaik-i Nu’maniye, İstanbul 1269, s. 242; Mehmed
Süreyya, Sicill-i Osmanȋ, III, (yay. Nuri Akbayar), İstanbul 1996,
s. 984.
Barış SARIKÖSE
II. MAHMUD DÖNEMİNDE
SİVAS’TA
ESNAF TEŞKİLÂTI VE
ÜRETİM-TÜKETİM İLİŞKİLERİ
Ömer Demirel tarafından kaleme alınan (Ankara
1989) eserin giriş kısmında, şehrin fizikî yapısını
oluşturan sivil, dinî ve ticarî yapılardan bahsedilir.
Birinci bölümde şehirde mevcut esnaf grupları, bunların sayıları, şehir nüfusuna oranları ile
esnafın Müslim ve Gayrimüslim olarak dağılımı
ortaya konulur. Bu bölümde ayrıca esnaf ileri gelenleri ve bunların şehir yönetimindeki etkileri,
esnafın dinî ve sosyal durumları ele alınır.
İkinci bölümde Sivas’taki üretim faaliyetleri ve
üretime hazırlık babında ilk olarak gedik usulü ve dükkânlar ele alınır. Bu bölümde geçmiş
dönemde toplum hayatının her alanında büyük
etkisi bulunan vakıfların etkisi, esnafın yetki ve
sorumluluğu bağlamında kefillik ve taahhüt meselesi ile çarşıların güvenliği gibi hususlar irdelenir. Bölümün asıl konusunu oluşturan üretim
mevzuunda, Sivas içinde ve dışında hizmet, mal
üretimi ile üretimin doğal sonucu ya da esnafdevlet ilişkilerinin temelini oluşturan vergiler incelenir. Bölümün son kısmında, Avrupa’da malî
ve sanayi alanında meydana gelen gelişmeler ve
bu gelişmelerin Osmanlı’ya, dolayısıyla Sivas esnafına olumsuz etkileri yani esnafın çöküşüne
yer verilir.
Üçüncü bölümde esnaf ve üretim konularının
son halkasını oluşturan pazarlama ve tüketim
A
A
n
s
i
h
k
i
l
meseleleri ele alınır ve bu bağlamda pazarlama
konusu, pazarlamanın olmazsa olmazı olan ticaret yolları, yolların güvenliği ile pazarlamayı gerçekleştiren tüccarlar ve onların dağıtım faaliyetleri işlenir. Bölümün tüketim kısmında, fiyatların
tespiti ve kontrolü ile belli başlı eşyaların bilinen
fiyatları ele alınır.
Ömer Demirel, bu eseri ile Sivas örneğinde Osmanlı taşrasının iktisadî hayatı ve esnaf teşkilatı
hakkında model olabilecek bir çalışma yapmıştır.
Saim SAVAŞ
MAHYACI
Ramazan aylarında ve dinî bayramlarda geceleri
çift minareli camilerde minareler arasına çekilen
iplere kandiller asarak ışıklı yazı yazıya veya resim
panosuna mahya, bu işi yapan meslek erbabına
mahyacı denirdi. Mübarek gün ve gecelerde halkın rahatça ibadetini yapabilmesi için gece boyu
açık kalan camilerde kandil yakılması İslamiyetin
ilk dönemlerine kadar gitmektedir. Dikili direkler
arasına gerilmiş iplere kandil astırma geleneği,
sonradan Osmanlı icadı olan minareler arasına
ipler ve kandillerle mahya kurulmasına ilham verdiği düşünülmektedir. Osmanlılar döneminde ilk
mahyanın ne zaman kurulduğu bilinmemekle birlikte 1578 yılında İstanbul’a gelen Schweigger adlı
Alman seyyahın seyahatnâmesinde yer alan bir
tasvirde minareler arasında mahyalar bulunması,
bu tarihten önce mahyacılığın mevcut olduğunu
gösterir. III. Murad’ın mevlid kandilinde Regaib
ve Berat gecelerinde olduğu gibi minarelerin kandillerle donatılmasını içeren tezkeresi mahyacılık
geleneğine resmiyet kazandırmıştır. Mahyaların
en güzel örneklerine İstanbul’daki selâtin camilerde rastlanılmaktaydı. Ramazan ayında İstanbul
camilerinde kurulan mahyalarda çoğunlukla Feth
süresinin ilk ayeti yazılırdı. Mahyaların kurulması
oldukça zor ve meşakkatliydi. Bu meslek genelde
babadan oğula geçmekteydi. Mahyacılar ramazan
ayında bir ay çalışıp yılın geri kalan kısmında çırak yetiştirerek geçirirlerdi. İstanbul Fatih’te bir
sıbyan mektebinde onlar için ayrılmış odaları
bulunuyordu. Günümüzde de mübarek günlerde,
ramazan ayında ve bayramlarda mahyacılar eski
geleneklere uygun şekilde camilere yazılar ve resimli panolar yapmaktadırlar.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
KAYNAKÇA:
Serkan Özburun, Kaybolan Meslekler, İstanbul 2006, s. 149; Nebi
Bozkurt, “Mahya”, DİA, XXVII, İstanbul 2003, s. 396-398.
M. Murat ÖNTUĞ
MAKING A LIVING IN
OTTOMAN LANDS 1480-1820
Osmanlı iktisadî ve sosyal tarihi adına birçok
çalışması bulunan Suraiya Faroqhi’nin bu eseri,
1480-1820 yılları arasında Osmanlı şehirlerinde
sosyal yaşam ile iktisadî hayatı anlatan on üç makalenin bir araya getirilmesiyle oluşmuştur.
Eserin ihtiva ettiği “The Anatolian Towns and its
Place within the Administarive Structure of Ottoman State (1500-1590)” adlı makalede, XVI.
yüzyılda Osmanlı idaresinde Anadolu kentleri,
onu ortaya çıkaran cami, çarşı, bedesten, okul
gibi yapılar ve bu kentlerin İstanbul ile olan ilişkileri ele alınır. “Towns, Agriculture and the State
in Sixteenth Century Ottoman Anatolia” adını taşıyan makalede, XVI. asırda Osmanlı toprakları üzerinde ticarî faaliyetlerin ve iletişimin nasıl
gerçekleştiğine ve ayrıca kentler ve köyler arasındaki ticaret yollarına ve uzaklıklarına değinilir.
“The Fieldglass and the Magnifing Lens: Ottoman
studies of Crafts and Craftmen” adlı makalede
ise Osmanlı topraklarında bulunan zanaat faaliyetlerinden bahsedilir ve zanaatkârların envanteri çıkarılır. Bunun yanında Avrupalı ve Osmanlı
tüccarlarının birbirleri arasında gerçekleşen
ticarî rekabetten ve bunun yanında sanayileşmenin Osmanlı esnafını nasıl zayıflattığından bahsedilir. “Ottoman Guilds in the Late Eighteenth
Century: The Bursa Case” adlı makalede, XVIII.
yüzyılın sonlarında Bursa örneğinden yola çıkarak Osmanlı Devleti’ndeki lonca teşkilatının kurumları, işleyişi ve hükümet ile bu kurumların
ilişkileri işlenir. Bunun yanında Lonca teşkilatlarının Bursa’da vakıflar kurdukları ve bu vakıfların tacirlere ekonomik olanak sağladıkları ile
ilgili bilgiler de verilir.
Bursa şehrinde ticarî faaliyetlerde bulunan diğer etnik unsurlar ve farklı bölgelerden gelen
ipek kumaşların Bursa’da nasıl satıldığı ile ilgili bilgiler, “Bursa at the Crossroads: Iranian
Silk, European Competilion and Local Economy
1470-1700” adlı makalede yer alır. Burada ayrıca
coğrafî keşifler sonucu Avrupa’nın Uzak Doğu ile
93
A
A
n
s
i
h
k
direkt olarak iletişime geçmesinden sonra Anadolu ticaret sektörünün yaşadığı sıkıntılara da işaret edilir. “Long - Term Change and the Ottoman
Construction Site: A Study of Builders’ Wages and
Iron Prices” adlı makalede, inşatta çalışan işçilerin aldıkları ücretler ve dönemin demir fiyatları
üzerine yoğunlaşılır. Makalenin sonunda işçi ücretleri ve inşaatta kullanılan malzemelerin fiyat
listesi ayrıntılı olarak gösterilir. “Merchant Network and Ottoman Craft Production (l6-l7th Centuries)” adlı makalede, Osmanlı ticareti içerisinde
tüccarların ve zanaatkârların faaliyetleri anlatılır.
“The Business of Trade: Bursa Merchants in the
l480” adını taşıyan makalesinde Faroqhi, tereke
defterlerini kaynak edinerek Bursa’da faaliyet
gösteren tüccarların mal varlıkları hakkında bilgi
verir. “Trade and Traders in 1660s İskenderun”
adlı makalede ise 1660’lı yıllarda gümrük vergilerini gösteren belgelerden yararlanarak bu şehrin
ticarî yapısı hakkında önemli bilgiler sunar.
Evliya Çelebi’nin hac yolculuğu sırasında gördüğü
şehirlerin durumu ve ticarî faaliyetleri hakkındaki anlatımları, “Red Sea Trade and Communications as Observed by Evliya Çelebi (1671-72)” adlı
makalenin ana kaynağını oluşturur. “Seventeenth
Century Agricultural Crisis and the Art of Flute
Playing: The Worldly Affairs of the Mevlevi Dervishes (1595-1652)” adlı makalede, XVII. asırda
zaviyelerin tarımsal üretiminin sekteye uğramasından ne denli etkilendiği irdelenmeye çalışılır.
XVII. Asırda gerçekleşen tarımsal üretimdeki krizin neden olduğu göçlerin Osmanlı şehirlerine etkisi, “A Great Foundation in Difficulties: Or some
Evidence on Economic Contraction in the Ottoman Empire of the Mid - Seventeenth Century”
adlı makalede irdelenir. Bu krizlerin Osmanlı vakıf sistemine etkisi, Mahmud Paşa vakfının XVI
ve XVII. asırlardaki belgelerinin kıyaslanmasıyla
ortaya konulur. “Wealth and Power in the Land
of Olives: the Economic and Potilical Activities of
Müridoğlu Hacı Mehmed Ağa, Notable of Edremit”
adlı makalede ise Anadolu topraklarında siyasî ve
ekonomik bir güç olarak ortaya çıkan ayanlar,
Erdemit’te bulunan Müridoğlu Hacı Mehmed Ağa
örneği üzerinden anlatılmaya çalışılır.
H. Mustafa ERAVCI
94
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
MALİYE NEZARETİ
Osmanlı Devleti’nde para işleriyle ilgilenen idarî
birimdir. Başında bulunan üst düzey amire Maliye Nazırı denirdi. Osmanlı klasik döneminde
mali işlere önceleri sadrazam bakardı. Sonra
mali işleri idare etmek ve maliye nazırı makamında olmak üzere baş defterdarlık ihdas edildi. Baş defterdar, bütün hazine işleri ile emin
ve haraççıların muhasebesini görürdü. Baş defterdar, Taşra defterdarı, Defterdar-ı evvel veya
Defterdar-ı şıkkı-ı evvel olarak adlandırılırdı.
Defterterdarın emrinde; İstanbul ve Rumeli malî
işlerine bakmak üzere Defterdar-ı şıkk-ı sani ve
Anadolu işlerine bakmak üzere Defterdar-ı şıkk-ı
sâlis adlı üçüncü bir defterdar vardı. Daha sonraki asırlarda duyulan lüzum üzerine defterdarlık teşkilatında düzenlemeler yapıldı.
Sultan III. Selim döneminde (1789-1807) Nizam-ı
Cedit masrafları için yeni vergi düzenlemeleri
yapıldı. Yeni vergilerin idaresi Defterdar-ı şıkk-ı
saniye verildi. Sultan II. Mahmud döneminde
(1808-1839), askerî hesaplara bakmak için Masarifat Nezareti, iltizama verilmesi kaldırılmış
olan mukataaların idaresi için de Mukataat Nezareti kuruldu. 1834’te Masarifat Nezareti kaldırıldı ve Defterdar-ı şıkkı-ı evvel, Hazine-i Âmire
ve Mansure Defterdarlığı olmak üzere ikiye ayrıldı. 1838’de “defterdar” tabiri bırakılarak Maliye
Nezareti ihdas edildi. Bu nezarete ilk defa Ordu
Defterdarı Abdurrahman Nazif Efendi atandı. Maliye Nezareti, 1839’da Hazine-i Mukataat
ve Hazine-i Âmire şeklinde tekrar ikiye ayrıldı.
1839’da Sultan Abdülmecid’in (1839-1861) cülusu ile birlikte Maliye Nezareti adı kaldırılarak
Hazine-i Âmire Defterdarlığı ve Hazine-i Mukataat Defterdarlığı şeklindeki uygulamaya geçildi.
1841’de bu iki hazine Umur-ı Maliye Nezareti yeniden birleştirildi. Böylece devletin bütün gelir ve
giderleri tek elden idare edilmeye başlandı.
Bu arada 1840’ta malî işlerin Maliye Nezareti’ne
bağlı olarak görüşülmesi için Meclis-i Muhasebe-i
Maliye kuruldu. Tanzimat’la birlikte (1839) Maliye Nezareti’nin görevi sekiz muhasebe ve sekiz
kalem altında birleştirildi: Muhasebeler; Maliye,
Sergi, Ceride, Esham, Mukataat, Evkaf, Zecriye ve Haremeyn. Kalemler ise Maliye Mektubî,
Evamir, Ebniye-i Hassa, Feshane, Cizye, Zahire,
Ambar ve Derya kalemleri şeklinde oluşturuldu.
Zaman zaman bu muhasebelerde de idarî anlamda değişiklikler yapıldı ve Ceride ve Varidat
muhasebeleri birleştirildi. 1843’te ziraat ve tica-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
ret faaliyetlerinin çoğaltılması amacıyla nezaret
bünyesinde Ziraat Meclisi kuruldu. Daha sonra
nezarete bağlı olarak başka komisyonlar da teşkil edildi. 1851’den sonra nezaret bünyesinde
yardım işlerini tanzim etmek üzere bir komisyon
kurularak İstanbul’dan toplanacak yardımlar
için Hıfzı Paşa görevlendirildi.
Eyalet meclislerinin kurulması ile birlikte taşrada da defterdarlar görevlendirildi. 1859’da
taşradaki defterdarlık ve mal müdürlükleri kaldırıldı ve malî işlerden valiler sorumlu tutulmaya başlandı. 1864 Vilayet Nizamnâmesi ile defterdarlık yeniden oluşturuldu. Sultan Abdülaziz
döneminde (1861-1876) 15 yıl içinde Maliye
Nezareti’ne tayin edilen 19 nazır, Osmanlı maliyesindeki istikrarsızlığı ortaya koymaktaydı.
Sultan II. Abdülhamid döneminde (1876-1909)
Maliye Nezareti’nde yeni düzenlemelere gidildi.
Maliye Nezareti’nin her şubesinde yazışmaların daha düzenli yürütülmesi için ayrı birimler
olarak bunlar tahrirat kalemleri nezaret içinde
birleştirildi ve Mektubî Kalemi oluşturuldu. Bu
dönemde hazırlanan bir nizamnâme ile Maliye
Nezareti yeniden düzenlendi ve Maliye Nezareti
Muhasebe dairesi Avrupa standartlarına uygun
hale getirildi.
Maliye Nezareti teşkilatı 1912 yılında Kalem-i
Mahsus Müdürlüğü, Hukuk Müşavirliği,
Memurîn Müdüriyeti, Muhasebe-i Maliye Müdüriyeti, Muhasebe-i Umumiye Müdüriyet-i Umumiyesi, Düyun-ı Umumiye ve Muamelat-ı Nakdiyye Müdüriyeti, Varidat Müdüriyet-i Umumiyesi,
Emlak-ı Emiriye Müdüriyeti, Vezne-i Umumi Müdürlüğü, Muhassesat-ı Zatiye Müdüriyeti, Evrak-ı
Nakdiye ve Matbua ve Levazım Müdüriyeti,
Heyet-i Teftişiye Müdüriyet-i Umumiyesi, Islahat-ı
Maliye komisyonlarından oluşmaktaydı. Ayrıca
müdürlüklerin de ayrı ayrı kalemleri vardı. Maliye Nezareti, Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar
varlığını devam ettirdi.
KAYNAKÇA::
Ali Akyıldız, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilȃtında Reform, İstanbul 1993, s. 97-110, 113, 120; Musa Çadırcı, Tanzimat
Döneminde Anadolu Kentleri’nin Sosyal ve Ekonomik Yapısı, Ankara 1997, s. 105, 227, 230; Necdet Hayta-Uğur Ünal, Osmanlı
Devleti’nde Yenileşme Hareketleri (XVII. Yüzyıl Başlarından Yıkılışa Kadar), Ankara 2003, s. 153; Ziya Karamursal, Osmanlı Malî
Tarihi Hakkında Tetkikler, Ankara 1989, s. 152, 157; Mehmet Zeki
Pakalın, “Maliye Nezareti”, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri
Sözlüğü, II, İstanbul 1993, s. 402; Arzu Tozduman Terzi, “Osmanlı
Hazineleri”, Türkler, X, Ankara 2002, s. 897- 898, 900; Mübahat
S. Kütükoğlu, “Defterdar”, DİA, IX, s. 94-96.
Selma TURHAN SARIKÖSE
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
MANTIKU’T-TAYR
Ahi Evran’a müntesip olduğu tahmin edilen
Gülşehrî’nin Gülşennâme diye de isimlendirdiği
bu eseri, ünlü İranlı sûfî şairlerden Feridüddin
Attar’ın (ö. 1221) Farsça olarak kaleme aldığı
Mantıku’t-tayr’ın çevirisidir. Türkçeye çevrilen
yazma nüshalarına göre farklılık gösterse de
yaklaşık beş bin beyit kadar olup otuz bir bölümdür. H. Ritter, Mantıku’t-tayr’a konu olan asıl
hikâyenin daha önce Muhammed Gazzalî tarafından Risâletü’t-tayr adıyla hem Arapça hem Farsça olarak işlendiğini belirtmektedir.
Eserin adındaki mantık kelimesi “söylemek,
gönül diliyle anlatmak” anlamındadır. Tayr kelimesi “kuş” anlamına gelse de bu eserde salikleri sembolize etmektedir. Eserde vahdet-i vücut
düşüncesi kuşlar üzerinden sembolize edilerek
temsilî olarak anlatılmıştır. Hem kesreti hem
vahdeti gösteren Simurg, Arap edebiyatında
Anka adı verilen efsanevî bir kuştur. İsmi olsa da
cismi yoktur.
Türk edebiyatında çok önemli bir yeri olan
Mantıku’t-tayr’ın Türkçeye ilk manzum çevirisi Gülşehrî’nin 1317 yılında gerçekleştirdiği bu
eserdir. Çeviri toplam 4438 beyittir. Gülşehrî,
Attar’ın eserini esas almakla birlikte, çeviride
birçok yeni ilaveler de yapmıştır. Konunun işlenişinde olduğu kadar hikâyelerin seçiminde de
çok serbest hareket etmiştir. Bazı araştırmacıların belirttiğine göre Gülşehrî, Mantıku’t-tayr’a
çeşitli eserlerden aldığı hikâyelerle birlikte 59
bölüm eklemiş, Attar’ın anlattığı birçok hikâyeyi
ise eserine almamıştır. Böylece eserdeki asıl fikri işleyerek yeni telif ve özgün bir eser ortaya
koymuştur. Bu ilaveleri yaparken Gülşehrî’nin
Mevlana’nın Mesnevî’si, Attar’ın Erarnâme’si
Nizamî-i Gencevî’nin Heft Peyker’i ile Kelile ve
Dimne, Kabusnâme gibi çok farklı eserlerden
yararlandığı anlaşılmaktadır.
Eserde Hak yolunda “talep, aşk, marifet, istiğna,
tevhit, hayret, ve fakr ü fena” adı verilen yedi vadi
olduğu, bunları aşan kimsede benlikten eser kalmayacağı ana teması işlenir. Kuşların padişahı
olduğuna inanılan Simurg’un özellikleri anlatıldıktan sonra asıl konuya geçilir. Bülbül, papağan, tavus, hüma, kaz, doğan, keklik, baykuş ve
isimleri zikredilmeyen bazı kuşlar toplanır. Aralarına Hüdhüd de katılır. Hüdhüd, kuşları kendisine uydukları takdirde Hakk’ı bulacaklarına
ikna etmeye çalışır. Hakk’ı Simurg temsil etmektedir. Kuşlar Hüdhüd’e çeşitli itirazlarda bulu-
95
A
A
n
s
i
h
k
nur. O bunlara birer birer cevap verir. İsmi belirtilmeyen çeşitli kuşlar yine Hüdhüd’e ilim, adalet,
gıybet, yalan, âriflik, şeyhlik, fütüvvet, sehavet,
kerem, mürüvvet, vefa, hikmet, şeriat, tarikat, hakikat gibi birçok konuda sorular yöneltir. Zaman
zaman ikiyüzlülük, günahkârlık, mecazi aşk, on
iki ilim, nefis, hışım, gazap, aldatıcılık, ölüm korkusu, canların bir olup olmaması hakkında çeşitli sorular sorulur. Hüdhüd bu soruların hepsine
ikna edici cevaplar verir. Ahiretle ilgili bir fasıldan
sonra yolun kaç fersah olduğunu soran bir kuşa
Hüdhüd, bu yoldan dönen olmadığı için tam olarak bilmediğini, bildiği kadarıyla yolun üzerinde
talep, aşk, marifet, tevhit, istiğna, hayret, fakr u
fena adlı yedi tane vadi olduğunu söyler. Sonunda Hüdhüd’ün başkanlığında Simurg’a kavuşma amacıyla yola koyulmaları, insanın Hakk’a,
mekânsızlığa nispeti ve çeşitli öğütlerle eser tamamlanır.
Kuşların bazısı yolda kalır, bazısı eğlence seyrine
düşer; bir çoğu buna benzer sebeplerle yoldan ayrılıp telef olurlar. Geriye kalan bir avuç kuş da Kaf
Dağı’na ulaşır. Padişahın bulunduğu saraya varınca Simurg’u görmek için içeri girdiklerinde kendilerinden başka kimseyi göremezler ve Simurg’un
kendilerinden ve kendilerinin de ondan başka bir
şey olmadığını anlarlar ve hayrete düşerler. Sonuçta hepsi Simurg’da fani olur, ne yol ne yolcu
ne de kılavuz kalır. Bunlar benliklerinden geçtikleri için tekrar kendilerini bulmuş olurlar. Fena
ve yoklukla barıştıkları için kendilerine ulaşıp
uyanırlar. Kendilerini dünyaya bağlayan maddi
varlıkları bıraktıkları için sonunda mutlak varlığa kavuşmuş oldular. Başka bir varlıkla var iken,
artık kendileri var olmuşlardır.
KAYNAKÇA:
Ahmet Kartal, “Attar’ın Mantıku’t-tayr’ı ile Gülşehri’nin Mantıku’ttayr’ının Mukayesesi”, I. Kırşehir Kültür Araştırmaları Bilgi Şöleni
(8-10 Ekim 2003) Bildiriler, Kırşehir 2004, s. 297-329; Amil Çelebioğlu, Türk Edebiyatında Mesnevi 15. yy. kadar (Sultan II. Murat
Devri) (824-855/141-1451), İstanbul 1999, s. 48-49; Cem Dilçin,
“Mantıku’t-Tayr’ın Manzum Çevirileri Üzerine Bir Karşılaştırma”,
AÜ Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, 36/1-2, Ankara 1993,
s. 35-52; H. Ahmet Sevgi, “Mantıku’t-tayr”, DİA, XXVIII, s. 2930; Kemal Yavuz, “Çeşitli Yönleri ile Mantıku’t-tayr ve Garibnâme
Mesnevileri”, TDED, XXXI, İstanbul 2004, s. 345-356; aynı yazar,
Gülşehri’nin Mantıku’t-tayr’ı [Gülşen-nâme]-Metin ve Günümüz
Türkçesine Aktarma-, I-II, Ankara 2007; Müjgân Cunbur, Gülşehri
ve Mantıku’t-tayrı, AÜ, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Basılmamış Doktora tezi, Ankara 1952; Nihad Sami Banarlı, Resimli Türk
Edebiyatı Tarihi, I, İstanbul 1983, 377-380.
96
Azmi BİLGİN
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
MA‘RÛF KERHÎ
(ö. 200 / 815?)
Bayramiyye Tarikatı silsilesinde yer alan Ebü’lMahfûz Ma‘ruf b. Fîrûz Kerhî Irak’ın Kerh mahallesinde doğdu. Ailesinin Hıristiyan veya Vâsıt’ın
Nehreban köyündeki Sâbiî’lerden olduğu nakledilir. Eğitimi için çocukluğunda ailesi tarafından
Hıristiyan bir hocaya teslim edildi. Teslis inancına karşı çıktığı için hocası kendisini dövünce
mektebi ve ailesini terk edip kaçtı. Yıllar süren
bu ayrılığı sırasında sekizinci imam Ali er-Rızâ
ile karşılaştı ve onun vasıtasıyla müslüman oldu.
Eve döndüğünde evlat hasretiyle yanan anne ve
babası da çocuklarına uyup müslüman oldular.
Bazı kaynaklarda babasının adının Ali olarak
da geçmesi, İslâmiyetten sonra bu adı almış olabileceğini hatıra getirmektedir. Ma‘ruf’un zühd
hayatına yönelmesi ise Kûfe’de sohbetinden etkilendiği Ebü’l-Abbas İbnü’s-Semmâk vasıtasıyla
olmuştur. Hocaları arasında ayrıca Dâvud et-Tâî,
Ferkad es-Sebahî ve Bekir b. Huneys gibi zâtlar
da vardır.
Ma‘ruf Kerhî Kādiriyye, Rifâiyye, Bedeviyye,
Sa’diyye, Desûkiyye, Mevleviyye, Celvetiyye, Bektaşiyye, Halvetiyye ve Bayramiyye gibi birçok tarikat silsilesinde yer almıştır. Onun bulunduğu üç
ana silsileden biri Ferkad es-Sebahî ve Hasan-ı
Basrî vasıtasıyla Hz. Enes b. Mâlik’e, diğeri
Dâvûd et-Tâî, Habîb el-Acemî ve Hasan-ı Basrî vasıtasıyla Hz. Ali’ye, hırka silsilesi olarak da anılan
üçüncüsü ise Ali er-Rıza, Mûsâ el-Kâzım, Câfer
es-Sâdık, Muhammed el-Bâkır, Ali Zeynelâbidîn
ve Hüseyin b. Ali vasıtasıyla yine Hz Ali’ye ulaşır.
On iki imamdan yedisinin yer aldığı bu silsile ayrıca Câfer es-Sâdık’tan sonra Kāsım b. Muhammed b. Ebu Bekir es-Sıddîk ve Selmân-ı Fârisî
vasıtasıyla Hz. Ebû Bekir’e de ulaşmaktadır.
Kerhî’nin talebelerinden en önde geleni, çoğu
silsilenin kendisiyle devam ettiği Cüneyd-i
Bağdâdî’nin şeyhi Serî es-Sakatî’dir. Ayrıca
Kerhî’den sonra halifeleri Şihâbüddin Ahmed
Tebrizî, İsrâfil Mağribî, Ebu Hamza Muhammed
el-Bağdadî ile de farklı silsileler oluşmuştur. Ebu
İshak İbrahim Sayyadî el-Bağdadî, Muhammed
et-Tüsterî, Abbas en-Nişaburî, Ebu Bekir esSefîd, İbrahim b. İsâ el-Isfehânî Kerhî’nin diğer
halîfeleridir.
Bazı müellifler Ma‘ruf Kerhî’nin Kerh’in dışına
çıkmadığını ileri sürerek Ali er-Rıza vasıtasıyla
müslüman olup ondan hırka giydiğine ve Dâvud
A
A
n
s
i
h
k
i
l
et-Tâî’nin sohbetlerine katıldığına dair bilgilerin
doğru olmadığını belirtmişse de, Ma‘ruf’un Kerh’in
dışına çıktığını bir kısım güvenilir kaynaklar zikretmektedir.
Ma‘ruf Kerhî hadis rivayetinde de bulunmuştur; Bekir b. Huneys, Rebi’ b. Sabîh, Ca’fer es-Sâdık, Abdullah b. Mûsâ ve İbnü’s-Semmâk’tan hadis almış,
kendisinden de Halef b. Hişam, Serî es-Sakatî, Zekeriyya b. Yahyâ el-Mervezî, Yahyâ b. Ebî Tâlib, Meymun b. Muhammed el-Harranî, Ebû Alî el-Meflûc,
Muhammed b. İbrahim eş-Şâmî, Ahmed b. İbrahim
ed-Devrakî, Ubeydullah b. Muhammed rivayet etmiştir.
Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere Yahya b. Maîn,
Bişr el-Hâfî gibi devrin önemli simaları Ma‘ruf
Kerhî’yi ziyaret eder, onunla bazı konuları istişare
ederlerdi. Ma‘ruf’un ilimde yetersiz olduğunu söyleyen birisine İbn Hanbel, “ilimle elde edilmek istenen Ma‘ruf’un ulaştığı şeydir”, diye cevap vermiş;
oğlu, onun ulaştığı nedir deyince de “ilmin başı olan
haşyetullah” demiştir. Ayrıca Süfyan b. Uyeyne ve
Abdülvahhâb el-Varrâk’ın da Ma‘ruf’un büyüklüğü
ve kerametleriyle ilgili sözleri vardır.
Bağdat’ta oluşan tasavvuf kültürünün önde gelen
şahsiyetlerinden biri olan Ma‘ruf Kerhî zâhidliği
ile tanınmış, duası kabul edildiğine inanıldığı için
dergâhı herkesin rağbet ettiği bir yer haline gelmişti.
Müridi Serî es-Sakatî’ye, “Allah’tan bir şey dilersen
Ma’rûf’un hürmetine diyerek iste” şeklindeki nasihati meşhurdur. Onun Ali er-Rızâ’dan huruf ilmini
öğrendiği nakledilir.
Ebu Abdurrahman es-Sülemî ve Ali b. Osman elHucvirî gibi klasik dönem sûfîleri Ma‘ruf Kerhî’yi
fütüvvet ehli sûfîler arasında saymıştır. Fütüvvet ehli
olmanın alametlerini; vefalı olmak, karşılık beklemeden övmek ve istenmeden vermek şeklinde ifade
eden Kerhî’nin, aynı zamanda ilk defa “tasavvuf” kelimesini kullanarak tasavvufu tarif eden sûfî olduğu
belirtilir. Ona göre tasavvuf, “hakikatleri elde etmek
ve halkın elindekilerden ümidi kesmektir.” Ayrıca
onun ilâhî aşktan ilk söz edenlerden biri olduğu
da nakledilir. Aşkın ancak Allah’ın lütfu olduğunu,
kazanılan bir şey olmadığını söylemesi, tasavvuf düşüncesine ciddi etki yapmıştır.
Ma‘ruf Kerhî’nin vefatının çoğunlukla 200 senesinde
meydana geldiği belirtilmekle birlikte, 201 ve 204 tarihinde vuku bulduğunu söyleyenler de vardır. Kabri
Bağdat’ta kendi adıyla anılan Marûf-i Kerhî Kabristanı’ndadır. Sülemî, Ali er-Rızâ’nın kapısında bekçilik
yaptığı bir sırada Şîî bir grubun izdihamı üzerine sı-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
kışarak öldüğünü söylemişse de (Tabakāt, s. 85)
bu bilgi birçok bakımdan tutarsız görülmüştür.
Zehebî, muhtemelen Ali er-Rıza’nın kapıcısının
adının da Mâruf olması sebebiyle Sülemî bunları
karıştırmıştır demektedir (A’lâmü’n-nübelâ, IX,
343).
Ma‘ruf Kerhî’nin ölümünden sonra da manevî
tasarrufunun devam ettiğine inanılmıştır. Bu
yüzden kabrinin çok ziyaret edildiği belirtilmektedir. İlk kaynaklardan itibaren nakledilegelen
“Ma‘ruf’un kabri tecrübe edilmiş bir ilaçtır” cümlesi yaygındır. XVII. yüzyılda Bağdat’ı ziyaret eden
Evliya Çelebi, türbe etrafında oluşan kültürden
de bahsetmiştir.
Ma‘ruf Kerhî ile ilgili İbnü’l-Cevzî Menâkıbu
Ma‘ruf el-Kerhî adıyla müstakil bir eser kaleme
almış ve onun faziletlerini anlatmıştır. Tasavvuf
düşüncesine ve sûfîlere birçok tenkidler yönelten İbnü’l-Cevzî’nin ve ayrıca İbn Teymiyye’nin
Ma‘ruf Kerhî’yi tenkid etmemesi, muhtemelen
İbn Hanbel’in Kerhî hakkındaki müspet kanaatinden kaynaklanmıştır.
Ma‘ruf Kerhî’nin eser telif ettiğine dair kaynaklarda bir bilgi olmamakla birlikte İbrahim Edhem Girîdî tarafından ona nisbet edilen Fütûh-i
Erbaîn isimli Arapça bir eser tercüme edilip neşredilmiştir (İstanbul 1312). Kırk bölümden oluşan bu küçük eserde (28 sayfa) ilâhî aşk konusu
ele alınmaktadır.
KAYNAKÇA:
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kūtü’l-kulûb, I, Kahire 1310, s. 9; Ebû Nuaym el-Isfahânî, Hilyetü’l-evliya ve tabakâtü’l-asfiyâ, VIII, Kahire 1979, s. 360-368; Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Tabakāt (yay.
Nureddin Şerîbe), Kahire 1986, s. 83-90; Abdülkerîm el-Kuşeyrî,
Risâle (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1981, s. 116-117, 277,
436, 452, 472, 558-559, 571; Ali b. Osman el-Hücvîrî, Keşfü’lmahcûb (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982, s. 212-213, 216;
İbnü’l-Cevzî, Menâkıbu Ma’rûf el-Kerhî ve Ahbâruhu, (yay. Abdullah Cubbûrî), Beyrut 1985; Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ,
(çev. Süleyman Uludağ), s. 349-354; İbn Teymiyye, Minhâcü’ssünne, (yay. Muhammed Reşat Salim), 1986, IV, 61-62, VIII,
44; İbnü’l-Mülakkın, Tabakâtü’l-evliyâ (yay. Nureddin Şerîbe),
Beyrut 1986, s. 280-285; Abdurrahman Câmî, Nefehâtü’l-üns min
hazarâti’l-kuds, Tahran 1337, s. 38-39; Zeynüddin Muhammed
Abdurrauf Münâvî, el-Kevâkibü’d-dürriyye fî terâcimi’s-sâdeti’ssûfiyye, (yay. Abdülhamid Salih Hamdan), I, Kahire ts., s. 448491; Mahmud Hulvî, Lemezât-ı Hulviyye ez Lemeât-ı Ulviyye,
Şarkiyat Enstitüsü Halet Ef., nr. 281, vr. 90b-94b; Evliya Çelebi,
Seyahatnâme, V, 4; Muhammed Masum Şirazî, Tarâiku’l-hakāik
(yay. Muhammed Cafer Mahcub), Tahran 1339-45, II, 287-293;
Tabibzade Derviş Mehmed Şükrü b. İsmâil, Silsilenâme-i Aliyye-i
Meşâyih-i Sûfiyye, Hacı Selimağa Ktp., Hüdayi Ef., nr. 1098, s.
7, 15, 17, 23, 29, 39, 56-57, 59; Mustafa Kara, “Maʻruf Kerhî ve
Tasavvuf-Şia İlişkisi Üzerine”, Hareket, S. XVI-XVII (1980), s.
3-14;
97
Reşat ÖNGÖREN
A
A
n
s
i
h
k
MECDÜDDİN İSHAK
(ö. 1221)
98
Fütüvvet teşkilatının sembolü olan fütüvvet şalvarı
ile Fütüvvetnâmeyi Sultan I. İzzeddin Keykâvus’a
getiren, Mecdüddin İshak’ın babasının adı
Muhammed’dir. Oğlu Sadreddin Konevî, amcasının ismini İsmail bin Muhammed bin Yusuf bin Ali
Endulûsî olarak yazar. İbnü’l-Arabî ile Mecdüddin
İshak’ın yakınlıkları, İbnü’l-Arabî’nin ona “çocukluk arkadaşım” diye hitap etmesi, Endülüs ile olan
bağa işaret eder. Bu bilgiler bize onun Endülüs’ten
Malatya’ya göçmüş olduğunun bir iması olabilir.
II. Kılıç Arslan’ın (1151-1192) Malatya’yı almasından
sonra (1178) Mecdüddin İshak Sultanın hizmetine
girer ve I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in (1192-1196,
1205-1211) Uluborlu’ya Melik olarak atanması ile
de buraya atabey olarak gönderilir. Adı geçen melik, kardeşi Rükneddin Süleyman Şah tarafından
Konya’da muhasara altına alınıp ülkeyi terke mecbur edilince, Mecdüddin İshak da onunla birlikte
Anadolu’dan ayrılmak zorunda kalır. Gıyaseddin
Keyhüsrev, tahta geçince Mecdüddin İshak’a devleti
yapılandırma işinde önemli görevler vermiş ve onu
İslam dünyası ile ilişki kurmak, devlet başkanı olduğunu Abbâsî Halifesi en-Nâsır-Lidînillâh’a bildirmek
üzere elçi olarak Bağdad’a göndermiştir.
Mecdüddin İshak, 1205 yılında Bağdat’dan hacca
gitmiş, dönüşte Şam’da tanıştığı arkadaşı Evhadüddin Hamid el-Kirmanî, Nasirüddin Mahmud
el-Hoyî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Ebu’l-Hasan Ali elİskenderanî, Cemalüddin el-Vasıtî ve Ebû Ca’fer Muhammed el-Berzaî gibi birçok ilim ve fikir adamını
Anadolu’ya davet etmiştir. Bu zevattan birçoğunun
Malatya’da ikamet etmesini, dolayısıyla Malatya’nın
önemli bir ilim merkezi olmasını sağlamıştır. Bu
âlimler arasında Evhadüddin Hamid el-Kirmanî,
Nasirüddin Mahmud el-Hoyî yani Ahi Evran Anadolu’daki Fütüvvet teşkilatına mensup şeyhlerdendir.
Evhadüddin Hamid el-Kirmanî, Fütüvvet teşkilatının
lideri yani Şeyhu’ş-Şuyuhı’r-Rum olarak Anadolu’ya
geldiği menakıbnâmesinde belirtilir.
Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev, Alaşehir’de şehit
olunca (1211) oğullarından Malatya meliki I. İzzeddin Keykâvus’un (1211-1220) yerine geçmesinde vezir Muhammed el-Gazi Malatî ile Mecdüddin
İshak’ın büyük rolü oldu. Mecdüddin İshak bu dönemde Anadolu Selçuklu Devleti’nin kültürel politikasını yönlendiren en etkili kişi durumundadır.
Sultan I. İzzeddin Keykâvus’un tahta çıkışını bildirmek ve Fütüvvet teşkilatına girişini sağlamak için
Bağdat’a elçi olarak gönderilmiştir. Halife, Sultan I.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
İzzeddin Keykâvus’un Fütüvvet teşkilatına kabulünü bildiren bir fütüvvetnâme kaleme aldırmış ve
Fütüvvet teşkilatının sembolü olan fütüvvet şalvarı ile bu fütüvvetnâmeyi sultana ulaştırmak üzere
Mecdüddin İshak’a teslim etmiştir. Ayrıca Sultan
için tülbende sarılmış bir “sarık”, “davul çomağı”, “altın yaldızlı gerdanlık”, “at başlığı” ve “süslü eğer takımı” gibi hâkimiyet sembolleri hazırlatarak çeşitli hediyelerle Şeyh Mecdüddin İshak’ı
Anadolu’ya uğurlamıştır. Bütün bunlardan Şeyh
Mecdüddin İshak’ın, Bağdat’a Sultan İzzeddin
Keykâvus’un Fütüvvet teşkilatına girmesini sağlamak amacıyla gittiği söylenebilir.
Mecdüddin İshak, İzzeddin Keykâvus’tan sonra
başa geçen I. Alâeddin Keykubad’ın (1220-1237)
saltanatının ilk yıllarında Malatya’dadır. Onun
Alâeddin Keykubad döneminde biraz geriye çekildiği söylense de bu doğru değildir. Halife Nâsır,
kurduğu Fütüvvet teşkilâtının “Şeyhu’ş-şuyûh”u
olan Şeyh Ebu Hafs Ömer es-Sühreverdi (ö.
1234)’yi, Halifenin Fütüvvet şalvarını kuşatmak
için Anadolu’da Sultan Alâeddin Keykubad’a gönderdiğinde, bu görevi dostu Mecdüddin İshak ile
birlikte yerine getirmeyi planlamıştı. Ne var ki
Mecdüddin İshak, Malatya’da Fütüvvet temsilcilerini karşılayamayacak kadar hasta idi. Ömer
es-Sühreverdi, Malatya’da biraz oyalanarak Mecdüddin İshak’ın ayağa kalkmasını beklemiş; ancak onun iyileşmesi mümkün olmayınca Fütüvvet
erbabından oluşan kalabalık bir heyetle Konya’ya
hareket etmek durumunda kalmıştır. Bu sırada
78 yaşında olan Sühreverdi, Sultan Alâeddin’e
Konya’da Fütüvvet şalvarını giydirmiştir. Mecdüddin İshak ise o günlerde vefat etmiştir (1221).
KAYNAKÇA:
İbn Bibi, El-Evâmirü’l- Alaiyye fi’l-Umuri’l-Alaiyye (Selçuk-nâme),
(çev. M. Öztürk), I, Ankara 1996, s. 45, 56-76, 111-113, 127, 135,
140, 175, 176-177, 249-253; İbn Arabî, Futühatü’l-Mekkiye, IV, (yay.
O. Yahya-İ. Medkur), b.y. 1972, s. 460, 547, 604; Ebu’l Ferec, Tarih,
(çev. Ö. R. Doğrul), Ankara 1950, s. 424, 463; Sühreverdî, Avârifu’lMaârif / Tasavvufun Esasları, II, (çev. H. Kamil Yılmaz-İrfan Gündüz), İstanbul 1990, s. XVII-XVIII; Aksarayî, Musameretu’l-Ahbar,
(çev. M. Öztürk), Ankara 2000, s. 265-270; Anonim, Selçukname,
(çev. F. Nafiz Uzluk), Ankara, 1952, s. 25; İbnü’l-Esir, el-Kamil fi’tTarih, XI-XII, (çev. A. Ağırakça-A. Özaydın), İstanbul 1987, s. 330341, 401; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul
1999, s. 237, 238, 276, 288, 298, 293, 330; Mikail Bayram, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya 1997, s. 24-25, 27, 28-29;
Salim Koca, Sultan I. İzzeddin Keykavus, Ankara 1997, s. 19, 20, 22,
23, 64, 65, 97, 98; Haşim Şahin, “Şeyh Mecdüddin İshak’ın Selçuklu İdaresiyle İlişkileri”, Uluslararası Sadreddin Konevî Bildirileri
(20-21 Mayıs 2008), Konya 2010, s. 203-211; M. Ali Hacıgökmen,
“Türkiye Selçukluları Şehzade ve Sultanlar Muallimi Mecdüddin
İshak”, Belleten, LXXVI/276 (2012), s. 421-432; M. Erol Kılıç,
“İbnü’l-Arabî”, DİA, XX, İstanbul 1999, s. 493, 512-513.
Mehmet Ali HACIGÖKMEN
A
A
n
s
i
h
k
i
l
MECMÛATÜ’T-TEVÂRÎHİ’LMEVLEVİYYE / MEVLEVÎLERİN
TARİHİ
Selçuklu dönemi Ahileri hakkında bilgi veren
Seyyid Sahîh Ahmed Dede’nin (ö. 1189 / 1775)
yazdığı kitabın asıl adı, Mecmuatü’l-Tevârihi’lMevleviyye’dir. Aslı Mevlana Müzesi Kütüphanesi,
nr. 5446’da kayıtlıdır. Ahmed Remzi Dede (660 /
1267-1363 / 1945) tarafından istinsah edilmiştir.
Cem Zorlu, Yüksek Lisans çalışması çerçevesinde
günümüz Türk harflerine Mecmûatü’t-Tevârîhi’lMevleviyye / Mevlevîlerin Tarihi ismiyle çevirmiş olup, İstanbul‘da 2003 yılında neşredilmiştir. Esasta Mevlevi Tarikatı’nı konu olan eser, Hz.
Peygamber’in çocukluğundan başlayarak hayatını anlatır. On iki imam, onlarla ilgili olaylardan
bahsederken meşhur pek çok mutasavvıf dervişin
ilim tahsilleri, istinabeleri ve kendilerine bağlanan
müritlerin eğitim ve terbiyelerini kaleme alır. Bu
bağlamda Selçuklu tarihi ve Ahi Hüseyin Urmevi, Ahi Muhammed Urmevi, Ahi Natur, Ahi Türk
gibi XIII. yüzyılda yaşamış Konya’nın önde gelen
Ahileri ile ilgili bilgiler verdiği için Ahilik kültürü
bakımından da önemlidir.
Eserde bahsi geçen devrin Ahilerinin kimlikleri,
kişilikleri ve özelliklerini tanıma imkânı bulmaktayız. Sahih Ahmed Dede meşhur tarihî olayları,
ölümleri, doğumları tarih, hatta bazan gün olarak
verir. Cem Zorlu’nun yayımladığı kitap, 381 sayfa
olup sonuç, bibliyografya ve indeksle sona ermektedir.
Bekir ŞAHİN
MEHMED I
(d. 788 / 1387-ö. 824 / 1421)
Osmanlı müverrihlerinin Sultan Çelebi veya Çelebi Sultan unvanı verdikleri, Yunan ve Arap kaynaklarında Kirişçi lakabıyla kaydettiği I. Mehmed
beşinci Osmanlı sultanıdır. Babası I. Bayezid’in
Kütahya ve Hamidili sancağında şehzade bulunduğu esnada (788 / 1386 veya 789 / 1387) Devlet Hatun adlı bir cariyesinden dünyaya geldi. I.
Bayezid’in dördüncü oğlu Çelebi Mehmed yetiştiği
kültürel taban ki Ahiliğin güçlü olduğu yerler olan
Kütahya, Bursa ve nihayet şehzadelik dönemini
geçirdiği Amasya ve Tokat’tır. Çelebi Mehmed’in
Ahiliğin temel değerleri olan “civanmerd , yiğit, âlî
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
cenap ve cömertlik ile kahramanlık” gibi temel
vasıfları taşıması bu kültürel tabandan çok güçlü
bir şekilde beslendiğini göstermektedir. Diğer taraftan sadece bu kültürel tabandan beslenmekle
de kalmayarak Amasya ve Tokat’ta beraber devlet tecrübesini kazandıkları Ahi önderleri Ahi Bayezid ve Ahi İvaz Paşa’yı veziriazamlık görevine
getirerek adeta onlar da devletin gözü ve kulağı
olmuşlardır. Özellikle Osmanlının kaotik süreci
olan fetret döneminde ve sonrasında devam eden
dinsel dönüşüm süreci ile azılı düşmanlarının
bütün kollardan saldırıya geçtiği onun saltanat
döneminde Ahiliğin temel değerlerini diplomatik
bir üslupla kullanarak devleti yeniden inşa etmiştir. Denebilir ki devletin ikinci kurucusu veya
Hammer’in ifadesi ile “Tatar tufanın tehlikeye
düşürdüğü devlet gemisini kurtaran Nuh” Çelebi
Mehmed idi. Onun dayanmış olduğu değerlerin
merkezinde de ecdadı gibi Ahilik değerleri vardır.
Edirne ve Bursa saraylarında çok dilli ve kültürlü ortamda yetişen şehzade 801 Şevvalinde (Haziran 1399) Amasya, Tokat ve Sivas ile Ankara’yı
da içine alan, daha önce Eretna hanedanının
toprakları olan Rum vilayetine vali olarak gönderildi. Özellikle o, daha önce kazandığı çok kültürlülükle oluşan hoşgörülü yönetim anlayışını
pratikte de gösterdi. Nitekim onun şehzadelik
döneminde paşa sancağı Amasya vilayetinin huzur ve sükun içinde yaşadığı, olgun adaleti ile de
her türlü yaramazlık ve zulmün kalmadığı ifade
edilir. Amasya’da bulunduğu esnada Timur tehlikesinin baş göstermesi üzerine Babası Yıldırm
Bayezid’in Timur ile giriştiği savaşta ordunun
merkezinde artçı kuvvetlerin başına getirilmiştir.
Hatta ünlü Osmanlı tarihçisi Hoca Saadeddin, Ali
Paşa ve Malkaçoğlu ile Evrenos gibi Rumeli’nin
namdar beylerinin bunun emrine verildiğini
kayd eder. Bayezid ve oğulları çetin mücadele etmelerine rağmen istihbarat, strateji ve savaş araç
ve gereçlerindeki gelişmişlik ile orduların yapılanmasına bağlı olarak Bayezid’in ordusu savaşı kaybetti. Bu durumu gören Şehzade Mehmed
birliklerini alarak Amasya’ya çekildi. Kardeşleri,
Mustafa 804 (1402) yılında Timur tarafından
yakalanıp Semerkant’a götürüldü; Çelebi Musa
babasıyla birlikte Timur’un Akşehir’e gelinceye
kadarki Anadolu seferinde onunla beraber oldu;
diğer kardeşi Kasım Bursa’daki sarayda bulunuyordu. Süleyman ve İsa ise “Dârüssaltana” olarak kabul edilen Bursa’yı ve Rumeli’nin merkezi
Edirne’yi ele geçirmek için birbirleriyle mücadeleye giriştiler.
99
A
A
100
n
s
i
h
k
Timur’un İzmir kuşatması esnasında Süleyman’a
Boğaz’ın öte yakasındaki topraklar üzerinde hâkimiyetini belirleyen bir yarlık verildi.
Kütahya’ya görüşmek üzere çağrılan Mehmed ise
bu emre itaat etmeyerek Tokat ve Amasya bölgesindeki Türkmen beyleri ve diğer sosyal sınıflarla
uzlaşma sağladı. Bu mahalli hanedanların kontrolündeki Türkmen, Tatar kuvvetleri ile diğer sosyal sınıf ki ahiliğin seyfiye unsurlarını oluşturan
timar erbabı Mehmed’in ordusunda önemli güç
oluşturuyorlardı. 816’da (1413)Musa’ya karşı
olan savaşta yanında Tatar ve Türkmen güçleri
ile seyfî Ahi unsurları vardı. Diğer yandan Ankara
Savaşı’ndan sonra Timur’un hükümranlığını kabul eden Kara Devletşah, Kubadoğlu, Mezid Bey
ve Taşan ailesi gibi yerel hanedanlar I. Mehmed’in
de Timur’un hükümdarlığını kabul etmesi ile Osmanlı sistemi içine dahil oldular. Bütün bu askerî
ve siyasî gelişmeler, Çelebi Mehmed’in Tokat ve
Amasya bölgesindeki hükümranlığını meşrulaştırdı. İşte bu sosyal sınıf ve güç mensupları ile I.
Mehmed’in ilişkilerini düzenleyen lalası Ahi Bayezid Paşa’dır. Nitekim Timur’un yanına temsilci
olarak giden kişide lalasıdır.
Türk devlet anlayışına göre hükümdarın çocuklarından her birinin tahta geçme hakkı vardı.
Tahta çıkmak için mücadele eden şehzadelere
halkın çoğunluğu, Allah’ın yardımının işareti olarak yorumladıkları savaşı kazanması zorunda
olduklarına inanırdı. Her ne kadar ilk başlarda
Mehmed kendinden büyük kardeşi Süleyman’ın
otoriteyi temsil ettiğini kabul etse de yaşta büyüklük prensibi bağlayıcı değildi. İşte bu cari temayül çerçevesinde kısa süre sonra ölen Kasım
hariç Bayezid’in diğer dört oğlu 1402-1413 yılları
arasında sürecek olan taht mücadelesine girişti.
Bu iktidar mücadelesinde İsa Çelebi, Batı Anadolu beyleri ve Kastamonulu İsfendiyar’ın ittifakını
elde etmesine rağmen Mehmed’e yenilerek Eskişehire kaçtı ise de orada yakalanarak öldürüldü.
Böylece Mehmed Bursa’ya rahat bir şekilde girdi
(806 / 1403-1404). Ancak aynı yıl içinde Mehmed,
Süleyman Çelebi ile yaptığı mücadele sonrasında
Bursa ve Ankara’yı kaybetti, Tokat-Amasya üssüne çekilmek zorunda kaldı. Diğer yandan Şehzade
Mehmed Babası Yıldırım Bayezid’in ölmesi üzerine Akşehir’de Timur’un hilatlendirerek serbest
bıraktığı Musa’yı Rumeli’ye gitmeye teşvik etti.
Musa, Eflak Voyvodası Mircea’nın davetini kabul
ederek 809 (1406) yılında Eflak’a deniz yoluyla
ulaştı. Musa’nın Doğu Balkanlardaki askerî ve
siyasî başarıları Süleyman’ı Rumeli için Bursa’yı
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
terk etmeye mecbur etti. Yanbolu savaşındaki ilk zaferinin ardından Musa iki defa yenildi.
Sonunda yeni bir saldırı ile Edirne’yi ele geçirdi
ve Süleyman’ı öldürdü. Süleyman’ın Anadolu’da
hâkimiyetini kaybetmesinden sonra Mehmed
Bursa’yı yeniden ele geçirdi. Ancak Mehmed ile
olan anlaşmasına uymayan Musa bağımsız tarzda hareket etmeye başladı ve uç beylerinin çatışmacı politikalarını benimseyerek vasal devletlerden Sırbistan ve Bizans’ı kendine düşman yaptı.
Onlar da Mehmed’in tarafına geçti. Mehmed kardeşi Musa’ya karşı 814’te (1411) iki başarısız
teşebbüste bulunduktan sonra uç beyleri ve vasal devletlerin yardımıyla 5 Rebiülahir 816’da (5
Temmuz 1413) rakibini yendi ve saf dışı bıraktı.
Bu zaferden sonra Edirne’ye gelerek devlet ricalinin biatıyla tahta çıktı. Çelebi Mehmed burada
bulunduğu sırada ilk önce Bizans’ta rehin olarak bulunan Çelebi Süleyman’ın oğlu Orhan’dan
gelebilecek tehlikeyi bertaraf etti. Diğer yandan
Musa’nın beylerbeyi Mihailoğlunu tevkif edip; ayrıca kardeşinin kazaskeri Şeyh Bedreddin’i fazl
u keremine hürmeten maaş bağlayarak İznik’te
ikamete memur eyledi. Diğer taraftan Çelebi
Mehmed; Bizans, Sırbistan, Venedik ve Raguza
ile Eflak Prensliği elçilerini kabul edip, onlarla
barış anlaşması imzaladı.
Ankara savaşından sonra yeniden eski beyliklerini ele geçiren Batı Anadolu beyleri ile Karamanoğulları, Osmanlı şehzadelerinin başşehir kabul edilen Bursa’yı elde etme mücadelesine fiilen
katıldılar. Anadolu’daki bu siyasî yapılar, Ankara
Savaşı’ndan sonra oluşan siyasî statünün devam ettirilmesine yönelik olarak her bir Osmanlı şehzadesinin otonomi veya bağımsızlıklarına
saygılı davranmasına bağlı olarak destek veya
tarafsızlık politikaları izlediler. Timur’un ayrılışı,
Karamanoğuları koalisyonun Osmanlı güç ve üstünlüğünün henüz sarsılmaz bir gerçek olduğunu anlamalarını sağladı. Hatta bazıları varlığını
devam ettirme pahasına Bursa’yı hangi şehzade
ele geçirdiyse onun hükümranlığını kabul etti.
Diğer taraftan Bizans ve Balkanlar’daki Osmanlıya haraç ödeyen vasal devletler fetret döneminde
bağımsız hale geldiler ve bazı topraklarını geri aldılar. Hatta bu kaotik ortamda onlar bir Osmanlı
şehzadesini diğerine karşı destekliyor ve sığınma
hakkı veriyor, kendi üzerlerinde hükümranlık
iddia edecek kadar güçlü hale gelen birine karşı
diğerini kullanıyorlardı. Bu bağlamda olsa gerek
Eflak Voyvodası Mircea ve Bizans İmparatoru II.
Manuel’in politik manevraları Osmanlı şehzade-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
leri arasındaki mücadeleyi ciddi şekilde etkilemiştir.
Edirne’de ülkenin tek hükümdarı olarak tahta
çıktıktan sonra merkezi otoriteyi güçlendirme
ve dışarıdan gelebilecek saldırıyı durdurmaya
dönük mezkur politikalardan sonra yeni Sultan
emin bir şekilde Anadolu’daki hâkimiyeti yeniden tesis etme mücadelesine girdi. Bu bağlamda
Musa’yı bırakarak İzmir’e dönen ve orada beyliğini yeniden canlandıran Aydın beyi Cüneyd’i
817’de (1414) yenip bütün Batı Anadolu’yu
ele geçirdi. Bu mücadelede Germiyanoğulları,
Menteşeoğulları, Sakız adasındaki Cenevizliler, Midilli adası hâkimi, Foça, Rodos şövalyeleri Cüneyd’in haşin ve sert davranışını hesaba
katarak Mehmed’in tarafını tuttular. Mücadele
sırasında Mehmed şövalyelerin İzmir’de tekrar
inşa ettiği kaleyi yıktı. Menteşeoğulları da onun
hükümdarlığını kabul etti. Sultan Cüneyd Bey’i
annesinin ricası üzerine bağışlayarak Niğbolu’da
ikame eyledi.
816’da (1413) Mehmed Rumeli’de Musa’ya karşı
ilerlerken Karaman beyi Mehmed Bursa’yı kuşattı ve kale etrafındaki mahalleleri yakıp yıktı. Otuz
dört gün süren bu Bursa kuşatması esnasında
Ahi Hacı İvaz Paşa kendisi yaralandığı halde hiç
belli etmeyerek padişahın Rumeli’de galebesine
dair havadis yayarak sürdürebilir mücadeleyi
sağladı. Nihayet Mehmed’in kardeşi Musa’ya karşı zafer haberi geldiğinde Karamanlılar Bursa
kuşatmasını kaldırarak geri çekildiler. Mehmed
hemen Candaroğlu İsfendiyar Bey’e karşı bir sefere hazırlanırken o, Karamanlılar’a karşı planlanan sefere yardımcı kuvvet göndereceğine söz
vererek bağlılık bildirdi. Karamanlılar tarafından
işgal edilen Germiyan beyi ise Osmanlıların tabii
müttefiki olarak sultanın emr-i fermanı gereğince
sefer için gerekli levazımı tedariki gerçekleştirdi.
Ayrıca Sultan seferden önce Karamanlıların hamisi kabul edilen Memlük sultanına pahalı hediyelerle bir elçi göndererek Karaman yönetimine
gelebilecek desteğin önüne geçti. Mehmed I bu
seferde Karamanlılar’ı yenerek Konya’yı kuşatma
altına aldı. Bunun üzerine Karamanoğlu barış
isteyerek Hamidili, Saidili toprakları Osmanlı ülkesine katıldı. Ancak Osmanlı kaynakları Çelebi
Mehmed’in bu seferden sonra Canik taraflarına
gittiğini, bu esnada ise Karamanoğlunun tekrar
Osmanlı topraklarına saldırmasına bağlı olarak
Sultanın Konya üzerine yürüdüğünü kaydederler. Hatta Konya ovasındaki bozgundan sonra
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Karamaoğlu’nun Taşeline kaçtığını ve oğlunun
ise Konya kalesine kapadığını belirtirler. Sultanın Konya kuşatması esasında hastalanması üzerine Bayezid Paşa Karamanoğlu ile iletişimi kurarak affını sağlamıştır. Padişahın rahatsızlığı ise
Germiyan beyliği topraklarından getirilen hekimlerin sunmuş oldukları reçete ile giderilmiştir.
Anadolu ve Rumeli’de Osmanlı idaresinin kurulup toprakların bir hükümdarın emri altında yeniden birleşmesi üzerine Bizans İmparatoru ile
Papa ve Venedik birlikte Osmanlılara karşı Haçlı
seferi bağlamında diplomatik faaliyete başladılar.
I. Mehmed’in 817 (1414) yılında Cüneyd’e karşı
mücadelesi sırasında Ege’de Nakşa adasının Venedikli Dük De Naksos, bağlılıklarını yenileyen
Ege’deki diğer Latin emirlere katılmadı. Bunun
üzerine I. Mehmed, 818’de (1415) Batı Anadolu’daki deniz gazileri ve Çalı Bey kumandasında
otuz kadırgadan oluşan Gelibolu donanmasını
Venediklilerin Ege’de sahip oldukları yerler üzerine akına gönderdi. Bu gelişme üzerine Pietro
Loredano kumandasındaki Venedik donanması
sürpriz bir atak yaparak Gelibolu’daki Osmanlı
donanmasını tahrip etti. Daha sonra Marmara
içlerinde karşılıklı donanmalar arasında çatışma
vuku buldu ise de Loredano’nun kumanda gemisinde bulunan Venedik sefirleri İstanbul üzerinden Edirne’de padişahla görüşerek iki devlet
arasında sulhu sağladılar.
Çelebi Mehmed’in kardeşi Mustafa, Timurlu
Şahruh tarafından serbest bırakıldıktan sonra
Trabzon’a ulaştı. Bu esnada şehzadenin yolladığı adamlar ise Venedikliler ve Bizans İmparatoruyla müzakereye başladı. Diğer taraftan önce
Konya’ya, sonra Kastamonu’ya gelen Mustafa,
oradan denizyoluyla Rumeli yakasına, Eflak’a
geçti. Bu arada Niğbolu’da zorunlu ikamete tabi
olan Aydın Beyi Cüneyd Bey ona katıldı. Çelebi
Mehmed’in büyük kardeşi Mustafa’nın sahneye
çıkması Anadolu ve Rumeli’de Çelebi Mehmed’e
diş bileyen azılı düşmanların harekete geçmesini sağladı. Bu durum dinî-içtimaî ayaklanmaları
beraberinde getirerek bir iç savaşı tekrar başlattı. Askerî olarak Mircea tarafından desteklenmesine rağmen Mustafa ve Cüneyd uç kuvvetlerini
kendilerine çekmekte başarısız oldukları için
İstanbul’a dönmeye mecbur kaldılar. İmparator
bu defa onları Selanik’e gönderdi. Bizans’ın iki
yüzlü politikası, I. Mehmed’in Bizans’a karşı savaş ilan etmesine neden oldu. Bu kararlı tutum
karşısında Mustafa ve Cüneyd aradıklarını bula-
101
A
A
102
n
s
i
h
k
mayarak yine Selânik’e ilticaya zorlandı. Sonunda
imparator onları Sultan I. Mehmed hayatta olduğu müddetçe hapiste tutma hususunda anlaştı
ve bunun karşılığında padişahdan yıllık 300.000
akçe tazminat almayı kabul etti.
Rumeli’de Mustafa’ya karşı savaşırken I. Mehmed
aynı zamanda Batı Anadolu ve Rumeli’de Şeyh
Bedreddin tarafından düzenlenen ayaklanmayla uğraşmak zorunda kaldı. Şeyhi koruyan ve
bilfiil destekleyen Eflak beyi Mircea, Rumeli’de
Deliorman bölgesini işgal etti. I. Mehmed Şeyh
Bedreddin’i Zağra’da yakalatarak Serez’de idam
ettirdi. Onun Rumeli’deki bu meşguliyeti sırasında Anadolu beyleri yine hareketlenmeye başladılar. Bunun üzerine I. Mehmed önce şeyhin Eflak’e
geçmesine yardım eden İsfendiyar Bey’e karşı yürüdü İsfendiyar’ın I. Mehmed’in hükümranlığını
kabul etmesi üzerine barış sağlandı.
Fetret döneminde Balkanlar’daki Osmanlı
hâkimiyetine karşı en önemli rakip olarak belirginleştiği için Eflak Voyvodası Mircea, Macaristan Kralı Sigismund tarafından desteklendi. I.
Mehmed’in 822’de (1419) Mircea’ya karşı seferi
Sigismund’un Balkanları işgal etme planıyla alakalıdır. Diğer taraftan I. Mehmed’in Anadolu’daki
vasattan Karamanlı ve Candaroğulları beyleri bu
büyük sefere oğullarının kumandasında destek
kuvvetler gönderdiler. I. Mehmed, bu seferde,
Yeni Yergöğü Kalesini Tuna’nın sağ kıyısında inşa
ettirip, ardından Macaristan vilâyetinde Severin
Kalesi’ni aldı. Bu sefer sonunda Eflak Voyvodası
Mircea teslim oldu ve üç oğlunu sultana rehin olarak gönderip haraç ödemeyi kabul etti.
Hayatının son yıllarında I. Mehmed’in en büyük
amacı, büyük oğlu Murad’ın herhangi bir krize
sebebiyet vermeksizin tahta çıkmasını temin etmek olmuştur. Süleyman’ın oğlu Orhan kör edilip
zindanda tutulmasına rağmen Mehmed’in kardeşi
Mustafa ciddi bir rakipti ve bazı Osmanlı liderleri tarafından sultan olarak tanındığı için Bizans imparatoru onu uygun bir zamanda serbest
bırakabilirdi. Şehzade Murad’ı destekleyenler,
Mustafa’nın öldüğü ve taht iddiasında bulunanın
Düzmece Mustafa olduğu dedikodusunu yaydılar. Buna göre Murad Edirne’de kendisinin halefi
olacak; oğlu Mustafa Anadolu’da kalacak; iki küçük oğlu Yusuf ve Mahmud Bizans imparatoru II.
Manuel’in yanında rehine olarak İstanbul’a gönderilecek ve buna karşılık imparator da Mustafa’yı
serbest bırakmayacaktı. İmparator bu iki Osmanlı şehzadesinin muhafazası için yıllık bir para
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
alacaktı. Çelebi Mehmed 23 Cemâziyelahir 824
(25 Haziran 1421) tarihinde Edirne’de vefat ettiğinde Murad Bursa’da tahta çıktı ve kardeşlerini
imparatora göndermeyi reddetti.
Çelebi Mehmed, bedenî sporlardaki mahareti ve
bedenin zindeliği bağlı olarak diğer lakaplarından başka “Güreşçi Çelebi” unvanını almıştır. I.
Mehmed tavırlarına hareketlerindeki sürate vakarına ait kişisel özelliklerinden başka, Osmanlı
müverrihleri gibi Bizans tarihçileri de onun adaleti, şefkati, civanmerdliği, dostluğu ve sebatını
hayırhahla bahsederler. Yalnız Müslüman tebaanın değil gayr-i müslim halkında gönüllerini feth
etmiştir.
I. Mehmed’in saltanatı boyunca en temel meselesi, Osmanlı Devleti’nin fetret devri sonrası kaybolan otoritesini Anadolu ve Balkanlar’da yeniden
tesis etmek olmuştur. İlk önce Ankara Savaşı’nın
ardından askerî çöküntüye rağmen Osmanlılar
her iki bölgede de büyük askerî güç olmaya devam ettiler. İkinci olarak Osmanlı hanedanı, feodal beyler ve bölgedeki diğer hanedanlar üzerinde tek meşruiyet kaynağı olan emperyal geleneği
tesis edebildi. Öyle ki Sırp prensleri arasındaki
iç çekişmeye müdahil olduğu gibi sipahiler, yaya,
müsellem, kapıkulları ve köylülerin statülerinin
ve toprak hukukunun Osmanlı merkezî hükümetinin varlığı ile doğrudan orantılı olduğunun
algısının oluşmasıydı. Bundan dolayı Osmanlı
tahrir ve timar sistemi bu dönemde geliştirilmiş
ve yaygın olarak uygulanmıştır.
I. Mehmed’in Murad, Mustafa, Kasım, Ahmed
ve Yûsuf ile Mahmud adında oğulları ve ayrıca
yedi kızının olduğu bilinmektedir. Hayır hasenat
sahibi olan Çelebi Mehmed Bursa’da cami (822
/ 1419), medrese, imaret ve türbe (824 / 1421)
yaptırmış, bunlara vakıflar tahsis etmiştir. Ayrıca
Edirne’de Eskicami onun zamanında tamamlanmış (816 / 1413) ve buraya vakıf olmak üzere bir
bedesten inşa ettirmiştir.
KAYNAKÇA:
Nizâmeddîn-i Şâmî, Zafernâme, Ankara 1987, s. 301-324;
Esterâbâdî, Bezm ü Rezm, Ankara 1990, s.56, 70-112; Enverî,
Düstûrname, I, İstanbul 1976, 87-91; Âşıkpaşazâde, Tevarih-i Al-i
Osman, (haz. Y. Saraç-K. Yavuz),İstanbul 2007, 106-124-138,;
Dukas, Bizans Tarihi, İstanbul 1956, s. 8-9, 26-43; Oruç b. Âdil,
Oruçbey Tarihi, (haz. N. Ötürk), İstanbul 2007, s.20,24-26; Neşrî,
Kitab-ı Cihannümâ, (haz.K. Köymen-R. Unat), Ankara 1987,
I, s.351-53, 369-419; İbn Kemâl, Tevârîh-i ÂI-i Osman, (Haz.
Koji İmazawa),Ankara 2000, s.5--191; İdrisi,Heşt Bihişt, (haz.
M. Kartaş-S.Kaya, Y. Baş), Ankara 2008, I, s.292-370, II, s. 25150;Hoca Sadeddin,Tacü’t-Tevarih,(haz. İ. Parmaksızoğlu), İstanbul 1996, c.I. s. 262, 268, 299, 302, 307-323, 332-336;Solakzade,
Tarih, (haz. V. Çubuk), İstanbul 1996,.c. I. s.99,112-189; P. Wittek,
Menteşe Beyliği, Ankara 1944, s. 7;J. Von Hammer Purgstal, Bü-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
yük Osmanlı Tarihi, İstanbul 2010, c.I,s.198--240; Hüsameddin,
Amasya Târihi, İstanbul 1967,III, 157-198; İstanbul’un Fethinden Önce Yazılmış Tarihî Takvimler{nşr. Osman Turan), Ankara
1954, s. 20, 56; Abdülbaki Gölpınarlı, Şeyh Bedreddin, İstanbul
1966,s.20-67; Cüneyt Ölçer. Yıldırım Baye-zid’in Oğullarına Ait
Akçe ve Mangırlar, İstanbul 1968,s.23-56; Nuri Pere, Osmanlılarda Mâdeni Paralar, İstanbul 1968, s. 59-71; J. E. Woods, The
Aqquyunlu, Minneapolis - Chicago 1976, s. 56-60; J. W. Barker.,
Manuet II Palaeologus (1391-1425): A Study in Lale Byzantine
Statesmanship, New Brunswick 1969, s. 200-385; E. Zachariadou,
Tradeand Crusade, Venice 1983; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Çelebi Sultan Mehmed Tarafından Verilmiş BirTemliknâme ve Sasa
Bey Ailesi”, Belleten, III/l 1-12(1939), s. 389-399; aynı yazar,
“Çelebi Sultan Mehmed’in Kızı Selçuk Hatun Kim ile Evlendi”,
a.e., XXI 11957). s. 253-260; a.mlf.. “Mehmed I”, İA, VIII, 496506; Halil İnalcık, “Mehmed I”, DİA, XXVII, .s.394; H. Mustafa
Eravcı-Hamza Üzümcü, “Osmanlı-Eretna Devlet İlişkileri, SDÜ
Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Kemal Göde
Özel Sayısı, Isparta 2013,s. 201-215; H. Mustafa Eravcı, “Karamanoğulları”, Konya Ansiklopedisi, Konya 2013,c. 3,s.230-231;
agmlf, “ Ankara Savaşında Karamanoğullarının Rolü”, Uluslararası Ankara Savaşı Sempozyumu 13 Aralık 2012,Ankara 2013,
s.120-145; Sultan Yıldırım Bayezid Han ve Dönemi, (ed. Sadettin
Eğri), Bursa 2013, s. 23-56 .
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
dır. Hamamın kuzey tarafında Çukur Çeşme de
denilen sivri kemerli ve moloz taş örgülü sade
basit çeşmenin üzerindeki tek satırlık kitâbeden
813 (1410) yılında yapıldığı anlaşılmaktadır.
KAYNAKÇA:
Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimarisinde Çelebi ve I. Sultan
Murad Devri 806-855(1403-4151), II, İstanbul 1972, s. 192
Medresesi: Merzifon’da şehir merkezinde yer
alan eser, erken Osmanlı dönemi medrese özelliğinin yanı sıra Zengi ve Memlük mimarsinden de
H. Mustafa ERAVCI
Eserleri: Çelebi Sultan Mehmet Camii: Batı
Trakya Bölgesindeki Dimetoka kasabasındadır. Edirne’ye 30 -35 kilometre kadar uzakta
bulunan kasabanın en önemli eserler arasında
yer alan cami, dıştan 32.42x 29.94 metre ölçüleri ve muntazam kesme taş kaplama duvarıyla
anıtsal bir örnek teşkil etmektedir. Üzerindeki
kitâbelerden sanatında mahir bir üstad olan İvaz
bin Bayezid’in 824 (1421) yılında camii tamamladığı anlaşılmaktadır. Evliya Çelebi 1078’de
(1668)Dimetoka’ya uğradığında dört kâgir ayağın
taşıdığı kurşun kaplı ahşap çatının içine gizlenmiş kubbesiyle, yüksek ve süslü bir minaresinin
olduğundan bahseder.
KAYNAKÇA:
Ekrem Hakkı Ayverdi, “Dimetoka’da Çelebi Sultan Mehmed
Camii”, VD, III, Ankara 1957, s.13-16,; res.1-12; Ekrem Hakkı
Ayverdi, Osmanlı Mimarisinde Çelebi ve II. Murad Devri 806855(1403-1451), İstanbul 1972, s.136-150; Aptullah Kuran, The
Mosque in Early Ottoman Archictecture, Chicago 1968; Semavi
Eyice, “Çelebi Sultan Mehmed Camii”, DİA, Ankara 2003, s.262263.
Hamamı ve Çeşmesi: Merzifon’da şehrin
merkezinde yer alan hamam bilhassa klasik Osmanlı döneminde öne çıkan dört eyvanlı ve köşe
halvetli hamamlar grubundan olup, soyunmalık,
ılıklık, sıcaklık ve külhan bölümlerinden müteşekkildir. Türk hamam mimarisinde en çok tercih edilen bir plan şemasına sahip olan hamamın girişi üzerindeki iki satırlık Arapça sülüs
kitâbede 818 (1413) yılında inşa edildiği yazılı-
etkiler taşımaktadır. Yöre halkı tarafından Merzifon Sultaniyesi olarak da anılır. Giriş kemerinin üstündeki Arapça hatlı sülüs kitâbede inşaata Çelebi Sultan Mehmed’in emriynle başlandığı
ve 820’de (1417) Umur Bey bin Ali tarafından
tamamlandığı, mimarının da Ebu Bekir bin Muhammed Hamza el Müşeymeş olduğu yazılıdır.
KAYNAKÇA:
Albert Gabriel, Mouments Turcs d’ Anatolie, II, Paris 1934, s.2531; Godfrey Goodwin, History of Ottoman Architecture, London
1971, s. 70, 78, 145; Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimarisinde
Çelebi ve II. Murad Devri 806-855(1403-1451), İstanbul 1972,
s.185-190; Komisyon, Türkiye’de Vakıf Abideler ve Eski Eserler I,
Ankara 1972, s. 310-312; Oktay Aslanapa, Osmanlı Devri Mimarisi, İstanbul 1986, s.35-36; Mahmud Akok,“Merzifon’da Çelebi
Mehmed Medresesi”, Mimarlık, IX/1-2, Ankara 1952, s.29-37; M.
Baha Tanman, “Mehmed I Medresesi”, DİA, Ankara 2003, s.394395.
Eski Cami: Edirne şehir merkezinde Sabuni
mahallesinde yer alan eser, kentin Osmanlıların
eline geçmesinden sonra yapılan ilk sultan camii
olma özelliği taşımakta ve sur duvarlarının dışında kalmaktadır. Osmanlıların ilk döneminde öne
çıkan “eş değerde çok kubbeli ” camilerin Bursa
Ulu Camii’nden sonraki en önemli ve anıtsal örneğini teşkil eden yapının kitâbesinde Çelebi Sultan Mehmed’in 816 (1413) yılında caminin yapılmasını emrettiği yazılıdır. Cami 1748’de büyük
bir yangın geçirmiş, hemen akabinde 1752’de
103
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
rakaya, “Çelebi Sultan Mehmed Cami”, DİA, İstanbul 1993, s.263-264;
Tayyar Akkaya - Mehmet Aydın, Ertuğrul Gazi’den Bugüne Söğüt,
İstanbul 1983, s. 62; Komisyon, Türkiye’de Vakıf Abideler ve Eski
Eserleri II, Ankara 1977, s. 89-90.
Yeşil Cami: Bursa kent merkezindeki eser,
adıyla anılan semtte yer almaktadır. Çelebi Sultan
Mehmed’in inşasına başlattığı külliyenin merkezini
teşkil eden yapının kitâbesinde 822 (1419) yılında
inşa edildiği yazılıdır. İnşa kitâbesinin yan kanatlarındaki birer satırlık yine Arapça kitâbede caminin
işini tanzim eden, resmini çizen ve usulleri koyanın
Ahi Bayezidoğlu Hacı İvaz Paşa olduğu anlaşılıyor.
yine büyük bir depreme maruz kalarak tahrip
olmuştur. Yakın zamana kadar yangının siyahlıklarını görmek mümkündü. Kullanılamayacak
hale gelen eserin Osmanlı döneminde iki büyük
onarım gördüğünü belirten kitâbeleri son cemaat
yerindedir. Bunlardan ilkinin 1166 (1752) yılında Sultan I. Mahmud; ikicisinin ise 1282 (1865)
yılında Sultan Abdülaziz tarafından gerçekleştirilmişti. Son yıllarda Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yeniden tanzim edilen cami ibadete açık
bulunmaktadır.
KAYNAKÇA:
KAYNAKÇA:
Oktay Aslanapa, Edirne’de Osmanlı Devri Abideleri, İstanbul
1949; Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimarisinde Çelebi ve II.
Sultan Murad Devri 806-855 (1403-1451), II, İstanbul 1972, s.
150-161; Celal Esat Arseven, Türk Sanat Tarihi I, İstanbul (tarihsiz), s. 272 -275; Beyhan Karamağaralı, “Edirne’de Eski Cami’nin
Kitabeleri ve Mimarimizdeki Yeri”, VD, IX, Ankara 1971, s.331336; Yıldız Demiriz, “Edirne Camilerinde Kalem İşleri”, Edirne;
Serhattaki Payitaht, İstanbul 1998, s. 371-380; Rifat Osman, Edirne
Evkaf-ı İslammiyye Tarihi Camiler ve Mescidler, (yay. Ülkü Ayhan
Özsoy), Ankara 1999; Ali Fuat Baysal, Yazı ve Tezyinatıyla Edirne
Eski Cami, İstanbul 2014.
Camii (Söğüt): Bilecik ili Söğüt ilçesinde yer
alan cami, halk arasında daha çok Ulu Camii veya
Çarşı Camii adıyla anılır. İzine rastlanmasa da
şimdiki eserin eskiden varlığı bilinen Orhan Gazi
Camii’nin yerine Çelebi Sultan Mehmed’in emriyle inşa edildiği ve onun vakfiyesine bağlandığı
kabul edilmektedir. Bugünkü yapı II. Abdülhamid
döneminde (1876-1909) eski caminin yerine inşa
edilmiştir. Eski camiden günümüze kalan yegâne
orijinal mimari elemanları minare kaidesi olup,
mevcut ipuçları günümüzdeki yapının daha da
büyütülerek inşa edildiğini ortaya koymaktadır.
104
Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimarisinde Çelebi ve II. Sultan Murad Devri 806-855 (1403-1451) II, İstanbul 1972, s.46-94; Celal Esat
Arseven, Türk Sanatı Tarihi, C.I, İstanbul (Tarihisz), s.255-266; Oktay
Aslanapa, Osmanlı Devri Mimarisi, İstanbul 1986, s.37-42; Sedat Çetintaş, Yeşil Cami ve Benzerler Cami Değildir, İstanbul 1956; Albert
Gabriel, Monumenst Tures d’ Anatolia, Paris 1954; Abret Gabriel, Une
Capitale Tugue-Brousse, Paris 1958; Abdullah Kuran, The Mosque
in Early Ottoman Architecture, Chicago 1968; Kazım Baykal, Bursa
Anıtları, İstanbul 1950; Komisyon, Türkiye’de Vakıf Abideleri ve Eski
Eserler III, Ankara 1983, s.216-227; Şerare Yetkin, Anadolu’da Türk
Çini Sanatının Gelişmesi, İstanbul 1986, s.201-210; Suut Kemal Yetkin, Türk Mimarisi, Ankara 1970, s.175-178.
Yeşil Medrese: Bursa’da kendi adıyla bilinen
semtte ve Yeşil Cami’nin hemen kuzey tarafında
yer almaktadır. Sultaniye Medresesi olarak da bilinen yapının kitâbesi olmasa da vakfiyesinden 1419
yılında Çelebi Sultan Mehmed tarafından inşa ettirildiği anlaşılmaktadır. Osmanlı döneminde Molla Hüsrev, Molla Yegânzâdeler, Yusuf Bâli Fenârî,
Alâeddin Ali gibi tanınmış bilginlerin ders verdiği
medrese, Cumhuriyetin ilanından sonra 1923 yılından beri Türk İslam Eserleri Müzesi olarak faaliyet
göstermektedir. Deprem, yangın vb. gibi nedenlerle
zaman içinde büyük tahribatlara maruz kaldığı için
1583,1617,1670,1683,1742,1767,1775,1825,197475 yıllarında onarım geçirmiştir.
KAYNAKÇA:
Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimarisinde Çelebi ve II. Murad
Devri 806-855(1403-1451) II, İstanbul 1972, s. 195-196; Enes Ka-
Yeşil Türbe: Külliyenin önemli bir ünitesini teşkil
eden ve adıyla anılan semtte yer alan eser cam i ile
A
A
n
s
i
h
k
medresenin batısında ve biraz uzağında kalmaktadır.
Yüksek bir platform üstüne kurulan ve muhteşem
çini süslemeleriyle Osmanlı döneminin de en zengin
türbesini teşkil eden eser sekizgen planlı olup, altta
tonozla örtülü cenazelik bölümü, zeminde sandukaların yer aldığı gövde ve örtü sisteminden meydana
gelmektedir. İki kademeli olarak düzenlenen sekizgen gövdenin alt kısmı turkuaz renkli düz plaka çinilerle kaplanmış, sivri kemerli küçük pencerelerle aydınlatılan kubbenin oturduğu üst kısmı ise düz sade
bırakılmıştır. Burası aynı zamanda kubbenin kasnağını oluşturmakta ve gövdeden profilli bir taş silme
ile ayrılmaktadır. Tek renk sırlı çinilerle kaplanmış
olan bu bölümün kenarları, köşeleri kaplayan beyaz
renkli düz sade mermer silmelerle birbirinden ayrılmış ve her yüzüne altlı üstlü birer pencere açılmıştır.
Türbenin kuzeyinde bulunan taç kapısı cepheden
öne doğru taşıntı yapmaktadır. Kademeli bir merdivenle çıkılan renkli mermer geçmeli basık kemerli
kapı açıklığı, öne doğru taşıntı yapan kemerli dikdörtgen bir niş içine alınmıştır. Duvardan eyvan gibi
içeri girinti yapan bu açıklığın yanlarına sağlı sollu
birer mihrabiye oyulmuş, üstü de kubbe görünümlü
kavsarayla kapatılmıştır. İstiridye kabuğu formunda
dilimlenmiş kavsarası, kapı üzerindeki mukarnasları, ayakkabılıkları, bazıları düz, bazıları rûmi ve palmetlerle dolgulanmış bitkisel bezemeli bordürleri ve
kabartma yazılarıyla emsali görülmeyen muhteşem
bir çini süslemeye sahiptir. Sarı, turkuaz ve lacivert
renklerin ağırlıkta olduğu renkli sır tekniğindeki bu
çiniler Mecnun Mehmed isimli bir sanatkarın elinde
şekillenmiştir. Kapının üstündeki tek satırlık Arapça
sülüs kitabede Türkçe: “Burası merhum, said, şehid
Sultan oğlu Sultan Mehmed bin Bâyezid’in türbesidir. 824 senesi Cemaziyelulâsında vefat etmiştir”
anlamına gelen bir ibare yer almakta, bu ibareden
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Çelebi Sultan Mehmed’in 824/1421 yılında vefat ettiği anlaşılmaktadır. Türbenin mimarı külliyenin de
sorumluluğunu yüklenen Hacı İvaz Paşa’dır. Kapı
kanatları ceviz ağacından çok zengin oyma tekniğiyle süslenmiştir. Üç tablalı olan kanatlar kapının
kemerli kavsine göre düzenlenip yüzeyleri yatay kuşaklarla bölünmüş, etrafları da tezyini bordürlerle
kuşatılmıştır. Geometrik desenlerin yanı sıra, rumi,
palmet ve rozet motiflerinin işlendiği açıklı koyulu
ahşap geçmelerden meydana gelen kanatlar, ayrıca
dinî yazılarla da bezenerek üzerine Tebrizli Ahmed
oğlu Hacı Ali tarafından yapıldığına dair bir kitabe
konmuştur.
İç mekândan kubbeye geçiş badem şeklinde prizmatik üçgenlerle geçilen bir kasnakla sağlanmıştır.
Duvar yüzlerinin kenarları mermer bir silme ile çerçevelenmiş ve onlara bitişik mermer ayaklar üzerine
sivri kemerler yerleştirilmiştir. Her yüze açılan iki
katlı pencerelerden mermerden geniş çerçeveler içine yerleştirilen düz lentolu alt pencerelerin üstünde
sivri kemerli yazılı çini alınlıklar çok etkileyicidir.
Türbenin bütün iç duvarları çini kaplıdır. Yaklaşık
üç metre yüksekliğe kadar duvar yüzeyini kaplayan
turkuaz renkli altıgen plaka çinilerin ortasındaki çiçekler arasına beyazla ayetler yazılmış, kenarları da
bordürle çevrilmiştir. Bunların yanında pencerelerin
tavanları da rozetli çinilerle kaplanmış, ayrıca pencere aralarına dikey konumda yerleştirilen salbekli
şemselerin oluşturduğu altın yaldızlı rozetler yüzeylere hareket kazandırmıştır.
Kapıdan girilince gözler bir anda mihrap ve duvar
çinilerini dolaşarak ortadaki sandukalara takılmaktadır. Girişin karşısında yer alan zengin çinili dikdörtgen mihrap nişi üst ve yanlardan aynı zenginlikte süsleme bordürleriyle çerçevelenerek iri palmetli
bir tepelikle taçlanmıştır. Bordürlerin içi, ince kıvrık
dallara bağlanan stilize bitkiler ve yazı ile tezyin edilmiş olup, köşe sütunceleri yivli, kavsarası da altı
sıra mukarnas dolguludur. Kullanılan renkler arasında beyaz, sarı, lacivert ve turkuaz öne çıkmıştır.
Sekiz köşeli, yanları mermer, üstü çini kaplamalı
mermer bir kaide üzerine yerleştirilen ortadaki çinili sandukalardan Çelebi Sultan Mehmed’e ait olanı
diğerlerinden daha büyük ve gösterişli olup, mihraptaki gibi aynı renklerle kaplanmış, üzerine de dört
satır halinde ”Bu nurlu, kokulu, mübarek uyku yeri,
en büyük Sultan en büyük iyilikçi Hakan, dünya Sultanlarının iftiharı, kulların yardımcısı, şehirler imar
eden, zulüm ve fesadı yok eden, Gaz,i mücahit, Mu-
105
A
A
n
s
i
h
k
rad Han oğlu Allahın affettiği Bâyezıd oğlu Sultan
Mehmed’in gömüldüğü yerdir. Allah onu rızasına
gark ve cennetin bahçelerinde iskan etsin. Kendisi 824 H. Senesi Cemaziyel-ulasında (8 Mayıs
1421) vefat etmiştir” diye Türkçeye çevirebileceğimiz bir kitabe yazılmıştır. Bu sandukanın güneyinde oğulları Mustafa ile Mahmud’un, kuzeyinde
de oğlu Yusuf’un sandukası bulunmakta; arka
sırada ise kızları Selçuk Hatun, Sitti Hatun, Hafza Sultan, Ayşe Hatun ve Daya Hatun’a ait çinili
sandukalar yer almaktadır. Çinilerle kaplı olan bu
sandukaların üzerindeki kitabelerde içinde yatanların vefat tarihleri yazılıdır.
Türbe, cami ve medrese gibi Osmanlı döneminde 1623 yıllarından başlamak üzere müteaddid
defalar onarılmış, yakın zamanlardaki restorasyonda ise dökülen çinileri tamir edilerek ziyarete
açılmıştır.
KAYNAKÇA:
Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimarisinde Çelebi ve II. Murad
Devri 806-855(1403-1451), İstanbul 1972, s.94-99; Komisyon,
Türkiyede Vakıf Abideler ve Eski Eserler, III, Ankara 1983, s.318321; Sedat Çetintaş, Bursa Tarihi Yerler, Müze, Camiler ve Türbeler, İstanbul 1934; Albert Gabriel, Une Capitale Tuguie, Brousse,
Paris, 1959; Ali Saim Ülgen, Bursa Anıtları, İstanbul 1950.
Yaşar ERDEMİR
MELÂMET
106
Sözlükte “kınamak, kötülemek, ayıplamak” gibi
anlamlara gelen melâmet kelimesinin tasavvuf literatüründe bir terim, bir makam ve bir tasavvuf
anlayışının adı olarak yaygın bir kullanım alanı
bulunmaktadır. III. (IX.) yüzyılda Merv, Herat,
Belh ve Nîşâbur şehirlerini içine alan Horasan’da
ortaya çıkıp özellikle Nîşâbur’da yaygınlık kazanan ve etkisini günümüzde de sürdüren bu tasavvuf anlayışını benimseyenlere ehl-i melâmet,
melâmî, melâmetî; bu akıma da Melâmetiyye,
Melâmiyye (Melâmetîlik) denilmiştir. İlk dönem
kaynaklarında dil bilgisi kurallarına aykırı olarak
genellikle melâmetî ve melâmetiyye kelimelerinin
kullanıldığı, Osmanlı devrinde ise Bayramiyye tarikatı mensuplarından bir gruba melâmî, tarikatlarına da Melâmiyye adı verildiği görülmektedir.
Melâmet konusu bir tasavvuf terimi ve tasavvuf
akımı olarak birbiriyle bağlantılı olmakla birlikte iki ayrı düzlemde ele alınabilir. Melâmetin terim olarak kullanımı kökü olan levm kelimesinin
geçtiği iki âyete (el-Mâide 5/54; el-Kıyâme 75/2)
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
dayandırılmaktadır (aynı kökten türeyen kelimelerin yer aldığı diğer âyetler için bk. İbrâhim
14/22; el-İsrâ 17/29, 39; es-Sâffât 37/142; ezZâriyât 51/40; el-Kalem 68/30; el-Meâric 70/30).
Bu âyetlerin, ‘’Ey müminler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah yakında öyle bir
topluluk getirecektir ki O onları sever, onlar da
O’nu severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler.
Allah yolunda cihad ederler, kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu Allah’ın bir lütfudur, onu
dilediğine verir. Allah’ın lutfu geniştir. O her şeyi
en iyi bilendir’’ anlamına gelen ilkinde (el-Mâide
5/54) müminler arasından çıkacak bir grubun
özellikleri anlatılırken kullanılan, “Onlar kınayanın kınamasından korkmazlar” ifadesi melâmet
teriminin içerdiği anlamı vurguladığı şeklinde yorumlanmış, ayrıca “Allah onları, onlar da Allah’ı
severler” şeklindeki ifadeden hareketle melâmet
ve muhabbet terimleri arasında ilişki kurulmuştur. Âyette geçen cihad kelimesi, Cenâb-ı Hakk’ın
kendisini kınayan nefsi yemin ederek övdüğü
diğer âyetle (el-Kıyâme 75/2) birlikte düşünülüp
“nefisle cihad” (mücadele) manasında ele alındığında melâmet ve melâmetî terimlerinin kavramsal çerçevesi Allah tarafından sevilmek, Allah’ı
sevmek, O’nun yolunda nefisle mücahede etmek
ve bu mücahede sırasında kendisini kınayanların kınamasından korkmamak şeklinde belirlenmiş olmaktadır.
Nîşâbur bölgesinden olmakla birlikte bu akımı
benimsemeyen ve mensuplarına eleştiriler yönelten Hücvîrî tasavvuf yolunun önde gelenlerinden
bir kısmının melâmet yolunu tuttuğunu ve bu
yolda halkın kınamasına mâruz kaldığını söyler.
Hz. Peygamber’i misal göstererek kendisine vahiy
gelmeden önce herkesin onu örnek bir şahsiyet
olarak kabul ettiğini, ancak Cenâb-ı Hak tarafından dostluk tacı giydirilince halkın ona şair,
mecnun, kâhin diye dil uzatıp kınamaya başladığını belirtip, ‘’Onlar kınayanın kınamasından
korkmazlar’’ ifadesinin geçtiği âyete atıfta bulunur. Hücvîrî, Allah’ın kendisinden razı olduğu
kimselerden halkın razı olmadığını belirtir ve
bu görüşünü meleklerin Âdem’i beğenmeyip, “Yâ
rab, yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek
birini mi yaratacaksın?” dediklerini haber veren
âyetle (el-Bakara 2/30) destekler.
Melâmet anlayışının yiğitlik, başkalarını kendine
tercih etme, fedakârlık anlamındaki ahlâk ilkesi
fütüvvet kavramıyla, Horasan’ın dinî ve içtimaî
hayatının bir parçası olan meslekî-sûfî fütüvvet
A
A
n
s
i
h
k
i
l
geleneğiyle ilişkisi Melâmîlik hakkında çalışan
bir takım modern araştırmacıların üzerinde
önemle durdukları bir konu olmuştur.
Melâmetin tasavvuf makamlarından bir makam
olduğunu belirten ilk sûfî müellif Muhammed
b. Hüseyin es-Sülemî, onun muhtevasına dair
bilgi vermemiştir. Melâmet konusunu akımın
ortaya çıktığı dönem ve bölgeden soyutlayarak
bir tasavvuf makamı olarak temellendiren Muhyiddin İbnü’l-Arabî sâlikleri âbidler, sûfîler ve
melâmetîler şeklinde üç gruba ayırır. Ona göre
âbidlere zühd, takvâ ve nefsi kötü amellerden
temizleme gibi davranışlar hâkimdir. Fakat onların haller, makamlar ve sırlar hakkında hiç
bilgileri yoktur. Sûfîler, bütün fiillerin Allah’a ait
olduğunu ve kendilerinin hiçbir fiile sahip bulunmadığını müşahede ederler. Ancak onların zühd,
takvâ ve tevekkül konusunda âbidlerden bir farkı yoktur. Halka keramet göstermekten ve Allah
katındaki derecelerini belirten hallerini izhar etmekten çekinmezler.
İbnü’l-Arabî’ye göre sâliklerin en üst derecesinde
bulunan melâmetîler Allah’ın kendisine yönelttiği ehlullahtan bir gruptur. Allah bir göz ilişir de
kendisinden alıkoyar diye onları kıskançlıkla korumuştur. Onlar sadece Allah ile beraberdir, bir
an bile O’na ibadetten geri kalmazlar. Rubûbiyet
kalplerini istilâ ettiğinden dolayı riyâsete karşı
bir istek duymazlar (Fütûhât, III, 45-46). İbnü’lArabî, “ümenâ” diye adlandırdığı melâmetîlerin
bâtınlarındaki hali asla zâhirlerinde izhar etmediklerini, bu sebeple hallerine hiç kimsenin vâkıf
olamayacağını belirtir. Ona göre belli bir coğrafya ve zaman diliminde değil bütün zaman ve
mekânlarda yaşayan, kendilerine has özellikleri
olan, sayıları ortaya çıktıkları zamanın durumuna göre artıp eksilen melâmetîlerin vatanı Horasan ve Nîşâbur gibi bölge, pîrleri Melâmetîliğin
kurucuları olarak tanınan Hamdûn el-Kassâr
veya Ebû Hafs el-Haddâd değildir. Bununla birlikte İbnü’l-Arabî farklı dönem ve bölgelerde
yaşayan Ebû Saîd el-Harrâz, Bâyezid-i Bistâmî,
Şiblî, Abdülkadir-i Geylânî gibi isimlerin yanında diğer Nîşâburlu pîrleri melâmet makamına
ulaşan velîler arasında zikretmiştir. Melâmet
makamının Hz. Peygamber’in, “Sonra yakınlaştı ve sarktı, ok ile yay mesabesi (kabe kavseyn)
gibi oldu” âyetinde (en-Necm 53/8-9) ifade edilen
kurbiyet makamı olduğunu söyleyen İbnü’l-Arabî
melâmet makamını makamların en üstünü kabul
eder ve melâmetîlerin velâyetin en üst derecesinde olduklarını, bu makamın üstünde sadece nü-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
büvvet makamının bulunduğunu söyler. İbnü’lArabî bu görüşleriyle melâmet konusunu tarihî
Melâmîlik bağlamında ele alan sûfî müelliflerden
tamamen farklı bir çerçevede değerlendirmiştir.
KAYNAKÇA:
Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta’rîfât, “Melâmetiyye” md.; Muhammed
b. Hüseyin es-Sülemî, er-Risâletü’l-Melâmetiyye (yay. Ebü’l-Alâ
Afîfî, el-Melâmetiyye ve’s-sûfiyye ve ehlü’l-fütüvve içinde), Kahire
1364/1945, s. 91; Ebu Sa‘d Abdülmelik Hargûşî, Tehzîbü’l-esrâr
(haz. İrfan Gündüz, basılmamış doçentlik çalışması, 1990), İSAM
Ktp., nr. 16.971, s. 25; Ali b. Osman el-Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb,
(yay. Jukovski), Tahran 1979, s. 68-69; Ahmed el-Gazzâlî, Kitâb-ı
Sevânih (yay. H. Ritter), İstanbul 1942, s. 4, 12-20; Muhammed b.
Münevver, Esrârü’t-tevhîd (yay. Şefîî Kedkenî), I, Tahran 1366,
s. 287-288; Muhyiddin İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, I,
181, 235-236; II, 16, 20-22; III, 44-46; aynı yazar, Istılâhâtü’ssûfiyye (Dâvûd-i Kayserî, Mukaddemât içinde), Kayseri 1997, s.
75; Necmeddîn-i Dâye, Mirsâdü’l-’ibâd (yay. M. Emîn Riyâhî),
Tahran 1366, s. 81; Abdürrezzâk el-Kâşânî, Letâ’ifü’l-i’lâm
(yay. Saîd Abdülfettâh), Kahire 1996, s. 236; Ebü’l-Alâ Afîfî, elMelâmetiyye ve’s-sûfiyye ve ehlü’l-fütüvve, Kahire 1364/1945, s.
18-22; Ali Bolat, Bir Tasavvuf Okulu Olarak Melâmetîlik, İstanbul
2003, s. 162-165; Nasrullah Pürcevâdî, “Menba.î Kühen der Bâb-ı
Melâmetiyân-ı Nîşâbûr”, Maʻârif, XV/1-2, Tahran 1377/1988, s.
4-6.
Nihat AZAMAT
MELÂMÎLİK
Sûfî ve tasavvuf kelimelerinin henüz yaygın biçimde kullanılmadığı tasavvuf müessesesinin
kuruluş aşamasını oluşturan III. (IX.) yüzyılda
dini daha derin ve içten bir şekilde yaşama arzusunda olan zâhidlerin Bağdat, Şam, Mısır ve
Nîşâbur’da odaklaştıkları, dinî hayata dair iç
yaşantılarını, kendilerine has düşüncelerini yine
kendilerine has terimlerle ifade etmeye başladıkları görülmektedir. Bağdat merkez olmak üzere
Irak’ta, İran’ın Horasan bölgesinde ve bu bölgenin
merkezi Nîşâbur’da gelişen iki zühd akımı dikkati çeker. Irak bölgesinde gelişen akıma Sûfiyye,
Horasanlı zâhidlerin takip ettikleri yola ve akıma
ise Melâmetiyye (Melâmîlik, Melâmetîlik) adı verilmiştir.
Sözlükte “kınamak, kötülemek, ayıplamak” gibi
anlamlara gelen melâmet anlayışını benimseyenlerin temel ilkesinin gösteriş, kendini beğenme ve şöhret düşkünlüğü gibi nefsin arzularına
karşı nefsi kınama (levm) yöntemiyle mücadele
etme ve ihlâsı gerçekleştirme olduğu söylenebilir. Sûfîlerin, daha sonraki dönemlerde tarikatlar
şeklinde örgütlenip kendilerine özgü yaşam tarzı ve kıyafetlerle halktan ayrılmalarına karşılık
melâmet ehli bunlara gerek duymamış ve ken-
107
A
A
108
n
s
i
h
k
dilerine toplum içinde ayrı bir zümre görünümü
vermeyi uygun bulmamıştır. Onların düsturu, Allah yolunda “kınayanın kınamasından korkmamak” (el-Mâide 5/54) olduğu için halkın beğenisini kazanmak adına dış görünüşlerini süslemeye,
toplum arasında ayırt edilmelerini sağlayan bir
görünüşe sahip olmaya önem vermedikleri, gönül
dünyalarını ve sırlarını bezemek amacıyla Allah’a
yöneldikleri, hayrı gizleme ve şerri açığa vurmanın temel özelliklerinden olduğu, bâtınlarında
iddia, zâhirlerinde riya bulunmadığı belirtilmektedir.
Melâmet anlayışına sahip olanların başlıca özellikleri şunlardır: Bâtınlarındaki “nefsin kendisine
ait olmayan bir şeyi kendine izâfe etmesi” anlamına gelen her türlü iddiayı terkedip yalnızca gönüllerini terakki ettirmeye çalışırlar. Başkalarının
kusurlarıyla ilgilenmeyi bırakarak kendi kusurlarıyla meşgul olurlar. Onların halleri Allah ile
kendi aralarında sımsıkı sakladıkları sırlardır;
bunları başkalarından gizleme konusunda çok
titiz davranırlar. Çarşıda, pazarda, sokakta halk
ile iç içe yaşar, ancak gönüllerindeki manevî halleri onlardan saklamaya özen gösterirler. Manevî
eğitim metotları “halk ile tahalluk, Hak ile seyr”,
yani halk içinde onlardan biriymiş gibi hareket
etmek, fakat Hak’tan bir an bile gafil olmamaktır.
İbadet ve tâatleri ifa ettikten sonra hemen unuturlar, çünkü onları unutmamak onlara değer
vermek anlamına gelir; bu da kibir, ucb ve riyaya
sebep olur.
Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî ilim ve hal sahiplerini dinî hükümlerin zâhirleriyle meşgul olan
şeriat ulemâsı; Allah’a yönelen, dünyevî şeylere
karşı zühdü seçen, mârifetullah tâlibi sûfîler ve
Allah’ın vuslat ve kurbiyetiyle bâtınlarını süslediği
Melâmîler (Melâmetîler) olarak üç gruba ayırmış,
Allah’ın bu mazhariyetine ulaşan Melâmetîler’in
artık O’ndan ayrılmasının mümkün olmadığını
söylemiştir. Allah’ın onların manevî hallerini insanların bilmesini istemediğini, bu sebeple kendisiyle onlar arasındaki halin selâmette olması için
onları zâhirî özellikleriyle insanlara gösterdiğini,
zâhirleri bâtınlarına yansıdığında insanların fitneye düşmemesi için Cenâb-ı Hakk’ın onlara böyle
davrandığını belirtir. Ona göre Melâmet anlayışına
sahip kimse hiçbir iddia sahibi değildir. Çünkü
iddia cahillik ve münasebetsizlikten ibarettir ve
eksiklikten kurtulamamış olmanın delilidir.
Sülemî’nin Tabakatü’s-sûfiyye’sinde (s. 123)
Hamdûn el-Kassâr için kullandığı, “Melâmet on-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
dan yayıldı” ifadesi sonraki dönemlerde onun
Melâmîliğin kurucusu olduğu görüşünün yaygınlık kazanmasına sebep olmuş ve adı giderek
Melâmîlik ile özdeşleşmiştir. Bununla birlikte
ondan önce de Horasan ve Nîşâbur’da Ahmed b.
Hadraveyh (ö. 240 / 854), Ebû Türâb en-Nahşebî
(ö. 245 / 859), Yahyâ b. Muâz (ö. 258 / 872) ve
özellikle Bâyezid-i Bistâmî (ö. 234 / 848) gibi
Melâmet anlayışını tercih eden zâhidlerin yetiştiği bilinmektedir.
Melâmîliğin Bağdat sûfîliğinin de benimsediği yiğitlik, başkalarını kendine tercih etme,
fedakârlık anlamındaki ahlâk ilkesi fütüvvet kavramıyla, Horasan’ın dinî ve içtimaî hayatının bir
parçası olan meslekî-sûfî fütüvvet geleneğiyle ilişkisi Melâmîlik hakkında çalışan Richard Hartmann, Taeschner, Afîfî, Trimingham, Nasrullah
Pürcevâdî gibi modern araştırmacıların üzerinde
önemle durdukları bir konu olmuştur.
Ebû Hafs el-Haddâd, Şah Şücâ-ı Kirmânî ve
Hamdûn el-Kassâr’ın yanı sıra Muhammed
b. Ömer el-Verrâk, Ebû Ali Cürcânî, İbrâhim
b. Yûsuf ez-Züccâcî, Ebû Hamza el-Horasânî,
Ebû Abdullah es-Siczî, Ebû Bekir Muhammed
b. Hâmid et-Tirmizî ve Ebû Osman el-Hîrî gibi
III. (IX.) yüzyılda yaşayan ilk Melâmî neslinden
sonra IV. (X.) yüzyılda çoğunluğunu Hamdûn elKassâr ve Ebû Osman el-Hîrî’nin talebeleriyle
onların yetiştirdiklerinin oluşturduğu Mahfûz b.
Mahmûd, Yûsuf b. Hüseyin er-Râzî, Ebü’l-Hasan
el-Kânnâd, Ebû Ca‘fer Ahmed b. Hamdân elHîrî, Muhammed b. Fazl el-Belhî, Ebü’l-Hüseyin
el-Verrâk, Ebû Bekir el-Vâsıtî, Muhammed b.
Abdülvehhâb es-Sekafî, Abdullah b. Muhammed
b. Münâzil, Mürtaiş, Ebü’l-Hasan el-Bûşencî,
Ebû Abdullah et-Turûgbezî, Abdullah b. Muhammed er-Râzî, İbn Nüceyd gibi ikinci ve üçüncü
nesil Melâmîler’i yetişmiş, bu yüzyılda Melâmîlik
Mâverâünnehir, Mekke, Bağdat gibi çeşitli bölgelere gidip oralara yerleşen bazı Melâmîler vasıtasıyla Horasan sınırlarının dışına taşarak bütün
İslâm dünyasında yaygın hale gelmiştir.
Öte yandan Melâmîlik, Horasan bölgesinde doğup
gelişmekle birlikte aynı yüzyıllarda İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinde Zünnûn el-Mısrî, Sehl
et-Tüsterî, Hakîm et-Tirmizî, Cüneyd-i Bağdâdî,
Ruveym b. Ahmed, Hallâc-ı Mansûr, Semnûn
el-Muhib, Ebû Ali er-Rûzbârî, Dükkı ve Ali b.
İbrâhim el-Husrî gibi Melâmî eğilimlere sahip
sûfîler de yetişmiştir. İlk dönem Melâmîliğinin
ana çizgisi nefsin arzularına ve riyakâr davranış-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
lara karşı sürekli mücadele etmek ve iyiliklerini
gizlemeye, ihlâsı gerçekleştirmeye çalışmak iken
IV. (X.) yüzyılda yaşayan Muhammed b. Ahmed
el-Ferrâ gibi bazı Melâmîler bu ilkenin uygulanmasında aşırıya kaçmışlar ve mensuplarından
insanların kınamasını, öfkelerini ve kızgınlıklarını celbedecek davranışlar sergilemelerini istemişlerdir. Bu tavır sonraki dönemlerde Melâmî
anlayışın bir parçası haline gelmiş ve kendilerine yöneltilen eleştirilere zemin hazırlamıştır.
Melâmîlik IV. (X.) yüzyılda Mâverâünnehir bölgesine nüfuz etmiş, İslâmiyet Buhara, Semerkant, Fergana gibi bölge ve şehirlerde, Horasanlı
Melâmîler’in ve Horasan’a gidip onlara intisap ettikten sonra memleketlerine dönen Melâmî Türk
dervişlerinin faaliyetleri sonucu Türkler arasında yayılmaya başlamıştır.
Melâmîliğin Horasan ve Mâverâünnehir’de ortaya
çıkıp gelişmesinin buraların eski Hint-İran mistik geleneğinin taşıyıcı bölgeleri olmasıyla ilgili
olduğu, “fakr ve tecerrüdü” esas alan bu tasavvuf mektebinin toplumu ve dünyayı alabildiğince
dışladığı, aynı temel felsefeyi benimsemiş olan
eski Hint-İran mistik geleneğinin üzerine inkişaf
ettiği ileri sürülmüştür. Ancak Melâmîliğin esasları arasında fakr ve tecerrüd bulunmadığı gibi
Melâmîlik’te dünyanın dışlanması olarak anlaşılabilecek bir yaklaşım da yoktur. Melâmîliğin
eski Hint-İran mistik geleneğinin taşıyıcı bölgelerinde ortaya çıkması da İslâmiyet’in putperest
Arap toplumunda ortaya çıkması kadar tabii bir
hadisedir. Melâmîliğin temelinin karamsarlık
ve kötümserlik olduğu, bunların Zerdüştîlik’te
de bulunduğu ve İslâm dışı olduğu iddiası da
Melâmî tavra bakış açısından kaynaklanmaktadır.
V. (XI.) yüzyıldan itibaren tasavvufun bütün İslâm
dünyasında yaygınlaşmasından sonra Melâmet
anlayışı tasavvufun içinde ayrı bir damar ve bir
neşve olarak etkisini sürdürmeye devam etmiştir. Tarikatların yaygınlaştığı dönemde ortaya
çıkan başta Nakşibendiyye, Kübreviyye ve Mevleviyye olmak üzere büyük tarikatları etkilemiş,
XV. yüzyılda Anadolu’da Hacı Bayrâm-ı Velî tarafından kurulan Bayramiyye tarikatı içinde ayrı
bir kol oluşturacak kadar belirgin hale gelmiştir.
KAYNAKÇA:
Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, er-Risâletü’l-Melâmetiyye,
(yay. Ebü’l-Alâ Afîfî, el-Melâmetiyye ve’s-sûfiyye ve ehlü’lfütüvve içinde), Kahire 1364/1945, s. 86-120; aynı yazar,
Tabakâtü’s-sûfiyye (yay. Nûreddin Şerîbe), Kahire 1953, s. 96,
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
123-129; aynı yazar, el-Mukaddime fi’t-tasavvuf (yay. Süleyman
Ateş, Tasavvufun Ana İlkeleri: Sülemî’nin Risâleleri içinde), Ankara 1981, s. 108; Ebû Sa‘d Abdülmelik Hargûşî, Tehzîbü’l-esrâr
(haz. İrfan Gündüz, basılmamış doçentlik çalışması, 1990), İSAM
Ktp., nr. 16.971, s. 21; Ali b. Osman el-Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb,
(yay. Jukovski), Tahran 1979, s. 68-69, 228; Abdülkerîm elKuşeyrî, er-Risâle (yay. Mahmud b. Şerîf-Abdülhalim Mahmud),
I, Kahire 1972, s. 96, 103-104, 109; Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’levliya (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1991, s. 414-427;
Şehâbeddin es-Sühreverdî, ‘Avârifü’l-ma’ârif, Kahire 1358/1939,
s. 53-59; Abdurrahman Câmî, Nefehâtü’l-üns min hazarâti’l-kuds,
s. 8-10, 14-15; Kemâleddin Harîrîzâde, Tibyanu vesâili’l-hakâik fî
beyâni selâsili’t-tarâik, Süleymaniye Kütüphanesi, İbrahim Efendi, nr. 430, III, vr. 140a-143b; M. Sadık Vicdânî, Tomar-ı Turuk-i
Aliyye’den Melâmîlik, İstanbul 1919, s. 14-20; Ebü’l-Alâ Afîfî, elMelâmetiyye ve’s-sûfiyye ve ehlü’l-fütüvve, Kahire 1364/1945; J.
S. Trimingham, The Sufi Orders in Islam, Oxford 1971, s. 24; Ali
Bolat, Bir Tasavvuf Okulu Olarak Melâmetîlik, İstanbul 2003, s.
78-81; R. Hartmann, ‘’As-Sulamı’s Risalat al-Malamatıja’’, Der
Islam, VIII (1918), s. 157-203; A. J. Arberry, ‘’Khargushi’s Manual of Sufism’’, Bulletin School of Oriental and African Studies,
XIX (1938), s. 345-349; Fr. Taeschner, “İslâm Ortaçağında Futuvva: Fütüvvet Teşkilâtı” (çev. Fikret Işıltan), İstanbul Üniversitesi
İktisat Fakültesi Mecmûası, XV/1-4 (1953-54), s. 6-25; Nasrullah
Pürcevâdî, “Menba.î Kühen der Bâb-ı Melâmetiyân-ı Nîşâbûr”,
Maʻârif, XV/1-2, Tahran 1377 hş./1998, s. 1-50.
DİA’daki “Melâmiyye” maddesinden özetlenmiştir (XXIX, s. 2535).
Reşat ÖNGÖREN
MELAMİLİK ve MELAMİLER
Abdülbaki Gölpınarlı’nın, bu sahada yazılmış tek
eseri durumunda olup son baskısı daha önceki
nüshanın tıpkıbasımıdır. Kitap 1920’lerin sonlarında kaleme alındı. İlk baskısı 1931’de, ikinci
baskısı 2011’de yapılan eserin girişinde Murat
Bardakçı, Melâmîlik, Melâmîler ve Abdülbaki
Gölpınarlı hakkında genel bilgi vermiştir. Bunun
için Gölpınarlı’nın yaptığı düzeltmeler aynen korunmuş, sayfa kenarına aldığı notlar aynen muhafaza edilmiştir.
Melâmîlik, sûfîlerin bir kısmının en yüksek
makam saydığı bir tür gizli inanç sistemi olup
hicretin ikinci asrının ikinci yarısında ortaya
çıkmıştır. Melâmetîlik, hicretin üçüncü asrından
itibaren Horasan’da yayılmıştır. Melâmetîlerin
şöhreti Hacı Bayramın nüfuzu sonucu bütün
Anadolu ve Rumeli’de yayılmıştır.
Kitaptaki tasnifiyle Melâmîlik üç devreye ayrılabilir. İlk devre Melâmîliği “Melâmetiyye” unvanı
ile bilinmektedir. Önemli tasavvuf tarihleri olan
Risale-i Kuşeyri ve Keşfü’l-Mahcub adlı eserlerde Melâmîliğin kurucusu Nişaburlu Ebu Salih
Hamdûn ibn Ahmed ibn Ammârü’l-Kassâr olarak gösterilmiştir. Anadolu’da Hacı Bayram-ı Velî
ile başlayan süreç ikinci devre Melâmîleri, Muhammed Nur ile başlayan süreç de üçüncü dev-
109
A
A
n
s
i
h
k
re Melâmîleridir. Kitapta bu üç devre Melâmîleri
hakkında bilgiler yer almaktadır.
Melâmetîlik hakkındaki bilgiler, Sülemî’nin
Risaletü’l-Melâmetiyye adlı eserinde bulunmaktadır. Sülemî bu risalesinde ilim ve hal ehli kişileri
üç kısma ayırır ve ilk gruba dinî kaynakların görünen ilk anlamından hüküm çıkaran fakihleri,
ikinci kısma ilm-i ilahi ile ilgilenip dünya sebepleri ile ilişkilerini kesen marifet ehlini, üçüncü
kısma da iç dünyalarında tümüyle Hak ile birleşen “Melâmetiyye”dir. Melâmetîler, keramete
önem vermiyorlar. Melâmetînin her türlü kayıttan
vareste olup Allah’a kalpten bağlı olması lazım.
Hatta ibadette bile bir zaman ve mekân olmadığı
gibi belirli âdâb ve rüsum da yoktur. Melâmîlikte
zikir ve evrat da yoktur. Bunlar dünyayı Hak’tan
gaflet olarak telakki etmekteler, fakat çile, riyazet gibi yollarla dünyadan vazgeçmemektedirler.
Melâmîlik yalnız mürşide muhabbet ve kalbi rabıta ile tefekkür ve sohbet üzerine müesses bir irfan
ve âdettir.
Melâmîlerle en ziyade uyuşan tasavvuf erbabı
Mevlevilerdir. Bunun sebebi de Mevlevilerde esma
yoktur. Zikir, yalnız bir mikdar ismi celalden ibarettir. Haftadan haftaya sema yapılır. Gerek muhiplerin gerek dervişlerin süluku sohbetledir.
Gölpınarlıya göre, Melâmîlikle fütüvvet arasında zamanla ideolojik bir kaynaşma yaşanmıştır.
Melâmîlik düşünce sistemidir, onun iktisadî tamamlayıcısı da fütüvvet olmuştur.
Halide ÖZÜDOĞRU ERDOĞAN
MELİKÜ’T-TÜCCÂR
110
“Tüccarların Başkanı” anlamına gelen bu terim
ilk defa Celayirler döneminde (1340–1431) kullanılmış, bu unvanla tacirler atanmıştır. Timurlular
döneminde de aynı unvanda tüccarların olduğu
belirtilmektedir. Safevîler döneminden itibaren
tüccarlar arasında bu unvanı taşıyan ve hükümetin gözetiminde çalışan görevliler daha öne çıkmaya başladı. Ancak bu dönemdeki fonksiyonları
hakkında ayrıntılı bir bilgi yoktur. Melikü’t-tüccâr
makamının asıl işlevi Kaçarlar dönemiyle önem
kazanmıştır.
Melikü’t-tüccârların XIX. yüzyıldan itibaren işlevleri arttığı için ticarî hayatta da önemli görevler
üstlendiler. 1807 yılında Avrupalı bir seyyaha
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
göre İran’da melikü’t- tüccâr özellikle sarraflık
işiyle uğraşmakta ve ürünlerini yüksek fiyattan
şaha satmaktaydı. 1844 yılına gelindiğinde sadece Tahran ve Buşehr’de melikü’t-tüccâr bulunurken bu yıldan sonra sayıları hızla artarak her
şehirde bu unvanlı tüccarlar ortaya çıktı. Bunda
şüphesiz Kaçar Muhammed Şah’ın 1844 yılında
İngiliz tüccarlar lehine çıkardığı ferman karşısında ayakta durabilmek için birlik oluşturma
düşüncesinin etkisi olmuştur. Dolayısıyla ticaret merkezi olan her şehre melikü’t-tüccâr atanarak bu tip organizasyonlar hızla çoğalmıştır.
Nasiruddin Şah zamanında melikü’t-tüccârların
yetkilerinin daha da genişletildiği görülmektedir.
Melikü’t-tüccâr şehirdeki en zengin ve etkili kişiler arasından seçilir, vali tarafından onaylandıktan sonra göreve başlardı. Başlıca vazifeleri
meslektaşları arasında çıkan ihtilafları çözmek
ve satıcı ile olan sorunları gidermekti. Bir tüccarın iflası durumunda kurulan hakem kurulunun
başına da o getirilirdi. Pazar yerlerinin, gece bekçilerinin organizasyonunu sağlamak da görevleri
arasındaydı.
Melikü’t-tüccârların çoğu, şehirlerde cami,
köprü, kervansaray ve kapalı çarşılar inşa ettirmiştir. Şehirdeki bazı büyük tüccarların ne
melikü’t-tüccâr olmayı, ne de o makama gelene
uymayı kabul ettiği nakledilir. Bu durumda onlar
gayriresmî olarak tüccarların reisi konumunda
bulunuyorlardı. O unvanı taşımasalar da fonksiyon olarak melikü’t-tüccârın görevlerini yerine
getirmekteydiler.
Tahran gibi büyük şehirlerde melikü’t-tüccârlar
bazı işlerin ters gitmesi durumunda otorite sağlayamadığı zaman merkezî hükümetin ticaret
bakanlığına başvururdu. Bunun yanında özellikle başkentteki melikü’t-tüccâr, ekonomik ve
malî konularda hükümete tavsiyelerde bulunarak şahın bir ekonomi uzmanı gibi danışmanlık
yapardı. Bu manada bazı yarı resmî kaynaklar
onu bir hükümet görevlisi olarak kaydetmişse de
melikü’t-tüccâr makamı bürokratik bir hiyerarşi
içinde yer almamıştır. Onlar meslek içi işleri düzeltmek ve yoluna koymak üzere bir sınıfın yetkilendirilmiş profesyonel temsilcisi olarak sadece
arabuluculuk rolünü üstlenmişlerdir. Bir taraftan meslektaşlarına hükümet kararlarını bildirip
onların sorumluluğunu hükümet nezdinde yüklenirken diğer taraftan meslektaşlarının menfaatlerini korumak ve onlar adına hükümetle ilgili
işleri yerine getiriyorlardı. Bu yarı resmî pozis-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
yonlarına rağmen melikü’t-tüccâr tamamıyla tüccarların adına yetkin bir lider de değildi.
Bazan melikü’t-tüccâr seçimine bile gerek kalmaksızın tüccarlar arasında kendiliğinden bir lider ortaya çıktığı da olmuştur. 1858’de Tebriz’de
Aga Mir Muhammed Isfehanî adlı bir tüccar, bütün tüccarların doğal lideri konumundaydı ve
şehirdeki bütün tartışma ve ihtilafları gidermişti.
Bazı melikü’t-tüccârlar bir kararıyla şehrin bütün dükkânları kapatacak kadar güçlü otoriteye
sahipti. XX. yüzyılın başında Tebriz’de melikü’ttüccâr Hacı Mehdi Kuza bunlardan biriydi.
Kaçar İranı’nda unvanların artmasıyla beraber
melikü’t-tüccârlardan başka sözü geçen diğer tüccar reisleri arasında müşiru’t-tüccâr, mu‘temedü’ttüccâr, mu‘înu’t-tüccâr ve nâzimu’t-tüccâr gibi
unvan taşıyanlar da vardı. Bunlar resmî bir pozisyonda olmadıkları gibi melikü’t-tüccârın görevlerini de üstlenmiş değillerdi.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında gelişen ekonomik
durum, hükümet ile tüccarlar arasındaki olan ilişkiyi de etkiledi. Hükümet tarafından malî sıkıntıları aşmak için alınan yeni tedbirler, tüccar sınıfını
zor durumda bıraktı ve hükümetle aralarının açılmasına sebep oldu. 1890 yılındaki tütün ayrıcalığı
ve yeni düzenlemeler, büyük tüccarların muhalefetini ve büyük şehirlerde melikü’t-tüccârın başkanlığında protesto hareketlerini beraberinde getirdi.
Bu yönde gelişen olaylara bağlı olarak melikü’ttüccârlık makamı hükümet nezdindeki itibarını
kaybetti. Kaçarların düşüşü ve yeni müesseselerin
kurulmasıyla birlikte melikü’t-tüccâr makamı işlevini tamamen yitirdi.
KAYNAKÇA:
Mirza Hasan Fesâ’i, Farsname- i Nasirî, I (1313), s. 308-309; Muhammed Hâşim Âsif, Rüstemü’t-Tevârîh, (yay. Muhammed Müşîrî),
Tahran 1348, s. 94, 100; W. M. Floor, “The Merchants (Tujjar ) in
Qâjâr Iran”, ZDMG, CXXVI(1976), s. 101-135; aynı yazar, “Bankruptcy in Qâjâr Iran”, ZDMG, CXXVII(1977), s. 61–76; G. N.
Curzon, Persia and the Persian Question, I, London 1966, s. 450;
Süheylâ Turâbî Fârsânî, “Rihteşinâsî-yi Tabak-i Tüccâr-ı Mukârin-i
Cünbeş-i Meşrutiyet”, Mecelle-i İlmî-Pejuheşî-yi Dânişkede-i
Edebiyyât ve Ulûm-İnsânî, II, İsfahan 1384, s. 63–88; Nadiya Bergnisi, “Tâcir”, Danişname-i Cihan-ı İslâm, VI, Tahran 1380, s. 5052; G. G. Gilbar, “Malik al-Tudjdjar” EI, VI, s. 276-277.
Rıza KURTULUŞ
MEMLEKET HAVALARI I:
ESNAF TÜRKÜLERİ
Sadi Yaver Ataman tarafından 1954 yılında
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
İstanbul’da yayımlanan bu kitap 32 sayfadan oluşur. Kitap son derece yalın bir şablonla hazırlanmış olup içindekiler bölümü bulunmamaktadır.
Önsöz mahiyetindeki “Bir Kaç Söz” başlığından
başka “Memleket Havaları” başlığı bulunmaktadır.
Kitabın başında esnaf teşkilatının temeli olan
Ahiliğin veciz bir ifadesi yer almaktadır:
“Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız
Hz. Hızırdır pirimiz, üstâdımız”
Esnaf Türkülerinin başında ise şu dörtlük verilmiştir:
Bâzârı âlemi dolaşan âşık
Meyleder esnaftan bir dilrübâya
Sen de sev birini tab’a muvafık
Meraman varise ahzüatâya
“Her hakkı mahfuzdur” ibaresiyle başlayan kitabın “Bir Kaç Söz” başlığında müzikolog Sadi
Yaver Ataman, Esnaf Türküleri’nin halk musikisinin mühim bir kolunu teşkil ettiğini, zenaat
ve mesleklerle ilgili iş hayatının özelliklerini açık
ve samimi bir mizah ifadesi ile dile getirdiğini ve
ayrıca çeşitli esnaf gruplarına ait ritm, âhenk ve
hareketleri bu türkülerde görmenin mümkün olduğunu dile getirir.
Eserin “Memleket Havaları” başlığında ise esnaf
türkülerinin notaya alınmış şekilleri ve sözleri
verilir. Bu bağlamda terzi, değirmenci, berber,
hamamcı, keçeci, arabacı, balıkçı, oduncu, kah-
111
A
A
n
s
i
h
k
veci, demirci-kalaycı-sobacı, boyacı, leblebici,
bostancı, helvacı türküleri notalarıyla birlikte yer
alır.
Sadi Yaver Ataman’ın bu eseri, sözlü halk irfanının halk müziği içerisindeki görünümünü göstermesi bakımından müzik araştırıcılarına önemli
bir kaynaktır.
KAYNAKÇA:
Sadi Y[aver] Ataman, Memleket Havaları: I Esnaf Türküleri, [İstanbul] 1954.
Aziz AYVA
MEMLEKET TOPLANTISI
112
Ahilikte, memleketin her yerindeki esnaf ve
sanatkârların, yılın belli bir gününde düzenlenen
eğlencelere katılması bir gelenek idi. İstanbul’da
bu eğlenceler daha kalabalık ve parlak törenlerle
yapılırdı. Bu eğlencelerde hiç bir meslekî konu ele
alınmaz, yalnız kâhya ve kâhyabaşı bütün esnafa
öğütte bulunurdu. Her zümrenin bir sancağı bir
de alemdarı vardı. Bu sancakta alış-verişi ve iş
hayatını öven ayet ve hadislerin yanında, o zümrenin alameti de bulunurdu. Genel eğlencelerde
bu bayraklar da merasim yerine götürülür ve
her zümre toplu olarak giderdi. Bazı durumlarda olağanüstü toplantılar da yapılabilirdi. Resmî
makamlarca halkın tahammülünün üstünde bir
vergi konduğu veya kâhyalar kurulunun kesinlik
kazanan kararlarının uygulanmansa engel olunduğu zaman ya da esnaf arasında olağan yöntemlere aykırı bir işlem yapıldığında kâhyalar kurulu
toplanıp, her esnafın üstatlarından üçer kişi davet
ederek durumu incelerdi. Fikir birliği sağlanırsa
Kâhyabaşı ile öteki iki kâhya ve iki üstad şer‘îye
hâkimine ve en büyük hükümet yetkilisine yollarlardı. Hükümetle anlaşma olursa toplantıya son
verilir, uyuşulamazsa ertesi gün “memleket toplantısı” yapılırdı.
Bu toplantıda kâhyalar ve bütün üstadlar, memleketin ileri gelenleri, bilginleri, zenginleri, ilân
yoluyla çağrılır. Hâkim ve müftiye de davetçi gider. Müfti gelir hâkim gelmezse, kâhyalar kurulu başkanı, toplantı nedenini, esnaf toplantısının
kararının hükumetin cevabını ve uzlaşmaya çalışıldığı halde hükumetin yanaşmadığını açıklar ve
halkoyuna başvurur. Eğer toplantıya katılanlar
kâhyalar kurulunun kararının beğenirse, bilgin-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ler başkanı “Reisü’l-ulemâ” kürsüye çıkarak “küçüklüğümüze merhamet ve şefkat, büyüğümüze
saygı gösterip ululamayanlar bizden değildir”
anlamındaki Peygamberin sözünü okuduktan,
Padişaha itaat ve sadakat gereğini açıkladıktan
sonra kasabadaki hükumet temsilcisinin zulmüne karşı susmanın şeriata uygun olmadığını
bildirir. Hükumet mümessili durumunu değiştirmezse Padişaha şikâyet edileceği açıklanır.
KAYNAKÇA:
Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara 1997,s.
152.; Fahri Solak, Ahilik Kuruluşu, İlkeleri Ve Fonksiyonları, İstanbul 2010, s.17.
Bekir ŞAHİN
MENÂKIBÜ’L-ÂRİFÎN
Ahilik konusunda önemli menkıbelerin yer aldığı bu eser, Ulu Arif Çelebi’nin (ö. 1320) emriyle Ahmed Eflâkî (ö. 1360) tarafından 1318
yılında Farsça yazılmaya başlanmış ve yazarın
yaptığı ilavelerle 1353 yılında tamamlanmıştır.
Türkçe ve Arapçaya da vâkıf olduğu anlaşılan
Eflâkî, menakıbnâmeyi yazarken başta Feridun
Sipehsâlâr (ö. 1312?) olmak üzere Bahâeddin
Veled (ö. 1231), Mevlana Celâleddin (ö. 1273),
Şems-i Tebrizî (ö. 1247?) ve Sultan Veled’in (ö.
1312) eserlerinden yararlanmıştır. Yazar, ayrıca
müşahede ettiği veya bizzat yaşadığı olayları da
nakletmiştir.
Menâkıbü’l-Ârifîn sade ve akıcı bir üslupla kaleme alınmıştır. Girişin dışında on bölümden meydana gelen eserde, Sultanü’l-Ulemâ Bahâeddin
Veled, Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî (ö.
1241), Mevlana Celâleddin, Şems-i Tebrizî, Selahaddin Zerkub (ö. 1258), Hüsameddin Çelebi
(ö. 1284), Sultan Veled, Ulu Ârif Çelebi, Emir
Âbid Çelebi (ö. 1338), ayrıca Bahâeddin Veled ile
Mevlana’nın çocukları ve torunlarından bahsedilir.
Menakıbnâme, Mevleviliğin teşekkül ve gelişimine dair geniş bilgileri ihtiva etmekle birlikte,
Anadolu’nun XIII-XIV. yüzyıllardaki siyasî, ekonomik, sosyo-kültürel ve dinî hayatından da
önemli kesitler sunar. Dönemin tasavvufî âdâb
ve merasimlerini özgün biçimde yansıtan eser,
ayrıca Mevlevilerle diğer sosyal ve dinî zümreler
arasındaki ilişkiler üzerinde durur. Bu bağlamda
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Mevlevi-Ahi münasebetleri ve bazı Ahi şahsiyetler
hakkında kayda değer bilgilere yer verir.
Menâkıbü’l-Ârifîn, bir yazma nüshasına dayanılarak ilk kez 1897’de Hindistan’da basılmıştır. Türkiye’deki neşri ise Tahsin yazıcı tarafından en eski
yazmalar dikkate alınarak 1959 yılında gerçekleştirilmiştir. Eserin, Zahid b. Ârif, Gevrekzâde Hasan, Abdülbaki Nâsır Dede ve son olarak Tahsin
Yazıcı tarafından Türkçe tercümeleri yapılmıştır.
Clément Huart tarafından da Fransızcaya çevrilmiştir.
KAYNAKÇA:
Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, (çev. Tahsin Yazıcı), İstanbul 1986, s. 9-67; Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra
Mevlevîlik, İstanbul 1983, s. 131-132; M. Fuad Köprülü, “Anadolu
Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları”, Belleten, VII/27 (1943), s.
422-423; F. Nafiz Uzluk, “XIV. Yüzyıl Mevlevî Şairlerinden Eflâkî
Dede’nin 600. Ölüm Yıldönümü Dolayısıyla Ahmed Eflâkî Dede”,
Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, Ankara 1988, s. 284-288;
Aydın Taneri, “Türkiye Selçuklularının Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Âriflerin Menkıbeleri”, Makaleler, I, (yay. Semih Yalçın-Saadet
Lüleci), Ankara 2004, s. 163-220; Tahsin Yazıcı, “Menâkıbü’lÂrifîn”, DİA, XXIX, Ankara 2004, s. 114-115.
İsmail ÇİFTCİOĞLU
MERÇİL, ERDOĞAN
(d. 1938)
Türkiye Selçukluları’nda Meslekler adlı eserin
yazarıdır. Erdoğan Merçil, İstanbul’da Arap Cami
mahallesinde dünyaya geldi. Babası o dönem
Fransız yönetimindeki havagazı şirketinde görevli olan Nuri Bey, annesi ise ev hanımı Melahat
Hanım’dır. 1944 yılında Galata’daki Kuledibi 147.
İlkokulu’na başladı. Temel eğitimini birincilikle
tamamladıktan sonra 1949 yılında yine Kuledibi’ndeki Beyoğlu Ortaokulu’na girdi. Ortaokuldan
sonra Taksim’deki Atatürk Lisesi’ne kaydını yaptırdı ve buradan 1956 yılında mezun oldu. 1957
yılı Bahar Dönemi’nde ise İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ne 1304 numaralı öğrenci olarak kaydını yaptırıdı. Her ana bilim dalından genel derslerin verildiği birinci sınıftan sonra Ortaçağ Tarihi sertifikasını tezli olarak
aldı. 1961 yılında ̒Amr b. al- ̒As konulu bititrme
tezini pekiyi derece ve dersleri ile ilgili sınavlarını başarıyla verdikten sonra Tarih Bölümü’nden
mezun oldu.
Mezuniyetini takiben 22 Eylül 1961-30 Eylül
1962 tarihleri arasında Yedek Subay olarak
vatanî görevini tamamladı. Terhis olduktan son-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ra tez hocası Prof. Dr. Fikret Işıltan’ın teklifiyle
30 Kasım 1963’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ Anabilim
Dalı’nda asistan adayı olarak göreve başladı.
1964 yılı Aralık ayında ise asaleten atandı. Bu
arada bir süre Prof. Dr. Tahsin Yazıcı’nın Farsça
derslerine devam etti. Bunu takiben “Ahmed b.
Mahmud’un Selçuknâmesi’nin Kaynaklarının
Tespiti” adlı Doktora tezini aldı. Doktora çalışması süresince hocası Prof. Dr. Fikret Işıltan’ın
da teşvikiyle Farsçasını ilerletmek üzere bir
yıllığına Tahran’a gitti. 1968 yılında Tahran
Üniversitesi’nde yabancılara Farsça öğreten
derslere devam etti. İran dönüşünde doktora
sınavını vererek 1969 yılında Doktor unvanını
aldı. Doktoradan sonra Doçentlik tezi olarak
o güne kadar pek kimsenin rağbet etmediği
Salgurlular ve Gazneliler tarihini seçti. Aralık
1971- Haziran 1972 yılları arasında Londra’da
dokuz ay dil eğitimi gördü. Daha sonra Salgurlular ile ilgili British Museum’un Oriental kısmında araştırmalarda bulundu. İngiltere dönüşünde Fars Atabegleri Salgurlular adlı eser
ortaya çıktı. Bu çalışması ile Doçent unvanını
alan Erdoğan Merçil, kadroya atanmak için 26
Kasım 1973’de “Gazneliler’ın Kuruluş Devri”
konulu Doçentlik deneme dersine girdi ve başarılı oldu. Doçent olduktan sonra kendi adına
verdiği ilk ders de Gazneliler Tarihi’dir (Daha
sonraları Selçuklu Tarihi, İlk Müslüman Türk
Devletleri Tarihi, Türkiye Selçukluları ve Anadolu Beylikleri Tarihi derslerini verdi).
Erdoğan Merçil, hem Almancasını geliştirmek
hem de araştırma yapmak üzere 1977 yılında Batı Almanya Hükümeti’nden aldığı 3 aylık
DAAD bursuyla Hamburg’a gitti. Ardından Kirman Selçukluları adlı çalışması ile 1978 yılında
Profesör unvanını, 1980 yılında ise adı geçen
çalışması ile Türkiye Millî Kültür Vakfı tarafından Jüri Özel ödülü aldı. Yeni kurulan üniversitelerdeki öğretim üyesi ihtiyacının giderilmesi
için 1983-1984 öğretim yılından itibaren bir
süre Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde, 1990-1991 öğretim
yılından itibaren ise Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü’nde önce lisans daha sonra da Yüksek
Lisans ve Doktora dersleri verdi.
Edebiyat Fakültesi’nde Doçent temsilciliği ile
başlayan idarî görevleri, dekan yardımcılığı,
anabilim dalı ve bölüm başkanlığı ile devam
113
A
A
n
s
i
h
k
eden Erdoğan Merçil, 1983 yılında Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’na bağlı Türk
Tarih Kurumu’nun asli üyesi olarak seçildi. Bu
görevi 2001 yılına kadar devam etti. 2013 yılında
ise şeref üyesi seçildi. 1963 yılında göreve başladığı İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü’nden Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı Başkanı olarak 2005 yılında yaş haddinden emekli
olan Prof. Dr. Erdoğan Merçil, evli ve bir kız babasıdır.
Eserleri:Fars Atabegleri Salgurlular, Ankara
1975; Ahmed b. Mahmud, Selçuk-nâme, I-II, İstanbul 1977; Kirman Selçukluları, İstanbul 1980;
C. Bosworth, İslâm Devletleri Tarihi (çev. M. İpşirli ile beraber), İstanbul l980 (Eserin On Birinci
Bölümü’nü teşkil eden “Anadolu Beylikleri s. 269326, Erdoğan Merçil tarafından ilave edilmiştir);
Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1985;
Gazneli Mahmud, Ankara 1987; Gazneliler Devleti Tarihi, Ankara 1989; A Short History of Turkish- Islamic States / Excluding the Ottoman State (müşterek), Ankara 1994; Belleten Dizini, III,
(XXXVI-LI, sy. 141-200), Ankara 1994; A. Sevim
- E. Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, Siyaset,
Teşkilât ve Kültür, Ankara 1995; Müslüman-Türk
Devletleri Tarihi (Osmanlılar Hariç), İ. Kafesoğlu,
H. D. Yıldız, Erdoğan Merçil, İstanbul 1999; Türkiye Selçukluları’nda Meslekler, Ankara 2000;
Gürcistan Tarihi (Eski Çağlardan 1212 yılına
Kadar), yay. E. Merçil, Ankara 2003; Büyük Selçuklu Devleti-Siyasî Tarih, Ankara 2005; Belleten Dizini IV (LI-LXVII, sayı: 201-250), Ankara
2006; Selçuklular’da Hükümdarlık Alâmetleri,
Ankara 2007; Selçuklular’da Saraylar ve Saray
Teşkilatı, İstanbul 2001; Selçuklular-Makaleler-,
İstanbul 2011.
KAYNAKÇA:
Emine Uyumaz, “Prof. Dr. Erdoğan Merçil’in Hayatı ve Eserleri”,
Prof. Dr. Erdoğan Merçil’e Armağan, Bilge Kültür Sanat Yayınları,
İstanbul 2013, s. 9-24.
Emine UYUMAZ
MESLEK PİRLERİ
(bk. ESNAF PİRLERİ)
114
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
MESNEVÎ
Ahilikle ilgili bilgiler bulunan Mevlana’nın ünlü
dinî, tasavvufî ve ahlakî manzum eseridir. Altı defter halinde düzenlenmiş olup toplam 26 bin beyte
yakındır. Remel bahrinin fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün
veznindeki Farsça eserde, az sayıda Arapça beyit de
yer almaktadır. Babası Konya Ahilerinin reisi olduğu için Ahi Türkoğlu diye tanınan Mevlana’nın halifesi Çelebi Hüsameddin Hasan’ın isteği ve çabası,
Mesnevî’nin yazılmasına sebep olmuştur.
Mesnevî’nin ne zaman yazılmaya başlandığına dair
açık ve kesin bir bilgi yoktur. 2. deftere 13 Mayıs
1264 (15 Receb 662) günü başlandığı, bu defterin
ilk beyitlerinde açık bir şekilde dile getirilmiştir.
Ayrıca burada birinci defterden sonra Mesnevî’nin
söylenip yazılmasına ara verildiği de belirtilmektedir. Eflâkî, bu aranın Hüsâmeddin Çelebi’nin eşinin
vefatı sebebiyle olduğunu ve tam iki yıl sürdüğünü
kaydetmektedir. Bu duruma göre Mesnevî muhtemelen 1260 / 658 yılı civarında yazılmaya başlanmış
ve Mevlana’nın Hakk’a yürüyüşüne kadar yazılması
ve okunup düzeltilmesi devam etmiştir.
Mesnevî’ tasavvufî düşünce, mefhum ve terimlerin
izahıyla yorumu hususunda çok değerli kaynak
eserlerden biridir. Dinî ve tasavvufî bir anlayış çerçevesinde aşk, sabır, gayret, tevekkül, tevazu, dostluk, ilim, akıl, idrak, hakikat, suret, mana, hicab,
nefis, benlik ve taklit gibi yüzlerce kelime ve terimin
izahını Mesnevî’de bulmak mümkündür. Birçok millete ve farklı dönemlere ait 285 kadar hadise, kıssa,
hikâye, temsil ve fıkralara ise yüz civarında eserin
kaynaklık ettiği anlaşılmaktadır. Bini aşkın atasözü ve vecize şu veya bu şekilde mevcuttur. Birkaç
beyitten birkaç yüz beyte kadar uzunluğu bulunan
çok sayıda kıssa ve hikâye mevcuttur. Bunlardan
bazıları, birçok önemli konuyu ve başka hikâyeleri
de kuşatacak şekilde onlarca sayfada anlatılmıştır.
“Kıssadan hisse al” diyen Mevlana, ayrıca telmih ve
işaret yoluyla aynı veya farklı çok sayıda hikâye ve
kıssaya defalarca atıfta bulunmuştur.
Mesnevî’nin başta Türkiye’de olmak üzere dünya
kütüphanelerinde muhtemelen bini aşkın yazma
nüshası mevcuttur ve yaklaşık iki asırdır bu eser,
çeşitli ülkelerde yüzlerce defa basılmıştır. 677 /
1278’de Konyalı Muhammed b. Abdullah tarafından
istinsahı tamamlanmış, Konya Mevlana Müzesi Müzelik Kitaplar nr. 51’de kayıtlıdır. Bu muteber nüsha, tıpkıbasım halinde Tahran’da 1371 / 1992’te ve
Ankara’da 1993’de yayımlanmıştır.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
1925 yılında ilk cildi R. Nicholson’ın neşriyle
dünyada Mesnevî’ye yönelik yeni bir ilgi oluşmuştur. Bu neşrin, tam metnin İngilizce çevrisini
ve şerhini de kapsaması, Mesnevî’nin hem doğuya hem de batıya hitap etmesini sağlamıştır.
KAYNAKÇA:
Eflâkî, Menâkibu’l-ârifîn, I-II, (çev. Tahsin Yazıcı), Ankara
1976-1980; Mevlânâ: The Mathnawi of Jalâlu’ddîn Rûmî, (çev.
Reynold A. Nicholson), I-VIII, London 1925-1940; Mevlânâ:
Mesnevî, (çev. Adnan Karaismailoğlu), Ankara 2013, önsöz s. 3540; Abdülbâkî Gölpınarlı, Mesnevî Tercemesi ve Şerhi, I-VI (3 cilt
halinde), İstanbul, 1981, Sunuş, s. 9-40.
Adnan KARAİSMAİLOĞLU
MEVLANA
CELÂLEDDİN-İ RUMÎ
(ö. 1273)
Ahi Evran’ın çağdaşı olan ve Ahilerle yakın ilişkisi
Bulunan Mevlana Celâleddin-i Rumî Horasan’ın
Belh şehrinde doğdu. Tam adı Muhammed b.
Muhammed b. Hüseyin, lakabı Celâleddin’dir.
“Efendimiz” anlamına gelen Arapça “Mevlana”
ünvanı onu yüceltmek maksadıyla söylenmiştir. Aynı maksatla hükümdar, sultan anlamına
gelen Farsça “Hudâvendigâr” unvanıyla da anılmaktadır. Ayrıca doğduğu Belh şehrine nisbetle
Belhî nisbesiyle anıldığı gibi, hayatını geçirdiği
Anadolu’ya nispetle “Rumî”, şeklinde de anılır.
İlmî yeterliliği ve muhtelif medreselerde müderrisliği sebebiyle “Molla Hünkâr” ya da “Mollâ-yı
Rum” gibi unvanlarla da anıldığı belirtilmektedir.
Mevlana’nın soyu birinci halife Hz. Ebûbekir’e
dayanır. Mevlana’nın Türklüğü ile ilgili tartışmalar son döneme ait olup büyük ölçüde “Beni
yabancı sanmayınız, ben bu mahalledenim. Sizin mahallenizde evimi arıyorum. Her ne kadar
düşman görünüyorsam da düşman değilim. Her
ne kadar Hintçe söylüyorsam da aslım Türktür”
şeklindeki rubaisi çerçevesinde cereyan etmiş,
bazıları buradaki Türk kelimesinin farklı anlamlara geldiğini, bazıları bununla Türk ırkına ruh
yakınlığının kastedildiğini, bazıları ise Türk ırkının kastedildiğini ileri sürmüştür.
Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled çok önceden
Belh’e yerleşmiş bulunan bir ulema ailesine mensuptu ve “sultanü’l-ulemâ” unvanıyla tanınmıştı.
Aynı zamanda silsilesi Ahmed Gazzalî’ye ulaşan
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
tarikten hilafeti bulunmaktaydı. Onun Kübreviyye Tarikatı’nın kurucusu Necmeddin Kübrâ’nın
müridi olduğu da söylenir. Bahaeddin Veled’in
annesinin de Harzimşahlar hanedanından olduğu bilinmektedir. Bahaeddin Veled Yunan felsefesini benimseyen Fahreddin Râzî ve Zeyn-i Kîşî
gibi âlimlerle onların görüşlerine uyan Harizmşah Alâeddin Muhammed’i vaazlarında çok ağır
şekilde eleştirince yöneticiler ve ileri gelen bir kısım ulema ile arası açıldı. Bunu fırsat bilen fitneciler onun siyasî gaye güttüğünü, taraftarlarıyla
isyan hazırlığında olduğunu öne sürerek ülkeyi
terk etmesi gerektiği hususunda sultanı ikna ettiler. Bahaeddin Veled bunun üzerine ailesi ve
müridleriyle birlikte şehirden ayrılarak Bağdat’a
gitti ve orada meşhur mutasavvıf Şihabüddin
Sühreverdî tarafından karşılandı. Bağdat’tan hac
maksadıyla Mekke’ye ve dönüşte bazı Anadolu
şehirlerine uğradıktan sonra Sultan Alâeddin
Keykubad’ın daveti üzerine Konya’ya giderek yerleşti. Mevlana bu sırada bir görüşe göre on dört,
diğer bir görüşe göre yirmi iki yaşında idi.
Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled Konya’da
Altunpâ (Altınapa/Altun-aba) medresesinde iki
sene müderrislik yaptıktan sonra 18 Rebîulâhır
628 (23 Şubat 1231) tarihinde vefat edince, Mevlana babasının yerine geçti ve halka fetvalar vermeye başladı. Bir yıl sonra Bahaeddin Veled’in
müridlerinden olan ve Mevlana’nın çocukluğu
sırasında terbiyesi ile meşgul olan Seyyid Bur-
115
A
A
116
n
s
i
h
k
haneddin Muhakkık-ı Tirmizî Konya’ya gelerek
Mevlana ile buluştu; ona zahir ilimlerinde elde
ettiği üstün dereceyi hâl (tasavvuf) ilimlerinde de
kazanması gerektiğini söyledi. Bu tavsiye üzerine
Mevlana, Seyyid Burhaneddin’e mürid oldu ve dokuz yıl hizmet etti.
Seyyid Burhaneddin ilk buluşmalarından bir
sene sonra Mevlana’yı zâhir ilimlerinde daha
da ilerlemesi için Suriye’ye gönderdi. Halep’te
Hallâviyye medresesine kaydolan Mevlana burada
müderris olan Kemaleddin İbnü’l-Adîm’den dersler aldı. Aynı zamanda şehrin yöneticisi de olan
İbnü’l-Adîm’in Mevlana ile özellikle ilgilendiği ve
gördüğü üstün kabiliyet sebebiyle ona medrese
programı dışında da hususi dersler verdiği belirtilmektedir Halep’te ne kadar kaldığı bilinmeyen
Mevlana’nın daha sonra Şam’a gittiği ve burada
Mukaddemiyye-i Berraniyye medresesine kaydolduğu nakledilir. Arap dili ve edebiyatı, lügat,
fıkıh, tefsir ve hadis gibi ilimler başta olmak
üzere bütün aklî ve naklî ilimlerde icazet alan
Mevlana öte yandan Şam’da Muhyiddin İbnü’lArabî, Sa’deddin-i Hammûye, Osman er-Rumî,
Evhadüddîn-i Kirmânî, Sadreddin-i Konevî gibi
ileri gelen şeyhlerle uzun müddet sohbetler etmiştir.
Mevlana Şam’dan Konya’ya döndükten sonra irşad faaliyetlerinden geri durmadı; halka vaaz,
medresede öğrencilere ders ve birçoğu yönetici
ve ulema kesiminden olan müridlerine sohbetler
etmeye devam etti. Bu şekilde beş yıl irşad faaliyetini sürdüren Mevlana’nın hayatında dönüm
teşkil eden bir olay meydana geldi; Konya’da
Şems-i Tebrîzî (Şemseddin Tebrîzî) ile karşılaştı.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Dönemin pîrleri tarafından “Tebrizli Kâmil” diye
çağrılan, birçok yer dolaştığı için uçan Şems anlamında “Şems-i Perende” diye anılan bu zat, ilk
önce Tebriz’de Ebubekr-i Selebâf’ın hizmetinde
bulunmuş, daha sonra birçok mutasavvıfla sohbet etmişti.
Şems ilk karşılaştıkları sırada Mevlana’yı derinden etkileyen olay ve Şems’le aralarında geçen
konuşmanın mahiyeti hakkında kaynaklarda
farklı rivayetler bulunmaktadır.
Mevlana bu karşılaşmadan sonra halkla tamamen alakasını kesmiş, medresedeki derslerini ve
müridlerin eğitimini bırakarak bütün zamanını
Şems’le geçirmeye başlamıştır. Müridler şeyhlerini kendilerinden ayıran ve nereden geldiği, kim
olduğu belli olmayan Şems’e karşı kin tutmaya,
haset etmeye başladılar. Öte yandan Mevlana’nın
vaazlarından mahrum olan halk arasında da çeşitli dedikodular yayıldı. Hatta bir araya gelerek
Şems’in aleyhine büyük bir yürüyüş düzenlediler,
tehdit ve ağır hakaretler ettiler. Bunun üzerine
Şems ansızın şehri terk etti. Mevlana’yı çok üzen
bu olaydan sonra onunla eskisi gibi görüşebileceklerini uman müridler durumun daha da kötüleştiğini fark ettiler ve Mevlana’dan özür dilediler.
Bir müddet sonra gönderdiği mektuptan Şems’in
Şam’da olduğunu öğrenen Mevlana, dönmesi
için ona çok içli mektuplar yazdı. Bu ayrılık sırasında mâtemlilerin giydiği hindibarî denilen
kumaştan bir ferecî (önü açık hırka) yaptırdı,
başına bal renginde yünden bir külah geçirdi ve
üzerine şeker-âvîz tarzında sarık sardı. Ayağına
da Mevlevî ayakkabısı ve çizmesini giydi. Öteden
beri dört haneli olan rebabı altı haneli yaptırarak
semâ meclislerini başlattı. Daha sonra oğlu Sultan Veled’i Şam’a gönderdi ve ısrarlı davet karşısında Şems tekrar Konya’ya geldi.
Mevlana ile Şems bu defa altı ay halvette kaldılar. Yanlarına Sultan Veled ve Şeyh Selâhaddin-i
Zerkûb’dan başkası giremiyordu. Bu arada Şems
Mevlana’nın evlatlığı Kimya Hatun’la evlendi. Müridler ve halk tekrar dedikodu etmeye, küstahlık ve taşkınlık yapmağa başladılar. Şems Sultan
Veled’e kendisini Mevlana’dan ayırmak istediklerini, bu sefer ortadan kaybolduktan sonra kimsenin izini bulamayacağını söyledi ve bir gün ansızın kayıplara karıştı Şems-i Tebrîzî’nin bu ikinci
kayboluşunun 645 (1247) tarihinde olduğu belirtilmektedir. Eflâkî’nin kaydettiğine göre Şems
kaybolmadan önce ona suikast teşebbüsünde
bulunulmuştur. Mevlana ile halvette iken dışarı-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
da pusu kuran yedi kişilik gruptan biri Şems’e
işaret ederek dışarı çıkmasını istemiş, Şems de
Mevlana’ya “Beni öldürmek için çağırıyorlar” deyip çıkmıştı. O anda Şems’e bir bıçak sapladılar,
Şems şiddetli bir nâra attı ve kayboldu. Ardından birkaç damla kandan başka bir şey göremediler (Menâkıbü’l-ârifîn, II, 684).
Şems-i Tebrîzî’yi aradığı hiçbir yerde bulamayan Mevlana kırk gün sonra başına beyaz sarık
yerine duman renkli bir sarık sardı. Yemen ve
Hind kumaşından bir ferecî yaptırdı ve ömrünün
sonuna kadar bu kıyafeti kullandı. Mevlana bir
müddet sonra onu bulmak umuduyla Şam’a gitti
ancak bulamadan geri döndü. Birkaç yıl sonra
tekrar gitti, aylarca aradığı halde yine bulamadı.
Mevlana, Şems-i Tebrîzî’den ümidini kestikten sonra oğlu Sultan Veled’i yanına çağırarak Şems’in yerine Konyalı Şeyh Selâhaddîn-i
Zerkûb’un (kuyumcu) geçtiğini, müridlerin ona
uymalarını, kendisinin ise şeyhlik yapmayacağını söyledi. Kuyumculukla meşgul olan Şeyh
Selâhaddin gençliğinde Seyyid Burhaneddin
Muhakkık-ı Tirmîzî’ye mürid olmuş, ardından
Mevlana’ya intisap etmiş, Şems-i Tebrîzî geldikten sonra da onun sohbetlerine katılmıştı.
Mevlana eskiden Şems’le olduğu gibi bu defa
Selâhaddîn-i Zerkûb’la halvete girmeye başladı.
Bir kısım müridler bu duruma da itiraz ettiler;
onun cahil olduğunu ve şeyhlik için ehil olmadığını söylemeye başladılar. Şems’den sonra Şeyh
Selâhaddin’le teselli bulan Mevlana, onun kızı
Fatma Hatun’u oğlu Sultan Veled’e almak suretiyle aralarında akrabalık bağı da oluşturdu.
Selâhaddîn-i Zerkûb’un Mevlana ile beraberliğinin on yıl sürdüğü, ardından şeyhin hastalanıp
vefat ettiği belirtilmektedir.
Selâhaddîn-i Zerkûb’dan sonra Mevlana hilâfet
makamına müridlerinden Urmiyeli Hüsâmeddin
Çelebi’yi geçirdi. Mevlana’nın en etkili eseri
olan Mesnevî’nin ortaya çıkması Hüsâmeddin
Çelebi’nin teşvikiyle olmuştur. O yüzden Mevlana
ona “Madem ki Mesnevî’nin başlangıcı [başlatıcısı] sen oldun, o halde bu artarsa sen artırmış
olursun” diye iltifat etmiş ve Mesnevî’nin adını
Hüsâmînâme koymuştur. Hüsameddin Çelebi
zamanında müridlerin önceki döneme göre daha
sakin oldukları; haset ve taşkınlıklardan vazgeçtikleri söylenmektedir.
Mevlana, 5 Cemaziyelahir 672 (17 Aralık 1273)
tarihinde vefat etti. Cenazesinde ağlayıp feryat
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
edilmemesini vasiyet etmesi ve öldüğü günü kavuşma vakti olarak tanımlaması sebebiyle vefat gününe düğün gecesi anlamında şeb-i arûs
denmiş ve yıldönümleri bu adla anılagelmiştir.
Mevlana’nın vasiyeti gereği cenaze namazını kıldırmak için tabutun önüne geldiği sırada Sadreddin Konevî’nin hıçkırıklarla kendinden geçtiği, o sebeple namazı Kadı Sirâceddin’in kıldırdığı
belirtmektedir.
Mevlana’nın müridleri çoğunlukla halk tabakasındandı; her sanat ve meslekten insan onun
sema meclislerine katılıyordu. Bununla birlikte
onun dönemin yöneticileriyle de yakın ilişkisi
vardı. Ancak o bu ilişkiyi genellikle nasihat çerçevesinde sürdürüyor, yöneticilerin aralarındaki
çekişme ve rekabete dayalı siyasî mücadelelerin içine girmemeye özen gösteriyordu. Selçuklu devlet adamlarından II. İzzeddin Kaykâvus,
Celâleddin Karatay, Konyalı Kadı İzzeddin, Emîr
Bedreddin Gevhertaş, IV. Rukneddin Kılıcarslan, Muînüddin Pervâne, Mecdüddin Atabek,
Emînüddin Mikâil, Tâceddin Mu’tez, Sâhip Fahreddin, Alemüddin Kayser, Celâleddin Müstevfî,
Atabek Arslandoğmuş, Kırşehir hâkimi Cacaoğlu Nureddin, doktoru reîsületibbâ Ekmeleddin
en-Nahcuvânî Mevlana’ya büyük saygısı bağlılığı
olan kimselerdi. Muînüddin Pervâne’nin eşi Gürcü Hâtun, IV. Rukneddin Kılıcarslan’ın eşi Gömeç
(Gumaç) Hâtun da müridleri arasında bulunuyordu.
Mevlana’nın Selçuklu yöneticilerine göre direkt
ilişkisi bulunmadığı Moğollarla ilgili yaptığı bazı
açıklamalar sebebiyle, Moğol sempatizanı olduğu yönünde iddialar ileri sürülmüştür. Oysa
Mevlana’nın Moğollarla ilgili görüşleri, olayları
tamamen tasavvufî perspektiften ele alıp yorumlamaktan ibarettir. Bu çerçevede o, bir yandan
dönemin süper gücünün yükselişini izah etmekte, diğer yandan da yaptıkları zulümleri dile getirerek uzun ömürlü olamayacaklarına işaret
etmektedir. Onun bütün olayları yorumlayışının
temelinde, en olumsuz durumlarda bile olumlu yönlerin ve gelişmelerin olabileceği anlayışı
yatmaktadır. Nitekim Mevlana’nın öngördüğü
şekilde, Konya’yı kuşatan Moğol kumandanı
Baycu’nun şehre saldırmadığı ve Moğolların daha
sonra Müslüman oldukları bilinmektedir.
Mevlana’nın ünlü mutasavvıf Fahreddîn-i Irâkî
ile yakın dostluğu vardı. Irâkî Konya’da Sadreddin Konevî’nin derslerine katıldığı sırada
117
A
A
118
n
s
i
h
k
Mevlana’nın da sema törenlerine katılmaktaydı.
Mevlana’nın Sadreddin Konevî ile ilişkileri ilk
zamanlar iyi olmamakla birlikte zamanla düzeldiği anlaşılmaktadır. Başlangıçta semâa muhalif
bulunan Sadreddin Konevî’nin daha sonra bu
tavrından vazgeçtiği ve Mevlana ile dost olduğu görülmektedir. Mevlana ile görüşüp sohbet
edenler arasında Kübreviyye’nin kurucusu Necmüddin Kübrâ’nın halifesi Necmüddin Dâye,
Haydariyye’nin kurucusu Kutbüddin Haydar’ın
halifesi Hacı Mübârek Haydar, ünlü şâir Sa‘dî-i
Şîrâzî, meşhur âlimlerden Kutbüddîn-i Şîrâzî,
Hümâmüddin Tebrîzî ve Hoca Reşîdüddin de vardır.
Düşüncesi. Mevlana kâmil manada âlim, mutasavvıf ve şâirlik özelliklerine sahip bir şahsiyettir.
Çocukluğunda babasının yanında başladığı tahsilini, daha sonra gittiği Halep ve Şam’da tamamlamıştır. Onun ilk tasavvufî eğitimini de yine babasından aldığı anlaşılmaktadır. Sultânü’l-ulemâ
lakabıyla tanınan babası Bahaeddin Veled’in
Kübreviyye’nin kurucusu Necmeddin Kübrâ’nın
halifesi olduğu söylendiği gibi, Ahmed Gazzâlî’den
gelen tarikat silsilesinden hilâfet aldığı da belirtilmektedir. Mevlana daha sonra babasının halifesi
Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî tarafından eğitildi. Son olarak onun Şems-i Tebrîzî ile buluştuğu ve Şems’in de bir görüşe göre Kübreviyye bir
başka görüşe göre ise Sühreverdiyye şeyhlerinin
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
sohbetlerine katıldığı bilinmektedir. Mevlana’nın
çocukluğundan itibaren birbirine paralel olarak
devam eden ilm-i zâhir ve ilm-i bâtın tahsili, zamanla kelâmla tasavvufu birleştirmesine zemin
hazırlamıştır. Öte yandan onun şahsında Kübreviyye tarikatinden gelen sünnî esaslara dayalı
tasavvuf anlayışıyla, Ahmed Gazzâlî’den itibaren
Senâî ve Attâr gibi mutasavvıflarla sürdürülen
aşk ve vecdin öne çıktığı tasavvuf anlayışı birleşmiştir. Zühd ve takvayı esas alan tasavvuf anlayışının yanı sıra tevarüs ettiği bu aşk ve vecd neşvesinin Şems-i Tebrîzî ile en yüksek seviyesine
ulaştığı anlaşılmaktadır.
Mevlana’daki dinî-tasavvufî düşüncenin kaynağı
Kur’an ve Sünnet’tir. “Canım tenimde oldukça
Kur’ân’ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in
yolunun toprağıyım...” diyerek bunu dile getirir.
Mevlana’nın tasavvuf düşüncesine Muhyiddin
İbnü’l-Arabî’nin görüşlerinin etkisi olup olmadığı tartışılmıştır. Bazı araştırmacılar Mevlana
ile İbnü’l-Arabî’nin düşünce sistemini iki zıt kutup şeklinde takdim ederken, bazıları İbnü’lArabî’nin belli ihtisas sahiplerine hitap eden
anlaşılması zor görüşlerini Mevlana’nın anlaşılır
kıldığını ve böylece halkın seviyesine indirdiğini
belirtmişlerdir. Bir kısmı da kısmen etkisi olduğundan söz etmiştir.
Mevlana’ya göre, her ne kadar görünüşte ayrılık
olsa da varlıkta birlik esastır. İman-küfür, hayırşer gibi ayrımlar bize göredir. Allah’a nisbetle ise
hepsi birdir. Kötülük iyilikten ayrılmaz. Kötülük
olmadan kötülüğü terk etmek imkânsızdır. Yine
küfür olmadan da din olmaz, çünkü din küfrü
bırakmaktır. Bunların yaratanları da birdir. Ona
göre ikilikten kurtulmak; yani gerçek tevhid kulun kendi varlığından soyulmasıyla gerçekleşir.
Birlik, ittihad ya da hulül değil, kulun kendi varlığından geçmesidir. Allah’ın yanında iki “Ben” söz
konusu olamaz. Bu konu ile ilgili “Sen ‘Ben’ diyorsun. O da ‘Ben’ diyor. Ya sen öl, ya da O ölsün
ki, bu ikilik kalmasın. O’nun ölmesi imkânsız
olduğuna göre, ölmek sana düşüyor” demekte
ve tasavvufun hedefi olan, “ölmeden önce ölme”
esprisine vurgu yapmaktadır. Mevlana’ya göre
kul benliğinden sıyrılmakla gerçek manada irade
hürriyetine de kavuşmaktadır. Çünkü ferdiyetten kurtulup mutlak varlığa kavuşan kimsenin
iradesi, tıpkı varlığı gibi Allah’ta erimiştir. Onun
irade ve ihtiyarı Allah’ın irade ve ihtiyarıdır. Bu
mertebede kul cebirden de ihtiyardan da söz edebilir. Ancak ona göre ferdiyetinden kurtulmadan
A
A
n
s
i
h
k
i
l
yaptıklarını Allah’a isnat etmek yalancılıktır. Bu
noktada o Cebriyye’yi de Mutezileyi de tenkid
ederek ehli sünnet görüşünü savunur.
Mevlana, yalnız akla önem verdikleri için filozofları noksan görür; kıyas ve istidlâlin insanı
hatalara düşüreceğini belirtir. Ona göre, dünyevî
işlerde yararlı olan akıl, mahiyeti icabı ilahî hakikatlere ulaşmada ve hakka vuslatta ayak bağı
olabilir. Manevî yolculuk için ilâhî aşk gereklidir.
Aklın yetersiz olduğu alanlardan birisi de aşk ve
ahvalidir. Kur’an’da “Allah onları sever onlar da
Allah’ı sever” buyrulmuştur. Dolayısıyla aşkın
kaynağı ilâhîdir.
İnsanın yaratılışıyla ilgili yaptığı açıklamalarından dolayı Mevlana’yı evrimci, Darvin nazariyesinin ilk habercisi ve tenâsühü savunan bir kimse
olarak takdim edenler olmuştur. Onun insanla ilgili “O göklerden unsurlara, unsurlardan cansızlara, nebatlara ve canlılara geçmiş, nihayet baba
ve anası onun dağılmış olan maddesini mevâlid
aleminden toplamıştır. İnsan mevalid aleminden
önce unsurlarda, unsurlardan önce göklerde,
göklerden önce de Allah sıfatındaydı. Sıfat ise
Zatın aynıdır. İnsan suretine gelip bu alemde olgunluğa erişenler, bu suretten çıkınca suretsizlik
alemine varacaklar, mutlak varlığa kavuşacaklardır,” şeklindeki açıklamaları ve yine “Cansızdım
bu suretten ölüp kurtuldum, yetişip gelişen bir
varlık haline geldim, nebat oldum. Nebattan öldüm hayvan suretinde görüldüm. Hayvanlıktan
da öldüm insan oldum. Artık ölüp yok olmaktan ne diye korkayım? Bir hamle daha edeyim
de insanken öleyim melekler alemine geçip kol
kanat açayım. Melek olduktan sonra da ırmağa
atlamak, melek sıfatını terk etmek gerek” şeklindeki ifadeleri evrimi değil “devir” anlayışını
yansıtmaktadır. Bu anlayış tamamen biyolojik
evrimleşmeyle ilgili olup, insanın yapısındaki iki
alandan biri olan toprak alan için geçerlidir. Bu
evrimleşme cemad, bitki ve hayvan sürecinde biyolojik olmakla birlikte, insan-Allah arası süreçte meleklerden geçip yaratıcıya varan bir devredir. Ölümle birlikte beden yine toprağa karışacak
ruh ise mutlak varlığa kavuşacaktır. Dolayısıyla
bunun evrim teorisiyle ve tenâsühle alakası bulunmamaktadır.
Mevlana ünlü eseri Mesnevî’de fütüvvet ehlini
övmüştür. Ona göre fütüvvet bir şeyi sebepsiz,
karşılıksız vermektir. Başkasını kendisine tercih
ederek îsar ahlakına sahip olmak derecelerin en
üstünüdür. Gerçek fütüvvet ehli Allah için yaptık-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
larından da ücret beklemez, sırf O’nun rızâsını
kazanmayı hedefler.
Kitapları: Mevlana’nın şiirleri ve mektupları arasında Arapça olanlar bulunmakla birlikte eserleri Farsça’dır. Eserlerinden ikisi manzum diğerleri mensurdur.
Dîvân-ı Kebîr (Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî).
Mevlana’nın gazel ve rubâîlerden meydana gelen
bu eser çok geniş bir hacme sahip olduğundan
Dîvân-ı Kebîr adıyla, gazellerde genellikle Şems,
Şems-i Tebrîzî mahlasları kullanıldığından
Dîvân-ı Şems veyâ Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî adıyla
anılmaktadır. Şiirlerin çoğu Mevlana’nın Şems ile
buluşmasından sonraki devreye aittir.
Mesnevî. Mesnevî tarzında yazıldığı için bu adla
anılan eser tasavvufî düşüncenin bütün konularını içermekte ve İslâm kültürünün en önemli
eserleri arasında sayılmaktadır. Müellif eserini
Kur’ân-ı Kerîm’in bâtın manalarını keşfeden remiz ve işâretleri tevil ve tahkik eden bir kitap
olarak tanımlamış ve seyru sülûkta bulunanlar için irşad niteliği taşıdığını belirtmiştir. Diğer mesnevîlerden ayırt edilmek için Mesnevî-i
Mevlevî, Mesnevî-i Manevî ve Mesnevî-i Şerîf gibi
terkiplerle de anılagelen bu eser, müellifi tarafından Keşşâfü’l-Kur’ân, Fıkh-ı Ekber, Saykalü’lervâh ve Hüsamînâme gibi çeşitli lakaplarla da
isimlendirmiştir.
Fîhi mâ Fîh. Mevlana’nın sağlığında oğlu Sultan
Veled veya bir başka müridi tarafından kaydedilen sohbetlerinin vefatından sonra derlenmesinden meydana gelmiştir. Yazma nüshalarında adı
Esrâr-ı Celâl, Esrârü’l-Celâliyye, Kitâbü’n-nesâih
li Celâliddin, Risâle-i Sultan Veled gibi farklı şekillerde belirtilmiştir.
Mecâlis-i Seb‘a. Mevlana’nın cami vaazları ve
sohbetlerinde yaptığı konuşmaların muhtemelen
müridleri tarafından derlendiği bir mecmuadır.
Bu konuşmalarda konuyla ilgili âyet ve hadislerin açıklanmasının yanı sıra Senâî, Attâr gibi
şâirlerin şiirlerine, Mesnevî’de anlatılan bazı
hikâyelere ve Dîvân-ı Kebîr’den şiirlere de yer verilmiştir.
Mektûbât. Mevlana’nın değişik sebeplerle muhtelif kimselere yazdığı mektuplardan oluşmaktadır. Yakınlarına, çocuklarına ve müridlerine
gönderilenler bulunmakla birlikte mektupların
çoğu, yöneticilere ihtiyaç sahiplerinin taleplerini
bildirmek maksadıyla yazılmıştır.
119
A
A
n
s
i
h
k
KAYNAKÇA:
Bahaeddin Muhammed Veled, Maârif: Mecmûa-i Mevâiz ve
Suhânân-i Sultânü’l-ulemâ Bahâuddin Muhammed bin Hüseyin-i
Hatîbî Belhî Meşhûr be-Bahâ-i Veled (yay. Bedîuzzaman
Fürûzanfer), I, Tahran 1352, s. 82; İbnü’l-esîr, el-Kâmil fi’t-târîh,
XII, Beyrut 1982 Leyden 1853, s. 268-269; Mevlânâ Celâleddin-i
Rûmî, Mesnevî (çev. Veled İzbudak), İstanbul 1988; aynı yazar,
Külliyyât-ı Şems yâ Dîvân-ı Kebîr (yay. Bediuzzaman Füruzanfer),
Tahran 1337; aynı yazar, Fîhi mâ Fîh (çev. Ahmed Avni Konuk,
yay. Selçuk Eraydın), İstanbul 1994, s. 89, 195; Sultan Veled,
İbtidânâme (trc. Abdülbâki Gölpınarlı), Ankara 1976; Feridûn-i
Sipehsâlâr, Risâle der Ahvâl-i Mevlânâ Celâleddin Mevlevî
(Risâle-i Sipehsâlâr) (yay. Said Nefîsî), Tahran 1325; Alâüddevle-i
Simnânî, Risâle-i İkbâliyye: Fevâyid-i Şeyh Alâüddevle Simnânî
(Opera Minora içinde, yay. W. M. Thackston), Harvard 1988, s.
235; Ahmed Eflâkî, Menâkıbü’l-ârifîn, I-II, (yay. Tahsin Yazıcı),
Ankara 1959-61; Muhyiddin Abdülkadir Kureşî, el-Cevâhiru’lmudiyye fî tabakâti’l-Hanefiyye (yay. Abdülfettah Muhammed
Hulv), III, 1993, s. 343-346; Sahîh Ahmed Dede, Mecmûatü’ttevârîhi’l-Mevleviyye: Mevlevîlerin Tarihi, (yay. Cem Zorlu),
İstanbul 2003, s. 118-200; Reynold Alleyne Nicholson, Mevlânâ
Celâleddin Rûmî, (çev. Ayten Lermioğlu), İstanbul t.y., s. 15-25;
Resuhi Baykara, “Mevlânâ’nın Türklüğü Meselesi”, Tarih Coğrafya Dünyası, II/12 (1959), s. 433-434; Arthur John Arberry, “Jalâl
al-Dîn Rûmî”, Islamic Studies, I (1962), s. 89-105; Bedîuzzaman
Fürûzanfer, Mevlânâ Celâleddin (çev. Feridun Nafiz Uzluk), İstanbul 1963; Asaf Hâlet Çelebi, Mevlânâ ve Mevlevîlik, İstanbul 1957;
Seyyed Hossein Nasr, “Rûmî and the Sûfî Tradition”, The Scholar
and the Saint (ed. P. J. Chelkowski), New York 1975, s. 169-185;
Annemarie Schimmel, Rumi: Ich bin Wind und du bist Feuer, Köln
1986, aynı yazar, “Mewlânâ Rûmî: Yesterday, Today, and Tomorrow”, Poetry and Mysticism in Islam: The Heritage of Rûmî (ed.
Amin Banani, R. Hovannisian, G. Sabagh), Cambridge 1994, s.
5-27; Eva de Vitray-Meyerovitch, Rûmî and Sufism (Fransızca’dan
İngilizce’ye çev. Simone Fattal), California 1987; Afzal Iqbal, The
Life and Work of Jalal-ud-din Rumi, İslamabad 1991; Şefik Can,
Mevlânâ Hayatı Şahsiyeti Fikirleri, İstanbul 1995; Mehmet Demirci, Mevlânâ’dan Düşünceler, İzmir 1997,s. 23-59; William C.
Chittick, “Rumi and Wahdat al-Wujûd”, Poetry and Mysticism in
Islam: The Heritage of Rûmî (ed. Amin Banani, R. Hovannisian, G.
Sabagh), Cambridge 1994, s. 70-111; Imtiaz Ahmad, “The Place of
Rumi in Muslim Thought”, Encyclopaedic Survey of Islamic Culture, (ed. Mohamed Taher), XII, New Delhi 1998, s. 45-56; Osman
Nuri Küçük, “Mevlânâ’nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiâları I-II”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi,
XI (2003), s. 259-322; XII (2004), s. 173-195;
Reşat ÖNGÖREN
MEVLEVİ TEKKESİ
(bk. KALEMİ ZAVİYESİ)
MEVLEVİHANE
(bk. AHİ MUSA ZAVİYESİ)
MEVLİD
120
Ahilerin önemli günler ve gecelerde okudukları kitaptır. Hz. Peygamber’in hayatını manzum
olarak kaleme alan Süleyman Çelebi (ö. 1422),
Vesîletü’n-Necat adlı Mevlid Kitabı’nı, Ulu Cami
imamlığı sırasında vuku bulan bir olaya çok üzüldüğü için yazmıştır. Âlî’nin anlattığına göre, Acem
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
asıllı bir vaiz, vaazında Bakara suresinin 285.
ayetini, aynı surenin 253. ayetiyle karıştırarak
tefsir etmiş; peygamberlerin eşit olduğunu; bu
nedenle Hz. Muhammed’in diğerlerinden farksız
olduğunu söylemiştir. Süleyman Çelebi bu olaydan etkilenerek Hz. Peygamber’in kendisinden
öncekilerden “efdal” olduğunu ispat etmek maksadıyla eserini 812 /1409 yılında yazmıştır.
Süleyman Çelebi, Vesîletü’n-Necat adlı eserini
XV. yüzyıl Anadolu Türkçesi ile sade bir şekilde mesnevî tarzında, “fâilâtün fâilâtün fâilâtün
fâilün” aruz vezniyle yazmıştır. O, Osmanlı toplumunda bu konuda öncülük yapmıştır. Bunun
için Âlî, Süleyman Çelebi’den önce Osmanlı
Devleti’nde şiire önem verilmediğini, Süleyman Çelebi’den sonra manzum eserlerin değerinin anlaşıldığını; Süleyman Çelebi’nin dedesi
Şeyh Mahmud’un da şair olduğunu, ancak şiirlerini yazmadığını, bu nedenle şöhret bulmadığına işaret etmektedir. Latifî ise Anadolu’da
Mevlûd-ı Nebevî’yi konu alan ilk eserin Süleyman
Çelebi’nin kitabı olduğunu vurgulamaktadır. Fuat
Köprülü de Latifî’ninkine benzer şekilde görüş
beyan ederek maddi bir kaygı taşımaksızın samimi bir havada yazıldığını söylediği Vesîletü’nNecat’ın Osmanlı Devleti’nde yazılmış ilk manzum Siyer Kitabı olduğuna dikkat çekmektedir.
Süleyman Çelebi, manzum Mevlid Kitabı’nı yazarak bu sahada bir çığır açmış; ondan sonra onlarca Mevlid Kitabı yazılmış; ancak hiçbiri halk
tarafından onunki kadar samimi bulunmamış,
dolayısıyla tutulmamıştır. Latifî, yüz kadar Mevlid Kitabı görüp incelediğini, ancak hiçbirinde
ondaki sözü, hali, şevk ve harareti görmediğini,
bu nedenle bunun dışında hiç birinin makbûl ve
meşhûr olmadığını söylemektedir. Cumhuriyet
döneminde de durumun değişmediği, hatta onun
eserinin kutsal bir hüviyet kazandığı söylenebilir.
Mevlid bilimsel olarak Ahmet Ateş, Faruk K. Timurtaş ve Necla Pekolcay tarafından yayımlanmıştır. Özellikle Pekolcay’ın çalışması önemlidir.
O, Mevlid’i dil ve edebiyat yönünden incelemiş,
yeni tespit edilen nüshaları da göz önüne alarak
edisyon kritiğini yapmış ve yeniden yayımlamıştır.
Mevlid, daha yazıldığı tarihlerden başlamak üzere Osmanlı Devleti’nde bestelenmiştir. Anadolu
ve Balkanlar başta olmak üzere Osmanlı ülkesinde mübarek gün ve gecelerde ibadet anlayışı
içinde okutulmuştur. Ahiler, özellikle 10 Muhar-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
rem günü Mevlid törenleri yaparlar, şehir ve kasabaların dışında toplanan halka yemek ikram
ederlerdi. Bunun için vakıflar kurulmuştur.
KAYNAKÇA:
Latifî, Tezkere-i Şuarâ, İstanbul 1313, s. 55-57; Mustafa Âlî,
Kitâbü’t-Tarîh-i Künhü’l-Ahbar, I, (haz. Ahmet Uğur ve diğerleri), Kayseri 1997, s. 76, 196-197; II, s. 406-407; Fuad Köprülü,
Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1981, s. 346, 358, 389-390; aynı
yazar, Edebiyat Araştırmaları, Ankara 1999, s. 20; Mehmed Tahir,
Osmanlı Müellifleri, II, İstanbul 1333, s. 221-222; H. Fuchs-Neclâ
Pekolcay, “Mevlid”, İA, VIII, İstanbul 1971, s. 171-176; Neclâ
Pekolcay, “Mevlid”, DİA, Ankara 2004, XXIX, s. 485-486.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
MEVLİD KİTABI
(bk. MEVLİD)
MEVLİD MERASİMİ
Mevlid kelimesi, “doğma, dünyaya gelme, doğulan zaman ve yer” anlamlarına gelmektedir. Hz.
Peygamber’in Rebiülevvel ayının 12’sinde, pazartesi günü doğduğunu ifade etmek için İslam
âleminde bu güne mevlid denmiştir.
Mevlid merasimi, Hz. Peygamber zamanı dahil, Emevi ve Abbâsîlere kadar yapılmamıştır.
İslam dünyasında Mevlid merasimi ilk Fatımi
Devleti’nde, Muiz-Lidinillah devrinde (972-975)
resmen yapılmıştır. Merasim, Kur’an tilavetiyle
başlar; değişik etkinliklerle sürerdi. Daha sonra
Sünni devletlerde de gelenekselleşmiş; mevlid
merasimleri geniş halk kitlelerinin katılımıyla yapılmıştır. XII. yüzyılın ikinci yarısında Mekke’de,
Hz. Muhammed’in doğum yıl dönümünde,
doğduğu evde merasim düzenlenirdi Memlük
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Devleti’nde mevlid günü ikindi namazından sonra
Kur’an okunarak resmen kutlamaların başlatıldığı, değişik etkinliklerden sonra katılanlara yemek
ikram edildiği görülmektedir. Eyyubilerde devlet
olarak resmen mevlid merasiminin yapılmadığı
araştırmalar sonucu ortaya çıkmıştır. Bununla
birlikte yerel kutlamaların yapıldığı bilinmektedir.
Selahaddin Eyyubi’nin Erbil Atabegi olan kayınbiraderi Muzafferüddin Kökböri (1190-1233)’nin
mevlidi büyük merasimlerle kutladığı tespit edilmiştir.
Osmanlılarda, mevlid merasimi düzenlenmesinin
daha Osman Gazi’den (1302-1324) itibaren yapıldığı bilinmektedir. Saray protokolünde ise Kanuni Sultan Süleyman zamanında (1520-1566) yer
almaya başlamış; ancak esas resmî kutlamalar
III. Murad (1574-1595) tarafından 1588’de başlatılmıştır. Tüm cami ve mescidlerin minarelerinde kandil yakılması uygulamasına da bu padişah
zamanında başlanmıştır. Daha sonra merasimin
kuralları ayrıntılı bir şekilde belirlenmiş; padişah,
veziriazam, şeyhülislam ve vezirler başta olmak
üzere tüm askerî ve mülkî erkân ile ulema sınıfı
resmî kıyafetleriyle Sultan Ahmed Camii’nde toplanmaya başlamışlardır. Mevlid törenleri, Osmanlı
sınırları içine alınan yerlerde de yapılmıştır. Nitekim Hicaz bölgesi ile Kuzey Afrika ve Balkanlar’da
İstanbul ve Anadolu’da olduğu gibi mevlid törenleri yapılmaya başlanmıştır. Mevlid günü Osmanlı
Devleti’nde resmî bayram olarak 1910’da kutlanmaya başlanmıştır. Bu uygulama Cumhuriyet döneminde kaldırılmış; ancak kandil gecelerinde camilerde ve evlerde Kur’an ile Süleyman Çelebi’nin
(ö. 1422) yazdığı mevlidin okunması şeklinde bu
gelenek devam ettirilmiştir.
Mevlid merasimlerinin özellikle tasavvuf ehlinin
hayatında önemli bir yeri vardır. Eyyübiler zamanında Erbil Atabegi Muzafferüddin Kökböri’nin
düzenlediği mevlid kutlamalarına ulema ve ileri gelen mutasavvıflar katılır; hângâhta toplanan
sûfîler Rebiülevvel ayının 12. günü öğle vaktinden
sabah yakınına kadar zikir yaparlardı. Memlükler döneminde de tarikat mensupları mevlid merasimlerine katılırlar, her tarikat kendi zikrini
icra ederdi. Tasavvuf yönüyle de toplumda dikkat
çeken Ahiler arasında mevlidin önemli bir yeri
vardı. Özellikle Muharremin onunda kendilerine
ait tekkede, mevlid merasimi yapılır, arkasından
mevlid dinlemek için toplananlara yemek ikram
edilirdi. Bunun için kurulmuş vakıflar da vardı.
1097 (1686) tarihli Konya Ahi Evran Zaviyesi
121
A
A
n
s
i
h
k
Vakfiyesi bu konuda önem arz etmektedir. Anadolu’daki Ahilerin XIV. yüzyılda Kur’an tilavet ederek kutladıkları Muharremin onunda Süleyman
Çelebi’nin XV. yüzyılda yazdığı Mevlid Kitabı olarak bilinen Vesîletü’n-Necat adlı kitabı okumaları,
Türk örf ve âdetlerini benimseyerek örgütlerini
geliştirdiklerini göstermektedir.
Ahiler’in Rebiülevvelin 12. günü Mevlid merasimi
düzenlediklerine dair şimdilik bilgi tespit edilememiştir. Ancak yılda bir defa şehir veya kasabanın dışında toplanılır, değişik oyunlar oynanır,
kuşluk ve akşam yemekleri burada bulunanlarla
yenir; ikindiden sonra mevlüd okunur ve arkasından dua edilirdi.
KAYNAKÇA:
Neşat Çağatay, Ahilik Nedir, Ankara 1990, s. 89-90; Ahmet Özel,
“Mevlid”, DİA, XXIX, Ankara 2004, s. 475-479; Mehmet Şeker,
“Mevlid”, (Osmanlılar’da Mevlid Törenleri), DİA, XXIX, Ankara 2004, s. 479-480; İsmail Durmuş, “Mevlid”, (Arap Edebiyatı),
DİA, XXIX, Ankara 2004, s. 480-482; Hasan Aksoy, “Mevlid”,
(Türk Edebiyatı), DİA, XXIX, Ankara 2004, s. 482-484; Nuri Özcan, “Mevlid”, (Mûsiki), DİA, XXIX, Ankara 2004, s. 484-485; A.
Necla Pekolcay, “Mevlid”, DİA, XXIX, Ankara 2004, s. 485-486.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
MISIR ÇARŞISI
122
İstanbul Eminönü’nde bulunmakta olup Yeni
Cami Külliyesi’nin bir parçasıdır. Külliyenin inşasına 1598 tarihinde Hassa Baş Mimarı Davud Ağa
tarafından başlanmış; 1663-664 yıllarında Hassa
Baş Mimarı Mustafa Ağa tarafından tamamlanmıştır. İstanbul’un en büyük ikinci çarşısı olan ve
Yeni Camiye gelir getirmesi için inşa edilen eser,
1691 ve 1940 yıllarında iki büyük yangın geçirmiş
ve özgün halini büyük oranda kaybetmiştir. Çarşı
son şeklini 1940 yılında İstanbul Belediyesi tarafından gerçekleştirilen restorasyonda almıştır. İlk
dönemlerde çarşıya Valide Çarşısı ya da Yeni Çarşı adı verilmişse de, daha çok Mısır’dan getirilen
malların satıldığı bir yer olması nedeniyle XVIII.
yüzyılın ortalarından itibaren Mısır Çarşısı olarak
anılmaya başlanmıştır. Çarşıda dükkânlar ilk dönemlerde aktar ve pamukçu esnafına tahsis edilirken, 1970’li yıllardan itibaren aktar dükkânları
hızla azalmış ve farklı türde ürün satan esnafın
bulunduğu karışık bir alışveriş merkezi haline
dönüşmüştür.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Genel olarak yapının tamamında taş ve tuğla malzemeli almaşık duvar örgü sistemi kullanılmıştır.
Güney-kuzey ve doğu-batı istikametinde uzanan
iki arastanın birleşmesiyle oluşan “L” planlı yapı,
genel özellikleri bakımından daha çok kapalı çarşı
modelindedir. Yapı kendine özgü mimari tasarımlar barındırsa da genel olarak Osmanlı arastaların
özelliklerini yansıtmaktadır.
Çarşının bugün bazıları kullanılmayan, ikisi büyük, dördü daha küçük boyutlarda toplam altı
kapısı bulunmaktadır. İki sokağın başlangıcındaki
büyük kapılar ana giriş şeklinde tasarlanırken, alt
bölümü revaklı dükkânlar, üst bölümü kubbeyle
örtülü depolardan oluşan iki katlı yapılar olarak
biçimlendirilmiştir. Dükkânlar arasında kalan
sokak kısımları, yüksek tutulmuş, sivri kemerli
tonoz örtülerle kapatılmıştır. Tonozların üzengi
noktasının hemen üzerine açılan dikdörtgen formlu pencerelerle sokağın aydınlatılması sağlanmıştır. Sokakların birleşim noktasında çapraz tonoz
ile örtülü bir dua meydanı bulunmaktadır. Burada
duvara asma bir ezan yeri yerleştirilmiştir.
“L” formunu oluşturan iki bölüm, birçok bakımdan benzerlik gösterirken farklı olan noktaları da
bulunmaktadır. Kuzey-güney istikametinde uzanan bölüm oldukça simetrik bir plana sahipken,
doğu-batı yönünde uzanan bölümde aynı simetri
söz konusu değildir.
Çarşının kuzey-güney istikametinde uzanan bölümü, diğer bölüme oranla daha uzun tutularak, her
bir kolda yan yana sıralı 23 adet olmak üzere toplam 46 dükkân yer almaktadır. Tamamının üzeri
kubbe ile örtülü kare planlı dükkânların cephesi
sokaktan içe doğru girintilidir.
Doğu-batı istikametinde uzanan kısa bölümü,
her bir kolda yan yana sıralı 18 olmak üzere toplamda 36 dükkâna sahiptir. Sokağın güneyindeki
dükkânlar kare planları ve kubbeli örtüleriyle,
A
A
n
s
i
h
k
i
l
uzun sokaktaki dükkânlarla aynı özellikteyken,
kuzey kanattaki dükkânlarda aynı durum söz konusu değildir. Kuzeydeki dükkânlar çift sıralıdır.
Sokağa açılan dükkânların dış duvarına bitişik
olarak yapılan ikinci sıra dükkânlar, sokaktan
tamamen bağımsız olup, dükkânların girişi dışarıdandır. Önceleri farklı bölümler şeklinde tasarlanan bu dükkânların arasındaki duvarlar kaldırılarak bütüncül geniş mekânlar elde edilmiştir.
Örtü sistemi olarak bu bölümdekiler diğerlerinden
farklı olarak tonoz ile kapatılmıştır.
“L” formunu oluşturan her iki sokağın kesişme bölgesindeki dua meydanın etrafında, kubbeli olanlarla benzer özellikte altı dükkân daha yer alır.
Bunlarla birlikte çarşıda toplamda 88 adet dükkân
bulunmaktadır.
KAYNAKÇA:
Turhan Baytop, “Mısır Çarşısı”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, V, İstanbul 1996, s.449-450; Ahmet Vefa Çobanoğlu, “Yeni
Cami Külliyesi”, DİA, XLIII, İstanbul 2013, s. 441; Doğan Kuban,
İstanbul Yazıları, İstanbul 1998, s. 140-143; Lucienne Thys-Senocak,
“The Yeni Valide MosqueComplex at Eminönü”, Muqarnas XV: An
Annual on the Visual Culture of theIslamic World, (ed. Gülru Necipoglu), Leiden 1998, s. 58-70; Gündüz Özdeş, Türk Çarşıları, Ankara 1998, s. 80-81 (35-36); Ali Saim Ülgen, “Yeni Cami”, VD, II,
Ankara, 1942, s. 396.
Şükrü DURSUN
MİFTÂHU’D-DEKÂİK FÎ
BEYÂNİ’L-FÜTÜVVE
VE’L-HAKÂİK
Türkçe Fütüvvetnâmeler arasında en fazla nüshasına rastlanan, fütüvvet erkânı ve merasimi hakkında oldukça zengin içerikli olan eser, Seyyid Muhammed b. Seyyid Alâuddin el-Hüseyin er-Razavî
(ö. 931/1524-25’den sonra?) tarafından yazılmıştır.
Muhtemelen içeriğinden dolayı Fütüvvetnâme-i
Kebîr adıyla da bilinir.
Fütüvvetnâme’nin mukaddimesinde eserin muhtevasından bahsedilir. Bu bağlamda fütüvvet erbabı arasında uygulanan tevbe almak, yol atası ve yol
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
kardeşi edinmek, şedd kuşanmak, şeddin şartları,
erkânı, şakirdi revan etmek, helvayı cefnenin senedi (delili), erkânı, pişirilmesi, paylaştırılması, bir
şehirden diğer şehre götürülmesi, mahfil ehlinin
birbirinden hak talep etmesi gibi meseleler anlatılır. Ayrıca fütüvvetin dereceleri, fütüvvete alınmayan kimseler, kişiyi fütüvvetten düşüren haller,
fütüvvet ehlinin vasıfları, fütüvvet sahibi peygamberler ve Hz. Ali’nin şedd kuşanması, Gadîr-i Hum
olayı çerçevesinde anlatılır. Eser, sual-cevap faslıyla bitirilir. Yazar, alana hâkimiyetini göstermek için
merasimlerde çeşitli meslek gruplarıyla ilgili uygulama farklılıklarını, dualar, tercüman ve gülbenklerin Türkçelerini ve bazan da Farsçalarını verir.
KAYNAKÇA:
Razavî, Miftâhu’d-Dekâik fî Beyâni’l-Fütüvve ve’l-Hakâik, Süleymaniye Ktb. İzmir 337, vr. 67; Hacı Mahmud 2916, vr. 20; Yazma
Bağışlar, 851, vr. 38; Millet Ktb, Ali Emiri, Şerʻiyye 902, vr. 79;
Selim Ağa Ktb. Kemenkeş vr. 94; F. Taeschner, “Futuwwa”, EI2,.
II, 967; Abdulbaki Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet
Teşkilatı”, İÜİFM, XI, nr. 1-4, 1949-1950; Neşet Çağatay, Bir Türk
Kurumu Olan Ahilik, Ankara 1989, s. 38-41; Muallim Cevdet, İslam
ve Türk Ahiliği: İbn Batûta’ya Zeyl, (çev. C. Yarar), İstanbul 2008;
M. Saffet Sarıkaya, XIII-XVI. Asırlardaki Anadolu’da Fütüvvetnamelere Göre Dini İnanç Motifleri, Ankara 2002; Rahşan, Gürel,
Razavî’nin Fütüvvet-namesi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 1992.
M. Saffet SARIKAYA
MİLLÎ, TARİHÎ, DİNÎ, İÇTİMAÎ,
SİYASÎ, İKTİSADÎ VE İDARÎ
BAKIMLARDAN
ALEVÎLİK, AHÎLİK VE
BEKTAŞİLİK
Cemal Bardakçı tarafından kaleme alınan bu kitap
(Ankara 1950), 104 sayfadan meydana gelir. Eserinde Alevilik, Bektaşilik ve Ahilik konuları üzerinde duran Cemal Bardakçı, Türklerin eski inanç
sistemi ve bu sistemin nitelikleri, Aleviliğin ve Kızılbaşlığın kaynakları, İran ve Alevilik propagandası, Türk Aleviliği ile İran Şiiliği arasındaki farklar,
Ahiliğin özellikleri ve sosyal hayatın inşasındaki
rolü, Hacı Bektaş Velî’nin karakteri, fikirleri ve
söylemleri, Bektaşiliğin tarikat olarak kurulması
ve Türk sosyal ve dinî hayatındaki etkileri, Aleviler
ve Osmanlı Devleti, Aleviler ve Alevilerin Atatürk’e
bakış açısı, Türklerde kadınların mevkii, Alevilerde ve Alevi cemlerinde kadınların rolleri hakkındaki fikir, hatıra ve gözlemelerini bir araya getirir.
Eser daha çok Ali Cemal Bardakçı ile Nevşehir’in
123
A
A
n
s
i
h
k
Hacı Bektaş kazasındaki Hacı Bektaş-ı Velî
Türbesi’nin postnişini Cemallettin Çelebi Efendi
ile diyalog temeline dayanan bir yapı arz arzeder.
Ayrıca Ali Cemal Bardakçı’nın memuriyet yaptığı
bölgelerdeki Alevi-Bektaşi topluluklara dair müşahedeleri ile bu müşahedelerin gösterdiği dinî
ve etnik yapıya dair tespitlerine ve tahlillerine de
dayanır. Araştırmacının söz konusu tespit ve tahlillerde milli kimliği ön plana çıkaran Türkçülük
fikrinden beslendiği anlaşılmaktadır.
Mehmet ÇERİBAŞ
MİMAR-I ARASTA
Arastalardaki dükkânların bakım ve onarımı için
görevlendirilmiş mimara mimar-ı arasta denirdi.
Osmanlı Döneminde külliyelerdeki hafif bakım
ve onarımlarla uğraşan teknik elemanların başlarında “mimâr-ı ârâsta” adı verilen biri bulunuyordu. Bunlar XVI. yüzyıla ait vakıf kayıtlarında
“meremmâtî” olarak zikredilen onarımcıdan ayrı
idi.
KAYNAKÇA:
Yusuf Küçükdağ, Karapınar Sultan Selim Külliyesi, Konya 1997,
s. 69-72, 134-135.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
MUALLİM CEVDET
124
(1883-1935)
İslam Fütüvveti ve Türk Ahiliği İbn-i Battuta’ya
Zeyl kitabının yazarıdır. Bolu’da doğdu. Muallim
Cevdet olarak şöhret buldu. Asıl adı Mehmed
Cevdet’tir. Soyadı Kanunu’ndan sonra İnançalp
soyadını aldı. Doksanüç Harbi (1877-1878) sırasında, Niş’ten Bolu’ya göçen bir ailenin çocuğudur. İlk ve orta öğrenimini Bolu ve Kastamonu’da
tamamladıktan sonra İstanbul’a giderek Hukuk
Mektebi’ne devam etti. Babası hastalanıp, destek
veremez hale gelince, ayda bir altın burs veren
Dârülmuallimîn’in, Edebiyat bölümüne kaydoldu.
Bu arada Bayezid Camii’nde Arapça derslerine
devam etti.
Muallim Cevdet, Dârülmuallimîn’i bitirdikten sonra Dârüşşafaka, Robert Kolej, Şemsü’l-Mekâtib
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
gibi özel okullarda öğretmenlik yaptı. İslâm
Cemiyet-i Hayriyesi’nin daveti üzerine 1907’de
Bakü’ye gitti. On üç ay Bakü’de kalıp Füyuzat
adlı öğretmen okulunda çalıştı. Ağaoğlu Ahmet’in
çıkardığı gazetede yazılar yazdı. Azerbaycan
Türklerinin uyanışı ve din-parti çekişmelerinin
ortadan kaldırılmasında etkili oldu. Bu arada
Rusça öğrendi. 1909’da Cenevre ve Sorbonne
üniversitelerinde pedagoji, tarih, felsefe gibi bazı
ders ve konferansları izledi. 1910’da İstanbul’a
döndükten sonra Dârülmuallimîn pedagoji öğretmenliğine atandı. Çeşitli lise ve ortaokullarda, tarih, türkçe, farsça dersleri verdi. “Muallim
Cevdet” adıyla şöhret bulması, 1910-1931 yılları
arasındaki görevinden dolayıdır.
Sağlığı bozulduğu için 1931’de öğretmenlikten
ayrıldı. Bulgaristan’a satılan arşiv belgelerini
gündeme getirdi. Bunun üzerine Başbakanlık Tarih Evrakını İnceleme Kurulu başkanlığına getirilerek (1932) 17 konuda, 1553-1904 arasına ait,
216.572 belgeyi tasnif etti. BOA’de yer alan Cevdet Tasnifi böylece meydana gelmiştir. Onun gayreti ile hükümet, 1935’te bütün arşiv belgelerini
koruma altına alan bir nizamnâme çıkardı. Bu
çabaları ile Türk arşivciliğinin kurucusu sayıldı.
15 Nisan 1935’te hastalığı arttığı için görevinden
istifa etti. Vefatından önce, bir ara İstanbul Kütüphaneleri Tasnif Komisyonu başkanlığı yaptı.
Ayrıca Topkapı Sarayı Kütüphanesi kitap, harita
ve krokilerini inceleyen komisyonda görev aldı.
On bin cildin üzerindeki kitaplık ve arşivini,
İstanbul Belediye Kütüphanesi’ne bağışlayan
Muallim Cevdet, İstanbul’da vefat etti. Vasiyeti üzerine hayatını kitaplaştırdığı Babanzâde
Ahmet Naim’in mezarı yanında Edirnekapı
Mezarlığı’na defnedildi. Mezarı, 1970’te Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi.
Muallim Cevdet, Doğu ve Batı düşüncesinin büyük ustalarını tanıyan birisidir. Fakat toplum
olarak medeniyet değerlerimizi koruyarak ayakta kalabileceğimizi düşünür. Onun için Sadrettin
Celâl’in (Antel), okullardan din derslerinin kaldırılması, Abdullah Cevdet’in İslam dini karşıtı
yazılarına karşı, Askerî Din Dersleri kitabını yazar. Kültürel değişimin hızlı olduğu bir dönemde,
kültürümüze sahip çıkan önemli araştırmalar
kaleme alır. M. Sauton’dan çevrilen Spor Ruhu
adlı esere 1928’de “Türklerde Spor” ekini yazar.
1919 yılında seri yazı halinde Büyük Mecmua’da
(Nisan 1335-Mayıs 1335, S. 5-8), “İslam-Türk
Teşkilât-ı Medeniyesinden Ahiler Müessesesi”
başlıklı araştırmasını yayımladı. Ardından İbn-i
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Battuta Seyahatnâmesi’ndeki Ahilik Teşkilatı bölümüne, Arapça zeyl olarak İslâm Fütüvveti ve
Türk Ahiliği’ni yazdı. Vefatından sonra eğitim kurumları ile ilgili bazı önemli yazıları, Mektep ve
Medrese adıyla bir kitapta toplandı.
Eserleri: Zamanımızda Usul-i İnşa ve Muhabere, İstanbul 1341/1925; Şark İlyadası
Şâhnâme, İstanbul 1928; Askerî Din Dersleri, İstanbul 1928; Zeyl-i ‘alâ Fasli’l-Ahiyeti’l-Fityani’tTurkiyya fî-Kitabi’r-Rıhle li-İbn-i Battûta, İstanbul 1351/1932; Müderris Ahmet Naim, İstanbul
1935; Mektep ve Medrese, 1978; İslâm Fütüvveti ve Türk Ahîliği İbn-i Battuta’ya Zeyl, (çev.
Cezair Yarar), İstanbul 2008.
KAYNAKÇA:
Ahmet Güner Sayar, “Muallim Cevdet”, DİA, XXX, s. 313-314;
Muallim Cevdet, İslâm Fütüvveti ve Türk Ahîliği İbn-i Battuta’ya
Zeyl, çev. Cezair Yarar, İstanbul 2008, s. 5; İsmet Uçma, Bir Sosyal Siyaset Kurumu Olarak Ahilik, İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Anabilim Dalı Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 2003, s. 43.
Caner ARABACI
MUĞLA DEMİRCİLER VE
BAKIRCILAR ARASTASI
Muğla’nın eski kervan yolu üzerinde kuzey-güney
ve doğu-batı güzergâhlarının kesiştiği, ticarî yoğunluğa sahip bir alanda yer alan “Demirciler”
ve “Bakırcılar” arastaları halen ilk dönemdeki
adlarıyla anılırlar.
Her iki arastada, üzeri açık bir sokağın iki yanında karşılıklı sıralanan dükkânlar yer almaktadır. Genel olarak dikdörtgen plana sahip
dükkânların cephe düzenlemeleri kısmi farklılıklar taşımakta; ahşap doğramalı büyük pencerelere sahip dükkânların yanı sıra, daha az
penceresi bulunan dükkân cephelerine de rastlanılmaktadır.
Bu bölge, 1980’li yıllardan itibaren toplum yaşantısının çeşitli nedenlerle değişmesi, kent merkezinin güneye doğru kayması, eski ustaların
yerini alacak yeni ustaların yetişmemesi sebebiyle eski önemini kaybetmeye başlamıştır. Ancak
Muğla Valiliği ile Belediye’nin birlikte yürüttüğü
tarihi Arasta Çarşısı’ndaki yenileme çalışmalarıyla bölgenin eski önem ve özelliğinin geri kazandırılması amaçlanmaktadır.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
KAYNAKÇA:
http://www.sondakika.com/, (Erişim: 20.12.2012).
Necla DURSUN
MUHAMMED
(ö. 632)
Ahilik geleneğinde tüccarların piri olarak kabul
edilir. 12 Rebiülevvel (20 Nisan 571)’de Mekke’de
doğdu. Hem baba hem de anne tarafından Kureyş kabilesine mensuptur. Babası Abdullah, annesi Âmine, dedesi ise Abdülmuttalib’dir. Babası,
o henüz dünyaya gelmeden vefat etti. Dört yaşına
kadar sütannesi Halîme’nin yanında kaldı. Altı
yaşında annesini, sekiz yaşında da dedesini kaybetti. Dedesinin vefatı üzerine yirmi beş yaşına
kadar ona bir tüccar olan amcası Ebu Tâlib baktı. Dokuz veya on iki yaşında iken ticaret maksadıyla amcasıyla birlikte Suriye’ye gitti. On dörtyirmi yaşları arasında kabilesiyle birlikte Ficâr
savaşlarına, hemen ardından da büyük ölçüde
bu savaşlar nedeniyle bozulan düzeni yeniden
tesis etmek amacıyla kurulan ve daha sonraları
övgüyle bahsettiği Hilfü’l-fudûl cemiyetine katıldı.
Hz. Muhammed, kumaş ve tahıl ticareti yapan
Ebû Tâlib’e yardım etmek suretiyle ticarete başladı. Amcasının yaşlandığı yıllarda da bu faaliyetlerini sürdürdü ve Mekkeli bir zatla ticarî ortaklıkta bulundu. Bu dönemde çeşitli yerlere ticaret
amacıyla seyahatler yaptı. Böylece Arabistan’ın
çeşitli yerlerinde yaşayan insanları yakından
tanıma, onların dil ve lehçelerini, dinî, siyasî ve
içtimaî durumlarını öğrenme imkânını elde etti.
Çevresinde iffeti, mertliği, merhameti ve hak severliğinin yanı sıra, ticaret hayatında güvenilirliği
sebebiyle “Muhammedü’l-emîn” unvanıyla anıldı.
Ticarî seyahatlere katılma teklifleri almaya başladığı sıralarda Hz. Hatice ile evlendi.
Hz. Peygamber, amcası Ebu Talib ile gittiği Busra
seferinden sonra peygamberliğine kadar geçen
dönemde ticaretle uğraştı. Ancak hiçbir zaman
doğruluk ve dürüstlükten ayrılmadı. Peygamberlikten sonra da ticarî hayatın içinde yer aldı. Yerini bizzat tespit ettiği Medine Pazarı’nda ticarî
faaliyetin meşru sınırlar içinde gerçekleşmesi
için gerekli tedbirleri aldı. Onun ticaretle meşgul
olmasındaki amacı, sadece geçimini sağlamak
oldu. Zenginlik ve servet biriktirmek gibi bir
arzu taşımadı.
125
A
A
126
n
s
i
h
k
Hz. Muhammed (a.s.), 610 yılı Ramazan ayında
ilk vahyi alarak peygamber oldu. Çevresindekileri
üç yıl kadar gizlice İslam’a davet etti. Bu dönemde
kendisine inananlar ile Erkam b. Ebü’l-Erkam’ın
evinde bir araya geldi. Peygamberliğin dördüncü
yılından itibaren İslam davetini açıktan yapmaya
başladı. Yakın akrabalarını davetle işe başladı.
Ancak beklediği karşılığı pek bulamadı. Ashabının maruz kaldığı zulüm ve işkenceleri engelleyemeyince, bazı Müslümanların Habeşistan’a hicret
etmelerine izin verdi (615-616).
Kureyşliler, Hz. Peygamberi etkisiz hale getirmek
için üç yıl süreyle Müslümanları sosyal ve ekonomik yönden boykot ettiler (616-619). Ancak o, bu
sıkıntılara rağmen tebliğine devam etti. Bu arada
muhtelif sebeplerle dışarıdan Mekke’ye gelenlere
İslam davetini ulaştırmak için gayret gösterdi.
Bu çerçevede 621-622 yıllarında Medine halkıyla çeşitli görüşmeler yaptı. Bu temaslardan sonra
Müslümanlar kafileler halinde Medine’ye doğru
hareket ettiler. Müşrikler ise Medine’de kendilerine karşı tehlike oluşturacağından endişe ettikleri
Hz. Muhammed’i öldürmeye karar verdiler, ancak
bütün teşebbüsleri neticesiz kaldı. Hz. Peygamber ve beraberindekiler 24 Eylül 622 Cuma günü
Medine’ye ulaştı. Hicret, Hz. Peygamber’in risâlet
görevini daha iyi şartlarda yerine getirmesini ve
İslâmiyet’in yayılmasını sağladı. Resûl-i Ekrem,
Medine’de Mescid-i Nebevî adını alan cami ile bitişiğinde kimsesiz Müslümanlar ve ilim tahsil etmek isteyen sahabenin barınması için “Suffe” inşa
ettirdi. Hicretten hemen sonra Mekke’den göçen
muhacirlerle onlara yardım eden Medineli Müslümanları (ensar) kardeş ilan etti. Ardından Yahudi
kabileleri ile henüz Müslüman olmamış Araplar
ve Müslümanların barış ve güven içinde yaşamaları için bir şehir devleti halinde teşkilâtlanmanın
şartlarını belirledi.
Hz. Muhammed, Mekke döneminde inen ayetlerde özellikle sabrın tavsiye edilmesi sebebiyle kendisine ve Müslümanlara karşı düşmanlık yapan
Kureyşliler’e karşılık vermedi. Bu arada Mekke
müşriklerinin can damarını teşkil eden Suriye
ile kervan bağlantısına engel olmak için Kızıldeniz sahiline kadar uzanan bölgeye bazı seferler
düzenledi. Bunlardan birinde kervanı korumak
amacıyla Mekke’den hareket eden müşrik ordusuyla karşılaştı. Bedir’de yapılan savaş, Müslüman ordusunun kesin galibiyeti ile sonuçlandı
(624). Bu başarı Müslümanların itibarını arttırdı.
Hz. Peygamber’in Yahudilere karşı hoşgörüsüne
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
rağmen, Medine’deki Benî Kaynuka Yahudileri
Müslümanların Bedir’deki başarısını kıskanıp,
Medine sözleşmesine aykırı olarak taşkınlık yapınca Medine’den çıkarıldılar. Bedir’de ağır bir
yenilgiye uğrayan Kureyşliler ise bir yıl sonra
Medine’ye doğru yürüdüler. Uhud’da yapılan savaşta Müslümanlar başlangıçta Kureyşliler’i çekilmeye mecbur ettiyse de Resûlullah’ın stratejik
önem taşıyan bir tepeye yerleştirdiği okçuların
talimata uymayarak burayı terk etmeleri üzerine
müşrikler arkadan saldırıp savaşın seyrini değiştirdiler (625). Bu savaşta Mekke müşriklerini
Müslümanlara karşı tahrik eden, Medine sözleşmesine uymayan ve Hz. Peygamber’e suikast
düzenleyen Benî Nadîr Yahudileri Medine’den
çıkarıldı. Mekke müşrikleri, 627 yılında müşrikler ve bazı Yahudi kabilelerinin desteğiyle
Medine’ye karşı son kez saldırıp şehri kuşattılar.
Resûlullah, Selmân-ı Fârisî’nin tavsiyesine uyarak Medine’nin saldırıya açık kuzey kısmında
hendekler kazdırdı. “Hendek Gazvesi” denilen
bu savaş esnasında bazı çatışmalar olmuşsa da,
müttefik güçler bir sonuç alamadan ayrıldılar. Bu
arada Medine sözleşmesine aykırı olarak Hendek
Savaşı’nda Müslümanları arkadan vurmaya kalkan ve müşriklere yardımcı olan Benî Kureyza
Yahudileri de kuşatmanın hemen ardından cezalandırıldılar. Mekke’yi özleyen ve Kâbe’yi ziyaret
etmek isteyen Hz. Peygamber ise Zilkade 6 (Mart
628) tarihinde umre yapmak amacıyla 1500 kadar ashabıyla Mekke’ye hareket etti. Şehre yaklaşınca Kureyş müşrikleri tarafından Hudeybiye’de
durduruldu. Yapılan müzakereler sonucunda
on yıllığına bir antlaşma imzalandı. İlk bakışta
müslümanların aleyhine görünen bu antlaşma,
o güne kadar Müslümanları muhatap saymayan Kureyşlilerin, Müslümanları kendileriyle
denk kabul etmelerini sağladığı gibi, İslâmiyet’in
Arap yarımadasında hızla yayılmasına da zemin hazırladı. Resûl-i Ekrem ise bir yıl sonra
Mekke’ye gidip ashabıyla birlikte umresini kaza
etti. Hudeybiye’den döndükten sonra Bizans ve
Sâsânî imparatorları başta olmak üzere, civar
ülke yöneticilerine ve kabile reislerine elçiler ve
İslâm’a davet mektupları gönderdi. Bu arada
Hayber’deki Benî Nadîrlilerin, buradaki diğer
Yahudi kabileleriyle birlikte Medine’ye karşı düşmanlık yapmaları ve Mekkeli müşriklerin yanı
sıra bazı Arap kabileleriyle de anlaşmaları üzerine 1500 kişilik bir kuvvetle Hayber üzerine yürü-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
dü ve burayı fethetti (628). Hz. Peygamber’in kuzeye
gönderdiği elçilerden bazılarının Bizans’ı destekleyen kabileler tarafından öldürülmesi üzerine İslam
ordusu ile Bizans ve bölgede oturan Bazı Arap kabilelerinden oluşan kalabalık ordu arasında Mute’de
savaşı oldu (629). Bu savaşta İslam kumandanları
birer birer şehit oldular. Hâlid b. Velîd’in kumandanlığa getirilmesi üzerine Müslümanlar en az zayiatla geri çekilerek Medine’ye döndüler. Hudeybiye
Antlaşması, üzerinden henüz iki yıl geçmeden Mekke müşriklerince bozuldu. Hz. Peygamber, müşriklerin ciddi bir direniş göstermesine fırsat vermeden
10.000 kişilik bir orduyla Mekke’yi fethetti (630) ve
burada genel af ilan etti. Fetihten hemen sonra Taif
çevresinde yaşayan Hevazin kabilesi ve onunla işbirliği yapan Sakif kabilesinin direnişi ile karşılaştı.
Huneyn ve ardından Evtas’ta gerçekleşen savaşlar,
Hevazin kabilesinin kesin yenilgisiyle sonuçlandı.
Huneyn zaferinin ardından yapılan Taif kuşatması başarısızlıkla sonuçlandıysa da, Sakif kabilesi
bir yıl kadar sonra kendiliğinden Müslüman oldu.
Hz. Peygamber, 630 yılında Bizans imparatorunun
Hıristiyan Arap kabilelerinin de desteğini sağlayarak Müslümanlar üzerine yürüyeceğine dair haber
alması üzerine Tebük’e bir sefer düzenledi. Sefer
esnasında Bizans’la sıcak bir çatışma yaşanmadı
ancak civardaki Hıristiyan ve Yahudiler hâkimiyet
altına alındılar.
Hz. Muhammed, 632 yılı hac mevsiminde 120.000’ni
aşkın Müslüman’ın katıldığı veda haccında, hac ibadetini uygulamalı olarak yerine getirdi. İslam dininin tamamlandığına dair ayet de bu hac esnasında
nazil oldu. Hz. Peygamber burada, mesajının özeti
mahiyetinde olan; tevhid, Allah’a itaatin gerekliliği,
emanete riayet, faizin yasaklanması, can, mal ve
ırz güvenliği, kan davalarının kaldırılması, eşlerin
birbirleri üzerindeki hakları, müminlerin kardeş
oldukları ve iç çekişmelerden sakındırılması gibi
hususları içeren ünlü konuşmasını yaptı. Veda haccından sonra Medine’ye döndü ve 13 Rebiülevvel 11
(8 Haziran 632) Pazartesi günü vefat etti.
KAYNAKÇA:
İbn Hişam, es-Sîretü’n-nebeviyye, I-II, Kahire 1955; İbn Sa‘d,
Kitâbü’t-Tabakâti’l-kebîr: et-Tabakâtü’l-kübrâ, IV, Kahire 2001,
s. 241; Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi: Hayatı ve Faaliyeti, I, (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1993; Muallim Cevdet, İslam
Fütüvveti ve Türk Ahîliği: İbn Battûta’ya Zeyl, (çev. Cezair Yarar),
İstanbul 2008, s. 338; Hasan İbrahim Hasan, Siyasî-Dinî-KültürelSosyal: İslam Tarihi, I, (çev. İsmail Yiğit-Sadreddin Gümüş), İstanbul
1985, s. 99-263; İsmail Yiğit-Raşit Küçük, Hz. Muhammed (S.A.V):
Siyer-i Nebî, İstanbul 2007; İbrahim Sarıçam, “Hz. Peygamber Dönemi”, İslama Giriş, Evrensel Mesajlar, Ankara 2008, s. 381-393; Ahmet Turan Yüksel, “Bir Tacir Olarak Hz. Peygamber”, Diyanet İlmi
Dergi[Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) Özel Sayısı], Ankara
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
2003, s. 137-148; Mustafa Fayda, “Muhammed [Hayatı]”, DİA,
XXX, Ankara 2005, s. 408-423; M. Yaşar Kandemir, “Muhammed [Şahsiyeti/İsimleri, Şemâili ve Üstünlükleri, Ahlâkı, Günlük
Hayatı ve İbadeti, Eşleri ve Çocukları]”, DİA, XXX, Ankara 2005,
s. 423-428.
Mehdin ÇİFTÇİ
MUHAMMED b. SEYYİD
ALİYÜDDÎN
FÜTÜVVETNÂMESİ
Millet Kütüphanesi nr. 1009/3’de kayıtlı olup,
müellifi Muhammed b. Seyyid Aliyüddin’dir.
Fütüvvetnâme, kısa bir hamdele ve salveleden
sonra müellifin ismiyle başlar. 12b-13b’de bir
nevi sebeb-i telif bölümü vardır. Müellif, eserinde fütüvvetdarlar arasında söylenmiş ve işitilmiş
erkânın önemli olanlarını yazdığı, bu erenlerin
sözlerinin en sağlam rivayetlerini ve sünnete uygun olanlarını aldığını söyler ve okuyanlardan
Fatiha ister. Fütüvvetnâmede ayet ve hadislere,
ayrıca çeşitli sorulara cevap verilir.
KAYNAKÇA:
Fütüvvetname, Millet Kütüphanesi, nr. 1009/3, 12a-62a.
Bekir ŞAHİN
MUHTESİB
Anadolu şehirlerinde esnafın, çarşı-pazar fiyatlarının, ölçü ve ağırlıkların denetlenmesi işini Padişah adına kazalarda görev yapan kadılar üstlenmişlerdi. Kadılara bu konuda en çok yardımcı
olan kişisi ise muhtesib idi. Osmanlılarda daha
ziyade “İhtisab Ağası” veya “İhtisab Emini” denilen muhtesib, kadının şehirdeki ahalinin kamu
yaşamında ve alışverişlerinde hukuk kurallarına
uygun davranmalarını kontrol ederdi Muhtesib
özellikle çarşı bölgesinde faal olup, ağırlık ve ölçüleri, malların fiyat ve kalitesini kontrol yapardı.
Kazanın kadısına bağlı olan bu devlet görevlisi, a
ulaşan malların fiyat ve kalitesini denetlemek ve
düzenlemekten de sorumluydu.
Muhtesibin üstlendiği sorumluluğun ağırlığı,
göreve atanması için bazı şartlara haiz olmasını gerekli kılıyordu. Bunlar arasında Müslüman
127
A
A
128
n
s
i
h
k
ve erkek olmak, adaletli, ilim sahibi, takva ve güzel ahlak sahibi, zeki ve temiz yüzlü olmak gibi
kaideler bulunuyordu. Temiz yüzlü olması ilgili kanunnâmede yalan söylediği ve yanlış bir iş
yaptığında hemen yüzünün kızarmasından belli
olacağı şeklinde gerekçelendirilmiştir. Muhtesibin
vazifesi genel olarak bir seneydi. Vazifesi karşılığında bir sene müddetle ihale olunan iltizamı alır
ve bunun karşılığında devlete bedel-i mukataa
adıyla bir parayı peşin öderdi. Muhtesib bu iş için
ödediği parayı ihtisâbiyye rüsûmu denilen ve esnaftan alınan bac ve cerîmelerle karşılardı. Esnaf
ve zanaatkârlardan alınan bu vergi tüccar ve esnafın maddi durumlarına, bölgenin özel durumuna
göre alınırdı. Bir sene sonra görevi sona erdiğinde
tekrar aynı vazifeye talip olabilirdi.
Muhtesibin dinî, adlî, ekonomik ve sosyal hayatla
ilgili görev ve yetkileri kanunnâmelerde belirtilmişir. Buna göre, muhtesib olan kişi kadının emir
ve talimatlarına göre şehirdeki narhı belirleyebilir, denetlediği zanaatkârlardan kötü mal üreten
olursa o zanaatkârı kadı önünde yargılatıp, ceza
almasını sağlardı. At, katır, eşek gibi hayvanların
nalsız dolaştırılmaması, aşırı yük yüklenmemesi ve zayıf, güçsüz hayvanların çalıştırılmaması,
bunlara uymayanların cezalandırılması da onun
görevleri arasında idi. Eğer muhtesib, çarşı ve
pazar esnafıyla anlaşır ve saptanmış olan fiyattan
daha aşağı fiyata satanlara göz yumarsa, bu durumda kendisi de cezalandırılmaktaydı. Bunların
haricinde muhtesibin görevleri arasında vergi toplama, işyeri açma ruhsatı verme, esnafı kontrol
etme, ölçü, tartı, âlet ve birimlerindeki hileler,
her türlü iktisadî faaliyetteki aldatmalar, vaktinde ödenmeyen borçlar, komşuluk hakları ihlalleri
gibi sıkça karşılaşılan ticarî ve sosyal sorunları
çözüme kavuşturmak da gelmekteydi. Eski görevleri arasında kamu hukukuna veya ticarete karşı
işlenen suçlar, dinsel kurallara uyulmasını denetlemek olduğu kadar, iman suçlarına karşı da
önlem almak gelmekteydi. Örneğin, XVI. yüzyıla
ilişkin İstanbul pazaryerlerinin asayişine ilişkin
bir kanunda muhtesib, Ramazan orucu tutmayanlara, mezarları karıştıran hayvanlara müeyyide uygulamaktaydı. Yine içki içip sarhoş olanlar,
talih oyunlarıyla uğraşanlar, mezarların üzerine
oturanlar, Müslümanları rencide edecek şekilde
din ve emirleriyle alay edenler, insan haysiyet ve
şerefine yakışmayacak şekilde hareket edenler ile
umumi âdâb ve ahlakı bozanlar muhtesib tarafından sorgulanırdı. Fakat sonraki dönemlerde ol-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
dukça hızlı bir şekilde, muhtesibin eski görevleri
değişmiş ve yetkileri sınırlanmıştır. Muhtesibin
şehirdeki rolü, XVI. yüzyılın sonundan itibaren giderek artan bir şekilde, tüccarların veya
zanaatkârların hilelerini cezalandırmaya yönelmiş görülmektedir. Nitekim Şer‘iyye Sicilleri’nde
muhtesibin görevleriyle alâkalı kayıtların tamamı
esnafın ve pazar yerlerinin denetlenmesi ve tartı,
ölçü gibi âletlerin kontrol edilmesiyle ilgili olması, bu görüşü doğrulamaktadır. Şehirlerde muhtesibin, belirli aralıklarla düzenli olarak bütün
esnafı denetlediği görülmektedir. Özellikle tartı
ve ölçüde hilenin çok yapıldığı ekmekçi, çörekçi-börekçi, leblebici, bakkal, sabuncu, mumcu,
keçeci ve kasap esnafı denetleneceği zaman bu
guruba mensup bütün esnaf aynı gün denetlenmekte ve tartısı, ölçüsü bozuk ve eksik olanlar
muhtesib nezaretinde mahkemeye sevk edilmekteydi. Muhtesibin görevlerinden birisi de, esnafın
sattığı mallarda önceden saptanmış olan narha
uymasını sağlamaktı. Bu konuda esnaf temsilcileri ve halk da muhtesibe yardım etmekteydi.
Muhtesib, tartılarda ağırlık olarak kullanılan taş
ve kâse gibi nesneleri tartmakta ve bunların belirlenen ağırlıkta olup olmadığını da tescil etmekteydi. Muhtesib, yukarıda değinildiği gibi sadece
esnafın tartı ve ölçülerini kontrol etmez, üretilen
malın standartlara uygun ve kaliteli olmasını da
sağlardı. Ekmekçi esnafına yapılan denetimler
esnasında ekmekçinin sattığı ekmeğin çiğ, pişmemiş ve hamur olması ile ekmeği eksik gramajlı ve
içine nohut unu katanları uyarırdı. Yine sabuncuların yaptıkları sabunun çiğ olmaması ve keçecilerin kaliteli keçeden imal etmeleri konusunda
devamlı denetim yaparlardı. Bunlara uymayan
esnafın ise önce uyardığı, aynı uygulamayı devam
ettirenleri ise meslekten men edilmek dahil, ağır
müeyyideler uygulardı. Muhtesibin diğer görevleri arasında, Gayrimüslimler, askerî zümre ve
devlet görevlilerinin giymesi gereken kıyafetleri
tanzim eden kanunun tatbik edilmesi, küçük çocukları koruma ve yetiştirme, fakirlere yardım,
yol, sokak ve kaldırımlarım tamiri ile sağlık hizmetlerinin yürütülmesi de bulunuyordu.
Muhtesib, esnafı ve pazarı denetlerken yanında
beratla görev yapan bir terazici bulundururdu.
Yine ehl-i hibre denilen uzman bilirkişi de gerektiğinde mahkemece görevlendirilip çeşitli
konulardaki ihtilafların çözümünü sağlamada
muhtesibe yardımcı olmaktaydı. Esnafın üzerine
düşen ihtisab resmini kuloğlan/koloğlan denilen
A
A
n
s
i
h
k
i
l
görevliler toplardı. Kuloğlanları fiyatların denetimi, üretimin standartlara uygunluğu, çarşı ve
pazarların düzen ve güvenliği, kanunlara aykırı
hareket eden esnafı mahkemeye intikal ettirmek
gibi vazifeleri de bulunuyordu.
II. Mahmud döneminde 1826 yılında Yeniçeri
Ocağı’nın kaldırılmasıyla birlikte aynı yıl çıkarılan İhtisab Ağalığı Nizamnâmesi’nde İhtisab
Ağalığı unvanı, İhtisab Nazırlığına, İhtisab müessesesi İhtisab Nezaretine, Kuloğlanlığı da İhtisab
neferliğine dönüştürüldü. Bu kurulan nezaretin
görevleri de yeniden düzenlendi. İhtisab neferleri belediye zabıta memurluğu görevini devraldılar. Tanzimat’ın ilanı ile İhtisab Nazırı, Meclis-i
Vükelâ ve Meclis-i Âlî-i Umûmi üyesi oldular.
Sorumluluk alanlarına yeni konular ilave edildi. Bu bağlamda Osmanlı tebaası Protestanların
işleri nezarete verildi. 1851 yılında yapılan yeni
bir düzenlemeyle İhtisab Nezareti lağvedildi ve
görevleri zabtiye müşirliğine bırakıldı. Kısa süre
sonra tekrar kuruldu. Akabinde 25 Temmuz
1855 tarihinde nezaret bir kez daha kaldırıldı
ve görevleri bugünkü belediyelerin temeli olan
Şehremânetine devredildi.
KAYNAKÇA:
Osman Nuri, Mecelle-i Umûr-u Belediye, I, İstanbul 1922, s. 335,
408; Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukuki Tahlilleri, I, İstanbul 1990, s.234; Cengiz Kallek , “Hisbe”, DİA, XVIII,
s.133; Ziya Kazıcı, Osmanlılarda İhtisâb Müessesesi, (Ekonomik,
Dinî ve Sosyal Hayat), İstanbul, 1987, s.29 vd.; İlber Ortaylı, Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahalli İdareleri (1840-1880), Ankara
2000, s.129-132; Robert, Mantran, 17. Yüzyılın İkinci Yarısında
İstanbul, Kurumsal, İktisadi, Toplumsal Tarih Denemesi, I, çev.
Mehmet Ali Kılıçbay-Enver Özcan, Ankara, 1990, s. 135; İbrahim Erdoğdu, “Osmanlı İktisadi Düzeninde İhtisab Müessesesi
ve Muhtesiblik Üzerine Bir Deneme”, OTAM, XI, Ankara 2000,
s.133; Ali Rıza Abay, “Toplumsal Yapı ve Toplumsal Kurum Değişimi (İhtisap Kurumunun Zabıta Teşkilatına Dönüşümü Örneği)”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, sy. 7 (Aralık 2002), s.368; İlhan Yerlikaya, “Tanzimat’tan Önce Osmanlı
Devleti’nde Belediye Hizmetleri”, Osmanlı, VI, Ankara 1999, s.
141-143; Ömer Düzbakır, “Bursa Şerʻiyye Sicillerine Göre Esnaf
Teşkilatı ve Kumaş Nizamı”, Türk Kültüründe Terzilik, Acta Turcica Çevrimiçi Tematik Türkoloji Dergisi, II/2, (Temmuz 2009),
s. 51.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
bulunuyordu. Bu mumhanede ustası, kalfası ve
çırağı yüz kişi çalışıyordu ve İstanbul’daki bütün
selâtin camilere, Topkapı Sarayı ve vezir konaklarına mum burada dökülüyordu. Mumhanede,
balmumu ve içyağından mum imal ediliyordu.
Saf balmumundan yapılan mumlar çok kaliteli
olup yanma sırasında iyi bir şekilde kokmaları
için değişik maddeler ilave ediliyordu.
KAYNAKÇA:
Serkan Özburun, Kaybolan Meslekler, İstanbul 2006, s. 163; Yusuf Ekinci, Ahîlik, Ankara 2011, s. 325; Tuncer Baykara, Osmanlı
Taşra Teşkilatında XVIII. Yüzyılda Görev ve Görevliler (Anadolu), Ankara 1990; M. Murat Öntuğ, XVII. Yüzyılın İlk Yarısında
Balıkesir Şehrinin Fiziki, Demografik ve Sosyo-Ekonomik Yapısı,
SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Konya
2003, s. 254.
M. Murat ÖNTUĞ
MURAD I
(d. 726 / 1326-ö. 791/1389)
Ahi devlet adamlarıyla yakın ilişkisi bulunan
Osmanlı padişahıdır (1362-1389). Babası Orhan Bey, annesi Yarhisar tekfurunun kızı Nilüfer Hatun’dur. Kaynaklarda ve kitâbelerde
M. Murat ÖNTUĞ
MUMCU
Mumcular, kasaplardan aldıkları iç yağdan mum
yaparlardı. Mum, geceleri evlerin aydınlatılmasında kullanıldığı kadar, şehirdeki cami, mescid,
han ve diğer dinî ve sosyal yapıların ışıklandırılmasında da elzem bir öneme sahipti. Evliya
Çelebi Seyahatnâmesi’nde XVII. yüzyılın ikinci
yarısında Eminönü’nde büyük bir mumhane
129
A
A
130
n
s
i
h
k
“bey, emîr-i a‘zam, han, hudâvendigâr, padişah,
sultânü’s-selâtîn, melikü’l-mülûk” gibi unvanlarla anılır. Osmanlı tarihlerinde yaygın olarak Gazi
Hünkâr ve Hudâvendigâr şeklinde geçer. Sırp ve
Bulgar kaynaklarında Tsar, büyük emîr; bir Ceneviz belgesinde “dominus armiratorum Turchie”
unvanına rastlanır. Büyük kardeşi Süleyman aynı
anneden doğmuştur. Diğer kardeşleri Sultan,
İbrâhim, Halil ve Kasım başka annelerdendir.
Tahta çıktığı sırada bunlardan İbrâhim ve Halil
hayattaydı.
Orhan Bey, İzmit fethine hareket etmeden önce
(737 / 1337) ona Bursa ile Bey sancağını verdi.
Murad on iki yaşında “küçük yaşından beri lalası
olan Şâhin” ile (İdrîs) birlikte Bursa Bey sancağına gönderildi. İzmit’in fethinden sonra Sultanöyüğü (Eskişehir) sancağına nakledildi. Rumeli
fâtihi olarak anılan kardeşi Süleyman Paşa’nın
ölmesi üzerine 758’de (1357) lalası Şâhin ile birlikte önemli bir kuvvetle Rumeli’ye gönderildi.
Orada 1362’ye kadar şehzade sıfatıyla fütuhatta
bulundu. Osmanlı kroniklerinde bu faaliyeti tahta
cülûsundan sonraya yerleştirilmiş ve bu yanlışlık
modern tarihçileri birtakım hatalı varsayımlara
götürmüştür.
Papalık ve Bizans Haçlı donanmasının 760’ta
(1359) Lapseki ve Saros körfezi çıkarmasını önleyen Şehzade Murad’ın emrinde Lala Şâhin gibi
yetenekli bir kumandanın yanı sıra Evrenos (Evrenuz) ve Hacı İlbey gibi serhad beyleri de bulunuyordu. Ancak küçük kardeşi Halil’in Rum korsanlarınca esir alınıp Foça’ya götürülmesi, babası
Orhan’ın oğlunun kurtarılması için İmparator V.
Yuannis Paleolog ile anlaşması sırasında Rumeli’deki askerî faaliyetlerini bir süre durdurmak
zorunda kaldı. Halil’in kurtarılıp teslim edilmesi
üzerine (Şevval-Zilkade 760 / Eylül-Ekim 1359)
fetih harekâtına yeniden başladı. 1360-1361’deki
faaliyetlerini belirli bir plana göre icra etti. Önce
Edirne’ye gelebilecek askerî yardımları kesmek
için akıncıları İstanbul önlerine kadar gönderdi.
İstanbul-Edirne yolu üzerindeki başlıca kaleler
olan Bantoz (Panados), Çorlu (Tsurullos), Misini
(Mosunopolis), Lüleburgaz (Verguli) ve Babaeski (Bulgarufigon) ele geçirildi. Öte yandan Meriç nehrine doğru Güney Trakya yol kavşağında
Keşan Kalesi, Edirne’nin güneyinde Trakya’nın
ikinci büyük merkezi Dimetoka (Didymoteikhon)
Kalesi zaptedildi (761 / 1360 veya 762 / 1361).
Böylece Edirne her türlü yardımdan tecrit edildi.
762 (1361) baharında Şehzade Murad, Rumeli kuvvetlerini emri altında toplayıp Edirne
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
üzerine yürüdü. Edirne’nin 55 km. doğusunda
Babaeski’de karargâh kurup Lala Şâhin kumandasında orduyu ileri gönderdi. Edirne tekfuru
onu Sazlıdere vadisi önünde karşıladıysa da bozguna uğradı ve Edirne’ye çekildi; geceleyin Meriç
üzerinden gemiyle Enez’e kaçtı. Ardından Edirne
halkı şehri teslim etti (28 Cemaziyelahir 762 / 5
Mayıs 1361). Murad ordusuyla Kum Kalesi kapısından şehre girdi. Daha sonra Edirne’yi güvence
altına almak için Lala Şâhin ile birlikte kuzeyde
Bulgaristan’a ait Eski Zağra ve Yukarı Meriç vadisinde Filibe doğrultusunda sefere çıktı. Fakat bu
sırada Bursa kadısı Çandarlı Kara Halil’den Sultan Orhan’ın ölümü haberi geldi (Cemâziyelevvel
763 / Mart 1362).
İznik ve Eskişehir’de bulunan kardeşleri
İbrâhim’in (o zaman altı yaşında) ve Halil’in (on altı
yaşında) adamları, Karaman ve Eretna kuvvetlerinin desteğiyle şehzadeler adına Bursa’da tahtı ele
geçirmek için harekete geçtikleri gibi Orhan Bey’in
ölümünü fırsat bilen Amasya emîrlerinden Bahtiyar Bey de Ankara’yı almış, Karamanoğlu 757’de
(1356) Osmanlılar’ın eline geçmiş olan Sivrihisar
bölgesini işgal etmişti. Murad, Rumeli’de lalası
Şâhin’i uç / uc beyleri üzerinde beylerbeyi tayin
edip Rumeli’den ayrılarak Bursa’ya ulaştı ve Kadı
Çandarlı Kara Halil ile buluştu. Çandarlı o gelinceye kadar duruma hâkim olmuş, böylece Murad
güvenle tahta çıkabilmişti. Bu arada Edirne’de oturan Beylerbeyi Lala Şâhin, Eski Zağra ve Filibe’yi
eman ile teslim almıştı. Meriç vadisinde önemli bir
şehir olan Filibe, Osmanlı rivayetine göre uzun bir
kuşatma sonunda 765’te (herhalde milâdî 1364
bahar veya yazında) teslim olmuştu. Burası 767’de
(1366) Murad Rumeli’de iken Beylerbeyi Lala
Şâhin’in uç merkezi olacak, Şâhin oradan İhtiman
ve Samakov istikametinde akınlara başlayacaktır.
I. Murad tahta geçtikten sonra 766 (1365) yılına kadar Karaman ve Eretna tehdidi yüzünden
Anadolu’da kaldı. Eretnaoğlu Mehmed’i tahta çıkaran Karamanoğlu Alâeddin, Ankara’ya hâkim
olan Bahtiyar Bey’le ittifak halinde Osmanlı topraklarına saldırdı. I. Murad, 1362 kışını Bursa’da
geçirdikten sonra güçlü bir ordu toplayarak ertesi
yılın baharında sefere çıktı. Eretna’nın Moğol birliklerini (Barımbay ve Samagar aşiret kuvvetleri)
Eskişehir bölgesinde bozguna uğrattı, Karaman
ordusunu püskürttü. Bunun üzerine kuşatma altında bulunan Ankara ahîleri kalenin anahtarlarını getirip teslim ettiler. Karaman ve Eretna tehdidi
böylece ortadan kalktı.
1364’te Anadolu’da Türkmen beylikleri ve Mısır’da
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Memlükler’e karşı genel bir Haçlı seferi hazırlıkları yapılmaktaydı. Safer 767’de (Ekim
1365) on altı kadırga, 10.000 asker taşıyan altmış sekiz gemi ile Kıbrıs Kralı Pierre’in ordusu
İskenderiye’yi ele geçirmiş, Mısır’ın zengin ticaret
limanı yağma ve yangında harabeye dönmüştü.
İskenderiye yağma ve katliamı Avrupa’da İslâm’a
karşı kazanılmış en büyük zaferlerden biri olarak kutlandı. Ertesi yıl papalığın genel Haçlı
planı dahilinde Osmanlılar’a karşı Savua Kontu VI. Amedeo kumandasında bir Haçlı ordusu
Gelibolu’yu aldı (Zilhicce 767 / Ağustos 1366).
I. Murad, Bizans’a ve Haçlılar’a karşı Trakya’daki fetihleri korumak ve İstanbul doğrultusunda
yeni fetihler yapmak için daha önce Receb 767’de
(Mart 1366) Rumeli’ye geçmiş, Gelibolu Boğazı
yoluyla Malkara’ya gelmişti. İdrîs-i Bitlisî’ye göre
beş yıl Rumeli’de kalan I. Murad bu zaman zarfında Bizans ve Bulgar topraklarında birçok fetihte bulundu. Meriç nehri üzerinde Edirne yakınında Çirmen (Çirmianon / Tshronomen) üstüne
kuvvet gönderdi, kale eman dileyip teslim oldu.
I. Murad, Lala Şâhin ve Gazi Evrenos emrindeki
kuvvetleri Malkara’ya çağırdı; kuvvetlerinin arkasını güvenceye almak için Lala Şâhin’i Meriç
ağzında Ferecik (Fire, Vira) üzerine gönderdi,
kendisi de Bizans’a karşı harekete geçti. İstanbul yakınında İncüğez’i kuşatıp aldı, oradan Burgaz dağları tarafına yönelerek İstanbul’a yakın
Çatalburgaz’ı (Çatalca) ve Küçükçekmece yakınında iki kaleyi ele geçirdi. Lala Şâhin, Ferecik
fethini tamamlayıp onunla buluştu ve birlikte
Karadeniz kıyısında Polunya (Apolunia, Sozopol,
Süzebolu) Hisarı üzerine yürüdüler, ancak burayı ele geçiremediler. Savua kroniğine göre Amedeo kaleyi 1366 Ekiminde Bulgarlar’dan almış ve
Skafida’da Osmanlı gemilerini yakmıştı. Osmanlı
kuşatması, kale henüz Amedeo’nun elinde iken
1366 Ekimi ile 1367 Nisanı arasında cereyan
etmiş olmalıdır. Anonim tarihler Murad’ın kaleyi on beş gün kuşattığını, fakat alamayıp hayal
kırıklığı içinde Devletlü Kabaağaç (bugün haritalarda Sozopol’ün 100 km. batısında Devletliağaç)
mevkiine çekildiğini belirtir. Rumeli’de kaldığı sırada ilkin Dimetoka’da oturmuş, Edirne’de saray
inşasını emretmiş, inşaat bitince oraya geçmişti
(770 / 1369).
Bizans’a karşı 1366 seferinde I. Murad başlangıçta Bulgar Çarı Aleksandr ile birlikte hareket etmişti. Bizans imparatoru Bulgaristan’a ait Sozopol (Süzebolu), Mesembria (Misivri) ve Anchialos
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
(Ahyolu) kalelerini ele geçirmek istediğinden Bulgar Çarı Aleksandr Murad ile müttefik olmuştu.
Amedeo bu kaleleri alıp Bizans’a verdi ve çar ile
anlaştı. 1366 yılı sonlarında I. Murad’ın Bulgar
çarı ile ittifakı son bulmuş ve Bulgar toprakları
Osmanlı saldırılarına açılmış bulunuyordu. 769
(1368) baharında I. Murad, Doğu Bulgaristan’da
önemli askerî harekâta girişti. Balkan dağ geçitlerini kontrol eden Aydos (Aetôs) ve Karin ovası
(Karnobat / Karinâbâd) üzerine yürüdü; Aydos
savaşsız teslim oldu, Karin ovası da kolaylıkla
ele geçirildi. Oradan yenilgiyle ric‘at ettiği Sozopol üzerine gelip kaleyi kuşattı ve eman ile teslim aldı (Osmanlı rivayetlerinde 779 / 1377 tarihi
yanlıştır). 770 (1369) kışında Edirne Sarayı’nda
kaldı. O yılın baharında Bizans’a karşı yeniden
harekâta geçerek Trakya’da Istıranca (bugün
Yıldız) dağları eteğinde Pınarhisar, Kırkkilise
(Kırklareli) ve Vize kalelerini ele geçirdi. Sultan Murad’ın İstanbul doğrultusunda Trakya’da
yaptığı bu fetihler İstanbul’da paniğe yol açtı.
İmparator V. Yuannis, son çare olarak Katolikliği tanıma pahasına Batı’dan bir Haçlı ordusunu
harekete geçirmek amacıyla papanın yanına gitmeye karar verdi (Halecki, s. 169-212).
I. Murad, 1368-1369’da Bulgaristan ve Bizans’a
karşı hareket ederken aynı zamanda Kara Timurtaş Bey’i Tunca vadisinde Kızılağaç Yenicesi
(Elhovo) ve Yanbolu (Yamboli), Lala Şâhin’i Samakov ve İhtiman üzerine göndermişti (herhalde
1369 bahar ve yazı). Timurtaş, Kızılağaç Yenicesi ve Yanbolu’yu alıp çok mikdarda ganimetle
Edirne’ye döndü. Lala Şâhin ise büyük kuvvetlerle hareket ederek Rodop ve Balkan silsileleri
arasında tarihî Kapulu-Derbend’e (Trayan-Kapısı, XIX. yüzyıl haritalarında Kapucuk) dayanmış, oradan İhtiman ovasına inmiş, halkı eman
güvencesiyle Osmanlı himayesi altına almıştı.
Ardından güneye dönüp Samakov’a yürüdü.
Sırp (Laz) askerinin büyük kuvvetlerle işgal etmiş bulunduğu Çamurluova’da çetin bir savaş
verdi. Samakov yolunu açtı ve önemli demir
madeni bulunan bu şehri Osmanlı hâkimiyeti
altına soktu. İhtiman’ın ele geçirilmesiyle Sofya
doğrultusunda ana yol açılmış oluyordu. Lala
Şâhin’in bundan sonraki akınları bu istikamette
olacaktır. Bizans diplomasisi, Haçlı girişimlerini
daha ziyade Osmanlılar üzerine çekmek için yoğun çaba gösteriyordu. V. Urban’ın (1362-1370)
papa seçilmesi Haçlı seferlerinin Osmanlılar’a
karşı yoğunlaşması sonucunu verdi. Bu sırada
131
A
A
132
n
s
i
h
k
İtalya’da iki yıla yakın kalan imparator (Ağustos
1369 - Nisan 1371), Türkler’e karşı hiçbir siyasî
yarar sağlayamamıştı.
Aslında Amedeo’nun Gelibolu’yu ele geçirip Bizans’a teslim etmesi (14 Haziran 1367)
Rumeli’de Osmanlılar için kritik bir durum ortaya çıkarmıştı ve İstanbul’da papa ve Latinler’le iş
birliğini zorunlu gören Batı-Katolik yanlısı partiyi
kuvvetlendirmişti. I. Murad, Gelibolu’nun iadesi
için baskı yapıyordu. Çirmen savaşından önce
Serez Despotu Uglyeşa’nın elçileri İstanbul’a geldiği sırada I. Murad, Bizans’a Gelibolu’nun teslimi şartı ile barış önerdi. 1367-1370 döneminde I. Murad’ın Trakya’daki fetihleri İstanbul’da
korku ve telâşa sebep olmuş, imparator sultana
elçi heyeti göndererek uzlaşmayı denemiş, I. Murad Gelibolu’nun geri verilmesinde ısrar etmişti.
Kydenos’a göre Türkler, Rodop dahil Trakya’nın
önemli bir bölümünü ellerinde tutmaktaydı. İstanbul halkı “bir hapiste veya kafesteki hayvanlar gibi” şehirde kapalı kalmıştı. Makedonya Sırp
Despotu Jovan Uglyeşa’dan İstanbul’a gelen Sırp
heyeti, ortak düşman olan Türkler’e karşı ittifakı bir izdivaçla güçlendirme teklifini getirmiş ve
para sunmuştur. Kydenos’a göre, yardım ancak
İtalyanlar ve Macarlar gibi para ve asker bakımından zengin Batı ülkelerinden gelebilirdi. I. Murad,
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Gelibolu geri verilmedikçe barış yapmayacağını
bildirdi. İstanbul’daki çoğunluk Gelibolu’nun
teslimine razıydı. Kydenos ve Latin yanlıları ise
uzlaşmaya karşıydılar. Sonunda Sırplar’ın ittifak
teklifi kabul edildi.
V. Yuannis Paleolog ve Sırp Despotu Jovan Uglyeşa, Türkler’i Trakya’dan tamamıyla sürüp
çıkarmak düşüncesindeydi. Uglyeşa güneyde
Evrenos’un, kuzeyde Meriç vadisinde Hacı İlbey
ve Lala Şâhin’in ilerlemesini tehlikeli görüyordu.
1360’tan bu yana Türkler akınlarını Athos manastırları bölgesine kadar götürmüşlerdi. Uglyeşa, Patrik Kallistos’un ölümünden sonra da
Türkler’e karşı Bizans ile ittifak fikrini hararetle sürdürdü (Ostrogorski, s. 127), İstanbul’dan
yeni patrik Philotheos anlaşma için Serez’e İznik
metropolitini gönderdi. Sırp ve Bizans patriklikleri arasındaki problem çözüldü ve anlaşma imzalandı (1368). Mayıs 1371’de kiliselerin birliği
ilân edildi.
Uglyeşa’nın despotluğu Serez merkez olmak üzere Rum ve Türkler’le sınırdaştı. Batı
Makedonya’da Uglyeşa’nın kardeşi ve müttefiki
Kral Vulkaşin’in toprağı Prizren, Üsküp ve Prilep’i
içine alıyordu. Ostrogorski’ye göre, Vulkaşin’in
sefere katılmış olması Sırplar bakımından Çirmen savaşının önemini göstermektedir. Saldırı
kararı 772 (1371) baharında alındı. Sırp ordusu,
Trakya’dan Arnavutluk’a kadar uzayan bölgedeki
yerli Rum ve Sırp kuvvetlerinden oluşmaktaydı.
Rumeli’de Lala Şâhin, Sırp ordusunun yürüyüşü
karşısında Bursa’daki I. Murad’dan yardım istedi. Sırp ordusu güçlü bir direnişle karşılaşmadan Meriç’in sol kıyısında Çirmen’e kadar ilerledi. Edirne tehlike altına girdi. Lala Şâhin’den
imdat haberini alan I. Murad Anadolu kuvvetlerini toplayıp harekete geçti. Boğaz’a kadar geldiyse
de buraya ve Gelibolu’ya Sırplar’ın müttefiki olan
Bizanslılar hâkim olduğundan geçemedi. Ayrıca
Bursa-Lapseki yolu üzerinde Karabiga’yı da (Pegae) gerisinde bırakamazdı. Osmanlı savaş meclisi, o yaz muazzam surların arkasında denizden
destek alan Pegae Kalesi’nin alınmasına karar
verdi. Ordu kaleye kara tarafından saldırırken
Aydıncık (Edincik) deniz üssünden İldutan kumandasında (mezarı ve camisi Edincik’te) gelen
Osmanlıdonanması denizden yardımı kesmekle görevlendirildi. Sultan denizden ve karadan
“yagmâ”, genel saldırı ilân etti. Biga kuşatmasının 1371 yazında olduğu kesindir (Osmanlı rivayetinde verilen 766 / 1364-65 tarihi yanlıştır).
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Osmanlı rivayetine göre Çirmen veya Sırp Sındığı savaşı (15 Rebîülevvel 773 / 26 Eylül 1371)
Hacı İlbeği idaresindeki öncü Osmanlı kuvvetlerinin âni bir baskınıyla sonuçlandı. Sırplar bu
gece baskını neticesi çıkan karışıklıkta birbirine girdi; çoğu Meriç’e düşüp boğuldu ve tam
bir bozguna uğradı. Savaşın ayrıntıları Osmanlı
kaynaklarından Âşıkpaşazâde ve Neşrî’de verilir
ve Sırp Sındığı diye de anılır. Anonim tevârîh-i
Âl-i Osmânlar’da ise Sırplar’ı dağıtan Hacı
İlbeği’dir. Savaşın tarihi Osmanlı kaynaklarında 766 (1364-65) olarak verilirse de Hıristiyan
kaynakları doğru tarihi 26 Eylül 1371 şeklinde
kaydeder. Sırp keşişi İsaiya’ya göre ise Despot
Uglyeşa, bölgedeki bütün Sırp ve Rum askerleri toplayıp kardeşi Vulkaşin ile birlikte Türkler’i
Makedonya’dan (Trakya) kovmak için hareket
etti. Sırp ve Rum askerleri 60.000’i buluyordu.
İsaiya’ya göre ancak Sırp önderleri Allah’ın emirlerine karşı geldikleri için bu kötü âkıbete uğradılar. Batı tarafındaki Hıristiyanlar (öbür Sırp
knezleri) yardıma gelmedi. I. Murad Anadolu’da
Biga kuşatmasındaydı.
Savaştan sonra Makedonya’daki Sırp prensleri
Vulkaşin’in oğlu Kral Marko, Despot Dragaş, kardeşi Konstantin, I. Murad’a baş eğip haraçgüzârı
olmayı kabul ettiler. Uglyeşa’nın topraklarına
ailesi sahip çıkmadı. Bizans imparatoru bir beratla oğlu Manuel Paleologos’a “Sırp boyunduruğundan kurtulmuş” Bizans şehirlerini tevcih etti.
1373’te Kavala’da Rum Alexios, Türkler’den ve
Sırplar’dan bazı şehirleri zaptettiğini Venedik’e
bildiriyor, ertesi yıl Venedik vatandaşlığını alıyordu. Papalık Hıristiyanların başına gelen bu
felâketi ancak 1372 ilkbaharında öğrendi. Papa
XI. Gregor, Macar kralına 1372 tarihli yazısında Türkler’in “Sırp magnatlarını” hâkimiyet altına aldıkları, böylece Macaristan, Sırbistan ve
Arnavutluk’un arasına sokuldukları, Adriyatik
denizi kıyılarındaki limanlara kadar gelmelerinden korkulduğu ve Türkler’in Hıristiyanlık sınırları dışına atılması gerektiğinden söz edilmektedir.
Meriç savaşı sırasında ölen Vulkaşin’in mirası
üzerinde anlaşmazlık çıktı. İşkodra’dan Georg
Balşić, Prizren’i ele geçirdi (1372); Jupan, Nikola Altomanović’in hücumuna uğradı. Duşan’ın
imparatorluğu rakip yerel prensliklere bölünmüş bulunuyordu. Bu gelişmeler I. Murad’ı
Balkanlar’da üstün bir hükümdar durumuna
getiriyor, Tuna ve Adriyatik’e doğru yeni fetihle-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ri kolaylaştırıyordu. Papa, Venedik’e gönderdiği
13 Kasım 1372 tarihli “bulla”sında Osmanlı zaferinden Bizans ve Sırp Krallığı’na karşı bir zafer
olarak söz etmişti. Papa, daha önceki bir mektubunda Murad’ın Bizans topraklarına büyük
bir saldırıda bulunduğunu da belirtmişti. Söz
konusu Osmanlı fetihleri, Kırkkilise-Vize kalelerinin fethiyle sonuçlanan harekâttan ibarettir.
Papanın bu sözleri de Bizans’ın Sırplar’la ittifak
etmiş olduğunda kuşku bırakmaz. Çirmen’deki
yenilgi haberi üzerine papa, bir Haçlı seferi hazırlamak için Thebes’te (Livadia) ilgili Hıristiyan hükümetlerinin bir araya gelip görüşmelerini istedi.
Venedik, Cenova, Kıbrıs, Yunanistan’daki bütün
Latin devletleri ve Aragon kralı toplantıya davet
edildi. O zaman Levant’ta Batılı Latinler, Pera,
İzmir, Atina, Rodos, Kıbrıs, Antalya, Ege adaları
ve Mora’da hâkimdiler. Türk istilâsını durdurmanın yollarının konuşulduğu toplantıdan bir
sonuç alınamadı.
I. Murad’a karşı imparatorla anlaşma yapan ve
hararetli bir Haçlı yanlısı olan Papa V. Urban
1370’te ölmüş bulunuyordu. Kiliselerin birliği
ve Türkler’e karşı Haçlı tasarıları suya düştü.
Borca batmış, küçük bir ücretli asker grubu
ile İstanbul’a dönen imparator Çirmen’de olan
biteni öğrendi. Bizans için bütün umutlar kaybolmuştu. İmparator, İstanbul’da Osmanlılar ile
anlaşma yanlılarına katılmaktan başka çare kalmadığını gördü; diğer Balkan hânedanları gibi
I. Murad’ın haraçgüzârı olmayı kabul etti (1372
kışı); yılda 15.000 “hyperper” (1 hyperper yarım
Venedik altını) ödeyecek ve sultanın seferlerine
askeriyle bir vasal olarak katılacaktı. İmparatorun Osmanlı sultanının vasalı olması I. Murad
için son derece önemli bir başarı idi. Böylece
Gelibolu Boğazı’ndan Rumeli’ye tehlikesiz geçme
imkânı doğuyor, Rumeli’de Osmanlı hâkimiyeti
güvence altına alınıyordu.
Son haber Roma’da şaşkınlık doğurmuştu ve imparatorun Türkler’le ittifak ettiği, birlikte sefere
çıktığı söyleniyordu. 775 (1373) sonbaharında
imparatorun, büyük oğlu Andronik’in hukukunu çiğneyip küçük oğlu Manuel’i ortak imparator ilân etmesi, Murad’la bir anlaşmanın sonucu
olabilir. İmparator, papaya gönderdiği mesajlarda Murad ile yapılan anlaşmanın geçici bir barış
olduğunu söylüyor, papa ile ilişkilerini kesmemeye çalışıyor, özür olarak Macar kralının vaadini
yerine getirip ordusuyla hareket etmediğini ekliyor ve papanın Macar kralını harekete geçme-
133
A
A
134
n
s
i
h
k
ye teşvik etmesini istiyordu. Papa, Macar kralına
bu konuyu bildirmekte gecikmedi. Papa, 1375’te
İstanbul’un Türkler tarafından işgal edilmesi ihtimalinden ciddi olarak kaygı içindeydi. Ege’deki Latin kolonileri Anadolu’dan gıda maddeleri,
özellikle buğday almadan yaşayamazdı. Papalık
için şimdi âcil konu, Türkler’i Batı’ya yayılmaktan alıkoymaktı. Papa, Haçlı seferi için endüljanslar dağıtıp para topladığı gibi, Türkler’le ticaret
yapan Hıristiyanları aforoz ediyordu. Tebriz’den
İstanbul’a gelen bir piskoposun gözlemine göre,
imparatorla anlaşma arefesinde birçok Türk
İstanbul’a gelmiş, şehir sanki onların işgalinde
imiş gibi bir görüntü ortaya çıkmıştı. I. Murad’ın
Batı’daki gelişmelerden korkusu yoktu.
Türkler’e karşı Balkanlar’da Haçlı seferi için
Macar kralı düşünülüyordu. Macar Kralı Louis,
papaya mektubunda Meriç zaferinden sonra Bulgaristan ve Sırbistan’da Osmanlılar’ın geniş bölgeleri ele geçirdiklerini ve doğrudan doğruya Macar
topraklarını tehdit ettiklerini vurgular; kendisinin 1374 Mayısında harekete geçeceğini bildirir.
Tuna’nın güney kıyılarında Macar banlıkları kurulmuş olup Sırplar, Bulgarlar ve Bosna, Osmanlı
fetihleri kadar Macarlar’dan da çekinmekteydi.
Kral çok geçmeden Dalmaçya’da rakibi Venedik’e
karşı savaş ilân etti. Aslında Macar kralının Kuzey
Balkanlar’da Tuna’nın güneyinde yayılma girişimleri I. Murad’ın işine yaramaktaydı. I. Murad’ın
haraçgüzârlığını kabul etmekle beraber imparator papalıkla sıkı teması sürdürüyordu. İstanbul
ve Selânik kuşatma altındaydı. 1367’den beri
Gelibolu’yu elinde tutan imparator papaya, Rumeli ile Anadolu arasında gidiş gelişi kontrol için
Boğaz’da on iki kadırganın sürekli devriye gezmesini önerdi; masrafı ilgili devletler sağlayacaktı.
Çirmen zaferinden sonra I. Murad, İdrîs-i
Bitlisî’nin rivayetine göre, 773-775 (1372-1374)
yılları arasında ikinci defa geçtiği Rumeli’de önemli
fetihlerde bulunmuştur (Trakya’da 1366-1370 yıllarındaki fetihler kaynaklarda yanlış olarak 1372
yılında gösterilir). 773 hicrî yılı baharı 1372 yılına, 775 yılı baharı ise 1374 baharına rastlar (sefer
mevsimi daima bahardadır). İdrîs-i Bitlisî’ye göre
772 (1370) yazında Lala Şâhin Sarıyar savaşını
kazanır ve Rilya (Rila) dağı eteğindeki bölgehalkını itaat altına alıp Filibe’ye döner. Rila Manastırı
keşişlerine muafiyet beratı ilk defa bu tarihte verilmiş olmalıdır. Böylece Sofya akınlara açılmıştır
(o sırada sultan Bursa’da idi). Lala Şâhin, Kostantin-ili (Köstendil) taraflarında bazı yerleri işgal etmişti. Yine bu kaynağa göre 773 (1372) baharında
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
I. Murad, Lala Şâhin’in fetihlerini tamamlamak
üzere büyük bir ordu ile Rumeli’ye geçti, Velbujd
hâkimi Konstantin üzerine yürüdü. Tekfur boyun eğdi ve kalelerin anahtarlarını getirip teslim
etti. I. Murad onu haraçgüzâr olarak bölgesinde
bıraktı. 791’de (1389) I. Murad Kosova’ya hareket ettiği sırada Köstendil hâkimi Konstantin,
sultanın ordusuna katılıp orduya erzak sağlayacaktır. 10 Nisan 1372’de Osmanlı kuvvetleri ilk
defa Selânik’i kuşatır ve çekilir. I. Murad, Osmanlı zaferinden yararlanan Sırp knezlerinin ve
Bizans’ın, Uglyeşa’nın mirasına konmasına göz
yumamazdı. Herhalde 1372 ve 1373 yıllarında
I. Murad Rumeli’de bulunuyordu. İmparatorun
Osmanlı haraçgüzârlığını kabul edip bu sıfatla
sultanın ordusuna katıldığı kesindir; o sırada İstanbul ve Bursa’da bırakılmış olan Andronikos
ve Savcı Bey’in birlikte isyanlarına dair Bizans
ve Batı kaynaklarında kesin bilgiler vardır. Savcı
Bey isyanı hakkında Osmanlı rivayeti 787 (1385)
tarihini verir ki yanlıştır. İmparator Ioannes’in
büyük oğlu Andronikos Palaiologos ve Şehzade
Savcı Bey 1373 Mayıs başında harekete geçtiler.
Savcı Bey Bursa’da kendini sultan, Andronikos
İstanbul’da kendini imparator ilân etti. Bizans
kaynaklarına göre 25 Mayıs 1373’te Boğaziçi’nde
Pikridion’da her ikisi savaşta yenilgiye uğradı,
Andronikos babasına teslim olurken (30 Mayıs)
Savcı Bey Trakya’ya kaçıp Dimetoka Hisarı’na
sığındı, orada 7 Eylül’e kadar dayandı. Osmanlı rivayeti ise farklıdır. Buna göre Bursa’da Savcı
Bey isyan ettiğinde I. Murad Edirne’de idi. İsyanı duyunca Boğaz’ı geçip Biga tarafına geldi ve
isyandan habersiz görünerek oğlunu buraya sürek avına çağırdı. Savcı Bey etrafındaki yakınlarının kışkırtmasıyla hazineyi dağıtmış ve kendi
adına hutbe okutmuştu. Savcı Bey babasının
davetine gitmedi, asker toplayıp karşı koymaya
karar verdi. Bunun üzerine I. Murad Bursa’ya
yürüdü; Bursa yakınında Kite ovasındaki karşılaşmada şehzade ele geçti; yandaşları kılıçtan
geçirildi. I. Murad oğlunun suçunu itiraf ile itaat etmesini istedi, öğütte bulundu. Şehzade sert
sözlerle karşı koydu ve babasını hiddetlendirdi.
I. Murad, bir daha tahta geçme imkânını ortadan
kaldırmak için oğlunun gözlerine mil çektirdi.
Bir Bizans kroniğine göre de Savcı Bey on ay on
gün babasından kaçtı. Onun bu zaman zarfında
Dimetoka’dan Bursa’ya döndüğü anlaşılıyor. Bu
takdirde Kite ovasındaki çarpışmanın 1374 baharında olduğu ortaya çıkar. I. Murad, 1373 baharında V. Ioannes’ten denizi geçmek üzere gemi-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
ler hazırlanmasını istemişti (14 Temmuz 1374).
Sultanın Ioannes ile birlikte 1373’te Edirne’de
olduğuna şüphe yoktur. Osmanlı rivayetinde
Kite savaşı hakkında verilen ayrıntılar herhalde
hikâyenin kalan kısmını tamamlamaktadır.
Osmanlı rivayetine göre I. Murad, 775 başlarında
(Haziran 1373) Çandarlı Kara Halil Hayreddin ile
Rumeli’de idi. Kendisi Edirne’de oturup Hayreddin ile Gazi Evrenos’a Serez istikametinde ileri
harekâtta bulunma emrini verdi. Beylerbeyi Lala
Şâhin’i de Batı Bulgaristan üzerine gönderdi.
Hayreddin Paşa Gümülcine (Komotini) uç merkezinde oturdu. Evrenos Bey Buri (Borukale,
Pôros), İskeçe’yi (Xanthi), eman ile aldıktan sonra daha batıda Marulya’ya (Maronia, Avrathisarı)
yöneldi ve burayı da teslim aldı. Kalenin hâkimi
bir prenses olduğundan Türkler kaleye Avrathisarı adını verdiler. Hayreddin Paşa’nın Serez üzerine gönderdiği Kara Balaban burayı alamadı ve
şehri sürekli abluka altında tuttu.
İdrîs-i Bitlisî’ye göre I. Murad üçüncü defa
Rumeli’ye geçip Bulgar Çarı Şişman (Susmanos) üzerine yürüdü. Bulgar çarı, Sırp knezleri
gibi itaat edeceğini söyleyerek üç yıllık haraç ve
pîşkeş ile sultanın huzuruna çıktı; yapılan anlaşmaya göre Şişman sultanın her seferine katılacaktı. Kışı Rumeli’de geçiren I. Murad, Timurtaş’ı
“bi’l-istiklâl” beylerbeyi yapıp Bursa’ya döndü. Timurtaş 1375-1381 döneminde Rumeli’de önemli
reformlar gerçekleştirdi, yerli Hıristiyan askerlere timar verilerek eski topraklarının bir kısmında Osmanlı ordusunda hizmet şartıyla yerlerinde
bırakılması sağlandı. Bu reform Osmanlılar’ın
Balkanlılaşması sürecinde önemli bir adım oldu.
Her şeyden önce Balkanlar’da yerli askerî grupların direnci önlendi, Osmanlı ordusu, müslüman
ve Hıristiyan erlerle bir Balkan ordusu haline
geldi, Murad’a Anadolu’daki rakiplerine karşı
ezici bir üstünlük sağladı. İslâm memleketlerinden gelip padişahın hizmetine giren Arap, Acem
ve Türkler sarayda sipahi oğlanları bölüklerine
alındı. Bu kapıkulu sipahileri, Bizans imparatorunun hassa alayına benzemekteydi. Daha
önemli bir reform ise timarlı ordusunda yaygın
bir hoşnutsuzluk sebebi olan, ölen timar erinin
timarının alınıp başkasına verilmesi uygulaması
yerine timarın ölenin oğulları arasında bölüştürülmesi kuralının getirilmesiydi.
Bu sırada Osmanlı diplomasisinin en çok ilgilendiği şey Gelibolu’yu geri almaktı. 1376 Ağustosunda IV. Andronikos (kör edilmiş, fakat iyileş-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
mişti), Cenevizliler’in ve I. Murad’ın yardımıyla
İstanbul’da tekrar imparatorluk tahtını ele geçirdi. Andronikos, babası V. Ioannes’i ve oğullarını
zindana attı. Tenedos’u (Bozcaada) Cenevizliler’e
vermeyi vaad ettiyse de, Venedikliler adayı işgal
edince Cenevizliler ile savaş başladı; Andronikos,
Gelibolu’yu I. Murad’a teslim etti (779 / 1377). I.
Murad 1379’da siyasetini değiştirdi. Rebîülevvel
781’de (Haziran 1379) V. Ioannes zindandan
kurtulup Üsküdar’a onun yanına kaçmayı başardı. I. Murad’a daha fazla haraç ödeme, ordusuna yardımcı asker gönderme ve Anadolu’da
Philadelphia’yı (Alaşehir) teslim etme vaadinde
bulundu. Andronikos, Pera’ya Cenevizliler’in yanına sığındı ve 1381’de babasıyla yapılan bir anlaşmaya kadar mücadeleyi sürdürdü.
Gelibolu Boğazı’nı kontrol eden Tenedos adasını elde etmek iki büyük deniz gücü olan Venedik
ile Cenova arasında bir mücadele konusu oldu;
o zaman I. Murad, donanmasından yararlandığı Cenova’yı destekledi. Osmanlılar, daha önce
1352-1355 Venedik-Ceneviz savaşında Cenevizliler ile iş birliği yapmış ve kapitülasyon vermiş
olup Cenova’yı bir müttefik olarak görüyordu. Cenova, Osmanlı limanlarını serbestçe kullanmakta ve donanmaya gerekli erzakı bu limanlardan
sağlamaktaydı. Ceneviz Perası karşısında İstanbul limanında büyük yatırımları olan Venedik,
daima Bizans’ın yanında yer alıyor, İstanbul’un
Osmanlı nüfuzu altına girmesine karşı bulunuyordu. Torino Antlaşması ile (Ağustos 1381)
Tenedos’ta kalelerin yıkılması gündeme geldiği
zaman Venedik, Cenevizliler’e adaya yönelik Osmanlı tehdidini hatırlattı.
783 (1381) yılında I. Murad, Anadolu beyleri
üzerinde kontrolünü sağlamak için diplomatik
teşebbüse geçti. Bursa’da büyük bir düğün düzenledi. Anadolu beylerini çağırdı. Germiyanoğlu Süleyman, Hamîd-ili’ni ele geçirmek isteyen
Karamanoğlu’na karşı Hamîd-ili Beyi İlyas’ı desteklemiş ve iki arada kalmamak için I. Murad ile
akrabalığı ve iş birliğini tercih etmişti. Şehzade
Bayezid ile Süleyman’ın kızının düğünü için I.
Murad 1381 sonbaharı veya kışında Edirne’den
Bursa’ya geldi.
Düğün 784 (1382) ilkbaharında Bursa’da büyük merasimle gerçekleşti. Anadolu beyleri
Karamanoğlu, Hamîdoğlu, Menteşeoğlu, Tekeoğlu, Batı Anadolu’dan Saruhan ve Aydınoğlu,
Kastamonu’dan İsfendiyar düğüne çağrıldı. Karaman ve Güney Anadolu beyleri üzerinde üstün
135
A
A
136
n
s
i
h
k
nüfuz sahibi Memlük sultanı ihmal edilmemişti.
Düğünde Mısır elçisine bütün öbür elçiler üzerinde yer verildi. Düğünde I. Murad kızı Nefîse
(Melek) Hatun’u Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey’e
nişanladı. Rumeli’den gelen uç beyi Evrenos, Anadolu beylerini gölgede bırakan bir zenginlik ve
satvet gösterdi. Düğüne I. Murad’ın Rumeli’deki
haraçgüzâr Hıristiyan knezleri de davet edilmiş
görünmektedir. Osmanlı rivayeti bunlardan yalnız Branković’i (Vılkoğlu) zikreder. Düğün esnasında önemli diplomatik anlaşmalar yapıldı.
Germiyan’dan, Karaman ülkesine sınırdaş bölge
(Kütahya, Simav, Eğrigöz [Emet], Tavşanlı) ve zengin Gediz Şaphânesi Bayezid’in çeyizi olarak şehzadeye verildi. I. Murad, Rumeli’ye hareketinden
önce Bayezid’i Timurtaş’la beraber Kütahya’da
yerleştirecektir. Osmanlı hânedanı ile Anadolu ve
Balkan hânedanları üzerinde izdivaç yoluyla bağımlılık kurma, I. Murad zamanında başlıca diplomatik araç olarak sık sık uygulanmıştır.
Düğün, I. Murad’ın Anadolu beylerine üstün
hâkimiyetini kabul ettirdiği bir diplomasi meydanına dönüşmüştü. Lazar’a karşı büyük sefere
çıkmadan önce I. Murad, Anadolu beylerinden ve
özellikle Karamanoğlu’ndan emin olmak zorundaydı. İzdivaç ilişkileri, tehdit, şer‘î satın alma
(herhalde Çandarlı’nın fikri) gibi yollarla düğün
ve sonrasında bu siyaset gerçekleşti. Rumeli’deki
fetihlerle çok güçlü bir duruma erişen I. Murad’a
beyler karşı duramadılar ve bütün isteklerini
kabul ettiler. I. Murad’ın ikinci girişimi düğünde
Hamîdoğlu’ndan Göller bölgesini almak, böylece
Karaman’ın batısına inmekti. Sultan, düğünde yapılan satış vaadi üzerine Hamîdoğlu Hüseyin’den
kalelerin teslimini istedi. Ordusuyla Kütahya’ya
geldi (1382 baharı). Hamîdoğlu Hüseyin’in baskı
sonucu teslim ettiği altı şehre (Akşehir, Beyşehri,
Seydişehri, Yalvaç, Karaağaç ve Isparta) I. Murad
kendi adamlarını yerleştirdi. Eskiden beri bölge
üzerinde Karaman beyi hâkimiyet iddiasındaydı.
Karamanoğulları Göller bölgesini kendi ülkelerinden sayıyorlardı, Osmanlılar’ın işgalini hiçbir zaman kabullenmediler. 1385’te I. Murad Rumeli’de
iken Karamanoğlu gelip bölgeyi ele geçirdi. I.
Murad’ın 788 (1386) yılındaki Karaman seferinin
sebebi budur.
1381-1383 yıllarında I. Murad, Anadolu’da işleri
yoluna koyduktan sonra 785’te (1383) dördüncü
defa Edirne’ye dönmüştü. Batı Balkanlar’da başlayan Osmanlı saldırısı karşısında Sırp prensleri
arasında birlik yoktu. Merkezi Kruşevać’ta (Alaca-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
hisar) bulunan Knez Lazar diğer Sırp beyleri üzerinde kontrolünü kuramamıştı. Lazar’ın arazisi,
Morava nehri vadisinde zengin gümüş madenlerinin bulunduğu Novabrdo (Novaberda), Rudnik
ve Braniçevo’yı içine alıyordu. Vuk Branković
(Vılkoğlu) Priştine, Trepça, Vulçıtrin, Zveçan,
Prizren ve Üsküp’te hüküm sürmekteydi. Vılkoğlu 1382’de Bursa’da düğüne çağrıldığına göre I.
Murad’ın haraçgüzârı idi. Lazar’ın Macar kralı
ile anlaşma yapmış olması Osmanlılar’a karşı
en ciddi önlem sayılabilir. Macar Kralı Büyük
Louis’nin ölümü üzerine (Eylül 1382) I. Murad,
Balkanlar’da en büyük rakibinden kurtulmuş
oluyordu. Bu şartlar altında Osmanlılar’ın Batı
Balkanlar’da Niş, Epir, Arnavutluk doğrultusunda fetih harekâtı sürat kazandı.
I. Murad 785’te (1383) dördüncü defa Rumeli’ye
geçti, veziri Çandarlı Hayreddin Paşa’yı Serez ve
Selânik üzerine gönderdi (Selânik kuşatması
1383-1387). 1371-1381 döneminde Rumeli’de
yapılan Osmanlı fetihleri güneyde ve batıda Serez-Vidin hattı üzerinde duraklamıştı. Uçlarda
yoğun yerleşme yapan Anadolulu göçmenler fütuhat ve yeni timar bölgeleri için baskıda bulunuyordu. I. Murad, Hayreddin Paşa ile uç beyi
Evrenos’u karadan, Azeb Bey kumandasında
donanmayı denizden Kavala (Hristopolis) üzerine yolladı. Venedik’ten yardım alamayan Kavala
teslim oldu. Bu sırada Serez de alındı (19 Eylül
1383). Teslim olan şehirler ahalisine I. Murad’ın
ahidnâmesiyle tam güvenlik veriliyor, mukavemetle alınan şehirler ise “yağma” ilânıyla hücumla alınıyor, halkı esir ediliyor, şehir yağmaya uğruyordu. Güneyde Edirne’yi Adriyatik denizinde
Draç (Durazzo) Limanı’na ulaştıran Via Egnatia
tarihî ana yolu üzerinde Evrenos’un fetihleri ileri
hatlara vardı. Evrenos’un fütuhatını planladığı
ilk uç merkezi Gümülcine idi. Oradan Hayreddin Paşa gözetiminde yaptığı fetihler onu Serez
önlerine getirdi. Ele geçirilen Serez, Evrenos’un
uç merkezi oldu. Hayreddin Paşa ayrıca 785’ten
beri (1383) Selânik kuşatmasını sürdürüyordu.
Evrenos, daha sonra Batı Makedonya’da yeni fetihler için uç merkezini, bir müslüman kasabası
olarak kurduğu Yenice-i Vardar’a taşıdı. Buradan
Batı Makedonya, Epir, Arnavutluk ve Teselya’ya
akınlar başlattı. Bu arada Evrenos’un uç bölgesine, Vardar ve Serez ovasına Saruhan (Manisa)
kesiminden Yörükler getirtilip yerleştirilmiştir.
I. Murad, Rumeli Beylerbeyi Timurtaş’ı Arnavutluk ve Bosna üzerine gönderdi. Timurtaş
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Pirlepe’yi (Prilep) kuşatıp teslim aldı. Oradan
Manastır’a (Bitola) yürüdü ve zorlu bir savaş
sonucu şehri fethetti, ardından Osmanlı kuvvetleri İştip’i (Ştib) ele geçirdi. Timurtaş’ın kuvvetleri 1383-1385’te Epir bölgesinde fetihler
yaptı. Devol vadisi üzerinden Timurtaş Güney
Arnavutluk’ta Savra (Muzakiye) ovasına indi. Muzakiye ovasındaki savaşta Balşa’yı ağır bir yenilgiye uğrattı (787 / 1385). Bu savaş Arnavutluk’ta
Osmanlı hâkimiyetinin başlangıcı sayılır. Herhalde Sırp Balşalar’a karşı Güney Arnavut senyörleri Thopia ve Araniti Osmanlı hâkimiyetini o zaman tanıdılar. Yine Arnavutluk dağlık bölgesinde
kabileler başında Leka ve Paul Dukagin, Kuzey
Arnavutluk’ta II. Curac Balşić barış yaparak Osmanlı himayesini kabullenmişlerdi.
1384’te Timurtaş’ı Arnavutluk ve Bosna’ya karşı gönderen I. Murad Bursa’ya dönmüştü, 787
(1385) baharında tekrar beşinci defa Rumeli’ye
geçti. İdrîs-i Bitlisî’ye göre Lazar, halkını ve mallarını kalelere koymak ve dağ geçitlerini güçlendirerek memleketi boşaltmak suretiyle köklü
savunma önlemleri almıştı. Osmanlı ordusu dört
ay dolaştı ve Lazar’ın kuvvetlerini göremedi. Kış
yaklaşmıştı, erzak yoktu. Anadolu askeri yurduna dönmek istiyordu. Lazar, Tuna üzerinde
Semendire (Smederovo) Kalesi’ne sığınmıştı. I.
Murad için durum kötüydü. Nihayet, toplanan
savaş meclisinde Niş üzerine yürüme kararı verildi; Lazar’ın ülkesi Morava vadisini koruyan
Niş Kalesi çetin savaşlara sahne oldu ve “yağma”
ilânı (halkın malları yağma, kendileri esir) üzerine şehir alındı. Niş düşünce Morava vadisi savunmasız kaldı, Lazar elçi yollayıp haraçgüzârlığı
kabul ederek 150 okka gümüş gönderdi ve her
yıl haraç olarak 50 vukiye gümüş ve I. Murad’ın
seferlerine 1000 (yahut 2000) zırhlı asker göndermeyi vaad etti. I. Murad 1385 seferi sonrası
Karaman seferi hazırlıkları için Bursa’ya döndü.
Gerçekten 1386’da Murad’ın Karaman seferinde
yardımcı Sırp askeri hazır bulunacaktır. Öyle
görünüyor ki, Niş düştükten sonra akıncılar Morava vadisine inmiş, Lazar’ın merkezi Kruşevać’ı
tehdit altına almışlardı. Önemli bir stratejik merkez durumundaki Sofya, daha önce I. Murad’ın
Rumeli’de bulunduğu 1383’te ele geçirilmiş olmalıdır.
I. Murad, 1385’te Sırp seferinden Edirne’ye döndüğünde Karamanoğlu Alâeddin Bey’in Hamîd-ili
arazisine saldırdığını öğrendi. Bursa’da kışlayıp 788 (1386) baharında sefere çıktı. Bu savaş
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Anadolu tarihinde kesin sonuç veren tarihî karşılaşmalardan biridir. Savaşın ayrıntılı tasviri
Ahmedî’nin Gazânâme’sinde mevcuttur. Frenkyazısı denilen yerde yapılan savaş, düzenli Osmanlı
ordusunun karşısında geleneksel aşiret kuvvetlerinin iş göremeyeceğini göstermesi bakımından tarihî bir önem taşır. Karşılaşmada mağlûp
olan Karamanoğlu Konya’ya çekildi. I. Murad
arkasından gidip şehri kuşattı. Sultanın emrini
dinlemeyerek yağmaya kalkışan Sırp askerlerini
idamla cezalandırdı (bu olay Lazar’ın isyanında
başlıca sebeplerden biri olacaktır). Karamanoğlu
Alâeddin Bey’in eşi Murad’ın kızı Nefîse Hatun
babasına kocasını affetmesi için yalvardı, o da
katına gelip elini öpmesi şartıyla (el öpme tâbilik,
vasallık merasiminin simgesidir) “iklimini kendüye bağışladı.” I. Murad hemen Konya önünden
kalkıp Hamîd-ili’ni (Beyşehri-Süleymanşehri)
yeniden ülkesine kattı. Antalya ve İstanoz Beyi
Tekeoğlu’ndan itaatini istedi; o karşı çıkınca buralar da ele geçirildi.
Bu arada, daha önce 1383-1384 döneminde
Amasya ve Kastamonu’daki gelişmeler I. Murad’ı
bu tarafa yönelik harekâtta bulunmaya zorlamıştı. Amasya-Tokat bölgesiyle yakın ilgi, başlıca Tebriz-Tokat-Amasya-Bursa arasında ipek
kervanlarının geçtiği hayatî yol dolayısıyladır.
Diğer taraftan Sivas hâkimi Kadı Burhaneddin,
Dânişmendiye’nin bir parçası saydığı Amasya’yı
ülkesine katmak için çetin bir mücadele içindeydi ve Amasya Emîri Hacı Şadgeldi’yi ortadan
kaldırmış, Amasya’yı kuşatmıştı. Amasya-Tokat
bölgesiyle Kastamonu Beyi (Kötürüm) Bayezid
de ilgileniyor ve Kadı Burhaneddin ile mücadele ediyordu. Kötürüm Bayezid ile oğlu Süleyman
bir aile faciası yüzünden birbirine karşı düşman
durumuna düşünce daha önce Amasya emîrinin
oğlu Ahmed gibi o da I. Murad’a sığınmıştı (13831384 kışı). Amasya Emîri Ahmed’i himayesine
alan I. Murad, Kastamonu Emîri Bayezid’e karşı bir ordu gönderdi. Bayezid, oğlu İsfendiyar
ile Sinop’a kaçtı. I. Murad’ın gönderdiği askerle
Süleyman Kastamonu’ya hâkim oldu. I. Murad
da Kastamonu Beyliği’nin doğu bölgelerini ele
geçirdi. İran İpek yolu üzerindeki Osmancık
Osmanlı himayesini tanıdı. I. Murad Rumeli’de
iken Süleyman halkın desteğiyle Osmanlı işgaline karşı ayaklandıysa da, Kötürüm Bayezid’in
Kastamonu’da beyliğin başına geçmesi üzerine
tekrar Osmanlılar’a sığındı. I. Murad da onu bir
Osmanlı kuvvetiyle Kastamonu’ya gönderdi (786
137
A
A
138
n
s
i
h
k
/ 1384) ve I. Murad, kardeşi Süleyman Paşa’nın
kızı Sultan Hatun ile Süleyman’ı evlendirdi. Bu
izdivaç Kastamonu Beyliği üzerinde Osmanlı
hâkimiyetinin başlangıcı sayılabilir. I. Murad ile
Mısır Sultanı Berkuk arasındaki ittifak, Kadı
Burhaneddin ve Karamanoğlu’na karşıydı. 1388
kışında Berkuk ile I. Murad arasında elçiler gidip
gelecektir. Memlükler ve Osmanlılar 1365’ten beri
Haçlı saldırıları karşısında birlik içindeydiler. Bu
durum I. Murad’ın şehadetine kadar sürdü.
1383 sonbaharından beri Çandarlı Hayreddin
Paşa tarafından kuşatma altında tutulan Selânik,
Bizans ve diğer Hıristiyan kaynaklarına göre 1387
Nisanında düşmüştü. Hayreddin Paşa, Selânik
Valisi Manuel’e Selânik’i eman ile teslim etmesini
önermiş, aksi takdirde yağma ilânı ile alınacağını,
halkın esir ve mallarının yağma edileceğini bildirmiş, görüşmeler sonuç vermemiş, fakat uzun
kuşatma ve karadan tecrit sonucu halk teslim
olup kurtulma seçeneğine eğilim göstermiş, şehri
deniz yoluyla bırakıp kaçanlar artmış, Manuel’in
yardım için başvurduğu Venedik (Nisan 1385),
imparator ile I. Murad arasında ateşkes için aracılık yapma kararı almış, temaslarından bir netice alamayan Manuel 6 Nisan 1387’de gemiye
binip Midilli’ye sığınmış ve üç gün sonra şehir
Türkler’e teslim olmuştu.
Aynı yıl Bosna kralının tehdit ettiği İşkodra
hâkimi II. Curac Balşić, Kuzey Arnavutluk uç beyi
Kavala (Rumca subaşı karşılığı Kefalya’dan) Şâhin
ile (Osmanlı rivayetinde Lala Şâhin ile karıştırılır)
beraber Bursa’ya gelip Murad’a bağımlılığını arzetmişti (789 / 1387 kışı). Balşić kendisini Sırp
kralları neslinden saymakta ve Bosna kralı ile çatışmaktaydı. Bosna kralının sultanı tanımadığını
söyleyen Balşić, Şâhin ile birlikte Bosna üzerine
sefer yapıp kralı tekrar bağımlılığa zorlayacaklarını anlattı. I. Murad, Şâhin’e Bosna’ya akın emri
verdi. Kavala Şâhin, Beylerbeyi Timurtaş’ın 13821385 Epir Arnavutluk seferinde en ileri uçlarda
faaliyet gösteriyordu. Kavala Şâhin, 1385 Arnavutluk seferinde Balşa’nın yenilgisinden sonra
Kuzey Arnavutluk’ta yerleşmişti. Balşa’nın halefi
II. Curac Balşić, Güney Arnavutluk’taki topraklarını Arnavut senyörü Thopia’ya (Topya) bırakmak zorunda kalmış, Kuzey Arnavutluk’ta Zeta
(İşkodra) bölgesine çekilmişti. Başlangıçta Bosna
kralına karşı Balşić ile Şâhin arasında iş birliğini
Batı kaynakları da teyit etmektedir (Emmert, s.
39). Osmanlı kaynağına göre Balşić, Bosna kralı
ve Sırplar’a Şâhin’in akınını haber vererek ihanet
etmiştir. Kavala Şâhin, Bosna’ya yaptığı seferde
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Trebinye kuzeyinde Biletsa (Bileća) mevkiinde
Vlatko Vuković kumandasında bir Bosna ordusu
tarafından baskınla bozguna uğratıldı (26 veya
27 Ağustos 1388). Gazânâme’de bu bozguna
ait ilginç ayrıntılar verilmiştir. Buna göre Kuzey
Arnavutluk uç beyi olarak Şâhin, İskenderiye
(İşkodra, Şkoder) tekfurunun tahrikiyle Bosna
Krallığı’na bir yağma akını (20.000 er) düzenlemiş, Bosna’ya giren askerin büyük kısmı yağma
için dağılmıştı. Şâhin’in yanında 1000 kadar er
kalmış, gün ağardığında beklenmedik bir anda
karşılarında “30.000 gök demirli kâfir” belirmiş.
Şâhin geceye kadar dar sarp bir vadide dayanıp
askerin gelip katılmasını beklemek istemiş, fakat
düzensiz azeblerin ileri atılmasını önleyememiş,
akşama kadar süren boğuşmada Osmanlı askeri
kırılmış, akından gelenler de pusuya düşürülüp
tutsak edilmiş, yalnız kalan Şâhin, başını kurtarmak için kalan askerle (5000 er) Kuzey Arnavutluk’taki uç merkezine çekilmiştir (Ağustos
1388).
I. Murad, Şâhin’i Bosna’ya akına gönderdikten
sonra 789 (1387) baharında Yenişehir Sarayı’na
gelmişti. İttifak görüşmeleri için Mısır Sultanı Berkuk’a yolladığı elçi Yazıcıoğlu Mısır’dan
iyi haberlerle dönmüştü. Yenişehir o yaz büyük
düğünlere sahne olmuş, I. Murad imparatorun
bir kızını kendine, iki kızını da oğulları Bayezid ve Yâkub’a eş olarak almış, aynı zamanda
Bayezid’in üç oğlunu sünnet ettirmiş, bu düğün
sırasında (Haziran 1387) Pera’dan gelen Ceneviz
elçileriyle 1352 ticaret anlaşmasını yenilemişti.
Ertesi yıl Kavala Şâhin’in yenilgisi Balkanlar’da
yeni gelişmeleri de beraberinde getirdi. 1385’te
I. Murad’a baş eğen Knez Lazar Hrebeljanović,
Osmanlı vasal beyleri arasında en güçlü olanıydı.
O, hâkimiyet alanını diğer Sırp beyleri aleyhine
gittikçe genişletmiş, Macar Kralı Louis’nin yardımıyla başlıca rakibi Nikola Altomanović’i yenmiş,
özellikle Yukarı Morava vadisindeki zengin gümüş maden bölgesini (Plana, Zaplanina, Trepça,
Novobrdo) ele geçirmiş, Saxon madencileri kullanarak buradan elde ettiği gümüşü Dubrovnik
tüccarı eliyle İtalya’ya sevkederek büyük birgelir
sağlamıştı. Bu büyük servet kaynağı sayesinde
zengin vakıflarla inşa ettiği ve desteklediği kilise
ve manastırlar (başlıcası Ravanića) vasıtasıyla kilise ve ruhbanı kendine bağlamış, Sırp kilisesini
patriklik düzeyine çıkarmıştı. Lazar’ın Kosova
savaş meydanında Frenk (Katalan), Macar, Çek,
Arnavut ve Eflaklar’dan yardımcı asker toplamış
A
A
n
s
i
h
k
i
l
olduğu Gazânâme’de kaydedilir. Bu, şüphesiz
Lazar’ın elindeki servet kaynaklarıyla mümkün
olmuştur.
Gazânâme’de Lazar’ın damadı Vılkoğlu ve Bosna kralının (Tvrtko) 1387’de Lazar’ı baş kaldırmaya ikna ettikleri belirtilir. Bosna’da Kavala
Şâhin’in yenilgisi şüphesiz onu cesaretlendirmiş,
aile bağlarıyla bağlı Vuk Branković (Kosovo ve
Üsküp sahibi), Bosna Kralı Tvrtko ve Bulgaristan Kralı Şişman’ı ittifakına almıştı. Neticede
Lazar, I. Murad’a karşı meydan okuyacak kadar kendini güçlü görüyordu. Haraçgüzârlığı
reddederek sultana mektuplarında “kardeşim”
diye hitap etmeye başladı. I. Murad ile ilişkisinde yeni gelişme sonucu Macar Kralı Sigismund
ile vasallık ilişkilerini yenilemişti. Lazar’ın beyliği Türkler’in önünden kaçanların sığındığı bir
bölge haline gelmişti. Böylece Lazar, Duşan Sırp
İmparatorluğu’nun merkez bölgelerini kendi
hükmü altında birleştirmişti. Sırp kilisesinin
onu “ulu hükümdar” (samodrzac) unvanıyla anmaya başlaması sebepsiz değildi.
Kavala Şâhin’in Bosna bozgunu, Balkanlar’da
1381-1385 harekâtı sonucu haraçgüzâr olan
devletlerin ayaklanmasına yol açtı. Doğu Rumeli’deki eski haraçgüzâr beylerden Vidin Bulgar
Çarı Stratsimir, Köstendil hâkimi Konstantin
Deyanović, I. Murad’a sadık kaldılar. I. Murad, Karamanoğlu’na güvenmediğinden Emîr
Timurtaş’ı ve bazı sancak beyleriyle 5000 askeri Anadolu korumasına bırakarak altıncı
defa Rumeli’ye hareket etti. Rumeli’deki diğer
haraçgüzâr Hıristiyan beylere de hazır olmalarını
bildirdi. Bulgar Kralı Şişman, Dobruca hâkimi
Dobrotić ona karşı çıktılar. Konstantin, sultanın
ordusuna İhtiman ovasında katılacaktır. I. Murad için Bulgar ordusunu arkada bırakıp gitmek
tehlikeliydi. 1388-1389 kışında çok güvendiği
Çandarlı Ali Paşa’yı Timurtaş oğlu Yahşi Bey’le
beraber 30.000 askerle Bulgar çarı ve Dobrotić
üzerine gönderdi. Bulgaristan’ın süratle itaat
altına alınmasının ardından Kosova’ya hareket
edilmesi kararlaştırıldı. Ali Paşa’nın stratejisi,
kalelerin itaatini sağlayıp bir yerde uzun zaman
kalmadan Çar Şişman’ı ele geçirmek veya itaate
zorlamaktı. Şumnu’ya geldi ve itaat eden bu şehirde karargâhını kurdu. I. Murad’ın ordusuyla
Yanbolu’ya ulaştığını öğrenince onunla görüştü.
Şişman, Osmanlı rivayetine göre kendi devlet
büyüklerinin kararıyla sultana itaatini sunmak
üzere Yanbolu’ya geldi. I. Murad onu affedip
hil‘at giydirdi. Şişman, Tuna üzerinde sığındığı
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Silistre Kalesi’ni teslim etmeyi vaad etti; I. Murad Ali Paşa’ya Silistre’ye gitmesini emretti. Ali
Paşa, Şumnu’dan Silistre’nin teslimi için çara
haber gönderdi. Yemininden cayan Şişman kaleyi vermedi, Silistre’den merkezi Tırnova’ya, oradan da Niğbolu Kalesi’ne kaçtı. Ali Paşa’nın çarın
peşinden harekâtı ve itaat altına aldığı kaleler
Gazânâme’de ayrıntılarıyla gösterilmiştir.
Balkanlar’da yayılma politikasında Osmanlılar’ı
durdurabilecek büyük güç Macaristan idi. Ancak
yeni Macar Kralı Sigismund’un Tuna’nın diğer yakasında nüfuzunu sürdürme siyaseti onu Lazar
ve Bosna kralıyla karşı karşıya getirmiş, bu durum Kosova Savaşı arefesinde I. Murad’ın işine
yaramıştır. Gazânâme’ye göre Sırplar, I. Murad’ın
planını ve askerinin durumunu öğrenmek için
bir elçi gönderilmesine karar vermişler, Lazar’ın
tavırlarına öfkelenen I. Murad ordusuyla harekete geçip Kiçi Morava’nın dar dağ geçidinden
Kosova ovasına inmek zorunda kalmış ve ovada
Gümüşhisar (Lipljang) önünde ordugâhını kurmuştur.
139
A
A
140
n
s
i
h
k
Kosova Savaşı Osmanlı kuvvetlerinin kesin galibiyetiyle sonuçlandı. Başlangıçta Osmanlı sol kolu
çöktü, fakat sağ koldaki Yıldırım Bayezid’in büyük
gayreti sayesinde zafer kazanıldı. Gazânâme’ye
göre I. Murad, birkaç hasekisiyle gelip cesetler
arasında dolaşırken, kendisini cesetler arasına
saklamış bulunan Miloş Kobilović tarafından hançerle yaralandı ve az sonra öldü. İç organları çıkarıldıktan sonra şehid düştüğü yerde gömüldü;
daha sonra Yıldırım Bayezid’in tahta çıktığı sırada
idam ettiği oğlu Yâkub Bey’in cesediyle Bursa’ya
götürülüp Çekirge’deki türbesine defnedildi. Yaralandığı ve öldüğü yere Hudâvendigâr Meşhedi
denilen bir türbe yapıldı (Batı kaynaklarına göre
19 Cemaziyelahir 791 / 15 veya 28 Haziran 1389).
I. Murad Osmanlı kaynaklarında orta boylu, yuvarlak yüzlü, koç burunlu; hayır sever, âdil, ömrünü gazâya sarfetmiş bir hükümdar olarak tasvir
edilir. Bizans kaynaklarında ise az konuşan, fakat
konuştuğunda güzel sözler söyleyen, ava düşkün,
yorulmak bilmeyen, Hıristiyanlara karşı merhametli, ancak hataya göz yummayan ve sertliğe
başvurabilen, düşmanlarına karşı daima başarılı
bir sultan şeklinde anılır. Adları kaynaklarda zikredilen dört oğlu tespit edilebilmektedir (Bayezid,
Yâkub, Savcı, İbrâhim). Düzenlettiği vakfiyesi
Kaplıca İmareti’ne ait olup Cemaziyelahir 787 ortalarında (Temmuz 1385) hazırlanmıştır.
Kosova Savaşı neticesinde I. Murad’ın katli haberi İstanbul’da sevinçle karşılanmıştı. Venedik ise
1389 Temmuz sonunda henüz kesin bir haber
alamamaktan sızlanıyor, fakat ne olursa olsun I.
Murad’ın ölümü dolayısıyla yeni sultana (Bayezid
mi, Yâkub mu bilinmiyor) başsağlığı dilemekte
gecikmiyordu. Kosova Savaşı’nın sonucu Paris’te
de yankı buldu. 1389 Ekiminde Paris’te Philippe
Mezières, Türkler’in tam bir bozguna uğratıldığını, sultanla bir oğlunun ve ordusundan pek çok
erin ölmüş olduğunu yazdı. Sırplar’ın son büyük direnişini temsil eden Kosova’daki mücadele, günümüze kadar Sırplar için bir millî destan
konusu olmuştur. Sonraki Sırp kaynakları Knez
Lazar’ı yüceltip Sırplar’ın zaferinden söz etmişlerdir. Lazar’ın halefi Lazarević’in biyografı Konstantin Filozof ise Kosova Savaşı’nda yenilgiyi açıkça
kabul eder. Gazânâme’deki gibi Sırplar’ın ilk genel saldırıda başarılı olduklarını, fakat“Sultanın
bir oğlu (Bayezid) kuvvetlerini topladı ve savaşı
kazandı” der.
I. Murad’ın ölümü, Bayezid’in savaş meydanında
tahta çıkarılması, Yâkub’un idamı haberi o zaman
Sivas’a kadar Anadolu’da yayılmış ve I. Murad’a
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
bağımlılığı kabul etmiş olan beyler ayaklanmıştı.
Savaşa Vlatko Vuković’i göndermiş olan Bosna
Kralı I. Tvrtko savaşı kendi zaferi gibi gösterdi, 1
Ağustos’ta Trogir şehrine yolladığı yazısında sadece kendisinden bahisle Türkler’in bozgunundan söz etti; iki ay sonra Floransa’ya gönderdiği
yazıda da aynı iddiada bulundu. Burada, “düşman saflarını yarıp kılıç ellerinde Murad’ın çadırına kadar ilerleyen on iki kahraman”dan söz
edilir. Bu ifade, Kosova Savaşı hakkında sonradan ortaya çıkan rivayetlerde I. Murad’ın nasıl
katledildiği hakkında epik tasvirlerin kaynağıdır.
Miloş savaştan önce Lazar önünde I. Murad’ı öldürmek üzere kendini fedai ilân etmiş.
Gazâ için altı defa Rumeli’ye geçmiş olan I.
Murad’ın temel politikası, Balkanlar’da egemen
olmaktı. Babaî şeyhleri gibi kendini Tanrı ilhamına mazhar bir velî şeklinde hisseden I. Murad
gazâyı dinî bir ödev gibi benimsemiş bulunuyordu. 1386’da Karaman seferini yapmak zorunda
kalınca, bu duygularını “erkân-ı saltanat”ı önünde coşkuyla dile getirmiştir. Anadolu seferleri
ona zoraki bir görev gibi geliyordu. Tahta geçişinde Bursa Kadısı Çandarlı Hayreddin kesin bir
rol oynamış görünmektedir. Hayreddin’in Bizans
ile çetin diplomatik savaşta etkili olduğu, sonunda Paleologlar’ı haraçgüzâr durumuna getirdiği
anlaşılmaktadır. Devletin gerçek merkezi Bursa
olmakla beraber I. Murad, Edirne’de yaptırdığı
saray sayesinde bu şehri Rumeli’de ikinci merkez haline getirmişti. Oradan kendi kumandanları Lala Şâhin, Timurtaş ve Hayreddin Paşa’yı
uçlara gönderip fetihleri kontrol ediyordu.
Özellikle, ana yollar üzerinde Anadolu’dan geniş ölçüde sürgün veya kendiliğinden gelip yerleşen Yörükler sayesinde, Rumeli’de Osmanlı
hâkimiyeti sağlam şekilde yerleşmişti. Evrenos
ve Lala Şâhin, Rumeli’de ilk yerleşme döneminde (1360-1370) kesin rol oynamışlardı. Malkara,
Gümülcine, Yenice-i Karasu, Yenice-i Vardar, Filibe şehirleri onların kurdukları külliyeler, hanlar ve zâviyelerle Osmanlı kültürünün ilk merkezleri ve dayanak noktaları olmuştur. I. Murad
döneminde Rumeli ikinci vatan haline gelmiş,
Osmanlılar’a Anadolu’da üstünlük sağlamış, böylece Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk taslağı meydana çıkmıştır. Gazi Hudâvendigâr unvanı onun
gazâ ile imparatorluk kurucusu kimliğini ifade
eder. Gazâ ideolojisi, kendisini örnek alan bütün
Osmanlı padişahları için Avrupa’da yayılışın simgesi olarak sürüp gidecektir.
Hıristiyan hânedanlardan kız almak, Anadolu
A
A
n
s
i
h
k
i
l
beylerine kız vermek, izdivaç ve feodal bağımlılık, I. Murad’ın başvurduğu başlıca diplomatik
araçlardandı. Onun döneminde Trakya ve Doğu
Balkanlar’da yerleşme sonucu Rumeli timarlı
sipahi askeri artmış ve kendisine Anadolu’daki
rakipleri karşısında üstünlük sağlamıştı. Uçlara
sürülen Yörük grupları başlıca akıncı kuvvetlerini oluşturuyordu. Çandarlı Hayreddin savaş esirlerinden yeniçeri ordusunu kurdu (1363-1365
[?]). 1389 Kosova seferinde kapıkullarından söz
edilir. Orhan Bey’in Türkler’den oluşturduğu
Yaya kuvvetleri hâlâ ordunun önemli bir kısmını
teşkil etmekteydi.
XIV. yüzyılda Dubrovnik’te top sanayii Sırplar’a
ve Osmanlılar’a top sağlamaktaydı. Kosova’da
her iki tarafın top kullandığına şüphe yoktur. Orhan Bey zamanında (1324-1360) kurulmuş olan
donanma, I. Murad döneminde önemli bir güç
haline gelmiş, liman kuşatmalarında (Biga ve Sozopol) rol oynamıştır. Gelibolu ve Aydıncık (Edincik) başlıca donanma üsleriydi. Gelibolu düşünce Aydıncık deniz üssü oldu. I. Murad devrinde
klasik Osmanlı ordusu esas kollarıyla oluşmuş
bulunuyordu. Sultan’ın “emîr-i kebîr-i a‘zam, melikü mülûki’l-Arab ve’l-Acem” gibi sıfatlarla anıldığı 787 (1385) tarihli vakfiyesine göre, Bursa’da
Çekirge’de bir cami, medrese, imaret, misafirhaneden meydana gelen bir külliye, Bursa hisarında sarayın yanında bir cami (Hisar Camii),
Bilecik ve Yenişehir’de birer cami yaptırmıştır.
Ayrıca annesi adına İznik’te 790 Cemâziyelevveli
başlarında (Mayıs 1388) bir imaret inşa ettirmiştir. Edirne’de bir saray yaptırdığı (1369), Yenişehir’deki sarayda Haziran 1387’de büyük bir
düğün düzenlediği, Edirne’deki saray bitinceye
kadar Dimetoka Sarayı’nda kaldığı bilinmektedir. Yenişehir’de Orhan Bey’in derviş Postinpûş
için inşa ettirdiği zâviye I. Murad’a atfedilir. Onun
Bursa Sarayı hisarda Şehâdet Camii karşısındaydı ve 1278 (1861-62) planına göre on dört
kuleli bir duvarla çevriliydi. Edirne’de fetihten
sonra kale içindeki kiliseyi camiye çevirmiştir
(Halebî [Ayasofya] Camii). Ona izâfe edilen başka camiler de vardır (Hudâvendigâr Camii / Ayvacık; Hudâvendigâr Camii / Filibe; Karaferye’de
kiliseden çevrilen I. Murad Camii gibi). Paraları
Orhan Bey’in sikkeleri gibi Selçuklu tarzındadır.
el-Melikü’l-Âdil unvanı bakır sikkelerde görülür.
I. Murad’ın Gelibolu, Malkara ve Bolayır’da dervişlere ve ahîlere çeşitli vakıflar yaptığı da tespit
edilmektedir.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
I. Murad devrinin temel kaynakları arasında
özellikle Türkçe kronikler dikkati çeker. Bu dönem için Yıldırım Bayezid zamanına kadar gelen
ve bugün kayıp olan Yahşi Fakih Menâkıbnâmesi,
Âşıkpaşazâde Târihi içinde özetlenmiştir.
I. Murad devrinin çağdaş kaynakları olarak Esterâbâdî’nin Bezm ü Rezm’i, Neşrî’nin
Cihannümâ’sı içinde yer alan Ahmedî’nin
Gazânâme’si önemlidir. Ahmedî’nin Dâstân ve
Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân’ını, Âşıkpaşazâde
Târihi’ni, Rûhî ve Takvimler’i az değişiklikle ve
kendine göre bir tarih sıralaması ile kelime kelime aktaran, 1366-1385 dönemindeki Sırbistan seferlerini bir arada vererek kronolojiyi tam
karışıklığa dönüştüren Neşrî, 1385-1389 devresi için Kosova Savaşı’nda Şehzade Bayezid’in
yanında bulunması muhtemel şair Ahmedî’nin
Gazânâme’sini aynen nakletmiştir. Bu kısım
“Hikâyet-i Feth-i Niş” ile başlar, “Cülûs-i Bâyezid
Han”a kadar gelir. Bu metnin Ahmedî’nin kaleminden çıktığı, onun İskendernâme adlı büyük
eserindeki aynı beyit ve ifadelerle tespit edilmiştir. Osmanlı şehnâmelerinin ilki sayılabilecek
bu Gazânâme’yi yazarken Ahmedî, Vezir Çandarlı Ali Paşa, Gazi Evrenos, Sultan Bayezid ve
hatta Sırp tanıklardan yararlanmıştır. I. Murad
dönemine ait olduğu iddia edilen mektuplar ise
vekayi‘nâmelerdeki bilgilere göre uydurulmuş
metinlerdir.
KAYNAKÇA:
Bu madde DİA’dan alınmıştır (XXXI, 156-164).
Halil İNALCIK
Eserleri: Bursa Hudâvendigâr Camii: İnşa
kitâbesi bulunmayan cami, Osmanlı kroniklerine göre 767-787 / 1366-1385 yılları arasına tarihlendirilmektedir. Sultan I. Murad tarafından
yaptırılan caminin mimarı ve ustaları hakkında
farklı görüşler ileri sürülmüş ve genel olarak inşaatta yerli ve yabancı sanatçıların birlikte çalışmış olabilecekleri düşüncesi kabul görmüştür.
Alt katı cami, üst katı medrese işlevli olan
yapı “dört eyvanlı, ortası avlulu bina tipi”nden,
“zâviyeli cami tipi”ne geçişi gösteren belirli örnekler arasında sayılmaktadır. Cami katı, kubbeli avluya dört yönde açılan dört eyvan, üçü
doğuda ve üçü batıda olmak üzere altı oda ile
beş bölümlü bir son cemaat yerinden meydana
141
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
gelmektedir. 9.70 x 12.60 m ölçülerindeki kıble
eyvanı, iki kat yüksekliğinde beşik tonoz örtülü
olup, avlu zemininden dört basamak yükseltilmiştir. Bu ana eyvan, 2.50 x 4.20 m ölçülerinde ve
üzerinde kubbe örtülü küçük bir medrese mekânı
bulunan, beşik tonozlu bir nişle derinlemesine
uzatılarak, dış cephede beş kenarlı bir çıkıntı teşkil edilmiştir. Caminin kuzeydoğu köşesinde tek
şerefeli minaresi yer almaktadır.
KAYNAKÇA:
Aşıkpaşaoğlu, Aşıkpaşaoğlu Tarihi, (haz. A.N. Atsız), Ankara
1985, s.59-60; Mehmed Neşri, Kitâb-ı Cihan-Nümâ-Neşri Tarihi, I, (yay. F.R. Unat ve M.A. Köymen), Ankara 1995, s.308309); Ekrem Hakkı Ayverdi, İstanbul Miʻmârî Çağının Menşei
Osmanlı Mi’mârîsinin İlk Devri I 630-805 (1230-1402), İstanbul
1966, s.231-232; Hans Wilde, Brussa Eine Entwickelungsstätte
Türkischer Architektur In Kleinasien Unter den Ersten Osmanen,
Berlin 1909, s.12-20; Albert Gabriel, “Bursa’da Murad I. Camii ve
Osmanlı Mimarisinin Menşei Meselesi”, VD, II, Ankara 1942, s.
42; aynı yazar, Une Capitale Turque Brousse Bursa, I Texte, Paris
1958, s.59-60; Kazım Baykal, Bursa ve Anıtları, Bursa 1950, s. 28;
Sedat Çetintaş, Türk Mimari Anıtları-Osmanlı Devri-Bursa’da Murad I ve Bayezid I Binaları, İstanbul 1952, s.1-3; Semavi Eyice, “İlk
Osmanlı Devrinin Dini-İçtimai Bir Müessesi Zâviyeler ve ZâviyeliCamiler”, İÜİFM, XXIII, Ekim 1962-Şubat 1963, nr. 1-2, İstanbul
1963, s.14, 32; Aptullah Kuran, İlk Devir Osmanlı Mimarisinde
Cami, Ankara 1964, s.71-72; Godfrey Goodwin, A History of Ottoman Architecture, London 1971, s.40-44; Doğan Kuban, Osmanlı
Mimarisi, İstanbul 2007, s.86-88.
Tolga BOZKURT
MURAD HUDÂVENDİGÂR
TEMLİKNÂMESİ
142
Osmanlı Sultanı I. Murad (1362-1389) tarafından gurre-i Receb 767’de (14 Mart 1366) Türkçe
olarak yazılmıştır. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi,
Yemen Fatihi Sinan Paşa kısmı, nr. 1’de aslı kayıtlıdır. Kalın kâğıt üzerine 51 satır olarak kaleme
alınmıştır. Temliknâme, “Hüve’l-mu‘izz” ile başlamış, arkasından Murad bin Orhan adını içeren
tuğraya yer verilmiştir. Arka yüzüne 1020 (1611)
senesinde mülk arazinin teftiş edildiğine dair not
düşülmüştür. I. Murad, bu temliknâmedeki bilgilere göre, Fütüvvet ehlinden Ahi Musa için Malkara nahiyesinde bir parça toprağı mülk olarak
vermiştir. Bu araziye Ahi Musa, onun ölümünden
sonra batından batına ve nesilden nesle evlatları
tasarruf edeceklerdir. Sultan Murad, Ahilerden
kuşandığı kuşağı da Ahi Musa’ya kendi eliyle kuşatmış ve Malkara şehrine Ahi olarak görevlendirmiştir. I. Murad, Ahi Musa’nın da kendisinden
sonra akrabalarından birine Ahilik icazetini ver-
mekle görevli olduğunu; “bizden sonra yerümüze
Ahi sen ol diyeler” şeklinde temliknâmede zikretmiştir. Ahi Musa’nın çocukları ile damatlarının
ölümü halinde bu durum şer‘î mahkemece tespit
edildikten sonra Ahi olacak bir başka kişinin Ahi
Musa’nın çocuklarında olduğu gibi kendi oğulları
ve kızları da nesilden nesle bu temlik edilmiş yeri
tasarruf edeceklerdir. Ancak bunların dışında
Ahilikle ilgisi olmayan birine bu mülk kesinlikle
verilmeyecektir.
Mülk arazi, temliknâmenin verildiği tarihten itibaren Ahi Musa’nın tasarrufu altında olacaktır.
Eğer bu temliknâmede belirtildiği üzere önerilen
Ahilerden veya kızlarının kızlarından yahut onların Ahiliği ısmarladıkları Ahilerin ellerinden veya
nesilden nesle çocuklarından başka biri hile ve
oyunla bu araziyi alırsa, kadı ve beyler, bu durumu Osmanlı soyundan gelen padişaha arz edip
temliknâmedeki şartlara uygun olarak hakkı olan
Ahilere alıvereceklerdir. Kim ki temliknâmedeki
şartlara aykırı olarak hakkı olmayanlara bu temlik edilen araziyi verir veya alıverirse Allah’ın ve
meleklerin laneti onların üzerlerinde; padişah
I. Murad’ın eli de kıyamet gününde onların yakasında olacaktır. Bu yerlerin sınırlarına hiçbir
kimse tecavüz etmeyecektir. Başkasına verip de-
A
A
n
s
i
h
k
ğiştirmeyecektir. I. Murad’ın neslinden padişah
olanlar arazinin veriliş amaçları dışına çıkmasına izin vermeyeceklerdir. Sınırları çizilen bu
yerler yüzünden I. Murad’ın “bu Ahilerim” dediği
kişileri kim incitirse temliknâmeyi vereni incitmiş olacaktır. Ahi Musa’ya, onun soyundan gelenlere, yerlerine bıraktıkları Ahilere ve onların neslinden gelenlere bu temlik edilen arazi için kim
zahmet ve meşakkat verirse ve başkasının eline
geçmesini sağlarsa tüm laneti kabul etmiş olur.
Ahi Musa ve soyundan gelenler, daha sonra bu
mülk araziyi tasarruf eden Ahiler, avarız-ı divanî
ve tekâlif-i örfîden, salgından, ulaktan, sekbandan, cerahordan ve naipten muaf, bunun karşılığında devletin devamı için dua ile meşgul olacaklardır. Bu temliknâme, gurre-i Receb 767 / 14
Mart 1366’da yazılmıştır.
KAYNAKÇA:
Tahsin Öz, “Murad I. ile Emir Süleyman’a Ait İki Vakfiye”, Tarih
Vesikaları, I/4(1941), s. 241-245; M. Tayyib Gökbilgin, XV-XVI.
Asırlarda Edirne ve Paşa Livâsı Vakıflar, Mülkler, Mukataalar, İstanbul 1952, s. 161-163.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
MÛSA
Ahilikte çobanların piri olarak kabul edilen büyük peygamberlerden biridir. MÖ XIII. yüzyılda
yaşadığı tahmin edilmektedir. Kendisine Tevrat
verilmiş ve hayatının büyük bir bölümü firavunla
mücadeleyle geçmiştir.
Hz. Musa büyüyüp ergenlik çağına ulaştığında bir
olaydan dolayı memleketinden ayrıldı. Medyen’e
giderek Hz. Şuayb ile tanıştı. Onun yanında on
yıl kadar çobanlık yaptı, bu arada kızıyla da evlendi. Medyen’den ayrıldıktan sonra kendisine
peygamberlik verildi. Hayatının bundan sonraki
safhasını Mısır’da İsrailoğullarının kurtuluşuna
adamıştır. Anlatılanlara göre, İbrani yazısını ve
çeşitli savaş makinelerini icat etmiştir.
KAYNAKÇA:
İbn Kesîr, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, XI, (çev. Bekir Karlığa-Bedrettin Çetiner), İstanbul 1990, s. 6199-6200, 6204-6205;
Fütüvvetname-i Caʻfer Sâdık, (haz. M. Saffet Sarıkaya), İstanbul
2008, s. 239; Muallim Cevdet, İslam Fütüvveti ve Türk Ahiliği:
İbn Battuta’ya Zeyl, (çev. Cezair Yarar), İstanbul 2008, s. 338;
Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1997,
s. 218-219; Cemal Anadol, Türk İslam Medeniyetinde Ahilik Kültürü ve Fütüvvetnâmeler, Ankara 2001, s. 103-106; İsmail Yiğit,
Peygamberler Tarihi, İstanbul 2004, s. 394-396; Ahmet Lütfi Ka-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
zancı, Peygamberler Tarihi, İstanbul 2011, s. 359-361; Ömer Faruk
Harman, “Mûsâ”, DİA, XXXI, s. 207.
Ahmet TÜRKAN
MUSTAFA SAFÎ EFENDİ
VE GÜLŞEN-İ PEND
MESNEVİSİ
Fütuvvetnâmeler sınıfında gösterilen Gülşen-i
Pend Mesnevisi, Mehmet Sait Çalka tarafından
Yüksek Lisans tezi olarak yapılmıştır (Mustafa
Safî Efendî ve Gülşen-i Pend Mesnevisi, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk
Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Manisa 2007, 366 s.).
Anadolu’nun sosyo-kültürel yapısını yansıtma
özelliği bulunan Nasihat-nâme geleneği, XI. yüzyılda Yusuf Has Hâcib’in (ö. 1077) Kutatgu Bilig
(yazılışı:1069-1070) adlı eserinden başlayarak
XIX. yüzyıla kadar çeşitli isimler altında yazılan
nasihat-nâmelerle gelişimini sürdürmüştür. Bu
eserlerden biri de Mehmet Sait Çalka tarafından
Yüksek Lisans tezi olarak yapılan Gülşen-i Pend
Mesnevisi’dir.
Adı geçen çalışmanın giriş kısmında Çalka, XVIII.
yüzyılda Osmanlı Devleti’nin siyasî ve edebî durumu hakkında muhtasar bilgi verdikten sonra
birinci bölümde Mustafa Safî Efendi’nin hayatını
ve edebî kişiliği ortaya koymaya çalışmıştır. İkinci bölümde ele alınan Gülşen-i Pend ayrıntılı bir
şekilde incelenir ve padişahlara, vezirlere, kadılara, öğrencilere, sahhaflara, kâtiplere, hattatlara,
şairlere, hânendelere, âşıklara, vâizlere, şeyhlere,
sûfîlere, tabiplere, sürmecilere, cerrâhlara, müneccimlere, cifircilere, veffâklara, ledünnî ilimlerle
uğraşanlara, kimyâgerlere, sarraflara, tüccarlara,
yetim vâsîlerine, vakıf mütevellilerine, hatiplere,
imamlara, müezzinlere, zeamet sahiplerine, köylülere, aktarlara ve diğer zanaat erbâbına yönelik
nasihatler değerlendirilir. Çalışmanın üçüncü ve
son bölümünde ise Gülşen-i Pend mesnevisinin
transkripsiyonlu metni sunulur ve bunun hemen
ardından ise metinde geçen Arapça ve Farsça sözcükleri kapsayan bir sözlük çalışması yer alır.
143
Orhan Kemal TAVUKÇU
A
A
n
s
i
h
k
MUTAF
Kıl dokuyan, kıldan eşya yapanlara mutaf
(muytâb) denilmekteydi. Mutaflar, keçi kılından
eğrilen iple çuval, heybe, at çulu, urgan, yem torbası, yular, köstek, burunsalık gibi çeşitli eşya dokuyup satarlardı Mutafçılığın temel hammaddesi
keçi kılı olup, bu kasaplardan temin ediliyordu.
Mutaf esnafının kethüda ve yiğitbaşısı tarafından
alınan kıllar, kendi aralarında tevzi edilirdi. Tabaklardan alınan kıllar önce kazılhaneye gönderilir, burada temizlenip eğrilir ve kazıl yapılırdı. Bu
işlemler esnasında mutaf ustasına kalfa ve çırak
eşlik ederdi. Kıllar eğildikten ve kazıl yapıldıktan sonra torba, çuval yapılmak üzere dükkâna
götürülürdü. Mamul edilen malzeme mutafların
pazar yeri olan bezzâzistanda satılırdı. Karesi
sancağı dahilinde olan Edincik, Manyas, Erdek ve
Bursa’ya bağlı Mihaliç kazaları, keçi kıllarının bol
mikdarda elde edildiği yerler arasındaydı.
KAYNAKÇA:
M. Çağatay Uluçay, XVII inci Yüzyılda Manisa’da Ziraat, Ticaret
ve Esnaf Teşkilatı, İstanbul 1942, s. 77, 78, 79; Yusuf Ekinci, Ahîlik,
Ankara 2011, s. 319; Tuncer Baykara, Osmanlı Taşra Teşkilatında
XVIII. Yüzyılda Görev ve Görevliler (Anadolu), Ankara 1990; M.
Murat Öntuğ, XVII. Yüzyılın İlk Yarısında Balıkesir Şehrinin Fiziki,
Demografik ve Sosyo-Ekonomik Yapısı, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Konya 2003, s. 241.
M. Murat ÖNTUĞ
MÜCELLİD
144
Kitap ciltleyen zanaatkâra mücellid denir. Osmanlı ciltleri, kullanılan malzemeye ve süsleme tekniklerine göre deri, kumaş, ebru, murassa, lake,
şemseli, zilbahar, yekşah, zerduz, çeharkûşe gibi
adlarla bilinirdi. II. Mehmed dönemine kadar
Anadolu Selçukluları üslubunun da görüldüğü
Osmanlı ciltçiliği bu yüzyılın sonundan itibaren
kendi özgün yapısına kavuşmuştur. Mücellidlerin
cilt yapımında kullandıkları aletler ise şunlardır:
Bıçkı, eski mücellitlerin meşin tıraş için kullandıkları balta şeklindeki alet; Gıldırgıç, kitaplar
ciltlenirken kenarları kesmeye yarayan rende biçiminde alet; Kalıp baskısı, mücellitlerin kitap ciltlerine süsleme motifleri basmak için kullandıkları alet; Muşta, baskı aleti; Nevregân, mücellitlerin
mukavva ve deri oymakta kullandıkları alet olup
eğri ve ağzı keskin olan bu bıçağın ucuyla katı’ da
yapılırdı; Nokta demiri, noktalar üzerine vurulan
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
demirin adıdır; Sakal, altın varakları tutmak ve
yapıştırmak için mücellitlerin kullandıkları seyrek tüylü geniş fırçadır. Günümüzde bu meslek
eski önemini yitirmiştir.
KAYNAKÇA:
Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Konya 1981, s.
116; Serkan Özburun, Kaybolan Meslekler, İstanbul 2006, s. 159;
http://www. konyayazmakutup. gov.tr/ erişim: 29.06.2014.
M. Murat ÖNTUĞ
MÜCEVVEZCİLİK
Osmanlı devlet ricalinin alaylarda ve Divan-ı
Hümayun’da giydikleri, üst kısmı başı kapsayan kısımdan daha geniş, silindir şeklinde ve
yarım endaze bir nevi kavuk olan başlığa “mücevveze” denilir. Mücevveze tepesi ceviz gibi kabartılmış manasındadır. Kavuk Türkçe’de “içi
boş şey” demektir. Uygurca’da kağuk şeklinde geçer ve “mesane” anlamına gelir. Kâşgarlı
Mahmud kelimenin mesane yanında “başlık”
manasını da zikreder. Fatih Sultan Mehmed’in
kanunnâmesinde, “Hizmetkârlarına mücevveze
giydirmek vüzerânın ve kazaskerlerin ve defterdarların yoludur ve beylerbeyiler ve sancak
beyleri üsküf yürütmek gerekir” ifadesi yer alır.
Mücevveze 30-35 cm boyunda, mukavvadan, yukarıya doğru genişleyen yuvarlak (üstüvânî) şekilde yapılır ve üzerine beyaz tülbent çekilirdi. Tepe
kısmında ceviz gibi kırmızı kumaştan bir ilave
yapılırdı ki kavuğun adı da bundan gelmektedir.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Yavuz Sultan Selim’e nisbetle “selîmî” denilen kavuk 65 cm kadardı. Muhtelif sınıflardaki memurların kendilerine has kavukları vardı. Osmanlılar’da
II. Mahmud dönemine kadar kavukçuluk meslekî
bir sınıftı. Minyatürleri Nakkaş Osman tarafından
çizilen 990 (1582) tarihli Surnâme-i Hümâyun’da
takyeciler, keçe külâh yapanlar, sarıkçılar, arakçin
dikicileri yani kavukçu ustaları gösterilmiştir. Minyatürdeki atölye dükkânda ustalardan birinin ateşi
körükleme tasviri kavukların sıcak kalıplandığına
işaret etmektedir.
KAYNAKÇA:
Nebi Bozkurt, “Kavuk”, DİA, XXV, İstanbul 2002, s.71-72.
Ahmet AYTAÇ
MÜMİNE HATUN TÜRBESİ
(bk. KALEMİ ZAVİYESİ)
MÜRÜVVET
İnsanî hasletler ve erdemli davranışlar anlamına
gelen mürüvvet, fütüvvetin esasını oluşturan kavramlardandır. Sözlükte “erkek” anlamındaki mer’
kökünden türeyen mürûet (mürüvvet) “tam erkeklik” veya “mükemmel insaniyet” demektir (Lisânü’lArab, “mre” md.; Tâcü’l-arûs, “mre” md.). Râgıb elİsfahânî, ez-Zerîa ilâ mekârimi’ş-şerîa adlı eserinde
(s. 143) insana has erdemlere insaniyet dendiğini,
kişinin insaniyetinin bu erdemlerdeki üstünlüğü
oranında olduğunu ifade ettikten sonra insaniyetle
mürüvvetin birbirine yakın anlamlar taşıdığını belirtmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de mürüvvet kelimesi geçmez. Ancak birçok kaynakta mürüvvet konusu ele alınırken çeşitli âyetlere atıf yapılarak bunların mürüvvetin kapsamına giren erdemleri ihtiva ettiği
belirtilmektedir. Râgıb el-İsfahânî, “Muhakkak ki
Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya yardım etmeyi
emreder; hayâsızlığı, kötülüğü ve zorbalığı yasaklar” meâlindeki âyette (en-Nahl 16/90) mürüvvetin tam açıklamasının yer aldığına dair bir görüşü
nakletmektedir (bk. ez-Zerîa ilâ mekârimi’ş-şerîa,
s. 144; Muhâdarâtü’l-üdebâ, I, 301). Ebû Mansûr
es-Seâlibî’nin Mir’âtü’l-mürûât’ında kaydedildiğine
göre Süfyân b. Uyeyne’ye, “Kur’an’da birçok konuyu
bulup çıkardın, onda mürüvvet de var mıdır?” diye
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
sorulunca, “Kolaylığı seç, iyi olanı emret, cahillerden yüz çevir” meâlindeki âyeti (el-A‘râf 7/199)
okumuştur. Zira bu âyet bütün davranış güzelliklerinin ve ahlâkî erdemlerin özeti gibidir. Bu
eserde affetme, yapıcı davranışlar ortaya koyma,
kötülükleri iyiliklerle telâfi etme, iyiliğe iyilikle
karşılık verme, insanlara güzel sözler söyleme,
kibirden sakınma, harcamalarda ölçülü olma,
serveti hem dünya hem âhiret iyiliği için kullanma gibi davranışları öğütleyen âyetler de mürüvvetle ilgili görülmüştür (s. 73-75). Aynı rivayeti
aktaran İbn Hüzeyl’in yorumuna göre kolaylığı
seçme kötülük yapanları bağışlamak, müminlere yumuşak davranmak gibi iyi huylu insanlara
mahsus özellikleri; iyi olanı emretme akrabalık
bağlarını canlı tutmak, helâl-haram konularında Allah’ın hükümlerini çiğnemekten sakınmak,
bakışlarını haramdan korumak, ebedî hayata
hazırlıklı olmak gibi güzellikleri içerir. Cahillerden yüz çevirme ise hilim erdemiyle donanmak,
zulüm ehlinden uzak durmak, aşağılık kimselerle dalaşmaktan, cahillerin seviyesine düşmekten sakınmak gibi davranışları kapsamaktadır
(Aynü’l-edeb ve’s-siyâse, s. 132-133).
Sahih kaynaklarda mürüvvet kelimesi sadece bir
hadiste, “Kişinin onurlu oluşu dinini, mürüvvetli
oluşu aklını, soylu oluşu ahlâkını yansıtır” şeklinde geçmektedir (el-Muvatta, “Cihâd”, 25; Müsned, II, 365). İbn Hibbân bu hadiste mürüvvetle
akıl arasında ilişki kurulmasını aklın doğru yolu
izlemenin ve hatadan kurtulmanın bilgisini ifade
etmesi şeklinde açıklamaktadır (Ravzatü’l-ukalâ
ve nüzhetü’l-fuzalâ, s. 229). İçinde mürüvvet
kelimesi geçmemekle birlikte cömertlik, sevgi,
hediyeleşme, yardımlaşma, hayırda öncü olma,
sözünde durma, herkese güven verme, hayâ, dilini küfür ve kötü sözlerden koruma, misafirperverlik gibi konulara dair pek çok hadis mürüvvet
kapsamında zikredilmektedir (meselâ bk. Ebû
Mansûr es-Seâlibî, s. 81-85).
Mürüvvetle ilgili birçok tanımda onun dinî olmaktan ziyade dünyevî işlerle ilgili, insanın
sosyal konumunu güçlendiren bir içeriğe sahip
olduğu görülmektedir. Kaynaklarda sıkça geçen,
“Mürüvvet bağına sımsıkı sarılarak dünyanın
zahmetlerinden kurtul; takvâ bağına sarılarak
âhiret sıkıntılarından kendini koru” şeklindeki
söz de bu ayırıma işaret etmektedir (İbn Hüzeyl,
s. 131). Yahyâ b. Hâlid el-Bermekî “kişinin evinin
geniş, hizmetçilerinin çok, cinsel gücünün yerinde ve hayatının rahat olması, çevresine iyilik
145
A
A
146
n
s
i
h
k
i
l
etmesi, dostlarına bol bol ikramda bulunması”
şeklindeki mürüvvet tanımıyla bunun dünyevî nimetleri kapsayan bir kavram olduğuna işaret etmiştir (Ebû Mansûr es-Seâlibî, s. 95). Mürüvvetin
dünyevî olan içeriği Abdullah b. Mukaffa‘ın Kelîle
ve Dimne’si, İbn Kuteybe’nin Uyûnü’l-ahbâr’ı,
Câhiz’in el-Beyân ve’t-tebyîn’i gibi edebî eserlerde
de görülür. İlk eserde kaydedildiğine göre mürüvvetsiz insanlar kemik bulunca sevinen köpekler
gibi küçük şeylerle avunur, önemsiz şeylere razı
olurlar. Fazilet ve mürüvvet ehli olanlar ise kendilerine lâyık olan şeyleri elde ederek onlarla
yücelmek isterler ve küçük şeylerle yetinmezler”
(Kelîle ve Dimne, s. 132; ayrıca bk. s. 133, 138,
139, 140). Abdullah b. Mukaffa‘ın mürüvveti akıl,
zekâ, sağlam görüş gibi kavramlarla birlikte kullanması kelimenin özellikle ilk dönemlerde zihnî
bir muhteva taşıdığını, dolayısıyla insanı onurlu ve saygın kılan erdemlerin öncelikle zihinsel
yetenekler olarak anlaşıldığını göstermektedir.
Mürüvvetin mutlaka insanı onurlu ve saygın kılan tutum ve davranışlarla ilgili olduğu, kendini
övmek, sokak ortasında yemek yemek, dostuna
verdiği maldan para kazanmak, insanların içinde
soyunmak, dostunun aleyhinde konuşulan yerde
durmak gibi örnekler sıralanarak yapılan olumsuz içerikli tanımlardan da anlaşılmaktadır (İbn
Hibbân, s. 233-234; Ebû Mansûr es-Seâlibî, s.
174-179). “Açıktan yapıldığında utanç veren şeyi
gizli olarak da yapmamak” şeklindeki mürüvvet
tanımı Nûşirevân ve Muhammed b. Ali gibi bilge
kişilere nisbet edilerek pek çok kaynakta zikredilir (meselâ bk. Ebû Mansûr es-Seâlibî, s. 89;
Mâverdî, s. 315).
İbn Hibbân birçok ahlâkî erdemi mürüvvet kapsamında gösteren, ayrıca insanın sosyal durumunu geliştirmesi için ihtiyaç duyduğu akıl, zekâ,
mal ve evlât zenginliği gibi imkânları mürüvvetten sayan yirmi üç değişik tanım sıraladıktan
sonra kendi tarifini “Allah’ın ve müslümanların
çirkin gördüğü tutumlardan uzak durmak, Allah
ve müslümanlar tarafından sevilen hasletlerle
donanmak” şeklinde vermekte, mürüvvetin akılla ilgisine dair hadisi kaydettikten sonra kişiye
mürüvvetini göstermede yardımcı olan en önemli şeyin temiz servet olduğunu belirtmektedir
(Ravzatü’l-ukalâ ve nüzhetü’l-fuzalâ, s. 230-232).
Diğer birçok kaynakta da mürüvvetin mal varlığı
ve başkalarına ikramla ilgisi sık sık vurgulanmış,
hatta mürüvvetin onda dokuzunun sofra Hakkında olduğu belirtilmiştir (İbn Hüzeyl, s. 133-134).
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
İslâm ahlâk kültürünün olgunluk dönemine ait en
önemli çalışmalardan olan Mâverdî’nin Edebü’ddünyâ ve’d-dîn’inde mürüvvetin oldukça geniş
bir ahlâkî muhtevada incelendiği görülmektedir.
Eserinin tamamını mürüvvetin bir açıklaması
olarak gösteren Mâverdî daha başta mürüvveti,
“nefsin, kendisinden kasıtlı olarak çirkin bir hareket sâdır olmayacak şekilde en üstün melekeler kazanmış olması” şeklinde tanımlayarak bu
kapsam genişliğini ortaya koymaktadır. Yine bu
eserde yer alan bir açıklamada mürüvvetin şartları “haramlardan uzak durmak, günahlardan
arınmak, hüküm verirken âdil ve dürüst olmak,
haksızlıktan sakınmak, Hakkı olmayan şeye göz
dikmemek, zayıfa karşı güçlüye arka çıkmamak,
onurlu kişiye karşı onursuzun yanında yer almamak, günah ve kötülük doğuracak bir durumu
gizlememek, insanın adını ve şöhretini kirletecek
işler yapmamak” şeklinde sıralanmıştır. Mürüvvetin yaratılıştan gelmeyip ahlâk yolunda gösterilen çabalarla kazanılabileceğine dikkat çeken ve
insanın kendi gayretiyle elde edeceği en üstün kazancın mürüvvet olduğunu belirten Mâverdî, mürüvvetin şartlarını ve gereklerini ferdî ve içtimaî
ahlâk bakımından sistematik biçimde incelediği
eserinde kavramın tarih içinde kazandığı zengin
ahlâkî muhtevayı mükemmel bir şekilde ortaya
koymuştur.
Hadis ilminde güvenilir bir râvinin sahip olması
gereken beş şarttan biri kabul edilen mürüvvet,
râvinin dinî ve ahlâkî ölçülerle örf ve âdetler açısından itibarını zedeleyici davranış ve sözlerden
uzak durmasını ifade eder. Diğer bir söyleyişle
mürüvvet sahibi olmak kişinin Allah’a karşı sorumluluklarında, kendisiyle, başkalarıyla, diğer
canlılarla ilgili davranış ve tutumlarında ahlâkî
olgunluğa erişmesi demektir. Mürüvveti, “nefsi
kötülüklerden alıkoymak ve halkın kötü gördüğü
davranışlardan uzak durmak” diye tanımlayanlara göre toplumda ayıp sayılan bir fiili işlemek,
ahlâksız kabul edilen kişilerle arkadaşlık etmek,
kıyafet ve görünümüyle karşı cinse benzemek,
mahrem sayılan yerleri açmak mürüvveti yok
eden davranışlardır. Bu tür davranışlar râvinin
ciddiye alınmamasına ve rivayetlerine güvenilmemesine sebep teşkil eder. Bazı âlimler mürüvvetin
zaman, mekân ve cinsiyete göre değiştiğini ileri
sürerek onu adâlet şartına dahil etmek istememişlerse de (Şemseddin es-Sehâvî, I, 291; Tâhir
el-Cezâirî, I, 97) hadis âlimlerine göre mürüvvete
aykırı davranan râvinin kendisi güvenilir, rivayeti
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
de makbul sayılmamış, mürüvvet vasfından yoksun bulunmanın akıl noksanlığından, dinî emirlere karşı kayıtsız kalmaktan veya hayâsızlıktan
kaynaklandığı kabul edilmiştir.
KAYNAKÇA:
İbnü’l-Mukaffa, Kelîle ve Dimne (yay. Mustafa Lutfî elMenfelûtî), Beyrut 1966, s. 132-133, 138, 139, 140, 287-288; İbn
Hibbân, Ravzatü’l-ukalâ ve nüzhetü’l-fuzalâ (yay. M. Muhyiddin
Abdülhamîd ve diğerleri), Beyrut 1397/1977, s. 229-234; Ebû
Mansûr es-Seâlibî, Mirâtü’l-mürûât (yay. Yûnus Ali Medgarî),
Beyrut 1424/2003; Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, Beyrut
1398/1978, s. 306-334; İbn Kuteybe, Uyûnü’l-ahbâr (Tavîl), I,
411-413; Râgıb el-İsfahânî, ez-Zerîa ilâ mekârimi’ş-şerîa (yay.
Ebü’l-Yezîd el-Acemî), Kahire 1405/1985, s. 143-144; aynı yazar, Muhâdarâtü’l-üdebâ, I, Beyrut, ts. (Menşûrâtü Mektebeti’lhayât), s. 301; Lisânü’l-Arab, “mre” md.; Tâcü’l-arûs, “mre”
md.; İbnü’s-Salâh, Ulûmü’l-hadîs, s. 104; İbn Hüzeyl, Aynü’ledeb ve’s-siyâse, Beyrut 1405/1985, s. 130-141, 143; Ali el-Kārî,
Şerhu Şerhi Nuhbeti’l-fiker (yay. M. Nizâr Temîm - Heysem
Nizâr Temîm), Beyrut, ts. (Dârü’l-Erkam), s. 247-248; Tâhir elCezâirî, Tevcîhü’n-nazar (yay. Abdülfettâh Ebû Gudde), Beyrut
1416/1995, I, 97-98; Nûreddin Itr, Menhecü’n-nakd fî ulûmi’lhadîs, Dımaşk 1399/1979, s. 79-80; Mustafa Çağrıcı, “Mürüvvet”,
DİA, XXXII, 61-63.
Mustafa ÇAĞRICI
147
N
A
A
n
s
i
h
k
NAKÎB
150
Esnaf idarecilerindendir. Kelimenin aslı Arapça
“araştırmak, incelemek, delmek ve katetmek”
anlamındaki “n-q-b” kökünden gelmektir. Nakîb,
bir cemaatin veya topluluğun sorumluluğunu yüklenmiş reis, lider ve bilgili kişidir. Uhdesine aldığı
cemaatin bütün iş ve ahvaline nezaret eder. Fütüvvet tarikatlarına bağlı esnafın idarî amiri bu
unvanla anılmıştır. Tarikatı teşkil eden esnaf ile
yamak arasında bütün işleri gören kişidir. Fütüvvet etkinliği içinde dinî özellikleri öne çıkan esnaf
birliklerinde nakîbler, şeyh ve duacılarla birlikte
dindar olan kişilerdi. Nakîbin bir meslek sahibi
olması mecburiyeti vardı. Esnafın arasından doğruluğu ve dürüstlüğüyle tanınmış bir kişi olarak
seçilirdi.
Nakîbin ticarî anlamda ortaya çıkışı oldukça eskidir. Kaynaklar, X. yüzyılda Abbâsîler döneminde
Bağdat’ın Kerh muhitinde tüccarların başı olarak
bir nakîbin varlığından bahsederler. Aynı dönem
Horasan bölgesindeki şehirlerin her birinde birer
nakîb bulunuyordu. Anadolu Selçukluları döneminde esnaf birliklerinin amirleri arasında yer
alan nakîbler, diğer esnafın bütün ileri gelenleri
gibi en üst makam olan şeyhü’l-meşâyihe bağlı
idiler. Osmanlı Devleti’nde şeyhten sonra gelen
nakîbler, şeyhin yardımcısı olarak törenleri yönetmekle görevli idiler. Evliya Çelebi nakîbler hakkında “esnaf-ı nakîbân-ı ehl-i hiref üç yüz neferdir.
Pîrleri Hazreti Cabir-i Ensârî’dir. Kemerini hazreti
Ali bağlamıştır ki cümle tarik nakîblerin silsilesi
ona dayanır” demektedir.
Fütüvvete giriş törenlerinde tarikata girecek kişiye nakîb öncülük edip bu merasimi yönetirdi.
Talip kişi, Fütüvvet mahfilinde tüm Ahi ulularının karşısında orta yerde yüzü kıbleye dönük
olarak durur. Nakîb, talibin elini sol eline alır,
sağ elinde de mahfil ehline sunulacak hediyeler
bulunur. Böylece Fütüvvet Hutbesi’ni okur. Nakîb
daha sonra toplantının sebebini Fütüvvet ehline
arz ederdi. Tören sonunda yapılan ahd üzerine
Fatiha okunur. Nakîbler tekbir getirir gülbank çekerlerdi.
Şeyhin temsilcisi olan nakîb esnafı denetlemenin
dışında, törenlerde şeyhi temsil etmek, dua okumak, şed kuşatmak ve zaviyenin hizmetine bakmakla yükümlüydü. Nakîb, çıraklık merasimini
yönetirdi. Çıraklık töreninde olduğu gibi kalfalık
merasimini de nakîb yönetirdi. Fütüvvet tarikatının esnaf üzerinde etkisi azalmaya başladığı
zaman nakîblerin yerlerine geçen yiğitbaşılar, hü-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
kümetle esnaf arasında işleri görmeye başladılar.
Mısır loncalarında teşkilatın ikinci başkanı, XIX.
yüzyılın başlarına kadar hep nakîb olarak adlandırılmıştır.
KAYNAKÇA:
Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umûr-i Belediye, I, İstanbul 1995,
538–539; Bernard Lewis, “The Islamic Guilds”, The Economic History Review, VIII/1(1937), s. 20-37; Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı
Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, II, 648; Reşad Ekrem Koçu,
Tarihte İstanbul Esnafı, İstanbul 2003, s. 16-17; Gabriel Baer, “Türk
Loncalarının Yapısı ve Bu Yapının Osmanlı Sosyal Tarihi İçin Önemi”, (çev. Sami Ferliel), Tarih Araştırmaları Dergisi, VIII/14(1963),
s. 99-119; Veysi Erken, Ahilik: Bir Sivil Örgütlenme Modeli, Ankara
1998, s. 59-60; Amnon Cohen, The guilds of Ottoman Jerusalem,
Leiden 2001, s. 49, 60, 86, 90, 119, 127, 149, 165, 191; Money, Land
And Trade An Economic History of the Muslim Mediterranean, (ed.
Nelly Hana), London 2002, s. 164-166; Yi, Eunjeong, Guild dynamics in seventeenth-century Istanbul: fluidity and leverage, Leiden
2004, s.73-74, 86-87; Mehmet Saffet Sarıkaya, “Bektaşi ve Alevî
Kültürünün Yazılı Kaynağı Olarak Fütüvvetnameler”, Anadolu’da
Aleviliğin Dünü ve Bugünü, (haz. Halil İbrahim Bulut), Adapazarı
2010, s. 375-376.
Rıza KURTULUŞ
NAKİBÜ’N-NUKABA
Ahilikte, nakiplik mertebesinin üstünde, sorumluluğu olan görevlidir. İslam Peygamberi, Hicretten önce İkinci Akabe Biatı sırasında kendisine biat eden Medinelilerden, on iki kişiyi nakip
seçmiştir. Nakipler, Medine’deki Müslümanların
işleri ile ilgilenecek, İslam’a davette bulunacak,
oradaki gelişmeleri kendisine bildireceklerdir.
On iki kişinin başına, reis yani nakibü’n-nukaba
olarak Neccâroğullarının temsilcisi Zürâre oğlu
Es’ad’ı tayin eder. Esad’ın 623’te vefatı üzerine
Neccâroğulları kendisine nakip tayini için müracaat ettiğinde, “Sizler benim dayılarımsınız, sizin
nakibiniz benim” diyerek onları sevindirmiştir.
Abbâsîler devrinde, Abbasoğulları ve Hz. Ali soyundan gelenlerin nakiplikleri, Nakibü’n-Nukabalık
olarak bir yetkili üstünde birleştirilir. Umumi Nakip olan Nakibü’n-Nukaba, zamanla yerleşim merkezlerinde görev yapacak nakipleri atama yetkisini
de üstlenmiştir. Onların ilim sahibi kimseler olmasına dikkat edilmiştir. Makamlarının yüksekliğine
işaret olarak er-Rıza, el-Murtaza, Nurü’l-Hudâ,
Murteza zü’l-Mecdeyn, et-Tahir gibi unvanlar almışlar, Peygamber sülalesine mensup kimselerin
işlerine bakıp, doğum-ölümlerini, neseplerini kaydetmişlerdir.
Nakiplik, birçok İslam devletinde olduğu gibi Selçuklularda da mevcuttu. Sarayda sultanın muhafızlığını üstlenen süvarilerin komutanları, berid/
A
A
n
s
i
h
k
i
l
haber teşkilatının yetkilileri nakiplerdir. XII. yüzyılda, Fütüvvet teşkilâtı içinde, nakip adlı makam
sahibinin özel bir yeri bulunmaktadır. Teşkilâtın
en üstten alta doğru kademelenmesinde Şeyhü’şşüyûh, şeyh, halife ve ardından üç nakip gelmektedir. Nakiplerden birisi reis, diğerleri ona bağlı
amirlerdir. Mutlaka bir mesleğin sahibi olan nakiplerin piri olarak Hz. Ali’nin şed kuşattığı Abdullah oğlu Câbir / Câbir-i Ensarî kabul edilmektedir.
Fütüvvet teşkilâtındaki nakiplik ile Ahilikteki nakiplik benzerlik göstermektedir. Nakibin mertebesi, hizmet şekli birbirine yakındır. Ahilikte nakip, esnaf, sanatkâr ve tüccarlar arasında şeyhin
temsilcisi durumundadır. Çıraklar, usta ve şeyhler
arasında kılavuzluk, aracılık bir çeşit kontrolörlük yapmaktadır. Esnaf tarafından seçilerek göreve getirilen nakipler, gerektiğinde esnafa kefil
olmaktadırlar.
Fütüvvet geleneğinden kalma olan nakiplik, esnaf
üzerinde daha çok dinî bir otorite durumundadır.
Yedi kademede belirlenen görevleri: esnafı denetlemek, merasimlerde şeyhi temsil etmek, ustalık
merasiminde dua okumak, yeni usta olacaklara
peştamal kuşatmak, şeyhin istediği esnafı zaviyeye davet etmek, esnafın isteklerini şeyhe iletmek,
zaviyenin hizmetlerine bakmaktır. Nakipler, Ahilik içinde dört, beş ve altıncı kademelerde yer almaktadır. Bunlardan birisi Nakibü’l-eşraf’tır. O,
Peygamber sülalesine mensup kimselerin işlerine
bakmak, onların âdi sanata girmelerini önlemekle yükümlüdür. Evliya Çelebi döneminde, “esnaf-ı
nakībân-ı ehl-i hıref” olarak üç yüz kişi bulunmaktadır.
Ahilikte, nakiplik mertebesinin üstünde, sorumluluğu daha çok olan Nakibü’n-Nukaba bulunmaktadır. Nakiplerin nakibi yani Nakibü’n-Nukaba
olmak için, üst düzey bir tecrübeye sahip olmak
gerekmektedir. Bunun için de yedi sınıf zümreye
hizmet etmiş olmak aranmaktadır. Yedi zümre
şunlardır: 1. Hükümdar, melik, emirler, vezirler,
kalem erbabı, 2. Ulema: Kadı, müftü, müderrisler
ve vaizler, 3. Şeyhler ve fukara, 4. Yedirip içiren
zengin kişiler, 5. Ağalar, zengin çiftlik ağaları, 6.
Ticaret ehli, 7. Esnaf ve sanatkârlar. Bunların, ayrı
ayrı gelenek, görenek ve töreleri vardı. Nakibü’nNukaba onları bilmek, durumlarına, gidişatlarına
vâkıf olmak zorundaydı.
Nakibü’n-Nukaba’nın üstünde, kaimmakamı adı
verilen Şeyhin vekili olan Ahi vardı. Ahi ve halifenin üstünde ise Şeyh bulunuyordu.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Nakiplik, son zamanlara doğru şeyh, nakip, duacı,
çavuş gibi esnaf ileri gelenlerinin yerini hukuk ve
yetki olarak kethüdaların alması ile ortadan kalkmıştır.
KAYNAKÇA:
Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Konya 1981, s. 181;
Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umûr-ı Belediye, I, İstanbul 1995, s.
516, 538-540; Veysi Erken, Bir Sivil Örgütlenme Modeli Ahîlik, Ankara 2002, s. 69-70; Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve
Terimleri Sözlüğü, II, İstanbul 1983, 647-648; Murat Sarıcık, Osmanlı
İmparatorluğu’nda Nakîbü’l-Eşraflık Müessesesi, Ankara 2003, s. 2327, 29-31, 173; Şemseddin Sami, Kamûs-ı Türkî, İstanbul 1987, s.
1469; Gülgün Uyar, “Nakib”, DİA, XXXII, s. 321-322.
Caner ARABACI
NALÇACI
Küçük nal anlamına gelen nalça, yemeni, çizme gibi
ayakkabılara vurulan hafif demir parçalarına verilen isimdir. Nalçaçılar, pabuçcu esnafının özellikle
de eskicilerle ilişki içerisinde olduğu esnaftır. Dikici
esnafının ürettiği kusurlu ayakkabıları, eskici esnafı tamir ettirip, nalçacı esnafına da na1çalatırlardı.
Nalçacı esnafının İstanbul ve çevresinde bulunan
dükkânları belirli olup, İstanbul’un hemen her
semtinde bulunuyordu. Bunlardan başka dükkân
açılması nizamı bozduğu gerekçesiyle yasak olup
dükkân açanlar men edilerek dükkânları kapatılırdı. Eski nalçacı dükkânlarından başka dükkân
kurulmaması ve kuranların men edilmesi hakkında
hükümler verilmişti.
Nalçacı esnafının sanatını rahatça icra edebilmesi, esnaf arası nizamın korunmasına ve gediklerin
muhafazasına bağlı olduğundan herhangi bir gedik
sahibi gediğini sattıktan ve ancak bir gedik satın aldıktan sonra nalçacılık yapabilirdi. Nalçacı esnafı,
sanatlarını icra ederken, ihtiyaç duydukları bir takım âletler olup, bu âletlere nalçacı dükkânı gediği
tabir edilmekteydi.
İstanbul ve kazalarında 20 Ekim 1726 yılında sanatlarını icra eden nalçacı esnafı sayısı 103’tü. Bu
sayıya nalçacı esnafından olan nalça kesicileri dâhil
değildi. Bunlarla beraber rakam 132’ye çıkmaktadır. Nalçacı esnafının 62’si, dükkân sahibi olan
ustalar olup, 41’i revan olmayan ikinci ustalardı.
Nalçacı dükkânı olan ustaların 45’i, İstanbul, sekizi
Galata ve dokuzu ise Üsküdar’dadır. Revan olmayan ustaların ise 32’si İstanbul içinde, dokuz adeti
ise Galata’dadır.
151
A
A
n
s
i
h
k
KAYNAKÇA:
İstanbul Kadılığı Mahkemesi(İKM), nr.16, 33a; nr. 9, 188a; nr. 37,
7a; nr. 24, 57b-58a; nr. 36, 19b; nr. 2B, vr.13b; nr. 33, vr.7b-8a;
BOA, Kepeci, DHK. nr. 70, s. 335-336; Ahmed Refik, XVI. Asırda
Osmanlı Hayatı, s. 126-127; Mehmed Zeki Pakalın,Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, II, s. 651.
Zeki TEKİN
NARH
152
Narh mal ve hizmet fiyatlarında devletçe tesbit
edilen üst sınırı ifade eder. Narhla ilgili olarak
İslâm âlimleri farklı görüşlere sahiptir. Bir kısmı narhı câiz bulurken bir kısmı da karaborsayı teşvik edici olduğu görüşündedir. Kıymetleri
Allah’ın alçaltıp yükseltebileceği hadisi de narha
dair düşünceleri etkilemiştir. Buna rağmen narh
konusunda özellikle Osmanlılar büyük hassasiyet
göstermiştir. Her zaman ve her yerde aynı titizlikle uygulanamamakla beraber padişah ve sadrazamların narh işine büyük önem verdikleri dikkati çekmektedir. Nitekim sadrazamların çarşamba
günleri çıktıkları büyük kolda esnafın kalite, halk
sağlığı ve fiyat hususunda tesbit edilen standartlara uyup uymadığını denetledikleri ve uymayanları
anında cezalandırdıkları bilinmektedir.
Osmanlılar’da günlük ve mevsimlik narhlar yanında savaş, abluka, kıtlık, tabii âfetler ve sikke
tashihlerinden sonra yeni fiyat tesbitleri de yapılırdı. Mevsimlik narhlar gıda maddeleri üzerine konan fiyatları gösterirdi. Ekmek, et, süt ve
mâmullerinin yaz ve kış aylarındaki fiyatları farklı
idi. İlk kuzu hıdrellez denilen 6 Mayıs’ta kesilir
ve bundan birkaç gün evvel de ete narh konurdu. Harmandan sonra yeni mahsul buğday alınınca ekmek fiyatı yeniden belirlenirdi. Ekmek en
önemli gıda maddesi olduğundan fiyatı içindeki
un cinsine göre çeşni tutularak tesbit yapılırdı.
Bunun gibi, bazı mâmul maddelerin fiyatlarının
tesbitinde kullanılan ham maddenin miktar ve
değeri göz önüne alınırdı. Yine kıymetli kumaşların da aynı usulle fiyatları belirlenirdi. Gıda
maddelerine hangi tarihlerde narh verileceği ihtisab kanunnâmelerinde yer alıyordu. Sebze ve
meyve fiyatları ise mevsimlere göre ayarlanırdı.
Günümüzdeki gibi sera ürünlerinin bulunmadığı
devirlerde ilk ve son turfanda ile sebzenin bol olduğu mevsimlerde fiyat farklılık göstereceğinden
ilkbahar ve sonbaharda hemen her gün yeni narh
tesbiti yapılırdı. Olağan narh uygulamasında ramazan ayının önemli bir yeri vardı. Ramazandan
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
bir iki gün önce veya ilk günü fiyatlar açıklanır ve
hemen bütün yiyecek maddelerinin satışı buna
göre gerçekleştirilirdi.
Sefer zamanı gibi olağan üstü hallerde ordunun
ihtiyacı olan maddelerin vergi karşılığı veya ücretle toplanması yanında bunları üretenlerin de
sefere gitmesi, piyasaya arzedilen mal miktarının
azalmasına ve fiyatların artmasına yol açar, yeni
narh verilme zorunluluğu doğardı. XVII. yüzyıl ortalarında Venedikliler’in, XIX. yüzyılda İngilizler’in
Çanakkale Boğazı’nı ablukaya aldığı yıllarda Ege
ve Akdeniz’den İstanbul ile Marmara ve Karadeniz
limanlarına mal taşınamadığından fiyatların yeniden ayarlanması kaçınılmaz hale gelmişti. Çekirge
istilâsı, sel, deprem, kuraklık gibi durumlar da
fiyat ayarlanmalarını gerektiren hususlardı. Öte
yandan Osmanlı para birimi olan gümüş sikkenin
içindeki gümüş miktarının giderek azalması mal
değerinin zaman zaman çok yüksek oranlarda artışına yol açar, sonuçta devlet duruma müdahale
ederek sikkeyi yeniden ayarlar, bunun ardından
bütün mal ve hizmet fiyatları yeniden tespit edilirdi.
Narh verilmesi piyasada fiyatların nasıl bir seyir
takip ettiğinin bilinmesini gerektiriyordu. Bunu
en iyi takip eden görevli muhtesibdi. Muhtesib,
maiyetindeki kol oğlanlarıyla çarşı pazarı devamlı
kontrol ettiğinden fiyat tespitinde kadının en büyük yardımcısı durumundaydı. Hatta onun esnafla sıkı münasebette olması ve piyasayı yakından
takip etmesi dolayısıyla devlet düzenine dair bazı
eserlerde narhın muhtesib tarafından verilmesinin
daha uygun olacağına işaret edilmiştir. Ancak uygulamada muhtesib kadıya danışmadan narh veremezdi. Narh verilirken ilgili esnafın fikir ve görüşleri de alınırdı. Her esnafın kethüdâ ve yiğitbaşıları
ile görüşülür, gerekiyorsa çeşni tutulur, yani kullanılacak ham madde miktarları tesbit edilir ve fiyat
buna göre oluşturulurdu. Et, süt ve mâmullerinin
fiyatları ise yeniçeri ağası veya sekbanbaşı, hassa
kasabbaşının bulunduğu bir toplantıda çiftlik sahipleri ve kasaplar kethüdâsı ile belirlendiği gibi
ekmek için çeşni tutulurken hububat nâzırı, habbazlar kethüdâsı, nizam ustaları, gümrüğe konu
olan mallarda ise gümrük emini hazır bulunurdu.
Ancak piyasada satılan mal çeşitleri pek fazla olduğundan özellikle sikke tashihlerinden sonra
yapılan düzenlemelerde hepsine kadılıkça narh
verilmesi mümkün değildi. Bunun için belli başlı
malların fiyatları belirlendikten sonra diğerleri ilgili esnafın idarecilerine bırakılırdı 1050/1640 tarihli narh defterinde buna çeşitli örnekler vardır;
A
A
n
s
i
h
k
i
l
meselâ devatçılar narhı bunlardandır. Taşradan
gelen mallarda ise çıkış yerindeki fiyatı belgelenir ve narh buna göre belirlenirdi. İstanbul biri
“nefs-i İstanbul” denilen sur içi, diğerleri Eyüp,
Galata ve Üsküdar olmak üzere dört kadılıktan
ibaretti. Narh İstanbul kadısı tarafından verilir,
diğer kadılıklara bunları bildiren listeler gönderilirdi. Her kadılık kendi sınırları içindeki mahkemelere yeni fiyatları bildirir ve bunlar sicillere
işlenirdi. Yeni fiyatlardan halkın haberdar olması
için çarşılarda münâdîler çıkarılırdı. İstanbul’da
narh verildiğinde yeni fiyatlar taşra şehirlerine
de gönderilir, oralarda verilen narhlardan merkez haberdar edilirdi. Taşralarda narh yine kadı
tarafından âyan ve eşrafla görüşülerek belirlenir,
yerleşme yerinin büyüklüğüne göre vali, muhafız
gibi bir vazifelinin onayı alınırdı ki bu merkezdeki ferman ve buyuruldu karşılığı idi.
“Getirici” denilen toptancıyla “mukim” veya “oturakçı” denilen perakendecilerin fiyatları tabii ki
farklıydı. Birçok malda bu iki fiyat ayrı ayrı gösterilirdi. Esnafın kanunî kârı % 10-15 arasında
değişirdi ki bu ihtisab kanunnâmelerinde “onu
on bir” şeklinde ifade edilirdi. Yapılması güç olan
ve çok emek isteyen işlerde oran % 15’e kadar çıkabiliyordu. Maharet isteyen bazı mallarda o işin
uzmanı olan ustaların yaptıklarına özel fiyatlar
konulduğu, bunlara bir nevi patent Hakkı verildiği de olurdu. 1640’taki sikke tashihinin ardından tesbit edilen fiyatlarda buna dair örneklere
rastlanır.
Kadıların narh verme ve narh kontrolü vazifeleri XIX. yüzyılın ortalarına kadar sürdü. 1851’de
narh işleriyle uğraşmak üzere Es‘ar Nezâreti
kurulduysa da çalışmaları pek olumlu sonuç
vermediğinden 1854’te İhtisab Nezâreti’ne bağlı
Es‘ar Meclisi teşkil edildi. Fakat kısa süre sonra İhtisab Nezâreti’nin lağvı ve şehremânetinin
kurulmasıyla bu meclis de kaldırılarak narh
işiyle doğrudan şehremâneti ilgilenmeye başladı. Şehremânetinin kuruluşundan sonraki iki
yılda baharda et narhının kadı tarafından verildiği görülmektedir. 1856’dan itibaren sicillerde
artık narh kaydına rastlanmamaktadır. Esasen
bundan birkaç yıl sonra da önce sebze ve meyve,
ardından ekmek hariç diğer maddeler üzerindeki narh kaldırılmış ve fiyatlar serbest piyasada
belirlenir olmuştu.
Kadı sicilleri incelendiğinde narh kayıtlarının
genellikle sicillerin arka sayfalarında olduğu
görülür. Ancak İstanbul’da farklı bir sistem uy-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
gulanmış, narhlar ayrı defterlere kaydedilmiştir.
Sikke tashihlerinin ardından düzenlenen narh
defterlerinden bugün sadece 1009 (1600) ve
1050 (1640) tarihli olanlar kalmıştır. 1600 tarihli defter tek nüsha iken 1640 tarihlinin iki nüshası bulunmaktadır. Her iki defterin farklı özellikleri vardır. 1600 tarihli defter, narhtan önceki
fiyatları da ihtiva etmesi bakımından değişim
oranlarının hesaplanmasına imkân vermektedir.
1640 tarihli ise son derecede geniş kapsamlı olarak hazırlanmıştır. Meselâ serâser denilen altın
ve gümüşle dokunan kumaşların sadece içlerindeki altın ve gümüş miktarları tesbit edilmekle
kalınmamış, kullanılacak ipeklerin cins ve miktarlarına da işaret edilmiştir. Hazır giyimden hasıra ve yapı malzemelerine varıncaya kadar hangi ölçülerdekilerin ne fiyatla satılması gerektiği
gösterilmiştir; böylece bir bakıma fiyat verilirken
malın standardı da ortaya konulmuştur. 1640
tarihli narh defteri sadece yiyecek, giyecek ve
ihtiyaç maddeleri fiyatlarını değil hizmet fiyat ve
standartlarıyla hijyen şartlarını da ihtiva etmektedir. Bu bakımdan tam bir ihtisab kanunnâmesi
hüviyeti taşımaktadır. İstanbul’da verilen olağan
narhlar için de ayrı defterler tutulmuştur. Ancak
bunların 1190’dan (1776) önceki tarihlere ait
olanları ya kaybolmuştur veya henüz araştırmaya açılmamıştır. Bu tarihten narhın kaldırılışına
kadarki sürede verilen narh fiyatları ile bunlarla
ilgili hüküm ve buyuruldular ise peş peşe yazılmak üzere bir defterde toplanmıştır.
KAYNAKÇA:
İstanbul Narh Defteri, İstanbul Müftülüğü Şer‘iyye Sicilleri Arşivi, İstanbul Kadılığı Sicilleri, nr. 201; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme
(Bayburtlugil), s. 72-73; Âlî Mustafa Efendi, Fusûlü’l-hal ve’lakd ve usûlü’l-harc ve’n-nakd, Nuruosmaniye Ktb., nr. 3399, 2a-b;
aynı eser, Künhü’l-ahbâr, İstanbul Üniversitesi Ktb., TY, nr. 5959,
90b; Koçi Bey, Risâle (Aksüt), s. 114; Kitâbü Mesâlihi’l-müslimîn
ve menâfii’l-mü’mimîn (nşr. Yaşar Yücel), Ankara 1980, s. 94-95;
Tevkiî Abdurrahman Paşa, Kānunnâme (MTM, I/3 [1331] içinde), s. 497-544; Teşrifatîzâde Mehmed, Defter-i Teşrîfât, İstanbul Üniversitesi Ktb., TY, nr. 9810, vr. 60b-63b; Naîmâ, Târih,
I, 250; II, 171; VI, 214; Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Devlet
Adamlarına Öğütler: Nesâyihü’l-vüzerâ ve’l-ümerâ, (nşr. Hüseyin Ragıp Uğural), Ankara 1969, s. 25-27; Râşid, Târih, II, 148149; Kānunnāme-i Sulŧānī ber Mûceb-i Örf-i Osmânî (nşr. Robert
Anhegger - Halil İnalcık), Ankara 1956, s. 5-8; Mecelle-i Umûr-ı
Belediyye, İstanbul 1922, I, 309; Sabri Ülgener, Tarihte Darlık
Buhranları ve İktisâdî Muvazenesizlik Meselesi, İstanbul 1951,
s. 36, 65; R. Mantran, Istanbul dans la seconde moitié du XVIIe
siècle, Paris 1962, s. 326; Yusuf Ziya Kavakcı, Hisbe Teşkilâtı,
Ankara 1975, s. 65 vd.; Celâl Yeniçeri, İslâm İktisâdının Esasları,
İstanbul 1980, s. 321-322; Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlılarda
Narh Müessesesi ve 1640 Tarihli Narh Defteri, İstanbul 1983; aynı
yazar, “XVIII. Yüzyıl Sonlarında İstanbul Piyasası”, Tarih Boyunca İstanbul Semineri, Bildiriler, İstanbul 1989, s. 231-238; aynı
yazar, “1009 (1600) Tarihli Narh Defterine Göre İstanbul’da Çeşitli Mal ve Hizmet Fiatları”, Tarih Enstitüsü Dergisi, sy. 9 (1978),
s. 1-85; aynı yazar, “1624 Sikke Tashihinin Ardından Hazırlanan
Narh Defterleri”, Tarih Dergisi, sy. 34 (1984), s. 123-182; a.mlf.,
153
A
A
n
s
i
h
k
“Narkh”, EI² (İng.), VII, 964-965; Davut Aydüz, İslâm İktisadında
Narh ve Osmanlı Devletinde Narh Uygulaması, İzmir 1994; Ömer
Lütfü Barkan, “XV. Asrın Sonunda Bazı Büyük Şehirlerde Eşya
ve Yiyecek Fiyatlarının Tesbit ve Teftişi Hususlarını Tanzim Eden
Kanunlar I: Kanunnâme-i İhtisâb-ı İstanbul el-mahrûsa”, Tarih Vesikaları, I/5 (1942), s. 326-340; aynı yazar, “Kanunnâme-i
İhtisâb-ı Bursa”, Tarih Vesikaları, II/7 (1942), s. 15-40; aynı yazar,
“Kanunnâme-i İhtisâb-ı Edirne”, Tarih Vesikaları, II/9 (1942), s.
168-177; aynı yazar, “XVI. Asrın İkinci Yarısında Türkiye’de Fiyat Hareketleri”, TTK Belleten, XXXIV/136 (1970), s. 557-607;
Halil İnalcık, “Bursa Şer‘iye Sicillerinde Fatih Sultan Mehmed’in
Fermanları”, TTK Belleten, XI/44 (1947), s. 693-708; aynı yazar,
“Bursa. XV. Asır Sanayi ve Ticaret Tarihine Dair Vesikalar”, TTK
Belleten, XXIV/93 (1960), s. 45-97; Halil Sahillioğlu, “Osmanlılarda Narh Müessesesi ve 1525 Yılı Sonunda İstanbul’da Fiatlar”,
Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, sy. 1 (1967), s. 36-40; aynı yazar,
“Bolu’da Eşya Narh Fiatları”, Çele, sy. 12, Ankara 1964, s. 9-17;
aynı yazaar, “Bolu’nun Kasapları ve Et Narh Fiatları”, Çele, sy.
13 (1964), s. 21-27; Mehmet İpşirli, “Hasan Kâfî el-Akhisârî ve
Devlet Düzenine Âit Eseri Usûlü’l-hikem fî nizâmi’l-âlem”, Tarih
Enstitüsü Dergisi, sy. 10-11 (1981), s. 239-278; Ahmet Tabakoğlu,
“Osmanlı Ekonomisinde Narh Uygulaması”, Kaynaklar, sy. 3, Ankara 1984, s. 73-79; Sabri Sürgevil, “İzmir’de Fiyat Hareketleri ve
Narh (1914-1918)”, Tarih İncelemeleri Dergisi, sy. 3 (1987), s. 79113; Mustafa Öztürk, “Bursa’da Hububat Fiyatları (1775-1840)”,
TTK Bildiriler, XI (1994), s. 1715-1743.
Mübahat S. KÜTÜKOĞLU
NASIRÎ FÜTÜVVETNÂMESİ
Mesnevi tarzında Farsça olarak 1290 yılında kaleme alınmıştır. Müellifinin, eserindeki bazı kayıtlardan Tokatlı olduğu, Sivas veya Aksaray’da
yaşadığı tahmin edilmektedir. Eser, İstanbul Köprülü Kütüphanesi 1597 numaralı mecmuanın
89a-100a varakları arasındadır. Abdulbaki Gölpınarlı tarafından tercüme edilmiştir.
Fütüvvetnâme, bir mukaddime ile başlar. Fütüvvetin tarifi yapılarak Kur’an’da fetâ olarak anılanlar zikredilir. Bunu takiben Fütüvvet ehli sayılamayacak olan 12 kişi ve özellikleri ele alınır.
Her Fütüvvetnâmede mutad olan edeb bahsi ele
alındıktan sonra Peygamberler-Fütüvvet bağlantısı ifade edilir. Fütüvvetten düşüren yirmi amel
sıralanır. Seyfî ve kavlî kolların erkânı hakkında tafsilî bilgi verilir. Son bölümde ise Fütüvvet
âdâbından sohbet, sofra, yemek, toplantının şartları anlatılır.
KAYNAKÇA:
Abdulbaki Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı
ve Kaynakları”, İFM, XI/1-4, İstanbul 1952, 235-261: Mehmet Saffet Sarıkaya, XIII-XVI. Asırlardaki Anadolu’da Fütüvvetnamelere
Göre Dinî İnanç Motifleri, Ankara 2002, s. 4-5; Ali Torun, Türk
Edebiyatında Türkçe Fütüvvet-nâmeler, Ankara 1998. s. 43-44.
154
Ali TORUN
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
NÂSIR-LİDÎNİLLÂH
(d.1158-ö.1225)
Fütüvvet Teşkilatı’nın kurucusu kabul edilen
Abbâsî halifesidir. (1180-1225) Ebü’l-Abbâs enNâsır-Lidînillâh Ahmed b. el-Müstazî-Biemrillâh
el-Hasen el-Abbâsî’nin babası Halife MüstazîBiemrillâh, annesi Türk asıllı bir cariye olan
Zümrüt Hatun’dur. Babasının ölümünün ardından 2 Zilkade 575 (30 Mart 1180) tarihinde
hilâfet makamına geçti. Nâsır-Lidînillâh önce
Büveyhîler’in, daha sonra Selçuklular’ın yüzyıllar boyunca süren hâkimiyeti karşısında dünyevî
gücünü büyük ölçüde kaybetmiş olan Abbâsî
hilâfetinin hâkimiyetini yeniden tesis etmek için
siyasî, askerî, içtimaî, idarî ve fikrî alanlarda çalışmalar başlattı. 583’te (1187) hilâfet merkezi
Bağdat’taki eski Selçuklu sarayını yabancı bir
idarenin vesayetinin sembolü olduğu gerekçesiyle yıktırdı. Akkâ 585-587 (1189-1191) yıllarında Haçlılar’ın muhasarası altında iken şehri
savunan Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin yardımına gitmek yerine sınırlarını kuzeye doğru genişletti ve Selâhaddin’in doğum yeri olan Tikrît’i ele
geçirdi. Fırat kıyısındaki yerleşim merkezlerini
hâkimiyeti altına aldı. Halifenin Selâhaddin’e
karşı bu olumsuz tavrının sebebi muhtemelen,
583’te (1187) Kudüs’ü Haçlılar’dan geri almasından sonra Selâhaddin’in kendi topraklarına da
saldırabileceği endişesiydi.
618’de (1212) halife, Horasan tarafından yaklaşmakta olan Moğollar’a karşı Eyyûbîler’den
el-Melikü’l-Âdil’in oğlu el-Melikü’l-Eşref’i yardıma çağırdı. Ancak Eyyûbîler sessiz kalmayı tercih ettiler. Bunun üzerine halife, danışmanı Şehâbeddin es-Sühreverdî’yi Celâleddin
Hârizmşah’a karşı ittifak oluşturmak için 621
(1224) yılında Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’lEşref’e gönderdi, fakat bu girişiminden de bir
sonuç alamadı. Kırk beş yıl hilâfet makamında
kalarak en uzun süre halifelik yapan Abbâsî halifesi unvanını alan Nâsır-Lidînillâh 622 yılı Ramazan ayının son gecesi vefat etti (5 Ekim 1225),
yerine oğlu Zâhir-Biemrillâh (1225-1226) geçti.
Müslümanların Abbâsî halifeliğini dünyevî ve
ruhanî tek merkez olarak tanımaları idealine
kendini adayan ve bütün siyasî faaliyetlerini bu
hedefe odaklayan Nâsır, bu idealini gerçekleştirmek için siyasî ve itikadî açıdan farklı görüşlere
sahip çeşitli mezhepleri yakınlaştırmaya, hatta
birleştirmeye çalışmıştı. Müslüman ve Gayrimüslim hükümdarlarla ittifak oluşturma politikası,
A
A
n
s
i
h
k
i
l
idarî alanda yaptığı reformlar, fütüvvet teşkilâtını
yeniden düzenleyip kendi kontrolü altına alması ve
fermanlarının İslâm dünyasında sistematik olarak
dağıtılması bu hedefe yönelik faaliyetlerdir. Nâsır
bu faaliyetleri neticesinde hilâfet kurumuna eski
itibarını kazandırmayı başarmıştır. Ancak eğer
doğruysa Moğollar’la yaptığı ittifak sonraki yıllarda
Abbâsî Devleti’nin çöküşüne ve İslâm dünyasının
büyük bir felâkete uğramasına zemin hazırlamıştır. 578 (1182) yılında yapılan bir törenle fütüvvet
teşkilâtına intisap eden Nâsır-Lidînillâh sûfîlerin
diğer fityân gruplarıyla da irtibata geçti. Halifenin
teşkilâtın sûfî koluna intisabı ve halkın büyük bir
kesiminin onun yolundan gitmesi fütüvvetin bütün
ülkede yaygınlaşmasını sağladı.
Bu yıllarda Nâsır-Lidînillâh sosyal hayatı denetim
altına almak için girişimlerde bulundu. Meselâ atıcılık sporu için kendisinden izin alınmasını şart
koştu. Güvercin yetiştirilmesini kontrol ederek haberleşmeyi kendine bağlı hale getirdi. 590 / 1194
yılında bütün yetişkin güvercinleri öldürttü, böylece halkın sadece kendi yetiştirdiği güvercinleri haberleşmede kullanmasını zorunlu tuttu. Bu güvercinler onun belirlediği rotada uçuyor, her güvercin
postası önce onun eline veya güvendiği birinin eline
geçiyordu. Halifenin huzuruna kabul edilebilmek
için ondan bir güvercin almış olmak gerekiyordu.
Bu sebeple Bağdat’ta halifeden bir güvercin almanın, fütüvvete intisap etmenin ve atıcılık yapmanın
yalan söylemeyi imkânsız hale getireceğini ifade
eden bir deyim ortaya çıkmıştır.
Nâsır-Lidînillâh, 599 (1203) yılından itibaren meliklerin ve valilerin fütüvvet teşkilâtına girmelerini
emretti. Böylece kendisinin hukukî ve sınırsız bir
şekilde fityânın lideri olduğunu teyit etmiş oldu.
Teşkilâta katılmaları melik ve valilerin halifeye bağlılığını arttırdı. Bir emîrin katılımıyla hâkimiyeti altındaki tebaası da teşkilâta kabul edilmiş sayılıyor,
böylece İslâm toplumunun birlik ve bütünlüğünün
sağlanması hedefleniyordu. Halife 604’te (1207) fütüvvet teşkilâtını yeniden şekillendiren bir ferman
çıkardı. Bu fermanda fütüvvenin temelinin Hz. Ali
olduğu belirtilmiş, Nâsır, bütün hukukî kararların
çıkış noktası olan Ali’nin yolundan giden bir kişi
olarak tanımlanmıştır. Dönemin tanığı Şiî müellifi Hartebirtî, Tuhfetü’l-vesâyâ adlı eserinde NâsırLidînillâh’ın fütüvvetin soy ağacını Âdem’den başlatarak Hz. Peygamber ve Hz. Ali yoluyla kendisine
ulaştırdığını, fütüvvet unvanını ve nişanını verme
yetkisini sadece kendinde topladığını belirtir.
Kendisini en yüksek otorite olarak tanımlayan
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Nâsır-Lidînillâh, şeriatla fütüvvet arasında bütün fityân gruplarını bağlayan bir ilişki kurmayı amaçladı. Bunun için Şiîler’le Sünnîler’in bir
anlaşma zemininde bulunması gerekiyordu. Halife, politikasını iki tarafın ortak yönleri üzerine
kurarak kendi aralarında parçalanmış fütüvvet
gruplarını kendisine bağlı hilâfet merkezli sosyal dayanışma unsuru haline dönüştürmeyi başardı. Böylece halifeliğini, İslâm dünyasındaki
bütün dinî ve siyasî gruplar için dünyevî-manevî
hâkimiyetin bağlayıcı bir formu olarak kabul edilebilir hale getirdi. Selçuklular’ın yıkılmasından
sonra yabancı hâkimiyetinin de önüne geçmiş
oldu. Fütüvvet teşkilâtının yeniden düzenlenmesi, hilâfetin ihyasının yanı sıra halifeliğe daha
geniş bir anlam kazandırarak etkili bir şekilde
siyaset yapılmasının yolunu açmış, teşkilâtın bu
yapısı Nâsır’ın halefleri zamanında da devam etmiştir. Hülâgû’nun 656 / 1258 yılında Bağdat’ı ele
geçirmesi ve Abbâsî halifeliğinin çökmesi neticesinde devlete bağlı fütüvvet örgütlenmesi de sona
ermiştir.
Nâsır-Lidînillâh, Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin
şahsında fütüvvet teşkilâtının siyasî temellere
oturtulmasını sağlayabilecek güçlü bir propagandacı bulmuş, Sühreverdî bir taraftan Sünnîlik’le
mutedil Şiîliğin, diğer taraftan fütüvvetle sûfîliğin
birbiriyle uyum içinde hareketini desteklemiştir. Fütüvveti sûfîliğin bir kolu kabul eden
Sühreverdî’nin hilâfet teorisi sûfîliğe halife tarafından müeyyide uygulanabilmesinin şartlarını
oluşturmuştur. Sühreverdî halifeyi şeyh-mürid
ilişkisine benzer bir konuma oturtur ve onu Allah ile halk arasında Allah tarafından tayin edilen
bir vasıta şeklinde görür. Ona göre halife Allah’ın
yeryüzündeki temsilcisidir. Sünnî hilâfet teorisine ters düşen bu tavrıyla o, imamı otoritesi ve
karizmatik fonksiyonu sebebiyle icmâın dışında gören Şiîler’e yaklaşmaktadır. Sühreverdî ve
Nâsır-Lidînillâh hilâfet kavramını teorik ve pratik olarak hem tasavvuftaki hem de siyasetteki
anlamıyla kullanmışlardır. Siyasî iktidarı elinde bulunduranların tasavvufa karşı yüzyıllarca
süren güvensizliğinden sonra Nâsır-Lidînillâh,
Sühreverdî’nin bu fikirlerinden siyasî sonuçlar
çıkarmıştır. Onun halifeliği sırasında halk resmen tasavvufa yönlendirilmiştir. Sühreverdî’nin
halifeliğin bir defter, tasavvufun onun bir bölümü, ayrıca tasavvufun bir defter, fütüvvetin de
onun bir bölümü olduğunu söylemesi; halifeliğin
tasavvufî halleri, sâlih amelleri ve güzel ahlâkı
155
A
A
156
n
s
i
h
k
içerdiğini belirterek halifeliği tasavvuf ve fütüvveti ihtiva eden bir defterle sembolize etmesi onun
şeriat, tarikat ve hakikat şeklindeki derecelendirilmesini hatırlatmaktadır. Hilâfet ve şeriatın her
ikisi de üst kavramlar olup bunların birbiriyle
ilişkisi bir birliği gerektirmektedir. Böylece halife,
Sühreverdî vasıtasıyla şeriatın emirlerini ihmal
ettiği yolundaki eleştirilerin de önüne geçmiş,
tasavvufla hilâfet müessesesi arasında doğrudan
ilişki kurarak kendini çok geniş bir tabanda kabul ettirmenin şartlarını oluşturmuştur. NâsırLidînillâh’ın hilâfet döneminin ortalarında kendisini tasavvufa vermek için iktidarı bırakmayı
düşündüğü, hadis rivayetiyle de uğraşmak istediği, ancak bir süre sonra bu niyetinden vazgeçip
kendini tekrar idarî işlere verdiği rivayet edilmektedir.
Nâsır-Lidînillâh dinî ve siyasî görüşlerinin yayılması için Suriye, Mısır, Anadolu ve İran’a elçiler
göndermiştir. Onun bu konudaki siyaseti babası Müstazî-Biemrillâh’ın, Nûreddin Mahmud
Zengî’nin ve Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin tavrından oldukça farklıydı. Nâsır-Lidînillâh onlar gibi Şîa’ya
karşı Sünnîler’i birleştirmeye çalışmamış, onlardan farklı bir tutum izleyerek bütün mezheplere
karşı eşit davranmıştır. Alamut hâkimi Celâleddin
Hasan zamanında İsmâilîler’in Sünnîliğe yakınlaşmasını iyi değerlendirmiş, Şîa’ya karşı olumlu tavrı halifeliğini Ali taraftarları nezdinde de
meşrulaştırmıştır. Ali taraftarlarının nakibleriyle
yakın ilişkiler kurması, vezirliğe, yüksek memurluklara ve danışmanlıklara İmâmiyye Şîası’na
mensup kişiler tayin etmesi onun bu tavrıyla ilgilidir. Sâmerrâ’da tamir ettirdiği Gaybetü’l-Mehdî
Türbesi’ndeki bir kitâbede Nâsır’ın kendini
Şiîliğin kutsal emanetlerinin koruyucusu olarak
tanımladığı görülmektedir.
İzlediği iç politikadan Nâsır-Lidînillâh’ın Şiîler’i
bir tehlike gibi görmediği anlaşılmaktadır. Ancak filozoflar ve bunların sempatizanlarının
bir iç çatışmaya sebep olabileceğini düşünerek
böyle bir çatışmayı önlemek için gerekli önlemleri almış, şüpheli kişilere çeşitli baskılar ve
baskınlar yapılmış, felsefî literatür yok edilmiş,
kütüphaneler yakılmıştır. Bu dönemden günümüze ulaşan en önemli eser Sühreverdî’nin felsefe karşıtı Reşfü’n-nesâihi’l-îmâniyye ve keşfü’lfedâihi’l-Yûnâniyye’sidir. Nâsır’ın anladığı şekliyle
Abbâsî halifeliğinin müdafaası olan eserde en dikkat çekici nokta, “Yunan ilimlerinin destekçileri”
olarak tanıtılan İsmâilî-Bâtınîler’e karşı polemiğe
girilmekten kaçınılmış olmasıdır. Muhtemelen
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Alamut’taki Bâtınî lideri Celâleddin Hasan’ın
608’de (1211-1212) Sünnî İslâm’a geçmesi bu
konuda etkili olmuştur. İmamlarının Sünnî
İslâm’a geçişiyle birlikte Bâtınîler Abbâsîler’in
en tehlikeli düşmanı olmaktan çıkmıştır. NâsırLidînillâh bir zamanlar çok korkulan Bâtınîler’in
kendisine bağlı hale gelmesini en büyük başarılarından biri olarak görmüştür.
Sünnî tarihçiler Nâsır-Lidînillâh’ı Şîa taraftarı
olmakla suçlamıştır. Ancak onun Şîa’ya karşı
gösterdiği müsamaha şahsî eğilimlerinin yanı
sıra siyasî zorunlulukların bir gereğiydi. Abbâsî
halifeliği gerçekten etkili bir güç haline getirilmek
isteniyorsa bu ancak, halkın yarısını Şiîler’in
oluşturduğu gerçeği dikkate alınarak ve onların
çıkarları gözetilerek gerçekleştirilebilirdi. Nâsır
bu konuda başarılı olmuş, Irak şehirlerini uzun
süre sarsan Sünnî-Şiî çekişmeleri onun döneminde oldukça azalmıştır.
Nâsır-Lidînillâh Bağdat’taki eğitim kurumlarını
ıslah etmiş, dünyevî iktidarın halife veya sultanın, dinî-manevî iktidarın ulemânın elinde olmasına son vererek dinî ve dünyevî iktidarı kendi
şahsında toplamaya çalışmıştır. Onun eğitim kurumlarını ıslah etmesinin bir sebebi de çeşitli çıkar çatışmalarına yol açan gelirleri kontrol altına
almaktı. Nâsır, Sühreverdî’nin yardımıyla eğitim
politikasına yeni bir yön vermekle kalmayıp aynı
zamanda eğitimi devlet kontrolü altına almıştır.
Selçuklular’ın zuhurundan itibaren medresede
sadece fıkıh, tefsir, hadis, gramer, edebî teoriler
ve matematiğin ilk prensipleri okutulurken dinî
ilimler bundan böyle hem medresede hem camide, tıp çoğunlukla hastahanelerde, matematik,
fizik ve felsefe gibi ilimler ise özel olarak okutulmaya başlanmıştır. Nâsır, medreselerin ortaya çıkışından sonra eğitim sahasındaki etkisini
yitiren ribâtları da ıslah ederek bunların eğitimdeki yerlerini kazanması için çalışmalar yapmış,
Müstazî-Biemrillâh zamanında resmen bir kurum niteliği kazanan ribâtları Bağdat’ın ilim hayatına kazandırmış, iktidarının ilk yarısında altı
yeni ribât inşa ettirmiştir.
Onun zamanında ribâttaki derslere medrese öğrencileri de devam etmiş, bu derslerde işlenen
konular medrese derslerini etkilemiştir. Halifenin ilmî toplantılara düzenli biçimde katıldığı, dışarıdan gelen ve çoğu ribâtta ikamet eden
öğrencilerin ihtiyaçlarının ücretsiz karşılandığı kaydedilmektedir. Tarikatların ortaya çıkışı,
onun ribât müessesesine eğilmesi ve fütüvvetin
A
A
n
s
i
h
k
i
l
yeniden yapılanmasına paralel olarak gerçekleşmiştir. Nâsır 589/1193’te Nizâmiye Medresesi’ni tamir
ettirip genişletmiş, bir kütüphane inşa ettirmiş, yeni
yapıya onun adına nisbetle Nâsıriyye adı verilmiştir. Nâsır, Ma‘rûf-i Kerhî Türbesi’ni yenileyerek yanına bir cami ekletmiş, Mûsâ Kâzım Külliyesi’nde
sahnın etrafına revaklar yaptırdığı gibi türbedeki
lahitleri abanoz ağacıyla kaplatmıştır. 579 (1183)
yılında Kâbe’ye yeşil renkli örtü yollayan Nâsır
hilâfetinin sonuna doğru siyah örtü göndermiş, böylece Me’mûn’un getirdiği beyaz ipek örtünün rengi
siyaha çevrilmiş ve bu durum günümüze kadar devam etmiştir.
Nâsır-Lidînillâh ilimle de meşgul olmuş, Ahmed b.
Hanbel’in el-Müsned’ini semâ meclisleri çerçevesinde Hanbelî âlimlerine, ayrıca topladığı yetmiş hadisi icazet yoluyla dört Sünnî mezhebin temsilcisine
rivayet etmiştir. Ahlâkî bilgi ve emirler, dünyanın
aldatmalarına karşı uyarılar, ibadetlerin yerine getirilmesine dair emirler ve âhiret hayatına hazırlık
gibi konulardaki hadisleri içeren bir kitap derlemiş,
Rûhu’l-ârifîn adını verdiği bu kitabı Irak, Suriye, Mısır, Selçuklu hâkimiyetindeki Anadolu, İran, Mekke
ve Medine’ye göndererek propagandasını yapmıştır.
Süyûtî, Rûhu’l-ârifîn’e olan talebin siyasî çıkar ve
şahsî makam çabasından kaynaklandığını söyleyerek onu eleştirir ve eserin hadis tenkidi ölçülerine
uymadığını söyler. Abdüllatîf el-Bağdâdî Rûhu’lârifîn’e bir şerh yazmış, bu şerh ile Nâsır’ın derlediği
diğer hadisler Fütûhu’l-vakt başlığı altında günümüze ulaşmıştır. Sıbt İbnü’l-Cevzî’nin hazırladığı şerh
zamanımıza intikal etmemiştir. Nâsır’ın derlediği
diğer hadislerin çoğu Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin
Reşfü’n-nesâih’inde yer almaktadır.
KAYNAKÇA:
el-Melikü’l-Mansûr, Mizmârü’l-hakâik ve sırrü’l-halâik, (yay. Hasan
Habeşî), Kahire 1968, s. 86, 177, 178, 180; Bahâeddin İbn Şeddâd,
en-Nevâdirü’s-sultâniyye, (yay. Cemâleddin eş-Şeyyâl), Kahire
1384/1964; Şehâbeddin es-Sühreverdî, İdâletü’l-iyân, Bursa Eski
Yazma ve Basma Eserler Ktp., Ulucami, nr. 1597, vr. 82b-137b; aynı
yazar, Risâletü’l-Fütüvve, Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 2049, vr.
115a-158b, 159a-181b; nr. 3135, vr. 185a-190b; İbnü’d-Dübeysî,
Zeylü Târîhi Bağdâd, I-II, (yay. Beşşâr Avvâd Ma‘rûf), Bağdad 1979;
Bündârî, Sene’l-Berkı’ş-Şâmî (yay. Ramazan Şeşen), I, Beyrut 1971;
İbnü’n-Neccâr el-Bağdâdî, Zeyl alâ Târîhi Bağdâd (yay. Seyyid Şerefeddin Ahmed), I-V, Haydarâbâd 1398-1406/1978-86; Sıbt İbnü’lCevzî, Mirâtü’z-zamân, VIII/1-2; Ebû Şâme, Kitâbü’r-Ravzateyn
(yay. İbrâhim ez-Zeybek), Beyrut 1418/1997, II, 178; III, 50-52, 60,
85, 196, 201, 329, 364, 380, 383, 390; İbnü’s-Sâî, Ahbârü’z-zühhâd,
Dârü’l-kütübi’l-Mısriyye, nr. 75, vr. 96b-101b; İbnü’l-Fuvatî, elHavâdiŝü’l-câmia (yay. Mustafa Cevâd), Bağdad 1351/1932; Zehebî,
Âlâmü’n-nübelâ, XXII, 192-243; Safedî, el-Vâfî, VI, 310-316; aynı yazar, Nektü’l-himyân (yay. Ahmed Zekî Bek), Kahire 1329/1911, s. 95;
İbn Haldûn, el-İber, III, Beyrut 1947; Ahmed en-Nakkâş el-Hartebirtî,
Tuhfetü’l-vesâyâ, Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 2049, vr. 117a-b;
Angelika Hartmann, an-Nâsır li-Dîn Allâh (1180-1225). Politik, Religion, Kultur in der späten ‘Abbāsidenzeit, Berlin-New York 1975; aynı
yazar, “La conception gouvernementale du calife an-Nāsir”, Orientalia
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Suecana, XXII, Uppsala 1974, s. 52-61; F. Taeschner, “Nâsır”, İA,
IX, 92-94.
DİA’dan özetlenerek alınmıştır (XXXII, s. 399-402).
Angelika HARTMANN
NAZIR, BAYRAM
(d. 1967)
Dersaadet’te Ticaret (İstanbul 2011) adlı eserin
yazarıdır. Gümüşhane’de doğdu. İlkokulu Yukarı
Çayırardı köyünde, orta ve liseyi Gümüşhane’de
bitirdi. Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun oldu (1991).
Yüksek lisans tezini 1993 yılında bitirdi. Aynı
yıl, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ne
Araştırma Görevlisi olarak intisap etti. Doktorasını 1999’da Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü’nde tamamladı. 2003 yılında Dumlupınar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü’ne öğretim üyesi olarak atandı. Gümüşhane Üniversitesi’nde 2009’da göreve başladı.
2011 yılında Doçent oldu.
Eserleri: Ottoman Hospitality and Its Impact
On Europe, İstanbul 2007; Osmanlı Devleti’ne
Sığınanlar Macar ve Polonyalı Mülteciler, İstanbul 2007; Osmanlı Misafirperverliği ve Avrupa’daki Yankıları, İstanbul 2008; Dersaadet
Ticaret Odası Tarihi, İstanbul 2010; Şehbender
Raporlarına Göre I. Dünya Savaşı Öncesi Osmanlı Ticareti, İstanbul 2010.
KAYNAKÇA:
Bayram Nazır, Şehbender Raporlarına Göre I. Dünya Savaşı Öncesi Osmanlı Ticareti, İstanbul 2010, s. 10; http://edebiyat.gumushane.edu.tr/personel_detay.php?PersonelNO=3, Erişim: 22 Hazıran 2014; http://www.idefix.com/kitap/bayram-nazir/urun_liste.
asp?kid=117740, Erişim: 22 Haziran 2014.
Caner ARABACI
NECM-İ ZERKÛB
FÜTÜVVETNÂMESİ
Süleymaniye Kütüphanesi Ayasofya kısmı
2049’da kayıtlı mecmuanın 19. risalesinde kayıtlı Farsça Fütüvvetnâmenin sahibi olan bu zatın
esas adı Necmüddin Ebû Bekr Muhammed b.
Mevdud Tahrîr-i Tebrizî’dir (ö. 712 / 1312). Kün-
157
A
A
n
s
i
h
k
yesinden de anlaşılacağı üzere Tebrizli olup Şerafeddin Anterî et-Tebrizî’nin hizmetinde bulunmuş
âlim ve zahid bir şahsiyettir. Hayatı hakkında
fazla bir bilgi yoktur. Mecmuanın 218b-235a varakları arasında yer alan Fütüvvetnâme, müellifin
kendi kaydına göre muhtasar bir eserdir ve erkân
bakımından önemlidir.
Eser bir mukaddime, altı fasıl ve bir bâba ayrılmıştır. İlk bölümde Fütüvvetin tarif ve tavsifi yapılır. Fütüvvet ehlinde bulunması gerekli şartlar
sıralanır. Daha sonra Fütüvvet kollarından kavlî,
seyfî ve şürbî’ler ve intisap şekilleri hakkında
tafsilî bilgiler verilir. Şerbetin nasıl içileceği, Fütüvvet şalvarının nasıl giyileceği açıklanır. Son
bahiste kimlere Fütüvvet verilemeyeceği sıralandıktan sonra su vermek, yemek vermek, abdest
bozmak edepleriyle eser sona erer.
KAYNAKÇA:
Abdulbaki Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı
ve Kaynakları”, İFM, XI/1-4, İstanbul 1952, 235-261; Mehmet Saffet Sarıkaya, XIII-XVI. Asırlardaki Anadolu’da Fütüvvetnamelere
Göre Dinî İnanç Motifleri, Ankara 2002, s. 4-5; Ali Torun, Türk
Edebiyatında Türkçe Fütüvvet-nâmeler, Ankara 1998. s. 43-44.
Ali TORUN
NÎMETULLÂHİYYE
158
Evliya Çelebi’nin fütüvvet grupları arasında saydığı tarikattır. Şâh Nîmetullâh-ı Velî Muhammed
b. Abdillâh el-Hüseynî el-Kirmânî (ö. 834 / 1431)
tarafından kurulan bir tarikattır. 14 Rebîülevvel
731 (26 Aralık 1330) tarihinde Halep’te doğan
Nîmetullâh-ı Velî’nin soyu İsmâil b. Câfer esSâdık’a ulaşmaktadır. Seyyid olması ve uzun süre
Kirman’da kalmasından dolayı Şah Nîmetullâh-ı
Kirmânî diye tanınmıştır. Türkmenler’in müslümanlaşması ve tasavvufa yönelmesinde büyük emeği geçtiği rivayet edilir. Hakkında bir
menâkıbnâme kaleme alan Sun‘ullah Nîmetullâhî
bir günde yaklaşık 900 Türkmen’in ondan el aldığını söyler. Nitekim bu durum onun dizelerine,
“Yüzbinlerce Türk var bende / Her nereye gitsem
sultan gibi giderim” şeklinde yansımıştır.
Nîmetullâh-ı Velî 100 yılı aşan hayatının son yirmi küsur yılını geçirdiği Kirman’ın 34 km. güneydoğusundaki Mâhân’da 22 Receb 834 (5 Nisan
1431) tarihinde vefat etti. Osmanlı kaynaklarında Ni‘metullâh-ı Velî’nin Ahî Evran, Ni‘metullah
Mahmud, Ni‘metullâh-ı Nahcıvânî, Emîr Sultan’ın
halifelerinden Ni‘metullâh Velî gibi benzer isim-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ler taşıyan şahsiyetler ve onların Nîmetî veya
Nîmetullâhî diye anılan mensuplarıyla karıştırıldığı, bazı kütüphane kayıtlarında ona ait eserlerin Nîmetullâh-ı Nahcıvânî adına kaydedildiği görülmektedir. Kaynaklarda Ni‘metullâh-ı Velî’nin
500 eseri olduğu kaydedilmiştir.
Nîmetullâhiyye tarikatının silsilesi Abdullah
b. Es‘ad el-Yâfiî vasıtasıyla Muhyiddin İbnü’lArabî’nin mânen feyiz aldığı şeyhlerden Ebû
Medyen el-Mağribî’ye ulaşır. Harîrîzâde, Abdullah el-Yâfiî’ye nisbet edilen Yâfiiyye tarikatının Kādiriyye, Medyeniyye, Ekberiyye, Rifâiyye
ve Şâzeliyye’nin bir terkibi olduğunu söyler;
ancak Yâfiiyye’nin şubesi olmasına rağmen
Nîmetullâhiyye’den söz etmez. Mâsûm Ali Şah ise
tarikatı Mârûf-i Kerhî’ye nisbet edilen kollardan
sayar.
Nîmetullâhiyye’nin, hem başlangıcında hem
sonraki gelişim merhalelerinde birçok tasavvuf neşvesinin kaynaşmasından meydana gelen
bir tarikat olduğu görülmektedir. Her ne kadar
Nîmetullâh-ı Velî’nin ailesi ve kendisi Sünnî
ise de İsmâil b. Ca‘fer es-Sâdık soyundan bir
seyyid olması tarikatın kendisinden sonraki dönemlerinde Şiî fırkalar arasında kolayca
benimsenmesinde önemli bir rol oynamıştır.
Tarikat Ni‘metullâh-ı Velî’nin ölümünün ardından yerine geçen oğlu Şah Halîlullah-ı Kirmânî
ve torunu Seyyid Nûrullah’ın faaliyetleriyle İran
dışında daha çok Hint alt kıtasında yayılmıştır.
Seyyid Nûrullah, Şah Nîmetullah’ın sağlığında
Dekken Sultanı Ahmed Şah Behmenî’nin daveti
üzerine Dekken’e giderek irşad faaliyetinde bulunmuş ve hükümdarın kızıyla evlenmişti. Babasının ölümünün ardından oğlu Şemseddin’i
Mâhân Hângâhı’nda vekil bırakarak diğer iki
oğlu Habîbullah ve Muhibbullah ile Dekken’e giden Şah Halîlullah burada vefat etti (860 / 1456).
Nîmetullâhiyye, Hindistan’da babasının ölümünden sonra yerine geçen Muhibbullah ve oğlu Mîr
Şah Kemâleddin (ö. 914 / 1508) tarafından sürdürüldü. Aile mensupları, Behmenî sarayı ile
kurdukları akrabalık ilişkisi sayesinde siyasî
ve manevî gücü Behmenîler’in Kutubşâhîler tarafından yıkıldığı 934 (1527) yılına kadar ellerinde tuttular. Tarikat, Kutubşâhîler döneminde
İsmâilîler arasında da yayılmıştır.
Nîmetullâhiyye İran’da Şah Halîlullah’ın
Hindistan’a gitmeyip Kirman’da kalan oğlu Mîr
Şemseddin ve torunları tarafından yayılmıştır.
Aile mensuplarının İran’da siyasî hâkimiyeti ele
A
A
n
s
i
h
k
i
l
geçiren Safevî hânedanıyla iyi ilişkiler içerisinde
olduğu ve iki aile arasında akrabalık tesis edildiği görülmektedir. Şah İsmâil’in Nîmetullâh-ı
Velî’nin soyundan gelen Mîr Nizâmeddin
Abdülbâkî’yi “sadr” tayin etmesi bu aileye duyulan saygının bir göstergesidir. Safevîler döneminde tamamen Şiîleşen Nîmetullâhiyye Haydarî,
Safevî ve Kalenderî unsurların kaynaşma mahalli olmuştur. Vahdet-i vücûd görüşünü benimsemeleri, varlık anlayışlarını açıklarken sıkça ilm-i
hurûf sembolizmine başvurmaları, halkın kendileri hakkındaki sözlerine önem vermemeleri,
yerleşik olmaktan çok seyyahlığı tercih etmeleri,
on iki imam ve mehdî inancı bu unsurların ortak
anlayışları arasında zikredilebilir.
XV. yüzyıldan itibaren Nîmetullâhîler’in Osmanlı topraklarında da faaliyet gösterdikleri
bilinmektedir. Celâlzâde Mustafa Çelebi, 949
(1542) yılında Kanûnî Sultan Süleyman’ın Budin seferinden dönüşte Edirne’de karşılanmasını anlatırken karşılamaya katılan derviş
grupları arasında Nîmetullâhîler’in de bulunduğunu, Şah Nîmetullah’ın adından bahseden ilk
Osmanlı müellifi Atâî ise Nîmetullâhî dervişlerinin daha çok gezginci dervişler olduklarını,
Mâhân’da merkez tekkedeki şeyhlerin peygamber soyundan geldiklerini söyler. Evliya Çelebi de
Nîmetullâhîler’i fütüvvet grupları arasında sayar
ve Şah Nîmetullâh-ı Velî’nin tacının yeşil renkli
ve on iki terkli olduğunu kaydeder. XVII. yüzyılda Osmanlı topraklarında seyahat eden Paul
Ricault, Nîmetullâhîler’in bu topraklara Çelebi
Sultan Mehmed zamanında (1413-1421) geldiklerini belirtir. Hammer, Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemlerinde Anadolu’daki derviş grupları
arasında Nîmetullâhîler’i de sayar. M. Fuad Köprülü, Safevî kültürünün Anadolu’da yaygınlaşmasında Nîmetullâhî dervişlerinin büyük rolü olduğunu söyler. Bazı Nîmetullâhî motiflerin bugün
Bektaşîlik içinde eridiği görülmektedir. Bektaşî
gülbanklarında adları zikredilen pîrler arasında
Şah Nîmetullâh-ı Velî’nin de ismi geçer.
XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Nîmetullâhîler’ce
ikinci pîr kabul edilen Ma‘sûm Ali Şah Dekkenî,
Hindistan’dan İran’a gelip tarikatı İran’da ihya etmeye çalışmışsa da Şiî ulemâsının tepkisiyle karşılaşmış, kendisi ve yerine geçen Nûr Ali Şah bu
süreçte öldürülmüştür. Meczûb Ali Şah tarafından sürdürülen tarikat onun ölümünden (1238 /
1823) sonra Kevseriyye, Safî Ali Şâhiyye, Şemsiyye, Gunâbâdiyye, Mûnis Ali Şâhiyye adlı kollara
ayrılmıştır. Günümüzde bunlardan son iki kol
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
İran, Amerika Birleşik Devletleri ve bazı Avrupa
ülkelerinde faaliyetlerini sürdürmektedir.
KAYNAKÇA:
Nîmetullâh-ı Velî, Dîvân, Tahran 1328, s. 75, 579, 601; Celâlzâde
Mustafa Çelebi, Tabakātü’l-memâlik ve derecâtü’l-mesâlik (yay.
P. Kappert), Wiesbaden 1981, vr. 348b; Latîfî, Tezkiretü’ş-şu‘arâ
ve tabsıratü’n-nuzamâ (haz. Rıdvan Canım), Ankara 2000, s.
524; Nev‘îzâde Atâullah (Atâî), Hadâiku’l-hakâik fî tekmileti’şŞekāik (yay. Abdülkadir Özcan), II, İstanbul 1989, s. 64; Evliya
Çelebi, Seyahatnâme, I, 165, 217; II, 268; Harîrîzâde Kemâleddin,
Tibyânu vesâili’l-hakâik fî selâsili’t-tarâik, Süleymâniye Ktp.,
Fâtih, nr. 430-432, III, vr. 263b-265a; Mâsûm Ali Şah, Tarâik, III,
1-60, 84; Nasrollah Pourjavady - P. L. Wilson, Kings of Love: The
Poetry and History of the Nîmatullâhî Sufi Order, Tahran 1978;
Mes‘ûd Hümâyûnî, Târîh-i Silsilehâ-yi Tarîkat-i Nîmetullâhiyye
der Îrân, Tahran 1979; Javad Nurbakhsh, Masters of the Path:
A History of the Masters of the Nimatullahi Sufi Order, New
York 1980; J. Aubin, Matériaux pour la biographie de Shah
Ni’metullah Wali Kirmani, Tahran-Paris 1982; Abdülhüseyin
Zerrinkûb, Dünbâle-i Cüstücû der Taśavvuf-i Îrân, Tahran 1369,
s. 190-222; Ahmet T. Karamustafa, “Early Sufism in Eastern Anatolia”, Classical Persian Sufism: From its Origins to Rumi (ed. L.
Lewisohn), London-New York 1993, s. 175-198; Fuad Köprülü,
Anadolu’da İslamiyet (haz. Mehmet Kanar), İstanbul 2002, s. 77;
Mahmut Erol Kılıç, “Shâh Ni’matullah Wali in Turkish Literature and Ni’matullahiyya Order in Ottoman Sûfîsm”, Celebrating
a Sufi Master: A Collection of Works on the Occasion of the 2.
International Symposium on Shah Nematollah Vali, The Netherlands 2003, s. 35-52; Mustafa Âzmâyiş, Silsile-i Niîmetullâhiyye
der Devrân-ı Ahîr, Tahran 2003; A. A. Godlas, “Nîmatullâhîyah”,
The Oxford Encyclopedia of the Modern Islamic World (ed. J. L.
Esposito), Oxford 1995, III, 252.
DİA’dan özetlenerek alınmıştır (XXXIII, 133-135).
Mahmut Erol KILIÇ
NÎŞÂBUR MEKTEBİ
Horasan bölgesinde IX. yüzyılda tasavvufun
önemli merkezlerden biri olan Nîşâbur, fütüvvet
ve melâmet özellikleriyle tanınan bir merkez haline geldi. Bu mektebi temsil eden sûfîler arasında
Ebû Hafs Haddâd, Yahya b. Muâz Râzî,Hamdûn
Kassâr, Ebû Osman Hîrî, Ebü’l-Kâsım İbrahim
Nasrâbâdî, Ebû Abdurrahman Muhammed b.
Hüseyin Sülemî, Ebû Ali Dekkâk ve Abdülkerim
Kuşeyrî öne çıkmaktadır.
Ebû Hafs Haddâd (ö. 260 / 874) Nîşâbur civarındaki Kurdâbâd köyünde doğdu ve burada yaşadı.
Mesleği dolayısıyla “Haddâd” (demirci) diye tanınmıştır. Kaynaklar özellikle fütüvvet konusundaki fikirleriyle sûfîleri kendisine hayran bıraktığını belirtir. Ebû Hafs’a göre fütüvvet fedakârlık,
diğerkâmlık, nefse hâkimiyet ve tahammül gibi
unsurlar ihtiva eder. Fütüvvetin laf değil iş ve faaliyetten ibaret olduğunun üzerinde ısrarla duran
Haddâd fütüvveti “başkalarına insafla muamele
etmek fakat onlardan insaf beklememektir” diye
tanımlar. Ayırım gözetmeden herkese iyilik yapıl-
159
A
A
160
n
s
i
h
k
masını, insanlara kerem ve cömertlikle muamele
edilmesini ve onların acılarına ortak olunmasını
fütüvvetin gereği sayar.
Hayatının büyük bir kısmını Nîşâbur’da geçiren
Yahya b. Muâz Râzî (ö. 258 / 872) seyrü sülûk
makamlarından sistemli şekilde bahseden ilk
sûfîlerdendir. Kaynaklarda zikredilen sözlerinde zühd döneminden tasavvuf dönemine geçişin
izleri görülür. Fütüvvet ve civanmerdliği halktan
hizmet beklemek değil halka hizmet etmek olarak
değerlendirir.
Nîşâbur mektebinin bir başka temsilcisi olan
Hamdûn Kassâr (ö. 271/884) tasavvufta şekilciliğe şiddetle tepki gösteren Melâmiyye isimli akımın ilk temsilcisi kabul edilir. Hakikati korumayı
fütüvvet olarak tanımlayan Hamdûn el-Kassâr’a
göre bu yolun temsilcisi olan civanmerdin temel
özelliği ihlâs ve tevazu sahibi olmak, nefsin istek
ve arzularına karşı çıkmak ve hayattan kopmadan çalışıp çabalamaktır. Hamdûn Kassâr’ın düşünceleri ve yorumları kısa sürede Nîşâbur ve Horasan sınırlarını aşarak başka bölgelerde yaşayan
sûfîleri etkilemiş ve Kassâriyye adında bir fırka
oluşmuştur.
Ebû Osman Hîrî (ö. 298 / 910) Nîşâbur’da tasavvufun yayılmasında öncülük eden büyük sûfîlerden,
fütüvvet ve melâmet hareketinin de temsilcilerindendir. Kovulduğu halde Ebû Hafs’ın sohbetine
katılmakta ısrar etmesi, başına kül dökülünce
ateş dökülmedi diye şükretmesi, kendisini yemeğe davet eden bir kişinin onu denemek için üç
defa kapıdan geri çevirmesi Ebû Osman’nın fütüvvet ve melâmet ehlinden olduğunu gösteren menkıbelerdir. Onun fütüvvet ve melâmet anlayışını
kendi kusurunu bilip başkalarını suçlamamak,
tamahkâr olmamak ve alçak gönüllülüğü elden
bırakmamak oluşturmaktadır.
Nîşâbur’un Nasrâbâd mahallesinde doğan Ebü’lKâsım İbrahim (ö. 367 / 978) Ebû Bekir Şiblî’nin
müridlerindendir. Hadis ilmine özel ilgisi sebebiyle İran, Irak, Suriye ve Mısır’ı dolaştı. Uzun
bir ayrılıktan sonra döndüğü Nîşâbur’da sohbet
meclislerini oluşturarak görüşlerini yaymaya başladı. Vecd ve cezbe ehli sûfîler arasında sayılan
Nasrâbâdî sırf Allah’ın rızâsını gözetmek maksadıyla dünya ve âhiretten yüz çevirmek ve bunlara tenezzül etmemek diye tanımladığı mürüvveti
fütüvvetin şubesi olarak görür. Ona göre hakiki
manada fetâ ve fütüvvet ehli, imanları uğruna
mallarından, aile ve vatanlarından vazgeçen kimselerdir ki bunların başında Ashâb-ı kehf gelmektedir.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Nasrâbâdî’den hırka giyen Ebû Abdurrahman
Muhammed b. Hüseyin Sülemî (ö. 412 / 1021) fütüvvet konusunda eser veren ilk sûfîdir. Kitâbü’lfütüvve adlı eserinde fütüvvetle tasavvuf arasında
güçlü bir bağın olduğunu dile getirmiş, fütüvvete
dair âdâb, ahlâk ve niteliklerin aynı zamanda bir
sûfîde de bulunduğunu söylemiştir. Sülemî fütüvveti, “Hz. Âdem gibi özür dilemek, Nûh gibi
iyi, İbrahim gibi vefalı, İsmail gibi dürüst, Mûsâ
gibi ihlâslı, Eyyüb gibi sabırlı, Dâvûd gibi cömert,
Hz. Muhammed gibi merhametli, Ebû Bekir gibi
hamiyetli, Ömer gibi adâletli, Osman gibi hayâlı,
Ali gibi bilgili olmaktır” şeklinde tarif ederek temel ahlâkî değerleri ve faziletleri fütüvvet kelimesine yüklemiştir.
Nasrâbâdî’nin bir diğer meşhur müridi Ebû Ali
Dekkâk’a göre (ö. 405 / 1015) fütüvvet ahlâkı,
kâmil manada Hz. Peygamber’den başkasında
bulunmaz. Çünkü kıyamet günü bütün insanlar
kendini düşünürken Resûl-i Ekrem ümmetini
düşünerek onların affını isteyecektir. Ebû Ali
Dekkâk’ın hem damadı hem de halifesi olan Abdülkerim Kuşeyrî ise (ö. 465 / 1072) fütüvvetin
aslının, her hâlükarda Hakk’a muvafık hareket
etmek olduğunu söyler. Ona göre fütüvvet Allah’a
ve halka yönelik olmak üzere iki şekildedir.
Allah’a yönelik fütüvvet, Allah’ın emirlerini hiçbir
memnuniyetsizlik göstermeden yerine getirmektir. Halka yönelik fütüvvet ise adaleti gözetmek,
insaflı olmak ve intikamı terk etmektir. “İnsanların hem bu dünyada hem de âhirette senin
yüzünden zor durumda kalmamasını” fütüvvetin zirvesi olarak kabul eden Kuşeyrî dostların
hatalarını görmezden gelmeyi, düşmanların da
mahcup olmamaları için söylediklerine kulağı
tıkamayı bu çerçevede değerlendirir.
Nîşâbur mektebine mensup sûfîler Basra mektebinden etkilenmekle birlikte, daha çok Horasan
mektebinin tesiri altında kalmışlardır.
KAYNAKÇA:
Ebû Abdurrahman es-Sülemî,Kitâbü’l-fütüvve (nşr. Süleyman
Ateş), Ankara 1977; aynı yazar, Tabakāt (yay. Nureddin Şerîbe),
Kahire 1986, s. 123, 484, 170; Ebû Nuaym el-Isfahânî, Hilyetü’levliya ve tabakâtü’l-asfiyâ, X, Kahire 1979, s. 229, 231, 244;
Abdülkerîm el-Kuşeyrî, Risâle (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul
1981, s. 61,111, 116,118, 142,305-311; Ali b. Osman el-Hücvîrî,
Keşfü’l-mahcûb (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982, s.222,
224, 226, 234, 263, 267, 272; Herevî, Tabakât, s. 95, 121, 240;
Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 2005,
s.339, 363, 372, 435, 700, ; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-safve, V, 118,
122; Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 111, 113; Şa’rânî, et-Tabakât,
I, 96, 105, 172; Ebü’l-Alâ Afîfî, el-Melâmetiyye ve Sûfiyye ve
ehlü’l-fütüvve, Kahire 1945, s. 14, 15, 44; Hasan Kamil Yılmaz,
Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 2007, s. 124-127;
Yüksel Göztepe, Abdülkerim Kuşeyrî’de Hâller ve Makâmlar, Ankara Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü (yayınlanmamış doktora tezi),
Ankara 2006, s. 339-340; Tahsin Yazıcı, “Ebû Hafs el-Haddâd”,
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
DİA, X, 127-128; Mustafa Kara, “Hamdûn el-Kassâr”, DİA, XV,
455-456; Erhan Yetik, “Ebû Osman el-Hîrî”, DİA, X, 208; Reşat
Öngören, “Nasrâbâdî, İbrahim b. Muhammed”, DİA, XXXII, 417418; Süleyman Uludağ, “Sülemî, Muhammed b. Hüseyin”, DİA,
XXXVIII, 53-55; a.mlf., “Kuşeyrî, Abdülkerim b. Hevâzin”, DİA,
XXVI, 473-475; Recep Uslu, “Dekkâk, Ebû Ali”, DİA, IX, 112.
Abdürrezzak TEK
NİZAMİ GENCEVİ
Ahilik ve Ahilik felsefesi, sadece Anadolu Selçukluları ve Osmanlı coğrafyasında değil, Azerbaycan coğrafyasında da derin izler ve etkiler bırakmıştır. Bu durumu birçok Azerbaycanlı şairin
eserlerinde de görmek mümkündür. Bu şairlerden biri de XII. yüzyılın ünlü şairlerinden Nizami
Gencevi’dir.
Nizami Gencevi üzerine yapılan çalışmalarda,
onun yaşamından ve muhitinden söz edilirken
Ahilikle bağlantısı üzerinde de durulur. Bu konuda yapılan incelemelerin dayandığı esas kaynak
Tezkire-i Devletşah’tır. Tezkirede geçen “Şeyh
Nizami, Ahi Ferec-i Zencani’nin müridlerinden
idi” cümlesi, araştırmacılarca tartışmalara yol
açmış, kimileri adı geçen zatın onun doğrudan
doğruya mürşidi olduğunu, kimileri ise yaşam
tarihleri uygun düşmediği için bunu kabul etmenin mümkün olamayacığını belirtmişlerdir. A. E.
Krımskiy ise onun Ahi Evran’ın müridi olması
ve diğer büyük sûfîler gibi hayattan yüz çevirip
halvete çekildiğini ifade etmektedir. Bertels de
Gencevi’nin özgeçmişine, çevresine değinirken
onun Ahilikle bağlantısı konusuna da değinmiş
ve bu bağlamda onun Ahi Farruh Reyhani’nin
müridlerinden olduğunu ileri sürmüştür. M. H.
Heyderov ise Gence şehrinde Ahi teşkilatı ve esnaf birlikleri konusuna değinirken Nizami’den
de bahsederek onun Ahi olması üzerinde durur.
R. Hüseynov da Nizami ve diğerlerinin Ahilik
teşkilatıyla bağlantıları hususunda kayda değer
bilgiler verir. Mehmet Emin Resulzâde ise hem
onun tezkirelerde adı geçen mürşidlerinin Ahi olmasını hem de kendi eserlerinden hareketle bu
teşkilata üye olabileceği varsayımını kabullenir.
XII. yüzyılda Gence şehrinin sosyal yapısı ve toplumsal durumu, esnaf birliklerinin o dönemde
gelişimi, birtakım temel kaynaklar ve Nizami’nin
kendi eserlerinde yankısını bulan görüşler, onun
Ahilikle ilişkisini güçlendirir. Doğal olarak şairin
mensup olduğu çevrenin, onun edebî eserlerinde yankı bulacağı mutlaktır. Bu açıdan Nizami
Gencevi’nin de Ahi olması varsayımı, onların
çevresinde yaşaması gibi etkenler, şairin edebi
ve düşünce sisteminde bu teşkilatın, özellikle de
toplumsal konulara ilişkin sorunlarda yansıyışına neden olmuştur. Yukarıda değinildiği gibi,
Mehseti Gencevi ve Hakani Şirvani gibi Ahilikle
bağlantısı kuvvetle muhtemel olan çağdaşlarının
çevresinde yaşaması, onun da bu teşkilatla sıkı
bağlılığının kanıtı olabilir.
Nizami’nin “Hamse”sine dahil olan eserlerinde,
özellikle de Mahzenü’l-Esrar, Heft Peyker ve
İskendernâme’de toplumsal konular, hükümdara vaaz ve nasihatler, toplumun ve bireyin genel
mutluluğa ve rahatlığa kavuşabilmesi açısından
öğütler büyük ölçüde yer alır. Bu öğütlerde çoğu
zaman Ahilik prensip ve kuramlarının yansıdığı
görülür.
Nizami’nin “Hamse”sindeki birinci büyük eser
olan Mahzenü’l-Esrar’da konuyla ilgili dikkate
değer bir hususa rastlanır. Şair, Ey Ahi, nefs itdir,
onu çek dara / Ruzi için açma el alçaqlara ifadeleriyle “Ahi” diye birisine müracaatla nefsine hâkim
olmasını, ekmek için başkalarına el açmamasını, kendi rızkını kendisinin kazanmasını tavsiye
eder. Ayrıca Gencevi söz konusu eserindeki “Tuğlacı ihtiyarın bir gençle hikâyeti” ve “Süleyman ve
ihtiyar çiftçi” gibi didaktik hikâyelerinde de Ahiliğin bu düsturundan hareketle öğütlerde bulunur.
Süleyman padişah olsa da, diğerleri kazancıyla
geçimini sağladığı için, şairin ve susuz sahralarda ektiği toprağı alın teriyle sulayan çiftçinin
nazarında değersizdir. “Müşevveş Durumlar Karşısında İnsanın Güçsüzlüğü ve Aczinden” başlıklı
161
A
A
162
n
s
i
h
k
beşinci makalede de yine Ahiye müracaatla helal
zahmetle geçinmenin fazileti söz konusudur: Quduz nefsi yaraşmaz. Ey Ahi – qardaş, sene / Haram süfre başında haramdı bardaş sene.
Eserlerinde Ahilere öğütte bulunması, Nizami’nin
yaşadığı dönemde bu teşkilatın Azerbaycan’ın hemen hemen her bölgesinde varlığının ve ahalinin
belirli kesiminin onlardan ibaret olduğunun kanıtı olabilir. Hüseynov’un ve Heyderov’un verdikleri
bilgiye göre, Eski Gence’de “Cömert Kasap” türbesi mevcuttur ve türbenin ismi Ahilikle ilişkilidir.
Hatta şairin isminin önündeki “Şeyh” kelimesini
de Ahilerden birinin ruhanî başçısı anlamında
kullanılması ihtimalini de ortaya koyuyor: “Büyük ihtimalle Nizami, Şeyh unvanını bilginliği
nedeniyle değil, bir Ahinin mürşidi olması sebebiyle almıştır. Çünkü böyle bir unvanı Nizami’nin
Küçük Asya’daki çağdaşı Ahi Evran Hoyi de taşımıştır”.
Nizami’nin eserlerine yüzlerce nazireler yazılmıştır. Genceli şairin etkisi altında verilen eserlerden biri de XIII.-XIV. yüzyıl Türk edebiyatının
ünlü siması ve bir Ahi olan, “Kerâmât-ı Ahi Evran” başlıklı eserinde meşhur Ahi şeyhini öven
Gülşehri’dir. Gülşehri, bazılarına göre Mantıku’ttayr adlı eserine dahil olan “Büşrnâme” başlıklı
destanını, Nizami’nin Büşr ve Meliha’sının (“Heft
Peyker”) etkisi altında yazmıştır.
Ahilikte cihad ve Hak uğrunda mücadele büyük
ölçüde yer almakta, tevekkül anlayışına karşı
konulmaktadır. Bertels de bu tezden hareketle,
Nizami’nin Ahilikle bağlantılı olduğunu savunur.
Mehmet Emin Resulzâde de bu görüşe katılarak
Nizami’nin eserlerindeki itiraz motiflerinin, tasavvufa ters düştüğünü ve Ahilikten geldiğini vurgular.
Nizami’nin “Hamse”sinde sonuncu eseri olan
İskendernâme’de toplum meselelerine, beşeriyetin, düşünürlerin her zaman düşünegeldikleri
adaletli ve mutlu toplumunun nasıl olabileceği
sorununa çözüm getirilmiştir. Birey, devlet ve toplum sorunları, şairin bütün eserlerinde, özellikle
sonuncu eserine yansımıştır. Bu eserde ütopik bir
devletten bahsedilmiş, cemiyette düzen ve mutluluğa kavuşabilmenin yolları gösterilmiştir. Doğal
olarak şair, toplumsal görüşlerinde Ahilikten kaynakladığı için bu devletin betimlenmesinde de adı
geçen teşkilatın cemiyetle ilgili koşul ve prensiplerinden faydalanmıştır. Bertels’e göre, bu devlet bir
Ahi devleti niteliğindedir. Eserde İskender’i değişik ülkelere götüren şair, çeşitli toplumlardaki
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
sorunları ve onları yaratan nedenleri sergiledikten sonra ideal toplum örneğini göstermiştir. Bu
toplumun oturduğu şehrin demirden kapısı ve
taştan duvarları olmasa da, sert kuralları vardır.
Bu kurallar, yüksek ahlakî değerler, eşitlik, beraberlik, kardeşliğe uymak ve zahmetle geçinmektir. “İskender’in Kuzeye Ermesi ve Yec’uc Seddini
Kapatması” bölümünde bu şehre dahil olan İskender büyük misafirperverlikle kabul edilir ve
dünyayı gezip gördüğü, Sokrat, Eflatun gibi ünlü
filozoflardan öğreti aldığı halde, onlara hayran
kesilir. Burada dikkati çeken hususlardan biri de
son dönemdeki bazı çalışmalara göre, eski Yunan
filozoflarının öğretileriyle Ahiliğin örtüşmesinin
ortaya çıkarılması ve Nizami’nin de İskender’i
Ahilerin oturduğu şehre götürmeden önce bu filozoflarla görüştürmesidir. Burada Ahilikle örtüşen en önemli husus misafirperverliktir.
Ahilik, kişinin alın terini değerlendirmiş, ticaret ve üretim alanında kaliteyi amaçlamıştır.
İşçi, ürettiği meta ile neredeyse özdeşleşmiş
onunla kaynaşmıştır. Kalitesiz ve bozuk mal
üretimi yasaklanmıştır. Sosyal dayanışmaları
Ortak Sandığı’yla kurulmuştur. İskender’in geldiği şehrin insanları da sosyal dayanışma içinde,
özellikle de biri zarar görünce Bizim aramızda,
bilsek ki eger / Birine yetişib bir işde zerer / Biz
öz kisemizden onu öderik / Verib mayasını temin
ederik. İfadesinde kendini bulan “Ortak Sandık”ı
kullanmalarıdır.
Kardeşlik dayanışması içinde askerleri, üreticileri, emekçileri, esnafı birleştirmek ve böylece devleti güçlü kılmak, sosyal adalet ve sosyal güvenliği gerçekleştirmek gibi temel kurallar, Ahiliğin en
önemli meselelerindendir. Bu bağlamda Gencevi:
Oğrudan qorxmarıq, biz ne şeherde / Keşikçi qoyarıq, ne de çöllerde / Oğurluq elemez bizde bir
nefer / Oğurlaya bilmez bizden özgeler / Ne zencir, ne qıfıl görer qapılar / Gözetçisiz otlar bizim
mal-davar ifadelerini kullanır.
Ahi olan şu şartları taşımalıydı: “Dilini tutmalı, dedikodu yapmamalı, kötü söz söylememeli,
kimsenin ayıbını görmemeli, kimseye kötü gözle
bakmamalı, kimsenin onuruna, namusuna göz
dikmemeliydi”. Şehirdekiler de bu ahlaki özelliklere sahiptir. Bu konuda Gencevi’nin ifadeleri
aynen şöyledir: Haberçilik bilmez bir neferimiz /
Özgenin eybine göz yumarıq biz / Birini qezebli,
acıqlı görsek / Ona meslehetle elerik kömek / Heç
kesi pis yola esla çekmerik / Fitne axtarmarıq,
qan da tökmerik.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Toplum herkesin yüzüne açık olsa da, sert kurallarına uymayanlar buradan dışlanırlar. Ahiliğe girmiş ve ustalık şeti bağlanmış bile olsalar
ahlaksızlık, ayyaşlık, zina, livata, sapıklık, koğuculuk, iftira ve hıyanette bulunanlar Ahilikten
çıkarılır, ustalıkları düşer. Nizami’nin betimlediği toplumda da Bizimle birlikde o adam yaşar /
Ki, ola bizimtek temz, perhizkar / Tutduğumuz
yoldan çıxsa bir insan / Kim olsa, qovarıq öz
aramızdan ifadesiyle aynı kurallar geçerlidir:
İskendernâme’deki toplumun en mühim özelliklerinden birisi de “Kimsenin kimseden fazla
malı yok; herkes kendi haline göre nimettedir”.
ifadesiyle insanlar arasında mal eşitliğinin olmasıdır: Ancak bu ifadenin, dini reddeden ve sınıf
kavgasını esas tutan sosyalizmle hiç bir ilgisinin
olmadığını belirtmek gerekir
KAYNAKÇA:
Nazir Akalın, “Nizami-yi Gencevi’nin Hayatı, Edebi Kişiliği ve
Eserleri”, Bilig, Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, S.: 7, Güz
1998, s. 67-92; Nüşabe Araslı. Nizami ve Türk Edebiyatı, Bakı
1980 s. 147; E. Bertels, Nizami i Fuzuli, Moskva 1962, s. 90, s.
64;Yaşar Çalışkan-Lütfi İkiz, Kültür, Sanat ve Medeniyetimizde
Ahilik. Ankara 1993; Devletşah, Tezkire-i Devletşah, (çev. Necati
Lugal), İstanbul 1990, s. 213; Nizami Gencevi, Sirler Xezinesi.
Bakı 1981, s.88; Nizami Gencevi, İskendername, Bakı 1982, s.
574-576; Sadık Göksu, Sokrat ve Eflatun’dan Günümüze “Ön
Ahilik” ve Ahilik, İstanbul 2000; M. Heyderov,. Soçialno-Ekonomiçeskie Otnoşeniya i Remeslennıe Orqanizaçii v Qorodax Azerbaydjana v XIII-XVII vv., Baku 1987, s. 22; Refael Hüseynov,.
Mehseti Gencevi – Özü, Sözü, İzi, Bakı 2005, s. 119, 132-135;
E. Krımskiy, Nizami i Eqo Sovremenniki, Baku 1981, s. 55; Qurban Memmedov, Nizami Gencevi’nin İctimai ve Siyasi Görüşleri,
Bakı 1962; Mehmet Emin Resulzade, Azerbaycan Şairi Nizamî,
Ankara 1951, s. 269, 271; Eliyar Seferli-Xelil Yusifov, Qedim ve
Orta Eserler Azerbaycan Edebiyyatı, Bakı 1982, s. 96;
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
kaplar ve gemi suyun yüzeyine çıkar. Gemiye binmiş olanlar kurtulurlar.
Hz. Nuh’un inşa ettiği gemiyle ilgili olarak tefsirlerde ve tarih kitaplarında dikkati çeken iki
nokta vardır. Bunlardan birincisi Hz. Nuh’un ilk
gemiyi inşa eden kişi olmasıdır. Diğeri ise geminin yapısal özellikleridir. Gemi üç katlıdır. Alt
katı vahşi hayvanlara, orta katı insanlara ve üst
katı ise kuşlara tahsis edilmiştir. Bu bilgiler Hz.
Nuh’un aslında iyi bir marangoz olduğunu, bunun için İslam âleminde bu meslekte olanların
piri kabul edildiğini göstermektedir.
KAYNAKÇA:
Taberî, Târihü’t-taberî: Târihü’r-rusül ve’l-müluk, I, Kahire, t.y.,
s. 179-193; İbn Kesîr, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, VIII,
(çev. Bekir Karlığa-Bedrettin Çetiner), İstanbul 1989, s. 39243926; Fütüvvetname-i Ca’fer Sâdık, (haz. M. Saffet Sarıkaya),
İstanbul 2008, s. 239; Muallim Cevdet, İslam Fütüvveti ve Türk
Ahiliği: İbn Battuta’ya Zeyl, (çev. Cezair Yarar), İstanbul 2008, s.
338; Cemal Anadol, Türk İslam Medeniyetinde Ahilik Kültürü ve
Fütüvvetnâmeler, Ankara 2001, s. 103-106; Ahmet Lütfi Kazancı,
Peygamberler Tarihi, İstanbul 2011, s. 95-96; M. Asım Köksal,
Peygamberler Tarihi, I, Ankara 2004, s. 93-96; Ömer Faruk Harman, “Nûh”, DİA, XXXIII, Ankara 2000, s. 226.
Ahmet TÜRKAN
Elmira MEMMEDOV
NUH
Ahilik geleneğinde marangozların piri olarak kabul edilir. Hz. Adem’den sonra İnsanlığın ikinci
atası olarak da bilinir. MÖ XXII. veya XXI. yüzyıllarda yaşamış olabileceği tahmin edilmektedir.
Hz. Nuh, gemisini inşa etmeye başlayınca bu durum kavminin tuhafına gider. Hatta “Senin marangozluktan anladığını bilmiyorduk… Keşke bu
işe daha önce başlasaydın. Bak! Marangozlukta
peygamberlikten daha başarılısın” diyerek hem
yaptığı işi hem de peygamberliğini küçümserler.
Hz. Nuh, geminin yapımını tamamlar ve kendine inananlarla birlikte buna biner. Kısa bir süre
sonra yoğun bir yağışla birlikte her tarafı sular
163
O
A
A
n
s
i
h
k
OCAK, AHMET YAŞAR
166
(d. 1945)
Türk Sûfîliğine Bakışlar adlı eserin müellifidir.
Yozgat’ta doğdu. Babası esnaftan Hüseyin ve büyük
dedesi taşra âlimlerinden ve şeyhlerinden Molla
Osman’dır. Ailenin Ocak soyadını alması, Molla
Osman’ın hastalara şifa veren, halk dilindeki söylenişiyle “ocakzâde” olmasıyla ilişkilendirilir. İlk
ve orta öğretimini Yozgat’ta tamamladıktan (1963)
sonra İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ne girdi.
Enstitünün son sınıfında iken dışarıdan lise bitirme sınavlarını başararak Bakırköy Lisesi’nden mezun oldu ve 1967’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Tarih Bölümü’ne kaydoldu. Burada Tayyip Gökbilgin, Nejat Göyünç, Fikret Işıltan, Cengiz
Orhonlu, Şehabettin Tekindağ, Münir Aktepe ve
Oktay Aslanapa gibi dönemin ünlü hocalarından
dersler aldı.
Mezuniyetini takiben kısa süre Osmaniye İmam
Hatip Lisesi’nde meslek dersleri öğretmenliği yapan Ocak, 1972’de asistanlık sınavını kazanarak
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ne girdi. Yüksek lisansını Osmanlı
İmparatorluğu’nda Zâviyeler (17. Yüzyıl) başlıklı teziyle tamamladıktan sonra 1974’te kazandığı bursla doktora eğitimini yapmak üzere Strasbourg’a
gitti. Doktorasını Babâîler İsyanı başlıklı teziyle
Strasbourg Üniversitesi’nde yaptı ve 1978’de Hacettepe Üniversitesi’ndeki görevine döndü.
Üniversitede lisans ve lisansüstü düzeyde bilhassa
İslâm tarihi ve medeniyeti, klasik dönem Osmanlı tarihi ile ilgili dersler vermeye başlayan Ocak,
1983’te Bektaşi Menakıbnâmelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri adlı teziyle doçent, 1988’de de
profesör unvanını aldı. Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü’nde uzun yıllar görev yapan, çok sayıda
öğrenci yetiştiren Ocak, 2013 yılında emekli oldu.
Hâlen TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Tarih Bölümü’ndeki görevini sürdürmektedir.
“Türk Tarihinde İslâmiyet” genel başlığıyla tanımlanabilecek önemli problematik meseleler üzerinde
çok sayıda bilimsel çalışmalar yapan Ahmet Yaşar
Ocak’ın, M. Fuad Köprülü ile başlayıp Abdülbâki
Gölpınarlı ve Irene Mélikoff ile devam eden çizginin
günümüzdeki temsilcisi olduğunu söylemek mümkündür. Bu bağlamda Ocak, üzerinde pek çalışılmayan dinî konuları ve zümreleri, sorgulayıcı ve
analitik bir metotla ele almış ve bu konuların sosyolojik, folklorik ve tarihî altyapısı ile toplumsal
etkilerini ve günümüze yansımalarını incelemiştir.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Eserleri: Babâiler İsyanı, İstanbul 1980 (geliştirilmiş versiyonu 1996); Veysel Karanî ve Üveysîlik,
İstanbul 1982; Bektaşî Menâkıbnâmelerinde İslâm
Öncesi İnanç Motifleri, İstanbul 1983; La Revolte
Baba Resul, Ankara 1989; Türk Folklorunda Kesikbaş, Ankara 1989; İslâm ve Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, Ankara 1990; Osmanlı
İmparatorluğu’nda Marijinal Sûfîlik: Kalenderîler,
Ankara 1992; Kültür Tarihi Kaynağı Olarak
Menâkıbnâmeler, Ankara 1992; Elvan Çelebi,
Menâkıbü’l-Kudsiyye fî Menâsibi’l-Ünsiyye, Ankara 1995 (İsmail Erünsal ile birlikte); Türk Sûfîliğine
Bakışlar, İstanbul 1996; Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, İstanbul 1998; Türkler, Türkiye ve İslâm, İstanbul 1999; Sarı Saltık, Ankara
2002; Türkiye Sosyal Tarihinde İslâmın Macerası,
İstanbul 2010; Osmanlı Sufîliğine Bakışlar, İstanbul 2011; Ortaçağlar Anadolu’sunda İslâm’ın Ayak
İzleri, İstanbul 2011; Yeniçağlar Anadolu’sunda
İslâm’ın Ayak İzleri, İstanbul 2011; Dede Garkın &
Emirci Sultan, İstanbul 2011; Perspectives and Reflections on Religious and Cultural Life in Medieval
Anatolia, İstanbul 2012; L’Autre Visage de l’Islam
dans l’Historie Sociale de Turque, İstanbul 2013.
KAYNAKÇA:
Ahmet Yaşar Ocak; “Osmanlı Tarihi Âşığı Bir Esnaf: Babam Hüseyin
Ocak”, Oğullar ve Babaları, (haz. A. N. Turan-G. Y. Demir), İstanbul
2010, s. 119-130; Salih Özbaran, “Osmanlı Tarihinde İslâm ve Ahmet
Yaşar Ocak Farkı”, Toplumsal Tarih, sayı 213 (Eylül 2011); Haşim
Şahin; “Arı Kovanına Çomak Sokan Tarihçi: Prof. Dr. Ahmet Yaşar
Ocak”, Chronicle, S.20, (2013), s. 76-83.
Haşim ŞAHİN
ODABAŞI, ZEHRA
(d. 1980)
Bir Ahi Dostu: Franz Taeschner, Hayatı ve Eserleri adlı kitabın yazarıdır. Almanya’da doğdu. Dalheim İlkokulu, Özel Elmas Kız Lisesi ve İmam Hatip
Lisesi’ni bitirdikten sonra 1999’da Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ne girdi. Mezuniyetini takiben Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü’nde Franz Taeschner’in Hayatı ve Eserleri adlı Yüksek Lisans Tezi’ni tamamladı (2004).
2012’de aynı üniversitede Selçuklu Devleti’nde Mühtedi Vakıfları: Celâleddin Karatay Vakıfları Örneği
adlı teziyle Doktor unvanını aldı.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Eserleri: Bir Ahi Dostu: Franz Taeschner, Hayatı ve Eserleri, Ankara 2008.
Cemile TEKİN
OMBUDSMAN ARANIYOR
Galip Demir tarafından kaleme alınan eser (İstanbul 2002), beş bölümden meydana gelir. İlk
bölümde Ombudsmanlık, Selçuklu ve Osmanlı’daki kurumlarla karşılaştırılarak açıklanmaya
çalışılır. İkinci bölümde Ahilik, Anadolu’da ortaya çıkan temel bir kurum olarak değerlendirilir.
Üçüncü bölümde Ombudsmanlıkla ilgili analizler
yapılır ve Ombudsmanlığın kavram olarak Türklerden Avrupa’ya taşındığı iddia edilir. Dördüncü
bölümde Ombudsmanlık kavramının anlamı kadar ismiyle de farklılık arz ettiğine dikkat çekilir.
İngiltere’de Parlamento komiseri, Fransa’da arabulucu, Kanada’da yurttaş koruyucusu, İtalya’da
sivil haklar savunucusu, Avusturya’da halk avukatı, Polonya’da yurttaş hakları savunucusu olarak görülen ombudsmanlığa benzer yapılanmaların, Ahilik kültüründe de olduğu ileri sürülür. Bu
bağlamda Ahi Babaların, Ombudsman’ın işlevlerini içerdiği izah edilir. Eser, Ahiliğe ve Ombudsmanlığa farklı bir bakış açısı getirmesi açısından
önem arz etmektedir.
Bekir ŞAHİN
ORDU PAZARI
(bk. ORDUCU ESNAFI)
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ORDUCU ESNAFI
Sefere çıkacak ordunun çeşitli alanlardaki ihtiyaçlarının karşılanması için bir takım görevlilere
ihtiyacı vardı. Bunlar genel olarak “orducu” veya
“orducu esnafı”, nadiren de “ordu pazarı” olarak
adlandırılan zanaat erbabından oluşuyordu. Ordunun levazım işlerini görecek esnaf, merkezce
tayin edilen “Orducu ağası” ve “Orducu başı” denilen görevli memurlar tarafından kadılara hitaben yazılan fermanla organize edilirdi.
Eski Türk-İslam devletlerinde Gazneliler, Büyük
Selçuklular, Irak ve Anadolu Selçukluları, Eyyubiler ile İlhanlılar’da da orducu gibi görev yapan
ordu pazarı ve ordu pazarları bulunmaktaydı.
Osmanlılarda ise “Orduculuk” hizmeti, avarız
türü bir vergileme olarak algılanmaktaydı. Aynî
ve nakdî olmak üzere iki şekilde uygulanıyordu.
Aynî yükümlülükte bizzat hizmetin yerine getirilmesi gerekirdi. Savaş zamanlarında özel olarak
devlet hizmetinde çalışanlar için pazar kurulmasına da ihtiyaç duyulması halinde devlet, hangi zanaat gurubunun ne kadar çadır, kaç nefer
zanaatkâr göndereceğini bir ferman ile belirler,
ordubaşı adlı görevli ile ilgili kazanın kadısına bu
iletilirdi. Emri alan kadı, loncaların yöneticileri
olan esnaf kedhüdaları, yiğitbaşları ve ihtiyarları
aracılığı ile sefere gidecek zanaat erbabını belirler, bunların adları, sınıfları, kendilerine sefer
dolayısıyla verilecek sermaye miktarı ve kefillerini bir deftere kaydederlerdi. Belirlenen kişilerin mesleğinin erbabı olmasına dikkat edilirdi.
Orducu olacakların hizmeti kabulü ile aldıkları
para, mahkemede orducu esnaf kethüdası ve ustaları ile şahitler huzurunda tescil olunurdu.
Esnaf kethüda ve yiğitbaşları kefil sisteminden
dolayı ağır cezalara çarptırılmamak için sefere
gidecek ustaların seçiminde titizlik gösterirlerdi.
Ordu esnafına sermaye olarak verilecek nakdi
para, kazadaki esnaf birliği içerisindeki diğer ustalardan toplanır ve bu paralar, sefer sırasında
üretim için gerekli malzemenin alımında kullanılırdı. Orducu çıkan esnaf alet edevatıyla orducu
başının maiyetinde belirli bir süre hizmet ettikten sonra sefer bitiminde orduyla geri dönerlerdi.
Orducu esnafı, sefer yolunda, savaş mahallinde
ve dönüş sırasında askerin giyim, kuşam, yiyecek, sağlık, silah, donanım ve tamirat gibi çeşitli ihtiyaçlarını ücret karşılığında karşılarlardı.
Halk da ordunun geçeceği güzergâhta belirlenen
bir mekânda ürettikleri şeyleri getirip geçerli
narh üzerinden ordu mensuplarına satabilirdi.
167
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Yeniçeri Teşkilatının 1826’da ortadan kaldırılmasından sonra yeni askerî yapılanma süreci içerisinde Sanayi Alayları kurulmuş; Orducu esnafı
teşkilatı lağvedilmiştir.
KAYNAKÇA:
Orhan Kılıç, “1585 Yılında Tebriz Seferine Çıkan Osmanlı Ordusunun İkmal ve İaşesi”, Askeri Tarih Bülteni, S. 46, s. 120-121;
Antoine Galland, İstanbul’a Ait Günlük Hatıralar,(çev. Nihat Sırrı
Örük), I, Ankara 1987, s. 110-111 ; Mehmet Zeki Pakalın,”Orducu
Esnafı”, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, II, İstanbul
1982; Şenol Çelik, “Osmanlı Sefer Organizasyonunda Orducu Esnaf ve İstanbul Orduları”, Eski Çağdan Modern Çağa Orducular,
İstanbul 2009, s. 355; aynı yazar, “Orducu”, DİA, XXXIII, s.370371.
Bekir ŞAHİN
ORHAN GAZİ
168
(d. 1281-ö. 763 / 1362)
Osmanlı Devleti’nin ikinci sultanı Orhan Bey,
“Ulu Bey” sıfatının yanında “Sultanu’l-guzat,
Şucâüddin, Seyfeddin ve Bahadır-ı Zaman” unvanlarını da taşımaktadır. Osmanlı hanedanlığına
ismini veren ve devletin kurucu Osman Gazi’nin
Mal Hatun bint Ömer adlı zevcesinden dünyaya
geldi. Doğum tarihi tartışmalı olmakla beraber genel kabul 680 (1281-82) tarihidir. Orhan çocukluğu ve gençliğini bir boyutu ile babası ve onun silah
arkadaşlarının fetihleri ile pişerken bir yönü ile de
devleti inşa eden düşünce ve bunu işleyen aktörlerin mutfağında yetişmiştir. Kuşkusuz Orhan’ın
yetişmesinde Ahiyan-ı Rum dediğimiz bir sosyal
sınıfın öncülerinin, aynı zamanda babasının hem
silah hem de fikir arkadaşı Ahi önderlerinin yeri
çok önemlidir. Nitekim şekillenen Orhan resminde Ahi değerlerinin hemen hepsini görmek mümkündür. Öyle ki yiğit ve civanmerd gibi değerleri taşımasına binaen sınırdaki tekfurlara karşı
yürütülen savaşlara katılmış ve bu bağlamda on
sekiz yaş civarında tutsak edilen Yarhisar tekfurunun kızı Nilüfer’le evlendirilmiştir (699 / 1299).
Babası Osman Gazi’nin Bilecik-Yenişehir fetihlerine katılan Orhan idarî tecrübesini de artırmak
üzere atabey Gündüz Alp ile Sultanönü diye anılan Karacahisar’a gönderildi. Osman Gazi’nin
İznik kuşatması (701 / 1302) ve Dimboz savaşına (702 / 1303) katıldığı anlaşılan Orhan, Lefke
seferinde (703 / 1304) Germiyanlılar’ın tehdidine karşı babasının güvendiği Saltuk Alp ve Köse
Mihal ile Eskişehir-Karacahisar’da kaldı. Özellikle Germiyan topraklarından Çavdar Tatar’ın
“Karacahisar’ın pazarına” yağma akını yapıp çekilme sürecinde Orhan yağmacıların peşine düşüp, harap halde bulunan Oynaşhisarı’nda, yağma mallarını ellerinden aldı ve Çavdar Tatar’ın
oğlunu ele geçirdi. Bu esnada Osman Gazi’de
buraya gelerek esirle bir antlaşma yaptı. Daha
sonra Osman, Germiyan-Çavdar saldırılarını
karşılamak üzere kendisi Karacahisar’da kaldığı
zaman güvendiği Orhan’ı yakın silah arkadaşları Akça Koca, Konuralp, Gazi Abdurrahman ve
Köse Mihal ile birlikte Sakarya’ya gönderdi (705
/ 1305). Âşıkpaşazâde, Orhan’ın kumanda ettiği
ilk seferin bu olduğunu belirtir. Orhan stratejik
önemi olan Karaçepüş, İznik önünde Karatigin,
Geyve Boğazı’ndaki Absu kalelerini fethetti. Bu
harekâtın hedefi İznik’e gelecek yardımı keserek
burayı teslim olmaya zorlamaktı.
Orhan bu seferlerde askerî tecrübe kazanmış
oldu. Artık Babasının yaşlanması ve rahatsızlıklarına bağlı olarak hareket edememesi sebebi ile kurulan yeni devletin kuvvetlenmesine ve
A
A
n
s
i
h
k
i
l
itibarının artmasına binaen Orhan Bey’in idarî
ve askerî yeterli yeteneğe sahip olduğu birçok
tecrübeler ile sabit olmuş idi. Bundan dolayı
1320’den itibaren babası tarafından âdeta halefi seçilmişti. Gerçekten bu tarihten sonra devlet
ve idare işlerinin hemen tamamen Orhan Bey’in
elinde bulunduğu görülmektedir. Bu durum karşısında ve tarihî kaynakların birbirini tutmayan
kayıtları bağlamında Osman Gazi’nin, idareyi oğluna bıraktıktan sonra ne kadar daha yaşadığı ve
ölümünden sonra mı Orhan’ın hükümdar olduğu, yoksa beyliğini tamamen oğluna terk ettikten
sonra mı vefat ettiği tartışma konusudur. Ancak
ortak kanaat 724 (1324) tarihinde daha babası
sağ iken Orhan Bey’in devletin başında olduğu
gerçeğidir. Babasının zamanındaki son seferi ise
Orhaneli üzerinedir.
Orhan beyliğin başına geçince Bizans Bitinyası’nın
iki büyük merkezi Bursa ve İznik üzerindeki
kuşatmayı sıkılaştırdı. 726 (1326) baharında
bütün kuvvetleriyle Bursa önüne gelerek şehri
teslime zorladı. Nihayet Tekfur’un teslim şartları
gereğince kaleden ayrılmasını müteakip Orhan
Gazi, belli başlı kumandanları Turgut-Alp, KöseMihal ve diğer gaza arkadaşları Şeyh Mahmud,
Ahi Şemseddin ve Ahi Hasan ile açılan kale kapılarından içeri girmiş (2 Cemaziyelevvel 726 (6
Nisan 1326 ) ve cuma namazını bir manastırda
kılmış idi. Burada özellikle Bursa tekfuru şehri terk edince Âşıkpaşazâde, “Pınarbaşı’nda Ahi
Hasan çıktı, burç üzerinde muhkem durdu, ondan sonra müslümanlar koyulmuşlardı kaydını
düşer. Orhan Bey’in verdiği emir üzerine askerler
şehri yağmalamamış, sadece kalenin tesliminde
yardımı dokunan ve şehirde kalmayı kabul eden
tekfur vezirinin gazilere verdiği paralar kabul
edilmiş idi. Kalenin yıkılan yerlerini tamir ettiren
Orhan Bey buraya muhafızlar koyup, emniyet
tedbirleri aldırdı. Ayrıca bir dizi imar faaliyetlerinde bulunduktan sonra babası Osman Bey’in
ölüm yatağında kendisine yaptığı vasiyeti yerine
getirerek naaşı kaledeki Gümüşlü-Künbed diye
tabir edilen türbeye defn ettirdi. Ahi Hasan ve yanındaki taraftarlarının Bursa’nın fethinden sonra
da bu şehrin imar faaliyetlerinde önemli rol almıştır. Nitekim Neşri’nin “beg sarayına yakın bir
yerde kendüye bir zaviye yaptırdı” ifadelerinden
şehrin inşasında da yer aldığı anlaşılmaktadır.
Diğer yandan Ahi Hasan ve tekkesi, sadece şehrin inşasında değil aynı zamanda Osmanlı yönetiminin, siyasetinin ve hatta beyinin belirlendiği
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
yer olmuştur. Âşıkpaşazâde’deki “ol zamanda
olan azizler bilece cem” olmuştu ifadesinden tekkenin ve Ahi Hasan’ın siyasî yapıya yakınlığını ve
belirleyici bir unsur olduğunu gösterirken, Osman Bey vefat ettiği zaman oğulları Alâeddin ve
Orhan Gazi ve devletin ileri gelenleri Ahi Hasan’ın
tekkesinde toplanarak hem Osman’ın terekesini
ortaya çıkarıp hem de oğulları arasındaki görev
dağılımını sağlayarak Orhan Gazi’nin bey olarak
meşruiyetini sağlamışlardır. Kroniklerde bu mealdeki bilgiler devletin bu süreçteki inşasında
Ahi Hasan ve taraftarlarının önemli rol oynadığını göstermektedir.
Bursa’nın düşmesi sonrasında Orhan Bey’in kuvvetleri İznik’i kuşattı. Bu durum İstanbul’da Bitinya bölgesinin tamamının kaybedilme endişesini uyandırdı. Bu bağlamda Bizans İmparatoru
III. Andronikos Paleiologos, Gebze önünde ki Eskihisar geçidinden denizi geçip abluka altındaki
İznik’i kurtarmaya karar verdi. İmparator ilkin
Türkler ile karşılaşmalarında tecrübe kazanmış,
yetenekli bir asker olan Mesothenia /Kocaeli valisi Kontofre’ ile buluşarak onun rehberliğinde yoluna devam etti. Osmanlı kroniklerinde çok kısa
anlatılan Pelekanon savaşı iki aşamada gerçekleşti. Birinci aşamada Orhan Bey klasik Osmanlı savaşı taktiğini uygulayarak Bizans ordusunu
ârızî bölgeye çekti. İkinci gün orada çevirme
stratejisi uygulayarak Bizans kuvvetlerini bozguna uğrattı. Savaş sonunda Bizans ordusu panik
halinde sahildeki kalelere ve özellikle Filokren’e
sığınmaya çalıştı. Orhan’ın kuvvetleri kaçanları
kovalayarak bir çoğunu esir aldı. Hatta imparator dahi paniği önleyemeyince gemiyle İstanbul’a
kaçtı. Orhan bütün Kocaeli’ni ele geçirdi; zaferden sonra İznik halkının hiçbir ümidi kalmadı.
Osmanlılar ablukayı şiddetlendirerek şehri teslim aldı (2 Mart 1331). İznik fethiyle Orhan Bey
İslâm dünyasında şöhret kazandı. Bu bağlamda
birçok sultan gibi Irak Celâyirli Sultanı Hasan
bile dostça ilişkiler kurdu. Bitinya’nın tamamına sağlamca yerleşen Orhan Bey’i o sırada gören
Arap seyyahı İbn Battuta onu “Sultan Osmancık
oğlu İhtiyârüddin Orhan Bey” diye anar ve zenginlik, arazi, askerî kuvvet bakımından Türkmen
sultanlarının en büyüğü olarak tanıtır.
1329’dan beri Bizans ile savaş durumunda olan
Orhan Bey’in yine Bizans ile savaş halindeki Aydınoğlu Umur Bey ile irtibat kurup, 730 (1330)
yılında onunla Saruhan’da buluşmuş ve Bizans’a
karşı ortak harekâta karar vermişlerdir. Nitekim
169
A
A
170
n
s
i
h
k
Anadolu’dan gazilerin akın yolunu kesen Gelibolu
Kalesi’ne saldırı, Aydınoğlu-Saruhanoğlu ve Orhan arasında bir görüşme sonunda kararlaştırılmış görünmektedir. Bu sırada emektar uç beylerinden Konuralp, Akyazı ve Mudurnu’ya yönelik
akın faaliyetlerini sürdürürken Bolu tarafındaki
Uzuncabel’de çetin bir savaş verilerek Akyazı’da
Tuz Pazarı’na gelinmişti. Diğer taraftan Gazi Abdurrahman, Geyve Boğazı’nda Karaçepüş ve
Absu’ya yerleşti. Batıda Bizans’a karşı savaşan bir
diğer uç beyi Akça Koca ise Kocaeli’nde Kandıra’yı
ve Ermini-ili’ni fethedip yerleşti. Bu esnada Samandıra fethinden sonra Aydos’ta üslenen Bizans
askeriyle çetin savaşlar yapıldı. Bu savaşlar sonrasında yani 1329 Pelekanon zaferinin ardından
Kocaeli’de Hereke ve sahil kasabaları Üsküdar’a
kadar Osmanlı topraklarına katıldı. 733 (1333)
yazında III. Andronikos, Chalkidike’den hareket
ettiği sırada Orhan’ın İzmit’i büyük bir ordu ve
mancınıklarla kuşattığı haberini aldı. İmparator
aldığı haber üzerine süratle şehrin yardımına
koştuğu esnada Orhan bir elçi heyeti göndererek, “ antlaşmaya razı olduğu takdirde savaştan
çekileceğini, fakat savaşmak isterse buna hazır
olduğunu” bildirdi. İmparator barışa razı olarak
anlaşma sağlandı. Anlaşma gereğince Orhan imparatorun dostu olacak ve Bizans’a tâbi şehirlere
karşı düşmanca hareketlere girişmeyecekti. Ayrıca İzmit önünde yapılan antlaşma bağlamında
imparator, İzmit kuşatmasının kaldırılması karşılığında Orhan’a yılda 12.000 altın ödemeyi kabul
etmiştir. Söz konusu anlaşma ile ilk defa Bizans
haraç-güzâr bir duruma düşmüştür.
1337 yılında ise Bizans imparatoru Arnavutluk’ta
asilere karşı seferde iken Orhan bunu fırsat bilerek İzmit’i kuşattı. Âşıkpaşazâde’ye göre, “İzmit’in
sahibesi bir hatun idi, İstanbul tekfuruna taalluku
vardı”. Hatun Orhan ile anlaşıp kaleyi ahidnâme
ile teslim etmek zorunda kaldı. Fetihten sonra Orhan, Aydos’taki gazileri şehrin muhafazasına tayin etti. Kiliseler mescide çevrildi. İdarî tedbir olarak da Şehzade Süleyman İzmit’e vali tayin edildi.
Ayrıca İzmit-Yalova Marmara sahilini koruma görevi Kara Mürsel’e verildi. Bizans’tan gelebilecek
saldırıları önlemek için Kandıra bölgesindeki uç
gazileri buraya getirildi. Boş kalan Akmeşe bölgesi Yahşi Bey’e Kandıra bölgesi ise Ak-Baş’a verdi.
İzmit’in fethinden sonra Orhan Bey ülkenin diğer
bölgelerinde de yeni idarî görevlere atamlar yaptı.
Bu çerçevede Bursa sancağına ikinci oğlu Murad’ı
gönderdi, bölgeye “Bey sancağı” adı verildi. Eskişehir yakınında ilk payitaht Karacahisar’a amca-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
sının oğlu Gündüz Alp’i tayin etti.
Yeni idarî yapılanmadan sonra Osmanlı unsurları birçok koldan taarruza geçtiler. Süleyman
Paşa, İzmit ucundan doğuda Taraklı Yenicesi, Göynük ve Mudurnu’yu doğrudan Osmanlı
idaresi altına aldı. Kaynaklara göre Süleyman
Paşa adaletle idareyi tesis ederek, birçok köy
halkı müslüman olmuştu. Diğer yandan Bizans
tarihçisi Gregoras, 738 (1337) yılı yazı sonunda İstanbul’a karşı Orhan’ın bir saldırısından
söz ederek imparatorun Edirne’de bulunduğu
esnada Orhan’ın otuz altı gemilik bir donanma
ile İstanbul civarına çıkarma yaptığını ayrıntılı
biçimde söz eder. Olay İstanbul’da korku uyandırmıştı. İstanbul önünde Osmanlılar’ın ilk defa
görünmesi Bizans’ın İzmit’e yönelik girişimi önlemeye dönük olmalıdır.
Osmanlı Beyliği’nin Batı Anadolu Beylikleriyle
ilişkileri genelde gazâ iş birliği çerçevesindeydi.
Ancak bu işbirliğin daha çok sınırlı kuvvetlerle
gazalara katılmayı esas alan carî işlem esasında
kalmıştı. Osmanlının merkez güç olma yolunda
yürüyüşü doğal olarak Karesi ve Germiyanoğulları ile rekabeti kaçınılmaz kıldı. Nitekim Orhan
A
A
n
s
i
h
k
i
l
döneminde Karesi beyi Demirhan ile Aclan arasındaki gerginlik vuku bulmuş ve bu bağlamda
Demirhan ile III. Andronik anlaşmıştı (1328).
Ayrıca başlangıçtan beri Germiyan beyleri bütün Batı Anadolu beyleri üzerinde egemenlik
iddiasındaydı. Ancak Osman’ın beyliği onun Bizans topraklarında akınına engel olmaktaydı.
Hatta Germiyanoğulları’nın tarihî rolünü şimdi Osmanlı Beyliği üzerine almıştı. Başlangıçta
Osmanlı Müslüman sınır komşusu beyliklerin
temel politikaları rekabet üzerine inşa edilirken
zaman içinde Osmanlı çekim gücü haline gelmesine bağlı olarak aynı kültürel tabana sahip halk
kitlelerinde Osmanlı yönetimine karşı ciddi bir
dönüşüm gerçekleşti. Tabanda zuhur eden Osmanlı sempatisi zamanla askerî bürokrasi kesimde ve hatta hanedan üyeleri içinde parçalanmalara neden oldu. Bu gelişimler çerçevesinde
Karesi gazileri gazâya devam etmek için Bizans’a
karşı güçlü Osmanlı beyi ile birleşmek istiyordu.
Orhan’ın yanına sığınmış olan Demirhan’ın küçük oğlu Tursun’u Karesi gazileri desteklemeye
karar verdiler. Hacı İlbey ile Karesi aristokratları
Demirhan’ın ölümü üzere Tursun’u davet ettiler.
Orhan, bu çerçevede İslam ülkesi olan Karesi
Beyliği’ni ülkesine katma noktasında meşruiyeti
sağladı. Tursun’a Behramkale ile zengin tuz geliri
olan Kızılca-Tuzla bölgesi bırakıldı. Osmanlı kroniklerine göre Orhan, Ulubat’ı emanla almış ve
tekfuru yerinde bırakmıştı. Göl etrafındaki kaleleri ele geçirip, bundan sonra Orhan ilk aşamada
Balıkesir üzerine yürüyüp ele geçirdikten sonra
Bergama Kalesi’ni kuşattı. Kale altına kardeşiyle
konuşmak üzere giden Tursun kaleden atılan bir
okla hayatını kaybetti. Buna içerleyen Orhan, bütün gücü ile şehir üzerine yürüyerek fethi gerçekleştirdi (735 / 1334-35). Karesi sancağına Süleyman Paşa’yı tayin eden Orhan içeride tepede yer
alan Biga’yı uç (uc) merkezi yaptı. Süleyman Paşa
idareyi ele aldıktan sonra Bizans’a ait stratejik
Bursa-Lapseki yolu üzerinde Kapıdağı, Aydıncık,
Biga, Kemer, Lapseki ve bütün sahil ovasını ve
sahilde yüksek antik surlarla korunan yarımadada Bizans’ın Pegae Kalesini fethetti. Burası stratejik bakımdan son derce önemlidir. Zira Bursa-Lapseki sahil yolu Anadolu’dan savaşçı gazi,
göçmen ve tüccarın Rumeli’ye geçiş yolu olarak
büyük önem kazanacaktır.
Biznas’ta Kantakuzenos’un önünü çektiği önemli
bir kesim hiç olmazsa Doğu-Roma topraklarının
Avrupa yakasını elde tutmanın Türk askerî gücü-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
nün elde edilmesinden geçtiğini düşünmekteydi.
Esasen birçok Türk, bu dönemde ücretli asker
olarak Bizans ve Latin devletlerinin hizmetine
girmiş, onların başlıca savaş gücünü oluşturmuştu. Kantakuzenos’un Osmanlı ittifakı o dönemin şartları dikkate alınırsa tamamıyla olağan
bir politika idi. Çünkü daha önce Gazi Umur
Bey ile de benzer ittifaklar içinde bulunulmuştu.
Bu çerçevede olsa gerek Kantakuzenos 1346’da
kızı Theodora’yı zevce olarak Orhan’a verdi. Merasim Kantakuzenos hatıratlarında detaylı anlatılır ve hatta o, kızının İslamiyeti kabul etmediğini söyler. Halbuki Kantekuzenos, kızının ne
olduğundan ziyade Orhan’dan isteyeceği askerî
yardımı düşünüyordu. Nitekim Kantekuzenos,
Orhan ile gerçekleştirdiği ittifaktan bir yıl sonra maiyetindeki 1000 kişilik kuvvetle İstanbul’a
girip sarayı kuşattı ve genç imparatorun ortağı
olarak tahta oturdu. Kantakuzenos’un İstanbul’a
ortak imparator olarak yerleştiği sırada Sırp
Kralı Duşan, Selanik’i kuşatma altına almıştı.
Kantakuzenos, Orhan ve Umur’un göndereceği
kuvvetlerle Duşan’a darbe vurmak üzere bir plan
hazırlayarak 1348 baharında Orhan, Süleyman
Paşa kumandasında Sırplar’a karşı büyükçe bir
kuvvet gönderdi. Kantakuzenos’un oğlu Mattheos, Sırplar’a karşı yürürken Süleyman ile 22
gemiden oluşan Türk deniz kuvveti Strumca/
Strymon nehri ağzına geldiği sırada gazi lideri
Aydın beyi Umur Bey’in ölümü (Safer 749 / Mayıs
1348) Kantakuzenos’un Sırplar’a karşı planını
sonuçsuz bıraktı. Süleyman, Kavala’nın Sırplar
eline düşmesinin ardından daha ileriye gitmedi
ve Anadolu’ya döndü. Serbest kalan Sırplar bütün Kuzey Yunanistan’ı, Tesalya ve Epir’i işgal
ettiler. Bu gelişmelere bağlı olarak V. Ioannes
Palaiologos gelip Mattheos’u Edirne’de kuşatma
altına aldı. İstanbul’da Kantakuzenos güveni kaybetmişti. Trakya’da durum kötüleşince Kantakuzenos, Cenevizliler’le barış yaparak bir Türk
kuvvetiyle hemen Trakya’ya hareket etti. Ona
karşı V. Ioannes Palaiologos ve Sırp ile Bulgar
kuvvetlerinden anti-Osmanlı bloku oluştu (1352
güz). Orhan, Kantakuzenos’un oğlunu desteklemeye karar verdi. Böylece Mattheos’a karşı savaş
Orhan’ın önemli rol aldığı bir Balkan savaşına
dönüştü. Sırp ve Bulgar askerleri Meriç boyunca
yerleşti. Orhan’ın, oğlu Süleyman kumandasında gönderdiği 10-12.000 kişilik süvari ordusu
duruma hâkim oldu. Süleyman Meriç üzerinde
Empithion’da Bulgarlar’ı yendi (1353 kışı).
171
A
A
172
n
s
i
h
k
1348’de veba salgını Rumeli’yi kasıp kavuruyordu. Duşan’ın, Trakya’da yerleşme çabasında bulunan Türkler’i bertaraf edip İstanbul’u almak amacıyla son bir hamleye hazırlanırken beklenmedik
ölümü (20 Aralık 1355) Balkanlar’da Osmanlı
kalıcılığına yol açtı. Bu tarihlerde İstanbul’da,
Osmanlı istilâsı karşısında bir Haçlı seferine bel
bağlayan ve Roma kilisesiyle patriklik arasında
birleşme yanlısı aydınlardan oluşan güçlü bir
grup vardı. Ayrıca Bizans’ta Kantakuzenos’un
desteklediği palamizm (hesychasm) dinî hareketi İstanbul’da papa taraftarlarına karşı mücadele
halindeydi. Özetle söylemek gerekir ise Balkanların ve Bizans’ın siyaseten ve dinen içine düştüğü bu kaotik durum Osmanlıların Balkanlar ve
İstanbul’a dönük politikalarının fiiliyata geçmesini ve onların bölgeye yerleşmesini kolaylaştırdı.
Süleyman Paşa’nın Trakya’da yerleşmesi ve
özellikle Türkler’in Balkanlar’a geçişini sağlayan Gelibolu’nun düşmesi üzerine 755 (1354)
İstanbul’da saray mensupları ve aydınlar
Kantakuzenos’un güttüğü politikanın iflâs ettiğini
görüyordu. Artan zıtlıklar karşısında Kantakuzenos tahtı bırakmak zorunda kaldı (Aralık 1354).
Bununla beraber Osmanlılar Kantakuzenos’un
oğlu Mattheos’a destek oldular. Öyle ki yanında
Anadolu Beyliklerinden para istemeyen, sırf ganimet akınına gelmiş 5000 Türk askeri bulunmaktaydı. Mattheos onları ganimet almaları için
Bulgaristan ve Sırplar üzerine gönderdi. Diğer
yandan boğaz kıyısına İstanbul karşısına gelen
Osmanlılar şimdi Trakya’da İstanbul doğrultusunda ilerlemekteydiler. Ortodoks inançlarına
sıkı sıkıya bağlı sıradan Rum halkı Katolikliğe
kesinlikle karşı idi; bu gerçek Osmanlı yayılışında önemli bir faktör olacaktır. Osmanlı idarecileri, bey ve ulemâ fıkhın Gayrimüslimlere tanıdığı
zimmet hukukunu izliyor, öte yandan itaat eden
Rum halkı Osmanlı egemenliğini kabul etmeyi tek
kurtuluş çaresi olarak görüyordu. İhtidalar İstanbul patriğini telâşa düşürmekteydi.
Bunun ardından Süleyman Paşa askerini kışı geçirmek üzere Tzympe (Cinbi / Çimbi) Kalesi’ne
yerleştirdi. Bu esnada Süleyman Kapıdağı-Aydıncık-Lapseki sahil ovasını fethetti. Daha sonra Süleyman Paşa, Bolayır fethi için Kemer’den bir ordu
ile hareket etmiştir. Düstûrnâme’de Gelibolu Tekfuru Esen’in oğlunun tutulduğu ve müslüman olarak Melik Bey adını aldığı, bu şahsın Süleyman’ı
sürekli Rumeli fethi için desteklediği, Lapseki’de
yapılan gemilerle geceleyin asker taşındığı bilgisi
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
yer alır. 1354de Geliboluyu alan Orhan Bey çekilmeye dönük Bizans tarafından gelen teklifleri
kabul etmeyerek Gelibolu’ya yerleşti. Bu sırada
iyice yaşlanmış olan Orhan görevinin yerine büyük oğlu Süleyman Paşa’nın harekâtı idare ettiği
görülmektedir. Gelibolu’da Osmanlı ilerleyişine bağlı olarak birçok kesimden insan bölgeye
nakledildi. Buraları yeşerten kitle önderlerinden
biride Ahi Musa olup Gelibolu’ya kendi adına
zaviye inşa ettirmiştir. Orhan ve I. Murad zamanında yaşayan Ahi Musa ismine ilk defa Receb
767 (Mart1366) tarihli bir temliknâmede rastlanmaktadır. Sultan I. Murad tarafından tanzim
ettirilen bu kayıtta, ismi geçen hükümdarın Ahi
Musa’ya Malkara’da vakıf tahsis ettiği, ayrıca ona
daha önce Ahilerden kuşandığı şeddi/kuşağı kendi eliyle kuşatıp sözü edilen yere Ahi tayin ettiği
ve Ahilik icazetnâmesi verdiği kaydedilmektedir.
Temliknâmede ayrıca Ahi Musa ailesinin bazı
vergilerden muaf tutuldukları da ifade edilmektedir.
758’de (1357) Orhan, küçük oğlu Halil’in İzmit
körfezinde “korsanlar” tarafından tutsak edilip
Eski Foça’ya götürüldüğünü öğrendi. Aslında,
1329’da III. Andronikos, Cenevizliler’i Sakız’dan
çıkardığı zaman Leo Kalothetos’u Sakız’a vali
yapmıştı. Olayların gelişi, Halil’in tutsaklığının
aslında Bizans sarayının Orhan’ı barışa zorlamak için bir tertib olduğunu gösterir. Nitekim Orhan, Theodora’dan olan çok sevdiği oğlu Halil’in
kurtarılması için imparatora başvurdu. Bizans
diplomasisi durumdan fazlasıyla yararlandı ve
Orhan’a bir antlaşma imzalattı. Bu antlaşma
ile Osmanlılar, Rumeli’de Osmanlı topraklarını
genişletmek için şimdiye kadar Kantakuzenos
ailesiyle yaptıkları iş birliği politikasından vazgeçiyor, önemli bir bekleme ve gerileme dönemine girmiş görünüyordu. Gerçekten 760 (1359)
yılından Halil kurtarılıncaya kadar Rumeli’de
Osmanlılar’ın yayılma faaliyetleri durdu. V. Ioannes, bir taraftan Orhan’la antlaşma düzenlerken
öbür yandan papanın Rumeli’ye acele bir Haçlı
kuvveti göndermesine umut bağlıyordu. Bizans,
Haçlı yardımıyla denizden Boğazlar’ı kesmek,
Rumeli’deki Türkler’i yok etmek stratejisini izlemekteydi. Osmanlılar için cidden kritik bir
durum ortaya çıkmıştı. Zorunluluk altında yapılan bu antlaşma Rumeli yakasında bir avuç
Osmanlı’yı umutsuz bir durum içine atmak demekti. Kendi başına bırakılan Mattheos Kantakuzenos da bu sırada Sırplar tarafından esir
A
A
n
s
i
h
k
i
l
alınarak imparatora teslim edildi (1358). Böylece İstanbul, Trakya’da durumu kendi lehine
çevirmiş bulunuyordu. Gaziler yeni durum karşısında ümitsizlik içindeydiler. Karesili gaziler,
Rumeli’ni boşaltmaya kesinlikle karşı olmalıdır.
Çimbi ve Gelibolu fethinden sonra Karesi’den
halk Rumeli’ye geçip yerleşmeye, köyler kurmaya başlamıştı. Orhan bu tarihte yeni bir felâketle
sarsıldı. Süleyman bir kazada yahut bir suikast
sonucu hayatını kaybetti (758 / 1357).
Halil’in kurtarılması için Bizans imparatoru 759
(1358) baharında üç kadırgasıyla Foça üzerine
hareket etti. Orhan’ın dostu Saruhan beyi İlyas
da aynı zamanda karadan yürüdü ve şehri kuşattı; fakat bir sonuç alamadılar. İmparator Orhan’a
danışmadan İstanbul’a döndü. Eski Foça’nın
hâkimi Kalothetos, Halil için büyük bir meblağ
koparmaya çalışıyordu. Orhan anlaşmayı bozacağını söyleyip tehdit etti. İmparator hemen
Orhan ile buluşup sultanı yatıştırarak tekrar
Foça’ya gitti, ancak bu sefer de sonuç vermedi.
760 (1359) baharında Üsküdar’a gelen Orhan
ile Arkla’ya (Kızkulesi) gelen imparator arasında elçiler aracılığıyla görüşme başladı. Bizans,
Orhan’ın güç durumundan sonuna kadar yararlanmak istiyordu. Orhan’a yeni şartlar kabul ettirildi. Orhan fidye olarak 30.000 Venedik altını
ödedi ve Halil kurtarıldı. Diğer yandan V. Ioannes
Palaiologos’un Türkler’e karşı Papa V. Innocent’e
bir Haçlı seferi için başvurusu (1355 tarihinde)
1359 tarihinde karşılık bulmuş ve Venedik’in
sağladığı gemilerde Rodos, Venedik, Ceneviz ve
İngiliz askerleri Türkler’e karşı Haçlı ordusunu
oluşturmaktaydı. Bizans askerinin de katıldığı bu
Haçlı ordusu, Türkler’in Avrupa’ya geçiş iskelesi
olan Lapseki’ye çıkarak yaktılar. Bunlar gemilerine dönerken pusudaki Türkler’in saldırısına
uğradılar, karmaşa içinde kaçarken çoğu kılıçtan geçirildi. Bu hadisenin ardından Trakya’da
Osmanlılar’ın en önemli hamlesi olan Edirne’nin
fethi gerçekleşti. Osmanlı kroniklerinde Edirne
fethi için 1363, 1364, 1369, 1371 gibi tarihler
verilir. Ancak İnalcık’a göre, Edirne 762 (1361)
yılında Şehzade Murad ve lalası Şâhin tarafından
ele geçirilmiştir
Edirne’nin fethinden az sonra yaşı oldukça ilerlemiş olan Orhan Cemâziyelevvel 763 (Mart 1362)
Bursa’da vebadan öldü. Türbesi Bursa’da babası
Osman Gazi’nin yanındadır. Orhan Bey vefat ettiğinde Süleyman Paşa, Murad, İbrâhim, Halil ve
Kasım adlı beş oğlundan Murad, İbrâhim ve Halil
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
hayattaydı. Orhan Bey’in Bursa’nın fethi üzerine
727 (1327) tarihinde İlhanlı sikkeleri tipinde gümüş sikke bastırdığı bilinmektedir. Ona ait beş
tip sikke tespit edilmiştir. Orhan döneminde bürokrasi oluşmuştur. Hüseyin Hüsâmeddin’e göre
ilk vezir, Asporça Hatun vakfiyesinde adı geçen
ulemâdan Kemâleddin oğlu Alâeddin Paşa’dır.
Devletin bu kuruluş sürecinde Âşıkpaşazâde’nin
ifade ettiği dört sınıftan başka fakih ve ulemadan kişiler kurmuş ve yürütmüştür. Bu ulema
ve bürokratlardan Alâeddin, Sinâneddin ve Çandarlı (Çendereli) Kara Halil İslâm hukukunu ve
kurumlarını iyi bilen yetenekli kişilerdi. Ayrıca
Sultan Orhan, kadı yetiştirmek üzere İznik’te
mutasavvıf Dâvûd-i Kayserî idaresinde ilk medreseyi kurmuştu (731/1331). Orhan Gazi devrinde askerî teşkilâtın yeniden düzenlemesi yapılmıştır.
KAYNAKÇA:
Nizâmeddîn-i Şâmî, Zafernâme, Ankara 1987, s. 301-324;
Esterâbâdî, Bezm ü Rezm, Ankara 1990,s.56, 70-112; Enverî,
Düstûrname, I, İstanbul 1976,87-91; Âşikpaşazâde, Tevarih-i
Al-i Osman, (haz. Y. Saraç-K.Yavuz), İstanbul 2007, 64-80,100;
Dukas, Bizans Tarihi, İstanbul 1956, s. 8-9, 26-43; Oruç b. Âdil,
Oruçbey Tarihi, (haz. N. Ötürk), İstanbul 2007,s.15,20,; Neşrî,
Kitab-ı Cihannümâ,(K. Köymen-R. Unat), Ankara 1987, I,s.
173
A
A
n
s
i
h
k
138-200; İbn Kemâl, Tevârîh-i ÂI-i Osman, Ankara 2000, s. 5-191;
İdrisi,Heşt Bihişt, (haz. M. Kartaş-S.Kaya, Y. Baş), Ankara 2008, I,
s. 186-212; Hoca Sadeddin, Tacü’t-Tevarih,(haz. İ. Parmaksızoğlu),
İstanbul 1996, s. 131,145,169-70; Solakzade, Tarih, (haz. V. Çubuk), İstanbul 1996,s.45; İbn Battuta, Seyahatnâme (trc. A. Sait
Aykut), İstanbul 2004, I, 430; Ahmedî, Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-i
Âl-i Osmân (haz. Çiftçioğlu N. Atsız, Osmanlı Tarihleri I içinde),
İstanbul 1949, s. 10-14; Şükrullah Çelebi, Behcetü’t-Tevârîh (trc.
Nihal Atsız, a.e. içinde), İstanbul 1980, s. 53-54; M. Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara 1959, s. 120; aynı yazar,
“Abdal Musa”, TK, XI/124 (1973), s. 6-15; K. M. Setton, The Papacy and the Levant (1204-1571), Philadelphia 1976-84, I-VI; E.
Zachariadou, Trade and Crusade. Venetian Crete and the Emirates
of Menteshe and Aydin (1300-1415), Venice 1983, s. 7-12; G. Soulis, The Serbs and Byzantium during the Reign of Tsar Stephen
Duķan (1331-1355) and his Successors, Washington 1984,s. 120180; J. V. A. Fine, The Late Medieval Balkans, Ann Arbor 1987,s.
23-89; Cemal Kafadar, Between Two Worlds: The Construction of
the Ottoman State, Berkeley 1995, s. 13-90; H. W. Lowry, The Nature of the Early Ottoman State, Albany 2003, s. 10-90; Feridun
M. Emecen, İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası,
İstanbul 2005, s. 23-79; M. Tayyib Gökbilgin, “Orhan”, İA, IX, s.
399-408; Halil İnalcık, “Orhan”, DİA, XXXIII, s. 386; P. Wittek,
Menteşe Beyliği, Ankara 1944, s. 7; J. Von Hammer Purgstal, Büyük
Osmanlı Tarihi, İstanbul 2010, I, s.101-149; İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi I, Ankara 1972, s. 60-150; H. Mustafa Eravcı-Mustafa
Korkmaz, Saruhanoğulları, Manisa 1999,s. 21-34.
H.Mustafa ERAVCI
Eserleri: Bursa Orhan Camii: Cami’nin inşa-
sı taç kapısı üzerinde yer alan onarım kitâbesine
göre, Sultan Orhan Bey (1326-1360) tarafından
740 (1339-40)’ta emredilmiştir. Caminin mimarı
hakkında herhangi bir bilgi mevcut değildir.
Zâviyeli cami; 8.75 x 9.64 m ölçülerinde mihraplı
hacim ve önündeki sofaya (kapalı avlu) açılan yan
mekânlar ile beş bölümlü bir son cemaat revağından meydana gelmektedir. Yan mekânların kuzey
kısımlarına, doğu-batı doğrultusunda uzunlamasına dikdörtgen plânlı küçük odalar yerleştirilerek, sofanın önünde bir giriş mekânı düzenlenmiştir. Mihraplı hacim, üçgen prizmalı tromplarla
geçilen oval kubbe, sofa ve yan mekânlar ise pandatifli kubbelerle örtülüdür. Ortada sofaya açılan
birer eyvan niteliğindeki bu mekânların zemin
kotları, mihraplı bölümde biraz daha yüksektir.
Caminin kuzeydoğu köşesinde, yapı bünyesine
dahil edilmiş tek şerefeli minare yer almaktadır.
KAYNAKÇA:
174
Hans Wilde, Brussa Eine Entwickelungsstätte Türkischer Architektur In Kleinasien Unter den Ersten Osmanen, Berlin 1909, s.11-12;
Sedat Çetintaş, Türk Mimari Anıtları-Osmanlı Devri-Bursada İlk
Eserler, İstanbul 1946, s.17-22; Albert Gabriel, Une Capitale Turque Brousse Bursa, I Texte, Paris 1958, s.46-49; Semavi Eyice, “İlk
Osmanlı Devrinin Dini-İçtimai Bir Müessesi Zâviyeler ve ZâviyeliCamiler”, İÜİFM, XXIII/1-2, Ekim 1962-Şubat 1963, s. 37-38; Aptullah Kuran, İlk Devir Osmanlı Mimarisinde Cami, Ankara 1964,
s. 67-71; Ekrem Hakkı Ayverdi, “Orhan Gazi Devrinde Mimârî”,
Yıllık Araştırmalar Dergisi, I, Ankara 1957, s.127-131; aynı yazar
İstanbul Mi’mârî Çağının Menşe’i Osmanlı Mi’mârîsinin İlk Devri
I 630-805 (1230-1402), İstanbul 1966, s. 61-89; Sedat Emir, Erken
Osmanlı Mimarlığında Çok İşlevli Yapılar: Kentsel Kolonizasyon
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Yapıları Olarak Zaviyeler, II, İzmir 1994, s.37-50; Doğan Kuban,
Osmanlı Mimarisi, İstanbul 2007, s. 83-85.
Tolga BOZKURT
ORTA SANDIK
Ahi birliklerinin Ahilik düşüncesine uygun şekilde iktisadî hayatın düzenlenmesi, ekonomik faaliyetlerin devam ettirilebilmesi, esnaf
ve sanatkârlar arasında dayanışmanın sağlanabilmesi ve esnafın ihtiyacı olan desteğin karşılanabilmesi için bir araç olarak kullanılmak
üzere kurulan ve işletilen birime Orta Sandık
denilmekteydi. Eskiden beri Anadolu’da Türklerin yaşadığı yerlerde her esnafın “Esnaf vakfı”,
“Esnaf sandığı” ve “Esnaf kesesi” adıyla bilinen
karşılıklı yardımlaşma ve sosyal güvenlik sandığı
mevcuttu. Bu bağlamda Ahilik teşkilatı yardımlaşma sandığı da denilen orta sandık oluşturmuştu. Orta Sandık, bir şehirde ve kasabada
her ana meslek kolu için ayrı ayrı kurulurdu.
Sandık, esnaf şeyhinin yönetiminde, kethüda ve
yiğitbaşı gözetim ve denetimi altında faaliyetlerini sürdürürdü. Orta sandığın temsilcisi olan bu
görevliler loncaya karşı sorumluydu. Lonca, her
zaman esnaf sandığının hesaplarını inceler, sandık mevcudunu sayardı. Bununla birlikte lonca,
arzu eden her meslek ustasının istediği zaman
loncaya gelerek inceleme yapmasına ve bilgi almasına müsaade ederdi. Orta sandığın esnafı
tefecilerden korumak, hammadde temin etmek,
esnafın yaşayabileceği olumsuzluklar karşısında
zararının telafisi, hasta ve çalışamayacak durumdakilere yardım etmek gibi önemli işlevleri vardı.
Her esnaf birliğinin sandığında altı kese (torba)
mevcuttu. Atlas kese; esnaf vakfının değerli evrak ve senetleri bunun içinde saklıdır. Yeşil kese,
esnafa ait mülkler ile vakıf tapuları muhafaza
edilmektedir. Örme kese, ihtiyaç halinde kullanılmak üzere muhafaza edilen nakit paraya mahsustu. Kırmızı kese, işletmeye verilen paraların
senetleri konulurdu. Ak kese; tüm gider senetleri
ve geçmiş yıllara ait onaylanmış sandık hesapları
yer alırdı. Kara kese, zamanında ödenmemiş senetler ile bunlarla ilgili evraklar saklanırdı.
Orta sandığın gelir kalemleri arasında esnaftan
alınan aidatlar, Padişahlar için düzenlenen alaylar, esnafın mülk kiraları, sandıkta biriken paranın neması, bağışlar, çırak, kalfa ve ustaların terfi ettiklerinde iş yeri sahipleri ya da ustalarının
A
A
n
s
i
h
k
i
l
verdikleri terfi harcı parası, kalfa ve ustaların askere
alınanların aileleri için toplanan para, esnaf satışından alınan pay, toplu gezintiler, evlilik, sünnet düğünlerinin masraflarını karşılamak için davetli esnaftan alınan paralar yer almaktaydı. Orta sandığın
giderleri arasında ise sosyal amaçlı esnaf toplantılarının masrafı, esnaf mensuplarına dağıtılmak üzere
hammadde alımına sarf edilen para, vakıf mülklerinin tamiri, vergiler, aidatlar, maaşlar, hayır işlerine harcanan paralar, fakirlere, hastalara, cenaze
defin işlerine, ekonomik durumu kötü olan esnafa
ve işini büyütmek isteyen esnafa yapılan yardımlar
oluşturuyordu. Orta sandık sayesinde Ahi birliklerine mensup meslek erbabının çalışanı ve emeklisi
ile çalışırken sakatlanıp iş göremez hale gelenlerin
yaşamlarını onurlu bir şekilde sürdürebilmeleri için
her türlü ekonomik ve sosyal güvenliği sağlanmıştır.
KAYNAKÇA:
Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara 1989, s. 134,
135, 136; Mithat Gürata, Unutulan Adetlerimiz ve Loncalar, Ankara
1975, s.108; İsmet Uçma, Bir Sosyal Siyaset Kurumu Olarak Ahîlik,
İstanbul, 2011, s.126, 127, 128; Yusuf Ekinci, Ahîlik, Ankara 2011,
s.71, 72, 266; Zekeriya Kurtulmuş, “Ahilik ve Günümüze Yansımaları”, Ahilik, (ed. Bakır Çakır, İskender Gümüş), Kırklareli 2011, s.46.
M. Murat ÖNTUĞ
ORTA YOL AHİLİK
Refik Soykut tarafından yayımlanan (Ankara 1971)
ve bir giriş ile yedi kısımdan meydana gelen bu eserin insanoğlunun bir yol arama ve kendine dönüş
çabası düşüncesiyle kaleme alındığı anlaşılıyor.
Eserin giriş kısmında yazar, 1950’li yıllardaki hatıratından, dostlarıyla olan anılarından bazı kesitler
ve Kırşehir’in tarih içindeki yeri hakkında bilgi verir. Akabinde yabancı hayranlığına eleştirel bir gözle bakar ve öze dönmekten bahseder. Bunu takiben
Anadolu Selçukluları döneminde Kırşehir’in tarihî
ve kültürel yerine, bilim yuvası olan medreselere,
Âşık Paşa’nın Garibnâmesi gibi Kırşehir’de Türkçe olarak kaleme alınan esere ve Anadolu’da Ahilik
teşkilatının kurucusu olarak bilinen Ahi Evran’a ve
Ahilikle ilgili uygulamalara işaret eder. Ahiliğin tarihî
kısmında ise genel olarak fıkıh, fütüvvet, fütüvvetin
Anadolu’ya gelişi, Ahilikte iktisadın yeri üzerinde kısaca durulur. Sonra Ahiliğin temeli olarak üç önemli
unsur yazarca ön plana çıkarılır: Ahlak-Akıl-Bilim.
Yazar, Ahilik kurumu ile ilgili geleneksel ve hukukî
uygulamaları, eserin ayrı bir kısmında ele alır ve bu
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
kuruma mensup olanları toplumun orta kesimi
olarak kabul eder. Ahilikte temel bazı prensiplerin
günümüze uyarlanışı ile ilgili görüşler ise eserin
son kısmında yer alır.
Halk kesimine hitap edilecek bir tarzda kaleme
alınan bu eserin sonuç kısmında yazar, Ahiliğin
ahlak ve akıl ile beslenen, bilim ve çalışma ile güçlenen bir felsefî düşünce olduğunu vurgular.
İlhan ŞAHİN
OSMAN I
(ö. 724 / 1324)
Osmanlı Devleti’nin ve hânedanlığının kurucusu (1302-1324) ilk Osmanlı kaynaklarına göre
Anadolu’ya gelen bir Türkmen boyuna mensup
olup Söğüt uç (uc) bölgesine yerleşen Ertuğrul
Gazi’nin oğludur. Ahiler hakkında önemli bilgi veren İbn Battuta adını Osmancuk şeklinde de verir. Ailenin menşei ve şeceresi kaynaklarda farklı
şekillerde kayıtlıdır. Osman’ın babası Ertuğrul’a
bağlı aşiretin Sultanöyüğü (Sultanönü)-Eskişehir
bölgesinde sınır (uç) hattının en ileri kesiminde
Söğüt’e nasıl ve ne zaman geldiği hakkındaki rivayet belirsizdir ve yanlış hâtıralar içerir. XV. yüzyıl Osmanlı kaynaklarından Neşrî’deki bir kayıtta
Ertuğrul’un, aşiretiyle Sürmeli Çukur’a (Aras vadisi) kadar Anadolu ve Azerbaycan’da dolaştıktan
sonra gelip Engüri’ye (Ankara) yakın Karacadağ’a
indiği anlatılır (bugün Ankara’nın güneyindeki
Karacadağ eteğinde tipik bir Türkmen köyü olan
Yaraşlı vardır; buranın eski adı Gülşehri’dir; bu
dağ üzerinde Karacadağ yaylasında Antikçağ’a ait
önemli şehir arkeolojik araştırmalara konu olmuştur). Ertuğrul’un Selçuklu Sultanı Alâeddin’e
bir savaşında yardımcı olduğu rivayeti aslında
tarihî bir gerçeğin belirsiz bir hâtırasını yansıtır. Nitekim İznik Laskaris hükümdarlarından
III. Ioannes Vatatzes döneminde (1222-1254) uç
Türkler’iyle bilhassa 1225-1231 yılları arasında
savaş alevlenmiş, I. Alâeddin Keykubad Bitinya
(Bithynia) uç bölgesine gelerek mücadeleye katılmıştır. Bizans kaynakları ve Suriyeli İbn Nazîf
kroniği Alâeddin’in seferleri hakkında kesin deliller sağlamaktadır. İbn Nazîf, Sultan Alâeddin’in
Vatatzes’e karşı savaşta bazı kaleleri fethettiğini
zikreder. Osmanlı rivayetinde Sultan Alâeddin’in
Karacahisar’ı fethi hakkındaki bilgi bu çerçeve-
175
A
A
176
n
s
i
h
k
de tarihî bir gerçeklik kazanır. İbn Nazîf’e göre
Bizans-Selçuklu mücadelesi Alâeddin’in “büyük
kaleleri” fethi üzerine 1227’de başlamış, fakat
Vatatzes Selçuk ordusunu bozmuş, savaş kesin
bir sonuca ulaşmadan 1229’da devam etmiş,
Celâleddin Hârizmşah’ın Selçuklu doğu topraklarını tehdit etmesi (Yassıçimen savaşı, 1230) ve
ertesi yıl bir Moğol ordusunun Sivas’a kadar gelmesi üzerine Alâeddin Keykubad barış yapmıştır
(1231). Alâeddin’in 622’ye (1225) doğru Ankara
uç bölgesine geldiği hakkında kanıtlar mevcuttur.
Ona ait Akköprü kitâbesi 619 (1222) tarihini taşır
ve Ankara Kalesi’nde Alâeddin’e nisbet edilen bir
cami vardır. Alâeddin ayrıca Konya’dan Ankara’ya
gelişinde Şereflikoçhisar’da ve Beypazarı’nda
camiler yaptırmıştır (622 / 1225). Ertuğrul’un
Sultan Alâeddin ile bu bölgeye geldiği rivayeti
Yazıcızâde’nin eserinde yer alır.
Ertuğrul’un Alâeddin Keykubad’a bir savaşta yardımcı olduğu, sultan tarafından kendisine ilkin
Karacadağ’da, ardından Söğüt’te yurt verildiği
rivayeti, Laskarisler’e karşı savaşların Türkmen
toplumu arasında yaşayan bir hâtırası olmalıdır. Karacahisar ilk defa o zaman alınmış, sonra
terkedilmiştir. Ankara-Eskişehir uç bölgesinden
hareket eden Ertuğrul’a en ileri hatta Söğüt’te
yurtluk, Domaniç’te (Domalic) yaylak verildiği
anlaşılmaktadır. Ertuğrul’un halkı Söğüt’te yerleşmiş olmakla beraber yazın sürüleri Domaniç’e
yaylaya götürülüyordu. XIII. yüzyıl ortalarında
Sultanöyüğü bölgesinde Türkmenler’in köylerde
yerleşip yarı göçebe hayata geçtikleri açıktır. Diğer
Batı Anadolu Beyliklerinin kuruluşunda olduğu
gibi bu bölgede de halk arasında alp gaziler gazâ
akınlarını örgütlemekteydi. Kendisi de bir alp
olan Osman’ın gazâ faaliyetine başladığı tarihten
(683 / 1284 Kulaca fethi) önce Eskişehir ucunda
durum şöyle idi: Bizans ile sınır Bilecik’te başlıyordu. Sultanöyüğü ile Bilecik arasındaki uç bölgesinde yerli tekfurlar Selçuklu sultanını tanıyor
ve bölgede yaylak ve kışlakları olan Türkmenler
ile barış içinde yaşıyordu. Ertuğrul’un merkezi
Sultanöyüğü ucunda en ileri hatta Söğüt kasabası
idi.
Neşrî’deki rivayete göre Osman gençliğinde babası Ertuğrul ile Söğüt’te oturuyordu. Bu dönemde
Osman’ın İtburnu köyünden bir kadınla macerası
dolayısıyla anlatılan hikâye tarihî ilginç noktalar
içerir (İtburnu köyü Sultanönü tahrir defterlerinde kayıtlıdır; haritalarda Beştaş’a yakın İtburnu
köyü Yukarı Söğüt ile Aşağı Söğüt arasında bir
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
köydür). Bu macerada Osman’ın İnönü beyi ile
dostluğu, Eskihisar beyi ve Eskişehir beyi ile
savaştığı anlatılır. Bu bilgiler 659-679 (12601280) yılları arasında bölgedeki siyasî durumu
yansıtır. Eskihisar, Eskişehir’e yakın hâkim tepedeki höyük (Şarhöyük) üzerindeydi, höyük
Eskiçağ’lardan beri çeşitli kültürlere sahne olmuştur. Buradaki hisarda bir beyin oturduğu ve
Eskişehir beyine bağlı olduğu anlaşılmaktadır.
Eskişehir kaplıcalarının bulunduğu Ilıca karşısında Odunpazarı bayırında müslümanların
kurduğu Eski (Yeni) şehir 1260’a doğru Selçuklu-Moğol nâibi Cacaoğlu Nûreddin’in oturduğu
yerdi. Cacaoğlu’nun valiliği sırasında Sultanöyüğü bölgesinde Eskişehir oldukça gelişmiş bir yerdi. Vakfedilen köyler arasında Eğriözü, Göçözü,
Alıncak, Sevindik, Sarıkavak, Direkli köyleri bölgede Türkmen yerleşmesinin açık bir kanıtıdır.
Sonuç olarak Osman Gazi’nin gençliğinde Eskişehir ve etrafında yerleşik hayatın oldukça gelişmiş olduğu söylenebilir. Eskişehir, Eskihisar,
İnönü ve Söğüt’te oturan ve birbiriyle rekabet halinde bulunan beyler hakkında Neşrî’deki rivayet
Cacaoğlu vakfiyesiyle tarihî gerçeklik kazanmaktadır. Ertuğrul’un oğlu Osman bu mücadelede
bir taraf olarak görünmektedir. Söğüt’te “Ertuğrul canı için” bir çiftlik vakıf dikkati çeker. Bu
resmî kayıt Ertuğrul hakkında en eski belgedir.
Osman’ın ve babası Ertuğrul’un mensup bulunduğu boyun hangisi olduğu konusu tartışmalıdır.
Kayı (Kayıg) boyu XI. yüzyılda diğer Oğuz boyları
gibi büyük kitleler halinde Anadolu’ya gelmiş ve
küçük gruplar halinde ülkenin çeşitli bölgelerine
yerleşmiştir. Bunu Anadolu’da yer adları haritası
kanıtlamaktadır. Osman ailesinin ortaya çıktığı Sultanönü bölgesinde Kayı veya Kayı-ili adıyla köylere rastlanır. Hânedan kuran diğer Türk
boyları gibi Osmanlılar Kayı damgasını bir egemenlik sembolü olarak sikkelerinde ve önemli
eşyada kullanmışlardır. M. Fuad Köprülü’ye göre
Kayılar, Osmanlı Devleti’nin ilk etnik çekirdeğini
oluşturmuştur. Osman’ın aşireti hakkında kroniklere aktarılan bilgiler ve uydurma jenealojiler
hiçbir tarihî esasa dayanmaz. Kroniklerde genel
giriş kısmında efsaneleşmiş birtakım belirsiz iddia ve gelenekler içerdikleri tarihî bilgileri ayırt
ederek kullanılmalıdır. Paul Wittek, Osmanlı
hânedanının Kayı aşiretiyle ilgisi olmadığı tezini
savunur; Osman’ı Oğuz Han’a bağlayan soy kütüğünün hânedan siyaseti etkisiyle II. Murad döneminde ortaya çıktığını vurgular. 1380’lerde kü-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
çümseme amacıyla Kadı Burhaneddin, Osman’ın
bir kayıkçı oğlu (Kayıg boyu kelimesinden) olduğunu söylemiştir. Timur, Yıldırım Bayezid’e
bir mektubunda Osmanlı sultanına bir kayıkçı
Türkmen soyundan geldiği gerekçesiyle hakaret
etmek istemiştir. Osmanlı hânedanın soyu meselesi Timur’dan sonra oğlu Şâhruh zamanında bir
diplomatik tartışma konusu olmuştur. Timur,
Anadolu’dan ayrılmadan önce Osmanlı çelebi
sultanlar dahil bütün beylere birer yarlık vererek
egemenliklerini tasdik etmişti. Oğlu Şâhruh karşıtlarını bertaraf edip tahta yerleşince I. Mehmed
ve II. Murad’a ferman ve hil‘atler göndererek kendisine bağımlılıklarını göstermelerini istemiş,
Osmanlı sarayı bu baskı ve tehdit karşısında ciddi bir kaygıya düşmüştü. Saraya yakın Yazıcıoğlu
ailesinden Ali, o zaman Târîh-i Âl-i Selçuk’unda
(yazılışı 840 / 1436-37) Osman’ı Kayı’ya bağlayan
soy kütüğünü koymuş ve Osman’ın Oğuz Han’ın
büyük oğlu Gün Han’ın oğlu Kayı’nın soyundan
geldiğini ileri sürerek Timur ve Şâhruh’un üstünlük iddiasını çürütmek istemiştir. Oğuznâme’ye
göre Oğuz Han yirmi dört boy arasında egemenlik kavgası olmaması için töre koymuş, her birinin mansıbını, nişan ve damgasını tayin etmiştir. Oğuz’un öncelik verdiği oğlu Gün Han’dır.
Ona bağlı boylar başta Kayı olmak üzere Bayat,
Alkaevli, Karaevli’dir. Kayı’nın damgası “IYI”dır.
Oğuz Han’ın kendisinden sonra töre gereği Kayı
hanlar hanı olmuştur. Âşıkpaşazâde, Târih’inde
Osman’ın soy kütüğünü Oğuz Han’a kadar götürür. Bu soy kütüğü Yazıcıoğlu tarafından
Reşîdüddin’in Câmi‘u’t-tevârîh’indeki Oğuz faslından alınmıştır. Oğuz Han rivayeti çeşitli Türk
devletleri tarihlerine az çok farklarla geçmiş (bu
arada özellikle Akkoyunlular ve Timur tarihlerinde), Osmanlı tarihlerine ilk defa Yazıcızâde
Ali’nin Târîh-i Âl-i Selçuk’unda ayrıntılarıyla
nakledilmiştir. Osmanlı sultanları bundan sonra
bu teoriyi hararetle benimsemiş ve bir Oğuzculuk geleneği yerleşmiştir.
Öte yandan Osman Gazi’yi bir çoban olarak tasvir edenler de yanılmaktadır. Osman, Söğüt’te
ona bağlı bir Türkmen boyundan gelmiş olabilir. Osman aslında, uçta Türkmenler’i ve gelen
“garip”leri (yerini yurdunu terketmiş) gazâ savaşları için örgütleyen subaşılardan bir alp gazi idi.
Bu alp subaşılarından XIII. yüzyıl sonlarına doğru
Eflâkî ve 730’da (1330) Âşık Paşa (Garibnâme)
söz etmektedir. Osman’ın çağdaşı Bizanslı Pachymeres de onu Kastamonu uç beyi emîrü’l-ümerâ
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Çobanoğulları’na bağlı bir sınır savaşçısı olarak
tanıtır. Eserini 840’ta (1436) kaleme alan Yazıcıoğlu Ali, Osman’ın dedesinin adını Gökalp olarak verir ve Sultan I. Alâeddin Keykubad’ın ucun
idaresini Kayı boyundan Çoban’a (Kastamonu’da
Emîr Hüsâmeddin Çoban) ve Kayı beylerinden
Ertuğrul, Gündüz Alp ve Gökalp’e havale ettiğini
yazar. Osman’ın han olarak seçilişini ise şu ifadelerle nakleder: “Uçtaki Türk beyleri ki Oğuz’un
her boyundan cem‘ olmuşlardı, Tatar şerrinden
korkup ol etrafta yaylarlar ve kışlarlardı, rûzgârla
Tatar’dan incinenler uca gelip çoğaldılar; pes Osman katına geldiler, meşveret kıldılar, eyittiler ki:
Kayı Han hod mecmû‘ Oğuz boylarının Oğuz’dan
sonra ağası ve hanı idi ve Oğuz töresi mûcebince
hanlık ve padişahlık Kayı soyu varken özge boya
değmez, şimdiden sonra hod Selçuk sultanlarından bize çare ve medet yoktur ... Merhum Sultan
Alâeddin’den dahi size safarnazar olmuştur, siz
han olun ve biz kullar bu tarafta hizmetinizde
gazâya meşgul olalım dediler; Osman Bey dahi
kabul etti. Pes mecmû‘ örü durup Oğuz resmince üç kere yükünüp baş kodular, dolu obalardan
kâmran getürdüp Osman Bey’e sundular ...”
869’da (1465) kaleme alınan Düstûrnâme-i
Enverî’de Oğuznâme kullanılarak Osman’ın şeceresi şöyle verilir: Gazan, Mîr Süleyman Alp,
Şahmelik, Gündüz Alp ve Gökalp, Gündüz Alp
oğlu Ertuğrul ve onun oğlu Osman. Şükrullah’ın
Behcetü’t-tevârîh’ine göre Osman’ın soy kütüğü
Oğuz, Gökalp, Kızıl Boğa, Kayaalp, Süleyman
Şah, Ertuğrul şeklindedir. Karamânî Mehmed
Paşa ise Oğuz Han, Kayık Alp, Sarkuk Alp, Gökalp, Gündüz Alp, Ertuğrul rivayetini benimser.
Âşıkpaşazâde’de Oğuz, Gökalp, Basuk, Kayaalp,
Süleyman Şah, Ertuğrul silsilesi bulunur. Neşrî’de
soy kütüğü Süleyman Şah ve onun oğulları Sungur Tekin, Ertuğrul, Güdoğdu, Dündar olarak
verilir. Ertuğrul’un üç oğlu Saru Yatı, Osman ve
Gündüz’dür. Bunların içinde bağımsız bir kaynağı kullanan Düstûrnâme farklı soy kütüğüyle
dikkati çeker. Ertuğrul’un babası Gündüz Alp,
onun babası Şahmelik, onun babası Mîr Süleyman Alp’tir. Mîr Süleyman Alp diğerlerinde Süleyman Şah olmuştur. Bu soy kütüğü ötekilere göre
daha güvenilir görünmektedir. Düstûrnâme’de
Karadeniz ötesinde Altın Orda’dan bir Tatar akını tarihî bir gerçeği yansıtmış olabilir. Tatarlar’ın
“katıyay”ına yapılan atıf ilginçtir. Ok menzili normalden uzak olan katıyay Türk ve Moğollar’a
savaşta silâh üstünlüğü sağlıyordu. Osman’ın
177
A
A
178
n
s
i
h
k
Karadeniz kuzeyinde Kıpçak’tan gelen Ataman
(Pachymeres) adında biri olduğu faraziyesi ise
(Heywood) uzak bir ihtimaldir. Düstûrnâme soy
kütüğünde asıl ilginç olan Osman’ın atalarının
taşıdığı alp unvanıdır. Osman Gazi’nin başlangıçtan beri yoldaşları Turgut, Aykut, Saltuk, Hasan gibi alplerdir; alp unvanı gazi unvanı ile eş
anlamda kullanılır. Alpler, Selçuk uç toplumunda
Türkmen savaşçılarını sefere götüren deneyimli,
iyi silâhlanmış kumandanlar durumundadır. Alp
gaziler göçebe Türkmenler’i gazâ için örgütlemekte ve bu kuvvetlerle fetihler yaparak beylik kurmaktadırlar. 1300’lere kadar inen rivayetlerde bu
süreç üzerinde açık kanıtlar bulunmaktadır. Yerel
göçebe Türkmenler ile beraber Osman Gazi’nin
kuvvetleri çoğunlukla uzaklardan, Pachymeres’te
Paflagonya’dan (Kastamonu yöresi) gazâ-doyum
için gelen garip Türkmenler’di. Bunlar kızıl börk
giyip savaşçı olarak ayrıcalık kazanıyor, böylece
göçebe topluluğunda farklılaşma, çoban ve akıncı
ayırımcılığı ortaya çıkıyordu.
Başlangıçtan beri uç beylerinin fetih politikasına
iki prensip yön vermiştir: Gazâ ve istimâlet. Dinî
ideoloji olarak kutsal savaş İslâmî gazâ, Hıristiyan ülkelerine karşı örgütlenmiş askerî uç bölgelerinde ilk aşamada aralıksız akınlar, daha sonra
fetih ve yerleşme ve sonunda uç gazi beyliklerinin
kuruluşu şeklinde bir gelişme göstermiştir. Gazâ,
sanıldığı gibi kontrol altına alınan bölgelerde halkı İslâmlaştırma amacına yönelik değildi. Gazâ
dârülislâmın (Türkçe: illik) egemenlik alanını genişletmeyi amaçlar (zor altında İslâmlaşmış olanları Osmanlı idaresi gerçek müslüman saymamış,
onları “sahariyan” yahut “ahriyan” adı altında
müslümanlardan farklı bir statü altına koymuştur). Kontrol altına alınmış bölgede yaşayan Gayrimüslimler (Ehl-i Kitap) İslâm şeriatının tesbit
ettiği kurallar altında bir statüye (ehl-i zimme)
sahip olur ve bu kurallara saygı bey ve her müslüman için dinî bir ödev kabul edilirdi. Osmanlı uç
gazi beyleri bu kurallar hakkında din âlimlerine
danışır ve uygulamada onlara uyum sağlamaya
çalışırlardı. Fıkıh okumuş Edebâli ve Dursun Fakih Osman’ın danışmanları idi.
Başlangıçta alpler Osman Gazi ile birer yoldaş
olarak seferler yapmaktaydı. Öyle anlaşılıyor ki
Osman Gazi önemli başarılar kazanıp sivrilince uçlarda alpler onun kumandası altına girdi.
Osman’ın seferlerinde alpler “yarar yoldaş” ve
“nöker”leri idi. Osman, Eskişehir’den Bilecik ve
Yenişehir’e kadar geniş bir ülke sahibi olduğunda
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
(698 / 1299) İnönü’yü oğlu Orhan Bey’e, Yarhisar’ı
Hasan Alp’e, İnegöl’ü Turgut Alp’e verdi. Osman
ile sefere giden Saltuk, Hasan ve Konur önde
gelen alplerdir. Bu alp ve nökerlerin çocuk ve
torunları sonraları devlet idaresinde önemli makamlara gelecekler ve bir çeşit Osmanlı aristokrasisi oluşturacaklardır. Meselâ İnegöl’ü fetheden
Turgut Alp’e bu bölge bir yurt (apanaj) olarak
verilmiş görünmektedir. Bölgenin o zaman Turgut-ili diye anılması bu bakımdan kayda değer.
Selçuklular’da ve Osmanlı klasik döneminde
yurt veya yurtluk, “bir göçerev grubunun reisine özerklikle verilen bir arazi birimi” olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir ifadeyle yurt soylu bir
bahadıra ait apanajdır. Osman alınan vilâyetleri
gazilere taksim etmekteydi. 720’lerde (1320) uçlarda Konuralp’e Karaçepüş Hisarı, Akçakoca’ya
Absu (Hypsu) Hisarı uç verilmişti. Bu feodal yurtapanaj sistemi daha sonra Rumeli’de gazâ yapan
uç beyleri Evrenosoğulları, Mihaloğulları, Paşayiğitoğulları için uygulanacaktır. Osman döneminde beyliğin bu feodal yapısı karşısında Orhan
döneminde ulemâ sınıfından vezirler idaresinde
merkeziyetçi bürokratik rejim hinterlandda egemenlik kazanacaktır.
Rum abdalları, bâciyân ve ahîlerle yanyana bir
taife, yani belli bir statü altında bir grup olarak
zikredilen gâziyân Osman dönemindeki alpler
ve maiyetindeki gazilerden başkası değildir ve
bu alpler belli nitelikler taşıyan bir gruptur. Öte
yandan nöker denilen askerî grup da Osman’ın
etrafındaki gücü belirler. Orta Asya Türk-Moğol
toplumunda nökerlik Batı feodalizminde “commendatio” veya “hommage” ile kıyaslanabilir.
Osman ile Köse Mihal arasındaki bağımlılık
üzerinde Osmanlı rivayeti ilginçtir: “Köse Mihal
dâim anun ile bile olurdu, ekseri bu gazilerin
hizmetkârları Harmankaya kâfirleriydi”. XIII.
yüzyıl Moğol toplumunda nöker “soylu kişilerin,
bahadırların evinde ve seferde yanından ayrılmayan hizmetkârı ve silâh arkadaşı” olarak tanımlanır. Esirlikten gelen nöker kendine tâbi olanlarla
birlikte şefin hizmetine girer. Çoğu esir edilip ant
içmekle başbuğa hayat boyu bağlı silâh arkadaşıdır. Osman zamanında Köse Mihal bu tip bir nökerdir. Böylece Avrasya steplerinde olduğu gibi
alpler etrafında gazâ-akın birlikleri oluşmakta,
her biri ucun bir bölgesinde gazâ faaliyetinde
bulunmaktadır. Osman Gazi de şüphesiz başlangıçta bu alplerden biriydi. Onu ötekiler arasında seçkin duruma getiren özellik, rivayete göre
A
A
n
s
i
h
k
i
l
bir Vefâî-Babaî tarikat halifesi olarak uca gelen
Edebâli’nin yakınlık ve manevî desteği olmuştur.
Osman ile şeyh arasında folklorik bir kutsama
hikâyesinin ilâvesi, bütün Türkmen beylerinin
bu çeşit kutsamaları beyliğin tanrısal teyidi ve
meşrulaştırma gayreti olarak yorumlanmalıdır.
Çağdaş Bizans tarihçisi Pachymeres, Osman’ı
bölgede Bizans topraklarına karşı akın yapanlar
arasında en atılgan bir önder olarak tanıtmaktadır. Uçta gaziler-alpler gazâ ve ganimet seferlerinde en başarılı önderin bayrağı altına girerlerdi.
Osman Gazi’nin hayatında başarısı seferlerde
alpleri ve nökerleri bayrağı altında toplayabilmesidir. Osman Gazi döneminde nökerlik / yoldaşlık egemen bir kurum olarak görünmektedir.
703’te (1304) Osman’ın Sakarya seferinde Lefke
(Osmaneli) ve Çadırlı tekfurları kendisine itaat ettiler ve Osman Gazi’ye has nöker oldular.
Nökerlik sonraları Osmanlı Devleti’nin gelişme
çağında kul sistemine yol açmış görünmektedir.
Sultanın yeniçerileri, bey kulları (gulâm-ı mîr), timarlı sipahilerin hizmetkârı gulâmlar hep nöker
durumundadır.
Uç toplumunda Osman Gazi’nin manevî destekleyicisi hukukî ve içtimaî hayatı örgütleyici olarak ahîler ve fakihlerdir (fakı). Osman bir bölgeyi
ele geçirdikten sonra burayı nasıl örgütleyeceğini
ve dinî kuralları fakihlerden sormaktadır. Fakihler İslâm hukukunu, Sünnî akaidini ve İslâm kurumlarını bilen insanlar olarak gazi önderi yönlendirici bilgiler sağlar, daha aşağı düzeyde şehir
ve köylerde imamet hizmeti görürlerdi. İlk Osmanlı beyleri Osman ve Orhan tarafından ahîler
ve fakihlere verilmiş birçok vakıf köy ve çiftlik
tahrir defterleri kayıtlarıyla bugüne ulaşmıştır.
Osman döneminde bu fakihlerin en meşhuru
Dursun Fakih’tir. Eskiden Osman Gazi’nin uç
toplumunda daha çok ahîlerin önde geldiği sanılıyordu. Fakat tahrir defterlerindeki vakıf kayıtları fakihlerin daha ağır basmakta olduğuna işaret
eder. Vakıfların kanıtladığı gibi daha Osman Gazi
zamanında İslâm hukukunu bilen kişilerle devlet kuran bey arasında sıkı ilişkiler vardı. Ayrıca
vakfiyeleri yazan bir çeşit bürokratın varlığı da
ileri sürülebilir. Beyliği teşkilâtlandırma, sosyal
hayatı düzenleme bakımından bu fakihler ve
ahîler son derece önemli bir rol oynamıştır. Din
bilginlerinin ilk dönemlerde devletin örgütlenmesinde yardımcılık ve beylere danışmanlık yapmış
olmaları ilk vezirlerin de onlar arasından seçilmiş olması hususunu açıklar. Osman’ın son za-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
manlarında Alâeddin Paşa vezir durumundaydı.
Etrafında çeşitli askerî, içtimaî ve dinî gruplar
toplayan ve beyliğin nüvesini oluşturan Osman’ın
Sultanöyüğü ucunda harekâtı İç Anadolu’daki
olayların ışığında izlenebilir. 684-690 (12851291) döneminde Anadolu’da Selçuklu sultanına
ve Moğollar’a karşı Türkmen isyanları, Osman’ın
Selçuklu sultanının haraçgüzârı Karacahisar tekfuruna karşı hareketi 687’de (1288) kaleyi ele geçirmesine fırsat vermiş görünmektedir. Osman’ın
oğullarından Çoban’ın adı İlhanlı büyük emîr Çoban ile ilişkili olabilir. Emîr Çoban ilk defa Şaban
698’de (Mayıs 1299) Sülemiş’e karşı Anadolu’ya
geldi ve Sülemiş’i yendikten sonra Memlükler’e
karşı Suriye sınırına yöneldi. İkinci defa ayaklanma halindeki Türkmenler’e karşı 714’te (1314)
büyük bir ordu ile Anadolu’ya geldi, Osman’ın
yurdundan uzak olmayan Karanbük’ü (Karabük) kışlak seçti. Türkmen beyleri gelip orada
itaatlerini arzettiler. Bu yıllarda Osmanlı kroniklerinde Osman’ın veya oğlu Orhan’ın herhangi bir gazâ hareketi kaydedilmemiştir. Selçuklu
tarihçisi Aksarâyî itaat eden “Etrâk” beylerini
Hamîdoğlu, Eşrefoğlu, Karahisar beyi, Germiyanoğlu, Kastamonu’dan Süleyman Paşa diye anar;
Osman’ın adı zikredilmez. Bu sırada Osman en
ileri uç bölgesinde yerel tekfurlarla uyum içinde
yaşamaktaydı ve belli ki İlhanlılar için bir sorun
olmamaktaydı.
Öteki uç beyleri gibi Osman’ın yerel tekfurlara ve Bizans’a karşı gazâ hareketine başlaması,
Moğollar’a karşı Anadolu’da uç Türkmenler’i
arasında direnç ve isyanların artmasıyla yakından ilişkili olmalıdır. Uçlarda Moğol idaresine
karşı hareketler II. İzzeddin Keykâvus’un isyanı ve uç Türkmenler’ine sığınmasıyla kendini göstermişti (659 / 1261). Mısır sultanları
Türkmenler’le iş birliği yaparak müslüman
Anadolu’yu Moğol egemenliğinden kurtarmaya
çalıştılar. Memlükler’in bu siyaseti, Anadolu’da
Moğol valilerinin İlhanlılar’a karşı isyan hareketlerini desteklemeleri biçiminde sürdü. Bunlar
Togaçar (694 / 1295), Baltu (696 / 1297) ve Sülemiş (699 / 1299-1300) isyanlarıdır. Bu dönem,
Osman’ın Sultanöyüğü ucunda yerli tekfurlara
karşı önemli gazâ hareketlerine giriştiği ve bir
Moğol müdahalesinden çekinmediği yıllara rastlar. Özellikle Sülemiş’in isyanı uç Türkmenler’inden destek görmüştür. Bütün Türkmen beyleri
gibi Osman da Memlük sultanının desteklediği
Sülemiş yanlısıdır. Osman Gazi’nin oğulların-
179
A
A
180
n
s
i
h
k
dan birine Melik Nâsır adını vermiş olması da
(Memlük Sultanı el-Melikü’n-Nâsır Muhammed
b. Kalavun’un saltanat yılları: 1293-1294, 12991309, 1310-1341) bir rastlantı değildir. Muhammed b. Kalavun’un ikinci defa Memlük tahtına
oturduğu yıl Anadolu’da Sülemiş’in isyanı almış
yürümüştü. Eski Osmanlı rivayetinde bu olay belirsiz şekilde yankı bulmuştur. Bu rivayete göre
sözde Sultan III. Alâeddin Keykubad (1298-1302)
Osman ile beraber Karacahisar kuşatmasında
iken Bayıncar Tatar Anadolu’ya gelmiş, Ereğli’yi
(Karaman) tahrip etmiş, bunun üzerine Alâeddin
Keykubad ona karşı yürümüş, Bigaöyüğü’nde büyük savaşta Bayıncar’ın ordusu yenilmiştir. Bu
rivayette Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad,
Bayıncar’a karşı savaşmış gösterilirse de gerçekte Gâzân Han, Bayıncar’ı ve Boçukur’u büyük bir
ordu ile Sülemiş’i ortadan kaldırmaya göndermişti. Sülemiş onları yenmiş ve Bayıncar’ı katletmişti. Dikkat çeken husus, tam bu olaylar sırasında
1299 yılının Osmanlı rivayetinde Osman’ın Bilecik fethi ve bağımsızlık yılı olarak kaydedilmesidir.
Selçuklu sultanının haraçgüzârı Bilecik tekfuru
bölgedeki diğer yerli tekfurlar üzerinde en güçlü
olanıydı. Bilecik tekfuru Selçuk-İlhanlı egemenliğini tanıyordu. Âşıkpaşazâde’nin kaynağına göre
ilk zamanlarda Osman da ona “mudârâ” gösteriyordu. Mudârânın (aşağıdan alma, yaranma), sebebini anlamak için 684’te (1285) Osman’ın aşiretiyle Söğüt-Domaniç arasında göç devrine dönmek
gerekir. Osman’ın aşireti sürüleriyle Söğüt-Domaniç arasında göç ederken Bilecik tekfurunun himayesine muhtaçtı, İnegöl ovasında sürüler tarım
topraklarını çiğnediği için İnegöl tekfuruyla aralarında başından beri düşmanlık vardı. Osman’dan
armağan alan Bilecik tekfuru Osman’ı koruyordu.
Osman bu bölgede göç yolunu engelleyen İnegöl
tekfuru ile çatışma halindeydi. Ermenibeli çatışması yerel önemsiz bir karşılaşma idi (Ermenibeli
Söğüt-Domaniç yolu üzerindedir; Söğüt-Domaniç
yolu bugün de Ermenipazarı / Pazaryeri üzerinden
İnegöl ovasına iner). Osmanlı rivayetine göre Ermenibeli çatışmasının ardından Osman, Edebâli
eliyle gazâ kılıcı kuşanmış ve bölge tekfurlarına
karşı aktif gazâya başlamıştır. İnegöl Rumları’na
karşı bir gece baskını yapmış, İnegöl yakınında
küçük Kulaca Hisarı’nı yağmalayıp ateşe vermiştir.
Osman’ın Kulaca’yı yakması üzerine İnegöl bölgesi Rumlar’ı telâşlandılar; toplanıp Karacahisar
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
tekfurundan yardım istediler. Öyle anlaşılıyor
ki bu tarihlerde Osman Gazi’nin halkı Sögüt’te
yerleşmiş, fakat yazları Domaniç yaylasına çıkan
bir yörük topluluğu idi. Karacahisar tekfuru bir
adamıyla asker gönderdi; İnegöl Rumları ile birleştiler. Osman da gazileri topladı. İkizce’ye yakın
Domaniç belini aştıkları yerde büyük savaş oldu
(685 / 1286). Bu savaş Osman’ın gerçek anlamda
ilk savaşı sayılmalıdır. Osman’ın kardeşi Saru Yatı
burada hayatını kaybetti. Böylece Osman ile Karacahisar tekfuru arasında savaş başlamış oldu.
Kulaca akınından iki yıl sonra Osman bölgenin
ikinci büyük tekfuru Karacahisar tekfurundan
hisarı aldı, beylik merkezi yaptı. Rivayete göre bu
önemli fetih sonucu uçta sancak beyliğine erişti.
Karacahisar’ın konumu yapılan çalışmalarla aydınlatılmıştır. Nehirlerin kesiştiği verimli ovada
bu tarihlerde zamanla kurulmuş şu merkezler
vardı: Antik şehir Dorylaion kalıntılarının bulunduğu Şarhöyük, Porsuk çayı ötesinde Odunpazarı bayırında kurulmuş bir müslüman şehri Eskişehir, Eskişehir’e 7 km. uzaklıkta hâkim tepede
Bizans kalesi Karacahisar, Karacahisar eteğinde
Karacaşehir. Karacahisar’ın, Anadolu’dan İznikİstanbul’a giden ana yolların kesiştiği bir noktada stratejik konumu son derece önemli, çıkılması güç bir kale olduğu anlaşılmaktadır. Osman,
Karacahisar fethiyle bütün bölgeye hâkim olmuş,
fiilen bu kesimdeki Selçuklu-İlhanlı nâibleri yerine geçmiş görünmektedir. Neşrî’ye göre Osman
Gazi Karacahisar’ı fethedip Eskişehir’e mâlik
oldu. Konya’ya gönderdiği yeğeni Aktimur’un
sancak beyliği sembolleri getirdiği doğru kabul
edilirse Osman’ın 1288’de bölgeye Selçuklu sultanı adına hâkim olduğu söylenebilir. Sonraki
tahrir defterlerinde Sultanönü sancağı Bilecik,
Eskişehir, İnönü, Seyitgazi kazaları ile Karacaşehir ve Günyüzü nahiyelerini içermekteydi. Tahrirlerde Eskişehir’de Gayrimüslim kaydı yoktur.
Burası başlangıçtan beri bir Türk-müslüman
şehri olarak kurulmuştur. Buna karşı yüksek tepede eski Bizans kalesi Karacahisar halkı Fâtih
Sultan Mehmed döneminde tepenin hemen eteğinde Karacaşehir’e nakledilmiştir. Rivayete göre
Osman, Karacahisar’da kendi adına hutbe okutmuş, bağımsız beylik iddiasında bulunmuştur.
Âşıkpaşazâde’de (bab 14) Osman’ın bağımsızlık,
yani kendi adına hutbe okutması iddiasında bulunması için şu olgular üzerinde durduğu ileri sürülür ki bu iddialar aslında çok sonraları
hânedanın Osman ile başladığı inancında olanlar
tarafından eklenmiştir: Karacahisar müslüman
A
A
n
s
i
h
k
i
l
halk ile iskân edilip bir beylik merkezi durumuna gelmiş; müslüman halk mescid ve pazar
yeri kurmuş; dolayısıyla imam, kadı ve hatip istemiş; Osman bu şehri kendi kılıcı ile aldığını,
kendisine Allah tarafından gazâ ile hanlık verildiğini, Selçuklu sultanı Osman’a sancak gönderip
gazâda onu temsil etme yetkisi vermiş denirse
buna karşı kendisinin kâfirlerle uğraşarak bölgeyi fethettiğini ve büyük atasının Anadolu’ya ilk
gelen Süleyman Şah olduğunu ve Gökalp neslinden geldiğini söylemiştir. Âşıkpaşazâde’nin rivayetine göre Osman han sıfatıyla kanun koymuş,
belli başlı alp yoldaşlarına beyliğin belli kısımlarını timar, daha doğrusu il-yurtluk tayin etmiştir.
Bütün bunlar, Osman’ın beyliği han sıfatıyla Türk
devlet geleneğine göre teşkilâtlandırdığını anlatmak için kullanılmış argümanlardır. Bu teşkilât
Osman’ın beylik yapısının esasları olmuştur. Genelde Osmanlılar bir yeri fethedince üç şeyi hemen yerine getirirlerdi: Bir kadı, bir subaşı tayin
edilir, pazar yeri belirlenirdi. Kaynaklar bu aşamada Osmanı diğer Türkmen beyleri gibi gazâ
ile bağımsızlığa hak kazanmış, kendi adına hutbe okutabilecek bir bey, bir han gibi göstermeye
çalışmaktadır. Neşrî, Selçuklu Sultanı Alâeddin
Keykubad’ın ölümüyle Selçuklu hânedanının
ortadan kalkması üzerine “Hutbe Osman Gazi
adına okundu” diye farklı bir yorum yapar. O tarihte Osman, Neşrî’ye göre hutbe ve sikke sahibi
bir İslâm hükümdarı olmuştur. Aslında Selçuklu
Sultanı III. Alâeddin 1302’de Moğollar tarafından
Tebriz’e götürülmüş, son Selçuklu hükümdarı
II. Mesud’un idaresi 1308’e kadar sürmüştür.
Bütün Anadolu bey-emîr-hanları, ancak 1335’te
İran’da Ebû Said Bahadır Han’ın ölümü üzerine
Cengiz soyundan ilhanlar kalmayınca sultanlıklarını ilân edip hutbe ve sikke sahibi olmuşlardır.
Şimdiye kadar tarihçiler, eski rivayeti izleyerek
1299 tarihini Osmanlı hânedan ve devletinin gerçekten ve hukuken kuruluş tarihi kabul etmişlerdir. Türk geleneğinde devletin kuruluşu, her
şeyden önce egemenliğini Tanrı’dan aldığına inanılan karizmatik bir hanın ortaya çıkışına bağlıdır. Fakat bu, İslâmî geleneğe göre hutbe ve sikke
sahibi olmaya yetmez.
Sultanöyüğü bölgesinde uzun zamandır bir Rum
tekfuru elinde bırakılmış bir kalenin fethedilmiş
olması iki yönden önemliydi. İlkin bölgede sultanın haraçgüzârı olarak yaşamakta olan tekfurlarla barışın terkedilmesi, bölgenin bir gazâ alanı
haline gelmesi; ikinci olarak Osman’ın doğrudan doğruya kendi hükmü altında Karacahisar
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
gibi hâkim bir kaleye sahip olmasıdır. Kaleye
bölgeden ve Germiyan gibi uzak yerlerden halkın gelip yerleşmesi sonucu tepede Karacahisar
müslüman nüfuslu bir şehir oldu. Aşağıda Ilıca
yanında pazar da Osman’ın kontrolü altına geçmiş görünmektedir. 1288’de uzak Söğüt uç kasabası yerine Osman, şimdi Karacahisar fethiyle
sultanın nâibine ait Eskişehir yanında hâkim durumda bir merkeze yerleşmiş bulunuyordu. Fetih Osman’ı bölgede fiilen bir gazi bey durumuna
yükseltiyordu. Böylece Osman, Kastamonu emîri
Çobanoğulları gibi Selçuklu sultanının sancak
sahibi bir emîri (bey) mertebesine ulaşmış görünmektedir.
Osman Bey’in bundan sonraki ana hedefi Sakarya nehrinin doğusundaki bölge oldu. Osmanlı
kaynaklarına göre Osman Gazi sancak beyi olunca nökeri Köse Mihal’e Taraklı Yenicesi’ne akına
gitmek gerektiğini söyledi. Harmankaya-Göl bölgesinde tekfur olan Köse Mihal’in Orta Sakarya
kıvrımı içindeki tekfurlar ve bölgedeki yollar
hakkında bilgisi vardı; seferin planını özetledi:
Beştaş’tan geçilecek, Sarıkaya’da Sakarya ırmağı aşılacak, böylece Sakarya kıvrımı içinde geniş
bölge, özellikle İznik’e ipek getiren kervanların
yolu, Göynük suyu üzerinde Mudurnu-Göynük
ve Taraklı Yenicesi kasabaları üzerinde kontrol
kurulabilecekti. Bölgede kendi aşiretiyle yerleşmiş olan Samsa Çavuş’la iş birliği için haber gönderildi. Bu sefere çıkan Osman yolda ilkin Beştaş
Zâviyesi’ne kondu (sonraki tahrir defterlerinde
Beştaş Zâviyesi kaydı vardır). Tekke şeyhinden
Sakarya’nın geçit yerini sordular (gerçekten geçit
yeri Sarıcakaya’dır, bugün burada yeni ve eski iki
köprü vardır; nehir atların geçmesi için elverişli
haldedir). Sakarya üzerinde Samsa Çavuş onları
karşıladı ve Sorkun (haritada Sakarya’dan kuzeyde) üzerine götürdü. Sorkun Rumları, Samsa
Çavuş aracılığı ile itaate razı oldular, ahd ile itaat
edip yağmadan ve esaretten kurtuldular. Oradan
Samsa Çavuş kılavuz olup Mudurnu vilâyetine
çıktılar (Sorkun’dan sonra yol kuzeye yönelir).
Samsa Çavuş bölge Rumlar’ı ile mudârâ edip cemaatiyle yaşıyordu. Osman bu vilâyeti ona bıraktı. Mudurnu’dan nehri izleyip sıra ile Göynük’e,
Taraklı Yenicesi’ne gelip yağma etti; ardından
güneye yönelip dağlık bölgeden Göl-Flanoz (Klanoz?, bugün Gölpazarı) ovasına indi. Burada
Mihal’e ait Harmankaya üzerinden onun kılavuzluğu ile Sakarya’yı geçip Karacahisar’a döndü.
Bu rivayet izlenen yollar ve topografya dikkate
181
A
A
182
n
s
i
h
k
alındığında sıhhatli bir anlatıma dayanır. Bu seferle güdülen amacın ganimet almak, fakat aynı
zamanda bölge tekfurları üzerinde Karacahisar’ın
yeni hâkimi olarak otorite kurmak olmalıdır.
Bizans’tan Batı Anadolu topraklarını fetheden
diğer beyler gibi Osman Gazi de 687-699 (12881299) döneminde, Selçuklu sınırları içinde haraçgüzar tekfurlar elinde bırakılmış bölgeyi
Karacahisar’dan Bilecik-Yenişehir’e kadar egemenliği ve kontrolü altına alarak birçok şehir ve
kaleye hükmeden bir bey durumuna geldi. 12881299 döneminde Osman, Selçuklu sultanına
haraç ödeyen yerel tekfurları (Göynük, Gölpazarı, Bilecik, Yenişehir, İnegöl, Yarhisar tekfurları)
ortadan kaldırdı, daha sonra doğrudan doğruya
Bitinya’da Bizans imparatorluk topraklarına karşı gazâ faaliyetine başladı. Neşrî’deki bir rivayete
göre Ertuğrul’un ölümü üzerine Söğüt’te beylik
sorunu ortaya çıkmıştı. Göçer evlerden bir bölüğü
Osman’ı, bir bölüğü amcası Dündar’ı (Tündar) bey
yapmak istiyordu. Osman’ın kendi kabilesi onu
tuttu. Bir araya gelindiğinde çoğunluk Osman’ı
destekledi; bunun üzerine Dündar da ona uydu.
1299’a doğru Dündar Osman’ın kethüdâsı idi (vekili, bir çeşit vezir). Bu yılda Osman’ın fetih politikasında kökten bir değişiklik oldu. Başlangıçta
Osman’ın güçlü Bilecik tekfuruyla ilişkileri dostluk, hatta bir çeşit bağımlılık biçimindeydi. Eskişehir-Bilecik arasındaki haraçgüzâr Rumlar’la
iyi geçinme politikası bölgede tutunmak için gerekli sayılıyordu. Germiyan saldırıları Osman’ı
bölge tekfurlarıyla uzlaşma zorunda bırakıyordu.
Karacahisar’dan sonra Osman akınlarını bölge
dışı Mudurnu-Göynük tekfurlarına karşı yöneltti. Bilecik tekfuruna baş kaldıran Köprühisar
tekfurunu Dündar’la birlikte itaat altına aldılar. 1299’da Osman ile amcası arasında beyliğin
bundan sonraki politikası üzerinde görüş ayrılığı
belirdi. Dündar, Bilecik tekfuruna ve Rum halkına karşı iyi geçinme politikasının sürdürülmesi
gerektiğini ileri sürdü. Osman bu sözü kendisinin savaş ve egemenlik hakkını engelleme olarak
anladı ve okla Dündar’ı vurup öldürdü (Neşrî’nin
kaydına göre Bilecik fethi Dündar’ın katlinden
öncedir). 1299 yılına doğru Osman, savaş alanını
Karacahisar-Söğüt bölgesinden batıda ileride Bilecik-Yenişehir bölgesine taşıdı. Osman Gazi’nin
pâyitahtını 1299’da Karacahisar’dan Bilecik’e ve
uç merkezini İznik’e yakın Yenişehir’e nakletmesi
bundan sonraki hedefini göstermekteydi. Doğrudan Bizans sınırları ötesinde Bitinya topraklarına
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
akına başlayan Osman, Yenişehir’den zaman zaman İznik’e kadar inerdi.
Osman Gazi’den ve fetih girişimlerinden söz eden
çağdaşı Bizans tarihçisi G. Pachymeres şüphesiz
onun hakkında en güvenilir kaynaktır. 701’de
(1302) Osman’ın İznik kuşatması ve Bapheus
savaşı dolayısıyla Bizanslı kronikçi Osman’la
ilgili etraflıca bilgi verir. Osman’ın menşei hakkında on yıl öncesine gider; Osman’ın nasıl ve
ne zaman ortaya çıktığını anlatır. E. A. Zachariadou, Pachymeres’te Osman ile Çobanoğulları
arasındaki ilişkiden söz ederek bu parçayı 689692 (1290-1293) dönemine ait tahmin eder. C.
Imber bu bilgileri 1300’lere koyarak olayları
karıştırır. Pachymeres, o yıllarda Bizans’a karşı
aktif gazâ hareketlerinde Kastamonu uç emirliğinde Çobanoğlu Yavlak Arslan ve sonra Ali’den
söz eder. 1290’larda Kastamonu’da Hüsâmeddin
Çoban soyundan Muzafferüddin Yavlak Arslan
“sipâhbed-i diyâr-ı uc” unvanıyla hüküm sürüyordu. Pachymeres, Osman Gazi’nin ortaya çıkışını Kastamonu emîri “Amourioi”na (Emîr oğullarına) bağlar. Onun “Melek Masur ve Amourioi”
hakkında verdiği karışık bilgileri çağdaş Selçuklu
kaynağı Kerîmüddin Aksarâyî aydınlatmaktadır.
Bu kaynağa göre Sultan II. Keykâvus’un oğulları
Kırım’dan Anadolu’ya döndükten sonra onlardan
Sultan II. Mesud, Argun Han’dan Selçuklu tahtını elde etmiş, kardeşi Rükneddin Kılıcarslan’ı uç
bölgesinde (muhtemelen Akşehir civarında) yerleştirmişti. Argun Han’ın ölümü ve Geyhatu’nun
han seçilmesinden (22 Temmuz 1291) sonra
İran Moğolları arasında başlayan taht kavgaları
sırasında Anadolu karışıklık içinde kaldı. Uçlarda Türkmenler baş kaldırdı. Kılıcarslan da
kardeşi Mesud’a karşı ayaklandı. Geyhatu Han’ın
ordusuyla gelmesi üzerine (Zilkade 690 / Kasım
1291) Kılıcarslan Kastamonu ucuna gitti ve oradaki uç Türkmenler’ini etrafına topladı. Eskiden beri Mesud’a taraftar olan uç emîri Yavlak
Arslan’ı öldürdü. Geyhatu tarafından ona karşı
gönderilen Sultan Mesud önce yenildi (Pachymeres, Melik Kılıcarslan yerine Masur’u yani
Sultan Mesud’u koymakla yanılmıştır). Mesud
ardından yanındaki Moğol kuvvetleri sayesinde
galip geldi (Aralık 1291). Kılıcarslan kaçmışsa
da Yavlak Arslan’ın oğlu Ali nihayet bir baskında
onu katletti. 1291 olaylarından sonra SelçukluMoğol bağımlılığından çıkmış olan Çobanoğlu
Ali uzakta batıda Bizans topraklarına saldırılara
başlamış, Sakarya nehrine kadar fetihler yapmış, hatta akınlarını nehrin öbür tarafına kadar
A
A
n
s
i
h
k
i
l
ilerletmişti. Fakat sonraları Bizanslılar’la barışçı
ilişkiye girdi. O zaman Osman Gazi en ileri uçta
Sakarya vadisinin beri yakasında Söğüt bölgesinde bulunuyordu. Pachymeres, akını durduran
Ali’nin yanındakilerin Osman tarafına geçtiğini
ve onun önderliğinde akınları sürdürdüğünü
belirtir ve Osman’ın o zaman Çobanoğulları’nın
emri altında ileri hatta bir uç savaşçısı olduğunu
vurgular. Böylece bu serhad bölgesinde önderlik
Osman Gazi’ye geçmiştir. Bu sıralarda Osman,
Eskişehir-Karacahisar’dan Bilecik-Yenişehir’de
yerleşerek İznik’i tehdit etmeye başlamıştı.
Pachymeres onun önceki Karacahisar dönemini (1288-1299) bilmiyordu. Ancak onun kaydı,
Osman’ın (Atmanes) ilk defa çağdaş bir kaynakta adı geçtiği ve tarihî kimliğini ortaya koyduğu
için önem arzeder. Pachymeres onu uç bölgesinde Türkmenler arasında en atılgan, en enerjik
akıncı önderi olarak tanıtır; bölgede kendi başına hareket eden başka önderler olduğuna da
(Osmanlı rivayetinde adı geçen Konuralp, Akça
Koca, Turgut Alp gibi) işaret eder. Bizanslı kronikçi Osmanlı rivayetlerinde olmayan bir başka
önemli noktayı belirtir: Osman, başlangıçtan
Kastamonu uç emîrleri Çobanoğulları emrinde
bir uç savaşçısıdır.
Osman, Bizans topraklarına karşı akın merkezi
olarak Yenişehir’de yerleşip ailesini Bilecik’te bıraktıktan sonra bütün faaliyetini İznik’e yöneltti.
İlk akınlardan sonra gelip İznik’i kuşattı. Bunun
üzerine bir Bizans birliği İznik’i kurtarmak için
harekete geçti. Bunu haber alan Osman Gazi
onlarla Pachymeres’e göre 27 Temmuz 1302’de
(Osmanlı kaynaklarına göre 701/ 1301-1302’de)
Bapheus’ta (Koyunhisar) savaştı. Bapheus savaşının vuku bulduğu yer Osmanlı rivayetinde Yalakova olarak gösterilir. Yalakova, Yalakdere’nin
Hersek dilinde denize ulaştığı düzlüktür. Burada
vuku bulan savaştan önce Bizans kuvvetleriyle
Osman’ın öncü keşif kuvvetleri İznik’ten gelen
yolu kapatan Koyunhisar’da çarpışmışlardı. Yalakdere vadisini izleyerek İznik’ten gelen ana yol
üzerinde Koyunhisar, Yalakova’ya çıkmadan önce
tepedeki hisardır ve bugün yıkıntıları mevcuttur.
Bu önemli savaşın ayrıntıları Pachymeres tarafından aktarılır. Ona göre Osman, İznik bölgesinden ayrılıp dağlık araziyi geçitlerden geçerek
Halizônların ülkesine girmiştir. Bundan önce
100 kadar öncü Türk kuvveti âniden Télémaia’da
(Koyunhisar Kalesi) gece baskını yapmış, ganimetle kaçarken Bizans askerleri onların peşine
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
düşmüştür. Bir tepeye çıkan Türkler kendilerini
oklarıyla savunmuşlardır. Bu ilk karşılaşmadan
cesaret alan Osman’ın yanındaki askerler Meandre (Büyük Menderes) bölgesinden gelen başka
Türk kuvvetleriyle büyük bir sayıya ulaşmışlardır. Emîr Ali (Yavlak Arslan oğlu) uzaktan akına
gelenlerin Osman’ın yanına gittiğini görerek imparatorla yapmış olduğu anlaşmaları çiğnemiş ve
o da akına başlamıştır. Osman dağ geçidini (Yalakdere vadisi) geçip birden Yalakova’da görünmüştür. Osman, kendi kuvvetleriyle birlikte daha
önce Kastamonu dolaylarından savaş için kendisine gelip katılan birçok savaşçının başında yer
almıştır. Léon Mouzalôn kumandası altındaki Bizans ordusu, Bizanslı ve Alanlar’dan başka yerli
ve yabancı askerden oluşuyordu ve hepsi yaklaşık 2000 kişi idi. Az önce Alanlar’a verilmek üzere istenen yardım dolayısıyla atlarından ve paralarından mahrum edilmiş olan yerli asker gevşek
ve gayretsiz bir hava içindeydi ve bu sebeple cesaretle savaşa girmemişti. Bu durum Türkler’e
büyük bir güvenle saldırma fırsatı verdi; sayıca
üstün olduklarından (5000 kişi) yürekli idiler.
Böylece savaş hem sayı hem moral bakımından
eşit olmayan şartlarda başladı. Rumlar’dan birçoğu savaş meydanında kalırken çoğu yakın olan
İzmit Kalesi’ne doğru hep beraber utanç verici
şekilde firar yolunu tuttu. Bu sırada Rumlar için
hayatlarını feda eden Alanlar çok yararlı oldular.
Alanlar, Rum piyadenin saflarını sıkılaştırıp ilerlemelerine ve kendilerini kurtarmalarına imkân
verdiler. Türkler için o zaman savaşı bitirmek,
etrafa dağılıp hiç direnç görmeden kolayca ganimet toplamaktan başka iş kalmamıştı. Mahsul
toplama zamanı idi. Köylülerin bir kısmı tutsak
ediliyor, bir kısmı boğazlanıyor, başına geleceği
önceden anlayarak kurtuluşu bir kaleye sığınmakta bulan bazıları ise firar yolunu tutuyordu.
Kır halkı aileleriyle gelip İstanbul’a sığınmaktaydı. Edremit’e kadar bütün bölgeler Türkler’ce
yağma edildi. Ancak daha ötede Achyraous (Balıkesir yakınında Akira), Kyzikos (Kapıdağı), Pègai
(Karabiga) ve Lopadion (Ulubat) denize yakın
bölgeler tahribattan kurtulmuştu. Yağmalar Bursa ve İznik kapılarına kadar uzanıyordu. Her yer
birkaç gün içinde harabeye dönmüştü.
Bu bilgiler Anonim Tevârîh-i Âl-i Osmân’daki anlatılanlarla önemli ölçüde örtüşür. Burada İznik
kuşatması üzerine İstanbul’dan yardım talebinde bulunulduğu ve İstanbul’un tekfurun güvendiği bir adamının idaresinde ordu hazırladığı,
183
A
A
184
n
s
i
h
k
bunların gemilere girip Yalakova’ya çıkarak İznik’i
kurtarmak üzere harekete geçtikleri, bir casusun
durumu haber aldığı, nereye çıkacaklarını bildirdiği, pusuya yatan Osmanlı kuvvetlerinin çıkarma
yaparken bunların üzerine saldırdığı ve denize
döktüğü bildirilir. Anonim tarihte İznik kuşatması için ilk önce Köprühisar’ın alındığı zikredilir. Köprühisar, güneyden Bilecik’ten ve batıdan
Yenişehir’den İznik’e gelen başlıca yolların kavşak noktasıdır. Bu hisar İznik’e giden KızılhisarDerbend (bu köyler bugün mevcuttur) vadisinin
başlangıç noktasıdır, Osman İznik’e bu vadiden
gidecektir. Her iki kaynak imparatorun, ordusunu kuşatma altındaki İznik’i kurtarmak için gönderdiği noktasında birleşir. İznik önünde kaleden
çıkış hareketleri ve çarpışmalar olduğu anonim
tarihten öğrenilmektedir. İznik’in bataklıkla çevrili durumda bulunduğu da burada belirtilir. O
zaman Osman bütün Türkmen beylerinin uyguladığı taktiğe başvurup şehri abluka altına almış ve
açlıkla teslim almaya çalışmıştır. Uzun abluka için
Osman “Yenişehir’den yana olan dağ” yamacında
bir havale kulesi yaptırmış ve içine Taz (Dirâz)
Ali kumandasında ufak bir kuvvet yerleştirmiştir
(bugün İznik’ten Yenişehir’e giden yolun solunda
Diraz Ali köyü ve Diraz Ali Pınarı vardır). Anonim tarihte yer alan, İznikliler’in o zaman umutsuz kalıp şehri teslim ettiklerine dair bilgi doğru
değildir, İznik Orhan tarafından 1331’de teslim
alınacaktır. Bununla beraber Neşrî, kuşatmanın
ardından uzun abluka sırasında birçoklarının
şehri bırakıp kaçtığını belirtir ve fethin bu tarihte olmadığına işaret eder. Bizans imparatorluk
ordusuna karşı kazanılan bu zafer Osman’ı bölgede karizmatik bir bey durumuna yükseltmiştir. Pachymeres, bu zaferle Osman’ın şöhretinin
Paflagonya bölgesine kadar yayıldığını ve gazilerin onun bayrağı altına koşuştuklarını kaydeder.
Bapheus savaşı Osman’a hânedan kurucusu bir
bey ünü kazandırmış, kendisinden sonra oğlu Orhan rakipsiz beylik tahtına geçmiştir. Böylece 27
Temmuz 1302 tarihi Osmanlı hânedanının, dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi olarak
kabul edilebilir.
Bapheus zaferiyle Osman, bütün Bitinya’da Bizans egemenliğini tehdit eden önemli bir siyasîaskerî güç olarak ortaya çıkmıştır. Bizans imparatoru Osman’ı durdurmak için İran’da Gâzân
Han’a, onun ölümünün ardından Olcaytu Han’a
bir Bizanslı prensesi zevce olarak önermiş ve bir
Moğol ordusunu tahrik etme girişiminde bulunmuştur. Pachymeres’in açıkladığı gibi o zaman
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
direnç görmeyen, gazâ ve ganimet için uç bölgesine koşup gelmiş gaziler İstanbul Boğazı’na kadar yayılmışlardı. Bapheus bozgunundan sonra
1302-1307 yılları arasında Bizans’ın düştüğü çaresizliği Pachymeres dramatik ifadelerle anlatır.
Ona göre bütün Mesothynia (Kocaeli) bu akıncıların saldırılarına hedef olmaktaydı. Pachymeres, Bapheus savaşından ve Osman’ın 702-705
(1303-1305) seferlerinin ardından yerli halkın
sadece hayatlarını kurtarmak için Batı’ya kaçtıklarını, Türkler’in çok kalabalık olup birçok başbuğ kumandası altında toplandıklarını, onlardan
biriyle anlaşma yapmanın faydasız olduğunu,
çünkü onların kendilerini yağmaya götürecek
şefi arayıp bulduklarını belirtiyordu. Alp gaziler
emrinde küçük gruplar halinde hareket eden bu
akıncılar 703 yılı ortalarında (1304 yılı başları)
İstanbul Boğazı’na kadar her yerde görünmekteydiler. Türkler bir gemi bulunca Boğaz’ı geçiyor, İstanbul önlerine kadar geliyorlardı. Chélé
(Şile) ve Anadolukavağı’nda tepede Hiéron (Yoros) kaleleri onların saldırılarına hedef oluyordu.
Panik halinde kaçan Rum halkı İstanbul’a sığınıyor, sokaklar açlık ve hastalık çeken insanlarla
doluyordu.
Osman, İznik kuşatmasına gitmeden önce
Yenişehir’i ve gerisini güvence altına almak için
Marmaracık (eskiden burada bir göl vardı) ve
Koyunhisar tekfurları üzerine bir akın yaparak
onları itaat altına almıştı. Fakat Bapheus savaşından sonra Bursa ovasındaki tekfurlar, Adranos, Bidnos (?), Kestel ve Kite tekfurları birleşip
Osman’a saldırmak üzere ittifak ettiler. Bu savaş
için Âşıkpaşazâde 702 (1303) tarihini verir. 702
yılı milâdî 26 Ağustos 1302’de başlar. 702 yılının
baharı 1303’ün ilk yedi ayına rastlar. Tekfurların
ordusu bu tarihte harekete geçmiş olmalıdır. İttifak ve saldırı kuşkusuz İstanbul’dan gelen emir
üzerine yapılmıştır. Tekfurların Yenişehir’e doğru
saldırı hareketi başlangıçta başarılı oldu. Osman,
yanındaki kuvvetlerle tekfurlar ordusunu Yenişehir ovasındaki diğer Koyunhisar’da karşıladı.
Düşman savaşa savaşa dar Dimbos (Dimboz /
Dinboz) Boğazı’na kadar çekildi, Osman’a karşı
orada son bir savaşa giriştiler. Şehidler arasında
Osman’ın kardeşi Gündüz Alp’in oğlu Aydoğdu
da vardı (türbesi Dimbos’tan Koyunhisar’a giden
yol üzerindedir). Zafer Osman tarafında kaldı.
Dimbos savaşında (yakın zamana kadar boğazdaki köy Dimbos adını taşıyordu, şimdi Erdoğan) Kestel tekfuru savaş meydanında öldü. Bur-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
sa ve Adranos (bugün Orhaneli) tekfurları kaçıp
hisarlarına sığındılar. Osman, karşısında savaşan ve bozgunda firar yolunu tutan Kite tekfurunun (Bursa’ya yakın Kite Kalesi surlarından bir
kısmı bugün ayaktadır) peşini bırakmadı, Ulubat
(Lopadion) Köprüsü başına kadar kovaladı. Tekfur Ulubat Kalesi’ne sığındı. Köprüyü koruyan
kaleden ileriye geçme imkânı yoktu. Osman kaçak tekfurun teslim edilmesini istedi, aksi takdirde gölü dolaşıp yurdunu yağma tehdidinde
bulundu. Sonunda Ulubat tekfuru ile yapılan anlaşmada Osman, kendisinden sonra gelecek beyler adına köprüyü geçmeye yeltenmeyeceklerine
dair söz verdi. Tekfuru teslim alan Osman, Kite
(Ürünlü) Kalesi önünde onu idam edince kale
teslim oldu (1303). Dimbos savaşının ardından
Ulubat’a kadar Bursa ovası ve Uludağ, Türkmen
yerleşmesine açıldı. Bursa ise yirmi üç yıl kuşatma altında kalacaktır. Osman şehri kuşatıp etraftan tecrit etmek için iki havale kulesi, Aktimur ile
Balabancık kulelerini yaptı ve çekildi. Uludağ’da
Türkmen köyleri ve Uludağ eteğinde Kızık köyleri 1303-1326 döneminde kurulmuş olmalıdır.
Bapheus ve Dimbos zaferlerinden sonra Osman,
Bizans karşısında kendini güçlü hissediyor, Paflagonya ve Anadolu’nun diğer taraflarından gazâ
ve doyum için akın akın bayrağı altına gelen yoldaşlarla ordusu sefer zamanı 5000 kişiye varmış
bulunuyordu. İznik’i düşürmek ve İstanbul’dan
gelecek yardımlara karşı ablukayı tamamlamak
için Sakarya üzerindeki geçit yerlerine karşı yeni
seferler düzenlemeye başladı. 704 (1304) seferi
hakkında ilk ve en ayrıntılı kaynak İshak FakihYahşi Fakih’ten gelen rivayettir. Âşıkpaşazâde
metninde yer alan bu rivayete göre Osman Bey,
Leblebücihisarı’na (Kabakluca / Koubouklia ?)
geldiğinde tekfur itaat etti. Onu yerinde bırakan Osman oğlunu yanına aldı. Oradan Lefke’ye
(Leukai) vardı. Çadırlu ve Lefke tekfurları bağlılık bildirince onlara memleketleri bırakıldı ve
Osman Gazi’nin yanında nöker oldular. Osman
oradan Mekece’ye ulaştı, oranın tekfuru da itaat etti ve Akhisar’a (Metabole) Osman ile beraber geldi. Akhisar tekfuru adam toplayıp savaşa
girdi, ancak yenilip kaçtı; hisarına giremeyince
Karaçepüş (Katoikia) Hisarı’na çekildi. Osman
Geyve’ye (Kabakia) gidip boş bulduğu hisarı aldı.
Ardından Tekfurpınarı’nı da ele geçirip bir aydan
fazla bir zaman bu bölgede kaldı (Târih, s. 107).
Burada verilen toponomi ve güzergâh dikkate alınırsa kaynaktaki bu rivayetin tamamıyla
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
tarihî gerçeğe dayandığı anlaşılır. Osman, merkezi Karacahisar’dan hareket etmeden önce
Mihal’i çağırmış, İslâm’a davet etmişti. Lefke’ye
kestirme yol Mihal’e ait bölgeden, Harmankaya
(bugün Harmanköy) ve Gölpazarı üzerinden Sakarya vadisine inmektedir. Osman bu yolu izlemiş olmalıdır. Köse Mihal bu sebeple seferden
önce Karacahisar’a çağrılmıştı. Osman’ın yolu
üzerinde ilk fethi Leblebücihisarı’dır. Ondan
sonra Lefke, Sakarya vadisinde İznik’e gelen ana
yol üzerindedir. Lefke’den Mekece’ye kadar sarp
Sakarya vadisi boyunca kuzeye dönülür ve Akhisar ovasına (bugün Pamukova, Eskihisar tepede)
ulaşılır. Osman bu seferde Karaçepüş Kalesi’ni
alamadı. Ertesi yıl oğlu Orhan’ı deneyimli kumandanlarla bu kale ve Karatigin (bugün Karadin) üzerine gönderdi.
Bapheus’tan sonra Osman Gazi’nin 1304 Sakarya seferinin İstanbul’da panik havası doğurduğu anlaşılmaktadır. Pachymeres hiçbir umudun kalmadığını saraya yakın bir adam olarak
yana yakıla anlatır. İzmit açlık ve susuzluk içinde son derece kötü durumdaydı. İznik şehri de
etraftan çevrilmiş, dışarıyla ilişkisi kesilmiş,
kıtlık içinde bulunuyordu. Bèlokômis (Bilecik),
Angélokômis (İnegöl), Anagourdy (?), Palatanéa
(Bursa-İznik yolu üzerinde), Mèlangeia (Yenişehir) ve dolaylarının halkı kaçmış, memleket ıssızlaşmıştı. Kroulla ve Katoikia’nın durumu daha
kötü idi (Kroulla yol kavşağı Gürle’dir; Katoikia,
Karaçepüş’tür). Bu kalelerin Türkler’in eline geçmesiyle Bizans’tan İznik’e gelen yol kapanmıştır.
1304 seferinde Osman, Sakarya vadisinde Geyve, Mekece, Absu (Hypsu) ve Lefke’yi ele geçirmiş
bulunuyordu. İznik’e erişmek için yalnız göl tarafından Kios / Cius (Gemlik) yolu açık kalmıştı.
Osman 1304’te seferde iken Çavdar (Çavdarlı)
Tatarı, Karacahisar pazarını gelip yağmalamıştı. 705 yılında (24 Temmuz 1305’te başlar) Osman Gazi, Mihal ve öteki tecrübeli kumandanlarla Orhan’ı Karaçepüş ve Karatigin hisarlarını
fethetmeye gönderdi. Bu seferin amacı İznik’in
bu yönden tecrit işini tamamlamaktı. Orhan,
Karatigin’i aldığı zaman, “Benim garazım İzniktir” demişti. Osman ise Çavdar Tatarı’nın yeni bir
saldırısı ihtimali yüzünden yahut yaşı ve hastalığı
dolayısıyla Karacahisar’da kaldı. Orhan, Karaçepüş ve Absu hisarlarını fethetti. Arkasını emniyete almak amacıyla Karaçepüş’te Konuralp ve
Absu’da Akça Koca’yı bıraktı. Karatigin’i de alıp
tekfurunu idam etti. Dirâz Ali ve Karatigin havale
185
A
A
186
n
s
i
h
k
hisarlarından İznik kuşatması çeyrek yüzyıl sürecektir. O zamana kadar Absafi-Bıçkı dağ kitlesini
aşmak imkânsızdı, tek yol Sakarya vadisi idi. Bu
vadide Akhisar, Geyve, Absu ve Karaçepüş kaleleri bu yolu Osmanlılar’a kapatmaktadır. 1305’te
Orhan, Akhisar’ı harekât merkezi yaptı. Kalelerin
düşmesi üzerine Osmanlılar, Sakarya’dan Beşköprü-Adapazarı düzlüğüne inmiş görünmektedir. Bu düzlüğün doğusunda Bizans’a ait Akyazı,
batısında Sapanca’nın (Sophon) güney kıyılarından İzmit ve kuzeyde Adapazarı bölgeleri şimdi
Osmanlı akınlarına açılmış bulunuyordu. Böylece Osman’ın 1304, Orhan’ın 1305 seferi İzmit
ve İstanbul yolu üzerinde Osmanlı egemenliğini
sağlamış ve İznik’e bu yönden bir yardım gelmesini önlemiştir. Bölgede yeni uçlarda Konuralp
Akyazı tarafına, Akça Koca İzmit üzerine sürekli
akınlara başladı. Konuralp Akyazı’da Tuzpazarı’nı
aldı ve Bizans kuvvetleriyle Uzuncabel’de iki gün
iki gece çetin bir savaştan sonra bütün bölgeyi
ele geçirdi. Tuzpazarı’nı yeni uç merkezi yaptı.
Akça Koca, Osman’ın yeğeni Aktimur’la batıda
Kocaeli’ne akın düzenliyor, Konuralp doğuda Akyazı, Konurpa, Mudurnu ve Bolu’yu ele geçiriyordu. Sakarya üzerinde Karaçepüş ve Absu’da Gazi
Abdurrahman yerleşti ve Akova’ya akına başladı. Âşıkpaşazâde ve Neşrî’de kısaca kaydedilen
bu gelişmelerin çoğu kuşkusuz 1305 seferinden
sonraki yıllarda gerçekleşmiştir. Böylece 1305’te
İznik’e gelen bütün yollar Osman Gazi’nin kontrolü altına geçmiştir.
Pachymeres’e göre 1305’te imparator, “stratopedark” unvanı verilen Sguros adlı birini “arbaletli
askeri başında” Osman’a karşı gönderdi ve bir
mikdar para verdi; Sguros bu para ile mahallinde
yerli bir kuvvet meydana getirecekti. Sguros Katoikia bölgesine geldi. Fakat 5000 kadar Osmanlı
kuvveti belli etmeksizin gece kaleye gelen yolları ele geçirmişti. Pachymeres’te ve eski Osmanlı
rivayetinde Orhan’ın taktiği üzerinde birbiriyle
örtüşen ayrıntılar Osmanlı rivayetinin tamamıyla güvenilir niteliğini bir defa daha ortaya koyar.
Orhan’ın taktiği hakkında ayrıntılar Karaçepüş
Kalesi’nin Katoikia olduğunu kesinlikle kanıtlamaktadır. Pachymeres para ile tutulan askerden
bir yarar gelmediğini, kaleye sığınmak için kaçan kadın ve çocukların kaleyi zaptetmiş olan
Türkler’in eline düştüğünü, şehrin yakıldığını
ekler. Bu noktada Bizanslı tarihçi çoğu zaman
yaptığı gibi daha önceki olaylara geçer, Osman’ın
Bèlokômis’i (Bilecik) aldığını, sadece Bursa’nın
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
direndiğini hatırlatır. Osmanlı menâkıbnâmesine
göre Bilecik 1299’da ele geçirilmiş ve Bursa,
Dimbos savaşından sonra 1303’te abluka altına
alınmıştır.
Osman, beyliği ailenin diğer üyeleriyle birlikte
idare eder görünmektedir. Karacahisar subaşılığını kardeşi Gündüz’e vermişti. Önemli siyasî
kararları amcası Dündar’a danışırdı. 1303’te
Bursa hisarını abluka için yaptırdığı havale kulelerinden birini kardeşinin oğlu Aktimur’a verdi.
Osman, oğlu Orhan’ı kendi sağlığında deneyimli
kumandanlar Akça Koca, Konuralp, Köse Mihal
ile seferlere gönderip onu beylik için hazırlıyordu. Hasta olan Osman son yıllarında beyliği fiilen
oğlu Orhan’a bırakmıştı.
Osmanlı rivayeti erken bir tarihten, 1305’ten
sonra Osman’ın herhangi bir faaliyetinden söz
etmez. Bu rivayetlerde Osman Bey’in ayağında
“nikris zahmeti” bulunduğu için işleri Orhan’a
bıraktığından kendisinin yaşlanıp “mütekāid”
olduğundan söz edilir. Osman’ın ölüm tarihi Asporça Hatun ile Mekece vakfiyelerine göre belirlenebilir. Birincisinde Osman hayatta, ikincisinde
vefat etmiş görünmektedir. Dolayısıyla Osman
724’te (1324) ölmüştür. Osmanlı rivayetine göre
vefatında hicrî yıl hesabıyla altmış dokuz yaşındaydı ve yirmi yedi yıl hükümdarlık yapmıştı. Bu
kayda göre doğumu 1257 olmalıdır. Osmanlı rivayetine göre vefatında Orhan Bey Bursa’yı kuşatmakla meşguldü. Osman’ı vasiyeti gereği hisarda
Tophane’de “Manastırda kubbenin altında” defnettiler. Gümüşlükubbe denilen manastır, 1271
(1855) depreminde yıkılınca 1280’de (1863)
şimdiki sade türbe Sultan Abdülaziz tarafından
yaptırılmıştır. Osman’ın Orhan’a vasiyeti olarak
daima şeriat hükümlerine riayet, emrindekileri
gözetme ve ihsanda bulunma maddeleri zikredilir. 1324 tarihli Mekece vakfiyesinde şahitler
kısmında Osman’ın Orhan dışında Çoban, Melik, Hamid, Pazarlı adlı oğulları ve Fatma Melek
adlı kızı yer alır. Şahitler arasında Ömer Bey kızı
Mal Hatun’un adı geçer. Kroniklerde Mal Hatun
hanımı ve Şeyh Edebâli’nin kızı olarak kayıtlıdır.
Ayrıca bir başka oğlu olarak Alâeddin Ali’nin adı
zikredilir. Orhan, 1305’ten beri seferlerde kumandan olarak ordunun başında olduğundan
babasının ölümünde olaysız beylik tahtına oturmuştur.
Osman dönemine ait en önemli belge Asporça vakfiyesidir ve 723 Ramazan ayı başlarında
A
A
n
s
i
h
k
i
l
(Eylül 1323 başları) düzenlenmiştir. Belgede,
Osman Gazi b. Ertuğrul oğlu Orhan’ın eşi Asporça Hatun kendi huzurunda Alâeddin Paşa’yı
vakıfları için vekil tayin etmiştir. Asporça Hatun’a
Osman tarafından hibe edilen beylik köyler Narlı
ve Kıyaklı (Kapaklı?) vakfedilmiştir. Kendisinden
sonra iki oğlu Şerefullah ile İbrâhim Bey ve onların neslinden gelecekler hâsılattan haklarını
vakıf şartlarına göre alacaklardır. Asporça Hatun
tevliyeti büyük oğlu İbrâhim Bey’e vermiştir. Bunun dışında Sultanönü livâsı tahrir defterlerinde Osman dönemine inen atıflar mevcuttur. Öte
yandan Osmanlı tarihinin ilk dönemini nakleden Âşıkpaşazâde’nin Tevârîh-i Âl-i Osmân’ının
ana kaynağı Orhan’ın imamı İshak Fakih oğlu
Yahşi Fakih’in yazdığı, bugüne ulaşmayan bir
vakāyi‘nâmedir. Yahşi Fakih’in Osman ve Orhan
dönemlerine ait rivayetleri İshak Fakih’ten yani
çağdaş bir râviden gelir. Bu rivayetin doğru tarihî
bilgiler içerdiği yer adlarının kontrolü, toponomik-topografik araştırmalar sonunda ortaya
çıkmıştır. Âşıkpaşazâde’den başlayarak Neşrî,
Rûhî Çelebi (veya ona atfedilen Oxford anonimi), anonimler, Oruç b. Âdil’in Tevârîh-i Âl-i
Osmân’ı ve Ahmedî’nin gazavât tarzında manzum
Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân’ında Yahşi Fakih’in
eserinin kullanıldığı açıktır. XV. yüzyılda yazılan derleme tarihler, Yahşi Fakih’i ihtisar eden
Âşıkpaşazâde’den veya onun bugüne ulaşmamış
nüshalarından aktarmaktadır. Âşıkpaşazâde’nin
Yahşi Fakih menâkıbnâmesini ihtisar ederken atlamalar yaptığı anlaşılmaktadır. Onun eksik bıraktıkları (meselâ Bapheus savaşı, İznik ablukası, 1329 Pelekanon savaşı) Anonim Tevârîh-i Âl-i
Osmân’da ve kısmen İdrîs-i Bitlisî, İbn Kemal
gibi sonraki klasik kompilasyonlarda dikkate
alınmıştır. Hoca Sâdeddin’in Tâcü’t-tevârîh’i, esas
itibariyle İdrîs’in Heşt Bihişt’inin Türkçe inşâ diliyle bir özetinden ibarettir. Çok defa Sâdeddin’in
İtalyanca Bratutti çevirisini kullanan Batılı tarihçiler İdrîs’i kullanmamışlardır. Bazıları Leunclavius çevirilerinden yararlanırlar. Bunlar bu
ilk dönem üzerinde ağır yanlışlara düştüklerinden ihtiyatla kullanılmalıdır. Osmanlı tarihinin
Türkçe kaynakları konusunda yapılacak ilk iş
Âşıkpaşazâde, Neşrî ve anonimlerden hareketle
olabildiğince Yahşi Fakih menâkıbnâmesinin aslını ortaya çıkarmaktır. Bunun için de ilkin bu
kaynakların metin tenkidi metoduyla doğru tespiti gerekir. Âşıkpaşazâde’nin Atsız tarafından
yayımlanan metni (İstanbul 1949) pek çok yanlış
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
içerir. Kemal Yavuz ve M. A. Yekta Saraç’ın günümüz Türkçe’siyle neşrettikleri Âşıkpaşazâde:
Osmanoğullarının Tarihi (İstanbul 2003) ilmî
maksatla kullanılamaz. Günümüzde bu tarihî
metinleri içerdikleri destanî-folklorik malzemeye
bakarak toptan masal-efsane saymak ve ilk dönem tarihinin “kara boşluk”tan ibaret olduğunu
iddia etmek işin kolayına gitmektir. Kuşkusuz
Osman Bey dönemi üzerinde eldeki Tevârîh-i Âl-i
Osmân çok noksandır. Ancak Osman dönemine
ait çağdaş Bizans tarihçisi G. Pachymeres önemli
ayrıntılar sağlar.
BİBLİYOGRAFYA:
BOA, MAD, nr. 16016, s. 13-17; nr. 18333; TD, nr. 438; KK, nr.
3358; Hüdavendigâr Livası Tahrir Defterleri, (haz. Ö. Lütfi Barkan - Enver Meriçli), Ankara 1988, s. 283; İbn Bîbî, el-Evâmirü’lAlâiyye: Selçukname (trc. Mürsel Öztürk), Ankara 1996, II, 124129, 243 vd.; G. Pachymeres, Relations historiques, (nşr. A.
Failler, trc. V. Laurent), Paris 1999, IV, 25, 358-368; XI, 21, 650;
Aksarâyî, Müsâmeretü’l-ahbâr, (trc. Mürsel Öztürk), Ankara
2000, s. 238-244; Âşık Paşa, Garibnâme, (haz. Kemal Yavuz), İstanbul 2000, II/2, s. 549-579; Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri,
(trc. Tahsin Yazıcı), İstanbul 1989, II, 234 vd., 342-345; Yazıcızâde
Ali, Târîh-i Âl-i Selçuk, TSMK, Revan Köşkü, nr. 1391, vr. 431a,
444a; İbn Battûta, Seyahatnâme, (trc. A. Sait Aykut), İstanbul
2004, I, 430-435; N. Gregoras, Rhomäische Geschichte, (trc. J. L.
van Dieten), Stuttgart 1973, I. Register: Türken; Ahmedî, Dâstân
ve Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân, (haz. Çiftçioğlu N. Atsız, Osmanlı Tarihleri I içinde), İstanbul 1949, s. 6-9; Şükrullah,
Behcetü’t-tevârîh, (trc. Çiftçioğlu N. Atsız, a.e. içinde), s. 51-53;
Âşıkpaşazâde, Târih, (Atsız), s. 91-116; Oruç b. Âdil, Tevârîh Âl-i
Osmân, s. 4-14; Neşrî, Cihannümâ, (Unat), I, 60-147; Fatih Devri
Kaynaklarından Düsturnâme-i Enverî: Osmanlı Tarihi Kısmı
(1299-1466), (haz. Necdet Öztürk), İstanbul 2003, s. 10-23; İbn
Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osmân, I, 1-204; Anonim Tevârîh-i Âl-i Osman (nşr. F. Giese, haz. Nihat Azamat), İstanbul 1992, s. 3-15;
Rûhî Târîhi (TTK Belgeler, XIV/18 [1992] içinde, tıpkıbasımı ile
birlikte, nşr. Halil Erdoğan Cengiz - Yaşar Yücel), s. 359-383;
Hoca Sâdeddin, Tâcü’t-tevârîh, İstanbul 1279, I, 12-30; Şikârî,
Karamanoğulları Tarihi, tür.yer.; Hammer, GOR, I, 71-86; Ch.
Texier, Asie Mineure, Paris 1862, s. 130; P. Wittek, The Rise of the
Ottoman Empire, London 1938, tür.yer.; aynı yazar, “The Taking
of Aydos Castle: A Ghazi Legend and its Transformation”, Arabic
and Islamic Studies in Honor of Hamilton A. R. Gibb, (ed. G. Makdisi), Leiden 1965, s. 662-672; aynı yazar, “Der Stammbaum der
Osmanen”, Isl., XIV (1925), s. 94-100; aynı yazar, “Deux
chapîtres de l’histoire des turcs de Roum”, Byzantion, II, Bruxelles
1936, s. 285-319; Ahmet Temir, Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur
el-Din’in 1272 Tarihli Arapça-Moğolca Vakfiyesi, Ankara 1959, s.
97, 202; İbrahim Hakkı Konyalı, Söğüt’de Ertuğrul Gâzi Türbesi
ve İhtifali, İstanbul 1959; Osmanlı Tarihine Ait Takvimler, (nşr.
Atsız), İstanbul 1961, s. 25, 67-68, 101; Cl. Cahen, “The Mongols
and The Near East”, A History of the Crusades, (ed. R. Lee Wolff
- H. W. Hazard), Philadelphia 1962, II, 715-734; aynı yazar, “La
Question d’histoire de la province de Kastamonu au XIIIe siècle”,
Turcobyzantin et Oriens Christians, London 1974, s. 146-158; V.
L. Ménage, “The Beginnings of Ottoman Historiography”, Historians of the Middle East, (ed. B. Lewis - P. M. Holt), London 1962,
s. 168-179; aynı yazar, “The Menaqib of Yakhshi Faqih”, BSOAS,
XXVI (1963), s. 50-54; I. Beldiceanu-Steinherr, Recherches sur
les actes de règnes des sultans Osman, Orkhan et Murad I, Monachii 1967, tür.yer.; aynı yazar, “La conquête de la Bithynie maritime: étape décisive dans la fondation de l’état ottoman”, Byzans
als Raum (ed. K. Belke v.dğr.), Wien 2000, s. 21-36; S. Vryonis,
The Decline of Medieval Hellenism in Asia Minor, London 1971;
a.mlf., “The Byzantine Legacy and Ottoman Forms”, Dumbarton
Oaks Papers, sy. 23-24, Washington 1969-70, s. 253-308; aynı
yazar, “Nomadization and Islamization in Asia Minor”, a.e., sy. 29
187
A
A
188
n
s
i
h
k
i
l
(1975), s. 41-71; M. Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu (nşr. Adnan Erzi), Ankara 1972, tür.yer.; aynı yazar, “Osmanlı
İmparatorluğunun Etnik Menşei Meseleleri”, TTK Belleten, VII/27
(1943), s. 284-301; J. E. Woods, The Aqquyunlu: Clan, Confederation,
Empire, Minneapolis-Chicago 1976, s. 173-183; İbrahim Artuk, “Osmanlı Beyliğinin Kurucusu Osman Gâzî’ye Ait Sikke”, Türkiye’nin
Sosyal ve Ekonomik Tarihi: 1071-1920, Social and Economic History
of Turkey, 1071-1920, (ed. Osman Okyar - Halil İnalcık), Ankara 1980,
s. 27-33; Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teşkilâtı,
Destanları, İstanbul 1980, tür.yer.; aynı yazar, “Osmanlı Devrinde
Anadolu’da Kayılar”, TTK Belleten, XII/47 (1948), s. 575-615; aynın
yazar, “Osmanlı Devletinin Kuruluşu ile İlgili Meseleler Üzerinde
Araştırmalar”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, V/51, İstanbul 1991, s. 3-9;
R. P. Lindner, Nomads and Ottomans in Medieval Anatolia, Bloomington 1983, s. 1-51; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi, İstanbul 1984, s. 509, 613-614, 648, 653-657; E. Werner, Die Geburt einer Grossmacht-Die Osmanen (1300-1481), Weimar 1985, tür.
yer.; K. Hopwood, “Türkmen, Bandits and Nomads: Problems and
Perceptions”, Proceedings of CIEPO Sixth Symposium, (ed. J. L.
Bacqué-Grammont - E. van Donzel), İstanbul 1987, s. 23-30; aynın
yazar, “Nomads or Bandits”, Byzantinische Forschungen, XVI, Amsterdam 1991, s. 179-194; Yaşar Yücel, Anadolu Beylikleri Hakkında
Araştırmalar: Çoban-oğulları Beyliği, Candar-oğulları Beyliği, Ankara 1991, I, 183-203; J. S. Langdon, Byzantium’s Last Imperial Offensive in Asia Minor, New Rochelle 1992, tür.yer.; Ahmet Yaşar Ocak,
Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menâkıbnâmeler, Ankara 1992, tür.yer.;
Halime Doğru, XVI. Yüzyılda Eskişehir ve Sultanönü Sancağı, İstanbul
1992, tür.yer.; aynı yazar, “Karahisar Kalesi ve Osmanlı Devletinin
Kuruluşunda Önemi”, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,
I/1, Eskişehir 2001, s. 105-127; The Ottoman Emirate, 1300-1389 (ed.
E. Zachariadou), Rethymnon 1993, tür.yer.; Cemal Kafadar, Between
Two Worlds: The Construction of the Ottoman State, Berkeley 1995,
tür.yer.; C. Imber, “Ideals and Legitimation in Early Ottoman History”,
Suleyman the Magnificent and His Age (ed. C. Woodhead - Metin
Kunt), London 1995, s. 138-153; aynı yazar, “What does Ghazi Actualy Mean?”, The Balance of Truth, Essays in Honour of Professor Geoffrey Lewis, (ed. Çiğdem Balım - Harding-Clmber), İstanbul 2000, s.
165-178; aynı yazar, “The Ottoman Dynastic Myth”, Turcica, XIX,
Paris 1987, s. 7-27; aynı yazar, “Othmān I”, EI² (İng.), VIII, 180-182;
Halil İnalcık, “Osman Gazi’nin İznik Kuşatması ve Bafeus
Muharebesi”, Osmanlı Beyliği: 1300-1380, (trc. Gül Çağalı Güven
v.dğr.), İstanbul 1997, s. 78-100; aynı yazar, “Karacahisar ve Karacaşehir Üzerinde Bir Belge (MAD 18333, Sultanönü Evkaf Defteri)”,
Osmangazi Sempozyumu, Eskişehir Anadolu Üniversitesi, 1998; aynı
yazar, “İznik İçin Osman Gazi ve Bizans Mücadelesi”, Tarih Boyunca
İznik (haz. Işıl Akbaygil v.dğr.), İstanbul 2004, s. 59-85; aynı yazar,
“Ottoman Methods of Conquest”, St. I, II (1954), s. 103-129; aynı yazar, “The Question of the Emergence of the Ottoman State”, IJTS, II
(1980), s. 71-79; C. Heywood, “The Frontier in Ottoman History, Old
Ideas and the New Myths”, Frontiers in Question: Euro-Asian Boderlands, 700-1700, (ed. D. Power - N. Standen), New York 1999, s. 228250; aynı yazar, “Between Historical Myth and ‘Mythohistory’: The
Limits of Ottoman History”, Byzantine and Modern Greek Studies,
XII, Oxford 1988, s. 315-345; D. M. Nicol, Bizans’ın Son Yüzyılları:
1261-1453, (trc. Bilge Umar), İstanbul 1999, s. 135-153; Raif Kaplanoğlu, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, İstanbul 2000, tür.yer.; aynı yazar, Bursa Ansiklopedisi, Bursa 2001, I, tür.yer.; Feridun M. Emecen,
İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikleri Dünyası, İstanbul 2001, s.
1-23; La Bithynie au moyen âge (ed. B. Geyer - J. Lefort), Paris 2003,
tür.yer.; H. W. Lowry, The Nature of the Early Ottoman State, Albany
2003, tür.yer.; E. A. Zachariadou, “İlk Osmanlılara Dair Tarih ve Efsaneler”, Söğütten İstanbul’a: Osmanlı Devletinin Kuruluşu Üzerine
Tartışmalar, (haz. Oktay Özel - Mehmet Öz), Ankara 2005, s. 341-396;
aynı yazar, “Pachymeres on the ‘Amourioi’ of Kastamonu”, Byzantine
and Modern Greek Studies, III, Oxford 1977, s. 57-70; aynı yazar,
“Observations on Some Turcica of Pachymeres”, REB, XXXVI
(1978), s. 261-267; The Ottoman Empire: Myths, Realities and Blacak
Holes, (ed. E. Kermeli - Oktay Özel), İstanbul 2006, tür.yer.; Fr. Giese,
“Das Problem der Entstehung des Osmanischen Reiches”, Zeitschrift
für Semitistik und Verwandte Gebiete, II, Leipzig 1923, s. 246-271;
Hüseyin Hüsameddin, “Orhan Bey’in Vakfiyesi”, TTEM, XVI/94
(1926), s. 284-301; J. H. Kramers, “Wer war Osman?”, AO, VI (1928),
s. 242-254; Fr. Taeschner, “Beiträge zur Geschichte der Achis in Anatolien (14.-15. Jhdt) auf Grund neuer Quellen”, Islamica, IV, Leipzig
1929, s. 1-47; a.mlf., “Beiträge zur frühosmanischen Epigrafik und
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Archäologie”, Isl., XX (1932), s. 109-186; XXII (1935), s. 69-73;
A. Zeki Velidi Togan, “Moğollar Devrinde Anadolu’nun İktisadî
Vaziyeti”, THİTM, I (1931), s. 1-42; İhsan Uludağ, “Osman Gaziye
Dair Mühim Bir Vesika: Aspurça Hatun’un Vakfiyesi”, Uludağ, sy.
26, Bursa 1940, s. 61-68; İ. Hakkı Uzunçarşılı, “Gazi Orhan Bey
Vakfiyesi, 724 Rebîülevvel / 1324 Mart”, TTK Belleten, V (1941),
s. 277-288; a.mlf., “Gazi Orhan Bey’in Hükümdar Olduğu Tarih ve
İlk Sikkesi”, a.e., IX (1945), s. 207-211; Adnan Erzi, “Osmanlı
Devletinin Kurucusunun İsmi Meselesi”, TM, VII-VIII (1940-42),
s. 323-326; Şevkiye İnalcık, “İbn Hacer’de Osmanlılara Dair Haberler”, DTCFD, VI (1948), s. 189-195; E. Francès, “La féodalité
byzantine et la conquète Turque”, SAO, IV (1962), s. 69-90; H.
Glykatzi-Ahrweiler, “l’Histoire et la géographie de la région de
Smyrne entre les deux occupations turques, 1081-1317”, Travaux
et Mémoires, I, Paris 1965, s. 1-204; D. Jacoby, “Catalans, Turcs et
Venitiens en Romanie (1305-1332)”, Studi Medievali, XV/1, Torino 1974, s. 217-261; C. Foss, “The Defenses of Asia Minor against
the Turks”, Greek Orthodox Theological Review, XXVII, Brookline 1982, s. 145-205; aynı yazar, “Byzantine Malagina and the Lower Sangarius”, Anatolian Studies, XI, Ankara 1990, s. 161-184;
R. C. Jennings, “Some Thoughts on the Gazi-Thesis”, WZKM, sy.
76 (1986), s. 151-161; Şinasi Tekin, “XIV’üncü Yüzyıla Ait Bir
İlim-i Hâl: Risâletü’l-İslâm”, a.e., sy. 76 (1986), s. 279-292; aynı
yazar, “XIV. Yüzyılda Yazılmış Gazilik Tarikası, ‘Gaziliğin Yolları’ Adlı Bir Eski Anadolu Türkçesi Metni ve Gazâ / Cihâd Kavramları Hakkında”, JTS, XIII (1989), s. 139-204; L. Darling, “Contested Territory: Ottoman Holy War in Comparative Context”, St.I,
XCI (2000), s. 133-169; a.mlf., “Persianate Sources on Anatolia
and the Early History of the Ottomans”, Studies on Persianate Societies, II, Tihran 2004, s. 126-144; M. Tayyib Gökbilgin, “Osman”, İA, IX, 431-443.
Halil İNANCIK
OSMANLI ÇALIŞMA
HAYATINDA AHİLİK
TEŞKİLATI
Ömer Bosnalı tarafından 1986 yılında İÜ Sosyal
Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Anabilim Dalı’nda Yüksek Lisans
Tezi olarak yapıldı. Önsöz ve girişi müteakip iki
bölümden oluşmaktadır.
Önsözde, çalışan-çalıştıran arasındaki düzenin
bilimsel metotlardan istifade etmek suretiyle sıcak aile ortamına benzer bir şekilde kurulmasının gereği üzerinde durulur. İnsan unsuru bozuk
olduğu zaman iktisadî politikalar ve sistemlerin
başarılı olamadıkları görüşüne yer verilir. Türk
insanının başı dik bir hale gelmesi için çalışma
hayatında ahlakî yapının oluşturulmasının şart
olduğu söylenir.
Girişte, dinî ve tarihî hükümlerin kristalize olduğu Ahi teşkilatından devr alınan bütün kıymet
hükümleri, zamanın icaplarına göre ve toplumun
benimseyebileceği bir tarzda yeniden yorumlanmasıyla yepyeni bir iş ahlakı ve müteşebbis ideo-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
lojisinin ortaya çıkarılabileceği vurgulanır.
Birinci bölümde XIII. yüzyıldan başlayıp XIX.
yüzyıl sonlarına kadar Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Türk devletlerinde esnaf ve toplumsal sınıflar arasında etkinliğini sürdürmüş olan Ahiliğin
kaynakları irdelenir. Bu kurumun oluşmasında
ve işleyişinde Fütüvvet ve Bizans’ın etkileri açıklanır. Ayrıca ilkelerini Kur’an ve sünnetten alan
ve Ahi teşkilatına dayanak teşkil eden âyet ve
hadislerin bir kısmına yer verilir. Yetiştirilen elemanlar arasında çırak, kalfa ve usta hiyerarşisi
kurularak bunlar baba-evlat ilişkisine bağlanır
ve zanaatın sağlam temeller üzerine kurulduğu
vurgulanır. Esnaf ve zanaatkârların iyi ve kaliteli mal yapmaları ve birbirleriyle anlaşmazlığa
düşmeyecek şekilde organize olmaları üzerinde
durulur.
İkinci bölümde Ahiliğin örgüt yapısı açıklanır ve
bu bağlamda çırak, kalfa, usta, yiğitbaşı, kethüda gibi meslek elemanları tanımlanıp bunların
görevleri ve çalışma koşulları anlatılır. Her esnafın bir yardım sandığının bulunduğuna ve buna
Orta Sandığı denildiğine işaret edilir. Kethüda ve
yiğitbaşı ile ihtiyarların nezaret ve sorumluluğu
altında bulunan Orta Sandığı sermayesinin esnaftan kapasitelerine göre toplanan hisselerden
oluştuğuna vurgu yapılır.
Sonuç kısmında Ahilik düzeninde ustaların
yanlarında çalıştırdıkları insanların davranışlarından mesul olduğu ifade edilir. Çalışanların
kötü huy ve hareketleriyle, bunların haksızlığa
uğramalarından yalnız ustaların değil, kademeli
olarak bütün esnafın sorumlu olduğu belirtilir.
Günümüzde çalışma hayatının Ahilikten ilham
alınarak yeniden düzenlenmesi gerektiği görüşü
öne çıkarılır.
Cemile TEKİN
OSMANLI DEVLETİ’NİN
KURULUŞU VE AHİLİK
Galip Demir tarafından kaleme alınan bu kitap
(İstanbul 2000), girişi müteakip, dört bölümden
oluşmaktadır. Girişte, sosyal, iktisadî, siyasî,
dinî birçok şartların Ahi birliklerini ortaya çıkardığı; ancak bunun fonksiyonlarının anlaşılabilmesi için geniş araştırmalara ihtiyaç duyulduğu
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
belirtilir. Bu bağlamda eserde Anadolu Selçukluları
ve Beylikler hakkında bilgi verildikten sonra Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu hazırlayan şartlar ve Ahilerin oynadığı roller tahlil edilir.
Aziz AYVA
OSMANLI EKONOMİK
HAYATINDA FÜTÜVVET
TEŞKİLATLARININ YERİ
Ender Boğazlıyan tarafından Marmara Üniversitesi
Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsü İktisat Anabilim Dalı’nda 1999 yılında yapılan yüksek lisans tezidir. 87 sayfa olan tez, girişi müteakip üç bölümden
meydana gelir.
Giriş kısmında toplumların iktisadî tarihinin oluşumunda sahip oldukları din, dil, kültür gibi unsurlara
vurgu yapılır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda etkin
bir rol oynayan Ahiliğin, Selçuklulardan Osmanlılara geçtiği belirtilir. Müteakiben Osmanlı Devleti’nden
önceki Türk-İslam ve İslam devletlerinde görülen
Fütüvvet teşkilatının benzerliğine işaret edilir. Ahiliğin anlayış ve köken olarak Fütüvvet teşkilatının bir
uzantısı olduğu ileri sürülür.
Birinci bölümde fütüvvetin lügat anlamı ve terminolojik kullanılışı üzerinde durulur. Fütüvvetin
kökeninin tasavvufi bir ahlak anlayışı ve öğretisine dayandığına değinildikten sonra bu kavramın
esnaf örgütlerinde daha çok ekonomik bir hüviyet
kazandığı belirtilir. Daha sonra Fütüvvetlerin erken İslamî dönemden itibaren tarihî gelişimi ve
189
A
A
n
s
i
h
k
fütüvvetnâmelerden seçme metinler değerlendirilir.
İkinci bölümde Ahiliğin tanımı yapılır ve bu terimin
etimolojik açıdan Arapça ve Türkçe kökeni üzerinde
durulur. Anadolu’da Ahilik algısının oluşumu çerçevesinde XIII. yüzyılda ve XIV. yüzyılın ilk yarısında var olan sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yapı
tahlil edilerek, Ahiliğin oluşumuna ve gelişimine etki
eden temel etkenler açıklanır. Bu arada Ahi Evran’in
kısa biyografisi verilir. Müteakiben Ahilik örgütünün genel teşkilat yapısı, örgüte girebilme şartları ve
örgüt mensuplarının tipik karakteristik özellikleri
betimlenir. Ahilikte meslek grupları ve bu mesleklerin pîrleri, Ahilik örgütünün temel fonksiyonları,
Ahi örgütlerinin dağılması ve loncalara dönüşümü
konularına değinilir.
Üçüncü bölümde Ahilik örgütünün özellikle Osmanlı Devleti’nin kuruluş çağında oynadığı sosyoekonomik rol ele alınır. Ahilerin devletin kurulması
aşamasında gösterdikleri fedakârlıklar, cihat ve gaza
faaliyetlerine yaptıkları katkılar anlatılarak bir esnaf
örgütü olarak devletin şekillenmesindeki etkiler
açıklanır. Sonuç bölümünde, Fütüvvet-Ahilik ilişkisine değinilip Anadolu’da kök salan Ahiliğin genel
konumu değerlendirilir.
Yakup KAYA
OSMANLI ÖNCESİ İLE
OSMANLI VE CUMHURİYET
DÖNEMLERİNDE ESNAF VE
EKONOMİ SEMİNERİ
190
Bu eser, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırma Merkezi ile İstanbul Esnaf ve
Sanatkârlar Odaları Birliği (İSTESOB)’nin, 9-10 Mayıs 2002 tarihleri arasında düzenlemiş olduğu seminere sunulan bildirilerin metnini ihtiva eder (İstanbul 2003). İki cilt halinde basılan eserde toplam 34
bildiri yer alır. Eserin adından da anlaşılacağı üzere toplumun önemli bir kesimini teşkil eden esnaf
ve toplumun bütün kesimini ilgilendiren ekonomi,
seminerde sunulan bildiri konularının esasını oluşturur. Seminer programındaki sunuş sırasına göre
kitapta yer alan bildiriler arasında hem Osmanlı öncesi ve dönemi hem de Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili
konuların yer aldığı dikkati çeker.
Kronolojik olarak bir sınıflandırma yapıldığında eserde önce Assur ticaret kolonileri çağında
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Anadolu’da ticaret organizasyonu; Hitit döneminde Anadolu’da ticaret, esnaf ve sanatkârlar;
Roma İmparatorluğu döneminde ekonomik
reformlar; X. ve XI. yüzyılda Bizans’da esnaf,
ekonomi ve loncalar ile ilgili altı bildirinin yer
aldığı görülür. Bunu takiben Yusuf Has Hâcib’in
XI. yüzyılda kaleme aldığı Kutadgu Bilig adlı eserinde yer alan meslekler ve özelliklerine; X.-XIII.
yüzyıllarda Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Türk
kavimlerinin ekonomik ve ticarî hayatlarına;
Asya ve Kafkaslar’dan Orta Doğu’ya köle ticareti
ve ticaret yollarına; Anadolu Selçuklu ve İlhanlı
döneminde ekonomik hayat, meslekler, meslek
grupları ve bu gruplara nizam veren Ahilik ve
Ahilik prensiplerine; ticaret yolları, kervansaraylar ve köprülere dair 10 bildirinin olduğu dikkati çeker. Geriye kalan 18 bildiri ise Osmanlı
ve Cumhuriyet dönemlerine aittir. Bu bildirilerde bâc-ı bâzâr, kâhya ve kethüda terimleri, Osmanlı ekonomisinde konar-göçerler, Kıbrıs’ta ilk
Osmanlı esnafı ve zenaatkârları, Osmanlıda tabip teşkilatı, İstanbul Kapalıçarşısı, yorgancılar,
Trabzon esnafı, Manisa’daki esnaf vakıfları, Uşak
şehri esnafı, 1873 Uluslararası Viyana Sergisi,
sabuncu esnafı, Rodos Yahudi esnafı, Yahudilerin
Gabele vergisi, Osmanlı esnaf sayımları, Osmanlı
Bankası Banknotları, Makedonya esnafı ve Cumhuriyet döneminde esnaf sanatkârlar teşkilatı ve
Ahilik gibi konuların ele alındığı tespit edilir.
Yayınlanan bu seminer kitabında dikkati çeken
hususlardan biri, esnaf ve ekonominin tarihî
süreç içinde ele alınmış olmasıdır. Bu durum
özellikle mesleklerle ilgili terim ve terminoloji ile
konular arasında tarihî bağların ve bağlantıların
kurulması açısından oldukça önemlidir. Bir diğer önemli husus, resmî bir kurum olan İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Araştırma Merkezi ile sivil toplumun sessiz çoğunluğu
İSTESOB’un böyle bir semineri gerçekleştirmesi
ve müşterek işbirliğinin en güzel örneğini vermiş
olmasıdır.
İlhan ŞAHİN
OSMANLI TİCARET VE
SANAYİ ALBÜMÜ
İstanbul Ticaret Odası’nın kuruluşunun 130. yılı
münasebetiyle yayımladığı eser (İstanbul 2012),
A
A
n
s
i
h
k
i
l
sekiz ana başlık ve 319 sayfadan oluşur. Girişte, XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde yaşanan
iktisadî gelişmeler, Osmanlı malî, iktisadî yapısını etkileyen süreç, Balta Limanı Ticaret Antlaşması, Osmanlı sanayileşme hamlesi, Islah-ı
Sanayi Komisyonu ve 1863 Uluslararası Sultanahmet Fuarı, dış borçlar, Düyun İdaresi, demiryolları, para düzeni, Kapitülasyonlar gibi iktisadî
hayatı doğrudan ilgilendiren konular hakkında
bilgi verilir.
Fotoğraf albümü olarak seyreden ilk kısım, tarım ve hayvancılıkla; ikinci kısım, ticaretle ilgilidir. Develerden oluşan ticaret kervanlarının, tren
hatları dışında ticareti sırtladığı dönemlerden
fotoğraflar yanında, çarşı-pazar fotoğrafları verilir. Ayrıca dünyanın ilk kapalı alış-veriş merkezi
olan Kapalıçarşı’ya özel bir yer verilir.
Meslekî Eğitim kısmında, 1773’te Mühendishane-i Bahri-i Hümayun, 1795’te Mühendishane-i Berri-i Hümayun gibi okulların açılmasından sonra yurdun değişik yerlerinde kurulan
ziraat ve sanayi mektepleri yanında, 1911’de
çalışmalarına başlanan Yeşilköy Tayyare Mektebi fotografları yer alır. Kitabın tesisler kısmında,
baraj, bend, su-yel değirmeni gibi tesislerin fotoğrafları sunulur. Devamında kömür işletmeleri, Musul’daki petrol gölcükleri yer alır. Bu arada II. Abdülhamid’in 1898-1899’da yayınladığı
fermanla, Musul ve Kerkük petrol arazilerini
Hazine-i Hassa’ya devretmesi gibi önemli konulara yer verilir.
Caner ARABACI
OSMANLI’DAN
CUMHURİYET’E ESNAF VE
TİCARET
15 Ekim 2010 tarihinde Yıldız Teknik Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü tarafından düzenlenen sempozyuma sunulan bildirilerin metnini ihtiva eden bu eser, IX+228 sayfa
ve on makaleden oluşur. Kitapta Yavuz Cezar’ın
Osmanlı İmparatorluğunda ticaretin maddi unsurları; Cengiz Kırlı ve Betül Başaran’ın niceliksel
ve niteliksel olarak İstanbul esnafı; Nalan Tuna’ın
Yeniçeri-Esnaf ilişkisi; Aziz Tekdemir’in Ticaret
Nezareti ve idarî birimleri; Alp Yücel Kaya’nın
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
İzmir’deki ticaret hayatı ve tüccarların durumu;
Cihan Osmanağaoğlu Karahasanoğlu’nun, zimmî
esnaf ve tacirlerin, yabancı devlet vatandaşlığı;
Fehmi Yılmaz’ın İstanbul’da tütüncü esnafı; Sacit Kutlu’nun İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Esnaf
Örgütleri; Arzu Terzi’nin Osmanlı Devleti’nin Mütareke Dönemi fiyat politikaları ve Nevin Coşar’ın
Osmanlı’dan Cumhuriyete tüketim alışkanlıkları
ile ligili yazıları yer alır.
Yaşar SEMİZ
OSMANLILARDA NARH
MÜESSESESİ VE 1640
TARİHLİ NARH DEFTERİ
Osmanlı iktisat, esnaf, kültür ve medeniyet tarihinin önemli kaynaklarından biri, narh defterleridir. Mübahat S. Kütükoğlu tarafından yayımlanan bu eser (İstanbul 1983), Osmanlı narh
müessesesi ve 1640 tarihli narh defteri metninin
neşrini ihtiva eder. Bu bağlamda eser, Giriş ve
Metin kısmından meydana gelir.
Eserin Giriş kısmında narh müessesesi ele alınır.
Burada önce narhın tarifi, İslâmda ve Osmanlılarda narh, narhın tespiti, tatbiki ve teftişine yer
verilir. Bunun akabinde üretilen, imal edilen ve
satışa sunulan malların tâbi olduğu esasları belirten ihtisab kanunnâmeleri ve malların fiyatlarını belirten narh defterlerinin özellikleri bulunur. Daha sonra ise 1640 tarihli Narh Defteri’nin
nüshaları, nüshaların mukayesesi, hem fiat hem
de kültür ve medeniyet tarihi bakımından defterin değerinin belirtilmeye çalışıldığı genişçe bir
tahlil kısmı yer alır. Burada neşredilen narh defterine dayanarak esnaf grupları ve ustalar ile mal
ve hizmetlerin tasnif edilerek verildiği dikkati
çekiyor.
Eserin ikinci kısmını, 1640 tarihli Narh
Defteri’nin Metin kısmı teşkil eder. Metin, iki
nüshanın mukayesesi ile meydana getirilmiş ve
nüshalar arasındaki farklar dip notlarında gösterilmiştir. Metnin sonuna metinde geçen madde
adlarıyla tabirlerin manalarını ihtiva eden bir de
sözlük eklenmiştir. En sona ise eserde faydalanmayı daha da kolaylaştırmak için analitik bir indeks konmuştur.
Yayınlanacak narh defterleri için örnek bir çalış-
191
A
A
n
s
i
h
k
ma olan bu eser, XVII. yüzyılda İstanbul piyasasında hem Osmanlı toprakları hem de diğer ülke
mahsul ve mamulü olan pek çok ürünün adı,
menşei, fiatı ve coğrafî dağılımı için önemli bir
kaynak özelliğini gösterir.
İlhan ŞAHİN
OTTOMAN CRAFTSMEN AND
THEIR GUILDS
192
Burçak Evren tarafından kaleme alınan bu eser
(İstanbul 1999), 370 sayfadan oluşan bu eser, Ali
Otoman tarafından Osmanlı Esnafı adı altında
Türkçeye tercüme edilerek yayınlandı (İstanbul
1999).
Osmanlı Devleti’nde esnaf terimi, eşsiz yeteneklere sahip el sanatı ustalarından sokak satıcılarına, hakkâklardan ciğercilere dek uzanan geniş
kapsamlı ve o denli çeşitlilik gösteren bir alanı
kapsıyordu. Bu farklı mesleklerin ortak paydası,
lonca ve gediklerdi. Loncalar bir anlamda, dönemin merkezi otoritesi karşısında kendi haklarını
koruyan sivil örgütlerdi. Kökeni tarikatlara daha
geniş anlamda dine ve dinsel merasimlere dayanan lonca sisteminde hiyerarşi, sistem içinde
seçilmiş ve sembol kişiler tarafından temsil ediliyordu. Çırak ve kalfa çıkarma, esnaf arasındaki
sorunları çözme, cezalandırma ve ödüllendirme,
merkezi otoriteden meslekî taleplerde bulunma
loncaların yetki alanına giriyordu.
Gedik ise bir çeşit tekel ya da sınırlamalar bütünüydü. Dükkân açmak ya da kapatmak ya da her
hangi yerde bir şey satmak tümüyle gedik yöntemine bağlı olarak yapılırdı. Gedik sahibinin bu
yetkileri ölümünden sonra mirasçılarına geçmesi
gibi bir devamlılık da gösteriyordu. Özellikle XVI.
yüzyılda esnaf loncaları, gedikleri ve bunların denetimi çok gelişmiş durumdaydı. Loncalarda biraz ödüllendirmenin özendiriciliğinden yararlanmak, biraz da örgütlenme bilincini pekiştirmek
amacıyla bir dizi dinsel içerikli tören yapılırdı.
Örneğin çırak ya da kalfa çıkarmak bunların en ilginciydi. Bu törenlerde dinselliğin öne çıkarılması, esnafı manevî baskı altına alarak dürüstlüğe
davet anlamına gelirdi. Bu araştırmada yalnızca
esnafın çeşitliliği ortaya konulmak istenmiştir.
Örneğin bugün tümüyle unutulmuş olan el sanat-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
larının en görkemlisi olan lülecilik ile çok kısa
bir süre icra edilip tarih sahnesinden silinen kol
gücüne dayalı sedyecilik bir arada işlenmiştir.
Kitabın bir özelliği, görsel malzemenin nicelik ve
nitelik açısından zenginliğinden gelmektedir.
Osmanlı Devleti’nde esnaf sözcüğünün, sanatçılardan zanaatkârlara kadar uzanan çok geniş bir
kapsamı vardı. Hizmet veren, üreten, yaratan,
emeğiyle geçinen herkes esnaftı. “Dua taneleri”
tespihleri yapan ustalar, “Aşk ateşi söndürür”
diye bağırarak sokaklarda yalınayak şifa dağıtan sebilciler, lüleciler, tulumbacılar ve hamallar,
Burçak Evren’in kaleminden büyüteç altına alınarak inceleniyor.
H. Mustafa ERAVCI
Ö
A
A
n
s
i
h
k
ÖRGÜTSEL VATANDAŞLIK
DAVRANIŞI VE AHİLİK
KÜLTÜRÜ ARASINDAKİ İLİŞKİ
Arzu Tokgöz’ün Yüksek Lisans tezi olarak Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İşletme Yönetimi Anabilim Dalı Hastane ve Sağlık
Kurumları Yönetimi Bilim Dalı’nda 1212 yılında
hazırladığı çalışma, dört bölüm ve 101 sayfadan
oluşur.
Girişin ardından birinci bölüm, örgütsel vatandaşlık ve özellikleri verilerek örgütsel vatandaşlık davranışları; özgecilik, vicdanlılık, nezaket
tabanlı bilgilendirme, sivil erdem, centilmenlik
ve gönüllülük olmak üzere beş boyutta ele alınır.
İkinci bölümde Ahilik örgüt kültürü ve özellikleri
incelenir.
Üçüncü bölümde örgütsel vatandaşlık davranışları ile Ahilik kültürü temel kurallarının teorik
karşılaştırılması; dördüncü bölümde çalışanların
örgütsel vatandaşlık davranışı göstermeleri ile
Ahilik temel kurallarının uygulanabilirliği arasındaki ilişkinin incelenmesi ele alınır.
Sonuçta, örgütsel vatandaşlık davranışı boyutlarıyla Ahilik kültürü boyutlarının birbirleriyle
örtüştüğü ve çalışanların örgütte Ahilik kültürü
prensiplerini, örgütsel vatandaşlık davranışı kapsamında uyguladıkları tespit edilir.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
KAYNAKÇA:
https://eksisozluk.com/baki-oz--896191, (Erişim: 24 Haziran
2014).
Bünyamin AYHAN
ÖZBURUN, SERKAN
(d. 1970)
Kaybolan Meslekler (İstanbul 2006) adlı kitabı
hazırlayan Serkan Özburun, Nevşehir’de doğdu.
İlkokul, ortaokul ve liseyi Nevşehir’de bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi’nde teoloji okudu.
1990’lardan itibaren değişik yayınevlerinde musahhihlik, redaktörlük, mütercimlik ve editörlük
yaptı. 10 civarında eseri olan Özbururn, yayıncılıkla meşgul olmaktadır.
KAYNAKÇA::
http://www.kaknus.com.tr/new/index.php?q=tr/node/212;http://
www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=53205; http://searchworks.stanford.edu/view/9621781; (Erişim: 09.05.2014).
Çiğdem ÇİFTÇİ ULUSOY
ÖZCAN, TAHSİN
Caner ARABACI
ÖZ, BAKİ
194
(d. 1949- ö. 2002)
Bir Alevilik Yolu Ahilik adlı eserin yazarıdır.
Erzincan’ın Eşmepınar köyünde 1949 yılında
doğdu. İlk, orta öğrenimden sonra İstanbul Atatürk Eğitim Fakültesi Sosyal Bilimler ve Anadolu
Üniversitesi Tarih Bölümünü bitirdi. Millî Eğitim
Bakanlığı’nda tarih öğretmeni olarak çalıştı. Daha
sonra birçok konuda eser vermeye devam etti.
Eserlerinde, Atatürkçü düşünce, toplumsal hareketler, tarihi kökenli sosyal sorunlar ve içinde yaşayıp büyüdüğü Alevilik ortamını ele aldı. Birçok
gazete ve dergide yazılar yazdı. Okullar için ders
kitabı ve hazırlık kitapları çıkardı. 10 civarında
kitabı vardır.
(d. 1967)
Fetvalar Işığında Osmanlı Esnafı adlı kitabın
yazarıdır. Sivas Akıncılar’da 01.10.1967’de dünyaya geldi. 1989’da MÜ İlahiyat Fakültesi’nden
mezun oldu. Yüksek lisans ve doktora öğrenimini iktisat tarihi alanında yaptı. 2006 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde doçent
olarak göreve başladı ve çeşitli idarî görevlerde
bulundu.
Eserleri: Vakıf Medeniyeti ve Para Vakıfları,
İstanbul 2010; Osmanlı Para Vakıfları Kanûnî
Dönemi Üsküdar Örneği, Ankara2003; Fetvalar
Işığında Osmanlı Esnafı, İstanbul 2004.
Kazım ÜRÜN
A
A
n
s
i
h
k
i
l
ÖZDEMİR, RİFAT
(d. 1951)
Antakya Esnaf Teşkilâtı (1709-1860) adlı kitabın yazarıdır. Afyon’da doğdu. İlköğrenimini
Şuhut’a bağlı Balçıkhisar kasabasında İmam
Hatip Ortaokulu’nda, Ortaöğrenimini Afyon
İmam Hatip Lisesi’nde yaptıktan sonra Afyon
Lisesi’ni de bitirdi. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Tarih Bölümü’nde yaptı (1977). Mezun olduğu
üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 171
nolu Ankara Şer‘iyye Sicili adlı çalışmayla önce
Yüksek Lisansını (1979), sonra yine aynı enstitüde XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Ankara Fizikî,
Demografik, İdarî ve Sosyo-Ekonomik Yapısı
(1785-1840) konulu Doktorasını verdi (1985).
Bir süre Kültür Bakanlığı I. TBMM Müzesi’nde ve
Ankara Etnografya Müzesi’nde uzman olarak çalıştı. 1985 yılında Fırat Üniversitesi’ne Yrd. Doç.
Dr. olarak intisap etti. Uzmanlık alanı yakınçağ
tarihi olan Rifat Özdemir’in önemli çalışmalarını
Osmanlı dönemi şehir tarihi, aile kurumu, vakıf
sistemi, esnaf teşkilatı, şehir mimarisi, şehir demografisi oluşturmakta ve bu konular üzerine
yazılmış pek çok makale ve kitabı vardır.
Eserleri: XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Ankara
Fizikî, Demografik, İdarî ve Sosyo-Ekonomik
Yapısı (1785-1840), Ankara, 1998; Antakya Esnaf Teşkilâtı (1709-1860), Antakya 2002; Osmanlı Vakıflarının Kurulması ve Yaşatılmasında Devlet Kurumlarının İşleyişi, Ankara 2005.
M. Murat ÖNTUĞ
ÖZDEMİRLİ MEDRESESİ
Konya Debbağhanesi’nde debbağlara ait Diğin
Camii’nin bitişiğinde inşa edildi. Hattat yetiştirmesiyle ünlü bir Osmanlı devri medresesidir.
Yeri, Konya’da eski adıyla Ahiliğin merkezi durumunda olan Debbağhâne mahallesinde Diğin
Camii’nin bitişiğinde idi. Konya Debbağhanesi’ndeki debbağ dükkânları, medresenin kuruluş
döneminde faal halde idi. İlk yaptıranın lakabından dolayı Uzun Hoca Medresesi adıyla da anılmıştır. Özdemirli Medresesi’ni, Konya ulemasından Hacı Mustafa Efendi 1843’te vefatından önce
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
yaptırmıştır. Mimari itibariyle Osmanlı dönemi
Konya medreseleri tipindedir. Bir avlu etrafında
kerpiçten yapılan talebe odalarından oluşmaktadır. 1848’de 15 hücresi vardır. 1890’a gelindiğinde 15 talebe odasının yerinde, dört hücre ve bir
dershane kalmış, gerisi yıkılmıştır. 1890 yılında,
medresenin müderrislerinden Başaralızâde Seyyid İbrahim Hakkı Efendi (1829-1891), halktan
da destek alarak medreseyi genişletip, toplam 14
hücre ile üç dershaneye çıkarmış, kurduğu para
vakfıyla da medreseyi desteklemiştir.
Vakıfları: Seyyid İbrahim Hakkı Efendi tarafından iki bin kuruş vakfedilerek 1890’da onaylanmıştır. Vakfiyeye göre, iki bin kuruş, onu on
bir buçuktan çalıştırılacaktır. Elde edilen gelir,
medresenin tamirine harcanacak, kalan para
müderris ve mütevellisine ücret olarak verilecektir. Hayatta olduğu sürece Seyyid İbrahim Hakkı
müderris ve mütevelli olacaktır. Vefatından sonra
erkek evlatlarının en büyük ve doğru olanına, silsile halinde tevliyet görevi verilecektir. Zamanla
vakıf bozulur ise geliri fakir Müslümanlara harcanacaktır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Özdemirli Medresesi, bir başka medresenin hazırlık kısmının
eğitim tesisi gibi kullanılır olmuştur. 1918-1924
yılları arasında Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi
Konya Şubesi’nin ihzarî kısmı öğrencilerine burada eğitim verilmiştir.
Özdemirli Medresesi, normal medrese eğitimi
yanında, hattat yetiştiren bir okul gibi de çalışmıştır. Özdemirli’ye bu özelliği kazandıran, hat
sanatkârı olan müderrisleridir. Hattatlığı öne çıkan ilk müderrisi, aynı zamanda kurucusu olan
Hacı Mustafa Efendi’dir. Ardından Başaralızâde
İbrahim Hakkı Efendi, Başaralızâde Rasim Efendi (1843-1907), Başaralızâde Şeyhü’l-Hattatîn
Hasan Fevzi Efendi (1873-1946), Kadızâde
Ömer Sadık Efendiler gelir. Hattat, hafız ve müderris İbrahim Efendi’nin hattı olan bir Kur’an
Abdülhamid’e (1876-1909) hediye edilmiştir.
Yazmayı çok beğenen Abdülhamid, bu Özdemirli müderrisini hayatta olduğu sürece 500 kuruş
maaşla ödüllendirmiştir.
Medresenin ibadethanesi olan bitişiğindeki Diğin
Camii adına kurulan vakıf, müderris Kadızâde
Ömer Sadık Efendi’ye ait olup buraya 6 Rebiülevvel 1319 (23 Haziran 1901) tarihli vakfiye ile
dokuz dükkân vakfedilmiştir.
195
A
A
n
s
i
h
k
Özdemirli Medresesi, zamanla metrûk bir hale
gelmiş ve sadece ibadethane bölümü olan Diğin
Camii ayakta kalmıştır.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
Caner ARABACI
ÖZKAYA, REMZİ
(d. 1948)
Dünden Bugüne Ahilik adlı kitabın yazarıdır.
Erzurum’un Olur ilçesinde doğdu. İlkokulu ve
Sanat ortaokulunu Erzurum’da okudu, liseyi İzmir-Tire Erkek Sanat Enstitüsü’nde tamamladı.
1966’da girdiği Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’ndan 1971’de mezun oldu. Mezuniyetini takiben meslek liselerinde öğretmen olarak
görev yapmaya başlayan Özkaya, halen Keçiörenİncirli Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi’nde çalışmaktadır.
Kitapları: Dünden Bugüne Ahilik, Ankara 2011.
KAYNAKÇA:
Remzi Özkaya, Dünden Bugüne Ahilik, Ankara 2011, s. 4; www.
mebk12.meb.gov.tr (Erişim: 29.01.2014).
Selma TURHAN SARIKÖSE
ÖZTÜRK, HÜSEYİN
196
(d. 1959)
Tarihin ve Medeniyetin Beşiği Çarşılar adlı kitabın
yazarıdır. Ankara’da, doğdu. Öğrenimini burada
tamamladı. Hayata, foto muhabiri olarak atıldı
ve uzun süre siyasî parti haberleri geçti. Bir ara,
çeşitli belgesellerde kameramanlık yaptı. Sonra
sinemayı seçti. Reji asistanlığı ve yapım koordinatörlüğü, sinema ve televizyon filmleri eleştirmenliği yaptı. Çeşitli kuruluşlarda basın danışmanlığında bulundu. Halkla ilişkiler, sosyal ve idarî
hizmetler birimlerinde çalıştı. Kişisel gelişim
programları alanında eğitim aldı. Çeşitli kurumlarda, aile içi iletişimde beden dili konusunda,
kişisel gelişim seminerleri verdi.
i
KAYNAKÇA:
Hüseyin Öztürk, Tarihin ve Medeniyetin Beşiği Çarşılar, İstanbul
2011, s. 4; http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=3859,
Erişim: 22 Haziran 2014.
KAYNAKÇA:
VGMA, nr. 2004, s. 457, sıra: 257; Caner Arabacı, Osmanlı Dönemi Konya Medreseleri (1900–1924), Konya 1998, s. 361-367.
s
Caner ARABACI
P
A
A
n
s
i
h
k
PABUCU DAMA ATILMAK
198
Osmanlı Devleti zamanında; özellikle XIII. yüzyıldan itibaren sosyal, iktisadî, dinî ve kültürel hayatı
düzenleyen, devletin kurumsal kimliğini gösteren
birtakım kurallar vardır. Esnaf ve sanatkârların
bağlı bulunduğu Lonca kuruluşu ve Ahi birlikleri
de hem sosyal hayatı düzenlemek hem de devletin kendi iç dinamiklerini kontrol etmek amacıyla
birtakım kurallar geliştirmiştir. Bugün; günlük
hayatta yaygın olarak söylenen pabucu dama atılmak deyiminin ortaya çıkış hikâyesi de böyle bir
iç denetim mekanizmasının sonucudur.
Malın kalitesini yüksek tutmak, standartlara uygun üretim yapmak, müşteri memnuniyetini sağlamak, iş ve ticaret ahlakının sürekliliğini sağlamak, karaborsayı önlemek, usta-çırak ilişkisini
oturtmak, usta yetiştirmek, fütüvvetnâmelerde
tarif edilen esnaf anlayışını yerleştirmek vb. faaliyetleri, belirli bir disiplin içerisinde yerine getirmek için Lonca ve Esnaf Kuruluşları şöyle bir
uygulama geliştirmişlerdir:
Her esnaf birliği kendi içerisinde müşteri memnuniyetini sağlamak ve vatandaşın mağdur olmasını
önlemek için esnafını denetlerdi. Bu denetlemenin en müsait olduğu mesleklerden biri de kunduracılıktı. Diyelim ki bir ayakkabı satın aldınız
veya ayakkabınızı tamir ettirdiniz ve ayakkabınız
kusurlu çıktı. Bunun üzerine müşteri hemen esnaf şeyhi, kâhya, yiğitbaşı vb. bir hiyerarşi takip
ederek ilgili kişiye şikâyetini iletirdi. Esnaf şeyhi
de durumu inceleyerek kusurun kullanıcı hatası
mı yoksa esnaf hatası mı olduğunu teşkilat ileri
gelenleriyle / ihtiyar heyetiyle tespit eder ve şayet
söz konusu kusur esnaftan kaynaklanmışsa o
ayakkabının ücreti müşteriye ödenirdi. Yine ihtiyar heyetinin kararıyla o kusurlu ayakkabılar, kalitesiz mallar, ibreti âlem için o dükkânın damına
atılırdı. Bu olay o esnaf için çok ağır bir cezaydı.
Böylece o esnafın işine hile karıştırıldığı anlaşılırdı. Çarşıdan gelen geçen vatandaşlar da kimin
iyi mal sattığını, kimin kötü mal sattığını anlardı.
Hatta o esnafa gerekli görülürse geçici veya sürekli olarak yaptığı işten el çektirilirdi.
Sonuç olarak o ayakkabıcı hem maddî kazançtan
mahrum oluyor hem de itibarı düştüğü için gerçekten pabucu dama atılmış oluyordu.
Bugünkü Ticaret ve Sanayi odalarının, meslek
odalarının, meslek birliklerinin görevlerini yapan
bu esnaf kuruluşları, bu ve buna benzer iç denetim mekanizmalarla hem sosyal hayatı düzene ko-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
yuyor hem de ISO, TSE vb. kalite standartlarının
çekirdeğini oluşturuyordu.
Aziz AYVA
PANCAL ÇEŞMESİ
Ahi eserlerinden olduğu söylenen Kosova’da Cakova, Kirena nehri yakınında Küçük Medrese’nin
arkasında yer alan Pancal Çeşmesi’nin adı “penç/
beş” kelimesinden gelmektedir. Yapı, beş yolun
kesiştiği bir alanda yer almakta ve Ahi eserlerinden olduğu söylenmektedir.
Ön cephesi haricinde büyük oranda toprak altına
kalmış durumdaki çeşme, taş bloklarla inşa edilmiştir. Çeşmenin üç lülesi bulunmaktadır. Bütünüyle sade haldeki çeşmenin sadece bir lülesinin
üzerinde 35x20 cm ölçülerindeki yatay dikdörtgen taşa işlenmiş daire içerisinde altı kollu çiçek
motifi görülmektedir.
Çeşme harap durumda olmakla birlikte halen
kullanılmaktadır.
KAYNAKÇA:
Mehmet Zeki İbrahimgil-Neval Konuk, Kosova’da Osmanlı
Mimarî Eserleri, I, Ankara 2006, s.135-136
.
Mustafa ÇETİNASLAN
PAŞAM MAHALLESİ MESCİDİ
(bk. KURŞUNLU CAMİ)
PAZAR
Kelimenin aslı Farsça “bâzâr”dır. Türkçeye “bazar” olarak geçen kelime, halk ağzında yaygın
olarak “pazar” şeklinde söylenir. Kırgızca, Kazakça, Özbekçe, Türkmence ve Uygurca gibi
akraba dillerinde “bazar” şeklinde kullanılır.
Kelime İngilizceye “bazaar”, Fransızcaya “bazar”,
Almancaya “basar”, İtalyancaya “bazzara” olarak
girmiştir.
Doğu uygarlığının bir değeri olarak ortaya çıkan
A
A
n
s
i
h
k
i
l
pazar, genelde mal ve eşyaların alınıp satıldığı
ticarî yer anlamına gelir. Bu bağlamda pazar, şehir, kasaba ve hatta köylerde sosyal ve dinî merkezlerin oluştuğu yerler olarak da dikkati çeker.
Bu bakımdan pek çok pazarın, fizikî bakımdan
cami, mescid ve kahvehane gibi dinî ve sosyal
tesislerle birleştirilmiş veya bütünleşmiş olduğu
görülür. Osmanlı döneminde şehir ve kasabalar
tanımlanırken sık sık “Bazar durur, cuma kılınur” ifadesinin geçmesi, söz konusu oluşumların bir tezahürü olmalıdır. Bu tür pazarlar, üstü
açık, basit bir şekilde tezgahları kurulup sökülebilen bir özellik gösterir. Bu şekilde Selçuklu
döneminde Kayseri-Pınarbaşı arasında Mayıs
ayının başlarında kurulan, Haziran ayı ortasına
kadar devam eden ve daha çok bir panayır özelliği gösteren Yabanlu Pazarı adıyla bir pazarın
kurulduğu biliniyor. Ayrıca Osmanlı Beyliği’nin
kurucusu olan Osman Gazi döneminde pazarların kurulduğu dikkati çekiyor.
Osmanlı döneminde yeni bir pazarın kurulması
veya açılması, yerel halkın görüşleri dikkate alınarak merkezî idarenin kararıyla belirlenirdi.
Bazı istisnalarla haftanın belli bir gününde üstü
açık olarak kurulan ve yerel bir özellik gösteren
pazarların düzeni ve işleyişi, o yerin kadısının
sorumluluğunda idi. Bu bakımdan pazara gelen
mallar, gelişi güzel bir fiyattan değil, kadının o
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
malla ilgili esnaf temsilcileri, ticaret veya sanat
erbabı, halkın ileri gelenleri gibi kimselerle birlikte tespit ettiği fiyattan satılırdı. Tespit edilen
bu fiyata “narh” denirdi.
Pazarların en önemli özelliği, belli bir mekânda ve
zamanda kurulmuş olmasıdır. Bu bakımdan her
pazarın kurulduğu belli bir alanı vardır. Bu alan,
yöre halkı tarafından zamanla pazar yeri olarak
bilinmeye başlar. Bu pazarların önemli bir kısmı
haftada bir defa belli bir günde kurulur. Bu bağlamda pek çok pazar, kurulduğu şehir, kasaba
veya semtin adını taşır. Ancak Osmanlı döneminde kurulan bazı pazarlar salı pazarı, çarşamba
pazarı, perşembe pazarı, cuma pazarı örneğinde
olduğu gibi kurulduğu günlerin adını da alabilir.
Bazıları ise Anadolu’daki Düzce (Düzcepazarı) ve
Adapazarı örneğinde olduğu gibi adını kurulduğu şehir, kasaba, semt veya köye verebilir. Ayrıca bahar mevsiminin gelmesiyle birlikte göçebe
grupların buluşma ve kaynaşma yerleri olan
yaylaklarda kurulan yaylak pazarlarını da belirtmek gerekir. Mesela Osmanlı döneminde Niğde bölgesindeki Melendiz yaylasında Çarşamba
günleri kurulmasından dolayı Çarşamba Pazarı
adıyla bilinen bir pazar vardı. Bu pazar, bölgedeki göçebe ve hatta yerleşik unsurların mal ve
gıda ürünlerini getirdikleri ve alıp alıp sattıkları
bir özellik göstermekteydi. Aynı şekilde Konya ve
Akşehir kazalarında at pazarlarının mevcudiyeti, bölgedeki at yetiştiriciliğinin ve ticaretinin bir
yansımasıydı.
Bazı pazarlar, adında “pazar” olsa da, normal
pazarlardan daha farklı bir özellik gösterirler.
Bu türden pazarların genellikle büyük şehirlerde taştan üstü kapalı olarak inşa edildiği, birçok
giriş ve çıkış kapısının olduğu, içinde her çeşit
mal ve eşyanın alınıp satıldığı ve hafta boyunca
sürekli açık tutulduğu dikkati çeker. Bu tür pazarlar daha çok iki pazar sokağının kesişmesiyle
oluşan dört yol ağzında yer alır. Bu bakımdan
bunlara Farsça ‘çâr’ (dört) ve ‘sû’ (taraf) kelimelerinin birleşmesiyle oluşan ‘çarşı’ (çârşû) denir.
Bu bağlamda İstanbul’da Kapalı Çarşı ile Mısır
Çarşısı’nı, Kahire’de Hân el-Halili’yi, kuruluşu Selçuklu ve Safevî dönemlerine kadar giden
İran’daki İsfahan Pazarı ile Safevî dönemine ait
Tahran Pazarı’nı belirtmek gerekir. Bu tür pazarlar, klâsik anlamdaki ‘hafta pazarı’ özelliğinden
ziyade ‘çarşı’ veya ‘çarşı pazarı’ özelliğini taşırlar.
Pazarları alınıp satılan gıda ürünleri, eşya ve
199
A
A
200
n
s
i
h
k
mallar bakımından birkaç gruba ayırmak mümkündür. Bunlar arasında öncelikle sebze, meyve, kuru gıda ve tekstil gibi çeşitlilik arzeden
ürünlerin satıldığı pazarları belirtmek gerekir.
Hem Osmanlı döneminde hem de bugünün
Anadolusu’nda yaygın olarak kurulan bu tür pazarlarda dikkati çeken hususlardan biri, pazarcıların mevsiminde çıkan taze sebze ve meyveleri pazara getirmeleri ve satmalarıdır. Bu arada
mevsiminden önce çıkan veya yetişen meyveler
de getirilir ve pazarcılar tarafından “turfanda, turfanda” diye bağırılarak halka sunulur. Kelime, Osmanlı döneminde merkezî idare ile halk arasındaki iktisadî ve ticarî prensipleri belirleyen sancak
kanunnâmelerinde adı ‘turfanda yemiş’ (turfanda
meyve) olarak geçiyor. Buradaki ‘turfanda’nın ise
Asya’nın en doğu uç noktasından Anadolu’ya taşınan ve bilahare Osmanlı coğrafyasına yayılan
bir kültür değeri olduğu anlaşılıyor. Turfan (Turpan), Çin Halk Cumhuriyeti’nde halkının önemli
bir kısmı Uygur olan bir şehirdir. İpek Yolu’nun
geçtiği tarihî yol üzerinde yer alan Turfan şehri ve
bölgesi, deniz seviyesinin altında ve dünyanın en
sıcak bölgeleri arasında yer alır. Ancak kuzeydeki
Tanrı Dağları’nda eriyen karların suyunun kanallarla getirilmesi sonucunda bölge ziraî bakımdan
oldukça verimli bir hal alır. Böylece suyu bol, havası sıcak olan bu bölgede başta sebze ve meyve
olmak üzere her türlü ürünler erken bir vakitte
yetişir. Bu durum Asya’nın en batı uç noktasında yer alan Anadolu’daki “turfan” adının, tarihî ve
kültürel bir bağ olarak Asya’nın en doğu uç noktasındaki Turfan’dan geldiğini gösterir.
Yaygın olarak çeşitli sebze, meyve, gıda ve tekstil
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ürünlerinin satıldığı pazarlar dışında, Osmanlı
döneminde esirlerin alınıp satıldığı esir pazarı,
ikinci el eşyaların alınıp satıldığı bit (bat) pazarı
ile sadece alıcı ve satıcıların hanım olmasından
dolayı karı pazarı adıyla bilinen pazarların olduğu da biliniyor. Bunun yanında bazı pazarlar,
araba pazarı, balık pazarı, kuş pazarı, at (esb)
pazarı, hayvan pazarı ve mal pazarı örneğinde
olduğu gibi alınıp satılan hayvan, mal veya eşyaya göre ad almaktaydılar. Söz konusu hayvan
pazarları arasında sadece büyük baş hayvanların
karışık olarak alınıp satıldığı pazarlara Türkçede mal pazarı veya hayvan pazarı denirken Orta
Asya’da yaygın olarak mal bazarı denir.
Osmanlı döneminde pazarlara getirilen her türlü sebze, meyve, mal ve eşyalar, gelişigüzel bir
şekilde getirilemez ve satılamazdı. Öncelikle yetiştirilen her ürünün ve malın mevsimine güre
fiyatı tespit edilirdi. Bu fiyatlar, ilgili yerin kadısının başkanlığında esnaf temsilcilerinin de içinde bulunduğu bir komisyonca tespit edilirdi. Bu
tespite ‘narh’ adı verilirdi. Çarşı ve pazarlarda
narhlara uyulup uyulmadığı ile kontroller ise kadının maiyyetindeki muhtesib adlı kimselerce yapılırdı. Muhtesib, maiyyetindeki kol oğlanlarıyla
çarşı pazarı devamlı kontrol ettiğinden kadının
en büyük yardımcısı idi. Kadıların narh verme
ve fiatları kontrol etme görevleri, XIX. yüzyılın
başlarına kadar devam etti. Narh işlerine bakmak üzere 1851’de Es‘ar Nezareti, 1854’te ise
İhtisab Nezareti’ne bağlı Es‘ar Meclisi kuruldu.
Ancak kısa sürede İhtisab Nezareti’nin ortadan
kalkmasıyla narh işleriyle doğrudan şehremaneti
ilgilenmeye başladı. Ancak zamanla sebze, meyve
ve ardından ekmek hariç diğer maddeler üzerindeki narh kaldırılmaya başlanmış ve fiyatlar serbest piyasada belirlenir olmuştur.
Mal veya eşyalar, gelişi güzel bir şekilde pazarlara girip çıkmazdı. Pazarların giriş ve çıkış
yerlerinde görevli kimseler bulunurdu. Mesela
hayvan pazarlarındaki uygulamalarda böyle bir
sistem vardı. Çoğu defa pazarın her iki tarafında
giriş ve çıkışların yapıldığı kapılarda görevlilerin
hayvanları saymaları icap ediyordu. Zira pazara
giren hayvan sayısına göre görevlilerce hayvan
sahiplerinden bir para alınıyor ve karşılığında
bir belge veriliyordu. Benzer durum sadece Osmanlı coğrafyasında değil, bugünün Orta Asyası’ndaki pazarlarda da uygulanmaktadır. Nitekim
Kırgızistan’daki mal pazarlarında hayvanlarını
getirenlere, üzerine “möör” (mühür) basılmış bir
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
PÎR
makbuz veriliyor. Alınan bu paranın büyük baş
hayvanların her biri için 25 Som (yaklaşık 1,25
Türk Lirası), küçük başlarda 15 Som olduğu
anlaşılıyor. Hayvan sahipleri, pazarda hayvanları satılsa da satılmasa da giriş kapısından bu
parayı ödemek ve çıkarken makbuzlarını ibraz
etmek zorundaydılar. Pazarın bu şekilde işletilmesi, Osmanlı döneminde uygulanan “iltizam”
ile bu iltizamı üzerine alan ve “mültezim” olarak
bilinen kimseleri hatırlatıyor. Buna benzer uygulamaların günümüzde Anadolu’da devam ettiği
dikkati çekiyor.
KAYNAKÇA:
Ömer Lütfi Barkan, XV ve XVI inci Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları, I, Kanunlar,
İstanbul 1943, s. 46, 48, 394; Suraiya Faroqhi, Osmanlı’da Kentler ve Kentliler (trc. Neyyir Kalaycıoğlu), İstanbul 1993, s. 69-73;
İlhan Şahin, “Urban-Rural Relations in the Transition Period: The
Case of an Animal Bazaar in Kyrgyzstan”, The Post-Soviet States:
Two Decades of Transition & Transformation, eds. Ajay Patnaik
& Tulsiram, New Delhi 2012, s. 189-200; Mübahat S. Kütükoğlu,
“Narh” (Osmanlılar’da), DİA, XXXII, 390-391; Hikari Egawa-İlhan Şahin, “From Bazaar to Town: The Emergence of Düzce”,
Kyoto Bulletin of Islamic Area Studies, 3/1 (July 2009), s. 293309; İlhan Şahin, Osmanlı Döneminde Konar-Göçerler (Nomads in
the Ottoman Empire), İstanbul 2006, s. 72-72, 102-103; Sato Tsugitaka, İslam Hayatı ve Teknoloji (Japonca), Tokyo 1999, s. 31-33;
C. A. Bayly, Rulers, Townsmen and Bazaars: North Indian Society
in the Age of British Expansion 1770-1870, New Delhi 2010; Tahsin Özcan, “Pazar” (Osmanlı Dönemi), DİA, XXXIV, s. 206-209.
İlhan ŞAHİN
PEŞTAMAL KUŞANMA
(bk. ŞED BAĞLAMA)
Sözlükte “ihtiyar, ak saçlı, tecrübeli kimse” anlamındaki Farsça pîr kelimesi tasavvufta mürşid,
velî ve şeyh ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Bu kullanıma göre pîr tasavvuf eğitimi alan
kimseye rehberlik yapan kişidir. Pîr kelimesi
tasavvufî manasıyla ilk defa III-IV. (IX-X.) yüzyıllarda Horasan sûfîleri ve özellikle fütüvveti öne
çıkaran Nîşâbur melâmetîleri tarafından kullanılmaya başlamıştır. IV. (X.) yüzyılın ilk yarısında
yaşayan Horasanlı sûfî Abdullah b. Muhammed
b. Münâzil kaynaklarda “pîr-i ehl-i melâmet, pîr-i
melâmetiyân” diye anılmaktadır. Horasan sûfîleri
arasında şeyh kelimesi V. (XI.) asırdan sonra
yaygınlık kazanmıştır. Farsça ilk tasavvuf klasiklerinden Hücvîrî’nin Keşfü’l-mahcûb’unda ve
Muhammed b. Münevver’in Esrârü’t-tevhîd’inde
şeyh ve pîr kelimelerinin aynı anlamda ve birlikte
kullanıldığı görülmektedir (Nasrullah Pürcevâdî,
V, 892-893). Horasanlı sûfîler bulundukları
coğrafî bölgeye veya doğum yerlerine nisbet edilerek “pîr” kelimesiyle birlikte anılmıştır. Meselâ
Ahmed Yesevî’ye “pîr-i Türkistan”, Menâzilü’ssâ’irîn müellifi Hâce Abdullah Ensârî’ye “pîr-i
Herat”, Şeyh Nâsûr’a “pîr-i Gûhistân” lakabı verilmiştir.
Zâhirî anlamda pîr seyrü sülûkü tamamlayıp insanları Hak yoluna irşad eden kimsedir (İsmâil
Rusûhî Ankaravî, s. 28). Bu kullanımıyla pîr
“tarikat şeyhi” anlamına gelir. Pîr mücerret bir
şahsiyet ya da manevî ve ilâhî bir ilke de olabilir.
Bu pîrin bâtınî manasıdır. Mevlana Celâleddin-i
Rumî, “Pîr senin aşkındır, saçı sakalı ak olan değil. Pîr yüz binlerce ümitsizin elinden tutandır”
derken (Mesnevî, V, 278) kelimeyi hem bâtınî hem
zâhirî anlamıyla kullanmıştır. Pîrin delâlet ettiği
rehber olma, irşat etme anlamı varlığın iki temel
görünümü olan zâhir ve bâtında çeşitli varlık
sûretlerine bürünür. İlâhî fiillerin âlemde tasarrufta bulunmasına mazhar oldukları, ulûhiyyetin
müşahede edilmesi ve bilinmesinde insanlara
mânen rehberlik yaptıkları için Cebrâil, akl-ı
faal, kutub, gavs ve Hızır’a da pîr denilmiştir.
Nitekim Hüseyin Vâiz-i Kâşifî Fütüvvetnâme-yi
Sultânî’de (s. 61) Hızır’ı Mûsâ’nın, Cebrâil’i Hz.
Peygamber’in pîri olarak tanıtmaktadır.
Meslek grupları, fütüvvet erbabı ve Ahi
teşkilâtında her esnaf zümresinin ilk manevî ustası ve zanaatkârı vardır, bu kişiye o zanaatın pîri
denilir. Meselâ Hz. Âdem çiftçilerin, Nûh gemicilerin, İdrîs terzilerin, Dâvud demirci ve zırhçıla-
201
A
A
202
n
s
i
h
k
rın, Lokman hekimlerin, Selmân-ı Fârisî berberlerin, Ahi Evran debbâğ esnafının pîri sayılır. Hallâc-ı
Mansûr hallaçların pîri kabul edilir. Fütüvvet ve
esnaf teşkilâtında civanmerdlere şed bağlayan kimseye “pîr-i şed” denir. Eskiden esnafın pîrin adının
geçtiği, “Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız
/ Hazret-i (Şâzelî’dir) pîrimiz üstadımız” beytinin
levha olarak asılması bir gelenekti.
Pîr teriminin şeriat, tarikat, mârifet ve hakikat açısından dörtlü tasnifi yapılmıştır. Şeriatın dört pîri
Hz. Âdem, İbrâhim, Mûsâ ve Hz. Muhammed; tarikatın dört pîri Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil ve Azrâil’dir.
Ferîddüddin Attâr, Hâfız-ı Şîrâzî, Şems-i Tebrîzî
ve Mevlana Celâleddin-i Rumî mârifetin pîrleridir.
Başka bir tasnife göre mârifet pîrleri beştir: Şah
Kasım-ı Envâr, Mevlana Celâleddin-i Rumî, Şems-i
Tebrîzî, Ferîdüddin Attâr ve Sa‘dî-i Şîrâzî. Hz.
Ali’nin kendilerine hilâfet hırkası verdiğine inanılan
Hz. Hasan, Hüseyin, Kümeyl b. Ziyâd ve Hasan-ı
Basrî’ye “çehâr pîr” denir.
Tarikatların teşekkülünden sonra pîr kavramı kurumsal bir anlam kazanmış, tarikat kurucusuna pîr ya da pîr-i tarikat adı verilmiştir.
Meselâ Abdülkadir-i Geylânî Kadirîliğin, Ahmed
er-Rifâî Rifâîliğin, Şah Bahâeddin Nakşbend
Nakşibendîliğin, Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî Şâzelîliğin,
Mevlana Celâleddin-i Rumî Mevlevîliğin, Hacı
Bektaş-ı Velî Bektaşîliğin, Hacı Bayrâm-ı Velî
Bayramîliğin pîridir. Pîrin bu anlamı diğer anlamlarından daha yaygındır. Halvetîlik ve Mevlevîlik örneğinde olduğu gibi bazı tarikatlarda tarikat kurucusuna “pîr-i evvel”, tarikatı pîr-i evvele tâbi olarak
düşünce, âdâb ve erkân açısından yenileyene “pîr-i
sânî” denilir. Meselâ Halvetîlik’te Ömer el-Halvetî
tarikatın pîr-i evveli, Yahyâ-yı Şirvânî pîr-i sânîsidir.
Tarikat pîrinin türbesinin bulunduğu dergâha “pîr
evi, pîr makamı, huzur, huzûr-ı pîr” adı verilmiştir.
Pîrin vasıfları bazı benzetmelerle anlatılmıştır. “Yaz
mevsimi, bahar serinliği, ay, dürr-i yektâ” bunlardan bazılarıdır. Manevî simyanın üstadı olarak kabul edilen pîr için “kibrît-i ahmer” (simya ilminde
bakırı altına dönüştürmekte kullanılan bir madde)
kullanımı Ferîdüddin Attâr’da görülen bir başka
tabirdir.
Tasavvuf edebiyatında pîr kelimesi muhtelif terkipler içinde kullanılmış, bu terkiplerden farklı manalar taşıyan mecazlar türetilmiştir. “İlâhî
aşk şarabını sunan kâmil mürşid” anlamında
“pîr-i meygede, pîr-i meyfürûş, pîr-i bâdefürûş,
pîr-i meyhâne”; “sâlikleri ilâhî aşk ateşinde yakan
insân-ı kâmil” anlamında “pîr-i mugan”; “kalenderî
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ve melâmetî tavrın baskın olduğu şeyh” anlamında “pîr-i harâbât”; “ledün ilmiyle manevî zevkler
veren, kâinatın ezelî ve ebedî neşesini sağlayan
kimse” anlamında “pîr-i dihkan” bu tür mecazlar
arasında zikredilebilir. Pîr teriminin çeşitli dinî
akımların önderleri için de kullanıldığı görülmektedir. Zerdüştîlik’te dinî lidere “pîr-i mugan”,
Hıristiyanlık’ta manastır hayatı yaşayan rahiplere “pîr-i deyr” adı verilir. Bu tabirler tasavvuf
şiirinde mecaz olarak da kullanılmıştır. Nizârî
İsmâilîler, İran tasavvufundan etkilenerek dâîleri,
imam ve hüccetleri pîr unvanıyla anmıştır.
KAYNAKÇA:
Muhammed A‘lâ b. Ali et-Tehânevî, Keşşâfu ıstılâhâti’l-fünûn, I,
Kalküta 1862, s. 735-737; Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Mesnevî
(çev. Veled Çelebi İzbudak), Konya 2004, V, 278; İsmâil Rusûhî
Ankaravî, Minhâcü’l-fukarâ, İstanbul 1286, s. 28; Hüseyin Vâiz-i
Kâşifî, Fütüvvetnâme-i Sultânî (yay. M. Ca‘fer Mahcûb), Tahran
1350, s. 61; “Fütüvvetnâme-i Âhengerân”, Ferhunde Peyâm (yay.
Îrec Efşâr), Meşhed 1360, s. 58-59; “Fütüvvetnâme-i Çist Sâzân”,
Resâ’il-i Civânmerdân (yay. Murtazâ Sarrâf), Tahran 1370, s.
226-227, 231-232; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1991, s. 384-385; Ferhâd Defterî, Târîh ve Aka’id-i
İsmâ’îliyye (çev. Ferîdun Bedreî), Tahran 1375, s. 450-451, 535;
Nasrullah Pürcevâdî, “Pîr”, Dânişnâme-i Cihân-ı İslâm, V, Tahran
1379/2000, s. 892-897; Nurettin Öztürk, “Pir”, Türk Dünyası Edebiyat Kavramları ve Terimleri Ansiklopedik Sözlüğü, V, Ankara
2006, s. 101.
Safi ARPAGUŞ
PROTESTAN İŞ AHLÂKI İLE
AHİLİK İŞ AHLÂKININ
KARŞILAŞTIRILMASI
Bu çalışma, 2007 yılında Marmara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Bilim Dalı Din
Sosyolojisi Bilim Dalı’nda Musa Gelici tarafından
yüksek lisans tezi olarak yapılmıştır.
Çalışmanın birinci bölümünde iktisadî ahlâk ve
din ilişkisi üzerinde durulmuş ve bu bağlamda ekonomi ve din ilişkisi, ekonomik iş ahlâkı,
dinlerin ekonomik ahlâkı, İslam’ın ekonomik
hayata bakışı ortaya konmaya çalışılmıştır. Çalışmanın ikinci bölümü, kapitalist ekonomi ve
Protestan ahlâkını ele almaktadır. Bu bölümde
ünlü sosyolog Max Weber’in Protestan Ahlâkı ve
Kapitalizm’in Ruhu isimli yapıtından hareketle
Protestanlık ve onun ahlâk sistemi anlatılmaya
çalışılır. Max Weber’in; Kapitalizm ve onun ruhu,
Protestanlık ve Protestan iş ahlâkı ilkeleri arasındaki ilişkilerle alakalı düşünce ve tespitleri
konu edinilmiştir. Daha sonra sistematik olarak
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Max Weber’in görüşlerinin eleştirilerine yer verilir. Bu bağlamda Kayserili girişimcilerin tutumlarının, Kalvinizm ve Protestanlık anlayışına değil,
Ahi kültürü ve geleneğinde köklerini bulan Lonca
teşkilatında bulunduğu ile ilgili görüşlere yer verilmiştir.
Üçüncü bölümde Ahilik, iş ahlâkı ve fütüvvet
teşkilatı ele alınmıştır. Geleneksel Ahilik örgütlenmesi, Ahiliğin tarihi gelişimi, Ahi birliklerinin
teşkilat yapısı açıklanmaya çalışılmıştır. Dördüncü bölümde ise Protestan iş ahlâkı ve Ahilik iş
ahlâkının karşılaştırması yapılmıştır. Her iki iş
ahlâkı ortak bir noktada kesişiyor gibi görünse
de Ahiliğin bu benzerliklere ilaveten kendine özgü
ve İslam’ın ruhuyla uyumlu, dengeli, ahlâkı önceleyen, maddeyi manaya tercih etmeyen, her ikisine de önem veren, hem müspet hem de manevî
ilmi önemli gören yaklaşımı ile kendine has bir
anlayışının ve bakışının olduğu sonucuna varılır.
Neticede Ahilik, bir sanat ve ahlâk okulu olarak
nitelendirilmiştir.
Hayri ERTEN
PÜF NOKTASI
Meslek ve zanaatların incelik gerektiren hüner
noktası, Ahi Evran zamanında ticarî hayat, belirli
kanunlar ve ahlâk kuralları içerisinde sürdürülüyordu. Esnaflık geleneğine göre çırak ustasından
icazet almadan veya usta çırağına el vermeden
çırak kendi dükkânını açamaz, kendi işini kuramazdı.
Rivayete göre Orta Anadolu bölgesinde bir cam
ustası vardı. Ahilik yapar, yanında yetiştirdiği çıraklarına işinin bütün hünerlerini öğrettiği gibi
esnaflık âdâbını da öğretirdi. Zamanı gelen eski
çıraklarına da “Sen oldun” der, el verir ve uğurlardı.
Cam esnafının yanındaki son çıraklardan biri,
ustasından ayrılmak için izin ister. Ustası da ona
daha olmadığını, biraz daha zamana ihtiyacı olduğunu söyleyerek kalmasını ister. Çırak bir süre
daha bekler ama tekrar izin ister. Ustası bu sefer de, “Evlâdım, sen daha olmadın, sen daha bu
işin püf noktasını öğrenmedin, az daha kal hele!”
der. Çırak daha fazla dayanamaz ve her şeyi göze
alarak ustasının yanından ayrılarak komşu kasabalardan birine gider ve kendi işini kurar. Kurar
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
kurmasına da bu yeni işinde bir türlü dikiş tutturamaz. Yaptığı bütün cam işleri, biblolar, şamdanlar, süs eşyaları bir süre sonra çatlamaktadır.
Delikanlı artık daha fazla dayanamaz ve iflas bayrağını çekerek ustasının yanına döner. Ustasına,
“ben ettim sen etme!” der ve ustasının gönlünü
aldıktan sonra tekrar çalışmaya başlar.
Bir süre daha çalıştıktan sonra ustası ona “Artık sen oldun, sana el veriyorum, şimdi dükkân
açabilirsin, ancak son bir iş göstereceğim sana,
bu işin püf noktasını da göstereyim öyle git!” der.
Usta, çırağa daha önce hiç girilmeyen odayı işaret ederek onu karanlık odaya davet eder. Usta,
karanlık odanın bir köşesinde yığılı vaziyetteki
sıcak ürünlerden birini eline alarak tavanda incecik bir hat halinde süzülen ışık huzmesinin
içerisinde sağa sola çevirip arada bir de “püf”
“püf” yaparak cam ürünlere üfler. Daha önce hiç
girmediği bu karanlık odanın sırrını şimdi anlamaya başlayan çırak ustasına, “Usta ne yapıyorsun, neden üflüyorsun camlara?” diye sorar.
Ustası da, “Bak evladım, ışığa tuttuğum camların
içerisinde zerrecikler halinde hava kabarcıkları
var, onları henüz soğumadan daha sıcakken üfleyerek patlatıyorum ki içinde hava kalmasın! Şimdi anladın mı senin camlarının neden kırıldığını,
çatladığını?” der. Çırak, duydukları karşısında
hayrete düşer, hem geçmişte yaptığı hatayı hem
de meslekteki önemli bir sırrı öğrenmiş olur. Ustası çırağına, “Şimdi öğrendin mi işin püf noktasını?” der, omzunu sıvazlar ve el vererek uğurlar.
Aziz AYVA
203
R
A
A
n
s
i
h
k
RADAVİ
Fütüvvetnâmesindeki kendi kaydına göre künyesi Seyyid Muhammed b. Seyyid Alaiddin elHüseyni’r-Radavî’dir. Hayatı hakkında fazla bir
bilgiye rastlanılmayan Radavi’nin XV. yüzyıl sonları ile XVI. yüzyıl başlarında yaşadığı ve Bursa’da
kadılık vazifesinde bulunduğu tahmin edilmektedir. O, Şafi mezhebinden olduğunu özellikle belirtir. Ancak onun bu ifadesi, Fütüvvetnâmesindeki
tutum ve tavırları, Şia kaynaklarının İmametle
ilgili iddialarını eserine alması, Şii kimliğini gizleme maksatlı bir kayıt olduğu kanaatini doğurmaktadır.
Radavi Fütüvvetnâmesi olarak bilinen Miftahu’dDekayık fî Beyani’l-Fütüvvet ve’l-Hakâyık isimli
eser, 1524 yılında tamamlanmıştır. Diğer emsallerine göre oldukça hacimli ve tafsilî olan bu eser,
diğer Fütüvvetnâmelerde Fütüvvetnâme-i Kebir
olarak anılır ki bu unvanı hak etmiştir. Muhtelif
kütüphanelere dağılmış onlarca nüshası bulunmaktadır. Kendi kayıtlarına göre bundan başka
İrşâd-ı Talibîn, Risal-i Bayrak, Risal-i Habbazân
gibi muhtelif risaleleri de bulunmaktadır.
Fütüvvetnâmesinde mizan ehlinde kaydettiği bir
tercümanı “şimdi de Farsî yazalım veya Arabî yazalım kitabımız müzeyyen olsun” diyerek Türkçe,
Arapça, Farsça manzume yazabilme kudretini ortaya koyar ki bu tavrına bakarak bu üç dile vukufiyetini anlarız. Kadılık vazifesinde bulunan bir
zatın İslâm’ın üç hâkim dilini bilmesi zaten devrin
ilim anlayışının bir sonucudur.
KAYNAKÇA:
Ali Torun, Türk Edebiyatında Türkçe Fütüvvet-nâmeler, Ankara
1998. s. 51-53.
Ali TORUN
RİFÂİYYE
206
Rifâî fütüvvetnâmeleri dikkate alındığında
Rifâîliğin aynı zamanda fütüvvet yolu olduğu görülür. Rifâiyye Tarikatı Seyyid Ahmed er-Rifâî
(ö. 578 / 1182) ile birlikte Irak’ta Bataih bölgesinde ortaya çıktı. Rifâîliğin teşekkül ettiği
asırlarda, kaynağı itibariyle tasavvuf ile aynı
ideallere sahip olan fütüvvet geleneğine, İran,
Horasan ve Maveraünnehir’de olduğu gibi Iraklı
sûfîler de bağlıydı. Kādiriye, Rifâiyye, Bedeviyye, Kübreviyye gibi ilk teşekkül eden tarikatlar-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
da tasavvuf ile fütüvvet birbirleriyle sıkı sıkıya
irtibatlıydı. Sühreverdiyye tarikatının pîri Şihabüddin Sühreverdî’nin Bağdat’ta fütüvvet
ahlâkını, tasavvufî hayatın idealleriyle örtüştürme, fütüvvet niteliklerini tasavvufun ahlak anlayışı ile özdeşleştirme ameliyesine, kuruluşlarını
Irak’ta tamamlayan Rifâiyye ve Kadiriye gibi Irak
merkezli diğer tarikatların destek vermiş olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Geç dönem Rifâî kaynaklarına göre Seyyid Ahmed er-Rifâî’nin yer aldığı fütüvvet şeceresi şu
şekildedir: Mûsâ Kâzım, Seyyid İbrahim Mücâb,
Seyyid Hüseyin, Seyyidânî el-Kasım Muhammed,
Seyyid Mehdî, Seyyid Hasan, Seyyid Mûsâ, Seyyid Ahmed es-Sânî, Seyyid Ali, Seyyid Hâzım,
Seyyid Sâbit, Seyyid Yahyâ, Hasan Sultan Seyyid
Velî, Kutbu’l-ârifîn Hz. Şeyh Seyyid Ahmed erRifâî.
Sa‘diyye tarikatı ile ilgili Minhâcü’l-müridîn adlı
eserde Hz. Peygamber’in İmam Ali’ye şedd kuşattığı, İmam Ali’nin de Ashâb’dan bazılarına şedd
kuşatıp Selmân-ı Fârîsî’ye şedd kuşatmak hususunda izin verdiği, Selmân’ın sahâbeden yedi
kişiye şedd kuşattığı anlatıldıktan sonra bunun
yedi kutba (aktâb-ı seb‘a) nakl olunduğundan
bahsedilmektedir. İçinde Sa‘deddin Cebâvî’nin de
bulunduğu bu yedi kutuptan biri Seyyid Ahmed
er-Rifâî’dir. Başka bazı kaynaklarda da Arafat’ta,
yedi kişinin huzurunda, yedi şeriat arşını uzunluğundaki bir şeddi, mürşidi Seyyid Ali’nin Hz.
Pir Seyyid Ahmed Rifâî’nin beline kuşattığına
dair rivayetler bulunmaktadır.
Rifâîlikte, sünnilik ile Ehl-i beyt muhabbeti ve
bağlılığının, yani fütüvvet ile sûfîliğin aynı gelenek olduğuna dair inanca sahip çıkıldığının en
bariz kanıtı, XIII. yüzyıl gibi erken bir dönemde,
Anadolu’da usul ve erkân bakımından fütüvvet
erkânıyla ortaya çıkmış olmasıdır. Sünnî tasavvuf ile Alevîliğe mütemayil fütüvvetin özdeşliği
ilkesinden beslenen bu tasavvuf anlayışı XIII.
yüzyılda Anadolu’da benimsendi. Tekke ve zaviyelerde şeyh mürid ilişkileri fütüvvet ilkelerine
bağlı kalınarak düzenlendi. Anadolu’ya bir Rifâî
şeyhi olarak gelip Akşehir’e yerleşen Seyyid Ahmed er-Rifâî’nin halifesi Mahmud Hayrânî’nin
(ö. 667 / 1269) içtihadı ile dervişlerinin tennûre,
palhenk, elifî nemed ve benzeri kisveleri kullandıkları rivayet olunmuştur. Rifâîliğin erken bir
dönemde Türkler arasında yaygınlaşmasında
fütüvvet geleneğine bağlı oluşunun etkili olduğu
düşünülmüştür.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Rifâî fütüvvetnâmeleri dikkate alındığında bir
tasavvuf yolu olan Rifâîliğin aynı zamanda fütüvvet yolu olduğu görülür. XVI. yüzyıldan itibaren
İstanbul’da münferit mümessillerle temsil edilen
Rifâiyye XVIII. yüzyılda Mehmed Hadîdî’nin (ö.
1756) âsitânesi ile birlikte tekke merkezli tarikat
faaliyeti yürütmeye başladı. Mehmed Hadîdî’nin
halifesi Yasin eş-Şâmî er-Rifâî’nin halifelerinden birinin kaleme aldığı Fütüvvetnâme-i Yasin
er-Rifâî; XIX. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen
ve fütüvvetnâmeye benzeyen Tarîkat-i Rifâiyye;
Şeyh Mehmed Selim Efendi’nin (ö. 1976) Rifâî
Fütüvvetnâmesi, Bedevî, Rifâî, Sa‘dî tarikatlarının ortak erkânını ihtiva eden Usûl-i Tarîkat-ı Bedeviyye gibi fütüvvetnâmeler Rifâîliğin Anadolu’da
ve İstanbul’da fütüvvet erkânı ile tebarüz ettiğini
göstermektedir.
Fütüvvetnâme-i Yasin er-Rifâî klasik fütüvvetnâmelerle pek çok ortak unsur barındırmaktadır. Fütüvvet erkânından olan şerbet merasiminin anlatımıyla başlayan eserde tarikata girmek
isteyen muhibbe yedi çeşit şerbet verildiği, muhibbin cezbesini belirleyecek şerbetin sırayla
nefes, sirke, süt, siyah üzüm, hurma, saf su ve
zeytinyağından ibaret olduğu ve şerbetlerin muhib üzerindeki tesirleri hakkında bilgi verilir.
“Sûret-i Ahd ü İnâbe” başlığıyla biat ve intisab
merasiminin tarifinden sonra tarikattaki hizmet
makamları olan çavuş, sancaktar ve nakip tayinleriyle ilgili merasimler nakledilir. “Fütüvvet
Yolunun Beyanı” başlığı altında Hz. Peygamber’in
Hz. Ali’den övgüyle bahsettiği hadis-i şeriflere yer
verilir. Hz. Peygamberin sahabeyi birbiriyle ve
Hz. Ali’yi de kendisiyle kardeş etmesi, O’na hırka
ve tac giydirmesi, şedd bağlaması ve Hz. Ali’nin
de on yedi kişinin belini bağlaması, onun izniyle
Selman-ı Farisî’nin elli beş kişinin belini bağlayışı belirtildikten sonra şedd kuşatılan kişilerin
isimleri sıralanır. Şeddin yedi adı, yedi bağlama
şekli resimlerle gösterilir. Bu bölüm Seyyid Ahmed Rifâî’nin neseb silsilesi zikredilerek sona
erer. “Hilâfetin Beyanı” başlığı altında halifeye
hırka giydirilmesi merasiminin (ilbâs-ı hırka)
icrası; önce şemlenin şeyh tarafından on iki kat
halinde Fatihalar okunarak halifenin başına sarılması, sonra Fâtihalarla hırka giydirilmesi ve
daha sonra Fatihalar ve başka dualarla şedd kuşatılıp düğümler atılması şekilde tarif edilir.
Bir fütüvvet geleneği olan şedd kuşanma Rifâiyye
tarikatında da uygulanmıştır. Şeyh Yâsîn’in
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Fütüvvetnâme’sinde Hz. Ali’ye şedd kuşatılması,
hırka ve tacın giydirilmesi, Gadir-i Hum’a ya da
imamet meselesine bir atıf yapılmadan tamamen
tarikat gelenekleri çerçevesinde anlatılır. Tevellâ
esasına dikkat çekilirken sahabeden teberri söz
konusu edilmez. Aksine dört yar-i güzîn, aşere-i
mübeşşere, Bedir, Uhud ve Huneyn ashabı Ehl-i
Beyt ile birlikte hayırla yad edilir ve onları sevmenin gerekliliğine vurgu yapılır.
Rifâî zümresine ait bir başka Fütüvvetnâme’de
(İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Nuri Ergin Koleksiyonu, OEYz-001692) nakibü’n-nükebâya hilafet verilmesi merasiminde, şeyhin halifenin elini
tutmasının çeşitli şekilleri tarif edilirken, bunlardan ‘yed-i Ebubekir’ kabzatü’r-rızâ, ‘yed-i
Hazret-i Ömer’ kabzatü’l-hafaza, ‘yed-i Hazret-i
Osman’ kabzatü’l-meveddet, ‘yed-i Hazret-i Ali’
ise kabzatü’l-celâle olarak isimlendirildiği ifade
edilir. Bu da erkânda dört halifenin yeri olduğunu ve teberrînin söz konusu olmadığını gösterir.
XIX. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen Tarîkat-i
Rifâiyye (İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Bel. Yz. 00543) isimli eserde
Resûlullâh’ın Ehl-i Beyt’inin dinin esâsı olduğu,
Rasûlüllâh’ın Ehl-i Beyt’ini sevmenin ve bilmenin her muvahhid mümin üzerine farz-ı ayn olduğu ifade edilmiştir. Ehl-i Beyt’in Hz. Ali ve Hz.
Fâtıma’nın evliliğinden zuhur eden on iki imam
ve on dört masumdan ibaret olduğu söylenerek
isimleri sıralanır. Fütüvvet-ahî geleneğinde yer
alan ve Hz. Hüseyin erkânı olarak bilinen dervişin niyaz duruşunun tevellâ ve teberrâyı remzettiği nakledilir.
Şeyh Mehmed Selim Efendi’nin (ö. 1976) Rifâî
Fütüvvetnâmesi’nde sırât-ı müstakîm olan
Rifâiyye yolu Hz. Muhammed ve Hz. Ali yolu olarak tarif edilir. Fütüvvetnâmelerde fütüvvet ağaç
ile tasvir edilmektedir. Burada da buna uygun
olarak şeddin Rifâî ananesindeki manası ağaç
tasviri ile açıklanır: Şeddin aslı iki ağacın bir
kökü olmasına benzer. Şeddin kılı pîrin ayetidir;
o da terk-i dünyadır. Şeddin namazı erlik, farzı
arzuları terk etmektir. Kilidi tekbir, dışı nur, içi
sırdır. Uçları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e işaret
eder; o da ayne’l-yakin ve hakka’l-yakindir. Meydan ve divanı Hz. Ali’dir. Düğümü halka kayıtsız olmaktır. Şeddin imanı ve İslâm’ı Allah’tan
korkmaktır. Kıblesi ehlullâhtır. Şeddin erkânı
altıdır: İlim, hilim, sabır, rızâ, ihlâs ve safâdır. Va-
207
A
A
n
s
i
h
k
cibi altıdır: Hayır, ihsan, fenâfillâh, terk-i dünya,
hudûdullah, bekābillâhtır. Ahkâmı altıdır: Marifet, sehâvet, mürüvvet, tevekkül, tefekkür, tasadduktur. Şeddin aslı ve fer’i; tevbe, teslim, kanaat,
irâdet, riyâzet ve uzlettir.
Şed kuşanmak ve çerağ vermek, Rifâî, Sa‘dî ve
Bedevî tarikatlarında tekmil-i makam etmektir
ki fütüvvet icazetidir. Hırka ve tac tasavvuf ehlinin şiarı iken şed fütüvvet şiarıdır. Boyun atkısı
gibi yünden yapılan şed merasimle dervişin beline
bağlanır. Bu münasebetle büyük merasimler yapılır. Rifâî yolunda şed sahibi olan nakibin sahibi
bilir ki şeddin senedi dîn-i İslam, şeriat-ı mutahharadır. Şeddin âyini Lâilâheillallah, Muhammedün Resûlullah ve Ali Veliyullahtır. Şeddin erkânı
ve esrârı Lâilâheillallah ve Allâhu Ekberdir. Şedd
tarikının binası aşkullah, şevkullah, mihr-i muhabbet, sıdk u safâ, ahd ü vefâdır. Şeddin meskeni fukaranın Allah’a giden yoludur. Şeddin
sureti şedd-i Ali veliyullahtır. Şeddin sikkesi Ali
veliyullah mührüdür. Şeddin sülûku (revanı) Muhammed Ali muhabbetidir. Şeddin silahı Hakk’ın
kelamına itaattir. Şeddin müvekkeli muhabbet-i
sıbteyn, yani İmam Hasan ve İmam Hüseyin’e muhabbettir.
KAYNAKÇA:
Hocazâde Muhammed Tâhir Tophânevî Rifâî, Minhâcü’l-mürîdîn
ve Mecmû‘a, Abdülbaki Gölpınarlı Koleksiyonu (Konya Müzesi),
Mikrofilm Arşivi No: A4804, s. 33b-34a; Usul-i Tarikat-i Bedeviyye, Yapı Kredi Sermet Çifter Kütüphanesi, nr. 753;Hür Mahmud
Yücer, “Sa’diyye Literatürüne Ait İki Eser: Terceme-i Behcetü’lminhâc ve Risâletü’t-tarîka”, Tarih, Kültür ve Sanat Araştırmaları
Dergisi, II, S. 1, Mart 2013, s. 161; Şeyh Mehmed Selim Efendi, Rifâî Fütüvvetnâmesi, Tarîk-i Rifâiyye Âdâb ve Erkânı, 1976;
Mustafa Tahralı, “Ahmed er-Rifâî”, DİA, II, 1989, s. 127-130; aynı
yazar, “Rifâiyye”, DİA, XXXV, 2008, s. 99-103; M. Saffet Sarıkaya, XIII-XVI. Asırlardaki Anadolu’da Fütüvvetnamelere Göre Dini
İnanç Motifleri, Ankara 2002; Yahya b. Salih el-İslambolî, Tarikat
Kıyafetleri, İstanbul 2006, s. 162; M. Saffet Sarıkaya, “Bazı Rifai
Fütüvvetnameleri Üzerine Bir Değerlendirme”, Ahilik Uluslararası
Sempozyumu “Kalite Merkezli Bir Yaşam” Bildiri Kitabı, 2011, s.
92-106; M. Saffet Sarıkaya - M. Necmeddin Bardakçı, “Bir Rifai
Fütüvvetnamesi Üzerine İnceleme”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik
Araştırma Dergisi, XIII, 2012, S. 29, s. 169-183; Necdet Tosun,
“Yûnus Emre Rifâî, Hacı Bektaş Vefâî”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, XXXI, 2013, s. 109-115.
Derya BAŞ
er-RİHLE
208
Anadolu’daki Ahilerle ilgili önemli bilgiler veren Ortaçağın en büyük Müslüman seyyahı İbn
Battuta’nın (Muhammed b. Abdillâh el-Levâtî etTancî, ö. 770 / 1368-69) seyahat notlarını ihtiva eden bir eserdir. Tam adı Tuhfetü’n-nüzzâr fî
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
garâibi’l-emsâr ve acâibi’l-esfâr olan bu eser literatürde Rihletü İbn Battûta adıyla bilinir.
İbn Battûta’nın kısa aralıklarla yirmi sekiz küsur yıl süren gezilerini kâtip İbn Cüzey el-Kelbî’ye
ham metin olarak aktarması ve onun da bazan
ihtisar edip bazan küçük ilâvelerde bulunmasıyla meydana gelmiştir. Eserin mukaddimesi İbn
Cüzey el-Kelbî tarafından yazılmıştır. Kitabın sonunda verilen iki ayrı tarihten. İbn Battûta’nın
hâtıralarını yazıya geçirişinin 3 Zilhicce 756’da
(9 Aralık 1355) son bulduğu ve İbn Cüzeyy’in de
metin üzerindeki çalışmalarını 757 yılının Safer
ayında (Şubat 1356) tamamladığı anlaşılmaktadır.
Arapça olarak kaleme alınan eserde muhtelif
konuların yanı sıra Anadolu’nun o günkü siyasî
durumu, ticarî kapasitesi ve Ahîlik müessesesi
hakkında geniş bilgi verilmiştir. Eser Anadolu
coğrafyasında Ahiliğin yükselişi hakkında birinci
el kaynak durumundadır. Nitekim eserde ticaret
kültürüyle ilgili olarak ahî birliklerine temas edilmiş, bunların Kırım’dan Konya’ya, Alanya’dan
Sivas’a uzanan siyasî ve ticarî etkinliğine dair
ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Ona göre Ahilik Mısır’daki fütüvvet sistemine benzemektedir. Bu
düzenin bir benzeri de İsfahan’da mevcuttur.
Ahî kelimesinin Arapça “ah”tan geldiğini ve “ahî”
tarzında okunması gerektiğini savunanlar İbn
Battûta’yı şahit göstermişlerse de eserde buna
dair hiçbir işaret yoktur. İbn Battûta, söz konusu
kelimeyi Arapça “ahî”ye anlam bakımından değil
şekil açısından benzeterek izaha çalışmıştır.
M. Cevdet, er-Rihle’nin Ahîlik’le ilgili kısmına
Zeyl alâ fasli’l-ahiyyeti’l-fityâni’t-Türkiyye fî
Kitâbi’r-Rihle li’bn Battûta adıyla Arapça bir zeyil hazırlamış, Ahilik müessesesini Araplar’daki
fityân ile karşılaştırmış, tarihî gelişimini, eğitim
ve merasimlerini, askerî, tasavvufî yönlerini ve
çeşitli sanayi kollarındaki hizmetlerini belge ve
rakamlarla açıklamıştır (İstanbul 1351/1932).
Avrupa hariç neredeyse eski dünyanın tamamını
gezen İbn Battûta’nın dönemi, dolaştığı ülkelerin
çoğunda Türkler’in ve Moğollar’ın hâkim olması
sebebiyle bir Türk-Moğol asrı sayılabilir. Dünyanın yedi büyük hükümdarı arasında ilk sıraya
koyduğu Ebû İnan el-Merînî hariç diğerleri Türk
veya Moğol asıllıdır; dolayısıyla verdiği bilgiler bu
milletlerin tarihi açısından çok önemlidir.
Sosyal hayat, âdetler, inançlar ve töreler hakkında çok zengin malzeme ihtiva eden er-Rihle
antropoloji açısından da değerli bir kaynaktır.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Çünkü eserde yemek tariflerinden bayram ve
matem giysilerine, siyasetten tasavvufa kadar
o dönemin insanıyla ilgili her konuda bilgi bulunmaktadır. Müellif İbn Battûta sosyal statüyle
ilgili sembollere de temas etmiştir. Onu en çok
şaşırtan hususlardan biri de Türk kadınlarının
statüsüdür. Anadolu’da kadınlar tıpkı bir akıncı
gibi at koşturmakta, pazar ticaretinde ön sıraları
tutmaktadır.
İbn Battûta zaman zaman seyahat rehberi türü
kitaplardan faydalandığını bizzat söylemiş, bu
arada ve İbn Cübeyr’den alıntı yaptığını belirtmiştir. Birtakım olayların tasvirindeki abartısı,
bazı şehirleri anlatırken pek çok seyyahın temas
ettiği hususlara yer vermemesi vb. durumlar, İbn
Battûta şarihleri ve mütercimlerinin çoğu tarafından tabii karşılanmış, hatta son araştırmalarda
İbn Battûta’nın başka seyyahlara göre daha gerçekçi olduğu ve sağlam bir hafızaya sahip bulunduğu vurgulanmıştır.
er-Rihle üzerine yapılan ilk çalışma Muhammed
b. Fethullah el-Beylûnî’nin hazırladığı muhtasardır. Zebîdî’nin de temas ettiği bu özetin Brockelmann tarafından bildirilen nüshaları dışında bir
nüsha İzmir Millî Kütüphanesi’nde (nr. 1753) bir
nüsha da Medine’de Arif Hikmet Kütüphanesi’nde
(Tarih, nr. 231) bulunmaktadır. Ancak bu eser
Avrupa’da tanınıp er-Rihle’nin müjdecisi olarak
telakki edildikten sonra İslâm dünyasında basılmıştır; İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde de
(nr. 508) meçhul bir müellif tarafından yapılmış
bir Türkçe çevirisi mevcuttur.
er-Rihle’yi etraflı şekilde ele alan ilk şarkiyatçılar Alman asıllı M. Kosegarten ile öğrencisi H.
Apetz’dir. Samuel Lee, Beylûnî’nin ihtisar ettiği
metni İngilizce’ye çevirmiş, daha sonra Fas’ta
1797’de bulunan bir el yazmasına dayanan J. de
Santo Antonio Moura da eseri bu eksik nüshadan Portekizce’ye tercüme etmiştir.
C. Defremery ile B. R. Sanguinetti, uzun süren
bir çalışma yürüterek eserin Arapça tam metnini Voyages d’îbn Batoutah adıyla Fransızca’ya
çevirip dipnotlarla zenginleştirerek dört cilt halinde yayımladılar (Voyages d’Ibn Batoutah, Paris 1853-1858; Frankfurt 1994). Girişte Ernest
Renan’ın İbn Battûta ve üslûbuna dair övgü dolu
bir yazısının da yer aldığı bu tercüme o tarihten
bugüne kadar İbn Battûta üzerine yapılan inceleme, karşılaştırma ve tenkitlerde daima esas
alınmıştır.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
H. A. R. Gibb eserden yaptığı seçmeleri zengin
notlarla birlikte Selections from Ibn Battuta başlıklı kitap olarak yayımlamıştır (London 1929).
XX. yüzyılın ikinci yarısında er-Rihle üzerine yapılan en zengin şerh-çeviri Gibb’e aittir (London
1994). Kitap F. Gabrielli tarafından Viaggiotori
Arabi Viaggi ibn Battuta adıyla İtalyanca’ya (Cagliari 1961), Serafin Fanjul ve Federico Arbös tarafından da A traves del islam adıyla İspanyolca’ya
(Madrid 1987) çevrilmiştir.
Arap dünyasında en son gerçekleştirilen Abdülhâdî et-Tâzî neşri (I-V, Rabat 1417 / 1997) ve
birkaç ciddi araştırma hariç tutulursa er-Rihle
konusunda ayrıntılı bilgi ve mukayeseye dayalı
orijinal çalışma yok gibidir.
Türkiye’de 1860’lı yıllarda bu esere karşı bir ilgi
uyanmış, kötü ve eksik bir nüshadan da olsa
yapılan ilk çeviriler Takvîm-i Vekayi‘ gazetesinde neşredilmiştir (Mayıs 1862). Meçhul bir mütercimin yaptığı Terceme-i Seyahatnâme-i İbn
Battûta 1290’da Süleyman Efendi Matbaası’nda
ilk çeviri kitap olarak basılmıştır.
Mehmed Şerif Paşa, er-Rihle’nin Defremery-Sanguinetti nüshasını Seyahatnâme-i İbn Battûta
adıyla üç cilt olarak Türkçe’ye çevirmiştir (İstanbul 1315-1319). Eser ayrıca 1917 yılında Maarif Vekâleti tarafından görevlendirilen bir heyete
Defremery-Sanguinetti neşrinden tercüme ettirilmiştir. Bu çalışma, yirmi altı sayfalık bir mukaddime ve ayrıntılı bir fihristle birlikte beş cilttir. El
yazması İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde
bulunan (nr. 4904) bu çevirinin zayıf tarafı fihrist
kısmındaki bazı isimlerin yanlış imlâ ile verilmiş
olmasıdır.
er-Rihle M. Hüseyin tarafından Urduca’ya (Lahor 1898), Muhammed Ali Muvahhid tarafından
Farsça’ya (Tahran 1337 h§./1958, 1348hş./1969,
1370 hş./1991) çevrilmiştir.
En son eserin Türkçe tercümesi inceleme ve
notlarla Sait Aykut tarafından İbn Battûta
Seyahatnâmesi adıyla yayımlamıştır (İstanbul
2004).
KAYNAKÇA:
DİA’daki “İbn Battûta” maddesinden özetlenmiştir (XIX, 361368).
A. Sait AYKUT
209
A
A
n
s
i
h
k
RİND
210
Rindler, çoğu zaman Ahilerle birlikte zikredilmektedir. Kalender, kayıtsız, dünya işlerini hoş gören,
laubali ve harabatî anlamına gelen rind kelimesinin kökeni Abbâsîler zamanına kadar gider. Bu
dönemde fütüvvet anlayışına bağlı olarak ortaya
çıkan iffetli, cesur ve cömert gibi üstün niteliklere
sahip bazı sosyal zümreler, fityân, ayyâr, şâtır ve
rind gibi isimlerle anılmaktaydılar. Daha çok düzen bozucu yönleriyle öne çıkan ve toplum tarafından dışlanan bu gruplar, zamana ve bulundukları yere bağlı olarak bazen bu isimlerden biriyle
öne çıkmışlardır.
İbn Bibi’nin, çoğu kez “rünûd” diye bahsettiği,
kimi zaman da “evbaş”, “reziller” ve “serseriler”
şeklinde tahkir ettiği rindler, Anadolu Selçukluları döneminde büyük şehirlerde vuku bulan
pek çok olaya karışmışlardır. Bunların sayıları
özellikle Moğol hâkimiyeti döneminde giderek
artmıştır. Daha çok büyük şehirlerde esnaf teşkilatı içinde iş bulamayan gençler, rindliğe meyletmek zorunda kalmış ve bu durum tabiatıyla
sosyal düzenin bozulmasında ciddi bir tehlikeyi
de beraberinde getirmiştir. Nitekim Anadolu Selçuklularının başkenti Konya’da rünûd zümresine
mensup olanların, belirli fikirlerin karargâhı haline gelen hângâhlarla yakın ilgisi olmuş, hatta bazı
hângâhlar rünûd liderlerinin nüfuz sahalarına
göre tanımlanmaya başlamıştır.
Rindlerin, Selçuklu dönemindeki sayıları bilinmemektedir. Bununla birlikte Ahmed Eflâkî’nin,
Konya’nın ileri gelen Ahilerinden Ahmed Şah’ın
emri altında binlerce rindin bulunduğunu belirtmesi, bunların kalabalık bir zümreyi teşkil
ettiklerine dair bir fikir vermektedir. Bu hususiyetlerinden dolayı Rindlerden bilhassa Kösedağ
yenilgisinden sonra devlet adamları arasındaki
siyasî çekişmelerde sık sık askerî güç olarak yararlanıldığı dikkati çeker.
Dönemin kaynaklarında rindler çoğu zaman Ahilerle birlikte zikredilmişlerdir. Ahiler, yeri geldiğinde cesareti ile tanınan bu topluluğun kaba
kuvvetinden yararlanmışlardır. Ancak bu durum
rindlerin Ahi teşkilatına mensup olduklarını göstermez. Zira el emeği ile geçinmeyi, yardımlaşmayı ve başkalarıyla iyi geçinmeyi prensip haline getiren Ahilerle, toplumun dışladığı ve haydutlukla
suçladığı rindler, anlayış ve tutum bakımından
birbirinden uzaktır. Kaldı ki, nerede ne yapacakları belli olmayan bu zümrenin, yeri geldiğinde
Ahi liderlerini de katlettikleri bilinmektedir.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
KAYNAKÇA:
İbn Bibi, el-Evâmirü’l-Ala’iyefi’l-Umuri’l-Ala’iye, I, (haz. Mürsel
Öztürk), Ankara 1996, s. 139; II, s. 91-93, 102, 118, 148, 205,
209-210, 213; Anonim, Selçuknâme, (çev. F. Nafiz Uzluk), Ankara
1952, s. 33, 59-60; Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, İstanbul 1986, s. 197-198; II, İstanbul 1987, s. 57-58, 133, 174-175;
M. Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, İstanbul
1986, s. 153-154; Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî
Tarihi, I, İstanbul 1995, s. 43; Tuncer Baykara, Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara 1985, s. 132-133; Neşet Çağatay,
Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Konya 1981, s. 9; Yusuf Küçükdağ,
“Anadolu Selçuklu Devleti’nde Ahî Teşkilâtının Kurulması”, Türk
Tasavvuf Araştırmaları, Konya 2005, s. 3-4; Şemseddin Sami,
Kâmûs-ı Türkî, İstanbul 2005, s. 671; Franz Taeschner, “İslam Ortaçağında Futuvva Teşkilâtı”, İktisat Fakültesi Mecmuası, XV/1-4,
s. 18; Claude Cahen, “İlk Ahiler Hakkında”, (çev. Mürsel Öztürk),
Belleten, L/197(1986), s. 591-601; Ahmet Yaşar Ocak, “Fütüvvet
-Tarih-”, DİA, XIII, İstanbul 1996, s. 261.
İsmail ÇİFTCİOĞLU
er-RİSÂLE
Fütüvvet anlayışına eserlerinde yer veren Abdülkerim el-Kuşeyrî’nin ömrünün olgunluk dönemlerinde tasavvufa dair yazdığı klasik kitaptır.
437-438 (1045-1046) yıllarında Nîşâbur’da kaleme alınan ve müellifin adına nispetle Kuşeyrî
Risalesi şeklinde tanınan kitap bir girişle elli beş
bölümden meydana gelir. Kuşeyrî girişte dönemindeki mutasavvıfları eleştirir; sûfî olmadıkları halde sûfî görünenlerin giderek arttığını, dinî
ve şer’î hükümlere ilgisiz kaldıklarını, haramla
helâl arasında fark görmediklerini, ibadetlerini
önemsemediklerini, bedenî hazlara yöneldiklerini, gaflet içinde yaşadıklarını anlatır. Eserin
birinci bölümünde dinî hükümlere bağlılıklarıyla tanınan seksen üç sûfînin söz, davranış, hal
ve menkıbeleri ele alınmıştır. İkinci ve üçüncü
bölümde kabz, bast, heybet, üns, fenâ, bekâ,
havâtır, tevbe, halvet, uzlet, zühd, hafv, recâ, şükür, tevekkül, zikir, rızâ, velâyet, kerâmet gibi
tasavvufî konular anlatılmıştır. Son bölümde ise
müridlik âdâbına yer verilmiştir.
Fütüvvet anlayışını eserinde genişçe işleyen
Kuşeyrî konuya “Şüphesiz ki onlar Rablerine iman eden yiğit kimselerdir” (Kehf, 18/13)
âyetiyle başlar ve Ashâb-ı Kehf’i fütüvvet ehli
olarak tanıtır. Konuyla ilgili Ebû Hafs el-Haddâd,
Cüneyd-i Bağdâdî, Muhasibî, Amr b. Osman elMekkî, Nasrâbâdî, Fudayl b. İyâz gibi kendinden
önceki pek çok sûfînin görüşünü aktarır; yer
yer kendi düşüncelerini de dile getirir. Özellikle mürşidi Ebû Ali ed-Dekkâk ve Muhammed b.
Hüseyin es-Sülemî’nin sözlerine ayrıntılı olarak
yer verir.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
er-Risâle’de Ehl-i sünnet çerçevesinde bir tasavvuf anlayışı ortaya konulduğu için sûfî olmayan
dindarlar arasında bile güvenle okunmuş, bu
özelliği sebebiyle tasavvufun yayılmasında etkili olmuştur. Hücvîrî Keşfü’l-mahcûb’da, Gazzâlî
İhyâ’da, Ferîdüddin Attâr Tezkiretü’l-evliyâ’da geniş ölçüde Kuşeyrî’den faydalanmıştır. er-Risâle
Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Ebû Hafs es-Sühreverdî,
Abdurrahman-ı Câmî başta olmak üzere birçok
sûfî müellifin müracaat kitabı olmuştur.
İngilizce, Almanca, Fransızca, Farsça olmak üzere birçok dile çevrilen er-Risâle’nin Türkçe’de çeşitli çevirileri vardır.
KAYNAKÇA:
Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî, er-Risâle, (çev. Süleyman Uludağ), tercüme edenin girişi, İstanbul 2003, s. 49-67; Ali b. Osman
el-Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul
1982, s. 261; İbn Haldûn, Şifâü’s-sâil, neşredenin girişi, s. 44, 78;
aynı yazar, Mukaddime, s. 440; Taşköprizâde, Mevzûâtü’l-ulûm,
I, 797; Kadir Özköse, “Klâsiklerimiz-III: er-Risâle”, Tasavvuf, sy.
4, Ankara 2000, s. 199-214; Jawid A. Mojaddedi, “Legitimizing
Sufism in al-Qushayris Risala”, St.I, XC (2000), s. 37-50; Ebü’lAlâ el-Afîfî, “er-Risâletü’l-Kuşeyriyye”, Mevsû’atü’t-türâsi’lİslâmiyye, Kahire t.y., I, 459-470; Süleyman Uludağ, “er-Risâle”,
DİA, XXXV, 122-123.
Abdürrezzak TEK
RÛHANÎ, S. KÂZIM
(d. 1944)
XVI-XVII. Yüzyıllarda Osmanlı ve Safevî Esnaf
Teşkilâtı adlı doktora tezini hazırlayan S. Kâzım
Rûhanî, Hazar Denizi bölgesinde Rudsar şehrinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini doğduğu şehirde, liseyi Tebriz’de, yüksek öğrenimini Tahran
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yaptı (1967).
Aynı üniversitede Yüksek Lisans programını tamamladıktan (1969) sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Osmanlı Müesseseleri ve
Medeniyeti Tarihi Kürsüsü’nde XVI-XVII. Yüzyıllarda Osmanlı ve Safevî Esnaf Teşkilâtı konulu
doktorasını tamamladı (1976).
Saim SAVAŞ
211
S
A
A
n
s
i
h
k
SAATÇİ
İnsanoğlu eski dönemlerden itibaren zamanı öğrenmek için çeşitli yöntemler kullanmıştır. En
eski örneklerine güneş saati şeklinde rastlanan
saatler, tarihte güneş saati, su saati, kum saati ve
mekanik saat olmak üzere beşe ayrılır. Osmanlılar döneminde büyük camilerin giriş kısımlarında zamanı tespit eden muvakkithaneler bulunuyordu. Buradaki görevliye muvakkit denilirdi.
İstanbul’da muvakkitler ilk saatçiler olup camilerin girişlerindeki muvakkithanelerde oturarak
işlerini yaparlardı. Muvakkitler, saatlerin ayarlarından başka tamirinden de sorumluydular. XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren sayıları gittikçe
artan büyük İstanbul camilerinin yanlarındaki
muvakkithanelere namaz saatlerini belirlemede
yardımcı olması için büyük boy sarkaçlı saatler
konulmuştur. Avrupa’da ilk defa İtalya’da görülen
saat kulelerinin XV. yüzyıl başlarından itibaren
yaygınlaştığı bilinmektedir. Osmanlılarda ancak
II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) saat
kuleleri gündeme gelmiştir. İstanbul’da saate duyulan merak önce Osmanlı Sarayı’nda başlamış,
devletin ileri gelenleri ve zenginleri arasında ilgi
görmüş ve daha sonra da halk arasında yayılmıştır.
214
i
l
l
o
i
p
k
e
d
s
i
s. 322-325; Hakkı Acun, “Saat Kulesi”, DİA, XXXV, İstanbul 2008, s.
325-326; Serkan Özburun, Kaybolan Meslekler, İstanbul 2006, s. 175.
M. Murat ÖNTUĞ
SA‘D b. EBU VAKKAS
(ö. 675)
Ahilik geleneğinde okçuların piri olarak kabul
edilir. 592 yılında Mekke’de doğdu. Dedesi, Hz.
Peygamber’in annesinin amcası olduğu için Hz. Peygamber ona “dayı” diye hitap ederdi. Hz. Ebubekir
vasıtasıyla genç yaşta Müslüman oldu.
Sa‘d’ın, Kureyş kervanına ilk oku atan kişi olduğu
kaydedilir. Hz. Muhammed ile hemen bütün savaşlara katıldı. Uhud’da attığı her oku hedefine isabet
ettirdiği için Hz. Peygamber’in, ona atacağı okları
birer birer verirken, “Anam babam sana fedâ olsun
ey Sa‘d, at şu okları!” diye iltifatta bulunduğu rivayet
edilir.
Sa‘d, Hz. Ömer döneminde Irak cephesi başkumandanlığına getirildi ve Kadisiye Savaşı’nda
Sasaniler’i ağır bir yenilgiye uğratarak (636) başkent Medâin’i fethetti. Ardından Celûlâ Savaşı’nı
kazandı. Bölgede gerçekleştirdiği fetihlerle Sasani
İmparatorluğu’ndan gelecek tehlikeleri ortadan kaldırdı. Daha sonra Hz. Ömer’in emriyle Kûfe şehrini
kurdu. Hz. Osman devrinde bir yıl kadar Kûfe valiliğinde bulundu. Cemel ve Sıffin savaşlarında tarafsız
kaldı. Akîk’te vefat etti ve Cennetülbaki’ye defnedildi
(675).
Sa‘d’ın, aşere-i mübeşşere yani cennetle müjdelenen
on kişiden biri olduğu belirtilir. Hz. Ömer’in vefatından önce halife tayini için seçtiği altı kişilik şurada
yer aldı. Sade bir hayat yaşadı, askerî taktikleri ve
gösterdiği kahramanlıklarıyla İslam tarihinin önde
gelen komutanları arasında yer aldı. Hadis nakli konusunda da titiz davrandı. Kendisinden 271 hadis
nakledilmiştir.
KAYNAKÇA:
İbn Sa‘d, Kitâbü’t-Tabakâti’l-kebîr: et-Tabakâtü’l-kübrâ, IV, Kahire
2001, s. 127-138; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe fî ma‘rifeti’s-sahâbe, II,
Beyrut 1996, s. 452-457; Zehebî, Siyerua‘lâmi’n-nübelâ’, I, Beyrut
1995, s. 92-124; Yusuf Ekinci, Ahîlik, Ankara 1991, s. 28-32; Adem
Apak, İslam’ın Örnek Şahsiyetleri: Ashâb-ı Kirâm, İstanbul 2013, s.
51-56; İbrahim Hatiboğlu, “Sa‘d b. EbûVakkâs”, DİA, XXXV, Ankara
2008, s. 372-374.
KAYNAKÇA:
Salim Aydüz, “Muvakkithâne”, DİA, XXXI, İstanbul 2006, s. 413415; Atilla Bir-Mustafa Kaçar, “Saat”, DİA, XXXV, İstanbul 2008,
i
Mehdin ÇİFTÇİ
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
SAFÎ MUSTAFA EFENDİ
SALHANE HAMAMI
(ö. 1120 / 1709 ?)
Gülşen-i Pend adlı Fütüvvetnâme / Nasihatnâme
türünden XVIII. yüzyıl başlarında kaleme aldığı
manzum eseriyle tanınmış âlim ve şairdir. Hakkındaki bilgiye yalnızca Bursalı Mehmed Tahir’in Ahlak Kitaplarımız ile kendisinin tek eseri Gülşen-i
Pend’deki sınırlı bilgilerden, III. Ahmed’in padişahlığı (1703-1730) ve Sadrazam Damat Ali Paşa’nın
(ö.1716) iktidarı dönemlerinde hayatta olduğu söylenebilir.
Çok iyi Arapça ve Farsça bildiği anlaşılan Mustafa
Efendi, şiirlerinde “Safî” mahlasını kullanmıştır.
Nasihatnâme’de birçok meslek erbabına öğütlerde
bulunması, bu meslekler hakkında geniş bir bilgiye sahip olması, bu nasihatleri ifade etmek için
Kur’an, Hadis, Kelam, Belagat, Kısasü’l-enbiyâ’dan
yararlanması, bunların dışında özellikle tıp, kimya,
simya, müneccimlik, cerrahlık ve müzik gibi meslek alanlarına ait terimleri kullanması buna işaret
etmektedir. Ayrıca eserinde tasavvuf düşüncesini
işlemiş olması, şeyhlere ve müritlere nasihatler
sunması, Safî Mustafa Efendi’nin tasavvuf ehli olduğunu göstermektedir. Zira Mustafa Efendi’nin
Gülşen-i Pend’te menzil, insân-ı kâmil, ayne’lyakîn, ilme’l yakîn ve hakka’l-yakîn gibi tasavvufî
ifadelerinin yanı sıra; mürit, mürşit ve şeyh terimlerini kullanıp bir şeyhe intisap etmenin önemine
dikkat çekmesi, onun herhangi bir tarikata mensup
olduğu ihtimalini güçlendirmektedir. Ancak eserde
bunu kanıtlayacak bilgiye rastlanmamaktadır.
Edirne’de Mezit Bey İmareti yanında bulunan
Kirişhane’de idi. Eskiden Edirne Salhanesi burada
olduğundan Salhane Hamamı ve Yeşilce / Mezit Bey
Camii karşısında yer aldığı için de Yeşilce Hamam
adıyla da biliniyordu. Bânisi Gazi Mustafa Paşa’dır.
Hamam zamanla ortadan kalkmıştır.
KAYNAKÇA:
Bursalı Mehmed Tahir, Ahlak Kitaplarımız, (haz: Mahmut Kaplan),
Malatya 2002; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Muhtasarı Tercüme ve
Şerhi, Ankara 2001; Hüsameddin Erdem, “Osmanlıda Ahlak ve Bazı
Ahlak Risaleleri”, İlahiyat Dergisi, sy. 10 (2000), s. 30; İskender
Pala, “Nasihatnameler”, DİA, XXXII, s. 409-410; Mahmut Kaplan,
“Türk Edebiyatında Manzum Nasihat-nâmeler”, Türkler, XI, s. 794798; Mehmet Sait Çalka, Mustafa Safî Efendî ve Gülşen-i Pend Mesnevisi, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili
ve Edebiyatı Anabilim Dalı Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Manisa
2007; aynı yazar,“Safî Mustafa Efendi’nin Osmanlı Esnaf ve Sanatkarlarına Nasihatleri”, Ahilik, (ed. Baki Çakır-İskender Gümüş),
Kırklareli 2011, s. 79-96; Nurettin Öztürk, “Ahilik Teşkilatı ve Günümüz Ekonomisi Çalışma Hayatı ve İş Ahlakı Açısından Değerlendirilmesi”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi,
sy. 7 (2007), s. 43-56.
Mehmet Sait ÇALKA
KAYNAKÇA:
Osman Nuri Peremeci, Edirne Tarihi, İstanbul 1939, s. 98.
Cemile TEKİN
SÂLİH
Ahilik geleneğinde devecilerin piri olarak kabul
edilir. Semud kavmine peygamber olarak gönderilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de anlatıldığına göre kavmi
ondan mûcize olarak kaya içinden deve çıkarmasını istemiş, bu olay gerçekleşince bir kısmı iman
etmiş, bir kısmı ise küfründe devam etmişti. Bir
müddet sonra içlerinden azgın bir grup Hz. Sâlih’e
mûcize olarak verilen deveyi öldürmüş, bunun
netîcesinde ilâhî gazaba uğramışlardır.
Salih peygamberin soy kütüğü İslam kaynaklarında
Salih b. Ubeyd b. Esif b. Mâşih b. Ubeyd b. Hâzir
b. Semûd b. Âmir b. İrem b. Sâm b. Nûh şeklinde
geçmektedir. Kavminin en itibarlı ailesine mensup
olan Hz. Salih güvenilir, hastaları ziyaret eden, zayıfları ve yoksulları gözeten, hayır işleriyle uğraşan
bir kişi olarak tanınmıştır.
KAYNAKÇA:
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, I, Beyrut 1987, s. 68-71; İbn Kesîr,
el-Bidâye ve’n-Nihâye, I, Cize 1997, s. 304-323; Fütüvvetnâme-i
Ca’ferSâdık, (haz. M. Saffet Sarıkaya), İstanbul 2008, s. 239; Muallim Cevdet, İslam Fütüvveti ve Türk Ahîliği: İbn Battûta’ya Zeyl,
(çev. Cezair Yarar), İstanbul 2008, s. 338; Cemal Anadol, Türk-İslam
Medeniyetinde Ahîlik Kültürü ve Fütüvvetnâmeler, Ankara 2001, s.
103-106; İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, İstanbul 2004, s. 175197; M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, I, İstanbul 2005, s. 125135; Cağfer Karadaş, Hidayet Rehberleri Peygamberler, Bursa 2013,
s. 62-65; Ahmet Güç, “Salih”, DİA, XXXVI, Ankara 2009, s. 32-33.
Mehdin ÇİFTÇİ
215
A
A
n
s
i
h
k
SANAYİ VE TİCARET
BAKANLIĞI
(bk. GÜMRÜK VE TİCARET
BAKANLIĞI)
SANCAK
216
Osmanlı döneminde idarî ve askerî anlamda yaygın olarak kullanılan “sancak”, üzerindeki çeşitli
renkler ve logolarla her esnaf grubunu temsilen
de kullanılmaktaydı. Türkçede “sanç-” fiilinden
türediği anlaşılan sancak kelimesi, “bayrak ve tuğ
gibi özellikle toprağa dikilen, bir anıtın veya geminin üstünde devamlı dalgalanan ve bir sembol
bildiren flama, denizcilikte geminin sağ tarafı, Osmanlı Devleti’nde bir bölge veya gelir getiren has”
gibi anlamlara gelir. Türkçenin birçok kolunda
çeşitli türevlerine rastlanan ve bu bağlamda eski
Türkçe yazıtlarda mızraklamak anlamında “sanç/sançı- /şanç- /çanç-” şekillerinde görülen kelimenin, “altı erig sançdı / altı adamı mızrakladı”
örneğinde olduğu gibi en yaygın şeklinin “sanç-”
olduğu anlaşılır. “Sançdım”, “sançdımız”, “sançdı”
fiil çekimleriyle kullanılan “sanç-”, XI. yüzyılda
Kâşgârlı Mahmud’da dürtmek, sokmak, yenmek
anlamlarına gelir. Kıpçakçada “yigirmi kaznı bir
şişke sançar” ifadesinde de batırmak, saplamak,
geçirmek anlamlarında fiil kökü “sanç-” şekliyle
görülür. Altaycada “şanış-” ve “çanış-” şekillerinde
geçen kelime, Başkurt dilinde “säns-“ şekliyle sivri bir şeyi bir yere saplamak, dürterek batırmak;
ağrımak, acımak; terzilikte iğneyi kumaşa batırmak; hayvanlar için kuyruğunu yukarı kaldırmak, dikmek; söz ile sataşmak, acı söz söylemek
anlamlarında kullanıldığı tespit edilir. Özbekçede
eski Türk yazıtlarında olduğu gibi “sanç-” şeklinde kullanılmakta ve ucu keskin bir aleti basarak
ya da darbe ile vurarak sokmak, tıkmak, saplamak, sokuşturmak anlamlarından başka insan
vücuduna keskin bir alet sokulmuş gibi ağrımak
veya mecazî olarak sözle laf atmak manalarını da
taşır. Kelimenin Kırgız dilindeki fiil hali, bir yandan öbür yana delmek ve saplamak anlamındaki “çanç-”; Kazak dilindeki şekli ise “şanşı-”dır.
Çağdaş Uygurcada “sancak” sözü bayrak ve tuğ
anlamlarına gelirken aynı kökten türeyen “sancıtmak” kelimesi, sokturmak, saplatmak anlamını
taşır. “Sancımak” ise sivri ve keskin şeyleri güç
kullanarak sokmak, insan vücuduna sivri bir şey
sokulmuş gibi ağrımak ve mecazî anlamda laf
sokmak anlamlarına gelir.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Anadolu Türkçesinde daha geniş bir kullanım
alanına sahip olan kelimenin “sançmak, sancımak” / saplamak, “sancış” /savaş, “sancışmak”
/ süngüleşmek, “sancılmak” / batmak, “sancak
çözmek” / sancak açmak, bayrak çekmek, “sancak urmak” / sancak dikmek vb. şekilleri tespit
edilir. Başka dillere de giren sancak kelimesi,
Farsçada “nişan”, “alem”, kadınların giydiği “leçek” (Kırgızcada “eleçek”) gibi başlık ve kuşaklar
üzerinde onları tutturmak için kullanılan süslü
iğne anlamlarını taşır. Modern Farsçada sancak
kelimesi, dikiş iğnesinden farklı olarak “toplu
iğne” manasına gelir. Bazı kaynaklar “sancuk”
şeklinde “sancak”ın bir varyantını verir. Bu varyant ise kelimenin bilenmiş, sivrileştirilmiş anlamını taşıdığını gösterir. Sancak bütün bu manaları içinde “bayrak veya bunun temsil ettiği
askerî birlik, bunların oluşturduğu idarî bölge”
anlamında yaygın biçimde kullanılmıştır.
Sancağı bayrak mesabesinde kullanan sivil toplum örgütlerinin başında esnaf zümresi gelir.
Genelde teşkilatı olan şehir ve kasabalardaki
her esnaf grubunun kendine ait bir sancağı olur.
Daha çok yeşil atlastan olan bu sancaklar üzerinde ayetler yazılır, kırmızı ve beyaz ipekten
bir kordonun ucunda o esnafın arması yer alır.
Bu sancaklar uzun bir direk ucunda yüksekte
tutularak taşınır. İslâmın ilk devirlerinden itibaren alem-i şerîf olarak görülen sancak, geleneğe
göre Anadolu’da Selçuklu hâkimiyetinin sonlarına doğru özellikle ilk Osmanlı hükümdarının
temlik alâmetlerinden biri olmuştur. İlk Osmanlı
tarihlerinde, Karacahisar’ın Osman Gazi tarafından fethinden sonra Anadolu Selçuklu Sultanı
III. Alâeddin Keykubad’ın bu fethi kutlamak için
Osman’ın yeğeni Ak Timur vasıtasıyla ona bir
sancakla takımını gönderdiği bilgisi bulunur. Bu
A
A
n
s
i
h
k
i
l
bağlamda Ahiliğin manevî merkezi Kırşehir’de
esnafın alameti olan sancak ise “Ahilik Sancağı”
olarak bilinir.
KAYNAKÇA:
İlhan Sahin, “The Term Sanjak and Sanjak in Ottoman”, International Journal of Central Asian Studies, 16 (2012), s. 21-37; aynı
yazar, “Sancak”, DİA, XXXVI, s. 97-99.
İlhan ŞAHİN
SANCAKDAR
Esnaf teşkilatına mensup Ahi birlikleri çeşitli vesilelerle yapılan törenlerde sancak ve alem kullanırlardı. Bu törenlerde bunları taşıyana sancakdar ve alemdar denirdi. Sancak ve alem, meslek
zümresinin şeyhine verilirdi. Fütüvvet ehlinin
törenlerinden bahseden Fütüvvetnmelerde “tuğ
ve alem” vermekten bahsedilir. Hz. Peygamber’in
sahabeden 12 kişiye tuğ ve alem vererek savaşa
gönderdiği bir Fütüvvetnâmede kaydedilmiştir.
Eski Türk kültüründe tuğ ve alem bağımsızlık
işaretidir. Zaviyelerde kullanılan alem ve sancağa, tac ve hırka gibi batınî yorum getirmek daha
doğru olur. Bunların da çırakları bulunmaktaydı.
Buna da Bayrak Çırakdarı deniyordu.
KAYNAKÇA:
O. Nuri Ergin, Mecelle-i Umur-i Belediyye, I, İstanbul 1922-1338,
s. 511; Radavî Fütüvvetnâmesi, Süleymaniye Ktp. İzmir 337, 86b;
Anonim Fütüvvetnâme, DTCF Ktp., M. Con, A. 352, 56a; Anonim
Fütüvvet-nâme, İÜ Ktp., Türkçe yazmalar, nr. 6520, AF8, s. 2327; Ahi Sinan Türkçe Şecerenâmesi, Kırşehir Müzesi’ndeki nüsha,
118. satır.
Mehmet Ali HACIGÖKMEN
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
bul saraçhanesini yaptırtmıştı.
İstanbul’un fethinden itibaren Fatih Sultan Mehmet saraç esnafının tâbi olacağı kanun ve nizamlarını belirlemişti. Uzun bir müddet aynı kanun
ve nizamlar muhafaza edilmişti. Buna göre, saraç esnafı, kendilerine ait olan eşya ve malzemeyi
yalnızca kendileri yapıp satabilecekti. Fatih’in İstanbul saraçlarına verdiği bu imtiyaz daha sonraki padişahlar tarafından da tanınmış ve tecdit
beratları verilmiştir.
Tanzimat’ın ilanını müteakip, inhisarın kaldırılması, saraç esnafının düzenini bozmuş ve
saraçlar muhtelif yerlere dağılmışlardı. Şirket-i
Debbağiye’nin kurulması ile alınan tedbirlere saraçlar da dahil edilmiş ve Şirket-i Sarraciye kurulmuştu. Bu sebepten saraç eşyaları Avrupa kalitesini yakalayarak hayli ilerlemeler kaydetmişti.
Debbağlar Şirketi dağılınca, saraçların durumu
da sarsılmıştır
KAYNAKÇA:
BOA, İstanbul Ahkam Defteri (İAD), nr. 3, s. 277; nr. 5, s. 170171; Mühimme Defteri (MD), nr. 115, s. 351, h.1507; HH, nr.
21370; Kepeci, DHK. nr. 71, s. 706; İAD, nr. 7, s. 244; C. Belediye, nr. 5186; Cevdet Dahiliye, nr. 12995, 2240, 12913, 12867,
16077, 6077; ŞS İKM. nr. 32, 66a, nr.17, 29b, nr. 43, 4a-b, nr.
30, 92b; nr. 41, 12a; nr. 40, vr. 45b, nr. 57, vr. 13a, 44b; Şemseddin Sami, Kamus-ı Türkî, İstanbul 1317, s. 714; Tahsin Özcan,
Fetvalar Işığında Osmanlı Esnâfı, İstanbul 2003, s. 133; Tursun
Bey, Tarih-i Ebu’l Feth, İstanbul 1333, s. 66; Fındıklılı Mehmet
Ağa, Silâhtar Tarihi, İstanbul 1928, II, s. 732; M. Çağatay Uluçay, “İstanbul Saraçhânesi ve Saraçlarına Dair Bir Araştırma”,
İÜEF Tarih Dergisi, İstanbul 1953, III/5-6, s.148; Ali Rıza Bey,
“XIII. Asr-ı Hicri’de İstanbul Hayatı”, Peyam-Sabah, 31 Teşrin-i
evvel 1337-1338, s.3; Ahmet Refik, Hicri XII. Asırda İstanbul Hayatı, İstanbul 1988, s. 41; Piretextat Le Comte, XIX. Yüzyıl Sonu
Türkiye’de Sanatlar ve Zenâatler, (Tercüme Ayda Düz), İstanbul
1975, s.132; Hayat Ansiklopedisi, V, s. 2801; Uğur Göktaş, “Saraçlar”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VI, İstanbul 1994,
s. 459; Evliya Çelebi b. Derviş Muhammed Zillî, Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi, ( Haz: Orhan Şaik Gökyay), I, İstanbul 1996, s.
284; Zeki Tekin “Teşrifatta Giydirilen Hilatlar”, (İ.Ü. Edebiyat
Fak. Tarih Bölümü Basılmamış Lisans Tezi) İstanbul 1982, s. 11,
15, 26, 41, 49;
Zeki TEKİN
SARAÇ
Eyer ve sair at takımı yapan ve satan; deri üzerine sırma ve ipekle işleyerek bunların çeşitli
alanlarda kullanımını sağlayan esnaf olarak tanımlanır.
Saraçlar, İstanbul fethedilince Bezzâzistan civarında yerleştirilmişti. Fatih, camiini yaptırınca
boş olan etrafını şenlendirmek ve ihya etmek
amacıyla şimdiki saraçhane denen mevkie İstan-
SARAÇHANE
Arapça’da “serrâc” şeklinde yazılan saraç, “eyer
ve diğer at takımı yapıp satan, meşin ve sahtiyan
üzerine sırma ve ipekle işleyerek çeşitli eşyalar
imal eden” anlamına gelmektedir. Saraçhane,
bu işle meşgul olan saraç esnafının topluca bulunduğu iş yeridir. Osmanlı döneminde birçok
217
A
A
218
n
s
i
h
k
kentte debbağhane gibi bir de saraçhane bulunuyordu. Bu durum Türk çarşılarının temel yapılarından biriydi. Bunun için yeni ele geçirilen
şehirlerde kısa süre içinde saraçhaneler inşa ediliyordu. Nitekim İstanbul fethedilince saraç esnafı
hemen Bezzâzistan civarında yerleştirildi. Fatih
Camii’nin inşasından kısa süre sonra bu külliyenin çevresinde şimdiki Saraçhane denen mevkide bir saraçhane yaptırılmış; saraç esnafı buraya
topluca yerleştirilmiştir.
Saraçhaneler, Osmanlı şehirlerinin en büyük zanaat kuruluşu durumundaydı. Özellikle Osmanlı ülkesinin en büyük saraçhanesi İstanbul’da
idi. Bu konuyu “Esnâf-ı Muazzez-i Sarrâcân-ı
Makbûlân” başlığı altında zikreden Evliya Çelebi,
İstanbul Saraçhanesi’nde 1084 dükkânın bulunduğunu yazmaktadır.
Saraçhaneler, genellikle daha çok şehir surlarının
dışında, debbağhanelerin bitişiğinde, akarsu yakınında bulunuyordu. Mesela Edirne Saraçhanesi, Tunca nehri sahilinde idi. Bazı şehirlerde sur
dahilindeki çarşıda idi. Nitekim Konya saraçhanesi, ikinci surun içinde, Kalecik mahallesi civarında yer alıyordu.
Saraçlar, Osmanlı şehirlerinde aslında saraçhanedeki dükkânlarda toplu olarak oturmak zorundaydı. Buna riayet etmeyenlere yaptırımlar
uygulanırdı. İstanbul’da daha çok Sipahi Çarşısı,
Bitpazarı, Tavukpazarı, Divanyolu ve Ayasofya-i
Kebîr civarındaki oda ve dükkânlarda nizama aykırı olarak üretim ve alım satım yapan saraçlar,
1167 (1754) ve 1173 (1759) tarihinde saraçhane
içinde dükkân kiralayıp imalat ve alım satım yapmaya devlet tarafından zorlanmışlardır.
Saraçhanede az da olsa deri işleriyle uğraşan
ancak saraç olmayan zanaat erbabının dükkânı
da vardı. Nitekim İstanbul’da debbağ esnafının
saraçhane içerisinde cami altında dükkânları
bulunuyordu. Bunlar, iş yerlerine saraç esnafının
ihtiyacı olan meşin, kösele, gön ve sahtiyan gibi
malzemeleri koyar; saraçhanede bulunan saraç,
kırbacı ve sandıkçı esnafına satarlardı. Bu durumun saraçlarca hoş karşılanmadığı, debbağları
oturdukları dükkânlardan çıkarttıkları görülmektedir. Rebiülâhir 1179 (Eylül-Ekim 1765) tarihinde saraçlar kethüdası ile esnafının müdahalesi sonucu debbağlar saraçhaneden çıkarılmış;
yerlerine saraçlar oturtulmuştur. Aynı şekilde 2
Rebiülâhir 1177’te (10 Ekim 1763) saraçlar kethüdası saraçhane içinde dört beş adet dükkân
kurarak debbağlardan aldığı sahtiyan, meşin ve
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
köseleleri bu dükkânlarda satmaya başlamış; bu
durum nizama aykırı olduğu için esnaf tarafından dava edilmiştir. Bir ara sayıları on bire çıkan
dükkânlar kanunsuz olarak açıldığı için kaldırılmıştır.
Saraçhanelerde bazı zanaatlar saraç esnafına
bağlı olarak icra edilebilirdi. Nitekim İstanbul
Saraçhanesi’nde sepetçi esnafı da saraç esnafı
içinde faaliyet gösteriyordu. Çünkü bunlar eskiden beri saraç esnafına tâbi idiler. Bunun için
sepetçilerin kethüda ve yiğitbaşı tayinleri saraçhane ustaları nezaretinde gerçekleştiriliyordu.
Sepetçi esnafı diğer işlerini de saraçhane ustalarının denetiminde yapıyordu. Bunlar saraçlarla o
kadar iç içe idi ki, Şevval 1192’de (Kasım 1778)
sepetçi esnafı saraçlardan ayrılmak istemiş; ancak mahkeme tarafından bu talep reddedilmiştir.
KAYNAKÇA::
M. Tayyib Gökbilgin, XV-XVI. Asırlarda Edirne ve Paşa Livâsı,
İstanbul 1952, s. 39; Yusuf Küçükdağ, Lâle Devri’nde Konya, SÜ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Basılmamış Doktora Tezi, Konya 1989, s. 27-28; Zeki Tekin, “Saraçhane”, DİA,
XXXVI, İstanbul 2009, s. 111-113.
Zeki TEKİN
SARAÇHANE ÇEŞMESİ
Edirne merkez Baba Timurtaş mahallesinde yer
alan çeşme 1080 (1669) yılında Sinan Ağa tarafından yaptırılmıştır.
İsmini
yakınında
bulunan
Saraçhane
Köprüsü’nden alan çeşme, kare bir kütle üzerine
oturmaktadır. İnşa kitâbesi günümüze ulaşama-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
mıştır. 5.50 m yükseklik ve 3.70 m genişlikteki
üç cepheli çeşmenin kuzey, güney ve batı cephelerinde sivri kemerli birer niş bulunmaktadır.
Doğu cephesi sade tutulmuştur.
Yapının batı cephesindeki caddeye açılan asıl
yüzü 1.30 m genişliği ve 0.35 m derinliği olan
sivri kemerli bir niş şeklinde düzenlenmiştir. Kemer kilit taşında kabartma bir rozet motifi yer
almakta niş içinde de mermerden yapılmış ayna
taşı bulunmaktadır. Batı cephedeki su yalağı
yükselen yol seviyesi nedeniyle ortadan kaldırılmış, şimdiki su yalağı nişin önüne beton kalıptan
bir set çekilmesiyle oluşturulmuştur. Çeşmenin
kuzey ve güney cepheleri de batı cephenin tekrarı
şeklindedir.
Çeşmede saçağın hemen altında tüm cepheleri
dolaşan ve yatay eksende yan yana sıralanan sivri kemerli sağır nişler bulunmaktadır. Saçak düz
ve profilli silmelerle hareketlendirilmiştir. Hazne
örtüsü piramidal taş çatılı olan yapının doğu cephesine saçağa yakın bir yerde 0.50 x 0.50 m ölçülerinde gözetleme penceresi açılmıştır.
Cephe nişleri içinde bulunan ayna taşlarındaki
süsleme kompozisyonlarında farklılıklar görülmektedir. Batı cephedeki ayna taşının ortasında
dilimli sağır kemer gözü yer almakta, merkezinde de büyük bir rozet bulunmaktadır. İki yanı
üzümlü asma dallarıyla bezeli rozetin altında,
üzümlü asma dallarının arasına sonradan modern musluk lülesi yerleştirilmiş, sağır kemer
köşeliklerine ise sekiz kollu birer yıldız motifi işlenmiştir. Ayna taşını çevreleyen yan bordürlerde
dikey eksende birbirine eklenen kartuşlar olup,
üstteki tepelikle tamamlanmıştır. Ayna taşının en
üstünde görülen bordürde palmet ve lotüslerin
dönüşümlü sıralanmasıyla oluşturulmuş bitkisel
kompozisyon bulunur.
Mülkiyeti Edirne Belediyesine ait olan çeşme,
günümüzde akar vaziyettedir. Üç cepheli bir
meydana çeşmesi konumundaki yapıya belediye
tarafından yeraltı su şebekesine bağlı olarak su
verilmiş ve iki cephesine musluk takılarak akar
hale getirilmiştir.
KAYNAKÇA:
Murat Karademir, Edirne Çeşmeleri, Edirne 2008, s. 160-165;
Neriman Meriç Köylüoğlu, Edirne’de Osmanlıdan Günümüze Su
Yapıları, Edirne 2001, s.84.
Murat KARADEMİR
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
SARAÇHANE KÖPRÜSÜ
Edirne’de Saraçhane yakınlarında bulunan köprü II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed dönemi
vezirlerinden Şahabeddin Paşa tarafından 855
(1451) yılında Tunca nehri üzerinde yaptırılmıştır. Bu sebepten dolayı bânisine binaen Şahabeddin Paşa Köprüsü olarak bilinir. Biri inşa, biri de
tamir kitâbesi olmak üzere iki kitâbesi bulunan
yapının inşa kitâbesi yerinden alınarak müzeye
kaldırılmıştır. Müzede bulunan inşa kitâbesinin
okunuşu şu şekildedir:
-Büniye hazihil-kantarati’l- meymuneti’l mubareketi, sahibü’l hayrati
-ve’l-hasenat el vezirul-azam ve’d düsturül-muazzam
-el müştehirul medevvu bi Şahabeddin Paşa Edrekehullahu ma-yeşa.
-Min zamani’s-Sultani’l-mücahid el-gazi Murad
Han
-İbn-i Muhammed han min nesl-i Osman.
-Senete hamse ve hamsine ve semâne mietin
-hicriyetin hilaliyetin 855
Yapının üzerinde yer alan onarım kitâbesi ise
1113 (1702) tarihlidir. Kitâbede köprünün II.
Sultan Mustafa (1695-1703) tarafından tamir
edildiği yazılıdır. Bu tamir sırasında köprünün
inşa kitâbesi kaldırılmış ve esere Sultan Mustafa
Köprüsü denilmiştir. Köprünün tamir kitâbe ise
şöyledir:
-Padişahı Heft kişver şehriyari bahr-u-ber
-Hazreti Han Mustafa Şahinşehi Nusret Liva
-Edirne şehrine teşrif idecek emreyledi
-Çün bu cisri yapmağa ol daveri ferman reva
-Hamdü-lillah bir metanet üzre bünyad oldu kim
-Çeşmi Dünya görmemiştir böyle bir muhkem
bina
219
A
A
n
s
i
h
k
-Şevketiyle günbegün ömrünü efzun eyleyip
-Böyle çok hayra muvaffak eyleye bari Hüda
-Faika tekmil olunca didiler tarihini
-Eyledi ferman bu cisri yaptı Sultan Mustafa.
-1113
Kitâbede köprünün Sultan Mustafa tarafından tamir değil yaptırıldığı yazılıdır. Sultan Abdülhamid
zamanında köprü tekrar tamir edilmiş ve taşkınlara daha fazla dayanabilmesi için iki tarafı da
uzatılmıştır.
Köprü 120 m uzunluğunda ve 5 m genişliğinde
olup, 9 ayaklı ve 10 kemerlidir. Taş malzeme ile
yapılan köprünün kemer formu sivridir. Sel yaranları üçgen prizma şeklinde olan yapının mihrap biçiminde güzel bir tarih köşkü bulunmakta,
içinde oturmak için bir de taştan yapılmış sedir
yer almaktadır. Köşkün karşısında mermer parmaklıklı ve korkuluklu balkonu vardır. Köprü
son yıllarda esaslı bir onarımdan daha geçmiş
olup, günümüzde işlevini sürdürmektedir.
KAYNAKÇA:
Oktay Aslanapa, Edirne’de Osmanlı Devri Abideleri, İstanbul
1949, s.127; Oral Onur, Edirne Türk Tarihi Vesikalarından Kitabeler, İstanbul 1972, s. 156-158; Rıdvan Canım, “Edirne’nin Köprüsü Taştan”, Edirne: Serhattaki Payitaht, İstanbul 1998, s.382-384;
Neriman Meriç Köylüoğlu, Edirne’de Osmanlı’dan Günümüze Su
Yapıları, Edirne 2001, s.30-33.
Murat KARADEMİR
SARIKAYA, MEHMET SAFFET
220
(d. 1964)
XIII-XVI. Yüzyıllarda Anadolu’da Fütüvvetnâmelere Göre Dinî İnanç Motifleri adlı kitabın yazardır. Afyon’da doğdu. İlkokulu Anadolu’nun çeşitli yerlerinde, ortaokulu Afyon’da, İmam-Hatip
Lisesi’ni Bolvadin’de bitirdi. 1985 yılında Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu.
Sivas Yıldızeli İmam-Hatip Lisesi’nde öğretmenlik yaptıktan sonra (1986-1987) mezun olduğu
fakülteye İslâm Mezhepleri Tarihi uzmanı olarak
atandı. İslâm Mezhepleri Anabilim Dalı’nda 1993
yılında doktorasını tamamladı. Bir süre Atatürk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi
olarak görev yaptı. 1998 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne naklen atandı
ve aynı yıl doçent oldu. 2004 yılında profesörlüğe
yükseldi. Hâlen aynı üniversitede öğretim üyesi
olarak görev yapmaktadır.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Kitapları: XIII-XVI. Asırlardaki Anadolu’da
Fütüvvetnâmelere Göre Dinî İnanç Motifleri, Ankara 2002; Anadolu Alevîliğinin Tarihi Arka Planı
(XI-XIII. Asır),İstanbul 2003; Seyyid Hüseyin ibn
Seyyid Gaybî, Şerhu Hutbeti’l-Beyân, İncelemeMetin, Isparta 2004; Fütüvvetnâme-i Cafer Sadık
(İnceleme-Metin), İstanbul 2008; İslâm Düşünce
Tarihinde Mezhepler, İstanbul 2009.
KAYNAKÇA:
Mehmet Saffet Sarıkaya, XIII-XVI. Asırlardaki Anadolu’da
Fütüvvetnamelere Göre Dinî İnanç Motifleri, Ankara 2002;
Fütüvvetname-i Cafer Sadık, İnceleme-Metin, İstanbul 2008, s. 4;
http://www.msaffets.com/ (Erişim : 30.04.2014)
İsmail ÇİFTCİOĞLU
SAY, YAĞMUR
(d. 1963)
Türk ve İslam Geleneğinde Erdem ve Olgunluğun İfadesi: Ahilik ve Ahiler adlı kitabın yazarıdır. İlk ve orta ve lise öğrenimini Ankara’da
İncirli’de tamamladı. 1986 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nden
mezun oldu. 1991 yılında Hacettepe Üniversitesi
Tarih Anabilim Dalı’nda Osmanlı Sağlık Kurumları isimli teziyle yüksek lisansını, 1999 yılında
Seyyid Battal Gazi Külliyesi başlıklı teziyle de
doktorasını tamamladı. 2000 yılında Anadolu
Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ne
naklen atandı. Aynı üniversiteden 2014 yılında
emekli oldu.
Kitapları: Top ve Topçuluğun Tarihsel Gelişimi: Mühendishane-i Berri-i Hümayun, Polatlı
1995; General Trikupis’in Hatıratı, Polatlı 1995;
Seyyîd Battal Gazi-Şücâeddîn Velî-Üryan Baba,
Ankara 2003; Seyyid Battal Gazi ve Külliyesi (Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması
Sürecinde Gazi-Veli-Evliyaların Rolü), İstanbul
2006; Alevi-Bektaşi Tarih Yazıcıları ve Anadolu
Alevilerinin Tarihi (Alevilik-Ali-Kerbela), İstanbul 2007; Hutbetü’l-Beyan (Hz. Ali’nin Hikmetleri), Ankara 2008; Türk ve İslam Geleneğinde
Erdem ve Olgunluğun İfadesi: Ahilik ve Ahiler,
Eskişehir 2009; 800. Doğum Yıldönümü Anısına
Hacı Bektaş Veli, Ankara 2009; Kalenderi, Alevi
ve Bektaşi Kültünde Önemli Bir Alp-Eren Gazi:
Şücâ’eddîn Velî (Sultan Varlığı) ve Velâyetnâmesi,
Ankara 2010.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
KAYNAKÇA:
https://academy.anadolu.edu.tr/display.asp?kod=0&acc=ysay/,
(Erişim : 23.05.201
Baykal BİÇER
SEHL TÜSTERÎ
(ö. 283 / 896)
Sünnete uymayı fütüvvet olarak tanımayan Sehl
Tüsterî, İran’ın güneybatısındaki Hûzistân eyaletine bağlı Tüster şehrinde dünyaya geldi. Dayısı
Muhammed b. Sevvâr’ın telkin ve teşvikiyle çocukluk çağında tasavvufa yöneldi. Erken yaşlarda, Allah’a giden yolda kendisine rehberlik edecek kişileri aramaya koyuldu. Bu amaçla önce
Basra’ya giderek buradaki âlimlerle görüştü. Ardından Abadan’a geçti ve Ebû Habib Hamza elAbadanî’den etkilenerek bir müddet hizmetinde
bulundu, ilim ve feyzinden istifade etti. Sonrasında memleketi Tüster’e döndü. Bu dönemde çıktığı
hac yolculuğunda Zünnûn Mısrî ile tanıştı ve müridleri arasına girdi.
Hûzistan bölgesinde Abbâsîler ile Saffârîler ve
Zencîler arasındaki iktidar mücadeleleri sebebiyle
Sehl Tüsterî 263 (887) yılında Basra’ya yerleşmek
zorunda kaldı. Bazı kaynaklar memleketinden
ayrılışını siyasî şartlarla birlikte aleyhinde yürütülen dinî-mezhebî faaliyet ve tartışmalara dayandırmıştır. Sehl Tüsterî Muharrem 283 (Mart 896)
tarihinde Basra’da vefat etti ve buraya defnedildi.
Tasavvuf ehlinin sultanı olarak anılan Sehl
Tüsterî, yaşadığı çetin riyâzet ve zühd hayatıyla
tanınır. Sünnete uymayı fütüvvet olarak tanımlar
ve çalışıp kazanmanın, helal lokma ile geçinmenin
bu yolun esası olduğunu söyler. İnsanlara şefkat
ve merhametle yaklaşmak, kimseyi incitmemek
ve hak sahiplerinin hakkını ödemede acele etmek
Tüsterî’nin fütüvvet anlayışının temel ilkeleri arasındadır. Menâkıbnâmelerde birçok kerametinden söz edilmekle birlikte kendisi, kötü huyların
iyiye dönüştürülmesini en büyük keramet olarak
görür.
Sehl et-Tüsterî’ye göre sûfî Allah’a yakınlığı olan
kimsedir. Böyle birisi süfli arzularından kurtulduğu için kalbi duru olup nazarında toprak ile altın
eşittir. Tasavvufu her türlü huzur ve dinginliğin
Hak’la elde edildiği yol olarak kabul eder. Onun
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
bakışında tevekkül kimseden bir şey istememek,
verileni hemen elden çıkarmak; ihlâs ise Hakk’ın
her türlü davetine hemen icabet etmektir. Dünyevî
hırs ve isteklerden uzak durmayı zühd ve takva
olarak tarif eden Tüsterî Allah’a tam manasıyla
yönelmenin bundan sonra gerçekleşeceğini vurgular.
Çok sayıda öğrenci ve mürid yetiştiren Sehl
Tüsterî’nin en meşhur öğrencisi Hallâc-ı Mansûr
ve İbn Sâlim’dir. Kaynaklarda Tüsterî’ye Sehliyye adında bir fırka nispet edilir. Bu fırka zaman
içinde çeşitli kollara ayrılmıştır. Bunlardan biri
Ebû Bekir b. Hevvâr’a nispet edilen Hevvâriyye
ile İbn Sâlim’e nispet edilen Sâlimiyye koludur.
Basra’da daha çok Mâlikîler arasında yayılmış bir
tasavvufî kelâm ekolü olan Sâlimiyye başta Ebû
Tâlib Mekkî olmak üzere birçok mutasavvıfı etkilemiştir.
Sûfî kimliğinin yanı sıra kelâm ve tefsir gibi ilimlerde de söz sahibi olan Sehl et-Tüsterî’nin onu
aşkın eseri bulunmaktadır. Bunlar arasında ilk
işârî tefsir örneklerinden kabul edilen Tefsîrü’lKur’âni’l-azîm başta gelmektedir. Her sûreden bir
veya birkaç âyetin tasavvufî tefsirini içeren eserin
çeşitli neşirleri (Kahire 1326 / 1908, Beyrut 1423
/ 2002) bulunmaktadır.
KAYNAKÇA:
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-kulûb, III, Kahire 1932, s. 113, 114,
120, 185, 186; Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Tabakāt (yay. Nureddin Şerîbe), Kahire 1986, s. 206-211; Ebû Nuaym el-Isfahânî,
Hilyetü’l-evliya ve tabakâtü’l-asfiyâ, X, Kahire 1979, s. 189-212;
Abdülkerîm el-Kuşeyrî, Risâle (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1981, s. 108-109; Ali b. Osman el-Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb
(çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982, s. 232, 242, 308, 474;
Herevî, Tabakât, s. 113-118; Gazzâlî, İhyâ’ü ulûmi’d-dîn, Kahire
1358/1939, III, 72, 80, 86, 94, IV, 155, 220; Ebü’l-Ferec İbnü’lCevzî, Telbîsü İblîs (nşr. Seyyid el-Cümeylî), Beyrut 1414/1994,
s. 192; Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul
2005, s. 289-304; İbn Hallikân, Vefeyât (Abdülhamid), II, 149-150;
Münâvî, el-Kevâkibü’d-dürriyye (nşr. M. Edîb el-Câder, Beyrut
1999, I, 634-647; İbnü’l-İmâd, Şezerât, II, 182-183; Süleyman
Ateş, İşârî Tefsir Okulu, Ankara 1974, s. 65-73; Mustafa Öztürk,
“Tüsterî ve Tasavvufî Tefsiri Üzerine Bazı Tespit ve Değerlendirmeler”, Tasavvuf, S. 9, Ankara 2002, s. 239-265; a.mlf., “Sehl etTüsterî”, DİA, XXXVI, 321-323.
Abdürrezzak TEK
SEHLİYYE
(bk. SEHL TÜSTERÎ)
221
A
A
n
s
i
h
k
SELÂHADDÎN-İ ZERKÛB
222
(ö. 657 / 1258)
Fütüvvet ehli bir Mevlevi’dir. Asıl adı Selâhaddin
Feridun’dur. 582 (1186) yılında Konya-Beyşehir gölünün kıyısındaki Kâmil adlı köyde doğdu. Gölde balıkçılıkla geçinen bir aileye mensup
olup babasının adı Yağıbasan, annesinin adı
Latife Hâtun’dur (ö. 652 / 1255). Selâhaddin
Beyşehir’den Konya’ya gelerek kuyumculuk sanatını öğrenmiş, kırk yaşlarında iken Konya’da
fütüvvet ehlinden kuyumcuların şeyhliği rütbesine yükselmiştir. Konya ahalisi tarafından
“Selâhaddin-i Zerkûb”, “Selâhaddin Zerkûbî”,
“Selâhaddin-i Zerrinkûb” (Kuyumcu Selâhaddin)
lakaplarıyla anılmıştır. Kuyumculuğun yanında
bağcılıkla da uğraşmıştır.
Selâhaddin-i Zerkûb’un tasavvuf yoluna girişi ilk
olarak Mevlana’nın şeyhi Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizî eliyledir. Seyyid Burhaneddin’in
Konya’da Mevlana’yı halife olarak bırakıp
Kayseri’ye göç etmesinden sonra ikinci mürşid
olarak Mevlana’ya intisap etmiştir. Sipehsâlâr’a
göre bu intisap, Selâhaddin-i Zerkûb’un Konya
kuyumcular çarşısındaki dükkânının önünden
geçtiği esnada Mevlana’nın, altın varaklarını döven çekiç seslerinin ahengine uyarak aşk ve cezbe
ile semâa başlaması ve kuyumcu Selâhaddin’in de
bu hâlin heybetinden Mevlana’ya bağlanmaya karar vermesiyle gerçekleşmiştir.
Mevlana ile Zerkûbî arasında şeyh-mürid ilişkisiyle beraber yakın ailevî irtibat ta söz konusudur. Zerkûbî’nin ilk kızı Fâtıma Hâtun’a her gün
Kur’an dersleri veren Mevlana, onu 644’de (1246)
oğlu Sultan Veled’e nikâhlamıştır.
Şems-i Tebrîzî’nin 645 (1247) yılında ikinci ve
son kayboluşundan sonra Mevlana Selâhaddin’i
dervişlere rehber olması için halife olarak seçmiş,
Sultan Veled’den de ona tâbi olmasını istemiştir.
On yıl Mevlana’nın verdiği rehberlik görevini yerine getiren Selâhaddin-i Zerkûb, ağır bir hastalığın
ardından 29 Aralık 1258 (1 Muharrem 657) tarihinde vefat etmiş, semâlar eşliğinde hâlihazırda
Konya Mevlana türbesindeki Sultânu’l-ulemâ
Bahâeddin Veled’in sol yanına defnedilmiştir.
Mevlana, Selahaddin-i Zerkûb’un yerine dervişlerin idaresinden sorumlu olması için Hüsâmeddin
Çelebi’yi tayin etmiştir.
İlk Mevlevî kaynaklarında Selahaddin-i Zerkûb,
bâtınî halleri zâhirî fiillerine gâlip, çokça riyâzette
bulunan, insanların iç dünyasındaki sırları keşfedebilen, zâhirde avamdan görünüp bâtında
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ârifler zümresinden olan fütüvvet ehli bir mutasavvıf şeklinde nitelenmiştir. Seyyid Burhaneddin, Bahâeddin Veled’den kendisine intikal
eden söz fesâhatini Mevlana’ya, hal güzelliğini ise
Selâhaddin-i Zerkûb’a verdiği rivayet edilmektedir. Mesnevî şârihi İsmail Rüsûhî Ankaravî’ye
göre, Seyyid Burhaneddin ulemâ ve muhakkik
şeyhler kisvesinde dolaşıp fakr ve fenâ halini
gizleyen bir kâmil mürşid iken; Selâhaddin-i
Zerkûb fakr ve fenâ hâli âşikâr olan, halleri ve
sırları herkes tarafından çokça müşâhede edilen
ârif bir zâttır. Nitekim “Arif kimdir?” şeklinde
yöneltilen sorunun cevabında Mevlana, “Arif, sen
suskunken, senin sırrından ve halinden bahseden kimsedir. Bu da Şeyh Selâhaddin’dir” demiştir. Sultan Veled, Mevlana’nın Şems-i Tebrîzî’yi
güneşe, Selâhaddin-i Zerkûb’u aya, Hüsâmeddin
Çelebi’yi de yıldıza benzettiğini kaydeder.
Mevlana’nın Dîvân’ındaki gazellerde Selahaddin-i
Zerkûb’u yetmişin üzerinde yerde zikretmesi ona
muhabbetinin göstergelerinden biridir.
KAYNAKÇA:
Ferîdûn Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler-Risâle, trc. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1977, s. 131-138; Ahmet Eflâkî, Âriflerin
Menkıbeleri, İstanbul 1989, II, s. 120-152; Sultan Veled,
İbtidânâme, trc. Abdülbâki Gölpınarlı, Ankara 1976, s. 79-80; 8793; 105-109; 137-143; Mevlânâ Celâleddîn, Dîvân-ı Kebîr I-VII,
trc. Abdülbâki Gölpınarlı, Ankara 1992, II, s. 28, 36, 57, 58; III,
s. 100, 285, 289, 388, 422; IV, s. 62, 89, 172, 189, 258, 275, 292,
298-299; V, s. 131, 137, 155, 204, 229, 340, 404, 408, 417, 484;
VII, s. 196, 202, 205, 217, 309, 312, 374, 418, 424, 435, 465,
512, 605, 626; a.mlf., a.g.e., İstanbul 1957, I, s. 135, 251, 281;
a.mlf., Fîh-i mâ Fîh (trc. Ahmed Avni Konuk, nşr. Selçuk Eraydın), İstanbul 1994, s. 89; Devletşah, Devletşah Tezkiresi I-IV, trc.
Necâti Lugal, İstanbul 1977, II, s. 250-251; Sahih Ahmed Dede,
Mevlevîlerin Tarihi, haz. Cem Zorlu, İstanbul 2003, s. 151-176;
İsmail Rüsûhî Ankaravî, Şerh-i Mesnevî, İstanbul 1289, II, s. 209210; Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, İstanbul 1952,
s. 103-112; B. Fürüzanfer, Mevlânâ Celâleddin, İstanbul 1997, s.
249-267; Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1991, 224-226; Franklin Lewis, Rumi:Past And Present, East
And West, Oxford: Oneworld 2000, s. 205-214; Semih Ceyhan,
“Selâhaddîn-i Zerkûb”, DİA, XXXVI, s. 340-341.
Semih CEYHAN
SELİMİYE ARASTASI
Edirne şehir merkezinde Selimiye Külliyesi’ne
gelir sağlamak amacıyla yaptırılan arasta III. Murad döneminde Mimar Sinan’ın kalfası Mimar
Davud Ağa’ya yaptırılmıştır. Arastanın Mimar
Sinan tarafından tasarlandığı ancak külliye tamamlanamadan II. Selim’in vefatı ve Sinan’ın da
İstanbul’a dönmesi üzerine yapılamadığı düşünülmektedir.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ru iş yapacaklarına ve kimseyi aldatmayacaklarına dair yemin ve dua ettiklerini söylemektedir.
KAYNAKÇA:
Oktay Aslanapa, Edirne’de Osmanlı Devri Abideleri, İstanbul
1949, s.137-138; Gülru Necipoglu, The Age of Sinan, Architectural Culture in the Ottoman Empire, London 2005, s.244.
Murat KARADEMİR
SELMÂN-I FÂRİSÎ
Taş ve tuğla malzeme ile inşa edilen, sokak kısmı
kapalı olan arasta, caminin batısında kuzey-güney doğrultusunda uzanmakta, içerisinde toplam
124 dükkân bulunmaktadır. 255 m uzunluğunda
olan sokak, ortada daha kısa bir koridorla kesilmektedir. Batıda dışarı doğru çıkıntı yapan koridor, doğuda çıkıntı yapmadan camiye açılan bir
kapı ile son bulur. Bu koridorun sokakla kesiştiği yerin tam ortası dua kubbesi ile diğer bölümleri ise beşik tonozla örtülüdür. Dua kubbesi farklı
geometrik motifli pencerelerle süslenmiştir. Koridorun batısına iki dükkân sırasını kapsayacak
biçimde batıya doğru uzanan Sıbyan Mektebi
yapılmıştır. Bu mektep çarşının bütünlüğünü bozarak, asimetrik bir plan ortaya çıkarmaktadır.
Sokak, dükkânlardan yüksek tutularak üzeri
beşik tonozla örtülmüştür. Tonozun üzengi noktalarının hemen üzerine açılan pencerelerle sokak aydınlatılmaktadır. Eskiden tonozun üzeri
kurşun ile kaplıyken; 1874 yılında bu kurşunlar
satılarak, parasıyla çarşının onarımı yapılmış ve
üzeri kiremitle kapatılmıştır. Daha sonraki dönemlerde bu kiremitler kaldırılarak yeniden kurşun kaplama yapılmıştır.
Eyvan tarzında olan penceresiz dükkânlar kare
planlıdır ve üzerleri beşik tonoz ile kapatılmıştır.
Çarşıya 4 farklı kapıdan giriş-çıkış sağlanmaktadır. Bunlardan ikisi sokağın her iki ucunda,
diğer ikisi ise ortadaki koridorun her iki ucunda
bulunmaktadır. Sokağın kuzeyinde yer alan kapı
diğerlerine oranla daha anıtsal yapılmıştır. Koridorun doğusunda yer alan kapı caminin avlusuna açılmaktadır.
Evliya Çelebi buranın Kavaflar Çarşısı olduğunu
ve çeşitli pabuçlar satıldığını ve arastanın dua
kubbesinde her sabah dükkân sahiplerinin doğ-
(ö. 656 [?])
Hz. Peygamber’in saçlarını tıraş etmesi sebebiyle
Ahilikte berberlerin piri olarak kabul edilmiştir.
Asıl adı Mâhbe b. Bûzehmeşân b. Mürselân b.
Yehbûzân’dır. Mecusiliğe mensup zengin ve itibarlı bir ailenin çocuğu olarak İran’ın güneybatısındaki Râmhürmüz’de doğdu ve ilk çocukluk
yıllarını burada geçirdi. Küçük yaşlarda ailesiyle
birlikte Şehristan’a göç etti. Mecusi ateşgedesi
iken yeni bir din arayışına girdi. Ailesinin şiddetli muhalefetine rağmen Hıristiyanlığı benimsedi ve Dımaşk/Şam’a kaçtı. Daha sonra Musul, Nusaybin ve Ammuriye’ye gitti. Burada bir
papazın son peygamberle ilgili verdiği bilgiler
üzerine Hz. Peygamber’i bulmak için bir arayışa
girdi. Hicret esnasında Kuba’da Hz. Peygamber’i
görüp Müslüman oldu. İslâmiyet’i kabul eden
İran asıllı ilk sahabi olan Selman-ı Farisî, Hendek savaşından itibaren bütün savaşlara katıldı.
Hz. Ömer’in halifeliği zamanında Kadisiye Savaşı ile Medâin, Celûlâ ve Belencer’in fetihlerinde
bulundu, müteakiben Medâin’e vali oldu. Hz.
Osman’ın hilâfetinde valilik görevine devam ettiği
sırada vefat ettiği tahmin edilmektedir. Türbesi,
Bağdat yakınlarında Selmânıpâkad’dadır. Hz.
Peygamber’den hadisler nakletmiştir.
KAYNAKÇA:
İbn Sa‘d, Kitâbü’t-Tabakâti’l-kebîr: et-Tabakâtü’l-kübrâ, IV, Kahire 2001, s. 69-87; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe fî ma‘rifeti’s-sahâbe,
II, Beyrut 1996, s. 510-515; Zehebî, Siyerua‘lâmi’n-nübelâ, I,
Beyrut 1995, s. 505-557; Cemal Anadol, Türk-İslam Medeniyetinde Ahîlik Kültürü ve Fütüvvetnâmeler, Ankara 2001, s. 103-106;
Adem Apak, İslam’ın Örnek Şahsiyetleri: Ashâb-ı Kirâm, İstanbul 2013, s. 211-217; İbrahim Hatiboğlu, “Selmân-ı Fârisî”, DİA,
XXXVI, Ankara 2009, s. 441-443.
Mehdin ÇİFTÇİ
223
A
A
n
s
i
h
k
SEMERCİ
Genel itibariyle hayvanlara semer yapmakla uğraşan esnafa verilen addır. Binek hayvanlarının
sırtına göre hazırlanan ve binicisinin rahatı düşünülerek yapılan oturağa semer denilir. Yük hayvanlarında yük taşımak için yapılan şekline ise
palan denilir ve bu meslek erbabına da semerci/
palancı adı veriliyordu.
KAYNAKÇA:
M. Murat Öntuğ, XVII. Yüzyılın İlk Yarısında Balıkesir Şehrinin
Fiziki, Demografik ve Sosyo-Ekonomik Yapısı, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Konya 2003, s. 252; Yaşar
Bozyiğit, Simav’da Ahilik ve Ahiler, Kütahya 2000, s. 108-111.
M. Murat ÖNTUĞ
SERRAC SİNAN
Ankara’da XIII. yüzyılın ilk yarısında yaşadı. Kendi adına inşa edilmiş bir mescidi bulunmaktadır.
Bu eser Ankara’da yapılmış olan ilk mescidlerdendir. Kapısındaki kitâbeye göre mescid, 987
(1288) yılında yaptırılmıştır. Aynı kitâbede mescidin Hasanoğlu Yusuf tarafından inşa ettirildiğinden bahsedilir. Bu şahıs Serrac Sinan olmalıdır.
KAYNAKÇA:
Özer Ergenç, XVI. Yüzyılda Ankara ve Konya, Konya 1998, s. 171,
dipnot 105; Mübarek Galip, Ankara Mescidleri ve Camileri, I, İstanbul 1341, s. 49-50; Gönül Öney, Ankara’da Türk Devri Yapıları,
İstanbul 1971, s. 41.
Mehmet Ali HACIGÖKMEN
SEVÂKIBÜ’L-MENÂKIB-I
EVLİYÂULLÂH
224
Ahilikle ilgili bilgiler bulunan bir eserdir. Ahmed
Eflâkî’nin hazırladığı Menâkıbü’l-Ârifîn isimli
menakıbnâme, Abdulvehhab bin Celâleddin Muhammed Hemedanî tarafından yine Farsça olarak kısaltılarak âdeta yeniden yazılmış ve buna
Sevâkıbü’l-Menâkıb-ı Evliyâullâh ismi verilmiştir. Eflâkî’nin tekrarı gibi olmasına rağmen, düzenlenmiş biçimi ve minyatürleriyle Mevleviliğin
temel kaynaklarından biri durumundadır. Kitapta, Ahilik ve Ahilerle ilgili bilgi ve minyatürlere de
yer verilmiştir.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Sevâkıbü’l-Menâkib-ı Evliyâullâh, 1540’ta tamamlanmıştır. Bir mukaddime ile her birine
“zikr” adı verilen dokuz bölümden oluşmaktadır.
Her bir zikir, Bahaeddin Veled, Mevlana, Şems-i
Tebrizî, Selahaddin-i Zerkub, Çelebi Hüsameddin, Sultan Bahaeddin, Çelebi Ârif, Şemseddin
Emir Çelebi gibi Mevlevî büyüklerine ayrılmıştır. Özellikle Bahaeddin Veled, çok geniş olarak
anlatılmıştır. Eserin birçok yazması mevcuttur.
Bunlar arasında, 1577’de istinsah edilmiş olan
Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Emanet
Hazinesi, nr. 1194’teki nüsha, nadide bir eserdir. Yazıldıktan kısa bir süre sonra Türkçe’ye
çevrilmiştir. Bu tercümelerden ilki Derviş Halil
Senaî’ye ait olup Kanuni (1520-1566)’ye sunulmuştur. Süleymaniye Kütüphanesi Halet Efendi
ilavesi, nr. 49 ve 50’de iki nüshası daha bulunmaktadır. Mesnevihan Derviş Mahmud Dede’ye
ait olan ikinci tercüme ise 1590’da Konya’da
tamamlanmıştır. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Revan, nr. 1479’da bulunan nüsha
minyatürleriyle birlikte Mevlana’dan Hâtıralar:
Sevâkıb-ı Menâkıb adıyla Süheyl Ünver tarafından 1973’te neşredilmiştir.
Sevâkıbü’l-Menâkıb-ı Evliyâullâh; mukaddimeden sonra dokuz bölümden oluşmaktadır. Ayrıca
sonunda da bir hatime bulunmaktadır. Mukaddimede eserin hazırlanış amacı ve kitap hakkında
özet bilgiler verilmektedir. Birinci bölüm Bahaeddin Veled; ikinci bölüm Burhaneddin Muhakkik; üçüncü bölüm Mevlana Celâleddin-i Rumî;
dördüncü bölüm Şems-i Tebrizî; beşinci bölüm
Şeyh Selahaddin Konevi hakkındadır. Altıncı
bölümde Çelebi Hüsameddin; yedinci bölümde
Sultan Bahaeddin Veled’le ilgili bilgiler verilmektedir. Sekizinci bölümde Çelebi Ârif diye bilinen
Celâleddin Feridun’un biyografisi bulunmaktadır. Dokuzuncu bölüm, Çelebi Şemseddin Emir
Âbid ve Sultan Veled’e ayrılmıştır. Hatimede ise
kitabın bitiş tarihi ve münacat ile yazarın tavsiyeleri bulunmaktadır.
Kitapta anlatılan olaylar minyatürlerle âdeta canlandırılmıştır. Burada bulunan 22 adet minyatür,
XVI. yüzyıl sonlarına ait olup Türk resim sanatı
açısından önemli belgeler durumundadır. Ancak
bunları yapan nakkaşların imzaları bulunmamaktadır. İşlemesindeki renk ahengi ve yüzlerdeki ifadeler değişik olup, derin izler taşımaktadır.
Minyatürler, XVI. yüzyılda insanların Mevlana
ile ilgili düşüncelerini, yine o döneme ait giyim,
kuşam ve yaşam tarzlarını aksettirmesi bakımın-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
dan da önemlidir. Menkıbelerde anlatılan olaylar
olağanüstü öğelerle bezense de geçmiş yüzyılların
gerçeklerini günümüze yansıtmaktadır. Eserde, değişik konuları anlatan çokça minyatür bulunmaktadır.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Bütün bunlarla birlikte fütüvvet ehlindeki bu
üçlü tasnif teşkilât hayatında belirgin bir yer tutmaktadır. Teşkilâta mensup herkes, kıdemlerine
göre Ahi zaviyelerinde yer alıp mahfillere iştirak
etmektedir.
KAYNAKÇA:
Bekir ŞAHİN
SEYFÎ
Fütüvvetnâmelerde fütüvvet ehli, seyfî, kavlî ve
şürbî adı altında üç kola ayrılır. Seyfîler, kelime
kökünden de anlaşılacağı gibi askerî sınıfı teşkil
eder. “Fütüvvet” terimindeki “yiğitlik” anlamı da
bunu ima eder. Necm-i Zerkûb “Seyfî fütüvvet ehli,
o kişilerdir ki kılıçla İslâmı kabul etmişler, Müslüman olmuşlar, nihayet İslâm’ın tadını almışlar.
Emirü’l-Mü‘minîn Ali (kv)’nin hizmetini kabul edip
onun dostu olarak savaşırlar, manada ise kendi
nefisleriyle savaşırlar.” der. Diğer bir ifade ile seyfî
olan fütüvvet ehli görünürde kılıçla cihad ederken
gerçekte kendi nefisleriyle savaşmaktadırlar. Nasırî
de benzer ifadelerle bunu destekler. Burgâzî ise
“Seyfî’den maksat hizmet etmektir, Ali Peygamber’e
hizmetiyle seyfîlerin pîri olmuştur” demektedir.
Fütüvvetnâmelerde seyfîliğin, talibin üstadına söz
vermesi veya onun adına tuzlu su içmesi üzerine
kendisine kılıç verilmesiyle gerçekleştiği belirtilir.
Nakkaş Ahmed, askerî zümreyi fütüvvet teşkilâtının
tabiî üyesi sayar. Bu durum muhtemelen en-Nâsır
Lidinillah zamanında başlamıştır. Osmanlı padişahlarının kılıç kuşanma merasimi de seyfîliğe girişin bir örneği olarak görünmektedir.
Muhtemelen fütüvvet teşkilatının esnaf loncalarına
dönüşmesine kadar (XV. yüzyıl), askerler teşkilatta seyfî kolu oluşturmuşlardır. Köprülü, Gaziyan-ı
Rum ile Ahiyan-ı Rum arasındaki ilişkiyi bu bağlamda açıklar. Öte yandan fütüvvetin münhasıran
esnaf teşkilatına dönüşmesinden sonra sefer zamanı orduya iştirak eden meslek ehli kimselerin
varlığını dikkate aldığımızda seyfîliğin nispeten
dönüşerek devam ettiğini söylemek mümkündür.
Nitekim Ahi zaviyelerinde kişiyi savaşa hazırlayan
kılıç ve silah kullanma, okçuluk, atıcılık, güreş
gibi sporların öğretilmesi, Evliya Çelebi’nin “esnaf
alayını” anlatırken meslek gruplarının kaçar kişiyi
seferle vazifelendirdiği hakkındaki açıklamaları ve
Fütüvvetnâmelerdeki “Levâzım-ı İhtiyat-ı Sefer” gibi
benzeri başlıkların bunu gösterdiği söylenebilir.
O. Nuri Ergin, Mecelle-i Umûr-i Belediyye, I, İstanbul 1922, s.
545-546; Fütüvvetname, Süleymaniye Kitüphanesi, İzmir 798/1,
23b-26b; Abdulbaki Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı”, İÜ İFM, XI/1-4, 1949-1950, s. 42 ve bu makalenin içinde Ahmed b. İlyas el-Hartburtî, Fütüvvetname, (Farsça
metin, s 128, çev. s. 222); Necm-i Zerkûb, Fütüvvetname, (Farsça metin., s. 147-188, çev., s. 245-247); Nâsırî, Fütüvvetname,
(Farsça metin.,s.190; terc.,s. 327); Franz Taeschner, “İslam Ortaçağında Futuvva (Fütüvvet Teşkilatı)”, (çev. F. Işıltan), İÜ İFM,
XV/1-4, 1953-1954, s. 15-19; Abdülbâki Gölpınarlı, “Burgâzî
ve ‘Fütüvvetname’si”, İÜ İFM, XV/1-4, 1953-1954, s. 129-130;
M. Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, Ankara 1991, s. 84-93; Müjgan Cumbur, “Anadolu Tarihinde Ahilerin
Seyfî Kolu”, Türk Kültürü, XIII/153-155 (1975), 283-284; M. Saffet Sarıkaya, XIII-XVI. Asırlardaki Anadolu’da Fütüvvetnamelere
Göre Dini İnanç Motifleri, Ankara 2002, s. 54-55.
M. Saffet SARIKAYA
SEYYİD HÜSEYİN
FÜTÜVVETNÂMESİ
Burgâzî Fütüvvetnâmesi’nden sonra Anadolu’da
yazılan
Türkçe
Fütüvvetnâme’dir.
Seyyid Hüseyin’in bu Fütüvvetnâmesi, Burgâzî
Fütüvvetnâmesi’yle büyük ölçüde benzerlik gösterir. Ancak erkân bakımından Burgâzî’den daha
geniştir.
Eser, hamdele ile başlar. Padişaha methiye ve kitabın yazılma sebebi onu takip eder. Daha sonra
Fütüvvet geleneğinde Çar-Pir olarak anılan Hz.
Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed’e
Fütüvvetin nasıl geldiği, ne şekilde intikal ettiği,
İslam tarihinde şöhret bulmuş kıssalarla anlatılır. Burgâzî Fütüvvetnâmesi’nde bulunmayan Hz.
Muhammed’in Hz. Ali’ye şed kuşatıp velî ve vasî
ilan ettiği Gadiru Hum hadisesi, Hz. Ali’nin on
yedi kemer-bestesi, kardaşlaşma ve helva-yı cüfne bahisleri üzerinde geniş bir şekilde durulur.
Ayrıca Fütüvvetin şartları, yüz yirmi dört edep ve
sual-cevap faslına yer verilir.
Fütüvvetnâmenin Türkiye’deki bazı kütüphanelerde çeşitli nüshaları bulunmaktadır. Müstensih
hataları bir kenara bırakılacak olursa, bu nüshalar arasında tertip ve konu bakımından fazla bir
fark yoktur.
225
A
A
n
s
i
h
k
KAYNAKÇA:
Abdulbaki Gölpınarlı, Şeyh Seyyid Gaybî oğlu Şeyh Seyyid
Huseyn’in Fütüvvet-nâme’si, İÜİFM, XVII/1-4 (1955-1956), s.
27-155; Ali Torun, Türk Edebiyatında Türkçe Fütüvvet-nameler,
Ankara 1998, s. 51.
Ali TORUN
SEYYİD SAHİH AHMED DEDE
226
(d. 1115 / 1742-ö. 1229 / 1813)
Ahilerle ilgili Ahmed Eflâkî’den sonra Mecmûatü’tTevârîhi’l-Mevleviyye adlı eserinde önemli bilgi veren Seyyid Sahih Ahmed Dede’nin hayatı hakkındaki en güvenilir ve detaylı bilgiler kendi eserinde
bulunmaktadır. Buna göre, dedesi Halveti şeyhlerinden Ahmed Efendi’dir (ö. 1151 / 1738). Babası
Seyyid Ömer Dede (ö. 1187 / 1773), bir Mevlevi
olup, Sakıp Dede’nin muhiplerindendir. Annesi,
Pirli oğlu İmam Ahmed Efendi’nin hemşiresi Hatice Hatun’dur. Seyyid Sahih Ahmed Dede, Kütahya
Köprüviran’a bağlı Kükürtlü köyünde evail-i Recep 1155 (1-10 Eylül 1742) tarihinde doğdu
Seyyid Ömer Dede, 1157 (1744) yılında küçük Seyyid Sahih Ahmed’i de beraberine alarak
Konya’ya gitti ve Seyyid Sahih Ahmed üzerine
daha önceden gördükleri bir rüyayı Konya Mevlana Dergâhı’nda türbedar olan Pehlivan Dede ve
Çelebi Hacı Mehmed Ârif Dede’ye anlattı ve henüz
22 aylık Ahmed’i Mevleviliğe kabul ederek başına sikke giydirdi. 1159 (1746) yılında ise amcası Seyyid Ebu Bekir Dede’nin İstanbul’daki Yeni
Kapı Mevlevihanesi’ne şeyh oldu.
Seyyid Sahih Ahmed’in Kütahya Köprüviran’a
bağlı Kükürtlü köyünde başlayan hayatı, beş yaşından itibaren İstanbul’da devam etmeye başladı. 1191 (1777) yılından kısa bir süre Kütahya’ya
gitti ve bir süre burada Mevlevihane’de Şeyh Halis Dede’nin hizmetinde bulundu. Seyyid Sahih
Ahmed Dede, 1200 (1785) yılında, 46 yaşında
evlenmeye karar verdi ve İstanbul eşrafından
Hakkâk Seyyid Hacı Ahmed’in kızı Şerife Emine
Hatun’la evlendi. Bu evliliklerinden oğlu Mehmed
Kudretullah meydana geldi ve daha sonra Galata
Mevlevihanesi’ne şeyh oldu. Müteakiben Seyyid
Sahih Ahmed Dede, Yenikapı Mevlevihanesi’nde
aşçıbaşı olarak hizmete devam etti. Amcası Yenikapı Mevlevihanesi’nin şeyhi Seyyid Ebu Bekir
Dede, oğlu Ali Nutkî’yi doğumundan hemen sonra
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
henüz beşiğine konmadan manevî evladı olarak
kabul ettiği Seyyid Sahih Ahmed Dede’ye terbiye
etme arzu ve isteğiyle teslim etti. Seyyid Sahih
Ahmed Dede, amcasının oğlu Ali Nutkî’nin talim
ve terbiyesiyle uğraştı.
Seyyid Ali Nutkî, 14 yaşında iken babası Ebu
Bekr Efendi vefat etti. Bunun üzerine Konya
Mevlana Dergâhı postnişini Ârif Çelebioğlu Ebu
Bekir tarafından Yeni Kapı Mevlevihanesi’ne babasından boş kalan şeyhlik makamına tayin
edildi. Seyyid Sahih Ahmed Dede bu sırada yine
onun yanındaydı. Bir taraftan dergâhın idaresi,
derviş ve dedelerin terbiyesiyle uğraşırken, diğer
taraftan da kendisine emanet edilen genç şeyhi
eğitmeye devam etti. Bilahare Seyyid Sahih Ahmed Dede, kadirbilirlikle bağdaşmaz bir tarzda, kendi talim ve terbiyesine hasretmiş olduğu amcazâdesi Ali Nutkî Efendi tarafından Yeni
Kapı Mevlevihanesi’nden uzaklaştırıldı ve nihayet
İstanbul’da 74 yaşında iken vefat etti.
KAYNAKÇA:
Seyyid Sahih Ahmed Dede, Mevlevilerin Tarihi/Mecmûatü’tTevârîhi’l-Mevleviyye, (haz. Cem Zorlu), İstanbul 2003, s. 27-29.
Cem ZORLU
SEYYİD
ŞEMSEDDİN AHİ YUSUF
Künyesi
Ebu’t-Takvâ’dır.
Ankaralı
Ahi
Şemseddin’in dedesi, Ahi Hüsamaddin’in ise
babasıdır. Künyesine bakılırsa takvâsı, zühdü,
ahlâkı, doğru sözlülüğü, eminliği, dindarlığı ile
ünlü biri olmalıdır. 82 yaşında vefat etmiş olup,
mezarı Ankara’dadır.
KAYNAKÇA:
Mübarek Galip, Ankara II, Kitabeler, İstanbul 1331/1928, s. 13,
15-16, 18, 21; Gönül Öney, Ankara’da Türk Devri Yapıları, Ankara 1971, s. 112.
M. Ali HACIGÖKMEN
SEYYİDİM ZAVİYESİ
(bk. AHİ PAŞA ZAVİYESİ)
A
A
n
s
i
h
k
i
l
SİMAV’DA
AHİLİK VE AHİLER
Simavlı Yaşar Bozyiğit tarafından kaleme alınan
bu eser (İstanbul 2000), Ahilik geleneğinin yaşatılmaya çalışıldığı Simav’da yazarın, esnaflarla
yaptığı mülakatları, kendi gözlemleri ve değerlendirmeleri içine alır. Eser bu haliyle beş ana
kısımdan meydana gelir. Birinci kısımda Ahilik,
Ahi Evran ve Simav’ın tarihçesine; ikinci kısımda Simav’a ait tarihî resimlere yer verdiği esnaf
gruplarına; üçüncü kısımda Simav tekkesi ve
faaliyetlerine; dördüncü kısımda Simav’da yaşamış tarikat şeyhlerinin hayatına; beşinci kısımda
Simav’da bulunan çeşme, şadırvan, hamam, çamaşırhane ve mezarlıklar ile bunlara ait resimlere yer verilir.
Eserin ilk kısmında Ahiliğin tarihçesi, Ahi
Evran’ın hayatı ve Simav’ın kısa tarihi üzerinde durulur. Bu bağlamda Simav esnafının idare
heyeti, esnaf sancağı, esnafların pirleri, sohbet
toplantıları, ustalık merasimi ve Ahilik ile Rufai
Tarikatı ilişkisi ele alınır. Akabinde Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi’ne göre Simav Pazarı ve arastalar
anlatılır. Simav’daki esnaf gruplarının çok detaylı incelendiği ikinci kısımda tabak, yemenici, kalaycı, bakırcı, terzi, bardakçı, semerci, nalbant,
demirci, keçeci, kasap, saraç, ağdacı, helvacı,
kuyumcu, berber esnafı tanıtılır. Bu bağlamda
Simav’daki esnaf gruplarının yeri, başkanları,
idare heyeti, sohbetleri, yardımlaşmaları, çırakkalfa-usta münasebetleri, toplumsal ve sosyal
faaliyetleri, vakıfları, dükkân ve usta sayıları gibi
pek çok konuda ayrı ayrı bilgi verilir. Sözlü tarih
çalışması sayesinde Simav’daki esnaf ve meslek
erbabı hakkındaki ortaya çıkan önemli bilgilere
dikkat çekilir. Simav’daki tekkeye ayrılan üçüncü
kısımda tekke yerinin tespiti yapılır. Müteakiben
Rufai Tarikatına bağlı tekkede icra edilen zikir
merasimi üzerinde durulur. Bu bağlamda sene
de iki defa yapılan zikir esnasında vücuda şiş
sokma, ağızda yumurta pişirme gibi merasimler
bütün teferruatıyla canlı tanıkların anlatımıyla
ifade edilir. Dördüncü kısımda Simav’da yaşamış
tarikat şeyhlerinin hayatları, haklarındaki menkıbeleri ve yaşadıkları dönemdeki faaliyetlerinden bahsedilir. Beşinci kısımda Simav’daki suyun kullanılan yapılar çeşme, şadırvan, hamam,
çamaşırlık ve mezarlıklar tanıtılır. Bu bağlamda
bölgede yoğun şekilde bulunan çamaşırhanelerin
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
işlevleri ve mimarî özelliklerine dikkat çekilir.
Konuların dağınık ve karışık şekilde derlendiği,
anlaşılırlığı zor olan bu eser, esnaf ve meslek erbabıyla ilgili sözlü ve görsel tarih kaynaklarının
önemini ve ihmal edilmemesi gerektiğini belirtmesi bakımından önemlidir.
M. Murat ÖNTUĞ
SİMİTÇİ
Simit, Arapça has beyaz un anlamına gelen samıd kelimesinden gelmektedir. Osmanlı devrinde Bursa’dan gelen has beyaz unun İstanbul’a
geldikten sonra sarayda dağıtımından sorumlu
olan kişi “simitçibaşı”, bu unun yapıldığı geniş
depo ise “simithane” olarak adlandırılmıştır. Simit, XVI. yüzyıl belgelerinde bugün kullanıldığı
anlamda “halka simit” mi yoksa “ekmek” mi olduğu açık değildir. XVII. yüzyılda simit ve simitçi
esnafı diğer unlu gıdalardan ve fırıncı esnafından
ayrılmıştır. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde simitçi esnafının pîri Reyyân-ı Hindî’dir. Bu zat
hakkında bilgi yoktur. Evliya Çelebi, bu yüzyılda
simitlerin iki çeşit yapıldığını yazmaktadır. Buna
göre, araba tekerleği kadar büyük simitler ve diğeri küçük “hurda simitler”dir. Bugün yaygın şekilde kullanılan simit bu küçük türdür. Osmanlı
Devleti’nde sukkeri/şekerli halka, susamlı halka
ve günümüz simitleri şeklinde üç çeşit simit imal
227
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
edildiği de ifade edilir. Buna göre, simitler, beşlik,
onluk, yirmilik olmak üzere üç çeşitti. Beş paralık
simitler ince, on paralıklar orta, yirmi paralıklar
irice olurlardı. Bunların dışında yuvarlak yassı
ve içi boş cinsine de “Kadıköy simidi” denilirdi.
Simitçilerin yaptıkları hamur, ekmek hamurundan daha az mayalı olurdu. Hamurlar, oklava
biçiminde yuvarlandıktan sonra iki ucu birleştirilir, üzerine bolca susam atılır ve odun fırınında
kararıncaya kadar pişirilirdi. Simitçi ustaları bu
ölçüyü ve gramajı yılların verdiği tecrübeyle tuttururlardı. Günümüzde sokak aralarında başında
“tablakâr” gezen simitçilerin yerini cadde ve çarşılarda açılan modern simit sarayları almıştır.
KAYNAKÇA:
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi Kitabı I (yay. Robert Dankoff-Seyit
Ali Kahraman-Yücel Dağlı), İstanbul 2006, s. 231; Yusuf Ekinci,
Ahîlik, Ankara 2011, s. 301, 312; Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu
Olan Ahilik, Konya 1981, s. 113; Fahri Dikkaya, “Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi’nde Simit ve Simitçiler”, Milli Folklor, Yıl 23,
S.92, (2011), s. 73, 74; Serkan Özburun, Kaybolan Meslekler, İstanbul 2006, s. 193, 197.
M. Murat ÖNTUĞ
SOKULLU MEHMED PAŞA
ARASTASI
228
Havsa: Edirne’nin Havsa ilçesinde bulunan
arasta Sokullu Mehmed Paşa tarafından ölen oğlu
Kurt Kasım Paşa (Kurt Bey) adına 1577-78’de
Mimar Sinan’a inşa ettirilen külliye içinde yer almakta; cami ile birlikte han, medrese, imaret, çifte hamam, tekke, tabhane, çeşme, köprü ve sıbyan mektebinden oluşan büyük programlı menzil
külliyesinin merkezini oluşturmaktadır. Külliye
birimlerinden caminin yanında hamam kısmen
ayakta kalabilmiş; diğerleri ortadan kalkmıştır.
Arastadan da sadece dua kubbesi günümüze gelebilmiştir. Havsa külliyesi, Lüleburgaz külliyesine
benzer bir yerleşim plânlamasına sahiptir. Burada da arasta bölümü, külliye yapılarının ortasına
yerleştirilmiş, cami ve kervansaray tarafına açılan kapıların önüne arasta sokağının üstüne dua
kubbesi inşa edilmiştir. Evliya Çelebi Havsa’dan
bahsederken içinde değerli eşyaların bulunduğu
300 kâgir kemerli dükkânın arasta olduğunu kastetmiş olmalıdır.
Yapı yıkılmadan önceki haliyle üstü açık arastalar grubuna girmektedir. Kuzey-güney doğrultu-
sunda uzanan sokağın her iki yanında yer alan
dükkânlar dikdörtgen planlı olup, üzerleri beşik
tonozla örtülmüştür. Arasta bu şekliyle Lüleburgaz ve Payas Sokullu arastalarında görüldüğü
gibi külliyenin merkezini oluşturmakta ve diğer
birimler arasındaki işlevsel bağlantıyı sağlamaktadır.
Arastanın yapılan restitüsyon örneklerinde kuzey-güney doğrultusunda uzanan arastanın
125.00 x 25.00 m kadar olduğu tahmin edilmiştir. Güney ucuna yakın bir yerde bulunan dua
kubbesi ise aynı zamanda cami son cemaat yerine paralel uzanmaktadır.
KAYNAKÇA::
Gülru Necipoğlu, Sinan Çağı Osmanlı İmparatorluğunda Mimari
Kültür, İstanbul 2013, s.596-597; Fatih Müderrisoğlu, “Sokullu
Mehmed Paşa Külliyesi”, DİA, XXXVII, İstanbul, 2013, s.360;
Gülçin Küçükkaya, “Mimar Sinan Dönemi İstanbul- Belgrad Arası Menzil Yapıları Hakkında Bir Deneme”, VD, S. 21, İstanbul
1990, s. 206.
Murat KARADEMİR
Lüleburgaz: Lüleburgaz’da Sokullu Mehmed Paşa tarafından 1560-1570 yılları arasında
inşa edilen külliyenin önemli bölümünü oluşturan arastanın güneyinde medrese, camii ve
sıbyan mektebi; güneydoğusunda çifte hamam;
kuzeyinde ise kervansaray yer alır. Külliyenin
ortasına yerleştirilmiş olan yapı doğu-batı doğrultusunda uzanmakta ve karşılıklı dükkânlar
dizisinden oluşmaktadır. Arastanın ortasına yerleştirilen dua kubbesinin kuzey ve güneyinde bulunan açıklıklarla hem kuzeydeki kervansaraya
hem de güneydeki medreseye geçiş sağlanmıştır.
Sokullu Mehmed Paşa Arastası, Gündüz Özdeş
tarafından zemin katla yapılan, tek sıra üzerin-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
de karşılıklı iki sıra dükkânlı arastalı külliyeler
grubu içinde değerlendirilirken; Mustafa Cezar,
arastayı üstü açık sokaklı gruba yerleştirmektedir.
Dükkânların her biri 5.30x4.55m ölçülerindedir.
59 dükkândan oluşan arastadan günümüze 32
dükkân ulaşmıştır. Kuzey-güney doğrultusunda
uzanan beşik tonozla örtülü dükkânlara giriş
yuvarlak kemerli birer kapı ile sağlanmıştır. Dua
kubbesi arastanın merkezinde cami mihrabı ile
aynı aks üzerine yerleştirilmiş olup, 9.00x9.00m
ölçülerinde kare bir alanın üzerini örten dört
sivri kemer üzerine oturmaktadır. Sekizgen bir
kasnak üzerindeki kubbe geçişleri pandantiflerle sağlanmıştır. Dua kubbesinin güney kemeri
cami ve medreseye, kuzey kemeri kervansaraya,
doğu kemeri hamam ve arasta dükkânlarına,
batı kemeri ise yine arasta dükkânları ile köprüye açılmaktadır. Kubbenin kuzey ve güney duvarlarında yuvarlak kemerli büyük boyutlu birer
niş açılmıştır. Dua kubbesinin kervansaraya ve
cami-medrese bütünlüğüne açılan iki taç kapısı üzerine birer yapım kitâbesi konmuştur. Bu
kitâbelerde külliyenin banisi ve yapım yılı vurgulanmaktadır. Çarşı esnafının her sabah bu kubbe
altında bir araya gelerek dua ile işlerine güçlerine
ayrılması sebebiyle dua kubbesi olarak anılmaktadır.
Süsleme açısından oldukça sade olan yapının
cephelerinde en dikkat çekici bölümü yüksekliği
ve yapıya hâkimiyetiyle dua kubbesi oluşturmaktadır. Dua kubbesi ve arasta yapıları tamamen
kesme taş ve tuğla malzemeden inşa edilmiştir.
KAYNAKÇA:
Gündüz Özdeş, Türk Çarşıları, İstanbul, 1953, s.55-58; Yılmaz
Önge, “Türk Çarşılarında Dua Kubbeleri”, Önasya, sy. 63, 1970,
s.4-5; Metin Sözen, Türk Mimarisinin Gelişimi Ve Mimar Sinan,
İstanbul 1975, s.178,183,222,232; Mustafa Cezar, Tipik Yapılarıyla Osmanlı Şehirciliğinde Çarşı ve Klasik Dönem imar Sistemi,
İstanbul 1985, s. 191-193; Oktay Aslanapa, Osmanlı Devri Mimarisi, İstanbul 1986, s.245; Ali Saim Ülgen, Mimar Sinan Yapıları,
(haz. Filiz Yenişehirlioğlu- Emre Madran), I, Ankara 1989, s.2728, Lev. 90-94; Doğan Kuban, Osmanlı Mimarisi, İstanbul 2007,
s. 400: M. Fatih Muderrisoğlu, 16.yuzyil Osmanlı İmparatorluğunda İnşa Edilen Menzil Külliyeleri, HÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 1993, s. 557-559; Gülçin
Küçükkaya, “Mimar Sinan Dönemi İstanbul-Belgrad Arası Menzil Yapıları”, VD, XXI, Ankara 1990, s. 204-206, 232-233, 249.
Ahmet YAVUZYILMAZ
Niğde: Niğde Kalesi ile Sungurbey Camii arasında kalan alanda, ayna adla anılan caminin
kuzeydoğusunda yer almakta olup güney kapısı
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
alınlığında bir kitâbe yuvası bulunmakla birlikte
içi boştur. Banisinin Sokullu Mehmed Paşa olduğu, 981 (1574) tarihli vakfiyeden anlaşılmaktadır. İnşa tarihi olarak vakfiyeye göre 1574 yılı
kabul edilmektedir.
Sadrazam Bayram Paşa tarafından 1047 (1637)
yıllarında tamir ettirilerek harap durumdan
kurtarıldı. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından
2007 yılında onarım kapsamına alınmış, önceki
tamiratlardan kalan örtü sistemleri üzerindeki
sıva, beton ve asfalt kalıntıları temizlenerek eski
haline getirilmiştir.
Bedesten olarak da anılan yapı, aslında arasta tipine uygun bir tasarıma sahiptir. En uzun
arastalar arasında yer alan ve dıştan dışa yaklaşık 15x80 m ölçülerindeki yapının güney ucu,
bu yönde yer alan caminin konumundan dolayı
doğuya bir mikdar kırılarak konumlandırılmıştır. Yapının duvarlarında, sarı ve siyah renkli
ince ve kaba yonu kesme taş, kemerlerinde ve
örtü sistemlerinde tuğla; kuzey, güney ve doğu
tarafındaki cümle kapılarında ise siyah ve sarı
renklerde düzgün yonu taş kullanılmıştır. Örtü
sistemi son tamirlerde kurşunla kaplanan arasta
sokağının üzeri, dükkânların dam seviyesinden
yaklaşık üç metre kadar yüksek tutulmuş beşik
tonozlarla örtülüdür. Doğu-batı doğrultusunda
eğimli bir arazinin tesviye edilmesiyle elde edilen düzlükte inşa edilen arastanın doğu cephesi,
yol kotunun zamanla yükselmesine bağlı olarak
Sungur Ağa Camii’yle birlikte yol seviyesinden
aşağıda kalmıştır. Bugün, girişlere merdivenlerle
ulaşılmaktadır.
Yapı dışta, kuzey cephenin doğu ucunda ve güney
cephenin batı ucunda birer ve içte arasta sokağına açılan elli iki adet olmak üzere toplam elli
dört adet dükkân gözüne sahiptir.
229
A
A
n
s
i
h
k
Yapıya giriş kuzey, güney ve doğu cephe ortalarında
yer alan sivri kuşatma kemerlerli üç kapıdan sağlanmıştır. Bütün kapıların giriş açıklıkları basık
kemerli ve sövelidir. Doğudaki kapı, dışa çıkıntılı olup, kapı sövesi yekpare blok taşlardan teşkil
edilmiştir.
Arasta’nın, kuzey-güney doğrultusunda, yedi takviye kemeriyle desteklenen sivri beşik tonozla örtülü, 6.70 m genişliğindeki koridorunda yirmi beşi
batıda ve yirmi üçü de doğuda sıralanan toplam 48
dükkân vardır. Ana tonoza dik doğrultulu tonozlarla örtülü dükkân hacimleri, zeminden bir basamak kadar yüksektir. Kuzey ve güney girişlerinin
iki yanına simetrik yerleştirilen birer hücre, yine
dükkân olarak değerlendirilmiştir.
KAYNAKÇA:
Halil Edhem (Eldem), Niğde Kılavuzu, İstanbul 1936; Oktay Aslanapa, Osmanlı Devri Mimarisi, İstanbul 1986; Mustafa Cezar, Typical
Commercial Buildings of The Ottoman Classical Period and The
OttomanConstruction System, İstanbul 1983; Albert Gabriel, Monuments Turcs D’Anatolie: Kayseri-Niğde, I, Paris 1931; Mehmet
Özkarcı, Niğde’de Türk Devri Mimarisi, Ankara 2001; Enver Behnan Şapolyo, “Bedestenler”, Önasya, III/32 (Nisan 1968), s. 12-13;
Nusret Çam, “Arasta”, DİA, III, İstanbul 1991, s. 335-336; Semavi
Eyice, “Bedesten”, DİA, V, İstanbul 1992, s. 302-311.
Mehmet EKİZ
Bor: Niğde’nin Bor ilçesinde Sokullu Mehmed
Paşa Camii’nin alt katında doğu-batı yönünde iki
koridor halinde uzanır. Kitâbesi bulunmayan ese-
230
rin banisinin Sokullu Mehmed Paşa olduğu 981
(1574) tarihli vakfiyesinden anlaşılmaktadır. Mimarı da belli olmayan yapının inşa tarihi, yine söz
konusu vakfiyeden hareketle 1574 yılı civarı olarak
kabul edilmektedir.
Beşik ve çapraz tonozlarla örtülmüş yan yana iki
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
mekândan oluşan bina çeşitli onarım ve değişikliklerle günümüze kadar gelmiştir. Yapıyı meydana
getiren iki bölümden; güneydekinin tamamı, kuzey
taraftakinin ise bir kısmı sağlam olarak günümüze
ulaşmıştır. Kuzeyde yer alan arastanın batı tarafının bir kısmı 1938 yılında yol ve çay bahçesi yapmak için yıkılmıştır.
Bazı kaynaklarda ve vakfiyesinde bedesten olarak
adlandırılan yapı aslında tam da bir arasta kimliği sergilemektedir. Çünkü arastalar genellikle bir
veya iki koridorla sokak gibi düzenlenmiş küçük
boyutlu kapalı çarşılar olarak tarif edilmektedir.
Hem kuzeydeki hem de güneydeki bölümler birer
arasta sokağı şeklinde düzenlenmiş, ancak kuzey
taraftaki tek sıra hücrelerden teşkil edilmiştir.
Kuzeydeki bölümde içte altı ve dışta üç dükkân,
güneydeki kısımda ise içte on sekiz ve dışta iki
dükkân bulunmaktadır. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edildiği sırada batı cephesine bir kapı yerleştirilmiş ve iç mekândaki
dükkânların duvarları kireç badanayla sıvanmıştır. Ahşap doğramalar tamamen yenidir. Arastanın
caddeye açılan beşik tonozlu sokağının iki ucuna
kapı ve pencereler yerleştirilerek kapatılmıştır.
Genel olarak binanın bütün kemerlerinde ve örtü
sisteminde tuğla, beden duvarlarında ise kesme ve
kaba yontu taş malzeme kullanılmıştır. Güneybatıda yer alan çapraz tonozlu hacmin sondaki takviye
kemeri kesme taş örgülüdür.
Çarşıyı oluşturan bitişik iki arastadan güneydeki,
kuzeydekine göre daha büyüktür. Doğu ve kuzey
cephelerde orijinal iki adet ve batı cephede sonradan açılan bir adet olmak üzere toplam üç kapısı vardır. Batıdaki muhdes kapı, kuzey bölüm
yıkılırken ortaya çıkan kemer açıklığından dönüştürülmüş olmalıdır. Basık kemerli giriş açıklığı,
sivri kemerli derin bir niş içerisine yerleştirilmiş,
kuşatma kemerleri siyah ve sarı renkteki taşların
nöbetleşe kullanılmasıyla hareketlendirilmiştir.
Yapının doğu cephesinde yer alan ve yine sivri kemerli geniş bir niş içerisine yerleştirilen esas giriş
açıklığı basık kemerlidir. Kavsara kemeri siyah ve
sarı renkteki taşların nöbetleşe kullanılmasıyla
hareketlendirilmiştir. Giriş açıklığının yukarısına
onarımlar sırasında enine dikdörtgen formlu bir
pencere açılmıştır. Kapının iki yanında; ikisi kapının ana giriş mekânına, diğer ikisi de dışarıya
açılan toplam dört dükkân yer almakta, ayrıca
bu kapının iç kısmında simetrik olarak yerleştirilen ve sokağa açılan iki küçük dükkân daha bulunmaktadır. Bütün dükkânlar beşik tonozlarla
A
A
n
s
i
h
k
i
l
örtülmüştür. Arastanın doğu-batı yönünde uzanan
7.20x27.40 m ölçülerindeki koridorunun iki tarafına simetrik olarak yerleştirilen ve doğrudan buraya açılan toplam on dokuz dükkân yer almaktadır.
Bu dükkânlardan dokuzu güneyde, sekizi kuzeyde
olup, buranın batı ucundaki dokuzuncu mekân giriş açıklığı olarak değerlendirilmiştir. Sokağın batı
kapısının açıldığı bölümün üzeri çapraz, diğer kısmı
ise beşik tonozla örtülmüştür. Dükkânların sokağa
açılan kemerlerinin alınlıklarında küçük pencereler
açılmıştır. Güneydeki büyük arastanın koridoru, beşik tonozun güney eteğine açılan dört mazgal pencereyle aydınlatılmaktadır.
Üst kotta yer alan caminin son cemaat bölümü altına rastlayan kuzeydeki arasta, 6.20 x 23.75 m
ölçülerindeki koridora açılan altı dükkândan oluşmaktadır. Zeminden bir basamak yüksek tutulan
dükkânlar ve arasta sokağı beşik tonozlarla örtülmüş, dükkânların kemer alınlıkları tuğlalarla örülmüştür. Arastanın kuzey dış cephesinde yer alan ve
camiye çıkışı sağlayan merdivenin altında, beşik tonozlu üç dükkân daha yer almaktadır.
KAYNAKÇA:
Evliya Çelebi, Seyahatnâme, (çev. Z. Danışman), V, İstanbul 1973;
Albert Gabriel, Monuments Turcs D’Anatolie: Kayseri-Niğde, I, Paris
1931; Avram Galanti, Niğde ve Bor Tarihi, İstanbul 1951, s. 64; Mustafa Cezar, Typical Commercial Buildings of The Ottoman Classical
Period and The Ottoman Construction System, İstanbul 1983; Mesut
Dündar, “Niğde-Bor’da Türk Mimari Eserleri”, (AÜ Sosyal Bilimler
Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara 2001, s.142; Nusret Çam, “Arasta”, DİA, III, İstanbul 1991, s. 335-336; Semavi Eyice,
“Bedesten”, DİA, V, İstanbul 1992, s.302-311; Mehmet Tunçel, “Osmanlı Mimarisinde Bedestenler”, (AÜ Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayımlanmamış doktora tezi), Ankara 1980; aynı yazar, “Osmanlı
Mimarîsinde, Makedonya’daki Arasta ve Bedesten Binaları”, Prof. Dr.
Halûk Karamağaralı Armağanı, Ankara 2002, s. 322.
Mehmet EKİZ
Payas: Payas’ta bulunan Sokullu Mehmed Paşa
Külliyesi, camii, medrese, han, arasta, tabhane, imaret, medrese, sıbyan mektebi, iki çeşme ve köprüden oluşmaktadır. Arastadan kervansaray mekânına
girişi sağlayan kapı üzerindeki kitâbede 982 (1574)
tarihi bulunmaktadır. Ancak arasta, cami ve hamamın giriş kapıları üzerinde bulunan kitâbelik yerleri
boş bırakılmıştır. Evliya Çelebi, seyahatnâmesinde
külliyenin 1007 (1598) yılında tamamlandığını belirtir. Sokullu Mehmed Paşa’nın 1574 tarihli vakfiyesi ve kervansarayın kitâbesi dikkate alındığında bu
tarihten sonraki yıllar içerisinde yaptırıldığı söylenebilir.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Gündüz Özdeş, arastayı zemin katla yapılan, tek
sıra üzerinde karşılıklı iki sıra dükkânlı arastalı
külliyeler grubu içinde değerlendirmektedir. Doğusunda han, imaret ve tabhane; batısında ise
cami, medrese, sıbyan mektebi ve hamam bulunmaktadır. Arasta bu iki birimin arasına yerleştirilmiştir.
Kuzey-güney doğrultusunda uzanan arasta
115.00 x 15.00 m ölçülerindedir. Arastanın kuzey ve güney yöne açılan birer adet giriş kapısı
bulunmaktadır. Üzeri tonozla örtülü olan 48
dükkân karşılıklı olarak yerleştirilmiştir. Arastanın kuzey ve güneyinden basık kemerli birer adet
kapı açılmıştır. Arastanınaydınlatılması tonoz
tepelerinde, doğu ve batı yüzeylerde açılan üst
pencerelerle sağlanmıştır. Arastanın ortasında
sivri kemerler üzerine oturan pandantiflerle geçilen dua kubbesi bulunmaktadır. Dua kubbesinin
batıya açılan girişi üzerinde bir adet dikdörtgen
pencere yerleştirilmiştir. Kubbe içeriden sıvalı
olup malakarî tarzı süslemeleri mevcuttur.
Külliyenin önemli bir ünitesini oluşturan arasta
da diğerleri gibi Sokullu Mehmed Paşa tarafından Mimar Sinan’a veya onun ekibinde çalışan
mimar ve ustaların elinde şekillenmiş önemli yapılar arasındadır.
KAYNAKÇA:
Gündüz Özdeş, Türk Çarşıları, İstanbul 1953, s.55-58; Yılmaz
Önge, “Türk Çarşılarında Dua Kubbeleri”, Önasya, S. 63, Ankara
1970, s.4-5; Metin Sözen, Türk Mimarisinin Gelişimi ve Mimar
Sinan, İstanbul 1975, s.178,183,222,232; Mustafa Cezar, Tipik
Yapılarıyla Osmanlı Şehirciliğinde Çarşı ve Klasik Dönem İmar
Sistemi, İstanbul,1985, s.194-197; Oktay Aslanapa, Osmanlı Devri Mimarisi, İstanbul 1986, s.267-270; Ali Saim Ülgen, Mimar Sinan Yapıları (haz. Filiz Yenişehirlioğlu- Emre Madran), I, Ankara
1989, s.27-28, lev. 90-94; Doğan Kuban, Osmanlı Mimarisi, İstanbul 2007, s.400; M. Fatih Müderrisoğlu, 16. Yüzyil OsmanIı İmparatorluğunda İnşa Edilen Menzil Külliyeleri, (HÜ Sosyal Bilimler
Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi) Ankara 1993, s.615-617;
aynı yazar, ‘Osmanlı İmparatorluğunun Doğu Akdeniz’deki İskelesi Payas ve Sokullu Mehmet Paşa Menzil Külliyesi”, 9. Milletlerarası Türk Sanatları Kongresi II, Ankara 1995, s. 517.
Ahmet YAVUZYILMAZ
SOSYAL GÜVENLİK ÖNCÜSÜ
AHİ EVRAN VELİ ve AHİLİK
Adil Gülvahaboğlu’na ait eser, 1991 yılında yayımlandı. Toplam 341 sayfadan oluşan eserin
giriş bölümünde, Ahi Evran-ı Velî’nin yaşamı ile
231
A
A
232
n
s
i
h
k
alakalı kısa bir bilgi ve ardından eserleri hakkında kısa bilgi verilir.
Ekonomik ve sosyal ortamın tarihî gelişimi bölümünde, Anadolu’nun Türkler tarafından fethi,
Anadolu’da Türk egemenliği döneminde sosyal
sınıflar, bu dönemde kentsel yaşam, fütüvvet ve
Ahilik üzerinde durulur. Sosyal birliklerle ilgili
bölümde Ahi Evran dönemindeki sosyal birliklerden Gaziyan-ı Rum, Ahiyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum
ve Baciyan-ı Rum hakkında bilgi verilir. Bölüm
içerisinde Ahiliğin oluşmasında önemli etkenlerden biri olan Babai İsyanı, ardından Moğol felaketi ve Ahilik bölümünde, Kösedağı Savaşı ve savaş
sonrası oluşan Moğol felaketinin ortaya çıkardığı
toplumsal, sosyal, siyasî sonuçlara değinilir.
Ahiliğin kaynakları bölümünde, Türk kültür ve
uygarlığı ve Yesevilik akımı işlendikten sonra İslamiyet ve İslami düşünce ekseninde Ahilik geleneği ele alınır. İlgili bölüm sonunda diğer tarikatlar
ve düşünce akımlarından Bektaşilik, Mevlevilik,
Bayramilik ve Babailik gibi düşünce oluşumları,
Ahilik çerçevesinde değerlendirilir. Ayrıca Ahilik ve Ahilik ahlakının temel ilkeleri ile Ahilikte
iş kolları, davranış kuralları, eğitim öğretim,
meslekî eğitim aşamaları, iş ahlakı, Ahilik ve toplumsal ahlak ilkeleri ve bunların gündelik hayata
yansımaları da işlenir. Ahilikte dört ana program
bölümünde, Ahilik anayasası olarak nitelendirilen Şeriat Kapısı, Tarikat Kapısı, Hakikat Kapısı
ve Marifet Kapısı hakkında bilgi verilerek, toplum
düzeninin bireyden topluma ve toplumdan devlete kadar hukuki rasyonel yaptırımlarla şekillendiği üzerinde durulur.
Ahilik ve sosyal güvenlikle ilgili kuruluşlar bölümünde, Ahilik sistemi ve günümüz sosyal güvenlik kurumları arası ilişki ortaya konurken, Ahilik
sisteminin günümüz sosyal güvenlik sisteminin
temelini oluşturduğuna vurgu yapılır. İlgili bölüm
sonrasındaki bölüm olan Türk Standartlar Enstitüsü ve Ahilik kurumu bölümünde, günümüz
dünyasında kullanılan standardizasyon ve kalite
kontrol sisteminin ilk örneklerinin Ahi loncaları tarafından gerçekleştirildiği üzerinde durulur. Ahilik ve Atatürkçülük bölümünde Ahilik ve
Atatürkçülüğün Türk düşünce sisteminde çeşitli
hususlar bakımından birbirinin tamamlayıcısı
oldukları işlenir. Bölümde yer alan söz konusu
ilişkiler, milli egemenlik, sosyal devlet-sosyal güvenlik, Türk kültürünü ve Türk dilini koruma ve
geliştirme, demokrasi-Cumhuriyet yönetimi, gü-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
zel sanatlar, kadınların korunması ve kadın hakları, sosyal dayanışma ve kooperatifçilik, bağımsızlık-özgürlük ve esnafın, küçük sanayicinin ve
tüccarın korunması eksenlerinde verilmektedir.
Son bölüm olan Ahiliğin kültür dinamikleri bölümünde, Ahilik sistemi içerisindeki kültürel
birikim, edebiyat, şiir ve felsefenin, Osmanlı’nın
kültür kimliği, devlet geleneği ve yönetim ahlakı
üzerindeki önemli etkileri üzerinde durulmakta
ve dönemin edebi eserler ışığında genel bir değerlendirme yapılmaktadır.
Birol MERCAN
SOSYAL VE TARİHÎ
BOYUTLARIYLA
AHİ EVREN-MEVLÂNÂ
MÜCADELESİ
Mikâil Bayram tarafından kaleme alınan bu kitap, giriş ve altı bölümden meydana gelir. Girişte
Türkiye’de Ahilik araştırmalarına eleştirel olarak bakan yazar, Hace Nasıreddin ve Ahi Evran /
Hace Nasıreddin hakkında bugüne kadar bilinen
kaynakları tenkidî bir süzgeçten geçirir.
Müteakiben birinci bölümde Hace Nasıreddin /
Ahi Evran’nin hayatını ele aldıktan sonra İkinci
bölümde Mevlana ve Ahi Evran arasındaki ilişkileri Mevlana çevresinden masaya yatırır. Üçüncü
bölümde Ahi Evran Hace Nasıreddin Mahmud’un
ve Emir-i Dad Nusretüddin tarafından Şems’in
öldürülmesi hadisesi ele alınır. Dördüncü bölümde Ahi Evran ile Alâeddin Çelebi’nin öldürülmesi,
ölüm tarihlerinin tespiti ve bu çerçevede gelişen
siyasî olaylar üzerinde durulur. Beşinci bölümde
Mevlana ile Ahi Evran arasındaki mücadelenin
tarihî seyrine yer verilir. Burada yazar Anadolu
Türkmen tasavvuf anlayışı ile İran menşeli Fars
tasavvuf anlayışı arasındaki farklılaşmanın, Mevlana ile Ahi Evran arasındaki çatışmaların asıl
sebebi olduğunu iddia eder. Altıncı bölümde Nasıreddin Hoca’nın halk muhayyilesinde nasıl bir
kimliğe büründüğü ve Nasıreddin Hoca adına
anlatılan nüktelerin hangi kaynaklardan alındığı
konusunu işler.
Aziz AYVA
A
A
n
s
i
h
k
i
l
SOSYOLOJİ AÇISINDAN AHİ
BİRLİKLERİ
Sabahattin Güllülü tarafından 1973 yılında doktora çalışması olarak tamamlanan kitap, 1977
yılında İstanbul’da yayımlanmıştır. Ahiliği sosyolojik açıdan ele alan eser sırasıyla şu beş bölümden oluşmaktadır: İlk Görünüşleri İçinde Ahi
Birlikleri, Ahi Birlikleri Sentezi, Ahi Birliklerinin
Kuruluşu ve Yapısı ve Ahi Birliklerinin Gelişmesi,
Ahi Birliklerinin Çözülüşü.
Ahi birliklerinin tarihî gelişim sürecini aydınlığa
çıkarma amacı taşıyan eser, Ahi birliklerini Anadolu Türk toplumuna özgü bir sentez olarak ele
almakta ve bu sentezi oluşturan muhtemel öğeleri belirlemeye yönelmektedir.
Yazar, Fütüvvet ve Ahiliğin doğuşu, bu kurumun
şekillenmesinde rol oynayan kültür çevreleri,
kurumun niteliği ile ilgili dikkate değer analizler yapmıştır. Objektif ve bilimsel bir yaklaşımla
konuyu ele alan yazar, Ahi birlikleri hakkındaki ilk bilgileri 1300 yılında Anadolu’yu dolaşan
İbn Battuta’nın anlattıklarına dayandırmaktadır.
Battuta’ya göre bu birlikler, Anadolu’nun hemen
her şehir, kasaba ve köyünde yer almaktadır. Geniş bir coğrafya sahasından ve uzun bir tarih döneminden gelen etkilerin orijinal bir sentezidir.
Bu senteze katılan öğeler, bir taraftan İslamiyet’in
ortaya çıktığı çağlara ve o çağlardaki İslam toplumlarının yapılarına, bir taraftan Roma ve Bizans toplumuyla, Orta Asya Türk toplumunun
yapısına ulaşmaktadır. Söz konusu senteze katılan öğeler niteliklerine göre ikiye ayrılmaktadır.
Bunlar; Tarihî-ideolojik ve Sosyoekonomiktir.
Tarihî-ideolojik öğeler; Fütüvvet, Batınilik ve Melamilik, Şamanizm ve eski Türk gelenekleri olmak üzere üç öbekte, sosyoekonomik öğeler ise
Bizans loncalarının kalıntıları ve yerleşik hayatın
zorunlulukları olmak üzere iki öbekte ele alınabilir. Bu öğeler içinde her insanın kendi öz emeğiyle geçinmesi gerektiği kuralı Melami ideolojisinin Ahi birliklerine geçen önemli bir kuralıdır.
Ahilik, Selçuklu ve Osmanlı toplumlarında tarım
dışı üretim kesimini meydana getiren esnaf ve
sanatkâr zümresinin içinde örgütlendiği birliğin
genel adıdır. Yazara göre, Ahi birliklerini anlamadan Anadolu Selçuklu uygarlığını ve Osmanlı’yı
açıklayabilmek mümkün değildir. Çünkü Anadolu Türk toplumunun kurup geliştirdiği kendine
özgü eserlerinden biri de Ahi teşkilatlarıdır. Bu
birlikler dinî, siyasî, ahlaki ve ekonomik farklılıkları başka hiçbir toplumun taşımadığı biçimde
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
güçlü bir dayanışma yapısında bütünleştirmiştir.
Ahi geleneğine üretim ve tüketimin boyutları insanla sınırlandırılmıştır. Her ikisinde de amaç ve
ölçü insandır. İnsan üreterek insanlığını yaşadığı için üretecektir. Tüketim ise hırs ve tam’dan
uzak, ihtiyaca göre ve ihtiyaç ölçüsündedir.
Ahi birliklerinin çözülüşünü de ele alan yazar, bu
birliğin çözülüşünün Osmanlı toplumunun çözülüşüne paralel bir olgu olarak görmektedir. Batı
sanayiinin gelişmesi, Osmanlı hammadde kaynaklarını ele geçirme kavgası, kapitülasyonlar
ve Anadolu pazarında yükselen Batı egemenliği
dış nedenlerdendir. Sermayeci olarak nitelenen
grupların transit ticaret imkânlarını elden kaçırdıktan sonra Anadolu’daki kargaşadan yararlanarak üretim alanına sızarak Ahi birliklerinde
geçerli olan sermaye-emek bütünlüğünün yıkılmasına neden olmasıdır. Böylece imalatın belirli
standartlara uygunluğu kuralı, maliyetin asgariye indirilmesi kuralına, sınırlı kâr amacı da, en
yüksek kâr amacına dönüşmektedir.
Halide ÖZÜDOĞRU ERDOĞAN
SOURCES AND STUDIES ON
THE OTTOMAN BLACK SEA
VOL. I THE CUSTOMS
REGİSTER OF CAFFA,
1487-1490
Halil İnalcık tarafından kaleme alınan bu eser,
Osmanlı Karadeniz’i üzerine hem kaynakları ve
araştırmaları hem de Karadeniz’in kuzeyinde
önemli bir liman şehri olan kefe gümrük defterini içine alır.
Karadeniz’in kuzeyinde Kırım yarımadasında
geniş hinterlandı ve ticaret yollarıyla bağlantısı
olan Kefe, 1475 tarihinde Osmanlı idaresine girdi. Osmanlı idarî teşkilatında sancak statüsüne
getirilen ve ehemmiyetine binaen bir süre merkezden tayin edilen şehzadeler tarafından yönetilen Kefe, ticarî fonksiyonundan dolayı Osmanlı
döneminde Karadeniz’de önemli bir transit merkezi ve gümrük bölgesi oldu. Bu bakımdan Kefe
gümrüğü ile ilgili belgeler ve kayıtlar, büyük bir
ehemmiyeti haizdir. Bu bağlamda Kefe ve limanının canlı trafiğini yansıtan 1487-90 yıllarına
ait bir gümrük defteri, Halil İnalcık tarafından
233
A
A
234
n
s
i
h
k
Sources and Studies on the Ottoman Black Sea
vol. I The Customs Register of Caffa, 1487-1490
(Cambridge 1996) adı altında yayımlanmıştır.
Harvard Universitesi Ukrainian Research Institute yayınları arasında çıkan bu eser, dört bülümden oluşmaktadır.
Eserin Birinci Bölümünün girişinde, Başbakanlık
Osmanlı Arşivi’nde bulunan ve Osmanlıca olarak
yazılan gümrük defterinin (Kâmil Kepeci Tasnifi, nr. 5280 Mükerrer) tanıtımı ve bu bağlamda
defterin yazılış sistemi, kullanılan yazının ve rakamların özellikleri, aynı anlama gelen ve defterde bazen farklı şekillerde yazılan hususi terimler
hakkında bilgi verilir (s. 3-6). Bunu takiben defterin Osmanlıca alfabeyle yeniden dizilmiş orijinal
metni (s. 9-51), sonra Osmanlıca metnin İngilizce
çevirisi (s. 53-77) ve metnin indeksi (79-87) yer
alır. Eserin İkinci Bölümü, Karadeniz ticareti üzerine yazılmış bir seri yazıyı ihtiva eder (91-139).
Bu yazılar, Osmanlı gümrük sistemi ve Karadeniz
ticareti; 1487-1506 tarihlerinde Karadeniz’deki
gemi sahipleri, kaptanlar ve tüccarlar; 1487-1490
Kefe gümrük kaydına göre Kefe’de ithal ve ihraç
edilen eşyalar ve mallar; 1750’de Kırım’ın ithalatı; Mart-Eylül 1505 tarihinde Kili’de ithal ve ihraç
edilen eşya ve mallar; 1541 kanunnâmesine göre
Kerş ve ticareti ile ilgilidir. Eserin son kısmında
tablolar ve bazı belgelerin metinlerinden başka
Kefe, Akkerman, Kırım, Kafkasya ve Nogaylarda
ağırlık ve ölçü birimleri, sözlük (s. 141-196) ve
sonda ise bazı belge ve dükümanların tıpkı basımları yer alır.
Halil İnalcık’ın bu önemli çalışmasından anlaşıldığına göre, Kefe sancağının gelirleri arasında
en büyük pay, Kefe gümrüğüne aittir. Ancak İnalcık bu çalışmada sadece Kefe gümrüğünü değil,
Karadeniz’in ticareti ve konuyla ilgili kayıtların
bir değerlendirmesi ve analizini de yapmıştır. Bu
bağlamda Kırım’ın ithalatı ve ihracatı, önemli birer yerleşim ve liman şehri hüviyetinde olan Akkerman, Kili ve Kerş ticareti ile ilgili yeni kayıtlar
ve bunların değerlendirilmesi verilmiştir. Bu bağlamda Karadeniz’deki gemi sahipleri, kaptanlar
ve tüccarlar; ağırlık ve ölçü birimleri; kullanılan
para birimleri v.s. ile ilgili tablolar; deyim ve terimlerle ilgili sözlük, bu konuda yapılacak çalışmalara örnek teşkil edecek mahiyettedir.
Belirtilen hususlar çerçevesinde eser, Osmanlı döneminde Karadeniz’in kısa sürede nasıl bir ticaret
bölgesi haline geldiğini ve bu ticarî imkânlardan
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
sadece Osmanlıların değil, Karadeniz’in kuzeyindeki ülke ve halkların da âzami ölçüde faydalandığını ortaya koyar.
İlhan ŞAHİN
SOYKUT, REFİK H.
(d. 1921-ö. 1998)
Ahilik ve Yunus Emre üzerine yaptığı çalışmalarıyla bilinen Refik H. Soykut, Kırşehir’de doğdu. İlk ve orta eğitimini tamamladıktan sonra
Harbiye’ye girdi ve 1941 yılında mezun oldu. Polatlı Topçu Okulu’ndaki hizmetini takiben Türk
Silahlı Kuvvetleri’nin bazı birliklerinde görev
aldı. 1944’de üsteğmen oldu.1951 yılında gönüllü olarak Kore Harekâtı’na katıldı. 1961’de
yüzbaşı unvanıyla İstanbul Tuzla’da görev yapmaya başladı. 1963’te Albay rütbesinde iken
ordudan ayrıldı ve katıldığı seçimlerde Kırşehir
Belediye Başkanı oldu. Bir yıl sonra görevinden
istifa etti. Müteakiben yedi yıl süreyle Türk Hava
Kurumu’nda neşriyat müdürü olarak çalıştı.
Kore’de aldığı maaşın bir kısmını ve Kore dönüşünde yazdığı kitabın gelirini Kırşehir Yüksek Öğrenim Gençliği Derneği’ne bağışladı. Uzun yıllar
Kırşehir Esnaf Odaları Birliği’nde basın danışmanı olarak görev yaptı. 1972’de yeniden şekillenen Esnaf ve Sanatkârlar Kredi Kooperatifi’nin
bölge ve merkez birliğinin kurucu üyesi oldu. Bu
dönemde Kırşehir, Ahilik ve Yunus Emre ile ilgili çalışmalara katıldı ve Kırşehir’de düzenlenen
Ahilik ile ilgili toplantıların ve konferansların
düzenlenmesinde önemli bir rol oynadı. Ayrıca
Mustafa Karagüllü ile birlikte Ulupınar’da Ziyaret Tepe’de Yunus Emre Türbesi’nin gün ışığına
çıkmasını ve türbesinin yapılmasını sağladı. 24
Aralık 1998’de Ankara’da vefat etti.
Kitapları: Ahi Evran, Ankara 1976; İnsanlık Bilimi Ahilik, Ankara 1980; Orta Yol Ahilik, Ankara
1980; Emrem Yunus: Ahiliği-Kültürü-Yurdu, Ankara 1982
Mustafa KARAGÜLLÜ
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
STATE AND SOCIETY IN THE
MARKET PLACE: A STUDY OF
LATE FIFTEENTH CENTURY
BURSA
Yazar İklil Oya Selçuk, bu çalışmayı Harvard
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Orta Doğu
Çalışmaları bölümünde doktora tezi olarak hazırlamıştır. Doktora danışmanı Cemal Kafadar
olan Selçuk’un eseri, 307 sayfadan oluşup tezin
dili İngilizcedir. Türkçeye “Pazarda Toplum ve
Devlet: Geç XV. yüzyıl Bursa Üzerine Bir Çalışma” adı ile tercüme edilebilecek eserin girişinde
tarihsel arka plan, yaklaşım ve kaynakları irdelenir.Tezin diğer bölümlerinden birinci bölümde
Osmanlı Bursa’sının İnşası alt başlığında Sultana
ait külliyeler ve mahalleler, II. Bayezid döneminin karakterleri, resmî kayıtların tutulmasında
değişim gibi konular anlatılmaktadır. İkinci bölümde “Bursa’da Bozahane Meselesi Üzerine Bir
Vaka Çalışması” başlığı altında, XV. yüzyıl Bursa
Bozahaneleri üzerine mahkeme kayıtları, halk etkileşimi, eğlence ve suçun bir noktası olarak Bozahane ele alınır. Üçüncü Bölümde XV. yüzyılda
Bursa’da köylü ürünlerinin organizasyonu bağlamında el sanatkârları ve işçiler incelenmiştir.
Özellikle mahkeme kayıtları ışığında Bursa’da
esnaf veya Hirfet organizasyonu, köle işçiler, kölelerin kurtuluşu ve işçilerin Bursa sosyal hayatında etkileri incelenmiştir.
H. Mustafa ERAVCI
SULTAN
AHMET KÜLLİYESİ ARASTASI
İstanbul’da Sultan Ahmet Külliyesi’nin bir parçası olarak inşa edilen arasta, 1617 yılında Sultan
Ahmet tarafından dönemin baş mimarı Sedefkâr
Mehmet Ağa’ya yaptırılmıştır. Bugün Arasta Pazarı ya da turistik adıyla “Arasta Bazaar” diye
adlandırılan yapı, Sultan Ahmed Camii’nin güneyindeki arazide, doğu-batı istikametinde hafif
bükülerek ilerleyen, üzeri açık sokağın her iki
yanında sıralanan dükkânlardan oluşmaktadır.
Dükkânlar belli bir seviyeye kadar sokağın her
iki yanında karşılıklı sıralanırken, doğuda sokağın güneyinde uzanan dükkânlar kesintiye uğramış, kuzeydeki dükkânlar tek sıra halinde devam
ettirilmiştir. Dükkânlar ilk yapıldıkları dönemde
kubbeli olarak inşa edilirken, yapının geçirdiği
yangınlar ve çeşitli tahribatlar sonucu kubbeler
günümüze gelememiştir. Bir dönem 200’ü aşkın
dükkâna sahip arasta, 1912 yılında çıkan yangında büyük ölçüde hasar almıştır. 1980-1985
yıllarında 82 dükkân onarılarak turistik amaçlı
kullanıma açılmıştır. Sokağın kuzey yönündeki
uçta yer alan dokuz dükkân iki katlı olarak inşa
edilmiştir. Yine bu ikinci katlar günümüze kadar
ulaşamayan birimler arasındadır.
Dükkânların sokağa bakan cepheleri kemerli yapılarıyla eyvan tarzında bir görünüm sergiler. Kemerin yapımında tuğla malzeme, kemerin oturduğu ayak ve çevresindeki duvarların yapımında
düzgün kesme taş ile tuğla malzemenin birlikte
kullanıldığı almaşık örgü sistemi tercih edilmiştir. Plan olarak dikdörtgen şemadaki dükkânlar,
mevcut haliyle beşik tonozla örtülüdür. Oldukça
sade yüzeylere sahip mekânlarda girişin karşısındaki duvarlarda kemerli pencereler yer alır.
KAYNAKÇA:
Zeynep Ahunbay, “Sultan Ahmed Külliyesi”, Dünden Bugüne
İstanbul Ansiklopedisi, VII, s.55-56; Mustafa Cezar, Tipik Yapılariyla Osmanlı Şehirciliğinde Çarşı ve Klasik Dönem İmar Sistemi,
İstanbul 1985, s.186-187; Erol Çetin, “Sultanahmet Arastası”, Rölöve ve Restorasyon Dergisi, S. 6 (1987), s.69-119; Ahmet Vefa
Çobanoğlu, “Sultan Ahmed Camii ve Külliyesi”, DİA, XXXVII,
İstanbul 2013, s. 501-502.
Şükrü DURSUN
SULTAN VELED
(d. 1226-ö. 1312)
Anadolu Selçukluları döneminde Konya’da yaşayan birçok Ahi’ye dair Divan adlı eserinde bilgi
235
A
A
236
n
s
i
h
k
veren Sultan Veled, Lârende (Karaman)’da dünyaya geldi. Babası, Mevlana Celâleddin-i Rumî,
annesi Şerafeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun’dur.
Gelenek olarak ilk erkek torunlarına dedelerin
isimlerini aynen verdikleri için, Mevlana da ona
babasının adını vermiştir. Mevlana ve yakınları,
Bahaeddin diye çağırırdı. Ancak daha çok Sultan
Veled olarak bilinmektedir.
Çocukluğunun ilk yıllarını dedesi Bahaeddin Veled ile birlikte geçiren Sultan Veled, ilk eğitimini babasından aldı. Konya’da ve Şam’da çeşitli
âlimlerden, özellikle babasından medrese ilimlerini öğrendi. Seyyid Burhaneddin Tirmizî, Şems-i
Tebrizî, Hüsameddin Çelebi’ye kadar birçok büyük sûfîyle ve zamanın âlimleri ve şairleriyle sürekli münasebetlerde bulunarak, ilim ve sülûk
yönünden yükseldi. Onun yetişmesinde, inanış ve
duyuş tarzı ile düşüncelerinin şekillenmesinde,
babasının büyük etkisi vardır.
Sultan Veled gençliğinde Şems’e mürid, sonra
da babasının ölümünün ardından Hüsameddin Çelebi’nin müridi oldu. Şeyh Salâhaddin-i
Zerkûbî’nin ölümünden sonra Mevlana,
mürîdlerinden Hüsameddin Çelebi’yi halife seçti.
Mevlana’dan gerekli dinî ve tasavvufî bilgileri elde
eden Sultan Veled, bunları yalnız öğretmekle yetinmeyip, bilgilerini başkaları için faydalı bir hale
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
getirmeğe ve öğretmeğe de çalışmıtı. Selâhaddin-i
Zerkûbî’nin kızı, Fatma Hatun’la evlendi.
Hanefilere dair tabakat kitaplarında, Sultan Veled
fakihlerin en meşhurları arasında yer alır. Eserlerini, Farsça yazmakla birlikte, Türkçe şiirleri de bulunmaktadır. Bu açıdan O, Ahmed Fakîh ile birlikte
Anadolu Türk edebiyatında bir öncü durumundadır.
Sultan Veled Mevleviliğin sistemli bir tarikat haline
getirilmesini sağladı. Nitekim Mevlevi mukabelesinde semâhânenin üç defa devredilmesinden ibaret,
“Devr-i Veledî” zikrinin yapılması ona izâfe edilmektedir. Tarikatın ilk şeyhi de Hüsâmeddin Çelebi oldu,
1284 yılında vefat etmesi üzerine yerine Sultan Veled
geçti.
1312 tarihinde vefat eden Sultan Veled, az da olsa
gerçek manada Türkçe gazel yazan ilk şairdir. İlk
olması bakımından bazı aksaklıklar bulunsa da bu
şiirler, edebî yönden önemlidir. O, gazellerinde daha
ziyade babasının etkisi altında, topluma hitap eder.
Sultan Veled’in eserleri, Mevlana’nın eserleri gibi
manzum ve mensur olmak üzere ikiye ayrılır. Babası
gibi bir divan, üç mesnevi ve bir de mensur Maârif’i
yazmıştır.
Manzum eserlerinin, toplam beyit sayısı 30.000’e
ulaşan Sultan Veled’in, devrinde çok eser veren bir
şair olduğu anlaşılmaktadır.
KAYNAKÇA:
M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, Ankara 1991,
s. 216, 235-239; Reşat Öngören, “Mevlâna Celâled- dîn-i Rûmî”, DİA,
XXIX/444; Nuri Özcan, “Mevlevî Âyini”, DİA, XXIX/464; Barihüda
Tanrıkorur, “Mevleviyye”, DİA, XXIX/468; Veyis Değirmençay “Sultan Veled”, DİA, XXXVII, s. 521-522; Divan-ı Sultan Veled, nşr. Feridun Nafiz Uzluk, Ankara 1941, s. 78-82; Sultan Veled, Maârif, Çev.
Meliha Anbarcıoğlu, Konya 2002, s. 18.
Bekir ŞAHİN
SÛRNÂME
Törenlerde esnaflara dair bilgilerin bulunduğu eserlere verilen addır. Farsça festival, şenlik, ziyafet ve
davet anlamındaki “Sûr” kelimesi ile mektup ve
tarihî belge manasına gelen “nâme” kelimesinin birleşimden meydana gelen bir terimdir. Eser türü olarak
Sûrnâme, Osmanlı sarayındaki düğün, ziyafet, velime, kutlama, eğlence merasimleri hakkında bilgi veren eserlerdir. Manzum ve mensur yazılan bu eserler
o törenlere katılanlar hakkında ayrıntılı bilgi vermektedir. Bu eserler Osmanlı sarayının ve mensuplarının
A
A
n
s
i
h
k
i
l
gündelik yaşamları ve eğlence tarihi açısından
olduğu kadar esnafın iktisadî ve sosyal işlevi ile
görevlerini açıklayan temel kaynaklardan birdir.
Osmanlı padişahları ve devlet adamları önünde yapılan törenlerde yılda bir kere esnafın da
bu toplantılara katılımı sağlanmıştır. Esnaf, padişahların fetih dönüşlerinde, ordunun sefere
çıkışında, yabancı elçilerin kabullerinde ve veliahtların ilanı merasimlerinde davet ediliyordu.
Özellikle yabancı devletlerin temsilcileri önünde
yapılan törenlere ekonominin bir unsuru olarak
esnafların katılımı, devletin ekonomik kuvvet ve
gücünü göstermesi açısından önem arzetmekteydi. Her esnaf kendilerine ait elbiselerle İstanbul’daki törenlere katılırdı.
Sûrnâmelerin saray törenlerini genel olarak açıklamaları yanında esnaf ve diğer meslek erbabının bu merasimlerdeki yeri ve işlerini anlatması onları esnaf tarihi açısından da birer önemli
kaynak haline getirmiştir. Nitekim Sûrnâmeler,
yazıldığı dönemin esnaf ve sanatkârlarını tanıtan tarihî öneme haiz geniş bilgi vermektedirler.
Mesela Seyyid Lokman’ın Sûrnâmesi minyatür
ve tezhiple süslenerek esnafın geçiş töreni esnasında giyimleri ve taşıdıkları eşyaları mükemmel
bir şekilde tasvir etmiştir. Bu da eserin dönemin
esnaf kıyafet ve eşyalarını tanımak açısından temel görüntülü kaynak olma özelliğini yansıtmıştır. Ayrıca eserlerdeki “âmeden-i cemâ‘at-i delvfuruşan” yani kova satıcılarının gelişi gibi Farsça
tanım ve ibareler bu eserlerdeki Farsça’nın etkisini göstermesi açısından da önemlidir.
Sûrnâmelere esnaf tanımları açısından bakıldığında kendi döneminde revaçta olan sanatkâr ve
esnafların öne çıktığı görülür. Esnafın devlet törenlerinde sultanın önünden geçiş yeri ve hangi
esnafın daha önce geçtiği yönünde protokolden
de bahsedilmiştir. Mesela II. Murad (1421-1444;
1446-1451) zamanında geçiş öncülüğü ayakkabıcılarda idi. Bu eserler iktisat tarihinde esnaf
ve sanatkârların siyasî ve sosyal yönlerini ortaya
koymaları açısından değerlendirilmişlerdir. Esnaf ve sanatkârların böyle törenlere ne kadar sık
ve düzende katıldıkları net bilinmese de XVIII.
yüzyıldan sonra yapılan şenliklerde özellikle yer
aldıkları görülmektedir.
Törenlerde esnaf alaylarının geçitleri arasında
1582’de yapılan şenliklerin önemli bir yeri vardır. İstanbul At Meydanı’nda III Murad’ın oğlu
Mehmed için yaptığı ve elli iki gün süren bu törende esnaf yaptıkları işleri ve hünerlerini sergi-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
lemiş, meslekleriyle ilgili gösteriler yapmışlardı.
1582 şenliği üzerine yazılmış iki sûrnâme metninde de, esnaf alaylarının geçişi, anlatılanların
önemli bir kısmını oluşturmuştur. Bu alaylarda
esnaf birbiriyle üstünlük yarışına çıkmışlardı.
Her biri kendi meslekleriyle ilgili daha güçlü
ve teknolojik bakımdan en şaşırtıcı, akıl almaz
buluşları göstermeye çaba sarf etmişlerdi. Bu
bakımdan esnaf alaylarının incelenmesi o yüzyıllarda Osmanlılar’ın gerek sanat gerekse teknoloji
bakımından ne aşamada olduklarını göstermesi
bakımından önem taşımaktadır. Törenin sonunda her esnaf grubu padişaha meslekleriyle ilgili
verdikleri değerli pîşkeşleri/armağanları daha
önceden belirlenen bir ölçü ve biçime göre verilmiştir. Mahlası İntizamî olan Bosnalı bir yazar tarafından kaleme alınan Sûrnâme-i Hümâyûn’da
törenlere iştirak eden esnafın sayısı 148 olarak gösterilmiştir. Süslü bir metinle yazılan bu
Sûrnâme’de esnafın 110’u minyatürle resmedilmiştir. Esnaf padişahın önüne geldiğinde onlara
iyi dilekte bulunup dua eder, imkânlarına göre
sundukları hediyelere karşılık sultan da onlara
yüz akçe değerinde armağan veya para verirdi.
Bir hocanın esnafın sözcüsü olarak sultana seslendiği, yandakilerin “Amin” sesleriyle buna katıldığı ve bu şekilde esnaf ve sanatkârın geçidinin
tamamladığı bilinmektedir.
Sûrnâmeler özellikle bir kronik olarak değil ahlak ve terbiye amaçlı yazılmıştır. XVI. yüzyılın ortalarından itibaren yazılmaya başlanan bu eser
türleri arasında Sûrnâme-i Hümayun, Feyzullah
Arif Çelebi’nin Sûrnâmesi, Sûrnâme-i Seyyid
Lokman, Sûrnâme-i Hüseyin Vehbi ve Abdi’nin
Sûrnâmesi bu konuda yazılanların en önemlileridir. Sûrnâmelerin bilgi verme metodu tamamen
yazarın bakışına bağlıdır.
KAYNAKÇA:
Esin Atıl, Levni ve Sûrnâme: Bir Osmanlı Şenliğinin Öyküsü, İstanbul 1999; Metin And, Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları,
Ankara 1982; Gisela Procházka-Eisl, “Guild Parades in Ottoman
Literature:The Sûrnâme of 1582”, Crafts and Craftsmen of the
Middle East: Fashioning the Individual in the Muslim Mediterranean, (ed. Randi Deguilhem, Suraiya Faroqhi), London 2005,
s. 41-54; Mehmet Arslan, Türk Edebiyatında Manzum Sûrnâmeler
(Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri), Ankara 1999; Nurhan
Atasoy, 1582 Sûrnâme-i Hümayun. An Imperial Celebration, İstanbul 1997; Aslı Göksel, The Sûrnâme of ‘Abdî as a Sample of
Old Turkish Prose, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1983; Mehmet Zeki
Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Sözlüğü, III, İstanbul 1971,
s. 279-280; Hatice Aynur, “Sûrnâme”, DİA, XXXVII, s. 565-567.
Rıza KURTULUŞ
237
A
A
n
s
i
h
k
SÜHREVERDÎ
238
(ö. 1234)
Fütüvvet teşkilatının kuruluş ve yayılışına önemli katkıları olan Şehabeddin Ömer Sühreverdî,
1 Şâban 539 (27 Ocak 1145) tarihinde Zencan’a
bağlı Sühreverd’de doğdu. Doğum yerine nisbetle Sühreverdî, Hz. Ebû Bekir soyundan geldiği
için Bekrî ve Kuraşî nisbeleriyle anılır. Babası
Ebû Câfer Muhammed, amcası ünlü mutasavvıf
Ebü’n-Necîb Ziyâeddin Abdülkahir’dir. Babası
Sühreverd kadısı iken bir iftira sonucu idam edildiğinde Şehâbeddin henüz altı aylık bir bebekti.
Gençlik çağında Bağdat’da amcasının (ö. 563 /
1168) himayesinde muhtelif hocalardan okudu. Şâfiî fıkhını Ebü’l-Kâsım b. Fadlân ve Ebü’lMuzaffer Hibetullah b. Ahmed eş-Şiblî’den tahsil etti. Ebü’l-Feth İbnü’l-Battî, Ma‘mer b. Fâhir,
Ebû Zür‘a el-Makdisî, Ebü’l-Fütûh et-Tâî gibi
âlimlerden hadis, fıkıh ve diğer ilimleri aldı. Başlangıçta kelâm ilmine ilgi duydu ise de amcasının
arkadaşı Kâdiriyye pîri Abdülkâdir Geylânî’nin (ö.
561 / 1165-66) irşâdıyla bundan vazgeçti. Amcası
ve Abdülkâdir Geylânî’nin vefatından sonra mürşid aramak için Basra’ya gitti. Burada bir müddet
Ebû Muhammed Abdullah el-Basrî’nin derslerine
devam etti. Sühreverdî’nin Abadan’da abdal diye
anılan erenlerle görüştüğü, Hızır’la sohbetlerde bulunduğu ve uzunca bir süre halvet yaşadığı nakledilir. Basra’dan tekrar Bağdat’ta geldi ve
amcasının Dicle nehri kenarındaki tekkesinde ve
Makber mahallesinde vaaz ve irşad hizmetlerine
başladı. Müessir sohbetleri sayesinde büyük halk
kitlelerinin dikkatini çekti ve birçok insan kendisine mürid oldu.
Büyük tarikatlardan Sühreverdiyye’nin kurucusu olan Şehabeddin Sühreverdî çağdaşlarından
Evhadüddîn Kirmânî ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî
ile görüşmüştür. Kurduğu tarikatın Hindistan
ve Pakistan taraflarında yayılmasını sağlayan
Bahâeddin Zekeriyyâ el-Mültânî, Büzgaşiyye kolunun kurucusu Necîbüddin Ali b. Büzgaş eş-Şîrâzî
onun en önemli müridlerindendir. İranlı şair
Kemâleddîn İsfahânî, Şeyh Sühreverdî’ye intisap
ettikten sonra uzun bir süre inziva hayatı yaşamış, Sühreverdî’nin vefatı üzerine tekrar İsfahan’a
dönmüştür. Şâfiî fakihi İzzeddin b. Abdüsselâm
da onun müridlerindendir. Sa’dî Şîrâzî’nin de
tahsil yapmak maksadıyla Bağdat’a geldiğinde
Sühreverdî’yi ziyaret ettiği rivayet edilmektedir.
Abbâsî halifelerinden Nâsır-Lidînillâh Şehâbeddin
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Sühreverdî’yi kendi adına yaptırdığı tekkeye (Nâsıriyye) şeyh tayin etti. Bistâmiyye ve
Me’mûniyye tekkelerinin de şeyhliği kendisine verilen Şeyh Şehâbeddin “şeyhü’ş-şüyûh” unvanıyla
anılır oldu. Kendisi gibi Hz. Ebû Bekir soyundan
gelen Mevlana’nın babası Bahâeddin Veled’i 617
(1220) yılında Bağdat’a geldiğinde kalabalık bir
halk kitlesiyle karşıladı. 628 (1231) tarihinde
hac için Mekke’de bulunduğu sırada sultânü’lâşıkin İbnü’l-Fârız ile tanıştı. İbnü’l-Fârız’ın oğullarına ve Mısırlı ilmiyeden bazı kişilere tarikat
hırkası giydirdi. Son zamanlarında gözlerini kaybetmesine ve kötürüm olmasına rağmen cuma
vaazlarına çıkmaya devam eden Sühreverdî, 1
Muharrem 632 (26 Eylül 1234) tarihinde vefat
etti ve Verdiye semtindeki türbeye defnedildi.
Halîfe Nâsır-Lidînillâh dağılan İslâm birliğini toparlamak amacıyla fütüvvet teşkilâtının örgütlenmesi çalışmalarında Sühreverdî’den büyük
ölçüde yararlandı. Özellikle ona Fütüvvetnâme
adıyla bir risâle yazdırması ve kendisini hilâfet
merkeziyle beylikler arasında elçilik göreviyle
görevlendirmesi bu türdendir. Bu açıdan bakıldığında Sühreverdî’nin fütüvvet ve ahîlik ile hem
teorik hem de pratik açıdan ilişkisi olmuştur.
Sühreverdî ilk olarak sûfî kimliğiyle yazdığı Avârifü’l-maarif adlı eserinde fütüvvete yer
vermiştir. Sühreverdî’ye göre fütüvvet fikri
Kur’an’da: “Kendileri son derece ihtiyaç içinde
bulunsalar bile onları kendilerine tercih/îsâr
ederler” (el-Haşr, 59/9) şeklinde zikri geçen “îsâr”
kavramıyla doğrudan alakalıdır. Nitekim Bâyezid
Bistâmî’nin “Biz bulamayınca şükreder, bulunca
başkalarına dağıtırız” şeklindeki sözünü gerçek
îsâr ve fütüvvet olarak değerlendirmiştir. Onun
Fudayl b. Iyaz’dan naklettiği “Fütüvvet, kardeşlerinin hatalarına müsâmaha göstermendir”
şeklindeki tarifi de ahîlikteki kardeşliğin temel
esaslarıyla örtüşmektedir. Ona göre fütüvvet,
misafir ağırlama konusunda zorlanmayı gerektirecek hazırlıktan kaçınmak, elde-avuçta olan
ve evde bulunan ne varsa onları ikram etmekle
yetinmektir.”
Sühreverdî’nin biri küçük (13 sayfa), biri
büyük (54 sayfa) olmak üzere Farsça iki
Fütüvvetnâme’si vardır. Sühreverdî’nin telif ettiği
Fütüvvetnâmelerin Farsça kaleme alınmış olması
Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları zamanında devlet ve ilim dilinin Farsça olmasından
kaynaklanmaktadır. Fütüvvet ve ahîlik geleneği-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
nin Arap muhitlerden çok Acem ve Türk muhitlerinde yaygınlık göstermesi de bu eserlerin Farsça
yazılmasındaki asıl sebep olarak değerlendirilebilir. Murtaza Sarrâf ve Henry Corbin tarafından
Resâyil-i Civânmerdân adıyla neşredilen (Tahran
1973) fütüvvet ve ahîlik risâleleri (s. 89-166)
arasında ilk sırada yer alan Sühreverdî’nin eseri, fütüvvet ve ahîliğin temel esaslarını ortaya
koymaktadır. Buna göre fütüvvetin altısı zâhir/
dış, altısı da bâtın/iç olmak üzere on iki rüknü
bulunmaktadır. Bu rükünlerin zâhirî olanları
şöyle sıralanır: Şalvar kuşanmak/beline sahip
olmak, midesini haram lokmadan korumak, dilini gıybet, iftirâ, boş söz ve yalandan korumak,
göz ve kulağını haramdan korumak, el ve ayağını
haramdan korumak, hırs ve emel tuzağına düşmemek. Bu altı rükün ahîlikteki “eline, diline ve
beline sahip olma” ilkelerini kapsamaktadır.
Fütüvvetin bâtınî rükünleri ise şunlardır: İstemeden vermek, minnetsiz vermek, alçak gönüllü
olmak, bağışlayıcı olmak, benlik duygusunu yok
etmek, vuslat, kurbet ve hidâyet makamlarında
uyanık olmak.
Sühreverdî bu kavramların açıklamasında “ahî
için gerektir ki” ifadesiyle ahî kavramını da sıkça kullanmaktadır. Sühreverdî fütüvvet ve ahîliği
seyfî ve kavlî olmak üzere iki kola ayırmaktadır.
Seyfî kolu tasavvuftaki hak ya da tahakkuk hırkası ile kavlî kolu da teberrük hırkası ile irtibatlı
görmektedir.
Sühreverdî’nin ikinci risâlesi beş bölümden
oluşmakta ve fütüvvet ve ahîliğin genel prensiplerini kapsamaktadır. Müellif burada fütüvvet
hareketinin Bağdât’tan çıkarak dört yolla İslâm
dünyâsının dört bucağına dağıldığını belirtir.
Bunlardan biri Mekke’ye, diğeri Şam’a, öteki
Rum/Anadolu’ya, bir diğeri ise Azerbaycan’a dağılmıştır.
Sühreverdî fütüvvet hareketinin sadece bir sınıf
hareketi olmadığını; aksine fütüvvet mensuplarının Arap, Acem, Türk, Tacik, avam, asker, esnaf,
tüccar ve her sınıftan oluştuğuna işaret eder. Fütüvvetin Hz. Âdem’den başlayarak Şit ve İbrâhim
gibi büyük peygamberlerden beri devam eden
bir gelenek olduğunu ifade eder. Fütüvvette hem
İmam Ali’nin hem de Hz. Ömer’in önemli yerine
işaret eder.
Şehabeddin Sühreverdî’nin diğer eserleri şunlardır: Nuğbetü’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân;
Reşfü’n-nesâihi’l-îmâniyye ve keşfü’l-fezâihi’l-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Yûnâniyye; İrşâdü’l-mürîdîn ve mecdü’ttâlibîn; İ’lâmü’l-hüdâ ve akîdetü erbâbi’t-tüka;
er-Rahîku’l-mahtûm li-zevi’l-ukûl ve’l-fühûm;
Risâletü’s-seyr ve’t-tayr; Vesâyâ; Cezbü’l-kulûb
ilâ muvâsalâti’l-mahbûb; Evrâdü’s-Sühreverdî;
Sünûhu’l-fütûh bi-zikri’r-rûh; el-Makâmâtü’ssûfiyye; İdâletü’l-iyân ale’l-bürhân.
KAYNAKÇA:
Şehabeddin Sühreverdî, Avârifü’l-maarif, (çev. H. Kâmil Yılmazİrfan Gündüz), İstanbul 1993, s. 309-310, 318, 549; aynı yazar,
Fütüvvetnâme (yay. Murtazâ Sarrâf-Henry Corbin), Resâyil-i
Civânmerdân, Tahran 1352, s. 94-97; Hasan Kâmil Yılmaz,
“Sühreverdî”, DİA, XXXVIII, İstanbul 2010, s. 40-42.
Hasan Kamil YILMAZ
SÜHREVERDİYYE
Fütüvvetin kuruluşuna katkıda bulunan Sühreverdi’nin kurduğu tarikattır. İslam dünyasının
etkili tarikatlarından Sühreverdiyye, Ebû Hafs
Şehâbeddin Ömer es-Sühreverdî (ö. 632 / 1234)
tarafından Bağdat’ta kuruldu. Ebû Hafs’ın tasavvuf yoluna girişi ve yetişmesinde amcası ve
şeyhi Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî’nin önemli rolü
sebebiyle tarikatın kuruluşunu Ebü’n-Necîb’e
kadar götürenler de vardır. Nitekim Takiyyüddin Vâsıtî tarikatı Ebü’n-Necîb’e nisbet etmiş ve
adını Sühreverdiyye’nin yanı sıra “en-Necîbiyye
es-Sühreverdiyye” şeklinde de kaydetmiştir.
Murtazâ ez-Zebîdî de Şehâbeddin’in kurduğu tarikatın Şehâbiyye adını aldığını belirtmiş ve bunu,
Ebü’n-Necîb’e nisbet ettiği Sühreverdiyye’nin bir
kolu olarak kaydetmiştir. Öte yandan Zebîdî,
Ebü’n-Necîb’in hilâfet aldığı şeyhlerden birisinin Abdülkadir-i Geylânî olduğunu ileri sürerek
Sühreverdiyye’yi de Kâdiriyye’nin büyük kollarından biri olarak zikretmiştir.
Sühreverdiyye’nin Ebü’n-Necîb tarafından kurulduğu kabul edildiği takdirde, Ebheriyye ve Kübreviyye tarikatlarının Sühreverdiyye’nin bir kolu
olarak kabul edilmesi gerekir. Zira Ebheriyye’nin
kurucusu Kutbüddin el-Ebherî, Ebü’n-Necîb’in
halifesi olduğu gibi, Kübreviyye’nin kurucusu
Necmeddin Kübrâ’nın şeyhleri Ammâr-ı Yâsir elBitlisî ile İsmâil Kasrî de onun halifeleri arasında
bulunmaktadır.
Sühreverdiyye silsilesi Ebû Hafs Şehâbeddin’den
sonra amcası Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî vası-
239
A
A
240
n
s
i
h
k
tasıyla biri Ahmed el-Gazzâlî üzerinden, diğeri
Kâdî Ömer Vecîhüddin b. Muhammed üzerinden
iki ayrı yolla Cüneyd-i Bağdâdî’ye ulaşır. Cüneyd-i
Bağdâdî’den sonra ise Serî es-Sakatî vasıtasıyla
Mârûf-i Kerhî’ye, ondan da biri Hasan-ı Basrî’nin,
diğeri on iki imamdan zatların yer aldığı silsileler
ile Hz. Ali’ye ulaşmaktadır.
Tarikatın kurucusu Şehâbeddin es-Sühreverdî
faaliyetlerini ilk zamanlar Bağdat’ta amcası
Ebü’n-Necîb adına yaptırılan Dicle kenarındaki dergâhta sürdürdü. Etkili sohbetleri sayesinde pek çok kimseyi dergâhına çekmeyi başardı.
Abbâsî halifesi Nâsır li-Dînillah ile geliştirdiği
yakın münasebetler sonucu halifenin hususi danışmanı konumuna geldi ve fütüvvet teşkilatının
yeniden yapılanmasında ona yardımcı oldu. Selçuklu Sultanı I. Keykubad, Eyyûbî Hükümdarı I. el-Melikü’l-Âdil ve Hârizmşah Alâeddin
Muhammed’le halifenin diplomatik temsilcisi
olarak görüştü; Şam, Erbil gibi bazı şehirlerde
meydana gelen problemlerin halli için görevler
üstlendi. Halife onun adına Bağdat’ta İsâ nehri kenarında Merzebâniyye Dergâhı (Şeyh Şehâbeddin
Ribatı) ile yanına bir hamam ve konaklaması için
geniş bahçeli bir ev yaptırdı. Adı geçen dergâhta
kendisini ziyaret eden halife ile baş başa uzun
uzun görüştükleri rivayet edilir. Şehâbeddin esSühreverdî ayrıca Zevzenî, Nâsıriyye, Bistâmiyye
ve Me’mûniyye tekkelerinin de şeyhliğini üstlenerek pek çok kimseyi tarikatına bağladı. Şam ve
Halep başta olmak üzere Bağdat dışında da birçok şehirde dergâhlar kurdurdu. Binlerce müride
sahip olduğu ifade edilen Şeyh Şehâbeddin’den
hırka giyenler arasında Şâfiî fakihlerinden İzzeddin b. Abdüsselâm ile Sâinüddin Hüseyin b. Muhammed, “Hakîm” diye tanınan fakih Nûreddin
Abdülkadir, şâir Kemâleddîn-i İsfahanî, tarihçi
İbnü’s-Sâî, Kâdî Sadreddin b. Ali, Muhammed
b. Ruzbihan el-Ferîd, Fahreddin Ahmed eş-Şâşî,
İzzeddin Muhammed b. Ruzbihan, Muhammed
b. Ahmed es-Semerkandî, şâir Necmeddin Muhammed b. Sivar b. İsrâil, İbn Meymun el-Kaysî,
Şerefüddin Mahmud et-Tüsterî, Reşîdüddin Muhammed b. Ebü’l-Kâsım es-Sûfî, Abdürrahîm edDemîrî, Safiyyüddin Ali el-Mûkânî, Zahîrüddin
ez-Zencânî gibi zatlar vardır.
Şehâbeddin es-Sühreverdî İran, Hindistan ve
Türkistan gibi bölgelere gönderdiği halifeleri vasıtasıyla tarikatın daha da geniş coğrafyaya yayılmasını sağladı. Kendisinden sonra Bağdat’taki
tarikat faaliyetleri, Me’mûniye dergâhında yerine
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
geçen oğlu İmâdüddin Muhammed, ondan sonra
da torunu Cemâleddin Abdurrahman tarafından
sürdürüldü. Sühreverdiyye’nin İran ve çevresinde yayılıp önemli şahsiyetleri bünyesine katmasında Necîbüddin Ali b. Büzgaş’ın gayretleri etkili oldu. Şeyh Şehâbeddin’in, halifesi Necîbüddin
Ali ile arkadaşı Şemseddin Sâfî’yi memleketi
Şîraz’a gönderirken her birine yirmişer külah
verip bunları isimleri yazılı kişilere giydirmelerini söylemesi, tarikatın henüz Şehâbeddin esSühreverdî hayatta iken bölgede yayılmaya başladığını göstermektedir. Tekkesini Şîraz’da kuran
Necîbüddin Ali, şeyhi Şehâbeddin gibi dönemin
yöneticileriyle iyi ilişkiler geliştirdi. Bu çerçevede
Şîraz Emîri Atabeg Ebû Bekir’in güven ve itibarını kazanmış, başta Moğol Emîri Engiyânû olmak
üzere birçok yönetici ve âlim tarafından tekkesinde ziyaret edilmiştir. Şeyh Necîbüddin’in faaliyetleri sonucu Saîdüddin Fergânî, Kutbüddîn-i
Şîrâzî, Şehâbeddin Zerkub Şîrâzî, Ahmed b.
Kannâd, Şeyh Ahmed b. Abdullah, Şeyh Fahreddin b. Şeyh Şerefeddin, Şeyh Bahâeddin Ebû Bekir b. Cemâleddin, Şeyh Hasan b. Abdullah, Seyyid İzzeddin Ahmed b. Ca‘fer, Mevlana Nûreddin
Abdülkadir gibi şahsiyetler Sühreverdiyye tarikatına girdiler.
Şehâbeddin es-Sühreverdî’den Bağdat’ta hilâfet
alan meşhur şâir Sa‘dî-i Şîrâzî de tekkesini
Şiraz’da kurmuştur. Ondan icazet alanlar arasında Zâhidiyye tarikatının pîri İbrahim Zahid-i
Geylânî de vardır. Sühreverdiyye adına Şîraz’ın
yanı sıra İsfahan, Kirman, Kâşân, Sâve gibi
birçok şehirde de tekkeler kuruldu. İranlı sûfîşâir İmâd-ı Fakîh’in (İmadüddin Ali Kirmânî, ö.
773 / 1371) Şeyh Nizâmeddin Mahmud tarafından Kirman’da yaptırılan dergâhta uzun yıllar
Sühreverdî şeyhi olarak irşad faaliyetinde bulunduğu tahmin edilmektedir.
Necîbüddin Ali b. Büzgaş ile birlikte Sühreverdiyye tarikatında Büzgaşiyye (Necîbiyye) ismiyle
bir kol meydana gelmiş ve silsile, birincisi Necibüddin Ali’nin oğlu Zahîrüddin Abdurrahman ve torunu Muînüddin Nasrullah ile ikincisi Nûreddin Abdüssamed Natanzî ile üçüncüsü
Hâce İmâmüddin Muhammed ile olmak üzere
en az üç farklı yoldan devam etmiştir. Bu yolların ilk ikisinden hilâfet alan Murtazâ ezZebîdî kendisine kadar gelen şeyhlerin adını
İkdü’l-cevher’de kaydetmiştir. Ayrıca Zebîdî ile
Harîrîzâde, Nûreddin Abdüssamed ile devam
eden silsilenin birçok faklı versiyonuna eserle-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
rinde yer vermişlerdir. Bunların bir kısmında
Mısırlı âlim Abdülvahhâb Şârânî’nin de yer aldığı görülmektedir. Öte yandan Nureddin Abdüssamed ile devam eden silsilelerin birinden XV.
yüzyılda Zeyniyye, bir diğerinden XVI. yüzyılda
Âdiliyye (Bedriyye) şubeleri doğdu. Zeynüddin elHâfî (ö. 838 / 1435) tarafından Herat’ta kurulan
Zeyniyye Horasan, Hicaz, Suriye, Mısır, Anadolu
ve Rumeli’de geniş çevreye yayıldı. Âdiliyye ise
Mekkeli Bedreddin Muhammed el-Âdilî (ö. 970
/ 1562) tarafından kurulmuştur. Desûkiyye tarikatının kurucusu İbrâhim ed-Desûkî de (ö. 676
/ 1277), Nureddin Abdüssamed ve halifesi Necmeddin Mahmud İsfahânî vasıtasıyla Sühreverdiyye tarikatından hırka giymiştir. Nûreddin Abdüssamed, Muhyiddin İbnü’l-Arabî mektebinin
önemli temsilcilerinden Abdürrezzak el-Kâşânî
ve onun ders arkadaşı İzzeddin el-Kâşî’nin de
şeyhidir. Necîbüddin Ali b. Büzgaş’tan sonra
Hâce İmâmüddin Muhammed’le devam eden silsileden ise XV. yüzyılda İsfahanlı Pîr Cemâleddin
Ahmed Ardistânî (ö. 879 / 1474-75) ile Pîr
Cemâliyye şûbesi doğdu. Bu şubenin ayrıca
Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin Hindistan’daki
halifesi Bahâeddin Zekeriyyâ-yı Multânî’ye Fahreddin Irâkî üzerinden varan silsilesi de vardır.
Sühreverdiyye tarikatı Hindistan’a Delhi
Sultanlığı’nın (XIII-XVI. yüzyıllar) ilk dönemlerinde Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin halifeleri vasıtasıyla girdi. Delhi bölgesinde Hamîdüddin Nâgevrî
(ö. 643 / 1246) ile Nûreddin Mübârek Gaznevî
(ö. 632 / 1234), Bengal bölgesinde Ebü’l-Kâsım
Celâleddin Tebrîzî (ö. 641 / 1244) ve Multan’da
Bahâeddin Zekeriyyâ-yı Multânî (ö. 661 veya 666
/ 1267) faaliyet gösterdiler. Hindistan’ın Nâgevr
şehrinde babası gibi kadılık yaptığı için “Nâgevr
kadısı” olarak tanınan Buhâralı Hamîdüddin
Nâgevrî, semâ meclisleri tertip etmesi sebebiyle bir ara Delhi Sultanı Şemseddin İltutmış’a
şikâyet edildiyse de, dervişlerin manevî eğitimi
için semâın caiz olduğu hususunda sultanı ikna
etti ve onunla iyi ilişkiler geliştirdi. Sühreverdiyye mensuplarına destek olduğu ve elden geldiğince onları devlet kadrolarına yerleştirdiği kaydedilen İltutmış’ın, yeğeni Sa‘deddin’i bu tarikata
girmesi için Şeyh Hamîdüddin’e gönderdiği rivayet edilmektedir. Fakat sultanın tarikata intisap
ettiğine dair kesin bir bilgi yoktur. Hamîdüddin
Nâgevrî Çiştiyye tarikatından da hilâfet almıştır.
Nûreddin Mübârek Gaznevî ise (ö. 632 / 1234)
Sultan İltutmış tarafından Delhi şeyhülislamlığı-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
na getirilmiş ve Mîr-i Delhî lakabıyla anılmıştır.
Saray camiinde hutbeler irad eden Gaznevî’nin,
devlet adamlarının din kurallarına aykırı davranışlarını ve sultan huzurunda ziyaretçilerin
secde etmesi uygulamasını açıkça tenkid ettiği
belirtilmektedir.
Bengal bölgesindeki faaliyetleriyle tanınan
Celâleddin Tebrîzî, Bağdat’tan Hindistan’a gitmek
üzere Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin Hindistanlı halifesi Bahâeddin Zekeriyyâ ile birlikte yola
çıkmışlardır. İlk olarak Delhi’ye giden Tebrîzî’yi
Sultan İltutmış karşıladı ve sarayında misafir
etti. Sultanın ona gösterdiği itibarı çekemeyenler
şeyhe bazı iftiralarda bulunmuşlar, bunun üzerine şeyh, hakkında söylenenlerin iftiradan ibaret
olduğu ortaya çıktığı halde, Delhi’yi terk ederek Bengal’e gitmiştir. Hângâhını burada kuran
Tebrizî’nin birçok Hindu ve Budist’in Müslüman
olmasına vesile olduğu belirtilmektedir.
Çiştiyye, Kadiriyye ve Nakşibendiyye ile birlikte
Hindistan’ın yaygın dört tarikatından biri olan
Sühreverdiyye’nin Hindistan ve Pâkistan’da kalıcı olmasında daha çok Bahâeddin Zekeriyyâ-yı
Multânî’nin faaliyetleri etkili oldu ve tarikat onun
halifeleri vasıtasıyla devam etti. Aslen Kureyş kabilesine mensup olduğu için Kureşî nisbesiyle de
anılan Bahâeddin Zekeriyyâ özellikle tüccar kesiminden elde ettiği müridleri sayesinde Multan’da
geniş imkânlara sahip bir hângâh kurdu. Burası
Horasan, Türkistan, Sind ve Delhi ticaret yolları üzerinde olduğu için muhtelif bölgelerden pek
çok kimseyi dergâhına çekmeyi başardı. Sühreverdiyye Bahâeddin Zekeriyyâ’dan önce bu
bölgeye, Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin Sind’e
gönderdiği halifesi Şeyh Nuh ile girmişse de, tarikatın kalıcı olarak teşkilatlanması Bahâeddin
Zekeriyyâ
tarafından
gerçekleştirilmiştir.
Bahâeddin Zekeriyyâ Şeyh Nuh’un vefatından
sonra Sind bölgesine, kırmızı elbise giydiği için
Lâl Şehbaz Kalender olarak tanınan kalender
meşrepli Mîr Seyyid Osman ve kuzeni Muhammed Mûsâ Kureşî gibi halifelerini göndermiştir.
Sohbetine halkın yanı sıra alimler ve yöneticilerin de katılmasıyla her geçen gün etkisi daha
da artan Bahâeddin Zekeriyyâ, Delhi Sultanı
İltutmış’ın Sind ve Multan’ı kendi topraklarına ilhak etme teşebbüsünü destekledi. İltutmış’a yazdığı bir mektup Nâsırüddin Kubaça’nın eline geçmesine rağmen Nâsırüddin onu cezalandırmaya
cesaret edemedi. İltutmış Multan’ı zaptedince
Bahâeddin’in mevkii daha da güçlendi ve ülke-
241
A
A
242
n
s
i
h
k
nin şeyhülislamlık makamına getirildi. 1247’de
Moğollar’ın Multan’ı kuşattıkları sırada Moğol
ordusunda bulunan Melik Şemseddin vasıtasıyla
kuşatmanın kaldırılmasını sağlamış olması, Şeyh
Bahâeddin’in elde ettiği nüfûzu göstermesi bakımdan önemlidir. Bahâeddin Zekeriyyâ’nın irşad faaliyetleri birçok Hindu’nun Müslüman olmasına,
ayrıca bölgede bulunan Karmatîler’in de etkisini
yitirmesine sebep olmuştur.
Bahâeddin Zekeriyyâ ile birlikte Multan’da
Sühreverdiyye’nin Bahâiyye kolu doğmuş ve bu
kol tarikatın Hindistan’daki merkezi konumuna gelmiştir. Buradan tarikat Hindistan’daki
birçok şehirle birlikte Bengladeş, Afganistan,
Suriye ve Mısır gibi ülkelere kadar yayılmıştır.
Bahâiyye silsilesi Şeyh Bahâeddin’in yerine geçen oğlu Sadreddin Muhammed Ârif (ö. 23 Zilhicce 684 / 19 Şubat 1286) ve torunu Rükneddin
Ebü’l-Feth (ö. 735 / 1334-35) ile devam etti. Bu
silsileden Nakşibendiyye-Müceddidiyye’nin kurucusu İmâm-ı Rabbânî de (ö. 1034 / 1624) babası Abdülahad vasıtasıyla hilâfet almıştır. İmam-ı
Rabbânî’den sonra silsile, halifeleri arasında bulunan dört oğlundan Hâce Muhammed Saîd ile
devam etmiş, Nakşibendiyye-Hâlidiyye’nin kurucusu Hâlid el-Bağdâdî de (ö. 1242 / 1827) birçok
tarikatla birlikte Sühreverdiyye icazetini adı geçen silsilede yer alan şeyhi Abdullah Dihlevî’den
almıştır. Sadreddin Muhammed Ârif zamanında
tarikat Hindistan’da daha da yaygınlaştı. Delhi
Sultanı Balaban Han’ın oğlu Şehzade Muhammed ile ilişkileri sayesinde şeyh hângâhı için yeni
imkânlar elde etti. Bununla birlikte onun yöneticilerle ilişkilerini belli mesafede tuttuğu, babası
döneminde dinî-tasavvufî faaliyetler için hoş görülen mal biriktirme anlayışına, dervişlerin hayatını
olumsuz etkilediği gerekçesiyle karşı çıktığı belirtilmektedir. Sadreddin Muhammed Ârif’in hilafet
verdiği zatlar arasında önemli âlimlerden Emir
Hüseyin Hüseynî de vardır. Onun bir başka halifesi Mevlana Hüsâmeddin, Bada şehrinde faaliyet
göstermiştir. Şeyh Sadreddin’den sonra yerine geçen oğlu Rukneddin Ebü’l-Feth de yöneticilerle yakın ilişkileri devam ettirdi. Delhi Sultanı Alâeddin
Halâcî ve Tuğluklu hükümdarı Muhammed Şah
(Uluğ Han Fahreddin Cûne) ile şahsî dostluklar
geliştirerek tarikat adına büyük imkânlar ve geniş araziler elde etti. Ancak Tuğluklular döneminde dergâh sıkı denetim altına alındı. Rükneddin
Ebü’l-Feth’den sonra yerine yeğeni Şeyh İsmâl’in
geçtiğini söyleyenler varsa da, o tarihte Delhi’de
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
bulunan ve Şeyh Rükneddin ile bir müddet beraber olan İbn Battûta, Rükneddin’in vefat etmeden önce yerine torunu Şeyh Hûd’u vasiyet
ettiğini, bunun üzerine şeyhliğin kendi hakkı
olduğunu ileri süren yeğeninin sultana şikâyette
bulunduğunu, Sultan Muhammed Şah’ın ise
Rükneddin’in vasiyetine uygun olarak Şeyh
Hûd’u atadığını belirtmektedir. Bu şekilde problem halledilmiş olsa da, ilk defa resmî atamayla
bir şeyhin gelmesi dergâhın iktidarın denetimi
altına girmesine sebep oldu. Şeyhliği sırasında
büyük servet elde ettiği ileri sürülen Şeyh Hûd
hakkında Sind Emîri İmâdü’l-Mülk’ün Sultan’a
yazdığı şikâyet mektubunda, şeyhin görevini yapmadığı ve hângâhın gelirlerini şahsı ve yakınları
için kullandığını belirtince mallarına el kondu,
ardından ülkeden kaçmak üzereyken yakalanıp idam edildi. Bu olaydan sonra Multan’daki
Sühreverdî hângâhının hiçbir etkisi kalmadı.
Multan’da etkisini yitiren Sühreverdiyye Uç, Gucerat, Kalpî, Pencab, Keşmir ve Delhi bölgelerinde
yayılmasını sürdürdü. Bahâeddin Zekeriyyâ’nın
halifelerinden Celal Surh veya Sürhpûş diye
anılan Seyyid Celâleddin Buhârî (Celâleddin elAhmer Hüseyin b. Ahmed el-Buhârî, ö.691/1292)
dergâhını Uç şehrinde kurmuş ve burada onunla Sühreverdiyye’nin Buhâriyye kolu doğmuştur. Celal Surh’un Tuğluklu Sultanı Muhammed
Şah’ın teklif ettiği şeyhülislamlık makamını
reddettiği belirtilmektedir. Celal Surh ile aynı
adı taşıyan ve Mahdûm-i Cihâniyân diye anılan
torunu Celâleddin Buhârî’nin (Celâleddin Hüseyin b. Ahmed el-Kebîr el-Buhârî, ö.785 / 1384)
gayretleri, Uç’ta etkisini yitirmek üzere olan
Sühreverdiyye’yi yeniden canlandırdı. Mahdûm-i
Cihâniyân’ın “Sânî-i Mahdûm-i Cihâniyân” unvanıyla tanınan oğlu Burhaneddin Kutb-i Âlem
de (ö. 857 / 1453) bir Buhâriyye tarikatı şeyhi
olarak Hindistan’da Sühreverdiliğin yayılmasına hizmet etti. Muhtemelen XVII. yüzyıldan
sonra Hindistan’da ortaya çıkan ve Celâl-i Sânî
diye anılan bir şeyhe nisbet edilen gayri Sünnî
Celâliyye tarikatının Buhâriyye’den doğduğu tahmin edilmekteyse de, Celâl-i Sânî’nin Buhâriyye
pîri Celâleddin Buhârî olduğu belli değildir.
Öte yandan İran’da ortaya çıkan Şiî karakterli
Haksâriyye fırkasının da Celâliyye kolundan doğmuş olabileceği ihtimali üzerinde durulmuştur.
Çiştiyye tarikatından da hilafet aldığı nakledilen Mahdûm-i Cihâniyan’ın özellikle Hindistanlı
Müslümanların Hindu geleneklerinden etkilene-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
rek uyguladıkları bir takım âdetleri engellediği
ve Allah’ın isimlerinin Hintçe zikredilmesini yasakladığı vurgulanmakta, yerine geçen kardeşi
Sadreddin Râcû’nun, (ö. 800 / 1400’den sonra)
ileri derecede Hindu dinine muhalefeti sebebiyle Hindular tarafından “Râcû Kattal” (Kâtil) diye
anıldığı belirtilmektedir. Mahdûm-i Cihâniyan’ın
birçok halifesi Kalpî ve Gucerat sultanlıkları bölgelerinde tekkeler kurarak tarikatı yaydılar. Gucerat sultanları ve devlet adamlarından birçoğu
Sühreverdiyye tarikatına intisap etti. 1451-1526
yılları arasında Delhi Sultanlığı’nda hüküm süren Lûdîler döneminde de Sühreverdî şeyhleri
büyük itibar gördü. Hanedan’ın kurucusu Sultan Behlül-i Lûdî zamanında Delhi’de Bahaeddin
Zekeriyyâ’nın neslinden Şeyh Yûsuf Kureşî faaliyet gösterdi. Oğlu Abdullah’a Sultan Behlül’ün kızını alarak akrabalık ilişkileri kuran Şeyh Yûsuf,
hângâhı için devletten çok ciddî imkânlar sağladı. Bunun sonucu olarak Sühreverdiyye’nin merkezi Multan ve Uç’tan Delhi’ye intikal etmiş, Şeyh
Semâüddin Dihlevî (ö. 901 / 1496) tarafından
Delhi’de kurulan büyük hângâh tarikatın merkezi konumuna gelmiştir. Sadreddin Râcû’nun
halifesi Şeyh Kebîrüddin’in yanında yetişen
Semâüddin’den hilâfet alanlar arasında ünlü
seyyah ve şâir Hâmid b. Cemâlî Dihlevî (ö. 942
/ 1536) gibi şahsiyetler vardır. Sultan Behlül’ün
zaman zaman Semâüddin’i hângâhında ziyaret
ettiği, Semâüddin’in de Behlül’den sonra yerine
geçen İskender Şah’ın (Nizam Han) tac giyme merasimine katılarak dua ettiği kaydedilmektedir.
Şeyh Semâüddin’den sonra yerine geçen halifesi
Cemâlî Dihlevî de Babürlü Sultanı Humâyun’a
şehzade iken çıktığı seferlerde eşlik etmiştir.
Sühreverdiyye tarikatı Hindistan’da en büyük
tesirini Keşmir’de gerçekleştirdi. Muhtemelen
Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin halifelerinden
olan şeyhi Şah Ni‘metullah Fârsî ile birlikte Moğol istilası sebebiyle Türkistan’dan Keşmir’e hicret eden Seyyid Şerefüddin Bülbül Şah (ö. 728
/ 1327), burada Budist lider Prens Rinçana’ya
İslâmiyeti anlatarak Müslüman olmasını sağladı. Sadreddin adını alan Rinçana ile tebaasından yaklaşık 10.000 kişinin daha İslâm’a
girdiği nakledilir. Emîr Sadreddin, Bülbül Şah
için zengin vakıflarla donattığı bir hângâh yaptırdı ve vakıf gelirleriyle bir de aşevi kurdurdu.
Daha sonra dârulacezeye dönüştürülen aşevinin
yanında Emîr Sadreddin’in yaptırdığı mescidin,
Keşmir’in ilk mescidi olduğu belirtilmektedir.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
XV. yüzyılda Keşmir’de tasavvufî hayatı özellikle
Mahdûm-i Cihâniyan koluna bağlı sûfîler canlı
tuttular. XVI. yüzyılda Sühreverdiyye mensupları
ile Şîîliği savunan Çak âilesi arasında kavgalar
yaşandığı belirtilmektedir.
Öte yandan Timur’un XIV. yüzyıl sonunda
Delhi’ye yaptığı akınlar üzerine buradan kaçan
çok sayıdaki insanla birlikte Sühreverdiyye’ye
mensup sûfîler de Hidistan’ın Utar Pradeş eyaletinde tarihî bir şehir olan Jaunpûr’a yerleşmiş ve
burada Sühreverdî dergâhlarını kurmuşlardır.
Kalenderîler’i ve Cavlâkiler’i genellikle dergâhına
almadığı bilinen Bahâeddin Zekeriyyâ’nın kalender meşrepli halifesi Fahreddîn-i Irâkî (ö. 688
/ 1289) ile Sühreverdiyye tarikatı XIII. yüzyılda
Anadolu’da yayıldı. Şeyhine yirmi beş yıl hizmet
eden ve ona damad olan Irâkî, şeyhin vefatından
sonra diğer müridlerin meşrep farklılığından kaynaklanan düşmanlıkları sebebiyle Multan’dan ayrılmak zorunda kaldı. Anadolu’ya gelip Konya’da
Mevlana Celâleddin-i Rumî ve Mevlevî çevreleriyle yakın dostluklar kurdu. Sadreddin Konevî’nin
verdiği Fusûsü’l-hikem ve el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye
derslerine iştirak etti. Müridleri arasına katılan Muînüddin Süleyman Pervâne’nin Tokat’ta
kendisi adına yaptırdığı hângâhta faaliyetlerini
sürdürdü. Bu sırada Konya, Kayseri, Tokat civarında geniş bir mürid çevresi oluşturduğu tahmin edilmektedir. Pervâne’nin Mısır Hükümdarı
Baybars’ın elinde esir bulunan oğlu Mühezzebüddin Ali’yi kurtarmak için Mısır’a gitti. Orada
kaldığı süre içinde iyi ilişkiler kurduğu sultan
kendisine mürid oldu ve ona “şeyhuşşüyûh” unvanını verdi. Mısır’dan sonra gittiği Şam’da iken
Multan’dan oğlu Kebîrüddin gelip hizmetine girdi. Fahreddin Irakî’nin halifesi Şeyh Abdüsselam ile devam eden tarikat silsilesi XV. yüzyılda
Sühreverdiyye’nin Pîr Cemâliyye şubesini kuran
İsfahanlı Pîr Cemâleddin Ahmed Ardistânî’ye
ulaşmaktadır.
Murtazâ ez-Zebîdî ile Harîrîzâde, Bahâeddin
Zekeriyyâ’dan sonra devam eden Sühreverdiyye silsilesinden farklı yollarla hilâfet almışlar ve
kendilerine kadar gelen silsilelerin değişik versiyonlarında yer alan şeyhlerin isimlerini kaydetmişlerdir.
Sühreverdiyye tarikatında Şehâbeddin esSühreverdî’nin halifelerinden İzzeddin Mevdûd
b. Muhammed ez-Zerkub ile Zerkûbiyye,
Kemâleddin Muhammed b. Ömer el-Kastallânî
243
A
A
244
n
s
i
h
k
ile Kemâliyye, Ahmed ed-Dımeşkî ile Ahmediyye kolları meydana gelmiştir. Murtazâ ez-Zebîdî
Zerkûbiyye kolundan Ebü’l-fütûh Tâvusî’ye
(Nûreddin Ahmed b. Abdullah, ö.861/1457 civarı)
ulaşan bir silsileyi, Harîrîzâde de Kemâliyye kolundan Cebertiyye tarikatının kurucusu Yemenli İsmâil b. İbrâhim Cebertî’ye (ö. 806 / 1403),
Ahmediyye kolundan Gavsiyye tarikatının kurucusu Hindistanlı Muhammed Gavs’a (ö. 970 /
1563) ulaşan birer silsileyi kaydetmiştir. Hicaz
ve Yemen bölgesinde yayılan Abdullah b. Es’ad
el-Yâfiî’nin (ö. 768 / 1367) kurduğu Yâfiiyye, esasen Kâdiriyye’nin önemli kollarından biri olduğu halde, kurucusunun birkaç tarikatla birlikte
Sühreverdiyye’den de icazetli olması sebebiyle,
Sühreverdiyye’nin kolları arasında da sayılmıştır.
Öte yandan Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin birçok
halifesi vasıtasıyla Sühreverdiyye’de ayrı ayrı silsileler devam etmiş ve bunlardan pek çok önemli
kimse hırka giymiştir. Mesela Şeyh Şehâbeddin’in
halifelerinden İbnü’n-Nakîb el-Makdisî ile devam
eden silsileden Ebû Hayyân el-Endelüsî, Radıyyüddin Ebû Muhammed Hüseyin b. Abdülmü’min
et-Taberî, İbnü’l-Mülakkın gibi zatlar hırka giymişlerdir. İbnü’l-Mülakkın ayrıca Şeyh Şehâbeddin’in
halifeleri İzzeddin Ahmed el-Fârûsî, Cemâleddin
Ebû Hâmid Muhammed b. Ali, Ahmed b. İshak
el-Eberkûhî, Necmeddin Ebü’l-Fazl Abdullah b.
Ebü’l-Vefâ, Şeyh Ukkâşe ile devam eden silsilelerin her birinden hırka giymiştir. Ebû Hayyân
el-Endelüsî Şeyh Şehâbeddin’in bir diğer halifesi
Kutbuddin Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed elKastallânî’den de (ö. 686 / 1287) hırkası vardır.
Kutbuddin Ebû Bekir Muhammed’le devam eden
silsileden Zebîdî de hırka giydiğini belirtmektedir. Ünlü seyyah İbn Battûta ise Sühreverdiyye
hırkasını Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin bir başka halifesi Şehâbeddin Ali er-Recâ ile devam eden
silsileden 14 Cemaziyelahir 727 (7 Mayıs 1327)
tarihinde İsfahan’da Şeyh Kutbüddin Hüseyin b.
Şemseddin Muhammed’in elinden giymiştir.
Sühreverdiyye son zamanlarda Suriye başta olmak üzere bazı Ortadoğu ülkelerinde ortadan
kaybolmuşsa da Irak’ta varlığını sürdürmektedir. Ayrıca Afganistan’da etkisinin devam ettiği,
Hindistan’ın Keşmir gibi bazı bölgelerinde müntesiplerinin olduğu görülmektedir.
Sühreverdiyye’de Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî’nin
müridlerin uyması gereken kurallardan bahseden eseri Âdâbü’l-mürîdîn’i, Şehâbeddin esSühreverdî’nin Sünnî tasavvuf esaslarını anlat-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
tığı Avârifü’l-maârif ile Ehl-i sünnet inançlarını
kaydettiği A‘lâmü’l-hüdâ ve akîdetü erbâbi’t-tüka
isimli eserleri tarikatın âdâbı ve erkanı için temel kaynaklardır. Özellikle Avârifü’l-maârif’in
Şehâbeddin es-Sühreverdî’den itibaren okunması ve okutulması için icazet alınması gelenek
olmuştur. Bu sayede tarikatta Ehl-i sünnet çizgisi büyük ölçüde bozulmadan devam ettirilmiş,
mensupları Hindu, Budist vb. dinlerin tesirlerden korunabilmiştir. Sühreverdiyye şeyhleri
tasavvufta dünya nimetleri ve imkânlarına hiç
sahip olmama ya da sahip olup sevgisini gönle
sokmama şeklinde anlaşılan zühd prensibinden
genellikle ikincisini benimsemiş, bu çerçevede
zenginliğe karşı çıkmadıkları gibi makam-mevki
sahipleriyle de yakın ilişkiler geliştirmişlerdir. O
yüzden tarikatta oldukça fazla üst düzey yönetici, entelektüel ve varlıklı kimseler kendilerine
yer bulabilmiştir. Ancak bu anlayışları sebebiyle Hindistan’da Çiştiyye mensupları tarafından
ciddî şekilde eleştirilmişlerdir.
Sühreverdiyye’nin kurucusu Şehâbeddin esSühreverdî’nin gerek Avârifü’l-maârif’te fütüvvete
yer vermesi ve gerekse fütüvvet ile ilgili risaleler
kaleme alması tarikatın âdâb ve erkanı açısından
oldukça önemlidir. Zira tarikat mensupları kurucu şeyhlerinin görüşlerini ve tavsiyelerini kendileri için birer hayat düsturu haline getirmekte,
dolayısıyla tarikatta âdab ve erkân çoğunlukla
buna göre şekillenmektedir. Bu çerçevede Sühreverdiyye tarikatının âdab ve erkânı aynı zamanda fütüvvet kuralları çerçevesinde şekillenmiştir
denilebilir.
Sühreverdiyye tarikatında zikir, oturarak (kuûdî)
sesli (cehrî/celî) tevhid (Lâilâhe illallah) çekmekten ibarettir. Bazı istisnalar dışında tarikatta
semâ uygulaması yoktur. Tarikatın ZeyniyyeVefâiyye kolunda ise devranî zikir uygulanmıştır. Sühreverdiyye şeyhlerinden Yûsuf el-Acemî,
Harîrîzâde’nin Tibyan’da kaydettiği Reyhânetü’lkulûb fi’t-tevassul ile’l-mahbûb isim eserinde
zikrin yapılış şekli ve âdâbı üzerinde durmuştur. Buna göre mürid bütün günahlarına tövbe
ettikten sonra abdestli olarak temiz ve tercihen
karanlık bir odada kıbleye dönük bir şekilde
bağdaş kurar. Ellerini uylukları üzerine koyup
gözlerini yumarak kendisini şeyhinin huzurunda
hayal eder ve onun himmetini talep eder. Sonra hareketsiz bir şekilde kalbiyle “Allah” zikrini
çekmeye başlar. Ardından diliyle kelime-i tevhid
(Lâilâhe illalah) zikrine geçer. Kelime-i tevhid
A
A
n
s
i
h
k
i
l
zikrinin yapılış şekli de bazı Sühreverdî şeyhleri tarafından şu şekilde tarif edilmiştir: Müridin
başı kalbi üzerine eğik bir vaziyette iken zikre
“Lâ” sözüyle başlar ve başını hızlı bir şekilde sol
omuzuna doğru kaldırır. Baş sol omuz üzerinde
iken kelime-i tevhidin “Lâ ilâhe” kısmı bitmiş
olur. Ara vermeden başını tekrar hızlıca kalbine doğru indirir ve tam kalbi üzerine geldiğinde
vurgulu bir şekilde “İllallâh” der. Bu arada kalbinden Allah’ın dışındaki her şeyi atmaya niyet
eder. Kelime-i tevhîd kalbine nakşoluncaya kadar farz ve sünnet namazlar dışında gün boyu bu
zikirle meşgul olur. Ayrıca namazlardan sonra
ve gece ve gündüzün belli vakitlerinde okunacak
duâlar, Hicrî takvim usulüne göre her aya mahsus zikirler ve duâlar vardır. Özellikle Hindistan’daki Sühreverdiyye mensuplarının genellikle
sabah namazından sonra Allah’ın doksan dokuz
ismi ile Hz. Peygamber’in (a.s.) doksan dokuz
ismini okumaları söz konusudur. Şehâbeddin
es-Sühreverdî’nin vefatından sonra her ölüm yıl
dönümünde onu yâd etmek için “urs ihtifali” yapılmaktadır.
KAYNAKÇA:
Takıyyüddin Abdurrahman Vâsıtî, Tiryâku’l-muhibbîn fî tabakâti
hırkati’l-meşâyihi’l-ârifîn (Kitâbu tabakâti hırkati’s-sûfiyye), Kahire 1305, s. 49, 58-61; İbnü’l-Fuvatî, el-Havâdisü’l-câmia ve’ttecâribü’n-nâfia fi’l-mieti’s-sâbia (yay. Mehdî en-Necm), Beyrut
2003, s. 72, 231; İbn Battûta, Tuhfetü’n-nüzzâr, I, 221-222; II, 451452, 544-545; Cüneyd-i Şîrâzî, Şeddü’l-izâr (yay. Muhammed-i
Kazvînî-Abbas İkbal), Tahran 1328 hş., s. 176, 236, 352-353, 392,
394-395, 415, 419, 444, 461-462; İbnü’l-Mülakkın, Tabakâtü’levliyâ (yay. Nûreddin Şerîbe), Beyrut 1986, s. 262-265, 494-495,
497-499, 504, 506, 509; Molla Abdurrahman Câmî, Nefehâtü’lüns min hazarâti’l-kuds, s. 417-418, 472-475, 480-482, 504, 588;
Cemâleddin Hulvî, Lemezât-ı Hulviyye, Süleymaniye Ktp., Halet
Efendi, nr. 281, vr. 129b-132a; Murtazâ Zebîdî, İkdü’l-cevheri’ssemîn, Yazma fotokopi, İSAM Kütüphanesi, s. 41-42, 61, 68-69,
75, 87; aynı yazar, İthâfü’l-asfiyâ, Yazma fotokopi, İSAM Kütüphanesi, s. 202, 206-209, 244; Rızâ Kulı Han Hidâyet, Tezkire-i
Riyâzü’l-ârifîn, Tahran 1305 hş., s. 65; Kemâleddin Harîrîzâde,
Tibyanu vesâili’l-hakâik fî beyâni selâsili’t-tarâik, Süleymaniye
Kütüphanesi, İbrahim Efendi, nr. 430, I, 108b-109a; II, 148b-160a;
III, 264a-b; Lois Rinn, Marabouts et Khouan, Adolphe Jourdan
1884, s. 202-210; Hocazâde Ahmed Hilmî, Hadîkatü’l-evliyâ’dan
Silsile-i Meşâyih-i Sühreverdiyye ve Kübreviyye, İstanbul 1318 h.,
s. 4-34; Hüseyin Vassâf, Sefîne (haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz),
İstanbul 2006, I, 143, 283-288, 311; Haliq Ahmad Nizami, Some
Aspects of Religion and Politics in India During The Thirteenth
Century, Delhi 1978, s. 177-178, 220-229; J. Spencer Trimingham, The Sufi Orders in Islam, Oxford 1971, s. 14, 20, 22, 29,
32-37, 39, 64-66, 233; Saiyid Athar Abbas Rizvi, A History of
Sufism in India, New Delhi 1986, I, 190-226; a.mlf., “Jaunpûr”,
DİA, XXIII, 578; Gulam Server Lâhûrî, Hazînetü’l-asfiyâ, (trc. M.
Zahîrüddin Batî), II, Lahor 1994; Abdülhak Muhaddis Dihlevî,
Ahbâru’l-ahyâr (trc. Sübhan Mahmud-Muhammed Fâdıl), Delhi 1994; Kameru’l-Hudâ, Şihâbeddin Ömer Sühreverdî Hayatı
Eserleri Tarikatı (çev. Tahir Uluç), İstanbul 2004; Reşat Öngören, Tarihte bir Aydın Tarikatı Zeynîler, İstanbul 2003; aynı yazar,
“Necîbüddin b. Büzgaş”, DİA, XXXII, İstanbul 2006, s. 489-490.
Reşat ÖNGÖREN
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
SÜLEMÎ, MUHAMMED b.
HÜSEYİN
(ö. 412 / 1021)
İlk Fütüvvetnâme yazarı olarak bilinen Sülemî,
Horasan’ın Nîşâbur şehrinde 325 (937) yılında doğdu. Annesinin mensup olduğu kabilenin
nisbesiyle Sülemî diye tanınır. Yetişme çağında
babasını kaybeden Sülemî’yi Nîşâbur’un âlim ve
sûfîlerinden dedesi İbn Nüceyd himayesine aldı.
Servet sahibi olan İbn Nüceyd vefat ettiğinde servetinin önemli bir kısmı Sülemî’ye kaldı. Sülemî
bu sayede geçim sıkıntısı çekmediği gibi zengin
bir kütüphane kurdu. Başta dedesi olmak üzere dönemin tanınmış âlimlerinden hadis ve fıkıh
okudu.
Tasavvufun yanı sıra zâhirî ilimleri de iyi bilen
Sülemî, bir yandan sûfîler ve tasavvuf hakkında eserler yazarken öte yandan Nîşâbur’daki
zâviyesinde irşad faaliyetini sürdürdü. Sohbetine katılan ve ondan hırka giyenler arasında
Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr, Abdülkerim el-Kuşeyrî,
Ebû Nuaym el-İsfahânî gibi ünlü mutasavvıflar
vardır. Sülemî 3 Şubat 412’de (12 Kasım 1021)
Nîşâbur’da vefat etti.
Yaşadığı dönemde ilim ve devlet adamları tarafından takdir edilen Sülemî’nin 100’ü aşkın eseri
bulunmaktadır. Eserlerinin bir kısmı zâhid ve
sûfîlerin hayatına, bir kısmı da sohbet, melâmet,
fütüvvet gibi tasavvufî konulara ve zümrelere aittir. Ancak kitaplarının çoğu günümüze ulaşmamıştır.
Sülemî fütüvvet konusunda eser yazan ilk müelliftir. Kitâbü’l-fütüvve adını taşıyan bu eserinde fütüvvetle ilgili âdâb, ahlâk ve özellikleri genişçe ele alır. Sülemî fütüvveti, “Âdem gibi özür
dilemek, Nuh gibi iyi, İbrahim gibi vefalı, İsmail
gibi sabırlı, Davud gibi cömert, Hz. Muhammed
gibi merhametli, Ebû Bekir gibi hamiyetli, Ömer
gibi adaletli, Osman gibi hayâlı, Ali gibi bilgili
olmaktır” şeklinde tarif eder. Ona göre fütüvvet,
bir kimsenin, başkalarının hak ve menfaatlerini
kendi hak ve menfaatinden üstün tutması, başkalarına katlanması, hatalarını görmezden gelmesi, özür dilemeyi gerektirecek davranışlardan
sakınması, kendini aşağılarda, başkalarını ise
yükseklerde görmesi, sözünde durması, sadakat
göstermesi, olduğundan başka türlü görünmemesi, kendini başkalarından üstün saymamasıdır. Güzel ahlâk, terbiye ve nezaketi ifade eden
bu vasıflar aynı zamanda bir sûfîde bulunması
gereken özelliklerdir.
245
A
A
n
s
i
h
k
Sülemî’nin tanınmış eserleri arasında sahâbe,
tâbiîn, tebeu’t-tâbiîn ve erken dönem zâhid ve
sûfîlere dair yazdığı Tabakâtu’s-sûfiyye; tasavvuf ehlinin âyetlerin işârî yorumlarını içeren
Hakâiku’t-tefsîr (nşr. Seyyid İmran, Beyrut 2001);
Horasan bölgesinde ortaya çıkan Melâmîlik konusunu ele alan Risâletü’l-Melâmetiyye isimli kitaplar yer almaktadır.
KAYNAKÇA:
Ebu Abdurrahman es-Sülemî, Kitâbü’l-Fütüvve, (yay. Süleyman
Ateş), Ankara 1977; Abdülkerîm el-Kuşeyrî, Risâle (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1981, s. 308, 311; Ali b. Osman el-Hücvîrî,
Keşfü’l-mahcûb (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982, s. 174,
212; Ferîdüddin Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ (çev. Süleyman Uludağ),
İstanbul 1991, s. 731-732; Zehebî, A’lâmü’n-nübelâ, XVII, 247255; Sübkî, Tabaķāt, IV, 143-147; İbnü’l-Mülakkın, Tabaķātü’levliyâ (nşr. Nûreddin Şerîbe), Beyrut 1406/1986, s. 107, 189, 313;
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 351; Fr. Taeschner, “As-Sulamī’s
Kitāb al-Futuwwa”, Studia Orientalia Ioanni Pedersen, Copenhagen 1953, s. 340-351; Sezgin, GAS, I, 671-674; Süleyman Ateş,
Sülemî ve Tasavvufî Tefsiri, İstanbul 1969; Süleyman Uludağ,
“Sülemî, Muhammed b. Hüseyin”, DİA, XXXVIII, 53-55.
Abdürrezzak TEK
SÜLEMÎ FÜTÜVVETNÂMESİ
Ebû Abdurrahman Muhammed b. Hüseyin
Sülemî (ö. 412 / 1021) tarafından kaleme alınan
ve Kitâbu’l-Fütüvve adıyla bilinen bu eser, fütüvvet kavramıyla ilgili ilk müstakil eserlerden biridir. Mukaddime ve fütüvvet sahibi peygamberlerin zikredilmesinden sonra “ve min’el-fütüvve”
ibaresiyle başlar, dört bölüm ile 212 pasajdan
oluşur. Ayrıca yazar, fütüvvetin tanımını, özelliklerini ve tefsirini yapar, bilgilerini yer yer eski
sûfîlerin menkıbeleriyle zenginleştirir. Eserde, tasavvuf ve fütüvvet kavramları eş anlamlı olarak
kullanılır ve fütüvvet terimi ahlakî olgular çerçevesinde açıklanır.
Eserin Süleymaniye Ktb. Ayasofya, nr. 2049,
78a-99a arasındaki nüshası dikkate alınarak
Süleyman Ateş tarafından Türkçeye çevirisi yapılmıştır (Tasavvufta Fütüvvet, Ankara 1977).
Eser, İngilizceye (çev. Tosun Bayrak, The Book of
Sufi Chivalry, London 1983) ve Almancaya (çev.
Franz Langmayr, Der Sufi Wegzur Vollkommenheit, Breisgau 1985) da çevrilmiştir.
KAYNAKÇA:
246
Süleyman Ateş, İşârî Tefsir Okulu, Ankara 1974, s. 91-94; esSülemî, Ebû Abdu’r-Rahman Muhammed b. el-Huseyn, Kitâbu’lFütüvve, Tasavvufta Fütüvvet, (çev. S. Ateş), Ankara 1977, s. 8-12;
Süleyman Uludağ, “es-Sülemî”, DİA, XXXVIII, s. 53-54.
M. Saffet SARIKAYA
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
SÜLEYMAN
AHİ BABA CAMİİ
(bk. AHİ BABA HACI SÜLEYMAN
CAMİİ)
SÜLEYMAN ÇELEBİ
(ö. 1422)
Ahilerin önem verdikleri Mevlid kitabının yazarıdır. Halk arasında Mevlid Kitabı olarak bilinen
Vesîletü’n-Necat adlı eserin yazarıdır. Kimliğine dair farklı görüşler ileri sürülmüştür. Latifî,
onun İvaz Paşa’nın oğlu olduğunu yazmaktadır.
Âlî, Latifî’nin hata yaptığına işaret etmekte, Süleyman Çelebi’yi Şeyh Mahmud’un torunu olarak
göstermektedir. Bursalı Mehmed Tahir, buna biraz daha açıklık getirerek babasının Şeyh Mahmud Efendi’nin oğlu Ahmed Paşa olduğunu söylemektedir. Öyle ise Süleyman Çelebi, Edebâli’nin
(ö. 1323) soyundan gelmekte olup, babası onun
torunu Ahmed Paşa’dır.
Süleyman Çelebi’nin eğitimine dair kaynaklarda
herhangi bir bilgiye şimdilik rastlanmamıştır.
Bulunduğu görevlerle yazdığı eser, onun iyi bir
medrese ve tasavvuf eğitimi aldığına işaret etmektedir. Süleyman Çelebi, önce Yıldırım Bayezid (1389-1403) zamanında Divanıhümayun’un,
daha sonra Yıldırım’ın Bursa’da inşa ettirdiği Ulu
Cami’nin imamlığını yapmıştır. Emir Sultan’ın
(ö. 1429) halifelerinden olması, tasavvufta oldukça ileri aşamada bir konuma sahip olduğunu
göstermektedir. Türbesi Bursa’da, Çekirge’ye giden yolun üzerinde inşa edilmiştir.
Süleyman Çelebi, Vesîletü’n-Necat adlı Mevlid
Kitabı’nı, Ulu Cami imamlığı sırasında vuku bulan bir olaya çok üzüldüğü için yazmıştır. Âlî’nin
anlattığına göre, Acem asıllı bir vaiz, vaazında
Bakara suresinin 285. ayetini, aynı surenin 253.
ayeti ile karıştırarak tefsir etmiş; peygamberlerin eşit olduğunu; bu nedenle Hz. Muhammed’in
diğerlerinden farksız olduğunu söylemiştir.
Süleyman Çelebi, bu olaydan etkilenerek Hz.
Peygamber’in kendisinden öncekilerden “efdal” olduğunu ispat etmek maksadıyla ölümsüz eserini 1409 yılında yazmıştır. Süleyman
Çelebi, Vesîletü’n-Necat adlı eserini XV. yüzyıl
Anadolu Türkçesi’yle sade bir şekilde mesnevi tarzında yazmıştır. Âlî, Süleyman Çelebi’den
önce Osmanlı Devleti’nde şiire önem verilmediğini, ancak Süleyman Çelebi’den sonra manzum
A
A
n
s
i
h
k
i
l
eserlerin değerinin anlaşıldığını; dedesi Şeyh
Mahmud’un da şair olduğunu, ancak şiirlerini yazmadığını, bu nedenle şöhret bulmadığına
eserinde işaret etmektedir. Latifî ise Anadolu’da
“Mevlûd-ı Nebevî”yi konu alan ilk eserin Süleyman Çelebi’nin kitabı olduğunu vurgulamaktadır. Köprülü, Latifî’ninkine benzer şekilde görüş
beyan ederek maddi bir kaygı taşımaksızın samimi bir havada yazıldığını söylediği Vesîletü’nNecat’ın Osmanlı Devleti’nde yazılmış ilk manzum Siyer Kitabı olduğuna dikkat çekmiştir.
Ahiler, Osmanlı döneminde özellikle her yılın 10
Muharrem günü tekkelerinin çevresinde toplanarak Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necat adlı
eserini okumak için Mevlid töreni düzenlerler,
toplantının sonunda misafirlere ziyafet verirlerdi. Ahilerin sırf Mevlid okutmak için kurulmuş
vakıfları vardı.
KAYNAKÇA:
Yusuf Küçükdağ, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Etkin Rol
Oynayan Konyalı İlim, Fikir ve Devlet Adamları”, Konya Şehri’nin
Fizikî ve Sosyo-Ekonomik Yapısı-Makaleler-I, Konya 2004, s. 128129.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
SÜLEYMAN PAŞA
(ö. 758 / 1357?)
Osmanlı şehzadesi ve Orhan Bey’in büyük oğlu
olan Süleyman Paşa’nın doğum tarihi kesin şekilde bilinmemekle birlikte herhangi bir kaynağa
dayanılmaksızın genellikle 716 / 1316 yılı üzerinde durulur. Mekece vakfiyesinden hareketle onun
bu tarihte (1324) şahitlik edebilecek yaşta bulunması doğumunu 1310’dan daha erken bir tarihe
çeker. Osmanlı tarihinde Rumeli fâtihi diye bilinmekte olup geleneğe göre Gelibolu yarımadasına
çıkarak ilk fetih hareketini başlatan şehzadedir.
Bu fetih hareketini takiben Anadolu’dan bölgeye
göç eden kitleler arasında Ahilerin ve Ahi liderlerinin de olduğu anlaşılıyor. Annesinin Nilüfer Hatun olduğu literatürde yaygın biçimde benimsenmişse de bu husus şüphelidir. Nilüfer Hatun’un
Bursa’nın alınışından sonra Orhan Bey’in hanımları arasına katılmış olması daha kuvvetli
bir ihtimaldir. Annesi muhtemelen, 724 (1324)
tarihli Mekece vakfiyesinde adı geçen ve Orhan
Bey’in amcasının kızı olduğu anlaşılan Akbaşlu
(Gündüz Bey ?) kızı Efdenze’dir (Efendi / Eftende / Efendize / Efendizâde). Nitekim Süleyman
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Paşa’nın kızlarından birinin de aynı adı taşımış
olması bu hususta önemli bir ipucudur. Süleyman Paşa’nın adının geçtiği ilk çağdaş kaynak da
yine bu vakfiyedir. Burada adı şahitler arasında
Süleyman b. Orhan olarak kayıtlıdır. Paşa lakabına ise ilk Osmanlı tarihi diye kabul edilen
Ahmedî’nin eserinde rastlanmış olması dikkat
çekicidir. Amcası Alâeddin Paşa örneği dışında
daha sonra herhangi bir hânedan mensubunun
kullanmadığı, yüksek askerî idarecilere verildiği bilinen bu unvan onun kardeşleri arasında en
büyük şehzade olmasıyla ilgili olabilir.
Hayatının ilk yılları hakkında çağdaş kaynaklara
yansıyan hiçbir bilgi yoktur. Adı, dönemin Bizans
kaynağı olan Kantakuzenos’un ve Gregoras’ın
eserlerinde ilk defa 749 / 1348 yılı olayları vesilesiyle geçer. Onun vefatından elli yıl sonra yazılmış olan ilk Osmanlı kaynağı Ahmedî ile 100
yıl sonra kaleme alınmış Enverî’nin verdiği bilgiler ve XV. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan
Âşıkpaşazâde, Neşrî, Oruç Bey, Rûhî, anonim Osmanlı tarihleri hemen hemen birbirinin benzeri
bilgileri tekrarlayarak hakkında bugüne ulaşan
menkıbelerle örülü bir olaylar silsilesinin temelini oluşturmuştu. Söz konusu kaynaklar onun ilk
defa Gerede’ye hâkim olduğu (Gerede’yi ele geçiren Candaroğlu Süleyman Bey’le karıştırılmıştır), ardından İznik’in alınmasında (1331) rol oynadığı, özellikle İzmit’in fethinden (1337) sonra
bu bölgedeki bazı yerlerin (Taraklı - Yenice, Göynük, Mudurnu) kendisinin timarı olduğu üzerinde dururlar. Osmanlı tarihçisi Oruç Bey, Kocaili kesiminde Konuralp, Akçakoca gibi meşhur
serhad beylerinin vefatıyla onların vilâyetlerinin
Süleyman’a sancak yoluyla verildiğini yazar. Bu
bilgiler doğrulanamasa da babasının özellikle
1329’da Bizans imparatoruyla yaptığı Pelekanon
savaşında bulunması ihtimali yüksek olan Süleyman Paşa’nın İznik ve İzmit fetihlerinde yine
Orhan Bey’in yanında yer almış olması kuvvetle
muhtemeldir.
Süleyman Bey’in adı Osmanlı kaynaklarında
ikinci defa Karesi ilinin Osmanlılar’a ilhakı vesilesiyle geçer. Orhan Bey, 1337 yazına kadar
Marmara sahillerinde bazı yerleri ele geçirerek
Trakya’ya yönelik bir sefer yapmış, 1348’den itibaren Karesi topraklarında kontrolü tam olarak
sağlamıştı. Süleyman Paşa’nın bu bölgeye intikalinin söz konusu olaylar sırasında olduğu ve ona
babası tarafından Karesi ilinin idareciliğinin verildiği anlaşılmaktadır. Süleyman Paşa bu arada
Kapıdağ, Edincik, Lapseki’yi ele geçirmiş olma-
247
A
A
248
n
s
i
h
k
lıdır. Böylece Bursa-Lapseki yolu Rumeli’ye geçiş
güzergâhı haline gelecektir. Bu arada Enverî’nin
naklettiği hikâyeye göre Süleyman Paşa Edincik,
Biga ve Lapseki’yizaptetmiş, denizde Gelibolu tekfuru Andronikos Asan’ın (Esen Tekfur) oğullarından birini esir almış, müslüman olup Melik Bey
adını alan bu kişi vasıtasıyla Gelibolu yarımadasına geçmek için gerekli keşfi yapmıştır. Enverî, Süleyman Paşa’nın Melik Bey vasıtasıyla Lapseki’de
hazırlanan gemilerle karşı yakaya geçtiğinden söz
ederek bundan sonraki hadiseleri karıştırır. Ayrıca Süleyman Paşa oğlu Melik Nâsır’ın Melik Bey
ile birlikte bindikleri geminin batmasıyla öldüklerini, Süleyman Paşa’nın tekrar Gelibolu’ya gazâya
çıktığını, 3000 kişiyle Kemer’den hareket edip
kıyıdaki limandan Bolayır’a uzanan bir vadi olan
Kozludere’ye çıktığını, Gelibolu yakınlarında galip
geldiğini, bu sırada Gazi Umur Bey ile de görüştüğünü nakleder. Verdiği bilgilerle Âşıkpaşazâde,
Neşrî geleneğini takip eden diğer kaynaklardan
önemli ölçüde ayrılırsa da bu mâlûmatı doğru bir
zemine yerleştirmek gerekir. Söz konusu olaylar
muhtemelen 1352’den sonraki gelişmelere dayanmaktadır. Zira Kemer’den Bolayır’ın fethi için hareket ettiğinde Gelibolu Valisi Andronikos Asan’ın
anlaşmazlığadüştüğü kardeşlerinden birinin Süleyman Paşa’ya katıldığı tespit edilmiştir. Bu kişi
Akçaburgaz’ı almış, Gelibolu’nun fethinden sonra
bir deniz seferinde boğulmuştur.
Osmanlı tarihçilerince genel kabul gören
Âşıkpaşazâde, Neşrî, Oruç Bey kaynaklı anlatıma
göre ise Karesi ili beyi olan Süleyman Paşa, Karesi
ümerâsından Ece Bey ve Gazi Fâzıl’ı teklifleri üzerine önce keşfe göndermiş, bunlar Çimbi Hisarı
civarında birini ele geçirip Süleyman Paşa’ya getirmişler, bu kişi vasıtasıyla kalenin zayıf yeri tespit
edilmiş ve Çimbi ele geçirilmiştir. Burada da fetihler için yardımcı olan kişinin Enverî’de adı geçen
Asan’ın kardeşi olduğu açıktır. Ardından Akçaliman alınıp gemiler yakılmış, Çimbi’deki limanda bulunan gemilerle 2000 asker Anadolu’dan
getirilmiş, Aya Şilonya, Odköklük (Balabancık)
ve Eksamilye zaptedilmiştir. Ardından Bolayır
merkezli faaliyetler başlamış, zor durumda kalan
Gelibolu tekfuru şehri Osmanlılar’a teslim etmek
zorunda kalmıştır. Ancak bu anlatılanlar bazı genel gelişme noktaları bakımından doğru olmasına
rağmen ayrıntılar ve kronoloji bakımından birçok
problemi barındırmaktadır.
Süleyman Paşa’nın Gelibolu yarımadasına geçişi
ve burada tutunmasıyla ilgili kesin bilgiler, bizzat
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
olayların içinde bulunan Bizans imparatoru tarihçi
Kantakuzenos tarafından kaleme alınan kronikte
yer alır. Buna göre Kantakuzenos, ikinci iç savaş
döneminde (1341-1347) yaptığı mücadeleler sırasında Türk beyleriyle ittifak kurarak onlardan
askerî destek almıştı. En yakın müttefiki Aydın
Beyi Gazi Umur Bey idi. Ayrıca Bursa bölgesinde
hâkimiyetini genişleten, Karesi iline kadar sokulan Orhan Bey ile de irtibat kurdu (1345). Nitekim
1346’da kızı Theodora’yı onunla evlendirdi ve ittifakını daha da kuvvetlendirdi. Sırp Çarı Stefan
Duşan’ın Serez ve Selânik’i hedef alması yüzünden
ona karşı koyabilmek için damadından askerî yardım istedi. Orhan Bey de oğlu Süleyman idaresinde
10.000 kişilik atlı birliği yolladı (749 / 1348). Süleyman karşı yakaya geçtiyse de Kavala’dan (Christoupolis) ileri gitmedi, Teselya bölgesini yağmaladı
ve geri döndü. Bu hadise, Süleyman’ın Osmanlı
kuvvetleriyle Rumeli harekâtına başlamasının ilk
adımını teşkil edecektir. Aslında Osmanlı birlikleri daha önce de Trakya’ya geçmişlerdi, ancak bu
defaki geçiş Süleyman Paşa’nın liderliğinde 13481354 yılları arasında kalıcı sonuçlar verecekti.
Süleyman Paşa’nın Rumeli yakasına ikinci geçişi yine Kantakuzenos’un isteğiyle oldu. Bu sırada
Kantakuzenos, Selânik meselesiyle meşguldü ve
burayı yeniden kontrolü altına alabilmek için Orhan Bey’den yardım talebinde bulundu. Bu defa
Süleyman Paşa büyük bir kuvvetle (20.000 atlı ?)
karşı yakaya geçtiyse de bunlar Anadolu’da baş
gösteren mesele dolayısıyla Orhan Bey tarafından geri çağrıldı (751/1350). Kantakuzenos bu
durum karşısında çok zorlandı, ancak Struma
ırmağı ağzındaki yirmi iki gemilik bir Türk korsan filosunun yardımıyla Selânik’e girebildi. Süleyman Paşa’nın geri dönme sebebi hakkında bilgi
yoktur; fakat bunun Orhan Bey’in Orta Anadolu
Beylikleriyle olan münasebetlerindeki gerginlikten kaynaklanma ihtimali yüksektir. Süleyman
Paşa’nın 753’teki (1352) üçüncü geçişi diğerlerinden daha farklı oldu. Kantakuzenos’un rakibi V.
Ioannes Palaiologos, Bulgar ve Sırplar’dan destek
alarak Kantakuzenos’un oğlu Mathiaos’a (Mattheos / Mateos) ait topraklara girip Edirne’yi kuşattı. 10.000-12.000 atlıyla yardıma gelen Süleyman
Paşa, Edirne’nin kurtarılmasında rol oynadığı gibi
Sırp-Bulgar birliklerini 1352 kışında Meriç ırmağı kıyısında Empithion’da büyük bozguna uğrattı.
Bu olay Osmanlı kaynaklarında farklı şekillerde
yankı bulmuştur. Hatta bu vesileyle Edirne’nin
Süleyman Paşa tarafından fethedildiği belirtilmiş-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
tir. Muhtemelen bu savaş Osmanlı kaynaklarında yanlış bir tarihe ertelenerek Sırp Sındığı
adıyla anılmıştır. Süleyman Paşa ise bu vesileyle
Edirne’ye gelip Kantakuzenos ile görüşmüş, bir
bakıma Edirne’ye ilk ayak basan Osmanlı beyi
de o olmuştur.
Bu sefer sırasında Süleyman Paşa’nın birliklerinin Gelibolu yarımadasındaki birçok yeri
ele geçirdiği bilinmektedir. Bunlardan biri de
Tzympe (Çinbi, Çimbi) hisarıydı ve burası bir
Osmanlı askerî üssü haline gelmişti. Savaş sona
erince Süleyman Paşa geçici olarak kendilerine
tahsis edilen Tzympe’den çıkmadı. Burayı bir fetih hakkı gibi görüyordu. Kantakuzenos burayı
boşaltması için 10.000 altın ödemeyi teklif etti,
konuyu damadı Orhan Bey’e götürdü, ancak Osmanlılar işi yavaştan alarak pazarlığı uzattılar.
Tam bu sırada 2 Mart 1354’te Gelibolu kıyılarını
tahrip eden büyük bir deprem vuku buldu. Pek
çok kale yıkıldı, halk şehirleri terketti. Süleyman
Paşa haberi Biga dolayında iken aldı ve hemen
Gelibolu yakasına geçti, şehre hâkim oldu; ayrıca Anadolu’dan Karesi ilinden birçok gönüllüyü
aileleriyle birlikte getirtti, bu harap olmuş şehirlere yerleştirdi, Gelibolu’yu yeniden tamir ettirdi. Osmanlı kaynakları bu göç olayı konusunda
doğru bilgiler verir. Onlara göre burada sistemli
bir yerleşme siyaseti uygulandı, bölgedeki kale
halkının bir bölümü Karesi iline sürülürken Karesi ilinden konar göçer Türkmenler Gelibolu’ya
iskân edildi. İmparator Kantakuzenos bu durumdan çok rahatsız oldu, hatta Orhan Bey ile
bir buluşma planladı, fakat Orhan Bey hastalığını ileri sürerek buluşmaya gelmeyince büyük bir
ümitsizliğe kapıldı. Daha önceki tazminatı dört
katına çıkarıp yaptığı 40.000 altın teklifi de kabul görmedi. Süleyman Paşa, bundan sonra Bolayır merkezli gazâ faaliyetlerini Trakya’nın Marmara sahillerine ve Meriç vadisine doğru yaydı.
Malkara, Keşan ve Tekirdağ’a yönelik akın faaliyetleri başladı. Bu arada 1354’te Anadolu’daydı ve Ankara’yı ele geçirmişti. Ardından yeniden
Rumeli kesimine yöneldi. Onun Tekirdağ, İpsala
ve Vize’yi fethettiği belirtilirse de bu muhtemelen
adı geçen bölgelere karşı giriştiği sert akınlar dolayısıyla oluşan bir kanaattir. Onun, 1356’da taht
iddiacısı olarak harekete geçen ve İstanbul’a yürüyen Kantakuzenos’un oğlu Mathiaos’a yardım
eden Osmanlı birlikleri içinde yer alıp almadığı
konusunda kesin bilgi yoktur. Küçük kardeşi
Halil’in esareti sebebiyle ortaya çıkan kriz sıra-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
sında (1357) Gelibolu’yu boşaltma tekliflerine
şiddetle direndi. 1358’de Orhan Bey bu mesele
dolayısıyla V. Ioannes ile anlaşma yaptığında
ise artık hayatta bulunmuyordu.
Süleyman Paşa’nın ölümü, Osmanlı kaynaklarında Bolayır ile Seydigazi arasında avlanırken
atının ayağının bir çukura takılması sebebiyle
düşmesinin bir sonucu olarak gösterilir. Bazı
kaynaklar onun havalanan bir kaza doğan saldığı sırada, bazıları ise bir geyik veya canavar
(domuz) avı peşinde koşarken yere kapaklanan atının altında kalıp öldüğünü belirtir. Bu
hadisenin Anadolu’da Biga dolayında olduğunu yazanlar da vardır. Fakat bu Bolayır-Gelibolu arasındaki Biga adlı bir yerle olan karıştırmadan kaynaklanır. Ayrıca bazı araştırmacılar
bu hadisenin Bizanslılar’la yapılan bir savaş
sırasında meydana geldiği ihtimalini öne sürer.
Bazı Batı kaynaklarında ise onun bir suikasta
kurban gittiğine dair zayıf bir rivayet vardır.
Ölüm tarihi 758 (1357), 759 ve 760 (1359)
diye verilir. Aralık 1358’de Gelibolu’dan geçen
gemilere anlaşma uyarınca müdahale etmemesine dair babasının bir uyarı mektubundan,
ayrıca babası tarafından onun adına düzenlenen Şâban 761 (Haziran 1360) tarihli bir vakfiyeden hareketle vefat tarihinin 1359 olması
düşünülebilirse de genel olarak 1357 sonbaharında öldüğü bilgisi kabul görmüştür. Vefatını
haber alan Orhan Bey’in çok üzüldüğü, hemen
Bolayır’a gelerek oğlunu burada defnettirdiği
belirtilir (Beldiceanu buna ihtimal vermez ve
sembolik bir anlam yükleme gayretine bağlar.
Bizans kaynaklarında Orhan Bey’in vârisi, devletin fiilen bütün işlerinden sorumlu yöneticisi
şeklinde görülen Süleyman Paşa’nın babasının yaşlılığı sebebiyle iktidarın sahibi olduğu
ve daima batıya yöneldiği bildirilir. Osmanlı
kaynaklarında şecaat ve sehavet sahibi, gazâ
lideri vasfıyla övülür. Onun vefatı sırasında
Rumeli kesiminde Osmanlı sınırları batıda
Keşan ile İpsala arasında Yayladağı’ndan Malkara ile Hayrabolu’yu ayıran dağlık bölgeden
geçiyor, Marmara sahillerindeki Tekirdağ kasabası güneyinde Bakacık tepesi ve Hora’ya
uzanıyordu. Ferecik de onun tarafından ölümüne yakın bir tarihte ele geçirilmiş, Osmanlı
akınları Dimetoka’ya uzanmıştı. Bazı Osmanlı
kaynaklarında, sınır boylarındaki Rumeli gazilerince Gazi Umur Bey ile birlikte büyük bir
askerî ve manevî önder olarak kabul edildi-
249
A
A
n
s
i
h
k
ği, hâtırasının menkıbelerle yaşatıldığı belirtilir.
Hatta Enverî ve Oruç Bey bir anakronizm yaparak Süleyman Paşa ile Umur Bey’in Bolayır’da
buluştuklarını, Umur Bey’in ona artık bir daha
Anadolu’ya gitmeyip burada kalmasını tembihlediğini yazar. Bir rivayete göre Süleyman Paşa
ölümü halinde Bolayır’a gömülmeyi vasiyet etmiş, bu sayede gazilerin burada tutunacağını düşünmüştür. Süleyman Paşa’nın adı bilinen oğullarından Melik Nâsır denizde boğulup ölmüş,
İsmâil ile İshak ise babalarının vefatından sonra
uç kesiminde akın faaliyetlerini sürdürmüştür.
İki kızından biri Candaroğlu II. Süleyman Bey ile
evli Sultan Hatun (Sinop’taki mezar kitâbesi: Ramazan 797 / Haziran 1395), diğeri ise Akşehir’de
vefat eden Efendizâde Hatun’dur (Zilkade 799 /
Ağustos 1397).
Süleyman Paşa’ya ait zengin vakıfların mevcudiyeti tahrir kayıtlarından anlaşılmaktadır. Özellikle Bursa, İznik ve Gelibolu’da hayratı mevcuttur.
İznik’te bir mescid ve medrese, Bursa’da bir mescid, Bolayır’da bir cami ve imaret yaptırmış, bunlara zengin vakıflar tahsis etmiştir. Ayrıca Gelibolu ve Bolayır’da bir saray inşa ettirdiğine dair
kayıtlar vardır. Gelibolu’da ona nisbet edilen Sultan Camii veya Eskicami 1385 tarihli kitâbesine
göre Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa tarafından yaptırılmıştır. Fethinden sonra Ferecik’te de
bir büyük manastırı camiye çevirmiştir.
KAYNAKÇA:
250
Ionnis Cantacuzeni eximperatoris Historiarum Libri IV (Corpus
Scriptorum Historiae Byzantinae içinde, ed. L. Schopen), Bonn
1832, XX/III, s. 32, 111, 248, 276-278, 288-289, 320-323; Nicephori Gregorae Byzantina Historia (a.e. içinde, ed. I. Bekker),
Bonn 1855, III, 171, 203, 224; Ahmedīs History of the Ottoman
Dynasty (ed. Kemal Sılay, JTS içinde), XVI (1992), s. 148-149;
Fatih Devri Kaynaklarından Düsturnâme-i Enverî: Osmanlı Tarihi Kısmı (1299-1466) (haz. Necdet Öztürk), İstanbul 2003, s.
23-27; Âşıkpaşazâde, Târih (Atsız), s. 122-126; Anonim Tevârîh-i
Âl-i Osman (nşr. F. Giese, haz. Nihat Azamat), İstanbul 1992, s.
17-21; Neşrî, Cihannümâ (Unat), I, 171-187; Oruç Beğ Tarihi:
Giriş, Metin, Kronoloji, Dizin, Tıpkıbasım (haz. Necdet Öztürk),
İstanbul 2007, s. 16-22; Halil İnalcık, “Edirne’nin Fethi 1361”,
Edirne: Edirne’nin 600. Fetih Yıldönümü Armağan Kitabı, Ankara 1965, s. 138, 140-143; aynı yazar, “Orhan”, DİA, XXXIII, 379;
N. Oikonomides, “From Soldiers of Fortune to Gazi Warriors: The
Tyzmpe Affair”, Studies in Ottoman History in Honour of Professor V. L. Ménage (ed. C. Heywood - C. Imber), İstanbul 1994, s.
239-247; D. M. Nicol, Bizans’ın Son Yüzyılları: 1261-1453 (trc.
Bilge Umar), İstanbul 1999, s. 217, 234, 244, 255, 258-259; N.
Jorga, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (trc. Nilüfer Epçeli), İstanbul 2005, I, 188, 193-198; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Gazi Orhan
Bey Vakfiyesi”, TTK Belleten, V/9 (1941), s. 281-283; a.mlf., “Orhan Gazi’nin Vefat Eden Oğlu Süleyman Paşa İçin Tertip Ettirdiği
Vakfiyenin Aslı”, a.e., XXVII/107 (1963), s. 437; Necdet Öztürk,
“Ferecik’in Süleyman Paşa Tarafından Fethine Dair”, MÜTAD,
IV (1989), s. 135-145; I. Beldiceanu-Steinherr, “Le destin des
fils d’Orhan”, AO, XXIII (2005-2006), s. 105-130; M. C. Şehabeddin Tekindağ, “Süleyman Paşa”, İA, XI, 190-194; C. Imber,
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
“Süleymān Paѕћa”, EI² (İng.), IX, 843-844; Feridun Emecen, “Nilüfer Hatun”, DİA, XXXIII, 124.
Bu madde DİA’dan alınmıştır (XXXVIII, 94-96).
Feridun EMECEN
SÜLEYMAN PAŞA
ARASTASI
Samsun şehir merkezinde Kale mahallesinde,
Ziya Gökalp caddesindedir. Muhtelif yayınlarda
yapı bedesten olarak tanılanmıştır. İnşa kitâbesi
yoktur. Arşiv vesikalarında Hazinedarzâde Süleyman Paşa’nın vakfı olarak zikredilmektedir. 1785
tarihli bir başka vesikada yapıdan bahsedilmiş
olması nedeniyle arasta 1785 yılından önce inşa
edilmiş, sonra Hazinedarzâde Süleyman Paşa tarafından satın alınarak vakfedilmiş olmalıdır.
Arasta, 92.00x15.00 m ölçülerinde doğu-batı
yönünde uzanan dikdörtgen bir plana sahiptir.
4.40 m genişliğindeki arasta sokağının her iki
yanına karşılıklı olarak yerleştirilmiş dükkânlar
ile her iki uçta ve kuzeyde ve güneyde dükkân
aralarına yerleştirilmiş kapı açıklıklarından
meydana gelmektedir. Arasta sokağı orijinalinde kapalı iken günümüzde açık durumdadır.
Mevcut yapının güney kanadında 19; kuzey kanadında ise 21 adet dükkân vardır. Orijinalinde
ise her iki kanatta 21 adetten toplam 42 dükkân
bulunuyordu. Dükkânlar sokağa eyvan şeklinde
bakmaktadır. Dükkânlardan sadece ikisi orijinal
durumunu muhafaza etmektedir. Arasta sokağının her iki ucundaki kapılardan ise sadece batıdaki mevcuttur.
KAYNAKÇA:
M. Sami Bayraktar, Samsun ve İlçelerinde Türk Mimari Eserleri,
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış
Doktora Tezi, Erzurum 2005; aynı yazar, “Samsun’da Osmanlı
Dönemine Ait Bir Grup Ticari Yapı”, Karadeniz Tarihi Sempozyumu, I, Trabzon 2007, s. 514-540; Baki Sarısakal, Bir Kentin Tarihi
Samsun, Birinci Kitap, Samsun 2002; Alim Altaylı, Samsun Tarihi, Samsun 1967; Besim Darkot, “Samsun”, İA, X, s. 172-178.
Zekai ERDAL
SÜPENDÎ KETHÜDASI
Her esnaf grubunun dükkânlarının önünü temiz-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
leyen Süpendî adı verilen temizlikçileri vardı.
Bunların başına da Süpendî Kethüdası denirdi.
İcazet merasiminde kullanılan Çârub’u yani süpürgeyi o kullanırdı. Mahfil tamamlanıp, yemek
yenip, sofra kaldırıldıktan sonra ortalığı süpürme işini o yapardı.
KAYNAKÇA:
Ahi Sinan Türkçe Şecerenâmesi, Kırşehir Müzesi, satır 119;
Radavî Fütüvvetnâmesi, Millet Ktp. Şeriyye 902, 62b; Mehmet
Ali Hacıgökmen, “Ahi Şecere-Nâme ve Fütüvvet-Nâmelerine
Göre Ahi Zaviyeleri”, Selçuklu’dan Osmanlı’ya Bilim, Kültür ve
Sanat, Prof. Dr. Mikâîl Bayram’a Armağan, Konya 2009, s. 251263; aynı yazar, “Ahi Şecere-Namelerinin Tarihî Temeli ve Yazılış
Sebepleri”, SÜ İlahiyat Dergisi, S. 23 (2007), s. 107-115.
Mehmet Ali HACIGÖKMEN
251
Ş
A
A
n
s
i
h
k
ŞAH KULU
SULTAN TEKKESİ
254
İstanbul’un Kadıköy ilçesinde, Merdivenköy mahallesinde yer alan ve İstanbul’un çevresindeki
en eski Türk eserlerinden olan Şahkulu Sultan
Tekkesi, çeşitli kaynaklara göre 1329 yılında Osmanlıların galibiyeti ile sonuçlanan Pelekanon Savaşının ardından Orhan Gazi tarafından bir Ahi
Zaviyesi olarak tesis edildi. Ankara Savaşı’ndan
(1402) sonra Gebze’nin batısındaki toprakların
elden çıkmasının ardından pek çok yapı ile birlikte bu zaviye de ortadan kaldırıldı. Ancak kısa
bir süre sonra Çelebi Mehmed bölgeyi yeniden
Osmanlı topraklarına katarak Şahkulu Sultan
Tekkesi’ni yeniden inşa ettirdi.
Tekkeye adını vermiş olan “Şahkulu Sultan” veya
“Şahkulu Baba” olarak anılan şeyhin hayatı ve
kimliği hakkında bilinenler Bektaşi menkıbelerine dayanmakta olup, söz konusu bilgiler pek çok
şeyh için tekrarlanan genel bilgilerin dışına çıkmamaktadır.
Şahkulu Sultan Tekkesi, önce XV. yüzyılın sonlarında veya XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde eski ağırlıklarını yitiren Ahilerden yeni teşkilatlanan ve
kendilerine bağlanan Yeniçeri Ocağı’nın da etkisiyle gitgide güçlenen Bektaşilere, daha sonra ise
1826 yılında Yeniçeri Ocağı ile birlikte Bektaşi
tarikatının lağvedilmesi üzerine Nakşibendilere
geçti.
Şahkulu Sultan Tekkesi’nin bir durgunluk devresinden sonra XIX. yüzyılın ortalarından itibaren
yavaş yavaş canlandığı ve Bektaşiler nezdindeki
eski önemini kazandığı gözlenmektedir. Tekkenin
günümüze intikal etmiş olan yapıları bu ikinci
kuruluş devrine aittir. Ancak cümle kapısında bulunan 1291 (1874-75) tarihli kitâbe tekkeyi oluşturan bütün binalar için geçerli bir inşa kitâbesi
değildir.
Şahkulu Tekkesi bütün Bektaşi âsitâneleri gibi
şehrin gürültüsünden uzak, mesire niteliğinde,
asude bir mevkide, geniş bir arazi içinde yer alır.
Tekkenin karşısında doğuya doğru uzanan bir
mezarlık yer almaktadır.
Cümle kapısının dışında tekkeye bağlı olan Mah
Baba Çeşmesi bulunmaktadır. Bu çeşmenin yanında günümüze ulaşamamış bir namazgah ile
tekkeyi ziyarete gelenlere selamlık vazifesi gören bir kahvehanenin var olduğu bilinmektedir.
Cümle kapısından tekkenin bahçesine girildiğinde sağda çeşitli hizmet mekânları, solunda ise
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
kuzey-güney doğrultusunda tekkenin en önemli
bölümlerini barındıran ana bina yerleştirilmiştir.
Boyutları en geniş yerinde 47x32 m’yi bulan ana
bina kuzey ve doğu yönlerinde daha ziyade babaların gömülü olduğu bir hazire ile kuşatılmıştır.
Şahkulu Sultan’ın açık türbesi de bu hazirededir. Tekkenin ana binasının ortasında yer alan
meydan evinin onikigen planlıdır. Moloz taş ve
tuğla ile örgülü, içten ve dıştan sıvalı duvarlar,
kenarları içten 2.80 m uzunluğundaki bir onikigeni meydana getirmektedir. Bektaşi inanışındaki oniki sembolizminin etkileri meydan evinin
sadece planında değil pek çok yerinde de karşımıza çıkmaktadır. Mekânın ortasında kaidesi ve
başlığı onikigen olan yuvarlak kesitli bir sütun
yer almakta ve mekânın üzeri tuğla malzemeden
yapılmış yelpaze tonozlarla örtülüdür. Yelpaze tonozun aslında dıştan onikigen piramit biçiminde
ahşap bir külah ile örtülü olduğu halde, son tamirlerde bu çatı iptal edilmiş ve üst yapıya basık
bir kubbe görüntüsü verilmiştir. Meydan evinin
alemi mermerden oyulmuş elifi tipte bir Bektaşi
tacıdır.
KAYNAKÇA:
M. Baha Tanman, “Şahkulu Sultan Tekkesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII, İstanbul 1994, s. 128-132.
Mustafa ÇETİNASLAN
ŞAKÎK-İ BELHÎ
(ö. 194 / 809 [?])
Fütüvvet kavramını farklı olarak ele alan Şakîk-i
Belhî, Horasan’ın Belh şehrinde doğdu. Tam adı
Ebû Ali Şakîk b. İbrahim el-Ezdî’dir. Hayatının
ilk dönemleri ve yetişmesi hakkında bilgi bulunmamaktadır. Ticaret amacıyla gerçekleştirdiği bir seyahat sırasında karşılaştığı putperestle
aralarında geçen diyalog onu zühd hayatına sevk
etmiştir. Kaydedildiğine göre puthanede görevli
putpereste, kendisine hiç bir fayda sağlamayan
putları bırakıp, bilgili ve güçlü olan Allah’a inanmasını söylemiş, putperest de ona, “Eğer böyle ise Allah, kendi şehrinde sana rızık vermeye
kâdir değil miydi?” karşılığını verince ticareti
terk edip hemen memleketine dönmüştür.
Şakîk-i Belhî yaşamış olduğu bu hadisenin ardından hacca gitmiş, ardından ilim tahsili için
çeşitli seyahatlerde bulunmuştur. Bu esnada
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Cafer-i Sâdık’la görüştüğü, Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve İmam Züfer’den dersler aldığı belirtilmektedir. Önceleri Irak Rey ekolüne mensup olan
Şakîk-i Belhî daha sonra hadis ehlinin yolunu
benimsemiştir. Kaynaklarda zikredildiğine göre
Mâverâünnehir bölgesindeki savaşlara da katılmış ve muhtemelen Hâtim el-Esamm ile birlikte
katıldığı bu savaşlardan birinde şehid olmuştur.
Vefat tarihi hakkında ileri sürülen 153 (770),
174 (790) ve 194 (809) tarihleri arasında, talebesi Hatim el-Esamm’ın 237 (851) yılında vefat
ettiği dikkate alınırsa, 194 tarihinin daha makul
olduğu söylenebilir.
Şakîk-i Belhî’nin özellikle tevekkül konusundaki düşünce ve tercihleri tasavvuf tarihi açısından
kayda değerdir. Zira o, tevekkülün mahiyeti,
sebepleri ve esasları üzerinde durarak bunun
sonuçlarını değerlendiren ilk zahid olmuştur.
Bu nedenle onun hakkında Sülemi, “Şakîk-i
Belhî’nin hallere dair ilk söz söyleyen kişi olduğunu zannediyorum” demiştir.
Kaydedildiğine göre Şakik-i Belhî hac esnasında
İbrahim b. Edhem ile karşılaşmış, ona geçimini
nasıl temin ettiğini sormuştu. İbrahim b. Edhem,
“Elime birşey geçince şükrediyor, geçmezse sabrediyorum” deyince Şakik, “Belh köpeklerinin
de yaptığı budur. Buldukları vakit riayetkar olur,
bulamadıkları zaman sabrederler” demişti. Bunun üzerine aynı şeyi İbrahim b. Edhem Şakik’e
sormuş, o da “Bulduğumuzda dağıtırız, bulamadığımızda şükrederiz” cevabını vermişti. Bu hadiseyi Kuşeyrî, Cafer-i Sâdık ile Şakîk-i Belhî arasında fütüvvet ile ilgili olarak zikreder. Buna göre
Cafer-i Sâdık’ın, Şakik Belhî’ye fütüvveti sorması
üzerine “Verilince şükreder, verilmeyince sabrederiz” şeklinde izah etmiş; bunun üzerine Cafer-i
Sâdık, “Bunu bizim Medine köpekleri de yapıyor” demiş ve “Biz, verilince dağıtır, verilmeyince
şükrederiz” cevabını vermişti.
Kulun Allah’a karşı mutlak bir varlığı ve mülkiyeti bulunduğu iddiasında bulunamayacağını ifade
eden Şakîk, bu nedenle ihtiyacını sadece Allah’a
arzetmek, mülkün gerçek sahibinden istemek gerektiğini ve tevekkülün Allah’ın vaadine gönülden
güvenmek olduğunu vurgular. Ona göre bir şahsı
tanımanın yolu, onun Hakk’ın vaad ettiğine mi
yoksa halkın vaad ettiğine mi daha çok itimat ettiğini bilmekten geçer. O nedenle kişi, yarını düşünmemeli, yarının rızık kaygısını taşımamalıdır.
Bu konuda şöyle demektedir: “Allah sizi yarının
namazından sorumlu tutmuyor ise siz de O’ndan
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
yarının rızkını isteyemezsiniz. Zira yarına varıp
varamayacağınız belli değildir”.
Şakik-i Belhî kişinin kendi kusurlarıyla ilgilenmekten başkasının kusurlarını görecek fırsat
bulamaması ve kendisinde Allah’ın iradesinden
bağımsız bir irade görmemesi şeklinde tanımladığı zühd anlayışı nedeniyle talebesi Hâtim
el-Esamm tarafından fütüvvet ehli arasında sayılmıştır. Horasan sûfîliğinde daha ziyade sosyal
içerikli bir şekilde yorumlanan fütüvvet kavramı
Şakîk-i Belhî’de daha farklı ele alınmış ve çoğunlukla bireysel bir ahlakî yaşantının esası olarak
yorumlanmıştır. Nitekim “İbadet on parçadır,
bunun dokuzu halktan kaçmak, biri de sükût
etmektir” diyen Şakîk-i Belhî, insanlardan uzaklaşmayı afetlerden korunmanın bir yolu olarak
kabul eder ve “İnsanlarla ateşle arkadaş olur gibi
arkadaş ol; faydalı taraflarını al, alevlerinden
kaç” tavsiyesinde bulunur.
Şakîk-i Belhî’nin bu tutumu, onun fakr anlayışında da tezahür etmiştir. Ona göre fakr dünyevî
bütün kaygıları terk edebilmektir. Kişi zenginliğini kaybedeceğinden korktuğu gibi fakirliğini de
kaybedeceğinden korkmadıkça gerçek anlamda
fakîr olamaz. Şakîk-i Belhî’nin, rızık peşinde
koşmayı, sebeplere yönelmeyi, tümüyle Allah’a
yönelme, rızık kaygısı taşımama ve ihtiyacını
sadece Allah’a arzetme şeklindeki tevekkül ve
tevhid anlayışına ters görmesi onu Horasan tasavvufunda ayrı bir yere koymamızı gerektirmektedir. Zira bu yaklaşım, özellikle tevekkül
konusunda daha mutedil bir çizgiyi benimseyen
Horasan kaynaklı melâmîliğin klasik çizgisinden
farklı bir duruşu ifade eder. Şakîk-i Belhî’nin benimsediği bu çizgiyi talebesi Hâtim el-Esamm ve
Ebu Osman el-Hîrî sürdürmüştür.
KAYNAKÇA:
Attâr, Ebu Hâmid Muhammed b. İbrahim Feridüddin, Tezkiretü’lEvliyâ, (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1991; Abdurrahman
Câmî, Nefehâtü’l-üns min hazarâti’l-kuds, (çev. ve şerh. Lâmiî
Çelebi, haz: Süleyman Uludağ-Mustafa Kara), İstanbul 1995;
Ebû Nuaym el-Isfahânî Ahmed b. Abdullah, Hilyetü’l-evliyâ ve
tabakâtu’l-Asfiyâ, I-X, Dâru’l-Küttâbi’l-Arabî, Beyrut 1405; elHucvîrî, Ebu’l-Hasan Ali b. Osman, Keşfü’l-Mahcûb, (çev. Mahmud ve AhmedMadî Ebu’l-Azâim), Kahire 1974; İbnü’l-Cevzî,
Cemâlüddin Ebu’l-Ferec Abdurrahman, el-Muntazam fî Târihi’lMülûkve’l-Ümem, I-XII, (yay. Muhammed ve Mustafa Abdulkadir Atâ), Beyrut 1992; İbnü’l-Esîr, Muhammed b. Muhammed
b. Abdulvâhid, el-Kâmil fi’t-Tarih, I-X, Beyrut 1995; İbnü’lMulakkın, Ebu Hafs Ömer, Tabakâtü’l-Evliyâ, (yay. Mustafa Abdülkadir Atâ), Beyrut, 1998; İbn Tağriberdî, Ebu’l-Mehâsin Cemaluddin Yusuf, en-Nücûmü’z-Zâhira fî Mülûki Mısır ve’l-Kâhire,
I-XIV, el-Müessesetü’l-Mısrıyye, Mısır, ts.; el-Kuşeyrî, Ebü’lKâsım Abdülkerim b. Hevâzin, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, (yay.
Maʻruf Zerrûk-Ali Abdülhamid Biltacî, Beyrut, ts.; es-Sülemî,
255
A
A
n
s
i
h
k
Ebû Abdurrahman, Tabakâtu’s-Sûfiyye, (yay. Nureddin Şeribe,
Mektebetü’l-Hâncî, Kahire 1986.
Ali BOLAT
ŞALVAR
Vücudun belden aşağı kısmını örten, bacaklara
geçirildikten sonra bir uçkurla bele bağlanan,
geniş ağlı, dökümlü görünüme sahip bir giysidir. Fütüvvet kuruluşlarında şalvar bir üniforma ve şeref elbisesidir.
Şalvar, daha ilk dönem eserlerinde Fütüvvet üniforması olarak yer almıştır. Nitekim
Suhreverdî, kaleme aldığı Fütüvvetnâme adlı
eserinde, Fütüvvet teşkilatına girişin kurallarını yazmış; Fütüvvet kadehinden içme ve
seravil/şalvar giymenin Fütüvvete girmenin
şartı olarak göstermiştir. Bundan dolayı şalvar Ahilerin de en önemli kıyafetlerinden
bir olmuştur. Gölpınarlı, İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı adlı eserinde bütün
Fütüvvetnâmelerin tasavvufla bağlantılı olduğunu, Fütüvvet teşkilatlarındaki uygulamaların da tarikattan kaynaklandığını ifade etmiş;
Suhreverdî Fütüvvetnâmesi’ne dayanarak, “tasavvuf kisvesi hırka, fütüvvet libası şalvardır.
Şalvar hırkadan bir cüzdür. Nitekim fütüvvet
de tarikatın bir cüzü’ demektedir.” şeklinde bu
konuya açıklık getirmiştir.
Şalvar, Ahileri sembolize eden kıyafetler arasında idi. Nitekim İbn Battuta Konya Ahileri hakkında bilgi verdiği bölümde onların Fütüvvete
senetlerinin Hz. Ali’ye kadar vardığını, sûfîlerin
hırka giymesi gibi Ahilerin şalvar giydiklerini
söylemektedir. Bu durum Ahilerde şalvarın
özel bir kıyafet olduğunu göstermektedir.
Tasavvufta hırka, dünyevi hayattan uzaklaşmayı sembolize ederken Ahilerde şalvar, dünya
içinde kalmayı ve mücadele etmeyi sembolize
etmektedir.
KAYNAKÇA::
256
Murat Hanilçe, Şeriye Sicillerine Göre XIX. Yüzyıl Başlarında
Tokat’ta Giyim, Konya 2011, s.423-455; Ferhat Erarı, Ahilik ve
Ahilik Kültürünün İktisadî Hayatımızdaki Anlam ve Önemi, Ankara 1999, s.118; M. Fatih Köksal, Ahi Evran ve Ahilik, Kırşehir
2008, s. 76-77; Mehmet Saffet Sarıkaya, XIII-XVI. Asırlardaki
Anadolu’da Fütüvvetnâmelere Göre Dinî İnanç Motifleri, Ankara 2002, s.159; Abdülbaki Gölpınarlı, Îslâm ve Türk İllerinde
Fütüvvet Teşkilâtı, İstanbul 1949-50, s.146-147; Yahya B. Salih
El-İslamboli, Tarikat Kıyafetleri, İstanbul 2006, s. 161; İbrahim
Arslanoğlu, Fütüvvetnâmeler ve Bir Fütüvvetnâme, Kırşehir
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
2004, s. 101-118; Numan Meriç, Radavi’nin Haza Kitabu Fütüvvetname, Manisa 2013, s. 21; Mehmet Saffet Sarıkaya, “Ahilik
Kültürünün Aleviliğe Yansıyan Boyutları”, II. Ahilik ve El Sanatları Sempozyumu, Antalya 2000, s.10; Sibel Turhan Tuna, Türk
Dünyasındaki Düğünlerde Koltuklama ve Kırmızı Kuşak Bağlama
Geleneği, Ankara 2006, s.149-160; Fatma Ayhan, Türk Giyim Kültüründe Pantolonun Gelişimi ve Dünya Giyim Kültürüne Etkisi,
Kırgızistan 2013, s. 1-13.
Nurgül KILINÇ
ŞÂTIR
Ahilikte esnaf içindeki hileciler hakkında kullanılan bir tabirdir. Ş-t-r kökünden ism-i fail vezninde gelen kelime, “ailesine problem çıkaran
ve onları terk eden, doğru yoldan çıkan, haylaz,
ahlaksız, kurnaz, zeki” gibi anlamlara gelir. Kelime, tasavvuf literatüründe “ayyâr”, “rind”, “evbaş” gibi kelimelerle eş anlamlı olarak kullanılır.
Terim, çoğunluğunu şehirlerdeki işsiz güçsüz
kimselerin, ayak takımının, topraksız köylülerle
ordudan ayrılmış askerlerin oluşturduğu, fetâ ile
ilgili bazı özelliklere sahip kitleleri ifade etmek
üzere kullanılmıştır.
Bunlar, fütüvvet kavramının iffetli, cesur, cömert
gibi vazgeçilmez niteliklerini toplayan, merkezî
iktidarın zayıfladığı zamanlarda toplum düzenine ve siyasî otoriteye karşı çıkan, genç ve bekâr
erkeklerden oluşan bir sosyal grup hüviyetiyle
Abbâsîler döneminde ortaya çıkmışlardır. Bu
gruplar arasındaki fütüvvet telakkisi henüz sûfî
nitelikler taşımaz. Bu kitle, güçlü iktidarlar zamanında geri plana çekilip âdeta ortadan kaybolmuş, ancak yönetimin zayıfladığı dönemlerde sorumsuzca hareketleriyle ülkeleri için her zaman
problem teşkil etmiştir. Bağımsız gruplar halindeki ayyâr zümresi, bazen bürokratlar tarafından
siyasî menfaatler için kullanılmışdır. İslâm tarihi
bunun örnekleriyle doludur. Dönemin kroniklerinde söz konusu zümreler hakkında verilen bilgilerden, fityânın her zaman için belirtilen fazilet
kavramlarına göre yaşayan gençler olmadıkları,
hatta bir kısmının eğlenceli bir hayata pek de
ilgisiz kalmadığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte IX-X. yüzyıllarda Maveraünnehr bölgesinde
fütüvvet ehliyle benzer hususiyetleri taşıyan “gaziler” adını taşıyan, ribatlarda yaşayan, gündüzleri cihadla, geceleri ilim ve zikir ile uğraşan bir
teşkilât vardır. Dönemin tarihçilerinden Beyhakî
bunların reislerini “Sipâhsâlâr-ı Gâziyân”, ‘Utbî
“Reîsü’l-Fityân”, Gerdîzî “Ayyârların Başı” diye
tanımlar.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Ayyâr, şuttâr ve rünûd olarak anılan bu kitleler, özellikle Horasan’da Melami gelenek içinde
sûfîliğe doğru evrilmişler ve tasavvufi bir fütüvvet
anlayışına yönelmişlerdir. Bazı araştırmacılar,
bu kitlelerin Horasan bölgesindeki nispeten örgütlü yapısını dikkate alarak bunların köklerini
eski İran kültüründe aramışlardır. Bu kitlerinin
sûfîliğe evrildiği süreçte gruplar Abbâsî Halifesi
en-Nâsır-Lidînillâh’ın gayretleriyle hem resmî bir
hüviyet kazanmışlar hem de teşkilatlı bir yapıya
bürünmüşlerdir.
Şâtır ve benzeri kelimeler, esnaf teşkilatları haline dönüşen fütüvvet teşkilatıyla ilgili metinlerde,
kelime kökündeki menfi anlamlardan hareketle
esnaf içindeki hilekâr satıcılar, yalancılar, şeytanlık yapanlar anlamında “ayyârân”, “tarrârân”,
“mekkârân” olarak nitelendirilmiştir.
KAYNAKÇA:
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Mısır t.y., III, 2263; Firuzâbâdî, elKâmûsu’l-Muhît, Lübnan 2003, 614; Keykâvus b. İskender,
Kâbusnâme, (çev., Mercimek Ahmed), nşr. O. Ş. Gökyay, İstanbul 1944, s. 393 vd.; M. Fuad Köprülü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, Ankara 1991, 84-89; Claude Cahen, Osmanlılardan Önce
Anadolu’da Türkler, (çev. Yıldız Moran), İstanbul 1979, s. 65-66,
327-328; Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Konya
1981, 8-12; K. Mustafa eş-Şeybî, es-Sıla Beyne’t-Tasavvuf ve’tTeşeyyu, Beyrut, I, 1983, s. 517, 528-529; Abdulbaki Gölpınarlı,
“İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı”, İÜ İFM, XI/1-4.,
1949-1950, s. 74-76; Abdülkadir Özcan, “Ayyâr”, DİA, IV, s. 296297; A. Yaşar Ocak, “Fütüvvet”, DİA, XIII, s. 261-263.
M. Saffet SARIKAYA
ŞECERENAMELER
“Ağaç” anlamına gelen şecer kelimesinin kökü,
“bağlamak / ihtilafa düşmek” anlamlarındaki
“şucûr”dan gelmektedir. Ağaca şecer denmesinin sebebi bazı dallarının birbirine girmesidir.
Kelime Kur’ân-ı Kerîm’de “ağaç” ve “bitki” anlamında pek çok yerde geçer. Kamûs-ı Türkî’de
“şecere” kelimesi “1. Bir tek ağaç, 2. Bir sülâle
ve hânedânın cedd-i a’lâsından bed’ ile sûret-i
teşe’ubunu gösterir cedvel ki hey’et-i umûmiyesi
dallı budaklı bir ağaç sûretine müşâbihtir. Silsile, silsilenâme” olarak tarif edilmektedir. Osmanlı Tarih ve Deyimleri Sözlüğü’ndeki “şecere”
maddesinde ise şöyle denilmektedir: “Bir şahsın
mensup olduğu aileyi veya bir hükümdar ailesinin tâ en uzak ceddinden başlayarak bütün
kolları ve evlâtlarını gösteren cetvel veya ağaç
şeklinde şematik resim hakkında kullanılır bir
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
tabirdir. Buna ‘Silsilenâme’ veya ‘Ensab kütüğü’
de denir”. Diğer sözlüklerdeki tarifler de buna
benzer tarzdadır.
Yani lûgatlere göre “şecerename” ile “silsilenâme”
arasında bir fark gözetilmemekte, “silsilenâme”
maddelerinde de hemen hemen aynı tarifler verilmektedir. Şecere yerine “soy ağacı, nesebnâme,
ensab kütüğü, soy kütüğü” gibi kelimeler de
kullanılmaktadır. Şu halde “Ahi şecerenamesi”
tabirinden de Ahilik teşkilâtında yer alan kimseler için hazırlanmış hususî soy kütükleri veya
intisap silsilesini anlamamız icap etmektedir.
Hâlbuki çoğunlukla “şecere-i fütüvve” başlığı ile
başlayan Ahi şecerenamelerinin bu genel tanımlarla tamamıyla örtüşmediğini görüyoruz. Ahi şecerenamelerinin sadece bir soy veya intisap ağacı
yahut cetvelinin bulunduğu bir belge olmadığını,
bazıları belli bir Ahi şeyhi adına (Ahi Sinan, Ahi
Musa gibi) düzenlenmiş tarikat silsilesini de içinde barındıran metinler iken bazılarında hiçbir
şecere veya silsile kaydının bulunmadığını belirtmek gerekir. “Soy kütüğü” ve “yol kütüğü” denilen
iki tür şecerename vardır. Tarikat büyüklerinden
herhangi birinin baba, dede, büyük dedelerinin
adlarını bildirenlere “soy kütüğü”, tarikat usul
ve âdâbını ve pirlerinin isimlerini kaydeden “yol
kütüğü”denir. Nitekim Ahi şecerenameleri “yol
kütüğü” tarzında hazırlanmış şecerelerdendir.
Altını özellikle çizerek vurgulamak gerekir ki,
Ahi şecerenameleri yalnızca sözü edilen silsileleri vermekle kalmayıp daha birçok bilgiyi içinde
barındıran belgelerdir ki, asıl önem ve değerleri
de buradadır.
Ahi şecerenameleri, Ahi ocaklarında çıkabilecek
türlü problemlerin hallinde başvurulacak dayanak, mahfildeki törenlerin yönlendirilmesi ve
unutulmamasını sağlayan bir kılavuz konumundaki eserlerdir. Bunlar, diğer şecereler gibi çoğunlukla “tomar” dediğimiz, rulo şeklinde dürülmüş, metrelerce uzunlukta, yaklaşık 20-40 cm
arasında değişen muhtelif genişlikte belgelerdir.
Kalın abadî kâğıtlara, sırtı bezle takviye edilmiş
kâğıtlara veya keçi, ceylan vs. hayvan derilerine
yazılabilmektedir. Hemen tamamı birbirine eklenmiş parçalardan oluşur. Yine hemen hepsinin
baş kısmı benzer şekilde kabaca hazırlanmış
mihrabiyelerle süslemiştir. Bazı tomarların kapaklı, silindirik mahfazaları da (kubur) vardır ki
böyle şecerelerin zamanın tahribatına karşı daha
iyi korunduklarını söyleyebiliriz.
257
A
A
258
n
s
i
h
k
Ahi şecerenameleri, fütüvvetnamelerdeki doğrudan Ahileri ve Ahi ocaklarını ilgilendirmeyen
konulardan ayıklanmış şekilde fütüvvet usûl ve
erkânının özet olarak anlatıldığı, tekke içi erkân,
usul ve kaidelerle, Ahilerin gündelik hayattaki ekonomik ve hukukî faaliyetlerine dair Ahi
ocaklarının tüzüğü olmak üzere kaleme alınmış
eserlerdir. Ahilik kültürü, Xx. yy. başlarına kadar
kuşaktan kuşağa fütüvvetnameler ve şecerenamelerle taşınmıştır.
Ahi şecerenameleri, fütüvvetnamelerde ele alınan
“fütüvvetin kaynağı, Ahi ocağında adap kuralları,
şed kuşanma” gibi hususları özet olarak ele alır.
Ancak Ahiliğin pratik yönünü ilgilendiren hususlar göz önüne alındığında tam tersine şecerenameler erkândan teşkilâtın işleyiş usullerine, cezalandırma metotlarına kadar çok daha ayrıntılıdır.
Başka bir deyişle fütüvvetnameler teorik ağırlıklı
iken şecerenameler doğrudan pratiğe yönelik
eserlerdir. Fütüvvetnameler arasında kısmen telif sayılabilecekler bulunsa da öz itibarıyla çoğu
Farsçadan tercümedir. Halbuki Anadolu’daki Ahi
tekkelerinin (ocak, lonca) işleyişine dair kalıcı
bir “tüzük” ortaya koymak maksadıyla hazırlandığı anlaşılan Ahi şecerenamelerini bu yönüyle
hem telif, hem de fütüvvetnamelere göre daha
millî veya yerel karaktere sahip; genel değil daha
özel konuları ele alan eserler olarak tanımlamak
mümkündür. Başka bir deyişle fütüvvetnameleri
fütüvvet erbabı için bir “anayasa”ya, birçoğu Ahi
Evran’ın mesleği olan debbağ esnafına hitap etmek üzere yazılan Ahi şecerenamelerini ise Ahiler
için yazılmış“tüzük”lere benzetebiliriz.
Şecerenamelerde dil ve imlâ kusurlarına sık
rastlanır. Bunu, şecerenamelerin debbâğ esnafı
tarafından, yani tahsil ve bilgi düzeyi sınırlı olan
kesimlerce çoğaltılmış olmasına bağlamak yanlış olmaz. Halbuki fütüvvetnamelerde bu türden
hatalara pek rastlanmaz ve şecerenamelere göre
edebî değeri de haiz metinlerdir.
Çoğu birbirine benzeyen, hatta bazıları çok az
farklarla birbirinin kopyası olan Ahi şecerenamelerinin bugün muhtelif yerlerde, cetleri içinde “Ahi
Baba” olan ailelerin ellerinde olduğunu tahmin
ediyoruz. Nitekim Enver Behnan Şapolyo’nun “Ahi
Evran yakınlarından” Enver Kardeş’in elinde biri
şecerename olmak üzere Ahilikle alâkalı 43 adet
belge olduğunu söylemesine ve bugüne kadar yayımlanan şecere ve icazetnâme metinlerinin tespit
edildiği yerlere bakıldığında bu durum görüldüğü
gibi Kırşehir Müzesi’nde bulunup Müze’deki diğer
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Ahilik belgeleriyle birlikte tamamı yayımlanan
şecerenameler de ailelerden yapılan bağışlarla
temin edilmiştir (Bunun, Ahiliğin tamamen bir
sivil toplum kuruluşu olmasıyla ilgili olduğu
gözden uzak tutulmamalıdır.)
Yukarıda zikredilen münferit çalışmalardan
başka Ahi Sinan Şeceresi üzerine yapılan bir
doktora tezi, Kırşehir Müzesi’nde bulunup
Müze’deki diğer Ahilik belgeleriyle birlikte tamamı yayımlanan şecerenameler, yine M. Ali
Hacıgökmen’in bir tebliği ile M. Fatih Köksal’ın
konferansı, Ahi şecerenameleriyle alâkalı neşredilmiş belli başlı çalışmalar olarak zikredilebilir.
Bütün şecerenamelerde standart bir sıra izlenmemekle birlikte ortalama bir Ahi şeceresinin
muhtevası genel olarak şu sıraya göre tertip
edilir: Besmele, hamdele ve salveleyle başlandıktan sonra verilen peygamberlik silsilesi, hususiyle Hz. Âdem’in ilk şed kuşanan kişi olmasına dair rivayeler; Ahi Evran’ın menkıbeleri,
kerametleri; şecere / silsile kısmı; debbağlık
mesleğinin kutsiyetine dair anlatılar; Ahi ocaklarındaki fiilî işleyiş, iktisadî ve hukukî uygulamalar; fütüvvet erkân ve âdâbına dair bilgiler;
Ahi mahfilinde sağ ve sol tarafta oturacak esnaflar ve bu meslek erbabının pirlerinin isimlerinin bulunduğu cetveller. Bütün Ahi şecerelerinde bu bölümlerin hepsi bulunmamakla
birlikte genel konular ve diziliş bu şekildedir.
Ahiliğin uygulamaya yönelik tarafını, kelimenin
tam manasıyla “yaşanan Ahilik”i öğrenebilmek
için birincil başvuru kaynaklarının Ahi şecerenameleri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu
önemine rağmen, üstelik yeterli veri elde edilebilecek kadar şecere metni de yayımlandığı
hâlde bu değerli metinlerin, tarih, iktisat tarihi,
sosyoloji, tasavvuf tarihi, halkbilim, dil ve edebiyat gibi konuyla ilgili alanların uzmanlarınca
yeterince çalışılmamış olmasını önemli bir eksiklik olarak kaydetmek gerekir.
KAYNAKÇA:
Şemseddin Sâmî, Kamûs-ı Türkî, İstanbul 1317; Mehmet Zeki
Pakalın, Osmanlı Tarih ve Deyimleri Sözlüğü, III, Ankara 1993;
Nazmi Tombuş, “Ahiler IV –Terimler ve Törenler”, Çorumlu,
sy. 42, 1943, s. 1217; Enver Behnan Şapolyo, Kırşehir Büyükleri, Ankara 1967; Cemil Cahit Güzelbey, “Bir Ahi Şeceresi”,
Türk Kültürü ve Ahilik XXI. Ahilik Bayramı Sempozyumu Tebliğleri (13-15 Eylül 1985 Kırşehir), İstanbul 1986, s. 235-241;
Ferhat Ecer - Arif Yıldırım, “Ahi Birlikleri ve Bir Belge”, Türk
Dünyası Araştırmaları, sy. 53, 1988, s. 171-181; Sadi Bayram,
“Ahilik ve Bir Ahi Şeceresi”, TTK Belleten, sy. 222, 1994, s.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
295-309; M. Fatih Köksal-Orhan Kurtoğlu-Hasan Karaköse-Özer
Şenödeyici, Kırşehir Müzesindeki Ahilik Belgeleri (Ahi Şecerenameleri, Beratlar, Vakfiyeler), Ankara 2008; M. Fatih Köksal,
“Ahilik Bilgisinin Temel Kaynaklarından Ahi Şecerenameleri”,
Ahilik Uluslararası Sempozyumu “Kalite Merkezli Bir Yaşam”
Bildiri Kitabı, Erciyes Üniversitesi, Kayseri 2011, Kayseri 2011,
s. 273-297; M. Ali Hacıgökmen, Ahi Sinan bin Ahi Mes’ûd ve Şecerenamesi, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora
Tezi, Konya 2001; M. Ali Hacıgökmen, “Ahi Şecerenamelerinin
Tarihî Temeli ve Yazılış Sebepleri”, II. Ahi Evran-ı Veli ve Ahilik
Araştırmaları Sempozyumu – Bildiriler 13 Ekim 2006 Kırşehir,
Ankara 2007, s. 285-296; Muharrem Bayar, “Arşiv Vesikalarına
Göre Bolvadin’de Ahilik Teşkilâtı ve Bir Ahi Şeceresinin Tanıtımı”, G.Ü. I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu
(12-13 Ekim 2004, Kırşehir), I, Ankara 2005, s. 129-161; Nebi
Bozkurt, “Şecere”, DİA, XXXVIII,s. 403.
Mehmet Fatih KÖKSAL
ŞED BAĞLAMA
“Bir şeyi sıkıca ve sağlamca bağlamak” anlamındaki Arapça “şedde” fiilinden türeyen şed kelimesi, sözlükte “yünden veya pamuktan imal edilen
bağ, kemer, bele sarılan kuşak ve peştamal” anlamındadır. İslam kültüründe kendini fütüvvet ve
tasavvuf yoluna vermiş kişinin yola bağlandığını,
inancına sadık olduğunu bildiren bir şiârdır.
Bu şiârın tatbiki Türkçe’de “şed bağlamak, şed
kuşanmak, bel bağlamak, peştamal sarınmak”
şeklinde ifade edilmiştir. Şed bağlayarak yola
girenin beli ve karnı haramdan, dili gıybet, bühtan ve beyhûde sözlerden, eli halkı incitmekten,
ayağı Hak rızâsına uymayan yerlere gitmekten,
gönlü hırs ve emelden bağlanır. Bunlara karşılık
cömertliği, keremi, tevazuu, affı, mahviyeti ve idraki açılır.
Kur’an-ı Kerim’de şed bağlamaya dair doğrudan
bir atıf yoktur. Ancak şed bağlamanın esaslarının açıklandığı fütüvvetnâme türü eserlerde Hz.
Musa’nın kardeşi Hz. Harun hakkında “onunla
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
benim gücümü pekiştir” (Tâhâ, 20/31) şeklinde
Allah’a yakardığı belirtilmekte ve bu ayette geçen “üşdüd” (pekiştir) fiilinin köken itibariyle
“şed”de işaret ettiği ileri sürülmektedir.
Fütüvvetnâmelerde şed kuşanma geleneği Hz.
Adem’e kadar çıkarılır. Sözünde durması,
vefakâr olması, şeytana ve nefse muhalefet etmesi, dünyaya muhabbet beslememesi, kaza ve
kadere sabretmesinin nişânesi olarak Cebrâil
Hz. Adem’e şed bağlamıştır ki buna “şedd-i vefâ”
denir. Yine fütüvvet ehline göre şed ve fütüvveti
simgeleyen diğer kisveler Cebrâil vasıtasıyla Hz.
Peygamber’e gelmiş, o da bu kisveleri Hz. Ali’ye
giydirmiştir. Bu sebeple fütüvvet ehlinin (fityân)
önderi Hz. Ali kabul edilmiştir.
Hz. Ali’den sonra şed ananesi Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin ile devam etmiştir. Kaynaklarda ayrıca
Hz. Ali’nin sahabeye bağladığı yedi tür şedden
bahsedilir. Bunlar elifî, çevgânî (mahfî), lâm-elifî,
kavsî, mihrâbî, Süleymânî ve Yûsufî’dir ki her
biri bir manaya sahiptir. Hz. Ali’nin sahabeden
şed bağladığı dört kişi ile tarikat rükünlerinin
İslâm memleketlerine nüfuz etmesi sağlanmıştır.
Selmân-ı Fârisî Irak’a, Süheyb b. Sinân er-Rumî
Anadolu’ya, Zünnûn-ı Mısrî Mısır’a, Seyf-i Yemenî
Yemen’e gönderilmiştir. Bu dört kişi halka muhabbet ile muâmele etmişler, mülâyim bir dil ve
üslup ile fütüvvet erkânını yükseltmişlerdir.
Şed bağlamak, gerek fütüvvet ehline mensup
olan Ahilerde gerek tarikatlarda belli bir âdâb
ve erkân dahilinde uygulanmıştır. Şed bağlama
merasimine ism-i celâlden sonra Hz. Peygamber,
Hz. Ali ve evladının isimlerini zikrederek başlamak esastır. Şeddi bağlayana “refîk”, bağlanan
kimseye “tâlib” denilir.
Şed genellikle düğümlenir, bir toka ile tutturulur
ve bir kaç kez bele sarılırdı. Çoğunlukla boyun
atkısına benzer şekilde yünden yapılırdı. Deriden, ipten ve bezden mamûl olanları da olurdu.
Şeddin zımmîlerin ve gayr-ı müslimlerin kuşandığı zünnâra benzememesi şartı vardı. Şed merasimi tâlibe tuzlu su (şürb) içirilmesiyle son
bulurdu. Su hikmeti, tuz ise adaleti simgelerdi.
“Meşdûd” veya “meşdûdu’l-vasat” adı da verilen
fütüvvet tâlibi şed kuşandıktan sonra bir imtihan
sürecine sokulurdu. Eğitimini tamamladıktan
sonra şalvar (sirvâl) giydirilirdi.
Fütüvvet ehline mahsus bu merasimin bir benzeri esnaf teşkilatı olan Ahi zümrelerinde ve loncalarda da vardır. Ancak bu teşekküllerde belli
259
A
A
n
s
i
h
k
meslek grubunun piri addedilen bir sahabenin
veya evliyanın ismi zikredilmiştir. Mesela kahveciler esnafının şed kuşanırken Şaziliyye tarikatının
piri İmam Şâzeli’nin adını anmaları âdettendir.
Osmanlı’da her bir esnaf teşkilatının kendine has
şed bağlama şekli ve merasimi vardı. Meddahlara
şedd-i elîfî (şedd-i Rumiyân), gaza ehline şedd-i
kavsî (şedd-i fâhirân), sakalara şedd-i lâmelîfî
(şedd-i iştirâk), savaşlarda çadır kurup döşeyen
ferrâşlara şedd-i süleymânî (şedd-i hâdimân),
dervişlere şedd-i yusûfî (şedd-i mısriyân), seccâde
sahibi şeyhlere şedd-i mihrâbî (şedd-i tâziyân),
cerrâh, kasap ve hamam hizmetçilerine şedd-i
hafî kuşatılırdı.
Fütüvvet düsturunun mirasçılarından olan sûfî
tarikatlar arasında şed kuşanma geleneği kısmen birbirinden farklılıklar gösterir. Bu gelenek
tatbikatta öncelikle Abbâsî Halifesi en-NâsırLidînillâh tarafından Bağdat’ta kurulan fütüvvet
teşkilâtının şeyhi Şihâbeddin Ebû Hafs Ömer
es-Sühreverdî’nin (ö. 632 / 1234) nezâreti altında gerçekleşmiştir. Sühreverdî Avârifu’l-maârif’te
seyahata çıkmadan önce şedd kuşanmanın Hz.
Peygamber’in sünneti olduğunu ifade eder. İbn
Battuta Seyahatnâme’sinde Kahire hângâhlarına
uğrayan sûfîlerin şed kuşandıklarını nakleder.
Şed bağlamak İslam tarikatlarının çoğunda XVI.
asırdan itibaren farklı adlarla olsa da tarikat
erkânından kabul edilmiştir. Şeddin rengi siyah,
kırmızı, beyaz ve yeşil olmak üzere tarikatlar arasından farklı farklıdır.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ŞEHBENDER
RAPORLARINA GÖRE
I. DÜNYA SAVAŞI
ÖNCESİ OSMANLI TİCARETİ
Bayram Nazır’ın hazırlanan bu eser (İstanbul
2010) toplam 139 sayfadır. Üç bölümden oluşan eserin aslı, yazarı belli olmayan, 1916’da
yayımlanan Ticaret Layihaları adlı basılı kitabın
yeniden değerlendirilmesi mahiyetindedir. Sonuç
ve Kaynakçası bulunmamaktadır. Girişinde şehbenderlikle ilgili kısa bilgi verilir. Buna göre şehbenderler, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren görevlendirilen ticaretle ilgili konsoloslardır.
İlk bölümde I. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı
Devleti’nin siyasî, ekonomik durumu, 1886-1914
arası borçlanma ve Alman nüfuzu üzerinde durulur. İkinci bölüm, yine I. Dünya Savaşı öncesi
Osmanlı Devleti’nin İngiltere ve Avusturya ile ilişkilerine tahsis edilmiştir. Üçüncü ve son bölümde I. Dünya Savaşı öncesi Osmanlı Devleti’nin
Rusya, Fransa, İran ve Almanya ile ticarî ilişkileri, Hocabey, Tiflis, Dunkerque (Fransa), Tahran,
Tebriz, Bremen, Leipzig şehbenderlerinin raporlarına göre verilir. Eserin sonunda ticaret erbabı
ve ticarî mekânlarla ilgili on dokuz resim ve fotoğraf bulunmaktadır.
Caner ARABACI
KAYNAKÇA:
Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî, Avârifu’l-maârif, (Gazzâlî, İhyâ’
[Beyrut], V içinde), s. 95; İbn Battûta, er-Rihle (nşr. Kerem elBustânî), Beyrut 1384/1964, s. 38, 274; J. K. Birge, The Bektashi
Order of Dervishes, London 1937, s. 170, 181, 192, 234-235; J. S.
Trimingham, The Sufi Orders in Islam, Oxford 1971, s. 35, 185; Fr.
Taeschner, Zünfte und Bruderschaften im Islam, Zürich-München
1979, s. 116, 139, 141, 162, 585; Abdülbaki Gölpınarlı, “Şedd”, İA,
s. 378-381; aynı yazar, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, İstanbul 1963, s.
16-17, 44; aynı yazar, “İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı”,
İÜİFM, XI(1949-1950), S. 1-4, s. 28, 29, 40, 86; Mustafa Kara,
Din, Hayat, Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul 1980,
s. 166-168; Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahîlik, Konya
1981, s. 45-47, 156-157, 181; Nurhan Atasoy, Derviş Çeyizi, Ankara 2000, s. 243; Derya Baş, Seyyid Ahmed el-Bedevî Tarikatı ve
İstanbul’da Bedevîlik, İstanbul 2008, s. 442; Hamid Algar, “Şed”,
DİA, XXXVIII, s. 405.
Semih CEYHAN
260
ŞEHR-ÂŞÛB
(bk. ŞEHRENGÎZ)
ŞEHRENGÎZ
Meslek ve esnafların tanıtıldığı, dîvân edebiyatında bir şehir ile o şehrin güzellikleri hakkında
yazılan manzum eserlere “şehrengîz” denilmiştir. Bu tabir “şehr” kelimesinin “tahrik etmek,
uyandırmak, heyecanlandırmak” anlamına gelen
Farsça “engihten” fiilinin “engîz” emir köküyle
birleşmesi sonucu “şehr-engîz” birleşik ismi ortaya çıkmıştır. Şekil ve içerik olarak farklılıkları
varsa da, çoğunlukla bir şehri veya şehirle beraber onun güzel yön ve kişilerini tanıtan eserlerdir. Farsça’da aynı tür eserler “şehr-engîz,
şehr-âşûb, âlem-âşûb, cihân-âşûb, dehr-âşûb,
A
A
n
s
i
h
k
i
l
felek-âşûb, karnâme, lâlezâr” gibi başlıklar altında kaleme alınmıştır. Agâh Sırrı Levend, Türk
edebiyatında 46 adet şehrengîz tespit etmiştir.
Osmanlı edebiyatında bu türün ilk örnekleri XVI.
yüzyılın başında (1512) Mesihî’nin yazdığı Şehrengîz der medh-i evvânân-ı Edirne adlı Edirne
Şehrengîzi ile Zatî’nin yazdığı Şehrengîz-i Edirne
(1512) isimli eserleridir. Bunları Çorlulu Kâtib’in
İstanbul ve Vize Şehrengîzi (1513) ve Taşlıcalı
Yahya’nın İstanbul ve Edirne Şehrengîzleri (1522)
izlemektedir.
Eserlerin giriş bölümünde tevhîd, münacat ve na’t
gibi başlıklara yer verildikten sonra şehir hakkında bilgi verilir ve şehir birkaç beyitle övülür. Bu
bölümden sonra da şehrin mahbûbları yani ileri
gelen sevilen ve sayılan insanları övülür ve tanındıkları yönleriyle tasvir edilir. Bu bölümde mahbupların vücut yapıları ile icra ettikleri mesleklerden de bahsedilir. Şehrengîzler, İstanbul, Edirne
ve Bursa başta olmak üzere Osmanlı topraklarındaki birçok şehir için kaleme alınmıştır.
Türk Edebiyatına muhteva açısından bakıldığında
çeşitli şehrengîz çalışmalarından söz edilir. Bunlardan ilki tek bir güzele ait olup hasbihal veya
sergüzeştnâme tarzında yazılan ve şehrin tasvirine
yer verenlerdir. Çorlulu Kâtib’in İstanbul ile Vize
hakkında 919 / 1513’te kaleme aldığı şehrengîzle
Enderunlu Fâzıl’ın Defter-i Aşk adlı eseri böyledir. Daha yaygın olan ikinci tip sehrengîzlerde
ise çoğunluğunu esnafların oluşturduğu “Evsâf-ı
Hûbân” başlığında meslek ve esnaf tanıtımı ele alınır. Bu tip şehrengîzlerde şehrin tabii ve tarihî güzelliklerinden kısaca söz edildikten sonra şehrin
güzel görünenleri tasvir edilir. Mesîhî’nin Edirne
Şehrengîzi, İsmâil Belîğ’in Bursa Şehrengîzi, Enderunlu Fâzıl’ın Çenginâme’si ile Zenannâme’si
ve Ravzî’nin Edincik Şehrengîzi bu türdendir. Bir
üçüncü tip ise Lâmiî Çelebi’nin Bursa Şehrengîzi
ve Nâzikî’nin yine Bursa’yı öven manzumesi gibi
bir şehrin sadece gezip görülmeye değer doğal güzelliklerini, tarihî mekânlarını ve sosyal özelliklerini öne çıkaran şehrengîzlerdir.
Esnaf tanıtımına ağırlık veren şehrengîzlere örnek olarak Ravzî’nin Edincik Şehrengîzi’nde dokuzuncu bentten itibaren her bentte bir “güzel”
olmak üzere 95 kişi meslekleriyle beraber tanıtılmıştır. Bu şehrengîzde geçen meslek isimleri kılıcçı, bakkal, börekçi, kasap, bâfende/dokumacı,
sanatkâr, neccar, helvacı, suhte, berber, dellak,
baçmakçı ve bende/hizmetçi olarak yer alır. Kasaptan bahsederken: Biri Turmus Bali’dür kasab-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
lık san‘at ana / Dahı koyunda yaraşur kuzıdur ol
bì-vefa dizeleri gibi birçok meslek erbabı manzumda tanıtımı yerini alır. Dokumacı dizleri de
şöyle başlar: Biri bir bâfendedür ismi Murad-ı
bî-vefâ / Hûb-rûlarda bulınmaz ana benzer pürsafâ.
Bursa şehrengîzlerinde çoğunluğunu çarşı esnafının oluşturduğu toplam elli dört “hûbân”’a
yer verildiği tespit edilmiştir. Şehrengîzler, Türk
halk şiirindeki “esnaf destanlarının” divan şiirimizdeki karşılıklarıdır. XVI. yüzyılın başlarında yaşadığı sanılan halk şairlerimizden Ravzi
Esnaf Destanı’nda destanın tamamında, sahaf,
hakkâk, kâğıtçı, saatçi, kuyumcu, sarraf, aşçı,
fırıncı, yemişçi, şekerci, helvacı, bakkal, kasap,
tütüncü, kahveci, bezzâz, terzi gibi şehir esnafının güzelliklerini anlatır. Ravzî’nin Edincik’le ilgili muhammes şehrengîzinde, şahıslar tanıtılırken doğrudan veya dolaylı olarak o dönemde var
olan bazı görev alanlarını ve serbest meslekleri
tanıtılmıştır. Ayrıca bazı meslekler, o meslekle ilgili kavramlar etrafında o mesleklerin devrindeki
icrası ile ilgili daha geniş bilgilere yer verilmiştir.
Mesnevi tarzında yazılmış Nüvîsî Şehrengîzi, İstanbul için yazılmış en iyi şehrengîzlerinden biridir.
Esnaf üzerine yazılan şiirlerin Anadolu’da eski
bir geleneği Selçuklu döneminde, 588 (1192)
yılında yazılmıştır. Farsça, Mecma‘u’r-rubâ’iyât
adlı bir rubailer mecmuasından seçilerek aktarılmış bölümler arasında meslek erbabı ve adı
verilerek kaydedilmiş; bazı erkekler üzerine söylenmiş rubailer de yer almıştır. Ahmet Ateş’in
yayınladığı eserin fihristine göre kasap, kebapçı, külahçı, kemankeş, nakkaş, nalbant, boyacı,
ekmekçi, seyis, saraç, sarraf, hallaç, terzi, hacamatçı üzerine şiirler vardır.
İran edebiyatında benzer konular şehr-âşûb
türü altında yazılmıştır. Yapılan araştırmalar,
XVI. yüzyılda Farsçada bu türün artık gelenekselleşmiş olduğunu daha önceki yüzyıllarda bu
tip şiirlerin yazıldığını ortaya koymaktadır. İran
edebiyatında daha eskilere, X. yüzyıla kadar giden ve çarşı esnafına yönelik tasvirler içeren
birçok rubai yazılmıştır. Bunlar ayrı eserler olarak ya da şairlerin divanları içinde bir bölüm
olarak yer almıştır. Kumlu Vahidî’nin Tebriz,
İsfahanlı Harfî’nin Gilan için yazmış oldukları
şehr-âşûblar bunun en iyi örnekleri arasındadır.
Kişilere değil, meslek erbabına yönelik olarak yazılmış aşk şiirleri olarak ortaya çıkan İran edebi-
261
A
A
n
s
i
h
k
yatındaki şehr-âşûb türünün ilk gerçek örneği XII.
yüzyıl şairlerinden Mes’üd-i Sacd-i Selmân’ın (ö.
515 / 1121-1222) çarşı esnafının güzelleri üzerine yazdığı eseridir. Daha sonra Şehrâşûbnâme-i
Buhârâ’î, Şehrâşûbnâme-i Lisânî-yi Şirâzî,
Şehrâşûbnâme-i Mirzâ Mahmud Seyfî ve
Şehrâşûbnâme-i Seyfi-yi Semerkandî gibi eserler gelmektedir.
KAYNAKÇA:
Agâh Sırrı Levend, Türk edebiyatında şehr-engizler ve şehrengizlerde İstanbul, İstanbul 1958; Fatih Tığlı, “Klâsik Türk Edebiyatında Şehrengiz Çalışmaları Hakkında Bibliyografya Denemesi”, Turkish Studies, II/4(2007), s. 763-770; Ahmet Ateş, “Hicrî
VI-VIII. (XII-XIV.) Asırlarda Anadolu’da Farsça Eserler”, Türkiyat
Mecmuası, VII–VIII (1945), s. 94–135; Emine Tuğcu, Şehrengizler
ve Âyîne-i Hûbân-ı Bursa: Bursa Şehrengîzlerinde Güzeller, Bilkent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Edebiyatı Anabilim Dalı Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2007; Metin
Akkuş, Türk Edebiyatında Şehr-engizler ve Bursa Şehr-engizleri,
Erzurum Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk
Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,
1987; Abdülkerim Gülhan, “Şehrengiz Türü ve Ravzî’nin Edincik
Şehrengîzleri”, Turkish Studies, VII/2(2012), s. 515–545; Nuran Tezcan, “Güzele Bir Şehrengizden Bakış”, Türkoloji Dergisi,
I/11(2001), s. 161-194; Seyyid Kazım Rûhânî, “Me’hazşinâsî-yi
Esnâf”, Keyhân Endîşe, S. 18(1367), s. 96-103; J. T. P. de Bruijn,
“Shahrangiz 1 In Persian”, EI2 (İng.), IX, s. 212; Talat Sait Halman,
“Shahrangiz 2 In Turkish”, EI, (İng.), IX, s. 212-213; Mirza Ali
Ekber Han Dihhudâ, Lugâtnâme, IX, (yay. Muhammed Muin-Seyyid Cafer Şehidi), Tahran 1373, s. 12873-12875; Bayram Ali Kaya,
“Şehrengîz”, DİA, XXXVIII, s. 461-462.
Rıza KURTULUŞ
ŞEKER, MEHMET
262
(d. 1947)
İbn Battuta’ya Göre Anadolu’nun Sosyal-Kültürel ve İktisadî Hayatı ile Ahîlik (Ankara 1993)
adlı eserin yazarıdır. İzmir’de doğdu. İlk, orta ve
yüksek öğrenimini İzmir’de tamamladıktan sonra değişik ortaöğretim kurumlarında Din Bilgisi
dersi öğretmenliği yaptı. 1975 yılında Erzurum
Yüksek İslâm Enstitüsü öğretim görevliliğine
atandı. 1979’da İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü’ne
nakledildi. 1982 tarihinde adı geçen kurumun
İlahiyat Fakültesi’ne dönüştürülerek Dokuz Eylül
Üniversitesi’ne bağlanmasından sonra bu Fakültenin İslâm Tarihi Anabilim Dalı öğretim elemanı
oldu.
Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi’ne
bağlı olarak sürdürdüğü doktora çalışmasını
23.10.1978 tarihinde tamamlayarak İslâm Kurumları Tarihi bilim dalında doktor unvanını
aldı. 1983 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Yardımcı Doçent, 1989 tarihinde
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Doçent oldu. 1995 tarihinde de Profesörlük payesine yükseltildi. Hâlen aynı Fakülte’de öğretim
üyesi olarak çalışmaktadır.
Mehmet Şeker’in değişik bilim kurullarından
aldığı ödülleri vardır. Milliyet gazetesinin 1971
yılında açtığı “Türk Anadolu” konulu yarışmada, “Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve
İslâmlaşması” başlıklı çalışması ile jüri tarafından ikincilik ödülüne lâyık görüldü. 1991 yılında
da Kültür Bakanlığı’nın açtığı “Ahilik Kültürünü
Araştırma” yarışmasında “İbn Battuta’ya Göre
Anadolu’nun Sosyal Kültürel ve İktisadî Hayatı
ile Ahîlik” konulu eseriyle mansiyon ödülü aldı.
Eserleri: Selçuk İsâ Bey Camiî, İzmir
1970; Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve
İslâmlaşması, İstanbul 1973, Gelibolu’lu Mustafa Âlî ve Mevâidü’n-Nefâis fî Kavâidi’l-Mecâlis,
Tahlil ve Tenkîdi, I-II, Erzurum 1978; (Farsça’ya
çev. Ali Ertuğrul-Dr. Nasrollah Salehi, Tahran
1385/2006); İslâm-Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1981 (Ziya Kazıcı ile birlikte); İslâm’da
Sosyal Dayanışma Müesseseleri, Ankara 1984;
İbn Batuta’ya Göre Anadolu’nun Sosyal Kültürel ve İktisadi Hayatı ile Ahîlik, Ankara 1993;
Başşehir Tunus’taki Türkçe Kitâbeler, İstanbul
1994; Anadolu’da Bir Arada Yaşama Tecrübesi,
Ankara 2000; Türkiye Selçukluları ve Osmanlılarda Bir Arada Yaşama Tecrübesi, -Müslim
ve Gayrimüslim İlişkileri, Ankara 2001; Ali b.
Hüseyin el-Amâsî ve “Tarîkü’l-Edeb”i, Ankara
2002; Türkistan’dan Anadolu’ya İnsan ve Toplum Hayatı, Ankara 2005; Anadolu’nun Türkleşmesi ve Kültürel Hayat, İstanbul 2006; Osmanlı
Belgelerinde İhtidâ Kavramı ve Mühtedîler,
İstanbul 2007; Gençler için Hz. Muhemmed’in
Hayatı ve İslâm Esasları, İstanbul 2007;
Türk-İslâm Medeniyetinde Ahîlik ve Fütüvvetnâmelerin Yeri-Seyyid Hüseyin el-Ğaybî’nin
“Muhtasar Fütüvvet-nâme”si, İstanbul 2011;
KAYNAKÇA:
http:// www. kisi.deu.edu.tr/mehmetseker, (Erişim, 04.05.2014)
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
ŞEKER AHİ ZAVİYESİ
Akşehir kazasına bağlı Nadir köyünde idi. Bânisi
belli değildir. 1530 tarihli muhasebe kaydın-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
da ilk defa adının geçtiğine bakılırsa, XV. yüzyıl
sonlarında inşa edildiği söylenebilir. 18 Safer
1264’te (13 Ocak 1848) zaviyenin Durmuş Dedeoğlu Seyyid Ahmed Zaviyesi adıyla da bilindiği
dikkati çekiyor. Bu yapı, kendi vakfı olan bağ ve
bahçelerin ortasında bulunuyordu.
Şeker Ahi Zaviyesi’nin bitişiğinde 1530 tarihinde bir bahçe ile içinde ceviz ağaçları bulunan iki
parça vakıf bağı vardı. Daha sonra vakıf gayrimenkullerinin çoğaldığı anlaşılmaktadır. Buna
göre daha önce zikredilen vakıflarına ilaveten iki
ayrı yerde biri 10, diğeri 25 dönüm olmak üzere
35 dönüm tarla mevcuttu.
KAYNAKÇA:
BOA, EV.TH. nr. 294; 387 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i Karaman ve Rûm Defteri (937/1530), Tıpkı Basım, I, Ankara 1996, s.
79; Fahri Coşkun, 888/1483 Tarihli Karaman Eyaleti Vakıf Tahrir
Defteri, İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk İktisat Tarihi Anabilim
Dalı Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1996, s. 207.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
ŞER‘İYE SİCİLLERİ
Ahilik ve bunun devamı olan esnaf örgütleriyle
ilgili çok sayıda vakfiye, vakıf kaydı ve teşkilatın
yapısına dair belgenin kaydedildiği kadı zabıt
defterleridir. Mahkemeye intikal eden her türlü
dava ve bunların mahkeme sonuçları ile merkezden veya diğer devler otoritelerinden gelen resmî
yazılar belli bir kural çerçevesinde “Sicill-i mahfuz” denen defterlere kaydedilirdi. Türkiye’de
BOA’da sonra Şer‘iye Sicilleri, Osmanlı toplumu
ile ilgili çok zengin belgelerin bulunduğu koleksiyonlardır. Bunlar, şu anda biri BOA’da diğeri
ise İstanbul Müftülük Arşivi’nde olmak üzere iki
ayrı yerde muhafaza edilmektedirler. XV. yüzyıl
ortalarından XX. yüzyıl başlarına kadar kadılar
tarafından tutulan siciller, tarih incelenmeleri sırasında ve özellikle şehir tarihi araştırmalarında
ilk başvurulacak kaynak niteliğindedir. Çünkü ait
olduğu şehrin mahzar, ilam, hüccet, müraseleler,
ve her türlü mahkeme kayıtları, yani hukuki davalar sonucunda verilen hükümler, beledî işlere,
imara, esnaf teşkilatına, fiyatlara, ticarî ilişkilere; beylerbeyinin eyalet, valinin sancak yönetimine dair verdiği emirlere kadar çok geniş sahayı
ilgilendiren kayıtlar Şer‘iye Sicilleri’ne yazılmıştır. Ayrıca merkezî hükümet tarafından gönderilen değişik konulara dair ferman, hüküm, berat,
telhis, buyuruldu, temessük, tezkere gibi yazılar,
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
mahkemede şer‘i işlerden, kazalarda ise icradan
sorumlu olan kadıya hitaben yazıldığı için mahkemelerde bulunan defterlere kaydedilir, bu işlem tamamladıktan sonra emrin uygulanmasına
geçilirdi. Değinilen bu muameleler sırasında davacılar, bazan ellerinde bulunan Osmanlı döneminden önceye ait belgeleri delil olarak sunmuşlar, bunlar Şer‘iye Sicilleri’ne yazılmış, bu suretle
şu anda hiçbir yerde bulunmayan çok önemli
belgeler günümüze ulaşmıştır. Değişik nedenlerle Şer‘iye Sicilleri’ne kaydedilmiş Ahiliğe ve bunların devamı durumundaki esnaflara ait birçok
vakfiye ve vakıf kaydı bulunmaktadır. Nitekim
Konya’daki Ahi Evran Zaviyesi için Emrullah kızı
Hacce Asiye Hatun bir vakıf kurmuş; 2 Recep
1097/25 Mayıs 1686 tarihli sicile bunu şahitler
huzurunda kaydettirmiştir. Aynı Ahi zaviyesi’yle
ilgili birçok kayıt KŞS’de tespit edilmiştir. Osmanlı döneminde diğer kazalarda tutulan Şer‘iye
Sicilleri’nde de bunlara benzer çok sayıda belge
mevcuttur.
Şer‘iye Sicilleri’ndeki zengin arşiv malzemesine
bakarak T. Mümtaz Yaman, bunların “Hazine-i
Evrak kayıtları derecesinde ehemmiyetli birer
menba” olduğunu söylenmekten kendini alamamıştır. Gerçekten Şer‘iye Sicilleri içerdikleri arşiv malzemesi yönüyle Osmanlı Devleti’nin bir
nevi taşra arşivlerinin ana kaynağı konumunda
bulunuyordu. Şer‘iye Sicilleri’nin işaret edilen
özellikleri, Batılılaşma hareketleri nedeniyle kadıların yetkilerinin sınırlandırılması üzerine XIX.
yüzyılın ikinci yarısından sonra kısmen kaybolmuş, sınırlı sayıda hukuki dava defterlere kaydedilir hale gelmiştir.
Şer‘iye Sicilleri’nin bir kısmı günümüze kadar
gelmiş, büyük bir kısmı ise 1930’larda vilayetlerde kurulmuş arşiv teşkilatı olmadığı için ihmal
sonucu kaybolmuştur.
KAYNAKÇA:
Yusuf Küçükdağ, “Türk Hukukunun Otantik Kaynaklarından
Kadı/Şer’iye Sicilleri”, Hukuk Araştırmalar Dergisi, sy. 2, s. 2526; aynı yazar, “Konya Ahi Evran Zâviyesi ve 1097 H/1687 M
Tarihli Vakfiyesi”, Türk Tasavvuf Araştırmaları, Konya 2005, s.
47-51.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
ŞEYH AHMED ZAVİYESİ
Samsun’un Bafra ilçesinde kurulmuş olan bu
Ahi zaviyesi, arşiv belgesinde Geyik Koşan zavi-
263
A
A
n
s
i
h
k
yesi adı ile de kayıtlıdır. Bu zaviyenin ne zaman
ve kim tarafından kurulduğu bilinmiyor. Ancak
1291 (1876) tarihli zaviyeye ait vakfın muhasebe kaydında mutasarrıf olarak Abdi adlı şahıs
görülmektedir. Mezkur yılda zaviyenin geliri
585 kuruştur. Arşiv belgelerinde bu tarihten
sonra zaviyenin izine rastlanmamaktadır. Bu
durum zaviyenin yok olduğunu göstermektedir.
KAYNAKÇA:
BOA,EV.MH,nr.1843/306.
H. Mustafa ERAVCI
ŞEYH EDEBÂLİ MESCİDİ
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda rol oynayan
Şeyh Edebâli adına yaptırılmıştır. Bilecik’te
Cumhuriyet mahallesinde, Orhan Gazi
Camii’nin 50 m kuzeydoğusunda eğimli bir arazi üzerine inşa edilmiştir. Dikdörtgen planlı yapının üzeri alaturka kiremit kaplı kırma çatı ile
örtülüdür. Kitâbesi bulunmayan Şeyh Edebâli
Mescidiyle Türbesinin Osman Gazi döneminden kaldığına dair bazı rivayet ve söylentilere
yer verilse de böyle bir ihtimalin olması mümkün görünmemektedir.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
mescid ve içinde sandukaların bulunduğu Şeyh
Edebâli mekânı bulunmaktadır.
Mescid, Şeyh Edebâli Türbesi’nin doğu duvarına
bitişik olarak inşa edilmiştir. Doğu ve batı cepheleri sağır tutulan mescidin güney cephesinde
dikdörtgen formlu alçı şebekeli iki adet pencere bulunurken, kuzey cephede giriş kapısının
iki yanında birer adet olmak üzere dikdörtgen
formlu, ahşap kanatlı pencerelerle yapının aydınlatılması sağlanmıştır. Duvarları içten ve dıştan
sıvalıdır. İçeriye kuzey cephenin ortasında yer
alan iki kanatlı, dikdörtgen formlu bir kapı ile
girilir. Harim mekânı kareye yakın dikdörtgen
planlı olup, 4.80 x 6.15 m ölçülerindedir. Kıble
duvarının ortasında yarım daire planlı mihrap
yerleştirilmiş, yüzeyi de daha sonraki dönemlere
ait yeşil ve mavi renklerin hâkim olduğu bitkisel
bezemeler ile bunların altında uçları saçaklı perde motifi ile süslenmiştir. Mihrabın iki tarafında,
duvara paralel uzanan zeminden yaklaşık 0.25
m yükseklikteki sekilerin yanında, baklava dilimi motifli, alçı şebekeli pencereler vardır.
Mescidin ahşap tavanı kuzey- güney doğrultusunda alttan çakmalı çıtalarla süslenmiştir. Ampir tarzdaki üslubuyla dikkati çeken tavan göbeği
oval biçimli bir semse motifi ve onun ortasında
sarkıt şeklinde yerleştirilmiş narçiçeği motifinden oluşmaktadır.
KAYNAKÇA:
S. Ünal, Bilecik’teki Osmanlı Dönemi Yapıları, SÜ Sosyal Bilimler
Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya 2008, s. 20-21;
Anonim, Türkiye’de Vakıf Abideler ve Eski Eserler, II, Ankara
1983, s. 69-71.
Osman KUNDURACI
ŞEYH EDEBÂLİ TÜRBESİ
264
Yapının bir avlusu bulunmakta ve avlunun kuzey-doğu köşesinde Orhan Gazi’nin annesi Mal
Hatun’un türbesi yer almaktadır. Avluya giriş
yapının kuzey-batı köşesinden sağlanmıştır.
Beş basamaklı bir merdivenle çıkılan yapının
diğer bölümleri bağdadi duvarlı ahşap tavanlı
odalardan meydana gelir. Yapının iç kısmında kuzey yönünde hayat, doğuda kiler odası,
güneyde bayanların namaz kılması için oda,
Osman Gazi’nin kayınpederi, Osmanlı Devleti’nin
kuruluşunda görev alan Şeyh Edebâli için yaptırılmıştır. Eski Bilecik şehrinde Cumhuriyet
mahallesinde bulunmaktadır. Şeyh Edebâli
Mescidi’nin doğu duvarına bitişik olarak inşa
edilmiştir. Kitâbesi bulunmayan türbenin Şeyh
Edebâli Mescidi’yle aynı tarihlerde yapıldığı düşünülmektedir. Mevcut kitâbeden türbenin 1307
(1889) tarihinde onarım gördüğü anlaşılmaktadır.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ŞEYH EŞREF b. AHMED
FÜTÜVVETNÂMESİ
Kuzey-güney yönünde dikdörtgen planlı olan türbe 4.90 x 9.60 m ölçülerindedir. Türbeye giriş
doğu cephesinin kuzeye yakın bölümünden iki
kanatlı ahşap bir kapı ile sağlanmıştır. Giriş kapısı dikdörtgen formu olup sivri kemerli üçgen
bir alınlığa sahiptir. Türbenin güney cephesinde
alçı şebekeli dikdörtgen formlu düz atkı kemerli
bir pencere ile aydınlatılmıştır. Kuzey ve batı cephelerinde her hangi bir açıklık bulunmamaktadır. Giriş kapısının hemen solunda kalan duvar,
mescidin doğu duvarına bitişik yapılmıştır.
Yapının kapalı mekânı içeriden kuzey ve güney
cephelerde eyvan seklinde düzenlenmiştir. Bu
eyvanlar 2.05 m derinlik ve 0.53 m yükseklikte
sekiye sahiptir. Türbenin orta bölümü kubbe ile
örtülü olup dışarıdan kiremitle kaplanmıştır. İç
mekânda Şeyh Edebâli’nin akrabalarından olan
yedisi büyük dördü küçük on bir sanduka mevcuttur. Bu sandukalardan üç tanesi kuzey taraftaki eyvanla örtülü bölümde yer almaktadır. Bu
bölümün kuzey duvarında ağzı açık bir niş açılmıştır.
Güney taraftaki eyvanın altı boş bırakılmıştır.
Orta bölümün güney yöndeki ilk sandukası diğer
sandukalardan daha büyük yapılmıştır ve Şeyh
Edebâli’ya aittir. Diğerlerinin kime ait olduğu
bilinmemektedir. Türbenin içi oldukça sade, duvarları da beyaz boyalıdır. Kubbe içinde bulunan
kalem işi süslemeler yenidir.
Fütüvvetnâme,“Fâ’ilâtn, Fâ’ilâtün, Fâilün” vezninde yazılmış olup 444 beyitten meydana gelmektedir. XV. yüzyılın ilk yarısında telif edildiği
tahmin edilmektedir.
Müellif eserde iyiliğe yönelmeyi, gafleti bırakmayı öğütler. Aklı nefsin arzularını bırakıp hak yola
girmenin gerekliliğini anlatır. Akıl ile nefis arasındaki münakaşayı hikâye ederek nasihatlerde
bulunur. Nefsin isteklerinden fayda gelmeyeceğini anlayarak tartışmaya son verir. Sıkıntılarını gidermek için gezmeye çıkar. Bu arada bir ihtiyarla
arasında geçen diyalogu anlatır. Bu diyalogda da
önemli öğütlerde bulunur. Dış görünüşün önemli
olmadığını, asıl güzelliğin insanın iç dünyasında
olması üzerinde durur. Er olmak isteyenlerin
öncelikle iç fethini yapması esastır. Erin sözü ve
sohbetiyle gönüller mamur olur. Kendisi için ne
dilerse başkaları aynı şeyleri ister. İlim öğrenme
ve bununla amel etmenin önemine değinir. Bu
hususlara riayet etmeyenleri de tenkit ederek.
KAYNAKÇA:
Şeyh Eşref b. Ahmed, Fütüvvetname, (yay. Orhan Bilgin), İstanbul
1992, s. V-VI.
Bekir ŞAHİN
ŞEYH HABİB CAMİİ
(bk. TABAKHANE CAMİİ)
ŞORBE ZAVİYESİ
(bk. AHİ ŞORBA ZAVİYESİ)
ŞORVE ZAVİYESİ
(bk. AHİ ŞORBA ZAVİYESİ)
KAYNAKÇA:
Selma Ünal, Bilecik’teki Osmanlı Dönemi Yapıları, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya 2008,
s.20-21; Komisyon, Türkiye’de Vakıf Abideler ve Eski Eserler, II,
Ankara1983, s.69-71.
Osman KUNDURACI
ŞEYH AHİ ZAVİYESİ
Kayseri’ye bağlı Develi kasabasında Ahi önderlerinden biri adına tesis edilmiştir. XVI. yüzyılda zaviyenin vakıflarına rastlanması, bu yüzyıl
265
A
A
n
s
i
h
k
içinde veya öncesinde kurulduğunu gösterir. Develü ilçesinde zengin akarı bulunan zaviye sonraki
yüzyıllarda da faaliyetine devam etmiştir. XIX. yüzyıl başında zaviyedârlık görevi Ali, Halil, Mehmed,
Hüseyin, Mustafa’ya tevcih edilmişti. Aşar geliri
ise 4863 kuruştu. 1258 (1842) tarihinde zaviyenin
zaviyedârlığın Seyyid İsmail ve Seyid Ali’nin üzerindeydi. Mezkur yıla ait vakfın geliri 137 kuruş gideri
ise 53 kuruştu. 1290’da (1874) zaviyenin mutasarrıfı Mazbuloğlu Mustafa idi. 1312 (1896) tarihinde
zaviyedârlığı yürüten Seyyid Ahmed Efendi’nin vefatı üzerine oğulları Mahbub, Ahmed ve Abdülhalim
müştereken yürütmeye başlamışlardı.
KAYNAKÇA:
BOA, EV.ZMT. nr.179/59; EV.MKT.CHT, nr. 426; EV.MH, nr.2073/268;
nr.1981.79; 438 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri, Dizin
ve Tıpkı Basım, I, Ankara 1997, s. 591; Mehmet İnbaşı, XVI. Yüzyıl
Başlarında Kayseri, Kayseri 1992, s. 44, 56, 64; M.Akif Erdoğru,
“XVI.Yüzyılda Kayseri’de Ahiler”, EÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, sy. 9, Kayseri 2000, s. 171.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
KAYNAKÇA:
Mikâil Bayram, “Ereğli’de Medfun Olan Şeyh Şihabü’d-din Makbul Kimdir?”, Türkiye Selçukluları Üzerine Araştırmalar, Konya
2005, s. 189-198; Mehmet Ali Hacıgökmen, “Selçuklular Zamanında Ereğli’de Ahiler”, Tarihin Peşinde Uluslararası Tarih ve
Sosyal Araştırmalar Dergisi, sy. 4, Konya 2010, s. 105-120.
Doğan YÖRÜK
ŞEYH BEGİ
Konya’nın tanınmış Ahilerindendir. Ahmed Eflâkî
(ö. 1360), Şeyh Begi’ni “fityânın örneği, zarif arkadaş, kerim dost” gibi sıfatlarla över ve onun
Konya rindlerinin ulularından olduğunu, sultan
ve melikler tarafından kendisine büyük değer verildiğini kaydeder.
KAYNAKÇA:
Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, (çev. Tahsin Yazıcı), İstanbul 1987, s. 230-231.
H. Mustafa ERAVCI
İsmail ÇİFTCİOĞLU
ŞEYH AHİ ZAVİYESİ
Niğde’nin Develi ilçe merkezindeki zaviyenin adının
Şeyh Ahi veya Şeyh Ümmi olup olmadığı meselesi
tartışmalıdır. Şeyh Muhlis’in atası olan Şeyh Ahi’nin
adına kurulan zaviyenin vakfını Eretna Bey’in oğlu
Mehmed Bey’in tesis ettiği anlaşılıyor. 1483’te Şeyh
Muhlis evladının tasarrufunda olan zaviyenin geliri,
gelip geçen yolculara sarfedilmekteydi. Kalan meblağ ise Şeyh İlyas Fakih’e bırakılmıştı.
KAYNAKÇA:
TKGMA, KK, nr. 565, 155a; Atatürk Kütüphanesi (İstanbul), Muallim
Cevdet Yazmaları, 0-116-1, 107a; 387 Numaralı Muhâsebe-i Vilâyet-i
Karaman ve Rûm Defteri (937/1530), I, Dizin ve Tıpkı Basım, Ankara 1996; M. Akif, Erdoğru, “Murad Çelebi Defteri: 1483 Yılında
Karaman Vilâyetinde Vakıflar IV”, Tarih İncelemeleri Dergisi, XIX/2,
İzmir 2004, s.141-176; Seyit Ali Kahraman, XVI. Yüzyıl Başlarında
Karaman Vilâyeti Vakıfları, Kayseri 2009.
Doğan YÖRÜK
ŞEYH BEDREDDİN
266
Ereğlili Tacir Mevdud’un oğlu, Şeyh Evhadüddin-i
Kirmanî’nin halifesi ve Anadolu’daki ilk Ahilerden
Şeyh Şehabeddin Çoban’ın kardeşidir.
ŞEYH EDEBÂLİ
(bk. EDEBÂLİ)
ŞEYH EŞREF ZAVİYESİ
(bk. AHİ EŞREF ZAVİYESİ)
ŞEYH EVHADÜDDİN HÂMİD
EL-KİRMÂNÎ VE EVHADİYYE
HAREKETİ
Mikâil Bayram tarafından kaleme alınan bu eser
(Konya 1999), girişi müteakip dört bölümden ve
155 sayfadan oluşur.
Girişte, Şeyh Evhadüddin Hâmid el-Kirmânî ve
Evhadiyye Tarikatı hakkında yapılan çalışmalar
değerlendirilir ve ayrıca Kirmânî’nin Menakib-ı
Şeyh Evhadüddin Kirmânî adlı eserinin mahiyeti üzerinde durulur.
Birinci bölümde Şeyh Evhadüddin’in adı, soyu,
gençlik ve tahsil devresi, seyahatleri, Anadolu’ya
gelişi, vefatı ve çocuklarıyla ilgili açıklamalara
yer verilir. İkinci bölümde Evhadiyye tarikatının
yapısı ve muhtevası ayrıntılı bir şekilde değerlendirilir. Tarikatın silsilesi, esas ve ilkeleri belirtile-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
rek dayandığı tasavvufî meşrep ve fikir üzerinde durulur. Ardından Türkmenlerin Evhadiyye Tarikatı ve
Evhadüddin Hâmid el-Kirmânî ile olan irtibatlarına
değinilerek tarikatın âdâb ve erkânından bahsedilir.
Üçüncü bölümde Kirmânî’nin kızı Fatma Bacı ve damadı Ahi Evran ile 30’a yakın halife ve müridi hakkında bilgi verilir. Dördüncü bölüm, Evhadüddin
Hâmid el-Kirmânî’nin eserlerinin muhtevası bahsine
ayrılır. Burada Kirmânî’ye ait olan Fevaid (Rubaiyyat), Enisü’t-Talibin ve Celisü’s-Salihin (Rubaiyyat),
Misbâhu’l-Ervâh isimli eserlerin muhteva ve fizikî
vasıflarına dair ayrıntılı bilgi sunulur. Ayrıca Şeyh
Evhadüddin hakkında yegâne bilgi veren Menakib-ı
Şeyh Evhadü’d-din-i Kirmânî isimli eser üzerinde
durularak, bu eserin Türk kültür ve medeniyet tarihi açısından taşıdığı önem hususunda değerlendirmeler yapılır.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
üzere Şeyh Halil adına yaptırılmıştır. 1535 tarihli
olduğu tahmin edilen Karaman Vilayeti Vakıfları
Defteri’nde vakıflarının geçtiğine bakılırsa zaviye,
XVI. yüzyıl başlarında inşa edilmiştir. Şeyh Halil
Zaviyesi, 1535’te, kendi adına Hatunsaray’ın merkezinde zaviye açan Ahi Çahken’e bağlı müritler
tarafından kullanılıyordu. Bunlar, vakıf olarak Digorna köyünde bir çiftlik yerini tasarruf ediyorlardı. Şeyh Halil’in soyundan gelenler zaviyede şeyhliği
yürütüyorlardı.
KAYNAKÇA:
\BOA, EV. BKB. nr. 96; VGMA, nr. 1107, 21a, 26a, 34a; nr. 1119,
115b; nr. 1109, 31a, nr. 1112, 19a, 22b; nr. 1106, 3b; nr. 1108, 5b;
nr.1111, 3a; nr. 557, s. 2; KŞS, nr. 8, s. 297; Karaman Vilâyeti Vakıfları, (haz. Seyit Ali Kahraman), Kayseri 2009, s. 118-119; Yusuf Küçükdağ-Ayşe Değerli, “Hatunsaray Nahiyesi Tekke ve Zaviyeleri”, I.
Uluslararası Hatunsaray (Lystra) ve Çevresi, Tarih, Kültür ve Turizm
Sempozyumu (Bildiriler) 2-4 Ekim 2011, Konya 2012, s. 376.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
Mehmet Ali HACIGÖKMEN
ŞEYH EVHADÜDDİN
KİRMANİ TEKKESİ
ŞEYH İSMAİL VE
AHİ AHMED ZAVİYESİ
Ahiliğin kuruluşunda rol oynayan Şeyh Evhadüddin
Kirmani adına tesis edilen bu tekke, Konya’da Musalla mevziinde Şeyh Sadak Tekesi’nin yanında idi.
Şeyh Sadreddin Konevi’nin hocası, Ahi Evran’ın ise
kayınpederi olan Evhadüddin Kirmani adına burada halen ayakta bulunan türbe ile birlikte Selçuklu sonrasında muhtemelen XV. yüzyıl sonlarında
inşa edilmiştir. Çünkü Şeyh Evhadüddin Kirmani
Tekkesi hakkında Fatih dönemi (1444-1446, 14511481) tahririnde bilgi bulunmamaktadır. Ancak son
dönem Osmanlı belgelerinde, özellikle XVIII. yüzyılda adı çok sık zikredilmektedir. Türbesi ayaktadır.
Tekke bölümünden, herhangi bir eser günümüzde
mevcut değildir.
Hamid sancağında, Gölhisar kazasının Girme köyünde idi. 1501 ve 1530 tarihlerinde zaviyenin zaviyenişini Şeyh İsmail ve Ahi Ahmed idi. Bu sebepten
dolayı zaviyenin bu adla anıldığı anlaşılmaktadır.
Zaviyenin vakıfları arasında bir değirmen ve bir
çiftlik yer vardı.
KAYNAKÇA:
BOA, MAD, nr. 3331, s. 61; 438 Numaralı Vilayet-i Anadolu Defteri
(937/1530), Dizin ve Tıpkı Basım, I, Ankara, 1993, s. 259.
Behset KARACA
KAYNAKÇA:
VGMA, nr. 1128, 73a; nr. 1139, 88a; İbrahim Hakkı Konyalı, Âbideleri
ve Kitâbeleri ile Konya Tarihi, Konya 1964, s. 590-591, 755-756; Mikail Bayram, Şeyh Evhadü’d-din Hâmid el-Kirmanî ve Evhadiyye,
Konya 1993, s. 47.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
ŞEYH HALİL ZAVİYESİ
Konya Hatunsaray nahiyesine bağlı Digorna köyünde, mescidle birlikte isminden anlaşılacağı
ŞEYH MAHMUD
İlk Osmanlı Ahilerinden olduğu tahmin edilen Şeyh
Mahmud’un hayatına dair fazla bilgi bulunmamaktadır. İsmi, Osmanlı kroniklerinde Bursa’nın fethi
münasebetiyle geçer. Kayıtlara göre Orhan Bey’in
1326 tarihindeki Adranos / Orhaneli Kalesi kuşatmasına tecrübeli komutanlarından Köse Mihal,
Turgud Alp ve Ahi Hasan ile birlikte Şeyh Mahmud
da katılmıştır.
KAYNAKÇA:
Âşıkpaşazâde, Osmanlı Tarihleri, (yay. Nihal Atsız), İstanbul 1949, s.
110; Neşrî, Kitâb-ı Cihan-Nümâ, II, (yay. F. Reşit Unat-M. Altay Köy-
267
A
A
n
s
i
h
k
men), Ankara 1995, 130-131; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı
Tarihi, I, Ankara 1988, s. 117.
İsmail ÇİFTCİOĞLU
ŞEYH MEHMED
Germiyanoğulları döneminin ileri gelen Ahilerindendir. Kütahya şehir merkezinde Paşam Sultan
mahallesinde hâlen ayakta olan ve halk arasında
Kurşunlu Camii olarak bilinen cami, Şeyh Mehmed tarafından inşa edilmiştir. Caminin 779
(1377) tarihli kitâbesinde fütüvvet ehlinden olduğu belirtilen Şeyh Mehmed’in babasının ismi
Şeyh Alâeddin, dedesinin ismi ise Şeyh Nureddin
olarak kaydedilmiştir. Şeyh Mehmed’in ismine
Kurşunlu Cami’nin yakınındaki Paşam Sultan
(Seyyid Nureddin) Türbesi’nin içinde bulunan
bir kitâbede de rastlanmaktadır. Bazı araştırmalarda isminin 796 (1393) tarihli bir mezar taşı
kitâbesinde geçtiği de belirtilir.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
söz konusu unvana sahip olanlara rastlanıyor.
Şeyh-i seb‘alar, esnaf içinde oldukça etkili idi. Bu
bağlamda onlar, kalfa ve ustalıkla ilgili törendeki
uygulamalar esnasında; şeyh, nakip ve yiğitbaşı
tayininde etkili idiler. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin
son dönemlerinde hacca gidip gelen esnafı uğurlayan ve karşılayan heyete başkanlık da ederlerdi.
KAYNAKÇA:
BOA, C.BLD., 50/2466; İE. TCT., 4/483, 6/744, 10/1196, 14/1575;
AE.SAMD.III., 16/1498, C. EV., 405/20529; C. BLD., 4/197; İ.
HUS., 11/ 1310 L-073; DH. MKT., 2343/26; BEO, 2912/218326;
Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara 1997; Musa
Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentlerinin Sosyal ve Ekonomik Yapısı, Ankara 1997; Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul 2007; Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğu’nda
Devlet ve Ekonomi, Ankara 2007; Mehmet Demiryürek, Kıbrıs
Esnaf Teşkilatı (Şeyh-i Seb‘a, Esnaf Grupları ve İhtisab Rüsûmu
1750-1850), Lefkoşa 2011; Mehmet Akif Erdoğru, “Kıbrıs’ta İlk
Osmanlı Esnaf ve Zanaatkârları Üzerine Notlar”, Osmanlı Öncesi
ile Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemlerinde Esnaf ve Ekonomi Semineri, İstanbul 2003; M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri
ve Terimleri Sözlüğü, III, İstanbul 2004, s. 134.
Ayşe DEĞERLİ
KAYNAKÇA:
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Kütahya Şehri, İstanbul 1932, s. 77, 8687; Hamza Güner, Kütahya Camileri, Kütahya 1964, s. 12; A. Osman Uysal, Germiyanoğulları Beyliği’nin Mimarî Eserleri, Ankara
2006, s. 178, 182-183; M. Mustafa Kalyon, Kütahya’da SelçukluGermiyan ve Osmanlı Eserleri, Kütahya 2000, s. 37, 281; Halil
Edhem, “Âl-i Germiyan Kitâbeleri”, TOEM, Cüz 2 (1328), s. 126127; Ara Altun, “Kütahya’nın Türk Devri Mimarisi”, Atatürk’ün
Doğumunun 100. Yılına Armağan Kütahya, İstanbul 1981, s. 226,
228.
İsmail ÇİFTCİOĞLU
ŞEYH-İ SEB‘A
268
Osmanlı esnaf grupları reislerinden veya ileri gelenlerine verilen addır. Bu terimin nasıl ortaya
çıktığı hakkında tam bir bilgi bulunmamaktadır.
Ancak terimin Ahi teşkilatındaki yedinci (seb‘a)
mertebe ile ilgili olduğu düşünülebilir. Nitekim
Osmanlı esnaf grupları üzerine yapılan çalışmalarda, esnaf örgütlerinin kendi seçtikleri ve yerine
göre ‘Şeyh-i Seb‘a’ veya ‘Ahi Baba’ diye isimlendirdikleri bir şeyhin genel nezareti altında bulunmaları, söz konusu mertebe ile ilgili olabileceğini düşündürüyor. Bu bağlamda onlara ‘şeyhü’ş-şüyûh’
(şeyhlerin şeyhi) da denilirdi. Bu bakımdan söz
konusu şeyhler, esnaf örgütü içinde yer alan
şeyhlerin daha üst kademesinde idi. Bu unvanın,
gelişmesini giderek tamamlayan esnaf örgütleri
arasında daha yaygın bir hale geldiği söylenebilir.
Başta İstanbul olmak üzere Anadolu, Kıbrıs, ve
Kudüs gibi yerlerdeki esnaf yöneticileri arasında
ŞEYH SEYYİD GAYBÎ OĞLU
ŞEYH SEYYİD HÜSEYİN
Fütüvvetnâme adlı eseri bulunmaktadır. Hayatı hakkında fazla bir bilgi yoktur. Neseb bağında
babası Şeyh Seyyyid Gaybî olarak geçer. Seyyid
Hüseyin’in Alevi-Bektaşiler arasında meşhur
olan, Hz. Ali’ye atfedilen ve yetmiş iki sözü şerh
eden Şarhu Hutbat-al Bayan ile Fütüvvetnâme
adlı iki eseri vardır. Birinci eserin ilk nüshasının 1514 yılına ait olması; Fütüvvenâmesinde
Burgâzî Fütüvvetnâmesi’nden yararlanması ve
Fatih Sultan Mehmed’den İslâm Padişahı diye
bahsetmesi, XV. yüzyılda yaşadığına delalet edebilir. Hutbat-al Bayan Şerhi’nin ilk nüshasının
Bursa’da bulunması, eserin Bursa’da yazılmış
olma ihtimalini kuvvetlendirir. Bu durum onun
veya babasının Bursa’da yaşadığına işaret olabilir.
KAYNAKÇA:
Abdulbaki Gölpınarlı, “Şeyh Seyyid Gaybî oğlu Şeyh Seyyid
Huseyn’in Fütüvvet-Nâmesi”, İÜ İFM, XVII/1-4 (1955-1956), s.
27-155; Ali Torun, Türk Edebiyatında Türkçe Fütüvvet-nâmeler,
Ankara 1998, s. 50,51.
Ali TORUN
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ŞEYH SÜLEYMAN TÜRKMANÎ
Ahi Evran döneminde Kırşehir’de yaşayan
ve Ahilerle yakın ilişkisi olan Şeyh Süleyman
Türkmanî’nin hayatı hakkında kaynaklarda tafsilatlı bilgi bulunmamamktadır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmeyen Şeyh Süleyman Türkmanî,
Mevlana Celâleddin-i Rumî adına kurulan Mevlevi hareketinin hem Kırşehir’deki mensubu ve
temsilcisi hem de Mevlana’dan sonra babasının
makamına geçen Sultan Veled’in halifelerinden
biri idi. 697 (1297) yılında düzenlenen vakfiyesinde: “... eş-Şeyh Süleyman ibnü’l-merhum
el-mağfur eş-Şeyh Hüseyin el-mevlevî ibnü’lmerhûm Şemseddin” ibaresinden Şeyh Süleyman adıyla bilindiği; mevlevi olan Hüseyin’in
oğlu ve Şemseddin’in torunlarından olduğu anlaşılıyor. XV. yüzyıl sonları ve XVI. yüzyıl Osmanlı
arşiv kayıtlarında da Şeyh Süleyman adıyla geçen
Şeyh Süleyman Türkmanî’nin, “Türkmanî” adını
hangi sebepten aldığı bilinmemektedir. Anadolu Selçuklu döneminde Kırşehir emiri Cacaoğlu
Nureddin’in 1271 tarihli Arapça-Moğolca vakfiyesinde, emlak ve araziler vakfedilen kişiler arasında adı geçen Şemseddin Türkmenbeyi’nin, Şeyh
Süleyman’ın ceddi olduğu muhtemel gözükmektedir. Bu bağlamda Şeyh Süleyman’ın ailesinin
Anadolu’ya gelen bir Türkmen aşiretine mensup
olduğu, ceddinin bu aşiretin başında “bey” yani
idareci olarak bulunduğu, “Türkmanî” adını ise
şüphesiz bu sebepten almış olabileceği düşünülebilir.
Şeyh Süleyman Türkmanî’nin türbesinin sandukası üzerine sonradan yazılıp konulduğu anlaşılan tahta bir levhada, 692 (1293) yılında vefat
ettiği belirtilmekle beraber vakfiyesinde vefat ettiğine dair bir kaydın olmaması ve hatta vakfiyede kendisi için “edâma’llahu berakatuhu aleynâ”
ibaresinin geçmesi, vakfiyenin tanzim tarihi olan
697’de (1297) henüz daha hayatta bulunduğu ve
sandukasının üzerindeki 1293 tarihinin yanlış
olduğu anlaşılıyor. Ancak Sultan Veled’in mensuplarından ve Şeyh Süleyman Türkmanî’nin
hizmetçilerinden İmam Bagavî (ö. 1122)’nin
Kitâbü’l-Mesâbih adlı eserini Recep 716’da (19
Eylül-19 Ekim 1316) istinsah eden Kırşehirli Ali
bin Musa’nın, bu eserin sonunda “... Ali bin Musa
el-Veledi el-Kırşehri mine’l-huddâm el-ma‘rûf
Şeyh Süleyman el-Veledi kaddesa’llahu sırruhu’lazîz” ifadeleriyle ismini zikrederken hizmetinde
bulunduğu Şeyh Süleyman için 716’da (1316)
hayatta olmadığını kaydetmiş olması, vakfiyesinin tanzim tarihi olan 1297’de hayatta bulunan
Şeyh Süleyman Türkmanî’nin, 1297 ile 1316 ta-
rihleri arasında vefat ettiğini gösteriyor.
Şeyh Süleyman Türkmanî vakfının evladlık vakıf
olması, Şeyh Süleyman’ın soyundan gelen ve şeyhlik makamında bulunan bazı kimselerin adlarını
tespite de imkân veriyor. Bu bağlamda 1485’te
zaviye şeyhliğinde bulunan Fahrülhavâtin Efendi,
Şeyh Süleyman’ın soyundan gelmekteydi.
KAYNAKÇA:
BOA, TD, nr. 19, s. 288; nr. 998, s. 675, 676, 678, 679; TKGMA,
TD, nr. 139, l1b, 13a-b, 279b; İmam Bagavî, Kitâbü’l-Mesâbih, Süleymaniye-Fatih Kütüphanesi, nr. 1186, 376a; Abdülbâki Gölpınarlı,
Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik, İstanbul 1983, s. 44-45; Cevat Hakkı Tarım, Kırşehir Tarihi Üzerinde Araştırmalar, I, Kırşehir 1938,
s. 78, 83; Cevat Hakkı Tarım, Tarihte Kırşehri-Gülşehri, İstanbul
1948, s. 32; Cevat Hakkı Tarım, Kırşehir Tarihinde Mevlânâ ve
Mevleviler, Kayseri 1961, s. 8; Ahmet Temir, Kırşehir Emiri Caca
Oğlu Nur el-din’in 1272 Tarihli Arapça-Moğolca Vakfiyesi, Ankara
1959, s. 28-29.
İlhan ŞAHİN
ŞEYH SÜLEYMAN
TÜRKMANÎ VAKFİYESİ
Ahiliğin merkezi Kırşehir’de zaviyesi olan Şeyh
Süleyman Türkmanî’nin Arapça olarak 1297 tarihinde düzenlenen asıl vakfiyesi maalesef mevcut
değildir. Ancak asıl vakfiyeden 1232 (1817) tarihinde çıkartılan ve Kırşehir kadısı tarafından tasdik edilen bir sûreti mevcuttur. 1584 tarihli Kırşehir Tahrir Defteri’nde zaviyenin gelirinin nerelere
sarf edileceği hususundaki bir kaydın, 1297 tarihli
vakfiyeden nakledilerek verilmiş olması, vakfiyenin sıhhati için bir delil teşkil eder. Vakfiyede Şeyh
Süleyman Türkmanî vakfının “evlatlık vakıf” statüsünde olduğu belirtilir. “Evlatlık vakıf” statüsünde olan vakıflarda, vakfedilen arazinin gelirinin bir
mikdarı zaviyenin kendi masraflarına ayrıldıktan
sonra kalan meblağ zaviyeyi yöneten şeyhin aileleri
269
A
A
270
n
s
i
h
k
i
l
l
o
arasında paylaşılırdı. Zaviye şeyhi öldükten sonra
tasarruf hakkı ailesine intikal ettiğinden ailenin
en yaşlısı ve en ehliyetlisi olan evlat, şeyhlik makamını işgal ederek vakfı yönetir ve vakfın gelirini
aile fertleri arasında paylaştırırdı. Bu durum soydan soya sürüp gittiğinden bu nevi vakıflara “evlatlık vakıf” adı verilirdi. Ancak bu statüde olan
vakıflarda şeyhlik makamında bulunacak kişiler
için merkezî idare tarafından bir berat verilmesi
gerekmekteydi.
Evlatlık vakıf statüsündeki Şeyh Süleyman
Türkmanî Zaviyesi’nde şeyhlik babadan oğula
intikal ederdi. Bu bağlamda 1485’te zaviye şeyhliğinde Fahrülhavâtin Efendi bulunmaktaydı. Bu
tarihte adı geçen şeyhten başka sayıca az da olsa
Şeyh Süleyman Türkmanî’nin soyundan gelen ve
zaviye ile ilişkili olan kimselerin adlarına rastlanıyor. Bu tarihte zaviyenin hizmetinde Musa veled-i
Evliya adlı bir kişi de vardı. Hizmette sadece bir
kişinin olması, zaviyenin fizikî mekân bakımından büyük olmadığının işareti olmalıdır. Ayrıca
zaviyenin gelirlerinden faydalanan ve “şerîk” adı
altında kaydedilenlerin sayısı yediydi. Bunlar:
“Mehmed veled-i Ahi Sinan, Ali biradereş, Hamza biradereş, İdris veled-i Evliya, Mustafa veled-i
Evliya, Ahmed veled-i Mehmed, Ali veled-i Karacık” adlarını taşıyordu. Burada Ahi Sinan’ın üç
oğlunun yer alması, ekonomik ve sosyal ilişkiler
bakımında Ahilerle Şeyh Süleyman Türkmanî
Zaviyesi arasında yakın bir ilişkinin olduğu şeklinde düşünülebilir. 1530’da “taallukat” adı altında Şeyh Süleyman Türkmanî’nin akrabası veya
onun soyundan gelenlerin sayısının dört; zaviye
hizmetkârlığında bulunanların sayısının beş;
“şerîk” adı altında kaydedilen ve zaviyenin gelirinden faydalananların sayısının 18 olduğu dikkati
çekiyor.
Şeyh Süleyman Türkmanî vakfiyesinin aslı bugün
elde mevcut olmadığından vakfiyenin ilk düzenlenişi sırasında zaviyeye tahsis edilen vakıf araziyi
kesin olarak tespit etmek mümkün olamamaktadır. 1485’te gelirleri zaviyeye vakfedilen köy ve
mezraaların sayısı 11; 1530’da 12 ve 1584’te 19
idi. Bu sayı, 1232 / 1817 tarihli vakfiye sûretinde
19 idi. 1485’te vakfa ait olan yerlerin az olmasını,
vakfiyenin tanzimi sırasında vakfedilen yerlerin
fazla olmadığı, fakat zamanla ekonomik ve sosyal olayların tesiri altında bazı ilaveler yapıldığı
şeklinde düşünülebilir. Bu köy ve mezraalardan
başka 1485’te 2 çiftlik, 1530 ve 1584’te ise 4 çiftlik yer, zaviyenin vakıfları arasında yer almaktaydı. Ayrıca 1584’te vakfın bir de değirmeni mev-
i
p
k
e
d
i
s
i
cuttu. Vakfa ait köy ve mezraaların başlıcasını
Baranağılı, Büyük Çuğun, Hasbahçecik, Küçük
Çuğun, Cemele, Emirköy, Galaba, Gölhisar, Kalekiz, Kızılca, Kozkiz, Kuyucak, Kuyupınar, Seğlik, Yassıca ve Yenicekoyuncak teşkil etmekteydi.
Ancak bu yerler, iki baştan tasarruf edildiğinden
yani toprağın tasarruf şeklinde malikâne-divanî
sistemi uygulandığından vergi hasılasının tamamı vakfa ait değildi. Malikâne-divanî sisteminin
uygulandığı yerlerdeki arazinin mülkiyeti aslında
vakıf veya mülk sahibine ait olmakla beraber, vakıf veya mülk sahipleri toprağı işleyen ahaliden
sadece toprak kirası istemek hak ve yetkisindeydiler. Bu bakımdan toprağın kuru bir mülkiyetine sahip olan vakıf veya mülk sahipleri, toprağı
işleyen ahaliden toprak kirası olarak “malikâne
hissesi” tabir edilen bir kira almaktaydılar. Bu
kira umumiyetle mahsulün (hububat, bağ, bahçe, bostan ve kovan öşrü ile değirmenden alınan
vergi dahildir) beşte, yedide veya onda biri olarak kabul edilmişti. Bunun dışında toprağı işleyen ahalinin vermeğe mecbur olduğu diğer bütün
hak ve vergiler ise divanî adı altında doğrudan
doğruya devlete, yani orada devleti temsil eden
sipahi veya âmile ait bulunuyordu.
1530’da köy ve mezraalardan vakfın yaklaşık
20.411 akçe, 1584’te ise toplam 28.000 akçe
gelir sağladığı anlaşılmaktadır. Vakfın gelirinin 1530’a nazaran 1584’te fazla olması, vakfa
ait yerlerin 1530’da 14 iken bu sayının 1584’te
26’ya yükselmesinden, mezraa olarak kaydedilen ve büyük bir kısmı konar-göçer aşiretlerin
ziraat alanı olan yerlerin, 1584’te köy halinde
zikredilmesinden ve köylerdeki nüfusun 1530’a
nazaran daha da artmış olmasından ileri gelmiş
olmalıdır.
Şeyh Süleyman Türkmanî vakfiyesindeki şartlardan ve vakfıyeden nakledilerek 1584 tarihli Kırşehir Tahrir Defteri’nde verilmiş olan bir kayıttan
anlaşıldığına göre, vakfın geliri evvela evkafın ve
zaviyenin tamirine sarf olunmakta, kalan meblağ
zaviyeye gelip giden misafirlerin ağırlanması için
sarf edilmekteydi. Bu sarfiyattan sonra kalan
meblağ, vakfın mütevellisi ve zaviye şeyhi arasında yarı yarıya bölüşülmekteydi. Misafirlerin
ağırlanması bütün zaviyelerin en önemli vazifeleri arasında yer almakla beraber Şeyh Süleyman
Türkmanî Zaviyesi şeyhlerinin vakfın gelirini bu
hususta nasıl sarf ettikleri bilinmemektedir.
Bir mevlevi zaviyesi olan Şeyh Süleyman
Türkmanî Zaviyesinin, Kırşehir’in merkezinde
mevcut Ahi Evran Âşık Paşa, Şeyh Kaya ve Şeyh
A
A
n
s
i
h
k
i
l
İsa Mahmud zaviyeleriyle olan münasebetine dair
maalesef yeterli bilgi mevcut değildir. Ancak 697
/ 1297 tarihli Şeyh Süleyman Türkmanî vakfiyesinin şehitler kısmında Ahi Rüstem bin Tursun,
Ahi Hasan bin Ahi Yusuf, Şeyh Ahmed bin Mehmed Ahi ve Hacı Kasım bin Ahi adlı şahısların
yer alması; 1485’te vakfın gelirinden istifade eden
şeriklerden Mehmed, Ali ve Hamza adlı biraderlerin Ahi Sinan’ın evladı olarak gözükmesi; hem
ahilerin bu devirde muteber kişiler olduğuna hem
de onların Şeyh Süleyman Türkmanî Zaviyesi ile
iyi bir münasebet içinde bulunduklarına işaret
olmalıdır. Keza Baranağılı ve Kızılca köylerinin
malikâne hasılının Ahi Evran Zaviyesi ile ortaklaşa olarak tasarruf edilmesi ise her iki zaviyenin
merkezî idare nazarında aynı şekilde itibar görmüş olmasından ileri gelmelidir.
Orta büyüklükte bir kuruluş olan Şeyh Süleyman
Türkmanî Zaviyesi, gelir ve vakıfları bakımından
Âşık Paşa ve Ahi Evran Zaviyesi’ne yakın bir büyüklükteydi. Buna mukabil aynı bölgede bulunan
Hacı Bektaş-ı Velî Zaviyesi’nin, gelir ve vakıfları
bakımından Şeyh Süleyman Türkmanî Zaviyesinden daha büyük bir kuruluş idi.
KAYNAKÇA:
BOA, TD, nr. 19, s. 281, 284, 288; nr. 998, s. 652, 673, 675, 678680; nr. l39, 11b-12a, 16a-b46a, 278b, 279b-280a; Cevat Hakkı
Tarım, Kırşehir Tarihi Üzerinde Araştırmalar, I, Kırşehir 1938, s.
82-85; Cevat Hakkı Tarım, Tarihte Kırşehri–Gülşehri, Babailer –
Ahiler – Bektaşiler, İstanbul 1948, 3. 36-37; Ömer Lütfi Barkan,
“Şer‘î Miras Hukuku ve Evlatlık Vakıflar”, Hukuk Fakültesi Mecmuası, VI/1 (1940), 156-181; Ömer Lülfi Barkan, “Türk-İslâm
Toprak Hukuku Tatbikatının Osmanlı İmparatorluğu’nda Aldığı
Şekiller, I, Mâlikâne-Divâni Sistemi”, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi
Mecmuası, II (1939), 119-184.
İlhan ŞAHİN
ŞEYH ŞEHABEDDİN ÇOBAN
Anadolu’daki ilk Ahilerdendir. Ereğlili Tacir
Mevdud’un oğlu ve Şeyh Evhadüddin-i Kirmanî
(ö. 1237)’nin halifesidir. Tarihî bir hüviyete sahip
olmasına rağmen kaynaklarda hayatı hakkında
fazla bir bilgi yoktur.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ŞİMŞEK, MUHİTTİN
(d. 1965)
TKY ve Tarihteki Bir Uygulaması Ahilik adlı eserin yazarıdır. Nizip’te doğdu. 1985 yılında Marmara Üniversitesi’nden mezun oldu. Aynı yıl bitirdiği üniversiteye bağlı Teknik Eğitim Fakültesi’ne
araştırma görevlisi olarak atandı. 1987’de Marmara Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Makine Eğitimi Anabilim Dalı’nda; 1988 yılında da
İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden master dereceleri aldı. 1990’da Dünya Bankası bursu ile İngiltere’ye gönderildi. 1992’de doktorasını
tamamladı. Bir yıl sonra yardımcı doçent olarak
göreve başladı. 1994’te doçent, 1999’da da profesör oldu. 1998’de Marmara Üniversitesi Teknoloji Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürlüğü’ne
atandı. 2007 yılında YÖK Denetleme Kurulu üyeliğine, 2008’de Denetleme Kurulu Başkanlığı’na,
müteakiben Yüksek Öğretim Genel Kurulu ve
Yürütme Kurulu üyeliklerine getirildi. 2012 yılında YÖK Yürütme Kurulu üyeliğinin sona ermesinden sonra 2013’te T.C. Devlet Demiryolları
Bağlı Ortaklığı olan TÜLOMSAŞ yönetim kurulu
üyeliğine atandı. 21 Mart 2013 tarihinde tekrar
YÖK üyeliği görevine getirildi. 2008’den bu yana
Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyeti Üyeliği
görevini yürütmektedir.
Eserleri: Mühendislikte Ergonomik Faktörler,
İstanbul 1994; Sorularla Toplam Kalite Yönetimi ve Kalite Güvence Sistemleri, İstanbul 2000;
Toplam Kalite Yönetiminde Başarının Anahtarı
İnsan Faktörü, İstanbul 2002; TKY ve Tarihteki
Bir Uygulaması Ahilik, İstanbul 2002; Ekonominin Lokomotifi KOBİ’lerin Olmazsa Olmazları,
İstanbul 2002; O An, İstanbul 2002; İş Hayatında Mükemmellik, İstanbul 2004; Toplam Kalite
Yönetimi, İstanbul 2004; İnsan Faktörü, İstanbul
2006; İş Hayatında Önce İnsan, İstanbul 2006;
Yarım Kalan Devrim Rüyası, İstanbul 2006.
KAYNAKÇA:
Muhittin Şimşek, İş Hayatında Mükemmellik, İstanbul 2005, s.
4; http://www.yesevi.edu.tr/static/main/yonetim/muhittin_simsek.
pdf/ (Erişim: 29. 04. 2014)
KAYNAKÇA:
Mikâil Bayram, “Ereğli’de Medfun Olan Şeyh Şihabü’d-din Makbul Kimdir?”, Türkiye Selçukluları Üzerine Araştırmalar, Konya
2005, s. 189-198; Mehmet Ali Hacıgökmen,, “Selçuklular Zamanında Ereğli’de Ahiler”, Tarihin Peşinde Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, S. 4, Konya 2010,s. 105-120.
Doğan YÖRÜK
İsmail ÇİFTCİOĞLU
271
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
ŞİT
İsmi Kur’an’da geçmemektedir. Bazı İslam tarihi
ve tefsir kitaplarında peygamber olduğuna dair
kayıtlar bulunmaktadır. Taberî, Hz. Adem öldükten sonra Hz. Şit’e elli yapraklık suhufun indirildiğini bildirmiştir. İbn Abbas’tan gelen bir rivayete göre Şit’e, “Hibetullah” adı verilmiştir. Taberî,
Şit isminin Süryanice olduğunu ve “Tanrı’nın
bağışı” anlamına geldiğini belirtir. Ahilik kültüründe Hz. İlyas gibi Hz. Şit de çulhacıların piri
olarak kabu edilir. Şit’in bu vasfı, Hace-i Canali
Fütüvvetnâmesi’nde ifade edilmektedir.
KAYNAKÇA:
Taberî, Târîh, I, Mısır, ts., 152-62; İbn Saʻd, Tabakât, I, Kâhire
2001, 39; İbn Kesîr, el-Bidaye, I, b.y. 1997, s. 229-32; İbnü’l-Esîr,
el-Kâmil, I, Beyrut 1987, s. 47; Fütüvvetname-i Caʻfer sâdık, (haz.
M. Saffet Sarıkaya), İstanbul 2008, s. 239; Neşet Çağatay, Bir
Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara 1974, s. 180-181; Yusuf Ekinci,
Ahîlik, Ankara 1991, s. 30; Ali Torun, Türk Edebiyatında Türkçe
Fütüvvetnâmeler, Ankara 1998, s. 128; M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, I, İstanbul 2005, s. 67-73; Şinasi Gündüz, “Şît”, DİA,
XXXIX, s. 214-15.
Selami ERDOĞAN
ŞORBA ZAVİYESİ
(bk. AHİ ŞORBA ZAVİYESİ)
ŞEYH ŞORVA ZAVİYESİ
VAKFİYESİ
(bk. AHİ ŞORBA ZAVİYESİ
VAKFİYESİ)
ŞUTTÂR
(bk. ŞÂTIR)
ŞÜRBÎ
272
Fütüvvetnâmelerde fütüvvet ehli, kavlî, seyfî ve
şürbî adı altında üç kola ayrılır. Bu kollardan
şürbî olan kimseler, sahibinin adına tuzlu şerbet içenlerdir. Necm-i Zerkûb, Peygamber öncesi
fütüvvet benzeri grupların sahipleri adına şarap
içtiğini, bu bağlamda dört yüz kişinin Ebu Cehl’in
adına şarap içtiğini belirttikten sonra Hz. Peygamberin gençliğinde kırk kişinin peygamber adına
fütüvvet talebinde bulunduklarını, bunun üzerine
i
p
k
e
d
i
s
i
Hz. Peygamberin, “Aramızda şarap kullanmamız
doğru değil” buyurarak, tuzlu su koyduğunu ve
onların Peygamber adına tuzlu şerbet içtiğini ifade eder. Yine o, tuzlu su içmenin, “Şu tatlı içilecek bir sudur; bu tuzlu, boğazı yakar içilmez su”
(25 Furkan, 53) ayetiyle tevsik edildiğini bildirir.
Alâüddevle Semnânî, şürbîlikten söz etmeksizin
tuzlu su içme geleneğini Hz. Ali’nin günahları örtmeyle ilgili tavrına bağlar ve bundan dolayı Hz.
Peygamberin, “Sen bu ümmetin fetâsısın” buyurarak, su ve tuz istediğini, tuzu şeriat, tarikat,
hakikat adına suyla karıştırıp Hz. Ali’ye içirdikten sonra onun belini bağladığını ifade eder. Böylece seyfîlikte olduğu gibi şürbîlikte de pîrlik Hz.
Ali’ye nispet edilir.
Esasen fütüvvet teşkilatında tuzlu su içmenin
teşkilata giriş merasiminde sembolik bir anlamı
olduğu, tuz ve suyla ilgili farklı sembolik yorumların yapıldığı görülmektedir. Bununla birlikte
Necm-i Zerkûb’un mahfil duasında “kavlîler buraya kadar okur” diye sınırlandırması, Razavî’de
mahfil merasimi başlangıcında “Şürbî tarikınca
fükenin sağ eline tuz, sol eline bir tas su alıp
duadan sonra tuzu suya salması.” gibi ifadeler,
bu tasnifin meslek gruplarını içerdiğine delildir.
S. Güllülü, doğrudan bir kaynak göstermeden,
askerlerin ve diğer sanatkâr ve meslek ehlini
dışında kalan teşkilât üyelerinin Şürbî kabul
edildiğini ifade eder. Ancak Fütüvvetnâmelerdeki
açıklamalardan bunu anlamak mümkün değildir. Razavî Fütüvvetnâmesi’ndeki bilgilerden
hareketle şürbîler, ihtiyaç maddesi satışı yapan
esnafın bağlı olduğu kolu teşkil etmekteydi. Bununla birlikte fütüvvet ehlindeki bu üçlü tasnifin teşkilât hayatında belirgin bir yer tutmadığı,
teşkilâta mensup herkesin kıdemlerine göre ahi
zaviyelerinde yer alıp mahfillere iştirak ettiği anlaşılıyor.
KAYNAKÇA:
Abdulbâki Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı”, İÜİFM, XI/1-4, 1949-1950, s. 42 ve bu makale içinde Necm-i
Zerkûb, Fütüvvetname, (Farsça metin., s. 147-188, çev. s .245246); Alaüddevle Semnânî, Fütüvvetname, (Farsça metin. s.176,
ter. s. 302); Refik Soykut, İnsanlık Bilimi Ahilik, Ankara 1990, s.
40-41; Sabahattin Güllülü, Ahi Birlikleri, İstanbul 1992, s. 37; M.
Saffet Sarıkaya, XIII-XVI. Asırlardaki Anadolu’da Fütüvvetnamelere Göre Dini İnanç Motifleri, Ankara 2002, s. 54-55, 177-178.
M. Saffet SARIKAYA
T
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
TABAÇKA CAMİİ
Saraybosna şehir merkezindedir. Osmanlı döneminde Saraybosna şehri kurulduğunda Türk esnaf
teşkilatının hızlı bir şekilde yapılanmasıyla birlikte
çarşılar da birer birer ortaya çıkmaya başladı. Debbağlar için suya ihtiyaç olduğundan Milyaska nehrine akan Ramiçler Deresi’nin ağzında Saraybosna
Debbağhanesi kuruldu. Deri işlenirken yayılan kokunun cemaati rahatsız etmemesi için kendisi de
debbağ olan Hacı Osman Ağa, debbağhanede debbağ esnafına 1022’de (1613) cami inşa ettirdi ve bu
mabedin bakım ve onarımı için para vakfı kurdu.
Evliya Çelebi tarafından Hacı Osman Ağa Camii
adıyla zikredilen ve minaresi minaresi bulunmayan
Tabaçka Camii, Halaçlar ve Tabakçılar çarşılarının
birleştiği noktada yapıldı. Girişi tonoz taştan, kapısı
ise dövme demirden olan caminin eskiden kubbesi
tahta olup üzeri kurşunla örtülmüştü. Kalın kerpiç
duvarları olup gösterişli bir mihrabı vardı. Günümüzde üzeri ahşap çatılı ve kiremitlidir.
Tabaçka Camii yapıldığı tarihten itibaren dikkati çeken ve sürekli ziyaret edilen bir ibadethane olmuştur.
Evliya Çelebi’ye göre caminin kapısı üzerinde bulunan kitâbedeki yazı şöyle idi:“Binâ-yı câmi‘i cennetmisâl-i Hacı Osmân’ın, Aceb a‘lâ ibâdetgâh-ı erbâb-ı
safâ oldu, ziyâret eyleyen hayrâtının itmâmına târîh,
dediler câmi‘-i ra‘nâ makâm-ı dil-küşâ oldu. Sene
1022.”
KAYNAKÇA:
Evliya Çelebi, Seyahatname, VI, (haz. Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı), İstanbul 2002, s. 255; Hamdiya Kreşevlyakoviç, “Dzamije i Mescidi u Sarajevu”, İzabrana Djela, Sarajevo 1991, s. 37.
Cemile TEKİN
kırma çatıyla örtülüdür. Taş temel üzerinde yükselen kerpiç duvarlar çimento harcıyla sıvanmıştır. Harimin kuzeydoğu köşesinde yükselen tek
şerefeli minareden başka, kıble cephesine bitişik, özgün minareye ait kaide bölümü günümüze
gelebilmiştir.
Harime giriş kuzey cephe ortasındaki çift kanatlı
kapıdan sağlanır. İç mekân kuzeyde iki alt ve bir
kapı üstü, doğu ve batıda üçer alt ve ikişer üst
ile güney cephede açılan iki pencereyle aydınlatılmıştır. Alt pencereler dikdörtgen çerçeveli, üsttekiler ise yarım daire kemerlidir. Ahşap tavanın
ortasında boyalı süslemelere sahip bir göbek yer
almaktadır. Kuzeyde, ahşap mahfilin üzerinde
yine benzer bir göbeğe rastlanılır. Mihrap ve minber yenidir.
Eski fotoğraflarda, caminin güneyinde sıbyan
mektebi olduğu düşünülen bir eklenti görülür.
İbrahim Hakkı Konyalı, caminin yakınında tabakhanelerin bulunduğunu belirtmektedir.
KAYNAKÇA:
TABAKHANE CAMİİ
274
(ANKARA)
Ankara’da Altındağ ilçesi, Bendderesi mahallesinde yer almaktadır. 1428 tarihli vakıf kaydına göre
caminin XV. yüzyılın ilk yarısında Kadı Necmeddin
tarafından yaptırıldığı kabul edilir. Yayınlarda, giriş
kapısı üzerinde bulunduğu ancak daha sonra kaybolduğu belirtilen 1318 (1900-01) tarihli onarım
kitâbesinde ise caminin Kadı Necmeddin’in torunlarından Şükrü Efendi tarafından yeni baştan inşa
ettirildiği bildirilmektedir.
Boyuna dikdörtgen planlı cami düz ahşap tavanla
kaplı olup, dıştan Marsilya kiremitli dört omuzlu
İbrahim Hakkı Konyalı, Ankara Camileri, Ankara 1978, s. 87;
Abdülkerim Erdoğan-Gökçe Günel,-Ali Kılcı, Ankara Tarihi ve
Kültürü Dizisi:2-Osmanlı’da Ankara, Ankara 2007, s. 141-143.
Tolga BOZKURT
TABAKHANE CAMİİ
(BEYPAZARI)
Ankara Beypazarı Beytepe mahallesi, Çarşı sokak no 41’de, tarihî ticarî doku içerisinde yer almaktadır. Caminin adının, “Tabaklar” ailesinden
geldiği söylenmekle birlikte, onarım kitâbesine
göre 1314 (1896-97) yılında, “Söylemezzâde El-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
hac Hafız Hüseyin” adlı bir zat tarafından yeni
baştan inşa ettirilmiştir. Yapı, tarihi ticarî doku
içerisinde yer alan diğer yapılar gibi kentin geçirdiği büyük yangınlardan birinde harap olmuş
ve 1896-97’de yerine bugünkü kâgir cami inşa
edilmiştir. Yapının, orijinal giriş cephesi üzerinde
yer alan ancak bugün son cemaat yerinde, asma
kat seviyesinde izlenebilen zarif sülüs yazılı, dört
satırlık onarım kitâbesi şöyledir:
Bi tevfiki teâla iş bu cami-i şerif
Söylemezzâde Elhac Hafız Hüseyin
Efendi tarafından tecdid[en]
İnşâ ettirilmiştir, Sene 1314
Yapı, giriş cephesi hariç üç yönden beden duvarlarına bitişik dükkânlarla çevrilidir. Zaman
içerisinde yetersiz kalan caminin kuzeyine kâgir
olarak bugünkü ilave kısım yapılmıştır. İlk halinde, harimin önünde açık bir avlu olması muhtemeldir. Ancak sonradan gelişen sokak dokusuyla
uyumlu hale getirilmek amacıyla caminin avlusu
kapatılarak, son cemaat yerine dönüştürülmüştür. İki şerefeli minarenin de, yapının kuzey yönde genişletilmesini müteakip, son cemaat yerinin
kuzeybatı köşesine yine sonradan yerleştirildiği
düşünülmektedir. Yapının kuzey yönde uzatılmasına, caminin kuzeybatısına bitişik vaziyetteki
dükkân sırasının inşası sebep teşkil etmiş olmalıdır. Söz konusu sıra dükkânlar, iki sokağın kesiştiği yerde doksan derecelik bir iç köşe oluşturmaktadır. Dolayısıyla, caminin bu köşe kenarını
takip eden bugünkü giriş cephesiyle düz sokak
çizgisinin devamı sağlanmıştır.
Cami bugünkü haliyle, içten içe yaklaşık 7.80 x
10.25 m ölçülerinde, mihraba dik uzanan dikdörtgen plânlı harim ile önünde, düzgün olmayan yedi kenarlı son cemaat yerinden meydana
gelmektedir. Yapı, içten düz ahşap tavan ve dıştan
kırma çatıyla örtülüdür. Çift şerefeli minare son
cemaat yerinin kuzeybatı köşesinde yükselmektedir. Caminin dış cephelerine bitişik dükkânlar,
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
sıkışık ticarî doku içerisinde yer alan yapının dış
cephe siluetlerini büyük oranda kapatmaktadır.
Harimin önüne sonradan eklenen düzensiz planlı son cemaat yerine ait doğu ve batı cepheler, kırık hatlı sağır ek duvarları halindedir. Doğu ve
batı cepheler, bitişik dükkânlarla bağımsız siluetlerini kaybederek ticarî dokuyla bütünleştirilmişlerdir. Harimin doğu cephesinde, güney köşeye yakın açılmış bir adet büyük pencere açıklığı
vardır. Batı cephede ise doğudaki büyük pencere
ile aynı aksta yer alan yine bir adet büyük pencere ile kuzeye doğru 1.50 m arayla ve daha yüksek
kotta açılmış iki küçük pencere bulunmaktadır.
Güney cephe, arazinin güneydoğu yönündeki
eğiminden dolayı yüksek bir görünüm sergilemektedir. Bu cepheye sonradan bitiştirilen kâgir
dükkânlar, caminin üzerinde yükseltildiği düz
platform şeklindeki alt kısmının görünümünü
kapatmıştır. Mihrabın iki yanına yerleştirilmiş,
birer büyük pencere açıklığı ile mihrap üzerinde
yuvarlak tepe penceresi bulunmaktadır.
İlave kısmın kuzey cephesi, harimin kuzey cephesiyle benzer karakterde düzenlenmiştir. Orijinal giriş cephesi gibi düzgün kesme taşla inşa
edilen bu cephenin de kemerli kapı ve pencere
açıklıkları vardır. Cephenin ortasında, dört basamakla ulaşılan, yarım daire kemerli giriş kapısı
yer almaktadır. Kapı çerçevesi profilasyonludur
Harime, kuzey cephe ortasındaki iki kanatlı
ahşap kapıdan girilmektedir. İç zemin kotunun dolguyla yükseltilmesinden dolayı ön giriş
mekânına, 1.20 x 1.85 m ölçülerinde bir ayakkabılıktan sonra gelen iki basamaklı bir merdivenle
çıkılmaktadır. Son cemaat yeri olarak kullanılan
ön giriş mekânı, sokak çizgisine çekilmiş ilave
giriş cephesi ile asıl giriş cephesi arasında kalan
bölümün kapatılmasıyla meydana getirilmiştir.
Asma katla birlikte, iki katlı olan bu ön mekânın
üst katı, mahfilin geriye doğru devamı şeklinde
değerlendirilmiştir. Son cemaat yeri düz çıtalı ahşap tavanla kaplıdır.
Harim bol ışıklı, ferah ve küçük bir mekândır.
Güney, doğu ve batı cephelerde yer alan büyük
ebatlı pencere açıklıkları, yanlardan içe doğru
çok hafif verev yapılarak genişletilmişlerdir. Merkezde, onikigen çerçeve içerisine alınmış şemse
motifli bir göbeği bulunan düz çıtalı ahşap tavan,
harimle birlikte mahfil katını da kaplar.
Mahfil, önde ikisi bağımsız, diğer ikisi beden
duvarına bitiştirilmiş dört; arkada ise giriş açık-
275
A
A
n
s
i
h
k
lığının yanlarında duvara bitişik iki adet ahşap
direkle desteklenmiştir. Köşeleri pahlanmış kare
kesitli ahşap direklerin üzerlerinde, “S” ve “C”
kıvrımlı dekoratif yassı başlıklar görülmektedir.
Mahfil döşemesinin altı, yan kısımlarda mihraba paralel düz çıtalı, ortada ise iç içe çakılmış
eşkenar dörtgen çıtalı ahşap tavanlıdır. Mahfile,
harimin kuzeydoğu köşesindeki on bir basamaklı
merdivenden çıkılmaktadır.
Mihrap ve minber orijinal değildir. Bugünkü mihrap, fabrikasyon Kütahya seramiği ile kaplı olup,
harime nazaran oldukça büyük bir kütleye sahiptir. Formika kaplı, basit işçilikli minber, beden
duvarına bitişik tek kanatlıdır. Vaaz kürsüsü yenidir.
Minare son cemaat yeri bünyesinde, kuzeybatı
köşede yükselmektedir. İki şerefeli minarenin en
önemli özelliği, bazı selâtin camileri minarelerindeki gibi, her iki şerefesine de iki ayrı çıkış merdivenin olmasıdır. Minarenin yuvarlak kesitli ahşap
çekirdeği, taş kaide üzerine oturtulmuştur. Oluklu çinko levhalarla kaplı minare gövdesi, mahfil
seviyesinden başlatılmış ve çıkışı da yine mahfil
üzerinden sağlanmıştır.
Tabakhane Camii cephe tasarım anlayışıyla, II.
Abdülhamid döneminde Beypazarı’nda inşa edilen diğer dinî yapılarla benzer mimari özellikler
sergilemektedir.
KAYNAKÇA:
Yaşar Şener, Beypazarı Tarihte ve Bugün, Ankara 1997, s.30; Tolga
Bozkurt, Beypazarı’ndaki Türk Devri Yapıları, Ankara 2004, s.8388; Ethem Torun, Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle Beypazarı, Ankara 2004, s.257-258.
Tolga BOZKURT
TABAKHANE CAMİİ
276
(KALECİK)
Ankara’ya bağlı Kalecik ilçesinin Tabakhane mahallesinde bulunmaktadır. Yapının mihrabının iki
yanında 1323 / 1907-1908 ve 1325 / 1909-1910
tarihli iki kitâbesi vardır.
Doğudan batıya doğru eğimli bir arazi üzerinde
inşa edilmiş cami, harim mekânı ve bunun kuzeybatısındaki minareden oluşmaktadır. Yapı içten içe 11.42 x 12.30 m ölçülerinde kareye yakın
dikdörtgen planlıdır. Üst örtü içeriden düz ahşap
tavan dıştan ise kırma çatı ile örtülüdür. Harim
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
mekânının dört köşesinde bulunan tromplar ilk
yapının kubbe ile örtülü olduğunun bir göstergesidir. Beden duvarlarında, minarenin kaide ve
pabuç bölümünde kesme taş malzeme; üst örtüde, mahfil, mihrap, minber ve kürsüde ahşap;
minare gövdesinde ise tuğla malzeme kullanılmıştır.
Harime giriş kuzey cephede açılan iki kanatlı,
basık kemerli ahşap bir kapı ile sağlanmaktadır.
Bu kapı ters “U” şeklinde bir silme ile kuşatılmıştır. Harimin aydınlatılması, dört cepheye de
uygulanan büyük boyutlu pencerelerden sağlanmaktadır. Kuzey cephede, yapının diğer cephelerinde olduğu gibi üç adet büyük hafifletme kemeri kullanılmıştır.
Doğu ve batı iç duvarlarında karşılıklı olarak hafifletme kemeri ayaklarının üzerinde kalem işi ile
yapılmış iki adet saat motifi bulunmaktadır. Her
ikisinde de saat 09.04’ü göstermektedir. Saatler
üzerinde ise mavi zemin üzerine sarı renkte Osmanlıca beyitler yazılmıştır. Bu beyitlerden doğudaki saatin üzerinde şu ibare yazılmıştır;
Saat-i vahidedir ömr-ü cihan,
O bir saati tâata sarf eyle heman
Batı cephedeki saatin üzerinde ise:
Cümle cihan suret-i haktır ey kişi,
Feeynema versin vuku kim idersin hakkı şüphe
Mihrap ve minber taştan yapılmıştır. Mihrap nişi
yarım daire formlu olup, yüzeyi kabartma tekniğinde yapılmış panolar içinde çeşitli yazı ve bitkisel süslerle bezenmiştir. Minberde, mihraptaki
ile aynı şekilde yapılmış süslemeler bulunmaktadır. Vaaz kürsüsü taştan yapılmış olup, güneydoğu köşeye yerleştirilmiştir.
Kuzey cephede ahşap bir kadınlar mahfili yer
almaktadır. Doğu-batı doğrultusunda uzanan bu
mahfile kuzeydoğu köşedeki bir merdiven aracılığıyla çıkılmaktadır.
Minare, yapının kuzeybatı köşesinde beden duvarına bitişik olarak yapılmıştır. Kare kaideli,
silindirik gövdeli ve tek şerefelidir.
Yapının cephelerine pencere açıklıklarıyla hareket kazandırılmıştır. Tüm pencereler demir parmaklıklıdır ve yuvarlak formlu birer hafifletme
kemeri içerisine yerleştirilmiştir.
1990 ve 2007 yılında yapılan restorasyon çalışmaları sırasında harim duvarlarında sıva raspası
yapılarak alt katmandaki özgün süslemeler ortaya çıkarılmıştır.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
KAYNAKÇA:
Seyyah Kandemir, Ankara Vilayeti, Ankara 1932, s. 276; Nusret
Biber, Kalecik ve Tarihin İzleri, Ankara 2003, s. 76; Komisyon,
Osmanlı’da Ankara, Ankara 2007, s. 215-216; Yasemin Çağlar,
“Kalecik’te Türk Devri Yapıları”, (SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya 2008, s.48-53; Savaş Yıldırım, “Ankara’nın Kalecik İlçesindeki Camiler”, History
Studies, V/2 (2013), s. 546-547.
Yapı, Cumhuriyetten sonra inşa edilen camiler
içinde Kütahya çinileri, ahşap oymalı minberi,
kürsüsü ve müezzin mahfili ile ilgi çekici bir yapıdır.
KAYNAKÇA:
Ahmet YAVUZYILMAZ
TABAKHANE CAMİİ
(ESKİŞEHİR)
Eskişehir merkezinde Odunpazarı ilçesi Kurtuluş mahallesinde yer alan eser, Ulvi Usta ile Tabakhane Mobilyacılar Cami Yaptırma ve Yaşatma
Derneği tarafından 1986 yılında yaptırılmıştır.
Kare mekânlı harimin üstü kubbe ile örtülü olup,
önünde üç kubbeli son cemaat yeri bulunmaktadır. Sekiz basamaklı bir merdivenle ulaşılan girişin sağ tarafındaki kapalı alanda üstü kubbeyle
örtülü şadırvan bulunmaktadır. Girişin hemen
solunda caminin bodrum katına inilen ahşap bir
kapı daha mevcuttur.
Caminin minberi, kürsüsü ve müezzin mahfili
oyma desenli mobilyadan olup, merhum İbrahim
Arabacı tarafından yapılmıştır. Harimin kubbesi
alt kısmı ahşap ve üstü çini kaplamalı silindirik
sütunlarla taşınmaktadır. Kubbe eteğine yuvarlak kemerli pencereler açılmıştır.
Yapının duvarları içten tamamen Kütahya çinileriyle kaplanmıştır. Çinlerde ağırlıklı olarak hatayi tarzı süslemeler görülmektedir. Aynı şekilde
çinilerle kaplı olan mihrabın üst ve yanlarında
kartuşlar içinde sülüs yazıya yer verilmiş, üstü
de palmet motifleriyle taçlandırılmıştır.
Caminin iki şerefeli, altı mukarnaslı kesme taştan inşa edilen tek minaresi bulunmaktadır.
http://www.eskisehirmuftulugu.gov.tr/ Erişim Tarihi: 15.06.2014.
Necla DURSUN
TABAKHANE CAMİİ
(ISPARTA)
Isparta şehir merkezinde İskender mahallesi, Çayboyu sokakta bulunan cami, Kesik Başa
Türbesi’nin yanındadır. Yakın tarihlere ait caminin yapan ve yaptıranı hakkında herhangi bir bilgi mevcut değildir.
Kesme taş malzemeden iki katlı olarak inşa edilen yapının altında iki dükkân vardır. Kare plânlı
üst kat merkezi kubbeyle örtülüdür. Dört serbest
desteğe oturan merkezi kubbe dört yönden, oval
kubbelerle genişletilmiş, köşelere de birer küçük kubbe yerleştirilmiştir. Kubbelerin üzeri dışarıdan Marsilya kiremitli kırma çatı ile örtülü
olup sıvalı iç yüzeyleri kalem işi tekniğinde bitkisel motiflerle süslenmiştir. Motiflerde ağırlıklı
olarak natüralist çiçek, gülce ve şemse motifleri
görülmekte, ortasındaki rozet içinde daire istifli
celi sülüs yazı yer almaktadır.
Caminin yakın zamanın çinileri ile süslü bir mihrabı bulunmaktadır. Tepesi palmet motifleriyle
taçlandırılarak niş çevresi sülüs hatlı bir ayet
bordürüyle kuşatılmıştır. Mihrap kavsarasının
hemen üstünde dikdörtgen pano içine mescid
ayeti yazılmış köşelerine de “Allah” ve “Muhammed” isimlerinin yer aldığı birer madalyon yerleştirilmiştir. Kubbe geçişlerinde cihar-ı güzin yer
277
A
A
n
s
i
h
k
alır. Mihraptaki çini kaplama, güney duvarı eteğinde
de kullanılmıştır. Caminin minberi mihrapta olduğu
gibi geometrik desenli çinilerle kaplanmıştır. Harimde ahşap bir mahfil vardır.
Alttakiler daha büyük, üsttekiler daha küçük olmak
üzere; batı ve doğu cephede üçer, güney cephede
mihrabın her iki yanında birer ve kuzeyde girişin
üzerinde iki adet küçük sivri kemerli pencere açılmıştır. Pencereler çerçeveleri kesme taş sövelerle belirginleştirilmiştir.
Kuzeydoğu kösede yer alan ve yerden çatı seviyesine
kadar yaklaşık 6.00 m yüksekliğindeki kare kaide
üzerine oturan minare kesme taştan yapılmış olup,
çokgen gövdeli ve tek şerefelidir. Şerefe altı mukarnaslıdır.
KAYNAKÇA:
Ali Türk-Huriye Öçal, “Isparta Kenti Konut Dışı Sivil Mimari Yapıları
ve Özellikleri”, SDÜ Fen Bilimleri Enstitüsü Dergisi, S. 11(2007), s.
38-47.
Necla DURSUN
TABAKHANE CAMİİ
(İSKİLİP)
İskilip’te Tabakhane mahallesinde Osmancık caddesinde yer almaktadır. XV. yüzyıla tarihlenen eser,
Şeyh Muhiddin Yavsi’nin damadı Şeyh Habib (Habib
Karamanî) tarafından yaptırıldığından bânisinin ismiyle de anılmaktadır.
Habib Karamanî İskilip’te cami, medrese, zaviye ve
kütüphane gibi birçok vakıf eser kurmuştur. Bunların başında 881 (1476) yılında yaptırıp vakfettiği Tabakhane mahallesindeki Şeyh Habib Camii gelmektedir. Kareye yakın dikdörtgen planlı cami, kesme
taştan inşa edilmiştir. Tek şerefeli minaresi, kuzey-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
doğu köşeye yerleştirilmiştir. Caminin mermer ve
taş söveli kemerli girişi doğuda olup, son derece
sade tutulmuştur. Kapının kuzeydoğusundaki ahşap merdivenle kadınlar mahfiline çıkılmaktadır.
Minare girişi de bu alandan sağlanmaktadır.
Harimin üzeri ahşap kubbe ile örtülü olup, kireç
harcı ile boyanarak sıvanmıştır. Kubbe eteğinde,
kuzey tarafı hariç, üç yönde birer pencere bulunmaktadır. Caminin hem dikdörtgen giriş kısmına
hem de harime iki alçı mihrap yerleştirilmiştir.
Kıble duvarına oyulan mihrap yarım daire planlı
ve yuvarlak kemerlidir. Nişi çevreleyen dikdörtgen
kuşaklar, içten dışa kademeli olarak yükselmektedir. Kuşakların içi baklava dilimleri ve kıvrık dallarla bezenmiş, mihrap nişi üzerinde çiçek dolgulu
rozetler yerleştirilmiştir. Ahşap minber sonradan
eklenmiş olup oldukça sadedir.
Yaklaşık 11.00 x 11.00 m ölçülerindeki harime altlı-üstlü dikdörtgen ve kemerli çok sayıda pencere
açılarak aydınlık bir ortam yaratılmıştır. Harimin
kuzeyindeki ahşap direkler üzerine oturan kadınlar mahfili, beş kemerli olup, orta kısmı yarım daire şeklinde öne doğru taşıntı yapmış, ön tarafları
da ahşap korkuluklarla kapatılmıştır.
Harimin doğu duvarına bitişen ikinci mahfilin alt
kısmı iki, üst kısım ise üç bölümlüdür. Mahfil ince
ahşap desteklerle taşınmaktadır. Doğu duvarından
bir kapı ile geçilen birim, “medrese odası” olarak
bilinir. Kubbe üzerine ve duvarlara yerleştirilen
dinî ibarelerin yer aldığı yazılı levhalar camiye uhrevi bir hava kazandırmıştır.
Cami, kütüphane, zaviye ve medreseden oluşan
külliyenin, medrese binaları 1925’ten sonra yıktırılmıştır. Cami, iki bölümlü planı ve ahşap direklerle taşınan kubbesi ile dikkat çekmektedir.
1914’te yapılan onarımlarla özgünlüğünü büyük
ölçüde kaybetmiştir.
KAYNAKÇA:
Komisyon, Çorum Kültür Envanteri, Çorum 2008; Figen İlter,
Bir Anadolu Kenti İskilip, Ankara 1992; Kamil ŞAHİN, “Habib
Karamâni”, DİA, XIV, İstanbul 1996, s. 371-372.
Necla DURSUN
TABAKHANE CAMİİ
278
(KÜTAHYA)
Kütahya şehir merkezinde İshak Fakih mahallesi, Jandarma Okulu caddesi üzerinde yer alan
A
A
n
s
i
h
k
i
l
eser, Germiyanoğlu Beyliği’nin kadısı ve tanınmış âlimi İshak Fakih bin Hacı Halil tarafından
1433-1434 yıllarında inşa ettirilmiştir. Cami,
türbe, medrese, çeşme ve kütüphanesiyle birlikte küçük bir külliye niteliği taşır. Evliya Çelebi bu
camiden “Tabakhane Camii” diye bahsetmiştir.
Osmanlı döneminde ve 1958 yılında onarım geçiren cami kare planlı, tek kubbeli ve tek minareli
olup üç bölmeli son cemaat yeri bulunmaktadır.
Cephelerinin batı tarafı sağır bırakılırken, güney
ve doğu cephesinin subasman seviyesinin biraz
üstünde ikişer penceresi vardır. Bunlardan güneydekiler, yuvarlak boşaltma kemerlerinin altına yerleştirilmiş düşey dikdörtgen çerçeve içine
alınmışlardır. Doğu cephesinde ise zengindüşey
dikdörtgen çerçeve içine alınmış yuvarlak boşaltma kemerli ve lentolu açıklıklar söz konusudur.
Sekizgen kasnağa oturan kubbe, onarımlar sonucu önceki halinden yükseklik, yapı malzemesi
ve örtü bakımından değişiklikler göstermektedir.
Kubbeye, Osmanlı üslûbunda prizmatik Türk üçgenleriyle geçilmektedir. Kasnağın çevresinde küçük aydınlık pencereleri görülmektedir. Yapının
kuzeyini kaplayan üç bölmeli son cemaat yerinin
cephesi, düzgün kesme taş işçiliği ve kemerleriyle hemen dikkati çeker. Köşelerdeki ayaklarla,
ortadaki iki sütuna binen üç sivri kemer, birbirlerinden farklı bir tarzda inşa edilmişlerdir.
Doğu taraftaki kemer ise kiremit kırmızısı ve be-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
yaz taş kullanılarak almaşık düzende yapılmıştır.
Tek kubbeyle örtülü kare planlı harim, güney
ve doğu duvarlarındaki ikişer büyük pencere ve
kasnağın doğu, batı, güney kenarlarındaki küçük
pencerelerle aydınlatılmaktadır. Güney duvarının ortasındaki mihrap, üzerindeki boyalar hariç
orijinal, ahşap minber ise yenidir. Harimin kuzey
duvarının doğu ucundaki açıklıkla minareye çıkılmaktadır. Yapının içerisine sonradan üç ahşap
direğe oturan, ahşap korkuluklu bir mahfil inşa
edilmiştir. Yapının iç kısımları sıvalı olduğundan
malzeme anlaşılamamıştır. Duvarlar taş, kubbe
tuğla, mihrap alçı malzemedendir. Orijinal bir
tarafı bulunmayan minber ile sonradan eklenen
mahfil ve kapı kanatları ahşaptandır.
Kare prizmatik kaideli, silindirik gövdeli, tek şerefeli minare, harimin kuzeydoğu köşesine bitişiktir. Kaideden gövdeye geçişi sağlayan pabuç,
üzerindeki prizmatik üçgenler vasıtasıyla yukarıya doğru daralmaktadır. Silindirik gövdenin
başlangıç kısmında, burmalı kaval silmeden bir
bilezik göze çarpar. Bunun hemen üstünde kaş
kemerli kompozisyon meydana getirilmiştir.
Caminin ahşap kapı kanatları, üzerlerindeki metal dövmeler, menteşelerin yılanlı destek uzatmaları ve kilit zırhındaki koç başlı kapakla, devrine
kadar indirilmektedir. Minarenin tek kanattan
ibaret ahşap kapısı da, üzerindeki bingisiyle birlikte çok eski görünmektedir.
Yapı, özellikle son cemaat yerinin cephesiyle dikkati çekmektedir. Sütunların konsollu başlıkları ve ortadaki zengin kemer, bunu çerçeveleyen
profilli silme, cephenin iki yanındaki iri kabaralar plâstik unsurlarıdır. Ortadaki kemeri çerçeveleyen silmenin kenarındaki kırılmanın altında
yer alan taşın yüzeyine iki yandan birer Rumî
motifi ile ortada palmetten meydana gelen bir
kompozisyon işlenmiştir. Camide türbe kısmında çinilerden ibaret süslemeyle karşılaşıyoruz.
Kaynaklarda türbenin duvarlarının ve zemininin
turkuaz çinilerle kaplı olduğu belirtilmektedir.
KAYNAKÇA:
Ara Altun, “Kütahya Büyük Bedestendeki Renkli Nakışlar Üzerine Notlar”, I. Milli Türkoloji Kongresi, İstanbul 1980; Oktay Aslanapa, Osmanlılar Devrinde Kütahya Çinileri, İstanbul 1949, s. 46;
Evliya Çelebi, Seyahatname, IX, İstanbul, 2010 s.22;Ali Osman
Uysal, Germiyanoğlu Beyliğinin Mimari Eserleri, Ankara 2006,
s.149; Mustafa Yeşil, Kütahya’nın Kısa Tarihi, Kütahya 1937.
Coşkun ÖZDEMİR
279
A
A
n
s
i
h
k
TABAKHANE CAMİİ
(YALVAÇ)
Yalvaç kent merkezinin güneybatısında,Tabakhane
içindedir. Alt kısmı depo olarak kullanılan yapı
1953 yılında inşa edilmiştir.
Kırma çatıyla örtülü yapının duvarları kerpiç malzemeyle örülmüş, içten ve dıştan çimento harcıyla
sıvanmıştır. Caminin merdivenlerle çıkılan kuzeydeki cümle kapısının önüne ayakkabılık olarak
kullanılan bir sundurma eklenmiştir. Çift kanatlı
kapıdan geçilerek, doğrudan dikdörtgen planlı
bölüme girilmektedir. Bu mekânın batısında, ahşap paravanla kapatılmış imam odası bulunur.
280
Harimin ortasında, biri güneyde ve diğeri kuzeyde
konumlanmış köşeli ahşap direkler, alttan kaplamalı düz ahşap tavanı taşırlar. Tahta levhalarla
kaplanarak araları ince çıtalarla kapatılan tavanın ortası yükseltilerek bir tekne tavan haline
getirilmiştir. Tavan göbeği yuvarlak formlu, sade
bir ahşap oyma işçiliği gösteren bitkisel süslemeli
olup, yüzeyi kıvrım dallar ve gülce motifleriyle bezelidir. Göbek etrafı ahşap lambrikenlerle çevrilmiş, tavan beyaz, süslemeler ve çerçeve ise mavi
renkte boyanmıştır.
Tavanı taşıyan ahşap direklerin gövdelerine boyuna yivler açılıp, yivlerin içleri maviyle renklendirilmiş, üstte de kare formlu bir çıkıntıyla başlık
vurgulanmıştır.
Caminin mihrabı oval sade bir nişten ibarettir.
Mavi boyalı ahşap minber de mihrap gibi sade ve
basit tutulmuştur. Minaresi bulunmayan caminin
kuzey yüzünde giriş merdivenleri altında, abdest
muslukları vardır.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
KAYNAKÇA:
Komisyon, Yalvaç Kültür Envanteri, http://www.yalvac.bel.tr .
(Erişim: 29.06.2014)
Necla DURSUN
TABAKHANE HAMAMI
Aydın’da Ramazanpaşa mahallesi Barbaros caddesi üzerinde bulunan hamam, harap durumda
olup, kullanılmamaktadır. 1994 tarihine kadar
toprak altında bulunan ve üzerinde çay bahçesi
yer alan yapı, bir inşaat çalışması sırasında ortaya çıkarılmıştır.
Doğu-batı doğrultusunda üç eyvanlı ve köşe
halvet hücreli olarak inşa edilen yapının soyunmalık kısmı günümüzde mevcut değildir. Hamamım eski çizim ve fotoğraflarında görülebilen
doğu cephesinin güneyindeki bir duvar izinden
hareketle, yıkılmış olan soyunmalık mekânının
hamamın doğusunda olduğu düşünülmesine
rağmen ölçüleri hakkında herhangi bir veri bulunmamaktadır.
Doğu cephenin güneyinde bulunan 0.65 m genişliğindeki bir giriş açıklığıyla hamamın aralık
mekânına girilmektedir. 1.40 x 1.36 m ölçülerinde kare bir mekândan oluşan aralık mekânın
üst örtüsü yıkılmış olsa da, mevcut Türk üçgeni
izlerinden üst örtünün kubbe olduğu anlaşılmaktadır. Aralık mekânının güneyinde 1.80 x 1.40 m
ölçülerinde, havuz olduğu belirtilen, dikdörtgen
bir mekân daha bulunmaktadır. İki mekânın
irtibatı 0.60 m genişliğinde bir pencere ile sağlanmaktadır. Aralık kısmının batısında bulunan
0.65 m’lik bir giriş açıklığıyla hamamın soğukluk
kısmına geçilmektedir.
Soyunmalık kısmı dışında hamamda en büyük
tahribatın yaşandığı alan olan soğukluğun üst
örtüsü ve güney duvarı tamamen yıkık durumdadır. 3.50 x 4.10 m ölçülerindeki soğukluk kısmının pandantiflerle geçilen tek kubbe ile örtülü
olduğu, bingi izlerinden anlaşılmaktadır. Soğukluk kısmının kuzey duvarında yer alan 0.65 m
genişliğindeki giriş açıklığından, hamamın sıcaklık mekânına girilmektedir.
Hamamın sıcaklık mekânı, ortadaki kare mekâna
bağlı sivri tonozlu üç eyvan ve üzerleri kubbe örtülü üç halvet hücresinden oluşmaktadır. Yapının
üzeri çay bahçesi olarak kullanılmadan önce sıcaklık mekânı ve halvet hücrelerinin kubbeleri
A
A
n
s
i
h
k
i
l
yıkılıp üzerine beton dökülmüştür. Üzerinin oval
bir kubbeyle örtülü olduğu düşünülen sıcaklık
mekânı 4.14 x 3.50 m ölçülerindedir. Alanın kuzey, batı ve doğu kenarlarında sıcaklık mekânına
açılan üç adet sivri tonozlu eyvan bulunmaktadır.
Bu eyvanlardan batıdaki 2.75 x 275 m, kuzeydeki 2.82 x 2.76 m ve doğuda bulunanı 2.73 x 2.75
m ölçülerindedir. Her üç eyvanda da aydınlatma
amaçlı birer ışık gözü bulunmaktadır. Hamamın
doğu eyvanının doğu duvarında, yapı hamam işlevini kaybettikten sonra açılan, 0.90 m genişliğinde bir açıklık bulunmaktadır. Hamamda yapılan kazılarda ele geçen hayvan yemliklerinin,
sıcaklık mekânının bir dönem ahır olarak da
kullanıldığını göstermektedir.
Sıcaklığın kuzeybatı köşesinde bulunan, 2.76
x 2.74 m ölçülerindeki halvet hücresine giriş,
0.55 m genişliğinde, yuvarlak kemerli bir giriş
açıklığı ile sağlanmaktadır. Mevcut Türk üçgeni
izlerinden kubbe ile örtülü olduğunu anladığımız mekânın üst örtüsü günümüze gelememiştir. Sıcaklığın kuzeydoğu köşesinde yer alan
halvet hücresi, 2.74 x 2.77 m ölçülerinde olup,
mekâna 0.60 m genişliğinde bir giriş açıklığı ile
girilmektedir. Duvardaki izlerden hücrenin iki
adet kurnaya sahip olduğu anlaşılmaktadır. Sıcaklık mekânının güneydoğu köşesinde yer alan
halvet hücresi 2.73 x 2.75 m ölçülerinde olup,
diğer halvet hücrelerinde olduğu gibi kubbesi günümüze gelememiştir. Mevcut izlerden kubbenin
pandantiflerle taşındığı anlaşılmaktadır. Hücreye
giriş 0.70 m genişliğinde sivri kemerli bir giriş
açıklığı ile sağlanmaktadır.
Hamamın su deposunun yeri ve ölçüleri 1994
yılındaki kazılar sırasında kısmen de olsa belirlenebilmişken, günümüzde bu kısım tamamen
ortadan kalkmıştır. Tüm kuzey cepheyi kaplayan
su deposu 9.60 x 2.10 m ölçülerindedir.
Kubbe geçiş elemanlarındaki zenginlik dışında
herhangi bir süs unsuruna sahip olmayan hamamın yapım tarihi konusunda doğrudan bir bilgi
bulunmamaktadır. Tabakhane Hamamı mimari
özelliklerine göre, XIV. yüzyıl sonu XV. yüzyıl başlarına tarihlendirilebilir
KAYNAKÇA:
A. Kemal Aru, Türk Hamamları Etüdü, İstanbul 1940; Birsen
Erat, Anadolu’da XIV. Yüzyıl Türk Hamam Mimarisi, AÜ Sosyal
Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara 1997;
Mustafa Kenan Özkan, “Aydın Tabakhane Hamamı Kurtarma
Kazısı”, VIII. Müze Kurtarma Kazıları Semineri Bildirileri, (ayrı
basım), Ankara 1997; Muzaffer Yılmaz, Aydın İli Merkezindeki
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Tarihi Su Yapıları, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Konya 2010.
Muzaffer YILMAZ
TABAKHANE MESCİDİ
Üsküp şehrinin kuzeyinde Kâtip Şahin ve Kasım
Gazi mahalleleri arasında yer alan Debbağ Şahin
mahallesindeki Tabak (Debbağ) Şahin Mescidi
günümüze ulaşamamıştır. 1569 tarihli defterlerde rastlanan mescidin, bu tarihteki imamının
Hacı Halife Mahmud, müezzini de Kâtip Şahin
mahallesinde ikamet eden Hasan oğlu İbrahim
olduğu kayıtlıdır. Yapının ne zaman ortadan
kalktığı ve özellikleri hakkında bir bilgi bulunmamaktadır.
KAYNAKÇA:
Ekrem Hakkı Ayverdi, Avrupa’da Osmanlı Mimârî Eserleri, Yugoslavya, III, İstanbul 2000, s.248; Mustafa Özer, Üsküp’te Türk
Mimarisi (XIV. – XIX. Yüzyıl), Ankara 2006, s. 257, 270.
Mustafa ÇETİNASLAN
TABAKOĞLU, AHMET
(d. 1952)
Osmanlı iktisat tarihi çalışmalarıyla bilinen Ahmet Tabakoğlu, Balıkesir’e bağlı Edremit ilçesinde doğdu. 1971 yılında İstanbul İmam Hatip Ortaokulu ve Vefa Lisesi’nden mezun oldu.
1975’te İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni,
1976’da da İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nü
bitirdi. Halil Sahillioğlu danışmanlığında Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Maliyesi isimli
doktora tezini tamamladı. 1979 yılında İstanbul İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi, Ticarî
Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü’ne araştırma
görevlisi olarak atandı. 1981’de öğretim görevlisi, 1982’de yardımcı doçent kadrosuna geçti.
1986’da doçent, 19993’te de profesör unvanını
aldı. 1980-1990 yılları arasında Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Ekonomik
Araştırma Merkezi müdür yardımcılığı, 1992’den
1999’a kadar da Marmara Üniversitesi Ortadoğu
ve İslam Ülkeleri Enstitüsü Müdürlüğü görevinde
bulundu. 2012 yılında Marmara Üniversitesi İktisat Tarihi Anabilim Dalı başkanı, 2013’te bölüm
281
A
A
n
s
i
h
k
başkanı oldu. Hâlen bu görevini yürütmektedir.
Eserleri:Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Maliyesi, İstanbul 1985; Türkiye İktisat Tarihi, İstanbul 1986; İslâm ve Ekonomik Hayat,
Ankara 1988; İktisat Tarihi: Toplu Makaleler I,
İstanbul 2005; İslam İktisadı: Toplu Makaleler
II, İstanbul 2005; İslam İktisadına Giriş, İstanbul
2008.
KAYNAKÇA:
https://abb.marmara.edu.tr/cv/1975/ahmet-tabakoglu/erişim
hi:14.06.2014.
tari-
İsmail ÇİFTCİOĞLU
TAC
(bk. BÖRK)
TAESCHNER, FRANZ
282
(d. 1888-ö. 1967)
Ahilikle ilgili araştırmalarıyla bilinen Taeschner,
Almanya’nın güneyindeki Bad Reichenhall’de
doğdu. Orta öğrenimini Berlin’de tamamladıktan
sonra 1909 yılından itibaren sırasıyla Bonn, Münih, Erlangen ve Kiel üniversitelerinde Doğu dilleri kültür ve tarihi eğitimi aldı. Bu sırada Arapça,
Farsça ve Türkçe öğrendi. Kazvînî’nin Acâibü’lMahlûkât adlı eseri hakkında doktora tezini hazırladı (1912). Aynı yılın sonunda Türkiye’ye ilk
seyahatini yaptı. Temmuz 1915’te askere çağrılarak I. Dünya Savaşı’na katıldı. Filistin cephesinde
Türkçe tercüman olarak görevlendirildi. Bu cephenin çözülmesinden sonra bir yıl süre ile İngiliz
esaretinde kaldı (1919). Almanya’ya döndükten
sonra Evliya Çelebi’nin Eseri Işığında Osmanlı Anadolusu’nun Topografyası’nı doçentlik tezi
olarak hazırladı (1922). 1927 yılında Paul Wittek ile birlikte Batı Anadolu’da geziye çıkan Taeschner, İznik ve Bursa’da erken Osmanlı yapı ve
kitâbelerini araştırarak sonuçlarını makale olarak yayımladı.
Franz Taeschner dindar bir Katolik olmasına rağmen 1933 yılında Nazi Partisi olan NSDAP’a üye
oldu. 1935 yılında Münster Üniversitesi’nde Şarkiyat profesörlüğüne tayin edildi. II. Dünya Savaşı
yıllarında kısa bir süre uzman sıfatıyla Dışişleri
Bakanlığı’nda görevlendirildi. 1941’de Müns-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ter Üniversitesi’ne dönerek bir yıl sonra Şarkiyat Kürsüsü Başkanlığına tayin edildi. 1957’de
emekliye ayrılıncaya kadar Münster’de enstitü
müdürlüğünü yürüttü. 1951’de İstanbul’da yapılan “22. Milletlerarası Şarkiyat Kongresi”ne katıldı. Burada bulunduğu süre zarfında Konya’da
Mevlana Müzesi, Bursa ve İznik müzeleri ile
Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni ziyaret etti. 1955’te İstanbul Üniversitesi tarafından
misafir profesör olarak Edebiyat Fakültesi Yeniçağ Tarihi Kürsüsü’ne altı aylığına davet edildi.
Burada bulunduğu süre içinde birtakım dersler
verdi. Ayrıca 1956 yılından itibaren Münster’de
bulunan Almanya-Türkiye Dostluk Cemiyeti’nin
başkanlığını yaptı. 11 Kasım 1967’de uzun bir
hastalıktan sonra Münster’deki evinde öldü.
Taeschner, din, edebiyat, tarih, hukuk, müzik konularını kapsayan bazı Arapça ve Farsça
kitapların yanında ağırlıklı olarak Osmanlıca
eserlerden meydana gelen çok önemli bir yazma koleksiyonuna sahipti. 1970 yılında bu koleksiyondan 131 el yazması Leiden Üniversitesi
Kütüphanesi’ne satılıp 2006 yılında Jan Schmidt
tarafından kataloğu hazırlanmıştır. 1910’da
Münih’te İslam sanat eserleri sergisinde teşhir
edilen IV. Murad’ın Venedik balyosu için yaptırdığı sanılan bir Osmanlı minyatür albümünü 1914
yılında General Böttiger’den satın alıp 1925’te
yayımlamıştır. Bir cildi Taeschner albümünün
orijinalini oluşturan dört adet minyatürlü bu
yazma, 1937’de Berlin’deki Staatliche Museen’e
sergilenmek üzere emanet edilmiş, fakat 1945’te
orada kaybolmuştur.
Eserleri: Die Psychologie Qazwînis, Tübingen 1912; Das anatolische Wegenetz nach osmanischen Quellen (1924; I-II, Leipzig 19241926; I-II, Frankfurt/Main 2008); Alt-Stambuler
Hof- und Volksleben. Ein türkisches Miniaturenalbum aus dem 17. Jahrhundert, Hannover 1925 ve Osnabrück 1978;. Al-Umârî’s Bericht über Anatolien in seinem Werke Masâlik
al-absâr fî mamâlik al-amsâr, Leipzig 1929;
Der anatolische Dichter Nâsirî (um 1300) und
sein Futuvvetnâme, Leipzig 1944; Geschichte
der arabischen Welt, Heidelberg-Berlin 1944;
Ðihânnumâ: Die altosmanische Chronik des
Mevlânâ Mehemmed Neschrî, I-II, Leipzig 19511955; Gülschehrîs Mesnevî auf Achi Evran, den
Heiligen von Kırschehir und Patron der türkischen Zünfte, Wiesbaden 1955; Zünfte und Bru-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
derschaften im Islam: Texte zur Geschichte der
Futuwwa, Zürich-München 1979
KAYNAKÇA:
İstanbul Üniversitesi Franz Taeschner Sicil Dosyası, nr.2164/25;
H.J. Kissling, “Franz Taeschner (1896-1967)”, ZDMG, CXVIII,
Wiesbaden 1968, s. 14; Gulamhüseyin Yusûfî, “Franz Taeschner”,
Berghâî der Agûş-i Bâd, II, Tahran 1372, s. 827; Mehmet Önder,
“Franz Taeschner (8.9.1888-11.11.1967), Türk Kültürü, sy. 64,
Ankara 1968, s. 261; J. Schmidt, “Franz Taeschner’s Collection of
Turkish Manuscriptsin the Leiden University Library”, The Joys of
Philology Studies in Otoman Literature History and Orientalism
(1500-1923), II, İstanbul 2002, s.239; H. Grotzfeld, “Professor Dr.
Franz Taeschner”, TTK Belleten, XXXII/126 (1968), s. 293-295;
Hedda Reindl Kiel, “Taeschner, Franz”, DİA, XXXIX, 368-369.
Zehra ODABAŞI
TAPU VE KADASTRO
GENEL MÜDÜRLÜĞÜ
KUYÛD-I KADÎME ARŞİVİ
Ahilere ait tekke, zaviye gibi eserlere yönelik
önemli bilgiler bulunan Tapu-Tahrir Defterleri’nin
saklandığı arşivdir. Tanzimat’ın ilanı, Osmanlı
arşivciliğinde de yenileşmeye zemin hazırladı.
Hazine-i Evrak ve Bâbıâli Evrak Odası’nın kuruluşu ile arşiv malzemesi ve arşivleme esasları daha sistemli bir hale getirildi. Arşiv belgeleri, Nizamnâme ve talimatlarla belirli merkezde
toplanıp, düzenlendi ve bu hususta bir standart
sağlandı. Hatta bu maksatla Arşiv Düzenleme
Komisyonları oluşturuldu.
Defter-i Hâkani Nezâreti 1913 tarihinde kuruldu.
1924 yılında Tapu Umum Müdürlüğü adını alarak Ankara’ya nakledildi. Bu sırada özellikle son
döneme ait Tapu-Tahrir Defterleri, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyud-ı Kadime Arşivi
bünyesinde muhafaza altına alındı.
Kuyud-ı Kadime Arşivi’ndeki defterlerde dönem
itibariyle vergi verenlerle bunların sosyoe-konomik, askerî ve kültürel durumlarını yansıtan
önemli kayıtlar bulunmaktadır. Tabii Ahi yapıları
ile bunlar için vakfedilen arazileri ve görev yapan
personeli gösteren kayıtlar da son derece değerlidir. Bunun için Ahilik araştırmalarında önemli
bir kaynak durumundadır. Kuyud-ı Kadime Arşivi’ndeki defterlerle tasnifler şöyledir:
Mufassal Defterleri: Özellikle XVI. yüzyıl ve XVII.
yüzyılın ilk yarısında düzenlenmiş veya yenilenme görmüş olanlarıdır. Genelde tahririn yapı-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
lacağı yöreye dair bir Kanunnâmeyi ihtiva eden
defterler sancak, nahiye ve köy esaslı düzenlenmiştir. Hazırlandığı dönemin padişahının tuğrasını taşır.
İcmal Defterleri: Defter-i İcmal veya Defter-i Mücmel olarak da zikredilir. Her ne kadar Mufassal
Defterlerin bir çeşit özeti olarak görülse de esas
olarak farklı bir mahiyeti ihtiva etmektedir. Öncelikle bu defterlerde XVI. yüzyılda mufassal defterlerde yer almayan dirlik sahiplerinin isimleri
ve gelir toplamları verilmektedir.
Evkaf Defterleri: Vakıf arazilerin kayıtlarının yanında vakfın çeşidi, akarı, muhasebesi, mütevellilerine dair pek çok bilgi, ilgili vakıfların yanında
düşülmüş “vassale” ve derkenarlar ile söz konusu vakıf hakkında süreç içindeki değişimleri
içermektedir.
Ruznamçe Defterleri: Padişahın fermanıyla yapılan arazi bağışları, zeamet ve timarlar verilmiş
köylerin isimleriyle köy sakinlerinin verecekleri vergi mikdarlarını belirleyen ve maaş defteri
olarak isimlendirilen defterlerdir. Ayrıca defterhanenin günlük iş ve işlemlerine dair bilgilerin
yanında timar tevcihine dair kayıtlar da yer almaktadır.
Cebe Defterleri: XVI. yüzyıl sonlarından itibaren
seferlerde yoklamada kullanılan timar icmal defterleridir. Seferlerde bulunacak timarlı sipahinin
tespiti ve sefer esnasında yoklanabilmesi için
defterhane tarafından ihdas edilen yeni bir defter
türü olarak karşımıza çıkan bu defterler seferlerde kullanılmak üzere ruznamçe defterlerindeki
kayıtlara göre hazırlanmıştır.
Kale ve Mustahfızan Defterleri: Osmanlı coğrafyasında önemli stratejik bölgeler ile geçit ve sefer
güzergâhlarında bulunan kalelerin isimleri, inşa
veya tamirlerine dair bilgiler ile korumakla mükellef askerî personel ve gelir, gider kayıtlarıdır.
Anadolu ve Rumeli Yoklama Defterleri: Özellikle
son dönemlerde timar sistemindeki bozulmaların artmasıyla belli bir sistem dâhilinde yoklama
kayıtlarının tutulduğu defterlerdir.
Derdest Defterleri: İcmal Defterlerindeki verilerden hareketle hazırlanmıştır. Timar gelirlerinin
kimlerin tasarrufunda olduğunu gösterir. Bir
bölgedeki timarları liste halinde vermekle birlikte ayrıca söz konusu timarların uğradığı değişiklikleri de belirtmektedir. Timarların intikali
ile intikal tarihleri gibi pek çok bilginin yanında
timara dair tüm değişiklikleri içerir.
283
A
A
284
n
s
i
h
k
Vakfı Cedid Defter ve Belgeleri: Genellikle sultanların, vezirlerin, valide sultanlar ile paşa ve ilmiye
sınıfına mensup üst düzey devlet erkânınca kurulmuş vakıfların vakfiye, mülknâme, hudutnâme
gibi kayıtlarını içeren defter ve belgelerdir.
Mülknâme: Osmanlı padişahlarının çeşitli sebeplerle bir yerin mülkiyetini herhangi bir kimseye
ya da vakfa temlik etmesiyle ilgili hazırlanmış belgelerdir.
Zabıt Kayıt Defterleri: Taşınmazların vilayet, sancak, nahiye, köy, mevki, cins, muamele görüp görmemesi gibi bilgilerin belli bir sıra dâhilinde kayıt
altına alındığı defterlerdir. Bunlar aracılığıyla belli
bölgelerdeki ve şahıs isimleri başta olmak üzere
arazinin mikdarı, değeri tarımsal faaliyetler gibi
pek çok bilgiye erişilebilmektedir.
Hasılat Kayıtları: Osmanlı Devleti’nde mülkiyete
esas kayıtların tescilinde doğan bir boşluğun doldurulması maksadıyla hazırlanmıştır. 1872 tarihine kadar taşınmazlar ile alakalı iş ve işlemler ve
tapulama işlemlerinden geçen taşınmazlar ikinci
bir deftere kaydedilirdi ki buna Hasılat Defteri
denmiştir.
Tapu Senetleri: 21 Mayıs 1847 tarihli Tapu Hakkında İcra olunacak Nizamât ile tasarruf senetlerinin Defterhane-i Hakani Eminliği, Defterhane-i
Amiri Kaleminden verilen tapu senetleriyle tescili kararlaştırılmıştır. Taşınmaza esas defterler
merkeze gönderilir ve burada Defterhanece Tuğralı Tapu Senetleri hazırlanırdı. Bu arada gecen
zamanda malike muvakkat ilmühaberi verilirdi.
Cumhuriyetin ilanıyla ise ikili tapu senetlerinin
düzenlenmesi usulüne geçildi. Tapu Müdürlüklerinin düzenlendiği tapu senetlerinin bir nüshası
malike diğeri ise arşive kaldırılmaktaydı. 1932
tarihinde başlayan bu uygulama 2002 tarihine
kadar Arşiv Dairesi Başkanlığı’nda 307.341 cilt
ikinci nüsha tapu senedinin oluşmasına yol açmıştır. 2001 tarihide ise söz konusu ikinci nüsha
tapu senetlerinin ilgili Bölge Müdürlüklerince arşivlenmesi karara bağlanmıştır.
Tapu Kütükleri: Aslında Zabıt Defterleri’nin devamı mahiyetindedir. Farklı ebat ve içerikte iki
nüsha olarak hazırlanır. Bunlardan malik sayısını onarlı olarak gösteren ikinci nüshalar yine
2002’ye kadar Arşiv Dairesi Başkanlığı’na gönderilerek arşivlenmiştir. Daha sonra ise ilgili bölge
müdürlüğünde arşivlenmesi kararlaştırılmıştır.
Tablo-Mahzen Defterleri: Tapu Müdürlüğünde tutulan taşınmaza esas kayıtların Tapu Sicil Tüzü-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ğünün ilgili maddesi gereği hazırlanmıştır. Tüzük
gereği zabıt defteri, yevmiye, senet, yardımcı sicillerin Tablo Mahzen defterlerine yazılması şartı
vardı. Bu defterler yıl sonunda Genel Müdürlüğe
gönderilirdi. Zabıt Defterlerinde işlenmiş kayda
dair bilgiler aylık ve yıllık kategoriler halinde
kaydedilirdi. Her bir birim için ayrı ayrı tutulması zarureti nedeniyle toplam 1004 Tablo Mahzen Defteri hazırlanmıştır. Tapu Sicil Tüzüğü’nde
2013 tarihinde yapılan değişiklik ile bu defterler
Tapu-Envanter Defteri olarak adlandırılmış olup
Müdürlüklerde bulunan bütün kütük, zabıt defteri, yevmiye defteri ve resmî senet ciltleri ile yardımcı sicillerin elektronik ortamda oluşturulan
bu defterlere kaydedilmesi yoluna gidilmiştir.
Köy Sınır Kayıtları, Mer‘a Yaylak-Kışlak Tahsis
Evrakları: 1925 ilâ 1967 tarihleri arasında başta
köy sınırları olmak üzere mer‘a, yaylak, kışlak
kayıtlarının tespit edilerek köy tüzel kişiliği adına tescili maksadıyla gönderilmiş evraklardır.
KAYNAKÇA:
Erhan Afyoncu, “Defterhane”, DİA, IX, İstanbul 1994; aynı yazar,
“XVII. Yüzyıl Osmanlı Bürokrasisinde İki Yeni Defter: Cebe ve
Derdest Defterleri”. Tarih İncelemeleri Dergisi, S. 45, (2000), s.
221-229; İbrahim Atis, “Türk Hazine-i Evrakı”, Tarih Hazinesi,
sy. 4 (1951), s. 175-177; A. Büyükakın, Gayrımenkul Tapu Mevzuatı ve Gayrımenkul Tasarruflarının Temel İlkeleri, Ankara 1990;
A. Çetin, “Osmanlı Arşivciliği’ne Toplu bir Bakış”, Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, sy. 33(1984); Mehmet Akif Erdoğru,
“Ondokuzuncu Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda Hafta Pazarları ve Panayırlar”, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları,
İzmir 1999; Osman Kaşıkçı, “Osmanlı Hukukunda Taşınmazların
Tasarruf Şekli ve Tasarruf Belgelerinin Günümüz Hukukunda Geçerliliği”, e-Akademi, Hukuk, Ekonomi ve Siyasal Bilimler Aylık
İnternet Dergisi, sy. 14 (2003); İshak Keskin, “Osmanlı Arşivciliğinin Teorik Dayanakları Hakkında”, Türk Kütüphaneciliği,
sy. 21(3) (2007), s. 288, 300; Emine Erdoğan Özönlü, “Derdest
Defterlerinin Kaynak Değeri Üzerine Bir Deneme: 493 Numaralı
Ayntâb Derdest Defteri’nin Analizi”, Bilig, sy. 56 (2011); Fatih
Rukancı, “Osmanlı Devleti’nde Arişivcilik Çalışmaları”, Türk Kütüphaneciliği, S. 22, 4 (2008); Refet Yiyanç, “Son Tahrir ve Evkaf
Defterlerine Göre Osmanlı Kuruluş Dönemine Bakış”, IV. Vakıf
Haftası 1-7 Aralık 1986, Türk Vakıf Medeniyeti Çerçevesinde Hacı
Bayram-ı Veli ve Dönemi Seminerleri, Ankara 1986.
Mustafa ENGİN
TARIM, CEVAT HAKKI
(1893-1964)
Kırşehir tarihi ve Ahilik üzerine yaptığı araştırmalarla bilinen Cevat Hakkı Tarım, 1893’te
Kırşehir’de doğdu. Babası Kocaağaoğlu Hakkı
Efendi ve annesi Ayşe Hanım’dır. Kendisinin ailesi hakkında verdiği bilgilere göre anne tarafından
kökeni, XIII. yüzyılda yaşayan Horasan erenlerin-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
den Şeyh Süleyman Türkmanî’ye kadar uzanır.
Bu bağlamda Hakkı Efendi’nin annesi Fatma
Hatun, Şeyh Süleyman Türkmanî’nin soyundan
gelen ve 1292 / 1875’te vefat eden Kırşehir Mevlevi Dergâhı şeyhi Hasan Efendi’nin kız kardeşidir.
Bu bakımdan Hasan Efendi, Tarım’ın babasının dayısıdır. Baba tarafından ise büyük dedesi
Ahmet Ağa’dır. Kırşehir’in önde gelen ayan ve
eşraf ailesine mensup olan Ahmet Ağa, Yeniçeri
Ocağı’nın ortadan kaldırılmasından (1826) sonra
Anadolu’dan İstanbul’a getirilerek yeni kurulan
ordunun neferleri arasında yer aldı ve yüzbaşılık
seviyesine kadar yükseldi. Ahmet Ağa’nın oğlu
Himmet Ağa, Kırşehir’e bağlı Gölhisar çiftliğinde ziraatçilik yaparken Kaymakam (Mütesellim)
olarak atandı. Himmet Ağa’nın oğlu ise Cevat
Hakkı Tarım’ın babası Kocaağaoğlu Hakkı Efendi (1853-1926)’dir. Hakkı Efendi’nin Sariye ve
Habibe adında iki de kız kardeşi vardır. Tarım’ın
halası Sariye, Cumhuriyetin ilk yıllarında Kırşehir milletvekili olan Müfit Hoca’nın babası Vehbi
Efendi ile evlendi. Tarım’ın Müfit Hoca ile akrabalıkları ve Müfit Hoca’nın Süleyman Türkmanî
ile bağlantısı, Tarım’ın halası Sariye’den geliyor.
Hakkı Efendi’nin hem Kocaağaoğlu sülalesi adıyla bilinmesi hem de Efendi unvanını taşıması,
Kırşehir’in önde gelen münevver bir ailesine
mensup olduğunu gösterir. Bu aile ortamı içinde
büyüyen Hakkı Efendi, askerlik hizmetini iki yıl
Selanik şehrinde yaptı. XIX. yüzyılda Selanik’in
çağdaş ve değişik fikir akımlarına açık bir yer
olması, Hakkı Efendi üzerinde önemli tesirler
bırakmış olmalıdır. Hakkı Efendi, askerlik hizmetini takiben geniş bir dünya görüşüne sahip
olarak Kırşehir’e döndü. Devamlı okuyarak kendisini geliştirmeye, Türkiye tarihine ışık tutacak
belge ve yazma eserleri biriktirmeye başladı. Bu
münevver kişiliği ile Kırşehir Belediye Başkanlığı (1306 / 1889), Mahkeme Kâtipliği, Kaymakam
Vekilliği gibi çeşitli hizmetlerde bulundu. Bu arada makaleler yazmaya başladı. Bu ortam içinde
1893’te oğlu Cevat Hakkı Tarım dünyaya geldi.
O da babasının çağdaş dünya görüşünden, eğitime verdiği önemden ve okuyup yazmasından
etkilenip babasının izinden yürümeye başladı.
Tarım’ın Süleyha adlı bir de kız kardeşi vardır.
Süleyman Türkmanî’nin soyundan gelen Şemseddin Efendi (1870-1924) ile evlenen Süleyha,
1905 yılında vefat etti.
Cevat Hakkı Tarım, Birinci Dünya Savaşı sırasında askerliğini yedek subay olarak yaptı. Temmuz
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
1916’da Kırşehir’de açılan Türk Ocağı Şubesi’nin
kurucuları arasında yer aldı. Kurtuluş Savaşı’nın
başlangıç evresi olan Kuvayı Milliye döneminde
düşmanların vatandan atılması için Kırşehir bölgesinde kamuoyu yaratan gençlik önderlerinden
biri oldu. Bu bağlamda Milli Mücadele öncesinde
Kırşehir’e gelen (24 Aralık 1919) Atatürk’ü karşılayan gençler arasında öncü bir rol oynadı. Bu
sırada 26 yaşında olan Cevat Hakkı Tarım, Kırşehir Gençler Derneği’nde Atatürk’e hitaben bir
de konuşma yaptı.
Kurtuluş Savaşı’nın son yıllarında Dirlik adlı
bir dergi yayınlayan Tarım, Cumhuriyet’in ilk
yıllarından itibaren kendisini eğitime, tarihî
ve kültürel araştırmalara verdi. 1925 yılında
Kırşehir’de kurulan Vilayet Matbaası’nın müdürlüğüne atandı ve 3 Şubat 1925’te Kırşehir Özel
İdaresi’nce yayınlanmaya başlanan Kırşehir adlı
haftalık gazetenin başyazarlığına getirildi. Böylece Kırşehir’in basın tarihi, Tarım ile başlamış
oldu. Gazetede sadece haberler değil, Cevat Hakkı Tarım’ın Kırşehir’in tarihi, kültürü ve ekonomik durumu ile ilgili yazıları da yer almaktaydı.
Tarım, bu çalışmaları bağlamında Kırşehir Vilayet Matbaası Müdürlüğü görevinde iken Kırşehir
Tarihi Üzerine Araştırmalar (Kırşehir 1938) adlı
eserini yayınladı. Eserin en önemli özelliği, yayınlandığı tarih itibariyle Cumhuriyet döneminde
Kırşehir tarihi üzerine yapılan ilk detaylı çalışma
olmasıdır. Bunu takiben Kırşehir’in tarihi, coğrafyası, kültürü ve etnografyası ile Anadolu’nun
sosyal ve kültürel tarihinde de önemli roller
oynayan Babailer, Ahiler, Bektaşiler, Mevleviler
hakkında eserler verdi. Bu arada Kılıçözü adıyla
yayınlanan Kırşehir Halkevi Dergisi’nde makaleler ve yazılar da yazdı.
Tarım, Kırşehir Belediye Başkanlığı (1944-1946)
ve 1950’de kısa bir süre Ankara Çocuk Esirgeme
Kurumu’nda yöneticilik gibi görevlerde de bulundu. Ancak O hep Kırşehir tarihi ile ilgili yaptığı
bilimsel çalışma ve yayımlarıyla bilindi ve tanındı. Nitekim Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren
yapmış olduğu bilimsel çalışmalar, dönemin yerli
ve yabancı bilim adamlarının dikkatini çekti. Bu
bağlamda Fuat Köprülü(1890-1966), Feridun Nafiz Uzluk (1902-1974), Franz Taeschner (18881967), Paul Wittek (1894-1978) ve Kırşehir’de
uzun süre kalan Walter Ruben (1889-1982) gibi
bilim adamlarıyla hem dost hem de bilimsel istişareler içinde oldu. Ahilik alanındaki çalışmalarıyla bilinen Taeschner, Türkiye’ye geldigi zaman
285
A
A
286
n
s
i
h
k
sık sık Tarım’ı ziyaret eder ve çalşmalarını onunla
paylaşırdı. Bu arada Tarım, 1935’te aileleriyle birlikte Kırşehir’e gelen, çeşitli mahallelerde ikamet
eden ve şehrin entellektüel hayatını zenginleştiren
birçok Yahudi kökenli Alman ve Avusturyalı akademisyen ve bürokratlarla yakınen ilgilendi ve dostluklar peyda etti.
Cevat Hakkı Tarım’ın ailesi ve sülalesi, soyadı kanunu çıkmadan önce Kocaağaoğlu adıyla bilinmekteydi. Tarım ailesinin bugünkü Gölhisar köyünün
topraklarına büyük oranda sahip olmasından ve tarımla uğraşmasından dolayı 1934 yılında soyadı kanunu çıkınca, nüfus memurunun da önerisiyle Tarım soyadını aldı. İlk evliliğini Osman Bölükbaşı’nın
halası Pembe Hanım ile yapan Tarım, eşinin vefatıyla
ikinci evliliğini aslen Yunanistan’ın Yanya şehrinden
Anadolu’ya göç eden Türk ailesinin kızı Ülfet Hanım
(1903-1996) ile yaptı (1919). Ülfet Hanım’dan Türkan (1920-2012), Handan (1924-2013) ve Ayşe Vildan (1927-) adlı üç kızı dünyaya geldi.
Cevat Hakki Tarım, Kırşehir’in zengin tarihi ve kültürü üzerine ilk araştırmalar yapan ve eserler veren
bir şahsiyettir. Bu bakımdan Tarım, Türkiye’de yerel tarih araştırıcılarının da ilk öncülerinden biridir.
Ayrıca dönemin önde gelen yerli ve yabancı bilim
adamlarıyla bir dostluk ağı kurması, Kırşehir kültür
ve tarihini yerellikten evrensellige çıkarttığının da bir
göstergesidir. Bilimsel araştırmaları ve yayınları yanında eğitimciliği, hocalığı ve idareciliği ile de temayüz eden Cevat Hakkı Tarım, vefat tarihi olan 1964
yılına kadar Kırşehir’e büyük bir bağlılık ve sevgiyle
hizmeti şiar edindi. Vefatını takiben Kırşehir’de İmaret Camii yanında İmaret Mezarlığı’na defnedildi.
Eserleri: Gazi’yi Dinlerken: Cumhuriyet’in
Onuncu Yıl Armağanı, Kırşehir 1933 (Kırşehir gazetesinde harf devrimi öncesi 1925-1928 yılları
arasında yazdığı makalelerden seçmeler); Kırşehir
Tarihi Üzerine Araştırmalar I, Kırşehir 1938; Kırşehir: Tarih ve Coğrafya Lügatı, 1940; Kırşehir
Tarihi, 1947; Tarihte Kırşehri, Gülşehri ve Babailer, Ahiler, Bektaşiler , İstanbul 1948; Babam: Kocağaoğlu Hakkı Efendi, Ankara, 1949; Âşık Paşa,
Ankara, 1955; Atatürk Kırşehir’de, Ankara 1956;
Kırşehir Vilayetinde Halıcılık Kilimcilik Yapağ ve
Tiftik, Ankara 1959; Kırşehir Tarihinde Mevlana
ve Mevleviler, Kayseri 1961; Kırşehir Ansiklopedisi:
Tarih, Coğrafya Etnografya ve Biyografya Sözlüğü
(1960’da yalnız bir fasikül yayınlanabildi. Basılmayan fasiküller kayıp).
İsmail TOKALAK
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
TARİHİN IŞIĞINDA
NASREDDİN HOCA VE
AHİ EVREN
Mikâil Bayram tarafından tarihî belgelerden hareketle büyük Türk nüktedanı Nasreddin Hoca’nın,
Ahi Evran olduğu tezi üzerine kaleme alınmıştır
(Konya 2001). Eser, giriş ve üç bölümden oluşur.
Girişte yazar, Türkiye’de Ahilik üzerine yaptığı
araştırmaları eleştiren bilim adamlarına cevap
niteliğinde görüşlerini kısaca belirtir. Birinci
bölümde Mesnevi’den hareketle Mevlana ile Ahi
Evran arasındaki muhalefet ve mücadelenin izlerinden yola çıkarak halk arasında Nasreddin
Hoca olarak bilnen nüktedanın aslında Ahi Evran olduğunu ispatlamaya çalışır. İkinci bölümde
Anadolu ve İran kaynaklı tasavvufî farklılıkların
Mevlana ve Ahi Evran’daki yansımalarını ve bu
bağlamda Mesnevi’de Ahi Evran’ı hedef alan bazı
hikâyeleri ele alır. Üçüncü bölümde yazar, tarihî
bir şahsiyet olan Ahi Evran’ın, Nasreddin Hoca’ya
bağlanan meziyetleri ve halk arasındaki Nasreddin Hoca algısı üzerinde durur ve böylece belirsizlikler içerisinde kalmış olan bir konuyu gün
ışığına çıkarmaya çalıştığını belirtir.
Aziz AYVA
TARİHİN VE MEDENİYETİN
BEŞİĞİ ÇARŞILAR
Hüseyin Öztürk’ün hazırladığı eser (İstanbul
2011), toplam 320 sayfadır. Osmanlı dönemi bedesten, kapalı çarşı, arasta ve uzun çarşıları ele
alır. Kaynakça konulmamış olan kitabın hazırlanma yöntemi, yerinde gezip, gözlemleyip, bizzat çarşılardaki esnaf, esnaf dernekleri, çarşı ileri gelenleri ve büyükleri ile görüşmeler yapılarak
kayda geçirme tarzındadır. Onun için Bursa’dan
başlanarak sadece Türkiye sınırları dâhilindeki
il ve ilçeler değerlendirilmeye çalışılmıştır. Fotoğraf çekimi, yazım ve düzenleme ile birlikte eser,
yedi aylık bir sürede tamamlanmıştır. İstanbul
Ticaret Odası’nın destekleyip yayımladığı eser,
bedesten, bedesten esnafı, Ahi Evran, Ahilik eğitimi, teşkilat yapısı hakkında bilgi verir. Ahiliğin,
millî birliği temin ederek Osmanlı gibi bir cihan
devletine vücut verdiği, ilk kurucu devlet adamlarının Ahi olduğu ve Ahi ahlâk prensipleri özellikle vurgulanır.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Eser, Osmanlı Devleti’ne ilk iki asırda başkentlik yapan Bursa ile başlar ve buradaki çarşıları
tanıtır. İkinci olarak Edirne ele alınır ve buradaki çarşı ve bedestenlerle ilgili gözlemler ve
tespitlere yer verilir. Eserin en geniş kısmını
ise İstanbul teşkil eder. Kapalıçarşı’dan Mısır
Çarşısı’na, oradan bir zamanlar beş yüz kitapçının bulunduğu Sahaflar Çarşısı’na, ardından
arastalara, bedestenlere uzanmaya gayret edilir. Yazar, İstanbul’dan sonra “Şehzadeler şehri”
Amasya ve Merzifon’u takiben Kütahya ve Konya geçer. Konya’dan Beyşehir’e, sonra Eğirdir’e
ve sonra da Isparta’ya ulaşır. Müteakiben Afyon,
Kayseri, Sivas, Tokat, Zile, Trabzon, Mardin,
Safranbolu, Tekirdağ, Manisa, Kahramanmaraş, Gaziantep, İzmir, Bergama, Diyarbakır, Denizli, Hatay, Ankara, Adana, Çanakkale, Tarsus
ve nihayet Urfa’ya varır.
Bir seyahatnâme tarzında kaleme alınan eser,
Türklerde esnaf ve çarşı kültürünün olduğunu
göstermesi bakımından önemlidir.
Caner ARABACI
TARİHTE
İSTANBUL ESNAFI
Reşat Ekrem Koçu tarafından kaleme alınan
bu eserde (İstanbul 2002), 36 ana başlık altında değişik esnaf grupları mevcuttur. Bu esnaf
grupları ile ilgili bilgiler verilirken okuyucuya
tarihi sevdirmek ve biraz da merak uyandırmak için ilgili esnaf hakkında yazılan şiir, fıkra,
türkü hikâyelere de yer verilmiştir.
Bu bağlamda Koçu, Gedik, tarik, lonca, pir
başlığı altında, Ahilikten gediklere uzanan süreci verir. Tarik-i fütüvvet, hirfet, şeyh, nakip,
duacı, çavuş, kâhya başlığı altında lonca yetkililerini tanıtır. Özellikle esnaf zümresinin, zincirleme kefalet sistemi ile herkesin birbirine
bağlandığını vurgular. Lonca, sandık, han ve
çarşılar başlığı altında, XVIII. yüzyıl başında
gedikler yerine, esnaf loncalarının kuruluş sebebini anlatır. Lonca vakıfları ve esnaf kıyafeti
başlığı altında, esnaf tarafından vakfedilen mal
ve eşyanın kullanımı, kıyafetler hakkında bilgi
verir. Mehter ve Çökürcüler’de, esnaf kuruluşlarının mızıkasına dikkat çeker. Bu bağlamda
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
çengi denen oyuncu ve dansözler de Koçu’nun
ilgi alanına girer.
Koçu’ya göre, büyük şehirlerde ilk kahvehanelerin açılmasından sonra berber dükkânları,
ayrı işyeri olmaktan çıkıp kahvenin bir köşesi
olmaya başlar. Böylece berber esnafı, kahveci
esnafına yamak sayılır. Koçu, Çiçek ve çiçekçiler başlığı altında, çiçek türlerine ilgi yanında
çiçek dükkânları hakkında bilgi verir. İlgi çekici
bir esnaf grubu ise esircilerdir. Kapalıçarşı ile
Nuruosmaniye Camii arasında Esir Hanı bulunmakta, han ortasındaki esir pazarında açık artırma veya pazarlık usulü ile esir satılmaktadır.
Koçu, esnaf içinde bakkalları da ele alır. Bakkallar, Tanzimat devrine kadar gedik sınırlamasına tabidir. Parası, gücü olan, istediği yerde
dükkân açıp, bakkallık yapamamaktadır. Çöp
ve çöpçüler başlıklı kısımda İstanbul’un temizlik işlerinin devir devir nasıl çözüldüğü ile
ilgili bilgi verilir. İstanbul’un belediye işlerine
kadılığın, güvenlik işlerine de Yeniçeri Ağalığının baktığı dönemlerde, şehrin temizlik amiri,
yeniçeri ocağından “çöplük subaşısı” denilen
subaydır. Koçu, Dilenciler başlığı altında, kimlere bu unvanın verildiğini açıklar. Buna göre,
bakacak kimsesi olmayan, iş yapamayacak kadar yaşlı, iki gözden mahrum, sakat, kötürüm,
felçli, kolları veya ayakları kesilmiş olanlara dilenme izni verilirdi. Araba ve arabacılar başlığı
altında, İstanbul halkının XVI. asır sonlarına
kadar arabaya değil, ata dahi binmediğini anlatır. Halk, mesafe ne olursa olsun, evi ile işi
arasındaki yolu yürümüştür. Zaten yollar, ara
sokaklar, darlığından dolayı, arabalı ulaşıma elverişli değildir. Binek arabasının İstanbul içinde
ulaşım aracı olması, Sadabad’a, Asafabad’a gidecek kibar ve ricale mahsus bir imtiyaz olarak
başlar. Bekçiler, sağlam ahlak ve vücut yapıları
ile toplumla bütünleşmiş, güven vermiş Anadolu çocuklarıdır. Halk arasında onun için “Bekçi
baba” denmiştir. Silahlı değillerdir. Ellerinde
ucu demirli ağır bekçi sopaları, silahlarıdır.
Koçu, bekçilerden sonra Ahlak zabıtası ve cellatları anlatır. Ahlak zabıtası, yeniçeri ocağının
kaldırılışına kadar, ocağın üst rütbeli zabitlerinden Subaşı Ağa’ya bağlıdır. Cellatlar, askerî
disiplinle yetiştirilen, cellat başının yönetimi
altındaki devlet görevlileridir. Esnaf teftişi ve
cezaları kısmında anlatıldığına göre, sadrazam,
dayak, hapis cezalarıyla yetinmezse, teftiş anın-
287
A
A
n
s
i
h
k
da idam emri de verebilir. Koçu, bekâr uşakları
başlığı altında, İstanbul’a, evli olmayan insanların
geliş, çalışma, barınma şartlarını değerlendirir.
Bekâr uşaklarının düzeni, kontrolü, İstanbul kadısı, yeniçeri ağası, bostancı başı ağa ve esnaf loncalarının görevidir.
İstanbul’a çalışmaya gelen işçiler, yalın ayaklılar
da bekâr uşakları gibi, zincirleme kefaletle gelip
çalışabilmektedirler. Kefalet ve gedik usulü, kötülüğe sapacaklar için güçlü birer engeldir. Koçu,
Esnaf nizamı başlığı altında, İstanbul esnafının
tabi olduğu kuralları anlatır. Çırak çıkarma kısmında tarikat dönemi ve sonrası kalfa, ustalık
törenlerini aktaran Koçu, Narh defterleri başlığı
altında, fiyatlarla ilgili örnekler verir.
Kitabın, Ordu esnafı kısmında, fütuhat devrinde
ordunun peşi sıra, terziden hamamcı ve berberine kadar âdeta koca bir çarşının yürüdüğü anlatılır. Ordu esnafı, seferin devam ettiği sürece ordunun ihtiyaçlarını karşılamak, bedeli karşılığı mal
temin etmekle yükümlüdür. Koçu, Saray düğünlerinde esnaf alayları ve esnafın düğün hediyeleri
başlığı altında, padişah evlatlarının doğum, sünnet, düğün şenlikleri hakkında bilgi verir. Esnafın yeniçeriliği ve sofa tezkereleri başlığı altında,
devşirme usulü sonrasındaki, yeniçeri-esnaf ilişkisi ele alınır. İstanbul, Edirne, Bursa gibi şehirlerin, yakışıklılığı ile şöhret bulmuş esnaf gençleri
üzerine o gençlerin adlarının yazıldığı “şehrengîz”
denilen eserler meydana getirildiğine işaret edilir.
Koçu eserini, sona eklediği sözlükle tamamlamıştır. Bu haliyle kitap, asırlarca başkent olan İstanbul esnafının panoramik bir bakışı verir. Bu bakış
açısı ile İstanbul, bütün ülkenin modeli, şekillendiricisi durumundadır.
Caner ARABACI
TARİHTE
KIRŞEHRİ-GÜLŞEHRİ:
BABAİLER-AHİLER VE
BEKTAŞİLER
288
Ahiliğin manevî merkezi Kırşehir tarihi üzerinde
öncü ve ilk monografik eserler veren Cevat Hakkı
Tarım’ın bu eserinin (İstanbul 1948, 138 s.) altı
kısım üzerine tertip edildiği görülüyor. İlk kısımda tarihî süreç içinde Kırşehir ve yöresinin coğrafî
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
yapı bakımından özellikleri ve önemi üzerinde
durulduktan sonra Hacı Turaoğlu Şah Mehmet
Vakfiyesi, Kırşehir yöresinde Türk hâkimiyetinin
tesisi ve şehrin Ortaçağ kültür tarihindeki yeri ve
Gülşehri adıyla bilinmesi gibi konular hakkında
bilgi verilir. Müteakip kısım, Kırşehir tarihinde
Babaîlere hasredilmiş ve bu bağlamda Baba İlyas, Muhlis Paşa, Âşık Paşa ve Vakfiyesi ile Kara
Kurt ve Kalender Baba ayrı ayrı incelenmiştir.
Üçüncü kısmı, Kırşehir’de Mevleviliğin temsilcisi
olan Şeyh Süleyman Türkmanî ve onun soyundan gelenler teşkil eder. Dördüncü kısımda Ahiler, Ahi Evran, Ahi Evran’ın soyundan gelenler,
bunların vakıfları, dinî ve sosyal tesisleri yer alır.
Beşinci kısım, Hacı Bektaş, Hacıbektaş dergâhı
ve bu dergâha tasarruf eden kimselere tahsis
edilmiştir. Son kısısmda ise Caca Bey, Caca Bey
vakfiyesi, vakfiyenin özellikleri ve sûretlerine
dair bilgiler verilir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında ve
Cumhuriyet döneminde kendisini Kırşehir’in tarihi ile ilgili araştırmalara hasreden Cevat Hakkı Tarım, Kırşehir tarihi ile ilgili ilk monografik
eserleri veren kimse olarak önemlidir. Bu bağlamda o dönemin zor şartları altında bugün bazıları mevcut olmayan belge ve dökümanları kullanması da her türlü takdirin üzerindedir.
İlhan ŞAHİN
TARİHTE LİDER KADINLAR ve
FATMA BACI
Ahmet Vehbi Ecer tarafından yayınlanan kitap
(İstanbul 2012) dört bölümden oluşur.
Giriş’te kadının toplum, aile ve iktisadî hayat
içindeki konumu ele alınır ve ilk kadın teşkilatlarının tarihî süreçteki fonksiyonlarına değinilir.
Birinci bölümde İslam dininin kadınlara tanıdığı haklar, Asr-ı Saadet döneminde kadınların
edindikleri bu hak ve hukuk sınırları içerisinde
devlet yönetimi ve meclis toplantılarındaki rollerine işaret edilir. Bu bağlamda Hz. Ayşe ve Hz.
Fatma’nın hayatından örneklerle konu sağlam
bir zemine oturtulmaya çalışılır. İkinci bölümde
İslamiyetin yayılmaya başladığı andan itibaren
Müslüman kadınların yapmış oldukları iş ve
mesleklerle toplum hayatına katkılar sağladık-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
ları örneklerle verilir. Üçüncü bölümde yazar,
Hz. Ayşe ve Hz. Fatma’nın, Osmanlı Devleti’nin
kurucusu Osman Bey’in babaannesi Hayme
Ana’nın, Ahi Evran’ın Kadın Ana, Kadıncık Ana /
Fatma Bacı, Melikşah’ın hanımlarından Türkan /
Terken Hatun ve Tuğrul Bey’in hanımı Altuncan
Hatun’un siyasî, askerî, toplumsal ve iktisadî
hayatlarındaki faaliyetlerine değinir. Dördüncü
bölüm, Anadolu’nun siyasî ve iktisadî yönden
oldukça karışık ve zayıf olduğu bir dönemde etrafına kadınları toplayarak hem iktisadî hayatta hem siyasî hayatta sadece tüketen değil aynı
zamanda üreten bir konuma geçme düşüncesini
ortaya atan ve bu yolda ilk kadın hareketlerini
başlatan Ahi Evran’ın hanımı Fatma Bacı’nın faaliyetleri ele alınır ve bu bağlamda Baciyan-ı Rum
teşkilatı hakkında bilgi verilir.
Aziz AYVA
TARUS, İLHAN
(d. 1907 - ö. 1967)
Ahiler adlı kitabın yazarıdır. Tekirdağ’da doğdu.
İlköğrenimini Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde
tamamladı. İstanbul Kabataş Lisesi ve Ankara
Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. 1929-1932
yılları arasında Türkiye’nin çeşitli yerlerinde savcı ve hâkim olarak çalıştı. Siyasî bir gerekçe ile
görevine son verildikten sonra 1932-1945 yılları
arasında İstanbul’a yerleşerek muhabirlik ve gazetecilik yaptı. Daha sonra tekrar mesleğine dönerek 1946-1957 yıllarında Adalet Bakanlığı’nda
çalışmasını sürdürdü. 8 Ocak 1967 tarihinde
Ankara’da vefat etti ve Cebeci Mezarlığı’na defnedildi. İlk eserleri tiyatro türünde olan Tarus’un
çeşitli gazetelerde hikâye ve romanları yayımlandı.
KAYNAKÇA:
Mustafa Kurt, İlhan Tarus Hayatı ve Eserleri Üzerine Monografik
Bir İnceleme, GÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2001.
Ömer AKDAĞ
TASAVVUF
İçinde Ahiliğin de bulunduğu İslam’da manevî ve
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
rûhânî hayatı ifade için kullanılan tasavvuf kelimesinin Arapça hangi kökten ve nasıl türetildiğine dair değişik görüşler ileri sürülmüştür. Çoğu
âbid ve zâhidin, tevâzuun bir sembolü olan yün
elbise giymeleri sebebiyle VIII. yüzyıldan itibaren
“sûfî” diye anıldığı ve onların bu hayat tarzını
ifade için kamîs/gömlek kelimesinden “tekammese”/gömlek giydi fiilinin türetilmiş olmasına
benzetilerek “sûf” kelimesinden “yün giydi” anlamına gelen “tasavvefe” fiilinin türetildiği ve tasavvuf tabirinin bu fiilin masdarı olarak kullanıldığı
şeklindeki görüş genel kabul görmüştür. Tasavvuf klasik yazarlarından Abdülkerîm el-Kuşeyrî
(ö. 465 / 1072) ise Hz. Peygamber döneminden
sonra zamanla ortaya çıkan bid’atlere karşı Ehl-i
sünnet seçkinlerinin her an Allah’la birlikte olma
ve gafletten sakınma gayretlerine VIII. yüzyıldan
itibaren “tasavvuf” denildiğini belirtmektedir.
Tasavvufla ilgili çok çeşitli tarifler yapılmıştır.
Tasavvufun manevî bir hayat tarzı olarak özelliklerini, Kitap ve Sünnet’le olan irtibatını, kulun
Allah ve mâsivâ ile ilişkilerini, kalb temizliği, nefis terbiyesi, güzel ahlâk gibi işlevlerini, sûfînin
vasıflarını ve vazifelerini vb. dile getiren bu tariflerin bine kadar çıktığı belirtilmektedir. İlk tariflerden olan Muhammad b. Vâsî’nin (ö. 123 / 741)
tarifinde tasavvuf huşû, nefsi hor görme, kanaatkarlık ve alçak gönüllülük olarak ifade edilir.
Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297 / 909) tasavvufun dünya ile ilgili şeylerde azla yetinme, kalbiyle Allah’a
dayanma, tâat ve ibadete yönelme, dünyevî arzulara karşı sabretme, eline geçecek şeylerin
yararlısını seçme, Allah’ın dışındaki şeylerden
uzaklaşıp Allah’a yönelme ve O’nu içten zikretme,
vesveseye karşı ihlâsı gerçekleştirme, şüpheye
karşı yakîn elde etme, uzaklaşma ve yabancılaşmadan kurtulup Allah ile sükûn ve huzur bulma
gibi konuları içerdiğini ve İbrâhim’in cömertliği,
İshak’ın rızâsı, Eyyûb’un sabrı, Zekeriyyâ’nın
işâreti, Yahyâ’nın garibliği, Mûsâ’nın yün giymesi,
Îsâ’nın seyahati ve Muhammed’in fakrı gibi hasletler üzerine kurulduğunu belirtmiştir.
Kur’an’da (el-Bakara 2/200; Âl-i İmran 3/145;
en-Nisâ 4/77; Hûd 11/15-16; Ankebut 29/64;
eş-Şûrâ 42/20) ve hadis-i şerîflerde müminlerin
dünya hayatına ve maddî zevklere dalmamaları,
âhirete ve manevî değerlere öncelik vermeleri
hususundaki kuvvetli vurgu (Buhârî, “Rikâk”,
3; Tirmizî, “Zühd”, 25; İbn Mâce, “Zühd”, 1, 6),
tasavvufî hayat tarzını benimseyenlerin âhiret
hayatına dünya hayatından daha fazla önem
289
A
A
290
n
s
i
h
k
vermelerine sebep olmuş, Allâh’ı görüyormuş
gibi ibadet (ihsan) eden takva sahibi bir mümin
olmak (Buhârî, “Îman”, 37; Müslim, “Îman”, 1)
tasavvufun gayesi haline gelmiştir. Öte yandan
kalplerin ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olacağı
(Ra‘d 13/28), müminlerin Allah’ı çokça zikretmesi gerektiği (el-Ahzâb 33/41), Allah’ın huzuruna
kalb-i selîmle çıkmanın uhrevî kurtuluş için gerekli olduğu (eş-Şuarâ 26/89), iyi ve temiz kalbe
sahip olanların diğer bütün organlarının da iyi ve
temiz hale geleceği (Buhârî, “Îman”, 39; Müslim,
“Müsâkât”, 107) gibi hususların âyet ve hadislerde vurgulanması ise tasavvufî hayatın temeline
Allah’ı çokça zikretme ve kalp temizliği konularını
yerleştirmiştir.
Asıl ve ebedî hayatın ölüm sonrasında bulunduğu, dünyanın ise fânî olduğu şeklindeki yaklaşım
(el-Kehf 18/45-46) bu hayatın imkânlarını geçici
hazlar için kullanmak yerine onları ebedî hayattaki kurtuluş için değerlendirmek gerektiği sonucunu doğurmuş, ayrıca ibadetlerin ve her türlü
iyiliğin niyet ve ihlas gibi kalbî hasletlerle değer
kazanması, müslümanın vicdanında derin dinî
kaygı ve sorumluluk duygusunun hâkim kılınması, insanın “hevâ” kelimesiyle ifade edilen nefsinin
saptırıcı eğilim ve ihtiraslarına karşı sürekli uyanık bulunması, kader ve teslimiyet inancı, uhrevî
sorumluluk kaygısı, varlığın derinden temâşası
ve görünenin arkasındaki anlamının kavranması
vb. konulardaki açıklama ve uyarılar, İslâm dünyasında tasavvufun gelişmesine imkân veren bir
zihniyet oluşturmuştur. Tasavvufu takvâ, istikamet ve keşf mücâhedesi şeklinde tasnif eden İbn
Haldun tasavvufun doğuşunu Hz. Peygamber’den
sonra baş gösteren siyasî anlaşmazlıklar, baskı
ve zulümler; Asr-ı saâdet’teki samimi dindarlığa
dayalı hayat anlayışının yerini bencilliğin, servet
ve debdebe tutkularının aldığına işaret eden gelişmelere bağlamıştır.
Tasavvufî düşünce Allah sevgisi ve Allah korkusu
temeline dayanmakta, Allah korkusu aynı zamanda Allah’ı sevmekten kaynaklanan bir çekinme
mahiyetinde olduğu için bu iki kavram birbirini
tamamlamaktadır. İslam’da kullarla Allah arasındaki sevgi karşılıklıdır. Kullar Allah’ı sevdiği
gibi Allah da kulları sever. Âyetlerde ifade edildiği
şekliyle kulların Allah tarafından sevilmesini sağlayan tövbe, temizlik, sabır, takvâ, ihsan, adâlet,
tevekkül gibi özellikler tasavvuf ehli tarafından
seyru sülûk diye ifade edilen ve bir mürşid-i kâmil
rehberliğinde uygulanan eğitim sürecinde özenle
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
gerçekleştirilmeye çalışılır; bunun sonucu olarak
kul ile Allah arasında manevî bir ilişki meydana gelir. Kalbi manevî hastalıklardan kurtarma
ve nefsi kötü huylardan uzaklaştırmanın hedeflendiği bu eğitim sırasında müridlerden farzlarla
birlikte nâfile ibadetleri de yapması, kendisine
tarif edilen evrâd ve ezkârı kesinlikle ihmal etmemesi istenir. Nitekim kudsî hadiste “Kulum,
üzerine farz kıldığım şeylerden daha iyi bir yolla
bana yaklaşamaz. Kulum nâfilelerle de bana yaklaşmaya devam eder, nihayet ben onu severim.
Ben onu sevince işiten kulağı, gören gözü, tutan
eli, yürüyen ayağı olurum…” (Buhârî, “Rikâk”,
38) buyrulmuştur. O yüzden sûfîler farzların yanı
sıra icra edilen nâfilelerin sevgiyi ve yakınlığı
daha ileri derecelere ulaştırdığını vurgulamışlardır.
Tasavvuf eğitiminin sonucunda kişinin iman
açısından kesinlik elde etmesi, amel açısından
samîmi kulluk makamına yükselerek kulluk
görevlerini Allah’ı görüyormuş gibi ifâ etmesi hedeflenmektedir. Öte yandan insanı maddeye ve
nefsin arzularına yönelten makam ve mevki hırsı, mal sevgisi, şehvet ve şöhret gibi bencil duygu
ve istekleri ihtiva eden bağlar tamamen koparılıp
atılmadıkça tam manasıyla Allah’a yönelmek ve
vuslata ermek mümkün görülmemiştir. Bunu ifade sadedinde tasavvuf “Her şeyden alâkayı kesip
Allah’la olmaktır” şeklinde tarif edilmiştir.
İlk dönemlerden itibaren nefsin ve şeytanın hilelerine karşı uyanık olup dinî hayatı samimi bir
şekilde gerçekleştirmeye çalışan tasavvuf ehli, bu
hayatın dışında gördükleri ve “dünya ehli, avam”
gibi isimlerle andıkları kimselerle kendi aralarında farklı ölçülerde de olsa mesafe bırakmayı
tercih etmişlerdir. Zira avam nefsânî tutkulara,
dünyevî menfaat ve hazlara az veya çok bağımlıdır; mutasavvıflar ise baştan beri ısrarla Allah
için dost ve kardeş olmayı tavsiye etmiş ve bu
maksatla kurulan dostluklara büyük önem vermişlerdir. Tasavvufî hayatta manevî kardeşilik
bağı ile birbirine bağlanan ferdlerin bir araya
gelerek sohbet ve zikir yapmaları, zaman zaman
da inzivaya çekilmeleri için VIII. yüzyıldan itibaren hângâhlar kurulmaya başlanmıştır. Sonraki
dönemlerde dergâh, tekke, zâviye gibi isimlerle
de anılan bu tasavvuf merkezlerinin düzenli bir
şekilde çalışması ve maksadına uygun faaliyetlerde bulunması için uyulacak bir takım kurallar,
âdâb ve erkân tarzında kitaplar kaleme alınmıştır. Hângâhların dönem dönem medresenin işlev-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
lerini de üstlendiği, buralarda tasavvufî eğitimin
yanı sıra tefsir, hadis, fıkıh, akaid, Arapça gibi
çeşitli dallarda dersler verildiği, ayrıca zamanla yanlarına kütüphane, dershane, misafirhane,
tabhane, şifâhâne vb. birimler eklenerek değişik fonksiyonlar icra ettiği bilinmektedir. Öte
yandan ileri gelen sûfîlerin anlayış ve yaşayışlarındaki kısmî farklar başından beri mîzac, karakter, zevk farklılıkları olarak değerlendirilmiş,
tasavvufî hayata eğilimli olanlar için bunlardan
kendi meşreplerine en uygun olanı tercih etme
imkânı sağlanmıştır.
IX. yüzyılla birlikte ortaya çıkan tasavvufî akımların en önemlileri Hâris el-Muhâsibî, Serî esSakatî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî
gibi sûfîlerin temsil ettiği Bağdat mektebi ile
Ebû Hafs Haddâd, Yahya b. Muâz Râzî, Hamdûn
Kassâr, Ebû Osman Hîrî, Ebü’l-Kâsım İbrahim
Nasrâbâdî, Ebû Abdurrahman Muhammed b.
Hüseyin Sülemî, Ebû Ali Dekkâk ve Abdülkerim Kuşeyrî gibi sûfîlerin temsil ettiği Nişâbur
mektebi olmuştur. Bunlardan birincisinde daha
ziyade tevhid ve mârifet anlayışına, ikincisinde
melâmet ve fütüvvet anlayışına ağırlık verildiği
görülmektedir. Bağdat merkezli Irak’taki harekete “tasavvuf”, mensuplarına da “sûfî” denilirken,
Nişâbur merkezli Horasan bölgesindeki harekete
“melâmet”, mensuplarına da “melâmetî” deniliyordu. Sûfîler dindarlığın manevî esaslarına hassasiyetle bağlı kalmakla beraber âdâb, erkân, hırka gibi dış görünüşe ve semâa da önem veriyor,
bu özellikleriyle toplumda ayrı bir zümre olarak
farkediliyorlardı. Fütüvvet ehli melâmetîler ise
halktan biri gibi görünmeyi tercih ettiklerinden
kendilerini halktan farklı gösteren davranışlara,
hırka ve semâ gibi kimliklerini belli eden şeylere kesinlikle karşı idiler. Riyâya düşmeden ihlâsı
gerçekleştirmeyi hedeflediklerinden, sıradan bir
mümin gibi yaşamayı esas almışlardı. Bağdat
mektebinin görüşleri özellikle semâ ve devranla
cehrî zikir uygulayan pek çok tarikat tarafından
benimsenerek günümüze kadar getirildiği gibi,
melâmetî anlayış da birçok tarikatta bir neşve
olarak varlığını sürdürmüştür.
Nişabur mektebi temsilcilerinden Ebû Hafs
Haddâd (ö. 260 / 874) mesleği dolayısıyla
“Haddâd” diye tanınmıştı. Kaynaklarda özellikle
fütüvvet konusundaki fikirleriyle sûfîleri kendisine hayran bıraktığından söz edilmektedir.
Ona göre fütüvvet fedakârlık, diğerkâmlık, nefse
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
hâkimiyet ve tahammül gibi unsurlar ihtiva eder.
Fütüvvetin laf değil iş ve faaliyetten ibaret olduğunun üzerinde ısrarla duran Haddâd fütüvveti
“başkalarına insafla muamele etmek fakat onlardan insaf beklememektir” diye tanımlar. Ayırım
gözetmeden herkese iyilik yapılmasını, insanlara
kerem ve cömertlikle muamele edilmesini ve onların acılarına ortak olunmasını fütüvvetin gereği
sayar. Hayatının büyük bir kısmını Nîşâbur’da
geçiren Yahya b. Muâz Râzî (ö. 258 / 872) de fütüvvet ve civanmerdliği halktan hizmet beklemek
değil halka hizmet etmek olarak değerlendirir.
Nîşâbur mektebinin bir başka temsilcisi olan
Hamdûn Kassâr (ö. 271/884) melamet hareketinin ilk temsilcisi kabul edilir. Hakikati korumayı
fütüvvet olarak tanımlayan Hamdûn el-Kassâr’a
göre bu yolun temsilcisi olan civanmerdin temel
özelliği ihlâs ve tevazu sahibi olmak, nefsin istek ve arzularına karşı çıkmak ve hayattan kopmadan çalışıp çabalamaktır. Hamdûn Kassâr’ın
düşünceleri ve yorumları kısa sürede Nîşâbur ve
Horasan sınırlarını aşarak başka bölgelerde yaşayan sûfîleri etkilemiş ve Kassâriyye adında bir
fırka oluşmuştur.
Ebû Osman Hîrî (ö. 298 / 910) Nîşâbur’da tasavvufun yayılmasında öncülük eden büyük
sûfîlerden, fütüvvet ve melâmet hareketinin
de temsilcilerindendir. Kovulduğu halde Ebû
Hafs’ın sohbetine katılmakta ısrar etmesi, başına
kül dökülünce ateş dökülmedi diye şükretmesi,
kendisini yemeğe davet eden bir kişinin onu denemek için üç defa kapıdan geri çevirmesi Ebû
Osman’nın fütüvvet ve melâmet ehlinden olduğunu gösteren menkıbelerdir. Onun fütüvvet ve
melâmet anlayışını kendi kusurunu bilip başkalarını suçlamamak, tamahkâr olmamak ve alçak
gönüllülüğü elden bırakmamak oluşturmaktadır.
Nîşâbur’un Nasrâbâd mahallesinde doğan Ebü’lKâsım İbrahim (ö. 367 / 978) Ebû Bekir Şiblî’nin
müridlerindendir. Hadis ilmine özel ilgisi sebebiyle İran, Irak, Suriye ve Mısır’ı dolaştı. Uzun
bir ayrılıktan sonra döndüğü Nîşâbur’da sohbet
meclislerini oluşturarak görüşlerini yaymaya
başladı. Vecd ve cezbe ehli sûfîler arasında sayılan Nasrâbâdî sırf Allah’ın rızâsını gözetmek
maksadıyla dünya ve âhiretten yüz çevirmek ve
bunlara tenezzül etmemek diye tanımladığı mürüvveti fütüvvetin şubesi olarak görür. Ona göre
hakiki manada fetâ ve fütüvvet ehli, imanları uğruna mallarından, aile ve vatanlarından vazgeçen
291
A
A
292
n
s
i
h
k
kimselerdir ki bunların başında Ashâb-ı kehf gelmektedir.
Nasrâbâdî’den hırka giyen Ebû Abdurrahman
Muhammed b. Hüseyin Sülemî (ö. 412 / 1021) fütüvvet konusunda eser veren ilk sûfîdir. Kitâbü’lfütüvve adlı eserinde fütüvvetle tasavvuf arasında
güçlü bir bağın olduğunu dile getirmiş, fütüvvete
dair âdâb, ahlâk ve niteliklerin aynı zamanda bir
sûfîde de bulunduğunu söylemiştir. Sülemî fütüvveti, “Hz. Âdem gibi özür dilemek, Nûh gibi iyi,
İbrahim gibi vefalı, İsmail gibi dürüst, Mûsâ gibi
ihlâslı, Eyyüb gibi sabırlı, Dâvûd gibi cömert, Hz.
Muhammed gibi merhametli, Ebû Bekir gibi hamiyetli, Ömer gibi adâletli, Osman gibi hayâlı, Ali
gibi bilgili olmaktır” şeklinde tarif ederek temel
ahlâkî değerleri ve faziletleri fütüvvet kelimesine
yüklemiştir.
Nasrâbâdî’nin bir diğer meşhur müridi Ebû Ali
Dekkâk’a göre (ö. 405 / 1015) fütüvvet ahlâkı,
kâmil manada Hz. Peygamber’den başkasında
bulunmaz. Çünkü kıyamet günü bütün insanlar
kendini düşünürken Resûl-i Ekrem ümmetini düşünerek onların affını isteyecektir. Ebû Ali
Dekkâk’ın hem damadı hem de halifesi olan Abdülkerim Kuşeyrî ise (ö. 465 / 1072) fütüvvetin
aslının, her hâlükarda Hakk’a muvafık hareket etmek olduğunu söyler. Ona göre fütüvvet Allah’a ve
halka yönelik olmak üzere iki şekildedir. Allah’a
yönelik fütüvvet, Allah’ın emirlerini hiçbir memnuniyetsizlik göstermeden yerine getirmektir. Halka yönelik fütüvvet ise adaleti gözetmek, insaflı
olmak ve intikamı terk etmektir. “İnsanların hem
bu dünyada hem de âhirette senin yüzünden zor
durumda kalmamasını” fütüvvetin zirvesi olarak
kabul eden Kuşeyrî dostların hatalarını görmezden gelmeyi, düşmanların da mahcup olmamaları
için söylediklerine kulağı tıkamayı bu çerçevede
değerlendirir.
Tasavvuf tarihinde Râbia el-Adeviyye (ö. 185 /
801) ile başlayan Allah sevgisine (muhabbetullah)
dayalı derûnî hayat tarzı Bâyezid-i Bistâmî (ö. 234
/ 848), Hallâc-ı Mansûr (ö. 310 / 922), Ebû Bekir eş-Şiblî (ö. 334 / 946) gibi sûfîler başta olmak
üzere sonraki birçok sûfî tarafından da benimsenmiştir. İlk sûfîler Allah sevgisini ifade ederken
genellikle hub, muhabbet, habîb, mahbûb gibi kelimeleri tercih ettikleri halde daha sonrakiler yaygın olarak aşk, âşık, mâşuk gibi kelimeleri kullanmaya başlayınca “ilâhî aşk” kavramı doğmuştur.
Aşk kavramını ilk defa muhabbetten ayırarak
etraflı bir şekilde ele alan sûfî, İmam Gazzâlî’nin
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
kardeşi Ahmed Gazzâlî’dir (ö. 520 / 1126). Kaleme aldığı Sevânihu’l-uşşâk/Sevânih fi’l-ışk adlı
eseri yaygınlık kazandıktan sonra aşk kavramı
tasavvuf çevrelerinde de benimsenmiştir.
XII. yüzyılın başlarında vefat eden İmam
Gazzâlî’nin (ö. 505 / 1111) tasavvuf tarihi açısından ayrı bir önemi vardır. Onun “Allah göklerin
ve yerin nûrudur” (en-Nûr 24/35) âyeti ve bazı
hadisler ile önceki sûfîlerin sözleri çerçevesinde
tasavvufu nur ağırlıklı bir anlayış temeline oturttuğu ve bu hususu açıklamak üzere Mişkâtü’lenvâr adlı eserini kaleme aldığı bilinmektedir.
Ona göre Allah en yüce ve hakiki bir nurdur,
diğer bütün nurların da kaynağı O’dur. Rûhânî,
cismânî, manevî-maddî bütün varlıklar o nûrun
yansımalarıdır. Nurun kaynağından feyezân suretiyle meydana gelen bütün bu nurların sayılamayacak kadar dereceleri vardır. Kaynağından
uzaklaşan nurların nurluluk derecesi azaldığından karanlıkları artmaktadır. Allah’ın varlığının
çok açık olması; yani nûrunun işrakı sebebiyle
insanlara kapalı hale gelmiştir.
XIII. yüzyılın ilk yarısında varlığın birliği anlayışını geniş bir şekilde ortaya koyan Muhyiddin
İbnü’l-Arabî’nin (ö. 638 / 1240) tasavvuf ehli arasındaki etkisi günümüze kadar kesintisiz olarak
devam etmiş, görüşleri daha çok el-Fütûhâtü’lMekkiyye ve husûsiyle Füsûsü’l-hikem adlı eserleri vasıtasıyla sonraki nesillere aktarılmıştır.
“Şeyhü’l-ekber” unvanı sebebiyle onun görüşleri
çerçevesinde oluşan mektebe de Ekberiyye denilmiştir. İbnü’l-Arabî’nin pek çok takipçisi bulunmakla birlikte görüşlerini tasavvuf içinden ve
dışından tenkid edenler de olmuştur. Onun hatalarına işaret eden sûfîler Alâüddevle-i Simnânî,
Abdülkerîm el-Cilî, Zeynüddin Hâfî, İmam-ı
Rabbânî ve Rabbânî’nin günümüze kadar gelen
birçok takipçisidir. Sûfîde varlığın birliği anlayışının seyru sülûkün ileri mertebelerinden birinde meydana geldiğini belirten İmam-ı Rabbânî (ö.
1034 / 1624), bu mertebede her şeyin tek varlık
olarak göründüğünü, yani varlıkta birliğin ontolojik bir geçerliliği olmayıp yalnızca görüntüden
ibaret olduğunu, söz konusu mertebe aşıldığında
zâtın gölgeleri olan kâinâtın faklı bir varlığa sahip olduğunun bilindiğini vurgulamıştır.
Asr-ı saâdet’ten itibaren devam eden zikir silsileleri çevresinde oluşan tasavvufî gruplar zamanla
değişik isimler altında tarikatları oluşturmuştur.
Birçoğu bugünkü adları ve yapılarıyla XII. yüzyıl ve sonrasında oluşan bu tarikatlardan Ebû
A
A
n
s
i
h
k
i
l
İshak Kâzerûnî’ye nisbet edilen Kâzerûniyye,
Abdülkadir-i Geylânî’ye nisbet edilen Kadiriyye, Ahmed er-Rifâî’ye nisbet edilen Rifâiyye,
Şehâbeddin es-Sühreverdî’ye nisbet edilen Sühreverdiyye, Ebû Meyden Şuayb b. Hüseyin’e nisbet
edilen Medyeniyye, Muînüddin Hasan el-Çiştî’ye
nisbet edilen Çiştiyye, Sa‘deddin Cebâvî’ye nisbet
edilen Sa‘diyye, Ebü’l-Hasan eş-Şâzilî’ye nisbet
edilen Şâziliyye, Ahmed el-Bedevî’ye nisbet edilen
Bedeviyye, Burhaneddin İbrâhim ed-Desûkî’ye
nisbet edilen Desûkiyye, Ahmed Yesevî’ye nisbet
edilen Yeseviyye, Hacı Bektaş-ı Velî’ye nisbet edilen Bektaşiyye, Bahâeddin Nakşibend’e nisbet
edilen Nakşibendiyye, Necmeddîn-i Kübrâ’ya
nisbet edilen Kübreviyye, Mevlana Celâleddin-i
Rumî’ye nisbet edilen Mevleviyye, Ömer elHalvetî’ye nisbet edilen Halvetiyye, Hacı Bayrâm-ı
Velî’ye nisbet edilen Bayramiyye ve bunlardan ayrılan onlarca kol ve şubeler vasıtasıyla tasavvuf
kültürü İslâm dünyasının her tarafına yayılmış,
bir taraftan Müslümanların canlı bir dinî hayat
yaşamasına sebep olurken diğer taraftan pek çok
yerde ihtidalara vesile olmuştur.
KAYNAKÇA:
Hakîm et-Tirmizî, Hatmü’l-velâye, Beyrut 1999, s. 32-36; Ebu
Nasr es-Serrâc, el-Luma‘, (yay. Abdülhalim Mahmud-Taha
Abdülbakî Sürur), Kahire 1960, s. 33-34, 40-48, 511-555; Muhammed b. İbrahim el-Kelâbâzî, et-Taarruf li mezhebi ehli’ttasavvuf, Kahire 1960, s. 5-12, 58-64; Hargûşî, Tehzîbü’l-esrâr,
Beyrut 2006, s. 11-26; Ebu Abdurrahman es-Sülemî, Menâhicü’lârifîn (Tasavvufun Ana İlkeleri Sülemî’nin Risâleleri içinde, yay.
Süleyman Ateş), Ankara 1981, s. 3-19; Ebû Nuaym el-Isfahanî,
Hilyetü’l-evliyâ, I, Kahire 1974, s. 17-28; Abdülkerîm el-Kuşeyrî,
er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, (yay. Abdülhalim Mahmud-Mahmud
b. Şerîf), I, Kahire 1972, s. 52-53; Ebu’l-Hasan Ali b. Osman
el-Hücvîrî, Keşfü’l-mahcûb: Hakikat Bilgisi (çev. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982, s. 111-124, 283-387; Muhammed Gazzâlî,
İhyâu Ulûmi’d-dîn, III, Beyrut, s. 18-26, 74-79, 404-407; aynı
yazar, Mişkâtü’l-envâr (nşr. Abdülazîz İzzeddîn es-Seyrevan),
Beyrut 1986, s. 119, 135-139, 142-144; aynı yazar, el-Munkızu
mine’d-dalâl (çev. Ahmet Suphi Furat), İstanbul 1972, s. 59-66;
Şehâbüddin es-Sühreverdî, Avârifü’l-maârif (İhyâu Ulûmi’d-dîn
içinde), Beyrut, s. 62-66; Muhyiddin İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’lMekkiyye, Kahire, I, 51-91; İbn Haldun, Şifâü’s-sâil li tehzîbi’lmesâil (yay. Muhammed b. Tâvit et-Tancî), İstanbul 1957; Afifüddin Abdullah Yâfiî, Neşrü’l-mehâsin, Kahire 1961, s. 394-398;
Zeynüddîn Hâfî, Menhecü’r-reşâd, Süleymâniye Ktp., İsmihan
Sultan, nr. 283, vr. 76a-b; aynı yazar, el-Vasâya’l-Kudsiyye,
Süleymâniye Ktp., Murad Buhârî, nr. 210, vr. 22a, 33a; İmam-ı
Rabbânî, Mektûbât, Fazilet Neşriyat, I, İstanbul, Mektup no: 272,
291; Ömer Ferrûh, el-Fikru’l-Arabî, Beyrut 1966, s. 269-273,
307-334; Annemarie Schimmel, “Sufism and the Islamic Tradition”, Mysticism and Religious Traditions (ed. Steven T. Katz), Oxford 1983, s. 130-147; Ali Sâmî en-Neşşâr, Neş’tü’l-fikri’l-felsefî
fi’l-İslâm, III, Kahire 1978; Mustafa Tahralı, “Fransız Müslüman
Abdülvâhid Yahyâ (Rene Guenon)’nın Eserinde Tasavvuf ve Mistisizm Farkı”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, IV (1981), s. 21-36;
İbrahim b. Muhammed el-Berîkân, “et-Tasavvuf fî mîzâni’n-nakli
ve’l-akl”, Mecelletü’l-buhûsi’l-İslâmiyye, XLI (1414-1415/1994),
s. 139-234; Ebü’l-Yezîd el-Acemî, “Nahvu kırâetin menheciyyetin
li’t-türâsi’s-sûfî el-İslâmî”, Havliyyâtu külliyeti dâri’l-ulûm, XVI
(1994), s. 219-287; Peter J. Awn, “Sufism”, Encyclopedia of Religion, New York 1987, XIV, 104-123; Ömer et-Tûmî eş-Şeybânî,
“el-Hareketü’s-sûfiyye fî müctemai’l-Arabiyyi’l-müslim”, Mecelletü Külliyeti’d-da‘veti’l-İslâmiyye, X (1993), s. 214-247;
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Nâcî Hüseyin Cevdet, “Usûlü’t-târihiyye li nazariyyeti’t-tarîki’ssûfî: Bahsün fî neş’eti mefâhîmi’t-tasavvuf ve usûlih”, Mecelletü Âdâbi’l-Mustansıriyye, XXVI (1995), s. 574-599; William
C. Chittick, “Sufism” [Sufi Thought and Practice], The Oxford
Encyclopedia of the Modern Islamic World (ed. John L. Esposito), New York-Oxford 1995, IV, 102-109; Âdil Avvâ-Abdülhamîd
Sâlih, “et-Tasavvuf”, el-Mevsûatü’l-Arabiyye, VI, Dımaşk 2002,
s. 513-517; Velîd Münîr, “et-Tasavvuf ve sîkûlûciyyeti’l-hudûri’lmütesâmî beyne’d-dâfi‘ ve’l-gâye”, İslâmiyyât el-Ma‘rife,
XXXVI (1425/2004), s. 123-158; Reşat Öngören, “Osmanlılar
[Tasavvuf ve Tarikatlar]”, DİA, XXXIII, İstanbul 2007, s. 542543; aynı yazar, “Sûfî”, DİA, XXXVII, İstanbul 2009, s. 471472; Cemil Hamdâvî, “et-Tasavvufu’l-İslâmî ve merâhiluhu”,
et-Tesâmuh, XVIII (1428/2007), s. 108-125;
Reşat ÖNGÖREN
TATCI, MUSTAFA
(d. 1961).
Denizli ’de doğdu. İlk ve orta okulu Kızılcabölük’te, liseyi Denizli Lisesi’nde bitirdi (1978).
Uludağ Üniversitesi Necati Bey Eğitim Fakültesi,
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu
(1984). Gazi Üniversitesi’nde Hayretî Dîvânı’nda
Din ve Tasavvuf konusunda yaptığı teziyle Yüksek
lisansını (1986); Yûnus Emre Dîvânı-İncelemeTenkitli Metin adlı teziyle doktorasını tamamladı (1990). Silvan E. Meslek Lisesi’nde Edebiyat öğretmenliğinden (1985-1986) sonra Gazi
Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi
Bölümü’ne öğretim görevlisi olarak atandı. Halen
aynı bölümde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. MEB Yayınlar Dairesi’nde yayın kurulu üyeliğinde bulundu. TRT’de belgesel danışmanlığı da
yapan yazarın klasik Türk edebiyatı ve özellikle
Türk tasavvuf edebiyatı sahasında yayınladığı
pek çok araştırma bulunmaktadır.
KAYNAKÇA:
http://www.mustafatatci.com/ (Erişim: 26.05.2014).
http://websitem.gazi.edu.tr/site/tatci (Erişim: 26.05.2014).
Bekir ŞAHİN
TEKKE
Ahilerin de teşkilatlanma yeri olan tekke, tasavvuf literatüründe dervişlerin toplanıp zikir, âyin
ve ibâdet ettikleri, nefis terbiyesi gördükleri,
ruhen ve ahlâken eğitilip olgun ve yektin kişiler
hâline geldikleri yere verilen isimdir.
293
A
A
294
n
s
i
h
k
İslam medeniyetinin cami, medrese gibi temel kurumlarında olduğu gibi tekke de Asr-ı Saadet’te
Mescid-i Nebevî’nin çatısı altında fonksiyonunu
icra etmiştir. İlk tekkenin nerede ve ne zaman
kurulduğu hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Konuyla ilgili kesin bir bilginin olmayışının nedeni tekkenin kurulduğu dönemden itibaren resmî bir hüviyete sahip olmamasından ileri
gelir.
Tefsirden felsefeye tüm zahiri ilimler medresede okutulurken, tekkeler daha ziyade kişilerin
manevî ve ahlâkî açıdan terbiyesiyle meşgul olmuştur. İlk tekkeler basit yapılar şeklinde iken
zamanla değişik mimari özellikleri bulunan tekke
yapıları ortaya çıkmıştır. Yine farklı zamanlarda
ve değişik coğrafyalarda tekkelere verilen isimlerin de değiştiği görülmektedir. Özellikle zâviye,
hângâh, dergâh, ribât, âsitâne, imâret, buk‘a, düveyre, savma‘a, mihrab, tevhidhâne, harâbât gibi
isimler kullanılmıştır. Bunlar arasında küçük
tekke yapılarına zâviye denirken, büyüklerine de
dergâh veya hângâh denilmektedir. Merkez tekke
için ise âsitâne terimi tercih edilmiştir. Tekkeler
oluşmadan önce zahid ve sûfîlerin zikir ve sohbet
faaliyetlerini daha ziyade evlerde, namaz vakitleri
dışında camilerde, gezgin dervişler de ribatlarda
gerçekleştiriyorlardı. Horasan bölgesinde özellikle seyyah sûfîleri barındıran hângâhlar da bu
amaçla teşekkül etmişti. İlk tekkeler basit bir oda
ve küçük bir mekândan ibaretti.
Hiçbir ayırım gözetmeksizin herkese hizmet sunan tekkeler tasavvufi eğitimin yanı sıra farklı
amaçlar için de kullanılmıştır. Mesela tekkeler
her şeyden önce mescid ve cami olarak ibadet
için kullanılan mekânlardı. Ayrıca okuma, yazma ve dinî ilimlerin öğretiliği mektep; seyyah ve
yolcuların konakladığı kervansaray; hasta, düşkün ve ihtiyaç sahiplerinin bakımının yapıldığı
dârü’l-aceze; fakir ve yoksulların karınlarının doyurulduğu imâret gibi özellikleri de bünyesinde
barındırmıştır. Tekkeler güvenlik ve ticaret gibi
konularda da hizmet vermiştir. Tüccarların yol
güzergâhlarında veya sınır boylarında kurulan
hângâh ve ribâtlar bu amaçla kullanılmıştır. Yine
güzel sanatlar akademisi olarak hizmet veren tekkeler de olmuştur.
Fetihlerde savaşa katılan dervişlerin rolü olduğu
gibi fethedilen yerlerdeki halkların İslam’a girmesinde de tekkeler etkin bir görev üstlenmiştir.
Bu durum tekelerin İslam fetihleriyle birlikte üç
kıtada faaliyet göstermesinde etkili olmuştur. Ay-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
rıca fethedilen bölgelerin imarında da dervişlerin katkısının vardı. Haddizatında tekkeler daha
çok kurucu şeyhlerin istediği mekânlarda inşa
edilmekle birlikte bazı tekkeler devletin iskân
politikasına uygun yerlerde kurulmuş ve devletçe
desteklenmiştir.
Anadolu’da zaviye çatısı altında faaliyet gösteren
kurumlardan biri de Ahiliktir. Özellikle Anadolu Selçuklu sultanı I. Alâeddin Keykubad’ın büyük destek ve yardımıyla şehirlerde olduğu gibi
köylerde ve uç bölgelerde ahî zâviyeleri kuruldu.
Çeşitli gruplar halinde teşkilatlanan Ahilerin her
birinin müstakil bir zaviyesi vardı. XIV. yüzyıl
ortalarında Orhan Gazi döneminde Anadolu’yu
gezen ünlü seyyah İbn Battuta Ahi birliklerinin
tasavvufî hayatla olan yakınlıklarına temas edip
misafir olduğu Ahi zaviyelerinin isimlerini verir. Bu zâviyeler arasında özellikle Kırşehir’deki Ahi Evran Zaviyesi Osmanlılar’da Türk debbağlarının ve zenaat erbabının manevî merkezi
konumunda idi. Ahî Evran’nın türbesi ile bazı
Ahlilerin mezarlarını ihtiva eden zaviye XX. yüzyılın başlarına kadar esnaf zümresi üzerindeki
manevî etkisini devam ettirmiştir. Bilecik’teki
Edebâli Zaviyesi erken dönem Osmanlı devrine
ait Ahi zaviyelerinin, kısmen de olsa günümüze
intikal edebilmiş ve özgün tasarımını koruyabilmiş nadir örneklerindendir.
İstanbul Medivenköy’de yer alan Şahkulu Sultan Tekkesi 1329’da Osmanlı-Bizans arasında
meydana gelen Pelekanon (Maltepe) savaşının
ardından Orhan Gazi tarafından bir ahî zâviyesi
şeklinde kurulmuştur. Zaviye XVI. yüzyılın başlarında ahîlerden, Yeniçeri Ocağı’nın da etkisiyle gitgide güçlenen Bektaşîler’e intikal etmiş,
ardından Bektaşîliğin İstanbul’daki âsitânesi ve
Osmanlı topraklarındaki bütün tekkeleri içinde
en önemlilerinden biri olarak varlığını sürdürmüştür.
KAYNAKÇA:
Ebû Nuaym el-İsfahânî, Hilyetü’l-evliyâ, Beyrut 1387/1967, VI,
155-165; Abdullah Herevî, Tabakâtu’s-sûfiyye, (yay. Muhammed
Sürûr Mevlâyî), Tahran 1351, s. 130; İbn Battuta, Seyahatnâme,
(çev. Mehmed Şerif), İstanbul 1333-35, I, 312-313, 318-319;
Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahîlik, Ankara 1974; aynı
yazar, “Fütüvvet-Ahi Müessesesinin Menşei Meselesi”, AÜİFD,
I (1952); Semavi Eyice, “Erken Osmanlı Devrinin Bir Sosyal
Müessesesi: Zaviyeler ve Zaviyeli Camiler”, İFM, XXIII (1963);
İlhan Şahin, “Ahi Evran Vakfiyyesi ve Vakıflarına Dair”, Türklük
Araştırmaları Dergisi, I, İstanbul 1985, s. 324-341; aynı yazar,
“Osmanlı Devrinde Ahi Evran Zaviyesinin Hususiyetine Dair
Bazı Mülâhazalar ve Vesikalar”, Ahilik ve Esnaf: Konferanslar ve
Seminer, Metinler-Tartışmalar, İstanbul 1986, s. 159-174; Gabriel Baer, “The Administrative, Economic and Social Functions
of Turkish Guilds”, International Journal of Middle East Studies, I, New York 1970, s. 28-50; Mustafa Kara, Din, Hayat, Sanat
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul 1999, a.mlf., “Tekke”,
DİA, XL, 368-370; Ziya Kazıcı, “Ahîlik”, DİA, X, 540-542; M.
Ziya Önge, “Ahî Evran Zâviyesi”, DİA, X, 530; M. Baha Tanman,
“Edebâli Zâviyesi”, DİA, X, 394-395; a.mlf., “Şahkulu Sultan
Tekkesi”, DİA, XXXVIII, 286.
Abdürrezzak TEK
TERLİKÇİ
İstanbul’un Beyazıt semtinde Mercan Yokuşu bir
baştan diğer başa kadar terlikçi çarşısı idi. Burada mercan terlikleri imal edilirdi. Mercan terlikleri sert deriden yapılırdı. İki kısımdan meydana gelen bu terliklerin biri yüz, diğeri arkalık
kısmı olup, biri diğerinin içine girerdi. Terlikler
yarım kayık şeklinde olup, ince deriden yapılırdı.
Renkleri çoğu zaman sarı veya kırmızı idi. Pençeleri kıvrık şeklinde olup, uç kısmı ise iki veya üç
santimetre çıkık idi. Çocuklar için rugan glaseden deriden imal edilen terliklere de, mercan adı
verilmekte idi. Parmak kısımlarından itibaren ön
kısımlarını örten mercan terliklerini, hem kadınlar hem de erkek1er giyerlerdi.
Terlikçi esnafının ürettiği terliklerin en kalitelisi
Vize meşininden yapılanı olup, İstanbul’a yeterli
mikdarda Vize meşini gelmediği zamanda terlikçi esnafı sanatını yapamaz duruma düşer ve
dükkânlarını kapatma tehlikesi ile karşı karşıya
kalırlardı.
KAYNAKÇA:
BOA, C. Belediye, nr. 1131; Pretextat-Le Comte, Türkiye’de Sanatlar ve Zenaatler (terc: Ayda Düz), İstanbul 1975, s. 136-137;
Reşat Ekrem Koçu, Türk Giyim, Kuşam ve Süslenme Sözlüğü,
Ankara 1967, s. 173.
Zeki TEKİN
TERZİ
Osmanlı belgelerinde “Hayyat” olarak da bilinen
terziler dokunan kumaşları diken esnaftı. Osmanlılarda terzi tabiri ilk kez Fetret devri (14021413) sonlarında geçmektedir. Terziler muhtemelen değişik esnaf mesleklerini içine alan Ahi
teşkilatının bir üyesi idiler. Padişahların, şehzadelerin, haremdeki valide sultan ile gözdelerin
ve yüksek rütbeli devlet görevlilerinin terzileri
olduğu gibi Osmanlı şehirler ve kasabalarında halkın semt ve çarşı terzileri vardı. Kumaş,
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
terzilik mesleğinin en önemli malzemelerinden
biridir. Terzilerin diktikleri kıyafetlerin rağbet
görmesinde görsel güzelliklerinin yanında sağlam olması da çok önemliydi. Terziye diktirilen
bir elbisenin kısa zamanda renginin solması veya
dikişlerinin atması, kullanılan kumaş ve ipliğin
kalitesiz olduğunu gösterir. Bu bağlamda terziler,
tercih edecekleri kumaş ve ipin kaliteli olmasına
büyük önem vermekteydiler. Günümüzde hazır
giyim ürünleri tercih edildiğinden dolayı terzilik
mesleği eski önemini yitirmiştir.
KAYNAKÇA:
Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Konya 1981, s. 114;
Necdet Öztürk, “Osmanlı Kroniklerinde Terziliğe dair İlk Kayıtlar (Kuruluştan 1502’ye kadar)”, Acta Turcica, sy. 2/2, (Temmuz
2009), s. 58-63.
M. Murat ÖNTUĞ
TEŠANJSKE ZANATLIJE I
TRGOVCI
(1642 -1992)
Teşany esnafları ile ilgili olan bu kitap, Aliya Galiyaşeviç tarafından Boşnakça olarak 1996 yılında
Teşany’da bastırılmıştır. Giriş hariç, beş bölümden oluşur. Toplam 162 sayfadır.
Girişte, belgeler, rivayetler ve hayatta olanların
hatıralarına dayanılarak Teşany şehrinin zengin
bir geçmişinin olduğu yazılır. Yazar, esnafları
kendi mesleğinin uzmanları olarak göstermiş;
bunların yaşadıkları ve çalıştıkları ortamları
maddi olduğu kadar manevî açıdan da zenginleştirdiklerine dikkat çekmiştir.
Birinci bölümde Arkeolojik İzlere yer verilmiştir.
Teşany şehri tarihinin taş devrine kadar uzandığına vurgu yapılmış; Bronz devrinde bronz, bakır
ve bakır alaşımı üretimi üzerinde durulmuştur.
Akabinde Roma dönemine ait arkeolojik demir
eşyaların bulunuşu ve burada Romalıların toprakları yeni yöntemlerle işlemelerini ve bu dönemde Bosna’nın dünyaya açılmasını; zikredilen
gelişmelerin Romalıların inşa ettikleri yollarla
olduğunu vurgulamıştır. Zaman içinde esnaf faaliyetlerinin ortaya çıkması, gelişmesi ve belli dönemlerde çöküşüne temas edilmiştir.
İkinci bölümde el sanatlarının yapısı incelenmiştir. Halkın tarımla uğraştığını ve buna bağlı
olarak çömlekçilik, dokumacılık, debbağlık, ma-
295
A
A
296
n
s
i
h
k
rangozluk gibi mesleklerin ortaya çıktığına vurgu
yapılır. Teşany bölgesinde halkın meyvecilikle uğraştığını ve meyve işlemek için çeşitli araç ve aletleri yapan zanaatkârların ortaya çıkmasına işaret
edilir. Nitekim pekmez kazancıları, meyve kurutma fırıncıları gibi zanaatkârların bunlar arasında
dikkat çekici olduğuna değinilir. Aynı zamanda
hayvancılığın yaygın olduğunu, buna bağlı olarak
ortaya çıkan deri ve yün işlemeciliği ile ilgili esnafların yapısıyla meslekleri incelenir.
Üçüncü bölüm, iskân olarak Teşany şehrinin yeri
ve rolüne ayrılmıştır. Teşany’ın tarihî, coğrafî ve
kültürel yapısı kısaca ele alındıktan sonra çok etnikli bir yapıya sahip olduğundan bahsedilir. Yoğun iskân sonucu siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel müesseselerin kurulduğuna ve şehirde âlim,
esnaf, asker ve timar sahiplerinin yaşadıklarına
dair bilgiler verilir. Ayrıca Teşany’ın büyük bir ticaret merkezi olduğunu ve diğer büyük ticarî merkezlerle bağlantı kurulduğu belirtilir. Üretimin
yüksek olduğundan ticaretin çok yüksek düzeyde
yapıldığı, bunun için han, kervansaray, hamam,
mektep, medrese, tekke, zaviye ve çeşmeler inşa
edildiği bilgisine yer verilir.
Dördüncü bölümde belgeler, rivayetler ve hayatta
olanların hatıralarından hareketle esnaflık konusu ele alınır. Bu bölüm beş alt başlıktan oluşur.
Bu çerçevede Ortaçağ ve Osmanlı döneminde
Teşany şehrinde esnafların teşkilatlanması ile
uğraştıkları mesleklerin çeşitlerinden bahsedilir.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde
esnaflarla ilgili bilgiler nakledilir. Osmanlı döneminde ortaya çıkan esnaf teşkilat yapısında değişikliğe gidildiği hususu üzerinde durulur. Katolik
olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu güçlerinin İslamî özellikler taşıyan esnaf teşkilatlarını
önce zayıflatıp sonra kaldırmak istedikleri ifade
edilir. I. ve II. Dünya Savaşları arasındaki dönemde esnafların faaliyetlerini ele alıp çöküşten bahseder. 1941-1992 yılları arasında sanayileşmenin
ortaya çıkmasıyla eski zanaatların yavaş yavaş
kaybolmaya başladığına ve eski usül esnaflığa ilginin azaldığına işaret yapar. Bosna-Hersek Savaşı
öncesiyle savaş ortamındaki ekonomik durumu
da inceler. Siyasî kargaşalar dolayısıyla ortaya çıkan ekonomik krizden halkın etkilenerek ülkeyi
terk etmesiyle hem sanayide hem de zanaatlarda
zayıflama olduğunu; bu yüzden tarihte en durgun
noktaya gelindiğini belirtir.
Beşinci bölümde ek olarak esnaf dükkânları ve
1945-1992 arasında nakliyatçılar listesi sunul-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
muş; esnafların farklı din ve milliyete mensup
Ortodoks / Sırplar, Katolik / Hırvatlar ve Müslüman / Boşnaklar olduklarına vurgu yapılmıştır.
Sonuçta yazar Aliya Galiyaşeviç, Teşany şehrinde
1642 -1992 tarihleri arasında esnaf örgütlenmesinin geçirdiği aşamaları genel hatlarıyla değerlendirmiştir.
Cemile TEKİN
TEŞKİLÂT-I AHİYÂN VE SEYR-İ
TÂRÎH-İ ÂN
Tahran Şehit Behişti Üniversitesi Edebiyat ve
İnsani Bilimler Fakültesi Fars Dili ve Edebiyatı
Bölümü’nde, Alirza Moqaddem tarafından 2010
yılında yüksek lisans tezi olarak hazırlanmış
olup, 196 sayfadır.
Araştırma, girişi müteakip dört bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölümde “Tarih İçinde
Fütüvvet” başlığı altında “Fütüvvet” kelimesinin
anlamı ve kökeni; Kur’an ve hadiste, İslam’dan
önceki Arap edebiyatı ve toplumunda Fütüvvet;
klasik şarkta civanmerdler; İslamî dönemde
Fütüvvet Teşkilatı; Fütüvvet-tasavvuf ilişkisi ve
İslamî dönemde civanmerdlerin çeşitli grupları
hakkında bilgiler verilmiştir.
İkinci bölümde “Ahi” kelimesinin kökenine değinildikten sonra Ali Ferec Zencani, Ahi Şerafeddin, Ahi Ali Mir, Ahi Mohammad Dehistani,
Ahi Ali Desti, Ahi Ali Kutluşah, Ahi Hayreddin
Tebrizî, Ahi Sadeddin, Gazi Ahi Mezhebi, Ahi
Halife Hemedani, Ahi Merem Şervani, Ahi Şehabeddin gibi İran tarihinin önemli bazı Ahileri
üzerinde durulmuştur.
Üçüncü bölümde Ahilerle ilgili olarak Mevlana’nın eserleri, Ahmed Eflâkî’nin Menâkıbu’lÂrifin’i, Sultan Veled’in Divanı ve Evhadî
Meragaî’nin Cam-ı Cem’i gibi eserler kaynak
olarak gösterilmektedir. Buna ilaveten İbn
Batuta’nın Seyahatnâmesi’ne göre Ahiler hakkında bilgi verilmekte, Selçuklular döneminde Ahi Teşkilatı’nın genel durumu, Ahilerin
Evhadüddin-i Kirmânî ve Mevleviler ile ilişkileri,
ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunda
yeri üzerinde durulmaktadır.
Dördüncü bölümde Tevârih-i Âl-i Osman, Şakayik-i
Nu’maniyye, Kunhu’l-Ahbar, Hacı Bektaş-ı Velî
Vilayetnâmesi, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, Ahi
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Evren Vakıfnâmesi, Şecerename-i Ahi Evren, Ahi
Evren Menâkıbnâmesi ve benzeri eserler hakkında bilgilere yer verilmektedir.
rine yer verilir. Son olarak Ahi teşkilatının topluma hangi değerleri kazandırdığına dair değerlendirmeler yapılır.
Ali TEMİZEL
Emin KILIÇ
THE COMBINATION OF ARTS
AND MORAL VALUES:
THE TURKISH AHI
INSTITUTION
THE DEVELOPMENT AND THE
STRUCTURE OF THE TURKISH
FUTUWWA GUILDS
Neşet Çağatay tarafından hazırlanan eser, Fırat
Asya tarafından İngilizceye tercüme edilmiş ve
1992 yılında yayımlanmıştır. Ahi teşkilatı ile ilgili
genel bilgilerin verildiği eser, 32 sayfadır.
Eserin başında Ahilik kurumunun teşkil edilmesinin temel nedenleri hakkında bilgi verilir. Daha
sonra Ahilik ve Fütüvvet kavramlarının tanımı
yapılır ve Ahilik teşkilatı ile ilgili genel açıklamalarda bulunulur. Bunu takiben kimlerin Ahi
olabileceği, Ahilere meslekî bilgilerin yanında
ahlakî normların nasıl kazandırılacağı hakkında
bilgiler yer alır. Bununla birlikte eserde Ahi teşkilatındaki sosyal sınıflardan bahsedilir ve Ahi
teşkilatında toplam dokuz sosyal grubun olduğu
belirtilir. Ahi teşkilatının tarihi ile ilgili bilgilere
de bu eserde yer verilir. Anadolu’da Beylikler
döneminde Ankara’nın Ahiler tarafından yönetilmesi ve Ahilerin daha sonraki dönemlerde de yönetime yardımcı oldukları bilgisi eserde yer alır.
Eserde ayrıca Ahiliğin kurucusu olarak kabul
edilen Ahi Evran’dan kısaca bahsedilir. Akabinde
Ahi teşkilatının Türklerin göçebe hayattan yerleşik hayata geçişlerindeki etkisinden, yabancıların elinde olan sanat ve ticaret ile Türklerin de
uğraşmaya başlamasına ve ekonomiye olan katkılarından bahsedilir. Kitapta Ahi tekkesinde eğitim alanlara kazandırılan temel esaslara da yer
verilir. Buna ek olarak köylerde kurulan misafir odalarından ve misafirlere sunulan hizmetler
hakkında bilgi yer alır. Bu açıklamalardan sonra
yaren odalarının nasıl inşa edilip hangi amaçlarla kullanıldığı konusuna değinilir.
Eserin son kısmında Türk iktisadî hayatının temel kurumlarından olan Ahi teşkilatının başlıca
özelliklerinden ayrıntılarıyla bahsedilir. Ayrıca
Ahilerin kıyafetleri, yeni üyelerin katılım törenleri, Ahi teşkilatının ekonomik destek sistemi ve
bu sistemin işleyişi ile Ahilerin yardım faaliyetle-
D. Breebaart, Türkçe’ye “Türk Fütüvve Loncalarının Yapısı ve Gelişimi” adı ile tercüme edilebilecek olan bu çalışmayı, Princeton Üniversitesi
Oriental çalışmaları bölümünde Eylül 1961 tarihinde Doktora tezi olarak hazırlamıştır. Mezkur
kişinin Doktora danışmanı Prof. Dr. L. V. Thomas olup, Farsça metinlerin tercümesinde M.
Dickson, genel olarak fütüvvetnâmeler ile ilgili de
Taeschner ve Gölpınarlı önerilerde bulunmuştur.
Tez, önsöz ve giriş hariç iki ana bölümden oluşur. Birinci bölümde Arap kabile toplumundan
sûfîlerin etik sistemlerinde yeniden şekillenen
bir gurup olarak sosyal kompleksin bir değeri
gibi fütüvve kurumunun şekillenme süreci incelenir. İkinci bölümde Ahî-fityân dairesi içinde
Fütüvvenin gelişimi, Türk loncalarının etik idealleri ve yapılarında fütüvve geleneğinin sürekliliği
ele alınır. Kronikler ve erken dönem Sûfî edebi
metinleri fütüvve kurumunun erken dönemini
aydınlatmak için temel kaynaklardır. Öyle ki bu
çalışmanın temel kaynağı da “ Fütüvvet-nâme-i
Kebir” adlı eser olup bu çalışma 1524 yılında
Seyyid Mehmed ibn Alâeddin el- Hüseyni erRızavi tarafından tamamlanmıştır. Çalışmanın
diğer alt başlıkları şu şekildedir:
Sûfîler Arasında Fütüvve’nin Gelişimi, IX. ve XII.
Yüzyıl Arasında Sivil Oluşumlar ve Fütüvve Guruplar, Halife en-Nâsır-Lidînillâh ve Onun Fütüvve Reformları, XIII. Asrın Fütüvve Edebi Kaynakları, XIII. ve XV. Anadolusunda Ahî-Fityân, Türk
Fütüvve Loncalarının Yönetim, Ritüel ve Etik
İdealleri.
Sonuç olarak temel idealler, değerler ve törenler,
fütüvve geleneğini oluşturur. Bunlar bütün fütüvve kaynaklarında bulunur. Erken dönem fütüvve
eserleri, sûfî dairesinde sûfî-fütüvvet ideallerinin
ve değerlerinin geliştiği ve daha sonra klasik formatına büründüğünü açıklar. Sûfî için merkezi
fütüvve ideali, bencilliği ortadan kaldıran dav-
297
A
A
n
s
i
h
k
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ranış olan “diğergamlık”tır. Fütüvve gurupları ve
sûfîlerin benzerlikleri, özellikle Ahi-fityân topluluklarında daha açıktır. Yazar özellikle fityân
gruplarını fütüvve tekkeleri olarak tanımlar. Derviş tekkesi ile Fütüvve tekkesi arasındaki ayrılık çizgisi XIV- XVI. yüzyılın akışı içinde düzenli
olarak azalmıştır. Ayrıca yazar, bazı özel (örneğin
sema gibi) derviş ritüellerinin fütüvve tekkelerinden alındığını iddia etmektedir. Böyle benzerliklerin ve geçişkenliklerin yanında fütüvve tekkelerinin sûfîliğin komünel hayatını bilmediklerini de
söylemektedir.
irdelenmekte ve XIII. yüzyılda Belediye ve Lonca
işbirliğine dikkat çekilmektedir. Yedinci bölümde tüccar lonca ve zanaatkâr loncalar, İngiltere
ve Kıta Avrupa örnekleri üzerinden incelenmektedir. Sekizinci bölümde ise sonraki dönemde
kurulan Tüccar Şirketleri, onların hammadde
kaynakları ürünleri ile daha sonra ortaya çıkan
tüccar maceraları sonunda kurulan maceracı
tüccarların ilk şirketlerinin ortaya çıkışları anlatılmaktadır. Son bölümde ise 18 ve 19. Yüzyılda
hayatını devam ettiren tüccar şirketlerin gelişimi
ve değişi üzerinde durulmaktadır.
H. Mustafa ERAVCI
H. Mustafa ERAVCI
THE GUILD MERCHANT
298
i
l
Charles Groso bu çalışmayı ilkin Göttingen
Üniversitesi’nde 1883 yılında Almanca Gilda
Mercatoria adı ile hazırlamıştır. Bundan yedi yıl
sonra ise yeni kaynaklar ışığında revize ederek İngilizce The Gild Merchant adı ile Oxford’da 1890
yılında yayınlamıştır. Çalışma İngiltere ve Kıta Avrupasın’daki Loncalar ile ilgili yazma kaynaklar
ışığında ortaya çıkartılmıştır. I. Cilt Tüccar Lonca
sisteminin yapısını irdelemekte olup 166 sayfadır.
İkinci cilt ise ilavelerden oluşup, İngiliz, AngloSakson, İskoç ve Kıta Avrupası tüccar loncalarına
dair yazılı kaynaklardaki belgeleri ihtiva etmektedir. Yazar önsözde belirttiği gibi eser yazma eserlere dayalı hazırlanmasından dolayı dönemi için
orijinal bir çalışma özelliği sergilemektedir.
Birinci cild dokuz bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde giriş, konunun önemi, esnaf loncalarının kökenleri, loncalara sahip kasabaların listesi;
ikinci bölümde loncaların organizasyonu ve teşkilatlanması bağlamında loncalara üyelik, yemin,
nitelik, festival ve toplantılardaki prosedürler;
üçüncü bölümde loncaların görevleri, lonca insanlarının ayrıcalıkları, hammadde teminleri ve perakende satışlar, paylaşım, lonca üyesi olamayan
kişilerin ödemeleri gibi hususlar; dördüncü bölümde lonca üyelerinin görevleri, vergiler ve satış
karları ve üretim düzenlemeleri; beşinci bölümde
lonca, kasaba, lonca insanları ve ayanlar arasındaki farklar bağlamında Lonca görevlileri, yargıçları, lonca liderleri ile ayanlar arasındaki fark
üzerinde durulur. Altıncı bölümde belediyelerin
oluşmasında loncaların etkisi çeşitli boyutları ile
THE GUILDS OF OTTOMAN
JARUSALEM
Amnon Cohen’in bu eseri Türkçeye, Osmanlı Kudüsünde Loncalar adıyla çevrilerek yayınlandı.
Zanaatkâr ve tüccar loncaları, asırlar boyunca
Osmanlı kent yapısının kilit unsurlarından birini
oluşturdu. Osmanlı gerçeğinin bu önemli kurumunun tarihsel ve toplumsal rolü ve yeri üzerine çok sayıda araştırma yapıldı. Araştırmaların
büyük çoğunluğu iki temel soru çevresinde toplanıyordu; birincisi, loncalar, diğer lonca üyelerine, lonca dışındaki tüccar ve çalışanlara karşı
kendi çıkarlarını savunan oldukça özerk meslekî
kuruluşlar mıydı? Diğer soru ise loncalar
zanaatkârları denetlemek ve vergiye bağlamak
üzere merkezî yönetimce oluşturulmuş meslekî
organizasyonlar mıydı? Amnon Cohen, Kudüs
adliyesinin sicil arşivlerinde yürüttüğü araştırmaların sonucunda, XVII. ve XVIII. yüzyıllardaki
lonca sistemine ilişkin ilginç sonuçlara varır.
Eser üç ana bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler sırasıyla “Kudüs’e Genel Bakış, Kudüs Loncaları ve Sonuç: Sivil Toplumun Habercisi Loncalar” olarak isimlendirilmiştir. Eserin asıl kısmını
“Kudüs Loncaları” oluşturmaktadır. Bu ise yedi
alt bölümden oluşmaktadır. “Kudüs Loncaları”
isimli ana bölümün ihtiva ettiği alt bölümler ise
şöyledir: “Gıda ve İçecek, Belediye Hizmetleri,
Deri Eşya, Metal İşleri, Tekstil Üretimi, Ev ve Ev
Eşyası, Ticaret”dir.
Ayrıca eserin sonunda Cohen, “Belgeler” adlı bölümde eserin inşası aşamasında kullanmış oldu-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
ğu arşiv belgelerinin tıpkıbasımını ve transkrib
edilmiş hallerini yayımlamıştır.
H.Mustafa ERAVCI
THE ISTANBUL GUILDS IN
SEVENTEETH CENTURY
Eunjeong Yi’nin 2000 yılında Harvard
Üniversitesi’nde tamamladığı doktora tezi üzerine temellendirdiği eserin dili İngilizcedir. Brill
Academic Publication tarafından 2004 yılında
yayınlanan eser, 306 sayfadır. Yi’nin eserinde
cevap aradığı soru, “İstanbul Loncaları’nın Devlet karşısında ne kadar bağımsız oldukları”dır.
Dört bölümden oluşan eserinin her bölümünde
Yi, İstanbul loncalarının özel bir yönüne odaklanmaktadır. İlk bölümde İstanbul loncalarının tarihsel yerleşimini ele alır, ancak kaynakların bu
konuda fazla bilgi vermemesi yüzünden amacına
ulaşamaz. İkinci bölümde loncaların organizasyon yapısını ele alır. Üçüncü bölüm loncaların ne
kadar dışa açık olduğunu, dördüncü bölüm ise
devlet ve loncalar arasındaki ilişkileri ele alır. Bu
son bölümde Yi, loncaların birçok önemli konuda bağımsız hareket edebilmelerine rağmen, fiyat
belirleme gibi hayati konularda devletten bağımsız hareket edemediklerini göstermektedir.
Yi’nin eseri, özellikle XVII. yüzyılın son dönemine
odaklanarak “Geleneksel Ahilik” üzerine temellenen Osmanlı Esnaf Teşkilatı’nda yaşanan değişimi açıklamada yetersizdir. Buna karşın Yi, daha
önce İstanbul loncaları üzerine araştırmalar yapan Robert Mantran ve Gabriel Bear’in Webberci
geleneksel Oryantalist “despotik devletin altında
ezilen loncaların faydasız ve zayıf birimler” olduklarına karşı çıkar ve bu alanda yapılacak yeni
araştırmalara yol gösterici olur.
Hamid KARASU
TİCARET ODALARI
Esnaf, sanatkâr, ticaret erbabının meslek örgütü olarak 1880 sonrasına ait bir oluşumudur.
Odalar öncesinde, aynı zümreleri Anadolu Selçukluları, Osmanlı Devleti zamanından bu yana
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
örgütleyen Fütüvvet, Ahilik, Lonca ve Gedik bulunmaktadır.
Osmanlı ülkesinde Ticaret Odaları, Tanzimat’la
gelen sosyal, fikrî değişimle irtibatlıdır. Devlet
teşkilatında olduğu gibi, meslek örgütlenmelerinin kaynağı da Fransız İnkılâbının müesseseleri
olmaya başlar. 7 Temmuz 1838’de kurulup bir
süre sonra Meclis-i Umur-ı Nafıa adını alan Ziraat ve Sanayi Meclisi bunlardandır. Ertesi yıl,
12 Haziran 1839’da Ticaret ve Ziraat Nezareti
kurulur. 16 Ocak 1846’da iki ayrı nezaret (bakanlık) haline getirilse de bu uzun sürmez. 22
Nisan 1846’da tekrar birleştirilir. Ticaret, Ziraat
ve Sanayi Odaları da aynı şekilde zaman zaman
birleşip-ayrılarak kurumlaşma yolunda mesafe
alır. Odaların yapılanmalarındaki değişiklikler,
devirlerinin hâkim siyasî-sosyal anlayışını yansıtır. Osmanlıcılık düşüncesiyle, paralel gelişen
odaların yönetimi, durumu açıklıkla gösterir.
Meclis-i Ticaret ve Ziraat 13 Haziran 1876’da
kurulur. Bu meclisin ziraat, sanayi ve ticarete
ait görevleri; ayrı başlıklar halinde çıkartılarak
yayınlanır. Sanayi ve ziraati geliştirmeye yönelik
kararnamenin ilk maddesi bir ticaret mektebi
açma ve resmî Ticaret Gazetesi çıkarmayı öngörür. Üçüncü maddesi, Ticaret Nezareti tasdikiyle
tayin olunmak üzere Ticaret Cemiyetlerinin kurulmasını ister. Tabii cemiyet yönetimi, başkent,
vilayet, sancak ve kaza merkezleri ile diğer memleketlerde geçerli olduğu gibi tüccar gözünde itibarlı şahıslardan seçilecektir. Ticaret borsaları
açılacak, ticaret mahkemeleri, bankalar, genele
açık şirketler kurulacaktır. Sigorta ve emniyet
sandıkları idare edilecek, yabancılarla ticaret,
deniz ticareti geliştirilecek, balık avcılığı ve deniz
ürünleri ile ilgili düzenlemeler getirilecektir. Bütün bu önemli, uygulamaya dönük işler, Avrupa
ülkelerinde uygulanan kanun, anlaşma, resmî,
resmî olmayan ticaretle ilgili yayınlar getirilip incelenerek Osmanlı Devleti’nin ticarî uygulamalarıyla uyuşur hale getirilerek gerçekleştirilecektir.
Bunun üzerine 1877’de İstanbul’da bir Ticaret ve
Ziraat Meclisi kurulur. Aynı yıl, Osmanlı Devleti içinde, yedisi Konya Vilayeti dahilinde (Konya,
Niğde, Isparta, Burdur, Teke, Alanya, Ermenek)
olmak üzere 125 Ticaret Mahkemesi kurulur.
Devlet merkezi İstanbul’daki “Dersaadet Ticaret
Mahkemesi Reisi, 1878-1880 itibariyle Ohannes
Efendi’dir. Bu arada ziraat, ticaret ve sanatın
gelişmesine engel olan vergilerin düzeltilmesi,
oranlarının ayarlanıp uygulanması işi Maliye
299
A
A
300
n
s
i
h
k
Bakanlığı’ndan istenir. Sıra ticaret odalarının kurulmasına gelmiştir.
Ticaret ve Ziraat örgütlerinin, ülkenin en seçkin,
zengin, saygın, işinin erbabı insanlardan oluşmasına karar verilir. Başarılı insanlar bir araya getirilerek sahadaki problemlere çözüm üretilecek,
devlete raporlarla durum bildirilecektir. Böylece
ticaret ve ziraatin çözüm bekleyen birikmiş sorunları kısa sürede halledilecektir.
Merkezde meclis, ardından cemiyetler bunlara
ek olarak Ziraat ve Ticaret ve Nâfıa Müdürlükleri kurulur. Zira, öncekiler, ticaret-ziraat erbabını,
sonrakiler devleti temsil edecektir. Aynı alandaki
ikili yönetim anlayışı, temelde toplumla merkezî
yönetimin kaynaştırılamamasından kaynaklanır.
Halkın seçtiği belediye başkanı varken, aynı yere
merkezî idareyi temsil eden vali veya kaymakamın atanması gibi bir durumdur.
Osmanlı-Rus Harbi (1877-78) sırasında ihtiyaç
üzerine devlet, lonca sandıklarındaki bütün paralara el koyar. Bu durum önceki örgüt yapısına
önemli bir darbedir. Esnaf, geleneksel yapıda bir
daha bu tür bir örgütlenmeye gidemez. Bütün
bu gelişmeler üzerine 6 Safer 1297’de (19 Ocak
1880) 11 maddelik bir nizamnâme ile Dersaadet
Ticaret Odası oluşturulur. Ardından 29 Receb
1297’de (7 Temmuz 1880) Dersaadet Sanayi Odası ile aynı gün Dersaadet Ziraat Odası kurulur. 19
Ocak 1880 tarihli padişah onayı çıkar. Böylece
İstanbul Ticaret Odası (İTO), Ocak 1880’de kurulup, Nisan 1880’de işe başlar. Bu durumda ilk
faaliyete geçen ticaret odası, Dersaadet (İstanbul)
Ticaret Odası’dır. Bunun ardından altı ay sonra 7
Temmuz 1880’de Dersaadet Sanayi Odası oluşturulur. İki oda da 24 seçilmiş üyeden oluşur. Üyelikte 25 yaşından küçük olmamak, ticarette beş,
sanayide en az iki yıl uğraşmış olmak gerekmektedir. İstanbul Ticaret Odası’nın ilk başkanı, Azaryan Aristakis Efendi adlı bir Osmanlı vatandaşı
Ermenidir. Yönetiminde yer alan 24 kişiden 19’u
Gayrimüslimdir.
Ülkenin ticaret ve sanayi erbabına 1880’lerde bakmak, hem durumu kavramaya hem de İTO’nun
yönetim kurulunu izaha yarayacaktır. Vapur acentelerinin biri hariç tamamı, 30 sigorta kumpanyası, yedi banka ve borsa, sarraflar, limon tüccarları, koza ve ipek tüccarları, pamuk tüccarları,
simsarlar, kumaş tüccarları, inşaat malzemecileri, kürkçüler, ipekliler ve çay ticaretinin tamamı
Gayrimüslimlerin elindedir. Diğer dallarda da
önemli ağırlığa sahiptirler. Yalnız hasır ile çubuk
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
imalatçılarının çoğunluğu, doğu ıtriyat ticaretinin
tamamı Müslümanların elindedir.
İstanbul Ticaret Odası, 2 Ocak 1882 tarihinde
ilk toplantısını gerçekleştirir. Devlet, yerli müteşebbisleri çoğaltıp, sanayi ve ticaretin önünü
açacak yerde, idarî değişikliklerle uğraşır. Ayrı,
bağımsız odaların başarısızlığı üzerine ticaret, ziraat ve sanayi odalarının, birleştirilerek yeniden
kurulması düşünülür. 23 Şubat 1888’te Ticaret
Nezâreti’nin teklifi ile bütün odalar birleştirilerek
Ticaret ve Ziraat ve Sanayi Odaları kurulur. 28
Şubat 1889 tarihli irade ile bu kuruluş yasalaşır. 31 Mayıs 1910 tarihli nizamnâme ile Ticaret
ve Sanayi Odaları, Ziraat Odaları’ndan ayrılır.
Odalar, resmî bir kuruluş gibidir. Uğraştığı işlerin büyük çoğunluğunu, hükümetin odaya havale
ettiği konular oluşturur.
1908 ile Birinci Dünya Savaşı yılları arasında bütün Osmanlı coğrafyasında 160 ticaret ve
sanayi odası kurulur. İşleyişi sağlamak üzere
nizamnâmeler hazırlanır. İlki, İstanbul’daki ticaret odasının kuruluşu ve görevlerine aittir. 11
maddelik ve 1879 yılına ait bu nizamnâmeden
sonra yine İstanbul için Dahilî Nizamnâme yayınlanır. Bunu, 1882 Ticaret ve Zahire Borsası
Nizamnâmesi takip eder. 22 Mayıs 1326 (4 Haziran 1910) tarihli Ticaret ve Sanayi Odalarına
Dair Nizamnâme’ye göre odalar yereldir. Onun
için, çok az tüccarın bulunduğu yerlerde bile,
ticaret ve sanayi odaları kurulur. Öncekiler varken bu nizamnâmenin II. Meşrutiyet devrinde
yeniden hazırlanma sebebi, Şûrâ-yı Devlet (Danıştay) Tanzimat Dairesi’nin gerekçe yazısında
izah edildiğine göre, 1910’da 120’ye varan taşra
ticaret odaları için ayrı bir nizamnâme hazırlanmamasıdır. 1879’da kaleme alınan Dersaadet
Ticaret Odası Nizamnâmesi uygulanmaya devam
edilmiştir. Daha sonra o nizamnâmeye Sanayi,
Ziraat Odaları ile ilgili ekler yapılmıştır. Halbuki
Ziraat Odaları ayrılarak ona Ziraat Nezâreti’nce
ayrı bir nizamnâme hazırlanmaktadır. Onun için
yeni bir nizamnâmeye ihtiyaç duyulmuştur.
1910 Nizamnâmesi, odaların nasıl kurulacağı,
maksat ve vazifeleri, tüccarların vazifeleri, oda
gelirlerinin sağlanması gibi konuları içerir. Genel muhtevadan anlaşılacağı üzere nizamnâmede
odalar, önceden olduğu gibi, kaydı isteğe bağlı,
meslek mensuplarının hükümete karşı temsilcisi ve hükümetin meslekî-ticarî alanda görüş
isteyeceği bir organ durumunda görülmemektedir. İstanbul’da 24, vilâyetlerde 12’şer üyeden
A
A
n
s
i
h
k
i
l
meydana gelen oda yönetimlerine izin; ihtiyaç
veya isteğe dayalı olarak resmî makamlarca verilecektir.
Yeni kurulacak odaların yönetiminde yer alacak
üyeleri seçmek üzere yirmi kişi seçilecektir. Bu
yirmi kişinin; onu vali, mutasarrıf veya kaymakam, onu da ticaret ve sanayi erbabı tarafından
seçilecektir. Seçim kurulu; İstanbul’da Ticaret
Nazırı’nın, taşrada mahallî memurların başkanlığında toplanacaktır.
Odalar ticaret ve sanayinin gelişmesi için gereken birçok işi yapabileceklerdir. Bunlar liman
inşaatından, deniz ve nehirlerde vasıta çalıştırmaya, demiryolunun düzeltilmesi ve uzatılmasına, borsalar kurmaya vb. teşebbüs edebilecektir.
Nizamnâme, tüccar ve ticaretle ilgili konularda
odayı ve odada kayıtlı tüccarı işin içine sokmaya
çalışır. Fakat başta belirtildiği gibi yönetimi seçecek 20 kişiden 10’unun resmî makamlarca belirlenmesi, odalar üzerindeki devlet kontrolünün
seviyesini ortaya kor.
Mütareke yıllarında İstanbul Ticaret ve Sanayi
Odası, tamamıyla faaliyetten ve millî özelliklerden uzak bir kurum durumundadır. İzmir’de
toplanan ilk İktisat Kongresi’ne verilen raporlarda, özellikle Millî Türk Birliği tarafından bastırılıp dağıtılan 17 Ocak 1923 tarihli raporda,
Mütareke yıllarının İstanbul Ticaret Odası’ndan
şiddetle şikâyet edilir. Bu tür düşünceler, etkili
olur. Millî Mücadele sonrasına kadar karma, hatta Gayrimüslim azınlık yönetiminde olan odalar,
Cumhuriyet devrinde azınlıklardan arındırılır.
I. Dünya Savaşı başladığı sıra başkent olan İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası yönetimi, önceki
dönemlere göre toplantı sayısını azaltıp, işleri
yavaşlatır. Çünkü yönetim kurulunda Osmanlı
Devleti’nin savaştığı ülkelerin vatandaşı olan üyeler vardır. Müslüman Türk üyeler, azınlıktadır.
Oda faaliyetleri, Mütareke döneminde daha da
duraksar. 1-2 Ağustos 1923’te İktisat Vekâletinin
emri ile oda idare meclisi seçimleri yapılarak
yönetim yenilenir. İTO’da, ilk defa tümü Türk
tüccar ve sanayiciden oluşan 24 kişilik bir oda
meclisi, 6 Eylül 1923’te seçilir. Başkanı İbrahim
Paşazâde Hüseyin Hüsnü Bey’dir. Bu hal yeni dönem ve durumun bir sonucudur. Oda millî bir
iktisat kurumu olarak canlandırılmak istenir.
Ticaret ve Sanayi Odaları 23 Nisan 1925 tarihinde, özel kanun çıkartılarak yeniden düzene
konulur. Bu kanuna göre ticaret odaları, Fransız
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
usulü, doğrudan hükümete bağlı bir resmî kurum değildir. Amerika ve İngiltere uygulamasında olduğu gibi, kamu kuruluşu sayılmayan özel
bir cemiyet de değildir. İki anlayış yarı resmîlikte
buluşturulur. Cumhuriyet yönetiminde ticaret
odaları, kamu kuruluşu konumunda meslekî ve
iktisadî bir kurum konumuna getirilir. 1925 yılında mevcut Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yeni yapılanma ile birlikte 221 yerde Ticaret
ve Sanayi Odası teşekkül ettirilir. 27 Eylül 1925
tarihli Ticaret ve Sanayi Odaları Yönetmeliğine
göre, ticaret ve sanayi odalarının faaliyet alanı,
yalnız bulundukları şehir veya kasaba değildir.
İdarî yapı itibariyle, şehir veya kasabaya bağlı
olan belediyeler, nahiye ve köyler de oda bölgesine dahildir.
Ticaret Odalarının bir alt birimi halinde Cumhuriyet devrinde, Esnaf Cemiyetleri yaşamaya devam etmiştir. Mesela 1926’da Bursa Debbağ Esnafı Cemiyeti kurulur. Debbağların kurduğu bu
cemiyetin, 11 maddelik bir Dahilî Talimatnâmesi
yayımlanır. Talimatnâmeye göre cemiyetin amacı, Debbağ esnafı arasında birlik sağlayıp, haklarını muhafazaya çalışmaktır. 1926 için ilginç
olan talimatnâme üçüncü maddesinde: “Cemiyetin içtimagâhı debbağhânede Lonca Odası’dır”
denmesidir. Bu ifade, Lonca Odası’nın Bursa’da
1926’da yaşadığını gösterir.
ABD, Fransa, İngiltere, İtalya, Belçika ticaret ve
sanayi kuruluşlarının çalışması ile 1920 yılında,
Uluslararası Ticaret Odası kurulur. Bu odaya üye
olabilmek için bir ülkenin, önce ekonomik gücünü birleştiren bir kurum meydana getirmesi gerekmektedir. Avrupa ülkeleri yanında, Arjantin,
Brezilya, Bulgaristan, Küba, Estonya, Litvanya,
Fas, Portekiz, Salvador, Sırp-Hırvat-Sloven- Krallığı, Sudan, Güney Afrika Birliği gibi memleketlerin üye olduğu Uluslararası Ticaret Odası’na
Türkiye 1926’da üye değildir.
İkinci Dünya Savaşı döneminde, ekonomi ve toplum üzerindeki denetim giderek artar, devletçilik
anlayışı ülkede tam anlamıyla hâkim olur. Bu gelişmeden ticaret ve sanayi odaları da payına düşeni alır. 11 Ocak 1943 tarihinde TBMM, yeni anlayıştaki Ticaret ve Sanayi Odaları, Esnaf Odaları
ve Ticaret Borsası Kanunu’nu kabul eder. Böylece odalar ve borsanın yapısında, dönemin anlayışına uygun bazı düzenlemeler yapılır. Yeni kanunun uygulama ayağını gerçekleştirmek üzere
10 Mayıs 1943 tarihli Ticaret ve Sanayi Odaları,
301
A
A
n
s
i
h
k
Esnaf Odaları ve Ticaret Borsaları Nizamnâmesi
de çıkarılır.
Kanuna göre, meslek kuruluşları, meslek hizmetlerini görmek, hükmi şahsiyeti haiz olmak
üzere, iktisadî ihtiyaçların gerekli kıldığı yerlerde Ticaret Vekilliği (Bakanlık) tarafından kurulacak, çalışma esasları ve tatbikata ait hükümler,
Ticaret Bakanlığınca nizamnâme ile tayin olunacaktı. Kanunla odalarda meslek heyetleri, oda ve
borsa meclisleri ve idare heyetleri gibi üç temel
organ oluşturuluyor. Fakat umumi kâtip ve icabında bir umumî kâtip muavini, Ticaret Bakanlığı tarafından tayin edilecek, tayin edilen genel
sekreter kurum içinde Ticaret Bakanlığını temsil
edecektir. Oda kurumlarının kararları genel sekretere gelecek, o da bakanlığa bildirecektir. İtiraz
vb. dosyalar konusunda Ticaret Bakanlığı, bir
hafta içinde itirazı inceleyip karar verir. Verdiği karar “kesin ve değiştirilemez”dir. 1943 yasal
düzenlemeleri, odaları birer resmî kurum haline
getirmiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra gelişen
daha liberal atmosfer, savaş yıllarının âdeta boğan uygulamalarına karşı tepki doludur. 1948
Türkiye İkinci İktisat Kongresi’nde açık eleştiriler dile getirilir. Odaların yönetiminin, üyelerinin
hür iradeleri ile oluşturulması talep edilmektedir. 8 Mart 1950 tarihinde 5590 sayılı Ticaret ve
Sanayi Odaları Kanunu kabul edilir. Yeni kanun,
ticaret ve sanayi odalarının, bulunduğu yerde
tüccar veya sanayicilerinin yüzde 60’ının müracaatı ile açılma, ayrı ayrı teşekkül etme hükmü
getirmektedir. Genel kâtip, yönetim kurulunca
tayin edilecek, iktisat fakültesi veya yüksek ekonomi ve ticaret okulu mezunu olacaktır. Savaş
yılları hükümlerini biraz esneten kanunun 1951
tarihli odalar tüzüğü ile uygulama yönü şekillendirilir.
KAYNAKÇA:
İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası Eylül 1923-Mayıs 1926 Faaliyet
ve Uygulamalarına Dair Genel Rapor, (çev. Süreyya Atilla Sağlamçubukçu-Ali Ulusoy, ed. Ali Yılmaz), İstanbul 2011, s. 11, 15,
383-393; Murat Koraltürk, Türkiye’de Ticaret ve Sanayi Odaları
(1880-1952), İstanbul 2002, s. 12-14, 21, 27-31, 36, 53; Reşat
Ekrem Koçu, Tarihte İstanbul Esnafı, İstanbul 2002, s. 83, 206,
214; Ufuk Gülsoy-Bayram Nazır, Türkiye’de Ticaretin Öncü Kuruluşu İstanbul Ticaret Odası 1923-1960, İstanbul 2012, s. 13, 19,
137-151, 154-159; Caner Arabacı, Geçmişten Günümüze Konya
Ticaret Odası 1882-1999, Konya 1999, s. 69-91, 116-124.
302
Caner ARABACI
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
TKY VE TARİHTEKİ BİR
UYGULAMASI AHİLİK
Muhittin Şimşek tarafından kaleme alınan eser
(İstanbul 2002), girişi takiben üç bölümden oluşmaktadır. Girişte, toplam kalite yaklaşımı ile
Ahilik kültürünün benzer yönlerinin bulunduğuna ilişkin kısa bir değerlendirme yapılır. Ahilik kurumunun meslekî ve eğitim yönlerinin ele
alındığı birinci bölümde Ahiliğin tanımı, amacı,
Anadolu’da nasıl ortaya çıktığı, teşkilat yapısı,
Ahi Evran’ın tarihî şahsiyeti ve misyonu üzerinde
durulur. İkinci bölümde kalite ve toplam kalite
yönetimi konusuna değinilir. Burada kalite kavramının tanımı, tarihî gelişimi, kaliteyi etkileyen
temel faktörler ve kalite çeşitlerine dair bilgiler
verilir ve bazı değerlendirmelerde bulunulur.
Üçüncü bölümde ise toplam kalite yönetimi ile
Ahi teşkilatının çeşitli yönlerden mukayesesi yapılır. Bu bağlamda önce Ahilikte kalite ve standardizasyon hususuna değinilir ve müteakiben
toplam kalite yönetimi ile Ahiliğin motivasyon,
müşteriye yaklaşım, eğitim, sıfır hata, iş ahlâkı
gibi kavramlar açısından karşılaştırılmasına geçilir. Son olarak da uluslararası ISO 9000 kalite
güvence sistemi ile Ahilikteki mal ve hizmet üretimiyle ilgili nizamlar hakkında açıklamalara yer
verilir.
İsmail ÇİFTCİOĞLU
TOKAT ŞEHRİNDE ESNAF
TEŞKİLATINA DAİR BİR
ARAŞTIRMA
(1772-1799)
Mehtap Çelik tarafından Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Yeniçağ Tarihi Anabilim Dalı’nda yüksek lisans tezi olarak yapılan bu
araştırma 51 sayfadır. Tez, yazarın önsözü ve girişten sonra iki bölümden oluşur.
Tezin giriş bölümünde XIV. yüzyılda Kadı Burhaneddin Ahmed Beyliği’nden sonra Osmanlı
yönetimine giren Tokat’ın idarî konumu belirtilir. Tarihin her devrinde Anadolu’nun en önemli
güzergahlarından birinde bulunmasından dolayı
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Tokat’ın ekonomik açıdan büyümeye açık olduğu
ve XV. ve XVI. yüzyıllarda en büyük gelişme ivmesini yakaladığı üzerinde durulur. Bunun kanıtı
olarak da şehirdeki 13 büyük han, 30 civarındaki çarşı ve 100 civarındaki meslek grubu gösterilir. XVIII. yüzyılda Tokat’ta bulunan meslek
gruplarının tasnifini yapılır.
Birinci bölümde Çelik, eski çağlardan Osmanlı
idaresine değin Tokat şehrinin tarihçesini verir. Tokat kelimesinin menşei hakkında tahliller yaparak kelimenin etimolojik ve onomastik
değerlendirmesini yapar. Sırasıyla Beylikler,
Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti dönemlerindeki şehrin idarî konumunu açıklığa kavuşturur. İkinci bölümde özellikle Osmanlı Devleti
hâkimiyetinde Tokat’ın Sivas ve Amasya ile birlikte Memleket-i Rum şeklinde ifade edilerek idare edildiğine değinir. Osmanlı Devleti döneminde
zaman zaman çıkarılan idarî yasalarla vilayet ve
kaza konumunda olan Tokat’ın bağlı olduğu eyalet yapısını ya da sancak yapısını değerlendirir.
Ticaret yolları üzerinde kurulmuş olan Tokat’ın
Ermeni, Rum ve İranlı tüccarların uğrak yeri
olmasının sonucu olarak bölgede ticarî ve ekonomik yapının geliştiğinden tarım arazilerinin
elverişli olmasından dolayı bölgede bol ve çeşitli
ürünlerin üretilmesinden, XV. ve XVI. yüzyıllarda boyacılık ve dokumacılığa dayalı ekonomik
yapının şehri güçlü hale getirdiğinden ve XVIII.
yüzyılda şehrin İzmir’le kurduğu ekonomik bağla daha da geliştiğinden bahseder. Şer‘iyye Sicillerine göre XVIII. yüzyılda Tokat’taki ekonomik
durum ve esnaf grupları hakkında tahliller yapar.
Ahilik teşkilatının tanımı, yapısı, işlevi ve Tokat
şehrinde yaygın ve etkin hale gelmesi hususunda bilgiler verir. Ahiliğin fütüvvet teşkilatının bir
devamı olmayıp Anadolu’da milli birliği ve beraberliği tesis etmek için kurulduğunu ve yaygınlaştığını ileri sürer. Ahiliğin Anadolu’da hangi saiklerle doğduğunu ifade ettikten sonra Osmanlı
Devleti’nin kuruluşunda ve gelişmesinde Ahiliğin
sosyo-politik ve sosyo-ekonomik rolünü aydınlatır. Ahiliğin zamanla loncalara dönüştüğünü belirtir. Ahi teşkilatının yönetim yapısı ve hiyerarşisini değerlendirir. Esnaf teşkilatının bağlı olduğu
kurulları irdeler ve XVIII. yüzyılın sonunda Tokat
şehrinde bulunan esnaf teşkilatının yapısını ve
esnaf gruplarını açıklar.
Sonuç bölümünde, Tokat’ın kısa tarihçesini verir,
Ahiliğin genel yapısını özetledikten sonra Tokat
şehrinde Ahiliğin gelişimini ve özellikle şehrin
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
XVIII. yüzyılda Osmanlı idaresinde sahip olduğu
ekonomik rolü açıklayarak tezine son verir.
Yakup KAYA
TOKER, ÖMÜR
(d. 1976)
Bütüncül Bir Model Olarak Ahiliğin Girişimcilik
Boyutunun Zihniyet Temelleri adlı basılmamış
Yüksek Lisans Tezini (2010) hazırlayan Ömer
Toker, 2 Şubat 1976 tarihinde Mucur’da doğdu.
İlköğrenimini Mucur, ortaöğrenimini Ankara’da
yaptı. Arkasından Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimini Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Anabilim Dalında tamamladı. Türkiye İş ve
İşçi Bulma Kurumu Genel Müdürlüğü Fon Yöneticiliği, İŞKUR İşsizlik Sigortası Uygulamaları
Prosedür Geliştirme Üyeliği yaptı. Kırşehir AHİ
TV’de çalıştı. Ahi Evran Üniversitesi’nde idarî ve
akademik görevler aldı. Hâlen Ahi Evran Üniversitesi Meslek Yüksekokulunda Öğretim Görevlisi
olarak çalışmaktadır.
KAYNAKÇA:
http://asikpasagazetesi.com/haber/omur-toker-e-destek-artiyor/,
(Erişim: 11 Nisan 2014); http://www.omurtoker.org/hakkimda.
html, (Erişim: 11.04.2014).
Caner ARABACI
TOKGÖZ, ARZU
(d. 1974)
Örgütsel Vatandaşlık Davranışı ve Ahilik Kültürü Arasındaki İlişki adlı Yüksek Lisans tezini hazırlayan Arzu Tokgöz, İstanbul’da doğdu.
İlköğrenimden sonra 1992’de Bakırköy Yahya
Kemal Beyatlı Lisesi’ni bitirdi. 1996’da Marmara Üniversitesi Sağlık Bilimler Fakültesi Yüksek
Hemşirelik Bölümü’nden mezun oldu. Millî Eğitime bağlı devlet okullarında ilkokul öğretmenliği,
bazı hastanelerde sağlık personeli olarak çalıştı.
Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İşletme Yönetimi Anabilim Dalı Hastane ve
Sağlık Kurumları Yönetimi Bilim Dalı’nda Yük-
303
A
A
n
s
i
h
k
sek Lisansa devam ederek Örgütsel Vatandaşlık
Davranışı ve Ahilik Kültürü Arasındaki İlişki adlı
Yüksek Lisans Projesini, İstanbul 2012’de bitirdi. Tokgöz, halen Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı
okullarda eğitimci olarak görev yapmaktadır.
KAYNAKÇA:
Arzu Tokgöz, Örgütsel Vatandaşlık Davranışı ve Ahilik Kültürü
Arasındaki İlişki, Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İşletme Yönetimi Anabilim Dalı Hastane ve Sağlık Kurumları
Yönetimi Bilim Dalı basılmamış Yüksek Lisans Projesi, İstanbul
2012, s. 101.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ekonomik şekilde üretebilmek amacıyla bir örgütte kaliteyi geliştirme, sürdürme ve iyileştirme
çalışmalarının bütünleştirilmesini esas alan bir
sistemdir.
TKY’nin temel ilkeleri şunlardır: Müşteri odaklılık, karşılıklı fayda, çalışanların katılımı, liderlik, süreç yönetimi, sürekli iyileştirme, karar
vermede gerçekçi yaklaşım, yönetimde sistem
yaklaşımı. TKY’nin temel unsurları ise insanlar,
sürekli gelişim, tam katılım ve müşterilerdir.
KAYNAKÇA:
Caner ARABACI
TOPHANE
DEBBAĞHANELERİ
Galata içinde Tophane semtinde kuruldu. Sayıları az olup, Kılıç Ali Paşa vakfına bağlı sekiz adet
debbağhaneden başka burada Ayasofya-ı Kebir
vakfına bağlı debbağhaneler de vardı.
Tophane’deki debbağ esnafı, aldıkları derileri
paylaşarak Tersane, Cebehane, Saraçhane, Baruthane ve Kâğıthane için gerekli olan tirşe, meşin, kösele ve sarı meşin gibi eşya üretip, gerekli
yerlere piyasa fiyatı üzerinden verirlerdi. Bunların imali için bol mikdarda koyun derisine ihtiyaç
duyulduğundan selhhanelerde kesilen öküz, inek,
camız, koyun, kuzu ve keçi derilerinin yaz kış piyasa fiyatından Tophane debbağlarına satılması,
derilerin adaletli bir şekilde taksim edilmesi ve
bu bağlamda yapağısının yolunmaması, yabancılara satılmaması kanun gereğiydi.
KAYNAKÇA:
BOA, MD, nr. 104, s. 274-275; İAD, nr. 7, s. 92-93, nr. 6, s. 23;
Cevdet- İktisad, nr. 1282; BOA, Kepeci, Müteferrik, nr. 7476.
Zeki TEKİN
TOPLAM KALİTE YÖNETİMİ
304
Kalite, müşteri istek ve beklentilerine uygunluktur. Bu açıdan, bir ürün veya hizmetin belirlenen
müşteri gereksinimlerini karşılama yeteneğine, o
ürün ya da hizmetin kalitesi denir. Toplam Kalite
Yönetimi (TKY), müşterilerin kalite gereksinimlerini tam olarak sağlayacak ürün veya hizmeti en
İsmail Efil, İşletmelerde Yönetim ve Organizasyon, İstanbul 1999, s. 6; K. Soylu
(ve diğerleri), Toplam Kalite ve Yönetimi Sözlüğü, İstanbul 1998.
Yayın Kurulu
TORUN, ALİ
(d. 22 Şubat 1956)
Türk Edebiyatında Türkçe Fütüvvet-nâmeler
adlı doktora tezini hazırlayan Ali Torun,
Eskişehir’e bağlı Sivrihisar’da doğdu. İlköğretimini Sivrihisar’a bağlı Kozağacı köyünde, ortaöğrenimini Eskişehir Atatürk Lisesi’nde ve Ankara Erkek İlk Öğretmen Okulu’nda tamamladı.
Yüksek öğretimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde
yaptı. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde önce Yüksek Lisansını (1987), sonra ise
Türk Edebiyatında Türkçe Fütüvvet-nâmeler
konulu Doktorasını verdi (1993). Bir süre orta
öğretimde öğretmen olarak çalışan Ali Torun,
1988’de Gazi Ünversitesi’ne intisab etti. Çeşitli üniversitelerde görev aldıktan sonra 2003’te
profesör oldu. Uzmanlık alanı halkbilimi ve
halk edebiyatı olan Ali Torun, önemli çalışmalarını dinî-tasavvufî Türk edebiyatı ürünlerinden
biri olan Fütüvvetnâmeler üzerine yaptı. Birçok
uluslararası toplantılara katılan ve bilimsel dergilerde makaleleri olan Ali Torun’un önemli araştırmaları şunlardır: Türk Edebiyatında Türkçe
Fütüvvet-nâmeler, Ankara, l998; Türk Halk
Edebiyatı El Kitabı (Abdurrahman Güzel ile),
Ankara 2003; Türk Dili ve Kompozisyon Bilgileri (Komisyon), Kütahya 2003.
Salih GÜLERER
A
A
n
s
i
h
k
i
l
TUHFETÜ’L-VASAYA
Fütüvvetle ilgili bu eser, Ahmed bin İlyas tarafından kaleme alınmıştır. Beş fasıldan ibarettir.
Birinci fasılda Fütüvvetin İslam geleneğindeki
yeri ele alınır. Buna göre kavram Kur’an’da Yusuf
suresi (ayet 20, 36)’nde iki, Kehf suresi (ayet 10,
13, 60, 62)’nde dört, Enbiya suresi (ayet 60)’nde
bir defa olmak üzere toplam yedi defa zikredilir.
İkinci fasılda Fütüvvet şeceresinin resmi yapılır
ve şecere yedili sistem üzerine kurulur. Bu konuda İslam tarihinden yedi üzerine deliller getirilir. Üçüncü fasılda fütüvvetin şartları ele alınır:
Namaz kılmak, haya, dünyayı terk, helal kazanç,
cömertlik, iyiliği buyurmak, kötülükten sakındırmak Fütüvvetin temel esasları olarak belirlenir. Dördüncü fasılda Fütüvvet erkânı yer alır.
Burada nakib derecesinde bulunan kişinin Fütüvvet erkânını icrası, Fütüvvete intisap şekli olarak mahfil tertibi, bu mahfilde okunan hutbe ve
şürbî intisap (tuzlu su içme) şekli hakkında bilgi
verilir. Beşinci fasılda Peygamberden Peygambere Hz. Muhammed’e gelinceye kadar Fütüvvetin
nisbeti yer almaktadır. Nakkaş Ahmed, Huneyn
savaşında Cebrail’in getirdiği sandığın içinden
çıkan hırkayı Hz. Muhammed’in Hz. Ali’ye giydirdiğini, Hz. Ali’nin de Selman ve Safvan’a şed
kuşattığını, silsile silsile Fütüvvetin Halife enNâsır-Lidînillâh’a ulaştığını, bu yolla kendinin de
Fütüvvete nisbetinin olduğunu kaydeder.
KAYNAKÇA::
Abdulbaki Gölpınarlı, İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilatı
ve Kaynakları, İstanbul 1952, s. 13, 205-231; Ali Torun, Türk Edebiyatında Türkçe Fütüvvet-nâmeler, Ankara 1998,s. 43, 44.
Ali TORUN
TURSUN FAKİH
(ö. 1326)
Hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi bulunmayan Tursun Fakih Karamanlıdr. Adına
Konya’da inşa edilmiş bir zaviyenin bulunduğu bilinmektedir. 1701 tarihli bir kayda göre,
Konya’nın İç Kale kapılarından “Bâb-ı Sultânî”
civarında Tursun Fakih-i Karamanî Zaviyesi bulunuyordu. Belgelerde aynı mevkide onun adını
taşıyan diğer ismi Binari olan bir de mahalle
mevcut idi. Bu mahalle, günümüzde Konya’da
Kültür Park olarak bilinen yerdeki Dede Bahçesi
civarı idi.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Tursun Fakih, Edebâli’nin (ö. 1326) damadı ve
Osman Gazi’nin bacanağıdır. Âlî, Evliya Çelebi
ile Müneccimbaşı, Edebâli’nin akrabası olduğunu yazmaktadır. Şeyh Edebâli’den tefsir, hadis
ve hukuk dersleri aldı. Çağdaş yazarlar, Tursun
Fakih’in, Edebâli ve ailesinin takip ettiği Ahilik
yoluna girdiğini yazmaktadırlar.
Tahsilini tamamlayan Tursun Fakih, Osman
Bey’le birlikte savaşlara katılarak gazilere imamlık yapmaya başladı. Bu durumda o, Osmanlıların ilk “ordu şeyhi” olmaktadır. Öyle ise bu görevi
sırasında bir taraftan mesleği ile ilgili tecrübe kazanırken diğer taraftan askerleri gaza ve cihada
teşvik ediyordu. Bu görevin Karacahisar’ın fethine kadar sürdüğü anlaşılmaktadır. Karacahisar
alındıktan sonra burada pazar kurulmaya başlamış; ticaretle ilgili problemlerin çözümü için
Tursun Fakih görevlendirilmiştir. Bu durumda
Karacahisar’ın kadılığına da atanmış oluyordu.
Âşıkpaşazâde’nin onun Karacahisar’ın hatip ve
kadılığına tayin edildiğine dair kaydı bunu göstermektedir. Bununla birlikte yapılması gerekenler hususunda yalnız başına karar vermez,
Edebâli ile mutlaka istişare ederdi. Nitekim
Osmanlı Beyliği’nde hutbe okunması konusu,
bu iki bilgin tarafından tartışılıp kararlaştırıldıktan sonra Osman Gazi’ye götürülmüş; onun
onayı alındıktan sonra ilk hutbeyi Tursun Fakih
okumuştur. Edebâli’nin vefatından sonra Tursun
Fakih, fetva ve tedris ile de görevlendirilmiş; Osmanlı toplumunda ortaya çıkan tüm problemlerin hukukî çözümü ona sorulmaya başlanmıştır.
Müneccimbaşı, kendisine resmen verilen bu görevden dolayı onun Osmanlı Devleti’nin ilk şeyhülislamı olduğunu yazmaktadır.
Bilecik’te vefat ettiği söylenen Tursun Fakih’in
kabrini Mehmed Tahir, Bilecik’le Söğüt arasında, Küre köyü yakınında olduğunu, S. Öcal ise
Bilecik’te Şeyh Edebâli Zaviyesi’nin içindeki türbede bulunduğunu, Karacahisar ile Küre’dekilerin makam olduğunu tespit etmiştir.
Eserleri: Gazâvât-ı Hazret-i Ali Kıssa-ı Mukaffa. Tursun Fakih, Osmanlı devrinin ilk şairidir.
Onun, savaşlarda gazilerin heyecan ve gayretlerini artırmak için yazdığı bu ilk Osmanlı GazavatNâmesi, edebî olmaktan çok eski Anadolu
Türkçesi’nin ilk örneklerinden olması yönünden
önemlidir. Eserde Hz. Muhammed’in sahabelerinden başta Hz. Ali olmak üzere, Halid b. Velid
ile birlikte putperest Benî Pinhan kabilesinin re-
305
A
A
n
s
i
h
k
isi Mukaffa’ya karşı yaptığı savaşları anlatmaktadır.
Gazâvât-ı Hazret-i Ali Kıssa-ı Ummân. Tursun
Fakih’in kaleme aldığı bir cenknâmedir. Mesnevi tarzında, aruzla kaleme almıştır. Eski Anadolu
Türkçesi’nin dil özelliklerini taşımaktadır.
Gazâvât-ı Muhammed Hanefî. Hz. Ali ile oğlu Muhammed Hanefî’nin kahramanlıklarını anlatan aruz
vezniyle yazılan bu cenknâme Tursun Fakih tarafından tercüme yoluyla Türkçeye kazandırılmıştır.
KAYNAKÇA:
VGMA, nr. 1111, 3b; nr. 1113, 5a; Fatih Devrinde Karaman Eyaleti Vakıfları Fihristi, (haz. Feridun Nâfiz Uzluk), Ankara 1958, s. 29;
Fahri Coşkun, 888/1483 Tarihli Karaman Eyaleti Vakıf Tahrir Defteri, İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk İktisat Tarihi Anabilim Dalı
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1996, s. 67; 387 Numaralı
Muhâsebe-i Vilâyet-i Karaman ve Rûm Defteri (937/1530), Tıpkı Basım, I, Ankara 1996, s. 40; İsmet Çetin, Tursun Fakih, Hayatı-Edebî
Şahsiyeti-Mesnevîleri, Ankara 2002, s. 7-14; Yusuf Küçükdağ, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Etkin Rol Oynayan Konyalı İlim, Fikir
ve Devlet Adamları”, Konya Şehri’nin Fizikî ve Sosyo-Ekonomik YapısıMakaleler-I, Konya 2004, s. 117-119.
Yusuf KÜÇÜKDAĞ
TÜMER ERDEM, YASEMİN
306
(d. 1975-)
Baciyan-ı Rum’dan Günümüze Türk Kadınının İktisadî Hayattaki Yeri adlı kitabın yazarıdır.
Yalova’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini aynı yerde
tamamladıktan sonra 1996 yılında Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü’nü bitirdi. Aynı üniversitenin Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı’nda lisansüstü eğitime başladı ve
Osmanlılarda Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e Kızların
Eğitimi (1938-1908) adlı tezini tamamladı. 1997’de
Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü’ne Araştırma
görevlisi olarak atandı. 2000’de Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde doktora programına başladı.
II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Kızların Eğitimi
adlı tezini tamamlayarak 2007’de doktor unvanını aldı. Hâlen Araştırma Görevlisi Doktor olarak
Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü’nde çalışmaktadır. Kadın, kadın eğitimi konularında makaleleri yayımlanmış olan Erdem’in,
Halime Yiğit’le birlikte hazırladıkları, Baciyan-ı
Rum’dan Günümüze Türk Kadınının İktisadî Hayattaki Yeri (İstanbul 2013) adlı bir kitabı bulunmaktadır.
KAYNAKÇA:
Yasemin Tümer Erdem-Halime Yiğit, Bacıyân-ı Rûm’dan Günümüze
Türk Kadınının İktisadî Hayattaki Yeri, İstanbul 2013, s. 4; https://
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
abb.marmara.edu.tr/cv/1565/yasemin-tumer-erdem, (Erişim: 23
Haziran 2014).
Caner ARABACI
TÜRK EDEBİYATINDA İLK
MUTASAVVIFLAR
Günümüzde Fuat Köprülü olarak bilinen
Köprülüzâde Mehmed Fuad’ın içinde Ahilik hakkında çok önemli bilgilerin de bulunduğu tasavvufa yönelik ilk eseridir. 1918’de İstanbul’da
Matbaa-i Âmire’de Osmanlı harfleriyle basıldı.
XXIV+376+16 s. ikinci (1966) ve üçüncü baskı
Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yapıldı.
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ahmed
Yesevî ve Yunus Emre’ye tahsis edilen iki kısım
halinde tertip edilmiş olup, kısımlar içinde bölümler oluşturulmuştur. Eserin sonuna tarihin
muhtelif sahalarında çalışanlara kolaylık olması
düşüncesiyle şahıs ve şehir isimlerini gösteren
Umumî İndeks eklenmiştir. Ayrıca metin dışı olmak üzere Yesevîye Silsilesi ile Zengî Ata Silsilesi
ve tekkelerde söylenen Yunus ilahilerinden bazılarının notaları kitaba ilave edilmiştir.
M. Fuad Köprülü, eserin “Başlangıç” kısmında edebiyat tarihimiz hakkında şimdiye kadar
Doğu’da ve Batı’da yazılmış eser ve monografilerin az ve ekseriyetle ilmî kıymetten mahrum
olduğunu belirterek Türk edebiyatının umumî
gelişim meselesini hallolunmamış bir muamma
şeklinde nitelendirir.
Birinci kısım Ahmed Yesevî’ye dair olup, altı bölümden meydana gelmektedir (s. 43-183). Yazar,
Ahmed Yesevî’yi anlatmaya başlamadan önce I.
Bölüm içerisinde Ahmed Yesevî’ye kadar Türk
edebiyatı ve Türkler arasında İslamiyet ve tasavvuf cereyanı, İran tesiri, Türk halk edebiyatının
gelişimini ele almıştır (s. 43-56). Ahmed Yesevî’yi
Türk tasavvuf edebiyatının başlangıcı olarak kabul eden Köprülü, mutasavvıfların “halk muhayyilesi” üzerindeki tesirlerinin şiddetinden dolayı
onun tarihî simasını araştırırken önce ananenin
bize naklettiği menkıbeyi tasvir etmenin gerektiğini düşünmektedir. Eski Doğu tarihçilerini
tarih ve menkıbeyi birbirinden ayıramadıkları
için halk muhayyilesinde teşekkül eden hayalî
şekilleri aynen kitaplara geçirmekle tenkit eden
yazar, sosyal vicdanda oluşan şahsiyetin, tarihî
şahsiyete uygunluk göstermese bile büyük bir
A
A
n
s
i
h
k
i
l
sosyal kıymeti haiz olduğu için araştırılmaya değer bulmaktadır. Bu sebeple II. Bölüm’de Ahmed
Yesevî’nin menkabevî hayatını ayrıntılı bir biçimde ilk kez bilimsel metotlarla ortaya koymuştur
(s. 57-84).
III. Bölüm Ahmed Yesevî’nin tarihî hayatına
(s.85-106), IV. Bölüm halifeleri ve tarikatına
(s.107-134), V. Bölüm eseri Divân-ı Hikmet’e (s.
135-168), VI. Bölüm tesirleri ve takipçilerine
(s.169-183) dair olup tafsilatlı bir biçimde bilgi
vermektedir. Bu suretle eserin birinci kısmı Ahmed Yesevî’ye dair bütün meselelerin konu edildiği bir monografi hüviyetinde olmakla birlikte
esas itibariyle Doğu Türklerinde halk tasavvuf
edebiyatının umumî hatlarını ve tarihî gelişimini
ortaya koymaktadır.
Eserin ikinci kısmı Yunus Emre hakkında bir
monografidir (s. 187-328). İlk kısımda olduğu
gibi burada da Köprülü, Yunus Emre’yi anlatmaya başlamadan önce VII. Bölüm içinde Yunus
Emre’ye kadar olan Anadolu’da Türk edebiyatını söz konusu etmiştir (s.187-243). Anadolu’da
Türkler, Yesevî’den sonra İslam âleminde tasavvuf ve Anadolu’da tasavvuf cereyanının oldukça
ayrıntılı açıklamalarla ele alındığı bu bölümde
aynı zamanda Ahiler teşkilatına dair de önemli
bilgileri bilimsel metotlarla verilmektedir.
Köprülü, Ahilik konusunda bilhassa uzun dipnotlarla meseleyi izah eder, konuyla ilgili birinci
elden kaynakları göstererek karşılaştırmalı bir
metot kullanır ve analiz yapar. Fütüvvet şalvarını
giyen Ahilerin herhangi sıradan bir esnaf topluluğu olmadığını vurgulayarak onları, akidelerini bu
vasıta ile yayan bir tarikat mensubu sayar.
VIII. Bölüm, Yunus Emre’nin hayatı (245-268);
IX. Bölüm, eseri (s. 269-310); X. Bölüm tesirleri
ve takipçilerine (s. 311-328) tahsis edilmiş olup,
bu bölümlerde Yunus Emre’ye dair bütün meseleler konu edilmiştir. Aynı zamanda eserin ikinci
kısmı bu haliyle Batı Türklerinde halk tasavvuf
edebiyatının başlangıcını ve gelişimini gösteren
bir yapı arz etmektedir.
M. Fuad Köprülü’nün, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar adlı eseri, ele aldığı konular bakımından oldukça geniş ve kapsamlı bilgiler sunmaktadır. Eser, Ahmed Yesevî, Yunus Emre ve
Anadolu’da Ahilik ve Ahiler ekseninde kaleme
alınmış olmakla birlikte Türk halk tasavvuf edebiyatının ya da daha doğru bir ifadeyle Türk edebiyatının genel gelişim tarihine dair ilk ve önemli
kitaplardan biridir. Kitaba vazgeçilmez bir baş-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
vuru kaynağı hüviyeti veren hususun kullanılan
sağlam bilimsel yöntemler ve sahip olduğu zengin malzemenin yanı sıra uzun ve tafsilatlı dipnotların olduğu göz ardı edilmemelidir. Yazar bu
dipnotlarda hem kaynakları ayrıntılı bir biçimde
göstermiş ve tanıtmış, birincil kaynaklardan elde
ettiği malumatı da karşılaştırmalı bir biçimde ortaya koymuştur. Sahasında hâlâ en önemli eser
olarak araştırmacıların başvuru kaynağı durumundadır.
Zehra GÖRE
TÜRK EDEBİYATINDA
TÜRKÇE FÜTÜVVET NÂMELER
Ali Torun tarafından kaleme alınan bu eser (Ankara 1998), muhtelif kütüphanelerdeki altmıştan fazla Türkçe Fütüvvetnâmenin incelenmesini esas alır. Her biri farklı yüzyıllara ait olan bu
Fütüvvetnâmelerin tenkitli metinlerinden hareketle eser, Fütüvvet-Âdâb, Erkân; Din-Tasavvuf;
Edebî Unsurlar adı altında bölümlere ayrılır.
Girişte devleti oluşturan müesseselerin öneminden bahsedilir. Osmanlı Devleti’nin bünyesi içinde önemli roller oynayan Fütüvvet teşkilatının
tekâmülü üzerinde durulur. Teşkilatın çözülme
aşamasında bu durumun önüne geçmek için
“Fütüvvetnâme” adı verilen eserlerin yazılmaya
başlandığına dikkat çekilir. Teşkilatın tanıtılmasıyla günümüz toplumunun ihtiyaçlarını karşılayacak yeni müesseselerin oluşmasına katkı sağlayacağı belirtilir.
Eserin birinci bölümünde Fütüvvet ve Fütüvvet geleneğinin tarihî gelişimi üzerinde durulur.
Bu kısımda Fetâ topluluklarından Fityânlar,
Ayyârlar, Gaziler, Fındık-endâzlar ve Civan-merdlerden bahsedilir ve Halife Nâsır’ın dağınık halde
bulunan bu toplulukları birleştirmesi anlatılır.
Fütüvvet teşkilatının Selçuklular ve Osmanlılar
devrindeki yapısı ile esnaf teşkilatının yerini Loncaların almasına dikkat çekilir. Akabinde Cumhuriyet devrinde esnaf ve sanatkârların idarî ve
iktisadî teşkilatlanmaları anlatılır. Ayrıca Arapça
ve Farsça Fütüvvetnâmeler hakkında bilgi verilir.
Yazarı ve yazılış tarihi belli olan fütüvvetnâmeler
görülmeden Fütüvvet teşkilatı ve bu teşkilata
mensup Ahiler hakkında yapılacak araştırmaların eksik kalacağı tespitinde bulunur.
307
A
A
n
s
i
h
k
İkinci bölümde Fütüvvet-Erkân-Âdâb genel
başlığı altında fütüvvet, peygamberler tarihi
açısından ele alınır. Bu bağlamda Hz. Adem’den
Hz. Muhammed’e kadar on yedi peygamberden
oldukça tafislatlı, diğer peygamberlerden ise
kısaca bahsedilir. Bu arada Fütüvvet ehlinin
Türkçede kullanılan kavramlarının ilk olarak
alp, sonra er ve yiğit, son olarak da Ahi olarak
yaygınlık kazandığı anlatılır. Üçüncü bölümde
fütüvvetnâmelerde din, tasavvuf ve ahlak üzerinde durulur. Din ve tasavvufla ilgili kısımda
vahdet-i vücut konusu geniş olarak ele alınır.
Daha sonra merâtib-i erbaa (dört kapı), anasır-ı
erbaa (dört unsur), fakr, kalp-gönül, tarikatlarla ilgili unsurlar; tarikatın şartları, makam, hal
ve ahlaktan bahsedilir. Dördüncü bölümde Fütüvvetin Türk Edebiyatındaki yeri, tesirleri ve
fütüvvetnâmelerde edebî unsurlar hakkında
bilgi verilir. Fütüvvetnâmelerde geçen nesir unsurlarından biri olan efsaneler ve efsanelerden
de örnekler sunulur. Sonuç olarak ise Fütüvvet
teşkilatının yapısı, düşünce sistemi ve edebiyatla münasebetinin değerlendirilmesi yapılır.
Eser, fütüvvet ehli hakkında bundan sonra
yapılacak araştırmalar için sağlam bir zemin
oluşturması bakımından önem taşır.
Salih GÜLERER
TÜRK EMEK NURU
(İLK ÇAĞLARDAN
GÜNÜMÜZE
ESNAF VE
SAN‘ATKÂRLAR TARİHİ)
308
Cemal Kutay tarafından İstanbul Esnaf ve
Sanatkârlar Birliği’nde 24.01.1975 tarihinde
verilen konferans metninin yayımlanmasından
oluşan bu eser, Türklerin kurdukları devletlerde sanata ve sanatçıya verdiği önemi örneklerle
ortaya koyar. Bu bağlamda geçmişten günümüze Türk sanatının özgün eserleri ile bunları yapan sanatçıların Türk kültürünün temel unsurlarını ustaca gösterdiği ifade edilir.
Eserde Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan itibaren güçlü ve teşkilatlı bir ordu düzenine sahip olduğu ve bu sayede Avrupa içlerine
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
kadar yayılma başarısı gösterdiğinden bahsedilir. Akabinde Avrupa, sanayi devrimi ile ekonomik alanda büyük gelişmeler gösterince bunun
gerisinde kaldığını geç fark eden Osmanlı devlet
adamlarının, yabancı ülkelerden uzmanlar getirmeye başladıkları ifade edilir. Bunlar milli bir ordunun teşekkülü konusunda önemli çalışmalar
yapar. XIX. yüzyılın modern iki ordusu Nizam-ı
Cedit ve Asakir-i Mansure-i Muhammediyye
Anadolu’nun esnaf ve sanatkâr ailelerinin çocuklarından teşekkül ettirilir. Neticede, milli ordunun temeli devşirme sistemi sonrası temel ve ana
kaynak olan Türk unsurlarından oluşturulur.
Bunun sebebi ise temeli Türk olan bütün tarikatlarda mürşitlerin birer sanat sahibi olmasıyla
izah edilir. Türk tarikatlarını diğer Müslüman
ülkelerin tarikatlarından ayıran önemli faktörün
Türk tarikatlarının mürşitlerinin aynı zamanda
emek nurunu da temsil ettiğine dikkat çekilir.
Türklerdeki Esnaf ve loncaların temelini ise Ahilik ve fütüvvet teşkilatı oluşturur. Fütüvvetin bir
devlet nizamı haline geldiği ve meslek mensuplarının iffet, emanet, şefkat, sanat ve zanaat gibi
beş ana unsura sahip olduğu vurgulanır. Eserde
Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne
uzanan altı yüz elli küsur yıllık zaman diliminde
meslek ve meslek erbabına verilen değer dönemin devlet yöneticilerinden örneklerle ortaya konulur. Özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk
ekonomisini güçlendirmek için yapılan fabrika
ve diğer tesislerin açılışlarında Atatürk’ün yaptığı
konuşmalara yer verilmesi Osmanlıdan Cumhuriyete konunun öneminin daha iyi anlaşılması
bakımından gayet dikkat çekicidir.
Eserde Osmanlı ekonomisini ayakta tutan iki
temel unsur bulunduğu belirtilir. Bunlardan ilki
Türk cemiyetinin çözülmesini engelleyen ve Avrupa karşısında onu ayakta tutan esnaf ve lonca teşkilatıdır. Diğeri vakıf müessesesidir. Esere
bundan dolayı Türk Göz Nuru, Türk Emek Nuru
adı verilmiştir.
M. Murat ÖNTUĞ
TÜRK İKTİSAT TARİHİ
Ahmet Tabakoğlu tarafından kaleme alınan kitap
(İstanbul 2003), 376 sayfa olup, iki cilt halinde
A
A
n
s
i
h
k
i
l
yayımlanmıştır. Girişte usûl, tarihin tanımı ve çeşitleri, tarih metodu, iktisat, iktisat tarihinin doğuşu, Alman ve İngiliz tarihçi okulu, iktisat tarihinin
diğer bilimlerle ilişkisi, metodu, iktisadî gelişme
merhaleleri ile Türk iktisat tarihi hakkında bilgiler
verilmektedir. Osmanlı öncesi iktisat tarihinin ele
alındığı birinci cilt dört bölümden oluşmaktadır.
Birinci bölümde Türk iktisat tarihinin temelleri ve
dönemleri başlığı altında ilk çağlardan XI. yüzyıla
kadar Anadolu’nun iktisadî durumu, İslâm öncesi
dönemde Türklerde iktisadî hayat, İslâm ekonomisinin tarihî gelişimi ve sistemi üzerinde durulmuştur. Selçuklu ekonomisinin esaslarının ele alındığı
ikinci bölümde Oğuzların göçleri, Anadolu Selçuklularının siyasî durumu, nüfus ve iskân, göçebeler, köy
ve şehir toplulukları hakkında değerlendirmelere
yer verilmiştir. Üçüncü bölüm malî yapı ve iktisadî
refah konusuna ayrılmış olup, burada Selçuklular
döneminde merkez maliyesi, ikta ve vakıf sistemden
söz edilmiştir. Dördüncü bölümde üretim ve ticaret
başlığı altında tarım, hayvancılık, sanayi, madencilik, Ahilik, para fiyat durumu ile ticarî faaliyetler
üzerinde durulmuştur.
Osmanlı Ekonomisi ismini taşıyan ikinci cilt, sekiz
bölümden oluşmaktadır. Osmanlı ekonomisinin zihniyet temelleri bahsinin işlendiği girişi takiben birinci bölümde sosyal yapı başlığı altında nüfus, sosyal
tabaka, aile sistemi, iskân, şehir ve köy hayatı ile konar-göçerler hakkında bilgiler verilmiştir. Malî yapının incelendiği ikinci bölümde malî yapının tespiti,
merkez maliyesi, merkez hazine hesapları ve bütçe
gelirleri gibi konular üzerinde durulmuştur. Üçüncü
bölümde timar ve vakıf sistemleri hakkında değerlendirmeler yapılmıştır. Üretim yapısı konusunun
işlendiği dördüncü bölümde zirai üretim, hayvancılık, deri, dokuma ve maden sanayiine dair açıklamalara yer verilmiştir. Beşinci bölüm ulaşım ve ticaret
sistemi bahsine ayrılmış olup, burada deniz ve nehir
ulaşımı, karayolu taşımacılığı, derbentlerin fonksiyonu, menzil teşkilatı, piyasalar, üretim ve arzın
düzenlenmesi, tekelciliğe karşı alınan tedbirler, dış
ve transit ticaret, ayrıca gümrük sisteminden bahsedilmiştir. Para ve finansman sisteminin incelendiği
altıncı bölümde monometalizm (1326-1479); ticarî
gelişme ve bimetalizm (1479-1565); fiyat artışları,
para tashihleri (1600-1685); Osmanlı paralarına
dönüş (1685-1750); geçiş (1750-1840); temsilî paraya geçiş (1840-1923) dönemleri ile finans ve kredi
konuları üzerinde durulmuştur. Yedinci bölümde
esnaf birlikleri ve narh sistemi hususu ele alınarak
Osmanlı esnaf teşkilatının yapısı, işleyişi; fiyat yapısı
ve fiyat tespiti/narh koyma hakkında değerlendirme-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
lerde bulunulmuştur. Son bölümde ise çalışma ve
ücret sistemi ile sosyal güvenlik sistemi hususlarına dair bilgilere yer verilmiştir.
İsmail ÇİFTCİOĞLU
TÜRK-İSLÂM
MEDENİYETİNDE AHİLİK
KÜLTÜRÜ VE
FÜTÜVVETNÂMELER
Cemal Anadol tarafından yazılan kitap (Ankara
2001), Ahilik Kültürü Araştırma Yarışması’nda
ikinciliğe layık görülmüştür. 130 sayfadan oluşan
eserde önce İslâm’da Fütüvvetin gayesi, Fütüvvet
teşkilâtının doğuşu, tarihî gelişimi ve XIII. yüzyılda Anadolu’da Ahiliğin kuruluşuna nasıl zemin
hazırladığına ilişkin bilgiler verilmiştir. Müteakiben Ahiliğin Anadolu’da sadece esnaf teşkilatını
veya zümrelerini değil, toplumun bütün kesimlerini içine alarak Türk sosyal hayatında önemli bir
yerinin bulunduğuna dikkat çekilmiştir. Buna ilaveten fütüvvetnâmelerden yola çıkılarak Ahiliğin,
meslekî ve toplumsal hayata dair bazı uygulamalarından bahsedilmiş ve bu kurumun Anadolu’nun
Türkleşmesi ve İslamlaşmasına yaptığı katkılara
vurgu yapılmıştır.
İsmail ÇİFTCİOĞLU
TÜRK KÜLTÜRÜ AHİLİK
Galip Demir tarafından kaleme alınan bu eserde
(İstanbul 1998) Ahiliğin tesisi, Anadolu Selçuklu
Devleti’nde ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda
Ahilerin rolü, Türk ve İslâm kültürünün Ahiliğe
etkileri, Ahi Birlikleri, Ahiliğin kaynakları, Ahilik
ve demokrasi, Ahilik ve Atatürk konuları kısa ve
öz bir şekilde anlatılmıştır. Eserin sonunda 1984
yılında kurulmuş olan Ahilik Araştırma ve Kültür
Vakfı ile ilgili bilgiler verilmiştir.
Aziz AYVA
309
A
A
n
s
i
h
k
TÜRK MEDENİYETİ’NİN
DİNAMİĞİ AHİLİK
İhsan Kayseri tarafından yazılan ve 2002’de
Konya’da basılan kitap 127 sayfadır. Eser, önsöz
ve girişten sonra yedi bölümden meydana gelir.
Kayseri eserin birinci bölümünde, Ahi Evran
hakkında kısaca bilgi verir. Devlet adamlarından
Ahiliğe girmeyi onur sayanlar olduğunu vurgular.
Osmanlı beyi Orhan Gazi’nin, Ahi mensubu olmaktan gurur duyduğunu belirten yöneticilerden
olduğuna işaret eder. İkinci bölümde Fütüvvet
düşünce ve yaşama ölçülerinin Kur’an ve hadislerden alındığını; bu ideale sahip olan gençlerin
bir araya gelmeleriyle ortaya çıkan teşkilata “Fütüvvet” denildiğini delilleriyle ortaya koyar. Üçüncü bölümde teşkilat yönetimi, seçimler, devletle
münasebetler, Ahiliğe üyelik, Ahilikte renkler,
Ahilik törenleri, uygulamada zaman içinde meydana gelen değişmeler üzerinde durur. Dördüncü
bölümde Ahi Evran’ın Nutku ve meslek pirleri,
işyeri levhaları konularına değinir. Günümüzde
dükkânlardaki levhaların çok ilginç olduğunu,
bunların çoğu zaman müşteriye seslendiğini söyler. Müşterinin daima haklı olduğu konusuna yer
verir. Ahi Evran’ın Nutku sadeleştirilmiş şekilde
sunulur. Meslek pirlerinin o sanatı yapmış peygamberler arasından ve ulu kişilerden seçildiğine
işaret eder. Beşinci bölümde Ahilerin seçkin kural ve öğütlerinin, hayata ait örnek hatıralarının
birçok şaire ilham kaynağı olduğuna vurgu yapar
ve farklı şairlerin şiirlerini buna örnek olarak
verir. Altıncı bölümde seyyahlar gözüyle Ahiliğe bakış üzerinde durur. İbn Battuta’dan başlayıp Evliya Çelebi, Teophik Deyrole, Edmondo de
Aminis gibi seyyahların bu konudaki tespitlerini
sıralar. Yedinci bölümde Kırşehir’deki Ahi Evran
Türbesi’nden söz eder. Türbenin günümüzde bile
Anadolu’nun başlıca ziyaretgâhlarından birisi olduğunu; burada çeşitli orijinal ve otantik belge,
kaynak ve eşyaların sergilendiğini söyler.
Sonuç bölümünde, Ahilik hakkında genel bir değerlendirme yapar.
Cemile TEKİN
310
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
TÜRK VE İSLÂM
GELENEĞİNDE
ERDEM VE
OLGUNLUĞUN İFADESİ:
AHİLİK VE AHİLER
Yağmur Say tarafından kaleme alınan ve yayımlanan eserde (Eskişehir 2009), sunuş ve önsözü
takiben Ahilik ve Fütüvvet kavramları açıklanarak konuya giriş yapılır. Ardından Fütüvvetçiliğin
tarihî temelleri, fütüvvet anlayışının Sûfîlik ve
Bâtınilikle ilişkisi ele alınır. Kitabın bölümlerinde Anadolu Ahi Fütüvvetnâmelerindeki tasavvufî
arka plan incelenir, Fütüvvetnâme örneklerinden
bahsedilerek Ahiliğin kuruluşu, amacı, ilkeleri ve
bu kapsamda ilmi düşüncenin Ahiliğin oluşumuna etkisi, Anadolu’da Ahiliğin ortaya çıkmasına
zemin hazırlayan gelişmeler hakkında önemli
bilgiler verilir.
Kitapta, Ahiliğin Selçuklulardan Osmanlılara
intikaline yer verilirken, Anadolu’da Ahi öncülerine değinilmiş ve Ehi Evran’a ayrı bir başlık ayrılmıştır. Müteakiben Osmanlı döneminde esnaf
ve sanatkârların ticarî faaliyetlerini düzenleyen
gelenek, töre ve törenler ile yönetim anlayışı üzerinde durulmuştur. Kitapta ayrıca Ahiliğin kurumsal yapısından bahsedilmiş ve bu kapsamda
esnaf kurulları, toplantılar, esnaf sandığı, esnaf
örgütü ve meslekî törenler, imece ve yaran kuruluşları şeklinde köylere yayılışı ve son olarak
esnaf ve sanatkâr teşekküllerinin gedikler haline
dönüşüm süreci hakkında bilgiler verilir.
Baykal BİÇER
TÜRKİYE BATAKTAN
KURTARILACAK VE
KALKINDIRILACAKTIR
Burhanettin Ulutan tarafından yazılan kitap
(1994), malî politikalardaki teorilerle Ahilik kültürü arasındaki ilişkiler ekseninde kaleme alınmıştır. IMF müşavirliğinde bulunmuş bir ekonomi teorisyeni olan yazar, bu eseriyle geleneksel
A
A
n
s
i
h
k
i
l
ticaretten modern ticarî hayata nasıl intibak edilmesi gerektiğiyle ilgili pratik çözümler sunmaktadır.
Baykal BİÇER
TÜRKİYE ESNAF
VE SANATKÂRLAR KREDİ
VE KEFALET
KOOPERATİFLERİ
BİRLİKLERİ MERKEZ
BİRLİĞİ (TESKOMB)
Esnaf ve Sanatkârlar Odalarına üye, küçük ve orta
boy işletme sahiplerinin, kooperatif birliklerinin üst
örgütüdür. 10 Ağustos 1970 tarihinde, 14 kurucu
Bölge Birliği’nin öncülüğünde kurulmuştur. Amacı,
507 sayılı yasa ile oluşturulan Esnaf ve Sanatkârlar
Odalarına üye, küçük ve orta boy işletme sahiplerinin finansman ihtiyaçlarını karşılamaktır.
Merkez Birliği, ülkemizin en köklü sivil oluşumlarından birisidir. Varlığını yarım asırdan fazla bir
zamandır devam ettirmektedir. Çünkü Türkiye’de
kredi kooperatiflerinin kuruluşuna, 10 Ağustos
1951 tarihinde başlanmıştır. Bu tarihten itibaren sayıları artarak 1970 yılında 450 Kooperatife ulaşılır.
1970 yılında ülke genelindeki 450 Kooperatif, illerde birleşerek 14 Bölge Birliğini oluşturur. Bu Bölge
Birlikleri kendi aralarında örgütlenerek, ülke genelinde Merkez Birliği’ni meydana getirirler. Alanının
yeni şemsiye kuruluşu, 26 Ağustos 1970 tarihinde,
21745 sayılı Ticaret Sicili Gazetesi’nde tescil ve ilan
edilir. Böylece Tüzel kişiliğini kazanır. Ardından Bakanlar Kurulu’nun 18 Eylül 1970 tarih ve 7/1341 sayılı kararı ve bu kararın 19 Ekim 1970 tarihli 13644
sayılı Resmi Gazete’de ilanı ile adının başına “Türkiye” kelimesi eklenir. Böylece yeni unvanı, Türkiye
Esnaf ve Sanatkârlar Kredi ve Kefalet Kooperatifleri
Birlikleri Merkez Birliği olur.
Esnaf ve Sanatkârlar Kredi ve Kefalet Kooperatifleri,
1969 yılına kadar Türk Ticaret Kanunu hükümlerine tabidir. 1969’dan sonra 1163 sayılı Kooperatifler
Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile bu kanun hükümlerine göre faaliyetlerini sürdüren özel hukuk tüzel
kişiliğine sahip kuruluşlardan olur.
Merkez Birliğinin asıl amacı, 1163 Sayılı Kanunun
verdiği yetkiyle, üye kooperatifler ve birliklerin eği-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
tim, denetim ihtiyaçlarını gidermektir. Aynı zamanda, kamu kaynaklarının verimli ve etkili kullanımını sağlamak üzere faaliyet göstermektir.
Birlik, değişen dünya ortamına uyum sağlayabilmek için kendi bünyesinde organize olma yoluna
gider. Yeni bir yapılanma anlayışı ile uluslararası
organizasyon ve kuruluşlara üyelik başvurusu
yapar. Böylece dinamik, üretken bir çalışmanın
yapılmasına katkı sağlama hedeflenir.
TESKOMB, çatısı altında örgütlenen 32 Bölge
Birliği, 921 Kooperatifi ve 1.500.000 ortağı ile
Türkiye’nin en büyük sivil toplum kuruluşlarından biridir. Ayrıca TESKOMB’un 1976 yılında
kurulan, Esnaf ve Sanatkârlar Gıda ve İhtiyaç
Maddeleri Temin Tedarik San. Tic. A. Ş. (ESGİMTAŞ), 1999’da tescil edilen TESKOMB Vakfı,
Halk Sigorta ile ortaklık ilişkisi bulunmaktadır.
KAYNAKÇA:
http://www.teskomb.org.tr, (Erişim: 26 Haziran 2014).
Caner ARABACI
TÜRKİYE ESNAF VE
SANATKÂRLARI
KONFEDERASYONU
Cumhuriyetin kurulması ile birlikte esnaf ve
sanatkârlar kesiminin günümüz modern örgütlenmesinin başlangıcı olan 5373 sayılı Esnaf
Dernekleri ve Esnaf Birlikleri Kanunu çıkarılmış,
1964 yılında yürürlüğe konulan 507 sayılı Esnaf
ve Sanatkârlar Kanunu ile de Türkiye Esnaf ve
Sanatkârlar Konfederasyonu bugünkü yapısına
kavuşmuştur. Son olarak 21 Haziran 2005’te
yürürlüğe giren 5362 sayılı Esnaf ve Sanatkârlar
Meslek Kuruluşları Kanunu hükümleri doğrultusunda kurulmuştur. Konfederasyonun merkezi
Ankara’dadır. Kısa adı TESK’dir. Konfederasyon,
Genel Kurul, Başkanlar Kurulu, Yönetim Kurulu,
Denetim Kurulu gibi organlardan oluşmaktadır.
Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu’nun amacı şunlardır: Esnaf ve sanatkârlar
odaları, birlikleri ve federasyonları arasında
birliği temin, gelişme ve ilerlemeyi sağlamak; genel olarak esnaf ve sanatkârların çalışmalarını
meslekî yönden ve kamu yararına uygun olacak
şekilde düzenlemek ve bu hususta gerekli görülecek her türlü tedbiri almak ve teşebbüste bu-
311
A
A
312
n
s
i
h
k
lunmak; meslekî eğitimlerini geliştirmek, esnaf ve
sanatkârları yurt çapında ve uluslararası düzeyde
temsil etmek; sorunlarının çözümü için ulusal ve
uluslararası kurum ve kuruluşlar nezdinde gerekli girişimlerde bulunmak; ulusal ekonomideki gelişmelere paralel olarak lüzumlu görülecek
meslekî tedbirleri almak; Bakanlık tarafından
esnaf ve sanatkârlarla ilgili verilecek görevleri
yapmak.
Konfederasyonun görevleri ise Konfederasyonun
işlerini mevzuata ve genel kurul ve başkanlar kurulu tavsiyelerine uygun olarak yürütmek; Bakanlık tarafından mevzuat gereği verilecek görevleri
yerine getirmek; yeni dönem çalışma programı ile
bu program içinde yer alacak olan eğitim, teorik
ve pratik kurs programlarını ve tahmini bütçeyi
hazırlamak ve genel kurulun onayına sunmak;
Birliklerin, federasyonların ve gerektiğinde odaların çalışmalarını mevzuat ve ana sözleşmeleri
esasları içinde yürütülmesini sağlamak için lüzumlu görülecek zamanlarda hesap ve işlemlerini
incelemek ve alınması gerekli tedbirler hakkında
bildirimde bulunmak; birlik ve federasyonların,
gelecek yıl çalışma programları ile yıl sonu bilanço ve gelir ve gider cetvellerini değerlendirmek ve
bu kuruluşlara yol gösterici tavsiyelerde bulunmak; üyeleri hakkında gerekli bilgilerin Bakanlık
e-esnaf ve sanatkâr veri tabanında düzenli olarak
bulunmasını sağlamak; resmî ve özel mercilerce
lüzumlu görülecek konularda istenecek bilgi ve
mütalaayı vermek; mensuplarının genel meslekî
menfaatlerini ilgilendiren konularda, adli ve idarî
yargı mercileri önünde Konfederasyon genel başkanı marifetiyle Konfederasyonu temsil etmek;
Birlikler veya birliklerle federasyonlar arasında
çıkacak anlaşmazlıkları incelemek ve çözüme kavuşturmak, çözüme kavuşturulamayan hususları
Bakanlığa intikal ettirmek; Konfederasyon topluluğu içindeki kuruluş mensuplarının meslek ve
sanatlarının yürütülmesi için gerekli ve faydalı görülecek tedbirleri almak ve teşebbüslerde bulunmak; Konfederasyon personelinin tüm bilgilerini
Bakanlık e-esnaf ve sanatkâr veri tabanında takip
etmek, genel sekreter ve diğer personelin atanma,
terfi, cezalandırılma ve görevlerine son verilmesine karar vermek; esnaf ve sanatkârlar ile Konfederasyona bağlı kuruluşların ihtiyacı olan yardım
ve kredileri sağlamak için gerekli girişimlerde
bulunmak; Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Sicil
Gazetesini Bakanlık e-esnaf ve sanatkâr veri tabanında yayınlamak, meslekî yayında bulunmak;
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Birlik ve federasyonlarca gönderilen uyulması
zorunlu meslekî kararları Bakanlık onayına sunmaktır.
TESK’in halen il ve ilçe düzeyinde kurulmuş
3082 meslek odası, il düzeyinde kurulmuş 82
Esnaf ve Sanatkârlar Odaları Birliği (İstanbul’da
2 tane) ve merkezi Ankara’da olan 13 meslekî Federasyonu ile 2 milyon üzerinde kayıtlı esnaf ve
sanatkârı bulunmaktadır.
Yayın Kurulu
TÜRKİYE İKTİSADİ
TEŞKİLATINDA TİCARET VE
SANAYİ ODALARI ESNAF
ODALARI VE TİCARET
BORSALARI
Celal Yerman-Samet Ağaoğlu’nun ortaklaşa hazırladıkları bu eser (Ankara 1943), Türkiye’deki
1943’e kadar basılmış bulunan meslekî teşkilatlandırma hareketinin bir kısmına temas eder.
Ayrıca Ticaret ve Sanayi Odalarıyla Ticaret Borsaları ve Esnaf Teşkilatına da değinilmiş bir çalışmadır. Yazarlar Celal Yarman-Samet Ağaoğlu,
Türkiye’deki meslekî organizasyon yapılanmasını tarihî açıdan üç bölümden oluşacak şekilde
ayrı ayrı incelemiştir. Eserdeki bölümlerin birincisi Osmanlı Devletinin Tanzimat’a kadar olan
dönemi, ikinci bölümde ise Tanzimat sürecinden
başlayarak Cumhuriyetin ilan edildiği 1923’e kadar ki dönemi ve son olarak da Cumhuriyetin ilanından sonrası dönemi içermektedir. Eser, bu üç
dönemdeki meslekî teşkilat yapısını ve kurumsal
işleyişin tarihçelerini içermektedir. Eser, bir yönüyle ticaret toplumu olan Osmanlı Devleti’nin
Tanzimat’tan önceki “toplum-ticaret-kültürel
zihniyet” dünyasının etkileşimi hakkında önemli
özgün bilgiler vermektedir. Tanzimat öncesi Osmanlı toplumu ticaret hayatında toplumun dinî
değerlerinin, ticarî meslek yaşamını ve organizasyon yapısı üzerindeki etkilenmeyi oluşturan
kurumların işleyişini açıklamaktadır.
Tanzimat’tan Cumhuriyetin ilanına kadar geçen
süreyi de, Osmanlı Toplum yapısındaki meslekî
organizasyonel yapıda temel kabulün “Serbest
teşkilat devri” olarak anlamlandırıldığı görül-
A
A
n
s
i
h
k
i
l
mektedir. Bu dönemde bir taraftan çöküntü zihniyetinin bürokratik yapıya sinmiş olduğu, diğer
taraftan da ulus-devlet milliyetçilik akımının
dünyada yaygınlık kazanmış olması gibi iki temel durum, Osmanlı Devletini ve ticarî olumsuz
etkilemiştir. Devletin ortaya çıkan bu olumsuzlukları aşmak için yeni programlar, kanunlar ve
nizamnâmeler çıkarmış olduğu görülmektedir.
“Sanayi Islah komisyonu” ve “Ticaret ve Ziraat”
meclisi kurularak ticaret kanunlarının hazırlanması, Borsaların idaresi, Ticaret ve Sanayi
Odalarının açılması gibi ticarî, sanayi ve tarımsal alandaki gelişmelere dinamizm kazandıracak
meslekî organizasyonel yapılanmalar oluşturulmuştur.
Üçüncü dönem ise “Cumhuriyetin İlanından
sonraki süreci” kapsamaktadır. Bu dönemde ise
meslekî yapısal organizasyonda belli bir programa göre hareket edildiği görülmektedir. Bu programın dayanmış olduğu temel anlayış bir yandan
“millilik” öte yandan da girişimciliği ve girişim
faaliyetlerini geliştirme üzerine kurgulanmıştır.
Buna göre ticarî ve iktisadî faaliyetleri, “millileştirmek” ve girişimciliğe yönelik ticarî ve iktisadî
faaliyetleri özellikle Türk vatandaşının yönetmesi arzu edilmiştir. Bu bağlamda yeniden yapılan
tüm kanunların Türk vatandaşına geniş haklar
verecek şekilde yapılandırıldığı görülmüştür.
KAYNAKÇA:
Samet Ağaoğlu-Celal Yerman, Türkiye İktisadi Teşkilatında Ticaret ve Sanayi Odaları Esnaf Odaları ve Ticaret Borsaları, Ankara,
1943.
Osman ŞİMŞEK
TÜRKİYE ODALAR VE
BORSALAR BİRLİĞİ (TOBB)
Türkiye’nin kâr amacı gütmeyen en büyük iş
kuruluşu konumundadır. Türkiye Odalar ve
Borsalar Birliği, 365 oda ve borsayı kapsayan,
üst kuruluştur. Tüm ülke çapında yayılmış olan
oda ve borsalara, çeşitli büyüklüklerde ve bütün
sektörlerden 1 milyon 200 binin üzerinde firma
kayıtlı bulunmaktadır. Bu işletmelerin temsilcisi
durumundadır. Türkiye’nin tüm bölgelerinden
değişik sektörlerde ve büyük-küçük bütün ölçeklerden firmaların oluşturduğu üye ağıyla, en
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
etkili meslek şemsiye kuruluşudur. Adını taşıyan
5174 sayılı Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği ile
Odalar ve Borsalar Kanunu ile yasal zemini belirlenmiştir.
TOBB’nin kuruluş çalışması, yasayla 1950 yılında başlar. 8 Mart 1950 tarihinde hazırlanan Odalar, Borsalar ve Birlik hakkındaki 5590 sayılı Kanun, 15 Mart 1950 tarihinde 7457 sayılı Resmi
Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. 5590
sayılı Kanun, yasal zeminini oluşturmuştur. Yarım asır sonra ticaret ve sanayi odaları, ticaret
odaları, sanayi odaları, deniz ticaret odaları, ticaret borsaları ile Türkiye Odalar ve Borsalar
Birliği’nin kuruluş ve işleyişine ilişkin esasları
düzenlemek amacıyla yasal zemini değiştirilir.
1 Haziran 2004 tarihinde yürürlüğe giren 5174
sayılı Kanun, oda ve borsaların kuruluşları, organlarının nitelikleri ve seçim usulleri, görev ve
yetkileri, çalışma usulleri, üyeleri ile olan karşılıklı hak ve yükümlülükleri, gelir ve harcamaları,
bütçelerine ilişkin esasları kapsar.
TOBB’un yönetimi demokratik usullerle belirlenmektedir. Genel Kurul, Odalar ve Borsalar
Konseyi, Yönetim Kurulu, Yüksek Disiplin Kurulu gibi organları, demokratik usulle seçilir. Yerel
oda ve borsaların meclis üyelerinin, 4 yıllığına
belirlediği 1000-1300 üyeden oluşan Genel Kurulu, oda ve borsaları temsilen 5 konsey oluşturur. Başkan ve 14 Yönetim Kurulu üyesi, Genel
Kurul üyeleri tarafından seçilir. Yönetim Kurulu
da, oda ve borsaları temsilen 5 başkan yardımcısını 4 yıllığına seçer.
TOBB’un amacı, odalar ve borsalar arasında
birlik ve dayanışmayı, ticaret ve sanayinin genel
menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamaktır. Bunun için, üyelerinin meslekî faaliyetlerini
kolaylaştırıp, birbirleri ve halkla olan ilişkilerinde dürüstlüğü, güveni hâkim kılıp, meslek
disiplinini, ahlakı korumayı hedefler. Bu amaca ulaşabilmek için TOBB, Türk girişimcisinin
çalışmalarına öncülük ederek, özel sektörün
ihtiyaçları doğrultusunda siyasî güce görüşlerini iletir. Sanayi ve ticaret alanında sorumluluk
üstlenen kuruluş olarak KOBİ’lere, hak ettikleri
payı alması için oda ve borsalar kanalıyla bilgi ve
danışmanlık hizmeti sunar. Yararlı her türlü bilgiyi üyelerine iletir. Ekonomik raporlar hazırlar,
yabancı denk kuruluşlarla bağlar kurar, işbirliği
anlaşmaları imzalar, firmaların anlaşmazlıklarını dostane yollarla çözmeye çabalar. TIR Karnesinin dağıtımını gerçekleştirir, ATA Karnesi dü-
313
A
A
314
n
s
i
h
k
zenler, Bilgi Standardı tanımlama ve uygulama
sistemi olan barkod sistemini ülkemizde tek
elden yürütür. Menşe Şehadetnâmesi ile Dolaşım Belgesini basıp odalara gönderir. Kapasite
raporu inceler ve onaylar. Türkiye Ticaret Sicili
Gazetesi’ni yayınlar, Yerel fuar organizasyon firmalarına yetki verir. Organize sanayi bölgeleri
ve teknoloji geliştirme merkezleri, eğitim kurumları kurar.
TOBB, bütün işlevlerinin yanında ticarî, resmî,
sosyal ortaklıkları olan bir kuruluştur. İştirakleri aracılığıyla Türk ekonomisindeki gücünü ve
yönlendirici yapısını sürdürmektedir. İştirakleri arasında Gümrük-Turizm İşletmeleri, Kredi
Garanti Fonu, KOBİ Girişim Sermayesi Yatırım
Ortaklığı, Vadeli İşlem ve Opsiyon Borsası, Organize Sanayi ve Teknoloji Bölgeleri, Gelişen
Bilgi Teknolojileri, İstanbul Dünya Ticaret Merkezi, Lojistik Organizasyonları, Tarım Ürünleri
Lisanslı Depoculuk gibi ticarî; Dış Ekonomik
İlişkiler Kurulu, Türk Standartları Enstitüsü
Milli Prodüktivite Merkezi, Milletlerarası Ticaret Odası, Dünya Odalar Federasyonu, İslam
Ticaret ve Sanayi Odası, Akdeniz-Balkan-Karadeniz Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği, TürkAmerikan, Türk-Alman Ticaret ve Sanayi Odaları gibi resmî; TOBB Ekonomi ve Teknoloji
Üniversitesi, İktisadi Kalkınma Vakfı, Türkiye
Odalar ve Borsalar Eğitim ve Kültür Vakfı, Milli
Eğitim Vakfı, Darülaceze Vakfı gibi sosyal ortaklıkları bulunmaktadır.
Kurum kültürü yönünden TOBB’ni, Ahmet
Karapınar’ın TOBB Marşı tanımlamaktadır:
“Tüccar Sanayicinin eşsiz eseri / Şanlı hür teşebbüsün yasal önderi / Yüce saygınlığıyla yoktur benzeri / Türkiye Odalar Borsalar Birliği”.
TOBB başkanlığını, Ağustos 2001’den bu yana,
M. Rifat Hisarcıklıoğlu yürütmektedir. Birçok
devlet ve kurumdan nişan, madalya, fahri doktora unvanı verilmiş olan Hisarcıklıoğlu’nun,
anlamlı bir mükafatı da, 2013’te verilen “Ahilik
Özel Ödülü”dür. Hisarcıklıoğlu, 26. Ahilik Haftası münasebetiyle, Ahilik kültürünün TOBB
için yerinin bambaşka olduğunu ifade eder.
Zira, oda ve borsa camiası, 900 yıllık Ahilik ve
Lonca geleneğinin günümüze yansıyan halidir.
Asırlar önce kethüdalar neyse, şimdiki oda başkanları odur. Gelenekte güzel ahlâk, doğruluk,
dürüstlük olduğunu belirten TOBB Başkanı,
iş ahlâkı, meslek standartları, meslekî eğitim,
fikrî mülkiyet hakları gibi kavramları Ahiliğin
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ortaya koyduğunu, Ahi Evran’ın, “Hak ile Sabır Dileyip Bize Gelen Bizdendir / İlim, Akıl ve
Ahlâk ile Çalışıp Bizi Geçen Bizdendir” dediğini
hatırlatır. “Hakkıyla üretmek, hakça paylaşmak,
kardeşçe yaşamak, hepimizin yegâne gayesidir”
der. Hisarcıklıoğlu’nun Ahilik, Lonca ve Gedik
sisteminin ardından gelen odaların çatı kuruluşu
adına Ahilik çağrısı, anlamlı olmuştur.
KAYNAKÇA:
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği ile Odalar ve Borsalar Kanunu,
Kanun No. 5174, Kabul Tarihi: 18.5.2004.
http://www.tobb.org.tr/Sayfalar/AmaciveYapisi.php, (Erişim: 26
Haziran 2014)
Caner ARABACI
TÜRKİYE SELÇUKLULARI
ZAMANINDA
DANİŞMEND İLİ’NDE
AHİLİĞİN TEŞKİLATLANMASI
Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Tarih Anabilim Dalı’nda Özhan Bayram tarafından 2012 yılında yapılan yüksek lisans tezidir.
Girişi müteakip üç bölümden oluşan araştırma
210 sayfadır.
Girişte, çalışmada yararlanılan kaynak ve araştırmalar tanıtıldıktan sonra Danişmend topraklarının fethi, Danişmendoğullarının tarihçesi, ekonomik ve dinî faaliyetleri, Evhadiyye
Tarikatı’nın kurucusu Şeyh Evhadüddin Hamid
el-Kirmânî’nin yöredeki bağlıları ve Ahi teşkilatının kuruluşuna dair bilgiler verilmiştir. Birinci
bölümde “Danişmed İli’ndeki Ahilik Yapılanmaları” başlığı altında Kayseri, Sivas, Tokat, Çorum
ve Amasya’daki Ahi zaviye ve tekkeleri ile bölgede
yazılan fütüvvetnâme ve şecerenameler üzerinde
durulmuştur. İkinci bölümde Babailer hareketinin (1240) Danişmend İli’ndeki Ahilerle ilişkisi,
Moğolların Kösedağ savaşından (1243) sonra Sivas, Kayseri, Erzincan’ı işgali ve buna mukabil
Ahilerin gösterdiği tepkilere dair açıklamalara
yer verilmiş, müteakiben Selçuklu vezirlerinden
Muinüddin Süleyman Pervâne’nin Moğol yönetimine muhalif olan Ahiler ve Türkmenlere yönelik
baskısı ve ayrıca Ahilerin Danişmend topraklarından Memlüklü ülkesi ile uc bölgelerine göçleri
hakkında değerlendirmeler yapılmıştır. Üçüncü
A
A
n
s
i
h
k
i
l
bölümde ise Ahilerin Danişmend İli’nde sosyal ve
kültürel hayatın gelişmesine olan katkılarından
söz edilmiştir. Bu bağlamda Danişmend Ahilerinin tasavvufi meşrepleri; zaviyelerinin genel özellikleri; yöredeki askerî ve siyasî yapılanmadaki
katkıları; yeni yerleşim birimlerinin kurulmasındaki rolleri ile ilmî ve kültürel faaliyetleri üzerinde
durulmuştur.
İsmail ÇİFTCİOĞLU
TÜRKİYE SELÇUKLULARI’NDA
MESLEKLER
Ortaçağ Türk tarihine ait birbirinden değerli ve
orijinal çalışmalara (18 kitap ve 150’nin üzerinde makale) imza atan Erdoğan Merçil’in Türkiye
Selçukluları’nda Meslekler (Türk Tarih Kurumu
Yayını, Ankara 2000, s. 231+Ekler) adlı eseri, sahasında ilk olması bakımından ayrı bir önem arz
etmektedir. Zira geçmişten günümüze bireyleri ne
kadar kalifiyeli eleman yani meslek sahibi ise o
toplumun sosyal, ekonomik ve kültürel hayatı da
o denli zengin demektir.
Dönemin her ne kadar kısıtlı olan siyasî kaynaklarının yanı sıra kitâbe, mülknâme, temliknâme,
köy satış belgeleri ve Mevlana’nın eserlerinin titizlikle taranması sonucu meydana gelen eserde
meslek adları ve icra şekilleri, kullandıkları aletler vb. konular hakkında bilgiler yer almaktadır.
Eserde doğrudan kaynaklarda geçen isimler,
mesleklerin icra edildiği mekânlar ve şahısların
lâkaplarından tespit edilen yaklaşık 250 meslek,
on bir başlık altında ele alınmıştır:
1- Giyim/Tekstil (s. 13-29), 2- Hayvancılık ve Dericilikle (s. 30- 40), 3- Gıda (s. 41-71), 4- Günlük
Hayat/Ev Eşyası Âletleri (s. 72-81), 5- İnşaat işleri
(s. 82-105), 6- Sağlık ve Temizlik ( s. 106-125), 7Eğlence Hayatı ( s. 126-146), 8- Ticaret Hayatı (s.
147-159), 9- Silah Yapımcıları (s. 160), 10- Taşıma ve Ulaşım (s. 161-163), 11- Müteferrik Meslekler (s. 164-193). Ayrıca çalışmanın sonunda tespit
edilen mesleklerin Beylikler ve XV. yüzyılın ikinci
yarısında Osmanlıdaki durumlarını gösteren mukayeseli bir tablo da verilmektedir (s. 197-206).
Eser incelendiğinde, bazı meslekler zamanla yok
olsa da, büyük çoğunluğunun hâlâ devam ettiğini,
hatta seri üretime geçerek sanayileştiği söylenebi-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
lir. Bu bağlamda Farsça olan bazı meslek unvanlarının Türkçe’de meslek yapım eki olan cı-çi ilavesi
ile günümüzde varlıklarını korudukları görülür
(Mesela, helva-ger-helvacı, bağban-bağcı gibi). Ayrıca özellikle Orta Anadolu (Konya, Kayseri, Kırşehir, Sivas)’da günümüzde organize sanayi bölgeleri
olarak bilinen yerlerin temellerinin daha o zamanlarda atıldığını söyleyebiliriz. Çünkü o dönemde
de aynı işi ya da birbirini tamamlayan meslek gurupları çarşılar (sûk) meydana getirmişlerdir. Bir
diğer önemli nokta da özellikle yabancı araştırmalarda yer alan bilgiye göre, Anadolu’da meslek
erbabı ve ticaretle uğraşanlar Gayrimüslimlerdir.
Fakat daha önce de belirtildiği gibi hemen hemen
sahasında ilk olan bu kapsamlı çalışmada görülüyor ki on beş meslek grubu dışında Gayrimüslime
pek rastlanmamıştır. Örnek vermek gerekirse on
dokuz Müslüman tüccara karşılık iki Avrupalı,
otuz iki tabibin 7-8 tanesi, otuz bir mimarın üç
tanesi Gayrimüslimdir.
Sahasında büyük bir boşluğu dolduran ve benzer
çalışmalara model oluşturan Erdoğan Merçil’in
bu çalışması, Anadolu’nun kapısını Türklere açan
Türkiye Selçukluları’nın sadece askerî zümrelerle
değil, zenaat erbabı ve çeşitli meslek gruplarıyla
da Anadolu’ya geldiklerini göstermesi bakımından
son derece önemlidir.
Emine UYUMAZ
TÜRKİYE’DE
ALEVİ-BEKTAŞİ,
AHİ VE NUSAYRİ ZÜMRELERİ
Baha Said Bey tarafından kaleme alınan eseri
İsmail Görkem yayımlamıştır (Ankara 2000). İsmail Görkem’in Baha Said Bey’in konferans ve
makalelerine ait derlemesinden oluşan kitabın
giriş kısmında Baha Said Bey’in hayatı, cemiyet
faaliyetleri ve yayınları değerlendirilmiştir. Kitapta
1908-1940 yılına kadarki dönemi kapsayan zaman diliminde Baha Said’in yaşadığı dönem ve o
dönem içindeki fikir hareketlerinin ortaya konulması gerekli görülmüştür. Sonuç ve Değerlendirme kısmında ise M. Fuad Köprülü ve Baha Said
Bey arasındaki ilişki ve Baha Said Bey’in eserleri
hakkında çeşitli ilim adamları ve araştırmacıların
görüşlerine de değinilmiş; “Baha Said Bey’in Eser-
315
A
A
316
n
s
i
h
k
leri” başlıklı bölümde ise onun 21 eseri tarih
sırasına göre dizilmiştir.
Baha Said Bey, 57 yıllık ömrünün 25 yılını
Anadolu’daki Alevi-Bektaşi, Ahi ve Nusayri
zümrelerini araştırmakla geçirmiştir. İttihad
ve Terakki Fırkasının kendisine verdiği bu görev haricine pek çıkmamış, ömrünü tamamen
bu çalışmalara hasretmiştir.
İttihad ve Terakki Cemiyeti’nde önemli görevlerde bulunan Baha Said Bey, 1910’lu yıllarda
Anadolu’ya yaptığı seyahatler vasıtasıyla AleviBektaşi, Ahi ve Nusayri zümrelerini yakından
tanımış ve bunlar hakkında ayrıntılı raporlar
hazırlamıştır. Anadolu’da yaptığı bu gezilerden
elde ettiği bu sonuçları, 1916-1917 yıllarında
İstanbul’da Türk Ocağı ile Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti’nde o devrin aydınlarına, vermiş
olduğu seri konferanslar şeklinde aktarmıştır.
Çalışmalarında “katılmalı gözlem” ve “mülakat” tekniklerini uygulayarak bizzat sahadan
derlediği bu malzemenin Orta Asya Türk kültürüyle bağlantılarını kurduğu ve meseleyi
“millî birlik ve bütünlük açısından” değerlendirdiği görülmektedir.
Anadolu sosyolojisinin araştırılması görevini
yürüten Baha Said Bey, 1914 öncesinde Ankara ve Kırşehir dolaylarında esnaf örgütlerinin evrimi ve Ahilerin son Ahi Babalarının
kurumlarını incelemek üzere görevlendirilmiştir. Mahallinde yaptığı incelemeden sonra
Kırşehir’de Ahi Çelebi Medresesi’nin olmadığını; Ankara’da beş takım esnaf teşkilatının
varlığını tespit etmiş ve bunları incelemiştir.
Bunlar, debbağ, kavaf, dilici, bostancı, bakkal
esnafıdır. Ankara esnafının tamamının son
derece malî güçten düşmüş ve fakirleşmiş olduğunu tespit etmiştir. Raporunu hazırlarken
bazı sözlü ve yazılı kaynaklara da başvurmuştur.
Anadolu’daki Alevi-Baktaşi ve Nusayri zümreleri hakkında da notları bulunan Said Bey’e
göre Bektaşilik inancının sistematiklerinden
birisi olan “Atam gök, anam yer” inancının felsefi boyutlarını incelemiştir.
Baha Said Bey, bu çalışmalara başlamasına
Anadolu’da yaşayan Alevî ve Bektaşî zümrelerin Protestan misyonerlerinin hazırladıkları nüfus istatistikleriyle, Merzifon Amerikan
Koleji’nin gizli Pontus belgelerinde “Hıristiyan
dönmesi” unsurlar olarak gösterilmesinin sebep olduğunu söylemektedir. O, bu sebeple
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ve böylesi bölücü fikirlere karşı koyabilmek için
1917 tarihinde neşriyata başladığını ve Sansür
Heyeti’nin yazılarının neşredilmesini engellediğini üzülerek belirtmektedir. Bu sebeple Baha Said
Bey, hazırlamış olduğu yazılarını ancak 1926 yılından sonra neşretme imkânı bulabilmiş; 19261936 yılları arasındaki çalışmalarını ise neşre
fırsat bulamadan vefat etmiştir. Çeşitli sebepler
yüzünden neşredemediği notlarını da, ölmeden
önce arkadaşı Hilmi Ziya Ülken’e teslim etmiştir.
Makalede Baha Said, Kızılbaşlık inancının tarihî
kökenlerini araştırmakta ve bunun oluşumunda
Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre, Âşık Paşa gibi
önemli şahsiyetlerin rollerini ortaya koymaktadır. Makalenin son kısmında Anadolu Türk Alevi ve Bektaşilerini sadece Hz. Ali ve İmamiye’ye
bağlamanın kesin doğru olmayacağını söyleyerek
bu topluluğun ayin ve erkânının Oğuz töresinin
ve Şaman Türk çadırının aynısı olduğunu kaydetmiştir.
Halide ÖZÜDOĞRU ERDOĞAN
TÜRKİYE’DE TİCARET VE
SANAYİ ODALARI (1880-1952)
Murat Koraltürk’ün kaleme aldığı eser (İstanbul
2002) iki bölüm ve 132 sayfadan oluşur. Aslı
1999’da savunulan doktora tezi olan eserin girişinde, çalışma alanı ve kaynaklar hakkında
bilgi verilir. Birinci bölüm, Osmanlı döneminde
ticaret ve sanayi odalarının kuruluş ve gelişimi
ile ilgilidir. Burada oda öncesi, lonca ve gedik
düzeni değerlendirilir. Ticaret, ziraat ve sanayi
odalarının kuruluşu, II. Meşrutiyet dönemindeki, Millî İktisat düşüncesi, odalarla ilgili yasal
düzenlemeler anlatılır. İkinci bölümde cumhuriyet döneminde ticaret ve sanayi odaları ile ilgili
gelişmeler üzerinde durulur ve 1925’te odaların
yeniden düzenlenmesi, odalar ve devletçilik uygulaması, İkinci Dünya Harbi sırasında odaların
durumu, ardından devletçiliğin tasfiyesi ve bu
doğrultudaki değişikliklerin odalar üzerindeki
etkisi ve sanayi odalarının ticaret odalarından
ayrılması değerlendirilir.
Caner ARABACI
A
A
n
s
i
h
k
i
l
TÜRKİYE’DE
TİCARETİN ÖNCÜ
KURULUŞU İSTANBUL
TİCARET ODASI 1923-1960
Ufuk Gülsoy-Bayram Nazır’ın hazırladığı eser,
İstanbul 2012’de basılmıştır. Dört bölümden oluşan kitap, toplam 248 sayfadır.
Kitabın birinci bölümü, 1923-1929 yılları arasında İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası’nı, dönemin yasal çerçevesi, oda faaliyetleri, sosyal
ilişkileri ile birlikte ele almıştır. İkinci bölümde
1929-1939 dönemi oda faaliyetleri değerlendirilir. Dünya ekonomik krizi ve etkileri, odanın kriz
yıllarında gelişmeyi sağlamak için çabaları, sosyal içerikli faaliyetleri verilir. Bunlar içinde odanın 1929 yılında İstanbul Asma Köprü projesine
destek vermesi, Erzincan depreminde yardımları, yoksul ilkokul çocuklarına yardımı ve Esnaf
Hastanesi’nin kuruluşu vardır.
Üçüncü bölümde II. Dünya Savaşı yılları ve sonrasında oda çalışmaları değerlendirilir. Savaşın
Türk ekonomisi üzerindeki etkileri, savaş yıllarında piyasa istikrarını sağlama çabaları ve bu
çabalara odanın desteği, pahalılık ortamı, oda
ve borsalar bünyesinde yapılan yeni düzenlemeler, 1948 Türkiye İkinci İktisat Kongresi, 1950
Tarihli Ticaret ve Sanayi Odaları Kanunu, 1951
tarihli odalar tüzüğü, İstanbul Ticaret ve Sanayi
Odaları’nın fiilen ayrılması, 1945-1960 döneminde Türkiye gibi konular üzerinde durulur.
Kitabın dördüncü bölümü, ticaret odasının
iktisadî hizmetlerinden örneklere tahsis edilmiştir. Hizmetler içinde 1924’ten itibaren açılan yurt
içi, yurt dışı sergiler, odanın hazırladığı İstanbul
geçinme-İstanbul toptan eşya endeksleri ve piyasa verileri hakkında bilgi verilir. Eser sonunda
değerlendirme ve sonucun ardından 1923-1960
arası İstanbul Ticaret Odası Yönetim Kurulu Listesi de verilmiştir.
Caner ARABACI
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
TÜRKİYE’NİN CEMİYET
HAYATINA TARİHSEL
BİR BAKIŞ:
ORTAÇAĞ AHİLİĞİNİN
BUGÜNKÜ
TÜRK SİVİL TOPLUMUNUN
GELİŞİMİNDEKİ ROLÜ
Gökçen Özdemir tarafından 2002 yılında Ortadoğu
Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde
hazırlanan ve 185 sayfadan oluşan yüksek lisans
tezidir. Girişi ile birlikte altı bölümden meydana
gelen tezin birinci bölümünde “Dernekler” ana başlığı altında sosyal grupların tanımı yapılarak bu
grupların genel özellikleri ele alınır. Bunun yanında
sosyal grup oluşumu ile ilgili teorilerden ve sosyal
grupların büyüklükleri ile sınıflandırılmalarından
söz edilir. İkinci bölüm, sivil toplumun tarihçesi ile
başlar ve 1990’lı yıllardaki sivil toplum anlayışı ele
alınır. Ayrıca bu bölümde gönüllü dernek kuruluşları ile modern politika arasındaki ilişkiler bağlamında sivil toplum ve demokrasi konuları işlenir.
Üçüncü bölümde gönüllülük esasına dayalı derneklerin modern toplumlardaki yeri ve fonksiyonları ele
alınır ve ayrıca bunların toplumsal yaşamdaki rolü
konusu tartışılır. Sonrasında derneklerin ve sivil
toplumun gelişimi incelenerek gönüllü dernekler ve
modern politika arasındaki ilişki üzerinde odaklaşılır. Dördüncü bölümde Türkiye’deki modern sivil
toplum kuruluşları ile batılı ülkelerdeki sivil toplum
kuruluşları karşılaştırılır. Beşinci bölümde ortaçağda Batı toplumlarındaki dernekler ile Türk toplumundaki Ahilik kurumu mukayese edilir ve her iki
toplumdaki şehirler ekonomik, politik, ideolojik ve
diğer bir takım ölçütlere göre kıyaslanır.
Sonuç olarak ise XI. yüzyıldan itibaren var olduğu
iddia edilen Batı toplumlarındaki derneklerin, sivil
toplum anlayışının gelişmesinde ne derece rol oynadığı tartışılır. Buna karşın tezde Ahilik kurumunun
dinî bir temelinin olması ve Anadolu’daki şehirlerin
her zaman merkezi otorite tarafından yönetilmesi
gibi bir sonuca varılması, özellikle Osmanlı döneminde kendi hiyerarşisi içinde yöneticilerini seçen ve
sivil toplumun yegâne öncüsü olarak gözüken esnaf
zümresinin çok iyi anlaşılamadığını gösterir.
Emin KILIÇ
317
A
A
n
s
i
h
k
TÜRKİYE’NİN
İKTİSADÎ VE İÇTİMAÎ TARİHİ
Mustafa Akdağ tarafından kaleme alınan ve iki
cilt halinde yayımlanan eser (İstanbul 1995), yer
yer Ahiler hakkında da bilgi verir.
Birinci ciltte Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılış
sürecinde Anadolu’nun siyasî, sosyal ve iktisadî
durumu genel hatlarıyla çizildikten sonra Osmanlı Beyliği’nin kuruluşu ve bu dönemdeki müesseseler bahsine girilir. Müteakiben I. Murad’ın
tahta geçişinden (1362) II. Murad’ın vefatına
(1451) kadarki siyasî, sosyal ve iktisadî gelişmeler üzerinde durulur. Dördüncü kısımda Osmanlılarda divan, vilayet ve ordu yönetimi hakkında
bilgiler verilir. Beşinci kısımda dünya ticareti
ve Yakın Doğu’daki iktisadî buhranlara değinilerek Osmanlı Beyliği’nin kuruluşu döneminde
iktisadî şartlara dair değerlendirmeler yapılır.
Altıncı kısım, Osmanlı Devleti’nde para ve vergi
sistemi bahsine ayrılır.
Kitabın ikinci cildi, üç kısımdan meydana gelir.
Birinci kısımda yükseliş döneminde Osmanlı
Devleti’nde toplumsal yapı; hükümet sistemi;
askerî, şehirli, çiftçi ve mürtezika sınıflarına dair
bilgilere yer verilir. İkinci kısımda dünya ticareti;
Osmanlı Devleti’nin yükselişi döneminde iktisadî
düzen; devletin gelir kaynakları, vergilendirme,
hazinenin harcama usulü ve vergi toplama sistemi üzerinde durulur. Son kısımda ise Osmanlı
Devleti’nin para sistemindeki sarsıntı ve bunun
maliyedeki etkileri, devlet harcamalarını karşılama zorluğu, para darlığının olumsuz etkileri,
iktisadî düzendeki bozulmanın belirtileri ve toplumsal bunalımdan bahsedilir.
İsmail ÇİFTCİOĞLU
TWO THOUSAND
YEAR OF GUILD LIFE
318
Joseph Malet Lambert’in bu çalışması, erken dönem ticaret ve endüstri dönemine kadar ana hatlarıyla Lonca sisteminin gelişimi ve tarihi ile XIV.
yüzyıldan XVIII. yüzyıla kadar Avrupa’daki lonca
ve ticaret şirketlerinin bilgilerini ihtiva eder.
Çalışma, kısa kısa on altı bölümden oluşur. Birinci bölümde Loncaların köklerine dair sosyal
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
teoriler ortaya konup, Loncaların geniş tasnifi
ile Batı Avrupa’daki ticarî gelişmeler ele alınır.
İkinci bölümde “Antik Roma ve Yunanda Loncalar” alt başlığı altında On İki levha kanunlarında
Roma ve Yunan sanatkârları ve loncaları ile Suriye, Roma ve Hellenistik dönemde loncalar ortaya
çıkartılır. Üçüncü bölümde İngiliz Loncalarının
kökenleri bağlamında Anglo-Sakson döneminde
İngiliz toplumunda değişen elementler ve erken
dönem Anglo-Sakson locaları ile Fransız locaları anlatılır. Dördüncü bölümde Norman fetihlerinden sonra İngiliz kentlerinde loncalar; İngiliz
kasabaları üzerinde Norman fetihlerinin etkisi
ve XII. yüzyılda Anglo-Sakson Loncalarından İngiliz kentlerine değişim ile kasabalarda hizmet
elemanları ve sanat erbabı alt başlıkları ile ortaya konur. Beşinci bölümde İngiliz kasabaları
üzerinde Fransız topluluğunun etkisi ve farklılığına değinilir. Altıncı bölümde Lonca tüccarlarının görünmesi çerçevesinde, onların yükselişi,
Lonca-Belediye bağlantısı, XVIII. yüzyılda Lonca-Preston geleneği ve Southompten Loncasının
yönetmeliği analiz edilir. Yedinci bölümde dinî ve
sosyal loncalar, sekizinci bölümde Kingston’da
Loncalar başlığı altında St. John Boptist’de Lonca, vakfın senedi ile XVI. yüzyılda yönetmelikler
incelenir.
Dokuzuncu bölümde mübarek bakire Meryem ile
İsevi loncalar; Onuncu bölümde Kutsal Trinity’de
lonca bağlamında erken döneme ait kurallar,
onun halk hizmetleri, reform dönemindeki tarihi ve şirketleşmesi üzerinde durulur. On birinci
bölümde Kuzey İngiltere’de Halkozan Loncası ele
alınır ve müteakiben on ikinci bölümde Hull Ticaret Şirketleri ve bunların genel karakterleri incelenir. On üçüncü bölümde Staple’de tüccarlar
ve organizasyonu, on dördüncü bölümde tüccar
maceraları ve Doğu Ülkesi Tüccarları başlığı altında XVII. -XVIII. yüzyılda gelişmeler, organizasyonlar ve ticaret ile Doğu Ülkesi Şirketleri işlenir.
On beşinci bölümde St. George’un Tüccar Loncası, on altıncı bölümde Kingston kasabasında
oturan tüccar topluluğu, yöneticileri ve yardımcıları ve son olarak on yedinci bölümde tüccarların
şirketi, üyelikleri ve binaları incelenir.
H. Mustafa ERAVCI
U
A
A
n
s
i
h
k
UÇMA, İsmet
(d. 1955)
Bir Sosyal Siyaset Kurumu Olarak Ahilik adlı basılmamış doktora tezinin yazarıdır. Ordu Fatsa’da
doğdu. İlkokulu Ordu Korgan’da, ortaokul ve liseyi Tokat’ta; 1982’de Yüksek İslâm Enstitüsü’nü
İstanbul’da bitirdi. Lisans eğitiminin ardından
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Kelâm, Felsefe Anabilim Dalında yüksek lisansını tamamladı (1984). İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Anabilim Dalında doktorasını yaptı.
İlahiyat, iktisat, siyaset alanına ilgileri öne çıkan
Uçma, bir dönem özel bir okulda öğretmenlik
yaptı. 1983 yılında yayıncılık hayatına başladı.
1991 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından
“Yılın Yayıncısı” ödülünü aldı. Bir süre sonra ise
siyasete atıldı.
KAYNAKÇA:
İsmet Uçma, Bir Sosyal Siyaset Kurumu Olarak Ahilik, İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi ve
Endüstri İlişkileri Anabilim Dalı Yayımlanmamış Doktora Tezi,
İstanbul, 2003, s. 194; http://www.akparti.org.tr/site/ozgecmis/364,
(Erişim: 9.12.2013)
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
belge koleksiyonu tasnifinde bir süre çalıştı. Manisa yöresi ve Batı Anadolu bölgesiyle ilgili yerel
ve sosyal tarih alanlarının yanı sıra Osmanlı padişahları, şehzadeler, harem hayatı gibi pek çok
konuda eserler kaleme aldı.
Eserleri: Manisa Tarihi, İstanbul 1939; Saruhanoğulları ve Eserlerine Dair Vesikalar I,
İstanbul 1940; Manisa’daki Saray-ı Amire ve
Şehzadeler Türbesi, İstanbul 1941; XVII. Yüzyılda Manisa’da Ziraat, Ticaret ve Esnaf Teşkilatı, İstanbul 1942; Yunus’un Mezarı, Manisa
1943; Saruhan’da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, İstanbul 1944; Manisa Ünlüleri, Manisa
1946; Saruhanoğulları ve Eserlerine Dair Vesikalar II, İstanbul 1946; XVIII. ve XIX. Yüzyıllarda Saruhan’da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri,
İstanbul 1955; Haremden Mektuplar, İstanbul
1956; Yüksek Mühendis Okulu, İstanbul 1957;
Osmanlı Sarayında Harem Hayatının İçyüzü,
İstanbul 1959; Taht Uğrunda Baş Veren Sultanlar, İstanbul 1961; İlk Müslüman Türk Devletleri, Ankara 1975; Ünlü Padişahlar, İstanbul
1981; Padişahların Kadınları ve Kızları, Ankara
1985; Harem, Ankara 1985; Harem II, Ankara
2001; Osmanlı Sultanlarına Aşk Mektupları, İstanbul 2001.
Caner ARABACI
KAYNAKÇA:
ULEMA ÇELEBİ
( bk. MAHMUD AHİ YUSUF OĞLU
MEHMED)
ULUÇAY, MUSTAFA ÇAĞATAY
320
(d. 1908- ö. 1970)
XVII. Yüzyılda Manisa’da Ziraat, Ticaret ve Esnaf Teşkilatı adlı eserin müellifidir. Çankırı’nın
Çerkeş ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini
Çerkeş’te, lise öğrenimini İzmir Erkek Muallim
Mektebi’nde, yüksek öğrenimini Ankara Gazi Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü’nde tamamladı (1933). Bir süre liselerde tarih öğretmenliği
yaptıktan sonra 1947 yılında Balıkesir Necati Bey
Eğitim Enstitüsü’ne atandı. Daha sonra İstanbul
Öğretmen Okulu’nda ve Eğitim Enstitüsü’nde görev yaptı. Bursa ve Manisa Şer‘iyye Sicilleri’nin
düzenlenmesi ile Topkapı Sarayı’ndaki belgelerin
Mahmut H. Şakiroğlu, “M. Çağatay Uluçay (1910-1970)”, Belleten, XXXIV/136 (Ekim 1970), s. 653-664; Kürşat Ekrem Uykucu, “Mustafa Çağatay Uluçay ve Eserleri”, Tarih Dergisi, sy.
25 (1971), s. 201-212; Bayram Eyüp Ertürk, “Mustafa Çağatay
Uluçay Bibliyografyası Denemesi”, Çağdaş Türkiye Tarihi
Araştırmaları Dergisi, III/8 (1998), s. 385-406; Bahri Ata, “Bir
Çankırılı Tarihçi: Mustafa Çağatay Uluçay ve Tarih Eğitimine
Katkıları”, Çankırı Araştırmaları Dergisi, sy. 2 (2007), s. 35-42.
M. Murat ÖNTUĞ
I. ULUSLARARASI AHİLİK
SEMPOZYUMU BİLDİRİ
KİTABI
Eser, 13-15 Ekim 1993 tarihleri arasında
Ankara’da 1. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu adı altında gerçekleştirilen sempozyum
bildirilerinden oluşturulan bu kitap (Ankara
1996), 188 sayfadan oluşur.
Kitapta, “Ahiliğin Anadolu Aleviliğinin Bugününe
Etkileri”, “Şer‘iye Sicillerine Göre Mudurnu Esnafı”, “Ahiliğin Orta Çağ Anadolu Topluluklarına
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Etkileri”, “Ahilikte Fütüvvet Ahlakı”, “Weberyen
Yaklaşımla Ahilik Kurumunun Değerlendirilmesi”, “Eğitimdeki Eğilimler ve Ahilik”, “Eretnalılar
Devrinde Anadolu’da Ahilik”, “Ahilerde Ahlaki
Değerler ve Bunların Ticarette Uygulanması”,
“Ahilik Kültürü Haftasının Dünü, Bugünü, Yarını”, “Türkmenistan’da Tarihi Kültür Mirası ve
Bugünkü Durum”, “Ahilik-Orta Çağda Sosyal Düzen ve Dünya Temsili”, “Doğu Türkistan’da Ahilik”, “Moğol Tahribatı Karşısında Ahilik Kültürü”, “Türkiye’de Ahilik Araştırmalarına Eleştirel
Bir Bakış”, “Ahi Örgütleri”, “XV. Yüzyılda Kaleme
Alınan Muhtasar Fütüvvetnâme’ye Göre Devrinin
Sosyal Hayatına Bakış”, “Ahilik Kaynaklı Geleneksel Delikanlı Örgütler”, “Muhtevaları ve Kaynakları İtibariyle Fütüvvet-nâmeler”, “Ahilik Teşkilatı ve Günümüz Sosyal Güvenlik Sisteminde
Bağ-Kur’un Yeri ve Önemi”, “Esnaf ve Sanatkârlar
Kesiminin Tarihinde Ahiliğin Önemi” başlıklı konularda bildiriler sunulmuş ve tartışılma imkânı
bulunmuştur.
Tahir BİLİRLİ
II. ULUSLARARASI AHİLİK
SEMPOZYUMU BİLDİRİ KİTABI
Anadolu’nun vatanlaşması, Türkleşmesi ve İslamlaşmasında kilit rol oynayan Ahilik için II.
Uluslararası Ahilik Sempozyumu 19-20 Eylül
2012 tarihleri arasında Kırşehir’de düzenlenmiştir. Bu sempozyumda sunulan bildiriler, Kazım
Ceylan tarafından derlenerek iki cilt halinde bastırılmıştır. Toplam 1036 sayfa olan ciltlerde 90’a
yakın bilim adamının makaleleri yer almaktadır.
Birinci ciltte, genel olarak Ahiliğin temelleri ve
önemi, Anadolu Türk medeniyetinin inşasında
Ahilik kurumunun sosyal ve ekonomik katkıları,
Ahiliğin eğitim anlayışı ve uygulamaları, özellikle çıraklık eğitimi, tarihî fonksiyonları, Osmanlı
Devleti’nin kuruluşundaki rolleri, iktisadî boyutu, iş ahlakı ve bunun fikhî temelleri, Ahiliğin
geçmişten günümüze ekonomik hayatta üstlendiği roller yer alır. İkinci ciltte, Ahilik ve Ahiliğin
merkezi olarak Kırşehir ve Kırşehir’de bıraktığı
izler, Kırşehir’den başka Ankara-Bolu-Sivas-Erzurum-Tokat-Balıkesir-Çankırı gibi diğer Anadolu şehirlerindeki yansımaları, kültür coğrafyamız
olan Türk Cumhuriyetlerinde Ahiliğin yansımaları, Ahilikte sosyal hayat, Ahilerin toplumsallaş-
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
madaki yeri ve önemi, Ahilikte kadının rolü ve
kadın birlikleri, kültür ve medeniyetin oluşmasında Ahiliğin etkileri, Ahilerin birlikte yaşama
tecrübeleri ile küresel gelişmeler ışığında Ahiliğin günümüze yansımaları ve yeniden etkin hale
getirilmesi gibi çeşitli konu başlıkları yer alır. Ayrıca sempozyum bildiri kitabında, açılış ve kapanış protokol konuşmaları da yer almıştır.
Tahir BİLİRLİ
ULUTAN, BURHAN
(d. 1914-ö 2003)
Ekonomi ve ticaretle ilgili genel eserler veren
ve eserlerinde Ahiliğin prensiplerini geniş ölçüde işleyen Burhan Ulutan, Kırşehir’de doğdu.
Asıl adı Burhaneddin’dir. Babası Hasan Fehmi,
annesi ise Behiye Hanım’dır. İkibuçuk yaşında
babası Hasan Fehmi Bey’i kaybetti. Yetişmesinde
annesi Behiye Hanım’ın önemli rolü oldu. 19201921 yılları arasında Büngüldek’teki mahalle
mektebinde Hasibe adlı bir öğretmenden okuma yazma öğrendi. İlköğrenimini 1921 yılında
Kayabaşı mahallesindeki Numune İlkokulu’nda,
ortaokulu Kırşehir Kale Ortaokulu’nda ve liseyi
Kayseri Lisesi’nde yaptı (1933). Yüksek öğrenimi için Mülkiye Mektebine -bugünkü Siyasal Bilgililer Fakültesine- girdi ve 1936 yılında mezun
oldu. Memuriyetteki ilk görev yeri Afyon oldu.
1937’de Afyon Emirdağ Kaymakam Vekilliği
görevinde bulundu. 1937’de askerlik hizmetini tamamladıktan sonra Ocak 1939’da Maliye
müfettiş yardımcısı oldu. İkinci Dünya Savaşı
sırasında iki defa askere çağrıldı. 1947 yılında
Güneydoğu Anadolu’da dört ay incelemelerde bulundu ve “Cenup Şark Anadolu Hakkında Bazı
Notlar” başlığı altında 1947’de devlete rapor olarak sundu. Bu rapor, Türkiye Cumhuriyeti’nin
Güneydoğu ile ilgili ilk raporu idi. 1948 yılında
İngiltere Hazine Bakanlığında staj yapmak üzere
gönderildi ve London School of Economics and
Political Sciences’da araştırmalarda bulundu.
1949 yılı sonunda Maliye Bakanlığı Müsteşarlığı
ve Maliye Bakanlığı Tetkik Heyeti üyeliği görevine
getirildi. 1950’de Hazine Genel Müdür Yardımcılığına tayin edildi. 1953-1956 yılları arasında
ise Hazine Genel Müdürlüğü görevinde bulundu.
Bu görevi esnasında Kızılırmak üzerinde, Hirfanlı Barajı’nın yapılması için büyük çaba harcadı.
321
A
A
322
n
s
i
h
k
Bu arada dört yıl Milletlerarası Para Fonu (IMF)
müşavirliği yaptı. 1956-1959 yıllarında Türkiye
Çimento Sanayi Genel Müdürlüğü, 1959-1960
yıllarında da Etibank Genel Müdürlüğü görevinde
bulundu.
27 Mayıs 1960 İhtilâli’nde pek çok siyaset adamı ile birlikte gözaltına alındı. Bir süre tutuklu
kaldıktan sonra tahliye edildi. Önce Aygaz ve Gaz
Aletleri A.Ş.’de, daha sonra Uluslararası Para
Fonu Teşkilatı’nın Afrika temsilciliği görevlerinde bulundu. Görev dönüşü T. C. Merkez Bankası
ve Sanayi Bakanlığı’nda müşavirlik yaptı. Ayrıca
Adana’da SA(SA) fabrikasını kurma çalışmalarında bulundu. 1970 başında IMF’nin talebi üzerine
Afrika’ya tekrar gitti ve 1973’te Türkiye’ye döndü.
Kırşehir Holding A.Ş.’yi kurdu. Bu Holdinge bağlı
olarak Orta Anadolu Lastik Sanayi Anonim Şirketi (ORALSAN)’ni de oluşturdu. Kırşehir’e dönük
bu çalışmalarının sonucunda 1977’de Petlas Lastik Fabrikası’nın temeli atıldı. Bu çalışmalarına
paralel olarak Ahi Evran’ın XIII. asırda oluşturduğu ekonomik sistemi üzerine araştırmalar ve
başka ülkelerin ekonomileriyle karşılaştırmalar
yaptı. Ahilik modelinden yararlanarak Türkiye
Çimento Müstahsilleri Birliği ve T.C. Bankaları
Birliği gibi birliklerin kurulmasını sağladı.
1984’de İstanbul’da Ahilik araştırmalarına yön
vermek üzere oluşturulan Ahilik Araştırma ve
Kültür Vakfı’nın kurucu üyesinden birisi oldu. Bu
çalışmalarının yanı sıra Kırşehir’de Orta Anadolu Ahi Evran Teknik Üniversitesi kurulması için
çaba harcadı. Kırşehir’de kurulan Ahi Evran Üniversitesi ile bu arzusu gerçekleşti.
İngilizce ve Fransızca bilen, “Fahri Maliye Müfettişi” unvanına sahip olan ve Ahilik üzerine yapyığı çalışmalarla tanınan Burhan Ulutan, 6 Aralık 2003’te İstanbul’da vefat etti Karacaahmet
Mezarlığı’na defnedildi.
Kitapları: Türkiye’de Para Meseleleri: 1914-1946
Devresinde Para Siyasetimiz ve Paranın Kıymeti,
Ankara 1947; İstihsal Faktörleri ve İnsan Zekası,
İstanbul 1948; Katma Bütçeli İdareler ve İktisadi
Devlet Teşekkülleri, Ankara, 1953; Bankacılığın
Tekamülü, Ankara 1957; Bankalar Kanunu Şerh
ve İzahı, Ankara 1958; Türkiye’de Kamu İktisadi
Kuruluşları, Ankara 1959; İktisat Doktrinleri: İlk
Filozoflar, I, İstanbul, 1964; Bankalarda Likidite
ve Solvabilite, Ankara 1967; Maliye, Adana 1969;
Toplumcu Akımlar ve Hürriyet, Ankara 1970;
Türkiye’de Devalüasyonlar, İstanbul 1970; İslam
Medeniyeti ve Akılcı Felsefe, İstanbul 1974; Kamu
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Maliyesi-Devlet Gelirleri, İstanbul 1977; Kamu
Maliyesi Kamu Kredisi, İstanbul 1977; İktisadi
Doktrinler Tarihi, İstanbul 1978; Kamu MaliyesiDevlet Giderleri, İstanbul 1979; Marxsizm ve Leninizm, İstanbul 1980; Enflasyon ve Ekonomik
Kalkınma, İstanbul 1982; Tesis Planlama (Ders
Notları), İstanbul 1986; 50. Yılında Etibank:
1935-1985, Ankara 1987; Ekonomik Kalkınma
Politikası, İstanbul 1989; İslam’da Çöküntü ve
Kurtuluşun Anahtarı, İstanbul 1990; Ekonomik
Kalkınma Stratejisi, İstanbul 1992 (Prof. Dr. İlker Birdal ile birlikte); Makro Ekonomi Ders
Notları, İstanbul 1992; Türkiye Bataktan Kurtarılacak ve Kalkındırılacaktır, İstanbul1994;
Ekononik Kalkınma ve Devlet Yönetimi, İstanbul
1998; Farabi Felsefesi, İstanbul 2000; İbni Sina
Felsefesi, İstanbul 2000; Dinmeyen Hasret, İstanbul 2001.
KAYNAKÇA:
Cemil Güner, “Bir Ömür Böyle Geçti 1-8”, Kırşehir Çiğdem Gazetesi, yıl: 23, sy. 3342, 11 Mayıs 1999, s. 2; yıl: 23, sy. 3349, 4
Haziran 1999, s. 2; Erol Ülgen, “Burhan Ulutan’ın Hayatı ve Ahilik Kültürüne Yaptığı Katkılar I”, Kırşehir Çiğdem Gazetesi, yıl:
34, sy. 6567, 22 Ekim 2010, s. 3; Aynı yazar, “Burhan Ulutan’ın
Hayatı ve Ahilik Kültürüne Yaptığı Katkılar II”, Kırşehir Çiğdem
Gazetesi, yıl: 34, sayı: 6569, 26 Ekim 2010, s. 3.; aynı yazar, “Burhan Ulutan’ın Hayatı ve Ahilik Kültürüne Yaptığı Katkılar”, Türk
Dünyası Tarih Dergisi, S. 291, Mart 2011, s. 20-24.
Erol ÜLGEN
UNUTULAN ÂDETLERİMİZ
VE LONCALAR
Mithat Gürata tarafından yazılan eser (Ankara
1975), 147 sayfadır. Eser önsöz dışında iki bölümden oluşur.
Önsözde, feza çağına açılan medeniyete ulaşırken
yeniliklere ve ilerlemeye açık bir ufuk oluşturmanın önemi vurgulanıp geçmişten tevarüsle getirilen değerlerin yitirilmemesi; gelecek kuşakların
ahlakî faziletlerle donatılıp geçmişte oluşturulan
Ahi teşkilatı, Loncalar, İhtisap sistemi vb. müesseseleri idrak etmesi gerektiği vurgulanır. Müteakiben modern belediyeciliğin pratik faydalarına,
geçmişte olup da bugün olmayan ahlaki değerlere ve topluma güven aşılayan hukuki ve sosyal
nizam anlayışının eksikliğine vurgu yapılır.
Birinci bölümde esnaf örgütlerinin bağlı olduğu
yönetim birimi olan belediyelerin idarî yapısı ve
A
A
n
s
i
h
k
i
l
konumuna değinilir. Osmanlı Devleti’nde kadıların belediye başkanı olarak görevlendirildiği
dönemden, 1855’te modern belediyeciliğin başlamasına kadar geçen süreçte belediyenin özellikle
esnafla olan ilişkisi ve bu anlamdaki düzenlemeler açıklanır. Kadının âdeta icra memuru konumunda olan ve doğrudan esnaflarla ilgilenen
muhtesibin görevleri ve nitelikleri açıklığa kavuşturulur. Ayrıca narh uygulamasının başlatılması,
İhtisap Ağalığı Nizamnâmesi (Belediye Yasası),
İstanbul’da nüfusun artmasına karşı alınan tedbirler ve bu meyandaki uygulamalar, İhtisap Rüsumu (Belediye Gelirleri), Kanunnâme-i İhtisâb-ı
Bursa (Bursa Belediyesi Kannu), esnaf - toplum
ilişkisi hususu ve Esnaf Alayı açıklanır.
İkinci bölümde melâmet ve melâmilik kavramları tanıtılır. Melâmilik ile esnaf teşkilatı arasında
tasavvufi ahlak öğretisine dayalı bir bağ kurulur.
Fütüvvet ve Fütüvvetnâme terimlerini tarif ettikten sonra bu kavramlarla Ahi teşkilatı arasında
var olan ilişki açıklanır. Bu arada Ahi teşkilatının
sosyal, ekonomik ve dinî boyutu irdelenir ve bu
teşkilatın bir esnaf örgütü olduğu ve kaynağının
daha çok fütüvvet anlayışından geldiği belirtilir.
Bunun yanında Ahi teşkilatının zamanla Loncalara dönüşümü anlatılır ve batıdaki esnaf teşkilatları (Corporation) tahlil edilerek bu çerçevede
bir mukayese yapılır ve ayrıca Loncaların doğuş
nedenleri ve loncalardaki yönetim anlayışı ile
müslüman tüccarların ahlakî fazilet ve meziyetleri belirtilir. Devamında ise Osmanlı Devleti dönemindeki esnaf nizamnâmelerinin esas noktaları tespit edilir. Buna ilaveten 1964’te çıkarılan
507 Sayılı Esnaf ve Küçük Sanatkârlar Kanunu
ile esnaflarla ilgili çıkarılan diğer kanunlar tahlil
edilir.
Sonuç bölümünde, Fütüvvet ve Ahilik teşkilatlarına dayalı geleneği ve buna bağlı esnaf yetiştirme
anlayışını özetlenir ve 1970’li yıllarda belediye ile
ilgili cari olan kanunların yönetim mekanizmasının işlerliği anlamındaki eksiklikler dile getirilir.
Müteakiben Ahilik teşkilatının faziletleri ile gedik
ve narh uygulamasının kısıtlayıcılığı çerçevesinde
geçmişin bir muhasebesi yapılır. Günümüzde de
geçmişin nitelikli uygulamalarından örnek alınması ve bunların eksik taraflarından da dersler
çıkarılması ifade edilerek esere son verilir.
Yakup KAYA
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
USTA
(bk. USTALIK MERASİM)
USTALIK MERASİMİ
Ahilikte en önemli mertebelerden biri “ustalık”tır.
Bu mertebeye geleneksel usta-kalfa-çırak sistemi içinde ulaşılır. Bu bağlamda yaş ortalaması
12-13 olan çocuk, velisi tarafından kabiliyetleri
doğrultusunda, herhangi bir sanat dalında faaliyet gösteren bir ustanın yanına belli bir süre çalışmak ve mesleği öğrenmek üzere çırak olarak
verilir. Usta, işyerinde ya da atölyesinde yeni bir
çırağa ihtiyacı varsa önce çocuğun fizikî kabiliyetini ve moral karakterini anlamak için geçici bir
süre çalışmasına müsaade eder. Böylece yanında
çalışmaya başlayan çocuğun başarısını, kabiliyetini küçük işler yaptırmak suretiyle gözlemleyen
usta, yeni çırağın dürüstlüğü hakkında da kanaat
sahibi olmak ister. Bu arada ustalar, yanlarında
çalışan çırak ve kalfaların arkadaş seçimine de
dikkat ederler. Çünkü iyi arkadaşların, iyi bir
sanatkâr olmada olumlu katkıları olacağına inanılır. Bu kısa gözlemlerden sonra çocuk kabiliyetli, çalışkan, dürüst ve güvenilir bulunursa, o
iş yerinde çırak olarak çalışmasına izin verilir.
Böylece üç yıldan beş yıla kadar değişen bir zaman zarfında ustası, çırağın hem meslekî hem
de manevî hocası olur. Ayrıca usta, o sanat dalındaki manevî liderleri, meşhur şahsiyetleri ve
onların hayat hikâyelerini, zaman zaman çocuğa
aktararak, çocuğun bu sanatkâr grubunun bir
üyesi olmasına yardımda bulunur
Ahilikte esnaf ve sanatkârlara işyerinde yamak,
çırak, kalfa ve usta hiyerarşisi ile mesleğin in-
323
A
A
324
n
s
i
h
k
celikleri öğretilirken, akşamları toplanılan Ahi
zaviyelerinde de ahlâkî eğitim uygulanır. Böylece
hem kendi çalıştığı mesleğin hem de diğer meslek
kollarının bir peygambere ya da bir pîre dayandırıldığını gören ve bunların örnek alınması lazım
geldiğine inanan çocuk, yıllar önce o meslekte
tesis edilen disiplinin sürdürülmesine inanır.
İşe başlarken mesleğin pîrinin saygıyla anılması,
uyulması gereken kuralların başında gelir. Böylece manevî bir alanın denetimi ve himayesinde
ekonomik hayat, Ahilik çerçevesinde düzen altına
alınmış olur.
Çıraklıkta geçen ilk yıl, usta adayının devamlı
gözlemlenme ve öğrenme dönemidir. Usta ile çırak arasındaki ilişki tarzı bir çeşit itaat ve saygıyı
içerir. Usta kısmen öğretici, kısmen de baba rolünü üstlenir. Bu yüzden çırağı, ailesinin bir ferdi
gibi görür ve ona şefkatle muamele eder. Ustalığa
yükselebilmek için üç yıl kalfa olarak çalışmak
lazımdır. Bu süre içinde, hakkında şikâyet olmayan, kendisine verilen görevleri dikkatle yerine
getiren, özellikle çırak yetiştirme hususunda titiz
davranan, diğer kalfalarla iyi geçinen, müşterilere
karşı iyi davranan, bir dükkân idare edebilecek
duruma gelen kalfalar hususi bir merasimle ustalığa yükselir.
Ahi birliklerinde ustalık merasimi büyük bir
manevî atmosferde gerçekleştirilir. Estirilen
manevî hava, usta adayının din ve inançlarına
olan bağlılığını kopmaz derecede perçinler, iş
ahlâkına, müşteri ilişkilerine, kalite ve standarda önem vermesini sağlar. Sanat kolunun diğer
usta ve kalfaları, o mahallin önde gelenleri, çırağın babası ve dinî lider törene davet edilir. Yemek
yendikten sonra usta ayağa kalkar, ustalığa terfi
edecek çocuğun uzun zamandır yanında çalıştığını, sanatın inceliklerin öğrendiğini ve kalifiye eleman haline gelebilmek için moral karakteri de en
iyi şekilde sergilediğini davetliler huzurunda ilan
eder. Kalfanın kendi işyerini açabilmesi ve öğrendiği sanatıyla geçimini temin edebilmesi anlamına
gelen “destur” verir.
Ustalık merasiminde Ahi Baba teraziyi gösterir
ve: “Ey Oğul! Can ve gönül kulağı ile işit, ustalığa destur istersin. Mesleğindeki ehliyetini kendin
işinle ispatladın. Yol kardeşlerin, ustan seni övdüler, dünya davranışlarında sana kefil oldular.
Ahiret işlerinde de seni hak yolunda yürür, dinini
diyanetini bilir söylediler. Memnun olduk, mütehassıs olduk. Yüce Mevlamızdan cümle mümin
kulları ile birlikte seni de dünya ve ahiret nimetle-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
rine kavuşturmasını niyaz eyleriz. Ey Oğul! Hak
al hak ver. Kimseye dediğinden eksik verme ki,
Hak teala kazancına ve ömrüne bereket vere. Ve
her zaman teraziyi eline alasın, ahiret terazisini
anmak gerekirsin. Yakında bilesin kim, helale
hesap ve şüpheye itip ve harama azap olsa gerek.
Haydi oğul, ona göre dirlik işin gereksin”.
Bunu takiben Ahi Baba, Ustalığa yükselen gence
şu nasihatlerde bulunur:
“Harama bakma, Haram yeme, haram içme,
Doğru, sabırlı, dayanıklı ol,
Yalan söyleme,
Büyüklerinden önce söze başlama,
Kimseyi kandırma,
Kanaatkâr ol,
Dünya malına tamah etme.
Yanlış ölçme, eksik tartma.
Kuvvetli ve üstün durumda iken affetmesini,
Hiddetli İken yumuşak davranmasını bil ve
Kendin muhtaç iken bile başkalarına verecek kadar cömert ol”.
Ustalık töreninin “helâllık” bölümünde ustası,
yeni usta olan kalfasının arkasını sıvazlayarak
şöyle der: “Bilginlerin dediklerini, esnaf şeyhinin
nasihatlerini, benim sözlerimi tutmazsan; ana,
baba, öğretmen, usta hakkına riayet etmezsen,
halka zulüm edersen, kâfir ve yetim hakkı yersen, özetle Allah’ın yasaklarından sakınmazsan,
yirmi tırnağım ahirette boynuna çengel olsun”.
Ayrıca ustalığı istenilen kalfaya sembolik olarak
sanatla ilgili bir-iki tane aletin verilmesinden
sonra usta adayı, ustanın ve diğer yaşlıların ellerini öper ve şükranlarını dualara eşlik ederek
arz eder. Diğer usta ve kalfalar tarafından, bu terfiyi ve yeni kalfanın aralarına katılışını sembolize
eden “peştamal kuşanma” ve Kur’an-ı Kerim’den
“ayet” okunmasından sonra “ustalığa kabul ediliş
töreni” tamamlanmış olur.
KAYNAKÇA:
Sadık Göksu, Kırkambar (Ahilik
Tarihöncesi’nde Başlar, İstanbul 2011.
Sadık GÖKSU
Ansiklopedisi)
Ahilik
A
A
n
s
i
h
k
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
UŞAK ARASTASI
Uşak Ulu Camii’nin batısındaki alanda birbirinden bağımsız iki arasta vardır. Her iki arasta Özdemir mahallesinde, Mimar Sinan Caddesi’nde
bulunmaktadır. Haşim Tümer, 1877’de vefat eden
Nafevîzâde Ebubekir Efendi’nin, Ulu Camii etrafındaki 16 adet dükkânını bu camiye vakfettiğini
belirtmiştir. Ancak bu dükkânların söz konusu
cami çevresinde nasıl yerleştirildikleri ve mimari
durumları hakkında herhangi bir bilgiye ulaşılamamıştır. Tümer’in bahsettiği bu dükkânlarla,
Ulu Camii’ye yakın olan İkinci Arasta arasında ilgi kurmak da güçtür. Çünkü Uşak’ta 1310
(1894) tarihindeki büyük yangın, Ulu Camii’nin
hemen kuzeyindeki Pekmez Hanı’ndan başlamış,
muhtemelen poyraz yönünde çevreye yayılmıştır. Dolayısıyla arastaların bulunduğu alandaki
binaların bu yangından zarar görmüş olabileceği, bu çevrede yangın sonrasında gerçekleşen
imar hareketinden de anlaşılmaktadır. Bedesten
(1901-1904), Paşa Hanı (1898) ile Halitoğlu Hanı
(1894’den sonra) arastaların güney ve kuzeyinde
yangından sonra inşa edilmiş binalardır. Buradan hareketle, arastaların 1894-1904 yıllarında
inşa edilmiş olmaları muhtemeldir. Diğer binaların malzemesi, mimari elemanları ve süsleme
özellikleri de yukarıda önerilen tarihi destekler
niteliktedir. Gerçekleşen bu imar faaliyetinde,
özellikle Uşak halılarının üretim ve pazarlanmasında, İzmir ve bu yolla batılılarla kurulan ticarî
bağın önemli olduğu anlaşılmaktadır. Birinci
arasta 1994’te, ikinci arasta ise 2003-2004 yılında onarım görmüştür.
Kara Ali Camii’ye daha yakın olan arasta, Birinci Arasta olarak anılmaktadır. Planı dörtgendir.
Arasta dükkânlarının açıklıkları sokağa bakacak
şekilde düzenlenmiştir. Yapının doğu cephesinde, güneyden ikinci dükkânın, üçgen alınlığı ve
bunun ortasındaki yuvarlak penceresinden dolayı cephesinin ilk halini koruduğu, ancak alınlığa örülen tuğlalarla yukarıda ikinci katın elde
edildiği, üzerinin marsilya kiremit kaplı çatı ile
örtüldüğü anlaşılmaktadır. Diğer dükkânların
sokağa bakan kısımları orijinalliklerini önemli
ölçüde korumuştur. Bunlar birbirinden, kenger
yapraklı ve volütlü başlıkları olan plastrlarla ayrılmaktadır. Plastrlar birbirlerine basıl kemer
veya yay kemerle bağlanmıştır. Bazı dükkânların
alanları, yapılan değişikliklerle büyütülmüştür.
Binanın güneybatı köşesinde, kenger yapraklı
başlığı olan bir döner sütun bulunmaktadır. Bu
sütunun arastada meydana gelebilecek statik
değişmenin habercisi olarak gerçekleştirildiği
düşünülmektedir. Dükkânların içteki örtülerinin
zamanla değiştiği, bazılarının betonarme, bir kısmının ahşap malzemeye dönüştüğü anlaşılmıştır.
Orijinalliğini koruduğu düşünülen dükkânların
iç örtüsü basık tonozdur. Buradan hareketle diğer dükkânların iç örtülerinin de basık tonoz olması muhtemeldir. Dükkânların örtülerinin dış
görünüşleri seviye olarak birbirinden farklıdır.
Bir bütünlük göstermeyen dış örtü Marsilya tipi
kiremitle kaplanmıştır.
Birinci Arasta ile Ulu Camii arasındaki bina
İkinci Arasta olarak anılmaktadır. Bu arasta da,
diğeri gibi dörtgen bir alana oturmaktadır. Bazı
dükkânların kapladıkları alanları yapılan değişikliklerle farklılaşmış olmakla beraber hepsinin açıklıklarının sokağa bakıyor olması Birinci
Arasta ile aynı anlayışta planlandığını gösterir.
Bu planlamanın yanında dükkânların arası yine
plastrlarla tespit edilmiş görünmektedir. Ancak
buradaki plastrların başlıkları, daha çok korint
başlığından esinlenerek yapılmıştır. Buradaki
plastrlar birbirlerine köşeleri hafif yuvarlatılmış
düz lentolarla bağlanmıştır. Yapının güney ve kuzey cephelerinde, saçaktan yukarı yarım daire biçiminde taşan alınlık bulunmaktadır. Bu alınlıkların her cephenin yukarısında olup olmadığını
kestirmek şu an için zordur. Ancak kuzey tarafta
yüzeyi boş iki tanesi kalmıştır. Güney cephesinde ise birbirine bitişik beş alınlık bulunmaktadır. Bunlar stilize edilmiş yaprak, çiçek ile kıvrık dallı bitkisel motifler olarak barok ve ampir
üslûbun etkilerini taşırlar. Buradaki motiflerin
asimetrik gerçekleştirildikleri gözlemlenmiştir.
Binanın kuzeybatı köşesindeki iki katlı kısım
hem kuzey hem de batı cepheyle ilişkilidir. Üslûp
özelliğinden dolayı orijinal olması mümkündür.
325
A
A
n
s
i
h
k
Dükkânların örtülerinin içten basık tonoz oldukları anlaşılmıştır. Dıştan seviye farklılıkları gösteren örtü, alaturka kiremitle kaplanmıştır.
KAYNAKÇA:
Besim Atalay, Türk Halıcılığı ve Uşak Halıları, Ankara 1967; Haşim Tümer, Uşak Tarihi, İstanbul 1971; Ülkü Altıoluk, “Ödemiş
Arastası Çarşısı”, İlgi, sy. 44, İstanbul 1986, s. 6-10; Enver Yılmazer, “Safranbolu Arastası Onarımı”, Rölöve ve Restorasyon Dergisi, sy. 6, Ankara 1987, s.181-186; Filiz Gürboğa, Uşak Hanları ve
Ticaret Yapıları, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erzurum 1999; Kasım İnce,
Uşak’ta Türk Mimarisi, Isparta 2004.
Kasım İNCE
UZUN HOCA MEDRESESİ
(bk. ÖZDEMİRLİ MEDRESESİ)
326
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Ü
A
A
n
s
i
h
k
ÜÇGÜNLER TOPLANTISI
Esnaf ve sanatkârlar arasında senede bir defa,
mesire yerinde yapılan ve üç gün üç gece süren
toplantıdır. Büyük meclis tarafından düzenlenen
toplantının yeri ve günü on beş gün önceden herkese duyurulurdu. Toplantıya bütün esnaf, bilginler, şehrin ileri gelenleri, her mahallenin ihtiyar
heyetleri, köylerin imamları ve fakirleri davet
edilirdi. Yemekler yenir, gezilir, eğlenilir, hoş vakit
geçirilirdi.
KAYNAKÇA:
Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Konya 1981, s. 151;
Yusuf Ekinci, Ahilik, Ankara 1991.
Yusuf EKİNCİ
ÜÇOK,
HACIŞEYHOĞLU HASAN
328
(d. 1882-ö. 1938)
Çankırı’da Ahilik’ten Kalma Esnaf ve Sohbet
Teşkilâtı adlı eserin müellifidir. Aile şeceresi Oğuzların Üçok koluna kadar çıkan ve Çankırı’nın ünlü
ailelerinden Hacışeyhoğulları’na mensup olan Hasan Üçok, 1882 yılında Çankırı’da doğdu. Babası
Nusaybin Kaymakamlığında bulunan Osman Talat Efendi ve annesi Sıdıka Zehra Hanım’dır. Büyük ağabeyi Said Üçok (1878-5.11.1953), İstiklâl
Harbi esnasında Çankırı mebusluğu ve akabinde
Belediye Reisliği yaptı. Küçük ağabeyi Ahmet Kemal Üçok (1880-21.1.1956) ise Görüp İşittiklerim
(Çankırı 1931-1936) isimli hatıratları ile tanınır.
Eğitimini Çankırı’da yapan Hasan Üçok, Çankırı
İdadîsi’nde mezun oldu. İlk memuriyet hayatına
1905 yılında Çankırı Taytak Memlehası’nda kâtip
olarak başladı. Bunu takiben sırasıyla Çankırı’da
Tahrirat Kitâbeti Mümeyyizliği, Merkez tahsil memurluğu, Daday kazasında tahsil memurluğu,
sonra tekrar Merkez tahsil memurluğu, Çankırı
Evrak Mukayyidliği, Encümen Kâtipliği, Encümen
ve buna ilaveten Çankırı Matbaası Müdürlüğü görevlerinde bulundu (1923-1924). Çankırı’nın bir
vilayet haline gelmesiyle birlikte Çankırı Vilayet
Matbaası Müdürlüğüne tayin edildi (1925). Daha
sonra Vilayet Encümen Başkâtipliği görevini yaptı
(1927-1929).
Hayatı boyunca kendi kendini yetiştirdi ve özellikle halk edebiyatı, halk âdeti, din ve inanç ritü-
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
elleri konusunda donanımlı bir hale gelen Hasan
Üçok’un Çankırı matbuat hayatında önemli bir
yeri vardır. Bu bağlamda ilk yazılarını Vilayet
Matbaası’nda basılan Halk Yolu mecmuasında
Kalender müstearıyla neşretti. Bunu takiben
Çankırı’ya ve Türk edebiyatına kalemiyle önemli
hizmetlerde bulunan Ahmet Talat’ın ısrarıyla dış
kapağında Çankırı Tarih ve Halkıyatı ve iç kapağında Çankırı’da Ahilik’ten Kalma Esnaf ve Sohbet Teşkilâtı (Çankırı 1932, 346 s.) adını taşıyan
eserini yazdı. Bu eser, sadece Çankırı’da yaşayan
Ahilik ve esnaf teşkilatı ve kültürünü değil, sosyal
hayatın önemli bir kesitini orataya koyması bakımından da önemlidir. Hasan Üçok’un bir diğer
eseri, Çankırılı Hacı Şeyhoğlu Hasan Bey tarafından 14-15 Mart 1934 Perşembe Gecesi Sinema
Binasında Halk Edebiyatı Hakkında Verilen Konferans (Çankırı 1934, s. 11) adını taşır.
Hasan Üçok, 1 Ağustos 1938 tarihinde vefat etti.
Hüsnü-Emine kızı Rabia Hanım’la evli olan Hasan Üçok’un Nebile ve Nezihe Fatma isminde iki
kızı ve Orhan Üçok isminde de bir oğlu vardı.
KAYNAKÇA:
Ali Birinci, “Çankırı Tarihçisi Hacışeyhoğlu Hasan Üçok”,
Çankırı Tarih ve Halkiyatı /Ahilikten Kalma Esnaf ve Sohbet
Teşkilatı, Ankara 2002, s. 13-20.
İlhan ŞAHİN
ÜLGEN, Erol
(d. 1957)
Ahmet Midhat Efendi’de Çalışma Fikri adlı kitabın yazarıdır. Kırşehir’de doğdu. Babası Niyazi Bey, annesi Perihan Hanım’dır. İlköğrenimini
Kırşehir’de Yeşilyurt İlkokulu’nda, ortaokulu
Kale Ortaokulu’nda, lise öğrenimini Kırşehir Lisesi ve bugün Aksaray’a bağlı Ortaköy Lisesi’nde
ve yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde yaptı (1988).
Yüksek lisans tezini İstanbul Üniversitesi Yeni
Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı’nda Ahmet Mithat
Efendi’de Çalışma Fikri üzerinde yaptı (1990) ve
müteakiben aynı anabilim dalında doktora öğrenimine başladı. 1991 yılında ise İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne araştırma görevlisi olarak atandı.
1993 yılında 1897 Türk-Yunan Savaşı’nın Türk
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Şiirindeki Akisleri konulu doktora tezini tamamladı ve 1995 yılında aynı bölümün Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalına yardımcı doçent olarak
atandı. 2001-2002 eğitim-öğretim yılında Köstence Ovidus Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı
dersleri vermek üzere Romanya’da, Eylül-Ekim
2003 tarihleri arasında da Kıbrıs Türk Edebiyatı
üzerine araştırmalar yapmak üzere Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti’nde görev yaptı. Bu araştırma
ve incelemeleri sırasında Romanya Türklerinden
Gülten Abdulla ile birlikte Romen edebiyatının
önemli isimlerinden Gala Galaction’un 1932’de
yayımlanan Mahmut’un Pabuçları adlı romanını
Türkçeye kazandırdı. 2004 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden emekliye ayrıldı ve akademik çalışmaları için yeni bir sayfa
açtı. Bu bağlamda 2004-2005 tarihleri arasında
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Lefke Avrupa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde;
2006 yılında Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi’nde ve müteakiben 2011
yılına kadar Beykent Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi’nde çalıştı. Hâlen bir vakıf üniversitesi
olan Yeni Yüzyıl Üniversitesinde Türk Dili Bölümü öğretim üyesi olarak eğitim-öğretim ve akademik çalışmalarına devam etmektedir.
Ahiliğin manevî merkezi Kırşehir ile ilgili bilimsel faaliyetlerin düzenleyicisi olan ve birçok eserlerin yayımlanmasını sağlayan Erol Ülgen’in akademik çalışmaları içinde Ahmet Mithat Efendi ve
eserlerinin önemli bir yer tuttuğu görülür. Onun
yüksek lisans tezi olarak çalışmasıyla başladığı
bu süreç, Ahmet Mithat Efendi’nin diğer eserlerinin yeniden yayıma hazırlanmasıyla devam eder.
Eserleri: Ahmet Midhat Efendi’de Çalışma
Fikri, İstanbul 1994; Şemsi Yastıman, Hayatı
ve Eserleri, İstanbul 1995; Ahmet Rasim, Asker
Oğlu, yay. Erol Ülgen, İstanbul 1996; Cumhuriyetle Yeniden Doğuş ve Atatürk / Yakın Tarihimizin Fotoğraflarla Anlatımı, İstanbul 1999
(Komisyon); Ahmet Midhat Efendi, Gönüllü, yay.
Erol Ülgen, Ankara 2000; Ahmet Midhat Efendi, Kafkas, yay. Erol Ülgen, Ankara 2000; Ahmet
Midhat Efendi, Çengi, yay. Erol Ülgen, Ankara
2000; Ahmet Midhat Efendi, Paris’te Bir Türk,
yay. Erol Ülgen, Ankara 2000; Mir Celal-Firidun Hüseynov, Örneklerle XX. Asır Azerbaycan
Edebiyatı, yay. Erol Ülgen-Kemal Yavuz, İstanbul
2000; Ahmet Midhat Efendi Hayatı, Eserleri ve
Eserlerinden Seçmeler, İstanbul 2002; Ali Nazima-Faik Reşad, Mükemmel Osmanlı Lügati,
yay. Erol Ülgen ve diğerleri, Ankara 2002; Ahmet
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Midhat Efendi, Haydut Montari, yay. Erol Ülgen, Ankara 2003; Gala Galaction, Mahmud’un
Pabuçları, Romenceden çev. Erol Ülgen-Gülten
Abdulla, İstanbul 2003; Ahmet Kabaklı Nerede,
Ne Yazdı?, İstanbul 2004; Fazlı Necip, Dilâver,
Ankara 2005; K. D., Türk Masalları, İstanbul
2006; II. Âşık Paşa Sempozyumu Bildiriler (7-9
Haziran 2001 Kırşehir), ed. Erol Ülgen-Aygün
Ülgen, İstanbul 2008; 1. Uluslararası Türk Edebiyatında İstanbul Sempozyumu Bildirileri /
3-5 Nisan 2008, İstanbul, ed. Erol Ülgen-Emin
Özbaş, İstanbul 2009; Dünya Edebiyatında İstanbul, ed. Erol Ülgen ve diğerleri, Ankara 2010;
Through Foreign Eyes: İstanbul in World Literature, ed. Erol Ülgen ve diğerleri, İstanbul 2011;
Ahmet Kabaklı, Fatih ve İstanbul, yay. Erol Ülgen, İstanbul 2011; Mehmet Niyazi, İthâfât, yay.
Erol Ülgen, İstanbul 2012; Dünya Edebiyatında
İstanbul Sempozyumu Bildiriler, ed. Erol Ülgen
ve diğerleri, İstanbul 2012.
Ahmet GÜNŞEN
ÜLGENER, SABRİ FEHMİ
(1911-1983)
Osmanlı dönemi iktisadına yönelik eserler kaleme alan Sabri Fehmi Ülgener, İstanbul Hukuk Mektebi’ni bitirdi. 1935’te İktisat Fakültesi bünyesinde bulunan İktisat ve İçtimaiyat
Enstitüsü’nde asistan oldu. 1941 yılında Doçent,
1951 yılında da Profesör olan Ülgener, 19581959 yılları arasında Federal Almanya’daki Münih Üniversitesi’nde, 1964-1965 yılları arasında ABD’deki Columbia Üniversitesi’nde konuk
profesör olarak ders verdi. Ayrıca iki kez İktisat
Fakültesi’nde dekanlık yaptı. 1981 yılında emekliye ayrıldı.
Ülgener, eserlerinde Ortaçağ’dan Yeni Çağ’a, Feodalizmden Kapitalizme geçiş sürecini bir ahlak
ve zihniyet dönüşümü çerçevesinde açıklamaya
çalışmış, toplumsal dönüşüm ve iktisadî gelişme
sürecinde maddi unsurların yanı sıra manevî ve
kültürel unsurların rolüne ve bu kapsamda iktisat ahlak ve zihniyetine vurgu yapmıştır. Milli bir
iktisadî gelişim modeline olan ihtiyaç bağlamında ise ahlâk, zihniyet, İslâm ve iktisat eksenindeki sorunlarla yakından ilgilenen Ülgener, 30
Haziran 1983 tarihinde vefat etti.
329
A
A
n
s
i
h
k
Eserleri: İktisadi İntihat Tarihimizin Ahlâk ve
Zihniyet Meseleleri, İstanbul 1951 [Aynı kitap
bazı değişikliklerle: İktisadi Çözülmenin Ahlâk
ve Zihniyet Dünyası, (İstanbul 1981; 2006)];
Tarihte Darlık Buhranları, İstanbul 1951 [Aynı
kitap: Darlık Buhranları ve İslam İktisat Siyaseti, Ankara 1984; İstanbul 2006]; İktisat Dersleri
I-II, İstanbul 1952; Milli Gelir, İstihdam ve İktisadi Büyüme, İstanbul 1962, 1966, 1974, 1976;
Zihniyet ve Din, İstanbul 1981; 2006, Zihniyet,
Aydınlar ve İzm’ler, Ankara 1983; İstanbul 2006,
Darlık Buhranları ve İslam Siyaseti, Ankara
1984, Makaleler, İstanbul 2006.
Birol MERCAN
ÜLKER, ABDULLAH
(d. 1981)
Kültürel Değerlerin Korunmasında Sivil Toplum
Örgütlerinin Rolü: (Ahilik Kültürü) adlı uzmanlık tezini hazırlayan Abdullah Ülker, Erzurum’da
doğdu. İlk ve orta öğrenimden sonra Orta Doğu
Teknik Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nü 2006’da bitirdi. Aynı yıl Kültür ve
Turizm Bakanlığı Millî Kütüphane Başkanlığı’na
uzman yardımcısı olarak girdi. Çalıştığı kurum
bünyesinde hazırladığı Kültürel Değerlerin Korunmasında Sivil Toplum Örgütlerinin Rolü: (Ahilik Kültürü) adlı teziyle uzmanlık kadrosunu aldı.
Hâlen, aynı kurumda uzman olarak çalışmaktadır.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
ati kendi kestikleri koyunların derilerini, Üsküdar’daki debbağhanelere verirdi. 11 Kasım 1572
tarihinde Yahudilerin İstanbul’da koyun kesmelerinin yasaklanması üzerine koyunları Edirnekapı dışında boğazlanmaları karara bağlanmış
ve Yedikule debbağları da bu derileri sahiplenmek istemişlerdi. Bunun üzerine gönderilen
hükümde Yahudilerin kestiği hayvan derilerinin
eskiden olduğu gibi Üsküdar debbağhanelerine
verilmesi emredilmiştir.
KAYNAKÇA:
BOA; IAD, nr. 4, s. 37; MD, nr. 95, 58/375; 103, s. 26; 180, s.130,
h.541; Kepeci, DHK, nr. 67, s. 330; C. Evkaf, nr. 23153; İAD. nr.
4, s. 37; nr. 8, s. 222; Kepeci, Müteferrik, nr. 7476; Ahmet Refik,
Hicri On İkinci Asırda İstanbul Hayatı, s. 9-10.
Zeki TEKİN
ÜZEYİR
Ahilikte bağcıların piri olarak kabul edilir. Peygamber olup olmadığı ihtilaflıdır. Bununla birlikte Yahudiler ona büyük saygı duyarlar. Çünkü
günümüz Yahudiliğinin şekillenmesinde büyük
katkısı vardır. Tevrat’ın nüshalarını karşılaştırmak suretiyle bugünkü Tevrat’a örneklik teşkil edecek bir standart oluşturmuştur. Ayrıca
Tevrat’ın Cumartesi, Pazartesi ve Perşembe günleri okunması geleneğini getirmiştir. Yahudiliğin
temellerini attığı için ikinci Musa olarak da anılmaktadır.
KAYNAKÇA:
Caner ARABACI
ÜSKÜDAR
DEBBAĞHANELERİ
330
İstanbul Debbağhaneleri içerisinde kapasite açısından dördüncü sırada idi. Üç gruptan oluşmaktaydı. Otuz bir olan Üsküdar Debbağhanelerinin on birini Mihrimah Sultan’ın kurduğu vakıf
debbağhaneleri, diğer on ikisini ise Atik Valide
Sultan’ın bina ettiği vakıf debbağhaneleri oluşturmaktaydı. Bunlar Üsküdar sınırları içerisindeki
selhhanelerden ve kendilerine hisse tayin edilen
yerlerden derilerini temin ederek debagat işlemini yaparlardı. İstanbul içindeki Yahudi cema-
Ebu’l-Ferec Muhammed ibnü’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr fî ilmi’ttefsîr, IIII, Beyrut 1984, s. 423: İbn Kesîr, Hadislerle Kur’an-ı
Kerim Tefsiri, III, (çev. Bekir Karlığa-Bedrettin Çetiner), İstanbul
1988, s. 1033-1034; Yusuf Ekinci, Ahîlik, Ankara 1991, s. 28-32;
İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, İstanbul 2004, s. 560-562; Salime Leyla Gürkan, Yahudilik, İstanbul 2012, s. 98; Yusuf Basalel,
Yahudilik Ansiklopedisi, III, İstanbul 2002, s. 171; Baki Adam,
“Üzeyir”, DİA, XLII, Ankara 2012, s. 401-402.
Ahmet TÜRKAN
V
A
A
n
s
i
h
k
VAKIFLAR GENEL
MÜDÜRLÜĞÜ VAKIF
KAYITLAR ARŞİVİ
332
Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı dönemlerinden
aslı veya sureti günümüze kadar ulaşabilen 27 binin üzerinde vakfiye, zeyl-i vakfiye; Ahi tekkeleri
ve vakıflarına ait tevcih, şahsiyet kaydı ve berat,
hüccet, muhasebe kaydı, sekiz Ahi’ye ait vakfiye
gibi sayıları milyonları bulan yüzlerce çeşit vakıf
belgesi bu arşivde muhafaza edilmektedir.
Vakıf Kayıtlar Arşivi, 1242 (1826) yılında Evkaf-ı
Hümayun Nezâreti’nin kurulmasından önce,
merkezde selâtin vakıflarının nazırı Dârüssaade
Ağası, Haremeyn vakıfları müfettişi, Evkaf muhasebecisi ve muhtelif makamlar tarafından tutulan
defterler ile Evkaf-ı Hümayun Nezâreti’nin kurulmasından sonra buraya bağlı merkez ve taşra teşkilatları tarafından tutulan defter ve kayıtlardan
oluşmuştur.
Vakıf Kayıtlar İdaresi Arşivi, Evkaf-ı Hümayun
Nezâreti’nin kaldırılması ve 1924 yılında Evkaf
Umum Müdürlüğü’nün kurulmasından sonra bir
süre daha İstanbul’da kaldıysa da 26 Şubat 1936
tarihinde Ankara’ya Vakıflar Genel Müdürlüğü binasına nakledilmiştir.
Vakıf Kayıt Kayıtlar Arşivi’nde 197 adedi kasalarda, diğerleri ise dolaplarda muhafaza edilen
toplam 410 adet tezhipli müstakil vakfiye mevcut
olup, bunlar daha çok padişah, hanım sultan,
valide sultan, paşalar, saraylı kadınlar ve devletin üst düzey kademelerinde görev yapan kişilere
aittir.
Vakfiye Defterleri: Müstakil ve muhtelif kişilere ait olan vakfiyelerin yazılı olduğu tezhipli 410
defterle beraber toplam 623 adettir. Bunlar İstanbul Vakfiye Serisi (570-577); Mücedded Anadolu
Serisi (578-619); Küçük Evkaf Serisi (623-633);
Haremeyn Mukataa Serisi (730-733); Haremeyn
Serisi (734-748); Rumeli Vakfiye Serisi (987-996);
Müstakil Vakfiye Defterleri (1625, 634)’dir.
Hazine Defterler Atik Şahsiyet Defterleri: 660 adet olup, tamamı siyakat yazı ile
yazılıdır. Aralarda divani yazı ile kayıtlı vakfiye,
zeyl, hüccet, hüküm, berat, ferman, tevcih kaydı
gibi belgelere de rastlanılmaktadır. Tarih itibariyle 943 (1536), 1282 (1865) tarihleri arasını
kapsamaktadır. Ayrıca bu defterlerin bir kısmı
Anadolu, Rumeli, Haremeyn, Paşalar, Ağavat, Havatin, Paşalar, Muhasebe, Yeşil, Kırmızı, Beyaz ve
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Askerî; diğer bir kısmı ise vakıf bazlı olarak müstakil veya grup halinde tasniflenmiştir.
Hurufat Defterleri (Ruznamçe Defterleri): Vakıfların günlük tayin ve terfi işlemlerinin yazıldığı defterlerdir. Bunlar dönemin kaza
idarî yapısına göre tutulmuştur. Arap Alfabesine
göre, yerleşim yerleri isimleri alfabetik dizilmiş,
vakıf işlemleri de ilgili kazanın isminin altına
yazılmıştır. Defterler, harf kelimesinin Arapçaya
göre çoğulu hurufat kelimesinden almıştır. Vakıfların hemen her türlü görev tevcihatının tutulduğu bu defterlerden atîk ve cedîd olmak üzere tespit edilebilen en eski tarihli hurufat defteri 975
(1567) ve son tarihli olanı ise 1262 (1844)’dir.
Ahi yapıları ile esnaf teşkilatı konularında oldukça zengindir. Bu defterler Anadolu Hurufat,
Rumeli ve Dersaadet-Rumeli gibi serilerden oluşmakta, özellikle Anadolu serisinin büyük kısmının başında defterin içerisinde bulunan yerleşim
yerleri ve bulunduğu sayfalarla ilgili fihristleri
bulunmaktadır. Rumeli ve Dersaadet-Rumeli serisinin ise bir kısmının fihristi olmakla beraber
genel olarak karışık/mahlut şeklinde adlandırılmaktadır. Toplam hurufat defteri adedi 416’dır.
Yeni Şahsiyet / Esas Defterleri: 1262
(1845) tarihinden sonra tutulan defterler olup
vakıfların şahsiyet kayıtları ile görevlilerin tayin, terfi ve tedavül işlemlerini ihtiva etmektedir.
Hazine Defterlerinin / Atik Şahsiyet devamı niteliğince olan defterler Müstakil Esas Defterleri,
Dersaadet Esasları, Anadolu, Haremeyn esasları
gibi kısımlara ayrılmaktadır.
Atik şahsiyet, yeni şahsiyet ve hurufat defterleri
ölüm, ferağ, intikal, azl, ref, kasr-ı yed, hüsn-i
rızâ, ehliyetsizlik, liyakatsizlik veya bir başka
sebepten dolayı görevli atamalarını ihtiva eden
defterler olup, vakfın adı, şahsın görev yaptığı
hayratın adı, aldığı ücret, atama bürokrasisi, görev türü, aldığı ücret, görevin türü, vakfın türü,
vakıf ile ilgili muhtelif defterlere detaylı bilgi için
göndermeler mevcuttur.
Ahkâm Defterleri: Padişahlar tarafından
vakıflarla ilgili olarak verilmiş emirlerin yazılı
olduğu defterler olup 110 adettir. Ayrıca Sultan
Abdulmecit Ahkâmı, Sultan Mahmud Ahkâmı
gibi müstakil bir veya birkaç vakfa ait defterler de mevcuttur. Bunların muhtevasında esnaf
grupları, vakıfların icare, icareteyn, âşâr, mukataa, gedik gelirleri, işletme usulleri ve vakıf
akar ve hayratın “tamir ve termimleri”, tahsisler,
nizamnâmeler, evkaf görevlilerinin tayin, terfi
A
A
n
s
i
h
k
i
l
ve ücretleri, Haremeyn vakıfları, surre alayları,
merkez ve taşra teşkilatları, Gayrimüslim vakıfları mevcuttur.
Tafsil Defterleri: Vakfın hayrat kurumları,
gelir kaynakları, tahsisatları, görevli ücretleri ve
diğer harcama kalemleri, tayin ve terfi işlemleri,
mevkufatla ilgili işlemler, vakfiyenin kayıtlı olup
olmadığı hakkında teferruatlı bilgiler mevcuttur.
Tafsil defterleri başlıca şu serilerden oluşmaktadır: Anadolu Tafsilleri (229-314); Dersaadet
Tafsilleri (955-963); Tafsil-i Nizâmât (932-952);
Hicaz Tafsili (816-833); Rumeli Tafsili (992-994).
Ayrıca serinin içerisinde birer Zeyl-i İlamat ve Teberrukat Defteri bulunmaktadır.
Berât ve Şürût Defterleri: Beratların kaydedildiği defterler olup 24 adettir. Bunlar Şürût
ve Kuyûd-ı Berevât-ı Âlîşân, Şürût-ı Haremeyn,
Şürût-ı Berevât (780-809) serilerinden oluşmaktadır.
Feraşet Defterleri: Hicaz, Arabistan ve
Haremeyn-i Şerifeyn serisi içinde Şürût-ı Haremeyn (nr. 797, H. 1268), Defter an-Hazîne-i
Haremeynü’ş-Şerifeyn İm ü Haber (nr. 798),
Defter-i Mekâtib tâbi‘-i Kalem-i Haremeyn (nr.
801, H. 1202), Ahkâm-ı Mekke ve Medine (nr.
813, H. 1299), Hicaz Tafsili (nr. 819-833, H.
1285-1335), Mekke Ahâli-i Vezâif ve Cevâli vs.
serisinin devamı olarak Feraset-i Şerîfe-i Mekke
(I-III/840-842) ve Feraset-i Şerîfe-i Medine (I-IV,
nr. 843-846) adlarında yedi defter bulunmaktadır. Bu defterlerde Haremeyn-i Şerifeyn’deki vakıf
hayrat kurumlarında çalışan hizmetlilerin kayıtları tutulmuştur. Bunların yazım usulü beratlar
gibidir. Bu seri, Haremeyn’e ait Surre-i Kadîme
Defterleri (nr. 847-848), Mekke ve Medine Esas
Defterleri (nr. 849-855) ile devam etmektedir.
Duâgûy Defterleri: Duâgû olarak görev yapan vazifelilerin isimleri, görev yeri ve mahalli,
tayin, terfi ve azil halleri ve bağlı oldukları vakıflar ile aldıkları ücret kayıtlarının tutulduğu esas
defterler olup, 12 adettir. Bunların Mekke, Medine ve Hicaz Defterleri serisi olan Haremeyn’e ait
Surre Defteri (nr. 863) ve Tevcihata Ait Hulâsa
Defterleri (nr. 864-871, 1282-1300) ile devam
etmektedir.
Hülâsa Defterleri: Mütevelli, nâzır, kâtip
ve câbî olmak üzere vakfın hayratında çalışan
görevlilerin tayin, terfi ve azillerine dair özet kayıtların tutulduğu defterlerdir. 1282-1329 (18651911) yılları arasında düzenlenen bu defterler
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
toplam 42 adettir. Çoğunluğu İstanbul’daki vakıf
kurumlarına ait olmakla birlikte Anadolu, Rumeli, Arabistan ve Haremeyn vakıfları içinde ayrı
seriler de bulunmaktadır. Bazı Hulâsa Defterlerinde, Dersaadet, Anadolu, Rumeli ve Arabistan
kayıtları karışık bir şekilde birlikte yazılmıştır.
Hüccet ve İlâm Defterleri: 24 adet olan
hüccet defterlerinin içinde yer yer ilamlara ve ilmühaber kayıtlarına rastlamak mümkündür.
İlmühaber Defterleri: Evkaf-ı Hümayun
Nezareti’nde yazılan İlmühaberler, söz konusu
ilmühaber defterlerinde yıllara göre toplanmış
olup 79 adettir. Bunlar Arşivde İlmühaber defterleri; Anadolu İlmühaber (nr. 295), Suret İlmühaber (nr. 296), Tafsil-i Asker (nr. 297) ve Anadolu
Muhasebe İlmühaber Tafsili (nr. 298) gibi isimlerle kayıtlıdır.
Mühür Tatbik Defterleri: Vakıf mütevellilerin mühürlerinin bulunduğu defterler olup, üç
adettir.
Köye Devir Defterleri: Hayrat ve mevkûfâtı
aynı köy sınırları içinde bulunan vakıfların o köyün ihtiyar heyetine devrine dâir muamelelerin
kayıtlı olduğu defterler olup üç adettir. Bilhassa
Cumhuriyet sonrası köy ihtiyar heyetlerine devredilen köy camileri ve bunlara ait akarlarla ilgilidir.
Fodûla Defterleri: Fatih, Sultan Selim, Süleymaniye, Mihrimah Sultan fodula defterleri gibi
müstakil olarak adlandırılmaktadır.
İntifa Hakkı Defterleri: Mazbut vakıflarda
vakfiye şartları gereği hizmetleri yerine getirildikten sonra vakıftan faydalanan kimselere ait
kayıtlarla ilgili Cumhuriyet sonrası düzenlenen
defterler olup, birisi klasör şeklinde olmak üzere
üç adettir.
Maaş Defterleri: Tanzimat sonrası tutulan
muhtacîn maaş ve yardım defterleri olup, Cumhuriyet sonrasında da bir müddet bu gelenek
devam ettirilmiştir. Defterlerde yardım alan kişilerin kimlik bilgileri ve yaşadıkları yerlerle ilgili
bilgiler bulunmaktadır.
Tercüme Defterleri: Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Arapça vakfiye, zeyl ilâm belgelerinin Türkçe’ye tercümeleri ile Osmanlıca
vakfiyelerin yeni harflere aktarılarak yazıldığı
defterler olup, toplam 43 adettir.
Tesis Defteri: 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun
neşrinden sonra Medeni Kanun hükümleri-
333
A
A
n
s
i
h
k
ne göre kurulan vakıfların kaydedildiği defter
olup, bir adettir.
Merkezî Sicil Defterleri: 1967 yılında
kabul edilen 903 sayılı Kanun ve 2008 yılında
kabul edilen 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’na
göre kurulan yeni vakıflara ait kayıtları ihtiva
eden defterler olup, bunlar beş adettir.
Şart Tebdili Defteri: Cumhuriyet döneminde yapılan vakıf şartları değişikliklerinin
kaydedildiği defterler olup, birisi klasör halinde dört adettir.
Tevzin Defterleri: Mülhak vakıfların gelir
giderleri ile ilgili olarak senede veya üç senede bir defa olmak üzere düzenlenen belgelerin
kaydedildiği defterler olup, beş adettir.
Yukarıdaki defterlerin dışında dosyalar da bulunmaktadır. Bunlar, Cumhuriyetten sonra yapılan iş ve işlemlerle ilgili olup 153 zabıt kutusunda 6250; intifa kutusunda 175; 41 tescil
kutusunda 3381; 473 tevliyet kutusunda 2071;
6 ekalliyet kutusunda 180; 3 köye devir kutusunda 104; 274 klasör içinde 23290 tesviye;
4829 adet 903 sayılı kanuna göre kurulan dosyası bulunmaktadır.
Ayrıca VAYS projesi kapsamında Vakıf Kayıtlar Arşivine Vakıflar Bölge Müdürlüklerinde
bulunan 5940 adet defter ve 500.000 civarında evrak intikal ettirilmiş ve bu defterlerden
5000 civarında olanı İstanbul Vakıflar Bölge
Müdürlüğü’nde getirilmiş olup, bunlar içerisinde 172 adet Adalar Şer‘iye Sicilleri, 19 adet
nüfus defteri ve Yunanistan ve adalara ait maarif defterleri, eytam defterleri, vakıf defterleri,
maaş defterleri, gureba hastanesi defterleri ile
diğer bölge müdürlüklerine ait muhtelif vakıf
muamele defterleri bulunmaktadır.
KAYNAKÇA:
M. Fuad Köprülü, “Vakıf Müessesesi ve Vakıf Vesikalarının
Tarihî Ehemmiyeti”, VD, sy. 1 (1938), s. 6; aynı yazar, “Vakıf
Müessesinin Hukukî Mahiyeti ve Tarihî Tekâmülü”, VD, sy. 2
(1942), s. 1-36; M. Alkan, “Türk Tarihi Araştırmaları Açısından
Vakıf Kayıtlar Arşivi”, VD, sy. 30 (2010) s. 2-34; İbrahim Ateş,
“Vakıf Belgeler Arşivi’nin Dünü ve Bugünü”, 2. Vakıf Haftası
3-9 Aralık 1984, s. 28; Hasan Demirtaş, “Vakıf Araştırmalarından Kaynak Olarak Hurufat Defterleri”; VD, sy. 37(2012), s.
47-92.
Mevlut ÇAM
334
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
VALİDE SULTAN CAMİİ
(bk. KALEMİ ZAVİYESİ)
VELED BEY VAKFİYESİ
Konya Meram’daki Ahi İlyas Değirmeni’nin Mevlana Dergâhı Vakfı olduğuna dair ikinci vakfiyeyi
yine Mevlana Celâleddin Rumi’nin soyundan gelen Cemaleddin Çelebi kızı Azize Ayşe Hatun’un
oğlu Veled Bey, Şaban 906 (Şubat 1501) tarihinde tescil ettirmiştir. Sureti Mevlana Müzesi Arşivi, nr. 72’de bulunmaktadır. 21x57 cm ebadında,
yekpare bir kâğıda bozuk nesihle başındaki tasdik ve sonundaki şahitler hariç 42 satır olarak
A
A
n
s
i
h
k
i
l
yazılmıştır. Vakfiye suretinin arkasına boydan
boya naylon karışımı gri bir bez yapıştırılmıştır.
Veled Bey Vakfiyesi, Abid Çelebi Vakfiyesi ile
birçok yönden aynıdır. Çünkü Veled Bey, Abid
Çelebi’nin kız kardeşinin oğludur. İki kardeş babalarından miras yoluyla kalan gayrimenkulleri
Mevlana Dergâhı’na vakfetmişlerdir. Veled Bey
Vakfiyesi’nin sol üst kısmında tasdik edenin adı,
sağ üst kısmında ise istinsah edenin adı ve mührü bulunmaktadır. Anadolu Kazaskeri Ali Efendi
tasdik etmiştir. Vakfiye suretini ise Konya kadısı
Abdülkerim Efendi onaylamıştır.
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
lenen dergi, bu yönden araştırmacılara malzeme
veren bir kaynak durumundadır.
KAYNAKÇA:
http://katalog.istanbul.edu.tr/client/search/detailnonmodal/default, Erişim: 22.05.2014.http://www.tesk.org.tr/tr/yayin/yayin.php,
Erişim: 29 Haziran 2014.
Caner ARABACI
KAYNAKÇA:
M. Fuad Köprülü, “Vakıf Müessesesi ve Vakıf Vesikalarının Tarihî
Ehemmiyeti”, VD, sy. 1 (1938), s. 6; aynı yazar, “Vakıf Müessesinin Hukukî Mahiyeti ve Tarihî Tekâmülü”, VD, sy. 2 (1942), s.
1-36; M. Alkan, “Türk Tarihi Araştırmaları Açısından Vakıf Kayıtlar Arşivi”, VD, sy. 30 (2010) s. 2-34; İbrahim Ateş, “Vakıf Belgeler Arşivi’nin Dünü ve Bugünü”, 2. Vakıf Haftası 3-9 Aralık 1984,
s. 28; Hasan Demirtaş, “Vakıf Araştırmalarından Kaynak Olarak
Hurufat Defterleri”; VD, sy. 37(2012), s. 47-92.
Mevlut ÇAM
VESÎLETÜ’N-NECAT
(bk. MEVLİD)
VİTRİN ESNAF
VE SANATKÂRIN SESİ
DERGİSİ
TESK’in kurum yayını olarak 1992’de çıkarılmaya başlandı. Eski adı, TESK: Türk Esnaf
ve Sanatkârının Sesi’dir. Sonra adı Vitrin Esnaf ve Sanatkârın Sesi” oldu. Türkiye Esnaf ve
Sanatkârları Konfederasyonu Aylık Yayın Organı
olan Vitrin, haliyle bir kurum dergisidir. Bugüne
kadar 218 sayı yayımlanmıştır.
Vitrin, kurum bilgileri yanında Ahilikle ilgili bilgileri, derginin özel sayıları ile öne çıkarır. Hacmini
ve yayın ağını günden güne genişleten dergi, aylık
periyot yerine önemli zamanlarda vurucu sayı
çıkartmaya yönelerek düzenli yayınlar da yapar.
Yayın politikası, esnaf ve sanatkârların isteklerini, sorunlarını dile getirme doğrultusunda şekil-
335
W
A
A
n
s
i
h
k
WAGE LABOR AND
GUILDS IN MEDIEVAL
EUROPE
Steven A. Epstein, Türkçeye “Ortaçağ Avrupa’da
Loncalar ve Ücretli İşçiler” adı ile tercüme edilebilen bu çalışmayı doktora tezi olarak North Carolina Üniversitesinde 1990 tarihinde hazırlamıştır.
Bir yıl sonra bu eser aynı üniversite tarafından
yayınlanmıştır(1991). 307 sayfadan oluşan bu
akademik çalışma Ortaçağ Roma, Geneova, Floransa ve Venedik, Paris ve Londra merkezli kurulan ticaret filolarının tarihi bakımından önemlidir. Buralarda kurulan ticaret filolarının çeşitli
bağlantılarının Akdeniz dünyasında İskenderiye,
Halep, İzmir ticaret merkezleri ile kuzeyde Galata ve Kefe ticaret limanları bakımından önemi
oldukça dikkat çekicidir. Bu yönü ile Anadolu ve
çevresindeki ticaret merkezlerinin tarihini ortaya
koyma noktasında öne çıkmaktadır. Ayrıca yazar
Osmanlı dönemi öncesi var olan Fütüvve teşkilatlarının bu ticaret filoları ile irtibatlı olmadığını iddia etmektedir. Diğer yandan Memlük döneminde
İslam şehirlerinde ticaret filoların Müslümanlar
tarafından kurulmadığını iddia etmektedir. Bu tarihsel sürece dayalı olarak ticaret filolarının Müslim topluluk arasında yaşamadığı iddia edilmektedir. Kitabın içeriği şu alt başlıklardan oluşur:
Roma ve Erken Ortaçağ Loncaları, Erken Dönem
El Sanatkârları ve Profesyonel Loncalar, Loncaların İç Organizasyonu ve İş Gücü Piyasası, Daha
Geniş Dünyada Loncalar ve Emek, XIV. yüzyıl Krizinde Loncalar ve Emek.
Necmeddin AYAN
338
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Y
A
A
n
s
i
h
k
YABANLU PAZARI
(bk. PAZAR)
YAKUB b. LEYS es-SAFFÂR
340
(ö. 265 / 879)
Fütüvvet teşkilatıyla yakından ilgilenen Yakub b.
Leys es-Saffâr, Saffârîler hanedanının kurucusu
ve ilk hükümdarıdır. Sistan’ın Zerenc şehrine
bağlı Karnîn köyünde doğdu. Farsça kaynaklarda
Sâsânî hükümdar ailesine mensup olduğu kaydedilir. Ailenin ne zaman müslüman olduğuna dair
bilgi yoktur. Babası bakırcılıkla uğraşan bir esnaf
idi. Yakub’un Amr, Tahir ve Ali adında üç kardeşi
vardı. Amr ile Yakub b. Leys de baba mesleğini devam ettiriyor ve bakırcılıkla uğraşıyorlardı. Yakub
bakırcılıktan yeterli para kazanamadığı için bir
ara yol kesip eşkıyalık yapmaya başladı. Bu sırada Fütüvvet teşkilâtı mensupları ve ayyârlar esnaf
ve halk arasında yoğun bir faaliyette bulunuyorlardı. Yakub ve Amr Haricilerle mücadele eden
Ayyâr ve fütüvvet teşkilatı mensuplarının o sıradaki lideri Salih b. Nadr (Nasr) el-Kinâî’ye intisap
ettiler ve zahidane bir hayat sürmeye başladılar.
Salih b. Nadr’ın askerî mahareti ve başarısı sebebiyle ordu komutanı tayin ettiği Yakub b. Leys 238
(852) yılında Büst şehrini ele geçirdi.
Büst halkı gönüllü mücahitler olarak bilinen
Ayyârlar’ın reisi Salih b. Nadr’ı şehrin reisi olarak benimsediler. Ancak Tahiroğulları’nın Sistan
valisi İbrahim b. Hudayn el-Kavsî Salih b. Nadr’a
karşı Tahir b. Abdullah’tan yardım istedi ve onun
yardımıyla bölgede hâkimiyet sağladı. Bu savaşlar sırasında Salih’i destekleyen Yakub b. Leys esSaffâr’ın kardeşi Tahir hayatını kaybetti. Sistanlılar Tahiriler’in idaresinden memnun olmadıkları
için sürekli isyan halindeydiler.
Bu sırada Salih ile Yakub b. Leys’in arası açıldı.
244 (858) yılında yapılan savaşta mağlup olan Salih kaçtı. Sistan halkı bu olaydan sonra Salih’in
kardeşi Dirhem’in etrafında toplandı. Ancak Dirhem Yakub b. Leys’in halk tarafından çok sevilmesinden rahatsız olup onu öldürmeye teşebbüs etti.
Bunu fark eden Yakub, Dirhem’in üzerine yürüdü
ve bütün Sistan’a hâkim oldu. Halk 247 (861) yılında Yakub’a bağlılık arz etti. Dirhem Zâbulistan
hâkimi Zunbil’e sığınmıştı. Yakub 250 (864) yılında yaptığı savaşta Zunbil’i de mağlup ederek katletti. Salih b. Nadr da ertesi yıl yakalanıp Zerenc’e
götürüldü ve orada 251 (865) yılında öldü.
i
l
l
o
i
p
k
e
d
i
s
i
Yakup daha sonra Sistan ve Afganistan’ın bir
bölümünü hâkimiyet altına aldı ve 253 (867)
yılında bağımsızlığını ilan etti. Tahirîler Yakub
b. Leys’in genişleme ve yayılma politikasından
rahatsız olmalarına rağmen Hariciler’e karşı
ondan ve etrafındaki gönüllü mücahitlerden yardım sağlamaktaydı. Onun gayretiyle Hariciler’in
Horasan’daki mevcudiyeti oldukça zayıfladı. Bu
sayede Yakub b. Leys’in yıldızı parladı. Yakup
Kirman ve Sistan’da adaletle hükmederek huzuru sağladı. Bundan dolayı etrafında büyük kalabalıklar topladı.
Yakup b. Leys bir süre sonra doğrudan Tahiri
hâkimiyetini hedef alan bir polotika izlemeye
başladı. Herat ve Basenc’i feth ettikten sonra 255
/ 869 yılında Kirman ve Fars’ı ele geçirdi ve kıymetli hediyeler göndererek Halife Mu‘tez’e bağlılık arz etti. Ancak Yakub b. Leys geri dönünce
Fars yine Abbâsîler’in eline geçti. 257 (871) yılında tekrar Fars’a yürümek istediyse de Halife
Mu’temid-Alellah Fars’a karşılık Belh, Tuhuristan, Sistan ve Sind eyaletlerinin idaresini kendisine teklif etmesi üzerine seferden vaz geçti.
Hariciler Tahiri emiri Muhammed b. Tahir’in
gençliğinden istifade ederek Sistan’a hâkim olmaya çalışıyorlardı. Bu sırada Yakub b. Leys
Muhammed b. Tahir’den onlarla savaşmak için
izin aldı ve fütüvvet ehlinden gönüllü mücahitlerle oluşan birliklerle Sistan ve Kirman’a girdi;
Hariciler’i bozguna uğrattı.
Yeni halife Mu’temid-Alellah Yakub’a elçi gönderip Fars’ı ele geçirmesini tasvib etmediğini bildirdi. Fars bölgesinden vazgeçmesi karşılığında
Toharistan, Kirman ve Sind eyaletleri valiliğine
atandı. Böylece Abbâsîler’in meşru valisi olan Yakub b. Leys Tahiri hâkimiyetindeki Büşenc’i de
işgal etti. Belh, Cibal, Herat, Büşenc ve Bâdgis’e
hâkim olan Yakub b. Leys 4 Şevval 259 (3 Ağustos 873) tarihinde Nişabur’a girdi. Muhammed
b. Tahir’i esir alıp Sistan’a gönderdi. Böylece Tahiriler hanedanına son verdi. Halifeye elçi gönderip Nişabur’u ele geçirmesinin gerekçelerini
anlattı. Ancak hilafet makamı bunu kabul etmedi
ve Nişabur’u boşaltmasını istediyse de Yakub bu
isteği dikkate almadı.
Yakub Nişabur’u işgal etmesinden doğan tepkiyi
azaltmak için Taberistan Zeydileri üzerine yürüdü. Suriye ve Âmül’ü zapt etti. Hasan b. Zeyd elAlevî’yi bir süre takip ettiyse de sonra vazgeçip
Sistan’a döndü. Yakub bölgeden ayrılınca Taberistan tekrar Hasan b. Zeyd’in eline geçti.
A
A
n
s
i
h
k
i
l
Tahiriler Samerra’da Halife Mu’temid-Alellah’ı Yakub b. Leys aleyhinde kışkırttılar ve Horasan’da
yeniden hâkimiyet tesis etmek için çalıştılar. Bunun üzerine Halife Horasan’ın idaresini Yakub’a
vermediğini açıkladı ve Muhammed b. Tahir’e
karşılık Yakub’un ileri gelen adamları 261 (875)
yılında tutuklandı. Muhammed b. Tahir tekrar
262 (876) yılında Horasan valiliğine tayin edildi.
Halife, Yakub’un Fars’ı istilası ve giderek
hâkimiyet alanlarını genişletmesinden korkup
onu Bağdat sahibü’ş-şurtalığına tayin etti. Ancak
o Vasıt’ı ele geçirmek isteyince Abbâsî ordusunun
muhalefetiyle karşılaştı ve yenilip Huzistan’a çekilmek zorunda kaldı. Bu olayın intikamını almak için hazırlanırken hastalanan Yakub b. Leys
iki hafta sonra 14 Şevval 265 (9 Haziran 879)
tarihinde Cündişapûr’da vefat etti. Ölümünden
kısa bir süre önce huzura gelen Abbâsî elçisine
“Halifeye deyin ki, eğer ölürsem sen benden ben
de senden kurtulmuş olurum. Eğer hayatta kalırsam bil ki, aramızda bu kılıçtan başka bir şey
olmayacaktır” demiştir.
Çocuğu olmadığı için yerine kardeşi Amr geçti. Dindar, cesur, akıllı, ileri görüşlü ve adil bir
hükümdar, kahraman bir askerdi. Sırlarını hiç
kimseyle paylaşmazdı. Kaynaklar yeryüzünde askerleri ve halkı tarafından onun kadar sevilen bir
hükümdarın daha mevcut olmadığını kaydeder.
Çok geniş bir bölgede hâkimiyet tesis etmek istiyordu. Bazı tarihçiler onun cihan hükümdarı olmak istediğini söyler. Ayyârlar bazı dönemlerde
ve bazı yörelerde çapulcu ve yağmacı topluluklar
olarak şöhret bulmuşlarsa da Yakub b. Leys’in
yaşadığı bölge ve dönemde Hariciler’le ve Şiiler’le
Allah rızâsı için cihad eden gönüllü mücahitler
ve Sünni İslâm gazileri olarak tanınıyordu. Bazı
eserlerde Yakub Abbâsîler’le mücadele etmesi sebebiyle şiîlikle, haksızlıklara karşı isyankâr olması sebebiyle de sözlük anlamıyla “haricilikle”
itham edilmiştir. Aslında ister şiî olsun ister harici hemen her gruptan insanlar haksız servet edin