Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
Skip to main content
Ahmet Koçak
  • İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Güney Kampus B Blok Kat: No:108 Kadıköy-İstanbul
Milletlerin hayatında kimi yazarlar, sanatçılar vardır ki ortaya koydukları eserleriyle yaşadıkları dönemi aşıp, çağlar ötesine seslenmekle kalmazlar, eserleriyle beraber bir bilincin teşekkülünde hayati rol oynarlar. Onlar bir ruhu... more
Milletlerin hayatında kimi yazarlar, sanatçılar vardır ki ortaya koydukları eserleriyle yaşadıkları dönemi
aşıp, çağlar ötesine seslenmekle kalmazlar, eserleriyle beraber bir bilincin teşekkülünde hayati rol oynarlar.
Onlar bir ruhu temsil ederler. O ruhtur ki, asırlar boyu toplumun sinesinde yaşar, toplumun belli değerler
etrafında şekillenmesini sağlar ve geleceğe de yön verir. Son asırda yetişmiş millî şairimiz Mehmet Akif
Ersoy bunlardan birisidir. O, altı asır üç kıtada hüküm sürmüş bir büyük devletin tarih sahnesinden çekilişine
ve onun içinden yeni bir devletin çıkmasına şahitlik etmiş bir büyük şahsiyettir. Mehmet Akif edebiyat
tarihlerinde fikirleriyle eserleri arasında benzerlik olduğu belirtilen nadir isimlerden birisidir: “İnanmış
adam Akif” daha çocukluğundan itibaren yaşadığı dönemin buhranı içinde kendisini iyi yetiştirmiş, dava
ruhuyla büyümüş ve o çizgisini hayatı boyunca da kaybetmemiştir. O bir şair, bir vaiz, bir fikir ve aksiyon
adamı, en önemlisi millî şairdir. Mehmet Akif, safhalar anlamına gelen hem şiir kitabının birinci kitabının
adı hem de bütün şiirlerinin toplandığı Safahat’ında İstiklal Marşın’da geçen temel kavramların kodlarını
verir. Bu makalede milletleri millet yapan, asil ruhun abide eserini yazan Mehmet Akif Ersoy ve onun
kaleme aldığı, ancak kitabına almayarak milletine armağan ettiği İstiklal Marşı’nın kültürel arka planı
üzerinde durulacaktır.
Osmanli matbuatinda II. Mesrutiyet’in ilanindan (24 Temmuz 1908) hemen sonra olusan ozgurluk havasi icerisinde cok sayida yeni dergi ve gazete yayin hayatina baslamis; bu dergi ve gazeteler halkin aydinlatilmasi, bilgi ve kultur... more
Osmanli matbuatinda II. Mesrutiyet’in ilanindan (24 Temmuz 1908) hemen sonra olusan ozgurluk havasi icerisinde cok sayida yeni dergi ve gazete yayin hayatina baslamis; bu dergi ve gazeteler halkin aydinlatilmasi, bilgi ve kultur seviyesinin yukselmesinde onemli bir fonksiyon icra etmislerdir. II. Mesrutiyet’in ilanindan sonra yayin hayatina giren gazetelerden birisi de Tonguc [Tonghidje] ’tur. Mirza Sait Bey tarafindan 11 Şubat 1324 [24 Şubat 1909] - 19 Mart 1325 [1 Nisan 1909] tarihleri arasinda 36 (otuz alti) sayi yayinlanan gazete, sadece genis Osmanli cografyasinda degil, Musluman Turklerin yasadigi Kirim, Romanya gibi yerlerde de yakindan ve ilgiyle takip edilmistir. Tonguc gazetesi sayfalarinda makale, siir, mektup gibi edebi turlere yer vermis olup, bunun yaninda Avrupa’dan, Balkan cografyasindan ve Islam dunyasindan aktardigi haberlerle de onemli bir islev gormustur. Ayrica, basta saglik olmak uzere, ciftcilik, bahcivanlik gibi tarim alanlarinda da halki bilgilendirme ve onlarin kulturel seviyelerini artirma noktasinda yazilar yayimlanmistir. II. Mesrutiyetten cumhuriyete uzanan surecte donemi anlamak acisindan gazete ve dergilerin buyuk onemi vardir. Bu yonuyle Tonguc gazetesi birlestirici ve aydinlatici vasfiyla matbuat tarihimizde onemli bir fonksiyonu olmustur. Bir baska ifadeyle, Osmanli icinde ve disinda yasayan Turk halkinin karsilastiklari sorunlara Tonguc gazetesi bir ayna vazifesi gordugu soylenebilir. Bu calismada II. Mesrutiyet sonrasi yayin hayatina dahil olan Tonguc gazetesi ilk defa incelenmis ve bu gazetenin Romanya cografyasinda yasayan Musluman Turkler acisindan ifade ettigi anlam degerlendirilmistir.
Even though Ottoman State’s efforts of westernization, especially in military fields, goes way back in history, the declaration of Tanzimat Edict (1839) has been accepted as its official beginning. Important steps were taken in the field... more
Even though Ottoman State’s efforts of westernization, especially in military fields, goes way back in history, the declaration of Tanzimat Edict (1839) has been accepted as its official beginning. Important steps were taken in the field of education during this period, as in many other fields of Ottoman Turkish society. Especially gaining the girls into the world of education for the first time was realized by the foundation of “Inas (girls)” schools in 1870s. The emergence of the first samples of Turkish novels as a literary style also happened in this period. Mürabbiyes/enstitutris (governesses)
were given a place in the novels that shed light on social life. By means of this  rofession which was first imported from Europe and then turned into a way of making a living, European governesses started to appear in the mansions and cottages of the affluent Ottoman Turkish families. Jozefino in Ahmet Midhat Efendi’s novel titled Felâtun Bey’le Râkım Efendi, Anjel in Hüseyin Rahmi’s novel Mürebbiye, and Courton in Halid Ziya’s novel Aşk-ı Memnu were first the examplary characters that
represented governess for children in this period.
In the framework of this article, we will deal with the place of the governesses in Ottoman Turkish modernization. We will try to explain the characteristics of the governesses who existed in the early novels and what function they carried out in the discipline and training of the children.
Egitim, sozluklerde ozellikle cocuklarin ve genclerin toplum yasayisinda yerlerini almalari icin gerekli bilgi, beceri ve anlayislari elde etmelerine, kisiliklerini gelistirmelerine okul icinde veya disinda, dogrudan veya dolayli yardim... more
Egitim, sozluklerde ozellikle cocuklarin ve genclerin toplum yasayisinda yerlerini almalari icin gerekli bilgi, beceri ve anlayislari elde etmelerine, kisiliklerini gelistirmelerine okul icinde veya disinda, dogrudan veya dolayli yardim etme seklinde tanimlanmaktadir (Gunay 1992: 17-18). Birey hayatinin her yonunu kusatan egitim, once ailede baslar; daha sonra okullarda egitimcilerin ellerinde sekillenir. Toplumlarin hayatlarinda bazi donemlerin buyuk onemi vardir. Bu donemlerde kisa zamanda buyuk degisimler, yenilikler gerceklesir. Turk egitim tarihi acisindan Tanzimat’tan sonra Mekteb-i Sultani, Dâru’l-Funun, Dârulmuallimât, (Kiz) okullari gibi yeni kurumlar acilmis, Batili egitim verilmeye baslanmistir. Bu egitim kurumlarinda ya Bati diliyle egitim yapilmaya baslanmis ya da bir Bati dili ogretilmeye calisilmistir. Bu arada ozellikle yabanci dil dersleri icin Bati’dan ogretmenler getirtilmistir. Bunlar arasinda gonullu olarak Turkiye’ye gelen, okullarda egitimci olarak gorev yapan...
Türk edebiyatında edebi bir tür olarak gezi/seyahat yazıları, yazarının ziyaret ettiği, bulunduğu yerlerdeki özellikleri edebi bir üslupla yazıya aktarması bakımından son derece önemli metinlerdir. Gez yazıları, yazarın yaşadığı yerden şu... more
Türk edebiyatında edebi bir tür olarak gezi/seyahat yazıları, yazarının ziyaret ettiği, bulunduğu yerlerdeki özellikleri edebi bir üslupla yazıya aktarması bakımından son derece önemli metinlerdir. Gez yazıları, yazarın yaşadığı yerden şu ya da bu sebeple gittiği başka bir şehri, ülkeyi, kıtayı konu olabileceği gibi aynı şehrin içindeki bir seyahatini de ele alabilir. İstanbul, tarihi ve kültürel mirası ile gezi yazıları içinde önemli bir konumdadır. İstanbul konulu gezi yazıları ele alındığında Türk Edebiyatı’nın önemli hikâyecilerinden birisi olan Mustafa Kutlu’nun kaleme almış olduğu “İstanbul Gezi Yazıları -1- Topkapı’dan Topkapı’ya, İstanbul Gezi Yazıları -2- Haliç ile Çepeçevre İstanbul ve İstanbul Gezi Yazıları -3- Boğaziçi” başlıklı üç eseri, İstanbul’un tarihi ve kültürel yapısının incelenmesi açısından kaynak olabilecek niteliktedir. Yazar eserlerinde İstanbul’a geldiği tarihten itibaren gezdiği birbirinden farklı mekânları kendine has bir üslup ile tanıtmıştır. Eserlerde öne çıkan en belirgin özellik mekânların tasvirinin salt gözleme dayalı olmamasıdır. Gözlemlere yazarın perspektifinden yorumlar eşlik etmekte ve yer yer düşülen dipnotlarla okuyucunun mekânlar hakkında daha geniş bilgilere sahip olması sağlanmaktadır. Sade bir üslupla İstanbul yazılarını kaleme alan Kutlu, adeta okuyucuya metinler üzerinden canlı bir İstanbul seyahatine çıkartır. Bu çalışmada Mustafa Kutlu’nun bahsi geçen eserleri incelenmiş, gezilen mekânların tasnifi yapılarak hangi semtleri, hangi mekânları öne çıkarttığı tespit edilmiş ve gezi yazısı türü çerçevesinde analiz edilmiştir.
Toplumlarin hayatini degistiren buyuk olaylarin ve gelismelerin temelinde onemli kavramlar  vardir. .....   Bu makale cercevesinde  Tanzimat'la beraber ortaya cikan, daha sonra bir ideolojiye  donusen medeniyet kavrami ve... more
Toplumlarin hayatini degistiren buyuk olaylarin ve gelismelerin temelinde onemli kavramlar  vardir. .....   Bu makale cercevesinde  Tanzimat'la beraber ortaya cikan, daha sonra bir ideolojiye  donusen medeniyet kavrami ve medeniyetcilik anlayisinin Turk edebiyatinin iki oncu ismi Şinasi ve Namik Kemal'in eserlerinde nasiI akis buldugu, onlarin Dogu ve Bati medeniyetlerine bakis acilari ve getirdikleri elestiriler uzerinde durulacaktir.
Edebiyat ve sosyoloji, insanı ve toplumu anlamaya, anlatmaya çalıştığı için birçok ortak yönü olan farklı iki disiplindir. Edebiyat sosyolojisi de, sosyal şartlar ile edebî çalışmalar arasındaki ilişkileri inceleyen bir edebî çalışma... more
Edebiyat ve sosyoloji, insanı ve toplumu anlamaya, anlatmaya çalıştığı için birçok ortak yönü olan farklı iki disiplindir. Edebiyat sosyolojisi de, sosyal şartlar ile edebî çalışmalar arasındaki ilişkileri inceleyen bir edebî çalışma alanıdır. Toplum hayatını yansıtan bir edebî tür olan romanın konularından biri de dilenme ve dilenciliktir. İnsanlık tarihi kadar geçmişi olan ve her  toplumda küçük farklılıklar dışında benzer özellikler gösteren dilencilik, zaman içinde devletlerin aldığı önlemler, ekonomik şartların iyileşmesi ile azalma göstermişse de hep var olagelmiştir. Bu çalışmanın amacı sosyal bir gerçeklik olan dilenciliğin/ dilencilik meselesinin romancılar tarafından nasıl ele alındığını örneklendirmektir. Çalışmada dilencilik meselesinin daha iyi anlaşılması için dilenciliğin tarihî geçmişine ve arka planındaki sosyolojik, dini zeminine değinildikten sonra, dilenciliği romanının ana eksenine oturtan, toplumu çok iyi gözlemlediğini düşündüğümüz iki romancının eseri üzerinde durulmuştur. Ana konuları dilenme ve dilencilik olan romanlardan ilki Osmanlı’nın son yıllarında kaleme alınan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Hayattan Sayfalar (1919)’ı ile ikincisi ise Reşat Nuri Güntekin’in Miskinler Tekkesi (1946)'dir. Çalışmada edebiyat sosyolojisi bağlamında her iki roman üzerinden dilenci tipleri, mekânsal tercihleri, halkın dilencilere bakışı gibi yönler incelenmiştir.
Türk edebiyatının seksenli yıllardan itibaren hem konu hem şekil hem de tür anlamında büyük bir değişim ve gelişim gösterdiği, sayısal olarak zenginleştiği bilinen bir gerçektir. İnsanlar arasında gelir düzeyinde görülen farklılıkların... more
Türk edebiyatının seksenli yıllardan itibaren hem konu hem şekil hem de tür anlamında büyük bir değişim ve gelişim gösterdiği, sayısal olarak zenginleştiği bilinen bir gerçektir. İnsanlar arasında gelir düzeyinde görülen farklılıkların derinleşmesi, ülke dışına daha çok açılma ve teknolojik gelişmeler insanın teknik donanımlara ulaşmasını kolaylaştırmış, bu da beraberinde alışagelmiş bir hayat tarzının dışına çıkmaya, yeni bir ifadeyle modernleşme yolunda yeni açılımların sağlanmasına imkân tanımıştır. Moderniteye karşı duyulan özlem, teknik imkânlar sayesinde dış dünya insanının
(burada kastedilen daha çok Batı insanıdır) yaşantısına ve kavuştuğu imkânlara ulaşma arzu ve çabası ülke insanında da tesirini göstermiştir. Edebî metinler bu anlamıyla özelde bireyi genelde ise toplumu yansıtan en iyi eserlerdir. Anadolu ve büyük şehir hayatını deneyimlemiş ve ikisini metinlerine çok iyi yansıtmış isimlerden birisi de Mustafa Kutlu’dur. Son yarım asrın en önemli yazarlarından biri olan Mustafa Kutlu, 1970’li yıllarda başladığı hikâye yazma serüvenini günümüze kadar zenginleştirerek devam ettirmiş nadir yazarlardandır. Kutlu’nun bu hikâye yazma serüveni neredeyse yılda bir kitap yayımlayarak devam edegelmiştir. Ayrıca Deneme ve inceleme türünde de eserler kaleme alan yazarın daha çok hikâyeye sadık kalması bile Kutlu’yu Türk edebiyatında ayrı bir yere koymaya kâfidir. Yoksulluk İçimizde ve Bu Böyledir onun bu düşüncelerini en iyi yansıttığı eserler arasında sayılabilir. Bu makalede, bu iki öykü kitabından hareketle modern insanın açmazları
üzerine bir inceleme yapılacaktır.
APA: Koçak, A. (2019). Dar mekânda geniş zamanlar: Sabahattin Ali'nin anlatılarında (öykülerinde) mahpushane izleri. RumeliDE Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, (Ö5), 158-166. DOI: 10.29000/rumelide.606103. Öz Bütün varlıkların... more
APA: Koçak, A. (2019). Dar mekânda geniş zamanlar: Sabahattin Ali'nin anlatılarında (öykülerinde) mahpushane izleri. RumeliDE Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, (Ö5), 158-166. DOI: 10.29000/rumelide.606103. Öz Bütün varlıkların üzerinde yaşadığı yer olarak tanımlanan mekân, insan için de çok şey ifade etmektedir. Çünkü insanoğlu var olandan beri bir mekân üzerinde yaşamakta ve ona şekil verme uğraşı içinde bulunmaktadır. Başlangıçtan bugüne kadar coğrafya, doğal ve tarihsel olaylar, siyasi ve ekonomik sebepler, bilimdeki gelişmeler, yeni icatlar ve teknolojik gelişmeler insanoğlunun mekânla ilişkisinde zamanla değişikliklere sebep olsa da insan-mekân ilişkisini değiştirememiştir. Michel Facoult'un "Başka Mekânlara Dair" adlı kuramsal eserinde de işaret ettiği gibi Ortaçağda, Rönesans'ta ve sonrasında modern dönemde mekân anlayışı farklıdır. Hatta buna post-modern dönemi de eklemek gerekir. Modern Türk edebiyatının önemli simalarından Sabahattin Ali'nin genelde anlatılarında özelde ise öykülerinde, mekânın kapalı-dar ve açık-geniş şekilde kullandığı görülür. Mahpushane devlet otoritesi ile inşa edilmiş kapalı-dar mekânlardır. Sabahattin Ali şu ya da bu sebeple hapse düşmüş ve bu mekânları deneyimleyerek yaşamış birisidir. Bu makalede roman, öykü, şiir gibi farklı türlerde eserler vermiş Türk edebiyatının önemli isimlerinden Sabahattin Ali'nin öykülerinde genelde mekân, özelde ise hapishane konusunun nasıl işlendiği, yazarın bir şekilde kaldığı bu mekânların eserlerine nasıl yansıdığı örneklerle açıklamaya çalışılacaktır. Abstract A space, defined as a place where all beings live, means a lot for mankind because they have been living in a space and they have been in an effort to shape it since their existence. Although geography, natural and historical events, political and economic reasons, advances in science, new inventions and technological developments have caused changes in the relationship of mankind and space since the beginning, they haven't been able to change the relationship between mankind and space. As Michel Foucault points out in his theoretical work titled "Of Other Spaces", the concept of space is different in the medieval age, renaissance and modern era. The post-modern era should also be included. It is seen that Sabahattin Ali, one of the important figures of the modern Turkish literature, depicts the space as closed-narrow and open-wide in his narratives and stories. Prisons are closed-narrow spaces built by the state authority. Sabahattin Ali somehow ended up in prison and experienced the life in these places. This paper tries to explain the way Sabahattin Ali, who is considered as one of the important figures of the Turkish literature and produced works in various 1 Doç. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (İstanbul, Türkiye),
Sözlüklerde rihlet, intikal, hicret, taşınma, nakil gibi farklı kavramlarla ifade edilen göç, " Ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim... more
Sözlüklerde rihlet, intikal, hicret, taşınma, nakil gibi farklı kavramlarla ifade edilen göç, " Ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi, taşınma, hicret, muhaceret " şeklinde tanımlanır. Bu anlamlarının dışında 16. yüzyıldan itibaren Türkçede " Dünyadan âhirete göçme, ölme, vefat " anlamlarında da kullanılmaya başlanmıştır göç. Bu anlamıyla da gerek Klasik, gerekse Modern Türk şiirinde pek çok yerde kullanılmıştır. Hatta halk şiirinin önde gelen isimlerinden Bayburtlu Zihni'nin " Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş " mısraıyla başlayan koşması bu anlamıyla en yaygın bilinen şiirlerden birisidir. Manzum eserlerin dışında roman, hikâye gibi modern dönemin ürünü olan türlerde de bu konu geniş olarak işlenmiştir. Bazen roman ya da hikâyenin adı olmuş, bazen de kurgunun içinde konu, unsur olarak yer almıştır. Türk edebiyatında uzun yıllar hak ettiği yeri alamamış, unutulmuş/unutturulmuş isimlerden birisi de Bahaeddin Özkişi'dir. O sadece romanlarıyla değil, yazdığı öykülerle de Türk edebiyatında ayrı bir yerdedir. Bu makale çerçevesinde onun Göç Zamanı adlı eserinde yer alan öyküleri dinî/mistik/metafizik açıdan değerlendirilmeye çalışılacaktır.

Expressed in dictionaries by referring to different concepts such as departure, transition, flight, moving and transfer; the term migration [göç] is defined as " the act of leaving one location for another, individually or socially; moving or migrating from one country to another for economic, social and political reasons ". Apart from these meanings, the term in Turkish came to refer to " the act of migrating from this world to the afterlife, passing away, death " starting from the 16 th century onwards. This meaning was quite often used in classical as well as modern Turkish poetry, and is perhaps best exemplified with the koşma (free-form folk poem) by Bayburtlu Zihni, one of the outstanding figures of Turkish folk poetry: " I came to see that he moved his feet away from his abode " (Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş). Beside poetic works, this theme has also been extensively treated by modern literary genres such as novels and stories. It sometimes gave its name to novels or stories, or at times featured as an element or event within the plot. Bahaeddin Özkişi is indeed one of the important figures of Turkish literature who failed to receive rightful attention, and fell (or was maybe deliberately consigned) into oblivion. He deserves a special place in Turkish literature not only with his novels but also short stories. Hence, this article attempts to analyze the stories in his work Göç Zamanı [Time for Migration] from a religious/mystic/metaphysical perspective.
Bugün yerküre, tarih boyunca hiç olmadığı kadar yoğun bir nüfus hareketliliğine sahne oluyor. Bu hareketliliğin ticaret, üretim, savaş, iltica, gelişmişlik-kalkınmışlık farklılıkları, beyin göçü, daha müreffeh bir yaşam arayışı, insanın... more
Bugün yerküre, tarih boyunca hiç olmadığı kadar yoğun bir nüfus hareketliliğine sahne oluyor. Bu hareketliliğin ticaret, üretim, savaş, iltica, gelişmişlik-kalkınmışlık farklılıkları, beyin göçü, daha müreffeh bir yaşam arayışı, insanın hiç bitmeyen yeni keşif merakı gibi birçok saiki olabilir. Bir taraftan da fiziksel bir hareketlilik olmasa bile bir insanın internet aracılığıyla yerkürenin diğer ucundaki bir insanla etkileşim halinde olması gayet kolay ve yaygın bir olgu. Her ne ise bugün insanlık birbiriyle çok daha fazla etkileşim halinde. Farklı diller, inançlar, yaşam biçimleri birbiriyle istese de istemese de yan yana olmak durumunda. Bu gerçekliğin en önemli yansımaları eğitim süreçlerinde karşımıza çıkıyor. Okullar, yönetim, içerik, öğrenme-öğretme süreçleri, eğitim ortamları, öğretmen nitelikleri gibi birçok alanda çokkültürlülüğün yeniden biçimlendirdiği bir sosyal yapı olarak adeta evrim geçiriyor.
Osmanlı matbuatında II. Meşrutiyet’in ilanından (24 Temmuz 1908) hemen sonra oluşan özgürlük havası içerisinde çok sayıda yeni dergi ve gazete yayın hayatına başlamış; bu dergi ve gazeteler halkın aydınlatılması, bilgi ve kültür... more
Osmanlı matbuatında II. Meşrutiyet’in ilanından (24 Temmuz 1908) hemen sonra oluşan özgürlük havası içerisinde çok sayıda yeni dergi ve gazete yayın hayatına başlamış; bu dergi ve gazeteler halkın aydınlatılması, bilgi ve kültür seviyesinin yükselmesinde önemli bir fonksiyon icra etmişlerdir. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yayın hayatına giren gazetelerden birisi de Tonguç [Tonghidje]’tur. Mirza Sait Bey tarafından 11 Şubat 1324 [24 Şubat 1909] - 19 Mart 1325 [1 Nisan 1909] tarihleri arasında 36 (otuz altı) sayı yayımlanan gazete, sadece geniş Osmanlı coğrafyasında değil, Müslüman Türklerin yaşadığı Kırım, Romanya gibi yerlerde de yakından ve ilgiyle takip edilmiştir. Tonguç gazetesi sayfalarında makale, şiir, mektup gibi edebî türlere yer vermiş olup, bunun yanında Avrupa’dan, Balkan coğrafyasından ve İslam dünyasından aktardığı haberlerle de önemli bir işlev görmüştür. Ayrıca, başta sağlık olmak üzere, çiftçilik, bahçıvanlık gibi tarım alanlarında da halkı bilgilendirme ve onların kültürel seviyelerini artırma noktasında yazılar yayımlanmıştır. II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e uzanan süreçte dönemi anlamak açısından gazete ve dergilerin büyük önemi vardır. Bu yönüyle Tonguç gazetesi birleştirici ve aydınlatıcı vasfıyla matbuat tarihimizde önemli bir fonksiyonu olmuştur. Bir başka ifadeyle, Osmanlı içinde ve dışında yaşayan Türklerin karşılaştıkları sorunlara Tonguç gazetesi bir ayna vazifesi gördüğü söylenebilir. Bu çalışmada II. Meşrutiyet sonrası yayın hayatına dâhil olan Tonguç gazetesi ilk defa incelenmiş ve bu gazetenin Romanya coğrafyasında yaşayan Müslüman Türkler açısından ifade ettiği anlam değerlendirilmiştir.
Anahtar kelimeler: Tonguç [Tonghidje]gazetesi, Türk basını, Balkanlar, Romanya, Kırım Türkleri.
Öz Modern Türk hikâyesinin öncü isimlerinden Ömer Seyfettin (1884-1920), asker bir aileden gelmenin yanı sıra, kendisi de askerî eğitim almış, asker olarak görev yapmıştır. O, özellikle II. Meşrutiyet'in ilanından sonra bir asker olarak... more
Öz Modern Türk hikâyesinin öncü isimlerinden Ömer Seyfettin (1884-1920), asker bir aileden gelmenin yanı sıra, kendisi de askerî eğitim almış, asker olarak görev yapmıştır. O, özellikle II. Meşrutiyet'in ilanından sonra bir asker olarak görev yaptığı Rumeli/Balkan coğrafyasında yaşanan siyasî gelişmelerin, çatış-maların yakın tanığı olmuştur. Onun hikâyelerinde askerlik hatıralarının, Bal-kan Savaşlarının öncesinden başlayarak, gerek cephede gerekse cephe gerisinde yaşanan siyasî ve sosyal olayları geniş tasviri yer alır. Özellikle savaşlar netice-sinde ortaya çıkan menfaatperest, fırsatçı tipler olumsuz tipler olarak işlenir. Bu makalede Ömer Seyfettin'in Balkan Savaşları öncesinden başlayarak Birinci Dünya Savaşı ve sonrasını ele alan, savaşın gölgesinde yazılan hikâyelerinin değerlendirilmesi yapılacaktır. Abstract Ömer Seyfettin (1884-1920), one of the leading names of modern Turk-ish story, was the son of a military official. He also got military education and served as an officer in the army.Particularly after the declaration of the Second Constitutional Monarchy, he was a close witness of the political developments and conflicts in Rumelia/the Balkans, where he served as an officer in the army. His stories include broad description of his military memoirs, and political and * Dr., Medeniyet Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, ahmet.kocak@medeniyet.edu.tr.
Özet: Toplumların hayatını değiştiren büyük olayların ve gelişmelerin temelinde önemli kavramlar vardır. Bu kavramlar ifade ettikleri anlam ve tesirleri itibariyle bir dil malzemesinin çok ötesinde akisler uyandırırlar. Aydınlanma,... more
Özet: Toplumların hayatını değiştiren büyük olayların ve gelişmelerin temelinde önemli kavramlar vardır. Bu kavramlar ifade ettikleri anlam ve tesirleri itibariyle bir dil malzemesinin çok ötesinde akisler uyandırırlar. Aydınlanma, medeniyet, hürriyet, adalet, modernizm gibi kavramlar Türk diline on dokuzuncu yüzyılda girmiş ve hayatı derinden etkilemiş kavramlardır. Bu kavramların hepsi önemli olmakla birlikte, Avrupa'da " civilisation " şeklinde kullanılmaya başlanan ve yaklaşık bir asır sonra Türkçeye " medeniyet " olarak geçen bu kavram, on dokuzuncu yüzyılda en çok konuşulan, üzerinde fikirler üretilen kavram olmuştur. Bir inanç ve ahlâk nizamı olan medeniyet, toplumda meydana gelen teknik ilerlemeleri, iktisadî gelişmişliği, insanların birbirine karşı saygı ve sevgi beslemesi, akla, araştırmaya ve disiplinli bir çalışma hayatına önem verilmesi, hukukun ve insan haklarının üstün bir değer olarak kabul edilmesi gibi hayatın bütün yönlerini kuşatan bir kavramdır. Bu kavramın Türk edebiyatında yaygınlaşması ve kökleşmesinde öncü iki isimden söz edilebilir. Bunlardan birisi Şinasi'dir. Ahmet Hamdi Tanpınar, " Tanzimat devrinin ilk ideolojisi medeniyetçiliktir. " tespitini yaptıktan sonra Şinasi'de, bunun kendi ve daha sonraki nesli için bir " din haline " geldiğine işaret eder. Şinasi, Avrupa'yı örnek alarak Tanzimat Fermanı'nı ilan eden Mustafa Reşit Paşa için " Sensin ol fahr i cihan ı medeniyet… " ifadesini kullanır. Şinasi'ye göre Batı medeniyetine daha mesafeli yaklaşan, bu medeniyetin olumsuz taraflarını da görebilen diğer öncü bir isim ise, Türk edebiyatında " vatan " ve " hürriyet " şairi olarak bilinen Namık Kemal'dir. Onun özellikle Avrupa'dan döndükten sonra " medeniyet " ve " terakki " kavramlarını en çok kullananların başında geldiği bilinmektedir. Bu makale çerçevesinde Tanzimat'la beraber ortaya çıkan, daha sonra bir ideolojiye dönüşen medeniyet kavramı ve medeniyetçilik anlayışının Türk edebiyatının iki öncü ismi Şinasi ve Namık Kemal'in eserlerinde nasıl akis bulduğu, onların Doğu ve Batı medeniyetlerine bakış açıları ve getirdikleri eleştiriler üzerinde durulacaktır. Abstract: On the basis of major events and developments which changed the lives of the communities, there are important concepts. Those concepts awaken an echo far beyond language material because of their meanings and effects. The concepts such as enlightenment, civilization, liberty, justice, and modernism entered into Turkish
Özet İnanç ve ahlâk nizamı olarak bir milletin ve toplumun maddî ve manevî varlığına ait üstün niteliklerini, değerlerini, fikir ve sanat hayatındaki çalışmalarını, ilim, teknik, sanayi alanlardaki gelişmelerini ifade etmek üzere... more
Özet İnanç ve ahlâk nizamı olarak bir milletin ve toplumun maddî ve manevî varlığına ait üstün niteliklerini, değerlerini, fikir ve sanat hayatındaki çalışmalarını, ilim, teknik, sanayi alanlardaki gelişmelerini ifade etmek üzere kullanılan medeniyet kavramının kökeni İslâm dünyasında hicrete kadar götürülebilir. Hicretle Yesrib şehrinin adı Medine şeklinde değiştirilmiş ve burası yeni bir sistemin, anlayışın merkezi olmuştur. Daha sonraki yüzyıllarda İbn-i Haldun, Mukaddime'sinde toplumların hayatını ifade ederken bu kavramdan bahseder. Batı'da ise on sekizinci yüzyılın ortalarında kendi toplumlarının teknik ve ekonomik anlamda gelişmişliğini ifade etmek üzere ilk defa Fransızca olarak " civilisation " kavramı kullanılır. Osmanlı'da medeniyet kavramı ise, Batı'daki civilisation kavramına karşılık olarak ve Batı'nın teknik anlamda üstünlüğünü ifade etmek üzere üretilir. Dolayısıyla Türk edebiyatında on dokuzuncu yüzyılda en çok kullanılan kavramlardan birisi " medeniyet " tir. Bugüne kadar birçok Türk fikir adamı, aydını bu kavramı tanımlamaya çalışmış, onun üzerine fikir yürütmüştür. Şüphesiz bu büyük düşünürlerden birisi de son yarım asra damgasını vuran, şair ve fikir insanı Sezai Karakoç'tur. Karakoç'a göre medeniyet temelde tektir ve bu meşale ilk insandan bugüne kadar elden ele taşınarak gelmiştir. O, vahiy temelli bu anlayışın hepsine birden " Hakikat medeniyeti " adını verir. Karakoç, fikrî yazılarında " hakikat medeniyeti " , " İslâm medeniyeti " ya da " insanlığın medeniyeti " gibi kavramları ilk insandan başlayarak son peygambere kadar takip eden silsilede oluşan medeniyeti ifade etmek üzere kullanır. Onun medeniyet anlayışı, genelde sınıflandırıldığı gibi Doğu-Batı medeniyeti şeklinde ikiye ayırmak yerine, üçüncü bir kategori olarak İslâm medeniyetini ayrı bir başlık altında ele almasıdır. Bu tasnifiyle onun medeniyet kavramına yüklediği anlam oldukça farklı ve yenidir. Sezai Karakoç, Batı medeniyetini de Eski Yunan medeniyetinden başlatarak bir bütün olarak kabul eder. Eski Yunan'dan Roma'ya oradan Rönesans ve Reforma uzanan süreçte Batı medeniyetinin geçirdiği evreleri farklı açılardan yorumlayan Karakoç, Batı medeniyeti üzerine yeni dikkatler sunar. Batı'nın özellikle son iki yüzyılda medeniyet görüntüsü altında Asyalıyı, Afrikalıyı kısaca kendinden olmayanı kendisine dönüştürme hedefinin altında yatan nedenleri açıklığa kavuşturmaya çalışır. Bu makale çerçevesinde şair ve mütefekkir Sezai Karakoç'un fikrî yazılarında en çok üzerinde durduğu kavramlardan birisi olan, genelde " medeniyet " özelde ise Doğu ve Batı medeniyetleri kavramlarıyla ilgili düşünceler üzerinde durulmuştur. Abstract Origin of the concept of civilization which is used for expression of a nation's ethic and belief system, values, literary and artistic works, and scientific, technological and industrial developments can be rooted in the emigration in Islamic world. After the emigration, city of Yesrib has been renamed as " Medine " and became the center of a new system and understanding. During the following centuries, İbn Khaldun mentions this concept as talks about lives of societies. On the other hand, in West, " civilization " is used to express high-level technological and economical
Osmanlı Devleti’nin Batılılaşma çabaları başta askerî alan olmak üzere çok daha öncelere dayanmasına karşın Tanzimat Fermanı’nın ilanı (1839) resmi başlangıç kabul edilir. Osmanlı Türk toplumunda pek çok meselede olduğu gibi eğitim... more
Osmanlı Devleti’nin Batılılaşma çabaları başta askerî alan olmak üzere çok daha öncelere dayanmasına karşın Tanzimat Fermanı’nın ilanı (1839) resmi başlangıç kabul edilir. Osmanlı Türk toplumunda pek çok meselede olduğu gibi eğitim alanında da bu dönemde önemli adımlar atılır. Özellikle kız çocuklarının eğitime kazandırılması ilk “İnas” kız okullarının 1870’li yıllarda açılmasıyladır. Edebî bir tür olarak Türk romanının ilk örneklerinin ortaya çıkması da bu dönemdedir. Toplum hayatına ayna tutan romanlarda bu devirde yaygınlaşan mürebbiyelere/enstitütrislere yer verilmiştir. İlk başlarda Avrupa’dan özel olarak getirtilen, daha sonra bir iş ve emek kazancına dönüşen bu meslekle varlıklı Osmanlı Türk ailelerinin yalılarında, konaklarında, köşklerinde Avrupalı mürebbiyeler görülmeye başlanır. Ahmet Midhat Efendi’nin Felâtun Bey’le Râkım Efendi’de Jozefino, Hüseyin Rahmi’nin Mürebbiyesinde Anjel ve Halid Ziya’nın Aşk-ı Memnu romanındaki de Courton bu dönemde öne çıkan ilk mürebbiye örneklerdir.
Bu makale çerçevesinde Osmanlı Türk moderneleşmesinde mürebbiyelerin yeri üzerinde durulacak. İlk dönem romanlarında yer verilen mürebbiyelerin hangi özelliklere sahip oldukları, bunların toplum ve çocuk terbiyesinde nasıl bir fonksiyon icra ettikleri açıklanmaya çalışılacaktır.
Osmanli’nin devlet yonetiminde ve kultur hayatinda Rumeli/Balkan kokenli cok sayida onemli isim yer alir. Nitekim bu cografyada sadrazamlar cikarmasiyla one cikmis Travnik (Bosna) gibi sehirler vardir. XIX. yuzyilin son ceyreginde yasanan... more
Osmanli’nin devlet yonetiminde ve kultur hayatinda Rumeli/Balkan kokenli cok sayida onemli isim yer alir. Nitekim bu cografyada sadrazamlar cikarmasiyla one cikmis Travnik (Bosna) gibi sehirler vardir. XIX. yuzyilin son ceyreginde yasanan buyuk trajik hadiselerden birisi, 93 Harbi (1877) olarak da bilinen Osmanli-Rus savasidir. Bu savasta binlerce insan Balkanlardan, Istanbul’a, Anadolu’ya goc etmis, mevsim sartlarinin da etkisiyle binlercesi hayatini kaybetmistir. Bu donemde Filibe’den Istanbul’a goc etmek zorunda kalan isimlerden birisi de Turk kultur ve edebiyatinin onemli isimlerinden Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’dir. Osmanli cografyasinin farkli bolgelerinde bulunan, bir ara Fizan’a surgune de gonderilen Filibeli, II. Mesrutiyet’ten sonra (1908) dondugu Istanbul’da, vefatina kadar (1914) gecen kisa zamanda, bazisi tefrika halinde, kirka yakin kitap kaleme almis ve ondan fazla dergi ve gazete nesretmis onemli bir isimdir. Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin 1910 - 1912 ...
düşünce akımını başlatan eser, kişi ya da yayını öncü olarak tanımlamak mümkündür. Öncü kişiler, eserler ya da yayınlar sadece içinde bulunduğu dönemi değil, daha sonraki çağları ve dönemleri de aydınlatmaya, yol göstermeye devam ederler.... more
düşünce akımını başlatan eser, kişi ya da yayını öncü olarak tanımlamak
mümkündür. Öncü kişiler, eserler ya da yayınlar sadece içinde bulunduğu dönemi
değil, daha sonraki çağları ve dönemleri de aydınlatmaya, yol göstermeye devam
ederler. Türk basın hayatında dergiciliğin tarihi Tanzimat sonrasında ortaya
çıksa da şekillenip bir okul, mektep haline gelmesi on dokuzuncu yüz yılın
sonlarına rastlar. Tercüman-ı Hakikat, Servet-i Fünun gibi dergilerle başlayan
çizgi II. Meşrutiyet sonrasında Sırat-ı Müstakim, Hikmet, İctihad, Türk Yurdu
gibi dergilerle belli düşünceler etrafında farklı çizgilerin oluşmasına da zemin
hazırlarlar. Mütareke ve Milli Mücadele yıllarına gelindiğinde ise eski ile yeni
arasında sağlam bir bağ kuran, gücünü ve kökenini eskiden alan ancak bunlara
yeni anlamlar yükleyerek farklı ve yeni bir sesin ortaya çıkmasını sağlayan
dergilerden ilki, öncüsü Dergâh’tır. 1921-1923 yılları arasında İstanbul’da çıkan,
ancak Ankara’daki Milli Mücadele’yi destekleyen dergi, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin ilk kuşaklarını etkileyen de bir yayın organıdır. Bir ekol ve okul
hüviyetindeki derginin başında Yahya Kemal’in öğrencisi Mustafa Nihat (Özön),
yazar kadrosunda ise Yahya Kemal, Ahmet Hâşim, Abdülhak Şinasi, Yakup
Kadri (Karaosmanoğlu), Fatih Rıfkı (Atay), Halide Edip (Adıvar), Ruşen
Eşref (Ünaydın), Ziya Gökalp, Köprülüzade M. Fuad, Hüseyin Namık (Orkun),
Abdülhak Şinasi (Hisar), Mustafa Şekip (Tunç), İsmail Hakkı (Baltacıoğlu),
Hasan Ali (Yücel), Nurullah Ata (Ataç), Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi
Tecer, Ali Mümtaz Arolat Necmettin Halil (Onan), Kemalettin Kami (Kamu) gibi
önemli isimler vardır. Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen bir yayın çizgisi izleyen
dergi, Anadolu Türklüğünün tarih içerisindeki macerasını, kültürel ve manevi
değerlerini arayan bir milliyetçilik anlayışıyla beraber, edebiyatta yaşayan dille,
mistik-modern duyarlılığı taşıyan “saf şiir” (öz şiir) anlayışını öncelemiştir.
Bu bildiride Milli Mücadeleden Cumhuriyete geçişte öncü bir yayın organı
olan Dergâh Mecmuasının dönem içerisindeki konumunu kısaca ele aldıktan
sonra derginin Yeni Türk Şiiri anlayışındaki yeri belirlenmeye çalışılacaktır
Fikir, edebiyat, sanat, aktüalite gibi çeşitli konulara yer veren ve belirli aralıklarla neşredilen yayın olarak tarif edilen dergilerin ortaya çıkışının Batı’da on yedinci yüz yılda (1631), Osmanlı’da ise Tanzimat Fermanından sonra... more
Fikir, edebiyat, sanat, aktüalite gibi çeşitli konulara yer veren ve belirli
aralıklarla neşredilen yayın olarak tarif edilen dergilerin ortaya çıkışının Batı’da
on yedinci yüz yılda (1631), Osmanlı’da ise Tanzimat Fermanından sonra
(1862) olduğu bilinmektedir. Ancak Türk basın yayın hayatında dergiciliğin
yaygınlaşması ve belli fikirler etrafında birleşerek toplum hayatına yön
vermeye başlaması II. Meşrutiyet’in ilanından sonradır. Kökenleri daha önceye
dayanan ancak bir dergi etrafında toplanarak fikir ve toplum hayatına yön veren
İslamcılık, Türkçülük, Batıcılık gibi fikir akımları II. Meşrutiyet’in ilanından
sonra çizgilerini netleştirirler. Bu fikir akımlarından İslamcılık düşüncesini
savunan dergilerin ilki Sırat-ı Müstakim’dir. 27 Ağustos 1908 yılında yayın
hayatına başlayan dergide “siyasi, edebi, ahlaki, dini ve ilmi” konular işlenir.
Eşref Edip ve Ebülula Mardin’in kurucusu olduğu derginin en önemli yazarı
Mehmet Âkif’tir; dergi adeta onunla anılmaya başlamıştır. İkinci dergi ise 1910 yılında Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi tarafından yayın hayatına
dâhil olan Hikmet’tir. Dergide “edebi, siyasi, felsefi ve tasavvufi” konulara
yer verilir. Her iki dergi de “İttihad-ı İslam” düşüncesi etrafında insanları
birliğe ve beraberliğe davet etmiş, ülkenin dönemi itibariyle içinde bulunduğu
ortamdan kurtulması yönünde gayret sarf etmiş, fikir üretmişlerdir. Mehmet
Âkif, Filibeli Ahmet Hilmi, Aksekili Ahmet Hilmi, Ahmet Ağaoğlu, Halim
Sabit gibi dönemin önemli fikir ve edebiyat insanları da her iki dergide yazılar
kaleme almışlardır.
Bu makalede II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yayın hayatına adım atan ve
bir derginin çok ötesinde bir mektebe dönüşen Sırat-ı Müstakim/Sebilürreşad
ve Hikmet dergileri üzerinde durulacaktır. Çünkü bu iki dergi, edebi bir dergi
olmanın çok daha ötesinde İslami düşünceler etrafında şekillenen bir neslin
yetişmesine de zemin hazırlamışlardır.
Belli aralıklarla çıkan, siyaset, edebiyat, ekonomik, teknik vb alanlarda yazıları hakem denetiminden geçtikten ve onaylandıktan sonra yayımlanan mecmuaya hakemli dergi ya da hakemli süreli yayın denir. Türk edebiyatı tarihinde ilk... more
Belli aralıklarla çıkan, siyaset, edebiyat, ekonomik, teknik vb alanlarda yazıları
hakem denetiminden geçtikten ve onaylandıktan sonra yayımlanan mecmuaya
hakemli dergi ya da hakemli süreli yayın denir. Türk edebiyatı tarihinde
ilk derginin yayımlanmasının üzerinden yaklaşık bir buçuk asır geçmiştir. İlki
Mecmua-i Fünûn’la Temmuz 1862 tarihinde yayımlanmaya başlanan Türk
dergiciliği, II. Meşrutiyet sonrasında kısa sürede büyük bir artış göstermiş,
sonraki yıllarda ekonomik ve sosyal şartlar sebebiyle düşüş gösterse de cumhuriyet
döneminde daha da gelişmiş, seksenli yıllardan sonra teknoloji ve
elektronik ortamın gelişmesiyle çok büyük bir ivme kazanmıştır. Cumhuriyetle
beraber yeni üniversitelerin kurulması zaman içerisinde bunların sayısının
artması buna paralel olarak dergi sayısının artmasını sağlamış, bu da beraberinde
kaliteyi ve akademik dergilerdeki yayımların niteliğini tartışılır hale
getirmiştir.
Bu makale Türkiye’de akademik dergi yayıncılığının uluslararası niteliğe
nasıl çıkabileceğini ya da akademik dergilerin içinde bulunduğu belli sorunları
tartışmayı hedeflemektedir. Bunlar hakem inceleme süreci, intihal, yayın
sürecindeki şeffaflık, yayınların kendi içindeki niteliği gibi sorunlardır.
Osmanlı’nın son dönem önemli fikir ve edebiyat adamlarından birisi olan Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, vefatının üzerinden yüzyılı aşkın bir süre geçmesine rağmen yazdığı eserler önümüzü aydınlatmaya, ışık olmaya devam etmektedir.... more
Osmanlı’nın son dönem önemli fikir ve edebiyat
adamlarından birisi olan Şehbenderzâde Filibeli Ahmed
Hilmi, vefatının üzerinden yüzyılı aşkın bir süre
geçmesine rağmen yazdığı eserler önümüzü aydınlatmaya,
ışık olmaya devam etmektedir. Kırktan fazla eser
kaleme alan, tek başına haftalık ya da günlük olarak
çıkardığı, gazete ve dergilerin sayısı da onu aşan Filibeli
Ahmed Hilmi, makalelerinde ve eserlerinde İslam
dünyasının ve Osmanlı toplumunun geri kalışı noktalarına
zihin yormuş, çözüm önerileri üretmeye çalışmıştır.
Gözü kapalı Batı’yı taklit etmeye karşı çıkarak
modernle geleneği, İslami kültür ve kurumlarıyla Batı
medeniyetinin nasıl bütünleşebileceği noktaları üzerinde
durmuştur. Dönemin hâkim felsefi akımlarıyla
yakından ilgilenmiş, Doğu felsefesi ile Batı felsefesinin
ortak noktalarına dikkat çekmiştir. Bu noktadaki
görüşlerini “Ne taassup ne de körü körüne taklit” şeklinde
özetlemek mümkündür. O, dönemindeki birçok
önde gelen fikir adamları gibi saltanata karşı meşrutiyeti savunmuş ve bunu yazılarıyla desteklemiştir. Sadece
Osmanlı sınırları içinde değil, Orta Asya’dan Balkanlara,
Uzak Doğu’dan Afrika’ya kadar farklı coğrafyalarda
yaşayan İslam dünyasının ortak meselelerine yakından
ilgi duymuştur.
Filibeli Ahmed Hilmi bunların yanı sıra yüzyıllardır
Anadolu ve Rumeli coğrafyasını şiirlerinde dile
getirdiği duygu ve düşüncelerle aydınlatan, menkıbevi
hayat hikâyesiyle bu toprakların mayalanmasına öncülük
eden Yunus Emre ile ilgili kaleme aldığı eseri de
ilklerdendir ve son derece önelidir. Önemlidir çünkü
Türk Edebiyatında Fuat Köprülü’nün Türk Edebiyatında
İlk Mutasavvıflar (1918) adlı kitabında dile getirdiği
ve geniş bir vukufiyetle ortaya koyduğu Yunus
Emre’yi Filibeli Ahmed Hilmi ondan çok daha önce
Hikmet dergisinde (1911) “Terâcim-i Ahvâl: Sahâif-i
İslâmiye’den Âsâr ve Ahvâl-i Meşâhir: Yunus” başlığı
ile kaleme almış, hayat hikâyesi ve şiirlerinden örnekler
sunmuş, şerh etmiştir.
Modern Türk hikâyesinin öncü isimlerinden Ömer Seyfettin (1884-1920), hikâyeci, romancı, tiyatro yazarı, şair, fikir ve siyaset adamı, öğretmen, dilci, nazariyatçı, eleştirmen gibi yönleriyle Türk edebiyatının unutulmaz isimlerinden... more
Modern Türk hikâyesinin öncü isimlerinden Ömer Seyfettin (1884-1920), hikâyeci, romancı, tiyatro yazarı, şair, fikir ve siyaset adamı, öğretmen, dilci, nazariyatçı, eleştirmen gibi yönleriyle Türk edebiyatının unutulmaz isimlerinden birisidir. Asker bir aileden gelen ve kendisi de askeri görevler yapan Ömer Seyfettin, Balkan Savaşlarında bizzat asker olarak cephede bulunmuş, esir düşmüş ve savaşın zorluğunu ve acımasızlığını bizzat yaşamıştır. Türk edebiyatı sahasında 1911 yılında kaleme aldığı “Yeni Lisan” makalesiyle Millî Edebiyatın öncü isimlerinden olan Ömer Seyfettin, şiirle başladığı yazarlık hayatında farklı türlerde eser vermiş olsa da hikâyeciliği ile öne çıkmış ve tanınmıştır. 1915 yılında Çanakkale Savaşı’nda cepheye davet edilen edebi heyet içinde yer alan yazar, bunun manasına uygun “Eski Kahramanlar” başlığı altında hikâyeler kaleme almış ve Türk hikâyesinin unutulmaz örneklerini vermiştir. Özellikle tarihi konulara atıfta bulunarak hikâyelerini kurgulayan yazar hem tarihi hem de kendisinin yarattığı kahramanlar vasıtasıyla vatanın önemi, millet olma bilinci, mefkûre sahibi olma gibi her dönem için bir millette var olması gereken değerleri ölümsüzleştirir.Yazar, yine “Yeni Kahramanlar” başlığı altında vatan sevgisi, şehit olma arzusu, millet bilinci, fedakârlık, diğerkâmlık gibi değerlerin merkezde olduğu hikâyeler kaleme alır. Bu hikâyelerinde de yaşarken tarihe karışan ve ebedileşen kimi çocuk, kimi yoksul ama vatan sevgisini her şeyin üstünde tutan kahramanları Türk okuyucuna sunar. Kısaca Ömer Seyfettin, sade dili, akıcı üslubu ve olay ağırlıklı hikâyeleri ve hikâyelerinde çocuk, kadın, genç, ihtiyar gibi her sınıf ve yaştan seçtiği tiplerle ölümsüz kahramanlar bırakmış isimdir. Bu makalede Ömer Seyfettin’in hikâyelerinden hareketle tarihi ve tarihe mal olmuş kahramanları üzerinde durulacaktır.
Türk basın ve yayın hayatının olduğu kadar başta çıkarmış olduğu Servet-i Fünûn dergisiyle önemli bir yere sahip olan Ahmet İhsan (Tokgöz) (1868-1942), sadece bir yayıncı değil, aynı zamanda iyi bir gazeteci, çevirmen ve ediptir. Küçük... more
Türk basın ve yayın hayatının olduğu kadar başta çıkarmış olduğu Servet-i Fünûn dergisiyle önemli bir yere sahip olan Ahmet İhsan (Tokgöz) (1868-1942), sadece bir yayıncı değil, aynı zamanda iyi bir gazeteci, çevirmen ve ediptir. Küçük yaşlarda yazmaya başlayan Ahmet İhsan çocuk denecek yaşlarda Fransızcadan çeviriler yapmaya başlamış, matbaa sahibi olmuş ve hatıra türünde önemli eserler kaleme almıştır. Ahmet Midhat Efendi’nin 1889 yılında Avrupa’ya çıktığı ve bu seyahatin sonunda ortaya koyduğu Avrupa’da Bir Cevelan’dan sonra o da 1891
yılında Avrupa seyahatine çıkmış ve Türk seyahat edebiyatına Avrupa’da Ne Gördüm? adıyla bu seyahat izlenimlerini kaleme aldığı kıymetli bir eser kazandırmıştır. Yine 1911 yılında Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilen Tuna’da Bir Hafta adlı gezi notlarını kaleme almıştır.
On dokuzuncu yüzyıl Avrupa’ya giden pek çok aydının takip ettiği şekilde
Marsilya’dan Avrupa’ya giriş yapan Ahmet İhsan, Paris ve Londra’dan sonra Belçika, Hollanda, Hamburg, Berlin, Frankfurt, Roma, Venedik, Viyana gibi, Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya, Avusturya gibi ülkelerin önemli şehirlerini gezmiş ve Varna yoluyla İstanbul’a dönmüştür.
İnsanlık tarihi kadar eski olan savaşlar, milletlerin hayatını derinden etkilemiştir. Son asırda tarih sahnesinde iki büyük dünya savaşı gerçekleşmiştir ki, bunlardan ilki İtilaf ve İttifak Devletleri arasında cereyan eden I. Dünya... more
İnsanlık tarihi kadar eski olan savaşlar, milletlerin hayatını derinden
etkilemiştir. Son asırda tarih sahnesinde iki büyük dünya savaşı
gerçekleşmiştir ki, bunlardan ilki İtilaf ve İttifak Devletleri arasında cereyan
eden I. Dünya Savaşı’dır. Osmanlı Devleti’nin ortadan kalkmasına sebep
olan bu savaşta İngiltere, Fransa ve İtalya bir cephede, Osmanlı’nın içinde
yer aldığı, Almanya, Avusturya-Macaristan grubunun öncülük ettiği İttifak
Devletleri bir yandadır.
Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’nda pek çok cephede savaşmak
zorunda kalmıştır. Bunlardan birisi de Irak cephesidir. Daha I. Dünya
Savaşı başlamadan önce İngilizlerin bölgedeki petrol yataklarına hâkim
olmak istedikleri, bunun için de askerî kuvvet çıkarmaya başladıkları
bilinmektedir. Bölgeyi ele geçirmek için öncelikle Arap yarımadasındaki
şeyhlerin nüfuzunu artırmak, Osmanlı’nın dünya Müslümanları üzerindeki
hilafet etkisini azaltmak ve ilan edilen cihad-ı mukaddese katılımı kesmek,
bölge halkını Osmanlı’ya karşı isyana teşvik etmek İngilizlerin planları
arasındadır. Osmanlı açısından bakılınca, I. Dünya Savaşı başlamadan
bölgedeki askerî birlikler yeterince takviye edilmemiş, dolayısıyla geniş bir
coğrafyayı kontrol edecek, savunacak birlikler tam oluşturulamamıştır. İşte
böyle bir ortamda gerçekleşen Kûtü’l-Amare savaşı son birkaç yıla kadar
üzerinde fazla durulmamış, unutulmuş/unutturulmuş bir zaferdir. Kût
Zaferi aynı zamanda bir savunma neticesinde değil, kuşatma sonucunda
kazanılmış büyük bir zaferdir.
Türk edebiyatında Batılılaşma süreciyle başlayan özel mektupların herhangi bir yazı veya kitap içinde yahut bir kişiye ait toplu olarak yayımlanması pek çok konunun vuzuha kavuşmasında önemli rol oynamıştır. Bu mektuplar üzerinden yazanın... more
Türk edebiyatında Batılılaşma süreciyle başlayan özel mektupların
herhangi bir yazı veya kitap içinde yahut bir kişiye ait toplu olarak
yayımlanması pek çok konunun vuzuha kavuşmasında önemli rol
oynamıştır. Bu mektuplar üzerinden yazanın ya da muhatabının farklı bir
özelliği ya da dönemiyle ilgili başka bir pencere açılabilir.
Osmanlı devletinin geçen asırda yetiştirdiği büyük düşünce, siyaset
ve devlet adamlarından Ahmet Cevdet Paşa’nın sadece kendisi değil, başta
kızları Fatma Aliye ve Emine Semiye olmak üzere aile efradıyla da önemli
bir isimdir. Cevdet Paşa ve ailesine ait mektuplar üzerinde çalışmalar
yapılmış ve pek çok mesele vuzuha kavuşturulmuştur. Ancak değerli pek çok çalışmaya rağmen hâlâ gün yüzüne çıkmamış, yayımlanmayan mektupların varlığı da bilinmektedir. Bunlardan birisi de Ahmet Cevdet Paşa’nın kızları Fatma Aliye ile Emine Semiye’nin aralarında daha doğrusu Emine Semiye’nin cumhuriyetin
ilanın yaklaşık beş yıl kadar sonra Latin alfabesine geçiş tarihlerinde
yazdığı bir mektuptur. Bu çalışmayla Emine Semiye tarafından ablası
Fatma Aliye’ye yazılmış olan bu mektup araştırmacıların istifadesine
sunulmuş olacaktır. Mektubun muhtevası, ifade ettiği anlamın tam olarak
anlaşılması için muhatapları olarak Fatma Aliye ve kız kardeşi Emine
Semiye hakkında kısaca bilgi verilecektir.
Matmazel Anjel, II. Meşrutiyet’ten (1908) sonra Balkan Savaşı (1912-1913) yıllarında İrfan tarafından hatıra/anı şeklinde kaleme alınan bir romandır. Anlatıcının yaşadıklarının geriye dönük olarak hikâye edildiği eserde, meşrutiyet... more
Matmazel Anjel, II. Meşrutiyet’ten (1908) sonra Balkan Savaşı (1912-1913) yıllarında İrfan tarafından hatıra/anı şeklinde kaleme alınan bir romandır. Anlatıcının yaşadıklarının geriye dönük olarak hikâye edildiği eserde, meşrutiyet sonrası ortaya çıkan özgürlük ortamı içerisinde Osmanlı toplumunda yaşayan farklı milliyetlere mensup insanların son dönemde nasıl siyasi bir kimliğe büründüğü ve bunun uygulamaya döküldüğü anlatılır.
Anjel romanı her ne kadar bir aşk ve macera romanı gibi anlaşılsa da kahramanlarının Ermeni olması, yaşanılan zamanın II. Abdülhamit (1876-1909), bir diğer ifadeyle İstibdat dönemini içermesi bu eseri farklı kılmaktadır. Balkan Savaşının başladığı yıllarda böyle bir romanın yazılmış olması da ayrıca dikkate değerdir. Romanın ana konusu Abdülhamit dönemindeki istibdat ve Ermeni Cemiyeti Hınçak’ın kendi adamlarına sahip çıkması ve onun faaliyetleridir.
Matmazel Anjel romanı içerisinde, aşk, cinayet, sürgün ve Osmanlı Devleti vatandaşı olan, ancak farklı milliyetlere mensup insanların bazı cemiyetlerle nasıl bir irtibat içinde olduğunu da gözler önüne seren bir romandır.
İstanbul, Türk edebiyatında hakkında en çok yazılar kaleme alınan, nazım ve nesir alanında birçok müstakil kitaba birbirinden görkemli mekânlarıyla ev sahipliği yapan şehirlerimizin başında gelir. Türk edebiyatının unutulmuş isimlerinden... more
İstanbul, Türk edebiyatında hakkında en çok yazılar
kaleme alınan, nazım ve nesir alanında birçok müstakil
kitaba birbirinden görkemli mekânlarıyla ev sahipliği
yapan şehirlerimizin başında gelir. Türk edebiyatının
unutulmuş isimlerinden Ahmet Midhat Efendi’nin damadı
Yenişehirlizâde Halit Eyüp tarafından açık bir dil ve üslupla
kaleme alınan Kayıkla Bir Cevelan (1317/1901) adlı bu eser
de İstanbul üzerinedir. Kitap, İstanbul’un Beykoz semtinden
başlayıp Karadeniz’e doğru Riva ve köylerine kadar geçen
yüzyılda kayıklarla yapılan bir geziyi anlatır. Kayıkla Bir
Cevelan (1317/1901)’ın asıl dikkat çeken yanı, yazarın
kayınpederi Ahmet Midhat Efendi’nin Beykoz’dan başlayıp
İzmit Körfezi’ne kadar uzanan bir kotra gezintisini anlattığı
Sayadâne Bir Cevelan adlı kitabının da tamamlayıcısı olmasıdır.
Dolayısıyla bu iki eserin birleşimiyle İstanbul’un Anadolu
yakasını kuzeyden güneye -Şile’den İzmit’e- bir çizgi şeklinde
kapsadığını söylemek mümkündür.
Kayıkla Bir Cevelan’ı okurken sadece bir seyahatname değil,
aynı zamanda on dokuzuncu yüzyılın sonu, geçen yüzyılın
başlarındaki İstanbul ve Beykoz’un başta Riva olmak üzere
köy hayatının samimi ve içten aktarımını da görme fırsatını
bulunmuş olacaksınız.
Savaşların tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak savaşlar, kan, gözyaşı, bölünme, parçalanma ve tahribat dışında bir şey getirmemiştir. Tarih sahnesinde iki büyük dünya savaşı gerçekleşmiş ve bunların ikisi de geçen yüzyılda... more
Savaşların tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak savaşlar, kan, gözyaşı, bölünme, parçalanma ve tahribat  dışında bir şey getirmemiştir. Tarih sahnesinde iki büyük dünya savaşı gerçekleşmiş ve bunların ikisi de geçen yüzyılda olmuştur. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı devletinin kazandığı iki büyük zaferden ilki Çanakkale Deniz Zaferi, ikincisi ise Kûtü’l-Amâre’dir.
Son birkaç yıla kadar üzerinde fazla durulmamış, unutulmuş olan Kut Zaferi, sadece savunma neticesinde değil, aynı zamanda kuşatma sonucunda kazanılan büyük bir zaferdir.
Osmanlı Türk Basınında Kûtü’l-Amâre adını taşıyan bu eser, savaşı basın üzerinden takip eden bir çalışmanın ürünüdür. Teknik ve teknolojik imkânların bugünle mukayese edilemeyecek kadar zayıf ve gelişmemiş olduğu bir dönemde, yine de savaşla ilgili en geniş malumatı basından takip etmek mümkündür. Kûtü’l-Amare ile ilgili haberler sadece yurt içinde değil, yurt dışında da yakından takip edilmiştir. Savaşın seyriyle ilgili günü gününe aktarılan haberlerle beraber Nurettin Paşa, Dağıstanî Mehmed Fazıl Paşa, Kûtü’l-Amâre kahramanı Halil Kut Paşa’nın destansı kahramanlıkları yine burada yer almaktadır. Ayrıca bu eser vesilesiyle okuyucu, Süleyman Nazif, Ahmet Ağaoğlu ve Yunus Nadi gibi dönemin önemli edebiyatçı ve gazetecilerinin kaleminden tarihe altın harflerle geçen bu zaferi okuma fırsatı da yakalamış olacaktır.
Fecr-i Âti edebiyat topluluğuna mensup olan Tahsin Nahit (1887-1919) şairliği ve tiyatro yazarlığıyla öne çıkmış isimlerden birisidir. Onun şiirleri dönemin önde gelen Aşiyân, Edebiyat-ı Umûmîyye Mecmuası, Kadın, Resimli Roman, Rübâb,... more
Fecr-i Âti edebiyat topluluğuna mensup olan Tahsin Nahit (1887-1919) şairliği ve tiyatro yazarlığıyla öne çıkmış isimlerden birisidir. Onun şiirleri dönemin önde gelen Aşiyân, Edebiyat-ı Umûmîyye Mecmuası, Kadın, Resimli Roman, Rübâb, Servet-i Fünûn gibi yirmiye yakın dergilerinde/mecmualarında yayımlanmıştır.

Tahsin Nahit’in hayatta iken yayımlanan tek şiir kitabı Rûh-ı Bi-Kayd adlı eseridir. Elinizdeki bu kitap ise, onun bütün şiirlerinin bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Kitapta başta adı geçen şiir kitabı olmak üzere, 1905 yılından şairin vefatı 1919 yılına kadarki tüm dergiler taranarak, dergilerin sayfaları arasında kalmış olan şiirler bir araya getirilmiştir.

Ayrıca, bu eserle ilk defa Tahsin Nahit’in kendi el yazısıyla şiirlerini kaydettiği Gençlik ve Sessiz Giryeler adlı şiir defterlerindeki şiirleri de gün yüzüne çıkartılmış, bir arada toplanmıştır.
Batı edebiyatından Tanzimat’tan sonra Türk edebiyatına geçen edebî türlerden birisi de romandır. Belli bir kurguya dayanan ve hakikate uyması gerekmeyen romanı Namık Kemal, “Romandan maksat güzerân etmemişse bile güzerânı imkân dâhilinde... more
Batı edebiyatından Tanzimat’tan sonra Türk edebiyatına geçen edebî türlerden birisi de romandır. Belli bir kurguya dayanan ve hakikate uyması gerekmeyen romanı Namık Kemal, “Romandan maksat güzerân etmemişse bile güzerânı imkân dâhilinde olan bir vakayı ahlâk ve âdât ve hissiyât ve ihtimâlâta müteallik her türlü tafsilatıyla beraber tasvir etmektir.” şeklinde tanımlar. Ancak Ahmed Yesevî, Mevlana, Yunus Emre gibi büyük Türk mutasavvıflarını romanın kurgu dünyası içerisinde anlatmak ne kadar mümkündür? Ya da Ahmed Yesevî gibi Anadolu coğrafyasının Müslümanlaşmasında büyük emeği olan, onun yetiştirdiği
dervişler ve alperenler vasıtasıyla bu coğrafyanın İslam dairesine girmesini, romanın sınırları içerisine hapsetmek ne kadar doğrudur? Bu sorulara rağmen, roman türünün başka edebiyatlarda olduğu gibi, Türk edebiyatında da en çok okunan, toplumu etkileyen türlerin başında geldiği bilinmektedir. Buna rağmen Ahmed Yesevî gibi Türk edebiyatının büyük bir ismi üzerine yazılan romanların sayısı, bir elin parmaklarını geçmediği gibi, yazılma tarihleri de beş on yıldan geriye gidememektedir.
Bu tebliğde Türk edebiyatında Ahmed Yesevî’nin hayatını konu alan, onun
menkabevî biyografisinden yola çıkarak kaleme alınan Hoca Ahmed Yesevî’ninYolculuğu/Zamanın Oğlu; Pir/Pir-i Türkistan Ahmed Yesevî’nin Romanı, Pir Hoca Ahmed Yesevî adlı romanlar karşılaştırmalı olarak işlenerek, Ahmed Yesevî’nin gerçek kimliği ile, bu eserlerde anlatılanların ne kadar örtüştüğü ya da örtüşmediği ortaya koyulmaya çalışılacaktır.
Dünya tarihinde birçok insan “gönülsüz yolculuk” olarak adlandırılan “sürgün”e maruz kalmıştır. Bunlar arasında Gürcistan’ın Ahıska Bölgesi’nden 1944 yılında Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’a sürgün edilen Ahıskalı Türkler de yer... more
Dünya tarihinde birçok insan “gönülsüz yolculuk” olarak adlandırılan
“sürgün”e maruz kalmıştır. Bunlar arasında Gürcistan’ın Ahıska
Bölgesi’nden 1944 yılında Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’a sürgün
edilen Ahıskalı Türkler de yer almaktadır. Dünyanın dört bir yanına dağılan
Türkler, göç yıllarının izlerini hâlâ canlı yaşamaktadırlar. Göçün getirdiği
acıların doğal sonucu olarak ağıtların, şiirlerin ve hüzünlü hikâyelerin
yaşananlara adeta tanıklık etmesi kaçınılmazdır. Günümüzde Ahıska
Türklerinin yaşadıklarına şahitlik eden edebi türlerden birisi de romanlardır.
Bu türde henüz az sayıda eser verilmiş olsa da göçün acılarını canlı bir
şekilde okuyucuya sunma imkânına sahip olan romanların önemli bir açığı
kapattığı yadsınamaz.
Tayfun Atmaca tarafından kaleme alınan Dut Ağacı romanı Ahıska
Türklerinin yaşadığı acıları dile getirmeye çalışan eserlerden birisidir.
Romanda, sürgün yıllarında 7 yaşında olan Şahbender’in Gürcistan’da
başlayan hikâyesi; Özbekistan, Azerbaycan ve Kırgızistan’da devam eder.
Mayevka köyüne ilk geldiği gün tanıştığı ve sonrasında bir ömrü beraber
geçirdiği dut ağacıyla adeta bütünleşen kahramanın hikâyesini sembolik
arka planda işleyen yazar, romanın ön planında ise Ahıska Türklerinin
yaşadığı sürgün hayatına yer verir. Trenle gerçekleşen bu sürgün sırasında
başlarından geçen hüzünlü olayları anlatan bu roman, bu alanda kaleme
alınan diğer eserler gibi tarihi gerçeklerden yola çıkarak yazılmıştır.
Bu makalede, sürgünün 75. yılında Ahıskalı Türklerinin hüzünlü hikâyesini
konu alan Dut Ağacı romanından yola çıkılarak, yaşanan acılara edebi bir
pencereden yaklaşmaya çalışılacaktır. Çalışmada yazarın da dikkat çektiği
gibi, dünya üzerinde Çin’den Yunanistan’a; Tevrat’tan İncil’e pek çok
metinde kutsal kabul edilen dut ağacının sembolik anlamına da
değinilecektir.
Filibeli Ahmed Hilmi, çıkardığı gazete ve dergilerle, kırka yakın müstakil telif eserle ayrıcalıklı bir yere sahiptir. 1901-1908 yılları arasında Fizan’da sürgünde kalan Filibeli Ahmed Hilmi, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra... more
Filibeli Ahmed Hilmi, çıkardığı gazete ve
dergilerle, kırka yakın müstakil telif eserle ayrıcalıklı bir yere sahiptir.
1901-1908 yılları arasında Fizan’da sürgünde kalan Filibeli Ahmed
Hilmi, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’da döner
ve vefatına kadar geçen altı yıllık kısa bir zaman içerisinde çıkardığı
süreli yayınlarla, kaleme aldığı telif eserlerle ve kurduğu Hikmet
matbaasıyla Türk fikir ve edebiyat alanında büyük bir iz bırakır.
Filibeli Ahmed Hilmi’nin süreli yayınları içerisinde 1910-1912
yılları arasında yayımlanan Hikmet dergisi yayın politikası, yazar kadrosu ve çeşitli türde yaptığı tefrikalarla dönemin en önemli yayın
organlarından birisi haline gelir. Edebiyattan felsefeye farklı
alanlarda kaleme aldığı yazıları Osmanlı coğrafyasının en uç noktalarına
kadar yakından takip edilmiştir. Nitekim Uzak Doğu’dan,
Afrika’ya, Orta Asya’dan Bakanlara kadar çok uzak yerlerden de yakından
takip edildiği dergiye gelen mektuplardan anlaşılmaktadır.
Bu çalışmada üç ana bölüm halinde Filibeli’nin Hikmet yazıları
bir araya gelmektedir. Bu yazılar Tasavvuf, Felsefe ve Edebiyat
başlıkları dikkate alınarak tasnif edildi.