Caliphate passed to the Ottoman dynasty when Yavuz Sultan Selim conquered Egypt in 1517 and from this date on the Ottoman padishahs ruled the country as ‚caliph sultan‛. After the Ottomans' period of regression against the West started,... more
Caliphate passed to the Ottoman dynasty when Yavuz Sultan Selim conquered Egypt in 1517 and from this date on the Ottoman padishahs ruled the country as ‚caliph sultan‛. After the Ottomans' period of regression against the West started, especially after the Treaty of Kaynarca, the title of caliphate had been frequently used. Following the success of the National Struggle, radical revolutions were done through politics. It is obvious that from the beginning of the National Struggle, Mustafa Kemal had the intention to found the republic step by step. It is seen that he had followed his ideal when he passed to Anatolia. Therefore, it is no surprise that after the abolition of the dynasty, caliphate was also abolished. The most important leap of Turkish revolutionary movement was the abolition of the Dynasty and the establishment of the republic because this revolutionary movement changed the regime that had lasted for centuries. Abolishment of the Dynasty and caliphate was perceived by society as a passage to a new form of politic structure and, therefore, was not received kindly by certain sections. Particularly, the abolishment of caliphate was perceived both in abroad and in the country as the disappearance of the strongest bond that connects Anatolian Muslims and Muslims abroad. If generally analysed, while the proclamation of the republic was the most important of the revolutions, the most polemical of them in terms of reactions aroused both inner and outer public was the issue of the abolishment of caliphate. In the process of the abolishment of caliphate, Mustafa Kemal Pasha could not receive the similar support that he had received during the national struggle from his close fellow soldiers like Kazım
On dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren gelişmeye başlayan Türk- Alman ilişkileri, dünya tarihinin gördüğü en yıkıcı savaşlardan ilki olan Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda, müttefik iki ülkenin yenilen tarafta yer almasıyla tamamen... more
On dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren gelişmeye başlayan Türk- Alman ilişkileri, dünya tarihinin gördüğü en yıkıcı savaşlardan ilki olan Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda, müttefik iki ülkenin yenilen tarafta yer almasıyla tamamen durmuştur. Her iki ülke de kendini toparlama sürecinin ardından, yeni bir rejim anlayışına yönelmiş, eski hükümetler yıkılmış yerine Cumhuriyet rejimi kurulmuştur. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra iki ülke arasındaki ilişkiler bir süre kopmuş ve 1924 yılında imzalanan Türk-Alman Dostluk Anlaşması'ndan sonra yeniden gelişmeye başlamıştır. Bu gelişmelerin bir neticesi olarak, iki ülke arasındaki diplomatik ve kültürel alanda ki çalışmalar 1926 yılında İstanbul'da yayımlanmaya başlayan 'Türkische Post' (Türk Postası) adlı günlük gazete ile kendini göstermiştir. Gazetenin başlıca amacı; Türkiye ve Almanya arasındaki kopmuş olan ekonomik, politik, kültürel ve askeri ilişkileri tekrar canlandırmak ve geliştirmektir. Gazetenin yayın dili Almancadır. Gazetede yayınlanan haberler ağırlıklı olarak yeni Türkiye Cumhuriyeti, kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ve Ortadoğu üzerine olmuştur. Gazete, Almanya'nın yarı resmi yayın organı olarak haberler yapmıştır. 1926- 1932 yılları arasında Alman Hükümeti'nin resmi görüşlerini yansıtmakla beraber göreceli olarak bağımsız bir şekilde yayına devam eden gazete, 1933 yılından sonra Almanya'da Adolf Hitler'in iktidara gelmesiyle beraber Alman Hükümetinin denetiminde bir yayın politikası izlemiştir. İki Dünya Savaşı arasında, varlığını on sekiz yıl boyunca sürdürmüş olan gazete Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı'nı kaybettiğinin kesinleşmesiyle birlikte, 31 Temmuz 1944'te yayın hayatına tamamen veda etmiştir.
Muhafazakârlık, modern dünyanın ana siyasi ve kültürel akımlarından biri olmakla beraber, özellikle Türkiye’de bu ağırlığı ölçüsünde fikri bir ilgiye mazhar olamamıştır. Türkiye’de, bilhassa çok partili hayata geçildiği dönemlerde siyasi... more
Muhafazakârlık, modern dünyanın ana siyasi ve kültürel akımlarından biri olmakla beraber, özellikle Türkiye’de bu ağırlığı ölçüsünde fikri bir ilgiye mazhar olamamıştır. Türkiye’de, bilhassa çok partili hayata geçildiği dönemlerde siyasi olarak muhafazakâr partiler iktidarda olsa da, bu muhafazakâr düşüncenin ve üslubun gelişmesi manasına gelmemiştir. Muhafazakârlık, Fransız Devrimi sonrasında devrimin ve devletin yok ettiği geleneksel otorite ve geleneksel özgürlükleri koruma kaygısıyla ortaya çıkmıştır. Fransız Devriminin idealleri ve devrim anlayışı dünyada yayıldıkça, muhafazakârlık da yayılmış ve farklı renkler kazanmıştır...Türk muhafazakârlığı, bir yandan haldeki hayatından memnun olmayan ve değiştirmeye gayret eden kitlelerin ve onların siyasi temsilcilerinin değişim söylemi, diğer yandan bu insanların tutunma söyleminin dilemmasında teşekkül etmiştir... Dr. Murat Yılmaz
1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Batılı sermayedarların çıkarları doğrultusunda düzenlenmiş bir pazar içinde, Ortaçağ’dan kalma yöntemlerle üretim yapan bir tarım ekonomisi üzerine inşa edilmiştir. Osmanlı Imparatorluğu’nun kurumsal... more
1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Batılı sermayedarların çıkarları doğrultusunda düzenlenmiş bir pazar içinde, Ortaçağ’dan kalma yöntemlerle üretim yapan bir tarım ekonomisi üzerine inşa edilmiştir. Osmanlı Imparatorluğu’nun kurumsal ve toplumsal birikimini ve I. Meşrutiyet ile başlayan demokratikleşme ve millileşme tecrübelerini miras alan Cumhuriyet, bu tarım ekonomisini modern bir milli sanayi ekonomisine dönüştürme görevini üstlenmiştir. Bu çalışmada, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan II. Dünya Savaşı’na kadar geçen sürede Kemalist hükümetin ekonomi politikaları ve “devletçilik” uygulamaları betimleyici analiz yöntemi kullanılarak incelenmiştir. Çalışmanın amacı, bu politikaların hedefini ve doğrultusunu ortaya koymaktır. Bu doğrultuda Izmir Iktisat Kongresi ile başlayan süreç ilk dönem, Büyük Buhran sonrası içine girilen süreç de ikinci dönem olarak ele alınmıştır. Ilk dönemin hedefi, devlet teşvikleri yoluyla Türk özel sektörünün gelişmesine katkı sağlamak iken, kamu harcamaları altyapı yatırımlarına yöneltilmiştir. Ikinci dönemde ise üretken yatırımların da doğrudan devlet eliyle yapılması modeli izlenmiştir. Büyük Buhran döneminde kamu yatırımlarının ağırlığı kademeli olarak artırılmıştır. Türkiye’ye özgü bir “devletçiliği” tanımlayan bu iki model aslında erken Cumhuriyet döneminde Kemalizm’in ekonomi politikasının farklı koşullardaki uygulama biçimleridir. Bu iki modelin ortak noktası olarak öne çıkan “millileşme” ve “sanayileşme” hedefleri, dönemin ekonomi politikasının özünü oluşturmuştur.
Mustafa Kemal'in önderliğinde Türk Devrimi, yarı sömürge durumundaki Osmanlı'nın 1700'lerden beri üzerinde düşündüğü ancak çözüm bulamadığı azgelişmişlik ve kuşatılmışlık sorunlarına özgün bir yanıt verdi: Ulusal egemenliğe dayalı tam... more
Mustafa Kemal'in önderliğinde Türk Devrimi, yarı sömürge durumundaki Osmanlı'nın 1700'lerden beri üzerinde düşündüğü ancak çözüm bulamadığı azgelişmişlik ve kuşatılmışlık sorunlarına özgün bir yanıt verdi: Ulusal egemenliğe dayalı tam bağımsızlık ve uygarlığa yönelik kalkınma.