T.C.
SAKARYA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İDEOLOJİK ÇEVİRİ
TANZİMAT VE CUMHURİYET DÖNEMİ ÖRNEĞİNDE
DOKTORA TEZİ
Muhammed Zahit CAN
Enstitü Anabilim Dalı: Çeviribilim
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Şeref ATEŞ
EKİM - 2015
BEYAN
Bu tezin yazılmasında bilimsel ahlak kurallarına uyulduğunu, başkalarının
eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel normlara uygu olarak atıfta
bulunulduğunu, kullanılan verilerde herhangi bir tahrifat yapılmadığını, tezin
herhangi bir kısmının bu üniversite veya başka bir üniversitedeki başka bir tez
çalışması olarak sunulmadığını beyan ederim.
Muhammed Zahit CAN
03.10.2015
ÖNSÖZ
Bu tezin yazılması aşamasında, çalışmam konusunda güvenini hep hissettiren ve
görüşlerini eksik etmeyen eski danışmanım Prof. Dr. İlyas Öztürk’e değerli
katkıları için teşekkürlerimi ve saygılarımı sunarım. Yine sonradan tezimle ilgili
danışmanlık görevini üstlenen Prof. Dr. Şeref Ateş’e de teşekkürlerimi ve
saygılarımı sunarım. Bütün süreç boyunca ve akademik yaşamımda her anlamda
yanımda olmuş, desteğini ve katkılarını esirgememiş olan değerli hocalarıma ve
meslektaşlarıma da teşekkür ediyorum. Son olarak bu günlere ulaşmamda
emeklerinin karşılığını hiçbir zaman ödeyemeyeceğim anneme, babama,
ağabeylerime ve diğer aile fertlerime şükranlarımı iletiyorum.
Muhammed Zahit CAN
03.10.2015
İÇİNDEKİLER
KISALTMALAR ............................................................................................ iii
ÖZET.................................................................................................................. v
SUMMARY ......................................................................................................vi
GİRİŞ ................................................................................................................. 1
BÖLÜM I: İDEOLOJİ, KÜLTÜR VE ÇEVİRİ .......................................... 17
1.1. İdeoloji Kavramı ........................................................................................ 17
1.2. Kültür Kavramı .......................................................................................... 27
1.2.1. Kültür İdeoloji İlişkisi ............................................................... 30
1.2.2. Kültür ve Ulus Devleti İlişkisi .................................................. 31
1.3. Çeviri Kavramı ........................................................................................... 34
1.3.1. Çeviri Kültür İlişkisi ................................................................. 38
1.3.2. Çeviri İdeoloji İlişkisi ............................................................... 42
1.4. İdeolojik Çeviri Kavramı ........................................................................... 44
1.4.1. Bilinçli ve Bilinçdışı İdeolojik Çeviri ....................................... 47
1.4.2. İdeolojik Çeviriye Aktörleri ve Tarafları .................................. 51
1.4.3. İdeolojik Çevirinin Doğası ........................................................ 52
1.4.4. İdeolojik Çevirinin Çeviri Yöntemi .......................................... 56
1.5. Çevirinin Erek Edebiyat ve Kültürünü Etkilemesi..................................... 59
1.6. Çeviri, Dil-Kültür ve Toplum İlişkisi ........................................................ 60
1.7. Çevirinin Erek Din Literatürünü Etkilemesi .............................................. 65
BÖLÜM II: İKTİDAR, TOPLUM VE ÇEVİRİBİLİM AÇISINDAN
İDEOLOJİK ÇEVİRİ..................................................................................... 67
2.1. İktidar ve Toplum İlişkisi Üzerine ............................................................. 67
2.2. Toplum Gruplarındaki Farklı Algılama ..................................................... 69
2.3. İktidarın Çeviriyi İdeolojik Aygıt Olarak Kullanması ............................... 73
2.4. İdeolojik Çeviriye Kuramsal Bakış ............................................................ 78
2.4.1. İşlevselci Yaklaşım ................................................................... 82
2.4.2. Betimleyici Çeviri Araştırmaları ............................................... 90
2.4.2.1. Deyiş Kaydırmaca ...................................................... 105
2.4.2.2. Çoğuldizge Kuramı .................................................... 107
2.5. İdeolojik Çeviri Araştırmasında Yöntem ................................................. 119
BÖLÜM III: TANZİMAT VE ERKEN CUMHURİYET DÖNEMLERİNDE
İDEOLOJİK ÇEVİRİ............................................................................ 128
3.1. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Çeviriye ve Çevirmenlere Genel Bakış ...... 128
3.2. Batılılaşmadan Batılılaşma İdeolojisine Doğru ....................................... 134
3.2.1. Batılılaşma: Erken Cumhuriyet Dönemi’nde Bir Devlet
İdeolojisi ........................................................................................... 137
3.3. Batılılaşma Yaklaşımından İdeolojik Anlamda Batılılaşma Çevirisine... 141
3.4. Tanzimat ve Erken Cumhuriyet Dönemlerindeki Kutsal Kitap Çevirilerinin
İdeolojik Planda İncelenmesi ................................................................... 146
3.4.1. Kutsal Kitabın Türkçeye Çevrilmesiyle İlgili Görüşler .......... 150
3.4.2. Bazı Kur’an Çevirilerine Yönelik Eleştirilerin İncelenmesi ... 159
3.5. Tanzimat ve Erken Cumhuriyet Dönemi Kitle İletişim ve İdeolojik
Çeviri ........................................................................................................ 176
3.6. Tanzimat ve Erken Cumhuriyet Dönemi Kamu Kurumları ve İdeolojik
Çeviri ........................................................................................................ 185
3.6.1. Eğitim Kurumları .................................................................... 186
3.6.2. Bab-ı Âli Tercüme Odası (1821) ............................................ 190
3.6.3. Encümen-i Daniş (1851) ve Diğer Eğitim Amaçlı Tercüme
Kurumları .......................................................................................... 192
3.7. Tanzimat ve Erken Cumhuriyet Dönemlerinde Yazın Çevirilerinin İdeolojik
Planda İncelenmesi .................................................................................. 205
3.7.1. Tanzimat’tan Erken Cumhuriyet’e Yazın Çevirileri ............... 206
SONUÇ ........................................................................................................... 219
KAYNAKÇA ................................................................................................. 226
ÖZGEÇMİŞ ................................................................................................... 237
KISALTMALAR
ANT
: Actor-Network Theory (Ağ-Aktör Kuramı)
BÇA
: Betimleyici Çeviri Araştırmaları
BTS
: Büyük Türkçe Sözlüğü
ÇDK
: Çoğuldizge Kuramı
DBA
: Devletin Baskı Aygıtları
DİA
: Devletin İdeolojik Aygıtları
DTS
: Descriptive Translation Studies
İÇA
: İdeolojik Çeviri Araştırması
TDK
: Türk Dil Kurumu
İO
: İşlev Odaklı
Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü
Doktora Tez Özeti
Tezin Başlığı: İdeolojik Çeviri
Tanzimat ve Cumhuriyet Dönemi Örneği
Tezin Yazarı: Muhammed Zahit CAN
Kabul Tarihi: 03 Ekim 2015
Anabilimdalı: Çeviribilim
Danışman: Prof. Dr. Şeref ATEŞ
Sayfa Sayısı: ix (ön kısım) + 240 (tez)
Bilimdalı: Çeviribilim
Bu çalışma son yıllarda git gide çeviri araştırmalarında önem kazanan bütüncül bir bakış
açısıyla çeviri olgusunu inceleme anlayışını, bir dil/kültür içerisindeki farklı ideolojik
tarafların çeviriyi ideolojik amaçlar için kullanmak istemesi dâhilinde paylaşmıştır. Bu
bağlamda ideolojik çevirinin ne olduğu ve nasıl işlev gördüğünü belirginleştirmek bu
araştırmanın temel hedefi olmuştur.
Tanzimat ve Erken Cumhuriyet dönemi (1839-1939) böyle bir araştırma için tarihi vakaları
nedeniyle oldukça müsait bir zaman dilimi olarak belirmektedir. Osmanlılık/İslamcılık,
Turancılık/Türkçülük ve Batıcılık ideolojileri bu evrede Batılılaşma olgusu kapsamında bilimteknik, sanat ve dini alandaki çeviri pratiklerine nüfuzu olan ideolojilerdir. Bu ideolojilerin
Osmanlı kurumları vasıtasıyla eğitimde, siyasette, basında ve görece kurumlardan bağımsız
olarak yürüyen edebiyat, kutsal kitap çevirileri tartışmalarında nasıl bir rol oynadığı bu
araştırmanın kapsamı içindedir.
Tarihsel hadiselerin birincil kaynakları, döneme tanıklık etmiş olan gazetelerin, resmi
belgelerin ve kişilerin bizzat beyanatlarıdır. Çeviri tarih araştırmalarında bir yaklaşım da salt
çeviri metnini incelemek değildir. Üst metinleri, yani çeviriye dair söylemleri incelemektir.
Tıpkı bu çalışmanın yaptığı gibi önsözleri, sonsözleri, çeviriye dair eleştirileri göz önünde
bulundurmak, çevirinin icra edildiği dönemin hâkim ideolojisini belirlemek, çevirmen ya da
çeviriyi himaye edenlerin çeviri amaçlarını yayınevi programı, heyet raporları vb. üzerinden
ortaya koymak kullanılan yöntemler arasında olmuştur.
Tanzimat ve Erken Cumhuriyet dönemindeki çevirilerde özellikle Lale Devrinden başlayarak
Batılı kaynak metinler çevrilmiştir. Başlangıçta çevirilerin amacı ideolojik değildir, fakat II.
Meşrutiyet sonrası Türkçülük ideolojisinin güç kazanması ve bunun Türkçe Kur’an, Milli
Edebiyat, Milli Tarih gibi ideallerle beslenmesi, kaçınılmaz olarak çevirinin de ideolojik
maksatlı icra edilmesine kapı aralamıştır. Cumhuriyet devrine gelince artık Tanzimat
döneminden daha farklı bir Batılılaşma süreci Batıcılık ideolojisi kapsamında ortaya çıkmış
ve Balkan Savaşları sonrası güçlenen Türkçülük ideolojisiyle birleşerek ideolojik çevirinin
oluşması için tüm şartlar olgunlaşmıştır.
Anahtar Kelimeler: İdeolojik Çeviri, Batılılaşma, Tanzimat, Cumhuriyet, Çeviri
Sakarya University Institute of Social Sciences
PhD Thesis Summary
Title of the Thesis: Ideological Translation:
In the Example of Tanzimat and Republican Period
Author: Muhammed Zahit CAN
Supervisor: Prof. Şeref ATEŞ
Date: 03 October 2015
Nu. of pages: ix (pre text) + 240 (main body)
(App.)
Department: Translation Studies
Subfield: Translation Studies
This work shares the understanding ofa holistic view towards the phenomenon of translation
lately gaining more and more importance in translation activities within the context of
different ideological parties, belonging to a language/culture, who want to make use of
translation for their ideological aspirations. In this regard, the major matter of this work will
be to illustrate what ideological translation is and how it functions.
The Tanzimat and early republican period (1838-1938) based on their historical events, reveal
as a quite suitable timeframe. In this phase Ottomanism/Pan-Islamism, Pan-Turanism/Turkism
and Occidentalism ideologies were ideologies influencing translation practices in the fields of
science-technique, art and religion within the scope of Occidentalism. How these ideologies,
by the help of Ottoman organizations, play a role in education, politics, press and literature
independent from relative institutions and sacred books’ debates, is implied in this research.
Primary sources of historical events are personal declarations of newspapers, official
documents and persons which had witnessed the period. An approach of translation history
does not only analyze the mere translation text. Superordinate texts, namely discourses about
translation are involved. Excatly like it is done in this work, one among the used methods does
factor in prefaces, epilogues, criticism against translation; specifying the dominant ideology of
the period in which the translation occured,and proving translation aspirations of those
encouraging the translator or the translation, through publisher’s programme and committee
reports et cetera.
During Tanzimat and the early republican period, especially beginning with Tulip Age,
western source texts were translated. Initially, the aim of translation was not ideological,
however, after the second constitutionalist period, the fact that Turkism gained power and that
this was fed on ideals such as turkish Qur’an, national literature, and national history;
inevitably opened the door for translation to be carried out with ideological aspirations.
Speaking of the republican era, in comparison with the Tanzimat era, a different
westernization process within the framework of Occidentalism emerged and after it spliced
with turkism that strengthened in the aftermath of the Balkan Wars, all conditions for
ideological translation have been provided.
Keywords: Ideological Translation, Westernization, Tanzimat, Republic, Translation
GİRİŞ
“Farklı görüşlere rağmen, çevirinin, sosyal ve kültürel bakımlardan duraklayan,
gerileyen, çöküşe doğru yol alan toplumlarda önem kazandığı, genellikle kabul edilen
bir görüştür” (Kaplan, 1988: 2). Tıpkı bunun gibi de çeviri Osmanlı Devletinde böyle
bir gerileme neticesinde ve bu gerilemenin dahi çok geç fark edildiği bir devirde önem
kazanmaya başladığı ve bu yüzden hızlı bir biçimde tatbike konulduğu söylenebilir. Bu
süreç kendi içerisinde de parçalara ayrılabilecek, tek tek incelenebilecek bir derinlikte
ve müstakil bir araştırma konusu teşkil edebilecek kadar yoğundur. Kaplan’ın yukarıda
alıntılanan görüşlerine katılmakla beraber çevirinin sadece duraklayan, gerileyen ya da
çöküşe doğru yol alan sosyal/kültürel evrelerde önem kazanmadığı, aynı zamanda
hareketlenmeye başlayan, yükselişe geçen devirlerde de çeviri faaliyetlerin zenginleştiği
ve çeşitlendiği söylenebilir. Tanzimat dönemi böyle bir alçalış trendi gösterirken
Cumhuriyetin yeniden bir yükseliş, yeni arayış ve buluş devri olduğu ve her iki devrin
de çeviri faaliyetleri konusunda oldukça verimli geçtiğini söylemek mümkündür. Her
iki dönemin karakteri bakımından böyle bir alçalış ve yükseliş trendine sahip olması,
kendi siyasi, ideolojik, sosyal ve ekonomik sorun ve çözüm arayış, öneri ve buluşunu
değiştirecek, bu bağlamda çevirinin de bu devingen durum içinde farklı amaç, işlev ve
içerik gibi konularının değiştiği görülecektir.
Farklı kültürlerin önemli görülen üretimlerini kendi kültürüne almaktır çeviri. Bu gerek
düşünsel, gerek düşsel, gerek teknik alanda olsun, çeviri her birini başka bir kültüre
aktarma yolunda vazgeçilemez bir araçtır. Bu aktarım esnasında hangi kültürün kaynak
kültür olarak tercih edileceği, bu kaynak kültürden hangi eserlere başvurulacağı ve
nihayet bunların nasıl ve kimler tarafından aktarılırken de hangi niyetle, hangi hedef
kitlede ve nasıl bir işlev görmesinin amaçlandığı konusu şüphesiz çeviri eyleminde
bulunanların; erek kültürle, erek toplumla ve erekteki toplumsal sorunlara nasıl cevaplar
bulmayı amaçladıklarıyla ilintilidir. Böyle bir noktayı nazardan bakınca, ideolojik
çevirinin erekteki sosyokültürel dengesizlikleri, bozuklukları, eksiklikleri kendi
ideolojik penceresinden giderme amacıyla ya da bizzat mevcut yapıyı dengesizleştirmek
maksadıyla yapıldığı görülebilir.
1
Ulusların kültürlerinin, siyasi tarihlerinin biçimlenmesinde ideolojik çevirilerin
küçümsenmeyecek bir payının olduğu söylenebilir. Böyle bir noktadan çıkışla Tanzimat
ve Erken Cumhuriyet devirlerinde çevirilerin siyasi, sosyal ve kültürel durumlara tesir
ederken hangi ideolojinin güdümünde bu tesir etme girişiminde bulunduğu
belirginleştirilmelidir.
Çalışmanın Konusu
Fawcett 1995, 1997 ve 2001; Venuti 1992, 1995 ve 1998; Hatim ve Manson 1990 ve
1997’de çeviride ideoloji konusuna parmak basan önemli isimlerdir. Fawcett’a göre
insanların her eyleminin ideoloji motivasyonlu olduğu kabul edilen bir anlayışta
ideolojinin çeviri uygulamalarında araştırılmasının büyük bir zorluk olabileceğine
değinir (krş. Fawcett, 2001: 106 aktaran Leonardi, 2007: 21). Bu anlamda ya çevirilerin
ideolojik olmayan yönleri araştırılmalıdır ya da tamamen ideolojik olduğu kabul
edilerek baştan araştırmaya girişilmemelidir. Oysa bir başka yol olarak insanların her
eyleminin ideolojik motivasyonlu olduğu kabul edilse de bu ideolojiyi tek boyutlu gibi
kabul etmeyip, kendi içerisindeki farklılaşmalara yer vermelidir. Çünkü her ideoloji
topluma tepeden inme, toplumu dönüştürme, belirli bir yapılandırma gibi gayretler
içerisinde değildir. Bu araştırma ise tamda böyle bir gayreti olan ideolojinin çeviriyi
kendi emelleri doğrultusunda nasıl kullanabileceğini anlaşılır kılmak istenmiştir.
Lawrence Venuti’ye göre her dil seçimi güç ilişkileriyle ilgili bir alandır. Venuti,
çevirinin siyasileşmiş yönüne vurgu yapıp, Marksist pencereden bakarak, ideolojiyi eşit
olmayan güç ilişkileri olarak tanımlayıp, ona olumsuz bir anlam kazandırır. Zayıf
kültürlerin güçlü kültürler tarafından domine edildiğine işaret ederek yerelleştirme ve
yabancılaştırma konseptine dikkat çekmektedir (Venuti 1998: 9 aktaran Leonardi 2007:
21). Venuti’nin bakış açısı ideolojik çevirinin kültürlerarası planda incelenmesini
gerekli kılar. Şüphesiz böyle bir yaklaşımın yerel planda, belirli bir kültür ve
toplumdaki düzeyinin de bulunduğu görülebilir. Bunun için belirli bir coğrafya, kültür
ve tarihsel kesit eşzamanlı bir yöntemle araştırmacıların kadrajına alınmalıdır. Böyle bir
çalışmayı mümkün kılabilecek kuramsal bakış açısında araştırmacının kadrajı hem yerel
hem de ulus/kültür ötesi olmalı ve merkeze yine de belirli bir erek kültür oturtulmalı,
incelemenin odaklandığı yer burası olmalıdır. Ne çok derinlemesine dilbilimsel düzeyde
bir incelemeye inilmeli, ne de makro düzeyde uluslararası kültür akımlarının haritasını
2
çıkarır gibi kadrajı geniş bir açıya oturtmalı; daha ziyade belirli bir netlik kazanmak için
tarihsel bir bağlamda belirli bir zaman diliminde (eşzamanlı), belirli bir sosyokültürel
ortamın içindeki çeviri faaliyetlerinin amaç/işlev düzeyindeki resmine netlik
kazandırılmalıdır.
İdeolojik çeviri araştırmalarına normatif bir şartlanmayla yaklaşılmamalıdır, çünkü
öncelikle çevirinin doğası böyle bir kısıtlamaya pek de müsaade edici değildir. Yine de
belirli ideolojilerin güdümünde, belirli sosyokültürel ortamlarda gerçekleşen ideolojik
çevirilerin belirli bir karaktere sahip olması beklenebilir ve bu bakımdan kuramsal
denemelerde bulunulabilir. Ancak ideolojik çeviri çalışmaları öncelikle dünyada hemen
her kültürde belirli zaman kesitlerinde betimleyici bir çözümlemeyle ele alınmadığı
müddetçe kuramsal denemeler için daha erken olduğu söylenebilir. Türkiye örneğinden
yola çıkarak çeviri araştırmalarının ağırlıklı olarak betimleyici bir yaklaşımla ürün
odaklı olduğu söylenebilir oysa Betimleyici Çeviri Araştırmaları’na (BÇA) yöneltilen
eleştiriler kapsamında bu çalışmaların toplum içerisindeki farklı ideolojilerin güç
ilişkilerini göz ardı ettiği vurgulanabilir. Oysa ideolojik çeviri araştırmaları farklı
ideolojilerin bir birleriyle güç mücadelesi içerisinde çeviriyi nasıl ele aldığını ortaya
çıkartmak için erek ya da kaynak metinlerden çok (fakat hariç değil) kadrajına çeviriye
ideolojik anlamda etki edebilen aktör, kurum ve bunların amaçlarını da içine dâhil edici
bir şekilde genişletmelidir.
Diğer bir önemli nokta ise yerelleştirme ya da yabancılaştırma zorunlu olarak ideolojik
çeviri için bir yöntem değildir. Yerelleştirici yöntem yabancı bir kültürün, kültürel
öğelerini, düşüncelerini, tanımlamalarını, dünya okumalarını vb. yabancı olan ögelerini
dışarda bırakmak ve bu sayede erek kültürün değerlerini korumak, kutsamak,
muhkemleştirmek, onu diğer kültürlerin üzerinde görmek, güçlü kültür kabul edip bir
anlamda kapsayıcı olduğunu savunmak demektir. Burada pek ala yerelleştirmeyle
gerçekleştirilen çeviriden maksat belirli bir zevk, estetik, anlayış ve alışılmışlığın,
maddi kaygılar bağlamında sürdürülmesi de olabilir. Aynı şekilde yabancılaştırıcı
yöntem sayesinde de, yabancı kültürün erek toplumun kültürünü dönüştürmek için ant
içmiş belirli bir ideoloji uğruna bu çabaya girişmiş bir kitlenin eylemi olma zorunluluğu
da yoktur. Yabancılaştırıcı yöntem belki de erek kültür normlarıyla açıklanamayacak bir
olgunun kaynak kültür öğeleriyle aktarılması sonucu açıklanabilirliği açısından
kullanılmış ideolojiden arınmış bir çeviri kararı olabilir. Dolayısıyla bu noktadan
3
hareketle ideolojik çevirinin yöntemlerle sınırlandırılması ya da yöntemlerle sorunsuz
bir biçimde açıklanması mümkün değil gibi görünmektedir. Ayrıca kaynak metindeki
ideolojik bir öğenin yerelleştirici yöntem sayesinde elemine edilmesiyle nasıl ideolojik
bir çeviri gerçekleştirilmiş ise, aynı biçimde yabancılaştırıcı yöntemle ideolojik olan bir
öğenin erek kültüre kazandırılması yoluyla da ideolojik planda hareket edilmiş olabilir.
İdeolojik çevirinin yöntemine dair bu gibi tartışmalar bu araştırmanın kapsamı
içerisindedir.
Hatim ve Mason’un iddasına göre sosyal, siyasal ve ideolojik konumlandırma genellikle
sözsel-anlamsal ve dilbilgisel-sözdizimsel dil yapılarına etki etmektedir. Hatim ve
Mason analizlerini kelime hazinesi, kelime üretimi, sözdizimi ve kohezyon gibi somut
dilsel özelliklere indirgerler (Leonardi 2007: 21-22). Bu yaklaşım belirli bir yere kadar
metnin ideolojik mi çevrildiğine dair ipuçları verebilir. Fakat sözgelimi çevirmenin
tercihleri salt sözcük hazinesinin sınırlarıyla ilgili, çeviri esnasında başka sözcüklerin
aklına gelmemesinden kaynaklı olarak bir kullanım gerçekleştiğinde, yani çevirmenin
edimi ya da edinciyle ilgili ve anlık bilişsel, psikolojik sürecinin de dâhil olduğu bir
çeviri tercihinde bulunulmuşsa bunu ideolojik çeviri olarak tanımlamak mümkün
müdür? Erek kültürün dil yapılarının, sözcük hazinesinin müsaade ettiği yönde bir dil
edimi durumu ihtimal dâhilinde olduğu düşünüldüğünde, söz dizilişlerini analiz ederken
çevirmenin ideolojik ya da çevirmeni yönlendirebilen diğer ideolojik aktörlerin
niyetinin okunmasının oldukça riskli bir yöntem olarak görülmesi gerektiği ortadadır.
Kelimeler bulunduğu ortam içerisinde, belirli bir hedef kitleye dönük, belirli
durumlarda anlam kazanmaktadır. Böyle düşününce evvela bir metnin ideolojik amaçla
çevrilmiş olması dahi onun ideolojik bir işlevi olacağı anlamına gelmediğini gösterir.
Fakat konu bir çevirinin ideolojik çeviri olup olmadığını tespit etmekse eğer, o halde
çevrilmiş metnin salt kelime dizilişi, sözcük seçimi ve dil-yapısal özellikleri kısıtlı bir
araştırma malzemesi sunacağı anlaşılmaktadır. Çünkü çevirmenin belirli bir duruma
yönelik, belirli bir hedef kitle için, belirli bir işveren tarafından ve belirli bir amaç
uğruna çeviri yaptığı düşünülürse; ideolojik çevirinin ortaya çıkartılmasında metin dışı
faktörlerin aslında daha ağırlık kazandığı ve daha sağlıklı veriler sunduğu söylenebilir.
James Holmes ortaya attığı çeviribilim modelinde betimleyici çeviribilimi özetle üç dala
ayırır: bunlar 1. Ürün odaklı yaklaşım olup, bireysel çevirilerin betimlenmesini
4
gerçekleştirir ve çeviri tarihi oluşmasına veri taşır. 2. İşlev odaklı yaklaşım çeviri
metinlerin erek dizgedeki varoluş biçimleri inceler ve çeviri sosyolojisine veri taşır. 3.
Süreç odaklı yaklaşımdaysa çevirmenlerin nasıl çalıştıklarına dair sorulara cevaplar
aranır ve bu alan da çeviri psikolojisine veri taşır (krş. Berk, 2005: 19-23 ve Ece, 2010:
21). Holmes’ün birinci ve ikinci betimleyici çeviri araştırma alanı ideolojik çeviri
açısından önemli görülebilir. Çünkü hem çevirilerin bizzat kendisinin ne olduğu bir
tarafa bırakılamayacağından, hem de onların erek dizgedeki varoluş biçimlerinin nasıl
olduğu konusunda veri toplamak ideolojik çeviri araştırması için önemli denilebilir.
Toury’nin salt metin karşılaştırmasının dışında gösterdiği yol Holmes’ün işlevsel
yaklaşımıyla örtüşebilir; bu bakımdan çeviri metnin dışında kalan söylemin incelenmesi
yani çeviri yapıtlarına dair eleştiri yazıları, önsöz, sonsöz ya da çevirmenlerle yapılan
söyleşiler gibi kaynaklar ideolojik çeviri açısından malzeme edilebilir (krş. Gürçağlar,
2011: 136).
İdeolojik çeviri açısından gündelik metinlerin elbette bir işlevi vardır. Örneğin bir
reklam metninin ya da siyasi propaganda metnin ideolojik bir işlevi olduğu söylenebilir.
Fakat bu araştırmadaki tarihsel dönemin şartları göz önünde bulundurularak bilimselsanatsal metinlerle kutsal kitap metinlerine odaklanılmıştır.
Bazı ideolojik çeviri alanındaki önemli araştırmalar, Robinson (1997a) ve Cheyfitz
(1997) tarafından sömürgecilik sonrası bağlamında gerçekleştirilmiştir. Robinson’a
göre çeviri eylemi geçmişte kontrol etmek, eğitmek ve sömürülen toplumları
biçimlendirmek için kullanılmıştır. Cheyfitz ise çeviriyi kültürel-politik bir sömürü yolu
olarak görmektedir. Cheyfitz’in araştırmaları, etnografik çevirilerin sömürgeleştirilmiş
toplumlar üzerinde tahakküm kurma yollarını ortaya koymaktadır (krş. Leonardi 2007:
21-22). Sömürgecilik sonrası bağlamda gerçekleştirilen incelemede sömürenin, kökleri
dışarıda, başka bir kültür ve dilin mensubu olduğu ve sömürgecilik sonrası toplumu
ideolojik çeviri yaklaşımlarıyla sömürmeye devam ettiği görüşü vurgulanır. Bunun
biraz da sebebi, sömürgecilik sonrası toplumlar üzerinde incelemelerin yürütülmesi
olmuştur. Oysa sadece sömürgecilik sonrası toplumlarda değil aynı zamanda mensubu
olduğu kültürü dönüştürmeye çalışan, daha ileri bir kültür kabul ettiği farklı
kültürlerden kaynak metinler tedarik ederek, kendi kültürünü bunlarla aşılamaya çalışan
toplum içerisinde aktörler, grupların bulunabileceğini düşünmek gerekir. Böyle
5
toplumsal bir hareketin belirli bir siyasi, kitleye ilişkin yönleri, kitleyi kendi düşünce
sistemine yönelik dönüştürmeye kalkışan bir hareketi ideolojik ve bunu çeviri yoluyla
gerçekleştirmeyi amaçlamayı da ideolojik çeviri olarak tanımlamak mümkündür. Bu
araştırmanın kapsamı da ikincisinde açıklanan bir girişimi inceler. Tanzimat ve Erken
Cumhuriyet dönemleri Batılılaşma kapsamındaki çeviri faaliyetleridir bunlar.
Cumhuriyet devrinde çeviribilimciler tarafından araştırılmaya çok değer görülen Hasan
Ali Yücel dönemi bu çalışmanın kapsamına dâhil değildir, bu nedenle Erken
Cumhuriyet döneminden bahsedilir. Bir anlamda 1838 (aslında 1839 Tanzimat fermanı)
ve 1938 arasındaki 100 senelik süreç bu çalışmanın zamansal sınırlarını çizmektedir.
Tanzimat dönemi kendi içerisinde birçok ayrı ayrı kırılma noktasına (Tanzimat fermanı,
Islahat fermanı, Meşrutiyetler ve Harpler) ayrılıp ele alınabilir 1. Erken Cumhuriyet
dönemi de 1923’ten itibaren içerisindeki icraatları bakımından (Tevhid-i Tedrisat,
Medeni Kanunun Kabulü, Yazının Değiştirilmesi, Dil Reformları, Din Reformları) son
derece kırılgan bir yapıda olup parçalara bölünüp tahlil edilebilir. Fakat böyle bir
bölünme konuyu daha da içinden çıkılamaz hale getirebilir ve her bir konuyu ayrı bir
tahlil sahası aralar ki bu araştırmanın bütüncül ve görece daha yukarıdan fotoğraf çekme
amacını imkânsız kılar. Araştırmanın evreni Tanzimat ve Erken Cumhuriyet
döneminde, Osmanlı ve Türkiye coğrafyası içerisinde gerçekleştirilen kamusal ve
özeldeki çeviriler, çevirmenler ve çeviri süreçlerine etki eden diğer aktörlerdir.
Araştırmanın örneklemi ise bu evreni temsil edebileceği düşünülen Tanzimat ve Erken
Cumhuriyet aydınlarından serbest çeviri gerçekleştiren, çevirileri yayın organları (kitle
iletişim) vasıtası ile yayımlayıp bu konuda görüş bildirenlerdir. Birçoğu devlet
görevinde bulunup bu konuyla ilintili görüşler dile getirmiş aydın şahsiyetlerdir.
Aydınların tanımı üzerinden bakılırsa ideolojik görüşlerini serdeden kimselerdir de
denilebilir. Son olarak günümüzde bu konuda yapmış olduğu bilimsel araştırmalarla o
güne dair değerlendirmeleriyle ışık tutan bilim insanlarının bilimsel çalışmaları da
dayanak alınmıştır.
Bu araştırma aşağıda adı geçen çeviri araştırmacıların çalışmalarından farklılaşan tarafı
Tanzimat ve Erken Cumhuriyet dönemindeki çeviri çalışmalarını özellikle “ideolojik
çeviri” bağlamında araştırma nesnesi haline getirilmesidir. Bu tarihsel kesit daha
önceleri çeviri tarihi açısından, tarihsel ve kültürel bir bağlamda çeviribilim
1
Burada diğer araştırmacılara iş düşmektedir.
6
kuramlarından da yardım alarak ele alınmıştır. Bunlardan bazıları Hilmi Ziya Ülken,
Saliha Paker, Turgay Kurultay, Sakine Eruz, Tacettin Kayaoğlu, Necdet Neydim, Mine
Yazıcı, Şehnaz Tahir Gürçağlar, Ayşe Banu Karadağ, Özlem Berk, Cemal Demircioğlu
gibi birçok adı burada sayılmayan ve minnetle anılması gereken, bu alana büyük katkısı
olan çeviri araştırmacılardır. İlginçtir ki bu araştırma esnasında sadece çeviri
araştırmacıları değil, Tanzimat ve Cumhuriyet dönemindeki çeviriler konusunda başka
disiplinlerdeki bilim insanları da bu alana ilgi duymuşlardır. Örneğin Dil ve Edebiyat,
Kamu Yönetimi, Siyaset Bilimi ve İlahiyat bilimi araştırmacıları kendi alanlarının bakış
açılarından yararlanarak, kimi zamanda da çeviribilim penceresinden bakarak bu alana
katkılarını esirgememişlerdir. Araştırmanın soruları arasında çevirinin ideolojik
muhtevasının nasıl olduğu, hangi ideolojilerin çeviriyi nasıl kullandığı, ideolojik
çevirilerin bu tarihsel kesit içerisinde hangi çeviribilimsel kuramlarla açıklanabileceği
tespit edilmeye çalışılmamıştır. Zohar’ın çoğuldizge kuramı, betimleyici çeviri
araştırma yaklaşımlarıyla bu dönem birçok araştırmacı tarafından ele alınmıştır, fakat
ideolojik güç mücadelelerin çeviri üzerinden yürütüldüğü bu anlamda aktörlerin
amaçlarının özellikle belirleyici olduğu söylenebilir. Tam da bu bakımdan bu araştırma
çeviri aktörlerini çeviri süreçleri içerisinde incelemiş, ona dair verileri elde etmeye
çalışmıştır. Böyle bir çalışmanın ideolojik çeviri açısından yürütülmediği yapılan
literatür taraması soncunda görülmüş ve bu yüzden ihtiyaç karşılanmaya çalışılmıştır.
Fakat ihtiyacın bu araştırmayla karşılandığı iddia edilmemektedir. Bilakis bu çalışma
bilimsel bir açlık hissi uyandıracak niteliktedir. Çalışmanın değeri ancak belirli
noktalarda diğer araştırmacıların zihninde merak uyandırmak ve bir takım
öneri/iddiaların onlar tarafında da araştırılarak desteklenmesini ya da çürütülüp yerine
yenilerini önermelerini sağlamaktır.
Bu araştırmanın birinci bölümü kavram, ikinci bölümü kuram ve son bölümü de
uygulama olarak nitelenebilir. Fakat şimdiden ihtar edilmesi gereken konu, katışıksız
hemen hiçbir metin türü olmayacağı gibi bu bölümler de bu kadar mükemmel bir
birinden soyutlanamaz. Örneğin ikinci bölümde gerek kuram gerekse yöntem ve kimi
yerlerde de bunların vuzuha kavuşturulması için ister istemez üçüncü bölümden
örneklere yer verilmiştir. Fakat ana hatlarıyla yukarıdaki tasnif doğrudur.
7
Tersten başlanılacak olunursa üçüncü bölüm araştırmanın uygulama kısmını
oluşturmakta ve bu bakımdan birkaç alt başlık altında ele alınmaktadır. Birincisi genel
bir girişi görünümündedir, çünkü bu sayede okuyucunun Tanzimat ve Cumhuriyet
dönemindeki çeviri faaliyetlerinin kapsamını daha kolay idrak edebilmesi istenmiştir.
İkinci başlık ise kutsal kitap çevirilerine odaklanmaktadır; tabii odak noktası Kur’an
çevirileridir. Tanzimat döneminden başlayarak bu konuda birçok tartışma yanmetin
(paratext, metatext) bağlamında incelenmiştir. Gerek Kur’an çevirileri olsun gerekse
diğer inceleme nesnesi olacak yazın çevirileri, metin düzeyinde dilbilimsel bir
yaklaşımla analiz yapılmamıştır (çok ufak tefek birkaç madde hariç). Bir sonraki
aşamada kitle iletişimin ve kamu kurumlarının önemi ideolojik çeviri bakımından
dikkat çekmektedir. Kamu kurumları açısından bakılınca Osmanlı Devletinde ilk başta
resmi çevirmenler faaliyetlerde bulunur, yetişmeye başlar. Mühendishanelerde,
Darülfünunda, Encümen-i Daniş, Tercüme2 Bürosu, Telif ve Tercüme Daireleri hep
çevirinin önce kamuda etkinlik gösterdiği yerlerdir. Buralarda gerçekleştirilen çeviriler
vasıtasıyla yetişen sonra yetiştiren, çeviri gerçekleştiren, dil ve kültür, bilim, siyaset,
tarih gibi takviye alanlarla donatılan bürokratlar, ilim adamları, edebiyatçı, çevirmen
yazarlar yetişmiştir. Bu kurumlar anlaşılmadan ideolojik çevirinin Basın yoluyla neden
Osmanlı bürokratları tarafından yapıldığı anlaşılmaz. Bu kurumlar vasıtasıyla devletin
görevi olan eğitim sisteminin biçimlendirilmesi söz konusu olacaktır. Fakat hangi
dönem hangi eserler hangi ideolojik görüşler hem de çeviri yoluyla yaygın eğitimöğretimi etkileyecektir. Öbür taraftan Osmanlı’da çeviri açısından basının önemi
büyüktür. Çünkü Osmanlı toplumu evvela kitapla değil basınla okumaya başlamıştır.
1830’lardan başlayarak sürekli genişleyen bir basın ağı söz konusudur. Bu ağın
içerisinde ideolojik görüşlerin yansımaları çeviri eylemleri vasıtasıyla görülmektedir.
İktidara gelmeye çalışanlarla (meşruti rejim) iktidarını korumaya çalışanlar bu
mücadelenin içerisindedir. Fakat bu mücadele sosyokültürel anlamda Fransız
karakterine sahip değildir, daha farklı bir mücadele vardır. İktidarın meşruiyeti kabul
edilmektedir ancak bunun yanında meşruti sistem arzulanmaktadır. Bu meşruti sistem
içerisinde Türk anasırın gözetilmesi, öncelenmesi gibi milliyetçi idealler bulunmaktadır.
Tüm bu mücadele basın üzerinden cereyan ettiğinden dolayı basına (kitle iletişime) yer
verilmesi uygun görülmüştür. Diğer yandan gerek Kur’an çevirileri, gerek yazın
2
Tercüme kavramı çeviri ile; tercüman kavramı da çevirmen sözcüğüyle eşanlamlı kullanılmıştır çalışma
boyunca.
8
çevirileri o dönem gerçekleştirilen tüm çeviri faaliyetleri bu zeminde tartışılmış, hatta
bu zemin üzerinden okura taşınmıştır. Dolayısıyla bu zemini ele almamak doğru
olmazdı. Basının ve kamu kurumlarının ideolojik çeviri açısından nasıl bir rol oynadığı
bu kapsamda ele alınmıştır. Son olarak da yazının nasıl bir rol oynayabileceği ve
bununla erek kültüre ideoloji nasıl aktarılabileceği incelenmeye çalışılmıştır.
İdeolojik
çeviriyi
kavrayabilmek için veri çeşitliliğine gidilmiştir. Dönemin
sosyokültürel, yapılarının incelenmesi, güç dengelerinin nasıl oluştuğunun ve
ideolojilerin neler olduğunun açıklanması ihtiyacını doğurmuştur. Salt yanmetinler
vasıtasıyla ideolojik amaçların tespit edilmesi düşünüldüğü kadar basit olmamıştır.
Çünkü ilk bakışta ideolojik bir gerekçe gibi ortada durmayan, aslında özü itibariyle de
bir ideoloji kokmayan çeviri eylemlerinin gerekçelendirmesine dair açıklamalar,
dönemin sosyokültürel koşulları anlaşıldığında ideolojik bir renk almaya başladığı
görülmüştür. Roman, şiir, tiyatro vb. türlerin işlevi, Kur’an çevirilerin işlevi, kitle
iletişimin işlevi, aktörlerin ve kurumların rolü o dönemin şartları içerisinde iyi
bilinmelidir ki gerçekleştirilen çevirilerin ideolojik bir muhtevaya sahip olup olmadığı
anlaşılabilsin.
İkinci bölüm genel itibariye kavramsal düzeyde bilginin verildiği ve tartışmaların
ideolojik çeviri açısından yinelendiği bir yerdir. Burada iktidar ve iktidara gelmeye
çalışanların bir kültür içerisindeki amaçları anlatılmaya çalışılmış, iktidar ve toplum
ilişkisinin resmi çizilmeye çalışılmış ve daha ziyade iktidarın toplum üzerindeki etkisine
girilmiştir. Bu sayede tepeden inme gerçekleştirilen çevirilerin motivasyonu anlaşılması
hedeflenmiştir. Diğer taraftan alttan (yönetilen sınıf) yukarı doğru bir, otoritenin
zayıflatılması açısından da girişimler, hem de çeviri bağlamında bulunabileceğinden bu
noktaya da değinilmiştir. Ayrıca ideolojik çeviriye kuramlar ışığında açıklık getirilmeye
çalışılmış ve bu bakımdan işlevsel, betimleyici yaklaşımlar iki ana kapsamda sunulmuş,
bunlardan ideolojik çeviri için yaklaşımlar türetilmiştir. Buna ilave olarak bu bölümde
yöntemlere ilişkin yaklaşımlar da ortaya konulmuş ve yöntem önerileri de üçüncü
bölümde uygulamaya konulmuştur.
Birinci
bölüm
bir
kavram
tanımlaması
bölümüdür.
Burada
klasik
kavram
tanımlamasının yanında bir de özellikle tezin amacı bakımından kavramlar bir biriyle
ilişkilendirilerek açıklanmaya çalışılmıştır. Bu bakımdan birinci bölüm sonraki
9
kuramsal tartışmalar için bir önbilgi zemini oluşturulması açısından düşünülmüştür. Bu
bölümde özellikle ideolojik çeviri tanımlanmaya çalışılmıştır ve buna geniş yer
ayrılmıştır. Son olarak da her bölümün sonuna kendi içerisinde ki bağlantıları ve
bütünselliği oluşturabilmek açısından değerlendirme bölümleri yerleştirilmiştir. Bu
bölümler sonuçtan farklı olarak bölümleri kendi içerisinde ele almaktadır.
Çalışmanın Önemi
Bu araştırma izlediği yol, konu, sonuçları bakımından salt araştırılan konu ile sınırlı
kalmak niyetinde olmamıştır. Böyle bir yola çıkış, çalışmanın kapsamını daraltacak,
etraflıca bir bakışı ve azami faydayı ortadan kaldıracaktır. Gerçekleştirilen çalışma aynı
zamanda günümüz dünyasındaki çeviri ve çeviri evreniyle ilintili sorunlara geçmişten
bir fenerle ışık tutma amacı gütmektedir. Geçmişin, şimdi ve yarına göre daha elle
tutulur ve incelenebilir bir nitelik arz etmekte olduğu, araştırma nesnelerinin ulu orta
olması ile etraflıca bir bakışın mümkün olması ve birçok öncül incelemelerin ortaya
konmasından dolayı söylenebilir. O halde geçmiş, geleceğe yönelik, geleceği
kestirilebilir hale getirme ve hadiselere, olaylara yön verebilmesi bakımından faydalı bir
membaa olması sağlanmalıdır. Tüm bunları düşünerek bu araştırma bir yönüyle böyle
bir görevi üstlenmeye çalışacak ve özellikle sonuç kısmında bunları paylaşmaya
çalışacaktır.
Çünkü “kendi sınırlı araştırma konusu ile uygarlığın temel sorunları
arasında ilişki aramayan, buluşlarının geniş sosyal ve kültürel sonuçlarına kayıtsız kalan
bilim insanı toplumsal anlamda iyi bir bilim insanı değildir” (Altunışık ve diğ.,
2010:12) bakış açısından hareketle bu çalışma geniş sosyal ve kültürel sonuçlara adım
atmanın belirli evreleri inceleme nesnesi haline getirip, buradan hareketle başka
evrelerle/evrenlere bağlantı kurma ve sonuç çıkarma ve ön görüde bulunma çabası
içinde olacaktır denilebilir. Bu yaklaşımlar ışığında, en geniş manada bu araştırmanın
amacı önce kendi toplumunun, daha sonra da tüm insanlığın çeviriyle ilgili ortak
sorunlarını aydınlatıcı ve devamlı öneri sunma arzusunda olacaktır.
Modern çeviribilimsel yaklaşımların birçoğunun ideoloji perspektifli yönlerinin
varlığından bahsedilebilir. Ancak birçoğunun da ortak zayıf ele aldığı nokta ideolojinin
bizzat çeviriyle ilişkisini kapsamlı bir biçimde ele almayışıdır. Örneğin Andere
Lefevere’ye göre çeviri işini himaye edenin (patronage) ideolojisi, çevirmen ve
dolayısıyla çeviri üzerinde etkin olacak ve bu bakımdan gerçekleşecek çeviri ideolojinin
10
biçimlendirdiği/yönlendirdiği bir mahsul olacak. Örneğin burada, ideolojinin çeviriyi
nasıl biçimlendirdiği? Her zaman bunun söz konusu olup olmadığı? Hangi düzey
ideolojiden bahsedildiği? İdeoloji kapsamında biçimlendirilmemiş metinlerin fakat salt
çevrildiği için ve erek kitlesiyle buluştuğunda ideolojik bir işlev bulacağı bilindiği için
ideolojik çeviri hükme sahip olup olamayacağı vb. hiç ifade edilmemiştir. Türkiye’deki
çalışmalar içerisinde Alev Bulut’un (2008) basından örneklerle ideolojik çeviriyi ele
alsa da daha geniş bir yelpazede ideolojik çeviriyi tanımlamaya, yukarıdaki sorulan
soruların cevaplarını vermeye yönelmiştir. İdeoloji ve çeviri ilişkisi tüm ayrıntısıyla
ortaya konmalıdır evvela; bunun için de aslında tarihi vakalar –bu çalışmada olduğu
gibi- betimleyici bir yöntemle ele alınarak kuramsal bir bakış oluşturma yolunda ufak
adımlar atılmalıdır. Bu yaklaşım doğrultusunda bu çalışma Tanzimat ve Erken
Cumhuriyet dönemindeki çevirilerin ideolojik olup olmadığını ya da hangilerinin
ideolojik çeviri kavramı altında tasnif edilebileceğini ortaya koyma gayreti içerisindedir.
İdeolojik çeviri kavramını geçmişteki ideolojiyi içine alan ya da bir biçimde onu
tanımlayan çeviribilimsel yaklaşımlar ışığında, etraflıca ele alma ve bunların ötesine
geçme niyetindedir bu çalışma.
Cemil Meriç, ideolojilerin idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri olduğunu söyler. Şerif
Mardin ise ideolojilerin (bu deli gömleklerin) bize olayları, olguları kısacası kendimizi
ve dış dünyayı anlamlandırma şablonları olduğunu aktarır. Anlamak ise yorumlamanın
bir sonucudur. Birey ideolojik yapılanmasına göre dış dünyadaki hadiseleri yorumlar,
bu yorumlara göre de davranışlar geliştirir. Ömür boyu davranış/tutum geliştiren bir
varlık olarak insanın ideoloji konusunda daha etraflı araştırma yapması elzemdir.
İdeoloji ve insan davranışı arasındaki ilişki konusunda yapılan bir takım araştırmaların
önemli olduğu kadar ideolojinin insanın iç dünyasında nasıl yer edindiği, yerleştiği
konusunda da araştırmalar yapılmakta. Çeviribilim araştırmaları ideoloji konusunda
geniş bir araştırma yelpazesine sahiptir. Fakat ekseriyetle güncel araştırmaların daha
çok ürün odaklı olduğu gözlemlenmektedir. Bunun dışında sömürgecilik ötesi, cinsiyet
ayrımcılığına odaklı ve egemen kültür bağlamında da ideolojinin sorunsallaştırıldığı
çeviri araştırmaları bulunmaktadır. Çeviride ideolojinin belirli bir rol oynadığı
konusunda bir kısım çeviribilimcilerin ürettiği kavramlar ve yaklaşımlar mevcuttur.
Özellikle Andere Lefevere, Theo Hermans, Lawrence Venutti, Sussan Bassnet’in
çevirinin ideoloji ile nasıl bir etkileşim halinde bulunabileceği yönünde teorik
11
çalışmalar bulunmaktadır. Oysa çeviri araştırmalarında ideoloji ürün odaklı bir
araştırmada incelenebileceği gibi daha kapsamlı bir yaklaşımla sosyokültürel (işlev
odaklı) bağlamda da inceleme yapılabilir ve yapılmalıdır. Bu araştırma ideolojiyi çeviri
bağlamında sosyokültürel bir planda (hem işlev hem de ürün odaklı) incelemek suretiyle
ekseri çalışmalardan ayırmakta ve önemli hale getirmektedir.
Fakat ideolojik çevirinin tam olarak muhtevasına yönelik aydınlatıcı, onu açık bir
biçimde tanımlayıcı çalışma eksikliğinin varlığına dikkat çekmede fayda var. Bu
çalışma her ne kadar bu açığı kapatma açısından önemli olduğunu iddia etse de, bu açığı
kapatma noktasında kendince ve ancak kısmen bir fayda sağlayacaktır. Bu sahada daha
nice çalışmalar yapılmalıdır ki, ideolojik çevirinin doğasına dair, otoriteyle ilişkisine
yönelik ya da otoriteye karşı çıkışlarıyla belirli grupların ilişkilerini aydınlatıcı
araştırmalar ortaya çıksın. Bu araştırmanın önemi, Tanzimat ve Erken Cumhuriyet
dönemlerinde çeviri ve ideoloji ilişkisine dair dikkat çekmek, -tabiri caizse- suyu
bulandırmak ve benzer çalışmaları hem geçmiş hem de günümüz için alevlendirmekte
yatmaktadır. Hemen bu noktada günümüzde belirli yayın evlerinin yayın politikaları,
çevirmen kimlikleri ve çeviri eserleri üzerinden ideolojik çeviri araştırmalarına
rastlandığı hatıra gelebilir. Fakat günümüzde bu gibi çalışmaların anlaşılması için
öncelikle Tanzimat ve Cumhuriyet döneminden bu yana süre gelen ikili bir akımın
çeviriler üzendeki ideolojik bağlamdaki etkisi tahlil edilmelidir. Bu aydınlatıldıktan
sonra günümüze doğru yapılan çalışmaların fayda sağlayacağı ve daha doğru sonuçlara
erişeceği değerlendirilmelidir.
Çalışmanın Amacı
Bu çalışmanın hipotezleri Andere Lefevere’nin hami ve onun ideolojisi, denetim
mekanizmaları gibi kavramlara; Louis Althusser’in DİA’larına ve Gramsci’nin
hegemonya ile iktidara gelmeye çalışanların ideoloji üretimleri konusundaki
yaklaşımlarına dayanmaktadır. Lefevere’ye göre, çeviri boşlukta kendi başına
gerçekleşen bir yapıt değildir, onu çevreleyen, kısıtlayan ya da yönlendiren birden çok
etmen vardır. Çeviri sürecine etki eden bu dizgeler; Hamilik, Yazın Kuralları ve Söylem
Evreni’dir. Toplam dizge içinde edebiyat dizgesi bulunmaktadır ve belirli yazın
kurallarıyla (poetika) bunlar çeviriyi kısıtlamaktadır. Ancak çeviriyi söylem evreni de
kısıtlamaktadır. Söylem evrenini ise edebiyat dizgesinin içerisinde çalışan çevirmenler,
12
edebiyatçılar, öğretmenler, antolojistler, eleştirmenler gibi uzmanlar yönetmektedir.
Edebiyat dizgesinin dışında ise bu uzmanlara etki eden, denetleyen dolayısıyla da
söylem evrenine etki eden Hamilik bulunmaktadır. Hamilik ya bir kişi ya da bir grup, ya
da bir kurum olabilir (krş. Gürçağlar, 2011: 140-141). Her hâlükârda kendisinde
edebiyat dizgesini yönlendirecek gücün olduğu bir şeydir. Lefevere’ye göre, hamiliğin
bileşenleriyse ideoloji, ekonomi ve statüdür (Prunç, 2002: 259). Bu bileşenler sayesinde
yukarıda sayılan uzmanlara nüfuz eder ve bu sayede çeviri metin üzerinde de hâkimiyeti
olduğu söylenebilir.
Tanzimat ve Erken Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen çevirilerin önemli bir ölçüde
Batı’dan gerçekleşmiş olması tesadüfilikle açıklanacağı beklenemez. Hilmi Ziya Ülken,
kitabının Tanzimat bahsinde, bu dönemdeki çevirilere yukardan bakarak “belli bir
veçhesi” yoktu demesi bir yönüyle kabul edilebilir (Ülken, 1998). Fakat sistemli bir
çalışma olmamasına rağmen, bireysel çeviri çabaları tek tek ele alındığında belirli bir
yönünün aslında olduğunu göstermektedir. Tanzimat sonrası çeviri çalışmalarının Batı
odaklı gerçekleştiği, çevrilmeye değer eserlerin özellikle Batı kaynaklarından temin
edildiği görülmektedir. Daha önce çevrilmeyen eserlerin Tanzimat’tan sonra ve
özellikle II. Meşrutiyet’ten itibaren nasıl çevrildiği çeviri tarihi kaynaklarının içerisinde
adlarıyla belirtilmiştir. (bkz, Eruz, 2010; Neydim, 2000; Hilmi Ziya Ülken, 1998).
Böyle bir sistemsizliğin içerisinde münferit hareket ederek sonuç itibariyle Batı odaklı
çeviriler yaparak aslında tam da bir sistemli hareket sergileyen çevirmenlerin,
yayıncıların, gazete sahiplerinin gerçekleştirmiş oldukları çeviri tavrı merak
uyandırıcıdır. Bu durumda Lefevere’nin ideolojinin çeviriyi yönlendirme gücü akla
gelmektedir. Lefevere’ye göre ideoloji Hamilik kavramının en önemli bileşenidir.
İdeoloji sayesinde Hami uzmanlar (çevirmen, yazar, eleştirmen vb.) üzerinden çeviriye
etki edebilmekte, denetim sağlayabilmekte olduğu denilmişti. Böyle bakınca, aslında
Tanzimat’tan (1839) II. Meşrutiyet’e (1908) ve oradan Erken Cumhuriyet olarak
tanımlanan (1923-1938) dönemleri arasındaki hemen hemen 1 asırlık zaman diliminde
çevirilerin gerek devletin resmi kurumlarınca gerekse bireysel girişimlerle özellikle Batı
odaklı olması dikkat çekicidir. Acaba böyle bir veçhenin altında yatan ideolojik
gerekçeler var mıdır? Tüm bu çeviri tarihi kaynaklarından derlenen bilgiler ışığında,
çeviribilimsel yaklaşımların penceresinden bakarak Tanzimat ve Erken Cumhuriyet
dönemlerinde ideolojik çeviri gerçekleştirilmiştir hipotezine varılabilir. Amaç tamda bu
13
hipotezi yanlışlamaktır; Karl Popper’in dediği gibi yanlışanamayan bir düşünce daha
güçlü olarak var olur. Bu çalışmanın amacı da yukarıdaki kuramsal çerçevelere
dayandırılarak ortaya çıkarılan hipotezleri kanıtlamak ya da çürütmektedir.
Çalışmanın Yöntemi
Çeviri tarihi kapsamında bakılacak olunursa, çeviri tarihi araştırmaları kutsal kitap ve
yazın çevirilerinde özellikle derinleşmiştir. Diğer yandan çeviri üst söylemi de çeviri
tarihi açısından üzerinde durulan bir başka alandır3. Çeviri tarih araştırmaları kendini
araştırma alanı bakımından kısıtlamış ya da belirli alanlara ilgi görmüştür. Bunlar
başlıca şöyledir: tarihleri zaman ve yerle sınırlı olanlar, çeviri türlerine ilişkin tarihler,
çeviri tarihinde önemli dönüm noktalarını konu alan tarihler ve çevirmenleri konu alan
tarihler. Zaman ve yerlerle sınırlı olanlar genellikle ulus devletleri ve bunların içinde
yürütülen çeviri faaliyetlerini ele almışlardır. Çeviri türlere odaklı olan ise, metin
türlerini dikkate almıştır; örneğin Kur’an çevirileri, İncil çevirileri, çocuk edebiyatı,
yazın ya da Shakspeare çevirileri örnek verilebilir. Önemli dönüm noktalarını çeviri
tarihinde araştıranlar ise, örneğin Tanzimat, Beytü-l Hikme, Toledo, Reform gibi
dönemleri ele almaktadırlar. Bir de çevirmenleri konu alanlar var ki, burada çevirmenin
dışında diğer aktörleri de son yıllarda içine katmak gerekir, örneğin Hasan Ali Yücel
gibi, Ahmet Vefik Paşa, Şinasi, Luther, Hieronymus vs. gibi. Bunların bir kısmı
çevirmen, kimi çeviriyi himaye eden, kimi hami-çevirmendir. Önemli olan bunların da
birey odaklı bir çalışma kapsamında çeviri tarihi araştırmaları açısından ele alındığını
bilmektir4.
Bir yandan ideolojik çeviri nerede diye gözlerin dikildiği, beklentili bakışların
beklentilerine bu anlamda yanıt veren bir araştırma ile karşı karşıya değildir okuyucu.
Çünkü amaç Tanzimat ve Erken Cumhuriyet döneminde araştırılan dönem içindeki
sınırlanmış konular kapsamında ideolojik çevirinin olmadığını –bir bakıma neyin
ideolojik çeviri olmadığını da- bu araştırma görev edinmiştir. Her çeviri eylemi
ideolojik olarak tasnif edilecekse, ideolojik çeviri diye bir kategorizasyonun bir
3
Anthony Pym Çeviri tarihinin amaçlarını sayarken üst söylemlere yani çeviriye dair söylemleri ortaya
çıkarmtak olduğunu söyler (bkz. Method of Translation History)
4
Gürçağlar bu konuda başlık niteliğinde bilgiler sunuyor. Buradan yararlanılarak örnekler geliştirilmiştir
(bkz. Gürçağlar 2011: 156).
14
ehemmiyeti kalmayacaktır. Bu bakımdan bu çalışma hangi çeviri çalışmaların ideolojik
bir eylem olmadığını izah etmede de önemli bir rol üstlendiği söylenebilir.
Diğer yandan bazı gerekli görülen bölüm girişlerinde o bölümle ilgili yapılan
araştırmanın gerekçeleri de ifade edilmiştir. Bu okuyucuyu yapılan araştırmanın takibi
konusunda aydınlatmak maksadıyla oluşturulmuş olup, konunun takibi bakımdan bir
kolaylık ve şeffaflık vasıtası olarak görülmüştür. Hem bölümler arası insicamın da tesisi
bakımından böyle bir açıklama yerinde görülebilir. Çünkü ideolojik çeviri araştırması
için elbette birden farklı yol/yöntem bulunabilir ancak Tanzimat ve Erken Cumhuriyet
dönemindeki çeviri çalışmalarının ideolojik boyutunu araştırırken bu başlıklar altındaki
konuların bir birine veri sağlayabileceği düşünülmüştür.
Çeviri araştırmalarında bir standart olan araştırma yöntemi kaynak ve erek metnin
karşılaştırılmasıdır. Bu karşılaştırma neticesinde kaynak metinden uzaklaşarak, erek
metne gerçekleşen aktarımlarda eksiltmeler ya da metne ilaveler ya da tercihler göz
önünde bulundurularak ideolojik çeviri konusunda bir değerlendirme yapılabilmektedir.
Hatim ve Mason’un bu tür çalışmaları yukarıda da olduğu gibi ifade edilmiştir. Ancak
bu tür bir yöntemin ideolojik çeviriyi tespit etme noktasında kendi içerisinde iki yönlü
problemi olduğu söylenebilir. Birincisi, kaynak metindeki sapmalar, eksiltmeler ya da
ilaveler çevirmenin estetik muhtevayı, içeriği, etkiyi koruma bağlamında erek kültüre
aktarırken ideolojik bir maksat olmadan gerçekleştirdiği, ideolojik bir amaç içermeyen
kararlar olabilir. İkincisi ise kaynak metnin ideolojik öğeler barındırması, sözdiziminin
ya da sözcük seçiminin belirli bir ideolojik işlev görmesi, onu erek kültüre hiçbir
ideolojik gerekçesi olmadan olduğu gibi aktarmaya çalışan bir çevirmenin ideolojik
çeviri gerçekleştirdiğinde, bunun ideolojik çeviri olduğunu kabul etmek gerekir.
Dolayısıyla bu erek ve kaynak metni karşılaştırmanın ya da başka bir araştırma yöntemi
olan ve modern çeviri kuramları içerisinde de yeri bulunan sadece erek metni ele alan
yaklaşımların ideolojik çeviri araştırmalarında yanılma payı bırakmayan bir yöntem
olarak değerlendirilmemelidir. Bunun yerine ideolojik-çeviri araştırmaları çeviri
metninden bağımsız, çeviriyle ilgili oluşan üst metinlere odaklanabilir. Özellikle
çevirmenin bizzat kendi çevirisiyle ilgili yorumları ve bu anlamda çeviri metnin ön
sözü, eleştirilere cevap yazıları, dipnot, sonsöz, mülakatlar ve buna benzer
değerlendirmeler ideolojik çeviri konusunda ciddi veri sağlayabilir. Diğer taraftan
15
sadece çevirmenin bu gibi değerlendirmeleri değil, aynı zamanda ilgili çeviriye dönük
eleştirmenlerin değerlendirmeleri, okuyucu yorumları, işverenin/işyerinin yayın
politikaları
bir
çevirinin
ideolojik
bir
amacının
bulunup
bulunmadığını
gösterebilmektedir. Tüm bunlar yanmetin kapsamında ele alınabilir. Çalışmanın
yöntemi de bu yanmetinlerin yorumlanmasıdır bir yönüyle. Gidon Toury, çeviri tarihi
araştırmalarının sadece çeviri metinlerini çözümlemekle ilgili olmadığını ya da
karşılaştırmalı olarak erek ve kaynak metinlerine eleştirel bakılmakla yetinilmemesi
gerektiğine vurgu yapar. Ona göre önsözler, çeviri, yayıncı gibi çeviri etkinliğinde rol
alan kimselerin çeviriyle ilgili sözleri, çeviriyle ilgili gazete, dergi vb. yayın
içeriklerinin de betimleyici bir yaklaşım ile ele alınması lazım ki çeviri tarihiyle ilgili
doğru bir çözümleme gerçekleştirilebilinsin (Toury, 1995: 65). Tüm çeviri dışındaki
fakat bizzat çeviriyle ilgili olan üst söylemlerin hepsi ideolojik-çeviri araştırması için bu
çalışmanın veri topladığı kaynaklardır.
Bu
araştırmanın
temelinde
“yorumlayıcı
yaklaşım”
yatmaktadır.
Dolayısıyla
araştırmanın özünde tarihi süreçteki belirli olayları, kişilerin beyanatları üzerinden
yorumlama anlayışı yer almaktadır. Yorumlayıcı yaklaşımın temelde varsaydığı konu
ise peşinen “yorumların tamamen objektif olamayacağı gerçeğini kabul etme”
(Altunışık ve diğ.; 2010:63) gereğidir.
Diğer taraftan çeviribilimde araştırma yaklaşımlarını Çeviribilimde Araştırma adlı
eserinde açıklayan Mine Yazıcı, çeviribilimde araştırma yöntemleri işlevleri
bakımından betimleyici, nedensel, bilişsel, yorumlayıcı ve tarihsel olmak üzere beş
alanda
olabileceğini
ifade
etmektedir.
Yine
Yazıcı’nın
aktarımıyla,
Anrew
Chestermann’a göre, her görgül bilim dalında olduğu gibi çeviribilimde başvurulan
araştırma yönteminin “nedensel” olduğunu bu anlamda yukarıda da sayılan araştırma
yöntemlerinin temelde nedenselliği araştırıcı olduğunu ifade eder (Yazıcı, 2011: 38). Bu
açıdan bakıldığında da araştırmanın nedensellik ilişkilerine yöneleceği, gerçekleştirilen
çevirilerin sebep-sonuç bağlamında ele alınacağı söylenebilir. Hangi gerekçelere bağlı
olarak çeviri yapıldığı/yaptırıldığı ve bu gerekçelerin bağlandığı üst amaçların neler
olduğu ortaya konulmaya çalışılacaktır.
16
BÖLÜM I: İDEOLOJİ, KÜLTÜR VE ÇEVİRİ
Bilimsel
bir
araştırmanın
sağlıklı
yürüyebilmesi
için
öncelikle
kavramların
tanımlanması gerekmektedir. Bölüm başlığında ifade olunan kavramların elbette bir
tanımı evvelden beri vardır; bu bakımdan tartışma konusu edilen konu, bu kavramların
bizzat kendisi değil, bunların bir araya gelerek oluşturdukları yeni bir kavram olan
“ideolojik çeviri”dir. Bunun için de evvela söz konusu kavramların tarihsel süreç
içerisinde tek tek nasıl bir muhtevaya kavuştuğunu takip etmekte fayda bulunmaktadır.
Yine de bu bölümde uzun uzadıya bir tanım tartışması yürütülmeyecektir, çünkü yeri
geldiğinde kavramların ilgili yönlerine vurgu yapılacak ve açıklık getirilmeye
çalışılacaktır.
Her çalışmanın özgün bir değeri olduğundan içerisinde kullanılan kavramların da bu
değere bağlı olarak bir farklılaşma yaşaması mümkündür. Tıpkı bunun gibi gerek
ideoloji, gerek çeviri ve kültür kavramlarının tek başlarına farklılıkları olabileceği gibi,
beraber kullanıldıkları zaman da farklı bir muhtevaya sahip olabilirler. İdeolojik çeviri
bu araştırmanın temel konusu olmakla birlikte, öncelikli olarak, onu ortaya çıkarıcı,
tanımlayıcı olan ve ideolojik çevirinin bizzat kendi içinde barındırdığı öğelerin bu
araştırmanın doğasına göre konumlandırılması, sınırlarının çizilmesi gerekmektedir. Bu
bölüm işte bu görevi yerine getirmek için oluşturulmuştur.
1.1. İdeoloji Kavramı
İdeoloji tartışmalı bir kavramdır; tam olarak neye gönderme yaptığı konusunda bilim
adamları arasında kısıtlı bir uzlaşma vardır (Arslan, 2001: 76). Bu kavramı tanımlamak
oldukça güçtür. Bu özelliği ona, tarihsel süreç içerisinde farklı muhtevalar eklenip
çıkartılmış, anlam değişmelerine maruz kalmış, üzerinde çok tartışılmış bir kavram
olması vermektedir. Örneğin, bir taraftan ideoloji, fikir veya fikirlerin bilimsel yönden
incelenmesi gibi anlaşılırken diğer taraftan da yanlış bilinç ya da gerçeğin sistematik
olarak tahrip edilmesi olarak tanımlanmıştır (Türköne, 2014: 25). Günümüzde bu
kavrama, yaygın olarak hemen her taraftan olumsuz bir mana yüklendiği görülmektedir.
İdeoloji genelde bilimsel olmayan, yanlış ve çarpıtmalarla yüklü bilgi, inanış ve fikir
kümesi olarak kabul edilmektedir. Diğer taraftan deminki tanımlama kabul edilerek
17
ideolojinin belirli bir ölçüde doğrular içermek durumunda olduğu da kabul edilir; aksi
halde ideoloji mevcudiyetini koruyamaz diye düşünülür (krş. Arslan, 2001: 76).
Diğer yandan ideoloji “karşıtların birliğinde” vardır, yani matematikte artı ve eksi,
mekanikte etki ve karşı etki (tepki), fizikte elektriklerin negatif ve pozitif kutupları,
kimyada atomların artı ve eksisi ve tarih biliminde sınıfların savaşları (Lenin, 1963:
1371 aktaran Arslan, 2001: 76) gibi örneklerden ideolojinin zıddıyla yani karşıt
ideolojiyle
mevcut
olduğu
anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla
toplumsal
düzlemde
düşünüldüğünde iktidarın ideolojisi olabileceği gibi yönetilen sınıfın da ideolojisi
olabilecektir. Bu durum özellikle sınıf yapısı olan toplumlar için geçerlidir; öte yandan
iktidarın demokratik olmayan şartlarla elde edilmesi durumunda, toplumun ideolojisi ile
iktidarın ideolojisinin çatışması söz konusu olabilir. Yine toplumun homojen olmadığı
ve toplumda belli bir kesimin iktidar olması hallerinde diğer kesimlerin bu ideolojiyle
çatıştığı görülebilir. Örneğin seküler, laik, modern ve Batıcı bir iktidarla, geleneksel,
muhafazakâr ve İslamcı bir iktidarın toplumu idare etme noktasındaki ideolojik bakış
açıları elbette farklı olacaktır. Bu gibi durumlarda bir toplumun içerisinde iki farklı
ideolojik cephenin olması beklenebilir. İktidarın demokratik yollardan başa gelip
toplumun büyük bir oranının teveccühünü alarak daha sonra ideolojik bir farklılaşma
yaşaması da söz konusu olabilir. Bundan sonra ise iktidardakiler ve onları iktidara
taşımış olanlar arasında bir mücadele başlayacaktır. Bu güç kavgasının entelektüel
safhası ideolojik argümanlar üzerinden yürütülecektir.
İdeoloji salt yanlışları söylemez, aksi halde bu onun yok oluşu anlamına gelebilir.
İdeoloji doğruları söyler ancak önemsiz doğruları ya da yanlı doğruları söyler, toplumun
bir kesiminin ya da yönetilen kesiminin gerçekleriyle her zaman örtüşen doğrular
değildir bunlar. Arslan’a göre bir fikrin doğrusu olmayabilir ancak bir ideolojinin
doğrusu olmak zorundadır, yoksa var olamaz. Ona göre bir fikrin ideolojikleşebilmesi
için apaçık bazı doğruları içermesi gerekir (Arslan, 2001: 84).
19. yüzyılda Marks ve onu takip eden bilim adamları bu kavramın içeriğini değiştirmiş
ve aslında genişletmiştir. Ona olumsuz bir anlam yükleyerek ideolojiyi, kapitalist
düzende üst sınıfların konumlarını korumak adına toplumun diğer sınıfları için
kullandıkları bir silah olarak görmüşlerdir. Sonraları ise ideoloji yalnızca iktidarın değil
aynı zamanda toplumun iktidar olmaya çalışan diğer sınıf ya da gruplarının oluşturduğu
18
ve iktidara karşı kullandıkları, siyasi bir projeye dayanan düşünceler sistemi olarak da
tanımlanmıştır.
İdeoloji 19. yüzyıla kadar fikirlerin tarihsel süreçteki gelişimi ve oluşumunu inceleyen,
bu anlamda da doğru düşünceyi ortaya çıkarma gayesi olan bilim anlamına gelmektedir.
İdeoloji, günümüze doğru gelindiğinde bir hareketin, toplumdaki bir grubun ya da
kültürün ortaya çıkardığı çoğunlukla olumsuz manada anlaşılan, karşısındakini etkileme
gücü olan bir düşünce sistemi olarak tanımlanmıştır (krş. Der Grosse Brockhaus, 1979:
470)5. İdeoloji, bir toplumda ya da bir toplum sınıfında ortaya çıkan ve özellikle
toplumdaki yaşam koşullarının düzenlenmesini öngören sistemli düşüncedir. Genellikle
belli bir felsefe anlayışına ya da hiç değilse bir dünya görüşüne bağlı olarak ortaya
konulan bir siyaset öğretisini gerektirir; bu öğreti genellikle toplumsal bir örgütlenmeyi
yaşam için zorunlu gören bir öğretidir (krş. Yeni Kültür Ansiklopedisi, 2002: 47).
Şerif Mardin’e göre, ideoloji belirli bir düşünürün fikirlerinin sistematiği değildir. Ona
göre ideoloji denildiğinde anlaşılan, kitle toplumunun oluşmasıyla ortaya çıkan inançlar
bütünüdür. Bu inançlar ise herhangi bir düşünürün salt fikrine indirgenmemelidir.
Mardin’e göre, ideoloji idare edilenlerin arasında yaygın, yönlü, fakat sınırlı, belirsiz
fikir kümelerinden meydana gelir (Mardin, 2011: 16). Michael Freeden’a göre,
“ideolojiler sürdürülebilir kalıplar içindeki siyasal kavramların karmaşık bileşimleri ve
kümeleridir” (Freeden,2011: 74).
Mardin’e göre, “ideolojilerin yönetenlerle yönetilenler arasında ortak bir yönü vardır.
Bu yön ise ‘anlama fonksiyonunun’ yerine getirilmesidir” (Mardin, 2011: 29). Bir başka
ifadeyle, “ideoloji, bir dizi düşünce, inanç ve tutumların, bilinçli ya da bilinçsiz bir
şekilde, sosyal ve siyasi dünyayı anlamlandırmayı ya da yanlış anlamayı biçimlendirir”
(Freeden,1998: 681).
Denilebilir ki, ideoloji, bir fikir sistemidir. Bu fikir sistemi toplumla ilgilenir, topluma
yöneliktir, toplumun alıp kullanabileceği ya da toplumun, farkında olmadan,
kullanıldığı bir araçtır. Bir bakıma tarihsel kökleri olan ve daha düzenli kabul
edilebilecek bir fikre dayanmakta ve bu fikir ya da fikirlerden teşekkül etmekte olduğu
söylenebilir. Bu bakımdan ideolojinin katışıksız, tek bir kaynaktan beslendiği
5
Yabancı eserlerden yapılan alıntılarda çevirmen adı belirtilmediği takdirde, çeviriler yazara aittir.
19
söylenemez, onu ortaya çıkarıcı birden çok kaynağın varlığından bahsedilebilir. Onunla
kitleler dünyayı belirli şablonlardan görme ve okuma durumunda kalır (bırakılır).
Her bir ideoloji varlığını devam ettirmek için kendi içerisinde, kendini tanımlayan ve
aynı zamanda kendinden argümanlar6 türetilebilecek kalıplardan ibarettir. Kalıplar
sayesinde ideolojiler ayakta kalır ve kendini diğer ideolojilerden temelde ayrıştırır. Her
bir ideoloji için, o ideolojiye özgü kalıplar bulunmalıdır. Bu kalıplar siyasi kavramları
içermektedir. Fakat argümanlar ideoloji değildir; argümanlar ideolojiyi ayakta tutan
uzantılarıdır. Bir argüman çürütülürse ideoloji çürümez, o yeni bir argüman üreterek
ayakta kalır (krş. Eagelton, 2011).
“İdeoloji, karşılıklı olarak birbirini tanımlayan siyasal kavramlara anlam atfeden geniş
boyutlu yapısal bir düzenlemedir” (Freeden, 2011: 75). Öyleyse bir siyasi kavramın tek
başına ne anlama geldiği değildir söz konusu olan; onu biçimlendiren, ona yeniden
anlamlar yükleyen farklı ideolojilerdir. Bir yönüyle belirli bir siyasi kavram, farklı
ideolojilerin etkisi altındayken, tarihsel anlamından uzaklaşır, diğer bir yönüyle de
başka ideolojilerin aynı kavrama yüklediği anlamlar başkalaşır. Sözgelimi muhafazakâr
bir ideolojinin “özgürlük” kavramına yüklediği anlam ile liberal bir ideolojinin bu
kavrama yüklediği anlamlar başkadır (krş. Freeden, 2011).
Diğer taraftan aynı kalıpları, bu kalıpların içeriği olan siyasal kavramları kullanarak
bambaşka ideolojiler inşa edilebilir. Freeden, ideolojiyi birçok biçimde bir araya
getirilebilen modüler bir mobilya takımına benzetmektedir. Aynı mobilyaların
birimlerini farklı yapılarda kullanarak bambaşka odalar dizayn edilebilir. O halde
özgürlük, adalet ve toplum kavramlarını kullanan x ideoloji ile aynı kavramları kullanan
başka bir y ideoloji oluşturulabilir. İdeolojileri ideoloji yapan şey tam da budur:
İdeolojiler, belirli siyasal kavramlara kendine göre anlamlar uygulayan düşünce
dizgeleridir. Buna göre ideolojiler siyasal bir kavrama belirli bir anlam yüklerken başka
bir ideolojin yüklediği anlamı da yadsır, onu gayrimeşru ilan eder (krş. Freeden, 2011:
77).
Bu arada şunu da gözden kaçırmamak lazımdır; “izm” ile biten her sözcük ideoloji
değildir. Her “ideoloji” de o topluma tepeden inme değildir. Bu yüzden toplumun üstün
6
Ideologeme: Bir ideolojinin bütünü değil. Bir ideolojinin tek tek elementlerine verilen ad. Argümanlar
da bunlar üzerinden geliştirilir (https://en.wiktionary.org/wiki/ideologeme, 05.09.15).
20
tuttuğu, kutsal kabul ettiği ve yaşam biçimlerine sirayet eden şeyleri kısmen değiştirme,
reform etme, kökten değiştirme ya da yok etme girişiminde bulunmaz. Freeden’e göre
ideoloji “yapay olarak yapılandırılmış ve bir biçimde günlük yaşamdan koparılmış
düşünce kümelerinin mevcut güçler -ve mevcut hale geçmeyi isteyen güçler- tarafından
yönlendirildiği biçimde algılanır” (Freeden, 2011:7-8).
İdeolojinin kendine göre bir gerçeklik yaratma formülü olduğu düşünülür, fakat saf ve
yalın gerçekliğin olmadığı da kabul edilirse, o halde insan gerçeği nasıl çarpıtabilir?
İdeoloji nasıl gerçeğin çarpıtılmış bir hali olarak düşünülebilir? Eğer gerçeklik yoksa
gerçekliğin çarpıtılmış hali de olamaz. Freeden’e göre bu anlamda ideoloji yanlış
olmakla suçlanmak yerine, insanlar arasında dünyayı yapılandırma yollarının bir
göstergesi olarak kabul edilebilir (Freeden, 2011: 152). Adam Schaff da ideolojinin
Marx’tan miras “yanlış bilinç” şeklindeki yaygın tanımından sapan bir tanımlamayla
ideolojiyi “yerleşmiş bir değerler bütününe dayanan ve toplumun, zümrenin veya ferdin
ilerlemesi için varılması düşünülen hedefleri tayin eden düşünceler sistemi” olarak
tanımlar (Özkan, 2012: 101). Bu esnada bu düşünce sistemleri sürdürülebilir olması
açısından kendini yinelemek durumundadırlar. Bunu da her bir ideoloji varlığını devam
ettirmek için kendi içerisinde, kendini tanımlayan ve aynı zamanda kendinden
argümanlar
türetilebilecek
kalıplar
bulundurarak
yapar.
Kalıplar
ideolojilerin
sürdürülebilir olmasını sağlamaktadır. Bunlar bir nevi kalıtsal özelliklerdir ve
ideolojinin özünü/doğasını korumasını sağlamaktadır. Her bir ideoloji için, o ideolojiye
özgü kalıplar bulunmaktadır. Bu kalıplar ise siyasi kavramları içermektedir. O halde
ideolojik çözümleme gerçekleştirilecekse eğer, bu kalıpların öncelikle ne olabileceği,
ilgili ideolojinin beslendiği asıl ideolojik kalıpları belirlemek gerekmektedir (krş.
Freeden, 2011).
İdeoloji kavramıyla çalışan tüm disiplinlerde karşılaşılan en belirgin sorun onun tanımı
ve sınırıdır. Kavram ilk ortaya atıldığında “fikirlerin bilimi”, en doğru fikre ulaşma
olarak tanımlanırken, daha sonra olumsuz bir anlama evirilmiştir (krş. Fewcett ve
Munday, 1998: 141). Bu bakımdan ideoloji kavramının her disiplin için adeta bir tanımı
ortaya çıkmıştır ya da daha ağır basan bir tanımı vardır, denilebilir. Dahası, ideoloji
konusunda her disiplin kendi içerisinde dahi farklı tanımlamalara yönelmiştir, onu farklı
bağlamlarla
ilişkilendirmiştir.
Örneğin
çeviribilimde,
21
cinsiyet
araştırmalarında,
sömürgecilik sonrası araştırmalarda, egemen dil/kültür araştırmaları ya da toplumsal
düzlemde çeviriyi yönlendiren güçler üzerinden ideoloji odaklı araştırmalar yürütülmüş
ve ideoloji farklı biçimlerde ele alınmıştır. Clifford Geertz daha da ileri giderek
“ideoloji teriminin kendisi baştan sona ideolojikleşti” (Geertz, 1964: 47 aktaran
Türköne, 2014: 25)7 demekle bu kavrama yüklenen anlamın dahi hangi ideolojik
pencereden bakılıyorsa, ona göre tanımlandığını aktarmıştır. Aynı metinde Türköne de
ideolojiyi sosyal bilimlerin en tartışmalı kavramlarından biri olarak nitelemektedir.
İdeoloji, bir sosyal gruba, kültüre veya benzeri şeylere bağlı bir dünya okuması,
değerlendirmesi ya da bakış açısı sistemidir. Fikirlerin siyasi ve ekonomik amaçlara
ulaşması için hizmet ettiği siyasi bir teoridir. Örnek kullanımlarına bakılacak olunursa
ortaya aşağıdaki gibi bir tablo çıkmaktadır:
Belirli bir zamanın/dönemin ideolojisi,
Yönetenlerin ideolojisi,
Demokrasi ideolojisi,
Bir ideolojiyi savunmak,
Birisine ideolojinin dayatılması (Duden, 09.07.15).
Etimolojisine bakılırsa kelimenin kökeni Yunancaya dayanmakta ve kısaca fikirlerin
öğretisi olarak tanımlanabilmektedir. Bu yüzden ideolojiden kasıt belirli (örneğin:
Sosyalizm, Marksizm, Komünizm, Muhafazakârlık ya da Liberalizm) siyasi fikirlerdir.
İdeolojiler doğru ya da yanlış değildir, onlar daha çok belirli değer yargılarını
yansıtırlar. Belirli bir ideolojiyi kabullenmek demek, bu ideolojinin görüşlerini,
değerlerini benimseyip aynı zamanda siyasi anlamda da hayata geçirmeyi amaçlamak
demektir (krş. http://www.politik-lexikon.at/ideologie/ , 09.07.15).
Tarihsel bir bakış açısıyla ideoloji kavramı önce Fransız Filozof Destutt de Tracy
tarafından 1796’de ortaya atılmıştır. Destutt de Tracy, Degerando ve Cabanis
aydınlanma projesini ilerletmek istiyorlardı. Fikirlerin tarihsel oluşumunu, gelişim
çizgisini takip ederek bilime karşı, temelsiz düşünceleri saf dışı etmek amacındaydılar.
Ancak özgürlüğü en büyük değer kabul eden bu filozofların düşünceleri Napolyon
7
Geertz, Clifford (1964), “Ideology as Cultural System”, Ideology and Discontent, Ed. David Apter, New
York, s.47
22
tarafından kendi hükümranlığına karşı bir tehdit olarak algılanınca, Napolyon bu
kavramın değerini düşürücü, onu aşağılayıcı bir tutum sergiledi ve başarılı da oldu.
İdeoloji bu sayede değersizleştirilmiş oldu ve olumsuz bir imaj kazandı (krş.
https://de.wikipedia.org/wiki/Ideologie, 09.07.15).
Bu olumsuz imaj Engels ve Marks’ın ideolojiye kötü bir işlev yüklemesiyle devam
etmiştir. İdeolojinin, genel anlamda ve önceleri fikirlerin öğretisi gibi olumlu bir tanımı
varken, bu kavrama daha sonraları Marx’ın tanımıyla, toplumsal önyargıdan oluşan
“yanlış bilinç” denilmiştir (krş. Thommen, 09.07.15). Marx, kapitalist düzende
toplumun koşullarının aslında ideolojik yansımaların kökü olduğunu söyleyerek,
ideolojiye kötü bir anlam yüklemektedir (aktaran Freeden, 2011: 23).
Antonio Gramsci, Marksçı gelenek içerisinden ideolojiyi tanımlamaya devam etti. Fakat
ideolojiyi salt devletin etkinlik aracı olmaktan çıkartıp, onu devlet dışındaki grupların
ve bireylerin de faaliyetleri dâhiline alarak, ideoloji üretiminin hegemonya dışında da
gerçekleştirilebileceğine vurgu yaptı. Böylelikle burada önemli bir olguya Gramsci
sayesinde
dikkat
çekilmiş
oldu:
İdeoloji
sadece
iktidarın
kanatları
altında
üretilmemekteydi, Freeden’in tanımında olduğu üzere, iktidara gelmeye çalışan, güç
odağı haline gelmek (Gramsci’nin deyişiyle: Hegemonlaşmak) isteyen toplumun farklı
grupları arasında da araçlaştırıldı. Bu bakımdan “bazılarına göre ideoloji, mevcut politik
ideallere ters, ayrı bir çeşit inanç sistemidir. Bazılarına göre de statükonun devamıyla
özdeşleşmiş ya da tersine onu değiştirmeye kalkan fikir yapılarıdır” (Türköne, 2014:
25). Gramsci, ideolojiyi, üreticileri açısından iki şekilde ele almaktadır. Ona göre
üreticileri açısından daha bilinçli bir yaratı olan ideoloji ile üreticileri açısından daha
bilinçsiz bir yaratı olan ideoloji arasındaki ayrımın keskinleştirilmesi gerekmektedir.
(krş. Freeden, 2011: 33).
Fransız filozof Louis Althusser’in ideoloji tanımında ise Marksçı geleneğin izleri
görülmektedir. Ona göre, ideolojinin görevi emekçi-sınıfını, yöneten-sınıfa tabi
kılmaktır. Bunu sağlamanın yolu ise yerleşik düzeni pekiştirmek adına ahlak ve saygı
kurallarını kullanmaktır. Devlet, kilise ve silahlı kuvvetler gibi resmi “gereçler” mevcut
ekonomik sistemin geçerliliğini sağlamaya yaramaktadır (krş. Freeden, 2011: 39).
Althusser’in ideoloji tanımının Marx’tan farklı bir yönü de ideolojinin, gerçekliği
bulanıklaştırması değil, yeniden bir gerçeklik yaratmasında gizlidir. Ona göre, ideolojik
23
üst yapı üç katlı bir binanın en üst katına benzer. En üst kattaki ideolojik üst yapı, giriş
katındaki ekonomik ve üretici temelle, orta kattaki siyasal ve yasal kurumlara
yerleştirilmiştir.
Şekil 1: Althusser’in İdeolojik Yapıyı Alt Yapılara Yerleştirmesi
Althusser’ göre “ideolojik devlet gereçleri dinsel, hukuksal ve kültürel yapılarda, kitle
iletişim araçlarında ve ailede, özellikle de eğitim dizgelerinde konumlanmıştır”
(Freeden, 2011: 40-43). Althusser bu şekilde ideolojinin yayılma alanlarını ve yayılma
yöntemlerini göstermektedir. Toplumsal uygulamalarda ideolojinin maddi olarak var
olduğunu ileri sürmektedir. Türköne de Eagelton’dan naklederek benzer bir tanımlama
yapar, insanoğlunun tüm yapma etmelerini ideolojiden referansla yaptığını söyler
(Eaglton, 2005: 21 aktaran Türköne, 2014). Bu bakımdan bilgi sosyologlarına
müracaatla ve bazı Marksistlerin bakış açılarına dikkat ederek bütün düşüncelerin
ideolojik olduğunu söyledikleri aktarılabilir (Türköne, 2014: 25).
Belirli bir kültürün, zamanın, dinin, ekonomik ve siyasi programların etkisiyle dünyayı
okuma, değerlendirme ve buna göre de karar alıp eylemlerini gerçekleştirme
eğilimindedir insan. Fakat insanın zorunlu olan ve olmayan karar alma ve uygulama
süreçlerini ortaya koymak için ideolojiler kendi içerisinde de sınıflandırılmışlardır. Bu
nedenle, belirli bir siyasi projenin, fikrin, belirli siyasi eylemlerin tamamına siyasi
ideoloji denilmiştir. Siyasi eylemlerin gerekçelendirilmesi ve açıklanması konusundaki
tüm fikirlere, tasavvurlara ve teorilere siyasi ideoloji denilir. Siyasi ideolojiler her
zaman belirli değer sistemlerini temel alırlar. Siyasi ideolojilerin tipik özellikleri, sosyal
ve siyasal anlamda bir takım amaçların hayata geçirilmeye çalışılması çabasıdır. Siyasi
24
bir ideoloji dünyayı sadece açıklamakla yetinmez, aynı zamanda ona etki etmeyi de
arzular. Bu anlamda ideoloji insanların siyasi eylemlerinin motivasyonunu da
sağlamaktadırlar (https://de.wikipedia.org/wiki/Politische_ Ideologie, 09.07.15). Mardin
de hemen hemen aynı kapıya çıkan bir ideoloji tanımlaması yapar ve “ideolojiler bu
insan topluluklarını organize etmede, bir araya getirme ve onlara istikamet verme
noktasında harita görevi görmektedir,” der (Mardin, 2011: 25).
Geertz’e göre, ideoloji, “fertlerin sosyo-politik çevrelerine bir anlam vermek için
yarattıkları sembolik haritalar ya da semboller sistemi” (Geertz, 1964: 47) olup, bu
sembolleştirme de özellikle siyasi alanla ilgilidir (Türköne 2012: 28).
Modern çağda toplumların ağır çalkantılar geçirmesi sonucu farklı fikir yapıları ortaya
çıktı. Bu devirde şehirleşmeyle beraber geleneksel iletişimden kitlesel iletişime doğru
bir geçiş söz konusu oldu.
Bu farklılaşma ile toplumda kitle iletişim vasıtalarını
kullanan ve toplumun sözcülüğünü yapan bir aydın sınıfı teşekkül etti. Toplumun
içerisinden çıkmış ve onun hissiyatına tercüman olmuş bu sınıfın, ideolojinin ortaya
çıkmasında ve yayılmasında önemli işlevi bulunmaktadır. Bu konuda Türköne,
Mardin’den yararlanarak şunları nakleder:
“Aydın yeni kitle iletişimi imkânlarıyla, atomlaşan kitlelerle doğrudan ilişki
kuruyor. Duyduğu rahatsızlıkları ifade ediyor, kitlelerinkine tercüman oluyor, yeni
toplum modelleri teklif etmeye başlıyor. Aydın bir fikir imalatçısı haline geliyor.
İşte aydınlar, yalnızlaşan kitle insanının duygularına tercüman olmaya, onun
korkularını, endişelerini gidermek için yol göstermeye başladığı zaman ideoloji
dediğimiz fikir yapıları ortaya çıkıyor. İdeolojilerin ortaya çıkışının en önemli yanı,
işaret ettiğimiz ‘aydın’ sınıfının uygun iletişim vasıtalarıyla kitlelerin karşısına
çıkmalarıdır” (Türköne, 2014: 26-27).
Toplum içerisinde (ekonomi, eğitim, coğrafya, etnik kimlik gibi) sınırların
belirginleşmesi farklı ilgilerin doğmasına, gruplar arasında farklı çıkarların aranmasına
yol açtığından ideoloji, kitle iletişim araçları sayesinde topluma doğrudan nüfuz
edebilen aydın sınıflarının, geleneksel değerlerin ürettikleri çözümlerden farklı olan ve
rasyonel olarak anlaşılabilen, gerçekleşen gelişmeleri açıklayabilen bir dünya görüşü
sunmalarıyla sistemleşmektedir (krş. Türköne, 2014: 27). Dolayısıyla toplumdaki hızlı
değişimlerin yarattığı sorunları geleneksel değerler açıklayamadığı zaman, kitle iletişim
25
araçlarının yaygınlaştığı bir dönemde, aydın sınıfının bu araçları kullanarak toplumun
sorunları için ürettikleri fikirleri, ideoloji olarak tanımlamak mümkündür.
Çeviriye yakın bilim adamlarının ideoloji kavramına bakış açısını tespit etmek adına
Alev Bulut’un Basından Örneklerle Çeviride İdeoloji İdeolojik Çeviri adlı eserinde
ideoloji için metin dilbilimci ve söylembilimci A. Teun van Dijk’dan çeviri yaparak
alıntıladığı şu paragrafa bakmak yerinde olacaktır:
“…toplumsal yapı ve toplumsal bilişin arayüzü olarak kullanılabilecek yeni bir
ideoloji kavramı geliştirmeye çalışıyorum. Bu çerçevede, ideolojiler özünde bir
grubun üyeleri tarafından paylaşılan toplumsal gösterimlerin (temsillerin) temeli
olarak kabul edilebilir. Bu da demektir ki ideolojiler insanların, bir grubun üyeleri
olarak, kendileri için geçerli olan durumla ilgili, iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış
her ne olursa, bir toplumsal inanışlar çokluğu geliştirip ona göre hareket etmeleri
olarak tanımlanabilir” (aktaran Bulut, 2008: 14).
Devamında Bulut’un, Jeremy Munday’in Translation and Ideology başlıklı
yazısından aktararak çevirinin, bir zamanlar Destutt de Tracy’nin (1796) ilk
halinde ifade ettiği biçimde nötr anlaşılmadığını ve bugün son yirmi beş yıldır
çeviribilimde de ideoloji kavramına olumsuz anlamlar yüklendiğini ifade ettiği
görülür (2008: 14). Bu araştırmada Marksist bakış açısından gelen Althusser’in
ideoloji yaklaşımı benimsenmiştir. İlerleyen bölümlerde Althusser’in ideoloji
yaklaşımı daha yakından irdelenecek ve özellikle iktidar açısından ideolojinin
nasıl işlev kazandığı, hangi araçları kullandığı aktarılacaktır. Çeviri eylemi de
Althusserci bakış açısıyla ilişkilendirilerek üçüncü bölümde yer alan Tanzimat ve
Cumhuriyet dönemine yönelik tespitler yapılmaya çalışılacaktır. Yukarıdaki
tanımlamaların özellikle bazıları bu araştırma için ön plandadır ve aralarında bir
insicam vardır. Bu bakımdan aşağıda bu tanımların maddeler halinde sıralanması
bu araştırma açısından faydalı olabilir:
1. Hem iktidarın hem de iktidar olmaya çalışanların gerçekleştirdikleri eylemler
ideolojiden beslenir.
2. İdeolojik hareket toplumsal tabanlıdır. Bireysel bir görüş bu toplumsal tabanlı
ideolojiden neşet edebilir.
3. Toplumda çalkantıların olduğu dönemde özellikle ideolojiler sorunlara
aydınların ağzından ve kitle iletişimle, kitleye dönük çözümler önerir.
26
4. Semboller üretir ve bu semboller üzerinden çevreyi yorumlar. Özellikle siyasal
süreçlerle ilintilidir.
5. İnsanların siyasi eylemlerinin motivasyonunu sağlar.
6. İdeoloji sadece fikir planında değil, doğrudan uygulamada da vardır. İdeoloji
eylemlerle ortaya koyulur.
7. İdeolojik devlet gereçleri dinsel, hukuksal ve kültürel yapılarda, kitle iletişim
araçlarında ve ailede, özellikle de eğitim dizgelerinde konumlanmıştır.
8. Her insan toplumda ideoloji tüketir, üretir ve yayar. Fakat kullanıcıları açısından
toplumda ideolojiyi bilinçli ve bilinçsiz bir biçimde kullananlar vardır.
9. Her ideoloji, kavramlara kendince anlam yükler. Mesela özgürlük liberal bir
ideolojiye göre başka, muhafazakâr bir ideolojiye göre başka anlamlar taşır.
10. İdeoloji anlama fonksiyonunu yerine getirir.
1.2. Kültür Kavramı
Şerif Mardin, Din ve İdeoloji adlı eserindeki kültür başlığına şu satırla başlamaktadır:
“Toplumsal bilimlerin en kaypak ve anlaşılması zor kavramlarından biri kültürdür.
Dolayısıyla bu kavramı tanımlamak da en az ideoloji kadar zor olacaktır. Birçok tanımı
bulunan kültürün bu araştırma için tercih edilecek olanı, çalışılacak konuya en çok ışık
tutanı olacaktır. İleride kültürü ideoloji ve çeviri kavramlarıyla da yan yana getirerek
bunların nasıl bir ilişki içerisinde olduğu ifade edilecektir.”
Kültür kavramı tanımlanmaya çalışıldığında, TDK’nın Büyük Türkçe Sözlüğünde
(BTS) şöyle bir tanımlamayla karşılaşılmaktadır: “Tarihsel, toplumsal gelişme süreci
içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere
iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü
gösteren araçların bütünü” (TDK, 12.07.15).
Başka bir tanıma bakılacak olursa; UNESCO tarafından düzenlenen Dünya Kültür
Politikaları Konferansı Sonuç Bildirgesi’nde yer alan kültür tanımı şöyledir: “En geniş
anlamıyla kültür, bir toplumu ya da toplumsal bir grubu tanımlayan belirgin maddi,
manevi, zihinsel ve duygusal özelliklerin bileşiminden oluşan bir bütün ve sadece bilim
ve edebiyatı değil, aynı zamanda yaşam biçimlerini, insanın temel haklarını, değer
27
yargılarını, geleneklerini ve inançlarını da kapsayan bir olgu”dur (UNESCO, 1982
aktaran Oğuz, 2011: 128).
Halk Bilim Terimleri Sözlüğünde ise öğrenilmiş bilgi olarak özetlenebilecek bir
tanımla: “bireyin üyesi olduğu toplumdan öğrendiği bilgi, gelenek, görenek, davranış,
yasa, sanat, uygulayım, zanaat gibi özdeksel ve tinsel ürünlerden oluşan” (Halkbilim
Terimleri Sözlüğü, 1978) her şey, denilmektedir.
Kültürün kapsamını, enginliğini anlamak için şu tanıma yer vermekte de yarar vardır:
“Kültür, insanoğlunun yaratamadığı ve dönüştüremediği doğanın karşısında kendi eliyle
yarattığı, dönüştürdüğü, ürettiği her şeye denilir” (https://de.wikipedia.org/wiki/Kultur,
08.07.15) ve “kültür, duvardaki bir tablodan bilimsel araştırmalara ve oradan başka
başka ülkelerdeki farklı yeme alışkanlıklarına kadar neredeyse açıklanamayacak
enginlikte ve farkına varılmayacak bir biçimde tüm gündelik yaşamı kapsamaktadır”
(http://www.culture-in-motion-2011.eu/definition_kultur.html, 09.07.15).
Mardin’e göre, kültür yapılarının özerkliği bulunmaktadır. Kendi içlerinde belirli bir
yapıya sahip olan kültürel yapıların dışarıdan gelecek tesirle hemen değişmesi
beklenmemelidir. Onun belirli bir direnme gücü vardır. Mardin’e göre, toplumun kültür
katındaki yapıtlarının, bir kere oluştuktan sonra yapılarını zor kaybetmelerine bunların
“özerkliği”
denilmektedir.
“Kültür
yapıtları
bir
dereceye
kadar
özerk
yapıtlardır”(Mardin, 2011: 54).
Kültürü sembollerin anlamları üzerinden izah eden Mardin’e göre,
“Kültürel ‘anlam’lar ve onları taşıyan bir sembol sistemi bulunmaktadır. Dil ve
hilal, bayrak gibi kültür bakımından anlamlı şekiller sembollerin başında gelir.
Sembollerin anlamı üzerinde toplum içinde bir anlaşma olduğu için, bunlar ortak
bir anlaşma sağlarlar. Bu anlama iki şekilde gerçekleşmektedir. Sembol kişi
tarafından anlaşılıp, kişi ona göre hareket ettiği zaman, buna davranış diyoruz.
Semboller kendi aralarındaki ilişkilere ortak bir şekil kazandırdıkları zaman buna
kültür diyoruz” (Mardin, 2011: 52).
Kültür kelimesinin birçok farklı kullanımından ve farklı disiplinlerin bir biriyle rekabet
eder kültür tanımlamalarından dolayı tek bir kültür tanımı yapmak yerine birçok kültür
kavramından bahsetmek daha doğru olacaktır. Bir taraftan farklı disiplinler (örneğin
antropoloji, tarih, psikoloji, sosyoloji, ilahiyat ya da eğitim bilimi) kültür kavramından
farklı şeyler anlarken, her bir disiplinin temsilcilerinin de kültür kavramını farklı
28
yorumladığı
görülebilir
(http://www.bpb.de/gesellschaft/kultur/kulturelle-
bildung/59917/kulturbegriffe? p=all, 12.07.15).
Kültür insan ile vardır; insanın zihninde, benliğinde ve ürünlerinde kendini gösterir. Her
insanın biricik ve kendine özgü belirli niteliklerinin bulunduğu, toplumda bu biricik
insanların belirli bir kısmının (grubun) diğerlerinden farklılaşarak birbirlerine benzediği
ve toplumun tamamının diğer toplumlardan kendini ayırt edici bir yönünün bulunduğu
düşünülürse o zaman üç farklı kültür kütlesinden bahsedilebilir. Parakültür toplumun
kültürü, diakültür toplumun belirli bir grubuna ait olan kültür ve idiokültür ise bireyin
kültürüdür (krş. Armann, 1995: 43-44).
Tüm bu kültür tanımlamaları bizatihi kültür kavramına dönüktür, insan etmenini içine
dâhil etmek suretiyle onun ilişki boyutunu pek yansıtmaz. Bu bakımdan, içine insan
unsurunun da dâhil edildiği bir bakış açısıyla kültürü yeniden ele almakta yarar vardır.
Öyleyse denilebilir ki kültür, toplumun içinde ve toplumlar arası bilgi ve görgüdür. Bu
kültüre ulaşanlar bilgili ve görgülü kabul edilir ve bu bakımdan kültürsüz olan insanla
kültürlü olan insan gibi bir ayrım gerçekleştirilir. Aynı şey toplumlar için de
söylenmektedir, fakat burada kavramlar biraz daha değişmektedir. Kültür genellikle
toplumda belirli bir gruba ya da kişiye yakıştırılırken, farklı bir toplum söz konusu
olduğunda işin içine medeniyet kavramı dâhil edilmektedir8. O halde belirli bir
toplumdan bahsederken ve onu başka bir toplumla kıyaslarken, birisinin diğerine göre
daha medeni veya daha ilkel olması, yukarıdaki kültürlü ve kültürsüz nitelemelerine
benzemektedir (krş. Arslan, 2001: 75-76).
Kültürlü ve kültürsüz gibi bir ayrımın olmadığı, daha gerçekçi denebilecek bir tanım ise
üstünlük içermeyen bir tanımdır. Her toplumun, toplumdaki bir grubun ya da bireyin
kültürü farklıdır ve bunların ortak yönleri olduğu gibi farklılıkları da bulunabilir. Bunlar
arasındaki farklar üstünlük değil, bir zenginliktir. Her birey, grup ya da toplum kendi
içinde yaşadığı coğrafyada geçmişinden gelen tarihsel birikimlerin nesilden nesle
aktarılması suretiyle bir kültüre sahip olur ve onu gittiği yerlere de taşır.
Kültürlerin karşılaşması olgusu, bireylerin ya da grupların bir yerden bir yere göç
etmesi sonucu göç ettikleri yeni coğrafyadaki kültürle muhatap olmasıyla gerçekleşir.
8
Medeniyet ve Kültür arasındaki fark da ileride ifade edilecektir.
29
Ancak bu oldukça eski bir yaklaşım gibi görünmektedir. Küresel çağda kültürlerin artık
farklı aktarım yolları bulunmaktadır. Bugün edebiyat, sinema, bilim, sanat, din, spor,
müzik, yemek ve teknik gibi saymakla bitmeyecek, insanın ürettiği ya da doğada bulup
kendi yorumuyla, becerisiyle yeniden imal ettiği tüm bu kültürel kütlenin; internet,
televizyon, sinema, (elektronik) basın-yayın gibi modern ulusal ve uluslararası iletişim
araçları vasıtasıyla yayıldığı ve bu anlamda kültürlerin birbiriyle karşılaştığı
görülmektedir. Bu karşılaşmada tarafların tutumuna bakıldığında farklı reaksiyonların
ortaya çıktığı söylenebilir. Örneğin muhafazakâr bir bakış açısına sahip toplum, grup ya
da özneler kendi kültürlerinin diğer kültürlerden üstün olduğunu düşünecek ve kendi
kültürünü farklı kültürlerin etkisi karşısında korumaya alacaktır. Özellikle çeviri için
böyle bir yaklaşımın söz konusu olabileceği görülebilir. Çeviri vasıtasıyla farklı
kültürlerin, hedef kültüre aktarılması esnasında, kaynak kültürün öğeleri erek kültürle
çok zıtlaşmaktaysa, muhafazakâr kültürün bunu bir tehdit gibi algılaması mümkündür.
Daha liberal, hoşgörülü bir yaklaşıma sahip olan bir kültür paradigmasında ise farklı
kültürleri bir zenginlik olarak algılamak söz konusudur. Burada kültürler birbirinden
faydalanabilir, öğrenebilir ve sentezler oluşturabilir. Çokkültürlülük ve kültürlerarasılık
gibi kavramların yukarıdaki yaklaşımın bir yansıması olduğu söylenebilir. Tüm bu
yaklaşımların ortak paydada buluştuğu, kültürü kabul ettiği bir temel vardır ki o da
kültürün gerek doğuştan gerekse sonradan bir bireyin (grubun, topluluğun, toplumun)
öğrenmiş olduğu bir takım nitelikler (alışkanlıklar, dini görüşü, aile ilişkileri vs.) olarak
görülmesidir (krş. Arslan, 2001: 76).
1.2.1. Kültür-İdeoloji İlişkisi
İdeolojinin toplumdaki belirli bir grubun inanışları, dünyayı görüşü ya da okuyuşu
sonucunda geliştirdiği düşünce sistemi olarak tanımlanabileceği görülmüştür. Bu
düşünce sisteminin genellikle başka gruplara dayatılması gibi olumsuz anlaşıldığını
kaydeden Marksist görüşün yaygın ideoloji tanımı bu çalışma için de kabul edilen
tanımın içeriğine uygundur. Bu bakımdan kültür ve ideoloji değerlendirmesinde
bulunurken, ideoloji ayağı bu açıdan ele alınacaktır.
Kültür bir üst yapıdır. Onu oluşturan öğeler diğer alt yapılardır. Bunlar din, ekonomi,
hukuk, gelenekler, edebiyat, teknoloji ve benzerleridir. İdeoloji ise ya öğrenilmiş
toplumsal mekanizmaların devam ettirilmesini sağlayan ya da yeni bir düzenin
30
gelmesini arzulayan düşünceler bütünüdür diye tanımlanırsa; bu düşüncelerin, tek tek
kültürü oluşturan alt katmandaki dizgelerin içerisinde var olduğu söylenebilir. Yani
dinin içerisinde ideolojik öğeler olabileceği gibi, edebiyat ve sanatın içerisinde ya da
teknolojinin içerisinde de ideolojik öğeler barınabilir. Altyapıdaki bu dizgeler içlerinde
barındırdıkları/barındırmadıkları ideoloji vasıtasıyla hem birbiriyle, hem de üst yapıdaki
kültürle etkileşim içerisine girerler. Bu sayede ideoloji kültüre sirayet etmiş olur. Bir
anlamda içerisinde ideoloji barındıran bir kültürden bahsetmek mümkündür9.
Kültür nasıl ki kendini oluşturan alt yapıdaki öğelerden neşet eder, bunun gibi de kendi
altındaki altyapılara üstyapıdan tesir etme gücü bulunmaktadır. Bunlar bir etkileşim
içerisindedir. Fakat her altyapıda, kültür taşıyıcı yapıların içerisinde, mutlak surette
ideoloji barınıyor demek doğrusu iddialı olur. İdeoloji hangi alt yapıda ve ne kadar
mevcut, bunu belirleyen tarihsel, siyasi, coğrafi, ekonomik, psikolojik birçok etmen
bulunabilir10. Birinde ideolojik öğelerin ağır hissedildiği, belirlendiği, duyulduğu bir alt
yapıyla başka birinde duyulabilecek, görülebilecek ideoloji aynı olmak zorunda
değildir. Anlaşılan o ki, ideolojik içerikli etki alt yapıların farklı ideolojik içeriklerinin
birbirleriyle etkileşimi sonucu aktarılmaktadır. Bu bakımdan kültürün ideolojik
niteliğinin, kendini oluşturan öğelerden, daha doğrusu o öğelere güç elde etmek için,
iktidara gelmek için, siyasi emeller doğrultusunda ideolojik işlevler yüklenmesi sonucu
geldiği anlaşılmaktadır. Bu bakımdan ideoloji ve kültürün böyle bir ilişkisi vardır,
denilebilir.
1.2.2. Kültür ve Ulus Devlet İlişkisi
Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde ulus devlet modelinin ortaya çıktığı kabul
edilmektedir. Ulus devlet modelinde devleti oluşturan vatandaşların aynı dili, aynı
kültürü ve aynı değerleri paylaşması beklenir. Her milletin kendi kararlarını alması ve
kendi geleceğini tayin etmesi fikri vardır. Ulus devletin sınırları milliyetle
örtüşmektedir11.
9
Şerif Mardin’e göre dinin belirli bir toplumun mekanizmalarını devam ettirmeyi sağlayan, öğrenilmiş
fikri kalıplardan biri olması onun ideolojik niteliğidir (Mardin, 2011: 49, 62).
10
Bu
fikirler
oluşurken
Niclas
Luhmann’ın
sistem
(https://www.youtube.com/watch?v=wWcxJ4sPSVQ , (10.08.15)
11
Duden Lexikon von A bis Z, Dudenverlag, Mannheim, s. 472
31
kuramından
yararlanılmıştır:
Ulus devlet anlayışında dile özellikle önem verilmektedir. Dilin kültürü taşıdığı, bir
milleti bir arada tutma niteliğinin bulunduğu vurgusu ulusçu devlet anlayışı içerisinde
yer alır. Nitekim Türkiye Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün de bizzat
kendi kaleminden çıkan yazısında bunu görmek mümkündür. Ona göre, “Türk milleti
geçirdiği
nihayetsiz
badireler
içinde,
ahlakının,
an’anelerinin,
hatıralarının,
menfaatlerinin, elhasıl bugün kendi milletini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza
olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir; zihnidir” (Atatürk, 2012:
260)12. Denilebilir ki, bir ulusun tutkalı dildir13; ancak dil sayesinde bir birlik tesis
edilebilir. Çünkü dil aynı zamanda geçmişten geleceğe tüm kültürel varlıkların
aktarımını sağlayan bir araç olma niteliğindedir. O halde dil özdeksel varlığından değil,
bir milleti millet yapan kültürel öğeleri muhafaza etmesi bakımından tutkaldır. Kültür
ise, aynı kültüre mensup insanların hemen hemen aynı davranışları, aynı tutumları
geliştirmesini sağlayan bir yazılım gibidir. Şerif Mardin’e göre, “kültür tevarüsü
mekanizmasıyla şahsiyet teşekkülü mekanizması aslında aynı mekanizmadır” (Mardin,
2011: 62). Her ikisi de ailede ve çevrede gelişmektedir; aileye ve çevreye intikal eden
kültürün aktarılmasının kanalı dildir14. Dolayısıyla, başa dönülecek olursa; dilin kültürü
taşıyıcı bu niteliği sayesinde, nesilden nesle bir ulusu bir arada tutan tutkal ortak dil ve
dilin taşıdığı kültürdür.
Ulus devletlerin kurulma süreçleri farklı olsa da bir ulusu inşa etme ve milli kimlik
oluşturma süreçleri bütün ulus devlet politikaları içerisinde görülmektedir. Ulus
devletinin ideolojisinin kültürel boyutu ise ulusun kriterleri ile alakalıdır. Buna göre,
toplumsal homojenlik ancak milletin ortak değerleriyle tesis edilir. Bu ortak değerler ise
çekirdek etninin dili, tarihi ve kültüründen kaynaklanan objektif unsurlar olmakla
birlikte ortak kader ve amaç birliği gibi sübjektif unsurları da içerir (krş. Şahin, 2007:
123).
12
Mümtaz’er Türköne’ye göre, Atatürk’ün kendi el yazısıyla kaleme aldığı yer yer Afet İnan’a dikte
ettirdiği bu metin ilk 1930 yılında yayımlanmıştır. (bkz. Medeni Bilgiler, Ankara: TTK Yayınları, 1988,
s.18-25)
13
Oktay Sinan Oğlu’nun “Bye Bye Türkçe” adlı eserinde bu tez uzun uzadıya tartışılmaktadır.
14
Kültürün birey üzerindeki oluşumlarını açıklarken Mardin, Melford Spiro’nun “Culture and
Personality” adlı eserinden faydalanmıştır. Freud’un bakış açısıyla da örtüşen bir yaklaşımla kültürün aile
ve çevreden öğrenilen bir şey olduğunu açıklamaktadır (bkz. Mardin, 2011: 59-62).
32
Köksal Şahin’in bu düşüncelerinden yola çıkarak; bir ulusun inşasında kültürel
değerlerin önemli rol oynadığı söylenebilir.
Kültürün insanın bilincinin oluşmasında payı ve katkısı vardır. Bu sayede kültür,
bugünün nasıl algılandığı, geçmişin nasıl değerlendirildiği ve gelecek konusunda nasıl
bir tahmin yürütüleceğinin de belirleyicisidir. Bu bakımdan kültür, hem oluşturduğu
bilinç, hem de oluşturacağının bilindiği bilinçle doğrudan siyasi kararları ve eylemleri
etkileme gücüne sahiptir15. Çok kültürlülükle ilgilenen Hintli siyaset bilimcisi Bhikhu
Parekh, kültürün kurumlaşmış güç olarak başka güç sistemleriyle ilintili olduğundan
kültür politikalarını iktidar politikaları ile çok sıkı bir bağlantı içinde görmektedir16.
Dolayısıyla ulus devletin inşasında ve sürdürülmesinde kültür politikalarının önemli bir
rol oynadığı söylenebilir.
Tanzimat ve Cumhuriyet dönemi bakımından böyle bir inşa süreci söz konusu oldu mu?
Ne zaman böyle bir süreç başladı? Eğer olduysa ne tür kültür politikaları gerçekleştirildi
ve bunların çeviriyle bağlantıları nelerdir? Bu konuda Ayşe Banu Karadağ, Özlem Berk
ve Şehnaz Tahir Gürçağlar’ın çalışmalarına bakılmasında yarar vardır. Lefevere’ye göre
çeviri de bir kültür repertuarının oluşturulması için kullanılabilir. Yukarıda isimleri
sayılan çeviri araştırmacılarının da bu yönde sonuçlandırdıkları araştırmaları
bulunmaktadır. Bu doğal bir süreçtir, özellikle Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet
olarak ortaya çıktıktan sonra çekirdek etni olan Türklerin kültürüne, diline ve dinine
yönelme söz konusu olmuştur. Ancak ulus devlet politikaları gereği bir müstakilleşme
gayretiyle Türklük vurgusu kendini dinde, dilde, tarihte ve kültürde göstermektedir.
Hasan Ali Yücel’in klasiklerinin önsözüne bakılacak olursa, bu yeniden üretilecek olan
Türk kültürün kültürel referansları çeviri yoluyla Avrupa’dan aranmaktadır; çünkü ona
göre çeviri gerçekleştikten sonra artık o ürünler Türk kültürünün demirbaşına dönüşecek
ve içinde yabancı mefhum bir şey kalmayacaktır. Bu noktainazardan özellikle
15
Dr. Michael Reiterer’in Kultur als Faktor in der internationalen Politik adlı yazısından
faydalanılmıştır:
http://eeas.europa.eu/delegations/switzerland/documents/eu_switzerland/20071018_rede_kultur_internati
onale_politik_bern.pdf , (15.07.15)
16
Bhikhu Parekh. Rethinking Multiculturalism – Cultural Diversity and Political Theory. Palgrave, 2000;
S. 343: „the politics of culture is integrally tied up with the politics of power because culture is itself
institutionalized power and deeply implicated with other systems of power“ (aktaran Reiter).
33
Cumhuriyet döneminde ulus devlet karakterine uygun olarak birçok çeviri
gerçekleşmiştir. Bu konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi üçüncü bölüme bırakılmıştır.
1.3. Çeviri Kavramı
Çeviri, insanlık tarihi ile başlayan bir olgudur. Tarihte nerede medeniyet ve kültür
toplulukları olmuşsa, bunların aralarında çeviri aracılığı ile kültür ve bilgi aktarımı
yapılmıştır (Öztürk, 2000:1). Çeviri kavramının sözlük ifadeleri, tanımlamaları hemen
hemen bir birine yakındır. Ancak amaçlanan çeviri kavramını bu araştırma açısından
daha anlaşılır hale getirmek ve bu doğrultuda bir tanımlama yapmak yerinde olacaktır.
Bu noktainazardan yola çıkarak aşağıdaki tanımlara yer verilmiştir.
Sosyal bilimlerdeki birçok kavram gibi, çeviri kavramı da ilk ortaya çıktığı günden
bugüne çok ciddi değişimler yaşamıştır. Çevirinin temel iletişim özellikleri bir yana,
çeviri olgusunun iki taraf arasında salt iletişim kurmaktan çok öte bir şey olduğu artık
bilinmektedir. Önceleri iki farklı dil ve dolayısıyla kültür arasında iletişim işlemini
gerçekleştiren bir araç olarak görülse de, daha sonraları çeviri olgusu amacı/işlevi, hedef
kitlesi, sonuç odaklılığı, farklı farklı türleri ve alanları bakımından bir inceleme nesnesi,
ele alınması gereken bir araştırma konusu olarak görülmüştür.
Eskiden beri süregelen çevirinin, hâkim olan dil düzeyindeki eşdeğerlilik ve metin
odaklı çeviri anlayışlarından daha geniş ve geleneksel yazılı-sözlü çevirinin ötesinde,
bir toplumun farklı diller konuşan başka toplumlarla temas kurabilmek için aşması
gereken kültür ötesi aracı eylemlerin tamamını kapsadığı söylenebilir (Prunç, 2013:
177). Bu bakımdan çeviri sosyokültürel bağlam, durum ya da işleve göre farklı anlamlar
kazanan sosyal bir olgu ve kültürler arası bir iletişim şekli olarak görülür (BachmannMedick, 2013: 75). Çeviri araştırmalarının salt sözcük ya da tümce düzeyinden metin ve
daha sonra kültür boyutuna, en nihayetinde genel toplumsal boyutlara kayması belirli
bir anlam ifade etmektedir (Kaindl, 2013: 167). Bu anlamda çeviri olgusunun sadece
mikro planda değil, toplumsal düzeydeki gibi makro planda incelenmesi gereken bir
araştırma nesnesi haline geldiği görülmektedir.
34
Sakine Eruz’un Çeviriden Çeviribilime17 adlı eserinde çeviri eyleminin nasıl çeviribilim
araştırmalarına dönüştüğü, akademik bir bakış açısı kazandığı ve dünyada ama özellikle
de Türkiye’de eğitim kurumlarına girdiği anlatılır. Bu başlık özellikle çevirinin önceleri
günlük yaşamda iletişim ihtiyacını gören, daha sonra kişilerden kurumlara sirayet eden
ve bununla yetinmeyip toplumsal düzeyde işlev ve etkileri bulunan bir olgu olarak
anlaşılması gerektiğini göstermektedir. Çeviri bu anlamda, mikro düzeydeki varlığını
zaman içerisinde farklı alanlara yayarak ve toplumsal derecede önemli işlevler
üstlenerek hem kendini hem de çevresini dönüştüren bir olgu olduğunu ispatlamıştır.
Çevirinin araç olmaktan çıkıp amaç haline gelerek, insanoğlunun, üzerinde akıl
yürüttüğü bir insani etkinlik haline dönüşmesi çok eskilere dayanmaktadır. Nitekim
çeviriyle ilgili ilk kuramsal bakış açılarının M.Ö. birinci yüzyıla dayandığı, Cicero ile
Horaz gibi şair, siyasetçi, hatip ve çevirmen kişilikler üzerinden görülebilir (Yazıcı,
2010: 34).
Günümüzde çeviri denilince akla sadece iki farklı dil arasında iletişim gelmemektedir;
günümüzde
çeviri
denildiğinde
akla
toplumların,
kültürlerin,
medeniyetlerin,
ideolojilerin bir biriyle olan iletişimi, yani etkileşimi gelmektedir. Bazen hedef
kitlelerini yanıltan, onlarda yanlış bilinç oluşturan ve bu anlamda kültürlerin
yakınlaşmasına değil, uzaklaşmasına ve ayrışmasına neden olabilen bir olgudan
bahsedebiliriz burada18. Bazen de –bu yönüyle daha çok tanındığı gibi- kültürleri bir
birine yakınlaştıran, onların bir biriyle alışverişini temin eden bir işleve sahip olarak
tanımlanabilir.
Fransız çeviribilimci Antoine Berman, çeviriyi tanımlarken, bunun çevirmenlerin
yaşadığı bir deneyim olduğunu söyler. Çok yavan gelen bu tanımlamaya bir
açıklamayla başlar. Bu deneyimin kendine özgü nitelikleri vardır ve bunlar onu diğer
deneyimlerden ayıran niteliklerdir. Çeviri ne kadar dille ilgili olsa da yalnızca dille ilgili
değildir, bu nedenle de dilbilimin konusu olamaz. Ne kadar yorumla ilgili olsa da
doğrudan yorumbilimin inceleme nesnesi değildir. Dili kullanma, yorumlama, eleştirme
17
Multilingual Yayınları, İstanbul
18
Örneğin Avrupa’daki Kur’an çevirilerinin böyle bir amacı vardı. Hıristiyan topluma Kur’an’ın ne kadar
ilkel bir kitap olduğu ilk çevirilerde gösterilmek istendi. Bu esnada belirli yerler çevrildi, belirli yerler boş
bırakıldı ve istenilen yanlış bilinç bu sayede tesis edilmeye çalışıldı. Bunun için bakınız: Routledge
Encyclopedia of Translaiton Sudies, Quran Translation, Hassan Mustapha
35
gibi başka bilim dallarının konularını da içermektedir ancak deneyimleri kendine
özgüdür. Bu nedenle Berman, çeviri deneyiminin ve bundan farklı şekillerde ortaya
çıkan bilgi türünün, başka deneyimlerle ve bilgi türleriyle birleştiğini, fakat bunlardan
ayrı bir alan oluşturduğunu ifade eder (Berman, 1984 aktaran Ece, 2010: 285-286).
Hans J. Vermeer’nin çeviriyle ilgili göstergeler üzerinden gerçekleştirdiği tanımı da
şöyledir:
“Ferdinand de Sassure bir dil göstergesinin iki bileşeni olduğunu, göstergenin bir
gösteren ya da dış-biçim ile bir gösterilen ya da kabaca söyleme gerekirse
anlamdan, benim yeğlediğim deyişle işlevden oluştuğunu söylemişti. Bu tanımı
herhangi bir göstergeyi, örneğin bir trafik göstergesi gibi maddesel göstergeleri
kapsayacak biçimde genişletebiliriz, hatta bir düşünce için de kullanabiliriz; beyin
yapısıyla ilgili etkinlikler devreye girdiği için bu dururumda da içsel maddesel
göstergelerden söz edilebilir. Dolayısıyla çeviri ürüne götüren çeviri süreci bir
göstergenin göstereni yerine başka bir gösteren koymak, bunu yaparken de
gösterilene dokunmamak anlamına gelir” (Vermeer, 2008: 165)
Oldukça dilbilimsel açıdan ele alınmış bir çeviri tanımı gerçekleştirmiştir Vermeer
burada, ancak Vermeer’in çeviriyle ilgili bakış açısının dilbilimin çok ötesinde olduğu
bilinmektedir. Fakat maddi planda bakıldığında gerçekten de göstergenin değiştiği,
gösterilenin yerinde kaldığı bir çeviri sürecinden bahsetmek mümkündür. Ancak
gösterenin sadece kodlardan ibaret olmadığı, gösterenin bazen karşılığının bulunmadığı
ancak çevirmenin bir şekilde bu zorlukları aşmasının gerekliliği bilinmesi
gerekmektedir. Vermeer’e göre çevirmen bir kültür uzmanıdır; çeviri de yukarıdaki
tanıma göre diller arasında (gösterenlerin değişmesiyle) iletişimdir; ancak gösterenlerin
kültür odaklı olduğu düşünüldüğünde, her gösterenin belirli bir kültürdeki gösterilene
istinat ettiği düşünülürse, çevirinin aslında kültürler arası bir iletişim olduğu ortaya
çıkar. Çevirmen de kültürler arası iletişimde uzman kişi olarak tanımlanabilir.
1990’lı yıllarda kültürel dönüş yaşandığı konusunda çeviribilimciler mutabıktırlar. Peki,
kültürel dönüşüm tam olarak ne demektir? Kültür alanında çalışma gerçekleştiren bilim
insanları, araştırma konularına ırkları, sınıfları ve cinsiyet farklarını ekleyerek
araştırmalar yaptı. Evvelki araştırmalarda olduğu gibi salt biçimsel karşılaştırmalı bir
çalışma yaparak, çevirmenlerin erek metindeki değişiklikleri açıklamanın mümkün
olmadığı görüldü. 90’lı yılların başında Susan Bassnett ve Andere Lefevere toplum
içerisindeki gücü bu karşılıklı ilişkiler düzeyinde açıklayabilmek için “ideoloji” ve
“hami” (patronage) gibi kavramların kültürün rolünü değerlendirebilmek için
36
kullanılması gerekliliğini vurguladı. Gentzler’in aktardığına göre, Mary Shnell-Hornby
ise araştırmacılarının bilimci tutumlarını bırakmalarını, cümle ve metnin ötesine geçerek
kültüre doğru ilerlemelerini beklemektedir (Gentzler, 2004:166). 80’lerin ortasında ise
Theo Hermans çeviriyi açıklamak için edebiyat biliminin ölçütlerinin ötesinde
etmenlerin olduğunu belirtmiştir. Hermans, çevirinin üretimi ve alımlanmasında norm
ve kısıtların etkili olduğunu izah etmiştir. Bu açıdan bakarak, Hermans, her erek metnin
belirli bir derecede ve belirli bir amaç doğrultusunda kaynak metinden farklılaştığını
ifade
etmektedir
(Hermans,1985).
Diğer
taraftan
işlevsel
yaklaşımı
çeviri
araştırmalarına sokan Katharina Reiß, Christinane Nord, Mary Shnell-Hornby ve Justa
Holz-Mänttäri gibi çeviribilimciler de bu kültürel dönüşümü kabul etmişlerdir
(Gentzler, 2004:167).
80 öncesine bakılırsa çeviride kültürlerarası etkileşimi sistem kuramı yaklaşımıyla
açıklayan İsrail kökenli Çoğul Dizge Kuramının (Polysystem Theory) sahibi Itamar
Even-Zohar göze çarpar. Zohar, çevirinin kültürel evrimin gelişimi açısından nasıl bir
rol oynadığını araştırmak üzere sistem ve hiyerarşi odaklı biçimci yaklaşımları kendi
konseptine adapte etmiştir. Bu yaklaşımıyla şöyle bir sonuca varmıştır: Almanya ve
Fransa gibi köklü ve büyük kültürler çeviriyi ikincil bir konuma yerleştirmektedir. Oysa
daha genç, küçük ve gelişmekte olan uluslarda çeviri kültür evriminde daha merkezi bir
rol oynamaktadır. Çeviriler daima birincil ya da ikincil bir konumda görülemez. Onların
konumlandırılması dinamik olup, gerçekleştirildiği kültüre özgü duruma bağlıdır (krş.
Even-Zohar, 1978). Zohar’ın tespitlerine katılarak, çevirinin sadece genç, küçük ve
gelişmekte olan kültürlerde merkezi konumda olmadığını, Osmanlı, Rus ya da Arap
âlemindeki gibi köklü bir geçmişe sahip olmasına rağmen, kendi kültüründen başka bir
kültürle alışverişte bulunma gayreti olan, yenilikçi, değişimci hatta devrimci
dönemlerde çevirinin birincil/merkezi konumda olabileceği belirtilebilir19.
19
Kaynaklar: Mehmet Suçin, Rusya için bak, Osmanlı için ise Edebiyat durumunu izah eden bir kaynak
ya da Hilmi Ziya Ülken verilebilir.
Özellikle Hasan Ali Yücel dönemindeki çeviriler bu araştırmanın konusu içerisinde olmamasına rağmen,
kısaca bu konu bağlamında değinilecekse eğer: gerçekleştirilen çevirilerin erek kültürde eksikliğinden
çok, ideolojik amaçlarının olması çeviriyi merkezi bir konuma yükselmiştir. Çünkü bu dönemde erek
kültürde edebiyat küçümsenmeyecek seviyede gelişmiş bir nitelikte olup merkezi bir yere sahip olduğu
savunulabilir. Tanzimat ve erken Cumhuriyet dönemlerindeki öncül çeviri çalışmaları ardından yerli
edebiyatın da Cumhuriyet öncesi köklü bir edebiyat geçmişin üzerine inşa edilerek belirli bir mesafe kat
edildiği iddia edilebilir. Diğer yandan bu dönemde yazın çevirilerin estetik özelliklerinden çok ideolojik
37
1.3.1. Çeviri-Kültür İlişkisi
Çevirinin kültürle ilişkisi var mıdır? Varsa nasıl bir ilişki söz konusudur? Kültür mü
çeviriyi, yoksa çeviri mi kültürü etkilemektedir? Aslına bakılırsa her iki olgunun da
birbirini etkilemesi söz konusudur; yani bir etkileşimden bahsedilebilir burada. Önce
kültürün çeviriyi etkilemesi olgusuna bakılacak olursa kısa ve genel bir kültür tanımı
yapmak gerekebilir: En genel manada insanoğlunun kendisinin yarattığı, biçim verdiği
ve bizzat etkisinin bulunduğu, sonradan biçim verilmemiş ve yaratılmamış doğanın
dışında kalan her şeye kültür denir.20 O halde, kültür kendi içerisinde nesilden nesle
aktarılan -yukarıdaki tanımda olduğu gibi- belirli yapma etme biçim ve diğer
birikimlerin tümüdür.
Çeviri eylemi için de geçmişten günümüze gelen böyle bir
tarihsel bilgi, birikim ve tecrübe söz konusu olduğuna göre, çeviri eyleminin de eylemin
özü itibariyle bir kültür olarak aktarıldığı düşünülebilir. Çeviri, kültür şemsiyesinin
altında tarihsel, sosyal bir olgu olarak nesilden nesle aktarılmak suretiyle bir yapma
etme, belirli bir amaca yönelik bir eylem biçimidir21. Tıpkı iki asır boyunca Abbasi
toplumunda gerçekleştirilen çeviri eylemlerinde, çeviri teknikleri, çeviri kuramları,
çevirinin himaye edilme biçimi, kaynak metin tercihi ve temini, işlevselliği vb.
konuların bir nesilden diğer nesle aktarılması ve bu uğraşın bir kültürel mirasa
dönüşmesine örnek verilebileceği gibi.22 Kısaca bir çeviri edimi de bizzat bir kültürel
edim olarak tanımlanabilir.
Diğer taraftan çevirinin kültürü etkilediği olgusu ele alınacak olursa, çeviri kültürü
muhafaza eden ve aktaran bir araç olarak da tanımlanabilir. Çeviri, nitelikleri
özelliklerine bakıldığı iddia edilebilir. Hem roman, tiyatro gibi Batı yazın türleri Türk kültürüne
aktarılmış ve özgün örnekler dahi ortaya çıkmıştı. Şiir de nazım yerine nesir Avrupa’da olduğu gibi
kullanılmaktaydı. Tanzimat döneminden başlayarak bu merhaleler geçilmişti. Bu göz önünde tutulursa,
Zohar’ın iddia ettiği gibi “genç, küçük ve gelişmekte olan uluslarda çeviri kültür evriminde daha merkezi
bir rol oynar” yargısı için doğru ama eksik denilebilir. Çünkü görüldüğü gibi her zaman edebi eserlerin
yokluğundan değil, farklı ideolojik amaçlar doğrultusunda da yazın türüne yönelme söz konusu olabilir.
20
http://de.wikipedia.org/wiki/Kultur#cite_ref-1 (15.04.15)
21
Çeviriyi, iletişimin belli bir türü olarak, iletişimi ise etkileşimin belli bir türü olarak ve etkileşimi de
eğer bir amaca yönelik ise eylem olarak niteliyoruz (krş. Ammann, 2008: 33). Bunun yanı sıra Vermeer
çevirinin mutlaka bir amacının bulunduğunu söyler (1984).
22
Mustafa Demirci’nin Beytü’l-Hikme adlı eserinde çevirinin etrafında gelişen tüm eylemlerin bir kültüre
dönüştüğünü ve Dimitri Gutas’un Yunanca Düşünce Arapça Kültür eserinde bu uğraşların tam 200 yıl
boyunca sürdüğü ve nesilden nesle aktarıldığı anlaşılmaktadır. Yine Mehmet Hakkı Suçin’in Arapçaya
Çevirinin Serüveni adlı eserinden benzer düşünceleri çıkarmak mümkündür.
38
bakımından kendi içerisinde kültürü dille beraber muhafaza etmek gibi bir işleve
sahiptir. Aslında kültür çekirdek, dil onun etrafındaki meyve ve çeviri dış kabuk gibi
gösterilebilir. Belirli bir kültürdeki ürünü çevirmek suretiyle o ürün başka koruma
kaplarına yerleştirilmiş olur, fakat bu esnada kültürel muhtevada değişiklikler/kayıplar
söz konusu olabilir. Çeviri insanlık tarihi boyunca, Mezepotamya’dan Anadolu ve Antik
Yunan’a; Kuzey Afrika, Bizans ve Orta Asya topraklarından Arap Yarımadası’nın
kuzeyine, tekrar Kuzey Afrika üzerinden Avrupa’ya doğru medeniyetin aktarılmasında
önemli roller üstlenmiştir. Kültürün de salt görme-öğrenme yoluyla değil, aynı zamanda
duyma/okuma-öğrenme gibi bir aktarılma özelliğinin bulunmasından, çevirinin bu
yollardan ikincisini üstlendiğini ve bu sayede de kültürün aktarıldığı da söylenebilir.
Ancak burada çevirmenin ve çeviri yönteminin önemli bir rolü bulunmaktadır; çünkü
Vermeer’in de dediği gibi bir kültür uzmanı olarak çevirmen neyi kültürel anlamda
aktarmak ve neyi elemek isterse sorumluluğu kendisine aittir.
Bir toplumun çeviriler yoluyla topyekûn bir kültür değişimine gitmesi (yani bu
araştırma açısından bakıldığında Batılılaşması) pek olası görülmemektedir. Çünkü
kültür bir üst yapı niteliği taşımaktadır. Toplumun din, sanat, teknoloji, görgü, eğitim,
yemek, hukuk vb. farklı alanların sembolleri vasıtasıyla devşirdiği anlamlar bütününden
teşekkül eden kültür bu alt alanlarının birisinin farklı bir etkileşime girmesi sonucu
(örneğin edebiyat dizgesinde Batı edebiyatından eserlerin çevrilmesi suretiyle) üst
yapıyı kökten dönüştürücü bir güce kavuşması beklenemez23. Bu konu yukarıda da
ayrıntılı bir biçimde ifade edilmişti. Kaldı ki, çevirilerin (örneğin yazın çevirilerinde)
yazın dizgesinde yerli sembollerle mücadele etmesi gerekmektedir. Öncelikle bunları
tesir altına alıp, burada belirli bir dönüşümü sağlayabildikten sonra kısmen dönüşmüş
olan bu dizge diğer dizgelerdeki sembollerle mücadeleye girişebilecektir24.
23
Belki de tarih boyunca belirli ideolojiler bağlamında (ırkçı-milliyetçi, sosyalist vs.) gerçekleştirilen ve
toplumun dönüşüm yaşamasının hayalini kuranlar bu noktada yanılmaktaydı. Çeviri, kültürü yaratan
dizgelerin bir ya da bir kaçına nüfuz edebilir, bu hangi dizgeye yönelik çeviri yapıldığına bağlıdır. Fakat
diğer dizgeler bir direnç gösterecek ve bir topluluktaki egemen kültürü değişmeye zorlayacaktır.
24
“Toplumun kültür katındaki yapıtlarının, bir kere oluştuktan sonra yapılarını zor kaybetmelerine
bunların ‘özerkliği’ diyoruz. Kültür yapıtları bir dereceye kadar özerk yapıtlardır” (Mardin, 2011: 54). O
halde yukarıda da ifade edildiği üzere her bir dizgenin özerkliği sayesinde dışarıdan gelen ve kültürü
dönüştüren etkileri veya gücü bulunacak şeylerin öncelikle bu özerk yapıyla mücadele etmeleri
gerekmektedir. Ayrıca bir kültürün içerisinde edebiyat dizgesinin ve onun ürettiği sembollerin anlamının
mı daha çok üst yapıdaki kültüre etkisi olduğunu yoksa örneğin yine bir alt yapı kabul edilebilecek din
39
Batı merkezli bir sosyokültürel evrim teorisi ise çevirilerin Batı’dan gerçekleştirilmesini
uygun bulur. Bu bakış açısında Batı dışındaki daha az gelişmiş toplumların da
gelişebileceği, Batı’ya yetişebileceği düşüncesi vardır. II. Meşrutiyet özellikle böyle bir
bakış açısının varlığının hissedildiği bir dönemdir25.
Çeviri kültür ilişkisinin farkına Almanlar da varmıştır. Gürçağlar’a göre, 18 ve 19.
yüzyıllarda Alman romantikler çeviriyle ilgili düşüncelerinde, çevirinin kültürle
ilişkisine dikkat çekmişler ve Alman ulusu, kültürü ve edebiyatının oluşumundaki
etkisini dile getirmişlerdir (Gürçağlar, 2005: 14).
Salt edebiyat çevirilerinin ya da hukuki, bilimsel vb. çevirilerin kültürü dönüştürücü bir
rolünün olduğunu söylemek çok zordur. Çünkü kültür farklı ve birden çok sembol
sistemiyle ilişki içerisindedir. Bunların birbiriyle etkileşimi söz konusudur. Oysa
edebiyat sisteminin yarattığı semboller diğer kültürün altında var olan sistemlerin
sembolleriyle bir sentez için yarışmak durumundadır. Bu ilişki neticesinde oluşacak
anlamlar sayesinde kültür evvela ilişkiye girdiği alt kültürle sentezler üretip, oradan
diğer kültürel sistemleri dönüştürecektir ve nihayet kültür alt kümeleri arasında kültür
denilen en büyük küme etkilenmiş olacaktır26.
Çeviri karmaşık bir davranış biçimdir ve belirli bir iletişim durumunda yer almaktadır.
Bu iletişim durumu ise belli bir zaman ve çevrede bulunan bir hedef kitleye dönüktür.
Bu hedef kitlenin davranışlarını biçimlendiren bir kültür söz konusudur. Bir kültürdeki
bireyin davranışlarını şekillendiren üç etmenden bahsedilebilir:
dizgesinin mi kültüre daha çok etkisinin olduğunu “kültür aktarımı” konusundaki araştırmalarda dikkate
almak gerekir.
25
August Comte, Herbert Spencer ve Lewis Henry Morgan’daki gibi Erken Sosyokültürel Evrim teorileri
19. yüzyılın sonlarından birinci dünya savaşının sonuna kadar çok rağbet görmekteydi. Bu teorilere göre
toplum önceleri ilkel bir durumdan başlayarak zamanla daha medeni duruma gelmiştir. Batı odaklı bu
bakış açısı aynı zamanda Batı’nın kültür ve teknolojik seviyesini gelişmiş/medeni olarak görmektedir. Bu
sayede geçmişteki sömürgecilik ve köleleştirme ile öjenik politikaları meşrulaştırmaktalardır
(https://de.wikipedia.org/ wiki/Soziokulturelle_Evolution, 13.07.15).
26
Buradaki fikirler Şerif Mardin’in (2011: 53) görüşlerinden yararlanılarak yazılmıştır: “Sembollerin
anlaşmasını sağladığı, elle tutulamaz fakat şekilli ve şekillendirici kültür alt sistemleri içine; teknoloji
sistemleri, siyasal ve iktisadi meşruluk modelleri, çocuk büyütme, din, eğitim, ‘görgü’ usulleri ve hukuk
sistemleri girmektedir. Önemli olan bunlardan her birinin kendi içinde, toplumun fertleri için anlam ifade
eden bir sistem olarak çalışmasıdır. Bölümler kendi aralarında da anlamlı bir sitem ortaya çıkardıkları
derecede bir kültür bütününü meydana getirirler.”
40
1. Bireyin içinde yer aldığı belirli bir zamandaki genel toplumun durumu (örnek:
Ekonomik kriz dönemi)
2. Yine belli bir zamanda bireyin içinde bulunduğu fiili durum (örnek: Askerlik
durumu)
3. Bireyin belli bir zamanda içinde bulunduğu ruhsal-duygusal durum (örnek: Bir
yakının ölmesi) (Armmann, 2008: 42)
Bireylerin içinde bulunduğu bu durumların tamamını hiyerarşik olarak ele aldığımızda
toplumun belirli bir zamanda bireyin davranışını etkileyen durumuna kültür27 denir.
Kültüre daha ayrıntılı bakıldığında ise:
a) Parakültür: belirli bir toplumun genelinin kültürü
b) Diakültür: belirli bir grubun kültürü
c) İdiokültür: belli bir bireyin kültürü (Reiß ve Vermeer, 1998: 181)28
Bu farklı kültür birimlerin birbirine tesir etmesi söz konusu olacaktır. Ancak bir
çevirmenin çeviri gerçekleştirirken öncelikle yukarıdaki 1, 2 ve 3. durumdan
etkilenmesi ve bununla beraber a, b ve c’nin tesiri altında olması söz konusudur. Bu
bakımdan bir kültür içerisinde çağdaş iki farklı çevirmenin aynı eseri çevirmesi ele
alınacak olursa a+b aynı olsa dahi çevirmenlerin idiokültürü farklılaşacağı için erek
metinde farklılaşmalar yaşanacağı muhakkaktır. Diğer yandan aynı metnin bir çevirmen
tarafından iki defa çevrilmesi durumunda da farklılıkların ortaya çıkması beklenmelidir,
çünkü tüm yukarıdaki etmenler aynı kalmış olsa dahi sadece 3’ün anlık değişme
olasılığından dolayı farklı bir çeviri ortaya koyması beklenebilir. Yukarıdaki tüm (1, 2,
3; a, b ve c) parametrelerin farklı kombinasyonlar oluşturmasıyla bir metin çevirmen
tarafından algılanır ve buna göre bir anlam üretilir ve sonuç olarak çevirmen hedef
kitlesinin aynı parametreleri kendi öznelliğinden yola çıkarak aşağı yukarı kestirir ve
buna göre bir çeviri gerçekleştirir.
27
Vermeer’e göre kültür, “bir toplumun ya da bireyin sergilediği davranışları yönlendiren normların,
uzlaşımların ve kanıların (değer hükümlerinin) bütünü” demektedir (aktaran Armmann, 2008: 43).
28
Vermeer ve Reiß Die Allgemeine Translationsthorie adlı eserinde çeviri eylemini etraflıca
betimlemektedirler. Netice itibariyle böyle bir eylemin (Leipzig okulu gibi) “diller arası bir iletişim”
olarak değil, “kültürlerarası bir iletişim” olduğunu vurgulamışlardır.
41
Çeviride bir iletişim gerçekleştiği düşünülürse ve bu iletişimin iki farklı kültür arasında
gerçekleşen bir iletişim olduğu da göz önünde bulundurulursa, çevirinin kültürlerarası
bir iletişim aracı olduğunu da kabul etmek gerekir. Dolayısıyla iki farklı kültürün kendi
içinde barındırabilecekleri bazı uyuşmazlıkların çevirmen açısından aşılması gereken bir
sorun olduğu ortaya çıkmaktadır. Fakat Holz-Mänttari’nin (1984) Çeviri Eylem
Kuramı’na göre çevirmen kültürlerarası bir çeviri uzmanıdır ve bu gibi sorunları aşmak
onun görevidir.
Belirli bir kişiye bilgi ulaştırmak istendiği zaman karşıdaki kimsenin nasıl bir bilgi
seviyesinde bulunduğu kestirilir ve verilecek mesaj buna göre oluşturulur. Dolayısıyla
çevirmen de hedef kitlesinin bilgi düzeyini ve durumunu baştan (kestire)bildiği (uzman
çevirmenin bildiği varsayılır) için o, iletmek istediği bilgiyi de buna göre yani hedef
odaklı kılacaktır. Bu bakımdan çeviri belirli bir erek kitleye yönelik olacağından dolayı
çevirmenin oluşturacağı erek metnin de erek odaklı olması, yani erek kitlesinin bilinç
(kültür durumunu da içinde düşünülmelidir) durumuna göre çeviri gerçekleştirmesi
beklenir. Çevirmenin böyle bir eyleme girişmesinin varsayılmasının sebebiyse
çevirmenin en iyi düzeyde anlaşılmak istenmesi, gerçekleştirdiği çevirinin erek kitlede
işlevsel olması ile bağdaştırılabilir. Bu bakımdan erek kültürün ve erek kitledeki bilinç
düzeylerinin önceden biliniyor olması gerekmektedir.
1.3.2. Çeviri İdeoloji İlişkisi
Çeviri ve ideoloji kavram olarak ortaya çıktıkları dönemler açısından ele alınırsa,
çevirinin çok daha eskilere dayandığı görülecektir. Armmann’ın belirttiğine göre, çeviri
iletişim sağlamak amacıyla gerçekleşen özel bir etkinlik olarak tanımlanabilir
(Ammann, 2008: 33). Daha somutlaştırılmış ifadelerle, çeviri etkinliğinin birincil amacı
iletişimdir, fakat aynı zamanda bir insani eylem olarak çeviri eyleminin birden fazla
amacı da bulunabilir. Dolayısıyla çeviri eyleminin iletişimde bulunma amacının yanı
sıra, bu iletişim sayesinde ideolojik öğeleri hedef kitlesine aktarma gibi bir diğer amacı
da bulunabilir. Belirleyici olan ise çeviriyi bir araç olarak kullanan kimsenin hangi
amaçla çeviri yaptığıdır. Bu noktainazardan bakılınca, çevirinin, özü bakımından
aslında amaç değil, sadece araç olduğu anlaşılmaktadır. Onu araçlaştıran farklı
amaçların olabileceği, bu amaçların onu kullanan bireyler, gruplar, kurumlar tarafından
oluşturulacağı görülebilir.
42
Alev Bulut’un yaklaşımı ideoloji ve çeviri ilişkisini ikiye ayırması açısından oldukça
sade ve anlaşılır bir bakış açısının gelişmesine yaramaktadır. Bulut’a göre bu ilişki
şöyledir:
1. Genel ve dil kullanımına ve çeviri kararlarına doğal, insani olarak sirayet etmiş olan
2. Öznel, kişisel ve özel, yani ideolojik çevirinin kasıtlı yapılmış olan (Bulut, 2008:
14).
İdeolojinin tanımına bakılınca insanoğlunun doğal bir biçimde belirli bir ideolojinin
etkisi altında olduğu görülür. Özellikle kitle iletişimine açık, aydın sınıfında olması
beklenebilecek bir çevirmenin iç âleminde belirli bir ideolojisinin bulunması güçlü bir
olasılıktır (1. madde). Diğer taraftan çeviri uğraşının entelektüel bir faaliyet olması
hasebiyle bizzat ideolojinin kendine kolaylıkla yer bulduğu bir vadide üretildiğini de
düşünmek gerekir. Sonuçta çeviri, arkadaşların bir araya gelerek hafta sonu balık tutma
gibi nötr bir ideolojiye sahip olduğu varsayılabilecek bir eylem değil; aksine suni bir
biçimde ideolojik bir eyleme dönüştürülebilecek kapasiteye sahip bir alandır.
Gerektiğinde bilinçli/kasıtlı bir biçimde ideolojik amaçlar doğrultusunda kullanılır (2.
madde).
Bulut’un ayrımı bağlamında, okuduğunuz araştırmanın ideolojik çeviriden anladığı
şeyin ikincisi olduğu ve ideolojik çeviriyi de böyle ele aldığı hatırda tutulmalıdır. Ancak
ilişkiler açısından çevirinin ideolojiyle birinci maddede olduğu gibi bir ilişkisinin
olabileceği de gözden kaçırılmamalıdır. Çünkü “dil kullanımı başka herhangi bir
ideolojik görüş ve amaçla yönlendirilmediğinde bile yeterince ideolojik bir davranıştır”
(Bulut, 2008: 15). Buna Almanya’dan örnek verilebilir: Almanya’da yaşlı ve dindar
(özellikle güney Almanya) olan ve hatta kırsal kesimde yaşayan kimselerin
Almanya’nın kuzeyinde ve Hamburg gibi büyük şehirlerinde yaşayan orta yaşlardaki
kimselere kıyasla selamlama ifadeleri farklıdır. Güney Almanya’da yaşayan yaşlı
kesim, dini bir referansı olan “Grüß Gott” ifadesini kullanırken, kuzey Almanya’daki
kimselerin bunun yerine seküler bir referansı olan “Hallo” ifadesini kullandığı görülür.
Bunun altında yatan sebep sadece bölgesel kültür değildir (diakültür), fert dinî mi yoksa
daha seküler mi bir ideolojiye sahiptir, bu husus da belirleyicidir. Dil kullanımında
sözcüklerin doğaüstülükten arındırılmasının ve pratikte de böyle kullanılmasının
ardında bir seküler ideoloji olduğu söylenebilir. Althusser’in de belirttiği üzere (bkz.
43
Althusser’le ilgili bölüm) pratikler (burada örneğin dil kullanımları) ideolojinin kendini
gerçekleştirdiği yerlerdir. İdeoloji öznelerin pratiklerinde var olur. Bu bakımdan da
çeviri ve ideoloji arasında bir bağ mümkün görülmektedir. Çevirinin araç olduğu ve
ideolojinin amaç olduğu bir biçimde çeviri ve ideoloji arasında bir ilişkiden
bahsedilebilir.
1.4. İdeolojik Çeviri Kavramı
Serbestçe seçim yapma görüşü liberaller arasında yinelenen bir kalıptır ve oy verme,
alışveriş yapma ve eş seçme gibi sayısız duruma uygulanır. İdeolojiler aslında somut
etkinliklerde mevcuttur ve biz bunu, farkında olmadan, doğamızın bir parçasıymışçasına
hayatımızda tatbik ederiz. Oysa gerçekleştirilen eylem sorgulandığında, bu eylemin öyle
değil de böyle gerçekleştirilmesinin altında ve derinlerinde yatan bir sebebin olduğu
ortaya konulacaktır (krş. Freeden, 2011: 35).
Çeviri eylemi de insani eylemlerden bir tanesi olduğuna göre, bu eylem türünün de bir
ideolojik arka planı olduğu söylenebilir. Topluma dönük, toplumu ilgilendiren ve
gündelik yapma etme biçimlerinin köklerinde bulunan ya da referans alınan belirli
sistemli düşünce yapıları bulunmaktadır. Bu tür eylemlerin bilinçli ya da bilinçsizce
ama her halükarda referans alınarak gerçekleştirildiği kabul edilir ve çeviri de böyle bir
eylem olarak görülürse, her çeviri ideolojik çeviri şemsiyesi altına alınmak durumunda
bırakılır. Burada önemli bir ayrıda varmanın gerekliliği görülmektedir:
a) İdeolojik referansların farkında olarak gerçekleştirilen her tür çeviri eylemini
ideolojik çeviri olarak tanımlamak doğru mu?
b) İdeolojik referanslarının pek de farkında olmadan salt öznel doğrular kapsamında
gerçekleştirilen bir çeviri eylemini ideolojik çeviri kapsamına almamak önerilebilir mi?
Gerçek şu ki, eylemlerimizin ideolojik olmadığı yönünde bir düşünce kulağa hoş gelse
de, bunun böyle olmadığını söylemek gerekir. Çünkü “düşüncelerimizin kanıtları
eylemlerimizde ve sözcelerimizde yatar” (Freeden, 2011: 35). Fakat yine de ideolojik
referansları bilinçli bir biçimde çeviri eylemlerinde belirleyici kılanlar ile ideolojik
referanslarından gafil bir biçimde gerçekleştirilen çeviri eylemleri arasında bir fark
ortaya koymak gerekli görünmektedir. Çünkü bunların ikisi de aynı dinamiklerden yola
çıkarak gerçekleştirilen eylemler değildir. Yine de birincisini ideolojik çeviri olarak
44
sınıflayıp, diğerini ideolojik olmayan bir çeviri olarak sınıflandırmak çok doğru bir
yaklaşım gibi görülmüyor. Peki, yeni bir ideolojik çeviri kavramı nasıl olabilir?
İdeolojik referansların bilincinde, onlara dayanarak gerçekleştirilen çevirinin “bilinçli
ideolojik çeviri” olarak kavramlaştırılması; ideolojik referansları bulunmayan, en
azından bunun farkındalığı içerisinde olmayan bir çeviri eylemini de “bilinçaltı
ideolojik çeviri” olarak sınıflandırmak belki bir kavramlaştırma önerisi olarak ortaya
atılabilir. Buradan çıkan sonuç her nevi çeviri eyleminin ideolojik bir takım yönlerinin
bulunduğudur. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere, bunların sadece bilinçli mi ya da
bilinçaltı bir ideolojinin tesiriyle mi eyleme döküldüğü konusunda farkı ortaya koymak
çeviri eyleminin mahiyetini doğru anlama ve doğru değerlendirme imkânı
tanıyabilecektir.
Birinci gruptaki çevirilerin aslında ideolojik çeviri olmadığı sonucuna varılabilir. Başka
bir deyişle, bir erek metnin ideolojik öğeler içermesi, bu metnin topluma belirli bir
ideolojiyi benimsetmek ve bu doğrultuda düşünce ve davranış geliştirmek amacı yoksa
bu metnin “ideolojik çeviri” olmadığını ifade edebiliriz. Toplumu değiştirme amacı
olmayan çeviri eylemlerinde ideolojik çeviriden bahsetmek ne kadar doğru olur?
Toplumun değer yargılarıyla örtüşen, toplumun asırlardır özümsediği ve nesilden nesle
aktardığı dil, kültür gibi değerleri içeren metinlerin çevirisini ideolojik olarak
tanımlamak doğru olmasa gerektir. Çünkü yukarıda farkı ortaya koyulan iki türlü
ideolojik çevirinin birincisinin doğal bir süreç olduğu ve en başta ifade edilen ve
ideolojiden beklenen 10 maddelik tanımlamalara uymadığı görülecektir.
İkinci maddede olduğu gibi ideoloji odaklı çeviri eylemi, çevirinin yapıldığı kaynak
kültüre bakılarak bile anlaşılabilir. Belli bir kültürden sürekli çeviri yapıyor olmak o
kültürü kabul etmek, yüceltmek ve diğerlerini aşağı görmekle ilgili olabilir. Yine bir
metnin erek kültür normlarıyla çelişen taraflarını budayıp sadece erek kültür normlarıyla
barışık olanları muhafaza etmek de ideolojik odaklı bir çeviri olarak kabul edilebilir
(Fawcett ve Munday, 1998: 139). Burada dikkat edilirse çeviriyle ilgili hep bilinçli,
planlı bir ideolojik eylemden bahsedilmektedir.
İdeolojik çevirinin doğasına dair anlaşılması gereken önemli bir husus vardır. Burada
Alman çeviribilimci Hans J. Vermeer’in Çevirinin Doğası (2008: 166) adlı makalesine
başvurmak istiyorum:
45
“ […] İstanbul’da Boğaz kıyısında dolaştığımı düşünün. Bir yerde metal bir levha
üzerinde gördüğüm büyük siyah noktaları bir ok ile bir harf dizisi olarak
algılıyorum diyelim. Harfler bir sözcük oluştururlar: Taksim. Levhanın işlevini
kavrayarak Taksim’e gitmek için sola dönmem gerektiğini anlarım. Levha bir
gösterge midir? Günün birinde işçilerin geldiğini, levhayı kaldırıp çöpe attığını
varsayalım. Levha yine bir gösterge midir? Çöp yığınında levhayı gören hiç kimse
sola dönüp yandaki çitin üzerinden atlayarak Taksim’e gitmeye çalışmayacaktır.
Levha belli bir yerde (çevrede, durumda) o belli yerde yerine getirmesi amaçlanan
işlevi anlayan herhangi birisi için olası bir gösterge işlevi görür. Olası bir
göstergeden söz ediyorum çünkü kimse o yöne gitmek ya da göstergeyi bu şekilde
yorumlamak zorunda değildir. Çocuklar gelip levhaya taş atabilirler. O zaman
levha onların hedefi işlevini görür. Bu durumda hala gösterge midir peki? Artık
işlevi taş atılacak bir hedefe dönüşmüştür. […] Biçim ile işlev birbirinden
ayrılabilir. (a.g.e. 166)”
İdeolojik çeviri açısından bakıldığında da durum aynıdır. Öncelikle ideolojik çevirinin
belirli bir bağlamda işlev görmesi söz konusudur, tıpkı çevirinin doğası ya da
göstergelerin doğasında olduğu gibi. Çevrilen eserlerin ilk bakışta herhangi bir ideolojik
yönü olmayabilir. Ancak belirli bir durum ve çevrede çevrilmiş eserlerin ideolojik bir
işlev üstlenmesi söz konusu olabilir. Diğer yandan aynı durum ve çevrede tüketilen
(ideolojik amaçla çevrilmiş olan) kaynak metnin tüketicisi değişince işlevinin de
değişebileceği düşünülebilir.
Akla ideolojik çeviri gerçekleştirecek olan bir çevirmenin ideolojiye hâkim olması
gerekir mi gerekmez mi, sorusu gelebilir. Bir ideolojik çeviri için ne kaynak metnin
ideolojik öğeler içermesi ne de çevirmenin özellikle ideolojik öğeleri erek metne
eklemesi gerekir. Bir çeviri metni hiçbir ideolojik öğe içermeden de zaman, çevre,
bağlam ve hedef kitlesine göre ideolojik işlev görebilir. Çevirmenin tüm bunlardan
haberdar olması da gerekmez. Ancak çeviri aktörlerinin en azından birisi bu amacın
bilincinde olmalıdır ki, çevirinin ideolojik olduğu ifade edilebilsin. Aksi halde çeviri
doğal dil kullanımlarından ötürü zorunlu bir biçimde ideolojik çeviri olarak
değerlendirilebilir, fakat bir karışıklığa sebebiyet vermemek için bu durumu ideolojik
çeviri dışında (bilinçdışı ideolojik çeviri) tutmak gerekir.
Anton Popoviç’e göre çevirinin amacı bazı zihinsel ve estetik değerleri bir dilden
diğerine aktarmaktır. Fakat bu aktarma işlemi doğrudan doğruya yapılmaz ve kendi
içerisinde de bir takım güçlükler barındırır. Aktarım esnasında (kaynaktan erek metne
geçişte) örneğin bir sanat eserinde ciddi kayıplar yaşanır. Fakat bunun tam tersi bir
sonuç da ortaya çıkabilir çeviri metninden (2008: 87). Buradan yola çıkarak kaynak
46
kültürde sanatsal-ideolojik bir işlevi olan, ya da özel bir ideolojik öğe barındırmayan
kaynak metnin erek kültüre aktarıldığı zaman çevirmenin belirli/amaçlı deyiş
kaydırmaları sayesinde erek metnin ideolojik işlevinin artırıldığı görülebilir. Görülmesi
gereken, çevirmenin kaynak metni dönüştürme kabiliyetine sahip olduğu, ancak burada
da erek dilin-kültürün imkânlarıyla çevirmenin kısıtlandığıdır. Diğer yandan Popoviç’in
de belirttiği gibi çeviri aktarımı esnasında bazı ciddi kayıpların yaşanması da söz
konusu olabilir ve bu bakımdan istenilen etki erek kitle üzerinde ortaya çıkmayabilir.
Hatta erek dilin kaynak dile ait ideolojik kavramları barındırmadığı da düşünülebilir, bu
durumda çevirmenin marifeti önemli rol oynar, ancak asıl düşünülmesi gereken, bu gibi
durumlarda ideolojik öğelerin erek kitleye ulaşmadan tahrifata uğrayabileceğidir.
Buna ilaveten yabancı ideolojilerin yerli ideolojilerle doku uyuşmazlığı da söz konusu
olabilir. Yani belirli bir kültürde toplumsal sorunlara cevap mahiyetinde ortaya çıkmış
ideolojilerin başka bir kültürde aynı toplumsal sorunların var olmamasından dolayı ya
da farklı bir tonda yaşanmış olması dolayısıyla, çeviri yoluyla aynı ideolojinin kaynak
kültürde kaynak kitle üzerinde doğurduğu etkinin erek kitlede de oluşmasını beklemek
gerçekçi görünmeyebilir. Bu bakımdan ideolojilerin mahiyetinin kültür odaklı olduğu
da düşünülebilir, fakat her ideolojinin belirli bir düzeyde evrensellik arz eden tarafı
vardır. Çünkü insan olmanın evrenselliği gereği, benzerliklerin de bulunması bir hakikat
olarak ortadadır. Bu bakımdan bir ideoloji başka bir kültürden doğrudan aktarılmaya
çalışılırsa, erek kültürde kayıplar yaşanması olasıdır. Fakat ideolojik çevirinin,
içerisinde mutlak surette ideolojik öğeler barındırması gerektiği fikri bir yanılgıdan
ibarettir. Çünkü belirli bir çevre ve durumda sıradan (evrensel) olan bir söylem, bilginin
erek kitleye sunulmasıyla ideolojik bir işlev üstlenebilir. Bunun nedeniyse çeviri
metninin belirli bir çevre ve durumda farklı işlevlere sahip olabileceği ve bu işlevler
arasından
ideolojik
işlevin
de
bulunduğu
gerçeğidir.
1.4.1. Bilinçli ve Bilinçdışı İdeolojik Çeviri
Yapay bir biçimde yapılandırılmış, toplumun alışılagelmiş değerleriyle, yaşama
biçimleriyle ilintisi bulunmayan düşüncelerin iktidarı elinde bulunduran ya da iktidar
olmayı amaçlayan bir takım odaklar tarafından kullanılması daha evvel ideoloji tanımı
kapsamında ele alınmıştı (krş Freeden, 2011). Bu açıdan bakıldığında ideolojik
çevirinin aslında ideolojik çeviri olmadığı sonucuna varılabilir. Daha yalın ifadeyle, bir
47
erek metnin ideolojik öğeler içermesi onun ideolojik çeviri olduğu anlamına
gelmemelidir.
Bu erek metnin topluma belirli bir ideolojiyi benimsetmek ve bu
doğrultuda düşünce ve davranış geliştirmek suretiyle iktidara gelmek ya da iktidarı
korumak gibi emelleri bulunmayabilir. Bu erek metin salt ders kitabı olup bilgi verme
amacı da taşıyabilir. Bu durumda ideolojik bir çeviriden bahsetmek doğru olmaz.
Toplumu değiştirme amacı olmayan, çeviri eylemini buna yönelik tasarlamamış,
uygulamamış, böyle bir amacı bilinçli bir biçimde bulundurmamış çeviri eylemlerinde
ideolojik çeviriden bahsetmek yanlış olur. Ya da en azından “bilinçli bir ideolojik”
çeviriden bahsetmek doğru olmaz.
Bir çeviri eyleminin “bilinçli ideolojik çeviri” sınıfında görülmesi için o çeviri eylemini
yürüten aktörlerin öncelikle belirli bir ideolojiyi bilinçli bir şekilde referans alması
gerekir. Çeviri eyleminde rol alan ya da dışarıdan ideolojik amaçlarla bu eylemi
yönlendirebilme gücü olan kimselerin bulunması lazımdır. Dikkat edilirse, kaynak
metnin ideolojik bir nitelik taşıyor olması önemli değildir. Dolayısıyla buradan da
anlaşılacağı üzere “bilinçli ideolojik çevirilerin” belirli/tasarlanmış bir amacının
bulunması şartı olduğu söylenebilir. Aksi durumda, özel tasarlanmış ideolojik bir amaç
bulunmadan, aktörlerin salt kendi doğal kültür-dil (dolayısıyla ideoloji) kullanımlarıyla
gerçekleştirdikleri çeviri eylemlerinde (ve belki de kaynak metnin içeriği dolayısıyla
ideolojik öğeler içermesi) çevirinin “bilinçli ideolojik çeviri” olarak tanımlanması için
gerekçe izhar etmez.
Peki, böyle bir çeviri gerçekleştirildiği zaman, bilinçli olan ideolojik çeviriden nasıl
ayırt edilmelidir? Böyle bir durumda bu tür bir çeviri için “bilinçdışı ideolojik çeviri”
kavramı önerilebilir. Fakat hiçbir karışıklığa sebebiyet vermemek için, hiçbir ideolojik
amacı olmadan ve sadece doğal dil-kültürden ileri gelen ideolojiyle ortaya çıkan erek
metinlere sıradan bir çeviri gibi muamele edilmesi daha kolay görülmektedir. Her
çevirinin ideolojik yönünün bulunduğu bir gerçektir ve bu, çeviri araştırmacıları
tarafından da bilinmelidir. Fakat ideolojik çevirilerin de kendi içerisindeki farklılıklarını
görmek ve ifade etmek açısından bilinçli ve bilinçdışı ideolojik çeviri sadece kuramsal
bilgi olarak işe yarayabilir. Böyle bir sınıflandırma çeviri eylemin doğasını anlama
bakımından, çeviri eyleminin hedef kitleye aksettireceği sonuçlarını yorumlama
açısından çeviri araştırmacı açısından bir önem taşıyabilir. “Bilinçdışı ideolojik çeviri”
48
ile aynı kaynak metnin “bilinçli ideolojik çeviri” eylemi arasında strateji, metnin
görselleri, sözcük tercihleri bakımından, hangi çevirmenin tercih edildiğinden, kapak
resmine, eser adından, dipnotlardan, alt başlıklarına ve finansörlerinin farklı olmasına
kadar, hatta çeviriyle amaçlanan işlevin değişmesi gibi birçok farklılıklar bulunabilir. O
zaman ürünün hedef kitlesiyle buluşmasında, hedef kitlenin vaziyet alışı29, onun
evvelinde çevirmenin makro ve mikro stratejileri30 ve ondan da önce işverenin31 hangi
çevirmenle ya da yayın eviyle çalışacağı gibi birçok başka kararların açıklanmasında
yardımcı ve yol gösterici bilgiler bu ayrım sayesinde ortaya konabilir.
Bilinçdışı gerçekleştirilecek ideolojik çeviriyi daha ayrıntılı açıklamak gerekirse
Freeden’in ideoloji hakkındaki tanımlamalarından bir tanesi özellikle bu konuyu
ilgilendirmektedir: “Bizler, farkında olsak da olmasak da, bütün yaşamımız boyunca
ideolojiler üretir, yayar ve tüketiriz” (Freeden, 2011:8). Çoğu insan kendi yaşamını
ideolojilerden arınmış bir biçimde sürdürdüğünü, yapma-etmelerini gerçekleştirdiğini
düşünür. Oysa derinlerde bir yerde ideolojinin insan üzerindeki tahakkümünü, yapıpetmelerinde, söylemlerinde, tercihlerinde belirleyici olmaktadır. Buradan yola çıkarak,
bir ideoloji üretiminde, yayılmasında ve tüketiminde bilinçdışı (farkında olmadan)
hareket edebiliyorsa insan, çeviriyi de buna farkında olmadan araç yapabilir. Yani bir
çevirmen ya da çeviri eyleminde rol alan herhangi bir aktör bilinçdışı belirli bir
ideolojiye hizmet edici bir çeviri eyleminde (üretiminde) bulunabilir. Yukarıdaki
tanımdan da yola çıkarak, ideolojik çevirinin illa bilinçli gerçekleşmeyeceği
anlaşılmaktadır. O halde böyle somut bir olguyu adlandırmak/kavramlaştırmak adına
“bilinçdışı ideolojik çeviri” demenin bir mahzuru yoktur, aksine yararı vardır.
Bilinçdışı İdeolojik Çeviri için Alev Bulut’un tespitlerine yer vermek suretiyle yukarıda
izah edilmeye çalışılan doğal ideoloji kullanımlarına biraz daha açıklık getirebiliriz:
“Günlük yaşamımızda hangi amaçla ve hangi durumda yapılırsa yapılsın çevirinin
ve çeviri sürecinin ideolojiden arınık olamayacağını biliyoruz. Çünkü çevirinin de
içinde yer aldığı iletişim süreçleri başlı başına kişisel ya da toplumsal öncelikler,
29
Vaziyet alış kavramı Şerif Mardin tarafından toplumun ideoloji karşısındaki tutumunu açıklamak üzere
kullanılmıştır (bkz. Din ve İdeoloji).
30
Makro ve Mikro Strateji kavramları için Hans Hönig’e bakınız.
31
İşveren kavramıyla çeviri eyleminde tam olarak ne anlatılmak istendiğine Justa Holz-Mänttäri’nin
çeviri eylem kuramını inceleyiniz.
49
hatta bazen devlet çıkarları gibi yüksek amaçlar, tutumlar, niyetler ve bunları
yönlendiren dünya görüşlerine ve bakış açılarına, yani ideolojilere, bağımlıdır.
Çeviri işleminin taşıyıcısı olan dilin kullanımı, insanın bütün davranış ve işleri gibi
ister istemez ideolojiktir. Yinelersek, buradaki anlamıyla ideoloji, en keskin
davranış ve düşünme kalıpları değil, yaşam karşısında takınılan genel tutumlar,
geliştirilen tavırlar ve bunların dile yansıması kaçınılmaz olan halidir. Dili
kullananın nerede, ne amaçla ve kime karşı kullandığına göre somutlaşan soyut bir
düşünce çerçevesidir. Bu en baştan kabul edilmesi gereken doğal bir durumdur”
(Bulut, 2008: 28).
Bulut’un da ifade ettiği gibi ideolojiden kaçınmak mümkün değildir. İdeoloji insanın
üzerine farkında olmadan giydirilir. Cemil Meriç’in sözü burada çok yerindedir:
“izm’ler, idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleridir”. Algı ideoloji üzerinden
gerçekleşir, algıda seçici davranılır ve yorum yapılır. O halde bunun etrafından
dolanmak ve çeviri sürecini de ideolojiden arındırmak nafile bir çabadır. Burada
ideolojiye yüklenen negatif bir anlamın Napolyon’dan beri sürdüğünü, Marx’la da
pekiştiğini hatırlatmak gerekir. Marx’ın ekolünden gelen diğer ideoloji kuramcıları da
ideolojiye yönelik bu negatif bakış açısını devam ettirmiştir32.
İdeolojiden kaçışın mümkün olmadığı bilinciyle ideolojik çeviri konusu ele alındığında,
yukarıdaki ayrımın yapılması elzem görünür. Çünkü insani tüm eylemlerini sarmalayan,
doğal bir parçası gibi onun dünyayı anlamlandırmasından sözcük seçimine ve cümle
kuruluşuna kadar onun bilincini yönlendiren, kısaca dil edimlerini etkileyen ideolojinin,
çeviriye mutlaka bir yansımasının bulunması beklenmelidir. Böyle mutlak kabul edilen
bir durumda ideolojik çevirinin araştırılması da fuzuli gibi gelmektedir. Ancak burada
yine vurgulamak gerekirse, ideolojinin dil-kültür bağlamında doğal olarak insani
eylemlere sirayet etmiş hali bu çalışmanın araştırma konusu değildir. Daha doğru bir
ifadesiyle; evet, insanın tüm doğal eylemlerine sirayet etmiş bir ideolojinin bir adım
ötesinde, çeviri eylemini bilinçli bir biçimde bu ideolojik amaçlar, çıkarlar
doğrultusunda yönlendiren, tesir altında bırakan ve hedef kitlesinde de buna dönük bir
vaziyet alış amaçlayan bir ideolojik çevirinin araştırılması, tespit edilmesi, genel
karakterinin çizilmesi bu araştırmanın hedefidir. Bu bakımdan bilinçdışı ve bilinçli
ideolojik çeviri ayrımı, araştırma yöntemi bakımından oldukça yararlı görülebilir. Bulut
da bu ayrımı görmüş ve çalışmasında şu ifadelere yer vermiştir:
32
Bkz. Başlık: 1.1.
50
Bir çeviri ediminin kendi amacı doğrultusunda başarılı sayılabilmesi için kabul
edilebilir, anlaşılır, kullanıcın işine yarayan metinler üretme amacıyla çelişmez.
Burada ideoloji kavramını dilin doğasında barındırdığı kişi ve grupların düşünce ve
yaklaşımlarına görelik özelliğini politik söylem bağlamında kitleleri ikna etme ve
yönlendirme işleviyle bir arada düşünürsek böyle bir süreçte çeviri ediminin belli
bir grubun amacına hizmet etme ve çıkar sağlama işlevi kazanabileceği ortaya
çıkar. Tartışmaya açabileceğimiz herhangi bir ideolojik çeviri yaklaşımı da temel
olarak çevirinin ve dilin kullanımının kaçınılmaz ideolojik doğasından kaynaklanan
değil burada söz edilen kısıtlı tavırdır (Bulut, 2008: 28).
Bulut’un da dediği gibi çeviri belirli bir hedef kitleye yöneliktir ve çevirinin bir işlerlik
kazanabilmesi için ilgili hedef kitlenin düşünce ve yaklaşımlarına yönelik, onları ikna
etmeye, yönlendirmeye girişmesi çeviri sürecinin doğal bileşenleri arasında görülebilir.
Böyle bir çeviri eylemi Hans Hönig’in makro stratejisi ile açıklanabilir (2005: 239-241).
Çevirmen doğal olarak erek metnin hedef kitlede işler olması için benimsediği kararlar
doğrultusunda hareket etmektedir. Bu bilinçdışı çeviri yaklaşımı, dil kullanımı ve kültür
odaklı yaklaşımın bir sonucu olarak elbette ideoloji barındırır. Bulut’un ve bu
araştırmanın da tartışmaya açmak istediği konu kasıtlı bir biçimde ideolojik maksatların
rol aldığı bir çeviri eylemidir.
1.4.2. İdeolojik Çevirinin Aktörleri ve Tarafları
Çeviri araştırmaları dilbilime ve metindilbilime, oradan dizgesel bir bakış açısından
betimleyici ve işlevsel yaklaşımlara; günümüzdeyse gitgide sosyolojik araştırmalara
evrilmiştir. Dilbilim yaklaşımlarından sonraki paradigma kırılmasıyla beraber insan
unsurunun daha çok içine alındığı, çevirmenin ve çeviri aktörlerinin dikkate değer
bulunduğu kuramlar çeviribilim yaklaşımları içerisinde geliştirilmiştir.
Örneğin amaç ve işleve vurgu yapan çeviribilimci Hans. J Vermeer, çevirmenin
işvereninin amaçlarına dikkat çeker. Diğer taraftan erek kitlede çevirinin nasıl bir işlev
kazanacağının önceden kestirilmesi gerekliliği üzerinde durur. Buradan Vermeer’in
(1984) çeviriye bakış açısıyla (Skopos Kuramı) birlikte aktörlerin üzerinde durulduğu
görülmektedir. Justa Holz-Mänttäri (Çeviri Eylem Kuramı) bunu daha da ileri götürür
ve çeviriyi ele alırken doğrudan aktörlerin rol aldığı ve eylemde bulunduğu bir çeviri
eyleminden bahseder. Holz-Mänttäri’ye göre, çevirmenin merkezde bulunduğu ve
etrafından çevirmenin eylemine destek veren, çeviriyi bir iş bölüşümü mantığında
gerçekleştiren aktörler ve bu aktörleri birbirine bağlayan görünmeyen bir ağ vardır
(1984). Buradan da anlaşılacağı üzere çeviri eylem kuramı çerçevesinde, çeviri
51
sürecinde birden fazla eylemde bulunan kimselerin varlığı söz konusudur. Nihayet
çevirinin sözcüklerin başka bir dile aktarılmasından ya da metinlerin çevrilerek erek
kitleye, çevirmenin tek başına rol aldığı bir süreç gibi sunulmasından ibaret olmadığı
kanısı oluşmaya başlamıştır. Çevirinin çok daha karmaşık birden çok aktörün bir arada
iş paylaşımında bulunduğu, yönettiği ya da yönetildiği, içerisinde güç ilişkileri olan bir
ağda, çeviri ürününü ortaya çıkarmaya yönelik çalıştıkları görülür. Bundan sonra çeviri
araştırmaları da bu aktörler üzerine eğilmeye başlamış, ağ içinde bu aktörlerin
birbirleriyle bağları ve hiyerarşik ilişkileri incelenmiş, çeviriye olan etkileri araştırılmış
ve ortaya konmaya çalışılmıştır. Örneğin Lefevere bu aktörlerin görevleri bakımından
kimliklerini, birbirine olan tesirlerini, çeviriye ilişkin işlevlerini açıklamıştır33.
İdeolojik çevirinin de bu ağdan ve aktörlerin tesirinden münezzeh olduğu söylenemez.
Bu bakımdan ideolojik çevirinin aktörlerini tanımak ve tanımlamak, erek kültür
dizgesindeki çeviriye yönelik tahakküm güçlerini ideolojik çeviri araştırması açısından
ele almak ve bilmek gerekmektedir.
İdeolojik çevirinin tarafları da vardır. Bunlar yukarıda izah edilen aktörlerin pasif
olanlarıdır. Genelde ideolojik çeviri için aktif olabilme potansiyelleri de vardır ve zaten
bu yüzden çeviriyi eleştirebilme ya da tanıtıp övebilme güçleri bulunur. İdeolojik
çeviriye muhatap olurlar, ilgilenirler ve tanıtım gerçekleştirir, övücü, destekleyici
ifadeler kullanırlar. Yine aynı aktörler çevirinin büyük olasılıkla toplumsal zararlarından
yerici bir üslupla bahsedeceklerdir. Tüm bunları dışmetinler sayesinde (ileride dış
metinlere girilecek) gerçekleştirirler. İdeolojik çeviriye maruz kalan tarafların içinden
ideolojik çeviriye yöneltebilecek eleştiriler çeviri araştırmaları açısından son derece
önemlidir. Çünkü bu sayede ideolojik çevirinin varlığına yönelik veriler elde edilebilir.
1.4.3. İdeolojik Çevirinin Doğası
Bir kaynak metin kaynak kültürde hangi bağlamda, hangi amaçla kaleme alınmış olursa
olsun, bu kaynak metin kaynak okurda nasıl bir işlev görmüş olursa olsun, bunlar
(çevirmenin dil kullanımından doğan doğal ideolojik çeviri dışarıda tutulduğunda) erek
metnin ideolojik çeviri olmasını ne engeller ne de destekler durumlardır. Çünkü
ideolojik çeviriyi ideolojik çeviri yapan asıl unsur, çeviri sürecinde rol alan aktörlerin
33
Andere Lefevere ile ilgili olan başlıkta bu bahis ayrıntılı olarak açıklanmıştır.
52
çeviri ürünüyle ilgili yürüttükleri amaçla ortaya çıkmaktadır. Bu amacın bir de dış
bağlamı olması beklenebilir. Vermeer’den yola çıkarak her çevirinin belirli bir amacının
olduğu hatırlanırsa, ideolojik çevirinin amacının çok daha planlı programlı ortaya
çıktığı, bir başka ifadeyle çeviri öncesi sürecin ideolojik amaçlar doğrultusunda iyi
tasarlandığı ve çeviri sonrası sürecin, yani çeviri metnin işlev kazanacağı aşamanın
(sıradan maddi kazanç elde etmek için yapılan çevirilere göre) çok daha ciddi
düşünülmüş olduğu akla gelmektedir. Bu bakımdan ideolojik çeviri gerçekleştirileceği
zaman başından itibaren kaynak metinlerin seçiminin de gerekçelendirilmiş olabileceği
düşünülebilir. Örneğin bir heyetin bu eserleri seçmesinin sebebi açıklanmış olabilir.
Diğer taraftan erek metnin erek kitle için ideolojik bir amaçla ortaya konmasına rağmen,
bu amaca uygun bir işlev görmemesi onun ideolojik çeviri olmadığı sonucuna
vardırmaz. Bir şeyin bizzat kendi kendisinden yola çıkılarak onun ne olduğunu
tanımlamak tanımlama kurallarına daha uygundur34. Yoksa bir çeviri metninin nasıl bir
işlev gördüğünden yola çıkarak tanımlamalara kalkışılırsa, tanımlama mantığının
doğasına ters bir durumun ortaya çıktığı görülecektir. Hem çeviri metin tüketicisinde
metnin birçok işlev görebileceğinden dolayı böyle bir tanımlama biçimi doğru
gözükmemektedir. Yani çeviri ürününün işlevinden yola çıkarak bir çevirinin ideolojik
çeviri olduğunu tanımlamak yanıltıcı olacaktır. Ancak ideolojik bir amaçla çevrilmemiş
fakat ideolojik işlev gören çeviriler için durum nasıl olacaktır? Örneğin işlevi karın
doyurmak, beslenmek olan ekmeğin kanayan yaraya bastırılmasıyla tampon işlevi
görmesi bir örnek olarak alınırsa, bu örnekte üreticisinin amacından başka, hedeflenen
işlevin dışında, tüketicinin ürüne yeni/farklı bir işlev yüklediği görülür. Bu durumda
ekmeğin yeni/farklı/bireysel/öznel işlevinden yola çıkarak bir anlamda hem yaygın
işlevinden hem de üreticisinin amaçladığı işlevden vazgeçerek yeni bir tanımlama
yapmak doğru olur mu? Böyle bir durum çeviri metni için de söz konusu olsa da, yani
ideolojik çeviri metninin üretim amacına muhalif bir tüketim gerçekleşse de ürünün
üretiliş amacındaki tanımı değişmemelidir. Bir ürün hangi amaçla üretildiyse o amaç
ürünü tanımlamada ilk belirleyici olmalıdır. Zamanla aynı ürünün yaygın kullanımı
veya işlevi değişirse o zaman tanımlaması da değişebilir. Ya da bu ürün başka bir
kültüre aktarılırsa veya aynı kültür içerisinde başka bir amaçla (örneğin dil içi çeviri
34
http://www.uni-protokolle.de/Lexikon/Definition.html (08.09.15)
53
yapılarak sadeleştirmek suretiyle) çevrilirse o zaman ideolojik çeviri niteliğini
kaybedebilir. Bir bakıma amaçlanan işlev değişirse tanımlama da değişebilir.
Amaçlanan işlev çeviri metnin tanımlanması için çıkış noktası olmalıdır. Aksi takdirde
metnin zaman içerisinde birçok işlevi farklı kişilerde ortaya çıkabilir ve bu da metnin
tanımlanmasını olanaksız kılar.
O halde bir kaynak metin ideolojik amaçlar doğrultusunda çevriliyor ve böyle işlev
görmesi amaçlanıyor ise onun bir ideolojik çeviri olduğu kanaatine varılabilir.
Bir kaynak metnin hammadde olduğu düşünülürse ve bu metin içerisinde
(zorunlu/doğal olan hariç) ideolojik öğeler barındırmıyorsa, onun içine az veya çok şu
veya bu ideolojik katkı maddeleri serpiştirilebilir ve bu sayede erek metin farklı
ideolojilere farklı derecelerde hizmet eden bir ürün haline gelebilir. Örneğin bir masal
ideolojik amaçlarla bir yayın evi tarafından dini öğelerle bezenip erek kitleye taşınırken
nasıl ideolojik bir ürün ortaya çıkartılıyorsa, diğer taraftan da seküler karakterli bir
devlet yapılanması içerisinde doğaüstü varlıklara güvenmeden kendi aklına değer veren
bir nesil
yetiştirme amacıyla seküler bir dil kullanımıyla ideolojik çeviri
gerçekleştirilebilir. Yeter ki her iki durumda da buna niyetlenmiş, “bilinçli” bir biçimde
bu eyleme kalkışan belirli bir kasıt, bir hedef, bir sonuç amaçlayan aktörler bulunsun.
Tam tersi bir durumda, yani ideolojik bir kaynak metin nötralize ediliyorsa, “bilinçli”
bir biçimde ideolojiden ya da belirli kültürel/dinsel imgelerden arındırılıyorsa, mesela
Hristiyan kültürüne ait öğeler siliniyorsa bu tür bir çeviri eyleminin ideolojik olma
ihtimali oldukça yüksektir. Fakat her hâlükârda bu eylemin gerekçesi/amacı
anlaşılmalıdır ki burada ideolojik çeviriden bahsedilebilsin. Her çeviri stratejisi baştan
ideolojik diye etiketlenmemelidir. Bir kaynak metnin ideolojik öğelerinin erek metne
aktarılırken kaybedilmesinin altında yatan gerekçe/amaç çeviri eylemini ideolojik hale
getirebilir. Ancak ideolojik öğelerin kaynak metinden silinmesi erek metne aktarılırken
bir de zıt ideolojik öğelerin metne ilave edilmesi ister istemez kuşku uyandırıcı
olacaktır. Fakat gerekçelere bakmadan bunu doğrudan ideolojik çeviri olarak
nitelemenin de yanıltıcı olabileceğini düşünmek gerekir. Doğrudan böyle müdahalenin
ideolojik gerekçelerle yapılması halinde, bu gerekçeleri çeviri aktörlerinden öğrenmek
güç gibi görünmektedir. Bu gibi durumlarda dışmetinlerden, yani eleştiri yazılarından
bunu takip etmek mümkün olabilir.
54
Bir ideolojik çeviriyi diğer çevirilerden ayıran önemli bir ölçüt bulunmaktadır. Hemen
her ideolojinin karşısında ya da paralelinde bulunan farklı ideolojiler vardır35. Bunlar
kendi içerisinde güç mücadelesi halindedirler. Birbirleriyle siyasi hâkimiyeti sağlamak
maksadıyla yarışırlar36. Muhalefette olan iktidara gelmeye, iktidarda olan da iktidarını
korumaya yönelik eylemlerde bulunur. Bir çeviri eylemi tasarlanma aşamasından
tamamlanma aşamasına kadar, üreticiden tüketicisine ulaşmasına kadar her aşamada zıt
ya da paralel ideoloji tarafından taarruza maruz kalabilir. Öyleyse ideolojik çevirinin
doğasının karşı/paralel ideolojileri provoke edici, harekete geçirici nitelikte olması
beklenmelidir. Her karşı çıkışın veya eleştirinin ideolojik bir ses olduğunu düşünmek
yanlış olur. İdeolojik çeviriye karşı çıkıştaki argümanların da ideolojik olup olmadığına
dikkat etmek gerekir. Çevirinin anlaşılmaz, maddi hatalar içeren anlam boşluklarının
olduğu yönünde eleştirileri ideolojik bir çerçeveye oturtmak araştırmacının kendini
töhmet altında bırakmasına neden olabilir.
Diğer taraftan her “izm”in topluma yukardan inmeci/dayatmacı olmadığı ve bu
bakımdan toplumun rızası yönünde cereyan eden çeviri eylemlerinin de ideolojik çeviri
olarak tanımlanmaması gerekliliği ve genellikle aynı toplum içerisinde zıt ideolojilerin
dahi yarar gördüğü çeviri faaliyetlerin bu kapsama alınabileceği söylenebilir. Şerif
Mardin’in sert ve yumşak ideolojiler37 tanımlaması bu bağlamda ele alınabilir. Sert
ideolojilerin yumşak ideolojilere göre, ideolojik çeviri eyleminde bulunabileceği daha
bir olası gibi göründüğünü söylemek mümkündür.
35
Bkz. 1.1. Lenin’in zıtlıkların birliği tezi.
36
Bkz. 1.1. Gramsci’nin ideoloji tanımına bakılabilir.
37
“İdeolojileri sert ve yumuşak olarak ikiye ayrılabilir. Sert ideoloji sistematik bir şekilde işlenmiş temel
teorik eserlere dayanan, seçkinlerin kültürüyle sınırlanmış muhtevası kuvvetli bir yapıdır. Yumuşak
ideoloji kitlelerin çok daha şekilsiz inanç ve bilgisel sistemleridir. Dinsel inançlar önemli yumuşak
ideolojiler arasında yer alır” (Mardin, 2011). Mardin’in bu tanımlamasıyla ve Freeden’in (bkz. 1.1.) her –
izm’in yukardan inme, baskıcı ve toplumu dönüştürmeci olmayacağı fikri birleştirilince. Sert ideolojilerin
hem güç sahibi kimselerin ideolojisi olması dolayısıyla da ideolojik çeviri bağlamında kullanılabileceği
düşünülebilir. Freeden’in bakış açısıyla da yumşak ideolojilerin sanki doğal dil ve kültür kullanımları
neticesinde ortaya çıkması beklenen ideolojiler olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple de yumşak ideolojinin
aslında toplumsal mutabakat çerçevesinde var olan bir ideoloji olduğu ve çevirisinin de ideolojik çeviri
olarak görülmemesi gerektiğini izah edebilir.
55
1.4.4. İdeolojik Çevirinin Çeviri Yöntemi
Friedrich Schleiermacher’in 1838 yılında kaleme aldığı Über die verschiedenen
Methoden
des
Übersetzens38
adlı
makalesi
çeviri
yönteminden
bahseder.
Schleiermacher’e göre, çeviri için iki farklı yöntemden bahsetmek mümkündür. Bunlar
okuru yazara götüren ile yazarı okura götüren yöntemlerdir. Daha sonra Lawrence
Venutti
bunları
yabancılaştırıcı
ve
yerelleştirici
çeviri
yöntemleri
olarak
tanımlayacaktır. Yabancılaştırıcı yöntemde kaynak metin ön plana çıkarılacak ve
kaynak kültür öğelerinin erek kültüre aktarılması durumu ağırlık kazanacaktır.
Yerelleştirici yöntemdeyse erek kültür ön plana alınacak ve erek kültür normlarıyla
çelişmeyen, onlarla örtüşen kültürel öğeler muhafaza edilecek, çelişenler ise
değiştirilecek ve yerine erek kültüre özgü tercihlerde bulunulacaktır. Venutti’ye göre
çevirmenler, kulağa yabancı gelen erek metinler üretmek suretiyle, yabancı kültürde
hâkim olan edebiyat biçimini ve siyasi stratejileri provoke ederek, erek metni, kültürü
dönüştürücü bir araç olarak kullanabilirler (aktaran Gentzler, 2004:168). Böyle bir
yöntem kullanarak ideolojik çeviri yapmak ne kadar mümkünse, tam aksi yönde yani
yerelleştirici yöntem kullanmak suretiyle de ideolojik çeviri yapma imkânı vardır. Bu
ileride açıklanacaktır.
Aslında tüm bu yerelleştirci ya da yabancılaştırıcı yöntemler içerisinde dikkat edilmesi
gereken husus, bir metnin yerelleştirici ya da yabancılaştırıcı yöntemin uygulanış
biçimin metnin hangi öğelerine tesir edeceği, erek metinde nasıl bir değişiklik
sağlayacağı sorusudur. Buna açıklık getirilmesi gerekir ki ideolojik çeviri bağlamında
bu konunun üzerinde daha açık bir şekilde fikir üretilebilsin.
Çeviri, aktarılabilir öğeleri açısından ele alındığında bir metnin biçim, biçem ve içerik
gibi en genel manada üç doğal öğesinden bahsetmek mümkündür. Yerelleştirici ya da
yabancılaştırıcı çeviri yönteminde bu öğelerin hangisinin ne kadar tutulacağı ya da
değiştirileceği ideolojik çeviri açısından önem taşımaktadır.
38
Akşit Göktürk’ün Schleiermacher’in bilimsel-sanatsal metinlerle ilgili görüşlerinin özellikle edebiyat
alanıyla ilgili olanların hala geçerliliğini koruduğunu söylemektedir. Göktürk, bilimsel metinlerin ise
küreselleşen dünyada belirli uluslararası simgelere indirgenmiş bulunduğunu ve bu durumda okurun
yazara götürülmesine gerek kalmadığını belirtir. (Göktürk, 2008: 102).
56
Özlem Berk, bir metnin yerelleştirici ya da yabancılaştırıcı bir çeviri yöntemiyle
çevrilmiş olmasının sadece kaynak dile, metne ve kültüre sadakat ya da sadakatsizlik
içerdiği anlamına gelmediğini, bunun aynı zamanda sosyal, politik ve kültürel
boyutlarının bulunduğunun da düşünülmesi gerektiğini vurgular (2001: 51). Örneğin
metnin biçiminin ya da biçeminin bir kültürü, düşünceyi ya da ideolojiyi hedef kitleye
aktarma, hedef kitleyi tesir altına alma açısından etkili olabileceği düşünülebilir. Ancak
diğer ikisine göre metnin içeriğinin ideolojik çeviri açısından daha belirleyici/birincil
bir işlevi olduğu söylenmelidir. Çünkü içerik bilgiyi, yani ideolojik öğeleri taşımaktadır,
oysa biçem ve biçim bu bilginin ne şekilde (nasıl) karşı tarafa aktarılacağı konusunda
işlev görmektedir ve içeriğe göre ikincil bir öneme sahip olabilir. Kısacası ideolojik
çeviride asıl önemli olan kaynak metnin içeriğidir. İçeriğin nasıl bir ambalajla (biçim ve
biçem) sunulacağı erek kültür okurunun ölçüleriyle izah edilebilir. Çevirmen bu ölçüleri
bilen ve dikkate alan kimse olacaktır.
Turgay Kurultay’ın makalesinde amacın yöntemi nasıl belirlediği ifade edilmiştir:
“Çeviri, Schleiermacher için dış ilişkilerden yalıtılmış, kendi başına ele alınacak bir
şey değildir. Çeviri kültürel yaşamın bir parçası olarak görülür ve incelemenin
hemen her noktasında bu bütün-parça ilişkisi yön verici, sınırlayıcı ya da
destekleyici bir erek olarak kendini duyurur. Çevirinin nasıl yapılacağı, neye önem
vereceği, ne için yapılacağından çıkarılmaya çalışılır. Diğer deyişle yöntemi
belirleyen amaçtır” (Kurultay, 1984: 191).
Dolayısıyla ideolojik bir çeviri için doğrudan önerilebilecek ya da kural koyucu bir
biçimde belirtilebilecek çeviri yöntemleri vardır, denilemez aslında. Fakat içeriğin
sınırlanması ya da içeriğin mümkün olduğunca aktarılmaya çalışılması gibi içeriğe
odaklanan bir yöntem benimsenebilir. Kurultay’ın da yukarıda belirttiği üzere, amaç
yöntemi belirler ve bu ideolojik çeviri için özellikle içerikle ilgili geliştirilebilecek
yöntemlerde de geçerlidir. İdeolojik çeviri denildiği zaman zaten amacın belirlenmiş
olduğu düşünülebilir. İdeolojik çevirinin amacı, yukarıdaki tanımında da yer aldığı gibi,
hedef kitlesine ideolojik düşünceleri aktarmak ve onlarda bu doğrultuda bir tutum
(vaziyet alış)39 geliştirmektir. İstenilen vaziyet alışı geliştirmek için ise her zaman
yerelleştirici ya da yabancılaştırıcı yöntem gibi genel formüller üretmek doğru sonuçlara
götürmeyebilir. Burada amacın çeviri yöntemi üzerinde belirleyici olduğu söylenebilir.
39
Şerif Mardin, Din ve İdeoloji adlı kitabında toplumun ideolojiler karşısında bir tutum geliştirdiğini ve
bunun da araştırılması gerektiğini ve bu tutuma vaziyet alış denilebileceğini ifade etmektedir.
57
Berk’e göre, “yazarı okurun dünyasına getirerek onu bu dünyanın bir parçası yapan
çeviri ise okurun, dolayısıyla ulusun gelişimine katkıda bulunamaz” (2001: 52). Buna
paralel olarak Venutti (1995: 15), yerelleştirici yöntem sayesinde ulusların yabancı
olana kapalı kaldığını, yabancıyı kabul etmediğini ve bu sayede erek kitlenin aslında
başka kültürde de yine kendi kültürlerini görüp yaşadıklarını ifade etmektedir. İdeolojik
çeviri açısından bakıldığında muhafazakâr bir ideolojinin bakış açısından yerelleştirici
yöntemin işlevsel olabileceği, hem de böyle bir yöntemle dışa kapalı kalarak erek
kitlenin bozulmaya dönük etkilerden korunabileceği söylenebilir.40 Bu bakımdan
muhafazakâr bir ideolojinin yerelleştirci yöntemi kullanması olanaklı görünmektedir. O
halde yerelleştirici çeviri yöntemin ideolojik amaçlara hizmet edebilir.
Fakat yabancılaştırıcı yöntem de yine muhafazakâr bir ideoloji kapsamında tercih
edilebilir. Eğer muhafazakâr ideolojinin amacı karşı kültürün değerlerinin ne kadar
yozlaşmış olduğunu (kendi bakış açısından) göstermekse, yabancılaştırıcı bir yöntemin
tam da ideolojik çeviri bağlamında kullanılabileceği düşünülebilir. Bu gibi durumlarda
çeviri amacını açıklar nitelikte notlar çeviri metinlerde görülebilir41. Çevirmen ya da
editör, yabancılaştırıcı yöntemle çevrilmiş ilgili yeri belirterek kaynak kültürü yerici
ifade veya yorumlar kullanabilir. Buradan yola çıkarak, yerelleştirici ya da
yabancılaştırıcı yöntemlerden birinin ideolojik çevirinin amacına daha fazla hizmet
ettiği söylenemez. Fakat yukarıda görüldüğü gibi ideolojik amaçlar için her iki yöntem
de kullanılabilir.
İdeolojik çevirinin belirli bir yöntemi var mıdır? İdeolojik çevirinin kaynak metnin
içeriğine, erek kültürdeki belirli bir ideolojinin amacına göre bir yönteminin olduğu
söylenebilir. Yani her kaynak metne uygulanan genel bir çeviri yönteminden
bahsedilemez. Örneğin kutsal kitap çevirilerinde benimsenen yöntem yerelleştirme
olmuştur. Latinceden çevrilen İncil, ana dillere aktarılırken özellikle halk dilinin
40
Hans J. Vermeer, Skizzen zur einer Geschichte der Translation adlı eserinde çeviri konusundaki
muhafazakâr tutumu Platon’a kadar götürmektedir. Ona göre farklı olana tahammül edememe, onu
dışarıda bırakma Platon’un Antik Yunan Polis devletinde, sistemin korunması açısından ortaya attığı
düşüncelerden ortaya çıkmış ve çeviri süreçlerinde etkisini bırakmıştır. Çeviri aslında dışarıda olanın içeri
aktarılmasıdır, yabancı olanın yerli olana aşikâr kılınmasıdır. Ancak bu tutum yabancılaştırıcı yöntem
yerine yerelleştirici yöntem yeğlendiği nispette kısıtlanmaktadır.
41
Örneğin Kur’an’ın sahtekâr bir kitap olduğunu belirtmek için kaleme alınmış bir eserde ayetler
yabancılaştırıcı bir yöntemle çevrilebilir ve telif olan eserin satırları arasında kullanılabilir. Örnek:
http://www.gtodoroff.de/koran.htm (03.09.15)
58
kullanılmasına özen gösterilmiştir. Benzer bir yöntem de Kur’an çevirileri için II.
Meşrutiyet sonrası kullanılmış ve Kur’an’ın Türkçü ve Cumhuriyet sonrası ulusçu
ideolojisi bağlamında aynı şekilde bir yöntemle çevrilmeye çalışıldığı görülmüştür.42
Gerçi Luther’in çevirileri benzer bir ideolojinin tarihteki yansıması değildir ancak
neticeleri bakımından milliyetçi ve ulusçu amaçlara hizmet ettiği için böyle bir
yöntemin benimsendiği yapılan araştırmalarda görülmektedir43.
Çocuk ve gençlik edebiyatı bağlamında çeviriler eğer örnek alınacak olursa İslamcı
ideallerle bir eğitim amaçlanan devlette, çevrilecek olan eserlerin İslami ahlak ve eğitim
anlayışına uygun olmayan ögelerin kaynak metinden sansürleneceği ya da farklı
karşılıklarla kaynak metnin dönüştürüleceği (yerelleştirileceği) akla gelmektedir
(Karadağ, 2006)44.
O halde ideolojik çeviri için belirli bir çeviri yönteminden bahsetmek pek mümkün
görünmemektedir. Kaynak metne göre ve çeviriyi gerçekleştiren aktörlerin ideolojik
bağlılıkları doğrultusunda bir çeviri yönteminin uygulanacağı düşünülebilir. Özel olarak
belirli ideolojilere belirli çeviri yöntemleri atfetmek de mümkün gözükmemektedir,
çünkü kaynak metnin içeriğinin çeviriyi gerçekleştirenlerin ideolojik bakış açıları ve
amaçlarıyla ne yönde örtüştüğü veya zıtlaştığı yine kaynak metnin içeriğiyle ilgilidir.
Diğer taraftan yöntemin belirlenebilmesi için hedef kitle kimdir ve çeviri metin hedef
kitlede nasıl bir işlev görecektir gibi sorular belirmektedir. Yukarıda sayılan
değişkenlere bağlı olduğu için yöntem tercihi ve bu değişkenler de sabit olmadığından,
bir çeviri yöntem modeli (ideolojik çeviri için) belirlemek zordur.
1.5. Çevirinin Erek Edebiyatı ve Kültürünü Etkilemesi
Çevirinin erek edebiyat ve kültürünü etkilemesi için öncelikle edebiyat türünden, edebiyatla
ilişkisi bulunan ya da doğrudan edebi kabul edilebilecek eserlerin erek kültüre çevrilmesinin
gerektiği düşünülebilir. Erek kültürün edebiyat dizgesini devingen hale getirebilecek mevcut
durumdan farklı biçim ve içeriklere sahip öğelerin bu dizge ile etkileşime geçmesi zaruridir
42
Burada yerelleştirme kavramı Schleiermacher’in “Einbürgern” kavramıyla eşdeğer olarak
kullanılmıştır.
43
Bu konuda Kutsal Kitap çevirileri kısmında veriler mevcuttur.
44
Ayşe Banu Karadağ bu makalesinde 100 temel eserin yayın evi ideolojisine göre içerikte nasıl bir
değişikliğe uğradığını örnekleriyle göstermiştir
59
ki bundan sonra erek kültür dizgesindeki edebiyatın etkilenmesi söz konusu olabilsin. Bu ise
çevirilerle mümkün görülebilir; çünkü çeviriler başka bir edebiyat (kaynak) kültür
dizgesinden eserlerin alınıp erek kültür edebiyat dizgesiyle tepkimeye sokulması anlamına
gelmektedir. Bunun neticesinde ortaya bir gelişmenin çıkması beklenebilir. Tarih boyunca
çeviriler sayesinde toplumların erek dizgelerinde gelişimler gözlemlenmiş ve çeviri tarihi45,
bilim tarihi46 ya da uygarlık tarihi eserlerinde bunlar anlatılmıştır. Avrupa’nın çeviriler
vasıtasıyla geliştiğini savunan birçok Batılı kaynak da bulunmaktadır ve bunlarda çevirinin
Avrupa yazınının gelişmesindeki katkısı uzunca anlatılmaktadır47.
Sade bir akıl yürütmeyle de böyle bir etkileşimin mümkün olduğu kanaati hâsıl olacaktır:
Edebi metin yazarı, gerçek hayattan kesitler sunmaktadır. Doğal olarak gerçek hayattaki
kesitlerin kültürel öğeler içermemesi beklenir. Çeviri sayesinde bu metinlerin erek kültürden
kaynak kültüre aktarılması sonucunda kültürel öğelerin de geçmesi beklenir. Fakat bu geçiş
nasıl ve ne kadar mümkündür, işte bu, çeviribilimcilerce tartışılmaktadır.
Biçim, biçem ve içerik her tür metnin özellikleri arasında sayılabilir. Buna göre, edebiyat
metinlerinin de bu özellikleri taşıması beklenmelidir. Bu özelliklerin çeviri vasıtasıyla
kaynak kültürden erek kültüre aktarılması, çevirmenin, çeviri yönteminin, çeviri işvereninin
ve erek kültür normlarının müsaade etmesiyle ilintilidir. Çünkü çeviri her zaman çekincesiz
yapılabilen, önünde dil dışında başka hiçbir engel bulunmayan bir aktarım aracı değildir.
Dolayısıyla bu gibi engellerin de aşılabilmesi nispetinde kaynak kültür, kültürel öğeleri
biçim, biçem ve içerik yoluyla aktarma imkânı verecektir.
1.6. Çeviri, Dil-Kültür ve Toplum İlişkisi
Hans Vermeer’e göre, çevirmen bir kültür aktarımcısıdır. O eski paradigmaya göre
değerlendirilen, salt dilin kodlarını aktarmaz, dilin aslında kendi içerisinde taşıdığı kültürel
45
Türkiye’deki çeviri tarihi eserleri için Hilmi Ziya Ülken’in Uyanış Devirlerinde Tecüme’nin Rolü,
Sakine Eruz’un Çokkültürlülük ve Çeviri, İlyas Öztürk’ün Tarihsel Süreçte Çeviri, Faruk Yücel’in
Tarihsel ve Kuramsal Açıdan Çeviri Edimi adlı eserlerine bakılabilir. Bu kaynaklarda çeviri yoluyla
sadece erek yazın dizgesi değil, aynı zamanda erek kültür dizgesinin de geliştiği aktarılmaktadır.
46
Fuat Sezgin’in Bilim Tarihi Sohbetleri adlı eserine bakılabilir.
47
Lefevere’nin “Translated Literature-Analysis and Perspectives” adlı makalesi, Jose Lambert ve
Hendrik van Grop’un “The Function of Translated Literature within European Literatures” adlı
makalesine bakılabilir (Kuran, 2010: 12).
60
öğeleri de aktarır48. Bu bakımdan, çeviri denildiği zaman bir dildeki yabancı kelimelerin
başka bir dildeki sözlük karşılıkları anlaşılmamalıdır. Vermeer Grundlegung einer
Allgemeinen Translationstheorie adlı eserinde, çevirmenden bahsederken onun dil uzmanı
vasfından çok, kültür uzmanı olduğunu ifade etmektedir.
Gerçekten de çeviri sadece belirli bir yabancı dilin sözcüklerinin erek dilde karşılık bulması
değildir, aynı zamanda ilgili metnin içeriğinin belirli bir kaynak kültüre ait olma niteliği
bulunmaktadır. Bu içeriğin yine kültürü oluşturan alt yapılarından birini ya da bir kısmını
barındıracağı düşünüldüğünde, çeviri gerçekleştirmek suretiyle bu kültürel içeriğin de
aktarıldığı düşünülmelidir.
Diğer taraftan ideolojinin de bu kültürel öğelerin arasında var olduğu düşünülürse, çeviri
yapıldığında bunların da erek kültüre taşınacağı akla yatacaktır. Fakat ideolojik öğelerin
aktarılması ile bu öğelerin hedef kültürde göreceği işlevin farklı olabileceği düşünülmelidir.
Belirli bir kültür ya da onun içerisindeki ideolojik öğelerin başka bir erek kültürde nasıl işlev
göreceği erek kültürdeki hedef kitlenin, aktarım süreçleriyle, hedef kitlenin ise ilgili kültürel
ve ideolojik öğeleri anlamlandırabilme potansiyeliyle ilintilidir. Çünkü kaynak kültürden
çevrilen ve aktarılan kültürün boşa aktarılmadığı bilinmelidir; aktarılan şeyler belirli bir
kültürün doldurduğu alana girmekte ve etkileşime geçmektedir. Bu etkileşimin doğuracağı
sonuç her kaynak metin ve çeviri ürününde farklıdır. Yine de böyle bir etkileşim neticesinde
erek kitlede (genellikle uzun vadede) değişimlerin yaşanabileceği zor da olsa görülebilir.
Çünkü Mardin’in de belirttiği gibi toplum katındaki kültürel yapılarının bir kere oluştuktan
sonra yapılarını tekrar kaybetmeleri zordur. Mardin, bu durumu kültür yapılarının bir
duruma kadar “özerk”liği olarak değerlendirmektedir (2011: 54).
Eğer Vermeer ve Witte’nin bakış açısıyla bakılırsa çeviri bir kültür aktarımıdır, denilebilir:
Buna göre, her metin kendi kültüründe üretildiğinden dolayı belirli kültürel nitelikler taşıyor
olmalıdır. Erek kültürde belirli bir işlevi olan çeviri metnin zorunlu olarak bir takım kaynağa
ait kültürel öğeleri barındırması da beklenebilir. Çünkü her çeviri eylemi zorunlu olarak
yabancı kültürel öğeleri kendi içinde barındırır. Sınırlamalar bir yere kadar gerçekleşebilir.
Buna göre kaynak kültürün içinde üretilen metnin kaynak kültür varlıklarını da içinde
48
Hans Johan Vermeer’in, “Grundlegung einer Allgemeinen Translationstheorie” adlı eserinde gerekçeli
olarak ortaya konulan görüştür.
61
barındırdığı düşünülmelidir49. Çeviri gerçekleşirken, çevirmen kaynak metne ne kadar sadık
kalmasa da kaynak metinden bir takım kültürel öğeleri erek kültüre aktarmak durumunda
kalacak ve bu sayede kültürel aktarım gerçekleşmiş olacaktır. Ancak erek kültür kitlesinin
bu kültürel varlıklardan ne kadar faydalandığı, bunların erek kültür alıcısında ne kadar
işlevsel hale geldiği ve onu içselleştireceği ayrı bir araştırma konusudur.
Fakat bir erek kültürün, kültür öğelerinin daha yoğun olduğu bir dizgede, örneğin edebiyat
dizgesindeki çevirilerde ve erek kitlenin edebiyat dizgesinde bir etkileşim yaratması
beklenebilir. Her çeviri sonucunda, ideolojik ve kültürel öğeler erek kültürde beklenildiği
kadar tesir edici olmayabilir. Buradan yola çıkarak tüm kültürün bir dönüşüm yaşaması
oturmuş kültürel yapıların özerkliği sayesinde o kadar kolay görünmemektedir. Fakat çeviri
bir kültürde birden çok farklı dizgede gerçekleşirse, yani edebiyat, teknik, düşünce, din, tarih
vb. alanlarda yapılırsa, bu sayede erek kültürde belirli bir dönüşümün yaşanması daha olası
görünebilir.
Diğer taraftan bazı kültürlerin kendi aralarındaki kültür aktarımı, iletkenliği bakımından
daha kolayken, bazı kültürlerde bu daha zor olabilir. Ancak kültür aktarımının daha kolay
olduğu iki farklı kültürde, kültürlerin birbirine yakınlığının olduğu düşünülmelidir. Kültür,
kültür aktarımı konusunda bizzat bir engel ya da bir kolaylık teşkil edebilmektedir. Önemli
olan hangi kültürlerin birbiriyle bir alış verişe girdiğidir.
Şu var ki, dillerin varlığı dahi bir kültürün kendine özgü yönünü göstermektedir. Çünkü
hiçbir dil kültüründen bağımsız, kültür de coğrafya ve tarihi koşullarına (zaman ve
mekân) dayanmadan yaratılamaz50. Bu açıdan dillerin arasında sözcüklerin karşılığı
bulunsa da sözcüklerin her iki kültürde yarattığı anlam/etki başka olacaktır. Humboldt,
bir dilin keyfi olarak bir takım kavramlara sahip olduğundan, bir sözün zihinde
tasarlanana ya da gerçek dünyada var olana işaret etmekten başka bir etkisinin ve
gücünün olmadığından, bu yüzden de her ulusun kullandığı dilin eşit bir olgu olarak
açıklanabileceğinden bahseder (1908: 640). Fakat her zihinde tasarlananın eşit olmadığı
49
Yararlanılan görüşler için bkz.: Hans J. Vermeer ve Heidrun Witte: Mögen Sie Zistrosen?: Scennes &
Frames & Channels im translatorischen Handeln, Heidelberg,
50
Bakınız sepet örme örneğine; Mardin burada coğrafi koşulların kültürü nasıl etkilediğini açıklamaktadır
(2011: 50-51). Ayrıca tarihi ve coğrafi koşulların ortaya koyduğu maddi ve manevi olayların
isimlendirilmesi de yine dil ile gerçekleşeceğinden; dil, kültür ve coğrafya (zaman ve mekân) arasında bir
bağıntı söz konusudur.
62
ve bu yüzden de kültürler arası geçişin o kadar kolay gerçekleşmeyeceği de buradan
anlaşılabilir. Dolayısıyla denilebilir ki dillerin başka dillere göre, belirli fikirleri, belirli
konuları daha ayrıntılı ya da yaratıcı işlediği görülmektedir. Belirli dillerin/kültürlerin,
insanları, belirli konulara odakladığı ve o konuda düşünmeye sevk ettiği de
görülmektedir. Bu sebeple, dillerin karakterinin olduğu ve bu karakterin toplumun
düşünmesini etkilediği açık bir şekilde ortadadır (Humboldt, 1908: 640). Humboldt,
dillerin aynı yapıları oluşturmamasını, yukarıda ifade edilmiş olduğu gibi, farklı
toplumlarda farklı türlere sahip olmalarının nedenini, toplumların farklı durumlarına
bağlamaktadır. Farklı durumlardan dolayı farklı toplumsal konvansiyonların da
oluşabileceği düşünülebilir. Humboldt bunu şöyle ifade eder: “Diller aynı yapıyı
taşımazlar, çünkü onları konuşan milletler çeşitlidirler ve her biri farklı durumlarla
belirlenmiş bir varlığa sahiptir” (aktaran Aytaç, 2011: 162). Bu durum ise kültür ve
ideoloji aktarımının ne kadar zorlaşabileceği konusunu akla getirmektedir.
Bireylerin yarattığı dil ise toplumdan ayrı düşünülmemelidir, çünkü birey toplumun
dilinde değil, toplum bireyin dilinde asıl belirleyici olandır. Her kaynak metin birey
tarafından üretilmiş olsa dahi, o bireyin, mensubu bulunduğu toplumun dili bu kaynak
metinde derin izler taşıyacaktır. Humboldt’a göre de, toplumun anlaşmak için kullandığı
dil asla bir bireyden kaynaklanıp ötekilere geçmeyen bir dil değildir, tersine herkesin eş
zamanlı özel çalışmalarından ortaya çıkabilen zihinsel yaratılar da vardır. Demek oluyor
ki, diller daima ulusal bir biçim sahibi oldukları için milletler millet olarak doğrudan
doğruya yaratıcıdır (aktaran Aytaç, 2011: 131). Bu da çevirinin toplumlar arası kültür
geçişkenliğini destekler niteliktedir, çünkü bireysel bir dilin geçişkenliğini sağlamak,
onun öğrenilmesinin zorluğundan ötürü oldukça güç görülebilir. Bu bakımdan yazın
çevirilerinde yazarın bireysel dil kullanımı, örneğin biçemi, bir çevirmenin en çok
zorlandığı noktalar arasındadır. Bir kaynak metnin dili ne kadar ilgili toplumun
konvansiyonlarına uygun yaratıldıysa o metin, o toplumun kültürünü bilen uzman
çevirmen tarafından o kadar kolay anlaşılacak ve bu bağlamda kültürel/ideolojik
aktarım o kadar rahat sağlanacaktır.
Dilde yaratıcı olan toplumlar aynı zamanda yaratıcı olduğu kadar da sınırlayıcıdır; zira
sınırsız bir dil kullanımı anlaşılmazlıklara yol açacaktır. Sınırlı ve belirli olmak karşı
tarafın da anlamasını sağlamakla ilgilidir. Önceleri sınırlamalar yoktu; Humboldt’a
63
göre, diller sonradan sınırlamalara girmişlerdir çünkü nutuk ve destan özgürce akarken,
dil, ortak çalışan düşünce güçlerinin ilhamı, özgürlüğü ve gücü ölçüsünde oluştu
(aktaran Aytaç, 2011: 111). Bu sebeple öyküler, romanlar, şiirler vb. insan zihninin
yaratıcı gücü sayesine alabildiğine sınırsızdır ve bu yüzden kendi toplumu içerisinde bu
özgürlüğü nedeniyle yer yer anlaşılmayan ya da yazarın anlatmak istediğinden farklı
anlaşılan ve sürekli yeniden yorumlanabilen bu gibi metinler, başka bir erek kültüre
aktarılırken zorluklar yaşanmaktadır. Aktarılma gerçekleştikten sonra da zorluklar
devam etmektedir. Çünkü hedef kitle bu sefer belirsizliklerle dolu çevirilere muhatap
olmaktadır. Sonuçta kültür ya da ideoloji aktarımı anlaşılmayla da ilintilidir;
anlaşılmayan bir şeyin kültürünü aktarmanın da pek muhtemel olmadığı düşünülmelidir.
İnsanlar nerede ortaya çıkarsa orada insanca etki ediyor, dostça bağlanıyor, kavramlar
oluşturuyor, kendine yasalar yapıyor ve bunun aksak bir şekilde yapıldığı yerde, daha
iyi becerilmiş şeyi arkadan gelen bireyler ya da halk yığınları başka yerlerde
yetiştirmeyi (geliştirmeyi)
sürdürüyor (Humboldt’tan aktaran Aytaç, 2011: 112).
Dillerin gelişimini de bu çerçevede ele almak lazımdır. Zira diller de insanların
ortaklaşa geliştirdiği bir olgudur. “Göstergenin nedensizliği de, niçin yalnızca toplumsal
olanın bir dil dizgesi yaratabileceğini daha iyi anlaşılmasını sağlar. Değerlerin
yerleşebilmesi için toplum zorunludur. Değeri yaratan yalnız toplumsal kullanım ve
genel onaydır. Birey tek başına hiçbir değer yerleştiremez” (Sassure, 2001: 166). Diller
toplumların yaratımıdır. Dolayısıyla herhangi bir kaynak metnin bir birey tarafından
kaleme alınması, o toplumun dil kullanımlarına ve kültürüne özgü olacağından, kaynak
kültürün normlarını içereceği varsayılmalıdır. Aynı şekilde bir ideoloji de bir toplumun
ürünüdür. Bu bakımdan da her kim bir metin kaleme alıyorsa kaynak kültürü ya da
ideolojiyi de içinde taşıyıcı nitelikte bir metin yazdığını hesaba katmalıdır.
Bir halk, dil gelişimini içindeki insani etkinlik aracı olarak iç özgürlüğünden yaratırken
aynı zamanda meselenin kendisini, yani biraz başka ve daha yüksek bir şeyi arar ve ona
ulaşır. Ve edebi yaratı ve düşünsel sezgiyle oraya kadar ulaşmakla aynı zamanda tekrar
dili etkiler (Humboldt’tan aktaran Aytaç, 2011: 135). Artık toplum içerisinde belirli bir
dil olgusunun yerleşmesinden sonra, toplumu oluşturan bireylerin bir kısmının kendi iç
dinamiklerini dışavurumları sonucunda bu bireyler sanat veya edebiyat alanında kendi
yeniliklerini ortaya dökmek suretiyle, dildeki konvansiyonların ötesinde bir yaratım
64
gerçekleştirebilir. Dolayısıyla yeni ideolojik görüşler ya da kültürel üretimleri
aktarmanın eskileri aktarmaya göre daha zor olacağı da dikkate alınmalıdır. Çünkü
eskilerin birkaç biçimde ifade edilmiş olması, daha doğrusu ilgili kaynak toplumda
belirli bir konvansiyonel dil kullanımıyla var olması beklenebilir. Bu da çevirmen
açısından bir avantajdır. Çünkü çevirmenden en azından kaynak dilin yerleşmiş olan
kültürel ve dilsel kalıplarını bilmesi beklenir.
Bu arada her yeni zihinsel ve dilsel üretim toplumsallaşmayabilir, toplum bu yeni ve
farklı, belki de üstün yaratımı benimser ve kabul ederse, o zaman bu, dil için bir
kazanım olur. Kültür/ideoloji transferi için de benzer bir süreçten bahsedilebilir. Çeviri
yoluyla, yeni kültürel ya da ideolojik öğeler erek topluma aktarıldığında erek toplum da
bunu kabullenirse ve bu beğeni yayılırsa o zaman bir kültüelr/ideolojik transferden
bahsedilebilir.
Ancak vurgulamak gerekir ki, dille birlikte bireysel yaratımlar da gelişmektedir.
Gelişmişlik, farklı bir gelişmişliğin habercisi ve katkı sağlayıcısı durumundadır. Bu
çerçevede Humboldt, “Ne var ki dil yapısı ile bütün başka entelektüel etkinlik
çeşitlerinin
başarısı
arasında inkâr edilemez
bir ilişki
bulunmaktadır”, der
(Humboldt’tan aktaran Aytaç, 2011: 133- 134). Bu aynı zamanda entelektüel faaliyetin
(çeviri açısından da) sınırlanabildiği anlamına gelebilir. Yani erek dilin gelişmemiş
olması,
entelektüel
etkinliğinin
zayıflığı,
erek
dile
gerçekleştirilecek
olan
kültürel/ideolojik yapıtların aktarımını zorlaştırabilecektir. Çünkü erek dil müsaade
ettiği ölçüde tefekkür de, entelektüel faaliyet de, çeviri de mümkündür. Diğer taraftan
dilde yeni yaratım yolları, yeni kelime ve anlam türetimleri gerçekleşebilir. Bu da erek
kültürde kaynak kültürün gelişmiş dil/kültür varlıklarının erek kültüre çeviri yoluyla
teklif edilmesi demektir. Ne zaman ki bu çeviriler telif eserler vasıtasıyla daha sonra
desteklenirse, o zaman yenilik erek kültürün içerisinde neşvünema bulmuş demektir.
1.7. Çevirinin Erek Din Literatürünü Etkilemesi
Tarih boyunca en çok ve en eski çevrilen kaynaklar arasında dini literatür baş köşede yerini
almaktadır51. Özellikle Ortaçağ Avrupa’sında okuma yazma bilenlerin çoğunun soylular ya
51
Bu konuda Translation Encyclopedia (1998), Routlege “Bible Translation” başlıklı makaleye
bakılabilir s. 21-25. Bu çalışmada İncil’in dünyada en çok çevrilen kitap olduğu iddia edilmektedir. Nida
bunu hem sayısal anlamda hem de farklı dillere çevrilmesi bakımından söylemektedir.
65
da din adamları olduğu bilinmektedir. Manastırlarda dini eserler denilebilecek dua kitapları,
elkitapları, vaazlar, gizemci incelemeler, azizlerin yaşam öyküleri, ilmihaller, polemik
yaratan kitapçıklar, bazı kalın ilahiyat kitapları ve son olarak Kutsal Kitap din âlimlerince
çevrilmekte ve çoğaltılmaktaydı. Çevrilen eserler dini inanışın yaygınlaşmasında rol
oynamakta, fakat çeviriler vasıtasıyla inanışlar ya da pratiklerde farklılaşmaların ortaya
çıkması sağlanmaktaydı. Sadece 1516’da Erasmus’un Yunanca kaynağına inerek İncil’deki
Hieronymus’un Vulgata İncil’indeki “tövbe edin” yerine “nedamet getirin” (poentiteat vos)
tercihinde bulunması ve daha sonra bunu 1519’da tekrar çevirip “fikrinizi değiştirin”
(resipiscite) diye sunması kişinin kendi günahlarını bir papaza (günah çıkarma) açıkça itiraf
etmesinin meşruiyetini güçlendirirken, bu hareketin içsel bir edime dönüşmesine işaret
ediyordu. Erasmus’un Kutsal Kitap çevirilerinin Protestanlık imanı üzerinde etkilerinin
olduğu söylenebilir (krş. Eire, 2012: 96-99).
Reform döneminde Avrupa’nın hemen her yerel diline ama özellikle de Almanca, Fransızca
ve İngilizce gibi nispeten daha önemli sayılabilecek dillerine İncil çevirileri yapılmaktaydı
(Nida, 1998: 23). Bu sayede Katolik Hristiyan inancının Avrupa’nın birçok bölgesinde
zayıflayıp, Protestanlık inancının bu gibi çeviriler sayesinde yerel Avrupa dillerinde
gelişmesine ve ilgili toplumları inanç bakımından etkilemesine neden olmuştur. Kutsal
kitabın yerel dillere çevrilmesinin bireylerin inanç âleminde tesirli olabileceği, hatta
mezheplerin ortaya çıkabileceği görülmüştür.
Türkçe Kur’an çevirilerinin ise Uygurca harflerle ilk olarak 8. yüzyılda gerçekleştirildiği
bilinmektedir. Bundan sonra da Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde nadiren Kuran
çevirilerine rastlanmaktadır. Tanzimat dönemiyle birlikte ve özellikle Cumhuriyet
döneminde ulus devlet projesi kapsamında böyle bir uğraşa girildiği söylenebilir. Reşit
Galip’in Türk’ün milli dini tezini ortaya atmasına paralel olarak Türk’ün milli kutsal kitabı,
yani Türkçe Kuran çalışmalarına ivme kazandırılmıştır. Buradan da anlaşılmaktadır ki kutsal
kitap çevirileri vasıtasıyla belirli bir kültürde yeni bir din olgusu ortaya çıkabilmektedir. Bu
din olgusu kendini kaynağından ayrıştırmakta ve bu bakımdan farklılaşmaktadır. İdeolojik
boyutta, kendini daha büyük bir din topluluğundan ayırmak isteyen, örneğin ulus devlet
emelleriyle salt bir çekirdek etninin dini olma özelliğinde toplamak isteyen bir tavırla dini
eserlerin yerel dillere çevrilmesi, ulus devlet ideolojisi açısından işlevsel görünmektedir.
66
BÖLÜM II: İKTİDAR, TOPLUM VE ÇEVİRİBİLİM AÇISINDAN
İDEOLOJİK ÇEVİRİ
2.1. İktidar Toplum İlişkisi Üzerine
İktidar burada siyasi hâkimiyet olarak ele alınmaktadır. Bir siyasi hâkimiyet bir kişi
tarafından ya da bir grup tarafından kendisine meşru olarak salahiyet verilmiş bulunan
ya da iktidar salahiyeti doğrudan/doğuştan kendisinde var olan ve toplumun da bunu
kabul ettiği kişi ya da gruptur52. Bu bakımdan siyasi hâkimiyet sadece seçimle, yani
toplumun çoğunun (en azından) onayını alarak tesis olunan bir şey değildir. Ancak tarih
tecrübesi göstermektedir ki önemli ve zor olan, iktidar olan kimselerin (gerek evvela
toplumun onayı ile gerek onaysız) iktidara gelmekten daha çok iktidarını
sürdürmeleridir. O halde bir iktidarın ya da iktidar hareketinin uzun müddet iktidarda
kalması, yani siyasi hâkimiyetini koruması toplumun geniş bir kesiminin onayı
olmaksızın mümkün görünmemektedir. Bir iktidar eğer toplumun geniş tabanından
destek görmüyorsa eninde sonunda iktidar olan kişi, grup ya da temsil ettiği ideoloji
hâkimiyetini yitirecektir. Hâkimiyette kilit olgu “rıza” kavramıdır; buna göre toplumun
geniş bir tabanının rızası bulunmalıdır, aksi halde hâkimiyet sürdürülmez ve belirli bir
süre sonra değişmek zorunda kalır, el değiştirir ya da çöker.
Diğer taraftan bir siyasi hâkimiyet, iktidarını devletin resmi kurum ve statüleri
üzerinden sürdürmesi ile sınırlı değildir. Toplumun belirli bir kısmına nüfuzu olan,
hukuken bir resmiyeti (gayrıresmi) bulunmayan liderler, özneler, gruplar ve ideolojiler
bulunabilmektedir.
Bunların da toplumun belirli bir kesiminde siyasi hâkimiyeti
bulunması, tesir gücünün var olması söz konusudur (özellikle de kitle iletişimin
yaygınlaşması ve toplumda okuma yazma oranlarının artması bu amaca hizmet
etmiştir). Bunun altında yatan nedense toplumun homojen olmayışıyla açıklanabilir.
Yani bir toplum içerisinde farklı kümelere ait olan gruplar, bireyler de bulunmaktadır ve
52
Burada açıklamak gerekir ki siyasi hâkimiyetin birçok kökeni bulunmaktadır. Örneğin hâkimiyeti beşer
üstü bir kaynağa dayandıran teoriler vardır: Devlet yöneticisi kişi veya kişilerin hâkimiyet yetkisini kilise
veya onun en üst seviyedeki reisi papadan aldıkları; siyasi hâkimiyetin doğrudan tanrı tarafından
hükümdarlara tevdi edildiği; hâkimiyetin tanrı tarafından halk aracılıyla anlandığı gibi görüşler
mevcuttur. Bundan farklı olarak laik-seküler devlet görüşleri, monarşik görüşler, hâkimiyetin kaynağının
devletin insan unsurunda bulunduğu görüşler (demokrasi), hakimiyetin bizatihi devlete ait olduğu
görüşler de vardır (krş. Şentop, 2004).
67
bunların, kendi duyuş ve düşünüşlerinden kaynaklı farklı siyasi fikirlerin tesiri altında
olması doğal görülebilir.
Ekseriyetle devlet, iktidarın ideolojik görüşüne göre bir biçim alır. Ancak uzun
geçmişten gelen tarihsel bir karaktere de sahiptir devlet, dolayısıyla iktidarın değişmesi
devletin de hemen yeni gelen iktidarın karakterine ayak uydurması anlamına gelmez.
Bir de toplumda kendi arasında çekişme içerisinde bulunan farklı ideolojik görüşlerin
bulunması ve ortak bir noktanın pek de bulunamıyor olması, her kesimin toplumsal
sorunlara kendi çözümünü öneriyor ve bunda diretiyor olması devlet idaresinin
sarsılmasına yol açacaktır. 18. yüzyılın başından itibaren başlayarak ideolojik düşünce
akımları gitgide güçlenmiştir. Osmanlı toplumunda başlayan huzursuzlukların ve
sorunların bir nedeni de ortak bir zeminin bulunamayışında aranabilir. Örneğin bu
sıkışmanın en ciddi olarak yaşandığı dönem olarak Niyazi Berkes 1908-1918 arasındaki
zaman dilimini gösterir. II. Meşrutiyet döneminde devlet sorunu ortaya çıkmış, farklı
ideolojik tarafların siyasi ağırlığını devlette hissettirme girişimleri, elbette bunların
toplumda siyasi bir hâkimiyet kurmaya çalışmaları suretiyle aranmıştır. Berkes’e göre,
yeni kurulan devlet en başta toplumsal temelden yoksundur ve toplumu çağın
gereklerine göre kalkındıracak bir dayanak olma gücü yoktur. Batılılaşma ideolojisine
göre ise din ölçülerinden arınmış çağdaş bir devlet olma hüviyetini göstermemektedir.
İslamlaşma ideolojisine göre gerçek bir İslam devleti değildir. Türkleşme ideolojisine
göre de bir ulusal devlet değildir (Berkes, 2015: 430)53. Tüm bu farklı ideolojiler ağının
ortasında Osmanlı toplumu güçlü bir iktidar yoksunluğu yaşamaktadır. Dolayısıyla
ideolojisi doğrultusunda siyasi hâkimiyetini pekiştirme gayreti olan tüm tarafların fikir
münakaşaları kitle iletişim üzerinden yürütülmekte, bir taraftan da tercüme
faaliyetleriyle siyasi hâkimiyet amacına hizmet eden adımlar atılmaktadır. Bu dönemde
gerçekleştirilen çeviriler üzerinde üçüncü bölümde özellikle durulacaktır. Ancak toplum
ve iktidar ilişkisi bakımından, anlaşılması gereken can alıcı nokta, toplumda taban
bulma eylemidir. Yani siyasi hâkimiyet sağlama gayreti içerisinde olan ideolojik
tarafların kitle iletişim araçları vasıtasıyla topluma kendi ideolojilerini kabul ettirme
53
Berkes, ideoloji yerine buralarda akım ya da görüş kavramını kullanmaktadır. Tezin amacı
doğrultusunda bu fikirlerin siyasi yönünün bulunması dolayısıyla, Geertz’in siyasi bir veçhesi bulunan
fikirler bütününün de ideoloji olacağı tanımından yola çıkarak ideoloji kavramı akım ya da görüş yerine
kullanılmıştır. İdeolojinin tanımı yapılan bölümdeki bilgiler buradaki bu kullanımı desteklemektedir.
Bunun için birinci bölümdeki ideoloji tanımına bakınız.
68
çabalarının olduğu gözlemlenebilir. Bu konuda taraflar politikalar üretir ve topluma
dönük çalışmalar gerçekleştirir. Bu çalışmalardan birisi olarak da çeviri kenrdini
göstermektedir. Dolayısıyla evvela çeviriyi kullanabilecek ideolojik tarafların kim
olduğu ve nasıl bir karaktere sahip oldukları netleştirilmelidir. Toplumda farklı
grupların oluşmasındaki sebeplerin neyden kaynaklandığı ve ideolojilerle nasıl iletişim
kurdukları anlaşılmalıdır. Çeviri yoluyla bu ilişkinin iktidar tarafından nasıl kurulduğu
bilinmelidir. Fakat tüm bunların ötesinde ideolojik çeviriyle neyin kastedildiği, bunun
çeviribilimsel temellere ve kısmen ideoloji (özellikle, Althusser ve Gramsci)
kuramlarına nasıl dayandırılabileceği açıklanmalıdır. Nihayet ideolojik çevirileri
araştıran çeviribilimciler hangi yolu takip etmeli, hangi yöntemi kullanmalılardır ki
ideolojik çeviri için veri elde edebilsinler? Bu noktada bir yöntem önerisi aktarılmalıdır.
Bu bölümde işte bu soruların cevapları aranacaktır.
2.2. Toplum Gruplarındaki Farklı Algılama
Bir toplum kendi içerisinde etnik kökenine, inancına, cinsiyetine, yaşına, gelir
seviyesine göre bölünebilir. Bu tarz bölünmeler kolaylıkla gerçekleştirilebilir ve
çoğaltılabilir. Bir de bu sınıflamaya uymayan başka bir bölme işlemi de
gerçekleştirebilirsiniz. O da toplumda muhafazakâr, anarşist ya da liberal gibi ideolojik
görüşlere göre bir sınıflama yapılabilir. Freeden’a göre, tüm bu farklılıklar bir kişinin
bir olayı, bir durumu, bir sanat eserini, kısaca kendi dış dünyasını yorumlamasına etki
etmektedir. Örneğin, bir grup insanı ellerinde pankartlarla slogan atarak gören birisi,
eğer anarşist bir ideolojiye sahipse onun bu eylemi doğru, desteklenmeye değer bulması
beklenir; eğer muhafazakâr bir ideolojiye sahipse yanlış bulması, bunun düzeni bozucu
bir tavır olduğunu düşünmesi beklenebilir. Bu bakımdan ideolojiler yol haritalarıdır;
onlarla siyasal ve toplumsal dünya anlamlandırılmakta ve böyle anlamlandırılan
dünyada birey eylemde bulunmaktadır (Freeden, 2011: 9). Burada anlam ve eylem
ilişkisine dikkat edilmelidir. Olaylara, olgulara yüklenen anlamlar doğrultusunda
bireyin bir eylemde bulunması, eylem geliştirmesi beklenebilir. O halde bireyin
eylemlerinden yola çıkarak aynı kişinin bu eylemleri nasıl anlamlandırıldığı da tespit
edilebilir. Bu aynı zamanda ideolojik çeviri için de böyledir. Bir metnin fazlaca gayri
ahlaki, fazlaca geleneksel-toplumsal şablonlara, rollere aykırı bulunduğu gerekçesiyle
69
yasaklanması demek, böyle bir eylemin arkasındaki anlamlandırmanın muhafazakâr bir
ideolojiden sadır olduğu fikrini uyandırabilir.
Fakat bunların öncesinde bir toplumu farklı ideolojilere iten sebep nedir, sorusu
sorulmalıdır. Marx’a göre bunun altında yatan asıl sebep üretim ilişkileridir. Toplumun
üretim ilişkilerinden dolayı sınıflı bir yapısı bulunmaktadır ve sınıfların mücadelesi
içerisinde düzeni korumaya çalışan üst sınıfların ürettikleri ideoloji ile alt sınıfların
yanlış bilinçlendirilmesi söz konusu olup, toplumdaki sınıfsal/parçalı yapının idame
ettirilmesi mümkün kılınmaktadır. Marx’ın önerdiği toplum anlayışında ise sınıf yapısı
yoktur, üretim ilişkileri de yataydır, dikey değildir ve ona göre bu sayede bir
adaletsizliği de idame ettirecek bir ideolojiye ihtiyaç duyulmayacaktır. İdeoloji bu
anlamda bir “yanlış bilinç” olup, bu yanlış bilincin mevcut yapıyı koruduğu Marx
tarafından iddia edilmektedir54. Her hâlükârda bir bilinçlenme sürecinin neticesinde bir
algılama sürecinin başladığı çıkarımı buradan rahatlıkla anlaşılmaktadır. Dolayısıyla
toplumda farklı algılamanın kökenine inmek için evvela toplumun bilinçlenme
süreçlerine bakmak gerekir. Marx bunu üretimle açıklamaktadır; insanın yaşamını
idame ettirmesi için çevreden/doğadan toplumsal süreci de belirleyen beslenme,
giyinme ve barınma gibi ihtiyaçların karşılanması adına üretim gerçekleştirilir ve bu
üretim ile beraber bilinçlenme süreçleri de ortaya çıkar. Marx bu konuda şunları
söylemektdir:
“Düşüncelerin, kavramsallaştırmaların ve bilincin üretimi öncelikle doğrudan
insanların maddi etkinliğine ve maddi etkileşimine, yani gerçek yaşamın diline
bağlıdır. Anlamak, düşünmek ve insanların zihinsel etkileşimi bu açıdan insanların
maddi davranışının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar. Aynı şey siyasetin,
yasaların, ahlakın, dinin, metafiziğin vs. dilinde ifade edilen, bir halkın zihinsel
üretimi için de geçerlidir… Maddi üretimi ve maddi etkileşimi geliştiren insanlar,
bu gerçek dünyalarını değiştirirken aynı zamanda düşünüşlerini ve düşünüşlerinin
ürünlerini de değiştirir” (aktaran, Mclellan, 2012: 14-15).
O halde Marx’a göre maddi ürünlerle düşünce arasında sıkı bir bağ vardır ve bunlar bir
etkileşim içerisinde bulunmaktadırlar. Yani gerçek yaşamdaki ürünler ve üretim
biçimleri insanın düşünüş biçimine de tesir etmektedir fakat tam tersi de söz konusudur.
Bu Humboldt’un dil-düşünce bağıntısına benzemektedir55. Her ikisini de birbirinden
54
Bkz. İdeoloji kavramı ile ilgili bölüm.
55
Dil Düşünce Bağıntısı için Bedia Akarsu’nun (2000) eserine bakınız
70
ayırmak, ayrı düşünmek mümkün görünmemektedir. Fakat bu, toplumdaki farklı
algılayışı
gerekçelendirmemektedir.
Toplumun
sınıflı
yapısı
üretim
ilişkileri
düşünüldüğünde her bir üretici bireyin farklı üretim biçimleri ve farklı ürünleri meydana
getirdiği ve bu ürünlerden de farklı bir biçimde fayda sağladığı düşünülürse, toplumdaki
farklı düşünüşlerin nedeni sorusuna yanıt bulunmuş olabilir; en azından Marx açısından
durum böyledir, çünkü daha farklı bakış açılarının da bulunduğu muhakkaktır. Aynı
toplumsal sınıf mensubu, aynı sosyoekonomik şartlar, aynı üretim ilişkileri içerisinde
ideolojik bakış açıları çok farklı olan insanların sayısı küçümsenmeyecek kadar çoktur.
O halde Marx’ın dediği gibi, anlamlandırma (salt) üretim ilişkilerinden olumaz. Her
toplumun kendine mahsus sorunları ve buna göre de toplumsal bilinç içerisinde çözüm
önerileri vardır. Anlamlandırmayı bu çözüm önerileri sağlamaktadır; bu çözüm
önerilerinin tamamına da ideoloji denilmektedir.
Düşüncelerin davranış biçimlerinin, ürünlerin, kısaca insanoğlunun maddi ve manevi
tüm kazanımlarının nesilden nesle aktarıldığını da unutmamak gerekir. Üretme biçimleri
ya da tüketme (ürünlerden yararlanma) biçimleri de buna dâhildir. İşte buna kültür
denilmektedir. Kültür insanın bir olay, bir durum karşısında nasıl düşüneceğine, nasıl
karar alacağına yönelik cevaplar barındırır. Belli bir toplumun (parakültür), toplumdaki
belli bir grubun (diakültür) mensuplarının, bir hadise karşısında hemen hemen aynı
tepkiyi, aynı tavrı, aynı reaksiyonu göstermesi beklenir. Bu tesadüfi değildir; bu,
kültürün birleştirici, benzeştirici niteliği sayesinde mümkün olur. Nasıl ki bir toplumun
içinde o toplumu benzeştiren, aynı düşünmesini sağlayan bir ortak kültürden
(parakültür) bahsetmek mümkünse, belirli bir yöreye, belirli bir meslek grubuna
(diakültür) yönelik de böyle bir yaklaşım benimsemek yanlış olmaz. Bir de bireyin
kendi duygusal-ruhsal durumuyla ilintili olarak anlama ve anlamlandırma süreçleri
bulunmaktadır ve bu bakımdan bir grubun içerisinde olsa da beklenen davranışın dışına
taşılması her zaman mümkündür56.
Kültürün bir algılama biçimi oluşturduğunu belirttikten sonra Ziya Gökalp’in, mesela
bir milletin içerisinde hars ve tehzib gibi iki farklı kültürden bahsetmesine bakılabilir:
“Hars ile tehzib arasındaki farklardan birincisi, harsın demokratik, tehzibin
aristokratik olmasıdır. Hars halkın geleneklerinden, yapageldiği şeylerden,
56
Bu konuda birinci bölümde açıklama yapılmıştır.
71
örflerinden, sözlü ve yazılı edebiyatından, dilinden, müziğinden dininden,
ahlakından, estetik ve ekonomik ürünlerinden ibarettir. Bu güzel şeylerin hazinesi
ve müzesi hak olduğu için, hars demokratiktir. Tehzib ise, yalnız yüksek bir tahsil
görmüş, yüksek bir eğitim ile yetişmiş gerçek aydınlara özgüdür. Matthew
Arnold’un “tatlılık ve ışık mezhebi” deyimi ile açıkladığı anlam tehzibin tanımı
demektir. Tehzibin esası, iyi bir eğitim görmüş olmak; rasyonel bilimleri güzel
sanatları, edebiyatı, felsefeyi, bilimi ve hiçbir bağnazlık karıştırmaksızın dini;
gösterişsiz, içten bir aşk ile sevmektir. Görülüyor ki tehzib özel bir eğitim ile
meydana gelmiş, özel bir duyuş düşünüş ve yasayış biçimidir”.
(http://panturkizm.com/hars-ve-tezhip-turkculugun-esaslari-ziya-gokalp/,
01.09.2015).
Görüldüğü gibi bir toplumun içerisinde farklı duyuş şekillerini görmek mümkündür. Bu
duyuş, algılayış şekilleri ortak kültürün yanı sıra farklı kültür kümeleriyle kesişen bir
kültürel yapıya sahip birey ya da belirli bir zümreyle ilgili olmalıdır. Fakat yukarıda
kültürün üç farklı kümesi olduğu ifade edilmişti. Peki, tehzib bu durumda nereye
oturtulmalıdır? Bu yaklaşıma göre öyle anlaşılıyor ki tehzip dia-kültüre girer. Örneğin,
bir aydının belirli bir yörede yaşıyor olması dolayısıyla yöresel bir kültüre (diakültür)
sahip olması, bireysel bir kültürünün olması (idiokültür) ve bir toplumun içinde yaşadığı
için de (parakültürü) olması beklenebilir. Fakat bunun yanı sıra aynı kişi, aydınlar
grubuna ait olduğu için tehzib gibi kendi toplumunun kültürünün ötesinde dışarıdaki,
örneğin “ileri” bir toplumun kültürüne aidiyet beslediği ve onu yaşamaya çalıştığı için
yine belirli bir dia-kültüre sahip olacaktır. Çünkü kendi gibi aydınlar topluluğunun
kendine mahsus böyle bir ikinci dia-kültüre sahip olması beklenebilir. Bu da bu gibi
kimselerin algılayışlarını, dolayısıyla eylemlerini farklılaştırmalarını sağlayacaktır.
Çünkü eylem çevreyi algılayıp (ideolojiye göre) yorumlamayla ilgilidir. Başka bir
ifadeyle, dia-kültür para-kültürün altında belirli bir grubun toplumda temsil ettiği
kültürdür. Tehzib de aydın grubun kültürü olduğuna göre buna dia-kültür demek uygun
olur.
Toparlamak gerekirse, bir toplumun içerisinde farklı algılayışların olması o toplumun,
toplumsal problemlerine dair çözüm üretme yollarının da farklılaşabileceğini akla
getirmektedir. Çözüm yollarını farklı kültürlerden, o kültürlerin kendi toplumlarındaki
problemlerine ürettikleri çözüm yollarından elde etmeye kalkışmanın ise toplumun
genelinden daha farklı bir algılayışa sahip olduğu kabul edilebilecek kimselere ait
olduğu (Gökalp’in) tehzib açıklamasından anlaşılabilir. Çeviri böyle sorunlar karşısında
farklı kültürlerden aktarılabilecek çözümler için bir araç olma özelliği taşımaktadır.
Dikkat edilmesi gereken, çeviri işiyle ancak tehzib kültürüne sahip bir kimsenin
72
uğraşacağını düşünmektir. Farklı kültüre muhatap olan, farklı bir duyuşu olan odur;
dolayısıyla harsa mensup birinin kolay kolay çeviri yapması beklenmemelidir. Çünkü
harsa mensup birisi kendi kültürünün dışına taşma gibi bir vasfa sahip değildir, olsa da
böyle bir beğenisi, böyle bir algılayışı söz konusu değildir. Çeviriyi yapan ve (farklı
algılaması olan) tehzib kültürüne ait kimsenin çevireceği metinlerde farklı kültürün
ürünlerini kendi penceresinden yorumlaması beklenir. Ürettiği ürünlerin de dia-kültürü
türevi eserler olması düşünülebilir. Yani tehzib türevi ürünleri üretmesi dolayısıyla yine
toplumda hars kültürüne sahip kimselere ulaşmamış olan bir Batılılaşma olgusu inşa
etmiş olur. Burada kültürlerin (parakültür) özerkliği kavramı tekrar akla gelmektedir.
Nasıl ki kültürel öğelerin belirli bir özerkliği varsa, bir toplumun içerisindeki farklı
grupların kültürleri denilebilecek hars ve tehzib diakültürlerinin de belirli bir
özerklikleri vardır, denebilir. Bu nedenle kendi aralarında karışım oluşturma gayreti
içerisinde değil, aksine birbirinin kültürel değerlerine eleştirel bakma eğiliminde
olmalıdırlar. Böylelikle farklı algılayışların temelinde kültürel farklarla beraber
ideolojik farklardan da söz edilebilir. İdeoloji pragmatiktir, işlevsel hareket edebileceği
bir kültürel ögeyi kullanmak isteyebilir. Örneğin kültürel alt öge (katman) kabul
edilebilecek sanatı milliyetçi ideoloji çıkarları doğrultusunda biçimlendirme girişiminde
bulunabilir. Bu bakımdan kültürel farklara ilave olarak ideolojinin de dönüştürdüğü bir
devinim içindeki kültürel alt katmanların dönüşebileceği varsayılabilir. Birçok etkenin
bileşkesi konumundaki diakültürün bu şekilde toplumdaki farklı algılamaların sonucu
olduğu düşünülebilir.
2.3. İktidarın Çeviriyi İdeolojik Aygıt Olarak Kullanması57
Bu bölüm başlığı Fransız filozof Louis Althusser’in kitabından esinlenilerek
oluşturulmuştur. Başlığın da haber verdiği gibi burada çevirinin ideolojik bir aygıt
olarak kullanılabileceği ihtimali Althusser’in ideolojiye bakış açısı üzerinden
değerlendirilecektir. Bölüm 3’te ise Tanzimat ve Cumhuriyet dönemlerindeki ideolojik
çeviri Althusser’in yaklaşımıyla yeri geldikçe açıklanmaya çalışılacaktır.
57
Althusser’in DİA ve DBA konusundaki görüşleri aşağıdaki kaynaktan özet olarak çevrilmiş ve ilave
kaynaklardan da katkı sağlanmıştır: https://de.wikipedia.org/wiki/Louis_Althusser#cite_ref-IISA_1-0
(10.09.15)
73
Althusser’in eserinin adı İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA) adını
taşımaktadır. Althusser’e göre, pratikler (yapıp etmeler) siyasi, sembolik, ekonomik ve
doğal olan başlangıç materyalleri (Ausgangsmaterial) vasıtasıyla belirli aktörlerin,
belirli bir bağlam içinde (siyasi, sembolik, ekonomik, …) ürünler meydana getirdiği bir
dönüşüm sürecidir. Pratikler daima belirleyici etmendir üretim sürecinde. Althusser,
birçok pratik türünü birbirinden ayırmaktadır: teorik-bilimsel, siyasi, ideolojik ve
ekonomik gibi. Tüm pratiklerin konfigürasyonunun ilgili toplum yapısını oluşturduğunu
belirtir. Ona göre aktörler belirli bir sınıfta yapılanmış ve organize olmuş olan
insanlardır, tarihsel olarak belirli üretim ilişkileri vardır ve siyasi ve ideolojik koşullar
bağlamında hareket ederler.
Althusser, Devletin İdeolojik Aygıtları adlı eserinde kapitalist üretim ilişkilerinin
öznelerin (gündelik) ideolojilerini nasıl yeniden ürettiğini araştırır. Çalışmasında,
kapitalizmde işçi gücünün yeniden yaratılması gerektiğini ve bunun ideolojik olarak da
sağlanması lazım geldiği tezini geliştirmiştir. Emek gücünün hem nitelik, hem de itaat
bakımından yeniden üretilmesi gereklidir. Yani işçilerin yeniden üretimiyle birlikte,
kurulu düzenin kurallarına boyun eğme de yeniden üretilmelidir” (krş. Althusser, 1994:
23 aktaran Güngör, 2001: 229). Althusser, öncelikle bunun sağlanması için şu iki merci
arasında bir fark ortaya koyar: devlet gücü ve devlet aygıtı. Marx, devletin hukuki ve
siyasi kurumlarını devletin aygıtları olarak tanımlamıştır. Althusser bunu biraz daha
farklı yorumlayarak, devletin gücü ve devletin aygıtlarını birbirinden oldukça bağımsız
kılar. Buna ilave olarak devletin aygıtlarını alıp devletin ideolojik aygıtları (DİA) ve
devletin baskı araçları (DBA) arasında yeni bir ayrım gerçekleştirir. Ona göre DİA’ya
sahip olmak demek DBA’ya her koşulda sahip olmak demek değildir. DBA’yı (fiziksel
ya da maddi, yani para cezası gibi) toplumda şu ya da bu şekilde şiddetle işleyen araçlar
olarak tanımlar Althusser (https://de.wikipedia.org/wiki/Louis_Althusser#cite_noteIISA-1, 10.09.15). DBA’lar sadece devlet kurumları, yani hapishane, polis, adliye vb.
kamu kurumları olarak vardırlar. DİA’lar ise (aile, okul, kilise, kitle iletişim araçları)
adından da anlaşılabileceği gibi birincil olarak ideoloji üzerinden işlemekle beraber,
gerekli durumlarda DBA gibi baskı oluşturacak biçimde de işleyebilmektedirler. Bazen
bu ayrım ortadan kalkabilir ve bir kurum hem DBA hem de DİA işlevi kazanabilir;
örneğin hem fiziksel bir güç hem de ideolojik bakımdan etki edebilir. DBA ve DİA
arasında karşılıklı bir bağlılığın olduğunu kabul etmek gerekir. Aygıtların diğer bir
74
özelliği ise, DBA’ya sadece kamusal alanda rastlanırken, DİA’ların hem kamusal hem
de özel girişimlerde (örneğin hem kamuya ait kurumlarda hem de özel kitle iletişim
araçlarıyla) organize olduğu gözlemlenebilir. DİA’ların amacı egemen sınıfın bağlayıcı
ideolojisini insanların içine zerk ederek onların dünya görüşünü değiştirmektir. Burada
ideolojinin kavramının tanımı önemli hale gelmektedir ve Althusser burada üç temel
hipotezden yola çıkar:
1. İdeolojinin maddi bir varlığı bulunmaktadır
2. İdeoloji bireylerin gerçekteki var olma koşullarının hayali durumunu temsil
etmektedir
3. İdeoloji bireylerin özne olarak çağrılmasıdır
DİA’ların gücü, zorunlu koşulan ritüeller ve diğer büyük kurumların özneleri (örneğin
parti, ulus ve tanrı gibi şeylere) çağırması sayesinde etki etmektedir. İdeoloji sadece
baskıcı değildir, aynı zamanda bireye toplum içerisinde kendini gerçekleştirme imkânı
da vermektedir. Althusser’e göre ideoloji yalnızca manipülasyon değildir, o aynı
zamanda özneleri de yaratır. Özneler ideolojiye teslim olmalarına rağmen kendilerini
özgür hissetmektedirler.
Althusser’e göre ideoloji Marx’da olduğu gibi yanılsamalar değil, kurumlar ve pratikler
içinde var olan tasarımlar bütünü olarak tanımlanmaktadır. O ideolojiyi insanın ya da
bir toplumsal grubun zihninde egemen olan fikir ve tasarımlar sistemi olarak görür. Ona
göre ideoloji, sınıf mücadelesine dayanmakta ve üstyapıda yer almaktadır. Sınıf
mücadelesi, doğrudan devlet iktidarını elde etmeye yöneliktir, ama özellikle ideolojik
aygıtlarda bu mücadelenin uzantısı sürekli olarak yürütülmektedir (krş. aktaran Güngör,
2001: 222-224).
İdeolojinin karakterine bakılacak olunursa, her ideolojide bir hayali çarpıtma söz
konusudur. İdeoloji bir tasarım olması dolayısıyla aynı zamanda bir hayalin ürünüdür.
Fakat hayal ürünü olması onun pratikte var olmayacağı anlamına gelmez, bilakis
fikirlerin genel olarak eylemlerde var olması gibi, ideolojiler de pratiklerde var olurlar
(krş. Güngör, 2001: 226). Pratikte var olmaları demek onların pratiğe döken öznelerle
var olmaları anlamına gelir. O halde her pratik, ancak bir ideoloji yoluyla ve bir
75
ideolojinin altında var olabilir; her ideoloji ancak bir özne yoluyla ve özneler için var
olabilir (krş. Althusser, 2014: 77).
Bireyler ideoloji ile özne haline gelirler. Bunun için Althusser çağırma metaforunu
kullanır. Bireyin çağırmasına fiziksel anlamda yönelen, eylemde bulunan bireyler artık
özne haline gelmişlerdir. Çünkü ideolojinin istediği eyleme yönelişlerdir. Özne olarak
çağırılma, çağıran ideolojinin tabiyeti altına girme, öznelerin birbirlerini ve kendilerini
tanımalarını sağlayan evrensel tanıma ve uygun biçimde davranıldığı sürece her şeyin
yolunda gideceğini düşünmelerini sağlar. İdeolojinin öngördüğü şekliyle uygun
davranışta bulunmayan kötü öznelere devletin baskı aygıtları aracılığıyla müdahalede
bulunulur (Althusser, 1994: 71 aktaran Güngör, 2001: 227)
Yönetici sınıf DİA’larda etkindir, çünkü devlet iktidarını elinde tutar ve bu sayede
devletin baskı aygıtına sahip olur. Devlet iktidarını elde etse de DİA’lar üzerinde
hâkimiyet kurmayan bir sınıfın, hâkimiyetini koruması mümkün görünmez.
Egemenliğin üretilmesi açısından DİA’lara ihtiyaç vardır. DİA’lar vasıtasıyla egemen
ideoloji, yığınlara kendi kültürleri vasıtasıyla egemen ideolojiyi empoze eder (krş.
Güngören, 2001: 229-230)
İktidarın İdeolojiyi Kullanması
İdeolojiler mantık temelleri olan tartışılmaz varsayımlarla başlarlar. Bu bakımdan ilk
başta görüşleri etik açıdan ve akıl bakımından savunulabilir. Fakat bir ideoloji,
savunmayı hedeflediği şeylerin aksi yönünde uygulamalara da girişebilir. Bu durumda
gerilimler ortaya çıkabilir. Fakat ideolojiler bu tür gerilimlerle baş edebilme
potansiyeline sahiptirler. Örneğin, “bir ideoloji küresel ısınma riskini azaltacak büyük
çevre reformlarını savunmak istediğine karar verebilir ve aynı zamanda çevreyi kirleten
sanayilere yatırım yapma politikasını savunabilir” (Freeden, 2011: 81). İdeolojik çeviri
açısından bakıldığında, bir yandan muhafazakâr, gelenekçi, öze vurgu yapıcı söylemler
geliştirilirken diğer yandan da devrimsel kültür politikalarıyla, erek toplumun
normlarını altüst eden kararlar verebilir ideolojik iktidarlar. Böyle bir üstlenmeyi ikna
edici gerekçelerle de süsleyebilir ya da belirsizlik ve anlam bulanıklığı oluşturarak
76
gerekli desteği elde edebilir58. Her hâlükârda toplumsal bir mesaj paylaşılacaksa bu
politikalarla ilgili, toplumu ikna edecek bir ideolojik söylem ortaya koymak
gerekiyorsa, uzun ve yoğun, toplumun anlamlandırma koşullarını zorlaştırıcı değil,
kolaylaştırıcı yöntemler seçilmelidir. Freeden’a göre, siyasal ideolojik karar
süreçlerinde iktidarın gereğinden fazla bilgi kullanması, gerekli desteği elde etme
noktasında işlevsiz kalabilir. Bunun için basitleştirme yöntemi kullanmak yararlıdır
(Freeden, 2011:92). İdeolojiler siyasal düşünce için bir model değildir; toplumsal
gruplar tarafından toplum gruplarının tüketimi için üretilmiş siyasal düşünce kalıplarını
içerirler (age.: 99).
Devlet Yapısına Göre İdeolojik Çeviri
Yukarıda da, Althusser’den alıntı yapılarak devletin ideolojiyi kullanmak üzere
gereçlerinin bulunduğuna değinilmişti. Buna göre devletin ideolojik gereçlerinin dinsel,
hukuksal ve kültürel yapılarda, kitle iletişim araçlarında ve ailede, özellikle de eğitim
dizgelerinde konumlandığı ifade edilmişti. İdeolojinin böyle bir fonksiyonunun hatta
misyonunun olduğunu kabul etmek oldukça Marksçı bir bakış açısı sergilemek
anlamına gelir. Böyle bir bakış açısı ideolojinin kötü tanımlanmasının bir sonucu olarak
da görülebilir.
Nasıl ki yukarıda sayılan alanda ve özellikle de kitle iletişim araçlarıyla eğitim
dizgelerinde devletin ideolojik araçlarının konumlandığı ifade ediliyorsa, çevirinin de
eğitim dizgelerinde ya da kitle iletişim araçlarında kullanılıyor olması, onu (Althusser’ci
çerçevede) ideolojik bir araç haline getirmektedir. Çeviri bugün televizyon, sinema,
tiyatro,
gazete,
dergi,
kitap
ve
internet-iletişim
araçlarında
vb.
alanlarda
kullanılmaktadır. Bu da çeviriyi, bu alanlarda kullanılan ideolojik bir gereç haline
getirmektedir. Tüm bu kitle iletişimin biçimlerinin değişmesi ve zenginleşmesi sonucu,
ideolojik çeviriyle ilgili her bir alanda yeni bir araştırma sahası açıldığı söylenebilir.
Alev Bulut’un 2008’de çıkardığı Basından Örneklerle Çeviride İdeoloji: İdeolojik
Çeviri adlı eseri bu çeşitlendirilmiş ideolojik çeviri kullanımına Türkiye’deki gerek
internet gerekse basılı medya üzerinden verilen örneklerle oldukça zengin bir muhteva
58
Toury, her türlü çeviri etkinliğinin normlar tarafından yönlendirildiğini ifade eder. Ancak normlara
karşı çıkışların olabileceğini de ifade eder. Fakat karşı çıkıldığı takdirde dirençle karşılaşılacağını da ekler
(Toury, 2008).
77
sunmaktadır. Bununla birlikte bu eserden sonra kitle iletişim araçları üzerinden
çevirinin
ideolojik
bir
aygıt
olarak
kullanılmasına
dönük
bir
çalışmaya
rastlanamamaktadır.
Hemen hemen her tür devlet biçiminde ideolojik çevirinin gerçekleştirildiğinden
bahsedilebilir. Fakat her devlet yapısının karakterine göre ideolojik çeviri farklı
amaçlara hizmet edebilir. Bu bakımdan devletin yapısına göre çevirinin ideolojik
amaçlara nasıl hizmet ettiği şu şekilde açıklanabilir:
a) Ütopyacı gelecek vaadine çeviri de hizmet ediyorsa; mutlak egemenlik iddiası söz
konusuysa, yani çevirinin toplum ve devleti dış güçlerden arındırdığı/bağımsızlaştırdığı
iddia (ima) ediliyorsa ya da toplumu bozulmaya yönelttiği gerekçesiyle çeviriler
denetleniyor ve sansürleniyor/yasaklanıyorsa; toplumun bilincinin/kültürünün daha üst
bir düzeye çıkarılması imajı veriliyorsa ve kitle iletişimin tekel altında bulunduğu, yani
ya tüm çevirilerin devlet tarafından denetlendiği ya da çevirilerin neredeyse devlet
tarafından bizzat yönetildiği/yapıldığı ve üstüne üstlük bunları tüketmesi için toplumun
teşvik edildiği ya da mesela eğitim müesseseleri vasıtasıyla buna zorlandığı bir yapı
varsa ve bunların amacının toplumun yeni, tek tip bir yapılanmaya büründürülmesi
amaçlanıyorsa otoriter/totaliter devlet yapısında ideolojik çevirilerden bahsedilebilir.
b) Toplumun hemen her kesimi kendi vasıtalarıyla kendi ideolojisini temsil için çeviri
gerçekleştirebiliyorsa; bunlar birbirine karşı çeviri yoluyla da (kanun sınırları
çerçevesinde) ideolojik güç mücadelesi içerisine girebiliyorsa; devlet bu gibi konularda
müdahaleci ya da yanlı bir tavır takınmıyorsa ve tarafları da özgür bırakıyorsa; bizzat
kendisi de serbest piyasa anlayışı kapsamında çeviri piyasasını yönetmiyorsa
(denetlemiyor ve radikal şekilde sansürlemiyorsa) demokratik-liberal devlet yapısında
ideolojik çeviriden bahsedilebilir (krş. Can, 2014: 8).
2.4. İdeolojik Çeviriye Kuramsal Bakış
Mona Baker, Routledge Encylopedia of Translation Studies’de (1998) çeviribilimde
kültür döneminin 90’lı yıllarda başladığını ve böylece de ideoloji kavramının bundan
sonra ön plana çıktığını söyler. Aşağıda 90’lardan öncesine, yani 80’li yıllardaki
çeviribilimcilerin çeviri olgusunu açıklamak için kullandıkları kuramlara yer
verilecektir. Bu kuramların çerçevesi içerisinde ideolojik çeviriye alan açılmaya
78
çalışılacak ve mevcut kuramlara eklentiler yapılarak ya da bunlar ayrıntılı şekilde ele
alınarak ideolojik çeviri için bir üst bakış sağlanmasına çalışılacaktır. Böylelikle üçüncü
bölümde bahsedilen verilerin analiz edilmesi, üst bakışla nereye oturtulabileceği daha
rahat anlaşılabilecektir.
“Dilin nerede, ne amaçla, kiminle, kime karşı ya da kimin için kullanıldığını
incelemeden nerede, nasıl bir etki yarattığını anlamamız zordur” (Bulut, 2008: 15). Bu
yaklaşım üzerinden ideolojik çeviri araştırmalarında salt metne bakılmaması gerektiğini
anlamak mümkündür. Metne bakmak belki de ikincil sırada, bazen de hiç mi hiç işe
yaramayacak bir araştırma yöntemi olarak ortada durmaktadır. Bu bakımdan Bulut’un
yaklaşımı, ortaya koyduğu sorular -dikkat edilirse- çevirinin amacını ortaya çıkarıcı
sorulardır. İdeolojik bir çevirinin de ortaya çıkartılabilmesi bakımından böyle sorular
elzem görünmektedir. Aşağıdaki kuramlar tam da bu yaklaşım etrafında açıklanmaya
çalışılacaktır. Metnin kendisine doğrudan anlam düzeyinde değil belki ama en yakın
manada metin türü düzeyinde ideolojik çeviri konusunda açıklık getirilmeye
çalışılacaktır.
Bu duruma biraz daha açıklık getirmek açısından James Holmes’in “çeviribilimin
anayasası”59 hükmündeki “The Name and Nature of Translation Studies” (1972)60
başlıklı makalesinden bahsedilmesinde yarar var. Holmes bu makalede çeviribilimin
müstakil bir disiplin olarak gelecekteki karakterini çizer. Çalışması kendisinden sonra
gelen çeviribilimcilere de ilham olmuştur ve çeviribilim onun çizdiği yol doğrultusunda
ilerlemektedir.
Holmes bu makalesinde çeviribilimi iki alana ayırır, bunlar kuramsal ve uygulamalı
alanlardır. Kuramsal alanı teorik ve betimleyici diye tekrar ikiye bölerek betimleyici
alanı da üçe ayırmaktadır. Bu araştırma açısından işte bu son ayrım önemlidir. İdeolojik
çeviri araştırması betimleyici yaklaşımlar benimsenerek yapılmaktadır. Çünkü yine
Holmes’e göre bu betimleyici alandan ve yakın disiplinden alınabilecek teorik bilgiler
59
Genel olarak çeviribilimcilerin çok değerli ve çeviribilimin bir bilim olarak ortaya çıkmasında büyük
rolnoynadığını düşündüğü makale olduğu için bu kavram yazara ait bir yakıştırmadır.
60
James Holmes (1972), The Name and Nature of Translation Studies adlı makalenin İngilizcesinden
özetlenmiştir.
(http://www.universita-mediazione.com/wp-content/uploads/2012/02/Materiale_Prof_
Donadio_31_ 01_ 2012.pdf?6afd74, 12.09.15)
79
birleştirilmek suretiyle teorik bilgi oluşturulabilir. Öncelikle betimleyici bir altyapının
olması gerekliliğinden bahseder. Betimleyici alanın üç başlığa ayrılmasına tekrar
dönülecek olunursa bu ayrım şöyledir:
a) Ürün Odaklı BÇA (Product-oriented DTS)
Bu araştırmanın çıkış noktası belirli bir çevirinin betimlenmesiyle ilgilidir. Betimleme
esnasında metne odaklanılır ve ikinci aşamada da çeviri karşılaştırmalı şekilde
betimlenir. Böyle bir betimlemeye hem art hem de eş zamanlı araştırma yöntemlerinde
başvurulabilir. Ürün odaklı betimleyici çeviri araştırmasının muhtemel bir amacı da
genel bir çeviri tarihi yaratmaktır.
b) İşlev Odaklı BÇA (Function-oriented DTS)
İşlev odaklı BÇA ise çevirinin hedef kitlenin sosyo-kültürel bağlamındaki işlevini
betimlemektedir. Metin odaklı bir araştırmadan çok bir bağlam araştırmasıdır bu.
Örneğin hangi metinler önemli kabul edilmiş, hangileri önemsiz bulunmuş ve bu
bağlamda hangi zamanda ve çevrede erek kültüre çeviri yapılmıştır, bu çeviriler nasıl
sonuçlar doğurmuştur, bunlar sorgulanmaktadır. İleride bu çalışma belki de bir çeviri
sosyolojisi alanı oluşturabilir.
c) Süreç Odaklı BÇA (Process-oriented DTS)
Bu araştırma türü daha çok çevirmenin çeviri esnasındaki bilişsel süreçleriyle
ilgilenmektedir. Bunun için son yıllarda teknolojik aygıtlar da kullanılarak araştırmalar
yapılmaktadır. Sesli düşünme protokolleri ya da bilgisayar üzerinden çevirmenin göz,
tuşlama, bekleme, çalışma süreleri vs. takip edilerek bilişsel anlamda nasıl bir süreç
yaşandığı konusuna açıklık getirilmektedir.
Bu çalışma açısından bakılırsa, süreç odaklı yaklaşım hariç ürün ve işlev odaklı
BÇA’lar ideolojik çeviri araştırması için uygun görünmektedir. Fakat yine de bu
çalışmanın Holmes’ün yaklaşımından birkaç noktada fark göstereceğinin altını çizmekte
yarar var. Öncelikle a) üzerinden gidilecek olursa: Bu araştırma belirli metinleri
incelemektedir ancak yukarıda denildiği gibi bir karşılaştırma gerçekleştirmeyecektir.
İdeolojik çeviri açısından bunun uygun olmadığı aşağıda açıklanacaktır. Diğer bir
önemli husus ise bu araştırmanın eşzamanlı bir yöntemle BÇA gerçekleştireceği
80
hususudur. Araştırma evreni böyle bir yöntemi zorunlu kılmaktadır. Ancak ideolojik
çeviri araştırmaları gerek art gerekse eş zamanlı olarak yürütülebilir, bunda bir sakınca
görülmemektedir.
b) üzerinden gidilecek olursa: ideolojik çeviri açısından hedef kitlenin sosyo-kültürel
bağlamındaki işlevini betimlemek çevirinin amacına yönelik veri sağlayabilir. Çünkü
amaçla işlevin birbiriyle zorunlu olmayan bir bağıntısı bulunmaktadır. İşlevden amaca
ulaşmak her zaman doğru sonuç vermeyebilir fakat işlevi incelemek suretiyle amaç
kestirilebilir ve yan metinler sayesinde de işlevden yola çıkılarak elde edilmiş olunan
verilere yönelik sağlama yapılabilir. Metinden çok bir bağlam araştırması yapılması
ideolojik çeviri için öncelikli bir yaklaşımdır, çünkü metinlerin karşılaştırılması
üzerinden eksiltmeler, eklemeler tespit edilse de bunun gerekçeleri bulunmadan bir
çeviriye ideolojiktir demek doğru olmayabilir, fakat önce erek metnin amacı bilinir ve
bağlamı da tespit edilirse, ideolojik çeviri açısından oldukça tutarlı veriler elde edilmiş
olur. İdeolojik çevirinin tespit edilmesine yönelik çevrede ya da merkezde (EvenZohar’ın kullandığı anlamda) hangi metinlerin bulunduğu ya da hangisinin saygın
(canonical) hangisinin saygın-olmayan (noncanonical) metinler olduğunu tespit etmek
İşlev Odaklı (İO) BÇA bağlamında yerinde gözükmektedir. Ayrıca bu çevirilerin nasıl
sonuçlar doğurduğunu da içine alan İO BÇA Şerif Mardin’in ideoloji araştırmalarındaki
vaziyet alış kavramıyla ilişkilendirilebilir. Her ikisi de aynı konuya eğilmektedir. Bu da
ideolojik çeviri araştırmaları açısından elverişli bilgiler verebilir.
c) üzerinden gidilecek olunursa: ideolojik çeviri için veri temin edilmesi pek olası
görünmemektedir burada. İÇA daha çok ürün ve işlev odaklı BÇA kapsamında ele
alınabilir gözükmektedir.
Sonuç olarak, bu çalışmada çeviri sürecinden bahsedildiğinde hiçbir koşulda çevirmenin
bilişsel süreçleri kast edilmeyecektir. Çeviri süreci denildiğinde betimleyici bir
araştırma mantığı çerçevesinde çeviri için tercih edilecek metinlerin seçiminden, çeviri
için tercih edilecek çevirmenin tasarlanmasına, oradan çeviri ürünün baskıya
gönderilmesi aşamasına kadarki sürece çeviri süreci denilecektir. Bu araştırmada çeviri
süreci denildiği zaman Toury’nin süreç öncesi normlarıyla çeviri süreci normlarını
kapsadığı akla gelmelidir.
81
2.4.1. İşlevselci Yaklaşım
Süreç odaklı araştırma yaklaşımlarda araştırmada mercek altına alınan metin değildir
artık, merceğin altına süreç konulmaktadır. Bu bakımdan çeviribilim araştırmalarında
metinden uzaklaşan yaklaşımları modern paradigma olarak anlamamız mümkündür.
Burada metin derken özellikle kaynak metinden ve ikinci planda da erek metinden
uzaklaşma kast edilmektedir. Süreç odaklı yaklaşımları iki gruba ayırmak mümkündür:
Birincisi Kade, Reiß ve Nord’un temsil ettiği iletişim odaklı yaklaşımlar, diğeri ise
Vermerr ve Holz-Mänttäri’nin temsil ettiği eylem odaklı yaklaşımlardır, (krş. Ersoy,
2012: 74-75). Birinci grupta yer alan Reiß, çevirinin işlevini ortaya çıkarıcı soruların
sorulması gerektiğini şöyle ifade eder:
Metin neden çevrilmektedir? Metin kim için çevrilmektedir? Metnin hangi
amaçla çevirisi yapılmaktadır? Kısacası çevirinin işlevi nedir? Çünkü işlev,
çeviri türünü ve çeviri stratejisini belirlemektedir (Reiß, 1985: 41 aktaran
Ersoy, 2012: 78).
Bu sorulara ideolojik çeviri bağlamında bakıldığında, soruların ideolojik çeviriye dair
veri elde edici işlevlerinin olduğunu görmek mümkündür. Örneğin “metin neden
çevrilmektedir” sorusu araştırmacıyı metnin dışındaki etmenlere sevk edecektir. Elbette
bir kaynak metin kendiliğinden de neden çevrileceği konusunda bilgi verebilir. Eğer
çevrilecek metin (kaynak metin) bir prospektüsse bundan çıkarım yaparak, metnin bir
hastaya yönelik bilgi verme amacıyla çevrileceği düşünülebilir ve bu bakımdan kaynak
metnin kaynak kültürdeki ana işlevini61 erek kültürde de yerine getirme amacında
olduğu sonucuna varılır. Fakat çeviri amacının değiştiği ve bu doğrultuda da çevrinin
farklı bir işleve sahip olması düşünüldüğü haller de olabilir. Bu durumda kaynak metne
odaklanmak ve oradan bir çıkarımda bulunmak yeterli olamayabilir. Metin dışı
faktörlere bakıldığında, çevirinin hangi maksatla yapılacağını öğrenmek için yukarıdaki
sorular yöneltilebilir.
61
Kaynak işlevle kasıt: Metnin bizzat içeriği ve biçimi bakımından nasıl bir işlev üstlendiğini
kestirebilmeyi sağlar. Fakat bir metin çevrildiği takdirde kaynak işlevinin dışında başka amaçlar için de
kullanılabilir. Reçete örneğinden gidilecek olursa, hastaya bilgi vermek için değil de, bir uzman hekime
yönelik ya da eczacıya dönük farmakolojik özelliklerinin bilinmek istendiği, uzmanlık dilinin doğru
aktarılmasının icap ettiği bir işleve sahip olması gerekebilir.
82
İdeolojik çeviri araştırması bağlamında düşünüldüğündeyse, örneğin tarihi vakaları
incelerken tarihi belgelerden yararlanılmaktadır genellikle. Bu araştırmadaysa bu
soruların cevabı doğrudan metinde aranmayacaktır, çünkü dipnotta belirtildiği gibi
kaynak metnin amacı ve buna bağlı olarak işlevi kaynak kültürde başka, erek kültüre
aktarıldığında başka olabilir. İdeolojik çeviri başlığı altında bu noktaya da
değinilmektedir fakat kısaca tekrarlayalım: Tanzimat Dönemi’ndeki, özellikle İttihat ve
Terakki iktidarındaki Maarif Vekâletinin bünyesinde bulunan Telif ve Tercüme
Heyetlerinin çeviri için ve telif etmek üzere tercih ettikleri eserlere dikkat edilirse,
bunların içerisinde Türklerin tarihine yönelik eserler olduğu görülecektir. Öyleyse salt
tarihi eser üzerinden gidilirse, bir eğitim malzemesinin çevirisi olarak görülecek olan
çeviri işinin ideolojik olarak yorumlanması da mümkün görülmeyecektir. Ancak aynı
eserin çevrilmesine yönelik yan metinler, çeviri hakkındaki eleştiriler, heyetlerin çeviri
için seçtikleri kaynak eserleri tercih etme sebepleri, dönemin siyasi konjonktürü,
dönemin hâkim ideolojisi ve çeviri sürecinde rol alanların ideolojisi belirlenirse, birçok
eylem gibi çeviri eyleminin de ideolojik yönünün tespit edilebileceği düşünülebilir62.
Reiß ve Vermeer, çeviri etkinliği ve bu sayede ortaya çıkan metin üretimi işini bir
eylem olarak görmektedirler. Bu bağlamda gerçekleşen eylemin bir amaç doğrultusunda
gerçekleşeceğini ifade ederler. Reiß ve Vermeer skopos adını verdikleri kuramlarını
aşağıdaki şekilde özetlerler:
1. Bir çeviri ürünü amaç odaklıdır.
2. Bir çeviri ürünü, bir kaynak kültür ve kaynak dile ait bir bilginin, erek kültür ve
erek dildeki karşılığıdır.
3. Bir çeviri ürünü, bir bilgiyi olduğu gibi yansıtır ve geri çevrilmesi olanaksızdır.
4. Bir çeviri ürünü kendi içinde tutarlı olmalıdır.
5. Bir çeviri ürünü, bağlı olduğu kaynak metinle tutarlılık ilişkisi içinde olmalıdır.
62
Toury bu tip araştırma kaynakları için metin-dışı kaynaklar demektedir. Bu kaynaklar arasında
çevirmenlerin çevirileri için beyanatları, edebiyat, çeviri ve eleştiri dergilerindeki çeviri yaklaşımını
açıklayan yazılar da vardır (Ece, 2010: 27).
83
6. Yukarıdaki kurallar, belirtilen sıra düzeninde hiyerarşik bir yapıyla birbirine
bağlı durumdadır (Reiß & Vermeer 1991: 119 aktaran Ersoy, 2012: 86-87).
Reiß ve Vermeer’in çeviri kuramından ideolojik çeviri için bir yaklaşım devşirmek
mümkündür. Bu da “her çeviri eyleminin bir amacının bulunduğu” tespitinde
yatmaktadır. Çeviri süreci ve çevirilerin insan için belirli bir külfeti, bir maliyeti
olduğundan onu keyfi gerçekleştirecek bir eylem olarak görmek pek akla yatkın
değildir. Hatta aksine, ideolojik çeviri yapmanın külfeti, maliyeti maddi ve manevi
anlamda çok daha ağır olabileceğinden sıradan bir çeviriye göre, böyle bir çevirinin
amaçsız gerçekleştirildiğini iddia etmek mümkün olmaz. O halde her ideolojik çevirinin
tıpkı Skopos kuramında olduğu gibi belirli bir amacı bulunmaktadır. İdeolojik çeviri,
adı üstünde, bu amacı başından itibaren yansıtmaktadır. Buna göre bir ideolojik
çevirinin amacı en genel manada ideolojiktir. İdeolojilerin tanımı daha önce ele
alınmıştı. Bu bağlamda ideolojilerin hâkimiyet kurma amacının olduğu, Marksist
yaklaşıma göre bu hâkimiyetin ideoloji vasıtasıyla yönetici sınıf tarafından sağlandığı
ve korunmak istendiği, Gramsci bakış açısına göre de sadece hegemonyanın değil, aynı
zamanda toplumdaki iktidara gelmeye çalışan, yönetilen grupların da ideolojiyi
kullandıkları ifade edilmektedir.
Dolayısıyla, ideoloji böyle bir güç mücadelesi çerçevesinde ele alındığında, çeviri
eyleminin de bu mücadelede rol alabileceği görülmektedir. Mücadelenin amacı
ideolojinin hakimiyetini tesis etmek, güç sahibi olmak ya da ideoloji zaten hakimse o
hakimiyeti (statüko) sürdürmek olur. Kısacası ideolojik çeviri ancak erek toplumdaki
ideolojilerin amaçları doğrultusunda bir amaca sahip olmalıdır. O halde erek toplumdaki
ideolojiler bilindiği müddetçe ideolojik çevirinin amaçları da en genel manada tespit
edilmiş olur. Yani sözgelimi bir çeviri bir erek kültürdeki a, b, ve c ideolojisinden
birisinin 1, 2 ve 3 amacına hizmet edici olmalıdır. İdeolojilerin amaçları da kesişebilir,
dolayısıyla bir çeviri bir kültür içerisindeki birden çok ideolojinin amacına aynı anda
hizmet etmiş olabilir. Fakat en azından bir kültürdeki ideolojiler ve onların amaçları
önceden biliniyorsa, bu durumda ideolojik çevirinin tespit edilmesinde yolun yarısı
belki de tamamlanmış sayılabilir.
Bir çevirinin işlevi birden çok olabilir. Vermeer’e göre bir çevirinin örneğin çevirmene
gelir kapısı olma işlevi olabileceği gibi bilgi verme işlevi de olabilir (Reiß ve Vermeer,
84
1984: 4). “Kim açısından?” sorusu burada işlev bakımından belirmektedir. Çevirmen
açısından işlev gelir kapısı, hedef kitle açısından işlev (eğer ondan bilgi alan bir hedef
kitle söz konusuysa) bilgi vermesi olarak nitelenebilir.
Vermeer ve Reiß’a göre, dil üretimi birden fazla derin yapının bir üst yapıda tesis
edilmesiyle ortaya çıkmaktadır. En derin yapı, ne hakkında bir şeylerin söylenip
yazılabileceği ve bunların nasıl ifade edilebileceği konusunda belirleyici olan kültür
düzlemidir. Diğer düzlemler ise planlama, yapılandırma ve formüle etmedir. Şartları
belirleyen şey her zaman sosyal ve bireyseldir. Metin üst yapıda belirir (1984: 18-19)63.
Dil, bir toplumun kendi içerisinde birbiriyle iletişimini sağlayan her türlü aracın üst
kavramıdır, denebilir. Bu tip iletişim araçları kendisinden başka şeylere (anlamlara)
işaret ederler. Dilin bir özelliği de iletişim özelliğidir. Yani dilin bireyüstü bir işaret
işlevi olması gerekmektedir (krş. Reiß ve Vermeer, 1984: 20-21). Kutsal kitap İncil’in
belirli bir kıssası kaynak metin olarak bir ahlak anlayışı içermektedir. Ancak çevirisi
gerçekleştirilen bu kıssanın ahlak öğretme, içindeki estetiği gösterme, dini pratiklerde
(dua) bu kıssanın manevi gücüne duyulan ihtiyacı sağlama ya da dillerin karşılaştırması
gibi işlevleri olabilir. İşleve göre bu metnin çevirisi de farklılaşacaktır (krş. age.: 48).
O halde bir kaynak metin erek kültüre aktarılırken çevirinin işlevi dönüştürücü gücü
sayesinde ideolojikleşebilir. Sıradan bir estetik değeri olan edebi bir metin hedef
kitlesini kaynak kültüre özendirici olma işlevi taşıyorsa ve bu maksatla belki de metne
ilaveler, metinden çıkarmalar yapıldıysa ideolojik bir çeviriden bahsetmek mümkündür.
Hatta bir kaynak metnin o güne kadar dikkate alınmazken birden bire belirli bir zaman
ve
belirli
bir
siyasi
konjonktürde
çevrilmiş
olması
dahi
onun
işlevini
ideolojikleştirebilir. Örneğin sıkıyönetim olan günlerde basın özgürlüğüne dair çeviriler
peşi sıra diziliyorsa ya da siyasi çalkantılar yaşayan bir ülkede monarşi ile yönetim söz
konusu ise ve çeviriler de özellikle bu zamanda maksatlı olarak toplumun iktidarda daha
fazla rol almasını hedefleyen, güdüleyen metinlerden oluşuyorsa ideolojik çeviriden
bahsetmek mümkündür. İdeolojik çeviri demek illa metnin içeriğinde, biçiminde ya da
biçeminde değişiklikler yapmak demek değildir, bir kaynak metnin sadece siyasi
bağlamda bir kültürde oynayacağı rolü hesap edilerek çeviri için tercih edilmesi,
63
Bu yaklaşımlarıyla Chomsky’nin üretici-dönüşümsel-dilbilgisi kuramını alıp daha toplumsal düzeydeki
yapılara uyumlulaştırılmış görünüyor.
85
çevrilmesi, yayımlanması ve hedef kitleyle buluşması dahi onu çeviri eylemi içerisinde
ideolojik çeviri kategorisine oturmasını sağlayabilir. Dolayısıyla bir çevirinin ideolojik
çeviri olmasında belirleyici unsurlardan biri o çevirinin amaçlanan işlevidir, denebilir.
Ancak işlev tek boyutlu değildir; çevirmenin amacından başka işlevler de mümkün
olabilir. Bu, hedef kitleyle de ilgilidir. Bir kaynak metin belirli bir kültürde ve belirli bir
siyasi konjonktürde hedef kitlesiyle buluştuğu vakit ideolojik bir işlev görebilir. Fakat
aynı çeviri siyasi konjonktür değiştikten sonra aynı etkiyi bırakmayabilir ve bu
bakımdan ideoloji işlevi ortadan kalmış olur. Dolayısıyla bir çevirinin ideolojik olup
olmadığını tespit etmek için erek metnin işlev göreceği bağlamın çok iyi bilinmesi
gerekmektedir. Aksi halde salt Marx’ın Das Kapital eserinin çevirisini ideolojik diye
tasnif etmek doğru sonuca götürmez. Bir ders kitabı olarak işlev görecek, Marx’ın temel
ekonomi ve toplum tezlerini üniversitedeki ders bağlamında öğretecek Das Kapital
eserin çevirisini ideolojik olarak sınıflandırmak doğru olmayacaktır.
Diğer taraftan Reiß’ın metin türlerine bakılarak ideolojik çeviri için bunlardan
faydalanılabilir. Reiß’a göre üç tür metinden bahsedilebilir:
a) Bilgilendirici: İçeriğinin bilgi veren metinlerdir. Bunlarda içerik ön plandadır.
Örneğin: Belge, rapor, ders kitabı
b) Anlatımcı: Anlatımcı metinlerde yazarın biçim ve biçemi önem kazanır. Metinde
içeriğin ne olduğu değil, bu içeriğin nasıl aktarıldığı önemlidir. Örneğin: Roman,
hikâye, şiir
c) Yönlendirici: Bu metinlerin erek okuru etkileme ve yönlendirme gayesi
bulunmaktadır. Örneğin: Propaganda, reklam (Reiß, 2005: 113-116).
Reiß metin türlerinden bahsederken onları bu şekilde sınıflandırır. Bu sınıflandırmaya
göre çeviri stratejileri önerir. Fakat burada ideolojik çeviri için önemli olan bu
stratejilerden ziyade yine Reiß’ın ifade ettiği gibi metinlerin katışıksız olmadığını,
örneğin bir metnin hem bilgilendirici hem de yönlendirici olabileceğini unutmamak
gerekir. Buradan varılması gereken nokta ideolojik çeviri için şudur: Bir çeviri metnini
ideolojik çeviri olarak tanımlamak için kaynak metnin ne tür bir metin olduğu
önemsizdir. Kaynak metin edebi bir metin olsa da içinde bilgilendirici öğelerin hatta
yönlendiricilerin de bulunduğu varsayılabilir. Dolayısıyla bir metnin ideolojik olması o
86
metnin içeriğiyle, biçimiyle ya da kaynak işleviyle ilgili değildir; ideolojik çeviriyi
ideolojik çeviri yapan asıl neden çeviri sürecinde rol alanların ideolojik amaçlarıdır.
Fakat şunun altını çizmek gerekir ki metinler arı bir biçimde bu üç kategoride
bulunmaz, ancak bir kategorinin ağır bastığı varsayılır. Buna göre bu metin
sınıflandırmasında daha çok bilgilendirici metin türü ile yönlendirici metin türlerinin
ideolojik amaçlara hizmet edebileceği düşünülebilir.
Burada yeri gelmişken şu konuyu aydınlatmakta da fayda var: Çeviri sürecinde rol
alanlar özellikle ifade edildi. Çünkü bu süreci yöneten birden çok aktör söz konusu
olabilmektedir. Bir aktörün çevirinin ideolojik emellerle kullanılmasını amaçlaması, o
çeviriyi ideolojik yapar. Daha doğrusu bu aktörlerin de hiyerarşik düzeyleri
bulunmaktadır. Lefevere bunu edebiyat dizgesi içerisinde rol alan uzmanlar olarak ifade
eder ve bunların da üzerinde hamilerin bulunduğundan bahseder. Hamilerin ise bu
uzmanlara nüfuz ettiğini belirtir64. Dolayısıyla denilebilir ki, hamilerin amaçları
hiyerarşik yapı içerisinde daha altta bulunanların amaçlarını geçmektedir. Bir yayıncının
Kur’an çevirisini Hıristiyan birisine Türkçeye çevirtmesinin altında yatan amacın
çevirmenin amacından daha farklı olabileceği düşünülebilir65. O halde çeviri sürecinde
tek bir amaçtan bahsedemeyiz. Amaçların birbirinden ayrı olması da ideolojik çeviriyi
engellemez. Bununla birlikte amaçların birbirini desteklemesi ideolojik çeviri için daha
uygun bir zemin oluşturur. Çevirmenin amacının para kazanmak, yayıncının ise hem
para kazanmak hem de reklam yapmak, namını duyurmak fakat bu görevi kendisine
tevdi edenin iktidar karşıtı bir medya yöneticisi olduğu düşünülürse onun da amacının
ideolojik bir çeviri sayesinde ideolojik emellerine yaklaşmak olduğu anlaşılabilir. Bu
bakımdan amaçlar çatışırsa ya da amaçların kimileri nötr değere sahipse (ideolojik
çeviri açısından) hiyerarşik anlamda üstte olan, çeviri için amaç belirleyici olur. Burada
amaç hiyerarşisi içinde üst katmanlarda yerleşmiş öznenin ideolojik çeviri bakımından
amacının daha belirleyici olacağı varsayılmaktadır.
Burada amaç hiyerarşisinde
yukarıda konumlanan öznenin Bourdieu’nun kavramlarıyla ekonomik, kültürel ve
sosyal sermayesinin aşağıda bulunanlara göre daha üstün olması beklenebilir. “Duruma
göre değişken ve göreceli bir çeviri eylemi hangi amaç ya da amaçların, üst-genel
64
Bkz. Andere Lefevere ile ilgili bölüm.
65
Konuyla ilgili açıklamalar III. Bölümde yer almaktadır.
87
amaca ağırlıklı olarak etki edeceğini belirler. Bu konuda mutlak bir model söz konusu
olamaz” (Holz-Mänttäri, 1984 aktaran Tosun, 2002: 115). Amaçların hiyerarşinde
mutlak bir model aranamayacağı, bunun kültürden kültüre ve hatta durumdan duruma
değişebileceği yaklaşımı yukarıdaki tespitler bağlamında da isabetli görünmektedir.
Holz-Mänttäri’nin çeviriyi iletişimden çok bir işbirliğine benzetmesinin altında yatan
sebep çeviriyi başlatan, çevirmene işi veren, çevrilecek metnin yazarı, çevirmen, çeviri
metnin kullanıcısı, çeviri metnin alıcısı gibi bir dizi aktörün bir arada çeviri eylemini
gerçekleştirmesiyle ilgilidir. Bir çevirmenden aynı zamanda bir matbaa sahibi, aynı
zamanda kaynak metin yazarı, uzman kişi vs. olması en azından günümüz şartları
içerisinde beklenemez. Dolayısıyla tüm bu işlerin bir işbölümü ile sağlanacağı modern
kitle iletişim toplumunda çevirinin bir işbirliğiyle yürütüldüğü iddia edilebilir. İdeolojik
çevirinin de bu işbirliğinde yukarıda belirtilen en üst amaçla çatışmaması gerekmektedir
ki, çeviri hedef kitlesiyle buluşabilsin. Çoğu zaman ideolojik çeviriler bu işbirliği
içerisinde bir işbölümü ve uyumluluk görülür. Yani bir metnin ideolojik etmenler ile
erek kültürde işlerlik kazanacağını bilen bir çevirmen bu işi kendisine tevdi eden işveren
ve yayın evi vs. gibi aktörlerle birlikte ortak rol alıyorsa bu çeviri eyleminde bir
uyumluluktan bahsedilebilir.
Tekrar belirtelim ki, ideolojik çeviride belirleyici olan metinlerin ne tür metinler olduğu
değil, hangi amaçla onlara nasıl bir işlev yüklenmek istendiğidir. Bu bağlamda
Cumhuriyet Dönemi’nde laik, seküler bir ulus devlet için gerçekleştirilmiş olan kanun
çevirileri de ideolojik çeviri olarak tanımlanabilir. Çünkü kanun maddelerinden maksat
hukuk eğitimi vermek değil, bizzat şeriatı tasfiye edip, yerine medeni kanunları
yürürlüğe koyma anlamında Batıcılık ideolojisinin bir yansıması olan eylemdir.
Bununla beraber İslamcı ideolojinin de emellerinin tam tersi yapılıyor olması, bu
çevirilerin bir kat daha kolay ideolojik olarak tanımlanmasına imkân verir. Bunun için o
dönem gerçekleştirilen hukuk (çevirilerinin) devriminin amaçları, bu devrimini
gerçekleştiren
aktörlerin
beyanatlarından
alınmalı,
karşı
ideoloji
cephesinde
konuşlanmış olanların da ideolojik karşı çıkışları yanmetinler üzerinden tespit
edilmelidir. Bu sayede, gerçekleştirilen çevirilerin amaçları tespit edilmiş olur ve
ideolojik emellerin çeviri üzerinden yürütülüp yürütülmediği anlaşılarak, Cumhuriyet
Devri’ndeki çevirileri ideolojik olarak tanımlamak mümkün olabilir. Fakat bu
88
araştırmanın bir konusu olmadığı için ve bu konuda da bir araştırmaya çeviri açısından
rastlanmadığından dolayı burada belirtilen bu yargı ancak bir hipotez mesabesindedir.
Çeviri araştırmacılarının ideolojik çeviri bakımından bu araştırma konusunda kollarını
sıvaması beklenebilir.
Erek Odaklı Yaklaşımlar
Çeviribilim
araştırmaları
içerisinde
ideolojik
çeviri
araştırmalar
erek
odaklı
yaklaşımların içerisinde yer almalıdır ve almaktadır. Nasıl ki erek odaklı yaklaşımlar bir
çeviriyi değerlendirirken çevirinin kaynak metni ve/veya yazarı ne kadar iyi yansıttığına
yoğunlaşmaktan ziyade çeviri ürününün işlev göreceği erek kültürü, kitleyi, bağlamı,
çeviriyi üreteni ve aktörlerini ele almaktaysa; ideolojik çeviri de erek odaklı bir
araştırma anlayışı içerisinde çevirinin yaşadığı kültürü, kitleyi, çevirmeni, aktörleri,
siyasi konjonktürü, ideolojileri ele almalıdır. Çünkü ideolojik çeviri için araştırma
malzemesi/verileri erek kültürde yoğunlaşmıştır ve bu bağlamda bakışlarını erek kültüre
yöneltmelidir. Kaynak kültürde ideolojik çeviri için malzeme olacak kaynak metnin
ehemmiyeti son derece azdır. Çünkü kaynak kültürde -örneğin- salt edebiyat ürünü olan
ve içerisindeki öğelerle o kültürün mevcut siyasi konjonktürüne ya da o kültürün
dışındaki dış dünyaya ideolojik bir atıfta bulunmadan kaleme alınmış bir eserin erek
kültüre aktarılırken bambaşka bir amacının olabileceği ve bu bağlamda ideolojik çeviri
odaklı olabileceği düşünülmelidir. Burada dolayısıyla kaynak metin erekte bir
değişim/dönüşüm yaşamakta olup, onu ideolojikleştiren süreçlerden geçmektedir ve bu
bakımdan da dikkati buraya vermek doğru gözükmektedir. Ancak kaynak kültürde
kaleme alınmış orijinal bir eserin ideolojik içeriği sebebiyle kaynak kitlede ideolojik
vaziyet alışlar tesis ettiği bilincinden yola çıkarak böyle bir eserin erek kitlede de aynı
etkiyi uyandırmasını bekleme amacıyla bu eseri çevirmeye kalkışmak, ya da aynı
stratejiyle başka bir metne yaklaşmak ideolojik çeviri araştırmaları bağlamında kaynak
kültür ya da kaynak odaklı bir bakış açısıyla ideolojik çeviri araştırması yapmayı faydalı
kılabilir. Fakat ideolojik çeviri araştırması için daha ziyade birinci durumun söz konusu
olduğu söylenebilir.
89
2.4.2. Betimleyici Çeviri Araştırmaları
Toury’nin geliştirdiği Betimleyici Çeviri Araştırmaları66 (BÇA) bir kuram değildir, daha
çok bir yaklaşımdır. Çeviriyi erek odaklı olarak inceleyen bir yaklaşımdır. BÇA genel
ya da kısmi bir çeviri kuramı değildir. Zaten genel bir çeviri kuramı iddiasında olan
çeviri kuramları dahi birçok yönden eleştiriye maruz kalmış ve kısmi ya da belirli bir
çeviri türüne ait kuramlar olarak eleştirilmişlerdir67. BÇA, çevirilerin betimleyici bir
bakış açısıyla incelenerek elde edilen bulguların açıklanmasına yönelik bir yöntemler
bütünüdür. Kendine özgü eşdeğerlilik kavramının yanı sıra sözdeçeviri gibi çeviriye
dair daha önce değinilmemiş bakış açıları geliştirmiştir. BÇA erek kültür odaklı bir
araştırmadır. Toury, çevirileri erek kültürün bir gerçeği olarak tanımlamaktadır (Toury
1995: 13 aktaran Gürçağlar, 2011).
Erek kültürün, çevirilerin üretildiği ve okunduğu
bağlamları nasıl oluşturduğu, bu bağlamların ortaya çıkış nedenlerini ve nasıl değiştiğini
BÇA’da Çoğuldizge Kuramı’na (ÇDK) göre izah edilmiştir (Gürçağlar, 2011: 129).
BÇA’nın erek odaklı betimleyici yaklaşımı özellikle Vermeer’in Skopos kavramıyla
birleştirilince, ideolojik çeviri araştırmaları bakımından oldukça verimli bir yaklaşım
ortaya çıkabilir. İdeolojik çeviri araştırmaları için Skopos kavramının işlevsel bir bakış
açısı olduğu ve bu kavramla elle tutulur sonuçlara gidilebildiği araştırmanın devamında
da izah edilecektir. Diğer taraftan ideolojik çevirinin erek kültür içerisindeki çeviri
bağlamları aydınlatılarak (BÇA kapsamında bir bakıma betimlenerek), çeviri
eylemindeki aktörlerin amaçları ortaya çıkarılabileceğinden bir çevirinin ideolojik
amacının olup olmadığına dair veri temin edebilme noktasında BÇA yaklaşımı yararlı
görülebilir.
Yine yukarıda da bahsi geçen Toury’nin “sözdeçeviri” kavramı bir bakıma ideolojik
çevirilere dönük veriler temin edebilir. Öncelikle sözdeçeviri nedir, ona temas edelim.
Sözdeçeviri iki şekilde ele alınabilir. Birincisi, sözdeçeviri kanon edebiyatı çerçevesinde
düşünülebilir. Toplumda belli bir dönemin revaçtaki edebi türü olan eğer çeviri ise,
aslında çeviri olmayan bir esere çeviri süsü verilebilir (krş. Lambert, 1998: 250).
66
Itmar Even Zohar’ın Çoğul Dizge Kuramını temel alarak geliştirilmiş bir yaklaşımdır.
67
Örneğin Vermeer’in Skopos Kuramı. Bu eleştirileri Hüseyin Ersoy’un (2012) eserinde görmek
mümkündür.
90
İkincisi ise, erek kültür normlarından çekinildiği için, yayın evinin eseri basmasını
mümkün kılmak ve okur tepkilerini önlemek maksadıyla bir eser sözdeçeviri olarak
kaleme alınabilir. Işın Bengi Öner’in “çeviri iddiasındaki bir orijinal/telif eser” diye
betimlediği 1950 yılında yayımlanan bir genç kızın aşk ve cinsellik üzerine yazdığı
Genç Kızlar adında ve güya yazarı Vincent Ewing olan eser sözdeçeviriye örnek olarak
verilebilir (Öner, 1999).
Sözdeçeviri ideolojik çeviri araştırmaları bakımından ele alınacak olursa aşağıdaki
noktalar ifade edilebilir: Eğer erek okur belirli bir kaynak kültürü saygın görüyorsa,
prestijli kabul ediyorsa ideolojik öğelerin çeviri yoluyla erek kültüre aktarılması
kolaylaşabilir. Örneğin erek kültür kitlesi tarafından saygın kabul edilen bir kaynak
kültürden aktarılan ya da bu kaynak kültüre mensup bir aydından aktarılıyor gibi
yapılan, yani çeviri süsü verilen bir metinle sözdeçeviri ideolojik açıdan kullanmaya
elverişli hale getirilebilir. Hans von Aiberg adında bir Türk’ün sahte bir Alman bilim
adamı kisvesinde Arz’dan Arş’a adındaki kitabı buna örnek verilebilir. Müslüman
olmuş Alman bir bilimadamı sıfatıyla gelecekten, uzaylılardan, zaman makinelerinden
bahsetmesi ve bu arada da bunu İslami donelerle süslemesi İslamcı okur kitlesini
cezbetmiş ve kaynak kültüre atfedilen saygı kullanılarak eser yıllarca kaynak okur
tarafından tüketilmiştir68. Gerçi eserin çeviri olduğunu iddia eden bir durum söz konusu
değildir fakat yabancı bir isimle böyle bir algı uyandırıldığı için bu durum “varsayılan
çeviri”69 kategorisine sokulabilir. Ayrıca Hans von Aiberg’in (Bülent Aiberg) ideolojik
kaygılardan ziyade bireysel planda maddi kazanç ve statü elde etme amacıyla böyle bir
eseri kaleme aldığı ilgili haberler okununca anlaşılmaktadır. Bu tür bir ürün, müellifinin
kaynak okuyucu tarafından saygın kabul edildiği bir kültürden çevrildiği iddia
ediliyorsa ya da böyle bir algı yaratılıyorsa, sözdeçeviri kategorisine sokulabilir.
Buradan bir telif eserin ideolojik maksatlar doğrultusunda kullanılabileceği anlaşılmakta
olup, böyle bir sözdeçeviri yapıtın ideolojik çeviri kavramının altında ifade edilmesinde
bir sakınca görülmemektedir. Gözden kaçırılmaması gereken şeyse, sözdeçevirinin erek
68
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/21367631.asp (09.09.2015); http://www.aksiyon.com.tr/ibrahimdogan/arzdan-arsa-yalan-kulesi_521072 (09.09.2015)
69
Toury, erek kültürün çeviri saydığı eserler çeviri olmasa dahi erek kültürün çeviriden beklentisinin ne
olduğunu göstermesi açısından çeviri kabul edilebileceği ve bu şekilde araştırma nesnesi haline
sokulabileceğini ifade eder (Gürçağlar, 2011: 134).
91
kültürde ideolojik çeviri işlevinin olabilmesi için, gerçekten çeviri ürünlerinin
kanonlaşmış olması şartı vardır. Aksi halde erek kültürde herhangi bir saygınlığı
olmayan çeviri ürünlerinin erek kitle tarafından tüketilmesi beklenemez ya da tüketilse
dahi doğuracağı muhtemel etkiye şüpheli bakılabilir. Bu da ideolojik çevirinin işlevsiz
hale gelmesine yol açacak, aslında iletişim ve eylem amacı olan, toplumda belirli bir
vaziyet alış beklentisi içerisinde üretilen bu ürünlerin amacına hizmet etmeyecektir.
Burada Even-Zohar’ın (2005: 141-143) çoğul dizge kuramındaki metinlerin alan
konumu yaklaşımı akla gelmektedir: Eğer çeviri metinler çoğul dizgede merkezdeyse,
yani bir bakıma saygın konumdaysa, telif eserler, yani erek kültür yazını çevrededir.
Erek kültür yazını eğer merkezdeyse bu defa da çeviriler çevrede konumlanacak, yani
saygın görülmeyen bir nitelik arz edeceklerdir. Bu bakımdan ideolojik çevirinin de en
ideal şartlarda kullanılması çevirinin kanonize (canonised) olduğu, bir kültürün çoğul
dizgesinde merkezi bir konum elde ettiği döneme denk geldiği söylenebilir. Ancak
yukarıdaki yaklaşım belirli şartlar altında geçerlidir: Çevirilerin doğal serbestlik ile
görünürlük kazandığı, sistemli bir biçimde baskılanmadığı bir kültürde yukardaki
durumun geçerlilik kazanabileceğini düşünmek gerekir. Aksi durumda, yani çevirinin
sistemli bir biçimde dışarıda tutulduğu, egemen kültür tarafından dışlandığı ve onun
yerine öz yazının saygınlaştırıldığı ve çevirinin yerildiği ya da görmezden gelindiği ve
çeviri eserlerin bir nevi telif gibi yerelleştirildiği kültürlerde çevirinin saygınlığından
yararlanmak suretiyle ideolojik çeviri yapmak pek olası görünmemektedir.70 Ayrıca
çevirinin çevre konumunda tutulmasının, yani saygın olmayan bir konuma
indirilmesinin altında yine ideolojik gerekçeler yatabilir. Örneğin siyasi iktidarın
çeviriler vasıtasıyla ideolojik bir boyutta eleştirildiği dönemlerde dışarıdan gelecek
yayınlara karşı tedbir/denetim getirilmesi ve denetimsiz yayına müsaade edilmemesi söz
konusu olabilir. Bu yukarıda da daha önce izah edildiği gibi otoriter/totaliter devlet
karakterine sahip rejimlerde söz konusu olabilir.
70
Lawrence Venutti’ye göre, çeviri Amerikan kültüründe yerelleştirilmekte ve adeta Amerikan hâkim
kültürün malıymış gibi yapılmaktadır. Diğer yandan telif eser yayınları hâkim/merkezi konumdadır ve
saygınlaştırılmaktadır. Çeviri ise çevrede konumlandırılmıştır ve telif yayınlara göre çok düşük kapasiteli
çeviri yayınlar da telif gibi sunulduğundan saygın olmayan bir konuma oturtulmaktadır. Burada Venutti
ve Zohar’ın kuramları iç içe geçirilerek ideolojik çeviri bağlamında düşünüldüğünde böyle bir yaklaşım
geliştirilebilir.
92
Hemen burada belirtelim ki, sözde çeviri olmayıp (gerçekte çeviri olan) ancak birçok
defa çevirmenin kendi adını (kimliğini) ideolojik nedenlerle gizlediği çeviriler de vardır.
Zira bu, hegemonyanın ideolojisinden kaçma yolu olarak kullanılabilecek bir yöntem
şeklidir. Bu tavırla bir toplumda gücü elinde bulunduranların ideolojik bakış açısına
aykırı yayınların masumlaştırılmasının, daha kabul edilebilir bir zemine çekilmesinin
amaçlanmış olduğu söylenebilir. Kutsal kitap gibi bazı eserlerin çevirisine egemen
kültür ve iktidar müsaade etmediğinden dolayı erek kültürde bu gibi eserlerin çevirisine
cesaret edilemediğinden çevirmen bulma zorluğu yaşanabilir. Bu durumda da dışarıdan
(egemen kültür alanının normları sayesinde direnç ve tehdidinin dışında bulunan) temin
edilebilecek ve özellikle de dışarıdan olması dolayısıyla bir kat daha egemen kültürün
direnciyle karşılaşabilecek çevirmenlerin kimliklerinin gizlenmesi söz konusu
olabilecektir. Böyle bir tavır, ideolojik dirençten sıyrılmak ve toplumsal normların
bariyerlerini delebilmek için çevirmenin kimliğinin gizlenmesi yoluna başvurulduğu
anlamına gelir. Diğer yandan bir kültür içerisinde iktidarın ideolojik gerekçelerle engel
olmaya çalıştığı bir çevirinin tüm risklerini, yaptırımlarını, cezalarını göze alarak
gerçekleştirilmeye çalışılan çevirilerin de ekonomik sebeplerle bağlanılması pek
açıklayıcı ve inandırıcı gözükmemektedir. Çünkü böyle bir denetimin yürütüldüğü
ortamda tüketiciler de ideolojik iktidar denetiminden nasibini alacağından ötürü çeviri
ürününün tüketilmesi de baskılanacak ve ekonomik bir beklenti pek sahici
görünmeyecektir.
İdeolojik
çevirinin
ekonomik
gerekçelerle
yapılıyor
olması
bakımından tek bir çıkış yolu olabilir, o da ideolojik amaçları olan bir sponsorun
(ekonomik güç) bu faaliyeti yönetmesidir. Fakat işveren konumuna geleceği için bu
durumda bu sponsorun da yine çeviri aktörleri arasında zikredilmesi gerekir ki bu da
çevirinin ekonomik amaçla değil, ideolojik sebeplerle yapıldığı anlamına gelir. Onun
için böyle bir zorlu yolu seçmenin ideolojik gerekçelere dayandığı akla daha yatkın
gelmektedir.
Çevirinin yenilikçi bir yönünün bulunduğu söylenilir. Erek kültürün tanımadığı yeni
düşünceler, yöntemler, edebi tat ve yabancı dünya görüşleri çeviri sayesinde erek kültür
okuyucusuyla buluşma fırsatı elde eder. Bu tarz ögeler genellikle yerli yazın tarafından,
erek müelliflerince taklit edilir ve kendi telif eserlerinde bu zevkler, duygular, biçim ve
biçemler ile dünya görüşleri erek okurla buluşur (krş. Even Zohar, 2005: 142).
93
Çevirilerin “birincil işlev” ve “ikincil-işlev” gördüğü durumlar söz konusudur Zohar’ın
bakış açısına göre. Çevirinin birincil işlev gördüğü durumda kaynak metin baskındır ve
erek dizgedeki telif eserleri etkilemektedir ve birçok telif eser bundan sonra biçim,
biçem ve tür bakımından çeviri edebiyat eserlerine benzeme gayreti içerisindedir. Fakat
çeviri ikincil-işlev konumundaysa eğer, kaynak metin erek edebiyat dizgesindeki biçim,
biçem ve türlere adapte edilmektedir (krş. Even Zohar, 2005: 143). Öyleyse ideolojik
çeviri bakımından çevirinin erek edebiyat dizgesindeki konumunun birincil-işleve sahip
olması önemli değildir, asıl önemli olan içeriktir. Çünkü ideolojik çeviri ekseriyetle
fikirlerin aktarılması yönünde ideolojik işlev görür. Biçim ve biçem ya da tür gibi
nitelikler bir eserin estetik ve teknik yönüne işaret eden taraflarıdır daha çok. Bir metnin
içeriği ideolojik çeviri açısından asıl belirleyici olandır ve kaynak metnin ideolojik
öğelerini aktarmada ideolojik çeviri açısından ilk sırada bir öneme sahiptir. Fakat bu
durumu mutlaklaştırmamak da gerekir; böyle bir yolun ideolojik çeviride belirleyici
olduğu ne kadar bariz olsa da, yani Zohar’ın bakış açısıyla ikincil-işleve sahip çeviriler
aslında ideolojik çeviri için daha uygun gibi görünse de bu daha çok edebi metinler için
söz konusu olabilir. Çünkü çeviri ikincil-işleve sahipse erek kültür odaklı bir çeviriyi
gerektirecek ve bu sayede ideolojik fikirlerin aktarılmasının erek tüketici tarafından
alımlanması kolaylaşacaktır. Vurgulanması gereken nokta içeriğin ideolojik nitelik
özellikleri taşıdığıdır ve içeriğin aktarılmasına odaklanıldığı müddetçe ideolojik
fikirlerin erek kültüre geçirildiği varsayılabilir. Fakat kutsal kitap çevirilerinde içerikle
beraber biçim, biçem ve tekniklerin de önemli olduğu görülecektir. Kutsal kitap
çevirilerinde sadece içeriğin doğru aktarılması değil, içeriğin belirli bir dile yalnızca
aktarılması dahi ideolojik tepkilere neden olabilecektir. Bu sadece orijinal metne
atfedilen ve inanıştan kaynaklı bir kutsiyetten ötürü bir karşı çıkış olmayacak; örneğin
tam da ideolojik gerekçelerle, Panislamist bir ideolojiye muhalefet ettiğinden ötürü
Kur’an’ın çevirisine muhalefet edilecektir. Diğer bir deyişle, hedef kitlesinin çeviri
vasıtasıyla bölünmesi durumu söz konusudur ve bu duruma karşı çıkılması ittihat fikri
olanlar açısından (örneğin Osmanlıcılık ideolojisi) mümkün olabilir. Benzer bir durum
İncil çevirileri için de söz konusudur. Luther Almancaya çeviri yaptığı zaman Katolik
kilisesi tarafından bu endişelerle aforoz edildiği düşünülebilir.
Diğer yandan bir metnin estetik değerler içeriyor olması, edebi bir yönünün bulunması
onun, bünyesinde ideolojik öğeler barındırmadığı anlamına da gelmez. Bu bakımdan
94
edebi metinlerin içeriklerine daha dikkatle bakıldığı takdirde ideolojik öğelerin erek
kültür kitlesine aktarılabileceği düşünülmelidir. Çünkü biçim ve biçeme belirli bir
simgesel anlam yüklenmesi içeriğe göre daha zordur. Gereetz’in yukarıdaki, simgeler
bir ideolojik anlam şablonlarıdır tespiti hatırlanırsa, biçim ve biçemin simgesel bir
anlamının bulunması gerekir ki bununla ideolojik bir aktarım çeviri vasıtasıyla
sağlansın. Bu bakımdan aslında eski yazının kaldırılması (Arap alfabesi) ve yerine yeni
alfabenin yerleştirilmesi (Latin alfabesi); Doğu’nun, dinin, kutsal sayılanın, uhrevi
olanın eski ile bağlantılı olanın yerine Batı’nın, seküler olanın, yeni ve dünyevi olanın
geçirilmesi sayesinde bir simgesel değişim, yani biçimsel bir değişim, dolayısıyla da
ideolojik bir çeviri gerçekleştirilmiştir denilebilir. Diğer yandan kimi özel durumlarda,
tarihte
bazen
örneğin
üslubun
divan
edebiyatından
sonra
nazımdan
nesre
dönüştürülmesi de kutsal, duygusal, gerçek üstü olandan akla dayalı (rasyonel), gerçekçi
ve dünyevi olan bir biçemin tercih edilmesine geçişle aydınların zihinde ideolojik bir
dönüşümün cereyan ediyor olmasının ipuçları mevcut bulunabilir. Tekrar harf
devrimine dönülecek olursa, öncelikle harflerin değiştirilmesi ile simgesel bir ideolojik
dönüşüm yaşandığı ve daha sonra da öz Türkçe gibi bir dil tercihiyle dilin dini
öğelerden arındırıldığı yönünde kanaatler bildirenler olmuştur71. Bunun da ideolojik
amaçlarla dilde bir sekülerleşme arayışı olduğu yönünde bir vurgu yapılabilir. Bundan
sonra çeviriler vasıtasıyla kullanılacak Türkçe sözcük tercihlerinde dahi eski ve yeni
(devrim neticesinde öz Türkçe diye adlandırılan) dil tercihlerinde bulunmak ideolojik
bir takım gerekçelere dayandırılabilir. Tüm bunların çeviri yoluyla yapılıyor olması da
çevirinin ideolojik bir araç olarak kullanıldığına delalet eder. İlerleyen bölümlerde bu
durumla ilgili daha kapsamlı açıklamalar gelecektir fakat burada yeri gelmişken bu
durum kısa olarak ele alınmıştır.
Tekrar Zohar’a bakılacak olursa, Zohar 1990’lı yıllarda kültür planlaması adı altında
çoğuldizge kuramını yeniden ele almıştır. Burada kültürü tanımlarken, kültürün bir
repertuarlar bütünü olduğu ve kendi kendine gelişebileceği gibi dışarıdan müdahale ile
özellikle belirli bir yöne de çekilip geliştirilebileceği dile getirilmektedir. Bu
müdahaleleri kültür dizgesinin içerisinde yer alan bireyler ya da kurumlar vasıtasıyla
gerçekleşecek, repertuarın bu aktörlerce icat ya da dışarıdan ithal yoluyla
71
Ercan Köksal (2013), “100 Yıllık Dava: Harf ve Dil devrimi Üzerine Röportaj ve Soruşturmalar”,
İlmek Kitap, İstanbul
95
oluşturabileceği ifade edilmektedir (aktaran Gürçağlar, 2011: 132). İcat yolu ile telif
eserler, ithalatla ise çeviri eserlerin kültür repertuarının oluşturulması kast edilmektedir.
Kültür repertuarını ithal yoluyla yani çeviriyle oluşturmak eğer belirli bir ideolojinin
amacıysa bu tür bir çeviri girişimi ideolojik olarak tanımlanabilir. Yukarıda da ifade
edildiği üzere, repertuarı oluşturmaya çalışan bir kurum da olabilir birey(ler) de.
Genellikle kurumlar içerisinde bireylerin organize bir biçimde ortak amaca yöneldiği
gözlemlenir
ancak
bireysel
faaliyetlerin
de
belirli
bir
ideolojinin
altında
kurumsallaşması söz konusu olduğunda dağınık gözükse de bireysel faaliyetlerin
aslında ortak bir veçhesinin olduğu müşahede edilebilir. Tanzimat Dönemi’nde
“bireysel” faaliyetlerin revaçta olduğu, farklı gazetelerde ve dergilerde kısmen birleşen
aydınların Batı kavramlarını, düşüncelerini, sistemini ithal yoluna giriştiği görülebilir.
Fakat Cumhuriyet Dönemi’ne gelindiğinde bunun bizzat devlet tarafından yürütülen bir
faaliyete dönüştüğü, bir toplumun ortak kültürünün temelini tesis eden, bir arada
yaşamayı mümkün kılan kuralların en üstü olan kanunları doğrudan ithal etmek için
“kurumsal” bir teşebbüse girişildiği, bu yönüyle de ideolojik bir girişimde bulunulduğu
iddia edilebilir. Çünkü daha önce prensip olarak zikredilen ideolojik eylemin zıddı bir
ideolojinin de duygu, düşünce ya da eylemi potansiyel olarak mevcutsa ya da bu fiili bir
durum ise, birincisinin de ideolojik olduğu kanısına daha kolay varılabilir. Cumhuriyet
Dönemi’nde Batıcılık bağlamındaki medeni kanun çeviriler İslamcı ideolojinin
benimsediği şeriat kanunlarının zıddı anlamına geldiğinden, bu çevirilerin ideolojik
çeviri bağlamında görülebileceği daha kolay söylenebilir.
Gerek ideolojik çeviri olsun gerekse farklı alanlarda yapılan çeviriler olsun hepsi
okuyucusuyla buluşmak için kaleme alınır. Bir köşede dursun diye o zahmete
girilmeyeceği kesin gibidir. Dolayısıyla toplumda bir işlev üstlenecek olan çeviri
metninin de o toplumun normlarına uyması beklenir, aksi takdirde çeviri daha okur
kitlesiyle buluşmadan yok olma tehlikesiyle karşılaşabilir. Aslında toplumun
normlarının, bunları idame ettirme amacıyla kurulan kurumlar tarafından da
denetlenmesi beklenir. Fakat kimi zaman toplumun normlarıyla, toplumun kurumlarının
normları arasında farklar bulunabilir. Bunun altında yatan sebepse toplumun arı
olmayışıdır, yani toplum heterojen bir yapı gösterir72. Toplumun bütününden farklılaşan
72
Toplumdaki Farklı Grupların Algılayışı hakkındaki başlığa bakılabilir.
96
bir grubun toplumun iktidarını elinde bulundurması bu kurumların normlarının da
farklılaşması anlamına gelebilir. Zira bu grubun toplumdan ayrışarak farklı normları
benimsemesi söz konusu olabilir. Bu durumda çevirmenin yapması gereken hem
toplumsal normlara dikkat etmek hem de ve asıl olarak toplumda azınlık durumunda
olan fakat iktidarı elinde bulunduran güç odağının normunu, o normu biçimlendiren
ideolojisini dikkate almaktır. Theo Hermanns “Translation as Institution” adlı
makalesinde bu duruma dikkat çekmektedir. Çeviriyi yaparken çevirmenin toplumdaki
normları dikkate alması gerektiğini ifade eder. Ancak çevirmen okurların olduğu kadar
yayınevinin, editörlerin, Even Zohar’ın deyimiyle toplumda kültür repertuvarını
oluşturan gösterge girişimcilerinin beklenti ve taleplerini de çeviri süresince dikkate
almalıdır (Hermanns, 1995: 9 aktaran Ece, 2010: 21-22).
Toury’nin çeviriye bakış açısı birçok araştırmanın temelini oluşturmaktadır. Onun
Betimleyici Çeviri Araştırmaları (BÇA) kapsamında çeviriyi ele almasına bakılacak
olunursa üç aşamadan bahsedilebilir.
1. Çevirinin erek kültür dizgesindeki yeri tespit edilir. Burada metne verilen önem
ve erek kültürde bu metnin nasıl kabul gördüğü saptanır.
2. Kaynak ve erek metin arasındaki deyiş kaydırmalar73 bir karşılaştırma ile ortaya
konulur. İki metinde de belirli birimler seçilerek betimlemeler gerçekleştirilir ve
çeviri kavramları ile bu birimler açıklanmaya çalışılır.
3. Bu sayede başka çeviriler yapılırken verilen kararlarda yararlanılabilecek
sonuçlar otaya çıkartılır.
Gürçağlar’a göre BÇA’nın betimleyici yönü birinci ve ikinci aşamalarla sınırlı olup,
üçüncü aşama çeviri araştırmalarının uygulamalı kapsamına girmektedir. Birinci aşama
çoğuldizge kuramı ile ilintilidir. İkinci aşamada norm kavramıyla karşılaştırma
gerçekleştirilebilmektedir (Gürçağlar, 2011: 135).
Toury’nin BÇA’daki birinci aşaması ideolojik çeviri araştırmasına temel teşkil
edebilecek bir yaklaşım içermektedir. İşlevsel başlıklar altında da görüleceği üzere
ideolojik çevirinin tanımlamasında skoposun belirleyici olduğu ortaya konmuştur. Buna
73
Bu kaydırmalar Popoviç’te zorunlu ve seçeneklere dayanan olarak ikiye ayrılır. Toury’de ise doğrudan
çeviri ediminin kendisin kaydırmayı zorunlu olarak içerdiğini ifade eder (Ece, 2010: 24).
97
göre, çeviri metnin erek kültür dizgesindeki yerinin tespit edilmesi ve erek kitle
tarafından metne verilen önemin ya da metnin konumlandırılmasının araştırılması
ideolojik çeviri araştırmaları bakımından elverişli verilerin elde edilmesi anlamına
gelmektedir. Burada erek kitle ister çeviri metnini okuyan, benimseyen, önemseyen ve
ondan yarar sağlayan olsun; isterse erek metne bakış açısı olumsuz, yerici, muhatap
almaz ve değersizleştirici olsun, çeviri metnine her iki kesimin olumlu/olumsuz
muhatap olması ve onunla bir etkileşime girmesinden dolayı bu kitleyi metnin alıcı erek
kitlesi olarak tanımlamak doğru olacaktır. Böyle bir erek kitlenin olumlu ya da olumsuz
tavrı, metnin konumlanmasında belirleyici olacak ve betimleyici bir yöntemle bu tavır
anlaşılmaya çalışılırsa ideolojik çeviriye yönelik veri elde edilebilecektir. İdeolojik
çeviri araştırmalarında doğru sonuçlar elde etmek için erek kültür dizgesinde erek metne
doğrudan olumlu yaklaşan kitlenin değil, aslında olumsuz yaklaşan erek kitlenin
yaklaşımını tespit etmek daha belirleyici olacaktır. Genellikle olumlu yaklaşımlar değil
de olumsuz yaklaşımlar dile getirilir, böyle yaygın bir eleştiri anlayışının varlığından
bahsedilebilir. Bunlar etkileşim içerisinde birbirinden genellikle ayrılmayan; eğer gazete
üzerinden bir cephenin tepkisi yürüyorsa, diğer cephenin de aynı kanal üzerinden
karşılık verdiği bir süreç olarak ortaya çıkmaktadır. En azından bunların aynı kanaldan
cevap vermesi beklenebilir. Çünkü daha değersiz görülebilecek bir kanaldan cevap
vermek demek, cevabın içeriği güçlü/haklı/ikna edici olsa dahi kanalın değeri düşük
(saygın olmayan) olduğu için mesajın/eleştirinin vs. değerinin de düşeceği anlamına
gelecektir. İdeolojinin kitle toplumu ortaya çıktıktan sonra aydınların imal ettiği fikirler
üzerinden kitlelerin algılarını yönlendirdiği daha önce mevzu bahis olmuştu. Bu
bakımdan da ideolojik çevirilere yönelik erek kültür dizgesindeki kitlenin sözcüleri olan
aydınların (eleştirmen, çevirmen, yayıncı, siyasetçi, öğretmen, edebiyatçı, uzman, din
adamlarının) bu sözcülüğü üstleneceği beklenmeli ve erek kültür dizgesinde çeviri
metnin nasıl konumlandırıldığı böylelikle anlaşılmalıdır. Bu yönüyle BÇA ideolojik
çeviri araştırmalarına veri sağlama noktasında oldukça yol göstericidir.
İkinci aşamaya bakıldığında Toury’nin norm kavramı belirir. Kaynak ve erek metin
karşılaştırılması suretiyle girişilen bu ikinci aşamada kaynak metinden erek metne
aktarımda bulunurken metinden ne tür eksilmeler, metne ne tür eklemeler yapıldığı 74
74
Popoviç’in deyimiyle “deyiş kaydırmacalar”; Hermanss’ın deyimiyle “manipülasyon” ve Lefevere’nin
deyimiyle de “yeniden yazma”lar yapıldığı tespit edilebilir. Bu kavramlar metindeki sonuçları
98
tespit edildikten sonra bu değişim kaynak kültür ve erek kültür normlarının
farklılaşması bağlamında açıklanır. Normlar yargılama ve değerlendirmenin kendisine
göre yapıldığı ölçütler, uyulması gereken kurallardır75 ve belirli bir kültür toplumunun
içerisinde belirli bir bağlamdaki sosyal davranışları yönlendirdikleri, toplumun ferdin
davranışlarından beklentilerin, belirlediği ve toplum odaklı olmasından dolayı
toplumdan topluma da değişiklik gösterdiği için bunlara “sosyal normlar” da denilir 76.
Fakat normların mutlaka ideolojik olduğu söylenemez (yeter ki bir ideoloji norm
yaratmamış olsun77, çünkü normlar daha çok kültürü belirleyicidir). Normlar ideolojik
maksatlarla kullanılabilir; normlar üzerinden ideolojik emeller doğrultusunda bir erek
metne baskı uygulanabilir ve bu sayede erek metin değersizleştirilebilir. O halde
normlar kültür odaklı fakat bizatihi ideolojik değildir. Ancak normlara çeviri yoluyla bir
karşı çıkışın altında da ideolojik gerekçeler yatabilir. Örneğin, normların çeviri metinler
sayesinde zorlanması, delinmesi neticesinde kültür repertuarında değişimler yaşanabilir.
Eğer ideolojik gerekçelerle bir kültürün dönüştürülmesi hedeflenmiş ve çeviri buna alet
edilmişse, Toury’nin ikinci aşamada kaynak ve erek metin fragmanlarını karşılaştırma
metoduyla ideolojik çevirinin yapıldığına dair veri elde edilebilir. Ancak burada elde
edilen verilerin öncelikle birinci aşamadaki verilerle teyit edilmesi gerekir ki, norm
ihlalinin altında yatan sebepler daha geniş planda açıklanabilsin. Diğer yandan
Gürçağlar’ın
aktardığına
göre,
Toury,
normların
araştırılmasında
metin
karşılaştırmasının dışında bir yol da önermektedir. Bu ise çeviri metnin dışında kalan
söylemin incelenmesidir. Bunlar çeviri yapıtlarına dair eleştiri yazıları, önsöz, sonsöz ya
da çevirmenlerle yapılan söyleşiler gibi kaynaklardır (Gürçağlar, 2011: 136). Burada da
birinci aşamadaki verilere doğru bir yönelme söz konusudur Toury’de.
bakımından hemen hemen aynı şeyleri ifade etmektedir fakat kavramların içeriği bakımından (metindeki
ekleme çıkarmaların) artalandaki gerekçelendirmesi farklılaşmaktadır.
75
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.55f1dda3655107.
30967088 (10.09.15)
76
https://de.wikipedia.org/wiki/Soziale_Norm (10.09.15)
77
İdeolojilerin norm yaratma gücü var mı? İdeolojiler kültürü etkileme gücüne sahip olduklarından dolayı
normları de değiştirebilme gücüne sahipler.
99
Unutulmamalıdır ki, çeviri yoluyla norm ihlali mutlak anlamda ideolojik çeviri
anlamına gelmemektedir. Bu ihlalin iyice araştırılması ve sosyal, tarihsel bağlama
oturtulup gerekçelerinin belirlenmesi lazımdır. Toury’nin BÇA’sının üçüncü aşamasına
gelince, bu aşamada ideolojik çeviriye dair alınan kararlar tespit edilebilir ve ileride
başarılı bir ideolojik çeviri yapmak için kaideler ortaya konulabilir. Fakat her ideolojik
çeviri farklı dirençlerle karşılaşacağı için, hedef kitlesi başkalaşacağından ve ideolojik
öğelere yönelik vaziyet alışlar hedef kitlede değişeceğinden normatif bir sonuç elde
edilmesi beklenmemelidir. Her ideolojik çevirinin -aslında çeviri tanımından da yola
çıkarak- bağlamı biriciktir. Dolayısıyla genel kurallar çıkarmak çok zor gözükse de
betimleyici yaklaşım yoğun bir biçimde uygulandıktan sonra belki de metin türlerine
göre, ideolojilere göre, hedef kitleye göre, hedef kültürün medeniyet seviyesine göre
(ileri ya da geri), hedef kültürün siyasi yapısına, iktidarın yapısal özelliklerine göre vb.
ayrımlar yapmak suretiyle belki kuramsal yaklaşımlara doğru adım atılmış olunur.
Diğer yandan Toury öncül normlardan bahsederken, bir çevirmen kendini ya kaynak
metin normlarına yakın hissederek ya da erek kültürü metne ev sahipliği yapacak
şekilde etkin olan normlara bağımlı kalacağını belirtir. Eğer birincisi gerçekleşirse 78
“yeterli” bir çeviri yapılmış olur ve bununla erek kültür norm ve uygulamaları açısından
(özellikle de dilsel normların ötesinde) birtakım uyumsuzluklar ortaya çıkar (Toury,
2008: 152). Eğer ideolojik çevirinin amacı bir kültür aktarımı gerçekleştirilmek ise bu
durumda yeterlilik seviyesinde bir çeviri yapılarak erek normları açısından ihlal edici
bir tutum görülebilir. Bunun da erek okur da 79 belirli bir direnç oluşturacağını hesaba
katmak gerekir. Burada salt normların delinmesi değildir sebep, aynı zamanda
ideolojiden beslenen normların da toplumun o ideolojiyi benimseyen belirli kesimde
ortaya çıkartacağı direncin daha görünür olacağı akla gelmektedir. Diğer taraftan
yinelemek gerekirse ideolojik çeviri gerçekleştirirken kaynak kültürün normlarına bağlı
kalmak mutlak suretle gerekli (kural) değildir. Başka bir deyişle, kaynak kültür
normlarını benimsemek ideolojik çeviri yapmanın ön koşulu ya da kuralı değildir. Erek
78
Toury, kaynak metin normlarına ne kadar sağdık kalınırsa kalınsın mutlaka kaymaların, erek
normlarına geçişlerin olacağını belirtir. Bunun çeviride doğal olduğunu, hatta çevirinin evrensel ilkesi
olduğunu ifade eder. Dolayısıyla çevirmenin kendini serbest bıraktığında bu evrensel ilke çerçevesinde
yani erek normlara bağlı bir çeviri yapacağını iddia eder (Toury, 2008: 152).
79
Yukarıda tanımlandığı şekliyle
100
kültür normlarına sadık kalmak suretiyle de ideolojik çeviri yapılabilir. Burada çevirinin
hangi işlevinin ne olduğu belirleyici olmaktadır ideolojik çeviri açısından.
Toury’ye göre normlar çevirinin bütün türleri için geçerlidir, fakat sadece türleri değil,
aynı zamanda çeviri sürecinin her aşamasında da normlar etkilidir. Dolayısıyla çeviri
ürününün her aşamasında normların tesir etme şansı vardır. Çeviride geçerli normlar iki
başlık altında toplanabilir: a) Süreç öncesi çeviri normları ve b) Çeviri süreci normları.
(a) Süreç öncesi normlar: a.a.) çeviri politikasının doğası ve varlığına ilişkin olmakla
beraber bir de çevirinin a.b.) doğrudanlığıyla ilgilidir bu normlar.
(a.a.) Çeviri politikası belirli bir zamanda belirli bir kültüre/dile çeviri vasıtasıyla ithal
edilecek metin türlerinin seçimi, hatta tek tek metinlerin seçimini içerir. Böyle bir
politikanın varlığı rastgele seçimlerin yapılmadığı ispat olunduğu sürece geçerlidir.
(a.b.) “Çevirinin doğrudanlığı ile ilgili düşünceler metnin kaynak dilden başka, aynı
metnin farklı dillerden de çevrilmesine karşı tanınan hoşgörü eşiğini içerir: Dolaylı
çeviriye müsaade edilmekte midir? Hangi kaynak dillerden/ metin türlerinden/
dönemlerinden çeviri yapılmasına izin verilmektedir/ yasaklanmıştır/hoş görülmektedir/
tercih edilmektedir? İzin verilen/yasaklanan, hoş görülen/tercih edilen aracı diller var
mıdır? Yoksa bu gerçek göz ardı/kamufle/inkar mı edilmektedir? Eğer aracı bir dilin
varlığından söz ediliyorsa, aracı dilin hangisi olduğu da bildirilmekte midir?”
(b) Çeviri süreci normlarını çeviri edimi esnasında verilen kararları yönlendiren normlar
olarak düşünmek mümkündür80 (Toury, 2008: 153-154).
Diğer yandan Toury, norm kavramının bizatihi sosyo-kültüre özgü olduğu ve temel bir
istikrarsızlık içermekte olduğu için çeviri normlarını açıklamada da zorlukların hafife
alınmaması gerektiğini vurgular. Hangi norm olursa olsun, onun toplumun tüm
kesimleri için standartlaşmış, yani herkes için aynı ölçüde geçerli olduğu savunulamaz.
Normlar istikrarsız ve değişkendir; bu normların doğasına ait bir durumdur. Bazen
normlar hızlı bir değişime uğrarlar, bazen de direnç daha kavidir ve normlar daha uzun
sürede değişime uğrar. Ayrıca çevirmenlerin tamamının normlar karşısında aynı tavrı
80
Hans Hönig makro ve mikro stratejilerden bahseder. Makro strateji süreç öncesi normlara benzerken,
çeviri süreci normları da mikro stratejilere benzer.
101
takınacağını düşünmek de yanıltıcıdır. Çevirmenler meslekleri dolayısıyla da zaten
normları en çok hırpalayanlardır (krş. Toury, 2008: 156). Sadece çevirmenler değil aynı
zamanda çeviri sürecinde rol alan tüm aktörlerin çevirinin doğasındaki norm değiştirici
tavrın arkasında değişik oranlarda durduğu söylenebilir. Hatta denilebilir ki, çeviri
yoluyla en katı normları ihlal edici tavırların arkasında çevirmenlerden çok çevirmeni
himaye eden hamiler bulunmaktadır. Çeviri tarihi buna oldukça çok örnek sunabilir.
Nasıl ki farklı çevirmenlerin benimsedikleri farklı normlar bulunabilirse, tıpkı bunun
gibi erek kültür dizgesindeki normlardan; aynı zaman diliminde, aynı kültürde birbirine
zıt, birbiriyle örtüşmeyen normların varlığı da söz konusu olabilir. Buradan normların
çok ve çeşitli oluşu dolayısıyla umutsuzluğa kapılmamak gerekir. Çünkü normlar
gerçek hayatı yansıtır ve gerçek hayatta da normların karmaşıklığı görmezden
gelinemez. Eğer doğru sonuçlara ulaşılmak isteniyorsa bu karmaşıklık görülmeli ve
buna göre çeviri gerekçelendirilmelidir. Normlar tarafından yönlendirilen çevirilerin de
erek kültürdeki önemi farklılaşacağından normların direnciyle karşılaşma da değişken
olacaktır (krş. Toury, 2008: 157).
Normlar doğrudan gözlemlenemezler, daha çok normların yönlendirdiği davranış
örnekleridir gözlemlenebilen. Bu davranış örnekleri çoğu zaman çeviri sürecinde
geçmişte kaldığı için -daha da netleştirilecek olursa- çeviri davranış örneklerinin
yansımasıdır. Çeviri normlarının oluşturulmasında iki ana kaynak kullanılabilir: a)
metiniçi ve b) metindışı kaynaklar:
a) Metiniçi: Çevrilmiş metinlerin yanı sıra bir takım süreç öncesi normlar için de
çevirilerin analitik envanterleri kaynak oluşturur. Kısaca çevrilmesi tasarlanan
metinle alakalı plan programlar, heyet raporları vs. çeviri öncesi normlara dair
metiniçi bilgi vermektedir.
b) Metindışı: Yarı-kuramsal ya da eleştirel bildiriler. Örneğin kuralcı çeviri
kuramları, çevirmenlerin, editörlerin, yayıncıların ve çeviri etkinliğiyle uğraşan
ya da bağlantılı olan başka aktörlerin açıklamaları, tek tek çevirilerin ya da bir
çevirmenin ya da çeviri ekolünün ürettikleri hakkında yapılan değerlendirmeler.
Normların düzenlediği birincil kaynaklar çeviri metinleridir. Burada normların
doğrudan varlıkları müşahede edilebilir. Fakat normatif anlatımlar, normların varlığının
yan ürünleri ve yanlı anlatımlardır. Çünkü bir normu ifade etme girişimi kısmi ve
102
taraflıdır. Bundan dolayı normların bu gibi yollardan temin edilmesine dikkat etmek
gerekir. Çünkü bu gibi metinler propaganda ve ikna etme amacı taşıyabilirler. Normatif
anlatımları üretenler öznel ya da naif davranabilirler ve hatta yeterli bilgileri de
olmayabilir; bu bakımda ileri sürdükleri ile gerçek çeviri davranışları arasında boşluklar
olabilir. Bunlar ne kadar gerçekçi çekinceler olsa da normların incelenmesindeki yarı
kuramsal ve eleştirel kaynaklar çeviri davranışlarını açıklama girişimlerinde terk
edilmemelidir, sadece ihtiyatlı olunmalıdır (Toury, 2008: 158-159).
Diğer yandan Gürçağlar, Andrew Chestarman’ın Toury’den alarak geliştirdiği norm
kavramıyla, onu daha toplumsal temelli hale getirdiğini iddia eder. Buna göre,
Chesterman normları iki başlık altında toplar: metin normları olan ürün/beklenti
normları ve çeviri sürecinde ortaya çıkan ve mesleki kaygıları içeren uzmanlık
normları. Birincisi erek kitlenin çeviriden beklentilerini içerir. Bu normu belirleyenler
arasında erek kültürün çeviri geleneği, ekonomik ve ideolojik kaygılar bulunmaktadır.
İkincisine bakınca, çevirmenin dürüstlüğü, üstlendiği sorumluluğu yerine getirebilmesi
için hesap verebilirlik normu, erek ve kaynak arasında en yüksek düzeyde iletişimi
sağlama gerekliliğinden doğan normdur bu ve toplumsal olan iletişim normu ve dilsel
olan erek kaynak arasındaki ilişkiyi içeren ilişki normu81dur (Chesterman, 1997: 64-70
aktaran Gürçağlar, 2011: 138-139). Chesterman’ın birinci tür normlarına bakılacak
olursa, bu, erek kitlenin çeviriden beklentisidir ve bu normu belirleyen şeyler erek
kültürün çeviri geleneği, ekonomik ve ideolojik kaygılarıdır denilmektedir. İdeolojik
çeviri bakımından çeviri geleneği ideolojik çeviri için bir engel teşkil etmez, geleneğe
uymak suretiyle ideolojik çevirilerin daha rahat yapılabileceği, bu suretle kamufle
edilebileceği söylenebilir. Eğer belirli bir çeviri geleneği söz konusuysa erek kültürde,
bu açılan mecradan ideolojik çeviriyi de rahatlıkla erek kültüre sokmak mümkündür.
Asıl sorun olan böyle bir normun bulunmayışıdır. Çünkü bu durumda hangi yoldan
ideolojik çevirinin aktarılacağı sorusu belirir. Fakat gelenek varsa, geleneksel normlar
ya da norm geleneği ideolojik çevirinin daha rahat erek kültürde işlev görmesine vesile
olacaktır. Burada hesap verilebilirlik normu ise ideolojik çeviri açısından şöyle önemli
görülebilir: Burada bir erek kültürün aslında çeviri dizgesinin gelişmiş olmasıyla doğru
orantılı olabileceği düşünülmelidir. Bu dizge ne kadar zayıfsa, hesap verebilirlik oranı o
81
Toury’nin matriks normlarına benzemektedir.
103
kadar düşecektir. Çünkü hesap verecek kişi, kurum sayısında ve niteliğinde kifayetsizlik
söz konusu olacaktır. O halde ideolojik çeviri açısından en verimli, en işler durum
aslında hesap verebilirliğin zayıfladığı dönemlerdir denilebilir. Çünkü hesap
verilebilirliğin artması demek ideolojik çevirinin daha fazla denetlenebilir olması
anlamına gelir. Bu bakımdan hesap verilebilirliğin en zayıf olduğu dönemlerde en
sorunsuz ideolojik çevirinin gerçekleşebileceği varsayılabilir. Fakat normlara bağlı
kalmamak ideolojik çevirinin zorunlu karakteri değildir. Burada hangi normlar
olduğuna bakılmalıdır. Örneğin iletişimsel normlara bağlı kalmak ya da dilsel normlara
bağlı kalmak, metnin hedef kitle tarafından algılanmasını kolaylaştıracağından dolayı
ideolojik çevirinin de bu bağlamdaki normları yerine getirerek amacına hizmet etmiş
olacağı düşünülebilir.
Toury Normlarına Dair Sonuç
Gidon Toury’nin BÇA’daki norm kavramının ideolojik çeviri araştırmalarında
açıklayıcı bir rol üstlendiği görülmektedir.
Özellikle süreç öncesi normların, eser
tercihine yönelik bir dizi açıklık getiren bu yaklaşımın çevirinin ideolojik gerekçelerinin
olup olmadığına dair gölgede kalan birçok noktayı açığa çıkartabileceği anlaşılmaktadır.
Diğer yandan çevirinin doğrudanlığı ile çeviri kararlarına dair yöneltilebilecek bir dizi
soru ideolojik çevirinin varlığını tespit edici mahiyettedir. Çeviri süreci normlarıysa
daha fazla metin odaklı olup, metnin içeriğindeki dil kullanımını ve kullanılacak dilin
malzeme seçimine dair normları tespit edici bir rol üstlendiğinden, bunların tek başına
ideolojik çeviri yapılıp yapılmadığını aydınlatacağını söylemek oldukça zordur. Ancak
yine de söylem çözümlemesi gibi yollarla çevirmenin sözcük tercihleri, cümle kalıpları
incelendiğinde ideolojik dil kullanımına dair veriler elde edilebilir. Fakat bu daha ziyade
çevirmenin ideolojik tercihleri olarak değerlendirilebilir ya da doğal olarak dil
kullanımından kaynaklı ideolojisi olabilir. Burada erek kitleyi kasıtlı olarak
dönüştürücü, “yanlış bilinç” yaratıcı bir eylemin olduğu yönünde sonuç çıkartılması
zordur. Ancak süreç öncesi normlarla çeviri süreci normları birleştirildiğinde birbirini
destekler ve açıklar nitelikteki verilerin bulunabileceği, bu anlamda da ideolojik çeviri
araştırmalarında
kullanılabilecek
bir
yaklaşım
anlaşılmaktadır.
104
olarak
kabul
görülebileceği
2.4.2.1. Deyiş Kaydırmaca
Burada değinilmesi gereken bir başka kuramcı da Anton Popoviç’tir. Popoviç deyiş
kaydırmalarından bahseder çeviri esnasında. Çeviri sürecinin doğrudan doğruya
yapılmadığı gibi bir takım güçlükler içermekte olduğunu söyler ve bu süreçte kayıplar
yaşandığından bahseder. Fakat tam tersi ilavelerin de olabileceği, kaynak metinden erek
metne geçiş sırasında eklemeler yapılabileceğini de gözden kaçırmaz (krş. Popoviç,
2008). Gidon Toury, Popoviç’in deyiş kaydırma kavramı gibi benzer bir araştırma
yönelimi sayesinde araştırmacıların metin-içi normlarının kontrolünü yapabileceğine
vurgu yapar. Buradan yola çıkarak ideolojik çeviri araştırmaları için de bir yöntem
devşirilebilir. Öncelikle ideolojik çevirinin metin içindeki olası yansımalarına yönelik
birkaç madde saymakta fayda var:
1. İdeolojik öğeler metin içerisinde bulunabilir. Bunlar kaynak metinden aktarılmış
öğeler olabilir ve bu bir metnin ideolojik çeviri amacıyla ortaya konduğunu
sonucunu akla getirse de bu kesin bir sonuç anlamına gelmez.
2. İdeolojik öğeler kaynak metinden çeviri gerçekleştirirken kayba da uğrayabilir,
bu bakımdan bir erek-kaynak metin karşılaştırması sonucunda böyle bir kayıp
tespit edilse de mutlak ideolojik çeviri yapıldığı anlamı çıkartılamaz.
3. Ayrıca kaynak metinde ideolojik öğeler bulunmayabilir, kaynak metin gayet
“evrensel kriterler” dâhilinde yazılmış bir metin de olabilir ancak erek kültürdeki
çeviri aktörleri bunun ideolojikleştirilmesi için erek metne ilavelerde bulunabilir
ve bu bakımdan bir erek kaynak metin karşılaştırılması ideolojik çevirinin tespit
edilmesi açısından faydalı görülebilir.
4. Her ideolojik öge barındıran kaynak metin çevrildiğinde, yani erek kültüre
aktarıldığında, kaynak metin ideolojik öğeleri erek metinde muhafaza etse dahi
bu onun ideolojik çeviri olduğu anlamına gelmez. Çünkü içerisindeki ideolojik
öğeler kaynak metne yönelik belirli bir eşdeğerliliğin gereği olarak da
görülebilir.
5. Diğer yandan ideolojik ögeler barındırmayan bir kaynak metnin erek kültüre de
yine hemen hemen eşdeğer bir biçimde aktarılması sonucu, yani aynı
105
evrenselliğin82 korunması çabasıyla aktarılması neticesinde bu metnin ideolojik
bir çeviri olmadığı düşüncesi yanıltıcı olabilir. Bir metnin hangi amaç uğurunda,
hangi hedef kitleye hangi çevre ve durumda aktarıldığı asıl belirleyici olandır.
Örneğin şeker gayet masum bir gıda olarak bayramlarda ikram edilen bir hediye
olarak görünebilir ancak şekerin şeker komasına girip yoğun bakımda yatan bir
hastaya kasıtlı olarak verilmesi hastanın durumunun kötüleşmesi için bilerek
verildiği anlamına gelir. Bu durumda o şeker sıradan bir şeker olma özelliğini
yitirip bir cinayet aracına dönüşebilir. Tıpkı bunun gibi üretilen erek metnin
nasıl bir amaçla hangi hedef kitleye ve hangi çevre ve durumda verildiği
ideolojik çeviri araştırmacılarının sorması gereken sorulardır. Bu bakımdan
çeviri araştırmacılarının sorunlaştırması gereken konu en başta metnin amacıdır.
6. O halde tüm bunlardan yola çıkarak da anlaşılmaktadır ki ideolojik çeviri, çeviri
aktörlerinin amacıyla ilintilidir.
İdeolojik çevirinin doğasına dair hatırlatmalardan sonra, ideolojik çevirinin tespit
edilmesine, araştırılmasına yönelik öneriler şöyle sıralanabilir:
1. Popoviç’in önerdiği ya da Popoviç’ten esinlenerek Toury’nin de ele aldığı
biçimde erek ve kaynak metinlerin karşılaştırılmasının yapılması sonucu
ideolojik çeviriye dair nihai yargıya varılması sakıncalıdır. Bunun gerekçeleri
yukarıdaki maddelerde sıralanmıştır. O halde böyle bir çalışma yapıldığı
takdirde geçici sonuçlara varılır ve bu sonuçların doğrulanması gerekir;
doğrulanma ise çeviri etrafında rol alanların üst söylemleri incelenmek suretiyle
yapılabilir.
Burada
çeviri
metinle
ilgili
eleştiriler,
yergiler,
övgüler
gözlemlenebilir ve bir çevirinin ideolojik mi değil mi olduğu yönünde veriler
temin edilebilir. Popoviç (1976: 226) “Aspects of Metatext” başlıklı
makalesinde çeviriyle ilgili üst söylemin tarafları olarak okuyucu, çeviribilimci,
eleştirmen, çevirmen ve yazarlar olduğundan bahseder.
2. Deyiş
kaydırmaların
bilgi
verici
metinlerde
daha
zayıf
olabileceği
düşünülmelidir. İlla kaynak metinden uzaklaşmanın ve bu anlamda bir deyiş
82
Evrensellikten kasıt metinlerin nötr değer taşıması, herhangi bir ideolojinin sözcülüğünü etmemesidir.
Burada elbette ideolojilerin de bu insani-evrensellikten türediğini söylemek gerekir. Fakat ideolojik
öğelerin karakterinde özellikle siyasi, yönlendirici bir iz görülmektedir.
106
kaydırmacanın ideolojik bir sinyal olduğunu düşünmek doğru değildir. Bilgi
verici metinlerde, özellikle kültürel öğelerin zayıf olduğu metinlerde, erek
metinde bilginin eksiltilme ya da artırılmasına gidildiyse bu şüphe uyandırıcı
olur. Çünkü bu tarz metinlerde “eşdeğer” bir çeviri yapılması beklenebilir.
Ayrıca kaynak metinle arasında, kaynak metnin doğası gereği, pek de fark
oluşmayan -zorunlu farklar hariç- metinlerin de ideolojik çeviri niteliğine sahip
olma özellikleri olabilir. Bir bilgi metni yerine ve zamanına göre hedef kitlesiyle
buluşması sonucu ideolojik bir işlev üstlenebilir. Bu bakımdan mutlaka
metindışı normların da hesaba katılması, ideolojik çeviri araştırmalarının temel
veri kaynakları olarak görülmesi gerekmektedir.
3. Diğer taraftan erek kültür içerisinde eğer bir çeviriden iki farklı nüsha
bulunmaktaysa, yani belirli bir kaynak metnin erek kültürde iki farklı çevirisi
varsa bu iki nüsha birbiriyle karşılaştırılmak suretiyle aralarında oluşan farkların
gerekçeleri betimleyici bir yaklaşımla açıklanma yoluna gidilebilir. Kaynak
metnin A kültüründe belirli bir işleve (1) sahip olduğu düşünülürse buna A1
denilebilir. A1 bir erek kültüre (B) aktarıldığında burada farklı bir işleve sahip
olabilir; buna da B2 denilebilir. Ancak yine aynı metin başka bir çevirmen
tarafından ele alınarak yine erek kültür içerisinde yeniden yorumlanarak yeni bir
amaçla yeni bir işlev kazandırılarak B3’e dönüşebilir. B2 ve B3’ün bir biriyle
mukayese edilmesi, aralarında oluşan farkların çevirinin gerçekleştirilmesindeki
aktörlerin ağları ve eylemleri83 tespit edilerek gerekçelendirilebilir ve bu sayede
ideolojik çeviri yapılıp yapılmadığına dair bulgular ortaya konulabilir.
2.4.2.2. Çoğuldizge Kuramı
Even-Zohar’a göre, yazınsal incelemelerin çoğu ister dönem, ister tür ve isterse yazar
üzerine yapılıyor olsun, bunlar tarihsel işlevleri açıklama bakımından aydınlatıcı
değildirler (2008: 126). İsrailli kültür araştırmacısı bu konuda kültür kuramlarından
yararlanarak çevirinin çoğuldizgedeki konumunu araştırmış, yazın dizgesinin içerisinde
fakat yazın dizgesiyle ve diğer dizgelerle etkileşim halinde bir çeviri dizgesinden
bahsetmiştir. Zohar’ın Çoğuldizge Kuramı ve Kültür Repertuarı Kuramı adında iki
83
ANT için kısaltmalar kısmına ve çalışmanın devamına bakınız.
107
önemli kuramı bulunmaktadır84. Even-Zohar’a göre, çeviri yazın yalnızca başlı başına
bir dizge değil, çoğuldizgenin tarihine tam anlamıyla katılan, onun bir parçası olan,
çoğul dizge içindeki bütün ortak dizgelerle ilişkiler içinde bulunan bir dizgedir (2008:
126). İdeolojik çeviri açısından bakıldığında, Reiß’ın metin tipolojisine göre bir yazın
metninin sadece anlatımcı özelliklerinin olmadığı görülecektir, onda bilgilendirici ya da
yönlendirici nitelikler de bulunmaktadır85. Bir çeviri metnin bilgilendirici ve
yönlendirici niteliklerinin olması onun ideolojik öğelerinin taşınmasını mümkün
kıldığını akla getirmektedir86. Buna ilave olarak çoğuldizge içerisinde başka dizgelerle
de etkileşim halinde olunması, kendiliğinden ideolojik yönünün başka dizgelere
kaymasını ve yayılmasını mümkün kılacaktır. Bu bakımdan Zohar’ın çoğuldizge
yaklaşımı ideolojik çevirinin malzeme olarak nihai okuyucu tarafından tüketilmesi değil
ancak başka dizgeler tarafından alınıp kullanılması bakımından bir izah yaptığı
gerekçesiyle faydalı görülebilir. Zohar, Şklovski’den aktararak, birçok çeşit yazınsal
örnek bulunduğunu ifade der. Bunların biri en üst konumdayken öbürleri de yükselmek
için aşağıda sırasını beklerler. Bir bütün olarak edebiyat yapısı içerisinde yenilikçi ve
tutucu güçler, politikalar, tipler ve örnekler arasında çekişmeler olduğuna dikkat çeker.
En üst konumda niteliği yenilikçi olan bir yazınsal tip varken, katmanlardan ne kadar
aşağıya doğru inilirse tiplerin o kadar tutucu olduğu görülür. Eğer en üst konumda
kemikleşmiş bir yazın tipi varsa yenilikleri başlatan bu defa daha alt katmanlardır. Bu
ikinci durumda üst ve alt konumda bulunanlar yer değiştirmezlerse edebiyatın tümü bir
durağanlık durumuna girecektir (Even-Zohar, 2008: 127).
İdeolojik çevirinin diğer çeviri ürünlerde olduğu gibi bir hedef kitlesi bulunmaktadır.
Bu hedef kitlesine ulaşıp onda bir takım ideolojik fikir dönüşümleri tetiklemek, hedef
kitlesini belirli bir vaziyet alışa sevk etme amacını gütmektedir. Nasıl ki edebiyat
metinleri hedef kitlesinde edebi zevk uyandıran, ruha lezzet aldıran estetik öğeler ve
84
https://en.wikipedia.org/wiki/Itamar_Even-Zohar (12.09.15)
85
Reiß’ın bu metin türleri yeri geldiğinde açıklanacaktır. Fakat kaynak için bkz. (Reiß, 1971: 22-49)
86
Reiß bu metin tipolojisini çeviri odaklı gerçekleştirmektedir. Metinlerin genel anlamda bu özelliklerin
hepsini barındırdığı ancak kimini daha fazla içerdiği düşünülmektedir. Ancak çeviri de nihayetinde bir
metin olduğuna göre benzer bir biçimde bu tipolojinin ayrımında kendine yer bulabilir. İdeolojik çeviri
açısından metinin Reiß’ın tespitlerine göre sınıflandırılması ideolojik çevirinin nasıl aktarıldığı, yayıldığı
konusunda ipuçları vermesinden dolayı faydalı görülebilir.
108
insani evrensel değerler içeren metinlerse, böyle bir işlevi olan metin türünün
amaçlarından birisinin de bu minvalde şeyler olduğu düşünülebilir87. İdeolojik çeviri
için de kendi muhtevasıyla ilgili olarak benzer bir durum söz konusudur. İdeolojik
çevirinin salt ideolojik görüşler naklettiği ve salt bu bakımdan çeviri ürününün ideolojik
olduğunu düşünmek yanlış olacaktır. Daha önce de ifade edildiği üzere, ideolojik
çevirinin muhtevası ne olursa olsun, onu ideolojik kılan, çeviri eyleminde rol alanların
amacıdır. Bu amaç doğrultusunda ürün salt bir edebi metin olabilir, ideolojik olma
potansiyeli daha yüksek olduğu için siyasi bir içeriğe sahip olması şart değildir. Tekrar
Zohar’ın yaklaşımlarına dönülecek olunursa, çevrilecek eserlerin bir etkileşim içerisinde
diğer (çoğul dizgede bulunan) dizgelerle ilişki içinde olduğu beklenmelidir. Bu
bakımdan Reiß’ın metin tipolojisi bağlamında düşünüldüğünde çevirinin yeterli88 bir
biçimde yapılmış olması, onun diğer dizgeler vasıtasıyla yayılmasına fırsat verecektir,
denebilir. Çeviri dışarıdan ve yabancı olduğu için yenilikçi bir karaktere sahip olması
beklenmelidir ve bu bakımdan üst konuma doğru hareket eden metinler arasına girip,
üst konumdaki daha önceden kemikleşmiş/tutucu bir yapıyı kendi dizgesi içerisinde
çözmeye başlaması beklenebilir. Bu esnada yandaki dizgelerin de bu devingen yapıdan
etkilenmesi söz konusu olup, her dizgenin kendi etkileşime girme karakteriyle çeviri
dizgesinden nasipleneceği ve bu minvalde bir ideoloji transferinin gerçekleşeceği
düşünülebilir. İdeoloji transferi derken, her dizgenin farklı bir etkileşim içerisinde
olacağı ifade edilmişti; örneğin tarih yazımı dizgesinin, Türkçülük ideolojisi
bağlamında dışarıdan çeviri yoluyla ithal edilmesi, Türk tarihi kaynaklarının, doğrudan
telif yayıncılığı kapsamında diğer tarih yazıcılarını da Türk tarihi yazmaya sevk
edebilecektir. Bir anlamda çeviri yoluyla Türk tarihi saygın bir konuma yükseltilecek ve
bu bakımdan ticari bir gelir kapısı olarak da görülebilecektir. Bundan sonra erek kültür
telif eserlerle bu alana yoğunlaşabilecektir. Bu konuda çevirilerin beraberinde getirdiği,
önerdiği bilgilerin yandaki (tarih yazımı) dizgelerince tahlil edilerek, geliştirilmesi söz
konusu olacak ve nihayet böyle bir etkileşim yine Türkçülük ideolojisine hizmet
edecektir. Kısacası ideolojik çeviri, hem kendisi, kendi dizgesi içindeki kayakları, hem
87
Bu arada bir erek metnin birden çok işlevi olabilir. Örneğin hem edebi lezzet işlevi hem de erek
okuyucusunu bilgilendirme işlevi aynı anda bir erek metninde bulunabilir.
88
Toury’nin anladığı biçimde. Yeterlilik kavramı için araştırmanın içerisinde BÇA’ya bakınız.
109
de etkileşimde olduğu diğer dizgeleri ve onlar vasıtasıyla da hedef kitlesini belirli bir
vaziyet alışa zorlayacaktır.
Zohar’a göre, çeviri birincil (yenilikçi) ya da ikincil (yerleşik düzenin devamını
sağlayan) bir konumda olabilir, onun illa yenilikçi olması beklenmemelidir; ilkece
konumu değişmez değildir, yani yenilikçi de olabilir tutucu da. Diğer taraftan, çeviri
konumu bakımından sürekli olarak değişiyormuş gibi düşünülmemelidir. Yani bir
yenilikçi bir tutucu gibi sürekli bir değişimden bahsedilemez. Daha çok bu devingen
yapıda bulunan belli bir türdeki uzun süreli koşullar onun uzunca bir süre belirli bir
konumda kalmasını sağlayabilir (krş. Even-Zohar, 2008: 128). Buradan yola çıkarak,
ideolojik çevirinin yenilikçi bir aşamadayken tesir edici, yanındaki dizgeleri harekete
geçirici olduğu yenilikçi karakteri bakımından açıklanabilir. Diğer taraftan tutucu
konumdayken ideolojik çevirinin işlev görmediğini düşünmek yanlış olur; bu defa da
mevcudu koruma bakımından bir işleve sahiptir. Kendisi gibi bu işi üstlenen telif
eserlerinin de olduğu düşünülmelidir, ancak yenilikçi evrede daha etkin olduğu (tesir
gücünün erek dizgedeki boşluklarından dolayı daha yüksek olmasından ötürü)
söylenebilir.
O halde iki evreden bahsedilebilir: Biri yenilikçi evre diğeri de gelenekçi evre. Çeviri
yenilikçi evrede erek kültürde dönüştürücü bir rol oynayabilir, gelenekçi evrede ise
dışlanmak suretiyle, mevcudun korunması için engellenebilir. Her iki durumda da çeviri
açısından ideolojik kararlar alındığının altı çizilebilir.
Zohar’a göre, çevrilecek eserler çoğul dizgedeki durum tarafından belirlenir:
“Çevrilecek metinler, yeni yaklaşımlarla aralarındaki uyuma göre ve erek
edebiyatta görebilecekleri yenilikçi işleve göre seçilirler. Böyle bir duruma olanak
sağlayan koşullar nelerdir? Bence bunlar çoğuldizgede egemen olan başlıca üç
durumda görülür: (a) çoğuldizge henüz oluşmamışken, ya da başka deyişle
edebiyat henüz genç ve yerleşme sürecinde iken; (b) edebiyat ya çevresel ya da
güçsüz ya da her iki durumda iken; (c) edebiyatta dönüm noktaları, bunalımlar ve
yazınsal boşluklar yaşanırken” (Even-Zohar, 2008: 128)
Birinci durumda (a) henüz yerleşmemiş olan ve genç bir edebiyatın gelişmesi
bakımından dışarıdan mümkün olduğu kadar çok yazın tipiyle çeviri gerçekleştirilmesi
isteğini karşılar. Genç edebiyat kısa zamanda bütün yazın tür ve tiplerine uygun önemli
metinler üretemediğinden başka edebiyatların deneyimlerinden faydalanılmak istenir ve
bu bakımdan çeviri yazını erek edebiyat dizgesinin en önemli dinamiklerinden biri
110
haline gelir. Oldukça kalabalık bir çeviri faaliyeti esnasında da ideolojik çevirilere
rastlamak mümkündür. Ya da bu ivmeyi kendi ideolojik emellerine çevirmeye
çalışanlar, kendi ideolojileri doğrultusunda bolca çeviri
yapmak girişiminde
bulunabilirler.
İkinci durumdaysa (b) birinci duruma benzer bir durum söz konusudur. Çoğuldizge
içerisinde yine eksiklikler vardır. Bu zamanda genelde çevresel konumda duran
edebiyat istenilen üretimlerin tamamını gerçekleştirememektedir. Çoğul dizgenin
ihtiyaç duyduğu ancak eksik kalan türler ve erek edebiyat dizgesinin de üretemedikleri
boşluklar başka çeviri yoluyla erek çoğul dizge içerisine yerleştirilir. İdeolojik çeviri
açısından yukarıdaki sürecin benzeri işleyebilir.
Üçüncü aşamadaysa (c) çoğul dizge içindeki devingenlik, dönüm noktalarının ya da
diğer bir ifadeyle yerleşmiş örneklerin yeni bir kuşak için artık geçerli olmadığı tarihsel
anlar yaratır. Böyle anlarda yerli edebiyat merkez konumda olsa dahi, çeviri merkez
konuma yine de yükselebilir. Bu durum tarihsel dönüm noktalarında meydana gelebilir.
Çeviri merkezi konuma hızlıca yükselebilir (krş. Even-Zohar, 2008: 128-129).
Çeviri yazının çevresel konumda bulunması, merkezde özgün edebiyatın olması anlamı
taşıyacaktır. Çevresel durumda bulunan çeviri yazını yenilikler getirmekten çok mevcut
normları koruma, geleneksel beğeniyi pekiştirme eğilimine girişir ve çeviri böyle bir
özellik gösterir. Böyle durumda merkezde konuşlanmış özgün edebiyat yenilikleri
ortaya çıkarıcı olur, çeviri olmaz, çeviri burada eskinin devamını sağlar. Diğer taraftan
tam aksi rolü de üstlenebilir çeviri yazını, yani merkezileşerek, özgün edebiyatı çevreye
itebilir. Fakat bu durumu mutlaklaştırmak doğru değildir, yani çeviri yazının bir türü
merkezileşirken diğer türü de çevrede kalabilir. Çeviri yazınının normalde çevresel
olarak konum almaya yatkın olduğu söylenebilir. Çünkü hiçbir dizgenin değişmez bir
güçsüzlük yaşayabileceği, bunalım durumunda kalacağı düşünülemez. Bazı çoğul
dizgede bu güçsüzlük durumu daha uzun sürebilir, bazısında daha kısa. Fakat bir
değişme olabilmesi için öncelikle bu durağanlık dönemi için bir buhran gerekmektedir
(krş. Even-Zohar, 2008: 130).
Çevresel konumda bulunduğu takdirde çeviri yazını merkeze öykünmeye başlar. Bu
sayede kendisini kabul ettirebilir diye de düşünülebilir. İdeolojik çeviriye bakıldığında
yazın türü açısından, eldeki malzemenin (çeviri metninin) tüketilmesi için ister istemez
111
merkezdeki telif yazınına öykünmek durumunda kalacaktır. Ancak bilinmelidir ki,
ideolojik çevirinin zorunlu olarak edebiyat üzerinden verilmediği söylenebilir, bir
uzmanlık metni üzerinden ya da siyaset/propaganda metninde de ideoloji aktarılabilir.
Burada önemli olan içeriğin doğru aktarılmasıdır. İdeolojik çevirilerde her durumda
çeviri bireyseldir, standart bir model oluşturulamamaktadır. Bu bakımdan çevirmenin
sorumluluğu etrafında bir ideolojik çeviri sürecinden bahsedilebilir. Fakat ideolojik
çeviri yazın üzerinden aktarılacaksa mutlaka yukarıdaki yazın çevirisi tespitleri
etrafında bir biçimde bu süreç gerçekleşmelidir. Aksi halde çevirinin işlevsizleşebilme
tehlikesi baş gösterebilir.
Çeviride Dizgeci Yaklaşım Bağlamında İktidar ve Güç
BÇA ve çoğul dizge kuramlarına yönelik eleştiriler, bu kuramların dizgeci
yaklaşımlarına yönelik olup, insan unsuruna yer vermemeleriyle ilgiliydi. Bu kuramlar
her şeyin mekanik ve insandan bağımsız gibi işlediği yönünde bir tablo ortaya
koyuyordu. Lefevere bu noktada 1990’lı yıllarda ideoloji ve güç ilişkilerine çeviri
sürecinde rol alan aktörleri de dâhil ederek, kültür dizgesi içinde bunların nasıl işlediği
yönünde açıklamalar getirdi. Edebiyat çevirisiyle ilgilenen Lefevere farklı kültürlerde
kaynak metinlerin nasıl bir değişime uğradığını, nasıl kırılmalar yaşandığını incelemiş
ve bu aktarım sürecini “yeniden yazım” kavramıyla açıklamıştır. Lefevere, yeniden
yazım kavramını çeviri dışında eleştiri, tarih yazımı antoloji hazırlığı gibi etkinlikleri de
eklemiş fakat çevirinin bunların arasında daha farklı olduğunu, çünkü çeviri yoluyla
yapıtların farklı kültürlere taşındığını ifade etmiştir. Edebiyat metinlerinin okurlar
tarafından kabul görmesine, beğenilmesine, okunmasına ya da reddedilmesine yönelik
araştırmalar yapan Lefevere, iktidar sahibi, edebiyatı himaye eden kişi ve kurumların
burada belirleyici olabileceğine, belirli bir denetim gerçekleştirebileceğine vurgu yapar.
Üç farklı unsurun edebiyat ve çeviriyi biçimlendirdiğini söyler Lefevere: 1) Eleştirmen,
çevirmen gibi edebiyat dizgesinin içinde rol olan kimseler; 2) Edebiyat sisteminin
dışında bulunan ancak edebiyat sistemine etki edebilen bir himaye sistemi; 3) Dönemin
ya da kültürün hâkim yazın kuralları (poetikası). Birincisi iç denetim mekanizmaları,
ikincisi de dış denetim mekanizmaları olarak adlandırılmaktadır. İkincisinin birincisine
üstünlüğü,
yöneticiliği
söz
konusudur
yönetebilmektedir.
112
ve
üçüncüsünü
ikincisi
üzerinden
Hamiler için örnek vermek gerekirse bunlar eskiden kral, kilise, hükümetti; bugün ise
yayınevi, akademik kurumlar, edebiyata destek veren kuruluşlardır. Bunlar edebiyat
dizgesinin dışında bulunurlar, ancak edebiyat dizgesinin içinde bulunan yukarıdaki
birinci gruba etki etme gücü olan kimseler ya da kurumlardır. Hamilerin himayeleri
karşılıksız değildir; mutlaka çeviriye etki etme güçlerinin olduğu bilinmeli ve
araştırılmalıdır. Bu bağlamda hamilerin desteklemelerin dışında kaynak metni çeviri
için engelleme, ya da dolaysız bir engelleme yapabilecekleri düşünülmelidir. Ayrıca bu
himayenin sadece manevi boyutu değil, maddi boyutu da bulunmaktadır; yani hamilerin
çeviri için maddi destek sağlamaları söz konusu olunca etki etme güçlerinin de artmakta
olduğu bir gerçektir.
(krş. Gürçağlar, 2011: 139-142). İkincisinin yani, uzmanların
kontrolü haminin elindedir, haminin uzmanlara etki etme gücü vardır, denilmişti. Prunç,
Lefevere’den aktararak şunları belirtmiştir:
Lefevere’ye göre, Hami (Patronage) kavramından gruplar ya da kurumlar
tarafından uygulanan güç ile edebiyatın okunması, yazılması ve yeniden
yazılmasının desteklenmesi ya da engellenmesinin yönlendirilmesi anlaşılmalıdır.
Haminin en önemli üç bileşeni ise ideoloji, ekonomi ve statüdür. Güç sahipleri, güç
odakları tarafından üretilen ve uygulamaya konulan yönlendirici elemanlar
arasında ideoloji en önemli rolü üstlenmektedir. Önceleri ideoloji kavramından
Lefevere çok genel anlamda “dünya görüşünü” anlamaktaydı. Daha sonra
ideolojiyi, toplumun ne olduğu konusunda ya da ne olabileceği konusundaki
görüşleri içeren baskın bir değerler konspeti olarak genişletmiştir. (Prunç, 2002:
259).
Dolayısıyla, çevirinin ideolojikleştiği nokta güç sahibi, yani hami(ler) tarafından
üretilen ideolojinin uygulamaya konarak ve iç denetim mekanizmaları denilen
uzmanların, çevirmenlerin bulunduğu dizgeye etki ederek ideolojik amaçlar
doğrultusunda onları yönlendirmesidir. Bu yönlendirmenin çeviri metnine ulaşması ise
iç denetim mekanizmaları denilen uzmanlar, çevirmen, eleştirmen, editör gibi kimseler
yoluyla ve bunların ürettiği yazın kuralları vasıtasıyla oluşmaktadır. Aksoy
Lefevere’den aktararak, yazının olması için bir toplumda en temel şartını, yazın
kurallarının olması şeklinde belirtir. Bu kurallar vasıtasıyla iletişim mümkün olabilir
(Aksoy, 2002: 51). Dolayısıyla yazınsal dizgenin en çok denetlendiği dönemde, mesela
devletin eski paradigmadan ayrı/farklı kurallar geliştirdiği dönemde ideolojik çeviri en
yaygın şekilde özellikle hamiler tarafından mümkün görülebilir. Tam tersi de olabilir;
yine aynı şekilde denetim gerçekleştiren devlet (hami) kurumları (örneğin telif ve
tercüme dairesi) mevcut hâkim ideolojiye göre yazın kuralları çerçevesinde bir takım
113
eserlerin erek kültüre girmesini baştan da engellemiş olabilir. Fakat devletin güçsüz,
iktidarın zayıf olduğu dönemlerde, örneğin siyasi çalkantıların olduğu ve her an yeni bir
siyasi dönemin başlayabileceği zamanlarda, devlet iktidarını koruma gayreti içerisinde
olup iki şekilde tepki verebilir. Birincisi reformcu bir karakterle, muhalif ideolojilere
alan yaratarak, erek kültüre iktidarın zıddı ideolojik çevirilerin gerçeklemesini mümkün
kılar. Ya da iktidarın yine aynı dönemde denetim mekanizmalarını devreye sokarak
kendi ideolojisini hâkim kılma mücadelesi vererek iktidarını sağlamlaştırma gayreti
gösterir ve yalnız kendi ideolojisi doğrultusunda çevirilere müsaade eder. Her iki evrede
de, yani siyasi çalkantının, iktidarın gücünün sınandığı dönemde, gerçekleşecek her
türlü çevirinin ideolojik olma olasılığı daha da yüksektir.
Lefevere’ye göre, çevirinin de içinde bulunduğu yeniden yazma kavramı özetleme,
mevcut bir eserin yeniden belirli bir kitleye yönelik uyarlanması, senaryolaştırılması,
tiyatro oyununa dönüştürülmesi vs. gibi kısaca belirli bir amaca göre dönüştürülmesi
demektir. Kültürel alışverişin büyük bir kısmı işte bu vasıtalarla, özgünlerin sayesinde
değil, yeniden yazılmış eserler sayesinde gerçekleşmektedir. Bu bakımdan yeniden
yazılmışların etkisi ve önemi sosyokültürel açıdan çok büyüktür (krş. Aksoy, 2002: 51).
Yeniden yazma da belki ikiye ayrılabilir: birisi çeviri, öbürü de diğer yeniden yazma
türleri. Çünkü çeviri dışarıdan bir takım fikirlerin içeri alınması anlamına gelir ve çeviri
yine belki de diğer yeniden yazma türlerine göre fikirlerin erek kültüre en kolay
aktarılabileceği bir yönteme sahiptir. Bu bakımdan ideolojinin aktarılması konusunda
çevirinin alacağı rolün diğerlerine göre çok daha etkin olabileceği düşünülebilir. Tehlike
genelde bir kültürün kale duvarlarının dışında değil de, içerisinde olur diye kabul edilir;
bu bakımdan yeniden yazımda (ideolojik açıdan bakınca) çevirinin konumu diğerlerine
göre ayrı ele alınmalıdır.
Lefevere’nin bir de “söylem evreni” olarak isimlendirdiği bir kavram bulunmaktadır.
Söylem evreniyle ne denmek istendiği Lefevere tarafından net olarak açıklanamaz.
Fakat daha sonraları, yazarların eserlerinde özgürce kullanabilecekleri bir zamana ait
nesneler, gelenekler, anlayış ve bilgi düzeyi diye tanımlar bu kavramı. Sonradan Sussan
Basnett, belirli bir kültürde belirli rolleri üstlenmiş kişilerden beklenen davranış biçimi
olarak belirtir bu durumu (krş. Aksoy, 2002:51) O halde söylem evreni spesifik bir
ideolojinin dışında, kültürel bir bağlamda, daha dışarıdan kapsayıcı ve çeviriye etki
114
edici bir güce sahiptir. Belirli bir kültürde, belirli bir tarihi zaman diliminde bir söylem
evreni bulunmaktadır ve buna göre imgeler yaratma şansı, teşbihler üretme biçimi ve bir
takım bilgilerin paylaşılması (ortaklığı) söz konusu olabilmektedir. İdeolojinin de
üstünde gibi görünen söylem evreni, iki farklı kutuptaki söylemleri de kapsamakta,
fakat belli ki, bir ideolojiyi desteklerken karşısındaki başka bir ideolojiyi
kısıtlayabilmektedir. Neticede söylem evreni Toury’nin çeviri süreci normlarına da
benzemekte olup, hangi dilsel ve kültürel malzemenin ne surette kullanılacağına karar
verir.
Lawrence Venuti’ye, Tejaswini Niranjana ve Gayatri Spivak89 yapısalcık ve
sömürgecilik sonrası yeni bir bakış açısı ile çeviribilime katkı sunmuşlardır. Bu
araştırmacıların BÇA’ya yönelik eleştirilerinin içeriği, BÇA’nın çeviriyi görgül ve özcü
bir mercekten yansıtma kaygısının olduğudur. Bu çeviribilimciler çevirinin toplumdaki
güç ilişkilerinin hem göstergesi hem de aracı olabileceğini ileri sürmekte ve bu nedenle
çevirinin bilimsel bir araştırma nesnesi olarak belirli kurallar çerçevesinde
incelenmeyecek oluşunu, onun yerine ideolojik ve söylemsel bir iktidar aracı olarak
siyasi konumu açısından incelenmesi gerektiğini vurgularlar90. Çeviri eylemi
sömürgeciliğin yaygın olduğu dönemlerde bir sömürü/baskı aracı olarak kullanılmıştır.
Spivak’a göre, sömürgecilik sonrası dönemde de buna benzer bir yol izlenmektedir:
“Küresel kültürün yerel kültürleri egemenliği altına alma tehlikesinin sürekli
hissedildiği günümüz dünyasında Üçüncü Dünya adı verilen bölgeye ait dillerden
egemen dile, bir başka deyişle küresel kültürün dili olan İngilizceye yapılan
çevirilerde kaynak kültüre özgü öğeler asimile edilmekte, çeviri araştırmacısı
Sherry Simon’un deyişiyle egzotik ürünler tektipleştirlimekte, konukseverlik
üstünlük yaratmaya dönüşmektedir” (Ece, 2010: 38).
Bu işin sorumlusuysa okur beklentilerini bu noktada dikkate alan ve egemen kültüre
hizmet eden çevirmen ve editörler gibi çeviri eyleminde rol alan kimselerdir. Fakat
sadece çevirmen ya da editörler değil, bu işten para kazanacak olan dolayısıyla
89
Spivak kendi çeviri deneyimlerinden yola çıkarak “The Politics of Translation” adında bir makale
kaleme almıştır. Çevirmene dikkat çeken Spivak, çevirmenin çeviriyi en samimi bir biçimde okuyan
kimse olarak tanımlar. Araştırmalarında çevirmeni ve çeviri araştırmacısının kimliklerini vurgular
(Spivak, 2001: 400 aktaran Ece, 2010: 19)
90
Hans J. Vermeer de kuralcı bir yaklaşımı benimsemez çeviribilim araştırmalarında. Bir röportajında,
bilimsel olmayan, bireysel olan bir çeviribirim istediğini söyler. Daha fazlası için Tosun,
Muharrem. 2004. “Bireysel ve Bilimsel Olmayan Bir Çeviribilim Isteği: Yeni Paradigmanın Karakteri”
makalesi incelenebilir.
115
toplumun zevkini dikkate almak durumunda kalan, toplumun tüketime göre üretim
yapan yayın evi sahipleri için de durum böyledir. Çünkü onlar bu hiyerarşik yapının en
tepesindedirler. Ancak onların durumunu da belirleyen müşterileri, yani okuyucuları
bulunmaktadır. Bir eserin çevrilmesi, onun tüketilmesini, yani ticari kazanç
sağlanmasını da amaçlamaktadır. Her çeviriyi Freeden’in dediği gibi topluma tepeden
inme, toplumu değiştirecek bir -izm olarak nitelemek doğru değildir91. Dolayısıyla
tüketici beklentileri bu durumun müsebbibi olarak birinci sıraya oturmaktadır denebilir.
Diğer yandan toplumun beğenisini dönüştürebilecek çalışmalar yapmaya cesaretli
girişimci yayıncılar, çevirmenler ve editörler gerekir ki yukarıdaki hadise, yani kaynak
dilin egzotik havası kaybolmasın. Ancak denildiği gibi bu tavır, kültürel emperyalizm
gibi de algılanabilir; Batı merkezli bir egemen kültür inşasıyla diğer kültürlerin asimile
edilmeye çalışıldığı zannı uyanabilir.
Mesela Tejaswini Niranjana (1992) çeviriyi sömürgecilik sonrası olarak ele almakta ve
çevirinin İngiliz sömürgesi olduğu dönemde Hindistan’da bir hegemonya aracı olarak
kullanıldığını ifade etmektedir. Hint dillerinden İngilizceye yapılan çevirilerde
Hindistan halkının olumsuz biçimlerde temsil edildiğini ifade eder. Bu kötü imgeyi
değiştirebilmek için Niranjana’ya göre kaynak metne daha sadık kalınarak çeviri
yapılması gerekmektedir. Çeviri kaynak kültürün zenginliğini ve çeşitliliğini ortaya
koymalıdır, onu sömürülecek bir şey olarak görmemelidir. Theo Hermans, Jacques
Derrida’nın türdeş olanın hegemonyası kavramından esinlenerek edebiyat çevirilerinde
cinsiyet araştırmalarının ve sömürgecilik-sonrası araştırmaların etkisiyle hegemonyaya
karşı tavır alınması gerekliliğine vurgu yapar (aktaran Ece, 2010: 28) Böyle bir faaliyet
planlı olarak yürütülmekteyse çevirmen ve çeviri bir kültür emperyalizmine alet
edilmekte, bu anlamda ideolojik bir çeviri yapılmaktadır. Belki salt maddi kazanç elde
etmek için çeviri eyleminde bulunanlar bunun farkında değildirler; ancak Venuti gibi
çeviribilimciler bu konuda oldukça derin çalışmalar yürütmüşlerdir. Venuti (1995)
çevirenin görünmezliğine vurgu yapar. Amerikan-İngiliz kültürüne yapılan çevirilerinde
akıcı bir çeviri stratejisi kullanıldığını, bu nedenle de kaynak metnin erek dile yeterince
aktarılmadığını, kaynak metnin farklılıklarının görmezden gelinerek standart çeviriler
yapıldığını belirterek bu durumu eleştirir. Diğer taraftan çevirmenler de erek kültürün
91
Bkz birinci bölüm.
116
beklentilerine karşılık vererek akıcı bir çeviri yapmak suretiyle kendilerini
hissettirmezler, seslerinin ya da biçemlerinin görünmez olmasına neden olurlar. Venuti
bu durumu kapitalizmin bir dayatması olarak görür ve akıcılık rejimi olarak tanımladığı
bu düzenin sarsılması gerektiğine inanır. Burada daha önce çevirilerin erek kültür odaklı
olmasının ideoloji için bir fırsat olduğu kaydedilmişti. Bu erek odaklılık ya da akıcı
üslup daha ziyade biçimsel ya da biçemsel noktada kendine yer bulmaktadır. Fakat asıl
ideolojik çeviri içerikte gizlidir ve bu yüzden akıcı rejim sayesinde bu içerik kolayca
hedef kitlesine ulaştırılmaktadır. Bu bakımdan akıcı rejimler ideolojik çeviri için bir
fırsattır.
Denildiği gibi Venuti akıcı rejimi değil, kaynak kültür odaklı çeviriyi istemektedir.
Buna da çevirmenlerin kaynak metne daha sadık kalarak, yabancılaştırıcı çeviri yöntemi
benimseyerek ve akıcılığı bozarak başarmalarını ister. Venuti akıcı çevirilerin Batımerkezci düşünce tarzının yeniden üretilmesine neden olduğunu vurgular. Bunun
yıkılması için sadece yabancılaştırıcı strateji değil, bunun yanı sıra metin seçimi
ekonomik kaygılardan öteye geçilip erek kültürde dışlanan metinlerin seçilmesini
önerir. Okurun eseri yadırgaması sağlanmalıdır, okur şaşırtılmalıdır ve kaynak kültür
üzerinde düşünmeye davet edilmelidir. Burada bizzat çeviribilimcilerin ideolojik bir
duruş sergiledikleri görülmektedir. Görüldüğü gibi çeviri kapitalizmin emperyalist
emellerine kurban edilmemek istenmiştir. Bu da bir nevi ideolojik bir istektir. Çünkü
her ideolojiye karşı çıkışın bir nevi kendisinin de ideolojik olabileceği üzerinde
durulmalıdır.
Gürçağlar’ın naklettiğine göre, modern, Batı-merkezci ve sömürgecilik sonrası
dönemlerin yeni sömürge yollarının tıkanmasına yönelik ideolojik bir duruş ortaya
konmaktadır burada. Benzer ideolojik bir duruş da feminist bir çeviribilim oluşturma
gayreti içinde olan Barbara von Flotow gibi kadın çeviribilimciler tarafından
geliştirilmiştir. Çeviribilimde feminizm doğrudan kimlik politikalarıyla bağlantılıdır.
Kadın yazar ya da çevirmenlerin tercih edilmesi, dilsel yapılarda eril yerine dişil ya da
nötr yapılar kullanılması gibi gündemleri vardır. Bu araştırmacılar da çeviriyle ilgili
ideolojik bir bakış açısına sahiptir (Gürçağlar, 2011: 144-146). Kültürler arasındaki
hiyerarşinin kemikleşmesine hizmet eden sömürgecilik sonrası çeviri stratejileri
çevirmenin görünürlüğünü ve yabancılaştırma stratejini savunan Venuti ile çevirinin
117
dünya kültürleri arasında asimetrik güç ilişkileri ağında yer alan, sorumluluk gerektiren
bir eylem olduğunu ifade eden Rosemary Arrojo tarafından eleştirilmiştir (krş. Ece,
2010: 39).
Çeviri araştırmaları 90’lı yıllarda yaşanan kültürel dönüşle beraber disiplinler arası
yaklaşımını genişleterek sosyoloji disipliniyle yakın temasa geçmiştir. Çeviri
araştırmacıları Pierre Bourdieu, Niklas Luhmann ve Bruno Latour gibi düşünürlerden
yararlanarak, bunların kuramsal bakış açılarını çeviribilime uyarlamak suretiyle çeviri
araştırmaları gerçekleştirmişlerdir92. Bir anlamda Holmes’ün varsayımları doğru çıkmış
ve gelişmeler 70’li yılların ortasında onun belirttiği yönde seyretmiştir. Örneğin artık
metinlere değil, metinlerin arkasında bulunan çevirmenlere ve çevirmenlerin mensubu
olduğu toplumsal gruplara ve nihayet toplumlara odaklanılacaktır. Anthony Pym’in
1998 yılında yayımladığı Method in Translation History başlıklı eserinde Pym belirttiği
gibi, çeviri tarihinin değil, çevirmenlik tarihinin araştırılması gerektiğini vurgulayarak
aslında bireylerin çeviri araştırmalarındaki önemine dikkat çekmiştir. Bu çalışmalarla
beraber çevirmen olarak bireylerin toplum ilişkisi irdelenmiş ve özne olarak
çevirmenlerin konumu çeviri açısından sorunsallaştırılmıştır. Bu süreçte çeviri
araştırmalarına sosyolojik yaklaşımlarla bakılmış ve çeviri olgusunda insan unsuru ön
plana çıkartılarak, örneğin çevirmenin toplum içerisindeki ve mesleki açıdan
sosyalleşme süreçleriyle gerçekleştirdiği çeviriler bakımından bağıntılar aranmıştır (krş.
Gürçağlar, 2011: 147).
Fransız sosyolog Bourdieu’nun alan, habitus ve sermaye kavramlarından yararlanılarak
çevirmenin konumu sorunsallaştırılmıştır. Luhmann’ın dizge kavramı Hermans’ın
çalışmalarıyla çeviribilimde dikkat çekmiştir. Hermans çeviriyi bir iletişim biçimi
olarak tanımlamış, çeviri eğitimi ve uygulaması arasındaki ilişkilere Luhmann’ın
yaklaşımıyla açıklık getirmiştir (Hermans, 2007). Bruno Latour ise aktör-ağ (ActorNetwork Theory, ANT) kuramıyla çevirmenleri toplumsal ağ içerisinde çalışan aktörler
olarak görmüş ve çevirmeni, etrafındaki sosyal ağlar bakımından irdelemiştir. Artık
çeviri araştırmalarında sosyolojik bir bakış açısıyla çeviri metninden çok aktörlerin
birbiriyle ve toplumla olan ilişkilerine odaklanılmakta ve bu tür araştırmaların adına
genel bir alan adı olarak çeviri sosyolojisi denmektedir (krş. Gürçağlar, 2011: 148-150).
92
Daha geniş bilgi için Sevinç Kabukçik’in Çevirisi Sosyolojisi başlıklı doktora tezine bakınız.
118
İdeolojik
çeviri
araştırmasında
Latour’un
aktör-ağ
kuramı
oldukça
yararlı
görünmektedir. Çevirmenlerin bir ağ içerisinde incelenmesi, onun diğer aktörlerin
dışında sosyal bir varlık olması hasebiyle diğer toplum gruplarından da etkilenmesi ve
bunu çevirilerine yansıtması beklenebilir. Bu bakımdan ANT oldukça açıklayıcı bir
kuram olarak göstermektedir kendini.
2.5. İdeolojik Çeviri Araştırmasında Yöntem
Dilbilimsel yaklaşımlar, araştırmalarını kendi içerisinde doğal dil kullanımları
üzerinden gerçekleştirmektedirler. Önemli olan ideolojik çeviri araştırmaları açısından
dilbilimsel araştırma yöntemleriyle böyle bir araştırma zeminin var olup olmadığı
konusudur. Bulut bu konuda şöyle bir yaklaşım geliştirmektedir:
“[…] dil kullanımın doğal ortamlarından elde ettiğimiz dil ve çeviri örneklerini en
doğal biçimleriyle değerlendirmede bu sürecin doğal etkenlerini olan bireysel,
toplumsal, kültürel ve ideolojik farklılıklar nasıl değerlendirilebilir? Burada ön
varsayımımız, zaten bu etkenlerden bağımsız bir dil kullanımın olmadığıdır. Dil ve
çeviri ürünleri bize ister istemez bireylerin ve toplumların kültür ve ideoloji
süzgeçlerinden geçerek gelir” (Bulut, 2008: 17).
Buradan da anlaşılacağı üzere dil ve dilin kullanımlarının bizzat ideolojik yönlerinin
dilin doğası gereği bulunduğu ifade edilmektedir. Dil araştırmaları da ideoloji
araştırmalarıyla gitgide bir bütünlük kazanmıştır. İdeoloji üretiminde özellikle dilden
yararlanmak göstermiştir ki, dilin ideoloji maksatlı araştırmalar için yeniden
düşünülmesi gerekmektedir. Geç de olsa fark edilmiştir ki, ideolojileri dilbilgisel ve
anlambilimsel ürünler olarak ele almak önemlidir. Dilbilgisinin anadil düzeyindeki
kullanıcılar için bilinçaltında var olduğu düşünülecek olursa, ideolojinin de benzer
yollardan insanın bilincinde var olduğu -hem de hiç farkında olunmadan- mümkün
görülebilir. Bu anlamda ideolojiyi görgül olarak inceleyenler, ideolojinin bilişsel bir
etkinlik olduğu varsayımından yola çıkmışlardır. Böylece ideoloji araştırmalarında
bilinçaltı önemli bir rol oynar hale gelmiştir (krş. Freeden, 2011: 67-68). Ancak bu
çalışmada araştırılmak istenen konu doğal görünen ideolojik dil kullanımı değildir.
Böyle bir ideolojik varlığın dil kullanımlarında olabileceği konusuna itiraz etmiyoruz.
Araştırılmak istenen kasıtlı olarak, örneğin çeviri pratiği93 vasıtasıyla ideolojik bir
amaçla bunun gerçekleştiriliyor olup olmadığını ortaya koymaktır. Bunun araştırılması
93
Althusser’in ideolojinin pratikler vasıtasıyla gerçekleştiğini ifade etmesi bağlamında kullanılmıştır.
119
dil edinciyle sınırlı kalabilir mi? Ya da zihinde verilen dilsel kararların ortaya
çıkartılması ideolojinin çeviriye alet edilmesine ne kadar müsaade eder? Mine Yazıcı’ya
göre, çeviri işlemleri dil edinciyle sınırlı kalamaz. Ayrıca küçük ölçekli kararların
zihinde nasıl verildiği konusunda nesnel veri toplamak da olanaksızdır. Bununla birlikte
bilişsel kararların arkasında yatan sebebin öznel olmaktan çok erek kültürdeki sosyokültürel koşulların, normların ya da kısıtlamaların ürünü olduğu artık kabul edilmektedir
(Yazıcı, 2011: 48). Dolayısıyla çevirmen kararlarının, ya da çeviri eylemi etrafında
bulunan aktörlerinin kararlarının sosyokültürel bağlamda ele alınması gerekir ki,
çeviriye etki eden aktörler olarak bir çeviri kararının nedenleri ortaya çıkartılsın.
Kaynak metin üretici olarak bir sözün kim tarafından ifade edildiği, bu kişinin nasıl bir
kimlik taşıdığı da ideolojik çeviri araştırmasının (İÇA) dikkate alması gerektiği noktalar
arasındadır. Örneğin kaynak metin üreticisi bir uzmansa, bu durumda kendi uzmanlık
sahasındaki grubun öznelerini temsil noktasında bir bağlayıcılığının bulunduğunu
gözden kaçırmamak gerekir. Böyle bir metnin belirli bir kitleye çağrı94 yapabilme
potansiyeline sahip olup, bireyleri harekete geçirebileceği için ideolojik bir boyutunun
olma olasılığı daha güçlüdür ya da bu metin ideolojik açıdan bir değer taşır. Dolayısıyla
kaynak metnin kim tarafından kime yönelik üretildiğinin bir araştırma yöntemi olarak
kabul edilmesinde yarar olduğu söylenebilir. Diğer yandan, İÇA açısından birincil
öneme sahip olan ise çeviri amacıdır; yani çeviri aktörlerinin (çevirmen, işveren,
yayıncı, devlet kurumu vb.), kısaca çeviri işinde rol alan kimselerin95 çeviriye yön veren
amaçlarıdır. Bu aktörler arasında genelde amaç birliği olması beklenir çünkü bir eyleme
94
Althusser ideolojinin bireyleri çağırdığını, bireylerin ise bu çağrıya pratikleriyle cevap verirse birey
olmaktan çıkıp özne olduklarını ifade eder. Özne olmak demek ideolojiyi pratiklere dökmek, ideolojiyi
yaratmak demektir. Örneğin bir doktorun uzman kişi olarak, seküler ideolojik gerekçelerle artık %100
steril domuz eti ürettildiğini ve bundan sonra Müslüman ve Yahudi bireylerin domuz eti yemekten
çekinmemeleri gerektiğini ve hatta bunun sağlıklı olduğunu ifade etmesi çağrısına yönelik kimi bireylerin
bu çağrıya uyarak pratikte domuz eti yemeye başlamaları, Althusser’in ifadesiyle bireylerin özne haline
gelmelerini sağlayacak ve özneler de ideolojik pratikleriyle ideolojinin yeniden yaratılmasını,
sürdürülmesini sağlayacaktır (bkz. Althusser’le ilgili başlık).
95
Bunlar çeviriye toplumdaki statü ve güçleri oranında etki edebileceklerdir. Vermeer’e göre Skopos
amaçlar bütünüdür ve uzman çevirmen olarak nihai kararı çevirmen çeviri ürünü üzerinde verir. Bu ideal
olandır fakat pratikte birçok yayın evinin editörünün çevirmenin üzerinde bir güce sahip olduğu bir
gerçektir. Sadece editörler değil, bunun da üstünde yayın politikaları bakımından yayın evi yönetimin de
rolü vardır. Devlet kurumlarının da yayın politikalarına etki edebileceği akla getirildiğinde bir çeviri
ürününün oluşması kadar birçok aktörün rol alabileceği (doğrudan ve dolaylı olarak) görülmektedir. O
halde İÇA açısından bu çeviri ürünün yaratılmasında amaca yönelik araştırmada çeviri aktörlerinin rolleri
göz önünde bulundurulmalıdır.
120
katılma zorunluluk teşkil etmiyorsa genelde amaçlar da hemen hemen ortaktır. Ancak
her zaman amaç birliği söz konusu olmayabilir, ya da ortak amaç olsa dahi amacın
bilinci ve ısrarı da farklılıklar arz edebilir kendi içerisinde. Çeviri eyleminde rol alan bu
aktörlerin amaçlarına yönelik veri elde etmek çevirinin ideolojik bir çeviri olup
olmadığı konusunda ipuçları verebilir. Kaynak metni üreten kimsenin ideolojik
gerekçeleri olsa dahi bunlar çeviri esnasında çevirmenin ve diğer aktörlerin farklı
amaçlar gütmesi nedeniyle kaybolabilir. Tam tersi de söz konusu olabilir: Kaynak metin
üreticisinin herhangi bir ideolojik amacı söz konusu olamayabilir, yani ürettiği metnin
ideolojik bir amaca hizmet etmesi, işlev görmesi gibi bir gayesi söz konusu değildir;
fakat çeviri aktörleri kaynak metin üreticisinin amacını değiştirerek erek metne ideolojik
amaçlar yüklemek koşuluyla kaynak metnin erek kitlede ideolojik bir işlev görmesini
sağlayabilir. Burada metnin bizzat kendisinin ideolojik öğeler içermesi de gerekmez (bu
ifade her metnin doğal olarak dil kullanımları neticesinde doğal bir ideolojisinin olduğu
varsayımını kabul ederek kullanılmaktadır). Çevirmenin maddi kazanç elde etmek
istediği ve yayın evinin de benzer bir amacının olduğu düşünülür fakat çeviriye sponsor
olan, çeviri işini veren, ideolojik gayeleri olan bir vakıfsa ya da bir kamu kurumu bu
görevi piyasaya veriyorsa farklı amaçların buluştuğu bir çeviri eyleminden
bahsedilebilir. Burada ideolojik çeviriden bahsedilebilir mi? Amaç hiyerarşisi içerisinde
en güçlü olan kimsenin amacı ideolojikse bu çevirinin ideolojik bir karakterinin olduğu
savunulabilir. Çevirmen ve yayın evinin bu vakfın siyasi amaçlarından habersiz olma
gibi bir durumu da söz konusu olabilir. Dolayısıyla amaç hiyerarşisinde güç bakımından
daha yukarıda bulunan amacın çevirinin karakterine tesir edeceği düşünülmelidir. Tüm
bu
bakış
açılarından
çeviri
araştırmalarında
çeviri
aktörlerinin
amaçlarının
irdelenmesinin ideolojik çeviri konusunda aydınlatıcı veri sağlaması beklenebilir.
Yorumlamacı yaklaşıma göre, metinlerin anlamı ancak onun üretildiği ve mantık
kazandığı bağlama gidilerek anlaşılır. İdeoloji de yazılı ya da sözlü bir metin, görüş,
ifade, anlatı ya da bir taleptir. Üretildiği vakit belirli bir anlam içerse de, kelimeler ve
tümceler,“çok anlamlı” doğaları gereği üreticisinden çok tüketicisinin oluşturduğu
anlamla yeniden yaratılmaktadırlar. O halde sonsuz sayıda tüketici olup, bu tüketicilerin
de sonsuz sayıda anlam üretiminde bulunabileceğini varsayılırsa ve sosyal bilimlerdeki
kavram muhtevasının da mutlak olmayışı hesaba katılırsa, nasıl olur da bu soyut ve
muğlak yapıdan kesin sonuç içerici bir ideoloji belirlenebilir (krş. Freeden, 2011: 71)?
121
Öyleyse, ideoloji araştırmalarında belirli bir söylemi incelerken o metnin üretildiği ve
mantık kazandığı bağlama gidilerek, kültürel ve tarihsel dokuya bakılarak anlam
daraltılabilir ve bu şekilde gerek sözlü gerek yazılı metinlerin söylemlerinde ideolojik
çözümlemeler yapılabilir.
Burada ifade edilmesi gereken bir diğer konu ise yukarıda da belirtildiği üzere,
metinlerin sonsuz sayıda yorumlarının olabileceğidir. Çünkü bir metnin üretiminden
hemen sonra, onun zaman ve mekân içerisinde birçok tüketicisi bulunacaktır. Bunların
her biri üretilmiş metin ögelerine ayrı bir bilinç durumunda ve bağlam içerisinde
anlamlar yükleyeceklerdir. Bu açıdan bakıldığında her çevirmenin de öncelikle bir okur
olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Öyleyse her çevirmen aynı kaynak metne bakıp
farklı anlamlar üretebilecek ve bunu da erek kültüre taşıyacak farklı erek tümceler
kullanacaktır. Sonuç olarak her metin okurunun kendi ideolojik yapılanmasına göre
belirli anlamlar üretebileceğini varsaymak, bir çevirmenin de (aslında bir okur olarak)
çevrilecek kaynak metne (sosyalleşme sürecinde olduğu gibi ideolojik yapılanmasından
dolayı) ideolojik anlamlar yükleyeceğini kabul etmek gerekir. Ancak tüm bunlar en
başta ifade edilen doğal dil kullanımın içerdiği ideolojilerdir. Her okurun farklı sonuçlar
çıkarması, her metnin her okuyucuda farklı renklerde görülmesi kabul edilse de İÇA’da
bir çeviriyi ideolojik çeviri diye tanımlamak için okurun nasıl bir vaziyet aldığının
değil, çeviri aktörlerinin neyi amaçladığının önemine vurgu yapılmıştı. Bu bakımdan
yukarıda ifade edilen görüşler ideolojik çevirinin ortaya konması açısından muğlak bir
karaktere sahip olduğunu göstermek bakımından önemlidir, bununla birlikte böyle bir
yaklaşımın oldukça zorlayıcı olduğu kabul edilmelidir.
İdeolojik çeviriyi tespit etme açısından amacın ehemmiyetli olduğu yukarıda
vurgulanmıştı. Bu bakımdan amacın tespit edilmesi sorunu belirmektedir. Bu sorun
üzerine Türkiye’de özellikle duran çeviribilimcilerden birisi Ayşe Banu Karadağ’dır.
Karadağ, Peter Newmark’dan aktararak önsözlerin araştırmacının dikkatini çeviri
eserler kadar çekmesi gerektiğine vurgu yapar. Karadağ devamında şunları aktarır:
“Önsözlerin çeviri incelemelerinde büyük önem taşıdığına dikkat çeken Alman
çeviri kuramcısı Hans J. Vermeer’e göre çevirmen “kültürlerarası iletişim”i
sağlayan bir “uzman”dır. Erek dizgede “görülebilirliği”ni koruyan bu uzmanın
yaptığı çeviri, bir “eylem” olarak “amaç” açısından irdelenir (Vermeer, 1989: 173187). İşlevci yaklaşımın benimsendiği ve göreceliğin ön plana çıktığı “skopos
kuramı”nda, her eylemin bir amacı olduğu görüşünden hareketle her çevirinin bir
122
amacı olduğu öngörülür. Çeviri eylemini yönlendiren amaca Yunanca kökenli
“skopos” adı verilir ve “skopos” gerek kuramın adı gerekse çeviri eyleminin
amacına işaret etmek üzere “çeviri süreci, yani bu sürecin hedefi”, çevirinin
sonucu, yani “çeviri metnin (“translatum”) işlevi” ve “çeviri yöntemi, yani bu
yöntemin niyeti” bağlamında kullanılır (agy. 177). […] Çevirmen öngörülen çeviri
amacına hizmet etmek üzere tüm bu sorumluluklarına binaen aldığı çeviri
kararlarını yazdığı önsözlerde, son sözlerde, ön kapak/arka kapak yazılarında okura
sunabilir. Bu nedenle sözü edilen yan metinler çeviri incelemeleri açısından büyük
önem taşımaktadır (Karadağ, 2012: 50-51).
Çevirinin amacının belirlenmesi nasıl mümkündür sorusuna yanıt olarak Karadağ
yanmetinleri göstermiştir. Bu konuda başka çeviri araştırmacıları da bir dizi öneride
bulunmuşlardır. Ancak yöntem olarak en iyi sonuç alınabilecek görüş, yan metinlerin
araştırılması görüşüdür, denebilir. Gerard Gennette 1987 yılında yaptığı çalışmada bu
konuda oldukça geniş bilgi vermektedir. Mine Yazıcı’nın bu konuda Genette’den
aktardığı ve kendi yorumuyla beraber paylaştığı bilgilere göz atılabilir:
“Son günlerde yapılan araştırmalarda çeviriyi içeriden ve dışarıdan denetleyen
yayınevi, yayımcı, düzeltmen gibi eyleyenlerle çeviri stratejilerinin bağlantısı
kurmaya çalışan çalışmalar gözde konumda bulunmaktadır. Bu şekilde
araştırmacılar toplumsal yapı, dönemin kültür politikaları, ekonomik durum ve
ideolojik anlayışlardan oluşan makro yapıyla çeviri işlevlerini sergileme olanağı
bulmaktadırlar. Gerard Genette’nin “Paratexts: Thresholds of Interpretation (1997)
adlı kitabında özgün metinlerde yanmetinlerin (paratext) işlevi kapsamında ele
aldığı çevremetin (peritext) ve dışmetinler (epitext) üzerindeki çalışması
çeviribilim alanında çevirenin karar ve stratejisiyle ilgili bilgiye yer vermesi
açısından önem kazanmıştır. Genette’e göre çevremetin kapaklar da dâhil olmak
üzere yazar, editör, çevirmen sözü ve harita, liste, dipnot, son not, dizi ya da kitap
tanıtım gibi ana metni sarmalayan metinleri kapsayarak üstmetin işlevi görürken,
dışmetinler ana metin üzerine yazılmış yorum, eleştiri ve tanıtım gibi yazılar hem
üst hem de metinlerötesi işlevi yerine getirirler. Bu metinleri zaman, biçim, yer,
töz, edimsel ve işlevsel açıdan inceleyen yazar, örneğin dipnot ve sonnotların yer
açısından konumunu aynı sayfada yer alan ya da dipnotlarla aynı işlevi yerine
getirmesine karşın metnin sonunda yer alan çevre metinler olarak tanımlar”
(Yazıcı, 2011: 72-73; Genette 1997: 64-91).
Yanmetinler kendi içerisinde Gennete tarafından çevremetin ve dışmetinler olmak üzere
ayrılmıştır. Yazıcı’nın da dediği gibi bu verilerin toparlanıp yorumlanmasıyla
“toplumsal yapı, dönemin kültür politikaları, ekonomik durum ve ideolojik
anlayışlardan oluşan makro yapıyla çeviri işlevlerini sergileme olanağı bulmaktadırlar”
(Yazıcı, 2011: 73). Fakat özellikle ideolojik durumla ilgili yukarıdaki veri kaynaklarını
da sınıflandırmanın ne kadar gerekli bir uğraş olduğu görülebilir. Belki de ideolojik
çeviriyi incelerken, ideolojik amaç barındıran erek metinlerin (anametinlerin) de şöyle
bir sınıflamaya tabi tutulması yararlı olabilir:
123
1. İdeolojik amacı açık olan çeviriler
2. İdeolojik amacı gizli olan çeviriler
(1) İdeolojik amacı açık olan çeviriler yayıncının, editörün, çevirmenin yani kısaca
çeviri eyleminde rol almış aktörlerin amacının önsöz, sonsöz gibi çevremetinlerle
açıklandığı metinlerdir96. Burada satır aralarından çevirinin ideolojik amaçlar güdüp
gütmediğini zorlayıcı yorumlarla çıkarma ihtiyacı olmadan, çevirinin ideolojik amaçlar
doğrultusunda gerçekleştirildiği okunabilir. Bu bakımdan bir eserin ideolojik bir çeviri
olup olmadığını anlamak için en kolay yol buralara bakmakla sağlanır. Ancak incelenen
eserin, içinde bulunduğu erek kültüre ait sosyokültürel, sosyopolitik, sosyoekonomik
yapılarla
ideolojik
taraflarının
iyice
bilinmesi
gerekmektedir.
Çünkü
bazen
çevremetinlerin satır arasından yorumlar yaparak amacın tespit edilmesi gerekebilir;
bunun için de yukarıda sayılan bir kültüre ait durumlar önceden netleştirilmelidir.
Dışmetinler a) tanıtım metinleri ve b) eleştiri metinleri olarak Genette tarafından
sınıflandırılmıştı. Bu ayrımda tanıtım metinleri ele alınacak olursa ve çeviri eğer
ideolojik bir amaç içermekteyse, aynı ideolojiyi paylaşan bir yayın organının, aydının,
kurumun (dergi, gazete, televizyon, sosyal ağlar, internet reklamları vb.) üzerinden bu
yayın hakkında olumlu, övücü yorum yapması beklenebilir. Hatta ideolojilerin kitleye
dönük pragmatik yönlerinin bulunduğu da ilk bölümde belirtilmişti, bu bağlamda eserle
ilgili tanıtım metninde eserin yaygın, toplumsal faydalarından bahsediliyor olabilir.
Eleştiri metinlerine gelince bunlar olumlu ve olumsuz eleştiriler olarak da ayrılabilir.
Fakat burada karışıklığa mahal bırakmamak için olumlu eleştiriler tanıtım metinleri
sınıfında değerlendirilebilir. Eleştirel metinler denildiğindeyse çeviri metinle ilgili
olumsuz görüşlerin serdedildiği akla getirilebilir. Eleştirel metinlerde de eğer çeviri
ideolojik bir amaç taşımaktaysa bu konuda (ideal bir ortamda)97 olumsuz görüşlerin
sergilendiği görülebilecektir. Genellikle eleştirilen çevirinin toplumsal zararları
96
Hangi yazar ve kurumların övgü için tercih edildiği ya da önsözün altında imzasının bulunduğu da
ideolojik çeviri için bir ipucu verebilir.
97
Çevirinin gerçekleştirildiği erek toplumda eleştiriye müsaade eden bir ortam mevcutsa; örneğin iki
farklı ideolojinin siyasi hâkimiyetlerinin yani güç dengelerinin hemen hemen bir birine denk olduğu ya da
siyasi konjonktürün buna müsait olduğu toplumlarda, bir ideolojinin diğeri hakkında eleştiri yapması
beklenebilir.
124
vurgulanacaktır; çünkü yine yukarıda da ifade edildiği üzere ideolojinin toplumsal
konulara taalluk eden yönleri bulunmaktadır.
İdeolojik amacı gizli olan çevirilere bakılacak olursa, burada çevremetinler çok kısıtlı
olarak kaleme alınmış olabilir ya da ideolojik amaçtan saptırmak için çevirinin gerçek
amacın dışında farklı gerekçelerle yapıldığı ifade edilebilir. Diğer türden ideolojik
gerekçeler serdedilmez. Çeviri metinden doğal olarak umulan98 görünür faydaya yönelik
bir önsöz, sonsöz yazısı beklenebilir. Bu gibi durumlarda çeviri araştırmacısı için
çevremetinlerini incelemek doğru sonuca götürmeyebilir. Fakat ideolojik çeviri gizlense
de, dışmetinlerin eleğine takılacaktır. Yine çeviri eleştirisi bakımından ideal ortamda bu
gibi metinler de eleştiriden nasibini alacak ve ideolojik amaçları zıt kutupta duran ya da
rekabet halinde bulunan ideolojilerin mensuplarınca eleştirilecektir. Dolayısıyla İÇA
bakımından kaçınılmaz olarak veri toplanması gerekli görülebilecek alanın dışmetinler
olduğu söylenebilir.
Bir de ideolojik çevirinin kaynak metin ve erek metin (anametinleri) üzerinden
incelenmesi
hakkında
düşünüldüğünde
böyle
bir
araştırma
yönteminin
de
sorunsallaştırılması gerekmektedir. O halde ideolojik çevirinin tespit edilmesi için
anametin (çeviri) bizzat incelenemez mi? Karşılaştırmalı bir çeviri eleştirisi
gerçekleştirilirse, yani kaynak metin ile erek metin karşılaştırarak, erek metindeki
sapmalar99 tespit edilirse, ihtimaller üzerinde durulabilir. Fakat bu sapmalar, hedef
kitlenin beğenisini kazanmak adına gerçekleştirilen çeviri kararlarıysa, bu durumda
yanlış bir değerlendirme yapılma tehlikesi vardır. Salt erek metni inceleyerek bir eleştiri
gerçekleştirmek ise çevirinin ideolojik olup olmamasının hangi kriterlere göre yapıldığı
sorusunu ortaya çıkaracaktır. Eğer erek metnin işlev göreceği bir kültür ve hedef kitlesi
98
Örneğin bir ders kitabı olarak tarih atlası çevrilirken önsözde ideoloji nötr biçimde ifade edilebilir.
Gözle görülür bir ideolojik amaç da sezilmeyebilir. Bu gerçekleştirilen çevirinin ideolojik amaçlara
yönelik olmadığı anlamına gelmez. Çünkü aynı tarihsel dönemde çok sık aynı niteliklere sahip metinlerin,
örneğin Türklerin Tarihi çevirisi gerçekleştiriliyorsa ve o tarihsel kesit tam da milliyetçilik hareketlerin
yaşandığı bir döneme ve kültüre denk düşüyorsa burada çevirilerle ilgili ideolojik bir bağlantı olmasına
rastlanabilmektedir. Üçüncü bölümde konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgiler paylaşılacaktır.
99
Kaynak metinle erek metin arasındaki farklar kast edilmektedir. Bu konuda birçok çeviri bilimcinin bu
kavramı karşılamak için önerisi mevcuttur. En meşhur olanlarından birisi deyiş kaydırmacadır. Anton
Popoviç kaynak metinden erek metne aktarım gerçekleşirken kaymalar söz konusu olur demektedir.
Toury ise bu durumun doğal olmasından bahsederek çeviri araştırmasının odağını başka yöne
çevirmektedir (bkz. Popoviç’le ilgili bölüm).
125
dikkate alınarak, eleştiri parametrelerini bu kriterler üzerinden tespit etmek söz konusu
ise, ancak işlevsellik ve erek normlarına uygunluk bakımından bir eleştiri sunulabilir ki,
bu da ideolojik bir çevirinin söz konusu olduğunu göstermez. Kaynak metin ideolojik
öğeler içerebileceğinden ve çeviri de doğal olarak kayıplar içerdiği gibi belirli oranda
eşdeğerlilikler de içereceğinden, çevirmenin ideolojik çeviri gerçekleştirdiği yönünde
düşünceler beyan etmek yanıltıcı olabilir. Sözgelimi; çevirmen böyle bir suçlamayla
karşı karşıya kaldığında, kendini savunmak adına kaynak metnin içeriğine, biçim ve
biçemine uygun çeviri kararları aldığını öne sürebilir100. Bu da çevirmeni ideolojik
çeviri yapmadığı konusunda haklı kılacaktır.
İdeolojik çeviriyi tespit etmenin en yalın ve sorunsuz yolu bizzat ideolojik çeviri
eyleminde rol almış bulunan aktörlerin, çeviri eylemlerini101 gerekçelendirmelerinde
görülebilir. Sadece çevirmenin kaleme aldığı yanmetinleri incelemek doğru olmayabilir.
Onu ideolojik bir vasıtaya dönüştürecek olan amaçlar çevirmenden habersiz olarak
çeviri eyleminde rol alan diğer aktörler tarafından da tasarlanmış olabilir. Çevirmenin
amacı burada sadece maddi kazanç elde etmek de olabilir. Çevrilecek eserin bizzat
çevirmenin dışındaki aktörler tarafından seçilmiş olması gibi, çeviri metnin yeniden
okunması ve sözcük seçimine kadar etki edebilecek kudretin çeviri eylemindeki diğer
aktörlerde bulunması, çevirmenin çeviri kararlarını saf dışı bırakması söz konusu
olabilir. Tüm bunlar çevirmenin dışında bir erek metnin ideolojik olarak biçimlenmesi
demektir. Hiyerarşik güç ilişkileri bakımından bir çeviri ürünün ortaya çıkması
esnasında çevirmenden daha kudretli kimselerin bulunması söz konusu olabilir.
Çevirmenin ideal durumda bir uzman (erek-kaynak kültür, dil ve çevirdiği konu
bakımından) olarak görüldüğü ve dolayısıyla çeviriyle ilgili nihai kararların kendisine
bırakıldığı şartlar her zaman oluşmayabilir. Bu durumda yayıncı, editör, işveren,
çeviriyi himaye eden siyasetçi, kurum vb. merciler çevirinin ideolojik amaçlara hizmet
etmesini sağlayabilir.102 Bu bakımdan da çevirenin dışında çeviri metniyle ilgili fikrini
100
Burada ideolojik çeviri yapmanın suç olduğu algısı uyanmamalıdır. Açıklanmak istenen erek
metindeki ideolojik ögelerin kaynak metne zorunlu bir çeviri kararı olarak aktarıldığı gerçeğidir.
101
Holz-Manttari’nin Çeviri Eylem Kuramı’nı inceleyiniz.
102
Gürçağlar Kapılar (2005) adlı eserinde Hasan Ali Yücel’in, tek parti döneminde, çeviriler üzerinde
nasıl bir iktidara sahip olduğunu ve kendi dünya okumasından yola çıkarak hangi amaçla çevirilere
nerelerde işlevler kazandırıldığını aktarmaktadır.
126
söyleyen, çeviri eyleminde rol almış aktörlerin yanmetinler üzerinden incelenmesi
yararlı görülebilir.
Yanmetinlerin çeviri araştırmacısı için yararlı veri temin edebileceğini belirten Ayşe
Nihal Akbulut yanmetin yerine kendi önerdiği özbetimleme kavramıyla aşağıdaki
açıklamayı yapar:
“Özbetimleme adını verdiğimiz ve çevirmenin yaptığı çeviriye ek olarak yazdığı
metinlerin, bir düzlemde, okurun metni alımlamasına ve anlamlandırmasına veri
sağlayarak destek olurken, başka bir düzlemde de, çeviribilim araştırmacısı için
değerli bir araştırma araç gereci oluşturduğuna dikkat çekmektir” (Akbulut, 2010:
2 aktaran Yazıcı, 2011: 74).
Özbetimlemenin103 okurun metni alımlamasına ve anlamlandırmasına veri sağlayarak
destek olabileceği önermesinden yola çıkarak, ideolojik amaçlar uğrunda kaynak metnin
ilgili bölümlerinin yanlış anlaşılması için (yanlış bilinç oluşturmak için) ideolojik amaç
doğrultusunda özellikle kaynağı tahrif etmeye yönelik bir girişim olabileceği de göz
önünde bulundurmalıdır. Sonuç olarak her çevirinin kaynak metne, kaynak kültüre
duyulan bir saygı sonucunda ortaya koyulduğu düşüncesi de yanıltıcı olabilir.
Ortaçağ’da nice Kur’an çevirilerinin özellikle Hıristiyan dünyada Kur’an’ı kötülemek
maksadıyla yapıldığını çeviri tarihi kaynakları aktarmaktadır. Bu bağlamda da özellikle
yazardan
çok
çevirmenin
özbetimlemesi
çeviri
araştırmacıları
tarafından
önemsenmelidir. Hem çevirmenin neye dikkat çektiği, neyin özellikle doğru veya yanlış
anlaşılmasını istediği bir veri de yakalanabilir. Her hâlükârda özbetimleme bir
yönlendirmedir denebilir; o okuru belirli bir yöne yönlendirmektir; bu bakımdan
yönlendirmenin hangi yöne ve niçin yapıldığına dair cevap bulunacak olursa,
çevirmenin amacı ortaya konmuş ve ideolojik çevirinin ortaya çıkartılmasına yönelik bir
adım daha atılmış olur.
103
Akbulut ayrıca dışmetin yerine doğrudan bildirimler, çevremetin yerineyse dolaylı bildirimler
önerisinde bulunmaktadır (2010).
127
BÖLÜM III: TANZİMAT VE ERKEN CUMHURİYET
DÖNEMLERİNDE İDEOLOJİK ÇEVİRİ
3.1. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Çeviriye ve Çevirmenlere Genel Bakış
Osmanlı’da çeviri yaygın olarak sözlü alanda kullanılmaktaydı. Gerçi büyük eserler de
çevriliyordu ama Tanzimat ile başlayan yoğun çeviri dönemine girilmeden evvel çeviri
daha çok sözlü alanda, Osmanlı toprakları içerisinde, toplumun en alt katmanından en
üst katmanına, yani sultana kadar farklı dil ve kültürlere sahip kimseler arasında
gerçekleştiriliyordu.
Fatih döneminde tercümanların devlet bünyesinde rol almaya başladığı bilinmektedir.
Bu dönemde Rum olan ama Türkçe bilen tercümanlar istihdam edilmiştir. Devletin dış
ilişkilerinde ve eyaletlerinde tercümanlar Osmanlı devletinin işlemesini ve hayatın
nizam içinde akmasını temin etmektedirler. Tercümanların kimileri mahkemelerde,
kimileri limanlarda, kimileri elçiliklerde ve devletin üst düzey kademelerinde Osmanlı
coğrafyasına yayılmış bir biçimde faaliyet göstermişlerdir. Vedat Günyol bu
tercümanları görevleri bakımından şöyle sınıflandırmaktadır:
1. Divan-ı Hümayun Tercümanlığı
2. Eyalet Tercümanlığı
3. Müessese Tercümanlığı (askeri ve eğitim kurumlarında çalışan tercümanlar, 18.
yüzyılda)
4. Yabancı Elçilik ve Konsolosluk Tercümanlığı (Günyol, 1983: 324)
Divan-ı Hümayun Tercümanlığı 16. yüzyıldan itibaren başlamıştır. Bu tercümanların
çoğu Rum olup, Hıristiyan tebaaya tanınmayan haklardan yararlanabiliyordu, yani
ayrıcalıkları bulunuyordu. Bunların görevleri yabancı devlet adamlarıyla sadrazam
arasındaki görüşmeyi tercüme etmek ve bunun dışında gelen yazılı belgeleri de
çevirmekti. Eyalet Tercümanları ise, adı üstünde Osmanlının muhtelif eyaletlerinde
yazılı ve sözlü tercümanlık yapmakta ama özellikle mahkemelerdeki tercümanlık
görevlerini ifa etmektelerdi. Müessese Tercümanları ise 18. yüzyılın sonlarında açılan
ve Batı’ya teknik açıdan yetişme gayesi güden okulların içerisinde yabancı muallimlerin
sözlü
çevirilerini
yürütüyorlardı.
Sözlü
çevirmenlikten
yazılı
alanda
çeviri
gerçekleştirmeye 18. yüzyılda Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın girişimleri ile
128
geçilmeye başlanmıştır. İbrahim Paşa, Şair Nedim’in başkanlığında 25 kişiden oluşan
bir heyet kurmuş ve bu heyet sadece İslami kaynakları Osmanlıcaya kazandırmamış,
aynı zamanda Yunan eserlerine de yönelmiştir. İlk defa 18. yüzyılın ilk yarısında
Osmanlı dünyası İslam kültürünün dışında, Yunan âleminden bilimsel kaynaklara
başvurmuştur (krş. Adıvar, 2000: 160 aktaran Eruz, 2010: 118). Başka bir bakış açısı da
bize Osmanlı’nın bazı tarihi kaynaklar ve Aristo fiziğinin Osmanlıcaya çevrilmesinden
öteye gidemediğini göstermektedir (Gürsel, 1983: 320). Bunun altında yatan birçok
tesirden bahsedilebilir ancak en belirgin olanının din kaynaklı olduğu bilinmektedir.
Batı’ya karşı yüzyıllarca sürüp giden ve gelenekselleşmiş, din temelli bir düşmanlığın
varlığından bahsedilebilir. Bu düşmanlık dolayısıyla Batı’nın ürettiği bilim ve diğer
ilerlemelere karşı Osmanlı’nın gözünü yumduğu akla gelmektedir104. 1699 Karlofça
Antlaşması’yla birlikte askeri plandaki geri kalmışlık artık kabul edilmiştir
görünmektedir. Bu dönem Batı’dan sadece askeri anlamda faydalanılabilecek, aradaki
açığı kapatabilecek bilginin çeviri yoluyla alınabileceğine dair bir meşruiyet zeminin
tesis edildiği dönemdir. Tanzimat ve hatta II. Meşrutiyet dönemlerinde dahi Batıdan
bilim ve teknik alınmalı düşüncesi güç kazanırken, ruhun korunmasının, esasa ait
kaynaklarda Doğu’ya ya da öze yönelmenin gerekliliğine vurgu yapılmaktadır. Ali
Budak’a göre tarihten gelme böyle dini ve siyasi rekabet bulunmasaydı Hıristiyan ve
Uzakdoğu dünyalarıyla girişilen temasın başarılı sonuçları Osmanlı’da neşvünema
bulacaktı. Oysa tam tersi söz konusu olmuş; Hıristiyanlık ve İslam’ın bin yıllık savaş ve
rekabeti her iki tarafın da birbirine kapalı hale gelmesine neden olmuştur. Bugün bu
rekabetin sonuçlarını Hıristiyan toplumlarında dahi görebilmekteyiz. Batı’daki
toplumlarda da İslam’a yönelik bakış açısının mesafeli oluşu ve katılığı işte bu
rekabetin sonucunda ortaya çıkmıştır. Budak’a göre, eğer Batı siyasi ve iktisadi manada
geride kalmış olsaydı, Osmanlının takındığı tavrın bir benzerini takınacak; kendi
içlerine kapanacak ve Doğu’dan gelen hiçbir şeyi onaylamayacaktı (Budak, 2013: 23).
Oysa bugün de benzer bir tavrın, yani Doğu’yu anlamama ve Doğu’ya kapalı olma ve
104
18. yüzyılın başlarına kadar Osmanlılarda Batı ile kültürel ilişkilerin bulunduğundan bahsetmek
zordur. Bunun altında yatan sebep başta İslam olmak üzere, askeri ve siyasi anlamdaki üstünlüktür. Fakat
daha sonraki yıllar bu bakış açısı zayıflamakla beraber kendini koruyacaktır. Batı’dan yararlanma
duygusunu doğuran gerekçe ilk olarak askeri başarısızlıklar olmuştur. Dolayısıyla da ilk olarak bu alanda
Batı’dan reformlar ve çevirilerden de yararlanılarak eksiklikler giderilmek istenmiştir (Akbayar, 1985:
447).
129
ona yukarıdan bakma tavrının sürdüğü söylenebilir. Böyle bir bakış açısının Doğu
araştırmaları adı altında Oryantalistlerce gerçekleştiği ve geliştiği tarih boyunca
görülmektedir. Bugün bu oryantalist bakış açısının etkisiyle Batı, Doğu’yla ilgili
yönelimlerini, değerlendirmelerini yapmakta, hikâyelerini yazmakta, yorumlarını
gerçekleştirip, olumsuz tavırlarını takınmaktadır. Dolayısıyla Batı’yla olan ilişkilerde
karşılıklı güvensizlik, kapalılık ve hoşgörüsüzlük süreçleri yaşanmış ve yaşanmaya
devam etmektedir.
Bu güvensizlik aynı zamanda Osmanlı’daki azınlıklara da güven duyulmaması
noktasına doğru evrilmiştir. Bunun haklı bir takım gerekçeleri de vardır. Yabancı
tercümanlara duyulan güvensizlikten ötürü105 kurulan Tercüme Odası106 Osmanlı’nın
Türk tebaasından yetiştirmek istediği ve istihdam ettiği, devlet bünyesinde, devlet için
çalışan bir merkez konumundadır. Bu odanın kurulmasından maksat Osmanlı’nın
yabancı elçiliklerle ve devletlere olan iletişimin gerçekleştirilmesidir. Fakat Tercüme
Odası bununla sınırla kalmamış, Osmanlı’nın son döneminde Batı’ya açılan penceresi
olmuş, Osmanlı’nın yaşadığı siyasi ve sosyal değişimlerde önemli rol oynamıştır.
Günyol bu konuda alıntı yaparak şunları aktarmıştır:
“1832 yılında kurulan Tercüme Odası daha çok Babıali’nin yabancı
konsolosluklarla yaptığı yazışmaları yönetmekteydi. Hariciye Nezareti’ne bağlı
olan bu kurul, Rum dilmaçlarının büyük ölçüde tekelindeydi denilebilir.
Baştercümanlığa getirilen Rum asıllı Yahya Efendi, aynı zamanda
Mühendishane’de öğretmendi. Okulda yararlanılmak üzere Fransızca ve
İtalyanca’dan çeviriler yapıyordu. Ondan sonra gelen baştercüman Musevi asıllı
İshak Efendi yönetiminde Tercüme Odası, Fransızca öğreten bir kurul durumuna
geldi. Ali ve Saffet Paşalar, Ahmet Vefik Paşalar, hatta Namık Kemal’ler,
Şinasi’ler bu Oda’da çalıştılar. Ahmet Hamdi Tampınara’a bakılırsa Tercüme
Odası yeni bir dünya görüşünün yeni siyasi idealin geliştirdiği çok ileri bir ortamdı.
Niyazi Berkes’e göre, burada öğretilen Fransızca ile Fransız edebiyatı ve düşünüşü
ile ilk tanışma başlamıştı. Divan Edebiyatı’ndan Tanzimat Edebiyatı’na geçiş bu
Tercüme Odası ile olmuştur” (Günyol, 1983: 325).
Devletin kendi kurumlarıyla Batı’ya doğru değişmesi, Türk aydınları üzerinde de
tesirini göstermişti. Tanzimat’a kadar edebiyat sahasında Batı tesiri bu derece ileri
gitmemişti; artık edebiyatta Doğu’dan yüz çevirme ve Batı’nın edebiyat türlerine
meyletme söz konusudur. Bu bir bakıma, Nedim Gürsel’in de dediği gibi,
105
Osmanlı dünyasında daha fazla etkinlik kurmayı amaçlayan Fransızlar, Fransızca yabancı diline
hâkim tercümanların oluşturduğu bir Tercüme Odası kurulmasına vesile oldular. Çünkü Fransa,
daha önce Rum olan çevirmenlerin Rusya ve İngiltere’ye olan eğilimlerin ve ilişkilerini Babıali’ye
ifşa etti (Cengiz Orhonlu, “Tercüman”, İA, XII/1, s. 175-181).
106
Tercüme Odasının kuruluşu Vedat Günyol’da 1832; Sakine Eruz’da 1821’dir.
130
geleneksel ideolojiden sıyrılma girişimdir; çünkü geleneksel ideolojiden sıyrılma
ancak kendi dışındaki kültüre gönderme yapılarak mümkündür. Yeni ideolojinin,
dolayısıyla yeni kültürün üretilmesini sağlayacak eserlerin çeviriyle ithal edilmesi
gereklidir. Gürsel’e göre Lale devrinden Tanzimat’a, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e
200 yıllık batılılaşma çabamızın başlıca kültür dayanağını çeviri girişimleri
oluşturmuştur. (Gürsel, 1983: 321). Tercüme Odası da Berkes’in ifade ettiği gibi,
bu değişime yönelik gerekli altyapının tesis edildiği kurum olma niteliğini
taşımaktadır. Bu öyle bir süreçtir ki, Cumhuriyet’e dek ve Cumhuriyet’ten sonra
Tercüme Bürosu’na kadar etkisini sürdürecektir. Hatta denilebilir ki, 19. yüzyılın
ilk yarısındaki Tercüme Odası ve 20. yüzyılın ortasındaki Tercüme Bürosu
arasında bir ilişki, bir bağlantı kolaylıkla kurulabilir. Tercüme Odası’ndan
Tercüme Bürosu’na doğru uzanan bir damarın olduğu ve bu damarın Tercüme
Bürosu’nun oluşma şartlarını besleyip Tercüme Bürosu’nun ortaya çıkmasında
etkili olduğunu söylemek yanlış değildir.
Osmanlı Tanzimat aydınları arasında Batı’dan evvelce çeviriler yapan Münif
Paşa’dan bahsetmek gerekir. Kendisi 1859’da Muhaverat-ı Hikemîye başlığı
altında Voltaire, Fenelon ve Fontenelle gibi Avrupa yazarlarından çeviriler
gerçekleştirmiştir. 1862’de onun ardından Yusuf Kamil Paşa da Fenelon’dan
Telemaque ile onu izler. Ziya Paşa Tartuffe, Emile çevirileri; Şinasi La
Fontaine’den Masallar, Florian’dan Efsaneler, Racine ve Lamartine’den şiirler
çevirmiştir. Böyle bir ortamda özellikle sanat alanındaki eserlerin çevirisine
yönelme olmuş ve Meşrutiyet ile bu sahada artış görülmüştür (Güryol, 1983: 326).
Tanzimat sonrası çeviri faaliyetlerinde önemli rol alan kimselerin başında Ahmet
Vefik Paşa gelmektedir. II. Abdulhamid hükümetiyle iyi geçinen Ahmet Vefik
aynı zamanda bu iktidarın da desteklediği bir gazete kurucusudur. O, Tanzimat
döneminin önemli çevirmenlerindendir. Sadece çevirmen değil, aynı zamanda
devlet adamı, gazeteci ve yazardır da. Başarılarından ötürü sürekli rütbesi
artırılmış, birçok yetki ve görev kendisine verilmiştir. Tercüme Odası ve
Encümen-i Daniş görev aldığı, çeviri açısından önemli kurumlar arasındadır.
Ahmet Vefik Paşa tiyatro sahasında uyarlamalar yapan ve birçok ünlü Batı
yapıtını da dilimize çeviri yoluyla kazandıran birisidir. Meşrutiyet öncesi ve
131
sonrası da Şemsettin Sami, Ahmet Mithat, Namık Kemal, Recaizade Ekrem gibi
isimler Fransız klasiklerinden çeviriler gerçekleştirmişlerdir (Güryol, 1983: 327).
Batı klasiklerinin dilimize kazandırılması konusunda başlatmış olduğu tartışmalar
bir yol açma girişimi gibidir. Buna karşı duran çevreler de çıkmıştır. Meşrutiyet
öncesi gerçekleşen bu tartışmalar Meşrutiyet sonrası çeviriye olan önemi artırmış
ve birçok çevirinin yapılmasına ön ayak olmuştur. Artık çeviriler hakkında olumlu
olumsuz düşünen kim varsa107, kendi ideolojisi doğrultusunda bireysel olarak
çeviri faaliyetlerinde bulunmuştur108.
Tanzimat sonrası çeviriye dönük tartışmalar ve çeviriye yönelik girişimler,
akabinde Meşrutiyet zeminindeki çevirinin ivme kazanması ve ilerlemesi,
muhtelif alanlardaki çeviri faaliyetleri Cumhuriyet’in kurulmasıyla beraber Milli
Eğitim Bakanlığı’na bağlı Telif ve Tercüme Heyeti’nin Türk ulusal kitaplığının ve
öğretim
kurumlarının
ihtiyaç
duyduğu
çevirileri
hazırlamasına
yönelik
görevlendirilmesine yol açmıştır. Telif ve Tercüme Heyeti 1926 yılında Milli
Talim ve Terbiye dairesinin kurulmasına kadar çalışmıştır (Güryol, 1983: 328).
Bundan sonra yeni bir süreç başlamıştır çevirilerle ilgili, bu da Tercüme
Bürosu’na kadar uzanan I. Neşriyat Kongresi’nin toplanmasıdır. Bu konu
araştırmanın sınırları dışarısında kaldığı için Şehnaz Tahir Gürçağlar’ın Kapılar
adlı eserine ve Turgay Kurultay’ın Cumhuriyet Türkiye’sinde Çevirinin Ağır Yükü
(1998) adlı makalesine bakılabilir.
Sondan başlayarak, gerek Tercüme Bürosu, gerekse Tercüme Odası gibi devletin
birçok diğer tercüme kurumunu ortaya çıkarıcı sosyal ve siyasi sebeplerin varlığı
muhakkak ki, böyle kapsamlı bir tercüme seferberliği (inişli çıkışlı da olsa), Lale
Devri’nden başlayıp 20. yüzyılın ortalarına kadar süregelen Osmanlı ve Türkiye
Cumhuriyet’inin son iki yüz yılını kuşatmıştır. O halde böyle bir seferberlik nasıl
107
Örnek olarak Ahmet Cevdet verilebilir. O Batı klasiklerinin çevirisinin bir ihtiyaç olmadığını düşünse
de, çevirinin yapılmasında özellikle Meşrutiyet döneminde büyük rol oynamış, Ahmet Mithat’tan farklı
olarak Doğu’dan başyapıtları da çevirilerine katmıştır.
108
Ahmet Cevdet Doğu’dan da başyapıtlar çevirmiştir ve istibdatla mücadele, özgürlük ve insanlık
düşüncelerini ön plana almak istemektedir. Hüseyin Cahit çeviri işinin merkezine tarih ve felsefe
kaynaklarını yerleştirmiştir ve liberal düşünce doğrultusunda ilerlemiştir. Haydar Rıfat ise sosyalist
ideolojiden edebi eserleri Türkçeye kazandırmıştır (Günyol,1983: 327). Hilmi Ziya Ülken Cumhuriyet
öncesi çeviri çalışmalarının belirli bir düzeninin bulunmadığını, belirli bir yönünün olmadığını, bir
dağınıklığın söz konusu olduğunu ifade eder. Bunun gibi Güryol da alıntılanan eserinde şunları ifade
eder: Cumhuriyet’e gelinceye kadar, aydınlarımız, kişisel çabalarıyla verimli bir bileşim
sağlayamamışlardı.
132
izah edilebilir; sosyolojik olarak bir çeviri hareketinden bahsetmek mümkün
müdür? Bu faaliyetlerin hacimlerini ve amaçlarını bir “hareket”109 olarak
nitelemek doğru olur mu? Öyle görülüyor ki; içerikleri, yöntemleri, amaçları ve
doğurduğu sonuçları bakımından bu olgu toplumsal bir hareket olarak ortadadır.
Eğer yaklaşık 200 yıl boyunca Bağdat’da Beytül Hikme’de gerçekleştirilen çeviri
faaliyetleri bir sosyal hareket olarak tanımlanabilirse110; yine yaklaşık 200 yıl boyunca,
yani Osmanlı’nın gerileme dönemiyle başlayıp Cumhuriyet’in ilk dönemine, yani 18.
yüzyıl ortalarından başlayarak 1950’lere kadar gerçekleşen çeviri faaliyetleri bir
“hareket” değeri taşımaktadır, denilebilir. Çünkü bu çeviri faaliyetlerinin kapsamı
ilerlemeci maksatlarla gerçekleştirilmiş, tüm toplumu etkileyebilecek nitelikler
amaçlamış ve taşımıştır. Hareketi gerçekleştirenler toplumun entelektüel kapasitesi
bakımından üst sınıflarını oluşturmuş; gerek devlet ricali, gerekse toplumun aydınları,
din adamları ve eğitimcileri bireysel ya da kurumsal olarak bu faaliyete 200 yıl boyunca
katkıda bulunmuş111 ve bu olguya bir toplumsal “hareket” sayılabilecek nitelik
kazandırmışlardır. Ortaçağ’da Bağdat’ta gerçekleştirilen çeviri hareketinin Osmanlı ve
Türkiye’deki çeviri hareketiyle karşılaştırılarak amaç ve sonuçları bakımından
incelenmesi çeviribilim açısından faydalı sonuçlar doğurabilir. Bu başka bir araştırma
için kenarda araştırmacıları beklemektedir.
Bu araştırma kapsamında Tanzimat ve Erken Cumhuriyet Dönemi’yle hangi zaman
dilimi kast edilmektedir? Neden Tanzimat ve Erken Cumhuriyet dönemleri ele
alınmaktadır? Niçin çeviri olgusu “ideolojik çeviri” açısından bu dönemler içerisinde
incelemeye değer görülebilir?
Gülhane Hatt-ı Şerifi diye bilinen, 3 Kasım 1839’da okunan Tanzimat Fermanı ile
ortaya çıkan döneme Tanzimat Dönemi’nin başlangıcı olarak bakılabilir. Çeviri
109
“Hareket” kavramı sosyoloji temelli kullanılmıştır. Bir “sosyal hareket” ya da sadece “hareket” sosyal
bilimlerde farklı organizasyon biçimlerini kapsayan ve farklı eylem stratejileriyle toplumsal dönüşümü
hızlandırma, durdurma ya da döndürme çabasında olan kolektif bir aktör olarak anlaşılmaktadır.
(http://de.wikipedia.org/wiki/Soziale_Bewegung) (19.04.15)
110
Dimitri Gutas (2003), Yunanca Düşünce Arapça Kültür adlı eserinde Beytül Hikme’de gerçekleştirilen
çeviri faaliyetlerinin kesintisiz olarak 200 yıl boyunca sürdüğünü, daha sonra çevrilecek eser kalmadığı
için çeviri eyleminin gerilediğini iddia eder. Gutas, askerinden bilim adamına, yöneticisinden tüccarına
kadar toplumun büyük bir kesiminin bu çeviri hareketini himaye ettiğini belirtir. Böyle kapsamlı bir
süreci de toplumsal bir hareket olarak değerlendirmek yerinde görünmektedir.
111
Sakine Eruz’un (2010) Çok Kültürlülük ve Çeviri adlı eserinde Osmanlı’daki farklı çevirmen
kimliklerinden ayrıntılı olarak bahsedilmektedir.
133
eylemine bakan yönüyle bu dönemde devlet toplumsal anlamda değişiklikler
gerçekleştirmiştir. Demokratikleşmenin ilk somut adımları atılıp, din esaslı toplumsal
farklılıklara göre ortaya çıkmış bulunan dengeler yeniden tanzim edilip Batı
toplumlarına benzer bir denge oturtulmuştur. Tanzimat fermanının okunmasından I.
Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen süreye tarihçiler Tanzimat dönemi dese de, bu
çalışma Tanzimat’ın etkilerinin Cumhuriyet’in ilanına kadar devam etmesi bakımından
ve büyük bir kırılmanın II. Meşrutiyet ve sonrasında Cumhuriyet’le başlamasından
dolayı Tanzimat Dönemi’ni Cumhuriyet’in kurulmasına kadar (1924) devam eden bir
dönem olarak ele alacaktır, ancak yer yer II. Meşrutiyet’in doğurdu serbestlik ortamının
ve savaş yıllarının da etkisine dönük ayrıntıya girecektir.
Tanzimat’ın sadece siyasi olarak Batı’ya uyarlanma yönü yoktur; Tanzimat aynı
zamanda sosyolojik bir kırılma kabul edilebilecek bir dönem niteliği taşımaktadır.
Bu dönemde çevirilerin de rol aldığı ve toplumun entelektüel potansiyeline dönük
üretimlerin gerçekleştiği bir devre girilecek ve özellikle toplumun kitle iletişim
araçları vasıtasıyla bu birikimi yaydığı görülecektir. Tanzimat, kitle iletişimine
geçildiği, fikir gazeteciliğinin (Tercüman-ı Ahval, 1860) başladığı, özellikle
toplumsal bilgilendirme ve bilinçlenmenin yükseldiği, dolayısıyla da ideolojilerin
yayılması noktasında atmosferin uygun olduğu bir dönemdir.
Erken Cumhuriyet dönemi bu çalışmada Cumhuriyetin 1923’de kuruluşundan
Atatürk’ün ölümü olan 1938 yılına kadarki dönem olarak ele alınacaktır. Çeviri
açısından değerlendirildiğinde, Tanzimat evresinde cesaret edilemeyen çeviri
eylemlerine bu dönemde (özellikle Kur’an çevirilerinde) rastlandığı söylenebilir.
Bireysel olarak girişilen batılılaşma odaklı çevirilerin bu dönemde devletin resmi
politikası haline geldiği ve çevirinin toplumsal kimliği etkileyecek ideolojik bir
eylem niteliği kazandığı belirginleşmektedir. Tanzimat ve Erken Cumhuriyet
dönemleri ideolojik çeviri açısından araştırılmaya bu anlamda değerdir.
3.2. Batılılaşmadan Batılılaşma İdeolojisine Doğru
Batılılaşmanın birçok tanımı bulunmaktadır. Çünkü batılılaşmanın birden fazla boyutu
vardır. Fakat en genel manada şöyle bir tanım verilebilir: “Osmanlı döneminde ve
Cumhuriyet Türkiyesi’nde batılılaşmadan asıl anlaşılması gereken şey, Batı
medeniyetine, ortak ve üstün medeniyete yönelmedir. Batılılaşma ile medenî olmak, asrî
134
olmak anlaşılmıştır. Batılılaşma toplum hayatında ve devlet yapısında modernleşmedir,
zihniyette ve düşüncede modernleşmedir” (Eroğlu, 1982: 467 aktaran Mesut Erşan)112.
Art arda kaybedilen savaşların sonucunda artık Osmanlı bunun sebebini öğrenmek, bu
yenilgilere bir son vermek, düşmanını tanımak düşüncesiyle Batı’ya yönelmiştir. Askeri
ve teknolojik alanda üstün gördüğü Batı’dan öğrenebileceklerinin olduğunu düşünmek
suretiyle ilgisini buraya çevirmiştir. 1699 Karlofça Antlaşması Osmanlı’nın Batı
karşısında hem fiilen hem de fikir açısından yenilgisini tanıdığı anlamını taşımıştır.
Bundan sonra Osmanlı Batı’nın kültüründen, sanatından ve tekniğinden istifade etme
yolları aramış ve hatta Batı’ya elçiler göndermiştir (Kayaoğlu, 1998: 30).
Batılılaşma sürecinde İbrahim Müteferrika’nın büyük bir hizmeti bulunmuştur. İlk defa
III. Ahmet döneminde başlayan Doğu ve Batı eserlerinin basılması bu matbaa sayesinde
mümkün olmuştur. Birinci devirdeki nakiller coğrafya, tıp, eczacılık gibi eserlerken,
Tanzimat döneminde daha çok askerlik ve matematik merkezinde, devletin işine
yarayabilecek eserler tercüme edilmiş ve basılmıştır. Ancak Hilmi Ziya Ülken’e göre bu
devirde, yani Tanzimat Dönemi’nde Batı ile alaka sınırlıdır; derinlemesine, yani felsefi
ve edebi anlamda eserlerin çevirisi yok denebilecek kadar azdır (Ülken, 1997: 319320)113.
19. yüzyılda devletin bütünlüğünü korumak amacıyla artık Batı ile ittifak etmenin,
batılılaşmanın gerekli olduğunu düşünen bir yönetici seçkin grup ve merkezi bürokrasi
bulunmaktaydı. Diğer yandan Osmanlı’nın içinde bir takım tezatlı fikir mücadeleleri
vardı.
Tanzimat’ın Osmanlılık politikaları İttihat ve Terakki’nin güçlenen Türkçü
politikalarıyla zıtlık teşkil ediyordu. Güçlenen milliyetçilik anlayışları bu dönemde
sadece Balkanlar’daki Gayrimüslimleri değil, aynı zamanda Müslüman ama farklı etnik
kimliğe sahip Arap ve Arnavut halkları da harekete geçiriyor ve milliyetçilik
idealleriyle Osmanlı’dan ayrılmak isteniyordu (İnalcık, 2014: 316).
112
“1880’lerden
http://www.aku.edu.tr/AKU/DosyaYonetimi/SOSYALBILENS/dergi/VIII3/ersan.pdf (02.05.2015).
Belki de buradan yola çıkarak Türkiye’deki çeviriler içerik bakımından 3 döneme ayrılabilir. Birinci
dönem 18. yüzyılda Lale Devri ile başlatılabilir. Burada daha çok coğrafya, tıp, eczacılık gibi eserler
çevrilirken, 2. dönem 19. yüzyılın yarısından başlayıp 20. yüzyılın yarısına kadar olan ve içerisinde
ağırlıklı bir mahiyette devleti ilgilendiren, onun işine yarayacak askerlik, matematik, hukuk gibi eserlerin
çevrildiği dönemdir. Bunun yanı sıra sınırlı bir derecede edebiyat ve felsefi eserler de çevrilmiştir. Ancak
20. yüzyılın yarısından itibaren artık eserlerin teknik boyutta kalmadığı, aynı zamanda esasa işleyen,
dünya görüşünü belirleyici, fikri etkileyen edebiyat, estetik, felsefi eserlerin çevirisine ağırlık verildiği
görülmektedir.
113
135
itibaren bir Osmanlı toplumu yaratmak ideali, Osmanlıcılık ile her vilayette pozitif
bilimleri öğreten idadilerin açılması ‘aydın batıcı’ bir kuşak yetişmesini sağladı. Atatürk
nesli bu temelde kurulan askeri mekteplerde yetişti. [...] Bu sayede batılılaşma, 1908’de
Jön Türk devrimi ve kurtuluş savaşı sırasında, seçkin zümre sivil ve askeri bürokratlar
arasında kökleşmiş bir gelenek, vazgeçilmez bir ideal bir kurtuluş simgesi haline aldı”
(İnalcık, 2014: 318).
Batılılaşmayı hızlandıran diğer tarihi sebeplere gelince, İspanya ve İtalya’dan kovulan
on binlerce Yahudi Osmanlı’nın farklı şehirlerine yerleştirildi. Buna ilaveten, Avrupalı
tüccarların Pera, Selanik ve Beyrut gibi liman şehirlerine yerleşmesi sonucu kültürel
ilişki ve etkileşimin gerçekleşmesi söz konusuydu (İnalcık, 2014: 319).
Daha da erken dönemde, 18. yüzyılda askeri ve teknik anlamda geri kalmışlığını kabul
eden Osmanlı Mühendishaneler kurdu ve buralarda Batı ilimlerini okutmak üzere
Avrupa’dan uzman kimseler getirtti. Fransız ve Macar asıllı tercümanlar müderrislik
yaptı. Öğretim buralarda çeviri vasıtasıyla gerçekleşti. 1805’de kurulup daha sonra
kapatılan ancak yeniden faaliyete giren tıp bölümleri açıldı ve burada İtalyanca,
Fransızca ve çeviri aracılığıyla Batı ilimlerinden eğitim verildi. Eğitim faaliyetlerini ilk
zamanlar yabancı müderrisler üstlenmişlerdi ve burada çeviri önemli bir rol üstlenmişti
(Eruz, 2010: 100-101). Bu vesileyle Osmanlı kafası ilk defa Batı kafasıyla bir araya
gelmiş
ve
sistemli
Mühendishanelerde
bir
etkileşim
sadece
teknik
meydana
metinleri
gelmiştir.
değil,
aynı
Osmanlı
öğrencileri
zamanda
Fransız
Aydınlanması’na vesile olan bir takım fikri eserleri de mülahaza etme fırsatı elde
ediyordu. Osmanlının aydın bürokrat sınıfı, Rumların İtalya’da eğitim görmüş
olanlarıyla farklı mekânlarda tarih, felsefe, siyaset ve ahlak gibi konularda tartışma
ortamları buluyordu (İnalcık, 2014: 319). Bu ise Batı zihniyetiyle ciddi bir temasın,
münasebetin gerçekleşmesine imkân tanıyordu.
Tanzimat (1839-1877) bir tür Batı idari sisteminin ve uygulamalarının Osmanlı Devleti
tarafından taklit edilmesi idi. Bu temele dayanarak Osmanlı kurumlarında yenileşme ve
yapılandırma hareketleri söz konusu olmuştu. Bu yapılanma ise Fransızcadan çevrilen
birçok idari kanunun uygulanmasıyla oluşturuyordu (İnalcık, 2014: 320). “Tam
laikleşme ise Cumhuriyet döneminde teşekkül etti; TBMM tarafından 1924 yılında Şer’i
mahkemeler ilga edildi ve 1926’da Mecelle’nin yerine İsviçre, İtalyan ve Alman
136
yasalarına dayanan laik Medeni Kanun ile Ceza ve Ticaret kanunları kabul edildiği
zaman” söz konusu oldu. Osmanlı laikleşmesini ise sadece kurumlarla sınırlı tutmak
gerekir. Türkiye laikleşmesini ise kurumlardan, eğitim ve adliye alanından sosyal
yaşam, ahlak, adap ve sanat alanlarına kadar Türkiye hayatının her yönünde görülen bir
süreç olarak görmek gerekir (İnalcık, 2014: 322-323). Osmanlı’nın Batılı askeri, teknik,
sanat ve fikir alanlarıyla temasa geçmesi bu vesilelerle söz konusu oluyor; sadece fikri
mülahazalar değil, aynı zamanda sosyal hayatı da etkisi altına alan somut sosyal
temaslar söz konusu oluyordu. Osmanlı’nın 17. yüzyıl öncesindeki sosyal, siyasi, askeri
ve ekonomik başarılarından ötürü mağrur tavrı onu Batı ile temas etme noktasında
engellerken, yukarıdaki gelişmeler neticesinde Batı ile temasa geçmenin ötesinde bir
benzeşme ve taklit etme yoluna giriliyor, bu da daha sonraki yıllar batılılaşma
kavramıyla açıklanacak bir sürece dönüşüyordu. Salt bilim, askeri ve kimi teknik
konuların ve Osmanlı
İmparatorluğu’nun gerilemesini durduracak, onu Batı
devletleriyle rekabet edebilir seviyeye taşıyacak öykünmelerin batılılaşma ideolojisi
kapsamına sokulması ideoloji tanımının dışında tutulması gerekir. Fakat batılılaşmayı
bütün bir Batı medeniyetini ele alarak özümseme gayreti; onu Batı ananelerinden,
anlayışlarından, duymalarından, dünyayı okumalarından, yaşam tarzından, dinlenilen
müziğinden, okunulan eserinden, estetik değerlerinden ruhuna kadar benimseme
girişimine ideolojik planda batılılaşma ya da Batılılaşama İdeolojisi adı verilebilir114.
Tüm bu girişimlerin de Erken Cumhuriyet döneminde zirveye ulaştığı, Mustafa Kemal
Atatürk ile yakın çevresinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin birçok aydınının, siyasilerinin,
bürokratlarının bu kapsamda bir batılılaşma ideolojisini içselleştirdiği, ortaya
koydukları eserlerden, söylemlerden, fiillerden anlaşılmaktadır.
3.2.1. Batılılaşma: Erken Cumhuriyet Dönemi’nde Bir Devlet İdeolojisi
Cumhuriyet döneminde resmen programda olan bir projedir batılılaşma. II.
Meşrutiyet’ten bu yana kavramlaştırılmış ve tedavüle sokulmuştur, fakat 18. yüzyıldan
beri Türkiye’nin hayatında vardır. Osmanlı toplumunun içerisinde Rumlar İyona
adalarında çocuklarına Batı tarzı eğitim aldırmaktadır. Batı eğitimi Eflak-Boğdan
114
Murat Belge şunları söylemektedir: “1980'lerden bu yana 'Atatürkçülük' yeni bir yorumla ileri
sürülmeye başlandı. 'Türk milliyetçiliği' adına söylenen ve yapılan her şeyi kapsayan bir şemsiye haline
getirildi. Bunun kritik bir kolu, Batı düşmanlığı yapmak için kullanılması oluyor. Oysa bunu savunmak
akla
aykırı;
Kemalizm
bir
'Batılılaşma'
ideolojisi
değilse,
nedir?”
(http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=28619&l=1) (02.05.15)
137
prensliklerinde erkenden yerleşmiş durumdadır. Bu yüzden Osmanlı’nın Batıya açık bir
penceresi kendi toplumunun da coğrafi, kültürel ve dini açıdan heterojen oluşu
sayesinde gerçekleşmiş oluyordu. Ancak Osmanlı’da devlet seviyesinde batılılaşma en
başta pragmatik nedenlere dayanmaktadır; o kadar ki, belediye ve zabıta kanununa
kadar batılılaşma söz konusu olmuştur. Osmanlı’nın batılılaşması bir zorunluluk sonucu
ortaya çıkmıştır; yoksa Batı’yı hayranlıkla tercihin bir tezahürü değildir. 1860’da ağırlık
kazanan Genç Osmanlılar Batı’nın hemen tüm temel kurumlarını yeni bir İslam içtihadı
esasına uygun biçimde Osmanlı toplumuna getirmek istemektedir. Namık Kemal ya da
Ali Suavi gibi kişiler aslında ne laiktir, ne özgürlük arayışları ulus esasına dayanır.
Namık Kemal Latin harflerine dahi karşıdır, bununla birlikte batılılaşma düşünceleri
vardır, fakat kuşkuludurlar, ihtiyatlıdırlar Batı’ya karşı. Tanzimat döneminde rejimdeki
Avrupalılaşma önce kurumlara ve daha sonra eğitim ve düşünceye yansımaktadır. 19.
yüzyıl bir düalizm asrıdır. Hukuk şeri ve medeni hukukla yan yanadır örneğin; idare de
öyledir. Bu sancılı durum önce Jön Türkler tarafından ve daha sonra Cumhuriyetçilerin
başarılı ve radikal çözümler ortaya koymasına neden olmuştur. Modernleşme Batı
modeline, yani Avrupa modeline göre gerçekleşmiştir (krş. Ortaylı, 1985: 134-138).
Batılılaşma konusunda Ortaylı’dan daha farklı tespitleri ve yaklaşımları olan Timur
şunları aktarmaktadır:
“Yakın tarihimizde batılılaşma adı verilen ve –kökeni III. Selim dönemine
kadar götürülmekle beraber– esas olarak Tanzimat’la başlayan süreç ise
Batı’dakinden çok farklı bir biçimde cereyan etmiştir […] (batılılaşma)
Osmanlı devlet adamlarının ve aydınlarının, kendi toplumlarının
gerçekliklerinden hareket ederek, özgürlük içinde ve karşılaştırmalı bir
biçimde geliştirdikleri model olmamıştır […] Toplumsal gerçeklerle, onların
teorik ifadesi arasındaki kopukluktan doğan bu özellik, Osmanlı değişme
“model”ine ideolojik bir karakter vermiştir” (Timur, 1985: 140).
Batı odaklı Osmanlı ıslahatları halk nezdinde itibar görmüyordu. Zaten ıslahatlar
ilerlemeci bir tavırla değil, Batı devletlerinin baskısı neticesinde gerçekleşmişti.
19. yüzyılda –yukarıda da ifade edildiği üzere– evrensel boyutlu ve laik nitelikli
bir düşünce akımı yoktur. Reformcular ya da onlara karşı çıkanlar, şeriat
düzeninin dışındaki ilkelere dayanan herhangi bir dünya görüşüne sahip
değildirler (Timur, 1985: 140). Tanzimat Dönemi’nde batılılaşma fikri vardır,
ancak bir yandan Doğulu kalarak bir yandan Batı kurumlarını ithal ederek bir
batılılaşma düşüncesi hâkimdir. Bu düşüne halktan gelmiyordu ve halka da mâl
138
olmamıştı. Topluma tepeden indiriliyordu. Eski ile yeni yan yana yaşatılıyordu:
Medresenin karşısında Darülfünun ve çeşitli yeni kurulan Batı tarzı diğer okullar,
ticaret ve asliye mahkemeleri karşısında ise Şer’i mahkemeler bulunuyordu; hatta
elitlerin karşısında da halk karşı karşıya duruyordu (Tunya, 1985: 142).
Cumhuriyet’e gelindiğinde ise bu ikilik ortadan kalkıyor, yavaş yavaş eskinin
yerine yeniler, Batılı olanlar ikame ediliyor; ikame edilemeyenler reform
ediliyordu.
19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başı Avrupası’nda rejimlerin çoğu varlıklarını ve
hâkimiyetlerini halkçı bir ideolojiye dayandırmaktaydılar. Bu iki şekilde anlaşılabilir:
Birincisi, halkı eğitilmesi ve yönlendirilmesi gereken bilinçsiz bir topluluk olarak
görülüp buna halkın da boyun eğmesini beklerken, diğer (ikincisi) yandan halkın gurur
ve özgüvenini tesis etmek adına diğer halklar karşısında üstünlüğünü vurgulamaktır. Bu
durumun eğitim kurumları vasıtasıyla hayatın her alanına yayılması için çabalanır ve
halkın öz tarihini, öz dilini ve benzeri özlerini yaşaması hedeflenir (Başbuğ, 2013: 12).
“Cumhuriyet’in erken dönem modernleşme projesinin temel aktörü devlettir ve bu
projenin, vatandaşlarının da katılımıyla hızla uygulanması gerekir” (Başbuğ, 2013: 15).
Dolayısıyla öncelikli olarak vatandaşı yapılandırma süreçleri harekete geçirilmelidir.
Modern eğitim bu süreçlerin başında gelmektedir. Modern ulus devletin milli kimlik
kökleri üzerinden inşa edilmesi içi bir takım teoriler ortaya atılır. Milli din olarak Türk
İslamiyet’i tezi, Güneş Dil tezi, Milli Tarih vb. tezler bunlara örnek olarak ifade
edilebilir. Milli kimlik inşası sürecinde sanat vasıta edilir ve milli idealler yaratılarak bu
ideallere ulaşma adına aydınlar mitler, semboller vb. oluşturur.
Bu bakımdan sanat ve ideoloji arasındaki ilişkiyi, yani güdümlü sanat üretiminin
sebepleri ve sonuçları üzerinde düşünmek; kanonlaştırma sürecini, kanonun dışarıda
bıraktıklarıyla birlikte düşünmek, çeviri yoluyla üretilmiş sanatın da amacına yönelik
ipuçlarını araştırmak gerekir (Başbuğ, 2013: 17). Freeden böyle bir bakış açısını,
muhafazakâr bir ideolojinin karşıtı olarak ilerlemeci ya da dönüştürmeci ideoloji olarak
tanımlamaktadır (Freeden, 2011: 24).
Örneğin, Osmanlı gibi çok uluslu, farklı kimlikleri içerisinde barındıran geleneksel bir
devlet formundan modern ulus devlete geçişte ortak dil, tarih ve kültür yaratma anlayışı
ortaya çıkmıştır. Ulus devlet oluşturma anlayışının altında milliyetçi bir ideoloji
139
yatmıştır. Fakat bir ideolojinin varlığını sürdürdüğü yerde başka bir ideolojinin
bulunmaması bir kural değildir; bilakis ideolojinin varlığı başka bir ideolojiye işaret
etmektedir. Fakat ideolojiler mücadele içerisinde olup birbirleri arasında güç
farklılıkları olması doğaldır. Bunun gibi Tanzimat Dönemi’nde Osmanlılık ideolojisi
karşısında Türkçülük ideolojisi durmaktadır. Cumhuriyet’e gelindiğinde ise bu güç
mücadelesinde ipi göğüsleyenin, muzaffer olanın Türkçülük ideolojisi olduğu
görülmektedir. Çünkü Cumhuriyet’in elit kadrolarının Türkçülük ve Batıcılık
ideolojisine sahiptir.
Batılaşma sürecinde gerçekleştirilen reformlar, özellikle toplumun alt kesimlerince
Tanzimat’tan beri tepkiyle karşılanmış, padişahlara gâvur yakıştırması dahi yapılmıştır;
eski, öz, İslam elden gidiyor ve memleket gâvurlaşıyor algısı ortaya çıkmıştır.
Tanzimat’tan beri başlayan bir ikilik mevcuttur toplumda ve Ülken’e göre bugün bu
ikilik hâlâ devam etmektedir. Özellikle hukuki reformların bu ikiliği pekiştirdiği de
söylenebilir. Mahkemelerde Mecelle adı altında hem şeri hem de laik hukuku
kullanmaya yönelik resmi bir kanun hazırlanmış, ancak bu durum bu ikiliği ortadan
kaldırmamıştır. İttihat ve Terakki yönetimi Batılı hukukun pekişmesini temin etmiş,
1914 senesi mahkemelerin denetimi şeyhülislamın elinden alınarak öbür mahkemeler
gibi Adalet Bakanlığı’na verilmiştir. 1924’te Şer’i mahkemeler TBMM tarafında ilga
edilmiş ve 1926 yılında Avrupa’dan hukuki metinler getirilerek çeviri yoluyla Türkçeye
aktarılmış ve yürürlüğe konulmuştur. Bu sayede din ile devletin bağları ikinci defa
(birincisi Hilafetin kaldırılması) koparılmış, laikleşme yönünde ağırlığı hissedilen
adımlar atılmıştır. Bürokrat yönetici elitlerinden gelen laik Batı kurumları ile geleneksel
değer sistemine bağlı kitleler tarafından desteklenen İslami kurumlar arasında ideolojik
çekişmeler yaşanmıştır. Batılılaşma toplumun bir kesimi tarafından şiddetli bir biçimde
eleştiriliyordu. Yeni Osmanlılar kültür ve medeniyet arasında bir ayrım ortaya koyuyor,
ikincisini almayı kabul ediyor, yaşam tarzlarını Batı ile özdeş kılmayı reddediyordu.
Diğer taraf ise İslam’ı değilse de, İslam’a yönelik eski bakış açısını ve eski düzenin
kurumlarını eleştiriyor, bunların Batılı olanlarıyla ikame edilmesi ya da reform
edilmesini istiyor ve deniyordu (http://www.ismailekinci.com/?p=117, 22.07.15)115
115
Türk Modernleşmesinde Batılılaşma ve Laikleşmenin Tarihi Kökenleri
140
Burada Tanzimat ve Cumhuriyet dönemi batılılaşma ve Milliyetçilik anlayışlarındaki
farklılaşmaya açıklık getirilmelidir: Bir taraftan batılılaşma amacı güdüp diğer taraftan
milliyetçi emeller içerisinde olma birbirine zıt gibi görünse de bu düşünceler bir arada
bulunabilmektedir. Hem Batıcı olup hem de nasıl milliyetçi olunabilir? Öncelikle
Tanzimat ve Erken Cumhuriyet dönemlerindeki milliyetçilik anlayışının birbirinden
farklı olduğunu vurgulamak gerekir. Çünkü Tanzimat Dönemi’ndeki batılılaşma
yaklaşımı kendi içerisinde bilim, teknik, eğitim ve kurum bazındaki ilerlemeleri
içermekteydi. Toplumun kendi kimliğinden koparılmadan bu yeniliklerle ilerlemesi
hedeflenmekteydi116. Geçmişten gelen din ve dinle harmanlanmış kültürel öğelerin
korunması düşüncesi bir batılılaşma ve milliyetçilik yönü barındırmaktaydı. Oysa Erken
Cumhuriyet’le birlikte ulus devlet oluşturma gayretleri ile Batıdaki ulus devlet ve
özellikle Fransız modeli örnek alınarak gerçekleştirilen batılılaşma faaliyetlerinde
yukarıdaki anlamda bir milliyetçilik anlayışından uzaklaşıldı. Bunun yerine Batı’da
olduğu gibi bir sekülerleşme kapsamında dini kurum, dinin yoğurduğu bir kültür,
edebiyat ve ileride de dini temsil eden dilsel öğelerden arınma, Batıya aslen de bir
benzeme uğraşı söz konusu oldu. Milliyetçilik unsurları Osmanlı (İslamiyet) öncesi
öğelerden temin edildi117, temin edilemeyen unsurlar ise (din gibi) bir derece kökene
bağlandı ya da zaman içerisinde Türk olduğu iddia edilerek milli demirbaş ilan edildi118.
3.3. Batılılaşma Yaklaşımından İdeolojik Anlamda Batılılaşma Çevirisine
Antonio Gramsci, salt devlet gücünü elinde bulunduranların ürettiği bir düşünce biçimi
olarak görülen ideolojiyi farklı şekilde tanımlama yoluna gitti. Ona göre ideoloji farklı
kültürel yollar da kullanılarak, devlet dışındaki bireylerin ve grupların gerçekleştirdiği
bir etkinlik de olabilmekteydi (Freeden, 2011: 33). Tanzimat döneminde devletin resmi
anlamda ideolojik bir aygıt olarak çeviri faaliyetini kullandığını söylemek mümkün
değildir. Devlet gücünü elinde bulunduranlardan bağımsız olarak çeviri faaliyetleri,
dönemin aydınları tarafından yürütülmüştür. Farklı batılılaşma perspektifi bulunan
116
Hilmi Ziya Ülken’e göre, Tanzimat döneminde Osmanlı ileri gelenleri siyaset sahasında Batılılaşma
hareketini Osmanlı zihniyetiyle temsil ediyorlardı. Yani itikat ve iman yani kıymetler âlemi itibariyle
Şarka bağlı kalmak, fakat teknik ve hayat vasıtaları Batı’dan almak. İşte Tanzimat’tan sonra hâkim olan
bu zihniyetti (Ülken, 1997: 326).
117
Dil üzerinden: Güneş Dil Teorisi.
118
Burada Atatürk’ün yakın arkadaşlarından ve onun döneminde Milli Eğitim Bakanlığı yapmış,
İslamiyet’in bir Türk Dini, daha doğrusu İslamiyet’i Islah edenin Türkler olduğunu, onu
Türkçeleştirdiklerini ve Hz. Muhammed’in Türk kökenli olduğunu savunan, Reşit Galip’in Teorisinden
bahsedilebilir. Yazısının tam adı: "Müslümanlık: Türk'ün Millî Dini" (Cündioğlu, 1998: 74-75).
141
aydın grupların, toplumun değerlerinden farklılaşan görüşlerini çeviri çalışmalarıyla
bütünleştirdiği görülebilir, ancak Hilmi Ziya Ülken Tanzimat Dönemi’ndeki çevirilerin
toplumun değerlerini dönüştürmeye yönelik olmadığını, devlet için zaruri olan eserlerin
çevrilmesinin söz konusu olduğunu, fakat felsefe ve mücerret ilim, edebiyat sahasında
hiçbir ciddi tercüme teşebbüsü olmadığını dile getirmektedir. Bu bakış açısıyla da
Tanzimat’ı, Ülken, bir geçit olarak kabul etmez. Batılılaşmayı ideolojik planda yaşanan
bir devir, bir dönem olarak tanımlamaz; ona göre bu dönemde daha ziyade esasa ait
eserler Doğu’dan çevrilmiştir (Ülken, 1997: 320).
Fakat Ülken, çevirilerde esasa yönelik herhangi bir çeviri olmadığını ifade etmiş olsa
da, Tanzimat Dönemi’nde okullardaki kütüphanelerde bulunan esasa ait eserlerle Batılı
eğitmenlerin nezaretinde gerçekleşen eğitim sırasında öğrencilerin elde ettikleri ve
Batı’da eğitim görmüş kimi azınlıkların Osmanlı Türk aydınlarıyla kurduğu temasla bir
batılılaşma İdeolojisinin alt yapısının tesis edildiği ve bu sayede ideolojik çevirilere
gidildiği görülebilir.
Bu bakımdan Tanzimat Dönemi’nde gerçekleştirilen çevirilerin ideolojik bir boyutu
olmadığı iddia edilebilse de, bunların daha sonra gerçekleşecek ideolojik çeviriler için
hazırlayıcı yönlerinin olduğu düşünülmelidir. Bir sonraki aşamada bilinçli bir yaratı
olarak ideolojik çevirinin ortaya konması beklenmelidir. Çünkü kendinden önce bu
bilinç, hazırlayıcı sebepler sayesinde (yukarda ifade edilen sebepler) gelişmiş, böyle bir
bilinç tesis edilmiştir. Ancak bu bilinçli üreticilerin üretiminden yararlanan ikinci nesil,
yani doğrudan ideolojiye maruz kalmış olanların daha az bir ideolojik bilince sahip
olduğu, Gramsci’nin yaklaşımından çıkarılabilmektedir. Gramsci üreticileri açısından
daha bilinçli bir yaratı olan ideoloji ile üreticileri açısından daha bilinçsiz bir yaratı olan
ideoloji arasındaki ayrımdan bahsetmekte ve ideolojinin böyle sızmasının –
üreticilerinden başlayarak- hegemonyaya giden yolu açtığını düşünmektedir (aktaran
Freeden, 2011: 33). Bu bakış açısıyla, Tanzimat Dönemi’ndeki çeviri yaratılarının
hemen hemen ideolojik amaçlarının bulunmadığını, ancak Erken Cumhuriyet
Dönemi’ndeki yaratıların ideolojik bilinçle üretildiğini söyleyebilmek mümkündür. Bir
bakıma Tanzimat Dönemi’ndeki çeviri ürünlerinin ideoloji üretimini hazırlayıcı olarak
görülmesi suretiyle, bu ürünlerin ideolojik manada belirli bir olgunluğa erişmesi ve
çevresini de eriştirmesi neticesinde, Cumhuriyet Dönemi’nde oluşan bir ideolojik bilinç
142
doğrultusunda hareket edilerek, yeni ideolojik çeviri (Bilinçli İdeolojik Çeviri)
yaratılarının söz konusu olduğunu söylemek mümkündür.
Diğer taraftan Osmanlı’nın bir İslam toplumu olduğu göz önünde bulundurulursa eğer,
Mardin’e göre, ümmet, kişinin gömülü olduğu esas yapıdır ve son derece kapsayıcı
fonksiyonlar yerine getirmektedir. Buna göre bireyler kendini İslam toplumuna ait
gördüğü ve toplumun ekseriyetinin İslam kimliği taşıdığı ve bir farklılaşma
hissetmediği söylenebilir. İslamiyet salt din değil, aynı zamanda bir sosyal kimlik olarak
da işlev görmektedir. Toplumsal normlara bağlı olmak Türk toplumunda daha
önemlidir. Oysa Batı toplumunda değerlere bağlı olmak vardır. Bunun arasındaki fark,
Türk toplumunda bireyin kendini toplumun normlarına adapte ederek yaşıyor olmasıdır
(Mardin, 2011: 77). Bu bakımdan toplumda üst ve belirleyici bir yapı olarak
görebileceğimiz üst yapının çeviriler vasıtasıyla dönüşmesi evvela mümkün kılınmış ve
daha sonra bu süreç yine eğitimli, aydın, bürokrat vb. entelektüel anlamda üst
sınıftakilerden toplumun geneline doğru bir yayılma göstermiştir. Toplumun üst yapısı
değiştikçe, toplumun parçalarını oluşturan bireylerin, özellikle de okullarda yetişen genç
nesillerin zaman içerisinde değişmesi söz konusu olmuştur. Ancak bu değişim
Mardin’in tespitine göre pek de kolay görünmemektedir. Çünkü Türk toplumunda
kimliği belirleyici olarak toplumsal normlar, Batı toplumundaki değerlere bağlı kalma
anlayışından daha ötedir. Bu bakış açısıyla ideolojik çeviriyle Batı değerlerinin topluma
kazandırılması sürecinin pek de kolay olmaması gerektiği düşüncesi ortaya çıkmaktadır.
Fakat tüm bunlar ideolojik çevirinin yapılmış olması tartışmasından sonra ele
alınabilecek aşamalar olup, bu araştırmanın asıl konusu değildir.
Kişilik imal sürecinde, İslami toplumlarda din etkisinin Batı toplumlarına göre daha
büyük olduğu söylenmektedir (Mardin, 2011: 77). İslam toplumunda dinin etkisinin
büyük olması, yani İslam’ın etkisinin büyük olması, İslami normlara göre bir toplumsal
yapılanmayı gerektirir. Böyle yapılanmış olan bir toplumun da kendi normlarına aykırı
sayılabilecek çeviri eserleriyle örtüşme sürecinde direnç göstereceği beklenebilir. Bu
dirençle karşılaşmamak adına izlenebilecek çeviri yöntemlerinden bir tanesi, adaptasyon
çevirisi olacaktır. Öyle de olmuştur; Tanzimat döneminin aydınları, Avrupalı
aydınlanmacılarının benimsediği toplumu aydınlatma amacını gütmüşlerdir. Fakat
Tanzimat’ın aydınlarının elindeki aydınlanmacı hammadde ağırlıklı olarak Batı
143
kaynaklarına ait eserleridir. Kimliğini İslam’la tanımlayan bir toplumun normlarıyla
örtüşmeyen bir takım unsurları içermektedir. Bu ise belirli çeviri stratejileri, belirli
çeviri yöntemleriyle aşılabilecek bir engel olarak görülebilir. Hilmi Ziya Ülken’nin
Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü başlıklı kitabının Tanzimat faslında da
belirtildiği gibi, bu dönemde gerçekleştirilen çevirilerde “koca koca kitaplar yalnızca
birkaç formalık broşürler halinde” getirilip yayımlanmaktaydı (Ülken, 1997: 343).
Amaç, toplumu en kısa sürede aydınlatmaktır. Bu ise akla adaptasyon çevirisini
getirmektedir119. Bu üç açıdan işlevsel görülebilir. Birincisi, hacimli eserlerin kısa
sürede amacına uygun hedef kitlesiyle buluşturulması. İkincisi, entelektüel ya da
kavramsal anlamda erek toplumun konuya hâkimiyetinin sınırlı olmasından dolayı özet
olabilecek, ana fikri aktarıcı bir işlevin sağlanması. Üçüncüsü ise erek kitlenin İslami
kimliğinden dolayı toplumsal normlarla zıt düşmeme niyeti.
Cumhuriyet’e
doğru
gelindiğinde
gitgide
batılılaşma
perspektifli
emellerin
gerçekleştirildiği müşahede edilmektedir. Erken Cumhuriyet döneminde ise bu
faaliyetler resmiyet kazanmış, devlet kendi köklerinden evvela kurumsal planda
sıyrılmaya başlamıştır. Eskiyi andıran, eskinin sembolü denebilecek en üst makam olan
saltanatın ilk başta kaldırılması (1922) ve Cumhuriyet’in ilan edilmesinden sonra (1923)
Hilafet ’in kaldırılması söz konusu olmuştur. Şer’iyye ve Evkaf Vekâletlerinin
kaldırılması, Şer’iyye Mahkemeleri’nin ve medreselerinin kapatılması, eğitimin devlet
kontrolü altında birliği (Tevhid-i Tedrisat) hep aynı zamanda kanunlaşmıştır. Devletin
dini İslam’dır maddesi ise Anayasadan 1928’de çıkarılmış ve aynı zamanda Arapça
harfleri yerine Latin harflerinin kabulü meclis tarafından onaylanmıştır (İnalcık, 2014:
360-361). Tüm bu süreçler garplılaşma, batılılaşma, medenileşme, çağdaşlaşma,
ilerleme adına gerçekleştirilmiş ve böyle adlandırılmıştır. Ancak bu süreçlerin evvela
geçmişten memnun olmayan, durumu değiştirmeye, daha iyi olanı tedavüle sokmaya
kalkışan bir kimse için söz konusu olması gerekmektedir. Kendiliğinden böyle bir
durumun ortaya çıktığı iddia edilmez. Bu toplumla ilgili daha iyisini tasarlama, daha
iyisini hayata geçirme hareketini Karl Mannheim ütopya kavramıyla izah etmiştir120.
119
Adaptasyon çevirisi gerçekleştirmek suretiyle ideolojik bir çeviri yapılmadığı akla gelmemelidir.
Burada nasıl bir çeviri stratejisi ya da yöntemi uygulandığı değil, amacın çeviri eyleminin ideolojik olup
olmadığını ortaya koymak olduğu birinci bölümde uzun uzadıya aktarılmıştır.
120
Bkz. birinci bölümde ideoloji tanımıyla ilgili başlık.
144
Mannheim, Marx’tan farklı olarak ideolojiyi ele alırken “ütopya” kavramını ortaya
atmıştır. Ona göre “ütopya, mevcut toplumu değiştirmeye ya da ona yol göstermeye
eğilimli olup toplumun yalnızca olumsuz yönlerini gören ve gerçek durumu göremeyen
baskı altındaki gruplar tarafından kabul edilmiş bir gelecek ya da kusursuz toplum
hayaliydi” (Freeden, 2011: 24). Osmanlı’nın artarda yaşadığı savaşları; siyasi, askeri
anlamdaki zayıflıkları ve bu savaşların doğurduğu sosyal buhranlar, memlekete yönelik
iğfaller ve dolayısıyla ortaya çıkan karamsar tablo ile Erken Cumhuriyet Dönemi’nde
iktidar ve iktidarın etrafında batılılaşma fikri bağlamında kümeleşen çevrelerce böyle
bir ütopya kurgusunun olduğu söylenebilir. Çünkü Mannheim’ın da belirttiği gibi,
toplumun kötü ya da eksik yönlerini gören, toplumun temel değerlerini içeren unsurlara
bir karşı çıkış gösteren, daha kusursuz, medeni, ilerici, çağdaş bir toplum yaratma
arzusu bu çevrelerce amaçlanmaktaydı. Cumhuriyet Dönemi hâkim ideolojisi ise bu
kusursuzluğu
Batı
toplumlarında
görmekteydi.
Özlem
Berk’e
göre,
“genç
Cumhuriyet’in modern Batılı ve laik bir Türk ulusu yaratma çabaları Avrupa’nın
kültürel değerlerini reddederek değil, İslam ve Doğu dünyasıyla bağlarını gevşetmesiyle
ve kendine Avrupa kültür ve uygarlığı içinde bir yer istemesiyle temellenmişti” (Berk,
2001: 57). Tam da bu kendi köklerinden kurtulmuş, kendi toplumsal normlarına kapalı
tavır bir ütopyayı akla getirmektedir. Tüm bu sebeplerden ötürü özellikle Tanzimat
sonrası ve Erken Cumhuriyet Dönemi’nde bir batılılaşma ideolojisi teşekkül etti. Bu
ideoloji ise tüm diğer ideolojilerde olduğu gibi kendine toplumda bir uygulama alanı
tesis etti ve tıpkı çevirilerde olduğu gibi batılılaşma eksenli topluma yönelik ideolojik
faaliyetlerin vuku bulmasını sağladı.
Yukarıda tartışılan bu bakış açıları çalışmanın bundan sonraki kısımlarındaki veriler
ışığında ele alınarak temellendirilmeye çalışılacaktır. Önce Kur’an’ın Türkçeye
çevrilirken ideolojik yaklaşımların izleri yan metinlerden sürülecek ve daha sonra
kurumların çalışmaları irdelenecek ve son olarak da yazın çevirisindeki ideolojik bakış
açıları aranacaktır. Doğrudan çeviri metni ele alınıp karşılaştırmalı bir yöntemle
(kaynak metin erek metin karşılaştırması) ideolojik çeviri analizi yapılmayacaktır. Zaten
bunun tek başına kusurlu bir yöntem olduğu söylenebilir. Böyle bir yönteme
kalkışılacaksa bunun yan ve çevre metinlerle desteklenmesi gerekir. Ayrıca ideolojik
çeviri erek metnin içeriğinde kendini illa ifşa etmez, burada çeviri eyleminde rol alan
aktörler dikkate alınmalıdır, onların amacı çeviri eyleminin dolayısıyla çeviri metninin
145
ideolojik olarak kurgulanıp kurgulanmadığını gösterecektir. Bu çalışmaya gelince,
yorumlayıcı bir yöntem tercih edilmiş olup, yan metinlerdeki (paratext) ifadeler
değerlendirilerek çıkarsamalar yapılacaktır.
Bu araştırma Tanzimat ve Erken Cumhuriyet dönemlerini kapsamakta olup özellikle
imparatorluğun merkezi olan İstanbul’a odaklanacaktır. İmparatorluk sınırları içinde,
örneğin Kırım, Bulgaristan, Hindistan, Mısır, Cezayir, Yunanistan, Arnavutluk vs.
birçok İslami, Türk, Arap, Kürt, Ermeni, Sırp, Rum vs. unsurun bulunduğu bölgeler
vardır. Buralarda da çeviriye zemin oluşturan, çeviriyi tetikleyen, sosyal, siyasal,
ekonomik ve teknik gelişmeler yaşanmaktadır. Bu gelişmeler sadece kendilerine değil,
aynı zamanda imparatorluğun merkezi olan İstanbul’a tesir etmektedir. Fakat bu tesirleri
tek tek ele alıp onların dinamiklerini de ayrıca vermeye çalışmak, çalışmanın sınırlarını
zorlayacağı için böyle bir teşebbüste bulunmayacağız. Fakat İmparatorluğun
merkezindeki hadiseleri aydınlatma konusunda ışık tutacak bir hadise elzem görülürse
ayrıca nakledilecektir.
3.4. Tanzimat ve Erken Cumhuriyet Dönemlerindeki Kutsal Kitap Çevirilerinin
İdeolojik Planda İncelenmesi
Tarihten günümüze kadar kutsal kitap çevirilerinin kendi doğasında ideolojik bir yönü
olduğunu söylemek pek de yanlış olmayacaktır. İdeolojiler belirli bir kimliğin imali
olarak tanımlanırsa eğer, kutsal kitapların da insanların kimliklerini oluşturma
süreçlerinde derinlemesine etkisinin bulunduğu akla gelmektedir. Kutsal kitaplar tarih
boyunca birlikler oluşmasında, devletlerin kurulması ya da yıkılmasında rol almıştır.
Birçok toplum aynı dini kaynaklara sahip olsa da farklı çeviriler vasıtasıyla farklı
yorumlamalara/anlamalara ulaşmış ve farklı kimliklere sahip olma yolları ortaya bu
yüzden çıkmıştır. Örneğin Latince İncil’e sahip bir toplumun kimliği, Almanca,
İngilizce ya da Yunanca bir İncil’e sahip olan topluma göre başka olmuştur; hatta
İncil’in farklı dillere çevirisi sayesinde bu durum Ortodoksluk, Katoliklik ya da
Protestanlık gibi mezhep ayrımlarının derinleşmesine hizmet etmiştir, denilebilir.
Dolayısıyla her bir dilde oluşturulan, çeviri yoluyla intikal ettirilen ve bu manada bir
kısım değişimlere maruz kalan kutsal kitapların kimlik imal edici yönleri bakımından
farklılıklar doğurması da söz konusu olagelmiştir. İlk defa Septuaginta’dan başlayarak
İbranice’den Yunanca’ya ve Vulgata ile Latince’ye, Martin Luther’in çevirisiyle de
146
Almanca’ya aktarılan –ve bunun gibi birçok başka- İncillerin her biri farklı kimliklerin
tesisinde rol almıştır. Her birinin çeviri süreçleri, çeviriyi ortaya çıkarıcı dinamikleri,
çeviriyi tetikleyici, ortaya çıkarıcı imal süreçleri başkalaştığı için ortaya çıkan ürünlerin
de farklı nitelikler taşıdığını beklemek doğaldır. Özellikle tüm bu çabaların neticesinde
ortaya çıkan kutsal kitap çevirisi ürününün toplumsal boyutta bir gücünün olduğu
yadsınamaz121.
Bir kutsal kitap olarak Kur’an çevirilerinin özellikle Tanzimat ve Cumhuriyet
döneminde benzer süreçlerden geçtiği görülebilir. Çünkü tarihte ne zaman ki bir
coğrafyada sosyal ve siyasal bir kırılma yaşanmaktaysa, orada dinde de böyle
çalkantılar görülmektedir122.
Diğer taraftan Kur’an’ın doğal olarak başka dillere tercüme edilmesi gerekli bir mesele
olarak ortadadır. Çünkü burada vaz edilen İslam, indirildiği dilin dışında tüm milletlere
yönelik, evrensel bir din olma iddiasındadır123. Bunun yolu ise ya tercümedir ya da
herkes Kur’an’ın dilini öğrenecektir ki bu da pek imkan dahilinde değildir. Neredeyse
her tarihsel metin gibi Kur’an da belirli olaylar, olgular ve bağlamlar içerisinde ortaya
çıkmış bir eser olup; bu olaylar, tarihsel bağ ve bağlamlar bilindiği takdirde daha doğru
bir yorumlama gerçekleştirileceği düşünülmelidir. Bu bakımdan da Kur’an Arapça
bilinse dahi belirli yöntemlerle tetkik edilmeye muhtaç görülmektedir. Tefsir ilmi tam
da bu yüzden ortaya çıkmış, Kur’an’ın doğru anlaşılması için yöntemler geliştirmiştir.
Bu bakış açısıyla Kur’an’ın tercümesindense tefsiri, aslına bakılırsa, daha elzem
görülebilir.
121
Bu bilgiler Faruk Yücel’in Tarihsel ve Kuramsal Açıdan Çeviri Edimi adlı kapsamlı eserinin
düşündürdüklerinden ortaya çıkmıştır. Bu konuda ayrıntılı bilgi adı geçen eserin İnancın Gölgesinde
Çevirinin Sadıklaştırılması başlığı altında da görülebilir. İdeolojinin kimlik inşa edici bir role sahip olma
düşüncesi ise Şerif Mardin’in Din ve İdeoloji adlı eserinden öğrenilmiştir. Anlamanın yorumlama ile
gerçekleştiği bilgisi ise Alımlama Estetiği (Hans Robert Jauß) bakış açısından ileri gelen bir fikirdir.
Bunun için yazarın kaynaklarda verilmiş yüksek lisans tezine bakılabilir.
122
Din ve siyasetin özellikle bir biriyle yakın ilişkide olduğunu Dücane Cündioğlu’nun Kur’an
Çevirileriyle ilgili eserinde temellendirilmiş bir biçimde görmek mümkündür.
123
"Hayır ve bereketi ne muazzamdır o Zât'ın ki, bütün ins ve cinni uyarsın diye o has kuluna doğruyu
eğriden ayıran Furkan'ı indirdi" (Furkan sûresi, 25/1). Bu âyet, Kur'ân'ın ve Peygamberimiz'in
(aleyhissalâtü vesselâm) risaletinin belirli bir millet, dil ve coğrafya ile sınırlı olmayıp evrensel, yani
bütün zaman ve mekânlar için geçerli olduğunu açıkça göstermektedir. (Mevdudi, Tefhim, 2: 1882). Şu
ayette de net bir şekilde Kur'ân'ın evrenselliği vurgulanmıştır: "Kur'ân, başka değil, sadece bütün insanlar
için
bir
derstir,
evrensel
bir
mesajdır"
(Yusuf
Suresi,
12/104)
(http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/kuranin-evrenselligi-ve-tarihselci-yaklasim, 27.07.15).
147
Tanzimat Dönemi, Osmanlı aydınının kendine bir öğretmen rolü biçtiği bir dönemdir.
Halk aydınlatılması gereken bir topluluk olarak görülür bu dönemde. Toplum içerisinde
farklı ideolojik fikirler yer bulur. Bu fikirler özellikle sosyal, siyasal yönü ağır basan
fikirler olup,
önde
gelenleri
ise
medeniyetçilik, Osmanlıcılı,
İslamcılık ve
Türkçülük’tür. Bunlara ilave olarak o dönem dini düşünce ve inançlardaki sarsıntıdan
doğan Türk aydınını da etkilemeye başlayan pozitivizm ve materyalizm gibi felsefi
doktrinlerle de karşılaşılır (Dayanaç, 2012: 839). Tüm bu düşünce cereyanlarının
arasında Kur’an’ın tercüme meselesi de bu tesirler altındadır. Osman Ergin’e göre,
“1908 İnkılab’ından sonra diğer İslam unsurlarını takliden Türkler arasında da
Milliyet[çilik] ve Türkçülük cereyanları başlayınca, Kur’an’ın Türkçe olması
münakaşaları yavaş yavaş işitilmeye başlandı” (Ergin, 1943: 1606-1607). Dücane
Cündioğlu’na göre, Türkçülük akımının toplumda hâkim fikre dönüşmesiyle Kur’an’ın
Türkçeye çevrilmesi taleplerinin seslendirilmesi eşzamanlı olarak başladı. Bunun
altında siyasi bir mülahaza bulunmaktadır. Cündioğlu’na göre, bidayetten bu yana dini
olmaktan ziyade hep siyasidir Türkçe Kur’an söylemi (Cündioğlu, 1998: 22).
1918 öncesi Kur’an’ın tercümesi ile ilgili fikirler, muhafazakâr (İslamcı İdeoloji)
kesiminden ciddi bir eleştiriye maruz kalmıştır. Kur’an’ın tercümesine karşı çıkanlar,
Kur’an’a ait manaların ancak tefsir yöntemiyle açıklanabileceği görüşündelerdir. Karşı
çıkmalarının temel gerekçesi ise tercümenin namazda ya da namaz dışında aynen aslı
olan Arapça nazım yerine geçmesinin amaçlanmakta olduğu yönündeki kanaatleridir124.
Tercümeyi isteyenler arasında manayı anlamak isteyenler olduğu gibi namazda, duada
Arapça aslın yerine Türkçesinin okunması gereğine inananlar da vardı125. Mustafa Sabri
Efendi bu konudaki karşı çıkışını şu satırlara yansıtmaktadır:
Müceddidlerimiz Kur’an-ı Kerim’in Türkçesini asıl Kur’an makamına ikame
ederek Türklerin namazını bile işte bu Türk Kur’an’ı ile kıldırmak isterler. İşte ben
de caiz olmayan şeyin Kur’an-ı Kerim’i Türkçeye tercüme etmek değil de belki
“herhangi bir lisan ile tercümesinin namazda tilaveti meselesi olduğunu söylemek
126
isterim” .
124
Bu arada İslamcılığın Doğuşu adlı eserinde Mümtaz’er Türköne tamda bu döneme denk getirmektedir
İslamcı İdeolojinin ortaya çıkışını. Osmanlı’nın ayakta kalması ve devleti kurtarmak için hemen her
kafadan ses çıkmaktaydı. Öneriler Batıcı, Türkçü vs. ideolojilerden hareketle ortaya konuyordu ve böyle
bir zeminde İslamcı öneriler de İslamcı ideoloji çerçevesinde kendine yer buldu.
125
Kur’an-ı Kerim Tercüme Edilebilir mi? Sebilurreşad, XV, (1943) 390, 447 aktaran Altuntaş, 2006: 65
126
Mustafa Sabri (1338), “Dini Müceddidler”, s. 196-197, İstanbul
148
Diğer taraftan bu karşı çıkışlarında da haksız değillerdir. Çünkü o dönem Kazanlı Musa
Efendi Bigiyef bir Kur’an tercümesi kaleme almıştır. Bu Türkçe Kur’an çalışması
dolayısıyla Musa Efendi’yi Luther’e benzetenler olmuştur. Luther yapmış olduğu İncil
çevirisiyle Katolik dünyadan Almanları koparıyor ve o dönem bir Alman Hıristiyanlığı
ortaya çıkartacak şekilde etki bırakan Protestanlık mezhebinin kurulmasına sebebiyet
veriyordu. Bu da Almanların ulus olma yolunda büyük bir adımını oluşturuyordu. Bu
yüzden de Musa Efendi bu çeviriyle Türklerin diğer İslam toplumlarından ve özellikle
Araplardan kopmasını temin etmiş olacak düşüncesiyle bu yakıştırma yapılıyordu,
denebilir127. Musa Carrullah “İslamiyet’in Luther’i şimdi Asya’da zuhur etti”128 diyor,
İsmail Hakkı Baltacıoğlu noktayı koyan bir yazı kaleme alıyordu Milli Mecmua’da:
“…Hülasa İslam Dini’ni Türkleştirmek lazımdır!”129.
Cumhuriyet’e doğru gelindiğinde Kur’an’ın Türkçeye çevrisi konusunda çabaların
arttığı ve yayınların da çoğaldığı görülür. Tartışmalar da doğru orantılı olarak artar.
Medeniyetçi/ Osmanlıcı/İslamcı çizgide olanların da git gide çeviri yaptığı
gözlemlenmeye başlanır. Mesela Mehmet Akif dergilerde kısa surelerin çevirilerini
yayımlamaya başlar. Yine aynı cenahtan İzmirli İsmail Hakkı 1927’de kendi çevirdiği
Kur’an’ın tercümesini yayımlatır.
Denilebilir ki, Türkçü ve pozitivist bir bakış açısını taşıyanlar tercümeden yana tavır
koyarken, Osmanlıcı, Medeniyetçi ve İslamcı bir bakış açısında olanlar Kur’an’ın
aslının korunması, tercümenin ise ancak tefsir yöntemiyle yapılması yönünde görüşlere
sahiplerdir. Salt bu iki yönde, yani tercüme mi tefsir mi görüşünü savunan iki farklı
cephenin ideolojik görüşlerinin dahi farklı olması Kur’an’ın tercümesi hususunda nasıl
bir ideolojik altyapının var olduğunu göstermeye yeterdir. Ancak bununla yetinilmeyip,
aşağıda Kur’an’ın çevirisiyle ilgili yan metinler (paratext) irdelenecek, Kur’an’ın
çevirisiyle ilgili eleştirilere, olumlu ve olumsuz görüşlere yer verilecek ve konu bunlar
127
Çünkü Balkan savaşlarından sonra Osmanlı’da önce diğer azınlıklar sonra Müslüman Arap ve Arnavut
anasırda başlayan milliyetçilik hareketleriyle Türkler de aynı akıma kapılmış ve kimi Osmanlı aydınları
milliyetçilik çerçevesinde İslamiyet’te de müstakil bir Türk İslamiyet’i hayali kurmaya başlamıştır. Bu
hayal Tanzimat Dönemi’nde kurulmaya başlanmış, İkinci Meşrutiyet altyapı çalışması olmuş ve
Cumhuriyet hayata geçiriliş safhasını oluşturmuştur. Bu konuda ilerleyen yerlerde alıntılar (paratext)
üzerinden bu tez güçlendirilecektir.
128
Haşim Nahid (1331), “Türkiya İçin Necat ve İ’tila Yolları”, s. 213-214, İstanbul
129
Baltacıoğlu, İsmail Hakkı (1928), “Türk Inkılabı Karşısında Müslümanlık”, Milli Mecmua
(15.05.1928)
149
üzerinde çeviribilimdeki bakış açılarıyla ele alınacaktır. Bu esnada ideolojik bir çeviri
yapıldı mı ya da yapılmadı mı konusundaki ipuçları değerlendirilecektir.
3.4.1. Kutsal Kitabın Türkçeye Çevrilmesiyle İlgili Görüşler
Osmanlı’da, Kur’an’ın tercüme edilmesi, cuma hutbelerinin Türkçe okunması gibi
tartışmalar başlamadan evvel doğudan tahsil edilen dini ilimler için Arapça öğrenme
lüzumu vardı; bu bakımdan birçok kimse Kur’an ilmine belirli bir derece hâkimdi.
Fakat daha sonra Batı’dan müfredata130 sokulan pozitif ilimler (tercüme yoluyla) bir
dereceye kadar hem Doğu hem de Batı bilgi kaynağına sahip sentezli dimağlar yarattı.
Ancak Batı’nın etkisi eğitimde devam ettikçe, Doğu ilimlerinin kuvveti azalıyor ve dini
ilimler yavaş yavaş unutulmaya yüz tutuyordu. Böyle bir süreçte dünyevi işler ve
ilişkiler açısından tahsil edilen Batı ilimleri merkeze yerleşiyor, dini bilgiler kenara
doğru itiliyordu. Bu sayede dini bilgilerin unutulması söz konusu olunca bir kesim
Kur’an’ın tercümesinin mecburiyetine dikkat çekmiştir (krş. Altuntaş, 2006: 58).
Bunlar arasında Ubeydullah Afgani Efendi de bulunmaktadır. Kendisi İttihat ve Terakki
Fırkası taraftarıdır ki bu cemiyet Türkçülüğü temel ideoloji olarak benimsemiştir.
Afgani sadece Kur’an’ın değil aynı zamanda cuma hutbelerinin de Türkçe
okunmasından yana olacaktır. Afgani, Kavm-ı Cedid-Kitabu’l Mevaiz adlı eserinde
Kur’an’ın Türkçeye çevirisinin gerekliliğini şöyle gerekçelendirmektedir:
Geçenlerde siyasi gazetelerden birinde, “bütün Türkiye’de Arap dilinin öğrenilip
yaygınlaştırılmasına önem verilmelidir ki millet hiç olmazsa Cuma günleri okunan
hutbeleri anlayabilisin” deniliyordu. Bu söz de kalın kafalılık eseridir. Hutbeyi
anlamak için bütün Türklere Arapçayı öğretmekten ise hutbeyi Türkçe irad etmek
kadar kolay bir şey tasavvur edebilir mi? Zaten İmam-ı A’zam mezhebince Kur’an,
Hadis ve Hutbeyi tercüme caizdir.
“Peygamber Efendimiz yalnız kavm-i Arab’a ba’s buyurulmadı (gönderilmedi).
Kur’an-ı Azimuşşan’ın umum elsineye (bütün dillere) tercümesi farzdır…
Kitabımızın asıl kudsiyyeti meani-i celile ve cemilesindedir (yüksek ve güzel
manalarındadır.) Kudsiyet-i lafziyye (lafzın kutsallığı) ikinci derecede kalır. Her
ferd ahkâm ve evamir-i diniyessini kitab’ından okursa imanı yükselir. Şer ve fesat
azalır. Dinsizlik revacı (sürümü) azalır”. (Ubeydullah Afgani, Kavmi Cedid: 15-16
aktaran Altuntaş, 2006: 59).
Afgani’nin birinci alıntısında yer alan “bütün Türkiye’de Arap dilinin öğrenilip
yaygınlaştırılmasına önem verilmelidir ki millet hiç olmazsa Cuma günleri okunan
130
Burada Osmanlı’daki idadilerin medreselerdeki eğitimin önünü ciddi olarak kestiği söyleniyor. Buna
ilave olarak müfredatta ne kadar Kur’an ve Arapça olsa dahi, pozitif ilimlerin ve Batı tarzı eğitimin
ağırlığı açık bir biçimde görülmekte; eski usul eğitimin yönünün değiştiği gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bu
eğitimden geçerek II. Meşrutiyet nesli yetişmiş ve Batı tarzı düşünce kökleşmiştir.
150
hutbeleri anlayabilisin” sözünden anlaşılacağı üzere Kur’an’ın anlaşılması meselesi
başkalarını da ilgilendirmiş, fakat çözüm yolu Afgani gibilerinden farklı olarak, topluca
bir milletin kutsal kitabının dili olan Arapçayı öğrenmesi şeklinde görülmüştür. Oysa
Afgani daha pratik ve mümkün olduğunu düşündüğü bir yolu işaret ederek, Kur’an’ın
Türkçeye tercüme edilmesi ve hatta cuma hutbelerinin de Türkçe irat edilmesi
gerekliliğini vurgulamıştır. Afgani’nin bu bakış açısının altında pratik nedenlerle dini
cevazların birleşmesi yatabilir, fakat kendisinin Türkçülük ideolojisinden beslenen
İttihat ve Terakkici olması, böyle bir sonuca varmış olmasını, yani ideolojik
gerekçelerin
Kur’an’ın
Türkçeye
çevrilmesi
önerisinde
etkili
olabileceği
düşünülmelidir. Diğer taraftan “Kitabımızın asıl kudsiyyeti meani-i celile ve
cemilesindedir. (yüksek ve güzel manalarındadır.) Kudsiyet-i lafziyye (lafzın kutsallığı)
ikinci derecede kalır,” açıklamasıyla Afgani’nin Arapçaya ikinci derece bir önem
atfettiğini göstermektedir. Asıl olarak Kur’an’ı Kerim’in içeriğinin önemine vurgu
yapmakta ve bu da dili ikinci plana itmekle birlikte, çeviri için bir gerekçe
oluşturmaktadır. Afgani’nin, bu açıklamalarıyla İslamcılık ideolojisi tarafında
durmadığı açıktır, oysa kendisi bir İslam âlimidir ve hatta Ayasofya Camii’nde vaazlar
irat etmektedir. Yine de Afgani’nin örneğin Türk İslamiyeti gibi Türkçülük ideolojisi
ürünü bir İslamiyet için Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesini arzu ettiği, amaçladığı ve
desteklediği buradan anlaşılmamaktadır. Sadece çevirisine bir anlamda konumu gereği
cevaz verdiği görülmektedir. Ancak durum Ziya Gökalp’te biraz daha farklıdır.
Türkçe Kur’an, ezan ya da hutbe tartışmalarına görüşleriyle taraf olan bir diğer isim
Vatan şiiriyle Ziya Gökalp olmuştur. Gökalp’e göre ezanlar, namazda okunan Arapça
sureler hatta okullardaki Kur’an derslerinin dahi içeriğinin Arapça değil, Türkçe
olmalıdır. Yeni Hayat
131
adlı eserindeki Vatan adlı şiirinde Gökalp bunu şu mısralarla
dile getirmektedir:
“Bir ülke ki camisinde Türkçe ezan okunur
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın
131
Ziya Gökalp (1995), “Yeni Hayat”, Toker Yayınları
151
Ey Türk oğlu işte senin orasıdır vatanın”.
Ziya Gökalp’in Diyarbakır yıllarında halkı organize etme, harekete geçirme kabiliyeti
İbrahim Paşa’ya karşı giriştiği mücadeleden de görülmektedir. Entelektüel kişiliğinin
ise daha Diyarbakır yıllarında yazdığı yazılardan, Peyman adında çıkardığı gazeteden
anlaşılabilir. II. Meşrutiyet sonrası o da tıpkı Afgani gibi İttihat ve Terakki taraftarı
olup, İttihat ve Terakki’nin Diyarbakır şubesini kurmuş, daha sonra İttihat ve Terakki
içerisinde merkezi pozisyonlara yükselmiştir. 1911 yılında Genç Kalemler dergisinde
Altun Destanında güçlü bir Türk devleti kurma, dünyadaki tüm Türkleri birleştirme
ideallerini dile getirmiş, Türkçü bir ideolojiye sahip, II. Meşrutiyet sonrası yıldızı
parlayan ve Meclis-i Mebusan’a seçilen birisidir. Birinci dünya savaşı sonrası sürgün
edildiği Malta’dan geri döndükten sonra Ahmet Ağaoğlu’nun yardımıyla Küçük
Mecmua’yı çıkartmış, burada yazılarıyla Kurtuluş Savaşı’nı desteklemiştir. 1923
senesinde Ankara’ya geri dönüp Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Heyeti Başkanlığı'na
atanmıştır. Atatürk tarafından ikinci dönem milletvekili olarak TBMM’ye seçilmiştir.
Son dönemlerinde de Dünya Klasiklerinin Türkçeye çevrilmesiyle ilgilenmiştir132.
Gökalp’in gerek İttihat ve Terakkiye üye olması, gerek Türkçülük ideolojisine sahip
Ahmet Ağaoğlu’nun (aşağıda bahsi geçecektir) desteğini görmesi, gerekse muhtelif
yazıları ve şiirleri onun Türkçülük ideolojisine sahip bir kimse olduğunu
göstermektedir. Buna ilaveten, Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Heyeti Başkanı olması
da ona çeviri eserlere derinlemesine nüfuz etme gücü vermiştir. Gökalp burada bir
dönem fikirleriyle, şiirleriyle, eleştirileriyle edebiyat dizgesi içerisinde çevirileri
etkileyebilecek görüş ortaya koyarken, Maarif Vekâletinde Telif ve Tercüme Heyeti
Başkanı olması hasebiyle de edebiyat dizgesinin dışından içerideki edebiyatçı,
öğretmen, eleştirmen, çevirmen vb. kimseler üzerinde kendi ideolojisiyle onları
etkileme, yönlendirme gücüne sahip –Lefevere’nin kavramı patronage- bir hamidir133.
Böyle olunca II. Meşrutiyet sonrası fikirleriyle ve Erken Cumhuriyet döneminde
stratejik pozisyonuyla da çevirilere etki etme gücü olması beklenebilir. Özellikle Kur’an
alanında bir ihtisası olduğu söylenemez fakat Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi konusunu
kendi zaviyesinden gerekçelendirerek dönemin önemli aydınlarından olması, belirli bir
132
http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=352;
https://tr.wikipedia.org/wiki/Ziya_G%C3%B6kalp (28.07.15)
133
Hasan Ali Yücel hakkında birçok çeviribilim çalışması varken, Ziya Gökalp bu açıdan araştırılmayı
beklemektedir.
152
nüfuz gücüne bu aydınlar arasında sahip olması134 dolayısıyla da tesir edebilme şansı
elde ettiğini akla gelmektedir.
Ziya Gökalp’in Kur’an çevirileri konusunda serdettiği fikirlerinin II. Meşrutiyet
döneminde tartışmalara yön verdiği söylenebilir. Bizzat kendisin herhangi bir Kur’an
çevirisinde rol aldığı söylenemez, ancak fikirleri erken Cumhuriyet mevsiminde
neşvünema bulacak, kendisinin de Cumhuriyet ideolojisinin bir neferi olduğu alacağı
önemli resmi görevler sayesinde anlaşılacaktır. Gökalp’in fikirleri Türkçülük
ideolojisini anlama noktasında önemli olup Kur’an çevirisini amaçlayanların Türkçe
Kur’an konusunda da bakış açılarını yansıtmaktadır. Buradan hareketle Türkçe Kur’an
çevirisinin ideolojik bir yönünün olduğu, hem de Türkçülük ideolojisi bağlamında bir
yönünün olduğu söylenebilir.
1926’da Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi namaz ibadetinde Türkçe Kur’an
okunmasını cezalandırıyordu. Göztepe Camii imamı Hacı Cemaleddin Efendi’nin
Arapça duaların/sözcüklerin tekbir gibi ibadet komutlarının Türkçe karşılıklarını
kullanması otorite tarafından engelleniyordu. Börekçi Türkçe namaz kılınamayacağını
ve ayetlerin Arapça okunması gerekliliğini vurguluyordu. Hatta bu iş, Cemaleddin
Efendi’nin bir süre görevden uzaklaştırılmasına kadar uzamıştı. Lefevere’ye göre çeviri
işini himaye eden hamiler vardır, bunlar ya kurumlar ya da kişiler olabilirler. Statü
verebilir/alabilir,
ekonomik
yaptırımları
bulunabilir.
Çevirilerin
yayımlanıp
yayımlanmamasında rol oynayabilirler. Bu bakımdan Diyanet İşleri Başkanı olarak
Rıfat Börekçi’nin tam da Lefevere’nin hami kavramına uygun bir örnek olduğu
düşünülebilir.
Ahmet Ağaoğlu, zamanın Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’nin Diyanet mensubu
Göztepe Camii İmamı Hacı Cemaleddin Efendi’nin Arapça Kur’an surelerini namaz
esnasında
Türkçeye
çevrilmiş
bir
biçimde
okumaya
kalkışmasından
dolayı
cezalandırmasını eleştirerek Milliyet gazetesinde 11 Nisan 1926 tarihinde bir yazı
kaleme almıştır135. Yazısından da anlaşılacağı üzere Ahmet Ağaoğlu o dönemde Türkçü
134
Pierre Bourdieu’ya göre ekonomik, kültürel ve sosyal sermaye vardır. Sosyal sermaye de iki türlüdür:
Birincisi, bir gruba ait olmaktır; ikincisi ise bu kişilerle bağlantılı olmaktır. Ziya Gökalp dönemin iktidarı
olan İttihat ve Terakkiye mensuptu ve sözü de tesirli biriydi. Dolayısıyla sosyal sermayesi çok geniş olan
birisiydi, denebilir.
135
Bkz. Aydar, Hidayet (2006), “Darülfünun İlahiyat Fakültesi ve Türk Kültür Hayatına Katkıları ”
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:13, s.30-31
153
ideolojiye mensup biridir. Ona göre, “İstanbul camilerinden birinde, Türk hocalardan
birisi, Türkçe namaz kılmış ve birçok Türk müminleri de devletin temeli olarak kabul
eylemiş bir memlekette bunun kadar tabii bir hadise olabilir mi?” Burada görülmektedir
ki Ağaoğlu Türklük konusuna birçok açıdan vurgu yapmaktadır. İbadetlerin Türkçe eda
edilebileceği meşruiyetini Türklük perspektifi içinde aramakta ve bir nevi böyle bir
konuya izin vermektedir. Devlet Türk, müminler Türk, imam Türk ve dolayısıyla
Türkçe ibadetin bir sakıncası olmaması gerekmektedir sonucuna varan bir yazı kaleme
almıştır136.
Buradan yola çıkarak çevirileri etkileyen çevresel etmenleri daha da yakından görmek
mümkündür. Çünkü bir taraftan Türklük vurgusuyla, bir bakıma arka planında zamanın
ruhunu da taşıyan milliyet vurgusuyla dini kaynakların bu milliyete özgü dile
aktarılması ve dini ritüellerde dahi kullanılması hususu meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
Ağaoğlu’nun sözlerine dikkat edilirse herhangi dini bir delil göze çarpmamaktadır, bu
da Türkçülük ideolojisinden hareketle böyle bir eleştirel yaklaşım taşıdığını ifşa
etmektedir. Zaten yazısının devamında “onlar için Türkçeyi kullanmak bir irtidat
(dinden dönme) ve Türklükten bahsetmek de bir delalettir (sapıklıktır)” suçlamalarıyla
Türklük adına, karşı tarafı suçlayıcı kaygılarını dile getirmektedir. Bu da Türk
kimliğinin dini temelde yaşanmasına yönelik herhangi bir engel bulunmaması
gerekliliği yönünde bir yaklaşım olarak yorumlanabilir. Yazının devamında Türklüğe
vurgu yapılmaya devam etmektedir. Burada yazının son kısımlarında can alıcı olarak
değerlendirilebilecek bir bölümü nakletmekte fayda görüyorum: “Fakat bereket versin
ki gözlerimiz geç de olsa açıldı. Türklüğümüzü ve Müslümanlığımızı idrak ettik. Ne
Müslüman olmak Arap olmak ve ne Türk olmak Müslüman olmamak demek olmadığını
öğrendik. Bilakis hakiki Türk olmak aynı zamanda hakiki Müslüman olmak demek
olduğuna kani olduk”. Ağaoğlu’nun Türk kimliğine yüklediği mana o kadar yüksektir
ki, hakiki Müslümanlığı dahi Türk kimliği ile ilişkilendirmektedir. Bu noktainazardan
görülmektedir ki, Türklük ideolojisinin Türkçe Kur’an ile yani Kur’an’ın Türkçeye
çevrilmesi ve Türkçe okunması ile yakından ilişkisi bulunmaktadır137.
136
Zaten Ağaoğlu’nun, ideolojisi Türkçülük olan Türk Yurdu Cemiyeti’nin kurucularından olduğunu da
hatırlamakta yarar var (https://tr.wikipedia.org/wiki/Turanc%C4%B1l%C4%B1k, 04.08.15).
137
Osman Ergin bu yaklaşımı destekleyen şu cümleleri kurmuştur: “1908 İnkılab’ından sonra diğer İslam
unsurlarını takliden Türkler arasında da Milliyet[çilik] ve Türkçüllük ceryanları başlayınca, Kur’an’ın
154
Ağaoğlu’nun Kur’an’ı çeviren aktörler arasında bulunmadığı düşünülürse böyle bir
ilişkilendirme nasıl yapılabilir? Çevre metinler üzerinden çeviriye dair bilgi alınması bir
yöntem olarak ikinci bölümde açıklanmıştı. Ağaoğlu’nun yazısı da böyle bir kapsamda
değerlendirilebilir. Ancak Ağaoğlu’nun görüşleri sadece kendini temsil etmemektedir;
birçok Türk aydını, çevirmeni, eleştirmeni, âlimi, din görevlisinin de benzer
yaklaşımları söz konusudur. Ağaoğlu Türkçülük ideolojisinin önde gelenlerinden
olduğu için kültürel sermayesi derindir ve bu bakımdan etrafına da tesir edebilmektedir.
Lefevere’nin bakış açısıyla çeviri dizgesi (ne kadar edebiyat çevirileriyle ilgili olsa da
bu tespitin Kutsal Kitap çevirileri için de geçerli olabildiği söylenebilir) içinde söylem
evrenini, belirli kısıtları yaratan uzman, edebiyatçı, eleştirmen, çevirmen gibi kimseler
bulunmaktadır.
Bu
gibi
kimseler
Kur’an’ın
çevrilmesine
müsaade
edilip
edilmemesinden, Kur’an’ın nasıl çevrileceğine ve nerelerde kullanılabileceğine kadar
belirli bir etkiye sahip oldukları görülebilir. Dolayısıyla Lefevere’de olduğu gibi sadece
“hami” bu anlamda belirli bir kuruma ya da kişiye bağlı olmayabilir; bunlar aynı
zamanda hür fakat belirli bir ideolojinin altında bağımsız bir biçimde birlik
içerisindelerdir. Örnek olarak Afgani, Gökalp ve Ağaoğlu’nu alabiliriz. Hamilik ideoloji
üzerinden bu gibi uzman kişilere etki edebileceği gibi, bunların hamilikten bağımsız bir
biçimde ideolojik kardeşlik çerçevesinde çeviri süreçlerine etki edebilme gücüne sahip
olabilecekleri de görülmüştür.
Kur’an’ın çevirisine belirli koşullar altında olumlu bakan dönemin aydınlarından
Milaslı İsmail Hakkı, Kur’an’ı Kerim Tercüme Olunabilir mi? adlı bir risale yayınlar ve
burada Kur’an’ın tercüme edilebilir olup olmamasına yönelik fikirlerini beyan eder.
İsmail Hakkı’ya göre Batı’daki gelişmeler sonucu, Batı’ya yönelen dikkatlerin ve Batı
ilimlerin tahsiline ağırlık verilmesiyle İslami ilimlerin ihmale uğraması ve bu sebeple
dini konularda bilgi eksikliği oluşmasından dolayı bu boşluğun doldurulması için kimi
aydınlar Kur’an’ın çevrilmesi gerektiğini dile getirmektedir. Ancak bir kesimin de
tercümeye karşı çıktığını, bunların gerekçesi ise tercümenin (Türkçe Kur’an’la)
namazda ve namaz haricinde Kur’an’ın (Arapçanın) yerine konacağı düşüncesidir.
İsmail Hakkı tercümenin bir ihtiyaç olduğunu düşünse de, yapılacak tercümeye Kur’an
denilemeyeceğini, bunun ibadetler için kullanılamayacağını, Kur’an’ın çevirisi işini de
Türkçe olması münakaşaları yavaş yavaş işitilmeye başlandı (Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, V/1606-1607,
İstanbul, 1943 aktaran Cündioğlu, 1998: 22).
155
çeşitli ilimlerde ün yapmış bir heyetin yapması gerektiğini söyler 138. Görüldüğü gibi
İslami cenahta Kur’an’ın çevirisi konusunda itirazlar söz konusu değildir. Yapılan
itirazlar, Kur’an’ın Türkçeye çevrildikten sonra dini ritüellerde kullanılması
ihtimalinedir, çünkü böylelikle bir anlamda Arapça (orijinal) Kur’an işlevsiz hale
getirilecektir. Böyle itirazların İslami cenahtan yükseliyor, gür bir biçimde işitiliyor
olması, karşı (Türkçü) cenahta böyle emellerin olduğu anlamını taşıyabilir. Bu açıdan
bakılırsa Türkçü cenahta, milliyetçi ideolojiyle Kur’an’ı Türkçeye çevirme girişimi söz
konusu olmuştur. Bu konuda oldukça fazla çevre metin bulunmakta, bunlar konuya ışık
tutmaktadır.
Yahya Afif ise Ubeydullah Afgani’nin Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi ve hutbenin
Türkçe irat edilmesi altında başka gerekçeler arıyordu. Yahya Afif’e göre, Kur’an’ın
Türkçeye tercüme edilmesi sonucunda içerisinde çok fazla ibadet bulunmadığı
anlaşılacak ve bu gibi dini yükümlülüklerin hocaların ilave ve uydurmaları olduğu
meydana çıkacak ve İslamiyet’te sonsuz kolaylıkları örten perdeler yırtılıp atılmış
olacaktı (Afif, 1923: 602 aktaran Altuntaş, 2006: 61). Yahya Afif’te, Afgani gibilerin
art niyetli olduklarını vurgular nitelikte bir yaklaşımı görülmektedir. Kur’an çevirisinin
salt bir çeviri hareketi olmadığı, onun ardında toplumun dini pratiklerini değiştirme gibi
bir amacın gizlendiği savı bulunmaktadır. Afif’in eleştirileri tam 10 yıl sonra ancak
1923’de Afgani’ye yönelecektir; bunun sebebi ise Afif’e göre Afgani’nin dönemin
muktedir gücü olan İttihatçılar tarafından himaye ediliyor olmasıdır (Altuntaş, 2006:
61).
Afgani, Lefevere’nin tabir ettiği uzman sınıfı içerisinde değerlendirilebilir. Yine
Lefevere’nin kavramlarıyla: İttihat ve Terakki bu dizge içerisinde ideoloji, statü ve
ekonomiyi temsil etmektedir. Dolaysıyla Afgani’ye yöneltilecek bir eleştirinin İttihat ve
Terakki’ye yöneltilmiş bir eleştiri olarak algılanması da doğal bir durumdur. Bu sebeple
Afgani’nin belirli bir hamilik konumunda olduğu ve İttihat ve Terakki tarafından
korunduğu akla gelmektedir. İdeolojisi de İttihat ve Terakki’nin ideolojisi olan
Türkçülük ideolojisidir. Lefevere’ye göre, ideoloji haminin en etkili silahıdır; bununla
da çeviri (edebiyat) dizgesi içinde bulunan kimselere tesir eder. O halde denilebilir ki
Lefevere’nin kavramlaştırmasıyla Afgani’nin durumu uyum göstermektedir.
138
Milaslı İsmail Hakkı, Kur’an-ı Kerim Tercüme Olunabilir mi? s. 2-3 (aktaran Altuntaş, 2006: 63-64)
156
Yahya Afif, Kur’an’ı tercüme etmek isteyenlerin niyetini ve fakat bunun doğru
olmayacağını şu sözlerle izah eder:
“Kur’an-ı ilahiyi tercüme teşebbüsünde bulunanlar bu teşebbüsleriyle İslamiyet’e
ve Müslümanlara mühim bir hizmet ettiklerine kani oluyorlar ve başkalarında da
böyle bir kanaat husule getirmeye çalışıyorlar. Eğer tercüme teşebbüslerinde başka
maksatlar, dünyevi emeller etken değilse ve yalnız hayır uman bir kanaatin,
dindarca bir niyetin etki ve itmeleri tek etken ise tercüme müteşebbislerini
tahsinler, takdirler ile karşılamak kadirşinaslığını gösterebiliriz, fakat tercümelerini
İslamiyet’e, Müslümanlara hizmet olmak üzere kabul edemeyiz. Bilakis
İslamiyet’e, Müslümanlara pek zararlı bir teşebbüs mahiyetinde görürüz. Çünkü
139
Kur’an-ı ilahi’yi tercüme etmek mümkün değildir”
Yahya Afif bu çıkışıyla bir kısım Kur’an’ı çevirime girişimlerinin safiyane ve halisane
olabileceği kanaatini taşımakta, ancak böyle olsa dahi bunların da doğru olmadığının
altını çizmektedir. Ayrıca böyle bir tavra ihtimal vermekle, aslında çevirilerin
maksatlarının
menfi
emeller
içerdiği
görüşünün
kendisinde
hâkim
olduğu
anlaşılmaktadır. Hem bu kimselerin Kur’an’ı çevirme konusunda kendi girişimlerini
topluma da anlatmaya çalıştıklarını, kendilerini haklı çıkarma gayretlerinin varlığı
görülmektedir. Dolayısıyla toplumda ciddi bir mukavemet olduğu bu noktainazardan
anlaşılmaktadır. Toplumun değerleriyle, bakış açısıyla, kısacası normlarıyla örtüşmeyen
bir davranışın dirençle karşılaşacağını (normu ihlal etmek) Toury de belirtmiştir. Buna
göre bu direnci aşmak için yan metinlerin desteğine başvurulacaktır. Bu sayede direncin
yumuşaması umulur. Böyle bir gayretin olduğu Türkçe Kur’an çevirisi tartışmalarının
en yoğun şekilde yapıldığı günlerde görülmektedir. İslamcı ideolojinin suçlamalarına
karşılık böyle bir savunmanın ve meşrulaştırma girişiminin olduğu gözden kaçmaz.
İdeolojik bir girişim yine karşı ideoloji tarafından önlenmeye, değersizleştirilmeye
çalışılır. Yoksa ideolojinin kendisini haklı göstermeyecek, karşı argüman üretemeyecek
sıradan hadiseleri ele alması ideolojinin doğası gereği anlamsızdır.
Kur’an çevirileri konusunda Ahmet Midhat Efendi de görüşüne kulak verilmesi
gerekenler arasındadır. Çünkü Ahmet Midhat Efendi önemli bir çevirmen, yazar,
gazeteci, yayıncı ve devletin resmi görevlerinde rol almış, kısacası sosyal sermayesi
oldukça yüksek birisidir140. Ahmet Cevdet, Hüseyin Rahmi ve Ahmet Rasim gibi
139
Yahya Afif, Lisan-ı Beşer Lisan-ı Kur’an’a Tercüman Olamaz, Sebilurreşad, XXIV (1340), 602, 51
aktaran Altuntaş, 2006: 64
140
Bourdieu’nın sosyal sermaye kavramıyla Lefevere’nin hami kavramları arasında bir ilişki kurulabilir.
Hami, erek yazın dizgesinde rol alan uzmanlara (çevirmen, eleştirmen, editör vb.) nüfuzu olan bir kişilik
157
önemli yazarlar kendi yöneticisi olduğu ve devlet destekli Tercüman-ı Hakikat
gazetesinde kalem oynatmışlardır. Fikirlerine daha yakından bakalım:
O, devletin içinde bulunduğu zor durumdan kurtuluşunun çaresini Yeni Osmanlılar
gibi rejim değişikliğinde görmüyordu. Bu konuda Abdülhamit gibi düşünüyor;
“eğitim ve kültürde belli bir seviyeye gelmeyen milletlerde rejim meselesinin ön
plâna getirilmesinin zararlı olacağını” düşünüyordu. Bu noktada, Ahmet Midhat
Efendi’nin fikirleriyle Münif Paşa’nın fikirleri paralellik arz eder (Okay, 1989:
100-102 aktaran Dayanç, 2012: 839).
Ahmet Midhat yine Dağarcık’ta yayınladığı “Hürriyetin Mahiyeti” başlıklı yazısında
hürriyet kavramını belli bir ölçüyle ifadelendirmeye çalışmıştır. Bu yazıda, hürriyeti
tamamen reddeden görüşleri de kayıtsız şartsız hürriyet anlayışını da reddeder. Bu
anlayış onun II. Abdülhamit ile uzlaşmasının ana zeminini oluşturur (Dayanç, 2012:
840).
Ahmet Midhat Efendi’nin Batı’ya bakış açısı 19. yüzyıldaki Batı hayranı aydınlardan
daha farklıdır. O hemen her edebi ve fikri eserinde, Doğu ve Batı medeniyetini
mukayese eder ve bir sentez oluşturur. Onun bakış açısıyla Kur’an çevirileri
değerlendirmesi de Türkçülük ideolojisinden daha farklıdır. Ahmet Midhat Efendi’ye
göre Kur’an’ın belagat mucizesi ve tercüme dillerinin yetersizliği söz konusudur. Bu
görüşleriyle de II. Abdulhamid’e yakınlığı söz konusudur. Ona göre Semavi kitapların
kelimelerinin sıralanışında bazı hesaplamalar ve incelemeler yapılmaktadır; oysa bunlar
çevrilen eserlerde kaybolacaktır. Kur’an’ın bu mucizevi yönünün kaybolması ise onun
çevrilmesi açısından sakıncalı görünmektedir (krş. Altuntaş, 2006: 62).
İlk bakışta bunlar Ahmet Midhat Efendi’nin mi yoksa Hieronymus’un fikirleri mi, bunu
ayırt etmek zorlaşıyor. Kutsal kitap konusunda tarihte benzer fikirler var olmuştur ve
kutsal kitabın kutsal diline, kutsal sentaks düzenine dahi vurgu yapılmıştır. Ahmet
Mithad Efendi Batı düşmanı, modernleşme karşıtı bir düşünceye sahip değildir, bilakis
kendisi Batı’dan birçok eser çevirmiş ve kimi türleri Osmanlı’ya kazandırmış ilk önemli
Osmanlı çevirmenlerindendir. Ancak yukarıdaki alıntıdan da anlaşılabileceği gibi II.
Abdulhamid’in de benimsediği Osmanlılık ideolojisini yeğlemiş ve ne tam Doğu ne tam
ya da kurumdur. Eğer bir özneden bahsediliyorsa burada sosyal sermayesi de yüksek bir özneden
bahsediliyor denilebilir.
158
Batıcı olmuş bir isimdir. Osmanlının içinde barındırdığı farklı dil, kültür ve dolayısıyla
da kimlikleri bir zenginlik olarak görüp korumak istemiştir. Ahmet Midhat Efendi
Tanzimat’ın önemli aydınlarından biridir. Kur’an’ın çevirisiyle ilgili kendi görüşleri
dönemin en iktidarlı hamisi olan II. Abdulhamid ile paralellik arz edecek niteliktedir.
Ahmet Midhat Efendi’nin en başından beri abisi ve onu çocukluğundan itibaren himaye
eden ve ona ismini de veren Midhat Paşa dolayısıyla devletten gördüğü himaye,
fikirlerine de tesir etmiş olabilir. Bu açılardan bakınca Kur’an’ın Türkçeye tercümesi
konusunda, Türkçülük ideolojisi içinde olmadığı, Devlet-i Âli’nin görüşleriyle örtüşen
bir yaklaşımda olduğu görülebilir. Zaten II. Abdulhamid’in desteğiyle yayın hayatına
başladığı (kurucusu olduğu) Tercüman-ı Hakikat Abdulhamid’in ideolojisiyle ne kadar
yakın olduğunun bir göstergesidir. Sonuç itibariyle Ahmet Midhat’ın görüşleri Osmanlı
aydınında yankı uyandırabilecek bir potansiyele sahiptir, bu açıdan da önemlidir.
Kur’an’ın Türkçeye çevrilmemesi konusunda ortaya attığı argümanlar ise ideolojiktir.
Bu bakımdan bir Kur’an çevirisinde bizzat kendisi ideolojik çeviri sürecinde rol almasa
da, böyle bir etkinliğin, yani ideolojik Kur’an çeviri çalışmalarının varlığı konusunda
ayna görevi yapmaktadır.
3.4.2. Bazı Kur’an Çevirilerine Yönelik Eleştirilerin İncelenmesi
Nuru’l-Beyan, üzerinde çok tartışılan, çevrildiği dönemde büyük tepki gören bir Türkçe
Kur’an-ı Kerim’dir. Birinci cildinin başında Şeyh Muhsin-i Fani imzasıyla bir önsöz
bulunur. Çevirmenin adı yoktur, bir heyet tarafından meydana getirildiği iddia olunan
eserin daha sonra önsöze imza atan Şeyh Muhsin-i Fani tarafından çevrildiğine kanaat
getirilmiştir. Bu kanaat eseri eleştiren çevrelerce dile getirilmiştir (Altuntaş, 2006: 6768).
Şeyh Muhsin-i Fani, Hüseyin Kasım Kadri’dir, sadece dini eserlerinde Şeyh Muhsin-i
Fani ismini kullanmaktadır. İttihat ve Terakki ile bir zamanlar arası iyi olan ve devletin
belirli kademelerinde görev alan bir devlet adamı ve aynı zamanda yazardır kendisi.
İstanbul’da
doğup,
Soğukçeşme
Askeri
Rüştiyesi’ni
bitirmiş
ve
mülkiye
mektebine gitmiştir. Daha sonra Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Türk edebiyatının
159
batılılaşmasında büyük pay sahibi olan Tevfik Fikret ve Hüseyin Cahit’le birlikte
ittihatçı bir gazete olan Tanin gazetesini çıkarmışlardır141.
Nur’ul Beyan’ın (1340/1921) ve İzmirli İsmail Hakkı’nın hazırladığı Meani-i Kur’an’ın
(1343/1924) yayımcısı İbrahim Hilmi Çığıraçan, 1896 yılında kurduğu Kitaphane-i
İslami yayınevi ile tarih, edebiyat, siyaset, din ve toplum konularında 1000’in üzerinde
eser basmış, II. Meşrutiyet sürecinde de birçok fikir kitabı kaleme almıştır142. Nur’ul
Beyan’ın ilk baskısında İbrahim Hilmi kapağın iç yüzünde, “Türk Dindaşlarıma.
Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesinin neşri hususunda on beş senedir çalışıyorum. Bu
sa’y ve sebatın bir berat-ı mükâfatı olan şu nüsha-i güzini tab’ etmekle Türk
vatandaşlarıma bir hidmet-i dindaranede bulunduğuma kailim,” demektedir. İbrahim
Hilmi’nin kendi kaleme aldığı eserlerinin birçoğunda da Türk ibaresi yer almakta ya da
Türklere yönelik eğitici ve aydınlatıcı bir izlenim bıraktığı, eserlerin başlığından dahi
anlaşılabilmektedir143 (Cündioğlu, 1998: 28). Görüldüğü üzere İbrahim Hilmi Çığıraçan
Nur’ul Beyan’ın ve daha sonra Meani-i Kur’an’ın da yayınlanmasında özel çaba sarf
etmiştir. Sadece yayımcı değildir o, memleketin bulunduğu sosyal ve siyasal zor
durumun aşılması için kendi ideolojik penceresinden katkıları bulunmaktadır. Birliğe
vurgu yapan, eğitici ve özellikle Türk unsuruna odaklı çalışmalarının olduğu
görülmektedir. Bu bakımdan neden yayıncı olarak Kur’an’ı da Türkçeye çevirirken
Türk Dindaşlarıma gibi bir söylemi seçtiği anlaşılmaktadır. İbrahim Hilmi, Tanzimat
aydınlarında olduğu gibi, halkı eğitmenin peşinde, bu konuda birçok eser yazmış ve
yayımlamıştır. Ancak dönemin Türkçülük ideolojisine yakın bir tavır içerisinde olduğu
Türklüğe vurgu yaptığı eserlerinden ve diğer beyanatlarından anlaşılmaktadır. Bu
bakımdan yayıncı olarak elini taşın altına koyup kendi de ifade ettiği gibi 15 yıl kadar
Türkçe Kur’an’ı çıkarma çabasının niteliği anlaşılabilmektedir.
141
https://tr.wikipedia.org/wiki/Tevfik_Fikret; https://tr.wikipedia.org/wiki/Edebiyat-%C4%B1_Cedide;
https://tr.wikipedia.org/wiki/Tanin;
https://tr.wikipedia.org/wiki/H%C3%BCseyin_Kaz%C4%B1m_Kadri , (30.07.15)
142
Melek Dosay, Tüccarzâde İbrahim Hilmi'nin "Maarifimiz ve Servet-i İlmiyyemiz" Adlı Eseri, Ankara
Üniversitesi
İlahiyat
Fakültesi
Dergisi,
Cilt:40,
Sayı:1,
Yıl:1999;
https://tr.wikipedia.org/wiki/İbrahim_Hilmi_Çığıraçan (31.07.15)
143
Çocuklara İlk Coğrafya (1909), Çocuklara Ahlâk Dersleri (1912), Türkiye Uyan (1914), Köy
Mektebleri Türk Kıraati (1916), Türk Kıraati Hem Okuyor Hem Öğreniyorum (1916), Millî Güzel Kıraat
(1923), Çocuklara İlk Malûmat-ı Diniye (1926), Din Dersleri ve Amme Cüz-i Şerîfi (1928), Herkese
Mahsûs Yeni Harflerle Türkçe Alfabe (1928), Türk Çocuğunun Din Kitabı (1928)
160
Hüseyin Kasım Kadri’ye bakılacak olursa, kendisi batılılaşma yönünde en ilerici
adımları atanlarla birlikte çalışmıştır. Fakat Türkçe Kur’an karşısındaki eleştirilerden
çekinmiş olacak ki (dönemin şartları açısından)144 doğrudan bir çevirmenin ya da
heyetin adı verilmemiştir, sadece heyet ile çevrildiği ifade olunmuştur. Heyete reislik
edense Hüseyin Kasım Kadri’dir; oysa daha sonra bu eseri tartışan ve eleştirenler
çevirmenin bizzat Hüseyin Kasım Kadri olduğunu vurgulamışlardır.
Bir ideoloji eleştirileceği zaman, o ideolojinin gündelik yapma-etme biçimleri eleştirilir.
Althusser’e göre de ideoloji insanların pratiklerinde ortaya çıkar. Mardin’in de ideoloji
tanımından hatırlanacak olursa, ideoloji tek bir fikir değildir, aslında fikirler ideolojiden
türer; ideoloji farklı fikir kümelerinin bir araya gelip oluşturdukları daha geniş bir fikir
kümesidir. Bir ideoloji eleştirileceği zaman kendisinden türeyen fikirleri ya da bu
fikirlerin ortaya çıkardığı pratikler eleştirilmektedir. Zıt bir ideoloji, ideolojik referanslı
bir eyleme hücum ederek aslında ideolojinin kendisine eleştiri oklarını yöneltmektedir.
Benzer bir durum Kur’an çevirileri için de söz konusudur. Kur’an çevirilerini
eleştirenlerin bakış açıları da belirli bir ideolojik kimliğin sonucunda oluşmaktadır ve bu
yüzden tartışmalar ideolojik bir doğaya sahiptir.
Nur’ul Beyan örneğinden bakılırsa gerek çevirmen Hüseyin Kasım Kadri’nin gerekse
yayımcı İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın ya aynı ya da benzer görüşe sahip oldukları
düşünülebilir. Çünkü aynı amaç uğruna çalıştıkları görülmektedir. İdeolojik çevirinin
gerçekleşme koşulları arasında bu örnekten de yola çıkarak denilebilir ki, çeviri eylemi
ağı içerisindeki rol alan kimselerin (aktörlerin) ideolojik planda asgari bir seviyede
ortaklıklarının bulunması gerekmektedir. Birbirine zıt ideolojilere sahip aktörlerin aynı
yönde, aynı amaca hizmet eden bir ideolojik çeviri yapmasını beklemek zor görülebilir.
Burada dikkat çekilmesi gereken husus şudur: İdeolojiler bir birlerine zıt görüşler
beslese de, bir birleriyle örtüşen, kesişen ya da paralel seyreden görüşleri de olabilir.
Örneğin Tanzimat Dönemi’nde Osmanlılık ideolojisi ile Türkçülük ideolojisi birbirine
zıt görünse de, ortak noktaları açısından her ikisi de teknik metinlerin çevirisi ve eğitim
malzemesi oluşturulması gibi konularda ortak bir bakış açısına sahiptirler. Ancak
aynısını Kur’an çevirisi için söylemek zordur. Osmanlı ideolojisi Kur’an çevirilerinde
144
1921 senesi henüz Cumhuriyet kurulmamıştır. Dolayısıyla normlar Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi
konusunda dirençlidir.
161
daha çok İslamcı ideolojiye yakın dururken, Türkçü ideoloji ise Batıcılık ideolojisine
yakındır145.
Tekrar Nur’ul Beyan’ın çevirmeni (bir iddiaya göre heyet başkanı) Hüseyin Kasım
Kadri’nin (Şeyh Muhsin-i Fani) bu tercümenin yapılış amacını açıklamasına bakılacak
olursa:
“Birçok asırlardan beri Müslümanlığı kabul etmiş olan Türklerin büyük bir
kesiminin Kur’an-ı Mübin’in manasını anlamaları için anlaşılır ve kabul edilebilir
bir sebep ve gerekçe gösterilmez ve bu mahrumiyetin daha ziyade sürüp gitmesini
kimse kabul edemez… Hayatın bugünkü şartları karşısında Kur’an-ı Kerimden az
çok bir mana çıkarabilmek için herkesi dilbiliminden, şeri ilimlere ve tefsirle ilgili
çeşitli ilimlere kadar okuyup anlamaya mecbur görmek imkânsızı temenniden
başka bir şey olmadığı gibi, Arapça’da ve özellikle din ve tefsir ilimlerinde ihtisas
sahibi olmak, onlara tamimiyle vakıf olmak, kolay kolay nasip olacak saadetlerden
değildir. Şu kadar ki bu zorluklar ve imkânsızlıklar, çoktan mahrum olanların
azdan da mahrum olmalarını gerektirmez… Diğer taraftan da, birçok kimselerin
her hangi bir sebeple Türkçe tefsirleri bırakıp Kazımirski’nin146 tercümesine
başvurmaya mecbur olduklarını görüp de bundan derin bir üzüntüye düşmemek
mümkün olamazdı.”
Hüseyin Kasım’ın sözlerine bakıldığında Tanzimat Dönemi aydınlarının topluma bakış
açısını yansıtan bir söylem görülmektedir. Eserin Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına denk
düşmesi ise onun Türkçülük akımının etkisi altında olduğu tezine yakındır147.
Kazımirski’nin tercümesi de ciddi manada yankı uyandırmış bir Türkçe Kur’an
çalışmasıdır. Ancak Hüseyin Kasım’ın gözünde Fransızcadan çevrilmiş olması, yani
orijinali olan Arapçadan doğrudan Türkçeye aktarılmamış olması onun daha değersiz
olmasını ya da değersizleştirilebilmesini meşru kılmaktadır. Belki de toplumun
nezdinde daha kötü olan gösterilerek, daha iyi olan kabul ettirilmek istenmiştir.
Fransızcadan çevrilmiş olmasıyla Kur’an’ın İslam olmayan bir kültür-toplumun
dilinden Türkçeye aktarılmasının yanlışlığına vurgu yapılmıştır. Bu yanlış (erek toplum
normları açısından) gösterilerek, yerine daha doğru olacağına erek kültürde kanaat
getirilebilecek olan kendi çevirisini ortaya koymuştur. Buradaki bakış açısının ideolojik
olduğunu ve Türk-İslam kültürünün daha üstün olduğunu ima ettiğini, çevirilerin de en
azından doğrudan Arapça’dan Türkçe’ye yani İslam’dan İslam’a yapılması gerekliliğine
145
Bkz. Osmanlı’da Fikir Akımları başlıklı bölüm, Tanzimat’tan Cumhuriyete (1985)
Cemil Said’in, Kazımirski'nin Fransızca Kur'an’ı Kerim’inden "Kur'an-ı Kerim Tercümesi" adıyla
Türkçeye çevirdiği bir tercümesi bulunmaktadır. Bu eser de çok tepki çekmiştir. Hüseyin Kasım’ın da bu
çeviriye kendi çevirisini meşrulaştırmak adına mesafe koyduğu ve tepki gösterdiği görülmektedir.
147
Çünkü II. Meşrutiyet sonrası Türkçülük Türkiye’de geniş yankı bulmuş; İttihat ve Terakki
yönetiminde bu fikir yaygınlaşmış ve Ziya Gökalp’in de fikir dünyasıyla olgunlaşmıştır.
146
162
yönelik bir tavır bulunduğu anlaşılabilir. Bu konuda net bir açıklama olmadığından
dolayı birçok yorum yapılabilir ancak bu yorumların da muteberliği tartışılır.
Sebilurreşad dergisi 1908 yılında İslamcı ideolojiye sahip Eşref Edip ile Mehmet Akif
Ersoy tarafından çıkarılmaya başlanmıştır. II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyetin ilk
evrelerine –yasaklanana– kadar İslamcılık hareketinin en önemli yayın organı olma
özelliğini taşımaktaydı. Dolayısıyla da Kur’an’ın Türkçeye tercüme girişimlerini en ağır
bir şekilde eleştirenler, görüş beyan edenler arasında bulunan bir yayın organı olma
özelliğindeydi. Bu eleştirilerin satır aralarından okunabileceği üzere, Türkçe
tercümelere yönelik katı tutumuyla derginin ideolojik bir içerik taşıdığını görmemek
mümkün değildir. Örneğin ehliyetsiz bir gayrimüslimin Kur’an’ı tercüme etme girişimi
ile ilgili olarak eleştiriler sıralanmıştır (Altuntaş, 2006: 69). Burada gayrimüslimlerin
Kur’an’ı Türkçeye çevirmelerinin doğru olmadığı düşüncesi ehliyetsizliklerinden dolayı
değildir, çünkü liyakat hususunda bir eleştiri görülmemektedir. Daha çok Kur’an gibi
kutsal bir eserin Müslüman olmayan kimselerin eline bırakılmasından duyulan ideolojik
bir rahatsızlıktan bahsedilebilir. Sebilurreşad dergisinin Kur’an çevirileri üzerinde etkisi
olduğu söylenebilir; çünkü dergi sadece Nur’ul Beyan değil, birçok farklı (Türkçe
Kur’an) çevirisini de çok katı bir biçimde eleştirmiştir; yazarlarının toplumun saygın
bulduğu önemli kanaat önderleri olması148 dolayısıyla bu derginin etkisinin daha da
büyük olduğu düşünülebilir.
Nur’ul Beyan’ın eleştirilmesi konusunda Sebilurreşad dergisi güçlü bir tutum
göstermiştir. Örneğin kaynak metne atfen onun kutsal olduğunu ve bir eşdeğerlilik
sağlanamayacağını anımsatan açıklamalarda bulunulmuştur. Diğer dinlerin Kutsal Kitap
çevirilerine de benzer eleştiriler yöneltilmiştir. Hatta kimi eleştirilere bakılırsa (kaynak
metnin, dilin, sentaksın vs. kutsallığı) aynı kişiler yapmış zannedilebilir. İncil
çevirilerinde de dile atfedilen bir kutsiyet vardır; önce İbranice sonra Yunanca ve
Latinceye daha sonra da Avrupa’nın yerel dillerine çevrilen İncil kutsal olan dillerden
sürekli olarak uzaklaşarak asıl muhtevasını kimi çevrelere göre yitirmiştir. Özellikle
Katolik kilisenin bu konuda ciddi karşı çıkışları olmuş; örneğin William Tyndale ya da
Elit Deloitte gibi İncil çevirmenleri cezalandırılmıştır. Martin Luther ise nüfuzlu
148
En başta Mehmet Akif Ersoy, İzmirli İsmail Hakkı, Said Nursi, Said halim Paşa, Babanzade Ahmed
Naim, İsmail Fenni ve Eşref Edib. (http://www.dunyabulteni.net/haber/137313/milli-mucadeleninmanevi-dergisi-sebilurresad, 06.08.15)
163
kimseler vasıtasıyla himaye edilmesinden ötürü kurtulmuştur149. Kutsal Kitapların
çevrilmesine itiraz eden bu gibi odakların, orijinal (kaynak) metnin kutsiyetine vurgu
yaptıkları ve eleştirilerini bu zaviyeden yönelttikleri görülmektedir. Bu bakış açısına
sahip kimselerin muhafazakâr bir ideolojiye sahip oldukları; orijinalin, köklerin,
kaynağın muhafaza edilmesiyle ilgili endişeleri bulunduğu fark edilmektedir. Bu
yaklaşımı Sebilurreşad’da görmek de mümkündür. Çünkü derginin İslamcı ideolojik
bakış açısıyla orijinali koruma güdüsü birçok eleştirel tutumunda ortaya çıkmaktadır150.
Örneğin, Türkçenin bütün kudret ve ifadesini Allah’ın kitabının tercümesinde ortaya
koymak gerektiği, ancak bu konuda müsamahalı davranılsa dahi söz konusu
tercümelerin ilahi iradeyi yansıttığına güven duyulup duyulamayacağı problemine
vurgu yapılmaktadır (Altuntaş, 2006: 69). Fakat Sebilurreşad da bir süre sonra bu karşı
çıkışlarını yumuşatmak durumunda kalacak ve yazarlarının dahi kendi içerisinde farklı
görüşleri ortaya çıkacaktır. Tercüme konusunda bu yumuşama da ileride bizzat bu
derginin yazarları olan Elmalılı Hamdi Yazır ve Mehmet Akif’in tefsir ve tercüme işine
soyunmalarını kolaylaştıracaktır.
Kur’an’ı Kerimin Türkçeye çevirisinde başta doğrudan ve katı karşı çıkışlar
gerçekleştirilirken ve bu karşı çıkışların ideolojik boyutu ağır basarken, daha sonra
Türkçe açısından doğru bir üslup ya da dil tekniği, sözcük seçimi gibi dilsel gerekçeler
sunularak gerçekleştirilen eleştirilerle başka türlü bir karşı çıkışa rastlanmakta ve bu da
karşı çıkışların daha aklıselim bir planda, makul gerekçelerle ifade edildiği ve Kur’an
çevirilerine bir süre sonra karşı konamayacağının anlaşıldığı, bu kaçınılmaz görünen
süreci reddetmekten ziyade bizzat doğru yönetmek ve ehil kimselerin çeviri yapmasına
vesile olmak gibi bir yaklaşımın benimsendiği izlenimi uyanmaktadır 151. O halde
ideolojiler karşı koyamadıkları pratikler karşısında onların içerisinde rol almayı, onları
kendince yönetmeyi bir sonraki seçenek olarak (kötünün iyisi) görebilirler.
149
Bu konuda ayrıntılı bilgi için Faruk Yücel’in Tarihsel ve Kuramsal Açıdan Çeviri Edimi adlı eserin
İnancın Gölgesinde Çevirinin Sadıklaştırılması başlığı incelenebilir. Buna ilave olarak, sosyal sermayenin
önemi görülmektedir. Lefevere de haminin önemine dikkat çekmiştir. İşte haminin önemi burada da
görülebilmektedir.
150
İslamcılık denilen İslami ideolojinin Osmanlının son dönemlerinde ortaya çıktığı söylenmektedir.
Burada “Geleneksel İslam” ile son dönem İslam coğrafyalarında ortaya çıkan (başta Osmanlı olmak
üzere) sosyal, siyasal buhranlardan mütevellit çözüm önermeye çalışan, çözümü salt İslami referanslarda
bulan yapıya İslamcılık yani İslam ideolojisi denilmektedir. Bkz. Mümtaz’er Türköne (2014), Siyasi
İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu
151
Sebilurreşad’ın bu görüşlerini görmek için bkz. XXIII (1342), 546, 378
164
Tanzimat’tan Cumhuriyete bu karşı çıkış fayda vermeyince, Kur’an’ı Türkçeye çevirme
sürecini yönetme fikri daha çok benimsenmeye başlanmıştır, denebilir.
II. Meşrutiyet dönemindeki karşı çıkışların daha ideolojik tabanlı olduğu ve
Cumhuriyet’in kuruluşuyla bunların daha nötr yaklaşımlar içerdiği yapılan eleştirilerin
içeriğinden anlaşılmaktadır152. Zaten Nur’ul Beyan’ın Erken Cumhuriyet Dönemi’nde
denk düştüğü akla getirilirse, bu çevirin eleştiri niteliğinin daha çok içerik odaklı
olacağı ve bizzat çevirinin varlığına dönük olmayacağı yukarıdaki tespitlerden de
anlaşılabilir. Nitekim Sebilürreşad yazarları birçok defa Nur’ul Beyan’ı içerik açısından
eleştiriye tabi tutmuş ve Hüseyin Kasım (Şeyh Muhsin-i Fani) gazeteler üzerinden bu
eleştirilere yanıt vermiştir.
Erken Cumhuriyet dönemindeki Kur’an çevirilerinden biri olan Nur’ul Beyan’ın
çevirisinden yola çıkarak denilebilir ki bu dönemde gerçekleştirilen çevirilerin
karşısında duran önceleri İslamcı ideolojiye sahip kimselerin ideolojik yönde benzer
eleştirileri söz konusudur. Daha sonra bu eleştiriler bir içerik değişikliğine uğrar ve ilmi
gerekçelerle Nur’ul Beyan’ın tercüme hataları gibi analitik eleştiriler gerçekleştirilir. Bu
bir bakıma Kur’an çevirilerin karşısında durulamadığı ve durdurulamadığı için en
azından bu sürecin
doğru
yönetilmesi için girişimde bulunulduğu kanısını
uyandırmaktadır. Kur’an çevirileri bu dönemde ne kadar Türkçü bir ideoloji
çerçevesinde gerçekleştirilmiş olsa dahi, kökene bağlı kalmaya yönelik, orijinali
kutsayıcı, yeniliklere karşı daha gelenekçi bir İslamcı ideolojinin karşı çıkışı
görülmektedir. Tartışmalardan böyle bir okuma yapmanın mümkün olduğu fark
edilmektedir.
Bir başka Kur’an çevirisi olan Cemil Said’in Türkçe Kur’an’ı Kerimi153 ele alındığında,
bu çevirinin de oldukça yoğun bir eleştiriye maruz kaldığı görülebilir. Harf devriminden
152
Burada eleştirilerin hepsine yer vermek yerine ilgili kaynaklara yönlendirme yapmayı uygun buldum.
Bu eleştirileri görmek adına Altuntaş’ın Kuran’ın Tercümesi Meselesi ya da Dücane Cündioğlu’nun
Cumhuriyet İdeolojisi ve Kuran Tercümesi isimli kitabına bakınız. Tartışmalarla ilgili birincil kaynaklar
kitapların içinde verilmiştir.
153
Üzerinde Cemil Said (Dikel) imzası olan bu sözde Kur’an tercümesi ise gerçekte bir çevirinin
çevirisiydi. 1840’ta Fransızcaya Albert Kazimirski’nin çevirdiği Kur’an tercümesi bu defa Türkçeye
kazandırılıyor ve bu da dinde reform taraftarlarının ekmeğine lezzetli bir yağ sürüyordu
(http://www.zaman.com.tr/yazarlar/mustafa-armagan/ataturk-kurani-neden-turkceyecevirtmisti_2237981.html, 10.09.15)
165
önce gerçekleştirilen bu çeviri Fransızcadan Türkçeye gerçekleştirilmiştir154. Önce
Arapçadan Fransızcaya ve oradan da Türkçeye aktarılan Kur’an şiddetli tartışmalara yol
açmış, hatta yukarıda da görüldüğü gibi Arapçadan Türkçeye gerçekleştirilen çevirileri
dahi gölgede bırakmıştır. Eserin dışında Kur’an’ı Kerim Tercümesi ibaresi
bulunmaktadır; ancak iç kapağında doğrudan “Türkçe Kur’an’ı Kerim” adını taşıyor
olması Türkçe Kur’an (orijinalinin yerine geçirilecek gibi amacı bulunan) konusundaki
mevcut endişeleri ve tartışmaları daha da körüklemiştir.
Mütercimin bu eserin önsözünde, İslamiyet’e hizmet etmiş Türk milletinin tercümede
hataya düşmekten korktuğu için Kur’an’ı Türkçeye çevirmediği, ancak böyle muhtemel
hatalardan çekinirken Türk milletini Allah’ın kitabını anlayabilme zevkinden mahrum
bırakmanın doğru olmadığı ifade etmiştir. Cemil Said peşinen çevirisinde hata, kusur
edebileceğini ve kusursuzluğun Allah’a mahsus oluğunu ifade etmekle gelecek tepkilere
karşı siper almaktadır. O daha önce Kur’an’ın çevrilecekse de ancak heyetler tarafından
çevrilmesi gerektiği görüşünü saçma bulur. Çünkü teklif olunduğu gibi bu kadar farklı
alanda uzman kimselerin bir araya gelmesi ve bir arada yıllarca çalışmasını temin
etmenin devletin kudretinde dahi olmadığını ve bunun geçmiş başka tecrübelerde
görüldüğünü beyan eder ve burada tek başına çevirmiş olduğu Kur’an konusunda
kendine bir meşruiyet zemini arar (Gümüş, 2015: 294-297; Altuntaş, 2006: 76-77).
Kur’an’ın çevirisi konusunda uzman kimselerin bir araya gelip heyetler oluşturması
konusu ve buna devletin dahi gücü yetmez denmesi, söz konusu ideolojinin Türkçeye
çeviri için böyle bir şart koşması olarak anlaşılabilir. Bu belki de imkânsız bir ön şart
ileri sürüp Kur’an’ın Türkçeye çevirisini bir anlamda önlemek gibi bir karşı hamle
olarak görülebilir.
154
Bu konuda Atatürk ile hatırasını anlatan Sadettin Kaynak, Kur’an’ın belirli bir ayetinin tercümesinin
yanlışlığı hususunda münakaşa ettiklerini belirtir ve Kur’an’ın aslından değil Fransızcasından tercüme
edildiğinin anlaşıldığını ifade eder (Niyazi Ahmet Banoğlu, “Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı, II, 351352). Yine Ahmet Hamdi Aksekili bu tercüme karşısında Sebilurreşad dergisinde ağır eleştirilerde
bulunur ve tercümenin ne harfiyen ne de mana olarak doğru olduğunu söyler. Kur’an’ın daha önce
orijinalinin bir başka dile aktarılırken tercümede hata yapılmış olabileceği ve tercümeden Türkçeye
aktarılırken de bu hataların aynen muhafaza edilmiş olabileceğine dikkat çeker (Sebilurreşad, XXIV,
1342 624, 403).
166
Gerek Hüseyin Kasım Kadri’nin Nur’ul Beyan’ına, gerek Cemil Said’in Kur’an
Tercümesine Ömer Rıza155 gibi birçok aydın aynı yönde eleştiriler yöneltilmektedir.
Ancak eleştirilerin içeriklerine bakıldığında Cumhuriyet döneminde analitik bir
eleştiriyle Kur’an’ın çevirisinin hakkıyla yerine getirilememiş olması, mütercimlerin
ehliyetsiz oluşu gibi konulara bağlanmaktadır. Fakat analitik bir içerik eleştirisi
yapılması demek, bu eleştirinin ideolojik bir amacının olmadığı anlamına gelmez.
İdeolojik amacın ardında Kur’an’ın Türkçeye çevrilmemesi, bunun ibadet maksatlı
kullanılmaması varsa, gerek analitik gerek analog eleştirilerle çeviri durdurulmaya
çalışılacaktır. Fakat eleştirilere rağmen Tanzimat ile mayalanan, II. Meşrutiyet’le
demlenen ve ancak Cumhuriyetin kurulmasıyla hayata geçen “Türkçe Kur’an” için
Cemil Said’in çevirisi en önemli örnek olmuştur.
Terceme-i Şerife adlı Türkçe Kur’an’ı Kerim bir diğer hararetli tartışmalara neden olan
tercüme girişimidir. Tafsilu’l-Beyan Fi Tefsiri’l Kur’an adlı basılmamış tefsirden
özetlenerek, 1344/1926 yılında orijinal Kur’an metni eklenmeden, sadece Türkçesi
verilerek İstanbul Ahmet Kamil Matbaası’nda basılmıştır156. Terceme-i Şerife’nin
önsözünü Süleyman Tevfik aşağıda olduğu gibi kaleme almıştır:
“Gayri meşru saltanat devrinde bu ihtiyaç giderilemezdi ve giderilmedi. Çünkü
ümmetin başına gelen ve kendilerine Allah tarafından, sorumsuzluk ve olağan üstü
kuvvet ve kutsallık isnat edenler Kur’an’ın halk kitlesi tarafından gerçek şekilde
anlaşılmasından korkarlardı. Fakat mutlu Cumhuriyet devrinde, düşük devrin korku
ve endişesine yer olmadığı gibi yenilik ve inkılaba karşı taassubun sırf tezvir eseri
olduğu ve bilakis dinin, İslamların daima teceddüt önünde gitmeye ve ilim ve
hikmeti her nerede bulursa almaya mecbur olduklarını emredici olduğunu
anlamalarını temin edecek ve kolaylaştıracağı cihetiyle… bazı kalem erbabı
himmet ederek bir iki tercüme meydana getirmişlerdi. Ancak bunlarda aranan
mükemmellik yoktur. Çünkü ya Fransızcadan tercüme edilmiş veyahut Kur’an
diline vakıf olmayanlar tarafından meydana getirilmiştir” (bkz. Cündioğlu, 1998:
29 ve Altuntaş, 2006: 85).
Önsözün değerlendirmeye alınmadan evvel bu Kur’an tercümesinin biçimsel
özelliğinden bahsetmek gerekir. Yöntem olarak Arapçasının verilmemiş olması
Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi ideolojisine daha yatkın olduğunu düşündürmektedir.
Çünkü Kur’an’ın sadece Türkçe anlam karşılığını vermek demek müstakil bir eser
ortaya koymak demektir (bir telif gibi), bunun tercüme olduğu zamanla unutulabilir.
155
Ömer Rıza (Doğrul) da el-Ahbar gazetesindeki yazısında Zeki Meğamız’ın, Şeyh Muhsin Fani’nin
eserlerini tenkit ettiğini dile getirir (Muhammed Reşid Rıza, Tercemetü’l Kur’an ve Ma Fiha Minel
Mefsaid, s.43-44 aktaran Altuntaş, 2006: 84).
167
Batı toplumlarında İncil’in tercüme olduğu unutulmuş durumdadır. Bir Almanın İncil’i
göstermesi istendiğinde Almanca Lutherian (Martin Luther teolojisini barındıran) İncil’i
göstereceği varsayılabilir. Bir Fransız için ise Fransızca Katolik İncil gerçek İncil’dir, o
onu bir tercüme olarak telakki etmeyecektir. Avrupalının zihninde İnciller kendi
dillerinde olsa da çeviri olduğu bilgisi arka planda kalarak neredeyse ortadan kalkmış
durumdadır. Bu bakımdan Türkçe Kur’an tercümelerinde metnin Arapça aslının içinde
var olması demek, tercümenin ikincil bir öneme ve değere sahip olduğu fikrini
yansıtacaktır. Cumhuriyet kurulduktan 3 sene sonra ortaya çıkan bu tercümede
Süleyman Tevfik’in eski döneme yönelik eleştirilerinin şiddeti özellikle dikkat
çekmektedir. Saltanat dönemini gayri meşru ilan ettikten sonra Türkçe Kur’an
ihtiyacının giderilemediğini ve zaten de giderilemez olduğunu, bunun müsebbibinin de
saltanat sahiplerinin olduğunu beyan eder. Çünkü Kur’an’ın halk tarafından
anlaşılmasının bu kimseler tarafından istenmediğini dile getirir. Oysa Cumhuriyet
döneminin serbestliğinin buna müsaade ettiğini, eski dönemin yeniliklere ve inkılaplara
karşı çıktığını, bu nedenle engelleyici yönlerinin bulunduğunu açıklar.
Kur’an’ın Türkçeye çevirisinin engellenmesine yönelik baskıların bulunmasını ideolojik
olarak nitelemek mümkündür. Fakat öncelikle Süleyman Tevfik’in açıklamalarının ne
derece dayanak alınabileceği de tartışılabilir. Çünkü Süleyman Tevfik de karşıt bir
ideolojiden hareketle eleştiride bulunmaktadır. Aynı ideolojiye sahip kimselerin bu
ideolojiye dayandırdıkları eylemlerini eleştirmeleri, başka bir ideolojiye sahip
kimselerin pratiklerini eleştirmekten çok daha zordur. Dolayısıyla Süleyman Tevfik’in
açıklamaları eğer doğru olarak kabul edilirse Cumhuriyet öncesi dönemde Kur’an
çevirisine yönelik engellemelerin ideolojik çevirinin bir süreci olduğu güçlü bir kanı
olarak ortada durmaktadır. Özellikle ümmetin başına gelenlerden şikâyet edildiği ve
bunun sorumlusunun da iktidar sahipleri olduğu söylenmektedir. Böyle kimselerin
Kur’an’ın
çevrisini
engellemeleri
Lefevere’nin
“hami”
nitelemesinden
de
anlaşılabileceği gibi mümkündür. Rejimin değişmesi sonucu, müsamahakâr bir rejime
geçilmesi, kurumları ve hamilerinin Kur’an’ın çevirisine yönelik baskılarının
bulunmadığını akla getirse de bu onların nötr bir tavırları olduğu anlamına
gelmeyecektir. Denilebilir ki Cumhuriyet devrinde hami olan kimselerinin zaten
istedikleri bir yönde çeviri eylemi gelişmekte olduğundan herhangi bir müdahalede
bulunmamaları onların tam da ideolojik bir biçimde çeviriye yönelik pozisyon almaları
168
demektir. Bu sessiz kalış da en az doğrudan engelleme ya da teşvik etme kadar ideolojik
bir karakter taşıyabilir. Önemli olan hangi gerekçelerle ya da olası gerekçelerle çeviriye
müdahale edilmediğini tespit etmekten geçmektedir. Fakat bir önceki dönemde, yani
Cumhuriyet öncesinde yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere hamilerin baskısı söz
konusu idiyse, bir sonraki dönemde, yani Cumhuriyet rejiminde baskıların ortadan
kalkmasının sebebi nedir? Birincisi ideolojikse, ikincisi de ideolojik olmalıdır.
Zeki Meğamiz’in Türkçe Kur’an-ı Kerim Tercümesi de Kitaphane-i İslam sahibi
İbrahim Hilmi tarafından yayınlanan bir eser olup üzerinde çevirmen adı
bulunmamaktadır157. Fakat onun yerine şunlar yazılıdır: “Bir heyet-i ilmiyye tarafından
tercüme edilmiş ve Fadıl-ı Muhterem İzmirli İsmail Hakkı158 tarafından kâmilen tetkik
ve tashih olunduktan sonra tab olunmuştur”. 1926 senesinde İstanbul Marifet
Matbaası’nda basılan eserde sadece ayet tercümeleri verilmekte, ayetlerin Arapçasına
yer verilmemektedir. Tercümenin bilim adamları heyetince yapıldığı söylense de eserin
Mütercimi Hıristiyan asıllı bir Arap olan Zeki Meğamiz’dir159. Büyük ihtimalle
mütercimin Müslüman olmamasından dolayı eserin üzerine adı yazılmamıştır. 1926
senesinden 15 yıl evvel çevrilen ve yayımlanmasına İbrahim Hilmi tarafından başlanan
eser o dönemde gördüğü tepkiler nedeniyle hükümet tarafından yasaklanmıştır (Aydar,
2006: 176-183).
Bu Kur’an çevirisinde İbrahim Hilmi’nin önsözü tıpkı birinci baskı denemesinde olduğu
gibi yer almaktadır:
“Öteden beri vatanımda bir inkılab-ı fikri ve içtimai yapmak için var kuvvetle
çalıştığımdan, Meşrutiyetin başında neşreylediğim Millet kitabında ve Balkan harbi
esnasında yazdığım Zavallı Millet kitabında bu fikri hararetle ve cesaretle ilan ve
müdafaa eylemiştim. İşte şimdi de muktedir bir heyete yazdırdığım bu nüshayı
neşrediyorum. Bilcümle Türk kardeşlerime, tahsilde bulunan evladımıza ayat-ı
celile-i Kur’aniyeyi hakkıyla öğretmek için tercümenin pek sade olmasına itibar
edilmiştir”.
157
Tüccarzade İbrahim Hilmi 1914’te Kur’ân çevirisini Sûriye kökenli Hıristiyan Araplardan olan Zeki
Megamiz’e havale etmiş ve o tarihte ancak çevirinin ilk beş formasını yayınlayabilmişti (Gümü, 2015:
290).
158
(İzmirli) İsmail Hakkı Sebilürreşad dergisi, yani İslami çizgide fikir yayımlayan bir derginin yazarıdır.
Bu dergide yazar olmasının önemli oluşu şu nedenledir: Birçok defa Sebilürreşad kendini İslam’ın
savunuculuğu rolüne sokmuş, Kur’an çevirileri dâhil İslam’a dokunabilecek birçok konu yayınlamıştır.
159
Ömer Rıza Doğrul bu tercüme hakkında şunları söyler: “Kur’an’ı Türkçeye ilk çeviren Zeki Meğamiz
Efendi idi. Bu zat Suriyeli bir Hıristiyandır. Yaptığı tercümeye, basım hazırlıklarından önce tesadüfen
muttali olduk. Tercüme hakkındaki görüşümüzü hazırladık ve basımının durdurulmasını sağladık”
(Muhammed Reşid Rıza, Tercümetü-l Kur’an ve Ma Fiha Mine-l Mefasid, s. 43)
169
İbrahim Hilmi’nin bu Kur’an-ı Kerim çevirisi ilk girişimi değildir. Daha önce de benzer
girişimlerde bulmuştur. Genel anlamda İbrahim Hilmi’nin bu konudaki yaklaşımları
yukarıda paylaşılmıştır. Bu çeviride de İbrahim Hilmi, Hıristiyan çevirmenin kimliğini
gizlemekte, bizzat çeviri bir heyet tarafından yapılmıştır izlenimi yaratmaktadır.
İhtimaldir ki, o dönem tıpkı daha önce de tepki görerek yasaklanan Kur’an çevirisi
tekrar sert tepkilerle karşılaşmasın düşüncesindedir. Osman Engin’in tespitine göre,
Osmanlı hükümetine karşı isyan bayrağını çekmiş olan Arapların bir gerekçesi de
Türklerin İslam dininden ayrılmakta oldukları iddiasını ileri sürmeleridir. Buna dayanak
olarak da işte bu tercümeyi gösteriyorlardı (Engin, 1927 aktaran Altuntaş, 2006: 88).
Otoritenin nasıl bir rol oynadığı, yasaklanan Kur’an çevirisi sayesinde ortaya çıkmıştır.
Cumhuriyet öncesi normların Cumhuriyet dönemine göre henüz daha katı olduğu
evrede halktan gelen tepki karşısında çeviri dizgesini kontrol edebilen bir otorite olarak
devlet Zeki Meğamiz’in çevirisini yasaklamıştır. Bu sansürün altında yatan sebep
özellikle Hıristiyan bir kimsenin Kur’an’ı çevirme girişimi olsa gerektir. Diğer taraftan
Lefevere’nin yaklaşımında ne kadar haklı olduğu bu örnekten de anlaşılmaktadır.
Çünkü devlet otoritesi, yani hami konumundaki merci bizzat çeviri dizgesini kontrol
ettiğini göstermekte ve çevirilerin yayımlanmasını engelleyebilmekte ya da Cumhuriyet
devrinin
serbestliği,
“müsaadekarlığı”
sayesinde
çevirinin
yayımlanabildiği
görülmektedir. Erek dizgeye etki eden ideolojinin değişmesinin, onun çeviriye yönelik
tutumunu da etkilediği bu örnekte ortaya çıkmaktadır.
Bu yayının durdurulması ile ilgili yine aynı Kur’an çevrisinin ön sözünde İbrahim Hilmi
şu bilgileri paylaşır:
“Koyu bir taassuba alet olan bir gazete ateş püskürmüş, dini kendilerine vasıta-ı cer
ve menfaat ittihaz edenler Türkçe Kur’an-ı Kerim tercümesinin neşrini bir türlü
hazm eylemek istememişlerdi. Çaresiz, o vakit ki hükümet de bunların itiraz ve
isteklerini kabule mecbur kalmıştı” (Mukaddime, 5 aktaran Altuntaş, 2006: 89).
İbrahim Hilmi’nin iddiasına göre, o dönem dini kendine bir menfaat aracı edinenler
Kur’an’ın çevirisini bir türlü istememişlerdi. Hükümet de bu hararetli itirazlar
karşısında ister istemez bu kesimin isteklerini yerini getirme durumunda kalmıştır.
Belirli bir grup Türkçe Kur’an konusunda zıt bir kutuptadır o dönem. Bu, Kur’an
çevirisi üzerinden yürütülen bir ideoloji mücadelesidir. Daha önce de belirtilmişti;
170
ideolojiler değil, pratikleri (yani ideolojinin pratiğe yansıması)160 birbirleriyle mücadele
eder. Bir kesim Kur’an’ın çevirisinin elzem olduğunu düşünmektedir ve bu sayede din
üzerinden menfaat devşirenleri devre dışı bırakıp, Kur’an ile beraber tesis olunan
kurumların gücünü kırmak ister; diğer bir kesim ise bu eski yapının korunması tarafında
yer alır ve hatta karşı tarafın çeviriler vasıtasıyla dinde tahrifata sebebiyet verme
düşünceleri olduğu suçlamasında bulunmaktadır. Tercüme ise tam bu iki zıt görüş
arasında kendi mecrasını, kendi yolunu zaman içerisinde bulacaktır. İdeolojik çeviri
açısından anlaşılması gereken, hamilerin de, bu örnekte görüldüğü gibi dışarıdan baskı
altına alınabileceği hadisesidir. Toplumun hassas noktası olan din, özgürlük, ekonomi
vb. konularda hamiler toplumun gücünü arkasına alabilecek bir irade karşısında boyun
eğmek durumunda kalabilir ve sonuçta ideolojik çeviri güçlüden yana tavır alacaktır.
Buna örnek olarak Sebilurreşad dergisinin 1914 senesinde Kahire’de Kur’an’ın
Türkçeye Corci Zeydan adındaki bir Hristiyan tarafından tercüme edilmesini aktarması
verilebilir. Bu hadise “Büyük Bir Tecavüz: Kur’an’dan Menfaat Teminine Kalkışan
Cüretkâr Bir Hıristiyan” başlığı ile Sebilurreşad’da dillendirilmiştir. Yazıda şunlar
aktarılmıştır:
“Son günlerde ağızdan ağıza dolaşan bir haber bize de erişti: Suriyeli bir Hıristiyan
Kur’an-ı Azimuş-Şan’ı tercüme, bir İslam Kitaphanesi de tab’ını deruhte etmiş! Bu
haberi duyunca, meseleyi savuşturmaya hususi bir gayret sarf ettik. Netice olarak
ağızlarda dolaşan bu haberin harfi harfine doğru olduğunu büyük bir üzüntü ile
öğrendik” (Sebilurreşad, XXI (1912) akataran Altuntaş, 2006: 90).
Bu tepkilerden sonra Sebilurreşad dergisi yine imzasız bir yazı çıkarmış ve devleti
göreve çağırmıştır. Gerçekten de devlet bu çağrıya kulak vermiş, Cumhuriyet kurulana
ve bu çeviri eser yeniden yayımlanana kadar bu yayınlar ortadan kaldırılmış.
İzmirli İsmail Hakkı’nın da bir Kur’an tercümesi bulunmaktadır. Bu tercüme diğerlerine
göre daha intizamlı gerçekleştirilmiştir, hatta uygulanan yöntemle bir nevi tefsir
mesabesindedir. İsmail Hakkı’nın tercümesi 1927 yılında, yani Cumhuriyet kurulduktan
sonra yayımlanmış ve diğerlerinden farklı olarak şiddetli eleştirilere maruz kalmamıştır.
Bunun altında yatan sebebin bir tanesi İsmail Hakkı’nın, Kur’an çevirilerini şiddetle
eleştiren cenahın dergisi olan Sebilurreşad’da bizzat yazar olması ve çevresinin de
çeviriden ideolojik bir maksadının bulunmadığını düşünüyor olması olabilir. Hem
160
Bkz. Althusser
171
İsmail Hakkı, bir taraftan Kur’an’ın anlamını korumak diğer taraftan da bu tercümeyi
Türkçenin bir şaheseri kılmanın mümkün olmayacağını dile getirir. Çünkü her iki
idealin tercümede birleşemeyeceğini ifade eder161.
İsmail Hakkı’nın kendi çevirisini yüceltmediğini, onu kusursuz kılma çabasının
olmadığı görülmektedir. Mukaddimesinde Kur’an’ın çevirisinin fıkhen caiz olduğu
ancak onunla ibadet edilemeyeceği yönündeki açıklamaları; Kur’an’ın çevirisi
konusunda, özellikle de ibadet amaçlı kullanılması noktasında çekincesi olan çevrelerin
yüreklerine su serpmiş ve bu açıdan da tepkileri yatıştırmıştır. Hâsılı, İsmail Hakkı’nın
Kur’an tercümesinin gayesi ondaki manayı imkân sınırları çerçevesinde okurlarına
aktarmak, fakat ondan kimilerinin murat ettiği gibi bir “Türkçe Kur’an” ortaya çıkarmak
değildir. Kur’an çevirisinde, Kur’an’ın kim tarafından çevrildiğinin önemi vardır. Zıt
kutuptaki ideolojinin emellerine hizmet etmeyecek birisinin çeviriyi üstlenmesi
eleştirileri durdurmuş, oysa aynı metni aynı şekilde çevirecek olan başka bir çevirmen,
aynı ideolojiye mensup birisi olmayınca tartışma başlamıştır. Dolayısıyla denilebilir ki
ideolojik çevirilerde kaynak metnin hangi çevirmen tarafından çevrildiği önemlidir. Bu
sayede çeviri ya eleştirilere maruz kalır ya da tepki çekmez.
Mehmet Akif’in tercümesine gelince; Cumhuriyetin ilk yıllarında ardı ardına çıkartılan
Kur’an çevirilerinin basın üzerinden ilmi çevrelerce hırpalanarak eleştirilmesi Sebilurreşad dergisinin bunda payı çoktur- konunun Büyük Millet Meclisi’ne
taşınmasına sebep olmuştur. Bütçe görüşmeleri esnasında konu açılınca Diyanet
İşleri’ni temsilen orada bulunan Ahmet Hamdi (Akseki) Efendi kendisine yöneltilen
sorular üzerine, Kur’an’ın tercümesinin kimi zaman kasten tahrif edildiğini kimi zaman
da kötü yapıldığını ifade etmiştir. Her iki durumda da yeni bir tercümenin lüzumu
ortaya çıkmış, ancak bu defa da bu görevin konunun uzmanı kimselere tevdi edilmesi
gündeme gelmiştir. Bunun üzerine tercümenin Mehmet Akif’e, tefsirin ise Elmalılı
Hamdi Yazır’a verilmesine, Sahih-i Buhari’nin de tercüme ve şerhi işini Babanzade
Ahmet Naim’e yaptırılmasına toplu olarak karar verilmiştir.
Afyon mebusu Kamil Miras (1949:38) tercüme konusundaki gelişmeleri şu şekilde
özetler:
161
İzmir’li İsmail Hakkı, Mean-i Kur’an, I, 4-5.
172
“Memleketimizde en yüksek ilim ve kalem sahibi olan bu zatlar kabul olunarak,
bunları bu vazifelere davetle Müşavere Heyeti Azasından (daha sonraki Diyanet
İşleri Başkanı) Ahmet Hamdi Akseki görevlendirildiği İstanbul’a gönderildi. Fakat
Hamdi Bey, Akif’le Ahmet Naim Beylere bu vazifeleri kabul ettirmek için ciddi
güçlükler çekmişti. Hatta bu konuda benden yardım bile istemişti. Gerek Akif,
gerek Naim, vazifenin ağırlığından bahisle itiraz edemiyorlardı. Bilhassa pehlivan
Akif’in omuzlarına en ağır vazife yükletilmek isteniyordu. O da Kur’an’ın icazkar
belagatine edebi zevkiyle hayran bulunduğu için bu ağırlığı çoktan duymuştu,
çekiniyordu… Şu kadar ki Elmalılı Hamdi Yazır gibi usulde furu’da ihtisas sahibi
bir zatın kendisine refakati bir mesnet olacaktı. Hamdi Efendi’nin ilmiyle Akif’in
edebi zevki birleşerek müfessir ile mütercim birbirlerini destekleyeceklerdi. Hamdi
Efendi tefsir yazdıkça Akife’ye verecekti. O da tercüme yazacaktı. İşte Akif
tercümeyi bu surette kabul etti, fakat bir müddet sonra Mısır’a gitti. Aradan birkaç
yıl geçtikten sonra Hamdi Akseki İstanbul’a gitmişti. Beni de ziyaret ederek taltif
etti. Tefsir yazımının ilerlediğini fakat Akif Bey’in tercüme göndermediğini ifade
ederek “bir mektup yazsanız da tercümeyi gönderse. Biz yazdık, aldırmadı” dedi.
Akif Bey’e sevdiği Kuşadalı Şair Rıza Efendi –merhumla- müşterek bir mektup
yazarak tercümeyi göndermesini rica ettik. Âdetine aykırı olarak bize de cevap
vermedi. Nihayet Diyanet İşleri Riyaseti tercümenin yazılmasını da Elmalılı
Efendiye havale etti ve hepimizin bildiği tercüme ile tefsir (Hak Dini Kur’an Dili)
Hamdi Yazır tarafından yazıldı”.
Mehmet Akif aslında çevirisini ağır ağır gerçekleştirmektedir Mısır’da fakat yeni
gelişen siyasi hadiseler onu endişelendirmektedir, kendisi Kur’an’ın tercümesiyle ibadet
gerçekleştirilmek istendiğine dair tereddütlere sahiptir ve bu yüzden tercümesini
Cumhuriyet’in resmi makamlarına teslim etmemektedir. Diğer taraftan Tercüme
tamamen bitmeden de (Elmalı’nın yaptığı gibi cüz cüz teslim etme) Ankara’ya Kur’an’ı
teslim etmeme düşüncesindedir; çünkü ilerleyen sayfalarda yeni anlamlar çıkmakta,
yeni karşılıklar bulunmakta ve Akif daha önceki çevirisini buna göre düzenlemekteydi.
Eşref Edip Mısır/Kahire’ye gitti vakit, Akif’in tercümesini bitirdiğini gördüğünü
söyler162. Peki, Akif bu tercümeyi niçin teslim etmemiştir? Akif’in samimi
arkadaşlarından Şefik Kolaylı şöyle açıklar bu durumu: “İstanbul’a geldiği zaman
(Akif) bu meseleyi sorduk. Tercüme güzel oldu, hatta umduğumdan daha iyi. Lakin onu
verirsem, namazda okutmağa kalkacaklar. Ben o vakit Allah’ın huzuruna çıkamam ve
Peygamber’in yüzüne bakmam”163 demiştir.
Mustafa Sabri Efendi de bu konuda Şefik Kolaylı’yı destekleyen açıklamalar yapmıştır:
“Aldığım habere göre, Türk hükümeti yıllar önce büyük Türk yazarlarından birine
Kur’an’ın tercümesi işini vermiş, o da bu işi büyük bir özenle tamamlamış, sonra
ortaya çıktı ki hükümet tercümenin namazda okunmasını emrediyor. İşte o sebeple
162
Eşref Edip, “Mehmet Akif”, s. 100-101
Fahri Kutluay, Aydınlatılan İki Mühim Sır: Mehmet Akif Mısır’a niçin Gitmiş ve Hazırladığı Kur’an’ı
Kerim Tercümesini Buraya Niçin Getirmemiş? Sebilurreşad; IV, (1951), 99, 375
163
173
yaptığı tercümeyi yanında sakladı. Maddi kayba uğrayacak olmasına rağmen,
tercümenin, Kur’an yerine konmasını büyük vebal olarak gördüğü için onu
hükümete teslim etmeye yanaşmadı”164
Mustafa Sabri’nin beyanı Şefik Kolaylı’nın açıklamaları ile örtüşmektedir. Buna göre
erken Cumhuriyet döneminde bu gibi emellerin olduğu fikri başka birçok tanık
tarafından da dile getirilmiştir, ancak bu konu bu araştırma için değil, başka bir
araştırmanın alanına girdiği için buradaki görüşler yeterli görülmelidir. Elde edilen
bilgiler doğrultusunda erken Cumhuriyet Dönemi’nde Kur’an’ın Türkçeye çevirisi
konusunda çalışmaların resmi kanallar vasıtasıyla olduğu anlaşılmış, bizzat devlet
işveren rolü üstlenmiştir. Oluşturulan Türkçe Kur’an ile kendi ideolojisi doğrultusunda
Türkçe ibadet gerçekleştirmeyi hedeflemiştir. Söylenenlere göre amaç Türk
Müslümanlığı oluşturmaktır. Bu, Cumhuriyet’in özcü ve tekçi ideolojisine de uygun
düşmektedir, bu sayede Cumhuriyet ideolojisinin mihenk taşı olan Türkçülük ideolojisi
etrafından Kur’an’ın çevrisinin de işlev görmesi beklenebilir.
İdeolojik çeviride aktörler arasında amaç farklılıkları bulunabileceği ikinci bölümde
ifade edilmiştir. Burada amaçlar çatışsa da hiyerarşik yapı içerisinde üstte duran, bu
durumda Lefevere’nin tanımlamasına göre haminin amacı belirleyici olacaktır. Çünkü
yer ve zamanın ilgili çevirinin ideolojik amaçlara yönelik kullanılmasına imkân tanıyor
olması dolayısıyla böyle bir ideolojik çeviri eylemi tasarlanmış ve yürürlüğe konmuştur.
Çevirmen burada yalnızca süreçten habersiz, kendine göre uygun bir biçimde çevirisini
yapmaktadır.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın Türkçe Kur’an ve onunla ibadet gibi ideallere karşı
gerçekleştirmiş olduğu Kur’an’ın Türkçeye çevirisindeki mukaddimesinde sarf ettiği şu
cümleler de böyle bir projenin varlığını iddia etmeyi destekler niteliktedir: “Bazılarını
da duyuyoruz ki ‘Kur’an Tercümesi’ demekle iktifa etmiyor da ‘Türkçe Kur’an’
demeğe kadar gidiyor, Türkçe Kur’an mı var be hey şaşkın!”165
Türkçe Kur’an ile ibadet konusundaki endişeler Kur’an’ın tefsiri değil de, özellikle
tercümesi ile beraber ortaya çıkmaya başlamış, çeşitli yerlerde de bu endişleler dile
getirilmiştir. Özellikle Cumhuriyet kurulur kurulmaz Türkçe Kur’an çalışmalarının hız
kazanması bu konudaki endişeyi daha da artırmış ve nihayet Cumhuriyet’in Onuncu Yıl
164
165
Mustafa Sabri, Mes’eletü Tercemeti’l –Kur-an, s. 128
Hak Dini Kur’an Dili I, 15 (Mukaddime)
174
Rehberinde (1933) bu konuya şüphe bırakmayacak derecede açıklık getirilmiştir: “Öz
dilini her şeyin üzerinde tutan Türk, bir kelimesini bile anlamadığı yabancı dilleri
bırakarak ibadetini de kendi diliyle yapmak kararını vermiş, ezan, kamet, hutbe bütün
memlekette Türkçe yapılmağa başlanmıştır”166. Mustafa Kemal’in 1932 ramazanında
Ankara’dan İstanbul’a gelerek, camilerde halkın karşısında mevlit, tekbir ve duaların
Türkçe yapılmasını ister ve bunlar bu dönemde tatbik olunur (Cündioğlu, 1998: 32121).
Yine Falih Rıfkı Atay’ın kaleminden Kazım Karabekir ile Mustafa Kemal’in arasında
geçen hadise konunun vuzuha erdirilmesi bakımından önem arz etmektedir. Mustafa
Kemal bu konuda kafa yormuştu; Kur’an’ın çevirisi konusu memleketin diğer
meseleleri gibi Mustafa Kemal’in masasındaydı. Atay’dan nakledelim:
Mustafa Kemal Atatürk’ün son dileği, ezandan başka ibadetleri de Türkçe olarak
yaptırmak ve Türk kafasını Arap kafası köleliğinden kurtarmaktı. Türk Ocağı’na
gittiğimiz gün, Kur’an’ı Türkçeye çevirmek konusunu açmıştı. Orada bulunan
Kazım Karabekir şöyle dedi: -Kur’an-ı Azimüşşan Türkçeye çevrilemez, Paşa
Hazretleri! – Niçin çevrilemez efendim! Bu sözünüz “Kur’an’ın manası yoktur!”
demektir.- Hayır efendim ama mesela “Elif-Lam-Mim”…Ne diyeceğiz buna?- Ne
demektir “Elif-Lam-Mim”?!- Meçhul efendim...- Öyleyse karşısına bir sıfır koyar,
çevirmeye devam ederiz”167.
Türkçe Kur’an ile ibadet ve Arapça aslının yerine onun Türkçe ve Latin harflerinin
koyulması (Arapça aslının içinde bulunmadığı bir biçimde) ve bunun da bir devlet
projesi olması iddiasının özellikle erken Cumhuriyetin tek dil, tek din, tek bayrak gibi
tekçi ulus devlet yaratmaya dayalı milliyetçi, Batıcı bir ideolojiye dayandığını, özellikle
de tarihi kaynaklardan elde edilen bilgiler ışığında düşünmek pek de asılsız
görünmemektedir. Denilebilir ki, Akif’in ve Elmalı’nın gerçekleştirdiği çeviriler
ideolojik bir amaç gütmese de, onlara ideolojik bir işlevin yüklenmesi amaçlanmış
ancak bu konuda başarılı olunamamıştır.
Haminin salt çeviri görevini ve amacını belirleme gibi bir rolü olmasının yanı sıra,
gerçekleştirilen çeviriye ne gibi bir işlev yükleneceği de onun tasarrufu altındadır. Bir
metin istediği kadar ideolojik bir amaçla çevrilmemiş olsun, onun nerede, ne zaman ve
kimlere yönelik hangi biçimde kullanılacağı meseleleri ona ideolojik bir işlev
kazandıracağından ideolojik çevirinin salt çeviri sürecinin mekanik kısmıyla kısıtlı
166
167
Cumhuriyetin Onuncu Yıl Rehberi-1923-1933, s194
Falih Rıfkı Atay (1966), “Atatürkçülük Nedir?”, s.47-48, İstanbul aktaran Cündioğlu, 1998: 9
175
kalmadığı ve bu bakımdan çevirinin üretiliş ve tüketiliş süreçlerine kadar uzanabildiği
göz önünde bulundurulmalıdır.
3.5. Tanzimat ve Erken Cumhuriyet Dönemi Kitle İletişimi ve İdeolojik Çeviri
Bu başlık altında Tanzimat ve Erken Cumhuriyet dönemlerinde basının rolü ideolojik
çeviri bağlamında ele alınacaktır. Tanzimat öncesinde yabancı gazetelerin faaliyetleri
Osmanlı topraklarında varlığını gösterir ve Osmanlı Devleti’nin basının gücünü fark
edip kendi lehinde kullanmak istemesiyle de İstanbul’da ilk yarı resmi gazete yayın
hayatına başlar. Bunu takiben özel girişimler yeni ve yüzlerce gazetenin zaman içinde
ortaya çıkmasını sağlar. Gazetelerin ve dergilerin Osmanlı toplumunda batılılaşma
kapsamında önemli roller üstlendiği görülecektir. Gerek çevirileri tartışması açısından
gerek çevirilere ve ideolojik fikirlere yer vermesi bakımından farklı dönemlerde
Osmanlı basını kâh türlü türlü fikirleri kitleyle paylaşma imkânı elde etmiş, kâh sansüre
maruz kalmıştır. Tüm bu sürecin çeviriye dönük bir yanı olduğu muhakkaktır. Bunu
ortaya çıkarmak maksadıyla da Osmanlı basınını incelemek üzere öncü araştırmalara
başvurulacak ve bunlar üzerinden tahliller aşağıda yapılacaktır.
Gürçağlar, Even-Zohar'dan yararlanarak, çeviri tarihi incelemelerinde çevirmenin
dışında, çeviri eseri üzerinde etkisi olabilen “öznelerden” bahsetmiştir. Bu noktada
metin seçimi, metin üretimi, metin tüketimi gibi süreçlerde etkili olabilen öznelerin
varlığı tespitini yapmıştır. Toury ise bu öznelere, “değişim özneleri” demiş ve onları
tanımlarken, içlerinde bulundukları kültür repertuarını yeni seçenekler sunarak
değiştirme kabiliyetlerinin olduğundan bahsetmiştir (Gürçağlar, 2005: 43). İşte bunun
gibi Tanzimat döneminde de bir değil, birçok değişim öznelerinden bahsedilebilir.
Bunlar kendi içlerinde değişime katkı noktasında etkileri bakımından bir tasnife tabi
tutulabilir. Kimileri sadece çevirmenlik görevini yerine getirip kenara çekilmiş, kimileri
çevrilecek eserlerin neler olması gerektiğini (Ahmet Vefik Paşa’nın klasikler örneğinde
olduğu gibi) belirlemiş, gerekçelendirmiş ve savunmuş, kamuoyunu bu konuda iknaya
kalkışmış ve bununla da yetinmeyip bizzat bu işi üstlenerek çevirmenlik yapmıştır.
Kimileri sadece yayıncılık görevi üstlenmiş, bu anlamda çevirmenlere destek olmuş,
buna paralel olarak değişim fikirlerini, kaleme aldığı eserler vasıtasıyla da yaymaya
çalışmıştır (bkz. İbrahim Hilmi Çığıraçan). Devletin bünyesinde rol alıp, devlet gücünü
değişim maksadıyla kullananlar da olmuştur, Ziya Gökalp bunlardan birisidir. II.
176
Meşrutiyet sonrası Türkçülük ideolojisinden beslenen fikirlerinin iktidar sahipleri
arasında yaygınlık kazanması, Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber kendisine verilen
resmi görevle (Telif ve Tercüme Heyeti Reisliği) bu fikirleri pratiğe dökme imkânı elde
etmiş ve bunu da değerlendirmiştir. Tüm bu değişim özneleri kendini basın üzerinden
ifade etme şansı bulur, kitleyi etkilemeye çalışır. Bir yandan eserler çevrilirken, diğer
yandan da bunların çevrilmesine dair gerekçeler ortaya konulur bu mecralarda. Fakat bu
mecralar aynı zamanda zıt görüşleri de ağırlamaktadır ve değişim öznelerinin değişim
amacına karşı çıkışlar da aynı yerden sesini yükseltir.
1874’de Hayal gazetesinde çıkan bir yazı Avrupalıların “aşk ve alaka” üzerine
yazdıkları hikâyelerin, halka Batılı yaşam ve düşünce biçimini aşılar diye
çevrilmemelidir şeklinde bir ifadeyle başlamaktadır. Her hikâye ve romanın kendi
ulusunun normlarına göre yazıldığını ifade eden gazetede, çevrilmesi gereken eserlerin
tarih, bilim ve ahlak içerikli eserler olduğu aktarılır168 (Berk, 2001: 55). Bu da
göstermektedir ki, Tanzimat dönemi gazetelerin gördüğü işlevler arasında toplumu
bilinçlendirmek, toplumda sağlanmaya çalışılan değişime karşı bir kamuoyu oluşturma
çabası vardır (karşı ideoloji tarafındakiler açısından). O dönem gazete ve dergilerde
tercüme ve telif olarak hikâyeler, romanlar, tiyatro, deneme, şiir, eleştiri ansiklopedik
bilgiler peşi sıra yayımlanmaktadır. Bunlar ilk olarak kendilerine gazetelerde yer bulur,
kimileri de dergiler üzerinden topluma ulaşır. Tiyatro Batı kültürünün yayılması ve
yaygınlaşmasında en önemli araçlardan birisidir. Tiyatrodan sonra roman türünün de ilk
örnekleri gazeteler vasıtasıyla topluma tanıtılmıştır. 1860’dan sonra gazeteler toplumun
çevirilerle batılılaşması konusunda edebi türlerle kendilerine bir mecra bulur. Tanzimat
168
Hayal gazetesinin ilgili makalesiyle alakalı bir kısmından alıntı: “…Biz tarih ve ilim ve ahlak ait olan
hikayelere muhtacız. Yoksa birinci kısımdan olanlara muhtaç olmadıktan başka tercümesinde hata etmiş
oluruz. Fransız ahlakı başka, Müslüman ahlakı başka. Onlarda muhassenattan madut olan ahlakın belki de
üçte ikisi bizde muzırdır. Bu halde böylelerini bizim tercüme etmemiz bastir” (Akbayar, 1985: 450).
Burada dikkati çeken, Müslüman yerine Türk kullanılmamış ve bozuk olarak nitelenen ahlakı da din
düzleminde ele almamış, Fransız demiştir. Bunun arkasında elbette bir takım saikler yatmaktadır ancak
bunlar konumuzun kapsamı dışında kalmaktadır. Netice olarak bakıldığında, çevrilmesi gereken eserlerin
ilmi eserler olması gerekliliği makalede görülmektedir. İşte böyle bir işlev görmektedir gazeteler bu
dönemde Osmanlı’da. Çeviriyle ilgili olumlu ve olumsuz değerlendirmeler basın yoluyla ortaya
konabilirdi. Ekler kısmında gazetede yayınlanan makalenin Latin harfleriyle basılmış olanı
bulunmaktadır.
177
döneminde kıraathaneler169 bir okuma salonuna dönüşür. Bir bakıma toplumun kitle
iletişimle buluşma merkezleridir bu yerler170.
Osmanlı’da gazeteciliğin köklerine kısaca gitmek gerekirse bunların ilki Fransızca Le
Bulletin de Nouvelles adında 1795 yılında yayınlanmıştır. Daha sonraki yıllarda iki
bülten daha bunu takip etmiştir. Diğerleri hemen hemen aynı yıllarda orta çıkmış La
Gazette Francaise de Constatinople ve Mercure Oriental bültenleridir. Fransız
İhtilali’nin ardından gönderilen bu gazeteler Osmanlı içerisinde de ihtilalin revaçtaki
kavramlarını yaymaya çalışmışlardır. İlginçtir ki Osmanlı da bu tarz gazetelere ilk
dönemde çeviriler üzerinden batılılaşma hareketlerine müsamahakâr bakmıştır. Belki de
bunun sebebi, çevirileri gerçekleştirenler arasında bürokratların olması ya da Osmanlı
bürokratlarıyla sosyal sermayesi gelişmiş aydınların olmasındandır. Ancak Osmanlı
iktidarı tarafından büyük bir tepkiyle karşılaşmamış olan bu kavramlar, İngiltere hariç
monarşi ile yönetilen diğer ülkeleri ürkütmüş, Fransa bunların birçoğu ile savaşa girmek
durumunda kalmıştır. Osmanlı, Fransa’daki monarşinin ortaya çıkmasını sağlayan
sosyal ve ekonomik dinamiklerden uzaktı, bu nedenle de bundan ürkmüyordu.
Matbaanın Osmanlı’ya çok geç gelmesi de Osmanlı’da basının sosyal hayatı çok geç
etkilemeye başlamasına neden oldu. Çünkü matbaa gazetenin ön koşuluydu, matbaa
olmadan gazetecilik yapmanın imkânı yoktu. Gazetecilik Fransız İhtilali’nin bir
armağanıydı Türkiye’ye. Onun sayesinde devletin sosyal, ekonomik ve siyasal değişimi
sağlanabilmiştir. Takvim-i Vekayi (1831)171 bu değişimi II. Mahmud’un önderliğinde
hızlandırmıştır. Takvim-i Vekayi reformlar zincirinin bir halkasıdır, yani bizzat kendisi
de batılılaşmanın sonucu olarak ortaya çıkmış ve bu uğurda işlev görmüştür. (Budak,
2013: 235, 245, 356-357). batılılaşma yolunda sadece reformları destekleyici haberlerle
değil, aynı zamanda yukarıda sayıldığı gibi birçok edebi türde çeviri yaparak da bu
gelişmelerin sağlanmış olduğu düşünülmelidir.
169
Ayrıca kıraat sözcüğü zaten okuma anlamı taşımaktadır. Yani Kıraathane denildiği zaman okuma
salonu
demektir
(http://tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.56056270045ff5.2469468
2 , 05.09.15)
170
http://www.historystudies.net/Makaleler/1299095106_8-Mehmet%20Ali%20Karaman.pdf (28.08.15)
171
Takvim-i Vekayi’nin Arapça, Farsça, Fransızca, Rumca, Ermenice, Bulgarca nüshaları çıkarılmıştır.
Bu gazeteyle birlikte II. Mahmud devlet yöneticilerine kendi politikasını bildirmek istiyordu ( Koloğlu,
1985: 70).
178
Ali Budak’a göre Osmanlı’nın sosyal alandaki modernleşmesi gazetelerle mümkün olur,
çünkü gazetenin geniş kitlelere nüfuz etme şansı o dönem tek araçtır Osmanlı
toplumunda. Budak, bu bağlamda şunları aktarır:
“Osmanlı İmparatorluğu’nda modernleşme, batılılaşma sürecinin askeri alanlardan
sosyal ve siyasal alanlara doğru genişlediği XIX. yüzyıldan bütünüyle hissedilmeye
ve tartışılmaya başlanmıştır. Bir bakıma, ülkenin hayatına zihnen değil, fiilen ve
zaruretten girmiş olan modernleşme, bütüncül bir projeye dönüşmüş, fikri, hatta
dini yaşantıyı bile çerçevesi içine almıştır. Bu özelliğiyle Türk modernleşmesi
özgün bir nitelik arz etmektedir. Osmanlı yöneticileri için modernleşmek, bir
hayat-memat meselesi olarak algılanmış; devletin varlığını ve misyonunu devam
ettirebilmesi tamamen buna bağlanmıştır” (Budak, 2013: 389).
İlginç olan şudur ki Tanzimat devlet adamları, otoriter bir devletin temsilcileri olarak,
Osmanlı Devleti’ndeki siyasal modernleşmeyi kendileri bizzat gerçekleştirmişlerdir
(Ortaylı, 1983: 64-65 aktaran Budak, 2013: 245). Bunun sebebi nedir? Oysa siyasal
modernleşme bizzat ellerinde bulundurdukları iktidarın/gücün paylaşılması demek değil
midir? Yukarıda bunun cevabı da verilmiştir; devletin bekasının bu koşulla sağlanacağı
inancı Osmanlı yöneticilerinde tam olarak yerleşmiştir, bu yüzden siyasi anlamdaki
modernleşmenin mimarları bizzat Osmanlı otoriter devletinin temsilcileridir.
Budak, Osmanlı İmparatorluğu’nda gazetenin işlevinden bahsederken şunları aktarır:
“Osmanlı İmparatorluğu’nda gazetenin ilk iki işlevi hemen belirginleşmektedir.
Bunlardan birincisi, devleti yönetenlerin kamuoyu oluşturma organı, ikincisi;
toplumun kitapsız geçen yüzyıllarının bilgi açığını kapatma vasıtası olmasıdır.
Zamanla bunlara, siyasal modernleşmenin en etkili enstrümanı olmak ve Batı
tesirinde yeni bir edebiyat meydana getirmek gibi, çok daha önemli ve dönüştürücü
işlevler de eklenecektir” (Budak, 2013: 385).
Bu açıdan “çağdaşlaşma yolunda bilim haberlerinin birçok örneği Takvim-i
Vekayi’den172 itibaren görülmektedir” (Budak, 2013: 385). Bu mülahazalarla Münif
Paşa halkı aydınlatma gayreti ile ansiklopedik bilgileri Avrupa matbuatından alıp Türk
okuyucusuna sıkıcı olmayan bir biçimde çevirmiştir (Ülken, 1997). O dönemde devlet,
yaptığı reformları anlatabilmek için çağdaş bir araca ihtiyaç duymuş, bu da öncelikle
gazete olmuştur. Çok ilginçtir ki “devletin memurları aynı zamanda devletin en ileri
muhalifleridir” bu bakımdan (Budak, 2013: 390). Yaptıkları, yapmayı arzuladıkları
reformların
altyapısını
ya
da
açıklamasını
172
bu
gazeteler
üzerinden
Bu gazete II. Mahmud’un desteğiyle çıkarılmış yarı özel bir gazetedir. Devletin siyasi emellerini
aktarıcı bir rol üstlenir daha çok. Resmi gazete gibi çalışır bir süre sonra.
179
gerçekleştirmektedirler. Bunda bizzat kaleme aldıkları yazıların yanı sıra siyasi, edebi,
bilimsel içerikli metinlerin çevirilerinin etkisi de bulunmaktadır.
1860 yılında Agâh Efendi ve Şinasi tarafından kurulan Tercüman-ı Ahval, siyasi içerikli
yayın yapmaya başlar. Yeni Osmanlıların fikir babası Şinasi, parlamenter sistemi
savunan siyasi görüşlere sahiptir, halkın da iktidardan pay almasını ister. Tanrının
verdiği aklın kullanılması gerektiğinden dem vurur. Bu ideolojik görüşlerini topluma
yaymak için Tasvir-i Efkâr173 gazetesi üzerinden Avrupa basınından çeviriler
gerçekleştirir. Şinasi’nin yazdıkları o kadar ilgi görmüştür ki, sonunda gazetesinin tirajı
rakiplerini geçer. Bunda belki de bu gazetenin aynı zamanda halk dilini ön planda
tutması, yani halk tarafından anlaşılır olması da etkendir. Şinasi Tercüman-ı Ahval’de
anlamsız gelenekleri yeren ilk yerli piyesi Şair Evlenmesi’ni yayımlamıştır. Tasvir-i
Efkâr’da Şinasi’nin Arap harfleriyle okumayı kolaylaştırıcı bir düzenlemesi neticesinde
bir tartışma patlak verir ve o dönemin Ruzname, Mecmua-i Fünun, Tasvir, Hürriyet,
Terraki ve İbret gazetelerinde bu konu tartışılır. Harflerden dolayı okuma yazmanın
zorluğundan bahsedilir ve Rum, Ermeni çocuklarının okula başladıktan 6 ay sonra
okuma yazmayı söktüğü ve buna karşın bizdeki başarısızlıklardan bahsedilir. Bir kısım
yazarlar da endişelerini ifade ederler bu konu hakkında ve bu gidişle yazı üzerindeki
tartışmalar yüzünden sonunda her İslami grubun kendine özgü bir yazı geliştireceği
tehlikesinden bahsederler. Gerçekten de 1876-78 savaşı yenilgisinden sonra Arnavutlar
Arap harfleri yerine Latin harflerinden bir alfabe oluşturma girişiminde bulunmuşlardır
(krş. Koloğlu, 1985: 77-78).
Şinasi’nin görüşleri kendinden sonra gelenlere tesir edecektir. Görüşlerine bakılınca
batılılaşma konusunda hem siyasi hem de kültürel planda çabalarının olduğu görülebilir.
Siyasi anlamdaki çabaları diğer Osmanlı aydınları ve bürokratlarıyla belirli bir noktada
örtüşse de halkın iktidarda pay sahibi olması adına o daha fazlasını arzulamıştır. Bu
minvalde de siyasi metinleri çeviri yoluyla paylaştığı görülür. Sadece Avrupa’dan siyasi
metinler çevirmez; aynı zamanda kendi yazdığı metinleri (Türk gazetelerine uygulanan
baskıdan uzak olan) diğer anasırın gazetelerinde yayınlar ve daha sonra oradan
173
Bu gazete de Şinasi’nin kurduğu bir gazetedir. Tercüman-ı Ahval’den ayrıldıktan sonra bu gazeteyi
kurar ve bu gazete de ciddi bir tiraja ulaşır.
180
Türkçeye çevirip kendi gazetesinde yer verir174. Bu şekilde sansürcü yaklaşımları
delmeye, engelleri aşmaya çalışır. Şinasi’nin ideolojik çeviriler yaptığı bunun gibi
yaklaşımlar ve yöntemler çerçevesinde görülmektedir. Çeviri bir kamuflaj olarak
iktidara karşı kullanılmakta ve geniş kitleler, Şinasi’nin ideolojik görüşü olan
parlamenter sisteme bu vasıta ile yaklaştırılmaya çalışılmaktadır. Yine halkın dilini
kullanma (basit ve anlaşılır), Arap harfleri üzerinde okumayı kolaylaştırıcı düzenlemeler
gibi tutumları sayesinde Şinasi’nin eski düzene yenilik getirmek için diliçi çeviriyi
kullandığını akla getirmektedir. Şinasi’nin günün koşullarında Gramsci bir ideoloji
yorumuyla, hegemonyaya karşı alttan gelen bir ideolojik mücadele yürüttüğü ve bunun
basın üzerinden çevirileri vasıtasıyla gerçekleştirdiği görülmektedir. Tirajlarının
yükselmesi ve diğer gazeteleri geçmiş olması da siyasi bir hakimiyeti kurabildiği
anlamını taşır. Çünkü okuyucuları kendisinin destekçileri olarak görülebilir. Bu
bakımdan kendisi de bir değişim öznesi olarak kabul edilebilir. Yeni Osmanlıların
öncüsü olarak hem milliyetçilik hem de özgürlükçü ideolojilerden beslenmektedir175.
İdeolojisinin etkisiyle siyasi ve kültürel sistemi dönüştürücü bir amacının olduğu
gazetesinde yayımlamış olduğu şair evlenmesi vb. ve Avrupa basınından çevirerek erek
kültüre kazandırdığı siyasi makalelerden anlaşılmaktadır. Şinasi’nin bir hami olduğunu
söylemek mümkün değildir, çünkü toplum üzerindeki egemen siyasi güç kendisine ait
değildir. Fakat bir değişim öznesidir, çünkü ortaya koyduğu telif ve çeviri ürünleriyle
basın üzerinden kitlelere ideolojisi doğrultusunda fikir sunmaktadır.
Osmanlı basın rejimi Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadarki süreçte değişkenlikler
göstermiştir. Dönem dönem yasaklar, dönem dönem tecritler, kapamalar bu zaman zarfı
için görülebilecek hadiseler arasındadır. Buna örnek olarak Koloğlu’nun şu alıntısına
bakmada yarar var:
“Kırım Savaşı’na kadarki (1855) dönemde, eğitici-bilgi nakledici tarafı ağır basan
bir Osmanlı basınıyla karşı karşıyayız. Amacı halka, kendi toplumundan üstün
174
Kırım savaşı sonunda İstanbul’da çıkarılan Avrupalı gazetelerin sayısı artmıştı. Onlara sağlanan
hürriyet ve hoşgörü aynı ölçüde Türkçe gazetelere sağlanmıyordu. Bu yabancı gazeteler açıkça kendi
ülkelerinin menfaatlerinin savunucusu olduğunda yazabiliyordu. Türkçe-dışı basının bu dokunulmazlığı
öyle bir dereceye varmıştı ki, Türk yazarlar bile bundan faydalanıyordu. Şinasi mesela, doğrudan
gazetesinde yazamadıklarını İstanbul’da çıkan Courrier d’Orient gazetesinde yayımlatıyor, sonra onları
Türkçeye çevirip kendi gazetesinde bastırıyordu (Koloğlu, 1985: 78).
175
https://de.wikipedia.org/wiki/Jungosmanen (09.09.10)
181
toplumların varlığını ve onlardan alacağı şeyler bulunduğunu kabul ettirmektir.
İslam’ın yapısı düşünülürse, Tanzimatçıların bu alanda basını çok cesur bir şekilde
kullanmış oldukları görülür” (Koloğlu, 1985: 72).
Kırım Savaşı gibi ya da Osmanlı Rus Harbi’nde olduğu gibi bazı dönemlerde basına
devletin eleştirilmesine yönelik sansür getirildiği görülmektedir. II. Meşrutiyet’e
yaklaşıldığında ise Meşrutiyet lehindeki haberlerin yasaklara rağmen gazete satırları
arasından yükseldiği görülür. Yine İttihat ve Terakki döneminde de bir tazyik söz
konusudur basın üzerinde. Sonuç olarak siyasi iktidarın ve dönemin zor koşullarının
devletin hayat mücadelesi verdiği dönemlerde basını susturma girişimleriyle kendi
hayatını uzatma yönünde doğru orantılı bir ilişki olduğuna inanan bir güç vardır. Elbette
çeviriler de bu doğrultuda etkilenmiştir. Siyasi çevirilerin yerini artık edebi çeviriler
özellikle bu dönemlerde almıştır. Edebi çeviriler siyasi bir tazyikin sonucunda ortaya
çıkmakta olduğundan dolayı Lefevere’nin belirttiği haminin etki gücünün de çeviri
literatürüne etkisini göstermesi bakımından iyi bir örnektir.
Basın sadece siyasi haber ya da edebi, sanatsal metinlerle uğraşmıyordu, aynı zamanda
bilimsel/teknik eserler de çeviriyordu. İster bilimsel/teknik ister sanatsal metinler olsun
her çeviri işinde olduğu gibi erek dilde var olmayan bir takım kavramların ya da
terimlerin sıfırdan üretilmesi gibi bir zor(unlu)luk ile karşı karşıya kalınması kuvvetle
muhtemeldi. Tam da böyle bir görevi o dönemki basın üstlenmektedir. Koloğlu bu
durumu şöyle nakletmektedir:
“Basının önemli bir işlevi de Avrupa’dan alınan kavram ve sözcükleri yerli dillere
yerleştirmek yönündedir. Osmanlı toplumunu oluşturan etnik grupların tümü
birden, en çok basın kanalıyla bunları dillerine mal ediyorlardı. Birçoğunda,
özellikle Arapçada, başlangıçta Batı kavram ve sözcüklerinin, resmi dil olan
Türkçe aracılığıyla yerleştiği saptanmıştır. Vapur (buhar), ceneral, gazete, kolera,
fabrika, kambiyo, familya, sigorta vb. sayısız sözcük Takvim-i Vakayi tarafından
Osmanlı toplumuna kabul ettirilmiştir” (Koloğlu, 1985: 73).
Bir zamanlar Latincenin Arapçadan gerçekleştirdiği çeviriler vasıtasıyla bünyesine
aldığı ve daha sonra Avrupa yerel dillerine çevirirken yine dağıttığı sözcükler gibi, 19.
yüzyılda Türkçenin de böyle bir görevi üstlendiği söylenebilir. Çünkü Türkçe de
Avrupa’dan aldığı sözcükleri kendi bünyesinde öncelikle karşılıklarını buluyor ve
egemen dil olması dolayısıyla da tebaasında bulunan ve yukarıda sayılan diğer dillere
aktarıyordu. Bu bakımdan gazetelerin kendi toplumlarını Batı istikametinde dil
altyapısını da hazırlayarak Tanzimat’tan beri, Cumhuriyet’e kadar yetiştirdiği
182
söylenebilir. Bu yöndeki çalışmalar sadece gazeteler üzerinden yürütülmemiştir, aynı
zamanda devletin kurduğu resmi kurumlar sayesinde de bu tarz altyapı çalışmaları
görülmektedir.
Yine bir nizamname ile kurulmuş olan devletin resmi kurumları olarak Babıali Tercüme
Odası ve Matbuat Müdürlüğü basınla ilgili görevler üstleniyorlardı. Koloğlu (1985: 79)
bunları şöyle sıralamıştır:
-“Siyasal nitelikli yayınlara ruhsat vermek
-Yayınların içeriğini (yayından sonra) kontrol etmek
-Gazetelere verilecek resmi bildirileri hazırlamak
-Avrupa’da Osmanlı Devleti aleyhinde yayın yapan gazete ve kitapların ülkeye
girmesini engellemek
-Bu kurallara aykırı davrananlar hakkında para ve hapis cezalarının uygulanması
Bu nizamname genel çizgisiyle kısa bir süre dışında 1909 yılına kadar yürürlükte
kalmıştır”.
Tanzimat Dönemi’nde geç de olsa fark edilen basının kamuoyunu etkileme gücü bu gibi
kurumlar vasıtasıyla frenlenmiştir. Çeviriler de bundan nasibini almaktadır. Fakat
burada daha çok Türkçe basın tesir altındadır, yabancı basın nispeten daha hürdür. Ülke
dışından gelecek ve Osmanlı Devleti aleyhinde yayın yapacak malzemeler ancak çeviri
ile bir işlev kazanabilirdi fakat bunun için önlemler yukarıda ifade edilen kurumlar
sayesinde alınmıştır. Dolayısıyla ideolojik çeviri süreci burada işletilmektedir; daha
baştan iktidarın ideolojisiyle ters düşebilecek eserler denetlenerek bunların çevrilmesi
engellenmekte, basındaki gerek çeviri gerek telif eserlere ön kontroller uygulanarak
sansür yapılmaktadır. Bu bakımdan, ideolojik çeviri demek sadece çeviriyi
gerçekleştirmek demek değildir, aynı zamanda metin seçimi ya da metnin çevrilmesini
engellemek de çeviri sürecinin bir parçası olduğundan yukarıdaki girişimler ideolojik
bir çeviri eylemi olarak değerlendirilebilir. Bu bakımdan siyasal nitelikli yayınlara
ruhsat vermemek eğer örneğin monarşik düzenin yerine halkın iktidarını yeğleyen
metinlerse bu ideolojik anlamda bir müdahale olarak sınıflandırılabilir. İktidar kendi
183
altını oyacak siyasi görüşlerin çeviriler yoluyla ve basın aracılığıyla kamuoyunla
paylaşılmasını istemez.
Yine böyle bir sansür dönemi olarak II. Abdülhamid dönemi sıkça dile getirilir.
Uluslararası siyasi ortamın karışık olması sebebiyle basın üzerinde ciddi bir denetim ve
sansür bu dönemde de hâkimdi. Özellikle de basının siyasi konulara girmemesi
isteniyordu. Basın da siyasal konuları ele alamadığından, derin edebi tartışmalara
giriyordu. Devletin tarihi sorunlarına dokunmadan edebiyat tartışmaları yapılıyor;
politika dışı bırakılan aydınlar enerjisini edebi konularını hararetli bir biçimde işleyerek
atıyordu. Bu dönemdeki eğilimin yanı sıra, bunun da öncesinde yani 1860-1878
arasında eğilim Avrupa dillerinden çevirilere yer verilmesinden yanadır (krş. Ataman,
2009: 45). Klasikler tartışması da bu iklimde filizlenmiştir. Ahmet Vefik Paşa
aydınlarının konu hakkında uzunca tartıştığı bir yazı kaleme alacaktır. Bu yazılarda
Avrupa’daki klasiklerin çevrilmesi konusu işlenecek, kimi yazarlar buna itiraz edecek
kimileri de çevrilmesi konusunda taraf olacaktır. Fakat bütün bu görüşler hangi aydının
hangi pencereden baktığıyla ilgili olacaktır. Teknik bir takım tahlillerin yanı sıra
ideolojik kaygıların bu tartışmaya da renk verdiği görülür. Yazın çevirileriyle ilgili
başlık altında bu konuya daha kapsamlı yer verileceğinden burada bununla iktifa
edilmektedir.
II. Meşrutiyet dönemi ilk kez sosyalist yayınlara girişilmiştir. Bunların arasında
Hüseyin Hilmi’nin çıkarttığı İştirak’i ve Sosyalist, İnsaniyet, Medeniyet, İdrak gibi
yayınlardan bahsedilebilir. Bu dönemde siyasi cinayetler, siyasi sürülmelerdeki
yoğunluk aslında gazetelerin artması ve özellikle siyasileşmesiyle doğru orantılıdır
denilebilir. Birinci Dünya savaşı öncesi mesela Ermeni basının ulaştığı zirve dönemdir.
Bu dönem ve öncesinde Türklük namına doğrudan bir milliyetçilik gazeteler arasında
yoktur, çünkü bu Osmanlı İmparatorluğu’nun (ideolojisine) çıkarlarına terstir. Fakat
Müslüman anasıra ait basın arasında Arnavut, Kürt, Arap milliyetçiliği yapanlar vardır.
Fakat savaş sonunda İttihat ve Terakki yanlıları ayakta kalır ve Osmanlı basınında
Türkçülük ideolojisi ancak bundan sonra ağırlık kazanmaya başlamıştır (krş. Koloğlu,
1985: 91-92). Aslında uluslararası ortam ve siyasi iktidarın bunun karşısındaki vaziyet
alışı ile Osmanlı’da basının rengi belirmektedir. Örneğin II. Meşrutiyet sonrası oluşan
184
serbestlik176 radikal ideolojilerden nakiller yapmayı (Hüseyin Hilmi örneği) mümkün
kılarken (gerçi bu yayınlar kısa ömürlü olmuştur) diğer taraftan da devletin bu
serbestliğe birinci dünya savaşı sonunda bir dur dediği ve Türk milliyetçiliği
kapsamında ulus devlet yaratma hayalleri paralelinde bir sansür uyguladığı ve çevirinin
de bu ideolojik kararlarla tesir altına alındığı iddia edilebilir.
Görüldüğü üzere ideolojik çeviri ve siyasi iktidarın birbiriyle oldukça güçlü bir ilişkisi
vardır; özellikle de otoritenin ciddi bir darlığa düştüğü, toplumda çalkantıların olduğu
dönemde.
Gazete
kitap
gibi
olmadığından,
yani
üretildiği
gün
tüketilmesi
gerekliliğinden dolayı halkın da rağbet edebileceği bir lisanda kaleme alınması icap
ediyordu. Türkçeyi genişletme, bilim ve sanat dili kılma arzuları çok evvelinden
başlamış ve pekişmişti. Gazeteler salt dönemin resmi politikalarını duyuran, yapılan
reformları halka güzel gösteren devletin araçları değil (Takvim-i Vekayi gibi) aynı
zamanda devletin bu politikalarını eleştiren ve eleştirdiği politikalar doğrultusunda
kendi önerileriyle eylemde bulunan aktörler olmuşlardır. Birçoğu batılılaşmayı
pekiştirici, sanatın tiyatro, edebiyat gibi şubelerinden bazı ürünleri çeviri yoluyla bu
gazeteler vasıtasıyla halka arz etmiş, Batı’daki fikri yazıları çevirmiştir. Fakat dikkat
edilmesi gereken şey dönemin basın sansürlerinin bu gibi sanatsal faaliyetlere, toplumu
bilimsel anlamda bilgilendirmeye yönelik metinlere uygulanmadığıdır. Daha çok
Osmanlı Devleti’ni zor durumda bırakabilecek siyasi eleştirel metinlere yönelik bir
sansür zemini arandığı ve uygulandığı görülür.
3.6. Tanzimat ve Erken Cumhuriyet Dönemi Kamu Kurumları ve İdeolojik Çeviri
Kamu kurumları Tanzimat ve Erken Cumhuriyet dönemlerinde çeviri üzerinde etkin bir
rol oynamıştır. Çeviriyi kendine görev edinenler ve hem Batı’dan hem Doğu’dan çeviri
gerçekleştirenler bu kamu kurumlarının bünyesinde ya yetişmiş ya da bizzat bu kamu
kurumlarında görevi gereği çeviri eyleminde bulunmuştur. Osmanlı’da batılılaşma
bizzat devletin bürokratları vasıtasıyla, bir bakıma kendi eliyle kendini dönüştürmesi
süreci olduğundan, bu süreci yine devletin kurumları vasıtasıyla gerçekleştirmenin
yolları aranmıştır. Bu bakımdan batılılaşma sürecinde devlet kurumlarının incelenmesi,
burada ideolojik manada bir çeviri eyleminin yapılıp yapılmadığına bakılması icap eder.
176
Koloğlu bu dönemi anlatmak için basın karmaşası tanımlamasını yeterli görmez ve basın anarşisi
ifadesini kullanır. (a.g.e.,1985)
185
Böyle bir araştırmayı baştan sona en ince ayrıntısına kadar gerçekleştirmek oldukça
derin ve müstakil bir araştırma gerektirecektir. Burada sadece bir başlık açılmış olan bu
konuya, kurumların kuruluş maksatlarını gösteren raporlar, gazetelerde ilan edilen
bilgiler ve bu kurumlarda rol almış önemli kimselerin icraatları tarih kaynaklarından
yararlanılarak irdelenecek ve kurumların ideolojik manada bir amaçlarının olup
olmadığını ve bunun çeviri yoluyla icra edilip edilmediği tespite kalkışılacaktır.
Gerçekleştirilen çeviri çalışmaları bakımından da hangi eserlerin çevrilmeye değer
görüldüğü, kurumların hangi eserleri çevirmek için programlarına aldığı da diğer bir
önemli veri olarak değerlendirilecektir; çünkü bir metnin tercih edilip diğerinin dışarıda
bırakılmasının dahi ideolojik boyutta bir çeviri kararı olabileceği düşünülmelidir. Tüm
bunların neticesinde devletin resmi kurumlarının belirli bir ideoloji bağlamında bir
çeviriye meyledip etmediği vuzuha kavuşturulacaktır. Bu bakımdan, iktidar ve siyasi
durum (içte ve dışta) burada önemli hale gelmektedir ki çeviri eserlerinin ne maksatla
çevrildiği/çevrilmediği (sansürlendiği) anlaşılsın ve böylelikle ideolojik çeviri olarak
tanımlanabilsin.
Öncelikle Tanzimat Dönemi eğitim kurumlarındaki dönüşüme dikkat çekilecektir,
çünkü çevirilerin buralarda kullanılması söz konusu olmuştur. Bu bakımdan çevirilerin
işlev gördüğü yerlerin yapısal anlamda dönüşümleri takip edilmelidir ki bu eserlerin
hangi maksatla çevrildiği ortaya çıkarılabilsin. Diğer taraftan da devletin kendi
bünyesinde faaliyet gösteren Telif ve Tercüme Daireleri, Tercüme Odaları vb. tercüme
yapılan kurullar ve kurumlar ele alınacaktır. Buradaki çalışanların devletin batılılaşması
yönündeki dönüşümünde başrol oynadığı gözden kaçırılmamalıdır. Öyleyse bu
kurumlardaki faaliyetler mercek altına alınmalı, kuruluş amaçları irdelenmeli ve
ideolojik çeviriye dönük veriler elde edilmeye çalışılmalıdır. Aşağıda araştırmanın bu
safhasında böyle bir süreç takip edilecektir.
3.6.1. Eğitim Kurumları
18. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı’da Batı ile kültürel ilişkilerden bahsedilemez.
Osmanlı’nın askeri ve siyasi üstünlüğünün bunda payı büyüktür. Diğer taraftan ve belki
de en önemli gerekçe ise İslami kültürün her alanda kendine yeteceği düşüncesidir
(Akbayar, 1985: 447). Esasa ait eserler bu bağlamda Cumhuriyet’e kadar, yani 20.
yüzyıla kadar ciddi anlamda planlı programlı bir biçimde çevrilmemiştir. Tanzimat ve
186
Cumhuriyet dönemlerinde devlet bünyesindeki Tercüme Müesseseleri eğitim öğretim
için sürekli bir çeviri faaliyeti içerisindedir, fakat kendini daha ziyade ameli ilimlerle
sınırlamıştır ve çeviri için mücerret eserlere çok daha sonraları müracaat olunacaktır177.
18. yüzyılın sonlarına doğru mühendishaneler178 kurulacaktır. Burada artık askeri
anlamda geri kalmışlığın, Batı karşısındaki eksikliklerin kabul edilmesi neticesinde
askeri-mühendislik alanında okullar açılacak ve bu okullarda gerek (Macar ve Fransız
asıllı) muallimlerin anlattıkları dersler gerekse eserler çeviri yoluyla öğrencilere
aktarılacaktır. Burada ders veren hocaların bazıları İngiltere’de eğitim almış
kimselerdir. Yine aynı hocalar Harbiye mektebinde de ders vermektedirler, yani birden
çok kurumda çalışan muallim, tercüman, gazeteci-yazar, bürokrat nitelikli kimselerden
bahsedilebilir (Ülken, 1997: 327). Askerlik alanındaki bu yenileşme, gelişme, ileri
(Batı) medeniyetleri yakalama hamlesi 19. yüzyılda tıbbiyelerin kurulmasıyla devam
etmiştir. Buralarda da İtalyanca, Fransızca ve çeviri yoluyla eğitim sağlanmıştır (Eruz,
2010: 100-101). Görüldüğü gibi teknik ilimlere ciddi mana bir yönelme söz konusudur
ve bunun da sağlanması için çeviri ana aktörlerden birisidir. Henüz Osmanlı’nın ruha ait
bir değişimi ve bu değişime direnen, eleştiri getiren tenkitkâr bir zevatı yoktur179.
Fakat Batı tarzı eğitim salt askeri planda kalmayıp toplumun daha geniş kitlelerine, daha
temele yayılması gerekliliği o dönem genel bir kabul olarak hem devlet ricalinde hem
de aydınlarda mevcuttu. II. Mahmut döneminde zorunlu hale gelen (Batı tarzı)
ilkokulların, I. Abdülmecit döneminde eğitimde iyileştirme hareketleri kapsamında
yabancı dil eğitimi veren, hatta azınlıklara yabancı dille eğitim yapmaya izin verilen
okullar takip etti. Osmanlı Devleti’ni düştüğü zor durumdan, Batı karşısındaki geri
kalmışlığından kurtarmak için II. Mahmud dönemindeki düzenlemeler arasında eğitim
kurumları önemli bir yer tutmuştur. Medreseler ise Batılı düşünce ve yaklaşımlara
soğuk durmakta ve bu bağlamda geliştirilen düzenlemeler karşısında mesafelidir. O
dönemde öncelikle medreselerin yanında Batı tarzı eğitim veren okulların açılması
177
Hilmi Ziya Ülken’in Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü adlı eserinin Tanzimat faslında bu bilgi
bulunmaktadır.
178
Mühendishanelerle ilgili ayrıntılı bilgi için Sakine Eruz, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun (1998) “Osmanlı
Eğitim ve Bilim Kurumları” adlı makalesine yönlendirmektedir.
179
Buradaki yargı ideolojik çevirinin muhtevasını daraltmamalıdır. Bir ideolojik çeviri salt ruha ait (yani
toplumsal kimliği/benliği değiştirici/dönüştürücü) eserlerin çevrilmesi değildir. Aynı zamanda kutsal
kitabın çevrilmesi, hem de daha önce hiç çevrilmediği biçim/amaç ile çevrilmeye kalkışılması ve bunun
toplumsal kimlikte yaratacağı dönüştürücü etki de ideolojik çevirinin bir parçasıdır.
187
medreselerin
günün
koşullarına
cevap
vermeyen
eğitimlerine
çözüm
olarak
görülmüştür. Dini eğitimden vazgeçme gibi bir düşünce söz konusu değildir; dini eğitim
vazgeçilmez durumdadır. İdadilerdeki müfredat180 incelendiğinde (Batı tarzı modern
olmasına rağmen) içerisinde dini eğitimin de önemli bir rol oynadığı görülecektir. Bu
bakımdan Tanzimat devri hala klasik dini eğitimin Osmanlı Devleti’nde önemini
yitirmediği, ancak bunun yanı sıra Batı tarzı eğitimin yaygın bir biçimde devreye
sokulduğu dönemdir.
Devletin bünyesinde oluşturulan Tercüme Müesseseleri vasıtasıyla bu Batı tarzında
eğitim veren okullara ders malzemesi çeviri vasıtasıyla üretilmiştir. Devletin yeni
teşekkülü okullarının anadilde (Türkçe) eğitim vermesi için birçok alandan pozitif
ilimlere ait eserler çevrilmiş, daha önce çevrilenler dil içi çeviriyle (Türkçe halk diline)
sadeleştirilerek eğitime hazır hale getirilmiştir. Tüm bunlardan maksat devletin ileri
medeniyet seviyesindeki Batı’yı yakalama arzusudur. Avrupa’daki devletler ulus devlet
olma süreçlerini anadile verilen önemle, 17 ve 18. yüzyıllardan başlayarak dernekler
kurulmak suretiyle ve eğitimin yaygınlaştırılması gibi yollarla sürdürmüşlerdir181. Bu
bakımdan Osmanlı Devleti de benzer aşamaları/ mesafeleri kat etme uğraşında olup,
devletin bekasını ileri seviye medeniyetlere yetişerek tesis etme uğraşındadır.
19. yüzyıla kadar Batı’da da bütün toplumların bünyesinde din eğitimi önemli bir yer
tutmaktadır. Örgün eğitim kurumlarının dışında ve yanında din eğitimi sağlayan yerler
vardır. Bu tarz bir eğitim sisteminden geçen nesillerin tesis edecekleri devletin de
onların aldıkları eğitimle bir bağlantı içinde olması beklenmelidir. Fakat 19. yüzyıla
gelince bir kırılma yaşanacaktır ve Avrupa’da pozitif felsefe; yani din dışılık revaçta
olacak, insanüstü bilgi ve kavramlar reddedilerek, her şey ferde ve ferdi olmaya
indirgenecektir. Bu anlayış Batı’da kendini eğitim sistemlerinde de göstermiş, pozitif
ilimlerin tahsili yoluna gidilmiş, klasik manada din devletin resmi eğitimi dışına
itilmeye başlanmıştır. Osmanlı’da da 19. yüzyılda ilmiye sınıfının, vakıfların ve
şahısların uhdesinde olan klasik eğitim, bundan sonra devletin bir görevi olarak tüm
180
Eylül 1873’te hazırlanan müfredat programına göre ilk idâdîlerde okutulan başlıca dersler şunlardır:
Kavâidi Osmâniyye, Arabî, Fârisî, kıraat ve kitâbet-i Türkî, târîh-i umûmî-i Osmânî, mükemmel hesap,
cebr-i âlî, coğrafya-yı umûmî-i Osmânî, jimnastik, mükemmel hendese, müsellesât-ı müsteviyye, resim,
Fransızca, Almanca, İngilizce (http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=210465,
06.09.15). Bunun yanı sıra bu kadar yabancı dilin veriliyor olması ileride Tercümanların yetişmesi için bir
altyapı oluşturduğu söylenebilir.
181
https://de.wikipedia.org/wiki/Sprachgesellschaft#Einfluss_und_Wirkung (06.09.15)
188
topluma yaygın bir biçimde takdim edilmek üzere ele alınmıştır. Burada Batı’dan farklı
olarak devletin ideolojik manada pozitif felsefeyi yüceltip, dini devre dışı bırakma
gayesi güdülmemiştir (zaten bu, açılan okulların müfredatından da anlaşılmaktadır).
Ancak din ile bilimi birbirine uyumlu kılarak bilimdeki geri kalmışlığın takviye
edilmesini temin etmek Tanzimat dönemindeki eğitim reformlarının altında yatan amaç
olarak değerlendirilebilir. Fakat buradan ideolojik bir ikicilik ortaya çıkmış ve mektep
ile medrese kavgası bu noktadan itibaren husule gelmiştir. Bir yanda modern bilimleri
teşmil eden kurumlar diğer yanda da dini temsil eden kemikleşmiş güçlü nüfuza sahip
bir yapı bulunuyordu182.
Netice itibariyle bu ikicilik devam ederken devletin bünyesinde görev alanların
görüşlerine ve dönemin siyasi şartlarına göre bu farklı ideolojiler birbirine üstünlük
kuracak ve bunlar da eğitime yansıyacaktır. Eğitim malzemelerini oluşturan kurumların
çeviri maksatlı tercih ettiği eserler de bu minvalde değişkenlik gösterecektir. Hüseyin
Özdemir’in 19. yüzyıldaki farklı ideolojilerin Osmanlı’da neler olduğu ve bunların
eğitimi nasıl etkilediği noktasında şu tespitleri önemlidir:
“19. asırda Avrupa’da sanayi devrimi ile daha çok iktisadi ağırlıklı (kominizim,
kapitalizm vb.) ortaya çıkan ideolojik akımlar, Osmanlı’nın son dönemlerinde
Türkçülük, Batıcılık, Osmanlıcılık ve İslamcılık şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu
ideolojilerden hangisi devlete hâkim olmuşsa, bu ideoloji devletin kurumlarına ve
eğitim politikalarına da yansımıştır. Sözgelimi II. Abdülhamid pan-islamist bir
görüşü benimsemiş, en çok Batı tarzında mektep açmakla birlikte, dini eğitim ve
terbiye sisteminden de vazgeçmemiştir. İttihatçılar daha çok Türkçülüğü ön plana
çıkarmış, Cumhuriyet’le de Türkçü-Ulusçu ve Batıcı fikirler devlete egemen
olmuşlardır”183
İttihatçıların devrinde dini eğitimle ilgili kesintiye uğratıcı bir faaliyet yoktur fakat
Türkçe ve tarih alanında telif ve tercüme çalışmaları yoğunluk kazanmıştır. Diğer
yandan Cumhuriyet devrinde artık Türkçü, ulusçu ve Batıcı fikirler devlette
egemenliğini tesis etmiştir. Bu fikirlerin karakteri din eğitimini umumi eğitimin dışında
tutmaya yönelik olmuş; tecrübi, yani pozitif ilimlere yöneliş sert bir biçimde Tevhid-i
Tedrisat kanunu (1924) ile tatbike konulmuş184, bu da dini sahada Tanzimat’tan beri
pozitif bilimlerin yanında eğitim faaliyetlerini sürdüren dini kurumların tasfiyesiyle
182
Buradaki değerlendirmeler Hüseyin Özdemir’in Eğitim, İdeoloji ve Din adlı makalesinden
yararlanılarak
aktarılmıştır:
(http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=463, 30.08. 15)
183
a.g.e. bkz. Hüseyin Özdemir
184
a.g.e. bkz. Hüseyin Özdemir
189
sonuçlanmıştır. Artık eğitimde seküler anlamda ideolojik bir keskin dönüş gerçekleşmiş
olduğundan toplumun eğitilmesine yönelik çevrilecek eserlerin de bu durumdan sonra
etkileneceği düşünülmelidir.
II. Meşrutiyet sonrası Turancı-Türkçü ideoloji, Cumhuriyetin kurulması ve ulus idealleri
kapsamında geriye Türkçü ideoloji bırakmış olsa da, 1930’dan sonra Batıcılık adeta
devletin resmi ideolojisi haline bürünmüştür. 1925 yılında Muallimler Birliği’nde
konuşan İsmet İnönü bunu şöyle teyit eden bir açıklama yapacaktır: “Hedefe varmak
için her cahilane itiraz ve teşebbüs bertaraf edilecektir. Kanunun (Tevhid-i Tedrisat kast
edilerek) bu husustaki salahiyetlerini bütün şümulü ile tatbikte en ufak bir tereddüt
gösterecek değiliz […]185. Devletin kendi görüşünü burada nasıl yürüteceğini tehditkâr
bir biçimde ifade ettiği görülmektedir. Tanzimat’tan beri güç kaybına uğrayan karşı
cephenin bu hegemon güç karşısında durma şansı söz konusu değildir, çünkü karşı
cephe tüm kurumları ile kamu otoritesini elinde bulundurmaktadır. Sadece devlet
kurumları değil aynı zamanda Batıcı eğitim modelleri artık çocuk dergilerinde de boy
göstermeye başlamıştır. Batıcı ulus idealleri doğrultusunda eğitim temelden yapılanacak
ve bu konudaki çevirilerin önü ideolojik amaçlar doğrultusunda açılacaktır186.
Bu bölümde buraya kadar Osmanlı eğitim kurumlarının kuruluşu, ıslah edilişi ve
bunların gerekçeleri görülmüştür. Bundan sonraki safhada eğitim kurumlarına eğitim
malzemesi tedarik eden ve bunun için de hem telif hem de tercüme yollarını kullanan
resmi müesseseler incelenecektir.
3.6.2. Bab-ı Âli Tercüme Odası (1821)
Divanı Hümayun Tercümanları Osmanlı anasırının Türk olmayanlarından seçilirdi. Bu
gelenek 16. yüzyılın başlarından başlayıp 19. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir.
Fakat 1821’de bu tercümanların bazılarının Yunan isyanını desteklemeleri, zafiyet
göstermeleri neticesinde bu kurumun yapısında değişikliğe gidilmiştir. Fakat devletin
bu görevi ifa eden kurumuna ihtiyaç duyması son bulmamış, tercüme edilmesi gereken
Rumca ve Fransızca evraklar için Mühendishane-i Hümayun Hocası Yahya Naci Efendi
ile oğlu Ruhiddin Efendi göreve getirilmiştir. Ancak Yahya Naci Efendi’nin diplomatik
dile hâkim olmadığı anlaşılınca Yahya Naci Efendi’nin birkaç yetenekli devlet
185
186
a.g.e. bkz. Hüseyin Özdemir
http://web.deu.edu.tr/ataturkilkeleri/ai/uploaded_files/file/dergi%2020-21/8.pdf (06.09.15)
190
memuruna Fransızca ve Yunanca dersi vermesi istenmiştir. Bir ara İstavraki adında bir
Rum onun yerine göreve gelip, Yahya Naci Efendi ders vermeye devam etse de, daha
sonra bu Rum güvensizlik nedeniyle uzaklaştırılmış ve Yahya Naci Efendi tercüme
işleriyle ilgilenmeye ve aynı zamanda ders vermeye devam etmiştir187.
Bu odada yetişen kimseler 19. yüzyılda Avrupa’da hatırı sayılır bürokratlar arasına
giriyordu. Çünkü 4 yıl süren eğitimleri esnasında sadece Fransızca değil, aynı zamanda
devlet işlerinden, genel manada bilime dair bilgiler de ediniyorlardı. Tercüme Odası’nın
kütüphanesindeki ödünç verme defterlerinden de anlaşılacağı üzere Tercüme Odası’nda
Fransızca öğrenen oda personelinin kütüphanede tarih, siyaset bilimi, diplomasi, iktisat,
felsefe, coğrafya branşlarında ayrıntılı okuma yaptıkları anlaşılmaktadır (krş. Balcı,
2006: 143). Aynı şekilde İngilizce sınıfı da Fransızca sınıfının yanında açılmış ve
tercüman yetiştirme işine girilmişti. Böyle bir kurumda yetişen çevirmenlerin ileride
devletin resmi görevleriyle iktifa etmediği görülecektir ve özelde de Avrupa’dan
çeviriler yaparak devletin modernleşmesine katkı sunacaklardır. Öncelikle bu katkıdan
maksat devletin bekasını temin etmek ve bunun için de en iyi yolların araştırılması
amacını gütmektir.
100 yılın üzerinde işlev gören bir kurum olarak Bab-ı Ali Tercüme Odası daha çok
devlet yazışmalarına odaklanmış fakat aynı zamanda bir dil kursu gibi kendi personelini
de yetiştirmiştir. Sadece kendi personelini değil, aynı zamanda topluma entelektüel
manada önderlik edecek kimlikler bu odada doğmuş ve büyümüştür. Cumhuriyet’in
kurulmasıyla beraber Dış İşleri Bakanlığı’na bağlanmıştır (Eruz, 2010: 121).
Babıali’nin yabancı konsolosluklarla yaptığı yazışmaları Rum tercümanların ağırlıklı
olarak çalıştığı Tercüme Odası yürütmekteydi. Rum asıllı baştercüman Yahya Efendi
hem tercümeleri yönetir hem de Mühendishane’de muallimlik yapardı. Yahya
Efendi’den sonraki baştercüman Musevi asıllı İshak Efendi’dir. Onun yönetiminde
Tercüme Odası bir Fransızca dil dershanesi niteliği de kazanmıştır. Burada Ali ve Saffet
Paşalar, Ahmet Vefik Paşa, Namık Kemal, Şinasi hem yetişti hem çalıştılar. Bir siyasi
görüşün, Osmanlı’yı kurtaracağına inanılan bir idealin yeşerdiği bir atmosferdir
Tercüme Odası (Günyol, 1985: 325).
187
Sezai Balcı (2006), “Osmanlı Devleti’nde Tercümanlık ve Bab-ı Ali Tercüme Odası”
191
Dündar Akünal önemli bir tespitte bulunmuştur. Ona göre Batı’ya perde aralayan ilk
çevirileri Bab-ı Ali Tercüme Odası’ndan gelme iki çevirmen yapmıştır. Akünal şunları
aktarır:
“Osmanlı Türk toplumunun yabancı olduğu Batı düşüncesinin, dünya görüşünü
içeren ilk çeviri 1859’da gerçekleştirilir. Berlin’den dönen Münif Paşa,
Aydınlanma çağı filozofları Fontenelle, Fenelon, Voltaire’den çeviridiği
diyalogları Muhtevrat-ı Hikemîye, Paris’ten dönen Şinasi de Fransız şairleri
Lamartine, La Fontaine, Racine ve Gilbert’den çevirdiği şiir parçacıkları ile
Telemaque’tan şiire dönüştürdüğü bir paragrafı Tercüme-i Manzume adıyla bu yıl
içerisinde yayımlarlar. Bu çevirilerle Batıya kapalı Osmanlı Türk sınırlarından içeri
ilk adımını atmış olur. Çevirenlerin dış ortak yanları, ikisinin de Babıali Tercüme
Odası’ndan gelmesi, ikisinin de Batı’yı görmüş olmasıdır” (Akünal, 1985: 452).
Şüphesiz böyle bir benzerlik onların Batı düşüncesinden eserler çevirmesi bakımından
tesadüfi olarak görülemez. Çünkü o dönem böyle yaygın bir çalışmadan da
bahsedilemez. O dönemde ağırlıklı olarak ameli ilimlere dair eserler çevrilmektedir
fakat Akünal düşünceye dair çalışmaların da bu iki çevirmen vasıtasıyla gerçekleştiğini
söylemektedir ve bunda muhakkak bir ilişki bulunmaktadır.
Bab-ı Ali Tercüme Odası’ndan yetişen aydınlar daha sonra gazetelerde, dergilerde boy
göstermişlerdir. Devlet kökenli kimliklerinden dolayı ekseriyetle Osmanlılık ideolojisini
benimsediklerine dair bir açıklama inandırıcı bulunabilir. Batı’dan yaptıkları çeviriler,
birçok defa siyasi nitelikli de olmuştur ancak devletin bekası maksat alınırken özün
korunması şartıyla liberal, demokratik siyasi değerlere geçiş istenmiştir. Burada özden
kasıt, Müslüman Osmanlı geleneğin korunmasıdır. Balkan savaşlarında sonra ise yine
özün korunması yanında Türkçü fikirlerin Osmanlılık fikrinin yerine yavaş yavaş
geçtiği görülecektir. Bu bağlamda milliyetçi ideolojiye dayanan siyasi amaçlar
doğrultusunda çevirilere başvurulacaktır. Bunlar ileride de görülecektir.
3.6.3. Encümen-i Daniş (1851) ve Diğer Eğitim Amaçlı Tercüme Kurumları
Akademik bir kurul niteliğindeki Encümen-i Daniş 1851-1862 yılları arasında faaliyet
göstermişti. Darülfünun kurulmadan evvel kurulan ve ona hazırlık maksatlı eğitim
öğretim kitapları hazırlayan bir kurul biçiminde çalışmalarını yürüttü. Darülfünunun
açılması çeşitli nedenlerle gecikiyordu. Fakat onun için ders kitaplarının seçilmesi ve
hazırlanması gibi konularda heyetler oluşturuluyordu. Avrupa’ya öğretim üyesi
192
yetişmesi için öğrenciler gönderiliyordu188. Sonunda 1863’de Darülfünun açıldı ve ilk
dersler verilmeye başlandı. 1914 öncesi Darülfünunda Fransız etkisinin olduğu
görülmektedir, fakat I. Dünya Savaşı sırasında gelen Alman kökenli profesörler
sayesinde Alman etkisinin yoğunlaşıp Fransız etkisinin azalacağı görülecektir
(Kuruyazıcı, 1998: 40). Avrupa ülkeleriyle yakınlaşma dönemsel olarak değişiklik arz
etmektedir. Bunda siyasi nedenlerin olmasının yanı sıra insan kaynağının gelip
gitmesinin de payı olduğu söylenebilir. Bu kendisini çevrilerde de gösterecektir.
Fransa’da bulunan, yaşayan ve tekrar memlekete dönen aydınların Fransız etkisinde
kaldığı, Almanya’da benzer bir süreç geçirmiş aydınların da Alman etkisini taşıdığı ve
çevrilecek eserleri, metinleri, görüşleri bu bağlamda da seçtikleri görülmektedir.189
Encümen-i Daniş özellikle Osmanlı padişahlarının da kültürel reformlarla ilgilendiği bir
döneme rast gelir. Avrupa bilimi bu dönemde Avrupai tarzda müesseselerin açılmasıyla
alınmaya çabalanır. Encümen-i Daniş kurulmadan neredeyse çeyrek asır evvel bunun
altyapısı II. Mahmud dönemi ilköğretimin zorunlu hale gelmesiyle başlayacaktır
(Kayaoğlu, 1998: 49).
Eğitimle ilgili danışma meclisinin (Meclis-i Muvakkat) sunduğu raporlar çerçevesinde
Darülfünun binası yapıldıktan sonra Encümen-i Daniş’in kurulması ve bu kurumun
Darülfünunda okutulacak kitapları hazırlama görevini yürütmesi tavsiye edilmiştir
(Kayaoğlu, 1998: 49). Bu kitaplar gerek telif gerekse tercüme yoluyla temin edilecektir.
1 Haziran 1851 tarihinde Takvim-i Vekayi’de Encümen-i Daniş’in üye isimleriyle
beraber açılması duyurusu yapılıyordu. Bu duyuruyu yapan Ahmet Cevdet Paşa idi.
Kendisinin medeniyet kavramından anladığının ne olduğuna bakılırsa eğer bu kurumda
çevirilerin yapılış amacı daha kolay anlaşılabilir. Ahmet Cevdet Paşa, medeniyetin
temelde öze bağlı kalarak, her şeyden önce maarife önem vermekle yakalanabileceğini
söyler.
Devletin asli görevinin bu medeniyet gelişimini eğitim yoluyla sağlamak
olduğunu, tarihte de medeniyet gelişimini sağlamış olan toplumların diğerlerine hâkim
ve galip olduklarını belirtir. Bu medeniyet vurgusundan sonra ilim erbabının teşvik
edilmesi ve dilin sadeleştirilmesi, bu sayede halkın eğitilmesine değinir. Eskiden de
güzel eserler neşredilmiştir fakat dillerinin ağdalı olması ya da başka dillerde kaleme
188
189
1864-1876 arasında öğrenciler Paris’e gönderildi (Eruz, 2010: 109).
bkz. yukarıdaki Akünal alıntısı.
193
alınmış olması toplumun bundan bir şey anlamamasına neden olmuştur ve artık halkın
anlayabileceği dille eserlerin kaleme alınması istenir; zaten medenileşen halkların da
eğitimin bütün halka yayılmasıyla medenileştiğine dikkat çeker. Ahmet Cevdet Paşa bu
maksatları Takvim-i Vekayi’de sıralamış ve bu şekilde Encümen-i Daniş’in açılmasıyla
ilgili duyuruyu yapmıştır. Encümen-i Daniş’in açılmasıyla ilgili Meclis-i Muvakkat
raporuna bakılacak olursa; kurulacak olan üniversitede okutulmak için telif ve tercüme
eserlerin hazırlanması, İslam âlemindeki önemli eserlerin Farsa ve Arapça olmasından
dolayı bunlar ile Batı’daki önemli eserlerin de Türkçeye aktarılarak halkın anlayacağı
bir dile çevrilmesi amaçlanmıştır (krş. Kayaoğlu, 1998: 54-61). Buradan da anlaşıldığı
üzere Encümen-i Daniş üyelerinden ve Encümen-i Daniş’in açılış duyurusunu yapan
Ahmet Cevdet herhangi ideolojik bir amaç serdetmemiştir. Burada toplumun medeni
toplumlar seviyesine çıkarılması bakımından kendi özünden vazgeçilmeden hem Batı
hem de Doğu’dan büyük eserlerin Türkçeye kazandırılması amaçlanmıştır. Dolayısıyla
tek kutuplu, toplumu bir tarafa toplayıcı, hem de kendi özünden uzaklaştırarak, bir amaç
telakki etmek mümkün değildir ve bu bakımdan da ideolojik bir çeviri anlayışı
görülmemiştir. Mardin’den ideolojinin kimlik imal etme süreci olduğu nakledilmişti;
burada öze dair bir değişim amaçlanmadan çeviriler vasıtasıyla salt bilimde ve teknikte
ilerleme gayreti hedeflenmiştir. Elbette bilim ve tekniğin öze tesir ettiği iddia edilebilir;
fakat burada yine Mardin’in Din ve İdeoloji adlı eserinde naklettiği sert ideolojik
maksatların bulunmadığı görülecektir. Yoksa bildiği üzere, Bulut’un da belirttiği gibi
her nevi dil ve kültür kullanımlarının, dolayısıyla kültürü geliştirici süreçlerin de
kimliğe tesir edeceği noktasında bir ideolojik çeviriden bahsedilebilir. Varılmak istenen,
altı çizilmek istenen husus; Cumhuriyet Türkiye’sinde olduğu gibi özden kopucu bir
ideolojiden bahsetmenin mümkün olmamasıdır. Yani toplumun temel kimliğini
oluşturan din, gelenek gibi direklerin yıkılması amaçlanmamıştır. Belki de Ahmet
Cevdet’in maksadı, tüm bu çeviri süreçleriyle din, gelenek vb. asla dair (öz) kimliğin
korunması ve geliştirilmesidir. Ahmet Cevdet Paşa’nın böyle düşündüğü şu satırlarla da
desteklenebilir: “Mecelle'yi kaleme alarak İslam hukukunu sağlam bir dille kitaplaştıran
kişidir. Şekilde batı prensiplerini uygularken özünde şer’i prensiplere bağlı kalmayı
uygun
gören
bir
hukuk
(https://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmed_Cevdet_Pa%C5%9Fa
anlayışı
,01.09.15).
vardı”
Bu
anlayış
sadece Ahmet Cevdet Paşa’da değil, Tanzimat’tan Balkan savaşlarıyla Türk
194
milliyetçiliğin patlak vermesi ve hatta II. Meşrutiyet sonrası Türkçü ve Batıcı
ideolojinin kendini hissettirmesine kadar, tüm çeviri faaliyetlerinde böyle genel bir
karakterden bahsedilebilir. Ancak II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’in kurulmasına ve
oradan ilk dönem devrimlerin niteliğine bakıldığında Batıcı, laik ve seküler bir devlet
yapısına bürünmeyle özden kopuşun fiilen bir devlet ideolojisi haline geldiği
görülebilir. Sonrasında sosyal alanda da bunun tesirlerinin milliyetçilik referans alınarak
ve dil, tarih ve dini reformların gerçekleştirilmesi (din reformu tamamlanamamıştır)190
suretiyle de çevirilerin amacı değişmiştir.
Kayaoğlu, Encümen-i Daniş’in kurulmasını Osmanlı Devleti adına bir kültür hamlesi
olarak nitelemektedir (1998: 63). Hangi eserin seçileceği devletin bünyesinde
kararlaştırılacaktır. Buna göre Meclis-i Maarif-i Umumiye’de bir eserin çevrilmesi
uygun görülürse bu Encümen’e havale edilecek ve Encümen de kimin çevireceğine
oylamayla karar verecektir. Bir eserin çevirisinde en fazla uyulması gereken kural ise, o
eserin sade bir Türkçeyle çevrilmesidir, çünkü halkın tamamının anlayabileceği bir dil
Encümen-i Daniş’in kuruluş maksadına uygun düşmektedir (Tanpınar, 1956: 114
aktaran Demez, 2007: 47). Burada ne çevirmeni tercih ediş biçimi ne de çeviri metni
belirli bir ideolojiye kurban edilmediği, metinlerin bir heyet tarafından tercih edildiği ve
görevin en iyi çevirebilecek kimseye tevdi edilmesi beklendiği görülmektedir, bu durum
ideolojik diye nitelenemez191. Halkın anlayabileceği dilde çevirilerin yapılması ise erek
odaklı bir yaklaşım ve halkın eğitilmesine yönelik bir teşebbüs olarak açıklanabilir.
Kayaoğlu Tanpınar’dan nakille, Encümen-i Daniş’de çevrilen ve telif olunan eserlerin
tarih, coğrafya, riyaziye, iktisat, tabiat ilimleri gibi muhtelif bilgi şubelerine ait
olduğunu ve bu eserlerin arasında yeniçağlar tarihine dair olanların ön sıralarda yer
aldığını belirtmiştir. Tanpınar’a göre, tarih ilmine özellikle yer verilmektedir, bunun
sebebi ise Tanzimat Dönemi’nde yenilik hareketinin başında bulunanların memleketin
190
Bkz. Düccane Cündioğlu (1998), Cumhuriyet İdeolojisi ve Kur’an Çevirileri
Burada aktarılmamış olsa da çevirmen tercihleri heyet tarafından yapılacaktır ve liyakate bakılacaktır.
Ancak yine de kurul üyesi olan herkes aynı eseri çevirebilir ve bu durumda iki ya da daha fazla eser
karşılaştırılarak en iyisi tercih edilecektir diye bir ibare Encümen-i Daniş’in kuruluş nizamnamesinde
bulunmaktadır. Bu da çevirmen tercihinde ideolojik bir maksat olmadığını gösterir. Diğer yandan
çevirmenlerin isim listesi verilmiştir. Bu çevirmenler arasında Rum’undan Ermeni’sine kadar birçok etnik
kimlikten kimseler mevcuttur; yine bu da dönemin Osmanlı anasırının dikkate alındığını, belirli bir
kayırmanın olmadığını gösteren bir kanıttır. Bu konuda Tacettin Kayaoğlu’nun (1998) eserinde Encümeni Daniş başlığı incelenebilir.
191
195
siyasi terbiyesini sağlamak ve ona bir ufuk açmak için tarih disiplinini lüzumlu
görmeleridir (Kayaoğlu, 1998: 77).
Encümen-i Daniş’in bilinen Türkçe halk diline aktardığı -gerek dil içi gerekse diller
arası çeviri ile-eserler şunlardır:
1. Kavaid-i Osmaniye (Türkçe Dilbilgisi Kitabı)
2. Tarih-i Cevdet (Tarih Kitabı)
3. Mukaddime (Tarih Kitabı)
4. Tarih-i Umumi (Tarih Kitabı)
5. Tarih-i Kudema-yı Yunan ve Makedonya (Tarih Kitabı)
6. Avrupa Tarihi (Tarih Kitabı)
7. Beyanü’l-Esfar (Tarih Kitabı)
8. İlm-i Tedbir-i Menzil (ekonomi-politik)
9. Vücud-ı Beşerin Suret-i Terkibi (Anatomi Kitabı)
10. Avrupa’da Meşhur Ministroların Tercüme-i Hallerine Dair Risale (Biografi)
11. Mufassal Tarih-i Umumi Yazdırma Teşebbüsü (Tarih Kitabı)
12. Tarih-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniye (Tarih Kitabı)
13. İlm-i Tabakat-ı Arz (Jeoloji)
14. İmla Çalışmaları (Türkçe İmla)
15. Lugat Çalışmaları (Sözlük) (Kayaoğlu, 1998: 78-88)
Bu araştırmanın yöntemi bakımından, şayet bir girişimin niyeti okunabiliyorsa, bu niyet
eyleme geçirilmiş sayılacak kadar veri değeri elde edilmiştir demektedir. Dolayısıyla
yukarıdaki eserler çevrilmiş olsun ya da heyetçe çevrilmesine karar verilmiş olsun,
ideolojik çeviri eyleminin niyet aşamasında tahakkuk ettiği söylenebilir; eğer çeviri
gerçekleşmeden evvel bir ideolojik maksat hâsıl olmuşsa bu, taslak aşamasında da
okunabilir, görülebilir. Ancak yukarıdaki eser listesi ve Koloğlu’nun yorumundan da
anlaşılacağı üzere ideolojik bir maksat Encümen-i Daniş açısından görülmemektedir.
Kurultay da Encümen-i Daniş’in çalışmaları hakkında bir belirsizliğin olduğunu dile
getirmektedir. Bunun yanı sıra dil, sözlük, tarih, jeoloji, iktisat ve politika alanında
çeviri
ürünlerinin
olduğunu
söyleyerek
196
Kayaoğlu’nun
aktardıklarını
da
doğrulamaktadır. Kurultay, bu eserlerin kaynak diline bakınca 7’sinin Fransızca ve
3’ünün de Arapça olduğunu, kalanların da başka dillerden olduğunu ifade eder
(Kurultay, 1999: 20 aktaran Demez, 2007). Fransızcanın ağırlıklı olması anlaşılır bir
durumdur; daha önce de belirtildiği gibi Alman etkisi I. Dünya Savaşı esnasında gelen
profesörlerle kendini hissettirmiştir ama bundan evvel Fransızca gerek bu akademide
gerekse Darülfünun’da kendini göstermektedir. Bu etkileşim gayet normaldir.
Encümen-i Daniş’ten başka aynı döneme denk gelen ve Encümen-i Daniş’in
üyelerinden bazılarının da mensubu olduğu bir girişim olan Cemiyet-i İlmiye-i
Osmaniye adında başka bir cemiyet bulunmaktadır. Encümen-i Daniş’in fen bilimleri
alanındaki eksiklikleri bu cemiyet tarafından giderilmek istenmiştir. İhsanoğlu’na göre
bu, Türk aydınlarının modern bilim ve kültürü yaymak için kendi aralarında kurdukları
ilk dernektir. Bu derneğin bir dergisi mevcuttur ve Avrupa’daki dergilerden bazı yazıları
çevirerek derlemektedir. Eruz’a göre bu kurumların amacı genelde çeviri kanalıyla öteki
kültürü tanıtarak çağdaş Batı Uygarlığı seviyesine ulaşabilmektir. (İhsanoğlu 1998: 347;
Yazıcı, 2005: 54-55 aktaran Eruz, 2010: 120). Neslihan Demez’in Cemiyet-i İlmiye-i
Osmaniye ve Mecmua-i Fünun adlı makalesine bakılacak olursa gönüllü olarak halka
verilen derslerin esasa ait olmadığı, halkın cehaletten kurtulmasına yönelik faaliyetlerin
yürütüldüğü görülmektedir. Buralarda bilim, dil, politika, ekonomi ve genel tarih
dersleri verilmektedir. Politika derken belirli bir ideolojiye dönük, onun ürettiği siyasi
fikirler anlaşılmamalıdır; Demez’in makalesinden anlaşıldığı üzere ilim odaklı bir
yaklaşım benimsenmiştir, bu da bu kurumun ideolojik planda girişiminin bulunmadığını
doğrulamaktadır. Makalenin başlarında Cemiyetin Kuruluş Nizamnamesi de buraya
kadar bu cemiyetle ilgili yapılan değerlendirmeleri teyit eder niteliktedir (Demez, 2011:
196-209).
Tercüme Cemiyeti (1865)
Maarif-i Umumiye Nezareti’ne bağlı bir Tercüme Cemiyeti ihtiyacı hâsıl olmuştur.
Çünkü Encümen-i Daniş’in 1862 yılından sonra işlevini yitirmesi söz konusu olunca,
çeviri ihtiyacının karşılanması istenmiştir192. Tercüme Cemiyeti okul işlerinde
192
“Eğitimin bir kademesinden sorumlu, ilk bakanlık olan Mekatib-i Rüştiye Nezareti’nin 1839’da
kurulmasından önce 1838’de Meclis-i Umûr-ı Nâfia adında bir kurul oluşturulmuştur. Bunun dışında
1845'te Maarif-i Meclis-i Muvakkat ve 1846’da da Maârif Meclisi kurulmuştur (Akyüz, 2010). Ayrıca
197
kullanılmış, Rüştiyelerde okutulmak üzere kitap tercüme etmiştir (Koç, 2009: 110).
Ancak bütün azınlık ve yabancı okullarda devlet lisanına (Türkçe) gereği gibi
ehemmiyet verilmeyerek zorunlu bir biçimde Avrupa dilleri öğretilmektedir. Bu siyasi
yönden de kötü tesirler doğuracaktır ve bu yüzden Tercüme Cemiyeti devreye
sokulmuştur. Kuruluş gayesi aslında tüm halk ve özellikle okullardaki öğrenciler için
eğitim ve öğretim malzemesinin Türkçeye aktarılmasını sağlamaktır. Diğer bir maksadı
da çevrilen eserlerin iyi mi kötü mü çevrildiğini kontrol etmek fakat aynı zamanda
bunların zararlı mı yararlı mı olduğunu anlamaktır (Kayaoğlu, 1998: 119-124). Tercüme
Cemiyeti, Osmanlı’nın Batı medeniyetinden kendini esasa ait meselelerde farklı
gördüğü bir dönemde teşekkül etmiş ve bu bakımdan da bu farklılıkların özellikle ahlaki
planda denetlenmesi ve genç nesillerin çeviriler yoluyla zehirlenmemesi gerekliliğini
sağlamada faal olmuştur. Bu bakımdan uygulanacak bir sansürün altında farklı
kimliklerin birbirini tecrit etmesi durumu söz konusu olduğundan bu eylemin ideolojik
bir yönünün bulunduğu ve Osmanlı’da özellikle II. Abdülhamid döneminde bu gibi
sansür mekanizmalarının çalıştırıldığı ileride de görülecektir. Ayrıca bünyesinde
Osmanlı anasırından kimseleri de barındırarak, milliyetçi bir anlayıştan çok Osmanlılık
ideolojisiyle çalışmalar yürüttüğü anlaşılmaktadır193.
Telif ve Tercüme Dairesi (1879)
Her ne kadar Osmanlı Devlet ricali tercüme işine her dönem ehemmiyet vermiş olsa da,
zamanın şartları dolayısıyla bu resmi tercüme kurumları kültür yaşantımıza yeni görüş
ve fikirler katacak çok fazla yeni tercüme eser kazandıramamıştır (Kayaoğlu, 1998:
149). II. Abdulhamid dönemi (1876-1909) eğitim ve öğretime çok önem verilen bir
dönem olup bu doğrultuda Maarif Nezareti’nin içinde gerçekleştirilen değişiklikler
doğrultusunda Telif ve Tercüme Dairesi oluşturulmuştur (Koç, 2009: 112). Bu dairede
yapılan çevirilerle ilgili bilgi yoktur. Bu dönemde de verimli bir çalışmadan
1851’de oluşturulan Encümen-i Daniş de ileriki yıllarda açılması tasarlanan Darülfünun’un kitaplarını
hazırlamak için oluşturulmuş bir kuruldu. Maarif-i Umumiye Nezareti adıyla 1857 yılında ilk kez bütün
eğitim sisteminden sorumlu bir bakanlığın kurulmasından sonra da 1865’te oluşturulan Tercüme Cemiyeti
ve 1869'da kurulan Meclis-i Maarif-i Kebir, Eğitim Bakanlığı bünyesinde eğitimle ilgili konularda bir
karar mercii olarak işlev görmüşlerdir. Ders Programı Heyeti (1920) ve Telif ve Tercüme Dairesi (1922)
ve 1926 yılında kurulan Talim ve Terbiye Kurulu da aynı fonksiyonu yerine getirmişlerdir” (Ataünal &
Özalp, 1977 aktaran, Erdoğan, 2014: 332).
193
Şeref Etker, Vahan Efendi (H.S. Vahanyan) Ve Kimya Biliminin Temel İlkeleri / Isgızpunk Kimiagan
Kidutyan, İstanbul, 1853
198
bahsedilemez. Devletin bu konuda ne kadar iyi niyeti bulunsa da, devamlı değişen
maarif nazırları (nezarete bağlı tercüme daireleri de bundan etkilenmektedir), maddi
yetersizlikler ve eleman eksikliği çalışmaları baltalamıştır. Bir süre sonra bu dairenin
beyhude olduğu kararına varılmış, yürüttüğü faaliyetler 1881 yılında kurulan Encümen-i
Teftiş ve Muayene Heyeti tarafından devralınarak Tercüme Dairesi kapatılmıştır
(Kayaoğlu, 1998: 157)194. Telif ve Tercüme Dairesi’nin Encümen-i Teftiş ve Muayene
Heyeti tarafından devralınması aslında ideolojik çeviri bakımından manidardır. Çünkü
artık devralan kurumun adından da anlaşılacağı üzere çeviriler doğrudan teftiş
edilmeleri icap eden, zararlı içeriklere sahip olması muhtemel yayınlar olarak telakki
edilmektedir. Bu bakımdan bir engelleme yapılmamış olsa dahi, böyle bir engelin
konulmasına yönelik kurum oluşturmanın ve Telif ve Tercüme Dairesi’ni de bunun
içine almanın ideolojik bir eyleme dönük bir görünüm sergilediği düşünülebilir. Yapılan
sansürlerle ilgili (eğer yapıldıysa) elde veri olmadığı için doğrudan bir ideolojik çeviri
müdahalesinden bahsedilemez ancak salt dairenin adı dahi dairenin nasıl bir maksadı
haiz olduğunu ortaya koyduğundan burası ideolojik çeviri eylemine müsait olarak
sınıflandırılabilecek bir kurum olarak değerlendirilebilir. Burada da akla Lefevere’nin
hami kavramı gelmektedir; hamiler illa özneler değildir, Lefevere bunların kurum da
olabileceğini belirtmiştir195.
Telif ve Tercüme Dairesi (1912)
Her devirde maarif yeniden elden geçirilmekteydi, çünkü Osmanlı’nın 18. yüzyıldan
başlayarak 19. yüzyılda hız kazanan batılılaşma hareketleri kendini özellikle maarif
sahasında hissettiriyordu. Bu bakımdan gelen her padişahın bu alanda yenilikler
yapmaya, eskileri revize etmeye kendini adeta mecbur hissettiği anlaşılmaktadır. Telif
ve tercüme işleriyle ilgili bu kadar resmi dairenin kurulup kapatılması, yetkilerinin
dönemin siyasi koşullarına göre değiştirilmesi bu yönde sancıların olduğunu ortaya
koymaktadır.
Yine böyle siyasi koşulların değiştiği bir dönem de II. Meşrutiyet Dönemi’dir.
Meşrutiyetin ilanıyla beraber bir serbestlik ortamı hâsıl olmuş ve bu ortamda yeniden
194
Mine Yazıcı, o dönem hala Cumhuriyet gibi bir Batı yönelişi olmadığı ve Doğu dil/kültürüne
ehemmiyet verildiği için istenilen başarıya ulaşılamadığını savunur (2005, s. 53-57 aktaran Yüce,
2006:212).
195
İkinci bölümde Lefevere’nin aktarıldığı yere bakınız.
199
devlet denetimlerden çok, serbestlik ortamının gerektirdiği üretim aşamasına
dönülmüştür. Tam da Telif ve Tercüme Dairesi 1912 yılında böyle bir maksatla daha
geniş kadrolarla hayata geçirilmiştir. Dairenin vazifesi olarak umumi eğitimin
geliştirilmesi, dersler için ihtiyaç duyulan ders kitaplarının telif ve tercüme edilmesi,
medeni okullarda, neşredilen faydalı eserlerin takip edilmesi amaçlanmıştır. 100’ün
üzerinde eser yayınlayarak çalışmaları açısından Telif ve Tercüme daireleri arasında en
verimli daire bu daire olmuştur. Eserler; fizik, kimya, hendese, ziraat, tarih, hukuk,
felsefe, dil, pedagoji, sağlık, kozmografya, coğrafya, fizyoloji gibi sahalarda
yayınlanmıştır. Yayınlar eğitim müesseseleri ve halka yöneliktir. 1919 yılında
Prusya’dan gelen bir müşavirin tavsiyeleri doğrultusunda bu daire kaldırılmıştır. Fakat
Osmanlı Dönemi’nde en başarılı Telif ve Tercüme Dairesi bu son dönemdeki olmuştur
(Kayaoğlu, 1998: 158-160, 195). Sonraları Telif ve Tercüme Dairesi de kaldırılmış,
Talim ve Terbiye Dairesi Milli Eğitim Bakanlığı’nın danışma ve karar organı olarak
çalışmalarına başlamıştır (Özyazgan, 1993 aktaran Kırpık ve Tokdemir, 2014: 383).
Bundan sonraki daireler 1920’den itibaren tıpkı diğer devlet kurumları gibi artık
Ankara’da tesis olunacaktır. Buraya kadarki dairelerin hemen hemen benzer maksatlarla
kurulduğuna şahit olunur. Bu çalışmada Tanzimat Dönemi diye nitelenen tarihsel kesim
elbette kendi içerisinde siyasi ve sosyal anlamda farklı kırılma noktaları yaşamıştır.
Ancak Erken Cumhuriyet Devri’ne kadar bu kırılmaların belirgin bir fark doğurmadığı
söylenebilir. Asıl Cumhuriyet Devri’nde siyasi ve sosyal alanda ciddi bir kırılmanın
yaşandığı görülecek ve bunun da çeviriye tesiri bariz bir biçimde ortaya çıkacaktır.
Maarif Vekâleti Ankara (1920):
1920’den sonra Ankara’da yeni devletin kurumları tesis edilmeye başlanmış, Maarif
Vekâleti bünyesinde bugüne kadar ortaya çıkan Telif ve Tercüme Daireleri, Ankara’ya
geçerken terbiyeci ve ilimci bir mahiyette olacağının sinyallerini vermeye başlayarak
farklı bir karaktere bürüneceğini göstermiştir (Kayaoğlu, 1998: 198).
1920 yılında Muvakkat İcra Encümeni’nin Fevzi Çakmak başkanlığındaki ilk İcra
Vekilleri Heyeti Programında maarif alanında yapılacaklar Telif ve Tercüme konularını
da ilgilendirmektedir. Çünkü maarif politikaları demek o dönemde devletin resmi çeviri
politikalarının da nasıl teşekkül edeceğinin sinyallerini vermesi bakımından önemlidir.
Artık Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atılmaktadır ve bu bakımdan da yeni dönemde
200
nasıl bir yön çizildiğini, çeviriye nasıl bir rol biçildiğini anlama bakımından bu ilk
toplanan heyetin maarif alanında yapacaklarına bakmakta yarar bulunmaktadır:
“Maarif işlerinde gayemiz: Çocuklarımıza verilecek terbiyeyi her manasıyla dini ve
milli bir hale koymak ve onları cidal-i hayatta muvaffak kılacak, istinadagahlarını
kendi nefislerinde bulunduracak kudret-i teşebbüs ve itimad-ı nefs gibi seciyeler
verecek, müstahsil bir fikir ve şuur uyandıracak bir derece-i aliyeye isal eylemek,
tedrisat-ı resmiyeyi, bütün mekteplerimizi en ilmi, en asri olan bir esasat ile kavad-i
sıhhiye dairesinde yeniden tanzim ve programlarını ıslah etmek, mizac-ı millete
şerait-i coğrafyaya ve iklimiyemize, ananat-ı tarihiye ve ictimaiyemize muvafık
ilmi ders kitapları meydana getirmek, halk kütlesinden lugatları toplayarak
dilimizin kamusunu yapmak, bizde ruh-ı milliyi nemalandıracak asar-ı tarihiye,
edebiye ve ictimaiyeyi erbabına yazdırmak, asar-ı atika-ı milliyi tescil ve muhafaza
eylemek, garb ve şarkın müellefat-ı ilmiye ve fenniyesini dilimize tercüme
ettirmek, hâsılı bir milletin hıfz-ı hayat ve mevcudiyeti için en mühim amil olan
maarif umuruna dikkat ve gayret-i mahsusa ile çalışmaktır. Bugün ise ilk işimiz
mekatib-i mevcudeyi hüsn-i idare etmekdir” (Kayaoğlu, 1998: 199).
Kurulmakta olan Cumhuriyet’in maarif alanındaki veçhesine bakılırsa dini ve milli iki
önemli kavram ön plana çıkmaktadır. Halkın sözcüklerini toplayıp, Türkçenin bir
kamusunu oluşturmak ve milli ruhu canlandıracak her türlü ilmi alanda eser yazdırmak
amaçlar arasında sayılıyor. Batı ve Doğu’nun ilim ve fennine ait eserlerin Türkçeye
tercüme edilmesi de yukarıdaki amaçlar içerisinde görülmektedir. Bu amaçla kısa bir
süre sonra Telif ve Tercüme Heyeti kurulmuştur. Türk milli eğitimini düzenleme
hizmetleri Telif ve Tercüme heyetlerince yürütülmüştür. 1926 yılına gelindiğinde bu
heyet de kaldırılarak yerine Milli Talim ve Terbiye Dairesi kurulmuştur. Bu daire
kurulana kadar Telif ve Tercüme Daireleri özellikle Türklükle ilgili tarihi kaynaklara,
Türkçe ile ilgili dil çalışmalarına ve dinin okullarda tahsiline dönük eserler telif ve
tercüme etmiştir (Kırpık ve diğ.: 2014: 385; Kayaoğlu, 1998: 213). Bu dahi
göstermektedir ki, artık tercümesi ya da telifine çalışılan eserlerin muhtevası Türkçülük
ideolojisine dayanarak ulus devlet karakterine doğru evirilmeye başlamıştır. Öyle
eserler ortaya konulmaya başlanmıştır ki köklere gidilerek Türkçenin dünyadaki dillerin
anası olduğu ve Türklerin en kadim ırk olduğu iddiaları bilimsel olarak
gerekçelendirilmeye çalışılmıştır.
Telif ve Tercüme Heyeti istiklal harbi esnasında bu faaliyetlerini yürütmüş, bir taraftan
düşmanla savaş edilmiş, bir taraftan da cehalete karşı maarif sahasında çalışmalar
yürütülmüştür. Telif ve Tercüme Heyeti Mustafa Kemal’e “Türklüğe, İslamiyet’e yeni
bir istiklal kapısı açtınız,” diye telgraf çekmiştir (Kayaoğlu, 1998: 216). Bu dairenin
201
vurgu yaptığı kavramlara bakılırsa dönemin ideolojisine uygun ve savaşın ruhuna da
yatkın bir övgüyü Mustafa Kemal’e gönderdiği görülür. Bu da Ankara’da kurulan resmi
dairelerin ve çeviriyle özellikle ilgilenen Telif ve Tercüme Heyeti’nin ideolojik
bağlamda Türkçülüğü benimsediğini ortaya koymaktadır.
1923 yılında İsmail Safa Bey’in bakanlığında Maarif Vekâleti Fransa ve İspanya maarif
teşkilatları esas alınarak düzenlenmeye gidilmiştir. Bu dönemde Telif ve Tercüme
Encümeni’nin başına Ziya Gökalp getirilmiştir. Ziya Gökalp’in Türkçülük fikirleri
evvelden bilinmekte olup kendisine teslim edilen bu görevi de bu doğrultuda
yönlendireceği düşünülebilir. Gökalp’e benzer ideolojik fikirleri olan Necmettin Sadak
gibi yardımcılar da atanmıştır; kendisi ileride Kemalizm’in196 kurucu fikir babalarından
olacaktır ki bu da Ziya Gökalp’in milliyetçilik temellerine dayanmaktadır197. Diğer
taraftan Mustafa Kemal’in 1 Mart 1923 tarihinde TBMM’de yapmış olduğu açılış
nutkundaki sözleri de bu dairenin çalışmasında esas alınacaktır. Buradaki konuşmasının
Telif ve Tercüme işleriyle ilgili bölümünden en önemli nokta şöyledir: “Maarif
Vekâleti, Telif ve Tercüme işlerini; hakimiyet-i milliyenin istinatgâhı ve milli harsın en
mühim vasıta-ı intişarı addeder […]”(Kayaoğlu, 1998: 219).
Ziya Gökalp böyle bir Telif ve Tercüme Encümeni’nin reisidir. Bu kapsamdaki
faaliyetlerine bakınca, ders kitabı türünden eserlerin neşrini başlatmış olduğu görülür.
Hüseyin Cahit’in (Yalçın) Malta’da yaptığı tercümeleri devlet matbaasında bastırmıştır.
Hüseyin Cahit’e, Josephe de Guignes’in (Histoire generale des Mongols et des autres
tartares occidentaux avant et depuis Jesus-Christ Jusgu a present) Hunların, Türklerin,
Moğolların ve Daha Sair Gabi Tatarların Tarih-i Umumisi, Hoffding’in Psikoloji’sini,
Durkheim’in Din Hayatınıın İbtidai Şekilleri’ni tercüme ettirmiştir. Öğretmen ve
öğrenciler için iki seri halinde Türk Medeniyet Tarihi, türkolojiye Müstenit Sosyoloji,
196
Atatürk, milliyetçiliği ırk ayrımı gözetmeksizin dil, kültür ve siyasi birliktelik değerlerine dayandıran
milliyetperverlik anlayışıdır (Cemal Avcı, Atatürk’ün Milliyetçilik Anlayışı) diye tanımlamaktadır. Fakat
hangi dil, hangi kültür ve siyasi egemenlik hangi etninin elinde soruları sorulduğunda “Türk” yanıtı
alınacağından bu tanımlama çok yerinde değildir.
197
Necmeddin Sadak, Maarif Nezareti’nin bursuyla Fransa’da bulunan Lyon Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi’nde sosyoloji öğrenimi görür. Üniversite öğrenciliği sırasında Lyon’da çıkan Progres
gazetesine yazılar yazarak, ilk gazetecilik çalışmalarına başlar. 1914’te mezun olduktan sonra İstanbul’a
döner ve bir süre Maarif Nezareti Telif ve Tercüme Dairesi’nde çalışır. Ardından da 1916’da Darülfünun
Edebiyat Fakültesi İçtimaiyat (Sosyoloji) Bölümü’nde müderris olan Ziya Gökalp’ın yardımcılığına
atanır. Cumhuriyet devrimlerinin savunulmasında ve Kemalist ideolojinin üretilmesinde gazeteci ve
siyasetçi kimliğiyle büyük rol oynar (K.Yakut, P. Sağun, 2010, 110) Gazeteci Necmeddin Sadık Sadak’ın
Düşünce Dünyası).
202
Sosyoloji ve Psikolojiye Müstenit Felsefe isimli kitapların neşredilmesinin bir heyet
kararı olarak alınmasını sağlamıştır. Diğer yandan da Türkçülüğün Esasları, Türk
Töresi, Türk Medeniyet Tarihi adlı eserleri telif etmeye hazırlanmaktadır (Kayaoğlu,
1998: 220-221).
1923 yılında ilk toplantısını yapan ve her yıl toplanması öngörülen HeyetǦi İlmiye
1923, 1924 ve 1925 yılında üç toplantı yapmıştır I. Heyet-i İlmiye toplantısı ile eğitimin
milli karakteri çizilmiştir (Öz, 2014: 130). Çok geçmeden Tevhid-i Tedrisat Kanunu 3
Mart 1924’te çıkarılmış ve halkçı, milliyetçi, cumhuriyetçi ve laik milli eğitim devri
başlatılmıştır (Kırpık ve Tokdemir, 2014: 383)198. Fethi Okyar Hükümeti’nin 1923
senesinde hükümet programının Milli Eğitimle ilgili bölümünde tercümelerle ilgili
kısımda şunlara yer verilmektedir: “Muhtelif şuabat-ı ilmiyeye ve bilhassa insani ve
içtimai esasata müteallik muhalledat ve ana kitaplar tercüme ve tab ve tevzi olunacaktır”
(Kayaoğlu, 1998: 224).
Gökalp 4 aylık kısa bir süre de olsa dönemin ideolojik emelleri bakımından başarılı bir
Telif ve Tercüme Heyeti başkanlığı yürütmüştür. Gökalp döneminde genellikle
sosyoloji, felsefe ve Türk tarihi ağırlıklı eserler neşredilmiştir. Bu göstermektedir ki,
dönemlere ve çeviri öznelerine göre çeviri hareketlerinin de yönü değişmektedir. Daha
sonraki dönemlerde de Telif ve Tercüme Heyeti’nin faaliyetleri hemen hemen önceki
faaliyetlerle benzer görünmektedir. 1925 yılında Abdulfeyyaz Tevfik başkanlığındaki
heyetin ortaya koyduğu tercüme listesine bakılınca (95 eser) bunun kısa bir zaman
diliminde çevrilmesinin günün şartları dolayısıyla çok zor olduğu anlaşılmaktadır fakat
zamana yayarak diğer eserlerin de çevrilmesine yönelik bir niyet arz olunmuştur. Bu
eserlere dair sayısal döküm şöyledir:
İctimaiyat 6 adet
İktisat 2 adet
Tarih ve Coğrafya 20 adet
Hukuk 6 adet
Sanay-i Nefise 3 adet
198
https://tr.wikipedia.org/wiki/Tevhid-i_Tedrisat_Kanunu (01.09.15)
203
Tabiiyat 6 adet
Felsefe ve Terbiye 38 adet
Lisaniyat ve Edebiyat 14 adet
Toplam 95 adet (Kayaoğlu, 1998: 244).
Eserlerde dikkati çeken bunların ekseriyetinin Batı’ya ait eserler olmasıdır. Osmanlı ve
Türk tarihinden bahsedecek olanların dahi Batı’dan çevriliyor olması söz konusudur.
Lisaniyat ve edebiyat gibi sahalarda ise yine Batı öncelenmiş fakat Türkçe kaynaklara
da de yer verilmiştir. Dolayısıyla, bu kaynakların çevirisinden niyet milli bir karakter
içinde Batı medeniyet seviyesine ulaşma gayesidir, denilebilir. İslam tarihi dışında
İslamiyet’e dair herhangi bir eser dikkat çekmemektedir. Buradan anlaşıldığı üzere
Cumhuriyet Dönemi’nde umumi eğitime yönelik çeviri faaliyetlerinin karakteri
laikleşmekte, dini literatüre ait eserlerin eğitiminden ve dolayısıyla da çevirisinden
uzaklaşılmaktadır.
Oluşturulan
maarif
politikaları
kapsamında
çeviri
de
yönlendirilmekte, buna odaklı, buna hizmet eder nitelik taşıyarak araçlaştırılmaktadır.
1926 yılında Maarif Vekâleti bünyesinde Telif ve Tercüme Heyeti’nin yerine Milli
Talim ve Terbiye dairesi kurulmuştur. Milli Talim ve Terbiye Dairesi’nin iki şubesi
bulunmaktaydı: Tercüme ve Neşriyat. Her ikisi de daha önceki dönemlere benzer bir
biçimde faaliyet gösterecek ancak farklı olarak daha geniş kadrolara sahip olacaktır.
Eskisinin yerine yenisinin gelmesini kuşkulu bulan Kayaoğlu bunun gerekçesinin şunlar
olabileceğini dile getirir:
1.
2.
3.
“Telif ve Tercüme Heyeti’nde bulunanların genel itibariyle devrin ideolojisine
uygun hareket etmekte yavaş davranmaları veya bu hareketleri tasvip etmek
istemeyişleri.
1926 yılındaki düzenlemeyle Telif ve Tercüme Heyeti’nin yerine kurulan Dil
Heyeti ve Talim ve Terbiye Dairesi ile eğitim alanında köklü değişiklikler
yapmak ve getirilen eğitim sistemiyle yeni bir neslin inşasına çalışmak istenmesi.
Latin alfabesine giden yolda daha müşahhas adımların atılabilmesi ve daha meşru
zeminlerde faaliyet gösterebilecek bir heyet (Dil Heyeti)’in kurulabilmesi için bu
Heyet’in kaldırılması gerekiyordu. Zira Mustafa Kemal Paşa Latin harflerine
geçilmesi gerektiğini daha öncesinden düşünmüş ve bir vesileyle (Erzurum
kongresi zamanında) Latin harflerinin zamanı gelince kabul edileceğini
belirtmişti. Hemen ilave edelim ki, Latin harflerinin kabul edilemez olduğunu
hazırladığı bir raporla kamuoyuna ve ilim âlemine yine bu ilmi heyet (yani, Sami
Rıfat Bey başkanlığındaki Telif ve Tercüme Heyeti) duyurmuştu” (Kayaoğlu,
1998: 248-249)
204
Bundan sonra bir daha ancak 1940’lardaki Tercüme Bürosu’na kadar devletin
bünyesinde bir çeviri bürosu açılmayacaktır. Tercüme Bürosu konusu bu çalışmanın
kapsamı dışında olup konuyla ilgili Taceddin Kayaoğlu’nun Türkiye’de Tercüme
Müesseseleri (1998) adlı eserinin 5. Bölümüne ve Şehnaz Tahir Gürçağlar’ın Kapılar
(2005), Mine Yazıcı’nın Çeviri Kavram ve Kuramları (2005) adlı eserine, Turgay
Kurultay’ın Cumhuriyet Türkiye’sinde Çevirinin Ağır Yükü ve Türk Hümanizması
(1998), Muharrem Tosun ve Fatih Şimşek’in Osmanlının Son Döneminden Türkiye
Cumhuriyeti’nin İlk Dönemine Devlet Eliyle Yaptırılan Çevirilerin Toplumsal Ve
Kültürel Değişime Etkisi (2012) makallelerine bakılabilir.
3.7. Tanzimat ve Erken Cumhuriyet Dönemlerinde Yazın Çevirilerinin İdeolojik
Planda İncelenmesi
Tanzimat dönemi, eski yazın türünün artık yavaş yavaş ortadan kalktığı, geleneksel
divan şiirlerinin yerine ve genel anlamda yazında nazımın yerine nesrin geçtiği bir
dönemdir. Bu durum batılılaşma kapsamında dünyevileşen bir edebiyat anlayışının
sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Nazım divan edebiyatında Kuran’ın mutlaklığını
referans almak suretiyle, ona öykünerek kendi iktidarını sürdürürken, nesir bunun
karşısına çıkmış ve gerçek hayattan referanslar almak suretiyle bir anlamda dünyeviliği
temsil etmiştir. Fakat Tanzimat edebiyatçıları nazmın kutsallığını büsbütün feda
edememişlerdir. batılılaşmayla birlikte nazım ne kadar nesrin istilasına uğrasa da,
Tanzimat edebiyatçıları nazmı belirli bir ölçüde koruyarak, dini-dünya görüşünü
muhafaza etmelerini sağlamıştır199. Tanzimat döneminde “nazım”, Arapça ve Farsça,
Kuran ve uhreviyatı temsil ederken; “nesir” Türkçeyi, dilde sadelik ve dünyeviliği
temsil etmekteydi. Dolayısıyla Batı’dan çeviri yoluyla Türkiye’ye sokulan nesir
örnekleri sadece bir çeviriden ibaret değildi; aynı zamanda bir dünyevileşmenin
edebiyat dizgesi üzerinden tesisini teşkil etmekteydi. Nicolas Luhmann’a göre her dizge
kendi içerisinde kapalıdır ve bu yüzden de dizgeseldir, fakat bir ölçüde diğer dizgelerle
de etkileşim içindedir. Toplam sosyal dizge içerisinde edebi dizgenin dünyevileşmesi
demek diğer dizgelere etki etme, onları değiştirme potansiyelinin oluşması demektir200.
Tanzimat döneminde önceleri Münif Paşa, Şinasi ve Yusuf Paşa gibi isimlerle
199
200
http://www.littera.hacettepe.edu.tr/TURKCE/18_cilt/17.pdf (30.05.2015)
Bkz. Nicolas Luhmann’ın Sistem Teorisi.
205
gerçekleşen Batı’dan çeviriler bu dünyevileşmeyi de kendi içinde Osmanlı toplam
sosyal dizgesinin içerisine taşımıştır.
Nedim
Gürsel,
Tanzimat
dönemindeki
çevirilerin,
özellikle
de
edebiyat
alanındakilerinin kültür dönüşümümüzün altyapısını hazırladığını şöyle iddia eder:
“Şemseddin Sami, Recaizade Ekrem vb. gibi Türk romancılarının aynı zamanda ilk
yazınsal çevirilerle yaptıkları düşünürsek, batılılaşma sürecine giren Osmanlı
toplumundaki kültür dönüşümünün çeviri yoluyla başladığı açık bir biçimde çıkar
ortaya” (Gürsel, 1983: 321). Kültürün dönüşmesi demek belirli bir dünya görüşüne,
belirli bir kimliğe yönelik hammaddenin aktarılmış olması demektir. Acaba burada
ideolojik çeviriden bahsetmek mümkün müdür? Örneğin eğer amaç maddi kazanç elde
etmekse ve bu vesileyle çeviri gerçekleşiyorsa o zaman ideolojik çeviriden bahsetmek
mümkün değildir. Bu araştırmadaki ideolojik çevirinin tanımına göre, çevirmenin ya da
çeviri eyleminin etrafındakilerinin ideolojik bir amacının bulunması ve bunun da çeviri
süreçlerine yansıması beklenmektedir. Bu bakımdan yazın çevirilerinin de ideolojik
planda incelenirken çevirmenin, yayıncının ya da çeviriyi himaye eden daha üst bir
pozisyonda konumlanmış kamu gücünü elinde bulunduran bir otoritenin ideolojik
amaçları önsözlerden, dipnotlardan, eleştiri yazılarından, sunuşlardan, konuşma
metinlerinden, tartışmalardan dikkatli bir biçimde süzülmelidir.
Bu bölümde özellikle Tanzimat Dönemi’nde gerçekleştirilen yazın çevirilerine yönelik
amaçlar önsözlerden, dipnotlardan, eleştiri yazılarından, sunuşlardan, tartışmalardan ve
başka bilim adamlarının araştırmalarıyla vardıkları sonuçlar irdelenecek, bu sayede
ideolojik çevirinin izleri sürülecektir.
3.7.1. Tanzimat’tan Erken Cumhuriyet’e Yazın Çevirileri
1859’da Münif Paşa ve Şinasi’nin Batı’dan yaptığı ilk çeviriler gerçekleşir. Her iki
çevirmenin iki ortak özelliği bulunmaktadır: İkisi de yurtdışı görmüştür. Münif Paşa
Berlin’den dönmüştür İstanbul’a, Şinasi ise Paris’ten gelmiştir. Osmanlı Türk
toplumunun ilk defa Batı düşüncesini, yabancı dünya görüşünü yakından görme fırsatı
bu sayede ortaya çıkmıştır. 1862’ye gelindiğinde ise Münif Paşa ile Yusuf Kamil Paşa
bu sefer yeni çevirilere yol verirler. Münif Paşa Hugo’nun Sefiller’inin bir kısmını
çevirirken, Yusuf Paşa’da Telemaque’yi çevirir. Her iki çevirenin Fransız etkisi altında
olan Kahire’de bulunması söz konusudur; diğer taraftan Mehmet Ali Paşa’nın
206
reformlarına muhatap olmuşlardır (krş. Akünal, 1985: 452). Ancak bu derece dış
etkenlere maruz kalan kimsenin Batı yönünde bir çeviri hareketine öncü olması da
beklenebilir. Batı ile herhangi bir etkileşimi bulunmayan bir kimsenin böyle bir hareketi
başlatması da beklenemezdi.
Yine Subhi Paşazade Ayetullah Bey, Marseillaise’i Türkçeye çevirir. Bu şiir Terakki
gazetesinde 1870 tarihinde yayımlanır. Batı’dan yapılan ikinci şiir çevirisidir bu; ancak
asıl özelliği içeriğinde geçen hürriyetin sesi, hürriyetin korunması, zulüm erbabı gibi o
dönem tahtı ürkütecek biçimde yorumlanmaya müsait olan ve bu anlamda bireyi de
kışkırtıcı sözler ve bu sözlerin siyasal ağırlığıdır (Akünal, 1985: 452). Bunların
Tanzimat sonrası basın ve çeviri yoluyla, Batı’dan etkilenmek suretiyle Batıcı fikirleri
duyurdukları görülmektedir. Bir bakıma çeviriler, başkasının söylediğini nakletme
değerinde anlaşıldığı için, kendi söyleyemediğini çeviri yoluyla aktarmak bir alternatif
olarak görülmüştür, denebilir.
1864 tarihinde ise Ahmet Lütfi’nin Daniel Defoe’dan yaptığı Robinson Crusoe
çevirisine rastlarız. Bu çevirinin özelliği Fransızca aslından değil de, Arapça
tercümesinden yapılmış olmasıdır. Bu bakımdan Arapçaya çevrilerek birinci derece
kültür erozyonuna uğradıktan sonra, ikinci defa bu dilden Türkçeye çevrilmiş olması,
eserin, orijinalindeki
Batı
kültürü niteliklerinden arındırılmış
olacağını akla
getirmektedir. Akünal’a göre 1860’lı yıllar çeviri açısından kısır dönemlerdir, çünkü
yaklaşık 3 yıla 1 kitap çevirisi düşmektedir. Fakat 1870’lere gelindiğinde çeviri artık
tarihsel bir hadise olmaktan çıkıp, gündelik yaşamın bir parçası haline gelecek ve bazı
eserler birden çok çevrilecektir (Akünal, 1985: 453).
Tercüme-i Manzume
ilk defa 1859 yılında basılmıştır. Şinasi’nin Batı’dan
gerçekleştirmiş olduğu bu çeviri 1870 yılına kadar üç defa daha basılacaktır. Tercüme-i
Manzume’nin önemi 500 yıllık eski geleneği temsil eden divan şiiri karşısında Batılı şiir
anlayışını ortaya çıkarmasıdır. Zevkiyle, yapısıyla, bütünselliğiyle tamamen farklı olan
bu şiirler Osmanlı Türk toplumuna daha önce hiç işitmediği kimseleri buluşturacaktır.
Şinasi bu şiirler vasıtasıyla bir kapı aralamaktadır: batılılaşma sürecinde siyasal öze,
iktidarı sınırlandırmaya ve hükümdarın gökyüzünden aldığı yetkiyi yeryüzüne çekmeye
çalışır. Mardin’den alıntı yapan Akünal, Şinasi’nin Racine’in Esther’inden çevirdiği
dizeler hakkında Şinasi’nin hukuk anlayışının İslam’ın geleneksel hukuk anlayışından
207
farklı olduğunu söyler. Şinasi, hükümdarların bu dünyada da öbür dünyada da
yaptıklarından sorumlu tutulmaları gerektiğine inanır (Akünal, 1985: 453). Şinasi bu
şiirleri vasıtasıyla siyasi öze dair söylemler geliştirme fırsatı elde etmiş, Batı’dan aldığı
ideolojik görüşleri çeviriler vasıtasıyla ve basın yoluyla kitlelere aktarmış, bu anlamda
kendi ideolojisine dönük metinler tercih etmiştir. Akünal da Şinasi’nin kendi fikirlerini
bu yolla yaydığını şu sözlerle ifade eder:
“Dikkati çeken bir nokta da, Tanzimat’ın Batıya yönelişinde etkileri olan Osmanlı
Türk aydınlarının (Münif Paşa, Ziya Paşa ve öbürleri), çevirilerde kendi siyasal
tercihlerine göre ve bu tercihlere uygun düşen parçaları, -araya sıkıştırılmak üzereözellikle seçmiş olmalarıdır. Şinasi de çeviride bunu yapıyordu. O kendi yazı ve
şiirlerinde despot yönetimleri hedef almış, onlara hak ve adalet anlayışı ile karşı
çıkmıştır (Akünal, 1985: 453)”.
Yine Münif Paşa’nın çevirisini yaptığı muhtelif Batı düşünsel eserlerinin bir araya
getirilmesi sonucu Muhaverat-ı Hikemiye adı altında 1859 yılında bir eser bastırılmıştır.
Bu eser 18. yüzyıl Fransası’nın geleceğe yönelik fikirlerini taşımaktadır. Ele aldığı
konular ve bunları tartışma biçimleri açısından bu eser skolastik yapının karşısına yeni
bir bakış açısıyla çıkar. Bu değerlendirmelerinden sonra Akünal, Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın bu kitapla ilgili sözlerini nakleder:
“…Bilhassa genç yaşta okuyanların düşüncesinde, bu küçük kitabın bir ihtilal
yapmamış olması imkânsızdır. Zaten bu diyalogları seçen muharrir de böyle bir
tesir istiyordu. Muhaverat-ı Hikemîye, yenilik tarihimizde adı unutulmuş bir
kahramana benzer (…) Münif Paşa, Tanzimat hareketinin, tercüme yolu ile ahlak
prensiplerini münakaşaya koyan adamdır, denebilir… Paşa, ilk zamanda Şinasi ile
at başı yürür. Fakat Muhaverat-ı Hikemiye’nin daha ehemmiyetli tarafı vardır.
Münif Paşa’nın üslubu, bu kitabın çıktığı senelerde en ileri üsluptur” (aktaran
Akünal, 1985: 454).
Tanpınar’ın görüşleri de ortaya koymaktadır ki, Münif Paşa’nın gerçekleştirmiş olduğu
çeviriler kendi dönemine ait siyasi, sosyal ve kültürel yapıları zorlamaktadır. Böyle bir
eserin tercih edilmesi, Tanpınar’ın da belirttiği gibi bilinçli olmalıdır. Münif Paşa bu
eseri tercih etmekle dönemin muhalifleri arasında yerini almış, siyaset ve toplumu
eleştirmiştir. Bunu da çeviri eseri üzerinden gerçekleştirmiş olması onun ideolojik bir
zeminde hareket ettiği tespitini güçlendirmektedir. Bu eserin tercih edilmesinden, eserin
çevirisine kadar çevirmen eyleminin bir ideolojik çeviri eylemi olduğu yukarıdaki
veriler ve tespitler ışığında söylenebilir.
Sadece Münif Paşa değil, aynı zamanda diğer dönemin önemli çevirmenleri
çevirilerinde aydınlanma çağının düşünürlerinin bu çağa egemen olan temel fikirlerini
208
topluma yaymak, yerleştirmek istemektedirler. Bunu gazete yazıları sayesinde
gerçekleştirme çabasındadırlar. Edebiyata felsefi hikâye katılır mesela. Diyalog tarzı
düşünmenin özü ortaya konur. Münif Paşa’nın amacı topluma neyi, nasıl düşüneceğini
öğretmektir. Ona göre dogmalardan kurtulmanın yolu buradan geçer (Akünal, 1985:
454).
Münif Paşa, Şinasi ve Yusuf Paşa gibi öncüllerin Batı’dan yaptığı çevirilerin ardından
bir üst söylem içerisinde bu girişimleri tartışma dönemi de yaklaşmaktadır. Batı
klasiklerinin Türkçeye tercümesi hususunda girilen tartışma edebiyat tarihimizde
“Klasikler Tartışması” olarak adlandırılır. Ahmet Mithat’ın “İkram-ı Aklam” (1897)
adlı yazısı klasikler tartışmasının başlamasına vesile olmuştur. Mithat yazısında, bizim
henüz Batı gibi klasiklerimizin olmadığını ve Faust’lar, Romeo ve Juliet’ler, Le Cid’ler
değerinde eser meydana getirmemizin mümkün olmadığını ve en azından bunların
çeviri yoluyla aktarılmasının gerekliliğine vurgu yapar. Bu görüşlere İsmail Avni,
Hüseyin Daniş, Cenap Şahabettin, Ahmet Cevdet, Necip Asım, Hüseyin Sabri ve Sait
bey gibi isimler kendi görüşleriyle karşılık verirler. Başta klasiklerin neler olduğu,
klasik eserlerin neler içerdiği gibi konularla filizlenir tartışmalar. Tanzimat dönemi
yazar ve aydınların klasiklerle ilgili tanımlarının farklı farklı olduğu, belirli bir klasik
tanımına rastlanmadığı söylenebilir (krş. Durmuş, 2011: 43-44). Tanzimat döneminde
edebiyata yönelik bakış açısındaki değişimin arkasında bir dizi teknik, siyasi ve kültürel
değişikliklerin yattığı da hatırlanmalıdır. Durmuş bu durumu şöyle açıklamaktadır:
“Türk Edebiyatını dikkate aldığımızda, Tanzimat dönemiyle ağırlık kazanan bir
dizi kültürel yenilik dil ve edebiyata yönelik tavır değişikliğini de beraberinde
getirmiştir. Modern Türk edebiyatının inşasında en belirgin nitelik ise gelenekten
sıyrılma arzusu olarak belirmektedir. Bu yüzden altı yüzyıl boyunca üretilen
Osmanlı edebiyat ürünlerinin yok sayılması, edebiyatın kaynağı ya da geleneği
olmaktan çıkarılması, edebiyatta bir öz ve kaynak arayışını beraberinde getirmiştir.
Zira Osmanlı şiirinin taklit nedeniyle reddedilmesi onun kaynak olma niteliğini
yitirmesine yol açar. Bu bağlamda Tanzimat aydınları ele alınan yeni konuların
“gerçeklik” ilkesine dayanması için özel bir çaba sarf etmişlerdir” (Durmuş, 2011:
44).
Görüldüğü üzere Durmuş’un da belirttiği gibi, Tanzimat Dönemi’nde bir tavır
değişikliği söz konusu olmuştur. Eskinin yerine yeninin koyulmaya çalışılması Batı’dan
gerçekleştirilecek çevirilerin tohumunu serpmiştir. Tanzimat aydınlarında geçmişin
yanında yeni değil, geçmiş yok sayılarak yeniye doğru bir yönelme eğilimi
gözlemlenmektedir. Bu, çeviriyi kaçınılmaz kılmıştır. Kaçınılmaz kılınan bu eylemin
209
köklerinin
ideolojik
planda
bulunduğu
düşüncesi
gelmektedir
akla.
Mesela
Cumhuriyet’e gelindiğinde Vedat Nedim Tör’ün 1930 yılında Hâkimiyet-i Milliye
gazetesinde beyan ettiği düşünceleri, tam da Batı’dan gerçekleştirilen yazın
çerçevesindeki
çevirilerin
ideolojik
bir
mahiyetinin
bulunduğu
düşüncesini
muhkemleştirmektedir. Gerçi Tanzimat ile bu beyanatın arasında ciddi bir zaman aralığı
olsa da, Tanzimat’ın bu tür düşüncelerin hazırlayıcı bir zemini olduğu birçok kez dile
getirilmiştir. Tör’ün düşüncelerine geri dönülecek olunursa:
“Liselerde divan edebiyatının yeri olmamalıdır. Bugünün neslini Avrupa kültürü
ile yetiştireceğiz. Ona her şeyden önce klasik bir sanat terbiyesi vereceğiz. Yunan
ve Latin sanatından başlayarak, Avrupa kültürünün sanat numunelerini ve sanat
tarihini öğreteceğiz. Bu suretle liseyi bitiren bir Türk genci Nef’î’yi, Nabi’yi,
Bakî’yi, Nedim’i anlamayacak, fakat Homer’i, Şekspir’i, Göte’yi, Rasin’i, Şiller’i
tadacak. Hangi millete mensup olursa olsun her Avrupalı genç bunları bilir, fakat
Nef’î’yi tanımaz. Nef’î’yi tanımamak Avrupalılık için noksan değildir. Türklük
için de! Fakat Göte’yi bilmemek büyük bir boşluktur.” (Alıntılayan Doğan 123
aktaran Durmuş, 2011: 44).
Durmuş’a göre, Tanzimat ile başlayan ve Divan Edebiyatını yok sayan bu görüş
Cumhuriyet Dönemi’nde daha da uçlara gidildiğini göstermektedir. Durmuş bu durumu
şöyle eleştirmektedir:
“Günümüzde liseyi bitiren bir öğrenci sadece Nefi’yi, Baki’yi değil Shakespeare’i
ve Goethe’yi de aynı oranda bilmemekte. Böyle bir politikanın yanlışlığının yok
sayılan bir dönem yerine bize ait olmayan bir kültürü inşa etmeye çalışmak olduğu
söylenebilir. Ulus devlet yapılanması içinde kendi döneminde divan edebiyatına ve
dolayısıyla klasiklere karşı takınılan olumsuz tavır, dönemin içinde bulunduğu
şartlar dikkate alındığında şaşırtıcı görülmemelidir” (Durmuş, 2011: 44).
Tör’ün “liselerde divan edebiyatının yeri olmamalıdır. Bugünün neslini Avrupa kültürü
ile yetiştireceğiz” demesinin altında ideolojik planda bir Batıcılık olgusu kendini
göstermektedir. Çünkü bir tanıma göre kültür, bir milletin kimliğini oluşturduğu bütün
maddi manevi birikimlerin toplamı anlamına gelmektedir. Bu bakımdan divan edebiyatı
eskiyi temsil eden, yani Cumhuriyet öncesini, yani Osmanlı’yı temsil eden bir edebi
türdür. Bunun reddedilmesi, yerine de büsbütün Avrupa kültürü ile yeni bir nesil
yetiştirme gayesi kimlik açısından bir yön değişikliği anlamına gelmektedir ki, bunu
ancak ideolojik bir bakış açısının tezahürü olarak açıklamak doğru olabilir. Bu
bakımdan Durmuş’un “yok sayılan bir dönem yerine bize ait olmayan bir kültürü inşa
etmeye çalışmak” olarak açıkladığı bu eylemin ideolojik olduğu ve buna ulaşma
210
noktasında çevirinin de araçlaştırılması, onun bir ideolojik aygıt haline getirilmesi,
ideolojik çevirinin ta kendisidir.
Durmuş’un makalesinin devamında klasiklerin ne olduğu sorusuna cevap aranmaktadır.
Sonuç olarak toplumdaki farklı grupların ideolojik bakış açısına göre her kesimin kendi
klasiklerini yarattığı ve onları klasik olarak kabul ettiği ortaya koyulmaktadır. Murat
Belge de, “Türkiye’de Kanon” adlı makalesinde edebiyat kanonunun oluşum zeminini
belirleyen mercilerden söz eder ve bunları üç grupta toplar: İlkini yazar, aydın,
eleştirmen ya da yayın organlarının çokça öne çıkardığı, ideolojik sebeplerle eserlerin
tanıtımını yaptığı, büyük yazar, büyük eser olarak methettiği süreç olarak tanımlar.
İkinci grubu ise, siyaset adamlarının, ideoloji önderlerinin sanatçılardan rejim
propagandasını yapmalarını istemeleri sonucu yazılan eserlerin popülerleştirildiği süreç
olarak nitelendirir; son olarak da halkın beğenisiyle gelişen süreçten bahseder (Belge,
2004: 54-59 aktaran Durmuş, 2011: 44-45). Belgenin bu tasnifi Tanzimat ve
Cumhuriyet dönemi aydınlarının, siyasetçilerinin, eleştirmenlerin ya da yayın
organlarının oynadığı rolü açıklar niteliktedir. Tanzimat aydınlarının Batı eserlerini
klasik olarak kabul etmesi ve bunlardan bir edebiyat kanonu yaratması için kendi
kültürünün ürettiği eserleri klasik tanımından çıkarması, onları Batı eserlerinin çevirisi
ile ikame etmeye çalışması Belge’nin birinci sınıf tasnifine uygunluk göstermektedir.
Tekrar Ahmet Mithat’ın “Klasikler Tartışması”nı tetikleyen “İkram-ı Aklam” (1897)
yazısının başına bakıldığında Mithat’ın Batı edebiyatından gerçekleştirmiş olduğu
çevirilerin önsözünde çevirilerle ilgili düşüncelerini şöyle ifade ettiği görülür:
“Üç dört yüz seneden beri her şeyi tecrübe ede ede terakkiyatın hemen mertebi
gayesine varmış Avrupa bizim için muhassenatı-ı maddiyyenin her cihetinde bir
meşk demektedir. Edebi klasikler ise Avrupa’nın hakikaten en büyük iftihar
eylediği asarı muvaffakiyeti olup bizce en ziyade temeşşuk ve adeta taaşşuk
edilecek şey dahi bunlardır. Layık mıdır ki bunlar bizce meçhulatta kalsınlar? (…)
Bunlardan haberdar olmayanlar Avrupa’nın bir büyük kısm-ı terakkisine vukuf
hâsıl edememiş olurlar. (…) Zira biz dahi Avrupalı olduğumuz ve Avrupa
edebiyatıyla müştagil bulunduğumuz halde klasikleri tanımamak bizim için büyük
nakisadır” (aktaran Kaplan, 1988: 8-9).
Ahmet Mithat özellikle Avrupalı klasiklerin âşık olunacak şeyler olduğuna, Avrupa’nın
ilerlemiş bir medeniyet oluşuna ve bu klasiklerin bilinmemesi durumunda ilerlemenin
de anlaşılamayacağına ve bunun da büyük bir eksiklik olacağına yönelik tespitlerini
altını kalın bir şekilde çizerek aktarmaktadır. Ahmet Mithat’ın bu bakış açısında Batı
211
klasiklerinin önemi vurgulansa ve onlar ilerlemenin bir aracı olarak görülse de,
Mithat’ın kendi kimliğini değiştirme gibi bir tavır içerisinde olduğu ve bu maksatla
çevirilerini gerçekleştirdiği bu önszöden çıkarılamaz. Bu cihetle onun tercüme
faaliyetlerini ideolojik olarak tanımlamak da en azından bu önsözden yola çıkarak
yersiz kabul edilebilir. Onun Batı klasiklerinin kültürümüze aktarılmasını, bilinmesini
“terakkiyat-ı lisaniyye ve edebiyyemiz için pek mühim bir müstakbel tehiye” 201 olarak
görmesi de kültürümüzün, dolayısıyla da kimliğimizin değiştirilmesi amacını
taşımadığını, bilakis dilin ve edebiyatın gelişmesini arzuladığını göstermesi açısından
önemlidir. Yine bu da Ahmet Mithat’ın Batı eserlerini çevirme noktasında ideolojik bir
çaba içerisinde olmadığı görüşünü belirginleştirmektedir. Diğer taraftan Ahmet
Mithat’ın klasiklerin çevirisini Yunan’a ve Hint klasiklerine kadar götürmesi, onun
klasik tasavvurunun Avrupa ile sınırlı olmadığını göstermektedir (Kaplan, 1988: 45).
Bu da Ahmet Mithat’ın Batıcı bir ideolojik cereyana kapılmadığının başka bir
göstergesi olarak kabul edilebilir. Netice olarak Ahmet Mithat’ın toplumu
etkileyebilecek olan çeviri metinlerini tercih edip etmeme, bu metinleri çevirip
çevirmeme noktasında belirleyici konuma sahip olan biri olduğu düşünülmelidir. Hatta
bir gazetenin kurucusu olup, aynı zamanda II. Abdülhamid iktidarına yakın olması
hasebiyle de nüfuzlu şahsiyet olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bu bakımdan Ahmet
Mithat gibi kişiliklerin çeviri öznesi olarak ideolojik çeviriyle ilgili araştırmalarda ele
alınmasının gerekliliğini bir kez daha belirtmiş olalım.
Ahmet Mithat klasik eserler meydana getiremeyeceğimizden, onların benzerlerini
yazmak yerine evvela onların çevirilerini yapmanın daha uygun olacağını belirtmiştir.
Buna karşılık Cenap Şahabettin, bir milletin edebiyatının başka bir milletin edebiyatına
örnek olamayacağını, çünkü her milletin edebiyatının kendi coğrafi ve sosyolojik
şartlarının etkisi altında bulunduğunu ifade eder (Şehabettin, 1897). İkdam gazetesi
sahibi olan Ahmet Cevdet de böylesi bir çabanın gereksiz olduğunu düşünenler
arasındadır. Ahmet Mithat’ın fikirlerine karşı bir fikir grubu oluşturan Cenap
Şahabettin, Hüseyin Daniş ve Ahmet Cevdet’e göre klasiklerin çevirisine gerek yoktur.
Eğer ihtiyaç olsaydı o güne kadar zaten klasik devir gelmiş olurdu. Böyle bir bakış
açısıyla, Ahmet Cevdet’in Batı klasiklerine karşı Evliya Çelebi’nin altı cildini
201
Tercüme Mecmuası, No:52 T. Acaroğlu
212
yayınlamış olduğu görülür. Ancak Günyol’a göre, eninde sonunda Ahmet Mithat’ın
grubu üstün gelmiştir (Günyol, 1983: 327).
Klasiklerin taklidine karşı çıkan Cenap Şehabettin’in bakış açısı dikkate değerdir. Ona
göre klasikleri husule getiren şartlar, iklim, atmosfer, zaman, mekân ve bu bakımdan
başka bir dünyaya ait olduğundan bu eserler bizde bir yabancılık hissini hep koruyacak
ve biz kendimizi o eserlerde bulamayacağızdır. Şehabettin, klasikleri taklit etmenin bizi
hissetmediklerimizi yazmaya ve görmediğimiz kahramanları göstermeye mecbur
edeceğini, bunun da bizi benliğimizden çıkarmaya zorlayacağını ve bu durumun edebi
bir gelişme sağlamayacağını ifade eder (Şehabettin, 1897). Klasiklerin çevrilmemesi,
onların taklit edilmemesi gerekliliğine yönelik argümanlar ise bu fikirlerde ideolojik bir
arka planın bulunduğunu akla getirmektedir. Çünkü ideolojiler kimliklerin inşasına,
sürdürülmesine, korunmasına yönelik düşünce kalıplarıdır202. Bu sebeple de bu
kimliklerin Batılı klasikler sayesinde kaybolmamasını istemek bir ideolojik bakış
açısının şifrelerini kendi içerisinde barındırıyor denilebilir. Çünkü Batılı kültürün
öğrenilmesi ve eskinin unutulması arzusu ne kadar ideolojikse bunun tersi de o nispette
ideolojiktir.
Buraya kadar klasiklerin tartışması konusunda Ahmet Mithat ile Cenap Şahabettin’in
görüşlerine yer verilmiştir; klasikleri kültürümüze taklit yoluyla aktarmanın da bir çeviri
olgusu olduğu düşünülerek bu yaklaşımın izleri aranmıştır. Bu tartışmaya katılan diğer
yazarların da görüşleri değerlendirilebilir fakat bu gerekli ve yeterli olan tahlilleri
çoğaltmak olacağı için başka araştırmaların konusu olarak geriye bırakılmıştır. Amaç
klasiklerin taklit edilmesinde bir ideolojik kaygı söz konusu mudur, sorusuna yanıt
aramak ve bunu dönemin önde gelen aydınlarının eleştirilerini, önsözlerini ya da gazete
yazılarını irdeleyip ortaya koymaktır.
Klasiklerin taklidi değil de çevirisine bakıldığında, buna yönelik yaklaşımların
farklılaştığı görülür. Zamanın aydınlarından Necip Asım klasiklerin çevirisi konusunda
şu fikirleri ileri sürer: Almanca, İngilizce ve Fransızca gibi dillerin kendi klasiklerini
meydana getirdiği gibi, bu diller, başka dillerin klasiklerini de kendi dillerine çeviri
202
Bu tanım birinci bölümde daha ayrıntılı bir biçimde verilmiştir.
213
yoluyla kazandırmışlardır203. Necip Asım’a göre, Batı dilleri farklı dillerden çevrilen
klasikler üzerinden farklı kavramları kendi dillerine kazandırmış ve geliştirmiştir. Bu
noktada kötü çevirilerin dahi hiç yapılmamış çevirilerin oluşturduğu belirsizliği ortadan
kaldıracağı için tercih edilmesi gerektiği vurgulanır. Asım çeviriyi aynı zamanda halkı
da yabancı dillere muhtaç olmaktan kurtaran bir metot olarak görür204. Bu açıdan
bakıldığında
Necip
Asım’ın
çeviriden
maksadının
dildeki
gelişme
olduğu
anlaşılmaktadır.
Hüseyin Daniş de taklide karşı olup, çeviriyi kısmen uygun görmektedir. Ona göre,
hiçbir dilin gelişme biçimi ve tarzı başka dillerle ölçülemez. Ne Doğu Batı’yı ne de Batı
Doğu’yu taklit edebilir ve birbirinin izleyicisi olabilir. Bu yüzden her iki taraf için de
çeviri konusunda temel amaç birbirini tanımak olmalıdır. Bu bakımdan -ona göreAvrupa klasiklerinin de bizim için değeri tanımakla ilgilidir. Daniş’in bu yaklaşımı da
çeviriyle belirli bir fikriyatın öz kültüre kazandırılması, kendi insanını dönüştürmesi
gibi değildir ve bu bakımdan ideolojik olarak tasnif edilemez.
Sait Bey’e göre, Arapça ve Farsça eserlerin bir kısmının Avrupa dillerine çevrilmesi bu
durumu klasik eser çevirisi yapmaz. Bunlarda Doğu’nun dili, gelenekleri vb. hakkında
bilgi edinmek amacı vardır. Sait Bey çeviri bir ilerleme aracıdır der ve ona göre gerçek
ilerlemenin yolu Avrupa’nın eski eserlerine yönelmek değil, medenileşmiş ülkelerde
geçerli olan düşüncelere uymaktan geçer. Bu bakımdan klasiklerin çevirisine zaman
harcamanın abesle iştigal olacağı kanısına varır. Hem Voltaire’in Hz. Muhammed ile
ilgili yazmış oluğu oyun ortadayken klasiklere karşı çıkılmasını da din ve millet
açısından gerekli görür. Sait Bey’in klasikler konusundaki yaklaşımı ilerlemeci bir bakış
açısıyla klasiklerin ilerici bir fikir taşımadığı yönündedir. Klasiklerin iyiliği, evrensel
ahlakı vb. güzellikleri yansıttığı düşünülürse, bunlar doğrudan bir ilerleme aracı olarak
anlaşılamaz. Ona göre çeviri yoluyla medeni ülkelerin ilerlemeci fikirleri elde edilmeye
çalışılmalıdır. Bu da araştırmamız açısından Sait Bey’de ideolojik bir amacın bulunup
bulunmadığı fikrini belirginleştirmemektedir. Bu yüzden Sait Bey’in başka fikirlerine
203
Goethe de aynı vakıaya temas ediyor (Bkz. Johann Wolfgang von Goethe; "Çeviri Üstüne (Notos
2015/01)" , Notos Kitap, 2015)
204
Klasiklerin çevirisiyle ilgili dönemin aydın, yazar ve çevirmenlerinin görüşleri, kaynakça kısmında
künyesi verilen Ramazan Kaplan’ın (1988) Klasikler Tartışması (s.48-60) adlı eserinden faydalanılarak
aktarılmış, ideolojik çeviri açısından yararlı görülen kısımlar özellikle özetlenerek alınmıştır. Dönemin
ilgili kimselerinin düşüncelerinin ideolojik çeviri açısından yorumlanması ise yazara aittir.
214
de odaklanılmalıdır. İdeolojik bir muhtevası olması için ilerlemeci fikirlerin alınması
değil, bu fikirlerin içeriğinin toplumun kimliğini dönüştürücü bir niteliğinin bulunması
ve çeviri eyleminde bulunan kimsenin bu maksadı hâsıl etme girişimi olması elzemdir.
Sait Bey’in yukarıdaki düşüncelerinden bu gibi bir eyleme yönelik niyetin bulunduğu
anlaşılmamaktadır.
Sait Bey dışındaki diğer aydınların, klasiklerin çevirisi konusunda olumlu fikirler ileri
sürdükleri görülmektedir. Ancak hiçbir fikrin altında ideolojik bir altyapının bulunduğu
söylenemez. Çünkü başka bir medeniyeti tanımak, dilimizin gelişimini sağlamak gibi
gayelerle önerilmektedir çeviri. Klasiklerin ortaya çıkışının, başka milletlerin
klasiklerinin çevrilmesi ile Batılılarda mümkün olduğu düşüncesiyle, aynı yolu bizim de
tutmamız gerektiği fikri ileri sürülür. Bunların hepsi klasiklerin muhtevasının iyiliği,
faydalı ve değerli oluşu gibi bir bakış açısını gösterir, fakat bu bakış açısında bir
milletin kültürünü değiştirme gibi bir gayret göze çarpmaz. Diğer taraftan bu
tartışmaların cereyan ettiği dönemin II. Abdulhamid devri olduğu da gözlerden
kaçırılmamalıdır. Henüz erken Cumhuriyet Dönemi’ne gelinmemiş, batılılaşmadan
Batılı gibi olma (kültürel anlamda) düşüncesi sert bir biçimde söylenmemiştir.
Sait Bey’e gelince, onun zıt bir kutupta durduğu söylenebilir; özellikle de Voltaire
örneğinden kendi kimliğini teşkil eden değerlere saldırı gerçekleştiği için Batılı
kaynakların çevirisi konusunda olumsuz bir tavır alması ideolojik olarak nitelenebilir.
Bu tavır Batı tarafından kendi kimliğine yönelik bir tecavüz girişimine karşı bir
savunmadır ve onun örnek olarak bu eseri seçmesi, iddiamızı ispatlar niteliktedir.
Dolayısıyla, Türk milletinin kimliğine yönelik bir saldırı kabul ettiği kültürün
klasiklerine meyletmeyi de çok uygun bulmaz ve onların (Batı’nın) sadece ilerici
fikirlerine
dikkat
kesilmek
icap
ettiğini
bildirir.
Sait
Bey’in
bu
tutumu,
gerçekleşebilecek çevirilerin bir anlamda önünü kesme girişimi olarak telakki edilebilir
ve bunun ideolojik bir çeviri eylemi olduğu, yani kaynak metinlerin tercih
edilmemesine yönelik çeviri öncesi süreçte ideolojik arka plan ile muhtemel çevirilerin
önüne bir taş koyma girişimi olduğu dile getirilebilir. Ama aynı zamanda bunun salt
realist bir bakış açısıyla Batı edebiyatındaki klasiklerin kültürümüzle çatıştığı ve bu
klasiklerin çevirilerine karşı gerçekçi bir tavır olduğu da söylenebilir.
215
Diğer bir konu ise çocuk edebiyatı eserleridir. Çocuk edebiyatı eserlerine bakıldığında
ideolojik çeviri araştırmaları açısından hem piyasa da hem de kamu kurumları
vasıtasıyla okullara incelenecek malzemelerin olduğu görülmektedir. Tanzimat’tan
günümüze kadar çocuk ve gençlik edebiyatı türleri Batı’dan çeviriler vasıtasıyla
edebiyat dizgemize girmiştir. Cumhuriyet kurulmadan evvel de Batılılaşma amaçlı
gerçekleştirilen çevirilerin varlığından bahsedilebileceği gibi Cumhuriyet kurulduktan
sonra da ideolojik amaçlar doğrultusunda çeviri ve uyarlama eserler görülmektedir.
Örneğin Çınaroğlu’na göre, “Cumhuriyetin ilk yıllarında, batılılaşma perspektifli çeviri
çalışmaları vardır. Bu manada çocuk yazını çeviri eserleri yeni yeni ortaya çıkmakta ve
ilk önce okul kitaplarında çocuklar çocuk yazını ile buluşmaktadır. Ancak bu çalışmalar
esnasında Türk aydınları çok deneyimsizdir” (Çınaroğlu, 2002:457 aktaran Can, 2011:
36). Bu deneyimsizlik ideolojik maksatlara kurban gitmekte ve eserler çocuğun ruh
dünyasına göre olmaktan çok ona buyurgan davranan, onu işlemeye ve törpülemeye
çalışan eserler olmaktadır. Dahası bunlar bir yetişkinin, dönemin ideolojisinin öznel
temelinde kaleme aldığı eserlerdir. Meral Alpay’ın tespitine göre, 1910’lu yıllarda
ilköğretim okullarının açılmasından sonra, bu okullara giden öğrencilere okutulacak şiir
ve hikâye türünde eserlerin olmadığı fark edilince, birdenbire edebiyat üretme
girişiminde bulunuluyor (Kurultay ve Sökmen, 1991:3). Oysa Batı’da farklı bir süreç
işlemiştir. Bu konuda İlkhan ve Akyüz şöyle demektedir: “Batı’da çocuk ve gençlik
edebiyatı adım adım deneme yanılma yolu ile iyiyi bulma yolunda ilerledi” (İlkhan ve
Akyüz, 2006:168 aktaran Can, 2011: 37-40). Böylelikle ilköğretim okullarındaki
eserlerin batılılaşma ideolojisinden nasibini aldığı, dönemin bu furyasına kapıldığı
anlaşılmaktadır. Bir yandan o döneme kadar okullarda bu minvalde kitapların
bulunmaması ve bu boşluğun doldurulma ihtiyacının hissedilmesi, diğer yandan da bu
boşluğun diğer boşluklar gibi Batı kanalıyla doldurulması “modası” ideolojik bir
zeminde hareket edildiğini fısıldamaktadır.
Batılılaşma kapsamında Avrupa’nın, özellikle de Fransa’nınız etkisi205 aşikârdır; bu
yüzden, ilk çeviri çocuk edebiyatı eserlerinin de bu kültürden neşet eden ürünlerden
olması yadırganacak bir durum değildir. Bunlar içerisinde La Fontaine’den, Jules
205
18. yüzyıl boyunca Batı ile kurulan ilişkilerde özellikle Fransa başrolü oynamıştır. Bunda Fransa’nın
Kanuni döneminden beri Osmanlı Devleti ile iyi ilişkiler kurmuş olması, savaşmamış olması etkilidir.
1798 yılında Napolyon’un Osmanlı toprağı olan Mısır’a hücum etmesi dahi bu durumu bozmamış ve 19.
yüzyılda Fransa ile ilişkiler daha da yoğunluk kazanmıştır (Akbayar, 1985: 448).
216
Verne’den206, Jonathan Swift’ten, Daniel Defoe’den; Robinson Crusoe, Gulliver’in
Gezileri, Beş Hafta Balon ile Seyahat, Merkezi Arza Seyahat, Gizli Ada gibi eserler
çevrilmiştir. Bu eserlerin tümü 19. yüzyılın sonlarına doğru çevrilmiştir. Yine
“1869'larda yayınlanmaya başlayan çocuk dergilerinde de çeviri yazıları önemli yer
tutar” (Neydim, 1995: 17). Cumhuriyet öncesi bu çeviri faaliyetlerinin toplumun kendi
kitle iletişim araçları ile yayımlandığı görülmektedir. Dolayısıyla Osmanlı’da basının
çeviri eserlerinin yayımlanmasında önemli bir rol oynadığı da vurgulanmalıdır.
1869’da ilk defa bir çocuk dergisi olan Mümeyyiz yayımlanmaya başlamıştır. Bu
derginin içeriğinde çocuklara yönelik nasihatlerin yer aldığı, çocukların okuma yazmaya
teşvik edildiği ve dönemin koşullarına, anlayışına uygun olarak ideal bir insan profili
çizildiği görülmektedir. Kız çocukları ayrı tutulmamış, onların da okumaları yönünde
teşvikler sunulmuş ve onlara yönelik mekteplerin açıldığı ifade edilmiştir. Tanzimat
sonrası, en azından yazılı düzeyde, çocuklar için böyle bir çabanın bulunduğundan, kitle
iletişim seviyesinde uğraşların olduğundan bahsedilebilir. Özellikle çocuk dergileri bu
konuda başı çekmektedir. Yapılan çeviriler bazen hayranlık seviyesinde olmuş ve
dergilerin kapaklarında Fransızca başlıklara dahi yer verilmiştir. Diğer taraftan milli
manevi değerlerin korunmasına yönelik girişimler de bulunmaktadır (krş. Neydim,
1995: 18).
Çocuk ve gençlik edebiyatının çevrisi konusunda Tanzimat Dönemi’ne resmi bir girişim
olmamıştır. Tek tük bireysel girişimler, diğer çeviri girişimlerindeki bütünlükten yoksun
ve plansız olarak üstlenmişlerdir bu işi. Bu yüzden Tanzimat Dönemi için devlet eliyle
böyle bir faaliyetin ideolojik anlamda yürütüldüğü söylenemez. Ancak Cumhuriyet’le
birlikte batılılaşmanın artık devletin resmi politikası haline gelmesiyle, devletin
varlığını temsil eden, onun bekasını sağlayan bir amaca dönüşmesiyle birlikte ve
toplumun da bu amacı benimsemesi için girişilen çalışmalar esnasında çocuk ve gençlik
edebiyatı çevirileri ideolojik bir aygıt rolü üstlenmiştir. Bu bağlamda Necdet Neydim
şunları ifade etmektedir:
“Cumhuriyet döneminde çocuk edebiyatına dönük bir ilgi yoğunlaşması olur. Bu
dönemde batılılaşma çabaları Tanzimat dönemindekinden farklı olarak devlet
ideolojisine dönüşür ve özellikle tek parti döneminde devlet ideolojisi olarak yoğun
206
Joule Verne’nin kitapları daha sonra çevrilen kitaplar arasında yer alır. Bu çevirilerde çocukların
bilime yönlendirilmesi çabası görülür (Neydim, 2000: 26). Bu, dönemin Batılılaşma ideolojisine uygun
bir çeviri eylemine işaret etmektedir.
217
biçimde uygulanır. Cumhuriyetin ilk dönemleri, Tanzimat döneminde başlatılan
çalışmaların yaşama geçirilmesi olarak kabul edilebilir” (Neydim, 1995: 21).
Dolayısıyla Tanzimat ve Cumhuriyet arasındaki çocuk ve gençlik edebiyatı çeviri
çalışmalarını aynı zemine oturtmamak gerekmektedir. Birisinde kendi köklerinden
koparmamak, hedef kitlesine okuma alışkanlıkları kazandırmak, hedef kitlesini bilime
özendirmek gibi amaçlar bulunurken diğerinde ise aynı pozitif amaçlarla beraber
Cumhuriyet öncesi anlayıştan uzaklaştırma ve bu anlamda devletin resmi ideolojisini
üstlenici bir görev göze çarpmaktadır. Bu bağlamda Meral Alpay’la Turgay Kurultay’ın
yaptığı röportajda Meral Alpay’ın, her dönemin siyasal akımlarının az ya da çok çocuk
ve gençlik edebiyatını etkilediği görüşüne tekrar dikkat çekilebilir (Kurultay ve
Sökmen, 1991: 3).
218
SONUÇ
Bir kültürde, belirli bir zaman dilimindeki çeviri politikalarının, çevirmek için tek tek
hangi metinleri tercih ettiği tesadüfi değildir. Bu bakış açısıyla da Tanzimat
Dönemi’ndeki çeviriler münferit girişimler olsa da bu metinlerin çoğunun Batı
kültüründen tercih edilmiş olmasına rastlantıdır demek inandırıcı görünmemektedir. Bu
metinlerin içerik/tür bakımından da benzerlikler taşıması izaha muhtaç, dikkat çekici bir
durumdur. Eğer belirli bir kurumun politikaları kapsamında böyle bir veçhe yoksa ve bu
girişimler tamamıyla o döneme ait bir karakteri taşıyorsa, burada tüm çeviri aktörlerini
yönlendiren gizli bir çeviri politikasının varlığından bahsetmek gerekir. Bu gizli çeviri
politikasını oluşturan, ona o karakteri veren topyekûn bir fikir hareketinin de olması
gereklidir ki, böyle münferit bir olguda toplu bir karakterden söz edilebilsin. İşte
tarihçiler böyle toplu bir karaktere sahip olan bu münferit girişimlerin altında yatan ve
çeviriyi de içine alan düşünüşe, eyleme, veçheye Batılılaşma demişlerdir. Batılılaşma
kapsamında Tanzimat ve Cumhuriyet dönemlerinde çeviri girişimleri ortak bir yön,
ortak bir karakter bulmuş; hatta farklı ideolojilerin aynı/benzer amaçlarla (devletin
bekasını
sağlamak,
geri kalmışlığı
gidermek)
Batı’dan
metinler
çevirdikleri
görülmüştür. Her Batılılaşma eylemi Batıcılık ideolojisinin bir eseri olmamıştır; bu
vakıayı insan doğasının gereği olan ilerlemeci düşüncenin bir yansıması olarak bakmak
gereklidir. Buna göre Batılılaşma kavramı altında tasnif edilebilecek her çeviri eylemini
ideolojik çeviri olarak görmek mümkün değildir.
İdeolojik çevirilerin muhtevasına bakınca, bunların salt belirli bir ideoloğun kaleme
aldığı bir eserin kaynak kültüründen erek kültüre aktarılması olarak görülmediği
anlaşılmıştır. İdeolojik çeviri sadece herhangi bir kaynak metindeki ideolojik unsurların
aktarılması ya da aktarılmaması da değildir. İdeolojik çeviri kavramını açıklarken bu
kavramın mutlaka “amaç kavramı”yla ele alınmasının, bununla izah edilmesinin
gerekliliği görülmüştür. Bir kaynak metin ideolojik unsurlardan arınmış olabileceği gibi
bu unsurları hiç içermemesi de mümkündür; örneğin son derece objektif olmaya
çalışılmış ansiklopedik bilgiler içeren bir tarih kaynağı gibi. Eğer eserin erek kültürde
ders müfredatı olarak okullarda okutulmak üzere çevrilmesi isteniyorsa, bu istek, erek
kültürde böyle bir eserin eksikliği noktasından açıklanabilir. Ancak belirli bir zaman
219
diliminde ve belirli bir kültürde bir anda oldukça dikkat çekici bir artışla çevrilen
metinler ekseriyetle Türk tarihiyle ilintiliyse bu manzara şüphe uyandırıcıdır. Bir de
Türkçülük ideolojisinin parçası olduğu bilinen bir çeviri aktörünün bu işte rol aldığı
saptandıysa ya da iktidarın bu dönemdeki ideolojisi Türkçülük üzerine kuruluysa, o
zaman eğitim müfredatını hazırlama görevi bulunan eğitim kurumlarının da böyle bir
çeviriyle ideolojik çeviri amaçladığı farz edilebilir. O halde ideolojik çevirinin metnin
içeriğinden belirlenemeyeceği ortaya çıkmış, bir çeviri eylemini ideolojik olarak
tanımlamak için metnin çevrilme gerekçesinin (amacının) ne olduğunun öğrenilmesi
gerektiği anlaşılmıştır. Bunun da içerik dışında, çeviri sürecinde rol alan kimselerin
eleştiri, tanıtım, mülakat ya da beyanatlarından anlaşılabileceği görülmüştür. Bu
örnekten de görüldüğü üzere, devlet kurumlarının ideolojik çeviri yapma, yaptırma ya
da bu çevirilere etki etme gücünün bulunduğu saptanmıştır. Bu bakımdan, özellikle
iktidarın ideolojik emelleri doğrultusunda gerçekleştirilecek olan tepeden inme
çevirilerin nasıl, hangi kanallar ve ne tür aygıtlarla mümkün olabileceği sorusuna cevap
verilmiştir.
DBA’lar kamu kurumları olarak vardırlar. DİA’lar ise (aile, okul, kilise, kitle iletişim
araçları) adı üstünde, birincil olarak ideoloji üzerinden işlemekle beraber, gerekli
durumlarda DBA gibi baskı oluşturacak biçimde de işleyebilmektedirler. Buna göre
Tanzimat ve Cumhuriyet dönemlerinde gerçekleştirilen çevirilerde DBA’lar tarafından
denetim ve sansür uygulandığı anlaşılmış ve diğer taraftan da özellikle iktidar olmaya
ya da iktidarı istediği forma sokmaya çalışan aydınların da basın üzerinden çeviri
vasıtasıyla karşı ideoloji yürüttüğü görülmüştür.
Tanzimat Dönemi’nde ideolojik çevirinin ortaya çıkarılmasıyla ilgili oldukça zengin
önsöz, sonsöz, gazete makaleleri, dergi yazıları vb. yan metinlerin olduğu tespit
edilmiştir. Dönemin aydınları bu konuda ciddi tartışmalar yürütmüş, çevirmenler bir
biçimde savunmacı/eleştirmeci pozisyon almış ve bu tartışmalar neticesinde zorunlu
olarak görünür hale gelmişlerdir. Çevirmenler, çeviriyle ilgili gerekçeleri ortaya koymuş
ve hep görünürde olan, kimlikleri açık, toplumun gözünün önünde bulunan kimseler
olmuşlardır. Bu nedenle de Tanzimat ve Cumhuriyet dönemlerini tahlil etmenin
çekiciliğini hala koruduğu ve bu alandaki araştırmaların keşfedilmeyi beklediği fark
220
edilmiştir. Ayrıca bu görünürlük çeviri araştırmalarında üst söylem oluşturmak için
oldukça iyi bir imkân sağlamaktadır.
İdeolojik çevirinin tanımlanmasının zorluğu ve zorunluluğu anlaşılmıştır. Evvelki
araştırmalarda ideolojik çeviriye kısmen değinilmiş, fakat kavram, tanımlanmadan ve
üzerinde etraflıca durulmadan kullanılmıştır. Bulut ve Karadağ’ın metinleri burada bir
istisna teşkil etmektedir. Fakat Bulut’un tanımlaması diğerlerine göre daha etraflıca
olmuşsa da bu tanımlama da çeviri tarihiyle ilgili olmamıştır. Kavram daha çok metin
türleri ve haber çevirileri bağlamında ele alınmış ve söylem üzerinden incelemelerde
bulunulmuştur. Ayşe Banu Karadağ’ın doktora çalışmasında da ideolojik çeviri
konusunda üst söylemlerin yer aldığı görülmektedir, Karadağ özellikle Skopos kuramını
odak noktasına oturtur, fakat bu araştırma çeviri tarihinden ziyade günümüzü ele
almaktadır. Bu nedenle elinizdeki araştırma ideolojik çeviriyi kavramsal ve kuramsal
planda diğerlerinden farklı olarak daha etraflıca işlemiş ve ideolojik çeviri konusunda
yeni araştırmalar için bir dizi fikir geliştirme imkânı sunmuştur.
İdeolojik çevirinin diğer çeviri türlerinin içerisinde yer alabileceği ve bu bakımdan
işlevinin değişebileceği görülmüştür. İdeolojik çevirinin bir yandan -eğer yazınsal bir
metindeyse- okuyucusuna estetik lezzet yaşatma gibi bir işlevi varken öte yandan satır
aralarından belki de kaynak kültüre (dünyadaki egemen kültüre) öykündürücü bir işlevi
de bulunabilir. Bu ikinci işlev özellikle çevirmen ya da çeviri aktörlerince tasarlanmışsa,
çeviri böyle bir amaçla yapıldıysa o zaman ideolojik bir çeviriden söz edilebilir. “Kültür
repertuarı” ya da “kültür planlaması” kavramları bununla ilişkilendirilebilir. Dolayısıyla
çevirinin kültürel aktarım yönünün ideolojik amaçlar doğrultusunda kullanılabileceği de
anlaşılmaktadır. Buradaki kültür aktarımı özellikle ideolojik planda tasarlanmış bir
girişime dönüşmüştür. Yoksa farklı bir kültürden çeviri yapılığı için öyle ya da böyle bir
takım kültürel ögelerin erek okurun zihin dünyasında, hatta daha da ileri giderek onun
pratiklerinde yer etmesi beklenebilir. Diğer yandan kültürün kolay kolay değişmemek
gibi özerk bir yönü de vardır. Bunu da unutmamak gerekir. Bu bakımdan kültürü
dönüştürmek
için
girişilen
her
faaliyetin
tutmama
ihtimali
olduğu
gözden
kaçırılmamalıdır. Ancak bu, ayrı bir araştırmanın konusudur ve yine toplumda nasıl bir
vaziyet alışın oluştuğunu açıklamak da elinizdeki araştırmanın sınırlarını dahilinde
değildir.
221
Araştırma sırasında elde edilen önemli bulgulardan biri de her çevirinin doğal bir
ideolojik çeviri olduğu tespitidir. Yani doğal dil kullanımlarından ve kültür
aktarımından dolayı ya da kültürel beklentilere göre bir çeviri yaklaşımı tercih
edilmesinden dolayı bir ideolojik faaliyet söz konusudur, denebilir. Fakat böyle bir
çeviri eyleminin ideolojik çeviri kapsamında ifade edilemeyeceği gerekçeleriyle ifade
edilmiştir. Hatta bu konuda bilinçdışı ideolojik çeviri tanımlaması yapılmıştır. Bunun
dışında kasti olarak, erek kitlenin belirli bir düşünüş, belirli bir duyuş elde etmesi için,
dünyayı belirli bir biçimde okuması maksadıyla yapılan çeviriler de vardır ki bunlara da
bilinçli ideolojik çeviri denileceği söylenmiştir.
Tüm bu ideolojik çevirilerin neticesinde gerek dini literatürün gerek edebiyat
metinlerinin ideolojik anlamda manipüle edilebilir olduğu anlaşılmıştır. Bu bakımdan
ideolojik çevirinin topluma belirli yönde bir vaziyet alış yaşatmak isteyen taraflarca
gerçekleştirildiği anlaşılmıştır. Humboldt’un yaklaşımları sayesinde dil ve düşüncenin
neredeyse birbirinden ayrılmayacağı da anlaşılmıştır. Bu bakımdan kültürün düşünsel
tarafı da dille birleştirildiğinde dil, düşünce ve kültür üçlüsünden tek bir bütünün ortaya
çıktığı tespit edilmiştir. Bunların insanın yapma etme biçimlerine tesiri söz konusu
olacağından dolayı da ideolojik çevirinin iktidara gelmek isteyenlerin ya da iktidarını
muhafaza etmek isteyenlerin doğal olarak kullanmayı arzuladıkları ideolojik bir aygıta
dönüşeceği anlaşılmaktadır. Bununla beraber her “izm”in topluma tepeden inmeci,
dayatmacı olmadığı anlaşılmış, toplumsal mutabakata dayalı çevirilerin ideolojik olarak
sınıflandırılmaması gerektiği anlaşılmıştır. Yani birbirinden bağımsız, zıt ideolojilerin
ortak yönde bir çeviri eylemini desteklemesinin daha az ideolojik (yumuşak ideoloji)
olarak ele alınabileceği görülmüştür.
Çevirinin kaynak ya da erek karşılaştırmasına özellikle girmemesi gerekir, fakat bir
sağlama olması bakımından metin dışı etmenler tüketildikten sonra ideolojik çeviri
araştırmasının altlarda bir yerde konumlandırabileceği bir başvuru yöntemi olarak metin
karşılaştırması yapılabilir. Burada özellikle bağlam, durum, erek ve kaynak kültürün
aslında kültüre hakim konumları ideolojik çeviri için çok ehemmiyetli hale gelmektedir.
Nitekim çeviri araştırmacıları, sömürgecilik sonrası çalışmalarında, egemen kültür ve
alıcı kültür ilişkisi arasındaki bağıntıları sömürge öncesine dayandırarak, bu sürecin
farklı bir biçimde devam ettiğine vurgu yapmaktadırlar. Ülkemizde de çevirilerin bu
222
bağlamda özellikle Fransa’dan, daha sonra da Almanya’dan tercih etmiş olmamızın
tesadüfi olduğu söylenemez. Tüm bunların altında yatan siyasi, kültürel, tarihi ilişkilerin
yanı sıra bu ülkelerin dünyada egemen güçlerin başında gelmesinin de etkisi vardır.
İdeolojik planda mücadelenin sadece bir kültürden başkasına yönelik değil, bir kültürün
kendi içerisindeki farklı grupların mücadelesi olarak da var olabileceği açıklanmıştır.
Bunun sebebi toplumdaki farklı algılara dayandırılmıştır. İktidardakilerin ideolojik
çeviri yapma ya da yaptırma eğilimleriyse rejim demokratik mi liberal mi yoksa totaliter
mi, bu bakımdan incelenmiş ve aradaki farklar gösterilmiştir. Bu bağlamda
totaliter/otoriter rejimlerde ideolojik çevirinin yukarıdan aşağı doğru bir seyir
izleyeceği, fakat demokratik/liberal rejimlerde ideolojik çevirinin aşağıdan yukarı doğru
yapılacağı anlaşılmıştır.
Tanzimat ve Erken Cumhuriyet dönemlerindeki çeviri çalışmalarının ideolojik planda
incelenmesi burada belirli bir düzeyde ve kapsamda yapılmıştır. Ancak amaç ideolojik
çevirinin yapıldığını ya da yapılmadığını evvela Tanzimat ve Cumhuriyet dönemleri
için
ortaya
koymak
olduğundan,
gerekli
verilerin
bir
araya
getirilerek
değerlendirilmesinden ideolojik çevirinin yapıldığı yönünde bir sonuca varıldığı
yukarıda da kısaca izah edilmişti. Fakat daha da önemlisi her çeviri faaliyetinin
ideolojik olmadığını, ideolojik çevirilerin yoğun olduğu dönemlerde de ideolojik
olmayan çevirilerden bahsedilebileceği, bunun ayrımının nasıl yapılması gerektiği de
ayrıca gösterilmiştir. Özellikle ideolojik çeviri için salt kaynak ya da erek metinlere
bakılamayacağı çünkü buradan ideolojik çeviri için bir çıkarımda bulunulmasının çok
sağlıklı olmayacağı anlaşılmıştır. Sadece yan metinlerin değil, aynı zamanda dönemin
hâkim söylemi, siyasi konjonktür ve ideolojik tarafların da tarihsel bir değerlendirmeye
tabi tutulması gerektiği, hatta bazen çeviride rol alan kimselerin, yani çeviri aktörlerinin
hangi ideolojiye mensup olduğunun bibliyografik bir çalışmayla ortaya konulmasının
bile icap edebileceği belirtilmiştir.
Tanzimat çevirilerinin Cumhuriyet Dönemi’ndeki çevirilerle ilişki içerisinde olduğu
tespit edilmiştir. Kökleri Tanzimat Dönemi’nde olan bazı çeviri faaliyetlerin iktidarın
ideolojisi yüzünden baskılandığı ve bu bakımdan yayımlanamadığı anlaşılmış, iktidar
değişince, yani Cumhuriyet rejiminde bu faaliyetlerin hız kazandığı araştırmanın sonucu
olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla iktidar ve çeviri arasında bir ilişki olduğu net bir
223
biçimde ortadadır. Çevirinin yapılıp yapılmamasının gerekçeleri berraklaştırıldıktan
sonra, bunların ideolojik kararlar olduğu tespit edilmiştir.
Diğer yandan Tanzimat Dönemi’nde çevirilerin bir devlet politikası halinde yürütüldüğü
gözlemlenmiş, buna ilave olarak özel girişimlerin olduğu da görülmüştür. İster özel
girişimler olsun ister devletin yaptırdığı çeviriler olsun, bütün çeviriler birbirine
paralellik göstermişlerdir. Yani devletin karakteri örneğin II. Meşrutiyet sonrası
milliyetçi bir ideolojiye meyledince bundan sonra devletin kurumlarındaki çevirilerin de
milliyetçi ideoloji kapsamında ele alındığı ama bundan piyasanın da etkilendiği
özellikle II. Meşrutiyet sonrası Kur’an çevirisi çalışmalarından anlaşılmaktadır. Bu
durumu devletin ideolojisinin toplumdaki belirli bir gurup tarafından paylaşıldığı ve bu
doğrultuda bu gurubun ya desteklendiği ya da ideolojik çeviri yapma konusunda
cesaretlendiği yönünde açıklamak mümkündür.
Batılılaşma perspektifli çevirilerin evvela teknik planda gerçekleştiği bir gerçektir, asla
ya da esasa yönelik (Ülken’in deyimiyle) çevirilerin çok daha sonra ortaya çıktığını
söylemek mümkündür, bu da ideoloji ile gerekçelendirilebilir. En Batıcı aydınların dahi
o dönemde aslı muhafaza etme isteği vardır. Ancak Batı’dan çevirmek istedikleri
yenilikleri, örneğin parlamenter sisteme dair siyasi metinleri, İslami, yani öze dair bir
dayanak sunmak yoluyla çevirmişlerdir. Parlamenter sistemin meşveret prensibine
dayandırılması bunu göstermektedir. Hukuk sistemi İslami olarak işlemeye devam
etmektedir mesela. Mecelle’nin Batı yönü bulunsa dahi, aslen İslami esaslara dayanan
bir kanunlar bütünü olduğu söylenebilir. Bu bakımdan Tanzimat Dönemi özcü,
muhafazakâr ya da itidalli bir Batılılaşma olarak değerlendirilebilir ve bu bakımdan
çevirilerin de siyasi anlamda derin (sert) ideolojik amaçlar içermediğini söylemek
mümkündür. Dolayısıyla sert bir dönüş, bir kırılma değildir bu safhadaki hamleler.
Ancak ne zaman ki Cumhuriyet kurulmuştur, bundan sonra ulus devlet ideolojisi
kapsamında özü temsil eden ögelerin birer birer uzaklaştırıldığı ve bunların Batılı
değerlerle ikame edildiği ya da çekirdek etniye ait olan Türklük (miiliyetçi) değerleriyle
doldurulduğu gözlemlenebilir. Burada çevirinin de bu ideolojik faaliyetin değirmenine
su taşıdığı söylenebilir. Örneğin Türklük bağlamında okullarda okutulacak Türk tarihi
eserlerin çeviri ve telifinde patlama yaşanmıştır. Oysa eğer bu konuya münferit bir
hadise olarak bakılırsa tarih kitabının çevirisinin ideolojik olarak değerlendirilmesi çok
224
zordur. Kendi bağlamından kopartılır gibi sadece (kaynak-erek) metin analizi
yöntemiyle kanunların çevrilmesi de ele alınırsa, bunun da ideolojik çeviri olduğunu
söylemek oldukça zorlaşır. Kanunların bire bir çevrilmesini kaynak-erek metin
analizleriyle inceleyip hangi ideoloji ile açıklamak mümkün olabilir? Ancak ideolojik
çeviri değerlendirmesi yapılabilmesi için önceden şeriat kanunların olduğu ve
sonrasında bunların kaldırıldığı, laik bir devlet anlayışına geçildiği ve hilafetin ilga
edildiği gibi tarihi vakaların bilinmesinin şart olduğu görülmektedir. Bu bağlamda yine
özellikle Cumhuriyet Dönemi’nde sert ideolojik manevraların yapıldığı ve bunun
çevirilere de yansıdığı söylenebilir. Fakat Batılılaşma kapsamında Tanzimat
Dönemi’nde de benzer faaliyetlerin yapıldığı, ancak bu faaliyetlerin daha yumuşak ve
amacın toplumu özden koparmak olmadığı bir biçimde yapıldığı görülmüştür.
Bu araştırma amacı bakımından ideolojik çevirinin varlığını Tanzimat ve Cumhuriyet
dönemleri için ortaya koymaya çalışmıştır. Fakat en az onun kadar ağırlığı bulunan
kısım bu kavramın farklı açılardan tanımlanması olmuştur. Diğer taraftan çalışmanın
kuramlarla ilişkilendirilmesi burada ideolojik çeviriye yönelik bir alanın oluşabileceğini
göstermiştir. Bundan sonraki aşamada ideolojik çevirinin daha sistemli bir biçimde
tanımlanması için bu kavramın kuramlarla ve başka sosyolojik yaklaşımlarla
ilişkilendirilmesi ve bu kapsamda ortaya çıkabilecek ilişkilerin altının doldurulması
gerekmektedir. Tanzimat ve Cumhuriyet dönemlerindeki çeviriler için özellikle çocuk
edebiyatı konusunda Necdet Neydim’den de yararlanılarak ideolojik çeviri araştırmaları
derinleştirilebilir. Cumhuriyet Dönemi’ndeki dil devriminin çeviri açısından ideolojik
boyutu ele alınmalıdır. Ayrıca medeni kanunun oluşturulması sürecinde ideolojik
anlamda bir çeviri yapıldığı iddiası bu çalışmada dile getirilmiş olsa da araştırmacıların
bu konunun üstüne ayrıca eğilip bu araştırmada ortaya konan yöntemlerle bu iddiaları
delillendirmesi gerekmektedir. Çeviriyle oluşturulmuş eğitim malzemeleri açısından
tüm eğitim müfredatı baştan aşağı iktidarların eğitimle ilgili yaptığı reformlar
çerçevesinde ele alınmalı ve ideolojik çevirinin resmi ortaya konmalıdır. Tüm bunlar bu
araştırmadan ortaya çıkan, çalışılması gereken alanlar olarak görülmektedir.
225
KAYNAKÇA
Adıvar, Adnan (1980), “Osmanlı Türklerinde İlim”, Remzi Kitabevi, İstanbul
Akarsu, Bedia (2009), “Dil Kültür Bağıntısı”, İnkılap Yayınevi, İstanbul
Akbayar, Nuri (1985), “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Çeviri”, Cumhuriyet Ansiklopedisi,
İletişim Yayınları
Akbulut, Ayşe Nihal (2010), “Özbetimleme”, İstanbul Üniversitesi Çeviribilim Dergisi,
İÜ: Edebiyat Fakültesi Yayınları, s. 1-20
Akünal, Dündar (1985),”Çeviri ve Batılılaşma”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye
Ansiklopedisi Cilt 2, İletişim Yayınları
Aksoy, Berrin (2002), “Geçmişten Günümüze Yazın Çevirisi”, İmge Kitabevi, Ankara
Althusser, Louis (1994), “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”, 4. Baskı, İletişim
Yayınları, İstanbul
Althusser, Louis (2014), “İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”, İthaki Yayınları,
İstanbul
Altunışık, Remzi; Coşkun, Recai; Bayraktaroğlu, Serkan ve Yıldırım, Engin (2010),
“Sosyalbilimlerde Araştırma Yönemleri”, Sakarya Yayıncılık, Sakarya
Altuntaş, Halil (2006), “Kur’an’ın Tercümesi ve Tercüme ile Namaz Meselesi”, Türk
Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara
Amman, Margeret (2008), “Akademik Çeviri Eğitimine Giriş”, Multilingual Yayınları,
İstanbul
Ammann, Margeret (1995), “Kommunikation und Kultur Dolmetschen und Übersetzen
heute; eine Einführung für Studierende”, Frankfurt/Main
Atatürk, Mustafa Kemal (2012), “Millet”, Milletler ve Milliyetçilikler, Yay. Haz.:
Mümtaz’er Türköne, Etkileşim Yayınları, İstanbul
Ataman, Bora (2009), “Türkiye’de İlk Basın Sansürü ve Abdülhamid Yasakları”,
Marmara İletişim Dergisi, Sayı 14, İstanbul
Atay, Falih Rıfkı (1984), “Çankaya”, Pozitif Yayınları, İstanbul
Arslan, Emre (2001), “Karşıtların Birliğinde Kültür ve İdeoloji: Sınıf Kavgasının
Uğrakları”, Praksis (4), s. 75-97
Aytaç, Gürsel (2011), “Klasik Alman Dil Felsefesi Metinleri”, Derleyen ve Çeviren:
Gürsel Aytaç, Phoenix Yayınevi, Ankara
226
Aydar, Hidayet (2006), “Darülfünun İlahiyat Fakültesi ve Türk Kültür Hayatına
Katkıları ” İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:13, s.30-31
Balcı, Sezai (2006), “Osmanlı Devleti’nde Tercümanlık ve Bab-ı Ali Tercüme Odası”,
Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Baltacıoğlu, İsmail Hakkı (1928), “Türk İnkılabı Karşısında Müslümanlık”, Milli
Mecmua (15.05.1928)
Bachmann-Medick, Doris (2013), “Kültür Antropolojisi ve Çeviri”, “Çeviribilim
Paradigmaları Çeviri Seçkisi”, Yay. Haz.: Faruk Yücel, Çanakkale Kitaplığı
Akademi, Çanakkale
Berk, Özlem (2001), “Ulusların ve Ulusal Kimliklerin Oluşturulmasında Çeviri
Yöntemlerinin Rol ve İşlevi” (The Role and Function of Translation Strategies
in Creating Nations and National Identities), Muğla Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, 4, s. 49-66,
Berk, Özlem (2005), “Kuramlar Işığında Açıklamalı Çeviribilim Terimcesi”,
Multilingual Yayınları, İstanbul
Berkes, Niyazi (2015), “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
Budak, Ali (2013), “Batılılaşma ve Türk Edebiyatı”, Bilgi Kültür Sanat, İstanbul
Bulut, Alev (2008), “Basından Örneklerle Çeviride İdeoloji/İdeolojik Çeviri”,
Multilingual Yayınları, İstanbul
Can, M. Zahit
(2011), “Çeviribilim Yöntemleri Açısından Çocuk ve Gençlik
edebiyatındaki Çeviri Eserlerin Algılanması”, SBE Sakarya Çeviribilim,
Yayımlanmış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya
Can, M. Zahit (2014), “Türkiye’deki İdeolojik Çevirinin Genel Karakteri Üzerine Bir
Değerlendirme”, 6. Uluslarası Balkanlarda Sosyal Bilimler Kongresi Bildiri
Kitabı, Sakarya
Can, M. Zahit (2015), “Arap Abbasi Dönemi ve Modern Türk Dönemi Çeviri
Hareketlerinin
Andere
Lefevere’nin
Yaklaşımıyla
İrdelenmesi”,
Eurasian Academy of Sciences Eurasian Art & Humanities Journal, Vol: 2, p.
57-67
Chesterman, Andrew (1997), “ Memes of Translation: The Spread of Ideas in
Translation Theory”, Amsterdam ve Philadelphia: Bejamins”
Cündioğlu, Dücane (1998), “Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet İdeolojisi”, Kitabevi
Yayınları, İstanbul
Çınaroğlu, Ayla (2006), “Türk Çocuk Yazınında Dünden Bugüne Sorunlar, Gelişmeler
ve Beklentiler” , 2. Ulusal Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Sempozyumu, Ankara
Üniversitesi Basımevi, Ankara
227
Dayanaç, Muharrem (2012), “Ahmet Midhat Efendi ve Üss-İ İnkılâp Üzerine“, Turkish
Studies, Vol. 7/1, p. 837-847, Turkey
Demez, Neslihan (2007), “Osmanlı İmparatorluğunda Yenileşme Hareketleri ve Çeviri:
Encümen-i Daniş Örneğinde Tanzimat Dönemi Çeviri Yaklaşımları”, İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi
Demez, Neslihan (2011), “Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye ve Mecmua-i Fünun”, Turgay
Kurultay’a Bir Armağan Çeviribilimden Kesitler, s. 196-209, Yay. Haz.:
Sakine Eruz ve Filiz Şan, Multilingual Yayınları, İstanbul
Demirci, Mustafa (1996), “Beytü’l-Hikme”, İnsan Yayınları, İstanbul
Der Grosse Brockhaus (1979), “İdeologie”, F.A. Brockhaus, Band: 5, Wiesbaden
Dosay, Melek (1999), “Tüccarzâde İbrahim Hilmi'nin "Maarifimiz ve Servet-i
İlmiyyemiz" Adlı Eseri, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:40,
Sayı:1, Ankara
Duden Lexikon (1984), “Nationalstaat” Maddesi, Mannheim
Eagelton, Terry (2011), “İdeoloji”, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
Ece, Ayşe (2010), ”Edebiyat Çevirisinin ve Çevirmenin İzinde”, Sel Yayıncılık, İstanbul
Eire, M. N. Carlos (2012), “ Erken Modern Çağda Çeviride Katolik İnancı”, Yay. Haz.:
Peter Burke ve R. Hsia, “Erken Modern Avrupa’da Kültürel Çeviri”, Türkiye İş
Bankası Yayınları, İstanbul, s. 93-114
Erdoğan, İrfan (2014), "Milli Eğitim Bakanlığı Sisteminin Kuvvetler Ayrılığından
Kuvvetler Birliğine Doğru Dönüştürülmesi", Eğitim Bilimleri Araştırma
Dergisi Cilt 4, Sayı 2
Ergin, Osman (1943), “Türkiye Maarif Tarihi”, V/ 1606-1607, İstanbul
Eruz, Sakine (2010), “Çokkültürlülük ve Çeviri”, Multilingual Yayınları, İstanbul
Ersoy, Hüseyin (2012), “Kavram, Kuram ve Süreç Açısından Tercüme Etkinliği”,
Araştırma Yayınları, Ankara
Even-Zohar, Itamar (2002), ‘The Making of Culture Repertoire and The Role of
Transfer’, Translations: (Re)Shaping of Literature and Culture (ed. Saliha
Paker), Boğaziçi Üniversitesi Yayınları: İstanbul, 166-174.
Even-Zohar, Itmar (1978), “Papers in Historical Poetics”, Tel Aviv
Even-Zohar, Itmar (1987), “Yazınsal Polisistem İçinde Çeviri Yazının Durumu”, çev.
Saliha Paker, Adam Sanat, No: 14, Ocak 1987, 58-68
228
Even-Zohar, Itmar (2005), “Übersetzungstheorien: Eine Einführung”, Gunter Narr
Verlag, Tübingen,
Fawcett, Peter; Munday, Jeremy (1998), “Ideology”, Routledge Encyclopediaof
Translation Studies, Abingdon
Freeden, Michael (1998), “Routledge Encyclopedia of Philosophy”, Routledge, London
and NewYork
Freeden, Michael (2011), “İdeoloji”, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara
Gentzler, Edwin (2004), “Übersetzung, Translation, Traduction”, s.166-170, Edit by:
Harald Kittel, Armin Paul Frank, Norbert Greiner ve ark. ,Walter de Gruyter,
Berlin
Göktürk, Akşit (2008), “Çeviri: Dillerin Dili” , Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
Gutas, Dimitri (2010), “Yunanca Düşünce Arapça Kültür”, Kitapevi Yayınları, İstanbul
Güngör, Süleyman (2001), “Althusser’de İdeoloji Kavramı”, Süleyman Demirel
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, C6, S2, s.221-231
Günyol, Vedat (1983), “Türkiye’de Çeviri”, Cumhuriyet Ansiklopedisi, İletişim
Yayınları
Gümüş, Sadrettin, (2015), “Cumhuriyet Döneminde (1923-1960 Arası) Meâl
Çalışmaları”, FSM İlmî Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi
Gürçağlar, Şehnaz Tahir (2005), “Kapılar Çeviri Tarihine Yaklaşımlar”, Scala
Yayıncılık, İstanbul
Gürçağlar, Şehnaz Tahir (2011), “Çevirinin ABC’si”, Say Yayınları, İstanbul
Gürsel, Nedim (1983), “Çeviri/Uygarlık ve Çeviri” İletişim Yayınları, Cumhuriyet
Ansiklopedisi
Hermans, Theo (1985), “The Manipulation of Literature”, New York,
Holmes, James (2008), “Çeviribilimin Adı ve Doğası”, Çeviri Seçkisi II, Yay. Haz.:
Mehmet Rıfat, Çev. Ayşenaz Koş, Sel Yayıncılık, İstanbul
Holz-Mänttäri, Justa (1984), “Translatorisches Handeln, Theorie und Methode”,
Suomalainen Tiedeakatemia, Academia Scientiarum Fennica, Helsinki
Hönig, Hans (2005),
“Konstruktives Übersetzen“, Hrgs: Radegundis Stolze,
Übersetzungstheorien: Eine Einführung, Gunter Narr Verlag, Tübingen,
Humboldt, Wilhelm von (1908), “Wilhelm von Humboldts Werke”, B.Behr’s Verlag,
Berlin
229
İnalcık, Halil (2014), “Rönesans Avrupası Türkiyenin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme
Süreci”, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul
İhsanoğlu, Ekmeledin (1998), “Osmanlı Eğitim ve Bilim Kurumları”, Osmanlı Devleti
ve Medeniyet Tarihi, 2. Cilt, s.223-262, Yay. Haz. E. İhsanoğlu, İstanbul
İsen Durmuş, Tuba (2011), “Türk Edebiyatında Klasik Algısı Üzerine Düşünceler”,
Milli Folklor Dergisi, Yıl 23, Sayı: 90, s. 37-48
Kayaoğlu, Taceddin (1998), “Türkiye’de Tercüme Müesseseleri”, Kitabevi, İstanbul
Karadağ, Ayşe Banu (2012), “Çeviri Tarihimizde Fenni Romanlarla Bir Kültür
Repertuarı Oluşturmak”, İ.Ü. Çeviribilim Dergisi, Sayı: 6, s.45-73
Karadağ, Ayşe Banu (2008), “Çevirinin Tanıklığında Medeniyetin Dönüşümü”, Diye
Yayınları, İstanbul
Koç, Emel (2009), “Türkiye’de Felsefe Dilinin Gelişimi ve Çeviri Faaliyetlerine Genel
Bir Bakış”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi Aralık 2009,
Sayı:20, ss.103-120
Kırpık, G. ve Tokdemir, M. A. (2014), “Talim ve Terbiye Kurululu’nun Kararlari
Işiğinda Tarih Dersleri ve Tarih Eğitimi (1925-1928)”, Uluslararası Avrasya
Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 16, ss: (382- 394)
Koloğlu, Orhan (1985), “Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi”, Tanzimat’tan
Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, Cilt:1, İstanbul
Kuran Burçoğlu, Nedret Kuran (2010), “Çeviriye Bilimsel Yaklaşımlar”, Multilingual
Yayınları, İstanbul
Kurultay, Turgay; G. SÖKMEN, Müge (1991), “Çocuk Edebiyatı, Türkiye’deki
Gelişimi ve Çevirisi Üzerine”, Metis Çeviri, İstanbul
Kuryazıcı, Nilüfer (1998/99), “Farklı Bir Sürgün: 1933 Türkiye Üniversite Reformu ve
Alman Bilim Adamları” , Alman Dili ve Edebiyatı Dergisi XI, s.37-50, Çantay
Kitabevi, İstanbul
Lambert, José (1998), “Massenliteratur”, Hrsg. M. Shnell-Hornby, H. Hönig, P.
Kußmaul, P. A.Schmitt, Handbuchtranslations, Stauffenburg, Tübingen
Lefevere, Andre (1982), „Mother Courage’s Cucumbers: Text, System and Refraction
in a Theory of Literature”, in: Modern Language Studies, 12/4. Fall 1982, 320.
Leonardi, Vannesa (2007), “Gender and Ideology in Translation: Do Woman and Men
Translate Differently?”, Peter Lang Verlag, Bern
Mardin, Şerif (2011), “Din ve İdeoloji”, İletişim Yayınları, İstanbul
230
Mardin, Şerif (2013), “İdeoloji”, İletişim Yayınları, İstanbul
Mclellan, David (2012), “İdeoloji”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul
Miras Kamil (1949), “Kur’an-ı kerim Tercümesi Hakkında”, Sebilurraşad, II 38, 195
Nahid, Haşim (1331), “Türkiya İçin Necat ve İ’tila Yolları”, s. 213-214, İstanbul”
Neydim, Necdet (1995), “Türkiye’de Çeviri Çocuk Edebiyatında Tarihsel Süreç
İçerisinde Çizilen Çocuk Figürlerine Toplumsal Bakış Açısından Yüklenen
İşlevler”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Çeviri Kuramlar ve Uygulamaları Anabilim Dalı, İstanbul
Neydim, Necdet (2000), “ Çocuk ve Edebiyat”, Bu Yayınevi, İstanbul
Nida, A. Eugene (1998), “Bible Translation”, Yay. Haz.: Mona Baker, Translation
Niranjana, Tejaswini (1992), “Siting Translation. History, Poststructuralism and
Colonial Context”, Berkeley, University of Oxford Press, Los Angeles and
Oxford
Oğuz, Esin Sultan (2011), “Toplum Bilimlerinde Kültür Kavramı”, EDF/JFL Edebiyat
Fakültesi Dergisi, Aralık 2011, Sayı 2, Cilt 28
Okay, M. Orhan (1989), “Ahmet Midhat Efendi”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 2, l, s.
100-102, İstanbul
Ortaylı, İlber (1985), “Batılılaşma Sorunu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye
Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, Cilt:1, İstanbul
Ortaylı, İlber (1983), “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı”, Timaş Yayınları, İstanbul
Öner, Işın Bengi (1999), “Çeviri bir süreçtir… Ya Çeviribilim”, Sel Yayıncılık, İstanbul
Öz, Ayhan (2014),” HeyetǦİ İlmiye Toplantıları Ve Millî Eğitim Şûralarında Din
Eğitimi ”,Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XVI, Sayı: 29
(2014/1)
Özkan, Fatih (2012), “Dildeki Dünya Görüşü”, Iğıdır Üniversitesi Sosyalbilimler
Dergisi, Sayı/No: 2, Ekim 2012, s. 101-117
Öztürk, İlyas (2000), “Tarihsel Süreçte Çeviri”, Sakarya Üniversitesi Yayınları, Sakarya
Popoviç, Anton (2008), “Çeviri Çözümlemesinde Deyiş Kaydırma Kavramı”, Çeviri
Seçkisi II, Yay. Haz.: Mehmet Rıfat, Çev. Yurdanur Salman, Sel Yayıncılık,
İstanbul
Popoviç, Anton (1976), “Aspects of Metatext”, Canadian Review of Literature
Translation, Automne
231
Prunç, Eric (2002), “Einführung in die Translationswissenschaft” Selbstverlag, Institut
für Theoretische und Angewandte Translationswissenschaft, Graz,
Prunç, Eric (2013), “Çeviri Kültürlerin Oluşumu Üzerine”, “Çeviribilim Paradigmaları
Çeviri Seçkisi”, Yay. Haz.: Faruk Yücel, Çanakkale Kitaplığı Akademi,
Çanakkale
Reiß, Katharina (1971), “Möglichkeiten und Grenzen der Übersetzungskritik”, Max
Huber Verlag, München
Reiß, Katharina (2005), “Übersetzungstheorien: Eine Einführung”, Gunter Narr Verlag,
Tübingen,
Reiß, Katharina; Vermeer, Hans J (1991), “Grundlegung einer allgemeinen
Translationstheorie”, Max Niemeyer Verlag, Tübingen
Reiß, Katherina, (1985), “Was heißt Übersetzen”, In GNILKA, Joachim RÜGER, Hans
Peter (Hrsg.): Die Übersetzung der Bibel Aufgabe der Theologie (Stuttgarter
Symposion 1984) Luther Verlag, (Texte und Arbeiten zur Bibel2) Bielefeld, s.
33-47
Reiß, K.; Vermeer, H. (1998), “Übersetzen als interkulltureller Transfer”, Hrsg. M.
Shnell-Hornby, H. Hönig, P. Kußmaul, P. A.Schmitt, Handbuchtranslations,
Stauffenburg, Tübingen
Sabri, Mustafa (1338), “Dini Müceddidlerimiz”, s. 196-197, İstanbul
Suçin, Mehmet Hakkı (2012), “Arapçaya Çevirinin Serüveni”, Kurgan Edebiyat,
Ankara
Şahin, Köksal (2007), “Küreselleşme Tartışmaları Işığında Ulus Devlet”, İlgi Kültür
Sanat Yayıncılık, İstanbul
Timur, Timuçin (1985), “Batılılaşma Sorunu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye
Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, Cilt:1, İstanbul
Toury, Gidon (1995), “Descriptive Translation Studies and Beyond”, John Benjamins,
Amsterdam
Toury, Gidon (2008), “Çeviri Normlarının Doğası ve Çevirideki Rolü”, Çeviri Seçkisi
II, Yay. Haz.: Mehmet Rıfat, Çev. Arzu Eker, Sel Yayıncılık, İstanbul
Tosun, Muharrem (2002), “Dil Edincini Aşan Bir Edim Olarak Çeviri Eylemi (Çeviri
Kuramlarının Gelişiminde Paradigma Değişimi)”, İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul
232
Tosun, Muharrem (2004), “Bireysel ve Bilimsel Olmayan Bir Çeviribilim Isteği: Yeni
Paradigmanın Karakteri”, Journal of Translation and Interpreting: Volume 2,
Single Issue: 211-223
Tunya, Timur (1985), “Batılılaşma Sorunu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye
Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, Cilt:1, İstanbul
Türköne, Mümtaz’er (2014), “Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu”, Etkileşim
Yayınları, İstanbul
Ülken, Hilmi Ziya (1997), “Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü”, Ülken Yayınları,
İstanbul
Venuti, Lawrence (1995), “The Translator’s Invisibility. A History of Translation,
Routledge”, London ve New York
Vermeer, Hans J. (1992),”Skizzen zur einer Geschichte der Translation”, Verlag für
İnterkulturelle Kommunikation, Frankfurt
Vermeer, Hans Johan (2008), “Çevirinin Doğası- Bir Özet”, Çeviri Seçkisi II, Yay.
Haz.: Mehmet Rıfat, Çev. Şebnem Bahadır ve Dilek Dizdar, Sel Yayıncılık,
İstanbul
Vermeer, Hans Johan ve Reiß, Katharina (1984), “Grundlegung einer Allgemeinen
Translationstheorie”, Max Niemeyer Verlag, Tübingen
Yazıcı, Mine (2005), “Çeviribilimin Temel Kavram ve Kuramları”, Multilingual
Yayınları, İstanbul
Yazıcı, Mine (2011), “Çeviribilimde Araştırma”, Multilingual Yayınları, İstanbul
Yeni Kültür Ansiklopedisi (2002), “İdeoloji”, Morpa Kültür Yayınları, Cilt: 5, İstanbul
Yücel, Faruk (2007), “Tarihsel ve Kuramsal Açıdan Çeviri Edimi”, Dost Kitabevi,
Ankara
Yücel, Faruk (2006), “Türkiye’nin Aydınlanma Sürecinde Çevirinin Rol”, Hacettepe
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi 2006 / Cilt : 23 / Sayı: 2 / ss. 207-220
K. Yakut; P. Sağun, (2010), “Gazeteci Necmeddin Sadık Sadak’ın Düşünce Dünyası”,
Tercüman-ı Ahvalin 150. Yılında İstanbul’da Fikir Gazeteciliği Sempozyumu
(21-22 Ekim 2010), İstanbul
233
İnternet Kaynakları
Aka,
Pınar,
“Modernleşme,
Gelenek
ve
Metin“
http://www.littera.hacettepe.edu.tr/TURKCE/18_cilt/17.pdf ,(30.05.2015)
Aksiyon
Dergisi, “Hans Von Aiberg”, http://www.aksiyon.com.tr/ibrahimdogan/arzdan-arsa-yalan-kulesi_521072 (09.09.2015)
Armağan, Mustafa, “Türkçe Kur’an” (http://www.zaman.com.tr/yazarlar/mustafaarmagan/ataturk-kurani-neden-turkceye-cevirtmisti_2237981.html, 10.09.15)
Avcı
Cemal,
“Atatürkün
Milliyetçilik
Anlayışı”,
http://turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/arastirmalar/avci.pdf (19.09.2015)
Belge, Murat, “Batılılaşma” , http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=28619&l=1” ,
(02.05.15)
Biyografi.net, “Ziya
(27.07.15)
Gökalp”
http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=352,
Culture
in
Motion,
“Kultur”,
2011.eu/definition_kultur.html , (09.07.15)
http://www.culture-in-motion-
Çapan,
Ergün,
“Kur’an’ın
Evrenselliği
ve
Tarihselci
Yaklaşım”,
http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/kuranin-evrenselligi-ve-tarihselciyaklasim , (27.07.15)
Duman,
D;
Doğdu,
M.
,“Çocuk
Dergilerinde
Yurttaşlık
Bilinci”http://web.deu.edu.tr/ataturkilkeleri/ai/uploaded_files/file/dergi%202021/8.pdf (06.09.15)
Ekinci, İsmail, “Türk Modernleşmesinde Batılılaşma ve Laikleşmenin Tarihi Kökleri“,
http://www.ismailekinci.com/?p=117, (22.07.15)
Erşan,Mesut,“Batılılaşma”,http://www.aku.edu.tr/AKU/DosyaYonetimi/SOSYALBILE
NS/dergi/VIII3/ersan.pdf , (02.05.15)
Gökalp, Ziya, “Hars ve Teshib” http://panturkizm.com/hars-ve-tezhip-turkculugunesaslari-ziya-gokalp/ (01.09.15)
Halk
Bilimleri
Sözlüğü,
“Kültür”,
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.
GTS.55a23cbde05265.17678343, (12.07.15)
Hürriyet Arşiv, “Hans von Aiberg” http://www.hurriyet.com.tr/gundem/21367631.asp
(09.09.2015)
234
James
Holmes (1972), ”The Name and Nature of Translation Studies”,
http://www.universita-mediazione.com/wpcontent/uploads/2012/02/Materiale_Prof_Donadio_31_01_2012.pdf?6afd74
(12.07.15)
Karadağ, Ayşe Banu (2006), “Ve Çeviribilimciler 100 Temel Esere El Koydu”,
http://ceviribilim.com/?p=304 (16.08.15)
Karaman,
Mehmet
Ali,
“Osmanlı’da
http://www.historystudies.net/Makaleler/1299095106_8Mehmet%20Ali%20Karaman.pdf , (28.08.15)
Kıraathaneler”
Özdemir,
Hüseyin,
“Eğitim,
İdeoloji
ve
Din”,
(http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&
YaziNo=463, 30.08.15)
Philosophisches Institut,”Quran
(03.09.15)
Übersetzung”
http://www.gtodoroff.de/koran.htm
Politik Lexikon , ”Ideologie” http://www.politik-lexikon.at/ideologie/ , (09.07.15)
Reiterer,
Michael,
“Kültür
Siyaseti”
http://eeas.europa.eu/delegations/switzerland/documents/eu_switzerland/20071
018_rede_kultur_internationale_politik_bern.pdf , (15.07.15)
Şentop,
Musatafa
(2004),
“Siyasi
Hakimiyet”,
http://www.eakademi.org/incele.asp?konu=Siyasi%20Hakimiyetin%20Kayna%F0%FD%20
Meselesi%20ve%20Osmanl%FD%20Telakkisi&kimlik=1088765050&url=ma
kaleler/msentop-1.htm, (03.09.15)
TDK,
“Norm”,
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.
GTS.55f1dda3655107.30967088 (10.09.15)
TDK,“Kültür”,http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid
=TDK.GTS.55a23cbde05265.17678343, (12.07.15)
Thommen,
Jean-Paul,
“Ideologie”,
http://wirtschaftslexikon.gabler.de/Definition/ideologie.html, (09.07.15)
Tosun, Muharrem; Şimşek, Fatih (2012), “Osmanlının Son Döneminden Türkiye
Cumhuriyeti’nin İlk Dönemine Devlet Eliyle Yaptırılan Çevirilerin Toplumsal
Ve
Kültürel
Değişime
Etkisi”
http://www.jhumansciences.com/ojs/index.php/IJHS/article/viewFile/2352/1050 (20.09.15)
Uni-Protokolle, “Definition”,
(08.09.15)
http://www.uni-protokolle.de/Lexikon/Definition.html
Wikipedia,
“Ahmet
Cevdet
https://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmed_Cevdet_Pa%C5%9Fa (01.09.15)
235
Paşa”,
Wikipedia,
“Edebiyatı
Cedide”
%C4%B1_Cedide, (30.07.15)
https://tr.wikipedia.org/wiki/Edebiyat-
Wikipedia,
“Hüseyin
Kasım
Kadri”
https://tr.wikipedia.org/wiki/H%C3%BCseyin_Kaz%C4%B1m_Kadri,
(30.07.15)
Wikipedia, “Itmar
(12.09.15)
Even-Zohar”,
https://en.wikipedia.org/wiki/Itamar_Even-Zohar
Wikipedia,
“İbrahim
Hilmi
Çığıraçan”,
https://tr.wikipedia.org/wiki/İbrahim_Hilmi_Çığıraçan (31.07.15)
Wikipedia, “Jungosmanen”, https://de.wikipedia.org/wiki/Jungosmanen (09.09.10)
Wikipedia, “Kultur”, https://de.wikipedia.org/wiki/Kultur , (08.07.15)
Wikipedia, “Louis Althusser”, https://de.wikipedia.org/wiki/Louis_Althusser#Theorie
(10.09.15)
Wikipedia, “politische Ideologie”, https://de.wikipedia.org/wiki/Politische_Ideologie,
(09.07.15)
Wikipedia, “Soziale Normen”, https://de.wikipedia.org/wiki/Soziale_Norm (10.09.15)
Wikipedia,
“Sprachvereine”,
https://de.wikipedia.org/wiki/Sprachgesellschaft#Einfluss_und_Wirkung
(06.09.15)
Wikipedia, “Systemtheorie”, http://de.wikipedia.org/wiki/Systemtheorie_(Luhmann) ,
(25.04.15)
Wikipedia, “Tanin” https://tr.wikipedia.org/wiki/Tanin, (30.07.15)
Wikipedia, “Tevfik Fikret”, https://tr.wikipedia.org/wiki/Tevfik_Fikret, (30.07.15)
Wikipedia, “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”
i_Tedrisat_Kanunu , (01.09.15)
Wikipedia, “Turancılık”,
,(04.08.15)
Wikipedia,
“Ziya
(28.07.15)
https://tr.wikipedia.org/wiki/Tevhid-
https://tr.wikipedia.org/wiki/Turanc%C4%B1l%C4%B1k
Gökalp”,
https://tr.wikipedia.org/wiki/Ziya_G%C3%B6kalp
Wikitonary, “İdeologeme”, https://en.wiktionary.org/wiki/ideologeme, (05.09.15)
236
ÖZGEÇMİŞ
M. Zahit CAN, 19.12.1981 tarihinde Almanya’nın Hamburg şehrinde dünyaya geldi.
İlkokulu Almanya’da tamamladıktan sonra Ortaokulu Adapazarı’nda, Liseyi İzmit’te
tamamladı. 2000 yılında İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatını kazandı ancak
aynı yıl yatay geçiş yoluyla Hamburg Üniversitesi Pedagoji Bölümüne naklini
gerçekleştirerek 3 yıl boyunca eğitimine burada devam ettikten sonra tekrar Türkiye’ye
döndü ve 2004 yılında İstanbul Üniversitesi Mütercim- Tercümanlık bölümüne
girdikten sonra 2008 yılında buradan mezun oldu. Aynı yıl içinde Sakarya Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Çeviribilim bölümünde yüksek lisans öğrenimine başladı ve
2011 yılında “Çeviribilim Yöntemleri Açısından Çocuk ve Gençlik Edebiyatındaki
Çeviri Eserlerin Algılanması” adlı teziyle mezun oldu. Aynı yıl içinde Sakarya
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çeviribilim bölümü doktora programına
başvurdu ve kabul edildi. Halen bu anabilim dalında doktora öğrencisidir.
237