16. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Emânî mahlaslı bir şair tarafından yazılan Ziyâfetnâme isim... more 16. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Emânî mahlaslı bir şair tarafından yazılan Ziyâfetnâme isimli Türkçe eser, mesnevi nazım biçimiyle yazılmış olup 281 beyitten oluşmaktadır. Bahsi geçen dönemin kudretli devlet adamı Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın güçlü himayesi ile nişancılık görevine kadar yükselen Ferîdûn Ahmed Bey’in Ramazan ayı boyunca verdiği ziyafeti konu alan bu eser, Osmanlı edebiyat geleneğinde çok fazla örneği bulunmayan yeni bir tür özelliği arz ederken Osmanlı himaye geleneğinin yapısı hakkında konuşmak için de uygun bir zemin oluşturmaktadır. Yapılan araştırma neticesinde, gerek biyografik kaynaklar gerek mesnevi edebiyatı gerekse Osmanlı edebiyatı tarihine dair umumi çalışmalarda veya Ferîdûn Ahmed Bey’e dair literatürde bahsi geçmeyen dolayısıyla daha evvel müstakil bir çalışmaya konu olmadığı anlaşılan Ziyâfetnâme isimli mesnevi, bu çalışmanın konusunu oluşturmuştur. Makalede söz konusu mesnevinin çeviri yazı metni hazırlanıp diliçi çevirisi yanında verilmiştir. Buna ilaveten, klasik biyografik ve bibliyografik kaynaklar gibi birincil kaynaklar ile ikincil kaynaklardan hareketle eser yazar ilişkisi irdelenip metinde yazar olarak görünen Emânî’nin kim olabileceği ele alınmıştır. Bunun akabinde içerik analiz yöntemi ile mesnevinin tertibi ve içeriği ayrıntılı olarak betimlendikten sonra metin, himaye geleneği kapsamında içerik analizine tabi tutulup daha çok lafız, ses ve ahenk bakımından incelenmiştir.
Osmanlı kültür ve edebiyat geleneğinde etkisi oldukça derin ve yoğun olan metinlerden biri Bûsîrî... more Osmanlı kültür ve edebiyat geleneğinde etkisi oldukça derin ve yoğun olan metinlerden biri Bûsîrî’nin nazmettiği ve Kasîde-i Bürde diye meşhur olan kasidedir. Farklı biçim ve içerikte tezahür eden bu etkinin önemli bir görünüm biçimi de kasidenin Türkçe şerh ve tercümeleridir. Son yirmi yılda tedrici olarak artan bilimsel çalışmalar sayesinde, bu şerh ve tercümelerin literatürü büyük oranda ortaya çıkarılmış olsa da bu literatürü oluşturan metinlerin neşri konusundaki çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmada da Kasîde-i Bürde’ye yazılan manzum tercümelerden biri olarak 18. yüzyılda yaşadığı tespit edilen Koçhisârîzâde Süleymân Tâlib’in yaptığı manzum tercüme ele alınacaktır. Bu bağlamda öncelikle tercümenin yazımı/yazarına dair bir tashih yapılarak konuyla ilgili birkaç çalışmada tercümenin Sükûtî mahlaslı Mehmed b. Şeyh Mustafâ’ya aidiyetinin hatalı olduğu ortaya konmuştur. Akabinde, neredeyse sadece Zeyl-i Siyer-i Veysî isimli eseri ile ancak son bir iki yılda gündeme gelen Koçhisârîzâde Süleymân Tâlib’in biyografisi oluşturulmaya çalışılmıştır. Klasik biyografik kaynaklarda yer almadığı için onun biyografisi için temel olarak bu çalışma ile birlikte tespit edilen eserleri, oluşturduğu mecmuası ve sahip olduğu kitaplar ile bunlardaki kayıtlar kaynak alınmıştır. Yazarın tespit edilen eserlerine dair bilgiler verildikten sonra çalışmanın asıl konusu olan manzum Bürde tercümesi ayrıntılı olarak tanıtılıp üç nüshası üzerinden kurulan çeviri yazı metni sunulacaktır
JOURNAL OF TURKISH STUDIES/TÜRKLÜK BİLGİSİ ARAŞTIRMALARI ORHAN BİLGİN ARMAĞANI I, 2023
With a profound history, when the developmental trajectory of Turkish prose tradition in the real... more With a profound history, when the developmental trajectory of Turkish prose tradition in the realm of Anatolian classical Turkish literature is examined, it's discernible that many examples of this prose tradition are crafted with a literary purpose and ambition. In line with this aim, prose writers who utilized various methods provided by the science of rhetoric often integrated poetry within prose to fulfill their objectives. Although there have been studies regarding the purpose and role of the poetry integrated within prose, it has been observed that its implications in the context of translation have not been addressed. This study aims to examine the phenomenon of poetry in the aesthetic prose construction tradition of classical Turkish literature, both interlinguistically and intralinguistically, with a representative sample of texts chosen from various genres. Following a general discussion on the significance and function of poetry in the construction tradition, with reference to the perspectives of three classical authors, brief insights into the Ottoman translation approach, which underpins the understanding of translation discussed in the article, are provided. Subsequently, examples chosen from various genres are evaluated in terms of their rewriting function of poetry within prose in the context of interlingual and intralingual translation. In conclusion, the study endeavors to articulate the thesis that the aforementioned poetry embedded within prose represents a latent translation domain that should be considered in studies of the Ottoman translation tradition.
60. Doğum Yılı Münasebetiyle M. A. Yekta Saraç Armağanı, 2023
Mevcut çalışmalara göre ilk yazılı ürünleri XIII. yüzyılla tarihlenen Anadolu sahası Türk edebiya... more Mevcut çalışmalara göre ilk yazılı ürünleri XIII. yüzyılla tarihlenen Anadolu sahası Türk edebiyatında, farklı biçim ve türlerde Türkçe metinler oluşturulmuştur. Günümüze ulaşan bu literatürün ilk ürünlerinin büyük oranda tercüme olduğu görülürken zamanla İslam telif geleneğinin önemli bir yekûnunu oluşturan şerh ve benzeri türler de buna eklenmiştir. Mevcut çalışmalara göre şerh türündeki ilk yazılı Türkçe metinlerin XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren oluşmaya başlandığı görülmektedir. Her ne kadar kendilerine has özellikleri bulunsa da Türk edebiyatı için söz konusu edildiğinde, tercüme ve şerhin birbirine yakın özellikleri de bulunduğunu hatta yer yer bu iki telif türünün gerek teorik bağlamda -belki de söylemde demek gerekir- gerekse de uygulamada kapsam alanları kesişen ve birbirinin yerine kullanılan iki kavram olduğunu belirtmek mümkündür. Bunların şerh ve tercüme türü eserlerde sıklıkla aynı bağlam içerisinde yer almaları, ancak daha da önemlisi kimi örneklerde birbirlerinin yerine kullanılmaları, aynı anlam dairesinde yer alan iki kavram olduklarını göstermektedir. Yine Arapça veya Farsça eserlerin açıklanması ve yorumlanmasını konu alan şerh türü eserlerde, bir şekilde tercümenin de yer alması; bazı tercüme faaliyetlerinde ise şerh veya şerhe benzer uygulamaların bulunması yazınsal bir faaliyet olarak bu iki telif türünü birbirine yaklaştırmaktadır. Bu durum, genel olarak tercüme veya şerh geleneğine yönelik yapılacak bir çalışmada her iki kavram etrafında üretilen eserlerin bir bütün olarak ele alınmasını gerekli kılmaktadır. Bu çalışmada, söz konusu saptamayı somutlaştırmak ya da delillendirmek amacıyla Osmanlı telif geleneğinde gerek kavram gerekse de uygulama boyutunda tercüme ve şerhin birbiriyle yakın ilişkisi genel olarak izah edildikten sonra bu yakın ilişkinin şerh geleneğinin bir alt kolu olarak değerlendirilebilecek kaside şerhlerindeki görünümüne odaklanılacaktır. Çalışmanın birinci aşamasında “Anadolu Sahası Klasik Türk Edebiyatında Şerh ve Tercüme Geleneği” başlıklı doktora tezimizdeki tespitler bir anlamda burada yinelenecekken çalışmanın ikinci aşaması içinse İmâm-ı Bûsîrî’nin Kasîdetü’l-Bürde isimli Arapça kasidesine yapılan şerhler ve bu şerhlerin nüshalarında tercüme olgusunun tezahür biçimleri incelenecektir. Osmanlı telif geleneğine tekabül eden yazmaların, dünyanın farklı bölgelerine yayılmış olması sebebiyle yaptığımız araştırma ve inceleme asıl olarak Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi ’ndeki koleksiyonlar ile yazmalar.gov.tr adresli veritabanında erişimi mümkün olan yazma eserler üzerine bina edilmiştir. Bununla birlikte İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi, Atatürk Kitaplığı, Millet Yazma Eser Kütüphanesi gibi bazı yazma eser kütüphanelerindeki kaside şerhlerini ihtiva eden yazmalar da çalışmanın kapsamına dâhil edilmiştir
Osmanlı’daki doğaüstü yaratıklardan bahseden bir isim de yukarıda söz konusu edilen literatürde i... more Osmanlı’daki doğaüstü yaratıklardan bahseden bir isim de yukarıda söz konusu edilen literatürde ismine rastlayamadığımız Balıkesirli Râsih’tir (ö. 14 Rebiülevvel 1144/16 Eylül 1731). Fatih devri sadrazamlarından Zağanos Paşa’nın (ö. 868/1464) soyundan gelen Râsih Ahmed Bey, aristokrat bir ailede büyümüş bir şair ve nesir yazarıdır. Konuyla ilgili bilgilere yer veren eseri Bülgatü’l-Ahbâb ismini taşımakta olup yaklaşık olarak 1730 yılı civarında tamamlanmıştır. Osmanlı zurefâ/ekâbir (aristokrat) adabını konu alan metin, klasik bir adap ve görgü kitabından ziyade Osmanlı toplumu, halk dili ve kültürüne dair özgün veriler sunan ancak nedense pek dikkat çekmemiş bir eserdir. Râsih’in bu eserini önemli kılan özelliklerden biri de 17. yüzyılın ikinci yarısı ile 18. yüzyılın ilk yarısındaki Osmanlı toplumu ve sosyal hayatını oldukça canlı ve realist bir biçimde tasvir etmesidir. Müellif, eserinde yer verdiği herhangi bir konuda bizzat yaşadığı dönem üzerinden örnekler vermektedir.
Kendisini bir söz mucizesi olarak gören Kur’an’ın i’câz yönünü belirgin kılmak amacıyla tefsir il... more Kendisini bir söz mucizesi olarak gören Kur’an’ın i’câz yönünü belirgin kılmak amacıyla tefsir ilmi ile yakın bir ilişki içinde neşv ü nema bulan belagat ilmindeki birikim, İslam dinini benimseyen birçok millete mensup âlimler tarafından daha ziyade Arapça olarak oluşturulmuştur. Bununla birlikte 12. yüzyılla birlikte Farsça olarak da yazılan belagat bilgisi 15. yüzyıldan itibaren Türkçe ile de yazılmaya başlanmıştır. Bugüne kadar yapılan bilimsel araştırmalarla belagat sahasındaki birçok Türkçe eser tespit edilmiş olmakla birlikte bu sürecin tamamlanmış olduğunu söylemek güçtür; zira hâlâ diğer disiplinlerde olduğu gibi belagat ilminde de bazı Türkçe eserler tespit edilip gün yüzüne çıkarılmaktadır. Bu makalede de; 16. yüzyılda yaşamış olup şair, münşî ve mütercim kimlikleriyle öne çıkan Celâlzâde Sâlih Çelebi tarafından yazılan bir Türkçe belagat eseri ele alınacaktır. Kazvînî’nin (ö.739/1338) Telhîsü’l-Miftâh’ının üçüncü bölümü olan bedî kısmı ile Reşîdüddîn Vatvât’ın (ö. 577/1177) Hadâ’iku’s-Sihr fî Dekâ’iki’ş-Şi’r adlı eseri kaynak alınarak yazılan ya da bu iki eserin mezcedilmesi ile oluşturulan bu eser, şimdilik tespit edilen tek nüshasına göre üç bölüm ve bir hatime üzere teritp edilmiş olup Fenn-i Sâlis der-Sanâyi’i-i Şi’riyye şeklinde isimlendirilmiştir. Mana, lafız ve hatta dair toplam otuz üç adet edebi santın tanımlandığı bu eserin asıl önemli yönü ele alına her bir sanatın devrin padişahı Kanûnî Sultan Süleyman’ın övgüsünde yazılan ve tamamı Türkçe olan şiirlerle örneklendirilmiş olmasıdır. Makelde daha evvel bir çalışmaya konu olmadığı tespit edilen bu eser öncelikle muhteva ve yöntem açısından incelenecek akabinde 16. üzyılın sonuna kadar yazılan Türkçe belagat eserleri ile mukayese edilerek Türkçe belagat literatürüne yaptığı katkı üzerinde durulmaya çalışılacaktır
Böyle bir arayış içerisinde iken Yunus Emre’nin neşredilen şiirlerinde aruz ile yazıldığı düşünül... more Böyle bir arayış içerisinde iken Yunus Emre’nin neşredilen şiirlerinde aruz ile yazıldığı düşünülen şiirlerinin, aşağıdaki sorular çerçevesinde bir mesele haline getirilmesi gerektiğini düşündük: 1. Yunus, şiirlerinde sadece hece ya da sadece aruz veznini mi kullandı? 2. Yunus, şiirlerinde hem hece hem de aruz veznini mi kullandı? a. Böyle ise onun hangi şiirleri aruz hangileri hece ile yazılmıştır? b. Mevcut neşirlerde bu noktada yapılan saptamalar doğru mudur? 3. Yunus aruz ölçüsünü kullanırken zorluk yaşıyor muydu? Eğer yaşıyorsa bu zorlukları aşmak için ne tür tasarruflara başvuruyordu? Araştırma ve incelememizi bu sorular etrafında gerçekleştirmeye çalıştık ise de esas olarak Mustafa Tatcı neşri üzerinden “Yunus’un aruz ile yazıldığı tespit edilen şiirleri gerçekten aruz ile mi yazıldı?” sorusuna cevap aramaya çalışacağız. Bu noktada; yukarıda sıralanan sorulardan üçüncüsüne geniş kapsamlı bir cevap vermeyi bu araştırmanın esas meselesi haline getirmediğimizi belirtmek istiyoruz. Zira yukarıdaki soru cümlesi ile değindiğimiz araştırma varsayımımıza göre, en azından Fatih nüshası ve bu nüshadan çoğaltılan nüsha gruplarına göre, Risâletü’n-Nushiyye aruz ile yazılmış, yapılan neşirleri esas almak koşulu ile Divan’daki diğer şiirlerin kahir ekseriyeti aruz ile değil de hece ile yazılmıştır. Bundan dolayı, Divan’daki tüm şiirlerden ziyade, belirlediğimiz araştırma varsayımımıza (hipotezimize) uygun olarak Yunus’un aruzu nasıl tatbik ettiğini gösterecek veriler sağlamak gayesiyle Risâletü’n- Nushiyye üzerinden ayrıntılı bir aruz incelemesi yapacağız. Bu amaç doğrultusunda; çalışmamızda öncelikle Yunus Emre’nin şiirlerinde kullandığı nazım ölçüsüne dair şu ana kadar verilen bilgi ve yapılan değerlendirmeleri özetlemeye çalışacağız. Sonrasında aruzla yazıldığı konusunda ittifak edilen Risâletü’n-Nushiyye isimli eseri üzerine yaptığımız aruz incelemesinin sonuçlarını ortaya koymaya çalışacağız. Akabinde Yunus Emre ile çağdaş birkaç şairin de aruz kullanımlarına dair yaptığımız incelemeyi sunup bunu Risâletü’n- Nushiyye üzerinde yaptığımız inceleme ile karşılaştıracağız. Bunun neticesinde bir şiirin aruz ya da hece ölçüsü ile yazılıp yazılmadığını belirleyecek bir ölçüt aramaya çalışacağız. Bu ölçüt ve çalışmamızda üzerinde durulacak teyit edici diğer deliller ışığında, Mustafa Tatcı neşri üzerinden Yunus’un şiirlerinde kullandığı nazım ölçüsüne dair yapılan tespitleri değerlendirmeye gayret edeceğiz.
Teoriden Pratiğe Türk Edebiyatında Diliçi Çeviri, 2022
Bu bölümün üçüncü yazısını Sadık Yazar’ın “Osmanlı Telif Geleneğinde Diliçi Çevirinin Sınırları” ... more Bu bölümün üçüncü yazısını Sadık Yazar’ın “Osmanlı Telif Geleneğinde Diliçi Çevirinin Sınırları” başlıklı yazısı oluşturmaktadır. Bu çalışma telif türleri bakımından hayli zengin olan Osmanlı telif geleneğinde, diliçi çeviri ile ilişkilendirilebilecek metin türlerini birkaç temsilci örnek üzerinden tanıtarak Osmanlı edebiyat geleneğindeki diliçi çevirinin sınırlarını belirleme yolunda bir giriş yapmayı amaçlamaktadır. Yazar, büyük oranda yazma kültürüne dayanan Osmanlı telif geleneğinde üretilen bu türden metinleri tespit etmenin zorluğundan bahsettikten sonra Osmanlı telif geleneğinin kendine özgü kavramlarını göz ardı etmeden bu telif geleneğindeki kimi metin ve türlerin çeviribilimin görece yeni olan diliçi çeviri türünün kapsamında da incelenebileceğini ileri sürmektedir. Bu girişten sonra Yazar, on seneyi aşkın bir süreye dayanan tarama ve araştırmaları neticesinde Osmanlı telif geleneğinde diliçi çeviri ile doğrudan ya da dolaylı olarak ilintilendirilebilecek zengin ve çeşitlilik arz eden bir malzeme ile karşılaştığını ifade ederken bunları çalışmasında yazılış amaçlarını ölçüt alarak tasnif etmeye çalışmaktadır. Derlediği malzemeyi öncelikle “Müstakil/Doğrudan Diliçi Faaliyetleri” ve “Dolaylı Diliçi Çeviri Faaliyetleri” olarak ikiye ayırmakta, her bir başlığı da farklı alt başlıklara ayırmaktadır. Bu anlamda “Müstakil/Doğrudan Diliçi Faaliyetleri” başlığı altında önce lehçeler arası diliçi çeviri etkinlikleri, sonrasında ise aynı lehçenin farklı dönemleri arasında gerçekleşen diliçi çeviri etkinliklerine odaklanan Yazar; nazma aktarma, nesre aktarma, dil ya da üslup amaçlı güncelleme, ıslâh, telhîs ve ihtisâr gibi türler üzerinde durmakta, bazı temsilci metinler üzerinden bunların diliçi çeviri ile olan ilişkisine değinmektedir. Dolaylı Diliçi Çeviri Etkinlikleri başlığı altında da kaynak metni Türkçe olan Türkçe şerhler, inşa (estetik nesir) geleneği ve istinsah sürecindeki dönüşümleri yine diliçi bağlamında okumaya çalışmaktadır.
Bu çalışmada, “kenar”ın “kenar”ında kalan bir metin, Hasîbî mahlaslı Rüstem Paşa-zâde Hüseyin Efe... more Bu çalışmada, “kenar”ın “kenar”ında kalan bir metin, Hasîbî mahlaslı Rüstem Paşa-zâde Hüseyin Efendi’nin manzum mektubu araştırma konusu edilecektir. Bu amaçla, çalışmamızın başında manzum mektup geleneğine kısaca değinip bir tür literatür taraması yapılacaktır. Büyük oranda klasik biyografik kaynaklara müracaatla mektubun yazarı hakkında bilgi verildikten sonra mektubun yer aldığı mecmua tavsif edilecektir. Akabinde mektubun çeviriyazı metni, diliçi çevirisiyle birlikte verilecek, metinde geçen her bir isim dipnotlarda notlandırılmaya çalışılacaktır. Sonrasında, ne zaman yazıldığına dair bir tahlil ile mektubun içerik ve üslup açısından incelenmesi yapılacak diğer türlerle olan ilişkisi üzerinde kısaca durulacaktır.
Ebu’l-Isme Mustafa Isâmeddin Efendi, XVIII. yuzyilin sârih ve mutercim kimligi ile bircok eser ve... more Ebu’l-Isme Mustafa Isâmeddin Efendi, XVIII. yuzyilin sârih ve mutercim kimligi ile bircok eser veren bir Turk âlimidir. Gerek biyografik kaynaklarda gerekse de kendi eserlerinin girisinde bulunan bilgilerden hareketle, yazarin asil adinin Mustafa, lakabinin ise Isâmeddin oldugunu anlamaktayiz. Huseyni nisbesini de kullanan yazar ilmiye sinifina mensup olup muderrislik gorevinde bulunmustur. Eserlerinde kendisini Naksibendi olarak andigina gore, Mehmed Tâhir’in bildirdigi gibi Naksibendi tarikatina mensuptur. Mehmed Tâhir’in verdigi bilgiye gore Mustafa Isâmeddin Uskudarli olup burada vefat etmistir. Mehmed Sureyya ve Mehmed Es’ad’in verdikleri bilgilerden ve kendi eserlerinin bazilarindan, onun muderrislik gorevi dolayisiyla Istanbul disinda, Edirne’de de, bulundugunu anlamaktayiz. Bu makalede onun serhleri ve serhlerinde uyguladigi yontem uzerinde durulacaktir. Bu maksatla oncelikle, biyografik kaynaklardan hareketle onun hayati ve eserleri hakkinda bilgi verilecektir. Ardindan da ...
Islâm âleminin yetistirdigi en onemli âlim, dusunur ve mutasavviflardan biri olan Gazzâli; bircok... more Islâm âleminin yetistirdigi en onemli âlim, dusunur ve mutasavviflardan biri olan Gazzâli; bircok eser yazmis velud bir muelliftir. Olumunden sonra onde gelen bircok eseri, Arapca (Farsca yazdiklari), Farsca (Arapca yazdiklari) ve Turkce gibi Dogu dilleri ile Latince, Ingilizce, Fransizca gibi bircok Bati dillerine tercume edilmistir. Onun eserlerinin Bati Turkcesine tercume seruveni ise XV. yuzyildan itibaren baslamistir. Bu makalede; Bati Turkcesinin ilk verimlerini verdigi XIII. yuzyilin sonundan XIX. yuzyilin baslarinda kadarki surecte Gazzâli’nin eserlerine yapilan Turkce tercumeler tanitilmaya calisilacaktir
Yüz yılı aşkın bir süreden beri devam eden Osmanlı kültür tarihi araştırmaları dahilinde, bu döne... more Yüz yılı aşkın bir süreden beri devam eden Osmanlı kültür tarihi araştırmaları dahilinde, bu dönemde Türkçe ile üretilmiş birçok eser ve müellifi, muhtelif çalışmalara konu olmuştur. Son kırk yılda önemli bir ivme kazanan bu araştırmalar sayesinde, her geçen gün Osmanlı medeniyetinin farklı yönlerine dair “bilinmeyen”ler ortaya saçılırken bazı ilim sahalarında herhangi bir tarama ve araştırmaya dayandırılması bile düşünülmeyen “yok”lamalar da yerini yavaş yavaş daha ihtiyatlı saptamalara bırakmıştır. Bununla birlikte; Osmanlı kültür mirasına yönelik araştırmalarda istenen düzeyde olunduğunu söylemek güçtür. Kimilerince şaşırtıcı olarak görülebilirse de Osmanlı telif geleneğinde yeterli ilgili görmeyen alanlardan biri de Türkçe dini literatürdür. Özellikle İlahiyat sahasındaki araştırmalarda daha ziyade Arapça eserlere rağbet gösterilmesi Türkçe üretilmiş, ilmî ya da populer dini metinlerin uzun süre göz ardı edilmesine sebep olmuştur. Bundan dolayıdır ki Osmanlı döneminde dinî ilimlerdeki birikimin Türkçeleştirilmesine yönelik çok fazla bilgiye sahip olunduğu söylenemez. Bu çalışmada böyle bir ilgisizliğin kurbanı olan bir müellifin, XVI. yüzyılın ikinci yarısı ile XVII. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Bolayırlı Uşşâkî şeyhi Şeyh Sinân’ın Almanya’da bulunan külliyatı merkeze alınarak eserleri tanıtılmaya çalışılacaktır. Dini ilimlerin farklı sahalarında kaleme alınan bu eserlerin tanıtımı ve müellifin, bazı eserlerinde Türkçe yazma şuuruna dair görüşleri aktarılarak bu yönde bir farkındalık oluşturulmaya gayret edilecektir.
Öz Anadolu sahası klasik Türk edebiyatı, edebi türler bakımından hayli zengin bir edebiyat gelene... more Öz Anadolu sahası klasik Türk edebiyatı, edebi türler bakımından hayli zengin bir edebiyat geleneğidir. XV. yüzyıldan itibaren tedrici olarak örnekleri artarak zamanla hayli rağbet gören manzum sözlükler (tuhfe) de bu türlerden arasında yer alır. Günümüze iki dilli ve üç dilli olmak üzere onlarca örneği gelmiş bu manzum sözlükler arasında Tuhfe-i Şâhidî'nin ayrı bir yeri vardır. Yazıldığı dönemden başlamak üzere manzum sözlük türünde yazılan birçok esere modellik eden bu eser; Muhammediye, Vesîletü'n-Necât, Birgivî'nin Vasiyyetnâme'si gibi yazma eser kütüphanelerinde en fazla nüshası bulunan eserlerdendir. Şerhler başta olmak üzere farklı türdeki telif türlerine kaynaklık eden Tuhfe-i Şâhidî, diğer manzum sözlüklerde olduğu gibi, aruz öğretiminde öncü ve kritik bir işlev görmektedir. Bu doğrultuda eldeki makalenin konusunu, Tuhfe-i Şâhidî'nin aruz öğretimine dair işleviyle ilgili olarak üretilmiş ve Tuhfe-i Şâhidî'nin Osmanlı edebiyat geleneğindeki baskın etkisini alışılmadık bir yolla örneklendiren Hibetü'l-Vehhâb adlı Türkçe bir eser oluşturmuştur. XVIII. yüzyılda yaşadığı tespit edildiği halde hayatı hakkında fazla bilgi tespit edilemeyen Hatîb mahlaslı bir şair tarafından yazılan bu eser, Tuhfe-i Şâhidî'deki 28 vezni örneklendirmek amacıyla yazılan 28 adet gazeli ihtiva etmektedir. Çalışmanın başında Tuhfe-i Şâhidî'nin etkisinden genel olarak bahsedildikten sonra eser ve yazarı hakkında bilgi verilmiştir. Sonrasında eserde yer alan gazeller aruz bilgisi açısından bir incelemeye tabi tutulmuştur. Çalışmanın sonunda bahsi geçen eserin çeviri yazı metni ile diliçi çevirisine yer verilmiştir. Anahtar kelimeler: Tuhfe-i Şâhidî, Hatîb, Hibetü'l-Vehhâb, manzum sözlük geleneği, XVIII. yüzyıl klasik Türk edebiyatı. Abstract The classical Turkish literature (Ottoman Literature) is a rich literary tradition in terms of literary genres. The versified dictionaries, whose examples gradually increased since the 15th century and became highly popular over time, are among these genres. Tuhfe-i Şâhidî has an exclusive place among these versified dictionaries, of which dozens of examples have survived the present day, including bilingual and trilingual. This work, which has been imitated by many writers of versified dictionaries since the period it was written; is one of the few works that have the most copies in manuscript libraries such as
KANÛNÎ SULTAN SÜLEYMAN VE DÖNEMİ Yeni Kaynaklar, Yeni Yaklaşımlar, 2020
Çalışmamızda, Osmanlı inşâ geleneğinde kendisini çok iddialı bir konumda gördüğü halde üzerinde y... more Çalışmamızda, Osmanlı inşâ geleneğinde kendisini çok iddialı bir konumda gördüğü halde üzerinde yeterli sayıda araştırma yapılmayan Okçuzâde Mehmed Şâhî’nin, on altıncı yüzyılın nâmdâr nişancısı ve (bu görevi dolayısıyla da ister istemez) münşîsi olarak konumlandırılan Celâlzâde Mustafa Çelebi’nin inşâsına (Selîmnâme isimli eseri özelinde) yönelttiği tenkitleri ele alan “Risâletü’ş-şâhî fî tezyîf-i selîmnâme” adlı risâlesi tanıtılıp Osmanlı tenkit geleneği içerisindeki yeri üzerinde kısaca durulmuştur. Daha evvel herhangi bir çalışmaya konu edilmediği tespit edilen bu risâlenin -yapılan araştırma ve taramalara göre- bir kısmı eksik olan tek nüshası tespit edilmiştir. Okçuzâde’nin bu risâlede “hasîse” adı verilen yedi maddede, Selîmnâme isimli eserin inşâ geleneği açısından yetersizliğini yer yer tahkir edici bir dil ve üslup ile ancak aynı zamanda oldukça bilimsel bir usul dairesinde dile getirmeye çalıştığı görülmüştür. Bu çalışma, bazı araştırmacıların da açıkça dile getirdiği gibi, İslamî yazmaların kataloglanma sürecinin tamamlanmamış olması dolayısıyla, genel olarak İslam medeniyeti özel olarak da Osmanlı kültür tarihine dair getirilen “yok” sonuçlu tezlerin genellikle önemli noksanlıklarla malul olduğu sonucunu bir kez daha teyit etmektedir. Öte taraftan Osmanlı tenkit geleneğinin dar bir zaviyeden ve modern türler bağlamında bilimsel çalışmalara konu olmasının Osmanlı yazın geleneğindeki bazı metinleri ötelediği olgusu varılan bir diğer sonuçtur.
16. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Emânî mahlaslı bir şair tarafından yazılan Ziyâfetnâme isim... more 16. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Emânî mahlaslı bir şair tarafından yazılan Ziyâfetnâme isimli Türkçe eser, mesnevi nazım biçimiyle yazılmış olup 281 beyitten oluşmaktadır. Bahsi geçen dönemin kudretli devlet adamı Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın güçlü himayesi ile nişancılık görevine kadar yükselen Ferîdûn Ahmed Bey’in Ramazan ayı boyunca verdiği ziyafeti konu alan bu eser, Osmanlı edebiyat geleneğinde çok fazla örneği bulunmayan yeni bir tür özelliği arz ederken Osmanlı himaye geleneğinin yapısı hakkında konuşmak için de uygun bir zemin oluşturmaktadır. Yapılan araştırma neticesinde, gerek biyografik kaynaklar gerek mesnevi edebiyatı gerekse Osmanlı edebiyatı tarihine dair umumi çalışmalarda veya Ferîdûn Ahmed Bey’e dair literatürde bahsi geçmeyen dolayısıyla daha evvel müstakil bir çalışmaya konu olmadığı anlaşılan Ziyâfetnâme isimli mesnevi, bu çalışmanın konusunu oluşturmuştur. Makalede söz konusu mesnevinin çeviri yazı metni hazırlanıp diliçi çevirisi yanında verilmiştir. Buna ilaveten, klasik biyografik ve bibliyografik kaynaklar gibi birincil kaynaklar ile ikincil kaynaklardan hareketle eser yazar ilişkisi irdelenip metinde yazar olarak görünen Emânî’nin kim olabileceği ele alınmıştır. Bunun akabinde içerik analiz yöntemi ile mesnevinin tertibi ve içeriği ayrıntılı olarak betimlendikten sonra metin, himaye geleneği kapsamında içerik analizine tabi tutulup daha çok lafız, ses ve ahenk bakımından incelenmiştir.
Osmanlı kültür ve edebiyat geleneğinde etkisi oldukça derin ve yoğun olan metinlerden biri Bûsîrî... more Osmanlı kültür ve edebiyat geleneğinde etkisi oldukça derin ve yoğun olan metinlerden biri Bûsîrî’nin nazmettiği ve Kasîde-i Bürde diye meşhur olan kasidedir. Farklı biçim ve içerikte tezahür eden bu etkinin önemli bir görünüm biçimi de kasidenin Türkçe şerh ve tercümeleridir. Son yirmi yılda tedrici olarak artan bilimsel çalışmalar sayesinde, bu şerh ve tercümelerin literatürü büyük oranda ortaya çıkarılmış olsa da bu literatürü oluşturan metinlerin neşri konusundaki çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmada da Kasîde-i Bürde’ye yazılan manzum tercümelerden biri olarak 18. yüzyılda yaşadığı tespit edilen Koçhisârîzâde Süleymân Tâlib’in yaptığı manzum tercüme ele alınacaktır. Bu bağlamda öncelikle tercümenin yazımı/yazarına dair bir tashih yapılarak konuyla ilgili birkaç çalışmada tercümenin Sükûtî mahlaslı Mehmed b. Şeyh Mustafâ’ya aidiyetinin hatalı olduğu ortaya konmuştur. Akabinde, neredeyse sadece Zeyl-i Siyer-i Veysî isimli eseri ile ancak son bir iki yılda gündeme gelen Koçhisârîzâde Süleymân Tâlib’in biyografisi oluşturulmaya çalışılmıştır. Klasik biyografik kaynaklarda yer almadığı için onun biyografisi için temel olarak bu çalışma ile birlikte tespit edilen eserleri, oluşturduğu mecmuası ve sahip olduğu kitaplar ile bunlardaki kayıtlar kaynak alınmıştır. Yazarın tespit edilen eserlerine dair bilgiler verildikten sonra çalışmanın asıl konusu olan manzum Bürde tercümesi ayrıntılı olarak tanıtılıp üç nüshası üzerinden kurulan çeviri yazı metni sunulacaktır
JOURNAL OF TURKISH STUDIES/TÜRKLÜK BİLGİSİ ARAŞTIRMALARI ORHAN BİLGİN ARMAĞANI I, 2023
With a profound history, when the developmental trajectory of Turkish prose tradition in the real... more With a profound history, when the developmental trajectory of Turkish prose tradition in the realm of Anatolian classical Turkish literature is examined, it's discernible that many examples of this prose tradition are crafted with a literary purpose and ambition. In line with this aim, prose writers who utilized various methods provided by the science of rhetoric often integrated poetry within prose to fulfill their objectives. Although there have been studies regarding the purpose and role of the poetry integrated within prose, it has been observed that its implications in the context of translation have not been addressed. This study aims to examine the phenomenon of poetry in the aesthetic prose construction tradition of classical Turkish literature, both interlinguistically and intralinguistically, with a representative sample of texts chosen from various genres. Following a general discussion on the significance and function of poetry in the construction tradition, with reference to the perspectives of three classical authors, brief insights into the Ottoman translation approach, which underpins the understanding of translation discussed in the article, are provided. Subsequently, examples chosen from various genres are evaluated in terms of their rewriting function of poetry within prose in the context of interlingual and intralingual translation. In conclusion, the study endeavors to articulate the thesis that the aforementioned poetry embedded within prose represents a latent translation domain that should be considered in studies of the Ottoman translation tradition.
60. Doğum Yılı Münasebetiyle M. A. Yekta Saraç Armağanı, 2023
Mevcut çalışmalara göre ilk yazılı ürünleri XIII. yüzyılla tarihlenen Anadolu sahası Türk edebiya... more Mevcut çalışmalara göre ilk yazılı ürünleri XIII. yüzyılla tarihlenen Anadolu sahası Türk edebiyatında, farklı biçim ve türlerde Türkçe metinler oluşturulmuştur. Günümüze ulaşan bu literatürün ilk ürünlerinin büyük oranda tercüme olduğu görülürken zamanla İslam telif geleneğinin önemli bir yekûnunu oluşturan şerh ve benzeri türler de buna eklenmiştir. Mevcut çalışmalara göre şerh türündeki ilk yazılı Türkçe metinlerin XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren oluşmaya başlandığı görülmektedir. Her ne kadar kendilerine has özellikleri bulunsa da Türk edebiyatı için söz konusu edildiğinde, tercüme ve şerhin birbirine yakın özellikleri de bulunduğunu hatta yer yer bu iki telif türünün gerek teorik bağlamda -belki de söylemde demek gerekir- gerekse de uygulamada kapsam alanları kesişen ve birbirinin yerine kullanılan iki kavram olduğunu belirtmek mümkündür. Bunların şerh ve tercüme türü eserlerde sıklıkla aynı bağlam içerisinde yer almaları, ancak daha da önemlisi kimi örneklerde birbirlerinin yerine kullanılmaları, aynı anlam dairesinde yer alan iki kavram olduklarını göstermektedir. Yine Arapça veya Farsça eserlerin açıklanması ve yorumlanmasını konu alan şerh türü eserlerde, bir şekilde tercümenin de yer alması; bazı tercüme faaliyetlerinde ise şerh veya şerhe benzer uygulamaların bulunması yazınsal bir faaliyet olarak bu iki telif türünü birbirine yaklaştırmaktadır. Bu durum, genel olarak tercüme veya şerh geleneğine yönelik yapılacak bir çalışmada her iki kavram etrafında üretilen eserlerin bir bütün olarak ele alınmasını gerekli kılmaktadır. Bu çalışmada, söz konusu saptamayı somutlaştırmak ya da delillendirmek amacıyla Osmanlı telif geleneğinde gerek kavram gerekse de uygulama boyutunda tercüme ve şerhin birbiriyle yakın ilişkisi genel olarak izah edildikten sonra bu yakın ilişkinin şerh geleneğinin bir alt kolu olarak değerlendirilebilecek kaside şerhlerindeki görünümüne odaklanılacaktır. Çalışmanın birinci aşamasında “Anadolu Sahası Klasik Türk Edebiyatında Şerh ve Tercüme Geleneği” başlıklı doktora tezimizdeki tespitler bir anlamda burada yinelenecekken çalışmanın ikinci aşaması içinse İmâm-ı Bûsîrî’nin Kasîdetü’l-Bürde isimli Arapça kasidesine yapılan şerhler ve bu şerhlerin nüshalarında tercüme olgusunun tezahür biçimleri incelenecektir. Osmanlı telif geleneğine tekabül eden yazmaların, dünyanın farklı bölgelerine yayılmış olması sebebiyle yaptığımız araştırma ve inceleme asıl olarak Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi ’ndeki koleksiyonlar ile yazmalar.gov.tr adresli veritabanında erişimi mümkün olan yazma eserler üzerine bina edilmiştir. Bununla birlikte İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi, Atatürk Kitaplığı, Millet Yazma Eser Kütüphanesi gibi bazı yazma eser kütüphanelerindeki kaside şerhlerini ihtiva eden yazmalar da çalışmanın kapsamına dâhil edilmiştir
Osmanlı’daki doğaüstü yaratıklardan bahseden bir isim de yukarıda söz konusu edilen literatürde i... more Osmanlı’daki doğaüstü yaratıklardan bahseden bir isim de yukarıda söz konusu edilen literatürde ismine rastlayamadığımız Balıkesirli Râsih’tir (ö. 14 Rebiülevvel 1144/16 Eylül 1731). Fatih devri sadrazamlarından Zağanos Paşa’nın (ö. 868/1464) soyundan gelen Râsih Ahmed Bey, aristokrat bir ailede büyümüş bir şair ve nesir yazarıdır. Konuyla ilgili bilgilere yer veren eseri Bülgatü’l-Ahbâb ismini taşımakta olup yaklaşık olarak 1730 yılı civarında tamamlanmıştır. Osmanlı zurefâ/ekâbir (aristokrat) adabını konu alan metin, klasik bir adap ve görgü kitabından ziyade Osmanlı toplumu, halk dili ve kültürüne dair özgün veriler sunan ancak nedense pek dikkat çekmemiş bir eserdir. Râsih’in bu eserini önemli kılan özelliklerden biri de 17. yüzyılın ikinci yarısı ile 18. yüzyılın ilk yarısındaki Osmanlı toplumu ve sosyal hayatını oldukça canlı ve realist bir biçimde tasvir etmesidir. Müellif, eserinde yer verdiği herhangi bir konuda bizzat yaşadığı dönem üzerinden örnekler vermektedir.
Kendisini bir söz mucizesi olarak gören Kur’an’ın i’câz yönünü belirgin kılmak amacıyla tefsir il... more Kendisini bir söz mucizesi olarak gören Kur’an’ın i’câz yönünü belirgin kılmak amacıyla tefsir ilmi ile yakın bir ilişki içinde neşv ü nema bulan belagat ilmindeki birikim, İslam dinini benimseyen birçok millete mensup âlimler tarafından daha ziyade Arapça olarak oluşturulmuştur. Bununla birlikte 12. yüzyılla birlikte Farsça olarak da yazılan belagat bilgisi 15. yüzyıldan itibaren Türkçe ile de yazılmaya başlanmıştır. Bugüne kadar yapılan bilimsel araştırmalarla belagat sahasındaki birçok Türkçe eser tespit edilmiş olmakla birlikte bu sürecin tamamlanmış olduğunu söylemek güçtür; zira hâlâ diğer disiplinlerde olduğu gibi belagat ilminde de bazı Türkçe eserler tespit edilip gün yüzüne çıkarılmaktadır. Bu makalede de; 16. yüzyılda yaşamış olup şair, münşî ve mütercim kimlikleriyle öne çıkan Celâlzâde Sâlih Çelebi tarafından yazılan bir Türkçe belagat eseri ele alınacaktır. Kazvînî’nin (ö.739/1338) Telhîsü’l-Miftâh’ının üçüncü bölümü olan bedî kısmı ile Reşîdüddîn Vatvât’ın (ö. 577/1177) Hadâ’iku’s-Sihr fî Dekâ’iki’ş-Şi’r adlı eseri kaynak alınarak yazılan ya da bu iki eserin mezcedilmesi ile oluşturulan bu eser, şimdilik tespit edilen tek nüshasına göre üç bölüm ve bir hatime üzere teritp edilmiş olup Fenn-i Sâlis der-Sanâyi’i-i Şi’riyye şeklinde isimlendirilmiştir. Mana, lafız ve hatta dair toplam otuz üç adet edebi santın tanımlandığı bu eserin asıl önemli yönü ele alına her bir sanatın devrin padişahı Kanûnî Sultan Süleyman’ın övgüsünde yazılan ve tamamı Türkçe olan şiirlerle örneklendirilmiş olmasıdır. Makelde daha evvel bir çalışmaya konu olmadığı tespit edilen bu eser öncelikle muhteva ve yöntem açısından incelenecek akabinde 16. üzyılın sonuna kadar yazılan Türkçe belagat eserleri ile mukayese edilerek Türkçe belagat literatürüne yaptığı katkı üzerinde durulmaya çalışılacaktır
Böyle bir arayış içerisinde iken Yunus Emre’nin neşredilen şiirlerinde aruz ile yazıldığı düşünül... more Böyle bir arayış içerisinde iken Yunus Emre’nin neşredilen şiirlerinde aruz ile yazıldığı düşünülen şiirlerinin, aşağıdaki sorular çerçevesinde bir mesele haline getirilmesi gerektiğini düşündük: 1. Yunus, şiirlerinde sadece hece ya da sadece aruz veznini mi kullandı? 2. Yunus, şiirlerinde hem hece hem de aruz veznini mi kullandı? a. Böyle ise onun hangi şiirleri aruz hangileri hece ile yazılmıştır? b. Mevcut neşirlerde bu noktada yapılan saptamalar doğru mudur? 3. Yunus aruz ölçüsünü kullanırken zorluk yaşıyor muydu? Eğer yaşıyorsa bu zorlukları aşmak için ne tür tasarruflara başvuruyordu? Araştırma ve incelememizi bu sorular etrafında gerçekleştirmeye çalıştık ise de esas olarak Mustafa Tatcı neşri üzerinden “Yunus’un aruz ile yazıldığı tespit edilen şiirleri gerçekten aruz ile mi yazıldı?” sorusuna cevap aramaya çalışacağız. Bu noktada; yukarıda sıralanan sorulardan üçüncüsüne geniş kapsamlı bir cevap vermeyi bu araştırmanın esas meselesi haline getirmediğimizi belirtmek istiyoruz. Zira yukarıdaki soru cümlesi ile değindiğimiz araştırma varsayımımıza göre, en azından Fatih nüshası ve bu nüshadan çoğaltılan nüsha gruplarına göre, Risâletü’n-Nushiyye aruz ile yazılmış, yapılan neşirleri esas almak koşulu ile Divan’daki diğer şiirlerin kahir ekseriyeti aruz ile değil de hece ile yazılmıştır. Bundan dolayı, Divan’daki tüm şiirlerden ziyade, belirlediğimiz araştırma varsayımımıza (hipotezimize) uygun olarak Yunus’un aruzu nasıl tatbik ettiğini gösterecek veriler sağlamak gayesiyle Risâletü’n- Nushiyye üzerinden ayrıntılı bir aruz incelemesi yapacağız. Bu amaç doğrultusunda; çalışmamızda öncelikle Yunus Emre’nin şiirlerinde kullandığı nazım ölçüsüne dair şu ana kadar verilen bilgi ve yapılan değerlendirmeleri özetlemeye çalışacağız. Sonrasında aruzla yazıldığı konusunda ittifak edilen Risâletü’n-Nushiyye isimli eseri üzerine yaptığımız aruz incelemesinin sonuçlarını ortaya koymaya çalışacağız. Akabinde Yunus Emre ile çağdaş birkaç şairin de aruz kullanımlarına dair yaptığımız incelemeyi sunup bunu Risâletü’n- Nushiyye üzerinde yaptığımız inceleme ile karşılaştıracağız. Bunun neticesinde bir şiirin aruz ya da hece ölçüsü ile yazılıp yazılmadığını belirleyecek bir ölçüt aramaya çalışacağız. Bu ölçüt ve çalışmamızda üzerinde durulacak teyit edici diğer deliller ışığında, Mustafa Tatcı neşri üzerinden Yunus’un şiirlerinde kullandığı nazım ölçüsüne dair yapılan tespitleri değerlendirmeye gayret edeceğiz.
Teoriden Pratiğe Türk Edebiyatında Diliçi Çeviri, 2022
Bu bölümün üçüncü yazısını Sadık Yazar’ın “Osmanlı Telif Geleneğinde Diliçi Çevirinin Sınırları” ... more Bu bölümün üçüncü yazısını Sadık Yazar’ın “Osmanlı Telif Geleneğinde Diliçi Çevirinin Sınırları” başlıklı yazısı oluşturmaktadır. Bu çalışma telif türleri bakımından hayli zengin olan Osmanlı telif geleneğinde, diliçi çeviri ile ilişkilendirilebilecek metin türlerini birkaç temsilci örnek üzerinden tanıtarak Osmanlı edebiyat geleneğindeki diliçi çevirinin sınırlarını belirleme yolunda bir giriş yapmayı amaçlamaktadır. Yazar, büyük oranda yazma kültürüne dayanan Osmanlı telif geleneğinde üretilen bu türden metinleri tespit etmenin zorluğundan bahsettikten sonra Osmanlı telif geleneğinin kendine özgü kavramlarını göz ardı etmeden bu telif geleneğindeki kimi metin ve türlerin çeviribilimin görece yeni olan diliçi çeviri türünün kapsamında da incelenebileceğini ileri sürmektedir. Bu girişten sonra Yazar, on seneyi aşkın bir süreye dayanan tarama ve araştırmaları neticesinde Osmanlı telif geleneğinde diliçi çeviri ile doğrudan ya da dolaylı olarak ilintilendirilebilecek zengin ve çeşitlilik arz eden bir malzeme ile karşılaştığını ifade ederken bunları çalışmasında yazılış amaçlarını ölçüt alarak tasnif etmeye çalışmaktadır. Derlediği malzemeyi öncelikle “Müstakil/Doğrudan Diliçi Faaliyetleri” ve “Dolaylı Diliçi Çeviri Faaliyetleri” olarak ikiye ayırmakta, her bir başlığı da farklı alt başlıklara ayırmaktadır. Bu anlamda “Müstakil/Doğrudan Diliçi Faaliyetleri” başlığı altında önce lehçeler arası diliçi çeviri etkinlikleri, sonrasında ise aynı lehçenin farklı dönemleri arasında gerçekleşen diliçi çeviri etkinliklerine odaklanan Yazar; nazma aktarma, nesre aktarma, dil ya da üslup amaçlı güncelleme, ıslâh, telhîs ve ihtisâr gibi türler üzerinde durmakta, bazı temsilci metinler üzerinden bunların diliçi çeviri ile olan ilişkisine değinmektedir. Dolaylı Diliçi Çeviri Etkinlikleri başlığı altında da kaynak metni Türkçe olan Türkçe şerhler, inşa (estetik nesir) geleneği ve istinsah sürecindeki dönüşümleri yine diliçi bağlamında okumaya çalışmaktadır.
Bu çalışmada, “kenar”ın “kenar”ında kalan bir metin, Hasîbî mahlaslı Rüstem Paşa-zâde Hüseyin Efe... more Bu çalışmada, “kenar”ın “kenar”ında kalan bir metin, Hasîbî mahlaslı Rüstem Paşa-zâde Hüseyin Efendi’nin manzum mektubu araştırma konusu edilecektir. Bu amaçla, çalışmamızın başında manzum mektup geleneğine kısaca değinip bir tür literatür taraması yapılacaktır. Büyük oranda klasik biyografik kaynaklara müracaatla mektubun yazarı hakkında bilgi verildikten sonra mektubun yer aldığı mecmua tavsif edilecektir. Akabinde mektubun çeviriyazı metni, diliçi çevirisiyle birlikte verilecek, metinde geçen her bir isim dipnotlarda notlandırılmaya çalışılacaktır. Sonrasında, ne zaman yazıldığına dair bir tahlil ile mektubun içerik ve üslup açısından incelenmesi yapılacak diğer türlerle olan ilişkisi üzerinde kısaca durulacaktır.
Ebu’l-Isme Mustafa Isâmeddin Efendi, XVIII. yuzyilin sârih ve mutercim kimligi ile bircok eser ve... more Ebu’l-Isme Mustafa Isâmeddin Efendi, XVIII. yuzyilin sârih ve mutercim kimligi ile bircok eser veren bir Turk âlimidir. Gerek biyografik kaynaklarda gerekse de kendi eserlerinin girisinde bulunan bilgilerden hareketle, yazarin asil adinin Mustafa, lakabinin ise Isâmeddin oldugunu anlamaktayiz. Huseyni nisbesini de kullanan yazar ilmiye sinifina mensup olup muderrislik gorevinde bulunmustur. Eserlerinde kendisini Naksibendi olarak andigina gore, Mehmed Tâhir’in bildirdigi gibi Naksibendi tarikatina mensuptur. Mehmed Tâhir’in verdigi bilgiye gore Mustafa Isâmeddin Uskudarli olup burada vefat etmistir. Mehmed Sureyya ve Mehmed Es’ad’in verdikleri bilgilerden ve kendi eserlerinin bazilarindan, onun muderrislik gorevi dolayisiyla Istanbul disinda, Edirne’de de, bulundugunu anlamaktayiz. Bu makalede onun serhleri ve serhlerinde uyguladigi yontem uzerinde durulacaktir. Bu maksatla oncelikle, biyografik kaynaklardan hareketle onun hayati ve eserleri hakkinda bilgi verilecektir. Ardindan da ...
Islâm âleminin yetistirdigi en onemli âlim, dusunur ve mutasavviflardan biri olan Gazzâli; bircok... more Islâm âleminin yetistirdigi en onemli âlim, dusunur ve mutasavviflardan biri olan Gazzâli; bircok eser yazmis velud bir muelliftir. Olumunden sonra onde gelen bircok eseri, Arapca (Farsca yazdiklari), Farsca (Arapca yazdiklari) ve Turkce gibi Dogu dilleri ile Latince, Ingilizce, Fransizca gibi bircok Bati dillerine tercume edilmistir. Onun eserlerinin Bati Turkcesine tercume seruveni ise XV. yuzyildan itibaren baslamistir. Bu makalede; Bati Turkcesinin ilk verimlerini verdigi XIII. yuzyilin sonundan XIX. yuzyilin baslarinda kadarki surecte Gazzâli’nin eserlerine yapilan Turkce tercumeler tanitilmaya calisilacaktir
Yüz yılı aşkın bir süreden beri devam eden Osmanlı kültür tarihi araştırmaları dahilinde, bu döne... more Yüz yılı aşkın bir süreden beri devam eden Osmanlı kültür tarihi araştırmaları dahilinde, bu dönemde Türkçe ile üretilmiş birçok eser ve müellifi, muhtelif çalışmalara konu olmuştur. Son kırk yılda önemli bir ivme kazanan bu araştırmalar sayesinde, her geçen gün Osmanlı medeniyetinin farklı yönlerine dair “bilinmeyen”ler ortaya saçılırken bazı ilim sahalarında herhangi bir tarama ve araştırmaya dayandırılması bile düşünülmeyen “yok”lamalar da yerini yavaş yavaş daha ihtiyatlı saptamalara bırakmıştır. Bununla birlikte; Osmanlı kültür mirasına yönelik araştırmalarda istenen düzeyde olunduğunu söylemek güçtür. Kimilerince şaşırtıcı olarak görülebilirse de Osmanlı telif geleneğinde yeterli ilgili görmeyen alanlardan biri de Türkçe dini literatürdür. Özellikle İlahiyat sahasındaki araştırmalarda daha ziyade Arapça eserlere rağbet gösterilmesi Türkçe üretilmiş, ilmî ya da populer dini metinlerin uzun süre göz ardı edilmesine sebep olmuştur. Bundan dolayıdır ki Osmanlı döneminde dinî ilimlerdeki birikimin Türkçeleştirilmesine yönelik çok fazla bilgiye sahip olunduğu söylenemez. Bu çalışmada böyle bir ilgisizliğin kurbanı olan bir müellifin, XVI. yüzyılın ikinci yarısı ile XVII. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Bolayırlı Uşşâkî şeyhi Şeyh Sinân’ın Almanya’da bulunan külliyatı merkeze alınarak eserleri tanıtılmaya çalışılacaktır. Dini ilimlerin farklı sahalarında kaleme alınan bu eserlerin tanıtımı ve müellifin, bazı eserlerinde Türkçe yazma şuuruna dair görüşleri aktarılarak bu yönde bir farkındalık oluşturulmaya gayret edilecektir.
Öz Anadolu sahası klasik Türk edebiyatı, edebi türler bakımından hayli zengin bir edebiyat gelene... more Öz Anadolu sahası klasik Türk edebiyatı, edebi türler bakımından hayli zengin bir edebiyat geleneğidir. XV. yüzyıldan itibaren tedrici olarak örnekleri artarak zamanla hayli rağbet gören manzum sözlükler (tuhfe) de bu türlerden arasında yer alır. Günümüze iki dilli ve üç dilli olmak üzere onlarca örneği gelmiş bu manzum sözlükler arasında Tuhfe-i Şâhidî'nin ayrı bir yeri vardır. Yazıldığı dönemden başlamak üzere manzum sözlük türünde yazılan birçok esere modellik eden bu eser; Muhammediye, Vesîletü'n-Necât, Birgivî'nin Vasiyyetnâme'si gibi yazma eser kütüphanelerinde en fazla nüshası bulunan eserlerdendir. Şerhler başta olmak üzere farklı türdeki telif türlerine kaynaklık eden Tuhfe-i Şâhidî, diğer manzum sözlüklerde olduğu gibi, aruz öğretiminde öncü ve kritik bir işlev görmektedir. Bu doğrultuda eldeki makalenin konusunu, Tuhfe-i Şâhidî'nin aruz öğretimine dair işleviyle ilgili olarak üretilmiş ve Tuhfe-i Şâhidî'nin Osmanlı edebiyat geleneğindeki baskın etkisini alışılmadık bir yolla örneklendiren Hibetü'l-Vehhâb adlı Türkçe bir eser oluşturmuştur. XVIII. yüzyılda yaşadığı tespit edildiği halde hayatı hakkında fazla bilgi tespit edilemeyen Hatîb mahlaslı bir şair tarafından yazılan bu eser, Tuhfe-i Şâhidî'deki 28 vezni örneklendirmek amacıyla yazılan 28 adet gazeli ihtiva etmektedir. Çalışmanın başında Tuhfe-i Şâhidî'nin etkisinden genel olarak bahsedildikten sonra eser ve yazarı hakkında bilgi verilmiştir. Sonrasında eserde yer alan gazeller aruz bilgisi açısından bir incelemeye tabi tutulmuştur. Çalışmanın sonunda bahsi geçen eserin çeviri yazı metni ile diliçi çevirisine yer verilmiştir. Anahtar kelimeler: Tuhfe-i Şâhidî, Hatîb, Hibetü'l-Vehhâb, manzum sözlük geleneği, XVIII. yüzyıl klasik Türk edebiyatı. Abstract The classical Turkish literature (Ottoman Literature) is a rich literary tradition in terms of literary genres. The versified dictionaries, whose examples gradually increased since the 15th century and became highly popular over time, are among these genres. Tuhfe-i Şâhidî has an exclusive place among these versified dictionaries, of which dozens of examples have survived the present day, including bilingual and trilingual. This work, which has been imitated by many writers of versified dictionaries since the period it was written; is one of the few works that have the most copies in manuscript libraries such as
KANÛNÎ SULTAN SÜLEYMAN VE DÖNEMİ Yeni Kaynaklar, Yeni Yaklaşımlar, 2020
Çalışmamızda, Osmanlı inşâ geleneğinde kendisini çok iddialı bir konumda gördüğü halde üzerinde y... more Çalışmamızda, Osmanlı inşâ geleneğinde kendisini çok iddialı bir konumda gördüğü halde üzerinde yeterli sayıda araştırma yapılmayan Okçuzâde Mehmed Şâhî’nin, on altıncı yüzyılın nâmdâr nişancısı ve (bu görevi dolayısıyla da ister istemez) münşîsi olarak konumlandırılan Celâlzâde Mustafa Çelebi’nin inşâsına (Selîmnâme isimli eseri özelinde) yönelttiği tenkitleri ele alan “Risâletü’ş-şâhî fî tezyîf-i selîmnâme” adlı risâlesi tanıtılıp Osmanlı tenkit geleneği içerisindeki yeri üzerinde kısaca durulmuştur. Daha evvel herhangi bir çalışmaya konu edilmediği tespit edilen bu risâlenin -yapılan araştırma ve taramalara göre- bir kısmı eksik olan tek nüshası tespit edilmiştir. Okçuzâde’nin bu risâlede “hasîse” adı verilen yedi maddede, Selîmnâme isimli eserin inşâ geleneği açısından yetersizliğini yer yer tahkir edici bir dil ve üslup ile ancak aynı zamanda oldukça bilimsel bir usul dairesinde dile getirmeye çalıştığı görülmüştür. Bu çalışma, bazı araştırmacıların da açıkça dile getirdiği gibi, İslamî yazmaların kataloglanma sürecinin tamamlanmamış olması dolayısıyla, genel olarak İslam medeniyeti özel olarak da Osmanlı kültür tarihine dair getirilen “yok” sonuçlu tezlerin genellikle önemli noksanlıklarla malul olduğu sonucunu bir kez daha teyit etmektedir. Öte taraftan Osmanlı tenkit geleneğinin dar bir zaviyeden ve modern türler bağlamında bilimsel çalışmalara konu olmasının Osmanlı yazın geleneğindeki bazı metinleri ötelediği olgusu varılan bir diğer sonuçtur.
Editörün Takdimi
Erken dönem Cumhuriyet Türkiyesi’nde akademik kurumlar oldukça sınırlı kadrolarl... more Editörün Takdimi Erken dönem Cumhuriyet Türkiyesi’nde akademik kurumlar oldukça sınırlı kadrolarla istihdam sağlayabildiğinden bu dönemde birçok öğretmen de, sosyal bilimlerde özellikle de Türk edebiyat tarihi sahasındaki akademik üretime önemli oranda katkıda bulunmuşlardır. Bunlardan biri olan Sadettin Nüzhet Ergun (1899-1946), sekiz yaşından beri vekaleten üstlendiği Hallaç Baba Sâdî Dergâhı şeyhliğini 1921’den itibaren asaleten icra etti. Ancak 1925’te tekkeler kapatılınca hayatına öğretmenlik mesleğini icra ederek devam etti. Ankara, Konya ve İstanbul’daki öğretmenlikleri yanında bir ara İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde ders verdi. Arkeoloji Müzesi’nde memurluktan sonra Beyazıt Devlet Kütüphanesi müdürlüğünü yürütürken vefat etti. Özellikle tekke ve halk edebiyatı sahasında bugün bile önemini koruyan bilimsel araştırmalar yapıp bunları neşreden Ergun’un kimi klasik Türk şairlerine dair birkaç kitapçık düzeyindeki çalışmaları da mevcuttur. Bâkî, Şeyhülislâm Bahâyî, Neşâtî, Fehîm gibi birkaç Divan şairinin hayatı hakkında bilgiler verip eserlerinden seçmeler yaptığı çalışmaları arasında Türk edebiyatının uzun seyri içerisinden önemli kilomete taşlarından biri olan Şeyh Gâlib’e dair 1932 ve 1935 yıllarında neşrettiği iki kitapçığı da bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Şeyh Gâlib adını taşımakta olup 1932 yılında Kanaat Kütüphanesi’nden çıkmıştır. İkincisi ise Şeyh Gâlib: Hayatı ve Eserleri başlığını taşımakta olup 1935 yılında Bozkurd Matbaası’ndan çıkmıştır. Bu kitapçıkların ilkinde Şeyh Gâlib’in kısa bir hayat hikayesinden sonra “Edebi Şahsiyeti”, “Galib’in Eserleri” ve “Şöhreti ve Tesirleri” başlıklı kısa hacimli alt bölümlere yer verilmiştir. Bu bölümlerden sonra “Galib’ten Nümuneler” başlığı altında divanından seçilen şiirler ile Hüsn ü Aşk isimli eserinin farklı bölümlerinden derlenen beyitlere yer verilmiştir. Fuad Köprülü’ye ithaf edilen 1935 baskısında yazar, her ne kadar Şeyh Gâlib’in hayatı ve eserlerinden bahsedeceğini vaat eden bir başlıkla çıkmışsa da 52 sayfa tutan kitapta sadece Şeyh Gâlib’in hayatı üzerinde durulup konuyla ilgili veriler derlenmeye, yer yer de bunların tenkidi yapılmaya çalışılmıştır. Şeyh Gâlib ile ilgili öncü çalışmalar arasında yer alan bu kitapçıkların aradan uzun süre geçmesine rağmen yeni baskıları bir daha yapılmadı. Büyüyen Ay Yayınevi, yeni bir baskısını yapma kararını alınca Ergun’un bu çalışmasını gözden geçirip neşre hazır hale getirdik.
Hem ülkemizde hem de dünyadaki elyazma envanterinin büyük ölçüde kayıt altına alındığı ve çoğu ye... more Hem ülkemizde hem de dünyadaki elyazma envanterinin büyük ölçüde kayıt altına alındığı ve çoğu yerde dijital kayıtlarına ulaşma imkânının bulunduğu günümüzde araştırıcının sürpriz eserlerle karşılaşma şansının hayli azaldığı bir hakikattir. Yine de ömrünü bu sahaya sarf eden insanlar için kenarda köşede saklı hediyeler büsbütün bitmiş değildir. İşte bizim açımızdan bu tip ödül eserlerden biri de on yedinci yüzyılın başlarında vefat etmiş olan İntizâmî’nin Tuhfetü’l-İhvân adlı eseridir. Bu eserindeki bilgilere göre asıl adı İbrâhim olan ve Hersek Sancağı’na bağlı Foça’da muhtemelen 1542 yılında bir tüccar çocuğu olarak dünyaya gelen İntizâmî, medrese tahsili ve ticaretle geçen çocukluğundan sonra kâtip olarak devlete kapılanmış ve sırayla; Osmanlı devletinin “koca” devlet adamlarından olan Sokullu Mehmed Paşa’nın amcasının oğlu olan Budun beyi Sokullu Mustafa Paşa, Hersek valisi Sokulluzâde Kâsım Paşa, Alaca Hisar beyi İshak Bey ve Budun Beylerbeyi Üveys Paşa’ya hizmet etmiştir. Daha sonra İstanbul’a yerleşen ve III. Mehmed’in sünnet düğününü anlatan bir surnâme kaleme alan şair bilâhare III. Mehmed’in Eğri seferine katılmış, I. Ahmed dönemindeki Avusturya ve İran cephesinde cereyan eden önemli hadiselere ve bilhassa Celâlî isyanlarına da eserinde yer vermiştir. Nasuh Paşa’ya sunduğu 1021/1612 tarihli bir şiir, onun bu sıralarda hayatta olduğunu ve Tuhfetü’l-İhvân’a da son şeklini verdiğini göstermektedir. Ancak nerede ve kaç yılında öldüğü meçhuldür. Şairin, 1582 yılında Şehzade III. Mehmed için yapılan sünnet düğününü anlatan Sûrnâme’si -yazarı tesbit edilemeyen bir eser olarak- Hammer ve Babinger gibi hayli eski araştırıcıların dikkatini çektiği ve bilhassa sanat tarihçilerinin çalışmalarına konu olduğu hâlde İntizâmî, yakın zamanlara kadar bilim âleminin meçhulü olarak kalmıştır. Nihayet Mehmet Aslan ve Şeref Boyraz’ın -aşağıda bahsi geçecek olan- çalışmalarıyla kısmen teşhis edilebilmiş ve hayatı hakkında bazı kısmî bilgilere ulaşılmıştır. Ancak onun bir nevi otobiyografik roman olan Tuhfetü’l-İhvân’ı on yıl kadar önce Sadık Yazar tarafından tespit edildikten sonradır ki hayatı bütün ayrıntısıyla ortaya çıkmış bulunuyor. Bu tespitten sonra birkaç tebliğin konusu olan Tuhfetü’l-İhvân uzun bir hazırlama evresinden sonra nihayet metin olarak da okuyucuyla buluşma imkânı buluyor. Biri nispeten tam, diğeri çok eksik iki nüshası bulunan (Millet Kütüphanesi, Ali Emiri, 1150 ve Atatürk Kitaplığı, Belediye Kitapları, 108) ve bu nüshalardan yararlanarak kurduğumuz metne göre 4379 beyitten oluşan Tuhfetü’l-İhvân mesnevisi çeşitli yönleriyle büyük bir ilmî değer taşımaktadır. İntizâmî, bir yandan küçük bir Boşnak şehri olan Foça’daki çocukluğundan başlayarak, 70 yıllık renkli hayat hikâyesini modern bir otobiyografi çerçevesinde anlatırken diğer taraftan çok geniş bir coğrafyada geçen hayatı boyunca hizmetinde bulunduğu önemli devlet adamlarıyla ilgili tarihî hadiselere tanıklıkta bulunmaktadır. Bu özellikleriyle şimdiye kadar tespit edilen bütün benzerlerini geride bırakan bir değeri haiz olan eser, döneminin temel kaynakları arasına girmeye aday görünmektedir.
Bu çalışmanın konusu, aslen İsfahanlı olup Arap dili ve edebiyatı âlimi olarak bilinen Hatîb el-İ... more Bu çalışmanın konusu, aslen İsfahanlı olup Arap dili ve edebiyatı âlimi olarak bilinen Hatîb el-İskâfî’nin (ö. 421/1029) Arapça olarak yazdığı Lutfu’t-Tedbîr fî Siyâsâti’l-Mülûk isimli eserinin Osmanlı Türkçesine yapılan tercümesidir. XVIII. yüzyıl müderrislerinden Abdullâh Kudsî tarafından yapılan bu tercüme, uygulamalı bir siyâsetnâme örneğidir. III. Ahmed’e sunulmak üzere yazılan eserde; fetihlerde alınması gereken önlemler, intikamlar, hileler ve savunma yöntemleri gibi siyaset olgusuna dair bazı konular ele alınmıştır. Kaynak metinden önemli oranda eksiltmelerin yapıldığı tercümede, giriş bölümü dışında yirmi sekiz bölüm bulunmakta ve her bir bölümde de ele alınan konu ile ilgili farklı hikâyeler anlatılmaktadır. Eserde, yönetme/yöneticilik olgusunun muhtelif yönleri çoğu Cahiliye dönemi, Sasanî dönemi, erken İslamiyet dönemi, Emevi ve Abbasî dönemlerinde yaşanmış olaylardan bir kısmı da kurgulanmış hikâyelerden hareketle aktarılmıştır.
Bu çalışmada; bahsi geçen bu tercümenin tenkitli neşri hazırlanmıştır. İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi TY 365 (N), Vatikan Kütüphanesi Vat. Turco. 328 (V), Mısır Milli Kütüphanesi Türkî Talât 16 (M) ve Almanya Milli Kütüphanesi Ms. Orient. Oct. 2071 (A) olmak üzere 4 nüshası tespit edilmiştir. Mısır Milli Kütüphanesi’nde bulunan nüshaya ulaşılamadığından diğer 3 nüshadan hareketle tenkitli metin oluşturulmaya çalışılmıştır. İlgili bölümde sunulan birtakım karinelerden hareketle bu üç nüshadan A nüshasının, tercümenin ikinci bir versiyonu olduğu sonucuna varılmıştır. Bunun üzerine tercümenin ilk versiyonu olduğu düşünülen metni, V ve N nüshaları üzerinden kurulmuştur. Bu iki nüshadan hareketle metin kurulup tenkitli neşir esaslarına göre farklara yer verilirken tercümenin ikinci versiyonu olduğu düşünülen A nüshasının tüm farkları aparat bölümünde gösterilmiştir.
Çalışmada, hazırlanan tenkitli metinden önce bir inceleme bölümü konulmuştur. Burada, kaynak metin ve yazarı ile birlikte mütercimin hayatı ve eserleri hakkında bilgi verilmiştir. Ardından tercüme metni hakkında genel bilgiler verilip üslup ve tercüme usulü açısından dikkat çeken özellikleri üzerinde durulmuştur. Bu bölümde ayrıca tercümeye kaynaklık eden metne dair bir hata da tashih edilmiştir. Mütercim tercüme ettiği eserin Abdullâh İbni Mukaffa’ın Tibrü’l-Mesbûk fîmâ Yahtâcûne ileyhi’l-Mülûk isimli eseri olduğunu söylerse de yaptığımı araştırma ve inceleme neticesinde bunun hatalı olduğu tespit edilmiştir.
Osmanlı Türkçesi bilgisini geliştirmek isteyenler için daha faydalı olması için tıpkıbasımı ile Latinizesi karşılıklı sayfalarda basılan bu tercümenin günümüz Türkçesine aktarımı da yapılmıştır.
Osmanlı padişahları arasında reformist kişiliği ile bilinen II. Mahmud (1785-1839), Yeniçeri Ocağ... more Osmanlı padişahları arasında reformist kişiliği ile bilinen II. Mahmud (1785-1839), Yeniçeri Ocağı'nı lağvedince yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye adında yeni bir ordu kurdu. Bu ordunun eğitimi noktasında teorik altyapının oluşturulmasına da büyük ehemmiyet veren sultan, 15-20 yıllık kısa bir süre zarfında; Fransızca başta olarak çoğu Batı dillerinden tercüme olmak üzere " fenn-i harb " yani savaş sanatı sahasında hatırı sayılır bir literatür oluşturmuştur. Bu sahada, uzun yüzyıllar boyunca oluşturulmuş İslâm literatürünü de ihmal etmek istemeyen II. Mahmud, miladî XII. yüzyılda yaşamış çok yönlü müellif Alî b. Ebî Bekr el-Herevî'nin Selâhaddîn-i Eyyûbî'nin oğlu el-Melikü'z-Zâhir Gâzî (ö. 613/1216) için kaleme aldığı ve bir tarafıyla siyasetname bir tarafıyla da savaş sanatına dahil edilebilecek Tezkiretü'l-Hereviyye fî Hiyeli'l-Harbiyye-Siyaset ve Savaş Sanatı isimli Arapça eserini de fenn-i harb (savaş stratejisi) bağlamında dikkate değer bularak İstanbul'da müderris olarak görevde bulunan Mehmed Ârif Hilmî Efendi'ye tercüme ettirmiştir. Elinizdeki çalışmada, bu tercümenin çeviri yazı metni ile günümüz Türkçesine çevrisi yanında, kaynak metin ve tercümesi hakkında bilgilerin verildiği bir inceleme bölümü de yer almaktadır. Diğer klasik metinlerin yayınlarında olduğu gibi bu eserin yazma nüshasının tıpkıbasımı da bu eserin sonuna eklenmiştir. [Selâhaddîn-i Eyyûbî'nin oğlu el-Melikü'z-Zâhir Gâzî için Arapça kaleme Alınan ve II. Mahmud için Osmanlı Türkçesine Çevrilen Eser],
Since the beginning of the twentieth century, aruz prosody has gradually lost its importance and ... more Since the beginning of the twentieth century, aruz prosody has gradually lost its importance and value in education and practice. Even in academic disciplines where knowledge of aruz is of primary importance, the attention given to the teaching of aruz has generally diminished, and textual analysis of aruz has become relatively superficial. However, as in all Islamic literature of the classical period, aruz was given great importance in classical Turkish literature of the Ottoman period. In this context, sensitivity was shown to teach aruz to children from a very early age through various methods. Many treatises were written on the theory of aruz, and efforts were made to spread the knowledge of aruz so that it became a skill, mainly through the tradition of verse dictionaries (tuhfe). The importance attributed to aruz in the classical period was not limited to such practices, but also encompassed its codicological representation. In this paper, I will focus on the representation of aruz in manuscripts and highlight some notable practices in this direction. For this purpose, I will examine the codicological representation of aruz meters in the copies of the Persian-Turkish dictionary by Shahidi İbrahim Dede of Mugla (d. 1550) entitled Tuhfa-i Shahidi, which was famous among verse dictionaries. I shall thus try to show how far the importance of aruz went in the Ottoman literary tradition.
Bildiride Kanuni sonrası dönemin en önemli münşileri arasında gösterilen Okçuzâde Mehmed Şâhî’ni... more Bildiride Kanuni sonrası dönemin en önemli münşileri arasında gösterilen Okçuzâde Mehmed Şâhî’nin Kanuni devrinin en gözde münşisi olan Celâlzâde Mustafa Çelebi’nin inşasını, Selîmnâme adlı eseri üzerinden eleştirdiği risalesi tanıtılıp burada gündeme getirilen tenkitlerin değerlendirilmesi yapılacaktır.
Bu araştırma, 16. yüzyılda Konya’da yaşamış, Kâdirî şeyhi bir babanın oğlu, Ahdî’nin Gülşenü’ş-Şu... more Bu araştırma, 16. yüzyılda Konya’da yaşamış, Kâdirî şeyhi bir babanın oğlu, Ahdî’nin Gülşenü’ş-Şuarâ’sında Muhyî-i Konevî olarak zikredilen Konyalı Muhyî’nin; Kâdiriyye geleneğinin en önemli metinlerinden biri olan, Abdülkâdir Geylânî’nin hayatı, ailesi ve menkıbeleri hakkında tarihsel bilgileri ihtiva eden Behcetü’l-Esrâr ve Ma’dinü’l-Envâr isimli Arapça olarak yazılmış menâkıbnâmeyi, Kenzü’l-Menâkıb ve Remzü’l-Mevâhib ismiyle ve mesnevi nazım biçiminde yaptığı tercümeyi esas almaktadır.
Uploads
Papers by Sadık Yazar
çalışmalarda veya Ferîdûn Ahmed Bey’e dair literatürde bahsi geçmeyen dolayısıyla daha evvel müstakil bir çalışmaya konu olmadığı anlaşılan Ziyâfetnâme isimli mesnevi, bu çalışmanın konusunu oluşturmuştur. Makalede söz konusu mesnevinin çeviri yazı metni hazırlanıp diliçi çevirisi yanında verilmiştir. Buna ilaveten, klasik biyografik ve bibliyografik kaynaklar gibi birincil kaynaklar ile ikincil kaynaklardan hareketle eser yazar
ilişkisi irdelenip metinde yazar olarak görünen Emânî’nin kim olabileceği ele alınmıştır. Bunun akabinde içerik analiz yöntemi ile mesnevinin tertibi ve içeriği ayrıntılı olarak betimlendikten sonra metin, himaye geleneği kapsamında içerik analizine tabi tutulup daha çok lafız, ses ve ahenk
bakımından incelenmiştir.
dair bir tashih yapılarak konuyla ilgili birkaç çalışmada tercümenin Sükûtî mahlaslı Mehmed b. Şeyh Mustafâ’ya aidiyetinin hatalı olduğu ortaya konmuştur. Akabinde, neredeyse sadece Zeyl-i Siyer-i Veysî isimli eseri ile ancak son bir iki yılda gündeme gelen Koçhisârîzâde Süleymân Tâlib’in biyografisi oluşturulmaya çalışılmıştır. Klasik biyografik kaynaklarda yer almadığı için onun biyografisi için temel olarak bu çalışma ile birlikte tespit edilen eserleri, oluşturduğu mecmuası ve sahip olduğu kitaplar ile bunlardaki kayıtlar kaynak alınmıştır. Yazarın tespit edilen eserlerine dair bilgiler verildikten sonra çalışmanın asıl konusu olan manzum Bürde tercümesi ayrıntılı olarak tanıtılıp üç nüshası üzerinden kurulan çeviri yazı
metni sunulacaktır
Her ne kadar kendilerine has özellikleri bulunsa da Türk edebiyatı için söz konusu edildiğinde, tercüme ve şerhin birbirine yakın özellikleri de bulunduğunu hatta yer yer bu iki telif türünün gerek teorik bağlamda -belki de söylemde demek gerekir- gerekse de uygulamada kapsam alanları kesişen ve birbirinin yerine kullanılan iki kavram olduğunu belirtmek mümkündür. Bunların şerh ve tercüme türü eserlerde sıklıkla aynı bağlam içerisinde yer almaları, ancak daha da önemlisi kimi örneklerde birbirlerinin yerine kullanılmaları, aynı anlam dairesinde yer alan iki kavram olduklarını göstermektedir. Yine Arapça veya Farsça eserlerin açıklanması ve yorumlanmasını konu alan şerh türü eserlerde, bir şekilde tercümenin de yer alması; bazı tercüme faaliyetlerinde ise şerh veya şerhe benzer uygulamaların bulunması yazınsal bir faaliyet olarak bu iki telif türünü birbirine yaklaştırmaktadır. Bu durum, genel olarak tercüme veya şerh geleneğine yönelik yapılacak bir çalışmada her iki kavram etrafında üretilen eserlerin bir bütün olarak ele alınmasını gerekli kılmaktadır.
Bu çalışmada, söz konusu saptamayı somutlaştırmak ya da delillendirmek amacıyla Osmanlı telif geleneğinde gerek kavram gerekse de uygulama boyutunda tercüme ve şerhin birbiriyle yakın ilişkisi genel olarak izah edildikten sonra bu yakın ilişkinin şerh geleneğinin bir alt kolu olarak değerlendirilebilecek kaside şerhlerindeki görünümüne odaklanılacaktır. Çalışmanın birinci aşamasında “Anadolu Sahası Klasik Türk Edebiyatında Şerh ve Tercüme Geleneği” başlıklı doktora tezimizdeki tespitler bir anlamda burada yinelenecekken çalışmanın ikinci aşaması içinse İmâm-ı Bûsîrî’nin Kasîdetü’l-Bürde isimli Arapça kasidesine yapılan şerhler ve bu şerhlerin nüshalarında tercüme olgusunun tezahür biçimleri incelenecektir. Osmanlı telif geleneğine tekabül eden yazmaların, dünyanın farklı bölgelerine yayılmış olması sebebiyle yaptığımız araştırma ve inceleme asıl olarak Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi ’ndeki koleksiyonlar ile yazmalar.gov.tr adresli veritabanında erişimi mümkün olan yazma eserler üzerine bina edilmiştir. Bununla birlikte İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi, Atatürk Kitaplığı, Millet Yazma Eser Kütüphanesi gibi bazı yazma eser kütüphanelerindeki kaside şerhlerini ihtiva eden yazmalar da çalışmanın kapsamına dâhil edilmiştir
eserinde yer verdiği herhangi bir konuda bizzat yaşadığı dönem üzerinden örnekler vermektedir.
Bu girişten sonra Yazar, on seneyi aşkın bir süreye dayanan tarama ve araştırmaları neticesinde Osmanlı telif geleneğinde diliçi çeviri ile doğrudan ya da dolaylı olarak ilintilendirilebilecek zengin ve çeşitlilik arz eden bir malzeme ile karşılaştığını ifade ederken bunları çalışmasında yazılış amaçlarını ölçüt alarak tasnif etmeye çalışmaktadır. Derlediği malzemeyi öncelikle “Müstakil/Doğrudan Diliçi Faaliyetleri” ve “Dolaylı Diliçi Çeviri Faaliyetleri” olarak ikiye ayırmakta, her bir başlığı da farklı alt başlıklara ayırmaktadır. Bu anlamda “Müstakil/Doğrudan Diliçi Faaliyetleri” başlığı altında önce lehçeler arası diliçi çeviri etkinlikleri, sonrasında ise aynı lehçenin farklı dönemleri arasında gerçekleşen diliçi çeviri etkinliklerine odaklanan Yazar; nazma aktarma, nesre aktarma, dil ya da üslup amaçlı güncelleme, ıslâh, telhîs ve ihtisâr gibi türler üzerinde durmakta, bazı temsilci metinler üzerinden bunların diliçi çeviri ile olan ilişkisine değinmektedir. Dolaylı Diliçi Çeviri Etkinlikleri başlığı altında da kaynak metni Türkçe olan Türkçe şerhler, inşa (estetik nesir) geleneği ve istinsah sürecindeki dönüşümleri yine diliçi bağlamında okumaya çalışmaktadır.
Bu çalışma, bazı araştırmacıların da açıkça dile getirdiği gibi, İslamî yazmaların kataloglanma sürecinin tamamlanmamış olması dolayısıyla, genel olarak İslam medeniyeti özel olarak da Osmanlı kültür tarihine dair getirilen “yok” sonuçlu tezlerin genellikle önemli noksanlıklarla malul olduğu sonucunu bir kez daha teyit etmektedir. Öte taraftan Osmanlı tenkit geleneğinin dar bir zaviyeden ve modern türler bağlamında bilimsel çalışmalara konu olmasının Osmanlı yazın geleneğindeki bazı metinleri ötelediği olgusu varılan bir diğer sonuçtur.
çalışmalarda veya Ferîdûn Ahmed Bey’e dair literatürde bahsi geçmeyen dolayısıyla daha evvel müstakil bir çalışmaya konu olmadığı anlaşılan Ziyâfetnâme isimli mesnevi, bu çalışmanın konusunu oluşturmuştur. Makalede söz konusu mesnevinin çeviri yazı metni hazırlanıp diliçi çevirisi yanında verilmiştir. Buna ilaveten, klasik biyografik ve bibliyografik kaynaklar gibi birincil kaynaklar ile ikincil kaynaklardan hareketle eser yazar
ilişkisi irdelenip metinde yazar olarak görünen Emânî’nin kim olabileceği ele alınmıştır. Bunun akabinde içerik analiz yöntemi ile mesnevinin tertibi ve içeriği ayrıntılı olarak betimlendikten sonra metin, himaye geleneği kapsamında içerik analizine tabi tutulup daha çok lafız, ses ve ahenk
bakımından incelenmiştir.
dair bir tashih yapılarak konuyla ilgili birkaç çalışmada tercümenin Sükûtî mahlaslı Mehmed b. Şeyh Mustafâ’ya aidiyetinin hatalı olduğu ortaya konmuştur. Akabinde, neredeyse sadece Zeyl-i Siyer-i Veysî isimli eseri ile ancak son bir iki yılda gündeme gelen Koçhisârîzâde Süleymân Tâlib’in biyografisi oluşturulmaya çalışılmıştır. Klasik biyografik kaynaklarda yer almadığı için onun biyografisi için temel olarak bu çalışma ile birlikte tespit edilen eserleri, oluşturduğu mecmuası ve sahip olduğu kitaplar ile bunlardaki kayıtlar kaynak alınmıştır. Yazarın tespit edilen eserlerine dair bilgiler verildikten sonra çalışmanın asıl konusu olan manzum Bürde tercümesi ayrıntılı olarak tanıtılıp üç nüshası üzerinden kurulan çeviri yazı
metni sunulacaktır
Her ne kadar kendilerine has özellikleri bulunsa da Türk edebiyatı için söz konusu edildiğinde, tercüme ve şerhin birbirine yakın özellikleri de bulunduğunu hatta yer yer bu iki telif türünün gerek teorik bağlamda -belki de söylemde demek gerekir- gerekse de uygulamada kapsam alanları kesişen ve birbirinin yerine kullanılan iki kavram olduğunu belirtmek mümkündür. Bunların şerh ve tercüme türü eserlerde sıklıkla aynı bağlam içerisinde yer almaları, ancak daha da önemlisi kimi örneklerde birbirlerinin yerine kullanılmaları, aynı anlam dairesinde yer alan iki kavram olduklarını göstermektedir. Yine Arapça veya Farsça eserlerin açıklanması ve yorumlanmasını konu alan şerh türü eserlerde, bir şekilde tercümenin de yer alması; bazı tercüme faaliyetlerinde ise şerh veya şerhe benzer uygulamaların bulunması yazınsal bir faaliyet olarak bu iki telif türünü birbirine yaklaştırmaktadır. Bu durum, genel olarak tercüme veya şerh geleneğine yönelik yapılacak bir çalışmada her iki kavram etrafında üretilen eserlerin bir bütün olarak ele alınmasını gerekli kılmaktadır.
Bu çalışmada, söz konusu saptamayı somutlaştırmak ya da delillendirmek amacıyla Osmanlı telif geleneğinde gerek kavram gerekse de uygulama boyutunda tercüme ve şerhin birbiriyle yakın ilişkisi genel olarak izah edildikten sonra bu yakın ilişkinin şerh geleneğinin bir alt kolu olarak değerlendirilebilecek kaside şerhlerindeki görünümüne odaklanılacaktır. Çalışmanın birinci aşamasında “Anadolu Sahası Klasik Türk Edebiyatında Şerh ve Tercüme Geleneği” başlıklı doktora tezimizdeki tespitler bir anlamda burada yinelenecekken çalışmanın ikinci aşaması içinse İmâm-ı Bûsîrî’nin Kasîdetü’l-Bürde isimli Arapça kasidesine yapılan şerhler ve bu şerhlerin nüshalarında tercüme olgusunun tezahür biçimleri incelenecektir. Osmanlı telif geleneğine tekabül eden yazmaların, dünyanın farklı bölgelerine yayılmış olması sebebiyle yaptığımız araştırma ve inceleme asıl olarak Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi ’ndeki koleksiyonlar ile yazmalar.gov.tr adresli veritabanında erişimi mümkün olan yazma eserler üzerine bina edilmiştir. Bununla birlikte İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi, Atatürk Kitaplığı, Millet Yazma Eser Kütüphanesi gibi bazı yazma eser kütüphanelerindeki kaside şerhlerini ihtiva eden yazmalar da çalışmanın kapsamına dâhil edilmiştir
eserinde yer verdiği herhangi bir konuda bizzat yaşadığı dönem üzerinden örnekler vermektedir.
Bu girişten sonra Yazar, on seneyi aşkın bir süreye dayanan tarama ve araştırmaları neticesinde Osmanlı telif geleneğinde diliçi çeviri ile doğrudan ya da dolaylı olarak ilintilendirilebilecek zengin ve çeşitlilik arz eden bir malzeme ile karşılaştığını ifade ederken bunları çalışmasında yazılış amaçlarını ölçüt alarak tasnif etmeye çalışmaktadır. Derlediği malzemeyi öncelikle “Müstakil/Doğrudan Diliçi Faaliyetleri” ve “Dolaylı Diliçi Çeviri Faaliyetleri” olarak ikiye ayırmakta, her bir başlığı da farklı alt başlıklara ayırmaktadır. Bu anlamda “Müstakil/Doğrudan Diliçi Faaliyetleri” başlığı altında önce lehçeler arası diliçi çeviri etkinlikleri, sonrasında ise aynı lehçenin farklı dönemleri arasında gerçekleşen diliçi çeviri etkinliklerine odaklanan Yazar; nazma aktarma, nesre aktarma, dil ya da üslup amaçlı güncelleme, ıslâh, telhîs ve ihtisâr gibi türler üzerinde durmakta, bazı temsilci metinler üzerinden bunların diliçi çeviri ile olan ilişkisine değinmektedir. Dolaylı Diliçi Çeviri Etkinlikleri başlığı altında da kaynak metni Türkçe olan Türkçe şerhler, inşa (estetik nesir) geleneği ve istinsah sürecindeki dönüşümleri yine diliçi bağlamında okumaya çalışmaktadır.
Bu çalışma, bazı araştırmacıların da açıkça dile getirdiği gibi, İslamî yazmaların kataloglanma sürecinin tamamlanmamış olması dolayısıyla, genel olarak İslam medeniyeti özel olarak da Osmanlı kültür tarihine dair getirilen “yok” sonuçlu tezlerin genellikle önemli noksanlıklarla malul olduğu sonucunu bir kez daha teyit etmektedir. Öte taraftan Osmanlı tenkit geleneğinin dar bir zaviyeden ve modern türler bağlamında bilimsel çalışmalara konu olmasının Osmanlı yazın geleneğindeki bazı metinleri ötelediği olgusu varılan bir diğer sonuçtur.
Erken dönem Cumhuriyet Türkiyesi’nde akademik kurumlar oldukça sınırlı kadrolarla istihdam sağlayabildiğinden bu dönemde birçok öğretmen de, sosyal bilimlerde özellikle de Türk edebiyat tarihi sahasındaki akademik üretime önemli oranda katkıda bulunmuşlardır. Bunlardan biri olan Sadettin Nüzhet Ergun (1899-1946), sekiz yaşından beri vekaleten üstlendiği Hallaç Baba Sâdî Dergâhı şeyhliğini 1921’den itibaren asaleten icra etti. Ancak 1925’te tekkeler kapatılınca hayatına öğretmenlik mesleğini icra ederek devam etti. Ankara, Konya ve İstanbul’daki öğretmenlikleri yanında bir ara İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde ders verdi. Arkeoloji Müzesi’nde memurluktan sonra Beyazıt Devlet Kütüphanesi müdürlüğünü yürütürken vefat etti.
Özellikle tekke ve halk edebiyatı sahasında bugün bile önemini koruyan bilimsel araştırmalar yapıp bunları neşreden Ergun’un kimi klasik Türk şairlerine dair birkaç kitapçık düzeyindeki çalışmaları da mevcuttur. Bâkî, Şeyhülislâm Bahâyî, Neşâtî, Fehîm gibi birkaç Divan şairinin hayatı hakkında bilgiler verip eserlerinden seçmeler yaptığı çalışmaları arasında Türk edebiyatının uzun seyri içerisinden önemli kilomete taşlarından biri olan Şeyh Gâlib’e dair 1932 ve 1935 yıllarında neşrettiği iki kitapçığı da bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Şeyh Gâlib adını taşımakta olup 1932 yılında Kanaat Kütüphanesi’nden çıkmıştır. İkincisi ise Şeyh Gâlib: Hayatı ve Eserleri başlığını taşımakta olup 1935 yılında Bozkurd Matbaası’ndan çıkmıştır. Bu kitapçıkların ilkinde Şeyh Gâlib’in kısa bir hayat hikayesinden sonra “Edebi Şahsiyeti”, “Galib’in Eserleri” ve “Şöhreti ve Tesirleri” başlıklı kısa hacimli alt bölümlere yer verilmiştir. Bu bölümlerden sonra “Galib’ten Nümuneler” başlığı altında divanından seçilen şiirler ile Hüsn ü Aşk isimli eserinin farklı bölümlerinden derlenen beyitlere yer verilmiştir. Fuad Köprülü’ye ithaf edilen 1935 baskısında yazar, her ne kadar Şeyh Gâlib’in hayatı ve eserlerinden bahsedeceğini vaat eden bir başlıkla çıkmışsa da 52 sayfa tutan kitapta sadece Şeyh Gâlib’in hayatı üzerinde durulup konuyla ilgili veriler derlenmeye, yer yer de bunların tenkidi yapılmaya çalışılmıştır.
Şeyh Gâlib ile ilgili öncü çalışmalar arasında yer alan bu kitapçıkların aradan uzun süre geçmesine rağmen yeni baskıları bir daha yapılmadı. Büyüyen Ay Yayınevi, yeni bir baskısını yapma kararını alınca Ergun’un bu çalışmasını gözden geçirip neşre hazır hale getirdik.
İşte bizim açımızdan bu tip ödül eserlerden biri de on yedinci yüzyılın başlarında vefat etmiş olan İntizâmî’nin Tuhfetü’l-İhvân adlı eseridir. Bu eserindeki bilgilere göre asıl adı İbrâhim olan ve Hersek Sancağı’na bağlı Foça’da muhtemelen 1542 yılında bir tüccar çocuğu olarak dünyaya gelen İntizâmî, medrese tahsili ve ticaretle geçen çocukluğundan sonra kâtip olarak devlete kapılanmış ve sırayla; Osmanlı devletinin “koca” devlet adamlarından olan Sokullu Mehmed Paşa’nın amcasının oğlu olan Budun beyi Sokullu Mustafa Paşa, Hersek valisi Sokulluzâde Kâsım Paşa, Alaca Hisar beyi İshak Bey ve Budun Beylerbeyi Üveys Paşa’ya hizmet etmiştir. Daha sonra İstanbul’a yerleşen ve III. Mehmed’in sünnet düğününü anlatan bir surnâme kaleme alan şair bilâhare III. Mehmed’in Eğri seferine katılmış, I. Ahmed dönemindeki Avusturya ve İran cephesinde cereyan eden önemli hadiselere ve bilhassa Celâlî isyanlarına da eserinde yer vermiştir. Nasuh Paşa’ya sunduğu 1021/1612 tarihli bir şiir, onun bu sıralarda hayatta olduğunu ve Tuhfetü’l-İhvân’a da son şeklini verdiğini göstermektedir. Ancak nerede ve kaç yılında öldüğü meçhuldür.
Şairin, 1582 yılında Şehzade III. Mehmed için yapılan sünnet düğününü anlatan Sûrnâme’si -yazarı tesbit edilemeyen bir eser olarak- Hammer ve Babinger gibi hayli eski araştırıcıların dikkatini çektiği ve bilhassa sanat tarihçilerinin çalışmalarına konu olduğu hâlde İntizâmî, yakın zamanlara kadar bilim âleminin meçhulü olarak kalmıştır. Nihayet Mehmet Aslan ve Şeref Boyraz’ın -aşağıda bahsi geçecek olan- çalışmalarıyla kısmen teşhis edilebilmiş ve hayatı hakkında bazı kısmî bilgilere ulaşılmıştır. Ancak onun bir nevi otobiyografik roman olan Tuhfetü’l-İhvân’ı on yıl kadar önce Sadık Yazar tarafından tespit edildikten sonradır ki hayatı bütün ayrıntısıyla ortaya çıkmış bulunuyor. Bu tespitten sonra birkaç tebliğin konusu olan Tuhfetü’l-İhvân uzun bir hazırlama evresinden sonra nihayet metin olarak da okuyucuyla buluşma imkânı buluyor.
Biri nispeten tam, diğeri çok eksik iki nüshası bulunan (Millet Kütüphanesi, Ali Emiri, 1150 ve Atatürk Kitaplığı, Belediye Kitapları, 108) ve bu nüshalardan yararlanarak kurduğumuz metne göre 4379 beyitten oluşan Tuhfetü’l-İhvân mesnevisi çeşitli yönleriyle büyük bir ilmî değer taşımaktadır. İntizâmî, bir yandan küçük bir Boşnak şehri olan Foça’daki çocukluğundan başlayarak, 70 yıllık renkli hayat hikâyesini modern bir otobiyografi çerçevesinde anlatırken diğer taraftan çok geniş bir coğrafyada geçen hayatı boyunca hizmetinde bulunduğu önemli devlet adamlarıyla ilgili tarihî hadiselere tanıklıkta bulunmaktadır. Bu özellikleriyle şimdiye kadar tespit edilen bütün benzerlerini geride bırakan bir değeri haiz olan eser, döneminin temel kaynakları arasına girmeye aday görünmektedir.
Bu çalışmada; bahsi geçen bu tercümenin tenkitli neşri hazırlanmıştır. İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi TY 365 (N), Vatikan Kütüphanesi Vat. Turco. 328 (V), Mısır Milli Kütüphanesi Türkî Talât 16 (M) ve Almanya Milli Kütüphanesi Ms. Orient. Oct. 2071 (A) olmak üzere 4 nüshası tespit edilmiştir. Mısır Milli Kütüphanesi’nde bulunan nüshaya ulaşılamadığından diğer 3 nüshadan hareketle tenkitli metin oluşturulmaya çalışılmıştır. İlgili bölümde sunulan birtakım karinelerden hareketle bu üç nüshadan A nüshasının, tercümenin ikinci bir versiyonu olduğu sonucuna varılmıştır. Bunun üzerine tercümenin ilk versiyonu olduğu düşünülen metni, V ve N nüshaları üzerinden kurulmuştur. Bu iki nüshadan hareketle metin kurulup tenkitli neşir esaslarına göre farklara yer verilirken tercümenin ikinci versiyonu olduğu düşünülen A nüshasının tüm farkları aparat bölümünde gösterilmiştir.
Çalışmada, hazırlanan tenkitli metinden önce bir inceleme bölümü konulmuştur. Burada, kaynak metin ve yazarı ile birlikte mütercimin hayatı ve eserleri hakkında bilgi verilmiştir. Ardından tercüme metni hakkında genel bilgiler verilip üslup ve tercüme usulü açısından dikkat çeken özellikleri üzerinde durulmuştur. Bu bölümde ayrıca tercümeye kaynaklık eden metne dair bir hata da tashih edilmiştir. Mütercim tercüme ettiği eserin Abdullâh İbni Mukaffa’ın Tibrü’l-Mesbûk fîmâ Yahtâcûne ileyhi’l-Mülûk isimli eseri olduğunu söylerse de yaptığımı araştırma ve inceleme neticesinde bunun hatalı olduğu tespit edilmiştir.
Osmanlı Türkçesi bilgisini geliştirmek isteyenler için daha faydalı olması için tıpkıbasımı ile Latinizesi karşılıklı sayfalarda basılan bu tercümenin günümüz Türkçesine aktarımı da yapılmıştır.
[Selâhaddîn-i Eyyûbî'nin oğlu el-Melikü'z-Zâhir Gâzî için Arapça kaleme Alınan ve II. Mahmud için Osmanlı Türkçesine Çevrilen Eser],
The importance attributed to aruz in the classical period was not limited to such practices, but also encompassed its codicological representation. In this paper, I will focus on the representation of aruz in manuscripts and highlight some notable practices in this direction. For this purpose, I will examine the codicological representation of aruz meters in the copies of the Persian-Turkish dictionary by Shahidi İbrahim Dede of Mugla (d. 1550) entitled Tuhfa-i Shahidi, which was famous among verse dictionaries. I shall thus try to show how far the importance of aruz went in the Ottoman literary tradition.