Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
Skip to main content
Gamze ŞENSOY

    Gamze ŞENSOY

    • noneedit
    • Gamze Şensoy is a research assistant at Eskişehir Technical University, Department of Architecture in Eskişehir, Turk... moreedit
    The first year of design education is essential for students as it is their initial interaction with the design process. Awareness of the body through dance has the potential to reveal bodily experience in space. Abstraction of embodied... more
    The first year of design education is essential for students as it is their initial interaction with the design process. Awareness of the body through dance has the potential to reveal bodily experience in space. Abstraction of embodied experience contributes to realising the significance of the body and its analytical dimension for spatial and structural design. This study investigates the impact of embodied experience and abstraction on the architectural design process and the outcome through correlation and regression analysis. We observed that increasing awareness of the space through bodily movement and its drawn representation positively impacted students' success in architectural design. Also, the measures related to space and structure mainly advanced students' success in the final design. However, the association of the abstraction process with the final design remained limited. The study's contribution is the systematic and statistical evaluation of the relationship between body, movement, abstraction and architectural design by constructing a set of measures from various stages of the design studio. We hope our research will provide a basis for the upcoming discourse.
    The relationship between space and human occurs through the actions performed with the body. The abstraction study as an exploration of the body is one of the significant practices for first-year design students. However, there are not... more
    The relationship between space and human occurs through the actions performed with the body. The abstraction study as an exploration of the body is one of the significant practices for first-year design students. However, there are not enough investigations for design students regarding body, space and basic design principles. This paper aims to explore the potentiality and limitations of the body-abstraction process by comparing the impact of two different educational models on students' perception and improvement. The applied methodology includes comparing two design processes of the basic design course depending on parameters: Given example, source of the video, type of movement, the number of the selected-used scenes, mode of sketching, the method for production, requested outcome, the scale of the study, the material of models and critique of the video. The results present that the activation of the body through mental practice, drawing and modelling stages is critical to understand its abstract and spatial capabilities. The realisation of the potentials in the relationship between body and abstraction in spatial perception would enable us to create an advanced design process addressing more original concepts.
    Architectural space has some triggers for unique experiences and one of them is its atmosphere. The atmosphere has an unstable structure so that it is difficult to define clearly. We are capable of immediate appreciation, such as being... more
    Architectural space has some triggers for unique experiences and one of them is its atmosphere. The atmosphere has an unstable structure so that it is difficult to define clearly. We are capable of immediate appreciation, such as being inside or outside. Thus, the threshold between bodily experiences and mental emergence becomes a blurred one, like a haze. It is sensed in bodily presence by human beings. The boundaries, such as subject and object, are transgressed through the atmosphere. The subject appears as a body and its movement in this discussion. Recognition of the existence of the body in space plays a significant role throughout the architectural design process. Theatrical dance or dance theatre (Tanztheater) practices provide new horizons for understanding the presence of the body in the space. Pina Bausch, as a choreographer, is one of the pioneers of this genre. The aim of the study is to point out the relations of body, space and atmosphere in Pina movie (2011). This study identifies choreographies with different aspects as follows: (1) In the atmospheric aspect; subject, object and their role in the atmosphere of choreographies by Pina Bausch were observed. (2) In the fictional space aspect; various spaces were examined in the sense of body-object-atmosphere interaction. (3) In the bodily aspect; space which is produced by the body and vice versa in dance theatre was investigated in the volumetric reflections of the body. This research contributes to bridging performative arts and architecture as understanding the space. It can be a guide for an architectural design studio to understand the role of the body through dance theatre.
    In Baudrillard's words, the consumption society needs objects in order to be. This situation opens the way for all abstract-concrete assets in social life to be perceived as an object open to consumption. Consumption, in the words of... more
    In Baudrillard's words, the consumption society needs objects in order to be. This situation opens the way for all abstract-concrete assets in social life to be perceived as an object open to consumption. Consumption, in the words of Pallasmaa, has brought the tending towards to vision that is the only sense that can keep up with it. The study aims at revealing the effects of the tendency of the consumption phenomenon to see on design, especially spatial design. It also aims at revealing how designing, which becomes increasingly instrumental in the consumer society, transforms the spaces into an object for consumption with a design approach that focuses on visuality. In the study, which emphasizes the human body and experience against vision and visualization in spatial design with the awareness that the objects experienced directly cannot be consumed; the basic values that need to be emphasized in the design are tried to be revealed through the descriptive research and qualitative analysis methods to prevent the space and human from alienating each other and to prevent it from being consumable. In this context, the study reveals the consequences of visuality-designconsumption relationships for the spatial design today.
    Tarih boyunca mevcut yaşamı eleştiren ve çağın koşulları bağlamında kendi çözüm önerilerini üreten mimarlık; yalnızca şimdi ’ye değil geleceğe yönelik de bir vizyon sunma rolünü üstlenmiştir. Toplumun ideal fiziksel mekânını üretmeyi ilke... more
    Tarih boyunca mevcut yaşamı eleştiren ve çağın koşulları bağlamında kendi çözüm önerilerini üreten mimarlık; yalnızca şimdi ’ye değil geleceğe yönelik de bir vizyon sunma rolünü üstlenmiştir. Toplumun ideal fiziksel mekânını üretmeyi ilke edinen disiplinin bilgi alanı toplumsal, ekonomik, çevresel sorunlar ve bilimsel gelişmeler neticesinde sürekli olarak değişmiş dolayısı ile önermelerin temsiliyet biçimleri de dönüşüme uğramıştır. Nitekim, toplum için iyi yaşam olanaklarının keşfinin amaçlandığı ütopik önermelerde konut kavramı içeriklerinin de farklı tarihsel dönemlerde değiştiği gözlenmektedir. Modernleşme öncesi süreçte üretilen ütopyalarda konut sosyal bir problem olarak ele alınırken günümüz koşullarında sosyo-ekonomik ve çevresel boyutları ile disiplinlerarası bir problem haline gelmiştir. Kentsel alanları, toplumsal yaşamı ve doğa ile ilişkisini örgütleyen fiziksel çevreler olarak öngören Bahçeşehir modelindeki parametreler artık değişmiştir. Bilimsel alanda gerçekleşen değişimler neticesinde doğanın kendi başına bir değer olmasının ötesinde mimarlıkta bir tasarım yolu olarak kullanılmaya başlanması ve ütopik önermelerin bu bağlamda ortaya konulması dikkat çekici olmuştur. Bu bağlamda çalışma; mimarlığın çağın bilgi alanından yararlanarak geleceğe yönelik çözüm arayışları gerçekleştirmesini önemsemektedir. Çalışmanın amacı; geleceğin konut ütopyalarını, yaşamın sürdürülebilirliğini önceleyen disiplinler arası önermelerin mimari temsilleri üzerinden tartışmaktır. Tartışma kapsamında, endüstrileşme ile birlikte mimarlık alanına dâhil olan ütopyaların dönemin bilgi alanı neticesinde çağdaş ütopik önermelere değin geçirdiği değişim incelenmiştir. Modern Mimarlık döneminden günümüze değin üretilen önermelerden dönemin bilgi alanını yansıtan etkin örnekler seçilerek bir analiz föyü oluşturulmuştur. Önermelerin temsil biçimlerinin değişimi üzerinden tasarım süreci, araçları ve tasarımcı rollerine yönelik değerlendirmeler gerçekleştirilmiştir. Ütopik barınma tasarılarının günümüzde aldığı biçim neticesinde teknolojik ve bilimsel gelişmelerin mimarlık disiplini özelinde etkinliğinin tartışmaya açık hale geldiği görülmüştür.
    Tüketim toplumunda mekân, yalnızca seyretme eylemine olanak verirken beden-mekân ilişkisi giderek zayıflar hale gelmektedir. Yaşantının hızına dâhil olan bedenin deneyimi ise güçleşmekte ve beden gittikçe pasifleşen bir olguya... more
    Tüketim toplumunda mekân, yalnızca seyretme eylemine olanak verirken beden-mekân ilişkisi giderek zayıflar hale gelmektedir. Yaşantının hızına dâhil olan bedenin deneyimi ise güçleşmekte ve beden gittikçe pasifleşen bir olguya dönüşmektedir. Oysaki Merleau-Ponty’nin (2019) ifadesiyle “dünya bedenin kumaşından yapılmış” olup, beden temelde gören ve görünendir. Bu yönüyle mekân tasarımı için de beden Tschumi’nin (2018) deyimiyle mimarlığın başlangıç ve varış noktası iken bedensel bir
    tepki de Pallasmaa’nın (2018) söylemiyle mimarlık deneyiminin ayrılmaz bir yönüdür. Tüm duyularıyla bütüncül olarak var olan bedenin her hareketi mekânda farklı deneyim olasılıklarını açığa çıkarmakta ve böylece mekân her yeni harekette yeniden üretilerek, beden-mekân etkileşimi olanaklı kılınmaktadır. Ancak günümüz tüketim toplumunda bedene karşı yalnızca gözle görmeye yönelen mekân, deneyimi barındırmayan bir nesne haline gelmekte, beden ise mekânı bütüncül olarak deneyimleyememektedir. Çalışmada bedenin mekâna etki ederken mekândaki verilerin de bedene etki
    ettiği bilinciyle günümüzde bedenin mekândan ayrı bir imge ürünü olarak ele alınmasının tasarım disiplini özelinde yarattığı sonuçlar tartışmaya açılmıştır. Burada insanın duyu organları ile duyumsadığı, bedeni ile hareket ettiği ve ancak bedeniyle mekânı görüp, bütüncül olarak deneyimleyebildiği farkındalığıyla bedenin mekân tasarımındaki rolünün ortaya konulması hedeflenmektedir. Çalışma kapsamında, gündelik yaşam pratikleri içerisinde oldukça olağanlaşan ve gittikçe artar hale gelen görselliğe odaklanmanın, tasarlanan mekânı tüketimin ihtiyacı olan nesnelerden biri haline getirmesi eleştirilmektedir. Bu anlamda ele alınan çalışma, mekân tasarımının
    yalnızca görmeye yönelik değil, bedenin tüm algılama biçimlerine yönelik olması gerektiğine dikkat çekmektedir. Hızın, geçiciliğin, zaman ve mekân tüketiminin oldukça etkin olduğu tüketim toplumunda mekân tasarımı için beden-deneyim-mekân ilişkisinin daha çok tartışılmasının gerekli olduğu görülerek, konuya yönelik elde edilen veriler paylaşıma açılacaktır.
    Günümüzde artan hız ile birlikte gelip geçiciliğin etkin olduğu kentte zamansal ve mekânsal bir parçalanma gerçekleşmektedir. Öyle ki postmodern anlayışın da biçimlendirdiği kentte tarihi değerler yeniden üretilerek kentsel yaşantıya... more
    Günümüzde artan hız ile birlikte gelip geçiciliğin etkin olduğu kentte zamansal ve mekânsal bir parçalanma gerçekleşmektedir. Öyle ki postmodern anlayışın da biçimlendirdiği kentte tarihi değerler yeniden üretilerek kentsel yaşantıya dâhil edilmekte ve böylece geçmişe ait olan mekânsal ve biçimsel yaklaşımların izlerine
    şimdi içerisinde rastlanabilmektedir. Ancak bu rastlantının yalnızca beğeni kültürlerinin etkisiyle ortaya konulan üretimlerin bir sonucu olduğunu söylemek mümkündür. Kapitalist üretim ve tüketim ilişkileri neticesinde mekânın toplumun beğenilerine ve yalnızca görsel algısına sunulan bir olgu durumuna gelmesi ile mekânların tüketimi konusu da mimarlık ve sosyoloji tartışmalarına dâhil olmaktadır. Böylece mekân hem tüketim sürecine tanıklık eden yer hem de tüketilen yer olmak üzere iki farklı anlam kazanmıştır. Artık mekânlar da meta üretiminin bir parçası olmuş ve mekânın kendisi bir meta haline gelmiştir. Şimdiki zamana ait olmayan değerler kendi zamanının dışında birer nesne olarak tüketiciye sunulmakta ve asıl değerinden uzaklaşmaktadır. Bu nedenle kentsel mekânın özgünlük açısından değeri bir tartışma konusu olmakta ve bildiri çağdaş mimarlığın bir sorunu olarak düşündüğü mekânın tüketilebilen bir nesne olma durumunu değerlendirmeye almaktadır. Çalışma kapsamında, günümüzde gittikçe olağanlaşan bir durum haline gelen tarihi unsurların çağdaş kentte yeniden üretiminin mekânların tüketimi ile sonuçlandığı düşüncesi ortaya konulmuş ve böylece mimarlık alanında yer alan tasarımcılarda bir farkındalık yaratmak ve konunun daha fazla tartışılmasına olanak sağlamak amaçlanmıştır.
    Endüstrileşme sürecinden bu yana oldukça tartışılan bir konu olan tüketim kavramı günümüzde çeşitli açılımları bünyesinde barındırır hale gelmiştir. Tüketim, özellikle mimarlık ve sosyoloji disiplinlerinin ortak değeri olan toplum ile... more
    Endüstrileşme sürecinden bu yana oldukça tartışılan bir konu olan tüketim kavramı günümüzde çeşitli açılımları bünyesinde barındırır hale gelmiştir. Tüketim, özellikle mimarlık ve sosyoloji disiplinlerinin ortak değeri olan toplum ile ilişkisi bağlamında sorgulanmaya başlanmıştır. Baudrillard (2008)’ın tüketim toplumunun var olmak için nesnelere ihtiyaç duyduğu söyleminden hareketle günümüzde soyut-somut varlıkların tüketime açık birer nesne olarak algılanmaya başlandığını söylemek mümkündür. Toplumsal ilişkilerin kurgulandığı mekânın kendisi de giderek bir tüketim nesnesine dönüşmektedir. Tüketimin, Pallasmaa (2011)’nın ifadesiyle onunla ayak uydurabilecek tek duyu olan görmeye yönelmeyi beraberinde getirmesi mekânların görsel olarak
    da tüketilebilirliğini ortaya koymaktadır. Öyle ki küreselleşen dünyada gösterge ve imajlar giderek önem kazanmış, mekânın insan ile etkileşimi göz ardı edilen bir durum haline gelmiştir. Baudrillard (2002)’ın doğrudan deneyimlenen nesnelerin tüketilemeyeceği görüşü doğrultusunda yalnızca görselliğe indirgenerek insan
    ile etkileşimi göz ardı edilen mekânın, üretildiği andan itibaren tükenmeye başladığını söylemek mümkün olabilmektedir. Tasarım yolu ile meydana gelen yeni imgeler, yeni bir gerçeklik ortaya koymakta ve mekân, insan ile yaşamsal olarak etkileşime girmeyerek ona yabancı ve onun tarafından tüketilebilen bir tasarım nesnesine
    dönüşebilmektedir. Bu anlamda mekân tasarımında görselliğin egemen kılınarak diğer duyuların bastırılmasının, mekânı ve insanı birbirine yabancılaşan iki olgu haline getirdiği görülmektedir. Ele alınan çalışma; görsellik-tasarım-tüketim kavramının günümüzdeki ilişkilenme biçimlerinin mekân tasarımı için doğurduğu sonuçları çeşitli disiplinlerden elde edilen veriler ışığında ortaya koymaya ve farkındalık yaratmaya yöneliktir.
    Doğa, kendine ait yasaları olan ve devingenliği içerisinde barındıran bir oluşumdur. TDK, en genel çerçevede doğayı (nature) insan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç olarak... more
    Doğa, kendine ait yasaları olan ve devingenliği içerisinde barındıran bir oluşumdur. TDK, en genel çerçevede doğayı (nature) insan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç olarak tanımlamaktadır. ‘Doğa’ kelimesinden türetilen ‘doğal’ (natural) kavramı ise kendiliğinden olan, insan eliyle yapılmamış, yapay karşıtı anlamlarını taşımaktadır. Bu noktada Aristotales (akt. Collingwood, 1999) doğanın, canlı bir dünya olup... eylemsizlikle değil, kendiliğinden devinimle karakterize edilen bir yapıda; sürece, gelişmeye, değişmeye karşılık
    geldiğine dikkat çekmiştir. Bu bağlamda tasarımın da, doğada doğal olarak açığa çıkan bir eylem olarak değerlendirilmediği görülmektedir. Tasarım araştırmaları alanı kapsamında çalışmalar yapan kişilerce gerçekleştirilen sorgulamalarda, tasarımın doğada kendiliğinden açığa çıkan bir eylem olarak ele alınmadığı; doğada insan dışında var olan diğer canlılar tarafından gerçekleştirilmeyen insana özgü bir eylem olarak kavramsallaştırıldığı bilinmelidir. Bu çerçevede Hesket (2002) tasarımı, doğada örneği
    bulunmayan yollardan çevremizi biçimlendirip oluşturmaya, gereksinimlerimize hizmet etmeye ve yaşamlarımıza anlam katmaya yarayan ‘insana özgü’ bir yetenek olarak tanımlarken, Mitchman (1995) tasarımın, tarihsel olarak her zaman var olmadığını dile getirmiştir. Çünkü doğada tasarım süreci gerçekleşmemektedir. Modern bilime göre, doğa ya kör kararlılıkla ya da rastgele değişimle doğmaktadır. Papanek (2004)’in deyimiyle de; örüntü, düzen ve güzellik açısından zengin olan tüm doğal şablonlar, ‘insanlığın karar verme sürecinin sonucu olmayıp’ tasarım tanımının ötesine geçmektedir. Sonuç olarak tasarımın temelde insani bir eylem olup, doğanın doğasında varoluş göstermediği bilinmelidir. Bu farkındalığın yaratılmasının günümüzde yaşanan pek çok çevresel ve yaşamsal sorunun da kökenine inmeyi olanaklı kılabileceği düşünülmektedir. Bu sorunların çoğunluğunun da yine tasarlama eylemiyle açığa çıktığı, insan olgusunun burada hem sorunun hem de çözümün başlıca aktörü haline geldiği görülmektedir. Günümüzde insanın yarattığı ve çözmekle yükümlü olduğu bu çevresel sorunların temelinde ise “tüketim” kavramının yatması dikkat çekicidir. İnsana
    özgü faaliyetleri içeriğinde barındırmayan doğa, günümüz tüketim toplumunda kendini çevretasarım-mekân bağlamında insan ile ilişkili bir tartışma içerisinde bulur hale gelmiştir. Fischer (1990)’ın deyimiyle “insan doğanın tümüne etkin bir özne olarak karşı çıkan ilk varlık iken, insan kendi öznesi olmadan, doğa insan için bir nesne haline gelmiştir.” Doğadaki diğer canlılar, koşulları olduğu haliyle kabul edip, doğadan sadece yararlanırken, insan doğaya ihtiyaç, arzu ve istekleri doğrultusunda müdahale etmiş, onu kendi yararına değiştirerek kullanmış çoğunlukla da birer tüketim nesnesi haline dönüştürmüştür. Bu noktada Baudrillard (2008)’ın tüketim toplumunun var olmak için mutlaka nesnelere ihtiyaç duyduğunu dile getirmesi de hatırlanmaya değerdir. Tüketim kavramı ve eyleminin ise özde kullanmak, yok etmek, ortadan kaldırmak, yıkmak, boşa harcamak ya da sarf etmek olarak tanımlandığı görülmektedir. Tüketim kavramının içeriğine yönelik kullanılan tüm bu eylemlerin gerçekleşmek için yine insana ihtiyaç duyması dikkat çekicidir. Bu durumun, tüketimin de tasarım gibi doğada var olmadığının, insan olgusunun varoluşuyla birlikte açığa çıktığının sorgulanmasının da önünü açtığı söylenebilmektedir. Marx (1857) temelde her bir üretim faaliyetinin, her
    aşamasında aynı zamanda bir tüketim faaliyeti olduğunu dile getirirken, üretimin tüketimin aracısı olduğuna ve tüketimin maddi unsurlarını yarattığına dikkat çekmiştir (akt. Descola, 2013). Bu noktada tüketimin var olmak için temelde insana ve üretim aracı haline gelen tasarlama eylemine bağlı olduğu görülmektedir. Ele alınan çalışma, tüm bu kuramsal açılımlar doğrultusunda doğa insan- tasarım ilişkisinin tüketim toplumunda geldiği noktayı felsefi sorgulamalar üzerinden ortaya koymayı amaçlamaktadır. Tasarımcılara tasarımın ve tüketimin nerede başladığı hatırlatılarak,
    tasarlama eyleminin doğasına ve sorumluluklarına yönelik bir farkındalık yaratmak
    hedeflenmektedir. Doğa-insan-tüketim ve tasarım ilişkisinin sorgulanmasının, doğa-insan ilişkisine eleştirel bir bakış geliştirilmesine katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
    Eskişehir, kentsel gelişimi göz önünde bulundurulduğunda tarihinde çeşitli kırılma noktalarına sahip bir kenttir. Cumhuriyet dönemi öncesinde az nüfuslu, ekonomisi tarıma dayalı bir ilçe büyüklüğünde iken, özellikle tren yolunun kente... more
    Eskişehir, kentsel gelişimi göz önünde bulundurulduğunda tarihinde çeşitli kırılma noktalarına sahip bir kenttir. Cumhuriyet dönemi öncesinde az nüfuslu, ekonomisi tarıma dayalı bir ilçe büyüklüğünde iken, özellikle tren yolunun kente gelişinin etkisinde ve coğrafi konumu itibariyle Erken Cumhuriyet Döneminde endüstri yatırımlarının gerçekleşebildiği bir kent olmuştur. Bu nedenle, sanayileşmenin hızla gelişmesi ile kentleşme, modernleşme ve nüfus artışı gibi sonuçlar Eskişehir’in büyümesinde
    olumlu etkiler sağlamıştır. Birbiri ile iç içe gelişen ve birbirini etkileyen bu sosyo ekonomik çıktılar gerek kent morfolojisini gerekse kent kültürünü şekillendirmiştir.
    Bir diğer önemli kırılma noktası ise kente üniversitelerin dahil olmasıdır. Bu gelişme de kentteki nüfusun; beraberinde oluşan ekonomik ve fiziksel kent dokularının formasyonunda kritik rol oynamıştır. İl etapta nüfus artışı olarak görülen etkiler, uzun vadede kent mekânını kuran ve tanımlayan boyutlara gelmiştir. Yerel yönetimlerin kararlarıyla, bir diğer kırılma noktası daha yaşanmıştır. Bu da Eskişehir’e, modern
    bir kent olarak sanayi kenti ve öğrenci kenti şeklindeki gelişiminin yanında başka bir boyut kazandırmıştır. Kentte üretilen mekânlar ve tasarlanan yapılar Eskişehir’i bir turizm kenti haline getirmiştir. Özelikle yüksek hızlı trenin Eskişehir’i daha ulaşılır kılması, kente ait geleneksel ve modern dokuların sunumlarında ve tanıtılmasında etkili olmuştur. Bu çalışma, bir turizm merkezi olarak Eskişehir’e gelen “post-turist”in kent deneyimini ortaya koymak için gerçekleştirilmiştir. Parçalı olduğu düşünülen bu deneyim üzerinden birey ve onun kenti algılama pratikleri tartışılmıştır. Özellikle günübirlik turlar ile Eskişehir için planlanmış rota esas alınarak, postturistin eylemleri ve deneyimleri, rota içerisindeki mekânlarla ilişki içerisinde değerlendirilmiştir. Nerede durulur, nerede yemek yenilir, ne yenilir ve içilir, nerede fotoğraf çekilir vb. eylemler, rotadaki durak noktaları ve bir noktadan diğerine geçiş süreci tekil olarak, bireysel bir bakış açısından kesintili, parça parça ve süreksiz bir şekilde elde edilmektedir. Bu deneyimden toplanan veriler bir araya getirildiğinde, kentin bütününe dair hangi bilgilere ulaştığımız sorusu çalışma açısından kritik bir konumdadır. Eskişehir ve gelişimi düşünüldüğünde, bir gün süresince deneyimlenen fragmanlar, bellekte
    kökenlenen mekânsal verilerle belirli oranda çakışmaktadır. Ancak bu kesişimler, tasarlanmış bir rotanın yüzeysel parçalarıdır ve tasarlanmanın ötesinde var olan kolektif hafızaya ait mekanlara pek değmemektedir. Bu nedenle post-turistin planlı rotasındaki belirli aktiviteleri, kentin fragmanı olarak kalmakta, kente ait uzun metrajlı filme dair ipuçları taşımakta, ancak kentin aslını algılayıp deneyimlemeye benzememektedir.
    Günümüzde endüstriyel çağın toplumsal hayatı köklü bir biçimde değiştiren üretim ve tüketim biçimlerinin dünya çapında yaygınlaşması kentsel alanların giderek büyümesini beraberinde getirmektedir. Bu durumun yanı sıra çevreye olumsuz... more
    Günümüzde endüstriyel çağın toplumsal hayatı köklü bir biçimde değiştiren üretim ve tüketim biçimlerinin dünya çapında yaygınlaşması kentsel alanların giderek büyümesini beraberinde getirmektedir. Bu durumun yanı sıra çevreye olumsuz etkileri olan endüstriyel üretim biçimleri nedeni ile de dünyadaki yaşamı tehdit eden sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Küreselleşmenin bir sonucu olarak doğal kaynaklar hızla tüketilmeye ve kentler kontrolsüz olarak büyümeye devam ederken bir yandan da bu duruma yönelik eleştiriler yapılmakta ve çözüm önerileri geliştirilmektedir.
    Sürdürülebilirlik ve yaşanabilir çevre çalışmaları hızla devam etmekte, kaynakların tüketilmesine yönelik tepkiler çeşitli kurumlar ve organizasyonlar aracılığı ile dünya çapında ortaya konulmaktadır. Ekolojik sistemin sürdürülebilirliği kaygısının öne çıktığı önerilerde; amacın yalnızca ideal bir kentsel form önermek olmadığı, küresel çevre ve ekonomi problemlerine çözüm üreten ideal bir toplum oluşturmak olduğu da söylenebilir. Bu anlamda, tarih boyunca toplumsal yaşamın fiziksel mekânının inşasında etkin bir rolü olan mimarlık disiplininin ütopik önermelerin en önemli temsil araçlarından birisi olduğu düşünüldüğünde ütopyaların günümüz sürdürülebilir kent projeleri için itici bir güç niteliği taşıdığı önermesi tartışılabilir olmaktadır. Tarih boyunca daha iyi bir yaşam ve toplum arzusunu ifade eden ütopyalar, olanın eleştirisi üzerinden, var olmayan bir toplumsal düzen ve çevre önermesi gerçekleştirerek geleceğin öngörülmesinde etkin olmuşlardır. Geleceğe dair umut vaat eden ütopyaları ait oldukları zaman, yer ve kültürel bağlam ile ilişkilendirmek mümkündür. Bu anlamda bildiri; küresel koşulların sorunları ve imkânlarıyla birbirine benzeyen ve ekosistemi tahrip eden kentler yarattığını kabul eden eleştirel tavrın ortaya çıkardığı yeni kentsel önermeleri ele almaktadır. Çalışma kapsamında, bir yer’e bağlı olmayan ancak genel bir ‘kent’ olgusunu toplumsal bir iyileştirme projesi kapsamı içinde ele alan ütopik projelerin geleceğin yaşanabilir ‘iyi’ kentleri için yol gösterici olma durumu incelenecektir. Ütopyaların tam da bu zamanda mevcut fiziksel çevreyi eleştirerek daha iyi bir dünyanın mümkün olabileceğine dair inancı pekiştiren projeler olarak
    geleceğe yön verme potansiyelleri olduğunu öne süren bu çalışma, yaşam alanı tanımının artık kentsel ölçekle sınırlı olmadığını ve tüm ekosistemi içerdiğini vurgulamaktadır.
    Utopia, a phenomenon shaped in the frame of criticism, can be described as a proposal representing hope for the future. Architecture, which is a critical practice, creates new grounds for debate in the discipline with utopia designs. When... more
    Utopia, a phenomenon shaped in the frame of criticism, can be described as a proposal representing hope for the future. Architecture, which is a critical practice, creates new grounds for debate in the discipline with utopia designs. When utopian approaches of the past and contemporary architectural products are examined, it can be observed that utopias can be transformed into the facts of today. In this sense, this article aims to question whether contemporary approaches are inspired by the utopian propositions of the past. It was tried to be comprehended the utopian examples of parasitic architecture and the manifestations of currently produced samples. Examples were criticized with the aid of the analysis sheet prepared in the light of the specified parameters and the contributions of the utopias to the embodiment process of the design in the real world were questioned. In the context of parasitic architecture, it can be seen that approaches of both are similar. The accuracy of the thesis on that, no matter how much time passes over the utopian spatial productions, they continue to be valid and embody in the case of sufficient technology is debated. It is right to say that architecture continues to criticize, produce solutions for the current situations in every period, and doing so, it benefits from the pioneering attitude of utopias. In this sense, the article reveals that utopias are shaping both the human life and the future of architecture, and thus the traces of the past utopias can be encountered today.
    GeçmiĢten günümüze doğru yapılan bir okuma, insan odaklı sürdürülebilir yaklaĢımların kentsel yaĢam kalitesi açısından birçok özelliği planlama dıĢında bıraktığını göstermektedir. Bu bağlamda, insanı tasarımın önceliği kabul eden... more
    GeçmiĢten günümüze doğru yapılan bir okuma, insan odaklı sürdürülebilir yaklaĢımların kentsel yaĢam kalitesi açısından birçok özelliği planlama dıĢında bıraktığını göstermektedir. Bu bağlamda, insanı tasarımın önceliği kabul eden kapsayıcı ölçütlerden ve bu ölçütlerin tasarımı yönlendirdiği yaklaĢımlardan bahsetmenin yakın zamanlara kadar mümkün olmadığını söylemek doğru olacaktır. Halbuki, kentsel yaĢam kalitesinin anlamı her ne kadar yere, zamana, amaca ve değer sistemine göre değiĢse de eriĢilebilirlik modern dünyada herkes için temel haklardan biridir. Bu haklar, evrensel tasarım ölçütleri açısından öncelikle herkes için olmaya odaklanır. Geleneksel ulaĢım politikalarının yerine, ulaĢımda insana yönelik uygulamaların en önemli girdisi olarak nitelendirilen eriĢilebilirlik, belki de bu yüzden yaĢanabilir kentler için çağdaĢ ulaĢım planlamasının temelini oluĢturmaktadır. Kentsel mekanda, yapı ölçeğinde sağlanmaya çalıĢılan eriĢilebilirlik, yapılaĢmıĢ çevre açısından önemli bir adım olsa da tekil uygulamalar ayrı tutulduğunda, kentsel ölçekte sürekliliğin sağlanması sınırlı düzeyde kalmaktadır. Bu çalıĢma, kentsel ölçekte sağlanması gereken eriĢilebilirliği ulaĢım yapı ve araçları üzerinden ele almakta ve EskiĢehir kenti örneğinde değerlendirmektedir.
    1923 yılında yeni bir devletin kuruluşunun ilan edilmesiyle beraber, Anadolu'nun kalkınması anlamında da köklü değişikliklerin yapılacağı bildirilmiştir. Özellikle planlı kalkınma hedeflenerek sınai üretime önem verilmiş ve her bölgenin... more
    1923 yılında yeni bir devletin kuruluşunun ilan edilmesiyle beraber, Anadolu'nun kalkınması anlamında da köklü değişikliklerin yapılacağı bildirilmiştir. Özellikle planlı kalkınma hedeflenerek sınai üretime önem verilmiş ve her bölgenin verimli olduğu ürünler göz önünde bulundurularak fabrikalar açılmaya başlanmıştır. Bu planlama anlayışı bağlamında oluşturulan üretim alanlarından biri de Eskişehir'deki fabrikalar bölgesidir. Fabrikalar bölgesi, Eskişehir'in toprağının özelliğine dayanılarak kurulan tuğla ve kiremit fabrikalarından oluşmaktadır. Bu bölgede bulunan Çiftkurt Kiremit Fabrikası ise 1933 yılında açılmıştır. Döneminin özelliklerini yansıtmasının yanı sıra günümüzde bulunduğu konum itibari ile de önem arz etmektedir. Kenti Eskişehir Anadolu Üniversite'sine bağlayan ve çevresindeki yapılaşma nedeni ile ekonomik niteliği artan bir bölgede bulunan bu yapı; pencere ve kapı boşluklarının doldurulması gibi müdahaleler nedeni ile özgünlüğünden uzaklaşmış durumdadır. Müdahalelere ve kullanılmama durumuna rağmen uzun bir süre sağlamlığını koruyan yapının, bakımsızlık ve yoğun iklim şartları nedeni ile büyük bir bölümü yıkılmıştır. Halen yapıcı bir müdahalenin gerçekleştirilmemiş olması modern dönemin önemli bir yapısının kaybedileceğinin göstergesidir. Bu nedenle, çalışma kapsamında Eskişehir fabrikalar bölgesinin mevcut durumu incelenmiş olup, Çiftkurt Kiremit Fabrikası için yeni bir işlev önerisi sunulmuştur.
    Endüstri devrimi ile yaşanan makineleşme sonucu insan gücüne olan gereksinimin azalması, çalışma saatleri haricindeki boş zamanın artmasını beraberinde getirmiştir. Modern dönemin bu olumlu gelişmesinin, sonraları kapitalist düşünce... more
    Endüstri devrimi ile yaşanan makineleşme sonucu insan gücüne olan gereksinimin azalması, çalışma saatleri haricindeki boş zamanın artmasını beraberinde getirmiştir. Modern dönemin bu olumlu gelişmesinin, sonraları kapitalist düşünce etkisi altında kalması ile boş zaman ekonomik faktörler çerçevesinde şekillenmeye başlamıştır. Bu nedenle endüstri devrimi ile başlayan süreç, kamusallık için bir kırılma ve tüketim kültürü için bir başlangıç noktası olarak nitelendirilir. Teknolojik gelişmelerin de hız kazanmasıyla bu süreç, özellikle yirminci yüzyıl sonlarına doğru tüketim toplumuna geçişin hızlanmasına neden olmuş, küreselleşme bu dönüşüm ile tüm dünyaya yayılmıştır. Ekonomik odaklı düşüncenin ürünlerinden olan alışveriş merkezleri, önceleri yalnızca alışveriş için kullanılıyor olsa da günümüzde rekreasyonel faaliyetler ile ticari faaliyetlerin buluştuğu mekanlar haline gelmişlerdir. Bu çalışma, sahip olduğu rekreasyonel faaliyetlerin artması ile kamusal mekan olma değerinin de artış gösterdiği alışveriş mekanlarını, kamusallık ve mekânsal özellikler bakımından ele almakta ve tartışmaktadır.
    Kentler, kuruluşlarından itibaren sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik gelişmeler çerçevesinde gerçekleşen sürekli bir dönüşüm içerisindedir. Bu dönüşüm kent yapısına merkezde ya da çeperlerde eklemlenerek kentin gelişimine planlı ya da... more
    Kentler, kuruluşlarından itibaren sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik gelişmeler çerçevesinde gerçekleşen sürekli bir dönüşüm içerisindedir. Bu dönüşüm kent yapısına merkezde ya da çeperlerde eklemlenerek kentin gelişimine planlı ya da kimi zaman da plansız olarak yansımaktadır. Özellikle son yıllarda ekonomik kaygıların mekânsal değerlerin önüne geçtiği politikalar; kentlerin mekânsal dönüşümünü önemli ölçüde etkilemektedir. Bu dönüşüm sürecinde, kent merkezlerinde kalan ve Cumhuriyet " in sportif devrim yapılarını temsil eden stadyumlar, çeşitli nedenlerle kent merkezlerini terk etme politikaları ve uygulamalarıyla karşı karşıya kalmaktadır. Stadyumların merkezde terk ettiği ekonomik değeri yüksek alanlar ise, yeni işlevlerle kentsel mekâna dâhil olurken bu süreci kentsel bir boşluğun kentsel mekâna ve kentsel yaşama katılımı olarak değerlendiren tartışmalar da sürmektedir. Bu süreci yaşayan Eskişehir " de, eski stadyumun işlevini üstlenecek kapasitesi artırılmış yeni stadyum kent merkezinden uzak bir bögede tamamlanma aşamasına gelmesine karşın, 1964 yılından beri konumlandığı kent merkezinde hizmet veren eski stadyumun ya da yıkılması durumunda stadyum alanının nasıl değerlendirileceği belirsizliğini korumaktadır. Bu çalışma, Eskişehir kent merkezinde yer alan mevcut Eskişehir Atatürk Stadyumu " nun belirsiz geleceğini ele almakta ve tartışmaktadır.
    After industrial revolution, raise in the immigration to city centers caused squatter problem in out of the city that increased rapidly. Urban fabric had nonhomogenous view as new settlements that built with new technological developments... more
    After industrial revolution, raise in the immigration to city centers caused squatter problem in out of the city that increased rapidly. Urban fabric had nonhomogenous view as new settlements that built with new technological developments and the other settlements that built by human with their own opportunities. Urban transformation projects became important to prevent this problem that caused degeneration in urban fabric. Although urban transformation projects are positive about saving back the degenerated areas to the city, it couldn’t be successful because of not being inconvenience for the social sustainability criterion. Karapınar Prevention of Squatter Project that began in 2009 in Eskişehir, is an example of the current topic. Within the context of this study, the project area has been visited and a survey has been conducted with families. In this article, the survey outcomes has been analyzed and examined about social sustainability. Aim of the project is reminding social sustainability that must be considered important for new urban transformation projects.
    Children, who are the most weak people about sensibility and telling their desires clearly, act differently at every age phases. Because of this, child oriented designs must appeal to children about whole ages and features. Playgrounds... more
    Children, who are the most weak people about sensibility and telling their desires clearly, act differently at every age phases. Because of this, child oriented designs must appeal to children about whole ages and features. Playgrounds are places where children of all ages and features spend their times commonly. But when these playgrounds were observed, that can be seen, playgrounds can not meet children's need and, because of this, they become quitted places. Within this article, child, play and playground concepts have been examined and the parameters of playground design have been classified. The aim of article is revealing the parameters for playgrounds design and offering a guide so that it can give an idea for the new designs.
    Sustainability means maintaining continuity in the level of development on all scales, from the human to the global. The desire to seek sustainable solutions has been prompted by the decline in environmental quality caused by poor... more
    Sustainability means maintaining continuity in the level of development on all scales, from the human to the global. The desire to seek sustainable solutions has been prompted by the decline in environmental quality caused by poor urbanisation. The concept of sustainability is based on social, economic and environmental criteria. In this context, sustainable development is development which integrates social, economic and environmental aspects. Architects play a major role in development.
    Architects affect sustainability through the quality of their designs. Today there are few examples of sustainable buildings that combine social, economic and environmental elements. Sustainable development should take place by
    integrating social, economic and environmental needs in a balanced way in architectural designs. This article examines sustainable development
    as a system, through scrutiny of four buildings that won sustainability awards in 2014. By analysing these examples, the criteria for social, economic and environmental sustainability have been determined. The aim is to bring sustainable development to the attention of the public by clearly pinpointing these criteria, and so bringing about an increase in such examples.
    Mimarlık, insan eylemlerini karşılamaya ve bu eylemleri sürdürebilmeye yönelik bir ihtiyaç olarak ortaya çıkan bina ve yapıların tasarlanması işidir. Tasarlamak; yeni ürünlerin ortaya konulma süreci olan, yaratıcılık ve bilgi birikiminin... more
    Mimarlık, insan eylemlerini karşılamaya ve bu eylemleri sürdürebilmeye yönelik bir ihtiyaç olarak ortaya çıkan bina ve yapıların tasarlanması işidir. Tasarlamak; yeni ürünlerin ortaya konulma süreci olan, yaratıcılık ve bilgi birikiminin büyük rol oynadığı bir ifade yöntemidir. Tasarım ise, ortaya çıkan özgün ürünlerdir. Tasarım ve mimarlık sürekli bir ilişki içinde olan ve dönüşümlü olarak birbirini etkileyen iki olgudur. Tasarım kavramının yanı sıra, mimarlığın ilişki içerisinde bulunduğu birçok disiplin de mevcuttur. Bu, mimarlığın disiplinlerarası bir kavram olduğunun göstergesidir. Bu disiplinler, mimarlığı doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyerek mimarlık olgusunun sürdürülebilirliğini sağlar. Bu çalışma, mimarlığın ve diğer disiplinlerin birbirleri ile olan ilişkilerini irdelemekte olup, bu disiplinlerin mimarlık kavramına göre olan konumlarını şematik olarak ortaya koymayı amaçlamaktadır.