Madde ve Mananın Fethi
T.C. Eskişehir Valiliği Şehir ve Değer Araştırmaları Dergisi
Nisan 2021 - Yıl: 01 - Sayı: 02
ISSN: 2757-5306
Erenler nefesidir devletimiz
Onun için fitneden olduk selamet
Yunus Emre
Madde ve Mananın Fethi
T.C. Eskişehir Valiliği Şehir ve Değer Araştırmaları Dergisi
Nisan 2021 - Yıl: 01 - Sayı: 02
T.C. ESKİŞEHİR VALİLİĞİ ADINA SAHİBİ
Erol AYYILDIZ
Vali
DERGİ YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Mehmet KOCABIÇAKOĞLU
İl Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
Feride TURAN
BİLİM DANIŞMA KURULU
Prof. Dr. Osman KÖKSAL
Prof. Dr. Mehmet Erol ALTINSAPAN
Prof. Dr. Mehmet Mahur TULUM
Prof. Dr. Haşim ŞAHİN
Prof. Dr. Kemal YAKUT
Doç. Dr. Adem KOÇ
Dr. Öğretim Üyesi Hasan YILMAZYAŞAR
Dr. Cezmi KARASU
YAYIN KURULU
Şennur AZADE
Mustafa ÖZÇELİK
Ahmet URFALI
Adem YEŞİL
Feride TURAN
Burcu COŞGUN OVALI
Ali Samet KARAKOÇ
YUNUS EMRE SAYISI EDİTÖRLERİ
Prof. Dr. Haşim ŞAHİN
Feride TURAN
Burcu COŞGUN OVALI
GRAFİK TASARIMI VE DÜZENLEME
Burcu COŞGUN OVALI
İLETİŞİM
Eskişehir Valiliği, ozelkalem@eskisehir.gov.tr / Tel: 0 222 214 2778
BASKI
Sistem Ofset, Ankara
FOTOĞRAF VE MİNYATÜRLER
Eskişehir Valiliği Arşivi, Ahmet EFE
KAPAK FOTOĞRAFI
Ali Samet KARAKOÇ
Yayınlanan yazıların sorumluluğu imza sahiplerine aittir. Yazara telif ücreti ödenmez.
YAYIN TÜRÜ: 3 Aylık Yerel Süreli Yayın
ISSN: 2757-5306
İÇİNDEKİLER
NİSAN 2021
04
ERENLER NEFESİDİR DEVLETİMİZ
eROL ayyıldız
YUNUS EMRE’NİN ŞİİRLERİNDE ULEMA-MEŞAYİH İLİŞKİLERİ
Rauf Kahraman ÜRKMEZ
70
08
OSMANLI DEVLETİ
TÜRKÇEYİ RESMÎ DİL VE BİLİM DİLİ YAPTI
Erhan AFYONCU
YUNUS EMRE DİVANI’NDA TÜRKÇE İSLAMİ TERİMLER
EMEK ÜŞENMEZ
78
YUNUS EMRE DİVANI’NIN DİLİ
(BİR ALINTISI ÖGESİ OLAN TAMLAMALAR AÇISINDAN BAKIŞ)
Erdoğan BOZ
96
10
YuNUS EMRE
Mustafa Tatcı
28
YUNUS EMRE VE RİSÂLETÜ’N-NUSHİYYE
ADLI ESERİNE GENEL BİR BAKIŞ
Kemal YAVUZ
42
YUNUS EMRE (ks) DİVANI KAHİRE (MISIR) NÜSHASI
EMEK ÜŞENMEZ
48
YUNUS EMRE’Yİ ARAYIŞ:
“BİR SİNEK BİR KARTALI YERE VURDU
YALAN DEĞİL GERÇEKTİR BEN DE GÖRDÜM TOZUNU”
Yunus Arİfoğlu
52
62
FENÂDAN BEKÂYA EMSALLERİ VE MİSALLARİYLE
KÂMİL BİR İNSAN MODELİ “YUNUS EMRE HAZRETLERİ”
Talha SERT
YAŞAYAN YUNUS EMRE: Azerbaycan’da Düzenlenen
Yaşayan Yunus Emre Uluslararası Konferansı’ndakİ
İlmî Makaleler Hakkında İnceleme
Tamİlla ABBASHANLI ALİYEVA
YUNUSÇA YAŞAMAK, SEVMEK, ÖĞRENMEK…
Leyla İPEKÇİ
YUNUS EMRE VE “SEVGİ” SÖZÜ
AHMET UrFALI
100
110
116
YUNUS EMRE’YE ULUSLARARASI BAKIŞ (Dün-Bugün-Yarın)
126
Emrah BEKÇİ
HALKIN DİLİYLE SESLENMEK: YUNUS EMRE’DE GÖÇ KAVRAMI
Adem KOÇ
YUNUS EMRE VE MEHEMMED HÜSEYİN ŞEHRİYAR’IN
YARATICILIĞINDA “YALAN DÜNYA” KAVRAMI
Tamİlla ABBASHANLI ALİYEVA
134
ROMAN KAHRAMANI OLAN YUNUS EMRE’DE
YAZARI GÖRMEK: DERTLİ DOLAP
Yasemİn ULUTÜRK SAKARYA
142
146
YUNUS EMRE PERSPEKTİFİNDEN
MODERN İNSAN KİŞİLİĞİNİN ELEŞTİRİSİ
F. Arzu BEYRİBEY
KORKU VE UMUT / YUNUS’UN ÇAĞINDA ANADOLU:
SELÇUKLULAR, MOĞOLLAR VE SUFİLER
Kemal Ramazan HAYKIRAN
206
152
YUNUS EMRE VE MODERN İNSAN OLGUSUNA
YÖNELİK PSİKODİLBİLİMSEL BİR YAKLAŞIM
Zeynep Z. Sonkaya
TÜRKİYE SELÇUKLU, BEYLİKLER VE
ERKEN OSMANLI DÖNEMİ’NDE AHİLER
Haşİm Şahİn
222
156
MANEVİ DANIŞMANLIK İLKELERİ BAĞLAMINDA MEVLANA
VE YUNUS EMRE DÜŞÜNCESİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Fatma Zehra ŞİMŞEK
ESKİŞEHİR SEMASINDA ÜÇ YILDIZ:
Yunus Emre, Nasreddİn Hoca, Battal Gazİ
Mustafa ÖZÇELİK
246
170
180
186
YUNUS EMRE’NİN ESERLERİNDE
DEĞERLER EĞİTİMİ VE MANEVİ DANIŞMANLIK
Fatma Zehra YILDIZ
YUNUS EMRE ŞİİRLERİNDE GÖRSEL ARKA PLAN
Burcu COŞGUN OVALI
SİVRİHİSAR ULU CAMİİ
M. EROL ALTINSAPAN
262
YUNUS’UN NAZMINDA TARİH OLGUSU VE TARİHÎ DERİNLİK
Osman KÖKSAL
ESKİŞEHİR’DE YUNUS ÇAĞINDA BİR ZAVİYE:
Sultan Abdullah Bedevî (Ks) ZAvİyesİnİn Yerİ
NİZAMETTİN ARSLAN
268
MİHALIÇÇIK’TA BULUNAN
YUNUS EMRE MEZARININ NAKİLLERİ
Çağhan Sarı
272
BİZİM DİLİMİZ KUŞ DİLİDİR
ferİde turan
288
YUNUS EMRE’NİN MESAJLARININ SOSYAL VE SİYASAL ARKA PLANI
Cezmİ KARASU
192
202
250
YUNUS’UN ÇAĞI’NDA SELÇUKLU KÜLTÜR VE MEDENİYETİ
256
Tülay METİN
NASREDDİN HOCA DESTANI
Mehmet Mahur Tulum
YUNUS EMRE ZAMANINDA ANADOLU’NUN SİYASİ
DURUMUNA KISA BAKIŞ (1220-1318)
Ayşe ATICI ARAYANCAN
Eli, halkı incitmekten; gönlü, hırs ve emelden; dili, boş sözlerden
bağlayan; gözü, bütün insanlığı bir tarağın dişleri gibi eş gören
bütün erenlerimizin nefesi; organların şahitlik edeceği bir gün için
henüz vakit varken, henüz nefes alıp vermekteyken yüzü ak, kalbi
pak; fütüvvette, mertlikte gözü pek olmak hususunda bizlere ahirete
uzanan bir vizyon sunmaktadır.
EROL AYYILDIZ
Eskİşehİr Valİsİ
2021 yılı münasebetiyle bu toprakların vatan kılınmasında, önce gönüllerin
fethedildiği kurucu değerlerimize dair millî hafızamızı tazelemeyi bir fırsat
bilmekteyiz.
Y
unus Emre bir şiirinde “Erenler nefesidir devletimiz / Onun için fitneden olduk
selâmet” der. Burada “devlet” kavramını
ister siyasi bir yapı olarak isterse baht, talih, büyük saadet, maddi-manevi mevki anlamlarıyla
ele alalım, bizim “devlet”imiz; “Bizim Yunus”un
da veciz bir şekilde ifade ettiği gibi “erenler nefesi”dir. Kelime, her anlamıyla millî manevi değerlerimize açılan bir kapıya çıkacaktır. Bunu
Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli ve Ahi Evran
yılı ilan edilen, içinde bulunduğumuz yılda her
zamankinden dahi iyi idrak ediyoruz.
Bilindiği üzere 2020-2021 Anma ve Kutlama Yıl Dönümleri UNESCO 40. Genel Konferansı’nda Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli
ve Ahi Evran’ın da isimleri mevcuttur. Yunus
Emre’nin Vefatının 700. Yıl Dönümü, Hacı
Bektaş-ı Veli’nin Vefatının 750. Yıl Dönümü
ve Ahi Evran’ın Doğumunun 850. Yıl Dönümü olan 2021 yılının asıl önemi ise bizlere
yaklaşık 13. yüzyılı işaret etmesidir. Kılıç seslerinin yükseldiği bir dönemde yaşayan bu ve
4
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
diğer bütün erenlerimiz; bu topraklara birlik
ruhunu ekmişlerdir. Gönlü akılla buluşturan,
maddeyi mana ateşinde eriten; kapısı her türlü
sevgisizliğe, kötülüğe ve ötekileştirmeye kapalı
değerler dünyamızı yeşertmişlerdir. Tercih hakkının gönlü kırıklardan yana kullanıldığı, önceliğin gariplere verildiği fütüvveti esas alarak
savaşların, istilaların harap ettiği gönülleri mamur etmiş; onanmış ve donanmış kılmış, gönül
yaralarına merhem olmuşlardır.
Horasan erenlerinin ektiği fütüvvet tohumları Anadolu’da ahilik şeklinde boy vermiş;
“elini, belini, dilini korumak” şeklinde beliren
ahlâk ilkesi sosyal, ekonomik, siyasi boyutları
ile geniş perspektifte bir “yaşama edebi”ni inşa
etmiştir. Vicdanını kendi üzerine gözcü koyan; kalbi Allah’a, kapısı yetmiş iki millete açık
olan bu “yaşama edebi”nin gereği olarak sadece
mesleki anlamda başarılı bireyler değil, aynı zamanda değerleriyle kuşanmış bir ruh güzelliği
hedeflenmiştir.
Ayrılıkların,
çatışmanın,
ölümlerin,
zulümlerin karanlığa boğduğu 13. Yüzyıl Anadolu’sunda birer ümit ışığı olan erenlerimiz;
gönülleri karanlıklardan aydınlığa çıkaracak
sağlam bir manevi cepheyi tesis etmiştir. “Bir
olalım, iri olalım, diri olalım” diyen Hacı Bektaş-ı Veli, damla değil umman olmayı öğütleyen
Hz. Mevlana, “Gelin tanış olalım” diyen Yunus
Emre, Kuruluş’un manevi lideri Şeyh Edebali,
akabinde İstanbul’un Fethi’nin manevi rehberi
Akşemseddin Hazretleri ve daha nice erenlerin
aynı yönü işaret eden çağrısı asırlar boyunca gönül memleketinde yankılanmaktadır.
2021 yılı münasebetiyle bir kez daha rahmet,
şükran ve minnetle yâd ettiğimiz Yunus Emre,
Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evran şahsında bu
toprakların vatan kılınmasında, önce gönüllerin fethedildiği kurucu değerlerimize dair millî
hafızamızı tazelemeyi bir fırsat bilmekteyiz. Eli,
halkı incitmekten; gönlü, hırs ve emelden; dili,
boş sözlerden bağlayan; gözü, bütün insanlığı
bir tarağın dişleri gibi eş gören bütün erenlerimizin nefesi; organların şahitlik edeceği bir gün
için henüz vakit varken, henüz nefes alıp vermekteyken yüzü ak, kalbi pak; fütüvvette, mertlikte gözü pek olmak hususunda bizlere ahirete
uzanan bir vizyon sunmaktadır.
Bu bakımdan gönüllerin fethedildiği bir
medeniyetin izinde, ikinci sayısını Yunus Emre’nin ruh iklimine doğru bir gönül yolculuğuna atfeden “Fetih ve Medeniyet” dergimizde Yunus’u sadece hayatı ve eserleri ile değil
içinde yaşadığı dönemin sosyal, siyasi şartlarını
bütünleyici olarak ele almaya gayret ettik. Zira
dönemin şartlarını anlamadan, ne Yunus’u ne de
diğer erenlerimizi layıkıyla anlamış sayılamayız.
İsmi ne olursa olsun Yunus Emre’nin “Ete
kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” şeklinde
ifade ettiği gibi bütün erenlerimiz aynı ruh ve
manaya ses ve nefes olmuşlardır. Toplumda
barışı ve huzuru tesis etmenin, herkesin kendi
içinde çıkacağı ve yol alacağı bir iç yolculukla
mümkün olduğuna dair ufuk çizmişlerdir. Yunus
misali “Önümce kuyu kazanı Hak tahtın ağdırsın
onu / Ardımca taşlar atanı güller nisâr olsun ona”
diyerek iyiliğe iyiliğin her kişinin kârı; kötülüğe iyiliğin ise er kişinin, ancak gönül erinin kârı
olduğunu; kerem sahibi olmayı bizatihi yaşantılarıyla göstermişlerdir. “Kogıl ayruk sözü sen seni
gözle / Senin suçun ile sen seni yüzle” diyen Yunus gibi ayruğun, yani başkalarının kusurlarını
bırakıp kendi iç muhasebemizi yapmak, kendi
hatalarımızla yüzleşmeye bir çağrıdır bu. Onlar
güzel ahlâkı süslü öğütten çıkararak yaşanır bir
hâle getirmeye bütün insanlığı davet etmişlerdir.
Bu bağlamda Eskişehir, manevi bereketini ortaya koyan değerleriyle iyiliklerin, güzelliklerin
neşvünema bulduğu ve Kuruluş’un değerlerini
bağrına basmış bir şehirdir. Hikmetli nasihatleriyle Nasreddin Hoca, huzurun mimarları
Şeyh Şehabeddin Sühreverdi, Şeyh Şucaeddin
Veli, Aziz Mahmud Hüdayi; destanlarla dolu
hayatıyla Seyyid Battal Gazi, davasının esası
sevgi olan bir yönetim mirasının manevi lideri Şeyh Edebali ile birlikte Eskişehir dendi mi
akla şüphesiz Yunus Emre gelmektedir.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
5
Bilindiği üzere Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Yunus Emre’ye ait olduğu ileri sürülen mezarlar vardır. Memleketin her köşesi bağrında
Yunus için bir mezar hazırlamıştır. Meçhul bir
mezarın ona ait olabilme ihtimalinden bile milletimiz huzur bulmuştur. Ancak “Yunus bendedir” diyen toprakların Eskişehir’de olduğunu
öncelikle Anadolu irfanı söylemektedir. Nitekim gerek 6 Mayıs 1949 Cuma günü ve gerekse 24 Mayıs 1970’teki Yunus Emre’nin mezar
nakillerinde, on binlerce insan Anadolu’nun her
yerinden gelmişler; helvalarıyla, tekbirleriyle,
ilahileriyle bu büyük Hak âşığına hiçbir yerde
görülmeyen törenler yapmışlardır. Diğer taraftan âriflerin kabirlerinin gönüllerde olduğuna
inanırız. Erenlerin hayat coğrafyalarında ayak
izi bulunan yerlerdeki makam türbeleri bizlere
“Bizim Yunus”un “Ölürse ten ölür, canlar ölesi
değil” sözünü hatırlatmaktadır.
Eskişehir dendi mi hatırımıza Yunus Emre,
Yunus Emre dendi mi hatırımıza “gönül şehri”
düşer:
Girdim gönül şehrine daldım onun bahrine
Aşk ile seyrederken iz buldum can içinde
Şehrin kültür ve değerlerini ortaya
çıkaracak güzellikler üretmek gayreti içindeyiz.
Eskişehir’e hizmet etmeyi mukaddes bir yük
ve ibadet kabul ediyoruz. Zira Eskişehir’e
hizmet etmek bizim için aynı zamanda
Nasreddin Hoca’mıza, huzurun mimarları
Şeyh Şahabeddin Sühreverdi, Şeyh Şucaeddin
Veli, Aziz Mahmud Hüdayi’ye; Seyyid Battal
Gazi’ye, Şeyh Edebali’ye, Yunus Emre’ye ve bu
toprakların bağrından çıkardığı daha nice değerlerine hizmet etmek demektir.
2021 UNESCO “Yunus Emre Anma ve
Kutlama Yılı” ve Cumhurbaşkanlığımızın Genelgesi ile 2021 “Yunus Emre ve Türkçe Yılı”
kapsamında onun arı duru Türkçesiyle “Bu manadan duyan gelsin” dediği ve her biri bir mana
denizi olan şiirlerindeki davetine uyarak bu ma-
6
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
nadan duymaya, her zamankinden gür bir sesle
duyurmaya azmettik. Zira onun sesine, nefesine
her zamankinden daha çok ihtiyaç duyan 21.
yüzyıl insanına, çağın buhran ve bunalımlarına
dair Yunus Emre bir çıkış kapısı göstermektedir.
O, kibrin ve kinin boy vermediği ve asla yeşermediği bir değerler dünyasının sesidir:
Yâ Hazreti Sultan Yunus Emre
Adımız miskîndir bizim düşmanımız kimdir bizim
Biz kimseye kin tutmayız kamu âlem yârdır bize
Onun “kamu âlemi yâr görme”sinde, hiç
kimseye kin tutmamasında, “Yaradılanı Yaradan’dan ötürü” hoş gören bakış açısında üstüne
titrediği “gönül” kavramını iyi anlamak gerekir.
Bir şiirinde “İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar
ise” diyen Yunus Emre bir kez bile gönül yıkan kişinin iki cihanda da bedbaht olacağından
bahseder. Bu sözler, hümanizmin çok ötesinde
ve merkezine “Yüce Yaratıcı”nın getirildiği bir
sevginin eseridir. Zira Yunus bir şiirinde “Hak
durağı gönülde, âyâtı var Kur’ân’da” demekte ve
insan gönlünü yüceltmesinin temelinde gönül
evinin asıl sahibine olan hürmetin yattığını vurgulamaktadır.
Yunus Emre, kültürümüzde temsil ettiği
değerler bakımından önemlidir. Alçak gönüllülüğün kibre, sabrın öfkeye, sadakatin ihanete,
doğruluğun fesada, cömertliğin cimriliğe, samimiyetin riyaya galip geldiği değerleri temsil
etmektedir. Bu noktada dostluğumuzu, kardeşliğimizi, birlik ve beraberliğimizi pekiştirecek
bir güçtür. İnsanlığa “Sövene dilsiz gerek, dövene elsiz gerek” sözünde; şiddete şiddetle karşılık
vermemeyi, akl-ı selimi tavsiye ederken gönlünde “Kötülüğü en güzel bir şekilde sav” İlahi
emri vardır. Issız gönüllere girmek, gariplere
öncelik vermek, gönüllere girmenin yollarını
aramak için Yunus Emre’den öğrenecek çok
şeyimiz var. Bu bakımdan “Yunus” demek yetmez; “Yunus” olmak, onun “cümle âlemi kardeş
gören” bakış açısına sahip olmak ve gönül medeniyetimizin değerlerini hayatımıza geçirmek
gerekir. Nitekim çocuklarımız ne söylediğimize
değil ne yaptığımıza bakacak; söylediklerimizi
değil hayata geçirdiklerimizi örnek alıp tekrar
edeceklerdir.
Modernitenin bütün aygıtlarıyla küresel boyutta kendini gösterdiği çağımızda maddeye,
salt başarıya odaklanan modern insanın gündemine Yunus ve nice erenlerimiz amellerin niyetlere göre değerlendirildiği bir değerler dünyasını
getirerek bakışlarımızı “iyi niyet”e ve hüsnüzanna çekmektedir. Kıyafetlerin, insan bedeninin ve
mekânların güzelliğine, estetiğine, uyumuna en
ileri teknolojilerle odaklanmış modern dünyada Yunus ve tüm erenlerimiz; ruhun güzelliği,
ahengi ve dinginliğine; kendini sorgulayanların,
iç âlemindeki gereksiz yükleri atabileceğine dair
yol haritasını ve kültür kodlarımızı elimize vermektedir. Bu bakımdan Yunus gibi değerlerimizin şiirleri, eserleri; edebî değerlerinin üstünde
bir anlam ifade etmektedir. Deyim yerindeyse
birer -yaşam koçu- olan erenlerimize -işi, yaşıne olursa olsun herkesin ihtiyacı vardır. İşte
bundandır ki Yunus Emre gibi şahsiyetlerin
disiplinler arası değerlendirilmesi, onların eserlerinin farklı alan ve disiplinlerde ele alınması
gerekmektedir. Fetih ve Medeniyet dergimizin
ikinci sayısında Yunus’a ve Yunus’un yaşadığı
döneme doğru bir gönül yolculuğuna çıktığımız
gibi ona ve dönemine -mümkün mertebe- farklı
perspektiflerden bakmaya dikkat ettik. Yunus
Emre’nin biz evlatlarına vasiyeti de zira bu yöndedir. O, bir şiirinde şöyle der:
Yûnus senin sözlerin manadır bilenlere
Söyleyeler sözünü devr-i zamân içinde
Hat: Necmettin Okyay
Onun sözleri bugün gönül memleketimizde hâlâ yankı buluyor. Devr-i zaman
içinde; devirler, çağlar boyunca mana ile
söylenmesi için yüreğimizi ortaya koyduk.
Cumhurbaşkanlığımızın himayelerinde, Kültür
ve Turizm Bakanlığımızın koordinesinde Eskişehir Valiliği olarak; ilgili yerel, ulusal ve uluslararası tüm kuruluşlarla iş birliği içinde Yunus
Emre ile ilgili çalışmalarımızı yıl içine yayarak
hayata geçirmeyi hedefledik. Devr-i zaman
içinde “Bizim Yunus” ve “Türkçe Yılı” adıyla
anılacak 2021’de onun mana denizinden cevherleri bir kez daha ortaya koyarak medeniyet
dili olan güzel Türkçemizle kalıcı bir eser bırakmayı istedik.
Bu vesileyle “Bizim Yunus” ve “Dünya Dili
Türkçe” etkinliklerini himaye eden Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a şükranlarımızı arz ediyoruz. Yunus’un sesinin gür
bir şekilde duyurulması için Kültür ve Turizm
Bakanlığımız başta olmak üzere yüreğini ortaya
koyan yerel, ulusal ve uluslararası tüm kuruluşlara; “Bizim Yunus”un ve yaşadığı dönemin iyi
anlaşılmasına çok kıymetli araştırma ve yazılarıyla dergimize katkı sunan saygıdeğer akademisyen ve yazarlarımıza, Fetih ve Medeniyet’in
yayınlanmasında emeği geçen her yüreğe teşekkürü borç biliyoruz.
Gönüllerin fethedildiği bir medeniyetin
izinde aynı manaya kapı aralayan aynı maya ile
yoğrulmuş halisane niyetlerle hazırladığımız
Fetih ve Medeniyet’in -Yunus misali- gönül
gözüyle okunması ümidiyle selam ve saygılarımı
sunarım.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
7
Türkçenin Osmanlı Dönemi’nde bu sahadaki yükselişi asırlara göre incelendiğinde daha iyi
anlaşılır:
XV. yüzyılda 35 Arapça, 10 Farsça, 7 Türkçe;
XVI. yüzyılda 172 Arapça, 59 Türkçe, 42 Farsça;
XVII. yüzyılda 139 Arapça, 41 Türkçe, 1 Farsça;
OSMANLI DEVLETİ
TÜRKÇEYİ RESMÎ DİL VE BİLİM DİLİ YAPTI
Erhan AFYONCU
1*
Osmanlı Dönemi’nde kullanılan dil Osmanlıca değil “Eski Türkçe”dir.
O
smanlılar, Türkçeyi devletin ilk
dönemlerden itibaren resmî dil
olarak kullandılar. Edebî ve bilimsel
eserlerdeki Arapça ve Farsçanın hâkimiyeti ise
Osmanlı Dönemi’nde kademe kademe azaldı ve
Türkçe bir bilim dili oldu.
Türkçe Resmî Dil Oldu
Osmanlılardan önce Türkiye Selçuklularının
resmî dili Farsça idi. Daha sonra kurulan beyliklerde de bu devam etti. Bunun uzun süre bu
şekilde gittiğini görüyoruz. Örneğin Hamidoğlu Hüseyin Bey’in 1377’de I. Murad’a Niş’in
fethini kutlamak için gönderdiği tebrik-nâme
Farsçadır. Karamanoğlu Mehmed Bey’in Konya’yı aldığı zaman Türkçeyi resmî dil ilan etmesi
de bir sonuç vermemişti.
1 Prof. Dr., Milli Savunma Üniversitesi Rektörü
8
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Osmanlılar ise Türkçeyi ilk dönemlerden
itibaren resmî dil olarak kabul edip
yazışmalarında kullandılar. Edebî ve bilimsel
eserlerdeki Arapça ve Farsçanın hâkimiyeti
de Osmanlı döneminde kademe kademe
azaldı. Osmanlı İmparatorluğu’nda Astronomi
sahasında yazılmış eserlerin incelenmesi bu
durumu açıkça gösterir.
Bir Bilim Dili Olarak Türkçe
İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma
Merkezi tarafından hazırlanan Osmanlı
Astronomi Literatürü Tarihi’ne göre Osmanlı
döneminde yazılmış 2286 Astronomi eserinin
986’sı yani yüzde 43’ü Arapça, 1058’si ise
Türkçedir. Türkçenin yüzdesi 46’dır. Diğerleri
ise Farsça veya üç dilin ikisi veya üçünün ortak
olarak kullanılarak yazılanlardır.
XVIII. yüzyılda 221 Arapça, 101 Türkçe, 2
Farsça;
XIX. yüzyılda 137 Arapça, 123 Türkçe;
XX. asrın başlarında 41 Arapça, 173 Türkçe.
Bu tasnif, yazarları ve bu yazarların yaşadığı
çağlar belirlenmiş eserlere göredir. Yazarı ve
yazıldığı dönemi bilinmeyen 854 eserin ise
554 Türkçe, 241 Arapça, 59’u Farsçadır. Türkçe
XV. yüzyılda Astronomi sahasında yazılan
eserlerde yüzde 13 oranında iken her asırda
oranını artırarak önce XVI. yüzyılda Farsçayı,
imparatorluğun sonuna doğru da Arapçayı
geçerek bu sahada hâkim dil hâline gelmiştir.
Matematik sahasında yazılmış kitaplarda da
aynı gelişmeyi görürüz. Osmanlı Dönemi’nde
yazılmış 1114 Matematik eserinin yüzde
48’i Arapça, yüzde 50’si Türkçedir. Türkçe
XV. yüzyılda Matematik sahasında yazılan
eserlerde yüzde 18 oranında iken her asırda
oranını artırarak önce XVI. yüzyılda Farsçayı,
imparatorluğun sonuna doğru da Arapçayı
geçerek bu sahada hâkim dil hâline gelmiştir.
Coğrafya sahasında ise imparatorluğun
başından sonuna kadar Türkçenin hâkimiyeti
vardır. Osmanlılar zamanında yazılmış 1628
coğrafya eserinden 1542’si, yani yüzde 95’i
Türkçedir. Tarihçilikte de durum coğrafya
gibidir. Astronomi ve Matematik sahasındaki
oranlar küçümsenmemelidir. Çünkü Araplar,
bu sahalarda yaptıkları çalışmalarla dünya
bilim tarihine damgalarını vurmuşlar ve güçlü
bir gelenek meydana getirmişlerdir. Bu yüzden
Osmanlı Dönemi’nde aynı gelenek devam etmiş
ancak Türkçe her yüzyılda bu bilim dallarında
gelişmesini sürdürmüştür.
Osmanlı’dan önceki Türk devletlerinde
yazılan bilimsel eserlerde Türkçenin adı bile
yoktur. Nitekim Osmanlılardan çok önce
yaşamış iki büyük Türk âlimi, İbn-i Sina ve
Farabi’nin eserlerinin Arapça olduğunu unutmamak gerekir.
Osmanlıca Diye Bir Dil Var mı?
Osmanlıca, Osmanlı İmparatorluğu döneminde kullanılan ve Arap harfleri ile
yazılmış Türkçedir. Ayrı bir dil değildir. Bu konudaki en büyük yanlışlık kendi dilimizi
farklı bir dil gibi isimlendirmektir. Osmanlı Dönemi’nde kullanılan dil Osmanlıca değil
“Eski Türkçe”dir.
Bazı yazarların eserlerinde aşırı derecede Arapça ve Farsça kullanarak kitaplarını
anlaşılmaz hâle getirmelerinden hareket edenler Osmanlıcayı farklı bir dil gibi takdim
ederler. Devletin resmî yazışmaları incelendiği zaman elkablar çıkarıldığında kullanılan
dilin anlaşılmasında fazla bir güçlük yoktur. Ancak ortaya yeni çıkan bir problem
Osmanlı Türkçesi’ni anlamayı iyice zorlaştırmıştır. Bu da son 30 yılda dildeki sadeleşme
sonucunda günlük yaşamda kullandığımız kelime sayısının azalmasıdır. 1960’lı yılların
başında kullanılan Türkçe ile Osmanlı Dönemi’nde kullanılan Türkçe kıyaslanırsa arada
fazla bir fark olmadığı anlaşılacaktır. Bu konuda doğru olan, Osmanlı Dönemi’ndeki
Türkçeye Osmanlıca değil “Eski Türkçe” demektir.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
9
Aydın bir gönülle ana dili Türkçeyi hakikatin dili hâline getirdi. Evde,
sokakta ve pazarda konuşulan sözler onun kalemiyle semaya kanatlandı.
“Dil hikmetin yoludur!” diye bayrak açtı.
YuNUS EMRE
Mustafa Tatcı
1*
Yunus Emre, aziz milletimizin sevgilisi olmuş bir aşk ve gönül adamıdır. O,
insanlığa asırlardan beri hayat üfleyen bir nefes; Cenâb-ı Hakk’a ve Resûlüne
olan sevgimizin tercümanı olmuş bir sestir.
Urum Diyarında Bir Aşk Hocası
1
240-1320/1 yılları arasında yaşayan Yunus Emre medeniyet tarihimiz açısından
çok önemli bir şahsiyettir. Çünkü o, tarihte
kendini aşan bütün bilgeler gibi zihinlerde, gönüllerde ve ana dili Türkçe’de yeniliklere imza
atanlardandır.
İnsanı yeniden inşa etmek, zamanı ana getirmek; insanlığın fikirlerini, hayallerini ve rüyalarını geliştirmek, insanlığı düştüğü yerden alıp
kaldırmak, onu hakka ve hakikate hazırlamak,
kulluk bilinciyle donatıp Allah’a layık hâle getirmek... Gerçekte peygamberlerin ve onların
izinden giden Hak dostlarının ve aydınlanmış
gönüllerin misyonu ve insanlığa mirası budur.
1* Dr. Öğretim Üyesi, Gazi Üniversitesi, Türk Dili
ve Edebiyatı Öğretmenliği Ana Bilim Dalı
10
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Bu miras, putlaştırılan bütün sahte düşüncelerden kurtulup insanlığın yeniden inşa edilmesini
sağlayacak biricik gerçektir, başka bir şey değil.
Burada konumuz olan Yunus Emre de insanlığı düştüğü yerden kaldıranlardan biridir.
Yunus; varlığının, hakikatinin ve dininin aslından uzaklaşan insanlığın kendine gelmesi için
bazı değerleri yeniden yorumladı. Her Hak ârifi
gibi o da bazı yanlışları yerinden söküp yerine
yepyeni değerler koydu, yaşadı, söyledi ve kendimize gelmemiz için gönüllerimizi sarstı gitti.
Yunus Emre, Rum’un (Anadolu’nun) serveri Tapduk Emre’nin yanında yetişti. Hayatta
“odunculuk” veya “su taşıyıcılığı” (sakalık) gibi
basit görebileceğimiz bir görevle sınandı. İçini
sabırla süsledi. Nefsini İslam’ın ahlakıyla, aşkıyla, irfanı ve güzellikleriyle tanıştırdı; değişti,
değişti, değişti… Değiştikçe derinleşti! Hakikat
pınarı olan Tapduk Emre’den kandıkça Mu-
hammedîleşti. Sözü Kur’an, özü Kur’an hâline
geldi. Kendi içinde değişip derinleşirken çevresindekileri de değiştirdi. Yükseldiği gönül
burcunda dilimizin ve İslam’ın içini yakaladı.
“Benden benliğim gitti, hep mülkümü dost tuttu.” deyip nefsinin fâni, Cenâb-ı Hakk’ın bâkî
olduğunu ispat ve ilan etti. Yollar içinde bir yol,
kullar içinde bir kul olduğunu bildi. Bir doğan
idi, terbiye edilip Tapduk koluna kondu. Çokluk
Tûr’undan birlik nûruna yol buldu. Yol tecrübelerini söze döktü. İnsanlığın Hakk’a ve hakikate
dönmesi gerektiğini söyledi. İncitmeden, kırmadan dökmeden konuştu. Bir baba, bir ana şefkatiyle öğütledi. Aşk imamının arkasında namaza
durmuş, gönlü cemaat olmuştu. Başka bir göz,
başka bir kulak, başka bir dil ile görüp duyuyor
ve konuşuyordu. O bize sevmemizi, sevgi yoluyla Hakk’a ulaşmamız gerektiğini öğretti. Türkçe
konuştu, bizim aşk ve mana dilimiz oldu! Annemizden öğrendiğimiz Türkçeye mana elbisesi
giydirdi. Kendisi aşkın rengine boyanmıştı, konuştuğu dili de kendi rengine boyadı. Aydın bir
gönülle ana dili Türkçeyi hakikatin dili hâline
getirdi. Arapça bilmeyen insanımıza hakikati
Türkçe anlattı. İnsanımızı halktan Hakk’a, taklitten gerçeğe davet ederken ümmîlerin diliyle
“oku” gönderdi. Onun izinden yürüyenler onun
davetine uydular, iyi birer “okuyucu” oldular.
Sözleri dilden dile, gönülden gönüle yayıldı.
Onun gönül kitabından söylediklerini duyup
tefekküre dalanların kulaklarına can suyu kaçtı. Evde, sokakta ve pazarda konuşulan sözler
onun kalemiyle semaya kanatlandı. “Dil hikmetin yoludur!” diye bayrak açtı, önümüzden gitti.
Arkasından gelenlerin üslubu oldu. Sonraki
gelenler onun izine basarak yürüdüler. Büyük
Hak âşıkı Niyâzî-i Mısrî (ö. 1694) bu sebeple
“Niyâzî’nin dilinden Yûnus durur söyleyen!”
dedi.
İlahi sevgiden nasibi olmayan kişilerin
anlamadığı bir nükte de şu idi ki bu aşk ve mana
dilimizi tesis eden zat, ümmî idi. Evet o bir
ümmî idi. “Medreseler müderrisinin okumadığı
aşk dersini” okumuştu. Tanrı dostlarının gezdiği
en yüksek burçlarda gezindi, gönlünü dil eyledi.
Kendisi aradan çıkmış, “Yaradan” kalmıştı. Bu
sebeple Yunus; dilimizin gönlü, gönlümüzün
dili oldu.
Yunus, bize bir kâmilin eşiğinde nefsinin
nasıl terbiye edildiğini, o eşiğe basmadan yani
hiçbir gönlü incitmeden nasıl geçileceğini yaşayarak gösterdi. Tapduk Emre’nin şahsında aşk
yolunun, tevhit ve irfan makamının adresini
verdi. Sevenlerine en gizli sırlarını açtı. İki denizi birleştirenlerle yüz yüze gelmemizi sağladı!
Nefsimizle tanıştırdı, gönlümüzle barıştırdı.
Yunus kapıya kadar gelip de direnenlere, dışarıda gezenlere içerledi; acıdı. İslam’ın kurallarından ve Allah’a ulaştırma yollarından öte
bir bilgi alanı vardı. Yolcuları, “Takılma!” diye
uyardı: “Şerîat tarîkat yoldur varana/Marifet
hakikat ondan içeri” diye öğütledi. O, içeri girenlerdendi. Söyledikleri içeriden derlediği eşi
benzeri olmayan inci gibiydi. Taklit değildi,
özünden derlediği gerçeklerdi. Bizim de tahkike
dönmemiz gerektiğini, ilimden irfana; sûretten
manaya geçmemizi istiyordu. “Hakikatin manasını şerh ile (açıklayarak) bilmediler!” diye ikaz
ediyor, temelsiz bilgilerimizi havuza atıyordu.
Gözü çobanda, gönlü yabanda gezenleri nefsini
bilmeye çağırıyordu. “İlim ilim bilmektir, ilim
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
11
kendin bilmektir!” yahut “İlm okumanın manası
kişi Hakk’ı bilmektir!” diyerek, gerçek bilginin
nefsimizi ve Rabbimizi bilmek olduğunu öğretiyordu. Suyu kendi benliğimizin kuyusundan
çıkaracağımızı, Leyla’nın da Şîrîn’in de içimizde olduğunu bildiriyordu. Gönül testimizin kemal sahiplerinin ağızlarından akan çeşmelerden
yaşarken doldurulması gerektiğini, “Bin yıl dahi
durursa kendisinin dolmayacağını”, dünün ve
yarının olmadığını söylüyordu. İnsanı şimdiki
ana davet ediyor, vaktin çocuğu olmamızı ikaz
ediyor; dem bu demdir, diyordu.
O, dünya ambarındaki buğdayı elinin tersiyle itti. Ölü gönülleri dirilten “nefes”e, ilahi “himmet”e talip oldu. Himmet gönül mahzenindeki
hazine idi. “Bana seni gerek seni!” dedi, içindeki
sultana ulaştı. Yüzünü Hakk’a çevirdi. Gönlünü
yere, çokları bire indirdi! Bir yokluk ve tevazu
abidesi oldu. Yolda yürümeyi bilmeyenlere yol
tarif etti.
Bizim bütün derdimiz var olmak içindi.
“Kimde varlık var ise gitmez gönül darlığı!” diye
tembih etti. Bizi varlığın özüyle tanıştırdı. İslam’dan, imandan ve ihsandan uzak bir hayat
yaşayan kişinin işinin zor, ilahi tecelliye mazhar
olan âşıkların gönüllerinin “Tûr” olduğunu biz
ondan öğrendik.
Yunus, 13. asrın sonlarında bir saba meltemi
gibi esti, içimizi serinletti. Can kulağımızı açıp
bilmediğimiz, görmediğimiz illerden haberler
getirdi. Onun getirdiği haberlerle kulağımız
duydu, can gözümüz açıldı, gönlümüz şad oldu.
Varlığı “Dağlar ile taşlar ile seherlerde kuşlar
ile” bir bütün olarak kucaklamak gerektiğini;
“Hakk’ı gerçek sevenlere cümle âlem kardeş
gelir” düşüncesini biz onun anlattıklarından
öğrendik. Hak’tan başka ne vardır, kalma
gümân (şüphe) içinde” diyen Yunus, bize “karıncaya ulu nazarla bakmayı” öğretti. Kulağımıza “Miskîn Yûnus gözün aç bak iki cihân
dopdolu Hak!” diye fısıldadı, varlığın Hak ile
var olduğunu anladık. Yaradan’ı orada, burada
12
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
değil içimizde aramayı öğretti. Nereye dönersek
O’nun yüzünü göreceğimizi, parmağımızın
değdiği havanın, aldığımız nefesin, varlığı bir
derya gibi nuruyla kaplayanın “O” olduğunu
öğretti. “Sen ve ben” denen yerde Allah’ın idrak edilemeyeceğini “Gir gönüle bulasın Tûr/
Sen ben demek defterin dür” diyerek Cenâb-ı
Hakk’ın kâmil insanların gönlünde tecelli ettiğini anlattı. “Her davadan geçen kişinin Hak’tan
yana uçacağını” müjdeledi. Dünyevi sıkıntılarla
daralan gönlümüz onun zaman ve mekânlar
aşan ilahileriyle genişledi. Binbir ihtiras, şehvet
ve kin çamuruna bulaşan doğamızda çırpınıp
duruyorduk. “Bu bendeki ben” diyenin “O” olduğunu öğretti, gönül darlığından kurtulduk.
Yunus bizi çok sözden kurtardı. İnsanın nefsinden Allah’a yolculuk yapabilmesi için gayrete,
sevgiye ve bilgiye ihtiyacı olduğunu söyleyerek
yükümüzü aldı. “Ete kemiğe büründü, Yûnus
diye göründü!” İnsanın kendini gerçekleştirmesi, noksanlıklarından kurtulup tamamlanmış bir
varlık hâline gelmesi için aşktan başlaması gerektiğini anlattı. Aşksızları aşka davet etti. Sevenin, sonunda sevgili olacağını bildirdi. Kısacası
Yunus “Gelin tanış olalım” diyerek aynı özden
geldiğimizi hatırlattı, bizi özümüzle tanıştırdı.
Hasılı, sevgi öğretmenimiz Yunus bize sevmeyi, sevince insan olacağımızı öğretti; öğretmeye de devam ediyor.
Tarihi Aşan Yunus
Yunus Emre, Türk milletinin yüzyıllar içinde yetiştirmiş olduğu en büyük ve en önemli
şahsiyetlerden birisidir. O, İslam’ın getirdiği
aşk ve irfan nuruyla aydınlanan bir Türk mutasavvıfıdır. Yunus yazmış olduğu ilahileriyle
sevgimize ses, ölü gönüllerimize nefes olmuş
abidevi bir insandır. Bu kutsal gönüllü insanın
Cenâb-ı Hakk’ın sevgisiyle ortaya koyduğu
düşünceleri ve yaygın şöhretine rağmen hayatı
hakkındaki bilgilerimiz çok azdır. Anadolu’nun
Sözüm ay gün için değil sevenlere bir söz yeter
Sevdiğim söylemez isem sevmek derdi beni boğar
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
13
ve Azerbaycan’ın bağrında pek çok makam
bırakarak gerçek mezarını gizleyen; kendisini,
sevenlerinin kalbinde sırlayan Yunus Emre’nin
hayatını, vefatından çok sonraları yazılmış
menâkıbından çıkarabilmekteyiz.
Tarihî hayatı ve şahsiyeti hakkında pek az
şey bildiğimiz Yunus Emre; Anadolu Selçuklu
Devleti’nin dağılıp Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde küçük büyük Türk Beylikleri’nin kurulmaya, 13. yüzyıl ortalarında Osmanlı Beyliği’nin filizlenmeye başladığı 14. yüzyılın ilk
çeyreğinde Orta Anadolu havzasında doğup
yaşamış Türkmen kocası bir erendir. Yunus’un
yaşadığı yıllar; Anadolu Türklüğünün Moğol
akın ve yağmalarıyla, iç kavga ve çekişmelerle,
siyasi otorite zayıflığıyla, kıtlık ve kuraklıklarla perişan olduğu yıllardır. 13. yüzyılın ikinci
yarısı, sadece siyasi çekişmelerin değil mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim ve Hazret-i
Peygamber’in sünnetindeki düşüncelere aykırı
bâtıni mezhep (yol) ve inançların yaygın olarak yaşanmaya başlandığı bir zamandır. İşte
böyle bir ortamda Mevlana Celaleddin-i Rumî,
Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evran-ı Veli, Ahmed
Fakih gibi İslam’ın ve Türklüğün güler yüzü
olan gönül dostu bilgelerle birlikte Yunus Emre,
Kur’an ve Hazret-i Peygamber’in hükümlerine
aykırı olan her türlü inanç ve uygulamaya karşı
gelerek ilahi sevgi ve irfana dayalı insan eğitimini, güzel ahlakla ilgili düşüncelerini, gerçek
İslam’ı ve dinimizin özünü ifade eden tasavvufi
hakikatleri işleyerek birlik ve dirliğimizin temininde önemli görevler ifa etmiştir.
Risâletü’n-Nushiyye (Öğüt Kitabı) adlı
mesnevisinin sonundaki: “Söze târîh yedi yüz
yedi idi/Yûnus cânı bu yolda fedâ idi” (Bu eser,
hicrî yedi yüz yedi senesinde yazıldı. Yunus, canını bu yolda feda etti.) beytinden Yunus Emre’nin M. 1307 tarihinde hayatta olduğu anlaşılmaktadır. Yine Adnan Erzi tarafından Bayezıt
Devlet Kütüphanesi’nde bulunan bir yazma
eserde (bk. Nu: 7912): “Vefât-ı Yûnus Emre /
14
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Müddet-i Ömr 82 /Sene 720” şeklinde bir ifadeye rastlanmaktadır. Bu belgeden anlaşılacağı
üzere Yunus Emre, H. 648/M. 1240 veya 1241
senesinde doğmuş, 82 (Miladî hesapla 80 veya
81) yıllık bir ömürden sonra H. 720/M. 1320
veya 1321 senesinde vefat etmiştir. Diğer taraftan Yunus Emre, Divan’ında çağdaşları olan
Mevlana Celaleddin-i Rumî (ö. 1273) Ahmed
Fakih (ö. 1221), Seydi Balum (?) ve (Orhan
Gazi devrinde 1326-1356 yıllarında yaşadığı
bilinen) Geyikli Baba’dan söz ederek yaşadığı
dönemle ilgili ipuçları verir. Bütün bunların yanında bazı beyitlerinde “Yağmacı Tatar”lardan
bahsetmesi, Yunus’un yaşadığı zamanı dile getirmesi açısından önemli belgelerdir. Bazı araştırmacıların onu Yıldırım Bâyezîd (1389-1402);
Orhan (1326-1360) veya Murâd (1360-1389)
devirlerinde yaşadığını iddia etmesi doğru değildir. Yunus Emre Osman Gazi’nin saltanat
yıllarında olgunluk yaşlarını idrak etmiş, 1320/1
yılında vefat etmiştir.
Yunus Emre’nin nerede doğduğu, medrese
eğitimi görüp görmediği, nereleri dolaştığı, geçimini neyle temin ettiği konularında elde kesin
bilgiler yoktur. Bunların yanında bağlı olduğu
tarikatı, mürşidi ve mürşidinin kimliği yeterli
olarak bilinmediği gibi aile hayatı, çoluk çocuğunun var olup olmadığı konuları da bilinmemektedir.
Yunus Emre şimdi Eskişehir’in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy’de -şimdiki adıyla
Yunus Emre Mahallesi’nde- doğmuştur.
Kaynaklardaki tutarsızlıklar sebebiyle Yunus
Emre’nin nerede doğup yaşadığı ve nerede vefat ettiği çok da belirgin değildir. Bu sebeple de
1945’li yıllardan sonra Eskişehir ve Karamanlı
Yunus araştırmacıları arasında uzun ve gereksiz tartışmalar meydana gelmiştir. Kaynakların
verdiği bilgiler onun Orta Anadolu’da bir yerde yaşadığını bu beldenin büyük bir ihtimalle
Sarıköy (Yunus Emre Mahallesi) olduğu söylenebilir. Yunus Emre Köyü bugün Eskişehir’in
Mihalıççık ilçesi sınırları içinde bir mahalledir.
En eski kaynaklardan itibaren Yunus Emre’nin adı ve mahlası daima “Yunus Emre”
olarak anılmıştır. Şairimiz, şiirlerinde mahlas
olarak “Yunus Emre”den başka “Yunus, Âşık
Yunus, Biçare Yunus, Koca Yunus, Yunus Dedem, Tapduk Yunus, Miskîn Yunus, Derviş
Yunus” gibi isimleri kullanmaktadır. Yunus Emre’nin “Emre” lakabı da çok tartışılmış; bu kelimenin barış, huzur, sakin olmak anlamındaki
“amır”dan; sevmek anlamındaki “amramak” veya
“imrenmek”ten geldiğini söyleyenler olmuştur.
Yine bu kelimeye “âşık, şair, birader, kardeş, atabek, lala, ahi” gibi çeşitli anlamlar da verilmiştir.
Bazı araştırmacılar “âşık, mübtela, matlûb, mergûb…” karşılıkları üzerinde durmakla beraber
bu kelimenin bir kişinin adı değil bir zümrenin lakabı olduğunu vurgulayanlar da olmuştur.
Son zamanlarda başta Andreas Tietze ve Semih
Tezcan olmak üzere “emre” kelimesinin “yoldaş”
anlamındaki Farsça “hem-râh/hem-reh”ten bozularak geldiğini söyleyenler de bulunmaktadır.
Kelime; Osman Fikri Sertkaya’ya göre Türkçe’deki “barış, sakin olmak, huzur” anlamına gelen “amır” kelimesinin değişimiyle “emre” hâline
gelmiştir. Biz de kelimenin amra-mak veya imre-mek yani “sevmek, arzulamak” anlamındaki
kökenini göz ardı etmeden “emrullah”ın veya
“hem-râh”ın kısaltması olan “emrâh”tan “Emre”
hâline gelmiş olabileceğini düşünüyoruz. Bundan ötesi yeni belgelerle konuşup yazmayı gerektirmektedir.
Yunus Emre, kendisinden sonra daha çok,
“Yunus Emre” veya “Âşık Yunus” isimleriyle tanınmıştır. Kendisi, adının “Yunus” olduğunu bir
yerde şöyle hatırlatır:
Yûnus çağırırlar adım gün geçdikçe artar odum
İki cihânda maksûdum bana seni gerek seni
(Benim adıma Yunus derler. Gönlümdeki aşk ateşi gün geçtikçe artıyor. Yâ Rabbi! İki
âlemde maksadım sensin. Bana sadece sen gereksin!)
Divan’ındaki bir beyitten öğrendiğimize
göre Yunus Emre evlenmiş ve bu evlilikten çocukları olmuştur. Söz konusu beyit şöyledir:
Bunda dahi verdin bize oğul u kız çift ü helâl
Ondan dahi geçdi arzûm benim âhım didâr için
(Yâ Rabbi! Bu dünyada bize bir kız bir oğlan
(iki evlat) ile helal (eş) verdin. Ben –senin rızan için- onların sevgisinden de geçtim. Benim
âhım, inleyişim, zikrim cemalini görmek içindir.)
Yunus’un hayatıyla ilgili önemli kaynaklardan birisi olan “Bektaşî Vilâyetnâme”sinde Hacı
Bektaş-ı Veli’nin Yunus’a buğday yerine nefes
vermek istemesi üzerine Yunus, “Ben nefesi
neyleyeyim, eşim ve çocuklarım var!” diyerek
erenler nefesinin kıymetini takdir edemeden ve
bilmeden reddeder. Onun bu sözlerinden evlenip çocuklarının olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca
Başbakanlık Arşivi’ndeki 871 sayılı Konya Defteri’nde H. 924/M. 1519 tarihli bir belgede Yunus’un oğlunun adı İsmail olarak geçmektedir.
Söz konusu belgede adı geçen Yunus, gerçekten
Bizim Yunus ise İsmail de oğlu olabilir. Fakat
bu belgedeki bilgiler Bizim Yunus’a çok uzaktır.
Yunus Emre’den bahseden en eski kaynaklar,
onun ümmî olduğunu belirtir. 16. asır tezkirecilerimizden Âşık Çelebi, Yunus’un medresede
başarılı olamayıp Tanrı mektebinde yani tekkede, bir kâmil insan huzurunda ders gördüğünü,
kısaca “Gerçi okuma yazması yoktur amma
mana okulunda bilgiyi, ölümsüz dirilerin yazdığı kitabı okumuştur.” cümlesiyle ifade eder.
Bektaşi geleneği de Yunus’u ümmî kabul etmektedir.
Yunus’un ümmî ve fakir hâlli bir kişi olduğunu söyleyen başka bir mutasavvıf da Niyâzî-i
Mısrî’dir. Mısrî, Yunus’un “Çıktım erik dalına”
şiirinin “Bir sinek bir kartalı salladı urdu yere/
Yalan değil gerçekdir ben de gördüm tozunu”
beytini şerh ederken bilginlerin gözüne sinek
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
15
kadar görünmeyen âriflerden bahseder, ümmî
ârifleri yüceltir, eşyanın gerçeğini bilmeyen
zâhidleri eleştirir, bu arada Yunus’un da ümmî
âriflerden olduğunu söyler: “Bu beyit bazı yetki
ve makam sahiplerinin ve ilimde kâmil geçinen
dünya leşi kuzgunlarının, tarikat ehli inkârcılarının hâllerini ve görünüşte hor, hakir ve fakir,
miskin gezen ârifler gürûhunun kemallerini
beyan eder. Yani bunların zâhirlerinin yokluk
ve düşkünlüklerini görüp alaycı bir üslupla onlara bazı sualler eyleyip onlardan birisi bunların gözüne “sinek” kadar görünmeyip âriflerle
konuşmaya başladıklarında sinek misali olan
fakir derviş, şahin misali olan zâhir bilginini
kartal gibi kaldırıp yere vurduğunu beyan eder.
Yani gözde hor olan derviş, azamet ve şöhret
sahibi olan ve zâhir ilminde faziletli ve kâmil
olan falan efendiye galip olup onu alt etti diye
beyan eder. Yunus’un “Ben de gördüm tozunu” dediği Azîz’in (k.s.) kendinin de böyle bir
hadise yaşadığını bildirmek istemesindendir.
Zira kendileri de ümmî ve zâhirde de fakir hâlli
olup nice zâhidler, âbidler ve âlimler ona küçük
düşürmek gayesiyle bazı sorular sorduklarında
Yûnus (k.s.), onların sorularına cevap verdikten
sonra kendileri de zâhir bilginlerine bazı suâller
yönelttiklerinde bu bilginlerin kendine cevap
vermede âciz kaldıklarını açıklar.”
Bursalı İsmail Hakkı “Ferahu’r-Rûh” adlı
Muhammediyye şerhinin “hikmet konusunu
ele aldığı bir bölümde Yunus’un ümmî fakat
hakîm (hikmet sahibi) bir mutasavvıf olduğunu
belirttiği hâlde “Çıkdım erik dalına” şerhinde
onun tasavvuf yoluna girmeden önce müftülük
yaptığını söyler: “Anadolu’da medfun olan Yunus Emre demekle meşhur olan mübarek zatın
menkıbelerinde yazılıdır ki ebcedi bilmez ve
hece (Arap) harflerine dili dönmezdi. Böyleyken yine gaybî lisana sahiptir. Nazmettiği marifetler Türkçe yazan kimseye nasip olmamıştır.
Ve ondan sonra gelip marifetleri nazmedenlerin
hepsi onun sofrasından beslenmişlerdir. Yunus
Emre hazretleri (k.s.) buyurmuşlardır:
16
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Yûnus Emrem oldu fakîr ecel kisvesini dokur
Gönül kitâbından okur eline kalem almadı
Bütün bu sebeplerden ötürü hakikatte böyle kimselere hakîm (hikmet sahibi) denilir. Zira
çok büyük marifetlere sahiptir. Felsefecilerin
hikmet adını verdikleri sözler hakikatte hikmet
değildir. Zira mümin ve kâfir o sözlerde eşittir
ve o sözler vehim ve hayal afetinin kötü eserlerinden kurtulmuş sayılmaz.” (bk. Ferâhu’r-Rûh,
C. III, Bursa 2002, s. 438-9).
İsmail Hakkı’nın “Çıktım erik dalına”
şiirinin açıklamasındaki görüşü de şöyledir:
“Yunus Emre öncelerinde sakin olduğu şehrin
müftüsü imiş. Onu taşra müftüleri sananların
görüşleri doğru değildir.2 Ayrıca Bursa’da Şiblî
Mahallesi mescid hareminde medfun olup Şeyh
Yunus denilen kimseye dahi Yunus Emre’dir
diyen (Niyâzî-i Mısrî!) isabetli bir görüş ortaya
koymamıştır.”3
Görüldüğü üzere Bursalı İsmail Hakkı bu satırlarında Yunus’un eğitimli bir müftü olduğunu
ima ederek Ferahu’r-Rûh’taki görüşlerinden
farklı bir görüş ortaya koymaktadır. Hemen
belirtelim ki İsmail Hakkı’nın Yunus Emre’nin
müftülüğüyle ilgili rivayeti daha önce yazılan
belli başlı kaynaklarda anılmamıştır. Aynı bilgiyi
biz 18. asırda yaşayan İbrahim Has’ın (ö. 1762)
1751’de telif ettiği erenlerle ilgili tezkiresinde
görüyoruz. İbrahim Has’a göre Yunus Emre tasavvuf yoluna bağlanmadan önce medrese öğrenimi gören bir müftüdür. O şunları söyler:
“Rivayet olunur ki Şeyh Emrem Yunus (k.s.)
2 Bursavî bu sözleriyle gençliğinde bazı görüşlerin karşı çıktığı Niyâzî-i Mısrî’yi kasdetmektedir.
Bk. Mustafa Tatcı, Burc-ı Belâda Bir Merd-i Hudâ-Niyâzî-i Mısrî, İstanbul 2012, s. 103.
3 Bursalı İsmail Hakkı, Şerh-i Ebyât-ı Yûnus Emre,
Süleymaniye/Esad Efendi BI., Nu: 1521/2, vr. 40b.
Söz konusu metin için bk. Mustafa Tatcı, Yûnus
Emre Şerhleri, İstanbul 2008, s. 198. Bursalı’nın burada ima yoluyla eleştirdiği kişi Niyâzî-i Mısrî’dir.
Hazretleri, Tapduk Yunus’un halifesidir. Tapduk Yunus Hazretleri’nin mübarek gözlerine
ak düşmüştü ve ümmî idi. Tasavvuf ilminde
ve tevhit bilincinde zamanında tek idi. Emrem
Yunus Hazretleri önceleri erdemli bir bilgin ve
müftü idi. Tevbesine sebep bu idi ki Tapduk Yunus’un dervişlerinden birine bir fetva gerekmişti. Derviş, Müftü’den fetva talep eyledi. Müftü
dahi sufiye fetva verdi. Derviş Şeyh’e gelip:
-Sultanım! Müftü’den fetva aldım, dedi.
Şeyh okuyup dervişe:
-Müftü fetvayı yanlış vermiş, var fetvasını
düzeltip yeniden yazsın, dedi. Derviş Müftü’ye
gelip Şeyh’in cevabını söyledi. Müftü:
-Şeyh’in senin ümmîdir, fetvayı ne bilir? Ben
ana varayım, fetva yanlıştır demek ne demektir,
göstereyim, dedi! Hemen kalkıp zaviyesine gelip dervişlere:
-Şeyhiniz burada mıdır, diye sordu. Dervişler:
-Buradadır, dediler. Müftü Yunus gazab ile
Şeyh’in huzuruna girdi. Şeyh:
-Müftü oğlum, hoş geldiniz, bizim falan
dervişe bir fetva vermişsiniz, o fetva yanlış olmuş, onu düzeltiverin, dedi.
Müftü:
-Siz ümmîsiniz. Sanırım sana fetvayı okumadılar. Nereden bildin yanlış olduğunu? Fetvaya senin gibi âdemin yanlıştır demesi ne demekdir? Şeyh şöyle dedi:
-Bu mesele falan kitabın falan yerinde yazılıdır. Mesele şu vecihledir, böyle değildir, bu fetva
yanlıştır. Git ilgili bölümüne bir bak. Müftünün
dahi o konu hatırına geldi. Bildi ki fetva yanlıştır. Müftü dönüp Tapduk’a:
-Fetva sizin buyurduğunuz gibidir. Ben verdiğim fetvada hata etmişim, deyip Şeyh’in ayağına düştü ve irade getirip bende oldu.”4
4 İbrahim Hâs, Erenler Kitabı-Tezkiretü’l-Hâs,
(haz. Mustafa Tatcı vd.) İstanbul 2017, s. 101.
Daha sonraları “Osmanlı Şiiri Tarihi”ni
yazan Gibb,5 Yunus’la ilgili dikkati çekici ilk
makaleleri yazan Rıza Tevfik,6 “Osmanlı Müellifleri”ni kaleme alan Bursalı Mehmet Tahir,7
“Sefine-i Evliyâ” adlı eserin yazarı Hüseyin Vassâf8 ve bu zatların izinden giden diğer bazı araştırmacılar; Yunus’un okuma yazma bilmediğini,
medrese eğitimi görmediğini kabul etmişlerdir.
Bu araştırmacılardan Hüseyin Vassâf, Yunus’un
bir “kâmil bir ümmî” olduğunu belirterek şöyle
der: “Okuyup yazması yoktur. Kâmil bir ümmî
idi. Ledün (hakikat) ilmi ona malum olmuş,
baştan sona hakikate ait söz söylemiştir.”9
Mehmed Fuad Köprülü “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı eserinde Yunus’un
medrese eğitimi konusunda kesin bir şey söylememekle birlikte onun “okumuş” olması ihtimali üzerinde ısrar eder. Köprülü yukarıda ismi
anılan kaynaklardaki hüküm ve görüşleri şu
cümleyle özetler: “Bugün elde bulunan bütün
belgelere göre Yunus Emre’yi ümmî bir derviş
saymak icap ediyor.”10 Köprülü’ye göre Yunus
âriftir ve ârifler ilham yoluyla bilgi elde ederler.
Böyle olmakla birlikte Köprülü, Yunus’un eline
kalem almadığı hakkındaki itirafını ve eski kaynakların bu husustaki ifadelerini açık bir şekilde kabul etmez.11 Köprülü bu noktada şunları
5 Wilkinson Gıbb, Osmanlı Şiir Tarihi (History Of
Ottoman Poetry), I-II, (haz. Ali Çavuşoğlu), Ankara
1999, s. 114.
6 Rıza Tevfik, Yûnus Emre Hakında Biraz Daha
Tafsilat, Büyük Duygu Mecmûası, Nu: 10-13,
Temmuz 1329 (1913); Abdullah Uçman, Rıza Tevfik’in Tekke ve Halk Edebiyatı İle İlgili Makaleleri,
Ankara 1983, s. 36.
7 Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, C.
I, Tıpkı Basım, (haz. M. Tatcı, C. Kurnaz), Ankara
2000, s. 192.
8 Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, İstanbul 1990, C.
I, s. 137.
9 Hüseyin Vassâf, Sefine-i Evliyâ, C. I, s. 137.
10 Mehmed Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, Ankara 1976, s. 271.
11 Mehmed Fuad Köprülü, A.g.e., s. 273.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
17
söyler: “Ümmî bir derviş ufak nefesler ve ilahiler
yazsa bile -Yunus Divanı’nın başındaki- hemen
hemen beş yüz beyti aşan uzun bir mesnevi parçasını mümkün değil yazamazdı. Lakin onun
hece harflerini telaffuz edememesi (yani Arapça
harfleri okuyamaması) iddiası nasıl bir ifrat eseri
ise bu saf dervişi tam manasıyla okumuş, medrese görmüş bir adam saymak da bir tefrit eseridir.”12 M. Fuad Köprülü Yunus’u geniş olarak
incelediği “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı eserinin bir başka bölümünde daha açık
bir ifadeyle Yunus’un okumuş olduğunu belirterek “O devrin ilmî ve felsefi sistemlerine Yunus
Divanı’nda yer yer açık işaretler vardır. Onları
gördükten sonra Yunus’un ümmîliği hakkındaki
geleneksel bilginin hiçbir zaman tarihî bir hakikat sayılamayacağı büsbütün anlaşılır.” der.13
Abdülbaki Gölpınarlı’ya göre Yunus, Bostan
ve Gülistan’ın yazarı Sâdî’den ve Mevlana’dan
tercümeler yapacak kadar Farsça biliyordu. İyi
bir eğitim görmüştü. Devrindeki medrese öğrenimini tamamlamış olup olmaması konusu tam
olarak cevaplanamasa da Yunus, iyi bir öğrenimden geçmiştir. Abdülbaki Gölpınarlı, Divan’daki
bilgilerden hareketle Yunus Emre’nin Konya’da
eğitim görmüş olabileceğini tahmin eder ve
şöyle der: “Şurası muhakkak ki Yunus okumuş
yazmış, dil bilir, zamanının bilgilerini elde etmiş
bir adamdır. Ümmî oluşu bir masaldan ibarettir.
Bu masalı uyduranlar, onun sözlerindeki anlamı anlamayan kişilerdir. Mesela o “Ümmî benem Yunus benem dörttür anam dokuz babam”
derken okuma yazma bilmediğini değil dört
unsura mensup olduğunu söylemiştir. Dokuz
babası, dokuz kat göktür. Dört anası da dört
unsur!”14
12 Mehmed Fuad Köprülü, A.g.e., s. 273.
13 Mehmed Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, Ankara 1976, s. 296. Buradaki görüş
eserin bir de 334. sayfasında tekrar edilmektedir.
14 Abdülbaki Gölpınarlı, Yûnus Emre ve Tasavvuf,
s. 100-101. Aynı yazar, Yûnus Emre, Risalata’l-Nushiyya ve Dîvân, İstanbul 1965, s. XIX.
18
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Faruk Kadri Timurtaş’a göre ise Yunus ümmî
değildir. O, düzenli bir eğitimden geçmiştir.
Araştırmacı, şairimizin Divan’ından hareketle
bu hükmü vermekte ve “Yunus büyük ihtimalle
tahsilini Konya’da yapmıştır.”15 demektedir.
Yunus’un Konya’da öğrenim gördüğü düşüncesi, şüphesiz Divan’ındaki Mevlana ve Konya
ile ilgili birkaç beyitten kaynaklanmaktadır. Şu
da bir gerçektir ki 13. asırda Konya, Türklerin
Anadolu’yu fethinden sonra sürekli işlenmiş, bir
ilim ve eğitim merkezi hâline getirilmişti.
Bize dîdâr gerek dünya gerekmez
Bize mana gerek dava gerekmez
Bazı araştırmacılar, Yunus Emre’nin
ümmîliğini Hazret-i Peygamber’in ümmîliğine
benzetirler. Buna göre bir sufi Hz Peygamber’in
özellikleriyle donanmak için Yunus gibi “Ümmî
benem Yûnus benem” diyebilir. “Tomar-ı Turuk-ı Aliyye” adlı eserin yazarı Sâdık Vicdânî,
ümmî olmadığı hâlde Yunus’un Hazret-i Peygamber’in sıfatıyla sıfatlanmak için “ümmî”
kabul edildiğini söyler: “Peygamber Efendimiz
Hazretleri gerçekte ümmî bir nebi fakat ilk
ve son bütün ilimleri bilen, kâinatın efendisi,
varlığın tek iftihar kaynağıdır. Kâinatın Fahri
Efendimize has bir özellik olduğundan ayrı bir
üstünlük olan ümmî unvanını -gerçekte ümmî
olmadıkları hâlde- sufi ve şeyhler arasında mahlas olarak kullananlar olmuştur. Meşhur Şeyh
Yunus Emre bunlardandır.”16
Bu tartışmalardan anlaşılacağı gibi Yunus’un
öğrenimi konusunda iki zıt görüş vardır. Söz
konusu problem onun şiirlerinde de görülür.
Yunus bazı beyitlerinde okumadığını söyler:
Ne elif okudum ne cim varlıkdandır kelecim
Bilmeye yüz bin müneccim tali’im ne yıldızdan
gelir
15 Faruk Kadri Timurtaş, Yûnus Emre Dîvânı, Ankara 1986, s. 15.
16 Sâdık Vicdanî, Tomar-ı Turuk-ı Aliyye, Tarîkatler ve Silsileleri, (haz. İrfan Gündüz), İstanbul 1995,
s. 155.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
19
Ben ne elif, ne de cim (ebced) okudum. Sözlerim Cenâb-ı Hakk’ın ilhamıdır. Yıldız ilmiyle
uğraşan yüz bin astrolog benim talihimin hangi
yıldıza bağlı olduğunu yani gönlümden dilime
dökülen doğuşların kaynağını bilemez.
Yerde gökde bu aşk ile aşkdan gelir bu söz dile
Bî-çâre Yûnus ne bile ne kara okudu ne ak
Yer ve gök aşk ile dopdoludur. Benim sözlerim de dilime aşktan gelir. Biçare Yunus ne kara,
ne ak (kitap) okudu! O, bu kadar sözü nereden
bilsin?
Yunus birkaç yerde de “usûl-i dîn” okuduğunu belirtir. O “usûl-i dîn” ile hadis, fıkıh ve kelam gibi ilahiyat ilimlerini kastetmektedir:
Benim gibi mücrim kul var iste bir dahi bul
Dilimde ilm-i usûl gönlüm de dünya sever
(Benim kadar günahkâr bir kul arasan da
bulamazsın. Öyle ki Hakk’ın varlığını binbir
delil ile ispat etmeye çalışan usûl ilmiyle ilgili
ne kadar bilgi varsa onları -sanki biliyormuşum
gibi- dilime dolamışım; gönlümü dünyaya bağlamışım! Yeryüzünde böyle ikiyüzlü bir günahkâr daha var mıdır?)
Mescid ü medresede çok ibâdet eyledim
Aşk oduna yanuban ondan hâsıla geldim
(Mescid ve medresede çok ibadet ettim ama
ben asıl aşk ateşine düşünce meydana geldim,
yeniden doğdum.)
Yunus Emre bazı beyitlerinde dünya ilimlerini öğrendikten sonra bunlardan vazgeçerek
ilahi aşka yöneldiğini ima etmektedir. Bu tür
beyitlerden çıkarabileceğimiz sonuç şudur: İlmi
yüzünden okumakla hiçbir şey öğrenilmez, gönül gözünü açmak gerekir. İlim öğrenmekten
gaye, ilahi ilimdir. İlim, insanın kendi aslını yani
“Hakk’ı” bilmesinden ibarettir.
20
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
İlm ile hikmet ile kimse ermez bu sırra
Bu bir acâib sırdır ilme kitâba sığmaz
(İlim tahsil etmekle, hikmet (felsefe) okumakla eşyanın sırrına kimse eremez. Hakk’ın
vuslat sırrı şaşılacak bir sırdır, ilme ve kitaba sığacak bir şey değildir. Zahirî bilgilerle ve kitap
okuyarak bu sır elde edilemez.)
Okumagıl ilmin yüzün ilme amel eyle güzin
Aç gönülden bâtın gözün âşık mâşûk hâline bak
(İlmi yani kitabi bilgileri yüzeysel okuma.
Allah katında en makbul olan ilimle yani hakikat ilmiyle uğraş. Gönül gözünü aç da sevenle
sevilenin hâlini anla!)
İlm okumak bilmeklik kendözünü bilmekdir
Pes kendözün bilmezsen bir hayvândan betersin
(İlim öğrenmekten maksat kendini bilmektir. Sen kendini bilmezsen bir hayvandan betersin.)
İlim ilim bilmekdir ilim kendin bilmekdir
Sen kendini bilmezsin ya niçe okumakdır
(İlim, bilinmesi gereken gerçek bilgiyi, Hak
ve hakikati bilmektir. Bilmek ise kendini yani
nefsini bilmektir. Ey kitaplarda hakikat arayan
kişi! Sen kendini bilmezsen bu okudukların ne
işe yarar ki?)
Yunus’un medrese öğrenimi konusunda
söyledikleri bunlardır. Bu ifadelerden hareketle
“Yunus şurada, şu kadar okumuştur.” şeklinde
kesin bir şey söylemek zordur. Aslında Yunus’u
yetiştiği kültür çevresi içinde düşünmek gerekir.
Medrese eğitiminin kitabi olması karşısında,
tekke eğitiminin çoğunlukla şifahi olduğu bir
gerçektir. Yunus’un eserinde, sıradan insanların elde edemeyeceği kitabi bilgilerin bulunduğu da bir gerçektir. Fakat bu bilgilerin mutlaka
medreselerden nakil yoluyla elde edilebileceğini
iddia etmek de doğru değildir. Gerçekte “Gönül kitabından okur, eline kalem almadı” diyen
Yunus Emre için önemli olan “gönül kitabı” dediği mürşid-i kâmil yüzünden iç tecrübeleriyle,
yaşanarak elde edilen ledün (hakikat) ilmi okumaktır. Sonuçta Yunus herhangi bir medrese
eğitiminden geçmiş olsa bile, o, bilgiyi tasavvufi
birer anlam yükleyerek ele alır. Şunu da unutmamak gerekir ki Yunus, Farsçanın edebiyat dili
kabul edildiği bir ortamda, medrese eğitiminden geçmiş olsaydı herhâlde Farsça veya Arapça yazar yahut en azından Türkçe ile bu kadar
güçlü eserler veremezdi. Onun büyüklüğü biraz
da düzenli eğitimden geçmemiş olmasına, belki de geleneğin kabul ettiği üzere ümmîliğine
bağlanabilir.
Yunus’un bilgisi ilahi aşk ve ahlaka dayalı,
seyr ü sülûk, halvet ve zikir tecrübeleri yaşanarak elde edilmiş; cezbeye ve vecde dayalı vehbî
ve kalbî bir bilgidir. Hakikat bilgisinin öğrenimi
de ancak ve nihayet bir insan-ı kâmil ile yolculuk yapmakla mümkündür. Yunus ve onu takip
eden pek çok sufi şair, kendi yaşadıkları çağın
kültürünü şifahen alıyorlar ve tecrübe edip yaşıyorlardı. İşte bütün bu hususları göz önünde
bulundurarak Yunus’un tahsilini yetiştiği tekke
ve çevre içinde düşünmenin gerekliliğine inanıyoruz. Bu konuda tasavvufi terbiyeden anlamayan ve hakikat bilgisini zevk etmeyen amatör
araştırmacıların dedikodularının bir kıymeti
yoktur.
Baba’dan aldığımız hakikat bilgilerinin manalarını saçtık.)
Bazı beyitlerinden anladığımız kadarıyla
Yunus Emre Maraş, Kayseri, Şam, Bağdat, Tebriz, Şiraz, Nahcivan gibi Türk illerinin pek çok
beldesini gezip görmüş, hatta “Yukarı İller” dediği Azerbaycan (Gah)’a kadar gitmiştir. Vardığı illerde aşk ve irfana susamış gönüllere Tapduk
Emre sırrını ifşa eden mutasavvıf şöyle demiştir:
(Anadolu’yu, Şam’ı ve Yukarı iller denilen
Kuzey Azerbaycan’daki bütün şehirleri gezdim.
Çok aradım, çok istedim ama benim gibi kimsesiz birini bulamadım)
İndik Rûm’u kışladık çok hayr u şer işledik
Uş bahâr geldi geri göçdük elhâmdülillah
(Yukarı İller’den Anadolu’ya tekrar geldik.
Burada kışı geçirdik. İyi kötü, pek çok işler yaptık. Allah’a hamdolsun ki bahar gelince de geri
döndük.)
Yunus’un ne kadar kaldığı belli olmamakla
birlikte Anadolu’dan Suriye’ye, Irak’tan İran’a,
Nahcivan’dan Azerbaycan’a kadar geniş bir
Vardığımız illere şol safâ gönüllere
Baba Tapduk mânâsın saçdık elhamdülillâh
(Allah’a hamd olsun ki gittiğimiz şehirlere,
oradaki ilahi zevk içindeki gönül ehline Tapduk
Gerçekten de Yunus ilden ile yürüyüp dost
sırrını aradığını, Urum’da (Anadolu ve Rumeli’nde), Şam’da kendisi gibi bir “garîb” bulamadığını; gurbet ilinde âşık olup Mecnûn gibi
dolaştığını; Şam ve Yukarı İller’deki Nahcivan,
Tebriz, Şirvan, Şamahı, Gah gibi bölgeleri gördükten sonra Rûm’da yani Anadolu’nun bazı
illerinde kışlayıp baharda Tapduk Emre’ye geri
döndüğünü bildiren şiirler yazmıştır:
Ben yürürüm ilden ile dost sorarım dilden dile
Gurbetde hâlim kim bile gel gör beni aşk neyledi
(Ben ilden ile gezer, dilden dile dostumu sorar dururum. Bu gurbet ilinde hâlimi kim bilir
ki? Gel beni bir gör, aşk ne hâle koydu.)
Gurbet ilinde yürürüm dostu düşümde görürüm
Uyanıp Mecnûn olurum gel gör beni aşk neyledi
(Gurbet ilinde yürürüm. Dostu düşümde
görürüm. Uyanınca Mecnûn olurum. Gel beni
bir gör ki aşk ne hâle koydu.)
Gezdim Urum ile Şam’ı Yukarı illeri kamu
Çok istedim bulamadım şöyle garîb bencileyin
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
21
coğrafyada seyahat ettiği bir gerçektir. Diğer
taraftan Bursalı Üftâde Hazretlerinin sohbetlerinden derlenen “Vâkıât”ında17 ve Bolulu Himmet Efendi’nin Âdâb-ı Hurde-i Tarîkat’inde18
verilen bilgilere göre Yunus, bir zaman Tapduk
Emre’nin yanından ayrılmıştır. Burada şu husus da gözden uzak tutulmamalıdır: Bazı sufiler
nefis terbiyesine yöneldiklerinde seyahat ederek
tecrübelerini arttırmaya çalışmışlardır. Tasavvuf terbiyesinde bu bilinçli seyahat “selmana
çıkmak” diye tabir edilir. Selmana çıkmak; alçakgönüllü olmaya, çileye tahammül etmeye,
Allah’ı zikretmeye ve varlığa karşı dikkatli yaşamaya dayalı yoğun bir terbiye yöntemidir. Selmana gönderilen derviş manevi uykudan daha
erken uyanıp Allah aşkı ve nefs bilgisiyle daha
erken tanışır. Yunus’un seyahati de böyle bir sebebe bağlıdır.
Yunus Emre’nin Anadolu’nun çeşitli yerlerinde olduğu gibi Azerbaycan’ın Gah bölgesinde
de bir makamı vardır. Yunus, Tapduk Emre’siz
düşünülemeyeceğine göre mürşid ve mürid bu
makamda da birlikte yaşamakta ve yaşatılmaktadır.”19
Anadolu’nun ve Rumeli’nin Müslüman
Türkler tarafından fethinde en önemli etken
ribât ve zaviyelerle bunların yaşaması ve yaşatılması için kurulan vakıflardır. Fütuhatla birlikte gazi dervişlerle alperenlerin uç noktalardaki
imaret ve vakıf faaliyetleri devam etmiş, bunun
neticesinde de fethedilen topraklar üzerinde
mühim bir İslami ve tasavvufi tesir vücuda gel17 Azîz Mahmûd Hüdâyî, Vâkıât-ı Üftâde, Selimağa Ktp. Hüdâyî Yz. Nu. 574, s. 274.
18 Himmet Efendi’ye göre Yûnus, bir gün doğru
odun bulma gayretiyle dağda fazla oyalanıp tekkeye
geç gelmiş, şeyhinin celallenmesi neticesinde, “Benim istikâmetimden şeyhimin haberi yok.” diyerek
tekkeyi terk etmiş üç günden sonra da aslını idrâk
ederek tekrar geri gelmiştir. Bk. Bolulu Himmet
Efendi, Adâb-ı Hurde-i Tarîkat, (Vahdet Aynası kitabı içinde, haz. Tahir Hafızalioğlu), İstanbul 2001,
s. 140.
19 Meşedihanım Nemet, Azerbaycan’da Pirler, Bakı
2010, s. 162.
22
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Gah’ta Eski Oğuz Kabristanı’ndaki
Yunus Emre ve Tapduk Emre Makamı
miştir. Söz konusu fütuhat yıllarında en etkili
zümre alperen sufiler idi. Kaynaklarda kendilerinden Abdâlân-ı Rûm, Kalenderân-ı Rûm,
Bacıyân-ı Rûm ve Ahîyân-ı Rûm diye bahsedilen zümreler hiç şüphesiz birer sufi teşkilatıdır.
Burada ismi anılan Hacı Bektaş-ı Veli, Seyyid
Mahmud-ı Hayranî, Sarı Saltuk, Barak Baba,
Tapduk Emre ve onun yetiştirdiği Yunus Emre
gibi şahsiyetler de Anadolu ve Rumeli’nin maddi ve manevi fütuhatında bulunmuş Abdâlân-ı
Rûm teşkilatından birer Türk sufisi idiler.20 Bu
erenlerin birer Rûmili Abdâlı olduğu kesin olmakla birlikte mensup oldukları erkân konusunda bilgimiz yetersizdir. Ne ki tarikatların
yeni oluşmaya başladığı yani tasavvufun tarikatlar vasıtasıyla yaşanmaya başlandığı bir dönemde bundan doğal bir şey de olamazdı.
Bu çerçevede Yunus Emre’nin benimsediği
manevi yol (tarikat) hakkında çok kesin bil20 Ömer Lütfi Barkan, Aynı yer. “İstila Devrinin
Kolonizatör Türk Dervîşleri ve Zâviyeler”, Vakıflar
Dergisi, S. 2, 1942, s. 270-304.
gimiz yoktur. Bu konuda daha önce araştırma
yapan bazı kişiler delil göstermeden, sadece rivayetlerden hareketle Yunus’un Bektaşî, Mevlevî, Nakşî, Halvetî, Rifâî veya Kâdirî olduğunu yahut da olabileceğini söylemişlerdir. Bütün
bu tarikatler içinde Yunus’un yaşadığı yıllarda
Anadolu topraklarında henüz teşekkül etmeye
başlayan birkaç erkân vardır. Mevlevîlik, Bektaşîlik, Kâdirîlik, Rifâîlik. Halvetiyye’nin öncüsü
olan Zâhidîlik ise Azerbaycan’da teşekkül etmiş
olmakla beraber henüz Anadolu’da yaygınlaşmamıştır.
Yunus, Divan’ında erkânıyla ilgili olarak
açıkça bir şey söylemez. Mesela Hacı Bektaş-ı
Veli’den söz etmez. Buna karşılık bazı nutuklarında Mevlana’nın ismi dört yerde geçer. Ancak
Mevlana’dan bahsettiği yerlerde kendisinin bu
tarikate bağlı olduğuna dair herhangi bir ima
yoktur. Yunus başka bir beytinde de Sarı Saltuk
ve onun mürşidi kabul edilen Seyyid Mahmud-ı
Hayranî’nin Üveysi yolla feyz aldığı Ahmed
Rifâî Hazretleri’ni Ahmed-i Kebîr lakabıyla
anarak şöyle der:
Sarı Saltuk, Tapduk Emre ve Yunus Emre
bu erkânlardan mutlaka birine mensup idiler
fakat bu erkân hangisiydi?
Ol Seyyid Ahmed Kebîr müyesserdi ana nûr
Yunus’un şiirleri içinde Abdülkâdir Geylânî
Hazretlerine bir atıf yoktur. Yunus mahlaslı şiirlerin birinde “Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz.”
denmektedir. Bu şiir 14 ve 15. asırlarda yazılan
divanlarda yoktur. Söz konusu övgü şiiri büyük
bir ihtimalle Yunus’un ardıllarından olan “Âşık
Yunus”a aittir.
Yunus ve Tapduk Emre’nin (Halvetîlik öncesi) Zâhidîlik ile irtibatı bugüne kadar değerlendirilmemiş ve hep göz ardı edilmiştir.
Tapduk Emre’nin hâlihazırda Azerbaycan’da
yaşayan Halvetiyye’nin öncüsü olan kâmil insanlarla bağlantısını gösteren bir silsile yoksa da
Tapduk Emre ile ilgili arşiv bilgileri ve Azerbaycan’ın Gah bölgesindeki makamı bu silsilenin
bir tarafıyla Yukarı illerle (Kuzey Azerbaycan),
bir tarafıyla Güney İlleri’yle (Güney Azerbaycan), diğer yönüyle de Rumeli’yle bağlantılı olduğunu ima etmektedir. Bu konudaki bilgiler
Tapduk Sultan’ın “Halvetiyye’nin İmamı” diye
anılan İbrahim Zâhid-i Geylânî (13. asır) ve
üstadı Şeyh Şehâbeddîn-i Tebrizî (ö. M. 1302)
Hazretleriyle irtibatlı olabileceğine delalet edebilir. Tapduk Emre’nin Anadolu’da yaşadığı
mekânın hiç şüphesiz Yukarı İller (Azerbaycan)
ve Rumeli ile irtibatı vardır.
Iyâlleri cümle şîr ol hulku merdân kanı
O Ahmed Kebîr lakaplı Ahmed er-Rifâî’ye
Dedesi Hazret-i Peygamber, ravzasında bir nur
beden olarak tecelli etmişti. Onun çocuklarına
ve dervişlerinin hepsi de bir arslan (Hazret-i
Ali) sırrına mazhardır. O, Hazret-i Ali yaratılışlı
Hak dostu da bu âlemden göçtü.
Yunus Emre bir beytinde feyz aldığı zatların
isimlerini şu şekilde sıralamaktadır:
Yûnus’a Tapduğ u Saltuğ u Barak’dandır nasîb
Çün gönülden cûş kıldı ben niçe pinhân olam
(Yunus’a manevi nasip Barak Baba’dan, Sarı
Saltuk’tan ve Tapduk’tan gelmiştir. Onların sohbeti bereketiyle aşk gönülden taştı. Ben bu cezbeyle kendimi nasıl gizleyebilirim ki?)
Yunus’un Tapduk Emre, Barak Baba ve Sarı
Saltuk’tan nasiplendiğini belirttiği beyti sanıldığı gibi manevi bir bağlılığın göstergesi değildir.
Bu konudaki belge ve bilgiler bir başka çalışmamızda geniş olarak tartışılmıştır.21 Hemen işaret
edelim ki yukarıdaki beyit Yunus Emre’nin Sarı
Saltuk ve Barak Baba’nın Tapduk Emre zaviyesine ziyaretleri sırasında hizmetlerinde bulu21 Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Divânı, H Yayınları,
İstanbul 2019, bk. Giriş.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
23
Veli’ye derin bir etkisi vardır. Bu etkiyi anlamak
için sadece Hacı Bektaş-ı Veli’yi anlatan Vilâyetnâme adlı esere bir göz atmak yeterlidir.
siz avını kendi ayağına bekleyen yuva kuşu yani
baykuş zannetmeyin.)
Yunus Emre, şiirlerinde doğrudan Hacı
Bektaş’tan söz etmez. Fakat Vilâyetnâme’de,
Yunus’un mürşidi Tapduk Emre’nin Hacı Bektaş-ı Veli’nin halifesi olduğu söylenir. Yunus bu
esere göre evvela Hacı Bektaş-ı Veli’ye, daha
sonra da Tapduk Emre’ye gitmiş ve “Tapduk’un
huzurunda” kemal bulmuştur.
Sordum Hakk’ı bir kâmile sende bulasın dedi ol
Şu bir gerçektir ki Yunus Nallıhan’daki zaviyesinde insanların manevi eğitimini yaptıran
Tapduk Emre adlı bir gönül erine bağlıdır.22 Yunus bu gerçeği Divan’ının on sekiz ayrı beytinde
dile getirir. Özellikle şu beyitler, Yunus’un, Tapduk Emre’nin dervişi olduğunun birer delilidir:
Tapduğ’un tapusunda kul olduk kapusunda
Yûnus miskîn çiğ idik pişdik elhamdülillah.
Yunus Emre’nin Erzurum Dutçu (Duzcu)
(Biz, Tapduk Emre’nin huzuruna varıp ona
mürid olduk. Allah’a hamd olsun çiğ iken piştik.)
Köyündeki Makamı
nup sohbetlerinden istifade etmesi sonucunda
söylenmiştir. Kaldı ki Saltuknâme’ye göre Sarı
Saltuk ile Tapduk Emre görüşmüşlerdir. Tarihî
bazı kaynaklara göre Barak Baba, Sarı Saltuk’un
halifesi, Anadolu ve Rumeli’nin fütuhatında
bulunmuş Abdâlân-ı Rûm’dan iki Türk sufisidir. Şimdiki bilgilerimizden hareketle Yunus’un
Tapduk Emre, Barak Baba ve Sarı Saltuk’tan
bahsettiği beytin arka plandaki tarihî gerçeği
izah etmek mümkün görülmemektedir.
Yunus Emre’nin Bektaşi olabileceği konusunda da çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. Bazı
kaynaklarda Hacı Bektaş-ı Veli’ye bağlanan Yunus, Hacı Bektaş’ın Ahmed Yesevî’yle ilgisinden
ötürü Yesevî takipçilerinden kabul edilmiştir.
Gerçekten de Ahmed Yesevî’nin Hacı Bektaş-ı
24
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Rûm’un serveri Tapduk uş ben bu yolun bîgânesi
(Hakk’ı bir kâmile sordum. Dedi ki onu sen
sende bulursun, başka bir yerde arama. İşte,
Anadolu’nun manevi önderi Tapduk’tur. Ben de
bu manevi yolun cahiliyim.)
Menâkıpnâme’ye göre Yunus’un Tapduk
Emre dergâhında kırk yıl hizmet ettiği söylenir.
Bu rivayetteki kırk sene hizmet inancı esasen
manevi olgunluğun zorlu bir süreç olduğunu,
sabır gerektirdiğini gösterir.
Yunus Emre’yle ilgili en çok tartışılan konulardan birisi de vefatı ve mezarının nerede olduğudur. Bayezid Devlet Kütüphanesi’ndeki tarihî
bir belgeye göre Yunus Emre, M. 1320/1 yılında
82 (Miladi yıl hesabıyla 80-81) yaşındayken vefat etmiştir. Mısralarında kendisini “Şairler kocası” veya “Âşık Koca” ibareleriyle tanıtır:
Aşk sultânı Tapduk durur Yûnus gedâ bu kapıda
Gedâlara lutf eylemek hem kâidedir sultâna
(Aşk sultanı Tapduk’dur. Yunus onun kapısında kuldur. Kölelere iyilikle muamele etmek
sultanların kuralıdır.)
Yûnus bir doğan idi kondu Tapduk koluna
Ava şikâre geldi bu yuva kuşu değil
(Yunus alıcı bir doğan kuşu gibiydi. Tapduk’un koluna konup avlanmaya geldi. Onu
22 Tapduk Emre’nin Nallıhan’da yaşadığı artık eldeki son belgelerle kesinleşmiştir. Bu konudaki tartışmalar yersizdir. Konuyla ilgili son bir çalışmamız için
bk. Mustafa Tatcı, Yûnus Emre’nin Mürşidi Tapduk
Emre, Ankara 2019.
İki kişi söyleşir Yûnus’u görsem diye
Biri eydür ben gördüm bir âşık kocayımış
(İki kişi Yunus Emre’yi görsem, tanısam
diye kendi aralarında konuşur. Biri diğerine
der ki ben Yunus’u gördüm, ihtiyar bir Allah
âşıkıymış!)
Âşık Yûnus sözlerin muhâl diye söylemez
Ma‘nâ yüzin gösterir bu şâirler kocası
(Âşık Yunus, -hakikatin- sözlerini söylemek
mümkün olmadığı için söyleyemez. Bu şairler
kocası mananın -kendisini değil- sadece yüzünü
yani kabuğunu gösterir.)
Bu beyitlerden hareketle Yunus’un uzun bir
ömür sürdüğünü anlamak mümkündür. Ne var
ki bu uzun ömürlü Hak dostunun nerede vefat ettiği ve mezarının nerede bulunduğu kesin olarak bilinmemektedir. Nihayetinde onun
mezarı veya makamı, bazı tarihî kaynaklarda
veya halk rivayetlerinde çeşitli yerleşim merkezlerinde gösterilegelmiştir. Yunus’u çok seven
halk ona birçok makam ve mezar yakıştırmıştır.
Bunlar Eskişehir’e bağlı Mihalıççık’ın Yunus
Emre Mahallesi (eski ismiyle Sarıköy), Karaman, Manisa Kula ve Aksaray’ın Ortaköy ilçesi sınırları içinde kalan Ziyarettepe’deki mezar
veya makamlardır. Bursa’daki Yunus’a ait olduğu
söylenen mezar ise Âşık Yunus adlı bir başka
mutasavvıf şaire aittir. Şairin bunlardan başka
Erzurum Dutçu (Duzcu) Köyü’nde, Isparta Keçiborlu’da, Afyon Sandıklı’da, Ünye ve Sivas’ta
bir yol üzerinde ve hatta Azerbaycan’ın Gah
bölgesinin Oncallı kentinde makamları bulunmaktadır.
Yunus’tan bahseden en eski kaynaklardan Vilâyetnâme’de,23 Nefahatü’l-Üns’te24 ve
Kula’daki Yunus Emre’ye Atfedilen Makam
23 Abdülbaki Gölpınarlı, Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı
Velî, Vilâyetnâme, İstanbul 1958, s. 48-49.
24 Lâmiî, Nefahât Tercümesi, s. 91.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
25
Yunus’un Sarıköy’deki 1970 Senesinde Yapılan Anıt Mezarı
Karaman’da Yûnus Emre Câmii İçinde Yûnus Emre Makamı
Yunus’un Sandıklı’daki Makamı
bir mekândan üstün olması söz konusu değildir. “Mekânın şerefi orada ikamet edendendir.” sözüyle de teyit edildiği üzere,
üstünlük o mekânın manasında ve ruhunda gizlidir. Şu hâlde
Yunus’un makamından ve mezarından maksat manasıdır. Ona
izafe edilen kabir ve makamlarda bu mananın yaşanması ve yaşatılması önemlidir. Dolayısıyla bir Hak dostunun mezarı kadar
manevi makamlara mazhar olduğu güzergâhın da kıymeti vardır.
Şakâyık Tercümesi’nde25 onun Kütahya Suyu’nun Sakarya Nehri’ne karıştığı yer yakınında
(Porsuk), yani Sarıköy’de yattığı söylenmektedir.
Bir Türkmen ereninin bu kadar yerde mezar
ve makamının bulunması hayli düşündürücüdür. Şüphesiz mezar olarak gösterilen yerlerin
bir tanesi gerçek mezar, diğerleri ise makamdır.
Yunus’un bu kadar yerde yattığının söylenmesi,
milletimizin Yunus Emre’yi ne kadar çok sevdiğini göstermektedir.
Burada akla “Mezar mı önemlidir, makam
mı?” diye bir soru takılabilir. Gerçek şu ki bir
erenin mezarının aslı kadar makamı da önemlidir. Zira maksat Cenâb-ı Hakk’ın o insanın
gönlünde tecelli etmesidir. Kaldı ki “Göklerin
ve yerin nuru olan Allah’ın” tecelli etmediği bir
mekân da yoktur. Bu sebeple bir mekânın diğer
25 Mecdî, Şakâyık Tercümesi, s. 78.
26
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Yunus’un Ortaköy Ziyarettepe’deki Makamı
Erzurum Duzcu Köyünde Yûnus’un
ve Tapduk Emre’nin Makamı
Nihayet bilinmelidir ki Yunus Emre, aziz milletimizin sevgilisi olmuş bir aşk ve gönül adamıdır. O insanlığa asırlardan
beri hayat üfleyen bir nefes; Cenâb-ı Hakk’a ve Resûlüne olan
sevgimizin tercümanı olmuş bir sestir. Yunus, bu yönüyle değerlendirilmelidir. Gerçekte Yunus Emre gibi ölümsüzlerin bizim
için önemli olan yönleri, fikirleridir. “Ölen hayvan durur âşıklar ölmez” veya “Ol dost ile benim işim ölüp dahi bitmeyiser”
diyen yüce gönüllü bir insanın mezarıyla ilgili yersiz tartışmalar yapmak doğru olmasa gerektir. Onu hakikaten anlayanlar;
“Yunus’un mezarı toprakta değil, gönüllerdedir.” düşüncesinden
hareket etmişlerdir.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
27
YUNUS EMRE VE RİSÂLETÜ’N-NUSHİYYE
ADLI ESERİNE GENEL BİR BAKIŞ
Kemal YAVUZ
Risâletü’n-nushiyye bir anahtar durumundadır.
Onun şiirlerini bu anahtarı kullanmak sayesinde anlayabiliriz.
Y
unus Emre Türk edebiyatında mesnevi vadisinde eser veren şairlerimizin
başında gelir. Kutadgu Bilig, Kitâbu
Mesâcidi’ş-şerîfe adındaki mesnevilerden sonra XIV. yüzyılın başında 1307 yılında yazdığı
Risâletü’n-nushiyye, bilindiği kadarı ile, edebiyatımızda üçüncü mesnevidir. Yunus bu eserinde
devrinin şartlarını gözetir ve ona göre konuşur.
Çünkü o devir Anadolu’su bunlara muhtaçtır.
İnsanlar sefil; Moğol zulmü, Baba İshak isyanı,2 Baba İlyas çocuklarının takibi, devletin
karışık durumu, şehzadeler mücadelesi ve devlet
idaresinde bulunan kimselerin keyfî tutumları
göz önüne alınırsa Risâletü’n-nushiyye’nin o devir toplumunda ne kadar geçerli olup tesir ede1*Prof. Dr., Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi,
Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
2 Prof. Dr. Ali Alparslan; Âşık Paşa’da Tasavvuf, İ. Ü.
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi,
Temmuz 2012, sayı XII, s. 143-156.
28
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
ceğini düşünmek gerekir. Yunus bu eserinde bir
vaiz gibidir. Bu açıdan bakınca onun toplumda
önemli bir kişi olduğunu da düşünmek gerekir.
Acaba Yunus ne idi? Yoksa eski kam, bahşı ve
ozan geleneğinin dervişliğe yakın bir değişimi
mi idi? Çünkü kam, bahşı ve ozanların Türk
boyları içinde önemli bir yeri vardı. İnsanların
dertlerine derman bulmak onlara verilmiş gibi
idi, doktorluktan tutun da toplumun bütün
dertlerine bunlar çare buluyor, bir noktada halkı
teselli ediyorlardı. Dede Korkut gibi bunlar da
aynı rolü oynamakta idiler. Bu açıdan bakınca
Yunus’un toplumda itibar sahibi saygın bir yerinin bulunduğunu düşünmek gerekir.
Acaba o da Batı Anadolu ve Sakarya kıyılarından, Kızılırmak taraflarından Erzurum’a
kadar bütün Anadolu’yu gezen, gezdiği yerlerde
halkın derdine çareler arayan ve halk tarafından
sevilen ve adına makamlar, mezarlar yapılan bir
derviş mi idi? Bunların da uzun uzadıya düşünülüp araştırılması gerekir. Sonra halkın gözüne
ve gönlüne girmesi, sözleri ve şiirleri ile insanları
doğru yola sevk etmesi, saygınlığı Yunus’u
yüceltmiştir. O devir dervişlerinin gezginliği, hanikahlarda toplanmaları3 gibi hususların gözlerden kaçmaması gerekir. Gerçekte Yunus; Mevlana Celaleddin-i Rumî, Sultan Veled, Ahmed
Fakih, Gülşehri gibi o devir hayatını yaşayan,
toplumu en iyi şekilde gözlemleyip değerlendiren ve ne yapılması gerektiğini bilen bir şairdir.
Onun hayatına ve onun yaşadığı zamana baktığımız zaman Yunus’un 1240 yılında doğduğunu
görürüz. Aynı yılda Gülşehri de doğmuştur. O
zaman Mevlana Celaleddin-i Rumî otuz üç, Sultan Veled de on üç yaşındadır ve Hoca Ahmed
Fakih’ın ölümüne on on iki sene vardır. 1240 yılından sonraki Selçuklu devletinde ise karışıklıklar durmayacaktır ve bu Yunus ile Gülşehri’nin
doğduğu, Selçuklu ordusunun Moğollara yenildiği, Baba İshak İsyanı ile başlayan karışıklıkların ilk zamanlarıdır. II. Gıyaseddin Keyhusrev
zamanında başlayan bu kargaşa ve karışıklıklar
devam edecek ve on üçüncü yüzyılın ikinci yarısında hep çalkantılı bir toplum hayatı yaşanacaktır. Hatta Elvan Çelebi’nin verdiği bilgilere
göre Selçuklu sultanlarından IV. Kılıçarslan bile
Sultan Hanı’nda öldürülmüştür.4 O zaman Yunus ile Gülşehri yirmi altı yaşındadırlar ve toplumdaki kargaşadan haberdardırlar. Celaleddin-i
Rumî Mesnevi’yi yeni yazmaya başlayacak ve
Mesnevî-i Manevî adlı meşhur eserinin daha ilk
beytinde, -Muinî bunu iki beyitte tercüme eder-;
Nâle-i neyden işitgil yâ bu ney
Gûş-ı hûş aç tuy şikâyetler ider
Ayrılıklardan hikâyetler ider
diyerek5 eserine ayrılıklardan bahsederek şikâyetle başlangıç yapacaktır.
Bundan sonraki devlet ve toplum hayatını
adım adım takip eden ve içinde yaşayan Yunus
kendi verdiği bilgilere göre, Mevlana dergâhında
tahsildedir. Bu durumunu;
Mevlâna Hudâvendigâr bize nazar kılalı
Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır
beytinde dile getirmektedir.6 Bu açıdan bakınca onun Mevlana dergâhı ile Konya medreseleri arasında gidip gelen ve tahsiline devam eden
bir derviş olduğunu belirtmek gerekir. Bu devre
onun hazırlık devresidir; hatta o,
Mevlâna sohbetinde saz ile işret oldu
Ârif ma’nâya taldı hem biledür ferişte7
beytinden öğrendiğimiz kadarı ile Mevlana
meclisindedir. Mevlana Celâleddin 17 Aralık
1273 tarihinde Hakk’a vasıl olduğu vakit Yunus
otuz üç yaşındadır. Mevlana’nın kaybını ise,
Fakıh Ahmed Kutbuddîn Seyyid Sultan
Necmüddin
Mevlâna Celâlüddin ol kutb-ı cihân kanı
beytinde üzülerek dile getirdiği gibi gördüğü,
bildiği büyük şahsiyetleri de zikreder. Yukarıda
Kim neden ağlar neden köyner bu ney
3 Prof. Dr. Ali Alparslan; A.g.m.
4 Prof. Dr. Mertol Tulum; Târîhî Metin Çalışmalarında Usul, Nâme-i Kudsî, (Menâkıbu’l-Kudsiyye’nin) Yayımlanmış Metninden Derlenen Verilerle
Birinci Kitap, Konya, s. 244.
5 Kemal Yavuz; Muînî’nin Mesnevî-i Murâdiyyesi
-Mesnevi Tercüme ve Şerhi C. I-II, S.Ü. Mevlâna
Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları: 2, Konya
2007 s. 43, 29.
6 Mustafa Tatcı; Yunus Emre Divanı II, Ankara
1990, Kültür Bakanlığı Yayınları: 1280, s. 82, 83.
7 Yunus Emre Divanı, tıpkıbasım, Kültür Bakanlığı
Yayınları: 1362, vr 68a.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
29
Halka söz söyleme lüzumunu duyacak, toplumda bir yol gösterici olacaktır.
Sözlerini aşkla gönülden, kendi deyimi ile nefesler şeklinde söyleyecektir.
Böylece nefes terimini şiir anlamında ilk defa o kullanacak ve şiirimizin adını
NEFES koyacaktır.
verdiğimiz beyitler8 Yunus’un çevresini de göstermektedir. Artık Bektaşi tarikatına paralel
olarak Sultan Veled Mesnevi’nin altıncı defterine hatime yazmış, Mevlevi tarikatının kural ve kaidelerini koyarak Mevlevilik’i kurmuş,
Hüsameddin Çelebi de bu tarikatın ilk şeyhi
olarak posta oturmuştur ve tarih 1274 yılını
göstermektedir. Türkçenin on dördüncü yüzyıldaki üçüncü büyük şairi Âşık Paşa ise iki yaşındadır. İki sene sonra da 13 Mayıs 1276 tarihinde
Karaman Bey’in oğlu Mehmed Bey vezir olarak
Selçuklu devletinin Türkçe ile ilgili aldığı kararı
bir fermanla duyuracak ve “defterler dahı Türkçe yazılacaktır”9 emri ile devrin yazar ve şairlerini Türkçe yazmaları için yönlendirecektir. Eserlerini Farsça yazan Sultan Veled 1290 yılından
sonra Türkçe gazeller yazacak ve İbtidaname ile
Rebabname adlı mesnevilerinde Türkçe beyitlere
yer verecek, böylece Türkçenin şairleri içinde yer
alacaktır. Devrin hem şair ve hem yazarı olarak
görülen Fahreddin bin Mahmud manzum ve
mensur olarak karşımıza çıkan Behcetü’l-Hadâik
adındaki eserini Kayseri bölgesinde, tarih 1286
yılını gösterirken Yeşilhisar’da yazacaktır.10 Gülşehri 1301 yılında Farsça yazdığı Feleknâme adlı
eserini Kırşehir Beyi Gazan Han’a sunacak ve
Türkçenin devrin üç şairinden ikincisi olarak
1317 yılında Mantıku’t-tayr adlı eserini verecek,
Türkçe için çalışacak ve kendi deyimi ile artık
Türkçeyi hiç bırakmayacaktır.
8 Mustafa Tatçı, A.g.e. s. 10, 308, 396.
9 Erdoğan Merçil; Türkiye Selçukluları Devrinde
Türkçe’nin Resmî Dil Olmasını Kim Kabul Etti?
Belleten, C. LXIV, Türk Tarih Kurumu Basımevi-Ankara 2000, s. 51-57. //Yazıcızade Ali; Selçuknâme, Topkapı Sarayı Revan Ktp. Nu. 1390, v. 404b.
10 Mustafa Koç; Anadolu’da İlk Türkçe Telif Eser,
bilig, bahar 2011/sayı 57, 159- 174.
30
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Yunus Emre bu zamanda ömrünün altmışıncı yılına gelmiştir. Hayatını medrese ve tekkede geçirdiği ömrünü,
Şeyh ü dânişmend veli cümlesi birdür yolı
Yûnus dervişler kulı Tapduk gibi serveri var
Tapdugun tapusında kul olduk kapusında
Yûnus miskin çig idi bişdi elhamdülillah
Yûnus’a Tapduğ u Saltuğ u Barak’dandur nasîb
Çün gönülden cûş kıldı ben nice penhân olam
beyitlerinde11 medrese ve tekke eğitiminden
geçtiğini, devrinin ilimlerine yabancı kalmadığını kendisi anlatmaktadır. O bütün bu kazanımlar sonunda halka söz söyleme lüzumunu
duyacak, toplumda bir yol gösterici olacaktır.
Sözlerini aşkla gönülden, kendi deyimi ile nefesler şeklinde söyleyecektir. Böylece nefes terimini şiir anlamında ilk defa o kullanacak ve
şiirimizin adını NEFES koyacaktır.
Didüm uşbu nefesi âşıklar hükmi-y-ile
Bahıllıksuz er gerek bir karâra durası (201a)
Işka döyemedi özüm gensüzin söylerin sözüm
Yûnus senün uşbu sözün âlemlere destân ola
(58b)
Yûnus bu sözleri çatar sanki balı yağa katar
Halka meta‘ların satar yüki gevherdür tuz degül
beyitlerinde anlatır. Yunus böylece yüzyıllar aşıp
gelen sözlerini gönlünden geldiği şekilde ifade
etmiş ve şiirlerinin kıymetliliğini anlatmaktan geri kalmamıştır. Ancak onun şiirleri, çok
içten ve çok samimi olarak söylenmesine rağmen okuyucuya hemen açılmaz, yalnız gönülleri
aydınlatan ve dirilten bir ışık gibidir. Bu şiirleri
herkes anlayamaz, onları anlamak için Yunus’un
geçtiği yollardan geçmek gerekir. Bununla ilgili
olarak o;
beyitlerinde bu durumu anlatacaktır. Ayrıca şiirini öven Yunus, bu şiirin nasıl bir şiir olduğunu
da;
11 Yunus Emre Divanı, tıpkıbasım, Kültür Bakanlığı Yayınları: 1362, vr. 68b, 161ab, 140 a.
Bütün bunların yanında Yunus iyi ve kötü
yönleri ile toplumu gözetleyen, gördüğü eksiklikleri ve bozuklukları dile getiren bir tenkitçi
olarak da karşımıza çıkar.
Müsülmânlar zamâne yatlu oldı
Yûnus bu kuş dilidür bunı Süleymân bilür
Halâl yinmez harâm kıymatlu oldı
Girçek âşık bu yolda ne kılasın sizer mi
(119a)
Okınan Kur’ân’a kulak dutılmaz
İlm ü amel sözi degül Yûnus dili söyledügi
Dil ne bilür dost habarın bin dost-ıla niçe birem
Işksuzlara virme öğüt öğüdünden alur değül
Işksuz âdem hayvân olur hayvân öğüt bilür değül (115b)
Yûnus bu cezbe sözlerin câhillere söylemegil
Bîçâre Yûnus’ı gör derd ile hayrân olmuş
Anun her bir nefesi şehd ü şekkere benzer
caktır.12 Şerh edebiyatımıza bakınca Kutadgu
Bilig’de “aça söylemek” şeklinde bir başlangıç
olarak karşımıza çıkan bu durum, on dördüncü yüzyılın ilk çeyreğinde Gülşehri’nin Mesnevî’den tercüme ve şerh ettiği beş hikâye ile
görülür. Türk edebiyatında Mesnevî şerhi olarak
Muînî ile devam eder, daha sonra ise Yunus’un
şathiyesinin şerhleri ve başka şerhler ile on altıncı yüzyıldan itibaren gelişerek varlığını sürdürür.
Ayrıca Yunus Emre Türk edebiyatında bildiğimiz kadarı ile ilk nazire yazarıdır. Bundan sonra Ahmedî, Şeyhoğlu Mustafa, Hoca Dehhanî
gibi şairlerimiz de bu yolda şiirler yazacaklardır.
gibi kendine tenbihleri de vardır.
Yunus Emre edebiyatımızda şathiye adı verilen kapalı şiiri de ilk söyleyen şairlerindendir. Onun çektiği bu çığır Kaygusuz Abdal’dan
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerine kadar
uzanacak ve başka şairlerimizde de yankılana-
Şeytânlar semirdi kuvvatlu oldı
Harâm ile hamîr dutdı cihânı
Fesâd işler iden hürmetlü oldı
Kime kim Tanrı’dan habar virürsen
Kakır başın salar hüccetlü oldı
Şâkird üstâd ile arbede kılur
Oğul ata-y-ıla izzetlü oldı
Fakîrler miskinlikden çekdi elin
Gönüller yıkuban heybetlü oldı
12 Bakınız: Yunus Emre Şerhleri, haz. Necla Pekolcay – Emine Sevim, Kültür Bakanlığı/Ankara 1991.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
31
Peygamber yirine geçen hocalar
Bu halkun başına zahmetlü oldı
Dutılmaz oldı peygamber hadisi
Halayık cümle Hak’dan utlu oldı
Yûnus gel âşık-ısan tevbe eyle
Nasûha tevbe ucı kutlu oldı
beyitlerinde toplumun yaşayışını dile getirir ve
sonunda tevbeye döner.13 O başka şiirlerinde de
aynı durumları dile getirir. Buna,
Dânişmend okır dutmaz derviş yolın gözetmez
O, doğumundan ölümüne
kadar geçen zamanda hayatının
dörtte üçünü bu karışıklık ve
kargaşalar içinde geçirmiştir;
belki şairin ömrünün huzur
içinde geçen zamanı hayatının
son yirmi senesidir. Bu devrinde
Yunus kendine düşen vazifeyi
en iyi şekilde yapmış, mensubu
bulunduğu millete öğütler
vermiş, bunları kitap hâline
getirmiş ve Risâletü’n-nushiyye
adlı eserini yazmıştır. Yunus bu
eserinde karşımıza bir nasihatçı
olarak çıkar.
Bu halk öğüd işitmez sağır hemân olısar
Gitdi begler mürveti binmişler birer atı
Yidügi yoksul eti içdügi kan olısar
beyitlerinde de rastlamak mümkündür.14
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi o, doğumundan ölümüne kadar geçen zamanda hayatının
dörtte üçünü bu karışıklık ve kargaşalar içinde
geçirmiştir; belki şairin ömrünün huzur içinde
geçen zamanı hayatının son yirmi senesidir.
Bu devrinde Yunus kendine düşen vazifeyi en
iyi şekilde yapmış, mensubu bulunduğu millete
öğütler vermiş, bunları kitap hâline getirmiş ve
Risâletü’n-nushiyye adlı eserini yazmıştır. Yunus bu eserinde karşımıza bir nasihatçı olarak
çıkar.
Risâletü’n-nushiyye adından da anlaşılacağı
üzere bir öğüt kitabıdır. Yunus’tan önceki şair13 Faruk Timurtaş; Yunus Emre Divanı, İstanbul
1989, Kültür Bakanlığı Yayınları 1000 Temel Eser
Dizisi: 72, s. 213, 214.
14 Faruk Timurtaş; Yunus Emre Divanı, İstanbul
1978, s. 38.
32
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
lerimiz gerek Yusuf Has Hacip ile Edip Ahmet
Yükneki, gerekse Hoca Ahmed-i Yesevî ve bunun yolundan giden Yesevî dervişleri ve hikmet
şairleri hep nasihat yolunu seçmişler ve halkı
iyiye doğruya çekmeye çalışmışlardır. Bu bir
noktada İslam dininin de emridir. İnsanların saadeti ve her iki dünyada kurtuluşu, iyi ve doğru
yolda olmaları ile mümkündür. Onun için Peygamber “din nasihattir” buyurmuştur. Yukarıda
da işaret ettiğimiz gibi bu eserler Kaşgar, yani
Hakaniye Türkçesi mahsulleri idi.
Yunus bunlardan dil olarak ayrılacak ve altı
yüz beyte yakın olan Risâletü’n-nushiyye adlı
eseri ile Batı Türkçesi’nde ilk nasihat kitabını
yazacaktır. İşte Yunus’u bu açıdan ele almak gerekir. Zaten o Divan’ında da bu eserindeki gibi
pek çok beyit ve şiiri ile nasihat yolunu seçecektir.
Mefâîlün mefâîlün feûlün vezninde yazılan Risâletü’n-nushiyye mesnevi nazım şekli ile
yazılmıştır ve XIV. yüzyıla girerken ilk mesnevi
olarak görülür. Şair eserini 1307 yılında yazmıştır. Eserin başında konu olarak “insanın yaratılışı” işlenir, sonra da “nefis” ve akıl anlatılır. Bu
ikisi insanda mücadele, savaş hâlindedir. Kısaca
söylersek Risâletü’n-nushiyye insanı konu edinir. Yaratılışla insan ele alınır. Besmele her şeyin
başıdır. İlk olarak besmele ile toprak getirilmiş,
sonra su hazırlanmış, üçüncü olarak yel ile bunlar karıştırılmış, dördüncüde ise ateş gelerek
bunları kızdırıp pişirmiştir. Sonra can verilmiş
ve buna da “suret” diye ad konmuştur (1b-2a).
Bu beş şeyle insana şunlar verilmiştir: Toprakla verilenler; kanaat, tevekkül, sabır, hulk, ganimet olmuştur. Safâ, sehâvet, nazar ve asıl su ile
verilmiştir. Yelden; riya, yalan, hevâ ve nefis olmuştur. Tama’, buşı (öfke), kibir, hased de ateşle
verilmiştir. Edep, hayâ, izzet ve vahdet de can ile
sağlanmıştır (2ab).
İnsan bunlarla kalmamıştır. Ona akıl, iman,
hidayet verilmiştir. İnsan bunlarla kemal bulmuş, olgunluğa erişmiştir.
Akıl: Allahu taalanın kadimliği pertevindendir. Akıl, akl-ı maâş, akl-ı maâd ve akl-ı küllî
olmak üzere üç türlüdür. Bunlardan akl-ı maâş
dünya tertibini, akl-ı maâd ahiret, akl-ı küllî de
Allahu taâlâ marifetini bildirmektedir (2b-3a).
İmân: Allahu taalanın hidayet pertevindendir. Üç türlü iman vardır. Bunlar: ilme’l-yakîn,
ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîndir. Birincisi akılda,
ikincisi gönülde, üçüncüsü ise canda yer tutmuştur (3a). Hidayet imandan, iman da akıldan
ayrılmaz. Hayâ da akla tabidir. Hidayet Allahu
taâlânın muhabbet pertevindendir. Kur’ân’da
“Önce biz severiz, sonra kul sever.” buyrulmaktadır (3a).
İnsanın ebediyette gideceği iki yer vardır.
Bunlar cennet ve cehennemdir. Cennet Allahu
taâlânın fazlı, cehennem ise adli pertevindendir
(3a).
Dört unsurun her biri yine Hakk’ın pertevlerinden hâsıl olmuştur.
Toprak, Allahu taâlânın nuru; su, hayatı, yel,
heybeti; od (ateş) da hışmı pertevindendir (3ab).
Toprak ve su cennette yerlidir ve bunlarla on
üç kişi gelmiştir. Bunlar cennete gark olmuştur
(3b). Ateş ile yel cehennemde yerlidir. Bunlarla
dokuz kişi gelmiştir ve bunlar cehenneme gark
olmuşlardır. Orada mukim ve mukarreb olacaklardır (3b). Dört kişi de can ile gelmiştir ve bu
dört kişi ile gelen dîdâra müstagrakdır (3b).
Kısaca Yunus bu kısımda insan vücudunu
ve yaratılışını ele almış, insanı meydana getiren
cüzler, anasır-ı erbaa denen dört ana unsur ve
hususiyetleri üzerinde durmuş; bunlardan hangisinin cehennem, hangilerinin cennette olacaklarını bildirmiş, bunlara tabi olanın da onlarla birlikte bulunacaklarını, böylece cennet ya
da cehenneme gideceklerini anlatmıştır. Aslında Yunus için mühim olan insanın kendini bilip
tanımasıdır. O;
Azîm cihân-durur gönül cihânı
Seni izler isen göresin anı (4b)
beytinde bunu açıkça dile getirmektedir. Yunus nefsi de şu beyitle vermeye çalışır:
Dokuz bindür bu nefsün haşarâtı
Müdâm eğerlüdür bunlarun atı (5a)
derken nefsin haşerata benzediğini ve atlarının
eğerlenip hazırlandığını bildirir. Atlarının eğerli
olması her an harekete geçmeye hazır olmaları
demektir. “Bunların yüzleri karadır; bunlardan
sakın, sözünü tutma. Nefsin sözünü tutmazsan
canın nurlarla dolar” der. Nefis Hakk’ı bilmez,
ona yoldaş olup giden de Hakk’a ulaşamaz.
Çünkü nefiste kibir vardır ve askerinde de düzen yoktur (5a).
Nefsin dokuz oğlu vardır. İşleri nifak ve şirktir. Büyük oğlu tama’ olup, imanı dünya sevmektir.
Neyi sever isen îmânun oldur
Nice sevmeyesin sultânun oldur (6a)
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
33
Yunus bazen akılla nefsi karşılaştırır. Akıl
üstündür. Nefsle akıl birbirinin zıddıdır ve onlar
vücut ülkesinde savaş hâlindedir. İkisinin de orduları vardır. Nefs aklı dinlerse sapıtmaz. Yunus;
Buçuk gün durmayan aklun katında
Ne lâyıkdur didüm şah hazretinde (6a)
beytinde “Akıl yanında kuşluğa kadar duramayanın Hakk’ı bilmesi mümkün olmaz, böyleleri şâha layık değildir.” demektedir. Akıla gelen,
akılla iş yapan kurtulmuştur. Bunlar için endişe
ve kedere yer yoktur.
Tama’ nefsin büyük oğludur. Emrinde bin
er vardır ve her birisi mübârizdir. Onlar zindan
bekçileridir ve yürekleri demirdendir. Tama’,
hırs ehlinin yeri cehennemdir. Bunlara aldanan
bugün yarın diyerek ömrünü geçirir ve kendini
unutur. Yunus bu meseleyi bir şahsın ağzından
hikâye ederek anlatır.
Kanaate gelince kanaat fakrla gelir, dünyayı
sevmemek işin başıdır.
Ko sevme dünyeyı kim kala senden
Dilersen dilemezsen ala senden (31b)
Süleymân’dan ilerü olmayasın
Hakîkatdur cihânda kalmayasın (32a)
Buhl ve hased, cimrilikle kıskançlık seni yoldan ayırdı; gayretin çalışıp çabalamaların neye
yaradı. Hased etmekten kim fayda gördü, sen
nasibine bak, hatta onu bile bırak; o, o kadardır.
34
Şu kim ki yoldaşına hıyânet kıla
Kime yoldaş olursa lânet bula (32b-33a)
Gerçekte insanın yoldaşı yine kendidir. Doğru olursan kendini kurtarırsın.
Hased edenin haberi hemen belli olur.
Hasedçinin gönlü dardır. O hep pişmanlıktadır
ve bir anda helâk olur. Seneler boyu neşesi
yoktur, bu kaygı ile bir şey yemez. Onların
hasedlerinden bir faydaları olmaz. Gözleri ve
gönülleri hep başkalarının malındadır ve bu
bir kaidedir. Onların bu hâlinden halk ürker ve
bütün şer ehli bu hâlden ders alır.
Anun-uçun dirliği nedem içinde
Olur bin kez helâk bir dem içinde (33a)
Buhl, cimrilik ne kötü bir şeydir. O Kârûn’un
huyudur ve onunla birlikte zikredilir ve bahillik,
cimrilik mutlak bir beladır. Kârûn imanını verdi
fakat malını vermedi. Bahîl, cimri adamda Kârûn
huyu vardır. Toprak derece derece yutarken bile
Kârûn malından vazgeçmemiştir. Önce topuğuna, sonra dizine ve beline, nihayet boğazına
kadar yerin kendisini yuttuğunu gördü de yine
malından birazcık zekât, öşür vermedi. Sonunda
yer yuttu. Ona malı ateşten bir zincir olarak boynuna dolanır, herkes onun kim olduğunu sorar
ve ona ibretle bakar. İşte bütün cimriler, bütün
bahîller bunun gibi olacaktır (34a-35b).
Kibir de ne kötü şeydir. Kibir sahipleri kendilerinden başkalarını beğenmezler, hep yüksek yerlerde oturup aşağı inmek istemezler. Bu
günahtır.
Zekâtsuz hayvânât, sadakasuz mâl
Sana uğratma kibrün endişesin
Ne berhurdâr ola bunun gibi hâl (32a)
Uyarsan kibire ırağa düşesin
Suçu yok kişinün bağlanmaz eli
Nice tahta binenler yire düşdi
Dolaşur kendüye bil kendü fi‘li (32b)
Nice benem diyene sinek üşdi (11a)
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Pâdişâhun hikmeti gör n’eyledi
Od u su toprag u yile söyledi
Bismillâh diyüp götürdi topragı
Ol arada hâzır oldı ol dagı
Toprag-ıla şuyı bünyâd eyledi
Ana âdem dimegi ad eyledi
Yil gelüp ardınca debitdi anı
Andan oldı cism-i âdem bil bunı
Yunus Emre, Risaletü’n Nushiyye’den
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
35
Kibr içine düşenler Hak’tan ıraktır. Hak’tan
ırak düşenlerin ise imanı yoktur. Kibirlenmeyi, kibirleneni kullar sevmez. Devlet diler isen
kapıda dur, hilat ister isen hizmet et. Sen seni
beğenirsen ırak düşersin. O zaman lanete yoldaş olursun. Kibirden ve sonu gelmez isteklerden fayda yoktur. Eğer yanmamak istersen kibir
denen şeyi yak, yok et. Kendinle gelme ve onu
kapının dışında bırak.
Tekebbür sahiplerinde nazar arama, onların
gönülleri de yoktur. Hâlbuki Hakk’a giden yol
gönülden geçer. Bütün seçilmiş kullar gönül sahibidir. Kibirden vazgeçen Hakk’a dönmüş demektir.
Çü sensin düşmenün dostun kim ola
Yavuz huyun senün sana havâle (13ab)
Bu beş günlük ömür bu harca yitmez
Sağır mı kulagun niçün işitmez (14a)
Niçin bunları duymazsın. Kibir içine düşen
şirk ile dopdoludur. Böyleleri gaflet uykusundadır. Kibir ve nefse uymak seni gütmesin, bunlar
seni yutacak ejderhadır.
Nice kibr ü hevâ uşada seni
Ölüm evrânı bir gün yuda seni (15a)
Çabuk davran ve kibir tuzağına tutulma.
Kibir öğüdünü tutarsan tevazunun ne olduğunu bilemezsin. Kibirlenenler cehennemde yerleşmişlerdir, bu yüzden onların din içinde yeri
yoktur.
Tekebbürler yiri siccin içinde
Anunçun olmadı hîç dîn içinde (15b)
Dini olan kişinin kibri yoktur. Akıl da kibirden uzak durmayı emreder. Akıl adalet sahibi
36
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
bir insandır. O insanı belalardan korur, bu saadettir. Kibrin zıddı aşaklık yani tevazudur, alçak
gönüllü olmaktır.
İden alçaklık ol gence sataşdı
Yüce yir gözleyen rence sataşdı
Aşak varan kişi devlet iletdi
Ana kim yitiser uzadı gitdi
Aşaklık âlemün bünyâdı oldı
Ki her ne var-ısa ana düzildi (18a)
Alçak gönüllülük ve kanaat güzel arkadaştır.
Ne istersen onlarda bulunur. Bütün iller ve şehirler bunlar sayesinde şenlendi. Bundan dostlar
sevindi, düşman ise yağmaya kalktı. Bunlar akıl
sayesinde olur ve akıl herkesi devlete ulaştırır.
İşini mutlaka akla danış ve devlete kavuş. Deniz
alçaktır; alçak olan, deniz gibidir; orada incilere
kavuşulur.
Yûnus alçaklığı yavlak beğendün
Kıyâs et sen seni ne kadar indün (19a)
diyen Yunus bundan memnundur.
Risâletü’n-Nushiyye’nin 168-207. beyitleri15
(19a-22b) öfke ile ilgilidir. Kibirden sonra öfkeyi ele alıp işleyen Yunus bu kısımda da kibri işler ve alçak gönüllülüğe yer verir. O, “Sen
herkesin önünde yüzünü yere koy, kibir sahipleri bundan uzaktır. Onun için hizmetleri yoktur.
Sen alçak gönüllülükle insanlara sebil olmaktan
usanma ve güzideleri, seçilmişleri yabana atma.
Onlar insanlık için çalışmışlardır; sen de çalış.”
demektedir.
Yunus öfkenin insanı kötü hâllere
sürüklediğini bildirir. Öfkeyi herkesten öne çıkan, kan dökücü, kimsenin kendisine katlanamadığı, heybetinden denizi yakan, vardığı yerde
başlar kesen bir insana benzetir. Ona uyan da
onun gibi olur. Kısaca;
Buşı dirler bana kim bahâdırın
Düzenlik bozmağa her dem hâzırın (20a)
beyti ile öfkeyi vermeye çalışır. Öfkenin geldiği
yerde fayda yoktur. Bastığı yerde ot bitmez. Yine
öfkenin ağzından “Benim kılıcım yalnız başkalarına değildir, arkadaşımı da boğarım, öfke olarak sana buyururum. Sözümü tutarsan imansız
olursun” der. Öfke aklı kovar ve imanı giderir,
imanlı olmak isteyen bundan uzak durmalıdır.
Buşı kimde ise îmânı gider
İmân gerek-ise var anı gider (20b)
Öfkenin geldiği yerden iman gider. Böyle
insan nefsin eridir, işi gücü sapıklıktır. Allah
korusun bu insana yakışmayan bir hâldir. Yunus
bunun üzerinde çok durur. Devam edersek;
Sakıngıl buşıdan gizleni-turur
Yüzi gözi dâ’im tozlanı-turur (20b-21a)
Kimün dôst hil‘atından dâdı yokdur
Buşı almış anı küşâdı yokdur (20b-21a)
beyitlerinde buşuyu yani öfkeyi vermeye çalışan
Yunus, kaynak olarak Mesnevî’ye gider ve;
Gâfil olma evüne ogrı gele
Katı uyur isen dîvârı dele
15 Yunus Emre Divanı, tıpkıbasım, Kültür Bakanlığı Yayınları / 1363, Klasik Türk Eserleri Dizisi
/18. Ankara 1991.
Ev issi uyhuda ogrı kavanur
Tâcil tutar anı uyana sanur (22b)
beyitlerinde öfkeyi hırsıza benzetir. “Öfke hırsız
gibidir. Girdiği evi yağmalar, kolayına ne gelirse
onu yapar. Onun yaylası da kışlağı da vücut olur.
Sen o zaman neredesin? Vücut denen ev ona
kaldı; bu hâl zulmete düşmendir. İnsan karanlıkta oturur mu?” diyen Yunus sonunda “Akıl ve
akıl adamları düzenlik ve safânın nerede bulunduğunu sorarlar. Öfkenin olduğu yerde bunlar
yoktur. Öfkenin hakkından ancak akıl gelir” der.
Yunus öfkeden sonra sabrı ele alır. Öfke gelince sabır yok olur; düzenlik ve safâ da ortadan
kalkar. Öfkenin zararı ancak sabırla önlenir.
Sabır sayesinde öfke yok olur. Sabırla ülfet eden,
arkadaşlık yapan neşe içindedir. Ahiret de sabır
sayesinde elde edilir. Sabır bütün bozuk şeyleri mat eder ve düzeltir. Sabırlı kişinin nasibi de
çoktur.
Yusuf peygamberin hâline bir bak; o, sabırla
devlete erdi ve sabır sayesinde nice hâllere, ne
nimetlere kavuştu.
İşitdün Yûsufı ol çâh içinde
Sabır-ıla dururdı ol âh içinde (27b)
Sabır ile Yûsuf nereye irdi
Ki sabrun acısı halvâya irdi (28b)
Sabrın ne olduğunu sabır sahibi bilir. O arşa
erer ve bütün hünerler sabır içinde gizlidir. Evliya olsun enbiya olsun hepsinin yolu sabırdan
geçmiştir.
Nebîdür ger velî sabıra uğrar
Eger sen de varursan sabr-ıla var (29b)
diyen Yunus; “Sabır gözet azîz ol; eğer onu
beklersen manaya, hikmete gerçeğe kavuşursun.
Sabırla Tûr’a varır ve mirâca çıkarsın. Zaten
mirâca varan da sabırla varmıştır.” şeklinde öğüt
verir. Gerçekten Peygamber aleyhisselam mirâca giderken Tûr’a uğramıştır.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
37
Nite ki bu gönlüm evi aşk elinden taşagelir
Nice yüksek yürür isem aşk başımdan aşagelir
Yunus eserinde tezatla yürür. Bundan sonra
buhl, cimrilik ile cömertliği verir. Buhl, cimrilik
ne kötü şeydir. Bahîl kazandığını kendine bile
vermez, kendisinin yemesini bile istemez. Sen
aklın yolunu seç, ona uyarsan yolda kalmazsın.
Akıl; kulağını açıp sehâvetin, cömertliğin olduğu yere gitmeni ister. Dünya leştir; bahîller onu
görünce başına üşüştüler.
İt-durur rûz u şeb dünyaya taleb
Ed-dünyâ cîfetün tâlibhâ kilâb (39a)
Sen cömertlerden ol. Onlar ebedî diriliği,
sonsuz hayatı istediklerinden dünyayı sevmediler. Ebedî âlem gözlerine göründü ve onları
baştan ayağa aşk kapladı. Gözleri Hakk’a açıldı.
Hak hazinesinden rahmet saçıldı ve onlar sevgili
yolunda hepsini verip ona kavuştular (39a-40b).
Sehâvet sahibi o yolda yüz bin yol yüğrüğün geçmiş ve mükafata, ödüllere kavuşmuştur.
Sekiz cennet sehâvet sahipleri, cömertler için
bezenmiştir. Sahî terk ehlidir. Terk ehli için
cennet, hûrî, taht, köşk asıl gaye değildir. Ona
müşâhade, cemalullah, Allah’ın tarafı parlar
durur ve Hak’tan başka yere, bir an bile bakmaz. Mî’râc’daki gibi “gözü ne kaydı ne saptı.”16
Dünyanın manası aşağı demektir; yücelik isteyen ona dönüp bakar mı?
Yüce yirde-durur dostu görenler
Neye kayıksunlar gönül virenler (40a)
Nider iki cihânı dosta giden
Aşık dur sermaye gel bâzar iden (41a)
letü’n-nushiyye’nin geniş açılımı ve Yunus’un gönül hâllerinin dile getirildiği eserdir.
Aşkın huzurunda sermaye geçersizdir. Şâhın
huzurunda varlık edeb değildir. Sahî, cömert
olarak varırsan aşkı bulursun. Terk tamam olunca aşkta kalırsın. Zaten cömertliğin karşılığını
aşk bağışlar ve çeşit çeşit işler, aşk hâlleri içinde
vardır.
Seni senden iyi kimse bilmez. Ömrünü boşuna geçirme, aklını başına devşir. Gözün görürken nefsini kendi hâline bırakma, bütün işler
dünyada yapılır. Çıkacağın uzak yol için yükünü
buradan yükle. Burada yapılmayan iş öteki tarafta hiç yapılmaz. Sağır mısın sana söylüyorum,
oradan önce burada hesap ver ve şüpheye düşmeden Hakk’a ulaş. Bu hâlleri yalnız sahîler, eli
açık kimseler, cömertler duydu. Onun için bunların Hakk’a kavuşması sâbit oldu.
Sahî bir kişidür uçmaga bakmaz
Ki tâc u hulleye hûriye akmaz (40b)
Sehâya sen Yûnus virdünse adun
Eyt imdi n’eyledün bu yolda n’itdün (42b)
Kin ve gıybet de insan için felâkettir. Bunların olduğu yerde sonuç kötülenme, kötüleme; ayıplama ve ayıplanmadır. Gaybet edende
dostluk arama ve gaybet ehli aşkın dostu olamaz. Kimde gaybet varsa sonucu utanmak ve
üzülmektir. Gaybet edene büyük azap vardır
(43b-44b).
Eger var-ısa aklun gaybeti ko
Ki gaybet koyanun haznesi tolu (44a)
Yunus’un bu beyitleri divanının da özetidir.
Kısaca belirtmek gerekirse Yunus Dîvânı, Risâ16 Kur’an, Necm suresi, 17. âyet.
38
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Hakk’ın kapısından hüccet dileyen maksadına ulaştı. Eğer buğz, kin ve gaybetle; onu bunu
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
39
Sahî terk ehlidir. Terk ehli için
cennet, hûrî, taht, köşk asıl
gaye değildir. Ona müşâhade,
cemalullah, Allah’ın tarafı parlar
durur ve Hak’tan başka yere, bir
an bile bakmaz. Mî’râc’daki gibi
“gözü ne kaydı ne saptı.” Dünyanın
manası aşağı demektir; yücelik
isteyen ona dönüp bakar mı?
çekiştirmekle gün geçirmezsen her şeyden kurtulursun. Gıybet ve bugz kirdir, pisliktir. Kabın
pas ve kirini yıkadıktan sonra layık olanı ve yakışanı oraya koy da gönlünü temiz tut. Bu, katran tulumuna bal koymak gibidir; hâlbuki sevgiliye kavuşmak nezaket, temizlik ve güzellikten
geçer. (43b-44b)
Gerek sen zengi vü pası yoyasın
Sana lâyık mıdur anı koyasın (44b)
Yunus ifadesinde gayet açıktır. Verdiği örnekleri halkın yaşayışından getirir.
Gözi yok kişinün sevmek nesidür
Togurlık cümlesinden üstün uzar
Gönül kul olsa gözün fitnesidür (48a)
Togurlık besleyenler arşda gezer (52a)
Göz oldur ki müdâm ol cânı göre
Ögüdi cümle togrulıkdan alur
Farîzadur kula sultânı göre (48ab)
Togurlık dirliği ebedî kalur (52ab)
Baş ve can gözü vardır. Can gözü asla dünya
işinde değildir. Buna sahip kişi hatadan uzaktır.
Can gözün açılmadı ise gözün yok ve sen uykudasın demektir. Ömrün geçmiş hâlâ uyanmıyorsun. Kin ve gaybet suyuna kanmış değilsin.
Kin damarın hâlâ yoyulup, yok olmadı, elinde
ne varsa gaybete harc oldu; gel kinden geç ve
sabra uy.
Kur’ân’da “Görmeden söylemek bühtandır,
büyük iftirâdır” buyuruldu. Boş söz, mâlâyâni söylemekte kimseye izin yoktur. İşte söz o
zaman helaldır. Söylersen Hakk’ı söyle, başka
söze izin yoktur. Başkasının haberi kimseyi ilgilendirmez, herkese kendi pazarı farizadır. Onu
bunu bırak da sen seni güt; kendine bak ve suçunu anarak tevbe et.
Kogıl ayruk sözi sen seni gözle
Senün suçun ile sen seni yüzle(49b)
İnsana gerçeği göstermeyen gaybet ile kindir.
Bunlara uyarsan kör olur, düşmanı dost sanırsın.
Kin ile gaybet seni sevgiliden uzaklaştırdı. Gözüne mil çekti ve nurunu yaktı. Gözü yok kişi
sevemez, göz devamlı cana bakar ve asıl sevgiliye, gerçek sultana bakmak; hep onunla olmak,
insana ilahi bir emirdir (47b).
Gözi görmez kişi sevgüden ırak
Kanı dost kandasın sen gözün aç bak (47b)
Koyan kıymet göz olur her neseye
Ki kıymetsüz kim ola bâha saya
40
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Ayrugı söyleyen kendin unudur
Ki zîrâ suçludur âsî hûludur (50a)
Ko ayruklar sözini sen seni güt
Kınama kimseyi sen işit öğüt (50b)
Başkasının yediği senin karnını doyurmaz,
kimse için kendini yoyup, heba edip harcama.
Kendi amelini görseydin kimseyi anmaya mecal
bulamazdın. İnsana gıybet ve kinin verdiği zararı kimse vermez. Böylelerinin gönlü dardır ve
bunlar gamlıdırlar. Sen akıl padişahını dinle ve
doğru ol (51ab).
Doğrular için ezel ebed muhaldir. Onlar için zâhir, bâtın ve hicâb yoktur. Doğru
olan müşâhede görür. Doğru canlar doğruluğa
âşıktır, sevgiliyi bulanlar doğrulukla bulurlar
(52ab).17
Kısaca belirtmek gerekirse Yunus’un açık,
anlaşılır, manası derin ve geniş, akıcı dilinin
yanında bir de nasihat dili vardır. Bunu
eserlerine bakınca hemen anlarız. 1307 yılında
yazdığı Risâletü’n-nushiyye’si nasihat dilinin
eseridir. O; bu eserinde milletin gönlüne, kalbine, iç ve dış dünyasının ışıklarını gönderir.
Böylece insanı insan yapan değerlerin yüceliğini
en mülayim, en yumuşak şekilde anlatmaya çalışır. Yalnız o değerleri değil insanı aşağıya düşüren, ayaklar altına alan ve kıymetsizleştiren
şeyleri de birer birer sayar döker. Alçak gönüllülüğün yüceliğini söylerken; kibrin kötülüğünü,
cömertliği dile getirirken; cimriliğin durumunu
zıt bir üslupla anlatarak ortaya koyar ve insanlık
dersi verir. Risâletü’n-nushiyye bu zıtlıklarla yürür. Bu eserin dili akıl dilidir; tane tane anlattığı
için durgundur. Ona göre gönül padişahtır. Onu
nefis ve akıl ele geçirmeye çalışır. Akıl gönlü ele
geçirmişse vücut ülkesi emniyettedir. Akıl değil
de nefis zaptetmişse bu ülke harabeye dönecektir. İnsanı da mamur eden, bayındır hâle getiren
akıldır, onda medeniyet vardır. Nefiste ise yıkıcılık bulunur, bu sebeple nefsin elde ettiği yerler
viraneye döner. Gerçekte medeniyetin varlığını,
Yunus bu şekilde ortaya koyar. Akıl dili ile nasihat eder ve tek tek yumuşak söyler. Ancak bazı
17 Yazımızda verdiğimiz varak numaraları, Kültür
Bakanlığı tarafından 1991 yılında tıpkıbasımı
yayımlanan Yunus Emre Divanı’na aittir.
şiirlerinde de köpüren ve coşan bir dil kullanır.
Bu sebeple ondaki nasihat dili akıldan gelir. Bu
dil Risâletü’n-nushiyye’de kullandığı dildir. Divan’ında ise gönül dilini, sanat dilini kullanır.
Bu anlatımda kelimelere derin manalar yükler.
Ayrıca Yunus Emre’nin Risâletü’n-nushiyye’si
insana dönüktür. Öğütler verir. Bir bakıma Atabetü’l-Hakâyık gibidir. Hırs, tama’, gaybet, yalan
vs. gibi konuları işlemek bakımından bu esere
benzer. Bundan başka olarak Hacı Bektaş-ı Veli
Hazretlerinin Makâlât’ı da aynı konuları işler.
İnsan, iyi ve kötü hasletlerin tanıtımı, iyiliği
alıp kötülüğü bırakma bu eserlerin ortak yanıdır. Burada söz insanadır. Bu bakımdan Yunus
Risâletü’n-nushiyye’si ile kendini de gözden geçirir ve aklın karşısında kendini hesaba çeker.
Kendi nefsinde tatbik ettiği bu şeyleri başkalarına da öğütler. Âşık Paşa bile Garib-nâme adlı
eserini genişleterek bu öğütler doğrultusunda
yazar. Aslında o devrin şairleri Yunus, Gülşehri
ve Âşık Paşa eserlerinde aynı şeyleri anlatırlar;
hatta bunlara Hacı Bektaş-ı Veli de katılır. Ancak sunuş şekilleri farklıdır.
Özet olarak Divan’ını da hesaba katarsak,
Yunus’un bütün şiirleri ile ilgili olarak on sekizinci yüzyıl şairi Ahmed Hasib’in şu beyti ile
onu değerlendirmek gerekir:
Kamusı aşka dâirdir bütün iklîmi sâyirdir
Velâkin kalbi hâyildir rumuz-ı sırr-ı rûhânî18
diyen Ahmed Hasib, Yunus ile ilgili doğru ve
yerinde bir tespitte bulunmuştur. Ancak Risâletü’n-nushiyye bir anahtar durumundadır. Şiirlerini bu anahtarı kullanmak sayesinde anlayabiliriz. Türkçenin büyük şairi olan yüce Yunus’u
vefatının 700. yıl dönümünde rahmet ve minnetle anıyoruz.
18 Göker İnan; Hasîb’in Silkü’l-leâl-i Âl-i Osmân
İsimli Manzum Tarihinde Fatih Devri, İnceleme-Metin, İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, basılmamış doktora tezi, İstanbul 2019.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
41
Yazma Esere Ait Bilgiler
YUNUS EMRE (ks) DİVANI
KAHİRE (MISIR) NÜSHASI
EMEK ÜŞENMEZ
1*
Yunus eydür ben yanarım
Hakk’ın rahmetin umarım
X
III. asır Anadolu sahası edebî yazı
dilinin en güçlü temsilcilerinden biri
kuşkusuz şair ve mutasavvıf Yunus
Emre’dir. Onun çağdaşları arasında yer alan
Sultan Veled, Hoca Dehhanî ve Gülşehri
de tıpkı Yunus Emre gibi Anadolu Türkçesi
(Oğuzca) ile coşkun, lirik şiirler yazmışlardır.
Yunus Emre gerek yaşadığı dönem gerekse
müteakip asırlar içinde halkın gönlünde
müstesna bir yer edinmiş; işbu vesile ile onun saf,
lirik, coşkun şiirleri asırlardır okunagelmiştir. Hâl
böyle olunca Yunus Emre şiirlerinin derlendiği
1* Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, Dil
Merkezi Başkanlığı, Yeni Türk Dili, emek.usenmez@
istanbul.edu.tr
Bu yazı, 2008 yılında Aksaray Üniversitesi
tarafından düzenlenen I. Uluslararası Yunus Emre
Sempozyumu’nda okunan bildirinin gözden
geçirilmiş-genişletilmiş şeklidir.
42
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Bulunduğu Yer
Mısır Milli Kütüphanesi
Envanter No
187
Adı
İlâhiyât-ı Hazret-i Yunus Emrem kuddise sirruhu’l-azîz
Müstensih/İstinsah Yeri
Hüseyin Zâhid
Varak Sayısı
56
Satır Sayısı ve Ebatları
21
16x21,5
İstinsah Yılı
1184/1770
Yunus Emre Divanı Kahire (Mısır) nüshasının ilim ve kültür hayatındaki önemi,
diğer Yunus Emre Divanlarında olmayan şiirleri ihtiva etmesidir. Bu da bize
gösteriyor ki eldeki mevcut Yunus Emre Divanı nüshalarında geçen şiirlerden
daha başka, daha farklı Yunus Emre şiirleri de mevcuttur. Mecmuada 278 şiir
yer almaktadır.
ve bizim Divan adını verdiğimiz Yunus Emre
Divanları da çok defalar müstensihler eli ile
çoğaltılarak istinsah edilmiştir. Yunus Emre’nin
yaşadığı devirden çok sonra istinsah edilmiş
Divanları olduğu gibi kendi dönemine yakın
tarihli Divanlar da mevcuttur. Burada esas
olan Divanlar içindeki Yunus Emre şiirleri ve
bunların birbirleri ile olan ilişkileridir.
XVIII. asrın hemen ikinci yarısında
1184/1770’te istinsah edilmiş olan işbu
Yunus Emre Divanı’nın müstensihi Hüseyin
Zâhid’dir. Divan 56 varaktan mürekkep olup
her varak 21 satır üzerine inşa edilmiştir. Yunus
Emre Divanı Kahire (Mısır) nüshasının ilim ve
kültür hayatındaki önemi, diğer Yunus Emre
Divanlarında olmayan şiirleri ihtiva etmesidir.
Bu da bize gösteriyor ki eldeki mevcut Yunus
Emre Divanı nüshalarında geçen şiirlerden
daha başka, daha farklı Yunus Emre şiirleri de
mevcuttur. Mecmuada 278 şiir yer almaktadır.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
43
Yunus Emre Divanı Kahire nüshası 1b varağı
Tokadî Efendi adlı bir zattan alınan kelam-ı
kibar ile başlar.
Kelâm-ı Tokadî Efendi
“Zâhidin zikrile fikri lâdadır illâdadır
Gönlümüz ammâ bizim ol yâr-i müstesnadadır”
Devamında eserin 127 kâğıttan olduğu
ifadesi yazılıdır. Aynı varakta ayrıca kütüphane
mührü ve “Mecâmî’u Türkiyyi-i Tal’at” kaydı
yer alır.
Yunus Emre şiirleri 2a varağında başlar. İlk
şiirden önce mecmuanın başlığı mahiyetinde
olan “İlâhiyât-ı Hazret-i Yunus Emrem kuddise
sirruhu’l-azîz” kaydından sonra mecmuadaki
44
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
kayıtlı ilk Yunus Emre şiiri şöyledir:
Beyâzlu bu derde aceb dermân ola mı
Yohsa bu derd içinde gam şöyle kala mı
Artdı bu benim derdim derd denizine daldım
Derdin içinde kaldım Mevlâm elim ala mı
Dertdir benim yoldaşım düni güni hâldaşım
Dostdan ayrılan başım şâd oluben güle mi
Dertdir dervişin işi dertlü olur derviş kişi
Derdi olmayan kişi dertlü hâlin bile mi
Zamâne âşıkları beğenmezler Yunusı
Her âşık bahrî olup ummânlara dala mı
Başka bir şiirde Yunus Emre pişmanlık ve
nedamet dolu bir yakarışla Mevla’yı bulmanın
nefsi yenmekle ancak mümkün olabileceğini
terennüm eder:
Ey cümle halkın ilâhı nice bulam Mevlâm seni
Kamunun peşt-i penâhı nice bulam Mevlâm seni
Sana sığınurum ey Hak hiç ilimle amelim yok
Yüzüm kara günahım çok nice bulam Mevlâm seni
Yeyüp içüp doymağla dürlü donlar giymeğle
Dâim nefse uymağla nice bulam Mevlâm seni
Ömrüm geçti hiç bilmedim ilimle amel kılmadım
Aklıyla hem-dem olmadım nice bulam Mevlâm
seni
Söyle gel ey Yunus söyle var dâim Hakkı zikreyle
Bize bu yol irşâd eyle nice bulam Mevlâm seni
Benlik davasından usandığını ve bunu terk
etmek gerektiğini her fırsatta dile getiren Yunus
Emre mecmuada kayıtlı bir şiirde “terk etmek,
vazgeçmek” temasını şöyle dile getirir:
Ey dost aşkın denizine girem gark olam yürüyem
İki cihân meydân ola devrânım sürem yürüyem
Girem denize gark olam ne elif ne mîm dâl olam
Dost bağında bülbül olam güllerin direm yürüyem
Bülbül oluben ötem gönül alup cânlar ötem
Başumı aluben tutam yoluna virem yürüyem
Şükür gördüm dîzârını unutdum küllî varımı
Bu benlik senlik şârını terkini uram yürüyem
Yunus der aşk orası bîçâreler bîçâresi
Sende derdin çâresi dermânın soram yürüyem
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
45
Yunus Emre Divanı Kahire nüshasında şair mahlası olarak Yunus,
“ Yunus miskîn olmuş fakîr”
Muhammed’in ashâbı hep yârenleri
Yunus Emre, Âşık Yunus, Yunus Emrem gibi ifadeler kullanılmıştır.
“Ey Yunus Emrem cehd eyle”
Hâzır olmuş gördüm ânda anları
“ Yunus Emre dosta gider”
Devre girmiş tabakât Adenleri
“ Yunus Emrem ilinden aşk söylenür dilinden”
“Miskîn Yunus’un adı...”
Yunus Emre gerçek sevgilinin, hakiki aşkın
peşindedir. Onun şiirlerinde hak olan sevgili
mecaz ötesidir. Mecazlardan geçen ancak hakka
erişir. Vasıl olmak isteyenlerin yegâne muradı
aşk-ı hakikidir. Yunus bu hususu şu sözlerle
dilden dile getirmiştir:
“ Yunus kim öldürür seni viren alur yine cânı”
Çâre yokmuş ölmedin ben menzilime giderin
“ Yunus âşık oldun ise âşıklara uydun ise”
Ebubekir Ömer Osman Ali hem
Menzil ırak değil yakın îmânın şeytândan sakın
“ Yunus bir fikr eyledi garîb gönlüni eğledi”
Allâh dirler bir meclise uğradım
Helâl eyle âhiret hakkın ben menzilime giderin
“ Yunus sana bir gün gele cânun gide tenün kala”
Derilüben güller yakasız don giydireler
Gelmez yola göndereler ben menzilime giderin
Anda zebâniler gele aceb hâlüm nice ola
Dilüm nice cevâb vire ben menzilime giderin
Yüce yüce dağlar aşdım nice menzil gezüp geçdim
Visâlinden hayât açdım ayrı olmayam ayrık
Yunus Emrem aşka yanar dünyâyı ardına atar
Aşkın ile doluyorlar tûtî vü kumru bülbüller
Seni cândan seven cânlar cânâna irdiler anlar
Ayân oldı şu meydânlar sekr demâdemim ayrık
Yunus Emre Divanı Kahire nüshasında şair
mahlası olarak Yunus, Yunus Emre, Âşık Yunus,
Yunus Emrem gibi ifadeler kullanılmıştır:
Mecmua sonunda yer alan iki şiir sırası ile
şöyledir:
Allâh dirler bir meclise uğradım
“ Yunus bunda geldin mi bâzarlığın gördün mi”
“Âşık Yunus yanar ortada”
“ Yunus işin figân olur anun ile hakkı bulur”
“Kendiyü bilen kendiden çün kendüsidir ey Yunus”
“ Yunus Emre’nin ne gelür elinden”
“Miskîn Yunus’un teşvîşi...”
****
Gaflet ile beni menzilde koyar
Benim kanmaz uyhum neyledin beni
Cehennem odına lâyık eyleyen
Benim kanmaz uyhum neyledin beni
Muhammed gündüzin olurdu sâim
Allâh dirler bir meclise uğradım
Giceler ihramı giyerdi dâim
Münâdîler çağrışup nâre başlar
Gerek ümmet itsin tut anın huyun
Secde ider dağlar taşlar ağaçlar
Yüzünde hak nûrun gördüm gayrıdan sürmeyem
ayrık
Muhammed’in nurun urur gördüm
Tutun kulak nakl eyleyem size
“Ey bîçâre Yunus Emre”
“Âşık Yunus sen özge elin kaldır sür yüzüne”
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
...
Hâli hâlince tesbîh ider kuşlar
“ Yunus Emrem sözlerin cân u gönülden değilse”
46
“Derviş Yunus bu sözü anlayana söyledi”
“Zamâne âşıkları beğenmezler Yunusı”
Bu Yunusa safâ nazar görmekden kıl ey mesrûr
Miskin Yunus, Allah emrinin mutlak
gerçekleşeceğini, her nefsin ölümü tadacağını ve
gidilecek son durağı “menzil” olarak niteler:
“Dervîş Yunus’un ellerde vasfı söylenür dillerde”
Hâlet ile bana bir ‘aşk yöneldi
Allah emri bize yiter ben menzilime giderin
Melekler hüsnine hayrân çağıram durayım ayrık
Derviş Yunus çok şükür hakkıyla hakka irdim
Ben gider oldum yoluma bir nazar eylen hâlime
Cemâlin nûrı göründi gözlerim ayırmam ayrık
Murâdım maksûdum sensin dahi dem urmam
ayrık
Allâh dirler bir meclise uğradım
Allâh dirler bir meclise uğradım
Benim kanmaz uyhum neyledin beni
Muhammed gündüzin ta’âm yemezdi
Mübârek başın yastığa komazdı
Münâdî sözüne kulak tutarlar
Sen yatup uyursun ol uyumazdı
Arşın etrâfında sâf sâf melekler
Benim kanmaz uyhum neyledin beni
O meclisde kabûl olur dilekler
Allâh dirler bir meclise uğradım
Yunus eydür kanı ananla atan
Kimdir bu dünyâda murâda yeten
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
47
YUNUS EMRE’Yİ ARAYIŞ:
“BİR SİNEK BİR KARTALI YERE VURDU
YALAN DEĞİL GERÇEKTİR BEN DE GÖRDÜM TOZUNU”
Yunus Arifoğlu
1*
Yunus Emre, Moğol hükümranlığı altında makam hırsıyla taht mücadelesini
verenlere şahitlik ettiği gibi, bu dönemin bunalımlı zamanlarında arifleri yok
sayan âlim anlayışına da şahitlik etmiş ve bunların yenilgisini anlatmıştır. Kibirle
yeryüzünde yürüyenlerin akıbetini bir kartal temsil ederken, bir sinek gibi
görünen garip gurebanın bu kartalı nasıl yere serdiğini de ifade etmektedir.
Y
Yunus Emre’yi Arayış
aşadığımız zamanın sorunları bizi
tarihe ve orada bir arayışa sevk ediyor.
Günün koşulları tarihî tecrübeye
eğilmeyi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkarıyor.
Geçmişte yaşamış güçlü şahsiyetler de
tecrübenin bir parçası olarak yeniden ele
alınıyor. Yunus Emre; yaşadığı coğrafya, zaman,
düşünce dünyası ve şiirleriyle arayışımızın bir
parçası hâline gelmiş ve her kesimce ona ayrı
ayrı misyon yüklenmiştir. Yaşadığı dönem,
coğrafya dikkate alınarak ona dair bir yorum
inşa edildiği gibi şiirlerinden hareketle de
ona misyon yükleyenler olmuştur. Onun
güncelliğini koruyan “Çıkdım erik dalına”
adlı şathiyesi ise hem geçmişte pek çok şerhe
1* Doç Dr.., Osmangazi Üniversitesi, Fen Edebiyat
Fakültesi, Tarih Bölümü
48
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
konu olmuş hem de modern zamanlarda bu
şathiyeden hareketle yeni yorumlar yapılmış ve
Yunus Emre’nin misyonu ve yükü arttırılmıştır.
Yunus Emre paylaşılamamış, her hizip onu
kendi düşünce evreninin bir parçası hâline getirmeye çalışmıştır. Ayvazoğlu, “Ancak kalın sis
perdesi ardındaki hayatının ve farklı yorumlara
elverişli şiirinin onun arkasına saklanarak ideolojik kavga vermeyi kolaylaştırdığını” ifade etmekte “ve her ideolojik gurubun Yunus’un şiiriyle
kendi düşünce dünyasını tahkim etmek istediğini”
belirtmektedir. Bu bakımdan Yunus Emre’nin
şahsiyeti ve şiirleri üzerinden menfi bir durum
da söz konusu olmaktadır.
Tarih, bir yönüyle medeniyetlerin çatışma
alanı hâline de gelmiştir. Büyük şahsiyetleri
yarıştırma ve karşıtlarını tarihten inşa etmede
Yunus Emre de öne çıkmaktadır. Yunus Emre,
“O; Türkçenin içinde uçan bir yıldız olmayı, öyle görünmeyi tercih etmiştir.
Kendisine seçtiği adıyla çok manalı bir yerde bulunmama sembolüdür.
Gelenek onu yedi, sekiz mezarda yatar gösterir. Hangisinin hakiki
mezar olduğu tarihçiler için hakiki mesele olmuştur. Fakat bunu gereği
gibi bildiğimiz zaman dahi onu oraya bağlayamayız. Şüphesiz Sakarya
kıyılarında doğdu. Fakat her yerde doğmuşa benzer.”
Sokrates, Dante, Petrarca, Erasmus ve Pascal
gibi pek çok önemli Batılı şahsiyet karşısında
konumlandırılmaya çalışılmıştır. Ayvazoğlu bu
açıdan “Bizde olmadığı düşünülen ne varsa, kim
varsa Yunus’ta aranıp bulunmaya çalışılmıştır.”
ifadesinde bulunmaktadır.
Yunus Emre modern fikir ve düşünce
akımlarıyla da ilintilendirilmiştir. Modern
pek çok ideoloji Yunus’u kendi düşüncesinin
dayanağı hâline getirmiş ve onu bu şekilde
tanımlamaya çalışmışlardır. Bundan dolayı
Yunus; Türkçü, İslamcı, Alevi, Sünni, sosyalist
ve hümanist olarak görülmüştür. Ayvazoğlu,
“ Yunus-ı bîçârenin omuzlarına ne kadar ağır
bir yük yüklenmişti!” diyerek her kesimce ona
yüklenilen ağır misyona işaret etmiş ve “Bir
medeniyet tasfiye edilirken ayaklarının altındaki
zeminin kaydığını hisseden ‘bağrı başlı’ aydınların
tutunmaya çalıştıkları can simidiydi o.” diyerek
koca medeniyette başka birisi yokmuşcasına bir
anlam yüklenildiğine işaret etmiştir.
Tanpınar, Yunus Emre için “O, hüviyeti
kolayca nüfus kâğıdına sığmayanlardandır.”
ifadesinde bulunmaktadır. Tanpınar’ın Yunus
Emre’yi arayışı bizzat Yunus Emre’nin kendi
hikâyesiyle başlamaktadır. Tanpınar onu Yunus
Peygamber’in hikâyesiyle de eşleştirmekte,
“O, bir balığın karnında günlerce kalan ve orada
pişmanlık yaşları döktükten sonra ışığa dönen
insandır. Bu macerayı karanlığın yuttuğu ve
karanlıktan dönen insan diye hülasa ederiz. Yunus
bu adı benimsemekle şüphesiz bu peygamberin
çilesini ve talihini benimsemiş oluyordu. Filhakika
Tapduk Emre’ye intisabı, dergâhında kalışı,
oradan ayrılışı, tekrar gelişi ve nihayet izin alıp
insanlar arasına bu sefer onları irşat için yeniden
girmesi; bütün bu kaybolma, kapanma, yeniden ve
başka bir hüviyetle doğma hikâyesi, hep bu adın
etrafında toplanabilecek vakıalardır.” diyerek
Yunus Emre’nin arayışının bu topraklara
dayandığını, ona bir kimlik atfedilecekse bu
kadim coğrafyada aramak gerektiğine işaret
etmiştir.
Yunus Emre’yi herhangi bir fikrî çerçeveye
sokmak mümkün müdür, sorusu ekseninde
Okyay, “Ne hümanizm ile ne de bizim
kültürümüze yabancı bir isimle izah etmek doğru
değildir.” ifadesinde bulunmaktadır. Meselenin
daha iyi anlaşılabilmesi için iki medeniyetin
kendi kavramlarıyla mukayese edilebileceğini
belirtmekte ve bunun farklı kültürlerdeki
kavramayı kolaylaştırmasından başka bir anlam
ifade edemeyeceğini de eklemektedir. Bize ait
olan bir değere başka bir tecrübeyle oluşmuş bir
kavramı atfetmenin hiçbir anlamı olmayacağı
ortadadır. Okyay, Yunus Emre’nin insan
sevgisinin kaynağının, “İslam düşüncesi ile
Oğuz yiğitliğinin ideal bir senteze ulaşmasından
doğduğunu” ve bu şekilde hareket etmenin “her
Türk münevverinin bir borcu olduğunu” ifade
etmektedir.
Yunus Emre’nin arandığı yerlerden birisi
de yaşadığı ve medfun olduğu coğrafyadır.
Anadolu’nun pek çok yerinde Yunus
Emre’ye ait çok sayıda mezarının olması
paylaşılamamasından ileri gelmektedir. Genel
eğilim, Yunus Emre’nin Sakarya çocuğu olduğu
yönünde, Sarıköylü olduğu ve burada doğduğu
düşünülmektedir.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
49
Tanpınar “O Türkçenin içinde uçan bir yıldız olmayı,
öyle görünmeyi tercih etmiştir. Kendisine seçtiği adıyla
çok manalı bir yerde bulunmama sembolüdür. Gelenek
onu yedi, sekiz mezarda yatar gösterir. Hangisinin hakiki
mezar olduğu tarihçiler için hakiki mesele olmuştur.
Fakat bunu gereği gibi bildiğimiz zaman dahi onu oraya
bağlayamayız. Şüphesiz Sakarya kıyılarında doğdu. Fakat
her yerde doğmuşa benzer.” diyerek Yunus Emre’yi mekân
üstü görmekte, onu bir mekâna sığdıramamaktadır.
Gönüllerde yaşamayı hedefleyen, ölümü önemsemeyen, “Ölen hayvandurur âşıklar ölmez” diyerek
ölümsüzlüğünü ilan eden bir sufiye mezar aramak da
beyhude bir uğraştır, düşüncesinden hareketle ona bir
mekân aramanın gereksizliğine de vurgu yapılmaktadır.
Bir sinek bir kartalı salladı urdı yere
Yalan değil gerçekdür ben de gördüm tozını
Çağdaş yazarlar, klasikleşen bütün yazarlar gibi
Yunus Emre’nin şathiyesinin de, günün bütün sorunlarına hitap eden güncelliğini kaybetmeyen bir şiir
olduğu düşüncesindedirler. Yunus Emre’nin şathiyesini farklı şekilde okumanın mümkünlüğü üzerinde
duran Ayvazoğlu “Şerh geleneğinde bu metin sadece
tasavvuf bağlamında okunabilir, bu birincil ve asli okuma”dır, ifadesinde bulunmaktadır. Şeyhzade, Niyazi-i
Mısrî ve Busrevî şathiyeyi tasavvufi bir eser olarak şerh
etmişlerdir.
Yunus Emre’nin şiirleri, ortaya çıktığı zamanın
bağlamından bağımsız olarak çağın güncel
sorunları karşısında yeniden okunup bir anlam
yüklenebilmektedir. Bu bakımdan da her ideolojinin
onu kendi düşüncesine temel yapması da mümkün
hâle gelmektedir. Ayvazoğlu, eski metinlerin her
zaman ve zeminde farklı bir şekilde okunup yeniden
değerlendirilebilineceğinin üzerinde durmakta ancak
“şirazesini muhafaza etmek şartıyla” notunu da
eklemektedir. Yavuz da, “Şerh geçmişe, yorumsa bugüne
aittir.” diyerek şiirlerinin güncel zaman içerisinde yeni
yorumlara sahip olabileceğine işaret etmektedir.
50
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Yunus Emre, güçlü bir şahsiyet olarak özellikle son yüzyılın bunalımı
içerisinde can simidi hâline gelmiş ve bu bakımdan üzerinde durulmaya değer
görülmüş; kimliği, düşüncesi, yaşadığı zamanı ve coğrafyası irdelenmiştir.
“Hâl ve gönül ehli bazı
zayıf ve fukaralar vardır ki
görünüşlerindeki zayıflık
itibarıyla sivrisineğe
benzerler ancak Allah’ın
kavî ve metîn sıfatlarına
mazhar olarak, batınî
bakımdan kuvvetlidirler.
Ve bazı görünüşleri kuvvetli
kişiler vardır ki gerçekte iç
hâlleri boştur. Dışarıdan
bakıldığında kartal gibi
cüsseli ve kuvvetli ancak
içleri gayet zayıftır; zira
tevhid kuvvetiyle melekût
metanetini bulamamış ehli
dedikoducular, hâl ehli
karşısında acziyete düşüp
mağlup olurlar.”
Yunus Emre’nin bu şathiyesini diğer
şiirleriyle birlikte düşünmek gerekir. Böylece
bir anlam bütünlüğü meydana gelir. Yedi asır
öteden insanın kendisini bilmesini gerektiğini
dile getiren Yunus Emre, bu kadim coğrafyanın
yankılanan sesi olmaya devam etmiştir.
Matrix’te de değinilen Delphoi’deki “Kendini
Bil” vurgusu Yunus’ta “Sen kendini bilmezsin,
ya nice okumaktır” ile yeni bir yoruma sahip
olmuştur. Fuzûlî, “Aşk imiş her ne varsa âlemde
/ İlm bir kıyl u kâl imiş ancak” derken aynı
yankının sesi olmaya devam etmiştir. Yunus
Emre insanı merkeze alarak Allah ile insan
arasındaki bağa temas etmiş ve bu dengede
insanın kendisini bilmekten daha öte bir
anlamın olmadığını da seslendirmiştir. Beşerî
çabadan ilahi doruğa ulaşan aşk, böyle bir
bakışa sahip olanı yormazmış şeklinde yerleşik
bir algıya da dönüşmüştür.
Mısrî şiirin, “Nefislerini alçaltarak yokluk
ve fakirlik elbisesi altında kendilerini gizleyen
hakîr dervişlere alaycı bir yolla bazı sualler
yönelten şahin misali zahir âlimlerinin,
gözlere sinek kadar görünmeyen bu ariflerin
cevaplarıyla, kartalın sineğe avlanması gibi
yakalanıp yere vurulduğunu anlattığını” ifade
ederken de insanın haddini bilmesi gerektiğini
öğütlüyordu.
Yunus Emre yaşadığı tecrübeyle bu
dizeleri ele almıştır. Yaşadığı dönemde Moğol
hükümranlığı altında makam hırsıyla taht
mücadelesini verenlere şahitlik ettiği gibi,
bu dönemin bunalımlı zamanlarında arifleri
yok sayan âlim anlayışına da şahitlik etmiş
ve bunların yenilgisini anlatmıştır. Kibirle
yeryüzünde yürüyenlerin akıbetini bir kartal
temsil ederken, bir sinek gibi görünen garip
gurebanın bu kartalı nasıl yere serdiğini de ifade
emektedir.
Yunus Emre nice zahid, âbid ve âlimlerin
mağlup etmek gayesiyle kendisine çeşitli sualler
yönelttiğinde cevap verdiğini, ancak onun suallerine zâhir ulemasının cevap veremeyerek âciz
kaldıklarına bizzat şahitlik etmiştir.
Bursevî, “Hâl ve gönül ehli bazı zayıf ve
fukaralar vardır ki görünüşlerindeki zayıflık
itibarıyla sivrisineğe benzerler ancak Allah’ın
kavî ve metîn sıfatlarına mazhar olarak, batınî
bakımdan kuvvetlidirler. Ve bazı görünüşleri
kuvvetli kişiler vardır ki, gerçekte iç halleri
boştur. Dışarıdan bakıldığında kartal gibi cüsseli
ve kuvvetli ancak içleri gayet zayıftır; zira tevhid
kuvvetiyle melekût metanetini bulamamış ehli
dedikoducular, hâl ehli karşısında acziyete
düşüp mağlup olurlar.” demektedir. İbrahim
Hakkı Erzurumî de, “Harabat ehline hor bakma
şakir / Defineye malik viraneler var” ifadesiyle
bu geleneğin insana bakışını özetlemektedir.
Yunus Emre, güçlü bir şahsiyet olarak
özellikle son yüzyılın bunalımı içerisinde can
simidi hâline gelmiş ve bu bakımdan üzerinde
durulmaya değer görülmüş; kimliği, düşüncesi,
yaşadığı zamanı ve coğrafyası irdelenmiştir.
Yunus Emre yaşadığı dönemi, toplumu ve hayatı;
sahiciliği, sadeliği, dili ve ifadesinin gücüyle dile
getirmiştir. Bundan dolayı Ayvazoğlu, Yunus
Emre’nin “hiç eskimeyen bir şair” olduğunu
belirtmektedir. Yunus Emre yaşadığı çalkantılı
zamanlarda şahit olduğu durumlar karşısında
insanı öne çıkarmış, esas olanın insan olduğunu
şiirlerinde vurgulamıştır. Yerelden evrensele
bir sesleniş gibi yankılanan şiirleri onu öne
çıkarmıştır.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
51
“İlim ilim bilmekdür, ilim kendün bilmekdür,
Sen kendüni bilmezsin, yâ nice okımakdur.”
FENÂDAN BEKÂYA EMSALLERİ VE MİSALLARİYLE
KÂMİL BİR İNSAN MODELİ
“YUNUS EMRE HAZRETLERİ”
Talha SERT
Burada asıl tefekküre layık olan, kimin ölü olduğu sorusudur. Yaşadığı hâlde
hissiz, ruhsuz, duyuşsuz kalan çağımız insanı mı; yoksa Yunus Emre Hazretleri
ve emsalleri mi?
Ben yürürüm yane yane
Aşk boyadı beni kane
Ne akilim ne divane
Gel gör beni aşk neyledi
A
llah (C.C)’ı anarak ve Rasulûllah
(SAV)’ı hatırlayarak başlanan her işin
hayır ve berekete vesile olduğu iman ve
inancı ile dolu gönüllere selam olsun. Deryada
damla mesabesinde, Hz. İbrahim (A.S)’e su
taşıyan karınca misali, acz makamının elverdiği ve olan takatimizce, var olanı ancak hiçlikle
tasdik etmek hüsnüniyetimizdir. Güneşin ayı,
ayın geceyi aydınlatması gibi kaynağımız tek,
yolumuz bir, Lûtf-i İlahi ile yansımamız renk
renktir. Kusur, yanlış varsa bizden; güzellik,
hoşluk varsa O’ndandır. Anlatılanın hatırına
1* Öğretim Görevlisi, Yalova Üniversitesi, talha-sert@hotmail.
com
52
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
anlatanı hoş görme bahtiyarlığı gösterenlerden
Allah razı olsun; göstermeyenlerin canları sağ,
yolları doğruluk olsun. Yunus Emre Hazretlerinin izinde bir girizgâh yapmayı görev telakki
ederek dua ile başlamayı hem sünnet hem de
elzem gördük. Çünkü bahsedilen yüce insanının istikameti, düsturu ve ruh-u manevisi gereği
onun sünnetini yaşatmak üzerimize bir vebal
olmaktadır. Çöldeki kumlar adedince yıldız
bulunan bir kâinatta tek bir trafik kazası dahi
olmadan, bozulmayan bir ahengin içinde, olan
ahenge kalbi dâhil edip mükemmel olana ram
olmak, tefekkür ufkunu açmak adına Yunus gönüllülük hele de çağımızda olmazsa olmaz bir
vazife, hasretle aranılan bir durumdur. Berekete
vesile, sadaka-i cariyeye kapı olur inşallah. Başta
fakire, sonra okuyanlara şifa ve selamet getirmesini yüce Allah’tan niyaz eyleriz.
Makalemize konu olan Yunus Emre Hazretleri takriben 13-14. yüzyıllarda yaşamış bir
gönül sultanı, saf bir Anadolu dervişi, yanık bir
âşıktır. Eskişehir’in Sivrihisar ilçesine bağlı Sarıköy’de doğdu. 82 yaşında bedeninin toprak olduğu düşünülse de kendi deyişiyle “ölen hayvan
imiş âşıklar ölmez” düsturuna iman ettiğimiz
için hâlen yaşamaktadır. Mezarının çeşitli yerlerde olduğu rivayet edilmiştir. Zaten asıl defin
yeri yüzlerce yıldır dirilttiği samimi gönüllerdir.
Geçmiş bütün zamanların en büyük şair ve
mutasavvıflarından birisi de Yunus Emre’dir.
Hatta ona gelecek zamanların da en büyüklerindendir dense yeridir. Hayatı hakkındaki bilgiler, şöhreti kadar kesin değildir. O kelimenin
tam anlamıyla bir efsanedir (Kanar, 1992: 7).
Menkıbevi hayatı tarihsel araştırmalarının
önüne geçmiştir. Nihayetinde Yunus Emre çağlar aşmış, bedensel hayat süresinin çok ötesine
sonsuzluğa yelken açmış, bakiliğe akmıştır.
Yunus Emre’nin tarihî kişiliği menkabeler
içinde kaybolup gitmiştir. Kaynaklar ondan
bahsederken daima rivayetleri aktarmaktadır.
Bu sebeple Yunus’un hakiki kimliğini araştırırken menkabelerden hareket etmek zaruri olmaktadır (Tatcı, 2014: 9). Çağlar aşan bir şahsiyet olan Yunus kabına sığmaz, kaynağı sonsuz
bir nehir; uçsuz bucaksız bir derya olarak karşımıza çıkmaktadır. Varlığını en zor dönemlerde,
hatta günümüzde dahi hissettirmiş, yol göstermeye devam eden eylemsel bir rehberdir. Burada asıl tefekküre layık olan, kimin ölü olduğu
sorusudur. Yaşadığı hâlde hissiz, ruhsuz, duyuşsuz kalan çağımız insanı mı; yoksa Yunus Emre
Hazretleri ve emsalleri mi?
“Ben gelmedim daviyüçün, benim işim seviyüçün
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim.”
Yaşadığı dönem; Moğolların yangın yerine
çevirdiği, Selçuklu’nun dağıldığı, beyliklerin
birbirine girdiği, kuraklık ve kıtlığın baş gösterdiği, en önemlisi de batıl fikirlerin ve inançların gönülleri kararttığı bir zamandır. Bu karanlığın en zifiri anı yakın zamanda doğacak
olan Osmanlı medeniyetinin aydınlığının âdeta
bir tasdik işaretidir. Umudun yittiği, takatlerin
bittiği, çaresizliğin hâkim olduğu bir dönemdir.
Lûtf-i İlahiyle çağdaşları sayılabilecek Mevlana
Hazretleri, Hacı Bektaş-i Veli, Şeyh Edebali,
Geyikli Baba, Ahmed Fakih, Tapduk Emre ve
emsalleri; çağın harap gönüllerini onarıp âdeta
olan sancılardan yeni bir doğuma hazırlık yaptılar. Bu şekilde bir faziletler medeniyeti olan,
rahmet ve bereket toplumunu istikbale ilmek
ilmek dokuyarak hazırladılar. Hepsi birer örnek
şahsiyet, kâmil insan ve üsve-i hasene karakter
oldular. Asıl olana, tam olana ve yeryüzüne gelmiş en mükemmel insan olan Râsul (S.A.V)’e
ram olup, cüzler şeklinde bütünü işaret ettiler.
Mevlana Hazretleri buyurur: “Güneş ve aya bak
onlar birbirini sevgiyle kucaklar, hizmet edebilmek adına bir olurlar.” O hâlde insan olmanın
gereği sevgidir, birlik olmaktır. Mahlûkata hizmet, merhamet ve hassas bir duyuştur.
“ Yir gök yaradılmadın Hak bir gevher eyledi
Nazar kıldı gevhere sızurdı dür eyledi”
Yunus Emre Hazretleri, köyünde çiftçilik yaptığı esnada kıtlıktan dolayı erzak almak için Hacı
Bektaş-i Veli dergâhına gitmiş, giderken “Boş
giden boş döner.” sözünü duyarak dağlardan
alıç toplamıştır. Dergâhta ondaki istidadı ve
inceliği sezen Hacı Bektaş Hazretleri alıçları
kabul buyurur, ona iltifat eder. Birkaç gün misafir eder, dönüş vakti geldiğindeyse Yunus’a
“Buğday mı, himmet mi istersin?” diye sorulur.
Yunus sorunun sırrından gafil “Buğday isterim,
himmeti ne yapayım!” der. Dönerken aklı başına
gelerek himmet almak için Bektaşi dergâhına
tekrar döner. Himmet ister ancak Hacı Bek-
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
53
taş-i Veli artık onun nasibinin Tapduk Emre
dergâhında olduğunu, anahtarı oraya verdiklerini söyler. Bunun üzerine Yunus’un Tapduk
dergâhına gittiği ve burada “hizmet et, nasibini al” denmesiyle Tapduk dergâhında hizmete
başlayarak nice çileler sonunda “Yunus Emre”
olarak anılmaya başladığı, nice şiirler okuyup
tarikat terbiyesine erişerek yanıp piştiği rivayet edilmektedir. Yunus belli bir müddet sonra
kalbî terakkilerin bir türlü olmadığından bunalır ve dergâhtan ayrılır. Yolda bir grup dervişle
karşılaşır. Onlarla yolculuk etmeye başlar, akşam
olunca içlerinden biri dua eder ve ortaya bir sofra gelir, sonraki akşamlar da böyle devam eder.
Sıra Yunus’a gelince çekinir, Yaradan’a sığınır ve
“Allah’ım ben de bir manevi hâl yok ama onlar
kim hürmetine dua ettilerse ben de onun hürmetine istiyorum.” der. Bu sefer her akşamdan
fazla olarak üç sofra iner. Diğer dervişler de
Yunus gibi şaşırır ve bunun hikmetini sorarlar.
Yunus önce onların anlatmasını ister. Onlar da
Tapduk dergâhında 40 yıldır bıkmadan usanmadan hizmet eden bir Yunus varmış, onun
hakkı için isteriz, derler. Bunu duyan Yunus’a
ikinci kez yol gözükür ve nedamet ateşi içini
bu sefer bir başka yakar. Dergâha dönen Yunus
pişmanlığını ve affını nasıl göstereceğini düşünürken Tapduk Emre Hazretlerinin hanımı ile
kapıda karşılaşır. Durumunu ona anlatır. Hanımın telkiniyle eşiğe başını koyar ve beklemeye
başlar. Artık gözünün feri olmayan ancak gönlü
güneş gibi yanan Tapduk Emre evden çıkarken
eşiğe başını koyan; nedamet, aşk ve teslimiyet
ateşiyle tutuşmuş Yunus’a ayağı takılır. Tapduk
Emre hanımına dönüp “Kim bu?” der. “Yunus”
cevabı üzerine “Bizim Yunus mu?” deyince Yunus Emre gönülde olduğunu anlar. Bizim olan
Yunus’un buraya kadar yaşadığı merhalelerde
neler geçirdiğini iyi tahlil etmek ve okumaya
çalışmak gerekiyor. Sabır, tahammül, azim, aşk,
hatada ısrar etmemek, benliği bertaraf edip acz
ve dert kapısını terk etmemek bizim olmanın,
ölmemenin sırları olsa gerek.
54
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
“Taptuk’un tapusunda, kul olduk kapısında,
Yunus miskin çiğ idik, piştik elhamdülillah.”
Kâinatta her şey zıddı ile kaimdir. Râsulullah’ı Ebu Bekir (R.A) gördü imanı arttı, “dünyanın en güzel insanı” dedi. Ebu Cehil gördü
küfrü arttı. Hâşâ “ne kadar çirkinsin” dedi. Göz
bakar lâkin kalp görür. Celal olmadan cemalin,
kahır olmadan lûtfun, ölüm olmadan hayatın,
hiçlik olmadan varlığın, hastalık olmadan sağlığın, madde olmadan mananın ve bunlar gibi
birçok tezat olmadan elde olanın kıymeti anlaşılamamaktadır. Yunus Emre bünyesinde tezatlık ve karşıtlıkları cem etmiş, hayat felsefesi
olarak bunları bir etmiş, zıtlıkları birleştirirken
gönülleri, ruhları ve ayrılıkları da yaklaştırmıştır. Mevlana Hazretlerinin nazarlarına mazhar
olan Yunus asıl sülûkünü nice çilelerle Tapduk
Emre Hazretleri dergâhında eşiğe yüz sürerek
tamamlamıştır. Hiçlikteki rahmet ve aczi kabullenmekteki hikmeti hazmederek nefs tezkiyesi
ve kalp tasfiyesiyle nice gönüllerin gerçek varlığa ermesine vesile kılacak asli hüviyetine kavuşmuş, Yunus Emre Hazretleri olmuştur. Kılıç
boynu olanın boynunu keser, gölge gibi yerde
olanaysa yok mesabesindedir. Yunus Emre
Hazretleri de girdiği nurlu yoldaki yokluğun
aslında varlığın kapısı olduğunu birçok çilelerle
hem kalben hem aklen idrak etmiş, kapıya başını koymuş ve hem kapıcıya hem de tüm kapıların ve yolların sahibine teslim olmuştur. Yesevi
Hazretlerinin deyişiyle âşıkların sünnetidir diri
ölmek.
Tehî görmen kimseyi hiç kimse boş değil
Eksiklik ile nazar erenlere hoş değil
Ey Yûnus Hakk’ı bilen söylemez hergiz yalan
İkilik ile gelen doğru yol bulmuş değil
(tehî: boş / hergiz: asla)
“Aşkın âşıklar öldürür
Aşk denizine daldırır
Tecelli ile doldurur
Bana seni gerek seni”
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
55
Yunus Emre Hazretleri bahsettiğimiz tüm
bu merhaleler sonucunda terakki ettiği yerde,
kâinatın sessiz ve sözsüz şiirlerini yani kevnî
ayetlerini kalp gözüyle okumuştur. Kâinat kitabının sayfalarını çevirmeye ve ibret ışıklarını görmeye başlamıştır. Bundan sonra neye ve
nereye yönelse İlahi kudreti hissetmiş; sözleri ruhlara ferahlık, sadırlara şifa veren ilahiler
olarak gönüllere nakşedilmiştir. Allah (C.C)’ın
tasarrufu ve kader sırrı neticesinde kimi hafi
kalan, kimi irşat eden veliler arasında hem hâl
hem de kâl ile istikamet ehli tayin edilmiştir.
Yunus genel kanı olarak mektep görmemiş bir
çiftçi olarak düşünülmektedir. Az da olsa bazı
kaynaklara göre de tahsil görmüş, medrese eğitimi almış biridir. Hangisi doğru olursa olsun
Yunus’un elde ettiği makam ne sadece ilimle ne
de çalışmayla olacak bir makam değildir. Tapduk Emre Hazretleri bir mecliste, artık Bizim
Yunus olan, nice zahmet çekip yaptığı her işi
aşkla yapan malum üzere bir odun parçasını bile
dümdüz “eğri olan doğru yere yakışmaz” deyip
tek tek toplayan ve kahrın da hoş lütfun da hoş
sırrına eren Yunus Emre’ye “Kilidini açtık, söyle
Yunus!” der. Yunus Emre’nin gönül perdeleri
kalkar, kalp gözü açılır; ilahi cezbe ile o günden çağlar aşarak, tüm dünyaya ulaşacak olan
nefesini sonsuz bir ilham ile akıtmaya başlar.
Mahir bir dalgıç denizin üstündeki güzellikleri
görür, sonra deryanın derinliklerine dalar, nice
hazineler keşfeder, güzellikler bulur, âdeta yeni
bir dünyaya açılır. Ancak yüzme bilmeyen biri
sadece denizin yüzeyini temaşa edebilir. Anne
karnındaki çocuk o karanlık ve sıkışık yeri cennet sanır, ayrılmak istemez. O yüzden göremediğini, hissedemediğini ya da anlayamadığını
reddetmekten ziyade hazmetmenin yollarına
bakmak gerekir. Mevlana Hazretleri buyurur
ki ehlullahın sözleri İsrafil (A.S) sura üflemesi
gibi dirilticidir. Nice şairler gelip geçmektedir.
Ancak bunlardan pek azı benimsenip asırlarca
hatırlanmaktadır. Bundaki Hikmet-i İlahi’yi
56
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
görmek icap eder. Bu ilahi teselsülü anlamaya
çalışmak insan olma hususiyetinin bir borcu
olsa gerektir. Yunus hangi ilmi tahsil etmiş, ne
okumuş, ne bilmiştir, neyi araştırıp ezberlemiştir; bu hâl nasıl, ne ile olmuştur?
“Kadılar mollalar cümle geldiler,
Kitapların hep bir yere koydular.
Sen bu ilmi kimden aldın dediler.
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.”
“Hayat nedir?” sorusunun cevabını en iyi
mezar taşları verir. Dünya makam ve apoletleri
dünyaya ait ve kısa bir süreliğine geçerlidir.
Yunus ve emsallerinin makamları ise bâki ve
aslidir. Peki, bu hâle nasıl gelinir? Sorunun üzerine ciltler dolusu kitaplar yazılabilecek olsa da
bu sorunun en kısa ve öz cevabı herhâlde muhabbet ve istikamet ehli olabilmektir. Bu iki duruma riayet eden, uyan ve ehil olan pek azdır.
Lakin böyle olunamasa bile olanlarla birlikte
olmak zaruridir. Ayet-i kerimede geçtiği üzere
“Sadıklarla (Salihlerle) beraber” olunmaya gayret etmek gerekir. Hadis-i şerifte buyrulduğu
üzere “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” Kelam-ı kibarda geçtiği üzere misk dükkânına giren, misk;
lağım çukuruna dalan, necaset kokar. Tarihimiz
ve coğrafyamızın bereketi sadece doğası ve havası değil nice yüce şahsiyeti bizlere armağan
etmesinden ileri gelmektedir. Bunlardan sadece birisi olan Yunus Emre Hazretleri dahi bu
bereketin en önemli şükür vesilelerindendir.
O bir ve ben olmayı bırakıp bizliğe, sevgi ve
beraberliğe, oradan da birre ermiştir. “Sevdiğiniz şeylerden infak (Allah yolunda vermek)
etmedikçe siz birre eremezsiniz, mamafih her
ne infak eyleseniz şüphesiz Allah onu da bilir. (Al-i İmrân/92) “İman etmedikçe cennete
giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman
etmiş olmazsınız.” (Hadis-i Şerif )
“Derviş Yunus gel imdi
Ummanlara dal imdi
“Sohbet canı semirtir hem âşıkın ömrüdür
Hakk Çalab’ın emriyle erenin himmetidir”
Ummana dalmayınca
Sen derviş olamazsın.”
Yunus Emre Hazretleri sırtında kırba ile
insanlara su dağıtır; sırtı yara olur kimseye dert
yanmaz, acısını rahmet bilir, hizmetine şevkle devam ederdi. Yine dağda odun keserken
etrafına vahşi hayvanlar toplanır, ona yardım
ettikleri olur, onlarla hâl lisanıyla konuşurdu.
Bir gün Yunus Emre Hazretleri ormanda odun
keserken sultan olduğunu anladığı biri yanına
yaklaşır ve ona doğru bir kese altın atar. Yunus
bunun ne olduğunu sorunca sultan “Bu, her kapıyı açan altındır.” der. Yunus bu arada içinden
altının mahiyetini geçirince ağaçlar ve taşlar bir
anda altın oluverir. Sonrasında “Her şey hâliyle
güzel.” deyiverince hepsi eski hâline döner. “Hz.
Ali’ye bir gün bir fakir gelir ve ısrarla bir şeyler
ister; verecek bir şeyi olmayan sahabi efendimiz
ısrarına dayanamaz ve eline bir parça kum alıp,
üfleyip fakir kişiye verir. Şaşkınlıkla olanı biteni anlayamayan fakir kişi bu sefer de bu ilmi
kendisine öğretmesi için yalvarır. Hz. Ali efendimiz her ne kadar olumsuz cevap verse de başından ayrılmayan zata durumu anlatır. “Eline
bir parça kum al, Fatiha Suresi’ni oku ve içine
üfle.” der. Dediğini yapan fakir kişinin elindeki
kum değişmez. Bunun hikmeti sorulunca, Hz.
Ali “Bu bir kalp farkıdır.” diyerek hülasa eder.
Anlaşılacağı üzere çağlar ayrı olsa da gönüller
ve maksatlar benzerdir. Ödenen bedeller farklı, bulunan hazineler aynıdır. Gardıroplar farklı,
tasalar ve vuslatlar aynıdır. Şekiller, mekânlar
farklı; hissiyatlar ve manalar aynıdır. Tüm bunları birleştiren müşahhas durum ölüm, mücerret
olan ise manevi âlemdir. O hâlde Yunus hususiyetinde beraber olunan kişi ve ortamlara binaen kalbî kıvam ve manevi tecellilerin ne kadar
elzem olduğu, nasıl olduğu, ne olduğunu uzun
uzun tefekkür etmek gerekmektedir.
İnsanlar güzelliğin meczubudur. Yunus
Emre Hazretleri ise güzelliğin ete kemiğe bürünmüş, kelimelere dökülmüş, hayata aks etmiş
hâlidir. Bulunduğu çağda bitap gönüllere teselli, zamanından sonrasına ise hiç sönmeyen
bir kandil olmuştur. “Tasavvufun o derin sevgi
gücünü, bağışlama ve hoş görme ilkelerini onun
şiirlerinde yeterince ve doyuncaya kadar bulmak
mümkündür (Kayaer, 2010).”
Yunus âdeta ölümsüzlük suyunu içmiş, nefes-i Rahmani ile her dem taze kalmış; hep aranılanı, kaybedileni, beklenileni insanlığa armağan etmiş bir velidir. Ayet-i kerimede buyrulur:
“Her kim bir canı ihya ederse bütün insanları
ihya etmiş gibi olur...” (el-Mâide,32) Veliler bazen elektrik akımının trafoya fazla gelmesi ve
patlatabilmesi gibi bir anda, -Hallac-ı Mansur’da olduğu gibi- bazen de yavaş yavaş ilahi tecellilerin hikmet ışıklarını sunmuşlardır. Yunus
Emre Hazretleri ılık ve sakin akan bir memba
gibi kaynağı hiç kurumamış, debisi değişmemiş,
kurak yürekleri yeşertmiştir. Dere kenarında
oturan birine bir bardak su vermek güzeldir ancak çölde susuzluktan telef olacak birine su vermek hem hayati bir ihtiyaç hem de kurtuluş ve
selamete vesiledir. İşte Yunus da çölde bir saki
gibi asırlardır sayısız kurak çölü eşsiz vahalara
döndürmüştür. Verdiğimiz emsalin dünya hayatında karşılığı bu kadar elzem ve değerliyse bir
de ebedî âlem için olan değeri tefekkür etmek
gerekir. Yunus güncelliğini hiç kaybetmeden her
gün yeniden insanlığın bam teline dokunmaya
devam eden yüce bir gönül eridir.
“Dağ ne kadar yüksek ise yol onun üstünden aşar
Yunus Emre’m yolsuzlara yol gösterir ve hoş eder”
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
57
Yâr yüreğim yâr gör ki neler var
Bu halk içinde bize güler var
Ko gülen gülsün hak bizim olsun
Gâfil ne bilir Hakk’ı sever var
Bu yol uzaktır menzili çoktur
Geçidi yoktur derin sular var
Allah (C.C) inancı ve Peygamberimiz
(S.A.V.)’e olan aşkın neticesi ortaya çıkan Yunus gibi gönüllerin unutmadığı, hayatın tam da
merkezine kondurduğu bir gerçek sıkça karşımıza çıkmaktadır. Bu kavram ölüm gerçeğidir.
Ecdadımız dahi bu gerçeği unutmamak adına
çarşıların ortasına, cami bahçelerine, mahalle
aralarına yani hayatın en canlı olduğu mekânlara mezarlıkları yapmışlar ve ölümle hayatı
cem ederek ölümden doğan bir hayat anlayışı
ortaya koymuşlardır. Bu vesileyle her daim hesap sorucu, hizaya getirici otomatik bir sistem
ile fazilet timsali bir medeniyet ortaya çıkmıştır.
Günümüzde ise ölümsüz bir hayat anlayışı, gözükmeyen uzak mezarlıklar, hatırlanmayan bir
son dayatılmış ve benimsenmektedir. Sonucunda da malum olduğu üzere bunalımların, patlamaların, adaletsizliklerin, hayâ ve değer yoksunluğunun baş gösterdiği memnuniyetsiz bir
düzen oluşmaktadır. Manasız madde, ruhsuz
insan, hissiz akıl; fani ve baki felaketlere kapı
aralar hâle gelmektedir. “Ölümü düşünmek hayatı diriltmektir.” Kelam-ı kibarda geçen bu söz
kütüphanelere sığmayacak nitelik ve hacimde
bir kaynaktır.
Kalpte Allah’tan gayrı bütün istekleri yok etmek... Bu, isteğe bağlı (iradi) ölümdür; mecburi
(zorunlu) ölüm (son nefesle ölüm) değildir. Bu
şekilde kendi iradesiyle ölenler, mana âleminde
yeni bir yaşantıya kavuşurlar. Âb-ı hayat denilen ölümsüzlük suyu da işte budur. (Cebecioğlu,
2014: 383). Doğan ölecek, yaşayış ölümün başlangıcı… Soluk alışımız bizi yaşatmakta ama
her soluk alıp verdikçe ömrümüz tükeniyor;
yaşayışın başlayışı, ölümün habercisi… (Gölpınarlı, 2017: 55).
Ahmet EFE
58
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Yunus Emre Hazretleri’nin de çokça beslendiği, coğrafyalarımız ayrı olsa da feraseti icabı
bu topraklardaki manevi istidadı gören ve buraya dervişleriyle, eserleriyle, fikirleriyle büyük
hizmetleri olan Ahmet Yesevi Hazretleri ölümü
öldürenler kervanının önemli temsilcilerinden-
dir. “Âşıkların sünnetidir diri ölmek” sözü ve
63 yaşında mezara benzer bir yere girerek, vefat
edene kadar buradan çıkmadan irşadına devam
etmesi bunun hâl ile tasdikidir. Yaşayış eserleri
ve manevi tecellileri de bunun şahididir. Yunus
Emre Hazretleri de ölüm ve sonrasını hayatın
en önemli gerçeği olarak görür. “Ölmeden evvel ölünüz.” hadis-i şerifi düsturuna uymuştur.
Yunus’un anladığı ölüm ile bizim anladığımız
ölüm kavramlarına da değinmek gerekir. Yunus
için ölüm bir son değil âdeta yeni bir doğum,
kavuşma hatta Mevlana hazretlerinin buyurduğu üzere bir düğün yani şeb-i arustur. Anlaşıldığı üzere ölüm onun için bir müjde ve vuslattır.
Maşukun aşığına, aşığın maşukuna kavuşma sevincidir. Hâl böyle olunca ölüm ile hayat arasında bir odadan diğerine geçmek kadar basit bir
çizgi kalmaktadır. Daha da ötesi âşık için ölüm,
maşuka varmada bir engeldir. Yani istenebilecek, sevilen bir durumdur. Asıl ölümse kalbin
hissiz, İlahi tecellileri duymayan, aşksız ve kararmış bir hâle gelmesidir. İbrahim bin Ethem
Hazretleri’nin buyurduğu gibi kalbin ölmesidir. Kalbi ölü olan da zaten insan, yani yeryüzü
halifesi olan en şerefli mahlûk olma yetisinden
mahrum hâle gediği için değersiz ve esfel-i safilin hükmündedir. Günümüz temel meselesi de
Yunus ve emsallerinin mensubu olduğu ahsen-i
takvim sıfatının tekrar hatırlanmasıdır. Tam da
burada ölüm bu hatırlatmaların en acı ve soğuk
olanı da olsa en etkilisidir.
“Gelin bugün yanalım, yarın yanmamak için,
Ölelim ölmez iken, yine ölmemek için.”
Yunus Emre Hazretleri eserlerini yazmamış
veya toplamamıştır. Divan’ı ve sözleri onu sevenler tarafından dimağlara nakşedilmiş, gönüllere yazılmış ve çağlar ötesi bir hayat bulmuştur.
Onun eserleri kadar ona ithaf edilen birçok söz
ve şiir de bulunmaktadır. Yunus’un buradaki
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
59
derdi acaba söylediklerini aktarmak mıdır? Yaşantısını yansıtmak mıdır? Yoksa sadece aşkını
saf bir şekilde yaşamak mıdır? Bunların hepsinden belki biraz belki çokça bulunsa da aslolan
Yunus’un bir derdinin olduğudur. Derdi olanın
duygusu, duygusu olanın düşüncesi, düşüncesi
olanın da icraat ve faaliyeti bulunur. Bu yüzden
Yunus da inandığını tam olarak, hakkıyla yaşamış; onun derdiyle yanıp o ateşle etrafını ısıtmıştır. Hâl böyle olunca ölüm, hayat, dert, zevk
aynileşmiştir. Söylediği hak, yaptığı hoş, yolu
doğru ve selametli kılınmıştır. Söz de sükût da
nazar da aynı etkiye sahip hâle gelmiştir. Aklı
besleyen ilim, ruhu besleyen irfan, bedeni besleyen gıda aynı dili konuşmuştur. Asr-ı Saadet
yıldızlarının buyurduğu gibi boğazdan geçen
lokmanın zikri duyulur olmuştur. Yani yolların
hepsi yolun sahibine varmıştır. “Sen çıkınca aradan kalır seni Yaradan” sözü kabilinden denize
akan bir nehir, artık deniz olmuştur. İnsan da olduğu mekânın, zamanın ve hissiyatın vitrinidir.
“Canını aşk yoluna vermeyen âşık mıdır?
Cehd eyleyip o dosta ermeyen âşık mıdır?”
Yunus Emre inandığı gibi yaşamış, yıllarca
hak yolunda halka hizmet etmiş, milyonlarca
gönle girmiş, binlerce şiir söylemiştir. Zamanın ötesinde, mekânı aşan, mümtaz-yüce bir
şahsiyet; eşsiz bir rehber ve gönül eri olmuştur.
Hâlık’ın nazarıyla mahlûka bakmış, Yaratan’dan
ötürü yaratılanı hoş görmüştür. Onun için en
önemli ölçü Hakk’ın kaidesi, Nebi (S.A.V.)
sünneti ve sâlihlerin düsturudur. Gül bahçesinde gül kokmayı, gül olmayı, gül tabiatını varlığına nakşetmiş; dikenlerden incinmemiş aksine
dikenlere katlanmayı, onları gülün hatırına sevmeyi bir lezzet hâline getirmiştir. “Hoş gör ki
hoş görülesin.” hadis-i şerifi muktezasınca bir
hayat yaşamıştır. Bu hâli nice edip içinde onu
sevilir, hatırlanır ve ölümsüz kılmış; her daim
60
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
rahmetle gönüllerde ve dualarda yer bulmuş,
çıkmaz sokaklara bir kapı olmuştur. Bunu da
arz-ı endam değil arz-ı hâl ile yapmıştır.
“Bu dünya olmaz payidar; aç gözünü, canın uyar,
Gel ol bana yoldaş ve yâr, gel dosta gidelim gönül.”
Yunus Emre sadık bir derviş, eşsiz bir sanatkâr, derin bir mütefekkirdir. Nice filozofun,
felsefe ile kafa yoran düşünürün içinden çıkamadığı sıkıntıların, bunalımların, ölüm-yaşam
gibi kavramların hepsini ferah bir şekilde ve saliklerini yormadan çözmüştür. Bunu din, aşk ve
hoşgörü üçlemesi ile yapmıştır. Şiirleriyle hem
yol gösterir; iyiye, manaya ve güzele davet eder
hem de günlük hayatın buhranlarını ferahlatan
çözümler sunar. Ölümü dahi vuslat, bir teferruat olarak gören bir kişi için hiçbir dert, tasa
üzücü, korkutucu ya da yıkıcı olamaz. Ulaştığı
kimselere de bu fikriyatı aşıladığı için eserleriyle halkı aynı zamanda rehabilite etmiştir. Döneminin koşulları düşünüldüğünde buna çok
fazla ihtiyaç vardır. Günümüzde de materyalist,
sığ ve maddeci akımlar karşısında Yunus Emre,
üstatları ve takipçileri yıkılmaz bir kale gibi durmaktadır. Hâlen tercih edilir olması; sözleri ve
şiirlerinin sığınılacak bir liman, bir deniz feneri
olması, âdeta yaşayanlara meydan okurcasına
canlı kavramına yeniden hayat vermesi bunun
en önemli göstergesidir.
“ Yunus öldü diye salâ verirler
Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez.”
Sofilere dert çekmek aşkın anahtarıdır. Dert
Hakkı, varlığı bulma; ona ulaşma derdidir. Bu
minvalde bir yola giren âşık o yolda belli manevi
hâller yaşar, yanar yıkılırsa yolun büyükleri ona
“Allah derdini arttırsın.” diye dua ederler. Bu
söz zahiren bir beddua gibi dursa da batınına
“Hoş gör ki hoş görülesin.” hadis-i şerifi muktezasınca bir hayat yaşamıştır.
Bu hâli nice edip içinde onu sevilir, hatırlanır ve ölümsüz kılmış; her daim
rahmetle gönüllerde ve dualarda yer bulmuş, çıkmaz sokaklara bir kapı
olmuştur. Bunu da arz-ı endam değil arz-ı hâl ile yapmıştır.
bakıldığında hayırlı bir duadır. Yunus Emre de
milletin gönlüne bir dert bırakma, bir ateş yakma çabasındadır. Bu, dert edineni hem yakar
hem olgunlaştırır hem de pişirip yüce bir ruh kılar. Derdin kendisi aslında dermandır da arayana
bulmayı, bulana bırakmamayı öğretir. Bu vesileyle Allah hem bu satırları okuyanların hem de
cümle ümmetin derdini rahmet, yolunu bereket,
gönüllerini beraber kılsın. Mevlana Hazretlerinin buyurduğu üzere “Şems bana bir tek şey öğretti: Dünyada bir tek kişi üşüyorsa Celaleddin
sen ısınma hakkına sahip değilsin, ben o günden
beri ısınamıyorum.” felsefesi ve hissiyatı gereği
bir kalbî rikkat nasip etsin. İslam’ın güler yüzünü
temsil edebilen iyilik, hüsnüniyet ve diğerkâm
bir gönül versin. Hepimizi ölümü öldürüp rahmet insanının doğmasına, fazilet timsali medeniyet ölçülerine kavuşmaya vesile olacak nesiller
yetiştirmeye aracı kılsın. Satırlarımız sadırlara
bereket, şifa ve rahmet olsun. Vesile olanlardan
Hak Teâlâ razı olsun, hizmetlerini Rahmet-i
Rahman’a uygun sadaka-i cariye eylesin. Yunus
Emre Hazretleri’nin de ruhu manevilerinden
feyz almayı nasip etsin. Rabbimiz rahmet eylesin.
İzlerini her daim bizlere rehber kılıp ayırmasın.
Biz dünyadan gider olduk kalanlara selam olsun
Bizim için hayır dua kılanlara selam olsun
Ecel büke belimizi söyletmeye dilimizi
Hasta iken halımızı soranlara selam olsun
Tenim ortaya açıla yakasız gömlek biçile
Bizi bir arı veçhile yuyanlara selam olsun
Azrail alır canımız kurur damarda kanımız
Yayıcağız kefenimiz saranlara selam olsun
Sözdür söylenir araya kimse döymez bu yaraya
İltip bizi makbereye koyanlara selam olsun
Bunda hep gelenler gider hergiz gelmez yola gider
Bizim hâlimizden haber soranlara selam olsun
Âşık oldur Hakk’ı seve Hak derdine kıla deva
Bizim için hayır dua kılanlara selam olsun
Miskin Yunus söyler sözü kan yaş ile doldu gözü
Bilmeyen ne bilsin bizi bilenlere selam olsun*
Kaynakça
CEBECİOĞLU, Ethem, (2014), “Tasavvuf
Deyimleri Sözlüğü” Otto Yayınları, Ankara, s.
383.
GÖLPINARLI, Abdulbaki, (2017),“Yunus Emre Hayatı ve Bütün Şiirleri” Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s. 55.
KANAR, YÜKSEL, (1992), “Yunus Emre
Şiirlerinden Seçmeler” Morpa Kültür Yayınları,
İstanbul, s. 7.
KAYAER, Aydın. (2010). Yunus Emre’nin
Dünya’sında İnsan Allah İlişkisi. Yüksek Lisans
Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi SBE.
TATCI, Mustafa (2014),“ Yûnus Emre Dîvan-ı İlâhiyât” H Yayınları, İstanbul, s. 9.
*Ayet-i Kerime’ler için bakınız; “Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır Kur-an’ı Kerim Türkçe Meali”
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
61
YAŞAYAN YUNUS EMRE:
Azerbaycan’da Düzenlenen Yaşayan Yunus Emre Uluslararası
Konferansı’ndakİ İlmî Makaleler Hakkında İnceleme
Tamİlla ABBASHANLI ALİYEVA
1*
Şairin hedefi yüce Allah’ın ölçülerine uygun akıllı, imanlı, iradeli, varlığını
insanlık için feda eden insan yetiştirmektir; insanın mutluluğu için çalışmaktır.
Ona göre şair sözünün maksadı insanın kalbini inşa etmektir; ona gönül gözünü
açmak, ona doğru yolu, hakikati göstermektir.
2
013 yılı Aralık ayında Azerbaycan’ın
başkenti Bakü şehrinde büyük Türk şairi
Yunus Emre’nin hayat ve yaratıcılığı ile ilgili Yaşayan Yunus Emre Uluslararası İlmî Konferans düzenlendi. Konferansı Azerbaycan Millî
İlimler Akademisi (AMEA) adına Edebiyat
Enstitüsü, Türkiye Cumhuriyetinin Bakü’deki Sefirliğinin Kültür ve Tanıtma Müşavirliği,
TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı
Başkanlığı), Yunus Emre Türk Kültür Merkezi
birlikte düzenlemişti.
Konferansta konuşulan makaleler 845 sayfalık kitapta yayımlanmıştır. Kitabın redaksiyon
heyetinde Azerbaycan’ın tanınmış bilim insanları
vardır: Ord. Prof. İ. Habibbeyli, Prof. Dr. K. Abdulla, Türkiye Cumhuriyetinin Bakü’deki Kültür
ve Tanıtım Müşaviri Seyit Ahmet Arslan, Halk
1* Prof. Dr., Muş Alparslan Üniversitesi, İletişim Fakültesi Dekanı
62
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Yazarı Anar, Yard. Doç. Dr. Mustafa Tatcı, Yard.
Doç. Dr. Gülbahar Aşurova, Prof. Dr. Teymur
Kerimli, Prof. Dr. Muharrem Kasımlı, Doç. Dr.
Arif Memmedov, Yunus Emre Kültür Merkezinin
Başkanı Seriye Gündogdu vardır. Yaşayan Yunus
Emre makaleler toplusunun ilmî editörü Doç.
Dr. Huraman Hümbetova’dır.
Makaleler toplusuna ön sözü Azerbaycan Millî
İlimler Akademisinin Vitse-Prezidenti, Nizami
Adına Edebiyat Enstitüsünün Başkanı, Millet-
vekili Ord. Prof. Dr. İsa Habibbeyli yazmıştır.
“Ön Söz”den birkaç cümleyi sizlerle paylaşmak
istiyoruz: “XIII. yüzyıllığın yetirdiği tasavvuf şairi
Yunus Emre tekçe Türk halkının değil Türk-İslam
kültürünün büyük intibah şairi olmuştur. Bu şairin
hayat ve yaratıcılığına ithaf olunmuş ‘Yaşayan Yunus Emre’ Uluslararası Konferansı’nın düzenlenmesi
müstakil Azerbaycan’ın elde ettiği uğurlardan biri
gibi değerlendirilebilir. Yunus Emre’nin ortaya
koyduğu felsefi şiirler Türk insanının düşüncesinde, hayat tarzında yeniliğin, barışın izlerini yaratmıştır. Zaman zaman insanların hafızasından
geçerek gelen bu şiirler şairin sesinin ve sözünün
ölmezliğinden, ebedîliğinden haber vermektedir. Ne
idi bu ilahilerin sırrı, sihri ki insanlar asırlar boyunca onun sihrinden çıkamıyordular? Sihir şu idi:
İlahi varlığa yakın olmanın yolları, onun varlığına
inam, insanların kalp evinde, gönül dünyasında
Allah sevgisi oluşturmak, onarlı Hak yolun adavet
etmek, Hakk’a bağlamak onun ilahi şiirlerinin esas
konusu idi. Kendi içinde Hakk’ı bulmak, insanları
sevmek ve sevilmek. Onun sesi var gücü ile insanları
sevgiye sesleyen ilahi bir ses idi” (Habibbeyli, 2013:
3).
Ord. Prof. İ. Habibeyli makalesinde Yunus
Emre’nin 700 yıl önce günümüze uzayan ortak
dil köprüsünden de söz açmıştır. Yazıyor ki Yunus’un yazdığı sade ilahiler Türk dilinin güzelliğini ortaya koymuş, bu dilin geniş imkânlara malik
olduğunu söylemiştir. Türkçe zamanın fırtınalarına göğüs gererek insandan insana, zamandan
zamana geçip gelmiş; bugün de değerini koruyup
saklamıştır. Bilim insanı; Yunus kim idi, sorusuna şairin kendi diliyle cevap vermiştir: “Bazıları
Yunus’un şair, bazıları mistik bir derviş, bazıları hümanist olduğunu söylerler. Yunus ise kendisi
hakkında şöyle demiştir:
Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim”
(Habibbeyli, 2013: 4)
Sayın Ord. Prof. İ. Habibbeyli Azerbaycan’da
Yunus’un yaratıcılığı ile araştırmaların başlanması
tarihini XX. asrın başlangıcına bağlamıştır. Yazıyor ki A. Şaik, S. Mümtaz, İ. Hikmet, A. Rüstemova, B. Nebiyev vs. Yunus Emre yaratıcılığı
ile ilgili değerli ilmî eserler yazmışlardır. Bilim
insanı İ. Habibbeyli; Yunus Emre’nin Azerbaycan’ın Gah bölgesindeki mezarından da sohbet
açmıştır. Aynı zamanda “Yaşayan Yunus Emre”
Uluslararası
Konferansı’nın
Azerbaycan’da
düzenlenmesine de önem vermiştir. Onun fikrince bu konferans ortak Türk değerlerinin formalaşmasına büyük armağan olacaktır. Dünyanın
gerginlik içinde çırpındığı bu günlerde “Yaşayan
Yunus Emre” Konferansı’nın düzenlenmesi dostluk, birlik köprülerinin daha da genişlemesine,
kuvvetli olmasına yardım edecektir.
“Yaşayan Yunus Emre” Uluslararası Konferansı’na Azerbaycan’dan 44, Türkiye’den 5, Özbekistan’dan 8, Rusya’dan 2, Kazakistan’dan 2,
Kırgızistan’dan 1, Fransa’dan 1, Kosova’dan 1,
Gürcistan’dan 1 bilim insanı katılmıştı. Bu konferansta Yunus Emre yaratıcılığı çeşitli konular
üzere ele alınmıştı. Konferansın ilk konuşmacısı
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
63
Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı, Azerbaycan’ın dünyaca tanınmış yazarı, araştırmacı Anar
Bey idi. Anar Bey’in Yunus sevgisi Azerbaycan’ın
ünlü şairleri Resul Rıza ve Nigar Refibeyli’den
geçmiştir. Onlar Anar Bey’in anne babası idi. Her
iki şair Yunus sevgisini Anar Bey’e küçük yaşlarından aşılamıştılar. Hatta Türk dünyasının büyük
şairlerinden Nazım Hikmet, Resul Rıza ile yakın
arkadaş idi; her Azerbaycan’a gelişinde Resul Rıza’nın evinde kalır; güneş Hazar’dan kalkana
kadar evlerinde şiir, edebiyat sohbeti olurdu. Bu
sohbetlerin baş konusu ise Türk edebiyatı, Türk
şiiri, Türk âşık şiiri ve Yunus Emre idi. Anar Bey
“Gel… Gör Beni Aşk Neyledi” makalesinde karşılaştırmalı bilimin imkânlarını kullanarak Yunus
Emre’yi Türkiye ve Azerbaycan şairleri ile kıyaslamıştır:
Yunus Emre:
Geldi geçti ömrüm benim,
Ol yel esip geçmiş gibi.
Nesimî:
Nazım Hikmet:
Ben mülk-i cihan, cihan benim ben,
Ne ölümden korkmak ayıp,
Ben hakiki- mekân, mekân benim ben…
Ne de düşünmek ölümü.
Fuzulî:
Aşk imiş her ne varsa âlemde,
İlim bir geylü gull imiş ancak.
Yunus:
Geldin, geçtin bilemedim,
Ah neyleyim, ömrüm seni.
Geçip gitti ömrüm benim,
Efsus ki, yârim gece geldi, gece gitti,
Yeller esip geçmiş gibi.
Hiç bilmedim ömrüm nice geldi, nice gitti…
Ömrün sonu kaçılmazdır,
Bu kıyaslamalardan sonra Anar Bey Yunus
Emre’yi Azerbaycan’ın çok ünlü şairi Samet Vurgun’la kıyaslıyor:
Felek kefen biçmiş gibi.
İstedim deryada üzem,
Kartal tek göklerde süzem.
Yunus:
Öyle bildim ölümsüzem,
Yeri, yeri yalan dünya
Ab-ı hayat içmiş gibi.
İşbu söze hak tanıktır,
Yalan dünya değil misin?
Bu can göğse konuktur.
Yedi yol boşalıp yine,
Bir gün olur uçar gider,
Yıllar geçti bir an gibi,
Dolan dünya değil misin?
Cellat yoktur zaman gibi.
Kafesten kuş uçmuş gibi.
Âşık Paşa:
Nazenin bu ömrümüz bir göz yumup açmış gibi,
Geldi geçti, duymadık bir kuş konup uçmuş gibi.
Yunus:
Hayat bir uykuymuş deme,
Samet Vurgun:
Bir yandan boşalır, bir yandan dolur,
Sırrını vermiyor sırdaşa dünya…
Anar Bey Yunus Emre şiirlerindeki ölüm konusunu ele alırken onu Nazım Hikmet’le kıyaslamıştır:
Evel benim, akır benim,
64
Anar Bey makalesinin sonunda Yunus Emre’nin yaratıcılığını Azerbaycan edebiyat tarihi kitaplarına yazmak, döne döne söylemekte
ve bunun Azerbaycan Türkleri için şeref borcu
saymaktadır. Anar Bey makalesini Yunus Emre’nin şiirine nazire ile bitiriyor:
Ağabeyim Ağa:
Hâlâ bana öyle geldi,
Bir göz yumup açmış gibi.
Anar Bey’in fikrince Yunus aynı zamanda
Azerbaycan şairi, Fuzulî de Anadolu şairidir. Fuzulî Azerbaycan’da okulların ders kitaplarına girebilirse, Yunus neden girmiyor?
Canlara can olan benim.
Yunus:
Gözsüz beni nasıl görsün,
Vakit’inize hazır olun,
Gönüllere giren benim.
Acel vardır gelir bir gün.
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Bize gelir “olmuş” gibi.
“Yaşayan Yunus Emre” adı altında Büyük Türk
Şairi Yunus Emre’nin hayat ve yaratıcılığı ile ilgili uluslararası konferansta en fazla Azerbaycan’ın
bilim insanları araştırmalar yapmışlar. Konferansa dünyanın çeşitli ülkelerinden 70’e yakın bilim
insanı katılmıştı. Konuşma dili Türkiye Türkçesi,
Azerbaycan Türkçesi, Rusça, Fransızca; Özbek,
Kazak, Kırgız, Tatar Türkçeleri ve Slavyanca idi.
Yunus Emre’nin şiirlerindeki çeşitli konular ele
alınmıştır. Örneğin Yunus Emre’nin yaratıcılığında insan amili, Y. Emre’de ahlak konusu, tasavvuf
ve sofizm, didaktik konular, hümanizm, ilahi aşk,
ölüm, din gibi. Aynı zamanda Yunus Emre’nin
eserlerinin başka şairlerin eserleri ile karşılaştırılması veya Yunus Emre roman kahramanı vs.
Birkaç makalede okurlarımızı Azerbaycan’da
düzenlenen konferansta bilim insanları, araştırmacı, şair ve yazarların Yunus Emre’nin yaratıcılığındaki çeşitli konular üzere hazırladıkları
makalelerle tanış edeceğiz. Bu makaleleri incelerken karşımıza bu konular çıktı: Yunus Emre
Yaratıcılığında İnsan; Yunus Emre’de Din; Yunus
Emre’de Ölüm; Yunus Emre’de Tasavvuf, Yunus
Emre’de Sofizm; Yunus Emre’de Hümanizm; Yunus Emre’de Aşk; Yunus Emre’de Sevgi Felsefesi;
Yunus Emre’de Maneviyat; Yunus Emre’de Ahlak;
Yunus Emre Roman Kahramanı vs.
“Yaşayan Yunus Emre” Konferansı’nda konuşulan başka makaleler ise en fazla Yunus Emre’nin
karşılaştırmalı edebiyat yönünden araştırılmasıdır. Bu karşılaştırmada Yunus Emre ve Türk
dünyası, Yunus Emre’nin başka şairlere etkisi ve
çeşitli dillere tercümesinden söz açılacaktır.
Konferansa takdim edilen özetler Rus ve İngiliz dilindedir. Konferansta Yunus Emre’nin yaratıcılığında insan amili hakkında ilk konuşma
yapan Elmira Abbasova’dır. Bilim insanı, Yunus
Emre’nin insan sevgisi hakkında şunları yazmaktadır: “İnsanlığa yüksek değer veren Yunus Emre
kendisi insanlığın gönlünde yaşayan bir bilgedir.
Şair yüzyıllardır insanlığı sevgiye, mutluluğa, kardeşliğe çağırmıştır. Y. Emre yıldızların parlaklığında da, bütün doğal amillerin ve canlıların güzelliğinde insan ve Tanrı sevgisini görmüştür:
Gözüm seni görmek için,
Elim sana ermek için.
Bir gün canım yolda koyam,
Yarın seni bulmak için.
(Abbasova, 2013: 24)
E. Abbasova “Tanrı’ya ulaşmanın yolu insanın
kendinden başlar.” diyerek fikrini daha da derin-
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
65
leştirmek için Batılı bilginlerin fikirlerine başvurmaktadır. Örneğin V. S. Lyamin ve Frensis Tompson. Makalenin yazarı her iki Avrupalı bilim
insanının fikirleri ile Yunus Emre’nin fikirlerinin
üst üste düştüğünü söylüyor. Yukarıda isimleri
zikir olunan Lyamin ve F. Tompson yazıyor ki
“İnsanın hayatı, talihi, hatta her bir canlının varlığı, davranışı feza cisimleri tarafından idare olunarak kâinatın kanunlarına tabidir” (Abbasova,
2013: 25).
E. Abbasova’ya göre Yunus Emre’nin felsefi
dünya görüşünde kâinat makro âleme, insan ise
mikro âleme benzetilir; çünkü uzvu âlemin bir
sıra amilleri, organizmanın azaları ve dâhili muhiti ile kıyaslanıyor. Yunus Emre’ye göre nehirler
damarlardaki kanla, yüce dağlar düşünen beyinle
kıyaslanmaktadır. Dinî şiirlerinde felsefi fikirler
Peygamber hadislerine, Kur’an-ı Kerim’in surelerine ve ayetlere istinat ediyor. Sofi şair Yunus Emre
doğanın bütün güzelliklerinden Tanrı mihrabını
görmektedir, bu da şairin insan sevgisindedir. Bilim insanın fikrince Yunus Emre düşüncesine yalnız Türk milletinin değil bütün insanlığın ihtiyacı
vardır. Şairin insan sevgisine verdiği önem, onun
insan sevgisinin temelinin yine Allah sevgisine dayanmasıdır.
Diğer bilim insanları da örneğin Özbekistan’dan, Azerbaycan’dan Doç. Dr. Hacı Siracettin, Doç. Dr. Kamale Necefova, Doç. Dr. Sadi
Sadiyev, Özbekistan’dan Prof. Dr. Maksut Asadov, Kırgızistan’dan Doktora Öğrencisi Altınbek
İsmailov vs. makalelerinde Yunus Emre’nin hümanizminden sohbet açmışlar. Hacı Siraceddin’in
makalesi “Yunus Emre’ye Göre İnsanın Değeri ve
Onu Terbiye Metotları”, A. İsmailov “Yunus Bize
Sevmeği ve Sevilmeği Öğretir”, K. Necefova “Yunus Emre’nin Lirikasında Hümanizm”; S. Sadiyev “Yunus Emre Şiirinde İnsan” adlı makalelerde
bilim insanları Yunus Emre yaratıcılığındaki insan amilini, hümanizmi çeşitli yönleriyle araştırmışlar. Gürcü bilim adamı Mirza Buskviadze ise
“Yunus Emre’nin Dünya Görüşü” adlı makalesin-
66
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
de insan sevgisini dervişlik ve Tanrı sevgisi ile bir
arada götürmüştür.
Hacı Siracettin’in “Yunus Emre’ye Göre,
İnsanın Değeri ve Onu Terbiye Metotları” adlı
makalesinde hem insan hakkında hem de onun
terbiye üslupları hakkında geniş, felsefi, anlamlı fikirler vardır. Otuz sayfaya yakın makalede
araştırılan konular hakkında önce başlıklar ve
açıklamalar vardır. Örneğin “Kur’an-ı Kerim’e
Göre İnsan”, “Yunus Emre’ye Göre İnsan”, “İnsan Bir Devlettir”, “Tamah Kılıcı İnsanı Keser”,
“Tekebbür İnsanı Kendi Gönlünden Kovar” vs.
Hacı Siracettin Yunus Emre’nin insan hakkındaki düşüncelerine dayanarak şunları dile
getirmektedir: “Yunus Emre’nin insan ve onun
değeri ile bağlı düşünceleri, insanın tanıtılması ve
terbiye edilmesi ve terbiye edilmesi ile bağlı belli ölçüleri Kur’an-ı Kerim’in buyrukları esasında
şekillenmiştir, onlara bağlıdır, onlarsız doğru anlaşılmaz. Yunus Emre Risaletü’n Nüshiyye eserini
insan varlığının gerçeklerine ithaf etmiştir. O bu
risalesinde insanı tanımak ve İslami esaslar üzerine
terbiye etmek için önemli ölçüler vermiştir” (Siracettin, 2013: 252).
Hacı Siracettin Yunus Emre şiirlerinde insan
sevgisinden söz açarak Yunus’un insan sevgisini
Kur’an-ı Kerim’deki kurallara göre söylediğini belirtmektedir. Yunus Emre’ye göre insan tekebbürden, haset ve kinden uzak olacak; dedikodu yapan rahmet bulmayacak, insanın nefsi Müslüman
olacak, dünya ebedî değil ahret gerçektir, mal ve
mülk yalandır vs. Hacı Siracettin yazıyor ki Yunus
Emre insanı doğa özellikleri ile kıyaslıyor, örneğin
doğadaki dört önemli unsur: toprak, su, rüzgâr,
ateş. Bilim insanı diyor ki insan toprak gibi sabırlı, izzetli, şerefli, iyilik yapan, çalışkan olmalı
ve sonucu O’ndan beklemelidir. İnsan su gibi temiz, cömert, vuslata kavuşturan olacaktır. Rüzgâr gibi yalancı, riyakâr, sabırsız; ateş gibi şehvete
düşkün, tamahkâr olmayacaktır. Yunus’a göre
insanların manevi dünyasında kendine yer bulan dört unsuru da ruh getirmiştir: İzzet, vahdet,
Allah’ın insanda sevmediği davranışlardan biri de tekebbürdür. Yunus Emre de
tekebbürü olanları sevmez, Yunus’a göre insan mütevazı olacaktır. Çünkü insan
varlık âleminde yoktur, kül âleminde vardır. İnsanın dış görünüşü onun manevi
dünyasının aynasıdır. İnsanın kalbi Allah’ın evidir. Eğer insanın kalbinde Allah
sevgisi yoksa onun kalp evi ışıksızdır, karanlıktır.
namus ve edep. Hacı Siracettin Yunus Emre’nin
insan sevgisi hakkındaki fikirlerine böyle yekûn
vuruyor, sonucu şöyle dile getiriyor: “Şairin hedefi
yüce Allah’ın ölçülerine uygun akıllı, imanlı, iradeli,
varlığını insanlık için feda eden insan yetiştirmektir; insanın mutluluğu için çalışmaktır. Ona göre
şair sözünün maksadı insanın kalbini inşa etmektir;
ona gönül gözünü açmak; ona doğru yolu, hakikati
göstermektir” (Siracettin, 2013: 281).
Bilim insanı Kemale Necefova “Yunus Emre’nin Lirikasında Hümanizm” adlı makalesinde
Yunus’un insan sevgisinden söz açmaktadır. Araştırmacının fikrince Yunus Emre’de Tanrı sevgisi
kadar insan sevgisi de büyüktür. Şaire göre insanı
sevmek Allah’ı sevmektir. Şaire göre insanın kalbini kırmak en büyük günahtır. Aynı zamanda
insanı üzmek Allah’a karşı çıkmaktır. Kâmil insan Allah zerresinin timsalidir. Kâmil insan ruhunu kurtarmaya çalıştığında günahlardan uzaktır,
odur ki, insan yüce varlık gibi Allah’ın bir zerresidir (Necefova, 2013: 502).
K. Necefova bu makalesinde Yunus Emre’nin
şiirlerinde ölüm konusunu da ele almıştır. O, Yunus’un şiirlerindeki ölüm konusunu incelerken
Gölpınarlı’nın fikirlerine de istinat etmiş ve şöyle bir sonuca gelmiştir: “Yunus Emre’nin ölümden
konuşması hiç de onun karamsar olduğu kanaatine
gelinmez. Y. Emre’nin ölüm hakkındaki fikirleri sofizmde cismin ölmesi, canın ise ebedî olması fikrine
dayanır. Y. Emre, dünyanın geçici olduğuna, ölümün de hak olduğuna inanmaktadır” (Necefova,
2013:503).
Sadi Sadiyev “Yunus Emre Şiirinde İnsan” adlı
makalesinde Yunus’un insan sevgisini bir başka
kontekstte ele almıştır. Yazar önce sevgi mefhumunu açıklamakta ve bununla ilgili ünlü bilim
insanlarının fikrine istinat etmektedir. Örneğin
yazar Demirci adlı bilim insanın sevgi ile ilgili
fikirlerine müracaat etmektedir: “Bütün kâinat
sevginin eseridir. Sevgiye bigâne olabilecek dünyada
hiçbir zerre yoktur.” S. Sadiyev yazıyor ki: “Yunus
Emre’ye göre insan yaratılış itibarıyla zarif ama
entrikaya meyillidir, aynı zamanda nefse maliktir.
Yunus’un fikrince, içinde böyle duygu olan insanın
ahlakını zenginleştirmek mümkündür. Tabii ki bu
zor iştir ama mümkündür. Sofi felsefesine göre ruh
ve nefis birbirine bağlıdır. Ruh büyüdükçe nefis küçülür, nefis büyüdükçe ruh küçülür.” Makalenin
yazarı diyor ki Allah’ın insanda sevmediği davranışlardan biri de tekebbürdür. Yunus Emre de
tekebbürü olanları sevmez, Yunus’a göre insan
mütevazı olacaktır. Çünkü insan varlık âleminde
yoktur, kül âleminde vardır. İnsanın dış görünüşü
onun manevi dünyasının aynasıdır. İnsanın kalbi
Allah’ın evidir. Eğer insanın kalbinde Allah sevgisi
yoksa onun kalp evi ışıksızdır, karanlıktır. Yunus’a
göre kalp kırmak büyük günahtır, kırılan gönüllerin onarımı mümkünsüzdür (Sadiyev, 2013:
572). S. Sadiyev’in fikrince, Yunus Emre’nin insan sevgisi İslam’ın temel prensiplerinden kaynaklanmaktadır.
Özbekistanlı bilim insanı Prof. Dr. Maksut
Asadov “Yunus Emre Sanatında Kâmil İnsan”
adlı makalesinde önce kâmil insan ifadesini açmaya çalışmaktadır ve bunun için çeşitli kaynaklara
başvurmuştur. Örneğin kâmil insan nazariyesinin
temsilcilerinden olan Azizittin Nesefi’ye istinat
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
67
Azizittin Nesefi; kâmil insan için dört önemli şeyden konuşuyor. Bunlar güzel söz,
güzel amel, güzel huy ve güzel marifettir. Eğer bunlar varsa her insana kâmil
insan demek mümkündür. Kâmil olmak; insanın hem içinde hem de dışında belli
oluyor. Bu bağlamda insan hayatının her döneminde, her anında örnek olabilecek
kâmil insan Allah’ın resulü olan Hazret-i Muhammed Peygamber’dir (SAV).
fikirlerden esinlenerek kendi yorumuyla cevap
vermektedir. Örneğin “İnsan, vücudundaki kaygıdan nasıl temizlenir?” sorusuna şöyle cevap
vermektedir: “Yunus’a göre bunun iki yolu vardır:
1. Allah’a boyun eğip ona yalvarmak. 2. Duyguyu
tutsak edip özgürlüğü sınırlayan yalan dünyadan ve
dünya mülkünden ayrılmak.
Dersin şeyhin aşkına yalıncak baş açık,
ediyor. Diyor ki Nesefi; kâmil insan için dört
önemli şeyden konuşuyor. Bunlar güzel söz, güzel
amel, güzel huy ve güzel marifettir. Eğer bunlar
varsa her insana kâmil insan demek mümkündür.
Kâmil olmak; insanın hem içinde hem de dışında belli oluyor. Bu bağlamda insan hayatının her
döneminde, her anında örnek olabilecek kâmil
insan Allah’ın resulü olan Hazret-i Muhammed
Peygamber’dir (SAV) (Asadov, 2013: 94).
M. Asadov fikirlerine devam ederken bir başka bilim insanı İ. Hakkul’un fikirlerine de istinat
etmiştir. M. Asadov kâmil insan nazariyesine bir
ilave de etmiştir: “Hak âşıklarının, tasavvuf yoluna giren salikin zorluk çekerek kâmillige özenmesinin nedeni aslında Hz. Muhammed Peygamberin (SAV) özelliklerine sahip olmak, bedensel
ve manevi kâmil olmakla Hakk’ın cemaline vasıl
olmaktır” (Asadov, 2013: 94).
M. Asadov Yunus’un kâmil insan hakkındaki
nazariyesinden konuşurken bunları ele almıştır:
Klasik edebiyatta hiçbir insanın Hz. Muhammed
Peygamber (SAV) derecesine ulaşmayacağı vurgulansa da Yunus Emre; insanın bütün kusurlarını düzelterek güzellikleri kazanacağını, manevi
ve ahlaki açıdan yükselerek Hz. Muhammed’in
(SAV) varisi olabileceğini kaydetmiştir (Asadov,
2013: 95).
M. Asadov Hz. Muhammed Peygamber
(SAV) “Fakirlik gururumdur” sözünden istifade
ederek bu sözün tasavvufla uğraşan insanların şiarı olduğunu söylüyor ve diyor ki fakirlik yoksulluk anlamında değildir; bu, Allah’a karşı fakirlik,
muhtaçlıktır. Aynı zamanda “fakirlik makamı,
68
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
fena makamıyla eşittir” (Asadov, 2013: 96).
Özbek bilim insanına göre Yunus Emre der
ki on sekiz bin âlemden murat sensin; bu yalan
dünyadan, onun geçici isteklerinden vazgeç. Kendini, benliğini ara. Kendine bak, kalbini dinle.
İşte o zaman kalbin aşktan, kavuşma lezzetinden
rahatlık bulur. Yazar diyor ki tasavvufa göre bütün âlem Allah’ın nurunun tecellisidir. Hakk’ın
cemali bu nurda gizlidir. Mey bu nuru ifade eden
simgedir. Ünlü tasavvuf uzmanı N. Kamilov şuna
“simgenin simgesi” demektedir. Bu konuda hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: “Ey Ahmet (Muhammet SAV) benim huzurumda dostlarım için
bir şarap var. Ne zaman (dostlarım) onu içerlerse mest olurlar, eğer mest olurlarsa mutlu olurlar. Eğer mutlu olurlarsa talep ederler. Eğer talep
ederlerse bulurlar. Eğer bulurlarsa tövbe ederler.
Eğer tövbe ederlerse kurtulurlar. Eğer kurtulurlarsa ulaşırlar. Eğer ulaşırlarsa onlarla benim aramda
hiçbir fark kalmaz” (Hakkulov, 1995).
Kırgızistan’dan gelen Doktora Öğrencisi Altınbek İsmailov “Yunus Bize Sevmeyi ve Sevilmeyi
Öğretir” adlı makalesinde bir başka yöntem kullanarak Yunus’un insan sevgisinden söz açmaktadır.
Altınbek İsmailov Yunus Emre’nin eserlerindeki
önemli fikirler hakkında önce sorular hazırlayıp
sonra ise onlara cevap veriyor. Sorular şöyledir:
İnsanoğlu ne zaman azaptan kurtularak mutlu
oluyor? İnsan, vücudundaki kaygıdan nasıl temizlenir, onu nasıl çıkarır? İnsan “yılanın zehrinden
acı” olduğunu bilerek nasıl yalan dünyaya bağlanır, ondan kopmak istemez? Düşünce nedir, vs.
Bilim insanı bu sorulara Yunus’un şiirlerindeki
Er var dirlik dirilmiş, yalıncak aç değil.
Maalesef bütün hayatını dünya mülkünü çoğaltmakla, dünyanın eteğine yapışmakla geçiren insanoğlu o şeylerden ayrılabilir mi?” (İsmailov, 2013:
321).
A. İsmailov insanın manevi dünyasındaki iyi ve kötü hisleri açmış; bunları Yunus’un
şiirlerindeki fikirlerle karşılaştırarak insanlığa Y.
Emre’nin felsefi, müdrik fikirleriyle meydan okumaktadır. Gerçekten A. İsmailov Yunus’un müdrik fikirlerinin toplandığı okyanusa başvurmuş,
oradaki değerli fikirleri inciler olarak kavas gibi
birer birer toplamıştır.
Sonuç olarak Yunus Emre hayatı, yaratıcılığı
ile ilgili Azerbaycan’da düzenlenen konferansta çeşitli konular ele alınmıştır; bu konuların başında
ise dünyaya hümanizmle meydan okuyan, bütün
dünyayı hümanizm adlı müdrik sözle kucaklayan
Yunus Emre’nin altından daha değerli fikirlerle
insanlara mesajlar göndermesidir. A. İsmailov bu
fikri güzel ifade etmiştir. Eğer insanlar Yunus’un
dediği gibi kötü düşüncelerden arınsalar onlar
yeni yola koyulduklarını hissederler. Onlar da
Yunus gibi öbür dünyaya “ölmeden” diri giderler.
Gerçekten kendini bulan, Allah’ın ebedî aşkına
kavuşan can ölür mü? Yunus Emre sevgi dolu
göğsüyle bizi kucaklayarak şöyle demiştir:
Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım.
Sevelim, sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz…
Yunus Emre’ye göre insan mukaddes yaratılmış varlıktır. Onu bir yaratan vardır, onun yaratılmasında bir neden vardır. Y. Emre felsefesinde
her bir yaratılışın maksadı, gayesi olduğu gibi insanın da yaratılışının maksadı vardır. En büyük
maksat, insanlığın ne olduğunu anlamaktır. Bir
insan bir insanı seviyorsa bu aynı zamanda insanlığı sevmek demektir” (Pala, 2007).
Yunus Emre eserlerinde insanın iç dünyasını
açarak tahlil etmiş, kâinatın en değerli canlısı olan
insanın manevi dünyasını tanıtmaya çalışmıştır.
O insanın ruhu ile beraber nefsini de öğrenmiştir. Türk dünyasının filozof şairi Yunus Emre ve
onun ölmez eserleri ebedî yaşayacak, bütün dünya insanları onun hümanizminden ilham alarak
kendilerine çekidüzen verecek, bu eserler çok insanı arındırarak onların kalbinde en ulvi duygular
uyandıracaktır.
Kaynak:2
Abasova, Elmira (2013). Yunus Emre Yaratıcılığında İnsan Amili, İlim ve Tahsil Y. Bakı
Asadov, Maksut (2013). Yunus Emre Sanatında Kamil İnsan. İlim ve Tahsil Y. Bakı
Habibbeyli, İsa (2013). Ön Söz. İlim ve Tahsil
Y. Bakı
Hacı Siracettin (2013). Yunus Emre’ye Göre,
İnsanın Değeri ve Onun Terbiye Metotları. İlim
ve Tahsil Y. Bakı
Hakkulov İ. Ç. (1995). Özbek Tasavvuf
Şirinin Şekillenmesi ve Gelişimi. DDA Y. Taşkent
İsmailov, Altınbek (2013). Yunus Bize Sevmeyi ve Sevilmeği Öğretir. İlim ve Tahsil Y. Bakı
Necefova, Kemale (2013). Yunus Emre’nin
Lirikasında Hümanizm. İlim ve Tahsil Y.
Sadiyev, Sadi (2013). Yunus Emre Şiirinde İnsan. İlim ve Tahsil Y.
2 Kaynakta isimlerini verdiğimiz makaleler, 2013 yılında Azerbaycan’ın Başkenti Bakü şehrinde düzenlenen “Yaşayan Yunus Emre Uluslararası İlmî Konferansı”nda okunmuş ilmî makalelerdir ve kitap hâlinde
basılmıştır.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
69
leri merkeze alınarak bu hususa ilişkin bir takım
örnekler verilecek ve bir karşılaştırma yapma
imkânı sunulacaktır.
Yunus Emre’nin İçinde Yaşadığı Topluma
Dair Bazı Gözlemleri
YUNUS EMRE’NİN ŞİİRLERİNDE
ULEMA-MEŞAYİH İLİŞKİLERİ
Rauf Kahraman ÜRKMEZ
1*
‘İlim ‘ilim bilmekdür ‘ilim kendin bilmekdür
Sen kendüni bilmezsin yâ niçe okumakdur
Giriş
Â
limlerle sufiler1 arasındaki karşılıklı
ilişkiler ve tartışmalar bütün bir tasavvuf tarihi boyunca kesintisiz süregelmiş
ve bu durum bütün boyutları ve zenginliği ile
tasavvuf literatürüne yansımıştır. Bir XIII-XIV.
yüzyıl sufi şairi olan Yunus Emre de (ö. 1320
[?]) bazı şiirlerinde âlimlerin –sufiyane tabirle
zâhir ulemasının, özellikle fakihlerin– kendisine yönelik eleştirilerini ve yaklaşımlarını gündeme getirmektedir. O, bu eleştiri ve yaklaşımlar
karşısında kendi anlayışını tanıtmaktan/savunmaktan da geri durmamıştır. Ne var ki gerek tarihî şahsiyetinin, hakkındaki menkıbelerle iç içe
geçmiş durumda bulunması gerekse şiirlerinde
değindiği âlim ve fakihlere dair herhangi bir
1* Dr. Öğretim Üyesi, Zonguldak Bülent Ecevit
Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, İslam Tarihi ve
Sanatları Bölümü
70
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
biyografik bilgi paylaşmaması, söz konusu eleştirilerin ve yaklaşımların gerçekliğini ve geçerliliğini anlama hususunda araştırmacının işini
zorlaştırmaktadır. Fakat biz Yunus Emre’nin
yaşadığı zaman dilimi ve coğrafyadaki ulema-meşayih ilişkilerine dair muasır kaynaklarda
geçen olay ve olgulardan hareketle bu eleştirilerin ve yaklaşımların yürürlükte olduğunu ve
hayatta bir karşılığının bulunduğunu görüyoruz.
Zira tasavvuf tarihi açısından âdeta bir mayalanma dönemi olan XIII. yüzyıl Anadolu’sunda,
ilmî çevrelerle tasavvufî çevreler arasında yoğun
ilişkiler yaşanmış; isimleri ve künyeleri belli olan
kimi sufiler ve âlimler birbirlerine karşı –Yunus
Emre’nin şiirlerindekilere benzer– eleştiriler
getirmiş ve yaklaşımlar geliştirmişlerdir. Bu durum iki zümre arasında zaman zaman gerilim
ve mücadelelerin yaşanmasına yol açmış, kimi
zaman da yerini karşılıklı anlayışa bırakmıştır.
Aşağıdaki satırlarda Yunus Emre’nin ilgili şiir-
Benzeri pek çok düşünür gibi Yunus Emre’nin de ifade ve düşünceleri, yaşadığı çalkantılı dönemin istikrarsız sosyoekonomik ve
siyasal yapısından etkilenmiştir. Dolayısıyla
üretim-tüketim, varlık-yokluk, sevinç-hüzün,
çalışma, çaba, toplum içinde yaşama kurallarına uyma, inanç, sevgi, dostluk, evlilik ve aile
gibi gerçek hayat sorunları ile yüzleşen Yunus
Emre’nin şiirlerinde, “…çarşı pazardan tarla tarımına, mezarlık seyrinden kolay zenginliklere, söz
değerinden susuş sorumluluğuna kadar her alanda
toprağının, zamanının, toplumunun özelliklerine
uygun gerçek bir yaşantı var”dır.2
Yunus Emre’nin yaşadığı dönemde tasavvuf
ve onun kurumsallaşmış şekli olan tarikatlar hayatla ve toplumla içi içe bir mahiyet arz etmekteydi. Tekke ve zaviyeler kapılarını halka açık
tutmakta; hükümdar, emir, ahi, tüccar, âlim vb.
devlet ve toplumun her kesiminden/katmanından insanlar sohbet, sema ve zikir meclislerine
katılabilmekteydi. Hatta konargöçer zümreler
için tarikatlar, soyut birtakım tasavvufi amaçlar
ve zevkler peşinde koşmaktan çok, bir sosyal
hayat tarzı manasına gelmekteydi.3 Dolayısıyla
öğütleri ve örnek davranışları ile hem mürit ve
müntesiplerini hem de içinde yaşadıkları toplumu ıslah edici, zorlukları hafifletici, problemlere çözüm üretici, arabulucu, yol gösterici vb.
roller üstlenen kimi sufi şair ve müellifler eser2 Rauf Mutluay, “Yunus Emre’de Gerçek Hayat Sorunları”, Uluslararası Yunus Emre Semineri Bildiriler, Baha Matbaası, İstanbul 1971, s. 196-197.
3 Ahmet Yaşar Ocak, “Selçuklular ve Beylikler Devrinde Düşünce”, Türkler, VII, ed. Hasan Celâl Güzel-Kemal Çiçek-Salim Koca, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 431.
lerinde zaman zaman toplumun aksayan yönlerine de değinerek bunlara dair çeşitli çözümler
getirmişler; ideal ve sağlıklı bir sosyal bünyenin
inşası için gayret sarf etmişlerdir. Yunus Emre
de gerek müritlerinin eğitimi için 1307’de kaleme aldığı Risâletü’n-Nushiyye’si4 gerekse yüzyıllardır gönüllere ve hafızalara kazınmış bulunan
Divân’ı5 ile bu husustaki en tipik örneklerden
biridir.
Söz gelişi Yunus Emre, bir şiirinde Müslüman toplumu oluşturan çeşitli kesimlerin içinde
bulunduğu kötü duruma dikkat çekmekte ve
bu durumun sosyal bünyeyi sarstığına değinmektedir. Örneğin Müslümanlar çoğunlukla
harama meyletmekte, fesat çıkaranlar hürmet
görmekte, medreselerdeki şakirtler üstatları ile
kavga etmekte, hocalar halkın başına sıkıntı çıkarmakta, dinin kaynakları olan ayet ve hadislere gereken önem verilmemekte, Allah ve dinin
emirleri hatırlatıldığında bazı insanlar kızıp darılmaktadır. Bu nedenle söz konusu hatalardan
pişmanlık duyulması ve samimi bir şekilde tövbe edilmesi (tevbe-i nasûh) gerekmektedir.6
Yine Yunus Emre’ye göre doğru Müslümana
artık zor rastlanmaktadır. Danişmentler okuduklarına/öğrendiklerine, dervişler ise tarikatlarının
esaslarına
uygun
davranmamaktadır.
Halka nasihat kâr etmemektedir. Mert ve
cömert yöneticiler günden güne azalmakta,
yoksullar daha da ezilmekte ve haram-helal
gözetilmemektedir. Bütün bunlara rağmen,
İy Yûnus imdi senün ‘ışkıla geçsün günün
Sevdügün kişi senün cânuna cân olısar7
diyen Yunus Emre, maruz kalınan sıkıntıların
çözüm kaynağına işaret ederek etrafına ümit
aşılamaktadır.
4 Mustafa Tatcı, Risâletü’n-Nushiyye (Tenkitli Metin), MEB Yayınları, Ankara 2005.
5 Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Divânı (Tenkitli Metin), MEB Yayınları, Ankara 2005.
6 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 373.
7 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 73-74.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
71
Âşık mâşuku için canını verebilmeli, âkil olan fani dünyayı arzulamamalı, âdem
(kâmil kişi) ömrünü kulluk bilinciyle geçirmeli; ârif olan neyin kâr, neyin zarar
getireceğini iyi bilmeli; âlim olan ilmiyle amel etmeli ve âbid olan ibadetlerini
samimi bir biçimde yerine getirmelidir. Bu çerçevede gönül Allah’ın her şeyi
yerli yerince yaratması sırrını (hikmet) tefekkür etmeli, gözler ise hep ilahi aşk
ile yaşarmalıdır.
Yunus Emre, başka bir şiirinde daha derunî
bir yorum ve yaklaşım geliştirerek karşıt kavram
kanıtı ile âşık, âkil, âdem, ârif, âlim, âbid tiplerinin ideal vasıflarının ne olması gerektiğine ışık
tutmaktadır. Buna göre âşık mâşuku için canını
verebilmeli, âkil olan fani dünyayı arzulamamalı, âdem (kâmil kişi) ömrünü kulluk bilinciyle
geçirmeli; ârif olan neyin kâr, neyin zarar getireceğini iyi bilmeli; âlim olan ilmiyle amel etmeli ve âbid olan ibadetlerini samimi bir biçimde
yerine getirmelidir. Bu çerçevede gönül Allah’ın
her şeyi yerli yerince yaratması sırrını (hikmet)
tefekkür etmeli, gözler ise hep ilahi aşk ile yaşarmalıdır.8
Bunlar Yunus Emre’nin ulema-meşayih ilişkilerine dair serdettiği şiirlerini anlamaya zemin
oluşturması açısından altı çizilmesi gereken
hususlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira
yukarıda Yunus Emre’nin kendi bakış açısı ile
idealize edip dikkatimize sunduğu tiplerden biri
olan âlimler (ulema), onun tasavvuf anlayışına
yönelik bazı eleştiriler getirmektedirler. Aşağıdaki satırlarda bu eleştirileri ârif-münkir, hâl
ilmi-kâl ilmi ve ilahi aşk-ilim kavramları ekseninde ele almaya çalışacağız.
Arif-Münkir
Arif tanıyan, bilen, hâlden anlayan gibi anlamlara gelmektedir. Arifin bilgisine marifet
denir. Tasavvufta tüm varlık ve olayların mahiyeti hakkındaki bilgiye marifet adı verilmiş; arif
ile âlim arasında açık bir ayrım yapılmıştır. Zira
âlim zihnî faaliyetle mutlak surette bilen, arif ise
ahlaki ve manevi arınma sayesinde sezgi gücü
ve deruni tecrübe ile öğrenen/anlayan kişidir.
Bu durumda âlimin zıddı cahil, arifin zıddı ise
münkirdir.9 Bu çerçevede Yunus Emre,
İy Yûnus ‘ârifisen anladum bildüm dime
Tut miskînlik etegin âhir sana gerekdür.
diyerek mutlak surette bilen âlim ile ahlaki ve
manevi arınmayı bir gereklilik olarak gören arif
arasındaki geleneksel ayrıma katılmaktadır. Zira
buradaki “miskînlik”, Allah karşısında aczini ve
yokluğunu bilme, gerçek zengin olan Allah’a
karşı mutlak ihtiyaç içinde bulunma hâli anlamında dervişliğe tekabül etmektedir. Yunus
Emre,
Yûnus sözin tak kılan görmedi münkir olan
‘Ömrin zulmete salan ma’rifet yohsulıdur10
Yûnus imdi söyle Hak’ı münkir dutar sana dakı
Bişür kotar Hak hânını ‘ârifler datsun duzumı11
8 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 344. Krş. Mustafa
Tatcı, Yûnus Emre Divânı (Tahlil), MEB Yayınları, Ankara 2005, s. 404-405, 410-412, 418, 421-436,
438.
72
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
9 Süleyman Uludağ, “Ârif”, DİA, III, İstanbul 1991,
s. 361.
10 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 40. Tak: Özür, kusur.
11 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 334. Dutar sana
dakı: Özür, kusur bulur. Hân: Sofra.
Gökden inen dört kitâbı günde bin kez okurısan
Erenlere münkirisen dîdâr ırak senden yana12
Devletlüler sever bizi her dem sorar hâlümüzi
Kördür münkirlerün gözi görmeyiser dervîşleri13
şeklindeki beyitlerinde ise dervişleri eleştiren,
tasavvufa muhalefet eden, erenlere münkir olan
ve dervişleri sevmeyen kişilerin –belki de “dört
kitâbı günde bin kez” okuyanlardan hareketle
kimi âlimlerin– marifetten mahrum kalacaklarını, Allah’ın müminlere vadettiği görünüşü/tecellisi olan “dîdar”dan uzak düşeceklerini beyan
etmektedir. Bir karşılaştırma yapma adına Birecik, Besni ve Kâhta’da kadılık görevinde bulunan Rifâî şeyhi Muhammed b. Ali b. es-Serrâc
ed-Dımaşkî’nin (ö. 1346), bu husustaki iddialı
uyarısına bakabiliriz. Zira es-Serrâc’a göre velileri inkâr ve tenkit edenlerin görüşlerine itibar
edilmemeli ve onlardan uzak durulmalıdır. Zira
onlar dine çok büyük zarar vermektedirler.14
Yunus Emre’nin şiirlerinde cahil, münafık ve
münkir zümresi ile âşık, arif ve derviş zümresi arasında şöyle bir ayrım ve gerilim de göze
çarpmaktadır:
Câhil münâfık münkir cümle ‘aklına şâkir
‘Âşıklar dîdâr sever ‘ârifler niyâz ile15
Dânışmânun câhili onamaz dervîşleri
Dervîşile dânışmân yavlak arışgan olur16
Aşk deryasına dalan Yunus Emre, aşkı inkâr
eden ve dünya münevver olduğu hâlde gözleri
kör olan kimi münkirlerin, onu öldürme niyet12 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 27.
13 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 362.
14 Muhammed b. Ali b. es-Serrâc, Tuffâhu’l-Ervâh
ve Miftâhu’l-İrbâh, trc. Nejdet Gürkan-Mehmet
Necmettin Bardakçı-Mehmet Saffet Sarıkaya, Kitap
Yayınevi Yayınları, İstanbul 2015, s. 94-95.
15 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 323.
16 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 72. Dânışmân (Dânişmend): Âlim Onamak: Doğru ve uygun bulmak
Yavlak: Çok Arışgan: Mücadeleci.
lerini çekinmeden dile getirdiklerini belirtir.17
XIII-XIV. yüzyıl Anadolu’sunda, Hacı Bektaş-ı
Veli’nin (ö. 1247 [?]) önde gelen halifelerinden
Hacım Sultan’ın Uşak’ta ve Mevlana Celaleddin-i Rumî’yi (ö. 1273) derinden etkileyen
Şems-i Tebrizî’nin (ö. 1247[?]) Konya’da uğradığı saldırıları18 dikkate aldığımızda, bu tür bir
duruma Yunus Emre gibi şiirleri/düşünceleri
dilden dile yayılan birinin de maruz kalması ihtimal dâhilindedir.
Hâl Ehli-Kâl Ehli
Tasavvuf literatüründe hâl ehli-kâl ehli
şeklinde bir ayrım göze çarpmaktadır. Hâl ehli;
gerçeği bulanlar, marifete erenler, bu şekilde
birliği (tevhid) yaşayan kimselerdir. Kâl ehli ise
manevi hâllere sahip olmayan, işin sadece lafını
eden, söylediğini yapmayan, söylediği yalnız sözde kalan kimselerdir. Bu çerçevede hâl ilmi yaşama ile ilgili, içe ait ilim yani tasavvuf iken; kâl
ilmi şer’î ilimler ve fıkıhtır. Dolayısıyla tasavvuf
teorik/nazari olmaktan ziyade pratik/amelî bir
ilimdir. Ayrıca tasavvufta kâl, hâle dönüşmedikçe makbul görülmemiştir. Hâlin de kâl ile olanı
daha makbul ve muteberdir.19 Yunus Emre’nin
düşünce dünyasında da bu tür bir ayrım göze
çarpmaktadır. Zira o, bir beytinde fıkıh âlimlerinden (fakı) birine şöyle seslenmektedir:
İkilikden geçemedün hâli kâlden seçemedün
Hak’dan yana uçamadun fakîlık oldı sana fak20
Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin babası
Bahâeddin Veled (ö. 1231), bir sohbet meclisinde kendisine itiraz eden Hanefi fakihi Cemâleddin Mahmûd el-Hasîrî’yi (ö. 1238) kâl ilmi17 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 277, 280, 289.
18 Rauf Kahraman Ürkmez, Selçuklular Zamanında
Anadolu’da Tasavvufî Zümreler, Çizgi Kitabevi Yayınları, Konya 2020, s. 193-195, 270.
19 Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Rehber Yayınları, Ankara 1997, s.
314, 422.
20 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 131. Fak: Tuzak.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
73
Tasavvuf teorik/nazari
olmaktan ziyade pratik/amelî
bir ilimdir. Ayrıca tasavvufta
kâl, hâle dönüşmedikçe
makbul görülmemiştir.
Hâlin de kâl ile olanı daha
makbul ve muteberdir.
Yunus Emre’nin düşünce
dünyasında da bu tür bir
ayrım göze çarpmaktadır.
ne saplanıp kalmakla ve okuduğu bilgilerle
gururlanıp etrafa saldırmakla suçlar. Bahâeddin Veled’e göre bu bilgiler bir gün yokluğa
karışacaktır. Bu nedenle o, el-Hasîrî’yi gönül
yaprağından ebediyete kadar hatırında kalacak bir sayfa ezberlemeye davet eder. Bu münasebetle alıntılanan beyit ise durumu net bir
biçimde özetlemektedir:
Ey fakîh! Sen, Tanrı için aşk bilgisini öğren
Çünkü ölümden sonra helal, haram ve vacip
kalmaz21
Yunus Emre’nin şiirlerinde de bu menkıbede anlatılanlara benzer düşüncelerin varlığı göze çarpmaktadır:
İy çok kitâblar okıyan sen kim dutarsın bana dak
Tâ bilesin sırrı ‘ıyân gel ‘ışkdan okı bir varak22
Dükelinden bu ‘ışk yakın Yûnus hatâ kılma
sakın
‘Işkdan su’âl sorılıcak cevâb viresi hâl gerek23
Ne gelmegün gelmek durur ne bilmegün bilmek
durur
Son menzilün ölmek durur tuymadun ‘ışkdan
bir eser24
Yunus Emre’ye göre gönüllere tesir eden
arifin alametlerinden biri de sözünde dedikodu ve kuru/boş lafın (kîl ü kâl=denildi
dedi) bulunmamasıdır.25 Yunus Emre kîl ü
kâli bırakmayı; bütün kuvvet, fırsat ve imkânı
21 Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, trc.
Tahsin Yazıcı, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul
1986, s. 104.
22Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 130. ‘Iyân: Açık,
gözle görülür.
23 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 141. Dükeli:
Herkes, her şey.
24 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 43.
25 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 22.
74
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
(mecâli) Allah’a kavuşmaya (visâl) sarf etmeyi
önermektedir. Ona göre bu da ancak Allah dışındaki her şeyden (kamu) vazgeçmekle mümkündür.26 Zira Allah’ı tefekkür etme (dost fikreti) dışındaki faaliyetler kîl ü kâlden başka bir
şey değildir.27 Yunus Emre şu çağrıda da bulunmaktadır:
Terk idelüm kâl ü kıylı isteyelüm togrı yolı
Hem bulalum gevher kânın cevher alan gelsün
berü28
‘Işk etegin tutmak gerek ‘âkıbet zevâl olmaya
‘Işkdan bir elif okıyan kimseden su’âl olmaya
‘Işk didügün bilürisen ‘ışka gönül virürisen
‘Işk yolına mâl ne olur cân dahı muhâl olmaya
İy dost bunca kıyl u kâl ne maksûd hod bir haber
durur
Yâ bunca cüst ü cû nedür görene bir nazar durur29
İlahi Aşk-İlim
Klasik Türk edebiyatının en büyük şairlerinden biri olan Fuzûlî’ye (ö. 1556) göre, ilim
tahsil etmekle yüksek pâyelere erişmek imkânsız bir arzudur. Âlemdeki her şey aşktır; ilim ise
sadece bir kîl ü kâlden ibarettir.30 Yunus Emre
kendisini Allah’tan her vakit aşk dersini okuyan
bir talebe olarak görmektedir.31 Fakat müderrisler bu dersi okuyamadıkları için konuyu anlamaktan acizdirler.32 İlahi aşkla âdeta sermest
olan Yunus Emre, Fuzûlî’den yaklaşık iki buçuk
asır önce şu hükme varmıştır:
26 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 137.
27 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 155.
28 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 277. Kân: Kaynak,
memba.
29 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 74. Cüst ü cû: Aramak, araştırmak.
30 Hasibe Mazıcıoğlu, Fuzûlî ve Türkçe Divanı’ndan Seçmeler, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara
1992, s. 228.
31 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 44.
32 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 60.
Miskîn Yûnus zehr-i kâtil ‘ışk elinden tiryâk olur
‘İlm ü ‘amel zühd ü tâ’at pes ‘ışksuz helâl olmaya33
Yunus Emre,
“Dört kitâbun ma’nîsin okıdum tahsîl kıldım
‘Işka gelicek gördüm bir ulu heceyimiş.”34
diyerek aşkın ilim karşısındaki üstünlüğüne ve
kendisinin aşka yönelişinin kuru bir iddia olmadığına işaret etmektedir. Böylece aşka inanan, aşkta karar kılan ve aşk uğrunda ölümü
göze alan35 Yunus Emre, bu hususta kendisini
ayıplayanlarla ve gülüp geçenlerle âdeta istihza
etmektedir:
İy beni ‘ayıblayan gel beni ‘ışkdan kurtar
Ger elünden gelmezse söyleme fâsid haber
‘Âşıklarun ahvâli ma’şûk katında biter
Sözün var ana söyle benüm elümde ne var36
Yâr yüregüm yâr gör ki neler var
Bu halk içinde bize güler var
Ko gülen gülsün hak bizüm olsun
Gâfil ne bilür Hakk’ı sever var37
Dervîş olan kişiler deli olagan olur
‘Işk neydügin bilmeyen ana gülegen olur
Gülme sakın sen ana eyü degildür sana
Kişi neyi gülerse başa gelegen olur38
Dört kitâbı şerh iden bulmadı ‘ışka çâre
Ne begler ne sultânlar ne müderris ne kâdî39
33 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 23.
34 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 125.
35 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 40-41, 46, 263.
36 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 40.
37 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 90.
38 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 104.
39 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 358.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
75
Âlimlere günahlı derdinin dermanını soran
ve onlardan “…yine Çalap” cevabını40 alan Yunus Emre’ye göre, âşık dilini bilmeyen “ya delidir ya da dehrî”dir. Yani manevi şeylere inanmayan bir maddecidir. Mürşidinin Kur’an-ı
Kerim olduğunu belirten Yunus Emre, “şeriat
ehli”nin -fakihlerin, bir anlamda kâl ehlinin–
aşkla ulaşılan menzillere erişemeyeceğini de belirtir.41 Tasavvufta şeriat ehli kavramı ile dinin
zâhir hükümlerine, amel ve itikada ait hususlara
titizlikle riayet eden kişiler kastedilmektedir.
Yunus Emre onlara şu tavsiyelerde bulunmaktadır:
Dadarsan ‘ışk dadından geçesin zâhir dînden
Ayrulıgun odından ol vakit kurtulasın42
İy çok kitâblar okıyan sen kim dutarsın bana dak
Tâ bilesin sırrı ‘ıyân gel ‘ışkdan okı bir varak43
Sen fakîhsün ben fakîr sana tanumuz yokdur
İhlâsıla gelürsen bizden nesne ütersin44
‘Şeyh ü dânişmend ü fakı gönül yapan bulur Hak’ı
Sen bir gönül yıkdunısa gerekse var yüz yıl okı45
Hâtime
Yunus Emre, kendisinden sonra gelip ilahi
aşk mevzusunda mısralar dizecek pek çok sufi
şairi derinden etkileyen müstesna bir şahsiyettir.
O, ulema-meşayih ilişkileri açısından her zaman ve zeminde örneklerine rastlanacak türden
tipleri ve bu tiplerin neden olduğu gerilimleri
şiirlerinde değişik açılardan ele almıştır. Yunus
40 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 31.
41 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 29.
42 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 272.
43 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 130. ‘Iyân: Açık,
gözle görülür.
44 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 245. Ütmek: Kazanmak
45 Tatcı, Yûnus Emre Divânı, s. 393.
76
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Emre’nin bu yönüyle de yaşadığı döneme ayna
tuttuğunu memnuniyetle müşahede etmiş bulunuyoruz. Bu yazıyı onun bir temennisi ile bitiriyoruz:
Şîrîn hulklar eylegil tatlu sözler söylegil
Sohbetlerde Yûnus’ı hergiz unutmayalar
Kaynakça
Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, trc.
Tahsin Yazıcı, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul 1986.
Ahmet Yaşar Ocak, “Selçuklular ve Beylikler Devrinde Düşünce”, Türkler, VII, ed. Hasan
Celâl Güzel-Kemal Çiçek-Salim Koca, Yeni
Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 429-438.
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü, Rehber Yayınları, Ankara
1997.
Hasibe Mazıcıoğlu, Fuzûlî ve Türkçe Divanı’ndan Seçmeler, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara 1992.
Muhammed b. Ali b. Es-Serrâc, Tuffâhu’l-Ervâh ve Miftâhu’l-İrbâh, trc. Nejdet Gürkan-Mehmet Necmettin BardakçıMehmet Saffet Sarıkaya, Kitap Yayınevi
Yayınları, İstanbul 2015.
Mustafa Tatcı, Risâletü’n-Nushiyye (Tenkitli Metin), MEB Yayınları, Ankara 2005.
Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Divânı (Tahlil),
MEB Yayınları, Ankara 2005.
Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Divânı (Tenkitli
Metin), MEB Yayınları, Ankara 2005.
Rauf Kahraman Ürkmez, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Tasavvufî Zümreler, Çizgi
Kitabevi Yayınları, Konya 2020.
Rauf Mutluay, “Yunus Emre’de Gerçek Hayat Sorunları”, Uluslar arası Yunus Emre Semineri Bildiriler, Baha Matbaası, İstanbul 1971, s.
188-200.
Süleyman Uludağ, “Ârif”, DİA, III, İstanbul
1991, s. 361-362.
Sultan II. Abdülhamid Tarafından Verilen
1 Ekim 1899 (25 Cemaziye’l-evvel 1317)
Tarihli Berat
Sivrihisar kazasının Sarıköy’ünde bulunan Yunus Emre Zaviyesi
Vakfının zaviyedarlık görevini yütüren Yakub Bey vefat edince,
mahallinden yapılan müracaat üzerine evkaf kayıtlarına başvurulurak
1317 (1899) senesinde oğlu Mustafa’ya bu görevin devredilmesi.
Mustafa’nın tıpkı babası gibi, geliri vakıf arazilerinin öşründen
karşılanmak üzere gelip geçen yolcuları ağırlamasının, onlara yiyecek
içecek ikram ederek hizmeti eksiksiz olarak en güzel şekilde devam
ettirmesinin kendisine bildirilmesi.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
77
Çeşitli bilim dallarının, sanat ve meslek
kollarının özel kelimeleri olarak tanımladığımız
terim sözü, Latince “sınır, son” anlamına gelen
terminus kelimesine benzetilerek derlemek
fiilinin eski şekli olan termek fiilinden -im eki
getirilerek türetilmiştir.Türk Cumhuriyetlerinde
ise bu terim Rusçadaki biçimiyle temrin olarak
kullanılmaktadır (Zülfikar, 1991: 20).
YUNUS EMRE DİVANI’NDA TÜRKÇE İSLAMİ TERİMLER
EMEK ÜŞENMEZ
1*
Yunus Emre çoğu zaman dinî terimleri Türkçeleştirirken onları açıklayıcı, tefsirvârî ifadelerle ele almaktadır. Mesela “secde” sözüne “yüz yire urmak” derken
“abdest”i “eli suya urmak”, “zikir”i “tesbih okumak”, “sabah namazı”nı “irte
namazı” şeklinde söylemektedir.
Giriş
Terim Nedir?
T
erim sözü ile genel konuşma ve yazı
dili dışında kalan ve belli bir uzmanlık
isteyen, genel konuşma ve yazı dili
dışındaki anlamın dışında özel bir anlam içeren
ifade anlaşılmaktadır. Bir başka ifade ile terim
belli bir alana ait özel anlamlı kelimeler olarak
açıklanabilir.
Türk Dil Kurumu tarafından hazırlanan
Türkçe Sözlük’te terim şu ifadelerle
1* Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, Dil
Merkezi Başkanlığı, Yeni Türk Dili, emek.usenmez@
istanbul.edu.tr
Bu yazı, 2008 yılında Aksaray Üniversitesi
tarafından düzenlenen I. Uluslararası Yunus Emre
Sempozyumu’nda okunan bildirinin gözden
geçirilmiş-genişletilmiş şeklidir.
78
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
açıklanmaktadır: “Bir bilim, sanat, meslek
dalıyla veya bir konu ile ilgili özel ve belirli bir
kavramı karşılayan kelime, ıstılah” (2005:1959).
Türkçe Sözlük’te yapılan bu açıklamadan da
anlaşılacağı üzere terim sözünde bir öze aitlik,
belli bir alan içerisindeki anlam ve anlamlardan
söz edilmektedir. Aynı kelime terim anlamı
ile genel anlamından ayrılmakta ve ait olduğu
terim dünyasındaki anlamı ile o sahaya özgü
anlam taşımaktadır.
“Özel bir bilgi ya da etkinlik alanına, bir bilim,
uygulayım ya da uzmanlık dalına özgü sözcük.
Terimler uzmanlar arasında etkin bir bildirişim
sağlanması için gerekli, temel nitelikli ögelerdir.
Genel dilde geçerli olan çok anlamlılığa karşın
terim alanında tek anlamlılığa yöneliş görülür.
Bu olguya bağlı olarak daha hızlı bir yenileniş
süreci ve yaratım etkinliği gözlemlenir” (Vardar,
2002: 192).
Türkiye’de terim çalışmaları son yıllarda
hareketlilik kazanmıştır.2 Terim çalışmaları
konusunda Türk Dil Kurumu lokomotif vazifesi
görmektedir. “Türk Dil Kurumu terim türetmek,
terim soruşturmaları yapmak, terim sözlükleri
yayımlamak konularında ülkemizde öncülük
etmekle kalmamış; bunların yayılmasında,
tutunmasında da görev almıştır.” Türk Dil
Kurumu bugüne kadar ortalama yetmiş tane
terim sözlüğü hazırlamıştır: Yasa Dili Sözlüğü,
Yazın Terimleri Sözlüğü, Tiyatro Terimleri
Sözlüğü, Sinema ve Televizyon Terimleri Sözlüğü,
Tarım Terimleri Sözlüğü gibi (Zülfikar, 1991:
11).
Yunus Emre’ye Kadar Türkçe
Yazılı belgeler kıstas alınmak kaydıyla miladi
VIII. yüzyıldan bu yana takip edebildiğimiz
Türk dili, tarihî gelişim süreci içerisinde Eski
Türkçe döneminin bir alt dalı olarak Karahanlı
Türkçesi devrini yaşamıştır. Türkler kitleler
hâlinde VIII. yüzyıldan itibaren İslam dinine
girmeye başlamışlardır.Türk tarihinin kronolojik
süreci esas alındığında Türk milletinin devlet
olarak İslamiyet’e girmesi X. yüzyıla tekabül
eder. Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han
zamanında gerçekleşen bu hadise, Türk dil ve
edebiyatında şekil ve içerik açısından İslami
yönde değişme ve gelişmelere yol açmıştır.
Karahanlılar döneminin ilk eseri, Yusuf Has
Hacip’in kaleme aldığı Kutadgu Bilig’dir. Bunu
Kaşgarlı Mahmud’un meşhur eseri Divanü
2 Türkiye’deki terim çalışmaları hakkında kapsamlı
bilgi için bkz: Hamza Zülfikar, Terim Sorunları ve
Terim Yapma Yolları, TDK Yayınları, Ankara, 1991.
Lügati’t-Türk takip eder. Divan-ı Hikmet,
Atebetü’l Hakâyık ve Kur’an Tercümeleriyle
birkaç tarla satış senedi dönemin diğer
eserleridir.
Türkistan’dan Anadolu’ya göç eden Türkler
büyük bir kültür ve medeniyeti de bu sahaya
taşımış oldular. Türk yazı dilinin tarihî gelişimi
içerisinde Karahanlı Türkçesinden sonra
Batı Türkçesi teşekkül etmeye başlamıştır.
Batı Türkçesinin ilk dönemini Eski Türkiye
Türkçesi (Oğuz Türkçesi, Eski Anadolu
Türkçesi) oluşturur. Türkistan’dan Anadolu’ya
gelen Türklerin büyük çoğunluğunu Oğuzlar
oluşturduğu için bu devir Türkçesine Oğuz
Türkçesi de denilmiştir. Konu hakkında Mustafa
Özkan’ın değerlendirmesi şu şekildedir:
“XI. yüzyıl ve sonrası Orta Asya Türklüğü için
devamlı bir göç devridir. Bir kısım Türk kolları
orada kendilerini muhafaza ederken bir kısım
Türk boyları da batıya doğru göç ettiler. Batıya göç
edenler de çeşitli yönlere ayrıldılar. Kimisi kuzeyi
takip etti ve Karadeniz’in kuzeyine gitti. Bir kol
Kafkaslarda konakladı; bir kol güneye indi, bir
başka kol Anadolu’ya girdi. Böylece büyük kitleler
hâlinde göç eden Türk boyları İran, Azerbaycan,
Kafkasya, Suriye, Irak, Mısır, Anadolu ve Rumeli’ye
yayıldılar. Bu geniş coğrafi yayılış, o zamana kadar
Orta Asya’da tek bir yazı dili hâlinde devam eden
Türk dilinde bazı farklılaşmalara sebebiyet verdi
ve Türkçe birtakım dallanmalara uğradı. Ancak
her kol bir yazı dili kurma imkânı bulamadı, bu
yüzden dilleri sadece konuşma dili olarak kaldı.
Bazı sahalarda ise meydana getirilen yazı dilleri
gelişme imkânı bularak günümüze kadar devam
etti. Ancak gelişme imkânı bulan Türk dili kolları
da taşıdıkları özellikler bakımından birbirinin
aynısı olmadı.
Anadolu Türklüğünün büyük bir kısmını Oğuz
boyları oluşturmaktaydı. Oğuzlar Anadolu’ya
kendileriyle birlikte edebî geleneklerini de
getirmişlerdi. Böylece Anadolu’da Oğuz şivesine
dayalı yeni bir yazı dili gelişmeye başladı” (Özkan,
2000: 38).
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
79
Yunus Emre’nin yaşadığı devirde Türk diline itibar edilmiyordu. Arapça
ve Farsça bu yüzyılda ilim ve edebiyat dili olmuştu. Selçuklu devletinin
yıkılmasından sonra Anadolu’da kurulan beylikler Arapça ve Farsçaya fazla
önem vermemişlerdir. İşte bu noktada Anadolu’da yetişen bazı şairler Türk
dilini âdeta yeniden inşa ederek ona hayat kazandırmışlardır. Âşık Paşa, Ahmed
Fakih, Sultan Veled, Hoca Dehhani, Şeyyad Hamza bunlardan bazılarıdır. Bu
dönem şairleri içinde Yunus Emre’nin ayrı bir yeri vardır.
XIII. Yüzyıl Anadolu’sunda
Yunus Emre’nin Dili
XIII. yüzyıl Anadolu’suna baktığımız zaman
göze çarpan önemli olaylardan birisi de büyük
Moğol istilasıdır. Moğolların Anadolu’yu yakıp
yıkması, Anadolu’daki otorite boşluğu halkı
çaresiz bırakmıştır. İşte bu sıralarda Türkistan
coğrafyasından Rum iline gelen Horasan
erenleri halkı birlik ve dirliğe çağırmışlardır.
Hoca Ahmed-i Yesevî’nin başlattığı bu çığırın
Anadolu’daki büyük temsilcilerinden birisi de
Yunus Emre’dir.
Yunus Emre’nin yaşadığı devirde Türk
diline itibar edilmiyordu. Arapça ve Farsça bu
yüzyılda ilim ve edebiyat dili olmuştu. Selçuklu
devletinin yıkılmasından sonra Anadolu’da
kurulan beylikler Arapça ve Farsçaya fazla önem
vermemişlerdir. İşte bu noktada Anadolu’da
yetişen bazı şairler Türk dilini âdeta yeniden
inşa ederek ona hayat kazandırmışlardır.
Âşık Paşa, Ahmed Fakih, Sultan Veled, Hoca
Dehhani, Şeyyad Hamza bunlardan bazılarıdır.
Bu dönem şairleri içinde Yunus Emre’nin ayrı
bir yeri vardır. Mustafa Özkan’ın (Özkan 2000:
184) ifade ettiği gibi Yunus’un elinde Anadolu
Türkçesi yüksek bir ifade gücü kazanmıştır.
13. yüzyılın bu büyük mutasavvıfının
edebiyat ve dil tarihimizde iki3 önemli yeri
3 Bu konuyla geniş bilgi için bakınız: Necmettin
Hacıeminoğlu, “Yunus’un Türkçesi” (Yunus Emre
İle İlgili Makalelerden Seçmeler, Haz. Hüseyin
Özbay, Mustafa Tatcı), Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara 1991.
80
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
vardır. Bunlardan birincisi Yunus Emre’nin
şiirlerindeki temadır. Halkı doğru yola çağıran
Yunus Emre barışın, sevginin, cömertliğin,
kardeşliğin, deyim yerindeyse insanlığın timsali
olmuştur. Bu yönü ile Yunus’un şiirlerini
okuyanlar ondan büyük zevk almışlardır. Öyle
ki Yunus Emre yedi yüz yılı aşkın bir zamandır
sadece bu topraklarda değil evrensel anlamda
bütün dünyada sevilerek okunmaktadır. Bu
durum Yunus’un şiirlerinin iç yapısıyla ilgilidir.
Yunus Emre’nin dili Batı Türkçesinin ilk
devresini teşkil eden 13. yüzyıl Oğuz Türkçesidir.
Eski Anadolu Türkçesi diye adlandırdığımız
bu dönemin 13, 14 ve 15. yüzyılları geçiş
aşamasıdır. Bu dönemde yazılan eserlerde
olduğu gibi Yunus’un eserlerinde de dil iki
yönden karşımıza çıkmaktadır. 13. yüzyılda
Anadolu bozkırlarında Türk dilini pürüzsüz bir
şekilde kullanan Yunus Emre iletilerini halka
anlatmada halkın dilini kullanmıştır. Yunus’un
şiirlerindeki dil XIII. yüzyıl halk Türkçesidir.
“Eski Anadolu Türkçesi denilen bu devrenin
en büyük temsilcilerinden olan şairimiz, dilimizi
son derece güzel kullanıp işleyen, geliştiren büyük
bir sanatkârdır. Dili eşsiz bir kudret ve hünerle
kullanan Yunus’un şiirlerinde Türkçe en güzel
şeklini almıştır. Dilimizin millî sesini, millî
çehresini ve dehasını o devirde en iyi aksettiren
sanatkâr Yunus Emre’dir. Onun dili en güzel, en
halis Türkçedir. Yunus halkın dilini en canlı, en
ışıklı ve en sıcak şekilde kullanmıştır. Türkçenin
bir edebiyat ve kültür dili olmasında Yunus’un
hizmeti son derece büyüktür. Bu dil, İslami Türk
medeniyetinin o devirde taşıdığı bütün zenginliği
içine alan ve aksettiren millî bir dildir. Türk
halkının bütün duygu, heyecan ve düşüncelerini,
bütün iç zenginliğini en iyi şekilde verebildiği için
de son derece samimi ve bizdendir. Yunus sade bir
dil kullandığından halk onu yüzyıllar boyunca
severek okumuştur, bugün de severek okumaktadır.
Türk milleti Yunus’ta kendi öz dilini ve kendi iç
dünyasını bulmaktadır” (Timurtaş, 1989: III).
Yunus Emre üzerine doktora çalışması
yapan Mustafa Tatcı eserinde şairin Türkçesine
dair bazı bilgiler vermektedir. Tatcı, Yunus’un
asıl dehasının nedenini şöyle açıklamaktadır:
“ Yunus’un asıl dehası, Türkçeyi sanatkârâne
bir üslupla kullanmasında aranmalıdır. O âdeta
Türkçe tasavvuf ve ıstılah dilinin kurucusudur.
Türkçe Yunus’un kalemiyle estetikleşmiş, ebedîleşmiş
ve canlanıp yayılmıştır” (Tatçı, 2005: 67).
Ahmet Bican Ercilasun, Eski Oğuz
Türkçesinin en büyük ismi olarak Yunus
Emre’yi gösterir ve şair hakkında şunları söyler:
“Şiirlerini aruz ve heceyle yazan Yunus, tasavvuf
heyecanını en derinden duyan ve hissettiren; duygu
ve heyecanlarını çok sade ve akıcı bir dille anlatan
Türk dil ve edebiyatının müstesna şahsiyetidir.
Türkçe onun dilinde dupduru bir su gibidir: Parlak,
anlaşılır fakat coşkun” (Ercilasun, 2004: 443).
Yunus Emre denilince Anadolu akla gelir.
Onun şiirleri süssüz, gösterişten uzak ve oldukça
samimidir. Yunus’un şiirlerinde Anadolu insanı
kendi benliğini bulmuştur. Yunus Emre’nin
amacı insanlara faydalı olmaktır. İnsanlara
faydalı olmak isteyen bir kişi öncelikle seslendiği
toplumun dilini bilmeli, o dilden konuşmalıdır.
Eğer şair topluma farklı bir dilden sesleniyorsa
amacına ulaşmakta sıkıntıya düşer. Fakat Yunus
halktan biriydi ve o, halkın dilini kullandı. Bu
yüzdendir ki Anadolu halkı Yunus’u ve şiirlerini
sevdi. Yunus’un şiirlerinde ifadeler çok açık ve
yalındır:4
Ömrüm beni sen aldadun
Ah nideyim ömrüm seni
Beni deprenimez kodun
Ah nideyim ömrüm seni
Benüm varum hep sen idün
Canum içinde can idün
Hem sen bana sultan idün
Ah nideyim ömrüm seni (322)
Yunus Emre’nin dili Eski Oğuz Türkçesi’dir.
Yunus’un yaşadığı yüzyıl Türk dil tarihi
açısından bir geçiş aşamasıdır. Bir taraftan Eski
Türkçe izleri, diğer taraftan yeni yeni şekillenen
Eski Anadolu Türkçesi izleri Yunus’un
şiirlerinde yer almaktadır. Başka bir ifadeyle
bu dönem şairlerinin hemen hemen hepsinde
benzer özellikler söz konusudur. Yunus Emre’de
arkaik izler taşıyan çok sayıda kelime vardır.
Necmettin Hacıeminoğlu’nun dediği gibi
onun ifadesi eski Türk cümlesinin devamıdır
(Hacıeminoğlu 1976: 148-160). Aşağıdaki şiir
örnekleri konuyu aydınlatıcı niteliktedir:
4 Yazıdaki şiir örnekleri Mustafa Tatcı’nın hazırlamış
olduğu Yunus Emre Divanı’ndan alınmıştır. Şiir
sonundaki numaralar sayfa numarasına işaret
etmektedir. Çalışmanın Yunus Emre’de Türkçe
İslami Terimler kısmındaki şiir örnekleri ise Faruk
Kadri Timurtaş’ın hazırlamış olduğu Yunus Emre
Divanı’ndan alınmıştır. Faruk Kadri Timurtaş, Yunus
Emre Divanı, İstanbul 1972. Bu neviden bir ayrım
yapılmasının nedeni terim seçiminde Faruk Kadri
Timurtaş’ın hazırlamış olduğu Divan’da kelime
okunuşları ve devrin dil hususiyetlerinin yakından
gözetilmesi olmuştur. Diğer taraftan Mustafa
Tatcı’nın klasik edebiyat bağlamında Yunus Emre
Divanı üzerine tenkitli metin hazırlayarak doktora
çalışma yapması terimler bahsinden daha öncesinde
yani Yunus Emre’nin şiirlerinin içerik vb. yönlerden
ele alınmasında tercih edilmiştir.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
81
Yunus Emre’nin dili Eski Oğuz Türkçesi’dir. Yunus’un yaşadığı yüzyıl Türk
dil tarihi açısından bir geçiş aşamasıdır. Bir taraftan Eski Türkçe izleri, diğer
taraftan yeni yeni şekillenen Eski Anadolu Türkçesi izleri Yunus’un şiirlerinde
yer almaktadır. Başka bir ifadeyle bu dönem şairlerinin hemen hemen hepsinde
benzer özellikler söz konusudur. Yunus Emre’de arkaik izler taşıyan çok sayıda
kelime vardır. Necmettin Hacıeminoğlu’nun dediği gibi onun ifadesi eski Türk
cümlesinin devamıdır.
Kişi gerek çok bile ol gerek öğüt ala
Menzile irsem diyen belürsin hazin hazin
Bu yol yavlak uzakdur dünya ana duzakdur
Bu duzaga ugrayan komaya kılavuzın (238)
Niçe çagırdısa ün taşra çıkmaz
Kodı çagırmagı ayruk çagırmaz
Yukaru bakar ol çâh agzı ırak
Aşagada makâmı taş u toprak (366)
Kuşlarıla turgıl bile
Kıl namazı imam ile
Yalvar günahın gel dile
Tanla seher vaktinde tur (140)
Yunus’un şiirlerinde Arapça ve Farsça kelimeler de
mevcuttur. Fakat Yunus Emre bu kelimeleri Türkçe söyleyiş
özelliğine uydurmuştur. Bu yüzden Yunus Emre’deki Arapça
ve Farsça kelimeler okuyucuya ağır gelmez. Yunus’un
kullandığı bu Arapça ve Farsça kelimeler dinî-tasavvufi
içeriklidir ki bu kelimelerin çoğu Karahanlı Türkçesi
eserlerinde de kullanılmaktaydı.
Yunus Emre’ye ne gam âşık melâmet bed-nâm
Küfrüm îmâna şol dem anda degişüp geldüm. (195)
Ne Ka’be vü ne mescid ne rükû ne sücûd
Hakk’ıla dâim becid olur münâcâtumuz. (155)
82
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Ne oran u kıyâs ne nakş u nişân
Ne miyân u kenâr nihâyetün var. (116)
Yunus Emre’yi üstün bir mutasavvıf olarak
niteleyen Nihad Sami Banarlı’nın şairin dili
hakkında söylediği şu sözler konunun bütünlüğü
açısından dikkate değerdir:
“...Böylelikle, Anadolu’da XIII. asırda başlayan
ve bir daha yerini hiçbir yabancı dile bırakmayan
Türkçenin bu kati zaferinde Yunus Emre’nin
aziz hizmeti vardır. Ancak Yunus Emre Türkçesi,
bazılarının yanlış olarak söyledikleri gibi bir öz
Türkçe değildir. Bu dil ortak İslam medeniyeti
içinde öteden beri gelişmeye başlamış ve bu ortak
medeniyet dillerinden Türkçeleştirilmiş kelimelerle
zengin bir İslami Türk Dili’dir” (Banarlı 1983:
335).
İslami Terimlerin Türkçeleşmesi
Türk dilinin tarihî gelişimi içerisinde
İslami içerikli metinler önemli bir yer tutar.
Bunda şüphesiz tek ve en büyük etken İslam
dinidir. Genel olarak X. yüzyılda İslam dini
ile tanışan Türkler bu yeni dinin vecibelerini
ve gerekliliklerini öğrenmek için çeşitli yollara
başvurmuşlardır. Bu yollardan en başta geleni
bilindiği üzere Kur’an tercümeleridir.5 Türklerin
mensubu oldukları yeni din bu tercümeleri
yapma zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Zaten
İslami terimlerin Türkçeleşme mazisi Kur’an
tercümelerine dayanmaktadır.
İslamiyet’in resmen devlet dini olarak kabul
edilmesi, X. yüzyılda Karahanlılar zamanında
gerçekleşmiştir. Türklerin
toplu
olarak
İslamiyet’i kabul etmelerinin hemen ardından,
Kur’an’ı anlamak, manasına nüfuz edebilmek
ve esaslarını layıkıyla öğrenebilmek için Türkçe
çevirisine ihtiyaç duymuş oldukları şüphesizdir.
dinin talimatını ve esaslarını öğrenme ihtiyacı
duydukları, binaenaleyh ana kaynak Kur’an-ı
Kerim’i anlamak için kendi dillerine çevirmek
istedikleri şüphesizdir (Toplaoğlu, 1978: 1).
Yapılan Kur’an tercümeleri genellikle satır
altı olup bire bir kelime karşılıkları verilmiştir.
Bilindiği üzere ilk Kur’an tercümesi Farsçaya
olmuştur. Rivayetlere göre bu tercüme işlemi Hz.
Peygamber dönemine kadar götürülmektedir
(Ata, 2004:IX).
Kur’an’ın bütün olarak Farsçaya ilk tercümesi
ise Samanîler devrinde (875-999), hükümdar
Samani Mansur İbni Nûh (hükümranlığı 961976)’un buyruğu üzerine Buhara’da yapılmış
ve bunda Taberî’nin hacimli Kur’an Tefsiri
esas alınmıştır. Bu tercüme metni herhangi bir
ek açıklamaya yer vermeksizin kelime kelime
yapılan bir tercümedir (Ata, 2004:IX).
Kur’an-ı Kerim’in Anadolu Türkçesine
tercümeleri, Selçuklular devletinin dağılışından
sonra kurulan beylikler devrinde başlamıştır.
Bu ilk tercümeler, satır arası kelime kelime
tercümeden ziyade tefsirli tercüme şeklinde
yazılmıştır. Bunlar umumiyetle kısa bazı
surelerin tefsirleridir (Topaloğlu, 1978: 2).
Yapılan Kur’an tercümelerindeki dinî
terimlere verilen Türkçe karşılıklardan bazıları
şu şekildedir: (Üşenmez, 2006: 94-96).
Açgan: Fettah
adakın kıl-: İkamet (Namazı tam erkânı ile
kılmak)
adakın tur-: Kıyam (Ayakta durmak, kıyam
etmek)
adırmak: Furkan ( Hakkı batıldan ayırt
etme)
adırmak küni: Yevmü’l- faşl (Hüküm günü)
Türklerin X. asrın ortalarında, İslam dinini
toplu bir hâlde kabul etmelerinden sonra bu yeni
agırlıg mezgit: Mescid-i Haram
5 Burada Kur’an tercümeleri sözü ile kastedilen,
satır arası tercümelerdir.
alkış: Selam
agırlıg küşüşlük: İzzet
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
83
arıg Sübhan: (Münezzeh ve takdis etme)
bir ök: Vahit
irinç: Nimet
arıg ay-: Tesbih (Tesbih etmek)
bir Tanrı: Allah
İsa esleri: Havariler
arıg: Kuddus (Allah’ın adlarından)
bit-: İbadet (ibadet etmek)
Katıksız: İhlas sahibi, halis
arıg Tanrı: Sübhan Allah
bitgen: Mümin (ibadet eden)
katıksız kılıglı: Günahtan arınmış
arıglık: Sübhan (Münezzeh olma)
keçürgen: Afuvv
örtgen: Gafur
ruzı bergen: Rahman (Allah’ın adlarından,
rızıklandıran)
sakış küni: Kıyamet
arıt-: Tenkiye (günahtan arıtmak)
bitigli: Mümin (inanan, iman eden)
ked rahim: Rahim (Allah’ın adlarından, rahmet
eden)
arka suwı: Nutfe (meni)
bitmek: İman
ken işlig: Vasi (Allah’ın adlarından, ihsan sahibi)
sawçı: Peygamber
artmak: Fazl (lütuf )
bitig: Kur’an-ı Kerim
kesilmiş: Farz
seç-: Vahyetmek
artatır: Fesad (fitne, fesat)
bodun: Ümmet
kezigli: Vesvese
sergen: Sabırlı
artuk kat-: İşrak (şirk koşmak)
boguzlagu: Kurban
kın: Azap
sermek:Sabır
atanmış öd: Ecel
borgu: Sur, kıyamette üflenecek boru
kışmak: Sapıklık, dalalet
sewünçi: Müjde
az amelka üküş bergen: Şâkir
boynagu: Mütekebbir (kibirlenen)
kidinki: Ahiret
sezinç: Şüphe, zan
boyun berigli: Müslüman
kidinki kün: Ahiret
son saray: Ahiret
bulgak: Fitne
kirtgünmek: İman
soyurkamak: Rahmet
bagırsak: Rauf (Şefkatli, Allah’ın adlarından)
burhan: Put
kirtgünmiş: Mümin
şükr öte-: Şükretmek
barlama-: Allah’ın varlığını ikrar etmemek
buyrulmuş: Farz
kirtgüngen: İman eden
tamug: Cehennem
baş kötürgen: Âlî (büyüklük taslayan)
bütügli: Mümin
kop-: Kıyam etmek, haşrolmak
tanıglı: Kâfir, iman etmeyen
berkistürmek: İbret
bütün işlig: Hakim (Allah’ın adlarından)
kopmak: Ahiret
tanmaklık: Küfr
belgü: Ayet
bütün söz: Hikmet
koparıl-: Diriltilmek, haşredilmek
Tanrı: Allah
belgülüg nişan: Mucize
ceza küni: Yevmü’d-din (hesap günü)
könügli: Hidayete eren
Tanrı tuta: Billahi, Allah adına
belgüsüz: Gayb
çın: Hak (doğru, gerçek)
köndürgen: Doğru yola sevk eden (Hâdî)
Tanrıda adın but: Put
berk bıçıg: Yemin
edgü körklüg va’de: Cennet
köni işlig: Hakim (Allah’ın adlarından)
Tanrıka yan-: Tövbe etmek
berk Emin: güvenilir
emgek: Eza, eziyet, sıkıntı
köni yol: Hidayet
Tanrıka yangan: Ermiş, evliya
beş namaz: Salihat
erklig bolmış: Dost (Allah)
könül urgan: Mütevekkil (Tevekkül eden)
Tanrın bilgen: Dindar
bilgen: Habir, alim (Allah’ın adlarından)
esenlik: Selam
körksüz yazuk: Hayasızlık
Tapmakka: Allah
bilgil: Elâ (Bak! Dikkat et!)
eşitgen: Semi (Allah’ın adlarından)
köyürgen ot: Cehennem ateşi
Tapug: İbadet
bilmez: Cahil
et-öz: Nefs
küç kıldaçı: Zalim
Tapungu: Allah
bilmezlik: Cahiliyet
ew bodnı: Ehl-i beyt
küçlüg ugan: Kadir (Allah’ın adlarından)
Tenlemek: Takdir
bilig bilmez kişi: Ümmi
ewürmek: Ceza
küdezgen: Hafız (Allah’ın adlarından)
tokuş-: Cihat etmek
biliglig: Âlim
gurdın kopgu: Haşr, dirilme
munsuz: Ganiyy
törüt-:Yaratmak
biligsiz: Cahil
ıdılmış: Peygamber, elçi
saknuk: Muttaki (Takva sahibi)
törütüpli: Yaratan
biligsizlik: Cehalet
idi: Allah
ogramak: Niyet
törütteçi: Yaratıcı
idi tuta and: Allah hakkı için
okıgu: Kur’an-ı Kerim
törütgen: Yaratan
igitgen: Allah
okımak: Dua
ile yüzlüg: Münafık
ortak kat-: İşrak (Allah’a şirk koşmak)
arın-: Tetahhur (boy abdesti almak)
azka üküş
adlarından)
bergen:
Şekur
(Allah’ın
bi-namaz bol-: Hayz (kadınlar için âdet
dönemi)
bir idi: Ahad (Tek Allah)
84
bitgen kunçug: Mümine (ibadet, iman eden
kadın)
ögdülmiş: Hamid (Hamda layık, Allah’ın
adlarından)
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
sakış kılguçı: Hasib
tüzün: Halim (Allah’ın adlarından, yumuşak
huylu)
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
85
ugan: Kadir (Allah’ın adlarından, Muktedir)
yük: Günah, günah yükü
ukgan: Habir (Allah’ın adlarından, haberdar)
yüksek: Aliyy (Allah’ın adlarından, yüce)
ulug: Kebir (Allah’ın adlarından; yüce, en
büyük)
ulug kün: Kıyamet günü
yükün-: Secde etmek
yüknügli: Sacid, secde eden
yun-: Boy abdesti almak
ulug bahşişlıg: Rahman (Allah’ın adlarından)
ulug yazuk: Büyük günah
üküş bergen: Vahhab
üküş örtgen: Gaffar (Allah’ın adlarından,
bağışlayıcı)
ülüg: Nasip, kısmet
İsrafil üni: Korkunç ses, zecre
yad kıl-: Zikretmek
yakın tiriglik: Dünya hayatı
yalavaç: Peygamber
yalgan söz: İftira
yanmak: Tövbe
yanluk: İnsan
yaraglıg: Hak, gerçek
yaragsız: Batıl
yaralgan: Bari (Allah’ın adlarından)
yarlıg ıd-: Vahiy göndermek
yarlıg ıdmak: Vahiy
yarlıka: Affetmek, bağışlamak (Allah’ın affı)
yarlıkaglı: Rahim
yarukluk: Nur
yaruk yol: Şeriat
yatgu yer: Mezar, kabir
yazuk: Günah, suç, hata
yazuk kök: Günahlardan arınmak
yek: Şeytan
yeti kat kök: Gökyüzü, sema
yinçke körügli
adlarından)
latif:
yok söz: İftira
yulug: Fidye
86
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Latif
(Allah’ın
Görüldüğü üzere Kur’an tercümeleri ile
birlikte Arapça kelimelerin hepsine Türkçe
karşılıklar verilmiştir. Böylelikle İslami
terimlerin Türkçeleşmesi sağlanmıştır. Aynı
kelime genel dilde normal anlamı içerisinde
düşünülürken İslami terim olarak dinî
terminoloji içerisinde değişik bir terim anlamı
kazanmıştır.
Yunus Emre’nin yaşadığı çağa gelene kadar
yazılan belli başlı eserlerde Kur’an tercümeleri
ile oluşturulan İslami terimler gerek Türkistan6
gerekse Anadolu sahasında yazılan eserlerde
fazlaca vücut bulmamıştır. Mesela Kutadgu
Bilig, Atabetü’l Hakayık gibi eserler her ne
kadar Türkçe yazılmışsa da Kur’an tercümeleri
ile mukayese edildiğinde bu eserlerin bahsi
geçen terimler açısından son derece zayıf
olduğu söylenebilir.7 Fakat burada dikkati çeken
bir nokta vardır. O da Divan-ı Hikmet ve Hoca
Ahmed-i Yesevî’dir. Hoca Ahmed-i Yesevî’nin
şiirleri de tıpkı Yunus Emre gibi saf, arı duru
bir Türkçe ile kaleme alınmıştır. Gerek muhteva
gerekse şekil ve söyleyiş biçimi bakımından
Hoca Ahmed-i Yesevî’nin Anadolu’daki en
büyük takipçisi kuşkusuz Yunus Emre’dir. Yine
bu devirde Dehhani, Şeyyad Hamza, Âşık Paşa
vb. şairlerin dili de Yunus Emre ile yakınlık
göstermektedir.8
6 Türkistan sözü ile kastedilen, Batılıların Orta Asya
dedikleri büyük Türk coğrafyasıdır.
7Kelime örnekleri ve geniş bilgi için bkz:
Emek Üşenmez, Karahanlı Türkçesi Sözlüğü,
(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Dumlupınar
Ünv., Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kütahya 2006.
8 Abdulbaki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf,
İstanbul, 3. baskı s. 116.
“Assı” sözü umumiyetle Eski Türkçede ve erken dönem Eski Anadolu Türkçesi
metinlerinde kullanılan bir kelimedir. Kelimenin asıl anlamı fayda, kâr, kazanç
anlamlarındadır. Kelime; Yunus Emre’nin şiirlerinde terim anlamı kazanarak
manevi kâr, sevap, iyilik, hayır anlamlarını karşılayacak dinî terminoloji
içerisinde kullanılmıştır.
Yunus Emre Divanı’ndaki Türkçe İslami Terimler
Yunus Emre Divanı’nda tespit edebildiğimiz
İslami terimler şunlardır:
Ağaç at: Tabut, sal
Su getüreler yumağa kefen saralar komağa
Ağaç ata bindüreler teneşire düşdi gönül
(87/14)
Alçakda tur-:
mütevazi olmak
Alçak
gönüllü
olmak,
Benlik: Nefsaniyet, enaniyet
Terk eylegil ten tertibin gider senden benlik
adın
İçün imaret olmadın taşundağı ma’mur nedür
(33/4)
Beş karış bez: Kefen
Beş karış bez-durur tonum ılan çıyan yiye
tenüm
Yıl geçe obrıla sinüm unıdulup kalam bir gün
(115/4)
Yol oldur ki toğrı vara göz oldur ki Hakk’ı göre
Er oldur alçakda tura yüceden bakan göz değül
(93/3)
Assı: Manevî kâr, sevap
Her kanda ki gözin baka Çalap hazırdur
mutlaka
Şol can ki tapmadı Hakk’a assısı yok ziyandadur
(36/5)
“Assı” sözü umumiyetle Eski Türkçede
ve erken dönem Eski Anadolu Türkçesi
metinlerinde kullanılan bir kelimedir. Kelimenin
asıl anlamı fayda, kâr, kazanç anlamlarındadır.
Kelime; Yunus Emre’nin şiirlerinde terim
anlamı kazanarak manevi kâr, sevap, iyilik,
hayır anlamlarını karşılayacak dinî terminoloji
içerisinde kullanılmıştır.
Bilür: Arif
Ya bildüğünden eyit ya bir bilürden işit
Teslimün ucun dutup hiç sözi uzatmayalar
(34/2)
Birlige bit-: Tevhide ulaşmak, ikilikten
kurtulmak
Geçdüm hod-bin ilinden el çekdüm dükeliden
Ol ikilik bâbından birliğe bitüp geldüm (99/3)
Biş on arşun biz: Kefen
Şol bir biş on arşun bizi kefen ideler eğnüme
Dikem şol dünya tonların geyem hey dost diyü
diyü (138/4)
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
87
Biti: Amel defteri
Din ulusı: Evliya, Allah dostu
Emanet ıssı: Allah (bütün canların sahibi)
Gönül gözi: Kalp gözü
Biti sunula elüne itdüğün gele yoluna
Anun gibi din ulusı haç öpdi çaldı nakusı
Azrail ne kişidür kasd idesi canuma
Üçüncisi marifet can gönül gözin açar
Tanuklar bile bulına dostun düşmenün andadur
(23/6)
Biti-: Kısmet olmak, nasip olmak.
Dört tekbir namaz: Cenaze namazı
İşidün iy yarenler kıymetlü nesnedür ışk
Oğlan gider danışmana salâdur dosta düşmana
Değmelere bitinmez hürmetlü nesnedür ışk
(75/1)
Şol dört tekbir namaz ile dahı tamam kılam bir
gün (115/3)
Bitmez sagınç: Sonsuz dünya istekleri
Dünya sevüsi: Dünya sevgisi, masiva
Yüz bin yıllık ömr ile henüz kuşlık olmadın
Bakma dünya sevüsine aldanma halk gövüsine
Geçdük bitmez sagınçdan yeksan yağmaya
virdük (78/6)
Büt sı-: Gönüldeki putları kırmak, Gönülde
Allah’tan başka bir şeye yer vermemek
Anun gibi din ulusı haç öpdi çaldı nakusı
Sen dahı var bütünü sı gel bu vücudun oda yak
(73/6)
Can alıcı: Azrail
Can alıcı hod geliser emaneti vir diyiser
Ben emaneti ıssısına vireyim andan varayım
(109/3)
Çalap: Allah
Her kanda ki gözin baka Çalap hazırdur
mutlaka
Şol can ki tapmadı Hakk’a assısı yok ziyandadur
(36/5)
Dap-: Secde etmek
Kudret suret yapmadın ferişteler dapmadın
Âlem halkı dönmedin ilerü yola geldüm
(104/10)
88
Sen dahı var bütünü sı gel bu vücudun oda yak
(73/6)
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Dönüp didar arzusına ol Hakk’a yüz tutmak
gerek (82/7)
Ben emanet ıssı-yla anda bitrişüp geldüm
(99/9)
Gönül hücresi: Kalp, Allah’ın evi
Er: Derviş, veli
Bu tevhid tonını geyen varlığın yoklığa sayan
İşbu yolda kâim turan bellü bilün ol er-durur
(37/7)
Eren: Veli, Allah dostu
Kıymetin tutar-ısan neye değer işbu dem
Erenlerin ma’nisin almaya satmayalar (34/5)
Ecel serhengi: Azrail
Esri-: İlahi aşka düşerek sarhoş olmak
Çalab viribiye sana bir gün ecel serhengini
Çünkim beni esritdün can u gönül iletdün
Gele görine gözüne azdura benzün rengini
(163/1)
Ayırma beni senden bulışdum ayrılmazın
(122/5)
Eksiklü: Günahkâr, kendini kulluğa layık
görmeyen
Evliya eli al-: Bir Allah dostuna intisap
etmek
Yunus bu halk içinde eksiklüdür Hak bilür
Divane olmış çağrur dervişlik bühtan bana
(6/8)
El yu- (dünyadan): Masivadan el etek
çekmek, kendini Allah’a vermek
Bu Yunus eydür mabudum fena dünyadan el
yudum
İki cihanda muradum gel varalum Muhammed’e
(155/7)
Alun evliya elini toğru varun Hak yolını
Ma’ni budur bellü beyan bildüm diyen
bilmeyiser (38/6)
Tanlacak turı gelgil elüni suya urgıl
Üç kez salavat virgil andan bakgıl güneşe
(156/2)
Anun nûrı karanuyı sürer gönül hücresinden
Bes karanuluk nûr-ıla bir hücreye nite sığar
(41/3)
Günah yu-: Yapılan hayırlı amellerden ötürü
günahlardan arınmak, temizlenmek, ibadet vb.
hayırlı amellerle günahları affettirmek.
Okına Kur’an u Yâsin kulak urup dinleyesin
Tağca günahlar yuyasın tanla seher vaktinde
tur (28/6)
Evvel kapu şeriat emr ü nehyi bildürür
Yuya günahlarunı her bir Kur’an hecesi (164/3)
Hak Çalab: Allah
El bağlamışdur kamusı Hak Çalab’dandur
umusı
Nökerli kızdur kimisi alınmadın çoklar yatur
(50/8)
Eyü amel: Sevap, hayır
Hak yol: Allah yolu, doğru yol
Tanla turup başun kaldur ellerüni suya daldur
Evliyaya münkirler Hak yolına âsıdur
Nefsün düşmandurur öldür nefs hemişe ölse
gerek (80/2)
Ol yola âsı olan gönüllerün pasıdur (47/1)
Hakkı sevici: Veli, derviş
Gönli gin: Derviş, geniş gönüllü
Elü suya ur-: Abdest almak
Hak mana sarayına arşa değin yücesi (164/5)
Ben dervişem diyen kişi işbu yola âr gerekmez
Derviş olan kişilerün gönlü gindür dar
gerekmez (65/1)
N’ola Yunus sevdi-y-ise çokdur Hakk’ı seviciler
Sevenleri köyer didi anun için boynın eğer
(41/6)
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
89
Hece (hece taşı): Mezar taşı
Başuma dikeler hece ne irte bilem ne gice
Âlemler ümidi hoca sana ferman olam bir gün
(115/5)
Karanu: İnsandaki kibir, riya gibi kötü
vasıflar
Ala senden emaneti ide senünle cengini (163/2)
İç: Gönül, kalp dünyası
Terk eylegil ten tertibin gider senden benlik
adın
İçün imaret olmadın taşundağı ma’mur nedür
(33/4)
Dostdan yana uçamadun fakılık oldı sana fak
(73/4)
Sinlende çırağ olsun tur irte namazına (146/5)
Kalem çal-: Allah’ın ezelde yazdığı kadere
işaret eden bir deyim olup geçmişte kaderin
Allah tarafından yazılmasına delalet eder.
Çoklar Yunus’a dir nice ışk esrükligi
Nitsün ezel bezmünde eyle çalındı kalem
(105/9)
için
Bes karanuluk nûr-ıla bir hücreye nite
sığar(41/3)
İl namazuma dirilür Allah sana sundum elüm
(100/6)
Keleci: Söz, dinî bakımdan değeri taşıyan
söz, hikmetli söz
Nefs göline tal-: Nefsin isteklerine göre
hareket etmek, azmak, yoldan çıkmak
Keleci bilen kişinin yüzüni ağ ide bir söz
Sözi bişirüp diyenün işini sağ ide bir söz (59/1)
Beğler azdı yolından bilmez yoksul hâlinden
Çıkdı rahmet gölinden nefs göline talmışdur
(48/4)
Salaca: Ölü taşıma tahtası
Geldi salacam sarılur dört yana salâ virilür
İl namazuma dirilür Allah sana sundum elüm
(100/6)
Sağ müsülman: Mümin, sağlam Müslüman
İşidün iy ulular âhır zaman olısar
Sağ müsülman seyrekdür ol da güman olısar
(35/1)
Sekiz uçmağ: sekiz cennet
Kendüzüni bilmeyen: Câhil, gaflette olan
İy kendüzüni bilmeyen söz ma’nisini bulmayan
Od u su vü toprak vü yil: Yaratılışın dört ana
maddesi
Hak varlığın ister isen ilm içinde Kur’an’dadur
(46/4)
Bu vücudun sermayesi od u su vü toprak vü yil
Her biri aslına gider gâfil olmak nendür senün
(79/3)
Kibr ivine gir-: Kibirlenmek
Bir dem gelür İsî gibi ölmişleri diri kılur
Bir dem girer kibr ivine Firavn-ıla Hâmân
olur (40/8)
İrte namazı: Sabah namazı
Namaz kıl yarağ olsun ahretde gerek olsun
kılmak
Geldi salacam sarılur dört yana salâ virilür
İkilik: Allah’ı birleyememe durumu
İkilikden geçemedün hâli hâlden seçemedün
Namaz
Anun nûrı karanuyı sürer gönül hücresinden
Issı: Allah
Eyde sana emaneti Issı diler tapşurayın
Namaza diril-:
toplanmak
Kulavuz: Allah dostu, mürşit, hak yol
gösterici
Bu yol yavlak uzakdur dünya ana duzakdur
Bu duzağa uğrayan komaya kulavuzın (117/3)
Kutlu: Mübarek, kutsal
Ağız ağızdan kutludur ola ki sözünüz duta
Ben yüz bin yıl söyler-isem sözüm kulağına
girmez (61/8)
Ölesi gün: Ecel vakti, ölüm zamanı, Allah’ın
takdir ettiği ölüm anı
Hergiz ölümin sanmaz ölesi günin anmaz
Bu dünyadan usanmaz gaflet ögin almışdur
(48/2)
Ölmezdin öndin öl-: Ölmeden önce ölmek,
“Mutu kable ente mutu” ölmeden önce ölünüz
mealindeki hadis-i şerif
Kevser havzına talanlar ölmezdin öndin
ölenler
Nefsini düşman bilenler konar Tûbâ tallarına
(161/6)
Kişi bile söz demini dimeye sözin kemini
Bu cihan cehennemini sekiz uçmağ ide bir söz
(59/5)
Sevü: İlahi aşk, muhabbet
Eydür isem eya gönül kanı farz u kanı sünnet
Eydür ki yok teşviş yine bu sevüye amel irmez
(61/6)
Sin: mezar
Gice gündüz oğlancıklar söyler iken bülbül gibi
Ayrılmışlar anaları sinlerini bekler yatur
(50/6)
Sorucı: Sorgu meleği
Sorucı gelür yir yırtup sorar Tanrı’n kimdür
diyü
İşbu canum anı tuyup sünüklerüm sıza-durur
(54/4)
Ömrin yavı kıl-: Ölmek
Kalıb: Ceset
Mumsuz bal: Şeriat
Âdem yaradılmadın can kalıba girmedin
Mumsuz baldur şeriat tortsuz yağdur tarikat
Şeytan lanet olmadın arş-ıdı seyran bana (8/5)
90
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Dost-ıçün balı yağa pes niçün katmayalar
(34/4)
Sabahın sinleye vardum gördüm cümle ölmiş
yatur
Sur ur-: Kıyametin kopacağı zaman İsrafil
aleyhisselamın Sur adlı boruya üflemesi
Her biri bîçare olmış ömrin yavı kılmış yatur
(51/1)
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
91
İsrafil sûrın urıcak mahlukat turu gelicek9
Senün ününden artuk ün hiç kulağum işitmeye
(2/7)10
Şeriat oğlanları: zahitler
Tanrı buyrugın tut-: Allah’ın emirlerine
uymak
Müsülmanam diyen kişi şartı nedür bilse gerek
Tanrı’nun buyrugın tutup beş vakit namaz
kılsa gerek (80/1)
Şeriat oğlanları nice yol eyde bize
Hakikat denizinde bahri oldum yüzerem
(95/7)
Şol gün: Ecel anı, ölüm vakti
Anma mısın şol güni sen gözin nesne görmez
Tanrı’n kimdür: Men Rabbike?
Sorucı gelür yir yırtup sorar Tanrı’n kimdür
diyü
İşbu canum anı tuyup sünüklerüm sıza-durur
(54/4)
ola
Düşe sûretün toprağa dilün haber virmez ola
(148/1)
Tamu: Cehennem
Tanuk: Şahit.
Biti sunula elüne itdüğün gele yoluna
Tanuklar bile bulına dostun düşmenün andadur
(23/6)
Yidi yir yidi göki tağları denizleri
Uçmağ-ıla tamuyı cümle vücudda bulduk
(76/3)
Tanrı: Allah
Âşık mı diyem ben ana Tanrı’nun uçmagın seve
Uçmak dahı tuzagımış mümin canların
tutmaga(1/4)
Yunus Emre’nin şiirlerinde belki de en
sık tekrar edilen kelimelerden birisi Tanrı’dır.
Türklerin İslamlıktan önce kullandıkları bu
kelime İslamiyet’in kabulü ile birlikte de
kullanılmaya devam etmiştir. Özellikle Kur’an
tercümelerinde çok fazla rağbet görmüştür.
Yunus Emre Tanrı kelimesinin yanında Hak,
Çalab, Hak Çalab, Allah, Huda, Mevla, İlah vb.
adları da kullanmaktadır.
9 Çeviri yazı işaretleri kullanılmamıştır.
10 Birinci rakam şiir; ikinci rakam ise beyit
numarasına işaret etmektedir. Beyit örnekleri için
bkz: Faruk Kadri Timurtaş, Yunus Emre Divanı,
İstanbul 1972.
92
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Tapu kıl-: Kulluk etmek
Yunus’a Hak açdı kapu Yunus Hakk’a kıldı tapu
Bâki devlet benimkiymiş ben kul iken sultan
oldum (96/6)
İsrafil sûrın urıcak mahlukat turu gelicek
Senün ününden artuk ün hiç kulağum işitmeye
(2/7)
Sanatün yiğreği çün namaz imiş hoş pîşe
Namaz kılan kişide olmaz yavuz endişe
(156/1)
Yavuzluk: Şer, kötülük
Uçmak: Cennet.
Âşık mı diyem ben ana Tanrı’nun uçmagın seve
Uçmak dahı tuzagımış mümin canların
tutmaga(1/4)
Uçmak kelimesi cennet anlamına gelmekte
olup kelime esasen Soğutçadan Türkçeye
geçmiştir. Karahanlılar zamanında yapılan ilk
Kur’an tercümelerinde ve erken dönem Eski
Anadolu Türkçesi tarihî metinlerinde sıkça
kullanılan bir kelimedir. Bu kelime genellikle
cehennem anlamındaki “tamu” sözüyle birlikte
kullanılır. Yunus Emre uçmak sözünün yanında
cennet sözünü de sıklıkla kullanmaktadır.
Yavuzluk eyleme sakın ecel sana senden yakın
Niçelerün aslın kökin yurd eyleyüp boza-durur
(54/2)
Yazu: Amel defterinde yazılı günah ve
sevaplar
Varıcağız terazuya Hak kendü bakar yazuya
Ne diyem tağlar eriye ol korkular kim andadur
(23/5)
Yazuk: günah
Yazugum çok günah öküş yürür idüm dünyada
Yanlış sanu: Suizan, kötü niyet
hoş
Eger gerçek âşık-ısan boynundağı menşur nedür
İtdüklerimün hisabın sorayım andan varayım
(109/6)
Hak yolına sâdık-ısan yanlış sanu tezvîr nedür
(33/1)
Yensiz gönlek: Kefen
Tesbih oku-: Zikretmek, Allah’ı zikretmek
Ağar pervaza kuşlar tesbih okur ağaçlar
Yavuz endişe: Kötü düşünce, şer düşünce
Turu gel-: Haşrolmak, ölülerin mezardan
kalkması.
Yarağ eyle-: Ahiret hazırlığı yapmak
Yunus gözün görürken yarağun eyle bugün
Şunlar ki çokdur malları gör nice oldı hâlleri
Gelmedi anda varan girü gelesi değül (85/8)
Sonucı bir gömlek giymiş anun da yokdur
yenleri (170/2)
Tevhid tonı gey-: Allah’ı birlemek
Yarın: Kıyamet günü, hesap günü
Yirden tur-: Haşrolmak, ölülerin mezardan
kalkması.
Bu tevhid tonını geyen varlığın yoklığa sayan
Eğer gerçek kul imişsem ana kullık kılayıdum
İsrafil sûrını ura hep mahlukat yirden tura
Ağlayadum bu dünyada yarın anda gülem diyü
(137/3)
Derilüben haşre vara kadı anda Sübhan ola
(6/2)
Himmet alan kardaşlar tur irte namazına
(146/3)
İşbu yolda kâim turan bellü bilün ol er-durur
(37/7)
Tortsuz yağ: tarikat
Mumsuz baldur şeriat tortsuz yağdur tarikat
Dost-ıçün balı yağa pes niçün katmayalar
(34/4)
Yarlıga-: Bağışlamak, affetmek
Hak Çalabum hak Çalabum sencileyin yok
Çalabum
Günahlarumuz yarlıga iy rahmeti çok Çalabum
(103/1)
Yüceden bak-: Hor görmek, gururla bakmak
Yol oldur ki toğrı vara göz oldurki Hakk’ı göre
Er oldur alçakda tura yüceden bakan göz değül
(93/3)
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
93
Yunus Emre’nin şiirlerinin en belirgin özelliklerinden birisi de İslami terimlerin
Türkçeleştirilmesi ve Türkçe söylenmesidir. Burada şu noktaya dikkat etmek
gerekir. Yunus Emre her şeyi Arapça aslından bozarak Türkçeleştirmemiştir.
Onun şiirlerinde uçmak kelimesinin yanında cennet, tamu kelimesinin yanında
cehennem; Tanrı, Çalap, Hak Çalap, Issı kelimelerinin yanında Allah, Rab, İlah,
Mevla kelimeleri de pek tabii olarak kullanılmaktadır.
mutasavvıflardan farklı bir yere ve öneme sahiptir.
Yunus Emre’yi farklı kılan şeylerin en başında
şüphesiz onun sade dili gelmektedir. Bu sade
dil gerçeğinin altında da Yunus Emre’nin pek
çok dinî terim, hadis ve ayeti Türkçeleştirmesi;
onlara Türkçe libası giydirmesi yer almaktadır.
Kaynakça
Yüzi kara: Günahkâr, mücrim
kelimeleri de pek tabii olarak kullanılmaktadır.
Âşıklar maksuda ire ârifler dost yüzin göre
Yunus Emre bir kavramı veya terimi
değişik ifadelerle kullanmaktadır. Anlatılmak
istenilen şey tek fakat söyleyiş şekilleri farklı
olabilmektedir. Mesela kefen sözü için bazen beş
karış bez, bazen biş on arşun biz, bazen de yensiz
gönlek tabirlerini kullanmaktadır. Yine aynı
şekilde Allah dostları için er, din ulusı, Hakkı
sevici, mürşit, kulavuz gibi farklı deyimlerin
kullanıldığını görmekteyiz.
Şöyle mücrim yüzi kara ben n’ideyin n’eyleyin
(133/6)
Yüzi yire ur-: Secde etmek
Yüzümi yire uruban kapulara toğru turuban
Şükrane canum virüben senden dilerem
ümmetüm (192/5)
Sonuç
Şiirleriyle asırlardır insanlığa mesaj veren
Yunus Emre’nin dilinin sadeliği ve güzelliğinin
etkisi ile onun şiirlerinde millî bir terminolojiden
söz etmek mümkündür. O, şiirlerini Türkçe
söylemiş ve pek çok inanç kavramını da
Türkçeleştirmiştir. İlk bakışta söylenmesi kolay
gibi görünen deyim ve ifadeler onun şiirlerini
süsleyen taç gibidirler.
Yunus Emre’nin şiirlerinin en belirgin
özelliklerinden birisi de İslami terimlerin
Türkçeleştirilmesi ve Türkçe söylenmesidir.
Burada şu noktaya dikkat etmek gerekir:
Yunus Emre her şeyi Arapça aslından bozarak
Türkçeleştirmemiştir. Onun şiirlerinde uçmak
kelimesinin yanında cennet, tamu kelimesinin
yanında cehennem; Tanrı, Çalap, Hak Çalap, Issı
kelimelerinin yanında Allah, Rab, İlah, Mevla
94
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Yunus Emre çoğu zaman dinî terimleri
Türkçeleştirirken onları açıklayıcı, tefsir-vârî
ifadelerle ele almaktadır. Mesela secde sözüne
yüz yire urmak derken abdesti eli suya urmak,
zikiri tesbih okumak, sabah namazını irte
namazı şeklinde söylemektedir.
Yunus Emre pek çok dinî terimi de
benzetmeler yoluyla Türkçeleştirmektedir.
Mesela şeriat için mumsuz bal, tarikat için de
tortsuz yağ benzetmelerini yapmaktadır.
Yunus Emre’nin şiirlerinde kullanılan dinî
ifadelerden Türkçe asıllı olmayan kelimeler de
Türkçeleşmiştir. Mesela namaz, oruç, Allah,
İlah, Azrail, İsrafil, melek, Hak, salavat gibi
kelimeler Yunus Emre’nin yaşadığı devirde
Türkçeleşmiş olan kavramlardır. Bu kavramlar
bugün olduğu gibi o dönemde de herkes
tarafından çok rahatlıkla anlaşılan sözlerdir.
Yunus Emre dili ve şiirlerindeki anlamla
sadece yaşadığı devirde değil bugün dahi diğer
KORKMAZ, Zeynep (1994), “Eski Türk
Yazı Dilinden Yeni Yazı Dillerine Geçiş Devri
ve Özellikleri”, TDAY-Belleten 1991, Ankara:
s. 55-64.
KÖPRÜLÜ, Fuad (1991),Türk Edebiyatında
İlk Mutasavvıflar, Ankara: Diyanet Yay.
KÖPRÜLÜ, Fuad (2005), Türk Edebiyatı
Tarihi, Ankara: Akçağ Yay.
AKALIN, Şükrü Haluk Türkçenin Teknik
Terim Zenginliği, Türkiye Bilişim Haftası, 3
Eylül 2003, “Teknik Bir Dil Olarak Türkçe”.
ÖZKAN, Mustafa (2000), Türk Dilinin
Gelişme Alanları ve Eski Anadolu Türkçesi,
İstanbul: Filiz Yay.
BANARLI, Nihad Sami (2000), Resimli
Türk Edebiyatı Tarihi I-II, İstanbul: MEB Yay.
ŞAHİN, Hatice (2003), Eski Anadolu
Türkçesi, Ankara: Akçağ Yay.
BANARLI, Nihad Sami (2002), Türkçenin
Sırları, İstanbul: Kubbealtı Yay.
TATCI, Mustafa (2005), Yûnus Emre Divân
ve Risâletü’n-Nushiyye, İstanbul: Sahhaflar Yay.
DİLÇİN, Cem (1983), Yeni Tarama
Sözlüğü, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri (Tarihsiz), Eski
Türkiye Türkçesi, Ankara: Akçağ Yay.
ERASLAN, Kemal (1998), Dîvân-ı
Hikmetten Seçmeler, Ankara: Kültür Bakanlığı
Yay.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri (1989), Tarih
İçinde Türk Edebiyatı, İstanbul: Boğaziçi Yay.
ERCİLASUN, Ahmet Bican (2004),
Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi,
Ankara: Akçağ Yay.
GÖLPINARLI, Abdulbaki (2015), Yunus
Emre ve Tasavvuf, İnkılap Yay. İstanbul.
HACIEMİNOĞLU, Necmettin (1991),
“Yunusun Türkçesi”, Yunus Emre İle İlgili
Makalelerden Seçmeler, (Haz. Hüseyin ÖzbayMustafa Tatcı), Ankara: Kültür Bakanlığı Yay:
148-160.
KORKMAZ, Zeynep (1981), “Anadolu Yazı
Dilinin Tarihî Gelişmesinde Beylikler Devri
Türkçesinin Yeri”, VII. Türk Tarih Kongresi,
C.II, Ankara: s.583-589.
KORKMAZ, Zeynep (1984), “Anadolu’da
Türkçenin Yazı Dili Oluşu ve İlk Öncüleri”,
Türk Dili, S. 390-391, Ankara: s. 272-278.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri (1972), Yunus
Emre Divanı, Ankara: Tercüman 1001 Temel
Eser.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri (1982), “Yunus’un
Dili Üzerine Notlar”, II. Milletlerarası Türk
Folklor Kongresi Bildirileri, Ankara: s. 405-412.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri (1989), Yunus
Emre Divanı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
TÜRK DİL KURUMU (2005), Türkçe
Sözlük, Ankara: TDK Yay.
ÜŞENMEZ, Emek (2006), Karahanlı
Türkçesi Sözlüğü, (Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi) Dumlupınar Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Kütahya.
VARDAR, Berke (2002), Açıklamalı
Dilbilim Terimleri Sözlüğü, İstanbul.
ZÜLFİKAR, Hamza (1991), Terim
Sorunları ve Terim Yapma Yolları, Ankara:
TDK Yay.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
95
YUNUS EMRE DİVANI’NIN DİLİ
(BİR ALINTISI ÖGESİ OLAN TAMLAMALAR AÇISINDAN BAKIŞ)
Erdoğan BOZ
1*
Yunus Emre Divanı’nda geçen Arapça ve Farsça kurallara göre yapılmış bir
alıntı ögesi olan tamlamaların, hem sayı hem de yerindelik bakımından devrin
şartlarına, şairin durumuna ve hedef kitleye uygun olduğunu söyleyebiliriz.
ğuz Türkçesinin Anadolu sahasındaki
ilk evresi Eski Anadolu Türkçesi olarak
bilinir ve kendi içinde üç döneme ayrılır: Selçuklu Dönemi (13. yy.), Beylikler Dönemi (14. yy.) ve Osmanlı’ya Geçiş Dönemi (15.
yy.) Bu ilk evreyi daha sonra Osmanlı Türkçesi
(16-20. yy.) takip eder ve son evre ise (20-21.
yy.) Türkiye Türkçesidir.
13. yüzyılda Anadolu’da oluşmaya başlayan
Türk yazı dilinin en önemli temsilcisi kuşkusuz
Yunus Emre (1241-1321)’dir. O bir mutasavvıf
şair olarak İslam tasavvufunu, geniş halk kitlelerine halk diliyle ulaştırmış olması bakımından
önemli bir yere sahiptir. Bu konudaki başarısı
elbette kullandığı dile bağlıdır. Şiirlerinin sevilip dilden dile dolaşması, onu taklit etmek isteyen onlarca şairin çıkmasına neden olmuştur.
Bunlardan bir kısmının mahlas olarak “Yunus”
adını almasıyla, zaman içinde neredeyse birbi-
O
1* Prof. Dr., Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Fen
Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
96
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
rinden ayırt edilemeyen “Yunuslar” ortaya çıkmıştır.
Bugün Yunus Emre Divanı olarak bilinen
birçok yazmada farklı Yunuslara ait şiirlerin bir
araya getirildiği bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla Yunus Emre’nin dili hakkında nesnel bir
şeyler söyleyebilmek zordur. Bununla birlikte
eldeki en eski yazmalara bakarak görece daha
nesnel tespitlerde bulunmak mümkündür.
Biz bu yazıda Divan’da2 geçen ve bir alıntı ögesi olan Arapça ve Farsça kurallara göre
oluşturulmuş tamlamalardan yola çıkarak Divan’ın dili hakkında bir değerlendirmede bulunacağız.
Alıntı ögesi olan bu tamlamalar; sayı, yerindelik, hedef kitleye uygunluk vs. açılardan
ele alındığında şairlerin dili hakkında bir fikir
verebilir.
2 Bu yazıdaki beyitler, Süleymaniye Kütüphanesi
Fatih Bölümü Nu. 3889’da kayıtlı yazmadan alınmıştır.
1. Arapça Kurala Göre Oluşturulmuş
Tamlamalar
Divan’da Arapça kurala göre oluşturulmuş
toplam 25 tamlama vardır. Bu tamlamaların
dağılımı şöyledir: òÀããuél-òÀã (2), úulıél-óaú
(1), yehdiél-lÀhü limen yeşÀé (1), eneél-óaú (8
), fiél-óÀl (1), óaúúaél-yaúìn (2), èayneél-yaúìn
(2), òÀããuél-òavÀã (1), el-úalbü mineél-úalbi
(1), fevúaél-èulÀ (1), rabbüél-èÀlemìn (1), imÀmeél-mütteúìn (1), òıtÀmüél-mürselìn (1), niôÀmüél-èÀlemìn (1), hümÀél-ekmelìn (1).
Arapça kurala göre oluşturulmuş tamlamaları kendi içinde şöyle tasnif edebiliriz:
i. Dinî Terim ve İfadeler: yehdiél-lÀhü limen yeşÀé, el-úalbü mineél-úalbi, úulıél-óaú,
eneél-óaú, niôÀmüél-èÀlemìn, òÀããuél-òavÀã,
hümÀél-ekmelìn
ii. Kişi Ad ve Sıfatları: rabbüél-èÀlemìn,
imÀmeél-mütteúìn, òıtÀmüél-mürselìn
iii. Kalıp Sözler: óaúúaél-yaúìn, èayneélyaúìn, òÀããuél-òÀã, òÀããuél-òavÀã, fevúaélèulÀ, fiél-óÀl
Arapça kurala göre oluşturulmuş tamlamaların sayısının, yaklaşık 150 yapraklık ve 204
şiirlik bir divan için yok denecek kadar az olduğunu söyleyebiliriz. Mevcut tamlamaların
da devrin şartlarına ve işlenen konuya bağlı
olarak çok gerekli görülebilecek dinî terim ve
ifadeler, kişi ad ve sıfatları ve kalıp sözlerden
oluştuğu görülüyor. Sonuç olarak Arapça kurala göre oluşturulmuş tamlamaların Yunus’un
dilini değerlendirirken olumsuz bir öge olarak
görülemeyeceği açıktır.
Aşağıya Arapça kurala göre oluşturulmuş
tamlamalardan birkaç örnek alıyoruz:
sensüz iki cihÀn benüm zindÀn görinür gözüme
senüñ èışúuñla bilişen gerek òÀããuél-òÀãdan ola
úulıél-óaú didi çalap sözi ùoàru diyene
bugün yalan söyleyen erte utanasıdur
dervìş eneél-óaú derse nola èaceb mi
hep varlıú óaúúuñdur èalì küll-i óÀl
2. Farsça Kurala Göre Oluşturulmuş
Tamlamalar
Divan’da Farsça kurala göre oluşturulmuş
toplam 90 tamlama vardır. Bu tamlamaların dağılımı şöyledir: Àlem-i vaódet (1), Àyet-i kül (1),
aãl-ı maèden (1), aãl-ı mekÀn (1), aãòÀb-ı süffe (1), ãÀóib-i keyvÀn (1), àayr-ı sen (1), ãırÀù-ı
müstaúìm (1), ãÿret-i insÀn (1), ãÿret-i pürmaènì (1), bÀd-ı bahÀr (1), baùn-ı óÿt (1), beyÀbÀn-ı òarÀb (1), cebbÀr-ı èÀlem (1), cebbÀr-ı
vaút (1), cebraéil-i mürsel (1), derd-i èÀşıú (1),
derviş-i dervìşÀn (1), deryÀ-yı nihÀn (1), devrÀn-ı rÿzigÀr (1), devr-i rÿzigÀr (1), dürr-i yetim (1), èahd-i sÀbıú (1), èÀlem-i keret (1), èalì
küll-i óÀl (1), èÀlim-i deyyÀñ (1), èaliyy-i murtaøì (1), èaúl-ı kül[l] (1), èazm-i sefer (1), ebÿbekr-i ãıddìú (1), ehl-i millet (1), èilm-i bÀùın
(1), èilm-i ledün (1), èilm-i óikmet (1), èömer-i
òaùùÀb (1), èömr-i fÀnì (1), faòr-ı Àlem (1), hüşyÀr-ı àÀfil (1), kÀn-ı ãafÀ (1), kerim-i lem yezel
(1), leylì-yi mecnÿn (1), manãÿr-ı baàdÀdì (1),
mevc-i èÀcÀyib (1), muùìè-i óaú (1), nefs-i cüzèì
(1), nÿr-ı ilÀhì (1), òÀãã-ı [òavÀã] (1), õerre-i
miŝúÀl (1), óükm-i revÀn (1), pÀdişÀh-ı lÀ-yezÀl
(1), raómÀn-ı raóìm (1), rızú-ı èömr (1), sem-i
baãÀret (1), sìmurà-ı úÀf (1), sulùÀn-ı cihÀn (1),
şeydÀ-yı raómÀn (1), şeyùÀn-ı racìm (1), terk-i
dünyÀ (1), ùÀlib-i èilm (1), ùıfl-ı nÀ-reste (1),
ùÿl-ı emel (1), vefÀdÀr-ı rÀz-daş (1), yÿsuf-ı
kenèÀn (1), zì-bahr-i nihÀyetsüz (1), zehr-i úÀtil
(2), taòt-ı süleymÀn (2), óükm-i sulùÀn (2),
mühr-i süleymÀn (2), devr-i zamÀn (2), deryÀ-yı
èummÀn (2), çarò-ı felek (2), óallÀc-ı manãÿr
(3), genc-i nihÀn (4), Àb-ı óayÀt (5)
Farsça kurala göre oluşturulmuş tamlamaları kendi içinde şöyle tasnif edebiliriz:
i. Kişi Ad ve Sıfatları: aãòÀb-ı süffe, ãÀóib-i
keyvÀn, cebbÀr-ı èÀlem, cebbÀr-ı vaút, cebraéil-i mürsel, dürr-i yetim, èÀlim-i deyyÀñ,
èaliyy-i murtaøì, ebÿ-bekr-i ãıddìú, èömer-i
òaùùÀb, faòr-ı Àlem, kerim-i lem yezel, manãÿr-ı
baàdÀdì, pÀdişÀh-ı lÀ-yezÀl, raómÀn-ı raóìm,
sulùÀn-ı cihÀn, yÿsuf-ı kenèÀn, zì-bahr-i nihÀyetsüz, óallÀc-ı manãÿr
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
97
ii. Dinî Terim ve İfadeler: Àlem-i vaódet, Àyet-i
kül, ãırÀù-ı müstaúìm, beyÀbÀn-ı òarÀb, derd-i
èÀşıú, derviş-i dervìşÀn, deryÀ-yı nihÀn, èahd-i
sÀbıú, èÀlem-i kesret, èaúl-ı kül[l], èilm-i bÀùın,
èilm-i ledün, èilm-i óikmet, èömr-i fÀnì, hüşyÀr-ı
àÀfil, kÀn-ı ãafÀ, mevc-i èÀcÀyib, muùìè-i óaú,
nefs-i cüzèì, nÿr-ı ilÀhì, óükm-i revÀn, sem-i
baãÀret, şeydÀ-yı raómÀn, şeyùÀn-ı racìm, terk-i
dünyÀ, ùÀlib-i èilm, ùÿl-ı emel, taòt-ı süleymÀn,
óükm-i sulùÀn, deryÀ-yı èummÀn, genc-i nihÀn,
Àb-ı óayÀt, mühr-i süleymÀn
iii. Kalıp Sözler: èalì küll-i óÀl, òÀãã-ı [òavÀã],
õerre-i miŝúÀl
iv. Edebî İfadeler: bÀd-ı bahÀr, leylì-yi mecnÿn, sìmurà-ı úÀf
v. Diğerleri: aãl-ı maèden, aãl-ı mekÀn, àayr-ı
sen, ãÿret-i insÀn, ãÿret-i pür-maènì, baùn-ı óÿt,
devrÀn-ı rÿzigÀr, devr-i rÿzigÀr, èazm-i sefer,
ehl-i millet, rızú-ı èömr, ùıfl-ı nÀ-reste, vefÀdÀr-ı
rÀz-daş, zehr-i úÀtil, devr-i zamÀn, çarò-ı felek.
Farsça kurala göre oluşturulmuş tamlamaların sayısının -yukarıda da açıkladığımız üzerebir divan içinde oldukça az olduğunu söyleyebiliriz. Yine mevcut tamlamaların devrin şartlarına
ve işlenen konuya bağlı olarak çok gerekli
görülebilecek dinî terim ve ifadeler, kişi ad ve
sıfatları, kalıp sözler, edebî ifadelerden oluştuğunu görüyoruz. Burada diğerleri olarak aldığımız tamlamaların da bir bütünün parçası olarak
görülmesi gerekir. Sonuç olarak Farsça kurala
göre oluşturulmuş tamlamaların Yunus’un dilini
değerlendirirken olumsuz bir öge olarak görülemeyeceğini belirtmeliyiz.
Aşağıya Farsça kurala göre oluşturulmuş
tamlamalardan birkaç örnek alıyoruz:
Àb-ı óayÀt çeşmesi èÀşıúlaruñ viãÀlidür
ãoóbeti èışúla ider ãuãamışları yaúmaàa
evvel daòı bu èaúl u cÀn senüñle aãl-ı mekÀn
Àhır yana sensin mekÀn uş varuram senden yaña
sen[den]dürür aããı ziyÀn ne iş gele bundan baña
rızú-ı èömri temÀm eyledi henÿz
şeş cihet olmadın tutduàı kisvet
bÀúì tertìblerümi şeró ideyüm
èinÀyet mevcÿdı sem-i baãÀret
Sultan Abdülaziz Tarafından Verilen
18 Mayıs 1863 (29 Zilkade1279)
Tarihli Berat
anuñ gibi maèşÿúanuñ òaberin kim getürür
cebraéil-i mürsel ãıàmaz şöyle olındı işÀret
3. Farsça-Arapça Kurala Göre Oluşturulmuş Karışık Tamlama
Divan’da Farsça-Arapça kurala göre oluşturulmuş toplam 1 tamlama vardır: kerìm –i õüélcelÀl (1)
bir avuç ùopraàa sunca úìl u úÀl
neye gerek iy kerìm-i õüél-celÀl
Sonuç olarak Yunus Emre Divanı’nda geçen Arapça ve Farsça kurallara göre yapılmış
bir alıntı ögesi olan tamlamaların hem sayı hem
de yerindelik bakımından devrin şartlarına, şairin durumuna ve hedef kitleye uygun olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu ögeler Yunus
Emre’nin duru ve arı Türkçesi için bir eksiklik
olarak görülemez.
Kaynakça
Babacan, Vasfi (2017), Yunus Emre’nin Risaletü’n-Nushiyyesi ve Divanı, Doruk Yayınları,
İstanbul.
Gölpınarlı, Abdülbaki (1965), Yunus Emre,
Risalet el-Nushiyye ve Divan, İstanbul.
Tatcı, Mustafa (1990), Yunus Emre Divanı
(Tenkitli Metin), Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara.
Timurtaş, Faruk Kadri (1980), Yunus Emre
Divanı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Uysal, İdris Nebi (2014), Yunus Emre Divanı
(Karaman Nüshası), Kesit Yayınları, İstanbul.
1277 (1861) yılında Sultan Abdülaziz’in tahta çıkmasıyla bütün
beratlar yenilenmektedir. Bu uygulama çerçevesinde Sivrihisar
Günyüzü kazasına bağlı Sarıköy’deki Yunus Emre Zaviyesi
Vakfında mahsulden alınan öşür karşılığında zaviyedarlık görevini
yürüten Yakub’un müracaatı üzerine bu görevi yürütmeye devam
edebileceğine dair yeni beratın kendisine verilmesi.
sensin baña cÀn u cihÀn sensin baña genc-i nihÀn
98
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
99
YUNUSÇA YAŞAMAK, SEVMEK, ÖĞRENMEK…
Leyla İPEKÇİ
1*
Bir toplumun nefsi hangi mertebedeyse konuştuğu dilin seviyesi o vasattadır.
Dili hangi seviyedeyse gönül medeniyeti de o kadardır.
A
nadolu’yu maddi ve manevi seferlerimizin ana teması, ana buluşma noktası
olarak tanımlıyorum. Coğrafi mekân
değil mecaz olarak kullanıyorum. Sevdiğimiz
yerdir Anadolu. Bizi seven, barındıran, içine alan
yerdir. Sevgilimizdir. Âşık ve maşukların buluşma noktası... Gözümüzün nurudur.
Hangi kapıyı açıp çıksak yine içerideyizdir
bu gönül coğrafyasında ki bunun sırrı işte Yunus
Emre ve gönül çocuklarının hayatımıza bıraktığı Türkçe mirastır. Bir dil, sadece iletişim kurmak için değil hakikati kendi içinden ve eşyadan okuyarak anlamlandırmak, derinleşmek ve
gönlümüzdeki sırrı (katmanlı gerçeği) belli bir
üslupla ifade edebilmek için konuşulur. Amaç;
kitaptan aktarılan bilgiden ötesini gönülden gönüle öğrenmek yani ana dilimizde yaşadığımız
manayı kendi içimizden çıkarıp okuyabilmektir.
1* Yazar
100
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
İşte Yunusça, bizimle konuşan ve bizimle susan
Anadolu’nun ümmi dilidir. Gönül dilidir.
İçine girdikçe bu saklı Yunusça hazinemizin
sadece ses olarak değil üslup, tavır, sanat, siyaset
ve edep olarak hayatın hemen her alanında canlı
olduğunu ama tanımlanmak için kısmen hırkasının altında bizi beklediğini fark ettim. Yunus’un açtığı yolda hayatımızın tamamına izini
düşüren, canlı bir evrensel üslubun ipuçlarını ele
aldığım Yunusça yaşamaya dair kitap bugünlerde
okurla buluşmak üzere.
Yunus derken tarihî bir kişiden değil iki binden fazla gönül çocuğu doğuran bir üslup ile kültür ve sanatın, siyaset ve sosyolojinin her alanına
sirayet eden ve tüm bir gönül coğrafyamıza hayat
veren bir külli manadan bahsettiğimin altını çizeyim öncelikle. Yine Yunus derken, toplumsal
düzeyde sadece dilin değil yaşantı üslubumuzun
sembolü olan bir üslup okulundan söz açtığımı
ve geçmişten değil “sonsuz şimdi”den bahsettiğimin altını da çizeyim.
prim vermediğinden, farklı olanlar hâkim olana
benzemek suretiyle ayakta kalabilir ancak.
Yunus Emre Anadolu’dan çıkmış, etrafa seyahat etmişse de yine Anadolu’da kalmıştır. Nitekim “Baba Tapduk manasını saçtık elhamdülillah” derken kendisi gibi gönül yolcularına iz
sürmeleri için bıraktığı işaretlerin gerçek taliplerin nezdinde sayısız olduğunu belirtir. Anadolu’nun başta tarif ettiğim anlamında Doğu’dan
Batı’dan gelerek buluşan Hak dostlarının kimi
divan bırakmış, kimi risale, kimi şiir, hikâye, ilahi... Bir kısmı mimari şaheserler vücuda getirmiş. Bir kısmı hat, tezhip, minyatür, derken bir
kısmı da insan yetiştirmiş. Adım attığımız her
belde bu velilerle kaim.
Zihninde ve gönlünde başkası (ağyar) fikrinden kurtulanın ise bir başka kimliğe, sıfata
ihtiyacı kalmaz. “Öteki” olmayınca “ben” de ortadan kalkar. Ki bizdeki vakıf medeniyeti malum; ben’ci değil, sen’ci bir kültürdür. Mülkü
-varlığı- kendi benliğine izafe etmeyen, nefsinde Hak sırrını bulanların kültürü.
Sinan Ümmi’den Emir Sultan’a, Aziz Mahmut Hüdayi’den Şaban-ı Veli’ye, Eşrefoğlu Rumi’den Mevlana’ya, Niyazi Mısri’den Hacı Bayram’a, Yunus Emre’ye… Hiçbiri kendilerinden
müstakil bir felsefeyi pazarlama hedefi gütmüş
değillerdi, şan şöhret peşinde koşarak filozof
veya ideologlar gibi kendi düşüncelerini akım
hâline getirmiş de değillerdi. Örgüt kurarak
devlet işlerinde kontenjan kapma yarışında ise
hiç değillerdi.
Onlar kalp ilmini, vahiy gerçeğini ve insan
olma sırrını nefislerinde mürşid-i hakiki denilen üstatlarıyla (ki Resulullah’ın emanetinin taşıyıcısı) yaşamış, idrak etmiş ve biricik sesleriyle
bize tecrübelerinden damıttıklarını ifade eden
canlı eserler bırakmışlardır. İnsan olma yolculuğunun ipuçlarını armağan etmişlerdir.
***
İşgal ve sömürgeciliğe dayalı hümanist kültür; bu tevhid kültürünü toplumsal düzlemde
tecrübe etmediğinden, ikilikler (zıtlıklar ve göreceli algılar) üzerine bir medeniyet kurmuştur.
İnsancı olmayı daha ziyade ben’ci olmaya indirgeyen bu algı yüzünden tahakküm etmek üzere
bir “öteki” kurgulamak zorundadır. Ürettikleri
siyasi terimler “çokluktaki birlik” (kesrette vahdet, vahdette kesret) algısının tatbikatına da
Varlığın Hak’la kaim olduğu bilgisini kendi
gerçeğinde ispat ettikçe almaya değil vermeye
dayalı bir bereket ve feyiz pınarından fışkırır
anlam. Yunusça işte; ağyâr (öteki) değil, yâr kültürüdür. Elbette ölçüleri vardır ama gönülde sınırı yoktur. Anadolu’nun iç yaşantısındaki “yâr”
kültürü, başlı başına bir güzel sanattır; tevhid
sanatıdır.
Yâr kültürü alanlar “Her kim bana ağyâr ise
Hak Tanrı yâr olsun ona” diyen Yunusların kültürünü yaşatmaktadır. Yâr kültürü, çevrede yaşayanları diri bir nefes etrafında merkezde toplayan bir yaşantı biçimidir. “Güzel sanat”ın kalbi
bu yaşantı üzere, işte bu arifane yöntemle her
çağda gümbür gümbür atmaktadır.
Ehlinin dediği gibi; içine Hakk’ı koymadan
yapılan hiçbir icra, gerçekleşen hiçbir davranış
modeli ister toplu ister ferdî olsun, aşk ve irfan
gerçeğine bizi yaklaştıramıyor. İtikadî bilgi ve
uygulamaya dayanan din ise vaiz üretiyor ama
mana insanı ve gönül eri çıkaramıyor malum.
Gerçeği sözde bırakıyor, “vücud”da ve yaşantıda
canlandıramıyor.
En güzel sanat elbette insan olmaktır. Fakat
nefsimizi kâmil makama ulaştırmadan (Müslüman etmeden) “güzel ahlâk” adına çok sözler sarf ediyor, yaşantımızda ispat edemiyoruz.
Sanat zevkini olgunlaştırmış, tevhid neşvesini
bilen, öğrendiğini kendine dönüştürerek mesleğinde veya yaşantısında icra etmek üzere tecrübeye hürmet edenlerin sayısı azalıyor. Kim kimlerden diye bakarak yargıda bulunmak suretiyle
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
101
cemaatlerin ve toplulukların menfaatine odaklanan bir din anlayışı ise gönülleri fethedemiyor.
Varlığın Hak’la kaim olduğu bilgisini kendi gerçeğinde ispat ettikçe
almaya değil vermeye dayalı bir bereket ve feyiz pınarından fışkırır
anlam. Yunusça işte; ağyâr (öteki) değil, yâr kültürüdür. Elbette ölçüleri
vardır ama gönülde sınırı yoktur. Anadolu’nun iç yaşantısındaki “yâr”
kültürü, başlı başına bir güzel sanattır, tevhid sanatıdır.
Tevhid sanatımızdaki muhteşem örnekleri
dahi yorumlayamaz hâle gelmişiz. Kalp tecrübemiz Yunusça birikimi zevk etmeye ve kuşatmaya yetmemiş. Neyi bilmediğimize dair bir okuma yapabilirsek, neyi talep etmemiz gerektiğini
fark edebilirsek yeni nesillere sağlam bir emanet
bırakmanın sorumluluğunu da almış oluruz.
***
İşte yukarıda dediğim gibi, Yunusça yaşantıya dair hazırladığım kitap bu yolda bir çabayı
kayda geçirmek içindi. İçimize ve dışımıza olan
yolculuklarda, kendini bilme ve terapi yöntemlerinde, yaşantımızın saklı yüzlerinde, toplumsal olayların hayatımıza tezahüründe, savaşta
ve barışta, siyaset meydanında ve uluslararası
diplomaside, aile ve kadın-erkek ilişkilerinde,
kültür-sanatta ve özellikle edebiyatta Yunusça
yaşayan ruhun sosyolojik bir kardeşliğin ötesinden ele aldığım bu kitabın yazılması yaşantıyla
belirlendiği için uzun yıllara dayandı.
Gönüllerde adı konulmamış bir “Yunus
Okulu”nun her yaştan ve her kültürden katılımcıyla giderek kurulmakta olduğunu gözlemliyordum. Anadolu aşk ve irfan geleneğimizde
Yunus ve onun takipçisi iki bin küsur arifin
nutk-ı şeriflerini bugün okuyup şerh ederken
her seferinde farklı anlamlar vererek manayı kanatlandıran “Yunus’u yutmuş Yunus”lara ihtiyacımız vardı. Yunusça’nın babası dediğim ve hem
akademik olarak hem de “kuş dili” olarak bu gönül dilini kendisinden işittiğim bir hocam vardı.
Vahiy dilini bu toprakların kesintisiz zikri
olan gönül dilimize yansıtarak iç dünyamıza
nefes veren Hak erenlerin divan ve şiirlerini
onun canlı şerhlerinden işitmeye başlayınca ben
de Yunus Okulu’nun bir talebesi oluverdim. Bir
yazar olarak kendimizi ifade ettiğimiz kelimelerin anlamını genişleterek kanatlandırmak, gelecek nesillere emanet bırakmaya vesile olmak
102
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
103
gibi bir niyetle bu mektepte gönülden okumaya
başladım.
lersek “Baba Tapduk manasını saçmaya” gönül
coğrafyasına dağılıyorlar.
Meğer Yunusça bizi zahirde de kanatlandıracakmış! Yunus’u “Türkçe’nin Cebraili” olarak
niteleyen hocamla birlikte devletin yurt dışında
açtığı ve Yunus Emre adını uygun bulduğu merkezlerde Yunus’u anlatmaya acizane 2014’ten bu
yana gidip duruyorum.
Yıllardır yazılarımda altını çizerim; bir toplumun nefsi hangi mertebedeyse konuştuğu dilin seviyesi o vasattadır. Dili hangi seviyedeyse
gönül medeniyeti de o kadardır. Maneviyatı
tevhid gerçeğiyle anlamını bulmayan bir medeniyetin, insanın evrensel değerlerini ihya edemeyeceğinden yola çıkarak yaşayan bir kültürün
dilini arifane mertebe seviyesine çıkarmakla
bugünün ruhunu nasıl dirilteceğimizden dem
vururum.
Yunus Emre Enstitüsü ve TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı) gibi
kurumların aracılığıyla Avusturya’dan Rusya’ya,
Tunus’tan Belçika’ya, Makedonya’dan Bosna
Hersek’e, Karadağ’dan Azerbaycan’a, Kazakistan’a, Doğu’ya ve Batı’ya Yunus Emre ve tasavvuf üzerinden pek çok konuşma ve buluşmaya
katılma fırsatını hocam vesilesiyle buldum.
Üzerime düşen tanıklıkları, gözlemleri, maneviyat yollarını ve bunların tevhid diliyle birleşmesiyle doğan iç yolculukları kayda geçirmek
boynumun borcuydu.
80’lerden beri medyanın, kültür-sanat ve
sosyolojinin içinde kavrulan, otuz beş yıldan
fazla medyada kalem oynatan bir yazar olarak
şunu da paylaşmam farzdır: Yunusça dediğim
bu ümmi gönül dilimiz, sadece kitap karıştırıp
bilgi öğrenerek ve alıntı yaparak değil gönülden gönüle yaşayarak öğreniliyor. Yunusça üslubu nefsimizden geçirerek ve kendi manamıza
dönüştürerek öğrenmek bizim mayamızdaki
tabiri caizse ledün dilinin metaforlarını -yani
Yunusça’yı- sökebilmenin tek yoludur. Bu da
dediğim gibi başta entelektüel veya akademik
birikimle başlasa da buna dayanmıyor. İçimizde
ve dışımızda, (enfüste ve afakta) tavırlarımızda
ve eşyada bir canlı bilgi birikimini gerektiriyor.
Kısacası kültürümüzdeki kendini bilme ve aslına dönme eğitiminde seyr ü sülûk çıkararak bir
Tapduk’tan külli manayı emanet alıp, nefsinde
yaşayıp dönüştürenler Yunus olabiliyor. Yani
kendini okuyanlar! Ardından da Yunusça söy-
104
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Yunus vesilesiyle konuşma yapmaya gittiğimiz pek çok ülkede Yunus Emre Enstitüsünde Türk dilini ve kültürünü öğretmeye çalışan
kardeşlerin canla başla çalıştığını gördüm. Ana
dilimizi öğretme vesilesiyle gönül dilimizin sultanlarının her devirde canlı sözlerine bugünün
sesiyle yeni manalar verecek bir sistem kurar ve
dünyanın pek çok yerinde Yunusların yetişmesine katkıda bulunurlar, diye dua ediyordum.
Yunus’un tabiriyle “Tapduk manasını saçmaya”
devam ederler. Çünkü bugün -hâşâ- İslam’ı terörist eylemler uygulamaktan ibaret göstermeye
çalışan küresel aktörler karşısında aşk ve irfan
geleneğimizin ruhunu yansıtabilmek acil önem
arz ediyor. Bizim de işte buradan hareketle farklı
kültürlerde ve coğrafyalardaki konuşmalarımızda maksadımız hep aynıydı: İnsanlığın derman
bulacağı evrensel bir “güzelleşme reçetesi”ni
Yunusça doldurmak...
“Varoluşun hakikati aşk, insandan okunur. Yunus Emre de mürşidi Tapduk Emre’den okumuştur.
Onun şiirleri aşkın her daim canlı olduğunun ispatıdır.” İşte yurt dışında konuşmalarda böyle
diyerek, buradan hareketle açıyordum kitabımı.
Aşk ve irfan geleneğimizde mürid-mürşid ilişkisinin şiire ve hayata yansıması deyince Yunus’tan açılış yapmak verimli oluyordu. Çünkü
Yunus’un dizeleri; meşrebi, kökeni ne olursa
olsun herkese kendi kitabını açmayı, sayfalarını
çevirmeyi vadeder.
Yunusça yaşantı üslubu için aşkı anlatan en
güzel sanat diyebilirim. Varlığın hakikati aşk...
Aşk da insanın sırrı... Kalbinden Rabbine kişiye
özel, biricik sır... Aşk ki bizim mayamızın sırrında “Canım sana feda ya Resulullah” sözleriyle
nefsini Hak’ta fani kılmak anlamındadır.
Kalp insanın en mahrem yeridir ki bu sırrı
ancak en mahremde barındırmak gerekir, der
büyükler. Yunusça’dan öğrendiğim yöntemlerden biri “hakikat şiiri”nin insandan okunmasıydı evet. Çünkü “varlığın en kâmil hâli insandır.”
Yunus Emre aşkı böyle bir kâmil mürşidden öğrenmiş ve sonrakilere şiir aracılığıyla emanetini
bırakmıştır. Gelgelelim Yunus, kendi adına söz
söyleyen bir düşünür değildi, tırnak içinde bağımsız bir şair de değildi. O ve onun gibi Hak
dostları birer şahsiyetten öte, manadırlar. Suretine tapılan, felsefesine methiyeler düzülen biri
de değildir Yunus, çünkü tüm Muhammedîler
gibidir, yani nefsinden söylememiştir.
Diğer Hak erenler de kendilerine müstakil
benlik atfederek söz söylemez, söyleyemezler.
Mürşidi Tapduk ona “Söyle Yunus’um söyle” talimatını verdiğinde ilham düğmesine basmıştır.
Onunla rabıtası, Yunus’u bütün ondan öncekilere de bağlamış, ezeli ve ebedi an’a getirmiştir. Yunus, Tapduk’un nefesinin bereketiyle söz
söyler. Onun dizeleri Hak âşıklarına gerek yolu
ve usulü öğretmek, gerekse aşk ve irfan telkin
etmek için asırlardır okunmaktadır.
“Yunus Okulu” dediğim, Yunusça dediğim
bu sembollü anlatımın hayatımızdaki karşılıklarını onu anma yılında ne kadar yakalayabiliyoruz? Nefsimizin mertebesi; gerçeği yani “emin
bilgi”yi kâmil makamda alamadığından vehim
veya sanrı, belki de en iyi ihtimalle çağrışımlar,
sezgiler üzerine kuruyor. İcra ettiğimiz sanat da
doğal olarak o merhaleden zuhur ediyor.
Nutk-ı şerif irad edenlerin oturup zihinsel
bir çalışmayla, düşünüp taşınarak şiir yazmadığını kavradıkça Yunus’un zihinden bir söz
söylemediğini, kastettiğimiz anlamda bir şair
olmadığını, hele entelektüel hiç olmadığını söylediğimde bazı çevirmenler bunu anlayamıyordu. Hâlbuki Yunus mürşidinden görünen Hak
sırrının aynasında seyr ü sülûk gördükçe nefsinin kademelerinde yükselmiş ve mutmainne
seviyesinden itibaren söz söylemeye başlamıştı.
Bu benliksiz makamda söylenen sözlere şiir değil ilahi denmesinin bir sebebi de buydu.
“Kiminin nefsi bu bilgiyi şu nefis merhalesinden alır ve o ilhamla Davud heykelini yapar,
kimi bu merhaleden alır, kimi de zirveden alır
Süleymaniye’yi yapar” diyordu hocam. Yunus
Okulu’nda onun gibi yüzlerce arifi kastettiğimizde ise onun sokakta konuşulan, bağda bahçede konuşulan bir gündelik hayat dilini miraç
ettirerek ona derinlikler kazandıran bir veli olduğunu içine daldıkça anlayabiliriz.
Dünyadaki Yunus ve tasavvuf konuşmalarımızda kültür ve sanatın içinden evrensel değerleri haiz tevhid üslubunu nasıl çıkardığımızı anlatırken kendimizden evrensel örnekler veriyor
ve “güzel sanat” diyordum. Hat, minyatür, tezhip diyordum; musiki, ilahi diyordum; divan-ı
ilahiyat diyordum. Ama Meragi’yi, Itri’yi, Sinan
Ümmi’yi, Ruşeni’yi, Dede Efendi’yi, Matrakçı
Nasuh’u, Tanburi Cemil’i, Sadettin Kaynak’ı,
Alâeddin Yavaşca’yı zevk etmeyi ne kadar biliyordum ki?
Sanat seviyemiz “emmare nefis”ten oluşan bir küresel kültürden ibaretti. Buna bir de
kendimize kültürel olarak yabancılaşmamızı
ekleyin. Mesela Mozart, Goethe, Dostoyevski
vesaire bize Fuzuli’den, Mısri’den daha aşina
geliyordu. Gençlere Yunus deyince zorlanıyorlardı ama Harry Potter deyince bildik, sevimli
bir dost görmüş gibi yakınlaşıyorlardı. Yunusça
üslup ise bir arayış sanatı değildir. Emin belde
misali, kesin bilgidir; sanatçı onu kendi içinden
çıkarır. Kendinde olanı çıkarırken aslına ulaşır.
Tevhid sanatı bu anlamda vuslatın remzidir.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
105
Kendi hakikatimizin nuruna kavuşmak suretiyle
Hakkı bir’lemeye giden bir ipucudur.
***
“Cenab-ı Rabbül-âlemin’in sırrını senin anlayacağın dille anlatmasına Yunusça denir!” Bir seferinde hocam “dilin tercümanı gönüldeki manadadır” derken bu sözleri sarf etmişti. Bende bunun
yankısı, tercüme işine dalmaya cesaret etmek oldu.
Önümce kuyu kazanı Hak tahtın ağdırsın onu
Ardımca taşlar atanı güller nisâr olsun ona
Yunus, artık Eskişehir’den dünyaya açılmalı ve
Yunusça kendinden kendine tercüme edilmeliydi.
Evet Yunus’u dünya vatandaşlarının anlayacağı bir
dile yani İngilizceye muhakkak çevirmeli ve evrensel insanın gerçeğine ait terimlerin her dilde canlanmasına bu tercümelerle teşvik etmeliydik, vakti
gelmişti.
Yıllarca kelimeleri kökenleriyle anlamlandırdım. Bir kelimenin peşinden giderek kitaplar, ansiklopediler, kadim bilgiler karıştırarak evde masa
başında çıktığım upuzun yolculuk beni Yunusça’ya
kadar getirmişti. Ama kelimeler her şeyden önce
köken demekti. Kökten gövde ve sınırsız ek çıksa
da kök hep çekirdek gibiydi, özünde “ben” vardı.
Başıma gelen en müthiş mucizeler hep kelimelerden neşet etmişken hocamın bir sözü bendeki
köken algısını kökünden kesti attı: “Yunus’taki dil
duyarlılığı hassaten kelimenin kökeniyle ilgili değil ana dili Türkçe olan atalarımızın anlamasıyla ilgilidir.” Evet, bu sözleri burada anahtardı: Demek
ki hangi ana dilde olursa olsun dil birikiminden,
yaşantı tecrübelerinden, kaynağından çekilen nefesten gelen bir yankıyla doğuyordu Yunusça. Kökenden değil. Ama anlamın kökenden geldiğini
nasıl inkâr ederim, diyerek önce biraz bocaladım.
Hocam ise sözlerini daha da açıyordu: “Erenler
kelimenin ekine sapına bakmaz, mahrecine bakar.”
Evet, kökende değil gırtlaktan çıkan sesin içinde
gizliydi hakikatin anlamı. Yunusça zaten buydu.
Bir kelime terkibinden binbir anlam çıkarıyordu
ortaya.
Anlamı kökende değil sesin içinden çıktığı
nefeste bulmak! İşte bu, bütün entelektüel maka-
106
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
107
Bugünlere dek yapılan tercümelerin en büyük sorunu, Yunusça’yı içinden sökemeyen yorumlardan çevrilmiş olmasıydı. Gerçek şu ki seyr ü sülûk görmeyenlerin Yunus uzmanı olarak ortaya çıkarak dizelerdeki metaforları ve remizli dili
çözebilmesi mümkün olamıyordu.
leleri rafa kaldırıyordu. Yunusça bize her dilde
işitilebilir, hatta işitiliyor, demekti. İngilizce veya
başka dilde bir kelimeye yepyeni, katmanlı anlamlar verebilir; onu gönül dilinde doğurabiliriz,
demekti. Yunus’un yaptığı gibi...
Bugünlere dek yapılan tercümelerin en büyük
sorunu, Yunusça’yı içinden sökemeyen yorumlardan çevrilmiş olmasıydı. Gerçek şu ki seyr ü
sülûk görmeyenlerin Yunus uzmanı olarak ortaya çıkarak dizelerdeki metaforları ve remizli
dili çözebilmesi mümkün olamıyordu. Hocamın
“içerden” konuştuğunu, her seferinde dizelere
daha geniş anlamlar vererek şerh ettiğini işitmiş
olmak, bize bir vebal yüklemişti.
Emaneti muhafaza etmenin ilk yolu; kendimize dönüştürerek, nefsimizden geçirerek
yaşantımıza, tavırlarımıza, ilişkilerimize, sanatımıza Yunusça üslup katmaktı. Bugünün sesiyle,
ruhuyla güncellemekti. Belki Yunus’un dizeleri
-ledün diliyle döküldüğünden- tam olarak tercüme edilemezdi ama İngilizceyle veya başka bir
dille gönülde yeniden doğurulabilirdi. Kelimeleri
tercüme etme çabasında olanlar için tam bir seyr
ü sülûk imkânıydı bu. İşte bu inançla çevirilere
en başından başlayacaktık. Birkaç arkadaşımla
birlikte bu işi üstlendik.
Kelimeleri tercüme etmek değil yeni bir dilde
anlamı içerden doğurmak onların maharetiyle
mümkün olmaya başladı. Konuşma dilini katmanlı hâle getirerek kast edilenleri kanatlandırmak, genişletmek, derinleştirmek kimine tercüme yaptırıyordu; kimine roman yazdırıyordu ya
da şiir.
Yunusça, hangi dile çevrilecekse o dilin gündelik hayatında konuşulan dili kanatlandıracak
108
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
şekilde, sade ama derin olarak anlamı barındırmak suretiyle tercüme edilebilirdi. Hangi dilde
seyr ü sülûk yapıyorsan sen o dilin Yunus’u olduğunda konuştuğun dili kanatlandırıyor, kâmil makama eriştiriyordun. Yunus’un Türkçeye
yaptığı gibi... İşte İngilizceye tercüme de böyle
olmalıydı. Nitekim ortaya pek çok eser çıktı. Bugünlerde yayınlanmak üzere.
***
Aynı günlerde uluslararası bir entelektüel ve
ilim adamı olan ünlü Hristiyan mistiğiyle sohbet
ettik. Doğrusu çok ilginç bir deneyim oldu bana.
Kendisi bir tevhid ehli olarak izlediği hocamı
tanımak istemişti. “Biz de sufiler gibi tevhid algısıyla insanlığa bakıyoruz.” dedi. Varlığı bütün
olarak görmekten, İbn Arabi’den, Yunus’tan,
Mevlana’dan konuşuyorduk.
Derken hocam soruverdi: “Madem her şey
dâhil ve madem varlığın dışına çıkmak vahdetten bakınca mümkün değil, sizin için Hz. Muhammed (SAV) bunun neresinde?” Bir saniye
tereddüt etmeden cevap verdi: “İsa’nın içinde.”
Tercümelerden tecrübe etmiştim ki “Muhammed kavramı” bir dilin kültüründe veya
kalbinde mevcut değilse o dilde gerçeğin gönül
göğünden kelimelere inmesi mümkün değildi.
Gerçi İsa aleyhisselam dahi kendisinin miracını tamamlarken yükseleceği bir mertebe daha
kaldığını biliyordu. Bir romanımın ana izleği
olduğu için rahatlıkla söyleyebilirdim; Yuhanna İncili’nde uzunca anlatıldığı gibi şöyle der
İsa mealen: “Ben gitmezsem, O, Hakikat Ruhu
gelemez, o beni taziz edecektir.” İsa peygamber
dahi neyi henüz ispat edemediğini ve önünde
varacağı mertebe (Zat mertebesi) olduğunu bili-
yordu. Aslında hocam böyle durumlarda yaptığı
gibi, İsevî makamdan Muhammedî makama geçişi örneklendirerek, mana tabir ederek anlattı.
Tenzih ve teşbih gerçeğini “bir”lemeyi örneklerle açtı. Ve Yunus’un “Erenler dua kıldı, nûr bana
Îsâ oldu” dizesini yorumladı. Ama mistik muhatabımız bu tercümeyi vicdanında neye dönüştürdü, bilemeyecektik.
Belki vahiy derken nefsini kâmile makamına
getirdiğinde Cibril’leşmiş akıldan yani akıl melekesi olan Cebrail’inden müjdeyi alma marifetini; nefsin ruh, kalp, akıl ve sır olmasını; zatından
sıfatına tecelli etmesini değil “baba, oğul, kutsal
ruh” üçlemesinden mülhem bambaşka bir şeyi
anlıyordu. Bizim bilemediğimiz... Farklı Hristiyan mezheplerindeki İsa veya Meryem algısı
birbirinden farklıydı zaten.
İşte çeviri esnasında vahiy derken, tenzih
ve teşbih derken; rahman, rahmet derken veya
ayan-ı sabite derken; insan-ı kâmil, Hazreti İnsan derken, -hadi geçtim bunları- Hak derken,
gönül derken bizim ne kastettiğimizi tercüme
edecek anlamlar pek çok dilde yoktu. Bütün
bu kelimelerin tercüme edilecek dilde olmadığından yepyeni kavramları halkın konuşma
dilinden devşirip dönüştürerek kullanmak gerekecekti. Yunusça tercüme için ne kadar müthiş bir keşif oldu bu bana. Çünkü asıl tercümeyi
hocamın tabiriyle Türkçenin Cibrili (vahiy dilini
Türkçeye tercüme ederek dirilten) Yunus Emre
hâlen yapıp durmaktaydı. Hak erenlerin sözleri
muhakkak ki kökten eke, gövdeden mastara her
seviyede hakikati anlatıyor; ipuçlarını izleyenler
her dilde seviyelerine göre işitebiliyordu.
Ustaca tercümelerle bana ulaşan Fransızca
İbn Arabileri, İngilizce Mevlanaları okurken
kalbim küt küt atmıyor muydu? Hatta yirmi yıl
kadar önce sadece İbn Arabi’yi rahmetli Mahmut Kanık’ın Fransızcadan çevirisinden okuyarak oruca, namaza başlamamış mıydım? Tercüme
dahi olsa, olduruyordu işte. Kelime arayışlarım
beni bir surenin bir ayetine götürmüş, o ayetin
peşinden giderek tevhid ilminin iç yüzüne İbn
Arabi’nin nefesinden dalmaya başlamıştım.
Yıllar içerisinde içe doğru yolculuğum Anadolu erenlerinin gönül diline, bu ledün Türkçesine evrilmeye başlayacaktı. Mürekkebi hiç
tükenmeyen kıyısız bir kelime deniziydi içine
daldığım. Bir romancı olarak kalem ile kâğıt arasında, kelime ile harf arasında, seven ile sevilen
arasında mesafelerim hayatta da kapanıyordu,
sanatta da.
Hak erenlerin Yunusça dediğim sözleri muhakkak ki her seviyede hakikati anlattığından
ipuçlarını izleyenler her dilde seviyelerine göre
işitebilirdi. Fakat geçenlerde bir gün, bir şiirin
tercümesini çalışırken ölçüyü çevirmen arkadaşıma koyuverdim. “Bak, bu şiirde hiçbir kelime
ile ilgili kimse sana bu olmamış, şu kelime daha
iyi anlamı karşılar diyemez!” Şaşırıp neden öyle
diyorsun, diye sormadı. Çünkü o da farkındaydı:
Kelime terkipleri öyle cuk oturmuştu ki, anlamı
kendi içinden öyle bir ses ile çıkarmıştı ki her
şeyin yerli yerinde olduğunu işitirken anlıyorduk. Gönlümüze dokunuyordu dizeler. Hatta
Yunus’un sözlerini bilmeyen biri, bu şiiri okurken bunun İngilizce olarak yazıldığını düşünürdü. Hangi dilde olursa olsun Muhammedî sırrı
barındıran kelimeler ehlinin dilinde kendilerinin
metaforuna dönüşüyordu.
Yunusça, her çevrildiği dilde yine kendini
örtecek maharetteydi. Hak erenler hakikati her
koşulda örtüyorlardı. “Emin bilgi”yi dilin içindeki imkânlarla muhafaza ediyorlardı. Anlama
dalınca sesi öne çıkarıyorlardı, sese odaklanınca
anlamı derinleştiriyorlardı. Velayet sırrı elan buluşmalarımızın ana merkezi Anadolu’da gönlümüzün dili Yunusçadan konuşuyor ve susuyordu.
Kuşlar ötüyor, hakikat kuş diliyle örtülüyordu. Yunusça üslup her dilde, her gönül medeniyeti kademesinde ve her alanda capcanlıydı.
Üzerindeki örtüyü atanlar tarafından icra edilmeyi bekliyordu.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
109
YUNUS EMRE VE “SEVGİ” SÖZÜ
AHMET UrFALI
“Her gün yeniden doğmak’’ deyişi, iki günü eşit olan insanın zararda olduğunu
belirten bir inancın Yunusça ifade edilişidir.
1. “Her dem yeniden doğarız / Bizden kim
usanası”
Y
unus Emre, asırlardan beri Türk
milletinin sesi olarak bütün insanlığa
hitap etmiş; sevgi, hoşgörü, barış, kardeşlik gibi kalıcı duyguları gönüllere nakış nakış
işlemiştir. Bu bakımdan Yunus Emre, Türk ruhunun bütün insanlığa ve evrene açılan kapısıdır.
13. yüzyıl Anadolu’nun gerçek bir aydınlanma dönemidir. Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Ahi
Evran ve Yunus Emre bilge ve ulu kişilikleri
ile zorluğun mengenesine sıkıştırılan Anadolu
Türk insanına ümit ve müjdeler vererek hem
millî birliği kurmuşlar hem de kurtuluşa ulaşmalarına vesile olmuşlardır. Bunun yanı sıra
bütün insanlığı ilgilendiren evrensel değerlere
1*Eğitimci, Şair, Yazar
110
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
vurgu yapılarak güzellik, iyilik ve doğruluğun,
akıl ve ruh birlikteliğinin önemi üzerine durulmuştur.
Yunus Emre, 700 yıldan beri Türk ve dünya
insanlarına sevgi, kardeşlik ve hoşgörü konularında bir gönül insanı olarak seslenmektedir.
Yunus Emre, “Her dem yeniden doğarız / Bizden kim usanası” sözleri ile yeni ve taze oluşunu
korumaktadır. O, yaptıkları, sözleri, şiirleriyle
dilden dile dolaşmış; gönülleri fethetmiş, “gönüller yapmış”tır. En buhranlı dönemlerde iç
karışıklıklar ve Moğol zulmü ile yakılıp yıkılan
Anadolu insanına moral vererek manevi destek
olmuştur.
Anadolu Türkçesini gönüllerde yaşatmış
ve sevdirmiş, sarayın ve medresenin Arapça
ve Farsçayı ön planda tuttuğu bir zamanda
şiirlerini Türkçe ve yaşayan halk dilinde
söylemiştir. Böylece seslendiği gönüllerde taht
kurmuştur. Halk üzerinde bu derecede etkisine
rağmen o; büyük bir “davi” yerine, gayesinin
sadece insanlar arasında sevgiyi hâkim kılmak
olduğunu ifade etmiştir. Onun hedefi, gayesi
“gönül yapmak”tır.
rındırmaz. Kin, fitne, hasetlik gibi kötü duygular kalbe girince gönül oradan ayrılır; kendine
hiçbir kötülüğün bulaşamayacağı güzellikler
ülkesine göç eder.
“Her gün yeniden doğmak’’ diyerek dünden
bugüne, bugünden yarına yeni ufuklara yol almıştır. “Her gün yeniden doğmak’’ deyişi, iki
günü eşit olan insanın zararda olduğunu belirten bir inancın Yunusça ifade edilişidir. Mevlana, bu anlayışı “Dünle beraber gitti cancağazım
ne varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek
lazım.’’ sözleriyle pekiştirir.
Mustafa Tatcı, Yunus’un şiirlerinde “maddi
değerler ve kuvvet değil manevi kuvvet ve değerlerin ön planda olduğunu” belirtir. Bu sebeple bir
mutasavvıf olarak Yunus, insanı sürekli manevi
değerlerin kaynağı olan “iç”e çağırır. “İç”ten murat ettiği ise “kalp” / “gönül”dür.
Azmi Bilgin, Yunus Emre için “Sadece kendi dönemindeki Anadolu Türklüğünün değil tüm
insanlığın sorunlarına, korku ve kaygılarına çare
bulmaya çalışmış; ıstıraplı kitlelere umut aşılayıp
onları sevgiye, kardeşliğe çağırmıştır.” der. Müjgan Cunbur, Yunus Emre’nin “insanlara sevmeyi
ve sevgi kazanmayı öğreten okul” olduğu üzerinde durur. Mustafa Özçelik ise Yunus Emre’nin
“sadece bir şair değil aynı zamanda bir tefekkür
insanı, bir münevver, bir yol gösterici” olduğunu
vurgular.
Yunus Emre, “her gün yeniden doğma”nın
sırrına kavuşmuş bir ulu kişi olması nedeniyle
tekrara düşmeden, insanlara usanç vermeden
sevgi dünyasının kapılarını güzel söz anahtarını
kullanarak açmaktadır.
2. “Girdüm gönül şehrine daldum anun
bahrine’’
Yunus Emre’nin şiirlerinde gönül en çok,
Tanrı’nın insandaki yegâne tecelligâhı olarak
anlam ve kutsiyet kazanmıştır. Kendi ifadesi ile
“Çalab’ın tahtı” olan gönül bir mekân olarak yoğun şekilde işlenmiştir.
Gönül, dünya dillerinde sadece Türkçede
bulunan bir sözcüktür. Ruhun derinliklerinde yeşeren binbir baharın adıdır gönül. İnsan,
Allah’a gönül yoluyla ulaşır. Zira gönül, Allah
inancının bulunduğu yerdir. Bu yüzden gönül
arıdır, durudur; hiçbir olumsuzluğu içinde ba-
Diğer organlar ilhamını gönülden alır. İnsan,
gönlü sayesinde yaratılmışların en şereflisi olur,
melekleşir. İnsanı anlamlandıran, ruhunu kıpırdatan, duygu dünyasının kapısını açan gönlüdür.
İnsanın içindeki gökyüzü, gönülle aydınlanır.
Işığı başka gönüllerde yeni aydınlıklar doğurur.
Kalp, gönülden dolayı vücudun bir parçası olmanın ötesine geçerek sırlar âlemine yükselir.
Ve nice güzellikler, iyilik ve doğruluklar; çiçekli
bahçeler olup varlık âleminde yer bulur.
İnsan gönül kulağıyla duyar, gönül gözüyle görür, gönülleri hoş tutar, gönülden bağlanırsa gönüllere girer, birlik âlemindeki gerçeği
kavrar, mutlak varlığı içinde hissederek huzura
erer, olgunlaşır. İnsan bağışlanan bilgi, hikmet
ve erdemle hayatın zorluklarına, çaresizliklerine
çözümler bulur. İnsan, dünya güzelliklerinin
şükrünü eda ederek nimetinin bereketini artırır.
Yunus Emre, İslam’ın şartlarından olan namaz kılmak ve Hacca gitmek ile gönül kırmak,
gönül yıkmak eylemlerini karşılaştırarak bir sonuca ulaşmaya çalışır:
“Bir kez gönül yıkdunısa bu kıldugun namaz degül
Yitmiş iki millet dahı elin yüzin yumaz degül’’
dizelerinde görüleceği gibi gönül yıkarak kılınan
namazın namaz olamayacağını söyler.
“ Yûnus Emre dir hoca gerekse var bin hacca
Hepisinden eyüce bir gönüle girmekdür”
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
111
Bin kere Hacca gitmek yerine bir gönüle girmenin daha üstün olacağını ifade eder. Feride
Turan “ Yunus’un insan gönlüne gösterdiği hürmetin, gönül evinin asıl sahibine olan aşktan ileri geldiğini” ifade eder. Onun sevgisinin “cümle
âdem”le sınırlı kalmayıp “cümle âlem”e taştığını
vurgular.
3. “Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı”
Yunus Emre menkıbelerinin biri onun söze
nasıl başladığını, dilinin nasıl çözüldüğünü ve
sözlerinin nasıl inci cevahir saçtığını anlatır:
Günlerden bir gün Anadolu erenleri Tapduk
Emre’nin tekkesine geldiler. Büyük bir kalabalık
oldu. Meclis kuruldu. Mecliste Yunus-ı Gûyende derler bir kimse vardı. (Guyende; söyleyici,
söyleyen) Yunus da orada idi. Tapduk Emre
coşku içinde kendinden geçerek Gûyende’ye
“Yunus, söyle!” dedi. Gûyende işitmedi. Tekrar
“Yunus, sohbet eyle işitelim!” dedi. Yunus-ı Gûyende yine işitmedi. Üçüncüsünde de Gûyende’den haber çıkmayınca bu sefer ikinci (Bizim)
Yunus’a dönüp: “Yunus, vakit oldu, o hazinenin
kilidini açtık, nasibini alıverdin, sen söyle! Bu
mecliste sohbet eyle. Hünkâr varlığının nefesi
yerine geldi.” dedi. Yunus’un gönlü açıldı, gözlerinden perde kalktı, coşku denizine düştü. Dili
çözüldü, şiirler söylemeye başladı. İlahi hakikatlerin sırlarından, inceliklerinden öyle sohbet
eyledi ki işitenler hayran kaldılar.
Velayet-name’de de Yunus Emre’nin söz
söylemeye başlaması şöyle belirtilir: Hacı Bektaş Veli’nin “Himmet hazinesinin ağzını açtık,
nasibini verdik, söyle!” demesi ile aşka gelen
Yunus’un dili açıldı, gözlerinden ve gönlünden
perde kalktı. Şevk denizine düştü. Ağzını açıp
inci ve cevahir saçtı.
Yunus Emre’nin şiirlerinde üstün bir anlatım
gücünün bulunduğunu görmek mümkündür. O,
bir sözle yeri göğü hayran etmek niyetindedir:
“Uş yine geldim ki bunda sır sözün ıyan eyleyim
Bir söz ile yeri göğü cümlesin hayran eyleyim”
112
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Yunus Emre Türkçenin söz üstadıdır. O, dilimize öyle bir genişlik vermiştir ki en zor tasavvuf kavramlarını herkesin anlayabileceği bir
konuma getirmiştir. Bu durum, Türkçenin asırlar öncesinden bu yana duru bir anlatımının da
örneği olmuştur:
“Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı,
Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ide bir söz
tır. Allah insanı muhatap aldı, onunla konuştu.
İnsana akıl ve söz verildi. Bu yüzden insana
eşref-i mahlûkat denildi.
Allah, insandan söz aldı. Yaratıcı’nın, “Ben
Rabbiniz değil miyim?” sorusuna bütün insanlar, “evet” karşılığını verdiler. İnsanı bu söz ve
Allah’la yaptığı bu sözleşme değerli kıldı. Türkmen bilgesi Yunus sorar:
“Ey sözlerin aslın bilen gel de bu söz nerden gelir?
Kişi bile söz demini demeye sözin kemini
Bu cihan cehennemini sekiz uçmağ ide bir söz
Söz aslını anlamayan sanır bu söz benden gelir.”
Sorusunun cevabını da kendisi verir:
Yûnus imdi söz yatından söyle söz gâyetinden
Key sakın o şeh katından seni ırak ide bir söz”
Gönül, güzelin peşindedir ve o güzelliği diliyle ifade eder. Güzel sözün kötü söze üstünlüğünü Yaradan buyurur: “Gördün ya Allah hoş
bir sözü nasıl bir misal yaptı. Güzel söz kökü
(yerde) sabit, dalları havada hoş bir ağaç gibidir.
Yemişlerini Rabbinin izniyle her dem verir. Ve
Allah insanlara böyle misaller verir ki kavrayıp düşünsünler. Kötü bir sözün misali de pis
bir ağaç gibidir ki toprağın üstünde cüsselenmiş, varlığını sürdürme imkânı yoktur.” (İbrahim,24-25-26)
Ömür Ceylan, Yunus Emre’nin sözü
üzerine şunları söylüyor: “ Yunus, fani bedenleri
diri kılan sözün aynı zamanda bütün bir hayatı
düzenlediğine -varlığın temelinde nasıl ki söz varsa- kâinatın akışını da söz sayesinde sürdürebildiğine inanır. Bu bakımdan anlamlı seslere dönüşen
her nefes; âdeta mukaddes ruhtan üfürülmüş, ilk
nefha ile beşer iradesinin buluştuğu anın ürünüdür.”
Allah, evreni sözle yarattı: “Kün fe yekun”
(Ol, dedi ve oldu.) Bu yüzden söz kutsaldır. Her
yaradılış sözle başladı. İnsanla Allah arasındaki
ilişki sözle sağlanır. Ve her vahiyde Allah insana
seslendi. İnsanda dile gelen söz, Yaradan’ın iradesidir. Söz, insanlara verilen en büyük bağış-
“Söz karadan aktan değil, yazıp okumaktan değil
Bu yürüyen halktan değil, Hâlik âvâzından gelir.”
Hz. Ali buyurdu: “Ya söyleyen, öğreten bilgin
ol ya da dinleyen, belleyen öğrenci; üçüncüsü
olma.” Söz, anlayan için bir mana ifade eder.
Sözü anlamayan, onu yanlış yorumlayarak tevil etmeye götürür. Kişinin beyanı kendini ayan
eder. Sözdür canın nimeti. Söz aynadır, insanın
içini yansıtır. İnsan sözünden tutulur. Söz; akılla
yol alır, duyguyla sevinir veya hüzünlenir. Yeni
kapılar açar, yeni ümitler doğurur. Sevgi onunla
taçlanır, nefret kör kuyulara düşer. Söz, söyleyenin dilinde hem zulümdür hem kurtuluş... “Söz
bir, Allah bir” kelamı bir söz medeniyetine işaret eder. İnsanları kaynaştıran, bir arada tutan;
sözdür. Burada söz alınır, söz verilir. Bütün
sözlerin anasıdır, esasıdır ilahi söz.
Mustafa Tatcı, Yunus Emre sözünün çağlar
üstü olduğunu vurgular: “Şiir ve söz ülkemizin
sultanı olan Yunus Emre, dilimiz için olduğu kadar İslam tasavvufu için de büyük bir tecrübedir.
Yunus’un mucizesi kuruluş çağında olan bir yazı
dilinin ‘çağlar üstü’ en mükemmel örneğini vermesinde aranmalıdır. Bu sebeptendir ki Yunus, Türkçenin zaferidir.”
Fuad Köprülü, Yunus’un Türkçeyle meydana getirdiği bu yeni sanat şeklinin zevk itibarıyla tamamen Türk olduğu vurgusuyla şöyle
demektedir: “ Yunus’un tasavvuf felsefesi ve edebiyatındaki mühim rolü Türk zevkinin hususi
dehası doğrultusunda tasavvufu millî unsurlarla
birleştirmesi ve zevk bakımından Acem tasavvufi
eserlerinden tamamıyla ayrı bir tasavvufi edebiyat
vücuda getirmesindedir. Bu edebiyatın doğmasında onun başarısını, sanatkâr dehasıyla asırların
hazırladığı birtakım birikimleri ve çeşitli unsurları büyük bir başarı ile telif ve terkip etmesinde
ve millî zevki temsil edebilmesinde bulur. Yunus bu
hususiyetleri ile tarihe ve zamana âdeta meydan
okumuştur.”
N. Sami Banarlı “ Yunus Emre, halk diliyle tasavvuf edebiyatının en büyük şairidir. Daha Orta
Asya asırlarında Ahmet Yesevi ile başlayan halk
tasavvuf şiiri; Türkistan, Horasan ve Anadolu’da
yüzyılı aşan bir işleniş çağından sonra en üst seviyesine Yunus Emre’de varmıştır.” derken tarihin
süzgecinden damlayan gerçekleri ifade etmiştir.
Yunus Emre şiirindeki bu güzelliği, duruluk
ve açıklığı sehl-i mümteni ve sebk-i Türki edebî
sanatlarıyla güçlendirmiştir. Yunus Emre yalın
fakat güçlü ve derin söyleyişi ile anlaşılması en
güç tasavvuf hakikatlerinin her birini ustalıkla
ifade etmiş, kendi adı ile anılabilecek bir eda ve
üslup geliştirmiştir.
4. “Ben gelmedim dava için, benim işim
sevi için”
Yunus Emre’nin yaşadığı yıllarda Anadolu’nun henüz manevi bütünlüğü kazanılamamış,
millî birlik dağılmış, Selçuklu devlet yapısı taht
kavgaları sebebiyle temelinden sarsılmış, Moğol orduları her yanı ezip geçmiştir. Büyük bir
kuraklık ise yurdu kasıp kavurmakta, öte yandan kıtlık ve yoksulluk had safhada hüküm sürmektedir. Genç Osmanlı beyliği henüz taze bir
fidan olarak boylanmaktadır. Kinin, mevki ve
mansıp ihtirasının at oynattığı; kardeşin kardeşe düşman olduğu o yıllarda Yunus sanki insanları bütünleyici, birleştirici bir potada kaynatıp
birbirine kaynaştırıcı unsur olarak gösterilmiş
bir Tanrı lütfu, bir Tanrı ihsanı ve armağanı, bir
Tanrı rahmetidir.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
113
Müjgan Cunbur da konuyla ilgili olarak şunları kaydeder: “O türlü iç ve dış etkilerle
parçalanmış, sükûn ve huzura muhtaç bir yurda
elinde sevgi, dilinde barış reçeteleriyle sevmeyi, sevilmeyi aşılamak; kini yok etmek, sevgiye dayalı bir
barış düzeni kurmak için dünyaya gelmiştir.”
Mehmet Kaplan, Yunus Emre’nin
“Ben gelmedim davi için, benim işim sevi için
Dost’un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim.”
sözünden hareketle “Davi ve sevi, birbirinin
zıddı olan iki kelime. Birincisi savaş, ikincisi barışı
da içine alan aşktır. Dost, her zaman gönülde ağırlanır. Onun için gönüller yapar. Gönül de özellikle
gönüller şeklinde ele alınarak birdenbire genişlediğini görüyoruz.” açıklamasını yapar.
Yunus Emre’de görülen davi ve seviyi, “kaos”
ve “kozmos” kavramlarıyla da açıklamak mümkündür. Kaos ve kozmos kelimeleri daha çok fen
bilimlerinde kullanılan iki terim iken sosyal bilimciler tarafından da toplumsal olayları yorumlamak için gündeme getirilmiştir. Kaos, düzensizliği; kosmos ise düzenliliği ifade etmektedir.
Azerbaycan Millî Bilimler Akademisi Folklor
Enstitüsü Mitoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr.
Seyfeddin Rızasoy; Oğuzlarda “kozmos”un,
“Oğuz” diye adlandırıldığını ifade eder. Düzenlilik, düşünce ve uygulamasının Türk milletinin
bir özelliği olduğu vurgulanır. N. Sami Banarlı’nın Yunus Emre’yi “Türk düşünüşünün Anadolu’daki ilk büyük şairi” olduğunu belirtmesi de
bu yüzdendir. Yunus Emre, sevginin hem fert
hem de toplum üzerinde sağlayacağı sinerjinin
farkında olan bir sanatçı olarak bu alanın millet
hayatına vereceği geniş imkânları sonuna kadar
kullanmıştır.
Yunus Emre, bütün insanlığa sevgi diliyle seslenir. Bilgi, sevgi, kanaat ve imanın yoğurduğu; biyolojik, psikolojik ve sosyolojik bir
varlık olan insan davranış ve sosyal ilişkilerdeki tutumuyla değerlendirilir. İnsanın en temel
vasfı, gönlündeki sevgidir. Gönlünde sevgi
olmayanlar, insan olma özelliğini kaybederler.
Sevgi, insanlara doğuştan verilen bir duygudur.
114
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Sevgi, topluma huzur ve kardeşliği getiren birleştirici unsurdur.
Kutlu Elçi “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız.” derken toplumsal dayanışma,
barış ve huzur kaynağının sevgiden geçtiğini
ifade buyurmuştur. İnsanda kin, nefret gibi kötü
duyguların da bulunduğu bir gerçektir. Bu duygularını yenmesini bilenler “insan-ı kâmil” derecesine yükselir.
İnsan kendisine bahşedilen akıl sayesinde
sevgiyle nefreti, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı,
güzel ile çirkini ayırt edebilir; bunlar arasında
tercihte bulunabilir. Bu tercihin olumlu yönde
olması insanı yüceltip saygın hâle getirir.
Sevgiden rahmet doğar. Yaradan’ın bağışlaması ve yardımı sevginin hüküm sürdüğü toplumların üzerindedir. Evrendeki her şey insan
için yaratılmış, insanın emrine verilmiştir. Asıl
olan insanın bu şuura sahip olarak hamd ve şükrünü sevgi ile donatıp Hak rızasını kazanmaktır.
İnsan; hamlığını pişirmeli, oradan da içindeki
kin, nefret gibi kötü duyguları söküp atmalıdır.
Sevgi, sözle güzelleşir. Sevgi diliyle söylenmiş
bir söz bütün evreni aydınlatmaya kâfidir.
“Kişi bile söz demini
Demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini
Sekiz uçmak ede bir söz”
Yunus Emre’nin deyişiyle güzel bir söz, dünya cehennemini cennete çevirir. Kavga yerine
sevgi ve barış, kötülük yerine iyilik, çirkinlik
yerine güzellik, ayrımcılık yerine bütünlük; kin,
haset, düşmanlık yerine hoşgörü tavsiyesinde bulunan, olumlu kavramları tercih ederek
bunları davranışa dönüştürmenin olgun insan
olmanın gereği sayan Yunus Emre; insan cevherinin özünü keşfetmiş, bir ulu gönül insanıdır.
Onun çağrısı, sözündeki sevgi ve yüksek insani
değerler 21. yüzyılın buhranındaki insanlığa da
müjdeler sunmaktadır.
Sultan Abdülmecid Tarafından Verilen
21 Nisan 1841 (28 Safer1257)
Tarihli Berat
Evkâf Nezâretine bağlı vakıflardan Sivrihisar Günyüzü kazasına
bağlı Sarıköy’de bulunan Yunus Emre Zaviyesi Vakfının başında,
öşür vergisi karşılığı mutasarrıf olan Seyyid Derviş Mustafa
bulunuyordu. Vefat edince yeri boşaldı, sürdürdüğü hizmet yarım
kaldı. Bahsedilen yer mamur bir köy iken, halkı dağıldığından Yunus
Emre Türbesi’nin dışında tüm binalar bakımsızlıktan yıkılarak
harap oldu. Vakfa ait tarlalarda çeltik ekilir, çıkan mahsul satılarak
zaviyenin hizmetlerinde kullanılırdı. Şimdi hayvan otlatılan arazi
ve zaviye bakımsız olduğu için yolcu ve ziyaretçilerin korunmaları
ihtiyaçlarının görülmesi işi yapılamamaktadır. Bu beratta türbenin
bakımı, misafirlerin ikameti ve ihtiyaçlarının görülmesi için birkaç
oda inşa edilmesi şartıyla merhum Seyyid Derviş Mustafa’dan boşalan
zaviyenin zaviyedarlığına Kâdirî tarikatına mensup Sivrihisarlı Şeyh
Mustafa el-hâc Yakub’un getirildiği yazılmıştır.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
115
tasavvurunda bu hususları somutlaştırabilmektir.
İşte Yunus Emre’yi başarıya ulaştıran ve bir olgu
olarak çağlar boyu onun gibi şiirler söylemeye
özendiren dilidir. Hocası Tapduk Emre’nin
adlandırmasıyla da halk arasında da kabul gören
“Bizim Yunus” olmuştur.
HALKIN DİLİYLE SESLENMEK:
YUNUS EMRE’DE GÖÇ KAVRAMI
1*
Adem KOÇ
“Halkın dilini kullanmak”, “halka seslenebilmek”, “halk dili” gibi ifadelerden
anlaşılması gereken sadece Türkçe yazmak değildir. Halkın sosyokültürel
yaşamını ve geleneksel dünya görüşünü içeren retoriği şiire yansıtabilmek ve
halkın tasavvurunda bu hususları somutlaştırabilmektir.
Giriş:
B
u çalışmamızda Türklerin Oğuzların
göçebe hayat tarzından Anadolu’da
yerleşik hayata geçişlerinde yaşadıkları
değişime/dönüşüme Yunus Emre’nin etkisi
üzerinde duracağız. Yunus Emre’nin yaşadığı
dönemdeki Anadolu’ya bakıldığında sürekli
bir hareketliliğin olduğu açıkça görülecektir.
Moğol istilası nedeniyle Anadolu’ya göç eden
1* Yrd. Doç. Dr., Eskişehir Osmangazi Üniversitesi,
Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü, Türk Halk Edebiyatı Ana Bilim Dalı,
ademkoc@ogu.edu.tr
Bu çalışma yazarın “Yunus’un ‘Göç’ü”, X. Uluslararası
Yunus Emre Sevgi-Bilgi Şöleni Bildirileri (06-08
Mayıs 2010) (Ed. Erdoğan Boz), 2011, Eskişehir:
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Yayınları,
ss.607-620 olarak yayımlanın çalışmasının gözden
geçirilmiş ve yeniden düzenlenmiş biçimidir.
116
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Türkmen obaları Anadolu’da yerleşim ve yeni
yurda alışma sürecinde sıkıntılar yaşamıştır.
Yunus Emre’nin, şiirlerinde hep bir kaygı içinde
insanları birliğe, beraberliğe davet etmesi;
dünyanın faniliğini, taca-tahta önem vermenin
yersizliğini, gönül yapmanın önemini, yolculuk
ve göçü hatırlatması dikkatimizi çekmiştir.
Çağdaşı olan Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli,
Nasreddin Hoca, Seyyid Mahmud-ı Hayrani,
Ahi Evran gibi çeşitli kültür çevrelerine
seslenen tasavvuf ehli yanında Yunus Emre’yi
farklı kılan ve onu ön plana çıkaran hususlar;
şiirlerindeki saf Türkçesi, konuları ve kurgusu,
halkın dilini kullanabilmesidir. “Halkın dilini
kullanmak”, “halka seslenebilmek”, “halk dili”
gibi ifadelerden anlaşılması gereken sadece
Türkçe yazmak değildir. Halkın sosyokültürel
yaşamını ve geleneksel dünya görüşünü
içeren retoriği şiire yansıtabilmek ve halkın
Tarihî kişiliği menkıbelerle iç içe giren
Yunus Emre’nin destani hayatına dair ilk ve
en geniş bilgi Uzun Firdevsî’nin (ö. 918/1512)
yazdığı sanılan Vilâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı
Velî’de yer almaktadır (Tatçı, 2013: 600).
Abdülbâki Gölpınarlı’nın incelediği Vilâyetnâme’de Hacı Bektaş-ı Veli ile Yunus Emre
arasında geçen anlatıya göre Yunus Emre,
Sivrihisar’ın güneyinde Sarıköy’de yaşayan ve
ekincilikle uğraşan yoksul biridir. Bir yıl kıtlık
olmuştur ve ekin alamamıştır. Hacı Bektaş’ın
vasfını o da duymuştur. Bir öküze alıç yükleyip
Karahöyük’te yaşayan Hacı Bektaş’ı ziyaret
gider. Hünkâr’a “Yoksul bir adamım, ekinimden
bir şey alamadım, yemişimi alın, karşılığını
lûtfedin; ehlimle, ayalimle aşkınıza yiyeyim.”
der. Hünkâr, emreder ve alıcı yerler. Bir iki gün
yanında kalan Yunus, memleketine dönmek
ister. Hünkâr, bir derviş gönderir ve buğday
mı, nefes mi istediğini Yunus’a sordurur. Yunus
“Ben nefesi ne yapayım, bana buğday gerek.”
der. Hünkâr’a bildirirler ve Hünkâr tekrar:
“Her alıcın çekirdeği başına on nefes verelim.”
Yunus’a bunu söylediklerinde “Ehlim var, ayalim
var, bana buğday gerek.” der. Bunun üzerine
öküze buğday yüklerler ve Yunus yola düşer.
Fakat köyüne yaklaştığında “Ne olmayacak
iş ettim ben. Vilâyet erine vardım, bana nasip
sundu, her alıcın çekirdeği başına on nefes verdi,
kabul etmedim. Verilen buğday birkaç gün
yenir, biter. Bu yüzden o nasiplerden mahrum
kaldım. Döneyim, tekrar varayım, belki gene
himmet eder.” diye düşünüp tekrar tekkeye
gelir. Buğdayları indirir: “Erenler, bana himmet
ettiği nasibi versin, buğday gerekmez bana.”
der. Halifeler Hünkâr’a bildirirler. Hünkâr “O
iş, bundan böyle olmaz, o kilidin anahtarını
Tapduk Emre’ye sunduk. Ona gitsin, nasibini
ondan alsın.” der. Yunus, Tapduk Emre’ye gider
ve Hünkâr’ın selamını iletir. Tapduk, selamını
alır: “Safa geldin, kademler getirdin, hâlin bize
malûm oldu, hizmet et, emek ver, nasibini al.”
der. Yunus, Tapduk Emre’nin tekkesinde odun
çeker, yaş ağaç kesmez, eğri odun getirmez, kırk
yıl hizmet eder. O hazinenin kilidi açılır, nasibi
verilir ve Yunus Emre’nin gözünden perde
kalkar, söylemeye başlar. Söylediği nefesler
büyük bir divan olur (Gölpınarlı, 2000: 47-48).
Görüldüğü üzere Yunus Emre, Hacı
Bektaş-ı Veli ve Tapduk Emre kapısında git gel
yaşadığı dönemde “alıç-buğday-nefes” arasında
kalmıştır. Dinî metinler incelenirken özellikle
terminolojiye dikkat etmek ve sembolik dile
hâkim olmak gerekir. Vilâyetnâme’de anlatılana
göre Yunus’un dünyasında “buğday” ve “nefes”
neyi temsil etmektedir? İşte Yunus Emre’nin
Türkçesi, şiirlerinin retoriği bu noktada
oluşmaya başlamıştır. Buğday, “dünyayı, dünya
nimetlerini, maddiyatı, geçiçiliği”, nefes ise
“manevi âlemi, himmeti, gönül gözünü, kanaati”
sembolize etmektedir.
Yunus Emre’nin Tapduk Emre’nin yanında
tamamladığı eğitimle birlikte şiir dili bu şekilde
oluşmuştur. Kaygılarının temelini burada aramak
gerekir. İlk hareket noktası “buğday ve nefes”tir.
Bu çalışmada ön plana çıkan Yunus Emre’deki
kaygı neydi? Neden Yunus bu kadar kaygı
içindedir? Tematik olarak şiirini kurgularken
ve fikrî dünyasını işlerken neden “göç”ü çok
fazla kullanmıştır? Tüm bu soruların cevabı için
psikolojik, sosyal, kültürel, fikrî ve tasavvufî arka
plana bakmak gerektiği kanısındayız.
Konargöçer Kültürden Anadolu’da Yerleşik
Hayata Dönüşüm ve Yunus Emre:
Destan devrinin yaşandığı, konargöçer
kültürün hâkim olduğu ve sürekli mücadelelerin
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
117
yer aldığı, gücün-kuvvetin-varlığın ön planda
tutulduğu dönemden Anadolu’da yerleşik
hayata geçiş süreci sanıldığı gibi birdenbire ve
kolay olmamıştır.
Konargöçer kültürün hâkim olduğu bir
dönemde halkın hayat anlayışına bakacak olursak
bu yaşam tarzını düzenleyen bazı anlayışlar
göreceğiz. “Bu hayatı tanzim eden ana faktör
tabiatın kendisidir. Hayat tarzı devamlı hareket
ve mücadeleye dayanır. Bu da sürekli kuvvetli
olmayı ve kalmayı gerektirir. Buradan da esas
unsurun kuvvet, yani maddi kuvvetin olduğunu
görmekteyiz. Tabiat şartlarıyla ve çevredeki
topluluklarla devamlı mücadele konargöçer
kültüre sahip halka savaşçı, mücadeleci, sert,
hareketli bir karakter kazandırmıştır.” (Yıldırım,
1998: 196) Bu nedenle yaşam tarzıyla birlikte
davranış ve psikoloji de tabiat şartlarının
gerektirdiği mücadeleci ruhla şekillenmiştir.
Destan devrinde ve konargöçer kültürde
şam, kaman, bahşi, ozan geleneğinde cemiyetin
üzerinde çok büyük etkisi olan, her türlü
problemin çözümünde yardımcı olan ulu
şahsiyetlerin varlığını biliyoruz. Bu dönemde
önemli olan sözdür. Yani kişinin verdiği söz
çok önemlidir. Dede Korkut hikâyelerinde
aktarıldığı üzere “Ol zamanda biglerün alkışı
alkış karkışı karkış idi, duaları müstecab olur
idi.” (Ergin, 1997: 11) Mücadele ve savaşlar
Tanrı adına yapılır. Hanların, kağanların
Tanrı tarafından gönderildiğine inanılır ve
destanlarda da (Oğuz Kağan gibi) bu ilahi
görevi kahramanların ağzından duyarız. (Elçin,
1998: 95) Oğuz Kağan Destanı’nda belirtildiği
üzere “töre konuşunca han sustuğu” için
(Gökdağ-Üçüncü, 2007: 59) bu dönemlerde ve
kültürel çevrede hayatı tanzim eden gücün töre
ve yasalar olduğunu söyleyebiliriz.
Türklerin önceki inanç sistemleriyle birlikte
İslami tesirin de bulunduğu, Yunus Emre’nin
yaşadığı dönemi de içine alan ve Osmanlı
Devleti’nin kuruluşundan sonraki dönemde
118
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
yazıya geçirildiği düşünülen Dede Korkut
hikâyelerinde de “içtimai hayata hâkim olan
İslami inançlardan ziyade, töre ve yasalardır.”
(Yıldırım, 1998: 197) Konargöçer kültürün
yaşandığı dönemde boylar arasında mutlak bir
bağlılık ve dayanışma vardır. Yunus Emre’nin
yaşadığı dönem Anadolu’da artık İslami bir
inanç sistemi hâkimdir. Töre ve yasaların
yerini İslami akideler almış/almaya başlamıştır.
Halk konargöçer kültürden yerleşik hayata
geçmiş ve yaşam tarzına alışma devresindedir.
Yunus’un yaşadığı bu dönemde Anadolu’da
sürekli mücadeleler vardır. Anadolu ayrıca
Moğol istilasına uğramıştır. Birlik ve beraberlik
bir yana sürekli çekişmeler vardır. Faruk
Sümer’in tespitiyle Anadolu’da halk arasında
üç insan tipi vardır: “Şehirli, köylü ve göçebe”
(Sümer 1971, Yıldırım, 1998: 197’den). İşte
bu insan tiplerinin bu manzarada birlik ve
beraberliğinden/dayanışmasından söz edilmesi
mümkün olmayacaktır. Hem siyasi hem de
içtimai alandaki çekişmeler Anadolu halkı
arasında ciddi sarsıntılara sebep olmaktadır.
Yunus Emre’nin de içinde bulunduğu “Anadolu
Abdalları, Anadolu Gazileri, Anadolu Ahileri
ve Anadolu Bacıları gibi Horasan mayalı
erenler, Osmanlıların kuruluşunda önemli
rol oynadıkları gibi, dinî hayatımızın da
başlıca üniter kişileridirler.” (Güzel 2006:
202) Yunus Emre’nin bu çalışmaları sırasında
yalnız olmadığını, çağdaşı diğer din ulularıyla
Anadolu’yu eğitmeye çalıştıklarını görüyoruz.
“Türklük binasının yapılaşmasında; yapı
taşlarını Yunus Emre, ustabaşılığını Hacı
Bektaş, iç mimariyi Mevlana, statiği Ahi Evran,
harçlarını ise Nasreddin Hoca oluşturmaktaydı.
(Güzel, 2006: 319) Bu nedenle oluşturdukları
çekim alanıyla birlik ve beraberliği tesis ederek
Anadolu’da Müslüman Türk birliğine katkıda
bulunmuşlardır.
Yunus Emre’nin şiirlerinde Anadolu
manzarasındaki bu insan tiplerinin aralarındaki
mücadeleye son verme kaygısının çok yoğun
olduğunu görmekteyiz. Konargöçer kültüre
sahip, mücadeleci, hırslı, haksızlığa tahammül
edemeyen insan topluluğunun yerleşik hayata
geçişte yaşadığı psikolojik sarsıntıya Yunus,
telkinleriyle çare olurken toplumu dönüştürme
çabası içindedir.
Konargöçer kültüre sahip halkın sözlü
kültürde öğrendiği ve kendisinin de içinde
bulunduğu başkalarıyla mücadele artık bitmeli
ve yerleşik hayatla birlikte kendi soyundan olan
diğer insan tipleriyle barış içinde yaşamalıydı.
Bu nedenle Yunus, insan için mücadele edilecek
en büyük varlığın yine kendisi olduğunu;
kendini, benini yenen insanın iyi bir “derviş”
olacağını, dervişlikte postun-tacın öneminin
olmadığını, gerçek dostun Allah olduğunu,
Allah’a ulaşmakta en büyük kılavuzun da Hz.
Peygamber olduğunu söyler ve kişileri kendi
benliğiyle mücadeleye sevk eder.
Andan yigrek ne vardur kişi bile kendözin
Kendözin bilen kişi kamulardan ol güzin
(YED 247-1)
Terk idesin taht u tâcı bilesin itdüğün göçi
Muhammed Hak yalvarıcı şefaatçimiz andadur
(YED 44-7)
Ele getürdügüni miskinlere harceyle
Niçe çok yaşarısan sonucı ölüm vardur
(YED 51-4)
Yerleşik hayata geçen Anadolu insanına gerçek
göçü hatırlatır. Gerçek âlemden bu dünyaya göç
edildiğini ve konanın göçtüğünü, asıl menzile
geri gidileceğini vurgular:
Bildük gelenler geçdiler gördük konanlar göçdiler
Işk şarabın içen cânlar uymaz göçmeğe konmaga
(YED 1-10)
Bildük gelen geçerimiş konan girü göçerimiş
Işk şerbetin içerimiş her kim bu maniden tuyar
(YED 28-8, 299-7)
gibi ifadelere Divan’ın birçok yerinde rastlarız.
Bu yol uzun, meşakkatli ve birçok tuzakla
doludur. İnsana güvenilir bir yoldaş gerekir.
İnsana en büyük kılavuz “akıl”dır. Artık bir
kahraman, han ya da kağanın korumasına değil
“akıl”ın kılavuzluğuna ihtiyaç vardır.
Yunus Emre, kurduğu fikrî dünyasında belli
bir seviyeye gelen halkı için Risaletü’n Nushiyye
adlı eserinin “Fî-Tarîfi’l-Akl” (Tatçı, 2008b: 3637) adlı bölümde nesirle aklın kılavuzluğunu da
çok manidar şekilde göstermiştir. Akıl ve iman
sembolik olarak üç gruba ayrılmış; “toprak,
su, hava, ateş” iyi ve kötü özellikleriyle kendi
içinde ordu düzenine sokulmuş ve mücadele
ettirilmiştir. Ruh ve nefis mücadele içindedir ve
akıl ruhun kılavuzudur. Yunus, nesir bölümünün
sonunda iki bölüğün özelliklerini de sıraladıktan
sonra:
“İmdi bilgil ki kangı bölükdensin? Kangısınun
sözin dutarsın anun bölügindensin.” diyerek
kişiyi aklın kılavuzluğuna bırakır. Netice olarak
Yunus’a göre “nefis” askerlerinden kurtulmak,
“ruh” ve “akıl”ın çizdiği “aşk” yolunda ilerlemek
gerekecektir.
Mücadelede bütün kötülüğü eritecek engin
bir “gönül” gereklidir. Yunus’un bu gönül/
gönülsüz tarifi tasavvuf tarihinin en önemli
tanımlarındandır. Destan devri ve konargöçer
kültürün mücadeleci ruhuna bağlı olarak ortaya
çıkan “öc alma, kin, savunma, saldırı” en temel
psikolojik durumlardır. Yunus’un bu tanımı/
telkini, millî hafızada yer eden ve bahsini
ettiğimiz duyguların erimesini, yok olmasını
bazen yanlış yorumlamaya da yol açacak1
dönüşümünü sağlamıştır:2
2 Bu konu başka bir çalışmamızda yer alacaktır.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
119
Eger devlet gerekse akla danış
Mürebbisüz ilerü varmaya iş (RN 180)
Dervîş gönülsüz gerekdür sögene dilsüz gerekdür
Dögene elsüz gerekdür halka berâber gerekmez
(YED 111-2)
Üstelik İslam’ın şartlarından olan oruç ve
namazı övüp öğütlerken (YED 109-4, 136-1)
gönül yıkmanın namaz ibadetinin kabulünü
engelleyeceğini vurgulayarak “gönül”ü ve “gönül
yapmayı” çok üstün tutar. Bunun nedeninde
Anadolu Türk’ünü “kinden, nefretten, ayrılıktan;
affedici, muhabbet ehli, gönül eri” derviş tipi
hâline getirme çabası olduğunu düşünüyoruz.
Çünkü İslami akidelerin uygulanması için halkın
istenilen insan tipine sokulması gerekecektir:
Bir kez gönül yıkdunısa bu kıldugun namâz degül
Yitmiş iki millet dahı elin yüzin yumaz degül
(YED 166-1)
Konargöçer kültüre sahip Oğuz Türklerinin
dünyasını yansıtan Dede Korkut hikâyeleri ile
yerleşik hayata geçmiş ve medeniyet değişiminin
ıstırabını yaşayan Anadolu Türk’ünün yaşadığı
travmaya çare olmaya çalışan Yunus Emre’nin
şiirini inceleyen Dursun Yıldırım, Yunus
Emre’nin mücadelesi hakkında önemli bir
çözümlemede bulunmuştur:
“İnsan yapısında var olan dürüstlük, doğruluk,
iyilik ve saygı gibi kıymetler her iki cemiyette
de önem taşımaktadır. Ne var ki göçebe Oğuz
Türklerinde görülen bu değerler cemiyette
hükmünü sürdürmektedir. Oysa Anadolu
Türklerinde medeniyet değişmeleri ve çeşitli
istikrarsızlıklar yüzünden bu değerler altüst
olmuş bir durumda görülmektedir. Bu düşünce,
Yunus’un hareket noktası olur ve gördüğü bu
boşluğu kendi düşünce sistemi ile doldurmaya
çalışır. Bize göre en önemli fark, Yunus’un kendi
120
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
düşünce sistemine göre kurduğu bir düzeni
cemiyete kabul ettirmeye çalışması, bir teklifle
ortaya çıkması; diğerinin ise cemiyette birliği
ve bütünlüğü sağlayan değerlere zaten sahip
olmasıdır.” (1998: 199)
Bırakılan birçok alışkanlığın/geleneğin
yerine İslami akidelerle dolu yeni bir dünya tesis
etme, bu nedenle de onların anlayacağı terimlerle
ve kelimelerle onların gönlüne girme Yunus’un
en büyük amacıdır. Ancak sözlü kültüre sahip
halkın Yunus’un telkin ettiği “akıl”a, “gönül”e
ulaşması kolay olmayacaktır. Yunus Emre’nin
halk arasında sevilmesi ve yüzyıllardır insanları
etrafında toplayabilmesinin en önemli nedeni
olarak onların diliyle, kültürüyle onlara
yaklaşması olduğunu düşünüyoruz. Çünkü
Yunus konargöçer halka bildiği “göç” üzerinden
bu dünyayı ve ahireti göstermeye çalışır. Kervan
düzmeyi, yol hazırlığı yapmayı, kılavuzu, yol
izlemeyi, çadır kurmayı, tabiatı çok iyi bilen
bu halka yine onun anlayacağı dille fikirlerini
aktarır.
Sert, mücadeleci, öç almak isteyen, dünya
varlığını bekleyen Anadolu halkını “aşk”
gemisine bindirir; “akıl”ı kılavuz, “gönül”ü
yoldaş eyler. Başkalarıyla mücadele yerine
halkı kendi şahsıyla, özüyle, benliğiyle, hırsıyla
mücadeleye sevk eder:
Yoldaş olalum ikimüz / Gel dosta gidelüm gönül
Hâldaş olalum ikimüz / Gel dosta gidelüm gönül.
(YED 160-1)
Biz bu cihandan göçelim / Ol dost iline uçalım
Arzu hevadan geçelüm / Gel dosta gidelüm gönül
(YED 160-6)
Kulaguz olgıl sen bana / Gönilelüm dostdan yana
Bakmayalum öne-sona / Gel dosta gidelüm gönül
(YED 160-7)
Yunus Emre’nin Fikrî Dünyasında Göç:
Yunus Emre’nin şiirlerinden kendisinin de
gezgin bir kişi olduğunu anlıyoruz. Dolayısıyla
göçebe Türk halkı arasında dolaşarak onların
diliyle yine onlara kendi fikrî dünyasını, ideal
insan ve derviş tipini aktarmaya çalışmıştır.
Şiirlerinde geçen Rum, Şam, Kayseri, Tebriz,
Sivas, Nahcıvan, Şiraz, Bağdad gibi birbirine
uzak diyarları gezerek gerçek Dost’u arar. Âdeta
göç kültürüne hâkim Türk halkına gerçek göçün
ne için yapılması gerektiğini lisan-ı hâliyle
aktarmaya çalışmıştır.
“Ölmek” sözünün anlamında yok olmak
da bulunduğundan tasavvufi ıstılahta ölümün;
geçici, yalan dünyadan gerçek dünyaya göçmek
dolayısıyla, ölmek yerine ‘göçmek, göçünmek’
yahut ‘yürümek’ sözü kullanılır. (Gölpınarlı,
2004:126) Konargöçer kültürde “ölüm”ü
tabiatla da birlikte düşündüğümüzde “her
şeyi kaybetmek, yok olmak” anlamına gelir.
Yunus onların fikrî dünyasına “ölmek” yerine
“göç etmek, yürümek, uçmak, varmak” gibi
sözcüklerle “hakiki menzile ulaşmayı, Dost’a
kavuşmayı” yerleştirmek gayesindedir. Bu sayede
“ölümsüzlüğün sırrı”nı vermek ister. Yaşamın
sonunun ölüm olduğunu da hatırlatır:
Ne gelmegün gelmek durur ne bilmegün bilmek
durur
Son menzilün ölmek durur tuymadun ışkdan bir
eser (YED 28-7)
Cân bedenden uçıcak menzilinden göçicek
Ol cihâna geçicek göze iyân olasın (YED 261-5)
“Göçgünci” ifadesi konan-göçen insanı
ifade eder. Yunus, gerçek âlem ile bu dünya
arasında gidilip gelineceği hususunu bu terimle
karşılamıştır. Konargöçer kültürde yaylak ve
kışlak arasında gidilip gelinecektir. Bazen de
zorunlu olarak yeni otlaklar ve yaşanılacak
memleket aranacak, savaş nedeniyle zorunlu göç
gerekecektir. Bu göçlerin geri dönüşü olmaz.
Yunus, bunu bilir. Gerçek âleme geri dönüşün
olmasını ister.
Yunus, yaşamı hakiki menzile gidilen
yolculuk olarak değerlendirir ve bu nedenle
menzile ulaşmak için ölmek gerekir. Ona göre
ölmek yok olmak değil, “sevgiliye, dosta ulaşma”
vesilesidir. Bu nedenle de “hakiki aşkı arayan,
Dost’a ulaşmak isteyen” âşık için bir ölümsüzlük
müjdesi verir:
Ko ölmek endîşesin âşık ölmez bâkidür
Ölmek senün nen ola çün cânun İlâhîdür
(YED 33-1)
Ölümden ne korkarsın korkma ebedî varsın
Çün kim işe yararsın bu söz fâsid davîdür
(YED 33-2)
Yapılan yolculukta yaratıcıya/menzile ulaşma
ve onun huzuruna varmadan önce dünyayı,
dünyalığı terk etmek; Hakk’ın huzurunda
gerçek ölümsüzlüğe ulaşmak için sağlıklı iken
ölebilmeyi öğütler. Bu ölüm bedenen ve ruhen
yok olmak değil dünyayı manen terk etmek,
nefsi yok etmektir:
Bârî koyuban kaçmasan / Göçgünci gibi göçmesen
Kişi Hak’ı bilmek gerek Hak haberin almak
gerek
Ölüm şarabın içmesen / Âh nideyim ömrüm seni
(YED 384-6)
Zindeyiken ölmek gerek varup anda ölmez ola
(327-7)
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
121
Konargöçer kültürde göç için gerekli en
önemli araç; at, deve, katır gibi hayvanlardır.
Yunus bu tür hayvanları şiirine alırken yapılan
manevi yolculukta bir binit olarak sunar. Göç
kültürüyle ilgili terimleri Yunus’ta sadece
şiirinin yapı malzemesi olarak görmekteyiz.
Zira göçer halk atın hedefe ulaşmada ne kadar
hızlı olduğunu bilir. Bu kültüre sahip halk için
en önemli zenginlik kaynağı da yine at, katır,
deve ve koyun, keçi sürüsüne sahip olmaktır.
Yunus, Allah aşkıyla dolan bir gönülde bunların
da öneminin olmadığını belirterek hırsı
köreltmeye çalışır. Gerçek aşka talip olunmasını
ister:
Gel imdi gel kanâata gâfil olma tîz bin ata
Olmaya kim ecel yite fâsid ola satu-bâzâr
(YED 83-2)
Her kimde ışk varısa ayruk ne sıgar ol yire
Dost döşegine geçemez at u katır yâhûd deve
(YED 2-7)
Hayvancılıkla uğraşan konargöçer halkın
çok iyi bildiği “kesik süt”ü (ak teleme) ve “yeni
gelini” nur yüzlüler için benzetme unsuru olarak
kullanır:
Yunus bilmez kendü hâlin Hak Çalap söyledür
dilin
Bir niçesi yini gelin ak teleme yüzler yatur
(YED 82-9)
Göçer kültürde gidilip gelinecek bir yol
vardır. Her defasında halk bu yolu kullanır
ve konup göçtüğü güzergâhı iyi bilir. Yunus
güzergâhı fikrî dünyasına göre çizer. Gerçek
âlemden dünyaya yapılan yolculuktan sonra
geri gidilecek/konulacak yeri, izlenilecek yolu
kendince belirtir:
Âşık kılar dün-gün âhı vurur Hak’a dogrı râhı
Her dem gönül seyrengehi gönli Mirâcdur âşıkun
(YED 146-5)
Cân odur kim Hak’a ire ayak odur yola gire
Er oldur alçakda tura yüksekden bakan göz degül
(YED 166-3)
Göç yolunu çizerken gerçek aşka erenlerin
göğe yükseldiğini belirtir.3 Göçün göğe doğru
olduğu kanısındadır:
Erenler gelüp geçtiler dünyayı koyup göçdiler
Havâya agup uçdılar bular hümâdur kaz degül
(YED 166-2)
İskender Pala, “gurbet”i gariplik, “yabancılık,
yabancı bir yerde bulunma hâli, yâd el, yabancı
memleket; tasavvufta gerçek irfana vakıf
olmadan evvel Allah yolunda yürüyenlerin kendi
vatanlarında alıştıkları âdetlerle uğraşmaları,
kendilerini meramlarına erişmekten alıkoyacağı
korkusuyla vatanlarını terk ile seyahate
çıkmalarıdır.” (Pala, 1995: 207) şeklinde verir.
Pala’nın açıklamasında tasavvufi bir yolculuktan,
göçten söz edebiliriz. Yunus Emre aşk ile yollara
düşmüş, gurbete çıkmış, gerçek Dost’u aramıştır.
Gezgin Yunus daha önce de belirttiğimiz gibi
Divan’ının birçok yerinde diyar diyar gezdiği
illerden bahseder:
Ben yürürüm ilden ile dost sorarım dilden dile
Gurbetde hâlüm kim bile gel gör beni aşk neyledi
(YED 404-3)
Dost; yâr, sevgili, arkadaş, ahbap, muhabbet,
sevgi ve tasavvufi ıstılahta kulun Allah’ı
sevmesinden önce Allah’ın ezelde kulunu
sevmesi ve dost edinmesi (Uludağ, 2001: 109110) dir.
Dervîşlerün hâlleri Hak’a gider yolları
Arş’da na’lin dönderdi Üveys’i dervîşlerün
(YED 149-2)
122
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Mecnun oluban yüriyem yüce tagları büriyem
Mûm olubanı eriyem yanam hey dost diyü diyü.
(YED 291-5)
Hak erenlerin canları sıkıldığı ve yalnızlıktan
kurtulmak istedikleri zaman “yâ Dost!”, “Hâk
Dost!” demeleri gibi Yunus yalnız olduğunu
hissettiğinde,
dünyanın
geçiciliğinden,
insanların sahte yüzlerinden bıktığında yollara
düşer, gerçek Dost’u arar. “Allah kuluna kâfi değil
mi?” (Kur’an-ı Kerim: 39 Zümer Sûresi-36)
ayetince gerçek Dost’a sığınmak ister.
Sufilere göre insanın asli vatanı ruhlar
âlemidir. İnsan buraya geçici yani misafir olarak
gelmiştir. O, bu âlemde gariptir; ruh daima
asli vatanı olan melekût ve ruhaniler âlemini
özlemektedir. (Uludağ, 2001:148) Mevlana’nın
Mesnevi’sinde ilk beyitten itibaren gerçek
âlemden geçici âleme yapılan yolculuktan
bahsedilir. İnsanoğlu bu geçici dünyada sürekli
ıstırap içindedir ve gerçek âleme geri döneceği
ve gerçek sevgiliye kavuşacağı günün arzusu
içindedir:3
Andanberû günildûm dost ile bile geldüm
Pes bu âleme çıktum bir acep hâle geldüm.
(YED: 196-1)
Ol dost açtı gözümü, gösterdi kendözümi;
Gönüldeki râzumı söyledüm dile geldüm.
(YED: 196-2)
Yunus, bu beyitleriyle başlayan şiirinde de
gerçek dostu, Allah’ı över ve Dost’a kavuşma
arzusundadır.
Fenâ sarâyından göçüp bekâ sarâyına geçüp
Işkın şarâbından içüp konsa gerek şimden girü
(YED 286-6)
Togaldan bagrumı togradı gurbet
Sızar tamar ciger kanı tamardan (YED 263-3)
3 Gök Tanrı ve Atalar kültüyle bağlantılı olduğunu
düşündüğümüz bu telakkinin Yunus Emre’nin
şiirinde daha detaylı bir araştırma konusu olarak
ele alınması gerektiğinden burada üzerinde
durmayacağız.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
123
Eski Türk inanışlarıyla da bağlantılı olan “göğün çadır olması, göğün
kutsiyeti” telakkisi Yunus’ta da yer alır. Yunus kültür öğesi olarak çadırın
nasıl kurulduğunu da bilmektedir. Düz bir yer, gergi-sabitleyici, çadır
dayağı ve örtüsü gibi malzemeleri kullanır. Yerin göğün yaradılışına telmihte
bulunarak göçer kültüre ait bu malzemeleri yine şiiri için yapı malzemesi
olarak kullanır.
Gurbet ilinde yürürem / Dostı düşümde görürem
Uyanup Mecnûn oluram / Gel gör beni ışk neyledi
(YED 404-5)
Yunus turdı girdi yola kamu gurbetleri bile
Kendü cigerüm kanıla vasf-ı hâlüm yazar
oldum (YED 222-11)
Bu dünya gurbettir. Bu nedenle Hak
âşıklarına azap verir. Sadece konulacak, bir
süre beklenilecek yerdir. Bu cihana gelmeden
evvel Dost ile vade kılınmıştır ve bekleme
zamanı bitince, vade tamama erince gerçek
vatana gidilecektir. Yunus bu bekleme süresinin
bitmesini istemektedir:
Bu dünyeye gelen kişi âhir yine gitse gerek
Müsâfirdür vatanına bir gün sefer itse gerek
(YED 139-1)
Va’de kılduk ol dostıla biz bu cihana gelmedin
Pes ne kadar eglenevüz ol vademiz yitse gerek
(YED 139-2)
Bu noktada Yunus’un kullandığı “sayvan”
sözcüğüne dikkat etmemiz gerekir. Sayvan
‘saye-ban’; “gölgelik, şemsiye, büyük çadır”
anlamındadır. Zira göç eden ya da tarım
kültürüyle ilgilenen halk için sayvan önemlidir.
Bir süre mola verecek insan için bir gölgelik
gerekir. Gerçek âlemden bu dünyaya yapılan
yolculukta dünya geçici bir yerdir. İnsan bir nefes
almak için beklemektedir. Yolculuğa devam
edecek ve gerçek menzile geri dönülecektir.
124
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Yunus yerküreyi beklenecek durak, göğü de
ona çadır, sayvan yapar. Yunus’a göre gerçek
durak, varılacak menzil Arş’tır, gerçek Dost’un
bahçesidir.
Âdem yaradılmadın cân kalıba girmedin
Şeytân lanet olmadın Arş’ıdı sayvân bana
(YED 12-5)
Uçdum bir hoş yire kondum bu dünyâyı bâki
sandum
İy yârânlar ben usandum kondum gine göçer oldum
(YED 208-6)
Gerçek aşkı bulan Yunus, Dost’a ulaşmıştır
ve onun bahçesine konaklayacağı çadırını
kurduğunu söyler:
Görün görün bu devleti bu ışkıla beşâreti
Dost bâgınun içinde ben ışk çadırın kurdum bugün
(YED 240-4)
Geh beyâban (u) harâb u geh serâb u geh türâb
Geh gine ma’mur olam geh çetr ü geh sayvân olam
(YED 201-36)
Eski Türk inanışlarıyla da bağlantılı olan
“göğün çadır olması, göğün kutsiyeti”4 telakkisi
Yunus’ta da yer alır. Yunus kültür öğesi olarak
çadırın nasıl kurulduğunu da bilmektedir.
4 Türk Çadırı için bkz. “El-Kubbe El-Türkiyye”
(Esin 2006. 124-153) ve ‘Kerekû, Günlük ve Yurt’
için bkz. “Türk Kubbesi” (Esin 2006: 154-177).
Kaynakça
Düz bir yer, gergi-sabitleyici, çadır dayağı ve
örtüsü gibi malzemeleri kullanır. Yerin göğün
yaradılışına telmihte bulunarak göçer kültüre
ait bu malzemeleri yine şiiri için yapı malzemesi
olarak kullanır:
ELÇİN, Şükrü. 1998. Halk Edebiyatına
Giriş, Ankara: Akçağ.
Düz döşedüm bu yirleri çöksü urdum bu tagları
ESİN, Emel. 2006. Türklerde Maddi
Kültürün Oluşumu, İstanbul: Kabalcı.
Sayvân eyledüm gökleri girü tutup duran benem
(YED 193-4)
Yir benümdür gök benümdür Arş benüm
Gör niçesi germişem sayvânumı (YED 389-7)
Sonuç:
Buraya kadar konargöçer Türk halkının
yaşam telakkisiyle yine onların çok iyi bildiği
kültürel bağlamı Yunus’un yorumuyla gördük.
Konargöçer kültürü çok iyi gözlemleyen Yunus,
halkı kendi anlayacakları dille çok güzel eğitmiş
ve dönüşüme çok büyük katkıda bulunmuştur.
“Göç, göçmek, göçgünci, yol, yoldaş, çetr,
sayvan, at, deve, katır” gibi sözcükleri şiiri içinde
kendi fikrî dünyasına uygun şekilde yeniden
şekillendirmiş ve anlamlandırmıştır. Gerçek
göçün ne olduğunu ve nereye yapıldığını sürekli
tekrarlamıştır. Hakk’a giden yolda dünyalık
hırsından azad olmuş, aşkın aracılığıyla tertemiz
bir gönülle gerçek menzilden gözünü ayırmayan
Anadolu Türk’üne ulaşmak için yanmış
tutuşmuştur.
Anadolu’da yerleşik hayata geçiş aşamasında
konargöçer kültürden, geldiği yeni topraklarda
yerleşik hayatın getirdiği durağan yaşama uyum
sürecinde Türk boylarının kendi soyundan diğer
insanlarla yaşadığı dinî, fikrî, sosyal ve kültürel
problemleri çözmede Yunus Emre’nin etkileyici,
ikna edici ve yol gösterici bir dille telkin ettiği
ve tesis etmeye çalıştığı fikrî dünyasını anlamaya
çalıştık.
ERGİN, Muharrem. 1997. Dede Korkut
Kitabı, C.I, Ankara: TDK Yayınları.
GÖKDAĞ, Bilgehan Atsız-ÜÇÜNCÜ,
Kemal. 2007. Başlangıcından Günümüze Türk
Destanları, Ankara: Akçağ.
GÖLPINARLI,
Abdülbaki.
2004.
Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve
Atasözleri, İstanbul: İnkılap.
GÖLPINARLI, Abdülbâki. 2000. Vilâyetnâme Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî,
İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
GÜZEL, Abdurrahman. 2006. DinîTasavvufî Türk Edebiyatı, Ankara: Akçağ.
PALA, İskender. 1995. Ansiklopedik Divan
Şiiri Sözlüğü, Ankara: Akçağ.
SÜMER, Faruk. 1971. “Yunus Emre
Çağında Türkiye’nin Siyasal, Sosyal ve Kültürel
Tarihine Genel Bir Bakış”, Uluslararası Yunus
Emre Semineri Bildirileri, İstanbul: Akbank
Yayını.
TATCI, Mustafa. 2008 (a). Yunus Emre
Dîvânı Tenkitli Metin, İstanbul: H Yayınları.
TATCI, Mustafa. 2008 (b). Risâletü’nNushiyye Tenkitli Metin, İstanbul: H Yayınları.
TATCI, Mustafa. 2013. Yûnus Emre, İslam
Ansiklopedisi, İstanbul: Türk Diyanet Vakfı, ss.
600-606.
ULUDAĞ, Süleyman. 2001. Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı.
YILDIRIM, Dursun. 1998. Türk Bitiği,
Ankara: Akçağ.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
125
YUNUS EMRE’YE ULUSLARARASI BAKIŞ
(Dün-Bugün-Yarın)
Emrah BEKÇİ
1*
Devrin ıstırabının yudum yudum içildiği bir hengâmede halkın içine girip
diyar diyar, köy köy dolaşmış; bugünkü değil yarın varacağımız yerin sahibini
tanıtmak için didinerek halkı teselli etmişti.
K
apatalım cism’i zamanın gözlerini…
Derin bir nefes alalım… Ruhumuzun
aklını maziye seyahate hazırlayalım…
Zamana yolculuk ederek mazide cismin dilleriyle konuşmuş, mücadele etmiş, günümüze
ruhumuzun şifası olan sözler bırakmış insanlarla tevafuk olmak mümkün mü? Hatta o vakitlerdeki acıları, gözyaşlarını, sohbetleri, savaşları
görmek, “İnsanlık nereden nereye gelmiş, hayret
olunacak bir şey.” diyerek tefekkür etmek, kısacası maziye tanıklık etmek ne güzel olurdu!
Şimdi sizlerle maziye beraber bir yolculuk
yapalım. Günümüz Anadolu’sundan, Diyar-ı
Rum olan XIII. asırdaki yaşama bir göz gezdirip bu geniş coğrafyada inanan ve ümidini
kesmeyen, ruhlara şifa olan “Yunus Emre” ile
tanışalım. Evvela uzak devlet mazimize bir göz
gezdirelim.
1* Yazar-Yönetmen
126
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Diyar-ı Rum Selçuklu Sultanı I. Alâeddin
Keykubad2 31 Mayıs 1237 senesinde Kayseri’de
Ramazan Bayramı’nın üçüncü günü, huzurunda bulunan yabancı elçiler için büyük bir ziyafet
verdi ve bu ziyafette yediği kuş etinden zehirlenerek o gece öldü. Yerine oğlu II. Gıyâseddin
Keyhusrev3 geçti. Aradan geçen 6 sene Diyar-ı
Rum Selçuklu Devleti misakında yaşayan halk
I. Alâeddin Keykubad’ın idareciliğini çok aradı.
Tarihler 1243 senesini gösteriyordu. Moğollar Sivas’a yürümüşler, Sivas kadısının şefaatiyle
halka dokunmamışlar, şehri üç gün yağma etmişler, oradan Kayseri’ye geçmişler, erkekleri kılıçtan geçirmişler, kadınlarla çocukları alıp yola
çıkmışlardı. Yolda yürüyemeyenleri öldürmüş2 1220-1237 arasında Anadolu Selçuklu Sultanı, I.
Gıyaseddin Keyhüsrev’in oğlu.
3 1237-1246 arasında Anadolu Selçuklu Sultanı, I.
Alaeddin Keykubad’ın büyük oğludur.
ler, her yana dehşet saçmışlardı. Kösedağ Yenilgisi (641 H. 26 Haziran 1243)4, Selçuk İmparatorluğu’nu temelinden sarsmıştı. II. Gıyâseddin
Keyhusrev’in ölümünden sonra ülkede yer yer
isyanlar çıkmış, beyler bağımsız kalmışlar, birbirlerine düşmüşler, Moğol kumandanı Baycu5
bir kere daha Diyar-ı Rum’a yürümüş, 1256’da
Konya yakınlarındaki savaşta Selçuklu ordusunu bozguna uğratmıştı. Anadolu’da taht için
kardeş kavgası başlamıştı.
Sonunda iki kardeş IV. Rükneddin Kılıcarslan , II. İzzeddin Keykavus7 ülkeyi paylaşmayı kararlaştırdılar. Fakat Pervâne Muineddin
Süleyman8, Moğolların yardımıyla Rükneddin’in üstünlüğünü sağladı; İzzeddin Bizans’a
kaçtı. Rükneddin, bütün devlet işlerini eline
almış olan Pervâne Muineddin Süleyman’ı ortadan kaldırmak istiyordu. Bunu anlayan Muîneddin, 1265’te Rükneddin’i öldürttü; yerine iki
buçuk yahut altı yaşında oğlu III. Gıyâseddin
Keyhusrev’i9 getirdi.
6
Devlet erkânı bu hâlde iken Diyar-ı Rum
sakinleri ağır vergiler, huzursuzluk, yiyecek sı4
Sivas’ın
Zara
ve
Suşehri
ilçeleri arasında kalan bir dağdır. Kösedağ Savaşı burada yapılmıştır. (26 Haziran 1243)
Rakım 2800 metredir.
5 Baycu Noyan Batı Moğol orduları kumandanı.
Besud/Beshud kabilesinden olup Cengiz Han’ın komutanlarından Jebe’nin akrabası.
6 1249-1254 (Üçlü), 1257-1262 (İkili), 1262-1266
(Tek olarak) Türkiye Selçuklu Sultanı ve II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in oğlu.
7 1246-1249 (Tek olarak), 1249–1254 (Üçlü),
1254-1257 (Tek olarak), 1257-1262 (İkili) Türkiye Selçuklu Sultanı ve II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in
büyük oğludur.
8 Anadolu Selçuklu Dönemi devlet adamı. II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in vezirlerinden Mühezzebüddin
Ali ed-Deylemî’ nin oğludur. Kösedağ Muharebesi (1243) sonrasında Mugan’daki Moğol komutanı
Baycu Noyan ile barış görüşmelerine giden babasının yanında bulundu.
9 1266-1282 Anadolu Selçuklu Sultanı, IV. Rükneddin Kılıcarslan’ın oğlu.
kıntısı, hastalıklar ile boğuşmakta idi. Tabir
yerinde ise karanlıkta bir saman çıngısını dahi
umut sanacak hâlde idiler. Türkmen halk perişan bir vaziyette idi. Bu dönemde halkı en çok
etkileyen konu ise kıtlık olmuştu. Şimdi kısaca
Yunus Emre’nin de gezdiği, hatta atalarının yaşadığı coğrafyada kuraklıktan kaynaklanan kıtlığa bakalım.
Diyar-ı Rum’un iklim ve tabiat şartları,
devrin kaynaklarına sınırlı şekilde yansımıştır.
Özellikle sulama imkânlarının az olduğu yörelerde, tarım ve hayvancılık ister istemez tabiat
şartlarına tabi olmuştur. Yağmurlar normal yağdığı zaman insanlar olağan nispette ürün elde
ediyor, yiyeceğini sağlıyor, hatta bir miktar da
gelecek kötü günler için ayırabiliyordu. Birkaç
ay veya bir yıl süren kuraklık zamanlarında, hazırda duran yedek zahire ve yiyecekler meseleyi
çözümleyebiliyordu. Fakat iki ve daha çok sene
üst üste kuraklık olursa o zaman yeterli ürün
elde edilemiyor, gerçekten de halkı etkileyen
kıtlıklar oluyordu. Genel iklim araştırmaları ve
uzun süreli halk gözlemcilerinin verilerine göre
7 yılda bir kıtlık olabiliyordu.
Kaynaklardan bilinebildiği kadar, Anadolu’da zaman zaman kuraklıklar ve kıtlıklar olabilmektedir. Bu türden kuraklıklar ve kıtlıklar
Selçuklu devri kaynaklarında da yankı bulabiliyordu. Mesela 1243’te Anadolu’nun orta kesimlerindeki bazı kıtlıklar kaynaklara yansımıştır. Bizans kaynakları da bu tarihlerdeki büyük
kıtlığı ve Rum diyarının servetinin Menderes ve
Gediz vadilerindeki sulama ile yapılabilen ziraat sebebiyle oraya aktığını belirtirler. Halı, kilim
ve para edebilecek ne varsa yanlarında getiren
Türkler, en çok canlı hayvan alıp memleketlerine götürüyorlardı.
Öyle anlaşılıyor ki kıtlık muhtemelen büyükbaş hayvan varlığına ağır darbe vurmuştur.
1270’li yıllardaki kuraklık Mevlevi kaynakla-
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
127
“The Muslim World” dergisinin Nisan 1959 tarihli nüshasında, “Yunus
Emre: In Memoriam” (Yunus Emre’nin Hatırasına) başlıklı on üç sahife yer
tutan bir yazı çıkmış ve bu yazı ayrıca bir broşür hâlinde de intişar etmiştir.
Bu yazıda 25 Mayıs 1957 yılında Sarıköy’de, Yunus’un kabrinde yapılan
muhteşem anma merasimi anlatıldıktan sonra onun hayatı, şahsiyeti ve
Divan’ı hakkında malumat ve şiirlerinden misaller verilmiştir.
lerin de bulunduğunu gerek vakfiyelerdeki isim
ve kayıtlardan gerekse Vilayetname’den anlıyoruz. Mesela Sineson, böylesi Hristiyan köylerinden birisi idi. Bu arada Aksaray civarı gibi
bazı bölgelerdeki Hristiyan nüfusun ülkenin
diğer kısımlarına göre daha çok bulunduğu da
söylenebilir. Kayseri ve Konya yöresindeki bazı
Hristiyan köyleri vakfiyelerde de zikrediliyor.11
rında yankılar bulmuştur. Eflaki’nin Menâkıbü’l-Ârifîn’inde bu kıtlığın Konya yöresiyle
ilgili yankılarını görebiliyoruz. Hatta Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’ne göre Yunus Emre’nin
sahneye çıkışı da işte bu kıtlık dolayısıyladır.
1270’te Bektaş Veli’nin henüz sağ olduğu sıradaki bu kıtlık İç Anadolu yöresi halkını, dolayısıyla Yunus Emre’nin ailesini de etkileyecektir.
1299-1300 yıllarındaki kıtlık ise Aksarayi’nin
eserinde çok ayrıntılı anlatılır. Onun yazdığına
göre Anadolu’nun merkezî kesimlerini bu kıtlık
büyük ölçüde etkilemiş, felakete yol açmıştır.
Peki, bu olumsuz hadiseler vücuda gelir iken
buralarda yaşayan halk kitlelerinin nüfus bilgileri aşağı yukarı ne kadardı? İşte bu hadiseyi de
şekillendirmek için Diyar-ı Rum’un insan dağılımına genel olarak bakalım.
128
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Selçuklu döneminde köy nüfusuna dair sadece Vilayetname’de kayıt bulunuyor. Buna göre
mezra ile ağıl türünden iki küçük iskânın birleştiği Sulucakarahüyük’te ancak 7 ev vardı. Bu
yedi hanedeki yaklaşık toplam nüfus, Yunus-ı
Mukri’nin ailesinin sayısı olan altışar nüfustan
42 nüfus eder. Sulucakarahüyük, daha sonraki
senelerde gelişmekle beraber XIII. yüzyılın ilk
yarısında (1240’larda) bu durumda idi. Bazı Vilayetname nüshalarında ise hane sayısı 12 olarak
da belirtiliyor.10
Yunus Emre’nin yaşadığı dönemde Türklerin
oturduğu kabul edilebilecek, Türkçe isim taşıyan köyler hayli çoktur. Yazılı kaynaklardaki
köy isimlerinin yaklaşık dörtte üç kadarı (%75)
Türkçedir. Bu arada %25 kadar Hristiyan köy10 Ankara İl Halk Kitaplığı, No. 115,1257.
Kırşehir yöresi için XIII. yüzyılın ikinci yarısında tafsilatlı bilgi veren Cacaoğlu Vakfiyesi,
bu yöredeki nüfusun tamamen Türk olduğuna
işaret ediyor. Buna karşılık Niksar yöresindeki köy isimlerinden önemli bir kısmının XII.
yüzyılda eski Hristiyan adlarını taşımaları da
dikkati çekiyor.12
***
Kısaca üzerinde durmuş olduğum Yunus
Emre’nin yaşadığı yakın dönemine ve kendi
yaşam dönemi ile ilgili olarak tarihsel olarak
zihnimizde belirecek bir resim çizmeye gayret
ettim. Lâkab-ı diğer “Türkmen Kocası” olan
Yunus Emre, bu zorlu şartlar ve coğrafyada
kendisini yetiştirmiş, Divan’ında ve naklen sözlü olarak aktarılan sözlerinde Türkçe olarak tüm
Türkmen obalarında yaşayan insanların ruhlarına şifa olmuştur.
Yunus Emre dizeleriyle tüm yaşayan insanlara bir göz ile bakmış, kurtarıcının ve sığınıla11 Celadeddin Karatay Vakfiyesi, O. Turan, Belleten,
XII (1948) s.17-170).
12 VGM, Defter 58 1, s. 349, Danişmend Gazi Vakfiyesi.
cak tek limanın Allah olduğu üzerinde durmuş,
zamanın ruhuna Yaratıcı’nın yeryüzünde mazlum olan hiçbir milleti yalnız bırakmayacağını
vurgulayıp çaresizlik içerisinde bulunan Türkmenlere umut ışığı olmuştur.
O, yakın tarihimizde İstiklal Marşı’mızın şairi Mehmed Akif Ersoy’un 1915’te Çanakkale
için kaleme alıp Türk milletinin ruhunda sönmeyen sızıya su serpen “Çanakkale Şehitlerine”
isimli şiiri gibi umut aşılamıştır.
“Yunus Emre, bulunduğu zaman içerisinde,
hatta ‘bugün’ dediği bir zaman dilimi için ruhumuza tercüman olmuş ve şöyle demiştir:
Bugün sohbet bizim oldu bize bizim diyen gelsin
İçirdi aşk bize şehdin nûş eyleyip yutan gelsin
Bu aşk meydanı içinde çağırdım bir avaz ettim
Müezzinlik bizim oldu imam oldum uyan gelsin
(şehd: bal / nûş eylemek: içmek)
‘Aşk meydanına bizim gibi aşkın şerbetini içen gelsin, bize bizim diyen gelsin.’ diyen
Yunus’a biz de ‘Bizim Yunus’ diyerek onun bu
çağrısına uyuyor ve mevsimler boyu her dem
baharı yaşayarak güle bülbül olmaya devam ediyoruz.”13
13 Feride Turan, Girdim Gönül Şehrine, Eskişehir
2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı, Eskişehir, 2014, s. 19, 20.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
129
Yunus Emre’yi “garp” dediğimiz, yani Batılı
bilim insanları da tetkik etmiş ve üzerinde durmuşlardır. Batıda Yunus’u ilk tanıtanlardan ciddi bir müsteşrik ve gayretli bir ilim adamı olan
Amerikalı Dr. J. K. Birge’dir. Yıllarca süren uzun
mesai ve tetkik neticesinde bu zat ayrıca İngiliz
edebiyatına “Bektaşilik” adlı bir eser kazandırmıştır. 1933 yılında, Amerika’da Princeton Universty tarafından neşrolunan “The Macdonald
Presentation Volume” adlı eserde Yunus Emre
hakkında uzun bir makale çıkartmıştır. Bu, İngiliz dilinde meşhur E. J. W. Gibb’in 1900 yılında neşrolan “A History of Ottoman Poetry”
adındaki meşhur eserinden sonra bu mevzuda
çıkan ilk yazıdır. Yazının sonunda verilen ve üç
sayfa tutan bibliyografya çok dikkate layıktır.
Makale “Yunus Emre-Türkiye’nin Büyük Halk
Şairi” unvanını taşımaktadır ve şu sözlerle başlar:
“Bir şairin dehasının âlemşümul olmasının
bir ölçüsü, her hâlükârda insanların onu kendilerinden saymalarıdır. Bu ölçüye göre Yunus Emre,
Türk edebiyatının belki de en büyük siması olarak meydana çıkar. Muhtelif tarikatlara mensup
dervişler, onun kendilerinden olduğunu belirtecek
şekilde şiirlerinden parçalar söylerler. Abdülkadir
Hazretlerinden bahsetmiş olması, onun Kadiri
tarikatına mensup olma ihtimalini akla getirir.
Hz. Mevlana’dan bahsedişi, onun Mevlevi olduğuna işaret sayılmıştır. Bir şiirinde geçen bir cümle onun Hurufi olduğu neticesinin çıkarılmasına
vesile olmuştur. Türk Folkloru Cemiyeti mecmuası, Ahilerden bahseden bazı kıt’alar neşretmiştir.
Çok şümullü olan Bektaşi tarikatı ise onu bilhassa
kendilerine mensup addeder, onun gerçek hayatı
hakkında elimizde Bektaşi kaynaklarından başka
malumat pek mevcut değildir. Nihayet son yılların
edebiyat sahasında Yunus, büyük halk şairi olarak
kabul edilmiştir…”
Diğer bir Yunus Emre âşığı, Türkiye’de doğup büyümüş ve hayatının mühim kısmını bu
memlekette çalışmakla geçirmiş Kanadalı F.
130
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Lyman MacCallum’dür. Yunus Emre Divanı,
onun yatağının başucu kitabı olmuştur ve ondan mutlaka birkaç şiir okumadan yatmadığını
söylemiştir. Yunus Emre’ye dair Burhan Toprak
tarafından kaleme alınmış uzun bir yazıyı İngilizceye tercüme etmiş ve bu yazı “The Muslim
World” dergisinin Nisan-1947 tarihli nüshasında yayınlanmıştır. Bu yazıya yazdığı ön sözde
Lyman MacCallum ezcümle şöyle demektedir:
“Takribi 1275-1350 aralarında yaşamış olan Yunus Emre, Osmanlı Türk şairlerinin en eskisidir.
Hayatı hakkında, şiirlerinden istintaç edilen keyfiyetlerden başka pek az şey bilinmektedir. Bu şiirlerin çoğunun mevsukiyeti bile şüphelidir. Divan
hakkında bilinen malumatı hayat tecrübesi ve
iştiyak madenidir; içinde çok az araştırmalar yapılmış olan bu maden, bir Hristiyan’ın gönlünde
çok derin ve sıcak hisler uyandıracak hazinelerle
doludur.” sözleriyle yazısını bitirmektedir. “The
Muslim World” dergisinin Nisan 1959 tarihli nüshasında, bu satırların yazarının imzasıyla
“Yunus Emre: In Memoriam” (Yunus Emre’nin
Hatırasına) başlıklı on üç sahife yer tutan bir
yazı çıkmış ve bu yazı ayrıca bir broşür hâlinde de intişar etmiştir. Bu yazıda 25 Mayıs 1957
yılında Sarıköy’de, Yunus’un kabrinde yapılan
muhteşem anma merasimi anlatıldıktan sonra onun hayatı, şahsiyeti ve Divan’ı hakkında
malumat ve şiirlerinden misaller verilmiştir. Bu
yazılardan başka bir de “Numen” adlı derginin
1960 yılı 7 numaralı nüshasında E. L. Walsh
tarafından “Yunus Emre, On Dördüncü Asır
Türk Halk Şairi” adlı on altı sahifelik bir yazı
neşrolmuştur. Yine Numen dergisinin 8 Ocak
1961’de çıkan nüshasında “Yunus Emre” adlı bir
yazı çıkmıştır.
Sen sanmadığın yerde
Nâgâh açıla perde
Derman erişe derde
Allah görelim n’eyler
Gündüz olalım sâ’im
Gece olalım kâ’im
Allah diyelim dâim
Allah görelim n’eyler
Başka bir oryantalist Prof. Dr. Annemarie
Schimmel de Yunus Emre ile çok meşgul olmuştur. Bu şiirlerin adlarını aşağıda veriyoruz:
“Lyric des Ostens”, München, 1952. (Bundan sonra eser dördüncü defa basılmıştır.)
Ahmet EFE
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
131
“Şol Cennetin Irmakları”, “Sen Bunda Garip
mi Geldin?”, “Gel Gör Beni Aşk Neyledi” (Bu
üç şiir aynı vezin ve kafiye ile Almancaya çevrilmiş ve hepsi basılmıştır.)
Şu şiirler de henüz basılmamış olanlar:
1. “Ya İlahi, Ger Sual Etsen Bana”
2. “Şeyhimin İlleri”
3. “Taşlar ile Dağlar ile.”
4. “Bana Seni Gerek Seni”.
Ayrıca bazı şiirlerinden seçmeler tercüme
olunmuştur. Bundan başka Prof. Dr. Schimmel
“Drei türkisehe Mystikes: Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal” adlı bir eser kaleme almıştır. (Mitteilüngen die Deutsch Türkischen Gesellschaft, Bonn, October 1962) ve bu
eser de yayınlanmıştır.
Görüldüğü üzere Yunus gibi bir dahi hakkında konuşmak kolay değil. Çünkü Yunus
tek cepheli değildir. Onun tasavvuf ve edebiyat
tarafı olduğu kadar bir felsefi yönü, Bektaşilik
görüşü olduğu kadar ahilik tarafı da vardır ve
Yunus’ta Melamilik kırıntıları da mevcuttur. Tasavvufi yönünün yanındaki aşk ve Allah yönü,
ferdiyetin yanında insanlık yönü de vardır.
Onun insanı niçin sevdiğini ifade eden şu
mısraları kaydetmeden geçemeyeceğim:
“Elif okuduk ötürü,
Pazar eyledik götürü,
Yaratılmışı severiz,
Yaradan’dan ötürü.”
derken Yunus burada insan sevgisinin mayasının Yaratan’da olduğunu ifade ediyor. Öte
yandan Yunus, tasavvufu Türkçe mısralarla
halka götüren ve insanların gönüllerine sokan
insan olarak “millî dahi” diyebileceğimiz bir
şahsiyettir de. Türk dili ve hecesi ile Türklüğü
koruyan haşmetli bir varlık olması da ayrıca
söylenebilir. Bu bakımdan Türk milleti Yunus’a
pek çok şey borçludur.
Yunus’un mısralarını halka mal etmesini bilmiş olması; onun asırlar boyunca halkın içinde,
132
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
halkın evinde, bahçesinde bağında, harmanında
dağında, çay kenarlarında aşk ve sevgisinde saklı
olarak halk tarafından terennüm edilmesi onun
Türkiye için neler ifade ettiğini gösterir. Yunus
ayrıca açtığı ifade tarz ve beyan zenginliği sahasında kendinden sonra gelen mutasavvıf ve şairler için bir istikamet de göstermiştir. Sonrakiler
de Yunus tarzını taklit ederek yazmışlardır.
Yunus halkın kendisi, halkın hocası, halkın
dervişi olmuştur. Yunus ilim ve tasavvufu ile
edebî şahsiyeti ile insanı insan bilen kıymeti ile
hülasa her şeyi ile halkın içindedir ve bu belki
Yunus için ilahi bir mazhariyettir. Bizim kazanmamız lazım gelen husus Yunus’u ve onun varlığını bulup meydana çıkarmak olsa gerek. Bir
köylü çocuğu olan Yunus bugün bir halk adamı
olarak sevgilisinin peşinden hâlâ diyar diyar dolaşmaktadır ki onu halk arasında kıymetlendiren sebeplerden birisi de budur.
Devrin ıstırabının yudum yudum içildiği bir
hengâmede halkın içine girip diyar diyar, köy
köy dolaşmış; bugünkü değil yarın varacağımız
yerin sahibini tanıtmak için didinerek halkı teselli etmişti. O, bu gayretleri sırasında
Dağ nice yüksek olsa, yol onun üstünden aşar,
Yolsuzlara Yunus Emrem yol gösterir, hoş eyler.
diyerek devrinin zulmü ile âdeta alay etmiş, her
baş olanın ve kendisini yükseklerde bilenin üzerinden toplumun silindirinin geçeceğini söyleyerek halka, bedbahtlığını unutturmak gibi sosyal bir hakikati ortaya koymuştur.
Yunus Emre hem yaşadığı çağa hem de günümüze seslenmiştir. Bizler de Türkmen Kocası’nın âtiye çığlıkları olup mumyalanmış bir maruf gibi Türk milletinin istikbalinde kendinden
söz ettirmeliyiz. Bu bir vatan ve kadim atalarımızdan günümüze kadar taşıdığımız ruhumuzu
besleyen bir mirastır.
XXI. yüzyıl teknoloji çağıdır. Türk milletini
gelecekte temsil edip baki kılacak olan neslimiz
teknolojinin içerisine doğmuştur. Bu vaziyet
bizlerin üzerine ve nesilleri yetiştiren ailelerin
omuzlarına sorumluluk yüklemektedir. “Z Kuşağı” dediğimiz nesle onların anladığı, sevdiği ve
uğraştığı alanlara Yunus Emre bir şifa gibi zerk
edilmeli; bu konuda “Z Kuşağı”nın düşüneceği,
yapacağı, nakledeceği projeler çoğaltılmalıdır.
Yunus Emre yedi asırdır ruhumuzda yaşamaktadır. En önemlisi kendimizden biridir.
Daha nice bin asırlar yaşaması milletimizin varlığına ve kadim tarihine delalettir. Yunus Emre
dün de bizimdi, bugün de bizim, yarın da hep
bizim olacaktır. Çünkü o, “Bizim Yunus” olarak
gönüllere adını kazımıştır.
Kaynakça
Ahmed Eflaki, Menâkıbü’l-Ârifîn (Ariflerin
Menkıbeleri) I-11, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul,
1964-1966.
Anonim, Tevârih-i Al-i Selçuk, haz. F. Nafız
Uzluk, Ankara, 1952.
Aşıkpaşazade, Tevârih-i Al-i Osman, haz.
Atsız, İstanbul, 1949.
Barkan, Ömer, Kolonizatör Türk Dervişleri,
Vakıf Dergisi, sayı: 2, Ankara, 1942.
Baykara, Tuncer, Anadolu’nun Selçuklular
Devrindeki Sosyal ve İktisadi Tarihi Üzerinde
Araştırmalar, Ege Üniversitesi Yayını, İzmir,
1990 .
_ , Türkiye Selçukluları Devrinde Konya
Şehri, Konya, 1999.
_ , Anadolu’nun Tarihi Coğrafyasına Giriş I:
Anadolu’nun Türk Devri İdari Taksimatı, Ankara, 1988, 1999.
_ , Selçuklular ve Beylikler Çağında Denizli,
İstanbul, 2007.
Bekçi, Emrah, Sevelim Sevilelim Yunus
Emre, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul,
2014.
Bekçi, Emrah, Ne Olursan Ol Yine Gel,
Mevlâna, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, II. Baskı,
Ankara, 2014.
Bekçi, Emrah, Bir Can Var Canında O Canı
Ara, Seyyid Burhaneddin Tirmizi, Beyazıt Yayınları, Kayseri, 2015.
Cahen, Claude, Preottoman Turkey, London
1968 (Türkçesi: Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, çev. Y. Moran), İstanbul, 1979.
Gibb, E. J. W. A History of Ottoman Poetry,
Yol. 1, London, Lowe and Brydone, 1900.
Gölpınarlı, Abdülbaki, Yunus Emre Divanı,
C. 1, Ahmet Halit Kitapevi, İstanbul, 1936.
Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, İkinci Baskısı, Diyanet İşleri Başkanlığı, 1966.
MacCallum, Lyman, “Yunus Emre”, Müslim World, Vol. XXXVI., April 1946.
Schimmel, Annemarie, “Yunus Emre”, Numen, Vol. VIII, Fasc. 1, January 1961.
Schimmel, Annemarie, Drei türkice Mystikes: Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan
Abdal, Mitteilüngen dee Deutsh-Türkischen
Gesellschaft, Bonn, 1962.
Schimmel, Annemarie, Lyric des Ostens,
Müchen, 1952.
Walsh, Joh n R, “Yunus Emre: A 14 th Centuary Turçkish Hymnodist”, Numen, Vol. VII,
Fasc. 2-3, December 960.
Ocak, Ahmet Yaşar, Yunus Emre, Kültür ve
Turizm Bakanlığı, Ankara, 2012.
Regnier, Yves, “Quatre poemes”, Uarche,
Mars-Avril 1946, Ndlr Edition de Paris.
Regnier, Yves, Poemes - Yunus Emre, Paris,
GLM, 1949.
Regnier, Yves, Le divan par Younous Emre,
Paris, Gallimard, 1963.
Sofi Huri, “Yunus Emre-In Memoriam”,
Müslim World, Vol. XLIX, April 1959.
Turan, Feride, Girdim Gönül Şehrine, Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı, Eskişehir, 2014.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
133
Azerbaycan folklorunda dünyanın fani
olmasına ait örnekler var. Örneğin Karabag
hakimi İbrahim Han’ın oğlu Cavat Han’ın
ölümüne yazılmış ağıtta fani-yalan dünya
hakkında böyle denilir:
Beni gözü yaşlı koyup o taya gedirsen,
Yani bu fenadan göçüp ügbaya gedirsen...
YUNUS EMRE VE MEHEMMED HÜSEYİN ŞEHRİYAR’IN
YARATICILIĞINDA “YALAN DÜNYA” KAVRAMI
Tamİlla ABBASHANLI ALİYEVA
1*
(Klasik Edebiyat Kütüphanesi, 126)
Eski Türk edebiyatında Alp Er Tonga’nın
ölümüne yazılmış ağıt var. Orada da dünyanın
fani, yalan olduğunu dile getirilir.
Alp Er Tonga öldü mü,
Dünya yiyesiz kaldı mı?
Talih öcün aldı mı,
Artık yürek yırtılır.
(Seferli, Halilov, 1982: 18)
At ölüm endişesin!
İ
ster folklor numunelerinde isterse eski
edebiyatımızda, destanlarımızda dünyanın
fani olması, dünya malının dünyada kalması
hakkında çok sayıda örnekler var. Hatta eski
edebiyat örneklerimizde fani, yalan dünyaya
karşı ebedî, ölümsüz dünya için mücadele
etmişler. Örneğin Türklerin ana kitabelerinden
sayılan “Bilgamıs” destanında Bilgamıs dostu
Enkidu’nun ölümünden kederlenir; dünyanın
fani, ölümlü olduğunu düşünür ve ölümsüz
hayat için yollara düşür. Bu hakta Prof. Dr.
Celil Nağıyev’in (Nagıyev 2004: 95) ve Prof.
Dr. E. Elibeyzade’nin (Elibeyzade 1996: 67)
kitaplarında ilginç ilmî fikirler var. Yani Bilgamıs
dünyanın ölümlü olduğunu görüyor, bununla
mücadeleye kalkıyor. E. Elibeyzade yazıyor
ki Tanrı Utnapişti Bilgamıs’a der ki insanlar
1* Prof. Dr., Muş Alparslan Üniversitesi, İletişim Fakültesi Dekanı
134
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
ölümlü yaratılmışlar, yaşamak için hayat haddi
var (Elbeyzade 1996: 67). Bilgamıs “hayat
haddi” sırrını açmağa çalışır. Yoluna devam
ediyor, “ebedî hayat çiçeğini” buluyor ama yine
de istediğine nail olmuyor. N. Gencevi’nin
“İskendername” eserinde (Nizami, 1972: 7)
gösterilir ki İskender de ab-ı hayat suyunu
aramağa gidiyor. Bu işte ona Hızır da yardım
ediyor. Onlar ab-ı hayat suyunu buluyorlar,
İskender yine de bu sudan içemiyor, Hızır içiyor.
Bir Rum efsanesinde denilir ki İlyas’la Hızır
birlikte çeşmeye gidiyorlar. Sofra açıp yemek
yiyorlar, birden ellerindeki kuru balık suya düşer
ve dirilir. Her ikisi içer, ebedî hayat kazanırlar.
Arap efsanesinde ise Hızır’la İlyas bu sudan
içiyorlar, yerini kimseye söylemiyorlar. İskender
de içemiyor. Yani buradan çıkan sonuç bir daha
dünyanın fani olduğunu, insanların bu dünyada
misafir olarak yaşadığını söylüyor.
Balasagunlu Yusuf ’un “Kutadku bilik”
eserinde de Odkurmuş ölümsüz hayat uğrunda
mücadele ediyor (Seferli, Halilov, 1982: 27).
“Kitab-ı Dede Korkut” kitabında Dede
Korkut böyle diyor: “Onlar dehi bu dünyaya gelip
göçtü. Ecel aldı, yer gizledi, fani dünya yine kaldı.
Gelimli, gedimli dünya, son ucu ölümlü dünya.”
XI. yy. Azerbaycan şairi Mehseti Gencevi’nin
de rubailerinde “yalan dünya” kavramı bir başka
tarzda işlenmiştir. Örneğin;
Bu dünya bir kızıl kuzeye benzer,
Suyu gâh şiirindir, gâh da ki zeher.
Çok da öğünme ki, uzundur ömrün,
Ecel köhleninde hazırdır yeher
(Emre, 1992: 9)
Bu örneklerin sayını çok sayıda artırmak
olar. Mesela 11-12. yy. Azerbaycan şairlerinden
Katran Tebrizi, H. Tebrizi, H. Şirvani, N.
Gencevi; 13-14. yy. edebiyatında İ. Nesimi;
15-16. yy. Şah İsmayıl Hatayı, M. Füzuli; 1718 yy. Vidadi, Vagıf; 19. yy. Natevan, Zakir,
Âşık Elesger; 20. yy. edebiyatında H. Cavit, A.
Cavad, S. Vurgun, M. Araz, B. Vahabzade ve
başkalarının yaratıcılığında “yalan-fani” dünya
kavramı izlenilmiştir.
Yazımızda adından belli olduğu gibi, Türk
dünyasının çok ünlü şairleri Y. Emre ve M.
Şehriyar’ın yaratıcılığındaki
“yalan dünya”
kavramını ele alacağız.
Sevgi ve Ayvaz Gökdemir, “Yunus Emre
Güldeste” adlı kitabın ön sözünde onun
Eskişehir’in Sarıköy adlı bölgesinde doğduğunu
yazıyor (Emre 1992: 10). Bugün Eskişehir’de
onun mezarı bulunmaktadır ve 1949 yılından
bugüne kadar her sene orada Yunus Emre
hatire günleri geçirilir. Son yıllarda onun
Karamanlı olduğu da iddia edilir. Hatta Y.
Emre’nin Azerbaycan’ın Kah adlanan bölgesinde
Oğuz ormanı denilen yerde Taptık’la yan yana
mezarı var ve her gün o yörenin insanları bu
mezarı ziyaret ediyorlar. Yani birçok yerlerde
onun mezarı olduğu söylenilir. Buna göre de
Türk dünyasının ünlü şairi B. Vahabzade bu
çok mezarı olan büyük Yunus, Hazreti Yunus
hakkında bu sözleri diyor:
Her gün kazılır çünkü gönüllerde mezarı,
Otlarda, çiçeklerde ve güllerde mezarı.
Efsane mi, gerçek mi bu insan, nece insan,
Varlık sesidir o kopmuş Türk’ün kopuzundan
(Emre, 1992: 11)
Evet, Yunus’un mezarı çiçeklerde, otlarda ve
bir de onu seven Türk halkının kalbindedir.
Çok eskiden bu yana Yunus’un okuyup
yazma bilmediği fikri ileri sürülmüştür. Özü
de bazen şiirlerinde buna ait sözler işletir. Ama
onun medrese eğitimi aldığını söyleyen beyitleri
de vardır. Halk onun hakkında demiştiler ki
okuyup yazar değil ama Tanrı mektebinde
okumuştur. Bazen şairin özünün okuma
yazma bilmiyorum demesi, onun eğitimsizliği
değil mütevazı olmasına işarettir. Yunus’un
şiirlerinden onun eğitim aldığı; Arap, Fars
dillerini iyi bildiği; İslam ilmini, İslam tarihini
çok iyi benimsediği ortaya çıkıyor. İhtimal ki
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
135
Yunus Emre şiirlerinde çok konuyu ele alır. Onun Yüce Tanrı, Hazret-i
Muhammed Peygamber (SAV), sufilik, dervişlik, ilimlerin faydası, hümanizm
yani yetmiş iki milleti sevmek, ona kul olmak, dostluk, sadakat, doğa
hakkında şiirlerini heyecansız okumak olmuyor. Bir de onun fani dünya-yalan
dünya felsefi konsepsiyası dikkati çekiyor.
Yunus o dönemin ilim merkezi sayılan Konya’da
okumuş, Mevlana ile de burada tanışmıştır. O
medrese eğitimi görmüş, tekkede sufi terbiyesi
almıştır. Şair seyahati çok sevmiş; Rum’u, Şam’ı,
yukarı elleri dolaşmıştır. Şairin maddi ve manevi
dünyasında İslam inancı vardır. O, şiirlerinde
Allah sevgisini terennüm etmiştir.
Yunus Emre şiirlerinde çok konuyu ele
alır. Onun Yüce Tanrı, Hazret-i Muhammed
Peygamber (SAV), sufilik, dervişlik, ilimlerin
faydası, hümanizm yani yetmiş iki milleti
sevmek, ona kul olmak, dostluk, sadakat, doğa
hakkında şiirlerini heyecansız okumak olmuyor.
Bir de onun fani dünya-yalan dünya felsefi
konsepsiyası dikkati çekiyor. Önce Yunus der
ki “At ölüm endişesin...” Neden böyle diyor?
Yunus büyük ermiştir, büyük filozoftur. Yunus
insanlara diyor ki bu dünyanın ebedî olmadığına
inanın, hepimiz yalancı dünyadayız, zaman
tamam olanda hepimiz kervanı sürüp gideceğiz.
Yani Mehseti’nin dediği gibi “Ecel köhleninde
hazırdır yeher.” Yunus’un fikrince ölüm Tanrı’ya
kavuşmaktır, ölüm ebediyetin başlangıcıdır:
At ölüm endişesin,
Âşık ölmez, bağidir.
Ölüm aşigin neyi,
Bir nuru-ilahidir.
Şaire göre dünya malı dünyada kalacak.
Yani isteyirsen İskender gibi bütün dünyaya
sahip ol, hiç fark etmez, hepsini bu dünyadayalan dünyada koyup gedeceksen. Şair açıktan
açığa demiyor ki bu dünyadan sadece temiz ad
götüreceksen. Üstü örtülü şekilde diyor ki eğer
varın-devletin, servetin varsa, insanlara el tut,
onlara yardım et. Dinimiz de zaten bunu diyor.
Şairin fikrine göre, onsuz da bugün üstünde
esdigin, kimseye vermeye kıyamadığın servetin
sen ölen gibi talan olacak:
136
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Kimi cavan, kimi koca,
Çürüyer danışan diller.
Kimi vezir, kimi hoca,
Sevip kazandığın mallar,
Gündüzleri olmuş gece,
Varislere kalır bir gün.
Onlar kimi çoklar yatar.
(Emre, 1992: 18)
Veya:
Yunus Emre’m bunu söyler,
Veya:
Aşkın deryasını boylar.
Yatar Şeyhi-danişmend,
Bu yüce köşkler, saraylar,
Kemikler toprağa bend,
Viran olup kalar bir gün.
İmanı olsa hemderd,
(Emre, 1992: 15)
Yunus fani dünya konusundan yazarken
bazen ümitsizliğe kapılmaktadır. İnsanların söz
dinlemez olduğunu söylüyor:
Yunus miskin bu öğüdü,
Özgeler alar halalın,
Özüne versen yey idi.
Senden sonra kalan malın,
Bu indiki mahlûkata,
Sana hayrı, nefi olmaz.
Öğüt fayda vermez ola!
(Emre, 1992: 16)
Bu dünya yiyesiz kalar,
Varı, malı hezel olar.
Sepelener dünya boyda,
Gelip yıganı tapılmaz
(Emre, 1992: 13)
Şair birkaç şiirinde servet konusuna dokunur.
Örneğin “Bu dünyaya gelen adam” şiirinde böyle
diyor:
Kazandığın bol gümüşler,
Sabah orda her birisi,
Akrep olup çalsın gerek
(Emre, 1992: 14)
Yunus döne döne servet konusuna dayanır.
Bu konu, fani dünya konusu ile birbirini takip
insanları ayıltmağa çalışır. Onlara diyor ki tahtına
tacına güvenme. Bu kara toprak herkesi ağuşuna
alır: Padişahı da, hizmetçiyi de... Kimseye fark
koymuyor:
Tutmaz olur tutan eller,
Talanlar servetin, malın,
Canına ceza vermişler,
Ölmekten ne korkarsan,
Ölsen Hakk’a vararsan.
Bil ki, ebedi varsan,
Bu söz cefeng davadır
(Emre, 1992: 12)
ediyor. Her an servetin insana faydası yok,
ardınca hepsi bu dünyada kalacak ve bu dünya
fanidir, diyor. Şair açıktan açığa “Sevme dünya
malını” diyor:
Aynı zamanda diyor ki insan ölenden sonra
sadece iyi emelleri (amelleri) yaşayacak:
Yanlarıma düşe elim,
Danışmaya öten dilim.
Küsse nedir bunlara.
(Emre 1992: 19)
Y. Emre’nin “Yalancı dünyaya konup
göçenler” şiiri o kadar felsefi anlamlı bir şiirdir
ki sadece bunun hakkında birkaç makale yazmak
mümkündür. Şair burada dünyaya “yalancı
dünya” diyor. Düşünürsen şaire hak veriyorsun.
Dünya yaratılandan beri hep ölümle mücadele
ettiler, ölümsüz hayat aradılar ama kimse bir
şey yapamadı. Dünya malına özendiler; saraylar,
köşkler diktiler ama hepsini burada koydular ve
gittiler. İlim okudular, irfan sahibi oldular; tuti
dilli, dünya güzeli oldular; yine göçtüler, gittiler.
Şair bunları bir bir tarif eder. Der:
Yalancı dünyaya göçüp gidenler,
Karşıma gele emelim,
Neyleydimse görem bir gün
(Emre, 1992: 17)
Yunus’un hümanizmi, ermişliği, filozofluğu
ondadır ki mesajı açık açığına vermiyor; mecazi
dilde, üstü örtülü şekilde fikirlerini söylüyor.
Yunus herkese aynı gözle bakıyor. Onun bu
fikirleri Yunus’u Tanrı’ya ulaştırır, yaklaştırır.
Yüce Tanrımız da insanlara fark koymuyor; diyor
ki kim olursan ol, sen benim için sadece kulsan.
Yunus fani dünyadan konuşurken bu konuyu
da ele alır. Şiirinin dili, kalbinin hümanizmi ile
Ne söylerler ne bir haber verirler
Kabri üste dürlü otlar biterler,
Ne söylerler, ne bir haber verirler..
(Emre 1992: 20)
Şair mezarda yatan insanları bir bir bizlere
takdim ediyor. Sanki diyor: Bak, bu yiğit çok
masum ve yakışıklı idi, tatlı dili vardı. Bu ise
padişah idi, başında tacı vardı, şimdi ise toprağa
gark olmuş. Bak, bunlar çocuklardır; altı, yedi
yaşlarında... Bunlar bezirgân, bu Hoca... Hepsi
bu toprağın altında sakince uyuyor. Ve ne bir
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
137
haber, ne bir söz... Şair “Bu dünyaya gelen adam”
şiirinde bir daha, insanların bu dünyada misafir
olduğunu söylüyor:
Bu dünyaya gelen adam,
Ahır bir gün gede gerek,
Bir misafirdir vatanına,
Bir gün sefer ede gerek
(Emre, 1992: 21)
Evet, Hazret-i Yunus, Derviş Yunus, Sofi
Yunus, filozof Yunus “insan ve hayat”, “insan ve
ölüm”, “insan-ölüm-iyilik”, “insan-ölüm-servet”
fikirlerine bir filozof gibi aydınlık getiriyor ve
diyor: Her şey bu dünyada kalacak, senin adını
bu dünyada yaşatan servetin olmayacak, iyi
amellerin olacak.
Şair mezarda yatan insanları bir
bir bizlere takdim ediyor. Sanki
diyor: Bak, bu yiğit çok masum
ve yakışıklı idi, tatlı dili vardı. Bu
ise padişah idi, başında tacı vardı,
şimdi ise toprağa gark olmuş.
Bak, bunlar çocuklardır; altı, yedi
yaşlarında... Bunlar bezirgân, bu
Hoca... Hepsi bu toprağın altında
sakince uyuyor. Ve ne bir haber,
ne bir söz...
138
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
umutla bakmıştır. O daima sosyal adaletsizliğe,
eşitsizliğe karşı mücadele etmiştir. Şehriyar
yaşadığı dönemden dara ireli gederek sosyal
problemlerin kökünü, nedenini araştırmağa
çalışmıştır. Şair sosyal haksızlığı, yalancılığı,
riyakârlığı reddetmiş; adalete, ulviyete ses
vermiştir. Bütün bunlar Şehriyar’ı Yunus’la
bağlamıştır çünkü o da Yunus gibi hümanist
ideayalar carcısı idi. Yunus gibi onun da fikri
bu idi: Sevelim, sevilelim. Yaratılanı sevelim
Yaratan’dan ötürü...
Kadim Azerbaycan toprağının yetiştirdiği
ünlü şair Mehemmed Hüseyin Şehriyar da
Yunus’la bir dönemde yaşamasa da, onu görmese
de onun eserlerinden faydalanmış ve “yalan
dünya” kavramı ile tam anlamında Yunus’un
manevi evladı, öğrencisi olmuş; onun hümanizm
adlı pınarından su içmiştir.
Şehriyar da Yunus gibi mütefekkir, filozof
şairdir. Onun da Yunus gibi hayat felsefesi
eşitlik, adalet, barış, insan sevgisi, manevi
yüceliktir. Onun felsefi şiarı böyledir: Kendin
için değil başkaları için yaşa, yarat. Ferdiyetçi
olma; halka, insanlara yakın ol. İnsanları, hayatı
duy; ince zevkli, zarif düşünceli ol. Hayatı güzel
ve muhkem temeller üzerinde kur. Halkının
örf-âdetine saygı ile yaklaş. H. Billuri yazıyor
ki bütün bunlar Şehriyar’ın temizlik felsefesi,
eskinin güzel cihetlerine esaslanan, geleceğe
çağıran; zekâ, kemal felsefesidir (23).
M. Şehriyar ülkesinin en zıddiyetle
döneminde yazıp yaratmıştır. Onun yaratıcılığına
çok iyi beled olan, şairin eserlerini çok güzel
inceleyen bilim insanı Höküme Billuri, M.
Şehriyar hakkında yazıyor: “Şehriyar ülkesinin
mürekkep dönenimde halkın dertlerini, ihtiyaç
ve isteklerini bütün kalbi, varlığı ile duymuş;
sosyal hayattan uzakta kalmamıştı. Şehriyar’ın
büyüklüğü de mehz bunda idi. O gücünü halkın,
vatanın ve genellikle beşeriyetin mutlu geleceğine
hasredeceğini genç yaşlarından karara almıştı.
Görkemli söz ustası bu sanat âmâlına ömrünün
sonuna dek sadık kaldı” (Şehriyar, 1993: 22).
H. Billuri’nin fikirlerinde bir megam insanı
özüne celp ediyor: Şehriyar beşeriyeti düşünür;
Yunus da beşeriyeti, yetmiş iki milleti düşünür;
Şehriyar’ın hayat ve yaratıcılık yolu zıddiyetli,
inişli yokuşlu olmuştur. Şair ne kadar acı günler
yaşasa da umutsuzluğa kapılmamış, yarına
Şehriyar 1905 (1906) yılında Azerbaycan’ın
güzel
şehirlerinden
olan,
İstanbul’un
kardeşi Tebriz’de doğdu. Şairin çocukluğu
Heyderbaba Dağı’nın yamaçlarında, Hoşginabi
köyünde geçti. Şair dünya şöhretli eseri olan
“Heyderbabaya Selam” şiirinde çocukluk yıllarını
hatırlıyor. Şairin ilk aşkı uğursuz olmuş, hatta
bunun üstünde şair sürgüne gönderilmiştir. Şair
ömrünün sonuna dek ilk aşkına sadık kalır. İlk
şiiri 1929 yılında Tahran’da yayımlandı, büyük
şöhret kazandı. Şairin “Heyderbabaya Selam”
şiiri sadece Azerbaycan Edebiyatı’nın değil dünya
edebiyatının nadir incilerindendir. Eser İran,
Türkiye, Azerbaycan ve Irak’ta defalarca basılmış;
halkın en sevdiği eserler listesine girmiştir. Ünlü
Türk âlimi Ahmet Ateş eser hakkında böyle
yazıyor: “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra umum
Türk edebiyatında böyle bir eser yazılmamıştır.”
Şairin bu eseri döneminin ansiklopedisidir:
Heyderbaba bulakların yarpızı,
Bostanların gülbeseri, karpızı,
Çerçilerin ağ nabatı, sakızı.
İndi de var, damağımda dad verir,
İtkin geden günlerimden yad verir.
(Şehriyar, 1993: 24)
Azerbaycan Türkçesi şairin doğma dilidir.
O, Azerbaycan’ın geçmişi, bugünü ve geleceği
hakkında
ihtirasla
yazıyor;
Azerbaycan
Türk’ünün mertliği, cesareti, cömertliği ile onur
duyuyor. O; şiirlerinde Azerbaycan’ın doğal
güzelliklerini, aşılmaz yüce dağlarını, yemyeşil
ormanlarını, gür nehirlerini, verimli tarlalarını
över. O; konuyu ustalıkla seçer, sözlerle
ihtiyatla yanaşır, onları değerli mücevher gibi
süslemektedir. Dilinde benzetmeler, mecazlar,
istiareler var; atasözleri, meseller var. Onun için
dinimiz çok önemlidir.
Şehriyar’a dünya şairi diyorlar. Bu, ona
ve yaratıcılığına verilmiş en büyük değerdir.
O, dünya şairi olsa da bu adı ona Azerbaycan
kazandırıp. Şehriyar’ı Azerbaycan toprağı
yetiştirip Şehriyar edip. Şair, vatanı Azerbaycan’ı
ve onun incisi Tebriz’i canı, kanı kadar sever:
Tebriz’dir, âleme yayılmış sesi,
Şems’in ana yurdu, Rum’un Ke’besi,
Tebriz’dir, tarihler görmüş ihtiyar,
Onun dünya boyda ezemedi var,
Tebriz, inkılâplar ocağı Tebriz,
Aslanlar, şahinler oylağı Tebriz!
(Şehriyar, 1993: 25)
M. Şehriyar’ın yaratıcılığında “yalan dünya”
kavramının özel yeri var. Hatta onun “Yalan
Dünya” şiiri ayrıca bir makalenin konusudur.
Şair bu şiirine Tikmetaşlı Hasta Kasım’dan bir
örnek getirmiştir:
Bu dünya fanidir, fani,
Bu dünyada kalan hanı?
Davut oğlu Süleyman’ı,
Kızıl tahtan salan dünya.
(Şehriyar, 1993: 26)
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
139
Şehriyar’a göre bu dünyanın yiyesi yoktur.
O da Yunus gibi, Tikmetaşlı Hasta Kasım gibi
bu dünyaya “yalan dünya” diyor. Şair diyor ki
ey dünya, seni ferzaneler (âlim, müdrik insanlar)
attı ama divaneler tuttu. Bu dünya sanki bir eşya;
biri alır, biri satar. Şehriyar’ın aşağıdaki beyti ile
Y. Emre’nin örnek getirdiğimiz beyti birbirine
çok benziyor:
Şehriyar:
Seni baykuşlar alkışlar,
Deli viraneni hoşlar,
Dolan akıla seni boşlar,
İçi boşla dolu dünya
(Şehriyar, 1993: 27)
Y. Emre:
Dünya dostun düşmanıdır,
Maksat o canlar canıdır,
Bil ki, bu dünya fanidir,
Dünyanı terk etsen, gönül
(Emre, 1992: 28)
“Seni baykuşlar alkışlar” ve “Dünya dostun
düşmanıdır” fikirleri okuyucuya çeşitli ifadelerle
anlatılsa da fikirler aynıdır: Dünya iyi insanlara
değer vermiyor. Eğer dünya dostun düşmanıysa
ve onu baykuşlar alkışlarsa demek dünyanın
düzeni bozulmuş. Bunu gören müdrikler
dünyaya hem yalancı hem de fani değecekler.
Şehriyar da, Tikmetaşlı Hasta Kasım
da, Yunus da bu dünyaya ezemetli şahların,
hükümdarların gelip gittiğini derler:
Yunus Emre:
Tanrı gönderipti bizi,
Bu dünyanı görün diye.
Dünya özü bir şey değil,
Mülkü-Süleyman ne imiş? (29)
Tikmetaşlı Hasta Kasım:
Bu dünya fanidir fani,
Bu dünyada kalan hanı?
Davut oğlu Süleyman’ı,
Kızıl tahttan salan dünya?
(Şehriyar, 1993: 30)
140
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Şehriyar:
Ne kandın kim gül ekendir,
Kim kılınc tek kan dökendir?
Teymur hayla kürekendir,
Çengiz canın alan dünya.
(Şehriyar, 1993: 31)
Şehriyar da Yunus gibi diyor ki dünyaya
aldanmayın, o sanki güzel bir kadın gibi güzelliği,
serveti ile seni aldatabilir ve şimdiye dek çokları
onun güzelliğine aldandı; onu beş elle tutmağa
çalıştı, maalesef ecel yetende bu dünyaya fani
deyip kervanını ebedî dünyaya sarıp sürdü:
Yunus:
Hanı veliler, nebiler?
Geldi geçti cümle bular.
Ağız açıp kara yerler,
Birin-birin udsun gerek
(Emre, 1992: 32)
Hanı mülke menim deyen?
Köşkü saray beğenmeyen?
İndi bir evde yatarlar,
Daş olupdur üstünleri.
(Emre, 1992: 35)
Her iki şaire göre ölüm bir kervandır, gelir,
insanları alır, geder:
Yunus:
Sürdüm ömrümü geçirdim,
Canım hasrete uçurdum.
Ecel şerbetin içirdim,
Elveda, dünyam, elveda.
(Emre, 1992: 36)
Şehriyar:
Ben gördüğüm kervan çatıp, göçüptür,
Ayrılığın şerbetini içiptir,
Ömrümüzün göçü burdan geçiptir,
Şehriyar:
Sana Harunlar aldandı,
Kızıldan telli kallandı.
Batıp zulmata kuylandı,
Olup telli kalan dünya
(Şehriyar, 1993: 33)
Şehriyar “Heyderbabaya Selam” şiirinde bu
dünyanın kimseye kalmayacağını, çok “benim,
benim” diyenlerin gelip geçtiğini söylüyor:
Heyderbaba, dünya yalan dünyadı,
Süleyman’dan, Nuh’tan kalan dünyadı,
Oğul doğan, derde salan dünyadı.
Her kimseye her ne verip alıpdı,
Eflatun’dan bir kuru ad kalıpdı.
(Şehriyar, 1993: 34)
Şehriyar’ın son iki mısrası Y. Emre’nin bu
fikirleri ile seslenmektedir:
Kimin çok idi malları,
Gör nece oldu halları.
Ahırda bir göynek geymiş,
Onun da yoktu yönleri.
Geçip-gedip geder-gelmez yollara,
Tozu konup bu taşlara, yollara
(Şehriyar, 1993: 37)
Her iki şairin fikrince ecel, ölüm kervanı
hiç kimseye fark koymuyor; istediği zaman gelir;
yaşlıyı, genci alıp gidiyor:
Yunus:
Kimi cevan, kimi koca,
Kimi vezir, kimi hoca.
Gündüzleri olmuş gece,
Onlar kimi çoklar yatar (38)
Şehriyar:
Ahılların yetmiş kefen çürüdüptür,
Ahılları dünya kamı kiridip,
Kız gelinler et-canların eridip...
(Şehriyar, 1993: 39)
Hem Yunus Emre’nin hem Mehemmed
Hüseyin Şehriyar’ın yaratıcılığındaki “yalan
dünya” kavramını inceledikçe görüyoruz ki
ne dönemler ne mesafeler onların aynı cür
düşünmelerine mani olmayıp. Her ikisi “yalan
dünya” kavramını aynı tür anlamış ve birbirine
benzeyen beyitler, mısralar yazmışlar. Sadece bir
farkları var ki Yunus’un dilinde “yalan dünya”
kavramı sanki daha fazla okşanarak çıkıyor,
bakmayarak ki onun döneminde de Anadolu
oldukça zor ve zıddiyetli bir dönem yaşıyordu.
Ama Şehriyar’ın “yalan dünya” kavramı daha
serttir. Onun da yaşadığı dönem zıddiyetli bir
dönem idi. Sanki Şehriyar’da sert, eleştirici
ifadeler daha çok işlenmiştir. Bu küçük farklara
bakmayarak her iki Türk şairin “yalan dünya”
kavramı; dünyayı beş elle tutanlara, tamahın
kulu olanlara, öbür dünyayı düşünmeyenlere,
beş yiyip fakir komşusuna yarım vermeyenlere
çok güzel bir mesajdır. Yunus da, Şehriyar da
“yalan dünya” kavramı ifade olunan şiirleri ile
insanlara diyor: Mal da, mülk de bu dünyada
kalacak. Onları korumak, onların sayısını
artırmaya ihtiyaç yok. İyilik edin. Bu dünyada
sizin adınızı mal mülk değil iyilik ve temiz ad
yaşatacak. Çalışın, iyilik edin.
Kaynakça
Azerbaycan Klasik Edebiyatı Kütüphanesi
(1982), 20 Ciltte 1.Cilt, “Elm” Y., Bakı.
Elibeyzade, Elmeddin (1996), Kadim
Dünyamızın Ulu Kitabı. Genclık Y. Bakı.
Emre, Yunus (1992), Güldeste, Yazıcı Y.,
Bakı.
Gencevi (1972), Nizami Seçilmiş Eserleri, 3.
Cilt, s. 6-7.
Seferli, Elyar, Halil Yusufov (1982), Kadim
ve Orta Asırlar Azerbaycan Edebiyatı. Maarif Y.,
Bakı.
“Kitab-ı Dede Korkut” (1988), Bakı, Yazcı.
M. Şehriyar (1993), Yalan Dünya, Azerbaycan
Ansiklopediye Neşriyatı, Bakı.
Nağıyev, Celil (2004), Kadim Şark Edebiyatı
Tarihi, Asya Y., Bakı.
Refibeyli, Nigar (1993), Seçilmiş Eserleri,
Azerneşr, Bakı.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
141
ROMAN KAHRAMANI OLAN YUNUS EMRE’DE YAZARI GÖRMEK:
DERTLİ DOLAP
Yasemİn ULUTÜRK SAKARYA
1*
Romanda Yunus Emre’nin dünyaya dair olan bu duyguları cana bürünmekte,
Yunus’un Yunus Emre’ye dönüşünde geçirdiği cünûn, fünûn ve sükûn dönemleri
bölüm olarak karşımıza çıkmaktadır.
R
oman, edebiyatın mihenk taşlarından
biridir. Hem Türk hem de dünya edebiyatında yazarların oldukça sık tercih
ettiği türlerden biri olan roman, çeşitli konu ve
kişileri ele alarak onları kurmacanın dünyasına
taşır ve okuyucuya yeni bir dünya sunar. Bu “yeni
dünya”da atılan her adım ise okuyucuyu, kimi
zaman tarihî gerçeklerden kimi zaman da tarihî kişilerden yola çıkılarak oluşturulmuş kurgu
dünyasına dâhil eder. Tarihten beslenen bu tür
romanlara tarihî roman denilmekle birlikte, romanın tarihîlik boyutu çeşitli tartışmalara sebep
olmaktadır. Bu tartışmalardan bazıları tarihî romanın yazılma süresi, yazarının ele aldığı olaya
şahit olma durumu ve kurgunun romanda yer
alış şekli olarak sıralanabilir. Tartışma konusu
her ne olursa olsun, tarihi malzeme olarak kul1*Dr. Öğr. Üyesi, Sağlık Bilimleri Üniversitesi,
yasemin.uluturk@sbu.edu.tr
142
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
lanan her yazarın kurgu ile gerçeklik arasındaki
o ince çizgiyi son derece hassas bir şekilde işlemesi gerektiği tartışılmaz bir hakikattir. Nitekim kurgunun ağır basması romanın inandırıcılığına şüphe düşürebileceği gibi gerçekliğin ağır
basması da romanı kuru bir tarih kitabı hâline
dönüştürebilmektedir.
Son dönemde sıklıkla tercih edilen bu türde yazar, olay örgüsünü somutlaştırmak adına
tarihî bir mekânı, olayı, kişileri yahut belirli bir
zaman dilimini seçerek eserini oluşturur. Romanın söz konusu unsurlardan müteşekkil olması,
okuyucunun ruhunu o dönemde bir yolculuğa
çıkarmakla birlikte ele alınan tarihî gerçeklik ile
romanın inandırıcılığına da büyük katkı sağlamaktadır.
Tarihî romanda gerçekliği sağlayan unsurlardan biri olan şahıs kadrosu içerisinde başkah-
ramanın gerçek bir kişi olması, romana ayrı bir
özellik katmaktadır. Zira “roman demek, başkişinin serüveni demekti[r].”2 Romanın tamamını
ele geçiren başkişi, diğer kahramanlardan ayrı bir
role sahip olur. Bu rol sayesinde okuyucu, kendisini başkişi ile pek çok yönden özdeşleştirerek
“yeni dünya”nın yeni kahramanı hâline gelir.
Okuyucunun üzerinde bu denli tesiri olan bir
kahraman ise elbette ki yazarı tarafından ayrı bir
kefede değerlendirilecek ve romana baştan aşağı sahip olacaktır. Dolayısıyla “roman başkişileri romancının esas ürünleridir, romanın varoluş
sebebidirler; roman, onlara hayat vermek için
yazılır. Bundan dolayı roman başkişileri hakkında genelleme yapmak doğru değildir; her roman
başkişisi, bir birey olarak varlığını sürdürür ve
özel bir ilgi ile incelenmesi gerekir.”3
Başkişinin mezkûr öneminin bir kat daha
arttığı roman türü ise biyografik romanlardır. Bu
roman türünde başkişi, romanı çekip çevirerek
diğer kahramanların da hayatlarına sirayet eden
âdeta bir mıknatıs rolü ile olay örgüsünün odağında yer alan kişi olarak okuyucunun karşısına
çıkar. Bu bağlamda pek çok eserde söz konusu
rolü üstlenmiş olan tarihî kişilerden biri, Yunus
Emre’dir. Menkıbevi hayatı ile gönüllere nakşolmuş bir kahraman olan Yunus Emre, yer aldığı
romanlarda ana kahraman olmuş, roman onun
üzerine kurulmuş ve anlatılmak istenen sadece
o olmuştur. Daha çok, hayatı hakkında var olan
sınırlı bilgi ve yaşadığı dönemdeki tarihî olayların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan bu romanlar
hem tarihî hem de biyografik roman olma özelliğine sahiptir.
Yunus Emre’nin yaşadığı dönem, Moğol istilalarının Anadolu’yu tarumar ettiği bir dönemdir. Ardından yaşanan kaos ortamı ve hayatta
kalma mücadelesi ise sağ kalmayı başarabilenler
2 Mehmet Tekin, Roman Sanatı I, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2008, s. 84.
3 Philip Stevick, Roman Teorisi, Çev. Sevim Kantarcıoğlu, Akçağ Yayınları, Ankara 2004, s. 173
için hayatlarının dönüm noktası hâline gelmiştir. İşte böyle bir ortamda önce kendisine sonra
insanlığa rehber olan eserleri ile varlık gösteren
Yunus Emre, yazarlara ilham kaynağı olmuştur.
Yazarlar bu kaynağı kimi zaman sadece tarihî biyografik bir roman yazmak için kullanmış, kimi
zaman insanlığın meselelerinde aydınlatıcı olan
bakış açısını ortaya çıkarmak için ele almış, kimi
zaman da genç kuşaklara örnek olması için bu
kaynağa eserlerinde yer vermiştir.4
Yunus Emre’yi konu alan romanlardan bazıları şöyledir: Nezihe Araz’ın Dertli Dolap
(1961); Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Benim
Adım Yunus Emre (1980); Ahmet Efe’nin Yunus
(1981); Özgen Keskin’in Yunus Emre Var Yar’ına
(2009); Mehmet Önal’ın Hak Çalabım (2010);
Emine Işınsu’nun Bir Ben Vardır Bende Benden
İçeri (2011); İskender Pala’nın Od – Bizim Yunus
(2011) gibi…
Bu romanlardan biri olan Dertli Dolap, Nezihe Araz’ın biyografik anlamda kaleme aldığı
eserlerden yalnızca biridir. Bir süre Kenan Rıfai’nin tedrisatında bulunan Nezihe Araz; Fatih
Sultan Mehmet, Mevlana, Muhammed bin Abdullah, Sarı Saltuk, Aziz Mahmud Hüdâyî gibi
tarihî kişilerin hayatlarına da dokunmuş; onları
da başkişi ilan ettiği çeşitli eserlere imza atmıştır.
Nezihe Araz, Ankara milletvekillerinden
Rifat Araz’ın kızıdır. Ankara Üniversitesi Dil
ve Tarih Coğrafya Fakültesini bitirdikten sonra Behice Boran’ın asistanı olur. Behice Boran
üniversiteden atılınca Nezihe Araz da doktora
yapmak için İstanbul’a gelir. Burada yaşadığı
olaylardan dolayı akademisyenlikten uzaklaştığı
vakit Kenan Rifai ile tanışır ve tasavvufa yönelerek ona intisap eder. Nihayetinde hayata bakışı
4 Mustafa Özçelik, Tarihi Bir Roman Kahramanı
Olarak Yunus Emre, Erişim Tarihi: 04.03.2021.
https://www.tyb.org.tr/mustafa-ozcelik-tarihi-bir-roman-kahramani-olarak-yunus-emre-42683h.htm
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
143
‘Benim adım Dertli Dolap
Dertli Dolap romanı ise Nezihe Araz’a göre “ne bir tarihtir, ne bir biyografi.
Bu kitap Yunus Emre’nin kendi söyleyişlerinden çıkarılmış bir hayat
öyküsüdür.” Yazar bu tarifi ile Yunus Emre’yi roman kahramanı olarak
sıradanlaştırmaktan ziyade gönüllerin kahramanı olarak yüceleştirmeyi
tercih ettiğini göstermektedir.
ve dünya görüşü büsbütün değişir.5 Bu tahavvül
ise onun kapılarını Yunus Emre’ye açar.
Dertli Dolap romanı ise Nezihe Araz’a göre
“ne bir tarihtir, ne bir biyografi. Bu kitap Yunus
Emre’nin kendi söyleyişlerinden çıkarılmış bir
hayat öyküsüdür.”6 Yazar bu tarifi ile Yunus Emre’yi roman kahramanı olarak sıradanlaştırmaktan ziyade gönüllerin kahramanı olarak yüceleştirmeyi tercih ettiğini göstermektedir. Nitekim
romanın hemen başında yer alan “Başlarken” adlı
bölümde zamanın ve mekânın üstünde bir şahsiyet olduğuna inandığı Yunus Emre’yi anlatırken
aslında Anadolu, hatta tüm insanlığın ışıklı serüvenini anlatmak istediğini belirten yazar, “Gücümüz yetmemiş ve istediğimizi başaramamışsak bu sadece bizim yetersizliğimizle ilgilidir.”7
diyerek Yunus Emre’yi diğer tarihî kişilerden
ayrı tuttuğunu ortaya koyar.
Romanın başında, “Dertli Dolap Nasıl Yazıldı” başlığı altında eserine bu ismi neden verdiğini anlatan yazar, küçüklüğünde kendisine Yunus
Emre’nin Dertli Dolap ilahisinin söylenerek uyutulduğundan bahsederek onunla dostluğunun
çok eskilere dayandığını anlatır. Yunus Emre
ile ilgili bir eser kaleme almaya karar verdiğinde
5 Mad. Fatma Nezihe Araz, İslam Ansiklopedisi,
Müellif Abdullah Uçman, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2016, C. Ek-1, s. 107.
6 Nezihe Araz, Dertli Dolap, Atlas Kitabevi, İstanbul
1969, s. 10.
7 A.g.e., s. 10.
144
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Anadolu’yu karış karış gezmiş ve her köşede Yunus Emre’yi görmüş, onunla hemhâl olmuştur.
Zamanla gittiği, gördüğü, dokunduğu, yediği, içtiği her şeyde onu hissetmeye başlayan yazar asıl
olanın Yunus Emre’nin hâliyle hâllenmek olduğunu da idrak etmiştir. “İşte bunun üzerine başımı aldım, dağlara kaçtım. Sanki Yunus’tan kurtulmak istiyordum. Gördüm ki o benim içimde
tarifsiz bir saltanatla mekân tutmuş, ondan kaçıp
kurtuluş yok. Demi gelmiş, vakit dolmuş olmalı… Bir gün Uludağ’dan Bursa’ya indim. Dertli
Dolap’ı orada yazmaya başladım.”8 diyerek romana dair önemli olan bu notu okuyucuları ile
paylaşmaktan çekinmemiştir. Zira okuyucunun
roman kahramanında kendisine dair bir şeyler
bulması lüzumluyken yazarın kendi iç dünyasındaki eksikliği kendi kahramanıyla doldurması
hem Yunus Emre’nin ruha şifa veren tarafıyla
hem de yaşadıkları tahavvülün örtüşmesi ile ilgilidir, denilebilir.
Yine bu bölümde yazar, eserine verdiği ismi
kendisinin değil Yunus Emre’nin belirlediğini
de şöyle ifade eder:
“Dertli Dolap Yunus Emre’nin hayat öyküsüne verdiğim addır. Bu adı çok seviyorum. Ama
buluş benim değil, elbette Yunus’un.
8 A.g.e., s. 4.
Suyum akar yalap yalap’ diyen o.”9
Dertli Dolap şiirinin tamamına bakıldığında
Yunus Emre’nin poetikası görülecektir. Şiirde
geçen dolap, dertlidir. Çünkü tıpkı insanoğlu
gibi kendi özünden uzaklaştırılarak farklı bir
dünyaya getirilmiştir. Yabancı olduğu bu yeni
dünyaya alışmaya çalışan dolap, “Derdim vardır inilerim” diyerek mutsuzluğunu, huzursuzluğunu, alışamamışlığını dile getirir. Romanda
da Yunus Emre’nin dünyaya dair olan bu duyguları cana bürünmekte, Yunus’un Yunus Emre’ye dönüşünde geçirdiği cünûn, fünûn ve sükûn
dönemleri bölüm olarak karşımıza çıkmaktadır.
Cünûn döneminde kendisi ile mücadele içerisine
giren, “Ey Tanrım, Tanrım! Varsan, birsen, güçlüysen… Biraz da beni gör, beni!”10 diyerek Yaradan’ı sorgulayan Yunus; fünûn döneminde
intisap ettiği Tapduk Emre’nin dergâhında,
dervişlik yolunda nefsi ile mücadele eder. Sükûn
döneminde ise kemale eren, pişen Yunus Emre
daha önce baksa da göremediği nice yaratılmışı artık görmeye başlar. Ardından Tapduk
Emre’nin “Tanrı’yı cümle yaratılmışta seveceksin”11 düsturu ile gördüklerini Allah adına, O’nu
yansıttığı için sevmesini öğrenerek Sarıköy’e geri
döner. Bu dönüş, insanoğlunun hayat yolculuğu
ile örtüşmektedir. Topraktan gelen insan, öldüğünde yine toprağa döner. Dolayısıyla her bitiş
aslında bir başlangıçtır. Bu gerçeği fark eden insan da mutlaka aslına rücu edecektir. Romanda
ise Yunus Emre’nin söz konusu yolculuğu başladığı yerde bitirdiği vakit eski Yunus olmaması;
var ile yokun, baş ile sonun aynı noktayı temsil
ettiğini göstermektedir. Yazar Yunus Emre’deki
bu dönüşümü, kendi hayatında da yaşamıştır.
Nitekim Yunus Emre ile hemhâl olduktan sonra ondan uzaklaşmak için Uludağ’a çıkan yazar,
rücu eden aslı inkâr edemeyeceğini fark ettiğinde Bursa’ya, yaşadığı şehre dönmüş ve hakikat ile
yüzleşmenin ehemmiyetini idrak etmiştir.
Hülasa yazar, roman boyunca Yunus Emre’yi
anlatırken âdeta kendisini de anlatmıştır. Kenan
Rıfai ile tanışmadan önceki hayatında sahip olduğu bakış açısı ve değerleri ile sonraki hayatında yer alan tasavvufi geleneğe bağlılık ve talebeliği, onun Yunus Emre’de kendisini bulmasına
vesile olmuştur. Dolayısıyla bu eserinde, Yunus
Emre’nin hayat öyküsünü yazarken bir nevi kendi aslına dönüşünü kaleme almış ve belki de ona
olan vefa borcunu ödemek istemiştir, kim bilir…
9 A.g.e., s. 5.
10 A.g.e., s. 14.
11 A.g.e., s. 132.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
145
Hayatın varoluşsal zorluklarının zamanımızda şanssızlık, kaybediş, değersizlik
olarak algılandığı bir ortamda aslında yaşantısal sorunlar; tüm bireylerin yaşantılarına
dairdir. Çözüm ise Yunus’un bakış açısına göre bireyin kendisini iç kaynaklarıyla
besleyerek arayışı ve cevapları gene kendi içinde bulabilmesinden geçmektedir.
YUNUS EMRE PERSPEKTİFİNDEN
MODERN İNSAN KİŞİLİĞİNİN ELEŞTİRİSİ
F. Arzu BEYRİBEY
1*
Yunus’un “Yetmiş iki millete kurban ol âşıkısan” sözüyle belirttiği şekilde gönlündeki
sevgiyle tüm insanlığı aynı değerde görüp şefkatle bakarak, farklılıkları bir kenara bırakan
bir yaklaşım ile günümüzün “Normal” ini daha derinlikli araştırmak, şahısların bu normale
karşı algı ve tutumlarını hassas bir şekilde saptamak, “Kişilik Organizasyonları”nın tanı ve
tedavi parametrelerinin de gözden geçirilmesine destek sağlayabilecektir.
B
u çalışma ile temelde, günümüz Psikiyatri anlayışının “Kişilik Organizasyonları”
açısından literatürdeki tasnifinin yeni bir
gözle, Yunus Emre’nin “İnsan İdesi”ndeki kolaylaştırıcı unsur ve özgül kanalından da destek
alarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Çünkü
Yunus Emre Felsefesi, yaşadığı dönem itibarıyla
edindiği tecrübelerle de bireyin zor şartlar altında dahi olsa kişinin kendi benlik ve değerler
örüntüsündeki farkındalığa vurgu yaparak karşılaştığı zor durum ve şahsi hâllerle ilgili çıkış
yolları bulabileceğini belirtmektedir.
1* Klinik Psikolog, Memorial Bahçelievler Hastanesi,
İstanbul, arzubeyribey@gmail.com
Teşekkür: Yüksek Lisans Tezimi oluşturan “Yunus Emre
Perspektifinden Modern İnsan Kişiliğinin Eleştirisi”
adlı çalışmama planlanma aşamasından, tamamlanma
aşamasına dek değerli destekleriyle ve hayat felsefeme
bilgin ışığıyla katkılarından dolayı değerli Danışman
Hocam Sayın Yrd. Doç. Dr. Alper Evrensel’e teşekkürlerimi
sunmayı bir borç bilirim.
146
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Bilimsel bilginin süreç içerisinde, zaman
zaman yardım sağlamada kısıtlı kalabildiği;
sonsuz bir uzam içerisinde gelişen insan yapısına, bilimin araçsallaştırılması ile sağlanan
desteğin yanında bireyin gelişimine paralel,
doğru karar ve tercihleri ile değerler sisteminin
de destek olabildiği gözlemlenmektedir. Bu manada “Psikolojik Kuramlar”ın oluşturulması esnasında birey psikolojisine tamamen nörolojik
açıdan bakan yaklaşımların eleştiri alması gibi
kişilik organizasyonları vb. tasnifsel ayrımlarda
da sadece geleneksel bilimsel paradigmalar ile
değerlendirme yapılmaması noktasında, buna
paralel bir hassasiyetin gösterilmesi yarar sağlayabilecektir.
İnsan vücudunun beden-ruh olarak karşılıklı iletişim hâlinde olduğunu kabul eden şair,
bunu “alet-usta” bağlamında nitelendirerek insanın içindeki cevheri ortaya çıkarma yolundaki
çabasına kıymet vermektedir. Çünkü bu çaba,
insanları “ötekileştirme” kaygısından ileri götürerek öncelikle kendini tahlil edebilme, ardından özeleştiri yapabilme kapılarını aralayarak
nihayetinde insanlık geleceği adına daha büyük
faydalara vesile olabilecektir.
Yunus’un “Yetmiş iki millete kurban ol
âşıkısan” sözüyle belirttiği şekilde gönlündeki
sevgiyle tüm insanlığı aynı değerde görüp şefkatle bakarak, farklılıkları bir kenara bırakan
bir yaklaşım ile günümüzün “Normal” ini daha
derinlikli araştırmak, şahısların bu normale karşı
algı ve tutumlarını hassas bir şekilde saptamak,
“Kişilik Organizasyonları”nın tanı ve tedavi parametrelerinin de gözden geçirilmesine destek
sağlayabilecektir.
Modern İnsan Kişiliği ve
Yunus Emre Bağlamı
Geleneksel Psikolojik yaklaşımların tersine
güncel yaklaşımlar, bireyin ancak diğer insanlar
ve çevresi tarafından tanımlandığı çerçevede
anlam bulabildiğini savunmaktadır. Bu sebeple
doğar doğmaz işleyen biyolojik ve genetik yapı
dışında, bireyin yapılanmasında çok etkili olan
bir de sosyal çevre faktörü bulunmaktadır. Değişmenin doğası sayesinde kolektif hayatta
bulunan bireyin davranışı bu düzlemde yaşam
tarzı, düşünce sistemi vb. şekillerde başkalaşarak
etkilenen, etkilendiği durumları yorumlayan,
tepkileriyle bu yapılara kendisi de etkide bulunan bir konumda yer almaktadır (Narter, 2003).
Zamanla hız kazanan bilimsel gelişmeler,
globalizasyon, ülkeler arası ekonomik rekabetin
gittikçe artan bir zeminde şekilleniyor olması;
bu sosyal çevrede yaşayan bireyin de duygu, düşünce ve davranımları şartlara göre ayakta kalabilmek için şekillenen bir seyir izlemektedir.
Batıcılığın yani “Modernite’nin” getirdiği birçok yeni kavram ve ulaşılması gereken
hedefler dâhilinde, iktidar ve gücü elinde bulunduran birimlerce oluşturulan kurallara bağlı
olan günümüz “Modern İnsanı” bu çerçevede
kendisine empoze edilen “En İyi” olma yolunda
çaba göstermektedir.
Mükemmeliyetçilik, rekabet, iç dünyadan ziyade dış dünyaya odaklanmaya yönelik hedefler,
performansa paralel ödüller ile gittikçe bireyselleştirilen kişiler, çoğunluk yararı ve toplumsal
fayda gibi sağduyu temalarından uzaklaşmaktadırlar. Değerli ve güvende hissetmek, kabul
görmek amacıyla maddi göstergelere daha çok
ihtiyaç duyan bireylerde, araştırmalar da göstermektedir ki depresyon, kaygı bozukluğu,
bitkinlik, tükenmişlik vb. ruhsal rahatsızlıkların
görülme sıklığı artmaktadır.
Küreselleşme ile sosyal ve kültürel değerlerin
yerini insanların algısını “siyah-beyaz” şeklinde
2 uç noktada değerlendirmeye zorlayan, olgulardan ders çıkartmak yerine olaylara odaklanarak toplumlarda zihinsel olarak “Borderline” bir
yapıya evrilen bir tutum oluşturmaktadır.
Hayatın varoluşsal zorluklarının zamanımızda şanssızlık, kaybediş, değersizlik olarak
algılandığı bir ortamda aslında yaşantısal sorunlar; tüm bireylerin yaşantılarına dairdir. Çözüm
ise Yunus’un bakış açısına göre bireyin kendisini
iç kaynaklarıyla besleyerek arayışı ve cevapları
gene kendi içinde bulabilmesinden geçmektedir.
Deepak Chopra’nın belirttiği üzere “Mükemmel olmak sıkıcıdır, kusurlarınızın ve zayıflıklarınızın olması eksiklik değildir; tam tersine
gerçek ve bütün olmaktır.” bakış açısı ile “Modern
İnsan” ya da bilimsel paradigmalara dayalı tüm
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
147
tasnifler açısından, ontolojik ve epistemolojik
yapılanmalara dair birtakım sorular sorulması
yararlı olabilecektir.
“Sıradan düşünmemenin sıradan olmayanlardan ışık alarak” gerçekleştirilebileceği gibi
alışılagelen ekonomik, sosyal, toplumsal, bireysel yapılanma ve tanımlama ve hedefler içinde
Yunus Emre’nin zamanlar ötesi farklılık taşıyan
söylemlerini değerlendirmek fayda sağlayabilecektir.
Bireyin olay, kişi ve kavramları Yunus’un
belirttiği şekilde kuşatan, seven, ötekini dikkate alan bakış açısıyla görünenin de ötesine
odaklanarak değerlendirebilen bakış açısının,
insanı beslendiği kaynaktan koparmadan
gelecekte daha ileriye taşıyabilme ihtimali
olabilecektir.
Kişilik bozukluklarının güncel tasnifi Cloninger’in Psikobiyolojik Modeli’ne dayanmaktadır (Cloninger ve ark. 1993). Bu modele göre
kişilik iki temel elemandan, mizaç ve karakterden meydana gelmektedir. Mizaç; yenilik
arayışı, ödül bağımlılığı, zarardan kaçınma ve
sebatkârlık özelliklerinin kendine özgü bir bileşiminden meydana gelirken karakter; kendini
yönetme, kendini aşma ve iş birliği özelliklerinin
bir yansımasıdır. Burada bahsi geçen “Modern
İnsan Kişiliği”nin karakter yapılanması kendini
yönetme açısından yüksek bir işlevsellik düzeyinde iken ne yazık ki kendini aşma ve iş birliği
özelliklerinin gelişmediği bir görünüm arz etmektedir. Belki de modern dünyanın rekabetçi
koşulları içinde kendini aşma ve iş birliği özellikleri gelişmiş kişiler daha başarısız olmakta ve
doğal seçilim gereği bu açılardan sınıfta kalmış
bireyler daha ön plana çıkarak günümüz “Capital”lerinde baskın bir nüfus oluşturabilmektedir.
Yunus Emre’nin felsefesinde ağırlıklı olarak
vurgu yaptığı bu iki karakter özelliğinin, “Kendini Aşma” ve “İş birliği Yapma”nın modern insan kişilik yapısında ne derece yer aldığı ve söz
konusu eksikliğin Yunus’un öğretisi ile giderilebilme imkânı olup olmadığının ele alınması
amaçlanmıştır.
148
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Yunus Emre Bakışından Çoğulluk,
Tolerans ve İnsancılık İdesi
Batıdaki felsefe, kültür ve edebiyat tarihinde
Yunus benzeri ve amaçları açısından kendisiyle
karşılaştırılabilir olan Albertus Magnus, Aquinolu Thomas, Meister Eckhardt gibi bazı düşünür ve yazarlardan bahsedilmiştir. Türkiye’de ise
felsefe açısından geniş görüşlülüğü ve bağımsız
kişiliği açısından kendisi ile benzer bir yaklaşım,
ne yazık ki pek bulunmamaktadır. Avrupa’da
kendisiyle karşılaştırılabilecek filozofların çoğu,
Haçlı Seferi propagandasını yaparken çoğulculuk, tolerans kavramlarından yaşadığı dönem
itibarıyla bahsetmesiyle birlikte, o dönemin
düşüncel seviyesinin üzerinde, bu kavramların
içerik olarak belirginleşmesini sağlamıştır (T. C.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2012).
“Öteki”ni tanıyarak, geçerli kılma açısından
çoğulculuk fikrini toleranstan ayrı değerlendiremeyiz. Yunus Emre bu dizeleri ile insan ve
dünya anlayışını belirtmektedir.
“ Yetmiş iki millete, suçum budur, hak dedim,
Korku hıyanettir, ya ben neden kızarım,
Bu cümle canda oynayan, damarlarında kaynayan,
Külli dillerde söyleyen, külli dili diyen benim.”
Birçok milletten hak ile kastedilen, o milletlerin her türlü kültür ve dinî duruşunu olağan
kabul ederek tolerans göstermek manasındadır.
Aynı zamanda çoğulculuğu kabul etmenin bazı
insanlarca olumlu karşılanmadığını düşünen
Yunus, korkmadığını ve korkuya kapılmanın
ihanet sayılacağını da dile getirmiştir. Çünkü
kendisi insanın yaratılışına uygun olan insancılık fikrinin, kendince tüm dillerde söylendiğinden herkesin Tanrı’yı tanıyarak ona gitmesinden
ötürü tüm dillerin O’nu söylediğinden emindir.
“On sekiz bin âlem, halkı cümlesi bir içinde,
Kimse yok birden, artık söylenir dil içinde”
(T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2012).
“Bir lokma bir hırka” felsefesinden çok, “çalış, kazan, ye, yedir” felsefesine sahip olan Yunus,
eşyanın hakikati için yollara düşen, işi sanatla
değil sanatı yapanla, nakışla değil nakkaşla olan
bir kişidir. Bu yolda, hak sırrının peşine düşmüş,
sabırla aradığına ulaşmış, şiirlerinde öğreticilik ile de doğal bir söyleyiş içindedir (Üstüner,
2013).
Yunus Emre, usta bir sanatçı olmasının yanı
sıra sözün değerini bilen, insanlık anlayışının
en üst noktasına ulaşan ama gene de dünyadan
kopmayan; dünyayı iyisi kötüsü, doğa ve canlılarıyla kabul eden örnek bir şahsiyettir (Uyguner,
1997).
Yunus’a göre, insanı iyi ya da kötü bir tarafa yönlendiren sevgi olduğundan kişinin sevdiği şey neyse ona mana bulunacağına inanarak
“Neyi seversen, imanın odur, / Niçe sevmeyesin
sultanın odur. ” dizeleriyle anlatmaktadır (Tatcı,
2004).
Sevginin mucizeleriyle ilgili olarak;
• Sevgi sevdikçe çoğalacak,
• Mutluluğa mutluluk, huzura huzur katacak,
• Hoşgörüyü getirecek anlayışı güçlendirecek,
• Hayatla barış sağlatacak,
• İnsanı, doğayı ve tüm canlıları kucaklayacaktır (Özen, 2017).
Yaşadığı dönemde Yunus Emre’nin iki
önemli işlevi üstlendiğini söyleyebiliriz: Bunlardan bir tanesi, halka yaşadıkları zor siyasi ve
toplumsal şartlarda bakış açısıyla rahatlama, insan olduğunu hatırlatma çabası; diğeri ise yeni
bir siyasal ve yazınsal dil şeklinde devam eden
Türkçenin gelişmesine dair katkılarıdır (T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2012).
Yunus insan sevgisi, hoşgörü, ölüm konularını derin bir şekilde işlemeye çalışmış; büyüklere saygı, küçüklere şefkat, yoksullara merhamet
yayılmasını arzu etmiş; insanlığı sevgiye, iyiye,
doğruya davet etmiştir (Yavaşlı, 2010).
Onun gönlü, sözü, özü sevgi olup geçmişten
günümüze ve geleceğe akan, evrensel bakış açı-
sıyla herkesi kapsayan, ne teknoloji ne makineleşmeye bağımlı kalmadan zamansızlığın anahtarını sevgide bulan böylece de birlik, beraberlik
ve yaşama sevinci getiren bir yol olmasıyla örnektir (Özen, 2017).
Sonuç
Yunus’a küçükken söylenen “Kuyudan gelen, suyun sesi sanırsın ama öyle değil. Çünkü
ne kuyu kuyudur; ne de su, su...” cümlesinde de
belirtildiği üzere insanın harman yığınında bulunan bir buğday tanesi gibi olduğunu keşfederek görünenin arkasındakini sezmesi esas amaç
olmalıdır.
Nasıl ki Yunus “Beri gel barışalım, yâd isen
bilişelim” dizesiyle insanın özüyle “Öteki”ni buluşturma bilincini öne çıkartmış ise öz ile “öteki”ni buluşturma; tarihte her dönemde, her türlü gelişmenin ön koşulu olmuştur.
Yunus’un bağdaşımcı düşüncesi nazarında,
kişinin kendisini nasıl değerlendiriyorsa “ötekini” de öyle değerlendirmesi gerektiğini, dört kitabın iletisine bağlı olarak insan olma temelinde
buluşmanın önemini, böylece “ortak vicdan” duyarlılığını özendirmiştir.
21. yüzyılın başında en çok kullanılan terimlerden biri postmodern toplumdur. Postmodern
toplumda modern toplum bakış açısındaki akıl
yerine sezginin, aklın ötesinde bir anlama çabasının; bilim ve teknolojiye bel bağlama yerine
düşünsel olana odaklanmanın, kanıtlar ile gerekçelendirme yerine algısal hiper gerçekliğe ve
imgelere vurgu yapmanın; uyum ve davranışsal
tutarlılık yerine farklılık ve fragmantasyonun,
farklılıkların tanınması ve hoşgörünün, çok
etnisiteli toplumun öne çıkarıldığı gözlemlenmektedir.
“Tevrat ile İncil’i Zebur ile Furkan’ı,
Bunlardaki beyanı, cümle vücutta bulduk
Sen seni ne sanırsan ayrığı da onu san
Dört kitabın manası budur, eğer varısa”
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
149
“Batmış dünya malına, bakmaz ölüm hâline” dizesinde Yunus, doyumsuz insan tipini
eleştirerek toplumsal dayanışma için çaba göstermeye çağırır; “hakikat aşkı” ise özü itibarıyla
millet-din gibi kavramları aşarak evrensel sevgiye ortam hazırlar. Çünkü bu aşk, insanı beşerî
bağlardan kurtaran, eşitleştiren, “dağa düşüp kül
eyleyen, gönüllere yol eyleyen, sultanları kul eyleyen, denizleri kaynatıp kayaları söyleten” güçtedir.
Amacı olan yetkin insan ülküsü yolunda Yunus; “ Yunus sen toprak ol eren yolunda, / Erenler
menzili arştan uludur” diyecek kadar insan severlik, kapsayıcılık uğruna her türlü özveriye de
hazırdır. Bu öğretinin söylediği sözler ise “anlayana”dır. Çünkü sözünü, özünü kötülüklerden
arındırmayan; insanlığa ulaşamayanlardan esirgeyecek ve tüm hoşgörüsüne karşın onları söz
söylemeye değer bulmayacaktır.
İnsanoğlunun kimlik, kişilik oluşturma;
elindeki birikimleri kullanarak bunları öğretiye
dönüştürüp çevresine katkıda bulunma ve nihayetinde de bunları kalıcılaştırma gayesi mutlaka
meyvesini verecektir.
Yaşadığımız coğrafyada Mevlana Celaleddin, Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre; hümanizm kavramını bulundukları dönemlerin
değişken koşullarına rağmen insanlık tarihine
destek oluşturmak amacıyla hayatlarına geçirip yaşatmaya çalışan kişiler olmuşlardır. Bu
gibi insanlar aslında insanoğluna daha güzel bir
hayat sunabilmek için her bireyin içerik üretip
elde edilenin olumlu inşasına ve değişmesine
sürekli katkıda bulunabileceği bir dünya için ilham vermektedirler.
Yaşamla aramızdaki uyum, yaşamın ne “üstünde” ne de “altında” olmadan, “içinde” yitip
savrulmadan, “dışında” kalıp kurumadan var
olabildiğimizi gösterir. Günümüz insanının özlediği bir “hâl” olan bu durum; kendimizle yaşamayı başarabilmek, birlikte olduğumuz insanlardan yaşam alarak onlara da yaşam verebilmek
demektir.
150
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Yaşadığımız hayatta zamana meydan okuyan
eşsiz bir güç örneği olan sevginin esin kaynağı
ile yüreklere dokunarak ilerleyebilmenin tılsımından faydalanmamak düşünülemez. Farkındalığın ve gerçek uyanışın yolu ancak buradan
geçebilir. Çünkü insan sadece bu yolla farklı diye
tabir edilenlerin dâhil değerini görebilecektir.
Amacımız eğer insana, yeni nesillere, hatta
doğaya hizmet etmek ise insanı, varoluşu, evreni, geçmişten geleceğe uzanan daha derinlikli ve
farklı paradigmalar ile değerlendirme çalışmaları; bu yönde atılacak daha sağlam adımları meydana getirebilecektir. Eğer bu öğrendiklerimizi
yaşamda uygulayabilirsek dünya şimdi bizimle
çok daha iyi bir yer olacaktır.
Kaynakça
Cloninger, C.R., Svrakic D.M., Przybeck
T.R., (1993), A Psychobiological Model Of
Temperament And Character, Arch Gen Psychiatry, Sayı: 50, ss. 975-990.
Narter, M., (2003), Türkiye’de Yeni Bir Bilgi Biçimi Olarak Sosyal Temsiller, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji
Dergisi, Dizi: 3, Sayı: 7.
Özen G., (2017), Sevgi Filozofu Yunus
Emre, İstanbul: Eğlenceli Bilgi Yayınları.
Tatcı, M., (2004), Risaletü’n Nushiyye,
İkinci Baskı, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı
Yayınları, ss.1-18.
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, (2012),
Yunus Emre, Anma ve Armağan Kitapları Dizisi, Ankara, ss. 7, 9, 102, 107, 143-469.
Uyguner, M., (1997), Yunus Emre Yaşamı
Sanatı Yapıtlarından Seçmeler, Ankara: Bilgi
Yayınevi, ss. 24-62.
Üstüner, K., (2013), Yunus Emre Şiirleri
ve Açıklamaları, İstanbul: Etkileşim Yayınları,
ss.11- 37.
Yavaşlı, A., (2010), Ben Yunus Emre, 1. Baskı,
İstanbul: Bulut Yayınları, ss.12, 25.
Sultan II. Ahmed Tarafından Verilen
17-27 Mart 1732 (21-30 Ramazan 1144)
Tarihli Berat
Sivrihisar Günyüzü kazasına bağlı Sarıköy’de bulunan Yunus
Emre Zaviyesinin zaviyedarı Abdülcelil iken vefatıyla yerine
Abdülkerim’in zaviyedar olarak tayin olunması. Adı geçen zaviyede
hizmetlerin Abdülkerim tarafından ifası, vakfın ruhuna ve amacına
kimsenin gölge düşürmemesi için bu beratın kendisine verilmesi.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
151
Yunus Emre, ben merkezci ve
kendi çıkarları için çevresine zarar
verebilen, empatiden uzak davranış
biçiminin tam karşısında yer
almaktadır. Onun hayat felsefesinde
bireylere kendilerinin gözünden
bakabilen ve öznel yaşantılarını
da dikkate alarak olayları
yorumlayan, yargılamayan ve onları
anlamaya çalışan bir bakış açısı
bulunmaktadır.
YUNUS EMRE VE MODERN İNSAN OLGUSUNA
YÖNELİK PSİKODİLBİLİMSEL BİR YAKLAŞIM
Zeynep Z. Sonkaya
1*
Yunus Emre’nin eserlerindeki psikodilbilimsel iletiler insanoğluna daha güzel bir
hayat sunabilmek için her bireyin içerik üretip elde edilenin olumlu inşasına ve
değişmesine sürekli katkıda bulunabileceği bir dünyanın şifrelerini sunmaktadır.
D
il, insanların toplumsal yaşamını sürdürebilmesi için duygu, düşünce ve isteklerini bir başkasına aktarmada başvurduğu işaretler dizgesidir. Bireyin toplumsal
alanda varlığını sürdürebilmesi, en yakınından
en uzak çevresine kadar varlığını hissettirebilmesi, düşünce ve isteklerini iletebilmesi dil ile
mümkün olmaktadır (Bayazıt, 2019). Ayrıca millî kültür de yeni nesillere dil aracılığı ile
öğretilmektedir. Nitekim Alperen (2001), dilin
bu özelliğini “Dil öğrenmek aslında sözcüklerin anlamını yansıttığı kültürü öğrenmektir.”
şeklinde ifade etmektedir. Bu anlamda aktarılacak olan iletilerin nasıl algılandığı ve aktarıldığı
konusu oldukça önem kazanmaktadır. Zira her
birey kendi düşünceleri doğrultusunda yorum
yaparak bilgiyi aktarma yoluna gitmektedir. Do1* Dr., Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü
152
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
layısıyla düşünce ve kültürlerin gelecek nesillere
aktarılması konusunda dili derinlemesine
inceleyen Dilbilim ile bireyin özelliklerini en
detaylı şekilde ele alan Psikoloji biliminin
etkileşimi sonucu ortaya çıkan Psikodilbilim alt
alanına önemli görevler düşmektedir. Bu anlamda hümanizm kavramına özel bir vurgu yapan Yunus Emre’nin perspektifinden günümüz
“modern insanı”na yönelik eleştiriler ve çözüm
önerilerinin psikodilbilimsel açıdan incelenmesi
oldukça önemlidir.
Günümüz toplumlarında “modernite” adı
verilen sistemin getirdiği hedefler ve kurallar
doğrultusunda modern insan da kendisine dayatılan “en iyi” olma yolunda çaba göstermektedir.
Mükemmeliyetçilik, rekabet, iç dünyadan ziyade dış dünyaya odaklanmaya yönelik hedefler,
performansla doğru orantılı ödüller ile gittikçe
bireyselleştirilen bu insan tipi, çoğunluk yararı
ve toplumsal fayda gibi sağ duyu temalarından
gittikçe uzaklaşmaktadır (Beyribey, 2018). Hayatın varoluşsal zorluklarının, şanssızlık, kaybediş ve değersizlik olarak algılandığı bir ortamda;
aslında yaşantısal sorunlar, tüm bireylerin yaşantılarına dairdir. Çözüm ise Yunus Emre’nin
eserlerindeki psikodilbilimsel iletilerin doğru
yorumlanmasında saklıdır, yani bir anlamda bireyin kendisini iç kaynaklarıyla besleyerek arayışı ve cevapları yine kendi içinde bulabilmesidir.
Nitekim “Beri gel barışalım, yad isen birleşelim”
dizeleriyle insanın özüyle “öteki”ni buluşturma
bilincine dikkat çeken Yunus’un “öz” ile “öteki”ni buluşturma bilinci, tarihin her döneminde her
türlü gelişmenin ön koşulu olmuştur (Göktaş,
2015). Yunus Emre’nin bu bağdaşımcı düşüncesi, kişinin kendisini nasıl değerlendiriyorsa “ötekini” de öyle değerlendirmesi gerektiğini, dört
kitabın iletisine bağlı olarak insan olma temelinde buluşmanın önemini, böylece “ortak vicdan”
duyarlılığını özendirmektedir:
“Tevrat ile İncil’i Zebur ile Furkan’ı,
Bunlardaki beyanı, cümle vücutta bulduk
Sen seni ne sanırsan ayrığı da onu san
Dört kitabın manası budur, eğer varısa”
Benzer şekilde “Batmış dünya malına, bakmaz ölüm halına” dizesinde de Yunus, günümüz
toplumlarındaki doyumsuz “modern insan” tipini eleştirerek onları toplumsal dayanışma için
çaba göstermeye davet etmektedir (Karacoşkun,
2013). Zira Yunus’taki “hakikat aşkı” özü itibariyle, millet-din gibi kavramları aşarak evrensel
sevgiye ortam hazırlamaktadır. Çünkü bu aşk,
insanı beşerî bağlardan kurtaran, eşit duruma
getiren, “dağa düşüp kül eyleyen, gönüllere yol eyleyen, sultanları kul eyleyen, denizleri kaynatıp, kayaları söyleten” güçtedir.
Yunus Emre, ben merkezci ve kendi çıkarları
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
153
Gün geçtikçe sevgiyi doğru şekilde anlamlandıramayıp derinliksiz ve sıradan
bir yaşamla karşı karşıya kalan günümüz modern insanının zamanla çaresiz,
yalnız ve içinde yaşadığı çevreye yabancılaştığı, bununla birlikte mutsuz bir
hayata yöneldiği düşünüldüğünde Yunus’un sevgiye bakış açısının psikolojik
katkısı oldukça önemlidir.
için çevresine zarar verebilen, empatiden uzak
davranış biçiminin tam karşısında yer almaktadır. Onun hayat felsefesinde bireylere kendilerinin gözünden bakabilen ve öznel yaşantılarını da
dikkate alarak olayları yorumlayan, yargılamayan
ve onları anlamaya çalışan bir bakış açısı bulunmaktadır (Karacoşkun, 2015). Bu bakış açısının
temelinde dışlamamak, hata ve kusurlara rağmen sevmek, vererek mutlu olmak, karşılıksız
fedakârlık ve olayları geniş bir perspektiften değerlendirme yatmaktadır.
Yaşadığı dönemin değişken koşullarına rağmen her zaman hümanizm kavramını ön planda
tutan Yunus Emre’nin eserlerindeki psikodilbilimsel iletiler insanoğluna daha güzel bir hayat
sunabilmek için her bireyin içerik üretip elde
edilenin olumlu inşasına ve değişmesine sürekli
katkıda bulunabileceği bir dünyanın şifrelerini
sunmaktadır. Eserlerinde Tanrı’nın yarattığı insanı yücelten, bulunduğu ortamdaki yanlışlıkları ve bozuk düzeni eleştiren, insanlara doğru ve
dürüst yolu göstermeye çalışan Yunus Emre’nin,
insan hayatına katkıda bulunmaya çalışan tüm
bilim çevrelerince değerlendirilmesi gereken
bir bakış açısı bulunmaktadır. Nitekim dünyaya
gönüller yapmaya gelen bu eşsiz insan, bireyin
yaratılışındaki bütünlüğü göstermeye çalışmaktadır.
Yunus’a göre âlem, fıtratındaki mükemmeliyeti yaşatan ideal insanın aşkıyla var olmaktadır.
Şair,“ Yunus ışkunla kâimdür bu âlem /Anunçün
devr ider devrân içinde” dizeleriyle insanın ancak
aşk sayesinde yetkinliğe ulaşabileceği ve yalnızca bu bilgi sayesinde “yetmiş iki millete bir gözle”
154
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
bakabileceğini ifade etmektedir (Kaval, 2013).
Ona göre herhangi bir ayrım yapmadan, tüm insanlara aynı kıymetle bakan ve kendini kalplerin
imarına adayan insan; ancak ve ancak kendisiyle
olan hesaplaşmasını tamamlayarak, nefsinin esiri
olmaktan kurtularak kendini bilmiş insan seviyesine ulaşacaktır (Yılmaz, 2013). Bu anlamda
özünde umut ve üretkenlik taşıyan, verme eğilimiyle insanlara güvenle bakabilen, nihayetinde
kişinin kendi benliği dışına çıkarak diğer insan
ve varlıklarla birlikte bütün olabilmesini sağlayan bir bakış açısı; ötekileştiren ve insan potansiyelini geride bırakan yaklaşımlardan çok daha
yapıcı bir işlev üstlenebilecektir.
Yunus’un da belirttiği gibi insanın hayatla
uyumu, yaşamın “içinde” yitip savrulmadan, “dışında” kalıp kurumadan olabilmelidir. Günümüz
modern insanının özlediği bir “hâl” olan bu durum, insanın kendisiyle yaşamasını başarabilmesi
anlamına gelmektedir. İnsanda başlayıp insanda
biten, insanı temel alan, dışlayıcı özellikleri
bulunmayan “yalın insan” anlayışının her toplum
için zaman üstü bir değerde olacağı aşikârdır.
İnsanlığın giderek daha da bilinçlendiği
konulardan olan insan ilişkileri, insanların
birbirlerine olan tüm etki ve tepkilerini
kapsamakta olduğundan hem çevreden
etkilenmekte hem de çevreyi etkileyebilmektedir. Bu anlamda kalıplaşmış davranışlara
zorlanan günümüz modern insanı, kendisini toplum içinde yalnız hissedebilmekte, diğer insanlara ve en önemlisi de öz benliklerine
yabancılaşabilmektedirler (Beyribey, 2018).
Yapılan araştırmalar göstermektedir ki kişilerin kendilerine ve diğer insanlara dair duygularında bir korelasyon bulunmakta olup birey kendisine dair olumlu duygulara sahipse bunu karşı
taraf için de sürdürebilmektedir (Narter, 2003).
Yine kişi eğer olumsuz bir benlik algısına sahipse diğer insanlara karşı olumsuz yargılara daha
yakın olabilmektedir. Bu da göstermektedir ki
birey öncelikle kendisini tanımak, hoş görmek
ve öz benliğine saygı duymak için çalışmalı, sonrasında ise bunu diğer insanlar için de sürdürebilmelidir. Nitekim Yunus’un,
“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır.”
dizeleri tam da bu noktada üstün, olgun, anlamlı
bir hayat sürmek için karşımızdakilerden önce,
düşünce süzgecimizi kendimize çevirmemizin
gerekliliğini vurgulamaktadır.
Gün geçtikçe sevgiyi doğru şekilde anlamlandıramayıp derinliksiz ve sıradan bir yaşamla
karşı karşıya kalan günümüz modern insanının
zamanla çaresiz, yalnız ve içinde yaşadığı çevreye
yabancılaştığı, bununla birlikte mutsuz bir hayata yöneldiği düşünüldüğünde Yunus’un sevgiye
bakış açısının psikolojik katkısı oldukça önemlidir. Zira Yunus Emre, zor şartlar altında olsa
dahi kişinin kendi benlik ve değerler örüntüsündeki farkındalığa vurgu yapmakta ve zorluklar
karşısında her daim bir çıkış yolunun olduğunu belirtmektedir. İnsan vücudunun beden-ruh
olarak karşılıklı iletişim hâlinde olduğunu kabul
eden şair, insanın içindeki cevheri ortaya çıkarma
yolundaki çabasına kıymet vermektedir. Çünkü
bu çaba, insanları “ötekileştirme” kaygısından
ileri götürerek öncelikle kişinin kendi iç dünyasını tahlil edebilmesi, sonrasında ise özeleştiri
yapabilmesine olanak tanıyacak ve nihayetinde
günümüz “normal”ini daha derinlikli inceleme
fırsatı verecektir.
Kaynakça
Alperen, N. (2001), Türkçe Okuma ve Yazma
Eğitimi Rehberi. Ankara: Alperen Yayınları.
Bayazıt, Z. Z. (2019), Yabancı dil olarak
Türkçe öğrenen bireylerin yaptıkları sözdizimi
hatalarının incelenmesi. Ana Dili Eğitimi Dergisi, 7(1), 130-140.
Beyribey, F. A. (2018), Yunus Emre Perspektifinden Modern İnsan Kişiliğinin Eleştirisi.
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Üsküdar
Üniversitesi: İstanbul.
Göktaş M. (2015), İnsani Değerlerin
İnşasında Yunus Çağrısı, Ordu: Büyükşehir
Belediyesi Kültür Yayınları, Mayıs Bülteni, s. 49.
Karacoşkun, M. D. (2013), Mutluluktan Öte
Bir Sırra Ermek, Yunus’un Şiirleri Bağlamında İşlevsel Boyutuyla Sevgi ve Mutluluk
Çözümlemeleri, Düşünce-Yorum Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, C: 6, Sayı: 11, ss. 91-103.
Karacoşkun D. (2015), Yunus Emre’nin
Şiirleri Bağlamında Ahlak Eğitiminin İnsandaki
Temel Dayanakları, Ordu: Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, Mayıs Bülteni, s. 71.
Kaval, M. (2013), Yunus Emre ve Mevlâna’nın Eserlerinde İnsan ve Tekâmülü, Uşak
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 6/2, ss.
101-122.
Narter, M. (2003), Türkiye’de Yeni Bir Bilgi Biçimi Olarak Sosyal Temsiller, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Dergisi, Dizi: 3, Sayı: 7.
Yılmaz, Ö. (2013), Zaman ve Mekânı Aşan
Söylemleriyle Yunus Emre’de İnsan Anlayışı,
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 14 (Özel Sayı), ss. 153-168.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
155
MANEVİ DANIŞMANLIK İLKELERİ BAĞLAMINDA MEVLANA
VE YUNUS EMRE DÜŞÜNCESİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Fatma Zehra ŞİMŞEK
1*
Aşk insana dünyanın tüm zevk ve kederinden kendini soyutlayıp sadece âlemi,
âlemdeki varlığını, dünyaya geliş amacını ve Allah’a kul olmayı anlatır. İnsanların
çağımızda bu kadar fazla depresyon ve strese maruz kalmalarının sebebi, anlam
arayışı içinde olmaları ve bu arayışı aşk ve maneviyatla doyuramamalarından
kaynaklanmaktadır.
I-MANEVİ DANIŞMANLIK, YUNUS VE MEVLANA
1- Manevi Danışmanlık ve Gelişim Süreci
İnsan; sosyal, psikolojik ve biyolojik bir
varlık olması nedeniyle varlık âlemi içerisinde
bütün bilim dalları insanı kendi anlayışlarıyla
değerlendiren bakış açıları sunmuştur.2 19. yüzyılda psikoloji bilimi ilerlemiş, bununla birlikte
insanı anlamlandırmada varoluşun ayrılmaz bir
parçası olan ve insanın derinliklerinden gelen
maneviyat gerçeği reddedilmiş ve görmezden
1 *Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni, Doktora
Öğrencisi, Konevi Anadolu Lisesi, Selçuklu, Konya.
Bu makale Fatma Zehra Şimşek’in Manevi Danışmanlık İlkeleri Bağlamında Mevlana ve Yunus Emre
Düşüncesinin Değerlendirilmesi adlı yüksek lisans
tezinden derlenmiştir.
2 Hatice Kılınçer, Manevi Danışmanlık ve Rehberlik Uygulama ve Teori Alanları, Editör: Ali Ayten,
Dem Yayınları, İstanbul, 2017, s. 19.
156
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
gelinmiştir.3 Maneviyatı, “karşılanması gereken
ihtiyaç” olarak gösteren Abraham Maslow’un
“kendini gerçekleştiren kişiler” araştırmasına
kadar maneviyat konusu çok fazla araştırılmamış ve bu konuya fazla ilgi de gösterilmemiştir.4
Batı’da manevi danışmanlığın ilk örnekleri,
kilisede yapılan itiraf ve günah çıkarma uygulaması ile başlamıştır. Bilindiği gibi bu gelenekte
kişi günahlarını bir perde arkasından anlatarak
arınmaya çalışır.5 “Pastoral Care” ve “Pastoral
3 Suat Cebeci, Dini Danışma ve Rehberlik, DİB Yayınları, İstanbul, 2016, s. 57.
4 A.g.e., s. 57.
5 Turgay Şirin, “Bilişsel Davranışçı Psikoterapi Yaklaşımıyla Bütünleştirilmiş Dini Danışmanlık Modeli”, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Haziran, 2013, Sakarya, (Yayımlanmamış Doktora
Tezi), s. 22.
Manevi danışmanlık uygulaması ile, manevi ve toplumsal bunalımların
buluştuğu ortak noktalarda bireylerin anlam krizlerine yardımcı olmak ve
sorunları ile başa çıkmalarına yardımcı olmak hedeflenmektedir. Buradan
hareketle manevi danışmanlık; danışanın öncelikle kendini tanıyıp anlaması,
gerçekçi bir benlik kazanması, kendini olduğu gibi kabul edip gizil güçlerini
geliştirmesi ve bunlara bağlı olarak kendisiyle ve çevresiyle uyumlu ve mutlu
olmasını amaçlamaktadır.
Counseling” olarak isimlendirilen ve genelde
“Manevi Danışmanlık” olarak Türkçeye çevrilen
bu hareket, ilk olarak Batı’da ortaya çıkmıştır.
Başlarda tamamen Hristiyan faaliyeti olarak
ortaya çıktığı için, ilk kavramlar da Hristiyan
kültürüyle alakalıdır.6 “Pastoral Care” ifadesi de
papaz ya da rahiplerin kilise dışında dinî danışma ve rehberlik hizmetinde bulunmalarını ifade
eder.7 20. yüzyıla gelindiğinde ise papaz ile kişi
arasındaki psikolojik bağlılık din adamlarının
dikkatini çekmiş ve daha bilimsel yapılması gerektiğine inanılarak manevi danışma psikolojisi
yani pastoral psikoloji ortaya çıkmıştır.8
İslam kültüründe manevi danışmanlık
geleneğine bakıldığında ise Hz. Peygamber’in
tebliğ ve irşat görevini yerine getirirken bireysel
olarak veya grupla manevi danışmanlık yaptığı
görülmektedir.9 Sahabenin, Hz. Peygamber’e
gelerek dinî ve dünyevi konularda danışması ve
onun da danışan kişilerin kişisel özelliklerini
dikkate alarak çözümler üretmesi, Hz. Peygamber dönemi sonrasında ise sahabenin bu gele6 Ömer Faruk Söylev “Türkiye’de Dini Danışma ve
Rehberlik -Alanları İmkanları ve Yöntemleri- (Diyanet İşleri Başkanlığı Örneği)”, Uludağ Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayınlanmamış Doktora
Tezi), Bursa, 2014, s. 51.
7 A.g.t., s. 52.
8 A.g.t., s. 22.
9 Mebrure Doğan, “Hastane Örneği Üzerinden Manevî Danışmanlık ve Rehberlik Hizmetlerine Genel
Bir Bakış”, Cumhuriyet İlahiyat Dergisi, Aralık
2017, s. 1278.
neği devam ettirmesi, manevi desteğin kurumsallaşma olmaksızın bir yardımlaşma faaliyeti
olarak başladığını ve sürdürüldüğünü göstermektedir.10
Manevi danışmanlık uygulaması ile, manevi ve toplumsal bunalımların buluştuğu ortak
noktalarda bireylerin anlam krizlerine yardımcı
olmak ve sorunları ile başa çıkmalarına yardımcı olmak hedeflenmektedir.11 Buradan hareketle manevi danışmanlık; danışanın öncelikle
kendini tanıyıp anlaması, gerçekçi bir benlik
kazanması, kendini olduğu gibi kabul edip gizil güçlerini geliştirmesi ve bunlara bağlı olarak
kendisiyle ve çevresiyle uyumlu ve mutlu olmasını amaçlamaktadır.12
Ülkemizde uygulanan manevi danışmanlığa
bakıldığında öncelikle hastanelerde uygulanmak istenen manevi bakımın söz konusu
olduğu görülür. Tıbbi tedavi, sosyal bakım ve
psiko-sosyal hizmetler bu hizmetin önemli parçasıdır.13 Bunun yanı sıra kronik hastalığı olan
insanlara, engellilere ve yaşlılıktan kaynaklı sağlık sıkıntısı yaşayan kişilere yönelik maneviyat
10 A.g.m., s. 1278.
11 Merve Reyhan Baygeldi, “Türkiye’de Modern
Sorunlara Dini Bir Çözüm Olarak Manevi Danışmanlık Uygulaması: Mevcut Durum ve Öneriler”,
Analiz Dergisi, Nisan 2018, S. 234, s. 8.
12 Söylev, “Türkiye’de Dini Danışmanlık ve
Rehberlik” , s. 63.
13 http://www.manevibakim.com/bilim_alanlari/
manevi_bakim/index.asp , 02.01.2017.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
157
Yunus Emre; halkın bağrından çıkan,
onların diliyle hemhâl olan, tasavvuf
erbabı bir kişilik olup aynı zamanda
insan sevgisini en güzel biçimde dile
getiren bir halk şairidir. Şiirlerini
derinlik, incelik, açıklıkla ve aynı
zamanda manevi yücelikle yazmış; bu
sayede halkın gönlünde taht kurmuş ve
asırlar boyu artan bir ilgiyle eserleri takip
edilmiştir.
destekli bütün hizmetler bu örnek kalıbına girerler.
Maneviyat denilen olgu; tıp ve sosyal hizmetlerle
bütüncül ve birleştirici bir rol oynayarak insanların
ruhsal yönden iyileşmelerine, iyimser bakmalarına ve
böylelikle hastalıklarını yenmelerine ya da bunlarla
barışık olmalarına yardımcı olur.14
Manevi danışmanlık ve rehberlik sürecinde bazı
temel ilkeler bulunmaktadır. Bunlar; saydamlık, saygınlık, koşulsuz kabul, empatik yaklaşım, somutluk,
baskısız danışma atmosferi oluşturma, tabilik, tutarlılık, örnekleme ve güven olarak sayılabilir. Etkili bir
manevi danışma ortamının gerçekleşebilmesi, bu ilkelerin yerine gelmesine bağlıdır.
Aynı dönemde yaşamış olan Yunus Emre ve Mevlana’nın eserlerine bakıldığında manevi danışmanlığa dair pek çok bilgi ve örneğin var olduğu görülür.
Yaşadıkları döneme ışık tutan bu iki bilge şahsiyet,
insanları dinî-dünyevi konularda aydınlatarak onlara her zaman manevi destek sağlamışlardır. Burada
öncelikle Yunus Emre ve Mevlana’nın hayatlarından
kısaca bahsettikten sonra manevi danışmanlığa dair
bu iki öncü şahsiyetten seçilen bazı örnek konular
çerçevesinde konu açıklanmaya çalışılacaktır.
14 http://www.manevibakim.com/bilim_alanlari/manevi_bakim/index.asp , 02.01.2017.
158
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
2- Yunus Emre ve Hayatına Genel Olarak
Bakış
Yunus Emre; halkın bağrından çıkan, onların diliyle hemhâl olan, tasavvuf erbabı bir kişilik olup aynı zamanda insan sevgisini en güzel
biçimde dile getiren bir halk şairidir.15 Şiirlerini
derinlik, incelik, açıklıkla ve aynı zamanda manevi yücelikle yazmış; bu sayede halkın gönlünde taht kurmuş ve asırlar boyu artan bir ilgiyle
eserleri takip edilmiştir.16
Yunus Emre’nin yaşadığı dönem XIII. yüzyıl ile XIV. yüzyılın ilk çeyreği arasını kapsayan
Anadolu’nun hem siyasi hem de sosyal yönden
en çalkantıda olduğu dönemlerdir.17 XIII. yüzyıl ve sonrası asırlarda Anadolu; Moğol istilasına uğramış, taht kavgaları yaşamış ve ekonomik
buhranlara düşmüştür.18 Yunus Emre’nin yaşadığı dönemlerin bu asırlara rastladığı, şiirlerinden anlaşılmaktadır. Çünkü bazı şiirlerinde
XIII. yüzyılın ortalarında Selçuklu’yu yenerek
halka eziyetler eden Moğollardan Tatar diye
bahsetmektedir.19
“Işkun çeri saldı benüm gönlüm evi iklîmine
Cânumı esîr eyledün n’ider bana yagı Tatar”
Bektaşi Vilayet-namesinde, Yunus Emre’nin Sakarya çevresinde Sarıköy’de doğduğu
yazılıdır.20 Şakayık tercümesinde ise Tapduk
Emre’nin Sakarya nehrine yakın bir yerde ika15 Naci Ebiller, Yunus Emre-Hayatının İngilizce,
Almanca, Fransızca Tercümeleriyle, İstanbul Emek
Maatbaası, İstanbul, 1991, s. 4.
16 A.g.e., s. 4.
17 İhsan Soyaldı, “Yunus Emre Divan’ında Dört
Dini Terim”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, 2006, S. 6, s. 104.
18 Soyaldı, A.g.m., s. 104.
19 Cevdet Kudret, Yunus Emre Halk Şiirinde Üç
Büyükler 1, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1985, s. 5.
20 Nevzat Yesirgil, Yeditepe Türk Klasikleri Yunus
Emre, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 1963, s. 6.
met ettiği, Yunus’un ise Bolu civarında yaşadığı
yazar.21 Bu konudaki genel kanı ise Yunus’un
Sivrihisar’ın köylerinden Sarıköy’de doğduğu ve
orada da öldüğü yönündedir.22
Yunus Emre’nin ümmi olduğu yani okuma
yazma bilmediği konusundaki rivayetler günümüze kadar ulaşmaktadır.23 Yunus, bazı şiirlerinde “Ne kara, ne ak okuduğunu” , “Eline kalem
almadığını” , “Elif cim okumadığını” , “Ak üstüne
kara yazmadığını” söyler.24 Bu sözlerden hareketle Yunus’un okuma yazma bilmediği düşünülmüştür. Bir başka görüşe göre ise Yunus’un
bilgiyi gerçeğe ulaşmak için bir vasıta saydığından, dervişliğin vermiş olduğu tevazudan, kendini bir şey bilmez olarak görmesinden ve bilgisine güvenip gururlanmamasından bu şekilde
şiirlerinin olduğu ve bunun neticesinde ümmi
olduğunun düşünüldüğü yönündedir.25 XX.
yüzyılda Yunus’un şiirlerine yapılmış olan araştırmalara bakıldığında Yunus’un medrese eğitimi gördüğü; felsefe, hadis, fıkıh, Arapça, dört
kitap gibi birçok konuda bilgili ve ilim sahibi
olduğu görülmektedir.26 Yunus Emre ümmi olsaydı Divan’ın başında bulunan ve beş yüz beyiti aşan uzun bir eser yazması çok da mümkün
olmazdı.
Yunus Emre döneminde birçok mutasavvıf
yaşamış ve Yunus da bunların sohbetlerinde
bulunarak onlardan etkilenmiştir. Birçok tarikat, Yunus’u bu yüzden sahiplenmiştir. Çünkü
Yunus bazen bir Mevlevi dergâhında semaya
katılmış, bazen bir Nakşi tekkesinde nefes almış, bazen de Bektaşi sohbetlerine katılmıştır.27
21 Soyaldı, A.g.m., s. 106.
22 A.g.m., s. 106.
23 Yesirgil, A.g.e., s. 6.
24 A.g.e., s. 6.
25 Abdülbaki Gölpınarlı, Türk Klasikleri Yunus
Emre, Varlık Yayınları, İstanbul, 1952, s. 8.
26 Yesirgil, A.g.e., s. 7.
27 Erhan Yetik, “Yunus’un Tasavvuf Anlayışı”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
Samsun, 1995, S. 5, s. 157.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
159
Fakat Yunus herhangi bir tarikatın kurucusu
olmamıştır. O mahir bir derviş ve Türk Tasavvuf Edebiyatı’nın en güçlü ve büyük simalarından biri olmuştur.28 Yunus Emre aynı zamanda
eserlerinde Mevlana Celaleddin Rumi’den bahsederek hem onun ilim halkasına katıldığını belirtmiş hem de yaşadığı döneme işaret etmiştir.
Yunus Emre’ye atfedilen ve asırlar boyu
onun fikir ve düşüncesini insanlara aktaran “Risaletü’n–Nushiyye” ve “Divan” isminde iki tane
eseri bulunmaktadır.
3- Mevlana Celaleddin Rumi ve Hayatına
Genel Bir Bakış
Mevlana’nın babasının ismi Bahaüddin
Veled, annesinin ismi ise Mümine Hatun’dur.
Mevlana’nın ataları Özbekistan sınırında Afganistan’ın Belh şehrinde XIII. yüzyılın başlarında
ikamet etmekteydi.29 Mevlana Celaleddin Rumi
30 Eylül 1207’de Belh şehrinde doğmuştur.30
Mevlana’nın asıl ismi ise Muhammed Celaleddin’dir.31
Mutasavvıf ve büyük bir âlim olan Mevlana’nın babası Bahaüddin Veled, henüz iki yaşındayken babası Hüseyin Hatibî’yi kaybetmiştir.32
Bahaüddin Veled insani olarak çok yüksek vasıflara sahip olan bir zat idi. Üstün bir bilgiye ve
Muhammedî bir ahlaka sahipti.33 Kötülüklerden
kaçınır, herkese iyilik eder, etrafındaki insanları
imansızlıktan korunmak için uyarıp sohbetler
tertip ederdi. Mevlana’nın babası Bahaüddin
Veled’in, Mümine Hatun’dan bir kız ve iki oğlu
28 A.g.m., s. 157.
29 Ed. Nuri Şimşekler, Konya’dan Dünya’ya Mevlana ve Mevlevilik, Karatay Belediyesi Yay., Konya,
2007, s. 21.
30 Şefik Can, Mevlana Hayatı Şahsiyeti Fikirleri,
Ötüken Yayınları, İstanbul, 1995.
31 Emine Yeniterzi, Mevlana Celaleddin Rumi,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1995, s. 1.
32 A.g.e., s. 2.
33 Can, A.g.e., s. 33.
160
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
dünyaya gelmiştir.34 Belh’in Emiri olan Ruknettin’in kızı Mümine Hatun’un35 soyunun ise Hz.
Ali’ye dayandığı kaynaklarda bildirilmektedir.
Mevlana’nın çok ciddi bir eğitim gördüğü
ve tasavvufi bir eğitimden geçtiği kaynaklarda
net bir şekilde görülmektedir.36 Mevlana’nın ilk
mürşidi babası Bahaüddin Veled’dir. Babasının
terbiyesinde yetişen Mevlana Celaleddin, henüz
daha küçücük çocukken olgunlaşmış ve muhakeme sahibi olmuştur.37 Mevlana Celaleddin
çocuk denilecek yaşlarda bile zamanını yalnızca
İslami ilimlerin tahsiline ve din eğitimine harcayarak günlerini riyazetle geçirmiştir.38 Belh’te
iken Mevlana Celaleddin’in Atabek ve Lala
denilen hocalarından birisi de babasının müritlerinden olan Seyyid Burhanettin Muhakkik-i
Tirmizî olmuştur.39 Mevlana’nın babası Bahaüddin Veled, Mevlana 24 yaşındayken vefat
etmiştir. Babasının vefatından sonra müritleri
tarafından ulu ve pir olarak tanımlanmış olan
Mevlana; babasının yerine geçerek vaazlara başlamış, fetva işleriyle uğraşmıştır.40 Mevlana’yı
müridi kabul eden Seyyid Burhanettin onun
zahirî ilimleri de öğrenmesini istemiştir. Bunun üzerine Mevlana, iki yıl Şam ve Halep’te
eğitim görmüştür. Mevlana, Şam’dan Konya’ya
döndüğünde Seyyid Burhaneddin’in yanındaki
hücreye girerek kırkar gün olmak üzere üç çile
geçirmiş ve bu süre zarfını sadece ibadet ve tefekkürle geçirerek ilahi sırlara açılmış bir gönül
ve arınmış bir nefis ile dış dünyaya dönmüştür.41
Mevlana’nın eğitimi konusunda Şems ile
karşılaşması da etkilidir. Mevlana’nın hayat
hikâyesine bakıldığında Şems-i Tebrizî’nin özel
34 Şimşekler, A.g.e., s. 21.
35 Yeniterzi, A.g.e., s. 2.
36 Şimşekler, A.g.e., s. 24.
37 Yeniterzi, A.g.e., s. 5.
38 A.g.e., s. 6.
39 A.g.e., s. 6.
40 Galip Atasağun, Mevlana Celaleleddin-i Rumi
ve Mesnevi’de Bahsettiği Dinler, Selçuk Üniversitesi
Yayınları, Konya, 2001, s. 7.
41 Yeniterzi, A.g.e., s. 6.
Mevlana’nın eğitimi konusunda Şems ile karşılaşması da etkilidir. Mevlana’nın
hayat hikâyesine bakıldığında Şems-i Tebrizî’nin özel bir yerinin olduğu
görülmektedir. “Hamdım, piştim, yandım” diyen Mevlana, Bahaeddin Veled ve
Seyyid Burhaneddin ile bilgi boyutunu tamamlamıştı ama manevi yolculuğunda
henüz son durağa erişememişti.
bir yerinin olduğu görülmektedir.42 “Hamdım,
piştim, yandım” diyen Mevlana, Bahaeddin Veled ve Seyyid Burhaneddin ile bilgi boyutunu
tamamlamıştı ama manevi yolculuğunda henüz
son durağa erişememişti.43 Mevlana’nın Şems
ile karşılaşması onun manevi hayatında değiştirici ve şiddetli bir tesir bırakmıştır.44 Mevlana’ya bu denli etki eden Şems-i Tebrizî’nin çok
iyi bir tahsil gördüğü “Makalat” adlı eserinden
anlaşılmaktadır. Şems; çok yer dolaştığı, belli
bir yerde bağlanıp kalmadığı için “Şems-i Perende (Uçan Şems)”, kâmil bir kişi olduğu için
de “Kâmil-i Tebrizî” olarak bilinmiştir.45 Şems
büyük bir veli olduğu hâlde şehirlerde tanınmadan gezmiş, kerametlerini ve kendini herkesten
saklamış, seyahatlerinde medrese ve tekkelerde
misafir olmamış, şeyhlere mahsus olan kıyafetleri de giymemiştir.46
Mevlana’nın aile hayatına bakıldığında;
ilk olarak Gevher Hatun ile evlenmiş, Gevher
Hatun’dan Sultan Veled ve Alâeddin isminde
çocuklar dünyaya gelmiştir. Gevher Hatun’un
vefatından sonra Mevlana; Kerra Hatun ile evlenmiş, bu evlilikten Emir Muzafferüddin Alim
Çelebi ve Melike Hatun dünyaya gelmiştir.47
Mücadeleli, hüsranlı yıllar birbirini
kovalamış; Mevlana artık yaşlanmış, öleceğini
hissetmiş ve bu âlemden göçeceğine dair şiirler yazmaya başlamıştır. Kasım ayının başla42 Şimşekler, A.g.e., s. 25.
43 Yeniterzi, A.g.e., s. 7
44 Yaylalı, A.g.e., s. 97.
45 Can, A.g.e., s. 47.
46 A.g.e., s. 47.
47http://konya.kutuphane.gov.tr/TR-144012/mevlana39nin-hayati.html, 24/01/2021.
rında rahatsızlanan Mevlana’nın hastalığı kırk
gün sürmüştür.48 1273 Aralık ayının 16’sında
Mevlana biraz daha iyi durumdadır ve akşama
kadar yanına gelenlerle konuşmuştur.49 Her sözünün vasiyet olduğu o gün yine Mevlana’nın
başında Mesnevi’yi yazdırmış olduğu değerli
öğrencisi Çelebi Hüsamettin, Sevgili oğlu Sultan Veled, yakın dostları ve sarayın iki doktoru
bulunmaktaydı.50 Nihayet 17 Aralık Pazar günü
Mevlana sükût ve sakinlik içerisinde son nefesini vererek vuslatını gerçekleştirmiştir. Hakkın ve hakikatin güneşi olan Mevlana bu fani
dünyadan geçerek ölümsüz dünyada batmamak
üzere yeniden doğmuştur.51 Bundan sonraki senelerde Mevlana’nın ölümü “Şeb-i Arus” olarak
isimlendirilmiştir. Yani “Düğün Gecesi”…
Mevlana’nın başta Mesnevi olmak üzere,
Divan-ı Kebir, Fihi Ma Fih ve Mecâlis-i Seb’a
isminde kitapları bulunmaktadır.
Hiç şüphesiz ki Yunus Emre ve Mevlana’nın
kültürümüze katkıları inkâr edilemez. Onların
bilgi birikimleri, bilgelikleri ve ferasetleri çağları aşarak insanlığa hitap etmiştir. Yunus ve
Mevlana’nın eserlerine bakıldığında manevi
danışmanlık konusunda oldukça fazla örneğin
olduğu görülmektedir. Konu sınırlandırması
neticesinde bazı konular çerçevesinde bunlardan birkaçı açıklanmaya çalışılacaktır.
48 Kamil Yaylalı, Mevlana’da İnanç Sistemi, Selçuk
Üniversitesi Yayınevi, Konya, 1987, s. 115.
49 Atasagun, A.g.e., s. 26.
50 Yaylalı, A.g.e., s. 116.
51 Yeniterzi, A.g.e., s. 13.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
161
II- MANEVİ DANIŞMANLIK İLKELERİ BAĞLAMINDA YUNUS EMRE VE
MEVLANA DÜŞÜNCESİNDEN ÖRNEKLER
1- Manevi Danışmanlık İlkeleri Bağlamında Yunus Emre Düşüncesinden Örnekler
Yunus Emre’nin felsefesi aşksız olamaz.
Çünkü Yunus Emre, düşüncesini ve felsefesini
aşk üzerine kurmuştur. Ezel de ebed de aşk ile
var olmuştur ve var olmaya devam edecektir.
Yunus Emre’nin şiirlerinde aşk anlayışına bakıldığında tüm sıkıntıların, dertlerin, üzüntülerin dermanını aşka bağlayarak “Mala mülke
dünyaya gönül verip de mutsuz, huzursuz olma;
Allah aşkına dayan ki dünyanın ve kendinin yaratılış gayesini anla!” diyerek insanların bu noktada oluşacak sıkıntılarına rehberlik ettiği görülür. Yine şiirlerinden çıkarılan genel sonuca
göre içinde aşk olan bir gönülde kötülük esamesi
görülmeyeceğini belirten Yunus, bunlara karşı
kalkan ve terapi olarak aşkı önermektedir.
‘Işk da‘vîsin kılan kişi hîç anmaya hırs u hevâ
‘Işk evine girenlere ayruk ne meyl ü ne vefâ
Girçek ‘âşık olan kişi anmaya dünyâ-âhiret
‘Âşık degüldür ol kişi yüriye ‘izzeti kova
Her kim ‘izzetden geçmedi ‘âşıklık bühtândur ana
Hergiz girdügi yok durur ‘ışkıla ‘izzet bir eve 52
Yunus’a göre ancak bir insanda ilahi aşk
varsa dünyanın sevgisi ve sıkıntısı gönlünde
yer almaz, içindeki aşktan dolayı gönül huzuru
ve mutluluğu oluşur. Yine insanda bulunan
büyüklenme ve kin, insanları huzursuz ve mutsuz eder. Yunus bunun ilacının da yine Allah aşkı
olduğunu, çünkü Allah aşkı olan gönülde kin ve
kibrin bulunamayacağını söyler. Yani Yunus’a
göre insanda bulunan kötü huyların tedavisi ve
52 Mustafa Tatcı, Yunus Emre Divanı Tenkitli Metin, Kültür Bakanlığı Yayınları, Klasik Türk Eserleri/14, Ankara, 1990, 2/1-7. (Bundan sonra Yunus
Emre Divan’ından seçtiğimiz beyitler Tatcı’nın eserinden; önce şiir numarası, ardından beyit numarası
şeklinde belirtilerek alıntı yapılacaktır.)
162
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
kalmadan Allah’ın sevgisine sığınmayı tavsiye
eden Yunus, Allah sevgisi varken başka sevgilerle gönüllerin doldurulmamasını tavsiye eder.
Yunus bütün bunları anlatırken, kendi nefsine
yönelik olarak konuyu anlatmakta ve böylece
ibadetin önemini empatik bir yaklaşımla ele almaktadır. Konuyu anlatırken saydam ve içten bir
dil kullanan Yunus, böylece ibadetin değerini
muhatabına net bir şekilde yansıtmaktadır.
tur. Yunus’un bu konudaki öğretilerinden biri
de insanın kendisi için istediğini “ayruğu” yani
başkası için de istemesidir. Yunus, empatik bir
bakış açısı sergileyerek insanların birbirlerine
karşı olan sevgi tomurcuğunun hep yeşermesini
istemiştir:
Sen seni ne sanursan ayruga da anı san
Dört kitâbun ma‘nîsi budur eger varısa55
Yunus Emre muhatabına
güven vererek; empatik,
saydam ve somut ifadelerle
aşkı anlatarak idraklere aşkı
yerleştirmiş ve bu sayede
insanlara ilahi aşk konusunda
rehber olmuştur.
aynı zamanda stresin ortadan kalkması ilahi
aşkla sağlanabilir. Yunus Emre muhatabına güven vererek; empatik, saydam ve somut ifadelerle aşkı anlatarak idraklere aşkı yerleştirmiş
ve bu sayede insanlara ilahi aşk konusunda rehber olmuştur.
Yunus Emre’de manevi danışmanlık konusunda örnek alınacak bir başka konu ise ibadetler konusudur. İbadetlerle manevi huzur bulan
Yunus, dünyanın sıkıntısından ve kederinden
ibadetler sayesinde sıyrılmıştır ve Allah aşkı
ile mutluluğa ermiştir. İnsanlara da sıkıntılara
karşı ibadetle başa çıkmayı tavsiye eden Yunus,
stresi önleme yöntemi olarak ibadet etmeyi
önermiştir. Yunus, evrendeki her nesnenin her
daim durmaksızın Allah Teâlâ’yı zikrettiklerini anlatarak “Ey insan sen ne durursun” der
ve insanın kalbinin Allah’ı anmakla, O’na dua
etmekle mutmain olacağını şiirlerinde vurgular. İbadetlerin manevi hazzından mahrum
Yûnus sen kendüni görme
‘İbâdet kıl mahrûm kalma
Gayrısına gönül virme
Allah sevgüsi var iken53
Yunus Emre’de manevi danışma konusuna
önemli olan bir diğer konu ise insan sevgisidir.
Yunus’un kullandığı sevgi dili ve yumuşak ifadeler, onun Yunus olmasını ve yüzyıllar boyunca
gönüllerde yer edinmesini sağlamıştır. Manevi
danışmanlık sürecinde de kullanılan dilin yumuşak olması, danışmanın sevecen olması ve
insancıl bir tavır takınması danışma sürecinde
sorunların daha kolay çözümlenmesini sağlar.
Yunus Emre, sevgi diliyle insanlara sevip sevilelim mesajı verirken Allah’ın kulun gönlünde
olduğunu hatırlatır ve birbirimizin gönlünü kırmak yerine gönül almamız gerektiğini öğütler.
Yunus dünyaya geliş amacını da “Gönüller yapmaya geldim” şeklinde açıklar:
Ben gelmedüm da’vîyiçün benüm işüm seviyiçün
Dostun evi gönüllerdür gönüller yapmaga geldüm54
Yunus; yaşadığı dönemden bu döneme kadar
sevgi, hoşgörü ve barışın simgesi ve sesi olmuş53 238/5.
54 179/2.
İnsancıl bir yaklaşımla konuyu ele aldığı görülen Yunus’un insan sevgisi bağlamında anlattıklarına bakıldığında biz dili kullanması onun
daha iyi anlaşılıp benimsenmesini sağlamıştır:
Gelün tanşuk idelüm işi kolay tutalum
Sevelüm sevilelüm dünyâ kimseye kalmaz56
Yunus tüm bu güzel hasletlerin insanın psikolojisine olumlu katkıda bulunduğunu anlatarak insanlara karşı düşmanlık ve kötü niyet
beslemenin kişiyi mutsuz ettiğini bildirmiştir.
Yunus Emre insan sevgisini anlatırken anlatımında; koşulsuz kabul ve saygınlık gibi ilkelerin
öne çıktığı gözlemlenirken, etkili iletişim becerisini de en güzel şekilde kullandığı göze çarpmaktadır. Bu bakımdan da manevi danışmanlık
açısından örnek olacak bir anlatım sergilemiştir.
Yunus Emre’de manevi danışmanlık konusunda son olarak ele alınacak konu ise ölümdür. Yunus Emre’nin ölümü içtenlikle anlatıp
sahiplenmesinin arkasında, ölümden korkan
Yunus geçmişi mevcuttur.57 Kasvet, kötümser55 299/6.
56 103/5.
57 Aliye Çınar, “Yunus Emre Düşüncesinde Hayat
ve Ölüm Teması”, X. Uluslararası Yunus Emre Sevgi
Bilgi Şöleni 6-8 Mayıs 2010, s. 158.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
163
lik ve arayış içinde ölümlü insanın yasını tutan
Yunus; ölüme önceleri korkak ve ürkekçe yaklaşmıştır.58 Böylece insan psikolojisinin ölüme
karşı en savunmasız hâlini yansıtan Yunus, önceden hayata tutku ile bağlıdır ve hayatın bütün
çelişki ve zaaflarını yaşamıştır.59 Yunus’un ölüm
korkusunu yaşaması ve anlatması, bu duyguyu
yaşayan kimselerin kendilerini Yunus’ta görmelerini sağlamıştır. Yunus olgunluk çağlarında
ölümü tanımış, benimsemiş ve âdeta ölüme âşık
olmuştur.60
Koyup gel nakş u nigâr nakşa yol virme zinhâr
Nakşıla yola giren ‘âkıbet dünyâ sever
Dünyâyı bırak elden dünyâ hicâb bu yolda
Biz velîden nebîden eyle işitdük haber
Yâ sevgil dünyâ dutgıl yâ gelgil yol iletgil
İki da‘vî bir ma‘nî bu yolda sıgmaz dirler
Geç mahlûk tâ’atından göz ırma dost katından
Aldanma fânî nakşa fânî nakşı n’iderler61
Her insanı derinden sarsabilecek üzücü bir
hadise olarak ölüm, Yunus’u da elbette etkilemiştir. Fakat Yunus bu fikri psikolojik olarak
bastırmak yerine kabullenip güzelliklerini görmeyi tercih etmiştir. Yunus’a göre insanlar dünyanın güzelliğine aldanıp baki hayat yerine fani
dünyayı tercih edebiliyorlar. Oysaki bu dünyadan kimler geldi, kimler geçti. Ne güçlüler, ne
zenginler geçti. Hiçbiri dünyadan bir zerre bir
şeyi yanında bulundurarak göç etmedi. Yanında
götürdüğü tek şey iyi veya kötü amelleriydi. O
yüzden insan dünya hayatını ahirete yani ölüme
hazırlık olarak geçirmelidir.
58 İskender Pala, “Yunus Emre’de Ölüm Düşüncesi”, Uluslararası Mevlana Sempozyum Bildirileri,
Ankara, 1995, s. 531.
59 Çınar, A.g.m., s. 158.
60 Pala, A.g.m., s. 532.
61 391/1-4.
164
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Batmış dünyâ mâlına bakmaz ölüm hâline
İrmiş Kârûn mâlına zihî iş düşvârlıgı
Bu dünyâ kime kaldı kimi ber-hûrdâr kıldı
Süleymân’a kalmadı anun ber-hûrdârlıgı62
Yunus Emre, şiirlerinde insanları dünya gafletinden uyandırmaya çalışır. Asıl mekânın ahiret olduğunu her fırsatta dile getirerek insanları
dünyanın çekiciliği ve cazibesine karşı uyarır.
“Nidelüm bu dünyayı? Ben âşıklardanım, aşk eteğine dayandım” der. Bu dünyanın imtihan için
yaratıldığını bildiren Yunus, başa gelen sıkıntılara da bundan dolayı katlanmak gerektiğini
söylerken dünyayı “Kahır Evi” olarak nitelendirir ve Allah’a tez elden tövbe edilmesi gerektiğini söyler. Yunus’a göre insanın dünyaya olan
bağlılığından vazgeçip Allah’a yönelmesi ölüm
korkusu ile baş etmenin bir yöntemidir. Bununla birlikte Yunus, insanın iyilik yaparak bir ömür
geçirmesi neticesinde ölüm korkusundan emin
olacağı mesajını da vermektedir.
Yunus Emre ölüm konusunda kendi korkularını, bunlarla başa çıkma yöntemlerini ve en
nihayetinde ölümün güzelliklerini anlatırken
olabildiğince açık ifadeler kullanarak saydamlık
ve somutluk ilkelerince hareket etmiştir. Muhatabın duygularına tercüman olması neticesinde
de empatik bir yaklaşımla konuyu ele almıştır.
2- Manevi Danışmanlık İlkeleri Bağlamında Mevlana Düşüncesinden Örnekler
Yunus Emre gibi Mevlana’nın düşünce ve
felsefesi de aşksız olamaz ve anlatılamaz. Bundan dolayı konumuz değerlendirilirken öncelikle Mevlana’nın aşk anlayışını anlamak ve
konuya bu çerçevede bakmak faydalı olacaktır.
Mevlana’ya bakıldığı zaman aşkı metaforik bir
bakışla ele aldığı görülür. Böylece soyut bir kav62 361/2-4.
ram olan aşkı farklı nesne ve olaylarla somutlaştırmış, idraklere sunmuştur. Aşk Mevlana ile
aydınlanmış fakat bir yandan da girift bir yapıya
dönüşmüştür.63 Bu girift yapı Mevlana ile birlikte tüm dünyanın çözmekten zevk duyduğu
bir olgu hâline gelmiştir.64
Aşk; her an göklere uçmaktır, yüzlerce perdeyi
yırtmaktır! Aşk, önce kendini nefsinin isteklerinden kurtarmak, nefsani yollarda yürümekten ayak
çekmektir! Dünyayı yok saymak, görmemezlikten
gelmektir; geldiği ve tekrar gideceği âlemi düşünmek, kendini anlamaya, bilmeye çalışmaktır!66
Mevlana’ya göre aşk, âşıkların ibadetidir.
Hakka ulaşmak için tek yolun aşk olduğunu
bildiren Mevlana, Allah aşkını isteyen kişinin
kendinden geçip Hakk’ın rızasına göre yaşaması gerektiğini şöyle anlatır: Ey Hak aşığı! Şunu
iyi bil ki senin yolun Hakk’ın rızasını aramak
yoludur! Dostun dileğini, isteğini arıyorsan sana
kendi dileğini, kendi isteğini aramak haramdır!
Bütün ruhlar ona âşıktır. Bu yüzdendir ki aşk,
Hak âşıklarının ibadethanesidir. Onun aşkı dağ
başından da aşağı değildir. Biz dağ başına ulaşınca
işimiz bitmiş demektir. 0 hakikat dağındaki mağarada bir aşk dostu vardır ki can onun güzelliği
ile kendini bulur.65
Mevlana’ya göre aşk; insanı her şeyden, kendi benliğinden bile soyutlar. Varlık âleminde yok
olmayı gösterir. Aşk insana dünyanın tüm zevk
ve kederinden kendini soyutlayıp sadece âlemi,
âlemdeki varlığını, dünyaya geliş amacını ve Allah’a kul olmayı anlatır. İnsanların çağımızda bu
kadar fazla depresyon ve strese maruz kalmalarının sebebi, anlam arayışı içinde olmaları ve bu
arayışı aşk ve maneviyatla doyuramamalarından
kaynaklanmaktadır. Sevgi (aşk); insanın hayatını değerli kılan, insanı güzel davranışlarda
bulunma konusunda harekete geçiren bir yaşam
enerjisidir ve anlam arayışı açısından da vazgeçilmez bir konudur.67 İşte bu sebeptendir ki
manevi danışmanlıkta “ilahi aşk” kavramı son
derece önemlidir ve rehberliğin fonksiyonlarından olan önleyici rehberlik68 çerçevesinde ele
alınması gerekmektedir.
Mevlana’ya göre aşk öyle bir duygudur ki
insanı kendinden, isteklerinden ve dünyadan
soyutlayarak sadece Rabbin rızasını kazanmaya,
nereden gelip nereden gittiğini sorgulamaya
yöneltir. Ayrıca Mevlana’nın aşkla ilgili vurguladığı bir diğer nokta ise aslında aşkın insanın
kendini sorgulayıp anlama ve kendini bilme
faaliyeti olduğudur. Aşk, insanın birey olarak
“Ben kimim?” sorusuna cevap verir. Aşk kişinin
birey olmasını ve kendini gerçekleştirmesini;
buna bağlı olarak kendi gücünün ve değerinin
farkına varmasını sağlar. Bu bağlamda aşk ve
aşkı anlayıp anlatabilmek manevi danışmanlık
noktasında oldukça önemli bir faaliyettir:
63 Emel Sünter Yalçın, “Mesnevi’de Aşk”, Türk İslam Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi,
Mevlana Özel Sayısı, 2007, s. 223.
64 A.g.m., s. 223.
65 Şefik Can, Divan-ı Kebirden Seçmeler, Ötüken
Yayınları, İstanbul, 2000, C.I, s. 236. (Bundan sonraki Divan-ı Kebir alıntılarımız Şefik Can’ın Divan-ı
Kebirden Seçmeler eserinden yapılacaktır.)
Mevlana’da manevi danışmanlık konusunda
ele alınabilecek bir diğer konu ise ibadetlerdir.
İbadet etmek; kulluğun bilincinde olup kulun
acziyetinin farkına varmasını sağlar. Mevlana
eserlerinde ibadetlerin hepsine tek tek değinerek ibadetlerin manevi boyut ve hazzını uzun
uzun anlatmıştır. Burada konuyu uzatmamak
adına Mevlana’nın “Sevgili” ile buluşması olarak
gördüğü namazı örnek verebiliriz:
Acaba, Allah aşkıyla mest olanların namazı
doğru mudur, sen söyle! Zira mest olan ne zamanı bilir ne de mekânı! Acaba, bu kıldığım ikinci
rek’at mıdır, yoksa dördüncü rek’at mıdır? Acaba
hangi sureyi okudum?.. Çünkü heyecandan dilim
66 Divan-ı Kebir, C. 3, s. 28.
67 Abdülkerim Bahadır, İnsanın Anlam Arayışı ve
Din, 4.B, İnsan Yay, İstanbul, 2002, s. 105.
68 Suat Cebeci, Dini Danışma ve Rehberlik, s. 32.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
165
tutulmuştur!69 diyen Mevlana, âşığın Rabbiyle
buluşması olan namazın verdiği heyecanı ve bu
heyecandan dolayı namazını karıştırdığını anlatır. Kendi hayatından örnekler veren Mevlana,
empatik bir dil ve içtenlikle duygularını aktarır.
Kur’ân kelâmım dedi gönüle evim dedi
Gönül ev ıssın bilmez âdemden tutmayalar
(ıssı: sahip)
Mevlana ibadetlerde asıl önemli olan hususun ihlas, samimiyet ve Allah’a yakınlık olduğunu Hz. Musa (A.S.) ve çobanın hikâyesini anlatarak öğütler. Hikâyeye göre Hz. Musa (A.S.),
bir çobanın “Allah’ım neredesin? Senin elbiseni
yıkayayım, elini öpeyim.” diye feryat ettiğini
görür ve Hz. Musa (A.S.) “Sen ne yapıyorsun?
Küfre düştün, hiç Allah’ın eli ayağı olur mu?”
diye kızar ve çobanı söylediklerine pişman eder,
çoban bir daha Allah’a içinden gelerek samimiyetle yakarmaz. Bunun üzerine Allah’tan Hz.
Musa’ya (A.S.) uyarı gelir: “Kulumuzu bizden
ayırdın. Sen ulaştırmaya mı geldin, yoksa ayırmaya mı?”70 diye seslenilir. Bu hikâyede de görüldüğü gibi ibadetlerde asıl olan samimiyet ve
içten gelerek yapılmasıdır. Mevlana ibadetlerde
ihlas ve samimiyeti anlatırken manevi danışmanlıkta da örnek alınacak şekilde anlatarak
hikâyeleme ve örnekleme yöntemine başvurmuş ve
böylece daha iyi anlaşılarak zihinlerde konuyu
daha iyi canlandırmıştır.
Mevlana insanlara manevi arınma ve ruhsal terapi yolu olarak ibadet etmeyi gösterir.
Mevlana’ya göre ihlas ve samimiyetle, Allah’a
sığınarak yapılan ibadetler kulu dünyanın dert
ve tasasından uzaklaştırır ve Allah’a daha çok
yaklaştırır. Böylece mana âleminde derinleşen
insan, ruhi olarak arınmış hâle gelir. Mevlana
ibadet konusunu anlatırken konuyu içtenlik, samimiyet, örnek gösterme ve empatik yaklaşım
gibi manevi danışma ilkelerince ele alarak okurları tarafından kolaylıkla benimsenmiştir.
69 Divan-ı Kebir, C. 3, s. 361.
70 Adnan Karaismailoğlu, Mesnevi, C. II, 17201751. (Bundan sonraki Mesnevi alıntılarımız, Karaismailoğlu’nun Mesnevi’sinden; önce cilt numarası,
ardından beyit numarası verilerek yapılacaktır.)
166
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Mevlana’nın anlatımlarında manevi danışmanlık konusunda örnek alınabilecek diğer
bir konu ise ölüm konusudur. Ölüm düşüncesi
insanı çaresiz ve aciz bırakan, bununla birlikte
insanın psikolojisini altüst eden bir kavramdır.
Manevi danışmanlık noktasında da insanların
en çok yardıma ihtiyaç duydukları konuların
başında gelmektedir. Bu bağlamda ölüm konusunda Mevlana felsefesine bakıldığında yardımcı pek çok iyileştirici unsurun olduğu görülmektedir.
Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları
nasıl anlatıyor: Beni kamışlıktan kestiklerinden
beri feryadımdan erkek kadın, herkes ağlayıp inledi. Ayrılıktan parça parça olmuş kalp isterim ki
iştiyak derdini açayım. Aslından uzak düşen kişi,
yine vuslat zamanını arar.71 Mevlana’nın Mesnevi’ye başlangıcı bu beyitlerle olmuştur. İnsanı
ney’e benzeten Mevlana insanın bu dünyada asıl
vatanından uzakta olduğunu ve “Sevgili”sinden
ayrı kaldığını anlatarak dünya hayatını Yaratan’a
kavuşmayı beklemek, ölümü ise O’na kavuşmak
yani vuslat olarak nitelendirir. Mevlana’nın burada insanı ney’e benzeterek, benzetme yöntemine başvurması muhatabının konuyu daha iyi
anlamasına katkı sağlamıştır.
“Bizim ölümümüz her ne kadar sana matem
olursa da aslında Hak’la buluşma vakti olduğu için
bizim en neşeli, en mutlu zamanımızdır. Çünkü
bu dünya bizim zindanımızdır. Zindanın harap
oluşu, yıkılışı zindandakileri sevindirir. Yani bizim bedenimiz, ruhumuz için bir zindan kesilmiştir. Ölüm bedeni yıkınca, toprağa düşürünce, ruh
zindandan kurtulacak; Hakk’a kavuşacaktır.”72
diyen Mevlana ölmeyi ikinci kez doğmak olarak nitelendirir. Mevlana ölümü Hak ile buluşma olarak görmüş, ölüm anının en neşeli ve en
mutlu zamanı olduğunu bildirmiştir. Ölüm ile
ruhunun beden hapsinden kurtulduğunu anlatan Mevlana’nın bu anlatımında manevi da71 Mesnevi, C. I, 1-5.
72 Divan-ı Kebir C. I, s. 100.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
167
nışma ilkelerinden saydamlık ilkesini görmek
mümkündür. Mevlana duygularını olduğu gibi
insanlara anlatarak ölümü en yalın ve en içten
duygularıyla anlatmıştır. Mevlana’ya göre insan ölümü kabullenmeli, hayat kadar doğal ve
olması gereken bir olgu gözüyle değerlendirmelidir. Mevlana’ya göre aslında ölüm anı, insanın
kendini gerçekleştirmesi ve insan olmasının
amacına ulaşma noktasıdır. Bu bağlamda Mevlana, insan hayatının en güzel şekilde değerlendirilerek Yaratıcı’ya karşı ve yaratılanlara karşı
sorumlulukların yerine getirilerek geçirilmesini
öğütler. Böyle bir hayat neticesinde ise ölümden
korkmak yersizdir. Çünkü ölüm, aslında yeniden bir doğumdur. Ölüm ebedî bir hayata yeni
bir başlangıçtır. Ölüm Sevgili’ye kavuşmaktır…
Ölüm günümde tabutum götürülürken bende bu
dünyanın derdi, gamı var; dünyadan ayrıldığıma
üzülüyorum sanma, bu çeşit şüpheye düşme! Sakın,
öldüğüm için bana ağlama; “ Yazık oldu, yazık
oldu!” deme. Eğer nefse uyup Şeytan’ın tuzağına
düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır!
Cenazemi görünce “Ayrılık, ayrılık!” deme! 0 vakit,
benim ayrılık vaktim değil “buluşma, kavuşma”
vaktimdir! Beni toprağın kucağına verdikleri zaman sakın “Veda, veda!” deme! Çünkü mezar, öteki
âlemin, cennetler mekânının perdesidir!73
Mevlana ölüm konusunu insanlara empatik
bir yaklaşımla açıklamış, aynı zamanda olabildiğince saydam ve yalın ifadelerle insanların
idraklerine sunmuştur. Ölüm fani iken tecrübe edilemeyişinden insanlar için anlaşılmaz ve
soyut bir kavramdır. Bu bakımdan Mevlana
ölümü, benzetme ve hikâyeleştirme yöntemiyle
anlatarak idraklere benimsetmeye çalışmıştır.
Aynı zamanda Mevlana, manevi danışmanlık
hususunda ölüm ve ölüm gibi soyut kavramların
nasıl anlatılması gerektiği konusunda örnek bir
anlatım şekli sergilemektedir.
73 Divan-ı Kebir, C. 1, s. 425-426.
168
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Sonuç
Kaynakça
Birer hoşgörü abidesi olan Yunus Emre ve
Mevlana her ne koşulda olursa olsun insanları
insan olduğunu için sevmiş, benimsemiş ve onlara yol göstererek rehberlik etmiştir. İnsanlara
rehberlik ederken insanların diline, dinine, ırkına bakmadan; onları hiçbir şekilde ayırmadan
yine Yunus’un söylemiyle “Cümle yaradılana
bir göz” ile bakarak hareket etmişlerdir. Yunus
ve Mevlana’da bulunan hoşgörü; sorgulamadan,
suçlamadan, baskı yapmadan ve ayıplamadan
insanları kucaklamalarını sağlamıştır. “Gel ne
olursan ol yine gel” diyen Mevlana’nın sözünde
olduğu gibi insanları koşulsuz kabul ve saygınlık
ilkesince benimsemişlerdir.
Atasağun Galip, Mevlana Celaleddin-i
Rumi ve Mesnevi’de Bahsettiği Dinler, Selçuk
Üniversitesi Yayınları, Konya, 2001.
Yunus Emre ve Mevlana’nın anlatımlarına
bakıldığında ülkemizde yeni gelişmekte olan
manevi danışmanlık konusuna pek çok noktadan kaynaklık edebilecek unsurların olduğu
anlaşılmaktadır. Yunus ve Mevlana hem kişilik
olarak bir danışmanda bulunması gereken vasıfları taşırken hem de empatik yaklaşım, somutluk, koşulsuz kabul, tabilik ve tutarlılık gibi
danışma ilkelerini de anlatımlarına yansıttıkları
görülmektedir. Bu bağlamda bu alanda yapılan çalışmalarda ve faaliyetlerde, kültürümüz
için çok önemli yere sahip olan Yunus Emre ve
Mevlana’nın eserlerindeki eşsiz anlatımlardan
faydalanılarak bu alana kazandırılmaları gerekmektedir. Çünkü kültürümüze yön veren ve öncülük eden şairler, ozanlar, filozoflar ve kanaat
önderleri; bu ülkenin yaşantıları ile eserlerini,
şiirlerini, bestelerini ve söylemlerini yoğurmuşlar; bu ülkenin hislerini yansıtmışlardır. Onların
eserlerine bakıldığında sevgi, saygı, adalet, hoşgörü, insanlık, aşk gibi pek çok insani eyleme
karşılık bulmak mümkündür.
Cebeci Suat, Dini Danışma ve Rehberlik,
DİB Yayınları, İstanbul, 2016.
Bahadır Abdülkerim, İnsanın Anlam Arayışı ve Din, 4.B, İnsan Yay, İstanbul, 2002.
Baygeldi Merve Reyhan, “Türkiye’de Modern Sorunlara Dini Bir Çözüm Olarak Manevi Danışmanlık Uygulaması: Mevcut Durum ve
Öneriler”, Analiz Dergisi, Nisan 2018.
Can Şefik, Mevlana Hayatı Şahsiyeti Fikirleri, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1995.
Can Şefik, Divan-ı Kebirden Seçmeler, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2000, C. I.
Çınar Aliye, “Yunus Emre Düşüncesinde
Hayat ve Ölüm Teması”, X. Uluslararası Yunus
Emre Sevgi Bilgi Şöleni 6-8 Mayıs 2010.
Doğan Mebrure, “Hastane Örneği Üzerinden Manevî Danışmanlık ve Rehberlik Hizmetlerine Genel Bir Bakış”, Cumhuriyet İlahiyat Dergisi, Aralık 2017.
Ebiller Naci, Yunus Emre-Hayatının İngilizce, Almanca, Fransızca Tercümeleriyle, İstanbul Emek Matbaası, İstanbul, 1991.
Gölpınarlı Abdülbaki, Türk Klasikleri Yunus
Emre, Varlık Yayınları, İstanbul, 1952.
Karaismailoğlu Adnan, Mesnevi, C. II,
1720-1751.
Kılınçer Hatice, Manevi Danışmanlık ve
Rehberlik Uygulama ve Teori Alanları, Editör:
Ali Ayten, Dem Yayınları, İstanbul.
Kudret Cevdet, Yunus Emre Halk Şiirinde
Üç Büyükler 1, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1985.
Pala İskender, “Yunus Emre’de Ölüm Düşüncesi”, Uluslararası Mevlana Sempozyum
Bildirileri, Ankara, 1995.
Soyaldı İhsan, “Yunus Emre Divan’ında
Dört Dini Terim”, Fırat Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 2006, S. 6.
Söylev Ömer Faruk “Türkiye’de Dini Danışma ve Rehberlik-Alanları İmkanları ve Yöntemleri-(Diyanet İşleri Başkanlığı Örneği)”,
Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
(Yayınlanmamış Doktora Tezi), Bursa, 2014.
Sünter Yalçın Emel, “Mesnevi’de Aşk”, Türk
İslam Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi, Mevlana Özel Sayısı, 2007.
Şimşekler Nuri, Konya’dan Dünya’ya Mevlana ve Mevlevilik, Karatay Belediyesi Yay.,
Konya, 2007.
Şirin Turgay, “Bilişsel Davranışçı Psikoterapi
Yaklaşımıyla Bütünleştirilmiş Dini Danışmanlık Modeli”, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Haziran, 2013, Sakarya, (Yayımlanmamış Doktora Tezi).
Tatcı Mustafa, Yunus Emre Divanı Tenkitli
Metin, Kültür Bakanlığı Yayınları, Klasik Türk
Eserleri/14, Ankara, 1990.
Yaylalı Kamil, Mevlana’da İnanç Sistemi,
Selçuk Üniversitesi Yayınevi, Konya, 1987.
Yeniterzi Emine, Mevlana Celaleddin Rumi,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1995.
Yesirgil Nevzat, Yeditepe Türk Klasikleri Yunus Emre, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 1963.
Yetik Erhan, “Yunus’un Tasavvuf Anlayışı”,
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, Samsun, 1995, S. 5.
http://konya.kutuphane.gov.tr/TR-144012/
mevlana39nin-hayati.html, 24/01/2021.
http://www.manevibakim.com/bilim_alanlari/manevi_bakim/index.asp, 02.01.2017.
http://www.manevibakim.com/bilim_alanlari/manevi_bakim/index.asp, 02.01.2017.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
169
zin nedeni Yunus Emre’nin Divan’ında yer alan
ve kendisi hakkında yazdığı düşünülen beytinde
707 tarihine gönderme yapmış olmasıdır.
Tarih dahi yedi yüz yedi idi
Yunus canı bu yolda kodu idi
YUNUS EMRE’NİN ESERLERİNDE DEĞERLER EĞİTİMİ VE
MANEVİ DANIŞMANLIK
Fatma Zehra YILDIZ
1*
Yunus’un “sevilen”e göre “Neyi sever isen imanın odur” şeklinde ifade ettiği üzere
imanı konumlandırması bakımından “dost” ve “dostluk” kavramları önemlidir.
D
oğuda mezhep ayrılıkları kanlı hadiselere neden olurken, mevki kavgaları artıp iltizam ve müsadere yüzünden halk
ezilirken, derebeylikler artıp sınıflar sınırlandırılırken, toprağı elinden alınan halk esir olup
toprakla beraber satılırken, Haçlı seferleri para
ve cennet adıyla her yeri kana bularken Yunus
Emre Orta Anadolu’da yaşamış ve kendini tasavvufa vermiştir.2 Yunus Emre, İslam tarihinin
farklı zaman ve mekânlarında yaşamış, farklılıklarla beraber hem kendi zamanını hem sonraki
dönemleri aydınlatmış sufilerden biridir.3 Yunus
Emre’nin yaşadığı tarih ve yer hakkında kesin
1*Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmeni, Yüksek
Lisans Öğrencisi, Bayraklı Ticaret Borsası Ortaokulu, İzmir
2 Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre Hayatı ve
Bütün Şiirleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
2019, s. 5.
3 Ahmet Yaşar Ocak, Yunus Emre, Kültür ve Turizm
Bakanlığı, Ankara, 2012, s.183.
170
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
bir bilgi yoktur. Ancak yaklaşık olarak yaşadığı
dönemin arka planı hakkında birtakım bilgilere
ulaşmak mümkündür.4
Yunus Emre’nin yaşadığı dönem hakkında
elimizde bulunan en güvenilir kaynak Risaletü’n
Nushiye adlı mesnevisinin sonunda yazan 1307
tarihidir. Bu tarih baz alındığında 82 yaşında öldüğü düşünülen Yunus Emre 1239-1321 yılları
arasında yaşamıştır.5 Diğer araştırmalarda ise
Selçuklu döneminin son, Beylikler döneminin
ilk zamanlarına denk gelen (M) 1250-13206
yılları arasında, hicri olarak ise yedinci asrın
sonu ile sekizinci asrın ilk çeyreğinde yaşadığı
düşünülmektedir.7 Hicri takvime değinmemi4 Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, (Yunus Emre) akt.
Dilaver Düzgün, 235.
5 Talat Halman, A’dan Z’ye Yunus Emre, YKY
Yayınları, İstanbul, 2003, s. 10.
6 Ocak, A.g.e., s. 183.
7 Fındıkoğlu, A.g.e., s. 235.
Buradaki yedi yüz yedi tarihi ile ilgili; Yunus Emre’nin doğumuna, müritlik tarihine ya
da ölümüne işaret edebileceği ileri sürülmüştür.
Bu üç ihtimal arasından en güçlüsü ise müritlik
tarihi olarak gözükmektedir.8
Yunus Emre’nin doğduğu yer hakkında da
farklı rivayetler mevcuttur. Doğumuna işaret
eden herhangi bir belge olmamasına rağmen
ölümünden sonra yazılan Vilayetname/Menakıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli’de yer alan bir kayda
göre Eskişehir’e bağlı Sarıköy’de doğmuştur.9
Bilgiler elimize uzun süren sözlü gelenekten
sonra ulaştığı için doğumu ve yaşadığı yer ile
ilgili farklı söylemler de mevcuttur. Şeyh İsmail
Hakkı Ispartalı olduğunu, Erzurum dolaylarında ise Erzurumlu olduğunu savunan rivayetler
vardır.10 Şakayık mütercimi Bolulu olduğunu rivayet etmiş ancak Fuat Köprülü, Bektaşi ananesinde Yunus’un Sivrihisarlı olduğunu çok güzel
bir şekilde açıklamıştır.11 Yunus Emre’nin hayatı
bilindiği üzere tasavvuf yolculuğu ile geçmiştir.
Ancak biz bu kısa makalemizde hem değerler
eğitimi kapsamında hem de manevi danışmanlık kapsamında eserlerini ve fikirlerini değerlendireceğimiz için tasavvuf yolculuğuna çok
değinmeyip ona atfedilen eserleri vermeyi yeterli buluyoruz.
Yunus Emre’nin ilahileri Anadolu ve Rumeli’nin en ücra köşelerine kadar yayılmış, asırlar
boyu dilden dile dolaşmış ve bizlere kadar ulaşmıştır. Günümüze kadar ulaşan ve ona atfedilen
iki eseri vardır:
8 Fındıkoğlu, A.g.e., s. 235.
9 Halman, A.g.e., s. 10.
10 Fındıkoğlu, A.g.e., s. 236.
11 Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yayınları, Ankara, 1976, s. 265.
Risaletü’n Nushiye: H.707/ M.1307 yılında ‘öğütler kitapçığı’ anlamına gelen, mesnevi
nazım şekliyle ele alınan bu eser manzum ve
didaktik tarzda bir nasihatnamedir. Anadolu’da
mesnevi nazım şekliyle yazılan ilk müstakil nasihatname olan12 bu risalenin 562 beyit ile 600
beyit arasında olduğuna dair farklı yazmalar
mevcuttur. Risale, İslam ahlakını konu edinmiş
olmakla beraber tasavvufun temel ilkelerini de
içermektedir.13
Divan: Yunus Emre’nin tanınmasına vesile
olan, en güzel şiirlerinin yer aldığı, sanatçı kişiliğini ortaya koyduğu eseridir. Çoğunlukla ilahilerin yer aldığı bu eserde na’t, şathiye, münacat,
mi’raciye türleri de yer almış ve genellikle hece
ölçüsü kullanılmıştır.14 Yunus Emre bu eserinde
ayetlerden, hadislerden, Kur’an-ı Kerim’in peygamberler hakkında verdiği bilgilerden; velilerin, sufilerin ve erenlerin hikâyelerinden; klasik
İslami edebiyata geçmiş olan Leyla-Mecnun
ile Ferhat-Şirin gibi âşıklardan; İran, Yunan ve
Hint mitolojilerinden ve yaşadığı zamanın olaylarından bahsetmektedir.15
Kısaca Yunus Emre’nin hayatı ve eserleri
hakkında verdiğimiz bu bilgilerden sonra asıl
konumuza, değerler eğitimi ve manevi danışmanlık bağlamında Yunus Emre’nin eserlerinin
incelenmesine geçebiliriz.
Değerler Eğitimi ve Yunus Emre
Değer TDK’de ilk anlam olarak “Bir şeyin
önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir
şeyin değdiği karşılık, kıymet” şeklinde, yedinci tanımda ise “Bir ulusun sahip olduğu sosyal,
kültürel, ekonomik ve bilimsel değerlerini kap12 Refika Ertunç “Yunus Emre’nin Risâletü’nnushiyye’sindeki Ahlaki Değerler’’, Yüksek Lisans Tezi,
Elazığ, 2016, s.17.
13 Halman, A.g.e., s. 33.
14 Ertunç, A.g.e., s.16.
15 Gölpınarlı, A.g.e., s. 35.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
171
Bir toplumun sahip olduğu her şeyi değer olarak görmek mümkündür. Bu
değerler örf, âdet, gelenek ve göreneklerle genç nesillere aktarılmış; böylece
toplumun yapısı korunmuştur. Değerlerin korunmasında eğitimin payı büyüktür.
Eğitim, toplumun değişmesini ve gelişmesini sağlamanın yanı sıra kültürel değerlerin yeni kuşaklara aktarılmasını da üstlenir. Genç nesillere kültürel değerlerin
aktarılması ve çağdaş olguların öğretilmesi toplumun refahı için şarttır.
sayan maddi ve manevi ögelerin bütünü” olarak
tanımlanmıştır.16 Tanımdan anlaşılacağı üzere
bir toplumun sahip olduğu her şeyi değer olarak
görmek mümkündür. Bu değerler örf, âdet, gelenek ve göreneklerle genç nesillere aktarılmış;
böylece toplumun yapısı korunmuştur. Değerlerin korunmasında eğitimin payı büyüktür.
Eğitim, toplumun değişmesini ve gelişmesini
sağlamanın yanı sıra kültürel değerlerin yeni
kuşaklara aktarılmasını da üstlenir. Genç nesillere kültürel değerlerin aktarılması ve çağdaş
olguların öğretilmesi toplumun refahı için şarttır.17
Bir kültürün, bir toplumun bireylerinin paylaştığı tercihleri ifade eden değer kavramında
vurgulanması gereken nokta “ortak kabul” olmalıdır. Toplumsal değerler ise nesiller boyunca aktarılagelen toplumun ortak kabulleridir.
Değerler eğitimi, toplumda kabul görmüş ortak
değerlerin aktarılmasını ya da ortak tercihler
oluşturmasını amaçlayarak bireylerin tercihlerine yol göstermektedir. Diğer bir ifade ile değerler eğitimi; bireyin diğer insanlarla iletişiminde,
karşılaştığı olaylar ve durumlarda ne yapması,
nasıl davranması gerektiğini gösteren eğitim
modelidir.18
Değerler eğitiminin amacı “saygı, sevgi, sorumluluk, erdem, cesaret, azim ve adalet gibi
16 www.tdk.gov.tr
17 Hüseyin Öztürk, Eğitim Sosyolojisi, 8. baskı,
Hatiboğlu Yayınları, Ankara, 1993.
18 Hasan Bacanlı, “Değer, Değer Midir?”, EğitimBir-Sen, 2011, Yıl: 7, Sayı: 19, s. 18-21.
172
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
değerlere vurgu yaparak ahlaki değerlere sahip,
iyiliğe dikkat eden; medeni, sorumluluk sahibi
vatandaşlar ortaya çıkarmaktır.”19 Kültürel değerlerin toplum tarafından kabul görmesi ve
genç nesillere aktarılması çok önemlidir ancak
dikkat edilmesi gereken nokta; değerlerin durağan bir yapıya sahip olmayıp kişilere bağlı bulunmamasıdır. Bir kültürün yapısı inceleneceği
zaman toplumun geçirdiği süreçlerin, değer yapılarının ve şu anda mevcut bulunan toplumsal
rollerin bilinmesi gerekmektedir.20
Değerler eğitimi kapsamında birbirinden
farklı değer tanımlama ve sınıflandırmalarının
olduğunu görüyoruz. İnsani değerler eğitimi
programında Kulaksızoğlu ve Dilmaç beş evrensel değerin “sevgi, hakikat, iç huzur, doğru
davranış ve şiddetten kaçınma” olduğunu ifade
etmişlerdir.21 MEB’in belirlediği temel on değer
ise adalet, dostluk, dürüstlük, öz denetim, sabır,
saygı, sevgi, sorumluluk, vatanseverlik ve yardımseverliktir.22
19 Mustafa Zülküf Altan, “Çoklu Zeka Kuramı ve
Değerler Eğitimi”, Pegem Eğitim ve Öğretim Dergisi, Malatya, 2011, Cilt: 1, Sayı: 4, s. 53-57.
20 Ertan Özensel, “Sosyolojik Bir Olgu Olarak
Değer”, Değerler Eğitimi Dergisi, Konya, 2003, 1
(3), s. 217-239.
21 Adnan Kulaksızoğlu, Bülent Dilmaç, “İnsani
Değerler Programı”, M.Ü. Atatürk Eğitim Fakültesi
Eğitim Bilimleri Dergisi, İstanbul, 2000, S. 12, s.
199-208.
22 http://ttkb.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2017_07/18160003_basin_aciklamasi-program.pdf (MEB, Basın Açıklaması, 2017 Temmuz,
Erişim Tarihi: 14 Şubat 2021).
Yunus Emre insanların görünüşlerine bakmadan onlarla bütünleşmeyi ve samimi davranmayı öğütlemiştir. İnsana verilen değeri; insanı
Yaratıcı’ya ulaştıracak yol olarak tarif etmiştir.
Ona göre insanı küçültücü davranışlar; insanlara yüksekten bakmak, kindar olmak, bencil
davranışlardır. Buradan Yunus Emre’nin insan
haklarına ve değerlerine saygısını anlarız.23
Yunus Emre’nin şiirlerinde değerler eğitimini ele alırken MEB’de yer alan değerlerin
TDK’deki tanımlarından sonra Yunus Emre’nin
şiirlerine yer verilecektir.
Adalet, sözlükte “Yasalarla sahip olunan
hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması, hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme, herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı
olanı verme, doğruluk” olarak tanımlanmıştır.
Adalet toplumlarda huzur ve güven için gerekli
olduğundan değerler eğitimi kapsamına alınmıştır. Kültürümüzde var olan adalet anlayışının
izlerini Yunus Emre’nin şiirlerinde de görmekteyiz. Özellikle Risaletü’n Nushiye adlı eserinde
İslami erdemlerin getirisi bir ahlaki yapıya sahip olan toplumun niteliklerinden bahsettiğini
ve devlet adamlarına nasihatlerde bulunduğunu
görmekteyiz. Adaleti ile tanınan Hz. Ömer’i
yad ederek adalete gönderme yaptığı;
‘Ömer-i Hattâb’ıla çok ‘adl ü dâd işledüm
Oglıla fısk içinde hadde basılan benem
dizeleri ve “Ali ile urdum kılıç Ömer ile adl eyledim” dizesi örnek olarak verilebilir. Adaletin
yücelik olduğunu bildiren dizelerini de burada
yazmak yerinde olacaktır.
Esir olmuş kişisin niçe yıldan
Akıl adl ıssı bir ulu kişidir
Dostluk kavramını anlamak için önce dost
kelimesinin anlamını bilmek gerekmektedir.
Dost TDK’de “sevilen, güvenilen yakın arkadaş,
23 İbrahim Agah Çubukçu, “Yunus Emre’nin Felsefesi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
Ankara, 1981, Cilt: XXV.
gönüldaş, iyi anlaşılan kimse, düşman karşıtı”
olarak tanımlanmıştır. Dostluk ise “dost olma
durumu, dostça davranış” anlamlarına gelmektedir. Dostluk Yunus Emre’de;
Ben bir aceb ile geldim kimse hâlim bilmez benim
Ben söylerim ben dinlerim kimse dilim bilmez benim
Benim dilim kuş dilidir benim ilim dost ilidir
Ben bülbülüm dost gülümdür bilin gülüm solmaz
benim
dizeleriyle can bulmuştur. O; dostun ikramından sonra yüreğin ölmez olduğunu, dönüp
dolaşıp dostu bulduğunu sade ama çarpıcı bir
şekilde ifade etmiştir. Ancak Yunus Emre arkadaşlığa, dostluğa önem vermesinin yanında
onların seçimine de önem vermiş ve bu konuda
şiirlerinde uyarılarda bulunmuştur.
Neyi sever isen imanun oldur
Nice sevmeyesin sultanun oldur
dizelerinde ve
Gözü görmez kişi sevgiden ırak
Kanı dost kandasın sen gözün aç bak
dizelerinde insanın sevdiği, yakınlık hissettiği
kişilerden etkilendiğini dile getirmiştir. Yunus
Emre’nin şiirlerinde dostu ve dostluğu sık sık
görmekteyiz. Ancak burada “dost” kavramının
arka planında İslam ahlak literatürünü görmek
gerekir. Allah’ın inananların dostu olduğunu
bildiren ayetlerde insanlara, müminlere ve Peygamber’e yardımcı olacak, onları koruyacak, bağışlayacak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak
olan gerçek dostun Allah olduğu; insanların bu
anlamda Allah’tan başka dostları bulunmadığı
ifade edilmekte; böylece onların gerçek ve ebedî
dost olarak Allah’ı bilmeleri, O’na dayanıp güvenmeleri öğütlenmektedir. Yine müminlerin
kardeş olduğu (el-Hucurât 49/10), vaktiyle onlar birbirine düşman iken Allah’ın gönüllerini
kaynaştırmasıyla dost ve kardeş olduklarını (Âli İmrân 3/103) bildiren ayetlerde de dostluktan
ve öneminden bahsedilmektedir. Tasavvufi boyutta ise başta Gazzâlî’nin İhyâ’ü ‘ulûmi’d-dîn
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
173
Doğruluğun toplumsal bakımdan dönüştürücü ve iyileştirici bir güç olduğuna da değinen
Yunus Emre’nin daha nice dizeleri dürüstlüğün çare olduğunu, iyi olmanın dürüstlükten
geçtiğini yani dürüstlüğün baş tacı olduğunu göstermektedir.
eseri olmak üzere daha sonraki ahlak ve tasavvuf kitaplarında dostluk konusu dinî, tasavvufi
ve kısmen felsefi yaklaşımlarla ele alınmıştır.24
Her hâlükârda kelimenin anlamından yola
çıkarsak Yunus’un “sevilen”e göre “Neyi sever
isen imanın odur” şeklinde ifade ettiği üzere
imanı konumlandırması bakımından “dost” ve
“dostluk” kavramları önemlidir.
Dürüstlük, doğruluk ile eş anlamlı olup
TDK’de “doğru, dürüst, doğru olana yakışır
davranış, adalet, düşüncenin gerçekle uyuşması, yargı ve önermelerin gerçeğe uygun olması”
şeklinde tanımlanmıştır. Dürüst bireylerin oluşturduğu toplum; saydamlığın, huzurun ve güvenin can bulduğu bir toplumdur. Kültürümüzde
İslam’ın emirlerinde, atasözleri ve deyimlerde
gördüğümüz dürüstlüğü Yunus Emre’nin
şiirlerinde de görürüz.
Neyise zahirün batınun oldur
Neyise endişen ol yana yoldur
Kamuya togru dersin togruyısan
Bulınmaz togrulık sen egriyisen
dizeleri kişinin dürüst olduğu, karşısındakileri
de dürüst bildiğini anlatmaktadır. Bu bakımdan
aslında dürüst kimselerin bir özelliğini dile getirmektedir.
Kimde kim togrulık var bilgil kim öldürür ‘âr
İki cihâna yarar girçek er ser-mâyesi
İnce Sırât köprüsi genez imiş bu yolda
Dosta giden kişinün togrulıkdur çâresi
dizelerinde olduğu gibi doğruluk kavramı iki
cihanı kapsayan bir değer olarak karşımıza çık24 Mustafa Çağrıcı, Dostluk, TDV İslâm Ansiklopedisi, 9. Cilt. İstanbul,1994, s. 511-513.
174
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
maktadır. Yunus Emre’nin şiirlerinde Hakk’ın
sevdiği bir özellik olduğu ve Allah’ın doğruları
sevdiği vurgulanmaktadır. Zira bu her şeyden
önce ilahi bir emirdir. “Öyle ise emrolunduğun
gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de
dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.”
(Hud Suresi/112)
Doğruluğun toplumsal bakımdan dönüştürücü ve iyileştirici bir güç olduğuna da değinen
Yunus Emre’nin daha nice dizeleri dürüstlüğün
çare olduğunu, iyi olmanın dürüstlükten geçtiğini yani dürüstlüğün baş tacı olduğunu göstermektedir.
Gör imdi doğruluk bir neler eyler
Yıkar gıybet evin kara yer eyler
Sadıkdur doğrulukta iyü kişi
Doğruluk eyü ider yavuz işi
Sabır, TDK’de ilk anlamı “acı, yoksulluk,
haksızlık vb. üzücü durumlar karşısında ses
çıkarmadan onların geçmesini bekleme erdemi,
dayanç”, ikinci anlamı “olacak veya gelecek bir
şeyi telaş göstermeden bekleme” şeklinde tanımlanmıştır. Tapduk Emre’nin kapısında yatan
Yunus sabrın iki hâlini de bizzat yaşamış ve şiirlerine bunu yansıtmıştır. Yunus Emre,
Sabır gerek sana her hâl içinde
Sabırsızlar kalır kal içinde
dizelerinde ve “Erenler pîş edinmiş sabr ile kanaati” dizesinde sabrı işlemektedir. Nitekim sabır,
Kur’an-ı Kerim’de de geçmektedir. Ayetlerde
genellikle sabrın önemi üzerinde durulmakta,
sabırlı davrananlar yüceltilmektedir. Kur’an’da
Allah’ın insanları korku, açlık, yoksulluk, yakınların ölümü, ürün kaybı gibi musibetler-
le imtihan ettiği bildirilmekte; bunları sabırla
karşılayanların ebedî kurtuluşa erecekleri müjdelenmektedir. Konuya tasavvufi açıdan baktığımızda ise Cüneyd-i Bağdadî tasavvufun
dayandığı temellerden birinin sabır olduğunu
söylemektedir.25
Allah’ın sabredenlerle birlikte olacağı bir değerler dünyasını şiire döken Yunus Emre elbette
şu ayeti de biliyordu: “Ey o bütün iman edenler
sabr ü salât ile yardım isteyin, şüphe yok ki Allah
sabredenlerle beraberdir.” (Bakara Suresi/153).
Saygı, sözlükte “değeri, üstünlüğü, yaşlılığı,
yararlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir kimseye, bir
şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya
sebep olan sevgi duygusu, hürmet, ihtiram” şeklinde, Sevgi ise “insanı bir şeye veya bir kimseye
karşı yakın, ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten
duygu” olarak tanımlanmıştır. Yunus Emre’nin
neredeyse bütün şiirlerinde saygı ve sevginin
yer aldığını görmekteyiz. Okuru çok sıkmamak
adına birkaç dizesini vermeyi yeterli görüyoruz.
Sevmekle ilgili;
Ey dost seni sevelden aklım gitti kaldım ben
Irmakları seyredip denizlere daldım ben
Bir zerre aşkın odu kaynatır denizleri
Düştüm aşkın oduna tutuşuban yandım ben
dizesi sevmenin seyran edilecek kadar güzel, yakacak kadar güçlü olduğunu dile getirmektedir.
Yunus Emre’nin şu dizeleri ve nice dizesi sevgiden, sevmekten bahseder. Yalnız onun sevgisinin motivasyon kaynağı, “Yaradan”dır. O bütün
yaratılmışı “Yaradan’dan ötürü” sevmektedir. Bu
sevgi nedeniyle ona “cümle âlem” kardeş gibi
gelmektedir.
Ki sevdüğünden öte menzilün yoktur
Asıl ma’ni budur söze keleci yoktur
Sevginin ayrılmaz bir parçası olan saygı ise
Yunus Emre’nin şiirlerinde öncelikle dinî değerlere dairdir:
25 Mustafa Çağrıcı, Sabır, TDV İslâm Ansiklopedisi, 35. Cilt, İstanbul, 2008, s. 337-339.
Okınan Kur’ân’a kulak tutulmaz
Şeytânlar semirdi kuvvetlü oldı
Gönül tolu zulmetdür işledügi bid’atdür
Bu niçesi ümmetdür Kur’ân yolına girmez
Son olarak;
Bilürem anı(öfkeyi) iyü adı yoktur
Ki şerde hiç anun irşadı yoktur
Benim gibi kişiye izzet itmez
Cevab verir bana öğüt işitmez
Asana urdum (ol) yakamı duttu
Bana karşı durur Hakk’ı unutdı
dizelerinde saygı, bize değişen ruh hâlleri karşısında korunması gereken bir tavır olarak sunulmuştur.
Sorumluluk, TDK’de “kişinin kendi davranışlarını veya kendi etki alanına giren herhangi
bir olayın sonuçlarını üstlenmesi, sorum, mesuliyet” şeklinde tanımlanmıştır. Yunus Emre sorumluluk konusunu daha çok kulluk kapsamında ele almış, şiirlerinde bunu yansıtmıştır.
Bu dünyâya gönül viren sonucı pişmân olısar
Dünyâ benüm didükleri hep ana düşmân olısar
İy dostını düşmân dutan gaybet yalan söz söyleme
Bunda gammâzlık eyleyen anda yiri tar olısar
dizelerinde görüldüğü üzere Yunus Emre
yapılan davranışların sonuçlarına dikkat çekerek
insanlara sorumluluklarını hatırlatmıştır.
Vatanseverlik, (yurtseverlik); millî gurur,
millî kimlik, vatanı-milleti sevme, koruma hatta
vatan ve millet için ölmek anlamlarına gelmektedir. Bir ülkenin güçlü olması için vatandaşlarının birlik-beraberlik duygusu içinde vatanlarını
sevmeleri ve korumaları kaçınılmaz bir zorunluluktur. Yunus Emre şiirlerinde vatan sevgisinden bahsetmiş, gurbetin acı tadını anlatmıştır.
Ancak onun bahsettiği vatan daha çok ruhlar
âleminden ayrılış, dünyaya meyil şeklinde olsa
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
175
da bir vatan olgusunu burada zikretmemiz için
yeterli görünüyor.
Doğalı bağrımı doğradı gurbet
Sızar tamar ciğer kanı damardan
Vatan oldu diken gurbet gülistan
Ağu içmek yeğ oldu ney-şekerden
dizelerinde görüldüğü üzere -asıl vatandan- doğum ile başlayan bir ayrılık söz konusudur.
Yürür idim anda pinhan Hak buyruğu vermez
aman
Vatanımdan ayırdılar bu dünyaya düştü gönül
Manevi Danışmanlık İlkeleri ve Yunus Emre
Sosyal, psikolojik ve biyolojik ihtiyaçları
olan insanı konuşurken duygu, düşünce, inanç
ve davranışları ile bir bütün olarak değerlendirmek gerekir. Son yıllarda bilimsel anlamda
insanın ihmal edilen din ve maneviyat yönü
gündeme gelmeye başlamıştır. Ancak bilinen
bir gerçek olarak din ve bunun bağlamında
maneviyat insanın yaratılışından beri varlığını
sürdüren bir olgudur. Psikoloji alanında 1960
öncesinde din-sağlık konusunda sınırlı sayıda
araştırma mevcutken sonrasında psikolojik ve
fiziksel olarak dinin etkisi araştırılmaya başlanmıştır.26 Abraham Maslow maneviyata yönelik
ilk adımları atmış, din ve maneviyatın bir gereklilik olduğunu vurgulamış, arkasından ruh sağlığı ve maneviyat konusunda yapılan çalışmaların
sayısı artmaya başlamıştır.27 Din ve maneviyatın
psikolojinin konusu olması ise bu çabaların sonucu olarak 1980’leri bulmuştur.
26 Hatice Kılınçer, “Manevi Danışmanlık ve Rehberlik Üzerine: Psikoloji, İlahiyat ve Tıp Alanlarında
Maneviyat ve MDR Algısı”, Manevi Danışmanlık
ve Rehberlik Teori ve Uygulama Alanları, Ed. Ali
Ayten, 1. Baskı, Dem Yayınevi, İstanbul, 2017, s. 19.
27 Kerim Yavuz, “Günümüzde Güven Problemi
ve Din” Sosyal Bilimlerde Güven (Ed. F. Erdem),
Ankara: Vadi Yayınları, s. 27-52.
176
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Manevi danışmanlık için Jürgen Schwing
“manevi rehberlik”, “manevi yönlendirme”,
“manevi refakat” kelimelerini kullanmış hatta
hümanistler için kavramı daha da genişleterek
“derin dinleyiş” ya da “varoluşsal dinleyiş” ifadelerini kullanmıştır.28 Manevi danışmanlığın
farklı tanımlarının olması ve makalemizde hepsine yer veremeyeceğimiz için biri öz, biri kapsamlı olacak şekilde iki tanım vermeyi yeterli
buluyoruz:
“Dinin kapsama alanına giren hususlarda problemi veya problemleri olan özel ilgi ve
bilgiye muhtaç kişilerin bu alanda yetişmiş, uzmanlık hüviyeti de kazanmış görevlilere müracaatları üzerine kendilerine dinin öğretileri ve
esasları paralelinde verilen hizmettir.”29
“Yetkin ve yetişkin bir din adamının veya genel olarak ‘inanç’ konularına önem veren bir kişinin hem kendi hem de danışanlarının inanç ve
kültürel kaynaklarını (dinsel içerik, sembol, üye
olunan gruplar vb.) kullanarak danışanlarla birlikte (ortaklaşa) onların (sosyo-politik ve ekonomik şartlarını da içine alacak biçimde) temel
‘inanç’ etkinliğini doğrudan (örneğin yaşamı
anlamlandırmada güçlük, sonluluk gibi konular;
nihai değerlerle ilgili şüpheler vb.) ya da dolaylı
(ruh sağlığı ile ilgili terapötik konularda iyileştirme, engelliler örneğinde olduğu gibi destekleme, iş bulma gibi konularda olduğu gibi yol
gösterme, kişisel büyüme ve gelişme konularında bakımda bulunma ve evlilik gibi sorunlarda
uzlaştırma vb.) olarak engelleyen ya da ilgilendiren sorunlara yönelik belirli kurallar çerçevesinde yürütülen yapılandırılmış sözel (görüşme
28 Jürgen Schwing , “Hayatın Sonunda Manevi Rehberlik’’, Manevi Rehberlik ve Ben Ötesi Psikolojisi
Üzerine Paylaşımlar (Ed. Prof. Dr. Robert Frager),
Kaknüs Psikoloji Yayınları, İstanbul, 2019, s. 155.
29 Ömer Faruk Söylev “Türkiye’de Dini Danışma ve
Rehberlik -Alanları İmkanları ve Yöntemleri- (Diyanet İşleri Başkanlığı Örneği)”, Uludağ Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayınlanmamış Doktora
Tezi), Bursa, 2014, s. 59.
gibi) veya eylemsel (ziyaret gibi) çözüm bulma
etkileşimlerini (iyileştirme, destekleme, uzlaştırma vb.) içerir.”30
Tanımlardan anlaşılacağı üzere manevi danışmanlık ve rehberliğin psikolojinin alt dalı
olarak danışma ilke ve tekniklerini özümsemesi
gerekmektedir. Diğer taraftan manevi danışmanlık yapacak kişinin hem psikoloji konularında hem de dinî konularda belirli bir bilgi birikimine ve yetkinliğe sahip olması kaçınılmaz
bir zorunluluktur.
ğini şiirlerinde dile getiren Yunus Emre, kulun
Allah Aşkı ile yanması gerektiğini ancak bu şekilde “insan” olabileceğini yine şiirleriyle bizlere
anlatmıştır. Yunus Allah aşkına erişenin sahip
olması gereken karakter özelliklerinden, Allah’
a itaat etmekten, ne gelirse Allah’tan geldiğini
bilerek razı olmaktan bahsederek bunun insanı
olgunlaştırdığına değinmiştir.
Yunus Emre’nin şiirlerinde hayata anlam ve
amaç yükleyen ölüm ile ilgili fazlaca öge bulunmaktadır. Ölüm korkusunu dile getirdiği;
Yunus Emre’nin eserlerinde manevi danışmanlığı inceleyecek olursak; dinin insana bir
yüce varlık sunmasından hareketle ilahi aşkı,
hayata bir amaç ve anlam vermesinden hareketle ölüm ve ahiret hayatını, insanın hayatını düzenlemesinden hareketle ibadetleri ve son olarak toplumsal düzeni sağlamasından hareketle
ahlakı ele almak yerinde olacaktır.
Ko ölmek endîşesin ‘âşık ölmez bâkîdür
Ölmek senün nen ola çün cânun İlâhîdür
Yunus Emre, şiirlerinde sık sık ilahi aşka yer
vermiştir. Bunu;
Sabâhın sinlere vardum gördüm cümle ölmiş yatur
Her biri bî-çâre olup ‘ömrin yavı kılmış yatur
Dervîşler Hakk’un dostı cânlarıdur Hak mesti
‘Işk şem‘ini yakdılar pervâne olan gelsün
‘Işkdur Hakk’un varlıgı yir ü gök ma‘mûrlıgı
‘Işk bizi pertev itdi her biri birimüzden
Yûnus eydür iy sultânum ‘ışk odına yandı cânum
Virsen eger dermânını ayruk cânum ölmez benüm
dizelerinden anlamak pek tabi mümkündür.
Aşkın ezelden beri olduğunu;
Çün ezelden Yûnus senün ‘ışkıla esridi cânun
Dergâhına her dem anun vâlih ü hayrân kala dur
Ezelden bileyidüm Elest’de Belâ didüm
Ol kadîmî denizden sil olup akup geldüm
dizeleriyle anlatmıştır. Ezelden beri var olan
aşkın âlemin sebebi olduğunu ve devam edece30 Üzeyir Ok, ‘‘İnanç Bakım ve Danışmanlığı: Bir
Model Geliştirme Denemesi’’, Ed. M. Bulut, 1. Din
hizmetleri Sempozyumu: Bildiriler, Diyanet İşleri
Yayınları, Ankara, 2008, s. 560.
Ölümden ne korkarsın korkma ebedî varsın
Çün kim işe yararsın bu söz fâsid da’vîdür
dizeleri örnek olarak verilebilir. Ölüm ile ilahi
aşkı birlikte ele aldığı şiirinde ölümü,
Vardum bunlarun katına bakdum ecel heybetine
Niçe yigit murâdına irememiş ölmiş yatur
Yimiş kurd kuş bunı keler niçelerün bagrın deler
Şol ufacık nâ-resteler gül gibice solmış yatur
Topraga düşmiş tenleri Hakk’a ulaşmış cânları
Görmez misin sen bunları nevbet bize gelmiş yatur
Esilmiş incü dişleri dökilmiş saru saçları
Bitmiş kamu teşvişleri Hak varlıgın almış yatur
Gitmiş gözünün karası hîç işi yokdur turası
Kefen bizinün pâresi sünüge sarılmış yatur
Yûnus ‘âkilisen bunda mülke sûret bezemegil
Mülke sûret bezeyenler kara toprak olmış yatur
dizeleriyle anlatmıştır. Ölüm her mutasavvıfın değindiği bir konu olarak karşımızda durur
ancak Yunus Emre ölümü, ölüm korkusunun
insanın hayatına etkisini şiirlerinde çok güzel
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
177
İnsanın doğumundan itibaren
başlar hayat yolculuğu ve her hayat
yolculuğunun sonu ölümdür. Ölümü
anlamlandıramayan insanlar her zaman
rehberliğe ihtiyaç duymuşlardır. Bugün
manevi danışmanlıkla yapılmaya çalışılan
rehberliği zamanında Yunus Emre
şiirleriyle yapmıştır.
bir şekilde işlemiştir. Bu korku; yaşayışta insanı
ölümden sonra yaşatmayı sağlayacak iyiliğe yönelten, hırsı yenen, herkesi bir gösteren, “Herkes
mezarda birdir” dedirten bir korkudur.
İnsanın doğumundan itibaren başlar hayat
yolculuğu ve her hayat yolculuğunun sonu
ölümdür. Ölümü anlamlandıramayan insanlar
her zaman rehberliğe ihtiyaç duymuşlardır. Bugün manevi danışmanlıkla yapılmaya çalışılan
rehberliği zamanında Yunus Emre şiirleriyle
yapmıştır.
Düzensizlik ve belirsizlik insanları rahatsız
eden, yerine göre kaygılandıran bir unsurdur.
Dinin insana sağladığı faydalardan bir tanesi de
hayatını düzenleyecek şekilde ibadetlerin olmasıdır. Manevi danışmanlık ve rehberlikte ibadet
önemli bir yere sahiptir. Yaradan’a kulluk bilinciyle yapılan ibadetler kişiye huzur vermekte ve
yaşamın getirdiği kaygılardan uzaklaştırmaktadır. Yüce bir varlığı kabul etmenin neticesi
olarak yerine getirilmesi gereken davranışları
ibadet olarak tanımlarsak Yunus Emre’nin şiirlerinde kulluk bilinciyle ibadetlerin ele alındığını görürüz.
Müsülmânam diyen kişi şartı nedür bilse gerek
Tanrı’nun buyrugın tutup biş vakt namâz kılsa
gerek
Tanla turup başun kaldur ellerüni suya daldur
Hem şeytânun boynını ur hem nefs dahı ölse gerek
Kılurısan tan namâzın Hak’la ola hem niyâzın
Âhiretde ‘izz ü nâzun varup anda bulsa gerek
Öyle namâzın kılasın her ne dilersen bulasın
Tamu’dan âzâd olasın kullar âzâd olsa gerek
Ol ikindiyi kılanlar arı dirlik dirilenler
Olardur Hakk’a irenler her dem anlar irse gerek
Ahşam durur üç farîza tagca günâhun arıda
Eyü ‘amellerün sinde şem ü çerâg olsa gerek
178
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Yatsu namâzına ol hâzır hâzırları sever Kâdir
Îmânun eksügin bitür îmân pîş-rev olsa gerek
Her kim bu sözden almadı biş vakt namâzı kılmadı
Bilün müsülmân olmadı ol Tamu’ya girse gerek
Yunus Emre cemaatle namaz, duanın mahiyeti, sabır, oruç hac gibi ibadetlere yer vermiştir.
İbadetler sadece dinî bağlamda değil insanın
sorumluluk üstlenmesi, yerine getirip getirmemesine göre ödül ve cezanın olması, insanın
koskoca evrende muhatap kabul edilmesi açısından önem taşımaktadır.
Sonuç olarak Yunus Emre bizim kültürümüzü yaşamış ve yansıtmış, mutasavvıf bir şairdir.
Onun eserlerinde var olan kültürel unsurlardan
faydalanmak hem manevi danışmanlık için hem
de değerler eğitimi için önem taşımaktadır. Yunus yaşadığı zamanın bağlamında dili ustalıkla
kullanmış, kültürümüzde yer alan dinî ve millî
değerleri işlemiştir. Kültürümüzde çok önemli
bir yere sahip olan Yunus Emre, yine kültürümüzden beslenen manevi danışmanlık ve değerler eğitimi için geçmişten günümüze ışık
tutmaya devam etmektedir.
Kaynakça
Altan, M. Z. , “Çoklu Zeka Kuramı ve
Değerler Eğitimi”, Pegem Eğitim ve Öğretim
Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 4, Malatya, 2011.
Bacanlı, Hasan, “Değer, Değer Midir? ”,
Eğitim-Bir-Sen, Yıl: 7, Sayı: 19, 2011.
Çağrıcı, Mustafa, Dostluk, TDV İslâm
Ansiklopedisi, 9. Cilt. İstanbul, 1994.
Çağrıcı, Mustafa, Sabır, TDV İslâm
Ansiklopedisi, 35. Cilt, İstanbul, 2008.
Çubukçu, İ. Agah, “Yunus Emre’nin Felsefesi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, Cilt: 25, Sayı: 1, Ankara, 1981.
Ertunç, Refika, “Yunus Emre’nin Risâletü’n
Nushiyye’sindeki Ahlaki Değerler”, Yüksek Lisans Tezi, Elazığ, 2016.
Fındıkoğlu, Ziyaeddin Fahri, Yunus Emre,
(Akt. Dilaver Düzgün), 2014.
Gölpınarlı, Abdülbaki, Yunus Emre Hayatı
ve Bütün Şiirleri, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul, 2019.
Halman, Talat, A’dan Z’ye Yunus Emre,
YKY Yayınları, İstanbul, 2003.
Kılınçer, Hatice, “Manevi Danışmanlık ve
Rehberlik Üzerine: Psikoloji, İlahiyat ve Tıp
Alanlarında Maneviyat Ve MDR Algısı”, Manevi Danışmanlık ve Rehberlik Teori ve Uygulama Alanları, Ed. Ali Ayten, 1.Baskı, Dem
Yayınevi, İstanbul, 2017.
Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yayınları, Ankara, 1976.
Kulaksızoğlu, Adnan ve Bülent Dilmaç, “İnsani Değerler Programı”, M.Ü. Atatürk Eğitim
Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, Sayı: 12, İstanbul, 2000.
Ocak, Ahmet Yaşar, Yunus Emre, Kültür ve
Turizm Bakanlığı, Ankara, 2012.
Ok, Üzeyir, “İnanç Bakım ve Danışmanlığı:
Bir Model Geliştirme Denemesi”, Ed. M. Bulut, I. Din Hizmetleri Sempozyumu: Bildiriler,
Diyanet İşleri Yayınları, Ankara, 2008.
Öztürk, Hüseyin, Eğitim Sosyolojisi,
Hatiboğlu Yayınları, 8. baskı, Ankara, 1993.
Özensel, Ertan, “Sosyolojik Bir Olgu Olarak
Değer’’, Değerler Eğitimi Dergisi, 1 (3), Konya,
2003.
Schwing, Jürgen, “Hayatın Sonunda Manevi Rehberlik”, Manevi Rehberlik ve Ben Ötesi
Psikolojisi Üzerine Paylaşımlar, (Ed. Prof. Dr.
Robert Frager), Kaknüs Psikoloji Yayınları, İstanbul, 2019.
Söylev, Ömer Faruk, “Türkiye’de Dini Danışma ve Rehberlik -Alanları İmkanları ve Yöntemleri- (Diyanet İşleri Başkanlığı Örneği)”,
Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
(Yayınlanmamış Doktora Tezi), Bursa, 2014.
Yavuz, Kerim, “Günümüzde Güven Problemi ve Din”, Sosyal Bilimlerde Güven,
(Ed. F. Erdem), Vadi Yayınları, Ankara, 2003.
www.meb.gov.tr
www.tdk.gov.tr
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
179
mı?’ sualini, bilmezlikten gelerek sormuş; Yunus da ‘Dağda
eğri odun çok; lakin senin kapında odunun bile eğrisi yakışmaz!’ cevabını vermiş.”
YUNUS EMRE ŞİİRLERİNDE
GÖRSEL ARKA PLAN
Burcu COŞGUN OVALI
1*
Yunus Emre; aşkın sesi olan dizelerini tabiat unsurlarıyla donatarak görsel bir
şölene de dönüştürmüştür. Bu şölenin zihinde canlandırdığı çağrışımlar, insanı
bir iç yolculuğa götürmektedir.
Eğriler Eğri ile Doğrular Doğru ile
T
ürk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar kitabında Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü;
Yunus Emre hakkında şunları der: “ Yunus asırlardan beri, mürşidine tam bir bağlılık
göstermek suretiyle en yüksek mertebelere erebilmiş
bir derviş timsali olarak tanınmıştır. Divan’ında
Tapduk Emre’ye karşı beslediği derin ve çok samimi
sevgi ve bağlılığı gösterecek parçalara sık sık rastlanmaktadır.”2
Hayatı hakkındaki bilgiler, bir damlanın bir
ummana karışması gibi menkıbelere karışmıştır.
Mezarı ise Bahtiyar Vahapzade’nin şu dizeleriyle belirttiği gibi asırlar boyunca gönüllerde kazılmaktadır:
1* Grafik Tasarımcısı, Eskişehir Valiliği Özel Kalem
Müdürlüğü
2 Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, Ankara, 1993, s. 268.
180
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
“Bir yerde ölüp bes, niye min yerde mezarı?
Her gün kazılır çünkü gönüllerde mezarı.
Otlarda, çiçeklerde ve gönüllerde mezarı”
Yaradan’dan ötürü bütün yaratılmışı seven
bir Hak âşığıdır Yunus. Kendisinin de sıklıkla vurguladığı gibi bir “derviş”tir. Bu bakımdan
şiirlerinin ana eksenini dinî-tasavvufi hakikatlerin oluşturması kaçınılmazdır. Ancak onun şiirinin arka planına, fonuna bakmak şiirini anlamlandırmada farklı bir bakış açısı sunabilecektir.
Şiirlerine geçmeden onun hakkındaki bir rivayeti
bu bakış açısıyla ele almaya çalışalım: “ Yunus Sakarya ormanlarından yaz kış dergâha odun taşıyordu. Rivayete göre bir gün Tapduk Emre, Yunus’un
getirdiği odunlara bakarak hepsinin düz ve kuru
olduğunu görünce ‘Dağda hiç eğri odun kalmamış
“Doğru” ve “eğri” kavramlarına mecazi anlamından
önce bir çizgi olarak bakmak gerekir. Türk Dil Kurumu
Güncel Türkçe Sözlük’te doğru kelimesinin temel anlamı “Bir ucundan öbür ucuna kadar yönü değişmeyen,
eğri ve çarpık karşıtı.” şeklindedir. Eğri kelimesinin temel anlamı ise “Doğru veya düz olmayan, bir noktasında yön değiştiren, çarpık, münhani, doğru karşıtı”dır.3
Çizginin ilk kullanımıyla ilgili olarak alfabenin gelişiminden çok önce, iletişim için çizgi resimlerle gerçekleştiği söylenmektedir.4 Görsel tasarım açısından ise
çizgi bir noktanın başlangıç noktasından bir bitiş noktasına kadar izlediği yolun ortaya çıkardığı görsel etkidir. Çizgi ögesi somut bir kavram gibi görünse de elle
tutulan bir varlık olmadığından aslında soyut bir ögedir.
Bu bakımdan çizginin tanımı ona nereden baktığımıza
göre değişiklik gösterecektir. Çizginin bir başlangıç ve
bir de bitiş noktası vardır. İfade yerindeyse çizginin tüm
hayatı bu iki nokta arasında geçer. Bu açıdan bakıldığında çizginin iki noktayı birleştiren bir yol olduğunu
söyleyebiliriz.5 Bu da demek oluyor ki esasında bir “yol”
olan çizginin mecazi olarak insanların “davranış, tutum,
gidiş veya davranış biçimi; uydukları ilke, sistem, usul,
tarz, tarik” hakkında imge olarak kullanılması kaçınılmazdır. Yaşam da nihayetinde başlangıç ve bitiş noktası
bulunan bir çizgi, yol ve yolculuktan ibarettir. Başlangıç
ve bitiş arasındaki bu çizginin “doğru” mu yoksa “eğri”
mi olacağına bir yol ayrımında insan karar verir. Eğrilik-doğruluk çizgisinin bir yol ayrımında kişilerin konumlarını Yunus Emre bir şiirinde şöyle dile getirir:
“Eğriler eğri ile doğrular doğru ile
Yalan yalanı sever gammâzlar gammâz6 ile”
3 https://sozluk.gov.tr/
4 Vedat Özsoy, Görsel Sanatlar Eğitimi (Birinci Baskı), Pegem Akademi, Ankara, 2015, s. 3.
5 A. Ayaydın- V. Özsoy, Görsel Tasarım Öge ve İlkeleri
(Birinci Baskı), Pegem Akademi, Ankara, 2016, s. 38.
6 Fitneci, münafık, iftiracı, dedikoducu
Fransız çizgi ustalarından
Ingres: “Çizmeyi öğrenmem
30 yıldan fazla zamanımı
aldı, boyamayı öğrenmek
ise yalnızca 3 gün” der.
Çizgi, temsil ettiği fikri
yansıtır. Bu bakımdan
sanatçı çoğunlukla,
belli amaçlar için onu
kullanır. Çizgiler, görsel
sanatlarda olduğu gibi dil
ve edebiyatta da belirli bir
amaç için kullanılmakta;
doğru ve eğrilik, insanlara
yahut bir işe, tutuma
atfedilebilmektedir.
Yani Ingres’in çizgiler
için dediğini insanların
yaşamda tuttuğu yol için
ifade edersek kişinin
çizgisini belirlemesi yıllar
alır. Yunus da dizelerinde
“doğru yola gelmeye”
davet ederken bu yolda
yapılması gerekenlerin
bir süreç, tasavvuf dilinde
“seyr ü sülûk” ile mümkün
olacağını ifade etmektedir.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
181
Elbette bu “eğri” ve “doğru” insan tasnifinin
arka planında “Emrolunduğun gibi dosdoğru
ol.” (Hud Suresi/112) ilahi kelamıyla çizilen bir
inanç çizgisini görmek gerekir. Doğruluk, doğru
olmak, “sırat-ı müstakim” üzere doğru bir istikamette bulunmak anlamlarının yanı sıra “doğru”
çizgisinin ve çizgilerin görsel bir anlatım unsuru
olarak anlam değerleri de söz konusudur. Nitekim çizgi, ilk anlatım unsurudur. Çizgi ile
türlü etkiler yaratılabilir, çeşitli psişik durumlar
oluşturabilir. Çizgi niteliklerinin tek düze oluşu
ve kompozisyon içinde tekrarı bütünde birliğe
doğru götürür bizi. Eğri bir çizgi, kendi etrafında bükülerek bir takım dalgalı yüzeyler yaratabilir. Bütün bu hareketler ise gözü oyalar. Eğri
karakterli çizginin ani yön değişmeleri heyecan,
hareket ve tereddüt uyandırır; kararsızlık yaratır.
Zira beklenmedik değişimlere uymakta insan
yapısı görü yoluyla da olsa daima güçlük çeker.7
Görüldüğü üzere eğrilik gözü oyalayan, ani yön
değişimleriyle kararsızlık ve güçlük oluşturan
bir görsel anlatım unsuru olabilmektedir.
Fransız çizgi ustalarından Ingres: “Çizmeyi
öğrenmem 30 yıldan fazla zamanımı aldı,
boyamayı öğrenmek ise yalnızca 3 gün” der.
Çizgi, temsil ettiği fikri yansıtır. Bu bakımdan
sanatçı çoğunlukla, belli amaçlar için onu kullanır.8 Nitekim her görsel tasarımın söylemek
istediği bir şey vardır. Bunun da temel fikri
vurguda saklıdır.9 Çizgiler, görsel sanatlarda
olduğu gibi dil ve edebiyatta da belirli bir amaç
7 Mustafa Aslıer, Erol Eti ve Mümtaz Işıngör,
Temel Sanat Eğitimi - Resim Teknikleri - Grafik
Resim, Ankara, 1986, s. 11-12.
8 A. Ayaydın, - V. Özsoy, Görsel Tasarım Öge ve
İlkeleri (Birinci Baskı), Pegem Akademi, Ankara,
2016, s. 45.
9 Burcu Coşgun Ovalı, Güzel Sanatlar Fakültelerinin
WEB Siteleri Üzerine Bir İnceleme: Ege Bölgesi
Üniveristeleri Örneği, Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enst., Sanat ve Tasarım Ana Bilim Dalı,
Afyonkarahisar, 2021, s.20.
182
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
için kullanılmakta; doğru ve eğrilik, insanlara yahut bir işe, tutuma atfedilebilmektedir.
Yani Ingres’in çizgiler için dediğini insanların
yaşamda tuttuğu yol için ifade edersek kişinin
çizgisini belirlemesi yıllar alır. Yunus da dizelerinde “doğru yola gelmeye” davet ederken bu
yolda yapılması gerekenlerin bir süreç, tasavvuf
dilinde “seyr ü sülûk” ile mümkün olacağını ifade etmektedir:
“Egriligün koyasın togrı yola gelesin
Kibr ü kîni çıkargıl erden nasîb alasın”
Dağları Muhkem Kıldı
O Deniz Köpüğünden
Yunus Emre; aşkın sesi olan dizelerini tabiat unsurlarıyla donatarak görsel bir şölene de
dönüştürmüştür. Bu şölenin zihinde canlandırdığı çağrışımlar, insanı bir iç yolculuğa götürmektedir. Bu yolculuk bazen -aşağıdaki beyitte
olduğu gibi- yaratılışa kadar uzanmaktadır:
“ Yidi deniz yaratdı ol gevher tamlasından
Tagları muhkem kıldı ol deniz köpüginden”
Beyitte geçen köpüğün yaratılıştaki önemi
üzerinde durmak gerekir. Köpük, yaratılmışların özünü oluşturduğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir. Yalnızca dondurulmuş
köpükten yeryüzünün yaratıldığı; cevherden
ortaya çıkan köpüğün en üst kısmından bütün
âlemi kaplayan gökyüzünün, alt kısımlarından
ise Cennet, Cehennem ve diğer unsurların yaratıldığına dair klasik edebiyatımızda çeşitli
rivayetler anlatılır. Klasik Türk şiirinde gördüğümüz köpük-yaratılış ilişkisi, yaratılışı izaha
çalışan kimi İslam bilginlerinin eserlerinde de
yer almaktadır. İslam mitolojisinde karaların
Yunus’un şiirlerinin arkasında, tabiat bütün cömertliği ile fon oluşturmaktadır.
İlahi bir tasarımın unsurları olan dağlar, ormanlar, çiçekler, kuşlar ve gökyüzünden
oluşan manzara; canlı renklerle bezenmiş bir tabloyu andırmaktadır.
köpükten yaratılması Hakanî Mehmet Bey’in
Hilye-i Saadet’inde de anlatılmıştır.10
Yunus’un şiirlerinin arkasında, tabiat bütün
cömertliği ile fon oluşturmaktadır. İlahi bir tasarımın unsurları olan dağlar, ormanlar, çiçekler,
kuşlar ve gökyüzünden oluşan manzara; canlı
renklerle bezenmiş bir tabloyu andırmaktadır.
Fakat “bütün bu unsurlar Yunus’un şiirinde kendi dünya görüşüne uygun olarak yeni bir öz, yeni
bir biçim kazanırlar. O, kafasındaki dünyayı inşa
etmek için tabiat unsurlarından sadece yapı malzemesi olarak faydalanır.”11 Nitekim Yunus Emre’nin şiirlerinde insana ve doğaya ait motiflerin
sıkça karşımıza çıkması onun insana ve doğaya
olan yaklaşımıyla yakından ilişkilidir. O, sevdiği
her şeyde Allah’tan bir iz görür.12
Dış
dünyanın,
duyumsamaların
ve
izlenimlerin zihinde resimsel bir değer
kazanması şiirde “imge” kavramıyla açıklanmaktadır.13 Türk Dil Kurumu Güncel Türkçe
10 İbrahim, Dilek, Mitolojilerde ve Türk Destanlarında Köpük, TÜRK DÜNYASI / TURKISH
WORLD, Dil ve Edebiyat Dergisi / Journal of Language and Literature, Sayı/Issue: 46 (Güz-Autumn
2018) - IS SN: 1301-0077 Ankara, TURKEY, DOI
Numarası/DOI Number: 10.24155/tdk.2018.81, s.
67-90.
11 Dursun Yıldırım, Dede Korkut ve Yunus Emre’de
Hayat, Tabiat, Tanrı ve Ölüm, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı C. XX,
1973, s. 37-47.
12 Kadir Kaplan, Yunus Emre’nin Şiirlerinde İnsan
ve Doğa / Human And Nature In The Poems Of
Yunus Emre, Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi (ERZSOSDE) XI-I: 155-166
[2018]
13 Doğan Aksan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Şafak
Matbaası, Ankara, 1993, s. 32.
Sözlüğünde imgenin anlamları şöyledir: 14
1. Zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey, hayal, hülya.
2. Genel görünüş, izlenim, imaj.
3. Duyu organlarının dıştan algıladığı bir
nesnenin bilince yansıyan benzeri, hayal, imaj.
4. Duyularla algılanan, bir uyaran söz konusu olmaksızın bilinçte beliren nesne ve olaylar,
hayal, imaj.
Dil aracılığıyla yeni bir dünya kurabilmenin
önemli araçlarından biri de imgedir. Aşağıdaki
şiir mevsimsel değişimi, doğanın canlanmasını
anlatırken imgesel bir anlatımla şiirin içinde
yeni bir dünya kurmuş; aslında bu yeni dünyada
baharın gelişi gibi manevi bir uyanışa, canlanışa
işaret etmiştir. Edebiyatımızda ve tasavvuf geleneğinde tıpkı insanlar gibi doğada yer alan insan dışındaki varlıkların da bir karakteri olduğu
düşünülmüş; insan-iman-Allah ilişkisini daha
canlı anlatabilmek için semboller kullanılmıştır.
Denizin cömertlikle, toprağın ise alçakgönüllülükle özdeşleştirilmesi gibi.15
Aşağıdaki şiirde de bülbülün aşkla coşması,
nefesinin canlar bağışlaması tasavvufi anlamlar
taşımakla birlikte sadece “cümle âdemi” değil
“cümle âlemi” kardeş gören Yunus’un bülbülle
dertleşmesi bu tablonun konusunu oluşturmaktadır.
14 https://sozluk.gov.tr/
15 Kadir Kaplan, Yunus Emre’nin Şiirlerinde İnsan
ve Doğa / Human And Nature In The Poems Of
Yunus Emre, Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi (ERZSOSDE) XI-I: 155-166
[2018]
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
183
Yine yaz günleri geldi
Kudret haznesi açıldı
Söyle bülbülcügüm söyle
‘Âleme rahmet saçıldı
Cümle çiçekler zeyn oldı
Söyle bülbülcügüm söyle
Hulle tonları biçildi
Söyle bülbülcügüm söyle
Şeyhüm andadur ben bunda
Kış çıkıcak irdi bahâr
Cânum karâr kılmaz tende
Cânunı gafletden uyar
Zârılıgum dün ü günde
Cennet’e döndi her diyâr
Söyle bülbülcügüm söyle
Söyle bülbülcügüm söyle
Kanadunı aça bilürsin
Açuban uça bilürsin
Yaşıl ton geydi agaçlar
Deryâlar geçe bilürsin
Pervâz urup uçar kuşlar
Söyle bülbülcügüm söyle
Nefesün cânlar bagışlar
Söyle bülbülcügüm söyle
Yuvandan yavrun aldılar
Seni dîvâne kıldılar
Zamân böyl’olur didiler
‘Işkıla eylegil cûşı
Gider gönlünden teşvîşi
Çıkuban gül-zâra karşu
Söyle bülbülcügüm söyle
Söyle bülbülcügüm söyle
Geçdi yâ ‘ömrümün varı
Kor gidersin bu gül-zârı
Yûnus’un mûnisi yârı
Görsel algılama sürecinde anlamlandırma
bireyin sosyokültürel durumu, estetik değerleri ve içinde bulunduğu toplumun değerleri ile
doğrudan ilişkilidir.18 Yunus Emre de bu şiirde
doğaya bakarken ilahi aşkın coşkunluğu içinde
doğayı anlamlandırmış ve gördüğü resmi kelimelerle çizmiştir. Gafletten uyanmaktan, her
diyarın cennete dönmesinden, ağaçların yeşil elbise giymesinden bahsederken kullandığı nefes,
şeyh, kudret hazinesi, rahmet ve sufilerin giydikleri özel elbise olan hulle19 ifadelerinde onun
değerler dünyası ile doğrudan ilişkili imge dolu
bir betimleme dikkati çekmektedir.
Görsel sanatlar yaşantımıza canlılık verir, bizi hassas yapar, kim olduğumuza ve neye
inandığımıza ilgi duymamızı; kendimize ve
toplumumuza ayna tutmamızı sağlar. Görsel sanatlar her bireyin benzersizliğiyle, özgünlüğüyle, kişilikli birey olmanın yüceliği ile ve yaratıcı
hayaller kurma ile ilgilenir.20 Aynı hayal boyutu
şiirde “imge” kavramıyla karşımıza çıkmaktadır.
Bazı düşünürlere göre beynin bellek bankasında
sadece imgeler depolanmaktadır.21 Bu bağlamda disiplinlerarası bakış; imgenin imkânlarıyla
şiirde kurulan bu yeni dünyanın “doğru” anlamlandırılmasında, “doğru” yorumlamasında
önemli katkılar sunacaktır.
Söyle bülbülcügüm söyle
Kaynakça
Kuru dikende gül biter
Hasretinden gine yiter
Dertli m’oldun benden beter
Söyle bülbülcügüm söyle
Bülbül ‘âşık durur güle
‘Âşıkun hâlin kim bile
Şiirde zikredilen tek renk “yeşil” ise de gülzar,
bülbül, çiçekler ile bir bahar betimlemesi gözler önüne serilmiş; bu rengârenk tabloya “pervaz
urup uçan kuşlar” bir hareket katmıştır. Ağaç
motifi dünyadan cennete yükselen, sürekli değişim ve gelişim içindeki yaşayan evreni sembolize eder.16 Yeşil renk İslamiyet’te kutsal alan ve
mekânların vazgeçilmez rengidir.17
Aksan, Doğan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Şafak Matbaası, Ankara, 1993.
Aslıer, Mustafa, Eti, Erol ve Işıngör Mümtaz,
Temel Sanat Eğitimi -Resim TeknikleriGrafik Resim, Ankara, 1986.
Ayaydın, A.-Özsoy, V., Görsel Tasarım Öge
ve İlkeleri (Birinci Baskı), Pegem Akademi,
Ankara, 2016.
16 Tevfik Fikret Uçar, Görsel İletişim ve Grafik Tasarımı (Dokuzuncu Baskı), İnkılap Kitabevi, İstanbul,
2014, s. 42.
17 A.g.e., s. 56.
18 A.g.e., s. 60.
19 Süleyman Uludağ, Hırka, TDV İslâm Ansiklopedisi, 17. Cilt, İstanbul, 1998, s. 373-374.
20 Vedat Özsoy, Görsel Sanatlar Eğitimi (Birinci
Baskı), Pegem Akademi, Ankara, 2015, s. 31.
21 A.g.e., s. 3.
Güle karşu hoş ‘ışkıla
Söyle bülbücügüm söyle
184
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Coşgun Ovalı, Burcu, Güzel Sanatlar
Fakültelerinin WEB Siteleri Üzerine Bir İnceleme:
Ege Bölgesi Üniveristeleri Örneği, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Afyon Kocatepe Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enst., Sanat ve Tasarım Ana Bilim
Dalı, Afyonkarahisar, 2021.
Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, 33.
Baskı, Ankara, 2017.
Dilek, İbrahim, Mitolojilerde ve Türk Destanlarında Köpük, TÜRK DÜNYASI / TURKISH WORLD, Dil ve Edebiyat Dergisi /
Journal of Language and Literature, Sayı/Issue: 46 (Güz-Autumn 2018) - IS SN: 13010077 Ankara, TURKEY, DOI Numarası/DOI
Number: 10.24155/tdk.2018.81, s. 67-90.
Kaplan, Kadir, Yunus Emre’nin Şiirlerinde
İnsan ve Doğa / Human And Nature In The
Poems Of Yunus Emre, Erzincan Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (ERZSOSDE) XI-I: 155-166 [2018]
Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1993.
Özsoy, Vedat, Görsel Sanatlar Eğitimi
(Birinci Baskı), Pegem Akademi, Ankara, 2015.
Uludağ, Süleyman, Hırka, TDV İslâm Ansiklopedisi, 17. Cilt, İstanbul, 1998, s. 373-374.
Uçar, Tevfik Fikret, Görsel İletişim ve Grafik
Tasarımı (Dokuzuncu Baskı), İnkılap Kitabevi,
İstanbul, 2014.
Yıldırım, Dursun, Dede Korkut ve Yunus
Emre’de Hayat, Tabiat, Tanrı ve Ölüm, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı C. XX, 1973, s. 37-47.
Yunus Emre, Yûnus Emre Dîvânı, Haz:
Mustafa Tatcı, Kültür Bakanlığı Yay (E-Kitap;
ISBN 978- 975-17-3342-9).
https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf (Erişim
Tarihi: 09/03/2021).
https://sozluk.gov.tr/
(Erişim
Tarihi:
10/03/2021).
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
185
Yunus Emre, İslam Tarihi’ne hakkıyla vâkıftır. Sevgilinin sevgilisi Hz.
Peygamber, “Muhammed, Ahmed, Mustafa, Fahr-i Âlem, Resûl, Habîb,
Nebî” vesâir isim ve sıfatlarıyla hem âlemlerin hem İslamiyet tarihinin
varlık sebebi olarak Yunus’un en büyük hazinesidir. Ali, Hamza, Hasan,
Hüseyin üzerinden sergilediği tarihî duyarlılık ondaki Ehl-i Beyt rabıtasının;
Ebûbekir, Ömer, Osman’a atfen yürüttüğü nitelemeler râşid halifeler
YUNUS’UN NAZMINDA TARİH OLGUSU VE TARİHÎ DERİNLİK
Osman KÖKSAL
1*
Sakarya boylarından Sarıköylü Yunus; kahramanlarını Asya-yı Vüstâ’dan Deşt-i
Kıpçak’a kadarki tüm (Yukarı) Türkeli, Nahcivan’dan Şam’a, Rûm’a ve Hicaz’a
uzanan Arap, Acem, Roma diyarını kuşatan coğrafyada cevelan eden insanlık
tarihini süzgecinden geçirmiş olmanın rahatlığı ile seçmektedir.
B
eşeriyet için1** bir doğru yol (sırât-ı
müstakîm) sunan son semavi dinin
kaynağı vahy-i ilahinin, bu yolun
sınırlarını belirlerken bir ibret ve tecrübe
menbaı olarak zaman zaman tarihî rivayetlere
yer verdiği hepimizin malumudur.2 Vahyî
1* Prof. Dr., Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Fen
Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü
Bu yazı, daha önce, farklı bir formatla “X.
Uluslararası Yunus Emre Sevgi ve Bilgi Şöleni (6-8
Mayıs 2010)”ne bildiri olarak sunulmuş ve Bildiriler
kitabında yayımlanmıştır.
2 Gerçekten Kur’an’ın çeşitli surelerinde
peygamberlerle elçilik ettikleri kavimler arasındaki
ilişkiler bağlamında veya başka sebeplerle zaman
ve mekâna oturmamış olmakla birlikte muhtelif
topluluklara ilişkin kıssa ya da ustûre (hikâye) türü
tarihî rivayetler bulunmaktadır. Nuh Peygamberin
kavminin başına gelen ve halk literatüründe “Nuh
Tufanı” olarak bilinen hadise (Kuran, 11/25-49,
69/11-12 ve diğer surelerde); Yemen’de Hadramût
186
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
temelde bir “olgun insan (insan-ı kâmil)” modeli
oluşturmak için uğraş veren tasavvufi anlayış da
kendi tedrisat ve terbiye müfredatında, tarihi
civarında yaşayan Hz. Hud’un elçi olduğu Âd kavmi
ile kardeşi Hz. Salih’in elçi tayin edildiği ŞamHicaz arasındaki Semud kavminin başına gelenler
(Kuran, 11/59-60, 11/60-69, 53/50-51, 69/1-7),
Hz. Lût’un elçi olduğu Ölü Deniz kıyısındaki
Sodome ve Gomore ahalisinin yaşadıkları (Kuran
15/57-79 ve diğer yerlerde), Hz. İbrahim’le Bâbil
Kralı Nemrud’un mücadelesi ve hüsranı (Kuran
2/124-127, 130-133 ve diğer yerlerde), Mısır’da
İsrailoğulları ve Hz. Musa’ya karşı savaş açan
Firavn’un Kızıl Deniz’de boğuluşu (Kuran, 26/5268, 44/22-31 ve diğer yerlerde), Kâbe’yi yıkmaya
gelen ve “fil ashâbı” olarak adlandırılan Ebrehe’nin
kuvvetlerinin Mekke yakınlarında yok oluşu (Kuran
105/1-5), VII. yüzyıl başında İran’la savaşa tutuşarak
önce yenilip sonra galip geleceği bildirilen Romalılara
ilişkin haberler (Kuran, 30/2-4) ve benzeri örnekler
bunlar arasındadır.
(çâr-yâr-ı güzîn) devrine ilişkin tarihî vukufiyetin açık göstergesidir.
bir kaynak olarak kullanmayı sürdürmüştür.
Anadolu ve Balkanlarda, hatta Azerbaycan
üzerinden Kırım’a uzanan geniş sahadaki Türk
kitleleri üzerinde zamanın tüm inkilabâtına
rağmen yüzyıllardır bütün şöhret ve nüfuzunu
koruyan Yunus’un3 söz ustalığındaki gücünü,
kendi öğretisini oluşturup sunarken konularına
uygun tarihî karakterleri büyük bir vukufiyetle
seçip kullanışında da açık biçimde görmekteyiz.
Bu konuda o, uzun bir takvim aralığında
peygamberlerden, tasavvuf dünyasının büyük
ustalarından, müspet ya da menfi icraatlarıyla
şöhret bulmuş ve muhtelif devirlerde hükümran
olmuş tac u taht sahiplerinden, aşk uğruna
canını feda edenlerden, şark ve garbın müslimgayrimüslim bilge ve hikmet sahiplerinden
oluşan çok zengin ve cezbedici bir karakter
portföyüne sahiptir.
Yunus’un bu kadar geniş yelpazeli, renkli ve
ünlü tarih kahramanlarını mesajını sunarken
dizelerinde kullanması; onun insanoğlunun
küre üzerinde kendi çağına kadar süren hayat
serüvenini oldukça geniş bir coğrafi düzlemde
takip ettiğini de göstermektedir. Yunus
“tanış olduğu” tarihî coğrafyanın sınırlarıyla
ilgili ipuçlarını kendi dizelerinde şöyle
göstermektedir:
3 Yunus’un Anadolu tasavvufundaki yerine ilişkin
bu değerlendirmenin ayrıntısı için özellikle bkz.,
Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,
Ankara 1993, s.278-285.
‘Âceb şu yîrde var m’ola şöyle garîb bencileyin
Bağrı başlu gözü yaşlu şöyle garîb bencileyin
Gezdüm Urum’ıla Şam’ı, yukaru illeri kamu
Çok istedüm bulamadum şöyle garîb bencileyin”4
***
“Kanda bulam isteyüben iy gönül seni kandasın
Kanda virâne varısa va’llahi gönül andasın
Kayseri Tebriz ü Sivas Nahcuvan u Maraş Şiraz
Gönül sana Bağdad yakın âlemlerde dîvândasın”5
***
“Ol Meclisün âşıkları İbrâhim Edhem’dir biri
Belh Şehri gibi bin ola her gûşede vîrânesi”6
Bu iklim zenginliğinden ötürü Sakarya
boylarından Sarıköylü Yunus; kahramanlarını
Asya-yı Vüstâ’dan Deşt-i Kıpçak’a kadarki tüm
(Yukarı) Türkeli, Nahcivan’dan Şam’a, Rûm’a
ve Hicaz’a uzanan Arap, Acem, Roma diyarını
kuşatan coğrafyada cevelan eden insanlık
tarihini süzgecinden geçirmiş olmanın rahatlığı
ile seçmektedir. Yunus Emre, İslam Tarihi’ne
hakkıyla vâkıftır. Sevgilinin sevgilisi Hz.
Peygamber, “Muhammed, Ahmed, Mustafa,
Fahr-i Âlem, Resûl, Habîb, Nebî” vesâir isim
ve sıfatlarıyla hem âlemlerin hem İslamiyet
tarihinin varlık sebebi olarak Yunus’un en
4 Yûnus Emre Dîvânı II, Tenkitli Metin, (Neşr. Dr.
Mustafa Tatcı), Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara
1990, 277/1-2 (Müteakip dipnotlarda ‘dîvân’
kısaltmasıyla verilecektir).
5 Dîvân, 278/1-6
6 Dîvân, 406/4
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
187
büyük hazinesidir. Ali, Hamza, Hasan, Hüseyin
üzerinden sergilediği tarihî duyarlılık ondaki
Ehl-i Beyt rabıtasının; Ebûbekir, Ömer,
Osman’a atfen yürüttüğü nitelemeler râşid
halifeler (çâr-yâr-ı güzîn) devrine7 ilişkin tarihî
vukufiyetin açık göstergesidir. Kur’an’da ismi
geçen tüm peygamberleri, öne çıkmış mucizevi
özellikleriyle hikmet dolu dizelerine konuk
ettiği gibi, adı ilahi vahiyde anılmamış ancak
varlığına inanılan isimsiz nebileri anmayı da
ihmal etmez:
“ Yüz yigirmi dört bin cânlar canum içinde
Gizli Muhammed cânı dahi içerü bizden
***
Yüz bin peygamber gele hiç şefâ‘at olmaya
Vay eğer olmazısa Allah’un ‘inâyeti”8
Onun Tasavvuf Tarihi’nin uluları içerisinden
seçtiği isimler arasında Bâyezid-i Bistâmî,
Cüneyd-i Bağdadî, Geyikli Baba (Hasan),
İbrahim Edhem, Ma‘rûf-ı Kerhî, Mevlana,
Necmeddin Kübrâ, Saltuk, Seydi Balum, Seyyid
Ahmed-i Kebîr, Şeyh Şiblî, Tapduk Emre ve
Üveys(-el Karânî) bulunmaktadır. Ancak bunlar
içerisinde Hz. Peygamber’den sonra, Divan’ında
en çok andığı isim Hallâc-ı Mansûr’dur.9 Onun
Hallâc’ı bu kadar öne çıkarışını, hem aşkı
yolunda canını veren bir model mutasavvıf oluşu
hem de Yunus’un kendi tasavvuf düşüncesinin,
Mansûr’un “vahdet-i vücûd” felsefesine yakınlığı
ile izah etmek kabildir. İki örnek:
“Mansur’layın dâra beni, şöyle ‘ıyân göster seni
Kurban kılayın bu cânı ‘ışka münkir olmayayın”10
***
“Bizim meclis mestlerinün demleri Ene’l-Hak olur
Bin Hallâc-ı Mansûr gibi en kemîne dîvânesi”11
7 Hz. Peygamber’den sonraki râşid halifeler devri
(632-661)’nin kahramanları olan dört halifenin
Tasavvufî literatürdeki karşılığı “dört yâr (çâr yâr-ı
güzîn)”dir.
8 Dîvân, 233/3, 380/7
9 Hallâc, divânda otuz bir ayrı yerde zikredilmektedir.
10 Dîvân, 269/7
11Dîvân, 406/5
188
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Yunus Emre, Hak aşığı bir mutasavvıf ozan
olarak aşkını şiirine dökerken hikâyesi halkın
diline düşmüş ve bir kısmı aşkıyla fena bulmuş
bazı yalın aşk kahramanlarını da deyişlerine
konuk eder. Ferhad ve Şirin, Leylâ ve Mecnûn,
Yusuf u Zeliha (Züleyha) bu dünyada aşkın
en bildik tarihî (mitolojik) kahramanlarıdır.
O, bunlarla yetinmeyip Cahiliye devri
Araplarının maceracı aşk şairi Anter’i, Fars
dünyasının sembolik kahramanları Rüstem ve
Feridun’u birer değer olarak şiirine taşımıştır.
Bunun yanında işi “sevgi” olan Yunus’un bîkarar gönülleri uslandırıp karar-gîr kılmak;
onları hırs, kibir ve mâsivâdan arındırmak
için bazı menfi karakterlere de başvurduğu
görülmektedir. Firavn, Hâmân, Harâmî,
Nemrûd ve Şeddat gibi… Böylece tabiatı gereği
kahramanlar etrafında örgülenen tarihi, Yunus
kahramanlarını kullanarak şiirine taşımakta;
onlar üzerinden sembolize ettiği tarihî olaylarla
söylemindeki mana derinliğini, ikna gücünü
yükseltmektedir. Gerçi onun karakterler
üzerinden dizelerine taşıdığı tarih, kendi usul ve
yöntemi içerisinde zaman ve mekâna bağlanmış
disipline olaylar zinciri özelliği taşımaz. Ancak
söyleyeceğini sembollere, remizlere taşıyarak
söylemeyi yol edinmiş tasavvuf edebiyatının bu
geleneğini, büyük ustası Yunus’un sürdürmesi
tabiidir. Yunus’un söylemindeki tarihî zenginliği
iki manzumesinden seçerek kısalttığımız şu
dizeleriyle somut olarak örnekleyelim:
Bu fenâ mülkinde ben niçe niçe hayrân olam
Niçe bir handân olam yâ niçe bir giryân olam
Gâh batn-ı Hût içinde Yûnus’ıla söyleşem
Geh çıkam ‘Arş üstine bir cân olam Selmân olam
Gâh duzâhda yanam Firavn’ıla Hâmân’ıla
Gâh cennetde varam Gılmân’ıla Rıdvan’ıla
Gâh bir Gâzi olam Efrengile ceng eyleyem
Geh dönem Efreng olam nisyânıla isyân olam
Gâh bir mechûl olam merdûd olam Nemrûd olam
Geh varam Ca‘fer olam Tayyâr olam perrân olam
Geh yıkam gâhi yakam yir yüzünü perrân idem
Geh varam ‘arşa çıkam hem şâh olam sultân olam
Degmeler bu sırra irmezler ledünnîdir ‘azîz
Hızr’ı koyup yolda ben kerrûbıla gerdân olam
Niçe bir Cercîs ü Bercîs olam u Mirrih olam
Niçe bir Câlinus u Bukrat olam Lokmân olam.
Bu tokuz arslan u yidi evren ü dört ejderhâ
Bunlarla ceng idem Rüstem olam destân olam
Bir demî âsûde bir dem gaflet ile hurd u hâm
Bir demî âşüfte olam Mecnûn olam hayrân olam
Geh muti‘ olam Hudânun emrine bin cân ile
Geh dönem ‘âsî olam Musî olam İmrân olam
Geh varam Dâvud olam çıkam Süleyman tahtına
Geh yine güm-râh olup vaslı koyup hicrân olam.
Dâr olam girdâr olam berdâr olam Mansûr olam
Cân olam hem ten olam hem în olam hem ân olam
Dem olam Âdem olam ‘âlem olam ‘âlemde ben
Dem olam bî-dem olam hem nâm olam hem nân
olam
Yûnus’a Tapduk u Saltug u Barak’dandur nasîb
Çün gönülden cûş kıldı ben niçe pinhân olam12
12 Dîvân, 201/1,5,6,14,15,16,18,19,23,24,25,32
,33,35,41. Son beyitte Yunus, Tapduk Emre’den
***
İy dünyaya aldanan hayırla ihsan kanı
Unuttun ahreti şefkatla îmân kanı
İbrâhîm Halîl geldi Kâbe’ye bünyâd urdı
Oglına bıçak çaldı İsmâil kurban kanı
Şeddâd bir uçmak yaptı Nemrud göge ok atdı
Kârun’ı da yir yuttı Âdil Nuşirvan kanı
Kim ki istedi buldu kullugı tamâm oldu
Key Mısr’a sultân oldu Yûsuf-ı Ken‘ân kanı
Resûl mi‘raca agdı gökden yire nûr yagdı
Habîb’üm diyü ögdi ol Fahr-i cihân kanı
Ebû Bekr’ile Ömer yüzlerinden nûr tamar
Sînesi tolu Kur’an Osmân-ı Affân kanı
Bineridi Düldül’e belinde Zülfikârı
Erenler açdı dîni Tanrı Arslanı kanı
Çalap Tanrı’nın hâsı Hazretde geçer nâzı
Peygamber’in ‘âmmusu Hamza Pehlevân kanı
Cüneyd-i Bağdâdî vü Şiblî vü Ma‘rûf-ı Karhî
Anlar vardı bu yolı şimdi ol erkân kanı
Bâyezîd-i Bestâmî yidi kat gök seyrânı
Ol erenler sultânı gevher-i ma‘den kanı
Dobruca’da kendi adıyla anılan Babadağ’daki
türbesinde medfun Balkanların gizemli şeyhi Baba
Saltuk (Sarı Saltuk/Saltuk el-Türkmânî) ve ondan
da Barak Baba’ya uzanan tasavvuf silsilesini açıkça
belirtmektedir. Saltuk Baba üzerine etraflı bir
inceleme olarak bkz., Ahmet Yaşar Ocak, Sarı Saltık:
Popüler İslâmın Balkanlar’daki Destanî Öncüsü,
Ankara 2003.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
189
Geçti bunlarun çagı dünyâ kahrun ocagı
Ebû’l-Müslim Necef î sâhib-i kırân kanı
Bir gönül ele getür ferâgât ol geç otur
Konya şehrinde yatur ol iki sultân kanı
Fâkih Ahmet kutbi’d-dîn Sultân Seyyid Necmü’ddîn
Mevlânâ Celâlü’d-dîn ol kutb-ı cihân kanı
Ol Seyyid Ahmed Kebîr müyesserdi ana nûr
‘Iyalleri cümle şîr ol hulk-ı merdân kanı13
İki manzumesinden seçerek aldığımız son
örneklerin bir kez daha gösterdiği gibi Yunus,
geniş bir zaman ve mekân derinliğinde sahip
olduğu tarihî birikimi bazı sembol şahsiyetler
üzerinden dizelerine taşımak suretiyle,
söyleminin mana gücünü arttırarak zirveye
taşımıştır. Müslüman ve Hristiyan dünyanın
ortak büyüğü Cercis14 ile üç ayrı devrin üç ulu
hekimi Câlinus (Galenos Klaudios), Bukrat
(Hippokrates) ve Lokman’ı aynı beyitte
buluşturabilme ustalığı biraz da bu birikime
bağlıdır. Bunlardan meşhur İyon hekimi
Hippokrates, milat öncesi IV. yüzyıl (MÖ 460370) tabip ve filozofudur. Tıbbın babası sıfatını
taşır ve tıbbiyelilerimiz mesleki yeminlerini
hâlâ onun üzerinden ederler. Galenos, Grek
13 Dîvân, 396/1-15
14 Cercis, İslami inanışta Kur’an’da adı geçmeyen
peygamberler arasında anıldığı gibi, Hristiyan
inancında da Hz. İsa şeriatının temsilcilerinden
kabul edilir. III. yüzyıl sonlarında (284) Filistin’de
Remle kasabasında doğduğu söylenir. Filistin, Suriye,
Musul ve Güneydoğu Anadolu’nun pek çok yerinde
temsilî kabirleri ve makamları bulunmaktadır.
Roma İmparatoru Diocletion’un zulmüne uğramış,
inanışa göre üç defa öldürüldüğü hâlde tekrar
dirilmiş, dördüncüde şehit olmuştur. Hrıstiyan
toplumları arasında “Gergi”, “Gorki”, “Georgi”,
“George” şeklinde yazılıp söylenilen şahıs isimleri;
Saint George Kiliseleri bunun adını taşır. Süryaniler
arasında da özel isim olarak yaygındır.
190
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
dünyasının miladi II. yüzyılda hayat sürmüş
(131-201) Bergama doğumlu bir başka ünlü
hekim ve filozofudur. Onun, bilim peşinde
Bergama’dan İskenderiye’ye, oradan Roma’ya
uzanan yolculuğu; vefatında geride bıraktığı
dört yüz civarında eseri, insan vücudunun
mükemmeliyeti üzerindeki ilahi kudrete
dikkat çeken bilimsel-felsefi yaklaşımları
beşer hafızasındaki tazelik ve saygınlığını hep
korumuştur. İslam dünyasının ünlü filozof
hekimi Lokman ise Kuran’da adı geçen, daha
doğrusu adına “sûre” bulunan bir bilge şahsiyet
olarak yeterli şöhrete sahiptir.15
Böylelikle “Dört kitabın mânası”nı16 birlikte
düşünüp çözümleyebilen Yunus, farklı devirler
ve dünyaların tarihinden seçtiği bu tür tarihî
şahsiyetler üzerinden, tarihî tecrübeyi vahdeti
esas alan mesajının kaynağı ve dayanağı olarak
kullanma başarısını da göstermektedir.
Gelin bugün yanalım yarın yanmamak için
Ölelim ölmez iken yine ölmemek için
Tartalım günahımız arttıralım âhımız
Edelim hesabımız hesap olmamak için
Erenlere gidelim eteklerin tutalım
Bugün öyle edelim yolda kalmamak için
15 Lokman Suresi olarak adlandırılan 31. Surede
“Andolsun, biz Lokman’a ‘Allah’a şükret’ diye
hikmet verdik.” şeklinde takdim edilen Hz. Lokman,
oğluna (oğlu üzerinden insanlığa) şöyle öğüt
vermektedir: “Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü,
ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür. Yavrum!
Şüphesiz yapılan iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa
ve bir kayanın içinde yahut göklerde ve yerin içinde
bile olsa Allah onu çıkarır getirir. Yavrum! Namazı
dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına
gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Küçümseyerek
surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde
böbürlenerek yürüme. Çünkü Allah, hiçbir kibirliyi
sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol. (Konuşurken) sesini
alçalt. Çünkü seslerin en çirkini şüphesiz eşeklerin
sesidir!” Kur’an-ı Kerim Meâli, 31/12-19 (Diyanet
İşleri Başkanlığı Yay.) Ankara 2006, s. 411. Söz
konusu öğütlerin tasavvufi terbiyenin de temel
değerleri olduğu düşünülürse Hz. Lokman, tasavvufu
vahye dayalı İslam’a bağlayan karakter olarak da
seçilmiştir.
16 Bir beyitinde;
“Dört kitabun ma‘nîsin okıdım tahsîl kıldum
‘Işka gelicek gördüm bir ulu heceyimiş” demek suretiyle
Yunus, dört kitap vurgusunu Divan’ının muhtelif
yerlerinde tekrarlamaktadır. Bkz., Dîvân, 91/4,
124/9, 299/6, 171/3.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
191
YUNUS EMRE’NİN MESAJLARININ
SOSYAL VE SİYASAL ARKA PLANI
Cezmİ KARASU
1*
Vuslatını yollarda arayandır. Merkezlere, şehirlere yolu düşmüş olabilir ancak
onu sahiplenenler çoğunlukla göçer Türkmenler, “Uc Etrakı”dır. Uclarda yaşayan
Türkmenlerin aynı dönemde kendisini hissettirmeye başlayan Osmanlılara
meyletmeleri birlik ve kardeşlik mesajlarının hedefini bulduğunu göstermektedir.
Tarih yazımlarında genellikle tek odaklı bir
bakış açısı göze çarpar. Örneğin Anadolu Selçuklularını anlatıyorsak sahnede sadece onlar
vardır, eş zamanlı olarak Bizans İmparatorluğu
sadece savaş vs. gibi olaylarda sahneye girer, çıkar. Ya da Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu anlatırken etraftaki tekfurların kaybolmakta olan
merkezî Bizans idaresinin yerini dolduran yerel
özerk yöneticiler olmasına dikkat edilmez. Anadolu Selçuklu ailesinin son ferdinin 1325’te ölmesi ile hanedanın ve dolayısıyla devletin sona
erdiği yazılır. Buna karşılık Osmanlı Kuruluş
tarihlerinde artık bu yıllarda Selçuklu ailesinin
adı bile geçmez. Benzer örnekleri (hem de yüzlercesi ilave ederek) çoğaltmak mümkündür.
Bu giriş, yazının geri kalanının daha
kolay anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Zira yazıda Yunus Emre’yi tasavvufi çerçevenin dışın1*Dr. Cezmi Karasu
192
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
da ele alacağız. Belki de elinizdeki dergide “En
Yunus’suz” yazı olacaktır. Yazıda birkaç toplumsal arka planı olan sorunun cevabı aranacaktır.
Kutu içindeki bu soruları yazının sonunda tekrar soracağım:
Yunus Emre Türbelerinin Bulunduğu Yerler
Öncelikle Yunus Emre’nin türbe/mezar ya
da makamlarının olduğu yerleri topluca gözden
geçirelim. Değerlendirme ve bağlantıları daha
sonra yapacağız. Yunus Emre Türbesi/mezarı veya makamı olduğu iddia edilen çok sayıda yer vardır. Bunların bulunduğu yerleri şöyle
sıralayabiliriz:
• Eskişehir’in Mihalıççık ilçesi, Yunus Emre
Mahallesi
• Karaman/Yunus Emre Camii avlusu
• Bursa
• Aksaray ile Kırşehir arası
• Manisa; Kula ile Salihli arasında Emre
Sultan Mahallesi
-Yunus
Emre’nin
mesajının
toplumsal ve siyasal bir yönü var mıdır?
• Erzurum, Duzcu Mahallesi
-Bu mesaj kendi döneminde
Anadolu’nun yaşadığı ağır krizlerin
aşılması yönünde bir yön göstericilik
içermekte midir?
• Afyonkarahisar’ın Sandıklı ilçesi
-Birlik çağrısı sadece tasavvufi
anlamda bir birliğe mi işaret etmektedir?
Yoksa
Anadolu’da
dağınıklığın
giderilmesi yönünde bir davet anlamı
da var mıdır?
• Isparta’nın Gönen ilçesi
• Sivas yakınında bir yol üstü
• Tokat’ın Niksar ilçesi
• Azerbaycan’ın Kah Rayonu
• Ordu’nun Ünye ilçesi
Yunus Emre türbesi olarak en son “tahsis”
edilen Ordu/Ünye’deki türbedir. Tahsis kelimesini bilinçli olarak kullandık. Burada daha
önce mevcut bulunan ve halk arasında “Şehmus
Türbesi” olarak bilinen makam 20-25 yıl kadar
önce yerel idareciler tarafından Yunus Emre
Türbesi olarak değiştirildi. Bu değişiklik şöyle
gerekçelendirildi: “Tarihimizde Şehmuz adıyla
bilinen bir kişilik yoktur. Bu isim olsa olsa Şeyh
Yunus’tur. Şeyh Yunus ise olsa olsa Yunus Emre’dir. Nitekim Yunus bir şiirinde ‘Gezdim Urum
ile Şam’ı’ diyor. Buradaki Urum o dönemdeki Rum
Pontus İmparatorluğu’dur. O hâlde bu türbe Yunus
Emre türbesidir.” Kuşkusuz içinde birçok tutarsızlıklar barındıran gerekçe ile Yunus Emre türbelerine bir yenisi eklenmiş oldu.
Yukarıdaki harita Yunus Emre türbelerinin/makamlarının yerlerini topluca göstermek
amacıyla yapılmıştır. Ortada görülen taralı bölge Anadolu Selçuklularının egemenlik alanını
göstermektedir.
Kırşehir-Aksaray arasındaki türbe hariç olmak üzere diğer türbelerin egemenlik alanının
kenarlarına yakın olduğu dikkat çekecektir.
Coğrafya olarak Anadolu çanağının dış kenarlarını oluşturan bölgeler; denize paralel uzanan
dağ silsilelerinin iç eteklerinde bulunmaktadırlar.
Yunus Emre’nin bu kadar çok sayıda türbe
ya da makamının bulunması onun halk nezdinde ne derecede sevildiğinin bir göstergesi
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
193
olarak yorumlanır. Şüphesiz halkın ona sevgisi
ve kabullenişinde hiç tereddüt yoktur ve belki
her bir şehrimizde makamı olsa yeridir. Biz o
nedenle bu türbe ve makamların yerlerini daha
fazla oyalandığı, daha derin izler bıraktığı yerler olarak kabul edeceğiz. Çünkü Yunus Emre
hakkındaki rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla o,
Anadolu’yu Türkmenlerin bulunduğu Azerbaycan gibi kuzey-doğu coğrafyaları, kendi deyişiyle “yukarı illeri”; güney Türkmenlerinin bulunduğu yerleri, kendi deyişiyle “Şam’ı” gezmiştir.
(Hac muradıyla Kutsal Toprakları da ziyaret
ettiğine dair rivayetler bulunmaktadır.)
Gezdiği, gördüğü yerlerde muhtemelen tekkeleri de ziyaret etmiştir. Ancak mesajını daha
çok bu “uclarda” yaşayan ve çoğunluğu göçer
bir hayat tarzı süren Türkmen aşiretler arasında
vermiştir.
Burada zikrettiğimiz “uc” Selçuklular zamanında bir teşkilatlanma biçimi olarak bu bölgelerde kurulmuş olan yönetim alanlarıdır. Şimdi
de “Uclar” adını verdiğimiz bölgeleri gözden
geçirelim. Buradaki bilgiler Kuruluş Osmangazi
kitabımızdaki ilgili bölümlerden özetlenmiştir.
Yunus Emre’nin yaklaşık olarak 1241-1320 yılları arasında yaşadığı düşünülmektedir. Bu yıllar
ise Anadolu Selçukluları içinde Babailer İsyanı ile başlayan Kösedağ Savaşı ile devam eden
karışıklık ve Moğol istilası devirlerine tesadüf
etmektedir.
Moğol istilasının Anadolu için “genel bir
felaket” anlamına geldiği söylenir. İzleyebildiğimiz kadarıyla Selçuklu hanedanı Kösedağ Savaşı’ndan sonra sadece siyasal iktidarı yitirmekle
kalmamış, aynı zamanda elindeki ekonomik
gücü de yitirmiştir. Kösedağ Savaşı öncesinde
ve sonrasında büyük yatırımlar niteliğinde bulunan cami, kervansaray, medrese, hastane vb.
sanat yapılarının yaptırıcılarına (banilerine) bakılacak olursa bu söylediklerimizi doğrulayacak
bir tabloyla karşılaşırız.
194
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Hamdullah Kazvini tarafından düzenlenen 1339 yılına ait İlhanlı bütçesinde ise Anadolu’nun vergi gelirlerinin 3.600.000 dinar
(36.000.000) gümüş dirhem olduğu kaydedilmektedir.2 Selçuklu idaresinin artık tamamen
ortadan kalktığı, beylik parçalanmalarıyla Anadolu’nun bir karmaşa yaşadığı bir döneme ait
olan bu son rakam 1243 yılına oranla 100 misli
bir artışı ifade etmektedir.3 Elimizdeki kaynaklarda Anadolu ekonomisinin 100 katı bir gelişme gösterdiğine ilişkin bir bilgi yoktur. Tersine
kaynaklarımız Moğol devrinin zulüm karakterinin Anadolu’yu yoksullaştırdığı konusunda
fikir birliği içerisindedirler. Her ne kadar dönemin enflasyonist gelişimi konusunda fazlaca
bir bilgi sahibi değilsek de yine de bu rakamlara
dayanarak ekonomik anlamda da bir zulüm ile
karşı karşıya bulunduğumuzu ifade edebiliriz.
Nitekim bizzat Moğollar da bazı vergi kitabelerinde vergi toplanmasında da zulüm yapıldığını
itiraf etmektedirler.4
1071 Malazgirt Savaşı ardından öncesine
oranla daha büyük sayılarla yerleşmek üzere
Anadolu’ya gelen Türk unsurlar, kendi yaşamlarını sürdürebilecekleri alanlara yerleşmeye
başlamışlardır. Bu doğrultuda özellikle akın
geleneklerini sürdürebilecekleri bölgeleri kendilerine yurt olarak seçmişlerdir. Onların bu
2 Zeki Velidi Togan, “Moğollar Devrinde Anadolu’nun İktisadi Vaziyeti’’, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, c.I (1931),s.21 vd.
3 Selçuklu Sultanının yılda 1.200.000 dinar, 500
parça ipek, 500 deve vb. ödemek ve Moğollar kendi topraklarında iken ne zaman at, yiyecek ve başka
ihtiyaçları olsa onları sağlamak zorunda oldukları yolunda kayıtları da vardır. Bkz: William l.Langer- Robert P Blake, “Osmanlı Türklerinin Doğuşu
ve Tarihsel Arka Planı” Söğüt’ten İstanbul’a (der:
Oktay Özel-Mehmet Öz ), İmge Kitabevi, Ankara
2005, s. 201.
4 Vasiliy Wladmiroviç Barthold, ‘’İlhanlılar Devrinde Mali Vaziyet’’, Türk Hukuk ve İktisad Tarihi
Mecmuası, c.I (1931) s.138. ayrıca Spuler, s.341 vd.
yerleşimleri ise Anadolu Selçuklu Devleti’nin
sınır bölgelerinde Türkmen unsurların toplandığı kuzey, batı ve güney uc bölgelerini ortaya
çıkarmıştır. Uclara yerleştiklerini gördüğümüz
bu Türkmen boyları da kaynaklarda genellikle “Etrâk-i Uc” (Uc Türkleri) veya “Türkmenü’l-Uc” (Uc Türkmeni) adıyla kullanılmıştır.
Anadolu’da
kurulan
uc
bölgelerine
bakıldığında karşımıza ilk olarak Danişmend
Taylu’nun oğlu Gümüş-tekin Ahmed Gazi
tarafından fethedilen Sivas şehri çıkmaktadır.
Zamanla Tokat, Niksar, Turhal, Çorum, Amasya ve Malatya gibi şehirleri de içine alan bu
uc bölgesinin yöneticisi konumundaki Ahmed
Gazi; Trabzon Rumları, Ermeniler ve Haçlılarla
mücadele etmek suretiyle, Anadolu’nun fethedilmesi ve Türk yurdu hüviyetini kazanmasında
büyük öneme sahiptir.5
II. Kılıç Arslan, sağlığında Türk devlet yapısında görülen “ülkenin hanedan mensuplarının
ortak yönetiminde olduğu” ilkesi doğrultusunda,6 Anadolu Selçuklu topraklarını on bir oğlu
arasında paylaştırmıştı.7 Bu bölünme siyasi bü5 Salim Koca, Anadolu Türk Beylikleri Tarihi, Karadeniz Teknik Üniversitesi Yayınları, Trabzon, 2001,
s. 14–15.
6 Nitekim aşağıda Osman Bey’in ilk yaptığı düzenlemelerden birisinin elde edilen yerleri etrafındaki
yakınlarına ve alplara dağıttığını göreceğiz.
7 Türk devlet geleneğinin esaslı bir parçası olan
toprakları paylaştırma anlayışını Osman Gazi’de
de göreceğiz. Kılıçaslan’ın yaptığı bu paylaşıma
göre Kutbeddin Melikşah’a Sivas ve Aksaray, Rükneddin Süleymanşah’a Tokat ve çevresi, Nureddin
Sultanşah’a Kayseri ve çevresi, Mugiseddin Tuğrulşah’a Elbistan, Muizzeddin Kayserşah’a Malatya,
Gıyaseddin Keyhüsrev’e Uluborlu ve Kütahya civarı, Nasrüddin Berkyarukşah’a Niksar ve Koyluhisar,
Nizameddin Argunşah’a Amasya, Arslanşah’a Niğde, Sancarşah’a Niğde ve güney uc bölgesi verilmiş;
oğullarını “melik” unvanıyla bu bölgelere atamıştı.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, TTK, Ankara, 1988, s. 118; İbn
Bîbî, Selçuknâme, Terc. Mükrimin Halil Yinanç,
Haz. Refet Yinanç-Ömer Özkan, Kitabevi, İstanbul,
2007, s. 20.
tünlüğü bozan bir organizasyon değildi. Çünkü
yukarıda adı geçen kişiler kendisine verilen bölgede birer yerel yönetici konumundaydılar ve
merkeze bağımlı olarak hareket etmekteydiler.
Bu nedenle Anadolu Selçuklu sınırları Bizans’a
karşı korunmuş, ayrıca fetihlere devam edilmişti. Bizans uc bölgelerinde bulunan Gıyaseddin Keyhüsrev, Rükneddin Süleymanşah ve
Türkmenler; Karadeniz, Kastamonu, Safranbolu’da ve Batı Anadolu’da Bizans’a karşı başarılı
mücadeleler vererek yeni kale ve yerleşim yerleri
fethetmişlerdi.8
Kılıç Arslan’ın ülkeyi oğulları arasında bu
şekilde paylaştırmasının yanı sıra Anadolu’nun
idari yapısında karşımıza dört ana bölge
çıkmaktadır. Bu bölgeler şu şekilde sıralanabilir:9
1-Anadolu Selçuklularının başşehri olan
Konya’yı merkez alan “Yunan Vilayeti”10,
2-Sivas merkezli “Danişmendiye Vilayeti”11,
3-Diyarbakır, Urfa, Musul, Halep gibi yerlerden oluşan “Güneydoğu Türkmen Bölgesi”,
8 Ali Sevim, Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi (Fetih, Selçuklu ve Beylikler Dönemi), TTK, Ankara, 1989, s.
135–136.
9 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, C. I, Cem Yayınevi, İstanbul, 1977, s. 83.
10 “Karaman Sahası” ya da “Eski Yunan Vilayeti” olarak da geçen ve Alaiye, Konya, Larende (Karaman),
Ermenek’ten oluşan bölge; Aksaray, Niğde, Kayseri
ve bir ara Ankara’nın da katıldığı bölgeyi ifade etmektedir. Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi başşehir
olan bölge, merkeziyet usulü ile Selçuklu’nun divan
dairesi hâlinde idare ettiği bölge idi. Buranın merkez oluşu yalnızca idari düzenin değil aynı zamanda
kuzeyden güneye, doğudan batıya pek çok yolun kesişme noktası olarak sosyokültürel açıdan da merkez
olmayı gerektiren bir mevkide bulunmaktaydı.
11 “Rum” sahası da denilen bu bölge; Kayseri, Sivas, Niksar, Tokat, Sinop ve Çorum çevrelerini içine
alan idari bölgeydi. Danişmendiye olarak adlandırılmasının sebebi ise Selçuklu hâkimiyetinden önce
bu bölgenin Danişmendliler elinde bulunmasından
kaynaklanmaktaydı.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
195
Ucların Nüfuz Alanları
(Yeşil taralı alan sağ kol ucu, kırmızı taralı alan sol kol ucu göstermektedir.)
4-Kastamonu’dan Ankara’ya ve oradan Afyonkarahisar üzerinden Antalya’ya kadar uzanan “Uc Vilayetleri” sahası.
Batı Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük
katkıları olduğunu gördüğümüz uc sahasının
görevlerinden biri Selçuklu yönetiminin Bizans ile olan mücadelesinde Batı Anadolu’nun
güvenliğinin sağlanması idi. Uc bölgelerine
yerleştirilen Türk unsurlar, millî geleneklerini
koruyan ve merkeze çok sıkı bağlarla bağlanamayacak kimselerdi. Bu özellikleriyle düşman
saldırılarını önlemekte ve ileriye doğru hareketleri ile düşman ülkeler içine giriyorlardı.12
I. Alaeddin Keykubad ile devlet otoritesi bu
bölgelerde artırılmış, onlara yeni görevler tahsis
edilerek merkez ile aralarında bir uyum meydana getirilmişti. Ancak Keykubad’ın hâkimiyetinin son yıllarında uclarla merkez arasındaki
uyum bozulmuştu.
12 Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu,
TTK, Ankara, 1994, s. 73.
196
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
1243 yılı ile başlayan Moğol baskısı ile Anadolu’daki Selçuklu otoritesi sarsılmış, yönetim
Moğol valilerinin eline düşmüştür. Bu valiler
Selçuklu şehzadelerini kontrolleri altına alarak, daha önceden oluşturulan bu Selçuklu idari taksimatını kullanmak suretiyle Anadolu’yu
parçalamaya çalışmışlardır. Moğol baskı ve zulmünden kaçan Türk gruplar da uc bölgesi olarak
adlandırdığımız yerlere doğru hareket ederek
buraların Türkleşmesine katkıda bulunmuşlardı.
Bu sayede Türkmenler uc bölgelerinin hâkim
unsuru hâline gelmişlerdir.
Uc Bölgelerinin İdari Yapısı
Selçuklu hâkimiyeti altındaki Anadolu’da uc
sahası, Sinop ve Kastamonu’dan başlayarak Antalya’ya kadar uzanan bölgeyi ifade etmekteydi.
Bu saha genel olarak batı, kuzey ve güney uc
bölgelerinden oluşmaktaydı. Batı ucları ise eski
Türk devlet geleneğinin bir uygulaması olarak
“sağ ve sol” olmak üzere iki kol hâlinde örgütlenmişti.13 Sağ Kol Uc Vilayeti, merkezi Kastamonu’daki Sağ-Kol Uc Beylerbeyliği’nden; SolKol Uc Vilayeti de Ankara ve kimi zaman da
Kütahya merkezlerine bağlı olarak Sol-Kol Uc
Beylerbeyliği’nden idare edilmekteydi.14
Kuruluş
amacına
bakıldığında,
uc
bölgelerinin daha çok askerî bir görev ile kurulduğu görülmektedir. Çünkü onların esas faaliyetleri, yeni arazilerin fethi ve sınırların Hristiyan saldırılarına karşı korunması idi. Bu da uc
bölgelerinin idari olmaktan çok, askerî ve siyasi
bir yapı olarak değerlendirilmesini gerektirir.
Uc Beylerbeyleri, Anadolu Selçuklularına
bağlı olarak sultandan aldıkları yetki ile yeni
yerler fethederek topraklarını ve hâkimiyetlerini genişletebilmekteydiler. Ancak burada
sözünü ettiğimiz hâkimiyetin gerçek sahibi
Anadolu Selçuklu hükümdarları idi. Ucların
yöneticileri konumundaki bey ve Beylerbeyiler
Anadolu Selçuklularının öncü kuvvetleri olarak
hareket etmekteydi ve devletin açtığı seferlerde
uc beylerine müracaat edilmekteydi. Bu bölgelerdeki şehirlere merkez tarafından kadı tayini
yapılmakta, kullanılan paralar Sultan’ın adına
basılmaktaydı. Ayrıca hutbe yine Sultan adına
okunmaktaydı.15
Uc Beyleri denilen ve başında bulundukları boyların yöneticileri olan kişiler, çoğunlukla
kasabalarda bulunmaktaydılar. Her ne kadar
boyların başında hareket etseler de göçebe reisi durumunda değillerdi. Bunların bağlı olduğu Uc Beylerbeyi de daimî olarak şehirlerde
oturmaktaydı. Ancak bulundukları şehirler uc
13 Eski Türk geleneğinde güneşin doğduğu tarafa
dönülmek suretiyle doğuya ön, batıya arka, kuzeye
sol ve güneye sağ denilmekteydi. Böylece kurulan
devletlerin idari taksimatı da belirlenen bu yönlere
göre yapılmaktaydı.
14 Mustafa Akdağ, A.g.e., s. 83-84; Salim Koca,
A.g.e., s. 15.
15 Salim Koca, A.g.e., s. 16.
bölgelerinde değil burayı idare edebilecek daha
geride bulunan büyük şehirlerdi. Her iki yönetici grubu sefer zamanında Uc Türklerinden
topladıkları birliklerle savaşa katılırlardı. Ayrıca
“kul ve nöker”lerden oluşan şahsi birlikleri de
mevcut idi. Uc Beylerbeyi başta olmak üzere
“Uc Ümerası”; servetlerine oranla halka ziyafet vermek, tanınmış şair ve âlimleri sofralarına
alarak onlara iyilik etmek görevleri arasında yer
almaktadır. Uc beyinin yanında ise görevi ucta
alınan kararları sultana iletmek olan bir naib
yani vekil olduğu söylenmektedir.16
Selçuklu’nun merkezî otoritesine bağlı olan
uc beyleri Sultan’a vergilerini ödemekle yükümlüydüler. Ancak merkez bölgelere göre daha
serbest hareket etmeleri dolayısıyla onların
vergi ödemelerini aksattıkları ya da vergilerini
ödemeksizin hareket ettikleri de olmaktaydı.
Çünkü özellikle merkezî otoritenin zayıfladığı
dönemlerde, uc beylerinin taht kavgası gibi durumlarda kardeşlerden birinin tarafını tutmak
yoluyla yönetimin değişmesinde pay sahibi oldukları bilinmektedir.17 Mesela II. Kılıçarslan’ın
oğlu Melikşah, babasının veliaht olarak Gıyaseddin Keyhüsrev’i belirlemesi ardından Uc
Türkmenlerinin desteğini alarak merkeze karşı
isyan etmişti.18 Buna benzer ortamları kullanarak kendi nüfuzlarını artırmaları ve ödemekle
yükümlü oldukları vergiyi ödememeleri de -zaman zaman- karşılaşılan bir durumdu.
Uc bölgelerini yöneten Beylerbeyiler, tıpkı
her boyun başında gördüğümüz Beyler gibi bir
boya mensup olsalar da fiilen boy beyi sıfatına
sahip değillerdi. Çünkü yukarıda da değinildiği
gibi Beylerbeyi adını taşıyan kişiler büyük şehirlerde yaşamaktaydılar ve doğrudan köylerle
ya da göçebelerle ilgileri yoktu.19
16 Bkz. Mustafa Akdağ, A.g.e., s. 104.
17 Fuad Köprülü, A.g.e., s. 76.
18 Ali Sevim, Yaşar Yücel, A.g.e., s. 137.
19 Mustafa Akdağ, A.g.e., s. 104-105.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
197
XIII. asrın başlarında Anadolu’daki Türkmenlerin en yoğun yaşadıklarını gördüğümüz
batı ucları diye tabir edilen sağ kolda Beylerbeyi
olarak Kastamonu merkezindeki Hüsameddin
Çoban bulunmaktaydı. Yine aynı dönemde sol
kolun başında ise Ankara’da oturan Seyfeddin
Kızıl (Emir Kızıl) Beylerbeyi sıfatıyla yer almaktaydı.20
Sağ-Kol Uc Beylerbeyliği Hüsameddin
Çoban’dan sonra oğullarına geçmiştir ki bunlardan biri de Alp Yürek’tir.21 Buna mukabil
Sol-Kol Uc Beylerbeyliği Emir Kızıl’dan sonra kendi oğulları yerine Selçuklu Veziri olan
Fahreddin Ali’nin oğullarına kalmıştır. Bunlar
aynı zamanda Sahib Ata oğulları olarak da bilinmektedir. Bu geçiş sol kolun merkezinin değişimini beraberinde getirmiş, böylece merkez
Ankara’dan Afyonkarahisar’a taşınmıştır. Daha
sonra Germiyanoğullarının başında bulunan
Alişîr ailesi ile birlikte sol kol merkezi Kütahya’ya geçmiştir.22 Kütahya’nın erken Osmanlı
döneminde değişik konulardaki önemini daha
sonra göreceğiz.
Bizans’ın gün geçtikçe zayıfladığı dönemde
batı bölgelerde bulunan uc beyleri, kendilerine
istedikleri kadar asker sağlayabilecek Türkmen
unsura sahip oldukları hâlde Bizans’tan yeterince toprak kazanımı elde etmemişlerdi. Bu
durum, beylerin sultanın izni olmadan arazi
kazanmaya yetkilerinin olmaması ile açıklanabilir. Sultana göre bu beylere verilecek daha
fazla yetki; beylerin elde ettikleri arazilerle birlikte güçlenecekleri, bunun sonucunda artan
nüfuzları ile sultana karşı hareket edebilecekleri
anlamına gelmekteydi. Ancak Moğol istilasının Selçuklu yönetimi ve dolayısıyla Anado20 Bkz. Mustafa Akdağ, A.g.e., s. 104-105; Salim
Koca, A.g.e., s. 16.
21 Yaşar Yücel, XIII–XV. Yüzyıllar Kuzey–Batı
Anadolu Tarihi: Çoban-Oğulları, Candar-Oğulları
Beylikleri, TTK, Ankara, 1980, s. 40.
22 Salim Koca, A.g.e., s. 17.
198
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
lu’da yaptığı tahribatla birlikte uc bölgelerinin
yapısı da değişmeye başlamıştır. Çünkü
Moğol yönetiminin Anadolu’da uygulamaya
çalıştığı yeni idarede uc bölgelerinin merkezle
bağlantıları zayıflatılmıştır. Böylece uc
bölgesinde güçlü olarak görülen Çoban oğulları
ve Germiyanlıların eski önemlerini kaybetmeleri sağlanacaktı. Bu doğrultuda Moğol idaresi, kendilerine karşı gelen uc bölgelerinin bağlı
bulunduğu Beylerbeyilik kurumunu ortadan
kaldırmıştır. Eskişehir Pazarı ile ilgili kayıtlarda
olduğu gibi merkezî idarenin tutumunun artık
Germiyanlılar aleyhine dönmeye başlaması Osman Bey’in işini kolaylaştıran bir başka olgudur.
1277 sonrasında ucta yaşanan bu merkezî otorite eksikliğini en iyi değerlendiren kişi şüphesiz
Osman Gazi olmuştur.
Uc Bölgelerinin Sosyoekonomik Yapısı
Selçuklular tarafından uc bölgelerinin;
denizlere paralel dağların iç kısımlarında bir hat
olmak üzere kurulduğunu yukarıda belirtmiştik.
Böylelikle Selçuklu, uc bölgeleri sayesinde
sınır güvenliğini sağlayabilmiştir. Ayrıca bu
bölgelere yerleştirilen Türkmenler sayesinde
fetih yoluyla başta Bizans olmak üzere, güneyde
Ermeni Kontluğu ve kuzeyde Trabzon Rum
İmparatorluğu’ndan toprak kazanımları elde
edilmişti.
Uc bölgelerine yerleşenlerin Selçuklu
yönetimi tarafından getirilenler ve Moğol
baskısından kaçarak gelen Türkmenler
olduğu görülmektedir. Bu Türkmen grupları
Orta Asya’dan gelen konargöçer yaşam
tarzlarında kendilerine en uygun noktalar
olarak Anadolu’daki uc bölgelerini görmüşler
ve buralara yerleşmişlerdir. Bu bakımdan
uc bölgelerinin baskın unsuru konargöçer
Türkmenlerdir. Ayrıca bu bölgeler, bilhassa
Moğol tehdidi altındaki Anadolu’da merkezî
otoritenin nispeten gevşek olduğu bölgelerdir.
Bu sebeple konargöçer Türkmenler açısından
tercih sebebi olmuştur.
Sosyal yaşantılarını daha iyi anlayabilmek
için Türkmen grupların yerleşimlerine de bakmak gerekir. Genellikle göçebeliğin hâkim
olduğu yaşam tarzında yaylak ve kışlak olmak üzere iki yerleşim bulunmaktaydı. Bunun yanında uc bölgelerinde ayrıca göçebeliği
bırakarak köy, kasaba ve şehirlere yerleşenler
de vardı.23 Uc bölgelerinde devam eden fetih
faaliyetleri ile elde edilen toprakların büyük
çoğunluğu konargöçerliği bırakarak bu şekilde
yerleşik hayata geçenler sayesinde Türklerin
elinde kalmıştır.
Uc bölgelerinin yeni fethedilen yerler olması
dolayısıyla buralarda yerleşime açılan büyük
şehirlerden söz etmek doğru değildir. O hâlde
fethedilen yerin elde kalmasını sağlayacak, bir
başka deyişle hâkimiyetin sembolü olacak yerlerin elde edilmesi gerekir ki bu da kalelerdir.
XI. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak XIII.
yüzyıl sonlarına, hatta XIV. yüzyılın başlarına
kadar Anadolu’da devam eden fetih hareketlerinde kalelerin elde edilmesi; Anadolu’nun da
elde edilmesi gibi algılanmaktadır.24 Fetihten
hemen sonra kale içine yerleşilmesi suretiyle bu
bölgelerde Türk yerleşimi sağlanmıştır. Osmanlı’nın ilk dönemi olan Osman ve Orhan Gaziler
zamanında da bu şekilde yapılmıştır.25
Yunus Emre Neden Uclarda Dolaştı?
Yunus Emre hakkındaki rivayetlerde Tapduk Emre dergâhında uzun zaman hizmet et23 Fuad Köprülü, A.g.e., s. 77.
24 Tuncer Baykara, “Anadolu’nun İlk Türk İskânında Kaleler”, XII. Türk Tarih Kongresi (12–16 Eylül
1994), Kongreye Sunulan Bildiriler, TTK, Ankara,
1999, C. III, s. 665.
25 Tuncer Baykara, “Osmanlılar ve Şehir Hayatı”,
XIII. Türk Tarih Kongresi (4–8 Ekim 1999), Kongreye Sunulan Bildiriler, TTK, Ankara, 2002, C. III
/ III, s. 4
tiği bilgisi vardır. Ancak o bir “dergâh ehli” olmaktan çok “yol ehli” kişiliğe sahiptir. Vuslatını
yollarda arayandır. Merkezlere, şehirlere yolu
düşmüş olabilir ancak onu sahiplenenler çoğunlukla göçer Türkmenler, “Uc Etrakı”dır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin merkezi Konya daha
çok Farsça söyleyen bir şehirli olan Mevlana’yı
sahiplenirken Yunus Emre kendisini Türkmenlere daha yakın bulmuş, onlara kendisini daha
iyi ifade edebilmiştir. Merkeze en yakın yerdeki
türbesi Aksaray-Kırşehir arasında bu bölgede
Hacı Bektaş Veli etkisi dikkate alınmalıdır.
1280’lerden itibaren Anadolu’da, özellikle
de merkezlerde gittikçe artan Moğol baskısı bir
umutsuzluk manzarası ortaya çıkarmıştır. Bu
nedenle de merkez dışında pek çok yerde yerel
beylikler ortaya çıkmaya başlamıştır. Anadolu’da
uclarda beyliklerin ortaya çıkması ve mülkün
bölünmesi ile Yunus Emre’nin uclarda dolaşıp
birlik ve kardeşlik mesajları vermesi örtüşür.
Yunus Emre dergâhta oturarak mesajlarını
divanı yoluyla yayabilir miydi? Elbette, böyle yol
mümkündü. Nitekim kendi çağındaki birçok
gönül eri böyle bir yolu seçmiştir. Ancak uclarda
yaşayan Türkmenlerin aynı dönemde kendisini
hissettirmeye başlayan Osmanlılara meyletmeleri birlik ve kardeşlik mesajlarının hedefini bulduğunu göstermektedir.
Bu söylediklerimizin daha esaslı bir sağlaması da şudur:
Osmanlılar Rumeli’ye geçtikten sonra Karesi, Saruhan, Aydın ve Karaman beylikleri ahalisi
olan Türkmenleri Evlad-ı Fatihan olarak Rumeli’ye yerleştirmiş ve bu yeni fethedilen toprakların şenlendirilmesi, Türkleştirilmesi ve İslamlaştırılması için seferber etmiştir. Bu sayede
sadece Müslümanları değil gayrimüslimleri de
kucaklayan Yunus Emre düşüncesi Osmanlıların “İstimalet (dinî hoşgörü)” politikası ile vücut
bulmuştur.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
199
Yunus Emre’nin birkaç mısrası ile yazımızı sonlandıralım:
Acep şu yerde var mı ola
Şöyle garip bencileyin
Bağrı başlı, gözü yaşlı
Şöyle garip bencileyin
Gezdim Urum ile Şam’ı
Yukarı elleri kamu
Çok istedim bulamadım
Şöyle garip bencileyin
Hey Emrem Yunus biçare
Bulunmaz derdine çare
Var imdi gez şardan şara
Şöyle garip bencileyin
****
Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi
Dilsiz kulaksız sözün can gerek anlayası
Tez çıkarırlar fevkal’ulaya
Bil İsa gibi dünya yakanı
Tez indirirler tahtesseraya
Şol Karun gibi dünya kovanı
Âşık olanın nişanı vardır
Melamet olur belli beyanı
İlm ü amele olmagıl mağrur
Hak kabul etti kefen soyanı
Kodu atlası geydi palası
İbrahim Edhem sırdan duyanı
Çün Mansur gördü ol benem dedi
Od’a yaktılar işittin anı
Dinlemeden anladık anlamadan dinledik
Gerçek erin bu yolda yokluktur sermayesi
Od’a yandırttın, külün savurttun
Öyle mi gerek seni seveni
Biz sevdik âşık olduk sevildik maşuk olduk
Her dem yeni dirlikte sizden kim usanası
Zinhar ey Yunus gördüm demegil
Dâra çekerler gördüm diyeni
****
Ben bunda garip geldim ben bu ilden bîzâram
Bu tutsaklık tuzağın demi geldi üzerem
Yetmiş iki dil seçti aramıza söz düştü
Ol bakışı biz baktık yermedik ‘âm-ü hası
Dost bana gelsin demiş benim kaydımı yemiş
İş bu yüzüm karasın teberrükler düzerem
Ne versen elin ile şol varır senin ile
Ben disem inanmazsın varıcağaz göresin
Yunus bu kuş dilidir bunu Süleyman bilir
Gerçek eren bu yolda ne dediğin sezerem
Gönülde pas oturur anda seni yitürür
İçeru Şah oturur girimezsin göresin
****
Bir gez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil
****
Can odur kim Hakk’a ere ayak odur yola gire
Er odur alçakta dura yüksekten bakan göz değil
Doğru yola gittin ise er eteğin tuttun ise
Bir hayır da ettin ise birine bindir az değil
Yunus bu sözleri çatar sanki balı yağa katar
Halka metâ’ların satar yükü güherdir tuz değil
****
Yunus Emre âşık olmuş ma’şûka derdinden ölmüş
Gerçek erin kapısında hâlüm arz etmeğe geldim
Gece ile gündüzü gökte yedi yıldızı
Levhte yazılan sözü cümle vücutta bulduk
Yaptığımız değerlendirmeler ışığında -ve
tabii ki Yunus Emre’nin ölümsüz nefesleri gölgesinde- yazının başındaki soruları tekrar soruyoruz:
Musa’nın ağdığı Tur’u yohsa Beytü’l Ma’mûru
İsrafil çaldığı sûru cümle vücutta bulduk
Dört kitabın manası tamamdır bir elifte
Bâ dedirmen siz bana bâ diyicek azaram
Tevrat ile İncil’i Zebur ile Furkan’ı
Bunlardaki beyânı cümle vücutta bulduk
Zehi bahadır can terkin urur
Kılıç mı keser himmet giyeni
Yetmiş iki millete suçum budur Hak dedim
Korku hıyanetedir ya ben niçin kızaram
Yunus’un sözleri hak cümle dediği saddâk
Ne gördüysen kamu Hak cümle vücutta bulduk
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Dost esriği deliliğim âşıklar bilir neliğim
Degşürüben ikiliğim birliğe yitmeğe geldim
Yedi gök yedi yeri dağları denizleri
Uçmak ile Tamu’yu cümle vücutta bulduk
****
200
Ben gelmedim dava için benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir gönüller yapmağa geldim
Ol hâcemdir ben kuluyam dost bağçesi bülbülüyem
Ol hâcemin bağçesinde şad olup ötmeğe geldim
Ben bu aşk kitabını okudum tahsil kıldım
Hâcet değildir bana aga kara yazaram
Şeriat oglanları niçe yol eyde bana
Hakikat deryasında bahri oldum yüzerem
Benim bunda kararım yok ben bunda gitmeğe
geldim
Bezirganem metâ’ım çok alana satmağa geldim
Mana bahrine daldık vücut sırrını bulduk
İki cihan serteser cümle vücutta bulduk
Ey Yunus imdi veli yerde gökte dopdolu
Her bir taşın altında bir İmranoğlu Musi
****
Aşk bezirganı sermaye canı
Bahadır gördüm cana kıyanı
Kamusun bir gör kemterin er gör
Alçak görmegil palas giyeni
Biçare miskin Yunus aşktan dava kılursın
Dosttan haber gelicek yüz sürüyü varasın
Eğriliğin koyasın doğru yola gelesin
Kibr ü kini çıkargıl erden nasip alasın
-Yunus Emre’nin mesajının toplumsal ve
siyasal bir yönü var mıdır?
-Bu mesaj kendi döneminde Anadolu’nun
yaşadığı ağır krizlerin aşılması yönünde bir
yön göstericilik içermekte midir?
-Birlik çağrısı sadece tasavvufi anlamda
bir birliğe mi işaret etmektedir? Yoksa
Anadolu’da
dağınıklığın
giderilmesi
yönünde bir davet anlamı da var mıdır?
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
201
YUNUS EMRE ZAMANINDA ANADOLU’NUN SİYASİ
DURUMUNA KISA BAKIŞ (1220-1318)
Ayşe ATICI ARAYANCAN
1*
Yunus Emre’nin yazdıklarını, düşüncelerini ve manevi dünyasını anlayabilmek
için onun yaşadığı Anadolu’da Moğol istilası sürecini, siyasi olayları ve gelişmeleri
anlamak gerekmektedir.
O
rta Çağ İslam müverrihlerinden İbnü’l
Esir eserinde “Moğol istilasını yazmaktan yıllarca kaçındım. Bu olayı yazmayı hiç istemiyordum. Bazen yazmanın gereğine
inanır ve bir adım ileri atar, sonra vazgeçip iki
adım geri gerilerdim. İslam’ın ve Müslümanların ölüm haberini ve başlarına gelen bu büyük
felaketi yazmak kime kolay gelebilir? Kim bu
büyük felaketin yazılması ve anlatılmasını kolay görebilir? Keşke annem beni doğurmasaydı,
keşke bu büyük felaketten önce ölüp gitseydim!
Adım, sanım unutulsaydı da bu hadise ile karşılaşmasaydım ve bu olayı yaşamasaydım!” sözleri
ile anlatmaya çalışırken aslında Moğol istilasının İslam ve Türkmen dünyasında meydana
getirdiği korkunç zulmü ve yaşanılanları çok
1* Doç.Dr., Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi, Fen
Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Ortaçağ Ana Bilim Dalı, ayseaticiarayancan@gmail.com
202
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
anlamlı bir şekilde dile getirir. Aynı şekilde Ermeni Psikoposu Stepanos, 1225 senesi olaylarını
anlatırken “Onların yaptıkları hakkında hiçbir
şey söylememek daha doğru olur. Çünkü insan
dili ile bunları ifade etmek mümkün değildir.”
şeklindeki sözlerinden Anadolu’da yaşanılan
zulüm, buhran ve çöküşü ifade etmektedir. İşte
Yunus Emre’nin yaşadığı dönem de Anadolu’da
Moğol istilasının olduğu ve Türk İslam dünyasının, halkın, mevcut otoriter yönetimlerin ciddi
bunalımlar yaşadığı döneme denk gelmektedir.
Yunus Emre kendi dönemindeki diğer manevi önderler gibi büyük Moğol felaketi sırasında
Türk halkının kurtuluşunda sabrı, hoşgörüsü ve
söylemleri ile umut oldu; geniş kitlelere moral
oldu. Yunus Emre’nin yazdıklarını, düşüncelerini ve manevi dünyasını anlayabilmek için onun
yaşadığı Anadolu’da Moğol istilası sürecini, siyasi olayları ve gelişmeleri anlamak gerekmek-
tedir. Bu bağlamda Moğolların Anadolu’ya gelişi ve siyasi çevreler ile olan ilişkilerini özetlemek
gerekirse 1218 yılında Moğollar, Harzemşahlar
ile yaşanan Otrar olaylarında elçilerinin öldürülmesinin ardından Mavearünnehir’den başlayarak tüm İslam dünyasında yağma, talan ve
istila ile dehşet saçmaya başladı. Harzem’de
yaptıkları katliamlar sebebiyle kitleler hâlinde
kaçan halk batıya doğru göç etmeye başladı.
Türkistan merkezli başlayan bu göçler, Maveranünehir ve Horasan bölgelerinden batıya doğru
ve Anadolu’ya ulaştı. 1220-1237 yılları arasına denk gelen bu süreçte Anadolu’da Selçuklu
tahtında I. Alâeddin Keykubat bulunmaktaydı.
Kitleler hâlinde kaçan Türkmen gruplar arasında mutasavvıflar, tacirler, müderrisler, Türkmen
babalar yer almaktaydı. O dönemin hükümdarı
I. Alâeddin Keykubat gelenlerin tamamını himaye edip içtenlikle kucakladı. Bu gelen Türkmen babalar ve mutasavvıflar; Anadolu’da bulunan ve yeni gelen, henüz İslamlaşma sürecini
tamamlayamamış Türkmen kitleler üzerinde
etkili olurken Anadolu Selçuklu ve Moğol siyaseti üzerinde söz sahibi olmayı başardılar.
Bu arada Moğolların Anadolu’yu istilasına
önlemler alan I. Alâeddin Keykubat hazırlıklara başladı. Öncelikle göçlerin yoğun yaşandığı
Doğu Anadolu sınırları dâhil; Konya, Sivas, Erzurum, Kayseri’deki kale surlarını tamir ettirdi.
Ardından Amasya, Erzincan ve Malatya gibi
kalelerin surlarını sağlamlaştırıp, tamir ettirerek
savunmaya dayanıklı hâle getirdi. Nihayet Moğollar 1231 yılında Anadolu topraklarına girdi.
Bir grup Moğol askeri Sivas yakınlarında bulunan Rahatoğlu Kervansarayı’na kadar ilerleyip, halkın mallarını yağmalayıp canlarına kast
etti. Bu haberler üzerine I. Alâeddin Keykubat
önemli ve güvendiği emirlerinden Kemaleddin
Kamyer’i büyük bir kuvvetle bölgeye göndermiş
ise de Selçuklu ordusu gelmeden Moğollar bölgeyi terk etti, Erzurum’a kadar takip edilen Moğol ordusuna ulaşılamayınca takipten vazgeçilerek Gürcistan’a yönelindi.
Kaleleri onartıp, ordusunu kuvvetlendirerek
hazırlık yapan I. Alâeddin Keykubat bu arada
Moğollar ile diplomasi yönetimi ile dostane
ilişkiler kurmaya çalıştı. 1232 yılında Moğol
Hanı’na elçi göndererek tabiiyetini ve vergi vereceğini bildirdi. Fakat Moğol Hanı onu bizzat huzuruna çağırdı. Daha sonra Moğol Hanı
Ögedey, Kazvinli Şemşeddin Ömer’i bir yarlık
ile I. Alâeddin Keykubat’ın yanına gönderdi. Yapılan görüşme sonrasında sultan elçinin
teklifleri doğrultusunda hediyeler tertip edip
Moğol Han’ın teklifini kabul etmek zorunda
kaldı. 1237 yılında I. Alâeddin Keykubat’ın ani
ölümünün ardından Selçuklu tahtına oturan
II. Gıyaseddin tıpkı selefi gibi o da Moğollara
bağlılığını bildirmek zorunda kaldı. Bu arada
Moğol saldırılarından kaçan Türkmenler Anadolu’ya gelmeye devam etmekte ve Doğu Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu’da Türkmenler üst
üste yığılmaktaydı. Çünkü Selçuklu yönetimi
başarılı bir iskân politikası yürütemediği için
bu bölgeler yeni gelen Türkmen kitleler ile
dolmakta ve yerleşik halk ile uyumda zorlanmaktaydı. Dolayısıyla Selçuklu topraklarında iç
isyanlar ve karışıklıklar baş göstermekte, kontrol sağlanmakta zorlanılmaktaydı. Başta Babaî
İsyanları’nı bastırmakta zorluk çeken Selçuklu
yönetimi sınırlardaki askerî birliklerin yardımıyla isyanı bastırdı. Bu arada Erzurum dolaylarında sınır birlikleri isyanı bastırmak için
Malya Ovası’na gittiğinden sınırda güvenlik
sağlanamadı ve 1243 yılında Babaî İsyanları nedeniyle Selçukların zayıf düşmesini fırsat bilen
Moğollar, Baycu Noyan komutasında Anadolu’ya girerek Erzurum’u ele geçirdi. Kösedağ’da
yapılan savaşta Selçuklular yenildi. Moğollar
Erzurum’u alıp, yakıp yıktıktan ve halkı kılıçtan geçirip Horasan, Irak, Fars ve Kirman bölgelerinden asker toplayarak; 40 bin kişilik bir
süvari kuvveti ile birlikte yağma talan yaparak
Anadolu coğrafyasının içlerine kadar yavaş yavaş ilerledi; önce Sivas, daha sonra Kayseri’yi
ele geçirdi. Kayseri’yi kuşatan Moğollara karşı
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
203
Onun yaşadığı, dinî ve edebî mahsullerini verdiği yüzyıl; sosyal ve siyasi
düzenin temelden bozulduğu, Selçuklu sultanlarının kontrolü kaybettiği, Moğol
istilası yanında Haçlı Seferleri’nin başladığı, büyük olayların yaşandığı süre
zarfında buhran ve sıkıntı içinde kıvranan insanların ruhi-manevi asayiş ve
sükûna muhtaç oldukları bir dönemdir. Dolayısıyla bu süreci iyileştiren, halkın
yaralarını saran düşünce; tasavvuf düşüncesi ve Yunus Emre’nin ana dilleri
Türkçeyi kullanarak halka verdiği mesajlar olmuştur.
Emir Samsamüddin Kaymaz ve Subaşı Fahreddin Ayaz komutasında direnen şehir halkı
Hajukoğlu Hüsam adlı bir Ermeni’nin ihaneti
nedeniyle ele geçirildi ve şehir tahrip edilerek
katliam yapıldı. Bu korkunç ve feci istila karşısında Anadolu’da bulunan birçok kişi Halep’e
kaçtı fakat birçoğu yakalanarak yağmaya uğradı
ya da öldürüldü. Öyle ki Selçuklu Sultanı da çareyi kaçmakta buldu. Nitekim Moğol zulmünden kaçan II. Gıyâseddin Keyhüsrev ve annesi
de Halep’e gitmek üzere iken Çukurova Ermeni
prensi Hetum tarafından yakalanıp Moğollara
teslim edildi. Bu arada Antalya’da bulunan Sultan, vezir Mühezzebüddin Ali, Amasya kadısı
ile birlikte Baycu Noyan’ın yanına gidip 360 bin
dirhem,10 bin koyun, bin deve ve sığır, ağır vergiler vererek; barış anlaşması yaparak Konya’ya
döndü. Fakat Moğol saldırıları sürekli devam
etti; halkın üzerinde vergi baskısı yanında ağır
sosyolojik, ekonomik ve psikolojik etmenler çoğalırken insanlar kime güvenecekleri konusunda
endişe yaşadı. Halk her ne kadar Selçuklu hâkimiyeti ve yönetimine tabi olsa da Moğol baskısı
altında yaşamlarını sürdürmek zorundaydılar.
II. Gıyâseddîn Keyhüsrev Kösedağ’dan
hemen sonra ağır yükümlülüklerle sağlanan
barışın ardından gelen geçici sessizlik dönemi,
II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in oğlu II. İzzeddîn
Keykâvus’un 1246’da başa geçmesine kadar devam etti. II. İzzeddîn Keykâvus Anadolu’daki
Türkmenleri kullanarak, Memlûk Sultanı Bay-
204
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
bars ve Altınordu Hükümdarı Berke Han ile
ittifak kurarak Moğollara karşı mücadele etti.
II. İzzeddin Keykâvus’un Moğollara karşı verdiği Anadolu’daki son büyük mücadelesi Sultan Hanı Savaşı’dır. Çok fazla kan dökülen bu
savaşta Selçuklu Hükümdarı ve ordusu yenildi.
Bu yenilgiden sonra Moğollar tahta IV. Kılıç
Arslan’ı çıkardılar ve 1259 yılı Moğol Mengü
Han’ın ölümüne kadar Anadolu, Moğolların
kontrolü altında kaldı. Daha sonra Moğollar
yarlıg vererek Selçuklu tahtına IV. Rükneddin
Kılıç Arslan’ı hükümdar, Bahaüddin Tercüman’ı
ise vezir olarak atadı. II. İzzeddin Keykâvus’tan
sonra gelen Selçuklu hükümdarları Moğol
Hanları tarafından kukla şeklinde tahta oturtuldu. Selçuklu devlet adamları onlara itaat etmenin yanında onların gönderdikleri yarlığa göre
yönetimde yer alabildi.
Bu süre zarfında Anadolu’da I. Alâeddin
Keykubat Dönemi’nde sağlanan siyasi birlik
Moğolların bölgeye gelmesi ve Kösedağ hezimetinden sonra yavaş yavaş dağıldı. Selçuklu
Devleti’ne vassal olan devletler bağlılıklarını
bırakırken bölgeye gelen Türkmenler Anadolu’nun birçok yerinde beylikler kurulmaya başladı. Moğollara tabi olunan ve Selçuklu’nun
son dönemlerinde sırasıyla tahta geçen III. Gıyaseddin Keyhüsrev, II. Gıyaseddin Mesud ve
III. Alaaddin Keykubat (1298-1302) Moğollara
tam teslim oldular. Özetle bu dönem Selçuklu
hükümdarlarının ve şehzadelerin birbirleriy-
le mücadele ettiği, devlet adamları ve beylerin
hırsları uğruna harcadıkları hanedan üyeleri ve
Moğollar ile iş birliği, sosyoekonomik çöküntü, halkın perişan hâlleri gibi birçok etmen bir
arada yer aldı. Nihayetinde 1318 yılında V. Kılıç Arslan’ın ölümü Selçuklu hanedanının sonu
oldu. Dolayısıyla 1328 yılında ölen Yunus Emre’nin tüm yaşamı Selçuklu hanedanının çöküş
süreci ve Anadolu’da beyliklerin kurulduğu
sürece denk gelmektedir. Yaşadığı dönemde
Moğol baskısı ile baş etmeye çalışan Selçuklu
hanedan üyelerinin yanı sıra siyasi buhran içerisinde, ekonomik sıkıntılarla canı ve malı ile
tehdit altında yaşayan; üstüne kıtlık ve doğal
afetler ile zor durumda kalan Anadolu halkına
İslami anlayışı ile birlikte sabrı, sevgiyi, hoşgörüyü, umudu, erdemi ve güçlü olmayı göstermeye çalıştı. Zor durumda kalan halkın sevgisini
kazanan Yunus Emre’nin şiirleri ve söyledikleri
dilden dile dolaştı ve Türkmen halkına manevi
güç kattı.
Sonuç olarak Moğolların Anadolu’yu istilası tam da Yunus Emre’nin yaşadığı; buhranlara,
ölümlere, siyasi mücadelelere ve diğer olayların
olduğu döneme denk gelmektedir. Bu nedenle
o şahit olduklarını kendine özgü derin manalar
yüklü mecazi ve metaforik bir dil kullanarak insan ve tasavvuf üzerinden dönemin birçok duygusunu anlatmaya çalışmıştır. Nitekim onun yaşadığı, dinî ve edebî mahsullerini verdiği yüzyıl;
sosyal ve siyasi düzenin temelden bozulduğu,
Selçuklu sultanlarının kontrolü kaybettiği, Moğol istilası yanında Haçlı Seferleri’nin başladığı,
büyük olayların yaşandığı süre zarfında buhran
ve sıkıntı içinde kıvranan insanların ruhi-manevi asayiş ve sükûna muhtaç oldukları bir dönemdir. Dolayısıyla bu süreci iyileştiren, halkın
yaralarını saran düşünce; tasavvuf düşüncesi ve
Yunus Emre’nin ana dilleri Türkçeyi kullanarak
halka verdiği mesajlar olmuştur. Anadolu’daki Türkmenler arasında yaşayan Yunus Emre
kargaşa, endişe ve korkunun yanında onların
yaşadıkları travmaları aktarmış; halkın acılarını
dindirmeye çalışan bir misyon yüklenmiştir.
Kaynaklar
Abûl Farac, Gregory (Bar Hebraeus),
Abû’l-Farac Tarihi, C. II, Çev. Ömer Rıza
Doğrul, TTK, Ankara, 1999.
İbn-i Bibi, El Evâmirü’l-Alâiyye fi’l-Umuru’l-Alâiyye (Selçuknâme), I-II, hzl. Mürsel
Öztürk, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,
1996.
İbnü’l Esîr, el-Kâmil Fi’t Tarih Tercümesi,
Çev. Abdülkerim Özaydın-Ahmet Ağırakçal,
C. II, İstanbul, 1991.
Koca, Salim, “Moğol İstilâsına Karşı Sultan
I. Alâeddîn Keykubâd’ın Güvenlik Politikası”,
SDM., Berikan Yayınları, Ankara, 2011, s. 345377.
Köprülü, Mehmet Fuad, Türk Edebiyatında
İlk Mutasavvıflar, Alfa Yayınları, İstanbul, 2014.
Ocak, Ahmet Yaşar, Babaîler İsyanı. Alevîliğin Tarihsel Alt Yapısı Yahut Anadolu’da İslâm-Türk Heterodoksisinin Teşekkülü, Dergah
Yayınları, İstanbul, 2000.
Özdemir, Hacı Ahmet, “Moğol İstilasının
Sebepleri”, Türkler, VIII, Editör: Hasan Celal
Güzel, Salim Koca, Kemal Çiçek, YTY, Ankara, 2002.
Özgüdenli, Osman Gazi, “Moğollar”, DİA,
2005, ss. 225-229.
Piskopos Stepanos, “Piskopos Stepanos Vekayinamesinden Alıntı”, Ermeni Kaynaklarına
Göre Moğollar, Haz. A.G. Galstyan, Çev. İlyas
Kamalov, İstanbul, 2005.
Tokuş, Ömer, “Moğol Hâkimiyetinde Anadolu ve Anadolu’da Moğol Noyanlarının İsyanları”, Türk Dünyası Araştırmaları, C.117, S.230,
2017, ss.177-208.
Uyumaz, Emine, Sultan I. Alâeddîn Keykubad Devri Türkiye Selçuklu Devleti Siyasî Tarihi (1220-1237), TTK, Ankara, 2003.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
205
İslam dünyasının diğer bölgelerindeki sıkıntılardan dolayı ilmî faaliyetlerini
sürdüremez hâle gelen âlim ve mutasavvıflar Anadolu’ya gelmeye başlamışlardı.
Bu da Anadolu’nun kültürel açıdan zenginleşmesini sağlamaktaydı. Anadolu
Selçuklu sultanlarının âlim ve mutasavvıfları himaye eden politikaları bu göç
hareketini daha da arttırmaktaydı.
KORKU VE UMUT
YUNUS’UN ÇAĞINDA ANADOLU: SELÇUKLULAR, MOĞOLLAR VE SUFİLER
Kemal Ramazan HAYKIRAN
1*
Haçlı, Moğol saldırıları ve Anadolu birliği için ciddi bir tehdit oluşturan
Babailerin, hadisenin ‘Celâli’ bir tecellisi; İbnü’l Arabî, Mevlânâ ve Yunus’un da
‘Cemâli’ bir tecellisi olarak zuhur ettiği görülecektir.
N
ihad Sami Banarlı’nın “Yunus Emre,
Anadolu’daki Türk düşünüş edebiyatının ilk büyük şairidir.” diye tanımladığı
Yunus Emre sadece Türk tasavvuf düşüncesinin değil Türk kültürünün önemli bir temsilcisi
olma özelliğini geçen asırlara rağmen hâlâ korumaktadır. Bu büyük âşık ve düşünürü anlamak
onun yaşadığı dönemi hakkıyla kavramaktan
geçmektedir. “Ben bir usanmaz ozanım / Derdim
vardır inilerim” sözleri ile ifade ettiği gibi dertli
bir çağın şahidi olan Yunus sadece kendi derdini değil bütün insanlığın derdini sahiplenmiş
bir kuşatıcılığa sahipti. Şahit olduğu çağın yaşananları onda bu merhamet ve kuşatıcılığı zuhur
ettirmişti.
Selçukluların Anadolu’su;
“Kayserin ayağının altında yer eksilmekteydi
1* Dr. Öğr. Üyesi, Aydın Adnan Menderes Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü
206
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Köşkü gökyüzüne yükselmişti
Ey Keyhüsrev onun yerini almış durumdasın
Söyle o köşk nerede? Kayser ise sanki hiç yaşamadı”2 Şeyh Evhadüddîn Kirmânî’nin Selçuklu sultanı Keyhüsrev’e yazdığı bu mısraları XII
ve XIII. yüzyılda Anadolu’da yaşanan değişimi
açık bir biçimde ortaya koymaktaydı. Malazgirt
Zaferi ile kapıları Türklere açılan Anadolu’nun
Türkleşmesinde esas etken kuşkusuz Türkiye
Selçuklularının kurucusu Süleyman Şah oldu.
1071 Malazgirt zaferinden sadece dört yıl
sonra 1075’te Anadolu’nun kuzey ucuna kadar ulaşmış ve Bizans’ın doğudaki ilk payitahtı olan İznik’i fethederek burayı kendine başkent yapmıştı. Böylelikle Türkiye Selçukluları
olarak anılan bu devlet bambaşka bir kültürü
Anadolu’ya taşımaya başladı. Anadolu’daki dördüncü sultanı olan Kılıç Arslan’ın oğlu, Sultan
2 Evhadüddîn-i Kirmanî, Rubailer, s. 277
I. Mesud; babası gibi Haçlılara karşı büyük
kahramanlıklar göstermişti. Onun zamanında
Konya, Selçukluların merkezi hâline gelmişti.
Böylelikle Selçuklular Anadolu’da imar faaliyetlerine de başlamış oluyorlardı. Bir taraftan
Haçlılarla mücadeleye devam ediyorlar, diğer
taraftan da Anadolu’da yeni bir düzen oluşturuyorlardı. Mesud zamanında Anadolu’da Selçukluların gücü iyice hissedilir olmuştu. Ancak
esas dönüşüm II. Kılıç Arslan ile yaşanacaktı. II.
Kılıç Arslan, Haçlılarla mücadeleyi sürdürürken, 1176’da Miryokefolon Savaşı’nda Bizans’ı
ağır bir yenilgiye uğrattı ve bu savaş ile artık
Türklerin Anadolu’da kalıcı olduklarını göstermiş oldu. XIII. yüzyıla gelindiğinde Anadolu
Selçukluları, Haçlı seferlerini atlatmış, gücünü
ispatlamış ve Anadolu’yu bölgenin en parlak ve
cazip coğrafyası hâline getirmişlerdi.3
I. İzzeddin Keykavus’un, ülkenin sürüklendiği kısa fetret devrini aşıp da tahta geçmesinden
sonra Anadolu Selçukluları büyük bir sıçrama
göstermeye başladı. Anadolu’da kalıcı oldukları
tüm dünya tarafından anlaşıldıktan4 sonra Selçuklular, başta Konya olmak üzere Anadolu’da
büyük imar faaliyetlerine girişmişlerdi. İmar
faaliyetlerinin en yoğun yaşandığı dönem ise
Keykavus’un kardeşi olan Sultan I. Alaeddîn
Keykubad’ın zamanıydı. Bu dönemde Selçuklular en parlak dönemlerini yaşamaktaydılar.
3 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1996, s.104.
4 Ahmet Yaşar Ocak, Ortaçağlar Anadolu’sunda İslâm’ın Ayak İzleri: Selçuklu Dönemi, İstanbul, 2011,
s. 251.
Sultan Alaeddîn Keykubad zamanında Anadolu Selçuklu Devleti, önemli siyasal ve ekonomik
gelişmeler kaydetti. Karadeniz kıyısında Sinop
ve Akdeniz kıyısında Antalya limanlarını ele
geçirmek suretiyle önemli ticaret yollarına sahip
oldu.5
Anadolu Selçuklularının bu yükselişine karşın İslam dünyasının genelinde ise yoğun bir
kargaşa ikliminin hâkim olduğu görülmekteydi.
Bir zamanların altın kenti olan Bağdat, Abbasi
Halifeliğinin içine sürüklendiği mezhep çatışmalarından yaşanmaz bir hâl almıştı. Gazneli
ve Karahanlı devletleri de taht kavgaları yüzünden istikrarlarını kaybetmişlerdi. Selçuklu
hanedanının merkezi olan İran’da büyük sultan
Melik Şah’ın ölümüyle düzen bozulmuş, ülke
kargaşa ortamına sürüklenmişti. Anadolu’da
ise siyasi düzeni sağlayıp duruma hâkim olan
Anadolu Selçukluları, ticaret yolları üzerinde
olan Anadolu’nun ticaretini de kontrollerine
almışlardı. Böylece Anadolu Selçuklularında
hem siyasi istikrarın sağlanmasıyla huzur temin edilmiş hem de ticareti kontrollerine alarak maddi refah sağlanmıştı. Bu özellikleri ile
Anadolu tam bir cazibe merkezi hâline gelmişti.
Durum böyle olunca İslam dünyasının farklı
coğrafyalarından Anadolu’ya doğru bir nüfus
hareketi başlamıştı. İslam dünyasının diğer bölgelerindeki sıkıntılardan dolayı ilmî faaliyetlerini sürdüremez hâle gelen âlim ve mutasavvıflar Anadolu’ya gelmeye başlamışlardı. Bu da
5 Ahmet Yaşar Ocak, Ortaçağlar Anadolu’sunda İslâm’ın Ayak İzleri: Selçuklu Dönemi, s. 252.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
207
Anadolu’nun kültürel açıdan zenginleşmesini
sağlamaktaydı. Anadolu Selçuklu sultanlarının
âlim ve mutasavvıfları himaye eden politikaları bu göç hareketini daha da arttırmaktaydı.
İslam âlimlerinin Anadolu’ya gelmeleri ve burada faaliyet göstermeleri Selçuklu sultanlarının da arzuladığı bir şeydi. Çünkü Selçuklular
Anadolu’da siyasi, askerî ve ekonomik açıdan
bir hâkimiyet kurmuşlardı ama kültürel açıdan
zayıftılar. Anadolu’nun kadim kültürü hâlâ daha
güçlüydü. Anadolu’da kültürel açıdan da hâkim
olmayı burada kalıcı olmanın gereği olarak gören Selçuklular, mensup oldukları kültür dünyasını Anadolu’ya taşıyacak ve burada hâkim
kültür olmasına hizmet edecek olan Müslüman
âlimlerin gelişini destekleyen politikalar yürütmekteydi. Selçuklular, Anadolu’da iyiden iyiye
yerleşip güçlü bir devlet oluşturduktan sonra siyasal ve sosyal hadiselerin savuramayacağı güçlü
bir toplum yapısına ihtiyaç duymaktaydı. Sultan I. Gıyaseddîn Keyhüsrev’in ikinci saltanatı zamanında Selçuklu Devleti’nde köklü idari
reformlara giderken, toplum hayatında dirlik ve
düzeni sağlayacak bir yapılanmaya da gitmişti.6
XII. yüzyılın sonlarına doğru Anadolu’da
demografik üstünlüğün Türklere geçtiği açıkça
görülmektedir.7 Kentlerde nüfus Türklerin lehinde artarken, Türk nüfusun büyük çoğunluğu ise hâlâ kırsalda konargöçer hayatı devam
ettiriyorlardı.8 Şehirlere yerleşen Türkmenler
ise şehir hayatına çabuk adapte olmuşlar, ticari faaliyetlere başlamışlardı. Kayseri, Sivas gibi
Anadolu’nun önemli şehirlerinde ticari hayatın
çoğunlukla Türklerin elinde olduğu, Reşîdüddîn’in mektuplarından açıkça görülmektedir.9
6 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s.
320.
7 Mehmet Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, Ankara, 2007, s. 247.
8 Tuncer Baykara, Türkiye’nin Sosyal ve İktisadî Tarihi (XI.-XIV. Yüzyıllar), Ankara, 2000, s. 79.
9 Zeki Velidi Togan, “Reşîdüddîn’in Mektuplarına
Göre Anadolu’nun İktisadi ve Medeni Hayatına Ait
Kayıtlar”, İ.Ü., İktisat Fakültesi Mecmuası, c. 15,
1953, s. 45.
208
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Selçuklular; Konya, Sivas ve Kayseri gibi
büyük şehirlerde güçlü bir şehir hayatı oluşturmuşlardı. Buralarda kalabalık bir nüfus ve tüm
unsurları ile şekillenmiş canlı bir şehir hayatı
göze çarpmaktadır. Bu tarihlerde Selçuklular
sayesinde Anadolu’nun çekim merkezi olmasıyla pek çok farklı milletten insan, bu şehirlerde
görülmektedir. Anadolu Selçuklu şehirlerinde
Arap ve Fars kökenli ulema, tacir ve bürokratlar vardı. Meşhur seyyah İbn-i Batuta, 14. yüzyılın ilk yarısında gezdiği Anadolu’da, Arap ve
Fars kökenli ulema ve bürokratların varlığından
bahseder. 12-15. yüzyılda şehirlerde kimi yerde
az, kimi yerde çok olmak üzere gayrimüslimler
de (Rum, Ermeni; nispeten daha az Yahudi ve
Avrupalı tüccarlar) İzmir, Konya, Bursa, Sivas
gibi bazı Anadolu kentlerinin değişmez sakinleri idiler.10
Anadolu’nun Türkleşmesi ve bunun sonucu olarak da İslamlaşma süreci en net biçimde
Türklerin Anadolu’da oluşturdukları imar faaliyetleri ve bunun tesisini sağlayan vakıf kurumlarından anlaşılmaktadır. Anadolu’da Türk
şehirlerinin oluşması ile vakıf teşkilatının şekillenmesi eş zamanlı bir süreçtir.11 Vakıflar; esas
olarak imaret, çok sonraları külliye genel terimi
içinde yer alan medrese, şifahane, cami, zaviye
ve sosyal ve dinî amaçlı binaları yapıp işletme
yahut öğrencilere burs verme, fakir hastaları
tedavi ettirme, mühtedilere mali açıdan yardım
etme, sakat hayvanları iyileştirme vb. birtakım
sosyal hizmetler ve faaliyetleri finanse eden
mali, idari bir mekanizmadır.12
Neyi sever isen imanın odur
Nice sevmeyesin sultanın O’dur
XIII. yüzyılın başların itibaren Anadolu’ya
farklı tasavvuf akımlarına ve tarikatlara mensup
10 Tuncer Baykara, Türkiye’nin Sosyal ve İktisadî
Tarihi (XI.XIV.Yüzyıllar), s.120; Ahmet Yaşar Ocak,
Ortaçağlar Anadolu’sunda İslâm’ın Ayak İzleri: Selçuklu Dönemi, s. 260.
11 Ahmet Yaşar Ocak, Ortaçağlar Anadolusunda İslâm’ın Ayak İzleri: Selçuklu Dönemi, s. 268.
12 A.g.e., s. 269.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
209
şeyh ve dervişler gelip yerleşmeye başlamışlardı. Bu sufiler, Anadolu’da kendilerine geniş bir
etki alanı oluşturabilmişlerdi. Halk tarafından
büyük bir sevgi ile karşılanan bu sufiler siyasi iktidarın da desteğini almışlardı. Bu destek
karşılıklı idi. Sufilerin varlığı, iktidarın gücünü
ve meşruiyetini arttırdığı için iktidar da sufilerin varlıklarını güçlendirecek ve halk nezdinde meşrulaştıracak, zengin bir manevi desteğe
ulaşmalarını sağlayacak her türlü desteği vermekteydi.
Farklı çehre ve görüntüye sahip değişik dilleri konuşan, değişik kıyafetler giyen bu mutasavvıflar, sufiler, şeyhler ve dervişler sözü edilen
göç dalgalarıyla kentlere ve kırsal kesimlere
yerleştiler. Böylece İslam dünyasının öteki coğrafyalarından gelen, züht ve takva anlayışının
ağır bastığı, ahlakçı bir karaktere sahip kentli
(yüksek)13 ve kırsal (popüler) tasavvuf anlayışı
Anadolu topraklarında kendisine yer bulmaya
başladı.
Tasavvuf akımlarına mensup çeşitli tarikatlara bağlı şeyhler ve dervişler Ahlat, Erzurum,
Sivas, Tokat, Amasya, Kırşehir, Kayseri ve Konya gibi devrin önemli merkezlerinde ve yakın
çevrelerinde faaliyet gösteriyorlardı. Bunlar
13. yüzyıl Türkiye’sinde çok renkli bir tasavvuf ortamı yarattılar. Farklı kılık kıyafetleriyle
çarşı pazar gezip vaazlar veren, ilahiler söyleyen, ayinler düzenleyen; yaratılış, tanrı, insan ve
kâinat hakkında değişik düşünceler ileri süren
bu cezbeli insanlar halkın ilgisini çekmekteydi.
XIII. yüzyılda göçlerle Orta Çağ Türkiye’sine
dışarıdan taşınmış olan tasavvuf, o dönemde
neredeyse tüm Müslüman kesimi içine almıştı. Başka bir deyimle bu dönemde İslam demek
tasavvuf demektir.14
Anadolu Selçuklu Devleti’nin burada tutunması ve gelişmesi sonrasında özellikle Mo13 A.g.e., s. 272.
14 A.g.e., s. 272.
210
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
ğolların Orta Asya’yı, çok geçmeden de İran
ve Irak’ı istila etmeleri birçok mutasavvıf ve
âlimi Anadolu’ya itti. Kübrevîye, Yesevîye gibi
Orta Asya; Sühreverdîye, Rıfaîye gibi Irak kökenli kentli Sünnî tarikatlar, Anadolu’ya gelen
tarikatların başında gelir. Ayrıca bu sayılanların
dışında Haydarîye, Kalenderîye ve Vefâîye gibi
hem kırsal hem kentli çevrelere hitap edebilen
tarikatlar da buraya akın etti. İkinci grup tarikatlar, 13. yüzyılda Moğol istilasının harekete
geçirdiği kalabalık göç kafileleriyle birlikte kırsal kesimdeki Türkmen toplulukları arasında
tutunabildiler. Çünkü bunlar İslam’ı yeni kabul
etmiş yahut yaşadıkları sosyal hayat tarzının
(yarı göçebelik) gereği, henüz yüzeysel olarak
İslamlaşmış olduklarından İslam’ı yerleşik ahali
kadar özümseyebilmiş değillerdi. Zaten bu insanlar için tasavvuf, bir hayat tarzı olmasının
dışında, soyut birtakım mistik hedeflere ulaşmak anlamı taşımıyordu.
Bu tarikatlardan Kübrevîye tarikatı, kentli ve Asya kökenli bir tarikat olup mutasavvıf Necmeddîn Kübrâ tarafından kurulmuştu.
Kübrevîye, Anadolu’ya onun yanında yetişmiş
olan Sadreddîn-i Hamevî, Seyfeddîn-i Baherzî,
Baba Kemâl-i Hocaefendi gibi şahsiyetler tarafından getirildi. Bunlar Moğolların önünden
kaçarak müritleri ile Anadolu’ya sığınmışlardı.
Tarikat şeylerinden özellikle Necmeddîn Razî
ile Bahaeddîn Veled’i anmak gerekir. Kübrevîye,
Anadolu’da asıl bunlar aracılığıyla yayılmıştır.
Necmeddîn Razî önce Kayseri’ye gelerek burada I. Alaeddîn Keykubad ile görüşmüş, sonra
Sivas’a giderek orada meşhur eseri “Mirsad-ül
İbad”ı yazmıştır.
Yaklaşan Tehlike Moğolların Ayak Sesleri
1230 yılı itibarıyla bütün İran ve Azerbaycan’ı hâkimiyetleri altına alan Moğolların batıya doğru ilerleyişleri devam etmekteydi. Moğol
tehdidi altındaki Anadolu Selçukluları da par-
lak devirlerinin son demlerini yaşamaktaydı.
1230 yılında Sultan, tarihçilerce talihsiz olarak
kabul edilen bir askerî çıkışta bulunmuştu. Sultan Alaeddîn, Harzemşahlı Devleti’nin üzerine
yürümüş, yapılan Yassıçemen Savaşı ile Harzemşahlı Devleti’ni ortadan kaldırmıştı. Böylelikle devletin doğusunda sorun kaynağı olan
bir devleti ortadan kaldırmış oluyordu. Fakat
Selçukluları daha büyük bir sorun bekliyordu.
Harzemşahlı Devleti’nin ortadan kalkması ile
Selçukluların doğudaki komşusu Moğollar olmuştu. Moğol tehdidi karşısında savunma sürecine girmişti. Konya ve Sivas kalelerini tamir ettirmiş, Alâiye’yi almış, Moğollara karşı Halife’yi
korumak için Musul’a asker yollamıştı. Aslında
Sultan, Celâleddin Hârezmşah’a yaptığı hamlenin Moğolları başına musallat edebileceğini
öngöremeyecek kadar basit düşünmemekteydi.
Bu hamleyi de Moğolları durdurmak ve halkına
güven vermek için yapmıştı. Gücünü göstererek
hem halkına güven aşılamış hem de yaklaşan
Moğollara gözdağı vermek istemişti. Bunda başarılı da olmuştu. Çünkü bu olaydan sonra on
yıl boyunca Moğollar, Anadolu’ya girememişti.
Hârezmli Sultanı bir Moğol kervanını yağma etmiş, bununla da yetinmeyip Moğol elçilerini öldürmüştü. Bu olay Moğol imparatoru
Cengiz Han’ı çok sinirlendirmişti. Bunun üzerine o zamana kadar doğu ile ilgilenen Moğollar, ani bir şekilde batıya yönelmişlerdi. Moğol
askerî güçleri çok kısa bir zamanda Hârezm’i ve
ondan sonra İran’ı zapt etmişlerdi. Sonrasında
da Anadolu kapılarına dayanmışlardı.15 Hârezmlilerin bir kısmının Anadolu’ya göçmesi ve
bir aralık Celâleddin Hârezmşah’ın bu ülkeden
geçişi Moğolların Anadolu’ya akınlarına hız
verdirdi. Sivas’a kadar gelen Moğollar şehri yakıp yıkmışlar, bulduklarını yağma etmişler, Selçuklu ordusu yetişinceye kadar çekilip gitmişlerdi. Ordu, Moğolları bulamayınca onlarla bir
15 Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ, İstanbul, 1995,
s. 5.
olan Gürcülerin ülkelerine girip oraları harap
etmişti.16
Sultan’ın başlangıçtaki tavrı aslında Moğollara bir gözdağı vermişti. Fakat sonrasında
yapılan hatalar, Moğolların Anadolu’ya girişine
zemin hazırlamıştı. Sultan Alaeddîn, Moğollardan kaçan ve Ahlat’ta oturmakta bulunan
Hârezmlileri Erzurum ovasına yerleştirmişti.
Moğollar bunu haber alınca ovaya yürüyüp bir
kısmını kılıçtan geçirdiler. Bu saldırıdan kurtulmayı başaranlar etrafa dağıldı. Moğol ordusu
Erzurum’dan Ahlat’a geldi. Şehir dışında birkaç
gün kalıp geri çekildi. Ahlat Beyi, Moğollarla
arayı bozan ve devlete gerçekten bir yük olan
Hârezmlileri, merkezî bir yer olan Kayseri’ye
gönderdi, Alaeddîn de Erzincan, Amasya ve
Lârende vilayetlerindeki araziyi ıktâ yoluyla
beylerine verdi. Alaeddîn, bir yandan iç işleriyle uğraşırken bir yandan da 1232’de Eyyübilerin hücumunu püskürtmek için Eyyubilerin
Anadolu’daki müttefiklerinden olan Harput
Beyi’nin üstüne yürüyerek şehri almıştı. Pek
çok cephede savaşan ve bir denge politikası
yürütmek zorunda olan Sultan Alaeddîn bu
süreci gayet iyi yönetmişti. Fakat Anadolu’da
tansiyon giderek yükselmekteydi. Nihayetinde
Sultan 1237 yılında vefat etmiş, yerine Sultan
II. Gıyaseddin Keyhusrev geçmiş ve Selçuklular
için talihsiz günler başlamıştı.
Keyhüsrev Anadolu’ya sığınan Hârezmlilere
karşı kötü davranmış, beylerinden birini hapse
attırmıştı. Beyin hapishanede ölümü Hârezmlilerde bir panik yarattı. Rastladıkları köyleri
yağmalayarak kaçmaya başladılar. Arkalarından
gönderilen Selçuklu ordusunu da püskürtmeyi
başardılar. Bunların bir kısmı Halep ve Şam taraflarına yayıldı, bir kısmı da Erzurum’a yürüdü.
Devlet için dış tehditleri cesaretlendiren ve ülkede bir istihlâk unsuru olan Hârezmliler, böylelikle bir anarşi unsuru hâline gelmişti.17
16 Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ, s. 5.
17 Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ, İstanbul, 1999, s. 5.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
211
Bu dünyaya inanma dünyayı benim sanma
Niceler benim demiş giderler ham bez ile
Bir taraftan Moğol akınlarının Anadolu içlerinde belirmesi, diğer taraftan Selçuklu otoritesinin sarsılmaya başlaması, özellikle önceki
sultan kadar başarılı bir sultan olmayan Keyhüsrev’in yol açtığı kargaşa ortamı Anadolu’yu
yaşanılmaz bir hâle getirmişti. Bir de Hârezmlilerin kargaşa yaratan faaliyetleri huzursuzluğu daha da arttırmaktaydı. Doğuda başlayan
Moğol istilası pek çok Türkmen boyunun Anadolu’ya doğru göçmesini beraberinde getirmişti. Düzenin bozulması ve sultanın başarısızlığı
neticesinde Selçuklu devleti doğudan gelen bu
akınlara karşı yeterli önlem alamamış ve Anadolu’da büyük bir kargaşa ortamı oluşmuştu.18
Bunların yanında Selçuklu bürokrasisini oluşturan Fars kökenli memurların Türkmen halka
kötü davranması, halkta devlete karşı büyük
bir tepki oluşmasını beraberinde getirmişti.
Nihayetinde ise Selçukluların sonunu getirecek
büyük bir isyan meydana gelmişti. Babâiler İsyanı olarak anılan bu isyan Anadolu’nun sosyal dokusunu derinden etkilediği gibi Selçuklu
devletinin çöküş sürecini de başlatan önemli bir
olay oldu.
Moğol İstilasında Anadolu
Moğollar gelmezden önce Anadolu’da oldukça canlı ve hareketli bir kültürel ortam bulunmaktaydı. Anadolu Selçukluları XIII. yüzyılın başlarında Yakın Doğu’nun en güçlü devleti
durumundaydı. Anadolu Selçuklu sultanlarının
Anadolu’da siyasi ve iktisadi istikrarı sağlamalarının ardından siyasi ve mezhebî çekişmelerin
içinde kıvrılan diğer Müslüman coğrafyalardaki
âlimler ve mutasavvıflar için Anadolu tam bir
cazibe merkezine dönüşmüştü.19 Asya içlerinde başlayan Moğol akınlarının önünden kaçan
18 Mehmet Ersan, Türkiye Selçuklu Devleti’nin
Dağılışı, s. 100.
19 Mikail Bayram, “Türkiye Selçukluları Döneminde Bilimsel Ortam ve Ahiliğin Doğuşu” Türkiye
Selçukluları Üzerine Araştırmalar, Konya 2003, s. 61.
212
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
derviş zümrelerinin kahir çoğunluğu Anadolu’ya yönelmişlerdi. Öncesinde de Anadolu Selçukluların düşünürlere yönelik davetkâr politikaları ve yaşanan bu göç sürecinin neticesinde
XIII. yüzyılın başlarında Anadolu’da çok zengin
ve renkli bir fikrî ortam oluştu. XIII. yüzyılda
Müslümanlar arasında mevcudiyeti olan neredeyse bütün düşünce akımlarının tesirini ve
güçlü temsilcilerini Anadolu’da görmek mümkündü. Anadolu dışında şekillenen fikir akımlarının Anadolu’da görülüyor olmasının yanında
güçlü bir fikrî altyapıya sahip olan bu coğrafya
kendi fikrî akımlarını da oluşturmuştu. Türkler,
ana yurtları olan Türkistan’dan sonra Anadolu’da da XIII. yüzyılda özgün ve köklü bir kültür
havzası oluşturmayı başarmışlardı.
XIII. yüzyıl Anadolu’sunda akla gelen ilk
isim kuşkusuz Mevlana Celaleddîn Rumî’dir.
Bu coğrafyanın adıyla da anılan Rumî’nin şekillendirdiği sonraki yıllarda “Mevlevîlik” olarak
anılacak olan sufi ekol Anadolu’da şekillenen
bu çağın etkin ve belirleyici bir sufi ekolüydü.
Yine aynı tarihlerde Konya’da Sadreddîn Konevî tarafından temellendirilen Ekberîlik hareketi de Anadolu’nun sosyokültürel koşullarının
oluşturduğu fikrî hareketlerdendi. Her iki ekolün de merkezi Konya idi ve neredeyse bütün
Müslüman coğrafyada tesiri hissedilmekteydi.20
Bunlardan başka Anadolu’da Yesevilik, Kübrevilik, Babaîlik, Bektaşilik, Kalenderilik, gibi
güçlü tasavvufi hareketler de kendisini göstermekteydi.21 Bu sufi akımların bir kısmı Orta
Asya bozkır geleneğini temsil ederken bir kısmı
da Fars kültüründen beslenmekteydi. Diğer bir
kısmı ise Bağdat-Basra ekolünün temsilcisi durumundaydı. Farklı eğilimleri temsil eden bu
20 Mustafa Akkuş, İlhanlıların Anadolu’daki Dini
Siyasetleri, s. 100.
21 Mikail Bayram, “Selçuklular Zamanında Anadolu’da Bazı Yöreler Arasındaki Farklı Kültürel Yapılanmalar ve Siyasi Boyutları, Türkiye Selçukluları
Üzerine Araştırmalar, s. 7-8.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
213
Moğol istilası ile birlikte Orta Asya ve diğer bölgelerden birçok Türk boyu
Anadolu’ya doğru hareket etmişti. Yaşanan bu göç hareketi, Anadolu’da
dinî, iktisadi ve kültürel hayatı önemli oranda etkilemişti.
zümreler bir taraftan İslam ile yeni yeni tanışan
Türkmenlerin bu yeni dini içselleştirmelerini
sağlarken diğer taraftan da kendi fikrî eğilimleri
çerçevesinde toplumu teşkilatlandırıyorlardı.
Bu zümreler aynı zamanda Anadolu insanının
siyasi unsurlarını da oluşturuyordu. Birbirlerinden farklı kültürel ortamların ve sosyoekonomik
sınıfların oluşturduğu bu zümrelerin arasındaki
farklı dinî tavırlar, dahası kültürel eğilimler,
aralarındaki çatışmanın temelini oluşturmaktaydı.22 Devletin yönetim mekanizmasına da
müdahil olan bu zümreler saltanat tayininden
kadı ve vali tayinine kadar pek çok konuda aktif
rol alıyorlardı.
Moğol istilası ile birlikte Orta Asya ve diğer
bölgelerden birçok Türk boyu Anadolu’ya doğru
hareket etmişti. Yaşanan bu göç hareketi, Anadolu’da dinî, iktisadi ve kültürel hayatı önemli
oranda etkilemişti. Anadolu’ya gelen Türk boyları beraberlerinde eski inanç, âdet, örf ve geleneklerini de Anadolu’ya getirmişlerdi. Göç
eden boylarla birlikte bazı tarikatlara mensup,
vahdet-i vücut ilkesine bağlı sufiler de Anadolu’ya gelmişlerdi. Bunların en önemlileri, farklı
bir profil çizen Muhîyiddîn Arabî ve Sadreddîn
Konevî gibi kişiler tarafından temsil edilmiştir.
İran etkisinde gelişen Kübrevîlik, Sühreverdîlik
gibi tarikatlar ise Konya, Kayseri, Tokat, Amasya gibi şehirlerde; Necmeddin Razi, Bahaeddin
Veled gibi kişiler tarafından temsil edilmiştir.
Bu iki tarikat sonrasında iç içe geçerek Osmanlı
22 Ahmet Yaşar Ocak, “Ortaçağlar Anadolu’sunda
Toplum Kültür ve Entelektüel Hayat”, Ortaçağlar
Anadolusu’nda İslam’ın Ayak Sesleri: Selçuklular
Dönemi, İstanbul 2011, s. 250-251.
214
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Devleti’nde oldukça etkin olan Mevlevîlik tarikatının kurulmasına neden olacaktır.
Türklerde eski dinî inanış şekillerini bünyesinde barındıran, İran etkisinden uzak, halka
daha yakın, sade bir forma bürünen bu tasavvuf anlayışının göç eden Türkmenler yolu ile ve
Anadolu’da açılan medreselerle yayılması sağlanmıştır. Bu anlayışta mürşide, genelde “baba,
ata, dede” şeklinde hitap edilirken Anadolu’ya
gelen tarikat önderlerine bilhassa I. Alaeddîn Keykubad döneminde olmak üzere devlet
tarafından vakıf arazileri verilmiştir. Bunun
neticesi olarak belli aileler zamanla maddi ve
manevi güçlere sahip olarak toplum içerisinde
önemli mevkilere gelmişlerdir.
Moğollar Anadolu’da
“Selçuklu ordusu karşısında zafer kazanan
Baycu Noyan, Selçuklu hanedanının da payitahtı terk ettiğini duyunca gayet vakur bir biçimde Konya içlerine doğru ilerlemeye başlamıştı. Bu esnada sultansız kalan ahali aralarında
tüm mallarını toplamaya başlamışlardı. Şehirde
kalan tek Selçuklu komutanı olan Nizameddîn
Ali, bu toplama işini organize etmişti. Cuma
namazında hatip de halka, içinde bulunulan
durumu ve tek kurtuluş yolunun mallarından
vazgeçmek olduğunu anlatan etkileyici bir hutbede bulunur. Bunun üzerine tüm ahali varını
yoğunu getirip Nizameddîn Ali’ye verirler. Nizameddîn Ali ise toplanan paraları teslim etmesi için imam efendiyi görevlendirmişti. İmam,
dört katır yükü altını Baycu Noyan’a şehrin affı
karşılığı olarak götürür. Fakat Baycu’nun çadırı-
na vardığında Baycu çadırda yoktur. Yasa gereği
onu hanımı karşılar ve ona yemek ikram eder;
yemekte şarap da vardır. İmam şaraptan içmeyince Baycu’nun hanımı niye içmediğini sorar.
İmam “Allah onu haram kıldı.” der. Baycu’nun
hanımı “Biz içiyoruz ama.” der. İmam “Siz kâfirsiniz, içersiniz.” cevabını verir. Baycu’nun hanımı buna karşılık “Allah katında siz mi daha
makbulsünüz yoksa biz mi?” diye sorar. İmam
“Elbette ki biz.” der. Baycu’nun hanımı bu sefer
de “Peki, o zaman Allah niye size değil de bize
zafer nasip etti?” sorusunu sorar. İmam “Biz
O’nun emirlerine uymaz olduk. O’nun yolundan çıktık. O da ceza olarak bizim karşımızda
sizi güçlendirdi.” şeklinde cevap verir. İşte Menakıbü’l Ârîfîn’de geçen bu hikâyede imamın
verdiği cevap İslam dünyasının önemli bir kısmının Moğollara bakışını da ortaya koymaktadır. Uzun bir süredir işlerin olması gerektiği
gibi gitmediği İslam dünyasında Moğolların
gelişi kendilerine verilen bir ceza olarak algılanmıştı. Moğolların Asya içlerinden yükselerek
kısa süre içinde dünya tarihinin en büyük kara
imparatorluğunun sahibi olmaları Müslüman
dünyayı derinden etkileyen büyük bir gelişmeydi. Müslümanlar neredeyse tüm siyasi güçlerini
Moğollar karşısında kaybetmişlerdi. Önce
doğuda Müslüman devletlerin yok olmaları,
akabinde Selçukluların Moğol hâkimiyetine
boyun eğmeleri, nihayetinde de Bağdat’taki
Abbasî halifesinin Hülâgü tarafından hunharca katledilmesi ile siyasi bir dağılmışlığın içine
düşen Müslüman dünya büyük bir travma yaşamaya başladı. İşte bu travma ortamı içinde
İslam dünyasında Moğollara karşı birbirinden
oldukça farklı tutumlar gelişti. Moğol hareketliliğinin yol açtığı devinim de eklenince her ne
kadar bir istila devri olsa da Moğollar devrinde
Müslümanlar arasında çok canlı bir fikrî ortam
şekillenmişti. Karşıtlıkları da barındıran bu
ortam pek çok yeniliğin de ortaya çıkmasının
sebebini oluşturmaktaydı. Ön Asya’da fikrî ve
edebî iklim Moğollardan sonra bambaşka bir
seyir almıştı. Bu coğrafyada fikrî gelişim seyri
bir kategoriye tabi tutulacaksa bunun mihenk
noktası mutlaka Moğol istilası olmalıdır. Çünkü Moğollar gelişleri ile eskisine bir daha dönüşü olmayan bambaşka bir ortama zemin hazırlamışlardı.
1242’de Baycu Noyan kumandasındaki otuz
bin kişilik bir Moğol ordusu, Erzurum’a gelerek şehri aldılar. Halk kılıçtan geçirildi. Bunun
üzerine Kösedağı’na varan Selçuklu ordusu,
Moğolların Erzincan’ın Akşehir beldesine gittiklerini haber aldılar.23 Tecrübeli kumandanlar,
ordunun savunma durumunda kalması ve Moğolların üstüne gitmemesi fikrindeydi. Fakat
tecrübesizler veya şöhret sevgisine kapılanlar,
Moğollara hücum etmek istiyorlardı. Sultan
Gıyaseddîn de bu fikre uymuştu.24 26 Haziran
1243 Cuma günü (6 Muharrem 641) Selçuklu ordusu, Kösedağı’na vardı. İmparatorluğun
akıbetini kesin olarak tayin eden savaş başladı.
Selçuklu ordusu, korkunç bir bozguna uğradı.
Gıyaseddîn, darmadağın olan ordunun içinde şaşkın bir hâle düşmüştü. Kıyafetini değiştirip Tokat’a kaçmak suretiyle ancak canını
kurtarabildi.25 Moğollar, ellerine geçen sayısız
ganimetleri paylaşarak Sivas’a geldiler. Sivas
kadısı Kırşehirli Necmeddîn, daha öncesinden
Hârezm’de bulunmuş ve Moğollardan bir payize ve yarlığ26 almıştı. Baycu’yu hediyelerle karşıladı ve bunları gösterdi. Bunun üzerine Moğollar, halka aman verdiler. Fakat şehri üç gün
yağma etiller. Oradan Kayseri’ye gittiler. Şehirdeki erkekleri tamamıyla kılıçtan geçirdiler. Kadınlarla çocukları alıp yola çıktılar. Yolda yaya
yürüyemeyenleri öldürdüler. Moğollarla başa
çıkamayacaklarını anlayan Selçuklular, yıldan
23 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye,
s. 432.
24 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye,
s. 432.
25 Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlâna, s. 5.
26 Moğolca ferman
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
215
Moğollar Anadolu’da otoriteyi tam manasıyla kurduklarına kanaat getirdikten
sonra Anadolu’dan ayrıldılar. Moğolların gidişinden sonra Anadolu’da hanedan
üyeleri arasında kardeş kavgası başladı.
yıla ağır bir vergi vermeye razı olarak uzlaştılar.
Artık Anadolu Selçukluları, Moğollara tâbi bir
devlet hâline gelmişti.
Kösedağ Savaşı’yla birlikte artık Türkiye Selçuklularının siyasi gücü dağılmış,
Anadolu’da tam bir kargaşa ortamı hâkim
olmuştu. Selçuklu ülkesi iç kargaşalıklara gark
oldu. Artık Anadolu’da hâkim güç Moğollardı.
Bunu kabullenemeyen Türkmen Beyleri ise
otoriteye karşı isyan etmeye başlamışlardı.
Sadece otoriteye karşı isyan etmiyor, münferit
yerlerde kendi hâkimiyet alanlarını oluşturabilmek adına birbirleri ile de çatışıyorlardı. Kösedağ Savaşı’ndan sonra Baycu Noyan Anadolu ile
fazla ilgilenmemiş, Azerbaycan’a geri çekilmişti.
Aşağı yukarı on yıl Anadolu’da Moğol varlığı
çok yoğun bir biçimde hissedilmedi. Moğollar
Selçuklu yöneticileri üzerinden hâkimiyetlerini
devam ettirdiler.
1256 yılında yaşanan gelişmeler üzerine
Baycu Azerbaycan’dan tekrar Anadolu içlerine
girdi ve Konya yakınlarında tekrar Selçuklu ordusu ile karşı karşıya geldi. Yapılan savaşı şüphesiz ki Moğollar kazandı. Bu tarihten sonra artık
Selçuklularının başkenti de Moğol tahakkümü
altına girmişti. Moğol otoritesi Gıyaseddîn
Keyhüsrev’in hapisteki oğlu IV. Rükneddîn Kılıçarslan’ı tahta çıkardı. Muineddîn Süleyman,
pervânelik makamına geldi. Baycu Konya’nın
batısında, şehre dört saatlik bir mesafede bulunan Kızılviran’da oturmakta; Rükneddîn de yanında bulunmaktaydı. Moğollar uzun bir müddet Anadolu’da kaldılar. Giderlerken Selçuk
padişahlarının mezarları bulunan kaleden başka
216
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
bütün kaleleri yıktılar.27
Moğollar Anadolu’da otoriteyi tam manasıyla kurduklarına kanaat getirdikten sonra
Anadolu’dan ayrıldılar. Moğolların gidişinden
sonra Anadolu’da hanedan üyeleri arasında
kardeş kavgası başladı. Nihayet Rükneddîn’le
İzzeddîn ülkeyi paylaşmayı kararlaştırdılar.
Ama vezir Muineddîn Pervâne, Moğollara başvurdu. Moğollar tekrar Anadolu’ya geldiler ve
Rükneddîn’in üstünlüğünü sağladılar, İzzeddîn
ise İstanbul’a kaçtı. Rükneddîn bütün devlet
işlerini eline almış olan Muineddîn’i ortadan
kaldırmak istediyse de Moğollarla bir olan Muineddîn 1265’te Rükneddîn’i öldürttü, yerine iki
buçuk veya altı yaşındaki oğlu III. Gıyaseddîn
Keyhusrev’i tahta çıkardı. Artık bu tarihten
sonra Anadolu, Moğol hâkimiyeti altında kargaşa ve istikrarsızlığa boğulmuş bir görünüme
sahip olmuştu.
Moğol istilasının başladığı dönemlerde iç
çekişmelerle, dış mücadeleler ile uğraşan bölge
ülke yönetimleri yöneticilik vasıflarını kaybetmiş; isyanlara müsait bir yapı içinde teşkilatlanmış orduları ile İslam ülkeleri böylesine güçlü
istilacıları durdurmayı başaramamışlardı.
etkilediği gibi kültürel canlılığa da yön vermişti.
Moğol hâkimiyeti ile tek bir siyasi yapıya kavuşan bu geniş coğrafya, siyasi olarak tek elden
yönetilmenin getirdiği bir yenilik ile tüm istila
ve yağma faaliyetlerine rağmen kültürel bir hareketliliği de yaşamaya başlamaktaydı.29
XIII-XIV. yüzyıllarda Yakın Doğu’da varlık gösteren sosyal yapıları, bunlar arasındaki
ilişkileri, kültürel ve dinî yapıları algılamak ve
tanımlamak oldukça zordur. Bunun temel sebebi siyasi dalgalanmalara paralel olarak sınırların, bu sınırları belirleyen kültürel kimliklerin
sürekli değişiklik göstermesidir. Kaçınılmaz
olarak siyasi haritaların, hâkimiyet alanlarının
değişmesi; devletlerin sınırlarının sürekli daralıp genişlemesi hatta yok olup yerlerine yeni
devletlerin kurulması ister istemez bu coğrafyalarda yaşayan toplumların kültürel ve sosyal
durumlarını etkilemekteydi. Bu süreçlerin hızlı
bir biçimde yaşanması da yaşanan kültürel değişimlerin izlenmesini zorlaştırmaktadır. Bu açıdan Orta Çağ’ın tamamında ama özellikle de
söz konusu dönemde Yakın Doğu toplumlarının
kültürel yapılarına ilişkin genel geçer hükümler
vermek imkânsızdır. Her mekânı farklı zaman
periyotları içinde, ayrı ayrı değerlendirmek
gerekmektedir.28
İslam kültürü açısından bakıldığında ise
Ön Asya’da İlhanlı hâkimiyetinin oluşması ve
Abbasi Halifeliği’nin ilgası oldukça olumsuz
bir gelişmeydi. Müslümanlar bu istila ile telafi
edemeyecekleri bir kayba uğramışlardı. Sünnî hilafetin düşürülmesiyle sonuçlanan süreçte
Maveraünnehir, Horasan, Irak, Rey, Hârizm,
Buhara, Semerkand, Merv, Nîşâbur, Tûs, Gazne ve Isfahân gibi İslam medeniyetinin önemli
şehirleri ve nihayetinde de hilafet merkezi olan
Bağdat düşmüş; buralarda ilmî canlılığı temsil
eden kurumlar tahrip edilmişti.30 Reşîdüddîn’in
ifadesiyle, yüz binlerce nüfusu olan şehirlerde
yüz kişi dahi kalmamıştı.31 Kütüphaneler tahrip
edilmiş, eserler yakılmıştı.
Moğol istilası İslam dünyasında birçok bölgede üretim, ticaret ve posta örgütlenmelerini
bozmuştur. Kültür, sanat ve ticaret yönünden
Asya’da birçok şehrin yıldızı sönerken göçebe
unsurların yanında, Moğol bozgunundan dolayı
şehirli esnaf ve zanaatkâr da bulundukları şehir
ve kasabaları terk ederek kitleler hâlinde daha
güvenli bölgelere göç etmişlerdir. Bu gelişmelerle doğrudan bir ilişkisi bulunan Anadolu’nun
Türkleşmesi, tarihin bir dönemine yön vermesi
bakımından önemlidir.
İlhanlı hâkimiyeti ile başlayan süreç, Yakın
Doğu’nun demografik ve kültürel yapısını ciddi anlamda bir değişime zorlamıştı. Bölgenin
yerli bir unsuru olmamakla birlikte İlhanlılar bir manada Yakın Doğu’nun farklı kültürel
eğilimlerini aynı siyasi çatı altında toplamıştı. İlhanlıların hâkimiyet alanında birbirinden
farklı birden fazla kültür havzası bulunmaktaydı. Bunlar Anadolu, İran, Horasan ve Irak-ı
Acem’di. Birbirinden farklı kültürel değerleri,
eğilimleri olan bu coğrafyalar; siyasi olarak birbirleri ile çekişme hâlindeydiler. Bu havzalardaki siyasi rekabet, halkları sosyoekonomik olarak
27 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye,
s. 438.
28 Rene Grousset, Bozkır İmparatorluğu, s. 186.
İstilanın Sonuçları
Tüm bu olumsuzluklara rağmen Yakın Doğu’da oluşan İlhanlı hâkimiyeti, her şeyden önce
geniş coğrafyaları tek bir siyasi yapı içinde topladığından tüm aksaklıklarına rağmen siyasi bir
istikrar sağlayabilmişti. Ayrıca Uzak Asya ile
Ön Asya arasında köprü olmuşlar ve doğuya
ait kültürel birikimin Yakın Doğu’ya taşınmasını sağlamışlardır. İlhanlılar, farklı bir kültür
coğrafyası ile karşılaşmanın şaşkınlığını yaşamışlardı. Bu, kendi kültürlerinden daha derin
bir kültürdü. Bu gerekçelerle uzunca bir zaman
hâkimiyeti altına aldıkları coğrafyada köklü bir
sistem kuramamışlardı. İlhanlı varlığı, mevcut
durumu radikal ölçülerde değiştirmediği
gibi Yakın Doğu kültürü ve gündelik yaşamı
açısından olumlu yönleri de olmuştur. Moğolların İpek Yolu’nun neredeyse tamamına olan
29 Osman Gazi Özgüdenli, “Moğollar”, DİA, XXX,
s. 225.
30 Osman Özgüdenli, “Moğollar”, s. 226.
31 Reşîdüddîn, Camîü’t-tevârih, II, s. 208.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
217
Müslümanlar arasında tasavvufi düşünce,
sadece Moğol baskısından sığınılacak bir liman
olmamış; bunun da ötesinde Moğol baskısına
karşı direnişin organize olmasını sağlayan bir
sistemi de şekillendirmişti. Moğollara karşı
ayaklanmaların çoğunda tasavvufi gruplar hep
ön planda olmuştur.
hâkimiyetleri İpek Yolu’nun doğusu ile batısı
arasında bir bağlantıya dönüşmüş, böylelikle
İslam uzak Asya’ya Moğollar çağında ulaşırken
Çin ve Hindistan kültür ürünleri de Ön Asya’da
kendini göstermiştir.32
İlhanlı Dönemi’nin, Yakın Doğu düşünce ve kültür hayatına en önemli katkısı tasavvufi düşüncenin canlanması olmuştur.
Tasavvufun bu çağda gelişmesini İslam tarihçileri; Müslümanların bilgi sisteminin yıkılması
sonucu bir içe kapanma yaşadıklarını âdeta
baskı ve zulüm altında bir öğrenilmiş çaresizlik
psikolojisi ürettiklerini, bunun bir sonucu olarak
tasavvufun geliştiğini söylemişlerdir. Moğol istilasının rasyonel bir zihinle çalışan İslam medresesini sarstığı bir gerçektir. Bunun karşısında
savunma psikolojisi içinde tasavvufun geliştiği
de kısmen doğrudur. Fakat buna eklenmesi gereken bir durum da şudur ki İlhanlı hâkimiyeti
sayesinde Hind-Sind ve Çin’in mistik gelenekleri ve ritüelleri Yakın Doğu’ya taşınmış, burada
İslam tasavvufuna eklemlenmiş ve tasavvufun
zenginleşmesini sağlamıştır.
Müslümanlar arasında tasavvufi düşünce,
sadece Moğol baskısından sığınılacak bir liman
olmamış; bunun da ötesinde Moğol baskısına
karşı direnişin organize olmasını sağlayan bir
sistemi de şekillendirmişti. Moğollara karşı
32 Zebihullah-î Safâ, İran Edebiyatı Tarihi, II, s. 56.
218
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
ayaklanmaların çoğunda tasavvufi gruplar hep
ön planda olmuştur. Daha ilk Moğol akınları
zamanında 637/1239’da Buhara’da Ebû’l-Kerem ed-Derânî adında bir şeyh, Moğollara karşı
direnişe kalkışmış ve ilk başta başarı da elde etmişti. Bunun üzerine şeyhin etrafındaki taraftarları artmıştı. Bu gelişmeden Moğol komutanı
Carmugan Noyan haberdar olduğunda durumu
kontrol altına alması için Buhara’ya yeni bir
Şıhne atamıştı. Bunun da çözüm olmaması
üzerine Buhara’ya bir ordu göndermiş, şeyhi ve
etrafındakileri öldürmüştü. Bu, tasavvufi gruplarla Moğolların ilk ciddi karşılaşmasıydı. Moğol hâkimiyeti süresince de sufi gruplarla Moğolların irtibatı hiç kopmamıştı. Sufiler sosyal
hareketlilikleri ile de sadece Moğol karşıtlığının
değil aynı zamanda Moğol yandaşlığının da
örgütleyicileri durumundaydılar. Sufi grupların
Moğollar karşısındaki tutumları; meşrepleri ve
bulundukları yerler gibi faktörlere göre değişiklik göstermekteydi.33 İlhanlılar devrinde sufi
hareketleri, İlhanlı yönetimi ile ilişkileri bağlamında üç farklı grupta toplamak mümkündür:
Birinci grup, yönetici zümre üzerinde etkin
rol oynadığı gibi zaman zaman vali ve emirleri
tehdit edebilecek kadar elinde güç bulunduran
33 J I.P. Petrushevsky, “The Socia- Economic Condition of Iran under The Il-Kans” The Cambirdge
History of İran, V, The Saljuq and Mongol Periods,
ed. A. Boyle London 1968, s. 489.
Moğolların ilk yayılma dönemleri Cengiz
Han’dan başlayarak Hülâgü’nün saltanatının ilk
yıllarına kadar devam eden süre tam anlamıyla
bir istila ve tahrip dönemiydi. Bu süreç İslam
dünyasında telafisi olmayan hasarlar oluşturmuştu. Müslümanların kutsal mekânları ve
bilim merkezleri yok edilmişti. Tus’ta bulunan
ve Şiîlerce kutsal kabul edilen sekizinci imam
Ali er-Rıza b. Musa (203/818)’nın kabrinde
618/1220’de gerçekleşen yıkım, daha Cengiz
Han zamanında Moğolların İslam dünyasının kutsal mekânlarına karşı ilk tahrip girişimi
olmuştu. Bunun arkası da gelecekti. Bu yıkım
süreci Moğolların siyaseten duruma hâkim
olup İlhanlı Devleti’nin kurulmasıyla durulma
evresine girmişti. Askerî ve siyasi hâkimiyeti sağlayan İlhanlı yönetimi devletin devamını
sağlayacak bir düzen oluşturmakta zorlanmıştı.
Bu zorluğu aşmada İlhanlılar iki temel unsurdan faydalandılar. Birincisi İran’ın eski bürokrat
ailelerinin siyaset tecrübesi, diğeri de kendilerine yakın duran tasavvufi akımların halk üzerindeki tesiriydi. Moğollar daha ilk akınlarından
itibaren Müslüman toplumlar üzerinde tasavvufi grupların ne denli etkili olduğunu kavramışlardı. Tasavvufi grupları ikna etmeden İslam
dünyası üzerinde bir hâkimiyet kuramayacaklarını, onları kendi saflarına çekmeden Moğol
ilerleyişine karşı muhalefeti engelleyemeyeceklerini anlamışlardı. Tasavvuf, İslam dünyası
içinde örgütlü ve hiyerarşik bir yapı üretmişti.
Moğollar, İslam dünyasında şeyhlerin yönlendirdiği bir kültür ve toplum hayatı ile karşılaşmışlardı. Şayet bu teşkilatlı yapıyı yanlarına çekebilirlerse hiyerarşik olarak bölge halkı kendi
hâkimiyetlerini tanımış olacaklardı. Eğer bunu
başaramazlarsa da karşılarında güçlü bir muhalefet bulacaklardı. Bu gerçeği daha Hülâgü zamanında kavrayan Moğollar, tasavvufi gruplarla
iyi ilişkiler kurmaya başlamışlardı.36 Bu olayın
siyasi sonuçları olduğu kadar kültürel sonuçları
olmuştur. İlhanlılar tasavvuf ve dolayısıyla İslam
kültüründen etkilenirlerken tasavvuf sistemi içine de Moğollar üzerinden pek çok Asya kökenli
unsur karışmış, tasavvuf kültürünün zenginleşmesini sağlamıştır.37 Moğollarla mutasavvıflar
arasındaki ilk olumlu ilişki 643/1245 yılında
Halil b. Bedreddin el-Kürdî’nin birçok müritle
birlikte Moğol yönetimini tanıması olarak kabul
edilir.38 Bâtıni bir derviş olan bu zat kayıtlarda
kesin olarak zikredilmese de kuvvetle muhtemel
bir Kalenderî şeyhiydi. Kürdî şarap içmekte, esrar kullanmakta ve namaz da kılmamaktadır.39
Moğolların safına geçtikten sonra şeyh kendine
34 Hanefi Şahin, İlhanlılar Döneminde Şiîlik, s. 225.
35 Ahmet Yaşar Ocak, “Ortaçağlar Anadolu’sunda Toplum ve Kültür ve Entelektüel Hayat (10711453)”, Ortaçağlar Anadolusu’nda İslam’ın Ayak
İzleri: Selçuklular Dönemi, İstanbul 2011, s. 284.
36 A. K. Lambton, vd, Cambridge History of Iran,
V, 627.
37 J.J. Saunders, Muslims and Mongols, New Zealand 1977, s. 35.
38 Hanefi Şahin, İlhanlılar Döneminde Şiîlik, s. 225.
39 Hanefi Şahin, İlhanlılar Döneminde Şiîlik, s. 226.
seyyid ve zahidlerin oluşturduğu âlimler grubudur. İkinci grup, hiçbir düzeyde ne siyasetle
ne de siyasetçiyle ilişkiye girmeyi kabul etmeyen gruptur. Diğeri ise toplumdan koparak tamamen uzlet hayatını tercih etmiş zahidlerin
oluşturduğu gruptur.34 Moğolların ilk dönemleri daha çok akın ve istilalarla geçtiği için yerli
unsurların hemen hepsinin tepkisini kazanmışlar ve korku salmışlardı. Bu bağlamda Moğollar
diğer sosyal unsurla olduğu gibi mutasavvıflarla
da iyi ilişkiler oluşturamamışlardı. Hatta örgütlü ve toplum üzerinde etkili yapılarından ötürü
tasavvufi gurupları kendi hâkimiyetlerini oluşturmanın önünde bir tehdit olarak algılamışlar
ve onları takibata almışlardı. Tasavvufun önemli
isimlerinden olan ve Kübreviyye tarikatı kurucusu Necmeddîn Kübrâ ve Attar, Moğollar
tarafından öldürülen önemli sufilerin başında
geliyorlardı. Necmeddîn-i Dâye ise Moğol takibinden kaçıp Anadolu’ya sığınmıştı.35
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
219
İlhanlılar karşısında İslam’ın nihai
zaferi Gâzân Han Dönemi’nde
yaşanmıştır. Gâzân Han’ın
649/1294 yılında İslam’ı kabul
ederek Müslüman olması
İslam’ın paganizm ve bölgenin
diğer tüm inançları karşısında
apaçık bir zaferiydi. Müslüman
olan hükümdarın ilk işi İslam’ın
temellerini güçlendirmek ve
onu İlhanlı Devleti’nin resmî
inancı kılmak oldu. Gâzân’ın ve
Müslüman emirlerinin iktidarı
ele geçirmelerinden sonra İslam
medeniyeti, taze bir nefes alıp
yeniden canlandı.
Gâzân Han
220
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Moğollar arasından da taraftar bulmuştu. Moğolların Türkmenlere karşı yürüttüğü akınlarda
da yer almıştı. Münferit bir örnek olan bu zat
daha sonra dervişleri ile birlikte Türkmenler
tarafından katledilmiştir.40 Bundan sonra Moğollarla ilişki kuran sufi zümre ise Muhammed
Derbendî ve Hoca Yakup b. Mahdum Cihanyan
adlı iki Rufâî şeyhidir. Bu artık köklü ilişkilerin
başlangıcını oluşturmaktaydı. İlhanlı Devleti’nin kurulup Ön Asya hâkimiyetini sağladığı
dönemlere rastlayan bu zatlar Hülâgü’ye kendi
tarikatlarına ait ayinlere ve sohbetlere katılma
izni vermişlerdir.41 Böylelikle Rufâîlik İlhanlılar
arasında etkili olma imkânı da bulmuştu.
Erken dönem tasavvufun güçlü tarikatlarından Rufâîlik, İran ve Anadolu başta olmak
üzere tasavvufun kendini gösterdiği tüm coğrafyalarda görülen etkin bir tarikattı.42 Hülâgü
ile başlayan süreçten sonra anılan tarikat İlhanlılar arasında da kendine bir zemin bulmuştu.
Öyle ki Teküder’in Müslüman olmasında da
bu tarikatın etkili olduğu bilinir.43 Hatta Ahmed adını da tarikatın kurucusu olan Ahmed
Rufâî’den esinlenerek benimsediği de bilinmektedir. Hülâgü’nün sarayına girip çıkan ve sarayda ayinlerini gerçekleştiren Rufâi grupları daha
çocukluğundan itibaren Teküder’i etkilemişlerdi. Teküder İlhanlı tahtına geçtiğinde onun en
önemli danışmanı Şeyh Abdurrahman olmuştu.44 Aynı zamanda Teküder’i Müslüman yapan
40 Nadia Eboo Jamal, Survining The Mongols,
Nizârî Quhistânî and the Continuity of Ismaili Tradition in Persia, London 2002, s. 45.
41 Nadia Eboo Jamal, Survining The Mongols,
Nizârî Quhistânî and The Continuity of Ismaili Tradition in Persia, s. 46.
42 Ahmet Yaşar Ocak, “Ortaçağlar Anadolu’sunda Toplum ve Kültür ve Entelektüel Hayat (10711453)”, Ortaçağlar Anadolusunda İslam’ın Ayak İzleri: Selçuklular Dönemi, İstanbul 2011, s. 285.
43 Mustafa Akkuş, İlhanlıların Anadolu’daki Dini
Siyasetleri, s. 252.
44 A. Bausani, “İlhanlı Hakimiyeti Altında İran’da
Din”, s. 266.
bu mutasavvıf, Teküder’in hükümdarlığında en
büyük yardımcısı olmuştu. Öyle ki Teküder ona
“baba” diye seslenmekteydi.45 Tasavvufi grupların etkisi ile İslamiyet artık İlhanlı sarayındaydı
ve İlhanlıların Müslüman bir hükümdarı vardı.
Fakat bu sağlam altyapısı olmayan, koşulları henüz oluşmamış bir değişimdi. İlhanlı sarayında
hâlâ daha güçlü olan Budist zümreler ve Moğol
geleneklerine bağlı Noyanlar Müslüman bir hükümdar istemiyorlardı. Onların faaliyetleri neticesinde isyan ile Argûn Han, Teküder’i haletmiş ve onun yerine hükümdar olmuştu. Devletin
İslamlaşmasına dönük bu ilk deneme başarısızlıkla sonuçlanmıştı.46 Fakat şunu görmek lazım
ki İlhanlıların İslam’a ve Yakın Doğu’nun yerel
kültür unsurlarına yaklaşımları Hülâgü’den başlayarak kademeli biçimde olumlu yönde gelişme
göstermekteydi.
İlhanlılar karşısında İslam’ın nihai zaferi
Gâzân Han Dönemi’nde yaşanmıştır. Gâzân
Han’ın 649/1294 yılında İslam’ı kabul ederek
Müslüman olması İslam’ın paganizm ve
bölgenin diğer tüm inançları karşısında apaçık
bir zaferiydi.47 Müslüman olan hükümdarın ilk
işi İslam’ın temellerini güçlendirmek ve onu
İlhanlı Devleti’nin resmî inancı kılmak oldu.
Gâzân’ın ve Müslüman emirlerinin iktidarı ele
geçirmelerinden sonra İslam medeniyeti, taze
bir nefes alıp yeniden canlandı. Bu olay Müslümanlar açısından sosyal ve dinî olmak üzere
iki farklı yönden önem taşıyordu. Sosyal önemi;
Moğol hükümdarı Gâzân Han’ın Müslümanlığı
ile artık Müslümanlar Moğolların İslam’a aykırı katı kurallarına uymak yerine İslamî kurallara
dayanan kendi geleneklerine göre sosyal hayatlarını düzenleyebileceklerdi. Yaşanan değişimin
dinî önemi ise İslam dinini kendi kadim coğ45 Reşîdüddîn, Câmi’ut-Tevarih, c. II, 788.
46 Bertold Spuler, İran Moğolları, s. 92.
47 Osman G. Özgüdenli, Moğol İranında Gelenek
ve Değişim: Gâzân Han ve Reformları (1295-1304),
s. 333.
rafyasında tehlikeye düşmesinden kurtarması ve ister istemez gelişme hâlinde olan diğer
dinlerin yükselişini engellemesiydi. Gâzân’ın
Müslüman olmasının büyük sonuçlarından birisi
de istila sürecinde yaşanan tahribatın giderilmesi
yönünde yoğun bir imar faaliyetinin başlaması
oldu. Ülkenin köy ve ekin alanlarının yeniden
yapılanması için mali desteklerde bulundu.
Bu tür yerleri yenileyenlerin oranın sahibi
olacağını resmen tanıdı. Terk edilmiş ve yıkıntı
hâline gelmiş birçok yer bu şekilde yenilendi.48
Gâzân’ın Müslüman olmasının nihai sonucu,
İlhanlı hükümdarlığının Müslüman olmayan
Moğollarla ve onların hâkimiyet merkezleriyle
olan son ilişkisini kesmesiydi. Bu da İran’ın
yeniden bağımsızlığını kazanması ve Selçuklular
gibi Türk asıllı Müslüman padişahların hâkimiyeti dönemine geri dönüş demektir. Böylece
Müslümanlar fatihlerini fethetmiş oldular.
İşte İslam dünyasında böylesine bir
hareketliliğin yaşandığı dönemin bir şahsiyeti
olan Yunus Emre her ne kadar yaşanan bu sosyal
ve siyasal olaylarda adına pek rastlanmasa da bu
süreçten etkilenen ve düşünceleri ile de sürece
muhatap Anadolu insanına etki eden bir düşünürdü. Bu koşullar altında yaşamış olduğundan dolayıdır ki Yunus; savaşa, kavgaya karşıydı. Dostluğu ve sevgiyi, birlikteliği salık verirdi.
Onun çağdaşı olan Muhyîddin Arabî ve Mevlana Celaleddîn-i Rûmî gibi büyük mutasavvıfların da aynı ruh hâli ile hareket ettikleri görülmektedir. Mustafa Kara hocanın da ifade ettiği
gibi: “Haçlı, Moğol saldırıları ve Anadolu birliği
için ciddi bir tehdit oluşturan Babailer, hadisenin
‘Celâli’ bir tecellisi; İbnü’l Arabî, Mevlana ve Yunus’un da ‘Cemâli’ bir tecellisi olarak zuhur ettiği
görülecektir.”
48 Osman G. Özgüdenli, Gâzân Han ve Reformları,
s. 95.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
221
TÜRKİYE SELÇUKLU, BEYLİKLER VE ERKEN OSMANLI DÖNEMİ’NDE
AHİLER
1*
Haşİm Şahİn
Hak Teala yabancılara, gariplere şefkat ve merhamet gösteren, her gelen
ve geçene yardımını esirgemeyen, onlara kucak açan, misafirleri kendi
akrabalarıymışçasına bağrına basan bu dervişlere en güzel mükafatı
versin! O geceyi huzur içinde geçirdik; içimiz rahat, bedenimiz dingin…”
İbn Battûta
Giriş
A
hiler; Türkiye Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı Devleti’nin
ilk devirlerinde sosyal hayatın şekillenmesinde büyük
öneme sahiptirler. Toplumsal hayatın temel dinamikleri arasında
yer alan ve teşkilatlanmış bir yapı olarak zuhur eden Ahiliğin
temeli ise İslam öncesi döneme kadar uzanır. Arapça “kardeşim”
anlamına gelen ahi2 kelimesi bir anlamda, bu teşkilatın özünde
1* Prof. Dr., Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü.
Bu yazı Haşim Şahin’in aynı adlı çalışmasının gözden geçirilmiş
şeklidir.
2Teşkilata ismini veren bu kelime üzerinde geçmişten bugüne pek
çok tartışma yapılmıştır. Bazı araştırmacılar kelimenin aslının eli açık,
cömert manasındaki “akı” kelimesinden türediğini iddia ederlerken
bazıları ise bu görüşe itiraz etmekte ve kelimenin Arapça anlamını
savunmaktadırlar. Kısa bir süre önce İbn Battûta Seyahatnamesi’ni
notlandırarak yayınlayan A. Sait Aykut ise, teferruatlı açıklamalardan
sonra, kelimenin bir grubu idare eden reis, aga, ağa kelimesinin
bölgesel şiveyle söylenişi olan ahı şeklinde okunması gerektiği
kanaatine varmıştır. (Ebû Abdullah Muhammed İbn Battûta Tancî,
Seyahatname, İbn Battûta Seyahatnâmesi, c. 1, giriş kısmı, İstanbul
2004, s. LVI-LIX )
222
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Civanmertliğin, kahramanlığın ön
planda tutulduğu gençlik teşkilatları
olarak kökenleri Sâsânîler devrine
kadar uzanan ve fityân, şâtır, ayyâr
ve rind gibi isimlerle adlandırılan
bu toplulukların özellikle Abbasiler
devrinin ortalarına doğru fütüvvet
grupları olarak teşkilatlanmalarını
tamamladıkları söylenebilir.
yatan değeri de ortaya koymaktadır.
Yüzyıllar boyunca İslam-Türk toplumunda
sosyal dayanışmanın, birlik ve beraberliğin,
iktisadi kalkınmanın, siyasi istikrarın en önemli
unsurlarından birisi olarak kabul edilen Ahilik
teşkilatının kökeni fütüvvet teşkilatına dayanır.
Arapça bir kelime olan fütüvvet; genç, yiğit anlamına
gelen fetâ kelimesinden türetilmiştir.3 Fetâ; genel
anlamıyla gençlik, kahramanlık, cömertlik, şecaat,
iffet gibi erdemleri ifade etmek için İslam öncesi
Arap toplumunda da yaygın olarak kullanılmıştır.4
Kelime, cesur ve kahraman yiğit delikanlı anlamında
Şakik ibn Süheyl’in, cömertlik, yüce gönüllülük,
misafirperverlik anlamlarında da, VI. yüzyılın ikinci
yarısında yaşamış olan Hatem et-Tâ’î’nin şiirlerinde
geçmektedir.5 Teşkilatın özünü oluşturan bu erdemler
sadece Arap toplumunda değil farklı isimler altında
İran ve Türk toplumlarında görülür.
İslam fetihleriyle birlikte, devletin sınırları
genişlemeye başlayınca bu yapılanma da başta İran
ve Irak coğrafyası olmak üzere değişik bölgelerde
varlığını ve yayılmasını sürdürmüştür. Civanmertliğin,
kahramanlığın ön planda tutulduğu gençlik
teşkilatları olarak kökenleri Sâsânîler devrine kadar
uzanan6 ve fityân, şâtır, ayyâr ve rind gibi isimlerle
adlandırılan bu toplulukların özellikle Abbasiler
devrinin ortalarına doğru fütüvvet grupları olarak
teşkilatlanmalarını tamamladıkları söylenebilir.
3 Haşim Şahin, “Selçuklular Döneminde Ahiler”, Anadolu
Selçuklu ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, I, ed.: Ahmet
Yaşar Ocak, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2006, s.
299.
4 Franz Taeschner, “İslam Ortaçağında Futuvva”,
İFM, 15/1-4, (1953-1954), s, 205-206; Deodaat Anne
Breebaart, The Development end Structure of The Turkish
Futuwah Guilds, (Doktora Tezi), Princeton Universty
1961, s. 5; Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik,
Ankara 1989, s. 4; Süleyman Uludağ-Ahmet Yaşar Ocak,
“Fütüvvet”, TDV İslam Ansiklopedisi, 13, İstanbul 1996,
s. 261; Şahin, “Selçuklular Döneminde Ahiler”, s. 300.
5 D.A. Breebaart, s. 7.
6 Teşkilatın kökenlerinin Sâsânîlerle ilgisi hakkında bk.:
Mohsen Zakeri, Sâsânid Soldiers in Muslim Society: The
Origins of Ayyârân and Futuwwa, Wiesbaden 1995.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
223
Bu gençlik teşkilatlarının oluşmaya
başladıkları dönem ve sahip oldukları değerler
hakkında, eserini sonradan kaybolmuş olan
ve Sâsânîler devrinde yazılan Ayin-nâme
adlı eseri model almak suretiyle 1082-1083
yıllarında kaleme alan Kâbus b. İskender’in
Kâbusnâme’sinde oldukça fazla bilgi bulmak
mümkündür. X-XI. yüzyıllarda Taberistan
ve Cürcân’da hüküm sürmüş olan Ziyâriler
hanedanının sahip olduğu civanmertlik motifi
bu eserde işlenilen ve Sâsânî geçmişine vurgu
yapılan konulardan birisidir.7
Bazıları mesleki dernekler olarak, bazıları
ise sportif ve yardımlaşma amaçlı kurulan
bu fütüvvet gruplarının üyelerinin büyük
çoğunluğunu yoksul kesime mensup, alt
tabaka şehirli erkekler oluşturuyordu. Bunların
seçkinlerle aile bağları yoktu, pek çoğu da zaten
buna karşıydı. Buna karşın birbirlerine çok
bağlıydılar ve bu bağlılıkları bazen birbirleri
için aile bağlarını kesebilecek kadar kuvvetli
olabiliyordu.8 Bu gruplar merkezî iktidarın
zayıfladığı dönemlerde siyasi otoriteye ve
toplum düzenine karşı çıkıyorlar, bu şekilde
bir kaos ortamı da meydana getiriyorlardı.9
Fakat bu birlikler, IX-X. yüzyıldan itibaren
gitgide daha geniş bir kitleye hitap etmeye
başlayan tasavvufi zümrelerle ilişki içerisine
girmeye başlamış ve sahip oldukları erdemleri
Kur’an ve sünnet ile birleştirerek fütüvvet
gruplarına dinî bir mahiyet kazandırmışlardır.
Fütüvvet teşkilatının esaslarını belirleyen ilk
eser olarak Ebû Abdurrahman es-Sülemî’nin,
Risaletü’l-Fütüvve10 adlı eseri zikredilebilir.
7 Aynı eser, s. 3.
8 Kamer-ul-Huda, Şihabeddin Ömer Sühreverdî,
Hayatı, Eserleri, Tarikatı, çev.: Tahir Uluç, İstanbul
2004, s. 39.
9 Lloyd Ridgeon, The Search for the Perfect Man;
The Political and Cultural İmportance of the Sufi
Concept of The Perfect Man in Iran Society, Japan
1992, p. 46-47.
10 Eserin Türkçe’si için bk.: Sülemî, Tasavvufta
Fütüvvet, haz.: Süleyman Ateş, Ankara 1977.
224
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Yine benzer erdemleri paylaştıkları Horasan
Melâmetiyye’si de fütüvvet zümrelerinin
tasavvufa meyletmelerinde etkili olmuştur.
Nâsır Lidînillâh ve Fütüvvet Teşkilatının
Kurulması
Fityân teşkilatlarının bu şekilde dağınık bir
yapı arz ettikleri dönemde, Abbasi Halifesi
Nâsır Lidînillâh (1180/1225), siyasi ve sosyal
durumu her geçen gün biraz daha bozulan devlet
otoritesinin yeniden teşekkülü için dağınık
hâlde bulunan bu birliklerden yararlanmayı
düşünmüş; bu birliklere bir çekidüzen vermeye
karar vermişti. Bu amaçla daha halifeliğinin
ikinci yılında, 1182’de, X. yüzyıldan beri
Bağdat’ta var olan ve Nikâbetü’l-Fütüvvet
adıyla bilinen11 asi tabiatlı bir fütüvvet koluna
üye olmak, bunların reisi Şeyh Abdülcebbar b.
Yusuf. b. Salih el-Bağdadi’nin elinden fütüvvet
elbisesi giymek ve fütüvvet tasından içmek
suretiyle teşkilata dâhil oldu.12 Halifeliğinin
ilk on yılında, fütüvvet konusunda onun en
büyük destekçileri Bağdat’ta egemen hukuk
yorumu hâline gelmiş olan Hanbeli mezhebine
mensup fakihler oldu. Nâsır kendi otoritesini
pekiştirmek için önde gelen Hanbeli fakihleri
Şeyh Abdülmuğis, Şeyh el-Latif el-Bağdâdî ve
Şeyh İbn Mi’mâr’dan oldukça faydalandı.13
Bu isimlerden bilhassa İbn Mi’mâr, Kitabü’lFütüvvet adlı eserinde Nâsır’ın fütüvvet
anlayışının esaslarını belirlemiş ve fütüvvet
konusunda onun en büyük yardımcı ve destekçisi
olmuştur. İbn Mi’mar’a göre fütüvvetin kökeni
11 Herbert Mason, Two Statesman of Medieval
Islam: Vizir Ibn Hubayra and Caliph an-Nâsir li
Din Allâh, Mouton-The Hague-Paris 1972, s. 119.
12 F. Taeschner, s. 222; Kamer-ul Huda, s. 40; İsmet
Kayaoğlu, “Halife en-Nasır’ın Fütüvvete Girişi ve Bir
Fütüvvet Buyrultusu”, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi (AÜİFD), c. XXV (Ankara 1981)
s. 221; V. Gordlevski, Türkiye Selçuklu Devleti, terc.:
Azer Yaran, Ankara 1988, s. 195; N. Çağatay, s. 1718.
13 H. Mason, s. 127; K. Huda, s. 39,43.
tamamen İslam inancı ile bağlantılıydı ve
“Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği, akraba ve
yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı,
fenalığı ve haddi aşmayı yasaklar. Tutasınız diye
öğüt verir.” (Nahl, 90) ayeti fütüvvet ehli için
temel düstur hâline geliyordu.14 Halifenin bu
konuda bir diğer yardımcısı da İbn Hartabirtî
idi.15 İbn Hartabirtî, Sülemi’nin eserinden
esinlendiği açıkça görülen Tuhfetü’l-Vesâyâ
adlı eserinde, fütüvvet esasları hakkında
bilgiler verdikten sonra “Ulu Tanrı’nın O ve
ümmetinin takva sahipleri için halk ettiği
fütüvvet hırkası”nın Miraç Gecesi’nde Cebrâil
tarafından Hz. Muhammed’e giydirilmesinden
ve bu hırkanın Hz. Ali ve Selman-ı Fârisî
yoluyla Halife Nâsır’a kadar ulaşmasından
bahsetmekte,16 böylece Halife Nasır’ın
fütüvvet teşkilatının meşru reisi olduğunu ilan
etmekteydi.
Halife Nâsır, Hanbeli fakihlerin fütüvvet
kurumuna egemen olduğu ilk on yılda, kısmen
de olsa istikrar sağlamayı başardı. Onun bu
dönemde isyancı ve başıbozuk ayyârlara karşı
izlediği politika, onları karşılarına almaktan
ziyade içlerine girerek görüş ve fikirlerini
benimsemek, bu sayede onlarla yakınlaşıp
idareye kazandırmak şeklindeydi.17 Böylece hem
fityanı meşru hâle getirip yer üstüne çıkarmayı
hem de grubun iç birliğini ve sosyal denetimini
devlete kazandırmayı planlıyordu. Nasır,
topraklarını Arap akınlarından ve işgallerinden
korumak amacıyla savaşan Türk ordusuyla
aynı safta yer alan Suriye’deki Ahdâs fütüvvet
teşkilatını istisna tutarsak bu amacına ulaştı ve
fütüvvet gruplarının büyük kısmını çevresinde
topladıktan sonra, fütüvvet zümresine dâhil
14 İbn Mi’mâr, Kitâbü’l-Fütüvvet, haz.: Mustafa
Cevad, Muhammed Takiyyüddin el-Hilâlî vd.,
Bağdat 1958, s. 152; A. Breebaart, s. 71.
15 A. Breebaart, s. 70-71.
16 İbn Hartabirtî, Tuhfat al-Vasâyâ, haz.: Abdülbaki
Gölpınarlı, “İslam ve Türk İllerinde Fütüvvet
Teşkilatı” içinde, s. 230.
17 K. Huda, s. 41.
oluşunun üzerinden tam yirmi yıl geçtikten
sonra, 1207’de kendisini Bağdat’taki ve diğer
şehirlerdeki fütüvvet gruplarının tek lideri
ilan etti.18 Kendisinin liderliği dışındaki bütün
teşekkülleri yasakladı ve bu tip teşekkülleri
sahte fityan olarak niteledi.
Ardından İmamiye şiasına meylederek
fütüvveti on iki kola ayırdı ve bu esaslar
çerçevesinde
fütüvvetin
kaidelerini
ve
muhteviyatını belirledi. Halifenin başlangıçta
değil de aradan yaklaşık yirmi yıl geçtikten
sonra fütüvvet teşkilatını devletleştirirken
İmamiyye’ye geçişinin nedeni, A. Yaşar Ocak’ın
yerinde tespitiyle “herhâlde daha IX ve X.
yüzyılda Horasan Melâmetiyyesi çerçevesinde
ilk fütüvvet ideolojisini temsil eden şahsiyetlerle
bağlantılı olarak o zamanlar, fütüvvet teşkilatı
muhitlerinde bu eğilimi açıkça tespit edip
böyle bir tercihin gerekliliğine inanması”19
olmalıdır. Buna göre fütüvvet anlayışında
Hazreti Ali’nin şahsında toplanan kahramanlık,
yiğitlik, cesaret, dindarlık gibi erdemler önemli
bir yer tutuyordu.20 Bu dönemden itibaren
yazılan fütüvvet-nâmelerde Hz. Ali ön planda
tutulacak ve “Ali’den başka er, Zülfikar’dan
başka kılıç yoktur” sözü fütüvvetin temelini
teşkil edecektir.21 Yine fütüvvete girişin
sembolü olarak üç unsur belirlenmiştir: Hz.
18 Aynı eser, s. 41.
19 A. Yaşar Ocak, Türk Sufîliğine Bakışlar, İstanbul
1996, s. 187.
20 Moojan Momen, An Introduction to Shi’i Islam,
Yale Unv. Pres, New Haven&London 1985, p. 90.
21 Fütuvvetnameler ve içerikleri hakkında bk.:
Burgâzî, Fütüvvet-Nâme, (“Burgâzî ve FütüvvetNâme’si”), haz.: Abdülbaki Gölpınarlı, İFM, XV/14 (1953-1954), ss. 76-153; Şeyh Seyyid Gaybî oğlu
Şeyh Hüseyin, Fütüvvet-Nâme, haz.: Abdülbaki
Gölpınarlı, İFM, XVII/1-4 (1955-1956), ss. 27123; A. Gölpınarlı, “Fütüvvet-Nâme-i Sultânî ve
Fütüvvet Hakkında Bazı Notlar”, İFM, XVII/1-4
(1955-1956), ss. 127-155; Razavî, Fütüvvet-Name,
haz. Rahşan Gürel, Yayınlanmamış Doktora Tezi,
M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1993,
1-167.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
225
Fütüvvete girişin sembolü olarak üç unsur belirlenmiştir:
Hz. Âdem’i ve tarımı sembolize eden pamuk; Hz. Ali’yi
ve savaşçılığı sembolize eden deri ve Hz. Muhammed’i ve
sufiliği, saflığı, duruluğu sembolize eden yün.
Âdem’i ve tarımı sembolize eden pamuk; Hz.
Ali’yi ve savaşçılığı sembolize eden deri ve
Hz. Muhammed’i ve sufiliği, saflığı, duruluğu
sembolize eden yün.22
Halife Nâsır Lidînillâh, fütüvvet ehlinin
imam ve müktedâsı sıfatıyla diğer Müslüman
devletlerin hükümdarlarına ve fütüvvet ehline
kendi adına şalvar giydirilmesi, şedd kuşatılması,
şerbet içirilmesi ve ok atılması hakkında elçiler
veya mektuplar göndermek suretiyle fütüvveti
her tarafta yaymaya çalıştı.23 Bu konuda en
büyük destekçisi ise ünlü mutasavvıf Şeyh
Şihabeddin Ömer es-Sühreverdî oldu.
Halifenin siyasi danışmanlığını yapan
Şeyh Sühreverdî çok sevilen, saygı duyulan
ve sözü dinlenen birisiydi. Üstelik tam da
Nâsır’ın istediği şekilde, fütüvvet grupları ile
şeriat arasındaki ilişkiyi vurgulayan ve fityanın
kendi dışındaki gruplarla aynı bütünün parçası
olduğunu seslendiren özel bir tasavvufi-dinî
ideolojiyi benimsiyordu.24
226
hediye olarak göndermesi halifeye harekete
geçmek için istediği zemini hazırlamış oldu.
Halife, bu jestin karşılığı olmak üzere pek çok
hediyelerle birlikte, 1207’de Şeyh Sühreverdî’yi
siyasi elçi sıfatıyla Mısır ve Suriye’ye gönderdi.
Şeyhi, Melik Eşref adına Kadı Necmeddin
Halil el-Hamevî karşıladı. Görüşme sırasında
Şeyh, kadıya fütüvvet teşkilatı ve Abbasi
Devleti için oynadıkları roller hakkında bilgi
verdikten sonra fütüvvet gruplarının artık başı
olmayan, düzensiz, kargaşacı ve hizipçi gruplar
olarak kalamayacağını; buna karşın halifenin
söz konusu grupların gelişmesini sonuna
kadar desteklediğini açıkça dile getirdi. Şeyh
Sühreverdî’nin anlattıkları oldukça büyük ilgi
ve kabul gördü, kendisine pek çok hediyelerle
birlikte melik unvanı da verildi.25
Fütüvvet Teşkilatının Anadolu’ya Girişi
Halife, sadece dağınık fütüvvet gruplarını
bir araya toplayarak iç düzeni sağlamanın
yeterli olmayacağı kanaatindeydi. Bu teşkilat
sayesinde, bütün İslam âleminde tek lider olmayı
ve fütüvvet teşkilatını diğer İslam ülkelerine
de yaymayı düşünüyordu. Bu sırada Eyyûbî
hükümdarı Melik Eşref ’in vurduğu bir turnayı
Bu olaydan yaklaşık yedi yıl sonra Türkiye
Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus, 1214’te
Sinop’u ele geçirince fethi müjdelemek ve
halifenin ihsanına mazhar olmak amacıyla
hocası Şeyh Mecdüddin İshak’ı, birçok hediye
ile halifeye gönderdi ve halifeden fütüvvet
şalvarı istedi.26 Şeyh Mecdüddin İshak
Bağdat’ta çok iyi karşılandı. Halife pek çok
hediye ile birlikte fütüvvet hırkası, fütüvvet
22 L. Ridgeon, p. 47.
23 İbnü’l-Esir, El-Kâmil fi’t-Târih (İslam Tarihi), c.
11, haz.: A. Ağırakça-A. Özaydın, İstanbul 1987, s.
401.
24 K. Huda, s. 38, 53-55.
25 Aynı eser, s. 55.
26 İbn Bîbî, El-Evâmirü’l-Alâ’iye fi’l-Umuri’lAlâ’iye (Selçuk-nâme), c. I, haz.: Mürsel Öztürk,
Ankara 1996, s. 176.
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
şalvarı ve bir fütüvvet buyrultusu verip27 kısa bir
süre sonra da İzzeddin Keykavus’un fütüvvete
kabul töreni için bizzat Şeyh Sühreverdî’yi
Konya’ya gönderdi. Şeyh Sühreverdî, başta
Sultan İzzeddin Keykavus olmak üzere, bütün
devlet büyükleri ve komutanların katıldığı bir
törende, sultanın ve diğer devlet ileri gelenlerinin
fütüvvete giriş törenlerini icra etti. Törende, âdet
gereğince, Keykavus’a fütüvvet elbisesi giydirildi
ve “Allah’ı seviyorsanız bana tâbî olunuz ki Allah
da sizi sevsin ve yardım etsin.” (Al-i İmran, 31)
mealindeki ayet okunarak k’as-mürüvvet/ka’s-ı
fütüvvet içirildi.28
Sultan İzzeddin Keykavus’un fütüvvet
teşkilatına dâhil olmasıyla Türkiye Selçuklu
Devleti yönetim bazında resmen fütüvvet
teşkilatına girmiş oluyordu. Halife tarafından
sultana gönderilen ve fütüvvetin gereklerini,
adabını, erkânını içeren fütüvvet buyrultusu bize
dönemin fütüvvet anlayışının temel dinamikleri
ve Hz. Ali’nin bu anlayıştaki yerini göstermesi
bakımından da önemlidir. Fütüvvet-nâme’ye göre
Hz. Ali fütüvvetin reisidir. O, Hz. Muhammed
tarafından kardeş olarak kabul edilmiş bir kişi
olup bütün insanlardan farklı olarak sadece
ona fütüvvet verilmiştir. Peygamberlik soyunu
da devam ettiren kişi olan Hz. Ali, Allah’ın
kendisinden başka er ve kılıcından başka kılıç
olmadığı şeklinde övdüğü kişidir.29 Bu hasletler
Hz. Ali’den başlayan bir silsileyle Halife Nasır’a
gönderilmiş, Halife de “insanların seçkini,
İslam’ın büyüğü, dine güç veren bilgili ve adil
sultan, devletin önderi, milletin tacı, kâfirlerin ve
müşriklerin düşmanı, mücahitlerin önde geleni,
Rum ülkesinin meliki Ebu’l-Muzaffer Keykavus
27 H. Mason ve K. Huda, İbn Bîbî’nin,176-180
arasında tam metnini verdiği bu buyrultunun,
İbn Mi’mâr’ın Kitabü’l-Fütüvvet’inin bir kopyası
olduğunu ifade etmektedirler. (Bk. H. Mason, s. 123;
K. Huda, s. 56)
28 Salim Koca, Sultan I. İzzeddin Keykâvus (12111220), Ankara 1997, s. 65.
29 İbn Bîbî, I, s. 177.
Şeyh Sühreverdî, başta Sultan
İzzeddin Keykavus olmak
üzere, bütün devlet büyükleri ve
komutanların katıldığı bir törende,
sultanın ve diğer devlet ileri
gelenlerinin fütüvvete giriş törenlerini
icra etti. Törende, âdet gereğince,
Keykavus’a fütüvvet elbisesi
giydirildi ve “Allah’ı seviyorsanız
bana tâbî olunuz ki Allah da sizi
sevsin ve yardım etsin.” (Al-i İmran,
31) mealindeki ayet okunarak k’asmürüvvet/ka’s-ı fütüvvet içirildi.
Sultan İzzeddin Keykavus vasıtasıyla
fütüvvet teşkilatının resmen
Anadolu’ya girmesi, Türk kültür
tarihi açısından da bir dönüm
noktası olarak kabul edilebilir.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
227
Gerçekten de Şeyh Sühreverdî, Selçuklu başkentine vardığında kendisini
karşılayan Alaeddin Keykubad’ın yanında Bahaeddin Veled de vardı. Muhteşem
bir karşılamadan sonra Alaeddin Keykubad, Şeyh Sühreverdî’ye iltifat edip hapiste
iken onu rüyasında gördüğü ve kendisine saltanat müjdeleyen kişi olduğunu
söyledi. Bahaeddin Veled de “Sühreverdîler hem Ebu Bekir’e mensuplar hem de
akrabalarımızdandırlar.” diyerek halifenin elçisine verdiği değeri ifade etti.
b. Keyhüsrev b. Kılıç Arslan’a ibadet ve taat
şartlarını yerine getirmek, imamlık görevini
bildirmek”30 için gönderilmiştir.
Fütüvvetnâme’de her ne kadar dinî
motiflere ağırlık veriliyorsa da, Sultan İzzeddin
Keykavus’un teşkilata girerken dinî kaygılardan
ziyade siyasi çıkarlarını ön planda tuttuğu
anlaşılmaktadır. Zira bu dönemde art arda
yaşanan kardeş kavgaları, ülkenin bütünlüğüne
ve siyasi istikrarına zarar verdiği için31 Selçuklu
Devleti de otorite boşluğu açısından Nasır’ın
ilk dönemlerindeki Abbasi Devleti’nden farklı
bir görüntü çizmemektedir. İşte, siyasi istikrarı
yeniden yakalamayı hedefleyen Sultan I.
İzzeddin Keykâvus da, Halife Nâsır’ın izlediği
yöntemi izlemiş; siyasi otoritesini yerleştirmede
ve yaymada bu dinî ve sosyal dayanışma
müessesesini bir vasıta olarak kullanmak
istemiştir.32 Sultan İzzeddin Keykavus vasıtasıyla
fütüvvet teşkilatının resmen Anadolu’ya girmesi,
Türk kültür tarihi açısından da bir dönüm
noktası olarak kabul edilebilir.
Sultan I. İzzeddin Keykavus’un ölümünden
sonra Türkiye Selçuklu tahtına çıkan Sultan
I. Alaeddin Keykubad âdet olduğu üzere,
halifeye bağlılığını arz edince Nasır, bu fırsattan
yararlanarak yeni yönetimin kurulu düzeni
dağıtmayacağına dair garanti almak için Şeyh
Sühreverdî’yi bir kez daha Selçuklu Sarayı’na
30 İbn Bîbî, I, s. 177-178.
31 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 6.
Baskı, İstanbul 1998, s. 225 vd.
32 S. Koca, s. 61.
228
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
gönderdi. Anadolu’ya ikinci defa gelen Şeyh
Sühreverdî’nin, yeni Selçuklu Sultanını
etkilemek için daha önce Bağdat’ta tanıştığı
ve yakın bir dostluk kurduğu33 Bahaeddin
Veled’in nüfuzundan da istifade etmeye çalıştığı
düşünülebilir.34
Gerçekten de Şeyh Sühreverdî, Selçuklu
başkentine vardığında kendisini karşılayan
Alaeddin Keykubad’ın yanında Bahaeddin
Veled de vardı. Muhteşem bir karşılamadan
sonra Alaeddin Keykubad, Şeyh Sühreverdî’ye
iltifat edip hapiste iken onu rüyasında
gördüğü ve kendisine saltanat müjdeleyen
kişi olduğunu söyledi.35 Bahaeddin Veled de
“Sühreverdîler hem Ebu Bekir’e mensuplar
hem de akrabalarımızdandırlar.”36 diyerek
halifenin elçisine verdiği değeri ifade etti.
Bahaeddin Veled ile Şeyh Sühreverdî arasında
başlayan yakınlaşmanın, bir anlamda, ilerleyen
dönemlerde Şeyh Sühreverdî’nin şahsında
temsil ettiği Ahilik ile Bahaeddin Veled’in
soyundan gelen Mevlevîlik arasındaki yakın
ilişkinin çekirdeğini de oluşturduğu söylenebilir.
Şeyh
Sühreverdî
bu
ikinci
Anadolu
33 Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Arifîn (Ariflerin
Menkıbeleri), c. I, haz.: Tahsin Yazıcı, İstanbul 1995,
s. 177-180.
34 H. Şahin, “Selçuklular Döneminde Ahiler”, s.
301.
35 İbn Bîbî, I, s. 248-252; Emine Uyumaz, Sultan I.
Alâeddin Keykubad Devri Türkiye Selçuklu Devleti
Siyasî Tarihi (1220-1237), Ankara 2003, s. 79-81.
36 Eflâkî, I, 208.
seyahatinde de hedefine ulaşmış; son derece
itibar gördüğü iktidar çevresini, başta Celaleddin
Karatay olmak üzere fütüvvet teşkilatına dâhil
etmek suretiyle daha da genişletmiştir.37 Şeyh
Sühreverdî, Anadolu’daki görevini tamamlayıp
Bağdat’a dönerken Sultan Alaeddin Keykubad,
Zincirli Han’a kadar kendisine eşlik etmiş
ve Malatya’ya kadar onunla gitmesi için
murahhaslar göndermiştir.38
Böylece halef-selef iki Selçuklu sultanı
tarafından da siyasi veya dinî kaygıların da
etkisiyle büyük bir kabul gören teşkilat, sadece
iktidar çevreleri arasında yayılmakla kalmamış;
Ahilik adı altında tüccarlar, ulema, zanaatkârlar,
sufiler ve halk arasında kabul görmüştür.
Bilhassa Sultan Alaeddin Keykubad’ın
vefatından kısa bir süre sonra başlayan Moğol
istilasının yarattığı kaos ortamında toplum
nezdinde siyasi iktidardan ziyade, Ahilerin ve
Ahi liderlerinin mücadelesi ön plana çıkmıştır.
Merkezî otoritenin her geçen gün gücünü
yitirmesinin bir neticesi olarak meydana gelen
Babâiler İsyanı (1240) ve Kösedağ yenilgisi
(1243) sonrasında Anadolu’nun kasaba ve
köylerinde merkezî otorite neredeyse tamamen
kaybolmuş, bu otorite boşluğunu hemen her
yerde kurulan Ahi birlikleri doldurmuştur.
yüzyılda bu isimle anılmaya başlandığı tam
olarak bilinmemektedir. Ahi ismiyle bilinen
ilk şahıs, 1216-1217 tarihlerinde Antalya’da
yazılmış bir vakıfnâmede adı geçen Ahi
Eminüddin Mahmud b. Yusuf, ikinci Ahi
1262-1263 tarihlerinde Divriği’de ölen Ahi
Abdurrahman, üçüncü Ahi ise on üçüncü yüzyıl
başlarında Konya’da yaşayan Ahi Natur’dur.40
Yaşadığı yerin adından hareketle, kürkçülük
mesleğine mensup olduğunu tahmin ettiğimiz
Ahi Natur, Mevlana’nın babası Bahaeddin
Veled’in müridi olup Kürkçüler Hamamı’nda
yaşıyordu ve yüz on yaşında hâlâ hayattaydı.41
Birçoğu Moğol istilasından kaçarak
Anadolu’ya yerleşen ve daha önce Harezm,
Horasan, Rey, Buhara ve Hoy gibi şehirlerde
yaşadıkları dönemlerde esnaf ve sanatkârlıkla
uğraşan Ahi zümreleri kurdukları zaviyeler
sayesinde fikirlerini yaymışlardır.39 Bununla
birlikte Anadolu’da Ahiliğin ilk defa hangi
Ahi Natur’dan sonraki dönemde, Ahiliğin
her geçen gün biraz daha yayılmasına paralel
olarak bu unvanın daha sık kullanılmaya
başlandığı görülmektedir. Bu dönemde Ahilikle
bağlantılı olarak adından en fazla söz ettiren
şahsiyet, Moğol istilası öncesinde Anadolu’ya
gelen ve Ahilik teşkilatının kurulmasında ve
yapılandırılmasında belki de en büyük paya
sahip olup ileriki dönemde Ahilerin piri
olarak anılacak Şeyh Nasirüddin Mahmud elHoyî’dir. Yaşadığı dönemde bu ismi kullanıp
kullanmadığı bilinmemekle beraber, ileride
yaygın olarak Ahi Evran adıyla tanınacak olan
Türkmen babası Şeyh Nasirüddin Mahmud
el-Hoyî âdeta Ahilikle özdeşleştirilmiştir. M.
Fuad Köprülü’nün Ahi Ören adıyla zikrettiği42
Ahi Evran, nisbetinden de anlaşılacağı üzere
Azerbaycan’ın Hoy kasabasındandır. Ahi
Evran, 1171 yılında doğmuş, Horasan ve
Maveraünnehir’de eğitim gördükten sonra,
1205 yılında Bağdat’tan yola çıkarak yanında
Muhyiddin-i Arabî, Ebu Ca’fer Muhammed
el-Berzaî ve Evhadüddin Hamid el-Kirmanî
gibi dönemin önemli sufileri bulunduğu hâlde
37 İbn Bîbî, I, s. 251.
38 E. Uyumaz, s. 80-81.
39 V. Gordlevski, s. 197; N. Çağatay, s. 48; Sebahattin
Güllülü, Ahi Birlikleri, Ankara 1977, s. 25-70; Yusuf
Ekinci, Ahilik, Ankara 1993, s. 6-8.
40 Mehmet Akif Erdoğru, “Anadolu’da Ahiler ve
Ahi Zâviyeleri”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi,
sayı: 4 (İzmir 2000), s. 38.
41 Eflâkî, I, s. 196.
42 M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, 8. Baskı, Ankara 1993, s. 214.
Selçuklu Dönemi’nde Anadolu’da Ahiler
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
229
Anadolu’ya gelmiş; Kayseri’ye yerleşerek burada
Ahi teşkilatının ilk nüvesini kurmuştu.43 O,
1227 yılında Sultan Alaeddin Keykubad’ın
davetiyle Konya’ya gidinceye44 kadar Kayseri’de
dericilik/debbağlıkla meşgul olmuştu.
Bu dönemde Alaeddin Keykubad’ın Ahilere
karşı mültefit tavrının da etkisiyle teşkilat başta
başkent Konya olmak üzere bütün Anadolu’da
hızlı bir yayılma gösterdi.45 Ancak Alaeddin
Keykubad’ın öldürülmesi ve II. Gıyaseddin
Keyhüsrev’in tahta çıkması, teşkilatın devlet
nezdindeki konumunu olumsuz etkiledi.
Babasının politikalarına muhalif bir politika
benimseyen yeni Sultan, onun dostlarına da
pek iyi gözle bakmıyordu. Nitekim Türkmen
zümreleri üzerinde yoğun baskı kurmaya
çalıştığı, çok sayıda Türkmen’i öldürttüğü
kaynaklarca sabit olan Vezir Sadeddin Köpek’in46
de tesiriyle Ahileri de takibata aldırdı, babasının
yakın çevresinde yer alan Ahileri yakalatıp hapse
attırdı. Hapse atılanlar arasında Ahi Evran da
vardı. Kendisi de bir Türkmen olan Ahi Evran’ın
yine çoğunluğu Türkmenlerden oluşan Ahilerle
birlikte takibe uğrayıp tutuklanması çok
doğaldır. Bu baskıda Türkmen şeyhi olan Baba
İlyas’ın isyan etmesinin de rolü büyüktür.47 M.
Bayram; isyana devletin içinde bulunduğu kaos
ortamından son derece rahatsız olan Ahilerin de
katıldığını ve isyan bastırıldıktan sonra, yapılan
takibat sırasında pek çok Ahinin yakalanıp
öldürüldüğünü, bir kısmının hapse atıldığını
ve bir çoğunun da uzak bölgelere kaçarak bu
43 Mikail Bayram, Ahi Evren, Tasavvufî
Düşüncenin Esasları, Ankara 1995, s. 18.
44 Mustafa Âlî, Künhü’l-Ahbâr, c. V, İstanbul 1277,
s. 63.
45 Ahmed Eflakî, Menâkıbü’l-Arifin (Ariflerin
Menkıbeleri), c. 1, haz.: Tahsin Yazıcı, İstanbul
1995, s. 188-189.
46 O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s.
408-409.
47 İsyan hakkında bk.: A. Yaşar Ocak, Babaîler
İsyanı, 2. baskı, İstanbul 1996.
230
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
bölgelerde faaliyet göstermeye başladıklarını
ifade etmektedir.48
Babailer isyanından yaklaşık üç yıl sonra,
1243 yılında Türkiye Selçuklu Devleti
Kösedağ Savaşı’nda Moğollara karşı ağır bir
hezimete uğrayınca Anadolu’da idare fiili
olarak Moğolların eline geçti. Moğol saldırıları
sırasında meydana gelen kargaşada pek çok
Ahi öldürülmüş veya esir edilmişti. Kayseri’ye
yapılan saldırılarda49 esir edilenler içerisinde
Ahi Evran’ın karısı ve teşkilatın kadın kolları
reisi Fatma Bacı da bulunuyordu.50
1245 yılında II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in
ölümüyle saltanat nâibi sıfatıyla idareyi ele
geçiren Celaleddin Karatay hapisteki Ahileri,
bu arada Ahi Evran’ı da serbest bırakmıştı.
Şehabeddin
Sühreverdî
eliyle
fütüvvet
teşkilatına dâhil olan Celaleddin Karatay’ın başa
gelmesi Ahiler açısından çok olumlu sonuçlar
doğurmuş, Konya ve civar illerde teşkilatın
üyeleri hızla artmıştır.
Sultan II. İzzeddin Keykavus da Ahilerle iyi
ilişkiler kurmuş, Ahi Evran ile birlikte saldırılar
sırasında Konya’yı terk eden diğer Ahileri
Konya’ya çağırmıştı. Konya’ya dönen Ahi Evran,
Letâif-i Hikmet adlı eserini sultana sundu.
Ancak onun Konya’daki ikameti çok uzun
sürmedi. Zira Şems-i Tebrizi’nin ölümünden
Mevlana’nın oğlu Alaeddin Çelebi’nin ve bazı
Ahilerin sorumlu tutulmaları üzerine Ahi
Evran bir daha dönmemek üzere Konya’dan
ayrıldı ve Hacı Bektaş Veli’nin yaşadığı
Kırşehir’e yerleşerek51 burada Ahiyân-ı Rum
48 Mikail Bayram, “Baba İshak Hareketinin Gerçek
Sebebi ve Ahi Evran İle İlgisi”, Diyanet İlmi Dergi,
XVIII/2 (Mart-Nisan 1979), s. 76.
49 Kayseri saldırısının betimlemesi için bk.: İbn
Bibi, II, s. 73-75.
50 M. Bayram, Ahi Evran, s. 23.
51 Dönemin kaynaklarından birisi olan ve Mevlevî
çevreleriyle yakınlığı bilinen Eflâkî’de benzer bir
kayda rastlanmamasına rağmen, M. Bayram, Şems-i
Tebrizi’nin bizzat Ahi Evran ve yandaşları tarafından
adı verilen teşkilatın temellerini attı. Kırşehir’de
kurulan teşkilat Kayseri’de daha önce kurulmuş
olan teşkilata nazaran daha sistemli bir yapı arz
etmiş ve bundan sonraki dönemde Ahiliğin
yönetim merkezi olarak Kırşehir, kurucu piri
olarak da Ahi Evran kabul edilmiştir. Hayatının
geri kalanını Kırşehir’de geçirdiği anlaşılan
Ahi Evran, burada Tabsira, Menâhic-i Seyfi,
Metailü’l- İman gibi eserlerini kaleme almıştır.52
Ahi Evran tarafından Kayseri, Konya
ve Kırşehir gibi şehirlerde örgütlenen Ahi
Loncaları sadece adı geçen bu şehirlerdekilerle
sınırlı kalmamıştır. Selçuklu topraklarında
onunla aynı dönemde yaşayan ve Ahi unvanını
taşıyan pek çok kişiden söz edilebilir. Bunlardan
bazıları Mevlevî çevrelerle yakın ilişki
içerisindeyken bazıları ise Mevlana’ya karşı kin
ve düşmanlık beslemişlerdir. Mesela kendisi gibi
babası da Ahi adını taşıyan Ahi Kayser oğlu Ahi
Çoban, Mevlana’nın muhibbi ve dostlarından
birisiydi.53 Yine Mevlana’ya yakınlığıyla bilinen
Ahi Bedreddin şehrin ileri gelenleri arasında
sayılıyordu.54
Buna karşın dönemin Konya’sındaki iki Ahi
liderinden birisi olan Ahi Ahmed’in Mevlana
ile yıldızı pek barışmamıştı. Bu anlaşmazlığın
temelinde Ahi Ahmed’in sema ayinlerine
karşı çıkması yatıyordu. Şehrin itibarlı, sözü
geçen iki Ahisinden birisi olan Ahi Ahmed’in
bir gün Mevlana’nın oğlu Alâeddin Çelebi’ye
“Ben bir eşek yükü kitap okudum fakat bu
kitaplarda semanın mübah olduğuna dair hiçbir
şey görmedim.” dediği, Alâeddin Çelebi’nin de
“Ahi bir eşek gibi okudu, onun için bilemedi, biz
öldürüldüğünü ileri sürmektedir. Bk. M. Bayram,
Ahi Evren, s. 22.
52 Bu üç eser hakkında bk.: M. Bayram, Ahi Evren,
s. 75-85.
53 Eflâkî, II, s. 128; H. Şahin, “Selçuklular
Döneminde Ahiler”, s. 303.
54 Eflâkî, I, s. 352-353; Claude Cahen, Osmanlılardan
Önce Anadolu, terc.: Erol Üyepazarcı, İstanbul 2000,
s. 312.
İsa gibi okumuşuz ve onun sırrına ermişiz.”55
cevabını verdiği rivayet edilir. Eflâkî’nin
sözünü ettiği bu menkıbe; o devirdeki Ahilerin
tamamının dönemin en fazla itibar gören ve
desteklenen grubu olan Mevlevîler ile yakın
ilişkide bulunmadıklarını, Ahilerden bazılarının
semaya karşı çıktıklarını, aynı zamanda Ahilerin
okuma oranının yüksekliğini göstermesi
bakımından da mühimdir. Bir toplantı
sırasında, yakın dostlarından Alâeddin Siryanus
Mevlana’ya, Ahi Ahmed’in “Biz de Mevlana’nın
âşıklarındanız.” dediğini söylediğinde, Mevlana
“Sus!, o nasıl ölü efendi âşıktır ki mâşuku onu
tanımıyor, bunlar bize mahrem değillerse de bize
mahrum da değiller”56 sözleriyle cevap vererek
Ahi Ahmed’e karşı nasıl bir tavır içerisinde
olduğunu göstermiştir.
Ahi Ahmed ile ilgili olarak anlatılan bir başka
menkıbe, Mevlevîler ile yakınlık konusunda
bazen Ahilerin bizzat birbirlerine karşı nasıl
düşmanca
davranabildiklerini
göstermesi
bakımından hayli ilginçtir. Ahi Ahmed,Taceddin
Mu’tez ve Ziyaeddin Vezir hankâhlarının
şeyhi öldüğünde, yerine Mevlana’nın müridi
Çelebi Hüsameddin’in getirilmesine şiddetle
karşı çıkınca Ahi Türk’ün ve Ahi Beşlşâre’nin
büyük babalarının sülalesine mensup olan Ahi
Kayser, Ahi Çoban, Ahi Muhammed Sebzvarî
gibi Ahiler kılıçlarına sarılarak Ahi Ahmed’i
ve yanındaki “küstah rindleri” öldürmek için
üzerlerine yürümüşler; Mevlana bu kargaşaya
hiç müdahale etmemiştir.57 Fütüvvet-nâmelerde
belirtilen Ahilik kaidelerine pek uymasa da bu
durum, Ahilerin iktidara yakın zümrelerle ilişki
içerisine girme noktasında birbirleriyle çatışma
içerisine girebildiklerini görmek bakımından
güzel bir örnektir.
Konya’daki Ahileri yöneten iki Ahi reisinden
diğeri olan Ahi Ahmedşah’ın durumu ise
55 Eflâkî, I, s. 473.
56 Eflâkî, I, s. 415.
57 Eflâkî, II, s. 341-345.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
231
ilkinden çok daha farklıydı. Ahi Ahmedşah,
1277 yılında meydana gelen ve Cimri
Hadisesi58 olarak bilinen olayda Alaeddin
Siyavuş’un Karamanoğlu Mehmed Bey ile
birlikte Konya’yı kuşattıkları isyan sırasında
yanındaki Ahilerle birlikte şehri savunmaya
kalkacak;59 1291 yılında ise İlhanlı hükümdarı
Geyhatu’yu Konya’yı yağmalama kararından
vazgeçirebilecek kadar etkin birisiydi.60 Üstelik
Sultan Veled’in sevgisini kazanacak kadar da
Mevlevî çevrelerine yakındı. Nitekim Ahi
Ahmedşah, Sultan Veled’in ölümünden sonra
Ulu Ârif Çelebi’nin müridi oldu ve bütün
akraba ve çocuklarını da aynı yola sevk etti.
Bunlar arasında oğlu Ahi Ali de vardı.61
Konya’daki Ahi reislerinin en güçlüsü olan
Ahi Ahmedşah’ın çevresindeki Ahilerin sayısı
onun siyasi gücü nispetinde daha da arttı.
1294’te Ahi Ahmedşah’ın kardeşi öldüğünde
cenazesine on beş bin kişi katıldığına dair
verilen bilgiler, mübalağalı olsa da Ahiler
üzerindeki nüfuzunun derecesi hakkında
bir fikir sahibi olmayı mümkün kılmaktadır.
Ahi Ahmedşah’ın bu nüfuzu 1298 yılında
öldürüldüğünde meydana gelen olaylarda
daha belirgin bir şekilde hissedilmektedir.
Zira bu olay halk ve idare arasında derin bir
üzüntü uyandırmış olmalı ki dükkânlar yedi
gün süreyle kapatılmış ve Selçukluların yeni
Sultanı Alaeddin Keykubâd b. Feramurz onun
intikamın alınmasına izin vermiş, birkaç ay
sonra da katiller yakalanıp öldürülmüşlerdi.62
Selçuklu devrinin önde gelen Ahilerinden
birisi de Ahi Mahmud’dur. Saray çevresiyle
58 Cimri İsyanı hakkında bk.: Osman Turan,
Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 558 vd.; Erdoğan
Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, Ankara
1993, s. 161-162.
59 C. Cahen, s. 313; Osman Turan, Selçuklular
Zamanında Türkiye, s. 566-567.
60 Eflâkî, II, s. 184-186; C. Cahen, s. 313.
61 Eflâkî, II, s. 346.
62 C. Cahen, s. 314; A. Breebaart, s. 111.
232
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
yakın ilişki içerisinde olan Ahi Mahmud’un
adı, devrinin tabibi Sâdeddin Mes’ud’un; Canik
ve Samsun taraflarına tedavi için gittiği sırada
Sultan Gıyâseddin Mes’ud’un ilk saltanatı
zamanında Evkaf ve İşraf nazırı olarak görev
yapan İmâdeddin Zencânî’ye yazdığı mektupta,
memlekette özlediğini söylediği kişiler arasında
yer almaktadır.63
Dönemin önde gelen Ahilerinden bir diğeri,
Sultan Veled’in yakın dostu Bayburtlu Ahi Emir
Ahmed idi. Bayburd’un reislerinden birisi olan
Ahi Emir Ahmed zenginliği, hayırseverliği,
güngörmüşlüğü ve büyüklerin sohbetine
erişmesiyle tanınırdı. O, Ulu Arif Çelebi
Bayburd’a gittiği sırada kendisine hizmetini
görmüş, bu arada Mevlevîliğe intisâb etmiş,
ayrıca kadın erkek bütün Bayburd halkının da
Mevlevîliğe girişine vesile olmuştu.64 Eflâkî’nin,
Ahi Ahmed’in ağzından anlattığı; Ulu Arif
ve Mevlevîliğin övüldüğüne dair65 sözler bu
dönemde Ahilerin Mevlevîlerle yakın ilişki
içerisinde olmak istediklerinin önemli bir
göstergesidir.
Bu dönemde yaşayan ve Mevlevîlerle yakın
ilişki içerisinde olan Ahiler sadece bunlarla
sınırlı değildir. Eflâkî; eserinin değişik yerlerinde
Ahi Muhammed Divâne, Ahi Muzafferüddin,
Akşehirli Ahi Musa, Ahi Muhammed Bey, Ahi
Sıddık ve onun oğlu Ahi Mustafa isimlerinden
söz eder.66 Bu dönemde Konya dışında, Aksaray
civarında yaşayan bir başka Ahi Ahmed’den
söz
edilmektedir.
Müsameretü’l-Ahbâr’ın
yazarı Aksarayî’nin akrabası olan bu şahıs,
Moğolların bölgedeki valisi İrencin Noyan’ın
saldırısı sırasında Aksaray’ı ağabeyi Ali Melik
ile birlikte savunmuş fakat sonunda yenilerek
63 Osman Turan, Türkiye Selçukluları Hakkında
Resmî Vesikalar, Ankara 1988, s. 163.
64 Eflâkî, II, s. 609.
65 Eflâkî, II, s. 484-486.
66 Eflâkî, II, s. 449, 457, 488-489, 504-505, 559560.
Her meslek grubu kendisine ait
loncalarda faaliyet göstermeye,
misafir ağırlamaya, yolculara
ve kimsesizlere hizmet etmeye
başlamış; gerektiğinde sadece
sufiyane bir hayat sürmeyi tercih
ederken bulunduğu bölgeye ve
konuma göre, bazen siyasi idarenin
en üst noktalarında da görevler
üstlenmişlerdir.
şehrin diğer ileri gelenleriyle birlikte 1304
yılında katledilmişti.67
Beylikler Devrinde Ahiler
Selçukluların son döneminde her geçen gün
biraz daha artan Moğol baskısı Ahileri birbirine
daha da yaklaştırmış, bunların birlik ve teşkilat
anlayışlarını daha da güçlendirmiştir. Her
meslek grubu kendisine ait loncalarda faaliyet
göstermeye, misafir ağırlamaya, yolculara
ve kimsesizlere hizmet etmeye başlamış;
gerektiğinde sadece sufiyane bir hayat sürmeyi
tercih ederken bulunduğu bölgeye ve konuma
göre, bazen siyasi idarenin en üst noktalarında
da görevler üstlenmişlerdir. Selçuklu idaresinin
fiilen sona ermesinden sonra Anadolu’da
kurulan irili ufaklı beyliklerin topraklarında
da Ahilerin yoğun olarak teşkilatlandıkları,
dönemin kaynaklarında açık bir şekilde gözler
önüne serilmektedir.
Ancak Ahilerin bazı istisnalar haricinde
genel anlamda siyasi eğilimlere veya birlik
kurmaya pek de yanaşmadıklarını kabul etmek
gerekir. Zorunlu olmadıkça, herhangi bir siyasi
birlik oluşturmak, siyasi birliklere dâhil olmak,
yönetimle içli dışlı yahut iktidar muhalifi olmak
genellikle benimsedikleri bir davranış tarzı
değildir. Pek çok örnekte de görüldüğü gibi
Ahilik daha ziyade iktisadi hayat içerisinde
ön plana çıkan bir sivil toplum kuruluşu ya
da bir sosyal yardım müessesi olarak faaliyet
göstermekteydi. Ahilerin iktidar çevreleriyle
yakın olmalarının kökeninde, çevrelerinde
çok sevilen Ahi şeyhlerinin nüfuzundan
yararlanmak isteyen iktidarın bu yöndeki
çabalarını da göz önünde bulundurmak gerekir.
C. Cahen, bu anlamda Ahilerin normalde fazla
siyasi kabiliyete sahip olmayan esnaf teşkilatı
67 Kerîmüddin Mahmud Aksarayî, Müsâmeretü’lAhbâr, terc: Mürsel Öztürk, Ankara 2000, s. 247248.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
233
durumunda olduklarını, karışıklık zamanında
bazen ön plana çıktıklarını ve bazen de düzenli
ordunun eksikliklerini tamamladıklarını ifade
etmektedir.68 Ahilerin Kırşehir ve Ankara
bölgesinde bir savunma hattı meydana
getirmek suretiyle Ahi Hüsameddin ailesinin
Ankara Ahi Devleti adıyla bir devlet kurduğu
bilinmektedir.69 Beylikler devrinde Anadolu’daki
Ahi birlikleri hakkında en önemli bilgiler, Ahi
zaviyelerinde kaldığı süre zarfında teşkilatın
geleneklerini yakından görme imkânına sahip
olmuş Tancalı meşhur seyyah İbn Battûta
ile Kadı Burhaneddin devrinin âlimlerinden
Esterâbadî’nin eserlerinde yer almaktadır.
İbn Battûta’nın Gözünden Beylikler
Döneminde Ahilik ve Ahi Zaviyeleri
İbn Battûta üzerine ayrıntılı bir biyografi
çalışması hazırlayan Ross E. Dunn, İbn
Battûta’nın Anadolu’ya geldiği zaman, yani
Moğol işgalinin meydana getirdiği kargaşa
döneminde Ahilerin, kentsel birlik ve
savunmayı korumaya yardım etmek gibi sivil
bir işlevi yerine getirdiklerini ifade eder.70 Bu
Ahi birliklerinden her birinin genellikle bir
takke ve özel şalvardan oluşan kendine has
kıyafeti vardı ve üyeler eğlenme, yemek ve
sohbet için düzenli olarak Ahilerin evinde ya
da zaviyesinde toplanırlardı. Yeni üyelerini genç
işçi ve zanaatkârlardan toplayan bu birlikler
mesleki çizgiler üzerinde örgütlenmişlerdi. Yine
de o çağda faaliyet gösteren meslek localarından
farklıydılar. Toplantı ve kabul törenleri, namaz
ve dinî gelenekleri içine katmıştı.71
68 Claude Cahen, “İlk Ahiler Hakkında”, Belleten,
L/197 (1987), s. 600.
69Ahmed Tevhid, “Ankara’da Ahiler Devleti”,
TOEM, III/19 (1331), s. 1202-1204; A. Breebaart,
s. 114.
70Ross E. Dunn, İbn Battûta’nın Dünyası, terc.:
Yeşim Sezdirmez, İstanbul 2004, s. 162.
71 R. E. Dunn, s. 162-163.
234
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
1332 sonlarına doğru Suriye’nin Lazkiye
Limanı’ndan bindiği bir Ceneviz gemisiyle
Hamidoğulları idaresindeki Alanya’ya gelen İbn
Battûta, Anadolu seyahatine bu önemli liman
kentinden başlamıştı. Alanya’dan Antalya’ya
geldiğinde ise daha önce hiç karşılaşmadığı bir
olayla karşılaştı. Seyahatnâme’sinde anlattığına
göre Antalya’da bir şeyhin zaviyesinde misafir
olarak gittiğinde sırtında yıpranmış bir elbise,
başında keçe külah bulunan bir genç gelmiş ve
kendisini misafir eden şeyhe İbn Battûta’yı işaret
ederek bir şeyler söylemişti. Şeyh, İbn Battûta’ya
dönerek adamın onu yemeğe çağırdığını
söylediğinde seyyah, adamın çok yoksul birine
benzediğini, kendisini ağırlayabilecek gücü
yoksa onu zor durumda bırakmak istemedikleri
cevabını verdi. Şeyh gülerek bu adamın dericiler/
debbağlar zümresine mensup Ahi gruplarından
ve cömertliğiyle tanınan birisi olduğunu, iki
yüz adamı olduğunu, gündüz kazandıklarını
gece misafirleri için harcadıklarını söyledi.72
Ahi reisi, akşam namazından sonra gelip
onları dergâha götürdü. İbn Battûta’nın gittiği
zaviyede karşılaştığı manzara dönemin Ahi
zaviyelerinin niteliği hakkında önemli bilgiler
de ihtiva etmektedir. Seyyah dergâha girer
girmez muhteşem bir manzarayla karşılaşmış,
Anadolu’nun en güzel halı ve kilimleriyle
döşeli, Irak camından yapılmış sayısız avizeyle
süslü zaviye İbn Battûta’nın gönlünü âdeta
fethetmişti. Muhteşem bir ziyafetin ardından
gece yarısına kadar süren sohbetler, eğlenceler,
raks ve dualar onun hayranlığını bir kat daha
artırmıştı.73
İbn Battûta’nın Ahilerle münasebeti sadece
Antalya ahileri ile sınırlı kalmamıştır. Gittiği
her şehirde Ahiler tarafından karşılanmış,
Ahi geleneğinin gereği olarak hemen her Ahi
zaviyesinde üç gün boyunca misafir edilmiş,
en iyi şekilde ağırlanmış ve rahatı için her
72 İbn Battûta, I, s. 404; R.E. Dunn, s. 161.
73İbn Battûta, I, s. 404.
türlü imkân sağlanmıştır. Antalya, seyyahın
Ahi teşkilatı ile tanıştığı şehirdir. Bir sonraki
durağı olan Burdur’da onu yine Ahiler,
içlerinden birinin bağında kurbanlar keserek
karşılamışlardır.74 İbn Battûta’nın Antalya
ve Burdur’daki gözlemleri Hamidoğulları
topraklarında Ahi teşkilatının konumuna dair
fikir vermesi bakımından hayli önemlidir.
Seyyahın Burdur’dan sonraki durağı
Selçukluların eski, Karamanoğullarının yeni
başkenti Konya olmuştur. Konya’da onu aynı
zamanda büyük bir tekkenin şeyhliğini de yapan
İbn Kalemşah adlı Ahi reisi ağırlamıştır.75 Ahi
İbn Kalemşah, Selçukluların yıkılışından sonra
bu bölgede kurulan Karamanoğulları Beyliği
içinde de Ahilerin faaliyetlerini sürdürdüklerinin
en güzel örneğidir.
Konya’dan sonraki durak olan Sivas’ta
meydana gelen olay Ahilerin misafirperverlik
uğruna neleri göze alabildiklerini göstermesi
bakımından oldukça ilginçtir. İbn Battûta,
Eratnalılar Beyliği idaresindeki Sivas’a varır
varmaz daha atından bile inmeden Ahi Bıçakçı
Ahmed’in yoldaşları tarafından karşılanmıştı.
Bunlar seyyahın kendilerine misafir olmasını
istiyorlardı. Bu teklifi kabul eden İbn Battûta ve
arkadaşları, Ahi Bıçakçı Ahmed’in yoldaşlarıyla
biraz ilerlediklerinde bu kez karşılarına rütbece
ilkinden daha üstün ola Ahi Çelebi’nin adamları
çıktı. Bunlar, misafir etme hakkının kendilerinde
olduğunu söyleyince iki taraf kavgaya tutuşup
birbirlerine bıçak çektiler. Kavga büyümeden
74 “… Burdur’a hareket ettik. … burada yöre
hatibinin evinde konakladım. Ahı yiğitler toplanıp
yanlarında kalmamızı istedilerse de hatip buna
razı olmadı. İçlerinden birinin bağında ziyafet
hazırladılar, kurbanlar kestiler. Bizimle tanışmaktan
duydukları sevinç gerçekten hayret vericiydi!
Onlar bizim dilimizi bilmiyor, biz de onların
dilinden anlamıyorduk; aramızda bir tercüman da
bulunmuyordu! Ama onlarla tam bir günümüzü
geçirdik hiç sıkılmadan!” (Aynı eser, I, s. 404).
75Aynı eser, I, s. 412-413.
önlendi ve sonuçta üç gün birisi, üç gün diğeri
misafir etmek kaydıyla anlaşmaya vardılar.76
Ahi Bıçakçı Ahmed’e misafir olduktan sonra
Alaeddin Eratna Bey, seyyahı kendi sarayında
misafir etmek istedi. Ancak Ahi Çelebi “Daha
bizim misafirimiz olmadılar.”, demek suretiyle
araya girince Alaeddin Eratna Bey Ahi
Çelebi’nin sözünü dinlemek zorunda kaldı.77
İbn Battûta’nın muhtemelen biraz da abartarak
naklettiği bu olay, Ahi Çelebi’nin, misafirini
bölgenin hükümdarına dahi vermediğini,
Ahilerin misafir etme konusunda, gerektiğinde
birbirleriyle kavga edecek ya da bölgenin
hükümdarına bile karşı koyabilecek derecede
hassas olduklarını göstermesi açısından olduğu
kadar, Ahi hiyerarşisini ve gerektiğinde Ahilerin
iktidar üzerindeki etkisini anlamak bakımından
da ilginç ve güzel bir örnektir.
İbn Battûta Aksaray’da Emir Eratna’nın
vekili Ahi Şerif Hüseyin’i ziyaret ettikten sonra
Eratnaoğulları Beyliği’nin sınırları dâhilindeki
bir diğer şehir olan Kayseri’ye giderek şehrin en
büyük zaviyesinin sahibi Ahi Ali’nin zaviyesine
misafir olmuştur.78 Ahiler Eratnaoğulları
topraklarında idari mekanizma içerisinde de
görev almışlardır. Aksaray’ı idare eden Ahi
Şerif Hüseyin bunun en belirgin örneğidir.
Bir diğer örnek ise Erzincan hâkimi Ahi Ayna
Bey’dir. Ahi Ayna Bey, şeklen Eratnalılara bağlı
gibi görünse de 1362 yılında ölümüne kadar
müstakil bir şekilde Erzincan’ı idare etmiştir.79
Bu dönemde Ahilerin yoğun olarak
yaşadıkları ve aktif siyasete dâhil oldukları
beyliklerden bir diğeri Kadı Burhaneddin
76 İbn Battûta, I, s. 416-417.
77 Aynı yerde.
78 Kemal Göde, “Eratnalılar Devri (1327-1381)’nde
Anadolu’da Ahilik”, I. Uluslar arası Ahilik Kültürü
Sempozyum Bildirileri (13-15 Kasım 1993), Ankara
1996, s. 69; Aynı yazar, Eratnalılar (1327-1381),
Ankara 1994, s. 38.
79 K. Göde, Eratnalılar, s. 67, 120.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
235
Kırşehir Âşık Paşa Türbesi
Devleti’dir. Bu beylik bünyesinde adından en
fazla söz ettiren Ahi reisi, Kadı Burhaneddin’in
payitahttaki en büyük yardımcısı ve destekçisi
olan Ahi İsa’dır.80 Ahi İsa ölünceye kadar Kadı
Burhaneddin’e hizmet etmiş, onun için savaşmış,
hapiste yatmıştır. Bu beylikteki diğer Ahiler
arasında Kadı Burhaneddin’in muhalifi olup
ona karşı girdiği bir komplonun açığa çıkması
üzerine öldürülen Ahi Nevruz,81 Ahi Nasireddin,
kendisi için güzel bir zaviye yaptırılan Ahi
Adilşâh,82 Ahi Muhammed ve Ahi Nureddin’in
isimleri sayılabilir. Ahiler, Ahi Hasan, Ahi
Şemseddin vasıtasıyla Osmanlı Beyliği;83 Ahi
80 Aziz b. Erdeşir-i Esterebâdî, Bezm ü Rezm, çev.:
Mürsel Öztürk, Ankara 1990, s. 226-233; Yaşar
Yücel, Kadı Burhaneddin Ahmed ve Devleti (13441398) ve Mutahharten ve Erzincan Emirliği, Ankara
1983, s. 50.
81 Hakkında bk. Bezm ü Rezm, s. 241-272; Y.
Yücel, s. 63-71.
82 Bezm ü Rezm, s. 289-294.
83 Osmanlı Beyliği’nin ilk döneminde Ahiler ve
Ahi zaviyelerinin fonksiyonları konusunda İbn
Battûta Seyahatnamesinde çok orijinal bilgiler
vardır. (s. 428-437) Bunlardan bazıları hakkında bk.
M. Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu,
5. Baskı, Ankara 1994, s. 89-93; A. Breebaart, s.
114; ve Muallim Cevdet, Osman Çetin, “Osmanlı
236
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Eserini Osmanlı Devleti’nin kuruluş
döneminde yazdığı bilinen Âşık Paşa,
Hak’tan cihana açılan beş kapı arasında
“esnaf velîsi olan Ahi”nin ismini de
saymaktadır. Âşık Paşa’nın tasvirine
göre Ahi; cömertliğin, geleni hoş bir
şekilde ağırlayıp eli boş göndermemenin,
Hak yolunda dosdoğru olup günah
işlememenin, yolunu şaşırana üşenmeden
yolunu göstermenin, misafir karşısında
toprak gibi mütevazı olup kibirden ve
kinden uzak durmanın sembolüdür.
Şah Melik vasıtasıyla Çoban Oğulları Beyliği
ve Ahi Şorve vasıtasıyla da Candaroğulları
topraklarında faaliyet göstermişlerdir.84
Osmanlı Devleti’nin Kuruluş
Döneminde Ahiler
Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde
Ahiler, savaşlardaki cengâverlikleriyle hemen
her kesimin saygı ve beğenisini kazanmış
gazi-alplerle özdeşleştirilmişlerdir. Teşkilat
mensuplarının Osmanlı beyleri nezdinde büyük
iltifat gördükleri bilinmektedir.85 Ahilerin
Osman Gazi devrinden itibaren Osmanlı
topraklarında faaliyet gösterdikleri, döneme dair
bilgi veren kaynaklarda Ahi unvanını taşıyan
kişilerin zikredilmesinden anlaşılmaktadır.
Osmanlı Beyliği’nin uc’da yer alması, Ahilerin
Devleti’nin Kuruluşunda Ahiler”, Osman Gazi
ve Dönemi, Bursa 1996; Haşim Şahin, “Osmanlı
Devleti’nin Kuruluş Döneminde Dini Zümreler
(1299-1402)”, yayınlanmamış doktora tezi, İstanbul:
Marmara Üniversitesi, 2007, s. 175-205.
84 Yaşar Yücel, Anadolu Beylikleri Hakkında
Araştırmalar I: Çobanoğulları Beyliği-Candar
Oğulları Beyliği.., Ankara 1991, s. 11.
85 Osman Çetin, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda
Ahiler”, Osman Gazi ve Dönemi, Bursa 1996, s. 109.
Ahiler, Osmanlı Devleti’nin kurulduğu
coğrafya olan Söğüt, Eskişehir, Bilecik, Bursa,
Mudurnu gibi şehirlerde faal olmuşlar;
daha başlangıcından itibaren beyliğin siyasi
gelişimine zaviyeler kurmak, fetihlere katılmak,
esnaf örgütlerini kontrol altında tutmak ve
nizam vermek suretiyle katkı sağlamışlardır.
bu bölgede yoğun olarak toplanmasının başlıca
nedenlerindendir.
Köylerde,
kasabalarda
ve uclarda kurulan Ahi teşkilatları mevcut
yerleşmelerin gelişmesine katkı sağladıkları gibi,
kurdukları zaviyeler vasıtasıyla yeni köylerin
kurulması ve iskânında da birinci derecede rol
oynamışlardır. Bu süreçte Ahiler yerel halkla
dostane ilişkiler kurmuşlar, din ve mezhep veya
ırk farkı gözetmeksizin hemen herkese yardım
ve dostluk elini uzatmışlar, bu sayede toplumsal
barışın gelişmesine katkı sağlamışlardır.
Büyük bir dayanışma ve birlik şuuru içinde
bulunan Ahi birlikleri Anadolu’nun Batı ucunun
hızlı bir şekilde Türkleşme ve İslamlaşmasına
sağladıkları katkıyı Osmanlı topraklarında
da devam ettirmişlerdir. Eserini Osmanlı
Devleti’nin kuruluş döneminde yazdığı bilinen
Âşık Paşa, Hak’tan cihana açılan beş kapı
arasında “esnaf velîsi olan Ahi”nin ismini de
saymaktadır. Âşık Paşa’nın tasvirine göre Ahi;
cömertliğin, geleni hoş bir şekilde ağırlayıp eli
boş göndermemenin, Hak yolunda dosdoğru
olup günah işlememenin, yolunu şaşırana
üşenmeden yolunu göstermenin, misafir
karşısında toprak gibi mütevazı olup kibirden
ve kinden uzak durmanın sembolüdür.86
Âşık Paşa’nın bu tasnifinde Ahileri
yerleştirdiği konum, Selçuklu ve Beylikler
86 Âşık Paşa, Garib-nâme, haz.: Kemal Yavuz,
Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 2000, I/II, 641,
647.
devrinde olduğu gibi Osmanlı toplumunda
da Ahilerin sahip oldukları fonksiyonu
sürdürdüklerini anlamak bakımından hayli
önemlidir. Nitekim aşağıda anlatılacağı üzere
İbn Battûta’nın Mudurnu dağlarında karşılaştığı
Ahilerin tavrı, Âşık Paşa’nın tavsifine tıpatıp
uymaktadır.
Ahiler, Osmanlı Devleti’nin kurulduğu
coğrafya olan Söğüt, Eskişehir, Bilecik, Bursa,
Mudurnu gibi şehirlerde faal olmuşlar; daha
başlangıcından itibaren beyliğin siyasi gelişimine
zaviyeler kurmak, fetihlere katılmak, esnaf
örgütlerini kontrol altında tutmak ve nizam
vermek suretiyle katkı sağlamışlardır. Ömer
Lütfi Barkan, Osmanlı Devleti’nin kuruluş
döneminde mevcut olan bu Ahi zaviyelerinin
çoğunun kökeninin Osmanlı öncesi dönemde
aranması gerektiğini ifade eder.87
Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde
adı Ahilik ile en fazla ilişkilendirilen şahsiyet
Osman Gazi’nin kayınpederi Şeyh Edebalı’dır.
Osman Bey’in başlattığı, ileride Orhan Bey
ve I. Murad tarafından devam ettirilecek, Ahi
şeyhleriyle yakın ilişki kurma politikası devletin
87 Ömer Lütfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda
Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar
ve Temlikler I: İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk
Dervişleri ve Zâviyeler”, VD, II (1942), s. 292;
Mesela Osmanlı öncesi dönemde kurulan zaviyelere
örnek olarak, Eskişehir bölgesi hakkında bk.: Halime
Doğru, XVI. Yüzyılda Sultanönü Sancağında Ahiler
ve Ahi Zaviyeleri, Ankara 1991, s. 37-39.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
237
kuruluşunda mistik bir algının oluşması ile
neticelenmiş,88 bu anlayışın ilk dönemdeki
sembol ismi ise Şeyh Edebalı olmuştur. Bazı
araştırmalarda Şeyh Edebalı’nın bir Ahi şeyhi
olduğu teması yaygın olarak işlenmekte ise
de onun Ahi değil de Vefaî şeyhi olduğu artık
daha somut olarak bilinmektedir.89 Ancak bu
durum onun Ahilerle herhangi bir ilgisinin
bulunmadığı şeklinde de yorumlanmamalıdır.
Şeyhin etrafındaki sufilerin pek çoğunun, hatta
kardeşinin bir Ahi reisi olduğu bilinmektedir.
Kardeşi Ahi Şemseddin, yeğeni Ahi Hasan90 ve
Şeyh Mahmud onun Ahilerle münasebetinin en
güzel örnekleridir.91
Şeyh Edebalı’nın kardeşinin oğlu olan
Ahi Hasan, Osman Gazi ve Orhan Gazi
devirlerinin en meşhur Ahi reislerinden
birisiydi. Taşköprîzâde, Osman Gazi devri
dervişleri arasında saydığı Ahi Hasan’ın; ibadete
düşkün, zühd sahibi, duası makbul, kerâmet ehli
ve feyiz kaynağı bir şahsiyet olduğunu ifade
eder.92 Ahi Hasan’ın, Osman Gazi vefat ettiği
88 Halime Doğru, XVI. Yüzyılda Eskişehir ve
Sultanönü Sancağı, İstanbul 1992, s. 35.
89 Aldo Gallotta, “Oğuz Efsanesi ve Osmanlı
Devleti’nin Kökenleri: Bir İnceleme”, Osmanlı
Beyliği (1300-1389), ed.: Elizabeth Zachariadou,
İstanbul 1997, s. 56-57; Vefailik için bkz.: Haşim
Şahin, Dervişler ve Sufi Çevreler, İstanbul: Kitap
Yayınevi, 2017, s. 63-80.
90 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I, s.
530; A. Gallotta, aynı makale, s. 57; Mehmet TopalKamil Çolak, “Osmanlı Devleti’nde Ahi Zaviyeleri”,
Osmanlı, c. IV, ed.: Güler Eren-Kemal Çiçek,
Ankara 1999.
91 Âşıkpaşazâde, Târih, neşr.: Âli Bey, İstanbul 1332,
s. 29; Neşrî, Kitâb-ı Cihannümâ, I-II, haz.: Mehmed
Altay Köymen, Ankara 1983, I, 131-135; O. Çetin,
“Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Ahiler”, s. 111.
92 Taşköprîzâde, Osmanlı Bilginleri, eş-Şakâiku’nNu’mâniyye
fî
ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye,
terc.: Muharrem Tan, İstanbul 2007, s. 24; Nişancı
Mehmed Paşa, Târih, İstanbul 1290, s. 98; Mecdî,
Hadaiku’ş-Şakaik, neşr.: Abdülkadir Özcan, İstanbul
1989, s. 23.
238
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
zaman mülkünü oğulları arasında paylaştırmak
için yapılan toplantıya başkanlık ettiği
yönündeki rivayetler,93 adı geçen Ahi şeyhinin
Osmanlı yönetimi nezdindeki itibarını ortaya
koyması bakımından dikkate değerdir. Onun bu
toplantıya yanında diğer şeyhler de olduğu hâlde
katılıp kardeşler arasında bir nevi ara buluculuk
görevini üstlenmiş olması, sadece onun değil
şahsında Ahiler zümresinin iktidar nezdindeki
konumunu
göstermesi
bakımından
da
mühimdir. Müteakip dönemde de bu nüfuzunu
muhafaza ettiren Ahi Hasan’ın Orhan Gazi ile
birlikte savaşlara katıldığı bilinmektedir. Orhan
Gazi Bursa’nın fethi için yola çıktığı sırada Şeyh
Mahmud ile birlikte Ahi Hasan’ın da yanında
olmasını ısrarla istemiş, Ahi Hasan savaş
sırasında Bursa Kalesi’nin surlarına çıkan ilk
şahıs olarak94 Orhan Gazi için neden bu kadar
önemli bir kimse olduğunu ispatlamıştı. Ahi
Hasan, Âşıkpaşazâde ve Neşrî’nin ifadelerinden
anlaşıldığına göre fetih sırasında en ön saflarda
savaşmış ve kalenin burcuna ilk çıkan Osmanlı
askeri olmuştu.95 Orhan Gazi, Ahi Hasan’ın bu
gayretini karşılıksız bırakmamış; savaştan sonra
Bursa’ya yerleşen bu gözü pek Ahi önderi için
Dârü’s-Sâ’ade yakınında bir zaviye yaptırmış,
pek çok araziler vakfetmiştir.96 Orhan Gazi
1332 yılında İznik’i ele geçirince burada da yine
Ahi Hasan adına bir tekke inşa ettirmiştir.97
Orhan
Gazi
döneminde
Osmanlı
topraklarında yaşayan Ahiler hakkında en
93 Âşıkpaşazâde, 36; Neşrî, I, 147.
94 Âşıkpaşazâde, 29; Neşrî, I, 133.
95 Âşıkpaşazâde, 29; Neşrî, I, 131.
96 Âşıkpaşazâde, 30; Neşrî, I, 135, 147; Taşköprîzâde,
24; Mecdî, 23; Âlî, Künhü’l-Ahbâr, V, Dersaadet
1295, s.38; Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı
Mimarisinin İlk Devri, , I, Baha Matbaası, İstanbul
1966, s. 49; Irene Beldiceanu, “Başlangıçlar: Osman
ve Orhan”, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, I, haz.:
Robert Mantran, terc.: Server Tanilli, İstanbul 1995,
s. 37-38.
97 Âşıkpaşazâde, 42; Neşrî, I, 163.
Herkes gece ve karın bir araya getirdiği sıkıntıdan dolayı öleceğini düşünürken son
bir hamle ile atına atlayan İbn Battûta, uzaktan kulübeyi andıran evlerden birinin
kapısına dayanarak hem kendisini hem de arkadaşlarını kurtarmayı başardı.
Vardıkları yer yaşlı bir şeyhin sarp bir yol geçidine kurduğu bir tekkeydi. Seyyah
ve arkadaşları bu tekkeye sığınmak suretiyle dondurucu soğuktan ve açlıktan
kurtulmuşlar, burada bir zikir meclisine de şahit olmuşlardı.
önemli kaynağımız, yukarıda eserine sıklıkla
başvurulan İbn Battûta’dır. İbn Battûta
“Anadolu’daki Türkmen beylerinin en ulusu”
olarak nitelediği Orhan Bey’i ziyaret etmek
amacıyla geldiği Bursa’da Anadolu’nun diğer
bölgelerinde olduğu gibi yine Ahiler tarafından
karşılanmış ve aşure gününe rastlayan bir tarihte
muhtemelen Şeyh Edebalı’nın kardeşi olan
Ahi Şemseddin’in zaviyesinde, iftarda leziz bir
ziyafet, güzel sesli hafızların okuduğu Kur’an
ve Konyalı Vâiz Mecdüddin’in verdiği etkili bir
vaazdan sonra yapılan sema ve raks eşliğinde
muhteşem bir misafirlik geçirmişti.98 Ahi
Şemseddin’in zaviyesinde geçirilen misafirlik,
Ahi
zaviyelerindeki
işleyişi
göstermesi
bakımından güzel bir örnektir.
Bursa’da Orhan Bey’i ziyaret edip verdiği
hediyeleri aldıktan sonra İznik’e doğru yola
çıkan İbn Battûta İznik yolu üzerindeki Kürle
(Gürle) kasabasında yine Ahi yiğitlerinden
birisinin zaviyesinde misafir olmuş, İznik’e
vardığında Orhan Bey’in hanımı Nilüfer
98 İbn Battûta, I, 428. İbn Battûta’nın tekkesinde
misafir kaldığı Ahi Şemseddin’in, yukarıda sözü
edilen Şeyh Edebalı’nın kardeşi ve Ahi Hasan’ın
babası Ahi Şemseddin olduğu ifade edilmektedir.
Ancak Osman Gazi devrinde yaşadığı bilinen Ahi
Şemseddin’in Orhan Gazi döneminde hâlen hayatta
olup olmadığı konusunda diğer kaynaklarda şimdilik
bir bilgiye rastlanmamıştır. Dolayısıyla burada sözü
edilen Ahi Şemseddin’in başka bir kimse olması da
muhtemeldir.
Hatun’u ziyaret etmiş, atının hastalanması
sebebiyle kırk gün kaldığı bu şehirden hareket
ettiğinde ise belki de seyahatinin en zor
kısımlarından birisi başlamıştı. İznik’ten sonraki
ilk mola yeri Geyve’de de bir Ahi zaviyesinde
konaklayan ve gittiği hemen her yerde Ahiler
tarafından en iyi şekilde misafir edilmeye
alışan İbn Battûta, bir sonraki durağı olan
Yenice/Taraklı’ya ulaştığında da hemen bir
Ahi zaviyesi aradıklarını yazmaktadır.99 Seyyah,
Taraklı’dan sonraki durağı olan Göynük’te
yaşlı bir Hristiyan kadının evinde geceledikten
sonra parayla tuttuğu bir kılavuzdan kendilerini
Muturnî/Mudurnu’ya götürmesini istemişti.
Ancak bulduğu kılavuzun bir sahtekâr olduğu
çok vakit geçmeden anlaşılmıştı. Kılavuz aynı
dağda belki otuz defa dolaştırdıktan sonra
paralarını alıp kaçtı ve onları kış ortasında karlı
tepelerde yarı yolda bıraktı. Herkes gece ve karın
bir araya getirdiği sıkıntıdan dolayı öleceğini
düşünürken son bir hamle ile atına atlayan İbn
Battûta, uzaktan kulübeyi andıran evlerden
birinin kapısına dayanarak hem kendisini hem
de arkadaşlarını kurtarmayı başardı. Vardıkları
yer yaşlı bir şeyhin sarp bir yol geçidine kurduğu
bir tekkeydi. Seyyah ve arkadaşları bu tekkeye
sığınmak suretiyle dondurucu soğuktan ve
açlıktan kurtulmuşlar, burada bir zikir meclisine
de şahit olmuşlardı. Böylelikle ölümden son
anda kurtulan seyyah ve arkadaşları, ertesi gün
99 İbn Battûta, I, 430-433.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
239
huzur dolu ortamını, zaviyelerde yapılan ilmî
faaliyetleri, dinî törenleri ve Ahi geleneklerini
göstermesi bakımından en önemli kaynak
niteliği taşımaktadır. Ahi zaviyelerinin bu
derece yaygın olması ve bunun merkezî iktidar
açısından hiçbir mahsurunun görülmemesi,
Ahilerle sultanların ilişkilerinin yakınlığını
ortaya koyması cihetiyle de ayrıca mühimdir.
İbn Battûta’nın anlatıları,
Osmanlı devrinin ilk
yıllarında Ahilerin en ücra
köylere ve dağ başlarına
kadar yayıldıklarını, Ahi
zaviyelerindeki ocakların
kış boyu yandığını,
Ahilerin yardımseverliğini,
gariplere karşı babacan
tavırlarını, dinî yaşantılarını,
misafirperverliklerinin sınır
tanımazlığını, zaviyelerin
huzur dolu ortamını,
zaviyelerde yapılan ilmî
faaliyetleri, dinî törenleri ve
Ahi geleneklerini göstermesi
bakımından en önemli
kaynak niteliği taşımaktadır.
240
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
cuma namazı vaktinde Mudurnu’ya inerek yine bir
Ahi zaviyesinde konakladılar. Seyyah, Mudurnu’nun
ardından kısa süre önce Osmanlı hâkimiyetine giren
Bolu’da da Ahilerin sıcak bir karşılamasından sonra100
bölgeden ayrılıp, ileride eserinin en güzide sayfalarını
ayıracağı Ahilerin bu ikramlarını kafasının bir köşesine
yazarak yoluna devam etmiştir.
İbn Battûta’nın anlatıları, Osmanlı devrinin ilk
yıllarında Ahilerin en ücra köylere ve dağ başlarına
kadar yayıldıklarını, Ahi zaviyelerindeki ocakların
kış boyu yandığını, Ahilerin yardımseverliğini,
gariplere karşı babacan tavırlarını, dinî yaşantılarını,
misafirperverliklerinin sınır tanımazlığını, zaviyelerin
100“Bôlî’de Ahı yiğitlerinden birinin tekkesinde konakladık.
Âdet gereği tekkenin bütün bölümlerinde ocaklar kış boyu yanar.
Dergâhın her kısmına ayrı ocak yapılmıştır. Hepsinin bacası var,
duman çıkıp gidiyor. Onlara “bahârî” ismini vermişler. …
Tekkeye vardığımızda ocakları yanar bulduk. Hemen
üstümüzdekileri çıkararak tek kat elbiseyle kaldık, ateşin karşısında
ısındık. Ahı derhal çeşitli yemek ve meyvelerden getirdi. Hak Teala
yabancılara, gariplere şefkat ve merhamet gösteren, her gelen
ve geçene yardımını esirgemeyen, onlara kucak açan, misafirleri
kendi akrabalarıymışçasına bağrına basan bu dervişlere en güzel
mükafatı versin! O geceyi huzur içinde geçirdik; içimiz rahat,
bedenimiz dingin…” (İbn Battûta, I, 437).
Diğer kaynaklarda verilen bilgiler, Orhan
Gazi devrinde yaşayan Ahilerin sadece İbn
Battûta’nın bahsettikleriyle sınırlı olmadığını
göstermektedir. Orhan Gazi devrine ait bir
vakfiye kaydında ismi zikredilen Hacı Karaoğlan
adıyla da bilinen Osman bin Yusuf bu devirde
yaşayan Ahilerden birisidir.101 Adı Osman Gazi
ve Orhan Gazi devri mutasavvıfları arasında
sayılan Hacı Karaoğlan’a ait İznik suru içinde
mescid ve imaret bulunmaktaydı. Orhan
Gazi’nin İznik’teki bu zaviye için yaptırdığı
vakfiyede Hacı Karaoğlan’ın, “herkesin sevgilisi,
büyüklerin iftihar edeceği bir şahsiyet” olarak
tavsif edilmesi dikkat çekicidir.102
Orhan Gazi’nin büyük oğlu Süleyman
Paşa’nın Geyve’de Ahur Köyü’nü evladlık olarak
vakfettiği Ahi Hacı bu devirde yaşayan Ahilerden
birisidir. Ahi Hacı’nın ölümünden sonra bu köy
Mevlânâ Tâceddin Tokâdî ve Ahi Âdil, daha
sonra da Ahi Âdil’in oğlu Ahi Ali tarafından
tasarruf edilmiştir.103 Hayırsever kişiliği ile
tanınan Süleyman Paşa’nın Ahilere vakfettiği
araziler bunlarla sınırlı değildi. O, Ahi İlyas
ve Ahi Hızır’a da ihsanlarda bulunmuş, Geyve
Akhisar’ında kurdukları zaviyelerinde faaliyet
gösteren bu iki Ahi şeyhi için Yılan Karyesi’ni
vakfetmiştir. Her iki Ahinin zaviyelerinde
101 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Orhan Gazi’nin,
Vefat Eden oğlu Süleyman Paşa İçin Tertip Ettirdiği
Vakfiyenin Aslı”, Belleten, XVII/107 (1963), s. 439.
102 İ. H. Uzunçarşılı, “Süleyman Paşa Vakfiyesi”, s.
439.
103 Hüdâvendigâr Livası Tahrir Defteri, I, haz.:
Ömer Lütfi Barkan-Enver Meriçli, Ankara 1988, s.
402.
âyende ve revendeye yani gelip geçen yolculara
hizmet etmelerinin yanı sıra Sakarya üzerinde
bulunan bir köprünün hizmetini de üstlendikleri
anlaşılmaktadır.104 Süleyman Paşa, aynı şekilde
Ahi Çoban Zaviyesi için de vakıflar tahsis etmiş;
Göynük’te ise Ahi zümresine mensup olan Ahi
Ali için Gölözü’nde bir mezra ve bir değirmen
vakfetmişti. Yıldırım Bayezid tarafından da
beratı yenilenen bu vakıf daha sonraki dönemde
Ahi Ali’nin evlâdından Ahi Mahmud oğlu
Ahi Ahmed ve Ahi Ahmed oğlu Ahi Ahmed
tarafından tasarruf edilmiştir.105 Beypazarı’nda
ise Ahi Hacı için Ova Mezrası’nı vakfetmiştir.106
Süleyman Paşa gibi, gerek Ahilere ve gerekse
diğer dinî zümrelere bol ihsanlarda bulunan
babası Orhan Gazi, bu hayırsever oğlunun ani
ölümü üzerine onun anısına, yaklaşık 1361
yılı civarında İznik’te yaptırdığı zaviyenin
yönetimini Karaoğlan lakabını taşıyan Osman
b. Yusuf ’a bırakmıştır. Bu vakıf daha sonra adı
geçen şahsın oğlu Ahi Mustafa tarafından idare
edilmiştir.107
Bursa’da, Tophisar denilen bölgenin
yakınlarında zaviyesi bulunan Ahi Tuzcı
Orhan Gazi döneminde yaşadığı bilinen bir
diğer Ahi şeyhidir. Ahi Tuzcı Zaviyesi için
Orhan Gazi’nin kızı Hatice Hatun bir bölgeyi
vakfetmiştir.108 Ahi Tuzcı Zaviyesi ile ilgili bu
vakıf, bu dönemde Ahilerle yakın ilişki içerisinde
olanların hanedanın sadece erkek üyeleri
olmadığını ortaya koyması bakımından dikkat
çekicidir. Orhan Gazi, Harmankaya’da da Ahi
Sevindik için bir arazi vakfetmiştir.109 H. Doğru,
Sivrihisar nahiyesinde bulunan zaviyelerden
bazılarının Orhan Gazi dönemine ait olduğu
kanaatindedir. Buna göre Kepen köyünde
104 Hüdâvendigâr Livası Tahrir Defteri, I, 490-491.
105 Hüdavendigâr Livası Tahrir Defteri, I, 585-586.
106 Hüdavendigâr Livası Tahrir Defteri, I, 702.
107 I. Beldiceanu, aynı makale, s. 38.
108 Hüdâvendigâr Livası Tahrir Defteri, I, 49.
109 Hüdavendigâr Livası Tahrir Defteri, I, 578.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
241
H. Doğru, Sivrihisar nahiyesinde bulunan zaviyelerden bazılarının Orhan Gazi
dönemine ait olduğu kanaatindedir. Buna göre Kepen köyünde bulunan Ahi
Paşa Zaviyesi ve Holanta köyünde bulunan Ahi Orta Zaviyesi muhtemelen
Orhan Gazi devrine ait olmalıdır.
bulunan Ahi Paşa Zaviyesi ve Holanta köyünde
bulunan Ahi Orta Zaviyesi muhtemelen Orhan
Gazi devrine ait olmalıdır.110
Ahilerle Osmanlı idaresinin yakın ilişkileri
I. Murad devrinde de devam etmiştir. Sultan
I. Murad’ın dinî zümreler içerisinde bilhassa
Ahilerle dostluk kurduğu bilinmektedir.
Saltanatının ilk yıllarında meydana gelen bir
karışıklığı Ahilerin yardımı sayesinde bastırmayı
başaran I. Murad’ın Ahi Musa’ya verdiği
1366 tarihli bir vakıfname ve icazetnamede
yer alan “…Ahilerimden kuşanduğum kuşağı
Ahi Musi’ya (Musa’ya) kendü elümle kuşadub
Magalkara’da (Malkara’da) Ahi diktim ve bu
Ahî Musâ veya evlâdlarından kimesneyi ihtiyâr
idüb ya akrabalarından veya güğeygülerinden
Ahîlik icazetin virüb bizden sonra yerümüze Ahî
sen ol diyeler ki bunlar fevt olduktan sonra şer‘ ile
sâbit ve zâhir ola… ” ifadesi111 padişahın da bir
Ahi şeyhi olabileceği şeklinde yorumlanabilir.
Burada sözü edilen Ahi Musa’nın, Yıldırım
Bayezid devrinde Ermeni-Pazarı’na tâbî
Değecik-eşen Karyesi’nin ve Beypazarı’na tâbî
Soku Mezrası’nın gelirlerinin bağışlandığı112
Ahi Musa ile aynı kişi olup olmadığı ise
bilinmemektedir.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya göre dönemin
110 Halime Doğru, XV. ve XVI. Yüzyıllarda
Sivrihisar Nahiyesi, Ankara 1997, s. 106.
111 Ahmet Refik, Türkiye Tarihi, İstanbul
1342/1928, s. 175; İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı
Tarihi, I, s. 531; T. Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livası,
İstanbul 1952, s. 162, 173-174; O. Çetin, “Osmanlı
Devleti’nin Kuruluşunda Ahiler”, s. 112.
112 Hüdavendigâr Livası Tahrir Defteri, I, 171, 702.
242
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
önde gelen devlet adamlarından olup
Osmanlı’da ilk vezirliğin kurulmasında önemli
rol oynayan Çandarlı Kara Halil de I. Murad
devrinin Ahilerindendi.113 Ankara’da yaşayan
Ahilerin, şehri herhangi bir çatışma olmaksızın
1362 yılında I. Murad’a teslim etmiş olmaları
padişahın Ahiler nezdindeki yüksek itibarını
göstermektedir.114 Padişahın tahta çıktığı
sırada büyük yardımlarını gördüğü Ankara
bölgesi Ahileri için de araziler vakfettiği de
bilinmektedir. Muhtemelen devleti kendisine
teslim eden şahıs olan Ahi Şerefeddin’e ve
Ahi Hüsam’a Ayaş’ta yarım çiftlik bir mezrayı
vakfetmesi bu çerçevede değerlendirilebilir.115
Sultan I. Murad, bunların haricinde muhtelif
bölgelerdeki Ahi zaviyeleri için de araziler
vakfetmiş, bu vakıflar daha sonraki padişahlar
113 İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I, s. 561;
a.mlf., “Çandarlı (Cenderli) Kara Halil Hayreddin
Paşa”, Belleten, XXIII/91 (1959), s. 438.
114 Saffet Sarıkaya, “Osmanlı Devleti’nin İlk
Asırlarında Toplumun Dinî yapısına Ahilik
Açısından Bir Bakış”, Osmanlı, IV, ed.: Güler ErenKemal Çiçek, Ankara 1999, s. 393.
115 Muallim Cevdet, Zeyl alâ Fasl (el-Ahiyyeti’lFityân) et-Turkiyye fî Kitâbi’r-Rıhleti’l-İbn
Battûta, İstanbul 1932, s. 241. Ankara bölgesinde
Ahilerin sayısı hayli fazladır. Osmanlı hükümdarları
tarafından Ahilere tahsis edilen evladlık vakıflar
uzun süre varlığını sürdürmüş, daha sonra gelen
padişahlar tarafından da desteklenmiştir. Mesela
Ayaş’ta bulunan Ahi Bayezid zaviyesi bunlardan
birisidir. Bu zaviyeye Ahi Bayezid’den sonra sırasıyla
oğlu Ahi Elvan, onun oğlu Ahi Mehmed ve kardeşi
Yusuf, Ahi Mehmed’in oğulları Ahi Şehzade ve
Ahi Ahmed ve en sonunda da Ahi Yusuf tasarruf
etmişlerdir. Ankara bölgesindeki Ahiler için yapılan
vakıflar için bk.: M. Cevdet, aynı eser, s. 230-246.
döneminde de yenilenmiştir. Mesela Eskişehir
yakınlarındaki Sultandere köyünde bulunan
Ahi Bilice Zaviyesi, yine Eskişehir’e bağlı
Seyitgazi’nin merkez köylerinden Yukarısöğüt
köyünde bulunan ve Ahi Turdu’ya verilen
Güzel Abdal Zaviyesi, Bilecik kazasına bağlı
Güllüviran köyündeki Ahi Yunus Zaviyesi, yine
Ahilere vakfedilen araziler olarak Eskişehir/
Döğenci köyündeki Ahi Gündüz Çiftliği,116
Kınık köyünde bulunan ve Demirci Ahi
Mahmud’a vakfedilen çiftlik, Akçam köyünde
Budak oğlu Ahi Mehmed’e vakfedilen çiftlik,
İnönü/Karalar köyünde Ahi Hoca’ya vakfedilen
bir çiftlik bunlar arasında sayılabilir.117 I. Murad
devrinde Eskişehir’de kurulan ve sultanın
iltifatına mazhar olan zaviyelerden bir diğeri
Ahi Fahreddin Zaviyesi’dir.118
Ahiliğin sadece Anadolu’da değil Rumeli’de
de yayıldığı ve hatta bizzat padişah tarafından
Ahi zaviyeleri yaptırıldığı, Yıldırım Bayezid’in
Dimetoka’nın Kasaplar Mahallesi’nde bizzat
inşa ettirdiği Ahi Denek Zaviyesi örneğinde
açıkça görülebilmektedir.119 Yıldırım Bayezid,
Ahi Denek için yaptırdığı bu zaviyeye pazar
içinde yaptırdığı bir başhaneyi vakfetmiştir.120
Gelibolu’da bulunan Ahi Devle Zaviyesi bu
116 Ahi Gündüz için, I. Murad, Göl kazasına tabi
Ak-Ova mezrasında da bir çiftlik vakfetmiştir (Bk.:
Hüdavendigâr Livası Tahrir Defteri, I, 328).
117 H. Doğru, Ahiler ve Ahi Zaviyeleri, s. 46, 50,
58-62; aynı yazar, Sivrihisar Nahiyesi, 1997, s. 95.
118 “… Murad Hüdâvendigâr nişanı ile Kepen köyünde
4 mudluk yer, 5 pâre yer, Dokuz Ağacı mezrâsında iki
mudluk yer, üç pâre yer, Kuyucak’ta bir mudluk bir pâre
yer ve aynı köyde 5 pâre yer vakfa bağışlanmıştır. 1465’te
Ahi Hasan tasarruf ediyordu. 1481’de Ahi Hasan
oğullarından kimse kalmayınca burası Ahi Hasan’ın
kızının oğlu Pir Ahmed’e sadaka olunmuştur…” (H.
Doğru, Sivrihisar Nahiyesi, s. 52).
119 T. Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livası, s. 190-191;
M. A. Erdoğru, aynı makale, s. 45.
120 T. Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livası, s. 191.
Ahi Denek zaviyesi ilerleyen dönemde de varlığını
sürdürmüştür. Mesela, 925 yılında Ahi Kasım’ın
elinde bulunan zaviyenin geliri 1080 akçadır.
dönemde Rumeli coğrafyasında varlığı bilinen
bir diğer ahi zaviyesidir.
Anadolu sahasında ise Yıldırım Bayezid
devrine ait Mudurnu’da, sonraki yüzyıllarda
isimleri muhtemelen değişmiş olup ilk isimleri
bilinmeyen ancak hepsi de padişahın nişanına
sahip Ahilere ait bazı vakıf arazilerinden
bahsedilebilir. Ahi İbrahim’e Sağ Karyesi’nde
verilen 6 mudluk arazi, Ahi Bayezid oğlu Ahi
İsmail’in çiftliği, Timurhan Ahi’nin arazisini
işleten Ahi oğlu Musa, Kilisa Kovan Karyesi’nde
Ahi İlyas oğlu Ahi Ayvaz’a ait olan ve Hace
Fakih’in kullanımında olan 7 mudluk arazi,121
Karacaağaç Karyesi’nin gelirini vakfettiği Ahıcık
Zaviyesi122 bunlardan bazılarıdır. Aynı bölgede,
Yenice’ye tabi Firuz divanı da yine Yıldırım
Bayezid tarafından Ahi Eşref ’in zaviyesine
vakfedilmiştir.123 Sivrihisar nahiyesinde zaviyesi
bulunan Ahi Asıl’ın da onun nişanıyla bazı
arazileri tasarruf ettiği kayıtlıdır.124
Timur’un
Anadolu
akını
sırasında
Karaman’da kendisine mukavemet gösteren
grupların ikisinin reisi de Ahi unvanını
taşıyorlardı. Ahi Teberrük ve Ahi Mürüvvet
isimlerini taşıyan bu iki Ahi önderi KaramanTatarlarına mensuptu. Timur, Yıldırım
Bayezid’in ordusunda yer alan Kara-Tatarları
kendi safına çektiği sırada adı geçen bu iki Ahi
reisi de taraf değiştirmişlerdi. Ancak daha sonra
Timur’un Kara-Tatarları kendisiyle birlikte
götürme isteğine Ahi Teberrük gayet saygılı bir
121 Müjgan Cumbur, “Şer’iye Sicillerine Göre
Mudurnu Esnafı”, I. Uluslar arası Ahilik Kültürü
Sempozyumu Bildirileri 13-15 Ekim 1993 Ankara),
Ankara 1996, s. 28.
122 Kenan Ziya Taş, “XVI. Yüzyılda Bir Vakıf ve
İlim Merkezi Mudurnu”, VD, c. XXVI (1997), s.
100.
123 Kenan Ziya Taş, Tapu Tahrir Defterlerine Göre
16. Yüzyılda Bolu Sancağı, (Doktora Tezi), Ankara
1993, s. 198.
124 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA). Tapu
Tahrir Defteri, nr. 453, s. 87a.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
243
Bayram âdeta bir yardımlaşma,
birlik ve beraberlik gösterisi
şeklinde kutlanmıştı. Bayram
günü seyyah ve arkadaşları
camiye gittiklerinde, Ahi
yiğitlerinin davul-zurna ve
borularıyla, kendi mesleklerini
gösteren bayraklarıyla
hazırlandıklarını; tepeden
tırnağa silah kuşandıklarını
görmüş ve her sanat erbabının
yanında koyun, öküz ve ekmek
yükleri taşıdıklarına şahit
olmuştu. Taşınan kurbanlıklar
mezarlıkta kesilmiş,
pişirilerek fukaraya dağıtılmış,
böylece bayram kutlamaları
kabristanda başlatılmıştı.
şekilde itiraz ederek Anadolu’da kalmayı başarmış,
daha sonraki dönemde Çelebi Mehmed ile Musa
Çelebi arasında yapılan savaşta Çelebi Mehmed
saflarında yer alan Kara-Tatarların bir bölüğüne
bu zat kumanda etmişti.125
Osmanlı topraklarında Ahilerin etkisinin daha
sonraki dönemlerde de devam ettiği bilinmektedir.
Mesela Çelebi Mehmed devrinde ilk önce Bursa
subaşısı, daha sonra da hem onun hem de oğlunun
veziri olan meşhur Hacı İvaz Paşa’nın babası
Tokatlı Şeyh adıyla da tanınan Ahi Fahreddin
Bayezid idi.126
Ahi Zaviyelerinde Gündelik Yaşam
XIV.yüzyıl Anadolu’sunun önemli bir kesiminde
yer alan Ahi zaviyelerinin gündelik hayatına dair en
önemli kaynak İbn Battûta’nın Seyahatnâme’sidir.
İbn Battûta; Antalya’da, Anadolu’nun en güzel
halı ve kilimleriyle döşenmiş, Irak camından
mamul sayısız avizelerle aydınlatılmış pırıl pırıl
bir Ahi zaviyesinde misafir edilmiştir. Zaviyede
bulunan Ahilerin sırtlarında kaba, ayaklarında
mest, bellerinde iki arşın uzunluğunda bıçak
asan ve başlarında da altta yün bir takke, onun
üzerinde de bir arşın uzunluğunda, iki parmak
genişliğinde uzun serpuşlar bulunmaktadır.
Burada verilen bilgiler XIV. asır Anadolu’sunda
bir Ahi tekkesinin yapısı, yaşam tarzı ve tekkede
yaşayan dervişlerin giyim kuşamları hakkında bazı
çıkarımlar yapmaya imkân vermektedir. Seyyah,
Antalya’da misafir edildiği tekkedeki faaliyetleri şu
şekilde anlatmaktadır:127
“… Yiğitler burada toplandıkları vakit serpuşlarını
çıkarıp önlerine koyarlar. ‘Zerdânî’ cinsinden güzel
bir takke veya buna benzer bir şey kalır başlarında.
Meclisin tam ortasında misafirlere ayrılmış bir peyke
125 Faruk Sümer, “Anadolu’da Moğollar”, SAD, 1
(1969), s. 129-133.
126 T. Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livası, s. 28.
127 İbn Battûta, I, 405.
244
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
bulunmaktadır. Oraya geldiğimizde bize çeşit
çeşit yemek, meyve ve tatlı sundular. Sonra türkü
söylemeye raks etmeye başladılar. Bunların güzel
davranışları ve ikramı hayretimizi bir kat daha
artırmıştı. Saatler sonra gecenin bitiminde onları
tekkelerinde bırakıp ayrıldık.”
Ahilerin
bayramlardaki
faaliyetleri
konusunda da yine İbn Battûta’nın vermiş
olduğu bilgiler çok önem taşımaktadır. İbn
Battûta’nın Denizli’de Ahi Sinan’ın zaviyesinde
konakladığı tarih bir Ramazan Bayramı’na denk
gelmişti. Bayram âdeta bir yardımlaşma, birlik
ve beraberlik gösterisi şeklinde kutlanmıştı.
Bayram günü seyyah ve arkadaşları camiye
gittiklerinde Ahi yiğitlerinin davul-zurna
ve borularıyla, kendi mesleklerini gösteren
bayraklarıyla hazırlandıklarını; tepeden tırnağa
silah kuşandıklarını görmüş ve her sanat
erbabının yanında koyun, öküz ve ekmek
yükleri taşıdıklarına şahit olmuştu. Taşınan
kurbanlıklar mezarlıkta kesilmiş, pişirilerek
fukaraya dağıtılmış, böylece bayram kutlamaları
kabristanda başlatılmıştı.128 Burada bahsedilen
motifler; sözü edilen yüzyılda uygulanan
gelenekleri ve erdemleri, Ahi zaviyelerinde
bayramların nasıl karşılandığını, hangi erdemlere
öncelik verildiğini görmek açısından son derece
önemlidir. Ahilerin teşkilat yapısı göz önüne
alındığında Osmanlı topraklarında da çok sayıda
mevcut oldukları bilinen Ahi zaviyelerinde de
benzer uygulamaların yapıldığı şeklinde bir
tahmin yürütülebilir.
Sonuç
Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminin
önemli aktörleri arasında yer alan Ahiler merkezî
otoritenin güçlenmesiyle birlikte sadece esnaf
teşkilatı olarak faaliyet göstermeye başlamışlardır.
128 İbn Battûta, I, 410.
Ahiler Türkiye Selçuklu ve Beylikler ve
erken Osmanlı döneminde toplum hayatının
şekillenmesinde, yeni ele geçirilen toprakların
imar ve iskânında, yeni köyler kurulmasında,
büyük şehirlerde iktisadi faaliyetlerin nizamında,
zaman zaman da savaşlarda önemli roller
üstlenmişlerdir. Ahi zaviyeleri sosyal yardım ve
dayanışmanın, kardeşliğin merkezi olarak faaliyet
göstermişlerdir. Ahiler gündüz çalışmışlar, siyasi
kaygı taşımayan bir hayat sürmüşler,kazançlarının
bir kısmını zaviyeleri için harcamışlar, bir
kısmını da yoksullara dağıtmışlardır. Ahiler
güçleri yettiği nispette geleni gideni ağırlamışlar,
giydirmişler, gerektiği takdirde misafirin altına
binek vermişlerdir. Ahiler sadece zaviyeler inşa
etmekle kalmamışlar, bunların yanı sıra özellikle
büyük şehirlerde mahalle, cami, mescit ve idari
birimler de kurmuşlar; buralarda da toplumun
refah düzeyini artırmak için çalışmışlardır. Bu
sayede toplum hayatında bir canlılık meydana
gelmiş; toplumsal dayanışma, birlik ve beraberlik
daha da artmıştır. Ahilerin çevreyi ekip biçmeleri;
evler, ahırlar, mescitler inşa ederek yerleşik
hayata katkıda bulunmaları bu canlılığın somut
örnekleridir.
Ahiler; zaviyelerinin bulunduğu her
yerde misafirperverlikleriyle, gelen geçene
yardım etmeleriyle ve ellerinde ne varsa diğer
insanlarla
paylaşmalarıyla
tanınmışlardır.
Bunların temelinde sahip oldukları erdemler
yatmaktadır. Bu erdemler Ahiliğin temelini
oluşturur ve bir kimsenin Ahi olabilmesi için bu
şartları yerine getirmesi gerekir. Bu erdemleri
ifade edebilmek için geçmişten günümüze
pek çok fütüvvetnâmeler kaleme alınmıştır.
Ahiler; Bektâşîlik, Melâmîlik, Halvetîlik
ve Mevlevîlik gibi tarikatlar içerisinde yer
edinmek suretiyle hemen her kesimden insana
hitap edebilmişlerdir. Hükümdarın olmadığı
zamanlarda bazı Ahilerin şehrin fiilî idaresini
eline aldıkları da bilinmektedir.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
245
Eskişehir’i bu listeye ekleyebileceğimiz başka
büyük isimlerle bir “büyük adamlar galerisi”ne
dönüştürür.
ESKİŞEHİR SEMASINDA ÜÇ YILDIZ:
Yunus Emre, Nasreddİn Hoca, Battal Gazİ
1*
Mustafa ÖZÇELİK
Milletimizin “sevgi, hikmet ve kahramanlık” olarak özetlediğimiz karakteristik
özellikleri bu üç isimde en kâmil manasını bulur.
E
skişehir, “eski” kelimesinin
“Çok
zamandan beri var olan, üzerinden
zaman geçmiş olan, kadim” anlamı
dikkate alındığında bu sıfatı fazlasıyla hak eden
bir şehirdir. Zira kuruluşu M.Ö. 3000 yıllarına,
Paleolitik (Eskitaş) dönemine kadar gider.
Bu süreçte bu topraklarda Hititler, Frigler,
Lidyalılar, Persler, Romalılar ve Bizanslılar
hüküm sürerler. Bu durum, evrensel insanlık
tarihi açısından bakıldığında bu şehir için
elbette önemli bir duruma tekabül eder.
Bey, Anadolu Selçuklu Sultanı tarafından
gönderilen fermanla aşiret reisliğinden çıkarak
uç beyi olunca 1289 yılında hâkimiyet sahasına
Eskişehir de girmiş olur ve asıl hikâye bundan
sonra başlar. Çünkü Eskişehir, Karacahisar’da
Tursun Fakih tarafından okunan bağımsızlık
hutbesi ile Osmanlı Devleti’nin asıl kuruluş
hikâyesinin başladığı bir şehre dönüşür.
Bu şehrin bir de bize ait bir tarihî hikâyesi
vardır. Buna göre Selçuklu Hükümdarı
Alparslan’ın 1071’de Malazgirt Savaşı’nı
kazanmasından sonra Türklere bütün Anadolu
kapıları açılınca 1074’te Eskişehir de bir
Türk-İslam şehri özelliği kazanır. Bu fethin
ardından Osmanlı beyliğinin kurucusu Osman
Mekânlar, insanla değer kazanır. Onun için
derler ki “Şerefü‘l-mekân bi‘l-mekîn” yani “bir
mekâna şerefini üzerinde yaşayan insanlar kazandırırlar.” Konuya böyle bakıldığında Eskişehir ve civarında yaşayan Osman Gazi’den, Şeyh
Edebalı’ya, Tursun Fakih’ten, Ahi Şemseddin’e,
Şeyh Şücaeddin Veli’den Hızır Beye kadar
birçok büyük isimden söz etmek gerekir. Bu da
1* Eğitimci, Şair,Yazar
246
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Bu listeye eklenmesi gereken üç isim daha
vardır. Hatta en başta onlardan söz edilmelidir.
Çünkü bunlar Anadolu coğrafyasındaki etkileri
itibarıyla adları Eskişehir’le sembolleşen ve
bu şehre asıl mana ve değerini kazandıran
isimlerdir. Bunlardan biri bu topraklarda
doğmuş, yetişmiş, daha sonra Anadolu’ya mal
olmuş sevgi, hoşgörü, merhamet anlayışımızın
sembolü olan Yunus Emre; diğeri hikmet, nükte
ve tebessüm geleneğimizin en sembol ismi
Nasreddin Hoca; üçüncüsü ise milletimizin
gaza ruhunu temsil eden Battal Gazi’dir. İşte
milletimizin “sevgi, hikmet ve kahramanlık”
olarak özetlediğimiz karakteristik özellikleri
bu üç isimde en kâmil manasını bulur. Biz bu
coğrafyada Malazgirt’ten bu yana var olmuş;
Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti
adında üç büyük devlet kurabilmişsek bunların
temel taşlarını asıl olarak bu üç büyük isim
teşkil eder. Bu yüzden onları bu şehrin
semasındaki en parlak yıldızları olarak görmek
gerekir. Dahası onların aydınlatıcılığı, etkileri
bu şehirle sınırlı kalmamış; tarihî kişiliklerinin
menkıbevi kişiliğe de dönüşmesiyle birer
menkıbe kahramanı olmuşlar ve Eskişehir’den
Anadolu’ya, Kafkaslardan Balkanlara çok geniş
bir coğrafyada tanınır hâle gelmişlerdir.
Gaziler Serdarı Battal Gazi
Bu bağlamda ilk olarak tarihî dönem
itibarıyla hem Yunus Emre’den hem de
Nasreddin Hoca’dan önce yaşayan Battal
Gazi adından söz etmek istiyoruz. Çünkü
Anadolu, Türklerin bu coğrafyaya ilk geldikleri
asırlardan itibaren tam anlamıyla bir gaza
yurdu olmuştur. Çünkü fetihler birbirini takip
ederek Anadolu adım adım bir Türk-İslam
coğrafyasına dönüşürken elbette ki baskın
ve aşkın ruh, gaza ruhuydu. Bu da Eskişehir
merkezli tarih okumasını önce Battal Gazi’yle
yapmayı gerekli kılmaktadır.
Tarihî malumata göre kimi araştırmacılar,
onu 717-740 yılları dolaylarında, Emevîler’in
Bizans’a karşı yürüttükleri mücadelelerde
rol oynamış bir kahraman olarak görürler.
Kimilerine göre ise Abbasiler döneminde
yaşamıştır. Battal Gazi, soyu itibarıyla
farklı şekillerde anlatılsa bile Türk kültür
tarihindeki anlatıma göre Malatya serdarı
Hüseyin Gazi’nin oğlu olarak Malatya’da
doğmuş; hayatı Anadolu’nun bir Türk-İslam
yurdu olması için Bizanslılara karşı yaptığı
gazalarla geçmiştir. Hatta bu gazalar İstanbul
kuşatmasına kadar uzanır. Onun son gazası ise
bugün kendi adını taşıyan Seyitgazi çevresinde
olur ve şehadeti de burada gerçekleşir. Böylece
Eskişehir önce Selçuklu, ardından Osmanlı
Devleti süreçlerinde Battal Gazi’nin temsil
ettiği gaza ruhunun en canlı olduğu yerlerin
Büyük Adamlar Galerisi
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
247
başında gelir.
Fakat Battal Gazi, sadece kılıcı ile yani sadece Alpliği, zekâsı, bedenî gücü ile önem
taşımaz. Battalnâme okunduğunda görülür ki
o aynı zamanda dört kutlu kitabı (Kur’an, İncil,
Zebur ve Tevrat) okumayı bilen, din ve tasavvuf konusunda da bilgili bir isimdir. İşte Battal
Gazi’nin böyle bir şahsiyet olması, onu karşımıza
aynı zamanda eren olarak da çıkarır. Bu iki vasfı birleştirdiğimizde ise hem bileği güçlü, hem
bilgi bakımından donanımlı bir gaziden söz etmek gerekecektir. O, bu yönüyle de ileride Yunus
Emre’nin mana rengine boyayacağı bu toprakların sembol ismi olur. Bu özeliğiyle de bütün bir
Anadolu’da askerlerin kendisini örnek aldığı bir
şahsiyete dönüşür. Tarihî kişiliği de menkıbevi
anlatımlarla daha zengin bir anlama bürünür.
Bozkırın Tebessüm Güneşi: Nasreddin
Hoca
Eskişehir semasında sözünü edeceğimiz
ikinci yıldız isim ise Nasreddin Hoca’dır. (12081284) Bilindiği üzere hayatının önemli bir kısmı
Akşehir’de geçmiştir ve türbesi oradadır. Ne
var ki doğumu Sivrihisar’ın bugün kendi adını
taşıyan Hortu (Nasreddin Hoca) köyünde olmuş,
ilk gençlik yıllarını da burada geçmiş, ilk medrese
eğitimini de Sivrihisar medreselerinden almıştır.
Nasreddin Hoca’nın temsil ettiği mana ise
ilim, hikmet ve felsefedir. Hoca, birer demir leblebi olan bu kavramları fıkraları (nükteleri) ile yumuşatır, ilgi çekici hâle getirir. Böylece yaşadığı o
zor yıllarda -ki Yunus’la çağdaştır- her bir fıkrası
bir özlü mesaja dönüşerek eğitim değeri kazanır.
Hayata küsmüş, yaşama gücünü kaybetmiş insanlar onun fıkraları ile âdeta rehabilite olup, kendileriyle yüzleşerek yeniden derlenip toparlanmaya
başlamışlardır. Böylece o çağda Mevlana hikâyeleriyle; Yunus Emre şiirleriyle ne yapmış, hangi
misyonun insanı olmuşlarsa Nasreddin Hoca
da fıkralarıyla aynı misyonun bir insanı olarak
Anadolu’yu aydınlatan bir tebessüm güneşine
248
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
dönüşmüştür.
Diğer yandan nasıl Battal Gazi modern
zamanlarda değerler dünyasından koparılarak
salt bir savaşçı kimliğine dönüştürülmüşse
Nasreddin Hoca da salt bir mizah adamına
dönüştürülmüştür. Oysa şiir Yunus Emre’de,
hikâye Mevlana’da hakikatin anlatımı için nasıl
bir araç ise Nasreddin Hoca’da da fıkra bir araçtır.
Onun fıkraları zahirde güldüren, batınında
ise düşündüren metinlerdir. Temel amacı ise o
travma yıllarında zihinleri ve gönülleri karışmış
insanları sağlıklı bir düşünceye, iyimser bir bakışa
yöneltmektir. Daha da önemlisi ise onun daha
sonra kurulacak Osmanlı devletinde yöneticilerin
fethettikleri toprakları ilim, hikmet ve tebessümle
mayalaması; bu devletin dil, düşünce ve sanat
bakımından bir medeniyet inşasında oynadığı
temel roldür.
Sarıköy’ün Ulu Dervişi Yunus Emre
Yunus Emre de (1240-1320) tıpkı iki büyük
isim gibi diliyle, din ve tasavvuf anlayışı ile evrensel insanlık görüşleriyle bu Anadolu yapısını Eskişehir başlangıçlı inşa eden o yapıya temel direklik eden bir isimdir. O da Nasreddin Hoca
gibi her ne kadar başka şehirlerimizin de ona
sahiplenme iddiaları varsa da bir Sakarya havzası şairidir. Doğumu Mihalıççık ilçesine bağlı
Sarıköy’de olmuş, ilk gençlik yıllarını burada
geçirmiştir. Menkıbeye göre ise yolu önce Hacı
Bektaş’a çıkmış, oradan manevi eğitimi için Nallıhan Emre köyündeki Tapduk Emre’ye gönderilmiştir.
Menkıbe, onun bu irfan ocağında kırk yıl
süren eğitiminden sonra kendisine şiir söyleme
izni verilerek Anadolu’ya gönderildiğini söyler.
Şiir onda da bir tebliğ, telkin ve irşad aracıdır.
Onun tarihsel misyonu bu anlamda üç açıdan ele
alınabilir. İlki Vahdet-i vücut düşüncesini halkın
da anlayabileceği bir dille anlatarak İslam’ı samimi
bir dil ve etkili bir üslupla anlatmasıdır. Böylelikle
İslam, Arap ve Fars coğrafyalarından algı, anlayış
ve yaşanma noktasında daha derinlikli, şekle
değil manaya, öze, kalbe bakan bir yorum
kazanmıştır. İkinci önemli rolü ise bu seyahatleri
esnasında Türk beyliklerinin Osmanlı Beyliği
etrafında toplanarak bir birlik oluşturmasına
olan katkısıdır. Zira o felsefi muhtevalı vahdet-i
vücut anlayışını aynı zamanda bir “sosyal birlik”
fikrine dönüştürmüştür.
Yunus Emre’yi daha da önemli ve etkili kılan
bir diğer yönü ise kullandığı Türkçe ve bu dili
kullanma şeklidir. Türkçe onunla zenginleşmiş,
gelişmiş bir dile dönüşerek Anadolu
edebiyatının kurucu dili olmuştur. Meseleyi
Osmanlı devletinin kurulması çerçevesinde ele
alacak olursak Yunus’un dili ile de yeni kurulacak
devletin kültür ve sanat hayatının inşasında
örneklik ve önderlik yapmış olduğu görülür. Zira
fethedilen bir yerin vatana dönüşmesi ve burada
kurulacak devletin uzun ömürlü olabilmesi için
orada dil ve bu dili kullanan şairler/yazarlar
aracılığı ile bir edebiyat ve kültür hayatının
inşa edilmesi gerekir. Nitekim Yunus’un
da önemli katkıları olan bu süreçte Türkçe,
Osmanlı devletinin resmî diline dönüşmüş;
her ne kadar imparatorluk sürecine girilince
Arapça ve Farsça Selçuklu dönemindeki gibi
Türkçeyi gölgelese bile Türkçenin devlet dili
olmasının önüne geçememiştir. Divan şairleri,
devlet erbabı Türkçeden kopsa bile adına millet
dediğimiz geniş kitle Türkçeyi yaşatmış ve bu
dille oluşturduğu atasözleri, deyimler, masallar,
hikâyeler, destanlar ve türkülerle bugünlere
gelmesini sağlamıştır. İşte bu süreçte belki en
çok Yunus Emre şiiri bu misyonu üstlenmiştir.
Bu yüzden Yunus Emre var oldukça Türkçe,
Türkçe var oldukça da Yunus Emre var olmaya
devam etmiştir.
Sonuç olarak söyleyecek olursak Eskişehir coğrafyası Battal Gazi’nin gaza ruhuyla,
Nasreddin Hoca’nın hikmet ve tebessüm anlayışı ile ve Yunus Emre’nin sevgi diliyle inşa
edildiği bir coğrafya olmuş; burada Osmanlı devletinin kuruluş hikâyesi gerçekleşmiştir.
Dolayısıyla bu isimleri de Osmanlı’nın manevi
kurucuları olarak görmek gerekir.
Burada şunu da söyleyeyim. Konuyu,
başlığımız gereği bu üç isimle sınırlı tuttuk.
Fakat adlarından bahsedilmesi gereken daha
pek çok büyük isim vardır. Mesela Ahilik
anlamında da Eskişehir önemli bir coğrafyadır.
Yine Ede Balı ve Tursun Fakih de fıkıh (hukuk)
anlamında Ahiliğin yeşerttiği Eskişehir
toprağında derin hatıraları olan isimlerdir.
Ama yine o üç isme dönecek olursak bir kez
daha söyleyelim ki bunlar ister şiir söylesin ister
hikâye-fıkra anlatsın isterse gazaları destanlaşsın
isterse kurdukları Ahi ocaklarıyla iş-meslek
örgütlenmesini yapsınlar hepsinin müşterek
gayesi Anadolu’nun vatan kılınmasıdır. Her biri
kendi ilgi-bilgi alanı ve kabiliyeti doğrultusunda
bu vatan inşasında rol oymamışlardır. Ama eğer
Anadolu için gaza, sevgi ve hikmet coğrafyası
diyeceksek işte bu üç kavramı sembolleştiren
isimler Eskişehir ile aidiyeti olan Yunus Emre,
Nasreddin Hoca ve Battal Gazi’dir. Bu da
Eskişehir’i daha bir özel anlama bürünen
bir şehir yapmaktadır.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
249
NASREDDİN HOCA DESTANI
Mehmet Mahur Tulum
1*
Kişi o ki Hak’la dura!
2
013 Nisan’ında, Sivrihisar’da Nasreddin
Hoca’ya ait olduğunu düşündüğümüz ve
bu düşünceyi yine Sivrihisar’dan Konya’ya
nakledilen Hoca’nın kızı Hatun’a ait mezar taşındaki yeni bilgilerle karşılaştırarak yeniden
değerlendirdiğimiz taş sandukanın Eskişehir
Arkeoloji Müzesi’nde tertip edilen bir konferansla kamuoyuna duyurulması üzerine hâlen
Ankara’da ikâmet eden ve tarafıma gönderdiği
şecereden de anlaşıldığı üzere Nasreddin Hoca’nın ahfadından olan Behzat Güner Başara
Beyefendi hemen bunun ardından şahsi kütüphanesinde sakladığı “Nasreddin” başlıklı ve eski
alfabeyle bir hayli bozuk bir yazıyla kaleme alınmış bir destanı yollamıştı.
Aşağıda verilen metni kurduktan sonra vardığım sonuçları şu şekilde sıralayabilirim:
1*Prof. Dr., Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi,
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
250
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
1. Metnin dış yapısıyla ilgili olarak, hece
vezniyle kâğıda dökülmüş olmasına rağmen
aa bb cc … kafiye düzeniyle mesnevi özelliği
gösterir.
2. Yine metnin dış yapısıyla ilgili olarak, ilk
9 beyit alışılmadık biçimde 9’lu hece vezniyle
yazılmıştır. Bunun değerlendirilmesi alan uzmanlarına bırakılmıştır.
3. Bundan sonra, metin sonuna kadar bir
takım aksamalarla birlikte 8’li hece vezniyle devam eder.
4. Metnin iç yapısıyla ilgili olarak, metni
belirli bir dil dönemine oturtmak mümkün değildir. Eskinin -özellikle de Eski Anadolu Türkçesi’nin- izlerini taşımakla birlikte zaman akışı
içinde aktarıla geldiği ve orijinal dilin, dil içi
gelişme ve değişmelere boyun eğdiği aşikârdır.
5. Bütün bunlara rağmen metnin halk
diliyle yazıldığı birçok karineden hareketle
söylenebilir.
6. Metin bir bütünlük arz eder. Herhangi bir kopukluk söz konusu değildir.
7. Nasreddin Hoca’nın dîniye sınıfa mensupluğu
bu metinle müşahhas olarak teyit edilir.
8. Nasreddin Hoca’nın nüktedanlığının menşeini bildirmesi bakımından önemlidir.
9. Nasreddin Hoca’yı Selçuklu dönemine tarihler.
İşin meraklı tarafı bu dinî hikâyenin bir memorat
olarak merhum dedem el-Hâc İmâm Hasan Tulum’dan bir çocukluk masalı hâlinde hafızamda kalması! Ufak tefek değişikliklerle birlikte, yıllar sonra, çocukluğumda
dinlediğim bir masalı bu defa da bir
yazılı metne dayandırarak Eskişehir
Valiliğinin yayın organı “Fetih ve
Medeniyet” dergisinde yayımlayacak olmak bana ayrı bir heyecan
veriyor. Buradan, başta Eskişehir Valisi Sayın Erol Ayyıldız
olmak üzere dergide emeği
geçen herkese teşekkürü borç
bilirim.
Nasreddin Hoca’nın Doğduğu Ev
Nasreddin Hoca’nın Evi
Nasreddin Hoca’nın Oğlu
Ömer’in Sivrihisar Ulu
Camii’ndeki Mezar Taşı
Nasreddin Hoca’nın
Kızı Fatma’nın
Akşehir Müzesi’ndeki
Mezar Taşı
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
251
Şimdi sizleri “Nasreddin Destanı”yla baş
başa bırakmak istiyorum.
NASREDDİN DESTANI
Eğer, büker, pekiştirir.
Düşmüş Nasrî bir Ocak’a;
Başta bir Enbiyâ Molla.
Bir “Elham” u “Kul hüvallâ”;
Haydi koyun gelir cana.
Dört sarıklı yarım Hoca;
Yenmişinden semiz olur;
Demişler ki: “Biz de olduk;
Akşam yiyen bakar durur.
Mevtaya gülünmez, töredür;
Lâkin elimizden ne gelür?
Her nice gülen biz olsak da;
Vallah billah güldüren Hoca.
Bir hikâyet geldi aklıma;
Ak sakallı bir ermiş pîr;
Şam ya Horasan’dan gelir
Hele bir çarşıya çıka;
Ta’zîm durur şol reâyâ.
Bir kaş çatıp da bakmasın;
Gözü, gözün deler hasmın.
Okuyan gülmezse kızarım.
Selçuklu’nun parlak devri;
Şam şak şakır ilmi fenni.
Kimse bilmez iş sırrını.
Haydi ben de saklayayım;
Hikâyet ardın diyeyim.
Bir söylenti halk içinde;
Yazdım, Hocam aklınla yaşa.
Hem gülerim, hem de ağlarım;
Böyle yayılmış ya sanı;
Suya “Dur!” der, sular durur;
Taşa “Ur!” der, kalkar urur.
Yaz ortası toprak çatlar;
Yağmur diler otlar patlar.
Halk ne bilsin, gerçek hem ne!
Belki derviş tedbîr deyü;
Belki artsın deyü ünü.
Baba Şüc’ derler adına;
İlim imanda bir derya.
Belki kendü şâyi etmiş;
Bakışı sert, özü yumşak;
Böyle Türk hem kalmadı çak.
Hüseyin, Mansur, Nesimî;
“Yap!” dediği hayır dolu;
“Yapma!”sı şer‘ ü şan yolu.
Dört arkadaş, Nasreddin bir;
Bilmem belki de hakkatmış.
Bilimsize kişi denmez;
Okumaza kız verilmez.
İlim irfan her bir yanda;
İlme hürmet arş’âlâda.
O zamanın mektepleri,
Şimdi mâzî meselleri.
Medreseler bilü arar;
Hem ilmi hem dîni tutar.
Her ocakta dervişânı;
Dolayında mürîdânı.
Alır mürîdlerin bir bir;
252
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
‘Iktın tutan âbâd olmuş;
Omuz silken berbâd olmuş.
Bir de bizim çömez Nasrî.
Üç de çömez, çömezler bir.
Duymazlar mı söylentiyi!
Ye, duâla, dirilt, ne iyi!
O pîr, rahmet, bey, Selçuklu;
Bir koyunu varmış, toklu.
Derviş-hânesinde saklı;
Derler ki o ermiş kişi.
Akşam yermiş de koyunı;
Sabah toplayıp artanı.
Hepsi yeni saruk sarmış;
O devirde saruk hakmış.
Çömez kıdem alır sonra;
Saruk rütbeye emâra.
Sarığı başta görünce
Mâdem olduk, yolu bulduk.
Biz de yerüz o koyunu;
Sen budunu, ben boynunu.
Sonra dörtlü bir duacık;
Koyun kalkar çabucacık.”
Deyip düzülmüşler yola;
Kiminde ip kimi bıçakla.
Derviş olmadığı bir gün;
Kesip yenmiş koca koyun.
Bakmışlar ki Nasrî yemez;
“Orucum” der, elin değmez.
Neyleseler, ı-ıh caymaz;
Kararından aslâ kaymaz.
Güler durur, fıkır fıkır;
Oynar durur, şıkır şıkır.
“Bu Nasrî’de bir dellik var;
Biz üç yeriz, o hep güler.
Biri üç yer, biri bakar;
Vallah kıyamet kopar.”
Neyse koyun, üç pay olur;
Yahni, sahan, biraz tandur.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
253
Haydi kavurma da olmış;
Yenmez bu baş, biraz yanmış.
Der ki: “Kardaş deyü uydum;
Haram eşiz görüp durdum.
Koyun iner üç mideye;
Canlanmaya gelir sıra.
Derken bir hışm gelip derviş;
Ahra bakar; koyun yenmiş.
“Aman bu baş kemüğidür?
Bu bacak sağ, yok sol uştur?
Sırt kemüği yüksek konsun;
Şu tırnak yerine girsün.
Beyni nerde? Beyni? Beyni?
Kedi kapmış, nerde boynı?”
Bir şamata, bir şakırtı;
Tamam olur, iskalâtı.
Haydi hep birlikte duâ:
“Salli ‘alâ!, Salli ‘alâ!
Salli ‘alâ!, Salli ‘alâ!
Etme koyun, canlansana!
Akşam olur, derviş gelür;
Bizi yerüp, sel çıkarur.”
Ne koyun var, ne kılları;
Var sen düşün, derviş halı!
Kurar yüce dîvânı da;
Dördün eyler önde sıra.
Bütün başlar öne eğik;
Der ki: “Toklu!” “Biz n’eyledik?”
Biri çıkar der ki: “Kestik.”
Yedik. Üste duan ettik.
N’eyledikse o madrabaz;
Canlanmadı. Duâmız az.
Siz ki ermiş kişisiniz;
Duâ a’lâ bilirsiniz.
Tutanaysa: “Tutuksun.” der,
Boğazına dili akar.
Sıra gelir mi Nasrî’ye;
Nasrî, bir çıkardım içre.
“Ya sen n’ettin, çömez Nasrî!
Sana neden güvendimdi?
Yazık ola, yazık sana!
Kişi o ki, Hak’la dura.
Ben yok isem, hakkım vardı;
Hakkımı zâtın sayardı.
Hakkım yıkıp, hakkım aldın;
Saruk verdim, sen çıkardın.
Bugün derviş hakkı yutan;
Yarın hakkı yutar toptan.
De bakalım, sen n’eyledin?
Nesin tutup, neden yedin?”
Deyince o Nasrî Can’a;
Nasrî boynı büker yana.
Ne koyunda cân u et var;
Ne kemükte bir hayat var.
Dedikte çatılır kaşlar;
“Hocam, billah, ne el urdum;
Ne satırın tutup kırdum.
Batar üçü kara yasa;
Biri hariç, Nasrî Hoca.
Ermiş duasına başlar.
Gâh göbeği çalkap durur;
Bir haşlar ki dört çömezi;
Gâh kaşığı şak şak urur.
Karabiber geçer tuzı.
Birin çeker, sorar: “N’ettin?”
“Bıçağımı, Hocam, sürttüm.”
“Kesik ol!” der; kesilir o;
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Deyüp keser ifadeyi;
Çift el bağlı, boyun eğri.
Derviş kızgın, cezâ hazır,
Der ki: “Gülünç ola Nâsır.
Bir gülünç ol ki hem öyle,
Yüreğinde Nasrî bir top;
Fırlar çıkar; hop, hop, hop, hop.
Hop hop başlar oynamağa;
Güç yetmez ki, Nasrî dura.
“Tanrım! Tanrım! Şükür sana,
Ne dilerdim bundan başka.
Kasvet bolken yer yüzünde;
Bitmez servet, neş’e bende.
Sizle birlik dua etsek;
Tokluyu da bir diriltsek.”
Bir, ki, üç, beş n’eylense boş;
Koyun çoktan çömez olmuş.
Bir şâhidim kaldı koyun;
Onu da sen dilsüz kodun.”
Gel gör ki kinli dev güle.”
Neyleseler çaba boşa;
Düşer kamu bir telâşa.
Duânın bini bir para;
Olmadı bir, bir, bir daha.
254
Yüzene der: “Yüzül hırbo!”
“Nasrî, hâl ne? diyen ele;
Der ki: “Demem. Derviş bile.”
Onlar yedi âfiyetle;
Ben köşemde güldüm hâle.
Kimi gitmiş, kimi kopmış;
Ne bedlikler kimi yapmış.
Bed-dilidüm derken kişi
Eylik tahtı oldu işi.”
Nûr içinde kamu yata!
Dört yiğidi, koyun, Ata.
Ermiş başı dik dururmış;
Nâsı Nasreddin kılurmış.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
255
YUNUS’UN ÇAĞINDA SELÇUKLU KÜLTÜR VE MEDENİYETİ
Tülay METİN
1*
Şüphesiz şiirler; bir medeniyet, bir aidiyet inşa eder. Yunus Emre, şiirlerinde
Selçuklu medeniyetinin derinliğini, zenginliğini muhteşem ifadelerle ortaya
koymuştur. Selçukluların ustalıkla işledikleri ahşaba, taşa ve çinilere Yunus’un
şiirleri nefes olmuştur.
S
elçukluların hüküm sürdükleri topraklarda faaliyet gösteren mutasavvıflar,
dervişler, ilim ve irfan sahibi kimseler
yaşam tarzları ve fikirleri ile etkili olmuşlardır. Bunlardan biri de mutasavvıf şair Yunus
Emre’dir. 1240-1320 yılları arasında yaşadığı rivayet edilen Yunus Emre, Türk kültür ve
medeniyet tarihinin en önemli şahsiyetlerdendir. Türkiye Selçuklu ülkesinde yetişen Yunus,
çağın ruhunu anlayabilmemizi sağlayan büyük
bir değerdir. Ortaya koyduğu eserleri; zamanın
dilinin, fikrinin ve zihin dünyasının tezahürüdür. Yunus Emre dünyaya geldiğinde Türklerin
Anadolu’da sağlam bir şekilde yerleşmelerinin
ve hâkimiyetlerini kurmalarının üzerinden bir
asırdan fazla bir zaman geçmişti. Anadolu’nun
Türkiyeleşme sürecinin tamamlandığı, dört bir
1* Prof. Dr., Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü
256
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
yanında Türklerin hüküm sürdüğü bir coğrafyada yaşamıştır Yunus. Bir asır öncesi, toprakları
üç Haçlı Seferine maruz kalan Selçuklular, kısa
sürede toparlanmışlar ve büyük bir güç olarak
Türkiye tarihinde önemli başarılara imza atmışlardır. Gerek maddi gerekse manevi eserleri ile
Türk-İslam medeniyetinin yüksek bir noktasına
yerleşmişlerdir. Ancak XIII. yüzyıl ortalarında
meydana gelen Moğol saldırıları, Babaî isyanı
gibi hadiseler nedeniyle devlet siyasi bakımdan
sancılı bir döneme girmiştir. Bu olaylar Anadolu’da sosyal hayatın karmaşık bir vaziyet almasına sebep olmuş, halk üzerinde derin etkiler
bırakmıştır. Buna rağmen kültür ve medeniyet
alanında yaşanan ilerlemeler devam etmiştir.
Anadolu’ya dışarıdan gelen ve Anadolu’da yetişen âlimler, şeyhler ve dervişler ile dinî ve kültürel hareketlilik artmıştır. Sosyal bakımdan ise
kargaşanın yaşandığı böyle bir ortamda dünyaya
gelen Yunus Emre halka ilaç olmuş; halkın
Bu türbe Selçuklu Mimarisi özelliğiyle sekiz sütunlu, yayvan kubbeli, sütunlar arası kemerli, etrafı açık, kabrin üzeri
mermerden Rumi Palmet motif işlemeli sekizgen tarzında
olup cennetin sekiz kapısını temsil etmektedir.
ıstıraplarını, sıkıntılarını gidermeye çalışmıştır.
Türklerin ortak şuuruna tercüman olmuştur. Eserleri ile dönemin kültürel durumunu, sosyal yapısını ve
psikolojik hâlini ölümsüz kılmıştır.
Yunus Emre’nin mürşidi Anadolu erenlerinden
Tapduk Emre’dir. Yunus Emre, ondan aldığı feyiz ile
aşk ağırlıklı tasavvuf anlayışını şiirleri vasıtasıyla çevresine yaymaya çalışmıştır. Allah ve insan sevgisini,
İslam ahlakını gezip dolaştığı farklı coğrafyalarda anlatmayı gaye edinmiştir. Yunus, Selçuklular zamanında halkın kendisi olmuştur. Halk da Yunus’ta kendini
bulmuştur. Onun adının Anadolu’nun pek çok yerinde yaşıyor olması halkın duygularına dokunmuş olmasındandır. Yunus Emre’nin yaşadığı Selçuklu çağı
adaletin, hoşgörünün, ihtiramın ve tahammülün şöhret bulduğu çağdır. Bu dönemin sembollerinden olan
Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli gibi Yunus Emre de İslam’ın özünde yatan sevgi ve hoşgörü anlayışıyla her
kesimden insanı kucaklamıştır. “Yaratılanı hoş gör
Yaratan’dan ötürü” şiarıyla beslenen eserlerinde insan
Selçuklular zamanında halk
arasındaki dayanışma ve
uyum gerek yazılı kaynaklarda
gerekse kültür, sanat ve mimari
alanında ahenkle ihya ve inşa
ettikleri eserlerde gözler önüne
serilmektedir. Selçukluların
Türkiye’de bıraktıkları olağanüstü
ve muhteşem kültürel mirasları
ile tüm yaşanılanları hissetmek
mümkündür. Selçukluların
insanlara ön yargısız bakmaları,
sosyal adaleti ve din hürriyetini
sağlamaları Anadolu’da Türk
hâkimiyetinin, Türk-İslam kültür
ve medeniyetinin kuvvetlenmesinde
ve kalıcı olmasında önemli rol
oynamıştır.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
257
unsurunu öne çıkarmış ve gönüllere dokunmuştur. İşte bu değerlerle Selçuklular zamanı ortak
yaşama iradesinin, kültürün ve medeniyetin
timsali olmuştur. İnsanlığın, adaletin, hoşgörünün ve saygının hikâyesi bu dönemde yazılmıştır. Selçuklular zamanında halk arasındaki dayanışma ve uyum gerek yazılı kaynaklarda gerekse
kültür, sanat ve mimari alanında ahenkle ihya
ve inşa ettikleri eserlerde gözler önüne serilmektedir. Selçukluların Türkiye’de bıraktıkları
olağanüstü ve muhteşem kültürel mirasları ile
tüm yaşanılanları hissetmek mümkündür. Selçukluların insanlara ön yargısız bakmaları, sosyal adaleti ve din hürriyetini sağlamaları Anadolu’da Türk hâkimiyetinin, Türk-İslam kültür
ve medeniyetinin kuvvetlenmesinde ve kalıcı
olmasında önemli rol oynamıştır. Şüphesiz
şiirler; bir medeniyet, bir aidiyet inşa eder. Yunus Emre, şiirlerinde Selçuklu medeniyetinin
derinliğini, zenginliğini muhteşem ifadelerle
ortaya koymuştur. Selçukluların ustalıkla işledikleri ahşaba, taşa ve çinilere Yunus’un şiirleri
nefes olmuştur.
Yunus Emre’nin bilgi derinliğine baktığımızda belli bir eğitime sahip olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte onun okuma yazma
bilmediği söylenmektedir. Kendi eserlerinde
de ümmi olduğunu belirtir. Ancak bunun gerçekliği konusunda farklı görüşler vardır. Onun
eğitim almadan bu şekilde eserler meydana getirmesinin mümkün olamayacağı bazı araştırmacılar tarafından ifade edilir. Yunus Emre’nin
eğitim aldıysa hangi eğitim aşamasından geçtiğini bilmiyoruz. Selçuklular zamanında eğitim, temel eğitim ve meslek veya ihtisas eğitimi
olmak üzere iki aşamadan oluşuyordu. Temel
eğitim toplumun tamamını ilgilendirip genellikle mekteplerde veya mescitlerde veriliyordu.
Meslek sahibi olmayı sağlayan veya ileri düzey
bilgilerin verildiği yüksek öğretim ya da ihtisas
eğitimi olarak adlandırılan eğitim ise medreselerde verilmekteydi. Selçuklular ve Beylikler dö-
258
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
neminde Anadolu’da birçok yerde medrese inşa
edilmiştir. Medreselerde ders veren en yüksek
rütbeli ilim adamları müderrislerdi. Müderrisler genellikle belirli bir ilim dalında, bazen de
birden fazla alanda uzmanlaşmış; iyi yetişmiş
ilim adamlarıydı. Yunus Emre’nin “Âlimler
müderrisler medresede buldular. / Ben harâbât
içinde buldum ise ne oldu” dizelerinden medreselere vâkıf ancak medrese eğitimi almadığı
anlaşılmaktadır. Zamanının âlimlerinin ve müderrislerinin Allah’ı medresede ilim yoluyla bulduklarını belirtirken kendisinin harâbât içinde
bulduğunu ve bunda şaşılacak bir şey olmadığını
ifade etmiştir.
Selçuklular zamanında Anadolu’da Türk nüfusun artmasıyla birlikte Türkçe XIII. yüzyılda
yazı ve edebiyat dili olarak gelişmiş ve yaygınlık
kazanmıştır. Türkçe yazan şairler çoğalmıştır.
Özellikle uçlardaki Türkmenler tarafından kurulan beyliklerde pek çok Türkçe eser telif ve
tercüme edilmiştir. Yunus Emre’nin de eserlerinde kullandığı dil Türkçedir. Osman Turan’ın
ifadesiyle “Yunus Emre dâhiyane kudretiyle,
İlahi ve tasavvufi aşkıyla Türkçenin şaheserini
vermiş; asırlarca Anadolu Türklerinin iman ve
zevkine tercüman olmuştur.”
Yunus’un Coğrafyası: Selçuklular
Zamanında Eskişehir
Yunus Emre’nin, Eskişehir’in Sivrihisar
ile Mihalıççık ilçeleri arasında kalan, şimdiki adı Yunus Emre Mahallesi olan Sarıköy’de
doğduğu kabul edilir. Onun mezarı da burada bulunmaktadır. Yunus Emre, Divan’ındaki
bazı beyitlere ve menkıbelere göre pek çok yer
gezmiştir. Bu nedenle veya şöhretinden dolayı
onunla aynı adı taşıyan başkalarına ait türbe ve
makamlar Yunus’a atfedilir. Yunus, Anadolu’da
gezdiği gibi Anadolu’nun çevresini de dolaşmıştır. Azerbaycan, Balkanlar, Suriye, Irak ve
İran coğrafyasında gezip dolaşan Yunus Emre’nin Nahcivan, Şam, Bağdat, Tebriz ve Şiraz
gibi beldeleri gördüğü anlaşılmaktadır. Yunus
Emre’nin hamurunun yoğrulduğu yer ise onun
asıl memleketi olan Eskişehir’dir. Bugün Türkiye’nin büyük şehirlerinden olan Eskişehir;
İç Anadolu’nun kuzeybatısında, Sakarya Nehri
havzasında yer alır. Roma, Selçuklu ve Osmanlı
zamanında Orta Anadolu’yu Marmara, Ege ve
Akdeniz sahillerine bağlayan yolların kesiştiği
kavşak noktası olmuştur. En eski insan yerleşkesi Paleolitik Dönem’e kadar giden Eskişehir
bölgesi tarihte birçok medeniyete ev sahipliği
yapmıştır. Eskişehir, Anadolu’da Türklerin ilk
ele geçirdikleri yerlerdendir. Malazgirt Zaferi’nden kısa süre sonra fethedilmiştir. Bundan
sonra süratle batıya doğru ilerleyen Tük boyları
Eskişehir’e yerleşmeye başlamışlardır. Ancak I.
Haçlı Seferi’nde Eskişehir yakınlarında meydana gelen çatışmalar nedeniyle şehir tekrar
Bizans’ın eline geçmiştir. Türkler şehrin güneyine doğru çekilmek zorunda kalmışlardır. I.
Haçlı Seferi’nden sonra İznik’in kaybedilmesi
üzerine Selçuklular, başkenti Konya’ya taşımışlardır. Selçuklu-Bizans sınırı Eskişehir-Seyitgazi arasındaki hat boyunca uzanıyordu. Bu bölgede çok sayıda Türkmen aile yaşıyordu. Sultan
I. Mesud (1116-1155) Dönemi’nde de Haçlılar
ve Bizans’la yapılan savaşlarda Eskişehir bölgesi çatışma alanı olmaya devam etmiştir. Bölge
üzerinden Bizans topraklarına devam eden
Türk akınlarını durdurmak için Anadolu’ya
geçen İmparator Manuel, Konya’ya kadar ilerleyerek 1146 yılında şehri kuşatmış fakat başarısız olarak geri dönmek zorunda kalmıştır. 1147
yılında ise Anadolu’ya geçen Alman Haçlı orduları Eskişehir yakınlarında ağır bir yenilgiye
uğratılarak imha edilmişlerdir. II. Kılıç Arslan
(1155-1192) Dönemi’nde İmparator Manuel,
1160 yılında Eskişehir yakınlarında Türkmenler tarafından ağır kayıplara uğrayarak geri çekilmek zorunda kalmıştır. Selçuklularla Bizans
arasında sınır bölgesi olmaya devam eden Eskişehir, bu dönemde sayıları yüz bini aşan Türk
nüfusunun yığıldığı bir saha olarak karşımıza
çıkmaktadır. Türklerin bölgede gerçekleştirdiği
akınları durduramayan Manuel, Anadolu’ya
birlikler göndermiştir. Bu sırada meydana gelen
karışıklıklar nedeniyle şehir harap hâle gelmiştir.
Bizans birlikleri de kayıplar vermiştir. İmparator
Manuel, Bizans Dönemi’nde Dorylaion adıyla
anılan kaleyi yeniden inşaya başladıysa da bu
gelişmeler iki taraf arasında anlaşmazlık konusu
olmuştur. Bunun üzerine Manuel, 1176 yılında
büyük bir ordu ile bizzat sefere çıkmak zorunda
kalmıştır. Miryokefalon Savaşı’nda mağlup olan
Manuel, II. Kılıç Arslan ile imzaladığı anlaşma
gereğince Dorylaion’da yaptığı istihkâmı yıkıp
burayı boşaltmıştır. Bu metruk ve yıkık olan yer,
yerleşim için uygun olmadığından Türkler yakın civarda iskâna elverişli olan yeni bir mekânda şehir kurmuşlar ve buraya Eskişehir adını
vermişlerdir. Bölge tamamen Türk kontrolüne
geçmiştir. Selçuklular Eskişehir’i Bizans’a karşı
yapılan akınlarda üs olarak kullanmışlar. I. Gıyâseddin Keyhüsrev, I. İzzeddin Keykavus ve I.
Alâeddin Keykubad dönemlerinde Bizans uçları yoğun bir Türkmen nüfusuna sahip olmuştur.
1204-1261 yılları arasındaki İstanbul’daki Latin
hâkimiyeti Bizans’ı iyice zayıflatmış ve uçların
Türkleşmesini kolaylaştırmıştır. Eskişehir’in
gaza ve cihada açık uç bölgede bulunması nedeniyle birçok gazi ve derviş bu tarafta yoğunlaşmıştır. Özellikle, Yunus Emre’nin doğduğu yıllara denk gelen Moğol baskılarının arttığı XIII.
yüzyılın ilk yarısında Türkistan ve Horasan’dan
kaçıp gelen binlerce Türkmen’in başlıca yerleşme alanı Eskişehir civarı olmuştur. XIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bölgede önemli bir
Türk nüfusunun varlığına işaret edilir. Moğol
hâkimiyeti döneminde bölgenin Türkleşmesi
yanında imar faaliyetlerine de devam edilmiştir. Anadolu’da yeni teşekkül eden diğer şehirler
gibi Eskişehir de Müslüman Türk toplumunun
özellikleri ile şekillenmiştir. Böylece Türk-İslam kültür ögelerini bünyesinde barındıran yeni
bir görünüm kazanmıştır. Eskişehir’in idaresini elinde bulunduran Vali Cacaoğlu Nureddin
1272 yılında burada çeşitli imar faaliyetlerinde
bulunmuştur. Selçuklu hâkimiyetinin iyice zayıflaması ve devlet yapısının çökmesiyle birlikte
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
259
Selçuklular zamanında
Eskişehir’de cami, türbe,
medrese, zaviye, han, köprü,
değirmen gibi dinî ve sosyal
yapılar inşa edilmiştir. Bugün
Eskişehir-Odunpazarı’nda yer
alan Alaeddin Camii önemli
bir yapıdır. XIII. yüzyılın
ortalarında yapıldığı tespit
edilen caminin bânisi belli
değildir.
260
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
uç bölgelerde bulunan beyler bağımsızlıklarını ilân
etmişlerdir. Bunlardan biri de Eskişehir civarındaki
kalabalık Türkmen gruplarını etrafında toplamayı
başaran Osmanlılardır. Eskişehir bölgesi 1290’lardan itibaren uç beyliklerinden biri olan Osmanlıların
ilk faaliyet alanlarını teşkil etmiştir. Hatta Osmanlı
kroniklerinde 1291’de Karacahisar’ı fetheden Osman
Gazi adına Cuma hutbesinin burada, bayram hutbesinin de Eskişehir’de okunduğuna dair bilgiler vardır.
Selçuklular zamanında ve ilk dönem Osmanlı
kaynaklarında Eskişehir’i içine alan bölge için Sultanöyüğü, Sultan Eyüğü, Sultan Eyüki adları kullanılmıştır. I. Haçlı Seferi’nde I. Kılıç Arslan’ın Haçlılara
karşı verdiği mücadelede buradaki tepeye karargâhını
kurduğu ve bu sultana nisbetle Sultan(h)öyüğü adını
aldığı düşünülmektedir. Ya da Konya’yı savunan bir
ön olması nedeniyle Sultanönü adıyla anılmış olması
da mümkündür. Sultanönü’nün Selçuklular Dönemi’nde sübaşılık olarak idare edildiği ve merkezinin
de Eskişehir vilayeti olduğu anlaşılmaktadır.
XII. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’ya gelen seyyah el-Herevî Kitabu’z-Ziyarât adlı eserinde
“Sultanönü” adıyla Eskişehir’den bahsetmiştir. Şehrin
Selçuklu ülkesinin sınırında, gayrimüslim topraklarının kenarında yer aldığını belirtir. Seyyah; harabe
hâline gelmiş kemerlerinin altında berrak, sıcak, tatlı
ve faydalı bir su aktığını ve bu suyun eşsiz olduğunu
ifade etmektedir. O dönemde şifalı olduğu anlaşılan
bu suyla şifa bulmak için her taraftan hastalar buraya
gelirdi. Herevî’nin bahsettiği şifalı su, bugün Eskişehir sınırları içerisinde Sakarılıca köyü içerisinde yer
alan kaplıca olmalıdır. Günümüzde insanlar tedavi
olmak ve şifa bulmak için buraya gelmektedirler.
Selçuklular zamanında Eskişehir’de cami, türbe,
medrese, zaviye, han, köprü, değirmen gibi dinî ve
sosyal yapılar inşa edilmiştir. Bugün Eskişehir-Odunpazarı’nda yer alan Alaeddin Camii önemli bir
yapıdır. XIII. yüzyılın ortalarında yapıldığı tespit
edilen caminin bânisi belli değildir. Selçuklulardan
günümüze gelen en önemli yapılardan biri de Sivrihisar Ulu Camii’dir. Camii, Selçuklular ve Beylikler
döneminde inşa edilen ahşap direkli ve tavanlı camiler arasında yer alan, nadir ve eşsiz yapılardandır.
I. Gıyâseddin Keyhüsrev Dönemi’nde, Seyitgazi
Selçuklulardan günümüze gelen en önemli yapılardan biri de Sivrihisar Ulu Camii’dir.
Camii, Selçuklular ve Beylikler döneminde inşa edilen ahşap direkli ve tavanlı camiler
arasında yer alan, nadir ve eşsiz yapılardandır.
ilçesinde bulunan Seyyid Battal Gazi Külliyesi
yapılmıştır. Seyyid Battal Gazi’nin 740 yılında Afyon-Eskişehir arasında Bizans ile İslam
orduları arasında yapılan savaşta şehit düşen
Emevî komutanlarından Abdullah Ebû’l-Hüseyin el-Antakî olduğu rivayet edilir. Külliyenin
içinde cami, çilehâne, Seyyid Battal Gazi Türbesi, Ümmühan Hatun Türbesi ve Medresesi,
Kadıncık Ana Türbesi, Çoban Baba Türbesi yer
almaktadır.
Eskişehir, Selçuklular zamanında “uç” tabir
edilen yer olması nedeniyle fetih ve iskân için
geçiş noktası olmuştur. Bundan dolayı da şeyhlerin, dervişlerin etrafında toplanan çok sayıda
Türkmen göçüyle bu bölgede iskân ve imar faaliyetleri yoğunluk kazanmıştır. Eskişehir, Anadolu’da Ahilik teşkilâtının oluştuğu ilk yerlerden
olması nedeniyle de büyük öneme sahiptir. Birlik ve beraberlik, dürüstlük ile birleşerek Ahilik
kültür ve ahlâkı ortaya çıkmıştır. Ahiliğin, Türk
toplumunun mayasını oluşturan en temel kurum
olduğunu söylemek mümkündür. Yunus Emre,
temeli birlik ve beraberliğe dayanan; iyiliği,
doğruluğu, yardımlaşmayı, tevazuyu, cömertliği
ilke edinen bu toplumdan çıkmıştır. Bu ilkelerin yaygınlaşmasında zaviyelerin rolü büyüktür.
Nitekim Eskişehir ve çevresinde Selçuklulardan
Osmanlılara 100’ün üzerinde zaviye yapıldığı bilinmektedir. Bunlardan biri ilk Ahilerden
olan meşhur mutasavvıf Şeyh Şehâbeddin Ebû
Hafs Sühreverdî’nin adına yaptırılmış zaviyedir.
Sühreverdî’ye izafe edilen bu zaviyede ona ait
makam-türbe olduğu iddia edilir. Diğer zaviyelerden bazıları ise Ahî Mahmud Zaviyesi, Şeyh
Abdullah el-Bedevî Zaviyesi, Ak Doğan Zaviyesi, Devlethan Zaviyesi, Şeyh Çoban Zaviyesi
ve Osman Zaviyesi’dir.
Selçuklulardan Osmanlılara ve Cumhuriyet’e
uzanan tarihsel süreçte Eskişehir, köklü tarihiyle
farklı zenginlikleri ve güzellikleri barındıran bir
şehirdir. Kültür, sanat ve medeniyete dair sahip
olduğu tarihî değerler ve mekânlar ile ön plana
çıkmış önemli şehirlerimizdendir.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
261
Yunus Çağından
SİVRİHİSAR ULU CAMİİ
1*
M. EROL ALTINSAPAN
Camiyi 1274 yılında yenileten Mikail bin Abdullah, Sultan II. İzzeddin Keykavus
zamanında müstevfi (maliye nazırı) olan Emineddin Mikail ile aynı kişidir.
Emineddin Mikail, 1259’dan sonra saltanat naipliğine getirilmiştir. Karısı Gürcü
Hatun ile birlikte Mevlana’nın müritlerindendir. Mevlana onun konağına gider ve
sema ederdi.
Ç
arşı içinde, Camii Kebir
Mahallesi’nde, Kağnı Pazarı
Meydanı’nın batısında yer alır.
Doğu-batı doğrultusunda dikdörtgen
planlı yapının harimi mihrap duvarına
paralel altı sahınlıdır. Sahınları
birbirinden ahşap sütunlara atılmış
kirişler ayırır. (Çizim: 1)2
1* Prof. Dr., Anadolu Üniversitesi, Edebiyat
Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü.
Bu çalışma “Altınsapan E. ve Parla C.,
Eskişehir Selçuklu ve Osmanlı Yapıları
1, Eskişehir 2004, s. 289-308” kitabının
Sivrihisar Bölümü’nden derlenmiştir.
2 Cephe ve iç mekân fotoğrafları “Sinan
Ünal Sivrihisar İlçe Merkezinde Türk
Mimarisi (1988 Sonrası Onarımları)
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi Eskişehir,
2018”den alınmıştır.
262
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Anadolu Selçuklu döneminin en önemli
ahşap direkli camilerinden olan yapının en
eski kitabesi H.629/M.1231-32 (Kitabe-1)
tarihini taşımakla birlikte yapı, bugünkü
biçimine H.673/M.1274 (Kitabe-2) tarihinde
kavuşmuştur.3
Çizim 1: Sivrihisar Ulu Camii Rölöve Planı
(Altınsapan, 1999’dan)
Emir Celaleddin Ali Bey (Kitabe-1),
Mikail bin Abdullah (yenileten, Kitabe-2),
Taymiş oğlu Hacı Habib (minareyi yaptıran
Kitabe-3) yapının bugüne ulaşan mimarisinin
banileridir.
3 Erol Altınsapan, Ortaçağ’da Eskişehir ve
Çevresinde Türk Sanatı (11.-15. Yüzyıllar
Mimarisi), Anadolu Üniversitesi, Eskişehir
1999, s. 34.
4 Erol Altınsapan, A.g.e., s. 34.
5 Erol Altınsapan, A.g.e., s. 43
Kitabe-14
Kitabe-25
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
263
İlk6 yapının banisi Sivrihisar’lı kadı
leşker (kadıasker) Emir Celaleddin Ali
Bey’dir.7 1256 yılında Moğolların tahttan
indirdiği II. İzzeddin Keykavus’un
taraftarı olduğu gerekçesiyle Muineddin
Pervane’nin tutuklatıp Moğollara teslim
etmesi üzerine şehit edilmiştir.8 Emir
Celaleddin Ali Bey’in hayatı hakkında
başka bir bilgi bulunamamıştır.
Camiyi
1274
yılında
yenileten
Mikail bin Abdullah, Sultan II. İzzeddin
Keykavus zamanında (1249-62) müstevfi
(maliye nazırı) olan Emineddin Mikail ile
aynı kişidir. Emineddin Mikail, 1259’dan
sonra saltanat naipliğine getirilmiştir.1262
yılında II. İzzeddin Keykavus tahttan
indirildikten sonra devleti ele geçiren
Muineddin
Pervane’nin,
görevden
alamadığı vezir Sahib Ata Fahreddin
dışındaki ikinci kişidir. 1266 yılında III.
Gıyaseddin Keyhüsrev tahta çıktığında da
makamını korumuştur. Karısı Gürcü Hatun
ile birlikte Mevlana’nın müritlerindendir.
Mevlana onun konağına gider ve sema
ederdi. Düzenlenen gece toplantılarına
tüm vezir hanımları katılır, Mevlana
Emineddin’in karısına Hatunların Şeyhi
derdi. 1277 yılında Karamanlıların Konya’yı
ele geçirmeleriyle Tokat’a kaçmak isterken
Kaymaz Kervansarayı’nda yakalanarak
öldürülmüştür.9
1409 yılında caminin minaresini
yaptıran yerel bir şahsiyet olduğunu
düşündüğümüz Taymiş Oğlu Hacı Habib
hakında hiçbir bilgiye rastlanmamıştır.10
6 Erol Altınsapan, A.g.e., s. 44
7 Erol Altınsapan, A.g.e., s. 34
8 Erol Altınsapan, A.g.e., s. 34
9 Erol Altınsapan, A.g.e., s. 34.
10 Erol Altınsapan, A.g.e., s. 34.
264
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Kitabe-36
Kitabe-6 a ve b14
Kitabe-412 Kitabe-513
4-5 numaralı kitabeler yapının geçirdiği
onarımları belirtmektedir.11 Cami bugün
sağlam ve ibadete açıktır. Yapının kuzey ve
batı cephelerinde geç dönemlerde yapılmış
dükkânlar onarım sırasında kaldırılmıştır.
Tarihsiz minber kitabesine göre, (Kitabe-6
a-b) Muhammed oğlu Hasan-Büyük Hoca
muhtemelen minberin sanatçısıdır.
11 637/1274 (kitabe2), 1 Recep 812/ 9 Kasım 1409
(minare yapımı; kitabe3), 843/1439-40
(kitabe4), 1192/1778 (kitabe5),
12 Erol Altınsapan, A.g.e., s. 44.
13 Erol Altınsapan, A.g.e., s. 45.
TASVİR
Yapının tüm
cepheleri dışa taşkın
saçaklıdır. Doğu cephede dışa çıkıntılı “Sölpük
Mescidi” olarak adlandırılan bölümün, doğu
cephe ekseninin iki yanında birer kapı yer
alır. Kapılardan güneydeki diğerine oranla
daha dardır. Kapıların ortasına, eksenin biraz
kuzeyine bir pencere açılmıştır. Kapılarla
ortadaki pencere üzerine birer küçük pencere
yerleştirilmiştir. Dışa çıkıntı yapan bu bölümün
güney cephe ekseninin batısında birer alt ve
üst pencere bulunur. Kuzey cephesi sağırdır.
Kuzeydoğu köşesi aşağıdan yukarıya doğru
pahlanmıştır. Bu bölümün kuzeybatı köşesinin
hemen bitişiğinde bir kapı yer alır. Bu kapının
kuzeyine yan yana iki pencere açılmıştır. “Sölpük
Mescidi” diye adlandırılan bölümün güneyinde
sonradan inşa edilmiş minare bulunur.
14 Erol Altınsapan, A.g.e., s. 46
Minare kapısı dışındaki kapı ve pencerelerin
tümü dikdörtgen biçimlidir. Basık kemerli
minare kapısının üzerindeki dikdörtgen levhada
beş satırlık inşa kitabesi vardır. (Kitabe-1) Doğu
cephenin güney köşesinde yer alan dikdörtgen
prizma kaideli, silindirik gövdeli, tek şerefeli,
piramidal külahlı minare kaidesinin doğu
yüzündeki dikdörtgen levha üzerine iki satırlık
minare kitabesi yerleştirilmiştir. (Kitabe-3)
Doğu cephenin kuzeyindeki kapının
üzerinde dörder satırlık iki tamir kitabesi
bulunmaktadır. Üsteki kitabe levhası kare,
alttaki dikdörtgen biçimlidir. (Kitabe4-5)
Üsteki kitabenin hemen güneyinde, figürlü
bezemeli bir devşirme malzeme dikkati çeker.
Kuzey cephede, batı köşeden başlayıp
cephenin ortasına kadar gelen, sonradan inşa
edilmiş tek sıra dükkânlar yer alır. Dükkânların
bittiği yerde, bugünkü kadınlar mahfiline
açıldığı için “kadınlar kapısı” olarak adlandırılan
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
265
Eminüddin Mikail’in onarım kitabesinin
yer aldığı basık kemerli giriş kapısı bulunur.
(Kitabe-2)
Kapının üzerinde enine dikdörtgen
biçiminde üç satırlık kitabe levhası ile iki
yanında geometrik motifli birer kabara
bulunmaktadır. Cephe tümüyle sağırdır.
Batısında, bugün dükkânlar arasında kalmış
dar bir avlu içerisinde, saçak altı iki sıra testere
dişi dolgulu üçgen alınlıkla nihayetlenen batı
cephe yer alır. Cephede eksenin kuzeyinde bir
kapı, güneyinde dikdörtgen biçimli iki pencere
bulunur.
Basık kemerli kapı, kuzey cephedeki kapı
ile aynı biçimde düzenlenmiştir. Farklı olarak
kapının üzerinde üç sıra mukarnas dolgu
bulunmaktadır. Caminin güney cephesinde,
minare kaidesinin batısında bir kapı vardır.
Cephede eşit aralıklarla yerleştirilmiş sekiz
pencere bulunur. Kapı ve pencerelerin üzerinde
birer pencere daha yer alır. Güneybatı köşe
duvarı aşağıdan yukarıya doğru pahlanmıştır.
Kapıyla alt pencereler dikdörtgen, üst pencereler
kare biçimlidir.
Camide kullanılan sütunların altmış üçü
ana mekânda; dördü, cami ile bütünleşmiş olan
Sölpük Mescidi’nde yer alır. Mihrap duvarına
paralel ilk iki sırada on üçer, diğer dört sırada
on ikişer sütun yer almaktadır. Aksiyal düzende
eşit aralıklarla yerleştirilmiş sütunlar doğu-batı
doğrultusundaki ana kirişleri, ana kirişler kuzeygüney doğrultusundaki daha küçük boyutlu
kirişleri taşır. Ana kirişlerden kuzeyden bir ve
ikincisinin güney, güneyden ikincisinin kuzey
yüzüne yerleştirilen konsollarla tavan, orta
sahnın iki yanında doğu-batı doğrultusunda
kademelendirilmiştir. Mihrap önündeki Korint
başlıklı iki özgün sütun, oyma ve kabartmalar
ile bezenmiştir. Kapı ve pencere açıklıkları, dış
cephelerdeki düzenlerini biçim ve boyut olarak
içeriye yansıtırlar.
266
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Güney duvarda, doğudan üçüncüyle
dördüncü pencereler arasında altıgen cepheli
özgün olmayan mihrap nişi yer alır. Mihrap
nişi üç yandan beş silme ile altı şeritten oluşan
çerçeve içerisine alınmıştır. Kavsarası altı sıra
mukarnas dolgulu mihrap nişinin iki yanında
silindirik gövdeli sütunceler bulunmaktadır.
Mihrabın batısında on bir basamaklı minber
bulunur. Minberin taht kısmının üzeri piramidal
külah ile örtülüdür. 1924 tarihinde yıkılan
Sivrihisar Kılıç Mescidi’nden getirilen 1244
tarihli minber, yapının özgün minberi değildir.
Harimin kuzey ve batı duvarlarında kadınlar
mahfili yer almaktadır. Mahfile kuzeybatı
köşeyle kuzey cephedeki kapının iki yanında
bulunan ahşap merdivenlerle çıkılır.
Doğu cephedeki kapının önündeki iki
kanatlı ikinci kapıya beş basamaklı bir merdiven
ile ulaşılmaktadır. Yapının güneyinde, kapı
seviyesinden yükseltilmiş korkuluklar ile
harim kısmından ayrılmış, bugün İslam İlimler
Derneği Kütüphanesi olarak kullanılan “Sölpük
Mescidi” bulunmaktadır.
Bir aydınlanma feneriyle ışıklandırılan iç
mekân, altmış yedi silindirik gövdeli ahşap
sütun üzerine kirişlemesi üstten kaplamalı
ahşap tavan ile örtülüdür.
Moloz taş, duvarlarda düzensiz kesme taş,
portallerle minare kaidesinde düzenli kaplama
olarak tuğla, saçak altının testere dişlerinde
mermer, kapı çerçevelerinin kaplamalarıyla
kitabe levhalarında ahşap, kirişlemesi üsten
kaplamalı tavan ile sütun, kiriş, pencere, kapı
kasa ve kanatlarıyla kadınlar mahfilinde,
Sölpük Mescidi’nin korkuluklarında ve gerçek
kündekari minberde alçı, mihrapta kalıplama
tekniğinde sıva, iç ve dış duvarlarda demir,
pencere parmaklıklarında kullanılmıştır.
Caminin bezemeleri batı ve kuzey kapıyla
mihrap, minber, sütun gövde ve başlıklarında
bulunur. Batı ve kuzey kapılar birbirine benzer
biçimde yapılmıştır.
Kuzey kapının üzerindeki inşa kitabesinin
üst satırının doğusunda on, batısında on iki
dilimli birer gülbezek yer alır. Gülbezeklerin
doğusunda on, batısında oniki kollu yıldız
merkezli birer kabara bulunur.
Doğu kapının lentosunun üzerinde üç sıra
mukarnas dolgulu kavsara yer alır. Kavsara iki
yanda zar başlıklı sütuncelere oturur. Kalıplama
tekniğinde alçı süslemeli mihrabı çevreleyen
en dıştaki birinci şeritte sülüs karakterde yazı,
ikinci şeritte üzüm salkımları ve dallarından
oluşan bitkisel motifler, üçüncü şeritte geçmeli
beşgenlerden oluşan beş ve on kollu yıldız
motifleri, dördüncü şeritte ikinci şeritteki,
beşinci şeritte ise üçüncü şeritteki süslemeyi
tekrar eden motifler kullanılmıştır.
Mihrap köşelerinde ve nişin üzerinde,
üçüncü şeritteki bezeme tekrarlanmıştır.
Mihrap kavsarasını balıksırtı motifli, kademeli
kaval silme çevreler. Ayrıca ikinci şeritte, mihrap
nişinin iki yanında ve üstünde, eksenlerde yer
alan on dilimli çerçeveler içerisine alınmış, onar
dilimli üç kabara yer alır. Mihrap nişinin iki
yanında yer alan balıksırtı motifli sütuncelerin
başlıkları yivlidir.
Minber gövdesiyle kapı kanatlarında gerçek
kündekari, korkuluklarında ajur tekniğinde
süslemeler görülür. Minberin iki yanındaki ajur
tekniğindeki korkuluklarının birbiri içerisine
geçmiş altıgenlerden oluşan bezemeleri, geniş
birer dikey şeritle ortadan ikiye ayrılmıştır.
Şeritlerde simetrik yerleştirilmiş dört sekizgenin
meydana getirdiği dört kollu yıldız motifi
bulunur. Sekizgenlerin içerisinde, bir merkezde
birleşen dört palmetle rumilerden oluşan bir
bezeme yer alır. Minberin korkuluk, aynalık
ve taht kısmını belirleyen sınırlar kıvrık dal,
rumi ve palmetlerden oluşan bitkisel bezemeli
şeritlerle çevrelenmiştir. Aynalıklarda, birbiri
içerisine geçmiş kırık şeritlerin oluşturduğu kare
çerçeveler içerisinde dört kollu yıldız, baklava ve
altıgen biçimli motifler bulunur. Bu motiflerin
içerisi kıvrık dal ve rumilerden oluşan bitkisel
bezemelerle doldurulmuştur. Taht kısmının iki
yanında, üst üste iki kare pano içerisinde ajur
tekniğinde yapılmış geometrik geçmeler dikkati
çeker. Doğudaki alt panoda baklava motifi, üst
panoda bir merkezde birleşen kırık çizgilerin
oluşturduğu bir sekizgen yer alır. Batıdaki
alt panoda yarım sekizgenlerin oluşturduğu
bir sekizgen motifi bulunur. Üstteki panoda,
doğudaki üst pano bezemesinin tekrarlandığı
görülür. Minber kapısının kasası üç yönden
Ayete’l Kürsi yazılı bir şeritle çevrelenmiştir.
Altta, dikdörtgen biçimli bir şeritle
sınırlandırılmış pano içerisinde aynı paralelde
simetrik olarak yan yana yerleştirilmiş sekizgen
biçimli dört rozet bulunmaktadır. Kapı kanatları
kapatıldığında, sivri kemer biçimi oluşturan bir
şerit ile taçlanırlar. Sivri kemer iki yandan kaval
silme biçimli birer sütunceye oturur. Kanatlar,
üst üste yerleştirilmiş dikdörtgen biçimli üçer
bölümden oluşur. Alttaki ikişer bölümde iç içe iki
dikdörtgen, üstteki bölümlerin alt kesimlerinde
iç içe üç, üst kesimlerinde bir dikdörtgen biçimli
çerçeve yer alır. Üstteki dikdörtgen çerçeveler
içerisine minber ustasının adı yazılmıştır.
Doğudaki kanadın batı kenarı üstte ve altta düz,
ortada kaval biçimli üç silme ile nihayetlenir.
Bu kenar, kanatlar örtüldüğünde batı kanadının
üzerine gelmektedir. Kapı kanatlarında yer alan
bölümlerin ve şeritlerin tümü kitabe panosu
dâhil kıvrık dal, rumi ve palmetlerden oluşan
girift bitkisel bezemelidir. Delikli akantus
yapraklı korint ve bitkisel motifli sütun başlıkları
devşirme malzemedendir. Ahşap sütunlar;
kazıma tekniğinde halat, baklava, palmet,
eşkenar dörtgen, zigzag motifleriyle bezenmiştir.
Mihrap önünde yer alan iki sütunun üzerindeki
kalem işi tekniğinde yapılmış palmet, gülbezek,
üçgen, baklava, zigzag ve hayat ağacı motifleri
kırmızı, yeşil ve siyahla boyanmıştır. Sütun
gövdelerinde üsttekilerin yeşil olduğu birer
sıralı kırmızı ve yeşil renklerden oluşturulmuş
iki sarmal yiv yer alır.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
267
ESKİŞEHİR’DE YUNUS ÇAĞINDA BİR ZAVİYE:
Sultan Abdullah Bedevî (Ks) ZAvİyesİnİn Yerİ
NİZAMETTİN ARSLAN
1*
Arşiv belgelerinde, konu hakkında yazılan yazı ve makalelerde zaviyenin
Karapınar Mahallesi’nde bulunduğundan bahsedilmekle beraber yeri
bilinmemekteydi. Yaptığımız araştırmada Sultan Abdullah Bedevî zaviyesinin
Karapınar Mahallesi Esin Sokak, Köşebaşı Sokak ve Mescit Sokak arasında
kalan adada bulunduğunu tespit ettik.
E
skişehir’in ilk yerleşim alanı günümüzde
Şarhöyük adıyla anılan Şehr Öyüğünde
Dorlion adıyla kurulmuş ve Bizans’ın
hâkimiyetinde bulunuyordu. Tarihî süreç içerisinde Emevi ve Abbasi orduları ile Bizanslılar
arasında bu bölgede yoğun mücadeleler yaşanmıştır. İlk kez 708 yılında Emevi Halifesi I. Velid zamanında Mesleme b. Abdülmelik bölgede
hâkimiyet kurmuş, bu vesileyle İslam kaynaklarında şehrin adı zikredilmiştir.2
1176 yılında II. Kılıç Arslan Miryokephalon’da Bizanslıları ağır bir yenilgiye uğratınca
Bizanslılar şehri (Dorlion) boşaltmaya mecbur
kalmışlar, şehir bir süre boş ve metruk hâlde
kalmıştır. Sonrasında Selçuklular şehri yeniden
1 Araştırmacı-Yazar
2 Hasan Hüseyin Adalıoğlu, “Selçuklular Zamanında Eskişehir ve Bölgedeki Selçuklu İzleri” Tarihte
Eskişehir, Osmangazi Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 2020, sayfa 17.
268
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
kurarken bu metruk mahalde değil, buradan üç
kilometre daha güneyde, günümüzde Odunpazarı denilen mevkide inşa etmişlerdir. Selçuklu
Sultanı II. Kılıç Arslan iyice yaşlanınca 1186
yılında Anadolu Selçuklu Devleti’ni on bir
oğlu arasında paylaştırdığında Ankara merkez
olmak üzere Çankırı, Kastamonu ve Eskişehir;
oğullarından melik Muhyiddin Mesud’un idaresine verilmiştir.3
II. Gıyaseddin Keyhüsrev (1237-1246) devrinde yaşanan Babai İsyanı (1240) ve hemen
sonrasındaki Kösedağ Savaşı (1243) Anadolu’da nüfus hareketliliğini canlandırmış ve Moğolların baskısıyla batıya doğru uç bölgelere çok
sayıda halk göç etmiştir. Selçuklu hükümdarları
doğudan gelen kalabalık Türkmen gruplarını uç
bölgeleri denilen Türk-Bizans sınırlarına sevk
ediyorlardı. Eskişehir ve civarı, göç eden bu
3 Adalıoğlu, A.g.e., s.18-22.
Şeyh Abdullah Bedevî Zaviyesinin
Bulunduğu Yerden Şehrin Görünüşü
Türkmenlerin yerleştikleri önemli bir bölge hâline gelir. Bu uç bölgelere göç eden Türkmenlerin
başında bulunan şeyh ve dervişler; yerleştikleri
yerleri imar etmek, arkadan gelecek göçebelere
yurt açmak ve yerli halka İslam’ı öğretmek amacıyla tekke ve zaviyeler açarlar.4
Zaviye, tarikat mensubu dervişlerin bir şeyhin
idaresinde topluca yaşadıkları; ayende ve revendeye (gelip geçen yolcular) karşılıksız yiyecek, içecek
ve barınacak yer sağlanan; yerleşim merkezleri ile
yol üzerinde bulunan bina yahut bina topluluğunu
ifade etmektedir.5 Selçuklu Dönemi’nde Eskişehir
merkezde açılan ilk zaviyeler Şeyh Şehabeddin
Sühreverdî ve Sultan Abdullah Bedevî zaviyeleridir. Bu iki zaviyenin türbe kısımları ile yine o
döneme ait Alaeddin Camii (orijinal hâli değiştirilerek tamamen yeniden inşa edilmiş olsa da) günümüze ulaşmış, halkın ibadet ve ziyaretine açıktır. Taşrada ise Yunus Emre zaviyesi ve kayıtlarda
ismi geçmeyen 13. yüzyıla ait zaviye kalıntılarını
görmek mümkündür.
Konumuz olan Şeyh Abdullah Bedevî zaviyesinin kuruluş tarihi bilinmiyor. Ancak Cacaoğlu
Nureddin Bey’in vakfiyesinde, harap durumdaki
zaviyenin yeniden inşa edildiğinden bahsediliyor.6
4 Adalıoğlu, A.g.e,. s. 22.
5 Mehmet Topal-Kamil Çolak, “Eskişehir Zaviyelerine
Dair Tespitler”, Tarihte Eskişehir, Osmangazi Üniversitesi Yayınları, Eskişehir 2020, s. 64.
6 İhsan Sungu, “Eskişehir Kitabeleri”, Türk Tarih
Arkeologya ve Etnografya Dergisi, Devlet Matbaası
İstanbul 1934, S. 2, s. 263.
Şeyh Abdullah Bedevî Zaviyesi
Çevresindeki Harap Binalar
Zaviyenin Karapınar Mahallesinde
Olduğunu Belirten Bir Belge
Harap bir hâle gelmesi için iyimser bir yaklaşımla inşa tarihinden itibaren en az 25-30
yıl geçmesi gerekir. Vakfiye 1261 tarihli olduğuna göre bu tarihten 30 yıl geriye gidersek zaviyenin 1230’lu yıllarda inşa edildiği
söylenebilir. Kaynaklarda zaviyenin vakfından, türbedarlarından bahsedilmekle beraber
kuruluşuna ve burada görev yapan postnişinlere dair bilgiler bulunmamaktadır.
Abdullah Bedevî zaviyesi; arşiv belgelerinde Seydi Abdullah, Şeyh Abdullah el-Bedevî, Sultan Abdullah gibi isimlerle anılmaktadır. Hatta 1803 tarihli bir belgede “nam-ı
diğer Akdoğan” olarak ifade edilmekte, XVI.
yüzyıla ait vakıf kayıtlarında da bu şekilde
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
269
270
geçmektedir.7 Zaman içinde isimler değişebilmektedir. Mesela yine merkezde, Odunpazarı’nda bulunan Hâce Nasreddin zaviyesi8 19.
yüzyıla ait bir belgede Şeyh Nasreddin,9 günümüzde ise Şeyh Nusreddin olarak anılmaktadır.
Bedevîlik, Seyyid Ahmed Bedevî’ye (ks)
nispet edilen bir tarikattır. Ahmed Bedevî (ks)
1200 yılında Fas’ta doğmuştur. Yüzünü Afrika
Bedevîleri gibi örttüğü için el-Bedevî, cesur ve
atılgan olduğu için de el-Attâb ve Ebü’l-Fityan lakaplarıyla tanınır. Küçük yaşta ailesiyle
birlikte hacca gider, gençlik döneminde zahirî
ilimlerle meşgul olur. 1230 yılında manevi hayatındaki birtakım değişiklikler üzerine insanlardan uzaklaşarak dünya kelamı etmemeye ve
meramını işaretle anlatmaya başlar. Gördüğü
bir rüya üzerine Abdülkadir Geylânî (ks), Seyyid Ahmed er-Rıfâî (ks) gibi büyüklerin kabrini
ziyaret için Irak’a gider. 1236-37’de Irak’tan Mısır’a gelerek Tanta’ya yerleşir.10
Bedevîlik, Tanta kasabasında Seyyid Ahmed Bedevî (ks) tarafından XIII. asrın ikinci
çeyreğinde kurulmuştur.11 Onun tarikat silsilesi, Şeyh el-Berrî ve Ebu Nuaym el-İsfahânî
yoluyla Ahmed er-Rıfâî’ye (ks) ulaşıyorsa da
onu Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’nin (ks) müridi kabul edenler de vardır. Bundan dolayı Bedevîyye
Şâzeliyye’nin bir kolu olarak değerlendirilmiştir.12
Eskişehir Şeyh Abdullah Bedevî zaviyesinin,
arşiv belgelerinde ve şehri ziyaret eden gezginlerin anılarında Karapınar Mahallesi’nde olduğu belirtilir.13 İhsan Sungu; 1934 yılında Eskişehir’i ziyaretinde bazı cami ve türbelerin yanı
sıra Sultan Abdullah Bedevî zaviyesine de uğramış, gezisi hakkında yazdığı makalede zaviye
için “Abdullah Bedevî’nin zaviyesi harap olmuştur.
Ancak nam-ı diğer Akdoğan ismiyle yeniden yapılmış bir türbe bulunmaktadır. Bu türbe Eskişehir’in
yukarı semtinde Karapınar Mahallesi’nde müstakil küçük bir binadır. Civarında temel, direk vesaire bakiyesi görülmektedir. Bu zaviyenin vazifedarı
Edebali türbedarı Ali Efendi’dir.”14 diyor. Buradan 1934 yılında zaviyenin temel, direk gibi kalıntılarının hâlâ mevcut olduğu anlaşılmaktadır.
Yukarıda da bahsedildiği gibi arşiv belgelerinde, konu hakkında yazılan yazı ve makalelerde zaviyenin Karapınar Mahallesi’nde
bulunduğundan bahsedilmekle beraber yeri
bilinmemekteydi. 2013 yılında “Eskişehir Kitabeleri” ve “Odunbazarın Suskunları” isimli çalışmalarımızda belki mezar taşı ve kitabesi vardır umuduyla adı geçen mahallede yaptığımız
araştırmada Sultan Abdullah Bedevî zaviyesinin Karapınar Mahallesi Esin Sokak, Köşebaşı
Sokak ve Mescit Sokak arasında kalan adada
bulunduğunu tespit ettik. Tarihî süreç içerisinde
diğer zaviye arsalarında olduğu gibi burada da
zaviye arazisi işgal edilip etrafına binalar inşa
edilmiş.15 Zaviyenin bulunduğu alan, binaların
arkasında bahçe kısımlarında bulunduğundan
gözlerden uzak kalmıştır.
Zaviyeye komşu olan mahalle halkıyla yaptığımız görüşmede zaviyeden geriye kalan türbeyi çevreleyen evlerin 25-30 yıl önce çıkan
bir yangın sonucu yandığını, bu sırada türbe
binasının da yandığını, yanan binalar tekrar inşa
edilmediğinden türbeden geriye kalan mezarın
7 M. Topal-K. Çolak, A.g.e., s. 67.
8 BOA MAD. d 18333
9 Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi Defter
03646.00074.
10 Mustafa Kara, “Ahmed el-Bedevî”, DİA, İstanbul
1989, Cilt 2, sayfa 47.
11 Ramazan Muslu, “ Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (18.yy)”, İnsan Yayınları, İst.2004, s. 557
12 Kara, A.g.e., s. 48.
13 Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi Defter
03620.00028; 0363.000185; 03623.00224
14İhsan Sungu, A.g.m., s. 263 .
15Evkaf Nezaretinden Hüdavendigâr vilayetine
yazılan 31 Ağustos 1888 tarihli yazıda özetle:
“Eskişehir nahiyesinde Sultan Alaaddin, Şeyh
Nasreddin, Ahi Kılınç, Şeyh Şehabeddin, Karagöz
Ahmed Paşa, Ahi Mahmud, Şeyh İsa, Abdülaziz
ve Edebalı vakıflarının arazilerinin mütevellilerinin
izni ve senedlerde mührü olmaksızın Hristiyanlara
satılarak üzerlerine bina ve hanelerin inşa edildiği
bildirildiğinden bu konuda tahkikat yapılması”
istenmektedir. VGMA Defter 3646.74.
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Cacaoğlu Nureddin Beyin Vakfiyesinde Şehrin ve Zaviyenin Adının Geçtiği Bölüm
(… Vâkıfın meşhur olması sebebiyle ismi belirtilmeksizin Sultan’yüğü şehrinde bina ettirdiği mescidin idarecilerine… Adı geçen şehirde yıkık
dökük harabe durumdaki 17 mescidi yeniden yaptıran vâkıfın bina ettirdiği mescidlerin idarecilerine... Yine vakfedenin meşhur olması sebebiyle
ismi belirtilmeksizin adı geçen şehirde yaptırdığı mescidlerin idarecilerine... Zâhid, âbid, sâlik vâkıfın Şeyh Abdullah Bedevî’ye ait yeniden
yaptırdığı tekkenin idarecilerine... Allah vâkıfın vakfını kabul etsin. Nimetleriyle şereflendirsin.)
açığa çıktığını söylediler.16 Ayrıca “Burada yatan zat kimdir bilmiyoruz. Ama büyüklerimiz
Arap Dede derlerdi. Bu mezarın üzerinde bina
vardı. Biz buraya devamlı gelir, dua eder, temizliğini yapardık. Ufak tefek yıkık döküklerini de
beylerimiz onarırdı. Hıdrellez günü mahalle halkı
burada toplanır, dualar edilirdi. Gelenler evlerinde
yaptıkları yiyeceklerden getirir, birbirimize ikram
ederdik. Hıdrellez günü böyle şeyler yapıldığı için
burada yatan zata Hıdır Dede de deniyordu. 2530 yıl önce bir yangın çıktı, buradaki evler yandı. O sırada türbe de yandı, sadece mezar kaldı.” 17
diye belirttiler. Yanan binaların enkazı hâlâ durmaktadır. 2014 yılında can güvenliği ve emniyet
açısından Odunpazarı Belediyesi tarafından etrafları sac levhalarla çevrilmiştir.
Sultan Abdullah Bedevî zaviyesinden
günümüze ulaşan sadece kabirdir. Etrafı moloz
taşla örülü, 275x155x55 cm ölçülerinde bulunan
kabrin baş ve ayak taşında kitabe bulunmuyor.
Zaviyeyle ilgili bir belgede “Eskişehir’de definhân
olan Sultan Abdullah Hazretleri”18 cümlesinden
kabrin zaviyeyi ilk kuran ve ihtiyati bir yaklaşımla Ahmed Bedevî (ks) Hazretlerinin dervişlerinden olan Sultan Abdullah Bedevî’ye
ait olduğunu düşünüyoruz. Mahalle halkının
16 İsmail Taşan, 70 yaşında, emekli; Ahmet Kabak
67 yaşında emekli; Ali Ilgın 61 yaşında emekli.
17 Nurten Taşan, 61 yaşında ev hanımı; Nuran Şeker, 72 yaşında, ev hanımı.
18 VGMA 03603.00185.
Arap Dede demesi de bizim bu düşüncemizi
desteklemektedir. Veya burada postnişinlik
yapmış bir şeyhe ait olmalıdır. Hatta burada bir
hazirenin olması bile muhtemeldir.
Ecdad yadigârı ve şehrin tapu kütüğü olan
böyle mekânların gelecek kuşaklara sağlam ve
sağlıklı bir şekilde aktarılması; insanlığımız,
tarihimiz, kültürümüz açısından evlatlarımıza
bırakabileceğimiz en değerli miras yanında boynumuzun da borcu olsa gerektir.
Kaynakça:
Başkanlık Osmanlı Arşivi MAD.d 18333.
Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi Defter
03646.00074; 03620.00028;
0363.000185;
03623.00224.
Hasan Hüseyin Adalıoğlu, “Selçuklular Zamanında Eskişehir ve Bölgedeki Selçuklu İzleri” Tarihte Eskişehir, Osmangazi Üniversitesi
Yayınları, Eskişehir, 2020.
İhsan Sungu, “Eskişehir Kitabeleri”, Türk
Tarih Arkeologya ve Etnografya Dergisi, Devlet Matbaası İstanbul 1934, Sayı 2.
Mehmet Topal-Kamil Çolak, “Eskişehir
Zaviyelerine Dair Tespitler”, Tarihte Eskişehir,
Osmangazi Üniversitesi Yayınları, Eskişehir,
2020.
Mustafa Kara, “Ahmed el-Bedevî”, DİA, İstanbul 1989, Cilt 2.
Ramazan Muslu, “Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (18.yy)”, İnsan Yayınları, İstanbul 2004.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
271
MİHALIÇÇIK’TA BULUNAN
YUNUS EMRE MEZARININ NAKİLLERİ
Çağhan Sarı
1*
Mahşerî bir kalabalık. Fakat ne gürültü var ne patırtı. Hiçbir kalem, bu ilahi
sükûn ve sükûtu anlatamaz. Sırtlarda taşınan kurbanlık koyunlarda bile ses
seda yok. Herkes muntazam saflar hâlinde, âdeta kendinden geçerek törenin
başlamasını bekliyor…
Giriş
B
üyük Türk ozanı Yunus Emre, Anadolu’da XIII. yüzyılın son dönemi ile XIV.
yüzyılın ilk döneminde yaşamıştır. Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde bulunan belgeler ışığında Prof. Dr. Adnan Sadık Erzi, “Emre,
sene 720. Müddet-i ömür 82” şeklindeki kayıttan
yola çıkarak Yunus Emre’nin miladi 1240-1241
yılında doğduğunu tespit etmektedir.2 Bu tarih uluslararası platformda kabul görmüş ve
UNESCO tarafından 1991 yılı, doğumunun
750. yıl dönümü nedeniyle Yunus Emre Yılı olarak kabul edilmiştir.3 Cahit Öztelli, Şikâri’nin
1∗ Uzm. Öğretmen, Özel Acarkent Doğa IB Anadolu Lisesi, caghan.sari@dogakoleji.k12.tr
2 Cemal Anadol, Gönüller Sultanı Yûnus Emre, Kamer Yayınları, İstanbul, 1993, s. 3.
3 Rıdvan Aras, Mihalıççık ve Köyleri, Favori Yayıncılık, Ankara, 2021, s. 215.
272
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Karaman Tarihi’ni esas alarak Yunus Emre’nin
babasını Horasan’dan Anadolu’ya gelen Kirişçi
Baba namıyla tanınan İsmail olduğunu açıklamaktadır.4
Yunus Emre’nin hayatı hakkında ilk önemli çalışma, 1919’da birinci baskısı yapılan Ord.
Prof. Dr. M. Fuad Köprülü’nün “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı eseridir.5 1933
yılında Burhan Toprak, Yunus Emre Divanı’nı
yayınlamıştır.6 1936 yılında Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre hakkında kapsamlı bir çalışma hazırlamıştır. Abdulbaki Gölpınarlı, Uzun
Firdevsî tarafından derlenen Bektâşi Vilâyet-Nâmesi ile Yunus Emre’nin hayatı hakkın4 Anadol, A.g.e, s. 4.
5 Fahri Yetim, Yunus Emre’nin Kabri ile İlgili Görüşler Üzerine, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi, Haziran 2005, C. 6, S.1, s.
172.
6 Aras, A.g.e., s. 213.
Yunus Emre’nin “Risalet-ün Nushiyye” ve “Divân”ı olmak üzere iki bilinen
eseri vardır. Bunların haricinde Müstakîmzade Süleyman Sadeddin’in Mecelletü’n-nisâb’ının “Emre” maddesinde bir eseri daha olduğu yazmaktadır. Pierre
Seghers’in Yunus Emre’nin şiirlerini tercüme ettiği bir betikte kaleme aldığı ön
söz dikkat çekicidir. Seghers’e göre Batı dünyası, Yunus Emre ile 1438-1458
yılları arası, Osmanlı’da bir hapishanede kalan İtalyan mahkumun çevirileri
sayesinde tanışmıştır.
da bazı bilgiler aktarmaktadır. Bu kaynağa göre
Yunus Emre Konya’da da bulunmuş, Mevlana
ile görüşmüştür. Yunus’un tahsil hayatı Konya’da geçmiştir.7 İhtiyarlık çağını ise doğduğu
köy olan Eskişehir Sarıköy’de geçirmiş ve orada
vefat etmiştir.8 Köprülü, Yunus Emre’nin XIII.
yüzyılın son yarısında Sivrihisar civarında yahut
Sakarya suyu civarında yaşadığını nakletmektedir.9 Ahmet Hamdi Tanpınar ve Sezai Karakoç
da Yunus Emre’nin Sakarya Nehri’nin kıyısında
yaşadığını kabul etmektedir.10 1943 yılında dönemin Vakıflar Umum Müdürlüğü Teftiş Heyeti Reisi Halim Baki Kunter, Maarif Vekilliğine
müracaat ederek Türkiye genelindeki kütüphanelerde Yunus Emre ile ilgili bütün belge, eser
ve kayıtların toplanmasını sağlamıştır.11 Adnan
Saygun 1946 yılında Yunus Emre Oratoryosu besteleyerek büyük şairin değerlerini sahne
sanatlarına taşımıştır.12
7 Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre Hayatı ve Bütün Şiirleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006, s. XXX.
8 Gölpınarlı, A.g.e, s. XXXI.
9 M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Akçağ Yayınları, Ankara, 2007, s. 251.
10 Mustafa Özçelik, Eskişehir’den Portreler, Eskişehir Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı, Eskişehir,
2013, s. 10.
11 Halim Baki Kunter, Yunus Emre Bilgiler-Belgeler, Eskişehir Valiliği, Eskişehir, 1991. s. 27.
12 Aras, A.g.e., s. 213.
Uzun Firdevsî’nin anlatımında Yunus Emre’nin Sarıköy’de yaşayan bir çiftçi iken buğday
almak üzere Hacı Bektaş’a gittiği bilgisi vardır.
Hacı Bektaş’ın buğday yerine “nefes” vermeyi
teklif etmesine rağmen Yunus Emre buğday ister. Hacı Bektaş’tan aldığı buğdaylarla köyüne
giderken tercihini kusurlu görür ve Hacı Bektaş’ın yanına tekrar gelerek nasip ister. Hacı
Bektaş-ı Veli, bunun üzerine “Bundan sonra
olmaz. Biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye
verdik, varsın nasibini ondan alsın.” der ve onu
Tapduk Emre’ye gönderir. Tapduk Emre’nin
yanında talebeliği böylelikle başladığı kaydedilmektedir.13 Tapduk Emre’nin dergâhı Sarıköy’e
yakın kabul edilebilecek bir yer olan Nallıhan’daki Emre Sultan köyündedir. Kadim kaynaklar Yunus Emre’nin buradaki öğrenim süresini sembolik bir ifade olarak kırk sene şeklinde
belirtmektedir.14
Yunus Emre’nin “Risalet-ün Nushiyye” ve
“Divân”ı olmak üzere iki bilinen eseri vardır.
Bunların haricinde Müstakîmzade Süleyman
Sadeddin’in Mecelletü’n-nisâb’ının “Emre” maddesinde bir eseri daha olduğu yazmaktadır.15
Pierre Seghers’in Yunus Emre’nin şiirlerini tercüme ettiği bir betikte kaleme aldığı ön söz dik13 Mustafa Tatcı, “Yûnus Emre” maddesi, İslam
Ansiklopedisi, C.43, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 2013, s. 600.
14 Özçelik, A.g.e, s. 10.
15 Anadol, A.g.e, s. 63.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
273
kat çekicidir. Seghers’e göre Batı dünyası, Yunus
Emre ile 1438-1458 yılları arası, Osmanlı’da bir
hapishanede kalan İtalyan mahkumun çevirileri
sayesinde tanışmıştır.16
Yunus Emre hakkında kadim kaynaklarda destansı ögeler içeren anlatımların detaylı
incelenmesine girmeyerek sadece tasviri ile ilgili
bir hususu aktaralım. Yunus Emre’nin tespit
edilebilen ilk temsilî portresi, 1929 yılında Vakit gazetesinde yayınlanmıştır. Münif Fehim
tarafından Halk Bilgisi Derneğinin düzenlediği Yunus Emre Günü için çizilen portredir. Bu
portre, 1948 yılında Yedigün dergisinde Alâettin Gövsa’nın kaleme aldığı “50 Türk Büyüğü”
yazı dizisi için yine Münif Fehim tarafından
renklendirilerek tekrar çizilmiştir. Günümüzde yaygın şekilde kullanımda olan Yunus Emre
portresi, Fehim’e ait olan çizimdir.17
1.Yunus Emre’nin Mihalıççık’taki
Mezarı Hakkında Görüşler
Miladi 1320-1321 yılları arasında vefat
ettiği kabul edilen Yunus Emre’nin Anadolu’da
muhtelif bölgelere yayılmış birçok türbesi
bulunmaktadır.
Kaynaklardaki
anlatım
farklılıklarının yanı sıra Anadolu insanının
Yunus’un ortaya koyduğu değerler manzumesine
sahip çıkmak, onunla hemşehriliği paylaşmak
gibi naif duygularla hareket edilmesi Yunus
Emre’nin nerede yattığı sorusuna yanıt
aramayı güçleştirmektedir. Elbette yazımızın
konusu, Eskişehir’de bulunan mezarın iki kez
nakledilmesi ile ilgili olmasından ötürü bu
başlık altında Anadolu’nun en kıymetli isimleri
arasında yer almış Yunus Emre’nin mezarının
nerede olduğu sorusuna yanıt aramayacağız.
Yalnızca diğer mezarlar hakkındaki bilgilere
göz atacağız.
Yunus Emre’nin mezarının bulunduğu illerimiz arasında Eskişehir’den sonra ciddi bulgu16 Aras, A.g.e, s. 215.
17 Aras, A.g.e, s. 214.
274
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
ların olduğu Karaman’daki türbedir.18 Karamanoğlu İbrahim Bey’den Yunus Emre tarafından
Larende-Karaman’da bir zaviyenin satın alındığı iddiası ileri sürülmektedir. İ. Hakkı Konyalı’ya göre buradaki zaviye Yunus Emre’nin
oğlu tarafından yapılmıştır.19 Evliya Çelebi’nin
Seyahatname’sinde de buradaki mezardan bahis olunur. Edirneli Mecdi Efendi, Yunus Emre’nin Bolu’da yattığını ifade etmesine rağmen
kadim kaynaklarda Bolu’da bir kabir veya makam yeri gösterilmemektedir.20 Bursa’da Niyazi
Mısrî’nin rüyasından hareketle Yunus Emre’nin
mezarı olduğu iddia edilmiş ancak Abdülbaki
Gölpınarlı ve Mustafa Tatcı; Bursa’daki mezarda yatanın Yunus Emre’ye gönül vermiş, Âşık
Yunus mahlası kullanan başka biri olabileceğini
vurgulamışlardır.21 Muhtelif tarihlerde derlenen iddiaları sıraladığımızda Yunus Emre’nin
mezarı olduğu yerler; Keçiborlu, Aksaray Ortaköy, Afyon Sandıklı, Manisa Kula, Eğridir, Tire,
Ünye, Erzurum Tuzluca’dır.22 Kaynaklarda Batı
Anadolu civarında yaşadığı yönünde kuvvetli
18 Karaman iddiası ile ilgili bir parantez açılması
elzemdir. Engin Karakoç tarafından 2017 yılında
İstanbul Arel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde hazırlanan “Yunus Emre Hakkında Yazılmış
Kitaplarla İlgili Açıklamalı Bibliyografya Denemesi”
başlıklı tezde maddi hatalar göze çarpmaktadır. Bibliyografya denemesi olarak hazırlanan tez, bu çalışmanın kaynak aldığı Prof. Dr. Yılmaz Önge’nin ve
Prof. Dr. Fahri Yetim’in -bilhassa türbeler ile ilgili
olması hasebiyle- çalışmalarından istifade etmemiştir. Tezin on birinci sayfasında yer alan “1.2.3. Yunus
Emre’nin Mezarı” başlıklı bölümde çelişkili ifadeler
vardır. Birinci paragrafta yazar, mezarın kesin olarak
nerede olduğu bilinmemektedir, ifadesini kullandıktan sonra on ikinci sayfada Eskişehir’deki mezara
-1946’daki araştırmayla bir kabrin olduğu ispat edilmesine rağmen- doğru olmamakla itham etmekte ve
“Elimizdeki ilk kaynak belgeler, Karaman’da olduğunu ispat ve ilan ediyor.” demektedir.
19 Anadol, A.g.e, s. 22.
20 Age, s. 22.
21 Yetim, A.g.m, s. 173.
22 Anadol, A.g.e, 22-29; Yetim, A.g.m, s. 174-175.
deliller bulunan Yunus Emre’nin Azerbaycan’da
da türbeleri bulunmaktadır.23
Eskişehir Sarıköy’deki Yunus Emre’nin
mezarına dair bilgiler altı asır öncesine kadar
uzanmaktadır. Bektaşi Vilayet-Nâme’sinde Yunus’un Sarıköy’de yattığı ifade olunurken, Uzun
Firdevsî’nin bu kaynağı 1481-1501 yılları arası derlediği göz önüne alındığında Sarıköy’e
dair malumatı XIV. yüzyıla kadar götürmektedir. Kütahya’da Vahit Paşa Kütüphanesi’nde
bulunan, 1506’da yazıldığı bilinen Menâkıb-ı
Evliyâ’da; Baba Yusuf-ı Hakkıykın’ın 1507’de
yazdığı Kitâb-ı Mevhûbı-Mahbûb’da ve Lâmi’î
tarafından kaleme alınan “Nefahât Tercemesi”nde Sarıköy işaret edilmektedir.24 Şemseddin
Sami, eseri Kâmûsü’l A’lâm’da Yunus Emre’nin
Porsuk Nehri’nin Sakarya Nehri’yle karıştığı
mahalde bir zaviye ve çilehane kurarak ibadet
ve riyazetle meşgul olduğu ve vefatı sonrasında burada defnedildiğini yazmaktadır.25 Abdülbaki Gölpınarlı, M. Fuad Köprülü, Adnan
Sadık Erzi ve Nihad Sami Banarlı gibi alanında
mümtaz ilim insanlarının Sarıköy üzerinde görüş birliği etmiş olmaları ve zikredilen kaynakları ilmî tenkitlerle değerlendirmeleri önemlidir.
Sarıköy’deki zaviye ile ilgili arşiv kayıtları da yayınlanmıştır.26
23 Meşhedihanım Nimet, “Azerbaycan’da Tapduk
Baba ve Yunus Emre’nin Mezarları”, Türk Yurdu,
Temmuz 1992, c. 12, s. 36-39.
24 Gölpınarlı, A.g.e., s. XXXII.
25 Köprülü, A.g.e., s. 251; Yetim, A.g.e., s. 179.
26 Eskişehir Müze Müdürlüğünde bulunan Sarıköy’deki zaviye ile ilgili belgeler 2013 yılında Eskişehir Valiliği tarafından hazırlanan Yunus Emre broşüründe yayınlanmıştır. Belgelerin transkripsiyonu
Anadolu Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Mehmet Topal tarafından yapılmıştır. Sultan II. Ahmet tarafından verilen 17-27 Mart 1732
tarihli berat, Sultan Abdülmecit tarafından verilen
21 Nisan 1841 tarihli berat, Sultan Abdülaziz tarafından verilen 18 Mayıs 1863 tarihli berat ve Sultan
II. Abdülhamit tarafından verilen 1 Ekim 1899 tarihli berat için bkz: T.C. Eskişehir Valiliği İl Kültür
ve Turizm Müdürlüğü, Yunus Emre, Eskişehir 2013.
2. 6 Mayıs 1949 Tarihindeki Nakil
Eskişehir’in Mihalıççık27 ilçesinde günümüzdeki adıyla Yunusemre Mahallesi’nde
olan (Sarıköy) tarihî mezar Eskişehir-Ankara demiryolunun hemen kenarında, geniş bir
mezar odasının kalıntısı hâlindedir. Yaklaşık
kuzey-güney istikametinde uzanan bu yapıda,
dıştan dışa 4x4,90 metre ölçülerindeki birinci
odanın girişi doğuya açılmaktadır. Buna bitişik
6x12 metre ölçülerindeki ikinci odanın kapısı,
ilk oda kapısının yanında ve güney yönündedir. İkinci odanın içerisinden geçilerek girilen
ve kapısı yine güneye açılan 6,60x7,80 metre
ölçülerindeki mekân, Yunus Emre’nin kabir
odasıdır.28 Günümüze ulaşan hâlinde mezar taşı
bulunmamaktadır.
Sarıköy, Sakarya Meydan Muharebesi esnasında Yunan işgaline29 uğradı.30 Yunan askerle27 Yazımızda da değindiğimiz eski kaynaklarda
Sarıköy’den bahisle Sivrihisar ismi geçmektedir. 18
Mart 1946’da alınan bir kararla Sarıköy-Yunusemre-, Sivrihisar’dan alınarak Mihalıççık’a bağlanmıştır.
Kararın gerekçesi arasında köyde bulunan demiryolu
istasyonunun Sivrihisar’a takriben 40-45 kilometre iken Mihalıççık ilçe merkezine yakınlığının 2022 kilometre mesafede olması, köydeki hanelerin
gündelik ve ekonomik işlerde Sivrihisar ilçe merkezi
yerine Mihalıççık ilçe merkezini tercih etmeleri
gösterilmiştir. BCA, Fon Kodu: 30.11.1.0., Yer
Kodu: 181.9.19 / 2. Ayrıca karar için bkz. BCA, Fon
Kodu: 30.11.1.0., Yer Kodu: 181.9.19 / 3, (Ek-6)
28 Yılmaz Önge, “Yunus Emre’nin Makamları
(Anıt-Mezarları)”, Vakıf Haftası, S.8, s. 104.
29 15 Ağustos 1921’de ilçe merkezine giren Yunan
birlikleri, Porsuk üzerinde köprü kurarak Sarıköy’ü
işgal etmişlerdir. 20 Eylül 1921 günü 3. Kolordunun
33. Süvari Alayına bağlı Türk askerleri, Yelkentepe sırtlarındaki Yunan birliklerini püskürterek
Mihalıççık’a girmişlerdir. T.C. Genelkurmay
Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi, Türk İstiklal Harbi, C.II/5-2, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1973,
s. 328.
30 Aras, A.g.e., s. 210. Ayrıca Millî Mücadele
Dönemi’nde Eskişehir için bkz: Ali Sarıkoyuncu &
Selahattin Önder & Mesut Erşan, Millî Mücadele’de
Eskişehir, Eskişehir Osmangazi Yayınları, Eskişehir
2002.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
275
ri köydeki 34 haneyi, mektebi ve camiyi ateşe
vermiş; Yunus Emre’nin türbesindeki bütün eşyaları ve tezyinatı çaldıktan sonra türbeye dinamitle saldırdıkları tespit edilmiştir.31
Tahrip edilen türbenin akıbeti, Halim Baki
Kunter’in girişimleri neticesinde değişti. 1944
yılında dönemin Eskişehir Valisi Daniş Yurdakul, Sarıköy’de bir Yunus Emre anıtının inşa
edilmesi için çalışmaların talimatını verdi.32
25 Mayıs 1944 günü Yüksek Mühendis Tevfik Madakbaş ile Ressam Midhat Utku, Sarıköy’de türbe civarında projelendirme çalışmalarına başladılar.33 Türbenin demiryoluna altı
metre mesafede olması, anıtla beraber mezarın
biraz daha geriye alınması lüzumunu gösterdi.34
31 Talat Yazalan, Türkiye’de Yunan Vahşet ve Soy
Kırımı Girişimi, Genelkurmay ATASE Başkanlığı
Yayınları, Ankara, 1994, s. 29.
32 Türbenin yapımı ile sözlü tarih çalışmasında
aktarılan rivayete burada değinmeliyiz. 2013 yılında
Eskişehir Yunus Emre Mesleki Teknik Anadolu
Lisesi öğrencileri tarafından hazırlanan ve internet
veri ortamında bulunan ve sözlü tarih çalışması
niteliğinde bulunan kayıtta, söz konusu tarihte Yunus Emre köyünde ikamet etmekte olan yaşlılarla görüşüldüğü görülmektedir. Kayıtta konuşan ve bugün
hayatta olmayan Gürbüz Sarı; türbenin yanından
geçen demiryolunun Yunus Emre’yi rahatsız
ettiği, köy sakinlerinin rüyasında beliren Yunus’un
taşınmak istediğinin halk arasında anlatılageldiğini
ifade etmektedir. Kayda erişmek için bkz: https://
www.youtube.com/watch?v=ctN-4UxMEqE.
Bu
çalışma esnasında, ikinci nakil tarihinde -24 Mayıs
1970- törende bulunan ve Yunus Emre köyüne üç
kilometre mesafedeki Hamitoğlu Çiftliği’nde ikamet etmekte olan Birgül Elüstü ile görüşüldü. 1954
doğumlu Birgül Elüstü de annesi ve babasından
dinlediği kadarıyla birinci naklin gerekçesini halk
arasında anlatılan bu rivayeti bildiğini, yine halk arasında trenlerin kabrin mevkiinde raydan çıktığının
konuşulageldiğini aktarmaktadır. (Birgül Elüstü ile
görüşme, 16 Mart 2021)
33 Kunter, A.g.e., s. 38.
34Türbenin hemen yanından geçen demiryolunda
seyreden trenlerin Alman mühendislerin görev
yaptığı yıllardan kalma bir gelenek olarak Sarıköy’den geçerken Yunus Emre’ye saygı duruşu mahiyetinde düdük çaldıkları anlatılagelmiştir. Mustafa
Özçelik, Bizim Yunus, Eskişehir Valiliği, Eskişehir,
2010, s. 230.
276
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Gerçekleştirecek anma törenleri için geniş bir
alana ihtiyaç duyulabileceği için daha yüksek
bir sahaya mezarın nakli, vilayet makamınca uygun görüldü. Mezar ve anıtın inşası için
Eskişehir Özel İdaresi’nden 50.000 liralık bir
ödenek ayrıldı. Anıtta Türk mimarisini simgeleyen bir çeşme, çeşmenin gerisinde de mezar
yeri planlandı. Mezarın yüksekte tutularak, çeşmeden su almak için gelenlerin mütemadiyen
bir saygı duruşunda bulunmaları düşünüldü.35
İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi öğretim
üyelerinden Yüksek Mimar Asım Mutlu ve
Süsleme Sanatları Şubesi Şefi Kenan Temizan
projeyi hazırladılar.36 Anıt mezarın yapımına
1946 yılında başlanıldı, anıt çeşme ile 1949 yılında tamamlandı.37
Anıt olarak hazırlanan ikinci mezarın inşaatı sırasında Yunus Emre’nin kabri üzerinde
antropolojik bir inceleme yapıldı. 28 Haziran
1946 Cumartesi günü, saat 9.30’da Halim Baki
Kunter, Adnan Saygun, Etnografya Müzesi
Müdür Muavini Kemal Güngör, Müzeler Genel Müdürlüğü personeli Raci Temiz, fotoğrafçı
Hasan Bıçakçı, Eskişehir Bayındırlık Müdürü
Fasih Onarman, Maarif Müdürlüğünden bir
personel ve Müteahhit Yüksek Mühendis Mesud Gün’den oluşan heyet; harap hâldeki türbeye geldi. Mihalıççık Kaymakamı, Jandarma Komutanı ile Sarıköy imamıyla köyün muhtarı da
heyete dâhil oldu. Türbenin ve mezarın vaziyeti
fotoğraflarla tespit edildikten sonra Kur’an-ı
Kerim okundu. Naaşın çıkarılması işlemine başlanıldı. İki saate yakın bir süre sonunda iskelete
ulaşıldı. İskeletin başının sağ eli üzerinde bir
hâlde yattığı görüldü.38 Kemal Güngör, kemiklerin inceleme ve ölçüm işlemlerini tamamladı.
Kur’an-ı Kerim okunarak mezarın kapatılmasına geçildi. Antropolojik incelemenin ardından
35 Kunter, A.g.e., s. 38.
36 Önge, A.g.m., s. 104.
37http://www.eskisehir.gov.tr/yunus-emre(Son Erişim: 09.03.2021)
38 Kunter, A.g.e., s. 41.
1947 Yılı Yunus Emre Mezarının Nakli Töreninin Tertip Komitesi
28 Haziran 1946 Cumartesi günü, saat 9.30’da Halim Baki Kunter, Adnan
Saygun, Etnografya Müzesi Müdür Muavini Kemal Güngör, Müzeler Genel
Müdürlüğü personeli Raci Temiz, fotoğrafçı Hasan Bıçakçı, Eskişehir Bayındırlık
Müdürü Fasih Onarman, Maarif Müdürlüğünden bir personel ve Müteahhit
Yüksek Mühendis Mesud Gün’den oluşan heyet; harap hâldeki türbeye geldi.
Mihalıççık Kaymakamı, Jandarma Komutanı ile Sarıköy imamıyla köyün muhtarı
da heyete dâhil oldu. Türbenin ve mezarın vaziyeti fotoğraflarla tespit edildikten
sonra Kur’an-ı Kerim okundu. Naaşın çıkarılması işlemine başlanıldı.
Yunus Emre’nin I. Kabri
1947 Yılı Yunus Emre
Mezarının Naklinden Görüntü
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
277
Kemal Güngör, detaylı bir rapor hazırladı.39
İşlemlerin bütün aşamalarında fotoğraflama ile
albüm oluşturuldu. Kabrin açılması ile ilgili bilgiler Eskişehir yerel basınında yayınlandı.40
Gazeteci Murat Bardakçı, 10 Haziran 2012
tarihli Habertürk gazetesinde yayınlanan yazısında Yunus Emre’nin Eskişehir’deki kabri ile
ilgili gerçekleşen arkeolojik çalışmaya değinmektedir. Bardakçı’nın “1940’lı Yılların Hamletler’i Yunus Emre’nin Mezarını Açıp Kafatasıyla Resim Çektirmişler” başlıklı yazısında
Sadun Tanju’nun “Adnan Saygun’larda Çay
Sohbetleri” isimli kitabından naklettiği bilgilere
göre41 kemiklerin bir sene boyunca başka bir
yerde muhafaza edildiği, 1949 yılında resmî duyuru olmadan inşaatı tamamlanan anıt mezara
nakledildiğini aktarmaktadır.42 Ancak kemiklerin sandukaya alınarak eski mezara konulduğu
Kunter’in ve yerel basının anlatımlarıyla sabittir.
Yunus Emre’nin türbesinin birinci naklini
Ankara ve İstanbul’dan katılımlarla genişleyen
bir heyet huzurunda 18 Mayıs 1948 tarihinde
yapılması düşünülmüş ancak türbe inşaatının
yetişmemesinden ötürü nakil 1949’a bırakıl39 Raporun tam metni için bkz: Kunter, A.g.e., s.
42-46.
40 “Yunus Emre’nin Mezarında Yapılan Kazı Çok
İyi Netice Verdi”, Kunter, A.g.e., s. 47.
41https://www.haberturk.com/yazar lar/mur at-bardakci/749556-1940li-y il lar in-ham letleri-yunus-emrenin-mezarini-acip-kafatasiyla-resimcektirmisler (Son Erişim: 09.03.2021)
42 Söz konusu yazıda, Sadun Tanju’nun Yunus Emre
Derneğinin kuruluş sürecine dair anlatımları da yer
almaktadır. Halim Baki Kunter’in başkanlığında,
Tanju’nun genel sekreterliğindeki derneğin üyeleri arasında Şevket Aziz Kansu da vardır. Mezarın
açılması esnasında Kansu, asistanı Kemal Güngör’ü
görevlendirerek kendisi hazır bulunmamıştır. Güngör’ün tespitlerine göre kabirde bulunan naaş, altı
asırlık bir Türkmen iskeletidir. Mezarın toprak sathına asırlar geçmesine rağmen oldukça yakın olduğu
tespit edilmiştir.
278
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
mıştı.43 Nihayet 6 Mayıs 1949’da birinci nakil
gerçekleştirildi.
Türbenin birinci nakli başlığında yeni bir
bulguya değinmeliyiz. Değerli gazeteci-yazar
Nezihe Araz, Anadolu Evliyaları isimli kitabında naklin, devlet makamları tarafından büyük
bir gizlilik içerisinde gerçekleşmesinin istendiği,
bu usulle hareket edilirken üstelik haberleşme
ve iletişim olanaklarının son derece yetersiz olduğu bir devirde civar illerden binlerce insanın
gelmesiyle gizli olması hedeflenen naklin büyük
bir merasime dönüştüğünü aktarmaktadır.44
Bu anlatım, birçok yazıda tekrarlanmaktadır.45
Örneğin gazeteci Ali Baş’ın Anadolu gazetesinde 26 Mayıs 2020 tarihinde yayınlanan “Yunus Emre’nin Mezarındaki Sır!’ başlıklı köşe
yazısında 6 Mayıs 1949 tarihindeki naklin gizli
yapılması talimatına rağmen halkın yoğun ilgisiyle gerçekleştiğine,46 bu sebeple her 6 Mayıs
tarihinde Yunus Emre Türbesi’nde anma töreninin düzenlendiğini nakletmektedir.47 Ancak
törende hazır bulunmuş Halim Baki Kunter’in
anlatımı ile Ankara Millî Kütüphane’nin gazete
arşivinde bulunan gazete nüshaları, Nezihe
43 Kunter, A.g.e., s. 48.
44 Nezihe Araz, Anadolu Evliyaları, Atlas Kitabevi,
İstanbul, 1984, s. 82.
45https://eskisehir.ktb.gov.tr/TR-156957/yunus-emre-kulliyesi-ve-turbesi.html (Son Erişim:
09.03.2021)
46http://www.anadolugazetesi.com/makale/
yunus-emre-nin-mezarindaki-sir-.html (Son Erişim: 09.03.2021). Gazeteci Hüseyin Güven, 6 Mayıs
2020 tarihinde Eskişehir Yenigün gazetesinde yayınlanan “Mihalıççık Yunusemre, Sarıköy ve Tarihi”
başlıklı yazısında ilk naklin tarihini 6 Mayıs 1949
olarak verirken Araz’ın anlatımına değinmemektedir. Bkz: http://esyenigun.com/makale/mihaliccik-yunusemre--sarikoy-ve-tarihi-/ (Son Erişim:
09.03.2021)
47 Yunus Emre’nin her 6 Mayıs’ta anılmasının nedeni, Mihalıççık Belediye Meclisinin aldığı karardır.
Belediye türbenin nakline müteakiben bu kararı almış
ve ilçedeki en büyük caddenin ismini Yunus Emre
Caddesi yapmıştır. Sakarya, 14 Mayıs 1949, s. 1.
4 Mayıs 1949 Sakarya Gazetesi
7 Mayıs 1949 Hür Millet Gazetesi
Araz’ın anlatımının destansı nitelikler barındırdığını ortaya koymaktadır.48 Eskişehir yerel basınından Yunus Emre’nin türbesinin nakline dair haberleri takip ediyoruz: Sakarya gazetesinin 4 Mayıs
1949 tarihli sayısının birinci sayfasının dördüncü ve
beşinci sütunlarında “Büyük Şair ve Mütefekkirimiz
Yunus Emre için dinî bir tören yapılacak” haberi vardır.49 Haber metninde Yunus Emre için bir süreden
beri Sarıköy’de inşa edilmekte olan anıtın tamamlandığı, törene İstanbul ve Ankara’dan gelecek heyetlerin hazır bulunacakları ifade edilmektedir. Yine
haberin devamı olarak gazetenin ikinci sayfasında
Yunus Emre Derneği Eskişehir Temsil Heyeti’nin
hazırladığı program yer almaktadır. Programa göre;
“1. Mezarın nakli sırasında yalnız mûtad veçhile
bir dinî tören yapılacaktır. (Esas tören, büyük şairin
yurt çapındaki önemi nazara alınarak abidenin
noksanlarının ikmali tarihine bırakılmıştır.)
2. Dinî töreni müteakip toplu bir şekilde Yunus
Emre’nin yeni anıtı ziyaret edilecek ve kendi
şiirlerinden parçalar okunacaktır.
6 Mayıs 1949 Halkçı Porsuk Gazetesi
48 Nezihe Araz’ın çalışmasında halktan derlediği bilgilerin kaynak olarak kullanıldığı açıktır. Bu çalışmanın
yazarı, 1989 İstanbul doğumludur. Ancak kendisi Yunusemreli’dir. Çocuk yaşlarından itibaren aile büyüklerinden
ve Yunusemre Mahallesi’nde yaşayan büyüklerinden aynı
aktarımı dinlemiştir.
49 Sakarya, 4 Mayıs 1949. (Ek -1)
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
279
3. Aynı gün törenden sonra verilecek öğle kır
yemeğini Ankara’dan, İstanbul’dan ve şehrimizden katılan heyetler Mihalıççıklıların davetlisi
olarak yiyeceklerdir.
4. Ankara ve İstanbul’dan gelecek zevat 5 Mayıs Perşembe günü Sarıköy’e hareket edecekler ve
5-6 Mayıs gecesi (yani muvasalat ve avdette) tren
vaziyetine göre birer gece misafir edilecektir.50
7 Mayıs 1949 Sakarya Gazetesi
Yunus Emre Derneği üyesi
Cemal Oğuz Öcal’ın anlatımıyla
Regaip Kandili’ne denk gelen
6 Mayıs’taki törene Vilayet
protokolü haricinde Eskişehir
Demokrat Parti Milletvekili
Kemal Zeytinoğlu’nun da
katıldığı bilgisi verilmektedir.
Programın detayları incelendiğinde, naklin
gizlilik esasıyla olmadığı açıktır. Ancak tören
programının radyo ve basın tarafından ilan
edilmesi durumunda katılımın çok yüksek olacağı,
gelenlerin barınma ve yemek ihtiyaçlarının
karşılanamayacağı, hatta izdiham yaşanacağı
düşüncesiyle mümkün mertebe merasimin
mahallî tören olarak kalması tavsiye edildi. Bu
sebeple Eskişehir gazeteleri hariç İstanbul ve
Ankara’da gazetelerinde haber yayınlanamadı.51
Tören günü yayınlanan Halkçı Porsuk gazetesi,
birinci sayfa sağ altta dördüncü ve beşinci sütunda “ Yunus Emre İçin Bugün Sarıköy’de Bir Tören
Yapılacak” haberini duyurdu. Haber metninde
türbenin Sakarya Savaşı sırasında tahrip olduğu,
Sayın Vali Daniş Yurdakul’un büyük yardımları
ve İl Genel Meclisinin ayırdığı tahsisatla yapılan
anıt mezara nakil olacağı bildirildi.52 Gazete ikinci sayfasında tören programına ve büyük şairin
“Kulum Diye mi” şiirine de yer verdi.53
Tören için Ankara’dan gelen heyet 5 Mayıs akşamı saat 23.00 civarında Sarıköy’e vardı.
Heyet Sarıköy’de ciddi bir kalabalık tarafından
karşılandı. Heyet geceyi Mihalıççık’ta geçirirken
civar il, ilçe ve kasabalardan gelen binlerce insan
Sarıköy istasyonunda, kahvelerde, ağaç altlarında
50 Sakarya, 4 Mayıs 1949, s. 2.
51 Kunter, A.g.e., s. 49. Milli Kütüphane ve İstanbul
Beyazıt Devlet Kütüphanesi gazete koleksiyonlarında
1949 yılı Mayıs ayına ait sayılarda tören öncesinde bir
habere rastlanılmamıştır.
52 Sakarya, 6 Mayıs 1949, s. 1.
53 Tören programının vilayetten hazırlanarak matbu
hâlde gazetelere verildiği anlaşılmaktadır.
280
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
6 Mayıs günü saat 09.00’da eski mezarın başında Kur’an-ı Kerim’in
okunmasıyla tören başladı. Eskişehir Müftüsü Abdullah Toprak’ın Kur’an
tilavetiyle mezar açıldı, sanduka dışarı çıkarıldı. Mihalıççık Belediye Başkanı
Mecid Ertürk, neftî renkte örtüyü sandukanın üstüne örttü. Sanduka, saat 11.00
civarında tekbirler ve ilahiler eşliğinde anıt mezara taşındı. Alınan tedbirlere
rağmen görevlilerin beklediği kalabalık bin civarı iken törene on beş bini
aşkın insan geldi. Bolvadin’den, Sandıklı’dan, Bolu’dan ve Anadolu’nun birçok
yerinden dahi katılımların olduğu görüldü.
veya açıkta geçirdi.54 6 Mayıs günü saat 09.00’da
eski mezarın başında Kur’an-ı Kerim’in okunmasıyla tören başladı. Eskişehir Müftüsü Abdullah Toprak’ın Kur’an tilavetiyle mezar açıldı,
sanduka dışarı çıkarıldı. Mihalıççık Belediye
Başkanı Mecid Ertürk, neftî renkte örtüyü sandukanın üstüne örttü. Sanduka, saat 11.00 civarında tekbirler ve ilahiler eşliğinde anıt mezara
taşındı. Alınan tedbirlere rağmen görevlilerin
beklediği kalabalık bin civarı iken törene on beş
bini aşkın insan geldi.55 Bolvadin’den, Sandıklı’dan, Bolu’dan ve Anadolu’nun birçok yerinden
dahi katılımların olduğu görüldü.56
Eskişehir yerel basınında törenin yankıları
ilerleyen günlerde de sürdü. 7 Mayıs 1949 tarihli Sakarya gazetesi, töreni “Sarıköy’de Yapılan Yunus Emre Töreni Pek Muhteşem oldu…”
manşetiyle duyurdu. Manşetin hemen altındaki spotta “(Yunus Emre Derneği)nin tertiplemiş
olduğu dinî törene on binden fazla insan katıldı.”
ifadesi yer aldı. Üç tam sütundan tören ile ilgili detaylar aktarıldı. Yunus Emre Derneği üyesi
Cemal Oğuz Öcal’ın anlatımıyla Regaip Kandili’ne denk gelen 6 Mayıs’taki törene, Vilayet
protokolü haricinde Eskişehir Demokrat Parti
Milletvekili Kemal Zeytinoğlu’nun da katıldığı bilgisi verilmektedir.57 Öcal’ın gazetedeki
54 Kunter, A.g.e., s. 50.
55 Kunter, A.g.e., s. 50.
56 Anadol, A.g.e., s. 21.
57 Sakarya, 7 Mayıs 1949, s. 1.
anlatımında heyecanı yansıtan kısımlar şöyledir:
“Tören yalnız dinî mahiyette olduğundan -köylülerin ekonomik durumu düşünülerek- küçük çapta tertiplenmiş ve gerek gazeteciler gerekse yurdun
diğer illerinden heyetler davet olunmamıştı. Buna
rağmen ilgili zevatın bana verdikleri malumata
göre büyük Yunus’un hayranı olan köylüler, daha üç
gün evvel Sarıköy’e akın ederek eski ve yeni mezarı ziyarete başlamışlar… Dikkat ettim her taraf
insanla dolu. Mahşerî bir kalabalık. Fakat ne gürültü var ne patırtı. Hiçbir kalem, bu ilahi sükûn
ve sükûtu anlatamaz. Sırtlarda taşınan kurbanlık
koyunlarda bile ses seda yok. Emniyet tertibatı da
gayet güzel alınmış. Herkes muntazam saflar hâlinde, âdeta kendinden geçerek törenin başlamasını
bekliyor… Saat, tam 11.10… Tabut eller üzerinde
yürümeye, kurbanlar kesilmeye başladı. Allah sesleri göklere yükseliyor; heyecandan yerinde duramayan halk tabuta koşmak, hiç olmazsa tabutun
üzerindeki yeşil çuhaya elini dokundurabilmek için
can atıyor. Buna mani olmanın imkânı yok. Çünkü
esen hava ülûhiyet havasıdır… Nihayet, gözyaşları
içinde büyük insanı, ebedî şairimizi, ebedî medfenine terk ediyoruz. Mahşerî kalabalık bu sefer anıta hücum ediyorlar. Bunların biricik arzuları şu:
Aziz ve mübarek ölünün mezarı kapanırken kapak taşlarına ellerini sürebilmek… Defin merasimi
saat 11.30’da bitti.”58
Cemal Oğuz Öcal’ın aktarımına göre iki
yüz ellişer kişiden oluşan 41 saf hâlinde Cuma
58 Sakarya, 7 Mayıs 1949, s. 1.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
281
282
den sonra Yunus Emre’nin buradaki istirahati
yirmi bir sene sürdü. Nakilden iki sene sonra
Sarıköy’ün ismi Yunus Emre köyü olarak değiştirildi.63
namazı kılınırken öğleden sonra verilen yemek
için 157 koyun, 1 kuzu, 1 sığır ve yüzlerce tavuk
kesildi.59 Yine 7 Mayıs 1949 tarihli Hür Millet
gazetesi ise törene dair detayları nispeten aktarmayarak sadece yalın bir haber metniyle yetindi.
Gazete, üçüncü ve dördüncü sütunları kapsayacak şekilde “Büyük Türk Şairi Yunus Emre’nin
Bir Sanduka İçerisinde Bulunan Kemikleri Dinî
Bir Törenle Yeni Yapılan Anıt Mezarına Konuldu”
başlığı bulunmaktadır. Törenin mahallî boyutta
kalmasıyla ilgili “Esas tören büyük şairin yurt çapındaki değerine uygun olarak Anıtın noksanlarının ikmalinde yapılacağı için bu defa yalnız dinî
bir tören iktifa edilmiştir.” cümlesiyle açıklamaktadır. 60
Törenin akisleri bu haberlerle sınırlı değildir.
Sakarya gazetesi, Cemal Oğuz Öcal’ın Yunus
Emre Derneği Başkanı Halim Baki Kunter ile
yaptığı söyleşiyi 11 Mayıs 1949 tarihli sayısında
yayınladı. Söyleşide kendisine yöneltilen soruları yanıtlayan Kunter, Yunus Emre’nin hayrete
şayan tarafı nedir sorusu üzerine:
“ Yunus Emre’nin asıl hayrete şayan olan tarafı,
onun daha hayatta iken şu hakikatleri şiirlerinde
ifade etmiş olmasıdır. Büyük şair, eserlerinin bir
yerinde: Küllî dillerde söyleyen, külli dilli diyen benim… Başka bir şiirinde de şöyle diyor: Yunus! Senin sözlerin devr-i zaman içinde!... Yine başka bir
şiirinde: Adımı Yunus taktım, sırrımı âleme çaktım, Bundan ileru dahi dilde söylenen benim!... İşte
büyük şairimizin şayan-ı hayret olan taraf…”61
Tören sonrasında 24 Haziran 1949’da Halim
Baki Kunter, Yunus Emre Derneği tüzüğünün
bir nüshasıyla beraber türbenin fotoğraflarının
olduğu albümü Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliğine takdim etti.62 Birinci nakil-
3. 24 Mayıs 1970 Tarihindeki Nakil
Yunus Emre’nin türbesinin noksanlarını tamamlamak ve bir külliye hâlinde yapılandırmak
için 1964 yılında bugün yattığı üçüncü mezarının inşaatı başladı.64 İkinci mezarın daha güneyinde ve aynı eksende baldaken tipi bir türbe inşa edildi. Yeni yapı bir kenarı dıştan dışa
2,75 metre genişliğinde sekizgen plan üzerine
zeminden 3,5 metre yükselen köşe ayaklarına oturtulmuş; leğet kemerlerin taşıdığı, geniş
saçaklı bir tavanla örtülüdür.65 Türbenin zemini 10 cm yüksekliğinde olup ayak ve kemerler
kesme taş kaplama, tavan, saçaklar ve basık külah örtüsü betonarme üzerine sıvadır. Türbenin
ortasında dört kademeli bir kaide üzerine beyaz
mermerden işlenmiş masif sanduka vardır.66
Yunus Emre’nin türbesinin ikinci nakli 24 Mayıs 1970 tarihinde gerçekleşti. Nakil
ile ilgili Eskişehir yerel basınından Milli İrade gazetesi Mayıs ayı boyunca haberler yaparak gelişmeleri aktardı. 2 Mayıs 1970 tarihli
sayısında “YUNUS EMRE İçin Ön Çalışmalar
Hızlandı” manşetini atan gazete haber alt metninde “Hedef <<Yunus Emre Sitesi>>nin bir
an önce kurulması…” cümlesine yer verdi.
Yunus Emre’nin türbesinin bahçesine dinlenme
yerleri ve müze yapılarak bir külliyenin inşası
konusunu gündeme getiren gazete, gelecek sene
olan 1971 yılında Akbank’ın bir Yunus Emre
günü düzenleyeceğini bildirmektedir.67 Gaze-
59 Sakarya, 7 Mayıs 1949, s. 2.
60 Hür Millet, 7 Mayıs 1949, s. 1.
61 Sakarya, 11 Mayıs 1949, s. 3.
62 BCA, Fon Kodu: 490.1.0.0., Yer Kodu: 599.74.1
/ 1. (Ek-5) Devlet Arşivleri Başkanlığındaki künyesi verilen dosyada derneğin tüzüğü mevcut olmakla
beraber Kunter’in bildirdiği albüme dair bulgulara
rastlanılamamıştır.
63 Aras, A.g.e., s. 201; Hikmet Önpeker, Büyükşehir Eskişehir, Hicret Kitabevi, Eskişehir (Basım yılı
yok), s. 65.
64 http://www.eskisehir.gov.tr/yunus-emre (Son
Erişim: 16.03.2021)
65 Önge, A.g.m., s. 104.
66 Önge, A.g.m., s. 104.
67 Milli İrade, 2 Mayıs 1970, s. 1.
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
BCA, Fon Kodu: 490.1.0.0., Yer Kodu: 599.74.1
Halim Baki Kunter’in Birinci Nakilden Sonra Anıt
Mezarın Albümünü CHP Genel Sekreterliğine
Takdim Etmesine Dair Arşiv Belgesi
BCA, Fon Kodu: 30.11.1.0., Yer Kodu: 181.9.19 / 3
Yunus Emre’nin Kabrinin Bulunduğu Sarıköy’ün
Sivrihisar’dan Mihalıççık’a Bağlanması Kararı
tenin dördüncü sayfasında devam eden haber
metnine göre nakil töreninin programı iki gün
içinde kesinleşip ilan edilecektir. Ancak belirtilen süreyi takiben sayılarda program hakkında
haber yoktur. 14 Mayıs 1970 tarihli Milli İrade
gazetesi “Büyük Halk Şairi ve Gerçek Halk Aşığı
Yunus Emre 24 Mayıs’ta Yapılacak Törenle Anılacak” manşetini atarak programı açıkladı.68 Törene
Millî Eğitim Bakanı ve ilim insanlarının davet
edileceği aktarılmaktadır. Haber metninde 13
Mayıs günü vilayette Vali Mustafa Karaer’in başkanlığında Millî Eğitim Müdürü Ferit Çanoğlu,
Halk Eğitim Başkanı Süleyman Alkan, Turizm
Derneği Başkanı Reşit Zeytinoğlu, Bayındırlık
Müdürü Ayhan Bakkalcı ve gazeteciler İsmail Ali
Sarar ile İsmail Sadık’tan müteşekkil bir heyetin
tören hakkında toplantı gerçekleştirdiği bilgisi
edinilmektedir. Bu haberden bir hafta sonra 21
Mayıs 1970 tarihli sayıda manşetten hazırlıkların
tamamlandığı okurlara duyuruldu. “Büyük Halk
Ozanı ve Düşünürü Yunus Emre İçin Gerekli Bütün
Hazırlıklar Tamamlandı” manşetiyle çıkan sayıda
program şöyledir:
“Saat: 10-10.45, Büyük halk ozanı ve düşünürü Yunus Emre’nin yeni kabrine nakil töreni.
Saat: 10.45-10.55, Eskişehir Valisi Mustafa Karaer’in açış konuşması. Saat: 10.55-11.05, Millî
Eğitim Bakanlığı Kültür Müsteşarı Mehmet
Önder’in konuşması.69 Saat: 11.05-11.15, Halim
Baki Kunter’in konuşması. Saat: 11.15-11.25,
Milli Kitaplık Genel Müdürü Müjgân Cumbur’un konuşması. Saat: 11.25-11.45, Abdülbaki Gölpınarlı’nın konuşması. Saat 12.00-14.00,
Yunusemre köyü camiinde Yunus Emre ruhuna
Mevlidi Şerif. Saat 14.00-14.45, Yemek.”70
Gazetenin haberinde öğleden sonra şehir
merkezinde de Yunus Emre sergisi ve konferansının gerçekleştirileceği duyurulmaktadır.
68 Milli İrade, 14 Mayıs 1970, s. 1.
69 Eskişehir üzerine değerli çalışmaları bulunmaktadır.
70 Milli İrade, 21 Mayıs 1970, s. 1.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
283
Manşetin sol üst köşesinde türbede bulunan
çeşmenin, sağ üst köşede de Vali Mustafa Karaer’in fotoğrafı bulunmaktadır. Ertesi gün çıkan
Milli İrade’nin sayısında, ana sayfanın sol alt
köşesinde iki sütun hâlinde “Eskişehir Turizm
ve Tanıtma Derneği Çağrısı: Pazar Günü Yunus
Emre’de Buluşalım”71 başlığıyla Dernek Başkanı Reşit Zeytinoğlu’nun demeci bulunmaktadır. Zeytinoğlu, Pazar günü sabah 07.30’da
şehir merkezinden Yunus Emre istasyonuna
tren kaldırılacağı bilgisini de vermektedir. Törenden önceki günkü sayısında Milli İrade’nin
sürmanşeti “Dalga Dalga Büyüyen İlgi Dünden
İtibaren Heyecana Büründü” şeklindedir.72 “ Yunus Emre İçin Düzenlenen Büyük Tören Yarın
Yapılıyor” manşetinin altındaki spotta dönemin
Millî Eğitim Bakanı, Eskişehir Anadolu Üniversitesinin temeli olan Eskişehir Ticaret Akademisinin ve Marmara Üniversitesinin kurucu
rektörü Prof. Dr. Orhan Oğuz’un tören için
geldiği haberi verilmektedir.73 Aynı gün ulusal
basında da türbenin nakil haberleri yer almaktadır. Cumhuriyet gazetesinin Sadık İsmail imzalı
haberinde nakledilecek türbenin fotoğrafı da
yer alarak “ Yunus Emre, İkinci Kez Naklediliyor” başlığıyla okurlara duyurulmaktadır.74 Nakil günü ise Milliyet gazetesi, türbenin Yunus
Emre köyüne bakan hizasından bir fotoğrafı ve
Yunus Emre’nin bir tasviri ile “ Yunus’un Mezarı
Bugün Naklediliyor” haberine yer vermektedir.
Milliyet’in haber metninin ikinci paragrafında
törene ait detay sunulmaktadır:
“Bir noter huzurunda yapılacak nakil esnasında
Yunus Emre’nin naaşı, medeni bir plaka ile kaplı
yeni sandukasına yerleştirilecek; bunu konuşmalar,
şiirler ve okunacak mevlid izleyecektir. Daha sonra
hazırlanan geleneksel Yunus Emre pilavı konuklara dağıtılacaktır. Eskişehir Valiliği, Turizm ve Ta71 Milli İrade, 22 Mayıs 1970, s. 1.
72 Ek-7
73 Milli İrade, 23 Mayıs 1970, s. 1.
74 Cumhuriyet, 23 Mayıs 1970, s. 3; Türbenin nakil
öncesi mermer sandukasız hâli (Ek- 6)
284
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
nıtma Bakanlığının katkısı ile yapılan yeni kabrin çevresinde dikilecek ağaç ve kurulacak tesislerle
<ulusal park> niteliğinde bir <Yunus Emre Sitesi>
hâline getirileceğini açıklamıştır.” 75
24 Mayıs günü nakil, yoğun bir kalabalıkla
gerçekleşti. Tören TRT tarafından kayda alındı.76 Milli İrade gazetesi 25 Mayıs 1970 tarihli
sayısında okurlarına töreni “Büyük Ozanı Seven
Binlerce Kişinin Katıldığı Dünkü Muhteşem Tarihi Törenle: <<Yunus Emre>> Yeni Kabrine Nakledildi” manşetiyle duyurdu.77 Tören konuşmalarına müteakip programın harfiyen uygulandığı
tören ulusal basında da ilgi gördü. Hürriyet gazetesinin “ Yunus Emre Yeni Mezarına Nakledildi” başlıklı haberi şöyledir:
“Büyük düşünür ve halk ozanı Yunus Emre, dün
muhteşem bir törenle yeni anıt mezarına nakledilmiştir. Tören saat 10.20’de eski mezarının noter
huzurunda açılmasıyla başlamış ve iki mezar arasına dizilmiş gençlerin elleri üzerinde Yunus Emre
yeni mezarına götürülürken ortalık tekbir sesleriyle inlemiştir. Vali Mustafa Karaer yaptığı açış
konuşmasında Yunus Emre’nin kişiliği üzerinde
durmuştur. Onu takiben de Millî Eğitim Bakanı
Prof. Dr. Orhan Oğuz bir konuşma yapmıştır.”78
Hürriyet’in haberinde nakil esnasında bir
kare fotoğraf da yer almaktadır. Yunus Emre
müzesi olarak 1974 yılında Kültür Bakanlığı
tarafından ziyarete açılırken 1982’de bir kültür evi, cami ve şadırvan eklendi.79 Ek binalar
ile müze arasına 1984 yılında Yunus Emre’nin
bronz heykeli konularak yapı tamamlandı.80
75 Milliyet, 24 Mayıs 1970, s. 4.
76 TRT Arşivinde bulunan kayıttan elde edilen fotoğraflar (Ek-8)
77 Milli İrade, 25 Mayıs 1970, s. 1.
78 Hürriyet, 25 Mayıs 1970, s. 3.
79 https://eskisehir.ktb.gov.tr/TR-156957/yunus-emre-kulliyesi-ve-turbesi.html (Son Erişim:
17.03.2021)
80 Önge, A.g.m., s, 104.
Ulusal Basında Yunus Emre’nin Kabrinin 24 Mayıs 1970’de Nakledilmesi
23 Mayıs 1970 Tarihli Cumhuriyet Gazetesi
25 Mayıs 1970 Tarihli Hürriyet Gazetesi
23 Mayıs 1970 Tarihli Milli İrade Gazetesi
25 Mayıs 1970 Tarihli Milli İrade Gazetesi
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
285
24 Mayıs 1970 Tarihinde Gerçekleşen İkinci Nakle Dair TRT Arşivinde Yer Alan Kayıttan Ekran Görüntüleri
DEĞERLENDİRME
Her yıl 6 Mayıs’ta düzenlenen Yunus Emre’yi anma günüyle yüzlerce misafiri ağırlayan
Yunus Emre köyü, 1994-2014 yılları arası belde
statüsünde olup belediye teşkilatına da sahipti.
Bugün mahalle olarak Mihalıççık’a bağlı Yunus
Emre Mahallesi’nin sürdürmekte olduğu tarihî
ve kültürel miras, sadece yurt içinde değil yurt
dışında da büyük önem arz etmektedir. Çünkü
büyük şair Yunus Emre, eserleriyle Türk dünyasıyla da sınırlı kalmayarak uluslararası bir okur
kitlesine ulaşmış, milyonlarca gönle girmiştir.
Çalışmanın ana başlığı nedeniyle yurt içerisindeki diğer türbe ve makamları her ne kadar
inceleyememiş olsak da bu türbe ve makamların
Yunus’un ömrü içerisinde uğradığına dair bulguların olmadığı coğrafyalara kadar uzanmış
olması; Türk insanının gönlünde onunla hemşehrilik payesini paylaşmak, onun manevi değerler manzumesini sürdüren nesil olma iddiasında yer alabilmek içindir.
Eskişehir Mihalıççık’taki mezar nakillerinde, metinde de vurguladığımız gibi gerekçe
ve nakil hakkında halk anlatımları ile bulgular
arasında doğal farklar bulunmaktadır. Bilhassa
birinci naklin gerekçesi olarak Yunus Emreliler
286
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
ve bazı yazılı kaynaklar rivayet olunan anlatımı
sürdürmektedir. Ancak bu kararın ona yaraşır
bir anıt mezar yapmak, mezarda yapılacak törenler için alan oluşması amacıyla düz ve yüksekçe bir sahaya nakletmek arzusu Eskişehir
Valisi Daniş Yurdakul tarafından alındığı görülmektedir. Yine birinci naklin gizlilik ve sıkı
tedbirler içerisinde yapıldığı Yunus Emreliler ve
bazı yazılı kaynaklarda aktarılırken gazete arşivindeki bulgularla ve Kunter’in eserindeki anlatımla doğru olmadığı anlaşılmaktadır. İzdiham
olmaması adına İstanbul ve Ankara basınına
haber verilmezken Eskişehir yerel basını gelişmeleri öncesiyle ve sonrasıyla takip etmiş, yapılacak törenin programını iki gün öncesinden
Eskişehirlilere duyurmuştur. Birinci nakle ait
fotoğraflar, Halim Baki Kunter’in istifade ettiğimiz kitabında bulunmaktadır. Mükerrer olmaması adına daha önceki çalışmalarda yayınlanmamış, yerel basına ait nüshaların olmasını
tercih ettik. Yine bu noktada bir hususu açalım:
Bilhassa görüldüğü üzere ikinci nakilde istifade
edilebilen tek yerel gazete Milli İrade’dir. Maalesef Milli Kütüphane dijital koleksiyonunda 70
yaşını doldurmamış gazete sayıları paylaşılmamaktadır. Çalışmanın hazırlandığı tarihte yurt
genelindeki pandemi nedeniyle ikinci nakil için
İstanbul Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin gazete koleksiyonuna müracaat ile sınırlı kalındı.
Buradaki eski kataloglarda Mayıs 1970 yılına
ait Sakarya ve İstikbal gazetelerinin de mevcut
olduğu bilgisine rağmen yeni kataloglarda söz
konusu yıla ait adı geçen gazetelerin kopyalarının bulunmadığı bilgisi verildi. Devlet Arşivleri
Başkanlığında yaptığımız çalışmalarda da taşınma işlemlerine ait evraklara rastlanılamadı. Temennimiz odur ki seneler içerisinde yeni belgelerle bu çalışmanın muhtevası genişletilecektir.
Kaynakça
a) Devlet Arşivleri Başkanlığı Cumhuriyet
Arşivi
BCA, Fon Kodu: 30.11.1.0., Yer Kodu:
181.9.19
BCA, Fon Kodu: 490.1.0.0., Yer Kodu:
599.74.1
b) Telif ve Tetkik Eser
Anadol, Cemal, Gönüller Sultanı Yûnus
Emre, Kamer Yayınları, İstanbul, 1993.
Aras, Rıdvan, Mihalıççık ve Köyleri, Favori
Yayıncılık, Ankara, 2021.
Araz, Nezihe, Anadolu Evliyaları, Atlas Kitabevi, İstanbul, 1984.
Gölpınarlı, Abdülbaki, Yunus Emre Hayatı
ve Bütün Şiirleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006.
Köprülü, M. Fuad, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, Akçağ Yayınları, Ankara, 2007.
Kunter, Halim Baki, Yunus Emre Bilgiler –
Belgeler, Eskişehir Valiliği, Eskişehir, 1991.
Önge, Yılmaz, “Yunus Emre’nin Makamları
(Anıt-Mezarları)”, Vakıf Haftası, S.8, ss. 103116.
Önpeker, Hikmet, Büyükşehir Eskişehir,
Hicret Kitabevi, Eskişehir (Basım yılı yok)
Özçelik, Mustafa, Eskişehir’den Portreler,
Eskişehir Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı,
Eskişehir, 2013.
Özçelik, Mustafa, Bizim Yunus, Eskişehir
Valiliği, Eskişehir, 2010.
Tatcı, Mustafa, “Yûnus Emre”, İslam
Ansiklopedisi, C.43, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 2013, ss. 600-606.
T.C. Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi
Dairesi, Türk İstiklal Harbi, C.II/5-2, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1973.
Yazalan, Talat, Türkiye’de Yunan Vahşet ve
Soy Kırımı Girişimi, Genelkurmay ATASE
Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1994.
Yetim, Fahri, “Yunus Emre’nin Kabri ile İlgili Görüşler Üzerine”, Eskişehir Osmangazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Haziran
2005, C. 6, S.1, ss. 171- 186.
c) Gazete
Cumhuriyet
Milli İrade
Milliyet
Halkçı Porsuk
Hür Millet
Hürriyet
Sakarya
d) Elektronik ve Diğer Kaynak
https://eskisehir.ktb.gov.tr/TR-156957/yunus-emre-kulliyesi-ve-turbesi.html
http://www.anadolugazetesi.com/makale/
yunus-emre-nin-mezarindaki-sir-.html
https://www.tyb.org.tr/yunus-emrenin-kabri-nasil-tasinmisti-10417h.htm
https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/749556-1940li-yillarin-hamletleri-yunus-emrenin-mezarini-acip-kafatasiyla-resimcektirmisler
http://www.eskisehir.gov.tr/yunus-emre
https://eskisehir.ktb.gov.tr/TR-156957/yunus-emre-kulliyesi-ve-turbesi.html
http://esyenigun.com/makale/mihaliccik-yunusemre--sarikoy-ve-tarihi-/
Birgül Elüstü ile Görüşme, 16 Mart 2021.
(1954 Yunus Emre Köyü Hamitoğlu Çifliği
Doğumlu)
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
287
Mananın sırlandığı, gizli bir dildir kuş dili.
Öyle ki Yunus’un çağdaşı Gülşehrî’nin “Mantıku’t Tayr” adlı eserinde belirttiği gibi hem “değme nâdân” hem de “değme hakîm”ler, yani her
cahil, her âlim anlayamaz. Gülşehrî her âlimin
anlamamasına dayanak olarak Kur’an-ı Kerim’i
gösterir ve “Her ilim sahibinin üstünde daha
iyi bilen birisi vardır.” ibaresinin yer aldığı Yusuf
Suresi 76. ayete telmihte bulunur.
BİZİM DİLİMİZ KUŞ DİLİDİR
ferİde turan
1*
Vefası ve bekası olmayana bel bağlar aşktan bî-haber kimseler. Akılsızca,
şuursuzca ve sabırsızlanarak... Alıcı bir kuş olur onların hevesleri, fani
ömrü kapıp parçalar. Oysa fena’dan beka’ya kanat açmaktır aşk. Bu “sır”lı
macerada “Kanatlandık kuş olduk uçtuk el-hamdüli’llâh” diyebilmektir
Yunus misali. Yolun sonu bilinmez ama “yolculuk” daima âşıklarındır.
Süleyman Kuş Dilin Bilir Dediler
Süleyman Var Süleyman’dan İçeri
A
şkın lisanıdır kuş dili. Manayı gizlemek
için aşksızlardan, kuşlarda sır olmuştur.
Yedi gök altında, yedi deniz üstünde
yedi vadiyi aşmak ve Kaf dağına ulaşmak için
çırpınanların dilidir. Peki, bu maceraya “talip”
olan kuşların içinde hangisidir ruhumuz? Ten
kafesimizin içindeki can kuşu; talibi olduğu
uzun ve çetin yoldan geri dönenlerden mi olacak
yoksa yolda duranlardan, menzile varanlardan
mı? Sorunun cevabı, maceranın seyrinde...
Evvela -Yunus’un da dediği gibi- “bir kuş olup
uçmak” gerek... Zorlu bir yola düşmek gerek...
1 Türkolog, Eğitimci-Yazar, Eskişehir Valiliği Proje
Sorumlusu, feride.turan@icisleri.gov.tr
*
288
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Menzili ırak bu yolun bu yola kim varası
Müşkili çok bu yolun bunı kim başarası (172/1)2
diyerek yolun güçlüğü hakkında “talip”leri uyarırken Türkiye Türkçesi ile tekke ve halk şiirinin
temelini atan Yunus Emre; arı duru Türkçesiyle
bu yol ve yolculukta “benim dilim kuş dilidir”
diyerek manayı sırlamış, mananın yüzünü örtmüştür.
Benim dilüm kuş dilidür benüm ilüm dost ilidür
Ben bülbülem dost gülümdür bilün gülüm solmaz
benüm (111/2)
2 Yazımızda şiir ve beyit numaralarını belirttiğimiz
Yunus Emre şiirleri Faruk Kadri Timurtaş’ın 1972’de
hazırladığı Yunus Emre Divanı’na aittir.
Sözi kaçan degme nâdân anlaya
Mantıku’t-tayr’ı Süleymân anlaya
Anlamaya hikmetin degme hakîm
Zîra fevka külli zî-‘ilmin ‘alîm” (4425-4426)3
Bu dili anlasa anlasa “Süleyman” anlar. Yunus’un da dediği gibi
Yunus bu kuş dilidür bunı Süleyman bilür
Gerçek âşık bu yolda ne kılasın sezerem (95/9)
Kur’an-ı Kerim’in Neml Suresi 16. ayetinde
geçen “mantıku’t-tayr” (kuş dili) ibaresi, tasavvufi hakikatlerin sırlandığı bir remiz olarak kullanılmış, bu yolda üretilen edebî eserlerin de ilham kaynağı olmuştur. “Süleyman Davud’a vâris
oldu ve dedi ki: Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi
ve bize her şeyden (nasip) verildi. Doğrusu bu
apaçık bir lütuftur.” mealindeki ayette Süleyman
peygamber (A.S.) kuşların dilini bilen kişi olarak bildirilir. Hatta ona verilen diğer nimetler
“her şeyden (nasip) verildi” şeklinde özetlenirken “kuş dili” vurgulanır. Diğer nimetlerle birlikte “kuş dili”nin kaynağı şüphesiz Allah’tır.
Kuş dili bilmek, Allah’tan bir “lütuf ”tur.
3 Yazımızda belirtilen beyit numaraları, Kemal Yavuz’un Kültür Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar
Genel Müdürlüğü tarafından 2007’de yayınlanan
“Gülşehri’nin Mantıku’t-tayr’ı (Gülşen-nâme) -Metin ve Aktarma-” eserine aittir.
Yunus Emre’nin “Mevlânâ Hudâvendgâr bize
nazar kılalı / Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdur (47/4)” şeklinde bahsettiği Hz. Mevlana;
her devrin bir Süleyman’ı, gizli ilim ve dillere
sahip yol göstericileri olduğunu belirtmektedir.
Bu hususta karınca gibi yem peşinde koşmayı
değil Süleyman’ı aramayı öğütler: “Sen bir karıncaya benzersin, tane toplamak için koşup durmaktasın. Fakat behey azgın, Süleyman buracıkta,
sen ne arıyorsun? Tane arayana tane, tuzaktır. Fakat Süleyman arayan, hem Süleyman’ı bulur hem
taneyi elde eder. Bu âhir zamanda kuşlara bir an
bile birbirlerinden aman yoktur. Devrimizde de
Süleyman var: Bizi sulha kavuşturur, zulmümüzü
giderir.” (3704-3707)4
Görklü (güzel, mübarek) nazarı, Yunus’un
gönlüne ayna olan Mevlana; Hz. Süleyman
kıssasını hatırlatarak Süleyman’ın (A.S.) büyük
divan çadırı kurulduğunda bütün kuşların onun
huzuruna geldiğini söyler. Onu kendilerinin
dilini anlar, sırrını bilir bir zat bulup huzuruna
canla başla bir bir koşmuşlardır. Bütün kuşlar
ötmeyi bırakmışlar, fasih (açık, güzel) bir surette Süleyman’la (A.S.) konuşmaya başlamışlardır.
Hz. Mevlana’nın burada aynı dili konuşmaktan kastettiği şey bambaşkadır. “Nice Hindli,
nice Türk vardır ki dildeşdirler. Nice iki Türk de
vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler.” diyerek
mahremlik (yakınlık) dilini hatırımıza düşürür.
Ona göre gönül birliği dil birliğinden, aynı dili
konuşmaktan daha iyidir. Zira gönülden sözsüz,
işaretsiz, yazısız yüzbinlerce tercüman zuhur
eder (1202-1208).5 İşte kuş dili bu noktada
“birliğin” dili olmuş, bütün kuşlar “Süleyman”la
dildaş ve sırdaşlarını bulmuştur.
Şiirlerini Türkçe ve Farsça yazdığı için “Züllisaneyn” yani “iki dil sahibi” şeklinde anılan6
4 Mesnevi, Mevlâna, Çev. Veled İzbudak, Gözden
Geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı, II. Cilt, Millî Eğitim
Bakanlığı Yayınları: 771, İstanbul, 1990, s. 284-285.
5 A.g.e. s. 97.
6 Günay Kut, Ali Şîr Nevâî, TDV İslâm Ansiklopedisi, 2. Cilt, İstanbul, 1989, s. 449-453.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
289
Kimsenin anlamayacağı “muğlak”, kapalı söz söylemenin yanı sıra bazen de
susulur, “hâmûş” olunur, Hz. Mevlana gibi... O; birçok gazelinin sonunda “Hâmûşkon!”, “Hâmûş-bâş!” der. Yani “Sus! Sessiz ol!” diye seslenir gönlüne. Zira susmak
yürek ister, derin ve heybetli denizler susar ancak. Aşk bir hâl dilidir haddi zatında.
Susmadaki sırrı bilemez aşkı bilmeyen. Sevmek sessizliktedir çünkü. Bütün bu
remizler, bütün bu sırlar, esasında bir iç yolculuğun mahremiyetini muhafaza
etmektedir. Bu yolda bazen susulur, bazen mana perdelenir.
Ali Şîr Nevâî’nin “Kuş tili birle tekellüm eylegey
(295)”7 dizesinde kuş dili ile konuşmamız gerektiğini vurgulamasının şüphesiz tasavvufi anlamları vardır. Tasavvufun gizli ve sembolik dilidir
“kuş dili”. Bu gizliliğin iki yönü bulunmaktadır:
Birincisi, bu anlayışa karşı olanlardan gizlemek.
İkincisi tasavvufun yüksek hakikatlerini anlama
ve taşımaya kabiliyeti olmayan “nâ-ehil” kimselerin akıl ve idrak sürçmesi yaşamaması için
gizlemek.8 Bu nedenlerdir ki Niyazi-i Mısrî de
“Mantıku’t-tayr’un lûgat-ı muğlakından söylerüz
/ Herkes anlamaz bizi bizler muammâ olmışuz”
(76/4)9 demiştir.
Kimsenin anlamayacağı “muğlak”, kapalı söz
söylemenin yanı sıra bazen de susulur, “hâmûş”
olunur, Hz. Mevlana gibi... O; birçok gazelinin
sonunda “Hâmûş-kon!”, “Hâmûş-bâş!” der. Yani
“Sus! Sessiz ol!” diye seslenir gönlüne. Zira susmak yürek ister, derin ve heybetli denizler susar
ancak. Aşk bir hâl dilidir haddi zatında. Susmadaki sırrı bilemez aşkı bilmeyen. Sevmek sessizliktedir çünkü. Bütün bu remizler, bütün bu
sırlar, esasında bir iç yolculuğun mahremiyetini
muhafaza etmektedir. Bu yolda bazen susulur,
bazen mana perdelenir.
7 Yazımızda belirtilen beyit numaraları; Mustafa
Canpolat’ın Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu Türk Dil Kurumu tarafından 1995’te yayınlanan Ali Şîr Nevayî Lisânü’t-Tayr eserine aittir.
8 H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 1998, s. 153.
9 Niyazi-i Mısri Divanı, haz. Kenan Erdoğan Akçağ
Yay., 3. Baskı, Ankara 2019, s. 217.
290
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Yunus bu dilin “şeriat ehli”nden çok ırak bir
menzilde olduğunu söylerken “şahsi” bir görüşten öte tasavvufi bir anlayışı dile getirmektedir.
Nitekim Yunus’un şiirleri her şeyden evvel tasavvufi bir yol ve yolculuğa dairdir:
Şeriat ehli ırak iremez bu menzile
Ben kuş dilin bilürem söyler Süleyman bana
(8/7)
Tasavvuf edebiyatında sıklıkla karşımıza çıkan “Şeriat-tarikat-marifet-hakikat” şeklindeki
bu söylem birliği Yunus’un da şiirinin ana eksenini oluşturmaktadır. Tasavvuf ehlinin kastettiği dereceleri anlatmak için kullanılan bu dört
kavram “dört kapı” şeklinde ifade edilerek sembollerle anlatılmıştır. Esasında Yunus Emre de
“dört kapı”yı dervişliğin olmazsa olmazları arasında saymıştır:
Dervişün dört yanında dört ulu kapu gerek
Kancanı bakar-ısa gündüz ola gicesi (164/8)
Dervişin ulaşması gereken “makam”lar ise
her kapının içerisindeki on basamaklı merdiven
olarak düşünülmüş, böylece tasavvufi düşüncede
önemli yeri olan “dört kapı kırk makam” tabiri
metaforlarla açıklanmıştır. Bu bakımdan Yunus Emre “Şeriat ehli ırak iremez bu menzile”
derken şeriattan hakikate uzanan bir manevi
yolculukta kuş dilinin bulunduğu konumu vurgulamaktadır.
Bu manevi yolculuğun, tasavvuf dilinde “seyr
ü sülûk”un, mesela hakikat kapısıyla ilgili olarak Türklüğün tertemiz pınarı Hoca Ahmed
Yesevi; tevazu, kanaat, kimseyi incitmemek gibi
özelliklerin eyleme dönüştürülmesi gerektiğini söyler.10 Yunus’la yaklaşık bir çağda yaşayan
Hacı Bektaş-ı Veli “Makâlât” adlı eserini “dört
kapı ve kırk makam”ı açıklamak için yazmıştır.
Makâlât’ta mesela marifetin makamları arasında; edep, sabır, kanaat, ilim sahibi ve cömert olmak yer almaktadır. Alçakgönüllülük, hoşgörü
sahibi olmak, hayırsever olmak, dünyadaki her
yaratılmışın kendinden emin olması vasıfları ise
hakikatin makamlarındandır.11 Bu özelliklerin
eyleme dökülmesi ve davranışa dönüşmesi uzun
bir manevi yolculuğu (seyr ü sülûk) beraberinde getirmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de
Yusuf Suresi 15. ayette de nefis “olanca gücüyle
kötülüğü emreden” yönüyle ele alınmaktadır:
“Nefsimi ak pak gösteremem. Çünkü nefs, Rabbimin merhamet ettiği durumlar hariç, olanca gücüyle kötülüğü emreder. Ama Rabbim çok affedici,
çok esirgeyicidir.”
Tasavvuf kültüründe sadece kelimelere değil
renk, eşya ve şekillere de “dört kapı kırk makam”a dair çeşitli anlamlar yüklenilmiştir. Bu
hususta özellikle giysiler ve tarikatlara ait taçlar
çok önemlidir. Mesela tacın dört dilimli ve kırk
dallı olması demek; kırk adet menzil ile nefsi
değiştirmeye ve yüksek ahlaka erişmeye; sâlikin hakikat yolculuğunda dört kapı üzerine kırk
makamı geçmesine; bir gün ve gecede kılınan
namazların toplam rekât sayısına işaret eder.
10 Kadir Özköse, Ahmed Yesevi’nin Hikmetlerinde
Dört Kapı ve Kırk Makam Anlayışı/The Concept of
Four Doors And Forty Maqaams In The Wısdoms
of Ahmed Yesevî, Akademiar Dergisi Yıl: 2017 (Haziran),S. 2, s. 99-133.
11 Hüseyin Özcan, Hacı Bektaş Veli’nin Eserlerinde
ve Bektaşî Erkânnâmelerinde Dervişin Nitelikleri,
Turkish Studies - International Periodical For The
Languages, Literature and History of Turkish or
Turkic Volume 7/1 Winter 2012, p.1695-1705.
Bunların yanı sıra mesela “dört” rakamı; dört
çeşit ruha (nebatî-hayvanî-insanî-sultanî) ve insanın “ruh”, “akıl”, “kalp” ve “nefis” latifelerinden
meydana gelişi gibi birçok manaya işaret eder.12
Görüldüğü üzere sözün dışında da hayata dair,
hayatın içindeki her nesneyi “seyr ü sülûk”a dâhil eden bir bakış açısı mevcuttur.
Tasavvuf felsefesine göre hayata geçirilen ve
içselleştirilen bu kavramlar, İslam binasının aşamalarını göstermektedir. Bu binanın temelinde
ise şeriat, yani İslam dininin esasları yer almaktadır. “Şeriat-tarikat-marifet-hakikat” şeklinde
sıralanan bu dört kapıyı İslam binasının bünyesinde değerlendiren bir bakış açısı da İmam
Şafi’nin şu ifadelerinde yer almaktadır:13
“Hem fakih14 ol hem de suf î,15 sakın olma sadece
biri!
Şüphesiz ben Allah hakkı için öğütlerim seni
Sade fakih, katı kalpli takvadan nasiplenmemiş
kişi,
Sade sufi, zır cahil, nasıl ıslah olur böyle biri.”
Yunus Emre; yine tasavvufi anlayışın bir
gereği olarak “menzile ermenin” tek başına olamayacağını, “er eteğini tutmanın” şart olduğunu,
aksi takdirde “Allah’a erilemeyeceğini” vurgular:
Kendü bilişiyle kişi hiç irişe mi menzile
Allah’a iremez kalur er eteğin dutmayınca (151/2)
O; bir şaha kul olmak, bir eşiğe yaslanmak,
bir kuş olup uçmak gerek derken uzun bir yolu
işaret etmekte; zorlu bir yolculuğa kapı aralamaktadır:
12 Ramazan Muslu, Türk Tasavvuf Kültüründe Tarikat Kıyafetleri ve Sembolik Anlamları, EKEV Akademi Dergisi Yıl: 12 (Yaz 2008) Sayı: 36 s. 43-66.
13 Abdullah Kahraman, Yunus Emre Dîvânı’nda
Şerîat, Tarîkat, Hakîkat ve Marîfet (Dört Kapı), Kocaeli İlahiyat Dergisi c. 1, S. 1, Mayıs 2017, s. 1-18.
14 Fıkıh (din, şeriat) ilminin üstadı.
15 Tasavvuf ehli, mutasavvıf.
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
291
Kanatlandık Kuş Olduk Uçtuk El-Hamdüli’llâh
Bir şaha kul olmak gerek hergiz ma’zul olmaz ola
Bir işik yaslanmak gerek kimse elden almaz ola (152/1)
Bir kuş olup uçmak gerek bir kenara geçmek gerek
Bir şerbetden içmek gerek içenler ayılmaz ola (152/2)
Yunus Emre şiirlerinde kendi deyimiyle “yolsuzlara
yol göstermiş” (43/6), “Biz bu yoldan üşenmedük erenlerden usanmaduk” (43/2) diyerek bu yolda çırpınan kuşlardan bir kuş olmuştur.
Kuşların macerasını çocukluğundan beri
elinden düşürmediği bir kitaptan dolayı biliyordur aslında. Hiç hatırından düşürmediği bu macerayı Ferîdüddin-i Attâr’ın “Mantıku’t Tayr”
eserinden defalarca okumuştur. Kaleme aldığı
eserleriyle Çağatay sahasında ve Türk dili tarihinde haklı bir yer edinen şair; Mantıku’t Tayr’ı
Türkçeye çevirmek için kalem yontmuş ancak
kurguda ve şahıslarda yaptığı değişikliklerle
esere kendi mührünü vurmuştur.
Hangi çağda, nerede yaşamış olursa olsun bütün
erenlerin ortak lisanıdır kuş dili. Yunus’un çağdaşı ve
Ahi Evran’ın dervişlerinden olan Gülşehrî de kuş dilini
“Türkî” suretinde söylemiş, İranlı meşhur şair ve mutasavvıf Ferîdüddin Attâr’ın tasavvufta “vahdet-i vücut”
felsefesini alegorik bir şekilde ele alan “Mantıku’t Tayr”
adlı eserine nazire yazmıştır.
Mantıku’t-tayr’ı ki ‘Attâr eyledi
Pârisîçe kuş dilini söyledi (4408)
Anı Türkî sûretinde biz dakı
Söyledük bülbül gibi Tañrı hakı (4409)
Gülşehrî, Attâr’ın Farsça söylediği kuş dilini, kendisinin de “Türkî suretinde” bülbül gibi söylediğini
ifade ederek hem Türkçeyi hem de kendi üslubunu
övmüştür. Dönem itibarıyla Türkçenin tercih edilmesi
ayrıca manalıdır. Bundan yaklaşık iki asır sonra yine bir
Türkçe âşığı, Türkçeyi Farsçadan üstün tutarak “Mantıku’t Tayr”ı bir de “Nevaî Tarzı” ile dillendirecektir.
Üstelik Farsçanın resmî dil olarak hüküm sürdüğü,
Fars edebiyatının zirveye ulaştığı, aydınların Farsça şiir
yazmayı meziyet saydıkları bir ortamda onun Türkçe ısrarı, Türk dili ve edebiyatı tarihimizdeki yeri ve hizmetinin büyüklüğünü ortaya koymaktadır.
İster Farsça ister Arapça ister Türkçe konuşsun bütün erenleri, gönülde ve sırda kuş dili birleştirir; birbirine ayna kılar. Kendisine mahsus “Nevaî Tarzı” ile kuş
dilini konuşan Ali Şîr Nevâî ise altmış yaşına girdiğinde
bu dili şerh etmek için kalem yonttuğunu söyler bize:
292
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Altmışka ‘ömr koyganda kadem
Kuş tilin şerh itkeli yondum kalem (3509)
Sadece Farsça şiirlerinde “Fânî” mahlasını
kullanan Nevâî, “kuş dili” anlamındaki “Lisanü’t
Tayr” eserinde bir istisna yaparak “Fânî” mahlasını kullanır. Taleb’den başlayıp Fenâ’ya doğru
yükselen bir yolculuğun anlatıldığı mesnevide
“Fânî” mahlasının seçilmesi elbette manalıdır.
Kuşların “sâlik”, aşmaları
gereken vadilerin ise “nefis
mertebeleri” olduğu bir iç
yolculukta ulaşılması gereken
“Sîmurg” kim olabilir? Bu
sorunun kesin cevabı, kuşların
yol göstericisi Hüdhüd’dedir.
O’ndan bahsederken kullandığı
“Ol yakın sizge vü siz andın
yırak”, yani “O yakın size
ve siz ondan ırak” ifadesi
Bakara Suresi’nin 186. ayetini
hatırlatır bize: “Kullarım sana
beni sorarlarsa, bilsinler ki
ben, şüphesiz onlara yakınım.
Benden isteyenin, dua ettiğinde
duasını kabul ederim. Artık
onlar da davetimi kabul edip
bana inansınlar ki doğru yolda
yürüyenlerden olsunlar.”
Kuşların padişahı Sîmurg’a ulaşmak için Kaf
dağına doğru kanat açan kuşlar; sırasıyla “talep,
aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret, fakr u fena”
vadilerini aşmalıdır. Tasavvufi düşünceye ait temel kavramların adını taşıyan bu vadilerin her
biri, insanın bir zaafını ve nefsin mertebelerini
temsil eder. Kuşlar ise “sâlik”ler, yani tasavvuf
yoluna girmiş kimselerdir burada.
Hikâyede kuşlardan bazıları bu uzun ve çetin yola dair bir mazeret sunar. Kimisi yolda bir
vadiye takılıp kalır, kimisi de kaybolur. Sonunda yüzlercesinden ancak “doğru” kuşlar “fena”
vadisinden “beka” mülküne ulaşır ve Sîmurg’a
kavuşur.
Kuşların “sâlik”, aşmaları gereken vadilerin
ise “nefis mertebeleri” olduğu bir iç yolculukta
ulaşılması gereken “Sîmurg” kim olabilir? Bu
sorunun kesin cevabı, kuşların yol göstericisi
Hüdhüd’dedir. O’ndan bahsederken kullandığı
“Ol yakın sizge vü siz andın yırak”, yani “O yakın
size ve siz ondan ırak” ifadesi Bakara Suresi’nin
186. ayetini hatırlatır bize: “Kullarım sana beni
sorarlarsa, bilsinler ki ben, şüphesiz onlara yakı-
nım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul
ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip bana
inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.”
Lisanü’t Tayr’ın
başkahramanlarından
Hüdhüd de esasında Kur’an-ı Kerim’in Neml
Suresi’nden aşina olduğumuz bir kuştur. Hatta
bu sureye “Hüdhüd Suresi” de denmektedir.
Buna göre Hz. Süleyman’ın ordusunun bir
bölümü kuşlardan oluşuyordu. O; peygamber
olmanın yanı sıra ordunun içinde bir kuş bile
eksildiğinde bunun farkına varan disiplinli
bir komutan, tüm dikkati halkının üzerinde
olan duyarlı bir yöneticidir. Bir gün güçlü ve
büyük ordusunu teftiş ederken Hüdhüd’ü
göremez. Surede haberci yönüyle ön plana
çıkan Hüdhüd’ün ordudan izinsiz ayrılması,
diğer askerlere kötü bir örnek olabilirdi. Bu
bakımdan Hz. Süleyman (A.S.) “onu ya ağır
cezaya çarptıracak” ya da Hüdhüd “mazeretini
belgeleyen açık bir kanıt” getirecektir. Nitekim
getirir de…
Çok geçmeden (Hüdhüd) gelip “Ben, dedi, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana
çok doğru (ve önemli) bir haber getirdim.” (Neml
Sûresi/22). Bir hükümdara onun bilmediği bir
şeyi söylemek, önemli ve doğru haber getirmek,
gerçekten de mazereti kanıtlayan açık bir delil
hükmündedir.
Hüdhüd, kuşların Sîmurg’a kavuşma macerasının anlatıldığı hikâyelerde de hakikatten
haber veren ve rehber kimliği ile yer alır. Gülşehrî; Hüdhüd rehberliğinde Kûh-i Kaf ’a, yani
Kaf dağına erişilip Sîmurg’u görmek için kanat
çırpılan bu yolculuğa dair sembolleri şöyle açıklar:
Hüdhüd ü kuşlar u sîmurg misâl
‘Akl u hulk u Tañrı’ya kıldı mesel (16)
Demek ki Mantıku’t Tayr; Hüdhüd’ün akla;
kuşların halk’a, Sîmurg’un da “Tanrı”ya mesel
kılındığı hikâyelerden ibarettir. Ali Şîr Nevâî de
Lisanü’t Tayr mesnevisinde “Başıda zîver hidâyet
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
293
güçlü düşman biriktirse de asla doğru bildiği
yoldan ayrılmamıştır.17
Bu bir
“yolda durma”
macerasıdır. Hüdhüd
bu yolun meşakkatli
olduğunu söyler yolun
en başında. Hep beraber
bir düş kurup yola düşerler.
Sîmurg’dan ayrı düşmenin
melali içinde her birinin payına;
kavuşmaya dair yüz hayal düşer.
tâcıdın”(317) diyerek Hüdhüd’ün başında hidayet
tacı taşıdığı söyler. O, hidayet tacı ile süslenmiş bir
akıldır. Onsuz Sîmurg’a erişilmez. Hidayetin “Hak
yoluna, doğru yola kılavuzlama” anlamına uygun
düşecek şekilde Hüdhüd, kuşların sorularına cevaplar verir.
Nevâî, bu eserinde bütün isteğinin sadece
Allah’a kavuşmak olduğunu ifade eder. Zira Lisanü’t-Tayr bir edebî eser, bir şiir olmanın çok
ötesinde Ali Şîr Nevâî’nin de bir kuş olup yola
düştüğü, fenadan bekaya yükselen bir yolculuktur.
Bu eseri yazmadan yıllar evvel büyük “hürmet ve
takdir beslediği Abdurrahman Câmî’nin irşadı ile
Nakşibendî tarikatına intisap etmiş”16 ve bu tasavvufi yolculukta geri dönen kuşlardan olmamıştır.
Devlet yönetiminde üst düzey görevlerde de bulunan Nevâî, ülkede birçok yolsuzlukla mücadele
etmiş; haksızlığa uğrayanları korumuştur. Sayısız
16 Kemal Eraslan, Çağatay Şiiri, Türk Dili Dergisi,
Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri) Sayı: 415-416417 /Temmuz-Ağustos-Eylül 1986, s. 564-718.
294
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Sadece otuz kuşun Sîmurg’a ulaştığı bu sırlı yolculukta, geçilmesi gereken derin vadilerin
özelliklerini vererek hikâyeler anlatır Nevâî.
Kuşların, aradıkları Sîmurg’un yine kendileri
olduğunu öğrenmesiyle tasavvufta “vahdet-i
vücut” felsefesinin açıklandığı bu hikâyede
Farsça “otuz” manasındaki “si” ile “kuş” anlamındaki “murg” kelimelerinin birleşmesinden
meydana gelmiş “Sîmurg”un kullanılması boşuna değildir.
Eserde “ Yâdıma mundak kilür bu mâcerâ”
dizesiyle ifade edildiği gibi bu bir “macera”dır.
Hatta bu bir “yolda durma” macerasıdır.
Hüdhüd bu yolun meşakkatli olduğunu söyler
yolun en başında. Hep beraber bir düş kurup
yola düşerler. Sîmurg’dan ayrı düşmenin melali
içinde her birinin payına; kavuşmaya dair yüz
hayal düşer:
Boldı ol kuşlarga hicrândın melâl
Vasldın her birge tüşti yüz hayâl (540)
Her gönle ayrı ayrı yansıyan hayallerle maceraya başlanmıştır. Lakin bir müddet sonra
aralarından vazgeçenler vardır. Mesela “tâvûs”
kuşu, Allah’ın kendisine haddinden fazla verdiği güzelliğini, süsünü gerekçe gösterir:
Tinri birmiş hüsn ü zibâlıg mana
Haddin artug zîb ü ra’nalıg mana (625)
Hikâyede tâvûsun rolü; “sûret”le övünen,
“sûret”e bakan, şekilci insanlardır ve bu bakış
açısı sadece güzellikle sınırlı değildir aslında.
Kılık kıyafetten, servet ve nüfuza uzanan bir
çizgide “sûret”e göre hükmünü verenlerdir.
“Oyaladı o çokluk kuruntusu sizleri.”18 ayetinin
17 Kemal Eraslan, A.g.m.
18 Tekâsür (102) Suresi, 1. ayet
muhataplarıdır hepsi. “Haddinden fazla” sahip
oldukları Allah vergisi güzellikleri, variyetleri
ile övünür de övünürler. Hakikatten haber veren
Hüdhüd böyle insanlar hakkında ne söylemiş,
bakalım. Gerçi biz “insan” dedik ama o, böyleleri için “âdem değil”dir der.
Âdem olgan zîb-i zâhirdin dimes
Kim ki andın fahr iter âdem imes (631)
Âdem olan görünüşten, süsten bahsetmez.
Kim ki onunla övünür, o vakit âdem değildir.
Tûtî de “zâhir” sebeplerden rahatını bozmak istemeyenlerden. Saraylarda nazeninler elinden
beslenir çünkü. Hüdhüd ona verdiği cevapta
“hod-perestî” (kendine tapan) ve “hod-pesendî”
(kendini beğenen) kelimeleriyle çok isabetli bir
kişilik analizi yapmıştır:
Hod-perestî-sin özünün ‘âşıkı
Hod-pesendî-sin mezemmet lâyıkı (589)
Kendinden başka kimseyi sevmeyen ve beğenmeyen, bencil insanları canlandırır tûtî. Rolünün hakkını da verir. Gülşehrî’nin Mantıku’t
Tayr’ında, bülbülün özür beyan ettiği bölümde
Hüdhüd’ün kullandığı “sûret-perest” ifadesi de
dikkat çekicidir. Ömrü az güllerin sûretinden
manaya eremeyen bülbüle “Sûrete tapan, sûrete ehemmiyet veren” manasındaki bu kelime ile
seslenir. “Ey sûret perest! Manada mest olan,
sûreti neyler”
Ne kışın u ne yazın görmek gerek
Güllerün ‘ömri azın sormak gerek (281)
Niçe sûret âhir iy sûret-perest
Sûreti n’ider olan ma‘nîde mest (282)
Sözlerinin devamında ise vazifesi gereği bülbüle de rehberlik eder ve doğru yolu gösterir
Hüdhüd. Sûreti manaya put eyleme, der.
Sûreti eylemegil ma‘niye büt
Gül bugün togdı vü yarın öldi dut (287)
Güle aşkıyla tanıdığımız ve bir damlacık
göğsünde kıyametler koparan bülbül; gülden
ayrılamaz. Ali Şîr Nevâî’nin eserinde de aynı
mazeret, bu sefer “Nevâi Tarzı”yla tekrarlanır.
Andın ayru ‘âşık u dîvâne-min
‘Akl u hûş u sabrdın bîgâne-min (648)
“Ondan ayrı âşık ve divaneyim. Akıldan,
şuurdan ve sabırdan bigâneyim” der bülbül.
Hüdhüd de buna karşılık onun aşk zannettiği
duygunun bir “heves” olduğunu lafı dolandırmadan, bulandırmadan açık açık söyler. Kesinlikle “aşk değildir”.
‘Işk imestür bu hevesdür ser-be-ser
Ger hevesdür munça bes ey bî-haber (657)
Ey aşktan bî-haber kişi! Aşk sandığın şey
baştan başa hevesten ibarettir. Çünkü yanından
ayrılamadığın, fani bir varlıktır. Ömür bahçesinde “vefa”sı ve “beka”sı yoktur onun. Yılda beş
gün açılır, on gün geçmeden toprak üstüne saçılır.
Gül bahçesi bir yana, viranelerden ayrılamayanlar da vardır. Baykuş gibi… Viranede hazine
beklemeyi Kaf dağına gitmeye tercih eden baykuş; Gülşehrî’nin “Mantıku’t Tayr”ında “Türkî
surette” yani Türkçeyle şöyle der:
Genc-ile vîrâneyi terk itmeyem
Genci koyup Kûh-ı Kaf ’a gitmeyem (1472)
Sîmurg’a ulaşmak istemeyen baykuşu Yunus
Emre de şiirinde metafor olarak kullanır ve
“dünya sevenleri” bu kuşa benzetir:
Kişi gerek bile anı hem uyanık ola canı
Bilürsin dünya seveni baykuş gibi yabandadur
(23/3)
nİsan 2021 FETİH VE MEDENİYET
295
Yunus Emre, dervişlerin yoluna girmek isteyenler iki temel özelliğe sahip olmalıdır,
der: Bunlardan biri “sıdk” (doğruluk), diğeri de Hak’tan gayrı her şeyi gönülden sürmek.
“Hak’tan gayrı” derken kastedilen, dünyaya dair
her şeydir. Nitekim başka bir dizesinde “Dünyâ
seven dervîş değil, dervîşligi olmaz kabul” diye
vurgular şair. Yani makam, servet gibi dünyevi
hırslardan arınmış; her türlü gösteriş ve ego yarışından azade olacak. Yani sözün özü hiç kimseyi ve hiçbir şeyi Allah kadar sevmeyecek, hele
Allah’tan çok hiç sevmeyecek. O’nun sevgisini
her şeyin üstünde tutacak. Bir atasözü der ki:
“Bal bal demekle ağız tatlanmaz.” Bir güzelliği
söylemek yeterli değil, hayata geçirmeli. Aksi
takdirde sözde kalır. Dervişlik ise hâl işidir. Kâl
(söz)e gelmez. “Hak’dan özge nesneyi gönlümden sürdüm” diyen değil, “gönlünden süren” kişidir derviş.19
Vefası ve bekası olmayana bel bağlar aşktan
bî-haber kimseler. Akılsızca, şuursuzca ve sabırsızlanarak... Alıcı bir kuş olur onların hevesleri,
fani ömrü kapıp parçalar. Oysa fena’dan beka’ya
kanat açmaktır aşk. Bu “sır”lı macerada “Kanatlandık kuş olduk uçtuk el-hamdüli’llâh” diyebilmektir Yunus misali. Yolun sonu bilinmez ama
“yolculuk” daima âşıklarındır.
Kaynakça
Canpolat, Mustafa, Ali Şir Nevayî Lisânü’t-Tayr, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara,
1995.
Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, 33.
Baskı, Ankara, 2017.
Eraslan, Kemal, Çağatay Şiiri, Türk Dili
Dergisi, Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri)
19 Feride Turan, Girdim Gönül Şehrine, Eskişehir
2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı, Eskişehir, 2014, s. 48.
296
FETİH VE MEDENİYET nİsan 2021
Sayı: 415-416-417 /Temmuz-Ağustos- Eylül
1986, s. 564-718.
Kahraman, Abdullah, Yunus Emre Dîvân’ında Şerîat, Tarîkat, Hakîkat ve Marîfet (Dört
Kapı), Kocaeli İlahiyat Dergisi c. 1, S. 1, Mayıs
2017, s. 1-18.
Kut, Günay, Ali Şîr Nevâî, TDV İslâm Ansiklopedisi, 2. Cilt, İstanbul, 1989, s. 449-453.
Mesnevi, Mevlâna, Çev. Veled İzbudak,
Gözden Geçiren: Abdülbaki Gölpınarlı, II.
Cilt, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları: 771, İstanbul, 1990.
Muslu, Ramazan, Türk Tasavvuf Kültüründe Tarikat Kıyafetleri ve Sembolik Anlamları,
EKEV Akademi Dergisi Yıl: 12 (Yaz 2008)
Sayı: 36 s. 43-66.
Niyazi-i Mısri Divanı, haz. Kenan Erdoğan
Akçağ Yay., 3. Baskı, Ankara, 2019.
Özcan, Hüseyin, Hacı Bektaş Veli’nin Eserlerinde ve Bektaşî Erkânnâmelerinde Dervişin Nitelikleri, Turkish Studies - International
Periodical For The Languages, Literature and
History of Turkish or Turkic Volume 7/1 Winter 2012, p.1695-1705.
Özköse, Kadir, Ahmed Yesevi’nin Hikmetlerinde Dört Kapı ve Kırk Makam Anlayışı/The
Concept of Four Doors And Forty Maqaams
In The Wısdoms of Ahmed Yesevî, Akademiar
Dergisi Yıl: 2017 (Haziran), S. 2, s. 99-133.
Turan, Feride, Girdim Gönül Şehrine, Eskişehir 2013 Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı, Eskişehir, 2014.
Yavuz, Kemal, Gülşehri’nin Mantıku’t-tayr’ı
(Gülşen-nâme) -Metin ve Aktarma- , T.C Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü, Ankara, 2007.
Yılmaz, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve
Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1998.
Yunus Emre Divanı, haz. Faruk. Kadri Timurtaş, Tercüman 1001 Temel Eser, Kervan Kitapçılık Basın Sanayi ve Ticaret A.Ş., 1972.
https://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf (Erişim
Tarihi: 09/03/2021).
Yunus Emre’nin “Risâletü’n Nushiyye” Adlı Eseri