Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
t u r n a l a r 1 turnalar ULUSLARARASI HAKEMLİ TÜRK DİLİ, KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ 84 2 K › b r › s - B a l k a n l a r - A v r a s y a turnalar ü r k E d e b i y a t l a r › V ULUSLARARASI HAKEMLİ TÜRK DİLİ,TKÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Yıl:23 Sahibi Sayı: 84 Ekim-Kasım-Aralık 2021 a k f ı Üç Ayda Bir Yayımlanır İçindekil er KIB ATEK [kıbrıs, balkanlar, Avrasya türk edebiyatları kurumu]vakfı adına İsmail bozkurt • Genel Yönetmen metin turan MAKALE Asker Gönderme ve sAvAş dönemİ edebİyAtı/ EUnKYUnG OH ...................................3 • UmUtsUZLUk -UmUt İkİLemİnde İkİ kıbrıs rOmAnı / TAnJU İnAL....................................17 Yayın Yönetmeni kıbrısLı Âşık kenZî’nİn edİrne GAZeLİ/ DİLEK BATİSLAM ..............................................23 doç. dr. mehmet çevik • PerİOĞLU - PsyCHe bİr mAsALın ALtı çeşİtLemesİnİn kArşıLAştırmALı denemesİ OğUz TAnSEL...............38 Yayın Koordinatörü Hüseyin ezilmez Yayın Yönetmen Yardımcıları "ne çALışıyOrsUn, ne?!" fOLkLOrA yenİ bİr sOLUk: OtOetnOGrAfİ /SERpİL AYGUn cEnGİz ..................................52 Orkun bozkurt - dervişe kutlu Kapak resmi: Ayda yöndem Kapak Düzenleme : muharrem yalçınkaya • AKADEMİK DANIŞMA VE HAKEM KURULU dr. A. Alper Akçam - Prof. dr. Apollanaria Avrotina Prof. dr. bekir Onur- doç.dr. ümüt AkagündüzProf. dr. sevim Akten- Prof. dr. Ayten Ar-Prof. dr. tülin Arseven Prof. dr. Gürsel Aytaç- Prof. dr. fuat bozkurt Prof.dr. suzan Canhaşi- Prof. dr. serpil Aygün Cengiz Prof. dr. reyhan çelik- doç. dr. mehmet çevik Prof. dr. Ayten er- Prof. dr. tuna ertem Prof. dr. birsen karaca- dr. solmaz karabaşaProf. dr. Ayten kaplan Prof. dr. Ayla kaşoğluProf. dr.kurtuluş kayalı- doç. dr. nazan kahramandoç. dr. Galina miskinina-doç.dr. betül mutlu- Prof. dr. tuğrul İnal Prof. dr. eunkyung Oh- Prof. dr. melahat Pars Prof. dr. medine sivri- Prof. dr. vagıf sultanlı Prof. dr. Aysıt tansel- Prof. dr. devrim topses Prof. dr. Cengiz tosun- Prof. dr. Hatice köroğlu türközü Prof. dr. Ali yakıcı - dr. İlkyaz Ariz yöndem-Prof. dr. Grayzna Zajac • Yönetim ve Yazışma kktC -İsmail bozkurt naim efendi sokak suriçi Gazi mağusa/kktC tel: 0542 852 78 15 e-mail: kibatek@gmail.com • TÜRKİYE DENEME küçürek denemeLer/ İSMET EMRE ........................................................................................16 İLyA'dAkİ trOyA ve AnAdOLU / TAHSİn şİMşEK ...................................................................27 İkİ düş bİr efsAne / AKIn ERGÖKÇEn .....................................................................................34 bAĞımsıZLıĞın bİLGe OZAnı CeyHUn AtUf kAnsU / GÜnAY GÜnER ...................................42 "bAbA yAĞmUr bİttİ" / MÜnEVVER OğAn .............................................................................48 eskİye tUtkUn yenİLİkçİ bİr edebİyAtçı: beHçet neCAtİGİL / METİn TURAn ..................59 HİKAYE dOmAtesİn tAdı / AYTEKİn KARAÇOBAn ...............................................................................22 ArALık sOkAk kAPısındAn İçerİ Gİrersİn, nİçİn GİrdİĞİnİ bİLmeden/ M. KAnSU ........68 sAyıkLAmALAr PAZArı / HAVVA KARAKAş.............................................................................77 şİİrLEr ATILGAn ALEMDAR.....................................................................................................................15 ATTİLA AşUT ................................................................................................................................26 MEHMET ÇEVİK ...........................................................................................................................37 BORİS VLADİMİROVİÇ zAHODER rusçadan Çeviren: Birsen Karaca ...................................................................................................... 51 ASIM GÖnEn ................................................................................................................................67 RIDVAn YILDIz ............................................................................................................................70 GÜLER KALEM..............................................................................................................................76 zEYnAL GÜL .................................................................................................................................81 Konur Sokak 36/13 • Tel: (0.312) 425 39 20 0530 953 64 09 Fax: (0.312) 417 57 23 Kızılay - Ankara e-mail: kibatek@gmail.com www.kibatek.com.tr Abone Bedeli (Posta Bedeli Dahil) : 180 TL öğrenci ve öğretmenlere %50 indirimlidir. Abone bedeli ve katkılarınızı kıbrıs balkanlar Avrasya türk edebiyatları kurumu’nun türkiye İş bankası, 4213-0734181 numaralı hesabına yatırıp, kibatek@gmail.com adresine bilgi veriniz. • Baskı: başkent klişe &matbaacılık, bayındır sokak. 30/e, Ankara Yerel Süreli Yayın baskı tarihi: 1 ekim 2021 SÖYLEşİ edebİyAtçı Ayşe sArısAyın İLe bAbAsı beHçet neCAtİGİL üZerİne söyLeşİ/ TAHEREH MİRzAİ .........................................63 ALmAnyA'dA sİLİnmeZ İZLer bırAkAn bİr küLtür İnsAnı: sAbrİ çAkır'LA söyLeşİ/ KEMAL YALÇIn.................................................................................71 KİTAP TANITIM HALıt ALıOsmAn dAĞLı ve GüZ tıtremeLerı/ HİLMİ HAşAL................................................82 52 K ı b r ı s - B a l k a n l a r - A v r a s y a T ü r k E d e b i y a t l a r ı V a k f ı MAKALE “ne çalışıyorsun, ne?!”1 Folklora Yeni Bir Soluk: Otoetnografi Serpil Aygün cengiz* 23 Nisan 2021 tarihinde “Halkbilimciler Masal Çemberinde” başlıklı “Folklor Sokağı Atölyesi Karahindiba Tohumları” sanal etkinliğinde Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Halkbilimi Bölümü 2013 yılı mezunu Şeyma Yaltırık Alan, bize (toplantı katılımcılarına) bir masal çemberi yapacaktı. Ben de Şeyma masalını anlatmadan evvel 1974’te Okuma Bayramında yedi yaşında sahnede bir kitaptan masal okurken çekilmiş bir fotoğrafımı katılımcılara göstererek o günü anlatmak istedim. Anlattım da.2 Etkinlikten sonraki telefon konuşmamızda Hande Çayır’ın bana söylediği gibi, 23 Nisan’ı kutsamadan çocukluğumdan bir kesit anlattığım bu konuşmam aslında otoetnografik bir fotoğraf okumasıydı. Sonrasında konuşmamı Turnalar dergisi için yazılı metin olarak hazırlamaya karar verdim; fakat bu yazım yayımlandığında çalışmamın akademik bir metin olarak değil, bir hatıra paylaşımı olarak yorumlanabileceğinden endişe ettim. Bu nedenle metnimin ön kısmına, şu anda okumakta olduğunuz kısa kuramsal bölümü -otoetnografiyle karşılaşma hikayemle birlikte- eklemeye karar verdim. 1* Mary Patrice Erdmans, otoetnografi başta olmak üzere bu yeni anlatı yöntemlerini tartıştığı makalesinin başlığını “The personal is political, but is it academic?” (2007: 7) olarak koymuş. Erdmans’ın makale başlığını Türkçe söylersek, “Kişisel olan politiktir, ancak akademik midir?” anlamına gelen bir cümleyle karşılaşırız. Evet, kişisel olan politiktir, aynı zamanda da akademiktir: İşte benim hikayem. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Halkbilimi Bölümünde 1994-1998 yılları arasında araştırma görevlisi kadrosunda çalışmıştım. Dönemin Etnoloji Anabilim Dalı Başkanı ile Halkbilimi Bölüm Başkanının benimle çalışmayı istememesi sonucunda istifa etmeye zorlandığım bu dönemi, o zaman da, sonrasında da anlamak/anlamlandırmak için çok * Prof. Dr., Ankara Üniversitesi DTCF Halkbilim Bölümü Öğretim Üyesi. uğraştım. Neden çalıştığım, o kadar emek harcadığım Bölümümde istenmemiştim? Yaşadığım olaylar sadece benim yaşadığım şeyler miydi? Yoksa üniversiteden öyle veya böyle uzaklaştırılanların öykülerinde kesişimler var mıydı? Aradan yıllar geçti, uzaklaşmak zorunda kaldığım Bölüme doçent olarak döndüğümde yeniden benzer olaylar yaşayınca “Bana belki de tarihsel perspektif gerekiyor” diye düşünerek Bölümün tarihini de merak etmeye başladım. Elbette aklımda -hikayelerimiz çok farklı da olsa- zamanında Fakülteden uzaklaştırılan Prof. Pertev Naili Boratav ve Prof. Dr. İlhan Başgöz vardı. Hikayelerimizde ortak noktaları –varsa- bulmak ve kendi yaşadıklarımı daha iyi anlayabilmek amacıyla Rektörlük ve Dekanlık arşivindeki dosyaları incelemeye başladım.3 Arşiv çalışmalarım sırasında AÜ DTCF Yönetim Kurulu Kararları arasında 3 Haziran 1947 tarihli bir yazıda Pertev Naili Boratav’ın “Türk Halk Edebiyatı ve Folkloru Kürsüsü”nde asistanı olan Mehmet Tuğrul’u üç ayrı kere şikayet ettiğini şaşırarak okudum. Neticede Dekanlık “Prof. Boratav’la Asistan Mehmet Tuğrul’un ahenkli bir şekilde çalışmaları”nın mümkün olmadığına karar vererek Tuğrul’un “Üniversite Asistanlığı ile (…) ilgisinin kesilmesi icabettiğine kanaat getirmiş ve gerekli işlemin yapılması için Rektörlüğe yazılmasına” karar vermiş. Dünya görüşlerinin farklı olduğunu bildiğim bu iki değerli halkbilimcinin arasında neler yaşandığını merak ederek olan biteni bilebilecekleri umuduyla Prof. Dr. İlhan Başgöz’e, Prof. Dr. Korkut Boratav’a, Nail Tan’a bu meseleyi sordum; ama onlar da bilmiyorlardı. Mehmet Tuğrul’un iki kızı hayattaydı, fakat büyük kızı demans hastasıydı, görüşemedim; Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan küçük kızı Güner Ayter ise telefon görüşmemizde bana doğum tarihi nedeniyle olayları bilemediğini ve babasının da evde DTCF’den bahsettiğini hatırlamadığını söyledi.4 Sonrasında yine de Halkbilimi Bölümünün hikayesinin peşini bırakmadım, araştırmaya devam ettim. Kendi kişisel hikayemi anla(t)mak için duyduğum t u r n a l a r heyecan ve istek ise arttıkça artıyordu, ama hikayemi anla(t)maya nereden, nasıl başlayacağımı bilemiyordum. “Hikaye” sözcüğünün geçtiği her yere takılıp kalıyordum. Avustralyalı komedyen Hannah Gadsby 2018 yılındaki “Nanette” isimli gösterisinde, kadın düşmanlığından (mizojini) kaynaklanan yaşadığı sorunları anlatırken kendi hikayesini neden anlattığını açıklaması beni etkilemişti: “Beni kurban olarak görün diye anlatmıyorum. Kurban değilim. Hikayemin değeri olduğu için bunları anlatıyorum. Hikayemin değeri var. Anlatıyorum, çünkü bildiklerimi bilmenizi istiyorum, bu gerekli. (…) Hikayemin yok edilmesine izin vermeyeceğim. Benimki gibi bir hikaye duymak için neler vermezdim; suçlamak için, ün için, para için, güç için değil”… Sahi insan neden hikayesini anlatma ihtiyacı duyar? Antropolojide ve/veya antropolojik folklorda “hikaye” denildiğinde elbette ilk akla gelen “etnografi”dir. John Van Maanen geleneksel etnografik metni “realist hikaye” olarak tanımladığı Alanın Hikâyesi adlı kitabında “[b]ugüne kadarki en meşhur, en bilindik, en yaygın, en popüler ve en çok farkında olunan etnografik yazım türü”nün bir kültürün realist bir şekilde anlatılıyor olmasından ve etnografik realizmin en çarpıcı özelliğinin ise “metnin çoğu bölümlerinde yazarın varlığının hiç hissedilmiyor” oluşundan söz ediyor (2017: 67-68). Geleneksel etnografi anlayışındaki bu yaklaşım etnografik çalışmalarda düşünümsel (reflexive, self-reflexive) yaklaşımın benimsenmesiyle kırılmıştır. Araştırmacının sahada kendi pozisyonunu açıkça anlattığı okuduğum (Türkiye’den) ilk düşünümsel antropolojik metin sanırım Tayfun Atay’a aitti. Atay’ın 1994 yılında Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulunda tamamladığı “Batı’da Nakşibendi Sufiler” başlıklı doktora tez çalışması 1996’da Batı’da Bir Nakşi Cemaati: Şeyh Nâzım Kıbrısî Örneği adıyla İletişim Yayınlarından basılmıştı. Kitapta ta o zaman beni en çok etkileyen bölüm Atay’ın Şeyh ve tarikat üyeleriyle ilişkisinden kendisinin yeşil sarıklı, çember sakallı görünümüyle laik kesimden kişilerle yaşadığı sorunlara kadar sahadaki kişisel deneyimlerini anlattığı bölümdü (2011: 297-329). Kitabın ilk basımının yapıldığı yılın sonlarına doğru ben de çocuk oyunları üzerine yazdığım yüksek lisans tezimin savunmasını girmiştim. Farklı ortamlarda birkaç kere dile getirdiğim gibi yüksek lisans tez danışmanım tezimde Kdz. Ereğli’de yaptığım saha çalışmam sırasında tuttuğum günlükten tezimde bahsetmemi de, “ben dili” kullanmamı 53 da ne yazık ki bilimsel bulmamıştı. Bu nedenle yüksek lisans tezimde araştırma konuma ve sahada karşılaştığım yetişkinlere ve çocuklara ilişkin olarak kişisel duygularımı ve düşüncelerimi anlattığım, araştırmacı olarak pozisyonuma ilişkin değerlendirmelerin olduğu düşünümsel bakış açısı hiç yer almıyor. Halkbilimi alanında doktora tez önerisi sunacak düzeye gelene kadar da araştırma görevlisi olarak çalıştığım Bölümde pozitivist yaklaşımın dışında farklı bir bakış açısıyla kesinlikle karşılaşmadım. Daha sonra Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında doktora yaparken, Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Disiplinlerarası Sosyal Psikiyatri Anabilim Dalında ikinci ve Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Anabilim Dalında üçüncü yüksek lisansımı yaparken de düşünümsel bakış açısının tartışıldığına (eşdeyişle araştırmacının araştırdığı konuya yönelik duygularıyla birlikte kendi kişisel bakış açısını “ben dili”yle paylaştığına, araştırmasıyla ilişkili kendi hikayesini anlattığına) tanık olmadım. Haliyle, bu programlarda yazdığım lisansüstü tez çalışmalarımda düşünümsel bakış açısıyla tez yazmam da benden istenmedi. O kadar ki otomobil reklamlarında modernist ideolojinin nasıl yeniden üretildiğini tartıştığım ve 2005 yılında tamamladığım doktora tezim (Aygün Cengiz, 2009) için neden otomobil reklamlarını konu olarak seçtiğimi ilk defa 2021 yılında kendi kendime ancak sorabildim.5 1998’de ayrılıp 2013’te halkbilimi alanına geri döndüğümde de araştırmacının kişisel bakış açısına, kendi hikayesine akademik folklor çalışmalarında hâlâ yer olmadığını gördüm. “6. Halk Kültürü Araştırma Sonuçları Sempozyumu’nun Ardından” (2017: 209-226) başlıklı yazımda olduğu gibi fırsatını bulduğumda bu konudaki düşüncelerimi el yordamıyla açıklamaya çalıştım; fakat bu bakış açımı hangi yöntemle serimleyebileceğimi bir türlü bulamadığım için sosyal bilimler alanında kendimi hiçbir zaman evimde hissetmedim. Düşünümsel yaklaşımın da ötesinde, diğerlerininkini değil, ayrıca asıl kendi hikayemi anlatmak için yeni bir anlatı yönteminin, “otoetnografi”nin (çok daha eski tarihli öncü çalışmalar bir yana) asıl olarak 1990’larda çoktan doğduğunu öğreneceğim ve senelerdir kendi kendime çırpınarak aradığım bu yöntemi 2020 yılında keşfedeceğim günler neyse ki sonunda geldi. Okuduğum ilk otoetnografik metin antropolog Renato Rosaldo’nun The Day of Shelly’s Death: The Poetry and 54 K ı b r ı s - B a l k a n l a r - A v r a s y a Ethnography of Grief (2014) adlı çalışmasıydı. Kitabı, Kovid-19 küresel salgınını ilk yaşadığımız 2020 yaz aylarında (çoğu lisansüstü eğitim alan öğrencilerimden oluşan) bir okuma grubuyla birlikte okumuştum. 26 Ağustos 2020 tarihinde de bu kitaptan anladıklarımızı paylaştığımız bir sanal toplantı düzenledik ve bu buluşmaya Renato Rosaldo da katılarak sorularımızı yanıtladı. Hem kitap hem Rosaldo’nun sorularımıza verdiği içten yanıtlar hepimizi çok etkilemişti. Rosaldo kitabında temel olarak iki ana eksen üzerinden yasın etnografisini bize aktarıyor. Birincisi, kafa avcısı olan Filipinlerde yaşayan (ve bu kitabın yazıldığı 1980’li yıllarda, üç bin beş yüz kişilik bir etnik grup olan) İlongotların kafa avcılığındaki öldürme arzularının arka planında olan unsurun yasla ilişkisi. Diğer eksen de Rosaldo’nun Filipinlerde bir yolda yürürken ayağı kayıp düşerek trajik bir şekilde ölen eşi Shelly’nin ölümünün ardından Rosaldo’nun tuttuğu yas, özellikle de Rosaldo’nun tuttuğu yasta ortaya çıkan öfkesi. Kafa avcılığına sebep olan öfke ile Rosaldo’nun eşinin ölümünden sonra antropoloğun kendi yasında ortaya çıkan öfke arasında Rosaldo’nun çok ustaca bu kitapta bir bağlantı kurduğunu gördüm. Kitaptan büyülenmiştim. İlk defa çok derinden kavramıştım ki araştırmacı ve araştırma konusu iki ayrı parçaya ayrıştırılamazdı; öyleyse her akademik/sosyal bilimsel metin kesinlikle düşünümsel bir dille yazılmalıydı. Bu düşüncemi Jane Tompkins’in “Me and My Shadow” (Ben ve Gölgem) adlı makalesinde araştırmacının ve araştırılanın ayrıştıralamayacağını –tam tamına benim içimden geçen sözcüklerle ifade ettiğini- okumaktan son derece mutlu olmuştum. Jane Tompkins kendisini ve gölgesini (akademik kimliğini ve akademik çalışmalarının içinde ortaya çıkması istenmeyen özel yaşamını) şöyle anlatıyor: “Biri profesyonel dergiler için yazıyor, diğeri gece geç saatlerde günlüklerde yazıyor. Biri ‘bağlam’ (context) ve ‘anlaşılabilirlik’ (intelligibility) gibi sözcükler kullanıyor, tartışmaları kazanmayı, adını basılı görmeyi ve lisansüstü öğrencilere ciddi öneriler vermeyi seviyor. Diğerinden neredeyse hiç haber alınamıyor. Bir zamanlar bir üniversitenin edebiyat dergisinde yayımlanan kısa bir hikayesi vardır, ancak yazdıkları esas olarak ‘günlük’ ve ‘özel’ etiketli defterlerde ve klasörlerdedir. Bu kişi telefonda arkadaşlarıyla çok konuşur, psikiyatristlere gitmiştir, cappuccinoyu sever, ruhsal durumu hakkında endişelenir. Babası şu anda hasta ve yakın zamanda intihar eden bir arkadaşı var. İşte buradaki ikilem yanlıştır –ve yanlış değildir. Demek istediğim, gerçekte bölünme yoktur. T ü r k E d e b i y a t l a r ı V a k f ı Epistemoloji hakkında hisseden ve konuşan aynı kişidir. Problem şu ki sen, profesyonel işini yaparken özel hayatın hakkında konuşamazsın. Epistemoloji veya işte her ne hakkında yazıyorsan, bunun özel hayatınla hiçbir ilgisi yokmuş gibi, [yazdığın akademik] konu daha yüce, daha önemliymiş gibi davranırsın, çünkü yazdığın metin, sadece kişisel olanı (sözde) aşıyordur” (Tompkins, 1987: 169). Derken okuma grubu olarak, (İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi’nde çalışan öğretim üyesi) Hande Çayır’la tanıştık. Hande Çayır 4 Ekim 2020 tarihinde (Folklor Sokağı Atölyesi buluşmaları kapsamında) “Yok Anasının Soyadı” başlıklı bir konuşma yaptı.6 Çayır’ın konuşmasının konusu, kendisinin çektiği “Yok Anasının Soyadı” adlı belgeseli ile “Documentary as Autoethnography: A Case Study Based on the Changing Surnames of Women” (2016) başlıklı doktora teziydi. Hande Çayır’ın “Otoetnografi Olarak Belgesel: Kadının Değişen Soyadına Dair Bir Vaka Çalışması” başlıklı doktora tezi benim hayatımda okuduğum otoetnografi yöntemiyle yazılmış ilk akademik metindi. Çayır, doktora tezinde evlendiğinde değişen kendi soyadının hikayesiyle birlikte kimlik meselesini feminist bakış açısıyla ele alıyor ve 2012’de çektiği “Yok Anasının Soyadı” adlı belgeseliyle birlikte “bir insan hakları ihlali olarak” kadının değişen soyadı meselesini tartışıyor. Tezi okurken Çayır’ın kimlik meselesi çerçevesinde kendi çocukluğuna kadar giderek hayat hikayesinin özel ayrıntılarını paylaşmasından, bize yaptığı sunumdaki içtenliğinden çok etkilendim. İşte böylece nihayet 1994’ten beri akademide aradığım, ama hiçbir sosyal bilim alanında bulamadığım nitel araştırma yöntemiyle karşılaşmıştım: Otoetnografi (autoethnography). “Otoetnografi” nedir? Birlikte “Otoetnografi 101” dersine girseydik sanırım, sözcüğün üçlü sacayağı olan yapısıyla konuya bir giriş yapıldığını görürdük. Otoetnografi sözcüğü “oto” (auto), “etno” (ethnos) ve “grafi” (graphia) sözcüklerinden oluşuyor. “Oto” kendilik, “etno” topluma göndermeyle kültür ve “grafi” yazmak anlamına geliyor. Otoetnografinin kurucularından biri olarak kabul edilen Carolyn Ellis the Ethnographic I: A Methodological Novel About Autoethnography adlı kitabında otoetnografiyi “otobiyografik ve kişisel olanı kültürel, toplumsal ve siyasal olana bağlayan araştırma, yazma, hikaye ve yöntem” olarak tanımlıyor (Ellis, 2003: xix). Yöntem olarak otoetnografi, otobiyografi ile etnografiyi birbirine bağlayan görece t u r n a l a r yeni bir araştırma yöntemi (Ellis, Adams ve Bochner, 2011). “Otoetnografi” sözcüğü ilk defa Karl Heider tarafından 1975’te Endonezya’da okul çocuklarıyla etkileşimini betimlerken kullanılmış (Tetnowski ile Damico, 2014). 1970’lerde ve 1980’lerde sosyal bilimlerde düşünümsel yaklaşımın güçlenmesi ve ayrıca sanat temelli araştırma yöntemlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte araştırmacının kendi dikkatini bir araştırma konusu olarak tamamen kendisine çevirmesini sağlamış ve bir nitel araştırma yöntemi olarak otoetnografi ortaya çıkmış. Otoetnografik yöntemde araştırmacı kendisine veya kendisinin de içinde yaşadığı gruba araştırma konusu olarak yöneldiğinden otoetnografik çalışmanın deneyimlenmesinin araştırmacının kendisini de çok derinden etkilediği görülebiliyor. Otoetnografinin otoetnografi çalışması yapanlarca nasıl deneyimlendiğine ilişkin yapılan çalışmalarda bu nedenle çok farklı boyutlar üzerinde durulabiliyor. Örneğin Elizabeth Burke tarafından bu deneyimin irdelendiği doktora tez çalışmasında otoetnografi çalışması yapan araştırmacılar farkındalık, kendini kabullenme, özgüven, farklı dünya görüşleri edinme ve eğitsel bakımdan ruhsal olgunlaşma yaşamaktan duygusal bakımdan acı dolu ve zorlu bir dünyada bulunup aynı zamanda neşeli ve eğlenceli bir dünyaya girme, özgürleşme ve yaşanan deneyimin terapötik olmasına, toplumsal bakımdan bağlı olmaya, sorumluluk hissetmeye ve ait olma duygusuna ve uyumlanma ile içselleştirmeye kadar çok zengin bir kazanımlar dünyasında gezindiklerini söylemektedirler (Burke, 2014: 60-83). Bu araştırma yöntemi kullanıldığında (eski terminolojiyle ifade edersem) “veriler/data” gözlem, katılarak gözlem, görüşme, anılar, ayrıca fotoğraf, kültürel nesneler gibi (Hokkanen, 2017: 26; Wall, 2014) çok farklı kaynaklardan elde edilebiliyor. Araştırma sonunda ortaya çıkan akademik anlatının iyi bir hikaye olması özellikle önemli; peki hikaye bilimsel bir metin midir? Carolyn Ellis’la birlikte otoetnografinin kurucularından biri olan Arthur Bochner’e göre “İyi bir hikayeden daha kuramsal hiçbir şey yoktur” (akt. Ellis, 2003: 23). Randy J. Smith otoetnografik bir yüksek lisans tezi olarak hazırladığı çalışmasında aile bireylerinden kaynaklanan travmatik çocukluk anılarının kendisinde nasıl bir psikiyatrik rahatsızlığa yol açtığını anlatırken “Hikayemi anlatırken keşfettim ki saklayacak hiçbir şeyim yok” diyor (2021: 11). Benim de saklayacak bir şeyim olmasın istiyorum. Tam da bu yönüyle otoetnografi -bazen sanatsal, bazen duygu- 55 sal ve hatta terapötik olduğu için- kimi bilim insanları tarafından yeterince “bilim” olarak görülmeyebiliyor, ancak basitçe söylemek gerekirse otoetnograflar sosyal bilimlerin araştırma konusuna gerçekten farklı bir gözle bakıyorlar ve amaçlarını kendimizi ve dünyayı daha iyiye doğru değiştirmeyi hedefleyen erişilebilir metinler üretmek olarak görüyorlar (Ellis, Adams ve Bochner, 2011). Otoetnografi çalışmalarına yakından bakıldığında geniş bir yelpazeye dağılmış yöntem farklılıklarını görmek olanaklı; kimi otoetnografi çalışmaları (klasik etnografların kendilerini daha yakın hissedecekleri şekilde) kuramsal atıflarla yüklü ve analitik çözümlemelerle doluyken Ellis’in “With Mother/With Child: A True Story” (2001) metni gibi kimi otoetnografi çalışmaları ise öyküsel ve sanata daha yakın.7 Bir yaklaşım, bir yöntem olarak “otoetnografi”, araştıran ile araştırılan arasındaki güç ilişkilerini ihmal eden, gündelik sesin karşısında akademik sese öncelik veren geleneksel bilimsel yöntemlerin aslında güçlü bir eleştirisini içeriyor; bu yeni yöntem/ler nesne/ özne ayrımını bulanıklaştırıyor, insanları iktidar ilişkileri içinde konumlandırıyor ve insanların kendi adlarına konuşmasına izin vermeye çalışıyor (Erdmans, 2007: 7). Ellis ve Bochner’in analitik otoetnografinin eleştirisini yaptığı makalelerinde söyledikleri gibi geleneksel çözümleme enformasyonun aktarımına odaklanırken, otoetnografi iletişimi vurguluyor ki esasen bu monolog ile diyalog arasındaki farklılıktır; otoetnografik yöntemle çalışmak yeni anlamlara açık olmak ve son sözü söylemek yerine aynı platformu paylaşmak anlamına gelmektedir (Ellis ve Bochner: 2006: 429-449). Benim yaptığım ve aşağıda okuyacağınız otoetnografik fotoğraf okuma denemesinin “çağrışımsal otoetnografi” (evocative autoethnography) örneği olduğunu söyleyebilirim ve evet, bu yöntemle yazılan metinler de “bilimsel”dir. Hatta araştırma daha öznel yapıldığında aslında daha da nesnel olmaktadır (Bochner, 2017: 70). Bu tür metinlerin akademideki makbul bilimsel metinlerden en önemli farklılığı araştırmacının o ideal olamayan halini, kırılganlığını gözler önüne sermesinden kaynaklanıyor. Araştırmacının kırılganlığını göstermesinin bir sakıncası yok, hatta bu bize otoetnografinin bir armağanıdır (Bochner, 2017: 71). Neticede sadece araştırmacılar değil, herkes yaralı, her özne kırılgandır.8 56 K ı b r ı s - B a l k a n l a r - A v r a s y a T ü r k E d e b i y a t l a r ı V a k f ı zı örgü kravat olmasını istiyordum. Çok havalıydı örgü kravat çünkü. Otoetnografik Bir Fotoğraf Okuması Fotoğraf 1974 yılının ilkbahar aylarında çekildi, belki Mart, belki Nisan. Okuma Bayramı. Kdz. Ereğli’de Cumhuriyet İlkokulu birinci sınıf öğrencisiyim. Mekan, Kdz. Ereğli’de bulunan Demir Çelik Fabrikalarının lojmanlarının içindeki bir tesis: Şimdi, Eski Bağlık Kantini veya Eski Bağlık Gazinosu denilen yer. Eski Bağlık Gazinosu, lojmanlarda o yıllarda tüm eğlencelerin düzenlendiği, yemeklerin verildiği, yılbaşı partilerinin de düzenlendiği, mezuniyet balolarının yapıldığı bir mekan. Sanırım hayatımın ilk disko topunu da orada gördüm ben. Sahnede bir masal okuyorum. Benden sonra da bir şeyler okumak veya sunmak için arkadaşlarım sırada bekliyorlar. Hemen yanımda sınıf arkadaşlarım Atilla var ve Mina Sedef. Şaşkınca bir sabırsızlık içinde sıralarını bekliyorlar. Saçlarım yine her zamanki gibi tepemde sımsıkı bir at kuyruğu. Annemin okul için çok benimsediği saç stilim. Hiç dağılmayan, dağılmasına da izin verilmeyen saçlar. Hepimiz okuma yazmayı çoktan sökmüşüz. Sol yakamda bunu kanıtlayan kırmızı kurdelem görünüyor… Mavi renk okul önlüğüm, beyaz yakalığım ve kırmızı kravatım. Yakalığım, çoğu arkadaşımın kumaştan yakalığının aksine sevimsiz bir sertlikte plastikten. Anneme yakalığımın kumaştan olması için yalvardığımı, annemin de hiç oralı olmadığını hatırlıyorum. Annem için plastik yakayı temizlemek kumaştan olana göre daha kolaydı belki, bilemiyorum… Kırmızı renk kravatım çoğu arkadaşımınki gibi kumaştandı… Ama kravatımın da Nazan’la Nalan kardeşlerinki gibi kırmı- Önlüğümün altından eteğim görünüyor. İlkokula başladığım Eylül ayından beri birkaç ay geçmiş ve belli ki birden boy atmışım. Önlüğüm hayli kısalmış. Yeni önlük de dikilememiş bu arada. Annem çareyi önlüğümün altına etek giydirmekte bulmuş. Üzerimdeki açık gri ekose bir etek. Bu eteğin aynısı -ama elbise şeklinde olanı- annemde de var. Aynı kumaştan ikimize dikmişti. 1970’li yıllarda sıkı takipçisi olduğu Almanca –hayır, Almanca bilmiyordu- Burda moda dergisinin her sayısını hiç kaçırmadan alırdı. Dergiden bazen ikimiz için aynı kıyafeti dikerdi, küçüklü büyüklü ikiz gibi giyinirdik… Üzerimdeki etek, dönemin modasına uygun bir envelop etek, ön kısmındaki kumaşların üst üste getirilerek dikildiği… Bu eteği giyerek sokağa çıktığım zaman komşu teyzeler beni yanlarına çağırır, eteğimi annem nasıl dikmiş diye uzun uzun incelerlerdi… Envelop eteğimi sokakta herkesin içinde kaldırıp merakla incelemeyeydi komşu teyze o gün, iyiydi. Annelerin de bir yarışı var –sırrını çözemediğim. Ayakkabılarım… Ayakkabılarım sarı beyaz rugan. Yepyeni. Kdz. Ereğli’de en pahalı ayakkabıların satıldığı Do-Re mağazasından. Görür görmez o kadar sevmiştim ki ayaklarımı çok sıktığı halde yalvar yakar aldırmıştım… Okuma Bayramı’ndan sonra bir daha da giyemedim. Derken bir bayram sabahında kapımız çaldı. Ekim 1974’te, Okuma Bayramı’ndan birkaç ay sonra. Bir Ramazan Bayramı sabahında, benim çocukluğumun Şeker Bayramı’nda… Kapımızda iki küçük çocuk. Biri benim yaşlarımda bir kız çocuğu, diğeri de ondan birkaç yaş büyük erkek çocuğu, muhtemelen ağabeyi. Bayram sabahı şeker veya para için gelmişlerdi. Kız çocuğunun ayakkabısı yoktu. Kirli ayaklarında bir çift terlik sadece… Annem onu bizim evin içine aldı. Benim şaşkın bakışlarım altında kendi elleriyle çocuğun ayaklarını banyomuzda sabunlu sularla yıkadı. Kıskançlıktan kalbim patlayacak gibiydi… Sonra bu yetmezmiş gibi kiraz ponponlu çoraplarımı ona yine kendi elleriyle giydirdi… Okuma Bayramı’nda giydiğim sarı beyaz rugan ayakkabılarımı da bu küçük kıza giydirirken artık neredeyse öfke krizine girmek üzereydim! “Ama onlar benim!” diyebildiğimi bile sanmıyorum, kesin boğazımda düğümlenmiştir sözcükler her zamanki gibi. Annem dönüp gözlerimin çakmak çakmak olduğunu görünce “Sana olmuyordu nasılsa” gibi bir şeyler söyledi sanırım. Bana ait olanın, bana sorulmadan verilmesi, hem de benim yaşımdaki bir t u r n a l a r kız çocuğuna… Seneler sonra annemle bu olayı konuştuğumuzda demişti ki “Çocuk evine gidince muhtemelen ailesi o ayakkabıları satmıştır, ama olsun en azından eve gidene kadar giymiş oldu”… Annemin bu cümlesi şimdi 54 yaşında, işte bir 23 Nisan günü bu metni yazarken bana iyi geliyor veya iyi gelsin istiyorum artık… Annem Cahide ve benim sınırlarım. Oksimoron. Okuma yazma öğrendikten sonra 1970’lerde çocukların hevesle sahiplendiği minik kilitli defterlerinden istediğimde de izin vermemişti böyle bir defterim olmasına. Bana ait sınırların aile içinde hiç tanınmadığı bu türden çok hatıram var. Kdz. Ereğli Türk Eğitim Derneği Kolejinde üç yıl içinde hepimizi “What is your name?”den Tennessee Williams’ın A Streetcar Named Desire’ını (İhtiras Tramvayı) okuma düzeyine getiren çok sevdiğim İngilizce öğretmenim Mr. John Hackett eşiyle Türkiye’den ayrıldığında annem onunla mektuplaşmama da izin vermemişti –Mr. Hackett’tan gelen ilk mektubu İngilizce olduğu için okuyamayınca… Fotoğrafta elimde tuttuğum kitap ilkokul birinci sınıftaki okuma kitaplarımdan biri. Annemle birlikte kitabımı pofidik tavşanlı mavi fonlu kaplama kağıdıyla kaplamışız, fotoğrafta görünüyor hatta. Mikrofonda bir masal okuyorum: “Tavşan ile Kaplumbağa Masalı”. Yüksek sesle pek güzel kitap okuduğum için Öznur öğretmenim bu masalı Okuma Bayramı’nda okumamı istemiş. Hızıyla övünen tavşanla yarışan ve bu yarışı kazanan kaplumbağanın masalı, ne yazık ki Okuma Bayramı için biraz uzunca. O nedenle öğretmenim kırmızı kurşunkalemle masalda bir yere işaret koymuş, tam orada durmam için. Sahnede bizi izleyen bütün anne babalara masalı okuyor olmanın hazzıyla o kırmızı çizgiyi geçiyorum ve okumaya devam ediyorum. Öğretmenim yanıma geliyor, kulağıma “Tamam” diye fısıldıyor. Ama hayır, susmuyorum. Okumaya devam ediyorum. Dinleyenlerin muhtemelen sıkıntıdan patladığı, ama benim heyecandan kendimden geçtiğim, mutluluktan uçtuğum anlar ve masalı –öğretmenimin mızır mızır söylenmeleri eşliğinde- büyük bir gururla tamamlıyorum. Anne babalar beni alkışlıyorlar: Okumamı beğenmişler miydi, yoksa nihayet –onlar için muhtemelen sıkıcı olan- masalı okumayı bitirdiğim için miydi alkışlar? Geçmişe dönüp çocukluğumdan kalan ve bugün capcanlı hatırladığım üç masal var. Biri, Okuma Bayramı’nda okuduğum bu masal… Tavşanın kaplumbağayı küçümsemesi ve kaplumbağanın da, ama 57 hiç pes etmemesi… Her zaman hatırladığım ve bende iz bırakan diğer masal: “İki Kurbağanın Hikayesi”. Bu masalda da bir süt kavanozuna düşen iki kurbağadan biri kavanozdan çıkmak için çırpınmaktan vazgeçer ve kendini bırakır, boğularak ölür. Diğeri ise o kadar çırpınır ki sütte yağ tabakası olur ve hayatı kurtulur. İki masal birbirine ne kadar benziyor… Unutamadığım üçüncü masal ise “Çınar Ağacı ile Saz Masalı”. Saza tepeden bakan, onun inceliği ve narinliğiyle alay eden çınar ağacının çıkan bir fırtınada kırılmasını anlatıyor. Sazın esnekliği hayat kurtarıcı… Her yerde bir ölüm kalım meselesi. Her yerde ölümcül bir yarış. Sözün gelişi değil, gerçekten ölümcül. Bir masalda kurbağa ölüyor, diğerinde koskoca çınar ağacı ortadan ikiye kırılıyor. İşte bu masallar benden beş buçuk yaş büyük ağabeyimle rekabetimi anlatıyor. Hele çocukluğumdaki rekabet. Anneciğimizin biriciği olmak için aramızdaki o ölümcül yarış. Shaun Tan, Grimm Kardeşler’in masallarını küçük heykellerle yeniden yorumladığı Şakıyan Kemikler (2020) kitabında bu rekabeti de anlatıyor: “Abisi, kardeşinin önden gitmesine izin verdi ve yolu yarıladığında arkasından öyle vurdu ki, kardeşi olduğu yerde düşüp öldü. Abi, kardeşini bir köprünün altına gömdükten sonra, yabandomuzunu sanki kendi öldürmüş gibi krala götürüp sundu.” Kardeşinizle aranızdaki yarışı örtbas etmek için ne yaparsanız yapın toprağın altına gömülü kemiklerden birini bir gün bir çoban görür, kavalına ağızlık yapar ve kaval, olan biteni şakımaya başlar. De te fabula narratur, anlatılan senin hikayen. Bu Habil ile Kabil’in hikayesi. Kadim bir insanlık hikayesi. Tanrısının biriciği olmak isteyen iki kardeşin yıkım dolu hikayesi. Kemikler böyle şakıdı. NOTLAR: 1 Büyük bir şaşkınlıkla bana sorulan “Ne çalışıyorsun, ne?!” soru- su, ne olduğunu açıklamaya çalışarak otoetnografiye ilgi duyduğumu anlattığımda yakın bir meslektaşımın tepkisiydi; doğrusu burada güzel de bir yazı başlığı oldu. Metnimi yazarken Anjali J. Forber-Pratt’ın otoetnografik bir doktora tezi yazmaya karar verdiğinde üniversitesinde karşılaştığı tepkileri anlattığı “ ‘You’re Going to Do What?’ Challenges of Autoethnography in the Academy” (2015: 821-835) başlıklı makalesini gördüğümde ise “Farklı coğrafyalar, benzer tepkiler” diye düşünerek gülümsemekten kendimi alamamıştım. 2 “Halkbilimciler Masal Çemberinde” başlıklı etkinliğin tamamının video kaydını YouTube Kulaklı Orman Baykuşu kanalından izlenebilmektedir (https://youtu.be/EkSKDukZ490). 3 2014-2019 yılları arasındaki Ankara Üniversitesi Rektörlük arşivinde ve AÜ DTCF Dekanlık arşivindeki çalışmalarım sırasında bana en büyük desteği veren (AÜ DTCF Etnoloji Anabilim Dalı 2008 yılı mezunu) Meryem Karagöz’e teşekkür ediyorum. 58 K ı b r ı s - B a l k a n l a r - A v r a s y a 4 Bu sürecin devamında, AÜ DTCF Halkbilimi Bölümünde çalışan tüm öğretim elemanlarının isimlerini arşivdeki belgelerden çıkarttım. 1947’den bu yana Bölümde toplam yirmi dokuz kişi öğretim elemanı olarak çalışmış. Bu kişilerin kimler olduğunu ve içlerinden sadece altısının emekli olabildiğini biraz daha detaylı anlattığım “Kırık Karanfiller: Bir Folklor Müzesinde Annem Hakkındaki Her Şey” (2019: 76-81) başlıklı bir yazı yazdım. Bu yazımda annemle hikayemi AÜ DTCF Halkbilimi Bölümünün hikayesiyle sarmal bir şekilde anlatmaya çalıştım. 5 Doktora tezimle ilgili yeni ortaya çıkan düşüncelerimi Filiz Mehmetoğlu’nun yöneticiğini yaptığı “Akademik Dergiler Paylaşım Platformu”nda anlatmaya çalışmıştım. Konuşmamın video kaydı Youtube Kulaklı Orman Baykuşu kanalından izlenebilmektedir (https://youtu.be/LNbPkFwbTt8). 6 Hande Çayır’ın “Yok Anasının Soyadı“ başlıklı konuşmasının kaydı YouTube Kulaklı Orman Baykuşu kanalından izlenebilmektedir (https://youtu.be/PvVuykQPMIw). 7 Ayako Yoshimura’nın folklor alanında yazdığı ve 2015 yılında tamamladığı “An Autoethnography of Kin-aesthetics: Retrieving Family Folklor Through the Wearing of Used Kimonos” başlıklı doktora tezini de etkileyici bir otoetnografi örneği olarak gösterebilirim. 8 Kırılganlığa dönük bakış açımı en çok derinleştiren iki metinden biri Ruth Behar’ın Vulnerable Observer –Anthropology That Breaks Your Heart (1996) başlıklı kitabı, diğeri ise Gamze Hakverdi’nin Vulnus –Kırılganlık Üzerine (2020) adlı metni oldu. Behar gözlemcinin kırılganlığını anlattığı/tartıştığı kitabında antropolojide araştırmacının kırılganlığını (kendisine ve okura) göstermediği metnin artık kendi hayatında yeri olmadığını çok sarsıcı bir biçimde anlatıyor, etkilenmemek mümkün değil. Gamze Hakverdi’nin kitabını okurken metnin derinliği bir yana, beni sürekli geçmişe götürüp sarsan başka bir şey daha vardı: O da doktora tezinden yola çıkılarak hazırlanan bu kitabın yazarının lisans eğitimini Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden almış olması, muhtemelen de benim öğrencim olmuş olması ve bu nedenle de kitabı okurken (bir gün yazmayı istediğim) Başkent Üniversitesi’ndeki yıllarımda oluşan o derin akademik fay hattını sürekli anımsamam. Kaynaklar Atay, Tayfun (2011) Batı’da Bir Nakşî Cemaati: Şeyh Nâzım Kıbrısî Örneği. İstanbul: Berfin Yayınları. Aygün Cengiz, Serpil (2019) “Kırık Karanfiller: Bir Folklor Müzesinde Annem Hakkındaki Her Şey”. Turnalar Uluslararası Hakemli Türk Dili, Edebiyat ve Çeviri Dergisi, Ekim-Aralık, Yıl 21, Sayı 76, 76-81. Aygün Cengiz, Serpil (2017) “6. Halk Kültürü Araştırma Sonuçları Sempozyumu’nun Ardından”. folklor/edebiyat, Cilt 23, Sayı 92, 209-226. Aygün Cengiz, Serpil (2009) Modernizm, Otomobil Kültürü ve Reklam. Ankara: Ütopya Yayınları. Behar, Ruth (1996), Vulnerable Observer –Anthropology That Breaks Your Heart. Boston: Beacon Press. Bochner, Arthur P. (2017) “Heart of the Matter -A Mini-Manifesto for Autoethnography”. International Review of Qualitative Research (Special Issue: Manifesting the Future of Autoethnography), Spring, Vol. 10, No. 1, 67-80. T ü r k E d e b i y a t l a r ı V a k f ı Burke, Elizabeth (2014) “Challenging the Silences: A phenomenographic Study of How Autoethnography is Experienced”. Doktora tezi. Danışman: Rodney J. Beaulieu. Fielding Graduate University The School of Educational Leadership for Change (Amerika Birleşik Devletleri). Çayır, Hande (2016) “Documentary as Autoethnography: A Case Study Based on the Changing Surnames of Women”. Doktora tezi. Danışman: Prof. Dr. Feride Çiçekoğlu. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Bilimleri Anabilim Dalı. Erdmans, Mary Patrice (2007) “The Personal Is Political, but Is It Academic?”. Journal of American Ethnic History, Summer, Vol. 26, No. 4, 7-23. Ellis, Carolyn (2003) The Ethnographic I: A Methodological Novel About Autoethnography. USA: AltaMira Press. Ellis, Carolyn (2001) “With Mother/With Child: A True Story”. Qualitative Inquiry, Volume 7 Number 5, 598-616. Ellis, Carolyn – Adams, Tony E. – Bochner, Arthur P. (2011) “Autoethnography: An Overview”. Forum: Qualitative Social Research Sozialforschung, January, Volume 12, No. 1, Art. 10 Ellis, Carolyn S. – Bochner, Arthur P. (2006) “Analyzing Analytic Autoethnography An Autopsy”. Journal of Contemporary Ethnography, August, Volume 35, Number 4, 429-449. Forber-Pratt, Anjali J. (2015) “ ‘You’re Going to Do What?’ Challenges of Autoethnography in the Academy”. Qualitative Inquiry, Vol. 21(9), 821-835. Hakverdi, Gamze (2020) Vulnus –Kırılganlık Üzerine. İstanbul: Metis Yayınları. Hokkanen, Sari (2017) “Analyzing Personal Embodied Experiences: Autoethnography, Feelings, and Fieldwork”. The International Journal for Translation & Interpreting Research, Vol. 9, No 1, 24-35. Rosaldo, Renato (2014) The Day of Shelly’s Death: The Poetry and Ethnography of Grief. Durham & London: Duke University Press. Smith, Randy J. (2021) “Make it happen, Captain! An Autoethnography”. Yüksek lisans tezi. Danışmanlar: James Patsalides – Denise Mitten. Prescott College in Adventure Education&Outdoor Therapies (Amerika Birleşik Devletleri). Tan, Shaun (2020) Şakıyan Kemikler. Çev. Emili İlemre. Ankara: Desen Yayınları. Tetnowski, John A. – Damico, Jack S. (2014) “Ethnography”. Encyclopedia of Social Deviance içinde. Ed.: Craig Forsyth – Heath Copes. Sage. Tompkins, Jane (1987) “Me and My Shadow”. Feminist Directions, Autumn, Vol. 19, No. 1, 169-178. Wall, Sarah (2014) “Autoethnography: Possibility and Controversy” (Sanal konferans). https://www.youtube.com/ watch?v=pEWF0SV9F_s&t=727s (Erişim: 31.07.2021). Van Maanen, John (2017) Alanın Hikâyesi. Çev. A. Erkan Koca. Ankara: Atıf Yayınları. Yoshimura, Ayako (2015) “An Autoethnography of Kinaesthetics: Retrieving Family Folklor Through the Wearing of Used Kimonos”. Doktora tezi. Danışman: Prof. Dr. James P. Leary. ABD: University of Wisconsin-Madison.