Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
HASANKEYF ve Dicle-Fırat boylarında yağmalanan tarih 1980'li yıllarda Birleşmiş Milletler'in eğitim, bilim, kültür örgütü UNESCO'nun "Dünya Mirası" listesinde yer alan Hasankeyf'in neden sulara gömülmek isteniyor. Yaklaşık 20 yıl önce kaleme aldığım bir yazıma şöyle başlamıştım: “İnsanlık tarihi boyunca hemen bütün uygarlıkların, su kaynaklarında, zengin alanlarda kurulduğunu görüyoruz. Ön Asya olarak nitelendirilen bölgede en zengin su kaynaklarından biri de Kürdistan ve Mezopotamya’da bulunuyor. Bu nedenle Kürdistan ve Mezopotamya’ya hayat veren Dicle ve Fırat nehirleri de insanlık tarihi boyunca birçok uygarlığa kan ve can veriyor.” (Uygarlıklar Beşiğine Ne Oldu?, Hevi gazetesinden aktarılarak, Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm, Özge Yay., Ankara, 1999, s.421423) Gerçekten de Mari (Mezopotamya), Med, Sümer, Elam, Urartu, Hurri, Mitanni, Kassi, Mannai (Luristan), Hitit, Hatti uygarlıkları, büyük bölümüyle bu iki yaşam kaynağı ırmağın çevresinde boydan boya yer almış. Harran’da yeni ortaya çıkarılan ve 12 bin 500 yıl önceye tarihlenip dünyanın en eski yerleşkelerinden kabul edilen Göbeklitepe ise bu boyutlarıyla o tarihlerde yeterince bilinmiyordu bile. Uygarlık haritalarını görünce geçmiş dinlerin hemen tümünde suyun neden yaratıcı güçler arasında sayıldığını insan daha iyi anlıyor. Bilim çevreleri yalnızca maddi uygarlık eserleri açısından değil, bereketli Mezopotamya topraklarının belli başlı dünya dillerine ve dinlerine de analık, kaynaklık ve yataklık ettiğini kabul ediyor. Batılı kaynaklar, kronolojik bir sırayla bu iki nehir havzasında yaratılan kültürleri ve gerçekleştirilen buluşları çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. Doğal, felsefi, doğal ve felsefi, çok tanrılı, tek tanrılı ve semavi dinlerin büyük bölümü bu kültür ve uygarlık havzasında çıktığı gibi dünyanın belli başlı dillerinin kökleri de bu coğrafyaya uzanıyor. Kuşkusuz sadece Batılı kaynaklar değil objektif davranan Doğulu kaynaklar da bu tarihsel gerçekliğe dikkat çeker. Nitekim soykırım yıllarında Dersim’de görev yapmış Em. Jnd. Alb. Nazmi Sevgen bile bölgede gelmiş geçmiş önemli uygarlıkları işlediği bir yazı dizisine bu nedenle “Uygarlıklar Beşiği Güneydoğu Anadolu” başlığını koymuştu. Bu nedenle de 1993 yılında Güney Kürdistanlı araştırmacı J. Kurdo’nun daha önce İsveç’te İngilizce olarak çıkardığı “Kürdistan: Kürt Uygarlığının Kaynakları“ konulu eserini, yüzlerce görsel ürün ekleyerek, “Kürt Kültürünün Kaynakları ve Uygarlıklar Beşiği Kürdistan” adıyla yayımlamıştık. Hasankeyf’in yarattığı kırılma Hangi Tarihi Yerler Klavuzu’nu inceleseniz sadece GAP bölgesinde onlarca tarihi, turistik yerleşkeye rastlayacağınız gibi başta Amed/Diyarbakır, Mêrdîn/Mardin, Midyad, Riha/Urfa, Cizîra Botan, Dara, Xelfetî, Heskîf/Hasankeyf ve Ava Sipî’de unutulmaz tarih eserlerine rastlarsınız. Bu nedenle de bölgeye ilişkin tur broşürlerinde, 7 kale içindeki Amed’in tarihi yapılarına, yaklaşık 30 yıldır sular altında yok edilmeye çalışılan Hasankeyf’e, Mardin’in taş evleriyle kutsal mekânlarına, Urfa’nın tarihi kutsal mekânlarına, dünyanın en eski yerleşim yerlerinden Göbeklitepe’ye, dünyanın en eski üniversitesi olmasının yanı sıra konik evleriyle Harran’a, Semsur/Adıyaman bölgesindeki Kommagene Krallığı’nın yazlık başkenti Arsemia’ya, Tanrılar yurdu Nemrut Dağı‘na, Antep yöresindeki Zeugma mozaikleriyle Antakya mozaiklerine özel bir yer ayrılır. Önce 1639 tarihli Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla Kürdistan, Osmanlılarla Safeviler arasında ikiye bölünüyor; 20. yüzyıl başlarındaysa önce 1916 tarihli gizli Sykes-Picot Planı, ardından da 1923’te Lozan Antlaşması ile dörde hatta Kafkasya parçasıyla beşe bölünüyordu. Bu tarihten sonra beş parça arasına demirden bir perde geriliyordu. Bu siyasi perdelemeye, Arap-Latin-Kiril alfabe farklılıkları da eşlik ediyordu. Bundan dolayıdır ki Lozan’a kadar hem idari hem ticari hem de kültürel ilişkide bulunduğumuz Rojava ile aramızın neden mayınlarla bölündüğünü, Fırat’ın batısı ile doğusu arasındaki ilişki kopukluğunun nedenlerini çok sonraları öğrenecektik. Keza 1980’li yıllarda Birleşmiş Milletler’in eğitim, bilim, kültür örgütü UNESCO’nun “Dünya Mirası“ kriterlerinin onda dokuzunu karşılayan Hasankeyf’in neden sulara gömülmek istendiğini de... Bunun içindir ki, 1988-89 yıllarında yayımladığımız Özgür Gelecek Dergisi’nde Hasankeyf’i koruma kampanyasına biz de katılmış ve birçok uyarıcı yazıya yer vermiştik. O günden bugüne Hasankeyf üzerine mücadele devam ediyordu. Ancak 30 Ocak 2016 tarihli gazetelerden öğreniyoruz ki, AKP hükümeti 10 bin yıllık tarihi geçmişe sahip bu dünya ve insanlık mirasını sular altında bırakacak tasarıyı apar topar Meclis’ten geçirmiş... Yazarlarından olduğum Kürt Tarihi dergisi, Eylül 2013’te “Tarihsel Mirasımızın Korunması İçin Bir Çağrı” yayımlamıştı. Bu çağrıda özetle deniliyordu ki: “Kürdistan çoktandır büyük bir tarihsizleştirme operasyonuna maruz kalıyor. Ülkenin tarihsel mirası hem siyasi iktidarlar tarafından hem de ülke sakinlerince tahrip ediliyor. Katliamlar, zorunlu göçler, yakılan-yıkılan köyler, GAP, HES’ler, doğal afetler, yangınlar, Kürdistan’daki tarihsel mirası elbirliğiyle yok etti, etmeye devam ediyor. Bu nedenle, bu tarihsizleştirme operasyonuna, tarihsel mirasın yok edilmesine karşı bir kampanya başlatıyoruz.” Dinin yarattığı tahribat “Bu topraklar, daha Milat’tan önce bir kültür ve uygarlık havzası iken neden özellikle Milat’tan sonra İslamiyet’in yayılması dönemlerinde büyük bir yıkım ve tahribat yaşadı” diye hep sorgulamışımdır. Kuşkusuz karşıma çıkan temel etken, dini fanatizm ve geçmiş uygarlıklara düşmanlıktır. Bu gerçekliği, doğrudan yerinde incelediğim bir olgu bile göstermeye yetiyor. Halife Ömer döneminde, dünyanın en zengin kültür varlıklarından biri olan İskenderiye Kütüphanesi’nin tamamen yakılıp yok edildiğini hatırlarsak, bu acı gerçeklik daha iyi anlaşılır. Öte yandan Taliban’ın Pakistan ve Afganistan’da kayalara oyulmuş binlerce yıllık Buda heykellerini bombalayarak yok etmesini ve son birkaç yılda DAİŞ çetelerinin Mezopotamya’da gerçekleştirdiği yağma ve tahribatı düşündüğümüzde bu uygarlık ve kültür düşmanlığı daha da belleklere kazınacaktır. Bunu iki nehrin çevresine kurulan Mezopotamya havzasında gördüğümüz gibi geçmişte Doğu Roma İmparatorlugu’nun merkezi olan Anadolu’da da görüyoruz. Merkezi İtalya’nın şimdiki başkenti Roma olan Batı Roma ile onun devamı olan Anadolu’yu karşılaştırdığımızda, aradaki uçumuru rahatlıkla görebiliyoruz. İki kesimi de doğrudan gözlemlediğim için söylüyorum: Oradaki tüm tarihi eserler ayakta dimdik durduğu halde Anadolu’da viraneye çevrilmiş. Heykeli ve resmi günah sayan bir zihniyetten beklenecek olan da budur harhalde. Bunun içindir ki İtalya, bu tarihini koruduğu için bugün gelirinin önemli bir bölümü turizmden geliyor. Türkiye ise, ancak turizmin adeta “bacasız fabrika” olduğunu gördüğü için son 30-40 yıldır bir çaba içine girmiş görünüyor. Bu türden bir gelişmeyi de doğrudan gözlemlediğimi söyleyebilirim. Daha ortaokul yıllarında, yani 1960’lı yılların başlarında topluca Kapadokya’ya yani Ihlara Vadisi’ne, Ürgüp-Göreme’ye götürülmüştük. O zamanlar, şimdiki yeraltı şehirlerinin ve yerleşkelerinin büyük bölümü henüz turizme açılmamıştı. Açılan bölümlerin hali ise içler acısıydı. Kiliseler dahil bu yerleşkelerde hayvanlar otlatıldığı gibi kaya ve kilise resimlerinin büyük bölümü de tahrip edilmişti. 2000’li yılların başlarında gittiğimde ise önemli bir turist akınıyla karşılaştım. Ancak bilmeliyiz ki, sadece Göreme değil, başta Kayseri olmak üzere Orta Anadolu’nun birçok şehri, bünyesinde bu türden çok sayıda yeraltı ve yerüstü yerleşke barındırıyor. Peki, Anadolu’daki bu turistik mekanlar ıslah edilmeye ve turizme açılmaya çalışılırken neden Kürdistan’daki kültür ve tabiat varlıkları, son Diyarbakır örneğinde olduğu gibi doğrudan devlet tarafından yakılıp yıkılıyor. Şark Islahat Planı’yla gasp, yasak ve yağma Devletin Kürdistan’a ve Kürt halkına yönelik hangi ırkçı şoven politikasını eşelesek, altından 1925 tarihli Şark Islahat Planı çıkıyor. Bilindiği gibi bu “uğursuz planı” çeşitli bölümleriyle 1990’lı yılların başlarında yayımladığım gibi Mesut Yeğen’in önerisiyle 2013 yılında “Kürtlere Vurulan Kelepçe: Şark Islahat Planı” adıyla bağımsız bir kitap olarak da yayımladım. Mesut Yeğen de kitaba önemli bir “Sunu” yazarak katkıda bulundu. Yeğen, Sunu’sunda haklı olarak Şark Islahat Planı’nı, “TC’nin Kürt Anayasası“ olarak nitelendiriyordu. Gerçekten de bu planı bilmeden Kürt sorununu ve bu kültürel yağmayı anlamak mümkün değildi. “7 uğursuz T” olarak nitelendirdiğim “Te’dib (Askeri yöntemlerle hizaya getirme), Tenkil (Cezalandırma), Taqtil (Katletme), Tehcir (Sürgün), Temsil (Asimile etme), Temdin (Medenileştirme yani Türk-İslamlaştırma) ve Tasfiye” yöntemleri kullanılarak Kürt kimliği yok edilmek suretiyle Kürt sorunu çözülünceye kadar uygulamada kalması öngörülen Plan’ın 25’inci maddesi şöyle: “25- Bu mıntıkaya (yani Kürdistan’a) ecnebi bir şahıs ve müessesenin (yabancı bir kişi ve kuruluşun),Hükümetin müsaadesi (izni) olmaksızın duhul ve teessüsüne (girmesine ve yerleşmesine) müsaade edilmeyecektir”. Bu ve benzeri birçok madde, o tarihten beri Kürt sorunu devletin “yumuşak karnı” olduğu, daha doğru bir söyleyişle “yumuşak karnı” yapıldığı için gündemdedir. Kuşkusuz belli bir alanda “illegal ve yasadışı” işlemler yapacak bir yönetim, bu tür yöntemlere başvuracaktır. Ve o tarihten beri Kürdistan’da koşullar değişmediği ve demokrasi dışı yöntemler egemen olduğu içindir ki, bu uygulamanın sayısız örnekleri yaşanmış ve yaşanmaktadır. Yaşanagelen insan, doğa ve tarih karşıtı uygulamaların altında aynı zamanda bu şovenist anlayış yatmaktadır. Yabancı devlet adamlarının, sivil toplum örgütlerinin, araştırmacıların, yazarların, gazetecilerin ve turistlerin Kürdistan’a gidişlerinin yasaklanmasının altında bu politika yatmaktadır. Nitekim bu politika, uygulamalarla görüldüğü gibi zaman zaman resmi belge olarak basına da yansımaktadır. Yine bundan yaklaşık 20 yıl önce dönemin MHP’li İçişleri Bakanı Meral Akşener, bu konuda bir gizli genelge yayımlamış ve bu, basına da sızmıştı. Akşener’in genelgesi! Türkiye’nin anlı şanlı Başbakanı Tansu Çiller’in anlı şanlı İçişleri Bakanı Akşener, her zaman yönetimi farklı olan Kürdistan’ın Olağanüstü Hal Valiliği’ne, 81 il valiliğine, Jandarma Genel Komutanlığı’na gönderdiği gizli genelgede -adeta bugünü çağrıştırırcasına- Kürtler, Aleviler, gençler, seyyar satıcılar, medya ve uluslararası kuruluşlar “bölücülük”le suçlanıyor ve bunlara dönük önlemler alınması isteniyordu. (Bkz. Hêvî gaz. 31.1.1997) Söz konusu gizli genelgede uluslararası heyetlerin izlenmesi ve yönlendirilmesi de isteniyor ve şu önlemler öngörülüyor: “Bölücü propaganda malzemesi toplamak amacıyla yurtdışından gelebilecek parlamenter, din adamı, basın mensubu ve bilhassa Uluslararası İnsan Hakları ve Af Örgütü gibi kuruluşların elemanlarının uygun şekilde yönlendirilmesi, izlenmesi ve bu maksatla Diyarbakır Basın Bürosu’ndan istifade edilmesi.” Yani kendimizi düzeltip, bu yumuşak karından kurtarıp, açık alınla kişi ve örgütlerin karşısına çıkacağımıza; mümkün olursa onların gelişini önlemeye, önleyemezsek izlemeye ve yönlendirmeye çalışıyoruz. Yani hem Batı ile bütünleşeceğiz ve onların ailesine katılacağız hem de onları Kürdistan’a sokmayacağız! Üstelik Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşma ve sözleşmelere rağmen... Birkaç yıl önce Artuklu Üniversitesi’nin çağrılısı olarak Mardin’e gittiğimde, yeni seçilen Belediye Eşbaşkanı Ahmet Türk’ü de ziyaret etmiştim. Hasankeyf’e gideceğimizi öğrenince, mutlaka Dara Antik Kenti’ni de ziyaret etmemizi önermişti. Üç yıl öncesine kadar askeri alan içine alınıp turizme kapatılan bu antik kentin ve 19. yüzyılda birçok Batılı gravüre konu olan ünlü Mardin Kalesi’nin hâlâ askeri alan içinde tutulduğunu görünce, Kürdistan’ın ve Kürt halkının “baş ağrısı” Şark Islahat Planı’nı bir kez daha acı, hüzün ve öfkeyle hatırladım... Bir şeyi daha hatırladım: Sivaslı Âşık Ali İzzet’in, demokrasi nutuklarıyla ortaya çıkıp Kuzey Kürdistan-Rojava sınırını mayınlayan Demokrat Parti üstüne yazdığı, ancak onun devamı olduğunu savunan AKP’yi de anlatan dörtlüğünü: “Demokrat Parti’yi taze kız sandık Çirkin çıktı, kahpe çıktı, dul çıktı Alnım açık, yüzüm ağ dedi kandık Yüzü kara çıktı, başı kel çıktı. Tarih sular altında kalacak! UNESCO'nun "Dünya Mirası" listesine girmek için gerekli 10 kriterden 9'unu karşılayan 12 bin yıllık tarihe sahip Hasankeyf'in uzun süredir mücadele konusu olan akıbetine ilişkin son olumsuz karar, geçtiğimiz günlerde haberleştirildi: Kentin tarihi dokusundan koparılıp taşınması kararı, TBMM'den geçti. Kararla, Dicle Nehri üzerinde inşa edilen Ilısu Barajı ve HES Projesi göl alanında kalacak olan Batman’ın Hasankeyf ilçesi belirlenen alana taşınacak. Ayrıca, Hasankeyf ilçe merkezinin yeni yerleşim yerine nakline kadar geçecek süre içinde, ilçenin hukuki varlığını mevcut yerleşim yerinde sürdürmesi hüküm altına alınacak. CHP ve HDP'den milletvekilleri karara karşı çıksa da, güçlü bir tepki örgütlenmezse karar uygulanacak ve 12 bin yıllık Hasankeyf, sular altında kalacak. MEHMET BAYRAK