T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ÇALIŞMA EKONOMİSİ VE ENDÜSTRİ İLİŞKİLERİ
ANABİLİM DALI
1990’LI YILLARDA TÜRKİYE’DE ÇALIŞMA YAŞAMI
VE
TÜKETİM
Yükseklisans Tezi
Elif Tuğba Doğan
Ankara-2004
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ÇALIŞMA EKONOMİSİ VE ENDÜSTRİ İLİŞKİLERİ
ANABİLİM DALI
1990’LI YILLARDA TÜRKİYE’DE ÇALIŞMA YAŞAMI
VE
TÜKETİM
Yükseklisans Tezi
Elif Tuğba Doğan
Tez Danışmanı
Doç. Dr. Recep Varçın
Ankara-2004
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ
1. BÖLÜM : TEMEL KAVRAMLAR VE KURAMLAR
1.1. Temel Kavramlar
1.1.1. Tüketim
1.1.2. Tüketimin Tek İşlevi
1.1.3. Gereksinim ve Güdülenme Süreci
1.1.3.1. Gereksinim Çeşitleri
1.1.3.2. Zorlama Gereksinimler
1.1.4. Çalışma ya da Üretim
1.1.5. Tüketici
1.1.6. Yaşam Kalitesi
1.1.7. Kimlik
1.1.8. Tüketim Toplumu ve Toplumun Diğer Sıfatları
1.2. Tüketimle İlgilenen Sosyal Bilimler
1.3. Tüketim Kuramları
1.3.1. Gösteriş Tüketimi
1.3.2. Gösteriş Etkisi
1.3.3. Diderot Etkisi
1.3.4. Trickle-Down Kuramı
2. BÖLÜM: KAPİTALİZM, ÇALIŞMA VE TÜKETİM İLİŞKİSİ
2.1. Metalara Yüklenen Anlamın Farklılaşması
2.1.1. Metaların Fetişleşmesi ya da Pazar için Üretim
2.1.2. İkinci Dalga Fetişizm
2.2. Üretim ve Tüketim Sisteminin Dönüşümü
2.2.1. Atölye Tipi Üretim
2.2.2. Fordist Üretim Modeli
2.2.2.1. Fordist Dönemde İki Kriz
2.2.2.2. Post-Fordist Üretim Modeline Doğru
2.2.3. Post-Fordist Üretim Modeli
2.2.4. Boş Zaman Etkinliği Olarak Tüketiminin Düzenlenmesi
3. BÖLÜM: TÜRKİYE ÖRNEĞİ
3.1. Özel Girişimci Eliyle Üretim Dönemi
3.2. Devletçi Dönem (İthal İkameci Dönem)
3.3. İhracata Dayalı Üretim Dönemi
3.3.1. 1980-1989 İhracat Dönemi
3.3.2. 1989 Sonrası Sıcak Para Dönemi 1990’lı Yıllar
3.3.2.1. 1990’lı Yıllar Tüketimciliğinin Genel Özellikleri
3.3.2.1.1. Gelir Dağılımında Uçurum: Rantiye ve İşsiz
3.3.2.1.2. Taklit Marka Tüketimi
3.3.2.1.3. Alışveriş Merkezlerinde Tüketim
3.3.2.1.4. Ekonomik Kriz ve Kredili Tüketim
SONUÇ
ÖZET
SUMMARY
KAYNAKÇA
i
1
5
5
5
6
7
8
9
10
11
12
14
15
17
34
35
36
36
37
39
45
45
50
59
61
62
67
72
77
86
95
97
98
106
107
114
119
120
123
126
128
135
141
143
145
GİRİŞ:
Antropolog Mary Douglas ile iktisatçı Baron Isherwood’un birlikte gerçekleştirdiği
Tüketimin Antropolojisi adlı çalışma tüketim ve tüketim toplumu ile ilgili yazılmış diğer
çalışmalardan farklı bir şekilde konuya girmektedir. Giriş metninde yazarlar alıp satmanın
kınandığını, sahip olmanın suçlandığını belirtirken, aşırı tüketimin ayıplandığı pek çok
çalışmanın her ay kitapçılarda görüldüğünü söylemektedirler. Ahlaki bir yaklaşımla konunun
gerçeğini görmezden gelenlerden farklı olarak, konunun gerçekliğiyle ilgilenmeyi
yeğlemektedirler. ‘‘Daha sade yaşamak ahlaki sorumluluğumuzsa eğer, belli ki bunu yapmaya
gönülsüzüz’’ (Douglas ve Isherwood, 1999: 7) derken tüketim eleştirilerinin fazlaca
söylemediği gerçeği de söylemiş olmaktadırlar. Bu gerçek eleştirsek de tüketime devam
ettiğimizdir. Giriş bölümünün devamında da şöyle derler: ‘‘aşırı tüketim kişisel açgözlülükten
daha ciddi, daha karmaşıktır ve ahlaki kızgınlık, aşırı tüketimi anlamamıza yardım etmez’’
(Douglas ve Isherwood, 1999: 7).
Bu tez çalışması tüketim kavramının kullanıldığı, analiz edildiği pek çok çalışmanın yardımı
ile kapitalizmin yeni toplumsal biçimlenişinde tüketimin nereye oturduğunu tartışmaya
çalışacaktır. Gelişmiş kapitalist toplumlar örnek verilerek analiz edilen tüketimin azgelişmiş
ülkeler söz konusu olduğunda toplumsal ve ekonomik yaşam içinde nasıl konumlandığını,
üretim ve tüketim ilişkilerinin özgün ve/veya benzer yönlerini ortaya koymayı
hedeflemektedir. Aşırı tüketimi eleştirmeden öte, oluşturan süreci ortaya koymayı
deneyecektir.
Kapitalizmin geçmişten günümüze örgütsel düzeninin, işleyişinin değiştiğini , 18. yüzyıl
kapitalizmi ile 21. yüzyılın başlarındaki kapitalizmin aynı olmadığını söylemek çok da zor
olmayacaktır. Üretim için gerekli gücün çalışma ahlakı ile savunulduğu bir dönemin/ çağın
yaşandığını bilmekteyiz. Yine günümüz gelişmiş kapitalist toplumlarına bakıldığında sistemin
işleyişi için toplumun teşvik edildiği eylem farklılaşmıştır. Farklılaşan bu eylem, tüketim,
Baudrillard (1997)’ye göre eski sınıf farklılıklarının yerini alan yeni bir toplumsal hiyerarşi
yaratmıştır. Tüketim kapitalist sistemin işleyişi için daha önce olmadığı kadar teşvik
edilmekte, toplum görünür/görünmez bir baskı altına alınmaktadır. Kültür Endüstrisi
kavramını ortaya atan Adorno (2003), toplumun egemen kapitalist güçlerce baskı altına
alındığına vurgu yaparak kapitalizmi eleştirmiştir. Bu eleştirinin haksız olduğu
düşünülmemektedir. Ancak tüketimi kapitalizmle başlamış, kapitalizm gibi lanetli bir kavram
olarak algılamanın da doğru olduğu bu çalışmada düşünülmemektedir.
Kapitalizm öncesi toplumlara ve kültürlerine bakıldığında gösteriş, nesneler aracılığıyla
kimliklerin sergilenişi yine görülebilecektir. Böyle bir geçmişe sahipken tüketim,
kapitalizmle birlikte ne gibi bir değişime uğramış olabilir ki, bu kadar ahlaksız kabul
edilmektedir? Geçmişten günümüze insanın varlığının devamında gereksinimlerin
gideriminde, tatmininde, tüketme eylemi varolagelmiştir. Bununla birlikte yalnızca fizyolojik
gereksinimlerin giderilmesi ile de sınırlı kalmamıştır eylem. Maslow’un gereksinimler
hiyerarşisi kavramını tek bir insan için değil de insanlık tarihi için düşünmeyi başarırsak
göreceğiz ki, günümüzde tüketimin farklılaşmasının altında yatan şudur: İnsanın gelişiminde
öncelikle nasıl fizyolojik gereksinimler gideriliyorsa ilk insanlarda da birinci sıradaki
gereksinimler için tüketim varolmuştur. Gereksinimlerin doyurulması ile üst sıradaki
gereksinimler kendini göstermeye başlamıştır. İlk insan için vahşi hayvanlardan ve doğa
olaylarından korunmak, yiyecek bulmak, hayatın devamında temel amaçlar olmuştur. Bu da
bireyin birincil gereksinimlerine denk düşmektedir. Zamanla, insan yaşamında tatmin edilmiş
gereksinimlerin yerini yenileri almış, bu gereksinimlerin giderilmesi için geliştirilen teknoloji
ile insanlık ilerlemiştir. Artık barınma, yeme, içme, güvenlik gereksiniminden fazlası insan
için tatmin edilmelidir. Bunu da insanlık tarihi içinde günümüzün toplumlarında, farklı
gereksinimler ve farklı tatmin şekilleriyle ortaya konmaktadır. Günümüzün gelişmiş
toplumları, üst sıradaki gereksinimleri duydukları için tüketme eyleminin nesneleri
farklılaşmaktadır. Maslow’un hiyerarşisinde ait olma ve sevgi üçüncü sırada karşımıza çıkan
gereksinimlerken saygı ve takdir – ya da özsaygı (Marshall,1999:325)- bir üst sıradaki
gereksinimlerdir. İnsanlığın gelişiminde beliren gereksinimler için de bu hiyerarşi
kullanılabilir.
Tüketim ve tüketim toplumu üzerine yapılan çalışmaların geneline bakıldığında tüketim
kavramı insanların nesnelerle kuşatılmış olmasından duyulan rahatsızlığı dile getirmektedir.
Yaşamın amacı olarak tüketme eyleminin görüldüğü iddia edilirken çalışmanın bir erdem
olduğu, kişinin kendini gerçekleştirme gereksiniminin tatmin edici davranışı olduğu
dönemlerin sona erdiği iddia edilmektedir (Gorz,1986,2001,Bauman,1999). Çalışma ve
tüketime ilişkin öncelikle belirtilmesi gereken şudur ki, iki kavram birlikte yürümektedir ve
iki kavram çoğu kez ontolojik olarak birbirine muhtaçtır. Çalışmada, üretim ve tüketim
süreçlerinin birbirinden kopuk olarak incelenmesinin yanlış olduğu düşünülerek, birlikte
çözümlenmeye çalışılacak, kapitalizmin dönüşümünde etkili olan üretim modellerinin
tüketim modellerini de peşinden getirdiği gibi tüketim modellerine uyan üretimin de
gerçekleşebildiğini gösterecektir. Konu belli bir dönemleştirme ile özellikle ikinci ve üçüncü
bölümlerde tartışılacaktır. Birinci bölüm ise temel kavramlara ve tüketim konusuyla ilgili
yaklaşımlara yer verecektir.
Birinci bölüm, tüketimin ne olduğunu belirterek başlayacak, kavramın işlevi, insan
gereksinimlerinin gideriminde önemli bir eyleme dönüştüğü süreci açıklayacak, insanların
gereksinimleri üzerinde durulduktan sonra kavramla ilgili kuramlar ve konuyla ilgilenen
sosyal bilimler/disiplinlerin bakış açıları, konuya katkıları incelenecektir.
İkinci bölüm, öncelikle tüketim ve üretim olarak iki ayrı alanda dönemleştirilecek, tüketim
ilişkilerinin çözümlenmesinde Marx’ın meta fetişizmi kavramından yararlanılarak kapitalizm
öncesindeki nesnenin tüm değerlerine kullanım değeri atfedilerek kapitalizmle birlikte
tüketilen nesnelerin artık kullanım değerleri ile birlikte değişim değerlerine de sahip oluşu,
nesnelerin metalaşması ile metalarla kuşatılmış bir evrenin varlığından söz edilecektir. Meta
fetişizmi kavramı, kapitalizmin başlangıcından post-Fordist döneme kadar çözümlememizde
kullanılacak, ardından 1970’li yıllarda dönüşmeye başlayan sistem içinde metaların
fetişlemesini ikinci dalga boyutuyla değerlendirmeye çalışacağız. Üretim ilişkileri boyutunda
ise atölye tipi üretimden başlayarak tüketilen nesnelerin oluşum sürecine ilişkin
değerlendirmeler yapılacaktır. Atölye tipi üretimden, montaj hattı üzeirnden yapılan üretime,
oradan da esnek çalışma ilişkilerinin savunularak dünyaya egemen kılınmaya çalışılan yeni
üretim modeli üzerinden üretim ve tüketim ilişkilerinin dönüşümü tartışılacaktır. Bu bölümde,
tüketimin bir boş zaman etkinliği olduğu iddiası tartışılacak, çalışma ve boş zaman arasındaki
kutuplaşmanın tüketime ve kapitalizme ne yarar sağladığına yanıt aranacaktır.
Üçüncü bölüm ise Türkiye üzerinden yürütülecektir. Burada da belli bir dönemleştirme
yapılarak, ekonomi politikalarının üç dönemi belirtilecek ve bu dönemlere denk düşen üretim
ve tüketim ilişkileri tartışılacaktır. Türkiye ile ilgili yapılan dönemleştirmeler ülkenin gelişmiş
kapitalist toplumlardan farklı olarak kalkınma süreçleri yaşadığını ve bu farklılığın tüketim
ilişkilerine de yansıdığını belirtmek için tercih edilmiştir. Gelişmiş toplumlardan farklı olduğu
düşünülen bu gelişim sürecinde iki önemli olgu; köyden kente göç ve devletin sanayileşme
çabaları doğrultusunda piyasaya mal üretimi tartışılacaktır.
Birinci dönem olarak devletin kuruluşundan devletçi ekonomi politikalarının uygulanmasına
kadar geçen kısa süre özel girişimci eliyle üretim dönemi olarak adlandırılacak, ardından
ikinci dönemin, devletçi dönem, ithal ikameci üretim modeli etrafında üretim ve tüketim
tartışılacaktır. Üçüncü ve son dönem ise dünyanın neoliberal politikalarla dönmesi gerektiğini
savunanların iddiaları doğrultusunda oluşturulmuş programların ülkeye önerdiği yeni
kalkınma ve tüketim modeli çerçevesinde kurulmuştur. İthal ikameci üretim modeli yerine,
ihracata yönelik üretimin ülkenin borçlardan kurtulması kalkınması açısından gerekli olduğu
görüşü ile 1980 sonrası dönem, ihracatın gerçekleşebilmesi için iç talebin kısıldığı dönem
olarak ifade edilmektedir. İhracatın teşvikinin yanında ithalatın da serbestleşmesi lüks tüketim
mallarının ülkeye girişini de sağlamış, ülkede o zamana kadar görülmemiş mal ve hizmetler
dönemin iktidarının söylemleri de göz önüne alınarak zenginleşme arzusunu kamçılamıştır.
1980 sonrası ‘küçük Amerika’ olma özleminin Amerikan tarzı tüketim kalıplarını ülkeye
getirdiği düşünülmektedir. İhracatçı dönem olarak belirtilen üçüncü bölüm de 1980’li
yıllardan 1989 krizine kadar olan dönem ve 1989 sonrasında başlayan uluslararası finansal
serbestleşmenin meydana getirdiği sıcak paranın ve yatırıma dönüşmeyen kazancın ülkede
üretim yapılmadan da tüketim yapılabildiği bir dönemi işaret edecektir. 1990’lar
ekonomilerin artık birbirileri ile bağının güçlendiği yıllar olması ile Türkiye için krizler
dönemi olmuştur. 1994’te ülkede yaşanan krizin ardından 1997’de Doğu Asya ülkelerinde,
1998’de Rusya’da ve 2000, 2001 yıllarında yeniden Türkiye’de ekonomik krizler yaşanmış,
bu krizlerle örülmüş dönemde ise tüketime ilişkin hala göze batan bir süreç işlemeye devam
etmiştir.
1. BÖLÜM
TEMEL KAVRAMLAR VE KURAMLAR
1.1. Temel Kavramlar
1.1.1. Tüketim
İktisat dersi alan bir öğrencinin ilk öğrendiklerinden biri insan gereksinimlerinin sınırsızlığına
karşın üretim kaynaklarının sınırlılığı bilgisidir. İktisat bilimi de Homo economicus’un kıt
kaynaklarla sınırsız gereksinimlerini karşılamada kullanacağı akılcı yöntemlerle
ilgilenmektedir.
İnsanın iki yönlü -toplumsal ve biyolojik- varlığının devamı için gerekli olan
gereksinimlerin karşılanması sürecinde, ‘tüketim’ kavramı karşımıza çıkmaktadır. Tüketim,
insanın psikolojik, toplumsal ve biyolojik varlığının devamında önemli bir kavramdır ve
kavram pek çok farklı şekilde açıklanmaktadır. İnsan gereksinimlerinin doğrudan doğruya
giderilmesi için mal ve hizmetlerin kullanılması (Türkay,1996:4) olarak ifade edilmektedir.
Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğünde ise kavram, kullanarak, harcayarak yok etmek, bitirmek,
yoğaltmak işidir. Yine sözlükteki tanımlamada üretme eyleminin karşıtı olduğu da
belirtilmektedir (TDK, 1988: 1501). Yapılan tanımlamalardan tüketimin kullanma ve yok
etme gibi iki eylemi ifade ettiği görülmektedir. Böylesi bir tanımlama, tüketim, nesnelerin
yalnızca kullanım değeri üzerinden yapıldığında doğru olabilir. Ancak kullanım değerinden
çok daha öte değerlere sahip nesnelerin tüketimi için yeterli açıklama yapılmış olmaz.
Tüketim, gereksinimlerin giderilmesinde mal ve hizmetlerin kullanımı olarak ifade
edilmekle birlikte buradaki maddi tüketime malların fiziksel olmayan tüketimini de
Baudrillard eklemektedir. Baudrillard’a göre tüketme eylemi gereksinimlerin
doyurulmasından çok daha fazla bir anlam yüklenmiş, bir ‘idealist’ uygulama (aktaran:
Bocock, 1997:75) biçimidir. Tüketim, nesnelerin yalnızca fiziki yokoluşlarını kapsamayacak
kadar genişletilmiş bir eyleme dönüşmüştür ve bu dönüşüm Baudrillard tarafından kapitalist
topluma eleştiri olarak getirilmiştir. Kapitalist toplum eleştirisi içinde tüketime yüklenen
anlam, kavramın pazar ekonomisi ile farklılaşmış olmasıyla bağlantılıdır. Daha öncesinde
nesnelerin fiziksel olsun, simgesel olsun kullanım değeri üzerinden tüketimi söz konusu
edilmekteydi. Ancak pazar ekonomisi ile birlikte nesnelerin pazar için üretiliyor olması
nesnelere değişim değeri atfetmiştir. Nesnenin bir değişim değerine sahip olması nesnenin
yalnızca kullanım değerine sahip olduğu durumdaki tüketim gibi somut bir yok edişten soyut
bir yok edişe geçişi temsil etmemektedir. Soyut –ya da simgesel- tüketim kapitalist öncesi
toplumlarda da görülen pratiklerdendir. Bir nesnenin kullanım değerine sahip olması bizi o
nesnenin yalnızca fiziksel bir kullanıma açık olduğu anlamına ulaştırmaz. Simgesel tüketim
nesneleri olarak ilkel topluluklardaki totemlere, fetiş nesnelere bakabiliriz. Buradaki
simgeselliğin de o dönem için kullanım değeri taşıdığını iddia edebiliriz. Nesnelerdeki
kullanım değerinden farklılaşan bir değere geçiş için 18. yüzyılın, pazar ekonomilerinin
ortaya çıkışı beklenmiştir.
1.1.2. Tüketimin Tek İşlevi
Tüketim tanımlarından tüketme eyleminin neye yaradığına ilişkin bir çıkarım yapmak çok da
zor olmayacaktır. Tüketim, gereksinimlerin karşılanmasında kullanılan önemli bir araçtır.
Tüketimciliğin eleştirildiği durumlarda tüketimin araç işlevini terkettiği ve aslolan amacın
tüketmek olduğu şeklinde eleştiriler getirilmektedir. Ne var ki tüm bu araç- amaç
karmaşasının altından tüketimin tek ve biricik işlevi kendini göstermektedir. Tüketimin
işlevi, ister fizyolojik olsun ister psikolojik her şekilde gereksinimlerin karşılanmasıdır.
Bireyin gerçekleştirdiği tüketme eyleminin sonucunda, karşılanmadığında gerilime neden
olacak eksiklik, yokedilmiş olacaktır. Eleştirinin asıl hedefini burada insanlara fizikselden çok
psikolojik bir gereksinim duyma konusunda yapılan görünür/görünmez baskı oluşturmaktadır.
Tüketim insanlarda sürekli bir istencin aracı olmaktadır. Kapitalist sistemde tüketim günah
keçisi gibi görülse de olgunun arkasında öfkenin asıl hedefi kendini gizlemektedir.
Mal ve hizmetlerin tüketimi kişilerin hissettikleri yokluk duygusunu yok etmede çözüm
sunmaktadır. Nesnelerin tüketimine ilişkin davranışın kendisi bir araç, gereksinim ve
isteklerin tatmin edilmesi ise amaçtır (Barış ve Odabaşı, 2002:30). Burada gereksinimlerin
değişim sürecine değinilmesi gerekmektedir. Eylem geçmişten günümüze değişmiş değildir;
az ya da çok, insanlar doğumlarından ölümlerine kadar doğayı, enerjiyi, nesneleri, imgeleri
tüketmeye devam etmektedir. Bedenin, ruhun gereksindiği her ne ise tüketilmesi tatmine ve
rahatlamaya neden olacaktır; bu da fizyolojik olduğu kadar psikolojik bir süreçtir.
Tüketimin ayıplandığına ilişkin görüşlerin yanlış olduğunu iddia eden Douglas ve
Isherwood(1999)’a göre tüketim malları iletişim amacıyla kodlanmıştır ve bir tüketicinin bir
mübadele dizisi içinde öbür tüketicilerle bağlanmasını sağlama gibi bir işleve sahiptir.
Olgunun işlevi belirtildikten sonra Douglas ve Isherwood’un tüketim mallarına yönelik
açıklaması iletişim gibi bir gereksinimin giderilmesine aracı olmaktadır. Tüketme bir eylem
olarak gereksinimi gidermeye, tüketim malları da bu eylemin aracı durumundadır.
1.1.3. Gereksinim ve Güdülenme Süreci
Tüketme eylemi, güdülenme adı verilen bir süreçte davranış adını almaktadır. Bu süreci söyle
sıralayabiliriz: Gereksinim, güdülenme, davranış ve tatmin. Bahsedilen bu sürecin başlangıç
noktasında bireyin gereksinimi yer almaktadır. Gereksinimin birey tarafından farkedilmesi
burada önemli noktayı oluşturmaktadır. Gereksinim için bireyce deneyimlenmiş, yaşanan
yokluktur denebilir (Moorehead ve Griffin 1989:104) Birey varlığından habersiz olduğunda
gereksinim duymayacaktır. Yokluğun varolduğunun farkına varma ise gereksinimin
hissedilmesinde etkili olacaktır. Güdülenme sürecinin ilk ayağı tamamlandığında -birey
gereksinim duyduğunda- ikinci ayağında artık bu gereksinimin tatmin edilmesine yönelik
olarak harekete geçirici bir gücün varlığı şarttır. Bu aşamada, gereksinimin tatminini
sağlayacak hareketin/davranışın gerçekleşmesi için amaca yönelik istek/ güç, güdülenme
olarak ifade edilebilir. Yine güdü için, kişinin enerjisini belli bir hedefe yönlendiren
davranışları için gösterilen bilinçli veya bilinçsiz gerekçeler (Budak, 2003:342) tanımı da
verilmektedir. Güdülenme sürecinde güdünün oluşmasının ardından, sıra davranışa,
gereksinimi tatmin edici harekete gelmektedir. Tatmin/doyum, gereksinimlerin giderilmesi
sonucu denge durumunun yeniden kurulması (Budak, 2003: 225) şeklinde ifade edilmektedir.
Tanımdan yola çıkarak, uygun darvranışla gereksinimin oluşturduğu gerilimin yokolması
beklenir diyebiliriz. Gerilimin yok olmaması durumunda tatminin da sağlanmamış olduğu
düşünülebilir.
Yukarıda özetlenmiş güdülenme sürecinde davranış olarak adlandırılmış aşamadaki eylem
tüketmedir. Birey duyduğu gereksinimin oluşturduğu içsel dengesini bozucu gerilimi yok
etmek için tüketme eylemini gerçekleştirerek istenen sonuca ulaşır. Psikolojinin açıkladığı
süreçteki davranış aşamasının, tüketme eyleminin, toplumsal yaşama bakıldığında çok da
kolayca gerçekleşmeyen bir aşamayı temsil ettiğini söyleyebiliriz. Uygun davranışın/tüketme
eyleminin gerçekleşmesi için bazı gereçlerin varolması da zorunludur. Bunların en başında
gereksinim duyulan nesnelerin ulaşılabilir olması yer almaktadır. Ulaşılabilirlik de bireyin
sahip olduğu gelirle, gereksinim duyulan nesnenin/hizmetin miktarı ile ifade edebiliriz.
Konunun bu yönü daha çok iktisatçıları ilgilendirmektedir. Piyasaya çıkana kadar tüketici
bireyin konu olduğu alan psikoloji ve buna bağlı olarak pazarlama, reklamcılık alanları iken
şimdi iktisat bireyin piyasadaki davranışlarını analiz etmektedir. 1
1.1.3.1. Gereksinim Çeşitleri
Tüketimin tek işlevinin gereksinimlerin giderilmesi olduğu iddia edildikten sonra tüketmenin
basit bir eylem olduğu sonucunu çıkarmak doğru olmayacaktır. Gereksinimlerin giderilmesi
olarak basit/temel bir işlevi vardır tüketimin ancak gereksinimlerin karmaşıklığı göz önüne
alındığında tüketme eylemi çok da basit değildir. Gereksinimler, fizyolojik gereksinim,
psikolojik gereksinim olarak basitçe ikiye ayrılabileceği gibi, farklı kaynaklarca birincil ve
ikincil gereksinimler olarak da ayrıştırılabilmektedir.
1
Aşağıda tüketimi ilgi alanına dahil etmiş bilim dalları, disiplinler ve diğer alanlar daha ayrıntılı olarak
verilecektir.
A. Maslow, Gereksinimler Hiyerarşisi olarak bilinen modelinde, insan gereksinimlerini
sınıflandırdığında, birinci sıraya insanın biyolojik bir varlık olmasının sonucu olarak yeme,
içme, üreme gibi türünün devamına yönelik fizyolojik gereksinimleri yerleştirmiştir.
Ardından güvenlik gereksinimi ikinci sıraya yerleşirken, sevgi ve ait olma gereksinimi
üçüncüyü, takdir ve saygı gereksinimi ise dördüncü sırayı oluşturmaktadır. Gereksinimlerin
sıralanışında en üst düzeydekini ise kendini gerçekleştirme ya da yaratıcılık oluşturmaktadır.
Bu beş basamaklı hiyerarşik sınıflandırmada Maslow, ilk iki gereksinimi birincil, üç, dört ve
beşinci sıradakileri ise ikincil, gereksinimler olarak adlandırmaktadır (Eren, 2001:31)
Birincil ve ikincil, temel ve tamamlayıcı (Eren,2001:494) ya da fizyolojik ve sosyal psikolojik
olarak ikiye ayrılsa da gereksinimler, anlamlarında çok büyük farklılıkları getirmemektedir.
Bireyin fizyolojik gereksinimleri onun dünya üzerinde görünen fiili yaşamının devamı için
şart olanları ifade etmektedir. Bunlar, yiyecek, su, oksijen, cinsellik, uyku gibi
gereksinimlerdir. Fizyolojik gereksinimler için organik gereksinimler kavramını da
kullanılmaktadır (Budak,2003:381). İkincil, psikolojik gereksinimleri ise türün devamına
yönelik fizyolojik gereksinimleri tamamlayıcı nitelikte olup insanın sosyal bir varlık oluşuyla
bağlantılandırılmaktadır.
1.1.3.2. Zorlama Gereksinimler
Günümüzde gereksinimler daha önce olmadığı şekilde oluşturulmakta ve yeni gereksinimlere
yeni tatminler sunulmaktadır. Gereksinimleri ortaya çıkaran şeyin insanın kendi biyolojik
yapısı ya da bireysel tercihi olduğunu söylemek pek de kolay görünmemektedir. Ivan Illich,
toplum içinde insanların neye gereksinimleri olduğunu onlara dikte edecek uzmanlaşmış
insanların oluştuğunu ve uzmanlar kontrolünde ‘zorlama gereksinimlerin hegemonyası’nın
(Illich, 2000:53) yaşandığını ileri sürmektedir. Toplum, bu aşamada artık zorlama
gereksinimlerin eksikliğini kendilerinde duymaktadır. Gereksinim olarak bu uzmanların
verdiklerini görmeye başladıklarında ise ardından gereksinimin giderilmesi ve tatmini
gelecektir. Illich’in sözünü ettiği uzmanlar bu çalışma içinde özellikle reklamcılık sektörüyle
bağlantılandırılmaktadır. İnsanları sürekli arzular hale getirdikleri şeklinde de bir iddiaya
verilmektedir. Illich ile birlikte Debord (1996) da yapay gereksinimler yaratıldığını iddia
etmektedir.
1.1.4. Çalışma ya da Üretim
İnsan gereksinimlerinin tatmini için tüketim vazgeçilmez bir işleve sahip görünmektedir.
Tüketilen nesneler aracılığıyla tatmin sağlanmakta, birey fizyolojik ve psikolojik olarak
rahatlamaktadır. Bireyin tüketim eylemini gerçekleştirme aşamasında, önemli bir etmenin
varolma zorunluluğu gözden kaçmayacaktır, o da gelirdir. İnsanların tüketerek tatmin
sağlayabilmeleri için gereken gelir, çoğunlukla çalışmayı zorunlu kılmaktadır. Mirasyedi ya
da şans oyunları ile elde edilmiş gelire sahipse kişi çalışmak zorunda kalmadan da tüketim
eylemine devam edebilecektir. Ne var ki bu durum, toplumun geneline yayılmış değildir.
İnsanın yaşamını sürdürebilmesi için gerekli geliri elde etmesi için çalışması gerektiği,
çalışma kavramı sözkonusu olduğunda çoğunlukla söylenmektedir. Çalışma bir gelir getirici
eylemdir ancak çalışma bu şekilde tanımlandığında emeğin değerinin indirgendiği gibi bir
sonuç çıkarılabilir. Oysa çalışma kavramı için gelir getirici eylem olduğu bir gerçek olmakla
birlikte çalışma, insanın gereksinimlerinin gideriminde araçtır. Yeme içme gibi
gereksinimlerin giderilmesi için çalışma sonucu elde edilen gelir kullanılırken, çalışma başlı
başına gereksinimler hiyerarşisinin en tepesindeki kendini gerçekleştirme gereksiniminin
giderilmesindeki davranışlardan biridir de aynı zamanda.
Çalışmanın asıl amacı yukarıda belirtildiği gibi gelir ya da tüketim değildir. Elde edilen
gelirin, yaşamın sürdürülmesi için gerekli şartları yerine getirmek üzere bir bölümü bugün
tüketilmekte, bir bölümü ise daha sonra tüketilmek üzere tasarruf edilmektedir. Yani çalışarak
elde edilen gelir, ya harcanır ya da tasarruf edilir; gelirin yöneltilebileceği başka bir kullanım
alanı yoktur (Dornbusch ve Fischer,1998:62).
1.1.5. Tüketici
‘Tüketici, gereksinimlerini gidermek veya tatmin sağlamak amacı ile mal ve hizmetleri
kullanan kişi veya topluluktur’’ (Türkay,1997: 8). Tüketici Davranışları Teorisinde bireyin
tüketici kimliği, tüketim malları piyasası içindeki alıcı konumu ve piyasa içindeki etkin
aktörlerden biri olması nedeniyle inceleme konusudur. İktisatçılara göre ‘‘...tüketici, tüketim
mallarına harcayabileceği gelirinin ve satın alacağı malların fiyatlarının çizdiği sınır içinde,
kendisine en yüksek tatmini sağlayan mal demetini tercih edecektir’’ (Türkay,1997: 9).
İktisadi anlamıyla tüketicinin piyasa içinde mal ya da hizmeti satın alması önemli bir nokta
olarak belirtilirken bir başka tüketici tanımında, tüketici konumunda olmak için malın ya da
hizmetin satın alıcısı olmaya gerek yoktur ve malı satın alan değil, tüketen kişi tüketici
olmaktadır (Özkazanç’tan aktaran:Kocacık, 1998:19).
Bireylerin tüketici konumlarına vurgu yapılırken, üretici/çalışan konumları ikinci planda yer
almaktadır. Çalışanlar da tüketici konumundadırlar ne var ki tüketici tanımının içine
çalışmayanlar da dahil edilmektedir. Eve gelir getiren anne ve babanın tüketici olması
yadsınmamaktadır ne var ki günümüzde buna ek olarak çocuklar ve gençler de önemli bir
tüketici grubu oluşturmakta; çocuk ve gençlerin tüketim konusunda daha kolay baştan
çıkarılıyor oldukları belirtilmektedir. 2
2
Çocukların ve gençlerin tüketimine ilişkin olarak dünya çapında yapılmiş bir araştırmanın sonuçları için bkz:
1.1.6. Yaşam Kalitesi
Yaşam kalitesi pek çok toplumsal programın konusunu oluşturan , tartışmalı bir kavramdır.
Bireyin ve dolayısıyla toplumun yaşam kalitesini geliştirme fikri, kamusal politikaların,
kalkınma girişiminin ve toplumsal yasaların temelinde yeralmaktadır. Bireyin istediği gibi bir
yaşam sürdürebilmesi için yapılacakların tartışıldığı bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır.
Günümüze gelene kadar daha çok bireylerin iktisadi yönleri ile ilgilenen iktisatçılar tarafından
, bireylerin gelir düzeyleri ile bağlantılandırılarak kavram çözümlemelerde kullanılmıştır. En
yaygın olarak kullanılan gösterge bireyin gayri safi milli hasıladan (GSMH) aldığı paydır.
Ancak iktisatçılar da GSMH’nin bireyin yaşam kalitesini ölçmede yeterli olmayacağını bugün
kabul etmiş görünmektedir.
‘‘Yaşam kalitesi kavramı, ‘sahip olma’ gibi artan materyalist eğilimler nedeniyle özellikle
gelir, servet, varlık, ev sahibi olma gibi materyal kaynakları ve tüketim harcamalarını
belirlemek amacı ile kullanılmaktadır. Ancak son zamanlarda yaşam kalitesinin ekonomik
amaçlara ulaşma düzeyinden duyulan tatmin ve refah duygusu ile bütünleşmiş bir kavram
olarak irdelenmesi gerektiği üzerinde durulmaktadır’’(Özmete, 1997:3). Bu bağlamda
konunun ekonomi dışındaki alanlarla bağı kurulmaktadır. Konuya iktisatçıların sahip çıktığı
bir dönemden söz edilse de günümüzde yeni yaklaşımlar sunulmaktadır.
Uygun yaşam biçimi yaklaşımı, her bireyin sahip olduğu yaşam kalitesinin, başka bir
şekilde yaşamak yerine, belirli bir yaşam türünde yaşamam özgürlüğüne bağlı olduğunu
ileri sürer. İnsanın kendisi için iyi ve uygun olarak gördüğü biçimde yaşaması, gerektiği
gibi beslenme ve sağlıklı olma türünden temel gereksinimlerden başlayıp, özsaygı, insanlık
Lindstrom ve Seybold, (2003)
onurunu koruma ve toplumun daha geniş kesiminin içine dahil olma gibi çok daha
karmaşık faaliyet ve işlevlere uzanan, yapılabilecek ve olunabilecek şeylerle durumların
bileşiminde ortaya çıkmaktadır (Marshall, 1999:813).
1960’lardan bu yana kavramın sosyal psikolojik bir yönünün olduğu ve bunun iktisadi yönü
kadar hatta belki de ondan daha da fazla önemli olduğu görüşü savunulmaktadır. İnsan ve
yaşamı bir bütün olarak ele alındığında iktisat, sosyoloji, psikoloji, sağlık bilimleri gibi
alanların kavramı kullanmasının olağanlığı görülecektir.
Sosyal psikolojik bir kavram olarak yaşam kalitesinin içerdiği anlam daha çok, birey
yaşamının her alanında, bireyin istediği gibi bir yaşama ulaşmasını ve
sürdürmesini
içermektedir. Yaşam kalitesinin ne olduğuna ilişkin çalışmalarda ekonomi temelli objektif
ölçümle yapılmaktaysa da sosyal psikolojinin işin içine dahil olması ile subjektif ölçümler
çözümlerde yer bulmaktadır.
Yaşam kalitesinin ölçümüne ilişkin temel varsayımda yaşam kalitesi, gelir, konut, iş, meslek
ve aile yaşamı, boş zaman, bireylerarası ilişkiler, toplumsal ve siyasal katılım gibi ögeleri
kapsamaktadır. ‘‘ Ancak yaşam kalitesinin yalnızca ekonomik ve fiziksel değişkenlerle
tanımlanmasının yeterli olmadığı da belirtilmektedir. Bu nedenle yaşam kalitesinin
açıklanmasında sevgi, ait olma, nefret, saygı, sorumluluk, bağımlılık, güven gibi subjektif ve
insani ögelerin de incelenmesinin gerekli olduğu üzerinde durulmaktadır’’(Özmete, 1997:4).
Objektif ölçümler, sağlık, eğitim, gelir, nüfus artışı, işsizlik, suç ve intihar olarak sıralanırken
artık bunların yetersiz olduğu düşünüldüğünde bireysel istekler, beklentiler, gereksinimler ve
değerler gibi subjektif belirleyiciler dikkat çekmektedir.
Yaşam kalitesi yalnızca bireyin fiziksel koşulları, toplumdaki ilişkileri ve sosyal yapısı gibi
durumlara ilişkin bir kavram olmayıp, bireyin kendisinin ve çevresindeki diğer bireylerin bu
durumları yargılama ve değerlendirme biçimini de ele alır (Özmete, 1997:5).
1.1.7. Kimlik:
Kimlik, sosyolojik çalışmaların çoğunda kullanılan, tartışmalı ve popüler kavramlardan
biridir. Hem sosyolojik hem de psikanalitik kuramlarda kimliğin yaratılmış ve kurulmuş bir
karaktere sahip olduğu üzerine vurgular yapılmaktadır. Kimlik, toplum içinde bireyin sahip
olduğu etiket olarak tanımlanabilir. Birey toplumun değer verdiği alanlarda, konularda sahip
olduğu beceri ve deneyimleri ile kimliğe ulaşmakta ve kendine bir yer edinmektedir. Kabul
gören değerlere uygunluğu sağlamayı ve onlarla özdeşleşmeyi içermektedir. ‘‘Özdeşleşme,
isimlendirmeyle kendimizi toplumsal düzeyde kurgulanmış kategorilere koymayla ilgili bir
süreçtir’’ (Marshall,1999:405). Kimliğin, toplumsal olarak ihsan edilmiş, toplumsal olarak
sürdürülmüş ve toplumsal olarak dönüştürülmüş bir ‘şey’ olduğu Peter Berger(1963)’ün
Invitation to Sociology adlı çalışmasında da belirtilmiştir.
Kimlik, bireyin kim olduğunu şekillendiren, kişisel niteliklere, yeteneklere ve davranış
biçimlerine atfedilen tüm anlamları da ifade etmektedir. Bu çalışma içinde kimliğin yeri,
tüketilen mallarla bağlantılandırılarak kullanılmaktadır. Bireylerin kendilerini topluma tanıtan
kimlikleri oluştururken kullandıkları temel araç olarak tüketilen mal ve hizmetler olduğu iddia
edilmektedir. Reklamların ve toplum içinde bireyler arasındaki diyalogların etkisi ile
bireylerce özümsenen değerlerin göstergeleri olan mal ve hizmetler, toplum içinde kimliklerin
kurulmasında önemli rol oynamaktadır.
Chaney’e göre toplumsal kimlik biçimlerinin temel özelliklerini ortaya koyan noktalar vardır.
Bunların başında kişisel beğenilerin, kişinin diğer kişiler tarafından yargılanabileceği
sorumluluklar olduğunu kabul etmektir. Kişilerin beğenileri bir kimlik duygusunun
bütünleyici ögeleridir. İkinci olarak bireyin yaptığı seçimlerinin kültürel seçimler olmasıdır.
Boş vakit ya da tüketim etkinlikleri gibi yaşam alanları üzerinde odaklanmaktadır. Üçüncü
özellik, dışa vurulan değer yargıları ve beğenilerin, bunlar ne kadar kişisel olursa olsun, diğer
sosyo-kültürel özelliklerle ilişkili özel kalıplara uymak zorunda olmasıdır (Chaney,1999:21).
Bireyin sınıfsal kimliğinin, bahsedilen özellikleri ile toplum içinde bireyin tanımlayıcı
davranışlarından oluştuğunu söyleyebiliriz.
1.1.8. Tüketim Toplumu ve Toplumun Diğer Sıfatları
Sanayi toplumundan sanayi sonrası toplumuna (post- industrial society) geçildiğinde
kapitalist mantık değişmiş değildir. Ne var ki kapitalizmin topluma adını veren başat niteliği
değişmiştir. Sanayi toplumunda üretim, çalışma başat nitelikteyken artık girişimciye kar
getiren ve toplumu şekillendiren nitelik tüketim olmuştur. Ekonomik sistemin merkezine
tüketim maddeleri ve profesyonel hizmetler yerleşmiştir (Illich,2000:35) ve toplumu
niteleyen sıfat tüketim toplumu olmuştur. Şu da belirtilmelidir ki, bu yeni toplumsal sistemde
tüketim, onu eleştiren yazarlarca toplumun sıfatı haline getirilse de, tek başına başat niteliği
oluşturmamaktadır. Toplumsal gelişmelere bakılan yönle de bağlantılı olarak bilgi
(enformasyon) toplumu, iletişim toplumu, teknoloji toplumu, postmodern toplum da aynı,
yeni toplumu adlandırmak için kullanılmaktadır.
Güzel’in Tüketim Toplumu Tartışmaları (Güzel, 2001:3) adlı çalışmasında özetlediği gibi
günümüz toplumunun analizini yapan araştırmacıların kullandıkları kavramlar çeşitlidir.
Sanayi sonrası toplum (Bell,1973), postmodern toplum (Lyotard,1990 ve Baudrillard,1999),
Bilgi toplumu (Drucker,1993), bürokratik yönlendirilmiş tüketim toplumu (Lefebvre,1998),
gösteri toplumu (Debord,1996), Kullan-at toplumu (Ruppert,1996), kredi kartları toplumu
(Bauman,1999) gibi isimlendirmeler günümüz kapitalist toplumlarının işleyişine dair yapılan
analizlerde yer almaktadır. 3 Kullanılan farklı kavramlar -yukarıda değinildiği gibi- aynı
kapitalist toplum için geliştirilmiştir. Ancak aradaki farkı, araştırmacıların bakış açısına bağlı
olarak toplumu sürükleyen dinamikle açıklayabiliriz. 4 Jameson (1990:61) ise postmodernizm
tartışmaları içinde günümüzün yeni kapitalist toplumları için yukarıdaki tanımlamalara ek
olarak medya toplumu, elektronik toplum, ileri teknolojik toplum gibi yeni tanımlamaların da
varlığına işaret etmektedir.
Aynı zamanda belirtilmelidir ki, tüm bu yeni toplum sıfatları birbirinden bağımsız
gelişmemiştir. Teknolojik yeniliklerin getirdikleri ile iletişim hızlanırken bilgi, iletişimle
daha da üst seviyelere çıkmış, bilginin yükselişi ile yeni teknolojiler kurulmaya devam
etmiştir. Tüketim ise bahsedilen tüm bu toplum sıfatlarının özelliklerinden faydalanarak
toplumu şekillendiren bir örüntünün parçası olmaktadır.
Tüketilen nesnelerin üretimi, tüketiciye sunumu, teşhiri, tüketicinin beğenisini kurma gibi
eylemler göz önüne alındığında teknolojinin, bilgiyi kullanma gücünün ve iletişimin önemi
yadsınamaz. Tüm bu yeni toplum özellikleri biraraya geldiğinde toplumun kültürel yapısında
değişmelere neden olmaktadır. Kültürün özellikleri düşünüldüğünde bu gelişmelerin
değişime neden olması çok da şaşırtıcı değildir. Örgütlü toplumlar halinde yaşayan, karşılıklı
etkileşim içindeki insanların ortak ürünü olan kültür, toplumsaldır, nesiller boyunca aktarılır,
3
Günümüz toplumunu açıklamak için kullanılan terimlerin sonunda parantez içinde verilmiş isimler bu terimleri
kullanan yazarlara aittir.
4
Güzel’in çalışmasında listelenen terimlere rağmen bu çalışmada günümüz toplumuna verilen isimlerden
tüketim toplumu kavramı kullanılmakta ve toplumdaki teknolojik ilerleme, iletişim becersi ve bilginin
akışkanlığı tüketimle bağlantılandırıldığından daha çok bu özellikler üzerinde durulmaktadır.
değişime tabidir ve insan toplumlarının çevreye uyum gereksinimi çerçevesinde biçimlenir.
(Emiroğlu ve Aydın, 2003: 522-523) Kültür nesilden nesile aktarılmakla birlikte toplumdaki
yeni gelişmelerden de etkilenmekte ve bir sonraki kuşağa biraz daha değişerek geçmektedir.
Bu özelliklerle bağlantılı olarak, tüketimin toplumun kültüründe meydana getirdiği/ getireceği
değişiklikler kültür açısından kınanacak bir durumu ifade etmemektedir.
1.2. Tüketimle İlgilenen Sosyal Bilimler ve Disiplinler
Tüketim, insanın yaşamsal eylemlerinden biri olması nedeniyle insanla ilgilenen pek çok
bilimin ve disiplinin konusudur. İktisat, toplumbilim, psikoloji 5, sosyal antropoloji,
reklamcılık, -işletmenin bir alt disiplini olan- pazarlama konuyla ilgilenen sosyal bilimleri/
disiplinleri oluşturmaktadır. İnsan, sosyal ve biyolojik olmak üzere iki yönlü bir varlıktır ve
insanın biyolojik yaşamının devamı için tüketmesi gereken besin maddeleri, konuyu pekala
biyolojiye de ait kılmaktadır. İnsanın yaşam alanlarının üretimi ile ilgilenen bir mimar da
tüketimin kültürle bağlantısı çerçevesinde değişen yaşama biçimlerini takip etmekte ve bu
değişimi kendi projesine yansıtma amacıyla konuya yaklaşabilmektedir. 6 Burada adı geçen
alanlar tüketimin farklı boyutları ile ilgilenmektedir.
İktisat, insanın gereksinim duyduklarını karşılamak için kullandığı herşeyin üretiminin kıt
kaynaklarla akılcı biçimde nasıl yapılacağını incelemektedir. Üretilenlerin alıcısı olarak
görülen tüketicilerin eylemleri, piyasanın işleyişinde önemli bir faktör olmasıyla iktisadın
konuyla ilgilenmesini açıklamaktadır. Tüketim, iktisadın temelinde yer alan kavramlardan
biridir. Kıt kaynaklarla gerçekleştirilen üretimin tüketimle tamamlandığını, iktisadi faaliyet
5
Psikoloji biliminin pek çok alt dalı olduğu bilinmektedir. Burada deneysel psikoloji, klinik psikoloji, genetik
psikolojisi ve sosyal psikoloji konuyla ilgileri nedeniyle zikredilmektedir.
6
Mimarlık alanının tüketim toplumu ile bağlantısını ‘banyo’ aracılığıyla ortaya koyan çalışması için bkz:
Cengizhan, A., ‘ Yabancılaşma Nesnesi Olarak Banyo: Modernizm, Tüketim Toplumu ve Banyo Kültürü’
Modernin Saati içinde, Boyut Yayınları, 2002, Ankara, s.143-155
olarak baktığımızda üretim ve tüketim arasında kısır olmayan bir döngü olduğunu görebiliriz.
İhtiyaçların karşılanması için mal ve hizmetlerin üretilmesi ile tüketim gerçekleşirken,
üretimin sağlanabilmesi için de pek çok başka mal ve hizmetin tüketilmesi gerekmektedir.
Üretim sürecinin sonundaki tüketim ise yeni bir üretime dönüşmektedir. Bu süreç işlediğinde
kapitalizm de işleyişine devam etmektedir. Ancak ne zaman döngüde tıkanma olursa,
ekonomik ve toplumsal yaşamda ciddi krizler görülmektedir. Tüketim, ekonomilerin
yürümesi için gerekli koşul olarak ifade edilmektedir. Hatta ‘tüm toplumlardaki iktisadi
faaliyetlerin amacı, tüketimi ve böylece refah düzeyini zaman içinde istikrarlı bir biçimde
artırmaktır’ denmektedir (Ünsal, 1997:7).
Konu iktisadi boyutuyla belirtildikten sonra, tüketimin incelendiği ikinci sosyal bilime
geçilebilir. Toplumun hayat modelleri üzerine yoğunlaşan ve antropolojinin bir alt dalı
(Haviland,2002:37) olan sosyal antropoloji, toplumların kültürlerini inceleyerek toplumlar
hakkında daha fazla bilgiye ulaşılmasında önemli katkılarda bulunmaktadır. Genel olarak
sosyal antropolojinin kadim toplumların maddi kalıntılarından yola çıkarak insan gruplarının,
toplumların yaşamına ilişkin bilgi sunduğu düşünülür. Oysa sosyal antropoloji diğer sosyal
bilimlerde olduğu gibi geçmişin yanında günümüz yaşamlarını da çözümlemektedir.
Konu tüketim olduğunda antropolojinin konuyla bağlantısını kurmak zor değildir. Geçmişten
günümüze insanların yaşamlarının önemli bir parçası olmuş bu eylem, tüketim,
antropologlarca tüm bir yaşamın analizi yapılırken ele alınmıştır.
Daha çok
gündelik
yaşamlardan yola çıkılarak yapılan çalışmalarda üretim ilişkileri, aile yapıları, akrabalık
ilişkileri ön planda gibi görünse de tüketim yaşamın içinde görünür ya da görünmez şekilde
varlığını sürdürmektedir.
Sosyal antropoloji, farklı kültürlerde tüketime ilişkin belli ritüelleri açıklamaya çalışmıştır,
bunlardan birini potlaç oluşturmaktadır. Potlaç adı verilen ritüel, insanların topluluk içinde
sahip olduğu gücü göstermek için mülkiyetindeki nesneleri diğerleri ile paylaşması ve sahip
oldukalrını savurmasıdır. Baudrillard (1997:43), günümüz tüketimini açıklarken potlaç
kavramını da hatırlatarak, potlaçla
belirtmektedir.
savurmanın
simgesel bir anlama sahip olduğu
Kuzey Amerika Noatka dilinde ‘vermek, bağış’ anlamına gelen kelime,
potlaç, Kuzey Amerika kıyılarında şeflerin ve zengin kimselerin doğum, ölüm, erginlenme
ritleri, vb önemli olaylarda, sahibi olduğu değerli nesneleri başkalarına bağışlaması veya yok
etmesi geleneğidir (Emiroğlu ve Aydın, 2003: 704).
İlkel topluluklarda görülen bu ritüel nesnelerin tüketimine ilişkin değişik bir boyutu sunması
bakımından ilgi çekicidir ancak sahip olduğu statünün ve itibarın somutlaşmış biçimi olarak
nesnelerin görülmesi günümüzde de devam eden olgular arasındadır. Doğaya ait bir kavram
olan zamanı insan yapımı bir nesneye, saate dönüştürdüğümüzde ve saatin zamanı gösterme
işlevinin temel olduğu akılda tutulduğunda Rolex ya da Casio marka iki saatin zamanı
göstermenin dışında, kolunda görülen insanın gelir grubunu da bize veriyor olması bu
ritüellerle bağlantıyı kurabilmemizi sağlamaktadır.
Sosyal antropolojinin bir alt dalı olan simgesel antropoloji, tüketimin simgesel boyutuyla
ilgilenmektedir ve günümüz tüketimini anlamada bu alandan yaralanmak bize fayda
sağlayacaktır. Kültürün simgeler, anlamlar ve değerler sistemi olarak görülmesiyle birlikte
antropoloji içinde bir alt disiplin olarak gelişen simgesel antropolojide simgeler (semboller)
yoluyla toplumsal
davranışlarımız açıklanmaya çalışılmaktadır. Soyut ve/ veya somut
simgeler aracılığı ile toplum içinde bireylerin ortak bir iletişim aracı kurabildikleri ve bu
araçların incelenmesi ile de
toplumun davranışsal değer sistemlerinin çözümlenebildiği
söylenmektedir. Açıklamalar içinde geçen ‘simge’ en basit şekliyle, bir başka ‘şey’i anlatan
ya da temsil eden ‘şey’dir. Anlatan, anlatılanla doğrudan bir ilişki içinde olmayabileceği gibi
çağrışımlarla onunla bağlantılandırılabilir. Ancak simge, yalnızca başka şeylerin yerini
tutmaktan ya da başka şeyleri temsil etmekten daha fazlasını yapar: Simgeler kendilerini
kullananlara,
anlamlarının
bir
kısmını
kendilerine
kazandırmalarına
izin
verir
(Cohen,1999:11). Yani simgelerle kişilerin kendi düşünce yapılarının anahtarları ile iletişim
kurulmakta, anlamlar üretilmektedir.
Simgesel bir varlık olan insan, çevresiyle kurduğu ilişkide simgeleri kullanır ve simgesel
düzenin yokluğunda iletişimde zorluklar yaşayacaktır. En gelişmiş ve karmaşık simgesel
sistem olarak tanımlanabilen dili, sadece konuşma dili olarak almaz ve nesneleri de içlerinde
barındırdıkları anlamları ile dile dahil edersek tüketilen nesnelerin simgesel antropoloji
açısından vurgulanan noktasına ulaşabiliriz. ‘‘ Her sembolün çağrıştırdığı anlamları
mevcuttur. Kara ‘yasın’ sembolü iken yas, ‘karanın’ anlamıdır’’ (Budak, 2001: 22). Konumuz
açısından bu sözü değiştirirsek: Tüketilen nesneler toplumda aidiyetin, kimliğin simgesi iken,
aidiyet ve kimlik bir şekilde nesnenin anlamı olmaktadır. Yukarıdaki saat örneği hatırlanırsa
Rolex saat, toplum içinde konumlanmanın anahtarı olmaktadır.
‘‘Simgesel antropoloji, insanları bilgi ve mesaj ileten iletişim aracı işlevi gören bir im ve
simge sisteminin taşıyıcısı ve ürünü, öznesi ve nesnesi olarak görür. Bunlar eylem ve davranış
için olduğu kadar, fikir ve değerler için de temel oluşturmaktadır’’ (Emiroğlu ve Aydın, 2003:
735). Antropolog için tüketim ve tüketim nesnesi, maddi ve manevi olarak ele alınmakta,
nesnenin her türlü anlamlı kullanımı olarak tanımlanmaktadır. Simgesel açısından ise tüketim
ve tüketim nesnesinin verdiği mesajların okunması ve anlamlandırılması önem taşımaktadır.
Antropolog Mary Douglas ve İktisatçı Baron Isherwood’un ortak çalışması olan ‘Tüketimin
Antropolojisi’nde kavrama çalışmanın -üretimin- sonucu ya da amacı olarak bakmanın
dışında bir anlam getirilmiştir: ‘‘Tüketim, başka insanlarla ilişki kurmaya ve bu ilişkinin
kurulabilmesi için dolayım kuran malzemelere sahip olmaya dönük toplumsal ihtiyacın
parçası olan çalışma güdüsünü açıklayan aynı toplumsal sistemin bütüncül bir parçası olarak
görülmeli. Dolayım kurucu malzemeler, sunulan yiyecek, içecek ve konukseverlik, paylaşılan
sevince işaret eden çiçekler ve giysiler ya da üzüntüyü gösteren matem kıyafetidir’’ (Douglas
ve Isherwood, 1999:8). ‘‘Dolayısıyla tüketim bir yönüyle karşılıklılık, iletişim ve toplumsal
katmanlaşma, anlamlandırma, bir yönüyle de iktidar ve popüler kültürün konusudur’’
(Emiroğlu ve Aydın, 2003:816). Tüketimi simgesel boyutu ile ele alan Kevin Robins ise
‘‘tüketim, gerçek dünyayla başa çıkmak için geliştirdiğimiz, kurumsallaşmış bir toplumsal
savunma stratejisi olarak görülebilir; tüketim yoluyla, dünyayla olan ilişkilerimizden
kaynaklanan kaygı ve korkulardan sakınabilir, bu tehditleri tecrit edebiliriz’’ demektedir
(Robins, 1999:179). Bizim burada üzerinde durduğumuz, tüketilen mal ve hizmetlerin,
simgesel anlamları aracılığıyla ilettiği mesajlar ve bu mesajları gönderenlerin ve okuyanların
toplumsal anlamlandırmalarıdır. Bu açıdan simgesel antropolojinin yanında iletişim
konusunda yapılan çalışmalara da dikkat edilmelidir. Çünkü iletişimin temelini oluşturan
‘dil’, ancak simgesel antropolojinin temelinde yer alan ‘simge’ kavramı ile birlikte ele
alındığında anlamlı olacaktır.
Günlük yaşamdan verebileceğimiz örneklerle tüketim ve simgenin anlatımı sadeleştirilebilir.
Çevre dostu ürünler kullanarak, çevreye ne kadar duyarlı bir kişiliğe sahip olduğumuzu
kanıtlamaya çalışıyoruz. Diyet ürünleri tercih edip, tüketerek bedenimize ve sağlığımıza
verdiğimiz önemi vurguluyoruz. Her ne kadar şekersiz çay ve kahve içtikten sonra güzel bir
Antep baklavasını soluksuz yesek bile, içeceğimize koyduğumuz tatlandırıcıyı bir tören
havasında kullanmaya devam ediyoruz. Rahat giyimi ve spor arabaları tercih ederek, özgürlük
ve bireyselliği doyasıya yaşadığımızı mesajlar biçiminde aktarıyoruz. Yapmaya çalıştığımız ya
da sevdiğimiz spor türleri kendimizin nasıl biri olduğunu başkalarına aktarmada önemli
görevler üstlenmektedir. (Odabaşı, 1999: 57)
Verilen örneklerin tümünü dahil ederek nesnelerin tüm kullanımlarının altında, gösterişe
dayalı bir anlam olduğu şeklinde bir genelleme yapmanın doğruluğu tartışmalıdır. Zararı
büyük olan diyabet hastalığı nedeniyle çayı şekersiz ve tatlandırıcı ile içen bireyin kullanımını
bir diğerinden ayırmak gerekecektir. Tatlandırıcı kullanmanın gönderdiği mesajlardan birinin
kullananın diyabet hastası olduğu çıkarılabileceği gibi mesajlardan bir diğerinden yukarıdaki
örnekteki gibi bedene verilen önem çıkarılabilecektir. Burada tartışmaya açılan tatlandırıcı
kullanımı değil, tatlandırıcı kullanımının ‘bozulmuş ve yeniden üretilmiş’ simgesel anlamının
kullanımıdır. Yani nesnelerin kullanım değerlerinden öte, kazanmış oldukları değişim ve
gösterge değerleridir 7.
Giyilen kot pantolonun markası, markanın maddi değeriyle de bağlantılı olarak manevi bir
değer kazanmaktadır. Bu yolla markalı nesneye sahip olmak için cüzdandan çıkarılan parasal
değer simgesel bir değeri de ardından getirmektedir. Bu yolla markalı kotun bize anlattığı
yüksek gelir grubuna aidiyettir. Tüketilen ürünler ve ürünlerin markalarını birer simge olarak
kabul ettiğimizde simgesel tüketimin nedenleri şu şekilde sıralanabilir (Odabaşı, 1999:58):
1. Statü ya da sosyal sınıfı belirtmek.
2. Kendini tanımlayıp bir role bürünmek.
3. Sosyal varlığını oluşturmak ve koruyabilmek.
4. Kendisini başkalarına ve kendine ifade edebilmek.
5. Kimliğini yansıtmak.
7
Kullanım ve değişim değeri kavramlarınmı ödünç alarak yeni bir değer sınıflamasına giren Baudrillard (1998)
nesnelerin bir de gösterge değeri olduğunu iddia etmektedir.
Konuyla ilgilenen tartışmacıların bir kısmını ‘tüketimciliği’, ahlaki olarak kınayanlar
oluşturmaktadırlar. Bir diğer kısım tartışmacı ise tüketimin aktif ve yaratıcı özelliklerini
vurgulayarak, tüketimin farklılaştırma ve ayırma mekanizmaları yoluyla kimliğin
biçimlenmesiyle ilgili bir mesele olduğunu iddia edenlerden oluşmaktadır. Tüm bu
tartışmalar bir yana, gerçekte giderek artan sayıda insan –ne kadar az parası olsa da- nesneleri
kim olduklarını göstermek için kullanma oyununa katılmaktadır (Hall,1995: 121).
Gösteriye dayanan bu tüketimin/oyunun ilk izlerini ilkel toplumlarda buluyor olabiliriz ancak
günümüzdeki ile aynı olduğunu iddia edemeyiz. Bu oyunun başlangıçtaki amacı, belki de
dilin anlatımda yetersiz olduğu henüz konuşmayı beceremeyen atalarımıza kadar uzatılabilir
ve derdini anlatmak için dili dönmeyen atalarımız nesnelerin yardımına ihtiyaç duymuş
olabilirler. Böyle bir ihtiyacın sonucunda önem kazanan nesnelerle ifade ediş biçimini
günümüzde atalarımızdan ilham alan reklamcılar başarıyla kullanmaktadırlar.
Ürettikleri her imajla insanın kendini ifade edeceği yeni bir alanı da sunmuş olmaktadırlar.
Nesnelerin salt kullanım değeri için üretildiği dönemin yerini değişim için yapılan üretim
aldığında artık değer kavramı nesnelerin içine işlemiştir ve bu değerler nesneden ayrılmadan
yaşamımızın tüm alanlarına nüfuz etmiştir. Kendini ifade etmenin yolu olarak sürekli tekrar
edilen nesneler oyunu gelir düzeyi ne olursa olsun herkese hitap etmekte, herkesi oyuna davet
etmektedir ancak oyuna yeterince katılım olduğuna inanıldığında, oyuna katılım koşullarını
yerine getiremeyenlerin sayısı oyunun devamı için bir sorun teşkil etmediği sürece ilgi konusu
olmamaktadır. Yine de herkes bir biçimde bu oyunun dışında kalmamak için elinden geleni
yapmakta, gerekirse önemli bir borç yükünün altına kendi rızasıyla girebilmektedir. Bu
noktada oyunun devamı için çaba harcayan ve önemli ölçüde kredi sağlayarak yeterli gelire
sahip olmayanlara destek veren bankaları, onların kredi kartlarını akla getirebiliriz.
Tüketimin simgesel boyutuna ve simgesel antropolojideki kavranışına baktıktan sonra
reklamcılıktan söz etmek tesadüfi değildir. Reklam, üretilen nesnelerin ve nesnelerin etrafında
oluşturulmuş değerlerin, simgeler yoluyla insanların yaşamına, algılamalarına dahil
edilmelerinde etkili, önemli bir silahtır. Bir mal ya da hizmeti tüketiciye tanıtmak,
beğendirmek ve böylelikle sürümünü sağlamak için denenen her türlü yol olarak
tanımlanabilecek reklamın geçmişi 18. yüzyıla kadar indirilebilirse de günümüzde reklamın
taşıdığı anlam oldukça farklıdır. Özellikle kitle üretimi ile ekonominin yürüdüğü yıllarda
reklamın işlevinde değişme görülmektedir. Mal tanıtımından çok daha fazlası reklamcının işi
olmaya başlamıştır. 1920’li yıllarda reklamcı Bruce Barton, reklamcının rolünün şirketlerin
ruhlarını bulmalarına yardım etmek (Klein, 2002: 30) olduğunu söylerken Ahmet
Güngören’in (1995) Reklamcı ve Şaman arasında kurduğu ilişkinin doğruluğunu
kanıtlamaktadır. Nasıl ki şamanın asli görevi, insanın hastalık halinde bedeninden uzaklaşmış
ya da kaybolmuş ruhlarını bulmaktır, reklamcı da şirketlerin ruhunu, özünü kendilerine
teslim etmeye çabalamaktadır.
Güngören, reklamcılık stratejilerinin iki kutbu bulunduğunu, bunlardan birinin faydacıakılcı strateji, ki bu strateji ile tüketiciyi kendi yararı açısından ikna etme hedeflenir, bir
diğerinin ise ürünün pratik yararından çok, imajına bilinçdışı bir çekim alanı yaratmayı
amaçlayan imgelem stratejisi olduğunu belirtmektedir (Güngören, 1995:100). Tüketim
toplumunun sembollerle örülmüş bir evreni temsil ettiğini düşünürsek ikinci stratejinin
birincisinden daha fazla iş gördüğünü ve göreceğini iddia edebiliriz. İnsanların nesnelerle
ilişkisinin geçmiştekinden tümüyle farklılaşmış olmasında bu ikinci stratejinin payı büyüktür.
İmgelem stratejisi ile insanlara fiziksel faydadan daha fazlası sunulmaktadır. Bunda fiziksel
faydanın uzun zaman önce doyurulmuş olması etkili olabilir. İnsanlar sahip olmaları gereken
nesnelere kitle tüketimi sırasında zaten sahip olmuşlardır. Bir eve, otomobile, buzdolabına,
bulaşık ve tam otomatik çamaşır makinesine sahip olmuşlardır. Artık nesnelerin kullanım
alanları her ne ise onları kullanmaktan doyum alamaz olmuşladır. Onlara yeni hazlar
gerekmektedir ve bu hazzı onlara sunmak, arzu etmelerini sağlamak ve baştan çıkarmak
gerekecektir. Bu da özellikle kitle iletişim araçları ile mümkün olacak, sürekli yeniye özlem
duyan, satın alma isteği sönmeyen bir tüketici oluşturmak için her yol mübah kabul
edilecektir.
Reklam, bugünün tüketim toplumlarında, üretici ile tüketici arasındaki mal ve hizmet akışını
sağlayan (Uzar,1994: s.i) büyülü bir sektör haline gelmiştir. Reklamcılığın gelişip
büyümesinde tüketimin teşviki ve insanların tüketim için büyülenmeye ihtiyaçlarının olması,
büyük rol oynamaktadır. Tüketimin teşviki ve hatta zorlanması reklamcılıkta neredeyse esas
amaçtır. Yalnızca malın tanıtımı yapılmamakta, aynı zamanda bir imaj, mutluluk tablosu
bireye sunularak tüketmesi gerektiği fikri aşılanmaktadır. ‘‘Yakın zamana kadar tüketici
ihtiyacı varsa, ürün de iyiyse satın alma davranışı gösterirdi. Üreticiler işadamları da
tüketicinin ne istediğini, ürünü niçin satın aldıklarını bildiklerini zannederlerdi. Oysa ki,
tüketici ürüne ikna edilebilir. Eğer reklam doğru yolu gösterdiğine inandırırsa, tüketicinin bu
malı almaması için bir sebep yoktur. Bu özelliği ile reklamın önemine inanmak
gerekmektedir’’ (Uzar, 1994, s. v).
Reklamın işlevleri arasında yukarıda değinildiği gibi yalnızca ürünü tanıtmak yer
almamaktadır. Buna ek olarak ürüne psikolojik ve sosyal bir anlam da yükleme çabası vardır.
Anlamlar yüklenirken kullanılan dili iyi öğrenmiş bir reklamcı, tüketimi artıracak güçleri de
oluşturacaktır. Malın alımı ile bireyin daha zengin, güçlü, diğerlerine oranla üstün, genç,
yaratıcı, kibar, zevkli, çekici olduğu hissi uyandırılmaktadır.
Reklam aracılığı ile etkilenen birey aynı zamanda sosyo-kültürel faktörler tarafından da
etkilenmektedir. Ürünün seçimine ilişkin olarak,
1. Tüketicinin ürünlerden ve markalardan haberdar olmasını,
2. Tüketicinin ürün hakkında inanç ve bilgilerini,
3. Tüketicinin ürün hakkında denemesini,
4. Tüketicinin ürünü nasıl kullanacağını,
5. Tüketicinin hangi gereksinimlerinin tüketilen ürün ile karşılanacağını etkiler.
6. Bu etkileri yaparken tüketicinin bulunduğu grup içinde formel ve formel olmayan
iletişim ağını etkiler ( Uzar,1994, s.77).
Modern Batılı toplumlarda kitle iletişim araçlarındaki hızlı teknolojik gelişmelerin gündelik
yaşam içinde ne kadar etkin kullanıldığına verilecek örneklerin başında reklamlar
gelmektedir. Tüketimin simgesel boyutunu tartışmada reklam, önemli bir kavram olarak
dikkat çekmektedir. Reklamlar her yerde karşımıza çıkan, simgelerle doldurulmuş
metinlerdir. Reklamın amacı tüketimi teşvik etmek ve tüketici bireyi yönlendirmektir. Bu
yönlendirme sürecinde tüketilen nesnelere maddi olmayan değerler yüklemek, onları
simgelerle güçlendirmek ve cazip kılmak reklamın başlıca görevidir. Bu noktada reklamın bir
diğer amacına gereksinim üretimidir diyebiliriz. Ürün ve marka çeşitliliği göz önüne
serilirken ‘‘...şu kremle bu krem, şu arabayla bu araba arasında bir seç(im) yapmaya çağrılırız;
oysa dizgesel olarak ele alındıklarında... reklamlarla her birimize bir nesne daha satın alarak
kendimizi ya da yaşamlarımızı değiştirmemiz önerilir’’ (Berger, 2002:131). Alıntının
yapıldığı çalışmasında Berger(2002:139), ‘‘reklam, tüketici toplumun yarattığı kültürdür.
Toplum böylece kendine olan inancını imgeler yoluyla çoğaltarak sürdürür’’ demektedir.
Günümüz gelişmiş toplumlarını açıklamada kullanılan tüketim toplumu kavramı pek çok
toplumbilimci tarafından tartışılmış, farklı açılardan çözümlenmeye çalışılmıştır. Yine de bu
farklı açıların çözümlediklerinden ortak bir düşünceye ulaşmak mümkündür. Bu ortak
düşüncede tüketim toplumu olarak nitelendirilen toplum, tüketilen mallarla toplumsal
ilişkilerini dönüştüren, bireylerini, tüketmeye sevk ederek varlıklarının devamını
sağlayabileceklerine inandırır. Malların tüketilmesini gerçekleştirebilmek için de onlara yeni
yeni anlamlar yükleyerek her birinin yeni simgesel değerlerle kuşatılmasına çalışmaktadır. Bu
araçların başında reklamlar vardır ve reklamlar aracılığı ile nesneler markalara ve anlamlarla
yüklü simgelere dönüştürülür. Bu simgeler ve aktardıkları mesajlar, iletişimi sağlama,
bireylerin birbirleri hakkında yargılara varmalarını kolaylaştırma –pekala doğru yargılara
ulaşmalarının önünde engel de olabilmektedir-, bireyleri belli gruplara yerleştirme ve tasnif
etme amaçlarını da yerine getirmektedir.
Reklamcılığın simgeleri kullanarak tüketimi kışkırtıyor olması televizyonda izlenenelerin
tüketim ve tüketim toplumu tartışmalarına dahil olmak için yeterli olduğu görülmektedir.
Konuyla ilgili bir diğer alan da kısaca değinilmesi gerekirse kentleşmedir. Konutlar insanların
yaşam alanları oluşturulduğunda yaşam standartlarına göre konutların yeni kültürel değerlerle
inşa edildiği düşünülürse tüketim toplumu kavramıyla kentleşmenin bağı olduğu söylenebilir.
Yeni mimari yapılanmalar, kentin nerelerinin daha çok tercih edildiği, alışveriş mekânlarının,
otoparkların oluşturulması tüketimin mekânlarını oluştururken kentleşme politikalarının da
odağında yer almaktadır. Özellikle alışveriş merkezlerinin konumlandırılışı kentleşme
alanını ilgilendirmektedir. Daha önceleri şehir merkezlerinde yer alan alışveriş merkezleri,
günümüzde merkezin dışında kendine özgür bir yaşam alanı oluşturarak şehir merkezlerini
kendilerine uydu olarak örgütlemektedir (Baudrillard, 2003:122).
Üretilen malın tüketici ile buluşması sürecinde önemli bir aşamayı pazarlama oluşturmaktadır.
Pazarlama yönetimi, mal ya da hizmetin satış için örgütlenmesini hazırlarken tüketicilerin
ürün ve hizmetleri nasıl, niye kullandıklarını ya da kullanmadıklarını da anlamaya
çalışmaktadır. Tüketici davranışlarını doğru biçimde ortaya koyabilme başarısı
gösterildiğinde pazara çıkacak ürünün getirisi üzerine daha rasyonel analizler yapmak
mümkün olacaktır. Konunun pazarlama boyutu tüketici davranışlarının çözümlenmesi ile
sınırlı değildir. Davranışların temelindeki gereksinimlerin uyandırılabilme sürecini
ateşleyecek silahları da donanmaya başlayacaktır. Konuyla ilgilenen pazarlama yöneticileri
işte bu noktaya dikkat çekmekte ve insanların pazar içinde neyi nasıl tükettiklerine ilişkin
süreci incelemektedirler. Pazara yeni çıkacak ürünün pazar içindeki tüketicinin
gereksinimlerine cevap verebilecek nitelikte olması gerektiği sonucuna ulaşmaktadırlar.
Böyle bir pazarlama yöntemi olduğunu akılda tutarak günümüz Türkiye’sinde neden
televizyon kanallarında bolca, sinema, yabancı mutfaklara ait yemeklerin yapıldığı yemek
programları ve mekânların tanıtıldığı programların olduğu açıklanabilecektir. Tüketimin bir
boş zaman etkinliği olarak sunumuyla birlikte pazarlama teknikleri tüketimin artırılmasında
stratejik konumdadır.
Pazarlama yönetiminin doğru çözümlemesi gereken bir konu olarak karşımıza tüketici
davranışları çıkmaktadır. Tüketici davranışı, bir insan davranışı olarak her türlü değişkene
açık olduğu halde süreç olarak tüketimle sınırlıdır. Tüketici davranışları temelde tüketicilere
etki eden değişkenlerle açıklanmaktadır (Topçuoğlu, 1996:451). İç değişkenler, öğrenme
güdülenme, algılama, kişilik, tutum gibi konuları kapsarken dış değişken olarak, toplumsal
gruplar, aile, sosyal sınıf gibi sosyo-kültürel etmenleri sayılabilir.
Tanımlanmış tüketicinin davranışlarına ilişkin olarak pek çok çalışma vardır ve bu çalışmalar
sonucunda tüketiciyi tüketmeye iten etmenler ortaya konmaktadır. Bireyin dünyasını saran
kültürel, sosyal, kişisel ve psikolojik birçok unsurdan etkilenir. Yukarıda iç ve dış olarak
ayrılmış değişkenler farklı bir çalışmada mikro ve makro etkenler olarak ifade edilmiştir.
Bunların neler olduğunu sıralayabiliriz:
Bireyin karar verme sürecinde kültürel ve sosyal etkiler makro düzeyde etkili olmaktadır.
Bireyin içinde olduğu, ortak değerlere sahip olduğu insan grupları, sosyal sınıfı tüketim
biçiminin oluşumunda etkili olmaktadır. Sosyal sınıftan başka toplum içindeki sosyal olgular
da tüketiciyi etkilemektedir. ‘Küçük gruplaşmalar, aile içi iletişim ve bireyin üstlendiği sosyal
rol ve görevleri bireyin ürün tercihlerini etkiler. Arkadaşlık, komşuluk, meslektaşlık gibi
ilişkilerin etkisinde kalan birey, karar verirken bağımsız davranamaz ve bu grupları oluşturan
insanlara danışma ve fikir sorma gereksinimini hisseder’ (Şahin, 1996:70).
Makro düzeyde etkili olan faktörlerin yanında mikro düzeydeki faktörler de unutulmamalıdır.
Bireyin yaşı, mesleği, ekonomik durumu ve yaşam tarzı, kişisel faktörler olarak ürün seçimini
etkilemektedir. Psikolojik etmenlerden inanç, tavır ve tutumlar bilişsel bir süreç oluşturarak
seçimde etkili olmaktadırlar.
Tüketici davranışları incelendiğinde karar verme sürecinde beş aşamadan söz edilmektedir.
Bunlar:
1. İhtiyacın hissedilmesi,
2. İhtiyacı karşılayabilecek ürünler hakkında bilgi edinilmesi,
3. Ürünlerinlerin karşılaştırılması,
4. Ürün seçimi,
5. Satın alma sonrası izlenen davranışlar ( Şahin, 1996:71).
Bu aşamaların bir kısmını tüketici atlayabilir ve bir diğerine geçebilir. Bunun nedeni olarak
bireyin her zaman aldığı ürün için yeniden bilgi edinmeye gerek duymayacağını belirtebiliriz.
Yukarıda da görüldüğü gibi tüketim kavramı pek çok bilim dalının uğraş alanı içine girmeyi
hiç de zor olmayacak biçimde başarmaktadır. Her biri konuyu kendi alanının temel
kavramları ile bağlantılandırarak ilgiyi kurmaktadır. Burada görülen kolaylığın altında yatan
temel neden ise insanın çok yönlü bir varlık olması ve her bir yönünün bir diğeri ile ilişki
içinde olmasıdır. Bir psikolog için, gereksinimin duyulmasından tatminle giderilmesine kadar
geçen süreçte kişinin eylemleri çözümlenmeye değerdir ve bunun nedenleri üzerinde durmak,
alanı için gereklidir. Bu psikoloğun çözümlemelerinden çıkacak sonuçlar, piyasada alıcı
durumundaki tüketicinin davranışlarını her zaman akılcı kabul eden iktisatçının piyasadaki
dengeyi çözümlemeye çalışmasında yarar sağlayacaktır. 8 Yapılan davranış çözümlemelerine
ek olarak tüketicinin, içinde bulunduğu toplumun bir parçası olduğu gerçeğinden yola
çıkılarak tüketimin, toplumsal ilişkiler içindeki etkisini ortaya koyan sosyolojik bilgiyle
birlikte, toplumun kültürünün yaşam biçimlerini etkileme gücünü iyi bilen ve tüketimin
geçmişten günümüze toplumlardaki kültürel farklılıklarla birlikte nasıl evrildiğini belirleyen
bir sosyal antropolojik analizi, pazarlama stratejistinin ya da reklamcının, pazara çıkarılacak
yeni ürünün sunuş biçimini etkileyecek temel kaynakları oluşturacaktır.
Bahsedilen bilim dallarının tüketime ilişkin topladığı ve sunduğu verilerle bağlantısı olan bir
diğer disiplin de endüstri ilişkileri olacaktır. Endüstri ilişkileri disiplini, yukarıda sayılan
8
Ancak belirtilmelidir ki, iktisatçıların tüketimle ilgili süreci işlerken başka disiplinlerden yeterince
yararlanmadığı şeklinde eleştiriler de getirilmektedir. Bu eleştiriler için bkz: Douglas ve Isherwood (1999) ve
Odabaşı (2002)
sosyal bilimlerin kesişme noktası olan insanın, yaşamını sürdürmek için belli toplumsal
normlarla çevrilmiş bir alanda toplumsal işbölümünün bir parçası olarak üretimde yer alması
nedeniyle konuyla ilgilenmektedir. Toplum içinde yaşamını sürdüren, ekonomik etkinliklerde
bulunan, kültüre sahip bir varlık olan insanın tüketimi çalışma ekonomisi içinde ilgilenilmesi
gereken bir eylemi/ kavramı oluşturmaktadır. İnsanın tek boyutlu bir varlık olmadığını,
ekonominin üretim ve tüketim olarak birbirini takip eden süreçlerle yürüdüğünü hatırlarsak
insanın da bu iki yönüyle yaşamını –üreterek ve tüketerek- sürdürdüğünü rahatlıkla
söyleyebiliriz. Tüketim herhangi bir sosyal bilimin tekelinde yer alacak bir kavram değildir ve
hepsinin temelinde insan ve toplum yer aldığı için tüketim de insanla bağlantılı pek çok
alanın içine dahil edilebilmektedir. Tüketim ve bununla birlikte toplum içinde değişen
kültürel yapı sosyoloji ve antropolojinin olduğu kadar bu alanın da konusunu oluşturmaktadır
artık. Featherstone, endüstri ilişkileri içinde konunun yer almasının 1970’li yıllarda pek de
kolay olmadığını ifade etmektedir. 9
İnsan gereksinim duyan, bu gereksinimini tüketim yoluyla tatmin etme amacında olan bir
varlıktır. Çoğunlukla da tüketmek için gelir getirici üretim faaliyetini gerçekleştirmek
zorunda olan bir varlıktır. Bireylerin gereksinimlerini karşılarken kendi ürettiklerini
tüketmenin yeterli olmadığını ve bunun bir işbölümü ile toplum içinde örgütlendiğini
hatırlatarak tüketimin toplum içinde bir işbölümü ve örgütlenmeyi gerekli kıldığını
söyleyebiliriz.
Üretimi gerçekleştiren insanların toplumdaki rollerinin yalnızca üretici olmadığını
bilmekteyiz. Üretici rolleri ile elde ettikleri gelirleri, gereksinimlerini karşılamada kullanan
9
Yazarın Postmodernizm ve Tüketim Kültürü (1995) adlı çalışması konuyla ilgili daha önce çeşitli dergilerde
yayımlanmış makalelerin bir derlemesi niteliğindedir. Bu çalışma, 1990’lı yılların başlarında British Journal of
Industrial Relations (İngiliz Endüstriyel İlişkiler Dergisi)’nde incelenmiştir (Featherstone,1995:3).
çalışanlar gereksinimlerini karşılarken tüketici olarak nitelendirilmektedirler. Birey, bu
işbölümü içinde kimileri için üretici kimileri için tüketici konuma gelmektedir. Konumu
kişiden kişiye değişiyor olsa da kişi, kendi gözünde hem tüketici hem de üreticidir. Endüstri
ilişkileri bu anlamda, çalışanların yalnızca işyerlerindeki rolleri ile ilgilenmemektedir.
İnsanın yaşamı bir bütün olarak ele alındığında çalışma yaşamı ve çalışma dışı yaşamın
birbiri ile etkileşimini görmekteyiz. Bu etkileşim de bize çalışanların tüketici rollerinin
çalışma yaşamlarında etkili olabileceğini göstermektedir. Çalışan birey olmanın amacının
tüketici olabilmek olduğunu da iddia edebiliriz. İnsanın neden çalıştığının da cevabını
verebiliriz bu şekilde. Çalışma, kapitalizmin işleyişi için son derece önemli bir eylemdir.
İşgücü üretimin vazgeçilmez faktörlerinden biridir ve bu faktörün sağlanması için çeşitli
ahlaki gerekçelerle birlikte daha rasyonel gerekçeler de sunulabilecektir. Weber’in (1999)
Protestan Ahlakı ile kapitalizmin işleyişini anlattığı eserinde toplum içinde insanı çalışmaya
iten akılcı görüşler çözümlenmiştir.
Günümüz kapitalizmi bundan 150 yıl önceki kapitalizmle aynı değildir ve kapitalistin temel
mantığı aynı kalmakla birlikte toplumu farklı şekillerde örgütleyerek sermaye birikimini
artırmaktadır. Weber’in değindiği gibi insan doğası daha çok kazanmaya motive olacak
şekilde yapılandırılmamıştır ve insan daha çok para kazanmak yerine daha az çalışmayı tercih
eder (1999: 51). Böyle bir motivasyon eksikliği girişimcinin amacına uygun değildir ve o,
ücretleri düşük tutarak işçileri daha çok çalıştırmaktadır. Yaşamını sürdürmek için daha çok
çalışması gereken işçi kazandığını rahatça harcayacak boş zamana sahip olamamıştır.
Günümüze gelindiğinde ise artık işçiler (çalışanlar) eskiye oranla daha çok gelire sahiptir ve
gelirleriyle birlikte boş zamanları da artmıştır. Bir boş zaman etkinliği olarak yeniden üretilen
alışveriş bu yeni kapitalizmde önemli kavramlardan biridir ve yeni toplumun işleyişini
gündelik yaşamını algılamada büyük destekçidir. Alışveriş merkezleri aracılığıyla gelirini
harcayacak zaman ve mekân, kapitalizmde insanlara sunulur ve bu yeni kapitalizmin
insanlarına artık işçi değil, tüketici denmektedir.
1.3. Tüketim Kuramları
Baudrillard Marksist yaklaşımla çalışmalarına başlamışken ilerleyen çalışmalarında
postmodernizmi izlemiştir. Tüketim konusunda kapitalist sistemin dönüştüğünü ve Marksist
araçlarla bu yeni toplumsal/ ekonomik sistemi çözümlenin yetersiz olacağını iddia etmektedir
(Cevizci,2000:119). Baudrillard’a göre toplumda yaşayan bireylere daha önce çok çalışmaları
gerektiği öğütlenirken şimdi tüketici rolü vurgulanmaktadır. Marksizmin tüketim gerçeğini
ihmal ettiğini de iddia etmiştir. Ne var ki malların tüketim fetişizminin nesneleri olduğunu ilk
kez söyleyen de Marx olmuştur. Marx’ın dile getirdiği tüketim malları fetişizmi, maddi
tüketim mallarına insani özelliklerin yüklenerek gizemlilik kazandırıldığı bir süreçtir
(Tseëlon,2002:198) ve Marx bunu meta fetişizmi olarak Kapital’de açıklamaktadır. 10
Tüketim toplumunda nesne üretiminin yanında bir endüstri daha iş başındadır, bu da ihtiyaç
üretim endüstrisidir. Bu endüstrinin temel görevi insanları satın almaya güdüleyecek yeni
faktörleri üretmek ve insanların gereksinim duymalarını sağlamaktır. Böyle bir yaklaşım,
insanların kararlarında özgür olmadığını ve kendi başlarına karar alamayacak şekilde edilgen
kılındığına dair bir anlayışı ifade etmesiyle eleştirilmektedir. (Illich, 2000; Baudrillard, 1997)
Bu yeni toplumda ‘gerçek’ gereksinimlerin yerini alan başka bir gereksinim vardır. Bu da
aslında Maslow’un gereksinimler hiyerarşisinde üst basamakta yer alan, ‘kendini
gerçekleştirme’ ihtiyacıdır diyebiliriz. Gerçek gereksinim olarak nitelenen gereksinimler de
yine Maslow’da alt basamaklarda gerçekleşmiş gereksinimlerdir. Bu gereksinimlerin
10
Meta fetişizmi kavramı çalışmanın ikinci bölümünde ayrıntılı olarak incelenecektir.
gerçekleşebilmesi için gereken temel nesnel koşullar vardır. Yeme, içme, barınma gibi...
ancak zamanla bu gereksinimlerin karşılanması ile arayış içine giren insanın estetik
ihtiyacının devreye girdiğini görebiliriz. Artık tek göz bir odada barınmak yerine çok odalı,
çok katlı bir yapı gereksinim haline gelebilir. Baudrillard (1997), tüketim toplumunda
insanların nesneleri birer gösterge sisteminin parçası olarak gördüğünü, nesnelere yüklenmiş
ortak anlamlarla simgeleştirildiğini ve bu simgeler yoluyla toplum içinde insanların statü ile
konumlandığını öne sürmektedir. Douglas ve Isherwood (1999) da bu görüşe katılmaktadır.
Konu ile ilgili olarak sosyologların geliştirdiği kuramlar vardır. Bu kuramlarda bireyin
gözünde tüketimin ne olduğu da ortaya konmaktadır.
1.3.1. Gösteriş Tüketimi
Thorstein Veblen tarafından açıklanan bu kuram ile anlatılmaya çalışılan, insanların
tüketimlerini faydacılık yerine kendi ekonomik güçlerini ortaya koyacak mallara
yönlendirmeleridir (Baloğlu,1997:26). İnsanlar toplum içindeki konumlarını göstermek için
toplumun mallara yüklediği anlamlar doğrultusunda malları tüketmektedirler. Sosyal statünün
işareti haline gelen malların toplum üzerinde oluşturduğu imajın, toplum üyelerinin pek çoğu
üzerinde etkileri olduğunu belirtmektedir.
Malın tüketiminden elde edilen tatmine ek olarak, malı tüketemeyenlerin gözündeki
hayranlık ve sahip olamamadan kaynaklı kıskançlık da tüketen açısından tüketimin tatmini
olarak ifade edilmektedir. Yani malın diğer tüketiciler üzerindeki etkisine dayalı bir tüketim
anlayışı bulunmaktadır.
1.3.2. Gösteriş Etkisi
Gösteriş etkisi, Duesenberry tarafından geliştirilmiş bir düşüncedir. Keynes’in her ferdin
tüketim davranışı diğer fertlerden bağımsızdır temel varsayımına karşı çıkarak, bireyin
tüketiminde değişimin büyük ölçüde çevrenin tüketimi ile bağlantılı olduğunu iddia
etmektedir. Veblen’in gösteriş tüketimi kuramına, toplumla tüketici arasında kurduğu bağ
düşünüldüğünde, yakın olduğu söylenebilir. Duesenberry’ye göre bireyler, gereksinim
duymadıkları bir mala çevrelerindekilerden birinin sahip olması durumunda gereksinim
duymaya başlamaktadır. Yine bireyler, her zaman tükettikleri malın kalitesinde artış beklerler.
Bu kalite, çevrenin mala bakışı ile ilgilidir ve statüyü belirlemede önemlidir. Bireyler
kullandıkları ürünlerin kalitesini beğenmeyerek daha kaliteli mallar tüketmek yoluyla daha
yüksek bir statü elde etmeye çalışmaktadırlar (Baloğlu,1997:30). Bireyler gösteriş için mal
tüketirken aynı zamanda bu tüketimin bireye güven duygusu aşıladığı da eklenmektedir.
1.3.3. Diderot Etkisi
Kuram adını Denis Diderot’un adından almıştır. Bireylerin sahip olduğu kişiliğin, kültürel
değerlerin, davranışların vs. tüketim yoluyla diğer bireylere nasıl yansıdığını ya da önceden
alınmış mallar üzerinde nasıl bir değişiklik yaptığını açıklamaktadır (Baloğlu,1997:32).
Bireylerin davranışları tükettikleri mallara yansır. (Heavy Metal dinleyen gencin tükettikleri
ile rap dinleyen gencin tükettiklerinin bir olmaması gibi) Ayrıca bu kuram, tüketim mallarının
önemli bir özelliğine daha vurgu yapmaktadır. Mallar satın alındığında başka mallarla
tamamlanmak zorundadır ve bu tamamlayıcı malların sunumu tüketimi artırmada önemli bir
role sahiptir.
1.3.4. Trickle-Down Kuramı
George Simmel tarafından geliştirilen bir kuramdır. Bu kuram için moda kavramı önemlidir.
Üst tabakanın toplum içinde moda haline gelen değerlerin taşıyıcıları olması ile
açıklanmaktadır. Orta ve üst tabaka gelir düzeyleri nedeniyle moda olan ve ulaşılması bir
ölçüde zor olan malları tüketerek toplumu yönlendirmektedirler. Üst tabaka, yeni ve az olanı
kullanmanın tatminini yaşadıktan sonra toplumda daha kolay bulunur hale gelen malların alt
tabaka tarafından da kullanılmaya başlaması ile alt tabakada üst tabakaya benzeme duygusu
oluşmakta ve onların tatmini sağlanmaktadır.
Alt tabaka üst tabakaya ulaşmaya çalışırken pek çok koşulda modayı takip etmeye
çalışmaktadır. Buna karşılık üst tabaka ise her zaman daha yeni ve ulaşılmaz olanı tüketme
eğilimi göstermektedir. Alt tabaka ile aynı ürünleri tüketmekten hoşlanmamakta, sınıfsal
yakınlaşmayı rahatsız edici bulmaktadırlar. Bu nedenle ürünlerde sınıfsal yapıya uygun
farklılaşmalar yapılmaktadır. Bu kuram, modanın üst tabakadan alt tabakaya doğru yayıldığını
ve tüketimi etkilediğini belirtmiş olmaktadır.
Yukarıda adı geçen kuramlar birbirleri ile çatışmamakta ve tüketimi etkileyen faktörlerin
yalnızca ekonomik olmadığını göstermektedirler. Bu kuramlar içinde bizim çalışmamızla
bağlantılı olarak daha çok dikkat çekenleri gösteriş tüketimi ve gösteriş etkisi kuramlarıdır.
Ancak diğer kuramlar da tüketimin toplumsal yönünü ortaya koymada yardımcı olur
niteliktedir. Özellikle Trickle Down Kuramı çalışmanın üçüncü bölümünde gelir grupları
arasındaki farklılaşma ile bağlantılı olarak kullanılmıştır.
2. BÖLÜM
KAPİTALİZM, ÇALIŞMA VE TÜKETİM İLİŞKİSİ
Çevremize şöyle bir baktığımızda metalardan inşa edilmiş bir evrende ( Douglas ve
Isherwood,1999: 75) yaşadığımızın farkına varabiliriz. Kapitalizm içinde üretilmiş her
nesnenin daha önceki ekonomik sistemlerde görülmemiş biçimde metalaşmış olduğunu ve
nesnelerin sahip olduğu değerlere farklı bir anlam sistemi yardımıyla ulaşıldığını
söyleyebiliriz. Bu bölümde farklılaşmış anlam dünyamızı keşfetmeye çalışacağız.
Tüketim olgusunu daha iyi anlayabilmek için iki boyutlu bir analiz yürütmenin gerekli
olduğuna inanıyoruz. Bunlardan birincisi ‘metalara yüklenen anlam ve bu anlamın dönüşümü’
ile ilgili; ikincisi ise ‘kapitalist dünyada metaların üretim biçiminin ve buna bağlı olarak da
geliştirilen tüketim anlayışlarının farklılaştırılması’ ile ilgili.
Bu iki temel analiz düzeyi de kendi altında başka analiz bölümlerine ayrıştırılmaya
çalışılacak. Birinci temel düzey, yani “metalara yüklenen anlamın farklılaşmasını” iki alt
düzeyde incelemeye çalışacağız. Öncelikle, Karl Marx’ın meta fetişizmi kavramından yola
çıkarak, “metaların fetişleşmesini” daha sonra ise “ikinci dalga fetişleşme” olarak özellikle
1980 sonrası ortaya çıkan yeni tüketim anlayışını tartışmaya çalışacağız. İkinci temel analiz
düzeyimiz olan “üretim ve tüketim biçiminin farklılaşması”nda ise, üç temel kırılma noktası
saptamaya çalışacağız. İlk olarak, pazar için üretimin yani kullanım değeri ve değişim değeri
farklılaşmasının, ‘modern’ anlamda bir tüketim modelinin ortaya çıkması bakımından zorunlu
şart olduğunu ortaya koyduktan sonra; kitlesel üretim ve kitlesel tüketim dengesini zorunlu
kılan tüketim toplumunu, yaygın tüketim modellerini ve Refah Devletlerini “Fordizm” olarak
inceleyeceğiz; 1970 sonrası yeni üretim örgütlenmesini ise “post Fordizm” olarak
adlandırarak, daha sınırlı bir tüketici kitleye dayanan yeni tüketim modelini “tüketimci”
(consumerist) model olarak adlandıracağız. Bu bölümün sonunda ise “tüketimci model” ile
“ikinci dalga fetişizmin” bağlantılarını ortaya koymaya çalışacağız.
2.1. Metalara Yüklenen Anlamın Farklılaşması
2.1. 1 Metaların Fetişleşmesi ya da Pazar için Üretim
Sanayi devrimi ardından, pazar için üretim yapılması, insanlık için nesnelere ilişkin yeni bir
anlam dünyasının kurulmasına hizmet eden en önemli gelişme olarak kurgulanırsa herhalde
çok da yanlış olmaz. İnsan, kullanmak için ürettiği bir dünyadan, değiştirmek ve göstermek
için ürettiği bir dünyaya geçmiştir. Üstelik değişim ölçüsünü de belirleyen -trampa usulünde
olduğu gibi, basitçe- değişim yapacak kişilerin ihtiyaç duydukları malları karşılıklı değişmesi
temelinde gerçekleştirilmemektedir; “aracı” kullanılmaktadır. Bu aracı da kendisi mal
olmayan ama bütün mallara kendi değerlerinin dışında bir değer verme potansiyeline sahip
olan paradır. Bu modelde malların değerleri para olarak saptanmaktadır. Dolayısıyla mal,
gereksinimden bağımsız olarak tek başına bir değere sahip olmaktadır. Bu değeri belirleyen
şey, malların parasal temelde saptanan değişim değerleridir. Değişim insanın mala duyduğu
gereksinim ve kullanımdan farklılaşarak malların birbirleriyle para üzerinden eşitlenmesi
temelinde tanımlanmaya başlamaktadır. Bu yolla insan, nesnelerle kurduğu ilişki düzlemini
kökten değiştirmiştir. Nesnelerin bu yeni anlamlanışı, kanımızca, günümüzde tüketimin
altında yatan asıl nedeni bulmamıza yardımcı olacaktır. Çünkü bu yeni anlamlandırmada
nesnenin kullanım değerinden çok daha fazlasına ihtiyaç duyulmaktadır ve ona “büyüsel” bir
nitelik kazandırmaktadır. Bu en iyi açıklayan da yine Marx’ın kendisidir.
Marx’a göre, üretilen nesnelere ilişkin olarak kapitalizmde insan emeğiyle oluşmuş
“şeylerin, qua metaların varlığı, ve bunlara meta damgasını vuran emek ürünleri arasındaki
değer-ilişkisi ile bunların fiziksel özellikleri ve bu özelliklerden doğan maddi ilişkiler
arasında mutlak olarak bağ yoktur. Burada, insanlar arasındaki belirli toplumsal ilişki, onların
gözünde, şeyler arasında düşsel bir ilişki biçimine bürünüyor” (Marx:1997:82). İnsan
emeğinin ürünü olan ve toplumsal bir süreçte anlam kazanan pazar ve değişim ilişkisi, tüm bu
gerçeklik düzeyini yitirmekte, bu ilişkinin üzerinde ve bu ilişkiyi belirleme iddiasıyla
kendisini kurmakta, daha sonra da kendi gerçekliğini, her türlü başka gerçekliği geçersiz
kılacak düzeyde güçlü bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu düşsel ilişki için Marx “meta
fetişizmi” kavramını kullanıyor: ‘‘Emek ürünlerine, meta olarak üretildikleri anda yapışıveren
ve bu nedenle meta üretiminden ayrılması olanaksız olana şeye, ben, fetişizm diyorum.’’
(Marx: 1997: 83). Metalar fetişleşerek insanlara ve her türlü insani ilişkiye egemen olmaya
başlıyorlar.
Kanımızca modern tüketim olgusunu en iyi anlamamıza yardımcı olacak kavram
“fetişizm”dir. Çünkü modern kapitalizm ve pazarlama faaliyetleri, malların basit birer mal
olmaktan çıkartılarak, hayatın içerisinde “vazgeçilmezlik” iddiasıyla bir yer edinmesi için
elinden geleni yapmaktadır. Ancak yine de akılda tutulması gereken nokta, vazgeçilmeyecek
bir ürün olarak reklamlarda sunulan nesnelerin çok kısa sürede yeni vazgeçilmez nesnelerle
yer değiştirdiğidir.
Fetişizm, objelerden yarar ummak amacıyla yapılan çeşitli pratiklere verilen addır. Ve bu
pratiğin konusu olan objeye fetiş denir. Portekizce feitiço’dan dönüşmüş olan fetiş
kelimesinin anlamı ‘yapma şey; büyü, etkileyici güç’ demektir (Örnek,1971:46). Dolayısıyla
gerçek değildir. Bir tür simulacra’dır. Gerçek değil, yapma, gerçeğin taklidi, ama kendi
taklitliğini unutarak “gerçek olduğunu iddia eden” bir taklit. Dolayısıyla simulacra altında
gelişen her türlü ilişki de bir tür deformasyon, taklit ve gerçekliğin bozulması üzerinden
kurulacaktır. Tüketime ait olarak kurguladığımız bu “ilk çıkış noktası” bugün kendisini daha
da belirgin olarak sunuyor. Bu sunuş biçimi markalar, imajlar üzerinden gerçekleşiyor.
Gerçek olan ayakkabı iken, simulacra olan Nike logosu oluyor. Ayakkabı gerçeği logonun
altında kayboluyor, gerçekliğini yitiriyor.
İçinde büyüsel bir gücün bulunduğuna inanılan bir obje, fetişleşir ve fetiş nesnesi ona inanan
kişinin yardımına, faydasına çalışan bir yardımcı niteliğine bürünür. Marx’ın kullandığı
anlamıyla kavramın ilk kullanımı arasında benzerlik vardır ve tüketilen nesneler
düşünüldüğünde, nesnelerin sahip olduğuna inanılan değer yardımıyla, onu tüketen kişi
kendince belli kazanımlar elde etmektedir. Bu kazanım basit bir mal kullanmaya ait kazanım
değil, bütün bir anlam sistemine ilişkin bir kazanıma dönüşmektedir. Mallar gereksinim
duyulduğunda kullanılması gereken nesneler değil, biriktirilmesi, depolanması, olmazsa
utanılması, hiç kullanılmasa bile bir kenarda durması gereken anlamlar olarak dünyamıza
dahil olmaktadır. Üstelik bu anlamlar, bütün bir anlam dünyamızı yeniden kurarak, bütün
anlamların önce içini boşaltıp sonra yeniden doldurarak kendisini var ediyor. Günümüzde
Mercedes araba sahibi olmanın anlamı ile, Suzuki Maruti marka araba sahibi olmanın anlamı
birbirinden farklılaşmıştır ve bu anlam farklılığı, basit bir araba sahibi olmanın iki farklı
şeklinde bulunamayacak kadar geniş bir biçimde kendisini kurmaktadır. Bu farklılık,
sosyolojik, psikolojik, sınıfsal ve kimlik farklılıklarına dair bir tür dünyalar arası farklılığı
ortaya koyacak kadar iddialı bir bütünlüğe ulaşmıştır. Yine sanırım bunu da en iyi Marx
açıklıyor: “Bunlar için, kendi toplumsal etkinlikleri, nesnelerin etkinlikleri biçimini alır ve
onlar nesneleri yöneteceğine, nesneler onları yönetir.” (Marx, 1997:85)
Fetişizmi basitçe nesnelerden, kullanım değerlerinin dışında bir değerle medet ummak olarak
ifade ettiğimizde ve onlara sahip olma arzusunu Marx’ın kavramlarıyla ortaya koyduktan
sonra metalarla çevrilmiş bir evrende yaşayan insanın tüketime bakışını anlayabiliriz.
Fetişizm, ilkel toplumların inanç sistemlerinde kendini gösterdiği şekliyle günümüz
insanlarında tüketim nesneleri aracılığıyla görülmektedir. “Fetişin etki derecesi içindeki
gücün miktarına bağlıdır. Eğer bu gücün etkisi zamanla azalırsa, fetişe kan, yemek vb.
sunularak ya da çivi çakılarak etkili gücü canlandırma yoluna başvurulur.” (Örnek, 1971: 46)
Sedat Veyis Örnek’in ilkel toplumlardaki fetişizmi açıklarken kullandıklarını biz günümüz
toplumu için de pekala kullanabiliriz. Tüketilen nesnelerle elde edilmeye çalışılan yarar, fetiş
nesnenin gücünün azalması ile yok oluyorsa, fetiş nesnesini yenilemek, değiştirmek, ilkel
toplum inanışlarından günümüz toplumlarındaki tüketiciye kalan anlamdır. Bu yolla
günümüzde nesnelerin ömrünün kısalmasını açıklamak mümkün olacaktır. Özellikle moda
kavramı ile nesnelerin çok çabuk anlamını yitirdiği durumlarda meta fetişisti/tüketici kendine
yarar sağlayacak yeni nesnelerin peşinde koşmaktan şikayet etmeyecektir.
Fetişizmin soyut gücü bir yana, bir ayakkabının kullanım işlevi bellidir. Bu işlev, yürürken
insanın ayak derisini korumaktır. Ancak böyle bir fiziksel işlev günümüz için bir ayakkabıda
her zaman baktığımız bir işlev değildir. Tek bu işleve göre ayakkabı satın alıyor olsaydık, bu
kadar renk ve çeşitte ayakkabılara yönelmezdik. Ayakkabının bir fetiş objesi olması kullanım
işlevinden başka işlevlere sahip olduğunu göstermektedir. Yoksa yalın ayakla yürümenin daha
rahat olduğu durumlarda bile çok yüksek topuklu, ayak iskeletini deforme eden
ayakkabılarla yürüyen insan sayısının bu kadar fazla olmasını açıklamak zorlaşırdı. Bir
ayakkabı sadece yürümeyi kolaylaştıran bir obje olmaktan çıkmış, markaların kuşatmasıyla
toplumda farklı anlamlar kazanmış, farklı işlevlere hizmet etmeye başlamıştır.
Douglas ve Isherwood (1999)’a göre mallar nötrdür, ancak kullanımları toplumsaldır,
toplumsal ilişkileri oluşturur ve devamını sağlar. Douglas ve Isherwood’un söylemini biraz
genişletelim ve malın toplumsal oluşu, toplumsal kullanımın veya toplumsal üretimin bir
sonucu değildir. Toplumsal olan da sembolikleşmiştir ve semboller dünyası pazar-piyasa
aracılığıyla manipüle edilmektedir. Dolayısıyla toplumsal imgeler kurulmaktadır. Piyasa
söylemi de toplumsal olanın gerçeklik düzeyine saklamaya yarayan büyük bir sihirbaz olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Tüketim dünyası, malların değişim değerleriyle pazara düşmeye başladıkları anda fetişler
dünyasına dönüşür. Modern toplumlarda tüketim olgusunu incelemeye çalışan her türlü
çalışma da kaçınılmaz olarak böyle bir dünyanın gerçekliği ile karşı karşıya olduğunu ve
gerçekliğin yapay bir olgu olduğunu saptamak zorundadır. Tüketim gibi bir konuyu çalışmaya
başlamanın da, kanımızca, en büyük zorluğu bu kodlar dünyasını sınıflandırmak ve analiz
etmeye çalışmanın zorluğundan kaynaklanmaktadır. Baudrillard (1998; 177),
Bilimin ufkunda bile nesne giderek daha ele avuca sığmaz, bölünmez, böylelikle de
çözümlemeye gelmez gözükmektedir; ebediyen değişken, tersine çevrilebilir, ironik,
hayal kırıcı ve manipülasyonlarla alay eder gözükmektedir. Özne, bilimin
postulatlarının fedası pahasına nesneyi umutsuzca izlemeye çalışır; ama nesne bilimsel
aklın feda edilmesinin bile ötesindedir. Çözülmez bir bilmecedir bu; çünkü nesne kendi
değildir ve kendini tanımaz,
diyerek nesnelerin gerçeklikten uzaklaştığını ve hatta gerçeklikten koparıldığını iddia
etmektedir. Bizim çalışmamızda da bunu ifade eden dönem, ikinci dalga fetişizmin
gerçekleştiği dönemdir.
2.1.2. İkinci Dalga Fetişizm
1980’li sonrası nesil, günümüzde başka bir tüketim döneminin içerisinde olduğunu rahatlıkla
gözlemleyerek de ortaya koyabilir. Ancak sanırım bu gözlemlerin ötesinde bir şeyler de
söylemek gerekmektedir. Yeni kapitalist dünyanın tüketim kalıbı nedir? Hangi
mekanizmalarla işlemektedir? Bu sorulara yanıtlar bu bölümde sunulmaya ve
temellendirilmeye çalışılacaktır.
İkinci dalga fetişizm adıyla sunulmaya çalışılan olgu sahtenin sahtesidir. Ancak iki sahte bir
gerçek etmemektedir. Günümüz tüketim davranışının altında yatan güdü, mallara sahip
olmak, biriktirmek ve onsuz yaşayamamaktan daha fazla bir şeydir. Eğer sahiplik bir iktidar
istenci ise yeni dünyada tüketim bir istenç istencine dönüşmüştür (Dikmen, 2001). Neden arzu
ettiğimize ilişkin soruya Baudrillard (1998b:25), ‘‘arzu ya da istenç aracılığıyla, içinde
bunlarla hiçbir ilgisi olmayan bir dünyanın tükenmesine katkıda bulunmamız gerekmektedir’’
cevabını vermektedir. Tüketim, mallara sahip olmak değil malların yeni modellerinin peşinde
koşmak, markaları takip etmek ve en yeni modelini elde etmek için ‘yanıp tutuşmak’
üzerinden kurulmaktadır. Zaman, piyasa koşullarında doğada işlediğinden daha hızlı ve daha
sıra dışı ilerlemektedir. Neyin ne zaman yeni ne zaman eski olacağına, ilerleyen zaman değil,
öncelikle piyasa karar vermekte, moda ve reklamcılık sektörü de bu iddiayı güçlendirmek için
ellerinden geleni yapmaktadır. Bu bölümün ikinci kısmında konuya üretim ilişkileri
çerçevesinde eğilirken daha ayrıntılı belirteceğimiz gibi, kitlesel üretimle birlikte
gerçekleşmesi gereken kitlesel tüketimi kurabilmek için insanların mallara ihtiyaçları
olduğunu hatırlatmak ya da öğretmek gerekmiştir. Bu öğrenim süreci ile nesneler
tüketicilerle buluşabilmiştir. Ancak ikinci dalga fetişizmde artık insanların evlerinde dolup
taşan nesnelerin bir yenisine daha ihtiyaç duymamaları fikri üzerinde durulmuş ve bu fikrin
insanlardan uzak tutulması için daima yeni olanın istenir kılınması için çabalanmıştır.
İkinci dalga fetişizmde şimdiye kadar görülmemiş biçimde tüketicinin baştan çıkarılması ve
piyasadaki mallara karşı arzu içinde olmaları kurgulanmaktadır. İnsan ihtiyaçları bir gerçekse
ve tüketim ihtiyaçların karşılanması için gerçekleştirilen bir eylemse günümüzde de insanların
tüketimi aynı gerekle gerçekleşmektedir. Ancak buradaki en önemli farkı, ihtiyaçların
oluşturulması, yapaylaştırılması bize ifade etmektedir. Ve yine günümüzde demek ki
insanlar geçmiştekinden daha fazla şeye ihtiyaç duymaktadırlar. Bitip tükenmek bilmeyen bir
arzu içinde, önce mavi sonra kırmızı sonra da mor ayakkabılara ihtiyaç duyarken, peşinden
ihtiyacını hissettikleri nesnelerin tamamlayıcı nesnelerine ihtiyaç duymaktadırlar. Renklerin,
kumaşların, desenlerin birbiri ile uyum içinde olması gereği de modacılar tarafından dikte
edildiğinde tüketim bitmeyen tükenmeyen bir eyleme dönüşmektedir.
Bu yeni tüketim kalıbının hakim olduğu topluma farklı yazarlarca değişik adlar verilmektedir.
Bunlardan bazılarına örnek olarak, gösteri toplumu (Debord,1996), kullan-at toplumu
(Ruppert,1996), kredi kartları toplumu (Bauman,1999) verilebilir. Burada bizim kurmaya
çalıştığımız ikinci dalga fetişizm modeli de bu farklı farklı kullanılan kavramlarda anlatılmak
istenen dünya ile benzerlikler içermektedir. Farklı bir kavram kullanma isteğimizin temelinde
bu sistemi pazar ve piyasa ekonomisine bağlama çabası ve günümüzdeki sistemin metaların
pazara düşerek fetişleştiği dönemin içerisinde ancak özgünlükleri olan yeni bir kırılma
noktasına tekabül ettiğini vurgulamak içindir. Metalar bir kez fetişleştikten sonra fetişler
dünyası içerisinde yeni biçimler alabilir. İkinci dalga fetişizm olarak adlandırdığımız dönem
de böyle bir noktaya denk gelmektedir.
Bu dönemin en önemli özelliği malların ekonomik ömürlerinin kısalması, aynı malın yeni
modelinin çok kısa bir süre içerisinde piyasaya sürülmesi ve yeni modelin tüketim güdüleri
bakımından eski modeli geçersiz kılmasıdır. Bu temel dönüşüme en iyi örnek olarak, cep
telefonları gösterilebilir. Cep telefonlarının fiziksel ömürleri 5-10 yıl olmakla birlikte, 2-3
ayda bir demode olmakta, yeni modelleri piyasaya sürülmekte ve tüketiciler çalışmakta olan
eski cep telefonlarını ya rafa kaldırmakta veya ikinci el piyasaya satmakta ve yeni model cep
telefonlarını satın almaktadır. Cep telefonlarına ilişkin reklamlar da bunun güzel örneklerini
barındırmaktadır. Nokia’nın ve Sony-Ericsson’un web sitesinden alınan örnekler, sürekli
çıkan yeni modellerin albenisini ortaya koymak için insanın zayıf alanını kullanmakta ve onu
toplum içinde farkedilir, saygı duyulur kılmak için elinden geleni yaptığını göstermektedir.
Aşağıda verilecek örnekler bir cep telefonunun Nokia ya da Sony-Ericsson’a dönüşmesi ile
kullanım değerinden çok daha farklı bir değere dönüştüğünü göstermektedir. Cep telefonu
Nokia ya da Sony-Ericsson’a dönüştüğünde değişim değerine sahiptir, ancak bu, nesnelerin
sahip oldukları değer için ikinci dalga fetişizmde yeterli değildir; aşağıdaki örnekler de
gösterecektir ki Nokia’nın ya da Sony-Ericsson’un sunduğu imaj, nesnelerin toplumsal yapı
içinde kullanıcılarına değişim değerinde çok daha fazlasını sunmaktadırlar. Pahalı bir telefon
olmanın yanında iletilmesi gereken başka mesajlar da vardır 11:
•
Yeni Nokia 7610 cep telefonu, şık ve sofistike tarzınızı ve en derin duygularınızı
dijital ortamda ifade edebilmeniz için tasarlandı.
•
Nokia 5140, Spor aktivitelerinde kullanıma yönelik gelişmiş sağlamlık ve dayanıklılık,
sportif tarza ve boş vakitlerinizde kullanıma uygun görünüm entegre dijital pusula,
zayıflama öğretmeni ve "Push to talk" özelliği...
•
Nokia 1100 cep telefonu, işlerinizi rahatınızı ve tarzınızı bozmadan yapmanıza imkan
verir. Mağazada, yolda, sabah kalabalığında ya da gece yarısında, uzun süre dayanan
batarya ve dayanıklı tasarım gibi yeni özellikler daha rahat çalışmanıza imkan verir.
•
Nokia 8310 cep telefonu, geniş renkli kapak seçeneği ve geniş akıllı özellikler
yelpazesiyle tarzınızı ifade etmenizi sağlar. Modaya uygun kapak, etkilemek için
tasarlandı, tarzınla fark yarat...
•
8850 Telefonun, düzgün, mat alüminyum rötuşu ve özel tasarımı , yalnızca cilt
derinliğinde olan bir güzellik yaratmamaktadır. Bu güzel dış görüntünün altında,
marifetli özelliklerden oluşan karmaşık bir kalp yatmaktadır.
11
Reklam sloganları Nokia için http://www.nokia.com.tr ve Sony-Ericsson için http://www.ericsson.com.tr/
adresinden alınmıştır.
•
Nokia 7600 kameralı telefon, ilham veren farklılık: Hareket özgürlüğü çağının cesur
bir sembolünü sunuyoruz. Tamamen yeni bir paradigma olan Nokia 7600 kameralı
telefon kuvvetli eğrilerin ve en yeni teknolojinin eşzamanlı harmanıdır. Küçük,
fütüristik ve avucunuza sığacak tarzda tasarlanmıştır. Sıkı tutun.
Benzer şekilde Sony-Ericsson da benzer meydan okumaları kullanmaktadır:
•
P900: İlk etki: alımlı ve gelişmiş tasarım. Daha yakından bakın, şık dış görünümünün
altında etkileyici bir güç ve zeka bulacaksınız. P900, ideal bir iş arkadaşı. Oyun
arkadaşı olarak da fena sayılmaz.
•
T105: Başarılı bir görünüm, zarif bir duygu ve performans. İşte veya tatilde, Sony
Ericsson T105 sizin tarzınızın dışavurumu.
•
Z200: Değişiklik yenilenme getirebilir. Çeşitlilik hayatın tuzu biberidir. Niye aynı
kalasınız? Telefonunuz ruh halinizi yansıtsın. İfade etmek istediklerinizin bir parçası
olsun. Değiştirilebilen kapaklar, duvar kağıtları ve polifonik zil sesleri – Z200 sizinle
birlikte değişen telefondur.
•
T630 kendine özgü bir tarz ve havaya sahiptir. Güçlü renkler, entegre kamera ve son
derece net ekran görünümüne sahip görsel güç. T630 ile, kişisellik asla egoizm
anlamına gelmez: deneyimlerinizi paylaşmak istediğinizde, T630 hizmetinizdedir.
Yukarıda verilen örnekler ikinci dalga fetişizmde göstergelerin, simgelerin nesneleri nasıl
değiştirip dönüştürdüğünü göstermektedir. Telefon yalnızca iletişim aracı olarak kalsaydı
kapitalizm bu alandan sermaye birikimini şimdiki kadar yoğun biçimde
gerçekleştiremeyecekti. Oysa moda ve reklam gibi iki önemli olgu etrafında örülerek
geliştirilen giydirilmiş anlamlarla oluşturulan nesneler kapitalizme tüketimciliği oluşturma ve
yarar sağlama imkanını hazırlamaktadır. Ancak hemen belirtilmeli ki giydirilen anlamlar
nesnenin sahip olduğu kullanım değerini ifade eden anlamdan tümüyle koparılmıştır. Bir cep
telefonunun pazarlanması için telefonun kalbi olduğuna dair bir iddia işte burada nesnenin
gerçek anlamından kopuşunu göstermektedir. Baudrillard (2003), anlamdan yoksun
göstergelerin karnavalından bahsederken ikinci dalga fetişizm olarak adlandırdığımız
dönemin fetiş ritüellerini de ortaya koymamıza yardım etmektedir. Metalarla oluşturulmuş
bir evrende yaşadığımızı söyleyerek başlamışken, şimdi metalardan da öte simgelerle
kuşatılmış bir evden yaşadığımızı söyleyebiliriz bu aşamada.
Baudrillard’ın Marx’tan ödünç aldığı değer teorisine getirdiği yenilik kullanım değeri,
değişim değerinden sonra geliştirdiği gösterge değeridir. Baudrillard, değere ilişkin bir
üçleme yapmış ve açıklamıştır: Kullanım değerini doğal evre olarak adlandırdıktan sonra
değişim değerinin ticari evreye ve gösterge değerinin yapısal bir evreye denk düştüğünü
belirtmiştir. Nesnenin gösterge değerine sahip olması için ‘‘yapısal evreye bir kod uygun
düşer ve burada değer, bir modeller kümesine gönderme yaparak yayılır’’
(Baudrillard,1998a:11-12). Bizim cep telefonu sloganlarımız da bu gösterge değerinin
kurgulayıcılarıdır. Ortaya atılmış ve meydan okuyan bu sloganlar, tüketicilerin toplumsal
ilişkilerinde belirleyici bir rol üstlenecek önemli göstergelere dönüşmektedirler. Dediğimiz
gibi nesnenin para üzerinden ederi ne ise, ondan daha ötesi vardır günümüz tüketicileri için.
Metanın fetişleşmesi bir üst kademede parasal değerinden de soyutlanarak farklı bir değerle
pazara çıkmaktadır.
Benzer gelişme hemen hemen bütün ürünler için söz konusudur. Örneğin otomobillerin
ekonomik ömrü 5 yıla, bilgisayarların ekonomik ömrü 5-6 aya düşmüştür (Fine, 1998). “Yeni
modeli takip et” çağrısı pazarlamanın ve yeni tüketim güdüsünün en güçlü sloganına
dönüşmüştür. Tüketimin kullanımla bağı bir kez daha ve çok daha güçlü olarak
kopartılmaktadır. Gerçeklik sahteleşirken, marka gerçekleşmekte, marka hegemonyası
tüketimin sembolik kuruluşunu yeniden şekillendirmektedir. İçerisinde bulunduğumuz dünya
marka hegemonyasını kuracak ve bütün dünyada yaygınlaştıracak güçlü çok uluslu şirketlerin
dünyasıdır. Tüketim modelinin ve marka hegemonyasının aldığı yeni biçim bu şirketleri de
büyük bir rekabetin içerisine sokmakta, piyasa birkaç şirketin yönlendirdiği sektörlerden
oluşmaktadır. Örneğin spor ayakkabı alanının en büyüğü Nike’tır ve dünya spor ayakkabı
satışlarının üçte birini gerçekleştirmektedir. Nike her yıl 300 model ve 900 çeşit ayakkabı
üretmektedir. İkinci büyük firma Reebok’tur ve Nike’a yakın bir satış hacmine sahiptir. Kalan
büyük üreticiler ise Puma, Adidas vb. diğer çok ülkeli şirketlerdir ve spor ayakkabı satışının
kalan üçte biri de bu firmalarca yapılmaktadır (Korzeniewicz, 1994). Benzer biçimde Toyota,
Volswagen Group, General Motors vb. şirketler otomobil piyasasının devleridir ve bu firmalar
şirket evlenmeleri ve birleşmeler yoluyla her gün daha da çok güçlenmektedir. Marka egemen
bir tüketim, markaların büyük harcamalarıyla kışkırtılmakta, toplumsal tüketim anlayışı da
buna uygun şekillenmektedir.
Markalar, 20. yüzyılda kitlesel üretim nesnelerinin tüketimi için insanlara kullanım
değerinden öteye geçmek için önemli bir köprü olarak oluşturulmuştur. Ancak markalar
yoluyla nesneye kullanım değerinden öte, değişim değeri atfetme günümüzü açıklamaya
yetmemektedir. İki birbirine benzer arabanın ya da spor ayakkabının öncelikle markalar
aracılığıyla birbirinden farklılaştığını söyleyebiliriz. Bu, meta fetişizmi aşamasını açıklamada
kullanılabilir ancak ikinci dalga fetişizmi açıklamak için bu markalara yeni roller de vermek
gerekmektedir. Verilen bu yeni rollerle markalar iki aynı ayakkabıyı iki farklı özellikle
sunarak farklı yaşam algısına sahip tüketicileri kendilerine çekebilmektedirler. Aynı işlevi
gören iki telefondan biri için sofistike, şık, cezbedici gibi özellikler kullanılırken bir diğeri için
yaşamın hızlı dinamik ritmine ayak uydurmada size yardımcı olacak sözleri ile tüketiciye yeni
vaadler sunulmaktadır.
Yaşanan tek bir olgu varken ona hangi yönden bakarsak bakalım, hangi isimlerle seslenirsek
seslenelim olgu isimden ve bizim bakışlarımızdan farklı olarak orada yer alacaktır. Ancak her
birimizin bakışı ile farklı bir anlama sahip olabilecektir. İkinci dalga fetişizm olarak
adlandırdığımız dönemde nesnelerin farklılaşmasına, Baudrillard’ın gösterge değeri eşlik
etmektedir. Yine Tseëlon’un kavramlaştırmasında ise postmodern aşamayı temsil etmektedir.
Tseëlon da aynı gelişmeyi olguyu, farklı terimlerle ifade etmektedir. Gerçeğin yerini alan
yansımaların bu aşamada eskidiğini ve kurgusal gerçekliklerin hüküm sürmeye başladığını
iddia etmektedir (Tseëlon,2002:195)
Postmodernizme ilişkin yapılan tüm tanımlamalar onu bir yere oturtma çabasıyla
karmaşıklaşmıştır. Ancak evrende bir yer işgal ettiğini ne var ki bu yerin sabit olmayıp uçucu
bir özellikte olduğunu söylersek belki de bizim çalışmamızın bu aşamasındaki tüketim
kalıplarını ve tüketim politikalarını açıklayabiliriz. Geçmişe ne tümüyle bağlıdır ne de
geçmiştekinden tümüyle bağımsızdır, geçmişten aldıklarını işe yarar gördüğü herşeyi içine
alarak bir yap-bozun parçası olarak kullanmaktadır postmodernizm –ya da tüketim- ve tüm
bunları yaparken de tutarlı bir bütünlük oluşturma derdinde değildir. Önemli olan bugün
parçaların işe yarar biçimde tutturulmasıdır. Tüketimcilik de bu inanç doğrultusunda
çözümlenebilir, çünkü artık herşey günlüktür ve gelecekten geçmişten kopuk bir günlük
yaşam içinde nesnelerin tüketimi teşvik edilmektedir.
Kapitalizm, bugün ürettiklerini sattırmak için gerçekte varolmayan şeylerden medet umabilir
ve Weber’in rasyonel kapitalist ruhunu bir ölçüde dışlayabilir. Postmodern anlayış, bu ikinci
dalga fetişleşmede gücünü artık ne tümüyle bilimden ne de geçmişteki büyücülükten,
fetişizmden almaktadır. Herşey, bir başka gerçeklik yaratmadan parçalardan oluşmakta ve bu
yeni oluşan şey ile insanların çok fazla düşünerek fayda maksimizasyonu yapmaları
engellenmekte, alışveriş mekânlarında sepetlerini doldurmaları için yapay arzular,
mutluluklar kurgulanmaktadır.
2.2. Üretim ve Tüketim Sisteminin Dönüşümü
Üretim teknolojilerinde ve örgütlenmelerindeki değişim, tüketim kalıplarında değişimi
peşinden getirmektedir. Üretim ve tüketim birlikte bir sistemi var eden iki unsur olarak
karşımıza çıkar ve tüketimin gerçekleşmesi için üretilmesi, üretimin gerçekleşmesi için de
tüketim şarttır. İki eylemin gerçekleşebilmesi için bir diğerinin sınırları etkili olmaktadır.
İnsanlık tarihinin ilk safhaları düşünüldüğünde insanın ürettiği çok fazla ürün/alet yoktur.
Tek bir baltayı ya da ok ucunu yapmak insanın günlerini alan bir üretim sürecini ifade
etmektedir. Antropologların ve eski dönemlerde yaşamış insanların maddi kalıntılarını
inceleyen arkeologların çalışmaları, insanın alet üretimindeki yeni teknolojilere geçişinin
yüzyıllarca, çok fazla ilerleme göstermediğini belirtmektedir (Lewin, 2000:40-41). Ürünün
böylesine uzun sürede sınırlı sayıda üretilmesi doğaldır ki ürünün tüketimine de sınırlar
getirmektedir. Üretimden daha kısa bir sürede gerçekleşen tüketimin eski zamanlarda
günümüzdeki kadar hızlı olması üretim ve tüketimin dengesinde sorunlara neden olacaktı, ki
zaten yukarıda da belirtildiği gibi belli sınırlarla üretilmemişin tüketilme imkanını da ortadan
kaldırmaktadır, bu nedenle üretiminin uzun zaman aldığı nesneler, tüketilirken daha dikkatli
kullanımı gerekli kılıyordu. Günümüzdeki üretimle insanlık tarihinin başındaki üretim
arasında çok önemli bir ayırım vardır; insanın hayatta kalmasına ve yaşamını
kolaylaştırmasına yönelik yapılan üretimde sermaye birikimi söz konusu olmamaktadır.
Nesnelerin kullanım değeri üzerinden tüketiliyor olması ile günümüzün fetiş nesnelerinin
değişim değeri üzerinden tüketiliyor olması, aradaki farkı ifade etmektedir. Kullanım değeri
üzerinden tüketilen nesnelerin üretimi için 1.7 milyon yıl 12 ( Lewin, 2000: 40) kadar önceye
gidilmektedir. Aşöliyen (Acheulian) 13 teknolojisi ile üretilen bir alet, insanın besin bulmasını
kolaylaştırırken bir yandan da doğada diğer canlılara av olmaktan kurtulmasına yardımcı
olmanın ötesinde bir amaç taşımamaktadır. Buradaki üretimin sonucundaki tüketim için
yalnızca kullanım değeri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır ve bu kullanıma yeni
değerlerin eklenmesi için kapitalizmin doğumu beklenecektir.
Kültürel bir varlık olan insanın toplumsal yaşam içinde tüketimini, üretimdeki sınırlara bağlı
olarak, sınırlayıcı normlar geliştirmesi doğal sayılmalıdır. Sınırlı bir üretim gerçekleşirken
kimi toplumlarda görülen yaşamı düzenleme gayretindeki dini öğretinin müsrifliği ayıplıyor
olması da şaşırtıcı değildir. İnsanla birlikte üretim teknolojisi geliştikçe üretim araçları yeni
biçimlere girmiş, üretim süreci kısalmış ve üretilen mallar çoğalmıştır. Bu son cümle,
yüzlerce yıl süren üretimdeki gelişmeyi tümüyle bize aktarabilmiş değildir. Üretim ve
üretimle birlikte değişen tüketim örgütlenmesi bu bölümde kapitalizmle bağlantılı olarak,
süreçteki üç değişim noktası belirtilerek analiz edilmeye çalışılacaktır. Bu üç değişim
noktasından ilkini atölye tipi üretim oluşturmaktadır, endüstri devrimi ardından gerçekleşen
fabrikalaşma sürecinde Henry Ford tarafından oluşturulan montaj hattı ile üretim, Fordist
üretim, ikinci noktayı ve son olarak 1970’lerde değişmeye başlamış ve değişimin gözle
görülür kılındığı 1980’li yıllardan itibaren üretim sistemlerinin temelini oluşturan üretim
modeli post-Fordist, esnek üretim modeli üçüncü noktayı oluşturmaktadır. Ardından
kapitalizmin önemli üretim sistemlerine denk düşen tüketim ilişkileri tartışılacaktır.
12
1.7 milyon yıl, aşöliyen teknolojisi için verilmiş bir tarihtir. Aşöliyen öncesi Homo habilis tarafından
kullanılan oldovan adı verilmiş aletler de vardır.
13
Aşöliyen teknolojisi, Homo erectus’un ortaya çıkışı ile eş zamanlı gelişmiştir. Bu yeni teknoloji ile üretilen
aletler daha önce üretilenlerden farklı olarak doğadaki nesneleri gereksinimler doğrultusunda daha fazla emek
harcayarak dönüştürmelerindedir(Lewin,2000:40-41).
2.2.1. Atölye Tipi Üretim
Üretimin pazara yönelik olarak yapılmaya başlanmasının tüketimin algılanması bakımından
temel bir dönüşüme denk düştüğü açıktır. Aynı dönüşüm toplumsal yapının da yeniden
örgütlenmesine yol açmıştır. Pazar için üretim, zanaatkarlardan oluşan bir toplumsal
örgütlenmenin ve geçimlik iş yapmanın da temelinde yer almaktadır. Farklı farklı üretici
etkinlikler mesleklere, bu meslekleri icra edenler de zanaatkarlara dönüşmüş; toplumsal
işbölümü farklı meslekleri icra edenlerin oluşturduğu bütünlükte ortaya çıkmaya başlamıştır.
Fordist montaj hattı ortaya çıkana kadar, iş mesleğe eşitlenmiştir. Yani bir ayakkabıcının
yaptığı iş ile mesleği aynı şeydir; ayakkabı üretmek ve ayakkabıcılık gibi. Her biri kendi
işinde uzmanlaşmış meslek erbabı eliyle yapılan işlerin tamamı da toplumsal örgütlenmeyi ya
da toplumsal işbölümünü vermektedir. Meslekler, loncalar şeklinde örgütlenmekte ve
mesleklerin prestiji de loncaların toplumsal güçlerine bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Burada
bahsedilen zanaat tipi üretim biçimi çalışmanın devamında “atölye tipi üretim” olarak
tartışılacaktır.
Atölye tipi üretimde üretici işinin uzmanıdır ve siparişe dayalı olarak çalışmaktadır. Örneğin
bir terzi, ancak bir sipariş aldığı zaman üretim yapmaktadır. Üretimin hızını terzinin kendisi
belirlemekte bu süreyi en fazla, müşterinin aciliyeti ve terziyi sıkıştırma gücü
etkileyebilmektedir. Dolayısıyla, bugünkünden çok farklı bir biçimde kendini göstermektedir.
Terzinin iş zamanı ve yaşam zamanı birbirinden tam anlamıyla ayrışmamıştır. Benzer biçimde
iş mekânı da yaşam mekânından ayrıştırılmamıştır. İş ile yaşam alanının birbirinden
kopmaması, birlikte yürüyor olması bakımından da üretim modeli günümüzden farklıdır.
İşyeri/ atölye olarak ayrılmış mekânın yaşam alanından uzaklaşmadığı bu üretimde zanaatkar,
çalışmasında büyük oranda sınırları çizen taraftır. Emeğin gerçek sahibinin zanaatkar olması,
emek üzerindeki denetimi de zanaatkara ait kılmaktadır. Ancak böyle bir üretim
örgütlenmesi, kapitalizmin sermaye birikimi açısından yeterli görünmemektedir. Ve pazar için
yapılan üretime geçişte önemli bir gelişme, zanaatkarı evinin altındaki atölyesinden
uzaklaştırmaya ve iş ile yaşamı birbirinden kopuk hale getirmeye başlayacaktır. İş yaşamı ve
iş dışı yaşam olarak toplam yaşam zamanı belli saatlerle birbirinden koparılacak ve insanlar
iş giysileri ile ev giysileri arasında kendilerini birbirinden büyük ölçüde yalıtılmış iki ayrı
rolün içinde bulacaklardır. Burada sözü edilen üretim örgütlenmesindeki değişimin sebebi
olarak montaj hattı görülmelidir.
2.2.2. Fordist Üretim Modeli
20.YY’ın başlarında Henry Ford’un adıyla anılan yeni üretim sistemiyle -Fordizm- seri
üretimle çok daha kısa sürede, daha fazla mal üretmeye yönelik bir model geliştirilmiştir.
Standartlaştırılmış ürünler, belli ürünlerin üretimi için özel dizayn edilmiş makineler, işçilerin
neyi ne zaman ne ölçüde yapacağına dair hesaplamaların belirleyici olduğu bilimsel yönetim, Taylorist yönetim tarzı- ve son olarak da yürüyen bantta üretim Fordist seri üretimin
ilkelerini oluşturmaktadır (Murray,1995:47). Üretimde gerçek devrim niteliğindeki gelişme,
montaj hattı, kapitalizmi atölye tipi üretimden yeni bir tip üretime hazırlamıştır. 14 Taylorist
işbölümü ilkelerini, yürüyen bir bant üzerinde hayata geçiren Henry Ford’un yaptığı iki
önemli şey vardır: Birincisi, üretimi olabildiğince küçük parçalara bölmek ve her bir parçayı
üretimin bütününden habersiz vasıfsız işçilere yaptırmak; ikincisi ise işçileri arabanın başına
14
Çalışmada tüketimi anlamak için kurulan üç aşamalı üretim modellerinde atölye tipi üretimden Fordist
üretime geçiliyor olması, arada kalan endüstri devrimi ile başlamış makineleşme ve fabrikalarda gerçekleşen
üretimi tümüyle dışlar nitelikte değildir. Makine ile yapılan üretimle montaj hattı mümkün olmuştur ve montaj
hattı ile seri üretim hayata geçmiştir (Dikmen ve Dikmen,2004). Montaj hattı, fabrika üretiminde önemli bir
gelişmeyi temsil ettiği ve toplumsal yapının şekillenmesinde belirgin farklılaşmaları bize sunduğu için özel bir
bölümde tartışılmaktadır.
götürüp montaj yaptırmak yerine yürüyen bant sistemiyle arabayı ve monte edilecek parçaları
işçilerin önüne getirmektir.
Fordist montaj hattından sonra üretim, vasıfsız işçilerce gerçekleştirilmeye başlanmıştır. İşin
çok küçük parçalara ayrılması ve bu işlerin standartlaştırılması, çalışanları üretimin
bütününden bihaber, yalnızca önlerine gelen işi yapmakla sınırlı işçilere dönüştürmüştür. İşin
parçalanmış olması ile terzilik mesleğini icra eden zanaatkardan/terziden farklı olarak
konfeksiyon fabrikasındaki işçi, yalnızca biçki işini gerçekleştirebilmektedir. Oysa bir
kumaşın elbiseye dönüşmesi için pek çok aşamadan geçmesi gereklidir ve kumaşı biçmek bu
aşamalardan sadece biridir ve bu işte çok iyi ya da çok hızlı olması biçki konusundaki
uzmanlaşmış işçiyi terzi yapmamaktadır.
Üretim artık fabrikalarda, vasıfsız emek kullanılarak ve yoğun işbölümü altında yapılan bir
sürece dönüşmüş, üretimin hızını belirleyen şey de çalışanın becerisi veya hızı değil
makinelerin ve montaj hattının hızı olmuştur. Üretim sürece, süreç planlamaya ve
organizasyona dönüşmüş; üretim sürecinde meslek erbabının becerisi önemini yitirmiş, bunun
yerine üretim sürecini planlayacak ve bütünlüğü parçalanmış işleri en hızlı ve etkili biçimde
bir araya getirmenin bilimsel bilgisini üretecek mühendislik önem kazanmıştır. Atölye tipi
üretimden Fordist üretim sistemine geçiş ile birlikte kişilerin işleri ile meslekleri birbirinden
farklılaşmış, toplumsal işbölümü ile meslek bağlantısı kopmuştur.
Fabrikada üretim yapmak, aletli üretimden makineli üretime geçmek demektir ve makineli
üretim de standart parçaya dayalı, yani tüm parçaları birbirinin aynı olan ürünler üretmeyi
olanaklı kılmıştır (Mumford, 1934). Fabrika, kitlesel üretimin gerçekleştiği temel mekândır
ve fabrikadaki makineli üretim sayesinde artık birbirinin aynı binlerce ürün uzun yıllar
üretilebilecek şekilde örgütlenmeye gidilmektedir. Üstelik üretim birimleri alabildiğine
büyümüştür. Örneğin otomobil üretimi için fabrikaya demir, kömür ve lastik girmekte
otomobil olarak çıkmaktadır.
Yeni üretim modeli toplumsal yaşamın da yeniden şekillenmesine yol açmış, kentlerin çehresi
değişmiş, kentler dev birer üretim ve tüketim merkezlerine dönüşmüştür. Üretim merkezleri
daha çok kent dışlarında kurulmakta buna karşılık iş dışı yaşam alanları, tüketim merkezileri
ile birlikte görülmektedir. Yaşam alanlarıyla, çalışma mekânları birbirinden kopartılmıştır.
Artık ayakkabı fabrikaları, atölye tipi üretimde olduğu gibi ayakkabıcının evinin alt katında
değildir; kent dışına taşınmıştır. Zanaatkar, atölyesi evinin altındayken emeğinin büyük
kısmını yalnızca ayakkabıyı ya da elbiseyi dikmek için kullanıyordu ve sadece belirli
zamanlarda işini yapması için gerekli malzemeyi almak için atölyesinden çıkması
gerekiyordu. Oysa evinden ve atölyesinden koparılmış emek sahibi, artık ayakkabı
fabrikasındaki ayakkabı üretiminin bir parçası olarak çalışmak üzere evinden fabrikaya
giderken de belli bir yolu kateterek emek harcamaktadır. Buna bağlı olarak atölye tipi
üretimden farklı biçimde ulaşım, daha büyük bir önemle verilmesi gereken hizmetlerden
olmuştur. Yeni üretim biçimi ile üretim sürecine dahil olmak için yeni üretim alanları birlikte
gelişmeye başlamıştır. Artık evinden uzakta çalıştığına göre işçi, yemeğini evinde
yiyemeyecektir, işçinin karnını doyurmak üzere yiyecek hizmetinin üretimi şarttır. Yine işçiyi
taşıyarak fabrikaya ulaştırmak üzere ulaşım hizmeti de sağlanmalıdır. İşçinin evinden
uzaklaşması ile iş kıyafetleri de gündeme gelmiş ve artık bununla bağlantılı olarak giysilerin
de üretimi zorunlu olmuştur. İşçilerin fabrikada çalışmak için otobüs veya servis kullanması,
yemeklerini işyerlerindeki yemekhanelerde veya dışarıdaki lokantalarda yemeleri ile işçi için
yeni tüketim alanları üretilmiş olmaktadır.
Bu yeni örgütsel model, tüketimi de alabildiğine kışkırtan toplumsal bir yapı örgütlemiştir.
Çalışan insanlar genellikle kendi emeklerinin ürünü olan hiçbir şeyi tüketememekte, çünkü
kendileri örneğin fabrikada basit bir vida sıkma işi yapmaktadır. Dolayısıyla, insanlar kendi
emek ürünlerini tüketemeyen, emeklerini fabrikalarda rutin işleri yapmak için satan, buradan
kazandıkları para ile de her türlü ihtiyaçlarını dışarıdan satın alan varlıklara dönüşmüşlerdir.
İnsanların yaşayabilmeleri için gerekli olan her şey artık satın alınmak zorundadır. Bu nedenle
zaten Fordist montaj hattının ve kitlesel üretimin açtığı yeni toplum düzenine tüketim toplumu
da denilmektedir. Çünkü üretimi büyük hızla gerçekleştiren bu toplumda insanlar bir yandan
da daha önce olmadığı kadar ihtiyaçlarını gidermede dışarı bağımlı kalmaktadır.
Fordist montaj hattına dayalı üretimin gerçekleştiği topluma daha çok üretim toplumu ya da
sanayi toplumu (Aron,1997) denmektedir. Ancak burada belirtilmelidir ki bu toplumu
nitelendiren, iki kutuplaşmış kavram, üretim ve tüketim, birlikte yer almaktadır. Üretim
toplumundan tüketim toplumuna geçilmiş değildir. Üretim ve tüketim kapitalizmin devamı
için birlikte varolmak zorunda olan iki olgudur. Üretmek, tüketmenin zıddı olarak ifade
edilse bile bu kutuplaşma birinin varlığı için diğerinin varlığına mecbur olduğu gerçeğini göz
ardı ettirmemelidir. Üretim ve tüketim toplumunu birbirinden farklı iki toplum tipi olarak
görmez ve tamamlayıcı olduklarını, iki toplum tipinde de toplumun belli bir eylem üzerinde
daha fazla durduğunu kabul ettiğimizde, farklı değerlere vurgu yapılsa da tartışmaların aynı
toplum üzerine yapıldığını söyleyebiliriz. Fabrikalı üretim, tüketim olgusunu 15 neredeyse
insanlık için başka bir gereksinim giderme yöntemi kalmayacak şekilde zorunlu hale getirmiş
ve pazarı ve pazardan alışverişi neredeyse tek gereksinim giderme şekline dönüştürmüştür.
15
Bu çalışmada tüketim kavramı hep pazarla ilişkili olarak algılanmıştır. İnsanlar, fizyolojik ya da psikolojik
gereksinimlerini gidermede geçmişten günümüze zaten nesneleri
tüketmektedirler. Ancak burada tüketim,
pazarla ve pazar ekonomisi ile bağlantılı bir gereksinim giderme durumuna denk düşen etkinliği ifade etmek
için kullanılmaktadır.
Kitlesel üretimin ortaya çıkması sayesinde üretim-tüketim bağlantısı kökten değişmiştir.
Üretim, atölye tipindeki gibi siparişe dayalı olarak yapılmamakta, müşteriden önce mal,
talepten önce arz, pazarda arz-ı endam etmektedir. Elde hazır olan mal için müşteri bulmak
ise ikinci önemli aşamayı oluşturmakta ve bu aşamada işletmeler için pazarlama yöntemleri
geliştirilerek tüketici bulunmaktadır. Tüketicisi belli olmayan ürünler, üretim ve tüketim
arasındaki bildik denge ilişkisi açısından dengesiz bir durumu ifade etmektedir. Üretimin
ardından işletmenin başarılı olması gereken ikinci aşama, pazarlama, ürünü tüketecek
müşteriyi bulamadığında krize neden olabilecektir. Bu nedenle tüketicisi olmayan ürüne
tüketiciler bulmak ya da daha doğrusu tüketiciler üretmek, pazar ekonomisi içinde önemli bir
endüstri haline gelerek, ürünle birlikte yeni bir yaşam biçimi ve tüketim alanları üretilmeye
başlanmıştır. Pazarlama yöntemleri ekonomideki denge için vazgeçilmez hale geldiğinde artık
pazarlama için yeni tekniklerle de toplum tanışmıştır. Reklamcılık bu anlamda son derece
önemli bir pazar dengeleyicisi konumundadır. Ancak üretim ve tüketime ilişkin dengenin
oluşturulması ve korunması sadece reklamcılıkla mümkün görünmemektedir.
2.2.2.1. Fordist Dönemde İki Kriz
Dünyada 1929 krizinin temel nedeni, üretim-tüketim dengesinde ortaya çıkan problemden
kaynaklanmıştır. Kitlesel üretim yapılmakta ancak kitlesel tüketim gerçekleştirilememektedir.
Sonuç, etkisini dünyanın pek çok ülkesinde görebildiğimiz 1929 Büyük Bunalımı olmuştur.
Üretilenden daha azının tüketimi, arz fazlası, ABD ekonomisinden başlayarak bütün dünyayı
büyük bir krizin içine sürüklemiştir.
Kitlesel üretim ve kitlesel tüketim dengesini sağlamaya yönelen yeni model bu dönemde
Refah Devleti olmuştur. Keynes’in toplam talebe atfettiği büyük değer, Refah Devletinin
ekonomi politikası haline getirilmiş ve Keynesyen politikalar aracılığıyla devlet, istihdam
yaratarak insanlara gelir sağlamakta, sosyal güvenceler ve yardımlarla krizin sıkıntılarını bir
kez daha yaşamamak için gelire sahip kesimi, pazardaki terazinin talep kefesini oturtarak
sorunu ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Toplam talebe verilen değere, Keynesyen
politikalarla birlikte rastlamaktayız, artık pazarın dengesi ve ekonominin bekâsı için üretim
kadar tüketim de önem kazanan bir olgu olmuştur. Tüketimin önemi vurgulandıktan sonra
yeni yöntemlerle tüketiciyi kışkırtmaya sıra gelmiştir. Kışkırtma, 16 yoldan çıkmayı ifade eden
bir kavram olsa da sistem açısından birilerinin –tüketicinin- yoldan çıkması, ekonomiyi rayına
sokacak, bekâsını sağlayacaktır. Bu amaçla, daha önce de değinildiği gibi baştan çıkarma
konusunda uzmanlaşmış bir endüstri olarak reklamcılık önem kazanmıştır.
II. Dünya Savaşı sonrası tüketim toplumunda ikinci dalga yaşanmıştır. Savaşın da yarattığı
ekonomik ivme ile ABD üretimi daha da fazla artmış, bunu yeni bir tüketim dalgası ile
piyasaya emdirmenin yollarını hazırlamak gerekmiştir. Refah devleti, Fordizmin ulusal bazda
yansımasıdır. Uluslararası bazda yansımalarını görmek için II. Dünya Savaşı sonrası yeni
dünyayı beklememiz gerekmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında şöyle bir dünya resmi
bulunmaktadır: Bu resmin bir ucunda II Dünya Savaşına doğrudan ülkesiyle girmemiş, ama
savaşın verdiği itici güçle kitlesel üretim tekniklerini daha çok geliştirmiş Amerika Birleşik
Devletleri; diğer tarafında da savaştan harabe halinde çıkmış, yıkıntılar içindeki Avrupa ve
Japonya. Bu resimde bir de üçüncü boyut bulunmaktadır: Savaş öncesinde sömürge olan,
savaş sonrasında yavaş yavaş bağımsızlıklarını kazanmaya başlayan eski sömürge, yeni
bağımsız ülkeler. Bu ülkeler de ilginç bir biçimde kendilerini daha önce sömüren Batılı
ülkelere öykünmüş, onlar gibi olmak istemiştir. Yani emperyalizme karşı savaşı kazanmanın
16
Kışkırtma, TDK (1988:862) sözlüğünde ‘‘ herhangi bir kişiye, gruba, kuruluşa veya devlete karşı girişilen ve
onları sonradan ağır sonuçlar verecek bir karşı eylemde bulunmaya zorlayan, önceden tasarlanmış girişim,
provokasyon’’ olarak tanımlanmıştır. Tahrik etme, baştan çıkarma ile benzer durumu ifade etmektedir.
yeterli olmadığını; aksine sanayileşmek, gelişmek, kalkınmak, gerektiğine inanmış bu yolda
da çaba sarfetmeye başlamışlardır. Dolayısıyla II. Dünya Savaşı sonrasında bir de
sanayileşme istenciyle yanıp tutuşan bir eski-sömürge ülkeler grubu ortaya çıkmıştır
(McMichael,1996).
Bu üçlü sac ayağını yan yana koyduğunuzda aslında logo gibi birbirine eklenen bir bütün
ortaya çıkmaktadır. Amerika’da üretim fazlası, dünyanın diğer kesimlerinde de bu üretime
ihtiyaç duyan, Avrupa-Japonya ya da eski-sömürge ülkeleri gibi ülkeler bulunmaktadır. İşte
Bretton Woods Sistemi veya Uluslararası Keynesyen Sistem diye bilinen yapı bu modelin bir
sonucudur ve klasik refah devleti saiklerini dünya çapında kurumsallaştıran bir modelin
hayata geçmesidir.
Bu modelin 1945’ten 1970’lere kadar hakim olduğunu görüyoruz. Bu dönemde doğrudan
altına bağlı tek para birimi olan Amerikan dolarının serbest dolaşımı hem Avrupa ve
Japonya’nın hem de üçüncü dünyanın kalkınmasının ve gelişmesinin koşullarını hazırlamıştır.
Benzer biçimde Marshall yardımları olarak örgütlenmiş gıda yardımları ve Avrupa’ya yapılan
makine ve teçhizat yardımları Avrupa’nın gelişmesini sağlamıştır. Unutulmaması gereken bir
nokta da reel sosyalist sistemlerin dünyada yaygınlaşma eğilimine girmesidir. Bu nedenle de
özellikle Avrupa’nın kalkınması çok büyük bir önem taşımaktadır. Avrupa’ya ve eskisömürge ülkelere yapılan ABD yardımlarının bir boyutunu da bu oluşturmaktadır. Yardımlar
hem bir yandan sosyalizmin yayılmasını engellemekte, hem de bu ülkeleri Amerikan gıda ve
makinesine alıştırarak bu ülkeleri “Amerikan tarzı”nın bir parçası haline getirmektedir
(McMichael,1996). Bu nedenle bugün hemen her alanda görülen “dünyanın
Amerikanlaşması” olgusunu Uluslararası Keynesyen Sistemde ararsak hiç de yanlış yapmış
olmayız.
Uluslararası Keynesyen Sistem, tüketim toplumunun ABD gözetiminde bütün dünyada
yaygınlaşmasını sağlamıştır. Bu gerçekliğin beslediği ve bizim günümüz tüketim toplumunu
anlamamızda önemli bir mihenk taşı olarak gördüğümüz çok uluslu şirketler de günümüzdeki
güçlerini elde etmek bakımından çok uygun bir dönem yakalamış, güçlenmiş, dünya
genelinde örgütlenme ve dünya sanayileşmesini doğrudan ve dolaylı olarak örgütleme
olanağına kavuşmuştur.
Bu tezin kuramsal çerçevesinde tüketimin kurulması bakımından en önemli gelişme pazar için
üretim yapmaya başlamak ve metaların fetişleşmesidir; bu gelişme bir milat olarak alınabilir.
Ancak bu milat sonrasında da önemli kırılma noktaları yaşanmıştır, bunlar, Fordist montaj
hattı sayesinde tüketim toplumunun kurulması ve Bretton Woods Sistemi sayesinde de
uluslararası tüketim toplumu ve Uluslararası Keynesyen Sistemin kurulmasıdır. Pazar
ekonomisinin kurulmasıyla başlayan ve 1970’li yılların ortalarına kadar olan tarih kesitini
tüketim dönemi olarak adlandırdığımızı söylemiştik. Bu dönemin ortak özelliği malların
kulanım değerleriyle değil, değişim değerleriyle algılanmaya başlaması ve bu kurgu
yardımıyla da malların, sahip olunması gereken, biriktirilmesi, kullanılmasa bile bir köşeye
konulması gereken, bu yönüyle arzulanan ve peşinden koşulan bir tür kıymetlere dönüşmesi
sürecidir. 1970’li yılların ortalarından sonra başlayan ve 1980’li yıllarda netleşen model ise yine bu çalışmanın önceki bölümlerinde- tüketimci dönem olarak adlandırılmıştır. 17 Nasıl
tüketim dönemini örgütleyen belirli üretim sistemleri söz konusu ise tüketimci dönemi de
örgütleyen yeni bir üretim sistemi vardır, ki biz bunu post Fordizm olarak adlandırmayı tercih
ediyoruz.
17
Tüketim toplumu ve tüketimci toplum kavramları Bocock (1997)’den alınmıştır, ancak dönemleştirme çabası
tarafımızdan gerçekleştirilmiştir.
Fordizme özgü olduğu söylenen katı kurallardan ve refah devletinin yasal korumacı
yapısından yana dertli olan girişimciler için 1970’lere gelindiğinde dünyayı sarsan petrol
krizi, şikayetlerinde haklı olduklarını ispatlama fırsatı vermiştir girişimcilere. Keynesyen
ekonomi politikalarının, ücret rejiminin ve çalışanlar için getirilmiş sosyal güvencelerin
ekonominin krize girdiği dönemlerde sorun oluşturduğuna dair çıkış neoliberal politikaları,
Keynesyen politikaların tahtına yerleşmiştir. Dünyanın gelişmiş kapitalist ülkeleri neoliberal
politikalar ve üretimde yeni bir örgütlenme ile krizi aşıp yine kapitalizmi dönüştürerek
sürdürme amacında olmuşlardır. Sanayileşmeye çalışan az gelişmiş ülkeler ise daha önceki
ithal ikameci büyüme yöntemlerini sorgulamaya başlamışlardır. Yapı değişirken artık
büyüme için farklı bir model, ihracata dayalı sanayileşme, gündeme getirilmiştir (Dikmen,
2000: 282). Model farklılaştığında modele uygun üretim organizasyonunda da değişim
görülmektedir. Üretim sürecinde meydana gelen değişimin dinamikleri 18 bize yeni üretim
biçimini anlamada kolaylık sağlayacaktır.
2.2.2.2. Post-Fordist Üretim Modeline Doğru
‘‘ Taşıma ve haberleşme maliyetlerinin ucuzlaması ile uluslararası düzeyde üretim
planlaması yapabilecek güçte ve yetenekte büyük tüccarların ortaya çıkması’’ (Gereffi, 1994
ve 1999’dan aktaran Dikmen, 2000: 283) küresel üretim süreçlerinin değişiminde etkili iki
olgu olarak göze çarpmaktadır. Teknolojideki gelişmelerle ucuzlayan maliyetler artık büyük
girişimcilerin de varlığı ile üretimde ve pazarlamada ülke sınırlarının kolaylıkla dışına
çıkılabilmesine yardımcı olmuştur. Kapitalizm, anayoldan çıkmadan sadece kullandığı aracı
değiştirerek yoluna devam etmekte ve 1970’lerden sonraki ekonomik gelişmeler bu bağlamda
değerlendirilmektedir.
18
Değişimin dinamikleri, Dikmen’in (2000) Küresel Üretim, Moda Ekonomileri ve Yeni Dünya Hiyerarşisi adlı
çalışmasında yer almaktadır. Bu çalışmada post- Fordist üretim biçimini ve buna bağlı olarak şekillenen
tüketimi analiz etmede dinamikler yararlı olacaktır.
Değişimin dinamikleri, sekiz başlıkta toplanmıştır ve her biri Fordist kitlesel üretimin üzerine
yenisinin inşası için önemli yapı taşlarını ifade etmektedirler:
1. İkinci Dünya Savaşı sonrasında çevre ülkelerinde 19 yeşeren ‘kalkınma ideali ve
projesi’ (McMichael, 1996). Endüstri devrimini ve onun ardından gelen sanayileşme
sürecini Batı gibi yaşayamamış ülkelerin, dünya üzerinde süren ekonomik yarıştan
kopmama isteği, kalkınma hamlelerine ihtiyaç duymalarına neden olmaktadır. 20.
yüzyılda büyük bir ekonomik kriz ve iki dünya savaşı yaşanmıştır. Ekonomiyi ve
toplumsal yaşamı sarsan bu krizlerin ardından ABD, yukarıda da tartışıldığı gibi
Fordist üretimin müşterisiz arz fazlası ürününü stoklarında zorunlu olarak tutmakta ve
ekonominin dengesi açısından bu fazladan kurtulmaya çalışmaktadır. Bu aşamada
ABD arz fazlasını Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde savaştan büyük
zarar görmüş ülkeler yanında Türkiye gibi savaşa girmemiş ve dolayısıyla ekonomisi
diğerleri kadar etkilenmemiş ülkelere de aktarmıştır. Bu yardımların arz fazlasının
erimesinden başkaca amaçlara da hizmet ettiği bilinmektedir. ABD, yardıma muhtaç
gördüğü ülkelere yiyecekle birlikte ekonomi politikaları da sunarak, yardımı kendine
görev saymıştır.
Yardım alan ülkelerin dışarıdan aldığı yalnızca yiyecek ve
politikalar değildir, bütünüyle ‘yaşam biçimi’dir (Kepenek ve Yentürk, 2000:94).
ABD şimdi yaralarını sardığı ülkelere, bir yandan da yaşam biçimini sunarak yeni bir
talep kaynağı oluşturmayı hedeflemiştir.
Yaşam biçimine talep eden bir kaynak
olarak görmekle de kalmaz, sanayileşmeye olan isteklerini gerçekleştirebilmeleri için
onlara yol gösterirken üretim için ihtiyaç duyduğu ara malların da üretimini
üstlenmeleri sağlamaktadır. Bu istenç, 1980’li yıllarda azgelişmiş ülkeler için hayata
19
Çevre ülke olarak azgelişmiş, 3. Dünya ülkeleri tanımlanmaktadır.
geçme olanağı bulmuş, küresel üretim modelleri ve ihracata dayalı sanayileşme fikri
çerçevesinde, azgelişmiş ülkeler sanayileşme olanağına kavuşmuştur.
2. Haberleşme ve ulaşım maliyetlerinin ucuzlaması (Gereffi, 1994) ile Refah Devletinin
getirdiği koruma altında olan işçilerin neden olduğu yüksek işgücü maliyetlerinden
sıyrılması kolaylaşan girişimci, fabrikalarını toplayıp işgücünün ucuz olduğu
sanayileşmeye can atan ülkelere gitmeye başlamıştır. Haberleşme ve ulaşım, küresel
kapitalizmin sağlıklı işlemesi için iki önemli hizmet sektörüdür. Bu alanlardaki
ucuzlama ile artık uzaklarda üretimin nasıl yapılacağına kolaylıkla haberleşme ile
müdahale
edilebilmekte
ve
üretim
bittiğinde
talep
olan
bölgeye
ucuza
taşınabilmektedir. Üretimin bu sayede ucuz işgücü merkezi azgelişmiş ülkelere ihraç
edilmesinin olanakları yaratılmıştır.
3. Uluslararası Keynesyen Sistemin yıkılması ve sabit kur sisteminden esnek kur
sistemine geçilmesi, aşırı arz edilmiş dolar ve gıda yardımlarıyla sanayileşmeye
çalışan ülkeler açısından krizi doğurmuştur. Esnek kur sistemi, ABD dolarının ülke
dışında fazlaca birikmesi ve buna karşılık ABD’nin altın stoklarının yeterli olmaması
(Kepenek ve Yentürk, 2000: 303) sonucu ABD’nin kontrolü kaybetmesi ile gündeme
gelmiştir. ABD doları da serbest kur sistemine geçince, Bretton Woods modeli
yıkılmış, azgelişmiş ülkeler ucuz veya bedava ABD yardımlarını kaybetmişlerdir.
4. Çevre ülkelerin sürüklendikleri borç batağı ve bu ülkelerin borçlarını ödeyebilmek
için ihracata dayalı sanayileşme modeline yönlendirilmeleri, (George, 1977’den
aktaran Dikmen, 2000) ABD’nin sabir kur sistemini tasfiye etmesinin ardından
gerçekleşmiştir. Başta yardımlarla kalkınma hamlelerini gerçekleştirmeye çalışan
çevre ülkeler, bu yardımların kesilmesi ile girdikleri sanayileşme sürecinin dışında
kalmamak ve hala oyunun bir parçası olabilme hevesleri ile borçlanmaya gitmiştir.
Borçların ödenmesi için, aşağıda da değinileceği gibi borçların yönetimine ilişkin
kurumların, sözlerine sadık kalınarak ithalata dayalı üretim modeli hedef alınacaktır.
5. Çok Ülkeli Şirketlerin (ÇÜŞ) ve uluslararası çalışan büyük tacirlerin dünya
ekonomisinde artan rolleri (Gereffi, 1994, 1999’dan aktaran Dikmen:2000) ile
birlikte bu şirketler ve büyük tacirler, üretimde istedikleri yeni örgütlenmeyi de
gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Büyük tacirler, haberleşme ve ulaşım kanallarının
genişlemiş olmasıyla dünyanın neresinde, nasıl yatırım yapılabileceğine dair bilgilere
sahiptir ve bu bilgilerini üretimin gerçekleştirilmesinde kendisine yarar sağlayacak
farklı
ülkelerden
müttefikleri
ile
paylaşarak
üretimi
uluslararasılaştırmaya
başlamışlardır.
6. IMF ve Dünya Bankası gibi küresel düzenleme yapabilecek güçte kuruluşların
dünyada büyük bir ağırlığa sahip olmaları ve dünyanın hemen her yerinden bu
kuruluşların politikalarının yakın takipçisi ve uygulayıcısı yerel düzeyde ‘‘ küresel
elit’’ (Sklair, 1994; McMichael, 1996’dan akratan Dikmen, 2000) bir tabakanın
yaratılması. Dördüncü dinamikte sözü edilen borçlanma süreci, ülkelerin ekonomi
politikaları üzerinde kurumların müdahalesini de getirmiştir. Ülkeye dışarıdan
yapılacak müdahaleyi daha ılımlı hale getirmek amacıyla oluşturulan yeni elitler,
genelde Amerika’da eğitim almış, Amerikan sistemine ve sistemin istediklerine aşina,
dış müdahalenin mantığını kendi ülkesindeki insanların diline çevirmede başarılı
olmaya programlanmış bürokratlardan oluşturulmaktadır. Bu bürokratların küresel
üretim sürecine ülkelerini dahil edecek anahtarlara sahip oldukları şeklinde bir inanç
ülkede yaygınlaştırılmaktadır.
7. İki kutuplu dünyanın tek kutuplu dünyaya doğru evrilmesi ve dünyanın
‘‘Amerikanlaşması’’. Dünyanın bir bölümünün demir perdenin ardından gün ışığına
çıkması ile gerçekleşmiştir. Dünya üzerinde iki farklı ekonomik sistemin varlığı ve
kapitalizmin taraftarlarının diğer tarafa kayma ihtimali, ABD başta olmak üzere
kapitalist ülkeleri tedirgin eden bir durum olmuş, taraftarları kaybetmemek için belli
tavizlerle perdenin ötesine geçmeleri engellenmiştir. Ancak SSCB’nin girdiği krizle
dünyanın bir kutbunun yok olması, meydanı ABD’ye ve kapitalizme bırakmış,
Amerikan tarzı üretim ve tüketim kalıpları tüm dünyaya rahatlıkla ithal edilebilir hale
gelmiştir. Amerikanlaşma ile yerel değerler ve yerel kültürler küreselleşme adıyla tek
bir kültüre doğru aşınmaya başlamış, ABD’nin yaşam biçimi dünyanın küresel yaşam
biçimi şeklinde tanıtılarak ABD üretimi için bir dünya dolusu tüketici
oluşturulmuştur. 20
8. Merkez ülkelerinde düşen karlılık ve verimlilik oranları ve ‘Altın Çağın’ sonu (Piore
and Sabel, 1984’ten aktaran Dikmen,2000). Özellikle işgücü maliyetlerinin
düşürülemiyor olması fabrikalarına merkez ülkelerde üretim yaptıran girişimciyi zora
sokmuştur. Amacı sermaye birikimi olan bir girişimci için üretimin merkezde ya da
çevrede olması büyük ölçüde, kar maksimizasyonu çerçevesinde düşündürücüdür.
Kar, ucuz işgücü ile işgücü maliyetlerinin düşürülmesiyle elde edilecekse girişimci
fabrikasını toplayıp çevre ülkede üretime başlayabilecektir. Bu dönemde, ikinci
dinamiğin de etkisiyle çevre ülkede üretim yapmak, ulaşım ve haberleşmedeki
gelişmeler ve ucuzlukla bağlantılandırılmaktadır.
Yukarıda verilen sekiz dinamik, üretim ve buna bağlı olarak tüketim ilişkilerinde yerelin
ötesinde küresel çapta değişimi getirmiştir. Refah devletinde katı kurallarla örülmüş çalışma
mevzuatları ekonominin gidişatında görülebilecek gelişmelere uyum sağlayamadığı noktada
girişimciler tarafından eleştirilmektedir. Ekonomiye devletin bu denli katı kurallarla
20
Amerikanlaşma, Marshall Yardımları eliyle İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlamış bir süreçtir. Amerikan
tarzı bir sanayileşme örgütleyen (Dikmen ve Dikmen, 2004) ABD, aynı zamanda yaşam tarzını da ithal etmiş,
üretim gibi tüketim de Amerikanlaşmıştır.
müdahalesi kapitalizmin bundan sonraki evresi için gerekli görülmemektedir. Özel sektördeki
girişimci artık devlet olmadan da mal ve hizmet üretimini gerçekleştirebilecek ve bu
alanlardan kar elde edebilecektir. 1970’lerde, girişimcinin kar elde edebileceği alanlardan
devletin çekilmesi ve esnekleştirilmiş kurallarla üretimin gerçekleşmesi neoliberal öğretinin
temel isteklerini oluşturmuştur. 1980’li yıllar bu isteklerin gerçekleştiği, üretim ve tüketim
ilişkilerinde dönüşümün farkedilir boyutta yaşandığı yıllar olmuştur.
Girişimcinin şikayetlerine ek olarak çalışan kesimden de şikayetler gelmektedir. Taylor’ın işi
çok küçük parçalara ayırması ve işçinin gün boyu değişmeyen bu işi tekrar etmesi, işçinin
makinenin bir parçası olarak görülmeye başlaması da Fordist üretimde şikayetlerin nedeni
olmuştur. Değişim dinamiklerine ek olarak burada çalışanlarla bağlantılı olarak da görülen
bir değişim vardır.
2.2.3. Post-Fordist Üretim Modeli
20. yüzyılın ilk yarısında ve 1970’li yıllara kadar olan dönemde Fordist üretim modelinin
Keynes’i arkasına alarak ilerleyişi krizle durdurulmuş, üretim örgütlenmesindeki tahtını postFordist modele bırakmak zorunda kalmıştır. Fordist modelde görülen montaj hattı üzerinde
gerçekleşen üretimin uzun yıllarda kendini amorti ettiği yüksek kurulum maliyetleri ve
işgücüne yönelik yüksek ücret politikaları Fordist üretim yapan şirketlerin aynı modeli uzun
yıllar üretmesine neden olmaktadır. Uzun süre aynı mal kitlesel biçimde üretildiğinde buna
uygun talebi oluşturmanın ekonominin bekâsı için farz olduğu yukarıda belirtilmiştir. Sistem,
mutlaka birilerinin tüketimine muhtaçtır. Ancak ulusal ya da uluslararası pazarda yeterli talep
bulunmadığında, tüketim gerçekleşmediğinde denge yeniden bozulmuştur. Üretim ve tüketim
krize girdiğinde bu krizi aşmak için Keynesyen öneriler bir kenara bırakılıp yeni bir model
arayışına girilmiştir.
Üretimin ardından gelen tüketim için gerekli talebin çoğu durumda öngörülemez oluşu Fordist
üretim modeli için bir engel teşkil etmiştir. Bu engeli 1970’lerdeki krizden sonra tekrar
yaşamamak için alınan tedbirlerden biri talebin öngörülebilir kılınması ve talebin
yönlendirilmesi olmuştur. Talebin yönlendirilebilmesi için gelişmiş kapitalist ülke şirketleri
reklamcılığı ve arzu endüstrisinin önemini kavrayarak bu alanlara daha fazla ilgi göstermeye
başlamışlardır. Arzu endüstrisini kurma görevi büyük ölçüde reklamcılara bırakılmış, insanın
simgelerle ördüğü dünyanın keşfiyle reklamcı malları simgesel değerlerle bezemeyi
başarmıştır. Malların eskiden olduğu gibi üretilmesi yine gerekmektedir ancak bu üretimin
dışında ekonomideki denge için yeni denge faktörleri keşfedilmiştir. Gelişmiş ülkeler, bu
yeni denge faktörleri üzerine çalışırken daha önce toplumsal işbölümü ile paylaştırılan
görevler uluslararası olarak dağıtılmaya başlanmış, sanayileşme yoluyla kalkınmaya çalışan
azgelişmiş ülkelere de bu paylaşımda ürünleri fiziki olarak var etme görevi verilmiştir.
Esnekleşme adı altında, kurallardan nefes alamayan girişimciler nefes alabilmek üzere ülke
sınırlarını terketmiş, ürünleri azgelişmiş ülkelere fason üretim adı verilen bir yöntemle
ürettirirken, kendisi de bu ürünlerin nasıl satılacağına, pazarı bu ürünlere hazırlamaya
çalışmaktadır.
Üretimin bu anlamda iki farklı yönünün iki farklı mekânda gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
Birinci yönünü malın soyut/ düşünsel alanda üretimi oluşturmaktadır. Tasarımı üretimin
birinci aşaması kabul edebiliriz. Henüz fiziksel olarak varolmasa da ürünü talep edecek bir
kitlenin / tüketicinin üretilmesi de gerekmektedir, tüketicinin üretimine ek olarak ürünlerin
fiziksel özelliklerinin dışında simgesel özelliklerle yüklenme süreci – ki buna metaların
fetişleştirilmesi diyoruz- de yine birinci mekâna özgü üretim alanlarını oluşturmaktadır.
Üretimin ikinci boyutunu oluşturan fiziksel üretim ise bir başka alanda gerçekleşmektedir.
Birinci üretim mekânı gelişmiş kapitalist ülkeler, ikinci üretim mekânı ise azgelişmiş
ülkelerdir. Ürünün somut ve soyut iki yönüyle üretiliyor olması iki farklı mekândaki iki
üreticinin birbirine denk kazanımlar elde etmediği bir durumu bize vermektedir. Dünya
çapında gerçekleşen üretimdeki işbölümü, kapitalizmin ilk dönemlerinden itibaren itirazlara
neden olan sömürü kavramını farklı bir boyuta taşımış olsa da sömürüyü geçmiş anlamından
koparmış değildir. Bir fabrika içinde gerçekleşen üretimdeki işbölümü sonucu üretime katılan
tarafların elde ettiklerindeki haksız farklılık gibi günümüzde de post-Fordist üretim adı altında
yapılan küresel işbölümü ile yine geçmişteki gibi tarafların adil olmayan bir paylaşıma
katıldığını görmekteyiz. Bu sefer tek bir fabrakinanın işçisi değil, dünyanın belli bir bölümü
üretimden hakettiği payı alamamaktadır.
Bir firma üzerinden yukarıda bahsedilen küresel işbölümünü örneklendirebiliriz. Bir İspanyol
giyim firması olan MNG 21, dünyanın pek çok yerinde mağazaya sahiptir, yılın belli
dönemlerinde büyük indirimler yapmakta ve ülkemizde de son derece ilgi görmektedir. Bir
İspanyol markası olarak satın alınan MNG etiketli bir çanta, pantolon ya da gömleğin MNG
yazan etiketinin altında yazılanlar ise firmanın küresel işbölümü çerçevesinde kimlere görev
verdiğini göstermektedir. Ürünlerin büyük bölümü Çin’de üretilmekte birlikte, Fas, Hong
Kong, Portekiz ve İspanya üretime katılmaktadır. Firma her sezon başka bir ülkeye görev
vermekte, sezon için satışa sunulacak ürünleri farklı ülkelere paylaştırmaktadır. Malın ithal
edildiği ülke olarak etikette İspanya’nın adı görülür ve bir İspanyol markası olarak satılır
ancak markanın İspanya’ya ait olması, ürünün üretildiği ülkenin malı olmadığı anlamına da
gelmektedir. Görüldüğü gibi Marx’ın analiz ettiği kendi ürettiklerine yabancılaşmış işçi, bu
noktada MNG üretimine katılan ülkelerdeki işçilerin tümü olmaktadır.
21
MNG, Türkiye’de bu isim daha önceden bir başka firma tarafından alındığı için Mango adıyla satış
yapmaktadır.
Benzer biçimde Nike firması da üretimi Uzakdoğu’daki azgelişmiş ülkelere -başta Güney
Kore ve Tayvan ardından da Çin, Tayland ve Endonezya’ya (Korzeniewicz,1994:261)yaptırmakta, merkez olan ABD’de ise ürünün tasarımı ve pazarlanması ile ilgilenmektedir.
Ürünün fiziksel üretimi çok küçük bir maliyetle gerçekleşirken, marka tutundurma, ürün
tasarımı, reklam önemli maliyet kalemlerini oluşturmaktadır ve tüm bu üretimden Nike soyut
üretimi gerçekleştirerek kardan %40.3 ve somut üretimi gerçekleştiren azgelişmiş ülkedeki
fason imalatçı % 3.75 pay almaktadır (Dikmen,2001).
Verilen iki örnekte firmaların isimleri/markaları ile ürünlerinin farklı yerlerde üretildiği, ülke
sınırlarının aşıldığı görülmektedir. Ford’un 80 bin kişilik devasa fabrikası ve herşeyin bu
fabrika içinde üretilmesi yeni dönemde sözkonusu değildir. Hangi parça nerede daha ucuza
yapılıyorsa fabrika o bölgeye kaymaktadır. Ancak eskisinden farklı olarak artık fabrikalar
Ford’a ya da Nike’a ait değildir. Yeni üretim modelinde, post-Fordizmde, taşeronlaşma
üretimin gerçekleştirilmesi sürecinde önemli bir kavrama işaret etmektedir. Bu kavramla
anlatılmak istenen ise, yukarıda örneklendirildiği gibi, firmanın malını daha düşük maliyetlere
katlanarak, üretimin daha az kuralla sınırlandırıldığı bölgelerde yaptırmasıdır. Taşeronlar
aracılığıyla fason yapılan üretim sayesinde malın -üreticisinden çok- satıcısı olan firma aynı
zamanda müşteriye dönüşmekte (Dikmen ve Dikmen, 2004), kendi malını satın alırken çeşitli
kriterler belirleyerek ürünün kalitesi üzerinde denetime sahip olmaktadır.
Teknolojideki gelişmeler de üretimi hızlandırmış, ürünün bir yerden bir yere aktarımını
kolaylaştırmış ve ucuzlatmıştır. Bu kolaylıklar ürünün pazara çıkış hızını da artırmaktadır.
Ancak Fordizm’den farklı olarak pazardaki müşteri değişmiştir. Daha önce üretimin
ardından gelen tüketim, yani müşterisiz mala bulunan tüketici şimdi bu zorluğu da aşmış,
tüketicinin ihtiyaçlarının belirlenmesi, yönlendirilmesi ile tüketiciye geniş ürün yelpazesi ve
tercih özgürlüğü sunulmuştur. İstediklerine daha kolay ulaşabileceklerine inandırılan tüketici
için, üretim anlayışının da buna uygun bir dönüşüm geçirdiğini söylemeliyiz. Tam
zamanında üretim, 22 sıfır stok ve sıfır hata yeni üretim modelinin üç anlayışını ifade
etmektedir (Dikmen ve Dikmen, 2004).
Fordizm’de mallara talebin yetersizliği karşısında meydana gelen stok artışının bir de stok
maliyeti vardı firmaya, bu maliyet talebin hiç olmaması durumunda zararı da peşinden
getirmektedir ancak bu sorun post-Fordizmde tam zamanında, çoğu durumda siparişe göre
yapılan üretimle giderilmiştir. Sıfır hata anlayışı ise ürünün kalitesine yönelik geliştirilmiş bir
anlayış olup, üretimin her aşamasında kontrollü ilerlemeyi ifade etmektedir. Bu üç anlayışla
üretilen malın pazara girdiğinde tüketici tarafından daha az memnuniyetsizlikle ve hatta
sevinçle karşılanacağı umulmaktadır. Çalışanların da bu üretim süreci içinde geçmiştekinden
farklı bir anlayışla çalıştırıldıklarını söylemek yanlış olmaz. Daha önce geleceğe dair
oluşturulan güvence ile bugünü ve yarını ayrı ayrı yaşayan, bugünden daha fazlasını düşünen
işçi yeni üretim modeli ile yaşanan güne kendini endekslemiştir. Böylece işçi siparişin olduğu
durumda çalıştırılmakta ve yarının ne olacağı konusunda çok fazla fikre sahip
olmamaktadır. 23 İşin niteliği değişmeye başladığında işgücünde aranan nitelikler de
değişmeye başlamıştır. Azgelişmiş ülkeler işin yine eski bildik üretimini gerçekleştirmekte,
çok fazla vasıflı olmasalar da üretimi gerçekleştirebilmektedirler. Ne var ki gelişmiş ülkelerin
uluslararası işbölümü içinde üstlendikleri görevi ifa edecek işgücünün vasıflı olma şartı
getirilmiştir. Pazarlama, reklamcılık gibi alanlarda malın fiiziksel üretiminden daha farklı
olarak zihinsel güce gereksinim duyulmaktadır. Bu da kol gücü yerine kafa gücü ile
çalışanları diğerlerinden farklılaştırmakta, gelişmiş ülkenin vasıflı işgücünü, azgelişmiş
22
23
‘Tam zamanında üretim’ Türkçe kaynaklarda da çoğu zaman just in time olarak kullanılmaktadır.
İşçinin yarını fazla düşünemez olması aynı zamanda
çalışanın
tüketici konumunda da görülmektedir.
Çalışmada geleceğin yokoluşu ve hergünün bugün oluşu tüketim anlayışıyla bağlantılandırılarak tartışılacaktır.
ülkenin vasıfsız işgücünden kesin bir sınırla ayırmaktadır. Üretimdeki böylesi bir ayırım
tüketim ilişkilerine de yansımaktadır. Vasıflı işgücü daha çok ücret alırken, geliriyle çalışma
dışı yaşamında daha fazla tüketmeye başlamakta, vasfa dayalı ayırımı tüketim alanına da
taşımaktadır. Vasıfsız işgücü endüstri devriminden bu yana sürdürdüğü sefaleti yaşamakta,
tüketim alanına bu koşullarla dahil olabilmektedir. Oysa post Fordizmin vasfa dayalı işlerini
yürüten kesim, tüketim alanının lüks mallarına girişimcilerle birlikte dahil olmaktadır.
Üretimdeki değişimin iki önemli aşaması, özetlenecek olursa Fordizm, 1913’te montaj
hattının fabrikaya girişi ile kitlesel üretimi ve tüketimin kitleselleşmesini mümkün kılmıştır.
Henry Ford’un Detroit’teki insanın içinde kaybolacağı kadar büyük 24 fabrikasında 80 bin işçi
çok kısa sürede -1.5 saatte- otomobil üretebiliyordu. İşi en küçük parçasına kadar tanımlayan
ve görevleri dağıtan Taylorist yöntemle tekerlek üretim işi 100 parçaya bölünmüştür. İş
vasıfsızlaşmış katı bir uzmanlık anlayışı ile işçi sadece kendine verilen görevi ifa edebilir
duruma gelmiştir. İşin vasıfsızlaşmasına ek olarak montaj hattının hızını belirleyen yönetim,
artık işçinin kaytarmasına olanak vermeyecek şekilde üretimi örgütlemekte ve
denetlemektedir. Birbirini tekrar eden işler ve kaytarmaya olanak tanımayan sistem nedeniyle
sıkıntıdan patlayan işçiler için teşvik edici unsur olarak ücret görülmüştür. Keynes’in piyasa
dengesi için talebin önemli olduğunu belirten görüşlerinin dikkate alınması ile çalışan ve
kitlesel üretimi gerçekleştiren işçilere yüksek ücret politikaları uygulanmıştır. Böylesi bir
ücret politikasının nedeni kitlesel üretimle müşterisi olmayan mal üretiliyor olunmasıdır.
Müşteri yoksa üretilenlerin de bir değeri yoktur bu üretim modelinde. O yüzden tüketiciye bu
dönemde önem verilmeye başlanmıştır. Seri üretimle ucuzlayan mallar sınıftan bağımsız
olarak, geniş kitlelerce satın alınmaya başlamıştır ayrıca montaj hattının kurulum
24
Fabrikanın büyüklüğüne ilişkin bu anlatım BBC tarafından hazrılanmış Yaşadığımız Yüzyıl,
People’s
Century(tarih) belgesel serisinin 3. bölümünde, 1920’li yıllarda Detroit fabrikasında çalışmış işçilerden biri
tarafından dile getirilmiştir.
maliyetlerindeki yükseklik nedeniyle uzun yıllar aynı model üreten firmalar, yıllara göre
fiyatlarını düşürerek de tüketimin yayılmasını sağlamışlardır. Kitlesel üretimle birlikte
kitlesel tüketimin görüldüğü bu topluma daha çok sanayi toplumu denmekte ancak pazarın
alıcı tarafından konuya yaklaşıldığında toplumun tüketim toplumu olduğu da
söylenebilmektedir.
Fordist üretimin yaşandığı döneme ilişkin olarak da şunları söyleyebiliriz: 1929 Bunalımı ve
İkinci Dünya Savaşı ardından piyasaya devletin müdahale etmesi gerektiği inancı oluşmuş,
bu doğrultuda Refah Devleti işbaşına geçmiş, işçiyi koruyan ve çalışmayı düzenleyen yasalar
getirilmiştir. Bu yasalara bağlı olarak üretim gerçekleştirilmiştir. Ancak bu üretim modelinin
sonu 1970’lerdeki petrol krizi ile gelmiştir. Bu kriz yalnızca Fordist üretimin değil, örgütlü
kapitalizmin (Urry,1995), Refah Devletinin ve tabana yayılmış kitlesel tüketimin de sonu
olmuştur.
1970’lerle birlikte oluşan yeni örgütlenme biçimi ise Fordizm’in ötesini temsil ettiği kabul
edildiği için post-Fordizm olarak nitelenmiş ve Fordizmi krize sokan faktörlerden kurtularak
üretimin gerçekleşmesi gerektiğini savunan neoliberallerce alkışlanmıştır. Bu yeni üretim
modeli ile tam zamanında –just-in-time- gerçekleşen, büyük stoklamalara izin vermeyen ve
üretimin her kademesinde kalitenin kontrolü ve işçilerin birbirini denetlediği bir üretim
modeli kurulmuştur. Böylesi bir model pazarın tüketici için hazırlanmasında etkili olduğu
gibi, rakip firmanın pazara kattığı ürünleri de kısa sürede tekrar edebilmekte, rakibinin
pazardaki payının bir kısmına el koyabilmektedir. Vasıfsız işgücü belli endüstrilerde devam
ederken vasıflı işgücünde artış görülmüştür. Katı bir iş tanımlaması yerine esnek uzmanlaşma
ile işçinin birden fazla görevi başarabilmesi hedeflenmiştir. Esneklikle ilgili olarak çalışma
etiğinin de esnekleştiği iddia edilmektedir (Argın,1992,29). Ancak geçmişteki katı çalışma
etiği ile insanların işe koşulması durumundan farklılaşan bu anlayışta katı olanın
buharlaştığını görüyoruz, yumuşamasını değil. Ayrıca bu model, haberleşme ve ulaştırmanın
ucuzlaması ile ülke sınırlarını aşan üretime olanak tanımaktadır. Kapitalizmin
örgütsüzleştirilmiş (Urry,1999) ya da küresel kapitalizm (Ross ve Trache,1990) olarak
adlandırıldığı günümüzde, gelişmiş devletlerdeki mevzuatların getirdiği sınırları aşmanın yolu
olarak taşeronlaşma ve fason üretim bu dönemde kendini göstermiştir. Yine bu üretim
modelinde daha öncekinden çok daha farklı olarak tüketici ve piyasa dengesi için tüketim
kışkırtılmış ve üzerinde önemle durulan kavramlar olmuştur. Tüketicinin yönlendirilmesi,
arzu endüstri sayesinde gerçekleştirilmekte, insanlar sürekli olarak tüketmeyi
arzulamaktadırlar. Arzuladıkları şey herhangi bir mal ya da hizmetten öte eylemin kendisidir,
tüketimdir. Yaşamın çalışma ve çalışma dışı olarak ayrıldığı Fordizm’den yine bu modelde
farklılaşma görülmektedir. Artık esnek çalışma koşulları ve mevzuatta belirtilen yasal süreler
bir kenara, pazarın ihtiyaç duyduğu üretimin gerçekleştirilmesi için her an
çalıştırılabilmektedir insanlar.
İkinci Dünya Savaşı sırasında gelişmeye başlayan bilgisayar teknolojileri de savaştan sonra
üretim alanında iş görmeye başlamış (Kumar, 1999:20-21), bilgisayarın üretim sürecine dahil
edilmesiyle üretim hattının değiştirilmesi, farklı modellerin oluşturulması, üretilen modellerin
çeşitliliği mümkün olmuştur. Yine teknolojik gelişmelerin yardımı ve örgüt yönetimindeki
yeni yaklaşımlarla çalışmanın anlamı bir kez daha değişmiştir. Montaj hattındaki kendisini
makinenin bir parçası olarak gören işçiyi bu şikayetinden kurtararak onu makinenin değil,
işyerinin/firmanın bir parçası haline getirerek, yeni bir düzen içinde denetleme imkanı
doğmuştur. Bilgisayarlar aracılığıyla görünmez kılınan bir denetim ve işlerin daha hızlı
yapılmasıyla çalışmanın daha kısa sürelere sığdırılması bu dönemin özellikleri olarak kabul
edilebilir. 25 İşin daha kısa sürelere sığdırılması bizim konumuz açısından önemli noktayı,
tüketimi anlamamıza yardımcı olmaktadır. Çünkü çalışmaya ne kadar az zaman ayırılırsa,
nesnelerin de zamanın da tüketimine o kadar zaman kalacaktır. Aşağıda çalışma dışı zaman,
burada boş zaman olarak adlandırılacak ve tüketimle bağı kurulmaya çalışılacaktır.
2.2.4. Boş Zaman Etkinliği Olarak Tüketimin Düzenlenmesi
Bir boş zaman etkinliği olarak kavramsallaştırılan tüketim, toplumda çalışanların eskisinden
çok daha fazla boş zamana sahip olmaları ile gerçekleşmektedir. Kapitalizmle birlikte çalışma
ve çalışma dışı yaşam olarak ikiye ayrılan yaşam post-Fordizmin görünmez olarak
gerçekleştiği üretim nedeniyle tüketimi daha fazla ön plana çıkarmıştır. ABD üretim hattını
ilk kullanan, tüketim toplumunu ilk yaşayan ve krizler ardından küresel kapitalizme önayak
olan ilk toplumdur ve üretimini yurtdışına azgelişmiş ülkelere kaydırarak, üretim eylemini
yaşam alanının uzağına götürmüştür. Gözden ırak olan üretime rağmen, tüketim alabildiğine
gözler önünde gerçekleşene bir eylem olarak karşımıza çıkmaktadır Alışveriş mekânlarıyla ve
metalarla yeni bir yaşam alanı kurmuş, çalışma yerine tüketimcilikle zikredilir olmuştur.
Çalışanların canını sıkan bir üretim modelinin yerini aldığında, post-Fordizm, artık
insanlara zevki, hazzı da üretmesi gerektiğini bilmektedir. Çalışmanın sıkıcılığı, stresi çalışma
eylemine nasıl bir yaklaşım getirilirse getirilsin sıkıcı kabul edildiğinde artık değiştirilmeye
çalışılan şey üretim alanı değil bunun yaşamın diğer kutbu, tüketim alanı olmuştur. Artık
üretim yerine tüketimin konuşuluyor olması anlaşılmaz değildir. Daha az çalışma saati ile elde
edilen boş zaman bu dönemi anlamamızda yardımcı olacaktır.
25
Ford’un Detroit fabrikasında montaj hattı ile bir totmobil 1.5 saatte üretilebiliyordu, burada bahzedilen ise
bilgisayar kullanımından kaynaklanan iş hızıdır.
Weber (1999), Protestan Ahlakı ve Kapitalizm’in Ruhu’nu analiz ettiği çalışmasında
insanların doğası gereği çok parayı değil, az çalışmayı tercih ettiğini belirtir. İnsan
doğasındaki bu sorunlu durumun giderilmesi için insanoğlu bir kez daha doğaya karşı
toplumsal olanı yüceltmeye çalışmış ve çalışma etiği adı altında çalışmanın erdemlerini
insanın tembel doğasını bozmak üzere geliştirmiştir. Endüstri Devrimi ile birlikte liberal
kapitalizm (Urry,1999) olarak adlandırılan dönemde sermaye birikimi için işgücünün çok
çalıştırılması gerekiyordu ve işçiyi çok çalıştırmaya onu zorlayacak bir düzenleme
programının içinde çalışmayı yüceltmek, boş zamanın ve tembelliğin aşağılanması yer
alıyordu. Argın (1992), pek çok yazarın kapitalist çalışma kavramı ile köleci toplumdaki
çalışma arasındaki zıtlığı vurguladığını belirtmektedir. Köleci toplumda çalışmak zorunda
olan köleler çalıştıkları için aşağılanırken, kapitalist toplum içinde ise çalışma etiği sayesinde
çalışmayanlar, boş zamana sahip olanlar aşağılanmaktadır. Kapitalizmin çalışma etiği ile
insanları işe koşmasının Argın (1992:33), çalışma etiği maskesine bürünmüş bir çalıştırma
etiği olduğunu iddia etmektedir. Liberal kapitalizm döneminden Fordist üretimin yapıldığı
örgütlü kapitalizmin sonuna kadar işçiyi çalıştırmak için bu çalıştırılma etiği kullanılmıştır.
Fordist üretim içinde, bilimsel yönetim kuramı ve dolayısıyla Taylor, işçilerin doğal olarak
çaba göstermekten kaçındığını, aptal olduğunu düşünmektedir ve temelinde işçiye duyulan
güvensizliğin yer aldığı saplantı haline gelmiş bir kontrol sistemi öngörmektedir
(Gorz,2001:45). Geliştirilmiş bu kuramda, zaman katı şekilde programlanmıştır ve her iş için
minimum zaman ölçülmüştür. İşçiden de belirlenmiş zamanlarda kendisine verilen işi
gerçekleştirmesi beklenmektedir. İşçileri çalışmaya zorlayan tek şeyin maddi çıkarları olduğu
düşüncesiyle, bireysel ekonomik ödüller doğrudan görevin yerine getirilmesiyle
ilişkilendirilmiştir (Marshall,1999:70). Kuram özetle işin küçük parçalarına kadar ayrıntılı
tanımlanmasını, işçinin maddi olarak ödüllendirilmesini, sıkı bir disiplin ve denetimi
içermektedir.
Çalıştırılmaya ilişkin söylenenlerin ardından 1970’li yıllara çalışmaktan bıkmış ya da
bıktırılmış işçiler kalmıştır. Post-Fordist üretim ile işin daha az sürede yapılıyor olmasına geri
dönersek sistemin artık ürün, imaj, arzu üretimi kadar boş zaman da üretiyor olduğunu
söyleyebiliriz. İşçinin daha az çalıştırılması, onun boş zamanında özgürlüğe kavuştuğunun
bir işareti olmamaktadır. Tüketimin bir boş zaman etkinliği olduğu hatırlanırsa, boş zamanın
kapitalizm için çalıştırma kadar önemli olduğu anlaşılacaktır. İşçiye çalışma dışında mutluluk
ve huzura kavuşmanın, işin stresinden kurtulmanın bedeli, boş zaman etkinlikleri ile
sunulmaktadır. ‘‘...kapitalizm artık, her şeyden önce kendi ekonomik çıkarları nedeniyle
herkes için daha fazla boş zama istemek noktasındadır; ancak yine aynı nedenlerle bu zamanı
‘boş’ bırakmaya da niyetli değildir. ...Kapitalist sistemin temel hedeflerinden biri, (...) her
türlü boş zamanı fethetmektir’’(Argın,1992: 36). Argın (1992)’ın John Urry’nin The Tourist
Gaze: Leisure and Travel Contemporary adlı çalışmasını referans alarak kurduğu çalışma dışı
yaşam, boş zaman ve tüketim ilişkisi, Urry (1999)’nin Mekânları Tüketmek adlı çalışmasından
da yararlanılarak zenginleştirilebilir: Tüketimin can alıcı özelliklerinden birinin zamanın satın
alınabilmesi olduğunu belirttikten sonra tüketimin çalışmaktan kaçınma ve çalışmanın yerine
ya boş zamanı ya da başka çalışma türlerini geçirme yeteneği olduğunu ifade etmektedir.
Herkesin en azından boş zamana, hafta ya da yıl içinde belirli zamanlarda çalışma-dışı
kalmaya hakkı vardır. Tatile gidebilme, çalışmanın dışında kalabilme, sağlık ve refahla
ilişkili olarak halkın düşüncesine girmiş, modern yurttaşlığın bir özelliği olarak
varsayılmaktadır. ‘Tatile ihtiyacım var’ deyişi, açık biçimde, çalışmanın uzağında
zaman tüketmeye duyulan gereksinime yönelik bir modern bakışın yansımasıdır.
(Urry,1999:179)
Urry , burada insanların çalışmadan kopuk zaman geçirme gereksinimlerini ifade etmektedir.
Çalışma öyle bir eyleme dönüşmüştür ki insanlar Pazartesi sendromu ile haftaya başlamakta,
tüketimden uzak geçirdikleri zamanda stresle baş etme teknikleri kitapları tüketerek bu
sorunlu zamanı telafi etmeye çalışmaktadırlar. Boş zamanı, çalışanları dinlendirmek için
kapitalizmin verdiği bir taviz olarak algılamak yanlış olacaktır. Boş zaman, üretim
sürecinden, çalışma zamanından kurtulan çalışanları çalışma dışı yaşamda oyalayan, onlara
huzur veren etkinliklerin hayata geçirildiği zaman dilimi haline gelmiştir.
Ancak hemen belirtilmelidir ki boş zaman etkinliği kapitalizmin boş bıraktığı bir alan
değildir. İnsanların iş çıkışı buluşup yemek yediği alışveriş mekânları, stresten arınma için
düzenlenen seminerler, seramik ya da resim yapma, fotoğrafçılık kursları, uzman kadrolar
tarafından verilen diksiyon ve güzel konuşma seminerleri, bir boş zaman etkinliği olarak
örülmektedir. Sanatın bir şekilde kapitalizm içinde metalaşmasının da somut ifadesi olan
kurslarla insanlar boş zaman etkinlikleri için mal ve hizmet tüketimini artırmaktadırlar. Resim
kursunda resim tekniklerinin öğrenilmesi yalnızca hizmete ödenen bedelle
geçiştirilmemektedir. Boya, fırça ve tual gibi malların da bu boş zamanın doldurulabilmesi
için satın alınması, tüketilmesi gerekmektedir.
İkinci bölümün başında temellendirmeye çalıştığımız tüketime ilişkin iki aşamayı şimdi
üretim sürecinin analizinden sonra tartışmaya başlayabiliriz. Meta fetişizmi, kapitalizmle
birlikte toplumsal yaşama girmiştir. Çoğu kez aşağılanan ilkel (primitive) toplumların inanç
sistemlerinde yer alan fetişizmi uygar toplumlara aşılayan kapitalizm bu yeni inanç biçimiyle
sermaye birikimini sağlamaya çalışmıştır. Sermaye birikimi için kullanılan meta fetişizmi,
bizim çalışmamızda montaj hattına yapılan vurgu da hatırlanacak olursa Fordist üretimle
birlikte kendine yer bulmuştur. Kitlesel üretime denk düşen bir kitlesel tüketim için malların
kullanım değerinden fazlasına ihtiyaç duyulmuş ve üretilenlerin tüketimi gizemle kuşatılmış
nesnelerle sağlanmaya çalışılmıştır. Bu dönemde markalardan çok malların reklamları
görülmektedir (Klein,2002:29) ve daha çok malın kullanım değerini vurgulamayı ihmal
etmeden, onu daha çekici kılarak tüketiciyi rakip firmalara kaptırmamak hedeflenmektedir.
Temel kaygıyı, malın üretilmesi oluşturmuştur. Malın üretimine o kadar şartlanmıştır ki firma
tüketimin ihmal edildiği anda kriz kendini göstermiştir. Yaşanan kriz, malın üretilmesinden
daha fazlası için kaygı duyulması gerektiğini işaret etmiştir. Duyulması gereken yeni
kaygılar, malın tüketimine ilişkindir. Ve malın tüketimi için kaygı duyulmaya başlandığında,
artık firmalar önceki yüklerden kurtulmayı hedeflemişler, kendiler için ağır yük olan üretimi
azgelişmiş ülkelere kaydırarak, kendileri için birincil derecede önemli olan markalar için imaj
üretimine başlamışlardır (Klein,2002:28). Bahsedilen dönem 1970’lerle başlamış, özellikle
1080’lerden günümüze gelene kadar da büyük bir hızla markalar ve imajlar çevremizi
kuşatmıştır. Artık firmalar, ürünleri üretip reklamlarını yapmak yerine ürünü satın alıp
markalandırmaktadır. Ürünleri fetiş bir nesneye dönüştürecek gizil gücü ürüne katarak
piyasada varolmaya çalışmaktadırlar. İkinci dalga fetişizm işte bu dönemde kendini
göstermektedir. Geçmişteki kullanım değerlerinden kopmuş, pazarda değişim değeri ile
birlikte gösterge değeri ile de kendini gösteren nesneler görülmeye başlamıştır. Post-Fordist
üretim dediğimiz modelle tüketilen nesne, kullanılan nesneden öte bir anlam kazanmış ve
toplumsal ilişkilerin örgütlenmesinde önemli bir role kavuşmuştur. İnsanlar çalışma dışı
yaşamlarını anlamlandırmak ve kendilerini toplumsal olarak var edebilmek için nesnelerin ve
simgelerin dünyasına bırakmıştır. Bu kendini bırakma süreci, kapitalizmin fetişleşmiş
nesnelerinin ve bu nesnelere fetiş değerler atfeden reklamların, sloganların baştan çıkarması
ile gerçekleşmiş, insanlar sürekli arzu eder hale gelmiştir. Herşeyin yenisine sahip olma
şeklinde kendini gösteren bu arzu, post-Fordist dönemde üretim ve tüketimin karşılıklı
ilişkisini yürütmeye yardımcı olmakta ve girişimci için sermaye birikimini, tüketici için
doymak bilmeyen bir hazzı sunmaktadır.
Tüketime ilişkin arzu ve hazdan bahsedildikten sonra, bu hazzın dışında kalan bir gruptan
bahsetmek yerinde olacaktır. Şimdiye kadar üretimin ve tüketimin farklı periyodlardaki
değişimi sunulmuştur. Bu değişimden herkesin eşit ölçüde nasibini almış olduğunu söylemek
doğru olmayacaktır. Daha önce de belirttiğimiz gibi tüketim için gelir getirici bir işe ihtiyaç
vardır, uluslararası bir üretim sürecinde üretimin vasıfsız ucuz işgücü ile gerçekleştiği
hatırlanırsa, düşük gelirle yaşamını devam ettirmeye çalışanların bahsettiğimiz büyülü
tüketimden kışkırtıldıkları kadar yararlanamayacağı açıktır. Düşük ücretle birlikte işsizliğin
de tüketimden düşmede etkili olduğu söylenebilir. Bauman’ın (2000:54) dediği gibi ‘‘bugün
rasyonalizasyon, iş yaratmayı değil işçi sayısını azaltmayı ifade etmektedir.’’ Ekonomide
işsizin yedek işgücü kabul edildiği dönem geride kalmaktadır. İnsanlara iş imkanlarını
çoğaltmak bir sosyal görev olmaktan çıkmıştır ve tüm bu değişimin sonucunda günümüz
toplumlarında işsizliğin ifade ettiği anlam tüketememek olmuştur. Toplumun içinde ona ait
bir üye olabilmek için tüketmek ve tüketilen nesnelerle mesajlar iletmek, mesaj alışverişinde
bulunmak özellikle kitle iletişim araçlarında sıkça vurgulanan bir söylem olmuştur. İletişim,
bu süreçte toplumsallaşmanın ifadesidir ve tüketemiyor olmak iletişim için gerekli araçlara
sahip olamamayı anlatmaktadır. Kaldı ki böylesi bir toplum içinde tüketemediği için gerekli
iletişim araçlarına sahip olamamış olmak da topluma bir mesaj vermektedir. O da, başa
dönersek tüketemiyor olduğudur. Yeterli bir gelire sahip olunamaması, girişimcinin pazara
sunduğu nimetlerden kişinin faydalanamıyor olmasına işaret etmektedir ve bu kişi Bauman’ın
(1996 ve 1999) da üzerinde durduğu yeni bir gruba denk gelmektedir.
Yeni yoksullar, toplum içinde bir işe sahip olmayanlardır ve sosyal devletin iş başında
olduğu dönemlerdeki gibi yedek işgücü ordusunu da oluşturmamaktadırlar. Pazar açısından
yeni yoksullar, tüketici sınıfına dahil edilmemektedirler ve onların tükettikleri şeyler,
çoğunlukla pazar dolaşımı dışında tutulmaktadır. Bu nedenle, onlar tüketim toplumunun bireri
üyesi değildir (Bauman,1996:214). Gelişmiş kapitalist toplumlarda mal ve hizmetler
üretilebildiği, bu üretimin de tüketilebildiği bir kesimin mevcut olduğu durumlarda yani
ekonomi rayında ilerlediğinde belli bir kısmın tüketemiyor olması çok da sorun gibi
görünmemektedir. Ancak şu da belirtilmelidir ki, tüketemiyor olmak, toplumun bir kenarında
sessiz bir kabullenişi peşinden getirmemektedir. Özel güvenlik şirketlerinin artışı,
hapishanelere girenlerin sayısındaki artış bize tüketemiyor olanların sessiz kalmadığını ve bir
şekilde toplumun suç saydıklarını gerçekleştirerek bu toplumun içine girmeye çalıştıklarının
bir göstergesidir.
Bauman, bunu İngiltere ve Galler üzerinden örneklendirmektedir. 1981 yılında 2.9 milyon
olan suç sayısı 1993’e gelindiğinde 5.5 milyondur ve çalışmanın yapıldığı 1997 yılına
gelindiğinde son üç yıl içinde hapishane nüfusu 40.606’dan 51.243’e yükselmiştir.
Toplumun suç kabul ettiği davranışlarda görülen artış, tüketemeyen ya da Bauman’ın
(2000:64) deyimiyle eksikli tüketici tarafından gerçekleşen eylemlerle mümkün olmuştur. Ve
tüketim toplumunda suçun azaltılmasına ilişkin olarak değil daha çok hapishane yapımı ve
hapishane endüstrisi için çaba sarf edilmektedir. Bu da gösteriyor ki geçmişin yedek işçi
ordusu için yeni bir mekân tasarlanmaktadır. Yedekteki işgücüne ihtiyaç duyulmadığı
durumda tüm bu yedeklerin gönderileceği yer olarak hapishaneler sunulmaktadır. Mutsuz
bireylerin suça itilmesini bu açıdan değerlendirmek gerekecektir. Yine Bauman’ın dediği gibi
bu nüfus artık yedek işçi ordusu değil fazlalık nüfus olmuştur.
3. BÖLÜM
TÜRKİYE ÖRNEĞİ
Çalışmanın ikinci bölümünde üretim ve tüketim ilişkileri gelişmiş kapitalist ülkelerin içinden
geçtiği süreçle bağlantılı olarak kurulmuştur. İkinci bölüm, özetle üretim ilişkileri açısından
kapitalizmde iki önemli dönemin üretim yapısının kendine özgü bir tüketim kültürünü de
oluşturduğunu iddia etmiştir. Konu Türkiye üzerinden tartışıldığında öncelikle belirtilmesi
gereken, ülkenin ekonomik açıdan azgelişmiş ülke sınıflandırılmasına tabi olduğudur.
Sanayileşme sürecinde geri kalmış,
kalkınma hedeflerinin gerçekleşmesi için gelişmiş
kapitalist ülkelere bağımlılığı ifade eden azgelişmişlik kavramı Türkiye için de uygun
görünmektedir. Bu bölümde azgelişmiş ülkenin üretim ve tüketim ilişkilerinin gelişmiş
ülkelerdekinden farklı yanları ile benzerliklerini tespit ederek Türkiye’de tüketimi anlamaya
çalışacağız.
Türkiye’nin tüketim ilişkileri incelenirken devlet eliyle sanayileşme ve köyden kente göç gibi
iki öğenin önemli olduğunu düşünmekteyiz. Bu iki öğe aynı zamanda gelişmiş ülkelerin
sanayileşme ve tüketim yollarından Türkiye’ninkini temel olarak ayıran etmenlerdir. Gelişmiş
ülkeler, sanayilerinin sağlıklı gelişimini garanti altına almak için tüketimi zorunlu olarak
kışkırtırken, Türkiye sanayileşme istenciyle hareket eden, özel sektörü teşvik eden ve hatta
bizzat kendisi yatırım yapan “kalkınmacı bir devletin” zorladığı bir sanayileşme ve buna bağlı
gelişen bir tüketim yolundan yürümüştür. Üstelik bu süreçte köyden kente göç olgusu da
gelişmiş ülkelerde gerçekleşen modellerinden çok daha farklı bir biçimde üretimi ve tüketimi
etkilemiştir, kanısındayız. Bu iki önemli süreçle ülkede kendi ihtiyaçlarını karşılayan kesimler
yavaş yavaş, çalışarak elde ettikleri ücret geliri ile ihtiyaçlarını karşılamaya başlayan,
tüketiciler olmaya başlamıştır. Kalkınma ideali çerçevesinde sanayileşmeyi hedefleyen
devlet, nüfusunun büyük bölümünü barındıran köylerden kente işgücü göçünü sağlamaya
çalışmış, köyünde kendi gereksinimleri için çalışan pek çok köylüyü kentlerde düzenli gelire
bağlayarak işçileştirmiştir. İşgücünün kentlere gelişi ikinci bölümde aktarılan endüstri devrimi
ardından Batı’da yaşanan süreçle benzerlik içindedir. Türkiye’de kendi gereksinimleri için bir
başkasına bağımlılık köyden kente göçle bağlantılı olarak gerçekleşmiştir. Ancak gerek hızlı
nüfus artışının yarattığı göç yoğunluğu gerekse sanayileşme sürecinin ve alt yapının
problemleri göç olgusunda da devletin zorunlu müdahalesini ortaya çıkartmış, bu nedenle
devlet sanayileşme sürecinde ve bu sürecin ortaya çıkarttığı problemleri gidermede başat rol
oynamıştır. Üstelik Türkiye 20. yüzyılda kentlerde devlet eliyle oluşturulan istihdam
olanakları ile yeni bir tüketim kültürünün temellerini de oluşturmaya başlamıştır.
Kanımızca, devlet eliyle sanayileşme 26 olgusu Türkiye’nin Batı’dan farklı gelişme yönünü
ortaya koymaktadır. 20. yüzyılda Batılı kapitalist devletler, kitle tüketimini
26
Devlet eliyle sanayileşmeden kastedilen devletin bizzat ekonomi içinde üretimi gerçekleştiren taraf olması
durumudur.
gerçekleştiremeyen piyasayı ekonomiyi krizden kurtarmaya yönelik olarak kontrol altına
almıştır. Türkiye’deki devlet müdahaleleri ise Batı’dan farklı olarak özel girişimcinin
ekonomi içinde yeterli seviyeye ulaşmasından kaynaklanmıştır. Devlet, sanayileşme yolunda
öncülük etmiş, özel sektörü geliştirme rolünü üstlenmiş, istihdam ve vasıflı işgücü
oluşturmaya çalışmış, kapitalizmin gelişebilmesi, ülkenin kalkınabilmesi için girişimciye
teşvikler sunmuştur. Girişimcinin yürüttüğü bir ekonomideki devlet müdahalesi ile
girişimcinin bulunmadığı durumda devletin zorunlu olarak piyasaya girmesi ve ardından
üstlendiği roller bakımından farklılığı vardır Türkiye’nin.
Çalışmanın analitik bir düzlemde kurgulanabilmesi için Türkiye’deki üretim ilişkileri ve
onunla birlikte var olan tüketim ilişkileri belli bir dönemleştirme ile açıklanabilir. Birinci
dünya savaşından sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti
ekonomik sistem olarak gelişmiş ülkelerdeki gibi kapitalizmi benimsemiştir. Ekonomi
politikalarında değişiklikler olsa da genel çizgi olan kapitalizmden uzaklaşılmamıştır. Ülkenin
ekonomi politikaları açısından dönemleştirilmesi ise şu şekilde yapılabilir:
1. Özel Girişimci Eliyle Üretim Dönemi
2. Devletçi Dönem 27 (İthal İkameci Dönem)
3. 1980’li yıllarla başlayan, İhracata Dayalı Üretim Dönemi
3.1. Özel Girişimci Eliyle Üretim Dönemi
Öncelikle, Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle birlikte devletin muasır medeniyetler seviyesine
ulaşma ideali sanayileşmeden geçmektedir. Devlet sanayileşmenin gerçekleşmesi için en
27
Devletçi dönem, devlet eliyle sanayileşmeyi ifade etmektedir ve 1980’lere kadar farklı anlayışlar görülse de
ülkenin ekonomi politikaları kamu ağırlıklı yürütüldüğü ve ithal ikameci sanayileşmenin temel hedef olduğu
söylenebilir.
önemli adımı 1923 İzmir İktisat Kongresi ile atmıştır. Ancak Talas’ın (1999:493) deyişi ile
Kongre ‘ilk talihsiz ve başarısız girişim’ olmuştur. Bu kongre ile kalkınma hedeflerinde
önemli rol oynaması beklenen özel girişimci için devletin özendirici politikaları belirlenmiştir.
Ancak alınan kararlar girişimcinin yetersizliği nedeniyle büyük başarılara hizmet
edememiştir. 1923-1929 yılları arasında ithalatın gayri safi yurtiçi hasılaya oranı ortalama
olarak %14.4, ihracatın payı ise %10,6 olmuştur. Bu dönemde Türkiye, dünya ekonomisine,
esas olarak hammadde ihraç edip, sınai tüketim malı ithal ederek katılmıştır (Boratav,
1988:38).
1929 Bunalımı’nın etkileri Türkiye’de de kendini gösterdiğinde, bunalım için alınan
tedbirler, ekonomiyi dışa kapatma ve dışa bağımlılığı en aza indirme amacını taşımıştır.
Bunalımların yaşandığı bu dönem için tüketimin sanayileşme amaçlı yapıldığını ve henüz
kitlesel bir üretime de geçilememesi ile kitlesel tüketimin var olmadığını söyleyebiliriz.
Tablo-1’de de görüldüğü gibi, yeterli sanayileşmenin gerçekleşmemesi, üretimin daha çok
küçük atölyelerde yapılması, işçi sayısının az olması tüketimi de sınırlayan unsurlar olmuştur.
Hala nüfusun büyük bölümü köylerde kendi ihtiyaçlarını büyük ölçüde kendi üretimleri ile
gerçekleştirmedir.
Tablo-1 İşletmelerin Büyüklüğüne Göre İşçi Dağılım Yüzdesi (1927)
İşletmelerin Büyüklüğü
İşçi Yüzdesi
1-5
90,8
6-20
7,8
20-50
0,8
51-100
0,3
101+
0,2
Kaynak: Yavuz, (1998) Sanayideki İşgücünün Durumu ,1923-1940, der.Zürcher s.178
3.2. Devletçi Dönem (İthal İkameci Dönem)
Savaş öncesi, ikinci dönem ise 1929 Bunalımı ardından Kadro Hareketi’nin etkisiyle
plancılığa geçiş, yani devletçi dönemdir. İktidarın sahibi CHP’nin 1931’deki 3. Büyük
Kongresi’nde devletçilik ilkesi kabul edilmiş ülkedeki liberal dönem bitmiş, devlet eliyle
kalkınma dönemi başlamıştır (Talas,1999). Bu dönemde, 1933-1937 yıllarını kapsayan ilk Beş
Yıllık Kalkınma Planı ile devletçi ekonomi politikalarına belirli bir sistem getirilmeye
çalışılmıştır. Çağlar Keyder’e (1999:150) göre devletçilik modeli ‘‘...siyasal bir elit ile
emeklemekte olan bir burjuvazinin hızlı bir birikim sağlamak için güçlerini birleştirerek ve
de yeni bir toplumsal sistem kurma iddiasıyla, işçi sınıfını ağır baskılar altında tutup tarım
sektörünü sömürürken, yalıtılmış bir milli ekonomi alanı yaratmalarına dayanır.’’
Ülkede yeterli girişimcinin, işletmenin bulunmaması kalkınma idealinin gerçekleşmesi için
devletin ekonomiye el atması sürecini başlatmıştır. İkinci dünya savaşı yıllarında ve ardından
gelen dönem için devletin rolü, iktidar sahiplerinin ideolojileri ne kadar farklı görünse de,
ekonomide vazgeçilmez olmuştur. Devlet eliyle kalkınma gerçekleşirken İkinci Dünya
Savaşının patlak vermesi ile ülkede sanayileşmede aksaklıklar olduğunu söyleyebiliriz. Ülke
her an savaşa girecekmiş gibi bir ekonomiyi ve orduyu ayakta tutmak zorunda kalmıştır bu
dönemde (Timur, 1994:175). Devlet, savaş tehditi altında üretimi gerçekleştirmeye çalışırken,
işçilerin bir kısmının silah altına alınması, bazı sektörler için ham madde ithalinde yaşanan
güçlükler üretimin azalmasına neden olmuştur (Talas, 1999: 529). Üretimin azalmasına
rağmen hala insanların ihtiyaç duyduğu mal ve hizmetler vardır ancak üretimin yapılamıyor
olması savaş dönemleri için tüketimi sınırlamaktadır.
Dışa kapalı yapısı nedeniyle ülke, ithal ikameci sanayi anlayışı ile kalkınmayı
gerçekleştirmeye çalışıyor olsa da savaş sonunda ABD’nin Türkiye’nin ekonomik yapısına
ilişkin tereddütleri vardır. Özel girişime çok fazla serbestlik tanınmadığı, iç ve dış ticarette
serbest piyasa koşullarının yeterince uygulanmadığı ve Türkiye’de kamu kesiminin
ekonomiye egemen olduğu konusunda eleştiriler getirilmekteydi (Kepenek ve
Yentürk,2000:93). ABD her ne kadar Türkiye’yi eleştirse de savaş sonrası Batı’nın yeniden
toparlanması için Türkiye’nin tarım ürünleri ve madencilik üretimi ile uluslararası
işbölümünde yerini alması gerekiyordu. Belirlenen bu görev karşılığında Marshall
yardımları ile ülke daha önceki dönemlerden farklı bir üretim yapısı içine girmeye başlamıştır.
Tarımda makineleşme, işlenen toprak miktarında artış (Kepenek ve Yentürk,2000:105)
görüldüğü gibi sanayi sektöründe de önemli gelişmeler görülmektedir. Kentleşme, kırsal
kesimden kente işgücü göçü, sanayii canlandırmıştır (Kepenek ve Yentürk,2000:109).
ABD tarafından devletin ekonomideki rolünün azaltılması istense de yine de işgücünün
istihdamı açısından kamunun rolü belirleyicidir. 1931’den 1963’e kadar memur sayısında
%365 oranında bir artış görülmektedir (Makal,2002:161). Makal’ın uyarısı ile bu artışın
mutlak bir artış olduğu genel nüfus içindeki oranın ise farklılık göstereceği söylenmelidir.
İşçi sayısında da kamunun önemli bir istihdamı sağladığını söyleyebiliriz. Özellikle 19501960 yılları arasında devlet, altyapı yatırımlarına yönelmiş, bu da kamu kesimi istihdamını
olumlu yönde etkilemiştir (Makal, 2002:172). Ülkenin tüketim ihtiyaçlarını üreten imalat
sanayiindeki istihdamın kamu kesimi payı da 1950 ile 1962 yılları arasında ortalama
%42’dir. 28
1950’li yıllardan itibaren, devlet ülkedeki önemli mal ve hizmet üreticisi olarak sanayileşme
yolunda ilerlemeye devam etmiş, geniş istihdam olanakları sunarak bir yandan üretimi, bir
yandan da tüketimi örgütlemeye çalışmıştır. Bizim çalışmamız açısından önemli olan artık
insanların ücret geliri ile kentlerde çalışmaya başlamasıdır. Bu anlamda kamunun tüketici bir
28
Ortalama
Makal’ın (2002:167) çalışmasındaki Tablo XX:Sanayi Anketlerine Göre İmalat Sanayii
İstihdamında Kamu Kesiminin Payı(1950-1962)’den hesaplanmıştır
kitle oluşturduğunu iddia edebiliriz. Ancak yine de gelişmiş ülkelerdeki gibi bir tüketimden
söz edememekteyiz. Bu dönem, tüketimin Türkiye’deki tarihi açısından liberal dönemden
daha önemli olmakla birlikte yine de tüketimin günümüzdeki anlamı ile kullanılmadığı bir
dönemi ifade etmektedir. Üretimdeki sınırlar, tüketimi insan ihtiyaçlarının daha fiziksel
olanları ile sınırlamıştır. İşgücü kırsal alandan kente göç etmiş olsa bile insanların köyleri ile
bağlarını koparmamış olması, pek çok gereksinimleri için kırsal kesimdeki yakınlarından
yardım almalarını kolaylaştırmıştır. Bu da onların kentlerde daha az tüketmelerine neden
olmuştur. Türkiye’nin köy- kent ilişkisi anlamında sahip olduğu özgünlükle birlikte yine de
tüketime ilişkin, ithal ikameci sanayileşme sürecinin azgelişmiş ülkelerde insan ihtiyaçlarını
dönüştürmede ana güç olduğu söylenebilir. ‘‘Merkez ülkelerde geçerli olan tüketim
kalıplarına özenme, kendi dinamiklerini yaratamayan ve merkezdeki özerk gelişme
dinamiklerine bağlı kalan bir bağımlı sanayileşme sürecine eşlik etmekte ve onu
güçlendirmektedir’’ (Buğra,2000:65). Buğra (2000)’in dayanıklı tüketim malları üreticisi
Arçelik için 1950’lerden sonra tüketimi örgütlemeye çalışma stratejilerini çözümlediği
çalışması bize ülkenin tüketim ilişkilerini vermesi bakımından önemlidir. Bu çalışmada
öncelikli olarak gelişmiş kapitalist toplumlardaki üretim modeli olan Fordizm’in azgelişmiş
ülkelerin üretim modellerinde farklılaştığı ve Fordizm’in değişmiş biçimine Regülasyon
Yaklaşımı’nın ‘‘çevreye özgü (periferik) Fordizm’’ kavramını uygun gördüğü
belirtilmektedir. Fordizm bilindiği gibi üretimde yeni bir örgütlenmeye ve ardından tüketimi,
sanayi üretimi alanındaki durmadan artan üretkenliğe uydurmaya çalışan bir düzenleme
tarzına (Buğra,2000:66) sahiptir. Ancak çevre ülkeye özgü periferik Fordizm’de piyasadaki
arz talep dengesini sağlayacak mekanizmalardan yoksunluk ve devletin gelişmiş ve
azgelişmiş ülkelerde üstlendiği sosyoekonomik rolün farklılığı iki farklı Fordizm’i karşımıza
çıkarmaktadır. Gelişmiş kapitalist ülkelerden en büyük farkı ise tüketim ilişkilerinde
yaşamaktadır. Devlet, periferik Fordizm’de tüketimi destekleyici rolü çok fazla
kullanamamakta ve ters bir şekilde kitlesel tüketimi bastırmaya çalışmaktadır
(Buğra,2000:66).
Sanayileşmede üçüncü döneme geçmeden önce başta sözünü ettiğimiz ve Batılı ülkelerdeki
kentleşme ile benzerlikler taşıdığını düşündüğümüz işgücü göçü olgusu tartışılacaktır. Kırdan
kente göç 1950’li yıllarda başlamıştır ve bu gelişme, çok partili dönemin önünün açılması ile
zafer kazanan Demokrat Parti tarafından tercih edilen ekonomi politikalarının sonucu olarak
görülebilir. Devletin yukarıda sözü edilen sanayileşme hamleleri, sanayisi olmayan ve
nüfusun büyük bölümünü kırsal alanda barındıran bir ülkenin tüketim ilişkilerini modern
dünyadaki ile karşılaştırdığımızda kırsal alandaki üretim ve tüketim ilişkilerinin Batı’daki
feodal dönemle benzer olduğunu iddia edebiliriz. Yiyecek ve giyeceğin büyük oranda evde
yapılıyor olduğu bir yapıdan söz etmekteyiz. Malların henüz değişim değerleri ya da gösteri
değerleri gelişmemiştir ve kullanım değerine sahip olarak mallar tüketilmektedir. Ancak
kentlerde sanayi işletmelerinin, fabrikaların açılmaya başlaması ile kent nüfusunun işgücü
açısından yetersizliği kırsal kesimden kente göç eden insanların kullanım değerine sahip
malları tüketmek üzere ürettikleri mekânı terketmelerine neden olmuştur. Artık ihtiyaçlar kent
pazarlarından görülecektir, Batı ile benzerlik olduğu iddiası devam ederse söylenmesi gereken
budur. Ne var ki Türkiye’nin kültürel değerleri burada Batılı kentleşme sürecinden ayrılmakta
ve özgünlüğünü ortaya koymaktadır. Batılı toplumlarda kentlerin birer üretim ve tüketim
merkezi şeklinde örgütlendiği, insanların yaşam alanlarının parçalandığı, ürettikleri ve
tükettikleri mekânların farklılaştırıldığı belirtilmişti. Türkiye’de ise kentleşme, mekânların
ayrılığı yaşansa bile eski köylü/yeni işçi, köy ile bağlarını koparmadığı için pek çok temel
tüketim maddesini kentteki pazardan değil, köydeki yakınlarından temin etmektedir. Göçün
ilk yıllarında bu durum çok belirgin olsa da yıllar geçtikçe köy ile bağların zayıflaması, kentte
tüketim imkanının kolaylaşması ile baştakinden farklı bir tüketim gerçekleşmeye başlamıştır.
Artık gelişmiş kapitalist toplumlardaki gibi üretime bağlı olarak tüketim gerçekleşmeye
başlamıştır. Belirtilen özgün durum göz önüne alınırsa, 1950’li yıllardan itibaren ABD
toplumu için kullanılan tüketim toplumu ifadesi, Türkiye için henüz hak edilmiş değildir.
Ancak 1960’lı yıllara gelindiğinde diğer azgelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de ithal
ikameci modelle dayanıklı tüketim malları üretimi başlamıştır.
Üretim daha çok yurtiçindeki tüketim ihtiyacının karşılanmasına yönelik yürütülmektedir.
Ancak burada belirtilmesi gereken önemli nokta Türkiye’de üretimle birlikte tüketimin de
örgütlenmesi gerektiğinin anlaşılmasıdır (Buğra,2000). Arçelik örneğinde olduğu gibi
gelişmiş kapitalist ülkelerdeki Fordist üretim-tüketim ilişkileri örüntüsünden farklı olarak
tüketimin gerçekleşmesi için üretici, üretimin doğal sonucu olarak değil, toplumsal bir kurgu
ile tüketimi oluşturmaya çalışmaktadır. Arçelik gelişmiş kapitalist toplumlardaki profesyonel
pazarlama teknikleri yerine (bayilik sistemi gibi) daha kişisel ilişkileri devreye sokarak
dayanıklı tüketim malları alanında tüketimi örgütlemeye çalışmıştır 29. Ancak iki önemli
eksiklik gelişmiş kapitalist toplumların tüketimine benzer bir tüketime sahip olamayışı açıklar
niteliktedir. Buğra’ya (2000) göre eksiklikler şu şekilde belirtilmiştir: Ülkede radyo ve
televizyonun yaygın olmayışı kitlesel bir tüketim için reklamların önemli etkisinden
yararlanabilme olanağını baştan yok etmiştir. Bu nedenle modern anlamda tüketim olgusunun
temel unsuru ihtiyaç yaratma sürecinin yeterli ölçüde gerçekleştirilemediğini söyleyebiliriz.
İkinci olarak da tüketici kredilerinin düzenlenmesine ilişkin yasal boşluklar, gelir düzeyi
düşük grupları tümüyle tüketimden dışlamaktadır. Oysa Batı’da çok uzun zamandır tüketici
kredileri ve alışverişte taksit imkanı, tüketimi teşvik eden önemli unsurlar olmuştur. Bu
farklılıklar, tüketim toplumu sıfatı için Türkiye’nin önünde ilerlemesi gereken bir yolu
hatırlatmaktadır. Belirtilen özellikleriyle ithal ikameci üretim yapılan devletçi dönemin
29
ayrıntılı bilgi için bkz: Buğra, (2000)
1970’lerle başlayan son on yılında yaşananlar ise Türkiye’nin Batılı anlamdaki tüketime
yaklaşmasını sağlayacak dönemin temellerini atmıştır.
1970’li yıllardaki petrol krizi ve dünyada Bretton Woods sisteminin yıkılışı kapitalizm
açısından yeni bir dönemin habercileri olarak belirtilmiştir. Türkiye’ de de benzer şekilde,
kapitalizmin uygulama araçları değişmeye başlamıştır. Türkiye kapitalizmin hiçbir aşamasını
doğal süreciyle yaşamamış, dış müdahalelerle hayata geçirmeye çalışmıştır. Gelişmiş
kapitalist toplumlarda fabrikalaşma ardından montaj hattında üretim gerçekleşmiş, bir buçuk
saatte otomobil üretecek derecede güçlü bir üretim süreci ve bu üretimi dengeleyecek tüketim
gerçekleşirken Türkiye henüz üretimde sorunları çözebilmiş değildir ve üretimdeki eksiklik
tüketimin sınırlarını çizmiştir. Nasıl ki protestan ahlakı ile tembelliğe sınır getiriliyorsa, israf,
bir lokma bir hırka, azla yetinme anlayışları ile tüketime de sınır getirilmiştir. Kalkınma için
yatırım ve tasarruf şarttır. Tasarruf, gelirden tüketimin çıkarılması ile ifade edilir. Türkiye’nin
yatırım yapabilmesi için tasarrufa ihtiyacı vardır ve bu ancak yarın için bugün az tüketerek
mümkün olacaktır. Bu anlayışın kültürel olarak her nesile aşılanması kalkınma hamleleri için
ihtiyaç duyulmaktadır. Çocukların sınırlı olan oyuncaklarının arasında kumbaranın da
yeraldığı bu dönemlerde tüketim teşvik edilmiyordu.
İkinci bölümde 1970’lere denk düşen değişim için sıralanmış dinamikler hatırlanırsa, Bretton
Woods sisteminin yıkılması ve ekonomik kriz gelişmiş ülkeler gibi azgelişmiş ülkeler için de
büyük sorunlara neden olduğu görülecektir. Bretton Woods sisteminin yıkılışı az gelişmiş
ülkeler için borç batağı anlamına gelmektedir. İthal ikameci bir modelle sanayileşmeye
çalışan azgelişmiş ülkeler girdikleri sanayileşme yolunda ne ilerleyebilecek ne de geri
dönebilecek hale gelmiştir. Borçlanma ile sanayileşme yolundan geri kalan azgelişmiş
ülkelerin yollarına devam edebileceklerini ancak bu borcun geri ödemesinin mümkün olması
için artık ithal ikameci anlayışın kalkması gerektiği IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası
finans kurumları aracılığıyla dile getirilmiştir. İthal ikameci modelin ikamesi olarak da
ihracata yönelik üretim modeli önerilmiştir. Azgelişmiş ülkelere kredi açmanın koşulu olarak
ihracatı teşvik eden politikalar uygulamaları ve daha çok ihracat yaparak döviz kazanmaları
telkin edilmiştir (Somel,2001:26). Türkiye de 1970’li yıllar boyunca büyük bir borç batağına
düşmüş ve döviz kıtlığı çekmiştir. Diğer azgelişmiş ülkelerle benzer şekilde 100 yıla yakın
zamandır da ‘sanayileşme istenci’ içinde, kimi zaman liberal politikalarla kimi zaman ithal
ikameci modeller ve devletçilikle bu istencin peşinden koşmaktadır. İhracata yönelik
sanayileşme modeli Türkiye’nin borçlardan arınma, kalkınma gibi hedeflerini gerçekleştirmek
için yeni umudu olmuş, dört elle bu modele sarılmış ve ülkede ekonomik ve toplumsal pek
çok dönüşümü peşinden getirmiştir.
3.3. İhracata Dayalı Üretim Dönemi
Azgelişmiş ülkelerin içine girdiği kriz 1970’lerde Türkiye için de geçerli olmuştur. Özellikle
1970’li yılların ikinci yarısında dış ödeme güçlükleri ve yüksek oranda fiyat artışları
biçiminde bir bunalım yaşanmıştır. Ekonomik bunalıma siyasal ve toplumsal boyutlar
katıldığı aşamada 24 Ocak 1980’de yeni ekonomi politikası kararları (Kepenek ve Yentürk,
2000:193)
uluslararası
finans
kurumlarının
direktifleri
ile
alınmıştır.
Kararları
uygulayabilecek bir iktidarın zeminini hazırlayan 12 Eylül darbesi yapılmış, yeni bir anayasa,
yeni bir hükümet, yeni bir ekonomi anlayışı ile Türkiye kalkınma hedeflerini
gerçekleştirmeye çalışmıştır.
İhracata dayalı üretim dönemini de iki dönemde incelemek mümkün olacaktır. Birincisi 19801989 arasındaki mal ve hizmet ticaretini serbestleştiren dönemdir ve ikinci dönem 1989 mali
krizi ardından başlayan ve 2000’li yıllara kadar süren finansal serbesti ve krizler dönemidir.
Birinci dönemin Özallı Yıllar olarak adlandırıldığını söyleyebiliriz. Bu dönemin belirgin üç
özelliği şöyle sıralanabilir: ihracatın teşviki, yatırım ve lüks tüketim mallarının ithalatında
artış ve son olarak, alt gelir gruplarının tüketimden düşmesi ile üst gelir grupları için lüks
tüketimin özendirilmesi. Dönemin üçüncü belirleyici özelliği bize sınıf analizi çerçevesinde
tüketiciyi vermektedir. Tüketici, ihracata yönelik üretimin yapılmaya çalışıldığı bu dönemde
yeni bir kesimdir. Daha önceki dönemlerden farklı olarak Özal ile birlikte Türkiye’nin
tanıdığı bu yeni tüketici sınıf, yeni zenginlerden oluşmaktadır. İstanbullu girişimcilere ek
olarak bu dönemde artık Anadolu kökenli girişimciler de ekonomk ve toplumsal arenada
kendilerini göstermeye başlamışladır (Bali, 2002: 38-39).
Aşağıda ayrıntılandırılacağı gibi ihracata dayalı üretimin uluslararası finans kurumlarınca
reçete olarak sunulması ve ithalata getirilen serbestlik, mal üretimini ve tüketim ilişkilerini
belirleyen iki olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. İkinci dönem ise paradan para kazanılan,
daha az kazanç getirici bir ekonomik faaliyet olması nedeniyle yatırımın azalma eğiliminde
olduğu ve tüketimin bankadan kolayca alınan kredilerle pompalandığı sıcak para dönemini
ifade etmektedir ve bu dönemin başlıca özellikleri, işsizliğin artışı ve yapısal bir soruna
dönüşmesi, krizlerle birlikte küçük üretim birimlerinin pazardan çekilmesi, gerçek ücretlerin
düşmesi ile alt gelir gruplarındakilerin tüketimden düşmesi, sıcak para ile faiz gelirine sahip
olan yeni zenginlerin türemesidir. Paradan para kazanma, rantiye bu dönemde toplum içinde
sınıfsal farklılıkları belirginleştiren ve hatta yeniden oluşturan bir yapıya sahip olmuştur.
3.3.1. 1980-1989 İhracat Dönemi
Borçlanma yoluyla ülkeler kapitalizmin sunduklarından ellerinden geldiğince yararlanmak ve
oyun dışında kalmamak için çabalamaktadırlar. Borçlanma, sistemin devamı, gelişmiş
ülkelerin borçlanan ülkeler üzerinde söz sahibi olmalarını kolaylaştıran bir güce sahiptir ve bu
güç çekinilmeden kullanılmaktadır. 1970’lerden bu yana Türkiye de dünyadaki diğer
azgelişmiş ülkelerle birlikte borçlanarak kalkınma hedeflerini gerçekleştirmeye çalışmıştır.
Sonucunda da IMF ve Dünya Bankası gibi iki kuruluşun sözünden çıkmadan yapması
gerekenler için çabalamaktadır. Bu kurumların ülkenin gelişmesi için önerdiği reçeteler
ülkenin para kazanması için ihracatın artırılması şeklindedir. Ülke ne kadar ihracat yaparsa o
kadar gelir elde edecek ve borçlarından o kadar çabuk kurtulacaktır. Ancak bu reçetenin
verildiğinden bu yana Türkiye ihracatta önemli aşamalar kaydetmiş olmasına rağmen borç
batağından kurtulabilmiş değildir. İhracatın teşvik edildiği yıllarda ithalatta da
serbestleşmenin yaşanması (Somel, 2001:26) ülkenin borçları kapatmak için yaptığı
ihracattan elde edilenlerin tekrar yurt dışına çıkmasına sebep olmakta ve ekonominin düze
çıkmasını engellemektedir. Belirtilmesi gerekir ki 1980-1988 arasında ihracattaki artış hızı,
ithalattaki artış hızından fazladır, bu da 1988’e kadar dış ticaret dengesi açısından olumlu bir
sonuç gibi görünmektedir. Ancak, ihracat yönündeki bu artışın nedeninin daha önceki
dönemlerde yapılmış yatırımlarla kurulmuş üretim düzeninin daha verimli kullanımı ile
gerçekleşmesi, işgücünün ucuza mal edilmesi için ücretlerde baskı oluşturulması ve iç talebin
kısılması ile üretilen malların dışarı pazarlanabilmesi olduğu bilinmektedir Bu dönemde
ithalatın artış hızının yavaşlaması, dışarıdan alınan yatırım mallarına olan talebin sonucudur
ve bu talebin az oluşu ihracat için yatırımın az olduğu anlamına gelmektedir (Kepenek ve
Yentürk, 2000: 513-514). 1988’de görülen yavaşlamanın ardında da 1989’da ihracat
mallarının miktarını sürekli fiyatları düşük tutarak artırmanın sınırına gelinmiş ve ekonomik
kriz kapıdan girmiştir.
Mal ticaretindeki serbestleşmenin yanında sermaye piyasasındaki serbestleşme ile ticari
bankaların faiz oranlarındaki serbestleşme kredi fazi oranlarını yükseltmiş, yatırımları
olumsuz etkilemiştir. Yatırımların olumsuz etkilenmesi üretimin olanaklarını sınırlamış ve
teknolojiye yapılmayan yatırımın sonucunda emek yoğun sektörlerde yapılan üretimle ihracat
gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Belirtilmeli ki yüksek faiz oranlarının üretimden kaçışı
körüklemesi banka sermayesinin üretimden tüketime kaymasına neden olmuştur (Kepenek ve
Yentürk, 2000: 514-515) ve bu uzaklaşma gereksinim duyulan malların ithalatını ve dış ticaret
dengesinin bozulmasıyla enflasyonu artırmıştır. Enflasyonun varlığı ekonominin vazgeçilmezi
olarak 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca hissedilmiştir.
ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher’ın iktidar anlayışına paralel olarak Türkiye’de
Özal, benzer ekonomi politikaları oluşturmakta ve uygulamaktaydı. Neoliberal ekonomi
politikalarının ülkede ilk etapta yapmaya çalıştığı ise uluslararası mal ve hizmet ticaretini
serbest bırakmak, yani o zamana kadar görülmemiş ölçüde ihracatın teşvik edilişine paralel
olarak ülke içine ithal malları sokmak, bu yolla yerli üreticiyi uluslar arası rekabete girmeye
zorlamak, makina ve teçhizat ithalatını kolaylaştırarak yatırımları artırmak, işçi ve
memurların ücret ve maaşlarını reel olarak aşağı çekmek, bu yolla tasarruf ederek borçların
ödenebilirliğini sağlamaktır. Yani sistem yatırım/ithalat, ihracat ve dar gelir gruplarının
tüketimlerinin kısılması üzerinden üçlü sac ayağına oturan yeni bir ekonomi politikası modeli
benimsemektedir. Ne var ki yukarıda belirtildiği gibi ihracatla birlikte ithalatın da
serbestleşmiş olması, ülke içinde belli sektörlerdeki yerli üreticiyi mağdur da etmiştir.
Örneğin, ülkeye 1980’lerle birlikte gelen Çikita Muzlar, Anamurlu muz üreticilerini zor
durumda bırakmıştır (Yardımcı, 21,03,2004). İthal muz, yerli muzdan boyut olarak daha
büyük ve sarı kabuğu lekesizdir. Yerli muzdan farklı olan bu muz, 1980’li yıllarda zengin
yiyeceği olarak ülkede görülmeye başlamış, o zamana kadar yerli malı haftalarında
ebeveynlerinin hazırladıkları beslenme çantalarına girmemiş olan ithal muzlar okullarda
yapılan kutlamalarda da boy göstermeye başlamıştır. Yerli malı haftası da yine bu dönemden
itibaren anlamını yitirmiştir. Yerli malı kullanımı ekonominin geleceği açısından azgelişmiş
ülkelerde önemle vurgulanması gereken bir durumu ifade eder ancak Türkiye bu anlayıştan
vazgeçerek yabancı malların büyüsüne kapılmıştır. Nescafe, Marlboro, Levi’s gibi yabancı
markalı nesnelerin yerini alabilecek nesnelerin varlığı yerli malı tüketimini özendirmeye
yetmemiştir.
İthalat rejimindeki serbestleşme ile o zamana kadar yurtdışından kaçak getirilen kotlar,
yabancı markalı ürünler geniş kesimlere hitap edecek kadar yaygınlaşmış olmasa da gelir
seviyesi yüksek yerleşimlerde görülmeye başlamıştır. Türkiye, kaçak ürünlerden yasal
ürünlere doğru tüketimini ithalat rejimi ile değiştirdiğinde yeni tüketim nesneleri ile de
tanışmaya başlamıştır. Sınırlı biçimde magazin dergilerinde ve filmlerde karşısına çıkan
yaşam biçimleri yavaş yavaş gerçek olmaya başlamıştır. Bu dönemde reklamların, gazetelerin,
filmlerin gösterdikleri Amerikan tarzı yaşam biçimleri olmuştur ve özendirilmiş gençlere
bunlara ulaşma fırsatı verildiğinde tüketim kalıpları da değişmeye başlamıştır. Basın
aracılığıyla aksettirilen yaşam biçimi değişimini, 1980 sonrası üretilen onlarca yerli sinema
filmi de büyük oranda yansıtmaktadır. Birbirine benzer senaryolarıyla pek çok filmde fakir
gençlerin fakirliklerinden utandığı, arkadaşları arasında mahçup duruma düşmemek için onlar
gibi giyinmeye özen gösterdiği, dar paça pantolon ve vatkalı ceketleriyle barlarda dans
etmeye özendikleri görülmektedir. Tek kanallı son on yıllık dönemde, 1980’lerde, TRT yayın
alanını genişletmiş, kanal sayısını artırmaya başlamış ve zaman dilimini artırmıştır (Özdemir,
2003). Böylece daha fazla kişi Batılı yaşam tarzı ile tanışma fırsatı bulmuştur. Bu dönemde
televizyonculuk alanında gelişmeler 1990’lı yıllara gelindiğinde özel televizyonların
yasallaşması ile ülkenin toplumsal yaşamında çok etkin bir rol üstlenmiştir.
1980’li yıllarda ekonomik ve toplumsal alanda zenginliğin anlamı değişmiştir ve zenginliğin
gösterilmesi gerektiğine ilişkin bir anlayışla lüks tüketim nesneleri toplumsal yaşam içinde
sıkça insanların karşısına çıkar olmuştur. 1970’li yıllarda işçi işveren çatışmaları ile işverenler
dikkat çekmemek için çok fazla ortada görünen, basında her hareketiyle yer alan insanlar
olmaktan kaçınırken, 1980 sonrasında Özal’ın yeni zenginler yaratma ideali (Bali, 2002)
çerçevesinde hükümet gezilerine katılan, magazin dergilerinde ya da ekonomi dergilerinde
evini basına açan, antikalarını, geyik avından yadigar duvara monte edilmiş geyik başlarını 30
gösteren yeni bir anlayışa sahip işadamları görülmeye başlamıştır.
Lüks tüketim nesneleri daha önceki bölümlerde de tartışıldığı gibi kullanım değerinden öte bir
değere sahiptir ve doğası gereği bu nesneler gizli değil toplum içinde görünür olmak
zorundadır. Bu nesnelere değer kültürle aşılanmaktadır. İnsanlar, nesneleri lüks kılmaktadır.
Kürklerin, mücevherlerin, yabancı markalı giysilerin filmlerde sıkça karşımıza çıkıyor
olmasının altında da işte bu toplumsal değer yatmaktadır. Kısacası 1980 sonrası yıllar, düşük
gelir gruplarının tüketimden düştüğü, yüksek gelir gruplarının tüketiminin ve lüks tüketimin
arttığı yıllar olarak görülebilir. Düşük gelir grubundaki insanların hiç tüketmediği sonucu
çıkarılmamaktadır. Piyasa mümkün olduğunca çok kişiyi tüketici kılmaya çalışmaktadır ne
var ki tüketimin simgesel bir işleve bürünmesine katkıda bulunacak tüketim düşük değil,
yüksek gelir grubu tarafından gerçekleştirilmektedir. Yüksek gelir grubu için üretilen lüks
tüketim malları geçmiş dönemlerden farklı bir tüketme eylemni bize vermektedir. Lüks
nesnelerin bu kadar büyük bir çabayla tüketiliyor olması 1970’li yıllardaki karaborsanın,
kıtlığın, kuyrukların olması ile de bağlantılandırılanilir ancak insanların tüm bunlara özlem
duyabilmeleri için daha öncesinden bunları tatmış, bunlarla yaşamış olmaları gerekir, bu
noktada gereksinimlerin oluşturulma süreci hatırlanabilir. Gereksinim olarak görmediği
nesneye özlem duymayan birey için lüks tüketim mallarının cazibesi çok da anlamlı değildir
30
Geyik başları ile basına poz veren işadamı, Cem Boyner, Bali’nin (2002:36) çalışmasında işadamının görünen
yüzünü örneklemektedir.
eğer reklamları, magazin dergilerini ve Batılı yaşamı özendiren televizyon programlarını
hesaba katmazsak.
1980’li yıllarda başlayan ekonomik değişim sürecinin ilk on yıllık döneminde küresel
ekonomik işbölümü çerçevesinde ucuz işgücü ile yabancı sermayeyi ülkeye çekmek için çaba
harcanmıştır. İşçinin daha az itirazla emeğini ucuza satması ancak 12 Eylül darbesiyle
mümkün olmuştur. Bu darbe ve ardından gelen anayasa belli ölçülerde örgütlenme
özgürlüklerinde ve toplu pazarlık süreçlerinde sınır getirmiştir. Bu sınırlılıklar da endüstri
ilişkileri içinde üçlü sac ayağını oluşturan kurumlar
-devlet, işveren ve işçi-
arasında işçiden yana kurulan dengenin bozulması ve devletin işveren yanında yer almasında
rol oynamıştır. Ülkenin ucuz işgücü ile dünyada tanınır olması, taşeronlaşma ve fason üretim
eğilimine sahip yabancı sermayeyi ülkeye çekmenin yolu olarak görülmüştür. Fason üretimde
bu dönemden başlayarak büyük gelişmeler yaşanmıştır. Türkiye marka satmayı beceremiyor
olsa bile marka malları satmaya başlamıştır. İhracata yönelik olarak üretilen mallar daha önce
de söylendiği gibi ülkenin borçlarından kurtulması için üretiliyordu. Yani dışarıya satılması
gerekiyordu ve bu nedenle içerde talebin kısılması gerekiyordu. İç talebin kısılması da
ücretlerin düşürülmesi ile mümkün olabilmiştir. Malların satılması ile ülkeye girecek döviz,
ithalat kalemi olmasa belki de gerçekten borçlardan kurtulmaya yarayabilecekti. Ne var ki
ihracatla birlikte ithalat rejimlerinin serbest kalışı geçen çeyrek asırda tüketim olgusu
bakımından Türkiye’yi Amerikalaştırsa da, borç batağı açısından bakıldığında hala azgelişmiş
ülkeler arasında bile en borçlular kulübünde yer aldığını hatırlatmaktadır. İthalattaki patlama
içerde ücretleri baskı altına almakta (Somel, 2001:37), ülkede ihracat sektöründekileri de
kontrol etmektedir. Bir yanda baskı altına alınmış ücretle geçimini sağlamaya çalışanlar
sözkonusu iken diğer tarafta yabancı marka malları satışı alabildiğine artmakta, reklamlar
aracılığıyla daha fazla yabancı marka belleklerde yer etmektedir. 1980’li yıllar ülkeye yabancı
markaların orijinallerinin girdiği ve çok yüksek fiyatlardan alıcı bulduğu yıllar olmuştur. Bu
dönem, Türkiye’de tüketimin son yıllardaki evrimini açıklamada önemli olmaktadır.
Markalar, toplum içinde sınıfsal bir kimliğe sahip olmak isteyen ve belli bir gruba aidiyet
duygusu ile bağlanmaya heveslenenler için en önemli araçlardan olmuştur. 1990’lı yıllara
gelindiğinde ise birinci bölümde belirtilen tüketim kuramlarının da söylediklerini doğrular
şekilde insanların statü belirleyen markalar etrafında tüketim örgülerini geliştirmeye
çalıştığını görmekteyiz. Simmel’in Trickle-Down Kuramı ile açıklamaya çalıştığı toplum
içindeki tabakaların tüketim nesneleri ile ilişkileri Türkiye’de 1990’lı yıllarda kendini
göstermiştir. Üst gelir grubu markaları satın alırken, alt gelir grubu oyun dışı kalmaya pek de
hevesli olmadığı için statü simgesi markalarıntaklitleri ile kendilerini göstermeye
çalışmışlardır. Bu sürecin devam ettiğini de söylemek mümkündür. Marka taklitleri ile
toplumda önemli bir grup tüketimden düşmemek için çabalamaktadır. Marka taklitleri aşağıda
dönemin toplumsal sınıf yapısı ve gelir seviyesi ile bağlantılı olarak ayrıntılı biçimde
incelenecektir.
3.3.2. 1989 Sonrası Sıcak Para Dönemi 1990’lı Yıllar
1988 yılına gelindiğinde artık ihracattaki artış hızı yavaşlamıştır. İhracatın yeni teknolojiler
kullanılmadan yapılması, rekabet gücünü azalttığı noktada ithal yatırım malları ülkeye
girmeye başlamış ve ithalat arttığında dış ticaret açığı hızla büyümüştür. Bununla birlikte dış
borçlar artmış ve ülke ekonomisi 1989’a gelindiğinde krizle karşı karşıya kalmıştır (Kepenek
ve Yentürk, 2000:514). 1989 krizine gelene kadar 1980’lerin ortalarından itibaren para ve
sermaye piyasalarındaki serbestleşmenin etkileriyle faiz oranlarının yüksek seyretmesi sıcak
para akışını hızlandırmış, yatırım yerine paradan para kazanma daha fazla kar getirir
olmuştur. Bu dönüşüm 1990’lı yıllarda daha da belirgin olarak yaşanacak ve döneme
damgasını vuracaktır. Yatırım yerine faizden kazanılanların daha tatminkar oluşu tasarrufu da
etkilemektedir. Tasarruf da gelirin kullanıldığı iki kalemden biri olarak hatırlandığında
tasarruf edilmeyenin tüketime aktarıldığı akla getirilecektir.
Ülkenin ihracata yönelik üretim politikası, yatırım ve tasarruf hala ekonominin düze
çıkması için bir yol olabilirken, yatırım ve tasarruf için çok da hevesli olunmadığı ortadadır.
Gelirin düşük olması ile ancak yaşamın biyolojik olarak sürdürülmesine imkan tanıyacak bir
tüketim miktarı karşılanabilir ve yeni yatırımları olanaklı kılacak bir tasarruf oranına imkan
tanınmayacaktır. Gelirin artması ile tüketim oranlarında bir artış olsa bile yine de gelirin bir
bölümü gelecekteki tüketimler için tasarruf edilmeye başlanacaktır. Türkiye’nin geliri, ABD
ya da diğer gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kadar yüksek değildir ve tasarruf oranları onlardan
düşüktür. Ama kendi gibi azgelişmiş ülkelere bakıldığında da tasarruf oranının düşüklüğü
belli anlayışlardaki farkı ortaya koymaktadır (Somel, 2001).
Türkiye’de tasarruf olanaklarının sınırlı olması Türkiye üzerine yürüttüğümüz tartışma
açısından önemlidir. Artan gelir uçurumuna rağmen, neoliberal tezleri çürütürcesine
Türkiye’de hala yeterli düzeyde tasarruf yapılmamaktadır. Tasarruf, geleceğin varlığına olan
inancın simgesi durumundadır. Tasarruf, gelecek varsa anlamlıdır ve gelirin bugünden
tüketilmesi gelecekteki belirsizliklere karşı kişiyi/devleti korumasız kılacaktır. Tasarruf
tüketimden çekilen ve tüketimi sınırlandıran bir faktör olarak düşünülmemelidir. Aksine
tüketimi düzenleyen, bugünkü ve gelecekteki tüketim arasında bağları kuran, tüketimin
sürekliliğine hizmet eden bir unsurdur. Geleceğin belirsizliği ve korunma gereksinimine
dayalı bir anlayış, tasarrufu harekete geçirecektir. Ancak geleceğin/yarının yok olması
(Sennett, 2002) ve her günün bugün olması tasarruf yerine müsrif ve günlük (ya da günü
kurtarmaya yönelik) tüketimi daha cazip hale getirmektedir. Tüketimi cazip hale getiren bir
diğer etken de belirsizlikler ve yüksek beklentilerin zorluğu (Pountains ve Robins, 2002:172)
karşısında yaşamı ertelemek istemeyen insanların anlık zevklerle mutlu olabilmesinin yolunun
alışverişten geçiyor olmasıdır. Günlük yaşam kavramının çokça kullanılmasının altında da
geleceğe dair umutsuzluk ve geleceğin kar etmemesi etkilidir. Ne zaman ki gelecek kar eden
bir zaman dilimi olarak görülür, o zaman gelecek telaffuz edilmeye başlamaktadır. Özel hayat
sigortalarının piyasada boy göstermesiyle birlikte gelecek para eder olmuş ve ‘gelecek de bir
gün gelecek’ sloganı ile sigorta şirketleri insanları sigorta tüketimine ikna etmeye
çalışmaktadırlar. Ancak belirtilmeli ki falın ve falcılığın bile bu dönemde bir ticari metaya
ve mesleğe dönüşmesini saymazsak sigorta şirketlerinden başka, gelecekle çok fazla ilgilenen
bir başka sektör yoktur. Günü yaşa, hayattan zevk al sloganları ile birlikte mutluluk vaadi
reklamlarda boy gösterip tüketim kışkırtılmaktadır. Malların ömürlerinin sürekli kısaltılması
da bu gelecek yokluğuyla bağlantılandırılabilir. Gelecek sene de giyer anlayışı ile alınan
mallar, nasıl olsa modası geçer diye alınan mallara yerini bıraktığında malların ömrü
konusundaki değişim anlaşılabilir olmuştur. 1980 öncesine kadar bir ya da iki cift ayakkabı
ile bütün bir yılı geçirenler artık ayakkabıların renklerinin, modellerinin demodeliği nedeniyle
yenisini almak zorunda bırakılmaktadır. Ülkemizde moda ve demodeliği örgütleyen pek çok
magazin dergisi ve televizyon programı 1990’lı yıllarda özel televizyonların ve bu
televizyonların sahiplerine ait gazete, dergi gibi yazılı basının gayretiyle önemli meseleler
haline getirilerek tüketimin artırılmasında etkin bir rol oynamaktadır.
Türkiye, geleceğin yok olması ve her günün bugün olması anlayışı ile tasarruftan tümüyle
olmasa da vazgeçmiş görünmektedir. Somel (2001: 29-30), Türkiye’yi gelir, yatırım ve
tasarruf açısından gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerle karşılaştırdığında ülkenin, düşük gelir
seviyesinin tasarruf oranları üzerindeki etkisini mazeret olarak kullanmasının ikna edici
olmadığını ifade etmektedir. Çin, Malezya ve Güney Kore de Türkiye gibi düşük gelir sahibi
ülkeler olmasına karşın üç ülkenin de tasarruf oranları Türkiye’den yüksektir 31. Türkiye,
tasarruf edilebilir kaynakların önemli bir bölümünü özel ve kamusal lüks tüketimle çarçur
etmektedir (Somel, 2001:30). Bu da bize yine Türkiye’nin ne kalkınma hedeflerinden ne de
tüketimden vazgeçmediğini ifade etmektedir. Tüketimin neden 1980 sonrasında özellikle de
1990’lı yıllarda toplumsal yaşamın bu kadar derinine nüfuz ettiği, cevabı gibi önemli bir
sorudur. Kültürel özellikler göz önüne alındığında ‘borç yiğidin kamçısıdır’ sözü ile ifade
edilenler belki de ülkenin tasarruf ve tüketim arasındaki ikilemini açıklayabilir. Türkiye,
dünyada hala yiğit kalabilmek için tüketimden ve dolayısıyla borçlardan kurtulma niyetinde
değildir. Ancak ülkenin borçlu kalması yalnızca yiğitlik sevdasıyla açıklanabilecek gibi
değildir, azgelişmiş ülkelerin borçlanmasında küresel kapitalizmin işleyişi açısından büyük
yarar vardır, borç kişinin ve devletin başkası önünde pasifleşmesine neden olmaktadır.
Pasifleşme ise karşı tarafı, gelişmiş kapitalist ülkeleri ve uluslararası sermayeyi, aktifleştiren
bir etkiye sahiptir.
1990’lı yılların Türkiye’nin ekonomisi ve bizim çalışmamız açısından tüketimle bağlatılı
olarak özgünlüğünü tartışmaya başlarsak, öncelikle alınan ekonomi politikalarına
değinilmelidir. 1989’da 32 Sayılı Karar ile Türk Parasının yabancı paralar karşısından sınırsız
değiştirilebilir olmasına imkan verilmiş, firmaların dövizle borçlanmasını sağlamak için
uluslararası finansal serbestleşme dönemi başlatılmıştır. Uluslararası finansal serbestleşme ile
Somel (2001:29), Dünya Bankası verilerinden 1999 yılına ait bazı ülkelerin yatırım ve tasarruf oranlarını şu
şekilde aktarmıştır:
31
ABD
Almanya
Çin
Fransa
Güney Kore
Malezya
Türkiye
GSYİH’da
yatırımın
payı (%)
19
21
40
22
27
32
24
GSYİH’da
tasarrufun
payı (%)
17
23
42
21
34
45
21
yurtdışından o zamana kadar başka hiçbir ülkede elde edemeyecekleri kadar faiz kazancı elde
edebileceklerini görenler ülkeye girmeye başlamış, devletin borçlanma gereksinimini
karşılamada etkin rol oynamıştır. Yüksek faiz oranları, yatırıma dönüşmeyen bir kazanç
kapısına imkan tanıdığında, ülkede önemli bir sıkıntı yaşanmıştır. Ülke yatırım yapamıyor,
dolayısıyla işsizlik önemli boyutlara çıkıyor ve ekonomik sıkıntılar siyasal ve toplumsal
sorunları hazırlıyordu. Ekonomik açıdan yeterli bir gelir düzeyine sahip olamayanlar için bu
dönemde tüketimin önemli ölçüde gerçekleşmediğini söyleyebilmemiz için tüketici
kredilerini hesaba katmamış olmamız gerekecektir. Ancak bu dönemin özgünlüğü finansal
serbestleşme ile tüketici kredilerine yönelen banka kredileri ile ifade edilebilmektedir. Daha
önceki hiçbir dönemde olmadığı kadar tüketiciye kredi verilmeye başlanmış, kredilerin
faizleri yatırımdan elde edileceklerden fazla olduğu noktada da bu işleyiş devam etmiştir.
Yüksek borçlanma, yüksek kamu açığı, yüksek tüketim, yüksek ithalat gibi sorunlar
ekonomideki dengesizlikleri bu dönemde pekiştirmiştir (Kepenek ve Yentürk,2000:516).
Tasarruf konusuna tekrar dönersek 1980 sonrası finansal serbestleşme, tasarrufu özendirmek
ve etkin kaynak kullanımı sağlamak amacına yöneliktir, ne var ki serbestleşmenin uluslararası
düzeye taşınması tasarruf ve dolayısıyla yatırımı değil sıcak paraya itibari peşinden
getirmiştir. Uluslararası serbestleşme ile TL’nin aşırı değerlenmesi ülkenin dış pazarlardaki
rekabet gücünü azaltmış ve dış açık 1993 yılında rekor seviyeye ulaşmıştır. 1994 yılında da
devalüasyon kararı ardından dış açık yüksek oranda devam etmiştir.1994 krizi ardından
mevduat fazi oranlarının %100 civarında seyretmesi, enflasyonu 1994 yılı sonrasında %
90lara tırmandırmıştır (Kepenek ve Yentürk, 2000:517). Dış açıkları azaltma ve ihracatın
hayatta kalması için ülkenin tek cazip tarafı ucuz işgücü olduğunda ucuz işgücü kullanılarak
üretim yapan dokuma gibi sektörler dikkat çekmiştir. Ucuz işgücü ile uluslararası alanda pek
çok azgelişmiş ülke ile rekabete giren ülke içeride yine talebi kısarak rekabet gücünü
korumaya çalışmıştır. Ancak ülke içindeki kredi genişlemesi iç talebin de canlanmasına
imkan tanıyacak şekilde tüketici kredilerini o zamana kadar görülmemiş kolaylıkla
tüketicilere vermeye başlamış, toplum üretmeden borçlanarak mağaza mağaza gezmeye
başlamıştır.
3.3.2.1. 1990’lı Yıllar Tüketimciliğinin Genel Özellikleri
1990’lı yıllardaki tüketime ilişkin diğer dönemlerden farklı pekçok özellik görülmektedir.
Aşağıda sıralanacak ve açıklanacak bu özellikler doğaldır ki daha önceki dönemlerden alınan
birikimle de bağlantılıdır. Türkiye bir azgelişmiş ülke olarak dünyadaki genel gidişe uyma
çabası içinde, tüketim konusuna eğilmektedir. Bu çabanın yalnızca Türkiye tarafından
gösteriliyor olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Küreselleşme sürecinde ekonomiler bir
diğer ülkenin ekonomisinden bağımsız gelişememektedir ve uluslararası ortaklıklarla birlikte
tüketim, yerel bir süreçten çok daha fazlası ile işlemektedir. Türkiye’de özellikle 1990’lı
yıllarda başlayan yabancı ortaklı firmaların yönlendirdiği bir piyasa sözkonusudur. Batı’daki
benzerlerine göre inşa edilmiş alışveriş merkezleri ve yine benzer vitrinlerde benzer ürünler
tüketici ile buluşmaya başlamıştır. Türkiye’deki tüketim yabancı bir firmanın mal ya da
hizmet satabileceği bir pazar olduğu sürece bir başka ülke de tüketimle ilgilenebilmektedir ve
kendi ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de tüketimi kışkırtmak için çabalamaktadır. Yabancı
markalı ürünlerin piyasaya yoğun şekilde girişi de yine 1990’lı yıllara rastlamaktadır. Bu
yıllar ülke içinde yukarıda da belirtildiği gibi krizlerin yoğun biçimde toplumsal yaşamı
etkilediği yıllar olmuştur.
3.3.2.1.1. Gelir Dağılımında Uçurum: Rantiye ve İşsiz
Üretim yerine paradan para kazanılan bir ekonomiye sahip olunan bu dönemin en belirgin
özelliklerinden biri olarak karşımıza toplumsal sınıf yapısındaki farklılaşma çıkmaktadır.
Gelir dağılımındaki bozukluklarla ülkede çok zengin ve çok fakir arasında büyük uçurumlar
meydana gelmiş, ülkede aynı havayı soluyan ve birbirinden tümüyle farklılaşmış gruplar
belirmiştir. Gelir dağılımındaki uçurumlar 1990’lı yılların sonuna gelindiğinde, gelirin aileler
arasında % 1’lik dağılımı ile ilgili oranları ele alırsak Türkiye’nin birinci gelir grubu ile
yüzüncü gelir grubunun aylık gelirleri arasında yaklaşık 236 kat fark olduğu görülmektedir
(Sönmez,2001:64). Gelir dağılımındaki bu büyük uçurum bizim konumuz açısından, tüketime
ilişkin toplumun farklı kesimlerini göze alarak açıklama yapmamız gerektiği sonucu
vermektedir. Türkiye’nin gelir dağılımı gözönüne alınarak, tüketimi rahatça gerçekleştiren bir
kesime sahip olduğu doğrudur ne var ki toplumun dörtte üçü düşük ve alt orta gelirli gruba
dahil ailelerden oluşmaktadır 32 ve bu ailelerin gerçekleştirdiği tüketim, özellikle televizyon
programlarında
ya
da
reklamlarda
gösterilen
tüketici
hayatı
yaşamayı
mümkün
kılmamaktadır.
Yukarıda da belirtildiği gibi paradan para kazanılan ve sürekli genişleyen bir rantiye sınıfı bu
dönemin belirgin özeleliklerinden birini oluşturmaktadır. Üretimsiz gerçekleştirilen tüketimi
kolaylaştıran bir sistem olarak faiz gelirleriyle toplumsal yaşam içinde tüketimi
gerçekleştiren
bu sınıf, rantiyeyi oluşturmaktadır ve ülkede özellikle de İstanbul’da
bankacılık sektöründeki hızlı gelişmeler bu grubun tüketimini gerçekleştirecek yeni
mekanları, ürünleri ve hizmetleri ortaya çıkarmaktadır. Öncelikle bu grubun gereksinimleri
için oluşturulmuş alışveriş merkezleri kısa sürede toplumun geneli için vazgeçilmez bir
32
Sönmez(2001)’in çalışmasında toplumsal gelir grupları beş başlık altında toplanmaktadır. Bunlar özetlenecek
olursa, süper zengin yüzde 1, en üstteki yüzde 1’lik grubu temsil etmektedir ve aylık hanesine giren gelir,
Türkiye’nin yüzde 45’inin hanesine giren gelire denktir. İkincisi sırada yüksek gelir grubu yer almaktadır ve
toplam gelirden yaklaşık yüzde 16.1 alan bu grup toplam nüfusun yüzde 5’ine tekabül etmektedir. Üçüncü gelir
grubu, üst-orta gelir grubu, nüfustaki payları yüzde 16 ve toplam gelirden yüzde 25.6 pay almaktadır. Alt-orta
gelir grubunun hanesine 854-342$ arasında gelir giriyor, toplam gelirin %32.5’i bu gruba ait ve toplam nüfus
içindeki payları yüzde 48. Son grup, düşük gelir grubundakilerin ise toplam gelirden aldıkları pay yüzde 9 ve
toplam nüfus içindeki payları yüzde 30.
konuma gelmiştir.
33
yine televizyon programlarındaki yaşam tarzına ilişkin yapılan
göndermeler ve tarz oluşturma rehberleri ilk olarak rantiye için hazırlanmaya başlamıştır.
ancak belirtilmeli ki rantiye sınıfı için hazırlanan tarz oluşturma rehberi, televizyonun pek çok
ailenin evinde yer alması ile rantiye sınıfından çok daha fazlasına ulaşmaktadır ve pek çok
aile bu yaşamı izlerken kendileri için bir hayal olmadığı imajı uyandırılarak tüketimin
tümüyle dışında bırakılmak istenmemektedir. Hayalin gerçeğe dönüşmesi ise bankacılık
sektöründe hızla genişleyen kredilerle mümkün kılınmaya çalışılmıştır. Kredi kartı kullanımı
ve borçla gerçekleşen tüketim daha önce olmadığı kadar yaygınlaşmaya başlamıştır.
Gelir dağılımındaki uçurum, rantiye ile düşük gelir grubu arasındadır ve iki grubun tüketim
davranışları doğaldır ki birbirinden farklıdır. Düşük gelir grubunda yer alanların bir kısmının
işsiz olduğu da hatırlandığında ülkede tüketime ilişkin çok farklı davranış kalıplarının var
olduğunu söylemek yanlış olmaz. Düşük gelir gruplu ailelerin, ülkede işsizliğin büyük bir
sorun olduğu yıllarda tüketim davranışları doğaldır ki sınırlanmaktadır. Ancak tüketimden
kopmak ya da dışlanmak istemeyenlerin geliştirdiği çözümler de görülmektedir. Bunların en
başında taklit marka tüketiciliği gelmektedir.
Aşağıda gelir dağılımı ve bu dağılımdaki
bozuklukların tüketimi nasıl yönlendirdiği örneklendirilecektir.
Gelir dağılımının aşırı
bozulmasının beraberinde getirdiği sorunları şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Alt gelir gruplarının tüketime dahil olamaması. İhracata yönelik sanayileşmenin de temel
mantığını oluşturan bu anlayış, ucuz işgücü temelli uluslararası rekabete dayalı bir ekonomide
öncelikle ihracata yönelebilmek için çalışanların ücretlerinin sistematik bir biçimde
aşındırılması mantığına dayalı olarak çalışmaktadır. Bu sayede uluslararası rekabet olanağı
yakalanırken insanlar da büyük oranda tüketimden dışlanmaktadır.
33
Aşağıda alışveriş merkezleri incelenecek ve 1990’lı yıllarda görülen gelişmeler açıklanacaktır.
2. Ulusal tüketimin genel anlamda kısılması. İhracata dayalı sanayileşmenin temel mantığı
yerel tüketimi kısıp, üretim fazlası vermek ve bu fazlalığı ihraç etmek, döviz elde etmek ve bu
sayede borçların ödenebilirliğini sağlamak şeklinde formüle edilebilir. Bu nedenle yerli
üretime talebin genel olarak kısılması önem taşımaktadır.
3. Farklılaştırılmış tüketimin hem nicel hem de nitel olarak artması. Gelir grupları arasında
ortaya çıkan uçurum bir yandan alt gelir gruplarını tüketimden dışlarken, diğer yandan da
küresel marka hegemonyasına öykünen yeni tüketimci yapıyı alt gelir gruplarına da taşımak
amacıyla “marka taklitçiliği”ni doğurmuştur. Genellikle Türkiye, Çin veya Hindistan gibi
ülkelerde niteliksiz işgücü ve niteliksiz malzeme ile üretilen ve büyük markaların isimlerine
öykünerek veya doğrudan bu markaların adıyla sahte olarak üretilen malların ucuza piyasaya
sürülmesi yoluyla ortaya çıkan yeni taklit marka tüketimi alt gelir grupları için de belli
oranlarda tüketim sürecine katılma olanaklarını yaratmıştır.
3.3.2.1.2. Taklit Marka Tüketimi
Türkiye’nin tüketim ilişkilerinin tartışılmasında en önemli noktalardan birini taklit marka
tüketimi oluşturmaktadır. Dünyada tüketimci toplum olarak kabul edeceğimiz gelişmiş
kapitalist ülkelerden farklı olarak orijinal markalara sahip olacak gelir düzeyine erişememiş
bir ülkenin tüketime dahil olma çabaları, azgelişmiş ülkeleri taklit marka üretimi yoluyla
tüketime dahil etmektedir. Bu yasal olamayan yöntem ile çokuluslu şirketlerin
egemenliğindeki
marka
pazarı
azgelişmiş
ülkelerde
sekteye
uğramaktadır.
Ancak
belirtilmelidir ki televizyon programları, reklamlar aracılığıyla teşvik edilen bir tüketimin
gerçekleşmeyen bir eylem olarak kalması böyle bir kışkırtmanın sonucunda çok da mümkün
görünmemektedir.
İkinci bölümde tartışılan ikinci dalga meta fetişizmi bize markalar
aracılığıyla tüketimin farklı bir boyutta ilerlediğini aktarmaktaydı. Sadece tüketmek değil
markaların tüketilmesi şeklinde gelişen yeni bir tüketim kalıbı ile insanlar toplum içinde
vermek istedikleri mesajları anlamlarla yüklenmiş markaların arkasında kalmış ürünleri
tüketmektedirler. Amaç üründen önce marka olduğunda markaların bu kadar çok taklitlerinin
üretilmesini de anlamlı kılmaktadır. Türkiye 1990’lı yıllardan itibaren özellikle Uzak Doğu
ülkelerinden gelen taklit markalı ürünleri tüketmeye başlamıştır. Adidas, Benetton, Burberry,
DKNY, Casio, Nike, Polo, Versace, Levi’s, Lacoste, Sony, Swatch, Tommy Hilfiger, Reebok,
Puma taklitlerine sıkça rastlanan dünyaca ünlü markalardır. 34 Verilen markalar parfüm,
tekstil, ayakkabı, saat, eloktronik eşya markalarıdır, bunlara ek olarak sigara, çikolata, içki,
mobilya gibi alanlarda da taklit marka üretimi/satışı gerçekleşmektedir.
Türkiye’de son
yıllarda bu markalara ait pek çok taklit ürünün satışının yapılıyor olması bu firmalara büyük
zarar vermektedir ve bu zararı önleyici önlemler uluslararası ticaret anlaşmaları gereğince
alınmaya başlanmıştır.
Türkiye’nin Dünya Taklitçilik Ligi’nde ilk üçte yer aldığına ilişkin bir haber de
(_____,01,07,2004), ülkenin konunun üzerine eğilmesi gerektiğini vurgular niteliktedir. 1995
yılında Gümrük Birliği üyeliği ardından 556, 554 ve 551 Sayılı Kanun Hükmünde
Kararnameler ile taklit markalara karşı mücadele vermektedir. Yapılan yasal düzenlemelerle
taklit markalar toplanmakta ve satışı gerçekleştirenler hakkında yasal işlem başlatılmaktadır.
Türkiye’de dünyaca ünlü markaların sahibi şirketlerin 1990’lı yılların sonuna geldiklerinde,
1999’dan 2000’e, İstanbul Adliyesi’nde görülen taklit davaları yüzde 300 oranında artış
göstermiştir (Dağlar,15,01,2001). Bu davalar firmalar açısından haksız rekabete neden olduğu
34
Verilen markaların pek çoğu ya birebir adıyla ya da adının benzeri ile taklit edilmektedir. Buna göre adidas-
adibas,adisas, adiclas, reebok-rebok, panasonic-panasoanic, caterpillar-catrepillar, levi’s-lewis/levis, casio-casiq,
harley davidson-halley davidson gibi isimlerle piyasa sunulmakta ve orijinalleri için yeterli gelire sahip
olmayanlar bu taklitlerle tüketime dahil olmaya çalışmaktadır.
gerekçesiyle yürütülmektedir. Bizim konumuz açısından önemli yanı ise insanların tüketim
nesneleri satın alırken markaya verdikleri önemi anlatıyor olmasıdır. Markalı bir mala ilgi bu
derece yoğun olmasaydı ve alt gelir grubundakilerin kendilerini ifade ediş biçimi olarak
sunulmasaydı taklitler bu kadar yoğun, piyasada iş yapamazdı. Türkiye’de ucuz Çin ya da
Uzak Doğu marka taklidi mallarla ya da kendi üretimi taklitlerle alt gelir grubunu tüketime
dahil etmeye çalışmaktadır. Ne var ki gelişmiş ülke toplumlarındaki tüketime eşdeğer bir
tüketim gerçelşemese de üretimsiz tüketimin gerçekleştiği bu yıllarda ve günümüze kadar
gelen dönemde gelişmiş ülkeler gibi tüketme alışkanlıkları geliştirilmeye devam etmektedir.
Alt gelir grubundaki tüketici için tüketmenin rahat yolu olarak görülse de taklit markalar,
markanın orijinallerini satanlar için zarar getiricidir. Markası taklit edilen firma hem yeterli
satışa ulaşamamaktan şikayet etmekte hem de orijinal markayı satın alanların bu markalardan
taklitleri nedeniyle zamanla vazgeçmektedir. Trickle-Down Kuramında da açıklanan gelir
grupları arasında farklılığı arayan üst gelir grubu tüketicileri alt gruptakilerin kendi giydikleri
orijinal ve pahalı malların taklitleri ile aynı caddeden geçmeyi kabul etmemekte ve taklit
edilen markayı giymekten vazgeçmektedirler. Çünkü yapılan taklitlerin orijinallerinden ayırt
edilemiyor olması kimin ürüne daha çok para verdiğini gizler niteliktedir. Konuyla ilgili
olarak köşeyazarı Türkel (26.06.2003), taklitleri olan üründen vazgeçişleri ve taklit
markaların pazar içindeki konumlarını değerlendirmektedir. Gazeteci Türkel, isim vermeden
Türkiye’deki hipermarketlerde orijinalleriyle birlikte taklit malların da aynı vitrinde
sergilenerek satıldığını ve her iki ürün için de aynı fiyatın etikette yer aldığını belirtmektedir.
Taklit markalı ürünlerle birlikte tüketimi teşvik eden bir diğer biçim de fabrika satış/outlet
mağazacılık olmaktadır. Şehirlerarası otoyollarda kurulan fabrika satış mağazaları ellerinde
kalan stok malları ucuz fiyata satışa sunmaktadır. Böylesi bir tüketim kalıbı alışveriş
merkezlerine de rakip olmaktadır. Tüketimden kopmak istemeyen dar gelirliler ve aynı
markaya daha fazla para vermek istemeyen yüksek gelir grubu da bu tür mağazalardan
alışveriş yapmaya başlamıştır. Ne var ki girişimciler özellikle tekstil sektöründeki bu fabrika
satış mağazalarının diğer satışları düşürdüğünü de iddia etmektedir (_____,25,06,2003).
3.3.2.1.3. Alışveriş Merkezlerinde Tüketim
1988’de İstanbul Ataköy’de açılan Galleria (Bali,2002:132) ile Amerika’da İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan tüketim katedrallerinin (Ritzer,2000) benzeri ülkeye giriş
yapmıştır. Shopping mall olarak adlandırılan bu katedrallerle tüketiciler kredi kartlarını
kullanarak alışverişin keyfine varmaya başlamıştır. Amerika’da boş zaman etkinliği olarak
kurgulanan tüketim, belirtildiği gibi Fordist üretimin kitlesel tüketim gereksinimi ile bağlantılı
olarak alışveriş merkezlerinin oluşumunu tetiklemiştir. Alışveriş merkezleri de kurulduktan
sonra tüketime borcunu ödemek için ziyaretçilerini tüketime teşvik ederek, onları içeriden eli
boş çıkarmamak için elinden geleni yapmaya başlamıştır. İstanbul’da Galleria, Ankara’da
Atakule ve Karum ile Amerikan tarzı shopping mall ve onun tüketim kültürü ülkenin büyük
kentlerine girmiştir. O zamana kadar da çeşitli pasajlarda mağazalar yan yana tüketicisine
hizmet veriyordu ancak bu yeni düzenleme tarzı ile alışveriş merkezleri hayatın
sürdürülebildiğini, en azından belli saatlerinin rahatlıkla buralarda geçirilebildiği yerlere
dönüşmüştür. Pek çok yabancı markayı bir arada bulan gençlerin Ankara Karum örneğinde
olduğu gibi, alışveriş yapmadıkları zamanlarda merdivenlerine oturup gitar çaldıkları
mekânlara dönüşmüş olan bu alışveriş merkezleri 1990’lı yıllarda yaşamımıza belirgin bir
şekilde girmiştir. Daha çok yabancı markalı tekstil ürünlerine yer verilen bu alışveriş
merkezlerinin ardından önce Koç sonra da Sabancı Grubu alışveriş merkezlerinin gücünü
keşfetmiş, 1980’li yıllarda bakkalların yerini yavaş yavaş almaya başlayan
süpermarketlerden1990’lı yıllarda hipermarketlere ve alışveriş katedrallerine doğru
yatırımlarını artırmışlardır. Koç, Sabancı, Boyner Grubu bu dönemde alışveriş mekanları
geliştiren önemli gruplardan olmuştur.
Boyner Grubu, holdingleştiği 1991 yılı ardından büyük şehirlerde kurduğu alışveriş
mekanları ile sektörde önemli bir yer elde etmiştir. Bünyesinde bulundurduğu Çarşı
Mağazaları, dünya standartlarında çok katlı mağazacılığın örneklerinden birini vermektedir
(_____, 07,07,2004). Holding, Altınyıldız, Fabrika, Network, BBA, Beymen, Boğaziçi, Tbox, Limon Company gibi pek çok markayı elinde bulundurmaktadır ve tüketim katedralleri
içinde önemli bir yer edinmektedir. Yine yabancı ortaklıkla kurulmuş Sabancı grubuna ait
CarrefourSa, Koş Grubuna ait Migros Alışveriş Merkezleri ve hipermarketleri 1990’lı yılların
sonunda gelişen ve tüketimi tetikleyen merkezler olmuştur. Beğendik, Real, Tansaş, Gima
gibi hipermarketler yaygınlaşmaya başlamış, Çok mağazalı alışveriş merkezleri kurulmuş, bir
gelire sahip olmasa da tüketim açısından son derece önemli bir kitleyi oluşturan gençlerin,
arkadaşları ile buluştuğu, vitrinlere baktığı, yemek yediği, alışveriş yaptığı yerler olarak önem
kazanmıştır. Tüm bu alışveriş merkezlerindeki artışa rağmen yine yukarıda belirtilen
ekonomik krizlerin yaşanıyor olduğu hatırlanmalıdır. Türkiye’nin birbiriyle bu denli
örtüşmeyen iki yüzü olduğu bu dönemde ortaya çıkmaktadır. Bir tarafta enflasyon, işsizlik,
dış borçlar ve ekonomik kriz diğer taraftan renkli, ışıltılı vitrinleri ile dünyanın herhangi bir
gelişmiş ülkesindeki ile benzer şekilde tasarlanmış alışveriş mekânları ve onları özellikle iş
çıkış saatleri ve haftasonları dolduran insanlar.
3.3.2.1.4. Ekonomik Krizler ve Kredili Tüketim
Bahsedilen ekonomik darboğazlara, gazete ve televizyonlarda sürekli işsizlik enflasyon
konuşulduğu halde televizyonların daha renkli programlarında ve reklamlarda büyük bir
değişim yaşanmaktaydı, insanlara itibar sağlayacağına inanılan arabalar, kendileri ile
özdeşleşilecek salon takımları gibi malların tüketimi teşvik edilmiştir. Bir yandan cep
telefonları örneğinde olduğu gibi imaj/tarz yaratma çabasına girişmiş reklamlar
izlenmekteyken bir yandan da imajın aslında hiçbir şey susuzluğun ise herşey olduğunu
iddia eden reklamlar izlenmeye başlanmıştır. Sprite gazoz reklamlarında kullanılan imaj
hiçbir şeydir, susuzluk herşey sloganı uzun süre reklamlarda görülmesine rağmen 1990’lı
yılların ardından 21. yüzyıla girildiğinde imaj değişikliğine gitmiş, bir süre marketlerde
satılan teneke kutularının üzerine ‘senin tarzın bu kutuda’ etiketini yapıştırarak aslında hiçbir
şey olan imajın da bir şey olduğunu bizlere göstermiştir.
Ekonomik yapı ayrı bir kulvarda değişip dönüşürken, kültürel yapı da değişmektedir bu
yıllarda, özellikle tek kanallı devlet televizyonundan özel televizyonların kurulması ile bu
değişim hız kazanmıştır. Reklamın ve yaşam tarzındaki değişimin tetikleyicisi olarak
televizyonun önemini kavrayan iktidar, toplumsal dönüşümleri hazırlama görevini özel
kanallara verdiğinde tüketim açısından daha önceki dönemlerden farklı, ancak ABD’dekilere
benzer tüketim nesneleri, tüketim ilişkileri kendini göstermeye başlamıştır. Fordist üretim
yapısındaki gibi bir tüketim ilişkileri örülemediyse de Özal’ın başbakanlığı bırakıp,
cumhurbaşkanlığına geçtiği yıllarda ABD ile yakın temas ve Bush ile olan özel ilişkileri de
akla getirildiğinde Türkiye’nin küçük Amerika olma iştahının kabardığını ve üretimsiz
tüketimin kısa vadeli de olsa gerçekleşebildiğini söyleyebiliriz. ‘Gelecek yok’ sloganının ve
herşeyin kısa vadede anlamlı kabul edildiği bir tüketim anlayışı, Türkiye tarafından çabuk
benimsenmiştir.
Türkiye’nin özgünlüğü, her ne kadar onlar gibi olmaya öykünülse de, ABD ya da Avrupa’nın
gelişmiş ülkeleri ile kıyaslandığında ortaya çıkmaktadır. Kendisi gibi azgelişmiş ülkelere
bakıldığında ise diğerlerinin de benzer şekilde ekonomik sıkıntılara rağmen gözalıcı alışveriş
katedrallerine sahip olduğu dikkat çekmektedir. Ucuz işgücü ile uluslararası işbölümünde
kendine yer açmaya çalışan ve oyunun dışında kalmak istemeyen azgelişmiş ülkelerle aynı
mantıkla ilerleyen Türkiye, tüketimden vazgeçeceğe benzememektedir. Gelişmiş ülke
ekonomileri için vazgeçilmez olan tüketici kredileri ve kredi kartı uygulamaları ile tüketimde
kolaylık sağlanmakta ve o an için parası olmayanlar bile tüketimden mahrum edilmemektedir.
Türkiye de bu mahrumiyeti 1990’lı yıllarda kredi kartları ile gidermeye çalışmıştır. Kredi
kartları sayesinde tüketim sanki bedava yapılıyor gibi gelmekte, insanlar kredi kartı ekstreleri
gelene kadar neyi ne kadar tükettiklerinin farkına çoğu zaman varamamaktadır. Borçları
ödeyecek gelirin yokluğu durumunda da bireysel krizler kendini göstermeye başlamaktadır.
Tüketici için kredi kartları saygınlık göstergesi olarak kabul edilmekte ve nakit yerine kredi
kartı tercih edilmektedir. Gelişmiş ülkelerde de benzer şekilde nakit yerine kredi kartı
kullanımı prestijli kabul edilmektedir. Kredi kartı ile alışveriş yapıyor olma, kart
kullanıcısının banka nezdinde güvenilir ve saygın olduğunun simgesi haline gelmekte, ‘‘ kart
hamili, yanında nakit olmadığı için ödeme güçlüğü çeken kişi olarak değil de, kredi değerliliği
olan bir kişi olarak değerlendirilmektedir’’ (Yetim,1997:20). Kredi kartlarına ilişkin yapılmış
bir haber 35, Yetim’in iddialarını doğrular niteliktedir:
Kredi kartı kullanımına ilişkin araştırmaya katılanların % 30’u sadece 1, % 22’si 2, % 31’i
3 ve % 16’sı da 4’ten fazla kredi kartına sahip. Bu kişilerin % 67’si kredi kartı kullanımı
yüzünden harcamalarının arttığını belirtirken, % 45’i kart kullanmaya başladığından bu
yana tasarruf yapamadığını dile getirdi. % 55’i de “hep borçlu” olduğunu kaydetti.
Araştırmaya katılanların % 53’ü rahatlamak için alışverişe çıktığını, % 12’si farkında
olmadan aşırı derecede alışveriş yaptığını anlattı. Kredi kartı hesap ekstrelerinin tamamını
ödediğini ifade edenlerin oranı % 70 olan araştırma sonuçlarına göre, katılanların % 15’i
sürekli, % 15’i de bazen kredilendirerek borcunu ödüyor. Araştırmaya katılanların % 17’si
de kredi kartı borcunu kapatmak için tüketici kredisi aldığını bildirdi. Tüketim toplumunda
bireylerin tükettikleri oranda toplumsal statü sahibi olduklarına dikkati çeken Ergur, “Kredi
kartları, toplumsal saygınlık ve hiyerarşi göstergesi haline geldi. Kredi kartı kullanımı
‘borçlu hayat’ı sevdirdi” diye konuştu.
35
Kredi Kartıyla ‘borçlu hayatı’ sevdik, http://www.ntvmsnbc.com/news/146144.asp
Yapılan araştırma da gösteriyor ki kredi kartları özgürce tüketebilmenin sihirli anahtarları
konuma gelmektedir ve insanlar tasarrufu bir kenara bırakıp borçla, alışveriş oyununun
dışında kalmamak için çabalamaktadır. Ancak bu tüketimin yoğunlaştığı yılların aynı
zamanda ülkede işsizliğin de yaşandığı zorlu yıllar olduğu akla getirildiğinde Türkiye’nin
Amerika’dan farkı ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de 1990’lı yıllarda işsizlik ekonomik ve
toplumsal bir sorun olarak gündemi işgal etmiştir. Aşağıda 1990-2002 yılları arasında kişi
başına GSMH ($) ve işsizlik oranları yer almaktadır:
Tablo III. Kişi Başına GSMH ($) ve İşsizlik Oranları (%) (1990-2002)
Yıl
1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002
2682 2621 2708 3004 2184 2759 2928 3079 3255 2879 2965 2123 2508
Kişi
Başına
GSMH ($)
8,0
8,2 8,5 9,0 8,6 7,6 6,6 6,8 6,9 7,7 6,5 8,4 10,3
İşsizlik
oranı (%)
Kaynak: DİE web sitesi, (21,06,2004) http://nkg.die.gov.tr/goster.asp?aile=2
Tablo bize yüksek işsizlik oranları ve düşük gelirle yaşanan yılları aktarmaktadır ne var ki
kredi kartları ile alışveriş bu dönemde büyük bir hızla artmıştır. Kredi kartlarının taksit
imkanı, faiz oranları da kullanımı etkilemiştir. Gelirden yoksun insanların kredi kartı ile
borçlanarak alışveriş yaptıklarını söyleyebiliriz. Bu dönemde özel televizyonlarda görülmeye
başlanan yaşam tarzını oluşturmaya yönelik dekorasyon, dünya mutfakları, moda,
giyim,kuşam programları ve ekranda her gün biraz daha artan reklamlar tüketimi kışkırtmaya
yöneliktir. Özel televizyonların gelir kaynağı, firmalardan alınan reklamlardır ve reklamların
sürekli artması bir yandan televizyon şirketini, bir yandan reklamı veren şirketi kazançlı
kılmaktadır.
Televizyonda ve gazetelerde kriz yüzünden küçük işyerlerinin kapandığı haberlerine
rastlanmaktadır. Bunun nedeni, büyük alışveriş merkezleri ile rekabet güçlerinin olmamasıdır.
Yani tüm krizlere rağmen büyük alışveriş merkezleri ayakta duracak ve gelişecek bir ortamı,
yeterli tüketicisi ile sağlayabilmektedir. İhtiyaçların giderilmesi için sadece bir mağazaya
girip istenenleri alıp çıkmak yeterli değildir. Çalışmanın en başında belirtildiği gibi tüketim
artık bir mesaj alışverişi işlevine sahiptir ve toplumsal ilişkiler geçmişte olduğu gibi üretim
araçları mülkiyeti ile değil, tüketim araçları mülkiyeti ile gerçekleşmektedir ve bu noktada
tüketilen nesnelerin kimliklerimiz olmaya başladığını söyleyebiliriz. İşin niteliğindeki
değişimler kimliklerin çalışma eylemi üzerinden kuruluyor olmasını engellemektedir.
Belirtilen ekonomik krizler enflasyon ve işsizlik de insanların toplumsal alana çıktıklarında
kendilerini ifade edecek bir terime ihtiyaç duymaları sonucunu doğurmaya başlamaktadır.
İşsiz olduklarını bir perdenin ardına gizleyerek, kredi kartlarının da sunduğu imkanlarla
nesnelerin simgesel değerlerle yüklü dünyasına girmeye başlamışlardır. Tam istihdamın artık
hayal olduğu bir dönem için geleceğe güvenle bakan kesim, şanslı bir azınlığı temsil eder
olmuş (Keyder,1998:237), geri kalanlar için geleceğin güvensizliği bugünde yaşamaya devam
etmelerini teşvik etmiştir. Bugünde yaşamanın ifadesi olarak kurguladığımız tüketimin
ülkede hızla teşvik edilmesi ve en azından bugünü iyi yaşama hevesi, insanların kredi kartlı
alışverişlere ne kadar ilgi gösterdiğini de göstermektedir. Garanti Bankası Ödeme Sistemleri
Genel Müdürü Mehmet Sezgin (___,07,08,2002), bankalarının çıkardığı Bonus MasterCard
ile insanların bedava alışveriş kampanyalarına olan ilgisini aktarırken, insanların yaklaşık 2
yıl içinde 7 trilyon liralık bedava alışveriş için kartı kullandığını ifade etmiştir. Ayrıca sektöre
ilişkin de verdiği bilgiler, bizim tüketim ilişkileri çözümlememiz açısından önemlidir:
Türkiye’deki kredi kartı pazarının gelişme gösterdiğini kaydederken, son 12 yıl içinde kredi
kartı adedinin 672 binden 16.5 milyona, kredi kartı cirosunun da 3.9 milyar dolardan 14
milyar dolara yükseldiğini ifade etmektedir.
1990 sonrası genel anlamda ekonominin kriz tehdidiyle büyük risk altında yaşadığı bir
dönemdir. Özellikle orta gelir grubu yukarıda risk, tüketim katedralleri, kredi kartları ve ‘günü
yaşama’ anlayışı çerçevesinde belirtilen yeni tüketimci anlayış, üst ve alt gelir grupları
açısından da farklı farklı biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Yüksek gelir grubunun tüketim
anlayışı, çeşitli tarz rehberlerinin ve yurtdışı bağlantıları aracılığıyla oluşturulmuştur. Bu
grubun Batı toplumlarındaki tüketim anlayışına paralel anlayışa sahip olduklarını ve tüketime
ilişkin yaşanan bir sıkıntı sözkonusu değildir. Ancak Türkiyenin geneline baktığımızda düşük
gelir seviyesine de bağlı olarak gerçekleşen tüketimin daha çok birinci bölümde de tartışılan
zorunlu gereksinimlerle sınırlandığını söyleyebiliriz. Yine bu grup içinde çoğu kez zorunlu
gereksinimlerden kısıp lüks tüketime öykünenlerin de olduğu gerçeği gözardı edilmemelidir.
Programlar aracılığıyla kışkırtılan tüketimin gerçekleşme olanağı bu geniş grup için çoğu kez
borçlanmayı peşinden getirmektedir. Borçlanarak gerçekleşen tüketimin yanında bir diğer
tüketim stratejisi Uzak Doğu’dan ya da ülkede üretilen taklit marka mallarının tüketimidir.
Bozuk bir gelir dağılımında üst gelir grubunun rahatlıkla sahip olabildiği ünlü markalara alt
gelir grubu tüketimden dışlanmamak adına taklit mallarla tüketimini sürdürmektedir.
Kapitalizmin evriminde atölye tipi bir üretimden yola çıkılarak gerçekleşen kitlesel üretime
denk gelen kitlesel tüketim Türkiye’ye bütünüyle uymuş görünmemektedir. Ne var ki esnek
üretim modellerinin uluslararası pazardan pay kapmak için ülkenin üretim yapısına dahil
olması, ülkenin diğer ülkelerle daha açık ilişkiler kurması ile gelir seviyesinde bir benzerlik
olmasa da üretim modelleri açısından benzer bir süreci takip etmeye çalıştığını söyleyebiliriz.
üretim ve tüketimin biebirinden bağımsız/kopuk olmadığını bir kez daha tekrarlarsak,
Türkiye’nin üretim gibi tüketim alanında da gelişmiş kapitalist toplumlardan aldığı örnekler
hızla artmaktadır. Ne var ki denge içinde yürütülmesi gereken üretim ve tüketim ilişkileri,
ülkenin daha az üretiyor olması ve tasarruf yerine günlük tüketime kendini kaptırması ile
ekonomik yapıda çoğu kez kriz yaşanmaktadır.
Gelişmiş kapitalist ülkeler örnek alınarak değişen toplumsal yapının tüketim alanında gelişmiş
ülkelere benzer yanları olduğu ve farkları bu bölümde ortaya konmaya çalışılmıştır. En temel
farkın azgelişmişlik olduğu iddia edilerek, azgelişmiş ülke şartlarında tüketim incelenmeye
çalışılmıştır.
SONUÇ
18. yüzyıl, feodal toplumun yerini kapitalist topluma bıraktığı yüzyıl olmuştur. Üretim
biçimleri, araçları ve üretici kimliğine sahip olanların niteliklerinde bir önceki dönemin
niteliklerinden büyük farklılıklar görülmeye başlanmıştır. Daha önce çitlenmiş arazilerde tahıl
üretimi ile uğraşan köylüler üretici iken, kapitalist üretim biçiminin egemen olduğu toplumda
üretici rolü artık işçinindir. Kapitalizmin kendini gösterdiği 18. yüzyıldan 20.yüzyıla kadar
geçen sürede çalışan sınıf, zor koşullarda yaşamını sürdürmek için emeğinden başka bir şeye
sahip olmayan insanlar olarak tanımlanmıştır. Edebiyattan felsefeye siyasetten iktisada pek
çok alanda bu dönemin zor koşullarına büyük eleştiriler getirilmiştir. Emilé Zola’nın
Germinal’i edebiyat içinde işçinin acınacak durumunu anlatırken, İngiltere’de Robert Owen
adlı girişimci zor koşullara getirilebilecek çözümler sunmaya çalışmaktadır. Charles Fourier
ise Fransa’da işçilerin yoksulluğu ve patronların zenginliğinin ne büyük bir tezatı
oluşturduğunu, yaptığı gezileri sırasında tespit etmiş ve bu işçilerin yoksulluğunu giderecek
bir sistem geliştirmiştir. Marx emeğinin karşılığını alamayan ve sömürülen bir işçi sınıfından
haber vermiş, kapitalist sistemin bu şekilde devam edemeyeceğini ileri sürmüştür. Tüm bunlar
olup biterken ve kapitalizm kapitalizm olmaya devam ederken 20. yüzyıla gelindiğinde
dünyada çalışanların yaşam koşulları, değer yargıları, algılamaları, görünüşleri ve kimlikleri
daha önceki yüzyıllarda görülmemiş biçimde, süratle değişmiştir.
Fabrikalarda makinelerin kullanımı ile başlayan endüstriyel üretim, Fordist üretim sistemiyle
daha da genişlemiş, işçiler kurulmuş sistemde çalışırken sosyal devletin iş başında olmasıyla
sefaletten biraz daha uzaklaşmış bir grup görüntüsü oluşturmuşlardır. Ancak yine de
Fordizmin işçileri tüketici olarak tanımlayıp işçi kimliklerini bir kenara bıraktırdığını
söylemek bu dönem için tümüyle doğru olmayacaktır. Hala çalışmak insan yaşamı için birinci
amaçtır ve insanlar kendileri toplumsal yapı içinde çalışanlar olarak konumlandırmaktadır.
Ama bu, fazla uzun sürmeyecektir.
Marx’ın
sömürülen işçi olarak analiz ettiği grup, 20. yüzyıla gelindiğinde Adorno,
Baudrillard ve Bauman tarafından kandırılan tüketiciler olarak isim değiştirmeye başlamıştır.
Teknolojideki değişimlerin üretim sürecine yansıması ve bunun da toplumsal yapıya etkileri
yukarıda sözü edildiği gibi basit bir isim değişikliğinden ibaret olmamıştır. Eski işçi / yeni
tüketici yaşam tarzı, dünyaya bakışı ve pek çok özelliği ile artık 18. yüzyıldaki atalarından
daha farklı şekilde kapitalizm tarafından sömürülmektedir. Eskinin göz önündeki sefaleti, 20.
yüzyıl ortalarından itibaren yerini ihtişamlı binalara, rengarenk vitrinlere, birbirinden değişik
giysilere, arabalara bırakarak -yok olmamışsa da- görünmez olmuştur. Sömürü şekil
değiştirmiş, renklere bulanmış ve çalışanlar için çok da sorgulamaya gerek olmayan geçmişe
ait bir kavrama dönüşmüştür. Yalnızca sömürü değil çalışma da geçmişte kalan, reddedilen
kavramlardan biri olmuştur. André Gorz (1986), günümüz toplumlarındaki emeğin artık
emekçiye özgü bir etkinlik olmadığını ve pasifleştirilmiş, önceden programlanmış bir aygıtın
çalışmasına bağımlı kılınmış ve bireysel çabaya yer vermeyen bir etkinliğe dönüştüğünü iddia
etmektedir. İşçi artık işiyle ya da üretim sürecindeki işleviyle özdeşleşmemektedir. ‘Her şey,
onun dışında olup bitermiş izlenimini verir. “İş”in kendisi de, “işçi”nin yanına giden ve onu
kendine bağımlı kılan, belli bir miktar eşyalaştırılmış etkinliktir.’ (Gorz, 1986: 72) İşçinin
kendisini işçi olarak tanımlamamasıyla birlikte oluşan yeni durumda işin ‘... hem doğasını
hem içeriğini hem gerekliliğini hem de yöntemlerini reddetme yoluyla...’(Gorz, 1986:73)
tümüyle çalışma reddedilmektedir.
Tüm bu reddedişin ardından, 20. yüzyılın son çeyreğinde artık kapitalizm daha fazla insan
tarafından çekici bir sistem olarak kabul görmeye başlamıştır. Bu çekiciliği insanlara üretim
teknolojisinin sunduğu imkanlarla ürün yelpazesindeki çeşitliliğin getirdiği tercih özgürlüğü
ile sağlamıştır. Artık insanlara Fordist üretim bandından çıkan birbirinin aynı ürünleri
kullanmak zorunda olmadıkları söylenmiş ve insanlar birbirlerinden farklı yanlarını bu geniş
ürün yelpazesi ile göstermeye başlamıştır. Tüketilen malların fiyatları düşüp çeşitleri arttıkça
insanlar arzu ettiklerine daha çok sahip olmuşlardır. ‘Tüketim olgusu, bir dizi sosyal, kültürel
ve ekonomik uygulama halinde ve tüketim ideolojisi ile birlikte, ..., milyonlarca sıradan
insanın gözünde kapitalizmi geçerli ve saygın hale getirmeye yardımcı ol(muştur).’ (Bocock,
1997:12)
Yüzyıllar öncesinden başlayan bir süreçle insanlar kendi gereksinimlerini karşılamak için
başkalarının gereksinimlerini karşılayan faaliyetlerde bulunmuş, bu değiş-tokuş sisteminin en
gelişmiş biçimini de kapitalizmle birlikte yaşamıştır. Kapitalizm 18.yüzyıldan günümüze
temel
mantığını
değiştirmeden,
kullandığı
araçları
dönüştürerek
hala
insanların
gereksinimlerini karşılamaktadır. Ancak belirtilmelidir ki kapitalist girişimcinin amacı kendi
gereksinimlerini karşılamak için başkalarının mevcut gereksinimlerini karşılamak şeklinde
basit bir değiş tokuş değildir. Kapitalist girişimci için önemli olan sermaye birikimidir ve
sermaye birikimine yardımcı olduğu sürece insanların gereksinimleri girişimcinin ilgi alanı
içine girer.
Özellikle post- Fordist üretimin egemen olduğu ekonomik yapı içinde
girişimcinin üzerinde durduğu konu tüketicinin baştan çıkarılması olmuş, ikinci dalga fetişizm
dediğimiz aşama da bu dönemde baştan çıkarma /ayartma oyununa destek olmuştur.
Böylesi bir ayartma günümüzün tüketicileri ya da Faustları için ne anlama gelmektedir?
Depolitize olmuş bir toplumun yaşamını alışveriş yaparak, oyalanarak tükettiği iddiasında
bulunulabilir. Kendisi ya da toplum için üretiyor olmanın kişinin emeği ile gelişmekte
olduğunu iddia eden bir öğretinin yıkıldığını görmekteyiz. Engels, insanlık tarihini
incelediğinde insanı hayvandan ayıran şeyin, insanın kendi eliyle yaptığı iş aletlerinin
yardımıyla gösterdiği toplumsal çalışma etkinliği olduğunu (Zubritski vd, 1997:14) iddia
etmişse de artık insanları doğadaki diğer canlılardan ayıran bir diğer özellikler olarak tüketim
çok daha kabul görmektedir. SSCB’nin sosyalist bir topluma geçişte Zubritski vd. (1997),
toplumsal bir sıralanıştan bahsetmekteydi. Buna göre insanlık tarihinin başında henüz yeni
yeni iki ayağı üzerinde duran ve konuşma, alet yapma yetenekleri yeni yeni gelişmekte olan
Homo sapiensler ilkel toplumun başlangıcını oluşturmaktaydı, ilkel toplum köleci topluma,
köleci toplum ise feodal topluma geçişi kaçınılmaz kılmıştı. Feodal toplumun son
aşamalarında filizlenen yeni ekonomik yapı kapitalist toplumu oluşturmuş ve kapitalist
toplumdan sonra da devrim yoluyla sosyalist toplum hayata geçebilmiştir. Ama günümüzde
görülüyor ki kapitalizm devrim korkularını çok fazla su yüzüne çıkarmadan, kendini 18.
yüzyıldakinden hayli dönüştürerek yeni savunma mekânizmaları ile yaşatmaya devam
etmektedir. Ve bu dönüşümlerin sonucunda kazanan ve kaybedenler görülmektedir.
Kapitalizmin herkesin kazandığı bir oyun olmadığı düşünülürse kazanan ve kaybeden
şeklinde iki tarafın varlığı şaşırtıcı olmayacaktır. Bu ikiliği sistemin kendisi oluşturmaktadır.
Tüketici bir toplumun kendi ürettiği, kaçınılmaz şekilde varolan bir tüketemeyen grubu
oluşturulmuştur. Ancak tüketen ve tüketemeyen olarak ikiye ayrılan bu insanlar ister istemez
belli zorunluluklarla aynı mekânları aynı söylemleri birlikte algılamakta birlikte
bulunmaktadırlar. Kitle iletişim araçları da bunu gerçekleştirmektedir. Bir televizyona sahip
herkese aynı şekilde baştan çıkarıcı söylemler sunulmaktadır ancak bu iletiyi alan herkes
baştan çıkmış olsa bile bunu gerçekleştirecek araçlara gelire sahip olmadığında toplumsal bir
hoşnutsuzluğun sinyallerini verecektir. ‘‘Ayartının yarattığı arzularını doyuramayanlar her
gün, doyuranların çizdiği göz kamaştırıcı manzaraya maruz bırakılıyorlar. Onlara, başarının
göstergesinin alabildiğine tüketim olduğu ve bunun, kestirmeden kamu teveccühü ve şöhrete
giden bir otoyol olduğu söyleniyor ve gösteriliyor’’ (Bauman, 2000:60). Belli nesnelere sahip
olarak belli bir yaşam biçiminin uygulayıcısı olmak da defalarca vurgulandığı gibi mutluluğun
ve hoşnutluğun
temeli olarak gösterilmektedir. Böylesi bir mutluluk kaynağı insanlara
sunulduğunda buna erişebiliyor olmak mutluluğa giden yolda diğerlerinden biraz daha öne
çıkmak anlamını getirse de bu yola adım atamayanlar açısından durum pek iç açıcı
görünmemektedir. Mutluluğun yolu bilinmekte ancak ona giden yola çıkmak için bileti alacak
parası olmayan bir kitle içinde bulunduğu durumdan daha da mutsuz olmaya başlayacaktır.
Dünya genelinde ruhsal çöküntünün ve umutsuz mutsuz bir yaşam sürenleri sayısında ciddi
bir artış olduğu söylenmektedir (Pepper ve Cunningham, 21.06.2004). Bunda
tüketimci
toplumunda nesnelerin tüketimi ile sağlanacak mutluluğun bu kadar çok vurgulanıyor
olmasının payı olduğu düşünülebilir.
Türkiye şimdiye kadar yürüttüğümüz analizde kapitalizmin merkezinde bulunan ülkelerin
deneyimlerinden farklı bir deneyime sahiptir; yaklaşık yüz yıldır sanayileşme arzu ile çeşitli
girişimlerde bulunmuştur. Çalışmanın son bölümü, Türkiye’nin üretim ve tüketim ilişkilerinin
dönemleştirilmesi ile analiz edilmeye çalışılmış, gelişmiş kapitalist toplumların geçirdiği
evreler yerine özgün evrelerden geçerek günümüze gelmiştir. Uzun yıllar, kapitalist
toplumların üretim modellerini uygulamaya çalışırken, onların tüketim kalıplarına uzak
kalmıştır. Azgelişmiş bir ülke konumundaki Türkiye henüz gelişmiş kapitalist ülkelerin
ulaştığı tüketim modeline ulaşamamıştır. Hem nitelik hem de nicelik olarak bunun
gerisindendir. Nitelik olarak gerisindedir, çünkü gelişmiş ülkelerin yoğun olarak ulaştığı ve
post- Fordist üretim teknikleriyle uyum gösteren on-line tüketim sistemini henüz
yerleştirememiştir. Türkiye’nin tüketim sürecindeki yeri mall (hipermarket) tüketimine yeni
ulaşmıştır. Nicelik olarak gerisindedir, çünkü Türkiye’de kişi başına düşen ortalama gelir
gelişmiş ülkelerin çok gerisindedir. Üstelik işsizlik oranları da insanları açlığa mahkum
edebilecek düzeylerdedir. Uluslararası işbölümünde yeri ucuz işgücüyle üretim yapmak
seviyesine indirgenmiş olan Türkiye, 1994’ten beri de özellikle finansal krizler yardımıyla
işgücü maliyetlerini sürekli aşağılara çekmekte ve bu yolla “üreticiler klubü”ne katılan yeni
ucuz işgücü deposu ülkelerle (Çin, Romanya, Bulgaristan, vb.) rekabet olanağını
kaybetmemeye çalışmaktadır. Bu da geniş kitlelerin daha fazla tüketimden düşmesi sonucunu
doğurmaktadır. Bunun yanı sıra, tüketim artışı rakamları incelendiğinde artışların daha çok
lüks tüketim mallarında gerçekleştiği gözlenmektedir. Türkiye gelir uçurumları her gün biraz
daha büyüyen bir ülkedir. Temel tüketim mallarının yaygın tüketimi her gün daha çok
azalırken, lüks tüketim mallarının tüketiminin artması bundandır.
ÖZET
Bu çalışma 20.yüzyılın son çeyreğinden itibaren gelişmiş kapitalist toplumların
özelliklerinden birini vurgulayan tüketim kavramını, çalışma yaşamı ya da üretim süreci ile
ilişkilendirerek Türkiye örneğini sunmaya çalışmıştır. Gelişmiş ekonomilere özgü bir kavram
olan tüketimin azgelişmiş bir ülkede ne şekilde yansıdığını göstermek istemiştir.
18. yüzyılda gerçekleşmiş endüstri devrimi ardından şekillenen kapitalizmin 21. yüzyıla
geldiğimizde aynı yöntemlerle iş gördüğünü söylemek mümkün değildir. Ancak kapitalizmin
temel amacı olan sermaye birikimi, kullanılan yöntemler değişse de aynı kalmıştır. 19.
yüzyılda Weber’in Protestan Ahlakı ile bağlantılandırarak çözümlemeye çalıştığı kapitalizm,
çalışma ahlakına büyük önem atfederek sermaye birikimini sağlamıştır. Ancak 20. yüzyılın
son çeyreğine ve günümüz toplumlarına bakıldığında çalışma eylemi tüketme eyleminin
ardında kalmıştır. Toplumun üyeleri artık işçi olarak değil tüketici olarak tanımlanmaya
başlanmıştır. Ancak tüketime yapılan bu vurgunun gölgesinde kalan çalışma sona ermiş
değildir. İnsanlar hala ihtiyaçlarını karşılamak için yani tüketici olmak için çalışan-işçi
olmak zorundadır.
Çalışmanın ilk iki bölümünde konuya ilişkin temel kavramlar, kuramlar ve tarihsel süreç
aktarılırken farklı yaklaşımlara yer verilmiştir. Tüketimin ayıplandığı, küçümsendiği
kuramlarla birlikte, tüketimin, toplumun üyeleri arasındaki iletişimi sağlayan boyutuna vurgu
yapan kuramlara da yer verilmiş ve tüketim kavramı üretim sürecinden soyutlanmadan
çözümlenmeye çalışılmıştır. Son bölümde ise henüz üretim sürecini rayına oturtamamış
Türkiye’de, tüketimi teşvik eden araçların –reklam, televizyon programları, bankaların
borçlandırma politikaları ve kredi kartı dağıtımı- toplumsal yapıda meydana getirdiği
değişimler 1990’lı yıllardan başlanarak analiz edilmiştir.
Sonuç olarak Türkiye gibi azgelişmiş bir ülkenin tüketim toplumu tartışmalarının tümüyle
dışında olmadığını, gelişmiş kapitalist ülkelerin etkisiyle tüketim kültürünü tanıdığını ancak
yine de gelişmiş ülkelerdeki gibi bir toplum yapısına sahip olmadığını söyleyebiliriz.
SUMMARY
Taking Turkey as an example, this study presents the consumption as one of the distinctive
characteristics of the developed capitalist societies since the last quarter of the 20th century,
by relating to either work or production process. This study also tries to show how
consumption --a concept usually peculiar to developed economics-- is reflected in an
undeveloped country, Turkey.
It is impossible to say that the capitalism after industrial revolution of 21st century uses the
same methods with that of 18th century. On the other hand, the main purpose of capitalism,
the capital accumulation has not been changed although the methods did. Capitalism, which
Weber tried to analyze in 19th century with its impressive work, Protestant Ethics, enhanced
capital accumulation by attributing great importance to work ethics. However, when we look
at both the last quarter of the 20th century and the societies in that century, consumption
activity precedes working activity. The members of societies are no longer getting described
as workers but as consumers. However, working activity which is in the shadow of
consumption activity has not become obsolete. People still have to be workers in order to
meet their needs.
In the first two chapters of this study, basic concepts, theories and historical process relevant
to the subject are analyzed. In these chapters consumption is discussed with its relations to
production as well as the theories in which the consumption is not approved as an ethical
activity or the theories which give a great emphasize to the consumption as a possibility
providing a communication links between the members of the society. In the last chapter, the
changes in the social structure of Turkey, whose production process has not been stable yet,
caused by the means that promotes the consumption by the means of commercials, television
programs, banks’ loan policies and credit card giveaways, have been analyzed beginning
from the 1990’s.
As a result, it can be said that an undeveloped country such as Turkey, is not completely out
of the argument of consumer society, but recognizes consumer culture by the effect of
developed capitalist nations. However, Turkey does not have the same characteristics that the
developed counties have.
KAYNAKÇA
1.
Kitaplar:
Aron, R., (1997) Sanayi Toplumu, Çeviren: E. Gürsoy, İstanbul, Dergah Yayınları
Bali, R., (2002) Tarz-ı Hayattan Life Style’a, İstanbul, İletişim Yayınları
Baloğlu, F., (1997) Tüketim Eğilimi ve Tüketimi Etkileyen Unsurlar, İstanbul, Doktora Tezi,
Barış, G. ve Odabaşı, Y., (2002) Tüketici Davranışı, İstanbul, MediaCat Akademi Kitapları
Baudrillard, J. (1997) Tüketim Toplumu, Çeviren: H. Deliceçaylı ve F. Keskin, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları
Baudrillard, J. (1998a) Kötülüğün Şeffaflığı, Çeviren:I. Ergüden, İstanbul, Ayrıntı Yayınları
Baudrillard, J. (1998b) Kusursuz Cinayet, Çeviren:N. Sevil, İstanbul, Ayrıntı Yayınları
Baudrillard, J. (2003) Simülakrlar ve Simülasyon, Çeviren:O. Adanır, Ankara, Doğu Batı
Yayınları
Bauman, Z., (1996) Yasa Koyucular ile Yorumcular, Çeviren:K. Atakay, İstanbul, Metis
Yayınları
Bauman, Z., (1999) Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, Çeviren: Ü. Öktem, İstanbul,
Sarmal Yayınevi
Bauman, Z., (2000) Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları, Çeviren: İ. Türkmen, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları
Berger, J., (2002) Görme Biçimleri, Çeviren: Y. Salman, İstanbul, Metis Yayınları
Bocock, R., (1997) Tüketim, Çeviren: İ. Kutluk, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları
Boratav, K., (1988) Türkiye İktisat Tarihi, İstanbul, Gerçek Yayınevi
Budak, H., (2001) Modern-Kapitalist Toplumlarda Birey-Tüketim-Reklam İlişkisi,
Konya, Yüksek Lisans Tezi
Budak, S., (2003) Psikoloji Sözlüğü, Ankara, Bilim ve Sanat Kitabevi Yayınları
Buğra, A.,(2000) Devlet-Piyasa Karşıtlığının Ötesinde, İhtiyaçlar ve Tüketim Üzerine
Yazılar, Çeviren: B.S. Şener, İstanbul, İletişim Yayınları
Cevizci, A., (2000) Paradigma Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Paradigma Yayınları
Chaney, D., (1999) Yaşam Tarzları, Çeviren: İ. Kutluk,Ankara, Dost Kitabevi
Cohen, A., (1999) Topluluğun Simgesel Kuruluşu, Çeviren:M. Küçük, Ankara, Dost
Kitabevi Yayınları
Debord, G., (1996) Gösteri Toplumu ve Yorumlar, Çeviren: A. Ekmekçi ve O. Taşkent,
İstanbul, Ayrıntı Yayınları
Dornbusch, R. ve Fischer, S., (1998) Makroekonomi, Çeviren: S. Ak, M. Fisunoğlu, E.
Yıldırım ve R. Yıldırım, İstanbul, McGraw-Hill ve Akademi Ortak Yayını
Douglas, M. ve Isherwood, B. (1999) Tüketimin Antropolojisi, Çeviren: E. A. Aytekin,
Ankara, Dost Kitabevi Yayınları
Emiroğlu, K ve Aydın, S., (2003) Antropoloji Sözlüğü, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları
Eren, E., (2001) Örgütsel Davranış ve Yönetim Psikolojisi, İstanbul, Beta Basım Yayım
Dağıtım A.Ş.
Featherstone, M., (1995) Undoing Culture: Globalization, Postmodernism and Identity,
London, SAGE Publications
Fine, C. H., (1998). Clockspeed: Winning İndustry Control in the Age of Temporary
Advantage, Perseus Books, Massachusetts.
Giddens, A., (2000) Sosyoloji, Ankara, Ayraç Yayınevi
Gorz, A., (1986) Elveda Proleterya, Çeviren: H. Tufan, İstanbul, Afa Yayınları
_______ (2001) Yaşadığımız Sefalet: Kurtuluş Çareleri, Çeviren: N. Tutal, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları
Güngören, A., (1995) Reklamcı ve Şaman, İstanbul, Yol Yayınları
Güzel,A. (2001) Tüketim Toplumu Tartışmaları, Sivas, Cumhuriyet Üniversitesi, Yüksek
Lisans Tezi
Illich, I., (2000) Tüketim Köleliği, Çeviren: M. Karaşahan, İstanbul, Pınar Yayınları
Kepenek, Y. ve Yentürk, N., (2000) Türkiye Ekonomisi, İstanbul, Remzi Kitabevi
Keyder, Ç., (1999) Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul, İletişim Yayınları
Klein, (2002) No Logo, Çeviren:N. Uysal, Ankara, Bilgi Yayınları
Kocacık, F., (1998) Tüketim Eğilimleri ve Sorunları, Sivas Merkez İlçe Örneği, Sivas,
Cumhuriyet Üniversitesi Yayınları
Kumar, K., (1999) Sanayi Sonrası Toplumdan Post-Modern Topluma- Çağdaş Dünyanın
Yeni Kuramları, Çeviren: M. Küçük, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları
Lewin, R., (2000) Modern İnsanın Kökeni, Çeviren: N. Özüaydın, Ankara, TÜBİTAK
Popüler Bilim Kitapları
Lindstrom ve Seybold, (2003) Brand Child, Günümüz Dünya Çocuklarının Satınalma
Güçleri, Tüketim Tercihleri ve Markalarla Olan İlişkileri, Çeviren: A. Özer
ve D. Günkut, İstanbul, CSA Yayın Ajansı
Makal, A., (2002) Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963, Ankara,
İmge Kitabevi
Marshall, G., (1999) Sosyoloji Sözlüğü, Çeviren: O. Akınhay ve D. Kömürcü, Ankara, Bilim
ve Sanat Yayınları
Marx, K., (1997) Kapital, Çeviren: A. Bilgi, 1. Cilt, Ankara, Sol Yayınları
McMichael, P. (1996) Development and Social Change: A Global Perspective, California,
Pine Forge Press
Moorhead, G. ve Griffin, R.W., (1989) Organizational Behavior, Boston, Houghton Mifflin
Company
Odabaşı, Y., (1999) Tüketim Kültürü, Yetinen Toplumun Tüketen Topluma Dönüşümü,
İstanbul, Sistem Yayıncılık
Örnek, S. V., (1971) 100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane, İstanbul, Gerçek
Yayınevi
Özmete, E., (1997) Değerlerin Yaşam Kalitesi Üzerindeki Rolü ( Tokat Örneği) , Ankara,
Yüksek Lisans Tezi
Pontain, D. ve Robins, D., (2002) Cool: Bir Tavrın Anatomisi, Çeviren: A. Ağca, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları
Ritzer, G., (2000) Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek, Çeviren: Ş.S. Kaya, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları
Robins, K., (1999) İmaj:Görmenin Kültür ve Politikası, Çeviren: N. Türkoğlu, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları,
Ross, R.J ve Trachte, K.C. (1990) Global Capitalism: The New Leviathan, New York, State
University of New York Press
Sennett, R., (2002), Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki
Etkileri, Çeviren: B.Yıldırım, İstanbul, Ayrıntı Yayınları
Talas, C., (1999) Ekonomik Sistemler, Ankara, İmge Kitabevi
Timur, T., (1971) Türk Devrimi ve Sonrası (1919-1946), Ankara, Doğan Yayıncılık
Tseëlon, E., (2002) Kadınlık Maskeleri, Ankara, Çeviren: R. Kekeç, Ekin Yayınları
Türk Dil Kurumu, (1988) Türkçe Sözlük, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları
Türkay, O., (1996) İktisat Teorisine Giriş Mikroiktisat, Ankara, İmaj Yayıncılık
_________ (1997) Mikroiktisat Teorisi, Ankara, İmaj Yayıncılık
Urry, J., (1999) Mekânları Tüketmek, Çeviren: R.G. Öğdül, İstanbul, Ayrıntı Yayınları
Uzar, K., (1994) Reklamın Güdüleyici Unsurları ve Tüketici Davranışında Güdülemeye
Etki Eden Faktörler, Ankara, Yüksek Lisans Tezi
Ünsal, E., (1997) Mikro İktisada Giriş, Ankara, Kutsan Ofset Matbaacılık
Veblen, T., (1973) The Theory Of The Leisure Class, Boston, Houghton Mifflin Company
Weber, M., (1999) Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çeviren: Z. Gürata, Ankara,
AyraçYayınları
Yetim, S. (1997) Kredi Kartları ve Tüketici Kredileri, Ankara, Sermaye Piyasası Kurulu
Yayını
Zubritski, Y., Mitropolski ve Kerov, V., (1997) İlkel, Köleci ve Feodal Toplum, Çeviren: S.
Belli, Ankara, Sol Yayınları
2. Makaleler
Adorno,T. W. (2003) ‘Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken’ Cogito, Özel Sayı, Adorno:
Kitle, Melankoli, Felsefe içinde, Çeviren: B. O. Doğan, İstanbul, Yapı Kredi
Yayınları, Sayı:36, Yaz 2003, 76-83
Argın, Ş., (1992) ‘Boş Zamanın Toplumsal Anlamı Üzerine Notlar’, Birikim, İstanbul,
Birikim Yayınları, Sayı:43, ss. 29-44
Dikmen, A. A., (2000) ‘Küresel Üretim, Moda Ekonomileri ve Yeni Dünya Hiyerarşisi’,
Toplum ve Bilim Dergisi, Ankara, Sayı: 86, ss. 281-302
Dikmen, A. A. (Eylül-Ekim 2001), “Teknolojiyi Ararken…,” Mülkiye, Cilt. XXV, ss. 153166
Dikmen, A.A. ve Dikmen, M., (2004) ‘Her Derde Deva İksir: Toplam Kalite Yönetimi’,
Ankara, Toplum ve Hekim Dergisi
Hall, S., (1995) ‘Yeni Zamanların Anlamı’, Çeviren: A.Yılmaz, Yeni Zamanlar 1990’larda
Politikanın Değişen Çehresi içinde, Editör: Editör: Hall, S. ve Jacques, M.,
İstanbul, Ayrıntı Yayınları, ss. 105-124
Jameson, F., (1990) ‘Postmodernizmin ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı’, Çeviren: G.
Naliş vd., Postmodernizm içinde, Editör: Zekâ, N., İstanbul, Kıyı Yayınları, ss.
59-116
Keyder, Ç., (1998) ‘Sonsöz: Halk Yığınlarının Bugünkü Durumu’, Çeviren: C. Ekiz,
Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler 1839-1950, Editör: D. Quataert
ve E.J. Zürcher, İstanbul, İletişim Yayınları, ss.225-242
Korzeniewicz, M., (1994), “Commodity Chains And Marketing Strategies: Nike and the
Global Athletic Footwear Industry”, Editor: Gereffi, G. ve Korzeniewlcz, M.,
Commodity Chains and Global Capitalism, Praeger, Westport, CT, içerisinde,
ss. 247-265.
Mumford, L. (1934), Technics and Civilization, New York: Brace & World Inc., Walker, C.
R. ve A. G. Walker (1962), Modern Technology and Civilization: An
Introduction to Human problems in the Machine Age, New York McGrawHill Book Company içinde.
Murray, R., (1995) ‘Fordizm ve Post-Fordizm’, Çeviren: A. Yılmaz, Yeni Zamanlar 1990’lı
Yıllarda Politikanın Değişen Çehresi, Editör: Hall, S. ve Jacques, M., İstanbul,
Ayrıntı Yayınları, ss. 46-62
Pepper, T. ve Cunningham, J., (21,07,2004) ‘Depression: The Talking Cure’, New York,
Newsweek, volume:CXLIII, No. 25, ss.54-59
Somel, C., (2001) ‘Türkiye’de Küreselleşme ve Ücretler’, Küreselleşme, IMF Politikaları ve
2000 Ekonomik Krizi içinde, İstanbul, Petrol-İş Yayınları, ss.25-40
Sönmez, M., (2001) ‘Dağılamayan Gelir’, Görüş Dergisi içinde, İstanbul, TÜSİAD
Yayınları, ss.60-69
Şahin, E., (1996) ‘Dünya Tüketirken… Tüketici Davranışları’ , Bilim ve Teknik Dergisi,
Ankara, sayı: 344, ss. 70-73
Topçuoğlu,N., (1996) ‘Basında Reklam ve Tüketim Olgusu’, Yeni Türkiye Dergisi, Ankara,
1. Cilt, sayı 11, ss. 445-473
Yavuz, E., (1998) ‘Sanayideki İşgücünün Durumu, 1923-40’, Çeviren: C. Ekiz, Osmanlı’dan
Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler 1839-1950, Editör: D. Quataert ve E.J.
Zürcher, İstanbul, İletişim Yayınları, ss.155-195
3. İnternet Kaynakları:
Dağlar, A., (15,01,2001) ‘Marka Taklidi Davaları Yüzde 300 Arttı’
http://arsiv.hurriyetim.com.tr/hur/turk/01/01/15/ekonomi/05eko.htm
DİE Web Sitesi, (21,06,2004) http://nkg.die.gov.tr/goster.asp?aile=2
Nokia Web Sitesi, (01,07,2004) http://www.nokia.com.tr
Özdemir, U., (Güz,2003) ‘Türkiye'de Kadın Kıyafetinde Modernleşme Süreci ve Medyanın
Etkisi -Moda, Reklam, Medya Üçgeni-’, Köprü Dergisi,
http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&Yaz
iNo=570
Sony- Ericsson Web Sitesi (01,07,2004) http://www.ericsson.com.tr/
Türkel, F., (26,06,2003) ‘Taklit Malın, Hipermarkete Yaptığı’
http://212.154.21.44/2003/06/26/yazarlar/fikriturkel.htm
Yardımcı, B., (21,03,2004) ‘Anamur Muzu Çikita'ya Direndi ve Kazandı’,
http://www.milliyet.com.tr/2004/03/21/business/bus05.html
‘İsimsiz’ (12,04,2002) ‘Kredi Kartıyla Borçlu hayatı Sevdik’,
http://www.ntvmsnbc.com/news/146144.asp
______ (07,08,2002) ‘Garanti, Kart Sektöründe İddialı Gidiyor’,
http://www.ntvmsnbc.com/news/168147.asp?cp1=1
_______
(25,06,2003) ‘Basında Marka Olmak’
http://www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/2003/06/25/ekonomi/ekonomi1.html
______ (01,07,2004) ‘Emekli Polis ve MİT’çiler Taklit Marka Avında’
http://www.netmarkpatent.com/duyurular.php
_______
(07,07,2004) ‘Boyner Holding Şirketleri’
http://www.boyner-holding.com.tr/site/turkce/bh_companies.html