Adnan Oktar (Harun Yahya)
1,285 Followers
Recent papers in Adnan Oktar (Harun Yahya)
Adnan Oktar (Harun Yahya) Benim dinime dön! Ya da öl!" Bağnazlığın sloganıdır bu. Bağnazlıkta demokrasi, fikir özgürlüğü, sevgi, saygı, şefkat, dostluk, fedakarlık, kadına değer verme, bilimsel ilerleme, dünyayı güzelleştirme gibi... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Benim dinime dön! Ya da öl!" Bağnazlığın sloganıdır bu. Bağnazlıkta demokrasi, fikir özgürlüğü, sevgi, saygı, şefkat, dostluk, fedakarlık, kadına değer verme, bilimsel ilerleme, dünyayı güzelleştirme gibi kavramlar yoktur. Bazı insanlar bağnazlığın ve onun ürünü olan radikalizmin bir hak dinin içine yerleşebileceğini düşünürler. Oysa bağnazlığın kendisi bir dindir. Her düşünce içinde bağnazlık dininin temsilcileri vardır. İslam'da, Musevilikte, Hristiyanlıkta olduğu gibi Marksizm'de, faşizmde, ateizmde de bağnazlar çoktur. Aynı batıl dini savunurlar hep birlikte: "Senin fikrine tahammülüm yok! Ya benimkini kabul et ya da yok ol!"
Kuran okuyan kız
KUR’AN-I KERİM VE TÜRKÇE ANLAMI
Özellikle son dönemlerde bu tahammülsüz ve sapkın din, çoğunlukla İslam dini gibi anılmaya başladı. Bir kısım odaklar bağnazlık dinine İslam adını koydular. Bağnazlık dinine yönelik korkularını İslam'a yönelttiler. Öyle ki, İslam dini bazıları tarafındanbir İbrahimi din "korku" kelimesiyle birlikte anılır oldu. İslamofobi bütün dünyada zikredilir oldu. İnsanlar korkularının İslam'dan değil, bağnazlık dininden kaynaklandığının farkında bile olmadılar. Hurafecilerin yarattığı bağnaz dinin İslam adına ortaya çıktığını göremediler. Çünkü kimse onlara İslam'ın bu olmadığını anlatmadı. Ne İslam adına ortaya çıkan radikaller ne de bu radikallerden korku duyan İslamofobiklerislamofobikler gerçek İslam'ın bu bağnaz, ürkütücü, sevgisiz ve nefret dolu dinle hiçbir alakasının olmadığını gösteremedi. İslam dininin radikalleri tüm dünyaya ama en çok da Müslümanlara zarar vermeye başladılar.
"Ilımlı İslam" kelimesi de bu nedenle ortaya atıldı. Sanki bir vahşi bir de ılımlı İslam modeli varmış gibi radikallerin vahşetine karşı koyan Müslümanlar "ılımlı Müslüman" olarak anılmaya başlandı. İslam karşıtı sesler ılımlı İslam'ın savunucularını takdir ettiler. Oysa “ılımlı İslam” diye ortaya çıkanların pek çoğu da gerçek İslam’dan dolayısıyla akılcılıktan, dürüstlükten, şefkat ve sevgiden uzak insanlardı. İnsanların bir kısmı zannettiler ki bir vahşet dini,, fakat radikallere karşı onları güçsüz buldular. Zannettiler ki bir vahşet dini, barışçıl bir kısım kimseler tarafından yumuşatılmaya çalışılıyor (İslam'ı tenzih ederiz). Hatta buna İslam'da reform, ılımlı İslam savunucularına da reformist dediler. Oysareform gerektiren bir durum yoktu. Tek yapılması gereken İslam’ın özüne, gerçek İslam’a yani Kuran Müslümanlığına dönmekti.Oysa bunun bir reform değil, gerçek İslam olduğunu gösterebilen olmadı. İslam karşıtları, "reformist"leri takdir etseler de, radikallerin şiddetten kaynaklanan sahte güçleri ve onların İslam dinini temsil ettikleri şeklindeki inançları daha ağır bastı.
islamofobi
İslamofobyanın temel sebeplerinden biri radikalizmdir. Radikalizmi İslam zannedenler, İslam'a cephe alarak aslında en büyük hatayı yaparlar ve radikalizmin yegane çözümüyle mücadele içine girmiş olurlar.
Gerçek İslam’ı anlatan ve barışı savunanBarışçıl Müslümanlar İslam dinini, yumuşatmaya, reformize etmeye veya ılımlı hale getirmeye çalışmıyorlar. Barışçıl Müslümanlar olarak asıl amacımız, yıllardır İslam adı altında dünyaya yayılan bir yalanı ilimle yok etmektir. Yıllardır İslam adına temsil edilen radikalizmi, bağnazlığı, fanatikliği ve İslam ile alakası olmayan o hurafe dinini ortadan kaldırmaya çalışmak, Kuran'dan delillerle İslam'ın gerçeğini göstermektir. Şu ana kadar bağnazlar tarafından İslam'a yönelik yapılmış en büyük iftiraya son vermektir.
Bu kitapta gerçekte radikalizme karşı eleştirileriyle ön plana çıkan Batılı bir kısım İslam karşıtlarının iddialarına ve bağnazların korkunç mantıklarına cevaplar verilmektedir. İslam'a dahil edilmeye çalışılan sahte bağnaz dinin çeşitli kaynaklarındaki iddiaların geçersizliği Kuran'dan örneklerle anlatılmaktadır. Özellikle bu iddialara yönelik bir çalışmanın yapılmasının sebebi, İslam'a yöneltilen tüm eleştirilerin benzer yönde olması ve radikalizm dininin "İslam" zannedilmesi yanılgısıdır. Dolayısıyla amaç, İslam'a yöneltilmiş asılsız suçlamalardan yola çıkarak gerçek İslam dini hakkında yanlış bilinenlerin KURAN'DAN DELİLLERLE açıklanması ve bu yanlışın ortadan kaldırılmasıdır.
Bağnazların sorunu, dinlerini hurafelerden öğrenmeleridir. Ne var ki bağnazların sahte dinlerini eleştirenler de kimi zaman onlar kadar radikal olup bağnazların hurafelerini onlar kadar doğru zannedebilmektedirler. Biz Kuran'dan delil getirdikçe onlar bağnazların hurafelerinden delil getirmeye çalışırlar. İşte en büyük hatayı da burada yaparlar. Eğer gerçek İslam'ı tanımak ve bağnazlığa karşı çözüm elde etmek istiyorlarsa burada anlatılan gerçek dine kulak vermelidirler. Eğer bunu yapmazlarsa, radikalizm büyük bir bela olarak dünyayı sarmaya devam edecektir.
Dolayısıyla bu kitabın amaçlarından biri de sadece Batı dünyasına değil, bağnazlığın karanlığından nasıl kurtulacağını bilmeyen İslam alemindeki geniş bir kesime de yol gösterebilmektir. Çevresinde sadece hurafelerle karışmış yanlış bir İslam anlayışı yaşanan, Kuran’dan uzak kalmış, hurafelerin dışına çıkmanın İslam’dan çıkmak olacağı yanılgısıyla doğruyu araştırmaktan çekinen, az veya çok bağnazlığın etkisi altında kalmış kişileri Kuran Müslümanlığı’na, gerçek İslam’ın aydınlık dünyasına davet etmektir. Allah’ın izniyle bu kültürel çalışmalarımız, Kuran’ın nuruyla bağnazlığın karanlığının dağılmasına vesile olacak, özgürlük, sevgi, demokrasi, neşe, kalite dalga dalga İslam alemine ve dünyaya hakim olacaktır.
Benim dinime dön! Ya da öl!" Bağnazlığın sloganıdır bu. Bağnazlıkta demokrasi, fikir özgürlüğü, sevgi, saygı, şefkat, dostluk, fedakarlık, kadına değer verme, bilimsel ilerleme, dünyayı güzelleştirme gibi kavramlar yoktur. Bazı insanlar bağnazlığın ve onun ürünü olan radikalizmin bir hak dinin içine yerleşebileceğini düşünürler. Oysa bağnazlığın kendisi bir dindir. Her düşünce içinde bağnazlık dininin temsilcileri vardır. İslam'da, Musevilikte, Hristiyanlıkta olduğu gibi Marksizm'de, faşizmde, ateizmde de bağnazlar çoktur. Aynı batıl dini savunurlar hep birlikte: "Senin fikrine tahammülüm yok! Ya benimkini kabul et ya da yok ol!"
Kuran okuyan kız
KUR’AN-I KERİM VE TÜRKÇE ANLAMI
Özellikle son dönemlerde bu tahammülsüz ve sapkın din, çoğunlukla İslam dini gibi anılmaya başladı. Bir kısım odaklar bağnazlık dinine İslam adını koydular. Bağnazlık dinine yönelik korkularını İslam'a yönelttiler. Öyle ki, İslam dini bazıları tarafındanbir İbrahimi din "korku" kelimesiyle birlikte anılır oldu. İslamofobi bütün dünyada zikredilir oldu. İnsanlar korkularının İslam'dan değil, bağnazlık dininden kaynaklandığının farkında bile olmadılar. Hurafecilerin yarattığı bağnaz dinin İslam adına ortaya çıktığını göremediler. Çünkü kimse onlara İslam'ın bu olmadığını anlatmadı. Ne İslam adına ortaya çıkan radikaller ne de bu radikallerden korku duyan İslamofobiklerislamofobikler gerçek İslam'ın bu bağnaz, ürkütücü, sevgisiz ve nefret dolu dinle hiçbir alakasının olmadığını gösteremedi. İslam dininin radikalleri tüm dünyaya ama en çok da Müslümanlara zarar vermeye başladılar.
"Ilımlı İslam" kelimesi de bu nedenle ortaya atıldı. Sanki bir vahşi bir de ılımlı İslam modeli varmış gibi radikallerin vahşetine karşı koyan Müslümanlar "ılımlı Müslüman" olarak anılmaya başlandı. İslam karşıtı sesler ılımlı İslam'ın savunucularını takdir ettiler. Oysa “ılımlı İslam” diye ortaya çıkanların pek çoğu da gerçek İslam’dan dolayısıyla akılcılıktan, dürüstlükten, şefkat ve sevgiden uzak insanlardı. İnsanların bir kısmı zannettiler ki bir vahşet dini,, fakat radikallere karşı onları güçsüz buldular. Zannettiler ki bir vahşet dini, barışçıl bir kısım kimseler tarafından yumuşatılmaya çalışılıyor (İslam'ı tenzih ederiz). Hatta buna İslam'da reform, ılımlı İslam savunucularına da reformist dediler. Oysareform gerektiren bir durum yoktu. Tek yapılması gereken İslam’ın özüne, gerçek İslam’a yani Kuran Müslümanlığına dönmekti.Oysa bunun bir reform değil, gerçek İslam olduğunu gösterebilen olmadı. İslam karşıtları, "reformist"leri takdir etseler de, radikallerin şiddetten kaynaklanan sahte güçleri ve onların İslam dinini temsil ettikleri şeklindeki inançları daha ağır bastı.
islamofobi
İslamofobyanın temel sebeplerinden biri radikalizmdir. Radikalizmi İslam zannedenler, İslam'a cephe alarak aslında en büyük hatayı yaparlar ve radikalizmin yegane çözümüyle mücadele içine girmiş olurlar.
Gerçek İslam’ı anlatan ve barışı savunanBarışçıl Müslümanlar İslam dinini, yumuşatmaya, reformize etmeye veya ılımlı hale getirmeye çalışmıyorlar. Barışçıl Müslümanlar olarak asıl amacımız, yıllardır İslam adı altında dünyaya yayılan bir yalanı ilimle yok etmektir. Yıllardır İslam adına temsil edilen radikalizmi, bağnazlığı, fanatikliği ve İslam ile alakası olmayan o hurafe dinini ortadan kaldırmaya çalışmak, Kuran'dan delillerle İslam'ın gerçeğini göstermektir. Şu ana kadar bağnazlar tarafından İslam'a yönelik yapılmış en büyük iftiraya son vermektir.
Bu kitapta gerçekte radikalizme karşı eleştirileriyle ön plana çıkan Batılı bir kısım İslam karşıtlarının iddialarına ve bağnazların korkunç mantıklarına cevaplar verilmektedir. İslam'a dahil edilmeye çalışılan sahte bağnaz dinin çeşitli kaynaklarındaki iddiaların geçersizliği Kuran'dan örneklerle anlatılmaktadır. Özellikle bu iddialara yönelik bir çalışmanın yapılmasının sebebi, İslam'a yöneltilen tüm eleştirilerin benzer yönde olması ve radikalizm dininin "İslam" zannedilmesi yanılgısıdır. Dolayısıyla amaç, İslam'a yöneltilmiş asılsız suçlamalardan yola çıkarak gerçek İslam dini hakkında yanlış bilinenlerin KURAN'DAN DELİLLERLE açıklanması ve bu yanlışın ortadan kaldırılmasıdır.
Bağnazların sorunu, dinlerini hurafelerden öğrenmeleridir. Ne var ki bağnazların sahte dinlerini eleştirenler de kimi zaman onlar kadar radikal olup bağnazların hurafelerini onlar kadar doğru zannedebilmektedirler. Biz Kuran'dan delil getirdikçe onlar bağnazların hurafelerinden delil getirmeye çalışırlar. İşte en büyük hatayı da burada yaparlar. Eğer gerçek İslam'ı tanımak ve bağnazlığa karşı çözüm elde etmek istiyorlarsa burada anlatılan gerçek dine kulak vermelidirler. Eğer bunu yapmazlarsa, radikalizm büyük bir bela olarak dünyayı sarmaya devam edecektir.
Dolayısıyla bu kitabın amaçlarından biri de sadece Batı dünyasına değil, bağnazlığın karanlığından nasıl kurtulacağını bilmeyen İslam alemindeki geniş bir kesime de yol gösterebilmektir. Çevresinde sadece hurafelerle karışmış yanlış bir İslam anlayışı yaşanan, Kuran’dan uzak kalmış, hurafelerin dışına çıkmanın İslam’dan çıkmak olacağı yanılgısıyla doğruyu araştırmaktan çekinen, az veya çok bağnazlığın etkisi altında kalmış kişileri Kuran Müslümanlığı’na, gerçek İslam’ın aydınlık dünyasına davet etmektir. Allah’ın izniyle bu kültürel çalışmalarımız, Kuran’ın nuruyla bağnazlığın karanlığının dağılmasına vesile olacak, özgürlük, sevgi, demokrasi, neşe, kalite dalga dalga İslam alemine ve dünyaya hakim olacaktır.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Plants come in more than 500,000 varieties and occupy a vitally important place in human life. This limitless resource, placed at mankind's disposal by Allah, is the source of the fresh air we breathe, the food... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Plants come in more than 500,000 varieties and occupy a vitally important place in human life. This limitless resource, placed at mankind's disposal by Allah, is the source of the fresh air we breathe, the food we consume to survive, and much of the energy we use. Plants are also the self-renewing source of strikingly beautiful sights, delightful scents and stunning colors.
Plants are very specialized living things whose photosynthetic ability turns light into food and energy. Mechanisms in the green leaves constantly produce oxygen, cleanse the air and ensure ecological equilibrium. Their aesthetic features—such as taste, scent and color which appeal mainly to human beings—reveal the infinite knowledge, artistry, compassion and affection for human beings of Allah, their Creator. To date, only some 10,000 species of plants have been studied in detail, along with their unique systems that provide unique benefits. And this research had determined that every plant possesses features of such a kind as to astonish even the informed observer.
For those who wish to know Allah, appreciate His attributes and draw closer to Him, it will be useful to take a rather closer look at the miracles of creation to be found in plants, and even in a single leaf, and at the plants as a whole, a world so full of marvels. In this way we can find a doorway to stunning truths, ones that you may have imagined were reserved for scientists alone, offering genuine interest to any attentive individual.
With the reason and understanding bestowed on them by Allah, believers can see the miracles He has placed before their eyes. But we need to look through a lens of reason and wisdom. All those who learn to regard their surroundings with reason and wisdom will, in addition to perceiving the artistry in a flower's color, shape and perfume, also learn about the systems that make that flower what it is and thereby, bear clearer witness to the sublime knowledge and might of Allah.
He reveals that there are signs—clear indications of His existence—in the creation of Man and other living things:
And in your creation and all the creatures He has spread about,
there are Signs for people with certainty.
(Surat al-Jathiyya:4)
By examining photosynthesis, a characteristic feature of plants that helps them thrive and also support animals—as well as the flawless design of the leaves that carry out this process—you will witness the miracles that Allah continually performs in these living things.
As you read through this book you will encounter various foreign names and technical details that at first glance may seem difficult, even incomprehensible. However, they are all explained in such a way that even a reader wholly unfamiliar with the subject will have no trouble in understanding them. The important thing here is to realize that Allah has created everything in the universe, right down to the tiniest details, with His superior knowledge and delicate measurements. You can then witness and appreciate the living examples set out in the verses below:
He to Whom the kingdom of the heavens and the earth belongs. He does not have a son and He has no partner in the Kingdom. He created everything and determined it most exactly.
(Surat al-Jathiyya:2)
It is Allah Who created the seven heavens and of the earth the same number, the Command descending down through all of them, so that you might know that Allah has power over all things and that Allah encompasses all things in His knowledge.
(Surat at-Talaq:12)
Plants come in more than 500,000 varieties and occupy a vitally important place in human life. This limitless resource, placed at mankind's disposal by Allah, is the source of the fresh air we breathe, the food we consume to survive, and much of the energy we use. Plants are also the self-renewing source of strikingly beautiful sights, delightful scents and stunning colors.
Plants are very specialized living things whose photosynthetic ability turns light into food and energy. Mechanisms in the green leaves constantly produce oxygen, cleanse the air and ensure ecological equilibrium. Their aesthetic features—such as taste, scent and color which appeal mainly to human beings—reveal the infinite knowledge, artistry, compassion and affection for human beings of Allah, their Creator. To date, only some 10,000 species of plants have been studied in detail, along with their unique systems that provide unique benefits. And this research had determined that every plant possesses features of such a kind as to astonish even the informed observer.
For those who wish to know Allah, appreciate His attributes and draw closer to Him, it will be useful to take a rather closer look at the miracles of creation to be found in plants, and even in a single leaf, and at the plants as a whole, a world so full of marvels. In this way we can find a doorway to stunning truths, ones that you may have imagined were reserved for scientists alone, offering genuine interest to any attentive individual.
With the reason and understanding bestowed on them by Allah, believers can see the miracles He has placed before their eyes. But we need to look through a lens of reason and wisdom. All those who learn to regard their surroundings with reason and wisdom will, in addition to perceiving the artistry in a flower's color, shape and perfume, also learn about the systems that make that flower what it is and thereby, bear clearer witness to the sublime knowledge and might of Allah.
He reveals that there are signs—clear indications of His existence—in the creation of Man and other living things:
And in your creation and all the creatures He has spread about,
there are Signs for people with certainty.
(Surat al-Jathiyya:4)
By examining photosynthesis, a characteristic feature of plants that helps them thrive and also support animals—as well as the flawless design of the leaves that carry out this process—you will witness the miracles that Allah continually performs in these living things.
As you read through this book you will encounter various foreign names and technical details that at first glance may seem difficult, even incomprehensible. However, they are all explained in such a way that even a reader wholly unfamiliar with the subject will have no trouble in understanding them. The important thing here is to realize that Allah has created everything in the universe, right down to the tiniest details, with His superior knowledge and delicate measurements. You can then witness and appreciate the living examples set out in the verses below:
He to Whom the kingdom of the heavens and the earth belongs. He does not have a son and He has no partner in the Kingdom. He created everything and determined it most exactly.
(Surat al-Jathiyya:2)
It is Allah Who created the seven heavens and of the earth the same number, the Command descending down through all of them, so that you might know that Allah has power over all things and that Allah encompasses all things in His knowledge.
(Surat at-Talaq:12)
Adnan Oktar (Harun Yahya) Kötülük, haksızlık, üzüntü, karamsarlık, sıkıntı, yalnızlık, korku, stres, güvensizlik, vicdansızlık, endişle, öfke, kıskançlık, kin, uyuşturucu bağımlılığı, ahlaksızlık, kumar, fuhuş, açlık, fakirlik,... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Kötülük, haksızlık, üzüntü, karamsarlık, sıkıntı, yalnızlık, korku, stres, güvensizlik, vicdansızlık, endişle, öfke, kıskançlık, kin, uyuşturucu bağımlılığı, ahlaksızlık, kumar, fuhuş, açlık, fakirlik, yolsuzluk, hırsızlık, kavga, düşmanlık, cinayet, savaş, çatışma, zulüm, ölüm korkusu... Tüm bunlar, hemen her gün gazete ve televizyonlarda gördüğünüz, günlük hayatta karşılaştığınız hatta bizzat yaşadığınız sorunlardandır.
İnsanların ve toplumların içinden çıkmak için uğraştıkları, her alanda mücadele verdikleri bu tür olumsuzluklar, kargaşalar ve karanlık toplumsal yapılar, dünya üzerinde yüzyıllardan beri hakimdir. Bunun için, eski Yunan'a veya Büyük Roma İmparatorluğu'na, Çarlık Rusyası'na ya da Aydınlanma Çağı'na, hatta dilerseniz iki büyük dünya savaşlarına ve büyük toplumsal olaylara sahne olan 20. yy'a göz atabilirsiniz. Hangi yüzyıla ve dünyanın neresine giderseniz gidin, genellikle manzara pek değişmez.
Peki insanlar bu kötülüklerle şimdiye dek mücadele etmişler midir ya da etmek için bir gayretleri var mıdır ?
Elbette, dünyanın hemen her döneminde insanlar bu sayılan olumsuzluklarla karşıkarşıya kalmışlar, bunlarla mücadele etmişler, ancak çareyi hep yanlış yöntemlerde aradıkları için bir türlü çözüm bulamamışlardır. Kurtuluşu kimi zaman değişik yönetim biçimleri denemekte, kimi zaman sapkın akımlara kapılmakta, devrimler yapmakta, çoğu kere de umursamazlık tercih edip, tüm bu olumsuzlukları kabullenmekte aramışlardır.
Günümüzde insanlar genelde böyle bir yaşam tarzına öylesine alışmışlardır ki yukarıda saydığımız sorunları hayatın gerçeği olarak kabul eder, bunların yaşamadığı bir toplumun var olabileceğini adeta imkansız olarak görürler. Böyle bir yaşantıdan memnun olmadıklarını sürekli dile getirirler ama içinde bulundukları şartlarda başka bir seçeneklerinin bulunmadığını düşünerek, bu yaşantıyı hemen kabullenirler.
Kötülük, haksızlık, üzüntü, karamsarlık, sıkıntı, yalnızlık, korku, stres, güvensizlik, vicdansızlık, endişle, öfke, kıskançlık, kin, uyuşturucu bağımlılığı, ahlaksızlık, kumar, fuhuş, açlık, fakirlik, yolsuzluk, hırsızlık, kavga, düşmanlık, cinayet, savaş, çatışma, zulüm, ölüm korkusu... Tüm bunlar, hemen her gün gazete ve televizyonlarda gördüğünüz, günlük hayatta karşılaştığınız hatta bizzat yaşadığınız sorunlardandır.
İnsanların ve toplumların içinden çıkmak için uğraştıkları, her alanda mücadele verdikleri bu tür olumsuzluklar, kargaşalar ve karanlık toplumsal yapılar, dünya üzerinde yüzyıllardan beri hakimdir. Bunun için, eski Yunan'a veya Büyük Roma İmparatorluğu'na, Çarlık Rusyası'na ya da Aydınlanma Çağı'na, hatta dilerseniz iki büyük dünya savaşlarına ve büyük toplumsal olaylara sahne olan 20. yy'a göz atabilirsiniz. Hangi yüzyıla ve dünyanın neresine giderseniz gidin, genellikle manzara pek değişmez.
Peki insanlar bu kötülüklerle şimdiye dek mücadele etmişler midir ya da etmek için bir gayretleri var mıdır ?
Elbette, dünyanın hemen her döneminde insanlar bu sayılan olumsuzluklarla karşıkarşıya kalmışlar, bunlarla mücadele etmişler, ancak çareyi hep yanlış yöntemlerde aradıkları için bir türlü çözüm bulamamışlardır. Kurtuluşu kimi zaman değişik yönetim biçimleri denemekte, kimi zaman sapkın akımlara kapılmakta, devrimler yapmakta, çoğu kere de umursamazlık tercih edip, tüm bu olumsuzlukları kabullenmekte aramışlardır.
Günümüzde insanlar genelde böyle bir yaşam tarzına öylesine alışmışlardır ki yukarıda saydığımız sorunları hayatın gerçeği olarak kabul eder, bunların yaşamadığı bir toplumun var olabileceğini adeta imkansız olarak görürler. Böyle bir yaşantıdan memnun olmadıklarını sürekli dile getirirler ama içinde bulundukları şartlarda başka bir seçeneklerinin bulunmadığını düşünerek, bu yaşantıyı hemen kabullenirler.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Giriş Bir bitki ya da hayvanın eski jeolojik çağlardan bu yana yer kabuğunda korunmuş olan kalıntılarına ya da izlerine fosil denir. Yeryüzünün her tarafından derlenmiş olan fosiller, dünyanın ilk... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Giriş
Bir bitki ya da hayvanın eski jeolojik çağlardan bu yana yer kabuğunda korunmuş olan kalıntılarına ya da izlerine fosil denir. Yeryüzünün her tarafından derlenmiş olan fosiller, dünyanın ilk dönemlerinden bu yana yeryüzünde yaşamış canlılar hakkında bilgi veren en önemli kaynaklardan biridir. Fosillerin araştırılması, günümüzde yaşayan canlıların eski formları hakkında olduğu gibi, soyu tükenmiş hayvanlar ve bitkiler konusunda da bilgilenmemizi sağlar. Bu bilgiler sayesinde, hangi zaman dilimlerinde hangi canlıların yaşadığı, bu canlıların özelliklerinin neler olduğu, günümüzdeki canlılara benzeyip benzemedikleri gibi konular da öğrenilmiş olur.
54-37 milyon yıllık kavak yaprağı fosilinin günümüzde yaşayan örneklerinden hiçbir farkı bulunmamaktadır.
Günümüzde geçersizliği bilimsel bulgularla kesin olarak ortaya konmuş olan Darwin'in evrim teorisine göre, canlılar tek bir sözde ortak atadan geliyordu. Darwin ve takipçileri, birbirinden çok farklı sayısız canlı türünün ortaya çıkışının, çok uzun bir zaman içinde birbirine eklenen küçük değişimlerle olduğunu iddia ediyorlardı. Teorinin bilim dışı iddialarına göre, kör tesadüfler ilk önce tek hücreli canlıyı meydana getirmişti. Yine tesadüflerle oluşan ve birleşmeye karar veren hücreler daha sonra, milyonlarca yıl içinde önce omurgasız deniz canlılarına, sonra balıklara dönüşmüşlerdi. Balıklar ise bir müddet sonra karaya çıkarak sürüngenleri oluşturmuşlardı. Kuşlar ve memeliler de sözde sürüngenlerden evrimleşmişlerdi.
Darwin
Charles Darwin
Eğer bu iddia doğru olsaydı, tarihte, farklı canlı türlerini birbirine bağlayacak çok sayıda "ara tür" yaşamış olması gerekirdi. Örneğin sürüngenler eğer gerçekten kuşlara evrimleşselerdi, tarihte milyarlarca yarı kuş-yarı sürüngen canlının yaşamış olması gerekirdi. Aynı şekilde yarı omurgasız yarı balık, yarı balık yarı sürüngen birçok ara canlı daha var olmalıydı. Ve bu ara canlılar, henüz tamamlanmamış, eksik organlara ve yapılara sahip olmalıydı. Üstelik eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışsa, bunların sayılarının ve türlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması, fosillerine de dünyanın dört bir yanında rastlanması gerekirdi.
Darwin bu hayali canlılara "ara geçiş formları" adını verdi. Teorisini ispatlamak içinse, bu ara geçiş formlarının kalıntılarının fosil kayıtlarında mutlaka bulunması gerektiğini biliyordu. Darwin, neden birçok ara geçiş formu olması gerektiğini şöyle açıklamıştı:
Tüm yaşayan türler –her cinsin atasıyla birlikte-, bugün yaşamakta olan türlerin evcil ve vahşi varyasyonları arasındaki farktan daha büyük olmayan farklarla bağlantılı olmalıdırlar.1
Darwin'in kastettiği şudur: Günümüzde yaşayan bir canlı türünün varyasyonları (örneğin cins bir köpek ile bir sokak köpeği) arasında ne kadar az fark varsa, hayali evrim süreci içinde birbirini izlediği iddia edilen "ata" ve "torun"lar arasında da o kadar az fark olmalıdır. Dolayısıyla, Darwin'in de belirttiği gibi evrim, eğer gerçekten var olsaydı, "çok küçük kademeli değişimlerle" ilerleyecekti. Mutasyona uğrayan bir canlıdaki değişiklik çok küçük olacaktı. Ayakların kanatlara, solungaçların akciğerlere, yüzgeçlerin ayaklara dönüşmesi gibi büyük değişimlerin meydana gelebilmesi için ise, milyonlarca küçük değişimin yine milyonlarca yıl içinde birikmesi gerekecekti. Bu süreç ise, milyonlarca ara form oluşmasına neden olacaktı. Darwin, bu açıklamasından sonra şu sonuca varmıştır:
Giriş
Bir bitki ya da hayvanın eski jeolojik çağlardan bu yana yer kabuğunda korunmuş olan kalıntılarına ya da izlerine fosil denir. Yeryüzünün her tarafından derlenmiş olan fosiller, dünyanın ilk dönemlerinden bu yana yeryüzünde yaşamış canlılar hakkında bilgi veren en önemli kaynaklardan biridir. Fosillerin araştırılması, günümüzde yaşayan canlıların eski formları hakkında olduğu gibi, soyu tükenmiş hayvanlar ve bitkiler konusunda da bilgilenmemizi sağlar. Bu bilgiler sayesinde, hangi zaman dilimlerinde hangi canlıların yaşadığı, bu canlıların özelliklerinin neler olduğu, günümüzdeki canlılara benzeyip benzemedikleri gibi konular da öğrenilmiş olur.
54-37 milyon yıllık kavak yaprağı fosilinin günümüzde yaşayan örneklerinden hiçbir farkı bulunmamaktadır.
Günümüzde geçersizliği bilimsel bulgularla kesin olarak ortaya konmuş olan Darwin'in evrim teorisine göre, canlılar tek bir sözde ortak atadan geliyordu. Darwin ve takipçileri, birbirinden çok farklı sayısız canlı türünün ortaya çıkışının, çok uzun bir zaman içinde birbirine eklenen küçük değişimlerle olduğunu iddia ediyorlardı. Teorinin bilim dışı iddialarına göre, kör tesadüfler ilk önce tek hücreli canlıyı meydana getirmişti. Yine tesadüflerle oluşan ve birleşmeye karar veren hücreler daha sonra, milyonlarca yıl içinde önce omurgasız deniz canlılarına, sonra balıklara dönüşmüşlerdi. Balıklar ise bir müddet sonra karaya çıkarak sürüngenleri oluşturmuşlardı. Kuşlar ve memeliler de sözde sürüngenlerden evrimleşmişlerdi.
Darwin
Charles Darwin
Eğer bu iddia doğru olsaydı, tarihte, farklı canlı türlerini birbirine bağlayacak çok sayıda "ara tür" yaşamış olması gerekirdi. Örneğin sürüngenler eğer gerçekten kuşlara evrimleşselerdi, tarihte milyarlarca yarı kuş-yarı sürüngen canlının yaşamış olması gerekirdi. Aynı şekilde yarı omurgasız yarı balık, yarı balık yarı sürüngen birçok ara canlı daha var olmalıydı. Ve bu ara canlılar, henüz tamamlanmamış, eksik organlara ve yapılara sahip olmalıydı. Üstelik eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışsa, bunların sayılarının ve türlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması, fosillerine de dünyanın dört bir yanında rastlanması gerekirdi.
Darwin bu hayali canlılara "ara geçiş formları" adını verdi. Teorisini ispatlamak içinse, bu ara geçiş formlarının kalıntılarının fosil kayıtlarında mutlaka bulunması gerektiğini biliyordu. Darwin, neden birçok ara geçiş formu olması gerektiğini şöyle açıklamıştı:
Tüm yaşayan türler –her cinsin atasıyla birlikte-, bugün yaşamakta olan türlerin evcil ve vahşi varyasyonları arasındaki farktan daha büyük olmayan farklarla bağlantılı olmalıdırlar.1
Darwin'in kastettiği şudur: Günümüzde yaşayan bir canlı türünün varyasyonları (örneğin cins bir köpek ile bir sokak köpeği) arasında ne kadar az fark varsa, hayali evrim süreci içinde birbirini izlediği iddia edilen "ata" ve "torun"lar arasında da o kadar az fark olmalıdır. Dolayısıyla, Darwin'in de belirttiği gibi evrim, eğer gerçekten var olsaydı, "çok küçük kademeli değişimlerle" ilerleyecekti. Mutasyona uğrayan bir canlıdaki değişiklik çok küçük olacaktı. Ayakların kanatlara, solungaçların akciğerlere, yüzgeçlerin ayaklara dönüşmesi gibi büyük değişimlerin meydana gelebilmesi için ise, milyonlarca küçük değişimin yine milyonlarca yıl içinde birikmesi gerekecekti. Bu süreç ise, milyonlarca ara form oluşmasına neden olacaktı. Darwin, bu açıklamasından sonra şu sonuca varmıştır:
Adnan Oktar (Harun Yahya) Hayatınız boyunca pek çok insanla karşılaşmışsınızdır. Ailenizin, arkadaşlarınızın, okul ve iş hayatınızda karşılaştığınız insanların yanı sıra, her gün gazete sayfalarında dünyanın farklı yerlerinden yüzlerce... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Hayatınız boyunca pek çok insanla karşılaşmışsınızdır. Ailenizin, arkadaşlarınızın, okul ve iş hayatınızda karşılaştığınız insanların yanı sıra, her gün gazete sayfalarında dünyanın farklı yerlerinden yüzlerce insan görmüş, televizyon ekranlarında yüzlerce insanın tavrını izlemişsinizdir. Bir an için hafızanızdaki bu görüntüleri gözünüzün önünden geçirin. Çocukluğunuzdan beri görmeye alıştığınız yüz ifadelerini, konuşmaları hatırlamaya çalışın; bir kısım insanların hayata dair yaptıkları yorumları, sıkıntılarını, dertlerini dile getirdikleri hallerini; iş arkadaşlarınızın her gün tekrarlanan günlük konuşmalarını, ailevi sorunlarından, maddi sıkıntılarından, insanlarla aralarındaki problemlerinden bahsedişlerini; sokakta gördüğünüz insanları, otobüs duraklarında bekleyen, trafik sıkışıklığında evine dönmeye çalışan, geçen arabaların su sıçrattığı insanların yüz ifadelerini, kendi kendilerine söylenişlerini gözünüzde canlandırın.
Eğlence programlarından ekranlara yansıyan insan manzaralarını hatırlayın; kameraların karşısında eğleniyor gibi görünmeye çalışıp mutluluk oyunu oynayan, birbirleriyle dost olduklarını söyleyen ama her fırsatta birbirlerinin arkasından olmadık kötü sözler sarf eden, kıskançlık, kin ya da rekabet gibi duygular nedeniyle huzursuzluktan kurtulamayan kimi insanların ya da meslekleri gereği başkalarını eğlendirmeye çalıştıkları halde, kendi mutsuzlukları her hallerinden anlaşılan bazı insanların ruh hallerinin nasıl olduğunu bir düşünün.
Bir de dünya şartlarında olabilecek en üst hayat seviyesini elde etmiş, istediği anda istediği herşeyi elde edebilecek kadar çok parası olan, en güzel evlerde oturup en son model arabalarla dolaşan, en pahalı giysileri giyen, kariyerleriyle, itibarlarıyla toplumda en saygı duyulan, en sözü dinlenir hale gelen insanların hayatlarına bir göz atın.
Tüm bunları dikkatlice aklınızdan geçirdiğinizde çok önemli bir gerçeği fark ettiğinizi göreceksiniz. Hangi şartlar altında olurlarsa olsunlar bu insanları ortak bir noktada birleştiren önemli bir benzerlik vardır; insanların büyük çoğunluğu mutsuz bir hayat sürmektedir.
Ne sahip oldukları mal-mülk, ne yaptıkları işler, ne de sevdikleri insanlar, bu kişileri gerçek anlamda mutlu etmeye yetmemektedir. Mutluluk, huzur, neşe, sevinç gibi özelliklerin yerine, bu insanların hayatına hakim olan hep hüzün, karamsarlık, ümitsizlik gibi olumsuzluklardır. Çoğu insanın hayatının büyük bölümü bu ruh halinde geçer. Bu insanların mutlu olabildikleri anlar ise hem geçicidir hem de gerçek mutlulukla kıyaslandığında son derece yüzeyseldir. Hatta bazen de, hem kendilerini hem de çevrelerindeki insanları kandırmaya yönelik taklitlerden ibarettir. İçten içe ise çevrelerindeki güzelliklerin tadını almalarını engelleyen gizli bir azap yaşarlar.
Peki ama bu insanlar neden mutsuzdur? Neden iç dünyalarında azap duyar, neden huzursuz bir yaşam sürerler?
Bu insanların, en güzel nimetlerin içerisinde bile azap çekmelerinin ve mutsuz olmalarının nedeni, Allah'tan uzak bir hayat sürüyor olmalarıdır. Allah insanlara mutluluğu ancak iman ile verir, hayatın güzelliklerinden gerçek anlamda zevk alabilmelerini ancak bu şekilde mümkün kılar. Kuran'a uygun samimi bir iman olmadığı sürece, insanların hiçbir yolla, hiçbir yöntemle gerçek mutluluğu elde edebilmeleri mümkün değildir.
İşte bu kitapta bu önemli gerçeğe dikkat çekecek ve insanları gerçek ve samimi imanı yaşamaya davet edeceğiz. Bazı insanların, mutlu olabilmelerini, nimetlerden zevk alabilmelerini engelleyen ve kendilerini azaba sürükleyen bu sistemi, aslında kendi elleriyle oluşturduklarını anlatacağız. Mutsuzluktan ve gizli azaplardan kurtulabilmenin tek çözümünün, Allah'a samimi bir kalple iman etmek olduğunu ortaya koyacağız. Allah'a karşı bu mutlak samimiyet elde edilmediği sürece, insanların hiçbir yolla gerçek anlamda mutluluğu yaşayamayacaklarını ve dünyadaki bu gizli azapların ahirette sonsuz bir azaba dönüşebileceğini hatırlatacağız.
Allah bir ayette, "Mü'minler gerçekten felah bulmuştur" (Müminun Suresi, 1) şeklinde buyurarak, mutluluğu ve kurtuluşu bulanların müminler olduklarını bildirmiştir.
Hayatınız boyunca pek çok insanla karşılaşmışsınızdır. Ailenizin, arkadaşlarınızın, okul ve iş hayatınızda karşılaştığınız insanların yanı sıra, her gün gazete sayfalarında dünyanın farklı yerlerinden yüzlerce insan görmüş, televizyon ekranlarında yüzlerce insanın tavrını izlemişsinizdir. Bir an için hafızanızdaki bu görüntüleri gözünüzün önünden geçirin. Çocukluğunuzdan beri görmeye alıştığınız yüz ifadelerini, konuşmaları hatırlamaya çalışın; bir kısım insanların hayata dair yaptıkları yorumları, sıkıntılarını, dertlerini dile getirdikleri hallerini; iş arkadaşlarınızın her gün tekrarlanan günlük konuşmalarını, ailevi sorunlarından, maddi sıkıntılarından, insanlarla aralarındaki problemlerinden bahsedişlerini; sokakta gördüğünüz insanları, otobüs duraklarında bekleyen, trafik sıkışıklığında evine dönmeye çalışan, geçen arabaların su sıçrattığı insanların yüz ifadelerini, kendi kendilerine söylenişlerini gözünüzde canlandırın.
Eğlence programlarından ekranlara yansıyan insan manzaralarını hatırlayın; kameraların karşısında eğleniyor gibi görünmeye çalışıp mutluluk oyunu oynayan, birbirleriyle dost olduklarını söyleyen ama her fırsatta birbirlerinin arkasından olmadık kötü sözler sarf eden, kıskançlık, kin ya da rekabet gibi duygular nedeniyle huzursuzluktan kurtulamayan kimi insanların ya da meslekleri gereği başkalarını eğlendirmeye çalıştıkları halde, kendi mutsuzlukları her hallerinden anlaşılan bazı insanların ruh hallerinin nasıl olduğunu bir düşünün.
Bir de dünya şartlarında olabilecek en üst hayat seviyesini elde etmiş, istediği anda istediği herşeyi elde edebilecek kadar çok parası olan, en güzel evlerde oturup en son model arabalarla dolaşan, en pahalı giysileri giyen, kariyerleriyle, itibarlarıyla toplumda en saygı duyulan, en sözü dinlenir hale gelen insanların hayatlarına bir göz atın.
Tüm bunları dikkatlice aklınızdan geçirdiğinizde çok önemli bir gerçeği fark ettiğinizi göreceksiniz. Hangi şartlar altında olurlarsa olsunlar bu insanları ortak bir noktada birleştiren önemli bir benzerlik vardır; insanların büyük çoğunluğu mutsuz bir hayat sürmektedir.
Ne sahip oldukları mal-mülk, ne yaptıkları işler, ne de sevdikleri insanlar, bu kişileri gerçek anlamda mutlu etmeye yetmemektedir. Mutluluk, huzur, neşe, sevinç gibi özelliklerin yerine, bu insanların hayatına hakim olan hep hüzün, karamsarlık, ümitsizlik gibi olumsuzluklardır. Çoğu insanın hayatının büyük bölümü bu ruh halinde geçer. Bu insanların mutlu olabildikleri anlar ise hem geçicidir hem de gerçek mutlulukla kıyaslandığında son derece yüzeyseldir. Hatta bazen de, hem kendilerini hem de çevrelerindeki insanları kandırmaya yönelik taklitlerden ibarettir. İçten içe ise çevrelerindeki güzelliklerin tadını almalarını engelleyen gizli bir azap yaşarlar.
Peki ama bu insanlar neden mutsuzdur? Neden iç dünyalarında azap duyar, neden huzursuz bir yaşam sürerler?
Bu insanların, en güzel nimetlerin içerisinde bile azap çekmelerinin ve mutsuz olmalarının nedeni, Allah'tan uzak bir hayat sürüyor olmalarıdır. Allah insanlara mutluluğu ancak iman ile verir, hayatın güzelliklerinden gerçek anlamda zevk alabilmelerini ancak bu şekilde mümkün kılar. Kuran'a uygun samimi bir iman olmadığı sürece, insanların hiçbir yolla, hiçbir yöntemle gerçek mutluluğu elde edebilmeleri mümkün değildir.
İşte bu kitapta bu önemli gerçeğe dikkat çekecek ve insanları gerçek ve samimi imanı yaşamaya davet edeceğiz. Bazı insanların, mutlu olabilmelerini, nimetlerden zevk alabilmelerini engelleyen ve kendilerini azaba sürükleyen bu sistemi, aslında kendi elleriyle oluşturduklarını anlatacağız. Mutsuzluktan ve gizli azaplardan kurtulabilmenin tek çözümünün, Allah'a samimi bir kalple iman etmek olduğunu ortaya koyacağız. Allah'a karşı bu mutlak samimiyet elde edilmediği sürece, insanların hiçbir yolla gerçek anlamda mutluluğu yaşayamayacaklarını ve dünyadaki bu gizli azapların ahirette sonsuz bir azaba dönüşebileceğini hatırlatacağız.
Allah bir ayette, "Mü'minler gerçekten felah bulmuştur" (Müminun Suresi, 1) şeklinde buyurarak, mutluluğu ve kurtuluşu bulanların müminler olduklarını bildirmiştir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Throughout history, human beings have understood the majesty of the mountains and the vastness of the heavens, even through the use of their primitive methods of observation. Though, they mistakenly thought... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Throughout history, human beings have understood the majesty of the mountains and the vastness of the heavens, even through the use of their primitive methods of observation. Though, they mistakenly thought these things would exist forever. This superstitious belief formed the backbone of polytheist and materialist Greek philosophies, and of the deviant religions of Sumer and Egypt.
The Qur'an tells us that those who believe this are in grave error. One of the things that Allah (God) reveals in the Qur'an is that the universe has been created and that it will come to an end. The universe will, as will human beings and all other living things, come to an end. This ordered world, which has functioned perfectly for billions of years, is the work of our Lord, Who created everything, though it will come to a grand end at His command, and at a time that He has determined.
The appointed time when the universe and every creature in it, from microorganisms to human beings, including stars and galaxies, will come to an end, is called the "Hour" in the Qur'an. This "Hour" refers to not just any hour; but is a word used specifically in the Qur'an to refer to that time when the world will come to an end.
Along with the announcement of the end of the world, the Qur'an contains detailed descriptions of the process of that event: "When the sky bursts open," "When the oceans surge into each other," "When the mountains are pulverized," "When the sun is compacted in blackness…" The horror and panic that people will experience at this dreadful calamity is related in detail in the Qur'an; the verses emphasize that there will be no escape and no place to hide. What we can conclude from this that the end of the world will be a catastrophe such as the world has never experienced before. Details of that even may also be found in other books of ours entitled, The Day of Resurrection, Death Resurrection Hell. This present book will treat the events that will happen as the Last Day approaches.
First, it must be stated that it is clear from a number of verses of the Qur'an, that the subject of the inevitable end of the world has excited interest in every period of history. In certain verses, it is related that people had asked the Prophet Muhammad (saas) about when the end of the world would come:
They will ask you about the Hour: when is it due? … (Surat al-A'raf: 187)
They ask you about the Hour: "When will it come?" (Surat an-Nazi'at: 42)
Allah commanded the Prophet (saas) to answer this question in the following way: "… Knowledge of it rests with my Lord alone..." (Surat al-A'raf: 187), meaning that only He knows the date of the Hour. Furthermore Allah has revealed in the Qur'an that He will grant this hidden knowledge to those Messengers whom He wills:
He is the Knower of the Unseen, and does not divulge His Unseen to anyone – except a Messenger with whom He is well pleased, and then He posts sentinels before him and behind him. (Surat al-Jinn: 26-27) Allah has revealed us that He had not kept that knowledge completely out of the reach of humans with the words "I almost keep it from the knowledge of others." (And Allah knows the truth.)
The Hour is coming, I almost keep it from the knowledge of others so that every self can be repaid for its efforts. (Surah Ta-Ha: 15)
Nobody can have knowledge of the Last Hour unless Allah wills otherwise. However, one can make an estimate as to its century based on the hadiths of the Prophet (saas) and signs in the Qur'an, and say, "the Last Hour will come when there are no believers left and disbelief reigns." As a matter of fact, the great ahl al-Sunnah scholars al-Barzanji and as-Suyuti state, based on the hadith of the Prophet (saas), that the life span of the Ummah will not exceed the Islamic year 1500, in other words it will end before Islamic 1600s. Bediuzzaman Said Nursi says, again according to the information given in the hadith, that Muslims will remain on Allah's true path and will be victorious until around Islamic year 1506 with the Last Hour probably taking place in 1545 (2120 according to the Gregorian calendar).
There are many verses that tell of the Hour, and when we examine them we encounter a great truth. The time of the Hour is not indicated in the Qur'an, but those events that will happen prior to it are described. In one verse Allah relates that there are several signs of the Hour:
What are they awaiting but for the Hour to come upon them suddenly? Its Signs have already come. What good will their Reminder be to them when it does arrive? (Surah Muhammad: 18)
Throughout history, human beings have understood the majesty of the mountains and the vastness of the heavens, even through the use of their primitive methods of observation. Though, they mistakenly thought these things would exist forever. This superstitious belief formed the backbone of polytheist and materialist Greek philosophies, and of the deviant religions of Sumer and Egypt.
The Qur'an tells us that those who believe this are in grave error. One of the things that Allah (God) reveals in the Qur'an is that the universe has been created and that it will come to an end. The universe will, as will human beings and all other living things, come to an end. This ordered world, which has functioned perfectly for billions of years, is the work of our Lord, Who created everything, though it will come to a grand end at His command, and at a time that He has determined.
The appointed time when the universe and every creature in it, from microorganisms to human beings, including stars and galaxies, will come to an end, is called the "Hour" in the Qur'an. This "Hour" refers to not just any hour; but is a word used specifically in the Qur'an to refer to that time when the world will come to an end.
Along with the announcement of the end of the world, the Qur'an contains detailed descriptions of the process of that event: "When the sky bursts open," "When the oceans surge into each other," "When the mountains are pulverized," "When the sun is compacted in blackness…" The horror and panic that people will experience at this dreadful calamity is related in detail in the Qur'an; the verses emphasize that there will be no escape and no place to hide. What we can conclude from this that the end of the world will be a catastrophe such as the world has never experienced before. Details of that even may also be found in other books of ours entitled, The Day of Resurrection, Death Resurrection Hell. This present book will treat the events that will happen as the Last Day approaches.
First, it must be stated that it is clear from a number of verses of the Qur'an, that the subject of the inevitable end of the world has excited interest in every period of history. In certain verses, it is related that people had asked the Prophet Muhammad (saas) about when the end of the world would come:
They will ask you about the Hour: when is it due? … (Surat al-A'raf: 187)
They ask you about the Hour: "When will it come?" (Surat an-Nazi'at: 42)
Allah commanded the Prophet (saas) to answer this question in the following way: "… Knowledge of it rests with my Lord alone..." (Surat al-A'raf: 187), meaning that only He knows the date of the Hour. Furthermore Allah has revealed in the Qur'an that He will grant this hidden knowledge to those Messengers whom He wills:
He is the Knower of the Unseen, and does not divulge His Unseen to anyone – except a Messenger with whom He is well pleased, and then He posts sentinels before him and behind him. (Surat al-Jinn: 26-27) Allah has revealed us that He had not kept that knowledge completely out of the reach of humans with the words "I almost keep it from the knowledge of others." (And Allah knows the truth.)
The Hour is coming, I almost keep it from the knowledge of others so that every self can be repaid for its efforts. (Surah Ta-Ha: 15)
Nobody can have knowledge of the Last Hour unless Allah wills otherwise. However, one can make an estimate as to its century based on the hadiths of the Prophet (saas) and signs in the Qur'an, and say, "the Last Hour will come when there are no believers left and disbelief reigns." As a matter of fact, the great ahl al-Sunnah scholars al-Barzanji and as-Suyuti state, based on the hadith of the Prophet (saas), that the life span of the Ummah will not exceed the Islamic year 1500, in other words it will end before Islamic 1600s. Bediuzzaman Said Nursi says, again according to the information given in the hadith, that Muslims will remain on Allah's true path and will be victorious until around Islamic year 1506 with the Last Hour probably taking place in 1545 (2120 according to the Gregorian calendar).
There are many verses that tell of the Hour, and when we examine them we encounter a great truth. The time of the Hour is not indicated in the Qur'an, but those events that will happen prior to it are described. In one verse Allah relates that there are several signs of the Hour:
What are they awaiting but for the Hour to come upon them suddenly? Its Signs have already come. What good will their Reminder be to them when it does arrive? (Surah Muhammad: 18)
Adnan Oktar (Harun Yahya) Önsöz (Bu Kur'an,) Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. (Sad Suresi, 29) Din ahlakından uzak toplumlarda çoğu zaman doğrular... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Önsöz
(Bu Kur'an,) Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.
(Sad Suresi, 29)
Din ahlakından uzak toplumlarda çoğu zaman doğrular yanlış, yanlışlar ise doğru olarak tanıtılır. Allah'ın hoşnut olmayacağı, hatalı bir tavır takdir ve teşvik görürken, güzel bir tavır ise son derece sıradan karşılanabilir, hatta eleştiri konusu olabilir. Yanlış ve doğruların birbiriyle karışması, din ahlakından uzak yaşayan toplumlarda sıkça rastlanan hatta genel yapıyı oluşturan bir durumdur.
Romantizm de "doğru" zannedilen yanlışlıklardan biridir. Romantizm cahiliye toplumları içinde şefkatli, iyi insanlara has, güzel bir özellik gibi gösterilir. Oysa bir insanın karşılaştığı olaylara duygusal bir yaklaşım göstermesi, kitap boyunca tüm detayları ile inceleyeceğimiz gibi, her yönden son derece tehlikelidir. Çünkü romantizm, insanlar için en önemli ve hayati özelliklerden biri olan "aklı" tamamen devre dışı bırakır.
Bu kitapta romantizm gibi bir konunun işlenmesindeki amaç, tehlikesiz gibi yansıtılan ama aslında insanlara umulmadık zararlar veren bir konuya dikkat çekmektir. Sıradan bir karakter özelliği zannedilen romantizmin, içten içe gerek toplumlar gerekse bireyler için ne kadar ciddi bir tehdit oluşturduğunu gözler önüne sermektir. Ve elbette bu tehlikeden kurtulmanın ne kadar kolay olduğunu, Allah'ın tüm insanlara gönderdiği bir rehber olan Kuran'a uyulduğu takdirde insanın duygularının aklının önüne geçemeyeceğini örneklerle göstermektir.
Önsöz
(Bu Kur'an,) Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.
(Sad Suresi, 29)
Din ahlakından uzak toplumlarda çoğu zaman doğrular yanlış, yanlışlar ise doğru olarak tanıtılır. Allah'ın hoşnut olmayacağı, hatalı bir tavır takdir ve teşvik görürken, güzel bir tavır ise son derece sıradan karşılanabilir, hatta eleştiri konusu olabilir. Yanlış ve doğruların birbiriyle karışması, din ahlakından uzak yaşayan toplumlarda sıkça rastlanan hatta genel yapıyı oluşturan bir durumdur.
Romantizm de "doğru" zannedilen yanlışlıklardan biridir. Romantizm cahiliye toplumları içinde şefkatli, iyi insanlara has, güzel bir özellik gibi gösterilir. Oysa bir insanın karşılaştığı olaylara duygusal bir yaklaşım göstermesi, kitap boyunca tüm detayları ile inceleyeceğimiz gibi, her yönden son derece tehlikelidir. Çünkü romantizm, insanlar için en önemli ve hayati özelliklerden biri olan "aklı" tamamen devre dışı bırakır.
Bu kitapta romantizm gibi bir konunun işlenmesindeki amaç, tehlikesiz gibi yansıtılan ama aslında insanlara umulmadık zararlar veren bir konuya dikkat çekmektir. Sıradan bir karakter özelliği zannedilen romantizmin, içten içe gerek toplumlar gerekse bireyler için ne kadar ciddi bir tehdit oluşturduğunu gözler önüne sermektir. Ve elbette bu tehlikeden kurtulmanın ne kadar kolay olduğunu, Allah'ın tüm insanlara gönderdiği bir rehber olan Kuran'a uyulduğu takdirde insanın duygularının aklının önüne geçemeyeceğini örneklerle göstermektir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Giriş Sonsuzluk kelimesi sizin için ne ifade eder? manzara, akan su Sonsuz zaman deyince genellikle insanların aklına yüz bin yıl, bir milyon yıl ya da bir milyar yıl gibi rakamlar gelir. Bu sürelerin çok... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Giriş
Sonsuzluk kelimesi sizin için ne ifade eder?
manzara, akan su
Sonsuz zaman deyince genellikle insanların aklına yüz bin yıl, bir milyon yıl ya da bir milyar yıl gibi rakamlar gelir. Bu sürelerin çok uzun olduğu, asla tükenmeyeceği düşünülür. Sonsuz uzaklık deyince de yine genellikle akıllara yüz bin ışık yılı, bir milyon ışık yılı ya da bir milyar ışık yılı gibi uzaklıklar gelir.
Oysa bunlar son derece sınırlı düşünceler ve kavramlardır. Şöyle bir örnekle sonsuzluğun ne derece olağanüstü bir büyüklük olduğunu vurgulayabiliriz: Yüz katrilyon insan olsa, tüm hayatları boyunca gece gündüz hiç durmadan sayı saysalar, üstelik yüz katrilyon yıl ömürleri olsa ve ömürleri boyunca başka hiçbir iş yapmadan bu işle uğraşsalar, yine de sonsuzluğa ulaşamazlar. Çünkü sonsuzluk, hiç bitmeyecek, başı ve sonu olmayan bir büyüklüğü ifade eder.
Allah öyle büyük bir ilme sahiptir ki insana göre "sonsuz" olan ve bu yüzden asla hesaplamaya güç yetiremeyeceği bu kavram, Allah'ın Katında sona ermiştir. Bizim için sonsuzluk asla ulaşılamayacak bir kavram gibi görünür ama aslında Allah Katında sonsuzluk tek bir andır…
Elinizdeki kitapta sonsuzluk, zamansızlık, mekansızlık konularında hiçbir yerde bulamayacağınız açıklamaları görecek ve sonsuzluğun aslında başlamış olduğuna dair son derece önemli gerçeklerle karşılaşacaksınız. Böylece Allah'ın yüceliğini, büyüklüğünü ve yaratma sanatını bir kez daha takdir etme fırsatı bulacaksınız. İnsanların her zaman merak ettikleri; Allah'ın nerede olduğu, ölümün mahiyeti, öldükten sonra yeniden dirilme, insan için sonsuz bir yaşamın varlığı, tüm bunların ne zaman olacağı gibi pek çok sorunun da yanıtını bulacaksınız.
Ama tüm bunlara geçmeden önce, anlatılacak konuların rahatlıkla kavranabilmesi açısından, yaşadığımız dünyadaki "maddenin gerçek niteliği" ve "zamansızlık" konuları detaylı olarak incelenecektir.
Giriş
Sonsuzluk kelimesi sizin için ne ifade eder?
manzara, akan su
Sonsuz zaman deyince genellikle insanların aklına yüz bin yıl, bir milyon yıl ya da bir milyar yıl gibi rakamlar gelir. Bu sürelerin çok uzun olduğu, asla tükenmeyeceği düşünülür. Sonsuz uzaklık deyince de yine genellikle akıllara yüz bin ışık yılı, bir milyon ışık yılı ya da bir milyar ışık yılı gibi uzaklıklar gelir.
Oysa bunlar son derece sınırlı düşünceler ve kavramlardır. Şöyle bir örnekle sonsuzluğun ne derece olağanüstü bir büyüklük olduğunu vurgulayabiliriz: Yüz katrilyon insan olsa, tüm hayatları boyunca gece gündüz hiç durmadan sayı saysalar, üstelik yüz katrilyon yıl ömürleri olsa ve ömürleri boyunca başka hiçbir iş yapmadan bu işle uğraşsalar, yine de sonsuzluğa ulaşamazlar. Çünkü sonsuzluk, hiç bitmeyecek, başı ve sonu olmayan bir büyüklüğü ifade eder.
Allah öyle büyük bir ilme sahiptir ki insana göre "sonsuz" olan ve bu yüzden asla hesaplamaya güç yetiremeyeceği bu kavram, Allah'ın Katında sona ermiştir. Bizim için sonsuzluk asla ulaşılamayacak bir kavram gibi görünür ama aslında Allah Katında sonsuzluk tek bir andır…
Elinizdeki kitapta sonsuzluk, zamansızlık, mekansızlık konularında hiçbir yerde bulamayacağınız açıklamaları görecek ve sonsuzluğun aslında başlamış olduğuna dair son derece önemli gerçeklerle karşılaşacaksınız. Böylece Allah'ın yüceliğini, büyüklüğünü ve yaratma sanatını bir kez daha takdir etme fırsatı bulacaksınız. İnsanların her zaman merak ettikleri; Allah'ın nerede olduğu, ölümün mahiyeti, öldükten sonra yeniden dirilme, insan için sonsuz bir yaşamın varlığı, tüm bunların ne zaman olacağı gibi pek çok sorunun da yanıtını bulacaksınız.
Ama tüm bunlara geçmeden önce, anlatılacak konuların rahatlıkla kavranabilmesi açısından, yaşadığımız dünyadaki "maddenin gerçek niteliği" ve "zamansızlık" konuları detaylı olarak incelenecektir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Bu kitapta insan vücudundaki bazı sistemlerin nasıl çalıştığı anlatılmakta, bu sistemlerin parçalarından örnekler verilmektedir. Ancak insan bedeni ile ilgili yazılmış birçok kitaptan farklı olarak bu kitapta... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Bu kitapta insan vücudundaki bazı sistemlerin nasıl çalıştığı anlatılmakta, bu sistemlerin parçalarından örnekler verilmektedir. Ancak insan bedeni ile ilgili yazılmış birçok kitaptan farklı olarak bu kitapta sıklıkla vurgulanan bazı önemli noktalar bulunmaktadır. Burada bilgiler detaya inilerek incelenmekte, insan bedeninin her milimetrekaresindeki ince tasarıma dikkat çekilmekte, bedenin derinliklerinde mucizevi işlemler gerçekleştiren hücreler, dokular, moleküller ve salgılar ön plana çıkarılmaktadır.
Ayrıca kitapta zaman zaman konularla ilgili teknik bilgiler de verilmektedir. Bundaki amaç insanın kendi bedenindeki kompleks yapıyı daha iyi anlamasını sağlamaktır. Ve insanın kendi bedeninde gerçekleşen olaylara ülfetsiz bakmasını sağlamak, okuyucuyu derin düşünmeye teşvik etmektir.
Bunu sağlamak için kitabı okurken öncelikle kendi bedeninizin içinde bir yolculuğa çıktığınızı düşünün. Bu yolculukta sizi akılalmaz sürprizler beklemektedir. Kalbinizin içinde bir jeneratör bulunduğunu, bu jeneratör devreden çıktığı anda yedek bir jeneratörün devreye girdiğini göreceksiniz. İnce bağırsağınızda bulunan hücrelerin, önlerinden geçen yüzlerce farklı madde arasından demir atomunu tanıyabildiklerine ve yakaladıklarına şahit olacaksınız. Baş bölgenizde bulunan hormonal bir bezde üretilen hormon molekülünün, uzun bir yolculuk sonucunda çok uzakta bulunan hedefine -örneğin böbreğinize- ulaştığını ve burada bulunan hücrelere ne yapmaları gerektiğini emrettiğini göreceksiniz. Bu yolculuk sırasında doğduğunuz günden beri "benim bedenim", "bana ait" diye sahip çıktığınız kendi vücudunuzun içinde, derinizin hemen birkaç milim altından başlayarak derinliklere kadar her noktada gerçekleşen mucizevi olaylara şahit olacaksınız.
İnsan bedeni, bu açıdan bakıldığında, kendi içinde apayrı bir "alem", apayrı bir "şehir" gibidir. Bu şehrin içinde ulaşım yolları, binalar, fabrikalar, alt yapı sistemi, en üstün teknolojilerden daha üstün teknolojiye sahip cihazlar, kendisinden hiç beklenmeyecek şekilde şuur gösteren, konusunda uzmanlaşmış elemanlar (hücreler, hormonlar, salgı bezleri), tam teçhizatlı askerler ve daha birçoğu mevcuttur. Üstelik bu "alem" yalnızca sizin bedeninizin içinde değildir. Çevrenizde gördüğünüz her insan, anneniz, babanız, kardeşiniz, dostlarınız, çalışma arkadaşlarınız, sokakta yanından geçtiğiniz insanlar, televizyonda izlediğiniz oyuncular kısacası yeryüzünde şu an yaşamakta olan milyarlarca insan, bu mucizevi "alem"e sahiptir. Aynı şekilde bundan yüzlerce, binlerce yıl önce yaşamış olan; milattan önceki dönemlerde yeryüzünde bulunan, hatta ilk insan var olduğundan beri yaşamış olan tüm insanlar da bu kusursuz "alem"e sahiptiler. Tıpkı günümüzde yaşayan insanlar gibi geçmişte yaşayan insanların da vücutlarında kusursuz sistemleri, şuur gösterileri sergileyen trilyonlarca hücreleri, karar alma mekanizmasına sahip salgı bezleri, üstün teknolojiye sahip organları vardı.
Bu küçük "alem" içinde gerçekleşen olayları düşünmek ve bu şekilde değerlendirmek son derece önemlidir. Çünkü bunu düşünmeye başlayan insan, büyük bir büyüden kurtulmada ilk adımı atmış olacaktır. Kendi bedeninde -örneğin kendi kalbinde- var olan sistemlerin mükemmelliğini bilen ve bu sistemin tasarımındaki aklı kavrayan bir insana"kalp tesadüfen bu özellikleri kazanmıştır" diyerek evrimci masallar anlatmak mümkün değildir artık. Bu insan, şuursuz atomların biraraya gelmesiyle oluşan hücrelerinin, tüm bunları kendi kendilerine yapamayacağını bilecek ve hücrelerinin sergiledikleri aklın kime ait olduğu sorusunun cevabını bulmaya çalışacaktır.
Bu kitapta insan vücudundaki bazı sistemlerin nasıl çalıştığı anlatılmakta, bu sistemlerin parçalarından örnekler verilmektedir. Ancak insan bedeni ile ilgili yazılmış birçok kitaptan farklı olarak bu kitapta sıklıkla vurgulanan bazı önemli noktalar bulunmaktadır. Burada bilgiler detaya inilerek incelenmekte, insan bedeninin her milimetrekaresindeki ince tasarıma dikkat çekilmekte, bedenin derinliklerinde mucizevi işlemler gerçekleştiren hücreler, dokular, moleküller ve salgılar ön plana çıkarılmaktadır.
Ayrıca kitapta zaman zaman konularla ilgili teknik bilgiler de verilmektedir. Bundaki amaç insanın kendi bedenindeki kompleks yapıyı daha iyi anlamasını sağlamaktır. Ve insanın kendi bedeninde gerçekleşen olaylara ülfetsiz bakmasını sağlamak, okuyucuyu derin düşünmeye teşvik etmektir.
Bunu sağlamak için kitabı okurken öncelikle kendi bedeninizin içinde bir yolculuğa çıktığınızı düşünün. Bu yolculukta sizi akılalmaz sürprizler beklemektedir. Kalbinizin içinde bir jeneratör bulunduğunu, bu jeneratör devreden çıktığı anda yedek bir jeneratörün devreye girdiğini göreceksiniz. İnce bağırsağınızda bulunan hücrelerin, önlerinden geçen yüzlerce farklı madde arasından demir atomunu tanıyabildiklerine ve yakaladıklarına şahit olacaksınız. Baş bölgenizde bulunan hormonal bir bezde üretilen hormon molekülünün, uzun bir yolculuk sonucunda çok uzakta bulunan hedefine -örneğin böbreğinize- ulaştığını ve burada bulunan hücrelere ne yapmaları gerektiğini emrettiğini göreceksiniz. Bu yolculuk sırasında doğduğunuz günden beri "benim bedenim", "bana ait" diye sahip çıktığınız kendi vücudunuzun içinde, derinizin hemen birkaç milim altından başlayarak derinliklere kadar her noktada gerçekleşen mucizevi olaylara şahit olacaksınız.
İnsan bedeni, bu açıdan bakıldığında, kendi içinde apayrı bir "alem", apayrı bir "şehir" gibidir. Bu şehrin içinde ulaşım yolları, binalar, fabrikalar, alt yapı sistemi, en üstün teknolojilerden daha üstün teknolojiye sahip cihazlar, kendisinden hiç beklenmeyecek şekilde şuur gösteren, konusunda uzmanlaşmış elemanlar (hücreler, hormonlar, salgı bezleri), tam teçhizatlı askerler ve daha birçoğu mevcuttur. Üstelik bu "alem" yalnızca sizin bedeninizin içinde değildir. Çevrenizde gördüğünüz her insan, anneniz, babanız, kardeşiniz, dostlarınız, çalışma arkadaşlarınız, sokakta yanından geçtiğiniz insanlar, televizyonda izlediğiniz oyuncular kısacası yeryüzünde şu an yaşamakta olan milyarlarca insan, bu mucizevi "alem"e sahiptir. Aynı şekilde bundan yüzlerce, binlerce yıl önce yaşamış olan; milattan önceki dönemlerde yeryüzünde bulunan, hatta ilk insan var olduğundan beri yaşamış olan tüm insanlar da bu kusursuz "alem"e sahiptiler. Tıpkı günümüzde yaşayan insanlar gibi geçmişte yaşayan insanların da vücutlarında kusursuz sistemleri, şuur gösterileri sergileyen trilyonlarca hücreleri, karar alma mekanizmasına sahip salgı bezleri, üstün teknolojiye sahip organları vardı.
Bu küçük "alem" içinde gerçekleşen olayları düşünmek ve bu şekilde değerlendirmek son derece önemlidir. Çünkü bunu düşünmeye başlayan insan, büyük bir büyüden kurtulmada ilk adımı atmış olacaktır. Kendi bedeninde -örneğin kendi kalbinde- var olan sistemlerin mükemmelliğini bilen ve bu sistemin tasarımındaki aklı kavrayan bir insana"kalp tesadüfen bu özellikleri kazanmıştır" diyerek evrimci masallar anlatmak mümkün değildir artık. Bu insan, şuursuz atomların biraraya gelmesiyle oluşan hücrelerinin, tüm bunları kendi kendilerine yapamayacağını bilecek ve hücrelerinin sergiledikleri aklın kime ait olduğu sorusunun cevabını bulmaya çalışacaktır.
Adnan Oktar (Harun Yahya) In the Qur'an Allah reveals a very important truth:""You will not attain true goodness until you give of what you love." " (Surah Al 'Imran, 92) Self-sacrifice, one of the basic moral qualities that allows... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
In the Qur'an Allah reveals a very important truth:""You will not attain true goodness until you give of what you love." " (Surah Al 'Imran, 92) Self-sacrifice, one of the basic moral qualities that allows people to attain real goodness, can enable individuals to give up, happily and without a second thought, all that they own, love, and value. When necessary, they will endure every difficulty and exert all of their energy for the sake of their values and loved ones. When faced with choosing between their own advantage and that of their loved ones, they will forego their own benefit and make the greatest physical and emotional sacrifice that they can for their loved ones.
All people are created with negative moral tendencies that direct them toward selfishness and egotism. If one's lower self is not trained, this selfishness will take control of one's moral character. Generally, such people think first - or even exclusively - about themselves. They always want the best of everything and expect to be treated with understanding and kindness. When difficulties arise, they expect others to take risks for them and support them at the cost of their own advantage. They always want to protect their own interests and comfort. When faced with adversity, they renounce whatever they value for the sake of protecting their interests and avoiding any harm to themselves. Allah describes the extent of this selfish passion:
Truly humanity was created headstrong – desperate when bad things happen, begrudging when good things come. (Surat al-Ma'arij, 19-21)
People can overcome their lower self by understanding belief in Allah and practicing the Qur'an's moral teachings. Those who grasp the truths revealed in the Qur'an and understand the morality that Allah has laid down for humanity are always able to sacrifice for others. Allah says that those who master their lower self will attain salvation in this world and the Hereafter: "The people who are protected from the avarice of their own selves are successful." (Surat at-Taghabun, 16)
Allah created the human conscience to help people avoid evil and practice the morality that pleases Him. The conscience always warns against evil and shows the way to goodness. The deep love for Allah and strong fear and respect for Him that reside in the believers' heart prevent them from being overcome by their lower self. They know that the main reasons for their existence are to win Allah's favor and to conduct themselves in ways that earn His good pleasure. They know that this earthly life is very short and that they have to work to attain success in the Hereafter. They do not forget that all of this world's benefits are transitory and that one day they will stand in Allah's Presence and account for their life. They are aware that those who pursue their own interests here, instead of trying to attain Allah's favor, mercy, and Paradise, will suffer eternal agony. In addition, they know that Allah will reward their self-sacrificial moral character with good things in this world and incomparable eternal blessings in the Hereafter:
Those who do good will have the best, and more. Neither dust nor debasement will darken their faces. They are the Companions of the Garden, remaining in it timelessly, forever. (Surah Yunus, 26)
So Allah gave them the reward of this world and the best reward of the Hereafter. Allah loves good-doers. (Surah Al 'Imran, 148)
If anyone desires the reward of this world, We will give him some of it. If anyone desires the reward of the Hereafter, We will give him some of it. We will recompense the thankful. (Surah Al 'Imran, 145)
However, self-sacrifice is far more than just giving part of one's possesssions to someone in need. For believers, it is a way of life that comes from the strength of their belief, pervades their whole life, and requires that they sensitize themselves to their surroundings. This involves feeling a sense of personal responsibility for social problems and trying to solve the problems of oppressed and needy people. Rather than thinking that the rich and powerful will take care of these problems, they consider it a moral imperative and a demand of their conscience to get involved, for being a virtuous person means to act in the knowledge that every believer who listens to his/her conscience and fears and respects Allah has a responsibility:
"Would that there had been more people with a vestige of good among the generations of those who came before you, who forbade corruption in the land, other than the few among them whom We saved. Those who did wrong gladly pursued the life of luxury that they were given and were evildoers. " (Surah Hud, 116)
This book will examine the nature of self-sacrifice from all of these angles. We will see that self-sacrifice is a moral virtue that must dominate a believer's life and that it must be lived in its totality to win Allah's favor. Basing their life on this strong understanding, believers strive toward what is good and thus serve as examples of this goodness both in this life and the Hereafter.
Some people avoid self-sacrifice, preferring this world's transient benefits to winning Allah's favor. But sooner or later, they will suffer great loss in both worlds. Thus, this book will stress the importance of this fact and call upon all believers to follow their conscience and lead lives of self-sacrifice. As Allah states in the Qur'an:
"Say: "My prayer and my rites, my living and my dying, are for Allah alone, the Lord of all the worlds." " (Surat al-An'am, 162)
In the Qur'an Allah reveals a very important truth:""You will not attain true goodness until you give of what you love." " (Surah Al 'Imran, 92) Self-sacrifice, one of the basic moral qualities that allows people to attain real goodness, can enable individuals to give up, happily and without a second thought, all that they own, love, and value. When necessary, they will endure every difficulty and exert all of their energy for the sake of their values and loved ones. When faced with choosing between their own advantage and that of their loved ones, they will forego their own benefit and make the greatest physical and emotional sacrifice that they can for their loved ones.
All people are created with negative moral tendencies that direct them toward selfishness and egotism. If one's lower self is not trained, this selfishness will take control of one's moral character. Generally, such people think first - or even exclusively - about themselves. They always want the best of everything and expect to be treated with understanding and kindness. When difficulties arise, they expect others to take risks for them and support them at the cost of their own advantage. They always want to protect their own interests and comfort. When faced with adversity, they renounce whatever they value for the sake of protecting their interests and avoiding any harm to themselves. Allah describes the extent of this selfish passion:
Truly humanity was created headstrong – desperate when bad things happen, begrudging when good things come. (Surat al-Ma'arij, 19-21)
People can overcome their lower self by understanding belief in Allah and practicing the Qur'an's moral teachings. Those who grasp the truths revealed in the Qur'an and understand the morality that Allah has laid down for humanity are always able to sacrifice for others. Allah says that those who master their lower self will attain salvation in this world and the Hereafter: "The people who are protected from the avarice of their own selves are successful." (Surat at-Taghabun, 16)
Allah created the human conscience to help people avoid evil and practice the morality that pleases Him. The conscience always warns against evil and shows the way to goodness. The deep love for Allah and strong fear and respect for Him that reside in the believers' heart prevent them from being overcome by their lower self. They know that the main reasons for their existence are to win Allah's favor and to conduct themselves in ways that earn His good pleasure. They know that this earthly life is very short and that they have to work to attain success in the Hereafter. They do not forget that all of this world's benefits are transitory and that one day they will stand in Allah's Presence and account for their life. They are aware that those who pursue their own interests here, instead of trying to attain Allah's favor, mercy, and Paradise, will suffer eternal agony. In addition, they know that Allah will reward their self-sacrificial moral character with good things in this world and incomparable eternal blessings in the Hereafter:
Those who do good will have the best, and more. Neither dust nor debasement will darken their faces. They are the Companions of the Garden, remaining in it timelessly, forever. (Surah Yunus, 26)
So Allah gave them the reward of this world and the best reward of the Hereafter. Allah loves good-doers. (Surah Al 'Imran, 148)
If anyone desires the reward of this world, We will give him some of it. If anyone desires the reward of the Hereafter, We will give him some of it. We will recompense the thankful. (Surah Al 'Imran, 145)
However, self-sacrifice is far more than just giving part of one's possesssions to someone in need. For believers, it is a way of life that comes from the strength of their belief, pervades their whole life, and requires that they sensitize themselves to their surroundings. This involves feeling a sense of personal responsibility for social problems and trying to solve the problems of oppressed and needy people. Rather than thinking that the rich and powerful will take care of these problems, they consider it a moral imperative and a demand of their conscience to get involved, for being a virtuous person means to act in the knowledge that every believer who listens to his/her conscience and fears and respects Allah has a responsibility:
"Would that there had been more people with a vestige of good among the generations of those who came before you, who forbade corruption in the land, other than the few among them whom We saved. Those who did wrong gladly pursued the life of luxury that they were given and were evildoers. " (Surah Hud, 116)
This book will examine the nature of self-sacrifice from all of these angles. We will see that self-sacrifice is a moral virtue that must dominate a believer's life and that it must be lived in its totality to win Allah's favor. Basing their life on this strong understanding, believers strive toward what is good and thus serve as examples of this goodness both in this life and the Hereafter.
Some people avoid self-sacrifice, preferring this world's transient benefits to winning Allah's favor. But sooner or later, they will suffer great loss in both worlds. Thus, this book will stress the importance of this fact and call upon all believers to follow their conscience and lead lives of self-sacrifice. As Allah states in the Qur'an:
"Say: "My prayer and my rites, my living and my dying, are for Allah alone, the Lord of all the worlds." " (Surat al-An'am, 162)
Adnan Oktar (Harun Yahya) Sevgili çocuklar, bu kitapta sizlerle birlikte etrafımızdaki canlı ve cansız varlıkların yaratılışlarındaki harikalıkları keşfedeceğiz. İleriki sayfalarda, doğadaki birbirinden sevimli canlıların ilginç ve... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Sevgili çocuklar, bu kitapta sizlerle birlikte etrafımızdaki canlı ve cansız varlıkların yaratılışlarındaki harikalıkları keşfedeceğiz. İleriki sayfalarda, doğadaki birbirinden sevimli canlıların ilginç ve şaşırtıcı özelliklerini öğreneceksiniz.
Bu kitabı okurken, Allah'ın tüm canlıları en güzel biçimde yarattığını ve her birinin O'nun sonsuz güzelliğini, gücünü ve bilgisini yansıttığını göreceksiniz.
"Hayvanların ne kadarını tanıyorsunuz?" sorusuna, "çoğunu" cevabını verdiğinizi duyar gibiyiz. Peki tanıdığınız hayvanların yaşamları hakkında neler biliyorsunuz? Nasıl doğup nasıl yaşıyorlar, kendilerini nasıl savunup, nasıl yiyecek buluyorlar?... "Pek bir şey bilmiyorum" dediğinizi tahmin etmek zor değil ama bu kitabı okudukça onlar hakkında çok ilginç bilgiler edineceksiniz. Allah'ın bu sevimli canlılarda yarattığı çeşit çeşit birbirinden mükemmel ve şaşırtıcı özellikleri göreceksiniz.
Onların çoğunu yakından tanıyorsunuz. Ama bu kitapta bugüne kadar belki hiç görmediğiniz, hatta adını bile duymadığınız hayvanlarla, onların gizli ve sevimli dünyalarıyla da tanışacaksınız. Ve hepsini çok seveceksiniz. Hayvanların bazı şeyleri nasıl olup da yapabildiklerini hayretle okuyup, şaşıracaksınız. Dünyanın en hızlı koşucularından biri olan devekuşunu, en iyi atlayıcılarından olan kaplanı, keskin dişleriyle sincapları ve göz alıcı güzellikleri ile tavus kuşlarını hem de birbirinden güzel fotoğraflarıyla görüp tanıyacaksınız. Ama emin olun, bu canlılar öğreneceklerinizin yalnızca birkaçı... Dünyada sayamayacağınız kadar çok hayvan türü var.
Sevgili çocuklar, bu kitapta sizlerle birlikte etrafımızdaki canlı ve cansız varlıkların yaratılışlarındaki harikalıkları keşfedeceğiz. İleriki sayfalarda, doğadaki birbirinden sevimli canlıların ilginç ve şaşırtıcı özelliklerini öğreneceksiniz.
Bu kitabı okurken, Allah'ın tüm canlıları en güzel biçimde yarattığını ve her birinin O'nun sonsuz güzelliğini, gücünü ve bilgisini yansıttığını göreceksiniz.
"Hayvanların ne kadarını tanıyorsunuz?" sorusuna, "çoğunu" cevabını verdiğinizi duyar gibiyiz. Peki tanıdığınız hayvanların yaşamları hakkında neler biliyorsunuz? Nasıl doğup nasıl yaşıyorlar, kendilerini nasıl savunup, nasıl yiyecek buluyorlar?... "Pek bir şey bilmiyorum" dediğinizi tahmin etmek zor değil ama bu kitabı okudukça onlar hakkında çok ilginç bilgiler edineceksiniz. Allah'ın bu sevimli canlılarda yarattığı çeşit çeşit birbirinden mükemmel ve şaşırtıcı özellikleri göreceksiniz.
Onların çoğunu yakından tanıyorsunuz. Ama bu kitapta bugüne kadar belki hiç görmediğiniz, hatta adını bile duymadığınız hayvanlarla, onların gizli ve sevimli dünyalarıyla da tanışacaksınız. Ve hepsini çok seveceksiniz. Hayvanların bazı şeyleri nasıl olup da yapabildiklerini hayretle okuyup, şaşıracaksınız. Dünyanın en hızlı koşucularından biri olan devekuşunu, en iyi atlayıcılarından olan kaplanı, keskin dişleriyle sincapları ve göz alıcı güzellikleri ile tavus kuşlarını hem de birbirinden güzel fotoğraflarıyla görüp tanıyacaksınız. Ama emin olun, bu canlılar öğreneceklerinizin yalnızca birkaçı... Dünyada sayamayacağınız kadar çok hayvan türü var.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Elinizdeki kitap, 1993 yılında yayınlanmış olan "Yehova'nın Oğulları ve Masonlar" isimli kitabımızın bazı ilavelerle güncellenmiş halidir. Soğuk Savaşın henüz sona erdiği dönemde hazırlanan söz konusu kitap,... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Elinizdeki kitap, 1993 yılında yayınlanmış olan "Yehova'nın Oğulları ve Masonlar" isimli kitabımızın bazı ilavelerle güncellenmiş halidir. Soğuk Savaşın henüz sona erdiği dönemde hazırlanan söz konusu kitap, gerek dönemin gelişmeleri üzerine yapılan yorumlar gerekse de bu gelişmelerin tarihi bağlantıları üzerine yapılan değerlendirmeler ile büyük yankı uyandırmıştır. Bu yönü ile önemli bir kaynak eser konumunda olan kitap, aynı zamanda dünyanın en karanlık örgütlenmelerinden biri olan masonluk hakkında da çok önemli bilgiler içermektedir. Bununla birlikte masonluk ile radikal Siyonist ideolojiye bağlı bazı Yahudiler arasındaki ilişkiler de kitapta incelenmektedir.
Elinizdeki kitap, 1993 yılında yayınlanmış olan "Yehova'nın Oğulları ve Masonlar" isimli kitabımızın bazı ilavelerle güncellenmiş halidir. Soğuk Savaşın henüz sona erdiği dönemde hazırlanan söz konusu kitap, gerek dönemin gelişmeleri üzerine yapılan yorumlar gerekse de bu gelişmelerin tarihi bağlantıları üzerine yapılan değerlendirmeler ile büyük yankı uyandırmıştır. Bu yönü ile önemli bir kaynak eser konumunda olan kitap, aynı zamanda dünyanın en karanlık örgütlenmelerinden biri olan masonluk hakkında da çok önemli bilgiler içermektedir. Bununla birlikte masonluk ile radikal Siyonist ideolojiye bağlı bazı Yahudiler arasındaki ilişkiler de kitapta incelenmektedir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Giriş Bir düşünün; hayatınız boyunca unutmamanız gereken ne kadar çok detay var. Daha sabah kalktığınız andan başlayarak, gün boyunca "bunu kesinlikle unutmamam gerek" diye kendinize telkin ettiğiniz pek çok... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Giriş
Bir düşünün; hayatınız boyunca unutmamanız gereken ne kadar çok detay var. Daha sabah kalktığınız andan başlayarak, gün boyunca "bunu kesinlikle unutmamam gerek" diye kendinize telkin ettiğiniz pek çok konu oluyor. Hatta belki de bunları unutmamak için notlar tutuyor, çeşitli önlemler alıyorsunuz. Bazen de önemli olduğuna inandığınız konularla ilgili bir şeyi unutma ihtimalini düşünmek dahi istemiyorsunuz...
Peki size bunlarla kıyaslanamayacak kadar önemli bir konuyu unutmuş olabileceğinizi söylesek ne yapardınız?
Bu kitap size hayatınızın en önemli konularını hatırlatmak için hazırlanmıştır. Şunu unutmayın ki, gündelik yaşamda unutmamak için gayret sarf ettiğiniz konular her ne olurlarsa olsunlar, bunların hiçbirini unutmanın bedeli, size bu kitapta hatırlatacağımız şeyleri unutmanın bedeli kadar ağır değildir.
Bu kitabın amacı, size dünya üzerindeki varlığınızın amacını hatırlatmaktır. Çünkü insan unutkandır. Kendini yaşadığı olaylara kaptırıp, iradesini kullanmazsa asıl dikkatini vermesi gereken konulardan uzaklaşır. Allah'ın her yönden kendisini sarıp kuşattığını, her an izlediğini, dinlediğini, yaptığı herşeyin hesabını Allah'a vereceğini, ölümü, mezarı, cennetin ve cehennemin varlığını, kaderin dışında hiçbir olayın meydana gelemeyeceğini, karşılaştığı herşeyde bir hayır olduğunu unutuverir.
Ayrıca insan gaflete düşmeye de müsait bir varlıktır. Gaflete düşerek, yaşamının amacını, o an göstermesi gereken doğru tavırları unutup, hata yapabilir. Fakat samimi insanlarda bu unutmalar anlık olur ve hatırladıkları anda hemen tevbe ederek tekrar Allah'a yönelir, O'nun emirleri doğrultusunda yaşamlarını sürdürürler. Müminlerin, Allah'a olan duaları Kuran'da şöyle haber verilmiştir:
... Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma... (Bakara Suresi, 286)
Elbette burada kastedilen unutma, günlük hayatta başınıza gelebilen sıradan bir unutma değildir. Her insan yapısı gereği bazı şeyleri unutabilir veya yanılabilir. Ancak kastedilen unutma, insanın birtakım gerçekleri akledebilecek kapasiteye sahip olmasına rağmen düşünmemesi, dikkatini vermemesi ve göz ardı etmesi ile ortaya çıkan unutmadır.
Peki insan neleri göz ardı ederek unutur?
Kuşkusuz insanın unutabildiği en hayati konu, herşeyin bir Yaratıcısı'nın olduğudur. İstisnasız her insan Yaratıcımız olan Allah'a karşı sorumludur. İnsan bu sorumluluğun sonucu olarak hesap vereceğini ve cennet ya da cehennem içinde geçireceği sonsuz bir yaşantının kendisini beklediğini de unutur. Cehennem ateşinin ya da cennet nimetlerinin varlığı yaşadığımız şu an kadar gerçektir. Ne var ki insanların çoğu bu gerçeklerden haberdar olmalarına rağmen, bunları kendilerini pek de ilgilendirmeyen konular olarak görür ve düşünmeyerek gerçeklerden kaçabileceklerini zannederler.
Peki unutmak, insanı sorumluluktan uzaklaştırır mı? Elbette ki hayır. İnsan kendisini yaratan Allah'a karşı sorumludur; er veya geç ölümü tadacak, yapayalnız Rabbimiz'in huzuruna çıkarak hesap verecek ve bunun sonucunda sonsuza kadar cennet veya cehennemde yaşayacaktır. "Biz bir oyun ve oyalanma konusu olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık" (Enbiya Suresi,16) ayetiyle haber verildiği üzere, insan da dahil olmak üzere var olan herşey bir amaç üzerine yaratılmıştır. Dolayısıyla insan başıboş bir varlık değildir; ancak "Allah'a kulluk etmek" (Zariyat Suresi, 56) için yaratılmıştır. Ama kişi günlük işlerin koşuşturmasına kapılıp, aklını kullanmazsa bu büyük gerçeği unutabilir. Yalnız çevrelerindeki olaylar ve varlıklar üzerinde derin derin düşünenler bu önemli sonuca ulaşabilirler.
İnsan sadece kendi yaratılışını düşünse dahi, Allah'ın ona bağışladığı nimetlerin farkına varacak ve buna karşılık, Rabbimiz'e olan bağlılığını göstermek için çaba harcaması gerektiğinin bilincine erişecektir. Öyle ki, insan daha hiçbir şey değilken, gözle bile görülemeyecek kadar küçük tek bir hücre olarak hayata başlamış, ardından bu hücrenin bölüne bölüne milyarlarca kere çoğalması sonucu, tüm organlarıyla mükemmel bir insan oluvermiştir. Fakat en önemlisi, bu varlık hiçbir şey değilken, bir can yani ruh kazanmıştır. Bir damla su, et parçasına, ardından da düşünebilen, konuşabilen bir varlık haline dönüşmüştür; yani Allah insanı yoktan inşa etmiştir. Fakat böyleyken insanlardan kimileri kendi yaratılışlarını unutarak Allah'a karşı misaller getirmeye, Rabbimiz'i inkar etmeye kalkar (Allah'ı tenzih ederiz). Allah ayetlerinde bu durumu şöyle bildirir:
Kendi yaratılışını unutarak Bize bir örnek verdi; dedi ki: "Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?" De ki: "Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir." (Yasin Suresi, 78-79)
Eğer siz de bu duruma düşmek, Rabbimiz'e karşı nankörlük etmiş olmak istemiyorsanız, o zaman kendinizi günlük hayatın akışına kaptırarak "düşünmeyi" bırakmayın. Çünkü insan ancak düşünürse Allah'ı hatırlar, O'na karşı sorumlu olduğunun bilincine varır; ancak düşünürse bu dünyanın kendisi için çok kısa süreli bir konaklama yeri olduğunu, burada yaptığı herşeyin hesabını vereceğini hatırlar. Ve ancak düşünürse unutmaz…
Bir noktayı belirtmekte fayda var: Bu kitapta size hatırlatacaklarımızın hiçbiri, "unutmasam iyi olur" deyip geçebileceğiniz şeyler değildir. Bunların tek bir tanesini bile aklınızdan çıkarmamanız gerekir. Çünkü bunları hatırladığınız sürece Allah'a gereği gibi kulluk edebilir, O'nu razı edebilirsiniz. Ve unutmayın ki ancak bu şekilde dünyada ve ahirette kurtuluş bulabilirsiniz.
Allah sizi, karşınıza iki yol çıkararak denemektedir; bunlardan birini seçmekte özgürsünüz, ama unutmayın ki bu yollardan birisi sonsuz azaba, diğeri ise sonsuz mutluluğa gidiyor…
Biz ona 'iki yol-iki amaç' gösterdik. Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir? Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir. Ya da açlık gününde doyurmaktır, yakın olan bir yetimi veya sürünen bir yoksulu. Sonra iman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene). Ayetlerimizi inkar edenler ise, sol yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meş'eme). "Kapıları kilitlenmiş" bir ateş onların üzerinedir. (Beled Suresi, 10-20)
Giriş
Bir düşünün; hayatınız boyunca unutmamanız gereken ne kadar çok detay var. Daha sabah kalktığınız andan başlayarak, gün boyunca "bunu kesinlikle unutmamam gerek" diye kendinize telkin ettiğiniz pek çok konu oluyor. Hatta belki de bunları unutmamak için notlar tutuyor, çeşitli önlemler alıyorsunuz. Bazen de önemli olduğuna inandığınız konularla ilgili bir şeyi unutma ihtimalini düşünmek dahi istemiyorsunuz...
Peki size bunlarla kıyaslanamayacak kadar önemli bir konuyu unutmuş olabileceğinizi söylesek ne yapardınız?
Bu kitap size hayatınızın en önemli konularını hatırlatmak için hazırlanmıştır. Şunu unutmayın ki, gündelik yaşamda unutmamak için gayret sarf ettiğiniz konular her ne olurlarsa olsunlar, bunların hiçbirini unutmanın bedeli, size bu kitapta hatırlatacağımız şeyleri unutmanın bedeli kadar ağır değildir.
Bu kitabın amacı, size dünya üzerindeki varlığınızın amacını hatırlatmaktır. Çünkü insan unutkandır. Kendini yaşadığı olaylara kaptırıp, iradesini kullanmazsa asıl dikkatini vermesi gereken konulardan uzaklaşır. Allah'ın her yönden kendisini sarıp kuşattığını, her an izlediğini, dinlediğini, yaptığı herşeyin hesabını Allah'a vereceğini, ölümü, mezarı, cennetin ve cehennemin varlığını, kaderin dışında hiçbir olayın meydana gelemeyeceğini, karşılaştığı herşeyde bir hayır olduğunu unutuverir.
Ayrıca insan gaflete düşmeye de müsait bir varlıktır. Gaflete düşerek, yaşamının amacını, o an göstermesi gereken doğru tavırları unutup, hata yapabilir. Fakat samimi insanlarda bu unutmalar anlık olur ve hatırladıkları anda hemen tevbe ederek tekrar Allah'a yönelir, O'nun emirleri doğrultusunda yaşamlarını sürdürürler. Müminlerin, Allah'a olan duaları Kuran'da şöyle haber verilmiştir:
... Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma... (Bakara Suresi, 286)
Elbette burada kastedilen unutma, günlük hayatta başınıza gelebilen sıradan bir unutma değildir. Her insan yapısı gereği bazı şeyleri unutabilir veya yanılabilir. Ancak kastedilen unutma, insanın birtakım gerçekleri akledebilecek kapasiteye sahip olmasına rağmen düşünmemesi, dikkatini vermemesi ve göz ardı etmesi ile ortaya çıkan unutmadır.
Peki insan neleri göz ardı ederek unutur?
Kuşkusuz insanın unutabildiği en hayati konu, herşeyin bir Yaratıcısı'nın olduğudur. İstisnasız her insan Yaratıcımız olan Allah'a karşı sorumludur. İnsan bu sorumluluğun sonucu olarak hesap vereceğini ve cennet ya da cehennem içinde geçireceği sonsuz bir yaşantının kendisini beklediğini de unutur. Cehennem ateşinin ya da cennet nimetlerinin varlığı yaşadığımız şu an kadar gerçektir. Ne var ki insanların çoğu bu gerçeklerden haberdar olmalarına rağmen, bunları kendilerini pek de ilgilendirmeyen konular olarak görür ve düşünmeyerek gerçeklerden kaçabileceklerini zannederler.
Peki unutmak, insanı sorumluluktan uzaklaştırır mı? Elbette ki hayır. İnsan kendisini yaratan Allah'a karşı sorumludur; er veya geç ölümü tadacak, yapayalnız Rabbimiz'in huzuruna çıkarak hesap verecek ve bunun sonucunda sonsuza kadar cennet veya cehennemde yaşayacaktır. "Biz bir oyun ve oyalanma konusu olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık" (Enbiya Suresi,16) ayetiyle haber verildiği üzere, insan da dahil olmak üzere var olan herşey bir amaç üzerine yaratılmıştır. Dolayısıyla insan başıboş bir varlık değildir; ancak "Allah'a kulluk etmek" (Zariyat Suresi, 56) için yaratılmıştır. Ama kişi günlük işlerin koşuşturmasına kapılıp, aklını kullanmazsa bu büyük gerçeği unutabilir. Yalnız çevrelerindeki olaylar ve varlıklar üzerinde derin derin düşünenler bu önemli sonuca ulaşabilirler.
İnsan sadece kendi yaratılışını düşünse dahi, Allah'ın ona bağışladığı nimetlerin farkına varacak ve buna karşılık, Rabbimiz'e olan bağlılığını göstermek için çaba harcaması gerektiğinin bilincine erişecektir. Öyle ki, insan daha hiçbir şey değilken, gözle bile görülemeyecek kadar küçük tek bir hücre olarak hayata başlamış, ardından bu hücrenin bölüne bölüne milyarlarca kere çoğalması sonucu, tüm organlarıyla mükemmel bir insan oluvermiştir. Fakat en önemlisi, bu varlık hiçbir şey değilken, bir can yani ruh kazanmıştır. Bir damla su, et parçasına, ardından da düşünebilen, konuşabilen bir varlık haline dönüşmüştür; yani Allah insanı yoktan inşa etmiştir. Fakat böyleyken insanlardan kimileri kendi yaratılışlarını unutarak Allah'a karşı misaller getirmeye, Rabbimiz'i inkar etmeye kalkar (Allah'ı tenzih ederiz). Allah ayetlerinde bu durumu şöyle bildirir:
Kendi yaratılışını unutarak Bize bir örnek verdi; dedi ki: "Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?" De ki: "Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir." (Yasin Suresi, 78-79)
Eğer siz de bu duruma düşmek, Rabbimiz'e karşı nankörlük etmiş olmak istemiyorsanız, o zaman kendinizi günlük hayatın akışına kaptırarak "düşünmeyi" bırakmayın. Çünkü insan ancak düşünürse Allah'ı hatırlar, O'na karşı sorumlu olduğunun bilincine varır; ancak düşünürse bu dünyanın kendisi için çok kısa süreli bir konaklama yeri olduğunu, burada yaptığı herşeyin hesabını vereceğini hatırlar. Ve ancak düşünürse unutmaz…
Bir noktayı belirtmekte fayda var: Bu kitapta size hatırlatacaklarımızın hiçbiri, "unutmasam iyi olur" deyip geçebileceğiniz şeyler değildir. Bunların tek bir tanesini bile aklınızdan çıkarmamanız gerekir. Çünkü bunları hatırladığınız sürece Allah'a gereği gibi kulluk edebilir, O'nu razı edebilirsiniz. Ve unutmayın ki ancak bu şekilde dünyada ve ahirette kurtuluş bulabilirsiniz.
Allah sizi, karşınıza iki yol çıkararak denemektedir; bunlardan birini seçmekte özgürsünüz, ama unutmayın ki bu yollardan birisi sonsuz azaba, diğeri ise sonsuz mutluluğa gidiyor…
Biz ona 'iki yol-iki amaç' gösterdik. Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir? Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir. Ya da açlık gününde doyurmaktır, yakın olan bir yetimi veya sürünen bir yoksulu. Sonra iman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene). Ayetlerimizi inkar edenler ise, sol yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meş'eme). "Kapıları kilitlenmiş" bir ateş onların üzerinedir. (Beled Suresi, 10-20)
Adnan Oktar (Harun Yahya) Hz. Mehdi (as) ile Müjdelenin O Kureyş‘ten ve Ehl-I Beyt‘imden bir kişidir.” (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Ahir zaman, s.13) “Hz. Mehdi (as) ile müjdelenin. O Kureyş‘ten ve Ehl-i Beyt‘imden bir kişidir.“... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Hz. Mehdi (as) ile Müjdelenin
O Kureyş‘ten ve Ehl-I Beyt‘imden bir kişidir.” (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Ahir zaman, s.13)
“Hz. Mehdi (as) ile müjdelenin. O Kureyş‘ten ve Ehl-i Beyt‘imden bir kişidir.“ (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Ahir zaman, s.13)
Asr-ı Saadet döneminden bu yana, ‘Mehdi konusu‘ İslam aleminde her zaman büyük önem taşıyan hayati bir konu olmuştur. İman edenler, Müslümanların yaşadıkları sıkıntılara, yeryüzünde hüküm süren inkara dayalı düşünce sistemlerinin, haksız ve adaletsiz uygulamaların, dünyada süregelen savaş ve çatışmaların hep Hz. Mehdi (as)‘ın vesilesiyle son bulacağını umarak, bu mübarek şahsın kendi yaşadıkları yüzyıllarda gelmesini beklemiş, bunun için Allah’a samimiyetle dua etmişlerdir.
Peygamberimiz (sas)‘in hadislerinde, Ashab-ı Kiram döneminden itibaren Müslümanların hasretle Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as)’ın gelişini beklediklerinden ve Allah’tan, ‘bu tarihi dönemde yaşayanlardan olmayı dilediklerinden‘ bahsedilir. Hatta Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as) dönemine yetişebilmek için yaşlıların ‘Allah’tan genç olmayı istedikleri‘ haber verilir. Hadislerde ayrıca Peygamberimiz (sas), o dönemde yaşayacak olan müminlere, ‘karda sürünerek de olsa Hz. Mehdi (as)’ı bulup ona uymaları‘nı bildirerek, bu kıymetli asra yetişenlere, Allah’ın bu lütfuna layık olmaya çalışmalarını öğütlemiştir:
İbni Ebi Şeybe ve Nuaym b. Hammad Fiten isimli eserde, İbni Mace ve Ebu Naim ise İbni Mes‘ud‘dan tahric ettiler. O dedi ki:
“... O (Hz. Mehdi (as)) arza sahib olur ve kendisinden önce baskı ve zulümle dolu olan arzı adaletle doldurur. SİZDEN O’NA KİM YETİŞİRSE, KAR ÜZERİNDE SÜRÜNEREK OLASA GELSİN, O’NA KATILSIN. Zira O Hz. Mehdi (as)’dır.“ (Ahir Zaman Mehdisi‘nin Alametleri, Celalettin Suyuti, s. 14)
“Onun (Hz. Mehdi (as)’ın) zamanında, BÜYÜKLER “KEŞKE BEN KÜÇÜK OLSAYDIM”, KÜÇÜKLER DE “KEŞKE BEN BÜYÜK OLSAYDIM” DİYECEKLERDİR.“ (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, s. 48) (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 17)
“... HATTA YAŞAYANLAR (KENDİLERİNDE BULUNAN NİMETLERİ GÖRMELERİ İÇİN) ÖLÜLERİNDE HAYATTA OLMALARINI TEMENNİ EDECEKLERDİR.“ (İmam Şa‘rani, Ölüm-Kıyamet-Ahiret ve Ahir zaman Alametleri, s. 437)
Nuaym b. Hammad, İbni Abbas‘dan tahric etti ki: “Hz. Mehdi (as) bizim Ehli Beyt‘ten bir gençtir. İHTİYARLARIMIZ ONA YETİŞEMEYECEK, GENÇLERİMİZ İSE ONU ÜMİD EDECEKLERDİR.“ (Ahir Zaman Mehdisi‘nin Alametleri, Celalettin Suyuti, s. 23)
Nuaym, Tavus’dan rivayet etti: “BEN HZ. MEHDİ (as)’A YETİŞENE KADAR ÖLMİYEYİM İSTEDİM. Zira onun döneminde iyi insanların iyiliği artar, kötülere karşı bile iyilik yapılır.” (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 17)
“(Hz. Mehdi (as)’ın) Zamanı o kadar adil olacak ki, KABİRDEKİ ÖLÜLER DİRİLERE İMRENECEKTİR...“ (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, s. 22)
Hz. Mehdi (as) ile Müjdelenin
O Kureyş‘ten ve Ehl-I Beyt‘imden bir kişidir.” (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Ahir zaman, s.13)
“Hz. Mehdi (as) ile müjdelenin. O Kureyş‘ten ve Ehl-i Beyt‘imden bir kişidir.“ (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Ahir zaman, s.13)
Asr-ı Saadet döneminden bu yana, ‘Mehdi konusu‘ İslam aleminde her zaman büyük önem taşıyan hayati bir konu olmuştur. İman edenler, Müslümanların yaşadıkları sıkıntılara, yeryüzünde hüküm süren inkara dayalı düşünce sistemlerinin, haksız ve adaletsiz uygulamaların, dünyada süregelen savaş ve çatışmaların hep Hz. Mehdi (as)‘ın vesilesiyle son bulacağını umarak, bu mübarek şahsın kendi yaşadıkları yüzyıllarda gelmesini beklemiş, bunun için Allah’a samimiyetle dua etmişlerdir.
Peygamberimiz (sas)‘in hadislerinde, Ashab-ı Kiram döneminden itibaren Müslümanların hasretle Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as)’ın gelişini beklediklerinden ve Allah’tan, ‘bu tarihi dönemde yaşayanlardan olmayı dilediklerinden‘ bahsedilir. Hatta Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as) dönemine yetişebilmek için yaşlıların ‘Allah’tan genç olmayı istedikleri‘ haber verilir. Hadislerde ayrıca Peygamberimiz (sas), o dönemde yaşayacak olan müminlere, ‘karda sürünerek de olsa Hz. Mehdi (as)’ı bulup ona uymaları‘nı bildirerek, bu kıymetli asra yetişenlere, Allah’ın bu lütfuna layık olmaya çalışmalarını öğütlemiştir:
İbni Ebi Şeybe ve Nuaym b. Hammad Fiten isimli eserde, İbni Mace ve Ebu Naim ise İbni Mes‘ud‘dan tahric ettiler. O dedi ki:
“... O (Hz. Mehdi (as)) arza sahib olur ve kendisinden önce baskı ve zulümle dolu olan arzı adaletle doldurur. SİZDEN O’NA KİM YETİŞİRSE, KAR ÜZERİNDE SÜRÜNEREK OLASA GELSİN, O’NA KATILSIN. Zira O Hz. Mehdi (as)’dır.“ (Ahir Zaman Mehdisi‘nin Alametleri, Celalettin Suyuti, s. 14)
“Onun (Hz. Mehdi (as)’ın) zamanında, BÜYÜKLER “KEŞKE BEN KÜÇÜK OLSAYDIM”, KÜÇÜKLER DE “KEŞKE BEN BÜYÜK OLSAYDIM” DİYECEKLERDİR.“ (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, s. 48) (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 17)
“... HATTA YAŞAYANLAR (KENDİLERİNDE BULUNAN NİMETLERİ GÖRMELERİ İÇİN) ÖLÜLERİNDE HAYATTA OLMALARINI TEMENNİ EDECEKLERDİR.“ (İmam Şa‘rani, Ölüm-Kıyamet-Ahiret ve Ahir zaman Alametleri, s. 437)
Nuaym b. Hammad, İbni Abbas‘dan tahric etti ki: “Hz. Mehdi (as) bizim Ehli Beyt‘ten bir gençtir. İHTİYARLARIMIZ ONA YETİŞEMEYECEK, GENÇLERİMİZ İSE ONU ÜMİD EDECEKLERDİR.“ (Ahir Zaman Mehdisi‘nin Alametleri, Celalettin Suyuti, s. 23)
Nuaym, Tavus’dan rivayet etti: “BEN HZ. MEHDİ (as)’A YETİŞENE KADAR ÖLMİYEYİM İSTEDİM. Zira onun döneminde iyi insanların iyiliği artar, kötülere karşı bile iyilik yapılır.” (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 17)
“(Hz. Mehdi (as)’ın) Zamanı o kadar adil olacak ki, KABİRDEKİ ÖLÜLER DİRİLERE İMRENECEKTİR...“ (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, s. 22)
Adnan Oktar (Harun Yahya) Bir düşünün… Kim bilir kaç yıldan beri konuşabilmek gibi önemli bir yeteneğe sahipsiniz? Kim bilir kaç yıldır hiçbir çaba harcamadan, kolaylıkla istediğiniz her sözü söyleyebiliyor, istediğiniz her konuşmayı... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Bir düşünün… Kim bilir kaç yıldan beri konuşabilmek gibi önemli bir yeteneğe sahipsiniz? Kim bilir kaç yıldır hiçbir çaba harcamadan, kolaylıkla istediğiniz her sözü söyleyebiliyor, istediğiniz her konuşmayı yapabiliyorsunuz? Hiç kuşku yok ki bu sorulara "yıllardır…" diye yanıt verirsiniz. Ancak belki de daha önce çoğu insanın aklına kendi kendine böyle bir soru sormak gelmemiş olabilir. Çünkü konuşmak, insanın doğasında bulunan yeteneklerinden biridir.
Her insan kendisine verilen bu önemli yetenek sayesinde bir ömür süresince istediği kadar konuşabilmekte ve belki de bu duruma alıştığı için, konuşmanın insan hayatı açısından taşıdığı önemi göz ardı edebilmektedir.
Oysa her insanın şu gerçeğin bilincinde olması gerekir; konuşabilmek bir nimettir ve Allah insana bu yeteneği belirli bir amaç için vermiştir: İnsan konuştuğu her sözden ahirette sorumlu tutulacaktır.
Allah, insanı Kendisi'ne kulluk etmesi için yaratmıştır. Ona, Kendisi'nin yüceliğini kavrayıp iman edebilmesi için akıl, yarattığı mükemmellikleri görüp takdir edebilmesi için gözler, ayetlerini işitebilmesi için kulaklar ve Allah'ın şanını yüceltip, dinini anlatabilmesi için dil vermiştir. Kuran'ın "Asla; demekte olduğunu yazacağız ve onun için azapta(n) da süre tanıdıkça tanıyacağız. Onun söylemekte olduğuna Biz mirasçı olacağız; o Bize, 'yapayalnız tek başına' gelecektir." (Meryem Suresi, 79-80) ayetleriyle bildirildiği gibi, insanın ağzından çıkan her kelime Allah Katında yazılmaktadır. Dolayısıyla insanlar inandıkları her fikirden, akıllarından geçirdikleri her düşünceden, gösterdikleri her tavırdan sorumlu oldukları gibi, söyledikleri her sözden de sorumlu tutulacak ve ahirette buna göre bir karşılık göreceklerdir.
Ancak çoğu kimse, dünya hayatında söylediği her sözün, kurduğu her cümlenin hesabını ahirette eksiksiz olarak vereceğini aklına getirmez. Bu nedenle düşünmeden ve kendisine yükleyeceği sorumlulukları hesaplamadan pek çok söz sarf eder. Oysa Allah'ın Kuran'da bildirdiği bu vaadi kesin olarak gerçekleşecektir; insan belki de söylediği sözlerin büyük bir kısmını unutmuş olacak, ama tüm bunlar ahirette eksiksiz olarak karşısına çıkacaktır. Allah Kuran'da, "Oysa gerçekten sizin üzerinizde koruyucular var, 'Şerefli-üstün' yazıcılar. Her yapmakta olduğunuzu bilirler." (İnfitar Suresi, 10-12) ayetleriyle, yazıcı meleklerin insanın ağzından çıkan her sözü de yazmakta olduklarını haber vermektedir. Ayrıca Allah bir başka ayette de herşeye nutku verip konuşturduğu gibi, ahiret gününde insanların derilerini konuşturarak yaptıklarını kendilerine itiraf ettireceğini de belirtmiştir:
Kendi derilerine dediler ki: "Niye aleyhimizde şahitlik ettiniz?" Dediler ki: "Herşeye nutku verip-konuşturan Allah, bizi konuşturdu. Sizi ilk defa O yarattı ve O'na döndürülüyorsunuz." (Fussilet Suresi, 21)
Dolayısıyla insan ahiret gününde, dünya hayatında yapmış olduğu konuşmaları ne kadar saklamak istese ve bunları itiraf etmekten ne kadar kaçınsa da, bu kaçış ona bir fayda sağlamayacaktır. Yapıp-ettiklerini anlatmak istemese de derisi onun adına herşeyi bir bir itiraf edecektir. Bu nedenle insanın dünya hayatındaki hedeflerinden biri de, Allah'ın huzuruna vardığında utanacağı, açıklamasını yapamayacağı, pişmanlığa kapılacağı tek bir söz dahi sarf etmemek olmalıdır.
Bu önemli gerçeğin en açık şekilde şuuruna varan ve bu ahlakı en güzel şekilde yaşayan kimseler ise hiç kuşkusuz ki 'müminler'dir. Müminler, güçlü bir imana sahip olduklarından her zaman her yerde Allah'tan korkup sakınarak konuşurlar. Bundan dolayı, ayette bildirildiği gibi, hesap gününde "kitabı sağ tarafından verilenler" olarak, gönül rahatlığıyla "… Alın, kitabımı okuyun." (Hakka Suresi, 19) diyebileceklerdir. Çünkü müminler dünya hayatında Rabbimiz'e gönülden iman ederek Müslümanca yaşayan ve bunun bir gereği olarak da 'Müslümanca konuşan' kimselerdir.
'Müslümanca konuşmak', insanın, Allah'ın her an kendisiyle beraber olduğunu, ilmiyle herşeyi sarıp kuşattığını, ağzından çıkan her sözü duyduğunu ve ahirette O'nun huzurunda hesap vereceğini bilerek, her an vicdanını kullanarak konuşmasıdır.
Müslümanca konuşabilmek, ancak 'Allah'a ve Kuran'a teslim olmak 'la mümkün olabilir. Kalbinde imanı, samimiyeti ve teslimiyeti yaşadıktan sonra, insana "nutku verip konuşturacak" olan Allah'tır. Allah ona 'Müslümanca konuşma'yı ilham edecek, onu en samimi, en hikmetli, en etkili ve en doğru şekilde konuşturacaktır. Kalbinde samimi iman olmadığı sürece, bir insan sadece sözlerine dikkat ederek bu samimi üslubu kazanamaz. Hayatın her anında Müslümanca konuşabilmek için, samimi imanı ve Allah korkusunu kalpte her an yaşamak gerekir.
Bu kitapta Müslümanca konuşmanın Kuran'da anlatılan önemi üzerinde durarak, tüm insanlar, konuşma yeteneklerini Allah'ın razı olacağı şekilde kullanmaya teşvik edilmektedir. Müslümanların konuşma üslubunun mükemmelliği ile dinden uzak bir ruh halinde yaşayan kimselerin konuşma üslubu arasındaki keskin farklılıklar ortaya konarak, tüm insanlar Kuran ahlakına uygun şekilde konuşmaya çağrılmaktadırlar.
Bir düşünün… Kim bilir kaç yıldan beri konuşabilmek gibi önemli bir yeteneğe sahipsiniz? Kim bilir kaç yıldır hiçbir çaba harcamadan, kolaylıkla istediğiniz her sözü söyleyebiliyor, istediğiniz her konuşmayı yapabiliyorsunuz? Hiç kuşku yok ki bu sorulara "yıllardır…" diye yanıt verirsiniz. Ancak belki de daha önce çoğu insanın aklına kendi kendine böyle bir soru sormak gelmemiş olabilir. Çünkü konuşmak, insanın doğasında bulunan yeteneklerinden biridir.
Her insan kendisine verilen bu önemli yetenek sayesinde bir ömür süresince istediği kadar konuşabilmekte ve belki de bu duruma alıştığı için, konuşmanın insan hayatı açısından taşıdığı önemi göz ardı edebilmektedir.
Oysa her insanın şu gerçeğin bilincinde olması gerekir; konuşabilmek bir nimettir ve Allah insana bu yeteneği belirli bir amaç için vermiştir: İnsan konuştuğu her sözden ahirette sorumlu tutulacaktır.
Allah, insanı Kendisi'ne kulluk etmesi için yaratmıştır. Ona, Kendisi'nin yüceliğini kavrayıp iman edebilmesi için akıl, yarattığı mükemmellikleri görüp takdir edebilmesi için gözler, ayetlerini işitebilmesi için kulaklar ve Allah'ın şanını yüceltip, dinini anlatabilmesi için dil vermiştir. Kuran'ın "Asla; demekte olduğunu yazacağız ve onun için azapta(n) da süre tanıdıkça tanıyacağız. Onun söylemekte olduğuna Biz mirasçı olacağız; o Bize, 'yapayalnız tek başına' gelecektir." (Meryem Suresi, 79-80) ayetleriyle bildirildiği gibi, insanın ağzından çıkan her kelime Allah Katında yazılmaktadır. Dolayısıyla insanlar inandıkları her fikirden, akıllarından geçirdikleri her düşünceden, gösterdikleri her tavırdan sorumlu oldukları gibi, söyledikleri her sözden de sorumlu tutulacak ve ahirette buna göre bir karşılık göreceklerdir.
Ancak çoğu kimse, dünya hayatında söylediği her sözün, kurduğu her cümlenin hesabını ahirette eksiksiz olarak vereceğini aklına getirmez. Bu nedenle düşünmeden ve kendisine yükleyeceği sorumlulukları hesaplamadan pek çok söz sarf eder. Oysa Allah'ın Kuran'da bildirdiği bu vaadi kesin olarak gerçekleşecektir; insan belki de söylediği sözlerin büyük bir kısmını unutmuş olacak, ama tüm bunlar ahirette eksiksiz olarak karşısına çıkacaktır. Allah Kuran'da, "Oysa gerçekten sizin üzerinizde koruyucular var, 'Şerefli-üstün' yazıcılar. Her yapmakta olduğunuzu bilirler." (İnfitar Suresi, 10-12) ayetleriyle, yazıcı meleklerin insanın ağzından çıkan her sözü de yazmakta olduklarını haber vermektedir. Ayrıca Allah bir başka ayette de herşeye nutku verip konuşturduğu gibi, ahiret gününde insanların derilerini konuşturarak yaptıklarını kendilerine itiraf ettireceğini de belirtmiştir:
Kendi derilerine dediler ki: "Niye aleyhimizde şahitlik ettiniz?" Dediler ki: "Herşeye nutku verip-konuşturan Allah, bizi konuşturdu. Sizi ilk defa O yarattı ve O'na döndürülüyorsunuz." (Fussilet Suresi, 21)
Dolayısıyla insan ahiret gününde, dünya hayatında yapmış olduğu konuşmaları ne kadar saklamak istese ve bunları itiraf etmekten ne kadar kaçınsa da, bu kaçış ona bir fayda sağlamayacaktır. Yapıp-ettiklerini anlatmak istemese de derisi onun adına herşeyi bir bir itiraf edecektir. Bu nedenle insanın dünya hayatındaki hedeflerinden biri de, Allah'ın huzuruna vardığında utanacağı, açıklamasını yapamayacağı, pişmanlığa kapılacağı tek bir söz dahi sarf etmemek olmalıdır.
Bu önemli gerçeğin en açık şekilde şuuruna varan ve bu ahlakı en güzel şekilde yaşayan kimseler ise hiç kuşkusuz ki 'müminler'dir. Müminler, güçlü bir imana sahip olduklarından her zaman her yerde Allah'tan korkup sakınarak konuşurlar. Bundan dolayı, ayette bildirildiği gibi, hesap gününde "kitabı sağ tarafından verilenler" olarak, gönül rahatlığıyla "… Alın, kitabımı okuyun." (Hakka Suresi, 19) diyebileceklerdir. Çünkü müminler dünya hayatında Rabbimiz'e gönülden iman ederek Müslümanca yaşayan ve bunun bir gereği olarak da 'Müslümanca konuşan' kimselerdir.
'Müslümanca konuşmak', insanın, Allah'ın her an kendisiyle beraber olduğunu, ilmiyle herşeyi sarıp kuşattığını, ağzından çıkan her sözü duyduğunu ve ahirette O'nun huzurunda hesap vereceğini bilerek, her an vicdanını kullanarak konuşmasıdır.
Müslümanca konuşabilmek, ancak 'Allah'a ve Kuran'a teslim olmak 'la mümkün olabilir. Kalbinde imanı, samimiyeti ve teslimiyeti yaşadıktan sonra, insana "nutku verip konuşturacak" olan Allah'tır. Allah ona 'Müslümanca konuşma'yı ilham edecek, onu en samimi, en hikmetli, en etkili ve en doğru şekilde konuşturacaktır. Kalbinde samimi iman olmadığı sürece, bir insan sadece sözlerine dikkat ederek bu samimi üslubu kazanamaz. Hayatın her anında Müslümanca konuşabilmek için, samimi imanı ve Allah korkusunu kalpte her an yaşamak gerekir.
Bu kitapta Müslümanca konuşmanın Kuran'da anlatılan önemi üzerinde durarak, tüm insanlar, konuşma yeteneklerini Allah'ın razı olacağı şekilde kullanmaya teşvik edilmektedir. Müslümanların konuşma üslubunun mükemmelliği ile dinden uzak bir ruh halinde yaşayan kimselerin konuşma üslubu arasındaki keskin farklılıklar ortaya konarak, tüm insanlar Kuran ahlakına uygun şekilde konuşmaya çağrılmaktadırlar.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Allah, bundan 14 asır önce, insanlara yol gösterici bir kitap olan Kuran-ı Kerim'i indirmiş ve tüm insanlığı Kuran'a uyarak kurtuluşa ermeye davet etmiştir. Ayette de bildirildiği gibi Kuran "alemlere bir zikr... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Allah, bundan 14 asır önce, insanlara yol gösterici bir kitap olan Kuran-ı Kerim'i indirmiş ve tüm insanlığı Kuran'a uyarak kurtuluşa ermeye davet etmiştir. Ayette de bildirildiği gibi Kuran "alemlere bir zikr (öğüt, hatırlatma, hüküm ve üstün bir şeref)den başka bir şey değildir." (Kalem Suresi, 52) Kuran indirildiği günden kıyamet gününe kadar da, insanlığın yegane yol göstericisi olan son İlahi kitap olacaktır.
Kuran indirildiği günden bu yana her çağda yaşayan her insan grubunun anlayabileceği, kolay ve anlaşılır bir dile sahiptir. Allah, Kuran"ın bu üslubunu "Andolsun Biz Kuran'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık..." (Kamer Suresi, 22) ayetiyle haber verir. Kuran'ın, aynı zamanda edebi dilinin mükemmelliği, benzersiz üslup özellikleri ve içerdiği üstün hikmet de, onun Allah'ın sözü olduğunun kesin delillerindendir.
Kuran'ın bu özelliklerinin yanı sıra, Allah'ın sözü olduğunu ispatlayan pek çok mucizevi özelliği vardır. Bu özelliklerden biri, ancak 20. ve 21. yüzyıl teknolojisiyle eriştiğimiz bazı bilimsel gerçeklerin 1400 yıl önce Kuran'da bildirilmiş olmasıdır.
Elbette ki Kuran bir bilim kitabı değildir. Fakat çeşitli ayetlerinde, son derece özlü ve hikmetli bir anlatım içinde aktarılan bazı bilimsel gerçekler, ancak 20. yüzyıl teknolojisi ile keşfedilmiştir. Kuran'ın indirildiği dönemde bilimsel olarak saptanması mümkün olmayan bu bilgiler, insanlara Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu bir kez daha ispatlamaktadır.
Kuran'ın bilimsel mucizelerini anlamak için, öncelikle bu İlahi kitabın indirildiği dönemdeki bilim düzeyine bir göz atmak gerekir.
Kuran'ın indirildiği 7. yüzyılda, Arap toplumu bilimsel konular hakkında sayısız hurafeye ve batıl inanca sahipti. Evreni ve doğayı inceleyecek teknolojiye sahip olmayan Araplar, nesilden nesle aktarılan efsanelere inanıyorlardı. Örneğin, gökyüzünün dağlar sayesinde tepede durduğu sanılıyordu. Bu inanışa göre Dünya düzdü ve iki uçtaki yüksek dağlar birer direk gibi gök kubbeyi ayakta tutmaktaydı.
Ancak Arap toplumunun tüm bu batıl inanışları Kuran'la birlikte ortadan kaldırıldı. Örneğin "Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti..." (Ra'd Suresi, 2) ayeti göğün dağlar sayesinde tepede durduğu inancını geçersiz kıldı. Bunun gibi daha pek çok konuda, o dönemde hiçbir insanın bilmediği önemli bilgiler Kuran'da verildi. İnsanların astronomi, fizik ya da biyoloji hakkında çok az şey bildikleri bir dönemde indirilen Kuran, evrenin yaratılışından insanın oluşumuna, atmosferin yapısından, yeryüzündeki dengelere kadar pek çok konuda kilit bilgiler içermekteydi.
Şimdi, Kuran'da yer alan bu bilimsel mucizelerden bir bölümünü birlikte görelim.
Allah, bundan 14 asır önce, insanlara yol gösterici bir kitap olan Kuran-ı Kerim'i indirmiş ve tüm insanlığı Kuran'a uyarak kurtuluşa ermeye davet etmiştir. Ayette de bildirildiği gibi Kuran "alemlere bir zikr (öğüt, hatırlatma, hüküm ve üstün bir şeref)den başka bir şey değildir." (Kalem Suresi, 52) Kuran indirildiği günden kıyamet gününe kadar da, insanlığın yegane yol göstericisi olan son İlahi kitap olacaktır.
Kuran indirildiği günden bu yana her çağda yaşayan her insan grubunun anlayabileceği, kolay ve anlaşılır bir dile sahiptir. Allah, Kuran"ın bu üslubunu "Andolsun Biz Kuran'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık..." (Kamer Suresi, 22) ayetiyle haber verir. Kuran'ın, aynı zamanda edebi dilinin mükemmelliği, benzersiz üslup özellikleri ve içerdiği üstün hikmet de, onun Allah'ın sözü olduğunun kesin delillerindendir.
Kuran'ın bu özelliklerinin yanı sıra, Allah'ın sözü olduğunu ispatlayan pek çok mucizevi özelliği vardır. Bu özelliklerden biri, ancak 20. ve 21. yüzyıl teknolojisiyle eriştiğimiz bazı bilimsel gerçeklerin 1400 yıl önce Kuran'da bildirilmiş olmasıdır.
Elbette ki Kuran bir bilim kitabı değildir. Fakat çeşitli ayetlerinde, son derece özlü ve hikmetli bir anlatım içinde aktarılan bazı bilimsel gerçekler, ancak 20. yüzyıl teknolojisi ile keşfedilmiştir. Kuran'ın indirildiği dönemde bilimsel olarak saptanması mümkün olmayan bu bilgiler, insanlara Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu bir kez daha ispatlamaktadır.
Kuran'ın bilimsel mucizelerini anlamak için, öncelikle bu İlahi kitabın indirildiği dönemdeki bilim düzeyine bir göz atmak gerekir.
Kuran'ın indirildiği 7. yüzyılda, Arap toplumu bilimsel konular hakkında sayısız hurafeye ve batıl inanca sahipti. Evreni ve doğayı inceleyecek teknolojiye sahip olmayan Araplar, nesilden nesle aktarılan efsanelere inanıyorlardı. Örneğin, gökyüzünün dağlar sayesinde tepede durduğu sanılıyordu. Bu inanışa göre Dünya düzdü ve iki uçtaki yüksek dağlar birer direk gibi gök kubbeyi ayakta tutmaktaydı.
Ancak Arap toplumunun tüm bu batıl inanışları Kuran'la birlikte ortadan kaldırıldı. Örneğin "Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti..." (Ra'd Suresi, 2) ayeti göğün dağlar sayesinde tepede durduğu inancını geçersiz kıldı. Bunun gibi daha pek çok konuda, o dönemde hiçbir insanın bilmediği önemli bilgiler Kuran'da verildi. İnsanların astronomi, fizik ya da biyoloji hakkında çok az şey bildikleri bir dönemde indirilen Kuran, evrenin yaratılışından insanın oluşumuna, atmosferin yapısından, yeryüzündeki dengelere kadar pek çok konuda kilit bilgiler içermekteydi.
Şimdi, Kuran'da yer alan bu bilimsel mucizelerden bir bölümünü birlikte görelim.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Sizi yaratmış, bu dünyaya yerleştirmiş, akıl ve beden sahibi kılmış olan Allah'a acaba gerektiği kadar yakın mısınız? O'na en son ne zaman dua ettiniz? Allah'a sadece birtakım sıkıntı ve belalarla karşılaşınca... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Sizi yaratmış, bu dünyaya yerleştirmiş, akıl ve beden sahibi kılmış olan Allah'a acaba gerektiği kadar yakın mısınız? O'na en son ne zaman dua ettiniz? Allah'a sadece birtakım sıkıntı ve belalarla karşılaşınca mı yalvarıyorsunuz? Yoksa O'nu sürekli anıyor musunuz? Dua ettiğinizde O'nun size çok yakın olduğunu, sizin fısıltıyla söylediğiniz veya içinizden geçirdiğiniz her sözü işittiğinin bilincinde misiniz? O'nun tüm insanların ve herşeyin Yaratıcısı olduğunu, hayattaki en büyük dostunuzun ve dayanağınızın Allah olduğunu, herşeyi öncelikle Rabbimizden dilemeniz gerektiğini düşünüyor musunuz?
Verdiğiniz cevap ne olursa olsun, bu kitabı okumak size büyük yarar sağlayacaktır. Çünkü bu kitap, Allah'ın kullarına ne kadar yakın olduğunu, onlardan nasıl bir dua istediğini, neyin gerçekten O'nun istediği gibi bir dua olduğunu anlatmak için yazılmıştır. Duanın önemi Kuran'da, "... Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?" (Furkan Suresi, 77) ayetiyle haber verilir. Allah'a dua etmekte, O'na yakınlaşmakta bir sınır yoktur. Dolayısıyla, herkes bu yolu öğrenmekle ya da tekrar etmekle ebedi hayatına fayda sağlar.
Dua, Allah ile insanlar arasındaki bir bağlantı yoludur. Allah ile bağlantı kurma ihtiyacı ise insanın fıtratında yani yaratılışında vardır. Müminler için dua etmek, hayatlarının ayrılmaz ve çok doğal bir parçasıyken, birçokları için dua ancak büyük zorluklar altına girince, hayati tehlikelerle karşı karşıya kalınca hatırlanacak bir ibadettir. Elbette ki son söylediğimiz dua biçimini Allah makbul karşılamayabilir. Asıl hayırlı olan hem rahatlıkta, hem de zorlukta Allah'tan yardım istemektir. İşte bunun için de samimi bir şekilde Allah'a dua edebilmenin yolları Kuran'da detaylıca tarif edilmiştir.
Kuran'da birçok ayette doğrudan ya da dolaylı olarak dua konusu yer almaktadır. Sadece bu bile dua konusuna verilmesi gereken önemin bir göstergesidir. Öte yandan, dua ile ilgili ayetler okundukça da, bunun ne derece hayati bir ibadet olduğu daha rahat anlaşılmaktadır.
Kuran'a Göre Dua
"Çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek" anlamlarına gelen dua, Kuran'a göre "kulun bütün benliğiyle Allah'a yönelmesi" ya da "gücü sınırlı ve sonlu bir varlık olan insanın, sınırsız ve sonsuz bir kudret karşısında acizliğini kabul ederek yardım dilemesi" şeklinde tanımlanmaktadır.
Allah inancı olan her insanın çeşitli şekillerde dua ettiği bir gerçektir. Ancak insanların oldukça büyük bir kısmı duayı, sadece darlık ve sıkıntı anında elden gelen tüm ihtimaller denendikten sonra Allah'ı hatırlamak şeklinde anlamaktadırlar. Bu insanlar üzerlerindeki sıkıntı geçince bir sonraki darlık ve sıkıntı anına kadar Allah'ı unutur ve ondan bir şey talep etmeyi akıllarının ucundan dahi geçirmezler.
İnsanların başka bir bölümünde de son derece hatalı bir dua anlayışı hüküm sürmektedir. Bu insanlar için dua, küçük yaşlardan itibaren ailenin yaşlı bir ferdi tarafından öğretilen anlaşılmaz bazı sözlerdir. İnsanların bu tür dualarında Allah'ın varlığı, birliği, büyüklüğü, kudreti, insanları sürekli olarak görüp-işittiği, dualara icabet edeceği fazla düşünülmez. (Allah’ı tenzih ederiz) Önceden ezberlenmiş olan dua kalıpları tekrarlanır, durur. Oysa kitabımızın da konusu olan, Allah'ın Kuran aracılığıyla insanlara duyurduğu dua çok farklıdır.
Kuran'a göre dua etmek, Allah'a ulaşabilmenin en kolay yoludur. Şimdi Allah'ın sıfatlarını bir düşünelim. O, insana şah damarından daha yakın olan, herşeyi bilen, işitendir... İnsanın içinden geçirdiği tek bir düşünce bile Allah'tan gizli kalmaz. O halde samimi olarak Allah'tan bir istekte bulunmak için insanın sadece düşünmesi bile yetmektedir. İşte Allah'a ulaşmak bu denli kolaydır.
İnsan kulluk bilincinde olduğu sürece Allah Katında bir değer kazanabilir. Bu yüzden insanın Allah'a yönelmesi, hataları konusunda Allah'a itirafta bulunması ve sadece Allah'tan yardım dilemesi gerekmektedir. Bunun dışında bir davranış tarzı Allah'a karşı büyüklenmektir ki, Kuran'da bunun cezasının cehennem azabı olduğu bildirilir.
Günümüz toplumlarında dikkat çeken bir gerçek, diğer birçok ibadet gibi duanın da terk edilmiş bir gelenek olarak düşünüldüğüdür. Aslında bu düşüncenin gelişmesinin perde arkasında "Allah'tan bağımsız, kendi kendisine işleyen bir dünya" olabileceği telkini yatmaktadır. (Allah’ı tenzih ederiz) İnsanların büyük bir kısmı ister istemez yaşantılarının başlangıcından sonuna kadar tüm olayların kendilerinin ve çevrelerindeki insanların kontrolünde cereyan eden olaylar olduğunu düşünürler. Bu yüzden de ölümle burun buruna gelmeden ya da çok büyük bir felaketle karşılaşmadan Allah'a dua etme ihtiyacı duymazlar. Oysa bu büyük bir yanılgıdır. Bu yanılgıda öyle bir noktaya gelenler olur ki, bunlar duayı adeta geçmiş zamanlardan günümüze kadar ulaşmış bir sihir tekniği olarak algılarlar. Halbuki dua, yaşamın geneline yayılacak başlıbaşına bir ibadettir.
İnsanların tamamı duaya muhtaçtır. Fakir ve zor şartlar altında yaşayan birinin zengin bir insana göre duaya daha fazla ihtiyacı olduğunu düşünmek, dua konusunu temelinden yanlış anlamak demektir. Maddi durumu iyi olan, hayatta tüm istediklerine kavuştuğunu düşünen bir insanın duaya ihtiyacı olmadığını düşünmek son derece hatalıdır. Çünkü bu durumda dua etmenin tek sebebinin dünyevi arzuların tatmini olduğu anlamı çıkmaktadır. Oysa müminler hem dünya hayatları için, hem de ahiretleri için dua ederler. Dua beraberinde tevekkülü de getirir. Dua eden insan, karşısına çıkabilecek zor ya da kolay her türlü durumu, tüm olayları, kainatın Yaratıcısı ve Hakimi olan Allah'ın takdirine bırakmış demektir. Bir problemi çözmenin ya da önlemenin bütün yollarının evrendeki tüm kudretin sahibi olan Allah'a dayandığını bilmek, tüm işleri ona havale etmek ve sadece ona dua etmek, mümin için bir ferahlık ve güven kaynağıdır.
Sizi yaratmış, bu dünyaya yerleştirmiş, akıl ve beden sahibi kılmış olan Allah'a acaba gerektiği kadar yakın mısınız? O'na en son ne zaman dua ettiniz? Allah'a sadece birtakım sıkıntı ve belalarla karşılaşınca mı yalvarıyorsunuz? Yoksa O'nu sürekli anıyor musunuz? Dua ettiğinizde O'nun size çok yakın olduğunu, sizin fısıltıyla söylediğiniz veya içinizden geçirdiğiniz her sözü işittiğinin bilincinde misiniz? O'nun tüm insanların ve herşeyin Yaratıcısı olduğunu, hayattaki en büyük dostunuzun ve dayanağınızın Allah olduğunu, herşeyi öncelikle Rabbimizden dilemeniz gerektiğini düşünüyor musunuz?
Verdiğiniz cevap ne olursa olsun, bu kitabı okumak size büyük yarar sağlayacaktır. Çünkü bu kitap, Allah'ın kullarına ne kadar yakın olduğunu, onlardan nasıl bir dua istediğini, neyin gerçekten O'nun istediği gibi bir dua olduğunu anlatmak için yazılmıştır. Duanın önemi Kuran'da, "... Sizin duanız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi?" (Furkan Suresi, 77) ayetiyle haber verilir. Allah'a dua etmekte, O'na yakınlaşmakta bir sınır yoktur. Dolayısıyla, herkes bu yolu öğrenmekle ya da tekrar etmekle ebedi hayatına fayda sağlar.
Dua, Allah ile insanlar arasındaki bir bağlantı yoludur. Allah ile bağlantı kurma ihtiyacı ise insanın fıtratında yani yaratılışında vardır. Müminler için dua etmek, hayatlarının ayrılmaz ve çok doğal bir parçasıyken, birçokları için dua ancak büyük zorluklar altına girince, hayati tehlikelerle karşı karşıya kalınca hatırlanacak bir ibadettir. Elbette ki son söylediğimiz dua biçimini Allah makbul karşılamayabilir. Asıl hayırlı olan hem rahatlıkta, hem de zorlukta Allah'tan yardım istemektir. İşte bunun için de samimi bir şekilde Allah'a dua edebilmenin yolları Kuran'da detaylıca tarif edilmiştir.
Kuran'da birçok ayette doğrudan ya da dolaylı olarak dua konusu yer almaktadır. Sadece bu bile dua konusuna verilmesi gereken önemin bir göstergesidir. Öte yandan, dua ile ilgili ayetler okundukça da, bunun ne derece hayati bir ibadet olduğu daha rahat anlaşılmaktadır.
Kuran'a Göre Dua
"Çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek" anlamlarına gelen dua, Kuran'a göre "kulun bütün benliğiyle Allah'a yönelmesi" ya da "gücü sınırlı ve sonlu bir varlık olan insanın, sınırsız ve sonsuz bir kudret karşısında acizliğini kabul ederek yardım dilemesi" şeklinde tanımlanmaktadır.
Allah inancı olan her insanın çeşitli şekillerde dua ettiği bir gerçektir. Ancak insanların oldukça büyük bir kısmı duayı, sadece darlık ve sıkıntı anında elden gelen tüm ihtimaller denendikten sonra Allah'ı hatırlamak şeklinde anlamaktadırlar. Bu insanlar üzerlerindeki sıkıntı geçince bir sonraki darlık ve sıkıntı anına kadar Allah'ı unutur ve ondan bir şey talep etmeyi akıllarının ucundan dahi geçirmezler.
İnsanların başka bir bölümünde de son derece hatalı bir dua anlayışı hüküm sürmektedir. Bu insanlar için dua, küçük yaşlardan itibaren ailenin yaşlı bir ferdi tarafından öğretilen anlaşılmaz bazı sözlerdir. İnsanların bu tür dualarında Allah'ın varlığı, birliği, büyüklüğü, kudreti, insanları sürekli olarak görüp-işittiği, dualara icabet edeceği fazla düşünülmez. (Allah’ı tenzih ederiz) Önceden ezberlenmiş olan dua kalıpları tekrarlanır, durur. Oysa kitabımızın da konusu olan, Allah'ın Kuran aracılığıyla insanlara duyurduğu dua çok farklıdır.
Kuran'a göre dua etmek, Allah'a ulaşabilmenin en kolay yoludur. Şimdi Allah'ın sıfatlarını bir düşünelim. O, insana şah damarından daha yakın olan, herşeyi bilen, işitendir... İnsanın içinden geçirdiği tek bir düşünce bile Allah'tan gizli kalmaz. O halde samimi olarak Allah'tan bir istekte bulunmak için insanın sadece düşünmesi bile yetmektedir. İşte Allah'a ulaşmak bu denli kolaydır.
İnsan kulluk bilincinde olduğu sürece Allah Katında bir değer kazanabilir. Bu yüzden insanın Allah'a yönelmesi, hataları konusunda Allah'a itirafta bulunması ve sadece Allah'tan yardım dilemesi gerekmektedir. Bunun dışında bir davranış tarzı Allah'a karşı büyüklenmektir ki, Kuran'da bunun cezasının cehennem azabı olduğu bildirilir.
Günümüz toplumlarında dikkat çeken bir gerçek, diğer birçok ibadet gibi duanın da terk edilmiş bir gelenek olarak düşünüldüğüdür. Aslında bu düşüncenin gelişmesinin perde arkasında "Allah'tan bağımsız, kendi kendisine işleyen bir dünya" olabileceği telkini yatmaktadır. (Allah’ı tenzih ederiz) İnsanların büyük bir kısmı ister istemez yaşantılarının başlangıcından sonuna kadar tüm olayların kendilerinin ve çevrelerindeki insanların kontrolünde cereyan eden olaylar olduğunu düşünürler. Bu yüzden de ölümle burun buruna gelmeden ya da çok büyük bir felaketle karşılaşmadan Allah'a dua etme ihtiyacı duymazlar. Oysa bu büyük bir yanılgıdır. Bu yanılgıda öyle bir noktaya gelenler olur ki, bunlar duayı adeta geçmiş zamanlardan günümüze kadar ulaşmış bir sihir tekniği olarak algılarlar. Halbuki dua, yaşamın geneline yayılacak başlıbaşına bir ibadettir.
İnsanların tamamı duaya muhtaçtır. Fakir ve zor şartlar altında yaşayan birinin zengin bir insana göre duaya daha fazla ihtiyacı olduğunu düşünmek, dua konusunu temelinden yanlış anlamak demektir. Maddi durumu iyi olan, hayatta tüm istediklerine kavuştuğunu düşünen bir insanın duaya ihtiyacı olmadığını düşünmek son derece hatalıdır. Çünkü bu durumda dua etmenin tek sebebinin dünyevi arzuların tatmini olduğu anlamı çıkmaktadır. Oysa müminler hem dünya hayatları için, hem de ahiretleri için dua ederler. Dua beraberinde tevekkülü de getirir. Dua eden insan, karşısına çıkabilecek zor ya da kolay her türlü durumu, tüm olayları, kainatın Yaratıcısı ve Hakimi olan Allah'ın takdirine bırakmış demektir. Bir problemi çözmenin ya da önlemenin bütün yollarının evrendeki tüm kudretin sahibi olan Allah'a dayandığını bilmek, tüm işleri ona havale etmek ve sadece ona dua etmek, mümin için bir ferahlık ve güven kaynağıdır.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Said-i Nursî imzalı "Tekbirâtü'l-Huccac fî Arafat" başlıklı mektupta, "Nurun ehemmiyetli bir kısım şakirdleri pek musırrâne olarak (ısrarla ve inatla) âhirzamanda gelen âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Said-i Nursî imzalı "Tekbirâtü'l-Huccac fî Arafat" başlıklı mektupta, "Nurun ehemmiyetli bir kısım şakirdleri pek musırrâne olarak (ısrarla ve inatla) âhirzamanda gelen âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar. Sen de onların fikirlerini musırrâne (ısrarla) kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Bu bir tezattır. Hallini isteriz" diye sormaları sebebiyle, onlara cevap olmak üzere, BUNDAN SONRA GELECEK MEHDÎ-İ RESULÜN, temsil ettiği kudsî cemaatin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi olduğu, bunların imanı kurtarmak, hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) (Müslümanların manevi lideri) ünvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ etmek ve inkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur'âniyenin ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunlarının bir derece tâdile uğramasıyla O ZÂT, bu vazifei uzmâyı yapmaya çalışır.
Said-i Nursî imzalı "Tekbirâtü'l-Huccac fî Arafat" başlıklı mektupta, "Nurun ehemmiyetli bir kısım şakirdleri pek musırrâne olarak (ısrarla ve inatla) âhirzamanda gelen âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar. Sen de onların fikirlerini musırrâne (ısrarla) kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Bu bir tezattır. Hallini isteriz" diye sormaları sebebiyle, onlara cevap olmak üzere, BUNDAN SONRA GELECEK MEHDÎ-İ RESULÜN, temsil ettiği kudsî cemaatin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi olduğu, bunların imanı kurtarmak, hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) (Müslümanların manevi lideri) ünvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ etmek ve inkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur'âniyenin ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunlarının bir derece tâdile uğramasıyla O ZÂT, bu vazifei uzmâyı yapmaya çalışır.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Tarih boyunca peygamberler, gönderildikleri kavimleri Allah'a bir ve tek olarak iman etmeye ve yalnızca O'na kulluk etmeye çağırmışlardır. İnsanlara hak dini tebliğ etmiş ve Allah'ın razı insan ahlakını bizzat... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Tarih boyunca peygamberler, gönderildikleri kavimleri Allah'a bir ve tek olarak iman etmeye ve yalnızca O'na kulluk etmeye çağırmışlardır. İnsanlara hak dini tebliğ etmiş ve Allah'ın razı insan ahlakını bizzat kendi yaşayışlarıyla tanıtmışlardır. Bu nedenle, Allah'ın seçkin kulları olan peygamberlerin üstün kişilikleri, güzel ahlak özellikleri, davranış şekilleri ve olaylar karşısında gösterdikleri tepkiler müminler için en güzel örneği teşkil eder. Peygamberler, içinde yaşadıkları toplumlara bizzat örnek oldukları gibi, Kuran'da bildirilen özellikleriyle kendilerinden sonra gelen müminlere de yol göstermişlerdir.
Tarih boyunca peygamberler, gönderildikleri kavimleri Allah'a bir ve tek olarak iman etmeye ve yalnızca O'na kulluk etmeye çağırmışlardır. İnsanlara hak dini tebliğ etmiş ve Allah'ın razı insan ahlakını bizzat kendi yaşayışlarıyla tanıtmışlardır. Bu nedenle, Allah'ın seçkin kulları olan peygamberlerin üstün kişilikleri, güzel ahlak özellikleri, davranış şekilleri ve olaylar karşısında gösterdikleri tepkiler müminler için en güzel örneği teşkil eder. Peygamberler, içinde yaşadıkları toplumlara bizzat örnek oldukları gibi, Kuran'da bildirilen özellikleriyle kendilerinden sonra gelen müminlere de yol göstermişlerdir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) 1- Allah'ın varlığını nasıl anlarız? Çevremize baktığımızda gördüğümüz bitkiler, hayvanlar, denizler, dağlar, insanlar ve hatta göremediğimiz mikro alemdeki canlı cansız herşey kendilerini var eden üstün bir... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
1- Allah'ın varlığını nasıl anlarız?
Çevremize baktığımızda gördüğümüz bitkiler, hayvanlar, denizler, dağlar, insanlar ve hatta göremediğimiz mikro alemdeki canlı cansız herşey kendilerini var eden üstün bir aklın apaçık delilleridir. Aynı şekilde tüm evrende var olan denge, düzen, kusursuz yaratılış yine kendilerini kusursuzca var eden üstün bir ilim sahibinin varlığını kanıtlar. İşte bu üstün aklın ve ilmin sahibi Allah'tır.
Biz Allah'ın varlığını, yarattığı kusursuz sistemlerden, canlı cansız varlıkların hayranlık uyandırıcı özelliklerinden anlarız. Bu kusursuzluğa Kuran'da da dikkat çekilmiştir:
O, biri diğeriyle 'tam bir uyum'(mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)
1- Allah'ın varlığını nasıl anlarız?
Çevremize baktığımızda gördüğümüz bitkiler, hayvanlar, denizler, dağlar, insanlar ve hatta göremediğimiz mikro alemdeki canlı cansız herşey kendilerini var eden üstün bir aklın apaçık delilleridir. Aynı şekilde tüm evrende var olan denge, düzen, kusursuz yaratılış yine kendilerini kusursuzca var eden üstün bir ilim sahibinin varlığını kanıtlar. İşte bu üstün aklın ve ilmin sahibi Allah'tır.
Biz Allah'ın varlığını, yarattığı kusursuz sistemlerden, canlı cansız varlıkların hayranlık uyandırıcı özelliklerinden anlarız. Bu kusursuzluğa Kuran'da da dikkat çekilmiştir:
O, biri diğeriyle 'tam bir uyum'(mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)
Adnan Oktar (Harun Yahya) Allah, bundan 14 asır önce, insanlara yol gösterici bir kitap olan Kuran-ı Kerim'i indirmiş ve tüm insanlığı Kuran'a uyarak kurtuluşa ermeye davet etmiştir. Ayette de bildirildiği gibi Kuran "alemlere bir zikr... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Allah, bundan 14 asır önce, insanlara yol gösterici bir kitap olan Kuran-ı Kerim'i indirmiş ve tüm insanlığı Kuran'a uyarak kurtuluşa ermeye davet etmiştir. Ayette de bildirildiği gibi Kuran "alemlere bir zikr (öğüt, hatırlatma, hüküm ve üstün bir şeref)den başka bir şey değildir." (Kalem Suresi, 52) Kuran indirildiği günden kıyamet gününe kadar da, insanlığın yegane yol göstericisi olan son İlahi kitap olacaktır.
Kuran indirildiği günden bu yana her çağda yaşayan her insan grubunun anlayabileceği, kolay ve anlaşılır bir dile sahiptir. Allah, Kuran"ın bu üslubunu "Andolsun Biz Kuran'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık..." (Kamer Suresi, 22) ayetiyle haber verir. Kuran'ın, aynı zamanda edebi dilinin mükemmelliği, benzersiz üslup özellikleri ve içerdiği üstün hikmet de, onun Allah'ın sözü olduğunun kesin delillerindendir.
Kuran'ın bu özelliklerinin yanı sıra, Allah'ın sözü olduğunu ispatlayan pek çok mucizevi özelliği vardır. Bu özelliklerden biri, ancak 20. ve 21. yüzyıl teknolojisiyle eriştiğimiz bazı bilimsel gerçeklerin 1400 yıl önce Kuran'da bildirilmiş olmasıdır.
Elbette ki Kuran bir bilim kitabı değildir. Fakat çeşitli ayetlerinde, son derece özlü ve hikmetli bir anlatım içinde aktarılan bazı bilimsel gerçekler, ancak 20. yüzyıl teknolojisi ile keşfedilmiştir. Kuran'ın indirildiği dönemde bilimsel olarak saptanması mümkün olmayan bu bilgiler, insanlara Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu bir kez daha ispatlamaktadır.
Kuran'ın bilimsel mucizelerini anlamak için, öncelikle bu İlahi kitabın indirildiği dönemdeki bilim düzeyine bir göz atmak gerekir.
Kuran'ın indirildiği 7. yüzyılda, Arap toplumu bilimsel konular hakkında sayısız hurafeye ve batıl inanca sahipti. Evreni ve doğayı inceleyecek teknolojiye sahip olmayan Araplar, nesilden nesle aktarılan efsanelere inanıyorlardı. Örneğin, gökyüzünün dağlar sayesinde tepede durduğu sanılıyordu. Bu inanışa göre Dünya düzdü ve iki uçtaki yüksek dağlar birer direk gibi gök kubbeyi ayakta tutmaktaydı.
Ancak Arap toplumunun tüm bu batıl inanışları Kuran'la birlikte ortadan kaldırıldı. Örneğin "Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti..." (Ra'd Suresi, 2) ayeti göğün dağlar sayesinde tepede durduğu inancını geçersiz kıldı. Bunun gibi daha pek çok konuda, o dönemde hiçbir insanın bilmediği önemli bilgiler Kuran'da verildi. İnsanların astronomi, fizik ya da biyoloji hakkında çok az şey bildikleri bir dönemde indirilen Kuran, evrenin yaratılışından insanın oluşumuna, atmosferin yapısından, yeryüzündeki dengelere kadar pek çok konuda kilit bilgiler içermekteydi.
Şimdi, Kuran'da yer alan bu bilimsel mucizelerden bir bölümünü birlikte görelim.
Allah, bundan 14 asır önce, insanlara yol gösterici bir kitap olan Kuran-ı Kerim'i indirmiş ve tüm insanlığı Kuran'a uyarak kurtuluşa ermeye davet etmiştir. Ayette de bildirildiği gibi Kuran "alemlere bir zikr (öğüt, hatırlatma, hüküm ve üstün bir şeref)den başka bir şey değildir." (Kalem Suresi, 52) Kuran indirildiği günden kıyamet gününe kadar da, insanlığın yegane yol göstericisi olan son İlahi kitap olacaktır.
Kuran indirildiği günden bu yana her çağda yaşayan her insan grubunun anlayabileceği, kolay ve anlaşılır bir dile sahiptir. Allah, Kuran"ın bu üslubunu "Andolsun Biz Kuran'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık..." (Kamer Suresi, 22) ayetiyle haber verir. Kuran'ın, aynı zamanda edebi dilinin mükemmelliği, benzersiz üslup özellikleri ve içerdiği üstün hikmet de, onun Allah'ın sözü olduğunun kesin delillerindendir.
Kuran'ın bu özelliklerinin yanı sıra, Allah'ın sözü olduğunu ispatlayan pek çok mucizevi özelliği vardır. Bu özelliklerden biri, ancak 20. ve 21. yüzyıl teknolojisiyle eriştiğimiz bazı bilimsel gerçeklerin 1400 yıl önce Kuran'da bildirilmiş olmasıdır.
Elbette ki Kuran bir bilim kitabı değildir. Fakat çeşitli ayetlerinde, son derece özlü ve hikmetli bir anlatım içinde aktarılan bazı bilimsel gerçekler, ancak 20. yüzyıl teknolojisi ile keşfedilmiştir. Kuran'ın indirildiği dönemde bilimsel olarak saptanması mümkün olmayan bu bilgiler, insanlara Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu bir kez daha ispatlamaktadır.
Kuran'ın bilimsel mucizelerini anlamak için, öncelikle bu İlahi kitabın indirildiği dönemdeki bilim düzeyine bir göz atmak gerekir.
Kuran'ın indirildiği 7. yüzyılda, Arap toplumu bilimsel konular hakkında sayısız hurafeye ve batıl inanca sahipti. Evreni ve doğayı inceleyecek teknolojiye sahip olmayan Araplar, nesilden nesle aktarılan efsanelere inanıyorlardı. Örneğin, gökyüzünün dağlar sayesinde tepede durduğu sanılıyordu. Bu inanışa göre Dünya düzdü ve iki uçtaki yüksek dağlar birer direk gibi gök kubbeyi ayakta tutmaktaydı.
Ancak Arap toplumunun tüm bu batıl inanışları Kuran'la birlikte ortadan kaldırıldı. Örneğin "Allah O'dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti..." (Ra'd Suresi, 2) ayeti göğün dağlar sayesinde tepede durduğu inancını geçersiz kıldı. Bunun gibi daha pek çok konuda, o dönemde hiçbir insanın bilmediği önemli bilgiler Kuran'da verildi. İnsanların astronomi, fizik ya da biyoloji hakkında çok az şey bildikleri bir dönemde indirilen Kuran, evrenin yaratılışından insanın oluşumuna, atmosferin yapısından, yeryüzündeki dengelere kadar pek çok konuda kilit bilgiler içermekteydi.
Şimdi, Kuran'da yer alan bu bilimsel mucizelerden bir bölümünü birlikte görelim.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Materyalist felsefenin yayılmasından önce, bilim dünyası, Allah'ın evreni ve içindeki varlıkları yoktan yarattığını ve her an kudreti altında bulundurduğunu kabul ediyordu. Materyalizm ise ilk önce Allah'ın doğa... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Materyalist felsefenin yayılmasından önce, bilim dünyası, Allah'ın evreni ve içindeki varlıkları yoktan yarattığını ve her an kudreti altında bulundurduğunu kabul ediyordu. Materyalizm ise ilk önce Allah'ın doğa üzerindeki daimi egemenliğini reddetti. "Mekanizm" olarak bilinen görüş, evrendeki ve doğadaki tüm sistemlerin kendi kendine işleyen birer makine gibi olduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Mekanizmin 18. yüzyıldaki önde gelen temsilcilerinden biri de Fransız Pierre Simon de Laplace'tır. Laplace, Güneş Sistemi'nin hareketini yer çekimi kanunlarıyla açıklamış ve teorisini sorgulayan İmparator Napoleon'a verdiği cevapta, büyük bir yanılgıya düşerek, evrenin işleyişinin Allah'ın kontrolünde olduğunu inkar etmişti.
Materyalist felsefenin yayılmasından önce, bilim dünyası, Allah'ın evreni ve içindeki varlıkları yoktan yarattığını ve her an kudreti altında bulundurduğunu kabul ediyordu. Materyalizm ise ilk önce Allah'ın doğa üzerindeki daimi egemenliğini reddetti. "Mekanizm" olarak bilinen görüş, evrendeki ve doğadaki tüm sistemlerin kendi kendine işleyen birer makine gibi olduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Mekanizmin 18. yüzyıldaki önde gelen temsilcilerinden biri de Fransız Pierre Simon de Laplace'tır. Laplace, Güneş Sistemi'nin hareketini yer çekimi kanunlarıyla açıklamış ve teorisini sorgulayan İmparator Napoleon'a verdiği cevapta, büyük bir yanılgıya düşerek, evrenin işleyişinin Allah'ın kontrolünde olduğunu inkar etmişti.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Bu kitabı okuyan kişiden beklenen, hayatının en önemli konusunu yeniden gözden geçirmesidir. Ancak bunu yaparken, şimdiye kadar mutlak doğru olarak kabul ettiği kuralları, kapıldığı bazı önyargıları bir kenara... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Bu kitabı okuyan kişiden beklenen, hayatının en önemli konusunu yeniden gözden geçirmesidir. Ancak bunu yaparken, şimdiye kadar mutlak doğru olarak kabul ettiği kuralları, kapıldığı bazı önyargıları bir kenara bırakması gerekmektedir. Çünkü bir insan, ne olursa olsun bir konuya önyargıları ile yaklaşırsa doğru karar veremez. Çirkin görmek istediği şeyi çirkin görür. Kötü olduğuna önceden karar verdiği şeyi kötü olarak algılar.
Şu da bir gerçektir ki, bu önyargılar, peşin hükümler çoğu zaman kişinin kendisinden kaynaklanır. İnsan doğduğu günden itibaren içinde bulunduğu toplum tarafından sayısız önyargıya bağlanmaya mahkum edilir. Ailesi, yakın çevresi, arkadaşları onun değer yargılarını belirler. Özellikle günümüz toplumlarında medya insanları belli konularda şartlandırma yönünde büyük bir etkiye sahiptir. Gazete ve televizyonlar, onları izleyenlere pek çok iyi şeyi kötü, kötü şeyi de iyi gibi gösterme etkisine sahiptirler.
Toplumun kendisine aşıladığı önyargıları tümüyle kabul etmiş olan insan ise şahsiyetinden çok şey yitirmiştir. Kendi aklı ile değil, dışarının telkinleri ile hareket etmektedir. Söz konusu insan bu şekilde, ancak kendisine doğru olarak gösterilen değerleri doğru kabul eder. Her çağda her toplumun farklı doğrulara inandığını düşünürsek, topluma kayıtsız şartsız uymanın hiçbir anlam taşımadığını görebiliriz. Bazı toplumlar için yamyamlık doğal karşılanır, ya da faşist bir toplumda (Nazi Almanyası gibi) yarı deli bir lidere kayıtsız şartsız itaat etmek doğru olarak kabul edilir. Örnekleri çoğaltabiliriz, ama özetle söylemek istediğimiz, toplumun yanlış telkinlerinden bağımsız olarak düşünebilmenin akıl sahibi bir insana yaraşır bir tavır olduğudur.
Toplumun, hakkında sayısız önyargı oluşturduğu konuların başında din gelir. Özellikle medyanın bazı kesimlerinin yaptığı telkin, din hakkında bazı kimseler için aşılması zor peşin hükümler meydana getirmiştir. Hiçbir doğruluğu olmayan telkinlerin bir sonucu olarak, din, pek çok insanın fazla önemsemediği, üzerinde düşünme gereği hissetmediği ve mümkün olduğunca uzak durmaya çalıştığı bir kavramdır. Bu düşünce yapısına sahip kişilerin, genelde pek bilinçli bir şekilde böyle bir tutum izledikleri söylenemez. Bu kişilere sorulsa muhtemelen dindar olduklarını belirteceklerdir, ama gerçekte din onlar için, hayatlarında en az önem verdikleri konulardan biridir.
Aslında bu kişi hayatında bir kez bile oturup, ciddi bir şekilde, din ve kendisinin din hakkındaki düşünce ve davranışları hakkında da düşünmemiştir. Din ahlakının neden var olduğu gibi bir soru üzerinde hiç kafa yormamıştır. Onun yanlış bakış açısında göre din; genellikle yaşlı insanları ilgilendirir, bazı doğru ahlaki değerleri savunur, fakat bununla birlikte pek çok "can sıkıcı" yasak ve kısıtlama getirir. Dine dair uygulamaların bazılarını doğru ve yerinde, bazılarını ise kendi aklınca eski ve "çağdışı" bulur. (Allah'ı ve İslam'ı tenzih ederiz.) Yine de genellikle açıkça dini inkar etmez. Ama başta söylediğimiz gibi, din ahlakından mümkün olduğunca uzak durur. Dindar olduğunu düşündüğü kişilerle asla görüşmek, konuşmak, hatta aynı ortamda bulunmak istemez. Bu önyargılı ve çarpık bakış açısına göre onlar korkunç ve karanlık insanlardır. Oysa bu kişi büyük bir yanılgı içindendir. İslam dini estetiği, kaliteyi, asaleti, nezaketi, güzelliği, sevgiyi, içtenliği, merhameti, sevecenliği, düşünmeyi, araştırmayı, akılcı olmayı gerekli kılan, samimi olarak bu ahlakı yaşayanları manen çok üstünleştiren bir dindir.
Bu kitabı okuyan kişiden beklenen, hayatının en önemli konusunu yeniden gözden geçirmesidir. Ancak bunu yaparken, şimdiye kadar mutlak doğru olarak kabul ettiği kuralları, kapıldığı bazı önyargıları bir kenara bırakması gerekmektedir. Çünkü bir insan, ne olursa olsun bir konuya önyargıları ile yaklaşırsa doğru karar veremez. Çirkin görmek istediği şeyi çirkin görür. Kötü olduğuna önceden karar verdiği şeyi kötü olarak algılar.
Şu da bir gerçektir ki, bu önyargılar, peşin hükümler çoğu zaman kişinin kendisinden kaynaklanır. İnsan doğduğu günden itibaren içinde bulunduğu toplum tarafından sayısız önyargıya bağlanmaya mahkum edilir. Ailesi, yakın çevresi, arkadaşları onun değer yargılarını belirler. Özellikle günümüz toplumlarında medya insanları belli konularda şartlandırma yönünde büyük bir etkiye sahiptir. Gazete ve televizyonlar, onları izleyenlere pek çok iyi şeyi kötü, kötü şeyi de iyi gibi gösterme etkisine sahiptirler.
Toplumun kendisine aşıladığı önyargıları tümüyle kabul etmiş olan insan ise şahsiyetinden çok şey yitirmiştir. Kendi aklı ile değil, dışarının telkinleri ile hareket etmektedir. Söz konusu insan bu şekilde, ancak kendisine doğru olarak gösterilen değerleri doğru kabul eder. Her çağda her toplumun farklı doğrulara inandığını düşünürsek, topluma kayıtsız şartsız uymanın hiçbir anlam taşımadığını görebiliriz. Bazı toplumlar için yamyamlık doğal karşılanır, ya da faşist bir toplumda (Nazi Almanyası gibi) yarı deli bir lidere kayıtsız şartsız itaat etmek doğru olarak kabul edilir. Örnekleri çoğaltabiliriz, ama özetle söylemek istediğimiz, toplumun yanlış telkinlerinden bağımsız olarak düşünebilmenin akıl sahibi bir insana yaraşır bir tavır olduğudur.
Toplumun, hakkında sayısız önyargı oluşturduğu konuların başında din gelir. Özellikle medyanın bazı kesimlerinin yaptığı telkin, din hakkında bazı kimseler için aşılması zor peşin hükümler meydana getirmiştir. Hiçbir doğruluğu olmayan telkinlerin bir sonucu olarak, din, pek çok insanın fazla önemsemediği, üzerinde düşünme gereği hissetmediği ve mümkün olduğunca uzak durmaya çalıştığı bir kavramdır. Bu düşünce yapısına sahip kişilerin, genelde pek bilinçli bir şekilde böyle bir tutum izledikleri söylenemez. Bu kişilere sorulsa muhtemelen dindar olduklarını belirteceklerdir, ama gerçekte din onlar için, hayatlarında en az önem verdikleri konulardan biridir.
Aslında bu kişi hayatında bir kez bile oturup, ciddi bir şekilde, din ve kendisinin din hakkındaki düşünce ve davranışları hakkında da düşünmemiştir. Din ahlakının neden var olduğu gibi bir soru üzerinde hiç kafa yormamıştır. Onun yanlış bakış açısında göre din; genellikle yaşlı insanları ilgilendirir, bazı doğru ahlaki değerleri savunur, fakat bununla birlikte pek çok "can sıkıcı" yasak ve kısıtlama getirir. Dine dair uygulamaların bazılarını doğru ve yerinde, bazılarını ise kendi aklınca eski ve "çağdışı" bulur. (Allah'ı ve İslam'ı tenzih ederiz.) Yine de genellikle açıkça dini inkar etmez. Ama başta söylediğimiz gibi, din ahlakından mümkün olduğunca uzak durur. Dindar olduğunu düşündüğü kişilerle asla görüşmek, konuşmak, hatta aynı ortamda bulunmak istemez. Bu önyargılı ve çarpık bakış açısına göre onlar korkunç ve karanlık insanlardır. Oysa bu kişi büyük bir yanılgı içindendir. İslam dini estetiği, kaliteyi, asaleti, nezaketi, güzelliği, sevgiyi, içtenliği, merhameti, sevecenliği, düşünmeyi, araştırmayı, akılcı olmayı gerekli kılan, samimi olarak bu ahlakı yaşayanları manen çok üstünleştiren bir dindir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Tebliğ Kuran’ın gözardı edilen önemli hükümlerinden birisidir. Insanların bir çoğu “İslam’ı yaşamak” dendiğinde bunu sadece bazı fiziki farzları yerine getirmek olarak algılar. Namaz, oruç, hac, zekat gibi... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Tebliğ Kuran’ın gözardı edilen önemli hükümlerinden birisidir. Insanların bir çoğu “İslam’ı yaşamak” dendiğinde bunu sadece bazı fiziki farzları yerine getirmek olarak algılar. Namaz, oruç, hac, zekat gibi farzların yerine getirilmesinin kişinin mükemmel bir müslüman olması için yeterli olduğunu düşünür. Halbuki İslam maneviyat ve sevgi üzerine oturtulmuş bir dindir. Elbette fiziki olarak yerine getirilmesi gereken farzlar vardır. Ancak bu farzları, Allah’a ve Allah’ın yarattıklarına karşı sevgi ve şefkat dolu olan, güzel ahlaklı, Allah’ın dinini kendi isteklerinin üzerinde tutan samimi ve derin bir dindarlık ruhuyla yapmak gerekir Allah bu dindarlık ruhunun nasıl olması gerektiğini Kuran’ın tüm ayetleriyle tarif eder. Allah gerçek bir müslümanın huyuyla, karakteriyle, tavrıyla, üslubuyla, mantık örgüsüyle, yaşam şekliyle, eğitimi, kalitesi hatta mimikleriyle nasıl olması gerektiğini binlerce ayetle açıklamıştır. Bu ayetlerin tümünü gözardı edip sadece namaz kılmayı, oruç tutmayı ya da sadece zekat verip, belirli günlerle Allah’ın adını anmayı yeterli görmek Kuran’a uygun olmaz.
Kuran ayetleri insanlara bir hayat şekli tarif eder. Tebliğ ise bu hayat şeklinin ana damarlarından biridir. Her müslümanın mutlaka tebliğ farzını yerine getirmesi gerekir. Allah tebliğ yapmanın önemine pek çok ayetle dikkat çekmiştir. Al-i İmran suresinin 104. Ayetinde Allah tüm müslümanlara hitaben “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” buyurmuştur. Bu ayette tebliğ’in nasıl yapılması gerektiği açıkça tarif edilmiş ve teblig yapmak ahirette kurtuluşa ermenin bir şartı olarak belirtilmiştir. Müslüman çevresinde herkesi ve hatta tüm insanları dinin getirdiği ahlaka, temizliğe, iyiliğe davet etmekle ve dinsizliğin getirdiği tüm kötülüklerden, çirkinliklerden, zalimliklerden onları uyarmakla mükelleftir.
Müslüman taraftır. Tarafsız müslüman olmaz. Yani hem kötüden hem iyiden yana, şartlara ve zamana göre tavır, üslup ve ahlak değiştiren müslüman olmaz. Akla kara arasında gidip gelen ve hayatı gri olarak yaşayan müslümanlık da Kuran’a uygun değildir. Müslüman hep iyiden, haktan, hakkaniyetten yanadır. Bunu da gittiği her yerde Allah’ın dinini yayarak, güzel ahlakı anlatarak, dinsizliğe ve kötülüğe karşı mücadele ederek gösterir. Öyle ki tebliğ ibadeti müslümanın hayatının tamamını kapsar. Çünkü müslüman dini sadece sözle değil, tavırlarıyla, yaşam şekliyle, mantık örgüsüyle hatta estetik, temizlik ve kalite anlayışıyla da tebliğ eder. Peygamber Efendimizin (SAV) hayatının her anı, her tavrı, her kararı nasıl canlı bir tebliğ örneğiyse ve İslam’ın nasıl yaşanması gerektiğini gösteren en mükemmel modelse müslümanların hayatı da böyle olmalıdır.
Allah’ın dinini tebliğ etmenin her müslümanın üzerine farz olduğuyla ilgili pek çok ayet vardır. Bu ayetlerin bir kısmında Allah cihad kelimesini kullanmıştır. Örneğin Hucurat Suresi 15. Ayette ve Hac Suresi 78. Ayette bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır:
“Mü'min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Resulü'ne iman ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler “İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir.” (Hucurat Suresi, 15).”
“Allah adına gerektiği gibi cihad edin. “O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir. (Hac Suresi, 78)
Pek çok insan Kuran’daki bu ayetlerde geçen cihad kavramının fiziki bir mücadele ve savaş ortamı olduğunu düşünür. Oysa bu ayetlerde geçen cihad kelimesi, kökeni cehd olan bir kelimedir. Arapçadaki anlamı ise “çalışmak, çabalamak, azim, gayret, fedakarlık göstermek, insanın kendi nefsine hakim olması “dır. İslam ahlakında “cehd etmek” yani “cihad” aslında dini, güzel ahlakı, iyiliği ve hakkı yaymak için yapılan fikri mücadeledir. Yani cihad eden bir müslümanın yapması gereken insanlar arasında güzel ahlakın yayılmasını sağlamak, insanları öfkeden, kinden, kötülüklerden, zulümden uzak tutmak için gayret etmek, insanları Allah’ın dinine davet etmektir.
Fiziki cihad yani fiziki anlamda bir mücadele Kuran’ın emirlerine göre ancak savunma amaçlı yapılır. Müslüman ancak kendisinin, sevdiklerinin, ailesinin ya da çevresindekilerin canına yönelik bir kast, saldırı ve tehdit olması durumunda fiziki güç kullanmak durumunda kalır. Amaç sadece cana zarar gelmemesi için savunma yapmaktır. Dolayısıyla Kuran’da anlatılan din yolunda cihat etmek, fiziki değil fikri mücadeleyi ifade eder.
Kuran’da tarif edilen cihadda şiddet kullanmak, cana kastetmek, fiziki ya da psikolojik baskı ve zulüm ortamı oluşturmak, can yakmak, eza etmek yoktur. Kısaca İslam’da cihad savaş, tehdit ve baskı yoluyla değil, şefkat, sevgi, iyiliğe davet ve fikri olarak hak olanı savunma yoluyla yani tebliğ yoluyla yapılır. Ancak tebliğ yapmanın da bir yöntemi vardır. Tebliğ de en önemli şart samimiyet olmakla birlikte, müslüman tebliğ yaparken sürekli aklını ve vicdanını kullanmalı ve karşı tarafın ahiretini kurtarmaya vesile olmanın ne kadar ağır ve şerefli bir sorumluluk olduğunu asla unutmamalıdır. Bu nedenle bu kitapta tebliğ’in nasıl yapılması gerektiğini, fikir ayrılıkları sözkonusu olduğunda müslümanın nasıl bir tavırla karşılık vermesi gerektiğini de Kuran ayetleri ışığında açıkladık. Ayrıca cahiliyenin en sık yaptığı hatalardan biri olan tartışma konusuna da ayrı bir bölüm ayırdık. Çünkü tartışma mantığı belki de bir insanın doğruyu ve hakkı kabul etmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. Müslüman anlatır, karşılıklı fikir alışverişinde bulunur, sohbet eder ancak asla gereksiz bir tartışmanın içine girmez. Çünkü cahiliyenin tartışma alışkanlığı İslam ahlakına uygun değildir ve müslüman hiç bir konuşmasında tartışmaya eğilim göstermemelidir. Allah bir ayetinde, müminin tartışmadan uzak duran ve her zaman için tebliği hedefleyen bu tavrını şöyle hükme bağlar:
"Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: "Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim ettim." Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: "Siz de teslim oldunuz mu?" Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidayete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ (etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir." (Al-i İmran Suresi, 20)
Tebliğ Kuran’ın gözardı edilen önemli hükümlerinden birisidir. Insanların bir çoğu “İslam’ı yaşamak” dendiğinde bunu sadece bazı fiziki farzları yerine getirmek olarak algılar. Namaz, oruç, hac, zekat gibi farzların yerine getirilmesinin kişinin mükemmel bir müslüman olması için yeterli olduğunu düşünür. Halbuki İslam maneviyat ve sevgi üzerine oturtulmuş bir dindir. Elbette fiziki olarak yerine getirilmesi gereken farzlar vardır. Ancak bu farzları, Allah’a ve Allah’ın yarattıklarına karşı sevgi ve şefkat dolu olan, güzel ahlaklı, Allah’ın dinini kendi isteklerinin üzerinde tutan samimi ve derin bir dindarlık ruhuyla yapmak gerekir Allah bu dindarlık ruhunun nasıl olması gerektiğini Kuran’ın tüm ayetleriyle tarif eder. Allah gerçek bir müslümanın huyuyla, karakteriyle, tavrıyla, üslubuyla, mantık örgüsüyle, yaşam şekliyle, eğitimi, kalitesi hatta mimikleriyle nasıl olması gerektiğini binlerce ayetle açıklamıştır. Bu ayetlerin tümünü gözardı edip sadece namaz kılmayı, oruç tutmayı ya da sadece zekat verip, belirli günlerle Allah’ın adını anmayı yeterli görmek Kuran’a uygun olmaz.
Kuran ayetleri insanlara bir hayat şekli tarif eder. Tebliğ ise bu hayat şeklinin ana damarlarından biridir. Her müslümanın mutlaka tebliğ farzını yerine getirmesi gerekir. Allah tebliğ yapmanın önemine pek çok ayetle dikkat çekmiştir. Al-i İmran suresinin 104. Ayetinde Allah tüm müslümanlara hitaben “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” buyurmuştur. Bu ayette tebliğ’in nasıl yapılması gerektiği açıkça tarif edilmiş ve teblig yapmak ahirette kurtuluşa ermenin bir şartı olarak belirtilmiştir. Müslüman çevresinde herkesi ve hatta tüm insanları dinin getirdiği ahlaka, temizliğe, iyiliğe davet etmekle ve dinsizliğin getirdiği tüm kötülüklerden, çirkinliklerden, zalimliklerden onları uyarmakla mükelleftir.
Müslüman taraftır. Tarafsız müslüman olmaz. Yani hem kötüden hem iyiden yana, şartlara ve zamana göre tavır, üslup ve ahlak değiştiren müslüman olmaz. Akla kara arasında gidip gelen ve hayatı gri olarak yaşayan müslümanlık da Kuran’a uygun değildir. Müslüman hep iyiden, haktan, hakkaniyetten yanadır. Bunu da gittiği her yerde Allah’ın dinini yayarak, güzel ahlakı anlatarak, dinsizliğe ve kötülüğe karşı mücadele ederek gösterir. Öyle ki tebliğ ibadeti müslümanın hayatının tamamını kapsar. Çünkü müslüman dini sadece sözle değil, tavırlarıyla, yaşam şekliyle, mantık örgüsüyle hatta estetik, temizlik ve kalite anlayışıyla da tebliğ eder. Peygamber Efendimizin (SAV) hayatının her anı, her tavrı, her kararı nasıl canlı bir tebliğ örneğiyse ve İslam’ın nasıl yaşanması gerektiğini gösteren en mükemmel modelse müslümanların hayatı da böyle olmalıdır.
Allah’ın dinini tebliğ etmenin her müslümanın üzerine farz olduğuyla ilgili pek çok ayet vardır. Bu ayetlerin bir kısmında Allah cihad kelimesini kullanmıştır. Örneğin Hucurat Suresi 15. Ayette ve Hac Suresi 78. Ayette bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır:
“Mü'min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Resulü'ne iman ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler “İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir.” (Hucurat Suresi, 15).”
“Allah adına gerektiği gibi cihad edin. “O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir. (Hac Suresi, 78)
Pek çok insan Kuran’daki bu ayetlerde geçen cihad kavramının fiziki bir mücadele ve savaş ortamı olduğunu düşünür. Oysa bu ayetlerde geçen cihad kelimesi, kökeni cehd olan bir kelimedir. Arapçadaki anlamı ise “çalışmak, çabalamak, azim, gayret, fedakarlık göstermek, insanın kendi nefsine hakim olması “dır. İslam ahlakında “cehd etmek” yani “cihad” aslında dini, güzel ahlakı, iyiliği ve hakkı yaymak için yapılan fikri mücadeledir. Yani cihad eden bir müslümanın yapması gereken insanlar arasında güzel ahlakın yayılmasını sağlamak, insanları öfkeden, kinden, kötülüklerden, zulümden uzak tutmak için gayret etmek, insanları Allah’ın dinine davet etmektir.
Fiziki cihad yani fiziki anlamda bir mücadele Kuran’ın emirlerine göre ancak savunma amaçlı yapılır. Müslüman ancak kendisinin, sevdiklerinin, ailesinin ya da çevresindekilerin canına yönelik bir kast, saldırı ve tehdit olması durumunda fiziki güç kullanmak durumunda kalır. Amaç sadece cana zarar gelmemesi için savunma yapmaktır. Dolayısıyla Kuran’da anlatılan din yolunda cihat etmek, fiziki değil fikri mücadeleyi ifade eder.
Kuran’da tarif edilen cihadda şiddet kullanmak, cana kastetmek, fiziki ya da psikolojik baskı ve zulüm ortamı oluşturmak, can yakmak, eza etmek yoktur. Kısaca İslam’da cihad savaş, tehdit ve baskı yoluyla değil, şefkat, sevgi, iyiliğe davet ve fikri olarak hak olanı savunma yoluyla yani tebliğ yoluyla yapılır. Ancak tebliğ yapmanın da bir yöntemi vardır. Tebliğ de en önemli şart samimiyet olmakla birlikte, müslüman tebliğ yaparken sürekli aklını ve vicdanını kullanmalı ve karşı tarafın ahiretini kurtarmaya vesile olmanın ne kadar ağır ve şerefli bir sorumluluk olduğunu asla unutmamalıdır. Bu nedenle bu kitapta tebliğ’in nasıl yapılması gerektiğini, fikir ayrılıkları sözkonusu olduğunda müslümanın nasıl bir tavırla karşılık vermesi gerektiğini de Kuran ayetleri ışığında açıkladık. Ayrıca cahiliyenin en sık yaptığı hatalardan biri olan tartışma konusuna da ayrı bir bölüm ayırdık. Çünkü tartışma mantığı belki de bir insanın doğruyu ve hakkı kabul etmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. Müslüman anlatır, karşılıklı fikir alışverişinde bulunur, sohbet eder ancak asla gereksiz bir tartışmanın içine girmez. Çünkü cahiliyenin tartışma alışkanlığı İslam ahlakına uygun değildir ve müslüman hiç bir konuşmasında tartışmaya eğilim göstermemelidir. Allah bir ayetinde, müminin tartışmadan uzak duran ve her zaman için tebliği hedefleyen bu tavrını şöyle hükme bağlar:
"Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: "Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim ettim." Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: "Siz de teslim oldunuz mu?" Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidayete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ (etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir." (Al-i İmran Suresi, 20)
Adnan Oktar (Harun Yahya) Huzur ve güvenliğin hakim olacağı, yoksulluğun yerini bolluğun, zulmün yerini adaletin, çatışma ve gerginliklerin yerini barışın alacağı bir dünya, tüm insanların özlemidir. Özellikle geçtiğimiz iki yüzyılda... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Huzur ve güvenliğin hakim olacağı, yoksulluğun yerini bolluğun, zulmün yerini adaletin, çatışma ve gerginliklerin yerini barışın alacağı bir dünya, tüm insanların özlemidir. Özellikle geçtiğimiz iki yüzyılda yaşanan büyük acılar ve sıkıntılar ile günümüzde de dünyanın dört bir yanında devam eden sorunlar, insanların bu özlemlerini daha da artırmıştır. İnsanlığın önemli bir bölümü, kendilerine uzanacak bir yardım eli beklemekte, onları içinde bulundukları durumdan çıkaracak bir kurtarıcının gelmesini umud etmektedir. Bu kurtarıcı, mevcut sistemin olumsuzluklarını düzeltecek, adaleti, barışı, güvenliği ve huzuru sağlayacak; insanları doğruya ve iyiliğe ulaştıracaktır.
Kendilerine yardım eli uzatılmasını bekleyen yokluk içindeki insanların, varlık içinde olsalar dahi yaşadıkları manevi sıkıntılar nedeniyle acı çekenlerin, adalete, huzura, düzene ve güzel ahlaka özlem duyanların beklentisi içinde oldukları kurtuluş, Allah'ın izni ile pek yakın olabilir. Yaşanan pek çok gelişme, bu kurtuluşun yaklaştığının birer alametidir.
İnsanlığın kurtuluşuna aracı olacak bu büyük olay, Hz. İsa (as)'ın ikinci kez yeryüzüne gelişidir. Hz. İsa (as)'ın tekrar dünyaya gelişiyle, dünyadaki tüm zulüm ve haksızlıklar son bulacak, yeryüzü barış, bereket ve adalet ile dolacaktır.
Kuran'a göre bundan yaklaşık 2000 yıl önce, Allah, inkar edenlerin Hz. İsa (as)'ı öldürmek amacıyla kurdukları tuzağı bozarak Hz. İsa (as)'ı Kendi Katına yükseltmiştir. Kuran'da ve hadislerde bildirildiğine göre, Hz. İsa (as) kıyametten önceki dönemde yeniden dünyaya gelecektir. Hem Hıristiyan hem de Müslüman dünyası tarafından inanılan ve beklenen bu büyük mucize ile, dünyadaki tüm zulüm ve haksızlıklar son bulacak, yeryüzü barış, bereket ve adalet ile dolacaktır.
Bu kitapta Hz. İsa (as)'ın yeryüzüne yeniden gelişi ile ilgili İslami kaynaklarda yer alan alametleri ve bunların nasıl birer birer gerçekleştiklerini inceleyeceğiz. Bu alametlere tanıklık eden insanlar, Allah'ın izniyle, Hz. İsa (as)'ın gelişinin yakınlaştığını umut edebilirler.
Huzur ve güvenliğin hakim olacağı, yoksulluğun yerini bolluğun, zulmün yerini adaletin, çatışma ve gerginliklerin yerini barışın alacağı bir dünya, tüm insanların özlemidir. Özellikle geçtiğimiz iki yüzyılda yaşanan büyük acılar ve sıkıntılar ile günümüzde de dünyanın dört bir yanında devam eden sorunlar, insanların bu özlemlerini daha da artırmıştır. İnsanlığın önemli bir bölümü, kendilerine uzanacak bir yardım eli beklemekte, onları içinde bulundukları durumdan çıkaracak bir kurtarıcının gelmesini umud etmektedir. Bu kurtarıcı, mevcut sistemin olumsuzluklarını düzeltecek, adaleti, barışı, güvenliği ve huzuru sağlayacak; insanları doğruya ve iyiliğe ulaştıracaktır.
Kendilerine yardım eli uzatılmasını bekleyen yokluk içindeki insanların, varlık içinde olsalar dahi yaşadıkları manevi sıkıntılar nedeniyle acı çekenlerin, adalete, huzura, düzene ve güzel ahlaka özlem duyanların beklentisi içinde oldukları kurtuluş, Allah'ın izni ile pek yakın olabilir. Yaşanan pek çok gelişme, bu kurtuluşun yaklaştığının birer alametidir.
İnsanlığın kurtuluşuna aracı olacak bu büyük olay, Hz. İsa (as)'ın ikinci kez yeryüzüne gelişidir. Hz. İsa (as)'ın tekrar dünyaya gelişiyle, dünyadaki tüm zulüm ve haksızlıklar son bulacak, yeryüzü barış, bereket ve adalet ile dolacaktır.
Kuran'a göre bundan yaklaşık 2000 yıl önce, Allah, inkar edenlerin Hz. İsa (as)'ı öldürmek amacıyla kurdukları tuzağı bozarak Hz. İsa (as)'ı Kendi Katına yükseltmiştir. Kuran'da ve hadislerde bildirildiğine göre, Hz. İsa (as) kıyametten önceki dönemde yeniden dünyaya gelecektir. Hem Hıristiyan hem de Müslüman dünyası tarafından inanılan ve beklenen bu büyük mucize ile, dünyadaki tüm zulüm ve haksızlıklar son bulacak, yeryüzü barış, bereket ve adalet ile dolacaktır.
Bu kitapta Hz. İsa (as)'ın yeryüzüne yeniden gelişi ile ilgili İslami kaynaklarda yer alan alametleri ve bunların nasıl birer birer gerçekleştiklerini inceleyeceğiz. Bu alametlere tanıklık eden insanlar, Allah'ın izniyle, Hz. İsa (as)'ın gelişinin yakınlaştığını umut edebilirler.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Kutsal Topraklar'da yaşayan Museviler arasında doğan Hristiyanlık dini, Hz. Musa (as)'ın şeriatına göre yaşayan samimi Musevilerin, Hz. İsa (as)'a tabi olmaları ile gelişmiştir. Hz. İsa (as)'a tabi olan... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Kutsal Topraklar'da yaşayan Museviler arasında doğan Hristiyanlık dini, Hz. Musa (as)'ın şeriatına göre yaşayan samimi Musevilerin, Hz. İsa (as)'a tabi olmaları ile gelişmiştir. Hz. İsa (as)'a tabi olan Musevilerin özelliği ise, Allah'a Bir ve Tek İlah olarak iman etmeleridir.
Ancak bu tevhid inancı, Hz. İsa (as)'ın göğe alınışı ve Hristiyanlığın putperest topraklara doğru yayılışının ardından değişime uğramıştır. Hz. İsa (as), Hristiyanlık dinine sonradan dahil edilen üçleme inancı sebebiyle ilah olarak görülmeye başlanmıştır (Allah'ı tenzih ederiz). Bu batıl inançtaki Hristiyanlar, Yüce Allah'ın Zatının Hz. İsa (as)'da bir insan olarak beden aldığını iddia etmeye başlamış ve bu inancı yaygınlaştırmışlardır.
Üçleme veya üçlü birlik inancı, -Allah'ı tenzih ederiz- "baba, oğul ve kutsal ruh"tan meydana geldiği öne sürülen üçlü bir Allah inancı anlamında kullanılmaktadır. Hristiyanlık inancını değişikliğe uğratmak isteyen çeşitli kişiler, dönemin Roma İmparatoru Konstantin öncülüğü ve desteği ile kendilerine bu konuda Tevrat ve İncil'de geçen "Allah'ın oğlu" ifadelerini delil almışlardır. Hz. İsa (as)'ın, Allah'ın gerçek oğlu olduğunu iddia etmiş ve ona ilahlık yakıştırması yapmışlardır. Oysa, Tevrat'ta ve İncil'de geçen "Allah'ın oğlu" ifadeleri, tüm iman edenlerin Allah'ın sevgili kulları olduğunun güzel bir ifadesidir. Matta İncil'inde bu gerçek, "Ne mutlu barışı sağlayanlara! Onlara Tanrı oğulları denecek" (Matta, 5:9) ifadesiyle açık olarak izah edilmiştir. Hz. İsa (as)'a yönelik kullanılan bu ifade de aynı anlamı taşımakta, İncil'de geçen "oğul" ifadesi Allah'ın biricik ve sevgili kulu anlamına gelmekte, Allah'ın gerçek oğlu (Allah'ı tenzih ederiz) anlamına hiçbir şekilde gelmemektedir.
Hristiyanlığa sonradan dahil edilmiş olan ve tevhid inancını yıkmaya yönelik bu yanlış ve oldukça tehlikeli iddia, zaman içinde Hristiyanlık dininin en büyük gereği ve şartı haline getirilmiş ve hatta bu inanca uymayanlar dinden çıkmış kişiler olarak görülmüşlerdir. Bu, üçlemeyi savunan bazı rahiplerin öncülüğünde adeta bir baskı ve dayatma yöntemi ile toplumlara kabul ettirilmeye çalışılmış, Hristiyanlık dinine zorla dahil edilmiştir. Üçleme inancına karşı çıkanlar ciddi şekilde cezalandırılmış, ülkelerinden sürülmüş, hatta öldürülmüşlerdir. [Konuyla ilgili detaylı bilgi için bkz. Hz. İsa (as) Allah'ın Oğlu Değildir, Allah'ın Peygamberidir, Adnan Oktar, www.globalkitap.com]
Şunu önemle vurgulamak gerekir: Hristiyanlığa sonradan dahil edilmiş üçleme inancı ya da bir kısım Hristiyanların tabiriyle üçlü birlik inancı, ne Tevrat'ta ne de İncil'de yer almaktadır. İncil'in hiçbir yerinde üçleme ifadesi geçmemektedir, fakat buna rağmen üçleme dinin şartı gibi görülmektedir. Oysa dinin şartı olarak dayatılan ve Hz. İsa (as)'ı Allah'ın oğlu olarak göstermeye çalışan bu inanç çok büyük bir yanılgı ve çok büyük bir tehlikedir. Hristiyan kardeşlerimizin çoğunluğu bu tehlikenin boyutlarını tam bilmemektedirler. Yüce Allah Kuran'da, bu tehlikenin büyüklüğünü şöyle tarif eder:
"Rahman çocuk edinmiştir" dediler.
Andolsun, siz oldukça ÇİRKİN BİR CESARETTE bulunup-geldiniz.
NEREDEYSE BUNDAN DOLAYI, GÖKLER PARAMPARÇA OLACAK, YER ÇATLAYACAK VE DAĞLAR YIKILIP GÖÇECEKTİ.
Rahman adına çocuk öne sürdüklerinden (ötürü bunlar olacaktı.)
Rahman (olan Allah)a çocuk edinmek yaraşmaz.
Göklerde ve yerde olan (herkesin ve herşeyin) tümü Rahman (olan Allah)a, yalnızca kul olarak gelecektir. (Meryem Suresi, 88-93)
Kutsal Topraklar'da yaşayan Museviler arasında doğan Hristiyanlık dini, Hz. Musa (as)'ın şeriatına göre yaşayan samimi Musevilerin, Hz. İsa (as)'a tabi olmaları ile gelişmiştir. Hz. İsa (as)'a tabi olan Musevilerin özelliği ise, Allah'a Bir ve Tek İlah olarak iman etmeleridir.
Ancak bu tevhid inancı, Hz. İsa (as)'ın göğe alınışı ve Hristiyanlığın putperest topraklara doğru yayılışının ardından değişime uğramıştır. Hz. İsa (as), Hristiyanlık dinine sonradan dahil edilen üçleme inancı sebebiyle ilah olarak görülmeye başlanmıştır (Allah'ı tenzih ederiz). Bu batıl inançtaki Hristiyanlar, Yüce Allah'ın Zatının Hz. İsa (as)'da bir insan olarak beden aldığını iddia etmeye başlamış ve bu inancı yaygınlaştırmışlardır.
Üçleme veya üçlü birlik inancı, -Allah'ı tenzih ederiz- "baba, oğul ve kutsal ruh"tan meydana geldiği öne sürülen üçlü bir Allah inancı anlamında kullanılmaktadır. Hristiyanlık inancını değişikliğe uğratmak isteyen çeşitli kişiler, dönemin Roma İmparatoru Konstantin öncülüğü ve desteği ile kendilerine bu konuda Tevrat ve İncil'de geçen "Allah'ın oğlu" ifadelerini delil almışlardır. Hz. İsa (as)'ın, Allah'ın gerçek oğlu olduğunu iddia etmiş ve ona ilahlık yakıştırması yapmışlardır. Oysa, Tevrat'ta ve İncil'de geçen "Allah'ın oğlu" ifadeleri, tüm iman edenlerin Allah'ın sevgili kulları olduğunun güzel bir ifadesidir. Matta İncil'inde bu gerçek, "Ne mutlu barışı sağlayanlara! Onlara Tanrı oğulları denecek" (Matta, 5:9) ifadesiyle açık olarak izah edilmiştir. Hz. İsa (as)'a yönelik kullanılan bu ifade de aynı anlamı taşımakta, İncil'de geçen "oğul" ifadesi Allah'ın biricik ve sevgili kulu anlamına gelmekte, Allah'ın gerçek oğlu (Allah'ı tenzih ederiz) anlamına hiçbir şekilde gelmemektedir.
Hristiyanlığa sonradan dahil edilmiş olan ve tevhid inancını yıkmaya yönelik bu yanlış ve oldukça tehlikeli iddia, zaman içinde Hristiyanlık dininin en büyük gereği ve şartı haline getirilmiş ve hatta bu inanca uymayanlar dinden çıkmış kişiler olarak görülmüşlerdir. Bu, üçlemeyi savunan bazı rahiplerin öncülüğünde adeta bir baskı ve dayatma yöntemi ile toplumlara kabul ettirilmeye çalışılmış, Hristiyanlık dinine zorla dahil edilmiştir. Üçleme inancına karşı çıkanlar ciddi şekilde cezalandırılmış, ülkelerinden sürülmüş, hatta öldürülmüşlerdir. [Konuyla ilgili detaylı bilgi için bkz. Hz. İsa (as) Allah'ın Oğlu Değildir, Allah'ın Peygamberidir, Adnan Oktar, www.globalkitap.com]
Şunu önemle vurgulamak gerekir: Hristiyanlığa sonradan dahil edilmiş üçleme inancı ya da bir kısım Hristiyanların tabiriyle üçlü birlik inancı, ne Tevrat'ta ne de İncil'de yer almaktadır. İncil'in hiçbir yerinde üçleme ifadesi geçmemektedir, fakat buna rağmen üçleme dinin şartı gibi görülmektedir. Oysa dinin şartı olarak dayatılan ve Hz. İsa (as)'ı Allah'ın oğlu olarak göstermeye çalışan bu inanç çok büyük bir yanılgı ve çok büyük bir tehlikedir. Hristiyan kardeşlerimizin çoğunluğu bu tehlikenin boyutlarını tam bilmemektedirler. Yüce Allah Kuran'da, bu tehlikenin büyüklüğünü şöyle tarif eder:
"Rahman çocuk edinmiştir" dediler.
Andolsun, siz oldukça ÇİRKİN BİR CESARETTE bulunup-geldiniz.
NEREDEYSE BUNDAN DOLAYI, GÖKLER PARAMPARÇA OLACAK, YER ÇATLAYACAK VE DAĞLAR YIKILIP GÖÇECEKTİ.
Rahman adına çocuk öne sürdüklerinden (ötürü bunlar olacaktı.)
Rahman (olan Allah)a çocuk edinmek yaraşmaz.
Göklerde ve yerde olan (herkesin ve herşeyin) tümü Rahman (olan Allah)a, yalnızca kul olarak gelecektir. (Meryem Suresi, 88-93)
Adnan Oktar (Harun Yahya) Önsöz Bundan 700 bin yıl önce insanların, çok iyi inşa edilmiş gemilerle okyanus yolculukları yaptıklarını biliyor muydunuz? Ya da bize "ilkel mağara adamları" olarak tanıtılan insanların, gerçekte günümüzdeki... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Önsöz
Bundan 700 bin yıl önce insanların, çok iyi inşa edilmiş gemilerle okyanus yolculukları yaptıklarını biliyor muydunuz? Ya da bize "ilkel mağara adamları" olarak tanıtılan insanların, gerçekte günümüzdeki ressamları aratmayacak bir yeteneğe ve estetik anlayışına sahip olduklarını hiç duydunuz mu? 80 bin yıl önce yaşamış olan ve bize evrimciler tarafından "maymun adam" gibi gösterilmeye çalışılan Neandertal ırkının, müzik aletleri yaptığını, giyim-kuşam zevkine sahip olduğunu, kızgın kumlarda biçimli sandaletlerle gezdiğini biliyor muydunuz?
Büyük olasılıkla bunların hemen hiçbirini daha önce duymamış olabilirsiniz. Aksine, bu insanların yarı maymun yarı insan, konuşma yeteneğinden yoksun, dik duramayan, sadece garip hırıltılar çıkaran, vahşi mağara adamları olduğu yanılgısına kapılmış olabilirsiniz. Çünkü bu büyük yalan, yaklaşık 150 yıldır dünyanın dört bir yanında insanlara telkin edilmektedir.
Bu telkinin amacı ise, materyalist felsefeyi ayakta tutabilmektir.
Materyalist, yani maddeci felsefe, Yaratıcı'nın varlığını inkar eder. Gerçekleri saptıran bu görüşe göre, evren ve madde ezelidir, yani bir başlangıcı dolayısıyla bir Yaratıcısı yoktur. Bu batıl inancın sözde bilimsel temelini ise evrim teorisi oluşturur. Çünkü materyalistler, evrenin bir Yaratıcısı olmadığını iddia ettikleri için bu evrendeki canlılığın ve düzenin nasıl ortaya çıktığına kendilerince bir açıklama getirmeleri gerekmektedir. Evrim teorisi bu amaçla kullanılan bir senaryodur. Bu senaryoya göre, evrendeki tüm düzen ve canlılık, tesadüflerin sonucunda kendiliğinden oluşmuştur. İlkel dünyada bulunan bazı cansız maddeler tesadüfen biraraya gelerek ilk canlı organizmayı oluşturmuşlardır. Milyonlarca yıl süren tesadüfler sonucunda ise bu ilk canlı organizmanın evrimleşmesiyle evrim zincirinin en sonunda bulunan insan meydana gelmiştir. Her biri imkansız olan milyonlarca aşamanın sonucunda meydana geldiği iddia edilen insanın tarihi de, yine bu senaryoya uygun olarak hikayeleştirilmiştir.
Hiçbir bilimsel delili olmayan bu anlatıma göre insanlık tarihi şöyledir: Nasıl ki canlılık ilkel bir organizmadan, en gelişmiş organizma olan insana kadar ilerlemişse, insanlık tarihi de en ilkel insan toplumundan en gelişmiş insan toplumuna doğru ilerleme göstermiş olmalıdır. Bu, bilimsel dayanağı olmayan bir varsayımdır. Ve bu varsayım, materyalist felsefenin ve evrim teorisinin iddialarına göre hazırlanmış olan insanlık tarihinin temelini teşkil eder.
Evrimci bilim adamları, tek hücreden çok hücreye ve ardından maymundan insana doğru uzayan sözde evrim sürecini açıklayabilmek için, tarihin gelişimini de senaryolaştırmışlardır. Bunun için 'ilkel insan'ın yaşam şeklini açıklayan "mağara devri", "taş devri" gibi hayali dönemler uydurmuşlardır. "İnsanlar maymunlarla ortak bir atadan türemişlerdir" yalanını savunan evrimciler, bu iddialarını kendilerince kanıtlayabilmek için arayışa girmişler ve arkeolojik kazılarda buldukları her taş ya da ok parçasını veya bir çömleği bu doğrultuda yorumlamışlardır. Oysa karanlık bir mağarada postlara bürünerek oturan, konuşma yeteneği olmayan yarı insan yarı maymun canlılar, yalnızca birer hayal ürünüdür. İlkel insan hiçbir zaman var olmamış, taş devri hiçbir zaman yaşanmamıştır. Bunlar evrimcilerin bir kısım medyanın da yardımıyla oluşturdukları göz boyamalardan başka bir şey değildir.
Bunlar birer göz boyamadır; çünkü biyoloji, paleontoloji, mikrobiyoloji, genetik bilimler başta olmak üzere bilim alanında yaşanan gelişmeler bugün evrim iddiasını tamamen yıkmıştır. Canlı türlerinin birbirlerine dönüşüp evrimleştikleri iddiasının geçersizliği anlaşılmıştır. Aynı şekilde insan da maymun benzeri canlılardan evrimleşmemiştir. İnsan, var olduğu günden bu yana insandır. Var olduğu günden bu yana da yüksek bir kültüre sahiptir. Dolayısıyla "tarihin evrimi" de hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.
Bu kitapta, "insan tarihinin evrimi" iddiasının geçersizliğini bilimsel delilleriyle ortaya koyacak, bilimsel bulguların yaratılış gerçeğini desteklediğini inceleyeceğiz. İnsan bu dünyaya evrimle değil, sonsuz bir güç ve akıl sahibi olan Allah'ın kusursuz yaratmasıyla gelmiştir.
İlerleyen sayfalarda bu gerçeğin bilimsel ve tarihsel delillerini okuyacaksınız.
Önsöz
Bundan 700 bin yıl önce insanların, çok iyi inşa edilmiş gemilerle okyanus yolculukları yaptıklarını biliyor muydunuz? Ya da bize "ilkel mağara adamları" olarak tanıtılan insanların, gerçekte günümüzdeki ressamları aratmayacak bir yeteneğe ve estetik anlayışına sahip olduklarını hiç duydunuz mu? 80 bin yıl önce yaşamış olan ve bize evrimciler tarafından "maymun adam" gibi gösterilmeye çalışılan Neandertal ırkının, müzik aletleri yaptığını, giyim-kuşam zevkine sahip olduğunu, kızgın kumlarda biçimli sandaletlerle gezdiğini biliyor muydunuz?
Büyük olasılıkla bunların hemen hiçbirini daha önce duymamış olabilirsiniz. Aksine, bu insanların yarı maymun yarı insan, konuşma yeteneğinden yoksun, dik duramayan, sadece garip hırıltılar çıkaran, vahşi mağara adamları olduğu yanılgısına kapılmış olabilirsiniz. Çünkü bu büyük yalan, yaklaşık 150 yıldır dünyanın dört bir yanında insanlara telkin edilmektedir.
Bu telkinin amacı ise, materyalist felsefeyi ayakta tutabilmektir.
Materyalist, yani maddeci felsefe, Yaratıcı'nın varlığını inkar eder. Gerçekleri saptıran bu görüşe göre, evren ve madde ezelidir, yani bir başlangıcı dolayısıyla bir Yaratıcısı yoktur. Bu batıl inancın sözde bilimsel temelini ise evrim teorisi oluşturur. Çünkü materyalistler, evrenin bir Yaratıcısı olmadığını iddia ettikleri için bu evrendeki canlılığın ve düzenin nasıl ortaya çıktığına kendilerince bir açıklama getirmeleri gerekmektedir. Evrim teorisi bu amaçla kullanılan bir senaryodur. Bu senaryoya göre, evrendeki tüm düzen ve canlılık, tesadüflerin sonucunda kendiliğinden oluşmuştur. İlkel dünyada bulunan bazı cansız maddeler tesadüfen biraraya gelerek ilk canlı organizmayı oluşturmuşlardır. Milyonlarca yıl süren tesadüfler sonucunda ise bu ilk canlı organizmanın evrimleşmesiyle evrim zincirinin en sonunda bulunan insan meydana gelmiştir. Her biri imkansız olan milyonlarca aşamanın sonucunda meydana geldiği iddia edilen insanın tarihi de, yine bu senaryoya uygun olarak hikayeleştirilmiştir.
Hiçbir bilimsel delili olmayan bu anlatıma göre insanlık tarihi şöyledir: Nasıl ki canlılık ilkel bir organizmadan, en gelişmiş organizma olan insana kadar ilerlemişse, insanlık tarihi de en ilkel insan toplumundan en gelişmiş insan toplumuna doğru ilerleme göstermiş olmalıdır. Bu, bilimsel dayanağı olmayan bir varsayımdır. Ve bu varsayım, materyalist felsefenin ve evrim teorisinin iddialarına göre hazırlanmış olan insanlık tarihinin temelini teşkil eder.
Evrimci bilim adamları, tek hücreden çok hücreye ve ardından maymundan insana doğru uzayan sözde evrim sürecini açıklayabilmek için, tarihin gelişimini de senaryolaştırmışlardır. Bunun için 'ilkel insan'ın yaşam şeklini açıklayan "mağara devri", "taş devri" gibi hayali dönemler uydurmuşlardır. "İnsanlar maymunlarla ortak bir atadan türemişlerdir" yalanını savunan evrimciler, bu iddialarını kendilerince kanıtlayabilmek için arayışa girmişler ve arkeolojik kazılarda buldukları her taş ya da ok parçasını veya bir çömleği bu doğrultuda yorumlamışlardır. Oysa karanlık bir mağarada postlara bürünerek oturan, konuşma yeteneği olmayan yarı insan yarı maymun canlılar, yalnızca birer hayal ürünüdür. İlkel insan hiçbir zaman var olmamış, taş devri hiçbir zaman yaşanmamıştır. Bunlar evrimcilerin bir kısım medyanın da yardımıyla oluşturdukları göz boyamalardan başka bir şey değildir.
Bunlar birer göz boyamadır; çünkü biyoloji, paleontoloji, mikrobiyoloji, genetik bilimler başta olmak üzere bilim alanında yaşanan gelişmeler bugün evrim iddiasını tamamen yıkmıştır. Canlı türlerinin birbirlerine dönüşüp evrimleştikleri iddiasının geçersizliği anlaşılmıştır. Aynı şekilde insan da maymun benzeri canlılardan evrimleşmemiştir. İnsan, var olduğu günden bu yana insandır. Var olduğu günden bu yana da yüksek bir kültüre sahiptir. Dolayısıyla "tarihin evrimi" de hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.
Bu kitapta, "insan tarihinin evrimi" iddiasının geçersizliğini bilimsel delilleriyle ortaya koyacak, bilimsel bulguların yaratılış gerçeğini desteklediğini inceleyeceğiz. İnsan bu dünyaya evrimle değil, sonsuz bir güç ve akıl sahibi olan Allah'ın kusursuz yaratmasıyla gelmiştir.
İlerleyen sayfalarda bu gerçeğin bilimsel ve tarihsel delillerini okuyacaksınız.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh, Ad, Semud Kavmi'nin, ‹brahim Kavmi'nin, Medyen ahalisinin ve yerle bir olan flehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara resulleri apac›k deliller getirmifllerdi. Demek ki Allah,... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh, Ad, Semud Kavmi'nin, ‹brahim Kavmi'nin, Medyen ahalisinin ve yerle bir olan flehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara resulleri apac›k deliller getirmifllerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor de°Ëildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlard›. (Tevbe Suresi, 70)
Asırlar boyunca kimi toplumlar Allah'ın dinini kabul etmişler, kimileri ise inkar etmişlerdir. Bazen inkarcı bir toplumun içinden küçük bir azınlık çıkmakta ve sadece bunlar elçiye uymaktadırlar.
Ancak kendilerine tebliğ gelen kavimlerin çok büyük bir kısmı bunu kabul etmemişlerdir. Sadece Allah'ın elçisinin kendilerine getirdiği tebliği dinlememekle kalmamış, aynı zamanda elçiye ve ona uyanlara da zarar vermeye çalışmışlardır. Elçilere, birçok kez "yalancılık, büyücülük, delilik, şımarıklık" gibi iftiralar atılmış, hatta birçok kez kavmin önde gelenleri onları öldürmeye teşebbüs etmişlerdir.
Oysa her peygamber, kavminden yalnızca Allah'a itaat etmesini istemiştir. Bunun karşılığında para ya da başka bir dünyevi çıkar talep etmemişlerdir. Allah'ın emri gereği kavimlerinin üzerinde herhangi bir konuda baskı kurmamışlardır. Elçiler gönderildikleri toplumları hak olan dine davet etmekte ve kendilerine uyanlarla birlikte Allah'ın rızasına uygun bir hayat yaşamaktadırlar.
Kendilerini Allah'a iman etmeye ve yaptıkları adaletsizliklerden vazgeçmeye çağıran Hz. Şuayb'a, kavminin gösterdiği tepki ve bu yüzden uğradıkları son, gerçekten düşündürücüdür:
Medyen (Halkına da) kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: 'Ey kavmim, Allah'a ibadet edin, O'ndan başka ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir 'bolluk ve refah (hayır)' içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azabından korkuyorum.
Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh, Ad, Semud Kavmi'nin, ‹brahim Kavmi'nin, Medyen ahalisinin ve yerle bir olan flehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara resulleri apac›k deliller getirmifllerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor de°Ëildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlard›. (Tevbe Suresi, 70)
Asırlar boyunca kimi toplumlar Allah'ın dinini kabul etmişler, kimileri ise inkar etmişlerdir. Bazen inkarcı bir toplumun içinden küçük bir azınlık çıkmakta ve sadece bunlar elçiye uymaktadırlar.
Ancak kendilerine tebliğ gelen kavimlerin çok büyük bir kısmı bunu kabul etmemişlerdir. Sadece Allah'ın elçisinin kendilerine getirdiği tebliği dinlememekle kalmamış, aynı zamanda elçiye ve ona uyanlara da zarar vermeye çalışmışlardır. Elçilere, birçok kez "yalancılık, büyücülük, delilik, şımarıklık" gibi iftiralar atılmış, hatta birçok kez kavmin önde gelenleri onları öldürmeye teşebbüs etmişlerdir.
Oysa her peygamber, kavminden yalnızca Allah'a itaat etmesini istemiştir. Bunun karşılığında para ya da başka bir dünyevi çıkar talep etmemişlerdir. Allah'ın emri gereği kavimlerinin üzerinde herhangi bir konuda baskı kurmamışlardır. Elçiler gönderildikleri toplumları hak olan dine davet etmekte ve kendilerine uyanlarla birlikte Allah'ın rızasına uygun bir hayat yaşamaktadırlar.
Kendilerini Allah'a iman etmeye ve yaptıkları adaletsizliklerden vazgeçmeye çağıran Hz. Şuayb'a, kavminin gösterdiği tepki ve bu yüzden uğradıkları son, gerçekten düşündürücüdür:
Medyen (Halkına da) kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: 'Ey kavmim, Allah'a ibadet edin, O'ndan başka ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir 'bolluk ve refah (hayır)' içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azabından korkuyorum.
Tapınak Şövalyeleri (ya da diğer adıyla Tapınakçılar), kökeni Ortaçağ’a dek uzanan, faaliyetleri ve yandaşları ise zamanla değişikliğe uğrayan gizli bir örgüttür. İlk kez I. Haçlı Seferi’nden sonra ortaya çıkmış, kısa sürede geniş bir... more
Tapınak Şövalyeleri (ya da diğer adıyla Tapınakçılar), kökeni Ortaçağ’a dek uzanan, faaliyetleri ve yandaşları ise zamanla değişikliğe uğrayan gizli bir örgüttür. İlk kez I. Haçlı Seferi’nden sonra ortaya çıkmış, kısa sürede geniş bir siyasi nüfuza sahip olmuş ve Ortaçağ’ın en büyük maddi güçlerinden biri haline gelmişlerdir. Başlangıçta kendilerini sözde dindar gibi göstermişler ve bu yolla kazandıkları itibar ve imtiyazları kullanmışlar, zaman içinde de Hıristiyan halkın gözünde nefret ve korku uyandıran, din ahlakına karşı, şeytani amaçlar güden karanlık bir örgüt haline gelmişlerdir. Tapınakçıların 1307 yılında başlayan mahkemelerine ait tutanaklar ve dönemin tarihi belgeleri, örgütün karanlık çehresini şüphe götürmeyecek bir şekilde gözler önüne sermiştir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Bu kitabın konusu olan DNA, çıplak gözle görmenin mümkün olmadığı küçüklükteki hücrelerimizin bilgi bankasıdır. Etrafımızdaki canlılara ait bilgiler, her canlının kendi hücrelerinden her birinin içindeki "DNA"... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Bu kitabın konusu olan DNA, çıplak gözle görmenin mümkün olmadığı küçüklükteki hücrelerimizin bilgi bankasıdır. Etrafımızdaki canlılara ait bilgiler, her canlının kendi hücrelerinden her birinin içindeki "DNA" denilen bu bilgi bankasında saklıdır. Bir gülün, bir portakalın, bir serçenin, bir kaplanın ya da bir insanın tüm yapısal özellikleri, onları oluşturan hücrelerin çekirdeklerinde bulunur. Kitabı tuttuğunuz elinize şöyle bir bakın. Elinizi oluşturan milyonlarca hücrenin her birinde de bu bilgi depoları mevcuttur.
Bu kitaptaki bilgiler, gözle görülmeyen boyuttaki, ancak içeriği ve taşıdığı bilgi kapasitesi açısından, on binlerce kitaptan oluşan bir kütüphane boyutlarındaki moleküller hakkındadır. Kitap boyunca bir yandan ancak milyonlarca defa büyüterek gözlemleyebildiğimiz DNA'nın mucizevi yönlerini incelerken, bir yandan da canlılığın, böylesine küçük boyuttaki bir parçasının, evrim teorisini nasıl çıkmaza soktuğunu göreceğiz. Bu olağanüstü yapıların detaylarını incelerken, alemlerin Rabbi olan Allah'ın sonsuz büyüklüğünü, ilminin benzersizliğini, genişliğini ve O'nun yarattıkları üzerindeki hakimiyetini daha derinlemesine düşünme imkanı bulacağız.
Ancak 20. yüzyılda keşfedilen DNA'yı incelemeden önce, kısaca içinde yaşadığımız ve her geçen gün yeni bir köşesi keşfedilen evreni düşünelim. Birbirlerinden yüz binlerce ışık yılı uzaklıktaki milyarlarca galaksi... Kavrama sınırlarımızı zorlayan genişlikteki bu galaksileri dolduran milyonlarca yıldız... İç içe geçmiş bir düzende, binlerce kilometre hızla sürekli olarak dönen, fakat birbirlerine hiçbir zaman çarpmayan devasa gezegenler... İşte biz burada, bu gezegenlerden küçük bir tanesi üzerinde nokta kadar bile yer tutmayan insanın yapı taşı olan hücreyi, elektron mikroskobu altında inceliyoruz.
Yaşamı elverişli kılan koşulların her biri, canlılık için vazgeçilmezdir. Dünya Allah'ın rahmeti ile özel olarak var olan ve varlığını sürdüren bir ortamdır. 20. yüzyılın en önemli bilim adamlarından Albert Einstein, insanın evrendeki düzeni kavramasının güçlüğünü şu sözleriyle ifade etmiştir:
İnsan aklı evreni kavrayabilecek kapasiteye sahip değildir. Sanki çok büyük bir kütüphaneye giren küçük bir çocuk gibiyiz. Kütüphanenin duvarları farklı dillerdeki kitaplarla kaplanmış. Çocuk, bu kitapların birileri tarafından yazıldığını bilir. Ancak kim tarafından ve nasıl yazıldığını bilmez. Hangi dillerde yazılmış olduklarını anlamaz. Fakat çocuk, kitapların düzeninde belirli bir plan olduğunu fark eder... akıl almaz bir düzendir bu.1
uzay
Bu olağanüstü ortamın içinde tam ihtiyacı olan sistemlerle donatılmış insan, bedeni hakkında detaylı bilgi edindikçe ne denli mucizevi bir şekilde hayatını sürdürdüğünü görecektir. Hayatın akışına kendini kaptırarak düşünmeden yaşayan pek çok kişi, vücudundaki gizli sistemleri keşfettikçe, varoluş amacını düşünecek ve kendisini yaratan Allah'a karşı sorumluluklarının bilincine varacaktır. Nitekim kimi bilim adamları, Allah'ın ilminin büyüklüğünü, yaratışındaki mükemmelliği görerek Allah'ın varlığına iman etmişlerdir. Kimileri ise vicdanları kabul ettiği halde, gururları nedeniyle Allah'a muhtaç yaşadıklarını göz ardı ederek direnmektedirler. Ancak gerçeklere karşı direnmek, içinde bulundukları durumu değiştirmeyecektir. Allah bazı insanlardaki bu yaklaşımı Kuran'da şöyle bildirmektedir:
Hakkı batıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin. (Kaldı ki) siz (gerçeği) biliyorsunuz. (Bakara Suresi, 42)
Ey insanlar, siz Allah'a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ğaniy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır, Hamid (övülmeye layık)tır. (Fatır Suresi, 15)
Bu kitabın konusu olan DNA, çıplak gözle görmenin mümkün olmadığı küçüklükteki hücrelerimizin bilgi bankasıdır. Etrafımızdaki canlılara ait bilgiler, her canlının kendi hücrelerinden her birinin içindeki "DNA" denilen bu bilgi bankasında saklıdır. Bir gülün, bir portakalın, bir serçenin, bir kaplanın ya da bir insanın tüm yapısal özellikleri, onları oluşturan hücrelerin çekirdeklerinde bulunur. Kitabı tuttuğunuz elinize şöyle bir bakın. Elinizi oluşturan milyonlarca hücrenin her birinde de bu bilgi depoları mevcuttur.
Bu kitaptaki bilgiler, gözle görülmeyen boyuttaki, ancak içeriği ve taşıdığı bilgi kapasitesi açısından, on binlerce kitaptan oluşan bir kütüphane boyutlarındaki moleküller hakkındadır. Kitap boyunca bir yandan ancak milyonlarca defa büyüterek gözlemleyebildiğimiz DNA'nın mucizevi yönlerini incelerken, bir yandan da canlılığın, böylesine küçük boyuttaki bir parçasının, evrim teorisini nasıl çıkmaza soktuğunu göreceğiz. Bu olağanüstü yapıların detaylarını incelerken, alemlerin Rabbi olan Allah'ın sonsuz büyüklüğünü, ilminin benzersizliğini, genişliğini ve O'nun yarattıkları üzerindeki hakimiyetini daha derinlemesine düşünme imkanı bulacağız.
Ancak 20. yüzyılda keşfedilen DNA'yı incelemeden önce, kısaca içinde yaşadığımız ve her geçen gün yeni bir köşesi keşfedilen evreni düşünelim. Birbirlerinden yüz binlerce ışık yılı uzaklıktaki milyarlarca galaksi... Kavrama sınırlarımızı zorlayan genişlikteki bu galaksileri dolduran milyonlarca yıldız... İç içe geçmiş bir düzende, binlerce kilometre hızla sürekli olarak dönen, fakat birbirlerine hiçbir zaman çarpmayan devasa gezegenler... İşte biz burada, bu gezegenlerden küçük bir tanesi üzerinde nokta kadar bile yer tutmayan insanın yapı taşı olan hücreyi, elektron mikroskobu altında inceliyoruz.
Yaşamı elverişli kılan koşulların her biri, canlılık için vazgeçilmezdir. Dünya Allah'ın rahmeti ile özel olarak var olan ve varlığını sürdüren bir ortamdır. 20. yüzyılın en önemli bilim adamlarından Albert Einstein, insanın evrendeki düzeni kavramasının güçlüğünü şu sözleriyle ifade etmiştir:
İnsan aklı evreni kavrayabilecek kapasiteye sahip değildir. Sanki çok büyük bir kütüphaneye giren küçük bir çocuk gibiyiz. Kütüphanenin duvarları farklı dillerdeki kitaplarla kaplanmış. Çocuk, bu kitapların birileri tarafından yazıldığını bilir. Ancak kim tarafından ve nasıl yazıldığını bilmez. Hangi dillerde yazılmış olduklarını anlamaz. Fakat çocuk, kitapların düzeninde belirli bir plan olduğunu fark eder... akıl almaz bir düzendir bu.1
uzay
Bu olağanüstü ortamın içinde tam ihtiyacı olan sistemlerle donatılmış insan, bedeni hakkında detaylı bilgi edindikçe ne denli mucizevi bir şekilde hayatını sürdürdüğünü görecektir. Hayatın akışına kendini kaptırarak düşünmeden yaşayan pek çok kişi, vücudundaki gizli sistemleri keşfettikçe, varoluş amacını düşünecek ve kendisini yaratan Allah'a karşı sorumluluklarının bilincine varacaktır. Nitekim kimi bilim adamları, Allah'ın ilminin büyüklüğünü, yaratışındaki mükemmelliği görerek Allah'ın varlığına iman etmişlerdir. Kimileri ise vicdanları kabul ettiği halde, gururları nedeniyle Allah'a muhtaç yaşadıklarını göz ardı ederek direnmektedirler. Ancak gerçeklere karşı direnmek, içinde bulundukları durumu değiştirmeyecektir. Allah bazı insanlardaki bu yaklaşımı Kuran'da şöyle bildirmektedir:
Hakkı batıl ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin. (Kaldı ki) siz (gerçeği) biliyorsunuz. (Bakara Suresi, 42)
Ey insanlar, siz Allah'a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ğaniy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır, Hamid (övülmeye layık)tır. (Fatır Suresi, 15)
Adnan Oktar (Harun Yahya) Dünyaya gelmeden önce yok olduğunuzu ve yokken bir anda var olduğunuzu hiç düşündünüz mü? Salonunuzda her gün gördüğünüz çiçeğin kapkara, çamurlu bir topraktan, nasıl olup da mis gibi bir kokuyla ve rengarenk... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Dünyaya gelmeden önce yok olduğunuzu ve yokken bir anda var olduğunuzu hiç düşündünüz mü?
Salonunuzda her gün gördüğünüz çiçeğin kapkara, çamurlu bir topraktan, nasıl olup da mis gibi bir kokuyla ve rengarenk çıktığını hiç düşündünüz mü?
Çevrenizde uçup sizi sürekli rahatsız eden sivrisineğin, nasıl olup da kanatlarını bizim göremeyeceğimiz kadar hızlı hareket ettirdiğini hiç düşündünüz mü?
Muzun, karpuzun, kavunun, portakalın kabuklarının kaliteli birer ambalaj görevi gördüğünü, bu meyvelerin tatlarının ve kokularının korunması için özellikle bu ambalajların içine paketlendiklerini hiç düşündünüz mü?
şelale
Geceyarısı siz uyurken, ansızın meydana gelebilecek bir depremin bulunduğunuz şehri, evinizi, işyerinizi yerle bir edebileceğini, dünyada sahip olduğunuz herşeyi birkaç saniye içinde kaybedebileceğinizi hiç düşündünüz mü?
Hayatınızın büyük bir hızla gelip geçtiğini, bir gün güçten düşerek yaşlanacağınızı, güzelliğinizi, sağlığınızı, gücünüzü yavaş yavaş kaybedeceğinizi hiç düşündünüz mü?
Bir gün, hiç beklemediğiniz bir anda Allah'ın görevlendirdiği ölüm meleklerini karşınızda görerek bu dünyadan ayrılacağınızı hiç düşündünüz mü?
Peki insanların kısa sürede terk edecekleri bir dünyaya neden bu kadar çok bağlandıklarını ve asıl yapmaları gerekenin ahiret için çaba göstermek olduğunu hiç düşündünüz mü?
İnsan Allah'ın yarattığı ve düşünme yeteneği verdiği bir varlıktır. Ne var ki, insanların çoğunluğu bu çok önemli yeteneği gereği gibi kullanmazlar. Hatta hemen hiç düşünmediklerini söyleyebileceğimiz insanlar bile vardır.
Dünyaya gelmeden önce yok olduğunuzu ve yokken bir anda var olduğunuzu hiç düşündünüz mü?
Salonunuzda her gün gördüğünüz çiçeğin kapkara, çamurlu bir topraktan, nasıl olup da mis gibi bir kokuyla ve rengarenk çıktığını hiç düşündünüz mü?
Çevrenizde uçup sizi sürekli rahatsız eden sivrisineğin, nasıl olup da kanatlarını bizim göremeyeceğimiz kadar hızlı hareket ettirdiğini hiç düşündünüz mü?
Muzun, karpuzun, kavunun, portakalın kabuklarının kaliteli birer ambalaj görevi gördüğünü, bu meyvelerin tatlarının ve kokularının korunması için özellikle bu ambalajların içine paketlendiklerini hiç düşündünüz mü?
şelale
Geceyarısı siz uyurken, ansızın meydana gelebilecek bir depremin bulunduğunuz şehri, evinizi, işyerinizi yerle bir edebileceğini, dünyada sahip olduğunuz herşeyi birkaç saniye içinde kaybedebileceğinizi hiç düşündünüz mü?
Hayatınızın büyük bir hızla gelip geçtiğini, bir gün güçten düşerek yaşlanacağınızı, güzelliğinizi, sağlığınızı, gücünüzü yavaş yavaş kaybedeceğinizi hiç düşündünüz mü?
Bir gün, hiç beklemediğiniz bir anda Allah'ın görevlendirdiği ölüm meleklerini karşınızda görerek bu dünyadan ayrılacağınızı hiç düşündünüz mü?
Peki insanların kısa sürede terk edecekleri bir dünyaya neden bu kadar çok bağlandıklarını ve asıl yapmaları gerekenin ahiret için çaba göstermek olduğunu hiç düşündünüz mü?
İnsan Allah'ın yarattığı ve düşünme yeteneği verdiği bir varlıktır. Ne var ki, insanların çoğunluğu bu çok önemli yeteneği gereği gibi kullanmazlar. Hatta hemen hiç düşünmediklerini söyleyebileceğimiz insanlar bile vardır.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Kuran ayetlerinde işari olarak ve Peygamberimiz (s.a.v.)'den rivayet edilen hadislerde de açık bir şekilde dünyada yaşanacak olan Ahir Zaman ve bu zamanda zuhur edecek olan Hz. Mehdi (a.s.) hakkında son derece... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Kuran ayetlerinde işari olarak ve Peygamberimiz (s.a.v.)'den rivayet edilen hadislerde de açık bir şekilde dünyada yaşanacak olan Ahir Zaman ve bu zamanda zuhur edecek olan Hz. Mehdi (a.s.) hakkında son derece tanımlayıcı ayrıntılar bulunmaktadır. Hicri 13. Asrın büyük müceddidi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de, Kuran ayetleri ve söz konusu hadisler ışığında Risale-i Nur Külliyatı'nda bu konuyla ilgili önemli açıklamalar yapmıştır.
Söz konusu açıklamalarında Üstad; kendisinin yaşadığı hicri 13. yüzyıldan bir yüzyıl sonra zuhur edecek olan Hz. Mehdi (a.s.)'ın İslam ahlakını dünyaya hakim kılacağını, bunu yaparken de öncelikle tabiyyun ve maddiyunla yani Darwinizm, materyalizm ve ateizm felsefelerinin temel dayanak noktası olan inançsızlıkla yoğun bir ilmi mücadele içinde olacağını belirtmiştir. Bu ilmi mücadele vesilesiyle Hz. Mehdi (a.s.)'ın, insanların Kuran ahlakına yönelmelerine vesile olacağını, insanların imanlarının güçlenmesi yönünde çok yoğun çalışmalar içinde olacağını haber vermiştir. Hz. Mehdi (a.s.)'ın bu esnada, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri'nin hazırlamış olduğu Risale-i Nur Külliyatı'nı kendisine hazır bir program olarak alıp bu vesileyle imanı kurtarma görevini tam olarak yerine getireceğini de ifade etmiştir. Tüm bunların sonucunda Hz. Mehdi (a.s.) vesilesiyle dünya üzerinde hem bir İttihad-ı İslam'ın yani Türk milletinin öncülük ettiği büyük bir İslam Birliği'nin kurulacağını hem de Hıristiyanlarla güçlü bir ittifak gerçekleştirerek Hz. İsa (a.s.)'ın nüzulu vesilesiyle de Hıristiyanların İslam dinini kabul etmelerine vesile olacağını haber vermiştir.
Ayrıca yine bazı kişi ve grupların iddialarının tam aksine, Said Nursi Hazretleri, Hz. Mehdi (a.s.)'ın kendi yaşadığı dönemden bir yüzyıl sonra zuhur edeceğini birçok yerde mükerrer defalar ifade etmiştir. Ayrıca Üstad, hicri 1400 yılına kadar gelmiş olan tüm veli kişilerden, tüm müceddidlerden farklı olarak Hz. Mehdi (a.s.)'ın üç büyük vazifeyi bir arada yapması nedeniyle de, onun gelmiş geçmiş en büyük veli, en büyük müçtehid (ihtiyaç oluştuğunda ayetlerden hüküm çıkaran büyük İslam alimi), en büyük müceddid (her yüzyıl başında dini hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük İslam alimi) ve Kutb-u Azam (Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan, zamanın en büyük mürşidi) olacağını söylemiştir.
Kuran ayetlerinde işari olarak ve Peygamberimiz (s.a.v.)'den rivayet edilen hadislerde de açık bir şekilde dünyada yaşanacak olan Ahir Zaman ve bu zamanda zuhur edecek olan Hz. Mehdi (a.s.) hakkında son derece tanımlayıcı ayrıntılar bulunmaktadır. Hicri 13. Asrın büyük müceddidi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de, Kuran ayetleri ve söz konusu hadisler ışığında Risale-i Nur Külliyatı'nda bu konuyla ilgili önemli açıklamalar yapmıştır.
Söz konusu açıklamalarında Üstad; kendisinin yaşadığı hicri 13. yüzyıldan bir yüzyıl sonra zuhur edecek olan Hz. Mehdi (a.s.)'ın İslam ahlakını dünyaya hakim kılacağını, bunu yaparken de öncelikle tabiyyun ve maddiyunla yani Darwinizm, materyalizm ve ateizm felsefelerinin temel dayanak noktası olan inançsızlıkla yoğun bir ilmi mücadele içinde olacağını belirtmiştir. Bu ilmi mücadele vesilesiyle Hz. Mehdi (a.s.)'ın, insanların Kuran ahlakına yönelmelerine vesile olacağını, insanların imanlarının güçlenmesi yönünde çok yoğun çalışmalar içinde olacağını haber vermiştir. Hz. Mehdi (a.s.)'ın bu esnada, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri'nin hazırlamış olduğu Risale-i Nur Külliyatı'nı kendisine hazır bir program olarak alıp bu vesileyle imanı kurtarma görevini tam olarak yerine getireceğini de ifade etmiştir. Tüm bunların sonucunda Hz. Mehdi (a.s.) vesilesiyle dünya üzerinde hem bir İttihad-ı İslam'ın yani Türk milletinin öncülük ettiği büyük bir İslam Birliği'nin kurulacağını hem de Hıristiyanlarla güçlü bir ittifak gerçekleştirerek Hz. İsa (a.s.)'ın nüzulu vesilesiyle de Hıristiyanların İslam dinini kabul etmelerine vesile olacağını haber vermiştir.
Ayrıca yine bazı kişi ve grupların iddialarının tam aksine, Said Nursi Hazretleri, Hz. Mehdi (a.s.)'ın kendi yaşadığı dönemden bir yüzyıl sonra zuhur edeceğini birçok yerde mükerrer defalar ifade etmiştir. Ayrıca Üstad, hicri 1400 yılına kadar gelmiş olan tüm veli kişilerden, tüm müceddidlerden farklı olarak Hz. Mehdi (a.s.)'ın üç büyük vazifeyi bir arada yapması nedeniyle de, onun gelmiş geçmiş en büyük veli, en büyük müçtehid (ihtiyaç oluştuğunda ayetlerden hüküm çıkaran büyük İslam alimi), en büyük müceddid (her yüzyıl başında dini hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders vermek üzere gönderilen büyük İslam alimi) ve Kutb-u Azam (Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan, zamanın en büyük mürşidi) olacağını söylemiştir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Evrim teorisi, İngiliz doğabilimci Charles Darwin tarafından 19. yüzyılın ortalarında ileri sürüldü. O dönemin bugüne kıyasla en belirgin özelliği ise, bilim ve teknoloji düzeyinin son derece geri olmasıydı. 19.... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Evrim teorisi, İngiliz doğabilimci Charles Darwin tarafından 19. yüzyılın ortalarında ileri sürüldü. O dönemin bugüne kıyasla en belirgin özelliği ise, bilim ve teknoloji düzeyinin son derece geri olmasıydı. 19. yüzyılın bilim adamları basit laboratuvarlarda, oldukça ilkel araçlarla çalışıyordu. Kullandıkları araçlarla bakterilerin dahi varlığını görmeleri mümkün değildi. Dahası, Ortaçağ'dan beri süregelen pek çok batıl inanış, bilim adamlarını hala etkisi altında tutuyordu.
Bu batıl inanışların biri, canlılığın temelde basit bir yapıya sahip olduğu düşüncesiydi. Eski Yunan düşünürü Aristo'ya kadar uzanan bu inanışa göre, canlılık bazı cansız maddelerin ıslak bir ortamda tesadüfen yanyana gelmeleriyle kendiliğinden başlayabiliyordu.
Darwin, teorisini geliştirirken bu inanışa, yani canlılığın temelde basit bir yapıya sahip olduğu düşüncesine dayandı. Darwin'in teorisini benimseyen ve savunan diğer biyologlar da aynı şekilde düşündü. Örneğin Darwinizm'in Almanya'daki en büyük destekçisi olan Earnst Haeckel, o dönemin mikroskoplarında sadece koyu bir leke gibi görünen canlı hücrenin çok basit bir yapıya sahip olduğunu düşünüyordu. Hatta bir yazısında hücre için açıkça "jöle dolu basit bir baloncuk" demişti.
İşte evrim teorisi, bu ve benzeri varsayımlar üzerine kuruldu. Teoriyi ortaya atan Haeckel, Darwin ya da Huxley gibi isimler, canlılığın çok basit bir yapıya sahip olduğunu ve dolayısıyla bu basit yapının tesadüflerle kendi kendine oluşabileceğini düşünüyorlardı. Ancak, yanılıyorlardı.
Darwin'den günümüze kadar geçen bir buçuk yüzyıl içinde, bilim ve teknolojide dev adımlar atıldı. Bilim adamları, Haeckel'in "jöle dolu basit bir baloncuk" dediği hücrenin gerçekte nasıl bir yapıya sahip olduğunu keşfettiler. Ve hücrenin hiç de önceden sanıldığı gibi basit olmadığını hayretle gördüler. Hücrenin içinde, Darwin zamanında hayal bile edilemeyecek kadar kompleks bir sistem olduğu ortaya çıktı.
Ünlü bir moleküler biyolog olan Profesör Michael Denton, hücrenin nasıl bir yapıya sahip olduğunu anlatmak için şöyle bir benzetme yapar:
"Moleküler biyoloji tarafından ortaya çıkarılan yaşam gerçeğini kavrayabilmek için, bir hücreyi yaklaşık bin milyon kez büyütmemiz gerekir. Bu durumda hücre, New York ya da Londra gibi büyük bir şehri kaplayacak boyutta dev bir uzay gemisine benzeyecektir. Hücrenin yakınına gelip onu incelediğimizde, üzerindeki milyonlarca küçük kapıyla karşılaşırız. Ve eğer bu kapıların herhangi birinden içeri girersek, olağanüstü bir teknoloji ve bizi şaşkınlığa düşürecek bir komplekslikle yüzyüze geliriz.." (Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, s. 242)
Bu kitapta da dev bir uzay gemisinden çok daha kompleks ve harika sistemlere sahip, minyatür bir şahaser olan hücredeki yaratılış mucizeleri tanıtılacaktır. Hücre içindeki organellerin ve hücrede üretilen enzimlerin, proteinlerin ve diğer tüm maddelerin, kendilerinden beklenmeyecek şuurlu hareketleri gözler önüne serilecektir. İnsan bedenindeki yaklaşık yüz trilyon hücrenin her birinde sergilenen üstün akıl ve bilgiyle ilgili örnekler anlatılacak; tüm bunların şuursuz tesadüflerin değil, Allah'ın eseri olduğu bir kez daha hatırlatılacaktır.
Allah'ın yaratışının delilleri, O'nun üstün gücünün, aklının ve sanatının yansımaları aslında her yerdedir. İnsan gözünü nereye çevirse, Allah'ın yaratışı ile karşılaşır ve O'nu yücelterek tesbih eder.
Bu kitapta özellikle hücre üzerinde durulmasının nedenlerinden biri canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia ederek, Allah'ı inkar edenlere gerçekleri bir kez daha göstermektir. Canlılık, tesadüfen oluşamayacak kadar kompleks ve detaylı özelliklere sahiptir, üstün bir Akıl ve Güç tarafından yaratıldığı apaçıktır. Bu kitabın bir diğer amacı da Allah'ın yaratışındaki üstünlüğü anlatarak O'nun yüceliğini tesbih etmektir.
Evrim teorisi, İngiliz doğabilimci Charles Darwin tarafından 19. yüzyılın ortalarında ileri sürüldü. O dönemin bugüne kıyasla en belirgin özelliği ise, bilim ve teknoloji düzeyinin son derece geri olmasıydı. 19. yüzyılın bilim adamları basit laboratuvarlarda, oldukça ilkel araçlarla çalışıyordu. Kullandıkları araçlarla bakterilerin dahi varlığını görmeleri mümkün değildi. Dahası, Ortaçağ'dan beri süregelen pek çok batıl inanış, bilim adamlarını hala etkisi altında tutuyordu.
Bu batıl inanışların biri, canlılığın temelde basit bir yapıya sahip olduğu düşüncesiydi. Eski Yunan düşünürü Aristo'ya kadar uzanan bu inanışa göre, canlılık bazı cansız maddelerin ıslak bir ortamda tesadüfen yanyana gelmeleriyle kendiliğinden başlayabiliyordu.
Darwin, teorisini geliştirirken bu inanışa, yani canlılığın temelde basit bir yapıya sahip olduğu düşüncesine dayandı. Darwin'in teorisini benimseyen ve savunan diğer biyologlar da aynı şekilde düşündü. Örneğin Darwinizm'in Almanya'daki en büyük destekçisi olan Earnst Haeckel, o dönemin mikroskoplarında sadece koyu bir leke gibi görünen canlı hücrenin çok basit bir yapıya sahip olduğunu düşünüyordu. Hatta bir yazısında hücre için açıkça "jöle dolu basit bir baloncuk" demişti.
İşte evrim teorisi, bu ve benzeri varsayımlar üzerine kuruldu. Teoriyi ortaya atan Haeckel, Darwin ya da Huxley gibi isimler, canlılığın çok basit bir yapıya sahip olduğunu ve dolayısıyla bu basit yapının tesadüflerle kendi kendine oluşabileceğini düşünüyorlardı. Ancak, yanılıyorlardı.
Darwin'den günümüze kadar geçen bir buçuk yüzyıl içinde, bilim ve teknolojide dev adımlar atıldı. Bilim adamları, Haeckel'in "jöle dolu basit bir baloncuk" dediği hücrenin gerçekte nasıl bir yapıya sahip olduğunu keşfettiler. Ve hücrenin hiç de önceden sanıldığı gibi basit olmadığını hayretle gördüler. Hücrenin içinde, Darwin zamanında hayal bile edilemeyecek kadar kompleks bir sistem olduğu ortaya çıktı.
Ünlü bir moleküler biyolog olan Profesör Michael Denton, hücrenin nasıl bir yapıya sahip olduğunu anlatmak için şöyle bir benzetme yapar:
"Moleküler biyoloji tarafından ortaya çıkarılan yaşam gerçeğini kavrayabilmek için, bir hücreyi yaklaşık bin milyon kez büyütmemiz gerekir. Bu durumda hücre, New York ya da Londra gibi büyük bir şehri kaplayacak boyutta dev bir uzay gemisine benzeyecektir. Hücrenin yakınına gelip onu incelediğimizde, üzerindeki milyonlarca küçük kapıyla karşılaşırız. Ve eğer bu kapıların herhangi birinden içeri girersek, olağanüstü bir teknoloji ve bizi şaşkınlığa düşürecek bir komplekslikle yüzyüze geliriz.." (Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, s. 242)
Bu kitapta da dev bir uzay gemisinden çok daha kompleks ve harika sistemlere sahip, minyatür bir şahaser olan hücredeki yaratılış mucizeleri tanıtılacaktır. Hücre içindeki organellerin ve hücrede üretilen enzimlerin, proteinlerin ve diğer tüm maddelerin, kendilerinden beklenmeyecek şuurlu hareketleri gözler önüne serilecektir. İnsan bedenindeki yaklaşık yüz trilyon hücrenin her birinde sergilenen üstün akıl ve bilgiyle ilgili örnekler anlatılacak; tüm bunların şuursuz tesadüflerin değil, Allah'ın eseri olduğu bir kez daha hatırlatılacaktır.
Allah'ın yaratışının delilleri, O'nun üstün gücünün, aklının ve sanatının yansımaları aslında her yerdedir. İnsan gözünü nereye çevirse, Allah'ın yaratışı ile karşılaşır ve O'nu yücelterek tesbih eder.
Bu kitapta özellikle hücre üzerinde durulmasının nedenlerinden biri canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia ederek, Allah'ı inkar edenlere gerçekleri bir kez daha göstermektir. Canlılık, tesadüfen oluşamayacak kadar kompleks ve detaylı özelliklere sahiptir, üstün bir Akıl ve Güç tarafından yaratıldığı apaçıktır. Bu kitabın bir diğer amacı da Allah'ın yaratışındaki üstünlüğü anlatarak O'nun yüceliğini tesbih etmektir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) İnsan bedeni, yeryüzündeki en kompleks makinadır. Hayatımız boyunca bu bedenle görür, işitir, nefes alır, yürür, koşar ve zevk alırız. Bedenimiz kemikleri, kasları, damarları, iç organları ile mükemmel bir düzen... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
İnsan bedeni, yeryüzündeki en kompleks makinadır. Hayatımız boyunca bu bedenle görür, işitir, nefes alır, yürür, koşar ve zevk alırız. Bedenimiz kemikleri, kasları, damarları, iç organları ile mükemmel bir düzen ve tasarıma sahiptir. Bu tasarımın detayına inildiğinde ise daha da şaşırtıcı gerçeklerle karşılaşılır. Birbirinden farklı gibi görünen vücut parçalarının tamamı aynı malzemelerden oluşmaktadır. Hücrelerden….
Vücudumuzdaki herşey milimetrenin binde biri büyüklüğündeki hücrelerden oluşur. Bu hücrelerin kimi biraraya gelerek kemikleri, kimi sinirleri, kimi karaciğeri, kimi midemizin iç yapısını, kimi derimizi, kimi ise gözümüzün kornea tabakasını oluşturur. Hücreler vücudun hangi parçasını oluşturuyorlarsa bu bölgede ihtiyaç duyulan boyuta ve şekle sahip olurlar.
baby
Rabbiniz dedi ki: "Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir.
(Mü'min Suresi, 60)
Bu kadar farklı görevler üstlenmiş olan hücreler nasıl ve ne zaman meydana gelmişlerdir?
İşte bu soruya verilecek cevap, bizi her anı mucizelerle dolu olan bir olaya götürecektir. Bugün sizin bedeninizi oluşturan yaklaşık 100 trilyon hücrenin tamamı, tek bir hücreden çoğalarak meydana gelmişlerdir. Şu an sahip olduğunuz hücrelerle aynı yapıya sahip olan bu tek hücre de, annenizin yumurta hücresi ile babanızın sperm hücresinin birleşimiyle ortaya çıkmıştır.
Allah, Kuran'da insanlara, kimi zaman göklerdeki ve yerdeki, kimi zaman da canlılardaki yaratılış mucizelerini, Kendi varlığının delilleri olarak örnek gösterir. Bu delillerin en önemlilerinden biri de, sözünü ettiğimiz konu, bir diğer ifadeyle insanın kendi yaratılışındaki mucizelerdir.
Birçok ayette insanın, ibret almak için, bizzat kendi yaratılışına dönüp bakması öğütlenir. İnsanın nasıl var olduğu, var olurken hangi aşamalardan geçtiği detaylı olarak tarif edilir. Vakıa Suresi'ndeki ayetlerde, insanın yaratılışı şöyle anlatılmaktadır:
Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa Yaratıcı Biz miyiz? (Vakıa Suresi, 57-59)
İnsan bedenini oluşturan 60-70 kiloluk et ve kemik kütlesinin özü başlangıçta bir damla suda toplanmıştır. Akıl sahibi, duyan, gören, işiten ve vücut yapısı olarak oldukça kompleks bir yapıda olan insanın bir damla sudan meydana gelmesi şüphesiz ki olağanüstü bir gelişimin sonucudur. Bu gelişim ise, elbette başıboş bir sürecin, rastgele oluşan tesadüflerin sonucunda gerçekleşemez.
İnsan bedeni, yeryüzündeki en kompleks makinadır. Hayatımız boyunca bu bedenle görür, işitir, nefes alır, yürür, koşar ve zevk alırız. Bedenimiz kemikleri, kasları, damarları, iç organları ile mükemmel bir düzen ve tasarıma sahiptir. Bu tasarımın detayına inildiğinde ise daha da şaşırtıcı gerçeklerle karşılaşılır. Birbirinden farklı gibi görünen vücut parçalarının tamamı aynı malzemelerden oluşmaktadır. Hücrelerden….
Vücudumuzdaki herşey milimetrenin binde biri büyüklüğündeki hücrelerden oluşur. Bu hücrelerin kimi biraraya gelerek kemikleri, kimi sinirleri, kimi karaciğeri, kimi midemizin iç yapısını, kimi derimizi, kimi ise gözümüzün kornea tabakasını oluşturur. Hücreler vücudun hangi parçasını oluşturuyorlarsa bu bölgede ihtiyaç duyulan boyuta ve şekle sahip olurlar.
baby
Rabbiniz dedi ki: "Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir.
(Mü'min Suresi, 60)
Bu kadar farklı görevler üstlenmiş olan hücreler nasıl ve ne zaman meydana gelmişlerdir?
İşte bu soruya verilecek cevap, bizi her anı mucizelerle dolu olan bir olaya götürecektir. Bugün sizin bedeninizi oluşturan yaklaşık 100 trilyon hücrenin tamamı, tek bir hücreden çoğalarak meydana gelmişlerdir. Şu an sahip olduğunuz hücrelerle aynı yapıya sahip olan bu tek hücre de, annenizin yumurta hücresi ile babanızın sperm hücresinin birleşimiyle ortaya çıkmıştır.
Allah, Kuran'da insanlara, kimi zaman göklerdeki ve yerdeki, kimi zaman da canlılardaki yaratılış mucizelerini, Kendi varlığının delilleri olarak örnek gösterir. Bu delillerin en önemlilerinden biri de, sözünü ettiğimiz konu, bir diğer ifadeyle insanın kendi yaratılışındaki mucizelerdir.
Birçok ayette insanın, ibret almak için, bizzat kendi yaratılışına dönüp bakması öğütlenir. İnsanın nasıl var olduğu, var olurken hangi aşamalardan geçtiği detaylı olarak tarif edilir. Vakıa Suresi'ndeki ayetlerde, insanın yaratılışı şöyle anlatılmaktadır:
Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa Yaratıcı Biz miyiz? (Vakıa Suresi, 57-59)
İnsan bedenini oluşturan 60-70 kiloluk et ve kemik kütlesinin özü başlangıçta bir damla suda toplanmıştır. Akıl sahibi, duyan, gören, işiten ve vücut yapısı olarak oldukça kompleks bir yapıda olan insanın bir damla sudan meydana gelmesi şüphesiz ki olağanüstü bir gelişimin sonucudur. Bu gelişim ise, elbette başıboş bir sürecin, rastgele oluşan tesadüflerin sonucunda gerçekleşemez.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Bugün birçok toplumda, Kuran, asıl amacından çok farklı değerlendirilmektedir. Sorulduğunda "ben Müslümanım" diyen insanların nüfusun çoğnuluğunu oluşturduğu ülkelerde ve hatta İslam dünyasının genelinde,... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Bugün birçok toplumda, Kuran, asıl amacından çok farklı değerlendirilmektedir. Sorulduğunda "ben Müslümanım" diyen insanların nüfusun çoğnuluğunu oluşturduğu ülkelerde ve hatta İslam dünyasının genelinde, Kuran'ın içinde nelerin yazdığını bilen insan sayısı oldukça azdır.
Kuran, genellikle evlerin duvarlarında süslü bir muhafaza içinde asılı durur. Ve yine genellikle, yaşlılar tarafından okunur. Okuyan kişileri "kazadan-beladan" koruyacağı umulur. Bu batıl inanca göre, belalara karşı bir nevi muska olarak görülür.
Oysa, Kuran ayetlerinde Allah, Kuran'ın gönderiliş amacının tüm bu sayılanlardan çok farklı olduğunu bize bildirir. Örneğin İbrahim Suresi'nin 52. ayetinde; "İşte bu (Kuran) uyarılıp korkutulsunlar, gerçekten O'nun yalnızca bir tek ilah olduğunu bilsinler ve temiz akıl sahipleri iyice öğüt alıp düşünsünler diye bir bildirip-duyurmadır" şeklinde Allah buyurmaktadır. Buna benzer pek çok ayette, Kuran'ın indirilişinin önemli bir amacının, insanları düşünmeye davet etmek olduğu vurgulanır.
Manzara
O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç bir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir.(Mülk Suresi, 3-4)
Kuran'da, insanlar, toplumun verdiği inanç ve değerleri körü körüne kabul etmekten vazgeçmeye ve düşünmeye davet edilir; tüm önyargıları, tabuları, insan zihnine uygulanan baskıları bir kenara bırakıp özgürce düşünmeye...
İnsan, nasıl var olduğunu, yaşamının amacının ne olduğunu, neden öldüğünü ve ölümünden sonra kendisini nelerin beklediğini düşünmelidir. Kendinin ve içinde yaşadığı evrenin nasıl var olduğunu ve var olmaya devam ettiğini sorgulamalıdır. Bunu yaparken de, kendini tüm baskı ve önyargılardan kurtarmalıdır.
Böylece, vicdanını tüm toplumsal, ideolojik ve psikolojik baskılardan kurtararak düşünen insan, hem kendisinin hem de evrenin üstün bir güç tarafından var edilmiş olduğunu rahatlıkla kavrayacaktır. Yalnızca kendi bedenini ya da doğadaki herhangi bir şeyi incelediğinde, büyük bir uyum, plan ve akıl bulacaktır.
İşte bu aşamada insanın rehberi yine Kuran'dır. Kuran'da insana, neler üzerinde düşünmesi, neleri incelemesi gerektiği bildirilir. Allah'ın varlığına inanan bir kişi, Kuran'da verilen düşünce yöntemleri sayesinde, Allah'ın yaratmasındaki mükemmelliği, sonsuz akıl, bilgi ve gücü daha iyi anlayacaktır. Allah'ın varlığına inanan bir insan, Kuran'da verilen yöntemle düşünmeye başlayınca, tüm evrenin O'nun güç ve sanatının bir göstergesi olduğunu fark eder. Çünkü "tabiat bir sanattır; sanatçı olamaz" ve her sanat eseri, o eseri yapanın üstün yeteneğini sergilemek ve vermek istediği mesajları aktarmak için vardır.
Kuran'la tüm insanlar, Allah'ın varlığına, birliğine ve sıfatlarına açıkça şahitlik eden pek çok olay ve canlı üzerinde inceden inceye düşünmeye davet edilir. Ve Kuran'da bütün bu şahitlik eden varlıklara, "ispatlı delil, kesin bilgi ve gerçek ifade eden" anlamına gelen "ayet" ismi verilir. Dolayısıyla, Allah'ın ayetleri, evrenin her köşesinde Allah'ın varlığını ve vasıflarını gösterip-bildiren tüm varlıkları kapsar. Bakmasını bilen bir göz ise, aslında bütün varlık aleminin yalnızca Allah'ın ayetlerinden oluştuğunu görecektir.
İşte insanın görevi budur, Allah'ın ayetlerini görmek... Böylece, kendisini ve tüm diğer varlıkları yaratan Rabbimizi tanıyacak, O'na yakınlaşacak, varlığının ve hayatının anlamını çözecek ve kurtuluşa ulaşacaktır.
Bugün birçok toplumda, Kuran, asıl amacından çok farklı değerlendirilmektedir. Sorulduğunda "ben Müslümanım" diyen insanların nüfusun çoğnuluğunu oluşturduğu ülkelerde ve hatta İslam dünyasının genelinde, Kuran'ın içinde nelerin yazdığını bilen insan sayısı oldukça azdır.
Kuran, genellikle evlerin duvarlarında süslü bir muhafaza içinde asılı durur. Ve yine genellikle, yaşlılar tarafından okunur. Okuyan kişileri "kazadan-beladan" koruyacağı umulur. Bu batıl inanca göre, belalara karşı bir nevi muska olarak görülür.
Oysa, Kuran ayetlerinde Allah, Kuran'ın gönderiliş amacının tüm bu sayılanlardan çok farklı olduğunu bize bildirir. Örneğin İbrahim Suresi'nin 52. ayetinde; "İşte bu (Kuran) uyarılıp korkutulsunlar, gerçekten O'nun yalnızca bir tek ilah olduğunu bilsinler ve temiz akıl sahipleri iyice öğüt alıp düşünsünler diye bir bildirip-duyurmadır" şeklinde Allah buyurmaktadır. Buna benzer pek çok ayette, Kuran'ın indirilişinin önemli bir amacının, insanları düşünmeye davet etmek olduğu vurgulanır.
Manzara
O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiç bir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir.(Mülk Suresi, 3-4)
Kuran'da, insanlar, toplumun verdiği inanç ve değerleri körü körüne kabul etmekten vazgeçmeye ve düşünmeye davet edilir; tüm önyargıları, tabuları, insan zihnine uygulanan baskıları bir kenara bırakıp özgürce düşünmeye...
İnsan, nasıl var olduğunu, yaşamının amacının ne olduğunu, neden öldüğünü ve ölümünden sonra kendisini nelerin beklediğini düşünmelidir. Kendinin ve içinde yaşadığı evrenin nasıl var olduğunu ve var olmaya devam ettiğini sorgulamalıdır. Bunu yaparken de, kendini tüm baskı ve önyargılardan kurtarmalıdır.
Böylece, vicdanını tüm toplumsal, ideolojik ve psikolojik baskılardan kurtararak düşünen insan, hem kendisinin hem de evrenin üstün bir güç tarafından var edilmiş olduğunu rahatlıkla kavrayacaktır. Yalnızca kendi bedenini ya da doğadaki herhangi bir şeyi incelediğinde, büyük bir uyum, plan ve akıl bulacaktır.
İşte bu aşamada insanın rehberi yine Kuran'dır. Kuran'da insana, neler üzerinde düşünmesi, neleri incelemesi gerektiği bildirilir. Allah'ın varlığına inanan bir kişi, Kuran'da verilen düşünce yöntemleri sayesinde, Allah'ın yaratmasındaki mükemmelliği, sonsuz akıl, bilgi ve gücü daha iyi anlayacaktır. Allah'ın varlığına inanan bir insan, Kuran'da verilen yöntemle düşünmeye başlayınca, tüm evrenin O'nun güç ve sanatının bir göstergesi olduğunu fark eder. Çünkü "tabiat bir sanattır; sanatçı olamaz" ve her sanat eseri, o eseri yapanın üstün yeteneğini sergilemek ve vermek istediği mesajları aktarmak için vardır.
Kuran'la tüm insanlar, Allah'ın varlığına, birliğine ve sıfatlarına açıkça şahitlik eden pek çok olay ve canlı üzerinde inceden inceye düşünmeye davet edilir. Ve Kuran'da bütün bu şahitlik eden varlıklara, "ispatlı delil, kesin bilgi ve gerçek ifade eden" anlamına gelen "ayet" ismi verilir. Dolayısıyla, Allah'ın ayetleri, evrenin her köşesinde Allah'ın varlığını ve vasıflarını gösterip-bildiren tüm varlıkları kapsar. Bakmasını bilen bir göz ise, aslında bütün varlık aleminin yalnızca Allah'ın ayetlerinden oluştuğunu görecektir.
İşte insanın görevi budur, Allah'ın ayetlerini görmek... Böylece, kendisini ve tüm diğer varlıkları yaratan Rabbimizi tanıyacak, O'na yakınlaşacak, varlığının ve hayatının anlamını çözecek ve kurtuluşa ulaşacaktır.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Hücrenin olağanüstü hikayesini incelemeden önce, evrimin hatalı mantığı üzerinde durmakta yarar var. Evrim, bir aldatmacadır ve titizlikle hazırlanmış her aldatmaca gibi o da kendi içinde çelişkili bir mantığa... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Hücrenin olağanüstü hikayesini incelemeden önce, evrimin hatalı mantığı üzerinde durmakta yarar var. Evrim, bir aldatmacadır ve titizlikle hazırlanmış her aldatmaca gibi o da kendi içinde çelişkili bir mantığa sahiptir. Gerçekte, tamamen düzmece senaryolardan ve göz boyamalardan ibaret olan bu "evrim mantığı"nı bir örnekle açıklayabiliriz.
Uzaktan kumandalı oyuncak bir araba düşünelim. Arabayı kumanda eden kişinin de bir yerlere gizlendiğini varsayalım. Bu arabayı hareket halinde gözlemleyen bir başka kimse, kumanda cihazını ve bunu kullanan kişiyi göremediği için, yalnızca arabanın hareketleri ile muhatap olacaktır. Bu gözlemci olayı izledikçe arabanın çok akılcı hareketler yaptığını görür. Araba izlediği yola göre yön değiştirmekte, bilinçli manevralar yapmaktadır.
Bu noktada eğer gözlemci, sadece ve sadece gördüğü şeylere inanmayı prensip edinmiş biri ise, yalnızca gözlemlediği dünyayı gerçek kabul eder. Kendisinin göremediği, ulaşamadığı bir başka boyut olabileceğini reddeder. Kendisinin gözlemleyemediği bir boyutta akıl sahibi bir insan olduğunu ve arabanın onun kumandası altında hareket ettiğini kabul etmez. Artık bu durumda tek yapacağı şey, arabanın çeşitli tesadüfler sonucu akılcı davranma yeteneği geliştirdiğini kabul etmek, kendini ve çevresini de buna inandırmaya çalışmaktır.
Sıra, akılcı bir dayanak bulamadığı bu "kabulünü" hiç olmazsa bilimsellik kılıfı altında destekleyecek uydurma teoriler üretmeye gelmiştir. Biraz hayal gücüyle bu sorunu da halleder: Arabayı meydana getiren atomlar, her ne kadar imkansız gibi gözükse de, "tesadüfler sonucu", böyle karmaşık bir yapı oluşturacak şekilde birleşmişlerdir. Bu atomlar tesadüfen bu kadar karmaşık ve anlamlı bir şekilde birleşince ise akletme, karar verme, kendi kendine bilinçli hareketler yapabilme gibi soyut özellikler de edinmişlerdir. Bu şekilde arabayı açıklayan bir "teori" ortaya atılmış olur.
Bu "bilim adamı", kısa süre içinde kendisi gibi düşünen başka insanlar da bulur. Bunlar hep birlikte işi iyice geliştirip bu konuda bir "kürsü" oluşturur ve yeni bir "bilim dalı" meydana getirirler. Sonra da arabanın hareketlerini bilimsel inceleme altına alır ve çeşitli formüller geliştirirler. Arabanın, karşısına bir dönemeç çıkınca hızını ne kadar azalttığını, hangi açıyla döndüğünü, hangi şartlarda ne kadar sürat yaptığını, hangi durumlarda yavaşladığını veya durduğunu, ne zaman geri gittiğini ve bunlar gibi pek çok özelliklerini hassas ölçüm ve hesaplamalarla formüle ederler. Bu karmaşık hesap ve formülleri içeren ayrıntılı bir de kitap yazılır.
Ancak asıl problem arabanın kendi kendine böyle mükemmel işler yapabilen bir hale nasıl geldiğini açıklamaktadır. Oysa söz konusu "bilim adamları" tarafından yapılan inceleme ve araştırmaların hiçbirisi bu sorunun cevabını verememiştir. Arabanın teknik özellik ve ayrıntıları hakkında sayısız tesbitler yapmışlardır ve her geçen gün daha da ilerlemektedirler. Fakat olayın temeli hakkında en ufak bir ilerleme kaydedilememiştir. Elde ilk günkünden daha fazla bilgi yoktur; arabayı kimin yaptığı, arabanın nasıl olup da "şuurlu" hareketler yaptığı, hala bir sırdır.
Hücrenin olağanüstü hikayesini incelemeden önce, evrimin hatalı mantığı üzerinde durmakta yarar var. Evrim, bir aldatmacadır ve titizlikle hazırlanmış her aldatmaca gibi o da kendi içinde çelişkili bir mantığa sahiptir. Gerçekte, tamamen düzmece senaryolardan ve göz boyamalardan ibaret olan bu "evrim mantığı"nı bir örnekle açıklayabiliriz.
Uzaktan kumandalı oyuncak bir araba düşünelim. Arabayı kumanda eden kişinin de bir yerlere gizlendiğini varsayalım. Bu arabayı hareket halinde gözlemleyen bir başka kimse, kumanda cihazını ve bunu kullanan kişiyi göremediği için, yalnızca arabanın hareketleri ile muhatap olacaktır. Bu gözlemci olayı izledikçe arabanın çok akılcı hareketler yaptığını görür. Araba izlediği yola göre yön değiştirmekte, bilinçli manevralar yapmaktadır.
Bu noktada eğer gözlemci, sadece ve sadece gördüğü şeylere inanmayı prensip edinmiş biri ise, yalnızca gözlemlediği dünyayı gerçek kabul eder. Kendisinin göremediği, ulaşamadığı bir başka boyut olabileceğini reddeder. Kendisinin gözlemleyemediği bir boyutta akıl sahibi bir insan olduğunu ve arabanın onun kumandası altında hareket ettiğini kabul etmez. Artık bu durumda tek yapacağı şey, arabanın çeşitli tesadüfler sonucu akılcı davranma yeteneği geliştirdiğini kabul etmek, kendini ve çevresini de buna inandırmaya çalışmaktır.
Sıra, akılcı bir dayanak bulamadığı bu "kabulünü" hiç olmazsa bilimsellik kılıfı altında destekleyecek uydurma teoriler üretmeye gelmiştir. Biraz hayal gücüyle bu sorunu da halleder: Arabayı meydana getiren atomlar, her ne kadar imkansız gibi gözükse de, "tesadüfler sonucu", böyle karmaşık bir yapı oluşturacak şekilde birleşmişlerdir. Bu atomlar tesadüfen bu kadar karmaşık ve anlamlı bir şekilde birleşince ise akletme, karar verme, kendi kendine bilinçli hareketler yapabilme gibi soyut özellikler de edinmişlerdir. Bu şekilde arabayı açıklayan bir "teori" ortaya atılmış olur.
Bu "bilim adamı", kısa süre içinde kendisi gibi düşünen başka insanlar da bulur. Bunlar hep birlikte işi iyice geliştirip bu konuda bir "kürsü" oluşturur ve yeni bir "bilim dalı" meydana getirirler. Sonra da arabanın hareketlerini bilimsel inceleme altına alır ve çeşitli formüller geliştirirler. Arabanın, karşısına bir dönemeç çıkınca hızını ne kadar azalttığını, hangi açıyla döndüğünü, hangi şartlarda ne kadar sürat yaptığını, hangi durumlarda yavaşladığını veya durduğunu, ne zaman geri gittiğini ve bunlar gibi pek çok özelliklerini hassas ölçüm ve hesaplamalarla formüle ederler. Bu karmaşık hesap ve formülleri içeren ayrıntılı bir de kitap yazılır.
Ancak asıl problem arabanın kendi kendine böyle mükemmel işler yapabilen bir hale nasıl geldiğini açıklamaktadır. Oysa söz konusu "bilim adamları" tarafından yapılan inceleme ve araştırmaların hiçbirisi bu sorunun cevabını verememiştir. Arabanın teknik özellik ve ayrıntıları hakkında sayısız tesbitler yapmışlardır ve her geçen gün daha da ilerlemektedirler. Fakat olayın temeli hakkında en ufak bir ilerleme kaydedilememiştir. Elde ilk günkünden daha fazla bilgi yoktur; arabayı kimin yaptığı, arabanın nasıl olup da "şuurlu" hareketler yaptığı, hala bir sırdır.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Günlük hayatımızda kullanmaya alışık olduğumuz birçok kavram Kuran ayetlerinde sık sık yer alır. Akıl, sabır, sadakat, inkar, nimet, hikmet bunlardan bazılarıdır. İlerleyen sayfalarda ele alınacak olan bu... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Günlük hayatımızda kullanmaya alışık olduğumuz birçok kavram Kuran ayetlerinde sık sık yer alır. Akıl, sabır, sadakat, inkar, nimet, hikmet bunlardan bazılarıdır. İlerleyen sayfalarda ele alınacak olan bu kavramların Kuran'ın anlaşılmasında ve hayata geçirilmesinde kilit rolleri vardır. Ancak çoğu günlük hayatımızda gerçek anlamlarından daha farklı anlamlarda kullanılırlar. Bu nedenle, özellikle Kuran'ı yeni okumaya başlayan bir kişi, bu kavramları gündelik yaşamda kullanılan anlamlarıyla algılamaya kalkarsa Kuran'ı gerektiği gibi kavrayamaz.
Bir örnek olarak "akıl" kelimesini ele alalım. Akıl halk arasında, zeka, kurnazlık, uyanıklık, iş bitiricilik veya bunlara benzer özellikleri ifade etmek için kullanılır. Halbuki Kuran'da bahsedilen aklın bu kavramlarla hiçbir benzerliği yoktur. Kuran'a göre, akıl yalnızca müminlere mahsus olan bir meziyettir ve kişinin imanı ve takvası oranında artar veya azalır. Akıl, müminin, Allah'ın en çok razı olduğu, en doğru tutum ve davranışları sergilemesini, Allah'ın sınırlarını korumada, Kuran'ın emir ve yasaklarına uymada tam bir titizlik göstermesini, Allah'ı gereği gibi takdir edebilmesini, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt edebilmesini, en güzel ahlakı edinmesini, her konuda en doğru kararı vermesini, en isabetli tercihi yapmasını, ahireti için en faydalı ve en güzel bir biçimde hareket edebilmesini sağlayan bir yol göstericidir.
Dini inkar eden bir kişide ise, ne kadar zeki olursa olsun, akıl yoktur. İnkarcı bir insan en fazla zeka ile hareket edebilir. İmanı olmadığı için aklın ya da akletmenin nasıl bir şey olduğunu bilemez. Yalnızca aklın, zekayla eş anlamlı bir kelime olduğunu zanneder. Kimisi de kelimeye biraz fark katarak aklın zekayla birlikte, olgunluk ve ağırbaşlılık gibi vasıflar da içerdiğini düşünür. Gerçekte ise, inkarcıların en zeki, en olgun, en tecrübeli, en ağırbaşlı, en oturaklı görüneninde bile akıl mevcut değildir.
Kuran'da geçen aklı yukarıda bahsettiğimiz yanlış biçimiyle algılayan bir kişi ise ayetlerden, kastedilenden çok farklı, çok yanlış anlamlar çıkarabilir. Kafasında Kuran'da belirtilenden bambaşka bir model oluşabilir. Kimi zaman bu yanlış anlayışın boyutları kişiyi tamamen sapkın bir inanç ve düşünceye sürükleyecek derecede ciddi de olabilir. Aynı durum diğer kavramlar için de geçerlidir.
İşte, Kuran'ın hakkıyla ve en doğru bir biçimde anlaşılması, kalbe yerleşmesi ve uygulanabilmesi için Kuran'da geçen bu temel kavramların ne anlamda ve ne maksatla kullanıldıklarını, ne tür hikmetler içerdiklerini doğru olarak bilmek şarttır.
Bu kitapta, Kuran'da en sık geçen kavramlar, içlerinde geçtikleri ayetlerin ışığında incelenerek, bunların genel olarak ve özel durumlarda hangi anlamlarda ve ne gibi hikmetler doğrultusunda kullanıldıkları açıklanmaya çalışıldı. Elbette herşeyin doğrusunu Allah bilir.
Günlük hayatımızda kullanmaya alışık olduğumuz birçok kavram Kuran ayetlerinde sık sık yer alır. Akıl, sabır, sadakat, inkar, nimet, hikmet bunlardan bazılarıdır. İlerleyen sayfalarda ele alınacak olan bu kavramların Kuran'ın anlaşılmasında ve hayata geçirilmesinde kilit rolleri vardır. Ancak çoğu günlük hayatımızda gerçek anlamlarından daha farklı anlamlarda kullanılırlar. Bu nedenle, özellikle Kuran'ı yeni okumaya başlayan bir kişi, bu kavramları gündelik yaşamda kullanılan anlamlarıyla algılamaya kalkarsa Kuran'ı gerektiği gibi kavrayamaz.
Bir örnek olarak "akıl" kelimesini ele alalım. Akıl halk arasında, zeka, kurnazlık, uyanıklık, iş bitiricilik veya bunlara benzer özellikleri ifade etmek için kullanılır. Halbuki Kuran'da bahsedilen aklın bu kavramlarla hiçbir benzerliği yoktur. Kuran'a göre, akıl yalnızca müminlere mahsus olan bir meziyettir ve kişinin imanı ve takvası oranında artar veya azalır. Akıl, müminin, Allah'ın en çok razı olduğu, en doğru tutum ve davranışları sergilemesini, Allah'ın sınırlarını korumada, Kuran'ın emir ve yasaklarına uymada tam bir titizlik göstermesini, Allah'ı gereği gibi takdir edebilmesini, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt edebilmesini, en güzel ahlakı edinmesini, her konuda en doğru kararı vermesini, en isabetli tercihi yapmasını, ahireti için en faydalı ve en güzel bir biçimde hareket edebilmesini sağlayan bir yol göstericidir.
Dini inkar eden bir kişide ise, ne kadar zeki olursa olsun, akıl yoktur. İnkarcı bir insan en fazla zeka ile hareket edebilir. İmanı olmadığı için aklın ya da akletmenin nasıl bir şey olduğunu bilemez. Yalnızca aklın, zekayla eş anlamlı bir kelime olduğunu zanneder. Kimisi de kelimeye biraz fark katarak aklın zekayla birlikte, olgunluk ve ağırbaşlılık gibi vasıflar da içerdiğini düşünür. Gerçekte ise, inkarcıların en zeki, en olgun, en tecrübeli, en ağırbaşlı, en oturaklı görüneninde bile akıl mevcut değildir.
Kuran'da geçen aklı yukarıda bahsettiğimiz yanlış biçimiyle algılayan bir kişi ise ayetlerden, kastedilenden çok farklı, çok yanlış anlamlar çıkarabilir. Kafasında Kuran'da belirtilenden bambaşka bir model oluşabilir. Kimi zaman bu yanlış anlayışın boyutları kişiyi tamamen sapkın bir inanç ve düşünceye sürükleyecek derecede ciddi de olabilir. Aynı durum diğer kavramlar için de geçerlidir.
İşte, Kuran'ın hakkıyla ve en doğru bir biçimde anlaşılması, kalbe yerleşmesi ve uygulanabilmesi için Kuran'da geçen bu temel kavramların ne anlamda ve ne maksatla kullanıldıklarını, ne tür hikmetler içerdiklerini doğru olarak bilmek şarttır.
Bu kitapta, Kuran'da en sık geçen kavramlar, içlerinde geçtikleri ayetlerin ışığında incelenerek, bunların genel olarak ve özel durumlarda hangi anlamlarda ve ne gibi hikmetler doğrultusunda kullanıldıkları açıklanmaya çalışıldı. Elbette herşeyin doğrusunu Allah bilir.
Ö Önsöz Sayın Adnan Oktar 1979 yılında İstanbul'a gelmesinin ardından, Darwinizm'e, materyalizme ve ateizme karşı büyük bir ilmi mücadele başlatmış, İslam'ın sevgi dolu ruhunun dünyaya hakim olması için geceli gündüzlü, tüm dünya... more
Ö Önsöz
Sayın Adnan Oktar 1979 yılında İstanbul'a gelmesinin ardından, Darwinizm'e, materyalizme ve ateizme karşı büyük bir ilmi mücadele başlatmış, İslam'ın sevgi dolu ruhunun dünyaya hakim olması için geceli gündüzlü, tüm dünya tarafından takdirle karşılanan etkili bir fikri çalışma yapmıştır. Ve bu büyük ilmi mücadele, her geçen gün etkisi ve gücü kat kat artarak devam etmektedir. Sayın Adnan Oktar'la yapılan röportajlar, 2007'den bu yana, içlerinde ABC, BBC, Al Jazeera, The Washington Post, Reuters, Wallstreet Journal gibi ünlü yabancı basın kuruluşlarının da olduğu çok sayıda gazete, dergi ve televizyonda yer almıştır. Bununla birlikte 2008 tarihinden itibaren de farklı televizyon kanallarında Sayın Adnan Oktar'ın sohbetleri yayınlanmaktadır. Yurt içinde ve yurt dışında çok geniş bir izleyici kitlesi tarafından izlenen bu sohbetlerde Türk İslam aleminin mevcut durumu, çözüm önerileri, Türkiye'nin süper güç olması için izlemesi gereken siyaset gibi güncel konuların yanı sıra, ahir zaman, Mehdiyet, Hz. İsa (as)'ın gelişi, kıyamet, cennet, cehennem gibi konularda da çok hikmetli ve önemli açıklamalar yer almaktadır. Daha önce herhangi bir eserde, yazıda veya sohbette eşine rastlanmayan bu çarpıcı izahlar, Allah'ın bir lütfu ve nimetidir. Allah bu hikmetli anlatımları milyonlarca insanın imanına vesile kılmaktadır. İçinde bulunduğumuz yüzyıl Peygamber Efendimiz (sav)'in hadislerinden, büyük İslam alimlerinin açıklamalarından ve Kuran ayetlerinin işari manalarından açıkça anlaşıldığı üzere Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as)'ı göreceğimiz, İslam ahlakının tüm dünyaya hakim olacağı yüzyıldır. Peygamberimiz (sav)'in Hz. İsa (as)'ın ve Hz. Mehdi (as)'ın zuhur alametleri olarak bildirdiği 150'den fazla alametin hepsi, Hicri 1400 itibariyle son 30 yılda arka arkaya gerçekleşmiştir. Bediüzzaman Hazretleri de, Peygamberimiz (sav)'in hadislerine dayanarak yaptığı açıklamada Hz. Mehdi (as)'ın Hicri 1400'de geleceğini Risale-i Nur'un pek çok yerinde açıkça söylemiştir. Hz. İsa (as)'ın Allah Katına alınmasından 2000 yıl sonra yeniden yeryüzüne döndüğü ve hadislerde ve peygamberlerin suhuflarında çok kapsamlı olarak tarif edilen Hz. Mehdi (as)'ın zuhur ettiği çağda bulunmak, elbette tüm Müslümanlar için çok büyük bir heyecan, şevk ve coşku kaynağıdır. Nitekim Peygamberimiz (sav), "Mehdi ile müjdelenin" (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Ahir zaman, s. 13) buyurmuştur. Sayın Adnan Oktar da Peygamberimiz (sav)'in bu emrine uyarak, insanlığı tüm dünyanın kurtuluşuna vesile olan Hz. Mehdi (as)'ın gelişiyle, Hz. İsa (as)'ın inişiyle, Türk İslam Birliği'nin kurulması ve İslam ahlakının dünyaya hakim olmasıyla müjdelemektedir. Elinizde bulunan bu kitap Sayın Adnan Oktar'ın bazı televizyon sohbetlerinin metinlerinin bir araya getirilmesiyle hazırlanmıştır. Hadislerde ve ayetlerde haber verilen bilgiler doğrultusunda, önümüzdeki yıllarda yaşanacak kutlu gelişmelerin birer müjdesi olan bu sohbetler, aynı zamanda tarihi bir belge niteliği de taşımaktadır. Allah'ın izniyle bundan yaklaşık 15-20 yıl sonra, İslam ahlakının tüm dünyaya hakim olduğu dönemde, şu an 1. bölümü yayınlanan bu külliyatı arşivlerinde bulunduranlar, "Sayın Adnan Oktar tüm bunların gerçekleşeceğini yıllar önce haber vermişti" diyeceklerdir.
Sayın Adnan Oktar 1979 yılında İstanbul'a gelmesinin ardından, Darwinizm'e, materyalizme ve ateizme karşı büyük bir ilmi mücadele başlatmış, İslam'ın sevgi dolu ruhunun dünyaya hakim olması için geceli gündüzlü, tüm dünya tarafından takdirle karşılanan etkili bir fikri çalışma yapmıştır. Ve bu büyük ilmi mücadele, her geçen gün etkisi ve gücü kat kat artarak devam etmektedir. Sayın Adnan Oktar'la yapılan röportajlar, 2007'den bu yana, içlerinde ABC, BBC, Al Jazeera, The Washington Post, Reuters, Wallstreet Journal gibi ünlü yabancı basın kuruluşlarının da olduğu çok sayıda gazete, dergi ve televizyonda yer almıştır. Bununla birlikte 2008 tarihinden itibaren de farklı televizyon kanallarında Sayın Adnan Oktar'ın sohbetleri yayınlanmaktadır. Yurt içinde ve yurt dışında çok geniş bir izleyici kitlesi tarafından izlenen bu sohbetlerde Türk İslam aleminin mevcut durumu, çözüm önerileri, Türkiye'nin süper güç olması için izlemesi gereken siyaset gibi güncel konuların yanı sıra, ahir zaman, Mehdiyet, Hz. İsa (as)'ın gelişi, kıyamet, cennet, cehennem gibi konularda da çok hikmetli ve önemli açıklamalar yer almaktadır. Daha önce herhangi bir eserde, yazıda veya sohbette eşine rastlanmayan bu çarpıcı izahlar, Allah'ın bir lütfu ve nimetidir. Allah bu hikmetli anlatımları milyonlarca insanın imanına vesile kılmaktadır. İçinde bulunduğumuz yüzyıl Peygamber Efendimiz (sav)'in hadislerinden, büyük İslam alimlerinin açıklamalarından ve Kuran ayetlerinin işari manalarından açıkça anlaşıldığı üzere Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as)'ı göreceğimiz, İslam ahlakının tüm dünyaya hakim olacağı yüzyıldır. Peygamberimiz (sav)'in Hz. İsa (as)'ın ve Hz. Mehdi (as)'ın zuhur alametleri olarak bildirdiği 150'den fazla alametin hepsi, Hicri 1400 itibariyle son 30 yılda arka arkaya gerçekleşmiştir. Bediüzzaman Hazretleri de, Peygamberimiz (sav)'in hadislerine dayanarak yaptığı açıklamada Hz. Mehdi (as)'ın Hicri 1400'de geleceğini Risale-i Nur'un pek çok yerinde açıkça söylemiştir. Hz. İsa (as)'ın Allah Katına alınmasından 2000 yıl sonra yeniden yeryüzüne döndüğü ve hadislerde ve peygamberlerin suhuflarında çok kapsamlı olarak tarif edilen Hz. Mehdi (as)'ın zuhur ettiği çağda bulunmak, elbette tüm Müslümanlar için çok büyük bir heyecan, şevk ve coşku kaynağıdır. Nitekim Peygamberimiz (sav), "Mehdi ile müjdelenin" (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Ahir zaman, s. 13) buyurmuştur. Sayın Adnan Oktar da Peygamberimiz (sav)'in bu emrine uyarak, insanlığı tüm dünyanın kurtuluşuna vesile olan Hz. Mehdi (as)'ın gelişiyle, Hz. İsa (as)'ın inişiyle, Türk İslam Birliği'nin kurulması ve İslam ahlakının dünyaya hakim olmasıyla müjdelemektedir. Elinizde bulunan bu kitap Sayın Adnan Oktar'ın bazı televizyon sohbetlerinin metinlerinin bir araya getirilmesiyle hazırlanmıştır. Hadislerde ve ayetlerde haber verilen bilgiler doğrultusunda, önümüzdeki yıllarda yaşanacak kutlu gelişmelerin birer müjdesi olan bu sohbetler, aynı zamanda tarihi bir belge niteliği de taşımaktadır. Allah'ın izniyle bundan yaklaşık 15-20 yıl sonra, İslam ahlakının tüm dünyaya hakim olduğu dönemde, şu an 1. bölümü yayınlanan bu külliyatı arşivlerinde bulunduranlar, "Sayın Adnan Oktar tüm bunların gerçekleşeceğini yıllar önce haber vermişti" diyeceklerdir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Bugüne kadar, gelmiş geçmiş bütün din ahlakına karşı olan kişilere ve akımlara bakıldığında hemen hepsinin felsefi temelinde materyalist (maddeci) düşüncenin yattığı görülür. Bilindiği gibi materyalistler... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Bugüne kadar, gelmiş geçmiş bütün din ahlakına karşı olan kişilere ve akımlara bakıldığında hemen hepsinin felsefi temelinde materyalist (maddeci) düşüncenin yattığı görülür. Bilindiği gibi materyalistler Yaratılış gerçeğini reddederler. Bunun yerine maddenin sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da mutlak bir varlık olarak kalacağı yanılgısını savunurlar. Diğer bir deyişle maddeyi ilahlaştırırlar. (Allah'ı tenzih ederiz) Materyalistlerin kendi kaynaklarında materyalizm (maddecilik) şöyle tarif edilir:
space
Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır...
(En-am Suresi, 101)
Materyalizm dünyanın ezeli ve ebediliğini (öncesiz ve sonrasızlığını), Tanrı tarafından yaratılmış olmadığını ve de zaman ve mekanda sonsuzluğunu kabul eder.1
Materyalizmin maddeyi bu derece putlaştırmasının nedeni, her ne olursa olsun Allah'ın varlığını kabul etmemektir. Çünkü madde mutlak değilse bir başlangıcı var demektir; bir başlangıcı varsa da yoktan var edilmiş, yani yaratılmış demektir. Nitekim 20. yüzyılın sonunda tüm bilim dünyasının vardığı ortak sonuç, maddenin mutlak olmadığı, bir başlangıcı olduğu gerçeğini doğrulamaktadır: Tüm evren yaklaşık 15 milyar yıl önce "sıfır" hacimdeki bir noktanın patlamasıyla yokluktan meydana gelmiş ve genişleyerek günümüzdeki şeklini almıştır. Büyük Patlama (Big Bang) adı verilen bu olayın doğruluğu, pek çok somut delil ve gözlemle, aynı zamanda teorik fizikçilerin hesaplamalarıyla da kanıtlanmıştır.
Bugün bilimin ulaştığı son nokta, Allah'ın Kuran'da bildirdiği ve İncil ve Tevrat'ta da haber verilen "evrenin yoktan var edildiği" gerçeğini doğrulamaktadır. Yine bununla birlikte çağdaş bilim, materyalizmi ve bunu esas alan ideolojileri her alanda yalanlamakta, materyalist görüşe sahip olanların maddeye dayalı dünyalarını yıkmakta, Yaratılış'a karşı yürüttükleri mücadelede onları yenik düşürmektedir.
Buna rağmen materyalistler, maddenin mutlak değil, yaratılmış olduğu gerçeğini bilimle çatışmak pahasına da olsa kabul edemezler. Çünkü bu gerçeği kabul etmek Allah'ın varlığını kabul etmelerini, Allah'a iman etmeleri ise din ahlakını kabul etmelerini ve yaşamalarını gerektirecektir. Din ahlakı ise herşeyden önce Allah'a kesin bir boyun eğmeyi ve teslimiyeti gerektirdiğinden, elbette ki böyle bir tutum, kibirlerine yenik düşmüş bu insanlara ağır gelecektir. Allah Kuran'da, gerçekleri gördükleri halde, kibirleri yüzünden gerçeklerden kaçanların durumunu şöyle bildirmektedir:
Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak. (Neml Suresi, 14)
Materyalistler, maddenin yanı sıra zamanın da mutlak olduğu, yani sonsuzdan gelip sonsuza gittiği yanılgısına inanırlar. Bu çarpık anlayışa dayanarak da kaderi, ahiret gününü, cenneti ve cehennemi reddetmeye çalışırlar. Oysa bugün modern bilim, maddenin olduğu gibi, maddenin bir türevi olan zamanın da maddeyle birlikte yokluktan var edildiğini ve zamanın da bir başlangıcı olduğunu ispatlamıştır. Aynı zamanda, zamanın izafi (göreceli-rölatif) bir kavram olduğu, materyalistlerin yüzyıllardır zannettikleri gibi değişmez ve sabit olmadığı, değişken bir algı biçimi olduğu da 20. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Zamanın ve mekanın izafiyeti Einstein'ın "Rölativite" teorisiyle kanıtlanmış ve bu gerçek bugünkü modern fiziğin temelini oluşturmuştur.
landscape
Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır.
Allah, her şeyi kuşatandır.
(Nisa Suresi, 126)
Sonuç olarak, zaman ve mekan mutlak olmayan, başlangıçları olan, Allah'ın yoktan var ettiği kavramlardır. Zamanı ve mekanı yaratan Allah, elbette bu kavramlardan münezzehtir. Allah, zamanın her anını zamansızlıkta belirlemiş, tespit etmiş ve yaratmıştır. İşte materyalistlerin akıl erdiremedikleri "kader" gerçeğinin özü de buradadır.
Bizim için geçmişte yaşanmış ve gelecekte yaşanacak olan olayların tümü, zamandan münezzeh olan, zamanı yoktan var eden Yüce Allah'ın bilgisi ve hakimiyeti dahilindedir.
Kuran'da 1400 yıl önce bildirilen ve inananların gönülden inandıkları gerçekleri bugün modern bilim de doğrulamakta ve Kuran'ın Allah'ın sözü olduğuna şahitlik etmektedir. Asırlardır Allah'ın varlığını ve Yaratılış gerçeğini reddeden materyalist düşünce ise, dilinden düşürmediği ve her fırsatta arkasına sığınmaya çalıştığı bilim tarafından her alanda yalanlanmaktadır. Bu kitapta, materyalistlerin öne sürdükleri iddiaların hiçbir bilimsel ve mantıksal geçerliliği olmadığını, aksine materyalizmin bugünün bilimi ile tamamen çökertildiğini delilleriyle aktaracağız. Burada anlatılan konular maddenin aslı, zamanın ve mekanın izafiyeti ile ilgili çok önemli deliller içermektedir. Öyle ki belki de bugüne kadar hiç düşünmediğiniz bazı gerçeklerle karşılaşacak, maddenin özünün materyalizmin iddia ettiğinden veya size öğretilenden çok daha farklı olduğunu anlayacaksınız.
Bugüne kadar, gelmiş geçmiş bütün din ahlakına karşı olan kişilere ve akımlara bakıldığında hemen hepsinin felsefi temelinde materyalist (maddeci) düşüncenin yattığı görülür. Bilindiği gibi materyalistler Yaratılış gerçeğini reddederler. Bunun yerine maddenin sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da mutlak bir varlık olarak kalacağı yanılgısını savunurlar. Diğer bir deyişle maddeyi ilahlaştırırlar. (Allah'ı tenzih ederiz) Materyalistlerin kendi kaynaklarında materyalizm (maddecilik) şöyle tarif edilir:
space
Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır...
(En-am Suresi, 101)
Materyalizm dünyanın ezeli ve ebediliğini (öncesiz ve sonrasızlığını), Tanrı tarafından yaratılmış olmadığını ve de zaman ve mekanda sonsuzluğunu kabul eder.1
Materyalizmin maddeyi bu derece putlaştırmasının nedeni, her ne olursa olsun Allah'ın varlığını kabul etmemektir. Çünkü madde mutlak değilse bir başlangıcı var demektir; bir başlangıcı varsa da yoktan var edilmiş, yani yaratılmış demektir. Nitekim 20. yüzyılın sonunda tüm bilim dünyasının vardığı ortak sonuç, maddenin mutlak olmadığı, bir başlangıcı olduğu gerçeğini doğrulamaktadır: Tüm evren yaklaşık 15 milyar yıl önce "sıfır" hacimdeki bir noktanın patlamasıyla yokluktan meydana gelmiş ve genişleyerek günümüzdeki şeklini almıştır. Büyük Patlama (Big Bang) adı verilen bu olayın doğruluğu, pek çok somut delil ve gözlemle, aynı zamanda teorik fizikçilerin hesaplamalarıyla da kanıtlanmıştır.
Bugün bilimin ulaştığı son nokta, Allah'ın Kuran'da bildirdiği ve İncil ve Tevrat'ta da haber verilen "evrenin yoktan var edildiği" gerçeğini doğrulamaktadır. Yine bununla birlikte çağdaş bilim, materyalizmi ve bunu esas alan ideolojileri her alanda yalanlamakta, materyalist görüşe sahip olanların maddeye dayalı dünyalarını yıkmakta, Yaratılış'a karşı yürüttükleri mücadelede onları yenik düşürmektedir.
Buna rağmen materyalistler, maddenin mutlak değil, yaratılmış olduğu gerçeğini bilimle çatışmak pahasına da olsa kabul edemezler. Çünkü bu gerçeği kabul etmek Allah'ın varlığını kabul etmelerini, Allah'a iman etmeleri ise din ahlakını kabul etmelerini ve yaşamalarını gerektirecektir. Din ahlakı ise herşeyden önce Allah'a kesin bir boyun eğmeyi ve teslimiyeti gerektirdiğinden, elbette ki böyle bir tutum, kibirlerine yenik düşmüş bu insanlara ağır gelecektir. Allah Kuran'da, gerçekleri gördükleri halde, kibirleri yüzünden gerçeklerden kaçanların durumunu şöyle bildirmektedir:
Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak. (Neml Suresi, 14)
Materyalistler, maddenin yanı sıra zamanın da mutlak olduğu, yani sonsuzdan gelip sonsuza gittiği yanılgısına inanırlar. Bu çarpık anlayışa dayanarak da kaderi, ahiret gününü, cenneti ve cehennemi reddetmeye çalışırlar. Oysa bugün modern bilim, maddenin olduğu gibi, maddenin bir türevi olan zamanın da maddeyle birlikte yokluktan var edildiğini ve zamanın da bir başlangıcı olduğunu ispatlamıştır. Aynı zamanda, zamanın izafi (göreceli-rölatif) bir kavram olduğu, materyalistlerin yüzyıllardır zannettikleri gibi değişmez ve sabit olmadığı, değişken bir algı biçimi olduğu da 20. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Zamanın ve mekanın izafiyeti Einstein'ın "Rölativite" teorisiyle kanıtlanmış ve bu gerçek bugünkü modern fiziğin temelini oluşturmuştur.
landscape
Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır.
Allah, her şeyi kuşatandır.
(Nisa Suresi, 126)
Sonuç olarak, zaman ve mekan mutlak olmayan, başlangıçları olan, Allah'ın yoktan var ettiği kavramlardır. Zamanı ve mekanı yaratan Allah, elbette bu kavramlardan münezzehtir. Allah, zamanın her anını zamansızlıkta belirlemiş, tespit etmiş ve yaratmıştır. İşte materyalistlerin akıl erdiremedikleri "kader" gerçeğinin özü de buradadır.
Bizim için geçmişte yaşanmış ve gelecekte yaşanacak olan olayların tümü, zamandan münezzeh olan, zamanı yoktan var eden Yüce Allah'ın bilgisi ve hakimiyeti dahilindedir.
Kuran'da 1400 yıl önce bildirilen ve inananların gönülden inandıkları gerçekleri bugün modern bilim de doğrulamakta ve Kuran'ın Allah'ın sözü olduğuna şahitlik etmektedir. Asırlardır Allah'ın varlığını ve Yaratılış gerçeğini reddeden materyalist düşünce ise, dilinden düşürmediği ve her fırsatta arkasına sığınmaya çalıştığı bilim tarafından her alanda yalanlanmaktadır. Bu kitapta, materyalistlerin öne sürdükleri iddiaların hiçbir bilimsel ve mantıksal geçerliliği olmadığını, aksine materyalizmin bugünün bilimi ile tamamen çökertildiğini delilleriyle aktaracağız. Burada anlatılan konular maddenin aslı, zamanın ve mekanın izafiyeti ile ilgili çok önemli deliller içermektedir. Öyle ki belki de bugüne kadar hiç düşünmediğiniz bazı gerçeklerle karşılaşacak, maddenin özünün materyalizmin iddia ettiğinden veya size öğretilenden çok daha farklı olduğunu anlayacaksınız.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Giriş: Renkli Bir Dünya Hiçbir rengin olmadığı, kapkaranlık bir dünyada yaşamak nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü? Bir an için tüm ön yargılarınızdan kurtularak, şimdiye kadar öğrendiğiniz her şeyi bir kenara... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Giriş: Renkli Bir Dünya
Hiçbir rengin olmadığı, kapkaranlık bir dünyada yaşamak nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü? Bir an için tüm ön yargılarınızdan kurtularak, şimdiye kadar öğrendiğiniz her şeyi bir kenara bırakarak düşünün. Bedeninizin, çevrenizdeki insanların, denizlerin, gökyüzünün, ağaçların, çiçeklerin, kısacası her şeyin kapkara olduğunu gözünüzde canlandırmaya çalışın. Etrafınızda hiçbir rengin olmadığını düşünün. Çevrenizdeki insanların, kedilerin, köpeklerin, kuşların, kelebeklerin, meyvelerin hiç rengi olmasaydı neler hissederdiniz kafanızda canlandırmaya çalışın. Böyle bir dünyada yaşamayı hiç istemezdiniz öyle değil mi?
Çoğu insan, şimdiye kadar ne kadar renkli bir dünyada yaşadığını, nasıl olup da çevresinde böyle bir renk çeşitliliğinin olduğunu hiç düşünmemiş olabilir.
Renklerin olmadığı bir dünyanın nasıl olabileceği de hiç aklına gelmemiş olabilir. Çünkü gözleri gören herkes gözünü açtığı andan itibaren renkli bir dünyayla karşılaşmıştır. Oysa kapkaranlık, renksiz bir yeryüzü modeli imkansız değildir, aksine asıl şaşırtıcı olan şu anda ışıl ışıl ve rengarenk bir dünyada yaşıyor olmamızdır.
Renksiz bir dünya denildiğinde akla siyahın, beyazın ve grinin tonlarının olduğu bir yer gelebilir. Oysa siyah, beyaz ve gri de birer renktirler. Bu yüzden insanın renksizliği hayal etmesi çok zordur. Renksizliği tarif ederken de mutlaka bir renk kullanmak zorunluluğu hissedilir. "Her şey renksiz, kapkaraydı; yüzünde renk kalmamıştı, bembeyaz olmuştu" gibi cümlelerle renksizlik ifade edilmeye çalışılır. Oysa bunlar renksizliğin değil siyah-beyaz bir dünyanın tarifidir.
Manzara
Bir saniye için etrafınızdaki her şeyin renklerinin bir anda yok olduğunu düşünün. Böyle bir durumda her şey birbirine karışacak, cisimleri birbirinden ayırmak imkansızlaşacaktır. Örneğin kahverengi tahta bir masanın üzerinde duran turuncu bir portakalı, kırmızı çilekleri ya da rengarenk çiçekleri görmek imkansızlaşacaktır; çünkü ne portakal turuncu olacaktır, ne masa kahverengi, ne de çilekler kırmızı… Tarifi bile son derece zor olan bu renksiz dünyada kısa bir süre bile olsa yaşamak insana büyük bir sıkıntı verecektir. Bir insanın dış dünyayla bağlantı kurmasında, hafızasının çalışmasında, beyninin öğrenme görevini yerine getirmesinde rengin önemi çok büyüktür. Çünkü insan, olaylar ve mekanlar, kişiler ve nesneler arasında ancak dış görünüşleri ve renkleri sayesinde sağlıklı bir bağlantı kurar. Sadece ses ya da dokunma, cisimleri tanımlamada yeterli olmaz. İnsan için dış dünya ancak renkleriyle bir bütündür ve bir anlam ifade eder.
Renklerin çeşitliliğinin bize olan faydası sadece çevremizi tanımamız değildir. Doğada yer alan kusursuz renk uyumu insan ruhuna büyük bir zevk verir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır: İnsanın bu uyumu görebilmesi ve bütün detaylarından zevk alması için de ona çok özel bir tasarımı olan gözler verilmiştir. Canlılar aleminde renkleri en ince ayrıntısına kadar algılayabilen en fonksiyonel göz, insan gözleridir. Öyle ki insan gözü milyonlarca renge karşı duyarlıdır. 1 Görüldüğü gibi mükemmel bir şekilde çalışan insandaki göz mekanizması renkli bir dünyayı görebilmek için özel olarak tasarlanmıştır. Dolayısıyla dünya üzerinde, evrendeki böyle bir düzenin varlığını anlayabilecek tek varlık, akıl sahibi olan insandır. Bütün bu bilgilerin ışığı altında ortaya şu sonuç çıkmaktadır:
Yeryüzündeki ve gökyüzündeki her ayrıntı, her desen, her renk insanın bu düzeni anlayıp kavraması ve bunun üzerinde düşünmesi için yaratılmıştır. Doğadaki tüm renkler insan ruhuna zevk verecek şekilde düzenlenmiştir. Hem canlılarda hem de cansız dünyada kusursuz bir simetri ve renk uyumu hakimdir. Bu özel durum karşısında düşünen bir insanın aklına son derece önemli bazı sorular gelecektir.
Yeryüzünü renkli kılan nedir? Dünyamızı olağanüstü güzel kılan renkler nasıl oluşmaktadır? Yeryüzündeki renk çeşitliliği ve renkler arasındaki uyumun tasarımı kime aittir? Tüm bunların bir tesadüfler zincirinin oluşturduğu amaçsız değişimlerle meydana geldiği söylenebilir mi? Elbette ki böyle bir şeyi hiç kimse söyleyemez. Kontrolsüz tesadüfler değil milyonlarca rengi, hiçbir şeyi oluşturamazlar. Örneğin bir kelebeğin kanatlarını düşünün; veya herbiri birer sanat harikası görünümündeki rengarenk çiçekleri. Bunların bilinçsiz bir sürecin sonucunda oluştuğunu söylemek, sağlıklı bir akıl için elbette ki mümkün değildir.
Bu gerçeği şöyle bir örnekle de rahatlıkla görebiliriz. Bir insan doğadaki ağaçları, çiçekleri sergileyen bir tablo gördüğünde bu tablodaki renk uyumunun, düzenli şekillerin, özel yapıların tesadüfen oluştuğunu iddia etmez, hatta bunu aklına bile getirmez. Bu kişinin karşısına birisi çıksa ve dese ki, "şurada gördüğün boyalar rüzgar sonucu devrildiler, bir süre sonra yağmurun vs. etkisiyle ve aradan geçen uzun bir zamanın sonucunda ortaya böyle bir resim çıktı". Bu iddianın sahibine inanılmayacağı kesindir. Burada son derece ilginç bir nokta vardır. Akıl dışı olan böyle bir iddiada bulunmaya kimse yeltenmez bile ama her nasılsa doğada gördüğümüz kusursuz renk ve simetrinin böyle bilinçsiz bir süreçle meydana geldiği iddia edilebilmekte, hatta bu konuda evrimciler tarafından "tesadüf tezleri" hazırlanmakta ve çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Bu konuda asılsız iddialar öne sürmekte tereddüt bile edilmemektedir.
Görüldüğü gibi bu, açıkça körlüktür. Üstelik bunun anlaşılması da son derece zordur. Biraz düşünmeye başlayıp bu körlükten kurtulan kişi ise, dünyada son derece mucizevi bir ortamda yaşadığını anlayacaktır. Ve insan, yaşamı için en uygun şartlara sahip olan bu ortamın tesadüfen meydana gelemeyeceğine de tam anlamıyla kanaat getirecektir. Düşünen insan nasıl ki bir tablonun ressamı olduğunu ilk baktığı anda anlıyorsa, çevresindeki rengarenk, ışıl ışıl, simetrik ve son derece estetik ortamın da bir Yaratıcı'sı olduğunu aynı şekilde anlayacaktır. Bu Yaratıcı; yaratmada hiçbir ortağı olmayan, her şeyi birbiriyle uyum içinde yaratan, bizi milyonlarca renkle bezenmiş sayısız güzelliğin bulunduğu bu dünyaya yerleştiren Allah'tır. Allah’ın yaratmasında her şey birbiriyle tam bir uyum içindedir. Allah, yaratma sanatındaki eşsizliği Kuran ayetlerinde şöyle haber vermektedir:
Giriş: Renkli Bir Dünya
Hiçbir rengin olmadığı, kapkaranlık bir dünyada yaşamak nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü? Bir an için tüm ön yargılarınızdan kurtularak, şimdiye kadar öğrendiğiniz her şeyi bir kenara bırakarak düşünün. Bedeninizin, çevrenizdeki insanların, denizlerin, gökyüzünün, ağaçların, çiçeklerin, kısacası her şeyin kapkara olduğunu gözünüzde canlandırmaya çalışın. Etrafınızda hiçbir rengin olmadığını düşünün. Çevrenizdeki insanların, kedilerin, köpeklerin, kuşların, kelebeklerin, meyvelerin hiç rengi olmasaydı neler hissederdiniz kafanızda canlandırmaya çalışın. Böyle bir dünyada yaşamayı hiç istemezdiniz öyle değil mi?
Çoğu insan, şimdiye kadar ne kadar renkli bir dünyada yaşadığını, nasıl olup da çevresinde böyle bir renk çeşitliliğinin olduğunu hiç düşünmemiş olabilir.
Renklerin olmadığı bir dünyanın nasıl olabileceği de hiç aklına gelmemiş olabilir. Çünkü gözleri gören herkes gözünü açtığı andan itibaren renkli bir dünyayla karşılaşmıştır. Oysa kapkaranlık, renksiz bir yeryüzü modeli imkansız değildir, aksine asıl şaşırtıcı olan şu anda ışıl ışıl ve rengarenk bir dünyada yaşıyor olmamızdır.
Renksiz bir dünya denildiğinde akla siyahın, beyazın ve grinin tonlarının olduğu bir yer gelebilir. Oysa siyah, beyaz ve gri de birer renktirler. Bu yüzden insanın renksizliği hayal etmesi çok zordur. Renksizliği tarif ederken de mutlaka bir renk kullanmak zorunluluğu hissedilir. "Her şey renksiz, kapkaraydı; yüzünde renk kalmamıştı, bembeyaz olmuştu" gibi cümlelerle renksizlik ifade edilmeye çalışılır. Oysa bunlar renksizliğin değil siyah-beyaz bir dünyanın tarifidir.
Manzara
Bir saniye için etrafınızdaki her şeyin renklerinin bir anda yok olduğunu düşünün. Böyle bir durumda her şey birbirine karışacak, cisimleri birbirinden ayırmak imkansızlaşacaktır. Örneğin kahverengi tahta bir masanın üzerinde duran turuncu bir portakalı, kırmızı çilekleri ya da rengarenk çiçekleri görmek imkansızlaşacaktır; çünkü ne portakal turuncu olacaktır, ne masa kahverengi, ne de çilekler kırmızı… Tarifi bile son derece zor olan bu renksiz dünyada kısa bir süre bile olsa yaşamak insana büyük bir sıkıntı verecektir. Bir insanın dış dünyayla bağlantı kurmasında, hafızasının çalışmasında, beyninin öğrenme görevini yerine getirmesinde rengin önemi çok büyüktür. Çünkü insan, olaylar ve mekanlar, kişiler ve nesneler arasında ancak dış görünüşleri ve renkleri sayesinde sağlıklı bir bağlantı kurar. Sadece ses ya da dokunma, cisimleri tanımlamada yeterli olmaz. İnsan için dış dünya ancak renkleriyle bir bütündür ve bir anlam ifade eder.
Renklerin çeşitliliğinin bize olan faydası sadece çevremizi tanımamız değildir. Doğada yer alan kusursuz renk uyumu insan ruhuna büyük bir zevk verir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır: İnsanın bu uyumu görebilmesi ve bütün detaylarından zevk alması için de ona çok özel bir tasarımı olan gözler verilmiştir. Canlılar aleminde renkleri en ince ayrıntısına kadar algılayabilen en fonksiyonel göz, insan gözleridir. Öyle ki insan gözü milyonlarca renge karşı duyarlıdır. 1 Görüldüğü gibi mükemmel bir şekilde çalışan insandaki göz mekanizması renkli bir dünyayı görebilmek için özel olarak tasarlanmıştır. Dolayısıyla dünya üzerinde, evrendeki böyle bir düzenin varlığını anlayabilecek tek varlık, akıl sahibi olan insandır. Bütün bu bilgilerin ışığı altında ortaya şu sonuç çıkmaktadır:
Yeryüzündeki ve gökyüzündeki her ayrıntı, her desen, her renk insanın bu düzeni anlayıp kavraması ve bunun üzerinde düşünmesi için yaratılmıştır. Doğadaki tüm renkler insan ruhuna zevk verecek şekilde düzenlenmiştir. Hem canlılarda hem de cansız dünyada kusursuz bir simetri ve renk uyumu hakimdir. Bu özel durum karşısında düşünen bir insanın aklına son derece önemli bazı sorular gelecektir.
Yeryüzünü renkli kılan nedir? Dünyamızı olağanüstü güzel kılan renkler nasıl oluşmaktadır? Yeryüzündeki renk çeşitliliği ve renkler arasındaki uyumun tasarımı kime aittir? Tüm bunların bir tesadüfler zincirinin oluşturduğu amaçsız değişimlerle meydana geldiği söylenebilir mi? Elbette ki böyle bir şeyi hiç kimse söyleyemez. Kontrolsüz tesadüfler değil milyonlarca rengi, hiçbir şeyi oluşturamazlar. Örneğin bir kelebeğin kanatlarını düşünün; veya herbiri birer sanat harikası görünümündeki rengarenk çiçekleri. Bunların bilinçsiz bir sürecin sonucunda oluştuğunu söylemek, sağlıklı bir akıl için elbette ki mümkün değildir.
Bu gerçeği şöyle bir örnekle de rahatlıkla görebiliriz. Bir insan doğadaki ağaçları, çiçekleri sergileyen bir tablo gördüğünde bu tablodaki renk uyumunun, düzenli şekillerin, özel yapıların tesadüfen oluştuğunu iddia etmez, hatta bunu aklına bile getirmez. Bu kişinin karşısına birisi çıksa ve dese ki, "şurada gördüğün boyalar rüzgar sonucu devrildiler, bir süre sonra yağmurun vs. etkisiyle ve aradan geçen uzun bir zamanın sonucunda ortaya böyle bir resim çıktı". Bu iddianın sahibine inanılmayacağı kesindir. Burada son derece ilginç bir nokta vardır. Akıl dışı olan böyle bir iddiada bulunmaya kimse yeltenmez bile ama her nasılsa doğada gördüğümüz kusursuz renk ve simetrinin böyle bilinçsiz bir süreçle meydana geldiği iddia edilebilmekte, hatta bu konuda evrimciler tarafından "tesadüf tezleri" hazırlanmakta ve çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Bu konuda asılsız iddialar öne sürmekte tereddüt bile edilmemektedir.
Görüldüğü gibi bu, açıkça körlüktür. Üstelik bunun anlaşılması da son derece zordur. Biraz düşünmeye başlayıp bu körlükten kurtulan kişi ise, dünyada son derece mucizevi bir ortamda yaşadığını anlayacaktır. Ve insan, yaşamı için en uygun şartlara sahip olan bu ortamın tesadüfen meydana gelemeyeceğine de tam anlamıyla kanaat getirecektir. Düşünen insan nasıl ki bir tablonun ressamı olduğunu ilk baktığı anda anlıyorsa, çevresindeki rengarenk, ışıl ışıl, simetrik ve son derece estetik ortamın da bir Yaratıcı'sı olduğunu aynı şekilde anlayacaktır. Bu Yaratıcı; yaratmada hiçbir ortağı olmayan, her şeyi birbiriyle uyum içinde yaratan, bizi milyonlarca renkle bezenmiş sayısız güzelliğin bulunduğu bu dünyaya yerleştiren Allah'tır. Allah’ın yaratmasında her şey birbiriyle tam bir uyum içindedir. Allah, yaratma sanatındaki eşsizliği Kuran ayetlerinde şöyle haber vermektedir:
Adnan Oktar (Harun Yahya) Odanızın penceresinden dışarıdaki manzarayı seyrettiğinizde, hayatınız boyunca aldığınız telkinden dolayı, bu manzarayı gözlerinizle gördüğünüzü zannedersiniz. Oysa gerçek böyle değildir. Çünkü siz gözlerinizle... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Odanızın penceresinden dışarıdaki manzarayı seyrettiğinizde, hayatınız boyunca aldığınız telkinden dolayı, bu manzarayı gözlerinizle gördüğünüzü zannedersiniz. Oysa gerçek böyle değildir. Çünkü siz gözlerinizle dışarıdaki bir manzarayı görmezsiniz. Siz, beyninizin içinde oluşan manzaraya ait görüntüyü görürsünüz. Bu bir tahmin ya da bir felsefe değil, bilimsel bir gerçektir.
Görme olayının nasıl gerçekleştiği hatırlandığında bu konu daha açık olarak anlaşılacaktır. Göz, sadece, kendisine ulaşan ışığı, retinasındaki hücreler sayesinde elektrik sinyaline çevirmekle görevlidir. Bu elektrik sinyali ise, beyninizdeki görme merkezinize ulaşır. Daha sonra bu elektrik sinyalleri, pencerenizden gördüğünüz manzaranın görüntüsünü oluştururlar. Sonuç olarak, görüntünün oluştuğu yer beyninizdir. Ve siz beyninizin içindeki manzarayı görürsünüz, evinizin dışındaki manzarayı değil.
Örneğin yan sayfadaki resimde, pencereden bakan insanın gözüne dışarıdan “ışık” ulaşmaktadır. Bu ışık, gözdeki hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülerek, bu insanın beyninin arka kısmında yer alan küçücük görme merkezine gelir. Ve bu elektrik sinyalleri, beyinde bir manzara görüntüsü oluşturur. Gerçekte, beynimizin içi açılsa, burada bu manzaraya ait bir görüntü bulamayız. Ancak, beynimizin içindeki bir şuur, beyne gelen elektrik sinyallerini manzara olarak algılar. Peki beynin içinde, gözü, göz hücreleri, retinası olmadan, elektrik sinyallerini bir manzara olarak algılayan şuur nedir, kime aittir?
Odanızın penceresinden dışarıdaki manzarayı seyrettiğinizde, hayatınız boyunca aldığınız telkinden dolayı, bu manzarayı gözlerinizle gördüğünüzü zannedersiniz. Oysa gerçek böyle değildir. Çünkü siz gözlerinizle dışarıdaki bir manzarayı görmezsiniz. Siz, beyninizin içinde oluşan manzaraya ait görüntüyü görürsünüz. Bu bir tahmin ya da bir felsefe değil, bilimsel bir gerçektir.
Görme olayının nasıl gerçekleştiği hatırlandığında bu konu daha açık olarak anlaşılacaktır. Göz, sadece, kendisine ulaşan ışığı, retinasındaki hücreler sayesinde elektrik sinyaline çevirmekle görevlidir. Bu elektrik sinyali ise, beyninizdeki görme merkezinize ulaşır. Daha sonra bu elektrik sinyalleri, pencerenizden gördüğünüz manzaranın görüntüsünü oluştururlar. Sonuç olarak, görüntünün oluştuğu yer beyninizdir. Ve siz beyninizin içindeki manzarayı görürsünüz, evinizin dışındaki manzarayı değil.
Örneğin yan sayfadaki resimde, pencereden bakan insanın gözüne dışarıdan “ışık” ulaşmaktadır. Bu ışık, gözdeki hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülerek, bu insanın beyninin arka kısmında yer alan küçücük görme merkezine gelir. Ve bu elektrik sinyalleri, beyinde bir manzara görüntüsü oluşturur. Gerçekte, beynimizin içi açılsa, burada bu manzaraya ait bir görüntü bulamayız. Ancak, beynimizin içindeki bir şuur, beyne gelen elektrik sinyallerini manzara olarak algılar. Peki beynin içinde, gözü, göz hücreleri, retinası olmadan, elektrik sinyallerini bir manzara olarak algılayan şuur nedir, kime aittir?
Adnan Oktar (Harun Yahya) Giriş Hz. Adem'den önce Allah melekleri ve cinleri yaratmıştı. Onlar Allah'ı övgü ile tesbih ediyorlardı. Sonra Allah ilk insan olan Hz. Adem'i yarattı ve meleklere ona secde etmelerini emretti. Melekler... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Giriş
Hz. Adem'den önce Allah melekleri ve cinleri yaratmıştı. Onlar Allah'ı övgü ile tesbih ediyorlardı. Sonra Allah ilk insan olan Hz. Adem'i yarattı ve meleklere ona secde etmelerini emretti.
Melekler Allah'ın emrine gönülden itaat ederek Hz. Adem'e secde ettiler. Ancak meleklerin arasında bulunan ve cinlerden olan İblis, Allah'ın bu emrine başkaldırarak O'na isyankar oldu. Çünkü kendisinin Hz. Adem'den daha üstün olduğuna inanıyordu. Bu kibiri yüzünden, kendisine, "Ey İblis, iki elimle yarattığıma seni secde etmekten alıkoyan neydi? Büyüklendin mi, yoksa yüksekte olanlardan mı oldun?" (Sad Suresi, 75) diye sorulduğunda şöyle cevap vermişti:
"Ben ondan daha hayırlıyım; Sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (Sad Suresi, 76)
Allah'ın emrine karşı böyle bir itaatsizliğe cüret eden İblis'i, Allah lanetlemiş ve kendisi için ebedi cehennem azabı takdir etmiştir.
İblis'in Allah'a isyan etmesine yol açan neden, "kibiri" ya da diğer bir deyimle "büyüklenmesiydi". İblis'in bu büyüklenmesinin en önemli nedeni nefsinde gizlediği bir özellikti: "Enaniyet"...
Enaniyet terimi, Arapçada, "ben" anlamına gelen "ene" kelimesinden türemiştir. Kişinin kendisine müstakil bir benlik vermesi, hem kendi varlığını hem de etrafındakilerin varlığını Allah'tan bağımsız görmesi, tavır ve davranışlarını, bakış açısını bu zihniyete göre düzenlemesi anlamına gelir.
Kibir ise enaniyetin dışa vurumlarından birisidir. Bir insan kendisini dünyanın merkezi olarak görmeye başladığında, kısa sürede Allah'ın kendisine verdiği imkanlar ve özellikler doğrultusunda bir büyüklenme psikolojisi içine girer.
Her zaman ve her durumda kendisini en ön planda, en üstün konumda görmeye ve göstermeye başlar. Böyle sapkın bir düşünceye sahip olan kimse, Kuran'da tarif edildiği üzere kendisine ilahlık vasfı veriyor demektir.
Dolayısıyla, enaniyet ve ona bağlı olarak büyüklenmek, Allah'a şirk koşmak ve inkar etmekle bir tutulmuştur. Nitekim İblis'in bu karakteri Kuran'da "... büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu" (Sad Suresi, 74) ayeti ile bildirilmektedir.
İblis'in, Hz. Adem'e secde etme emriyle karşı karşıya kalınca su yüzüne çıkan enaniyeti onun sonsuz azaba mahkum olmasına neden olmuştur. Bu durum enaniyetin, onu barındıran kimse için ne kadar büyük bir tehlike olduğunu göstermesi açısından oldukça önemlidir.
Enaniyet şeytanın karakterinin en temel özelliğidir. Dolayısıyla, "enaniyet" ve ondan kaynaklanan kibir, tüm sapkınlıkların kaynağı, tüm azgınlıkların kökenidir. Bu özellikler, tarih boyunca milyonlarca insanı sonsuz azaba götürdüğü gibi, bugün de sayısız insanı İblis'in yoluna çekmektedir.
Enaniyetli olan, yani kendisine özel bir benlik vererek Allah'a karşı büyüklenen, O'na karşı aczini bilmeyen, O'nun ayetlerinden yüz çeviren herkes şeytanın bu oyununa kanmış demektir. Okumakta olduğunuz bu kitabın amacı da enaniyeti Kuran'da bildirildiği üzere gizli ve açık bütün yönleriyle gözler önüne sererek, etkisi altına almaya çalıştığı herkesi bu pislikten arınmaya ve sakınmaya davet etmektir.
Bu nedenle, kitap boyunca, ayetlerde bahsedilen gururlu ve kibirli insanların durumları ve onların en belirgin özelliklerinden biri olan enaniyet özellikleri incelenecektir.
Umulur ki, okuyanlara, İblis'e ait olan bu çirkin vasfı benimsememeleri için bir uyarı ve öğüt olur.
Giriş
Hz. Adem'den önce Allah melekleri ve cinleri yaratmıştı. Onlar Allah'ı övgü ile tesbih ediyorlardı. Sonra Allah ilk insan olan Hz. Adem'i yarattı ve meleklere ona secde etmelerini emretti.
Melekler Allah'ın emrine gönülden itaat ederek Hz. Adem'e secde ettiler. Ancak meleklerin arasında bulunan ve cinlerden olan İblis, Allah'ın bu emrine başkaldırarak O'na isyankar oldu. Çünkü kendisinin Hz. Adem'den daha üstün olduğuna inanıyordu. Bu kibiri yüzünden, kendisine, "Ey İblis, iki elimle yarattığıma seni secde etmekten alıkoyan neydi? Büyüklendin mi, yoksa yüksekte olanlardan mı oldun?" (Sad Suresi, 75) diye sorulduğunda şöyle cevap vermişti:
"Ben ondan daha hayırlıyım; Sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (Sad Suresi, 76)
Allah'ın emrine karşı böyle bir itaatsizliğe cüret eden İblis'i, Allah lanetlemiş ve kendisi için ebedi cehennem azabı takdir etmiştir.
İblis'in Allah'a isyan etmesine yol açan neden, "kibiri" ya da diğer bir deyimle "büyüklenmesiydi". İblis'in bu büyüklenmesinin en önemli nedeni nefsinde gizlediği bir özellikti: "Enaniyet"...
Enaniyet terimi, Arapçada, "ben" anlamına gelen "ene" kelimesinden türemiştir. Kişinin kendisine müstakil bir benlik vermesi, hem kendi varlığını hem de etrafındakilerin varlığını Allah'tan bağımsız görmesi, tavır ve davranışlarını, bakış açısını bu zihniyete göre düzenlemesi anlamına gelir.
Kibir ise enaniyetin dışa vurumlarından birisidir. Bir insan kendisini dünyanın merkezi olarak görmeye başladığında, kısa sürede Allah'ın kendisine verdiği imkanlar ve özellikler doğrultusunda bir büyüklenme psikolojisi içine girer.
Her zaman ve her durumda kendisini en ön planda, en üstün konumda görmeye ve göstermeye başlar. Böyle sapkın bir düşünceye sahip olan kimse, Kuran'da tarif edildiği üzere kendisine ilahlık vasfı veriyor demektir.
Dolayısıyla, enaniyet ve ona bağlı olarak büyüklenmek, Allah'a şirk koşmak ve inkar etmekle bir tutulmuştur. Nitekim İblis'in bu karakteri Kuran'da "... büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu" (Sad Suresi, 74) ayeti ile bildirilmektedir.
İblis'in, Hz. Adem'e secde etme emriyle karşı karşıya kalınca su yüzüne çıkan enaniyeti onun sonsuz azaba mahkum olmasına neden olmuştur. Bu durum enaniyetin, onu barındıran kimse için ne kadar büyük bir tehlike olduğunu göstermesi açısından oldukça önemlidir.
Enaniyet şeytanın karakterinin en temel özelliğidir. Dolayısıyla, "enaniyet" ve ondan kaynaklanan kibir, tüm sapkınlıkların kaynağı, tüm azgınlıkların kökenidir. Bu özellikler, tarih boyunca milyonlarca insanı sonsuz azaba götürdüğü gibi, bugün de sayısız insanı İblis'in yoluna çekmektedir.
Enaniyetli olan, yani kendisine özel bir benlik vererek Allah'a karşı büyüklenen, O'na karşı aczini bilmeyen, O'nun ayetlerinden yüz çeviren herkes şeytanın bu oyununa kanmış demektir. Okumakta olduğunuz bu kitabın amacı da enaniyeti Kuran'da bildirildiği üzere gizli ve açık bütün yönleriyle gözler önüne sererek, etkisi altına almaya çalıştığı herkesi bu pislikten arınmaya ve sakınmaya davet etmektir.
Bu nedenle, kitap boyunca, ayetlerde bahsedilen gururlu ve kibirli insanların durumları ve onların en belirgin özelliklerinden biri olan enaniyet özellikleri incelenecektir.
Umulur ki, okuyanlara, İblis'e ait olan bu çirkin vasfı benimsememeleri için bir uyarı ve öğüt olur.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Bu cümleyi siz okuyup bitirinceye kadar gözünüzde yaklaşık yüz milyar (100.000.000.000) işlem yapıldı. İşte bu muhteşem işlem hızı, sizi dünyanın en muhteşem aygıtlarından bir çiftine sahip yapıyor. Üstelik bu... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Bu cümleyi siz okuyup bitirinceye kadar gözünüzde yaklaşık yüz milyar (100.000.000.000) işlem yapıldı. İşte bu muhteşem işlem hızı, sizi dünyanın en muhteşem aygıtlarından bir çiftine sahip yapıyor. Üstelik bu aygıtın bir benzerini insanoğlu halen üretemedi. Yaşamınızda sahip olduğunuz herşey gözleriniz ile bir anlam kazandı. Ailenizi, dostlarınızı, evinizi, işinizi, kısaca yaşamınız boyunca karşılaştığınız herşeyi gerçek anlamıyla gözleriniz sayesinde tanıdınız. Onlarsız dış dünyayı hiçbir zaman tam olarak bilemezdiniz. Gözleriniz olmasaydı bir rengin, bir şeklin, bir manzaranın, bir insan yüzünün, güzellik denen kavramın nasıl bir şey olduğunu muhtemelen hayalinizde canlandıramazdınız. Fakat, gözleriniz var, bu sayede etrafınızı görüyor, şu anda da önünüzdeki yazıyı okuyorsunuz.
Bu cümleyi siz okuyup bitirinceye kadar gözünüzde yaklaşık yüz milyar (100.000.000.000) işlem yapıldı. İşte bu muhteşem işlem hızı, sizi dünyanın en muhteşem aygıtlarından bir çiftine sahip yapıyor. Üstelik bu aygıtın bir benzerini insanoğlu halen üretemedi. Yaşamınızda sahip olduğunuz herşey gözleriniz ile bir anlam kazandı. Ailenizi, dostlarınızı, evinizi, işinizi, kısaca yaşamınız boyunca karşılaştığınız herşeyi gerçek anlamıyla gözleriniz sayesinde tanıdınız. Onlarsız dış dünyayı hiçbir zaman tam olarak bilemezdiniz. Gözleriniz olmasaydı bir rengin, bir şeklin, bir manzaranın, bir insan yüzünün, güzellik denen kavramın nasıl bir şey olduğunu muhtemelen hayalinizde canlandıramazdınız. Fakat, gözleriniz var, bu sayede etrafınızı görüyor, şu anda da önünüzdeki yazıyı okuyorsunuz.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Sabah kalktığınızda yaptığınız işleri bir an için aklınızdan geçirin. Gözünüzü açarsınız, nefes alırsınız, yatakta doğrulursunuz, kalkar ve yürürsünüz, yemek yersiniz, kıyafetlerinizi değiştirirsiniz. Annenizle... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Sabah kalktığınızda yaptığınız işleri bir an için aklınızdan geçirin. Gözünüzü açarsınız, nefes alırsınız, yatakta doğrulursunuz, kalkar ve yürürsünüz, yemek yersiniz, kıyafetlerinizi değiştirirsiniz. Annenizle veya kardeşinizle konuşursunuz, size söylediklerini duyarsınız. Sonra dışarıya çıkarsınız ya da pencereden dışarıya bakarsınız ve masmavi gökyüzünü görürsünüz. Belki o an pencerenin önünden uçan kuşların seslerini duyarsınız. Düşen bir yaprağı izlerken, ağaçtaki olgunlaşmış elmaları fark edersiniz. Güneşin sıcaklığını ve rüzgarı yüzünüzde hissedersiniz. Sokakta yürüyen, arabalarıyla bir yerlere yetişmeye çalışan insanlar vardır. Kısacası sizin için sıradan bir gün başlamıştır. Gördüğünüz, duyduğunuz şeyler alışılmıştır; bu yüzden bunların üzerinde düşünmeye bile gerek duymazsınız.
Peki bir de şöyle düşünün. Doğduğunuz günden itibaren tek bir odada yaşamınızı sürdürdüğünüzü farz edin. Bu oda dört duvardan oluşuyor olsun ve dışarıyı görebileceğiniz küçük bir penceresi bile olmasın. Sadece ihtiyacınıza yönelik birkaç mütevazi mobilya bu odaya konmuş olsun. Yaşamınızı geçirdiğiniz bu odada size yalnızca hayatınızı sürdürebilmeniz için gerekli olan bir-iki çeşit yiyecek ve su verilsin. Odada, dışarıdan haber alabilmenizi sağlayacak herhangi bir iletişim aracının, örneğin; bir telefon, radyo yada bir televizyonun da bulunmadığını varsayalım. Dolayısıyla birçok konu hakkında bilginiz olmayacaktır.
Derken bir gün hayatınızı geçirdiğiniz bu odadan çıkarıldığınızı ve dış dünyayı gördüğünüzü farz edin. Bu durumda dünya hakkında neler düşünürsünüz?
Gözünüzün görebildiği alanın genişliği, ışığın varlığı, Güneş'in yüzünüze çarpan sıcaklığı, gökyüzünün masmavi rengi, bembeyaz bulutların varlığı sizi çok şaşırtacaktır. Geceleri gökyüzünde beliren parlak ışıklı yıldızlar, tüm ihtişamı ile gökyüzüne doğru uzanan dağlar, insanlar için bir güzellik olan akarsular, göller, denizler, yeryüzüne hayat veren sağanak yağmur, yemyeşil ağaçlar, rengarenk menekşeler, papatyalar, karanfiller, güzel kokularıyla leylaklar, güller, her biri insana ayrı lezzet veren portakallar, karpuzlar, erikler, çilekler, muzlar, şeftaliler, insanda şefkat duygusu uyandıran kediler, köpekler, tavşanlar, gazeller, hayranlık verici estetikleri ve renkleriyle kelebekler, kuşlar, deniz altı canlıları….
Tüm bu gördükleriniz karşısında hem hayrete kapılır, hem de tüm bunları biraraya kimin yerleştirdiğini merak edersiniz. Meyvelerin renklerini görüp, kokularını duyduğunuzda bunları kimin böylesine cezbedici renklere boyadığını, bu enfes kokuları onlara kimin verdiğini merak edersiniz. Bir kavunu tattığınızda, elmadan bir parça ısırdığınızda lezzetlerinin nasıl bu kadar güzel ve çeşitli olduğunu, böyle kabuklu bir cismin içine nasıl olup da şekerin yerleştirildiğini düşünür, meyvelerin sıra sıra dizilmiş çekirdeklerini gördüğünüzde bunun nasıl olduğunu öğrenmek istersiniz.
Sabah kalktığınızda yaptığınız işleri bir an için aklınızdan geçirin. Gözünüzü açarsınız, nefes alırsınız, yatakta doğrulursunuz, kalkar ve yürürsünüz, yemek yersiniz, kıyafetlerinizi değiştirirsiniz. Annenizle veya kardeşinizle konuşursunuz, size söylediklerini duyarsınız. Sonra dışarıya çıkarsınız ya da pencereden dışarıya bakarsınız ve masmavi gökyüzünü görürsünüz. Belki o an pencerenin önünden uçan kuşların seslerini duyarsınız. Düşen bir yaprağı izlerken, ağaçtaki olgunlaşmış elmaları fark edersiniz. Güneşin sıcaklığını ve rüzgarı yüzünüzde hissedersiniz. Sokakta yürüyen, arabalarıyla bir yerlere yetişmeye çalışan insanlar vardır. Kısacası sizin için sıradan bir gün başlamıştır. Gördüğünüz, duyduğunuz şeyler alışılmıştır; bu yüzden bunların üzerinde düşünmeye bile gerek duymazsınız.
Peki bir de şöyle düşünün. Doğduğunuz günden itibaren tek bir odada yaşamınızı sürdürdüğünüzü farz edin. Bu oda dört duvardan oluşuyor olsun ve dışarıyı görebileceğiniz küçük bir penceresi bile olmasın. Sadece ihtiyacınıza yönelik birkaç mütevazi mobilya bu odaya konmuş olsun. Yaşamınızı geçirdiğiniz bu odada size yalnızca hayatınızı sürdürebilmeniz için gerekli olan bir-iki çeşit yiyecek ve su verilsin. Odada, dışarıdan haber alabilmenizi sağlayacak herhangi bir iletişim aracının, örneğin; bir telefon, radyo yada bir televizyonun da bulunmadığını varsayalım. Dolayısıyla birçok konu hakkında bilginiz olmayacaktır.
Derken bir gün hayatınızı geçirdiğiniz bu odadan çıkarıldığınızı ve dış dünyayı gördüğünüzü farz edin. Bu durumda dünya hakkında neler düşünürsünüz?
Gözünüzün görebildiği alanın genişliği, ışığın varlığı, Güneş'in yüzünüze çarpan sıcaklığı, gökyüzünün masmavi rengi, bembeyaz bulutların varlığı sizi çok şaşırtacaktır. Geceleri gökyüzünde beliren parlak ışıklı yıldızlar, tüm ihtişamı ile gökyüzüne doğru uzanan dağlar, insanlar için bir güzellik olan akarsular, göller, denizler, yeryüzüne hayat veren sağanak yağmur, yemyeşil ağaçlar, rengarenk menekşeler, papatyalar, karanfiller, güzel kokularıyla leylaklar, güller, her biri insana ayrı lezzet veren portakallar, karpuzlar, erikler, çilekler, muzlar, şeftaliler, insanda şefkat duygusu uyandıran kediler, köpekler, tavşanlar, gazeller, hayranlık verici estetikleri ve renkleriyle kelebekler, kuşlar, deniz altı canlıları….
Tüm bu gördükleriniz karşısında hem hayrete kapılır, hem de tüm bunları biraraya kimin yerleştirdiğini merak edersiniz. Meyvelerin renklerini görüp, kokularını duyduğunuzda bunları kimin böylesine cezbedici renklere boyadığını, bu enfes kokuları onlara kimin verdiğini merak edersiniz. Bir kavunu tattığınızda, elmadan bir parça ısırdığınızda lezzetlerinin nasıl bu kadar güzel ve çeşitli olduğunu, böyle kabuklu bir cismin içine nasıl olup da şekerin yerleştirildiğini düşünür, meyvelerin sıra sıra dizilmiş çekirdeklerini gördüğünüzde bunun nasıl olduğunu öğrenmek istersiniz.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Kuran-ı Kerim, Allah'ın vahyi olarak günümüze kadar hiç bozulmadan gelmiş tek hak kitaptır. Yüce Rabbimiz Kuran'ın hiçbir şekilde tahrif edilemeyeceğini, korunmuş bir kitap olarak kalacağını bize Kuran... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Kuran-ı Kerim, Allah'ın vahyi olarak günümüze kadar hiç bozulmadan gelmiş tek hak kitaptır. Yüce Rabbimiz Kuran'ın hiçbir şekilde tahrif edilemeyeceğini, korunmuş bir kitap olarak kalacağını bize Kuran ayetleriyle bildirmiştir:
Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da, adalet bakımından da tastamamdır. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O, işitendir, bilendir. (Enam Suresi, 115)
Hiç şüphesiz, zikri (Kuran-;ı) Biz indirdik Biz; onun koruyucuları da gerçekten Biziz. (Hicr Suresi, 9)
flower
Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu ispatlayan mucizevi özelliklerinden bazılarına bu kitabın birinci cildinde değinmiştik. Kuran'ın indirildiği dönemde bilinmesi mümkün olmayan bilimsel gerçekler, geçmiş dönemlerle ilgili verilen haberler, gelecekle ilgili işaret edilen olaylar, kelime tekrarları, 19 sayısı ile ilgili hesaplamalar, ebced yöntemi ile ortaya çıkan dikkat çekici tarihler, Kuran'ın mucizevi yönlerinden yalnızca bir kısmıdır. Kuran bilimsel ve matematiksel mucizelerinin yanı sıra, benzersiz üslubu ve kafiye sistemindeki üstünlük ile de taklit edilemezdir. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Kuran Mucizeleri, genişletilmiş 4. baskı)
Kuran Mucizeleri ile ilgili ilk çalışmamızdan bu yana yapılan araştırmalarla, bu mucizevi örneklerin sayısı artmıştır; artmaya da devam etmektedir. Kuran ayetlerinin müteşabih olma (birden çok anlama gelme) özelliği sayesinde, gelecek yıllarda da Kuran'ın daha pek çok mucizesinin gün ışığına çıkması söz konusudur. (Doğrusunu Allah bilir.) Kuran-ı Kerim, sonsuz akıl ve ilim sahibi Yüce Allah'ın sözü olarak, insanların kavrayamadığı ya da henüz anlamaya bilgilerinin yeterli olmadığı pek çok bilgiyi de kapsamaktadır. Bu bilgiler gelişen teknoloji ve bilim sayesinde, -Rabbimiz'in dilediği zamanda ve dilediği miktarda- gün ışığına çıkmakta ve Kuran'ın mucizevi yönlerini pekiştirmektedir.
Kuşkusuz Kuran'ın Allah'ın vahyi olduğuna iman etmemiz için, bu tür mucizevi özellikler ya da Kuran'ın bilimle uyumunu tasdik eden örnekler görmemize gerek yoktur. Kuran, bilimsel keşifler yapılmadan önce de insanlar için doğruyu yanlıştan ayıran, Allah'ın sonsuz hikmet ve ilmini yansıtan bir kitaptır. Ancak bu kitaptaki örnekler, din ahlakından uzak yaşayan pek çok kimsenin imana yaklaşmasına, Müslümanların ise şevklerinin artmasına ve imanlarının derinleşmesine vesile olmaktadır. Bir Kuran ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
Biz ayetlerimizi hem afakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun... (Fussilet Suresi, 53)
Kuran-ı Kerim, Allah'ın vahyi olarak günümüze kadar hiç bozulmadan gelmiş tek hak kitaptır. Yüce Rabbimiz Kuran'ın hiçbir şekilde tahrif edilemeyeceğini, korunmuş bir kitap olarak kalacağını bize Kuran ayetleriyle bildirmiştir:
Rabbinin sözü, doğruluk bakımından da, adalet bakımından da tastamamdır. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O, işitendir, bilendir. (Enam Suresi, 115)
Hiç şüphesiz, zikri (Kuran-;ı) Biz indirdik Biz; onun koruyucuları da gerçekten Biziz. (Hicr Suresi, 9)
flower
Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu ispatlayan mucizevi özelliklerinden bazılarına bu kitabın birinci cildinde değinmiştik. Kuran'ın indirildiği dönemde bilinmesi mümkün olmayan bilimsel gerçekler, geçmiş dönemlerle ilgili verilen haberler, gelecekle ilgili işaret edilen olaylar, kelime tekrarları, 19 sayısı ile ilgili hesaplamalar, ebced yöntemi ile ortaya çıkan dikkat çekici tarihler, Kuran'ın mucizevi yönlerinden yalnızca bir kısmıdır. Kuran bilimsel ve matematiksel mucizelerinin yanı sıra, benzersiz üslubu ve kafiye sistemindeki üstünlük ile de taklit edilemezdir. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Kuran Mucizeleri, genişletilmiş 4. baskı)
Kuran Mucizeleri ile ilgili ilk çalışmamızdan bu yana yapılan araştırmalarla, bu mucizevi örneklerin sayısı artmıştır; artmaya da devam etmektedir. Kuran ayetlerinin müteşabih olma (birden çok anlama gelme) özelliği sayesinde, gelecek yıllarda da Kuran'ın daha pek çok mucizesinin gün ışığına çıkması söz konusudur. (Doğrusunu Allah bilir.) Kuran-ı Kerim, sonsuz akıl ve ilim sahibi Yüce Allah'ın sözü olarak, insanların kavrayamadığı ya da henüz anlamaya bilgilerinin yeterli olmadığı pek çok bilgiyi de kapsamaktadır. Bu bilgiler gelişen teknoloji ve bilim sayesinde, -Rabbimiz'in dilediği zamanda ve dilediği miktarda- gün ışığına çıkmakta ve Kuran'ın mucizevi yönlerini pekiştirmektedir.
Kuşkusuz Kuran'ın Allah'ın vahyi olduğuna iman etmemiz için, bu tür mucizevi özellikler ya da Kuran'ın bilimle uyumunu tasdik eden örnekler görmemize gerek yoktur. Kuran, bilimsel keşifler yapılmadan önce de insanlar için doğruyu yanlıştan ayıran, Allah'ın sonsuz hikmet ve ilmini yansıtan bir kitaptır. Ancak bu kitaptaki örnekler, din ahlakından uzak yaşayan pek çok kimsenin imana yaklaşmasına, Müslümanların ise şevklerinin artmasına ve imanlarının derinleşmesine vesile olmaktadır. Bir Kuran ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
Biz ayetlerimizi hem afakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun... (Fussilet Suresi, 53)
Adnan Oktar (Harun Yahya) Dünyanın barışa, dostluğa ve kardeşliğe belki de en çok ihtiyaç duyduğu dönemlerden birini yaşamaktayız. 20. yüzyıla damgasını vuran çatışmalar ve gerilimler, yeni yüzyılda da tüm hızıyla devam ediyor. Dünyanın... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Dünyanın barışa, dostluğa ve kardeşliğe belki de en çok ihtiyaç duyduğu dönemlerden birini yaşamaktayız. 20. yüzyıla damgasını vuran çatışmalar ve gerilimler, yeni yüzyılda da tüm hızıyla devam ediyor. Dünyanın dört bir yanında masum insanlar bu çatışma ve gerilimlerden dolayı acı çekiyor.
Dayanışmanın ve yardımlaşmanın güçlenmesine duyulan acil ihtiyaca rağmen, bazı çevrelerin halen çatışmayı -özellikle de dünyanın iki büyük ve köklü medeniyeti arasında çatışmayı- körüklüyor olmaları, üzerinde durulması gereken önemli bir sorundur. Bu kişilerin talep ettiği gibi bir medeniyetler çatışması yaşanmasının tüm insanlık için büyük bir felakete neden olacağı ise açıktır. Böyle bir felaketin engellenmesinin en önemli yollarından biri, medeniyetler arasında dayanışmanın ve iş birliğinin güçlendirilmesinden geçmektedir. Üstelik bu hiç de zor değildir. Çünkü İslam medeniyeti ve Batı dünyası arasında, bazılarının iddia ettiği gibi derin farklılıklar yoktur. Tam tersine -bu kitapta delilleri ile ortaya koyacağımız üzere- İslam medeniyeti ve Batı medeniyetinin temelini oluşturan Musevi-Hristiyan kültürü arasında pek çok ortak yön bulunmaktadır. Bu ortak yönler temel alınarak, dünyadaki sorunlara el birliği ile çözüm bulmak hiç de zor olmayacaktır. Özellikle de, içinde bulunulan şartlar göz önünde bulundurulduğunda...
Bugün, dünya üzerinde büyük bir fikri mücadelenin devam ettiği ve dünyanın iki kutuba bölündüğü bir gerçektir. Ancak bu iki kutbun tarafları Müslümanlar ve Museviler-Hristiyanlar değildir. Bu iki kutbun bir tarafında, Allah'ın varlığına ve birliğine iman edenler diğer tarafında ise inkarcılar; diğer bir deyişle bir tarafında İlahi dinlere inananlar diğer tarafında da bu dinlere karşı olan ideolojileri savunanlar yer almaktadır. Dini ve ahlaki değerleri hedef alan güç merkezlerinin, ellerindeki geniş imkanları birleştirdikleri ve dindar insanlara karşı ittifak halinde hareket ettikleri yaşanan bir gerçektir. Bu ittifakı fikri anlamda etkisiz hale getirmek, Darwinist, ateist, dinsiz materyalist telkinlerin olumsuz, yıkıcı sonuçlarını ortadan kaldırmak, güzel ahlakın, mutluluğun, huzurun, güvenliğin, refahın hakim olduğu toplumları meydana getirmek için yegane bir yol vardır: Yeryüzündeki vicdan sahibi insanların, samimi olarak iman eden Hristiyanların, dindar Musevilerin ve Müslümanların bu ortak amaç doğrultusunda biraraya gelmesi.
Dünyanın barışa, dostluğa ve kardeşliğe belki de en çok ihtiyaç duyduğu dönemlerden birini yaşamaktayız. 20. yüzyıla damgasını vuran çatışmalar ve gerilimler, yeni yüzyılda da tüm hızıyla devam ediyor. Dünyanın dört bir yanında masum insanlar bu çatışma ve gerilimlerden dolayı acı çekiyor.
Dayanışmanın ve yardımlaşmanın güçlenmesine duyulan acil ihtiyaca rağmen, bazı çevrelerin halen çatışmayı -özellikle de dünyanın iki büyük ve köklü medeniyeti arasında çatışmayı- körüklüyor olmaları, üzerinde durulması gereken önemli bir sorundur. Bu kişilerin talep ettiği gibi bir medeniyetler çatışması yaşanmasının tüm insanlık için büyük bir felakete neden olacağı ise açıktır. Böyle bir felaketin engellenmesinin en önemli yollarından biri, medeniyetler arasında dayanışmanın ve iş birliğinin güçlendirilmesinden geçmektedir. Üstelik bu hiç de zor değildir. Çünkü İslam medeniyeti ve Batı dünyası arasında, bazılarının iddia ettiği gibi derin farklılıklar yoktur. Tam tersine -bu kitapta delilleri ile ortaya koyacağımız üzere- İslam medeniyeti ve Batı medeniyetinin temelini oluşturan Musevi-Hristiyan kültürü arasında pek çok ortak yön bulunmaktadır. Bu ortak yönler temel alınarak, dünyadaki sorunlara el birliği ile çözüm bulmak hiç de zor olmayacaktır. Özellikle de, içinde bulunulan şartlar göz önünde bulundurulduğunda...
Bugün, dünya üzerinde büyük bir fikri mücadelenin devam ettiği ve dünyanın iki kutuba bölündüğü bir gerçektir. Ancak bu iki kutbun tarafları Müslümanlar ve Museviler-Hristiyanlar değildir. Bu iki kutbun bir tarafında, Allah'ın varlığına ve birliğine iman edenler diğer tarafında ise inkarcılar; diğer bir deyişle bir tarafında İlahi dinlere inananlar diğer tarafında da bu dinlere karşı olan ideolojileri savunanlar yer almaktadır. Dini ve ahlaki değerleri hedef alan güç merkezlerinin, ellerindeki geniş imkanları birleştirdikleri ve dindar insanlara karşı ittifak halinde hareket ettikleri yaşanan bir gerçektir. Bu ittifakı fikri anlamda etkisiz hale getirmek, Darwinist, ateist, dinsiz materyalist telkinlerin olumsuz, yıkıcı sonuçlarını ortadan kaldırmak, güzel ahlakın, mutluluğun, huzurun, güvenliğin, refahın hakim olduğu toplumları meydana getirmek için yegane bir yol vardır: Yeryüzündeki vicdan sahibi insanların, samimi olarak iman eden Hristiyanların, dindar Musevilerin ve Müslümanların bu ortak amaç doğrultusunda biraraya gelmesi.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Giriş Dünyada, neredeyse tüm okullarda öğrencilere okutulan biyoloji kitapları, aslında gerçek olmayan bir hayat öyküsü anlatmaktadır. Evrim teorisi başlığı altında öğretilenler, tamamen sahte mekanizmalar,... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Giriş
Dünyada, neredeyse tüm okullarda öğrencilere okutulan biyoloji kitapları, aslında gerçek olmayan bir hayat öyküsü anlatmaktadır. Evrim teorisi başlığı altında öğretilenler, tamamen sahte mekanizmalar, sahte deliller, sahte resim ve çizimler, sahte fosiller ve sahte bir canlı tarihinden ibarettir.
evrimci-yayınlar
Darwinistlerin hayal ürünü hikayeleri medyada sözde bilimsel bir görünümle sürekli sergilenir. Hatta bazı yayın organları evrim teorisinin gönüllü savunuculu¤unu üstlenmifltir. Bu yayınların görevi, hiçbir bilimsel değer taşımayan evrimi desteklemek için oluflturulan sahte delilleri adeta reddedilemez birer gerçek gibi halka lanse etmek ve halkı evrimi kayıtsız şartsız kabul etmek için yönlendirmektir.
Ders kitaplarına konu olan, eğitmenlerin her hafta sayısız kez tekrar ettikleri bu masal, o kadar benimsenmiş, o kadar gerçek gibi kabul edilmiştir ki, bu eğitimi alan hemen hiç kimse, evrimin doğruluğundan neredeyse şüphelenmemektedir. Her kişi okul sıralarında, kendisine hayat boyu yardımcı olacak bir eğitim verildiğini düşünmektedir. Dolayısıyla, yaşamın anlamını da içine alan böyle önemli bir konuda, tüm dünya çapında bir yalanın, son derece bilimsel bir üslupla durmaksızın öğretildiği haberinden dolayı büyük bir olasılıkla şaşkınlığa düşecektir.
Giriş
Dünyada, neredeyse tüm okullarda öğrencilere okutulan biyoloji kitapları, aslında gerçek olmayan bir hayat öyküsü anlatmaktadır. Evrim teorisi başlığı altında öğretilenler, tamamen sahte mekanizmalar, sahte deliller, sahte resim ve çizimler, sahte fosiller ve sahte bir canlı tarihinden ibarettir.
evrimci-yayınlar
Darwinistlerin hayal ürünü hikayeleri medyada sözde bilimsel bir görünümle sürekli sergilenir. Hatta bazı yayın organları evrim teorisinin gönüllü savunuculu¤unu üstlenmifltir. Bu yayınların görevi, hiçbir bilimsel değer taşımayan evrimi desteklemek için oluflturulan sahte delilleri adeta reddedilemez birer gerçek gibi halka lanse etmek ve halkı evrimi kayıtsız şartsız kabul etmek için yönlendirmektir.
Ders kitaplarına konu olan, eğitmenlerin her hafta sayısız kez tekrar ettikleri bu masal, o kadar benimsenmiş, o kadar gerçek gibi kabul edilmiştir ki, bu eğitimi alan hemen hiç kimse, evrimin doğruluğundan neredeyse şüphelenmemektedir. Her kişi okul sıralarında, kendisine hayat boyu yardımcı olacak bir eğitim verildiğini düşünmektedir. Dolayısıyla, yaşamın anlamını da içine alan böyle önemli bir konuda, tüm dünya çapında bir yalanın, son derece bilimsel bir üslupla durmaksızın öğretildiği haberinden dolayı büyük bir olasılıkla şaşkınlığa düşecektir.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerinde kıyamete yakın bir zamanda yaşanacak olan ahir zaman hakkında çok detaylı bilgiler ve işaretler yer almaktadır. Peygamberimiz (sav)’in verdiği bilgilere göre, bu dönemde... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerinde kıyamete yakın bir zamanda yaşanacak olan ahir zaman hakkında çok detaylı bilgiler ve işaretler yer almaktadır. Peygamberimiz (sav)’in verdiği bilgilere göre, bu dönemde -birbiri ardınca olmak üzere- pek çok önemli olay gerçekleşecektir.
Ahir zamanın ilk devresinde dünyada büyük bir bozulma ve karmaşa hüküm sürecek, ikinci aşamada ise gerçek din ahlakının yaşanmasıyla birlikte yeryüzünde barış ve huzur hakim olacaktır.
Hz. Mehdi, ahir zamanda gönderileceği Peygamber Efendimiz (sav) tarafından müjdelenmiş, Müslümanları zulüm ve sıkıntı ortamından kurtaracak, yeryüzündeki fitneleri ortadan kaldıracak, tüm dünyaya barış, adalet, bolluk, huzur, mutluluk ve refah getirecek kutlu bir şahıstır. Peygamberimiz (sav)'den aktarılan sahih rivayetlere göre Hz. Mehdi, çeşitli hurafelerle, batıl inanç ve uygulamalarla aslından uzaklaştırılmış olan dini özüne döndürecek, Hz. İsa ile buluşacak, Allah'ın izniyle yegane hak din olan İslam ahlakının yeryüzüne hakim olmasına vesile olacaktır.
Bu haber iman edenlerin şevk ve heyecanını arttıran çok büyük bir müjdedir. Peygamber Efendimiz (sav)’in hadisleriyle beraber, İslam alimleri de, yaşadıkları dönemlerden günümüze kadar ulaşmış el yazması eserleriyle, o zamandan bugüne, bu büyük müjdenin şevk ve heyecanını taşımışlar; inananlar için bu konunun canlı tutulmasına ve takibine vesile olmuşlardır. İşte içinde bulunduğumuz bu dönemde ortaya çıkan alametler bize, Hz. Mehdi’nin çıkışının yakın olduğunu göstermektedir.
Nitekim, yaşadığımız yıllarda yeryüzünde meydana gelen kargaşa, zulüm, terör ve savaş ortamı, fitneler, kıtlıklar ve depremler Hz. Mehdi’nin ortaya çıkışının alametlerindendir.
Elinizdeki kitapçık iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde “Hz. Mehdi’nin Çıkış Alametleri”ne yer verilmiştir. İkinci bölümde ise “Hz. Mehdi’nin Özellikleri” aktarılmaktadır.
Hiç şüphe yok ki konu hakkında öğrenilecek her yeni bilgi Müslümanların heyecanını arttırmaya vesile olacaktır.
Peygamber Efendimiz (sav)’in hadislerinde kıyamete yakın bir zamanda yaşanacak olan ahir zaman hakkında çok detaylı bilgiler ve işaretler yer almaktadır. Peygamberimiz (sav)’in verdiği bilgilere göre, bu dönemde -birbiri ardınca olmak üzere- pek çok önemli olay gerçekleşecektir.
Ahir zamanın ilk devresinde dünyada büyük bir bozulma ve karmaşa hüküm sürecek, ikinci aşamada ise gerçek din ahlakının yaşanmasıyla birlikte yeryüzünde barış ve huzur hakim olacaktır.
Hz. Mehdi, ahir zamanda gönderileceği Peygamber Efendimiz (sav) tarafından müjdelenmiş, Müslümanları zulüm ve sıkıntı ortamından kurtaracak, yeryüzündeki fitneleri ortadan kaldıracak, tüm dünyaya barış, adalet, bolluk, huzur, mutluluk ve refah getirecek kutlu bir şahıstır. Peygamberimiz (sav)'den aktarılan sahih rivayetlere göre Hz. Mehdi, çeşitli hurafelerle, batıl inanç ve uygulamalarla aslından uzaklaştırılmış olan dini özüne döndürecek, Hz. İsa ile buluşacak, Allah'ın izniyle yegane hak din olan İslam ahlakının yeryüzüne hakim olmasına vesile olacaktır.
Bu haber iman edenlerin şevk ve heyecanını arttıran çok büyük bir müjdedir. Peygamber Efendimiz (sav)’in hadisleriyle beraber, İslam alimleri de, yaşadıkları dönemlerden günümüze kadar ulaşmış el yazması eserleriyle, o zamandan bugüne, bu büyük müjdenin şevk ve heyecanını taşımışlar; inananlar için bu konunun canlı tutulmasına ve takibine vesile olmuşlardır. İşte içinde bulunduğumuz bu dönemde ortaya çıkan alametler bize, Hz. Mehdi’nin çıkışının yakın olduğunu göstermektedir.
Nitekim, yaşadığımız yıllarda yeryüzünde meydana gelen kargaşa, zulüm, terör ve savaş ortamı, fitneler, kıtlıklar ve depremler Hz. Mehdi’nin ortaya çıkışının alametlerindendir.
Elinizdeki kitapçık iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde “Hz. Mehdi’nin Çıkış Alametleri”ne yer verilmiştir. İkinci bölümde ise “Hz. Mehdi’nin Özellikleri” aktarılmaktadır.
Hiç şüphe yok ki konu hakkında öğrenilecek her yeni bilgi Müslümanların heyecanını arttırmaya vesile olacaktır.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Yalnızca Kuran'ı rehber edinenler, batıl olan inançlardan tamamen uzaklaşır, dünyada ve ahirette sonsuza dek sürecek güzel bir yaşama sahip olmayı umut edebilirler. Günümüzde insanların büyük bir bölümü, dünya... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Yalnızca Kuran'ı rehber edinenler, batıl olan inançlardan tamamen uzaklaşır, dünyada ve ahirette sonsuza dek sürecek güzel bir yaşama sahip olmayı umut edebilirler.
Günümüzde insanların büyük bir bölümü, dünya üzerinde yaşanan kaostan, kargaşadan, kavgalardan, sıkıntılardan, insaniyetsizlikten, çekişmelerden, samimiyetsizliklerden, bencilliklerden ve yalancılıktan uzaklaşmanın, huzur, güven ve barış içinde bir hayat kurmanın yollarını aramaktadır.
Bu amaçla bir arayış içine giren bazı kişiler özledikleri huzur ve mutluluğu, Hinduizm ve Budizm gibi dinlerde bulabileceklerini zannederler. Doğu dinlerinin gizemli ve mistik havası, meditasyon benzeri uygulamaları ve bu dine mensup olan kişilerin tavırlarındaki, giyimlerindeki, konuşmalarındaki ve ibadet şekillerindeki farklılık birçok insanın bu dinlerden etkilenmelerine neden olmaktadır.
Ancak Hinduizm ve Budizm gibi dünyanın bilinen en eski dinleri olarak kabul edilen inançlar, her ne kadar bazı güzel ahlak mesajları içerseler de, hak din değildirler. Muhtemelen zaman içinde yaygın olarak kabul edildikleri toplumların gelenek ve görenekleri ile karışmış ve bazı insanların da kasıtlı olarak ekledikleri hurafeler ve yanlış inançlarla bozularak günümüzdeki batıl şekillerini almışlardır. Bu nedenle bu dinlerin akıl ve mantıkla çelişen birçok düşünce ve uygulamaları bulunmaktadır.
Son zamanlarda ülkemizde de gündeme gelen Karma inancı, bu batıl dinlerin önemli bir özelliğidir. Karma felsefesi, insanları bazı olumlu ahlaki özelliklere özendirmektedir ancak bunun yanında birçok sapkın ve batıl inancı da içermektedir. Karma'nın temelini oluşturan bu batıl inançların insanlar için bir kurtuluş yolu olması, insanlara mutlak bir huzur ve güven getirmesi ise kesinlikle mümkün değildir. Tam aksine bu inançlar insanı daha karmaşık bir ruh haline, çarpık bir bakış açısına ve yanlış uygulamalara yöneltmektedir. Elinizdeki kitapta bu yanlış uygulama ve fikirler ele alınacaktır.
Yalnızca Kuran'ı rehber edinenler, batıl olan inançlardan tamamen uzaklaşır, dünyada ve ahirette sonsuza dek sürecek güzel bir yaşama sahip olmayı umut edebilirler.
Günümüzde insanların büyük bir bölümü, dünya üzerinde yaşanan kaostan, kargaşadan, kavgalardan, sıkıntılardan, insaniyetsizlikten, çekişmelerden, samimiyetsizliklerden, bencilliklerden ve yalancılıktan uzaklaşmanın, huzur, güven ve barış içinde bir hayat kurmanın yollarını aramaktadır.
Bu amaçla bir arayış içine giren bazı kişiler özledikleri huzur ve mutluluğu, Hinduizm ve Budizm gibi dinlerde bulabileceklerini zannederler. Doğu dinlerinin gizemli ve mistik havası, meditasyon benzeri uygulamaları ve bu dine mensup olan kişilerin tavırlarındaki, giyimlerindeki, konuşmalarındaki ve ibadet şekillerindeki farklılık birçok insanın bu dinlerden etkilenmelerine neden olmaktadır.
Ancak Hinduizm ve Budizm gibi dünyanın bilinen en eski dinleri olarak kabul edilen inançlar, her ne kadar bazı güzel ahlak mesajları içerseler de, hak din değildirler. Muhtemelen zaman içinde yaygın olarak kabul edildikleri toplumların gelenek ve görenekleri ile karışmış ve bazı insanların da kasıtlı olarak ekledikleri hurafeler ve yanlış inançlarla bozularak günümüzdeki batıl şekillerini almışlardır. Bu nedenle bu dinlerin akıl ve mantıkla çelişen birçok düşünce ve uygulamaları bulunmaktadır.
Son zamanlarda ülkemizde de gündeme gelen Karma inancı, bu batıl dinlerin önemli bir özelliğidir. Karma felsefesi, insanları bazı olumlu ahlaki özelliklere özendirmektedir ancak bunun yanında birçok sapkın ve batıl inancı da içermektedir. Karma'nın temelini oluşturan bu batıl inançların insanlar için bir kurtuluş yolu olması, insanlara mutlak bir huzur ve güven getirmesi ise kesinlikle mümkün değildir. Tam aksine bu inançlar insanı daha karmaşık bir ruh haline, çarpık bir bakış açısına ve yanlış uygulamalara yöneltmektedir. Elinizdeki kitapta bu yanlış uygulama ve fikirler ele alınacaktır.
Adnan Oktar (Harun Yahya) Giriş manzara gül çerçeve yaşlı kadın Yandaki resimde gördüğünüz kadın yaklaşık 70 yaşlarında. Hiç düşündünüz mü; 70 yaşında bir insanın geçmişe yönelik düşünceleri nelerdir? Bu insan her kim olursa olsun... more
Adnan Oktar (Harun Yahya)
Giriş
manzara gül çerçeve yaşlı kadın
Yandaki resimde gördüğünüz kadın yaklaşık 70 yaşlarında. Hiç düşündünüz mü; 70 yaşında bir insanın geçmişe yönelik düşünceleri nelerdir?
Bu insan her kim olursa olsun muhtemelen yaşadığı 70-80 senenin nasıl geçtiğini anlayamadığını düşünüyordur. Hatta kendisine sorsanız, "göz açıp kapayıncaya kadar geçti, hiçbir şey anlayamadım" diyecektir. 20'li yaşlarındayken herhalde o da yaşlanacağını hiç düşünmemiştir. Ancak şu an, çok uzak gördüğü o dönemin içinde bulunmanın şaşkınlığını yaşıyordur. Ve bu anı uzak görmekle ne kadar yanıldığını da çok iyi anlamıştır.
Yaşamı boyunca yaptıklarını yazmasını veya anlatmasını isteseniz, en fazla bir defteri doldurabilir veya en fazla beş-altı saat arka arkaya anlatabilir. "Koskoca 70 sene" dediği şeyin tamamı işte bu kadardır...
Giriş
manzara gül çerçeve yaşlı kadın
Yandaki resimde gördüğünüz kadın yaklaşık 70 yaşlarında. Hiç düşündünüz mü; 70 yaşında bir insanın geçmişe yönelik düşünceleri nelerdir?
Bu insan her kim olursa olsun muhtemelen yaşadığı 70-80 senenin nasıl geçtiğini anlayamadığını düşünüyordur. Hatta kendisine sorsanız, "göz açıp kapayıncaya kadar geçti, hiçbir şey anlayamadım" diyecektir. 20'li yaşlarındayken herhalde o da yaşlanacağını hiç düşünmemiştir. Ancak şu an, çok uzak gördüğü o dönemin içinde bulunmanın şaşkınlığını yaşıyordur. Ve bu anı uzak görmekle ne kadar yanıldığını da çok iyi anlamıştır.
Yaşamı boyunca yaptıklarını yazmasını veya anlatmasını isteseniz, en fazla bir defteri doldurabilir veya en fazla beş-altı saat arka arkaya anlatabilir. "Koskoca 70 sene" dediği şeyin tamamı işte bu kadardır...