Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                

POTANSİYEL FAŞİST.pdf

Adorno'nun "Otoritaryen Kişilik Üstüne Niteliksel İdeoloji İncelemeleri" hakkında bir tanıtım metni. Radikal Kitap, 2011.

Azınlık Karşıtı Önyargı ve Faşist Birey1 Murat Erşen Modern ulus devlet modelini ve aydınlanma düşüncesini takip eden Batı’nın serüveni, geçen yüzyılda, tüm insanlık tarihinin en büyük travmalarından biriyle sarsıldı. Holocaust deneyimini bu kadar inanılmaz kılan şey, ilkel bir geçmişin karanlığında değil, tam da altın çağ olması beklenen bir zamanda ve en gelişmiş medeniyet olduğu düşünülen bir coğrafyanın tam ortasında çırılçıplak bir gerçeklik olarak vuku bulmasıydı. Auschwitz miladından sonra modern felsefi düşüncenin en başat meşgalelerinden biri bu vahşeti anlamaya çalışmak oldu. Yüz yüze gelinen bu fenomen Batı düşüncesinin kendi iç diyalektiğinin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu muydu yoksa bu felaketlerin müsebbibi “anlaşılmaz iblislerin ortalığı basması” mıydı? Bu konuda hem felsefe ve edebiyatta hem de sinemada pek çok başyapıt verildi. Arendt’in “Totalitarizmin Kaynakları”ndan Bauman’ın “Modernite ve Holocaust”una çok önemli felsefi girişimlerden son zamanlarda totalitaryen kişiyi doğrudan ideolojik örgütlenme içinde değil de gündelik hayatın sıradanlığında yansıtan Haneke’nin “Beyaz Bant”ı ve bizde Seren Yüce’nin “Çoğunluk”una vs. kadar, bu yöndeki tüm anlama çabaları hep potansiyel faşistin nüvesini ortaya çıkarmanın peşine düştüler. İşte bunlar arasında yer alan en önemli eserlerden biri, Nazi zulmünden kaçarak ABD’ye sığınan Frankfurt Toplumsal Araştırma Enstitüsü üyelerinin “Önyargı” üstüne yaptıkları geniş kapsamlı çalışmadır. Horkheimer’ın sözleriyle, incelemenin temel konusu toplumsal ayrımcılıktır, “ama bunun amacı yalnızca, zaten yeterince geniş olan bir enformasyon kümesine birkaç ampirik bulgu daha eklemek değildir. Çalışmanın merkezi 1 Erşen Murat. Radikal Kitap, “Potansiyel Faşist”, 25.02.2011 1 teması, görece yeni bir kavramdır. Otoritaryen insan tipi dediğimiz “antropolojik” türün ortaya çıkması.” Adorno ve arkadaşlarının etnosantrizmin ve otoritaryen kişiliğin bir ürünü olarak geliştirdikleri ırkçılık ve ayrımcılık kuramlarına yaptıkları bu katkıda, anketlerinin yanıt bulmaya çalıştığı sorular temelde şöyle formüle edilmişti: “Potansiyel faşist birey mevcutsa, nasıl biridir? Antidemokratik düşüncenin nitelikleri nelerdir? Bu birey nasıl ortaya çıkar ve gelişmesini belirleyen etkenler nelerdir?” Psikolojik ve sosyo-psikolojik açılardan tetkik ettikleri faşizmi ve ırkçılığı kişilik yapısı ile açıklamaya girişseler de, bunu basitçe bir hastalığa indirgemekten kaçınırlar. Asıl üzerinde durdukları husus, kendi grubuna olumlu, başka gruplara olumsuz önyargılarla bakan etnosantrik (etnik benmerkezci) kişilik yapısıdır. Hem toplumsal hem de siyasi mevcut durum göz önünde tutulduğunda bu çalışmanın bizim kültürel ve siyasi coğrafyamız açısından en önemli getirisi, belki de anket sorunlarını kendi iç sorunlarımız çerçevesinde cevaplamaya çalışmak olabilir. Zira Enstitü’nün yaptığı çalışma başlangıçta özgül olarak antisemitizm üstüne bir sorgulamayken, daha sonra daha genel ve kapsayıcı bir ufka yerleşir, yani “azınlık karşıtı önyargının daha geniş ideoloji ve karakter modellerini” incelemeye evrilir. Mesele benmerkezcilik ya da daha geniş bağlamda etnik benmerkezcilik olduğunda, kitaba bir parantez açıp belki de karşıt ya da tamamlayıcı denebilecek bir bakış açısına yerleşmek ve kitabı bu bağlamda okumak faydalı olabilir. Çünkü, bilindiği üzere, çağımızda otoriter ve totaliter düşünce akımlarının kaynağı olarak felsefi anlamda genelde başka olanı, farklı, yabancı olanı ötekileştirmek suretiyle dışlamaya ya da nesneleştirmek suretiyle bütünüyle soğurmaya, asimile etmeye yönelik bir “ben-merkezcilik” görülmüştür. Öyle ki kendisi de Nazi kıyımından ve bütünlük anlayışından ziyadesiyle mustarip olan Levinas’ın ilk felsefe olarak sunduğu (yüz) etiği, başkasının hep masum kurban, beninse sınırsızca suçlu ve 2 sorumlu olduğu bir abartı mantığına vararak hep kendi üstüne kapanan ontolojik çemberi kırma yönündeki en göze çarpar atılımların başında gelir. İşte bu konuma getirilen yakın tarihli eleştirilerden biri (bkz. J. Rogozinski, Le moi et la chair, giriş); sözü aldığında kendisi de “ben” diye konuşan Başka’nın da bir şiddeti olduğunun es geçildiğine vurgu yapar. Belki de sorun, bazen, başkaya karşı kayıtsız olmaktan ziyade yeterince kayıtsız olmamaktır. Başkanın figürleriyle ne kadar çok özdeşleşilirse, başkası giderek daha çok tehdit eden, benim kendimden daha çok ben olan bir rakip olarak görünecektir. Böylece yabancılaşmış ben Başka’ya karşı döner ve onu yadsımaya yönelir. Süreç nefrette ve öldürme arzusunda zirveye ulaşır. Öyleyse başkayı bir rakip olarak görmekten önce benin kendini bulması gerekir. Yalancı ve sahte bir egosantrizm yerine başkayla ilişkiyi sağlıklı bir zemine oturtacak şey, otantik bir varoluşa kavuşmaktır. Bu görüşü akılda tutarak, söz konusu kitapta sonuçları verilen ve bir bulgu olarak ortaya konan, belli temayüllere sahip ve antidemokratik propagandaya özellikle açık “potansiyel faşist”in tipolojik özelliklerine dikkatle eğilmek gerekecektir. Kültürel ve etnik bağımsızlık taleplerinin ülkemiz de dahil dünyanın dört bir yanında giderek daha yüksek sesle dile getirildiği bir konjonktürde, bizzat üretme zahmetine dahi katlanmadığımız önceden saptanmış, rasyonel olarak aklanmış ve genel kabul görmüş gibi gelen klişelerin tuzağına düşmeden, vicdanla ve açık bir zihinle etnosantrizmi, azınlık karşıtlığını ve önyargıyı, anti demokratik düşünce formlarını anlamak ve içimizdeki gizli faşistle yüzleşmek bakımından elimizde çok değerli, çarpıcı ve düşündürücü bir çalışma durmaktadır. 3