Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
Zafer Toprak, “İstanbul’da Fuhuş ve Zührevi Hastalıklar 1914-1933”, Tarih ve Toplum, sayı 39, Mart 1987, s. 31-40. İstanbul’da Fuhuş ve Zührevi Hastalıklar 1914-1933 Cihan Harbi yıllarında İstanbul servet ile fakr u zaruretin, sefahat ile sefaletin buluştuğu, kaynaştığı bir mekândı. Kent, yeni bir Pompei’in habercisiydi. Mütareke döneminde İstanbul’un işgali bu çarpıklığı daha da belirginleştirdi. İşgal kuvvetlerince harcanan para sefahat hayatını besledi. Kent her geçen gün yozlaştı. Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore’si böyle bir kentten esinlenecekti. Ahmed Rasim ise Fuhş-i Atîk adlı eserinde Cihan Harbi’yle birlikte gündeme gelen “yeni fuhuş”u şu satırlarla ifade ediyordu: “Eski fuhuş çöktü. Fakat, güya çirkefe atılmış bir taş gibi bütün pislikleri etrafa serpildi. Eskiden birkaç mahalleye sıkışıp kalmış olan içtimaî rezillik yılan gibi kovuktan kovuğa sokularak evden eve tünel açtı; yeni fuhuş başladı. Yeni rezalet yerleri açıldı, çoğaldı. Muhtelif semtlere saldırarak dallı budaklı bir şekil aldı. Bilhassa İslam içtimaî terbiyesini yaraladı. Ondan sonra türlü şenaatleriyle ne mal olduğu anlaşıldı. Umumî Harp, onu seferber hâline koydu. Bu büyük hercümerç esnasında idi ki aile rabıtaları, hürmetleri, takayyütleri gevşedi. Zaruret, sefalet, açlık, kimsesizlik dertleri şiddet peyda ettikçe bu dert dört tarafa saldırdı.”1 Sağlık sorunlarının kendine özgü bir tarihi var. Tıbbın sosyal içerikli tarihi her geçen gün gelişiyor. Bu alanda son çeyrek yüzyılda tarih yazımı epey yol kat etmişe benziyor. Tarihsel epidemiyoloji, medikal antropoloji, etno-tıp, psikotarih vb. tarihçiliğin alanını alabildiğine genişletti. Sağlık kavramı ve politikası ile bununla bağlantılı meslekler ve bilgi havuzu, hastalık, terapötik ve hastane tarihleri son yıllarda tarih, ekonomi, sosyoloji, hukuk, felsefe ve edebiyat alanlarının ortak uğraşı sayılabilir. Bu makalenin omurgasını İstanbul’da fuhuş ve frengi oluşturuyor. Frengi dünün AIDS’i. Çağın vebası AIDS’in zuhur edişine kadar zührevi hastalıklarda frengi tahtını korumuşsa da insan belleği AIDS ertesi frengiyi çabuk unutmuşa benziyor. Oysa vebadan farklı olarak frengi ya da sifilis, tarihsel olduğu kadar güncel önemini koruyor. 19. yüzyıl frengi için önemli bir dönüm noktası olmuş. Küreselleşme frengiyi dört bir yana saçmış. Nüfus hareketleriyle birlikte frengi de kıtadan kıtaya sıçramış. Savaşlar, seferberlik, buharlı ulaşım araçları, kentleşme, sanayileşme frenginin de hızlı yayılmasına neden olmuş. Batı’da frenginin dünü üzerine geniş bir yazın oluşmuş durumda. Hatta 19. yüzyıldan itibaren bu konuda kapsamlı kaynakça çalışmaları bulunuyor. J. K. Proksch’un Die Litteratur über die venerischen Krankheiten (Bonn, 1889) adlı çalışması, zührevi hastalıklar üzerine yazılmış uluslararası nitelikte ilk kaynaklardan biri. Aynı yazar 1889-1899 arası için bir de ek çıkarmış. Keza yüzyıla yönelik Fransızca bir kaynak denemesini Wald-Lasowski yapmış: Syphilis: Essai sur la littérature française du XIXème siècle (Gallimard, 1982). Frengi üzerine yazılanlar yaklaşık son beş yüz yıllık dönemi kapsıyor. Aynı zamanda kültürel bir olguya dönüşen frengiyle mücadele, bilim ile hastalık arasında bir savaş olmanın ötesinde toplumsal bir gerçek. Kimileri frengiyi günahkârlara karşı tanrının bir cezası olarak değerlendiriyor. Tanrı verisi frengi algısı ile hastalığı tedaviye çalışanların çabası arasındaki kavga yüzyıllarca sürüp gitmiş. Bu tür kalıntılar bugün bile gözlemleniyor. Seksüel ahlâk telakkilerinde büyük dönüşümlere rağmen frengi utanç verici bir hastalık olarak biline gelmiş. Claude Quétel, Le Mal de Naples: histoire de la syphilis2 adlı eserinde, “şüpheniz varsa kliniğe gelen ve Bordet-Wassermann testi isteyen bir hasta ile danışmadaki kişinin yüzlerindeki ifadeyi bir görün” diyor. Frengi Folkloru ve Moral Kaygılar Frenginin folklorik ve ezoterik bir literatürü de var. Hastalığın patlak vermesini açıklayan sözde kuramlardan biri, Jüpiter ile Satürn’ün Dünya’yla aynı çizgi üzerine düşmesi. Bu hizaya gelme, insanlık için son derece tehlike arz ediyor. Başka bir kuram, hastalıkla mikro-organizmalar arasında bir bağ kurarak frengiyi taşıyıcı küçük kurtlara yoruyor. Kısaca frengi zamanla enigmatik hastalıklardan birine dönüşmüş. Günümüzde kimi doktor ve tıp öğrencisi, frenginin seyrini izlemek için kendilerine bulaştırıyor. AIDS’e karşı kampanyayla paralellik kurarak AIDS mücadelesini frengi tarihinin güncel yansıması olarak niteleyen yazarlar var. Frengi, Avrupa’da 16. yüzyılda yaygınlaşıyor. İtalyanlar, “Fransız Hastalığı”, Fransızlar “Napoli Salgını” diye “suç”u birbirlerinin üzerine atmaya başlıyorlar. Japon halkı, “Çin Ülseri” diye nitelendirdiği bu hastalığın seksüel perhizden kaynaklandığını sanıyor. İspanyollar ise frengiyi Avrupalıların Yeni Dünya’ya götürdükleri öldürücü mikropların bedeli olarak oradan ithal edilen mikroplarla açıklıyor. Bunun literatürdeki adı “Amerikan Teorisi”. Hastalığın Amerika’dan Kristof Kolomb’un avanesiyle birlikte geldiği ileri sürülüyor bu kuramda. Sifilis sözcüğüyse ilk kez Pracastor’un 1530 tarihli bir şiirinde geçiyor. 18. yüzyılda moral kaygılar giderek yerini medikal çözüm arayışlara bırakıyor. Dinsel ya da başka nitelikli ahlâk bir yana, hastalık diğer yana konuyor. Frengi hastalık olarak algılanıyor ve tedavi çarelerine başlanıyor. Uzun dönem cıva tedavi aracı olarak kullanıyor. Ancak 19. yüzyılda cıvaya güven giderek azalıyor. Şarlatanlarca kullanılan “frengi aşısı”nı takmayan hastalık tüm toplum katmanlarında yayılıyor. Frengi korkusu 20. yüzyılın ilk yarısında, özellikle iki savaş arası doruk noktasına ulaşıyor. Frengi artık her yerde. Frengiye karşı propaganda yaşamın bir parçası. Broşür, afiş, radyo, tiyatro, sinema halkı uyarmaktan çok ürkütüyor. Edebiyat tüm bir neslin “büyük korku”sunu yansıtıyor; Julian Green, kızkardeşi Eleonore’un frengiden söz eden Bubu de Montparnasse’ı okurken eldiven giymekte ısrar ettiğini yazıyor. Tıpla ahlâkın bu denli bütünleştiği bir başka dönem yok gibi. Bu, bir noktada bilimin frengi karşısında çözümsüzlüğünden kaynaklanıyor. Sosyal Hastalık: Türkiye’de Frengi 20. yüzyılla birlikte frengi Türkiye’de de önemli bir sorun. Son dönem Osmanlı’sında frengi, veremle birlikte toplumsal hastalıklardan biri olarak tarihe geçiyor.3 Cihan Harbi yıllarında Babıâli, Batı’ya parmak ısırtacak düzeyde liberal bir “umumhane mevzuatı” kabul ediyor. Frengiye karşı önlem uzun zaman ahlâk sorunu olarak kalıyor. Bu “terör” ortamı, II. Dünya Savaşı ertesi son buluyor. Antibiyotik büyük bir devrim yaratıyor. Korku sona eriyor; birkaç doz penisilin frengiyi tatsız bir anıya indirgeyebiliyor. Oysa frengi sinsi sinsi varlığını sürdürüyor. 1960’lı yıllarda frenginin tekrar hortlaması antibiyotiğin insanlığa getirdiği rehavetten kaynaklanıyor. AIDS’in ölüm kalım meselesine karşın frengi eski ürkütücülüğünü yitirmiş durumda; AIDS’le mücadele frengiyi unutturmuşa benziyor. Oysa frengi sürüp gidiyor. Günümüzde, ABD’de erken frengi teşhisi yılda 100.000 dolayında. Tedavi görmeyen kalıntı vakaların ise en az 350.000 olduğu tahmin ediliyor.4 Kısaca, frenginin geride kalan renkli, beş yüzyıllık bir tarihi var. Mitosla tıbbın karışımı bir öykü bu. Kimi zaman korkunç, kimi zaman gülünç... Frengi üzerine binlerce kitap yazılmış. Tıbbın belki de en geniş alanı. Hastalıklar arasında frengi en toplumsal olanı. Kültürel boyutu başka hiçbir hastalıkta bu denli kapsamlı değil. Öte yandan insan topluluklarında yaşayan en dirençli hastalık. “Biz frengiyi sevmesek de frengi bizi seviyor” diyor Claude Quétel. Türkiye’ye odaklanmadan önce bir hususu hatırlatalım. Bugün seks işçisi diye tanımlanan bir emekçi kesimi, dünün kaynaklarında değişik şekillerde; fahişe, sermaye, hayat kadını, umumhane kadını, genelev kadını gibi terimlerle ifade ediliyordu. Tarihsel bağlamını yitirmeme kaygısıyla biz de bu makalede terimi günümüz etik kaygılarını gözetmeksizin kullanıyoruz. Bu terimleri kullanmamız, günümüzde seks işçisi olarak çalışan emekçilere saygısızlık olarak algılanmamalı. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e geçiş evresinde siyasal gelişmelerin yanı sıra fuhuş, içki, kokain ve kumar, Türkiye’de toplumsal çöküntünün temel göstergeleri olarak belirdi. Türkçe roman ve öyküde bu dört unsurun en etkin bir biçimde işlendiği dönem Cihan Harbi ve Mütareke yılları oldu. Refik Halit’ten Peyami Safa’ya geniş bir yazar yelpazesinin bu konulara eğilmesi rastlantı değildi. Osmanlı toplumu Cihan Harbi’yle birlikte çöküntüye uğramış, tüm değer normları savaşla birlikte alt üst olmuştu. Cumhuriyet Türkiyesi’nin Osmanlı’ya siyasal çözüm getirirken toplumsal bunalımın üstesinden gelecek yeni değerler arayışına girmesi doğaldı. Cihan Harbi’nin İstanbul’u servet ve sefaleti birlikte yaşadı. Savaş enflasyonunun neden olduğu spekülatif girişimler, geleneksel Osmanlı gelir bölüşümünü olağan dışı çarpıttı. Kısa sürede “yeni zengin” bir katmanın doğmasına neden oldu. Halk dilinde “harp tüccarı”, “spekülasyon erbâbı”, “331, 332, 333 zengini” ya da “muhtekir” diye bilinen savaş zengini, İstanbul’un yaşamına yepyeni bir boyut getirdi. İstanbul’un geniş bir kesiti yoksullaşırken eğlence düşkünlüğü, alkol, kumar, kadın ticareti, hatta “zehir” ya da kokain giderek yaygınlaştı. Bundan böyle İstanbul servet ile fakr u zaruretin, sefahat ile sefaletin buluştuğu, kaynaştığı bir kente dönüştü. Osmanlı’nın payitahtı yeni bir Pompei’in habercisiydi. Mütareke döneminde İstanbul’un işgali bu çarpıklığı daha da belirginleştirdi. İşgal kuvvetlerince harcanan para sefahat hayatını besler oldu. Kent her geçen gün yozlaştı. Yakup Kadri, Sodom ve Gomore’sini böyle bir kentten esinlenerek yazacaktı. Mütareke İstanbul’u ve “Fuhş-i Cedid” Mütareke İstanbul’u etnik çeşni açısından son derece zengindi. İngiliz üniformalı Sih subayı, Senegalli Fransız çavuşu, İtalyan jandarması, Yunan Efsun askeri ırk yelpazesini olabildiğince genişletmişti. Tüm kozmopolitliğiyle İstanbul, işgal kuvvetlerinin yanı sıra, iki yüz bine yakın göçmen Rusu misafir etmek durumunda kaldı. Ekim Devrimi ertesi kapağı İstanbul’a atan Beyaz Ruslar kentin gece hayatına renk katmışlardı. Her türlü “varyete” Rus kızlarındaydı. Wrangel ordusunun kalıntıları İstanbul’a “pavyon”u, “gece kulübü”nü getirdi. Tombalacı Rus kızları kahvehane, kahvehane dolaşarak Osmanlı erkeklerine şans dağıttılar. İstanbul’da fuhuş böyle bir ortamda ivme kazandı. Resmî zabıta kayıtlarına göre, Mütareke yıllarında İstanbul’da “vesikalı” 2.125 fahişe çalışıyordu. Yine aynı kayıtlara göre “vesikasız” iş tutan 979 hayat kadını vardı. Bunların dışında bu mesleği zaman zaman icra eden binin üzerinde kadın, polis müdüriyetince biliniyordu. 1920 yılında İstanbul işgal gördü. İşgal yıllarında Sıhhiye Heyeti’nin verilerine göre ise İstanbul’da vesikalı 2.171 hayat kadını icra-i sanat ediyordu. Bunların 1.367’si Hıristiyan ve Musevi, 804’ü Müslümandı. Beyoğlu’nda 770, Galata’da 643, İstanbul’un Eminönü cihetinde 135, Kadıköy ve Üsküdar’da 177 vesikalı hayat kadını vardı. Ayrıca İstanbul’da mıntıkası belirsiz 446 vesikalı hayat kadını bulunmaktaydı. Sıhhiye Heyeti’ne göre İstanbul’da fahişe sayısı her geçen gün artmaktaydı. Galata’da çalışanların çoğunluğu Rumdu. Bunların bir kısmı Yunan pasaportu taşıyordu. Rumların ardından sayı olarak Ruslar geliyordu. Ancak Rus fahişelerin sayısı büyük bir olasılıkla resmî kayıtların üzerindeydi. Sonuç olarak, geçimini fuhuşla idame ettiren 4.500 ila 5.000 dolayında kadın İstanbul’da seks ticaretinin metasıydı. O tarihlerde İstanbul’un nüfusunun 700.000 dolayına düşmüş olduğu düşünülürse bu sayıların hiç de azımsanacak düzeyde olmadığı görülür. Vesikalılar arasında, beklenilenin tersine, Müslüman kadınlar başta geliyordu. Dersaadet Polis Mektebi Müdürü Mustafa Galib Bey’in resmî kayıtlardan aktardığı bilgilere göre, mezhebi ve tabiiyeti “Müslim” olan 774 fahişe vardı. Gayrimüslim Osmanlı kadınları arasında 691 Rum, 194 Ermeni ve 124 Musevi vesikayla çalışıyordu. Mustafa Galib, işgal yıllarında geçim için fuhuştan başka çözüm bulamayan Müslüman kadının “düşüşünü” şu satırlarla yansıtıyordu: Kelimenin bütün kudret-i manasıyla Payitaht birçok servetlerini menâbi-i gayr-i meşruaya [gayrimeşru kaynaklara] tahsis edip sarf ederken diğer taraftan zaruret-i hayatın kurbanları nazar-ı dikkati câlib bir surette tekessür ve tezayüd ediyor. Ve bu netice-i vahîmeden memleketin mukadderat-ı emn [güvenliği] ve asâyişi suret-i münîfede [büyük ölçüde] müteessir olmakla beraber bilhassa İstanbul ahâlî-i müslimesi bir gayyâ-i müsibete [müsibet kuyusuna] doğru yuvarlanıp gidiyor. Bittabii bunun esbâb-ı muhtelifesi vardır. Zaruret ve ihtiyaç akla vârid olan delâil-i kaviyyeden olmakla beraber memleket muhitinin ahlâken tefessuh-ı tamme uğraması da en esaslı müessirlerden biridir. Emrâz-ı ahlâkiyyenin memleketin bünye-i içtimaiyyesi üzerinde ika’ ettiği muhrib [harab eden] tesirleri düşünürken evvela vârid-i hâtır olacak keyfiyyet fuhuş mesele-i müzminesidir.5 Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nde yabancılar fuhuş dâhil her türlü serbest mesleği icra edebiliyorlardı. “Ecnebî fahişe” kapitülasyonların güvencesi altındaydı. Bu nedenle, diğer alanlarda olduğu gibi, dünyanın bu en eski mesleğinde de Osmanlı topraklarında yabancı “sermaye” bulunması doğaldı. Yabancı vesikalı fahişeler arasında Rus kadınları başta geliyordu. Çöken Çarlık Rusyası’ndan Osmanlı, resmî kayıtlara göre 171 fahişe devralmıştı. Rus kadınlarını Yunan, Avusturyalı, Romen ve İtalyan kadınları izliyordu. Bunların adedi sırasıyla 90, 23, 21 ve 12’ydi. Ayrıca İstanbul umumhanelerinde 5 Fransız, 5 Sırp, 5 Bulgar, 3 Alman, 2 Polonyalı ya da Leh, 2 Arap, 1 Yugoslav, 1 Amerikan ve 1 İranlı fahişe çalışıyordu. Tahmin edilebileceği gibi, bu denli çeşnili bir piyasada zührevi hastalıkların zuhur etmesi kaçınılmazdı. Zabıta kayıtlarına göre “sermaye” olarak çalışan 12-13 yaşlarındaki kızların önemli bir kısmında “emrâz-ı zühreviyye” ya da zührevi hastalık görülmüştü. Cumhuriyet’in ilk yıllarında fuhuşla ilgili en özgün kitabı Ahmed Rasim yazmıştı. O’nun deyişiyle yakın zamanda “fuhş-i atîk” ya da “eski fuhuş” çökmüş, yerini “fuhş-i cedid”, yani “yeni fuhuş”a bırakmıştı. “Tam hususî”, “yarı hususî”, “kapatma-mantenot”, “sermaye”, “sokak” ve “mezarlık” Ahmed Rasim’in fuhş-i atîk “sermaye” türleri için yaptığı tasnifti. Eski fuhuş, çirkefe atılmış bir taş gibi çökerken bütün pisliklerini etrafa serpmişti. Eskiden birkaç mahalleye sıkışıp kalmış olan bu “içtimaî rezillik” yılan gibi kovuktan kovuğa sokularak evden eve tünel açmış; yeni fuhşa ortam hazırlamıştı. Yeni “rezalet” yerleri açılmış, çoğalmıştı. Değişik semtlere saldırarak dallı budaklı bir şekil almış, bilhassa Müslüman kesime sirayet etmişti. Kısaca İslam “içtimaî terbiyesi” yara almıştı. Fuhş-i Atîk adlı anı kitabında Meşrutiyet öncesi Osmanlı toplumsal yaşamından ilginç kesitler sunan Ahmed Rasim, fuhşun yayılmasını, “fuhş-i cedid”in ortaya çıkışını Cihan Harbi’ne bağlıyordu. Bu büyük hercümerç sırasında aile erkeği cepheye sevk edilmişti; sefalet, yoksulluk, açlık, kimsesizlik aile bağlarını çözmüştü. Geçim derdi, Osmanlı kadınını günlük rızkını sokakta aramaya sevk etmişti. Fuhuş aile yuvasına girmiş, dört bir yana saldırmıştı. Ahmed Rasim’in deyişiyle fuhuş birkaç yılda “görenek” olup çıkmıştı.6 Cumhuriyet’in ilânı ertesi fahişe istatistiklerinde düşüş görüldü. 1925 yılında Zabıta sicillerinde kayıtlı fahişe sayısı 2.153 olarak gözüküyordu.7 Bunlardan 917’si İstanbullu ve 1.236’sı taşralıydı ve 899’unun yaşları yirminin altındaydı. İstanbul Emrâz-ı Zühreviyye Müdüriyeti’nde ise 500 fahişe kayıtlıydı. Bunlardan 250’si Rum, 150’si Musevi, 100’ü Müslümandı. 410’u şehirli, 90’ı köylüydü. 101’inin okuma yazması vardı. 146’sı kimsesizdi ve iğfal edilerek fuhşa düşürülmüştü. Yine aynı kayıtlara göre 196’sı zaruret ve sefalet nedeniyle, 158’i kendi arzusuyla fahişeliğe başlamıştı. 346’sının ebeveyninin her ikisi, 93’ünün ebeveyninden biri fuhşa başladığı sırada ölmüştü. 61’inin ebeveyni sağdı. 313’ü evlilikten önce, 45’i boşandıktan sonra, 137’si kocası öldükten sonra fahişe olmuştu. 7’si hâlen evliydi. 261’inin çocuğu vardı. 176’sının evlilikle, 295’inin kendi rızasıyla, 30’unun ise cebren bikri izale olunmuştu. 160’ı mesleğe girmeden önce hizmetçi, besleme veya evlatlıktı. 10’u tövbekâr olup tekrar fuhşa başlamıştı. 500 fahişenin geldikleri yörelere göre dökümü şöyleydi: 181 İstanbul, 12 İzmir, 5 Mudanya, 10 Bursa, 4 Bandırma, 7 Mürefte, 8 Silivri, 2 İzmit, 3 Yalova, 4 Darıca, 3 Erdek, 3 Çanakkale, 4 Marmara sahilleri, 3 Dedeağaç, 8 Selanik, 7 Edirne, 4 Kırkkilise, 4 Çatalca, 3 Çorlu, 9 Kastamonu, 2 Bolu, 4 Konya, 4 Geyve, 2 Erzurum, 3 Van-Bitlis, 2 Niğde, 4 Trabzon, 5 Karadeniz sahilleri, 5 Beyrut ve havalisi, 3 Şam, 2 Halep, 3 Sakızadası, 3 Ege Denizi adaları, 3 Adana, 3 Adapazarı, 3 Bağdat, 7 Atina, 2 Bakü, 2 Batum, 2 Kırım, 6 Kalas, 8 Romanya, 14 Odessa, 84 değişik Rus şehirlerinden, 17 Avusturyalı, 3 İtalyan, 2 Üsküp. Edebiyat ve Fuhuş: Hüseyin Rahmi Örneği Türk edebiyatında gerçekçilik Cihan Harbi’nde önemli yol kat etti. Tarihte hayalle gerçeğin bu denli örtüştüğü bir dönemi bulmak güçtü. Çoğu öykü ve roman gerçek yaşamın ta kendisiydi. Yazarın yaratıcılığı günlük pratikle perçinlenmiş ve gerçeği yansıtır olmuştu. Edebî yapıt sanki bir belgeseldi. Bu dönemin roman ve öyküsü tarihçiler için de ilham kaynağı oldu. Kurgulanan olayların bu denli tarihsel gerçekle iç içeliği edebî eseri bir anlamda belgesele dönüştürüyordu. Dönemin en güçlü gözlemcilerden biri ise Hüseyin Rahmi’ydi. Ayşe Sünbüle’nin validesi, hanenin gelini Dürriye Hanım bir gün ortadan kaybolmuştu. Birkaç ay sonra Dürriye otomobiller, ipekler, samurlar içinde çıkıp gelecekti. Dürriye, bir bulgurcuya metres olmuştu. Savaş yıllarında spekülatörlerin bir adı da bulgurcuydu. Zira bulgur o yıllarda bulunmaz metaydı. Hüseyin Rahmi’nin öyküsünde Dürriye Hanım, Cihan Harbi yıllarında sefalete düşen namuslu bir ailenin geliniydi. Kayınpeder dilenmek zorunda kalmış, en sonunda gelin kötü yola düşerek aileye kol kanat germişti. Hüseyin Rahmi’nin kara mizahı savaş yıllarını tüm gerçekçiliği ile yansıtıyordu. Hasta kayınpeder önüne konan kocaman tepsiye ve yiyecek dolu kaplara hayretle bakarken gözleri yaşarıyordu. Öyle ya, bu kaptaki yemekler gelininin iş tutması sayesinde pişiyordu. Kısaca ailede satacak bir tek gelin Dürriye’nin bedeni kalmıştı. Öyküde kayınvalide, kocasına şöyle sesleniyordu: Ağlama... Ağlama kimsede merhamet kalmadı. Üç dört saat dilendin, eline yetmiş para koydular. Bir tiyatro şanosu üstünde göbek atsaydın yedi yüz kuruş kazanırdın. Halkı eğlendirmeli, aldatmalı, ziyana, günaha sokmalı ki ceplerin dolsun. Efendi âhir zaman oldu, âhir zaman... Şimdi günah işlemeden kimsenin karnı doymuyor.. Gazetecisi, bakkalı, çakkalı, tüccarı, bulgurcusu hep öyle yapmadılar mı? Neler vaat ettiler, bak sonra bizi ne hâle getirdiler.. Onlar alyon oldular biz dilenci.. Herkes nesi para ederse onu satıyor.8 Dönemin birçok yazarı, zaruret ve ihtiyacı fuhşa yataklık eden, onu körükleyen belli başlı neden olarak sayıyordu. Ancak maddi nedenlerin yanı sıra, başka saiklere de dikkati çekenler vardı. Ahlâk çöküntüsü bunların başında geliyordu. Aslında ahlâk bunalımı da savaşın neden olduğu yoksulluğun sonucuydu. Mustafa Galib, “memleket muhitinin ahlâken tefessüh-i tamma uğraması”nı fuhşun en belli başlı nedenlerden biri olarak görüyordu. Ahlâk çöküntüsü, ya da Mustafa Galib’in deyişiyle “emrâz-ı ahlâkiyye” ülkenin toplumsal yapısı üzerinde yıkıcı etkilerde bulunmuştu. Cihan Harbi toplumun değer yargılarını yıpratmış, ahlâk çöküntüsüne neden olmuştu. Mustafa Galib, “Harb-i Umumî’nin intaç ettiği ahlâkşiken tesirât ruh-ı beşer üzerindeki hassasiyet-i asliyyeyi mahvederek bünye-i ahlâkıyyeyi tüyleri ürpertecek bir surette ezmektedir” diyordu. Özellikle İstanbul’un Müslüman ahâlisi bir “gayya-i müsibet”e doğru yuvarlanıp gitmekteydi. Payitaht birçok servetini gayrimeşru kaynaklara tahsis edip sarf ederken öte yanda “zaruret-i hayat”ın kurbanları nazar-ı dikkati celbedecek surette artmaktaydı. Bu olumsuz gelişmenin birçok nedeni vardı. Zaruret ve ihtiyaç başta gelen nedenlerdi. Bunun yanı sıra “memleket muhitinin ahlâken tefessüh-i tamma uğraması”, çürümesi, kokuşması belli başlı nedenler arasındaydı. Ahlâk çöküşünün ülkenin toplumsal bünyesi üzerinde yaptığı en tahripkâr tesir fuhuş sorunuydu. Mustafa Galib’e göre, memleketimizin ana ve kızları son derece hüzünlü bir ruhsal dönüşüm, kendi deyişiyle “hüznâver bir istihâle-i ruhiyye” karşısında bulunmaktaydılar. Ancak savaşın neden olduğu çöküntünün yanı sıra, Meşrutiyet ortamının neden olduğu kadına tanınan göreli özgürlük de “çöküntü”nün kaynağını oluşturan etmenler arasında görülüyordu. Bu görüş daha Meşrutiyet’in erken döneminde Volkan gazetesinde gündeme getirilmişti. Gazeteye göre kadınların evlerindeki işleri bırakarak sokağa çıkmaları, tiyatroya gitmeleri yozlaşmanın nedeniydi. Volkan’a göre bunu doğru bulacak insaf sahibi bir kadın tasavvur edilemezdi. Öyle iken giderek “bu yola sapan” kadınlar çoğalmaktaydı. İşin garibi, hatta feci yönü, böylelerine kocaları hiç ses çıkarmıyordu. İstanbul kadınlarının bu konuda, tiyatronun adını dahi bilmeyen Anadolu nene ve bacılarından ibret alıp kendilerine gelmeleri gerekiyordu. Yoksa durum vahimdi. Bu tiyatro düşkünü hanımların evleri de birer “lu’biyyat” yerine dönüşür, sonunda çatıları da başlarına yıkılırdı.9 “Lu’biyyat” çoğu kez olumsuz anlamda eğlence mekânı için kullanılıyordu. Sokak ve Çayır Kızları Durum, Cihan Harbi yıllarında daha da vahamet kazanmıştı. Gençliği fuhşa sevk eden nedenler arasında Mustafa Galib, gösteri sanatlarını belirtiyordu. Tiyatrolar ve sinemalar “muhitimiz zihniyetinin hazmedemeyeceği derecede açık film ve mevzuları” gündeme getiriyordu. Sinema ve tiyatro kanı kaynayan “bâkir dimağlar” üzerinde şehveti ve duyguyu tutuşturucu etki yapıyordu. Öte yandan, “asrî mefkûre” adı altında, “hürriyet-i tamme”yi tanıma gerekçesiyle kadının her türlü toplulukta serbestçe boy göstermesinin hoş görülmesi, fuhşu özendiren diğer bir etmendi. Nihayet, sokaklarda bilhassa geceleri gelip geçene musallat olan fahişeler “ahlâk-ı mahalliyye ve sıhhat-ı umumiyye namına muzır mikroplar”dı. Mustafa Galib, geleceğin anneleri olacak kızlara, özellikle dört duvar dışına çıkan “mektep kızları”na sahip çıkılması gerektiğini vurguluyordu. Osmanlı kızları, gerek sokakta gerekse okullarda sürekli nezaret altında bulundurulmalıydı. Zira okula gitmek için sokağa çıkan, tramvaya, vapura binen genç kızlar erkeklerin savletinden kendilerini kurtarmakta güçlük çekmekteydiler. Ayrıca genç kızları fuhşa sevk eden, yaşını başını almış birtakım aracı, “mutavassıt” kadınların mevcudiyeti de bilinen bir gerçekti. Bunlarla zabıta mücadele etmeliydi. Fuhuş sözcüğü, Meşrutiyet yıllarında gayrimeşru ilişki anlamına geliyordu. Para mukabili bedenin metalaşması fuhşun ancak çeşitlerinden biriydi. Cumhuriyet’e yaklaştıkça, “gönül eğlendiren” kadın sayısında da önemli bir artış görüldü. Kadının toplumsallaşması, birey olarak kendini algılaması, özgürleşmesi birçok kişi nezdinde yukarıdaki anlamıyla fuhşun nedenleri arasında addedildi. Osmanlı feminizmi ya da “kadınlık inkılâbı” sık sık eleştiriye uğradı. Daha doğrusu kadının sokağa çıkması erkek “habitus”unca bir türlü hazmedilemiyordu. Kadının kendine özgü giyimi, kuşamı, makyajı yadırganıyor, bu tür davranışların, “kadınlık inkılâbı” neyse, ona ters düştüğü söyleniyordu. “Kadınlık inkılâbı” erkekler için soyut bir kavramdı. Kadınlar tarafından anlaşılamadığı vurgulanırken, aslında kadının toplumsallaşmasının erkeklerce bir türlü kabullenilemediği anlaşılıyordu. Doğmakta olan feminizmi eleştiren Safaeddin Rıza, Sokak ve Çayır Kızları adlı eserinde “harsî ve millî inkılâblarımızla adım atan içtimaî ve asrî inkılâblarımız arasında kadınlık inkılâbı maalesef hazmedilememiş; lâyıkıyla anlaşılamamıştır” diyordu. Kadınlık inkılâbını “şeklî ve bedenî” değil, “ilmî ve ruhî” olarak görmek istediğini kaydeden Safaeddin Rıza, kadınlarımızın ve kızlarımızın inkılâbı, asrîliği tırnak parlatmak, dudak boyamak, dans etmek olarak gördüklerini söylüyordu. Bir Fransız arkadaşı Safaeddin Rıza’ya “belki bütün kadınlarınız namuslu ve ağırbaşlıdırlar; fakat maalesef namuslu kadınlar gibi giyinmiyorlar” demişti. Cumhuriyet kadınının sapmış olduğu yol uçuruma çıkıyordu; “çok korkunç, çok derindi”.10 İstanbul’da “Dişiler Otlağı” Aslında kadının toplumsallaşması, sokağa çıkması, Meşrutiyet Devrimi’yle birlikte gündeme gelmiş, ilk aşamada birçok erkek bundan yana tavır koymuştu.11 Ancak kısa bir süre sonra kadın sorunu ve kadının karşılaştığı “çöküntü”, erkek camiası içinde yoğun bir biçimde tartışılmaya başlandı. Türk Yurdu Kütüphanesi’nin yayımladığı Selahaddin Asım’ın Türk Kadınlığının Tereddîsi Yahut Karılaşmak adlı kitabı, bu çöküntünün nedenlerine değinen ilginç çalışmalardan biriydi. Meşrutiyet’in reformist, Türkçü kesimi, kadının toplumsal bir kimlik kazanmasından ve özgürleşmesinden yanaydı. Feminizm ile milliyetçilik aynı platformu paylaşmıştı. Eğer kadın çöküntüye uğruyorsa, Selahaddin Asım’ın deyimiyle “karılaşıyorsa” bunun nedeni toplumdaki kaçgöçtü: Kadının toplumsal yaşamdan dışlandığı, kadının ve erkeğin mekânlarının ayrıştırıldığı, kadın ve erkeğin aynı işi göremediği bir ortamda her iki cinsiyetin de birbirine birer cinsel meta olarak yaklaşması kaçınılmazdı.12 Selahaddin Asım, bu duyguyu “hayvanî” bir güdüye benzeterek, İstanbul’un bütün çayırlarını; Kuşdili, Yoğurtçu, Haydarpaşa, Çırpıcı, Beykoz, Küçüksu Deresi ve Kağıthane çayırlarını baştan başa birer “dişiler otlağı”na benzetiyordu. Buraları başka bir tabir ya da ıstılahla tanımlamak olanaksızdı. Bu mekânlarda ne doğal bir “bedâat” [güzellik] ne de yapay bir “letâfet” vardı. Çoğu çayırda ve özellikle bunların “kraliçe”si olan Kuşdili’nde ve ona mücavir çayırlarda, jeolojik mevkileri gereği boğucu bir havasızlıktan, kavurucu bir sıcaktan başka bir şey olmadığı için günün ortasında orada pineklemek “dişiler otlağında karı avlamaktan, şehvet çiçekleri toplamaktan” başka bir hevese atfedilemezdi.13 Kaçgöç nedeniyle günlük kent yaşamında erkek ve kadın aynı mekânı paylaşamıyordu. Ancak “dişiler otlağı” bu işlevi görüyordu: “İçtimaî hayatta kadın görmek, fikrî ve medenî olarak kadınla çalışmak kabil olmadığı için oraya mütekabilen [karşılıklı olarak] dişi bulmak, erkek hayvana kavuşmak ihtiyacından başka bir hisle gidilmez”di. Bu nedenle bu yerler birer “marazî mesire”ydi. Selahaddin Asım çayır “filir”leri ya da flörtleriyle ilgili gözlemlerini şu satırlarla ifade ediyordu: Çayırlarda genç kızlar, genç kadınlar, yaşlı anneler, ihtiyar nineler tabii bir tasnif ile mütemadiyyen bir “resm-i geçid” icra ederler: Evvela birkaç aşığa filir [flört] yapan, ötekine berikine kıpırdayan, eskimiş dostlara yılışan, namzet sevgililerin bir işarete müheyyâ [amede] veya küçük bir kâğıt bırakacak gibi duran ellerine daima bakan, güneşten ziyade muhabbetin sâyesini [gölgeliğini] yapan şemsiyelerin altında bazen mendillerle, bazen de bizzat otlarla iltifat ve meftuniyet “ışmar”ları [işaretleri] gönderen genç kızlar ve genç kadınlar; sonra, bazen bunlara refakat ederek, gülüp teşvik eyleyerek, bazen de hoşlanarak kendi tatlı ve geçmiş günlerini, hatıralarını yâd ile mütelezziz olmağa [zevk almaya] çalışan, ve onların arasında “belki ben de sıra iltifatına nail olabilirim” ümit ve tesellisiyle o gençlerin hareketlerine iştirak eden, mütemâdî kırıtıp sırıtmalarla “piyasa” eden, henüz pek geçkin olmamış çirkince kadınlar; daha sonra, ekseriya bunların nev’inden olup ara sıra piyasada görünmek üzere her akşam kendi kızlarını süsleyip kukla ederek oralara koşmak için bu hareketlerini vicdanlarına karşı “kızlarını ve hemşirelerini beğendirip koca bulmak” suretinde tevil ile kendilerini müteselli kılan [teselli bulan] genççe anneler, büyük ablalar; ki bu hâlde çayırlar aynı zamanda eski zamanın meselâ Babil ve Asurî ve Keldanîlerinin izdivaç şehirleri hâlini de hiç olmazsa yalancıktan almış olurlar. Fuhuş Mıntıkaları ve Vesikalılar Cihan Harbi ve Mütareke yıllarında İstanbul’un Beyoğlu yakasında belli başlı üç umumhane mıntıkası vardı: Beyoğlu’nda Abanos ve Zibah mıntıkaları ile Galata mıntıkası. Abanos mıntıkası Abanos, Kasıcı, Lale, Fıçıcu ve Karnavula Sokaklarını; Zibah mıntıkası Zibah, Küçük Zibah, Paşabakkal ve Ananik Sokaklarını kapsıyordu. Galata mıntıkası ise Zürafa, Beyzade, Şerbethane, Karaoğlan, Badem, Şeftali, Oğlak ve Bülbül Sokaklarından oluşuyordu. Abanos mıntıkası Zibah’a oranla üç kat daha genişti. Bunların en büyüğüyse Galata’ydı. Galata, Abanos ve Zibah’ın toplamından daha büyüktü. Anadolu yakasında da iki mıntıka bulunuyordu. Üsküdar’da Bülbülderesi’nde ufak bir mıntıka vardı. Kadıköy’de de altı hanelik bir mıntıka oluşmuştu. Bunların dördü Rızapaşa, diğer ikisi Yeldeğirmeni ve Moda’da Orta Sokak’taydı. Bunların dışında Kasımpaşa’da düşük gelirli Müslümanların gittiği evler, Şişli’deyse yüksek gelirlilerin devam ettiği “buluşma mahalleri” vardı. Beyoğlu’nda, on yedi pansiyon kayıtlarda umumhane olarak geçiyordu. Bunların çoğunun sahibi Rumdu. Ermeniler ve İtalyanlar da pansiyon işletiyorlardı. Buraları “rendez-vous” evi gibi çalışıyordu. Kızların çoğu sanatlarını icra etmek üzere belirli saatlerde buralara uğruyorlardı. İstanbul’un değişik semtlerinde gizli fuhuş için müşteri kabul eden yirmi, yirmi beş otel bulunuyordu. Ve nihayet kentte 231 konsomatrisin çalıştığı 58 bar vardı. Bunların yirmi üçü Beyoğlu’nda, yirmi dördü Galata’da, on biri Tophane’deydi. Kadıköy ve Moda’da bazı lokantalar da fuhuş için aracı işlevi görüyordu. Buralarda, Kadıköy muayenehanesine fahişe olarak kayıtlı mülteci Rus kızları çalışıyordu. Bu kızlar da her ay muayeneye tabi tutuluyorlardı. Genellikle Galata ve Beyoğlu’ndaki umumhaneler Hıristiyan ve Musevilere, Üsküdar ve Kadıköy’dekiler Müslümanlara aitti. Şişli’deki “buluşma mahalleri” ya da “rendez-vous” evleri bir yana bırakılırsa en gözde haneler Abanos Sokağı’ndaydı. Zibah mıntıkasında olanlarsa son derece kötü koşullardaydı. Galata’da en iyi evler Şerbethane Sokağı’ndaydı. Ancak Galata’nın hanelerinin büyük çoğunluğu pislik yuvasıydı. Bu nedenle Galata mıntıkası İngiliz, Fransız ve İtalyan İşgal Kuvvetleri komutanlıkları tarafından askerlerine yasak bölge ilân edilmişti. Galata’da Müslüman kadın çalışmıyordu. Beyoğlu’nda büyük çoğunluk Hıristiyan ve Musevi olmasına karşın bazı Müslüman hanelere de rastlanıyordu. Anadolu yakasındaki evlerdeyse gayrimüslime pek rastlanmıyordu. Bu evlerin Beyoğlu ve Galata’dakilere oranla daha temiz oldukları söyleniyordu. Kadıköy ve Moda’dakiler Üsküdar’dakilere oranla daha düzenli, tertipliydi. Ahmed Rasim yaptığı eski ve yeni fuhuş tasniflerinin yanı sıra, fuhşun mekânını en iyi tanımlayan yazarlardan biriydi. Ahmed Rasim’e göre, Kemeraltı, Kömürcü Sokağı, Yüksek Kaldırım, Kuledibi, Kalyoncu Kulluğu, Çiçekçi, Yenişehir Ovası, köprünün diğer yakasındaki Yenicami civarı “şırfıntı takımı”nı yüze çıkarmıştı. Şehrin surları dışında, Üsküdar’ın tepelerinde, Haydarpaşa’ya doğru sarkan serviliklerde “mezarlık orospusu” diye adlandırılan meslek erbâbı çok eski zamanlardan beri icra-i san’at eyliyordu. Ancak Galata-Pera’dan önce nam salmış olan semt Aksaray’dı. Şekerci Sokağı’ndaki Kaymak, Hürmüz gibi fuhuşhaneler ve bunlardan az çok bağımsız çalışan “koltuklar”, Çapa çeşmesi büküntüleri arasındaki Acem, Bahri ve maiyeti örgütlü bir yapıyı andırıyordu. “Kaymak tabağı” lâkabıyla tanınan, fevkalâde şişman bir kadın ile Hürmüz, Hâlet, Fıtnat, Kambur Esma, Bahri, Kalfa Hanım fuhşa nezaret eden belli başlı “sermayedar”lardı. Yüzyıl başlarında İstanbul’un umumhanelerini tasvir eden bir başka yazar Sermet Muhtar Alus’tu. Alus’a göre daha sonra Karaköy Palas olan Karaköy hamamının arkasında, o günkü adıyla Sidikli Sokak’ta bazı umumhaneler, bir çift tayın ekmeğine bile zampara kabul ediyordu.14 Beyzade, Şeftali, Karaoğlan ve Zürafa Sokakları daha o dönemlerde ün salmıştı. Ekserisinde “gaga dilli Leh karıları” gelene geçene “Bana bak efendi, gel bugda!”, zencilere “Mercan mercan, ikimiz bir can!” diye tebelleş oluyorlardı. Kemeraltı’nın, Yüksekkaldırım’a paralel dar yokuşundaki “sermaye”leri ise yerli “koriça”lar, “dudu”lar, “boliça”lardı. Çoğu yosma “Karşı” diye bilinen köprünün Galata yakasının malıydı. O günlerde “grado” tabiriyle ifade edilen fuhuş mekânları sınıflara ayrılıyordu. Galata’nın yan sokaklarındakiler, Yüksekkaldırım’ınkiler, Beyoğlu’nunkiler farklı kesimlere hitap ediyordu. Galata’da bulunanlar, “ayaktakımı harcı”ydı. Yüksekkaldırım’dakiler az buçuk farklıydı. Beyoğlu’nun “sermaye”leri daha üstün ve harcıâlemdiler. Mesleğin icra edildiği belli başlı sokaklar vardı: Tünel meydanından Cadde-i Kebir boylanırken solda Timoni, az ilerisinde Venedik, Derviş, eski Konkordiya Tiyatrosu’nun ‒şimdiki Saint Antuan Kilisesi’nin‒ ötesinde Çiçekçi, Boğazkesen’e inen Yeniçarşı boyu, Kalyoncu Kulluğu, Hamalbaşı, Tarlabaşı civarında dahi gene zabıtaya kayıtlı umumhaneler mevcuttu. Bu yerlerin bedelleri de kalitesine ve kalınan süreye göre değişiyordu: Hoşbeşin “avaîdi” ya da bedeli bir beyaz mecidiye, 30 kuruştu; gece kalıp sabahlamak 1 lira, kimi kez 1,5 liraydı.15 Eskiden pek candan, kafadar, içtikleri su ayrı gitmeyen arkadaşlar birbirlerine birader, ihvan, kardeşim diye hitap eder; sonraları olduğu gibi azizim, monşer, dostum sözünü kullanmazlardı. Vaktiyle dost kelimesi sarf edilince, gönül kaptıran, arada bir buluşulan kadına, kısacası Beyoğlu’nda peylenen yosmaya yorulurdu. “Dost tutma” tabiri, umumhane “sermaye”lerinden birine bağlanışa, onu haftada bir gece yoklayışa, sair zaman tazenin başkalarıyla “aksatası”na ya da “muhabbet”ine göz yumuşa denirdi. Böyleleri Sermet Muhtar Alus’a göre “paralı”, “sevdalı”, “belalı” olmak üzere üç başlık altında tasnif görürdü. Paralı olanlar; çoğunlukla evli, aklı fikri çapkınlıkta, kesesi dolu, fakat kart, çehre züğürdüydü. Paralının, eli bonkör olanın bir adı da “enayi” idi. Para babası, dostuna her gelişte koltuk altında yiyecek, içecek, giyecek paketleri dolu gelirdi. Evdekilere kasa kasa bira ısmarlama, geçen satıcılardan yaş yemiş, kuru yemiş, limonata, dondurma, topik, poğaça, gözleme, turşu, salep alma âdettendi. Sevdalı kısmı toy, delikanlılık çağına henüz girmiş gençlerdi. “Kişi refikinden azar”, “üzüm üzüme baka baka kararır” darb-ı mesellerindeki gibi bazı akranlarına uyarak bu yollara yeni “kanat alıştırmış” bu gençler, henüz bir baltaya sap olamadıkları için parasız tayfasıydı. Bunlara “cebi kokoz” denirdi. Çok genç yaşta, “kız gibi parlak, yalubuk tüysüzler”in de piyasada yeri olduğu kaydediliyordu. Nihayet bu coğrafyanın bir de “belâlı takım”ı vardı. Bunlar omuzdaşlıkta fiyakalı, kabadayılıkta namlı, vücudunun her tarafı bıçaktan hacamatlı, zaptiye kapısının sicilinde “sabıka-i mükerrere ashâbından” diye kayıtlı bıçkınlardı. Ancak bunların bazıları “şövalye” ruhluydu. O nedenle de bu mekânlarda tutunabilmişlerdi. “Dost tutma”nın şartı şurtu, usul ve erkânı, raconları hiç değişmezdi: Her şeyden önce “sofra vermek” âdettendi. Erkek, canciğer ahbaplarına, kadınlara, kapı yoldaşlarına, evin mamasına, icabında “sermaye” isteyen veya veren bazı komşulara bol içkili ve mezeli, çeşit çeşit yemekli, çalgılı, sazlı sözlü mükemmel ziyafet çekerdi. O gece ev “komple” olmuş gibi kapı kapamaca kapanır, gelen müşterilerden kimse içeri alınmazdı. Salona masa kurulur; uşak yakındaki kahveye koşturulup Loncalı kemanî, udî, kanunî, hanendeden üç-beş kişilik saz takımı veya klarnetçi, lavtacı, zurnacı, çifte nâracı getirtilirdi. Hep birlikte âlem sürüp gider; gazeller, şarkılar, maniler, türküler tutturulur; sağdan soldan çalgıcılara Osmanlı parası çeyrekler, bakır yüzlükler, ikilikler fırlatılırdı. Bu tür bir ortamda çoğu Roman olan çalgı erbabı coştukça coşardı. Genelevlerde çalışan hayat kadınları genellikle 19 ila 22 yaşları arasındaydılar. 25 yaşın üzerinde hayat kadını enderdi. Ancak Üsküdar’da çalışan 36 yaşında bir hayat kadınına rastlanmıştı. Beyoğlu’ndaki barlarda 13 yaşından itibaren fuhşa sürüklenmiş vesikasız kadınların çalıştırıldığı sık sık görülüyordu. Nitekim Şişli Emrâz-ı Zühreviyye Hastanesi’nde tedavi gören 14 yaşında genç kızlar vardı. İşgal yıllarında umumhanelerin denetimini bilfiil işgal askerî polisi üstlenmişti. Gece 22’de tüm hanelerin kapanması gerekiyordu. Bu sıkı denetimden birçok umumhane sahibi şikâyetçiydi. İşlerin tam açıldığı sırada dükkân kapatmak zorunda kaldıklarından yakınıyorlardı. İşgal yıllarında Abanos Sokağı’ndaki bazı evlerin uyuşturucu pazarladığı duyulmuştu. Kokain müşterileri genellikle Amerikalı denizcilerdi. Beyoğlu barlarının müdavimleri işgal kuvvetleri askerleriydi. Tophane barlarının müşterileriyse Amerikalı ve İngiliz asker ve denizcileriydi. Bar, kafe ya da lokantalarda çalışan hayat kadınlarının genellikle civarda bir özel odaları bulunurdu. Müşteriyi oraya götürüyorlardı. Galata’daki bar kadınlarıysa çoğu kez yakındaki fuhuşhanelerden geliyorlardı. Müşterilerini de umumhanelere çekerlerdi. Mütareke yıllarında bar, kafe ve lokantalar birçok yoksul kız için fuhşa başlangıç noktası oldu. Umumhanede çalıştıktan sonra şarkıcı ya da göbek dansözü olarak bar ya da pavyonlarda çalışıyorlardı. Müşterilerini de buralardan temin ediyorlardı. İşgal yıllarında umumhane vizite ücretleri 15 kuruştan başlıyor, 5 liraya kadar yükseliyordu. 15 kuruşluklar Galata’daki en paçoz yerlerdi. 5 liralık olan yer, Beyoğlu’nda “Yankee House” adlı mekândı. “Rendez-vous” evi diye bilinen buluşma mahallerinde vizitenin daha da yükseldiği görülüyordu. Şişli’de zengin Müslümanların uğrak yeri olan bir buluşma mahallinde vizite ücreti bir ara 10 liraya kadar çıkmıştı.16 Zührevi Hastalıklarla Mücadele Osmanlı ülkesinde hükümetin murakabesi altında ilk umumhaneler 19. yüzyılın ikinci yarısında, giderek mondenleşen Galata ve Pera’da açılmıştı.17 Kırım Harbi ertesi Avrupalıların Osmanlı payitahtında yoğun iskânı sonucu “âlüftegân”ın sürekli sağlık denetiminde bulundurulması, hükümetçe ve belediyece uygun bulunmuştu. Ancak alınacak önlemlerin “hürriyet-i şahsiyye”yi sınırlayacağı gerekçe gösterilerek kapitülasyonlara aykırı olduğu ileri sürülmüş ve bir süre güçlükle karşılaşılmıştı. Osmanlı’da zührevi hastalıklarla mücadele 19. yüzyılın son çeyreğinde başlamıştı. Gerek Kırım Harbi (1854-1856) sırasında gerekse ertesinde İstanbul’a çok sayıda yabancı gelmişti. Her talep kendi arzını yaratmakta gecikmiyordu. Galata ve Beyoğlu’nda peşi sıra genelevler açıldı. Bir süre genelevlerin faaliyetine göz yumuldu. Fakat zührevi hastalıkların artması sonucu genelevlerdeki kadınların Altıncı Daire’nin nezareti altında muayene ve tedavileri kararlaştırıldı. Bu bölge tabiplerinden Michel, Altıncı Daire Belediye Reisi Mösyö Black nezdinde girişimde bulunmuş ve Cemiyet-i Tıbbiyye-i Mülkiyye üyelerinden Doktor Handanyan Agop Bey’in de katılımıyla bu dairede bir tıbbî heyetin oluşturulmasına ve bir hastane açılmasına karar verilmişti. Ardından genelevler ve zührevi hastalıklarla ilgili ilk mevzuat Altıncı Daire bünyesinde kabul edilmişti. “Altıncı Daire-i Belediye dâhilinde bulunan bazı hususî hanelerin hidemât-ı sıhhiyyesine dair talimatname”18 ve “Frengiye karşı beyanname-i sıhhî”19 fuhuş ve frengi sorununa çözüm getirmeye yönelik düzenlemelerdi. Şubat 1884’te Şura-i Devlet’ten geçirilen talimatnameyle Altıncı Daire bölgesindeki genelev kadınlarının belediyece kontrol edilmelerine izin verildi. Bölge dâhilindeki genelevler talimatname gereğince belediye memurları, hekimleri ve çavuşları tarafından teftiş edilmeye başlandı. “Sermaye” kadınların muayene ve tedavileri için gerekli olan para genelevlerden toplanıyordu. Genelevler dört sınıfa ayrılmıştı. Buralardaki kadınlardan genelevlerin sınıflarına göre, ayda sırasıyla 3 mecidiye (60 kuruş), 1 lira, 1,5 lira, 2 lira tahsil edilmek suretiyle muayene ve tedavi giderleri sağlandı. Ancak talimatname hükümlerinin yalnız Altıncı Daire’de uygulanması ve diğer dairelerdeki genelev kadınlarının hiçbir kayıt ve kontrole tabi tutulmaması yüzünden bu denetim yeterince etkin olamadı. Birçok genelev kadını diğer belediye dairelerine yerleşerek serbestçe fuhuş imkânı buldu. Genelev kadınlarının muayene ve tedavisi için Altıncı Daire mıntıkasında kurulmuş olan zührevi hastalıklar hastanesi 1909 yılında Müessesât-ı Hayriyye ve Sıhhiye müdüriyetine devredildiyse de genelevlerin denetimi yine eskisi gibi Altıncı Daire-i Belediye zabıtasınca sürdürüldü. Dersaadet Teşkilat-ı Belediyesi hakkındaki 30 Aralık 1910 tarihli kanun-ı muvakkatın altıncı maddesiyle İstanbul belediye zabıtasına ait vazifeler polise devredildi ve bu işlere ait denetim de doğrudan doğruya polisçe yapılmaya başlandı.20 Harb-i Umumî yıllarında her ülkede olduğu gibi Osmanlı’da da durum giderek vahamet kesbetti. İttihatçı hükümet bu konuda ivedi önlemlerin alınması gerektiğini gördü. 18 Ekim 1915 günlü Emrâz-ı Zühreviyyenin Men’-i Sirayeti Hakkında Nizamname’yle21 zührevi hastalıkların yayılmasını önlemek üzere özel bir teşkilat kuruldu. Bu teşkilat İstanbul’da Polis Müdüriyet-i Umumiyyesi’ne, taşradaysa mahallî mülkî makamlara bağlandı. Ayrıca teşkilatın çalışma tarzı ve görevleri bir talimatnameyle belirlendi. Bu mevzuatla birlikte, Osmanlı tarihinde ilk kez fahişe ve fuhuş mahalleri hakkında ayrıntılı hükümlere yer verilmiş olunuyordu. Hayat kadınlarının sınıflandırması yapıldı; fuhuş yerlerinin işletme kuralları belirlendi. Her şeyden önce “fahişe”ye tanım getirildi. Mevzuata göre fahişe, “menfaat mukabili veya itiyadî bir suretle kendisini başkalarının zevklerine hasretmeyi sanat ittihaz ederek müteaddit erkeklerle münasebette bulunan kadın”dı. Bu tür iki ya da daha fazla kadının gerek toplu olarak gerekse ayrı ayrı odalarda teker teker oturdukları ya da fuhuş yapmak için muvakkaten toplandıkları yerlere “umumhane” dendi. Ayrıca pansiyon adı altında her odası kâr ve zararı kendilerine ait olmak üzere ayrı ayrı bir ya da birçok fahişeye kiraya verilen haneler de umumhane addedildi. Bunun dışında “buluşma mahalli” adı altında sahibi ya da kiracısı tarafından hayat kadınlarına fuhuş yapmak ve buluşmak için tahsis edilen yerler vardı: Bunlar dilimize Fransızcadan geçen “randevu” (rendez-vous) evleriydi. İstanbul Umumhaneleri ve “Sermaye”ler İstanbul, Beyoğlu ve Üsküdar mıntıkalarında Polis Umum Müdürlüğü, taşradaysa yerel en yüksek zabıta memurluğu tarafından ayrılan mahallerin dışında umumhane işletmek yasaktı. Umumhane kapsamına alınan pansiyonlar namus sahibi ailelerin oturdukları hanelerin yanı başında ya da karşılarında açılamazdı. Nitekim halk ağzında “sürtük” denilen fahişe, umumhanelerin bulunduğu mıntıkaların dışında oturamazdı. Hayat kadını umumhane, pansiyon ve buluşma mahalleri dışında yerlerde müşteri kabul edemezdi. Bu “sermaye”lerin behemehâl bir umumhane ya da pansiyonda kayıtlı ve bir hüviyet varakası almış olmaları gerekirdi. Umumhane sahibi; “sermaye”nin isim, şöhret, yaş, yöre ve uyruğunu, daha önce nerelerde bulunduğunu saptayarak nizamnameye uygun bir beyanname doldururdu. Beyannamenin, “sermaye”nin umumhaneye alınmasından itibaren 24 saat içinde iki fotoğrafıyla birlikte bağlı bulunduğu polis merkezine verilmesi gerekiyordu. Evrak incelendikten sonra muayenehane ya da doktor tarafından gerekli sağlık kontrolü yapılırdı. Çalışacak kadına İstanbul’da Polis Müdürlüğü, taşrada yerel en yüksek polis amirliği tarafından fotoğraflı birer hüviyet varakası verilirdi. Hüviyet varakasının “sermaye”nin icra-i sanat ettiği odada gözle görülecek bir yere asılması gerekiyordu. Sokaktaysa kimliğini, yani hüviyet varakasını yanında taşımakla yükümlüydü. Fahişe, sokak ve caddelerde müşteri aramak üzere dolaşamaz ve yollarda durarak bekleyemezdi. Fahişelerin sokakta ve umumi yerlerde halkı rahatsız edecek derecede laf atmaları, sarkıntılıkta bulunmaları ve fuhuş yapmak maksadıyla müşteri davet etmeleri yasaktı. Çalışacak “sermaye”nin 18 yaşın üzerinde olması gerekiyordu. Velisinin rızası olsa dahi 18 yaşını doldurmayan, umumhane ve buluşma yerlerine “sermaye” olarak kabul edilemezdi. 18 yaşında reşit olsa dahi 20 yaşından aşağı olan kadın velisi başvurduğu takdirde derhâl ailesine teslim ediliyordu. Buna aykırı hareket eden umumhane, pansiyon ve buluşma yerleri iki yıl kapatılacaktı. Zührevi hastalıklara tutularak tedavi altına alınmış olan kadınların tamamen iyileştiklerine dair hüviyet varakalarına kayıt düşülmedikçe umumhane, pansiyon ve buluşma yerlerine alınmaları yasaktı. “Sermaye”, evine dönmek ya da diğer bir umumhaneye geçmek veya diğer bir mahalle gitmek konusunda serbestti. Umumhanede kalmasını temin için “sermaye”nin borca sokulması ya da diğer umumhanecilere satılması yasaktı. Hanesini terk ya da başka tarafa nakletmek isteyen “sermaye” önce polise başvurarak “nakl-i mahal vesikası” alacak ve ondan sonra umumhaneden ayrılacaktı. Haber vermeksizin kaybolan “sermaye”yi umumhane sahibi 24 saat içinde polise bildirmek zorundaydı. Mevzuat gereği, umumhaneler dört sınıfa, pansiyon diye bilinenler ise iki sınıfa ayrılıyordu. Umumhane ve pansiyon sahipleri ruhsat almak için başvurduklarında hangi sınıfa dâhil olacaklarını dilekçelerinde bildiriyorlardı. Buluşma mahallerinin dereceleri yoktu. Umumhaneler için kasaba, muhit ve sınıflarına göre mıntıkalar saptanmıştı. İstanbul’da üçüncü ve dördüncü sınıflar için ayrı ayrı, birinci ve ikinci sınıflar için aynı mıntıkada ayrılacak sokaklarda umumhane açılabilecekti. Pansiyonların sınıflara ayrımında binanın içinde bulunan eşyalar ve banyo kıstastı. Bu arada ev sahibinin durumu ve hüviyeti göz önünde bulunduruluyordu. Pansiyonlar ve birinci sınıf umumhanelerde dinlenme için bir salon, nispeten düzgün bir muayenehane odası ve birkaç banyo bulunması gerekiyordu. İkinci sınıf umumhanelerde “sermaye”lerin hanede muayene edilmeleri hâlinde bir muayenehane ve en az bir banyo olacaktı. Umumhane ve buluşma yerinin bir tek kapısı olacaktı. Umumhanelerin birinci kat odalarının sokağa bakan pencerelerinin alt tarafına sabit panjur konacaktı. Birinci ve ikinci sınıf umumhanelerde, pansiyonlarda ve buluşma yerlerinde müşterilerin kolayca kullanabilecekleri bir telefon bulundurulması zorunluydu. Umumhanecilerin ve “sermaye”lerin kapı ve birinci kat pencerelerinde oturmaları ve müşteri çekmek için gelip geçene laf atmaları yasaktı. Görünüşünden 18 yaşından aşağı olduğu anlaşılan ya da resmî üniformalı okul öğrencileri umumhanelere ve buluşma yerlerine alınmayacaktı. Umumhane ya da buluşma yerlerinde her türlü kumar oynatılması ve esrar içilmesi yasaktı. Ancak umumhaneci veya buluşma yeri sahibi müşteriye içki servisi yapabilirdi. Bunun için içki ruhsatı alması gerekiyordu. Umumhane ve pansiyonda çalgı çalınması da serbestti. Fakat halkın huzur ve rahatı kaçırılacak şekilde gürültü ve “şamata” olursa ya da gece yarısından sonra çalınan çalgı dışarıdan işitilirse çalgı âlemi polisçe menedilebiliyordu. Gizli Fuhuş ve Metres Tutma Mevzuata göre fuhşu sanat ittihaz eden bütün kadınlar belirli aralıklarla muayeneden geçeceklerdi. Tek bir erkekle ilişki kurarak “metres” hayatı yaşayan kadın için kayıt düşülmesiyle yetiniliyordu. Metres eğer birden fazla şahısla temas ederse fahişeler hakkındaki hükümlere tabi tutuluyordu. Bulaşıcı hastalıkların sirayetinin önlenmesi için alınan önlemlere, hastane ve muayenehane masraflarına yardım olmak üzere genelevlerden derecelerine göre aylık ücret alınıyordu. Buluşma mahalli sahipleri ya da kiracıları da ayda 10 lira ücret vermekle yükümlüydüler. Keza fahişeler de her ay birer lira ödeyeceklerdi. Umumhaneler, pansiyonlar, buluşma yerleri ve fahişelerin sağlık durumları ve idari işleriyle ilgilenmek üzere İstanbul Polis Umum Müdürlüğü’nde bir ahlâk zabıtası şubesi kurulacaktı. Ayrıca Sıhhiye Heyeti oluşturulacaktı. Genelevlerin tahkiki ve gizli fuhuş yapılan yerlerin meydana çıkarılması için ayrıca sivil memurlar görevlendirilmişti. Sivil memur, gizli fuhşu önlemekle yükümlüydü. Genç kızları, çocukları ve namuslu kadınları iğfal ederek fuhşa teşvik edenler hakkında tahkikat yapıyordu. Gizli fuhuş mahallerini, kimlerin teşebbüs ya da yardımıyla gizli fuhuş yapıldığını bildiriyordu. Genelev, pansiyon ve buluşma yerlerinde kayda geçmemiş fahişeye rastladığında gerekli mercilere uyarıda bulunuyordu. Mevzuata göre, İstanbul’da Polis Umum Müdürü’nün reisliği altında idari kısım müdürü, başhekim ve muayene doktorundan oluşan bir komisyon kurulacaktı. Taşrada bu komisyon en yüksek zabıta ve sıhhiye memurlarından ve muayene doktorundan, muayene doktoru olmayan yerlerde belediye doktorundan oluşuyordu. Sıhhiye Heyeti muayenehane, umumhane ve pansiyonlarla, fahişelik eden kadınları nezareti ve teftişi altında bulunduracaktı. Bulaşıcı hastalıklara yakalananları muayeneye yollayacak, nedenlerini araştıracaktı. Mevzuata Göre Muayene ve Tedavi Cihan Harbi yıllarında İstanbul’da altı muayenehane açıldı. Her muayenehanenin mıntıkası belirlendi. Mıntıkada bulunan hanelerle genelev kadınlarının isimlerini taşıyan birer defter hazırlandı. Mevzuat, zührevi hastalıkların tedavisi için İstanbul’da Şehremaneti, taşradaysa belediye daireleri tarafından hastane açılmasını öngörmüştü. Gerekli görüldüğünde bazı mevcut hastanelerde bir ya da birkaç koğuş zührevi hastalıklara ayrılacaktı. Tedavi altına alınan hastalardan yatacakları hastanenin sınıfına göre günde 10 ile 20 kuruş arası tedavi ücreti alınacaktı. Bulaşıcı hastalık nedeniyle başvuran kadının hastaneye kabulü zorunluydu. Hasta tamamen iyileşmeden ve sirayet tehlikesi geçmeden her ne sebeple olursa olsun taburcu edilemezdi. Tedavi gören kadınların hüviyet cüzdanlarına hastane doktoru tarafından tamamen iyileştiğine dair kayıt düşülmesi gerekiyordu. Fahişeler, umumhane ve pansiyonların ayrıldıkları sınıflara göre üç, dört ya da beş günde bir muayeneye tabi tutuluyorlardı. Muayeneden önce ya da muayene sırasında kızlara terbiye dairesinde ve iyilikle muamele edilmesi talimatname gereğiydi. Zührevi hastalıklara tutulmuş olan kadınları müşteriye çıkardıkları takdirde umumhane ve pansiyon sahip ve kiracıları, Ceza Kanunu gereğince takibata uğrayacaktı. Dava sona erinceye kadar umumhane ya da pansiyon kapatılacaktı. Özel bir hastanede ya da evde oturup bulundukları yerde tedavi olmayı isteyen genelev kadınlarına izin verilebiliyordu. Ancak bunlar, yetkili doktordan muayene sonucu tedavi olduklarına dair ruhsat almadıkça tekrar mesleğe dönemezlerdi. Aksi takdirde kolluk kuvveti zoruyla tekrar hastaneye sevk edileceklerdi. Aykırı hareket eden yabancı uyrukluysa hudut dışı edilecekti. Cihan Harbi yıllarında artık kapitülasyonlar kalkmıştı. O nedenle yabancı uyruklu genelev kadınları da Osmanlı meslektaşları gibi aynı mevzuata tabi oluyorlardı. Öte yandan özel hastanede tedavi olanları, umumhane ya da pansiyon sahibi gerekli merciye bildirmek zorundaydı. Sıhhiye memurlarının, hanelerde bulunan kadınlarla hane sahibinden ve umumhane dışında oturup da muayeneye tabi kadınlardan “vizite” adı altında ücret ya da hediye alması yasaktı. Umumhane ya da pansiyonda hasta olanları tedavi edemezdi. Muayeneye gelmedikleri anlaşılanlar cebren muayenehaneye sevk edilecekti. Muayene olan kızların defterlerine “zührevi hastalığı yoktur; tam sıhhatlidir” ibaresi düşülüyordu. Hastaneler ve Muayenehaneler Emrâz-ı Zühreviyye mevzuatıyla kurulan Sıhhiye Heyeti’nin merkezi Beyoğlu’ndaydı. Beyoğlu, Zibah, Galata, İstanbul ve Kadıköy’de birer muayenehane açılmıştı. Galata’dakinde günde yüz, yüz elli fahişenin muayene edildiği görülüyordu. Ayrıca, Galata, İstanbul, Kadıköy, Beşiktaş, Üsküdar ve Yeniköy’de birer bakım merkezi vardı. Cihan Harbi öncesi zührevi hastalıklar için Haseki Hastanesi’nde 40 yatak ayrılmıştı. Emrâz-ı Zühreviyye Nizamnamesi ertesi Harbiye Nazırı Enver Paşa, Yüksekkaldırım’da, Alageyik Sokağı kavşağında bir Emrâz-ı Zühreviyye Hastanesi açmıştı.22 Hastane karşısındaki ünlü yüksek kahvehanenin gedikli müşterileri Galata, Yüksekkaldırım, Kuledibi külhanı, kabadayıları ve tulumbacılarıydı. Bu bıçkın takımı, umumhane olan çevre evler ile Alagayik Sokağı umumhanelerindeki “sermaye”lerin belalılarıydı. Sabahtan akşama kadar kahvehanede oturup evleri gözetler, dostunun aldığı müşterilerin çetelesini tutarak, külhanî argosuyla “markacılık” yaparlardı. Gece olunca ona göre dostundan paylarını isterlerdi. Galata Hastanesi bu ortama uzun süre dayanamadı. 1917’de Şişli’deki Bulgar Erkek Mektebi toplam 600 yataklı, dört koğuştan oluşan bir Zührevi Hastalıklar Hastanesi’ne dönüştürüldü. Gonore (belsoğukluğu), frengi, frengi çıbanı gibi zührevi vakalar 14 günden 4 aya kadar hastaneye yatırılıyordu. Frengide dış belirtiler tedavi edildikten sonra hasta taburcu ediliyordu. Ancak her hafta Sıhhiye Heyeti muayenehanelerine kontrole gelmeleri ve bakım merkezlerinde tedavilerini sürdürmeleri isteniyordu. *** II. Meşrutiyet’te kadın sorununun önemli bir yönü fuhuştu. Bu soruna eğilen Selahaddin Asım, Osmanlı ailesinin kurtuluşunu fuhşun devlet denetimi altında umumhanelerde sınırlanmasında görüyordu. Ona göre “İslam ve Türk kadınları için ayrı ve resmî umumhaneler açmak” zorunluydu. “Çünkü böyle yapılırsa ailelerimiz hiç olmazsa içtimaî maskeler altında birer fuhuş ailesi olmaktan kurtulurlar”dı. Öte yandan, giderek yaygınlaşan zührevi hastalıklar bu resmî umumhaneler aracılığıyla denetlenebilecekti. Savaş öncesi belsoğukluğu, frengi, şankr, uyuz, kırkayak, karnebit ve benzeri zührevi hastalıklar son derece sınırlıyken 1914 ertesi birdenbire artmıştı. İstanbul’un yanı sıra, Anadolu da zührevi hastalıkların tehdidi altındaydı. Özellikle seferberlik nedeniyle nüfus hareketlilik kazanmış, uzak diyarlardan dönen asker, birçok zührevi hastalığı köyüne, kasabasına sokmuştu. Zührevi hastalıkların denetimi amacıyla çıkarılan 1915 tarihli nizamname ve talimatname son derece liberal bir mevzuattı. Zührevi hastalıkların izini sürmek ve yakalananları başkalarına bulaştırmadan tedavi altına almak temel amaçtı. Millî Mücadele ertesi Cumhuriyet’le birlikte hükümetler fuhşa farklı bir açıdan yaklaştı. Savaşlar artık sona ermişti. Fuhuş eskiye oranla daha etkin bir biçimde denetim altına alınabilirdi. 1915 mevzuatı yasaklayıcı olmaktan çok düzenleyiciydi. Son kertede bu nedenle yetersiz kalmış, beklenen toplumsal, ahlâkî ve sıhhî sonuçları doğurmamıştı. Cumhuriyet rejimi düzenleyici mevzuatı bırakmaktan yanaydı; fuhşu ceza tehdidi altında kesin bir surette men eden yeni bir mevzuat çıkarılmalıydı. Bu yıllarda tüm dünyada benzer gelişmeler izlenmekteydi. Fuhşun kaldırılması amacıyla uluslararası bir federasyon oluşturulmuştu. Hükümetler nezdinde girişimde bulunan federasyon birçok ülkede umumhanelerin kapatılmasını sağlamıştı. Federasyonun sürekli çalışmaları sonucu Milletler Cemiyeti bünyesinde zührevi hastalıklara karşı mücadele ile kadın ve çocuk ticaretinin yasaklanmasını amaçlayan bir komite kurulmuştu. Fuhşun tamamen kaldırılmasından yana olanların ve Milletler Cemiyeti’ndeki komitenin girişimiyle geniş bir propaganda kampanyası açıldı. Bu kampanya Türkiye’de de etkisini göstermekte gecikmedi. 1920’li yılların sonlarına doğru, dünya buhranıyla birlikte Türkiye yeni arayışlar içerisine girdi. 1929 sonrası benimsenen devletçilik, iktisadi düsturların yanı sıra toplumsal sorunlara da eğildi. Buhran, ahlâk sorununu da gündeme getirdi. Bundan böyle devlet aile ahlâkını gözetecekti. “Türk kanı ve seciyesi”nin sağlığı ve sağlamlığının sağlanması, millî bünyenin her türlü tehlike, hastalık ve sarsıntılardan korunması devletin yeni görevleri arasında sayıldı. Cumhuriyet yönetimi için fuhuş, milletin toplumsal bünyesini, hatta varlığını tehdit etmekteydi. Fuhşun önlenmesi, sağlıklı-gürbüz nesiller için bir ön şarttı. Öjenik politikalar Cumhuriyet’le birlikte giderek önem kazandı. Bu amaçla hükümet “nizamî fuhuş”un kaldırılmasına çalışan uluslararası federasyonun “umumî evlerin tamamıyla menedilmesi” görüşünü benimseyerek 12 Nisan 1930 günlü “Fuhuşla Mücadele” hakkındaki tamimi yayınladı. Valiliklere gönderilen bu tamimde Türkiye’nin hiçbir yerinde yeniden umumhane açılmasına izin verilmeyeceği bildiriliyordu. 23 Mevcut umumhaneler diğer bir umumhaneden ya da yeniden bir kadını “sermaye” olarak alamıyordu. Sayıları her geçen gün azalacak olan umumhanelerde içki içmek ve çalgı çalmak yasaklandı. Yabancılardan fahişelik yapanlar, fuhşa aracı olanlar ve umumhane işletenler sınır dışı edildiler. Keza müzikhol, bar, kafeşantan gibi yerlerde çalışan yabancı artistler, uygunsuz davrandıkları takdirde aynı işleme tabi tutuldular. Tamim ertesi, fahişeler sıkı bir gözetim altına alındı. Birçok kez fahişe avına çıkıldı; gelişigüzel evler basıldı.24 Mesken masuniyetine tecavüz edildi. Gizlilik ve ketumiyete yeterince dikkat edilmez oldu. Haysiyet ve namus masuniyeti rencide oldu.25 Bu gelişmeler karşısında hükümet geri dönüş yapmak zorunda kaldı. Fuhşun tamamıyla kaldırılıp yasaklanması girişimi 1933 tarihli Fuhuşla ve Fuhuş Yüzünden Bulaşan Zührevi Hastalıklarla Mücadele Nizamnamesi’yle geri bırakıldı.26 Tekrar denetim altında “nizamî fuhuş”a dönüldü. İstanbul da bu gelişmelerden nasibini aldı. Ama yine de fuhuş görece kontrol altındaydı. Özellikle 1950’lerden sonra İstanbul’a yoğun göç nedeniyle fuhuş alabildiğine arttı. Zamanla çevreye olan olumsuz etkisi nedeniyle birçok “resmî” umumhane kapatıldı: 1954’te Büyük Zibah’ı 1964’te Abanos Sokağı’ndaki genelevler izledi. Kimi kez, 1968’de olduğu gibi fuhşa ortam sağlayan oteller topyekûn kapatıldı. 1981’de Fuhuşla ve Fuhuş Yüzünden Bulaşan Zührevi Hastalıklarla Mücadele Tüzüğü yayınlandı. Genelevlerin birbiri peşi sıra kapatılması “sermaye”lerin bir kısmının sokağa dökülmesine neden oldu. İstanbul’un çapkın delikanlısı geceleri Tarlabaşı’nda Ağacami’nin köşesinde, Galatasaray’da ve İngiliz Kosolosluğu’nun arkasında bu kez açık pazarla karşılaştı. Gizli randevu evlerini gezginci hayat kadınları, onları da telekızlar izledi. Mütareke yıllarının ardından Cumhuriyet’in ileri evresinde de Türk romanı “düşen” kadını sürekli işledi. Bunu en güçlü bir biçimde ifade eden Suat Derviş olmuştu. Fosforlu Cevriye, kadın edebiyatının başköşesinde yer aldı. Romanın “kahramanı” Cevriye, hayatta kendisinin başka türlü olabileceğini, başka türlü telakki edilebileceğini, bir erkeğin kendisiyle sırf en basit hayvanî zevkleri tatminin dışında bir ilişki kurabileceğini düşünmemişti. Küçük yaştan beri dilenci çocuk, köprü altı çocuğu, sokak süprüntüsü, en adî fahişe, sürtük telakki edilmişti. Şehvanî hırslarını tatmin etmek isteyen isimsiz, hatta çehresiz insanlar kendisine yanaşır ve tanışma karanlık bir sokak köşesinde başlar, karanlık bir yangın yerinde biterdi. Ya da bir dizi memur kendisine hakaret eder, karakoldan karakola, zührevi hastalık muayenelerine, müdüriyetlere götürüp dururdu. Onun lakabı “Fosforlu Cevriye” idi. Karakolda fosforluydu; sokakta, meyhanede, yangın yerinde, Ahırkapı mağaralarında, Tekfur Sarayı harabelerinde, Çeşme meydanında, her yerde “Fosforlu Cevriye” diye anılır ve öyle muamele görürdü.27 EK Dersaadet Polis Mektebi Müdürü Mustafa Galib’e Göre İstanbul’da Fuhşun Artış Nedenleri28 Kelimenin bütün kudret-i manasıyla payitaht birçok servetlerini menâbi-i gayr-i meşruaya tahsis edip sarf ederken diğer taraftan zaruret-i hayatın kurbanları nazar-ı dikkati câlib bir surette tekessür ve tezâyüd ediyor. (...) Bilhassa İstanbul ahalî-i müslimesi bir gayyai musîbete doğru yuvarlanıp gidiyor. Bittabi bunun esbâb-ı muhtelifesi vardır. Zaruret ve ihtiyaç akla vârid olan delâil-i kaviyyeden olmakla beraber memleket muhitinin ahlâken tefessüh-i tamma uğraması en esaslı müessirlerden biridir. Emrâz-ı ahlâkiyyenin memleketin bünye-i içtimaiyyesi üzerine ika’ ettiği muhrib tesirleri düşünürken evvela vârid-i hâtır olacak keyfiyet fuhuş mesele-i müzminesidir. (...) Memleketimizin ana ve kızları son derece hüzn-âver bir istihâle-i ruhiyye karşısında bulunmaktadır. Harb-i Umumî’nin intac ettiği ahlâk-şiken tesirât ruh-i beşer üzerindeki hassasiyyet-i asliyyeyi mahvederek bünye-i ahlâkiyyeyi tüyleri ürpertecek bir surette ezmektedir. Gençleri fuhşa sevk eden esbâb ve avâmil nazar-ı teemmüle alındığı zaman evvela vârid-i hâtır olacak müessirât, tiyatrolar ve sinemaların muhitimiz zihniyetinin hazmedemeyeceği derecede açık film ve mevzuları ve bunların zaten müstenid-i iştigal bâkir dimağlar üzerinde ika’ edegeldikleri bâhı (şehveti) ve hissiyyatı tutuşturucu tesirât ve bir de asrî mefkure namıyla telkib olan ve kadına fıtreten haiz bulunduğu hürriyet-i tammeyi ita manasına alınarak her içtima’a serbestçe duhûllerine mesağ verilmesi vârid-i hâtır olmaktadır. (...) Memleketimizin müstakbel valideleri olacak mektep kızları hariçte ve mektep dâhilinde nezaret-i daime altında bulundurulmalıdır. Mektebe gelmek için hanesiden çıkan bir kız gerek vapurda, tramvayda ve sokakta birtakım gençlerin savletinden kendilerini kurtaramadıkları gibi, kızlarımızı sefalet âlemine sevk edici birtakım mutavassıt kadınların mevcudiyetine karşı zabıta tarafından yapılan tedâbir-i mania-i mukteziyye teşdid edilmelidir. Sokaklarda bilhassa geceleri mürûr u ubûru (gelip geçişi) işgal edebilecek bir tarzda gelip geçene musallat olan birtakım fahişeler de ahlâk-ı mahalliyye ve sıhhat-ı umumiyye namına muzır mikroplardır. *** Fahişenin Başı29 Okuduğum zaman ağlamaklı oldum. Yevmi gazetelerden biri yazıyordu. İstanbul’da elinde vesika ile sanat yapan fahişeler içinde elli yaşında kartnemler olduğu gibi henüz on üç yaşında kuzular da varmış. E bu işe siz ne buyurursunuz? Elli üç yaşında artık iki, üç gelinlik kız anası olacak yaşta bir kadın tam belini dayayıp dinleneceği ahir vaktinde boğazını doyurmak, açlıktan ölmemek için vücudunu kiraya veriyor. Sonra ötede daha kemikleri sertleşmemiş bir körpecik kuzu, belki de sokakta kalıp dilenmekten bıkarak, o iç bademi gibi nazlı canını hoyrat kolların keyfine bırakıyor. Gel de sefalet denen, yolsuzluk denen, ihtiyaç denen o başlar belasına küfretme! Eski kafada bir adama bu ihtiyacı kabul ettirmek ne kadar güçtür. O fuhuş dendi mi mutlaka kadının veya erkeğin nefs-i amadeye söz geçiremeyip nikâhsız, mikahsız muamelede bulunduğunu hatırına getirir. Kendisi kadın alır. Bir zaman zevkini çıkarır, sonra kirli bir mandal gibi yakadan atar. Zavallı kadın genç yaşında ne yapacak? Eski kocasının bir müddetçik nafaka diye verdiği üç, beş kuruşla ekmek mi yiyecek katık mı? Kadınları bu hâle sevk eden erkeklerdir. Çünkü bir defa kadınlarımızı şimdiye kadar hayata karıştırmamışız, evde kafesler arkasına kapatmışız. Kadınlarımız ne alışveriş etmesini, ne insanlarla konuşmasını, hatta ne de yürümesini bilirler. İstanbul hanımları için söylemiyorum, bütün memleket kadınlığı için söylüyorum. Bugün bir Frenk kadını bir erkek kadar hayata alışkındır. Çünkü umumi hayatın içinde yetişmiştir. Kocasız da kalsa hayatını kurtaracak çareler, işler bulur. Fakat gelgelelim bizim kadınlarımız kapalı kalmıştır, görgüsüzdürler. Maazallah önlerine hazır yemek gelmedi mi aç kalırlar. Tahammül ve sabır bir dereceye kadardır. Ondan sonra şeref, namus her şey her şey zayıflar. Bizim mutaassıplarımız pirinci iyi ayıklamadı, kapıdan çöpçüye göründü diye eline boş kâğıdını verip kadını kapı dışarı etmesini bilirler. Hatta bunu yaptıktan sonra: “Ayağının ipini çözdüm!” diye övünür ve ertesi günü bir başkasını alırlar. Fakat iş öyle değildir. Kadının da zevki, kadının da emeli arzusu, kalbi ve duygusu vardır. Kadın hırs bastıracak, keyif getirecek, saçı süpürge edip ağamın hoşuna gidecek mal ve mahluk değildir. O da bizim gibi bir insandır. Bir erkek aç kalınca veyahud ahlâkı bozulunca hırsızlık ediyor, dolandırıcılık ediyor, rüşvet alıyor. Yani âlemin ayıpladığı, kanunun cezalandırdığı birçok şeyleri yapıyor. Kadın da aynı hâle gelince, bunlar yapıyor da kendi vücudunu, güzelliğini ortaya döküyor... Buna karşı köpürmeye, kızıp hiddetlenmeye kimin hakkı vardır. Lâzımsa sefalete düşen kadınları fuhşa düşürmemeye çalışalım! Buna vaaz, nasihat, kanun, kitap, falaka on para etmez. İşte böyle elli yaşında bir kadın nine, on üç yaşında bir süt kuzusu bile o çirkefe, o çamura düşer! Kabahat onlarda mı? 1 Ahmed Rasim, Fuhş-i Atîk (Eski Fuhuş Hayatı), İstanbul: İskit Yayını, 1958, s. vi. 2 Claude Quétel, Le Mal de Naples: histoire de la syphilis, Paris: Editions Seghers, 1986. Genel olarak toplumsal hastalıkların dökümü ve tedavi çareleri için bkz. İsmail Kenan (İstanbul Himâye-i Etfâl Cemiyeti Tabibi), İçtimaî Hastalıklardan Tahaffuz ve Vikaye Çareleri, İstanbul: Şirket-i Mürettibiyye Matbaası, 1342/1924. Kitapta yer alan ana başlıklar şöyle: Verem, Frengi, Fuhuş, Belsoğukluğu, Sıtma, Marazî akamet [kısırlık], Keyfî akamet, İskât-ı cenîn [çocuk düşürme], Feminist cereyanları, Tozlar âlemi, Gripten tahaffuz [korunma] ve vikaye, Aşılarla tahaffuzu kabil olan emrâz (çiçek, tifo, kolera, veba), Serumlarla tahaffuzu kabil olan emrâz (tetanos / kazıklı humma, difteri), Dâ-ül-küûl [alkolizm], Kokain-morfinesrar, Tütün, Eter, İntiharlar. 3 Wald-Lasowski, Syphilis: Essai sur la littérature française du XIXème siècle, Gallimard, 1982; Claude Quétel, Le Mal de Naples: histoire de la syphilis, Paris: Editions Seghers, 1986 (İngilizcesi History of Syphilis, The Johns Hopkins University Press, 1990.) 4 Mustafa Galib, Fahişeler Hayatı ve Redaet-i Ahlâkiyye, İstanbul: Mahmud Bey Matbaası, 1338, s. 3. 5 Ahmed Rasim “eski fuhşu” şu satırlarla yansıtıyordu: “Bizde hükûmetin murakabesi altında olarak umumhane açılması tarihi zannederim ki yarım asrı ancak geçer. Gerçi Acemin eskiden Çivizade adıyla mâruf birinden müntekil olduğunu işittimse de bununla emsâlinin bir nevi hükûmet kontrolü altında bulunduğu zamanlarda Beyoğlu, Galata ve havalisi pek ziyade civcivliydi. Payitahtta fuhşu aleniyete döken ‘Kemeraltı’, ‘Çeçekçi’, ‘Yenişehir Ovası’ gitgide İstanbul dâhilinde de Yenicami şırfıntısı takımını yüze çıkarmıştı. Mezarlık orospusu tâbirinin eski delâleti de bizi şehrin sur haricinde, Üsküdar’ın tepelerinde Haydarpaşa’ya doğru sarkan serviliklerinde bir küçük kötü topluluğun vücudundan haberdar eder.” Ahmed Rasim, Fuhş-i Atîk (Eski Fuhuş Hayatı), İstanbul: İskit Yayını, 1958, ilk baskı 1340 [1924], s. 207. 6 “Aksaray cidden bir muhitti. Evvelemirde, Şekerci Sokağı’ndaki ‘Kaymak’, ‘Hürmüz’ gibi fuhuşhanelerle bunlardan az çok müstakil geçinen koltuklar, Çapa Çeşmesi bükümtüleri arasındaki ‘Acem’, ‘Bahri’ ve tevabii hemen hemen muntazam bir teşkilâtı andırırdı. Bu yerlerde başta ‘Kaymak tabağı’ lakabıyla maruf, fevkalâde şişman bir kadın ile ‘Hürmüz’, ‘Hâlet’, ‘Fıtnat’, ‘Kanbur Esma’, ‘Bahrî’, ‘Kalfa Hanım’ vesaire tertibata nezaret ederlerdi.” Ahmed Rasim, Fuhş-i Atîk (Eski Fuhuş Hayatı), İstanbul: İskit Yayını, 1958, ilk baskı 1340 [1924], s. 202. 7 “Fahişeler Arasında Ekseriyeti Rum Kadınları Teşkil Ediyor”, Son Saat, 27 Mart 1925. 8 Hüseyin Rahmi, Namusla Açlık Mes’elesi, İstanbul: Hilmi Kitabevi, 1945, s. 12. “Kadınların evlerindeki işlerini bırakarak tiyatroya gitmelerini doğru bulacak insaf sahibi bir kadın dahi tasavvur edilemez. Öyle iken son zamanlarda maalesef şehrimizde bu yola sapan hatunların çoğalmakta oldukları görülmekte ve asıl garibi, hattâ fecii de, böylelerine zevclerinin hiç ses çıkarmamalarıdır. Yazık, çok yazık, İstanbul hanımları bu mevzuda, tiyatronun adını dahi bilmeyen Anadolu nene ve bacılarından ibret alıp, kendilerine gelmelidirler. Yoksa korkarız ki, bu tiyatro düşkünü hanımların evleri de birer ‘lubiyyat’ yeri hâline gelir ve sonunda çatıları da başlarına yıkılır.” “Kadın Tiyatroya Gidemez”, Yakın Tarihimiz, cilt 1, s. 250. 9 Kitabın yazılış nedeni şu satırlarla ifade ediliyordu: “Bu kitabı niçin yazdık? Harsî ve millî inkılâblarımızla adım atan içtimaî ve asrî inkılâblarımız arasında kadınlık inkılâbı maalesef hazmedilememiş; layıkıyla anlaşılamamıştır. Biz kadınlıkta inkılâbı şeklî ve bedenî değil ilmî ve ruhî olarak görmek isterdik. Maalesef kadınlarımız ve kızlarımız inkılâbı, asrîliği; tırnak parlatmak, dudak boyamak, dans etmek suretinde temsil eylemişlerdir. Bir Fransız arkadaşımız; ‒‘Belki bütün kadınlarınız namuslu ve ağırbaşlıdırlar. Fakat maalesef namuslu kadınlar gibi giyinmiyorlar’ dedi. Bir ecnebînin kadınlarımız hakkındaki bu telakkisi göğsümüzü kabartacak bir şekl-i intiba’ değildir. Kadınlarımızın sapmış oldukları yol çok korkunç, çok derindir. Biz bu kitabı, bu kitapta yaşayan tiplerin feci akıbetlerini, onları bu korkunç ve derin yolun iğrenç maceralarından uzaklaştırmak endişesiyle yazdık. Bu kitaptaki satırların birkaçı maceraperest sergüzeştcû sokak ve çayır kızları hakkında bir fikir verebilirse bahtiyarız”. Safaeddin Rıza, Sokak ve Çayır Kızları, İstanbul: Sühulet Matbaası, 1341, s. 2. 10 Feminist bir Kürt aydını, Mevlânzâde Rıfat için bkz. Mithat Kutlar, Nuriye Ulviye Mevlan ve Kadınlar Dünyası’nda Kürtler, İstanbul: Avesta Basın Yayın, 2010. 11 Selahaddin Asım, Türk Kadınlığının Tereddîsi yahut Karılaşmak, İstanbul: Türk Yurdu Kütüphanesi, ty, s. 211-214. Kitabın Latin harfleriyle yeni basımı için bkz. Osmanlı Kadınlığının Durumu, haz. Metin Martı, İstanbul: Arba Araştırma, Basım Yayın Tic., 1989. 12 Bu mekânlarla ilgili daha olumlu bir değerlendirme için bkz. Sermet Muhtar Alus, “Eski Kuşdili, Yoğurtçu, Kurbağalıdere”, Resimli Tarih Mecmuası, cilt 2, sayı 14, Şubat 1951, s. 592-594; Sermet Muhtar Alus, “Göksu ve Âlemleri”, Resimli Tarih Mecmuası, cilt 2, sayı 22, Ekim 1951, s. 1032-1036. 13 Sermet Muhtar Alus, “Eski Galata’nın Eğlence Yerleri”, Resimli Tarih Mecmuası, cilt 2, sayı 15, Mart 1951, s. 640-642. 14 Sermet Muhtar Alus, “Eski Beyoğlu Âdet ve Alemleri”, Resimli Tarih Mecmuası, cilt 2, sayı 16, Nisan 1951, s. 688-690. 15 16 Clarence Richard Johnson, M.A., Constantinople Today or the Pathfinder Survey of Constantinople, New York: The Macmillan Company, 1922, s. 360. “Emrâz-ı zühreviyye hey’et-i teftişiyyesi”, Osman Nuri [Ergin], Mecelle-i Umur-ı Belediye, Dördüncü cilt: Kavanin, nizamat ve talimat-ı sıhhiyye-i belediye, İstanbul: Arşak Garoyan Matbaası, 1331 [1915], s. 283-290. 17 “Altıncı Daire-i Belediye dâhilinde bulunan bazı hususi hanelerin hidemât-ı sıhhiyyesine dair talimatname”, Osman Nuri [Ergin], Mecelle-i Umur-ı Belediye, Dördüncü cilt: Kavanin, nizamat ve talimat-ı sıhhiyye-i belediye, İstanbul: Arşak Garoyan Matbaası, 1331 [1915], s. 291-295. 18 “Frengiye karşı beyanname-i sıhhi”, Osman Nuri [Ergin], Mecelle-i Umur-ı Belediye, Dördüncü cilt: Kavanin, nizamat ve talimat-ı sıhhiyye-i belediye, İstanbul: Arşak Garoyan Matbaası, 1331 [1915] s. 296-299. 19 “Altıncı daire-i belediye dâhilinde bulunan bazı hususi hanelerin hidemât-ı sıhhiyyesine dair talimatname (14 Şubat 1299)”, Sıddık Tümerkan, Türkiye’de Belediyeler (Tarihi Gelişim ve Bugünkü Durum), İstanbul: R. Zellic Basımevi, 1946, s. 185-186. 20 “Emrâz-ı zühreviyyenin men’-i sirayeti hakkında nizamname”, 5 Ekim 1331 [1915], Düstur, İkinci Tertip, cilt 7, s. 769, Takvim-i Vakayi, sayı 2328. 21 “Beyoğlu Nisa Hastahanesi”, Osman Nuri [Ergin], Mecelle-i Umur-ı Belediye, Dördüncü cilt: Kavanin, nizamat ve talimat-ı sıhhiyye-i belediye, İstanbul: Arşak Garoyan Matbaası, 1331 [1915] s. 434. 22 “Fuhuş ile ciddi surette mücadeleye karar vermiş olan Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Beyefendi, yeni ve mühim bir karar ittihaz etmiş, ve buna ait hazırlanan talimatname Başvekâlete takdim olunmuştur. Bu talimatnameye nazaran, bundan sonra umumhane açılması tamamiyle menedilmiştir. Büyük şehirlerde mevcut, ve her suretle olursa olsun, seddedilen umumhaneler bir daha açılmıyacaktır. Kapanan bu gibi sefahat evlerinin başka bir yerde de açılmasına müsaade edilmeyecektir. Küçük yerlerdeki umumhaneler de derhal kapatılacaktır. Umumhanelerden çıkan kadınların başka evlerde toplanmaları, birden fazlasının aynı yerde ikamet etmeleri, sokaklarda gezmeleri menedilecektir. Bu gibi kadınların otellere, pansiyonlara girmeleri de memnudur. Buna ait talimatnamede, daha başka teferruat da tesbit edilmiştir.” “Fuhuşla Mücadele”, Cumhuriyet, 7 Şubat 1930. 23 “Dahiliye ve Sıhhiye Vekâletleri tarafından hazırlanan fuhuşla mücadele talimatnamesi Ankara’da tatbik edilmeğe başlanmıştır. Ankara’daki umumhanelerin hepsi kapatılmıştır. Yalnız bir umumhane kalmıştır. Bu umumhane de kapanmak üzeredir. Sermayeler memleketlerine gönderilmişlerdir. Talimatname gelir gelmez şehrimizde de tatbikine başlanacaktır. Talimatname dün geç vakte kadar gelmemişti. Bugün tebliğ edilmesine intizar edilmektedir. Şehrimizde tahminen 500 kadar randevu evi bulunmaktadır. Bu randevu evlerinin sahiplerinin kısmı azamını Rum kadınları idare etmektedir. Şehrimizde tahminen 1500 kadar vesikalı fahişe de bulunmaktadır. Zabıta-ı ahlâkiye şimdiden bu evleri ve bu kadınları tesbit etmektedir.” “Fuhuşla Mücadele,” Cumhuriyet, 29 Nisan 1930. 24 Dâhiliye Vekâletince hazırlanmakta olan fuhuşla mücadele talimatnamesine yeni bir tamim ilâve edilmiştir. Bu tamim şudur: “Talimatnamede işaret olunan bütün noktalar takip ve tatbik edilirken her şeyden evvel gözetilmesi, mazbut ve masun bulundurulması lâzım gelen cihet, vatandaşların ve Türkiye’de Türk kanunlarının himayesinde bulunan ecnebilerin hürriyet ve haysiyetidir. Binaenaleyh irtikâp edilmiş bir cürüm olmadıkça hiç bir kimsenin hürriyet ve haysiyetine, haysiyet ve namusuna meskeninin masuniyetine tecavüz ve iz’ac mana ve 25 mahiyetinde hiç bir harekette bulunulmaması, ketumiyet ve mahremiyete azami dikkat ve itina lâzımdır. Kanuni şerait haricinde her kim tarafından olursa olsun ev basmak sureti kat’iyede menedilmeli, mütecasirleri derhal kanunun hükmü yerine getirilmek üzere mahkemeye teslim edilmelidir. Fuhşu takip vesilesi nüfuz ve vazifei memuriyetini sui istimal eden memurun derhal eli işten çektirilir ve hakkında kanuni takibatta bulunulur. Vali Beylerin emir ve murakabeleri altında bulunan idare ve inzibat teşekkül ve kuvvetlerine, kanun ve nizamların kendilerine bahşettiği salâhiyetlere tevfikan hareket ve faaliyete girerek fuhşun men’ine müteveccih olan bu direktifler dairesinde icrayi mesai buyurmalarını ve icraat ve neticelerinden Vekâleti haberdar etmelerini rica ederim.” “Fuhuşla mücadele”, Cumhuriyet, 4 Mart 1930. “Fuhuşla ve Fuhuş Yüzünden Bulaşan Zührevi Hastalıklarla Mücadele Nizamnamesi 12.11.1933 no: 15264”, Yürürlükteki Tüzüklerimiz, cilt 1, Derleyenler: Hakkı Haydar Berksun, Nafi Demirkaya, Ekrem Ergüven, Ekrem Amaç, İstanbul: Dr. Nuri Akca Basımevi, 1949, s. 562-583. 26 27 Suat Derviş, Fosforlu Cevriye, İstanbul: May Yayınları, 1968, s. 117. Mustafa Galib, Fahişeler Hayatı ve Redaet-i Ahlâkiyye, İstanbul: Mahmud Bey Matbaası, 1338, s. 3-8. 28 “Fahişenin Başı”, Karagöz, 16. Sene, sayı 1661, 16 Şubat 1340 / Cumartesi / 10 Recep 1342. 29