Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
KÖPRÜ Anneannem hep uzak bir yerlere gittiğimizde “İnsanoğlu kuş misali” derdi.Hakikaten de bir gece önce İstanbul’da Kuruçeşme’de Galatasaray adasının tam karşısında neziz bir ortamda yemek yerken şimdi en son yirmi yıl önce gittiğim bir bölgeye uçuyordum. Fotoğraf editörlüğünü yaptığım Aktüel Arkeoloji Dergisi’nden bana gelen teklif karşısında o kadar heyecanlanmıştım ki; bütün vücudumu adrenalin kaplamış ve derinlerde bir yerlerde uyuyan keşifçi yönüm adeta hortlamıştı. Yıllardır gazete veya dergi köşesinde okuduğum, gördüğüm yerleri bizzat kendi gözlerimle görüp fotoğraflayacaktım. Ilısu Barajı yapıldıktan sonra sular altında kalacak olan tarihi yerleşimleri tek tek gezecektim. İşimin hiç de kolay olmadığını teklifi aldığım günden beri yaptığım araştırmalardan anlamıştım aslında ama itiraf edeyim, her şey gizemini korumakla birlikte, yine de harita üzerinden kuşbakışı olaya bakmak, işimin kolay olduğu hissine kapılmamı sağlıyordu. Uçak Diyarbakır havaalanına indiğinde aklımdaki tek düşünce, biran önce bir araç kiralamaktı. Öyle de yaptım... Bölgedeki arkadaşlarımın ayarladığı bir yerde kalıp, ertesi gün sabah erkenden çalışma bölgeme yola çıkmaya karar verdim. Elimde Dergi’nin bana verdiği irtibat telefonları dışında hiç bir şey yoktu ve listenin en başında Diyarbakır Müze Müdürünün telefon numarası vardı. DİYARBAKIR Bismil sınırları içerisinde kalan tüm kazıların başkanlığı Diyarbakır Müze Müdiresi Nevin Soyukaya’ya verilmişti ve ilk önce kendisiyle görüşmem gerekiyordu. Diyarbakır’da yaşadığım ilk şok işte bu sırada gerçekleşti. Sorduğum hiç kimse Arkeoloji Müzesi’nin yerini bilmiyordu. Müzenin yerini bulup kendi başıma oraya ulaşmamam ikinci bir şoku beraberinde getirdi. Müze teşhire kapalıydı ve Müdire Hanım benim orada çalışma yapabilmem için Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan izine sahip olmam gerektiğini belirtti. Halbuki iznim yanımdaydı… Tekrar faksla izin dilekçem müzeye gönderildi. Yine de müzede hiçbir şey çekemedim. Neden mi? Müdire Hanım, iznimin yanı sıra her çekilen fotoğraf için özel fiyatlar talep ediyordu. Bölgedeki kazı alanlarına ise nasıl ulaşacağıma dair bir bilgisinin de olmadığını ancak eğer ki ulaşırsam kazılarda genel çekimler dışında ayrıntılı çekimler yapamayacağımı tarafıma bildirdi. Bu durum açıkçası çok canımı sıkmıştı. O kadar yolu boşuna mı gelmiştim yani? Sonuçta iş başa düşmüştü ve her şey gideceğim kazılara bağlıydı. O gün için Diyarbakır’da mecburen kalacağım için boş durmayıp tarihi alanları gezip çekebildiğim kadar fotoğraf çekmeye karar verdim. Bu çekimler sırasında en ilginç olanları açıkçası Ilısu Baraj Bölgesi kazılarından çıkan eserlerin sergileneceği yeni müze alanları oldu. İçkale olarak adlandırılan bölgedeki St. George Kilisesi, eski kolordu binaları ve eski cezaevi restore edilip Avrupa standartlarında müze teşhir alanları haline getiriliyordu. İçkale bölgesi çekimleri sırasında düşüp yaralanmıştım. Ayrıca gün içerisindeki koşuşturma ve sıcaktan dolayı da bir hayli yorgun düşmüştüm. KÖY KORUCULARI Yolculuğumun ikinci gününde sabah erkenden yola koyuldum, ancak Diyarbakır’daki yol tarifi faciası peşimi bırakmamıştı. Bulunduğum yerden sadece Bismil’e nasıl çıkacağımı öğrenmek kırk beş dakikama mal oldu. Sonunda Bismil yoluna çıkmayı başardım! Şimdiki hedefim elimdeki plana göre Tepe beldesi sınırları içerisinde yer alan, bölgede karşıma çıkacak olan ilk höyük Hakemi Use’ydi. Oysa hiç bilmediğim için ansızın karşıma çıkıp beni şaşırtacak olan Üçtepe Höyüğü’nün varlığından habersizdim. Bu bölgede kazılan ilk höyük olduğunu ise sonradan öğrenecektim. Üçtepe Höyüğü levhasını geçtikten hemen sonra yol kenarında oturan bir yaşlıya Tepe beldesini sorarak belde sapağından içeriye girdim. Bundan sonrası tamamen bana kalmıştı; çünkü buradaki tüm höyükler Dicle Nehri boyunca sıralanmıştı. Ancak höyüklere ulaşımı kolaylaştıracak hiçbir bir tabela yoktu. O yüzden karşılaşacağım ilk kazı başkanı benim için çok önemliydi. Ondan aldığım bilgiyle bir diğer höyüğe gidebilecektim. Sabahın 6:30’u… bir yardan içeriye girerken karşıda Tepe beldesi gözüküyordu. Yarın tepesinde ise iki kişinin çömelip vadiyi izlediklerini gördüm. Hemen yanlarında yere sehpa kurarak konuşlandırdıkları bir makineli tüfek vardı. Bölgedeki güvenlik sorunu yolculuğumun başından beri gittiğim her yerde söylenegelen bir konuydu. Açıkçası beldeye bu kadar yakın bir yerde olsa olsa köy korucuları olabilir diye düşünerek yoluma devam ettim. Ancak sonrasında öğrendim ki, o köyde köy korucuları yokmuş! HAKEMİ USE Düz ovada karşıma çıkan “Tepe Beldesi’ne Hoş Geldiniz” yazısından hemen sonra bir jandarma karakoluna yaklaşarak Hakemi Use’nin yerini sordum. Halil Tekin’i aramak zorunda kaldığımda anladım ki, ben onlardan daha çok şey biliyordum. Halil Hoca beni gördüğünü ve biraz geriye dönüp yol kenarında bulunan iki taşın yanından içeri girmem gerektiğini söyledi. Açıkçası jandarmanın bilmediği yer aslında burnunun dibindeydi. Hakemi Use’ye girerken içimdeki ses, sonradan adının Kenantepe olduğunu öğrendiğim höyüğe doğru gitmemi söyledi. Gitmedim ama gitmiş olsaydım da Kenantepe’ye varamayacağımı sonrasında öğrendim. Höyük, Dicle Nehri’nin hemen karşı kıyısındaydı. İlginç olan tüm büyüsüyle her yerde karşıma çıkmaya başladı. Bölgedeki kazıların hepsi sabah 4:00’te başlayıp, öğlen saat 13:00’te bitiriliyordu. Ben Hakemi Use’ye ulaştığımda güneş yüzünü göstermiş ve kavurucu sıcaklığını hissettirmeye başlamıştı bile. Önce Halil Hoca’ya iznimi gösterdim ve hemen sonra zamanımın az olduğunu, çalışmalarımı bitirip gitmem gerektiğini ama gideceğim hiçbir yeri bilmediğimi söyledim. O günden sonra onun bana çizdiği harita veya plan doğrultusunda hareket ettim. Kazı çalışmalarına yönelik hoş sohbete daldığımız bir anda anladım ki o gün yoğun bir gündü ve benden başka beklenen konuklar da vardı. İş güvenliği müfettişleri ve bir doktor alanı ziyarete gelmişti. Çaylarımızı yudumlar yudumlamaz Karavelyan ve Hınçıka Höyüğe doğru yola çıkmak zorundaydık. Halil Hoca önden, iş güvenliği müfettişleri, doktor ve ben arkadan, kendi başımıza asla bulamayacağımız yerlerden içeri girerek, oldukça kötü yollardan, hatta tarla içlerinden geçerek hocanın bu yıl ilk kez kazmaya başladığı kazı alanına geldik. Yol üzerinde gördüğümüz Ziyaret Tepe, bölgede gördüğüm en büyük ve en görsel höyüktü. Karavelyan Höyük düz bir yerleşimdi ve tarım aletleri tarafından fazlasıyla yıpratılmıştı. Kahvaltı sonrasında gittiğimiz Aluç, diğer adıyla Alüz Düz Yerleşmesi de düz bir alan olarak çıktı karşımıza. Aluç Köyü’nün hemen yanı başındaki höyük 2009 yılında Eyyüp Ay tarafından kazılmıştı ancak 18.-19. yüzyıllara ait bir Osmanlı köyü karşılarına çıkmıştı. Köyde en çok damlardaki etrafı demir çitlerle çevrili, mavi boyalı yataklar ilgimi çekti. MÜSLÜMAN TEPE Alüz Düz Höyük’teki çalışmalar tamamlanır tamamlanmaz, Eyyüp Ay’ın ve ekibinin çalıştığı Müslüman Tepe’ye doğru yola çıkmam gerekiyordu. Ne şanstır ki, müfettişler ve doktor da oraya gidiyordu. Halil Hoca’nın söylediğine göre sadece o ekibi takip etmem gerekiyordu. Hiçbir güvenlik emaresi vermeyen yerde yine tek başıma kalmıştım! Emanet edildiğim ekip sanki benimle oyun oynuyordu. Öyle süratli gidiyorlardı ki onları kaçırmamak için kaza yapma riskini bile göze almıştım. Mıcırlı yollarda iki araç arasında kıyasıya bir yarış başlamıştı. Ekibin hepsi o bölgenin insanıydı ve hepsi Kürtçe konuşuyordu. Benim gibi bir batılıyla o ıssızlıkta kafa bulduklarına adım gibi emindim. Ama az sonra vardığım Müslüman Tepe Höyük’te arabayı kullanan doktor yanıma gelerek -benim çok sinirli olduğumu gördüğünden olsa gerek- özür diledi. Onların tozunu yutmamam için hızlı ve önden gitmişlerdi. Müslüman Tepe adını kazıda ortaya çıkan İslami mezarlardan dolayı almış. Aslında höyüğün bulunduğu köyün adı Şahintepe imiş. Burası, bölgede gördüğüm en geniş kazı alanına sahip höyüktü. Aslında buradaki kazı çalışmaları üç koldan sürdürülüyordu: Müslüman Tepe, Hristiyan Tepe ve Şahintepe Köyü’nün hemen girişinin altında yer alan bölgedeki nekropol alanı… Müslüman Tepe ve Hristiyan Tepe, Dicle Nehri’nin hemen kıyısında yer alıyordu. Kazıda göze hemen çarpan bir disiplin hakimdi. Herkes işine konsantre olmuş, büyük bir özveriyle çalışıyordu. Gelen bir öğrenci arkadaşla birlikte beni bekleyen Eyyüp Hoca’nın yanına gittik. Karşıma çıkan genç ve dinamik bir insandı. Kazı alanında ekibiyle birlikte bizzat çalışırken gördüm onu hep. Alanı inanılmaz bir şekilde kontrolü altına almıştı ve her an her yerden ansızın karşınıza çıkabiliyordu. Kazı çalışmaları ile ilgili hiç bir veriyi saklamıyor, açıkça etrafındakilere anlatıyordu. Orada yapılan bilimi ve hatta yaşananları tüm içtenliğiyle ve heyecanıyla paylaşması beni de çok mutlu etmişti. Yanında bulunduğum süreç benim açımdan da oldukça verimli ve öğretici geçti. ZİYARET TEPE Kazı alanında bana her türlü yardımı göstererek çekimler yapmamı sağlayan Eyyüp Hoca, işimi kolaylaştırmak için ekibin fotoğrafçısı genç arkeolog arkadaşımızı da yanıma vermişti. Öğlen oldu… Çalışma sona erdi ama benim aklım tam karşımda duran höyükte kalmıştı. Gre Dimse Höyük, karşı kıyıda yer alıyordu ve o an gidebilme imkanım yoktu. Şansımı Ziyarettepe’den yana kullanmak istedim. Ziyaret Tepe’ye yine toz bulutu içerisinde, Neolitik Dönem yaşamını anımsatan köylerden geçerek ulaştık. Kazı çalışmaları henüz başlamamıştı. Aldığım bilgilere göre, uluslararası bir arkeoloji ekibi Ziyaret Tepe adında eski bir Assur şehrinin kalıntılarını ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Çünkü, Ziyaret Tepe, Geç Demir Çağında (c. 900-600 BC), Assur İmparatorluğu’nun kuzey sınırında bulunan çok önemli bir şehir konumundaydı. Yazılı belgeler Ziyaret Tepe'nin önemli bir Assur merkezi olan Tushan olduğunu gösteriyordu. Tepeye ulaştığımızda bizi modern bir mezarlık ve yeşil boyalı bir yapı karşıladı. Açıkçası bu yapının bir türbe olabileceğini ve bu durumda tepeye “Ziyaret Tepe” isminin bu türbeden geldiğini düşündük. Tepe, bölgeye o kadar hakim bir konumdaydı ki, dönem içindeki önemi bir yana ovaya doğru baktığımda sabahtan beri nereleri gezdiğimi çok daha iyi anladım. Gezdiğim her yer Dicle Nehri’nin kıyısına kurulmuştu. Nehir tamamen bir ticaret yolu olarak kullanıyordu. Bugünkü Tepe beldesinde bulunan Ziyaret Tepe de, Mezopotamya’ya kadar giden nehir ticaretindeki ilk çıkış noktasıydı. Tepedeki daha önceden kazılıp temizlenen çukurları fotoğrafladım. Sonra naylon torbalarla kapatılmış taze kazı yerlerini görüntüledim. Ardından pamuk tarlasıyla kaplı ovaya son bir kez bakıp, Bismil’e doğru yola çıktım. Eyyüp Hoca Bismil merkezde bir apartman dairesini kazı evine çevirmişti. Öğrencilerin çalışma, dinlenme ortamı hep buradaydı. Kazıda dikkatimi çeken disiplin burada da hakimdi. Restorasyon ve konservasyon laboratuarı, yemekhane ve çalışma odası, bilgi işlem odası son derece düzgün ve işlevsel bir hale getirilmişti. Gittiğimde bir kaç saat önce kazıda çalışan ekip duşunu almış, günün kazı sonuçlarını değerlendirmeye başlamıştı bile. Ben o arada arkeozoolog Remi Berthon ve restoratör Eda Altuncu’yla, yaptıkları işler hakkında kısa bir röportaj yaptım. Eyyüp Hoca’yla da kazı hakkında güzel bir sohbete daldık. Bölge arkeolojisi hakkında yaşadığı sıkıntılardan ve kazısından bahsettik. Sohbet sonunda iyi dileklerimizle vedalaştık. Odaya çıktığımda sabaha kadar o sıcakta nasıl uyuyacağımı düşünüyordum ki hemen yatağımın yanı başına konulan bir fan dikkatimi çekti. KENANTEPE Yola çıktığımda Bismil henüz uyanmamıştı. Salat Tepe’ye gidecektim ancak önce Hakemi Use’nin tam karşısında gördüğüm heybetli tepeye uğramam gerekiyordu. Kenantepe Höyüğü’ne… Salat beldesine gelmeden bir pamuk tarlasına yol girdiğini gördüm. Küçük bir köyün içerisinden geçip aşağıya nehre doğru indiğimde, Kenantepe tüm heybetiyle karşımda duruyordu. Los Angeles Üniversitesi’nden Bradley J. Parker tarafından kazısı yapılan Kenantepe, yaklaşık olarak 6 hektarlık bir alana yayılmış. Obeyd Döneminden Erken Demir Çağına kadar çeşitli dönemlerde yerleşim görmüş olan tepe, nehrin kuzey terası üzerinde Dicle’ye hakim bir pozisyonda. Kenantepe’nin topografik yapısı iki alandan oluşuyor: Asıl höyük, bulunduğu çevreden 32 metre yükseklikteki yukarı yerleşme. Aşağı yerleşme ise bu höyüğün hemen kuzeydoğusundaki geniş bir alana yayılan düzlükte kalmış. SALAT TEPE Salattepe’de ışığı kaçırmamam gerekiyordu. Hemen yola koyuldum… Aşağı Salat Höyük, Salat Camii Yanı ve Salattepe Höyük… Buradaki kazı üç alana yayılmıştı. Hepsini birden belgeleyip biran önce nasıl yola çıkacağımı düşünürken ilk ikisinde kazı olmadığını sadece Salattepe’de çalışma olduğunu öğrendim. Salattepe, oldukça dik bir höyük. Tepede beni ekipten öğrenciler karşıladı. Çok geçmeden Tuba Ökse ve Ahmet Görmüş yanıma geldiler. Sonrasında yanımıza gelen bir Japon arkeolog, Tatsundo Koizum, Ubeyd Dönemi uzmanıydı. Sonraki günlerde Hasankeyf Höyük kazısı da ona ve ekibine verilecekti. Sabahın erken ışıklarından yararlanıp höyük üzerinde fotoğraflama çalışmaları yaptıktan sonra Tuba Hanım’la oldukça doyurucu bir sohbete daldık. Salat Camii Yanı kazısı o yıl yapılmıyordu, hatta üzeri tamamen kapatılmıştı. Yine de tepeden genel bir fotoğrafını çekmeye karar verdim. Salat Çayı’nın hemen yanına kurulmuş höyüğün manzarası çok güzeldi. Köyün hemen içinde yer alan höyükten Salattepe Höyük’ü, sonrasında çayın kenarında otlayan inekleri, koyunları fotoğrafladım. Benim için en ilginç olan görüntü ise yüzlerce hindiyi güden çocuk çoban oldu. GRE ABDURRAHMAN Sırada Gre Abdurrahman Höyük vardı. Ama yolu bulmam o kadar da kolay gözükmüyordu. Nehir kıyısında daracık bir patikadan zar zor ilerlerken, karşıdan beyaz bir minibüsün geldiğini gördüm. Araba, Gre Abdurrahman’dan dönen işçi servisiydi. Havanın aşırı sıcak olmasından dolayı erken paydos etmişlerdi. Düz bir höyük olan alanda alelacele çekim yapmak zorunda kaldım ve neredeyse hiç bir şey çekmeden oradan ayrılmak zorunda kaldım. Buradan sonraki durağım bölgedeki en eski yerleşim özelliğine sahip, Neolitik Dönem buluntuları veren Körtiktepe idi. Kazı yine Vecihi Bey’e aitti ve hoca olmadığından burayı kazı bekçisiyle gezebildim. Ama kazı alanı düz bir alandan oluştuğundan yapılan çekimler çok da doyurucu olmadı. Orada da kazı aşırı sıcaklar nedeniyle erken kapatılınca gerekli detay gösteren fotoğraflar çekememek beni üzdü. Körtik Tepe’nin ardından, bir önceki gün beni uzaktan büyüleyen Gre Dimse höyüğe de uğradım. Görkemli höyük, üzerindeki otlar yakılınca daha da belirgin bir hale gelmişti. Nehir kıyısındaki tüm yerleşimlerden rahatlıkla seçilebilen simsiyah bir höyük olmuştu. Höyüğün tepesine kadar çıktım ve orada geçmiş yıllarda açılmış alanları ve höyüğün eteklerinde yapılan kazıları belgeledim. HASANKEYF İkinci günün sonunda rotamı Hasankeyf’e çevirmiştim. Sonraki höyük ziyaretlerim Batman sınırları içerisinde olacaktı. Hasankeyf’e en son on beş yıl önce gitmiştim. Yol boyunca o zamandan beri nelerin değişmiş olabileceğini, Oluş Arık Hoca’nın kazıyla ilgili yaşadığı problemleri düşündüm. Hasankeyf’e birkaç kilometre kala nehrin yemyeşil görüntüsüyle adeta kendimden geçtim. Nehir kıyısına inip balık tutan bir adamı ve çocukları fotoğraflamadan geçmek istemedim. Çocuklar suyun içinde deliler gibi yüzüyordu. Hemen sudan çıkıp etrafımı sardılar. Beni turist zannedip poz verip para istediler. Hasankeyf girişinde tanıdık arkadaşlar karşıladı beni. Kazı başkanı Abdüsselam Uluçam’la sadece telefonla görüşebildim. Hasankeyf’te olmadığını ve gelemeyeceğini öğrendim. Haklı sebeplerini ise daha sonra öğrenecektim. Kazı durdurulmuştu. Hasankeyf’te yaşam durmuş ve halk arasında kazı başkanına karşı büyük bir tepki doğmuştu. Çünkü, 13 Temmuz gecesi kaleden kopan kaya parçaları bir kişinin ölümüne sebep olmuştu. Bunun üzerine kaleye çıkan eski çarşı yolu ve Dicle kıyısında çardakların bulunduğu alan araç ve yaya trafiğine kapatılmıştı. Geçimini tamamen turizmden sağlayan halk ayaklanmış ve polisle çatışır hale gelmişti. Düşen kaya Hasankeyf’in üzerine düşmüştü! KURİKİ Batman bölgesi höyükleri arasında ilk durağım Elif Genç başkanlığındaki Kuriki Höyük oldu. Elif Hoca, beni karşılaması için bir öğrenci bırakmıştı. Onun önderliğinde birkaç köy geçince, uzaktan nehir kenarındaki çardak altında çalışan ekibi gördüm. Bundan sonra dar tarla yollarında hareket edip, sulama arklarından geçtik. Yolda 3-5 kilometre uzaklıktaki kazı alanına yemek taşıyan küçük çocukları da yanımıza aldık. Çok sevindikleri aralarındaki gülüşmelerden belliydi. Arabayı park edip oldukça geniş bir mısır tarlasından geçerek kazı alanına ulaştık. Kuriki Höyük, oldukça sakin bir karaktere sahip olan ve tam bir bilim kadını tavrı taşıyan Elif Hoca’nın ilk kazısıymış. Oldukça çalışkan ve uyumlu kazı ekibi ve işçi arkadaşların birisinin yardımıyla merdivene çıkıp Kuriki-1 ve Kuriki-2 olarak adlandırılan alanları belgeledim. Alanda henüz cevapları bulunamayan bazı konular vardı. Kuriki-1 olarak adlandırdıkları alanda çıkan bina temel kalıntısı neydi? İki ayrı höyük gibi görülen alan, muhtemelen arada kalan tarla veya seller dolayısıyla toprak kaybına uğrayan, aslında bir bütünü oluşturan parçalardı. Nehrin tam karşısında İtalyanların kazı çalışmalarını yürüttüğü Hirbemerdon Tepe yer alıyordu. Karşıya bir sal vasıtasıyla geçilecekti ancak oraya gidebilecek kadar vaktim kalmamıştı. SUMAKİ Aslı Özdoğan ile Beşiri’de çarşıda buluştuk ve kazı alanına birlikte gittik. Herkes hummalı bir çalışma içerisindeydi. Benim alanı daha iyi görebilmem için yüksekçe bir merdiveni bir kaç kişi kazı alanına taşıdı. Böylece alanın nehirle olan bağlantısını göstererek bir kaç çekim yapma imkânım oldu. Cemilalo Sırtı’nda o yıl kazı çalışması yokmuş. Sumaki Höyük hakkında bir kaç bilgi aldıktan sonra, nehrin öte tarafında kalan Gre Amer Höyüğe doğru yola çıktım. Bir saatlik bir yolculuktan sonra Gre Amer Höyüğe ulaşmıştım. Kazı başkanı Gül Pulhan, kazıyı bitirip gitmek üzere olan ekibi minibüsten indirip bir kaç çekim yapmamızı sağladı. Ben de ekibi fazla bekletmemek için hızla höyüğün en üst tepesine çıkıp nehre doğru kazı alanını fotoğrafladım. İki ayrı höyük gibi görünen alanın aslında tek bir höyük olduğunu, yol yapımı sırasında tam höyüğün ortasından geçtikleri için bugün iki ayrı höyükmüş gibi göründüğünü öğrendim. Sonrasında Gül Hoca benim çekim yaptığım noktada, ilk kazı yaptığı sıralarda ortaya çıkan mermi kovanlarından bahsetti. Burası hâkim bir tepede yer alıyordu ve terör nedeniyle 90’lı yıllarda askeri mevzi olarak kullanılmıştı. Güvenlik nedeniyle durdurulan kazı o yaz yeniden başlamıştı ancak bu satırları yazdığım şu sıralar kazının yeniden kapatıldığı haberini aldım. İki gün önce yeni bir çatışma çıkmış… Aşağıya inip personele teşekkür ettim. Gerekli bir kaç detay çekimi daha yapıp onları minibüslerine uğurladım. Bölge halkının giydiği giysilerden giymiş, poşular takmış olan kazı personelinin neşesi ve enerjisi hala gözlerimden, kulaklarımdan silinmedi… BAŞUR Siirt bölgesi kazı ekibinden Ahmet Uhri’yi daha önceden tanıyordum. Aynı zamanda bölge koordinatörü olan Haluk Sağlamtimur ile birlikte, beni çok sıcak bir şekilde karşıladılar. Günler sonra tanıdık bir yüz görmek bana da çok iyi geldi doğrusu. Yemekler yendi, kazı evi gezildi, çaylar içildi. Zamanında bir devlet kuruluşunun sosyal tesisi olarak kullanılmış olan kazı evi bölgede gördüğüm en güzel evdi. İnanılmaz güzel bir manzaraya sahipti: Karşıda gün batımıyla kızaran dağ siluetlerinin arasından akan Başur Çayı’nın görüntüsü görülmeye değerdi. Kazı ekibi, o yıl bakanlıktan gelecek olan bütçeyi beklerken çok vakit kaybetmişlerdi ancak yine de boş durmayıp kazı evine bakım yapmışlardı. Meyve ağaçları dikilmiş, çiçekler ekilmişti. Laboratuar ortamı düzenlenmiş, çalışma şartları iyileştirilmişti. Kazı evi güzeldi ancak Başur Höyük’te akşamüzeri ışığını da kaçırmamak gerekiyordu. ÇATTEPE Ertesi saat 4:30’da uyandırdı Ahmet Hoca beni. Çattepe’ye gitmemiz gerekiyordu. Siirt’te büryan kebabı yediğimizde sabahın daha 6’sıydı. Sabahın ilk ışıklarında Botan Vadisi’nden geçmek inanılmaz güzeldi. Görkemli Botan Vadisi’nin bir ucu Van Çatak’a, diğer ucu ise Mezopotamya sınırlarına dayanıyordu. Dağlara gizlenmiş yüzlerce mağara vardı. Vadinin ortasından akan Botan Çayı ise sabahın ilk ışıklarıyla birlikte parıldıyordu. Kıvrıla kıvrıla inen yoldan nefis manzara eşliğinde ilerliyorduk. Çattepe’ye gideceğimiz yol ayrımına döndükten az sonra tarihi Botan köprüsünü gördük. Muhteşemdi… Kısa bir süre sonra bir köyün içine girdik. Köyde terk edilmiş bir ilkokul binası vardı, içindeki yazılar görülmeye değerdi. Jandarma Özel Harekâta ait bir takımın burada kaldığını gösteren duvar yazıları, oradaki askerin psikolojisini gözler önüne seriyordu. Çattepe, Botan Çayı ve Dicle Nehri’nin birleştiği noktaya kurulmuş bir kale içi höyüktü. Uzaktan görmek bile onun ne kadar önemli bir jeopolitik konuma sahip olduğunu anlamamıza yetiyordu bile. Üçgen bir burun oluşturan Çattepe Höyüğün sol tarafından Botan Çayı, sağ tarafından ise Dicle Nehri akıp üçgen burnun biraz ilerisinde birleşiyordu. Çattepe ve etrafta görülen tüm köyler güvenlik nedeniyle 1993 yılında boşaltılmıştı. Bölge halkının çoğu Fransa’ya göç etmişti. Çattepe’nin hemen karşısında, nehrin öte yakasında yer alan Kelekçiler Köyü, adını nehir ulaşımını sağlamak için kullanılan bir tür saldan almış. Bölgede 1960’lı yıllara kadar, nehir ticareti yapan insanlar burada yoğun bir nüfusa sahipmiş. Boşaltılan Çattepe Köyü harabeye dönmüştü. Bir zamanlar burada yaşayan insanların olduğunu düşünmek, koşuşturan çocuk seslerini hayal etmek insanın içini ürpertiyordu. Burada kazılar bir önceki sene başlamıştı. İlginç bir olayla birlikte... Tepede bir yer kazılırken kazı işçilerinden biri Ahmet Hoca’nın yanına gelip “biraz daha kazarsanız benim oyuncakları da bulacaksınız” demiş. Meğer o işçi, 9 yaşına kadar o köyde yaşamış ve sonra köyü boşaltan ailesiyle birlikte gitmiş. Yıllar sonra aynı yere gelip de kendi evini kazmak ona nasip olmuş. Hakikaten de kısa bir süre sonra işçinin oyuncak helikopterinin bir parçasını bulmuşlar. Köyde sadece üç kişi yaşıyordu. Onlardan biri olan Ahmet Amca bizi evine davet etti. Kızı ve oğlu da ziyaretine gelmişti. Oğlu, İstanbul’da Edebiyat Öğretmenliği’nde okuyormuş. Bir gün burada yaşananları yazıya dökmek istiyormuş. Çaylarımızı içtikten sonra Ahmet hocayla son bir kez kazı alanlarını gezdik. Nehre doğru inen 23 basamaklı bir merdiveni ve Roma Döneminde yapılan surları görmek beni çok etkiledi. Çattepe Höyük bir önceki sene ortaya çıkan istimlâk sorunu yüzünden artık kazılmıyormuş. İstimlâk sorunu çözüldüğü zaman kazılara devam edilecekmiş. Dönüş yolunda yüzlerce koyundan oluşan sürülerin içerisinden geçtik. Tarlalara yeni dikilen fıstık ağaçlarını gördük. Bölge sular altında kaldığında fıstık bahçelerine yüklü tazminat ödenecekmiş. Yine gizemli Botan Vadisi’nin içinden kıvrıla kıvrıla Siirt’e çıktık. Artık son bir işim kalmıştı. Mardin Müzesine gidip Hasankeyf buluntularını fotoğraflayacaktım. Mardin’e 30 kilometre kalmıştı. Mazı Dağı’nda ilerliyordum. Bir haftanın yorgunluğu ve sıcak hava neredeyse sonum oluyordu. Dalgınlıkla yol kenarındaki mıcırlara kapıldım ve yoldan çıkarak takla attım… Gözümü açtığım yer Mardin Müzesi değil, Mardin Devlet Hastanesi idi. Kiraladığım araba ise öğrendiğim kadarıyla hurdaya dönmüştü. Benim içinden çıkmama ise bir mucize olarak bakıyorlardı… Bense hala çektiğim fotoğrafları düşünüyordum. Objektiflerim ve dizüstü bilgisayarım kırılmıştı ama fotoğraflar duruyordu. Açıkçası mutlu olmam için çok sebep vardı… Ahmet Hoca beni hastaneden aldı, Haluk Hoca ne kadar ısrar etsem de o halde yola çıkmama izin vermedi. Bütün ekip üç gün boyunca sadece benimle ilgilendi. Onlara çok şey borçluyum… GÜZİR HÖYÜK Orada kaldığım son gün daha önceden fırsat bulup da gidemediğim, güvenlik riski taşıyan Türbe Höyük - Motti Kalesi ve Necmi Karul tarafından kazılacak olan Güzir Höyüğe gitmeye karar verdim. Yine Botan vadisinden aşağıya ovaya indik ve nehir kıyısındaki Türbe höyüğü ve hemen arkasındaki dağda yer alan Motti Kalesi’ni gezip fotoğrafladım. Güzir Höyük tam bir doğa cennetinin ortasında çıktı karşımıza. Hemen önünde yemyeşil bir gölet oluşmuştu. Gölette bir köy çocuğu annesinin yıkadığı çamaşır işine yardım ederken diğer çocuklar suyun keyfini çıkarıyorlardı. Höyük üzerine yaptığımız yüzey araştırması sırasında obsidyen parçaları ve bir kaç seramik parçası elimize geçti. Necmi Hoca’nın ne kadar heyecan verici bir yeri kazacağını düşünerek hayallere daldık. Ben ise Ksenephon’un Anabasis adlı eserindeki “on binler”in geçtiği yollarda dolaşmıştım. Onun gururunu taşıyordum… Artık maceramın son gecesiydi. Ekip sabah 4’te kazı alanına gidecek bense Diyarbakır’a dönecektim. Gece boyunca kazı ekibiyle bu kısa ancak uzun süren maceradan bahsettik. Ucuz atlatmıştım… ama büyük anılarla dönüyordum. Yol boyunca sanki bir yılmış gibi gelen yorucu, sıcaktan bunaltıcı, toz toprak içerisinde geçen onca yolculuğu düşünerek tatlı bir tebessümle dışarıyı seyrettim. Sonuçta gördüklerimi bir yapboz parçası gibi yerlerine yerleştirmeyi uçakta başarabildim. Ben aslında köprü yapmayı o zamanlar becerememiş insanların Mezopotamya ticaret yolunu nehirden yapabilmek için kurduğu küçük ticaret merkezlerini görmüştüm. Köprüler kurabilmiş olsalardı bunca merkez nehir boylarına kurulmamış olacaktı. Kuzey Mezopotamya’dan Güney Mezopotamya’ya yapılan ticaret karayollarına dökülecekti. Gezi boyunca düşündüğüm başka bir şey de aslında bunca verimli arazinin bugüne kadar gerektiği gibi değerlendirilmeden sular altında kalacak olmasıydı. Oysa bu kadar sulak bir alanda ne ekersen yeşerirdi. Burada yapılacak verimli bir tarım, tüm Türkiye’ye yeter de artardı bile… Aykan ÖZENER Aktüel Arkeoloji Dergisi Fotoğraf Editörü